Çağdaş Küresel Medeniyet - Prof. Dr. Teoman Duralı

Transkript

Çağdaş Küresel Medeniyet - Prof. Dr. Teoman Duralı
Dış kapak
ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET
Teoman Duralı
1
İç kapak
ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET:
ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİ
ANLAMI, GELİŞİMİ, KONUMU
Şaban Teoman Duralı
Istanbul
Düzeltilip Genişletilmiş İkinci baskı
2
Soyu tükenen savaşcılardan rahmetli büyük dayım
(babamın dayısı, Çerkez lakaplı)
Hasan Amca’nın değerli anısına sevgi ve saygılarımla.
“Savaş, her şeyin, herkesin atasıdır, hakanıdır;
Kimisini tanrı (kahraman), kimini (gelişigüzel) insan,
Kimini köle, kimini de hür kılar”
(“Polemos pantōn de basileus,
kai tous men theous edeikse tous de anthrōpous,
tous men doulous epoiēse tous de eleutherous”) ―Herakleitos (53~54/44B).
3
Birinci Baskıda
TEŞEKKÜR
Çalışmamda fehmi ve ilmiyle yol göstermiş olan hocam Profesör Dr Sayın
Ahmet Yüksel Özemre, bana elverişli çalışma ile araştırma ortamını süreklice sağlamış
International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC) ile onun müdürü
Profesör Dr Sayın Syed Muhammad Naquib Al-Attas beğefendilere; yardımlarını
esirgememiş bütün dostlarıma; ve nihâyet kitabı basıp yayımlamak gibi zahmetli bir işi
üstlenmiş bulunan Dergâh yayımevinin, başta Sayın Ezel Erverdi beğefendi olmak üzre,
çalışanlarına teşekkürlerimi arzediyorum.
Kuala Lumpur/ MALEZYA, 1999
4
İÇİNDEKİLER
I-
GİRİŞ
A- ÇALIŞMAYLA İLGİLİ BÂZI MÜLÂHAZALAR
B- ADLANDIRMA
C- İNGİLİZ-YAHUDÎ TERKÎBİNİN ANLAMI
II-
KÜLTÜRDEN MEDENİYETE
III-
İSLÂM: YENİÇAĞIN BAŞLANGICI
A- ESKİ ZAMANLARDAN YENİ ZAMANLARA
B- YENİ ZMANLARIN BAŞ BELİRLEYİCİSİ:
TEKTANRILI VAHİY DİNİNİN ANAÖRNEĞİ: İSLÂM
C- YENİÇAĞA DOĞRU
VI-
YENİÇAĞ DİNDIŞI BATI AVRUPA MEDENİYETİ
A- DİN ESASLI ÂLEMANLAYIŞINDAN DİNDIŞI DÜNYAGÖRÜŞÜNE
B- TARİHİ YENİDEN SINIFLAMA DENEMESİ
V-
ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİ
A- AVRUPA MEDENİYETİ TARİHİNİN BAŞLANGICI: ROMA
B- ROMADAN LONDRAYA GİDİŞTE ARA DURAK: PARİS
C- ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN
ANA MERKEZİ: LONDRA; BAŞ MİHRÂKI: Farmasonluk (‘Serbest Yapı Ustalığı’)
ve ÖNCÜ ETKİNLİKLERİ: iktisât ile Sanayi
Ç- ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ
MEDENİYETİNİN TEMEL DÜNYATASAVVURU: Maddecilik – Mekanisism
I. Esas: Akılcılık – Deneycilik
II. Esas: Benlik – Bencillik
D- ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN
5
Ana İDEOLOJİSİ: Hürriyetcilik - Sermâyecilik
1- İmân
2- Dogma, Öğreti, İdeoloji
3- Sermâyecilik
4- Küreselleştirilen Çağdaş İngiliz-Yahudî Medeniyetinin, dolayısıyla da
Sermâyecilğin Tarihteki Konumu
i- İngiliz-Yahudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken
ii- Din – Dindışının Birbirlerine Karşı Mevzîlenişleri
iii- Manevî İnsana Karşı Maddî Beşerin Mevzîlenişi
5- Hürriyetci Sermâyeciliğin Sunî Seçeneği: Toplumculuk
6- Öngörülmemiş Tepkiler: Faşism ile Millî Toplumculuk
i- Organisism-Romantiklikten çıkan yol
ii- Romantiklikten Faşisme
iii- Faşismden Millî Toplumculuğa
7- Dinin yerini İdeolojinin alması ve bunun Etkileri
i- Klasik Mekanik Temelli Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyetinden
Evrim Biyolojisi Temelli Çağdaş Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî
Medeniyetine
ii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından Evrimcilik
iii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından bir Digeri: Irkcılık
iv- Irkcılığın Devindiricileri
v- Irkcılığın Bilimdışılığı
vı- Çağdaş Avrupaya mahsûs İdeolojik Irkcılığın Geçmişteki İki Kaynağı
a) Yahudîlik
b) İngiliz
c) Köprü
8- Maddeci–Mekanisist–Dindışı Dünyagörüşünün Beşer Tipi: Maddîyâtcı İkisâdîyâtcı Adam
(Homo economicus)
a) Siyâsî ile İktisâdî Amaçlar uğruna kötüye kullanılan Din
b) Üstün olanlar ile Olmayanlar
E- SEÇENEKSİZ BİR MEDENİYETLE ve ONUN İDEOLOJİSİYLE Mİ
KARŞI KARŞIYAYIZ?
VI- ÜMİT
6
RESİMLER, ŞEKİLLER İLE HARİTALAR
DİZİNLER İLE SÖZLÜK
KAYNAKLAR
7
-I-
GİRİŞ
8
-AÇALIŞMAYLA İLGİLİ BÂZI MÜLÂHAZALAR
1-
Çalışma boyunca kullanılan ve önerilen özgül deyim, deyiş ile terimlerin başlıca
genelgeçer kültür dillerinden Osmanlı Türkcesindeki (OsmT); Arapcadaki (Ar);
İbrancadaki (İbr); Yunancadaki (Y); Latincedeki (L) ―Klasik Latince (KL),
Hırıstıyanlaştırılmış Ortaçağ Latincesi (OrL) ile Yeniçağın Geç Latincesi (GeçL)―;
Fransızcadaki (Fr); İtalyancadaki (İ); Ispanyolcadaki (Isp); Portekizcedeki (Por);
Ruscadaki (Rus); Felemenkcedeki (Fel); Almanca (Alm) ile ―en çok da―
İngilizcedeki (İng) karşılıkları, gerektikce, ayrac (...) içerisinde verilmektedirler. Böylesi
terimler ile deyişler, Türkce bildirişenlerin dil bilincine yerleşinceye değin, bu tavrımızı
ısrarla sürdüreceğiz.
Önerilen ―yalnızca Türkcede değil, gerektikce İngilizcede bile― terimler,
sunulan tarîfler ile belirlemelerin çoğu, ilk kez bu çalışmada ortaya koyulmaktadır.
Bundan dolayı bunların karşılıkları alelumûm sözlüklerde boşuna aranmamalıdır.
2-
Önerilen, mecâzlı anlamıyla kullanılan yahut vurgulanmak istenen terimler ile
deyişler, tek çentikli tırnaklar arasında, ‘...’ gösterilmektedirler.
3-
Alıntılar, çift çentikli tırnaklar, “...”; alıntılarda yapılmış atıflar ise, tek çentikli
tırnaklar, “’...’”, arasında yer alırlar.
4-
Önemli terimler ile deyişler, eğri, çok önemliler ve tarih boyunca kutsal
kabul edilmiş olanlarsa, koyu (İng bold) yazılmaktadır.
5-
Sesliyle başlayan takı olabilecek kelimeler, sesliyle biten bir önceki kelimenin
gövdesine ulanırlar; örnek: ‘Bu ise’→ ‘Buysa’... Bununla birlikte, ‘o ise’, ‘hâlbuki’
anlamına gelen ‘oysa’yla karıştırılabileceğinden, ‘o ise’ tarzında yazılmağa devâm
olunur.
6-
Terimlerde uyguladığımız ayrı ayrı sözleri bitiştirmek kuralını, Osmanlı
Türkcesinde geçen terimleşmiş tamlamalara dahî teşmîl ediyoruz: ‘Sath-ı mâil’ değil,
‘sathımâil’, ‘teşkilât-ı esâsîye’ değil, ‘teşkilâtıesâsîye’...
9
7-
Başlıca kısaltmalar:
―Bkz: Bakınız —etkilenmekle birlikte, doğrudan doğruya alıntılayıp çift
tırnaklı çentik içerisinde göstermeden yararlandığımız görüş veya düşünce;
―Krz: Karşılaştırınız —her ayrıntısına katılmamakla birlikte,
zikretmeğe
değer bulduğumuz görüş yahut düşünce.
―A.g.e: Adı geçen eser.
―B.g.y: Bahsi geçen yer.
―Syflr: Sayfalar.
8-
İşâretler:
― Bitişik yazılırsa, olağandışı uzun olacağından, bir terimi dile getirmek üzre
biraraya getirilmiş birbirini tamamlayan iki ismin, arasına ‘kısa çizgi’ koyulur:
‘felsefe-bilim’, ‘İngiliz-Yahudî’ gibi;
―Terimleşmiş iki isim, bir ‘üstterim’i ifâde edebilsin diye aralarına ‘orta
uzunlukta çizgi’ çekilerek bitişik yazılır: ‘Madddecilik–Mekanisism’ gibi;
―Bir terimi yahut ‘üstterim’i dile getirmemekle birlikte, ortak konuya
işâret eden iki yahut daha fazla terim,
aralarında ‘uzunca çizgi’
bulundurularak ayrık yazılır: ‘üreten – üretim – üretim araçları ilişkisi’ gibi;
―Zıtlığı tebârüz ettirmek maksadıyla da, terimler, aralarına ‘uzunca çizgi’
çekilerek ayrık yazılırlar: ‘üretim – tüketim ilişkileri’ gibi;
―Bir cümlede dile getirilen esas anlamı daha aydınlık kılmak amacıyla onun
ortasına yahut sonuna iliştirilen ek açıklamalar ‘çok uzun çizgi’yle belirtilir:
‘Yeniçağın başlarından —1500lerin ilk yarısından— itibâren’ gibi;
―Türkcede kullandığımız bir sözün yahut deyimin, Çalışmamızda başvurduğumuz
ecnebî dillerdeki karşılığını ‘(...)’ işâretiyle gösteriyoruz;
―Kere ‘(...)’ içerisindeki kere, ‘[...]’ şeklindedir.
10
-BADLANDIRMA
1-
Ad, özün, dile getirilmesi, dil yoluyla temsilîdir. Adını bilmediğimizi dile
getiremeyiz. Yanlış yahut eksik biliyorsak, merâmımızı doğru yahut tam ifâde
edemeyiz. Bu hâl, öncelikle günümüz medeniyeti için söz konusudur. Yaşayışımızı her
cihetten tayîn etmek iddiasındaki çağdaş medeniyet nedir, kim/ler ne zaman, nerede,
nasıl belirledi? İşte, işbu çalışmamızda üstünde duracağımız esas sorular bunlar olacak.
2-
İmdi, burada ‘medeniyet’e, bâhusus ‘Çağdaş’ olana ilişkin ‘sav’ taşıyan bir
‘tarih’ ‘felsefe’si çalışması söz konusudur. Tarih felsefesi, felsefe-bilim ‘ağacı’nın en
önemli ‘dal’larındandır.
3-
‘Tarih felsefesi’, bir ‘bilim’ olarak ‘tarih’in ‘bilim teorisi’ ile ‘tarih metafiziği’
olmak üzre iki kola ayrılır. ‘Bilim’ olarak ‘tarih’, konusu olan toplumların geçmişlerini
belirli kıstas/lara yahut bir bakış açısına göre dönemlere ayırır. Dönemler üzerinde
uzmanlaşan tarihin bilim kolları, alanlarına giren olayları tasvîr ile tahlîl ederler. Yer yer
neden – etki bağıntılarını kurmaktan da geri durmazlar. Bilim olarak tarihe konu olan
olaylar ne çeşittendirler; bunlar, nasıl ele alınırlar; işlenme yöntemleri nedir; belgeleme,
gerekceleme, sınama, akılyürütme ile dönemleme işlemleri nasıl gerçekleştirilirler,
cinsinden sorular, tarihin bilim teorisi tarafından cevaplandırılmağa çalışılırlar. Nihâyet,
tarih metafiziği, geçmiş, geçmişin bilgisi, topluluk, toplum, sınıf, zümre, gelenek,
görenek, hukuk, kültür, medeniyet gibi, insanlığı özden ilgilendiren sorunlu kavramların
anlamlarını bulgulayıp irdeler; ilerileme, gelişme, gerileme diye olaylar, haddizâtında,
varmıdır; varsa, nasıl ortaya çıkarlar, sorularıyla uğraşır.
4-
Bir felsefe-bilim çalışmasıysa, öncelile tarîfe, tahlîl ile terkîbe dayanır. Sav
taşıyan felsefe-bilim çalışmalarının ‘yüreğ’i metafizik ‘atar’. Felsefe-bilimin metafizik
‘yüreği’nde düşünceler, ‘gidimli’ (Fr discursif) tarzda yürütülürler. Bu da, sıkı bir
biçimsel mantık düzeni demektir. Gidimli düşünce silsilelerinin başta gelen özelliği,
işlenen ana savın yahut savların, değişik bağlamlarda tekrar tekrar karşımıza çıkabilir
11
oluşudur. İşte, bundan dolayı, bu çalışmada dahî, ana savlarla, öyleki kavramlar ve
önermelerle farklı vesîlelerle müteaddit defa karşılaşmak şaşırtıcı olmamalıdır.
5-
Çalışma, medeniyeti ele alıp işleyen esasında bir ‘tarih metafiziği’ olmakla
birlikte, felsefe-bilimin ahlâk ile bilim alanları ve onun dışında kalmasına rağmen, ‘kapı
komşusu’ durumundaki dinle dahî içten içe ilgilidir. İlgi alanının bunca yayılıp
genişlemesiyse, Çalışmamızı, hâliyle, bir haylî karmaşıklaştırmaktadır. Sav ile konu
dokuları gereği, Çalışmanın böylesine karmaşıklaşması, onu girift bir bölümlemeye tâbî
tutmamız zorunluluğunu doğurmuştur.
12
-CİNGİLİZ-YAHUDÎ TERKÎBİNİN ANLAMI
1-
Tarihte ilk defa yeryüzünün dörtbir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir
medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hattâ iç içeyiz, demek daha yerinde olur.
Bu medeniyeti öz tabiatına uygun tarzda adlandırmamışlığımız, genelde, dünya
çapında, öncelikle de Türkiyede ona ilişkin açık bir fikrimizin oluşmamasına yol
açmaktadır. Kâh Batı, kâh Avrupa... zaman zaman da çağdaş diyoruz. Bunlardan ‘Batı’,
yön belirtir; ‘Avrupa’, coğrafyaya; ‘çağdaş’ ise tarihe ilişkin sözlerdir. Hâlbuki bizim
burada gereksediğimiz, medeniyete alem olacak deyimdir.
2-
Tarihin önde gelen medeniyetlerin yer almış olduğu vâsiî mekân Avrasya
anakarasıdır. Afrika ile Amerikanın tersine, Asya ile Avrupa, coğrafî bakımdan
birbirinden ayrı iki kıta değildir. Birbirlerinden, sâdece sînelerinde teşekkül etmiş ve
tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşerî ilişkiler yumağı ile
zihniyetlerin derin farklılıklarından ötürü ayrılmışlardır.
Asyanın en doğusu ile güney doğusunda Beşinci bine doğru yer almağa başlayan
pirinç tarımı dolayındaki yerleşim, ‘Doğu medeniyetleri câmiası’nın beşiği olmuştur.
Asyanın güney batısında yine Beşinci bin dolaylarında buğday ile arpa ekiminin vukûu
bulduğu havalilerdeyse, bu defa, ‘Batı medeniyetleri câmiası’nın öncüsü Sümer
kültürünün biçimlendiğini görüyoruz. Şu son andığımız mahalden peyderpey
Mesopotamya, Mısır, Doğu Akdeniz ―Fenike, Filistin ile Israil―, Hırıstıyan ile İslâm
ve nihâyet Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetleri çıkıp serpilmişlerdir. 1400lerin
sonlarından itibâren Hırıstıyan medeniyetinden türeyen, 1600lerin ikinci yarısından
sonra ona yeğinlikle karşı çıkarak biçimlenmeğe koyulan ‘Yeniçağ dindışı Batı Avrupa
medeniyeti’, kendi devâmı sayılabilecek birini de bilkuvve bağrında taşımaktaydı.
Avrasyanın doğu yakasındaki Doğu medeniyetleri pek uzun soluklu olmuşlardır.
Batıdakilere gelince; bunlar, Doğululara oranla daha kısa ömürlüdürler. İlkçağ
Mesopotamya, Mısır ile Doğu Akdeniz medeniyetlerinden itibâren, çeşitlilik öylesine
13
artmıştır ki, birbirleri ardısıra oluşan medeniyetlerin benzerliklerinden ziyâde, zıtlıklar
ortaya çıkmıştır.
‘Tektanrılı Vahiy Dini’ ile ‘Felsefe-bilim sistemi’nin neşvünemâ bulduğu zemîn
olması itibârıyla ‘Batı medeniyetleri câmiası’, tarihte eşsiz benzersiz bir mevki işgâl
etmektedir. Bunlardan birincisini Sâmî kavimlere, ikincisiniyse, Arîlere borçluyuz.
Tektanrılı Vahiy dinlerinin ilki Yahudîliktir; ana örneğiniyse, İslâm teşkîl eder. İslâmın
temsîl ettiği ve vucut verdiği ölçüde Tektanrılı Vahiy dini
ile Eskiçağ Ege
medeniyetinde biçimlenmiş ‘Felsefe-bilim sistem’ geleneği, müteâkip medeniyetler
üzerinde çeşitli etkiler icrâ etmişlerdir.
Yapısal özellikleri yüzünden ‘Katolikliğ’e yaslanmış ‘Hırıstıyan Ortaçağ Avrupa
medeniyeti’ kendi toplumsal ile siyasal bünyesinde benzersiz çalkantılar ile çatışmalara,
tam manâsıyla, bir cedel sürecine sahne olmuştur. Mücâdelenin en şiddetlisi, Ruhbân 1
(OrtL clerus) ile Ruhbân–olmayan (OrtL laicus) zümreler arasında cereyân etmiştir.
Bunun yanısıra, dindışı 2-dünyevî 3 zümrenin kendisi de, Ortaçağın erken devirlerinden,
yaklaşık Onuncu yüzyıldan itibâren kendi içerisinde yeğin çıkar çatışmalarına tanık
olmuştur: Hükümdar-asilzâdeler – derebeği-toprak zâdegânı. Bu durum ise, Ortaçağın
sonları ile Yeniçağın başlarında, demekki 1400lerle birlikte, kendisini belirgince
gösterecek olan sınıf farklılaşmasının kaynağını oluşturmuştur.
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, Hırıstıyan Ortaçağ medeniyetinin tabîî
uzvî uzantısı, devâmı yahut türevi değil, öncelik ve özellikle Ruhbân ile Ruhbânolmayan zümreler arasındaki yeğin çekişmenin sonucunda, ona tepki şeklinde vucut
bulmuştur. Elbette anılan medeniyetlerin ikincisinden birincisine değerler intikâl
etmiştir. Ne var ki, Ortaçağdan Yeniçağa etki, daha ziyâde, olumsuz anlamda olmuştur.
Fransa hâriç, Germen dillerini konuşan Yeniçağın Batı ile Orta Avrupası, Latin dillerini
kullanan Ortaçağın Roman Güney Avrupasının din esaslı değerler manzûmesini alaşağı
1
Ruhbânı teşkîl eden fertler, kutsanmışlar (OsmT mukaddes), demekki ‘tanrısal kutluluğ’a mahzar olmuş
kimselerdir.
2
OrL sēcūlaris.
3
OrL profānus.
14
ederek, devirerek 4 ilkece, ‘Tanrı’ çıkışlı dini gündemdışı kılıp onun yerine, ‘insan
dimâğı’nın ürünü ‘felsefî’ temeller üstünde kendisini inşâa etmiştir.
‘İngiliz-Yahudî medeniyeti’ne gelince; o, ‘Yeniçağ dindışı Batı Avrupa
medeniyeti’nin tabîî uzvî devâmı olarak da görülebilinir. ‘Yeniçağ’da başgöstermiş olan
Islâhât, İnsancılık ile Aydınlanma Devrimcilikleri (Révolutionisme), İngiliz-Yahudî
medeniyeti çerçevesinde temellenerek kurumlaşmışlardır. Başta dinî–siyâsî–toplumsal
hareketler olarak temâyüz etmişken, İngiliz-Yahudî medeniyetinde iktisâdî–siyâsî
kurumlaşmaların ―felsefeden türetilmiş― ideolojik temelleri hâline gelmişlerdir. İşte,
gerek Yeniçağ dindışı Batı Avrupa gerekse ondan türemiş ve çok daha keskince,
belirgince biçimlenmiş olan Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetleri, insanın biçimselci
düşünme–bilme yetisini 5 esas almışlardır. Bütün öteki kültürler ile medeniyetlerin
benimsemiş bulundukları Tanrıcı ve doğayıaşkın 6 dayanak yerine, İnsancı–dünyacı 7
pâyândâyı gündeme sokmuşlardır. Yeniçağ dindışı Batı Avrupanın kurumlaşmış
felsefesi, René Descartes’ın (1596 – 1650) çığır açıcı res extensa kavrayışını (Fr&İng
conception) esâs almak, ve bu kavrayışın gereği olarak da, bilimin ―aklî klasik
mekaniğin― işleyişini örneksemek sûretiyle hayatın ve dünyanın tüm köşe bucağını
izâh etmeğe kalkmıştır. Buradan da Maddeci–Mekanistik dünyatasavvurunu üretmiş ve
nihâyet adı geçen dünyatasavvurunun üstünde belirlenimi gevşek kalmış, demekki sıkı
sıkıya tarîf olunmamış bir ideoloji olan İnsancılık–dünyacılığı inşâa etmiştir. İnsancılık–
dünyacılığı, Sécularisme–Positivismein diger bir deyimlendirilişi şeklinde kullanıyoruz.
İngiliz-Yahudî medeniyetindeyse, İnsancılık–dünyacılık, ideoloji olma vasfını kaybedip
dünyagörüşü hâline gelmiştir. Adı anılan dünyagörüşünün içerisiyse, insanın maddî
ilişkiler ağıyla doldurulmuştur. Başka bir anlatımla, yalnızca dünyaya yönelmiş hâlde
yaşayan insanın, yalnızca–dünyaya–yönelik–yaşayışını oluşturan doku, maddî ilişkiler
4
Islâhât (Fr Réformation), İnsancılık (Humanisme), Aydınlanma/cılık (Fr Siècle des lumières yahut
philosophique; Alm Aufklärung(szeitalter)
5
Fr capacité cognitive formalistique humaine.
6
Fr transcendé-la-nature.
7
Fr Humaniste–physicaliste.
15
ağından ibârettir. Bu derekede mütâlea ettiğimizde de, insanı, İslâmî bir deyişle, beşere
indirgemiş oluyoruz.
İngiliz-Yahudî
medeniyetinin
kurumlaşmış
felsefesi 8,
İnsancı–dünyacı
dünyagörüşünün içerisini maddî ilişkiler ağıyla doldurmakla kalmayıp onu da açmış,
açıklığa kavuşturmuştur. İngiliz-Yahudî medeniyetinin indinde maddî ilişkiler ağı,
üretim – tüketim dengeleriyle dokunmuştur. Üretim – tüketim dengelerini ele alıp
işleyen zanaat, iktisâttır. Şu hâlde söz konusu medeniyetin maddî ilişkiler ağı,
haddizâtında iktisâdîdir. Ancak, bu, alışılagelinmiş iktisât 9 değildir. Geliştirilmiş olan,
alışılagelinmemiş bir iktisât modelidir 10; devrimcidir. Alışılagelinmiş iktisâtta, varolan
temel ihtiyâçlara göre üretilir. Buradaysa ilkin, ihtiyâçlar üretilir; başka bir deyişle,
tüketim kamçılanır. Kamçılandıkca, tüketim artar. Çeşitte ve miktarda tüketim
büyüdükce, üretilenlerin de türleri, nitelikleri ile nicelikleri habire artacaktır. Demekki
üretim, tüketimin talepleri doğrultusunda hareketlenmektedir. Böylelikle gördüğümüz,
hızı habire artan üretim – tüketim ile tüketim – üretimin dialektik helezonlu gidişidir.
Bu gidişin biricik hedefiyse, durmadan dinlenmeden yükselen kâr hadleridir. Üretim –
tüketim bağıntılarını dalgalanmalardan, sallantılardan kurtarmak maksadıyla da, onları
sağlam ‘kazığ’a bağlamak zorunluluğu doğmaktadır. Bu sağlam kazık da, bir kurmaca
değer 11 olan paradır. Üretim için zorunlu olan para miktarınaysa, sermâye diyoruz.
Üretim için elzem olan parayı üretip elinde tutan Ben isem, tüketilecekler de ancak
Bende aranılacaktır. Başka bir ifâdeyle, üretimin kaynağı ile tekeli Benim artık. Madem
üretimin kaynağı ile tekeli Benim, o hâlde, dünya da elimde sayılır. İşte, ‘üretim’in
anahtarı demek olan ‘para miktarı’nı toplayıp elde tutmak ve ‘kâr’ haddini dahî
durmadan artırmak esâsına dayalı ‘ideoloji’nin adıysa, ‘Sermâyecilik’tir (Fr
Capitalisme).
8
Söz konusu kurumlaşmış felsefe geleneğinin öncü, nirengi filosofları: Thomas Hobbes (1588 – 1679),
David Hume (1711 – 1776), Adam Smith (1769 – 1839), Karl Heinrich Marx (1818 – 1883).
9
Fr économie conventionelle.
10
Fr modèle inconventionel de l’économie.
11
Fr valeur fictive.
16
Kâr hadlerini durmadan artırmanın, tüketimi alabildiğine kamçılamaktan,
dolayısıyla da üretimi süreklice hızlandırıp yükseltmekten geçtiğini bildirmiştik.
Bunun içinse, olabildiğince geniş çevreleri ‘Benim tayîn ettiğim ‘tüketim’ türlerine
alıştırmam gerek’ 12: Eğitim-öğretim tekeli. 13 ‘Eğitip öğretmek yoluyla olabilldiğince
geniş çevreleri ürettiklerime alıştırmak yetmez’. Bir de, ‘ürettiklerimi satınlabilecekleri
seviyelere onları yükseltmem lâzım.’ İşte, Marshall türünden mâlî yardımların nedeni.
Ne var ki, sözünü ettiğimiz seviye, ‘Benim ürettiklerimin satınalınması gücüyle sınırlı
kalmalıdır.’ Aksi tadîrde, ‘kâr paylarım sınırlanır.’ İşte, 1997de Japonya ile Güney doğu
Asyada yaratılan mâlî bunalımın nedeni. ‘Kâr paylarımı durmadan artıran üretim
etkinliğini tek başıma gerçekleştiremem.’ Bunun için de ‘Benim dışımda biri/leri/ne
ihtiyâç duyarım.’ Bu birisi yahut birileri de, ‘antlaşmalı ortaklarımdan, yânî İngilizYahudî
çevresinden
yahut
Benim
kurduğum
bir
cihânşumûl
teşkilâtta
―:Farmasonluk― Bana sadâkat ve muhabbetle merbût kişiler olmalı ki, onları
süreklice denetimim altında tutabileyim.’ ‘Cihânşumûl kâr paylarıma Benimkilerin
dışında kalanları ortak edemem.’ İşte, Birinci, özellikle de İkinci Dünya Savaşlarının
nedeni.
‘Kâr paylarımı sınırsızca yükseltmem, ürettiklerimi habire daha da bahâlı kılmak
sûretiyle gerçekleştiremem.’ Zirâ o durumda, ‘Benim ve menfaat şebekemin, başka
deyişle, ortaklarımın dışında kalan müşterilerimin mâlî gücü gün gelir Benimkisini
aşması
tehlikesiyle
karşılaşabilirim.’
Bundan
dolayı,
üretilenin
hammaddesi,
olabildiğince ucuza elde edilebilinmelidir. Bu da, ancak ‘Kendimden fersah fersah aşağı
addettiğim kimselerin ve onların yaşadığı ülkelerin nâmıhesâbıma kullanılmasıyla
olabilir’: ‘Sömürü’ (Fr exploitation) ile ‘Sömürgecilik’ (Colonialisme). ‘Kendilerinden
ucuza, öyleki bedâvaya elde ettiğim hammaddeden ürettiğim mamûlu sonunda onlara
satarım.’ ‘Bunu temîn maksadıyla ilkin ülkelerini, ardından da yeraltı ile üstü kaynakları
ile servetlerini doğrudan, yânî maddeten, kuvvet kullanarak yahut dolaylı yollardan,
demekki kültürlerini yıpratıp yıkarak ele geçiririm.’ Kültürü harâb olmuş bir toplumun,
12
‘Küreselleştirme’ (Fr&İng globalisation), kazanç
çapındaki.zorlamalar şeklinde kendisini gösteren süreçtir.
13
hırsının
yarattığı
iktisâdî–siyâsî
dünya
Fr monopôle de l’éducation.
17
maddî direnci de kırılır. İşte, bir tarafta maneviyâtı silinip maddî direnme gücü
sıfırlanmış, dolayısıyla da sömürgeleştirilmiş bir dünya, öbür yandaysa, yeryüzünün
tekmil nimetini devşiren bir anavatan (Fr métropole): ‘İmperyalism’.
Sömürülenler, Sömürgecilerin işbirlikcileri dışında kalan sömürge ahâlîsinden 14
ibâret değildir. Anavatan toplumunun bir bölümü de böyledir. Gördüğü işin semeresine,
böylelikle de mülkiyetine yabancı kalan, 15 küçük memur, rençber, amele ile işci
neviinden, bu insanlara ‘Emekci’ (Fr prolétaire) diyoruz.
Toparlarsak: 1300lerin sonu ile 1400lerin başları İtalyasında belirip ardından
Fransa başta olmak üzre, Batı Avrupaya kayan ‘Yenidendiriliş’ (Fr Renaissance)
hareketiyle başlatılan Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti, insanı ve doğayı aşkın esâslara
dayanmağı terkederek, Tanrısallıktan koparılmış akıl temeli üstünde yükselmeğe gayret
göstermiştir. Bilâhare, barındırdığı en önemli ve canlı kültürlerden, kendi başına
buyrukluğu ve girişimciliğiyle temâyüz eden ve tarihî şartların berâberinde getirdiği
Yahudî sermâyesini dahî yedeğine alan İngilizlik, 1700lerin ortalarından itibâren
medeniyet boyutlarını kazanmağa yüz tutmuştur. Başlıbaşına medeniyet olma vasıflarını
arzeden bu muazzam kültür sürecini, ana özelliklerinden ötürü, İngiliz-Yahudî şeklinde
adlandırıyoruz. İnsancılık ile Islâhatcılık neviinden Devrimci akımlardan da
derinlemesine etkilenen bu medeniyetin kendisine has şartları çerçevesinde,
ideolojilerin ilki olup günümüzde insanlığın tümünü biçimlendiren Hür Sermâyecilik,
iktisâd esaslı bir felsefe sisteminin verisi olarak vucut bulmuştur. Hür Sermâyecilikten
ise, Toplumculuk (Fr Socialisme) ile Ortakmülkcülük (Fr Communisme) doğacak. Ona
ve dayandığı Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuruna karşı tepki olarak da, kökleri
Romantism denilen dünyagörüşüne dek geri giden Faşism ile Millî toplumculuk ortaya
çıkmışlardır.
Yine bu medeniyetin siyâsî, iktisâdî, kültürel, toplumsal ve eğitsel sistemli
birliği ile bütünlüğünü sağlayan ve yeryüzünün tüm köşe bucağına yayılmış ve kuruluşu
1700lerin başlarına değin gerisin geriye giden bir de merkez teşkilâtı vardır; o da
‘Farmasonluk’tur.
14
—yânî, köleler ile yarı-kölelerden—
15
Yabancılaşma (Alm Entfremdung; Fr aliénation).
18
İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun temel ideolojisi olan Hür Sermâyeciliğin, iki
yüz elli yıllık tarihî serüveni içerisinde, fikren de ―benimsenen nisbî eleştime–tartışma
serbestliği sâyesinde― maddeten de ―meydana getirilen sanayi devrimiyle― ortaya
çıkan yeni şartlara olağanüstü raddede ayak uydurma istidâtına kavuşmuş olduğunu
görüyoruz. Bu medeniyet, kendisini biçimlendirmiş bulunan felsefî sistem insicâmını 16
askerlik sanatından tutunuz da eğitim ile öğretime dek varan geniş bir yelpâzede
gösterir. Bu cümleden olmak üzre, biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde düşünme
tavrını onun erişebileceği en üst aşamaya ulaştırmıştır. Nitekim, bu bağlamda,
karşılaşılan ve karşılaşılabilecek olan tüm maddî, öyleki nefsî (Fr psychique) 17 ve
toplumsal sorunlara dahî, ilahiyâtla bağları kesilip tamamıyla sekülerleştirilmiş ‘felsefe
sistem düşünüşü’ kılavuzluğu ile güdümündeki ‘bilim’den, onun yöntemleriyle iş gören
‘fen’den, nihâyet ‘fen’in de, ‘Sermâyeci iktisâdî’ hedefler doğrultusundaki uygulanışı
anlamındaki ‘sanayi’den çözüm getirmeleri beklenmektedir. Çözümler, genelde,
insanlığın hayrı doğrultusunda tasarlanmazlar. Filvâkî, bu çeşit bir tasarlama, Maddeci–
Mekanisist–dindışı–Positivci Hür Sermâyeciliğin esâslarına zâten aykırıdır. Tabîatıyla,
rakîp menfaat öbeklerinden her biri, kendi çıkarlarına uygun çözümün bulunmasını
bekler. Rakîp menfaat öbekleri, birbirlerinin hasmıdırlar. Rakîplik ile hasımlık, çekişme
ile sürtüşme, haddizâtında, İngiliz-Yahudî medeniyetini oluşturan o iki ana cephe, yânî
İngilizlik ile Yahudîlik arasında başgöstermiştir. Elân dahî devâm etmektedir. Ama ‘kol
kırılır, yen içerisinde kalır’ misâli, yeğin didişmeler dahî, genellikle, ‘rekâbet gereğidir’
paravanası arkasında gizlenir, geniş çevrelere de ifşâ olunmazlar. Fakat ufukta ne vakit
tehlike beliriverirse, başta İngilizlik ile Yahudîlik olmak üzre, o âna değin birbirlerinin
kuyusunu kazmakla meşğûl
bütün bu rakîpler, kurt sürüsü zihniyetiyle, zorluğu
yeninceye değin güc birliğine giderler. Sıraladığımız bellibaşlı bütün bu etkenler,
İngiliz-Yahudî medeniyetinin günümüze değin sürmüş yenilmezliğinin de nedeni
olmuşlardır.
16
Fr cohérence du système philosophique.
17
Nefs (İng psychy), İngiliz-Yahudî medeniyeti ve onun aslî ideolojisi durumunu arzeden Hür
Sermâyeciliğin en önemli pâyândâ ideolojisi görünümündeki Sekülarism–Positivism bağlamında, maddî
işleyişler (Fr méchanismes matériels) zemininde mütâlea olunur. Nihâyet, nefsi, maddî işleyişler
zemininde ele alıp inceleyen kurmaca bilimin (Fr science fictive) adı da, psikolojidir.
19
3-
Geçmişte olduğu gibi, şimdilerde de İngiliz-Yahudî medeniyetinin tek bilkuvve
(Fr potentiellement) rakîbi ile hasmı İslâm medeniyetidir. Klasik bilfiil (Fr
actuellement) hâliyle inkırâz bulmuş olduğundan, İslâm medeniyetinin, yeni baştan
inşâası gerekmektedir. Bu iş ise, hâlihazırda tek merî medeniyet İngiliz-Yahudî
olduğundan, onun şablonuna uygun şekilde ve inkırâz bulmuş Klasikten esinlenerek
becerilebilinir.
4-
Pek önemli bir husus, çalışmanın başlığında geçen ve ana sorunsallığını
oluşturan İngiliz ile Yahudî terimleriyle ilgilidir. Bunlar, doğrudan doğruya belli
kavimlere veya din topluluklarına işâret etmemektedirler. Burada yapılan, o
kavimlerden çıkıp gelişmiş kültür yapıları ve bunların çağdaş hayat ile dünyaya
etkilerinin incelenmesidir. Bundan dolayı çalışmamızda, Irkcılık, Kavmîyetcilik ve
bunlarla aynı düzlemde mütâlea edilebilecek Yahudî-düşmanlığı (Fr Antisémitisme)
türünden sapık görüşler ile aranışların izini sürmeğe kalkmak boşunadır.
5-
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağımızın Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî
medeniyetleri
incelenirken,
Klasik
İslâm
medeniyeti
ve
onun
Kendisinden
kaynaklandığı Tektanrılı Vahiy dininin çıkış noktası olarak alınması, burada
karşılaştırmalı özelliği ağır basan bir çalışmanın belirmesine yol açmıştır.
6-
Felsefe
medeniyete 18
sistemi
mensup
çerçevesinde
toplumun
en
teşkilâtlanabilmiş,
demekki
felsefîleşmiş
belirgin
anlamları
sınırlanmış,
niteliği,
18
‘Felsefîleşmiş kültür’ yahut ‘medeniyet’ deyimimizin, Rus asıllı Amerikalı toplum araştırmacısı (Fr
sociologue) Pitirim A. Sorokin’in (1889 – 1968), 1930larda belirlemiş bulunduğu idealistic culture
(ülkücü kültür) ile ideational culture (fikir kültürü) deyimleriyle örtüştüğü cihetleri vardır. Deyimlerden
birincisiyle Sorokin, “duyu ile düşünce değerlerinin terkîbince belirlenmiş bir kültür tipini” kasdetmiştir.
Böyle bir kültürde “maddî olduğu kadar zihnî değerler önem taşır. Öyleki, zihnî olanlar, git gide maddî
olanların dahî üstünde yer alırlar.” Sorokin, “maddî olmayan, doğayı aşkın, üstün değerlerden örülmüş
kültür çeşidine ideational culture” demiştir. Ideational culture (fikir kültürü), yaşama seviyesini
yükseltmeğe yönelik dış çevrenin değişikliklere uğramasından etkilenmesi bakımından duygusal kültürün
(İng sensate culture) zıddıdır
―bkz: Wolfgang J. Koschnick: “Standard Dictionary of the Social Sciences”, I.cilt, 283.&284.syflr;
Sorokin’in terimlerine Türkce karşılıkları tarafımdan verilmiştir.
Burada ‘felsefîleşmiş kültür’den anladığımıza gelince: ‘Felsefe-bilim’in kurumlaştığı
toplumlarda oluşturulan maddî – bedenî – zihnî yaşama şartlarında insanı rahata ve refâha kavuşturmağa
yönelik uzun vadeli tasarlamalara açık, akla dayalı kısmî ve umumî boyutlarda toplumsal teşkilâtlanma
eğilimidir.
20
belirginleştirilmiş, seçik bir kavramlar örgüsüyle donanmış dile mâlik olmaktır. Bu
meselenin baş ilgilisi, sorumlusu ve öncelikli ödevi ‘kavram kuyumculuğu’ olup
mesleği icâbı geçmiş felsefe sistemlerini öğretmekle yükümlü felsefeci ile varolan
sistemleri analiz eden yahut, gücü yetiyorsa, sistem kuran filosoftur. Bunun tersi,
felsefeden yoksun kültüre yahut medeniyete bağlı toplumların dilleri için söz
konusudur. O çeşit diller, daha ziyâde tasavvur yüklüdürler. Sonuçta kavram dağarları
yönünden yoksul olup barındırdıkları kavramlar dahî, belirlenimce pek cılız kalırlar.
Aynı şekilde, felsefîleşmiş kültür yahut medeniyette yer almakla birlikte, olağanüstü
değişim sancılarıyla bunalan yahut bililtizâm bunaltılan toplumun kavram dili de
karışıktır, kargaşaya boğulmuştur. 19 Böyle bir durumda kavramlar arasındaki sınırlar
silikleşir, anlamlar karışır. Bu da, insanların yeme, içme, savunma, üreme çeşidinden
dirimsel (İng biotic) olanın yanında, temel kültür ihtiyâcını temsil eden bildirişmeyi
zaafa ve ârızaya uğratır. Bildirişmenin zaafa ve ârızaya uğradığı zamanlarda ve
mekânlarda, toplum felcolur.
7-
Tarihî zaman, iki kesitten müteşekkil mütâlea olunabilir: ‘Kadîm zamanlar’20 ile
‘Yeni zamanlar’. 21 Ana örneği İslâm olan ‘Tektanrılı–Vahiy dini’ ile ‘felsefe-bilim’
geleneklerinin Doğu Akdeniz ile Ege havzalarında belirmeleriyle ‘Yeni zamanlar’
başlamıştır. Bahsi geçen havzalar, ‘Batı medeniyetleri câmiası’nın belirip geliştiği
sahalar olduğundan, ‘Yeni zamanlar’ın, sözünü ettiğimiz câmianın sînesinden çıktığı
ortadadır.
19
Bahis konusu durumın çarpıcı örneği Türkcedir. Önceleri sâdeleştirme, millîleştirme, daha sonralarıysa
özleştirme sanlarıyla anılan kisveler altında, İngiliz-Yahudî kültür imperyalismi, Türkceyi, evvelemirde,
gerek din gerekse medeniyet bakımından İslâmın kazandırmış olduğu dil değerleri ile özelliklerinden
yoksun kılmanın mücâdelesini yürütmüştür. Bu, genel bir İslâmsızlaştırma (Fr déislamisation) hareketinin
ilk köklü, can alıcı adımını teşkil etmiştir.
Türkcenin İslâmsızlaştırılması, Yazı devrimiyle işe koyulunmuş, çağlar boyu el emeği göz
nuruyla dokunmuş bedîî (Fr esthétique) değerler ve tasavvurlarla yüklü yürürlükteki yerleşik sözlerin,
tamlamalar ile terimlerin, içsiz, nesebi gayrısahîh, uyduruk olanlarla değiştirilmeleriyle de, tabiatından
inhırâf etmiş hılkâtgarîbesi yeni sözümona bir dilin ‘imâl’iyle sonuca ulaştırılmıştır. Bundan sonraki nihâî
merhâle, Türkcenin, toptan tasfiye olunup yerini İngiliz-Yahudî medeniyetinin ana bildirişme aracı
İngilizceye bırakmasıdır.
20
Fr les temps archaïques.
21
Fr les temps nouveaux.
21
‘Yeni zamanlar’ın başlangıcı, ‘Eskiçağ’ (Fr Antique) Ege medeniyetinden Atina
kültürünün, tarih sahnesine çıkışı M.Ö. Altıncı yüzyıla rastlayan, Klasik dönemine
değin uzanır.
Yeni zamanlar dahî, farklı zaman dilimlerine taksîm olunabilir. ‘Kadîm
zamanlar’ın son evresini teşkil eden ‘İlkçağ’ın arkasından ‘Yeni zamanlar’ın ilk
merhâlesi ‘Eskiçağ’ gelir. Din, felsefe-bilim ile fen geleneklerinin yan yana, öyleki iç
içe gelişmeğe koyuldukları ‘İslâm medeniyeti’, ‘Yeniçağ’ın sathımâilidir. ‘Yeniçağ’ ile
‘Eskiçağ’ arasında ve tarihte ilk defa insanlığa şâmil bir ‘Vahiy dini’ olmak iddiasındaki
‘Hırıstıyanlık’tan esinini ve gücünü derlemiş ‘Ortaçağ Avrupa medeniyeti’nin yer almış
bulunduğu devreye de ‘Ortaçağ’ denilir.
Onyedinci yüzyıldan itibâren Batı Avrupada dinin ―imânın― ‘ayrac’ içerisine
alınması, yânî kamu hayatının dışına çıkarılması ve yalnızca felsefe-bilimden hareketle,
geçmişte benzerine rastlayamayacağımız bir ‘dünyatasavvuru’nun tezâhürü, Yeniçağ
dindışı Batı Avrupa medeniyetine vucut vermiştir. Bahsolunan dünyatasavvurunu esâs
ihdâs edip ‘iktisâd’a ve ‘sanayi’ etkinliğine dayalı bir ‘dünyagörüşü’ çerçevesinde
‘ideoloji’yi ―‘Sermâyeciliği’― devreye sokan İngiliz kültürü, böylelikle Onsekizinci
yüzyılın son çeyreğinden itibâren ‘Çağdaşlığ’ı başlatmıştır. Daha önce de belirtildiği,
bundan böyle de ayrıntılı tarzda irdeleneceği üzre, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa
medeniyetinin sînesinden çıkıp serpilen İngiliz kültürü, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısıyla birlikte başlıbaşına dünya çapında medeniyet hâline gelmiştir. Bir ölçüde
Yahudî asıllı mâlî kaynaklara dayanarak ideolojisini ―Sermâyecilik― sömürgelerinden
―Sömürgecilik― başlayıp yeryüzünün dörtbir bucağına yayan ―Yayılmacılık veya
İmperyalism― İngiliz girişimciliğinden 22 doğan çağdaş medeniyete ‘Küreselleştirilmiş
İngiliz-Yahudî medeniyeti’ 23 diyoruz. İşte, bugün dahî içerisinde yaşadığımız bu adı
anılan medeniyettir.
22
Fr esprit d’entreprise.
23
Fr ‘civilisation globalisée anglo-judaïque’.
22
Tarih felsefesinin konusundan olan çağdaş medeniyet ve onun dünyagörüşü ile
anlayışı nedir, nereden kaynaklanır, ne bildirmek iddiasındadırlar; neyi temsil ederler
soruları, bu çalışmada tahlîlci tarzda incelenmektedirler.
Şu var ki, çalışmamızın asıl konusu olan çağımızın küreselleşmiş yahut daha
doğrusu küreselleştirilen medeniyetinin kaynaklarının, boyutları ile sorunlarının
incelenmesine geçmeden önce araştırmamızın temel sorunlu kavramlarından ‘kültür’
ile ‘medeniyet’in, belirlenmesine girişmekteyiz.
23
-II-
KÜLTÜRDEN MEDENİYETE
24
1-
Medeniyet sevîyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev – hak
dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da ‘hukuk’,
dolayısıyla da ‘kanun’lar oluşturulmuştur. ‘Hukuk’un ise, aslı esası ‘ahlâk’tır.
Geleneklere geçmiş ‘görenek’lerdeki ‘ahlâk’, yaptırım gücü bulunmayan yaşama
tarzıdır. Bu hâliyle ahlâk devingen ve akışkandır. Hâlbuki özellikle yazıyla tesbîtinden
itibâren hukuk, sâbitleştirilmiş bir düzendir. ‘Hukuköncesi’ dönemlerde kişiler,
‘gelenek’lerle aktarılagelinmiş gevşek ölçülerle örülmüş ‘görenek’lerde yaşardı.
‘Hukuk’un hâkim olduğu ortamlardaysa, ‘kanun’ biçimine dönüştürülmüş hâliyle yine
‘görnek’lerde, fakat bu kere sıkıca belirlenmiş ölçülerin, daha doğrusu, zorlayıcı şartlar
demek olan ‘kıstas’ların ‘gölge’sinde yaşanır olmuştur. ‘Gölge’nin kapsamı artık
besbelirgindir. Onun kapsamında, çerçevesinde yaşamanın mükâfâtı ‘varolma
ruhsatı’dır. Bunaysa ‘meşrûuluk’ denir. Meşrûuluk hudutlarında kalındıkca, serbestce
davranılabilinir ―hak tanınmış şıklar arasında tercihte bulunulabilinilir. Sözü edilen
hudutlara tecâvüz edildiğindeyse, cezâ olayıyla karşılaşılır. Bu durumda da serbestlik
ortadan kalkar.
Tektanrılı-Vahiy dinine ve onun âşîkâr ifâdesi olan İslâma değin meşrûuluk,
belirgin, insanüstü ve doğaötesi kaynaktan yoksun bulunduğundan, değişkenlik ile
göreliliğe açıktı. Her kültür ile medeniyet çevresinin kendisine mahsûs meşrûuluk
kabulleri ile anlayışı vardı. Göreliliği aşan evrensel anlamda ahlâk ile hukuk
bağlamındaki meşrûuluk ancak Allah varlığına ilişkin fikir çerçevesinde ortaya çıkmış
ve ona dayalı olarak geçerliliğini sürdürmüştür. Bu noktadan hareketle, dinin iç ile dış
hayatımızı yönlendirdiği kabulünü reddeden Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin
göreliliği aşan evrensel bağlamdaki meşrûuluktan yoksun olduğu mantık gereğidir.
Mademki meşrûuluğun kaynağı ahlâk, bunun da türevi hukuk olup düzenlenişi insan
elinden çıkmış görülür, öyleyse o düzenleniş, tabiatıyla zamana, zemine ve belli kültür
şartlarına bağlı bulunacaktır. Böylelikle dindışı ahlâk, dolayısıyla da hukuk, mantıkca,
mevzi kalmağa hükümlüdür. İnsancı–Aydınlanmacı (Alm Humanistisch–Aufklärungs~)
düşünürler ile filosofların, akıl ürünü sığ ahlâk ilke ile kurallarının ve bunlardan inşâa
olunmuş hukuk düzeninin pekâlâ evrensel olabileceği iddiası temelsizdir. Zirâ, ahlâkın
esâsı neresidir? Dışımızdaki çevremidir? Ahlâk düzenini kurup işletirken aklın, doğal
25
çevreden ‘ateşlenme’sinin, başka bir deyişle, etki almasının söz konusu olamayacağı
öteden beri, özellikle de Immanuel Kant’tan (1724 – 1804) bu yana iyice bilinen bir
husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen misâli, ahlâk hakîkatini,
aklın kendisinden menkul olduğunu bildirme neviinden saçmalığa düşeceğiz ya da
onun, kaynağını akılüstü yahut doğaötesi bir orunda bulduğunu söyleyeceğiz.
Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, Onyedinci yüzyıldan beri birinci şıkkı
kendisine fikrî ve zihnî zemin esas almak tercihinde bulunarak saçmalıktan hareket
etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksun olmak, daha açık bir ifâdeyle,
‘Tanrısızlık’tır. Öksüz kalmış çocuk ne ise, ‘Tanrısızlık’ çukuruna düşmüş kişinin
durumu da odur: ‘Terbîye’ edici ―Rabb― ilk ve ‘Sığınılacak son merci’ ―Rahmân―
inkâr eden tutamaksız hâlde kendi eksik varoluşuyla baş başa kalır. Evrende
yapayalnızdır, ‘öksüz’dür. 24
Biz insanların, beden, nefs ile ruhtan oluştuğumuz bildirilmektedir. Bedenimiz,
kayıtlar ile şartlara bağlıdır. Bunların dışında zaman gelir. Bizi çevreleyen dünyada
canlılık işleyişlerimizi sağlayan cisimliliğimizde ve nihâyet bunları yönetip yönlendiren
nefs yanımızda cereyân eden dur durak bilmez değişmeleri zaman çerçevesinde
değerlendiririz. Şu hâlde beden ile nefsimizin bâzı tezâhürleri bakımından bizler,
zamanın hükmündeyiz. Bu da bize geçiciliğimizi, zaafımızı, yaralanabilirliğimizi (Fr
vulnarabilité) şüpheye yer bırakmamacasına göstermektedir. Varoluşca eksik olmakla
birlikte, René Descartes’ın işâret ettiği üzre, eksiksizlik, mükemmellik fikrimiz vardır.
Mükemmellik ile eksiklik mantıkca birbirlerinin zıttıdırlar. Mükemmelliğin, eksiklikten
üstün olduğuysa, yine mantıkca apaçık bir hakîkattir. Bilme, kavrama, açıklama
bakımından sonsuz, sınırsız güçleri de barındıran mükemmellik yönünden her anlamda
sonluluk, sınırlılık, kısıtlılık demek olan eksikliğe nufuz etmek, hâliyle mümkünken,
tersi, imkânsızdır.
Mükemmelliğin de Mükemmeli ―‘Ekmel’―, başka bir deyimle, ‘Mükemmel’in
anaörneği Allahtır. Mükemmellik, aklı aşkın âlemi tümüyle temsil eden terimdir. Bu
24
Bkz Albert Camus’nün (1913 – 1960), Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinin ürünü çağımız (İng
contemporary) insanını bize, seçkin bir uslub ustalığıyla tasvîr ettiği, “Le Mythe de Sisyphe / essai sur
l’Absurde” ile “L’Homme Révolté” başlıklı felsefe denemelerine.
26
vasfıyla dirim zeminimizin tamamıyla ötesindedir. Dirim, beşer yanımızın oturduğu
tabandır. İnsanlığımızı, mükemmellik sezişine göre ayarını bulan Tanrısal kaynaklı
ahlâka borçluyuz. İşte Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207 – 1273), Tanrısal ahlâkın, ‘insan
yaşaması’ demek olan ‘hayat’a yol yordam gösteren ilkesi manâsındaki ‘edeb’i, özlü
biçimde şöyle belirlemiştir:
“Âdem-i zâde eger bîedebest, âdem nist. Fark der cism-i ben-i âdem u hayvân
edebest. Çeşm bikuşâ vubibin cumle Kelâmullah râ! Âyet âyet hemegi manâ-yi Kur’ân
edebest ―Kişioğlu, nasipsizse edepten, âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan
arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle Kelâmullaha! Âyet âyet Kur’ânın tüm
manâsı edeptir.”
Bilimin tersine, ahlâkın esâs unsurlarını vakıalardan devşirmiyoruz. Bu sebeple
ahlâkın, dindışı, dünyevî, vakıaya dayalı izâhı yapılamamıştır. Nitekim şu şaşırtıcı
durumu Immanuel Kant, şu unutulmaz ifâdesiyle vecîzeleştirmiştir: “Nice sıklık ve
süreklilikle düşünülürse, dimâğı hep yeniden ve dahî artan hayranlık ve huşûuyla
kaplayan iki husus vardır: Üstümdeki yıldızlı gökkubbe ile içimdeki ahlâk yasası.” 25
2-
‘Doğal’ olan ‘süreç’tir. Ona beşerî vakaların yüklenmesiyle ‘zaman’ ‘üretilir’.
Demekki doğal olan sürece karşılık zaman, beşer yapısı bir veridir. İnançların,
hayâllerin, tasavvurların, umutların, nihâyet akıl ile mantığın, cansız ile canlı
varolanlara ve yine insanın kendisine işlenmesi, bize ‘zaman’ı verir. Öyleyse insanın,
hem kendisine hem de hareket, süreç hâlindeki mekâna kendisini kazıması, işlemesi;
yaşadığı mekân ile özünü bütünleştirmesiyle zamanı oluşturur. Görüldüğü gibi, zaman,
insanın maddî, manevî yapıp etmelerinin tümü demek olan ‘kültür’ün hülâsasıdır (Fr
quintessence). Kişi, kültürü ancak başka insanlarla birarada oluşturabilir. Bu da bize
‘toplum’u verir. Şu hâlde ‘zaman’sız ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘toplum’; ‘toplum’suz
‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘zaman’ düşünülemez.
25
“Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je
öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir, und das
moralische Gesetz in mir...”
—Immanuel Kant: “Kritik der praktischen Vernunft”, 193.s.
27
3-
Latincede cultus yahut cultura, toprağın sürülüp işlenmesi, ürün vermeğe hazır
hâle getirilmesi demektir. Anlam genişlemesiyle cultura, toplum varlığı olarak kişinin,
toplumsal 26 yoldan kendisi ile toplum çevresini öğrenip anlaması, doğal ortamını da
işleyip yaşanabilir duruma sokması biçiminde anlaşılmıştır. Toplum varlığı kişi,
kendisini öncelikle içerisinde doğduğu toplum ile onu çevreleyen doğa şartlarına
uydurmağa, ‘uyarlamağ’a
uğraşmıştır. Bunun mümkün görülmediği nâdir tarihî
ânlarda, çoğunlukla, bunalım dönemlerinde, kişiler, güçleri yettiğince toplumsal veya
doğal ortamlarını değiştirmeğe girişmişlerdir. Demekki insan, ‘iki dünyalı’ bir varlıktır.
Bu
dünyalardan
birini
‘hammadde’
yahut
‘malzeme’
durumunda
karşısında
buluverirken; öbürünü, karşılaştığı ‘malzeme’yi işlemek suretiyle imâl ve inşâa eder.
‘Malzeme’nin ‘işlenme doğrultusu’ baştan kesinlikle belli değildir. Bunu kişi,
ihtiyâçları yönünde ‘dehâ’sının ortaya koyduğu ‘reçete’ler (İng recipe) ile ‘şablon’lara
(İng template) uygun tarzda becerir (İng to perform), başarır.
4-
Buldukları ‘malzeme’yi maddî, manevî ihtiyâçları doğrultusunda işleyerek
kültürü meydana getiren bireyler, gerek aralarında gerekse kendilerinden önceki ve
sonraki nesillerle kurdukları iletişim bağlarının ana taşıyıcısı ‘dil’dir.
5-
Kültürün kurucu unsuru insan bireyini belirleyen iki temel etken vardır:
Bunlardan birincisi, canlıyı beşer kılan fizik-biyotik şartlar: ‘Beşerleşme’ (Fr&İng
hominisation); ikincisiyse, ‘beşer’i insanlaştıran ‘kültürel–toplumsal’ etkenlerdir:
‘İnsanlaşma’ (Fr&İng humanisation). Fizik–biyotik şartlardan fizik olanlar, cansız (Fr
inorganique); biyotik (dirimsel) olanlarsa, canlı vasıflarını taşırlar. Canlı (organique)
vasıflı etkenlerin temelinde genetik yapılar yer alır. Genetik temel yapısıyla canlı,
‘tarihliliğ’in ‘ön-nâme’si gibi görülebilir. Ne var ki tarihlilik, esâsında, beşerin insan
cihetini belirleyen etkendir.
6-
Toplum hayatının temelindeyse, ‘inanç’lar bulunur. İnançların iki kaynağı
vardır: Biri, belli bir zaman diliminde belirli bir mekânda yaşayan, başka bir deyişle,
‘ömür
26
süren’
insanlar,
birtakım
olaylarla
karşılaşmak
durumundadırlar.
Bu
―eğitim, öğrenim, öğretim―
28
karşılaştıkları olayları belli anlamlandırma çerçevelerinde değerlendirirler. Buradan da
kişisel ‘tecrübe’ler doğar. Kişisel tecrübeler hevengi ‘yaşantı’yı verir. Kişiye kendisini
başkalarından ayıracak özellikleri ―‘kişilik’― verecek ölçüde ‘huy’ edindiği yaşantı
verilerine ‘âdet’ diyoruz. Kişisel yaşantıların, başkalarını da etkilemek suretiyle
yayılarak topluma mâlolmalarıyla da, ‘görenek’leşirler.
Toplum, evvelemirde görenekler doğrultusunda yaşar. Toplum temelinde itibâr
kazanan kimi yaşantılar, meşrûu ömür sürmenin numunesi olarak kabul görürler. İşte
benimsenmiş yaşantıların, öncelikle görerek taklîdinden ise görenekler oluşur. Ağızdan
kulağa, özellikle de görme yoluyla nesilden nesle aktarılagelen görenekler,
gelenekleşirler. Görenekler, şu hâlde, toplumu meydana getiren bireyleri yatay
düzlemde birbirleriyle irtibâtlandırırken, gelenekler, nesilleri dikey çizgide birbirlerine
bağlarlar. Her iki boyutta iletilenlerse, ‘değer’lerdir. İmdi, değerleri üreten
göreneklerdir. Onların arkasında yaşantılar ile tecrübeler bulunur. Tecrübelerse, belli bir
zihin çerçevesinde yorumlayıp değerlendirdiğimiz olaylardan çıkıp gelirler. İşte bu zihin
çerçeveleri insana mahsus olaylar olan inançlardır. Onları da doğumdan itibâren yakın
ve uzak toplum çevrelerinden ediniriz. Şu var ki toplum, başlıbaşına varolan bir varlık
birimi olmadığına, tek tek bireylerin gerek varoluşları gerekse görevleri bakımından
biraraya gelişleriyle ortaya çıktığına göre, inançların da, toplumun kurucu unsurları olan
bireylerden neşet etmiş olmaları tabîîdir.
7-
Kültürün değerler örgüsü, buraya dek belirttiğimiz üzre, ‘doğaötesi’ menbadan
kaynaklanan ‘ahlâk’tır. Buysa iki doğrultuda gelişir: Bunlardan birincisi yatay
durumdadır. Öbürüsüyse, dikey boyut, uzak ile yakın geçmişten şimdiye değin
derlenegelmiş tüm edinimleri temsil edip ‘gelenek’ adıyla anılır. Her kişi, belirli bir
gelenekler dokusunun içerisine doğar. Kişinin mensûb olduğu temel topluluğun 27 yer
aldığı iytikâdî câmiaya, siyâsî–iktisâdî duruma, 28 iklim şartlarına, yeme–içme biçimleri
ile zevklerine göre, gelenekler, belli birtakım alışkanlıklar ile tavır alma tarzlarında
tecelli eder. Kişi, çocukluğundan itibâren bunları işiterek, özellikle de görerek edinir;
27
―aile, kabîle, aşîret...―
28
―meselâ, sınıf, meslek öbeği...―
29
sonuçta bunlarla benliğini oluşturur, kısacası onları benimser. Nesilden nesle
aktarılagelen geleneklerin yaşanılan zamanda hayata geçirilmesi durumuna görenek
demiştik. Sonraki nesillere devredilecek değerde, güçte ve geçerlilikteki görenekler,
gelenekler zincirine yeni halkalar olarak katılırlar. Yaşarlığını kanıtlamış bu çeşit
görenekler ‘örf’ diye nitelenirler. Her görenekleşen gelenek, az yahut çok değişikliğe
uğrar. Bâzı gelenekler, öylesine farklılaşır ki, onların aslı, tanınmaz hâle gelip geçmişin
belli bir kesitinde unutulur kalır. Bazısıysa neredeyse farklılaşmaksızın şimdiki
zamanda geçerliliğini sürdürür.
8-
Az yahut çok benzer ‘değer örgüleri’ni kuşatan, sınırlandıran toprak parçasına
―‘yurt’― yerleşen toplumlar, başta ‘tarım’ olmak üzre, üretime geçtiler. Böylelikle,
iktisât denilen olayı yürürlüğe koydular. En üst teşkilâtlanma seviyesini temsîl eden
‘devlet’ kurma becerisini (Fr&İng performance) gösterebilmiş bu toplumların, ‘kültürler
–üstü–kültür’ şeklinde niteleyebileceğimiz yapılanması, ‘medeniyet’ 29 terimiyle anılır.
Geçmişin en eski devirlerinden bu yana istisnâsız topluluklar ile toplumların
tamamı, mutlaka ‘kültür’ dediğimiz düzene mâlik olmalarına karşılık, tarihte bütün
kültür toplulukları, ‘medeniyet’ kurmuş değildir.
Medeniyetleri de, ulaştıkları siyâsî ile iktisâdî teşkilâtlanmalarındaki karmaşıklık
sevîyesi, bilgelikteki açıklama gücü ve zanaatlardaki vukuf ile çeşitlilik bakımından
dahî başlıca iki öbek hâlinde sınıflandırabiliriz: Yüksek gelişmişlik seviyesine erişmiş
olan ile olmayan medeniyetler. Yüksek bir gelişmişlik gösteren medeniyetleri tarihte
Avrasya denilen kıtalar blokunda görüyoruz. Buradaki medeniyetleriyse, iki ana
kümede öbeklendirebiliriz: ‘Sulu pirinç tarımı’na geçen ‘Doğu ile Güney doğu Asya
medeniyet
beşiği’nden 30
neşet
etmiş
‘Doğu
medeniyetleri
câmiası’ 31
ile
Mesopotamyanın güneyinde Zağros dağlarının güney batı etekleri ile Basra körfezi
arasında kalan dar şeridin ve onun bitişiğinde dümdüz uzanan Şattülarabın münbit
29
Medine’: Devlet, kent.
30
İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘East and South-East Asian cradle of Civilization’.
31
İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘set of Oriental civilizations’.
30
arâzîlerinde ‘buğday’ ile ‘arpa’ eken ‘Güney batı Asya medeniyet beşiği’nden 32 çıkıp
Mesopotamyanın tamamına, Mısıra, Anadoluya, Arabistana, Akdeniz ile Adalardenizi
(Ege) havzalarına ve bütün Avrupaya yayılmış ‘Batı medeniyetleri câmiası’. 33
Bahsettiğimiz medeniyetlerin oluşturdukları câmialarda özgün biçim ile yön
verici olanlara ‘yıldız’, bunları izleyerek biçimlenenlereyse ‘uydu medeniyetler’ yahut
‘uydu kültürler’ diyoruz.
Bu cümleden olmak üzre, ‘Doğu medeniyetleri câmiası’nda başlıca üç yıldız
―merkezî― medeniyetten, yânî İlkçağ Çin, Hint (Vedanta) ile İslâmöncesi İran
(Akhamenit) medeniyetlerinden söz edilebilinir.
Bunların yörüngesindeyse, Japon ile Kore gibi, Doğu Asya; Moğol, Tibet ile
İslâmöncesi Türk (Göktürk–Uygur) örneklerinde gördüğümüz ‘Orta Asya’; Vietnam,
Kimer (Khmer), Siyam (Thay), Miyanmar (Burma) ile İslâmöncesi Malay çeşidinden
‘Güney doğu Asya’ ile Sirilanka (Seylan) gibi, ‘Güney Asya’ kültürleri yahut
medeniyetleri yer alırlar.
‘Batı medeniyetleri câmiası’na gelince; bunlar da, bellibaşlı on bir tânedir: 1)
İlkçağ (Fr&İng Ancient) Mesopotamya ―Sümer, Babil, Akat, Asur―; 2) Doğu
Akdeniz ―Filistin, Fenike–Kartaca, Israil-Yahudî-İbrân, Girit–Miken―; 3) Mısır; 4)
Anadolu ―Çatalhöyük, Hatti, Hitit, Urartu, Lidya, Frigya...―; 5) Doğunun yanısıra,
Batının da parçası olan İran (Pehlevî–Sasanî); 6) Eskiçağ (Fr&İng Antique) Ege
―Atina, Isparta, İyonya, Güney İtalya, Sicilya, Makedonya, Helenistik (Efes, Bergama,
İskenderiye, Urfa-Harran)―; 7) Roma; 8) Hırıstıyan ―Ortodoks Bizans, Gregoryenlik,
Gnostiklik, Nasturîlik, Süryânîlik...― ile Ortaçağ Hırıstıyan Avrupa ―Katoliklik―; 9)
İslâm ―Arap (Dört Halîfe Devri, Emevîler, Abbasîler), İran (Acem), Türk (Karahanlı–
Selçuklu–Osmanlı), Hint (Mogul), Mağrip (Kuzey batı Afrika), Endülüs (Ispanya),
Malay aralı (Açe, Cava)―; 10) Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ―Yenidendoğuş (Fr
Renaissance) İtalyası, Aydınlanmacı–Positivcilik Fransası, Ticâretci (Fr Mercantilisme)
32
İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘South-West Asian cradle of civilization’.
33
İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘set of Occidental civilizations’.
31
Felemenk ile İngiltere, Dinî ıslâhâtcı (Fr Réformation, Protestantisme) Almanya―; ve
Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetleri.
Aralarındaki derin görüş ile yapılanma farklılıklarına ve gösterdikleri muazzam
çeşitliliklere rağmen, paylaştıkları medeniyet beşiğinin yanında, Batı câmiasında
sıralanan medeniyetlerin, İlkçağdan itibâren sergiledikleri, geçmişte benzeriyle başka
bir câmiada karşılaşmadığımız, pek önemli ortak özellik olan Yahudîlik, Hırıstıyanlık
ile Müslümanlığın dile getirdikleri Tektanrılı Vahiy dini ile Felsefe-bilim kurumlarının
meydana gelmesidir. Bu kurumlarıyla bahse konu câmia, tarihte, Eski zamanlara has
doğa güçlerinin efsâneye dayalı (Fr mythique) yorumlama çabalarını, dairevî zaman
anlayışı ile örf–âdet çerçevesinde yol alan toplum hayatını geride bırakmıştır. Doğa
güclerini akla ―neden – etki ilkesine― dayanarak felsefe-bilimin giriştiği açıklama
denemeleriyle; kaynağını Tektanrılı Vahiy dininden alan ahlâka, dolayısıyla da hukuka
yaslanmış toplum nizâmı ve düz çizgi zaman kavrayışıyla mücehhez olmağı temsil eden
‘Yeni zamanlar’, Batı medeniyetleri câmiasında başgöstermiştir.
İşte burada, incelememizin odağını oluşturan Çağdaş Kürelleştirilen İngilizYahudî medeniyeti, görüldüğü gibi, Batı medeniyetleri câmiasının bir mensubu ve elân
son halkasıdır.
32
-III-
İSLÂM: YENİÇAĞIN BAŞLANGICI
33
-AESKİ ZAMANLARDAN YENİ ZAMANLARA
1-
Olup biten vakaları sıralamaktan ―vakanüvislik― ibâret kalmayarak bunları
yorumlayıp andırışır (Fr analogique) olanlar arasında neden – etki bağları kurmak
suretiyle olabilecekleri de bir ölçüde kestirmeği ödev bilen ‘tarih’i, bu ve benzeri
yönleri ve nitelikleriyle ‘inşâa’ eden ‘tarih filosofu’dur. Olup bitmiş olaylardan örülmüş
tasavvur dokuları, tarihtir. Olup bitmiş olaylar, ‘o’ndan, ‘sen’den, ‘ben’den bağımsızdır.
Ne var ki, bunların ‘dokunma’ tarzı ve oluşturulmuş olan ‘örgü’nün biçimi kişiye
bağlıdır, özneldir. ‘Tarih felsefesi’, ‘devletleşmiş toplum’ diye tarîf ettiğimiz belirli bir
‘millet’in kendi geçmişine ilişkin tasavvur sağlayıp geliştirir. Geçmişine ilişkin görüş
edinmiş millet, maddî ile manevî gücünü ve tâkatını, böylelikle de, kimliğini anlayıp
kendisini açıklamak imkânını elde eder. ‘Felsefe’ ile ondan türemiş olan ‘bilim’in
ortaya çıkmamış olduğu bir kültürün tarih, dolayısıyla da kimlik bilinci belirmiş olmaz.
Tarih, böylelikle de, kimlik bilincinden yoksun kültürlerin vucut verdiği medeniyetler,
‘tarih’te değil de, ‘öntarih’ (Fr protohistoire) 34 denilen dönemde yaşarlar.
Devletleşmemiş, demekki milletleşmemiş, sonuçta da medeniyetleşmemiş
kültürlerse, tarihöncesi (Fr préhistoire) 35 dönemde bulunurlar. Bu dönemdeki kültürlerin
bildirişme düzeni olan dilleri önemli ölçüde tasavvur yüklüdür. Bunun ise, dilin
karmaşıklık ve gelişmişlik seviyesiyle ilgisi yoktur. Sözgelişi, medeniyet dili olan
Malaycada çoğul biçiminin bulunmamasına 36 karşılık, medeniyetleşmemiş kültürlerden
Algonkin Kızılderililerinin ―A.B.D.― dilinde iki çeşit çoğul şeması vardır: Birinci
öbekte yer alan ve ‘~a’yla biten sözler ‘~aki’, ikincide ‘~i’yle bitenlerse, ‘~ali’ çoğul
takısı alırlar. 37
34
Krz: Alain Dural: “La Protohistoire”, 460.-466.syflr, “L’Anthropologie”de.
35
Krz: Guy de Bauchène: “La Préhistoire”, 430.-459.syflr, “L’Anthropologie”de.
36
Örnek: Çiçek, bunga; çiçekler, bunga bunga...
37
Bkz: Christopher Robert Hallpike: “Die Grundlagen primitiven Denkens”, 114.s, İngilizceden
Almancaya: Luc Bernard.
34
Tarihin en eski ve üstün medeniyetlerinden Çinin dili, yânî, Çince dahî
olağanüstü raddede tasavvur yüklüdür. Çinin en eski metinlerini incelediğimizde,
onlarda, aslî mefhumların 38 bu dildeki ifâdelerinin nasıl sağlandığını bize gösteren
yeterince ipuçlarıyla karşılaşırız. Bahse konu izleri sürmek suretiyle Çincede
mefhumların, tasavvur içeriklerinden ileri gelen ifâdenin inceliğine, gücü ile
zenginliğine ilişkin özellikleri tesbît etmek mümkündür. Öteki önemli kültür dillerinde
merâmı tam ifâde edebilmek maksadıyla isme bir tamlayıcı yahut sıfat lâzım gelir. Oysa
bu, Çincede bir tek belirleyenle becerilebilinir. Farklı vechelerinin anlatılabilmesi için
bir kavramın birden çok karşılığı olur. Meselâ, ki, ‘kıraç dağ’; kang, ‘sivri dağ’; tsu,
‘yüksek dağ’; fu, ‘sarp yarları olan dağ’; ve nihâyet yalnızca dağ: ‘Şān’.
Su: Şuī 39; derin su(lar): Çen; kaynar su: Fen; tuzlu su: Çuo.
Görüldüğü gibi, belli bir tasavvurun belirli bir söz karşılığı vardır. Böylelikle
Çince, kavramları değişik vecheleri (Fr&İng aspects) doğrultusunda ayrıştırır. Bu da
tabîî, dilin söz haznesini olağanüstü raddede artırıp zenginleştirir. Nihâyet, yazıya
geçirilirken, her sözün kendisine mahsus işâreti bulunur. Böylece Çincede nice kök
kelime varsa, onca da işâret yer alır. İşâretler, tarih boyunca, tekemmül etmişlerdir. Her
işâretin, çok eski devirlerdeki selefi, bir resimdi. Zamanla soyutlaşarak resim niteliğini
yitirip remizleşmiştir (Fr symbole) 40
2-
Biçimsel mantık, tutarlı düşünmenin kurallarını araştırma tutumudur. Ancak
genelde, her zaman biçimsel mantıkla iş görmeyiz. Tutarlı düşünmek ise, düşünme
durumlarına göre değişir. Kimi zaman tutarlılık biçimce bağların gevşetilmesiyle elde
edilebilir. 41 İşte biçimce bağları gevşetilmiş düşünme–anlama tutumlarından söz
açıldığında akla gelen ‘tasavvur’dur. Psikoloji bağlamında, tasavvur, bir nesnenin yahut
evvelce algılanmış şeklin, zihinde canlandırılması anlamını taşır. 42
38
Fr notions premières.
39
Türkcedeki ‘su’ sözünün Çincenin ‘şui’sinden gelme ihtimâli kuvvetlidir..
40
Bkz: Nicole Vandier-Nicolas: “La Philosophie Chinoise dès origines au XVIIe Siècle”, 248.&249.syflr,
“Histoire de la Philosophie”de, I.cilt.
41
Bkz: Nermi Uygur: “Felsefenin Çağrısı”, 54.s.
42
Bkz: Ismâil Fennî: “Lugatce-i Felsefe”, 652.s ―eski yazıyla.
35
“Genel psikoloji uyarınca” diyor Lucien Lévy-Bruhl (1857 – 1939), “olaylar,
motor, heyecânî ve zihnî olmak üzre, sınıflanırlar. Bundan da zihnin, düpedüz, belli bir
nesneye ilişkin hayâle (Fr&İng image) yahut düşünceye mâlik olması tarzında tecelli
eden bilgi anlaşılmalıdır. Zihin hayatımızın gerçekliğinde her tasavvur, az yahut çok
eğilimleri ilgilendirir. Buna karşılık, şu yahut bu hareketi boşandırmadığı gibi, ketlemez
de. Bununla birlikte, çoğu kere hiç de aşırı sayılmayacak soyutlama işlemlerinden ötürü,
tasavvurun kendisi ihmâl edilip onun temsil ettiği nesneyle arasındaki esâs bağlar
zihinde saklı kalırlar. Tasavvur, her şeyden önce zihne yahut bilgiye ilişkin bir
olaydır.” 43
Zihinde algılanan nesneye yahut olaya ilişkin ‘resmin çıkarılması’ demek olan
‘tasavvur’a öncelikle ‘biçimselleştirilmemiş mantığa dayalı düşünme tarzı’nda 44
yaşayıp iş gören çocukta ve topluluklarda rastgeliyoruz. Bu çeşit toplulukların zihin
hayatına “maşerî tasavvurlar” (Fr “représentations colletives”) hâkimdir. Bunları LévyBruhl, “düşük seviyedeki toplumlar” (“sociétés inférieures”) yahut “ilkel toplumlar”
(“sociétés
primitives”)
deyimleriyle
belirlemiştir.
Düşünme
düzlemlerinin
de
“mantıköncesi” (“prélogique”) aşamada bulunduğunu; demekki tarihöncesi dönemin
mantığı olduğunu öne sürmüştür. Charles Darwin’in (1809 – 1882),
Batı Avrupa
düşünce âleminin her yanında kendisini duyuran etkisiyle Lévy-Bruhl’de de
karşılaşıyıruz.
Ruhun
evrime
tâbî
olamayacağına
inandığımızdan,
‘düşünme
kuralları’nın, başka bir deyimle, ‘mantığ’ın, ‘soyoluş’ (Fr philogénétique) çizgisinde
azdan çok gelişmişliğe doğru ilerileyeceği kanısında değiliz. Aslında, Yeniçağ boyunca
evrim görüşünün, Batı Avrupanın, kendisinden olmayan toplumlar karşısında ırkî, siyâsî
ile iktisâdî üstünlük iddialarına nice destek sağladığını bu vesîleyle bir defa daha
görüyoruz. Nitekim, ‘ilkel’ teriminin dahî böyle bir görevi vardır. Hiçbir toplum, enilk
(İng primæval) durumunu yansıtmaz. Zamanla mutlaka irili ufaklı değişiklikler
göstermiştir. Bundan dolayı ‘ilkel’ addolunmamalıdır. Tekâmülünün başlagıcında
duran, değişme sürecine girmemiş bir toplum düşünülemez. Elbette, toplumlar
43
Lucien Lévy-Bruhl: “Les Fonctions Mentales dans les Sociétés Inférieures”, 28.s.
44
İng.de öngörüp önerdiğimiz deyim: ‘Unformalised logical mode of thinking’.
36
arasındaki tekâmül, gelişme ile değişme hızı ve sıklığı pek farklıdır. Tarihte bu, öyle
raddelere varmıştır ki, kimilerinin, aklı durduracak derecedeki hızı karşısında, başka
bâzılarının, yerlerinde saydığı zehâbına kapılmak işden bile değildir.
Bahsi geçen “mantıköncesi” ile “ilkel” çeşidinden terimler, evrimsel soyoluş
zincirinde, kimi toplumların altta kalmışlığını, gelişmemişliğini, geri kalmışlığını imâ
ederler. Belli bir medeniyetin, hattâ kavmin, gelişmiş olduğu, böylece üstünlüğü, hâkim
olma hakkı neviinden önyargı ile tek taraflılığını yansıttıklarından, yukarıda anılan
terimler, bilimsel anlayışa aykırıdırlar. Bundan dolayı, onların yerine, değerce (Fr
axiologiquement) derecelenmeyen, öznellik ile önyargı taşımayan ‘biçimselleştirilmiş
mantığa dayalı düşünme tarzı’ ile ‘biçimselleştirilmemiş mantığa dayalı düşünme tarzı’
deyişlerini ortaya koyup kullanıyoruz.
Biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünme düzleminde karşılaştığımız ‘karıştırma’
olayının
temelinde,
benzer
süreçlere
yahut
varolanlara
ilişkin
tasavvurların
birbirlerinden ayırdedilmelerindeki zorluk yatar. İnsan da dâhil, canlılar, sözgelişi, bir
bütün hâlinde mütâlea olunur. Bu düşünüş, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa felsefe-bilimin
düşünme biçiminin tam tersi olan ‘Tümcülük–Canlıcılık’ (Fr Holisme–Animisme)
denilen çizgidedir. Nitekim, biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen kültürü incelemiş
çağımızın önde gelen toplum–kültür filosoflarından Claude Lévi-Strauss’un (d: 1908),
sözünü ettiğimiz düşünme doğrultusunun yaşama zeminindeki durumunu şöyle
açıklamaktadır: “... Canlılar da, insan kadar, evrenin doğal düzenindedir. Zekâ ve
heyecânla donanmış olduklarından, canlılar, insana benzerler. İnsan gibi, onlar da, dişi
ile erkektir; bâzıları aile düzeninde bile yaşar. Bir kısmı belirli bir yere bağlıdır;
başkaları serbestce dolaşır..; sözgelişi, Kızılderililer, tanıdıkları hayvan ile bitkilerden
kendilerini özden ayırmayıp onlarla bütünlük hâlinde olduklarına inanmışlardır...” 45
Toplumsal düzlemde 46 zihince az yahut çok gelişmişlik kanısı, bilimsellikten
yoksundur dedik. Topluluk genetiği bir yana, antropoloji, etnoloji ile sosyoloji gibi
toplum araştırmaları bakımından bile dayanaksızdır. Nitekim, daha ziyâde ortak
tasavvurların hâkim gözüktüğü dillerde kavramlar, hatırı sayılır bir yer tutarlar.
45
Claude Lévy-Strauss: “La Pensée Sauvage”, 52.s.
46
Fr plate-forme sociale.
37
Tasavvurların yüksek miktarda olması, dili kullanan toplumun gerek inanç düzeniyle
gerekse doğal çevre şartlarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. İnanç düzeni gereği
biçimselleştirilmemiş mantık yoluyla düşünenlerin tasavvurları, ‘biçimselleştirilmiş
mantıkla düşünenler’in 47 kullandıkları kavramlardan önemli ölçüde ayrılırlar.
Tasavvurlu düşünme, biçimsel mantığın sıkı düşünme düzenine uymaz. Bu hususu
Lévy-Bruhl, şöyle izâh etmiştir: “... İlkelin, nesneye ilişkin tasavvuru bulunur; bu
tasavvurun gerçek olduğuna inanır. Ama aynı zamanda ondan hem bir şeyler bekler
hem de belirli bir eylemin türeyeceğinden çekinir...” Biçimselleştirilmemiş mantıkla
düşünen, kendisini tasavvuruyla bütünleşmiş görür. Onun zihin hayatında bu derece
önemli yer tutan söz konusu durumu Lévy-Bruhl, “mistiklik” diye nitelemiştir. 48
“Mistiklik”ten anladığı da “mantıkdışı” (Fr “alogique”) düşünme tarzıdır. Tabîî,
“mantıköncesi” gibi, “mantıkdışı” terimi de, yine mantıkca yerinde değildir. Zirâ LévyBruhl’e mantıkdışı gibi gözüken düşünme tarzının dahî elbette mantığı vardır.
Bahsolunan inanma–düşünme tutumunun en çarpıcı doğrultusunu Lévy-Bruhl, “katılma
yasası” 49 şeklinde deyimlendirmiştir. Bu, haddizâtında genelde, mantığa değil, ama
biçimselleştirilmiş mantığın ‘özdeşlik ilkesi’ne 50 aykırıdır. Bu durumu Lévy-Bruhl, şu
verdiği örnekle daha bir açık kılmıştır: “Kuzey Brezilyanın Amazon yağmur
ormanlarındaki Trumailer, suda yaşayan hayvanlardan oldukları kanısındadırlar.
Komşuları Bororolar ise, kırmızı bir papağan olan Arara olduklarına inanırlar”. Başka
bir deyişle onlar, hem
Arara, hem Arara-olmayan varolanlardır. Gerçi Ararayla
bütünleşmenin peşindedirler; fakat elbette, Arara olmadıklarının da farkındadırlar. Bu
ikilemi aşmak ve tamamıyla ‘Araralaşmak’ amacıyla törenler düzenlerler. Özellikle
ergenleşen gençlerin, yetişkinler topluluğuna katılmaları doğrultusunda tertiplenen
ihtifâllerde çalgıların eşliğinde ve ihtilâc ettirici 51 otlar aracılığıyla ve vecit hâline
47
48
İng için öngörüp önerdiğimiz: ‘formalised logical way of thinking’.
Bkz: Lucien Lévy-Bruhl: “Les Fonctions Mentales dans les Sociétés Inférieures”, 30.s.
49
Fr “loi de participation”.
50
Fr principe d’identité.
51
Fr euphorisant, agitant.
38
girinceye
değin
edilen
rakslarla
“özdeşleşme”
(Fr&İng
identification)
olayı
gerçekleştirilir. 52 Arara, burada, canlı bir puttur, totemdir. İhtifâllerde totem olan
hayvan kesilir, eti kabîle mensuplarınca yenir. Bu yolla totemin ruhu kabîle mensupları
tarafından içleştirilir. Aynı şekilde, kabîle büyüğü öldüğünde ruhu zâyi olmasın, öteki
mensuplara intikâl etsin diye, vucudundan bâzı parçalar yenir.
Kabîle mensupları totemleriyle kendilerini özdeşleştirdiklerinden, birbirleriyle
de bütünleşirler. Böylelikle tek tek kişilerin bireyliliği silinir gider. Artık sevinçler,
acılar ve bilcümle duygu durumları ortak yaşanır olur. 53
Duygudaşlık o raddeye varır ki, sözgelişi, kadınlardan biri, hâmile kaldımı,
kadınlı erkekli bütün ergen kabîle mensupları şişkin göstermek amacıyla karınlarına
birtakım cisimler bağlar, ortalıkta paytak paytak dolanırlar. Doğum sancıları başlayan
kadının çığlıkları işitildiğindeyse, herkes, onunla birlikte bağırıp inlemeğe, sağda solda
debelenmeğe koyulur. Dünyaya gelen çocuk ise, tek bir kadının, yânî doğuranın değil,
kabîledeki kadın tâifesinin ihtimâmına emânet olunur; başka bir deyişle, annelerin
yanında kalınır (Fr&İng matrilocal).Zâten bu nevi topluluklarda dölle/n/me – doğurma
bağlantısı, dolayısıyla da ata mefhumu müphem kaldığından, annesoyu (Fr matrilinéal)
52
Bkz: Lucien Lévy-Bruhl: A.g.e, 78.s.
53
Bkz: Lucien Lévy-Bruhl: “La Mentalité Primitive”, Représentations collectives & Participations
mystiques maddelerine;
ayrıca bkz: Bernard Valade: “Les Mythologies et les Rites”, 346.-357.syfr.
Kişiliklileşmenin (Fr personnalisation) ana pâyândâsı ‘bireyliliğimin özbilincinde bulunmam’
durumunu yıkan en etkili silâhlar arasında hipnos yer alır. Biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen
topluluklarda sık başvurulan hipnos, başta dünyanın önde gelen istihbârât teşkilâtları olmak üzre,
çağımızda gerek resmî gerekse öyle olmayan mercilerin çokca kullandığı olağanüstü tehlikeli insanlıkdışı
bir hünerdir
—bkz: Armen Victorian: “Controlling the Mind: Part Two: Hypnosis and Remote Hypnosis in the
Intelligence Community”, 47. – 52.syflr.
‘Ödev’ duygusunu işleten ‘iyi’ ile ‘kötü’yü ayırdetme yetisini sağlayan, ‘kişiliklileşme’nin baş
devindiricisi ‘özbilinc’in bulanması, boğuklaşması, ‘serhoşluk’tur. Özbilinci bulunan, ‘kişiliklileşmiş’
‘insan’dır. İslâm metafiziği uyarınca, ‘insanın zât’ı ‘özbilinc’idir. ‘Özbilinc’in ‘varolma tarzı’,
‘kişiliklilik’tir. ‘Özbilinc’i bulunmayan, şu hâlde, ‘kişiliklileşmemiş’tir. Böyle biri, ‘ödev’ ile
‘sorumluluk’larını ‘idrâk’ edemez. Bu kabîl kimseye, ‘Hâlis Hür İnsan’ denemez. ‘Hâlis Hür İnsan’ın
kendisini ‘inşâa etme’si İslâmın ülküsüdür. ‘Hâlis Hür İnsan’ın kendisini ‘inşâa’sı, ‘zât’ı olan
‘özbilinc’ini geliştirmesine bağlıdır. İmdi İnsanlaşma ülküsüne aykırı düştüğünden, ‘özbilinc’in
gelişmesini dumûra uğratan her etken, İslâm tarafından yasaklanmıştır.
39
yürürlüktedir. 54 Bu durum, toplayıcılıktan avcılık dönemine geçilinceye değin böyle
sürmüştür. Toplayıcılık–avcılık döneminden sonra ancak ‘dölle/n/me – doğurma
bağlantısı’nın kurulabildiği anlaşılıyor. Bu yeni dönemle birlikte atasoyunun
(patrilinéal), git gide toplumlara hâkim olduğu düşünülüyor. Yine de anne olan kadının,
kutsallık konumunda değişiklik meydana gelmemiştir ―en azından, Çin yahut Aztek
gibi, kimi büyük tarihî medeniyetlerin sahneye çıkmasına değin.
Bireyliliğin silinmesi durumu dile de yansımış görünüyor. Biçimselleştirilmemiş
mantıkla düşünen kimi kabîle dillerinde birinci tekil ile çoğul ve ikinci tekil ile çoğul
zamirleri, demekki ‘ben’ ile ‘biz’ ve ‘sen’ ile ‘siz’ ayırımlaşmamışlardır. 55
Bireyliliğin sınırları açıkca belirlenip ‘ben’ ile ‘ben-olmayan’ arasında ayırım
seçikleşmedikce, ‘devlet’in temel kurumu ‘hukuk’un esası olan ‘mülkiyet’ ile ‘ödev –
hak’ denklemi de belirginleşemez. Toplumun, devlet konumuna (Fr statut) geçmesine
koşut olarak hâkim düşünme düzleminde de biçimselleştirilmiş mantık kendisini git
gide duyurur.
54
Bkz: P.Gregorius: “Sociologie van de Niet-Westerse Volken”, II.cilt: Verwantschap en Huwelijk,
104.&105.syflr.
Ortada bulunmayan bir varolanı peydahlamakla, ‘anne’ olan ‘dişi’, yahut insan söz konusuysa,
‘kadın’, bahsi geçen çağlarda, mucize yaratan ‘tanrısal – kutsal’ varlık biçiminde algılanmaktaydı.
Bundan ötürü, kadîm dinlerde tanrılardan ziyâde tanrıçalarla karşılaşılır. Çok eski devirlerden günümüze
kesintisizce ulaşabilmiş dinlerden Hindulukta, sözgelişi, ‘ineğ’in ‘dukunulmazlığ’ı yukarıda aktardığımız
inancın kalıntısı olarak kabul olunmalıdır.
55
Bkz: Christopher Robert Hallpike: “Die Grundlagen primitiven Denkens”: II. Kollektive Vorstellungen
und die Denkprozeβe von Individuen, 59.s.
40
-BYENİ ZAMANLARIN BAŞ BELİRLEYİCİSİ:
TEKTANRILI-VAHİY DİNİ İLE FELSEFE-BİLİM
1-
Akıl sağlığı yerinde herkes, kültür ortamının çerçevesinde düşünme kurallarının,
yânî mantığın bağlamında düşünür. Ne var ki, bunu yaparken bahse konu kuralları ya
bilmez, ya göz önüne almaz ya da tam tersine, onlara titizlikle uyarak davranır. Nitekim
bu, ‘genel mantığ’ın üç kolundan 56 biri olan ‘dilbilgisi’nin kurallarını bilmeden veya
bilerek ‘anadil’ini 57 kullanmak ayırımına denk düşen bir olaydır. Kuralları bilerek bir işi
becermeğe, yapmağa ‘bilinçlice’ iş görmek diyoruz. İşte, düşünme işlemini kurallarını
bilerek ve onlara uyarak uygulamağı, biçimselleştirilmiş mantığa uygun düşmek, yânî,
bilinçlice düşünmek şeklinde vasıflandırıyoruz. Salt akıl işleyişlerinin dışında kalması
gereken duygusallıklar ile heyecânlar ayıklanarak, mantığın ana ilkeleri bağlamında
kurallı düşünme yolunun yordamının, tarihte açık seçikce ilk vazedilişi Aristoteles’le
(384 – 322) gerçekleşmiştir. O, biçimselleştirilmiş mantığın üç ana ilkesini belirleyip
ortaya koymuştur: ‘Özdeşlik’, ‘çelişmezlik’ ile ‘üçüncü hâl’in olamazlığı. Aslında üçü
bire indirgenebilir: Özdeşlik. Bundan da tek varolanın kendikendisiyle bütünlüğü
anlaşılır. Her şey yahut herkes, kendikendisiyle özdeştir. Mantık yazımında (Fr&İng
notation), bu, şöyle ifâde olunur: A≡A.
Bahse konu ana ilkeden de, üçüncü hâlin olamazlığı ile çelişmezlik ilkeleri türer:
Bir şey yahut kimse, ‘varlıkca’ (Fr ontiquement) belli bir zaman diliminde ya
‘bura’dadır ya da değildir. Ben, ‘şimdi’ ‘Istanbul’daysam, ‘aynı ân’da ‘Ankara’da
olamam. Başka bir deyişle, ‘aynı ân’da hem ‘Istanbul’da hem de ‘Ankara’da
56
Öbür ikisi, biçimsel mantık ile matematik.
57
Kişinin yahut toplumun, düşünüp düşlediği, konuştuğu, yazıp okuduğu; kısacası, hayatının tüm köşe
bucaklarında kendisini ifâde ettiği esas dil, ‘anadil’idir.
Kişinin annesinin kullandığı dile ise, ‘annedili’ diyoruz.
Genellikle kişilerin ‘annedilleri’ ile ‘anadil’leri örtüşür. Ancak, bu ikisinin çakışmadığı; yânî,
kişinin annesinin anadili ile kendisininkisinin uyuşmadığı durumlar da olabilir.
41
bulunduğumu söylemem, çelişkidir. Gerçi, hayâlhânemde böyle bir tasavvuru
kurgulayabilirim. Ama hayâlhânede kurgulananların, varlıkca kıymetiharbiyesi yoktur.
Başlangıc önermemizi tekrarlarsak: ‘Ne’ isem: ‘Nelik’ yahut ‘kim’ isem:
‘kimlik’, ‘o’yum: ‘Varolma bütünlüğü’. ‘Neliğim’den özge bir şey, ‘kimliğim’den
başka bir kimse olamam: ‘Özdeşlik’, görülüyor ki, ‘mantığ’ın yanında ‘varlığ’ın da ana
ilkesidir. Aristoteles’in indinde ‘varlık’, ‘bütünlüğ’ü temsil eder; ‘düşünme’ ile
‘varolma’ şeklinde iki zıt ‘cevher’e ‘ayrılmaz’. İşte, bu çığır açıcı düşünme, dolayısıyla
da varolma telâkkîsine ‘biçimselleştirilmiş mantıkla düşünme’ diyoruz. Bahse konu
biçimselleştirilmiş mantıkla düşünme, dilde kavram ağırlığının alabildiğine artmasını;
ayrıca, kavram sınırlarının seçikce belirlenmesini sağlamıştır. Bu durumu nitekim,
Arapca, Farsca, Osmanlı Türkcesi, İbranca, Çince, Sanskritce, Yunanca, Ortaçağ
Latincesi, Fransızca, İtalyanca, Ispanyolca, Rusca, Almanca ile İngilizce gibi, bellibaşlı
felsefîleşmiş dillerde açıkca görebiliyoruz.
2-
‘Felsefe-bilim’ kadar, ‘özdeşlik’, ‘Tektanrılı Vahiy dini’nin de kaçınılmaz,
tavîzsiz ilkesidir. Tektanrılı-Vahiy dini ile felsefe-bilim, ana ilkede birleştikleri gibi,
çelişmezlik ile üçüncü hâlin olamazlığı ilkelerini de paylaşırlar. Müteâkib
istikâmetlerinde yolları ayrılır. ‘Din’, ‘ahlâk’ cihetinde, Kant’ın deyişiyle, “şartlı ve
şartsız buyruklar”da 58 ve ‘bilgi’lenme hususunda teşvikte ve yol gösterici imâlarda
bulunurken; ‘felsefe-bilim’, evvelemirde ‘biçimselleştirilmiş’, ardından da ‘biçimsel
mantık’ çerçevesinde ‘akılyürütme’ ve onun uzantısı olan ‘gidimli’ düşünme yoluyla
bilgilerin kotarılıp birbirleriyle ilişkilendirilmelerini sağlar.
Tektanrılı Vahiy dini uyarınca, Yaradan ile yaratık, Tanrı ile dünya,
birbirlerinden ayrı, varlık sınırları seçikce belirlenmiş kavrayışlardır. Burada, tümtanrıcı
mülâhazalara; Kadîm zamanların görüşlerinde rastgeldiğimiz üzre, insan – doğa, ben –
bendışı; tanrısallık – dünyalılık kavrayışları iç içe geçmiş, karmakarışık duruma; ve
doğadışı unsurlar ile güçlerin cirit attığı bilinmeğe kapalı bir dünya anlayışına artık yer
yoktur.
‘Din’, asıl ve dar anlamda, ‘Tektanrı’ fikrinin insanlığa tebliğ olunması
―‘Vahiy’― olayıdır. Ancak, anlam genişlemesiyle, ‘öte’ye işâret eden bütün ‘inanç’
58
Alm “hypothetisches/ kategorisches Imperativ”
42
düzenlerini de kapsar olmuştur. Asıl ve dar anlamında Dinin esası, Tektanrı fikri,
biçimselleştirilmiş mantıkla düşünme tarzının ana ilkesine, demekki ‘özdeşliğ’e
tamamıyla aykırıdır. Ne var ki, bahse konu ‘esâs’tan ―‘temel imân’― türemiş
müteâkib esâslar, ‘akla uygun’dur, ‘makul’dürler.
43
-CTEKTANRILI VAHİY DİNİNİN ANAÖRNEĞİ: İSLÂM
‘Tektanrı’ fikri ve onun kişileşmiş adı olan Allah, aklın, havsalanın, hayâlgücü
ile tasavvurun fevkında olup Aşkınlığın ta kendisidir. Ama aynı ânda İçkinliğin de
kendisidir. İkisi zıt kutuptur. Nitekim aynı varlığın aynı ânda iki durumda bulunması,
yukarıda zikrolunmuş sebeplerden ötürü, imkânsızdır. Elbette, Mükemmelliğin ta
kendisi, insan düşüncesinin kurallılığı demek olan biçimsel mantığa aşkındır. Allahı
zaman ile mekân koordinatlarına yerleştiremediğimizden, Onun özünü, düşünüşümüzün
kurallılığı çerçevesinde kavrayamayız. Onun, Kendisini bize tanıttığı ölçüde Onu
kavrayabiliriz ancak. Kendisini bize tanıttığı yer, İhlâs Sûresidir:
“1- O, Tek olan Allahtır;
2- Allah, Sameddir; 59
3- O, doğurmaz, doğurulmamıştır;
4- Ona denk ve benzeri olacak bir şey yoktur.” 60
“... Bu Sûrede kişiler ile milletlerin Allahı kavrama konusunda öteden beri
birçok kere düştükleri tuzaklar hakkında uyarılmaktayız. İlk dikkat edeceğimiz husus,
Onun tabiatı öylesine ulu, kavrayış sınırlarımızın onca ötesindedir ki, felsefenin yalınkat
soyut kavramı şeklinde değil de, Onu O olarak, yânî bir kişilik biçiminde görmemiz,
Kendisini idrâk edişimizde izlememiz gereken en doğru yoldur. O, bize yakındır.
Varolmamızı Ona borçluyuz... Bildiğimiz, tasavvur edebileceğimiz hiçbir kimseye
yahut şeye Onun, zerrece benzerliği yoktur. Tabiatı vasıfları eşsizdir, benzersizdir.” 61
İnsanlar, aralarında bedence en kuvvetli, zihince en parlak, irâdece en şaşmaz
olanlar dahî, kendilerinden üstün kudrete yahut kudretlere dayanma ihtiyâcını her vakit
59
Samed: Kendisi hiçbir şeye bağlı ve muhtâc olmayan; buna karşılık, varlıklaşabilmek için her şeyin
Kendisine muhtâç kaldığı ‘zâtî kudret’. Bu kavram, Kur’ânda sâdece bir kere ve bu Âyette
zikrolunmuştur.
60
“Kur’ân-ı Kerîm ve Türkce meâli”;
ayrıca: “The Holy QUR’ÂN, tercüme ve tefsîr: Abdullah Yusuf Ali;
ayrıca bkz: Cyril Glassé: “The Concise Encyclopæ of ISLAM”, 128.s. “Giriş”: Huston Smith.
61
Âyetin Abdullah Yusuf Ali tefsîri; şerh sayısı: 6296.
44
duymuşlardır. Bu kudret kendilerine ya vahiy yoluyla kendisini bildirmiş ya da böyle
bir kudreti kimi kimseler zihinlerinde kurmuşlardır. Her iki hâlde de bahis konusu
kudrete yahut kudretlere kişiler, kendi beşerî veya tabîî şekillerinden, arzuları ile
dileklerinden bir şeyler katıp karıştırmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır. İlkin açıkca
Vahiy yoluyla nâzil olmakla birlikte, Müslümanlık dışında, cihânşumûl dinler bile,
zamanla bu karıştırma olayından masûn kalamamıştır. İşte, İhlâs, bizi böyle bir
tehlikeye karşı özellikle uyarmaktadır: “O, doğurmaz, doğurulmamıştır”!
Varolma imkânlarını son raddelerine dek analizci tavırla gözden geçirdiğimizde,
ulaşabilşeceğimiz en uç nokta, ya devâmdır ya da bitiş. Devâmda cüzlerin, Tümele;
‘varolma’ların, ‘Varlığ’a bağlanması söz konusudur. Bitişteyse, cüzler, ayrıklaşıp
dağılır, ‘Kargaşa’nın karanlık dehlizinde yitip giderler. Zihin kavrayışını, yânî
tecrübelerden hareket eden gidimli düşünme edimimizi, 62 demekki ‘spekulativolmayan’ ‘metafiziğ’i ‘salt sezgi aklı’yla 63 aşarak ‘Tüm Varlığ’ın, başka bir deyişle,
‘âlem’in ötesi,
‘Mutlak Varlığ’ın, gönlümüzdeki ‘nur’unu idrâk edebiliriz. Mutlak
varlığın, gönlümüzde ışıyan temsîli, ‘umut’tur. Daha açık bir anlatışla, ‘umut’,
mağfireti, himmet ile rehberliği yalnızca Ondan beklemek ve ihtiyâç hâsıl olduğunda,
bunların, geleceklerine tereddütsüzce inanmaktır.
Allah, insana üç yoldan hitâb eder: Yaratma, Vahiy ―seçtiği kişiler aracılığıyla
insanlığa ulaştırdığı Tebliğ― ile vicdân ―Hak yolunu göstermek maksadıyla her
kişiyle, kuluyla doğrudan doğruya sürdürdüğü muhâvere. Maddeten vucut verdiği
insana Allah, soluğunu ‘üflemek’ suretiyle Özünden ‘pay’ ihsân etmiş ve onu bu ‘pay
almış’ hâliyle kâinatına halîfe tayîn etmiştir ―bkz: Bakara /23 (30); En’âm /6 (165);
Neml /27 (62) ile Fâtır /35 (39).
İnsanın, Yaradanına seslenişi de yine üç yoldan olur: Kendisine esâs olan,
kendisini çevreleyen doğa ile toplumu sevmekle, merak edip inceleyerek, araştırarak; ya
kendi başına ya da cemâatle birarada ibâdet ederek (salât) ve nihâyet tamamıyla kişisel
düzlemde ‘duâ’ anlamında Allaha yalvararak (münâcât).
62
Fr cours discursif des idées; Alm Urteilsverfahrender Gedankengang.
63
Fr raison intuitive pure; Alm reine Vernunftsanschauung.
45
Gördüğü hayırlı işler, ibâdet ile duâ aracılığıyla seslendiği Allahın kendisini
dinleyip bu seslenişlerini, yerine göre, yakarışlarını karşılıksız bırakmayacağını, insan,
ümit eder ―bkz: “And olsun, insanı Biz yarattık; nefsinin, kendisine fısıldadığı karanlık
niyetleri biliriz; Biz ona şahdamarından dahî yakınız”, Kâf /50 (16). 64
Demekki her insan, bireyinin esas ‘ödev’i, hayırlı işler görmek, ibâdet etmek;
‘hakk’ı ise, ‘ümit’tir. ‘Ümit’, ‘hayat’tır. ‘Ümit’, devâm ettiği sürece ‘yaşanır’. ‘Ümid’in
kesildiği yerde ‘tragedya’, giderek ‘saçmalık’, sonundaysa, ‘intihâr’ başgösterir.
64
Âyetin, Abdullah Yusuf Ali tefsîri; şerh sayısı: 4952; ve açıklanışı: “Allah, insanı yaratıp ona sınırlı irâde
bahşetmiştir. O, en derinlerinde yatan arzuları ile duygularını kişinin kendisinden bile daha iyi bilir.
Allah, insana, şahdamarından da yakındır. Şahdamarı, boynun iki tarafından geçerek baştan yüreğe kanı
geri götüren kalın ana toplardamardır... ‘Şahdamarından da yakın’ deyişi, kan akışının, hayat ile bilincin
taşıyıcısı olmasından ötürü, derinlerimizde cereyân eden duygu hâllerimiz ile bilincimizi, Allahın, öz
benliğimizden daha yakından tanıdığını dile getirmektedir”.
46
-ÇYENİÇAĞA DOĞRU
1-
Kur’âna göre, Kur’ân, insanlığı bütün zamanlar zarfında topyekûn kucaklayan
Allah Tebliğidir. Ondan önce nâzil olmuş bütün Tebliğler, Kur’ânın az yahut çok tahrîf
olunmuş, saptırılmış, tozlanmış cüzleridir. O, kendisinden önce gelmiş tümünü özce
kapsar. Bu sebeple, onlar ile kendisi arasında yer yer benzer bahislerin zuhuru
olağandır. Nihâyet, hepsinin müellifi birdir, aynıdır. İslâma gelince; o, düpedüz ‘Din’le
anlamdaştır; ikisi, birdir. Nitekim bu husus bize Al-i İmrân Sûresinde ―/3 (19)―
açıkca bildirilmektedir: “Allah katında din, şüphesiz, İslâmdır...” Şu hâlde dinlerden biri
olmayıp Dinin ta kendisidir. Bir inanç düzeni, içerikce İslâma yaklaştığı oranda dinleşir;
uzaklaştığı ölçüde dinsizleşir: “Bütün dinlere üstün kılsın diye Resûlünü kılavuzluk
ödevi ve Hak diniyle gönderen Odur. Varsın, müşrîkler, bundan nefret etsinler” ―Tevbe
/9 (33), Saf /61 (9)... Tabîî aynı husus tek tek kişiler içn de söz konusudur. Herkes,
inancının sahihliği ile sâlihliğinden kendisi ‘sorumlu’dur. İşte Al-i İmrânda/3 (20) bu,
bize şöyle anlatılır: “...seninle münâkaşaya kalkışanlara, ‘benliğimi tümüyle Allaha
teslîm ettim; aynı şeyi takîpcilerim de yaptılar’ de. Ehlikitab olanlar ile olmayan
müşrîklere dahî, ‘sizler de, teslîm oluyormusunuz?’ diye sor. Oluyorlarsa, mesele yok,
Hak yolundadırlar. Hakka sırtlarını çevirirlerse, sana düşen, Tebliği bildirmektir. Allah,
kullarının hepsini görür.”
Peygâmberlerin, öncelikle de Hz Muhammed Mustafa’nın (570 – 632) tek ödevi,
Allah Tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir. Tebliğin nasıl uygulanacağını dahî,
izâhla ve izâhlarını hayatın binbir vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak
göstermekle yükümlüdür(ler). Şu durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz Peygâmber,
edilgin bir alıcı–aktarıcı olmayıp son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır.
‘İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık onları inatlarından
vazgeçirmek benim harcım değil’ demek, bir vâize, bu arada, Peygâmbere düşmez.
Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, dini bütün kişinin başta gelen görevidir.
Allah Kelâmının gönüllerde nasıl yeşereciğini Onun dışında kimse bilemez. Zirâ
47
insanların gönlünden geçeni bir tek O bilir —bkz: Nahl/ 16 (125→128); ayrıca şerh
sayısı, 2162ye bkz.
İmdi, Dinin, yânî, İslâmın açıklama anahtarları Hz Muhammed’de ve dahî, İlim
medinesinin kapısı olan Hz Ali’dedir (598 – 661). Onlar, velî–dâhîdir, kısacası
‘insanıkâmil’dirler; Nietzsche’nin deyişiyle ‘üstüninsan’dırlar. Ne var ki, anahtarların
kendileri de zaman ile zemîne göre ehlivukûfun yeniden yorumlarına ihtiyâç gösterirler.
Başka bir ifâdeyle, ictihât kapıları hiçbir vakit kapanmaz.
2-
Bütün Teblîğlerin ortak paydasının, Kur’ân, inanç düzenlerininse, İslâm olduğu
söylenmişti. Bu durumda, Allah elçilerinin, İslâm peygâmberleri oldukları da ortadadır.
Bütün Teblîğler, Kur’âna doğru aktığı gibi, Elçiler de, İlahî bildiriler denizinin
kendisine vahyolunduğu Resulluğun tâcı Hz Muhammed’in geleceğini müjdeleyip ona
zemîn hazırlamışlardır. Bu, sâdece ehlikitap dediğimiz dinlerde böyle olmayıp onların
dışında kalan Hinduluk gibi inanç düzenlerinde dahî rastgelinen bir vakıadır. 65
Hz Muhammed’in, Kur’ân açımlaması ―Hadîs― ile İslâmı bilfiil yaşamasından
―Sünnet― ortaya çıkan dinin yaşanabilir hâlini ifâde eden Müslümanlıktır.
3-
İslâm, Allaha teslîm olmak anlamındadır. Ona teslîm olup olmamak, kişinin
kendi kararına kalmış bir husustur.
Kişi, hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içerisine doğduğu
kültür–toplum ortamının da etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâa eder: “Allah, sizi
annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye
size kulak, göz ve kalb vermiştir” ―Nahl/16 (78).
Görüldüğü gibi, İslâmla birlikte hürlük, ödev – hak ve sorumluluk ilkeleri de
belirmiştir. Ahlâk ise, bu ilkelerin örgüsüdür. Bahis konusu ilkelerin başında hürlük
gelir. Kur’ân uyarınca, insan ile hür varlık çakışırlar. Buna göre, insanın özü hür
olmaktır. Nitekim insan, henüz bedenlenip dünyada arzıendâm etmezden önce bu
vasfını konuşturmuştur: “Rabbinin Ademevlâdından misâk aldığını da düşünün: Rabbin,
onların —insanlığın— sulbünden soylarını alıp sürdürmüş, onlara da, ‘Ben, Rabbiniz
değilmiyim?’ diye sorup buna kendilerini tanık tutmuştur. Onlar ise, ‘elbette, tanığız!’
65
Bkz: Ved Prakash Upaddhayaya, Ashit Kumar Bandhopaddhayaya&Gouri Bhattacharya: “Muhammad
in the Vedas and the Puranas”, Bengalceden İngilizceye tercüme: Muhammad Alamgir, 4-164.syflr.
48
(‘kâhî belâ, şahidnâ’) demişlerdir...” ―A’râf/ 7 (172). Buradan da, dünyaya ister gelsin,
ister gelmesin, toplu hâldeyken, ama aynı zamanda teker teker tüm insanların, Allahla
misâka girdiklerini anlıyoruz.
Nihâyet, 173. Âyetteyse, bizi şöyle uyarmaktadır: “Kıyâmet günü (yavm elkiyâmeti), ‘bizlerin bundan haberi yoktu’ yahut ‘ne yapalım, önceleri atalarımız Allaha
şirk koştular, bizlerse, onlardan sonra gelen nesiliz; şimdi o bâtılı başlatanların
yaptıkları yüzündenmi bizleri helâk edeceksin?’ itirâzını ileri sürmeyesiniz diye Allah,
sizlerden bu ikrarı aldı.”
4-
Kavramlar ile terimlerin tersine, özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi
yapılamaz; özge sözel temsîlcileri bulunmaz. Şu hâlde, Allaha Allahtan gayrı bir şey
denilemez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip 66 de
beceremediklerini yakıştırıp yüklemiş olduğu üstün güçlerden ―ilah/lar― apayrıdır.
İlah yahut benzeri ilke/ler, insanın kendisini ölçü ―İnsanmerkezcilik― aldığı
düzlemde, üstün becerileri 67 temsîl ettiğine inanılan varlıktır.
5-
Hangi özgül Hak dinine yahut geleneksel iytikât câmiasına mensub olursa olsun,
dürüst ve meşrûu zeminlerde yürüyen herkes, belli ölçülerde İslâm çerçevesinde
‘din’dar olup ‘ümid insanı’dır (L homo spes). İslâmın en üst basamağında duran ise,
Kur’ân ile Sünnetin öngördüğü tarzda ibâdet edip yaşayan Müslümandır. Burada, ‘en
üst basamakta durma’nın, kavmî–dünyevî sıradüzeniyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Zirâ öyle bir sıradüzeni, Kur’ân Teblîğine tümüyle aykırıdır. Kur’ânın bildirdiği, İlahî
derecelenmeden başkası değildir.
İslâmla birlikte Kadîm zamanlardan 68 gelen unsurlar, ya dince yasaklanmış ya
da gündemden düşürülmüştür ―bâtıl iytikâtlar. Bu cümleden olmak üzre, Tanrısallık ile
insanlık yahut Uhrevîlik ile dünyevîlik arasında halka gibi duran ve zulmün esas menbaı
olan yarı-tanrı kahramanların, daha açıkcası, insanın inasana köleliği 69 ve belli bir insan
66
İng to fancy.
67
İng super performance.
68
Fr temps archaïques.
69
İslâm medeniyetinde ‘kölelik’, doğaötesi kader değil, bir iktisâd olayıdır.
49
nevinin ―’kahraman’ın― putlaştırılması yeğinlikle yerilmiş 70; doğa, hiçbir vechile
duyumlanamayan periler, hayâletler, hortlak ile şer güçler gibi, uyduruk varlıklardan
temizlenmiştir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, böylelikle adâlet esâsına dayalı hukuk
çerçevesinde vuzûha kavuşturulurken, doğa da, meraktan doğan araştırma ile inceleme
eylemine ve, ölçüyü, haddi aşmamak kaydıyla, insanın tasarrufuna açılmıştır ―ölçüyü,
haddi aşan gayrımeşrûu iş görüyor demektir.
İnsanın, Allahla doğrudan, aracısız irtibâtta olması, Kur’ânın ana savıdır. Şu
durumda bağlantı kişisi yahut mercii yoktur. Allah, Kendisine yardımcı, vekilharç ve
benzeri bir makamı ihdâs etmemiştir. Gönlü mühürlenmiş olandan tututunuz da
‘İnsanıkâmil’e varana dek insanların tümü insandır. Aralarındaki farklılıklar,
derecelenme bâbındandır. ‘İnsanıkâmil’, demekki ‘üstüninsan’ dahî, Allahın Özünden
pay almış ‘insanüstü’ bir varlık değildir. Elçileri bile, öteki bütün insanlar gibi, Allahın
yaratıklarıdır, kullarıdır: “... ve eşhedu enne Muhammeden Abdûhû ve Resûluhu”.
Ayrıca: “Resûlleri onlara: ‘Elbette sizler gibi biz de sâdece beşeriz’ dediler.
‘Nihâyet, peygâmberlik şan ile şerefini Allah,
dilediğine ihsân eder.
O, cevâz
vermedikce, sizlere mucîze de gösteremeyiz.’ İnsanlar, yalnızca Allaha dayanıp
güvenmelidirler” —İbrâhîm/14 (11).
“Senden önce gönderdiğimiz peygâmberlerin hepsi de yiyip içen, dolaşan
insandılar. Hepinizi birbirlerinizle sınıyoruz.” —Furkân/25 (20).
Mutlak üstünlük ancak Allah – insan bağlantısında kendini gösterir. O, her
şeyden önce, mutlak anlamda hem ‘aşkın’ hem de ‘içkin’dir. Buysa her çeşit fehmin,
dolayısıyla da izâhın fevkındadır. Onu hayatın olağan, düzgün akışı içerisinde
tanımazlıktan gelmemiz pek kolaydır; ve talîmâtlarını hiçe saymamız rahatlık dahî
sağlar. “... Denizde sıkıntıya düştüğünüzde, Allahtan gayrı yalvardıklarınız, kaçıp
kayboluverirler. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da, yüz çevirirsiniz. İnsan, çok
nankördür” ―İsrâ/ 17 (68). Çünkü tavırlarımızın, tutum ile davranışlarımızın süreklice
göz altında tutulmalarını bir yana bırakınız; fakat insan için, içinden geçenlerin,
niyetlerinin ―bkz: Kâf/50 (16)― dahî her dem denetlendiğine inanması ve bu inanç
doğrultusunda yaşaması kadar zor başka ne olabilir! Nitekim Hz Muhammed, dünyanın,
70
Kimilerinin resmedilmesi de bu yüzden yasaklanmıştır.
50
mümîne cehennem, münkîreyse cennet gibi olduğunu söylemiştir. Mümîn, kendisine
varoluşunun başlarında tanınmış olan hür tercihini Allahtan yana kullandıktan sonra,
Allah yolunda hürlüğünden serbestce vazgeçmiş sayılır. Dinî manâda artık hür değildir.
Bundan böyle ‘İlahî Tebliğ’ ve ‘vicdân’ı yoluyla Allahla süreklice, kesintisizce baş
başadır. Bu hâlin manâsını alabildiğine bütün boyutlarıyla idrâk edene dünya zorlu bir
yaşama ortamı olmaktan çıkıp cennete dönüşür; hele o kişi, varoluşca, şiddetli bunalıma
girdiği zamanlarda!
51
-IVYENİÇAĞ DİNDIŞI BATI AVRUPA MEDENİYETİ
52
-ADİN ESASLI ÂLEMANLAYIŞINDAN DİNDIŞI DÜNYAGÖRÜŞÜNE
1-
Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile uslubunu
tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki
farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, Onsekizinci
yüzyıldan itibâren Batı Avrupadan çıkıp yeryüzünün dörtbir yanına yayılan Milliyetcilik
akımlarının, İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir.
Haddizâtında Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan
Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahalî özelliklerini Hırıstıyanlaştıktan sonra da
sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 İhtilâlikebîrle Milliyetcilik, müphem bir hâlden
toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim İhtilâlikebîrin,
millî toplumdan murad ettiği, biçimbirliğine (Fr uniformité) eriştirilmiş, kuralı bozacak
unsurlardan,
istisnâlardan
temizlenmiş
toplumdur.
Sonuçta,
öncelikle
Kavmî
Milliyetcilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tekbiçimli
(uniforme) toplum oluşturma ülküsünün takîpcisidir.
Toplumların kavmî ile mahalî özellikleriyse, Avrupanın kilisedışı dünyevî
vechesi olarak temâyüz etmiştir. Daha İlkçağda Avrupa, bir yanda Romanın siyâsî ile
medenî hâkimiyetindeki Latin dünyası ile onun kuzeyinde sık, soğuk ormanlarda
yaşayan Germenlerin yurdu şeklinde cepheleşmiştir. Hırıstıyanlığın kabulünden sonra,
başta Katolikliğin merkezi İtalya ―Vatikan― olmak üzre, Latin Güney batı Avrupa,
Kilisenin ilahî kudretini, inişli çıkışlı dahî olsa, aşağı yukarı Onaltıncı yüzyıl ortalarına
değin kıtanın her tarafına duyurmuştur. Anılan yüzyılda, Kilisenin sarsılmaz diye kabul
olunan dinî-uhrevî kudretine, başta Almanya olmak üzre, öncelikle kuzey ülkelerinden
gelen dünyevî yahut en azından yarı-dünyevî nitelikli meydan okumalar, hız ile güç
kazandırmışlardır. Böylelikle öteden beri az yahut çok hüküm süren Latin – Germen
sürtüşmesi daha bir şiddetlenmiştir.
2-
Anaörneğini İslâmda bulduğumuz Tektanrılı Vahiy dininin zihniyeti ile kavram
dağarını üstlenen Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, dine ―Hırıstıyanlığa― ‘sırt
çevirmiş’tir. Bengisuyunu (OsmT âbıhayat) Doğaüstü pınardan temîn etmediğini öne
sürerek, Onaltıncı yüzyılın sonlarından itibâren, tarih sahnesine çıkan ilk ve tek
53
medeniyet odur. Baştan aşağıya felsefîleşmiş medeniyet olmakla birlikte, felsefenin ana
odağı olan metafiziğini, özellikle Onyedinci yüzyılın sonlarından itibâren, din temeline
dayandırmağı reddetmiştir. Hayatın en üst değerleri ve aslında dinî terimler olan akıl ile
vicdân, başlıbaşına, özerk birimler olarak kabul olunmuşlardır. Başka deyişle,
kendinden menkûl hakîkatlar olarak görülür olmuşlardır; Vahiy nevinden doğaötesi
mercie uzanan bağları kesilmiştir. Böylelikle de fâsit daireye hapsolunmuştur. İnsanda
düşünülebilinecek en genel, zorunlu ve soyut çerçevelerin ―fikir― yer aldıkları ve
aralarında düşünme kurallarına, yânî mantığa uygun bağların kurulduğu makam olarak
tarîf olunan akıl nereye dayanır, sorusuna, yine aklın kendisine cevabı, aklaaykırıdır.
Dışarıdan edindiğimiz tecrübeler artı genetiko–endokrinoloji işleyişlerimiz artı
beynimizdeki sinir hücrelerinin faaliyeti eşittir, akıl, dersek, burada artık aklın
kendisinden değil de, mekanik zekâ gibi bir şeyden bahsetmiş oluruz. Akla benzer
şekilde, vicdânın dahî, dinle ilişiği koptumu, kişinin, Yaradanıyla muhâveresi kesilir;
sonuçta, kendikendisiyle konuşan, demekki varlıkca parçalanmış ―şizoik― bir beşer
manzarasıyla karşı karşıya kalırız. Manevî cephesi ‘yok sayılmış’, maddî–bedenî–
nefsî 71 beşerden beklenen, ‘ahlâk’a vucut vermesi değil de, zaman ile zemîne göre kılık
değiştirecek ‘örf’ler inşâa etmesidir.
3-
Toparlarsak: Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, insana başvuracağı ilk, en
güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak aklı göstermiştir. Akıl, tektir, eşsizdir.
Bütün insan hâl, hareket ile işlerini o, tayîn eder. Buna karşılık, onu kendisinden özge
hiçbir güç, kudret ile merci belirlemez. Bu mutlak durumu arzeden aklın keşfine
Yenidendiriliş denmiştir.
Akıl, insandadır. Onun dışında, ondan bağımsız bir kudret mercii değildir.
Mademki akıl insana mahsûs bir meleke, yetidir; öyleyse, insan, aklından dolayı
kendisine yöneleceği ilk, en güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak yine
kendisini ilân etmiş oluyor. Bu düşünce tarzı ile tavrına İnsancılık denilir. Demekki
insanın insana tapması İnsancılıktır. Bahse konu ‘din’in iki ana ‘mezheb’i vardır: Ya
birey olarak kişi kendisine tapıyor ya da tümden insanlığa. Bu ayırım, aslında, Yeniçağ
dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin temel
71
İng mechanico-biotic.
54
farkına işâret eder. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde akıl, tümden insanlığa
mahsûstur. Mantık–matematik–mekanisma, aklın gösterdiği şaşmaz doğru yoldur,
Sırâtımüstakîmdir. Bu yolun doğruluğu senin, benim, onun yorumuyla değişip
zigzaglaşmaz. Kesindir. İşte, Gerekirciliğiyle Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti,
‘geçmiş zaman’ dininin izini, belli belirsiz dahî olsa, hâlâ taşır. Akıl, mantık–
matematik–mekanisma yoluyla tebârüz ettirdiği şaşmazlığın yansısını ahlâkta dahî
görürüz.
Artık
söz
konusu
olan
mantıklaştırılmış–matematikleştirlmiş–
mekanikleştirilmiş ahlâktır. Demekki insanın hâlleri, hareketleri, davranışları, sanatları,
iş
görmeleri,
kısaca,
tüm
hayatı
mantıklaştırılmış–matematikleştirilmiş–
mekanikleştirilmiş oluyor: Maddecilik–Mekanisism.
Aklı tebârüz ettiren ‘mantık–matematik–mekanisma’ üçlüsünü potasında eriten
örnek bilim, ‘Klasik mekanik’tir. Klasik mekanik, aklın şaheseri ve dört dörtlük
temsîlcisi şeklinde kabul olunmuştur. Nitekim, Klasik mekaniğin, aklın bütün yasaları
ile kurallarını yansıttığı kanâatı Yeniçağ Fransız Akılcı filosof-bilimadamlarını onu aklî
mekanik 72 şeklinde adlandırmağa sevketmiştir. 73
1500lerin sonu ile 1600lerin başında Yeniçağ dindışı Batı Avrupa Medeniyetinin
aklı, bir ‘kudretitam’ idi. Onu doğru kullanan, doğayı da şaşmazcasına kavrayıp
açıklayabilirdi. Zirâ doğa dahî, aklın temel kurallarına aykırılık göstermeyen bir dev
mekanisma şeklinde kabul olunuyordu: Gerekircilik. 1700lerin ikinci yarısından itibâren
‘doğa, aklın kurallarına uygun tarzda işliyormuşcasına’ görülür yahut ‘doğa, acaba,
aklın kurallarına uygun tarzda işlermi?’ diye sorulur olmuştur: Eleştiricilik (Fr
Critisisme). Nihâyet, 1800lerin başlangıcıyla birlikte ‘aklın kuralları, yalnızca insanın
hâlleri, hareketleri, davranışları, incelemeleri ile araştırmalarıçin söz konusudur;
‘doğa’yı, herhâlde, bağlamazlar; bu yüzden de, onun hakkında kesinlemelerde
bulunmak saçmalamaktır’; giderek, 1800lerin sonunda, ‘içerisinde bulunduğu durum ile
şartlara göre ve kendi çıkar ilişkileri uyarınca, herkes, aklını farklı biçimlerde işletip
kullanır’
görüşü
Görececiliklere
72
73
arzıendâm
geçiş,
etmiştir:
Yeniçağ
dindışı
Görececilikler.
Batı
Avrupa
Nitekim,
Eleştiricilikten
medeniyetinin,
Çağdaş
Fr méchanique rationnelle.
Bkz: Ilya Prigogine: “From Time to Becoming”, II. Bölüm: “Classical Dynamics”, 20.s.
55
Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetine intikâline de denk düşmüştür. İlkinin aklı,
‘mantık–matematik–mekanik’
çizgisi
doğrultusunda
çalışırken,
sonrakisi
‘kâr’
zenbereği üzre kurulmuş iktisâdî özelliklidir. Filhakîka, Yeniçağ Batı Avrupa
medeniyetinin
mantık–matematik–mekanik
Gerekirciliğinden
Çağdaş
İngiliz-
Yahudîninkinin Görececiliğine geçildiği ölçüde, zihinde, hürlük alanının genişlediği
kanısı uyanır. Bu kanâat, hem doğru, hem yanlıştır. Doğrudur: ‘Kâr edeceğim sahayı
bulgulamak ve oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım hususunda aklımı
kullanmakta hürüm’. Buna karşılık, ‘çalışmalarımı yahut eylemlerimi, kâr yahut kazanç
gâyesine yönlendirmekten kaçınamam!’ Başka deyişle, bütün olabilir işler ile eylemler,
kâra yahut kazanmaya kilitlenmişlerdir.
İmdi,Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, ‘akılötesi’ belirlenimlerlerden
sökülüp koparılarak kendikendisini mantık–matematik–mekanik bağlamda belirlediğine
inanılmış ‘özerk akl’ın zemininden ‘Hürriyetcilik’ (Fr Libéralisme) bitip serpilmiştir.
‘Kâr edeceğim sahayı bulgulayıp oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım
hususunda aklımı kullanmakta hürüm’ düstûrundan ise, Çağdaş küreselleştirilen İngilizYahudî medeniyetinin yan yahut alt ideolojisi olan Yeni Hürriyetcilik (Fr
Néolibéralisme) ortaya çıkmıştır. Yeni Hürriyetcilik ile onun tamamlayıcı parçası olan
Sermâyeciliğin kaynaşmasından İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel ideolojisi olan
‘Hür ~’ yahut ‘Hürriyetci Sermâyecilik’ 74 meydana gelmiştir. 75
-B-
74
75
Fr Libéral/iste Capitalisme.
Krz: Hernan Lopez Garay: “Algunas Reflexiones Sistemicas...”, 113., 114.&115.syflr.
56
TARİHİN YENİDEN SINIFLANDIRILMASI DENEMESİ
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetiyle ilgili eleştirel irdelemelerimizi burada
kesip şu âna değin bildirdiklerimizden çıkardığımız sonuçlara geçiyoruz. Bundan
sonraki Bölümde, çalışmamızın da ana odağını oluşturan Çağdaş küreselleştirilen
İngiliz-Yahudî medeniyetini incelerken, onun, kendisinden neşet ettiği Yeniçağ dindışı
Batı Avrupa medeniyetinin bellibaşlı kurucu unsurlarını nasıl olsa ele almağı
sürdüreceğiz.
Geçmişi, alışılagelinmiş Avrupa merkezli bakış açısından farklı biçimde
gördüğümüz bellidir. Nitekim, Batı medeniyetleri câmiasını, hatırlanacağı üzre, İlkçağ
Mesopotamya – Mısır – Anadolu – Doğu Akdeniz; 76 Ortaçağ Hırıstıyan ve bilâhare
İslâm; Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ve nihâyet Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî
medeniyetleri tarzında sınıflamıştık. İşte bu sınıflamayı da şu safhada tarihlendirmek
suretiyle belirgin kılmanın yerinde olacağı kanısındayız. En azından Batı medeniyetleri
câmiasını teşkîl eden bütün kültürleri içten içe ilgilendirecek raddede hayatî önemi hâîz
dönüm noktalarını esâs alarak çağları tarihlendirmeği deniyoruz. Bu cümleden olmak
üzre, Batı dünyasında, bildiğimiz kadarıyla, Aşağı Mesopotamyadaki Sümerlerin,
‘medeniyet’ evresine ilk geçtikleri ve yepyeni bir bildirişme aracı olan ‘yazı’yı
kullandıkları, yaklaşık, M.Ö. 5000i İlkçağın başlangıcı, cihânşumûl manâda ilk
Tektanrılı Vahiy dini olarak Hırıstıyanlığın ortaya çıkışını, yânî Hz İsâ’nın doğumunu
da, başka bir deyişle, Milâdı, sonu olarak kabul ediyoruz. İlkçağla birlikte Yeni
zamanlar da başlamıştır. Şu durumda, İlkçağ, Yeni zamanların birinci evresini ifâde
etmektedir. Milâd ile Hz Muhammed’in Mekkeden Medineye Hicreti 77 ―622―
76
Arzettiği bâzı hasletlerden ―siyâsî alanda ‘halkidâresi’ (Fr démocratie) ile zihnî düzlemde, ‘felsefebilim’― ötürü, ayrı mütâlea ettiğimiz Ege medeniyeti dönemini Eskiçağ şeklinde belirledik.
77
Ortaçağın sonu, Yeniçağın da başlangıcı olarak 622yi, yânî, Hicreti, esâs almak fikrini, sohbet sırasında,
tarihcilerimizden Profesör Dr Sayın Mehmet Maksudoğlu beğden ıktibâs ettim. Kendisine bundan ötürü
teşekkür borçlusuyum.
Büyük tarih ve hukuk bilginimiz Ahmed Cevdet Paşa’ya (1822 – 1895) bakılırsa, tarih
dönemleri, Hicret esâs alınmak suretiyle, Kadîm ile Yeni Zamanlar olmak üzre, başlıca iki devreye
ayırılmalıdırlar: “Hele bizlere göre, asrı-Âdemden asrı-İslâma kadar olan ezmine hep târîh-i atîk olup
ondan sonra asr-ı cedîd başlar...”
―bkz: Ahmed Cevdat Paşa: “Tezâkir”, Tezkire: 40, 242.s.; dikkatimi bu önemli kaynağa çekmiş olan
dostum, Sayın Dr İhsân Fazlıoğlu beğe de teşekkür ediyorum.
57
arasındaki zaman diliminiyse, Ortaçağ olarak adlandırıyoruz. İslâm dini esâsından
hareket eden İslâm medeniyetinin Medinede vucut buluşu, Yeni zamanlara ilişkin
zihniyetin perçinlendiği olay olup Yeniçağın dahî başlangıcını ifâde eder. Yeniçağın,
ilahîyât arkaplanını terkedip ‘dindışı medeniyet’ düzlemine geçişi sürecinde, Alman
ilahîyâtcısı ve filosofu Martin Luther’in (1483 – 1546), Hırıstıyanlıkta ‘ıslâhât’ hedefine
yönelik şartları ilân ettiği, 1520 tarihi, en önemli kerteriz noktasıdır. Nihâyet, Onyedinci
yüzyılın ikinci yarısında ‘buharlı makine’nin, Kuzey batı Avrupada 78, özellikle de
İngilterede kullanıma sokulmasıyla başlayan ‘sanayi’ye dayalı ‘üretim’le birlikte
İngiliz-Yahudî medeniyeti ve onun ‘resmî ideoloji’si durumundaki Hür Sermâyecilik
ortaya çıkmışlardır. Bahsolunan medeniyetin, İngiltere adasından kıta Avrupasına ayak
basıp orada köprübaşı tutmasıysa, 1789 İhtilâlikebîrle olmuştur.
İmdi, BATI MEDENİYETLERİ CÂMİASINDA TARİH BOYUNCA
ÇAĞLARIN DAĞILIMINI çizimsel 79 tarzda gösteriyoruz
Yaklaşık M.Ö. 200 000: KADÎM ZAMANLAR
a)Tarihöncesi...
İnsanın, Yeryüzünde belirmesinden itibâren
İlkaslî topluluk: Aile ile kabîle; toplayıcı, bilâhare avcı; temel,
zanaat; Kamlık, Totemcilik.
b) Öntarih...
Çoktanrılı din, efsâne ve gelişmiş zanaat (Fr&İng technique).
_____________________________________________________________________
Yaklaşık 5000ler:
Yazı: YENİ ZAMANLAR: TARİH
İlkçağ... Devlet; Çoktanrılıdan Tektanrılı Vahiy dinine
____________________________________________________________________
Yaklaşık M.Ö. Yedinci yy Eskiçağ... Ege medeniyeti: Halkidâresi; Felsefe-bilim.
_______________________________________________________________
Milâd
Ortaçağ... Cihânşumûl Tektanrılı Vahiy dini: Hırıstıyanlık.
_____________________________________________________________________
Hicret (622)
Yeniçağ I... İslâm; Fen (Fr technologie).
_______________________________________________________________
1450lerden sonra
Yeniçağ II
(Yakınçağ)…
78
Buharlı makinenin mucitleri İngiliz Thomas Savery (1650 – 1715), Thomas Newcomen (1663 – 1729)
ile Fransız mühendis Denis Papindir (1647 – 1714). 1789 İhtitilâlikebîrden kaçan Papin, İngitereye ilticâ
edip Londrada ölmüştür. Buharlı makine de, İngiliz maden ocaklarında 1650lerden itibâren kullanıma
sokulmuştur
―bkz: Alexander Hellemans&Bryan Bunch: “Timetables of Science” (cf: index);
ayrıca bkz: Jeremy Black&Roy Porter: “Dictionary of Eighteenth-Century History (cf: index).
79
Fr schématique.
58
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa Medeniyeti; Protestanlık.
_______________________________________________________________
1700den itibâren Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyeti; Sanayi; Hür Semâyecilik.
_______________________________________________________________
-VÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİ
59
-AAVRUPA MEDENİYETİ TARİHİNİN BAŞLANGICI: ROMA
Yeni Zamanlar Batı medeniyetleri câmiasının 80 değişik derecelerde ve farklı
açılardan ortak mürâcaat noktasını teşkil eden Eskiçağ Ege ―nâmıdiger, Yunan―
medeniyeti, Egeden ziyâdesiyle etkilenmiş gözüken Eskiçağ Latin-Roma medeniyeti,
bâhusûs Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile, bir ölçüde, Çağdaş İngiliz-Yahudî
medeniyetlerinin ilhâm kaynağını oluşturmuştur. Ortaçağ Hırıstıyan ile Yeniçağ dindışı
Batı Avrupa medeniyetleri, Eskiçağ Egenin etkilerini, daha ziyâde, Roma üzerinden
alırlarken, İslâm, bunlarla kısmen İran ―yânî Sasanî― yoluyla, kısmen de doğrudan
doğruya muttali olmuştur.
80
—demekki Ortaçağ Hırıstıyan, Erken Yeniçağ İslâm ile Geç Yeniçağ (yahut Yakınçağ) dindışı Batı
Avrupanın—
60
Hem Ortaçağ Hırıstıyan hem de Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetlerinin
M.S. 900lerden itibâren merkez kültürü mâhiyetini kazanan Fransızlık, kendisini
öncelikle yazı dili özellikleri ve uslubu, hukuk ile devlet anlayışı bakımlarından Eskiçağ
Latin-Romasının vârisi olarak kabul etmiştir. Bu kabul, özellikle de 1789
İhtilâlikebîrden sonra daha bir ağırlık kazanmıştır.
Eskiçağ Latin-Roma medeniyetinin sıklet merkezi, Roma, M.Ö. 753teki efsânevî
kuruluşundan M.Ö. 510da bağımsız cumhuriyet oluşuna değin, Etrüsk krallığının
hâkimiyetinde yaşamıştır. Romanın, devlet olarak tarih sahnesine çıkışı, şu hâlde, M.Ö.
510dadır. M.Ö. Dördüncü ile Üçüncü yüzyıllarda kuzeyindeki Etrurya, batısındaki
Latium bölgeleri ile güneyindeki Yunan yerleşim-yerlerini (Fr colonie) ele geçirerek
İtalya yarımadasının tek hâkimi oldu. M.S. Birinci yüzyıla varıldığında, Batı
medeniyetleri câmiasının merkez coğrafyasının tamamı demek olan Akdeniz,
Kızıldenizin kuzey, Karadeniz ile Adalardenizi (Ege) kıyılarını, bunlara ek olarak da
Avrupanın batısını kaplamaktaydı. Coğrafî ölçülerle konuşursak, doğuda 40˚ doğu ile
batıda 10˚ batı boylamları, kuzeyde 55˚ kuzey ile güneyde 30˚ kuzey enlemleri arasında
uzanan bir ülkeydi. 81 Devletin adıyla anıldığı kent, yânî Roma, başşehir olmak
imtiyâzını, imparator Büyük Konstantin’in (285 – 337) teşebbüsüyle, M.S. 11 mayıs
330da Istanbul lehine ferâgat etmiştir. Büyük Theodosios’un (346 – 395) ölümüyle
Roma, oğulları Arcadius ile Honorius arasında doğu ile batı olmak üzre ikiye
ayırılmıştır. Son hükümdar Romulus Augustulus’un, Germen beği Odowaker tarafından
tahttan indirilerek Batı Roma Devletine son verildiği 476ya değin Ravenna, başşehir
görevini görmüştür. 82
İleride Bizans adını alacak Doğu Roma Devletiyse, başşehir Istanbulun, Fatih
Sultan Mehmet Han (1432 – 1481) tarafından 29 mayıs 1453deki fethine değin
yaşayacaktır. Avrupa tarihinin asıl belirleyicilerinden Roma, esâs itibâriyle M.Ö. 510 ile
M.S. 476 tarihleri arasında yaklaşık bin yıl boyunca hükümrân olmuştur. Doğu
81
Daha M.Ö. 260da İtalya yarımadasında Romanın hâkimiyet sahası 134.680km², toplam nüfusuysa
3.000.000 idi ―bkz: “The Times Atlas of World History”.
82
Hermann Kinder&Werner Hilgemann: “dtv-Atlas zur Weltgeschichte”, I.cilt, 103.s.
61
Romanın, dolayısıyla da, Bizansın çöküşü, kimi Avrupalı tarihcilere göre Ortaçağın
sonudur. 83
Merkezî devlet gücünü kudretini yitirmeğe yüz tuttuğu M.S. 300lerden itibâren,
Romanın hükümrân topraklarına geleneksel hasmı, aşîret geleneğine bağlı dağınık
yaşayan ve yaşadıkları yörenin aman vermez doğa şartlarının zoruyla olsa gerek
hareketli, etkin, atılgan, dayanışmacı, savaşcı mizâcı bulunan Germenler sızmağa
koyulmuşlardır. Germenlerin bu istilâ hareketlerini tek başına doğudan gelen atlı
savaşcılar olan Hunlar ile onların da yerlerinden yurtlarından ettikleri Islav
topluluklarının icrâ ettikleri baskılara bağlamak yanlıştır. Germenler, daha Milâttan
önceki yüzyıllardan başlamak üzre, demekki Hunlar ile Islavların baskıları henüz söz
konusu bile değilken, Roma hudutlarını süreklice yoklamış, hattâ zaman zaman da
bunları ihlâl etmişlerdir. Ancak, merkezî devlet, siyâsî tecânüsünü muhâfaza
edebildiğince askerî gücünü kuvvetini de konuşturabilmiş, sonuçta bu kabîl tecâvüzleri
defedebilmiştir.
Roma, M.Ö. İkinci yüzyıldan itibâren, özellikle de Iulius Caesar’ın başkomutanlık
ettiği dönemde Germen ülkesini ele geçirmek amacıyla birçok girişimde bulunmuş,
zaman zaman başarılı da olmuştur. Romanın Galyasına komşu ve hududu çizen Ren
ırmağının doğusundaki kimi yöreleri Roma ordusu işğâl etmiştir. İşğâl altındaki
yörelerde yaşayan yerli ahâlî barbar olarak nitelenip insandan sayılmamıştır. Çeşitli
mıntıkalarda konumlanmış Romalı garnizonlara mensûp birlikler, canları çektikce
köyleri basıp genç, güclü kuvvetli erkekleri köle kılmak amacıyla devşirmişlerdir.
Yeryüzünün özge yerlerinde yörelerinde hep görüldüğü gibi, genç kızlar ile kadınların
kısmetine düşense, ırzlarına geçilmek olmuştur. Revâ görülen zulmün haddi hesabı
yoktu. Fakat Germen boyları kendi aralarındaki kısır didişmeleri bir tarafa bırakıp bir
türlü biraraya gelerek gücbirliğini oluşturamamış, kendilerine bunca acı çektiren
83
Kimi tarihcilere göre de, Papa VIII. Boniface’nin 1305de Fransız kralı IV. (Yakışıklı) Philippe’e
yenildiği vuruşmanın (OsmT muharebenin) ardından Avrupada dindışı kesimin güçlenmesi, dolayısıyla
da, millî devletin iyice belirmesi ve bu tür devletlerin bazısının, yeni topraklar keşfedip iskân etmesi,
Ortaçağın kapanması anlamına gelmektedir
―bkz: Konrad Fuchs&Herbert Raab: “dtv-Wörterbuch zur Geschichte”, II.cilt, 531.s.
ayrıca bkz: Paul Bernstein&Robert W.Green: “History of Civilization”, I.cilt, 238.s.
62
düşmanı defedememişlerdir. Nihâyet, bıçak kemiğe öylesine dayanmıştır ki, Batı
Germen boylarından Şeruskerlerin reisi Arminius (M.Ö.17 – M.S.21) inanılmazı başarıp
bunları fırtına tanrısı Thor adına kendi komutası altında biraraya getirmiştir. M.S. 9
yılda Romalı general Marcus Caelius (ö: M.S. 9) komutasındaki yirmi bin kişilik Roma
ordusu Germen beği Arminius’un önderlik ettiği savaşcılarla M.S. 9. yılın 9 eylülünde
bugünkü Almanyanın kuzey batısındaki Teutoburg ormanında 84 karşı karşıya
gelmişlerdir. Çarpışmalar 11 eylüle değin sürmüş, sonuçta komutan Caelius’un da er
meydanında canından oluşuyla Roma ordusu bozguna uğramıştır. Karşılarına sarışın
yahut kızıl saçlı, mâvî gözlü, dev cüsseli Germen savaşcılar, baştanrıları Odinin yahut
Votanın adını haykırarak çıktıklarında, Akdeniz insan tipindeki esmer yahut kumral,
ufak tefek boylu Romalı askerlerin ruh hâletini hayâlhânemizde canlandırmamız pek de
zor olmasa gerek. Buna bir de, dev çam ağaçlarının kapladığı doğal çevre ile fırtınalı, iç
karartıcı bozbulanık hava şartlarını da eklersek, manzaranın tasvîri tamamlanmış olur. 85
Teutoburg Almanlara ne ifâde ediyorsa, Talas meydan muharebesi de Türk
tarihiçin odur. Türk – Arab ittifâk kuvvetlerinin, 751de Kırgızıstandaki Avlu Ata
yakınlarında Kuo Tzu-i komutasındaki Çin ordusunu bozguna uğratmalarıyla, tarihte
yeni bir yaprak açılmıştır. Bu tarihten sonra Çinlilerin batıya doğru ilerilemeleri
durdurulmuş, geldikleri yere, yânî doğuya gerisin geriye püskürtülmüşler, Türkler ise
Müslüman olmuşlardır. Her iki çarpışma, Avrasya anakarasında tarihin mecrâsını
değiştirmiştir. 86
84
L saltus teutoburgiensis; Alm Teutoburger Wald.
85
Bkz: Herwig Wolfram: “Das Reich und die Germanen”,42,&44.syflr;
ayrıca bkz: S. Fischer-Fabian: “Die ersten Deutschen”, 233.s.;
ayrıca bkz: Erik Durschmied: “The Weather Factor”, 9. – 37.syflr.
86
Talasta olduğu üzre, Teutoburg vuruşmasında da, diri, bozulmamış, savaşcı bir kavmin, yozlaşmağa,
içten içe çürümeğe yüz tutmuş bir devlete, medeniyete indirdiği öldürücü darbeye tanık oluyoruz.
Germen ile Latin arasındaki tarihî çekişme, sürtüşme, M.S. Birinci yüzyılın hemen başında
cereyân etmiş Teutoburg çarpışmasından İkinci Dünya Savaşının başlarına değin (haziran – temmuz
1940) yaklaşık iki bin yıl sürmüştür. Teutoburgda Germenin, Latin Romayı uğrattığı bozgun, 1940
yazında Alman ile Romanın vârisliğini üstlenmiş Fransız arasında vukûu bulmuş savaşta da
tekrarlanmıştır.
Sözünü ettiğimiz olay bize yeniden, belli bir dönemde, birbirlerinin ‘gözlerini çıkarsalar’ bile,
farklı kültürler ile medeniyetlerin birlikte yer almalarının önemini ve çağımızın yalnızca belirli bir
tânesinin tekeline geçmesinin hayatî tehlikesini göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir.
63
Teotoburg çarpışması, Roma için sonun başlangıcı, Almanlara da milletleşme
süreçlerinin başıdır. Bundan böyle sular tersine akar olmuştur. Roma Kuzey Avrupaya
genişleme girişimlerinden vazgeçmek zorunda kalırken, Germen boyları bu kere
geleneksel düşmanlarını çeteci ‘vur kaç’ yöntemiyle ‘yoklamağ’a koyulmuşlardır. Bu
tacîz saldırıları ile ganîmet avcılığı Milâdî Birinci yüzyıldan Beşinciye değin dört yüz
yıl boyu sürmüştür. Nihâyet, Roma devletinin topyekûn inkırâzıyla sızmalar, fütûrsuzca
girişilen istilâlara dönüşmüşlerdir. Böylece Avrupanın ortası, doğusu, güney doğusu,
güneyi, güney batısı ile batısı, öyleki Afrikanın kuzey batı bölgeleri, Germen boylarının
istilâlarına sahne olmuşlardır. Bunun sonucundaysa, Avrupanın genelinde siyâsî,
iktisâdî ile askerî bakımlardan biryığın başına buyruk devletcik ile işgâlcinin küçük bir
azınlık teşkîl ettiği, istilâya uğramış yerli kavimlerinse büyük çoğunluğu oluşturduğu
yeni bir nüfus ile siyâset manzarası ortaya çıkmıştır. Manzarada, sarışın, mâvî yahut
yeşil gözlü, ak pak tenli kişilerden oluşan yöneten istilâcı boy, azınlıkta, koyu renk saç
ve gözlü, buğday tenli işğâle uğramış yönetilenlerse çoğunluktadır. İşğâl olunan arâzî,
kendilerini üstün insanlar olarak ilân eden aşîret yahut kabîle reisi ile yakınlarının tapulu
mülkü sayılmıştır.
Açık tenli insanların derisi incedir. Damarları da bundan dolayı göze çarpar
durumda olup mâvîmtrak gözükürler. İşte buna dayanarak Germen asıllı derebeğleri ile
toprak zâdegânı, dirimsel farklılıklarının, öyleki üstünlüklerinin kanıtlarından biri
olarak, muhtemelen Ondördüncü yüzyılda, Ispanyada, kanlarının renginin bile değişik
olduğuna, yânî mâvî kanlı (Isp sangre azul) olduklarına yönetilenleri iknâ etmişlerdir.
‘Kudretlerini damarlarındaki asil kanda bulduk’larına dair inanç, Germen boylarını
efsâne dönemlerinden beri belirlemiştir. Bu inançlarını gidip yerleştikleri mahallerdeki
insanlara dahî aşılamakta beis görmemişlerdir.
Yerli ahâlîye gelince; rençberlere geçimlerini sağlayacak birkaç dönümlük toprak ile
oturdukları barınak bırakılırken, hasâdın beslenmeleriçin gerekli miktarın üstündeki
kısmı beğe giderdi. Kıtlık dönemlerindeyse, bölge topraklarının nihâî mâliki ve ahâlînin
efendisi olan beğ, dara düşmüşlerin ihtiyâçlarını mahzenlerinden karşılardı. Tabîî bu da,
borç hânesine kaydolunur; rençberin, beğe bağımlılığı daha bir artardı. Savaş ganîmeti
64
yahut çeyiz bahânesiyle el değiştiren arâzîlerin sâkinleri, bir efendiden ötekisine
geçerdi. Buradan da yerli ahâlînin, yarı-köle 87 derekesinde yaşamış olduğunu anlıyoruz.
Savaşlarda tutsak alınmış olanlarsa, tam köle kılınırdı. 88 Doğal yahut toplumsal bunalım
dönemlerinde tabaa, beğ ile onun akrabâtaallukâtının barındıkları müstahkem mevkie
(Alm Burg) sığınırdı. Bunlardan bazısı müstahkem mevkii terketmeyip orada belirli bir
zanaatla iştiğâl eder olmuştur. Böylece zamanla müstahkem mevkide değişik işkolları
teşekkül etmiş, bu da, oradaki yerleşik nüfusun artmasına yol açmıştır. Nihâyet,
müstahkem mevki, beğ ile efrâdına mahsus ikâmetgâh olmaktan uzaklaşıp yerleşim
birimine dönüşmüştür. Orta ile Kuzey Avrupada karşılaştığımız Burg sanını taşıyan
şehirlerin arkasında işte böyle bir geçmiş yatar.
Türkcede ‘derebeğliği’ sözüyle karşıladığımız bu iktisâdî–siyâsî nizâma, Ortaçağ
Latincesiyle Onyedinci yüzyıl tarih felsefesinde feudalis denmiştir. Aslında sıfat olan
feudalis, ‘ödünç mal’ demek olan
feudumdan gelir. O ise,
Almancanın atası
Germencede davar, mal, servet anlamlarını taşıyan fehudan (Alm Vieh) gelir. 89
Derebeğlikleri, Fransa, Ispanya, İngiltere gibi güçlü iktidarların teşekkül ettiği
devletlerde merkezin siyâsî ile iktisâdî baskısına fazlaca direnemeyip gerilemiş,
1550lerden itibâren de özerkliklerini yitirip etkisiz tarihî kalıntılar şeklinde sunî
teneffüsle yaşar hâle gelmişlerdir ―bu acıklı durumun nefis mizâhî tasvîrini Ispanyol
yazar Miguel de Cervantes’in (1547 – 1616) “Don Quixote de la Mancha” adlı
şaheserinde bulabiliriz.
Derebeğlik, kadîm devirlerden beri sürüp gelen Germen aşîret düzeninden olan
kandaşlık sâdakatına dayanırdı. Derebeğinin kendisi ata olarak kabul edilir, saygı
görürdü. Zâdegân efrâdıysa, birbirlerini kan kardeşi sayarlardı. Şu durumda devlete
vucut veren ülkü çerçevesinde bir bağlaşmışlık derebeğliğinde söz konusu bile değildir.
Başta Fransada, ardından da Ispanyada, Felemek ile İngilterede merkezî iktidara dayalı
87
OrL servus; Fr serf; Alm Leibeigener.
88
OrL servitus; Fr esclavage; Alm Knechtschaft.
Bkz: Guido Gomez de Silva: “Breve Diccionario Etimologico de la Lengua Española”, 300.s;
ayrıca bkz: Günther Drosdowski&Paul Grebe: “Der Groβe Duden: Herkunftswörterbuch der deutschen
Sprache”, 165.s;
ayrıca bkz: F.A.Heinichens: “Mittelalterliches Lateinisch – Deutsches Schulwörterbuch”,225.s;
ayrıca, Richard von Dülmen: “Das Fischer Lexikon: Geschichte”, Feudalismus mad. Bkz.
89
65
devlet düzenleri teşekkül edip 1600lerin ortalarında iyice pekişmişlerdir. İşte bu
merkezci devlet nizâmı, Derebeğliğini tarih sahnesinden çekilmeğe mecbur bırakmıştır.
Ne var ki Derebeğlik, cismen ve dahî ismen ortadan kalktıktan epeyi sonraları bile, ata
topraklarına bağlılık (Alm Vaterlandstreue), kan arılığı, kandaşlık, şövalyelik gibi,
âdetleri ve ahlâk düstûrlarıyla, Avrupa genelinde varlığını duyurmuştur.
Yine, erken Ortaçağda vukûu bulmuş Germen boylarının geniş çaplı istilâları
sonucunda, Avrupanın hemen hemen bütün tarihî hânedânları Alman asıllı
olmuşlardır. 90
Derebeğliği düzeninin ilk örneklerine Romanın bir iliyken Germen boylarından
Frankların istilâsına uğramış olan Galyada rastgeliyoruz. Altıncı yüzyılda filiz sürmeğe
başlayan bahse konu düzen, Sekizincide kabuk değiştirir olmuştur. Önceleri rençber
ailesi ile derebeği ve efrâdının mübrem ihtiyâçlarına cevap verecek kapalı devre çalışan
bir tarım üreticiliği yürürlükteydi. Git gide, hiç olmazsa derebeğliklerin kimisinde
ihtiyaç fazlası ürün belirince, bunun değerlendirilmesi sorunuyla karşı karşıya
kalınmıştır. Buradan da, yabancı etkenlerin etkisiyle farkına varılan, fakat bölgenin
insanî veya tabîî kaynaklarınca karşılanamayan ihtiyâçların giderilmesiçin dışarıya
açılma zorunluluğu doğmuştur. Eldeki ihtiyâç fazlası mahsul ile gereksinilen ürünlerin
takası cihetine gidilmiştir. Gereksinilenlerin miktarı ile çeşidi artıkca, bunu dönem
dönem beliren ihtiyâç fazlası mahsulle karşılamak zorlaşmıştır. Buradan hareketle kimi
derebeğlikleri, ihtiyâcı karşılayan üretim tarzından artıürün temin edene kaymıştır.
Artıdeğer yahut artıürünü temînçinse, atadan oğla intikâl etmiş olanların yanısıra,
alışılmamış yeni işkolları icât ve ihdâs olunmuşlardır. Başta derebeğinin kendisi olmak
üzre, yakın efrâdının karar mercii olduğu merkezin tasarladığı malların üretilmesi ile
değiştokuşunu öngören ticâret nizâmına ‘Merkantilism’ 91 denmiştir. Demekki
Derebeğliği, siyâset–toplum düzeninin iktisâdî ciheti Merkantilism olmuştur.
Mal – mal değiştokuşunun yerini git gide mal – para, öyleki para – para
mübâdelesine terkettikce Sermâyeciliğe yaklaşılmıştır. Nitekim, işgücü ihtiyâcı artıkca,
90
1100den sonra, benzer biçimde, Ganj ırmağından Istanbul Boğazına dek yer alan bellibaşlı
hükümdarlıkların hânedânları ile yüksek rütbeli idârecileri, çoğunlukla Türk asıllı olmuşlardır.
91
İ mercare: Satınalmak, mercante: Tâcir.
66
şehirleşen müstahkem mevkilere yerleşen kimileri, el emeği kol kuvveti gerektirmeyen
sahalara kaymışlardır: Tefecilik, aracılık, sıgortacılık ve nihâyet idârecilik gibi. Burgda
yaşayıp geçimini el ile kol emeğine dayanmaksızın temîn eden, fakat soylu da olmayan
bu nevzuhûr toplum sınıfı, özellikle Onüçüncü yüzyıldan itibâren belirmeğe başlamıştır.
Öteki bütün iş güç kapıları yüzlerine dinî ve ırkî sebeplerden kapatıldığından, savaşcı
zâdegânın da, ticâreti, en aşağılık uğraşı türü gördüğünden, Yahudîler, bu yeni sınıfta
sayıları git gide artarak yer alır olmuşlardır. İşte, başta Karl Marx olmak üzre,
Ondokuzuncu yüzyıl tarih–toplum–kültür filosofları, Avrupanın geç Ortaçağına, ama
özellikle de Yeniçağa mahsus bahse konu yeni sınıfına Almancanın Bürgertumundan
Fransızcalaştırılmış Bourgeoisie terimini uygun görmüşlerdir. Yine, Almancada Burgta
oturan manâsına gelen Bürgerin Fransızcalaştırılmış şekli Bourgeoisdır. İşte
Sermâyecilik ideolojisinin de toplum–kültür zeminini Bourgeois teşkîl etmiştir.
Onsekizinci yüzyıl boyunca, öncelikle Fransa ile İngilterede, bir zamanların müstahkem
mevkileri artık kaşarlanmış varlıklı kentsoyluların (yânî, bourgeoisların) ve şehre
kısmetini aramak üzre akın eden topraksız kalmış çulsuzların işğâlindeydi. Mülkün
neredeyse sanal mâliki zâdegân ise, denetimini yitirdikleri ‘müstahkem mevkileri’nin
(Burglarının) bir köşesine inşâa ettirdikleri, iç kale benzeri, yeni ‘müstahkem
mevki’lerine 92 maakûs talihlerine küsmüş hâlde çekilmişlerdi. Özellikle İngilterede
1700lerin ikinci yarısıyla birlikte zâdegân, yüzünü, kentsoylu uğraşılara, hayat tarzı ile
dünyagörüşüne çevirmiştir.
92
Alm Schloβ: Saray←schlieβen: Kapamak, kilitlemek, muhâfaza altına almak.
67
-BROMADAN LONDRAYA GİDİŞTE ARA DURAK: PARİS
‘Farmasonlug’un
Muhâfızlığı’)
(‘Serbest
Yapı
Ustalığı’)
Selefi:
‘Tapınakcılık’
(‘Mabet
Hikâyenin geçmişi, Birinci (1095 – 1099) ile İkinci (1147 – 1149) Haçlı
seferlerine değin geri gider. Haçlılar, ele geçirdikleri Kudüste 1099da Hırıstıyan devleti
kurmuşlardır. Burada Müslüman âlimlerle de ilişki kuran bir kısım Hırıstıyan rahip,
bâtınî vechesi ağır basan zanaat ile ticâret loncaları ve yarı-askerî muhafız alayları
vucuda getirmişlerdir. Bunlardan en tanınmış muhâfız teşkilâtı Gérard Tenque
tarafından 1113te kurulmuş Hospitalarius 93 ile Hugues De Payns ile Godefroi De SaintAmours’ca 1119da vucuda getirilmiş olan Templaristir. 94 İkisi de dinî-askerî (L
93
Fr Hospitaliers de Saint-Jean de Jérusalem; İng Knights Hospitallers.
94
Fr Ordre des Chevaliers de la Milice du Temple; İng Knights Templars, yahut, Poor Soldiers of the
Temple Christ.
68
religiosus-militaris) teşkilâttır. Bunlardan Hospitaliariuslar, Türkcesiyle, Ağırlamacılar,
başta Kudüs olmak üzre, Filistine gelen Hırıstıyan hacılara barınma ile iâşe imkânlarını
sunarken, Templarisler, yânî Tapınakcılar, koruma işini üstlenmişlerdir. Ağırlamacılık
(OrL Hospitalarius) ile Tapınakcılık lakablı dinî-askerî teşkilâtlardan, Çalışmamızla
ilgisinden dolayı, ikinci anılanı burada bahis konusu kılıyoruz.
Bu asilzâde muharip (Fr chevalier) keşişler, Hz Süleyman mabedinin bulunmuş
olduğu mahali kendilerine karargâh kılmış ve Filistindeki Hırıstıyan mabetlerin
muhâfızlığını üstlenmiş olduklarından, Tapınakcılar yahut Mabet muhâfızları (OrL
Templares) unvânıyla anılır olmuşlardır.
1128de Papa II. Honorius ile 1139da Papa Innocens tarafından onaylanmış olan
Tapınakcılık (İng Templary), Hırıstıyan âleminde ‘ordo’ (Fr ordre) biçiminde anılmakla
birlikte, bu terim, İslâmın tarîkattan anladığına tam anlamıyla tekâbül etmediğinden, biz
onu burada teşkilât şeklinde adlandırıyoruz.
Evlenme yasağına uymak gibi, sıkı kurallarla kayıtlanmış bir manastır hayatına
uygun yaşayan Tapınakcılar, tahkîm olunmuş mabetleri 95 savunma ile serhat boylarında
Müslümanlarla savaşmanın yanında, zamanla önceki askerî faaliyetlerini hiç
andırmayan yeni bir etkinliğe geçip bankacılık ile tefeciliğe yöneldiler. Söz konusu
etkinlikleri pek geniş sahalara yayarak yürüttüler. Çıkardıkları taahhütnâmelerden 96
öncelikle papalar ile hükümdarlar yararlandı. O dönemde Müslüman – Hırıstıyan
dünyasının bir ucundan öbürüne 97 para, teminât mektubu yoluyla kolayca ve güvenlik
içerisinde iletilebiliniyordu. Yine tâcir, bulunduğu yerde ödemede bulunarak taleb ettiği
malları uzaklardan Tapınakcılar aracılığıyla getirtebiliyordu.
Tapınakcılar, Batı Asyada ortaya çıkmış önemli toplum ile iktisât kurumlarından
etkilenip yararlanmışlardır. Bunların arasında en kayda değer olanı, İslâmın zuhûrundan
iki yüz yıl sonra, Fıkıha dâhil olunmuş bulunan vakıflar ile iş ortaklıklarıdır. 98 Hayatî
95
96
L templum munitum; Fr temple fortifié.
OsmT süftece; İng bill of exchange.
97
sözgelişi, Venedikten Bağdata
98
Tam tabîriyle, kâr – zarar ortaklığı: Mudâraba
69
önem arzeden bu toplum–iktisât örgütlenmelerinin yanısıra, Tapınakcılar, İslâm
medeniyetinde ortaya çıkıp aşama kaydetmiş feni, özellikle de anıtsal tarzdaki mimarlık
sanatını zamanla Hırıstıyan Avrupaya taşımışlardır. İran menşeli olup Hasan ibn elSabah (ölm: 1124) önderliğinde örgütlenerek İslâm coğrafyasının doğu kesimlerinde
1090 ile 1272 arasında tedhiş (Fr terreur) rüzgârları estirmiş, ama bu arada, Cengiz
Kağan’ın (1167 – 1227) Moğol ordusuna karşı yiğitce savaşmış Haşâşîn teşkilâtıyla da
yakın temâs kurmuş, onların fikriyâtı ile döğüş yöntemlerinden etkilenmiş bulundukları
rivâyet olunur.
Selâhaddîn Eyyubî (1137 – 1194), Kudüsü 1187de geri aldıktan ve
Müslümanlar, Akraya sıkışıp kalmış son Hırıstıyan devletini 1291de ortadan
kaldırdıktan sonra, Tapınakcılar, İslâmî özellikler kazanmış hâlde, ayrıca, edinmiş
oldukları hatırı sayılır miktardaki servetlerini dahî yanlarına alarak, Ortaçağın
başlarından beri, Avrupada bağımsız ve birlikli (Fr unitaire) devlet geleneğini
sürdürmüş iki büyük devletten biri durumundaki Fransaya ―ötekisiyse, İngilteredir―
varıp yerleşmişlerdir. Bilâhare, Pâyitaht Parisin o günlerde hemen yanıbaşında, Seine
ırmağının kıyısında bataklığın kenarında bir miktar arazî satınalıp bir müstahkem mabed
inşâa etmişlerdir. Dillere destân hazinelerini de bu mabette saklamışlardır.
Ondördüncü yüzyıl başlarında, öteden beri savaşılan İngiltereye karşı
tertiplenmiş seferlerden bitkin düşüp hazinesi ‘tam takır kuru bakır’ çıkmış olan Fransa,
‘meteliğe kurşun atar’ duruma düşmüştür. Devlet bütcesini nasıl rahatlatabileceği
hususunda kafa yormakta olan Kral Yakışıklı (IV.) Philippe’e (Philippe le Bel: 1268 –
1314) yakın çevresi, hemen yanıbaşlarındaki müstahkem mabede ve orada saklandığına
inanılan hazineye el koymasını tavsiye etmiştir. Önceleri dostca ilişkiler içerisinde
bulunduğu Tapınakcılara karşı, epeyi tereddüd ettikten sonra, harekete geçilmesi için
fermân çıkarmıştır. Çok gizli tutulmasına rağmen, muhbirleri aracılığıyla Tapınakcılar,
çıkarılmasından kısa süre önce fermândan haberdâr olunca, Mabette sakladıkları
—Bkz: Murat Çizakca: “ A Comparative Evolution of Business Partnership/ The Islamic World and
Europe with specific reference to the Ottoman Archives”, 109.s ve ötesi;
ayrıca bkz: Murat Çizakca: “Towards a Comparative Economic History of the Waqf System”, “AlShajarah”da, 1.sayı, II.cilt, 63.- 102.syflr.
70
hazineyi kaçırdılar. 99 Ekim 1307de, başta Üstâdıâzam (Fr Grand Maître) Jacques de
Molay (1243 – 1314) olmak üzre, yüz otuz sekiz Tapınakcı tevkîf olundu. Çıkarıldıkları
İnkisisyonda (OrL Inquisitio) ağır bedenî işkenceler ve Hz İsâ’ya hakaret etmek ile haça
tükürmeğe zorlanmak neviinden manevî eziyetler altında sorgulanıp yargılandılar.
Nihâyet, dinden imândan kopmakla, Müslümanlaşmakla, küfre, dalâlete, hattâ lûtîliğe
sapmakla suçlanarak idâma mahkûm oldular. Sonunda, Üstâdıâzam Jacques de
Molay’ın kendisi de 18 mart 1314te idâm edilmiştir. İlkin Papa V. Clemens,
Tapınakcıların tutuklanıp yargılanmalarını yerip bu işlemin durdurulmasını taleb
etmişse de, sonradan IV. Philippe’e bahis konusu davâda arka çıkmak zorunda
kalmıştır. İdâmlar infâz olunduktan sonra, Tapınakcıların tekmil mal varlığı
Ağırlamacılara (Hospitalarius) devrolunmuştur. Kudüsteki Hz Süleyman tapınağını
temsîl ettiğine inanılan Müstahkem mabet ile onu çevreleyen bütün binâlar
yıktırılmıştır. Müteâkip devirlerde bataklık da kurutularak bahse konu mıntıka Paris
şehir sınırlarının içerisine alındı. Nitekim bugün, sözünü ettiğimiz mıntıka, Parisin
Temple adıyla anılan bir semtidir.
Ölümünden az önce Jacques de Molay, teşkilât ―tarîkât― berâtını, kendisine
halîfe tayîn ettiği Kudüslü Jean-Marc Larménie’ye teslim ettiği biliniyor. Teşkilâtın
bütün kayıtlarını, kuralları ile şartlarını, usulleri ile muâmelelerini hâvî berâtını, JeanMarc Larménie de, halefi İskenderiyeli François-Thomas Théobald’a 13 ocak 1324te
emânet etmiştir.
Katliâmdan
kaçıp
kurtulanların
çoğunluğuysa,
Iskoçyaya
sığınmıştır.
Kaçırabildikleri servete gelince; bu da, ileride onlara sermâye olacaktır. ‘Kellesini
kurtarabilmiş’ Tapınakcılar, biraraya gelip kendilerine bunca zulmü revâ görmüş, başta
IV. Philippe’in mensubu olduğu Capétiens olmak üzre, Fransız hânedânlarından öc
almak hususunda Iskoçyada and içmişlerdir. 100& 101
99
Nitekim, o tarihlerdeden itibâren Fransız hükûmetleri, bahse konu hazineyi, uzun süre aratıp
durmuşlardır.
100
Benzer olay, Osmanlı Türk tarihinde de vukûu bulmuştur. Pâdişâh II. Mahmut Han (1784 – 1839),
Devletiebedmüddetin birliği ile dirliğini zedeliyor gerekcesiyle, Şeyhülislâm Tâhir Efendi’nin de fetvâsını
alarak haziran 1826da Yeniçeri teşkilâtını kanlı biçimde lağvetmiştir. Ardından da, Yeniçerilerin bağlı
bulundukları Bektaşî tarîkâtını aynı yılın temmuzunda yasaklamıştır
―bkz: Thierry Zarconé: “Mystique, Philosophies et Franc-Maçons en Islam/ Rıza Tevfik, Penseur
Ottoman (1868 – 1949), du Soufisme à la Confrérie”, 87 – 119.syflr.
71
-CÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN
İNGİLİZ-YAHUDÎ
MEDENİYETİNİN ANA MERKEZİ: LONDRA
BAŞ MİHRAKI: ‘Farmasonluk’ (‘Serbest Yapı Ustalığı’) ve
ÖNCÜ ETKİNLİKLERİ: iktisât ile Sanayi
1300lerin
başlarında
vukûu
bulmuş
kovuşturmalardan
Tapınakcılar,
darmadağınık durumda Avrupanın çeşitli yörelerine göçüp türlü etkinliklerle
geçimlerini temîn ederlerken; Iskoçyaya sığınmış olanlar, alışılmış sanatlardan taş, yapı
ve duvar işciliği ve ustalığına devâm etmişlerdir.
Ispanyada yaklaşık bin yıl sürmüş İslâm döneminin ardından Müslümanlarla
birlikte Yahudîler de ülkeden çıkarılmış yahut din değiştirmeğe icbâr olunmuşlardır.
Gördükleri zulüm üzerine Bektaşîlerin dahî, Osmanlı hânedânına karşı intikâm yemini etmiş ve
bu cümleden olmak üzre, Meşrutîyet ile bilâhare Cumhuriyet nizâmlarının tesîsinde bilfiil yer almış
oldukları rivâyet olunur.
101
Bkz: Comte Le Couteulx de Canteleu: “Histoire des Sociétés Secrètes: Les Sectes et Sociétés Politiques
et Religieuses; Essai sur leur Histoire depuis les Temps les plus Reculés jusqu’à la Révolution
Française”, 89.-105.syflr;
ayrıca bkz: Serge Hutin: “Gouvernements Invisibles et Sociétés Secrètes”, 138.-158.syflr;
ayrıca bkz: Georges Bordonove: “Les Templiers/ Histoire et Tragédie”, 13.-250.syflr;
ayrıca bkz: Régine Pernoud: “Les Templiers”, kitabın tamamı;
ayrıca bkz: Jean Favier: “Philippe Le Bel, Renforce du Pouvoire Central”, 6.-9.syflr;
ayrıca bkz: Paul Naudon: “La Franc-Maçonnerie”, 9.s;
ayrıca bkz: Ivan Gobry: “Comment le Roi de France Soumit la Papauté: Un Mélange de Ruse et de
Fermeté”, 12.-18.syflr;
ayrıca bkz: Jacques Wolff: “La Chute des Moins-Banquiers”, 18.-22.syflr;
ayrıca bkz: Pierre Vital: “L’Arrestation Spectaculaire des Templiers: Etaient-ils Innocents ou
Coupables?”, 23.-30.syflr;
ayrıca bkz: Caulette Baune: “La Malédiction Frappe les Capétiens”, 30.-32.syflr
―”Histoire”, no: 578, “Le Dossier Philippe Le Bel”;
ayrıca bkz: Paul Bernstein&Robert W.Green: “History of Civilization”, I.cilt, 225.s;
ayrıca bkz: L.C.Pascoe: “Encyclopædia of Dates and Events”, 151.s;
ayrıca bkz: “Shorter OED”, I.cilt, 988.s, II.cilt, 2258.s;
ayrıca bkz: “Le Petit Robert/ Dictionnaire des Noms Propres”, 1752.s;
ayrıca bkz: “Dictionnaire Encyclopédique Larousse”, 1381.s.
72
1492de Ispanyadan, 1495de de Portekizden sürülmüş olan Yahudîlerin bir kısmı,
Felemenk ülkesine ilticâ etmiş; oradan da zamanla İngiltere adasına göçmüştür. Ortaçağ
boyunca Hırıstıyanlarca hor görülmüş, kovuşturulup kırıma uğramış Yahudîlere ticâret
dışında bütün iş güç kapıları kapalı tutulmuştur. Batı ile Doğu Avrupalı Yahudîler,
Avrupada mal değiştokuşuyla meşğûlken, gerek Müslüman Ispanyadaki gerekse öteki
İslâm ülkelerinde yaşayan dindaşları, Müslümanlığın yaygın bulunduğu bölgelerin yanı
sıra, Hırıstıyan toplumlarıyla dahî ticârî ilişkiler kurmuşlardır. Bu yoldan zamanla başta
mal olmak üzre, para bakımından da servet sâhibi olmuşlardır. Onbeşinci yüzyılın
sonları ile Onaltıncı yüzyıl başlarında zanaat ile ticârette Avrupanın en önde gelen
ülkeleri hâline gelen Felemenk ile İngiltereye göçüp yerleşen bir kısım Ispanyol ile
Portekiz Yahudîsi, yanlarında getirdikleri mal, para ile hünerlerini bahsolunan ülkelerde
yatırıma ve uygulamaya rahatca aktarabilecekleri ortamlar bulmuşlardır. Öncelikle de
İngilterede karşılaştıkları iki toplulukla tarihî ortaklığa girmişlerdir: Bunlardan biri, Kıta
Avrupasından İngiliz adasına sığınmış Tapınakcılar; öbürüsüyse, daha Onüçüncü
yüzyılda cereyân etmiş sürtüşmelerden hânedâna karşı siyâsî ile iktisâdî cihetlerden
güçlenerek çıkmış olan toprak zâdegânıdır. 102 İşte, bu üç farklı öbek, Onyedinci
yüzyılın sonlarına doğru ‘buluşarak’ kelimenin tam anlamıyla bir ‘akıl izdivâcı’, daha
doğrusu, ‘menfaat izdivâcı’ kuracaktır ―her ne kadar, ‘izdivâç’, çiftler arasında olursa
da! Sözü edilen üç unsurun yerleştiği mahal, başka bir deyişle, ‘merkez üs’sü İngiliz
adasının ticârette önde gelen şehirleridir. Bunların başındaysa, Londra gelir. Toprakla
uğraşmağı bırakıp şehre yerleşen, böylelikle de Yakınçağ tarihinde yeni bir toplum–
iktisât sınıfını teşkîl edecek olan ‘Kentsoyluluğ’un, gündeme sokulmasında temel etken
olacak bu zâdegân takımı, mal – mal ile mal – para mübâdeleleri sonucunda biriken
sermâyeyle ‘Sanayi’ devriminin başını çekmiştir.
Bu arada, 1400lerin ikinci yarısından itibâren Akdeniz havzası ile Batı Asyanın
önemli bir kesimine dayanışmacı–toplumcu merkezî devlet denetimine ağırlık
102
Hükümdâr ile toprak zâdegânı arasında uzun sürmüş olan çekişme iki taraftan birinin lehinde
sonuçlanmayınca, Runnymede düzlüğünde 15 haziran 1215de elli üç maddelik Yüce Ahit (OrL Magna
Carta), hükümdâr ile zâdegân temsilcileri arasında akdolunmuştur. Zamanla anayasa mesâbesine erişen
bahse konu metnin aslı, o gün bu gündür, British Museumda muhafaza edilegelinmiştir. Bir Haklar
Belgesi (Bill of Rights) olan bu ahitnâme, Yeniçağ Avrupasının siyâsî kurumlaşmasında hayatî önem taşır
73
tanıyan 103 Müslüman Osmanlı Türklerinin hâkim olması sonucunda, bölgenin önde
gelen milletlerinden, henüz 1300lerin başlarında İç ile Doğu Asyaya kara ile denizden
vâsıl olabilmiş İtalyanlar, ardından da Ispanyollar ile Portekizliler, kendilerini Asyanın
zenginliklerine ulaştıracak yeni yolları keşfetmeğe koyulmuşlardır. Bu bağlamda, açık
denizlere çıkma alışkanlıklarından ötürü, başta Portekizliler olmak üzre, Ispanyollar ve,
özellikle, onların hizmetine giren İtalyan denizciler, uçsuz bucaksız ummanlara yelken
basmağı denemiş, bunda da son derece başarılı olmuşlardır. 1400lerin sonları ile
1500lerin başlarına varıldığında, gerek tekne inşâa sanayiinde gerekse gemicilik
hünerinde (Fr&İng navigation) kaydedilmiş kayda değer gelişmeler sâyesinde ve eşsiz
cesâret örnekleri gösterilerek yeryüzünün bellibaşlı büyük denizlerinin katedilmesiyle o
çağa değin 104 Avrupalının tanımadığı Amerika kıtası 1492den itibâren keşfolunup
Afrikanın batısında, güneyi ile güney doğusunda, Arabistanın güneyinde, Hint kıyıları
ile Malay, yânî Doğu Hind aralında (takımadalarında) üsler kurulmuştur. 1500lerin
ortalarına vardığımızda, Avrupanın Katolik Portekizi, Ispanyası ile İtalyası, az sonra da
Fransası, Protestanlaşan Felemengi 105 ile İngilteresi, başta Amerikadan taşınan altın ile
―bkz: Sir Winston Churchill (1874-1965): “A History of English Speaking Peoples”, I.cilt: “The Birth of
Britain”, 199.s.
103
Başka bir deyişle, geniş çaplı gayrımenkul mülk edinme ile fâize dayalı serâzât ticâret yollu servet
birikimine fırsat tanımayan.
104
Dokuzuncu ile Onuncu yüzyıllarda Iskandinav Germenleri olan Vikingler dışında.
Felemenkliler, 1568de Ispanyol hâkimiyetine başkaldırırlar. Sonuçta Felemengin Flander bölgesi,
Ispanyol hâkimiyetinden kurtulamazken, 1648 Westphalia antlaşmasıyla Hollanda bağımsız olur. İki
kesim 1815de birleşmekle birlikte, bu durum, uzun sürmeyip 1830da Felemenk, yeniden bölünür. İngilizYahudî ittifâkının fikri ve gayretiyle Napoleon savaşının ardından Flander kesimi Fransızca konuşan
Wallonlarla birleştirilerek Belçika oluşturulmuş; böylelikle en dişli rakîp, Felemenk, sâfdışı kılınmıştır.
1300lerde Antwerpen yahut Leeuwen misâli, Kuzey batı Avrupanın en önde gelen sanat ile ticâret
merkezlerini barındırmanın ardısıra dûçâr kaldığı uzun süreli Ispanyol idâresinde daha ziyâde tarım ülkesi
özelliklerini göstermeğe meyleden Flander, Katolik kalırken, Hollanda Protestanlaşıp serbest mal
ticâretinden ―Merkantilismden― 1600lerin ilk yarısından itibâren mâlî sermâye ―Sermâyeciliğe, bunun
da uzantısı olarak Sömürgecilik ile İmperyalisme― geçmiştir. Hollanda, Ondördüncü yüzyıldan
Onyedincinin sonuna değin denize dökülen irikıyım ırmak ağızlarına dev boyutlarda setler örüp ülkeyi
baştan başa kateden ırmakların mecrâlarını dahî değiştirerek topraklarını genişletip tarımca daha bir
verimli kılmak, gemi inşâa sanayiinde ve kendi mamulü gemilerle Baltığın doğu kıyıları ile Kuzey batı
Avrupa ve uzak Asya sahilleri arasında deniz ticâret ağı kurmak suretiyle temâyüz etmiştir. Flanderin
sanat ile ticâret merkezleri, Onyedinci yüzyıl boyunca, artık, Rotterdam ile Amsterdam gibi Hollanda
şehirlerine kaymıştır. Baltığın doğu kıyılarından yüklenilen tahıl, kereste, yün ile deri; Asyanın güneyi ile
doğusundan taşınılan baharat, çay, çinî, ipek ile pamuk dokumalar neviinden mallar, Ispanyol gümüşü ile
altınına karşı koz olarak kullanılmışlardır. Altın, gümüş ile keresteden yoksun bulunan İslâm âlemineyse
bu çeşit nesneler ihrâc olunmuşlardır. 1600lerin ikinci yarısında filiz vermeğe başlayan mâlî sermâye
105
74
gümüşle ve öteki denizaşırı ülkelerden yüklenilip getirilen mallarla müdhiş bir servete
garkolacaklardır. Portekiz ile Ispanya bahsi geçen ham servetle ne yapacaklarını şaşırıp
bunu çarçur ederlerken, Felemenk, özellikle de 1500lerin sonlarında İngiltere, onu mâlî
sermâyeye dönüştürmenin, böylelikle de zenginliğe zenginlik katmanın yollarını
keşfedeceklerdir.
İngiliz iç savaşı sonunda kraliyete vucut veren asilzâde ile toprak zâdegânı
sınıfları Ortaçağ boyunca birbirlerine baskın çıkma yarışından üstünlük elde edemeden
çıkınca, uzlaşmağa varmak zorunda kalmışlardır. Asilzâdeler, toprak zâdegânının
denetimi altında ülkeyi yönetmeğe devâm ederlerken, ikinciler de, soylu olamayan
kesimle birlikte git gide ticârete yönelmişlerdir. Buradan da, Ruhbân zümresi dışarıda
bırakılmak suretiyle, geniş bir toplumsal uzlaşmağa erişilmiştir. Sonuçta, dinî-ruhanî ve
dahî asilzâde olmayan, bununla birlikte, ülke idâresinde ağırlığını gittikce daha fazla
duyuran ve mal – mal, bilâhare de mal – para mütekâbilliğine dayalı bir ticâret
etkinliğini yürütecek ve kentsoylu, orta sınıf denilecek bir toplumsal yapılanma ortaya
çıkmıştır. Atadan evlâda intikâl ettirilen durağan servet ile el emeği ve göz nuruna dahî
dayanmayan bu yeni müteşebbis zengin zümre, devingen servet birikimine yol açmıştır.
İşte bu devingen servet birikimi, bir yandan dinî-ruhânî olmayan bir dünya – toplum
anlayışını berâberinde getirirken, öte taraftan da iş hacmini alabildiğine büyütmüştür.
Sonunda, köle, yarı-köle, her neyse, varolan emek gücü, yaratılan iş hacmını
dolduramaz, yoğunluğunuysa taşıyamaz hâle gelmiştir. Batı Avrupanın, 1300lerin
sonlarında İslâm medeniyetinden devraldığı fen becerisi, böylelikle 1600lerin ikinci
yarısından itibâren öncelikle İngilterede başgösteren mücbir ihtiyâçlar çerçevesinde
‘sanayi’e yol açmıştır.
Bundan böyle artık, âtıl kalmağı medenî olmanın fazîletinden sayıp varlığın
derinliklerine nüfuz etmeği de hayat gâyesi bilen ‘Hakîm’in ‘Hikmet âlemi’ sona erer;
inkişâfına gümüş ile altının esas ihdâs olunması, bir de, sömürge edinme zorunluluğunun başgöstermesi,
bu yeni yolun yolcusu iki amansız rakîbi, İngiltere ile Hollandayı, kaçınılmazcasına karşı karşıya
getirmiştir. 1652de patlak verip aralıklarla 1674e değin sürmüş İngiliz – Felemenk savaşları sonucunda
Felemenk, iyiden iyiye çaptan düşerek hayatî önem taşıyan birçok sömürgesini İngilizlere kaptırmıştır:
Amerikada New York ve çevresi; Güney Afrikada Kap şehri, Transvaal, Oranje Vrijstaat...; Asyada
Seylan, Malaka, Singapur, Hint, Çin ile Japonyada çeşitli yerleşim birimleri; Abel Janszoon Tasman’ın
1600lerin ilk yarısında keşfettiği Avusturalya, Yeni Zelanda (Fel Nieuw Zeeland: ‘Yeni deniz ülkesi’) ile
Tasmanya (Felemenk denizci-kâşif Abel Janszoon Tasman’dan)
75
onun boş bıraktığı mahali, maddenin yüzeyine çakılarak durmadan genişleme istidâdını
gösteren habire hareket hâlindeki ‘tüccâr – mühendis dünyası’ alır olmuştur. ‘Hikmet
âlemi’nin heyetiumûmîsini tersîmleyen ‘Eski dünya’nın ‘Klasik çağı’dır. Bu çağın
kapsadığı bellibaşlı dev medeniyetler, tarihteki zuhûrları sırasıyla, Mesopotamya, Çin,
Hint, İran, Egenin Yunanı,
İbrânî,
Hırıstıyan Avrupa ve nihâyet İslâmdır. Eski
dünyanın Klasik çağının yerini alansa, Londra – Vaşington ekseni üzerine inşâa
olunmuş Yeni dünya düzenidir.
Nisbeten kısa sürelerde büyük miktarda mâlî değer taşıyan malların, yalınkat
beden gücü gereksinilmeksizin ortaya çıkartılması anlamına gelen ‘sanayi’, özge bir
deyişle, fabrikalaşma, geçmişteki bütün öteki üretim araçları ile tarzlarından bambaşka
bir olaydır. Burada ‘hammadde’ denilen işlenmemiş malzemeden mamul maddenin
çıkarılması işini üstlenen cıhâzlara ‘makine’; birden fazla makineyi barındıran yapılara
da ‘fabrika’ denmiştir. Sanayi, şu hâlde, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin
mekanik biliminde temellenen felsefe-bilim sisteminden türetilmiş Maddeci–Mekanisist
dünyatasavvuru çerçevesinde oluşturulmuş yöntemler kullanılarak mekanik araçlarla
maddî yapıların ortaya koyulmasıdır. Bu yolla ortaya koyulanlara mamul madde denir.
Mamul maddeyse, hammaddenin, fabrika denilen mahalde bulunan makinelerin
işleminden geçirilmesiyle meydana getirilir.
Makineleri çalıştıran kişiye ‘işci’, onun ortaya koyduğu güceyse ‘emek’ denir.
Başka bir deyişle, insanın makine çalıştırma gücü, emektir. İnsanın kol gücü ve el
mahâretiyle makine çalıştırma edimi ve bunun toplum ile siyâset düzlemindeki
yansımasıysa ‘emekcilik’tir.
Mamul maddenin üretilmesiyçin elzem olan hammaddenin temîn edildiği tabîî–
siyâsî bölgeye ‘sömürge’ (Fr colonie) adı verilir. Mamul maddenin, para karşılığında
elden çıkarıldığı mahale de ‘pazar’ (Fr marché) denir. Çoğu kere sömürge ile pazar,
aynı yörede buluşmuştur. Bunun temîniyçin genellikle silâhlı devlet kuvvetleri yahut
gayrıresmî 106 birlikler işe koşulmuşlardır. 107
―bkz: J.M. Roberts: “The Penguin History of the World”, Netherlands mad.bkz..
106
Şirketlere ait Hindistana ve Malayanın bazı illerine İngiliz tâcı hesâbına el koyan Doğu Hint
Şirketi —East India Company, kuruluş tarihi: 1600, kısaltılmış adı: EIC— yahut Güney ile Güney doğu
Asyada Felemenklerin ticârî İmperyalismini yürürlüğe sokan
Birleşik İmtiyâz almış Doğu
76
Hint Şirketi —Vereenigde Geoctroyeerde Oost-Indische Compagnie, kısaltılmış hâli: VOC, kuruluş:
1602— gibi.
107
(1)1498den itibâren Güney, Güney doğu ile Doğu Asya kıyılarının bâzı kesimleri ile adalarından
birçoğu Portekizli denizci kâşif savaşcıların fethine konu oldu. Mal – para mübâdelesine dayalı ticâret ile
dinyayma etkinlikleriyle temâyüz eden Portekizlilerin anayurdu, 1580de Ispanyanın hâkimiyetine
girdikten sonra, Güney Afrikadaki, Güney Arabistan ile Asyadaki sömürgeleri de teker teker ilkin
Felemenklilerin, bilâhare de İngilizlerin ellerine geçmişlerdir. Günümüzde İndonesya (Yunancada
indos[Hint]–nēsos[ada]-~ia[ülke]: ‘Hind-adalar-ülkesi’) diye anılan Doğu Hind adaları (İng East Indies;
Fel Oostindische eilandengroep), Portekiz idâresinin devâm ettiği Doğu Timor dışında, tümüyle
Felemenklilerde kalmıştır.
(2)Devlet eliyle yürütülen faaliyetlerden ziyâde Felemenkliler, ilk zamanlar, tarihte ‘Wilde
Vaarten’ diye tanınan bireysel girişimlerde bulunarak uzak denizlere yelken açmış; git gide şirket esasına
dayanarak iş görmeğe yönelmişlerdir. 1600lerin ikinci yarısında Doğu Asya ticâretini tekellerine
geçirmenin yanısıra, Avrupada olağanüstü değer ve itibâr gören baharatı dahî Doğu Hint adalarından
taşımağa koyulmuşlardır. Felemengin Altın Çağı diye nitelenen Onyedinci ile Onsekizinci yüzyıllarda
Amsterdam, Asya – Avrupa ticâretinin sıklet merkezi hâline gelmiştir. Ticâret ile mâlî sermâye – fen –
denizaşırı topraklara açılma üçgeni çerçevesinde tavsîf olunan dönemde Felemenk, coğrafya ile nufus
boyutlarını şaşkınlık yaratacak kertede aşarak sayılı kudretli ve zengin devletlerden biri olma konumuna
erişmiştir. Bu durum, İngiliz – Felemenk savaşlarına değin sürecekti. 1652de kopacak fırtına, tarihte ilk
yalınkat ticârî çekişmelerin savaş hâlini almasının ifâdesidir. Mâlî sermâyecilik ile buna koşut gelişen
sanayileşmenin bu iki dev öncüsünün amansız çatışmaları 1667 Breda antlaşmasıyla sona ermiş;
İngilizler, Felemenklilerin yanısıra Fransızlar ile Ispanyollardan dahî mebzûl miktarda denizaşırı toprak
kapmıştır. Sonuçta sömürge–pazar niteliğini gösteren yapılanmağa gitmişlerdir. Nisbeten boş buldukları
mıntıkalaraysa, anayurttan muhacir taşıyarak yerleştirmişlerdir: Kuzey Amerika ―geleceğin A.B.D. ile
Kanada―, Avusturalya, Tasmanya, Yeni Zelanda, Güney Afrika…
―bkz: J.M.Roberts: “The Penguin History of the World”, 633. – 637.syflr;
ayrıca bkz: Nicholas Tarling: “The Cambridge History of Southeast Asia”, I.cilt, 355. – 361.syflr.
(3)İlahiyattan kopmuş felsefe-bilim sistematiğinde temellenerek teşkilâtlanmış ve gücünü
sanayiden almış Sömürgeci–İmperyalist Kuzey batı Avrupa, hemen hiçbir ciddî direnmeyle
karşılaşmadan dünyanın dörtbir yanını üç yüz yıl gibi kısa sayılması lâzım gelen sürede zapdederek
sömürgeleştirmiştir. Bu müdhiş fecîi girişim, zirvesine 1890lar ile1920ler arasında erişecektir. Tek kayda
değer karşı koyma, İslâm medeniyeti ile davâsının sancağını taşıyan Osmanlı Türkünden gelmiştir. Henüz
1500lerin başlarında, Arabistanın güneyindeki Aden ile Hadramutu, Hindistanın batısında kimi şehirleri,
Sumatra adasının kuzeyindeki Açe ile Malaya yarımadasının batısındaki Malakayı kuşatan Portekizlilere
karşı çıkan Osmanlı Türkünü görüyoruz. Osmanlı Sultanı, aralarında topcunun, top dökümcüsünün,
istihkâmcı ile mühendisin de bulunduğu beş yüz neferlik bir Türk deniz birliğini bol miktarda
mühimmatla birlikte Açe hükümdârının yardımına göndermiştir. Bahsi geçen askerî birlik, 1566 yahut
1567de Portekizlilere karşı savaşıp onları defetmiş olmanın yanısıra, Açeli Müslümanlara top dökme ile
ateşli silâhları kullanma hünerini dahî kazandırmıştır. 1585 tarihli bir Portekiz belgesi, tunç dökümü Türk
topları ile çeşitli çaptaki tüfenklerden, deniz erleri ve tahkîmât ile muhasara sanatında sivrilmiş
mühendislerden bahsetmektedir
―bkz: Nicholas Tarling: A.g.e, 383.&384.syflr.
(4)Açenin başşehri Bendeaçenin Merkez camiinde, şükrân ifâdesi kabîlinden, Osmanlı Türkünün
azîz ruhuna hâlâ yılda iki defâ mevlid okutulduğu bu satırların yazarına ocak 1993de yöreyi ziyâreti
sırasında anlatılmıştı.
(5)East Indıa Companyden kısa süre önce, Sir Edward Osborne, Lord Burghley ve Sir Francis
Walsigham’la birlikte Kraliçe I.Elizabeth’den aldığı (1533 – 1603) ruhsat ve destekle III.Murad’ın (1546
– 1595) saltanat devri sırasında 1581de Türkiye Tüccârlar Şirketini (The Company of Turkey Merchants)
kurmuştur. Osmanlı topraklarında ticâretten pay kapabilmek maksadıyla Venediklilerle, Fransızlar ve
Felemenklerle kıyasıya rekaabete girişen İngilizler, adı anılan şirketle Anadolu ile Batı Asyada köprübaşı
tutmuşlardır. 1800lerin ortalarına geldiğimizde etkinliklerinin, en üst seviyeye vardığını göreceğiz
—bkz: Lord Kinross: “The Ottoman Centuries...”, 320.-325.syflr.
77
Bundan böyle, en az masrafla en büyük kazancı elde etmek
―kâr― ana
hedeftir. Taş, toprak, maden, ağaç, insan, istisnâsız her şey, maddî ve manevî bütün
birimler ile değerler, az önce bahsettiğimiz gâyeye yönelik araçlardır. Gâyeye ulaşmak
çabasında olan birey hâliyle beşerdir. Başka bir anlatışla, Allah tebliğinde bildirilmiş
tekmîl değerleri temelden red ve inkâr edip kendisini bunlardan bağımsız ilân eden ve
yeni yükselen medeniyette baş rolü oynayan bireylilik durumundaki beşerdir. Bundan
önceki 108 bütün medeniyetlerde esâs, câmia (Fr communauté) iken, burada merkeze
kayan tek başına oluşuyla bireydir. O, artık dünyanın odağı durumundadır. Maddî-mâlî
menfaatine erişmek amacıyla ona bütün araçlar, gereçler ile yollar mubahtır. Tek başına
altından kalkamayacağı güçlükleri yenmek için başka bireylerle mukavele yahut ittifâk
akdedebilir. Bu yeni medeniyetin en önde gelen fikir babalarından Thomas Hobbes,
toplumun (Fr société) bireyler arasında akdedilmiş mukavelelerden vucut bulduğunu
öne sürmüştür. “Herkesin herkesle savaş” 109 durumunda bulunduğu bir dünyada “beşer
beşerin kurdudur”. 110 Mukavele veya ittifâk akdları, bu sürekli mücâdele ile rekâbet
ortamındaki süreli ‘ateşkes’lerdir. ‘Dikduran’ ―artık, ‘başıboş’ anlamında― ‘serbest
beşer, 111 kibirlidir ve dünyaya menfaatleri açısından yukarıdan bakar. Mukaveleler veya
ittifâklar, işler ikmâl olunur olunmaz sona ererler. Bu, ailenin esâsı olan evlilikten
tutunuz da, toplumun en üst ve karmaşık teşkilâtlanışını ifâde eden Devlet yapılanışına
dek uzanan bir durumdur. Mukavele veya ittifâk süreleri geçici barış zamanlarıdır. 112
İşte, Friedrich Nietzsche’den (1844 – 1900) ‘Yeni beşer’in tasvîr ve tavsîfi:
“Ecce Homo” (“İşte Beşer”):
“Elbette! Biliyorum aslımı esasımı:
Aynen alev, yanmağa doymayan,
Yana yana kendini bitiren.
Neyi tutarsam, ışığa kesiveriyor;
109
L “bellum omnium contra omnes”.
110
L “homo homini lupus”.
111
L homo erectus liber.
112
Bkz: José Ferrater Mora: “Diccionario de Grandes Filosofos”, I.cilt, 207.&208.syflr.
78
Neyi bırakırsam, kömürleşiyor.
Ben, muhakkak ki, alevim!” 113
“Yeni Denizlere” açılan ‘Yeni beşer’in durumuna gelince:
“Gitmek istiyorum oraya;
Güvendikce güveniyorum kendime ve kavrayışıma.
Deniz uzanıp gidiyor alabildiğine;
Cenevizli gemim almış başını gidiyor mâvîliklere.
Her şey, yeni, git gide daha da yeni gözüküyor bana.
Yatmış zaman ile mekân öğle uykusuna.
Yalnızca gözün ―koskoca
Bakıyor bana ―sonsuzluk!” 114
Bu ‘nevzuhur’ ‘tragique insan’ın ilişkilerinde gördüğümüz hercâîliği, avâmî
söyleyişle, “öküz öldü, ortaklık bitti” atasözüyle de özetleyebiliriz. Buna karşılık, ‘eski’
‘inanmış insan’ınkilerini de yine Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’den bir mısrayla dile
getirelim: “Canın canıma karışmıştır; seni inciten her şey, beni de incitir.” 115
Atasözümüz, confédératif, Faydacı ilişkileri ele verirken, Mevlânâ’nın mısraı bize ‘içten
bütünlüklü’ 116 olanları yansıtmaktadır.
Confédératif, Faydacı (Fr Utilitariste) ilişkilerden doğan ittifâkların esası, daha
önce bahsi geçen ‘menfaat izdivâcı’dır. 117 Böylesi ‘izdivâç’lardan tarihte yepyeni bir
113
“Ecce Homo”:
“Ja, ich weiβ, wocher ich stamme!
Ungesättigt gleich der Flamme
Glühe und verzehr ich mich.
Licht wird alles, was ich fasse,
Kohle alles, was ich lasse:
Flamme bin ich sicherlich!”(56.s)
114
“Nach neuen Meeren”:
“Dorthin ―will ich; und ich traue
Alles glänzt mir neu und neuer,
Mir forthan und meinem Griff
Mittag schläft auf Raum und Zeit―:
Offen liegt das Meer, ins Blaue
Nur dein Auge ―ungeheuer
Treibt mein Genueser Schiff.
Blickt mich an, Unendlichkeit!”
―”Die fröhliche Wissenschaft/ aus dem Nachlaβ 1871-1888”, 385.s;
ayrıca: “Das deutsche Gedicht”, 269.&270.syflr.
115
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “Fîhi Mâ-Fîh ve Mecâlisisebâdan Seçmeler”, 167.s.
116
Fr intégrité intrinséque.
117
Fr mariage d’intéret.
79
sayfa açacak boyuttakiniyse, ‘İngiliz-Yahudî İttifâkı’ 118 olarak adlandırıyoruz. Söz
konusu ‘ittifâk’, çenber çenber, daire daire yükselen yahut genişleyen çeşitli alt
birimlerin veyahut ortaklıkların meydana getirdikleri bir karma yapıdır. Birbirlerine
karşıtmış gibi gözüken siyâsî, fikrî, iktisâdî hareketler ile akımların, aslında belirli bir
çekirdek ‘teşkilât’tan, ‘kuruluş’tan türeyip yönlendirildikleri ilk ‘bakışlar’da göze
çarpmaz.
Sözünü ettiğimiz, bilindik anlamda ‘resmen’, ‘şeklen’ ve ‘ismen’ bir ‘teşkilât’
değildir. ‘Teşkilât’ın çağrıştırdığı ‘aklîlik’le iş gören ve ‘gözlerden ırak’ bir ‘nüve
topluluk’tur. İngiliz-Yahudî dünyasının İngiltere – A.B.D. merkez ekseninin iktisâdî–
siyâsî–askerî–istihbârî meşrûu ile gayrımeşrûu, kanunî ile kanundışı, tekellerden,
Farmasonluktan tutunuz da
Mafiayaya dek uzanan cümle güç odaklarının iplerini
doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak, son tahlilde, ellerinde tutan ‘hânedân’
boyutunda, Mellon, Carnegy, Rothschild, Rockefeller, Guggenheim, Van Duyn, Duke,
McDonal, Disney gibi, kentsoylu on üç ailenin, sözü edilen ‘nüve topluluğ’un iskeletini
oluşturduğu ‘rivâyet’ olunur. Bu hânedân mesâbesindeki ailelerin önde gelen
bireylerinden teşekkül etmiş, adına
Adamlar Dünya Encümeni
119
da Aydınlanmışlar (L Illuminati) yahut Âkil
denmiş bu ‘nüve topluluk’, başta İngiltere – A.B.D. ekseni
olmak üzre, insanlık ile onun yurdu sayılan yeryüzünün ‘kader’ini çizip belirleyen
kararların ya arkasındadır ya da bunlar onun bilgisi dâhilinde alınırlar. 120 Bir çeşit
118
İngiliz-Yahudî ittifâkının tarihte muhtemelen ilk ve somut senedi, David Earl Llyod George’un (1863 –
1945) savaş hükûmetinde dışişleri bakanı olan Arthur James Earl Balfour’un (1848 – 1930) çabaları
sonucunda 2 kasım 1917de ilân olunan Balfour Bildirisidir. Adı anılan bildiriyle Israil kavmine İngiliz
idâresindeki Filistinde Yahudî millî vatanı armağan olunmuştur. Nihâyet, Bağımsız Israil devletinin
kuruluşu otuz yıl sonra, 1947de gerçekleştirilmiştir
—bkz: Robert John: “Balfour Bildirisinin Ardından”, 82.- 121. syflr;
ayrıca bkz: “Oxford Dictionary of World History”, 53.s.
119
İng World Council of Wise Persons.
120
Latinceden alınmış ‘Illuminati’ sözü, ‘Aydınlanmışlar’ yahut ‘Işığı taşıyanlar’ demektir. Bu teşkilâtın
kurucusu (1776da) ve ad koyucusu, bazı iddialar uyarınca Katolikliğe dönmüş Yahudî asıllı aileden
gelmiş, bidâyette Cizvit olmuş, bilâhare tarîkatı ve hattâ dini terketmiş, Hırıstıyanlığa, hükümdârlık ile
çağının aile düzeni anlayışına karşı çıkmış bulunan Alman filosofu ve din bilgini Adam Weishaupttur (6
şubat 1748, Ingolstadt/ Bavyera – 18 kasım 1830, Gotha).
‘Illuminati’nin ülküleri, o devrin Alman toplumunun zihniyetine son derece ters düşmüş
oldularından, 1784te yasaklanmışlardır. Fransada, az sonra da İngiltere ile A.B.D.de kök salmış,
İhtilâlikebîre fikirce öncülük ve önderlik etmiştir. Illuminati, öncelikle Rothschild ailesinin mâlî desteğine
mazhâr olmuş, Ondukuzuncu yüzyılın ortalarında Farmasonluğun aslî locası hâline gelmiştir
80
‘Dünya merkez kurulu’ niteliğini taşıyan ‘nüve topluluğ’un gözetiminde yer yer ve
zaman zaman, Bilderberg 121 ile Davos türünden, ‘Dünya danışma meclisleri’ toplanır.
Buralarda dâvet olunmuş ‘ehlivukûf sır ortakları’ yeryüzünün siyâsî, iktisâdî ve
güvenlik meselelerini ele alıp tartışır, görünüşte bağlayıcı olmayan hükümlere varırlar.
Tavsîye niteliğini taşıyan görünüşte bağlayıcı olmayan hükümleri, Dünya Bankası, IMF,
UNESCO, NATO cinsinden milletlerarası kuruluşlar ile tabaa–devletlerin siyâsî
kadroları ‘vicâhî’ye çevirirler. 122
Şimdi tekrar Tapınakcıların serencâmına dönelim: Onlardan bâzıları, bağlı
bulunmaları gereken kuruluştan bağımsız hâlde, özge bir anlatışla, loncaya bağlı
kalmaksızın sanatlarını icrâ etmiş olduklarından, ‘mesleğini serbestce yürüten’
anlamında, kendilerini ‘Serbest Duvarcılar’ nâmıyla nitelemişlerdir. İşte, İngiliz-Yahudî
İttifâkının temel kurucu ve yönlendirici teşkilâtı, inşâât ustalığını vurgulayan unvânla
tanınmış olan ‘Serbest Yapı Ustalığı’ anlamındaki ‘Farmasonluk’tur (Fr Francmaçonnerie).
Farmasonların kurduğu meslek birliklerinden dördü, Londrada 24 haziran
1717de birleşmiştir. Bu birleşme sonucunda ortaya çıkan ‘Büyük Londra Locası’ (İng
Grand Lodge of London), ‘Teşkilâtıesâsîye Düstûru’nu (İng Grand Chart yahut
Constitution) Iskoç rahip James Anderson başkanlığındaki heyetin çalışmalarıyla telîf
etmiştir. Örf, âdet, âdâbımuâşeret kuralları ile remizlerini seleflerinden devralan
Farmasonlar, bunları benimseyen meslek erbâbı yanında, sahasında sivrilmiş, öncelikle
de varlıklı makam mevki sâhibi kimseleri saflarına kabul eder olmuşlardır.
Farmasonlar, kendilerine tarihî öncü olarak Hz Süleyman’ın mabedini inşâ etmiş
olan Hiram Ustayı almışlardır. Ulu Usta ise, Âlemin Yaradanı Tanrıdır. Evren, Onun
—bkz: David Icke: “and the Truth shall set you Free”, bölüm başlığı: “The Illuminati...”;
ayrıca bkz: Arthur Edward Waite: “A New Encyclopedia of Freemasonry”, 36. – 388.syflr: Illuminati
121
İlk defa Hollandanın Oosterbeek şehrindeki Bilderberg hotelinin toplantı salonunda Felemenk
şehzâdesi Bernhard’ın (1911 -) öncülüğünde 1954te düzenlenen Bilderberg toplantıları, her yıl farklı bir
Avrupa – Kuzey Amerika şehrinde yer alır. Avrupa ile Kuzey Amerikadan dâvet olunan yüz kadar önde
gelen siyâset ile iktisâd adamı hayatî önem taşıyan milletlerarası ile millî – mahalî sorunları üç gün
boyunca kesin gizlilik kuralına uyarak tartışır, kararlara varırlar
—bkz: “Encyclopedia Britannica” ilgili maddeye.
122
Bkz: David Icke: “and the Truth shall set you Free”, bölüm başlığı: “New World Order”.
81
mimarî şaheseridir (İng Royal Art). Daha önce de belirttiğimiz üzre, örfleri, âdetleri,
âdâbımuâşeret kuralları, silsileimerâtipleri, remizleri, âyîn ile merâsim usulleri, kısmen
Ahdiatîkten, kısmen Kadîm Kilise (Fr Eglise archaïque) ile Hırıstıyanlıktan sapmış (Fr
Hérétique) mezheplerden, kısmen de İngiliz gelenek ile göreneklerinden neşet
etmişlerdir. Söz konusu usuller, eğretilemeler yoluyla esrârengiz ve peçeli tarzda izhâr
ve ifâde edilir. 123 Evrenin mimarî yapısının ise, insanlık âleminde ahlâk kılığına
bürünmüş olduğu kanısındadırlar. 124
Cihânşumûl
ve
beynelmilelci
oldukları
iddiasını
güden
Farmasonlar,
birbirleriyle “kardeşlik” ―“birâderlik”― bağıyla ilintilenmiş olduklarını öne sürerler.
İmdi, Tektanrılı-Vahiy dinlerinden Yahudîlik ile Hırıstıyanlıktan gelen nazarî ve tatbikî
unsurların yanında, İslâm inancı ile medeniyetinde, özellikle de Onbirinci ile Onikinci
yüzyılların Bâtınî Müslüman cemâatlardan Haşaşîn teşkilâtında ortaya çıkmış pek çok
iytikâdî, fikrî ve amelî hususu, Tapınakcılık gibi Farmasonluk da dağarına katmıştır.
Farmasonluk, yukarıda hikâye olunan geçmişin, gerçekten,
tabîî-uzvî
verisimidir? Bu soruya müsbet cevap vermemizi sağlayacak sapasağlam kanıtlardan
yoksunuz. Ne var ki, toplumlar, benimsedikleri ‘ülkü’ler doğrultusunda kendilerine
‘geçmiş’ler inşâa ederler. Nitekim, Albert Gallatin Mackey, “Farmasonluğun Tarihi/
Efsânevî Menşeleri” başlıklı kitabında, belirlememizi Farmasonluğa dahî uygularken
şöyle diyor: “Voltaire’in, ‘İsveçli XII. Karlın Hayatı’nda bildirdiği, ‘tarih, inanılmaz
türden hikâyelere dayanır’ önermesi olanca gücüyle, bilginlerçin zamanla aksiyom
değerini kazanmıştır. Bahsi geçen aksiyom, tarih eleştiriciliğinin git gide kuralı şeklinde
benimsenmiştir. Kolay inanır olmak, bugünlerde, felsefeye aykırı düşmek anlamına
geliyor. Günümüzde bilginler, nitekim, matematik kesinliği hâvî kanıtlamalar taşıyan
bir tarihi ancak kabule şâyân görüyorlar.” 125
123
İng: “a peculiar system of morality, veiled in allegory and illustrated by symbols”.
124
Bkz: Paul Naudon: “La Franc-Maçonnerie”, 9., 13.&14.syflr;
ayrıca bkz: Alec Melloc: “Franc-Maçonnerie”, 603.-607.syflr, “Dictionnaire des Religions”da;
ayrıca bkz: Joyce M.Hawkins&Robert Allen: “The Oxford Encyclopedic Dictionary”, 559.s.
125
Albert Gallatin Mackey: “The History of Freemasonry/Its Legendary Origins”, 3.s.
82
Farmasonluk, haddizâtında Batı medeniyetleri câmiasının tüm manevî ile
zanaate ilişkin değerleri bünyesinde derlemiş olduğu kanâatı ile iddiasını taşır. Nitekim,
geçmişini de, Batı medeniyetleri câmiasınınkisiyle çakıştırmağa çalışır. İşte, taşıdığı
bütün o son derece karmaşık gelenekler ile dışarıdan bakanlara esrârlı görünen intisâp
törenlerinin esbâbımûcibi, geçmişe sâdıklık ve onun ihyâsındandır. 126 Bahsi geçen
geleneksel kurallar arasında, bütün kadîm bâtınî tarîkatların barındırdıkları, sır saklama
kaidesi baş orunu tutar. Bu, hem müntesiplerin sıkı eğitimine 127 hem de kurumu
dışarıdan gelen bozucu etkilere karşı diri ve tâze tutmağa yarar. Tabîî, zamanla siyâsî
oyunların tertîbinde de önemli yeri olmuştur. Hazırlıklarınızı nice gizli tutabilirseniz,
oynunuzu akîm kılmak da o denli zorlaşır. Bugün bile, gerek dünyanın tümünü gerekse
tek tek ülkeleri düzenleyenleri, kişiler esâsında, tanımıyoruz. Zâten Farmasonluğun,
teşkilât düzleminde, insanlığa nizâm verdiğini belgeleyecek açık ve doğrudan
delîllerden yoksunuz. Nihâyet yapabildiğimiz tek iş, karînelerden hareketle el
yordamıyla yürümektir. Teşkilâtın muazzam gücü de buradan gelmektedir. Ülke özeli
ile dünya genelinde kamuoyunun gözetimi ile denetiminden, böylelikle, masûndur.
Farmasonluk, belirli bir şeriâttan bağımsız, dindışı bir mahfil olarak temâyüz
etmiştir. Bu yüzden de, Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren başta Katolik
Kilisesi olmak üzre, teşkilâtlı yahut gayrıresmî biçimdeki dinî çevrelerce hasım olarak
görülmüştür. Nitekim Papa XII. Clemens, 28 nisan 1738de “In Eminenti” ‘fetva’sıyla,
Katolik Kilisesi tarafından dinsiz ve putperest ilân edilen Farmasonluğu yasaklamıştır.
Clemens yine, sözü edilen fetvayla Masonluğu benimseyen Katoliklerin aforoz
edileceğini bildirmiştir. 128
126
Farmasonluğun remizlerine, intisâp törenlerine ve gerek sahih gerekse efsânelere bulanmış geçmişi
hakkında mufassal bilgilerçin, Tamer Tayan’ın “Hamtaşın Evrimi” ile yine Tamer Tayan’ın “Çift Başlı
Kartal/ Anadoludan Skoç Ritine” bkz;
ayrıca bkz: Arthur Edward Waite: “A New Encyclopædia of Freemasonry”;
ayrıca bkz: Albert Gallatin Mackey: A.g.e.
127
Zirâ sır saklamak, becerilebilecek en zor işlerden sayılmalıdır.
128
Bkz: Audrey Baudrey: “Collins Dictionary of Dates”, 230.s;
ayrıca bkz: “AnaBritannica”, VI.cilt, 47.s.
83
-ÇÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN TEMEL
DÜNYATASAVVURU
Maddecilik – Mekanisism
I. Esâs: Akılcılık-Deneycilik
Yeniçağ Avrupasında örnek bilim orununa yükselip oraya yerleşen ‘mekanik
nedensellik’ esâsına dayanarak çalışan ‘fiziğ’in yöntemi, Onyedinci yüzyılın ikinci
yarısıyla birlikte hayatın bütün vechelerini sarıp sarmalayan ‘dünyatasavvuru’ olmağa
yüz tutmuştur. Sözünü ettiğimiz ‘klasik fizik’ uyarınca, evrendeki süreçler ile
84
etkileşimler,‘makine’yi andırır, ‘makinevârî’ yürürler. Makinevârî yürüyen bir işleyişin,
‘uzman’ kişiçin gizli kapalı yönü, esrârengîz ve muammâlı tarafı yoktur. Makinevârî
tarzda işleyen ezelî ve ebedî evren düzeninin temel birimiyse, zaman ile mekân
koordinatlarında yer alan ölçülüp biçilebilen ‘madde’dir. İşte,’ Klasik’, yânî Galileo–
Newtoncu ‘mekanik’ten yahut ‘fizik’ten türetilmiş dünyatasavvuru, ‘Maddecilik–
Mekanisism’ lakabıyla tanınmıştır.
Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuru çerçevesinde yaşayıp eyleyen biriyçin
karşılaşılan tekmil olaylar, ilkece, bilinmeğe açıktırlar. Zaman ile mekân bağlamında
tesbît olunamayan, ölçülüp biçilemeyen ne varsa, ilkece, ‘inanc’a taallûk eder. İnanca
taallûk eden ne varsa, yine ilkece, saçmadır, dolayısıyla da kaale alınmağa değmez.
Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunabilen, ölçülüp biçilebilen, giderek kişinin
yararına açık görünenler, doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak duyulara konu
olanlardır. Şu durumda duyularötesi yahut duyudışı olduğu iddia olunanlar, lâfıgüzâf,
böylelikle de abestirler.
Maddecilik–Mekanisism, böylece, duyu verisi algılardan oluşmuş tasavvurların
ortaya koyduğu 129 Akılcı–Deneyci dünyayla sınırlı bir anlayıştır.Burada inanca,
iytikâta, hele imâna; başka türlü söylersek, zaman ile mekân çerçevesini aşan, ölçüye,
hesaba kitaba sığmaz; kısaca, ‘maneviyât’ diye deyimlendirdiğimiz ‘iç’e ilişkin
‘değerler ağı’na 130 aslâ ve kat’a yer yoktur. ‘İçsiz insan’ ise, ‘nedensel zorunluluk’la
Tanrıya bağlı değildir. Bu hâliyle ‘maneviyât’ boyutundan ârî olan insan, 131 fizyolojik
süreçler ile etkileşimlerin verisi ‘nefsî’ (İng psychic) 132 bir varolan olarak her çeşit
129
L Ponō: ‘Koydum’, ‘ortaya koydum’, ‘yerleştirdim’←ponere: ‘Koymak’, ‘ortaya gelişigüzel koymak’,
‘yerleştirmek’... Ponerenin edilgen çatı ortaç hâli: Positus→positivus: ‘Ortaya şöylece koyulmuş’,
‘öngörülmüş’, ‘kabul olunmuş’→Positivcilik: ‘Ortaya koyulmuş olan’a, ‘ortada durup da görünen’e
‘inanmak’, ‘bel bağlamak’
―bkz: Guido Gomez de Silva: “Breve Diccionario etimologico de la Lengua Española”, 556.s;ayrıca
bkz: A.Walde: “Lateinisches etymologisches Wörterbuch”, II.cilt, 335.s.
130
Fr réseau des valeurs intrinseques.
131
Maneviyât boyutundan yoksun, kendisini biyo-fizik işleyişlerinden ibâret varlık olarak kabul eden
‘insan’a ‘beşer’ dediğimizi burada tekrar hatırlatıyoruz.
132
“Psychic: Pertaining to, or characterised by, the ‘lower soul’ or animal soul, as distinct from the spirit
or ‘higher animal’ ―”Shorter OED”, 3700.s: “Nefsî: ‘Manâ’dan yahut ‘yüksek hayvan ruhu’ndan farklı
olarak ‘alçak ruh’ yahut düpedüz ‘hayvan ruhu’ özelliğini taşıyan yahut da o kesimden olan”.
85
fizik-kimya araştırmaya, teşrîh ile açımlamaya uygundur. İnsanın embriyolojik–
fizyolojik etkileşimleriyse, evrim sürecinden rastlantı sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu
da, ‘nefsî beşer’in 133 ‘insanî cihet’inin bulunmadığını gösterir. İşte, insanı beşerden
ibâret sayan anlayışa ‘İnsancılık’ diyoruz. Öyleyse İnsancı insan anlayışı, yaratık yahut
yaratılmış olmayan rastgele mekanik beşer görüşüyle çakışır.
Kültürün üç esâsı vardır: Yaşamakçin zorunlu ihtiyâçların karşılanması hüneri
ki, buna ‘zanaat’ denir; ve beşerin, hemcinsleri, canlı ile cansız doğal çevresiyle
kaçınılmazcasına kurduğu ilişkiler ağı ki, bu da bize gelenekler ile görenekleri verir; ve
nihâyet, Yunanlıların Arkhē dedikleri, esâsların da esâsı olan ‘inanç’lar ki, bunlar, İslâm
terim dağarında ‘imân’ diye geçer.
Canlıların yaradılıştan belirlenmiş gen düzenlerine karşılık, insanda süreklice
inşâa olunan inançlar ile bunların teşkîl ettikleri nizâmlar bulunur. Kerterizlerini,
‘Kur’ânî Tebliğ’ misâli, doğrudan yahut Kamlıkta (Şamanlık) gördüğümüz gibi, dolaylı
şekilde Tanrıdan alan inanç düzenlerine, geniş anlamda, din diyoruz.
Tarih boyunca ‘din’ ile ‘kültür’, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapcada
kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), ‘din’le aynı söz
kökünden gelir.Giderek, şehir devleti, kent anlamındaki ‘medîne’ ile ondan türetilmiş
‘medeniyet’ dahî bir köktendirler. 134
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, önceki yahut çağdaşı medeniyetler
ile kültürlerden bambaşkalığı, burada ilk defa insanlık âleminde din ile kültürün
tümüyle ayrışmalarıdır. Daha doğrusu, din, kültürü oluşturan tabakalardan biri hâline
gelmiştir. Nitekim, Karl Marx’ın iddiasına göre, din, üstyapı kurumlarından biridir.
Kültürün, dine taallûk etmeyen öteki tabakaları dindışı (Fr séculaire) yahut
uhrevînin (Fr divin) zıttı anlamında dünyevî (Fr profane) şeklinde tavsîf olunmuşlardır.
Dindışı kültürün en önemli özelliği, dinî olanın tersine, kendisine vucut veren
inançların, çağdan çağa, ortamdan ortama ve bakış açısına göre değişime açık olmaları
ve oluşturulmalarıdır. İlahî Tebliğle bildirilmiş mürâcaat noktalarına dayanılarak
oluşturulmuş inançlar kutsaldır. Şu durumda kutsal kabul olunan inançların vucut
133
Fr homme psychique.
Bkz: Muhammed Naquib Al-Attas: “Islam and Secularism”, 48.&49.syflr.
134
86
verdikleri kültürün tamamı da kutsaldır. Duyumlanan olup bitenleri belirleyen
görünmez bir güce kudrete inanılır ki, buna da ‘ruh’ denir.
Ehlikitab olsun olmasın, hattâ Kamlık, Hinduluk, Burkancılık gibi, âşîkâr Tanrı
fikrini taşımayanlar dahî dâhil olmak üzre, tüm dinlerin ortak paydası, alelıtrâk ruh
kavrayışıdır. Herkes, zihin seviyesince, kendi beninde olduğu kadar, özge insanların,
öyleki canlı ile cansız varolanlarda varsayılan benlerde de alelıtrâk ‘ruh’un tezâhürünü,
bir biçimde, görmeğe gayret etmiştir. Ruhumun kendisini bende duyuruşuna,
hissettirmesine, ‘basîret’ diyoruz. Başka bir ifâdeyle, ‘basîret’, ‘iç görüş’tür, 135 ‘gönül
gözüyle görmedir’. ‘Gönül gözüyle görme’yse, kişiyi ‘içten’ 136 kılar. ‘Gönül gözüyle
görerek’ benini ‘içten bilen’, ‘bilinçli’dir. ‘Bilinc’i kuran unsurlar, kişisel yorumlamalar
suretiyle ‘imân’dan neşet ettirilmiş ‘inanç’lardır. İmân/lar, zamanla toplumsallaşarak
inananların ortak paydası hâline gelir. İmânın yahut imânların, toplumda yaygınlaşıp
ona mâlolmalarıyla birlikte, yorumlanmaları benler arasında farklılık gösterir.
‘Yorumlama’nın derecesi, toplumun zihin seviyesiyle doğrudan bağlantılıdır. Zirveye
ulaştığı toplum çeşidiyse, ‘felsefîleşmiş medeniyet’tir. Orada artık, yorumlama,
‘eleştirel’ veche kazanmıştır. Felsefîleşmiş medeniyette en üst kertesine erişen zihin–
kültür işleyişi, yozlaşmanın da başgöstermesine yol açan ana etkendir. Felsefîleşmiş
medeniyetleri, böylelikle infilâk edip ‘varını yoğunu’ fezâya ışıl ışıl saçarak en azından
onun bir kesimini ışığa kesen yıldızalara benzetebiliriz.
İmân ortaklığı, ‘benler’i biz kılar. O, sonuçta ‘biz’i ‘bizler’e, yânî ‘din
kardeşliği’ne, önünde sonunda da ‘İnsanlığ’a götürür. Bunun yanındaysa, imânın
anlaşılıp değerlendirilmesi ile yorumlanmasından zuhur eden ‘inanç farklılıkları’ndan
da ‘özgün kişilik’ler doğar. ‘İmân’, ‘Mutlak İyi’nin, ‘Meşrûunun Kelâmı’na sorgusuz
sorusuz bağlanmadır. Bağlanılan İmâna halel getirmemek şartıyla, yine onun ‘yüzü suyu
hürmeti’ne inançlardaki farklılıklar, hoş görürlürler. Mümîn, esâsların esâsı Allahın
Vahdetine inanmanın yanısıra, imân yoldaşlarının farklı yaradılışları ile anlayışlarına
dahî saygı gösterip güvenendir. ‘İçten bilen’e bilinçli demiştik. Birbirlerini ‘içten
135
Alm die innere Sicht, innere Anschauung; Fr vision interne.
136
Alm innig; Fr intime.
87
bilerek’ ve ‘sayarak’ ‘imân ipi’ne sarılmış bireylerden oluşmuş topluma Dayanışmacı–
Toplumcu diyoruz.
Benin dışında olup bitenlerin duyumlanarak algılanmalarıyla yetinen ‘bilme’
türüne ‘bilgi’ denilir. ‘Bilinç’, şu hâlde, ‘benin içerisi’ni ―ruhu―; ‘bilgi’yse,
‘bendışı’ndaki ‘satıh’ları ‘bilme’dir. Yeniçağdan önceki kültürlerde, özellikle de
medeniyetleşmiş olanlarda, bilgi de, öyleki kimisinde, onun felsefî anlamda
sistemleştirilmiş durumunu ifâde eden bilim de vardı. Ancak, Ispanyol filosofu José
Ortega y Gasset’in (1883 –1955) de bildirdiği üzre, “gerek tek tek bilimler gerekse
bilimin kendisi Ortaçağda ikinci dereceden bir bilgi türü olarak kabul ediliyordu... Bir
olayın, meselâ, optik tarafından tesbît olunup açıklanması, onun, henüz kabule şâyân
gerçek olduğunu göstermezdi. Esâs olan, evvelemirde, ilahiyât ve bilâhare felsefedir...
1550lere değin bilimlerden beklenen dünyayı inşâa etmeleri değildi...” 137 Peki, insan,
neye yaslanarak yaşayabilmiştir. Ortega y Gasset’in “yaşayıp yaşatan akıl” (Isp “razon
vital”) dediği, bizim ise ‘aklıselîm’ şeklinde deyimlendirdiğimiz bir mercie sırtını
vermiş insanlar, ‘Yeniçağ’a değin yaklaşık iki yüz bin yıldır yaşayagelmişlerlerdir.
Aklıselîm, hissiselîm, zevkiselîm kişi, mütedeyyin 138 insan olmuştur. ‘Aklıselîm’ sâhibi
‘mütedeyyin’ insan, haddini hududunu tanıyan kişidir. Böyle bir kimse, ‘salt akl’ın dahî
nerelerden nerelere uzanabileceğini kestirir; tüm gerçekliğin onun kendi kavrayışına
açık bulunmadığını kabul eder. ‘Salt akıl’la kavrayamayıp açıklayamadığı gerçeklik
kesimlerine saygıyla, hattâ huşûula eğilir.
Salt akıl, aklıselîm, hissiselîm ile zevkiselîm, aklın bölmeleridir. Gerek bireysel
gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasında bu ‘bölmeler’ arasında karışıklık yahut
saha ihlâlleri ortaya çıkarsa, buradan bunalım doğar. İşte 1550lerden itibâren tam da
böyle bir durum belirmeğe başlamıştır. 139 Bu çarpıcı geçiş devrinin başta gelen etkeni,
137
José Ortega y Gasset: “En Torno a Galileo...”, 93.&94.syflr.
138
Alm Fromm; Fr pieux.
Bkz: José Ortega y Gasset: A.g.e, VI.Bölüm: Cambio y Crisis (75.s), VIII: En el Transito del
Cristianismo al Racionalismo (132.s), XI: El Homre del Siglo XV, XII: Renacimiento y Retorno (218.s);
ayrıca bkz: Johan Huizinga: “Herfsttij der Middeleeuwen...”: 12.Bölüm: De Verbeelding van al het
Heilige (148.s), 13: Typen van Godsdienstig Leven (174.s), 14: Godsdienstige Aandoening en
Godsdienstige Verbeelding (190s), 16: Realisme en het Bezwijken der Verbeelding in de Mystiek (216.s),
17: De Denkvormen in het Praktische Leven (231.s).
139
88
Galileo Galilei (1564 – 1642) ile onun abidevî eseridir. Gerçekten de Galilei’yi Orta ile
Yeniçağların arasında sınır taşı gibi görebiliriz. Onunla, en azından, teorik düzlemde,
uhrevî
ile
dünyevî
yahut
din
ile
dindışı
kesimler
arasında
bir
daha
birleştirilememecesine keskin bir ayırım çizgisinin çekildiğine tanık oluyoruz. Onda
başlayan bu ayırım çizgisi, René Descartes’ın elinde felsefî işlenmişliğin doruğuna
erişecektir.
Galilei felsefesi dörd ana sav çevresinde yol alır: Bir, Leh gökbilimci Nicolas
Copernicus’tan (1473 – 1543) devralınan yaradılmış evrenin (kâinat) merkezinin Güneş
olduğu fikridir; iki, doğanın, Aristoteles’in (384 – 322) ‘organik esâslı Klasik felsefebilimi’nin öne sürdüğünün tersine, mekanik yasalılık uyarınca yürüdüğüdür; üç,
mekanik yasalılığa sığmayan gerçeklik kesitlerinin açıklanma imkânından yoksun
sayılması; ve nihâyet dört, mekanik yasalılığın, dış etkiye marûz kalmaksızın
kendiliğinden harekete geçemeyen doğa olaylarının matematik dil ve yöntemle tasvîr
edilme tarzı ve kuralları olduğudur.
Yasalılığın anahtar sorusu, “nasıl?”dır. “Il Saggiatore” başlıklı eserinde Galilei,
‘bilim’in, “duysal deneyler” (İ “sensate esperienze”) ile “kesin tanıtlamalar”a (“certe
dimostrazioni”) dayandığını bildiriyor. 140 Bu “duysal ―duyulara hitâb eden―
deneyler”, Aristoteles’in bilimindeki gibi, olayların çıplak gözlemi olmayıp tasarlanmış
belirli bir ‘reçete’, yânî varsayım uyarınca ‘imâl’ olunmuş malzemelerle ―âlet―
doğaya nufuz etmek anlamındadır. 141 Anlaşılacağı üzre, doğa zemini üstüne yeni bir
‘doğa’ daha inşâa edilmeğe girişiliyor. Bundan böyle, karşı karşıya kaldığımız, ‘kültürel
doğa’dır. Gerek tasarlanmış ‘reçete’ gerekse onun doğrultusunda kurgulanan gerçeklik
kesiti, biçimselleştirilmiş aklın, mantığın en sağın ifâde aracıyla tesbît olunup dile
getirilir olmuştur. Böylelikle doğa, insan karşısında bağımsız ve özerk olma konumunu
yitirip onun hâkimiyetine girmenin yolunu tutmuştur. Bu durum, Galilei’den iki yüz yıl
sonra yaşayacak ve İngiliz-Yahudî medeniyetinin baş felsefî belirleyicilerinden olacak
Karl Heinrich Marx tarafından şöyle dile getirilmiştir: “İnsan, tabiatı değişikliğe
140
Bkz: Galileo Galilei: “Le Opere”, V.cilt.
Bkz: E.Dijksterhuis: “De Mechanisering van het Wereldbeeld”, 368.-404.syflr.
141
89
uğratarak bilinçli amacını gerçekleştirip tabiat nesnelerini kendi ihtiyâçlarına
uydurur...” 142 İnsan, şu hâlde, ihtiyâçlarını kendi fizik–fizyolojik çerçevesinde
karşılamaktan ibâret bir ‘iş gören’ varolandır. Onun, böylelikle bundan ne ötesi, ne
berisi var. Bahsi geçen yolun ilk ana merhâlesi olan Galilei, dünya ile doğayı biçimsel,
yânî matematik dille tasvîr edip açıklama çabasındadır. Çerçeveye sığmayan, bu
aşamada, bilime girmez: ‘Maddeci–Mekanisist dünyasavvuru’. Ne var ki, Galilei, bu
kadarıyla yetinmez. Bilimin sınırlarını zorlar, kültürün öteki bölmelerine dahî nufuz
eder. Bilime giydirilen ‘elbise’ ―Maddeci–Mekanisist dünyatasavvuru―, kültürün
tamamına uygun görülmeğe başlanır: ‘Positivcilik dünyagörüşü’. 1650lerden itibâren
karşımıza tam belirlenimiyle çıkacak bu dünyagörüşü, Galilei’nin ‘elinde avcunda’
henüz ‘yoğrulma’ safhasındadır. Kiliseyle de çatışma yoluna girmesi işte bu yüzdendir.
Vatikanın, felsefe-bilimde başgösteren ‘temel belirlenim’ (Fr paradigme) devrimine
pek bir diyeceği yoktu. Olaydı, nasıl olsa, Galilei’den önce Copernicus’u mahkûm
ederdi. Ama iş, artık, dünyagörüşünün, kutsallıktan yoksun kılınmasına gelip dayanınca,
buna, tabîî ki, tahammül gösterilemezdi. Nitekim, öyle de olmuştur.
Önünde sonunda, sathî kültür felsefesi tarihcilerinin, yaklaşık beş yüz yıldır
dillerinden düşürmedikleri, evrenin merkezinin, yeryüzünden alınıp güneşe tevdi
olunması bağlamında Galilei’nin hüküm giymesi edebiyatı, yüzeyde kalan her şey gibi,
gerçekliği
derinlemesine
yansıtmamaktadır.
Nitekim
fizik
anlamdaki
evrenin
merkezinin güneş olduğu M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri Geç Eskiçağda, İslâm ile Ortaçağ
Hırıstıyan medeniyetlerinde önde gelen bilginlerin bildikleri bir husustur. M.Ö. Üçüncü
yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan matematikci–gökbilimci Samoslu Aristarkhos, ay ile
güneşin, yeryüzünden uzaklıkları üstüne yaptığı hesaplamaların ardından güneşin, sâbit
yıldızlardan biri olduğunu tesbît etmiş, bir gezegen olan yeryüzünün de, onun etrâfında
döndüğü sonucuna M.Ö. 270lerde ulaşmıştır. 143 Aristarkhos’un hesaplama işlemlerini
sürdürerek güneşin merkezde bulunduğunu, yeryüzününse, çevresinde dolandığını M.Ö.
142
M.Rosenthal & P.Yudin: “Materyalist Felsefe Sözlüğü”, 132.s.
143
Bkz: Richard Goulet: “Aristarque de Samos”, “Dictionnaire des Philosophes Antiques”de, I.cilt,
356.&357.syflr.
90
190larda tekrar ısbatlayan Mesopotamyada yaşamış Yunanlı gökbilimci Seloykeyalı
Seloykos’tur. 144
Ptolemais’in (90 – 168) yeryüzü merkezli evren tasavvurunun, Galilei’ye değin
öncelikle Ortaçağ Katolik âleminde rağbet bulmasının ardında manevî–ruhânî esâslı
ahlâkî–bedîî gerekceler yatmaktadır. Bütün bu gerekcelerin de aslını esâsını,
Aristoteles’in, mütedeyyin-müeddeb insanın dünyasını tayîn eden şu tarihî ifâdesinde
bulabiliriz: “... Her şeyin yaradanı, her şeyin en güzeli olan ‘Âhenk’ (hē harmonia),
evrenin esenliğidir. Bundan daha iyi ne olabilir? Tasavvur edilebilinecek her şey
‘Âheng’in parçasıdır. Güzel olan, adını ‘düzgünlük’ten alır(5). Bir şey, Evren düzenine,
yânî Düzgünlüğe (Y Kosmos) uygunluğu ölçüsünde düzgün diye nitelendirilebilir.
Çağlar çağı zamanın en şaşmaz ölçülerine uygun tarzda durmadan hareket hâlindeki
göklerin düzenlenişiyle, yıldızların, güneş ile ayın yer değiştirmeleriyle ne
karşılaştırılabilinir(10)? Sırasıyla yaz ile kışı meydana getiren, ay ile yılın sayılarını
belirleyen mevsimlerin gösterdikleri istıkrârın ve nihâyet tüm olup bitenlerin harika
Yaratıcısının
eşi menendi bulunabilir mi? Yeryüzü, dünyaların en görkemlisi, en
parlağıdır; harekette en tez olandır; güçce de hiçbir vakit tükenmeyen varlıktır...(15)”
―V/397a.
“Şimdiyse, dünyayı, yeryüzünü birarada tutan güç nedir, bir de buna kısaca göz
atalım. Zirâ, ayrıntılı olmasa dahî, dünyayı tasvîr ederken, onun en üst merciini
unutmak, esası gözden kaçırmak olur(10). Her şeyin Tanrıdan geldiği, Onun, her şeyi
bizimçin yaratmış olduğu, esirgeyiciliğinden yoksun kalanın ayakta duramayacağı
düşüncesi, insanlığın en eski geleneklerindendir. Nitekim bu, geçmiş çağlarda kimilerini
dünyanın tanrılarla dolup taştığı inancına sevketmiştir. Bunlar, her ân, her yerde tanrıları
gördüğümüzü, işitip duyumladığımızı ileri sürmüşlerdir. Ancak onlar, Tanrının Kendisi
ile Onun görünüre çıkan vasıfları ile kudretlerini karıştırmışlardır...”(15) ―VI/397b. 145
144
Bkz: “Lexikon der alten Welt”, II.cilt, 2763.s;
ayrıca bkz: Alexander Hellemanse:& Bryan Bunch: “The Timetables of Science”, 38.&40.syflr.
145
“Dünyaya Dair” ―büyük harfli, koyu renkte ve eğri yazışlar tarafımızdandır.
Güneşmerkezci – Yeyüzümerkezci tartışmaları konusuçin bkz: Teoman Duralı: “Aristoteleste Bilim ve
Canlılar Sorunu”, 184-187.syflr.
91
Aristoteles’in arkasında yahut evveliyatında, gerek Müslüman gerekse Hırıstıyan
Hikmetlerinin, kendilerine Eflâtun el-İlahî unvânıyla baş tâcı kıldıkları Eflâtun (Platon,
428 – 347), yaklaşık Galilei’ye değin, müteâkıp Batı medeniyetlerinin temel belirlenimi
olarak geçerakçeliğini sürdürecek olan şu düstûru ortaya koymuştur:
“... Evrene ilişkin olarak da, başlangıcı varmıdır, varsa, nerededir(28b), yoksa, oldum
olasımı varolmuştur, diye sorulmalıdır. Böyle bir sorunun cevabı, evet, başlangıcı
vardır; evren, meydana gelmiştir şeklinde olmalıdır. Nitekim evren, tutulur, görülür
cinstendir; böylelikle de duyular aracılığıyla algılanabilinir... Duyumlanabilirlikler,
sanıya (Y doksa) ve duyumlamaya (hē aisthēsis) konu olduklarından, doğarlar, bozulup
değişirler. Oluşan yahut değişen bir şeye yol açan belirli bir nedenin (28c) bulunması
gerektiğine de evvelce işâret etmiştik. Bu evrenin Yaradanı (hō Poiētēs) ile Atasını (hō
Patēr) bulmak gerçekten de olağanüstü bir başarıdır. Bu keşfi kamuya (panta) anlaşılır
kılmağa kalkmak ise beyhûdedir... 146
... Bu evren güzelse (29a), onun Ustası (hō Dēmiourgos) dahî, iyiyse, Ustanın,
ebedî olan düzeni kendisine örnek alması da doğaldır. Tersi olursa, Usta, oluşmaya
dayalı bir örnek üstünde durması gerekir ki, böyle bir şeyi düşünmek dahî küfürdür.
Onun ebedî düzeni seçmiş olması, sözü bile edilmeyecek kadar açık bir hakîkattır. Bu
evren nitekim, varolabileceklerin en güzelidir; onu Yaradan ise, nedenlerin en ergini,
mükemmelidir(29b)...” 147
Hocasının
yukarıda
zikrolunmuş
kanâatını
Aristoteles,
şöyle
sürdürüp
geliştiriyor:
“İşte, yer ile göğün bağlandıkları ilke budur. O, bizim ancak pek kısa süre
boyunca yaşayabileceğimiz hayatın(15) en yüce mertebesindedir (Y diagōgē) 148.
Bizimçin imkânsız olan böyle bir hayatın O, ezelden ebede mâlikidir. Onun sevinci,
ediminin, amelinin ta kendisidir. Bizim en büyük sevinçlerimizse, uyanıklık, ayıklık
hâlleri ile duyumlama, düşünme edimleridir. Umutlanmak ile hatırlamak ise, bu edimler
aracılığıyla meydana gelirler... Dirilik dahî Tanrıya hastır... Anlamak ise, yaşamaktır.
146
Y adünaton legenin: Anlatmak imkânsızdır.
147
“Timaios”.
92
Tanrı, nitekim, bu fiilin, edimin ta kendisidir. Kendinde cevher demek olan bu edim,
Onun eksiksiz gediksiz, öncesiz sonrasız hayatıdır. Sözün kısası, son, sınır, had ile
hudut tanımayan, eksiği gediği bulunmayan Biricik En Mükemmel Canlı (Y zōon
aidion ariston), Tanrıdır. Dur durak bilmez, sonsuz sınırsız hayat Ondadır. O, hayatın ta
kendisidir...”(1072b). 149
Yaşama düzleminde, Tanrısal–kutsal değerler, tedricen gündemin arkalarına
kayar olmuştur. İlkin, ‘yeryüzü’ ile ‘doğa’sının Tanrısal–kutsal ‘büyü’sü bozulmağa yüz
tutmuştur. Epeyi sonraları da ‘insan’ın Tanrısal–kutsallığı bozulmuştur ―Ondokuzuncu
yüzyılda. Bu gidişin baş belirleyicisi, ‘ilahîyât’tan ‘iktisâd’a yönelik dönüşümdür. En
önce yansıdığı tableau ise, ‘felsefe-bilim’dir. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısına değin,
daha önce Ortega y Gasset’ten de alıntıladığımız üzre, ilahîyâttan kopmuş bir felsefebilim düşünülemezdi. ‘Kutsallık’tan soyutlanmış çıplak fizik olay da bu bağlamda
algılanamazdı. Gerçi güneşin, evrene merkez olması, bir ‘derkenâr bilgi’ 150 şeklinde
bilginlerin bilgi dağarında duruyordu. İşte, yine, başta, Papa VIII. Urbanus (Maffeo
Barberini, 1568 – 1644) olmak üzre, 1616dan itibâren Galileo Galilei’yi sorgulayan,
bilâhare de yargılayan dinadamlarının çoğu, güneşin, gökbilim çerçevesinde, merkez
olduğunu biliyordu. Bunu da sorgulamalar ile duruşmaların safahâtından anlıyoruz.
Güneşin, merkez oluşu, önünde sonunda bir fizik olaydı. İş, yeryüzüne gelip çatınca,
durum değişti. Onun konumu farklıydı. Allah, Kendi Sûretine uygun şekilde Kendisine
‘halîfe’ kılmak amacıyla yarattığı ‘insan’ın arzıendâm eylediği mekân madem
yeryüzüydü, öyleyse, orasının, ‘maneviyât’ca, mümtâz bir mevki işğâl etmesi şarttır.
Nihâyet, bu kanâatler, davâ boyunca defalarca dile getirilmiş olduğundan da
haberliyiz. 151
Burada çığır açıcı husus, maddî-dünyevî olanın, ilahî-ruhânî-kudsîliğin önüne
geçmesi, öyleki ikincinin, yukarıda da belirtildiği üzre, zamanla toptan gündemden
düşmesidir. Yeniçağ dindışı dediğimizde, Güney ile Batı Avrupada kişilerin çoğunun,
148
Diagōgē, güzelliğin temâşası, uygulamaya yönelmişliğin sonu, hayatın en yüce ülküsüdür.
149
“Metafizik”.
150
Fr connaissance marginale.
93
bir günden öbürüne Tanrıyı, Kiliseyi, Kitabı terkedip dinden imândan koptuklarını
söylemek istemiyoruz. Hattâ çoğunluk, Tanrı inancından tavîz vermemiştir. Ama
kurumsal anlamda dinden git gide uzaklaşıldığı görülüyor. ‘Din’, ‘hayat’ın ‘âmir’
mercii olma özelliğini yitirmiştir. Nihâyet bu durum, Alman din bilgini ve filosofu
Martin Luther’in (1483 – 1546), Papa iktidarına karşı bayrak açmasından, yânî
Katolikliğin aleyhine Protestanlığın Kuzey Avrupada yaygınlaşmasından sonra
kesîfleşmiştir.
Tanrının sesini sözünü benime iletmekle, ulaştırmakla görevli ‘akıl’, Ondan
bağımsızlığını ilân ederek ‘din’i âmir mevkiinden uzaklaştırıp kendisi oraya
kurulmuştur.
Şimdi, değişen, temel belirlenimdir. Bir merkezî imân manzûmesi, toplumun
doğal dokusu olma vasfını artık kaybeder olmuştur. Gidişi başlatanlardan biri Galileo
Galilei ise, öbürüsü ve ilk anılandan daha köklü tavır almış, 1593de hüküm giyip
sonunda da yakılarak idâm edilmiş olan Giordano Bruno’dur (1548 – 1600). Galilei
gibi, Bruno da, “doğanın, aklın koyduğu kurallar ile ilkelerin ışığında yargılanması;
buna karşılık, hakîkatın da, imâna ilişkin kanun çerçevesinde mütâlea edilmesi
gerektiğini savunmuştur. Peki, burada, sorun nerededir? Sıradüzeninin şaşırılmış
olmasındadır. Ruhbânın reddettiği husus nedir? İmânın, aklın arkasına yahut altına
düşmesi, kısacası birinci sırayı yitirmesidir. Birden fazla kutsallığı bulunabilecek
dünyaların icâdı ile aklın, gidip de mucîzenin yerini almasına karşı çıkılmaktadır...” 152
Bruno da Galilei de, istisnâsız tekmil varolanların, daha fazla bölünemeyen ‘enilk’
maddî birimlerin, demekki Eskiçağ Ege felsefe-biliminden tanıdığımız bir terimle,
‘atom’ların terkîbinden oluştuklarını öne sürmek suretiyle, Hz İsâ’nın, insanların
‘ilkaslî’ günâhlarını üstlenmek uğruna çarmıhta çile çekerek vefât etmesinin ardından
etinin, hamura, kanınınsa, kırmızı şaraba dönüşmesi mucîzesine inanan Kilisenin
dogmasına esâstan meydan okumuş oldular. Bu da, artık her nevi tahammül
edilebilirliğin fevkında addolunmuştur.
151
Bkz: Dava Sobel: “Galileo’s Daughter: A Historical Memoir of Science, Faith and Love”, 432.s.
Victor Gomez Pin: “Recuerdo de Giordano Bruno”, “Babelia”da, 13.s.
152
94
Aslında Kilisenin, ruhbân-olmayan çevreyle mücâdelesi, ilk defa Onaltıncı
yüzyılda karşımıza çıkmıyor. Hırıstıyanlığın zuhurundan beri sürüp gelen bir olaydır.
Filhakîka, dinlilik ile dindışı, Hırıstıyanlığın tabiatındandır; nitekim: “... öyleyse,
Caesar’ın işlerini Caesar’a Tanrınınkileriniyse, Tanrıya; havâle et, dedi...” 153
‘Meşrûuluk’ kaynağını Hz İsâ ile Havârîleri aracılığıyla Tanrıdan alan Papa
öncülüğündeki Ruhbân zümresi, Mukaddesâttan sorumluyken, dünya işlerineyse, İlahî–
Ruhânî meşrûuluk dayanağı bulunmayan Ruhbân-olmayanlar bakardı. Uygulama
genelde böyle olmakla birlikte, bu iki karşıt zümrenin, Ortaçağ boyunca birbirlerinin
alanlarına tecâvüz ettikleri de bir vakıadır. Bahsi geçen sınır tecâvüzlerinden farklı
iktidar türleri doğmuştur. Nitekim, ‘Ruhbânın siyâsî iktidarı’na ‘Dincilik’ yahut ‘din
devleti’ (Y Theokratia) denmiş; ‘Ruhbân-olmayanlar’ınkisiyse, ‘laiklik’ yahut ‘laik
devlet’ 154 şeklinde adlandırılmıştır.
Haddizâtında, Ruhbân – Ruhbân-olmayan ikilikliği, Hırıstıyanlığa mahsûs
değildir. Tarih boyunca, Müslümanlığın dışında, neredeyse istisnâsız,
bütün inanç
düzenlerinde karşılaştığımız bir başat özelliktir. Ne var ki Hırıstıyanlığın, özellikle de
Katolikliğin dışında, öteki inanç düzenlerinde, Mısırda Firavun, Hindulukta Brahman
örneklerinde gördüğümüz Ruhbân, aynı zamanda siyâsî iktidar sâhibi yahut başat
ortağıdır.
Başka
bir
anlatışla,
siyâsî
kadrolarda
Ruhbân-olmayanlardan
da
bulunabilmekle birlikte, onlar, en üst mertebeleri tutamazlar. Şu durumda, Eskiçağ
Atinası ile müttefikleri ve birkaç başka cüzî istisnâ dışında, din devleti, hemen hemen
bütün kültürler ile medeniyetlerde genelgeçer vaka olarak görülebilinir. Bunun yaygınca
yer almadığı tek medeniyet ise, İslâmınkisidir. Bundan dolayı da, İslâmın söz dağarında
153
Kitabımukaddes: Ahdicedîd: Resullerin İşleri, 221;
ayrıca bkz: Martin H.Manser: “The Wordsworth Dictionary of Bible Quotations”, 128.s, satır: 155/38.
Caesar’ın Latince aslında okunuşu, ‘Kaysar’; Fransızcadan ıktibâs olunmuş Türkcedeki
söylenişiyse, ‘Sezar’dır.
M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri ünlenmiş olan ve Romanın önde gelen ailelerinden Caesarların
tarihe mâlolmuş ferdi, Caius Iulius’tur. Bu büyük asker, devletadamı ve yazarın soyadı, sonraları, Roma
imparatorları tarafından ünvân olarak benimsenmiştir. Nitekim, Havârîlerden Luka’ya göre (2/1), Hz İsâ
(M.Ö.6 – M.S.30), dünyaya teşrîf buyurduğunda, tahtta oturan imparator, Augustus Caesar (Gaius
Octavianus, M.Ö. 63 – M.S. 14) idi. Caesar, Ahdicedîdde, eğretileme yoluyla, ‘dünyevî hükümdar’
(Luka, 20/22-25) ve hattâ ‘devlet’ (Luka, 20/25, Matta, 22/17&21, Markos, 12&14/16&17) anlamlarına
dahî gelmektedir ―bkz: J.D.Douglas&Merrill C.Tenney: “NIV Compact Dictionary of the Bible”, 100.s.
95
Clericus ile Laicus terimlerinin doğrudan mütekâbilini bulamıyoruz; Türkcede ancak
eğretileme yoluyla karşılık yakıştırıyoruz.
Ortaçağ
Hırıstıyan–Katolik
âlemde
Ruhbân,
iktidarı
arzulamakla,
ona
oynamakla birlikte, bunu temîn etme aşamasında, hep, Ruhbân-olmayanların
rekâbetiyle karşılaştığından bahsettik. Mücâdele, Fransadan başlayarak, özellikle
Onikinci yüzyıldan itibâren şiddetlenmiş, 1600lerin ortalarında yeğinliğin tepe
noktasına varmıştır. Meşrûuluklarının kaynağını Tanrıda bulduklarına, dolayısıyla da
mukaddes, yânî Tanrıdan el almış olduklarına inanılan Ruhbân, din kadar dünya
meselelerinden dahî kendilerini sorumlu saymışlardır. Tekmil dünyevî meselelere
çârelerin, din kurumunda, başka bir deyişle, Papa ile Papalıkta bulunabileceği iddiası,
Katolikliği git gide dünya işleriyle ilişkilendirmek suretiyle ideolojileştirmiştir.
Friedrich Nietzsche, “Tanrı, öldü” derken, kasdettiği, ideolojileştirilmiş Hırıstıyanlığın
baş ilkesidir. Haddizâtında, Ruhbân – Ruhbân-olmayan ikiliğini özünde taşımayan
Müslümanlık dışında, Yahudîlik, Hinduluk, Büyük ile Küçük çark Burkancılığı (Fr
Bouddhisme), Mecusîlik, Taoculuk, Şintoluk gibi, hemen hemen bütün inanç düzenleri,
Hırıstıyanlığın kaderini az çok paylaşmışlardır.
Ortaçağ Avrupasında dinin, ideolojileştirilmesine karşılık, Yeniçağda da,
İhtilâlikebîr verisi Laikcilik–Positivcilik, Markscı Ortakmülkcülük, Faşistlik ile Millî
toplumculuk ―ve ona bağlı olarak Askercilik (Fr Militarisme)― gibi, insan ürünü
ideolojiler, dinleştirilmişlerdir. İdeolojiler de nihâyet, Karl Marx’tan ‘apardığımız’ bir
deyimle, “kitleleri afyonlamışlardır.” Yirminci yüzyılın, meselâ, Nazi Almanyası,
Sovyet Rusyası, Mao Çini, laik devlet değildiler. Buna karşılık, İslâmın Klasik çağında
boy vermiş devletler, seküler ―dindışı― olmamakla birlikte, laik ―yânî ruhânî değil―
idiler.
Terim olarak tekrar laikliğe bakarsak, bunun, tarihte birden fazla anlama gelmiş
olduğunu görürüz. Zaman içerisinde farklı kültür bağlamlarında değişik anlamlar
taşımış, bayağı sorunlu, yüklü bir sözdür. Yukarıda bildirdiğimiz, Ortaçağ Hırıstıyan–
Katolik dinî–felsefî dağarında genelgeçer kabul görmüş olan anlamdır. Ancak, İslâm
medeniyetinde tanık olunanın tersine, Ortaçağ boyunca bile, özellikle Kuzey ile Batı
154
Fr Laïcisme←L Laicus←Y laikos←laos: Halkın, halktan.
96
Avrupada, kabîle ile aşîret devirlerinden dönüşerek sürüp gelmiş milliyet duyuşu,
Hırıstıyanlığın
bağrında
hepten
eriyip
yitmemiş,
şu
yahut
bu
vesîleyle
başgösteredurmuştur. Bu cümleden olmak üzre, laiklik de, kültür ortamları ile
bağlamlarına göre farklı algılanıp tarîf olunmuştur. “İtalyanlar, meselâ, dinin, özellikle
de Katolikliğin dışında yahut karşısında yer alan kültür ile ideoloji yanlılarına laik
demişlerdir. Buna karşılık, Ispanyollarçin inananlar, Ruhbân (Onuncu yüzyıldan beri:
Clericus, Clericatus) ile Ruhbân-olmayanlar (1155ten beri: Laicus) olmak üzre iki
cenâha ayrılmışlardır. Görüldüğü gibi, bu iki cenâh, ayırımsızca Katolik kabul
olunmuştur. Yalnız, Kitabımukaddesi okumak, okutmak, yayımlamak, şerh ve tefsîr
etmek, Ruhbânın tekeline bırakılmıştır. Ruhbân-olmayanlaraysa, Kıtabımukaddesin,
Kilise tarafından yapılmış tefsîrini dinleyip öğrenmek düşmüştür. Okuma ile
öğrenmenin de ötesinde, Ruhbân-olmayan, Kitabımukaddesi yanında yahut üstünde
bulundurmaktan dahî yasaklı kılınmıştır. Yasağı çiğneyenin ise, soluğu, İnkisisyon
mahkemesinde alması, işden bile değildi. Zirâ Tanrının Sesi Sözü, Kitaplardan (Y
Biblia=Kitaplar) ziyâde, Hz İsâ’nın Şahsında Kilisedeydi.” Hz İsâ’nın eti ile kanından
Kilisenin tecelli ettiğine inanılıyordu da ondan. “Şükürler olsun, bu saçma
fundamentalist dogma, II. Vatikan Kurulunda (OrL Concilium) yürürlükten
kaldırılmıştır. Geniş çapta genelgeçerlilik kazanmamış dahî olsa, imânın esâsı, yine de,
Müslümanların, Kur’ânla olan ilişkilerine benzer biçimde, mütereddit tarzda,
Kitabımukaddese tevdîi olunmuştur. Mütereddit tarzda diyoruz, çünkü, Kitapların
(Biblia) zaman ile zemîne göre değişen müellifleri bulunduğundan, II. Vatikan Kurulu
bile, Tanrının o ânki Nihâî Kelâmını (L Dei Verbum) yahut en azından onun tevîlini
Kiliseye
bırakmak
zorunluluğunu
duymuştur...” 155
Böylece
Kitapların
―Kitabımukaddesin―, salt Tanrı Kelâmı olmayıp zaman ile zemîn icâbı belirli
kişilere 156 ait tefsîrlerin dahî, onlara dâhil edilmiş oldukları görülüyor. İmdi, José Mario
Gonzales Ruiz’e kalırsa, bütün bu hususlar, Kitabımukaddesin salt Tanrı çıkışlı olma
vasfını ortadan kaldırıp onu dünyevî ―laik― kılmaktadırlar. Burada öyleyse, Laiklik,
155
José Maria Gonzalez Ruiz: “La Biblia es Laica”, 14.s ―kalın-koyu ile eğri yazışlar, tarafımızdandır.
156
―Ahdiatikte Yahudî; Ahdicedîddeyse, Yunanlı, Romalı, Bizanslı ve sâir dinadamına—
97
Ruhbân-olmamanın yanında, dünyevîlik anlamını da kazanıyor. 157 Daha özgül bir
ifâdeyle, Ortaçağ Katolik âlemde taşımış olduğu théologique-théocratique manâsı,
1850lerden itibâren profane ile séculaire anlamlarına kayıp sonunda onlara karışmıştır.
Nitekim çağdaş İngilizcede, kelime olarak bile, laic yahut laity kullanımdan kalkmıştır.
Onun yerini secular almıştır. Nihâyet Martin Luther’in boşandırdığı Islâhât
‘fırtınası’yla, İngilizliğin de parçası olduğu Kuzey Avrupa Germen dünyasında, Ruhbân
– Ruhbân-olmayan ayırımı ve Tanrı Kelâmının, Kiliseye içkin bulunduğu dogması,
geçerliliklerini yitirmişlerdir.
İhtilâlikebîr ve sonrası Fransasındaysa, Laiklik, özelde Ruhbâna, geneldeyse
Katolikliğe karşı açılmış savaşa bayrak kılınıp dinden ‘arındırılmış’ kökten
Cumhuriyetciliğin şiârı olmuştur. 158 Nihâyet, Fransız İhtilâlikebîr ideolojisinden idhâl
ettiği Laikliği, Cumhuriyet Türkiyesi, İngiliz-Yahudîliğin etkisi ve zoruyla, Çağdaşcılık
(Fr Modernisme) anlayışıyla birlikte, Türklüğün İslâmsızlaştırılması harekâtına alem
kılmıştır.
II. Esas: Benlik
İnsanlaşamamış beşer, tek parçadır, yekpâredir; beden ile nefs bütünlüğünü
hâîzdir. Bu çeşit yekpâre beşer, nefsî benlikten 159 ibârettir. Nefsî benlikten ibâret olan
beşer, yalınkat canlı varolandır. Nefsî benlikli beşer, çıplak varoluşunu sürdürmenin
dışında bir kaygı duymaz, amaç gütmez. Böyle biri, gayrımeşrûu zemînlerde yürüyor
demektir. Gayrımeşrûu beşer yaşamalarının oluşturduğu topluluk, bâtıldır. Gayrımeşrûu
beşerin içliliği karışıktır. Allahla irtibâtını sağlayan vicdânın anlamı karışmış,
bulanmıştır. Vahiyle bildirilenleri kendisine açıklamaktan, ve Hak ile Bâtıl arasındaki
ayırım çizgisini çekmekten kaçınan, ‘şaşmaz iç sesi’ ―vicdân― işitemez hâle gelir. Bu
‘şaşmaz iç ses’in, Allahtan geldiğine ilişkin ‘irfân’ (Y Gnosis), yerini, aslında olup
157
Bkz: Aynı makalenin devâmına.
158
Louis Pasteur (1822-1895): “... Dinden bağımsızlık...”(1882)
—bkz: Jean Dubois&..: “Dictionnaire Etymologique et Historique du Français”, clerc: 159.& Laīque:
419.syflr.
159
Fr égo psychique.
98
bitenin, bir ‘iç hasbıhâl’den 160 başka bir şey olmadığı sanısına bırakmıştır. Buna da,
basîretin bağlanması, diyoruz.
‘Beşer’in esâsı ‘bedenlilik’ ―evolutivo-genetiko-fizyolojik yapı― iken,
‘insan’ınkisi ‘ahlâklılık’tır (Fr moralité). Ahlâk – beden bütünlüğünü hâîz insan-beşer
―‘kâmil insan’―, bedenliliğini ayakta tutmak üzre, maddî dünyada mücâdele verir
―‘maddîyât’―; bu mücâdeleyi manevî âlemin ―‘manevîyât’― doğrudan uzantısı olan
fikrî–zihnî cephesinden ―‘zihnîyet-fikriyât’― yürütür. Demekki ‘kâmil insan’ın
varlığını belirleyen, ucu dine dayanan maneviyâttır. Böyle bütünlük (Fr intégrité)
gösterene, ‘Rahmânî insan’ 161 denir. ‘Rahmânî insan’, doğaötesi varoluş döneminde
bulunduğu ‘hür’ tercihle içmiş olduğu ‘Enilk and’ını ―bkz: A’râf/7(172)― hatırlayan
ve dünya hayatında ahde vefâ ―bkz: A’râf (173&174)― kaygısıysla yaşayandır. Enilk
andını süreklice hatırlayan, Allah tarafından içkince her ân denetlendiğini bilendir.
Özbilincinde (Alm Selbstbewuβtsein) olan bu kişi, ‘özerk’ (OsmT muhtar) ve ‘hür’dür;
dolayısıyla da ‘ahlâk’ âleminden maddî–bedenî dünyaya yönelir. Başka bir anlatışla,
‘değer’leri esâsta maddî–bedenî dünyanın süreçliliğine tâbî değildir. ‘Ahlâk’ın iki temel
dayanağından biri, ‘ahde vefâ’, yânî, ‘Allah korkusu’; 162 öbürüsüyse, Allahın
rahmetinden ümidin kesilmemesidir. 163
Görüldüğü gibi, ‘vicdân’, ‘içlilik’, ‘ödev’, ‘adâlet’, ‘ölçülülük’, ‘ahit’, ‘vefâ’,
‘özbilinç’, ‘bilinçli’ ―yânî, hesabını verebildiğimiz― ‘tercih’, ‘hürlük’, ‘ahlâk’ın temel
terimleridir. Böylelikle de ‘din’ menşeli manâları (Fr&İng connotation) vardır.
‘Ahlâk’ın değişmez ölçüsü, başka bir sözle, kıstası, Allah Tebliği olduğuna göre, bunun
reddi yahut inkârı bizi ‘ahlâk’ın dışına (Fr amoralité) sürer. Nitekim ‘İlahî kıstas’ın zıttı,
Eflâtun’un “Theaitetos”undan (152a) tanıdığımız Protagoras’ın (485 – 411) “her şeyin
160
Fr causette intérieure.
161
OrL vir Dei; Fr homme de Dieux.
bkz: Bakara/ 2(74, 150, 194, 196, 203, 212, 231, 233&278); Al-i İmrân/ 3(28, 30, 102&200); Nisâ/
4(1&131;
ayrıca bkz: Kitabımukaddes: “Allah korkusu, Hikmetin başıdır” ―Pr 1, 6; 15, 5-32.
162
163
Bkz: Yusuf/ 12(87); Hicr/ 15(55&56); Zümer/ 39(53).
99
ölçüsü insandır” 164 önermesidir. ‘Tanrıcılığ’a karşı ‘İnsancılığ’ın gidip dayandığı temel
bildiri, demekki iki bin dört yüz yıl önce Protagoras tarafından belirlenmiştir.
Duyu verisi algılardan oluşan kanâatların vucut verdiği malûmatla iş gören
kişiyçin geçerakçe biricik ölçü, gelip geçici kanılardır. Başka kanılar, kendisininkilere
yaklaştığı oranda bunları dikkate almağa yanaşır, uzaklaştıkları ölçüde onlara hasım
kesilir. Ancak, dostluk kadar hasımlık dahî sürelidir. Durumlara, çıkar şebekelerine göre
süreklice yer değiştirirler.
Bu nevi tek parça, yekpâre kimse, yânî nefsî benlikten ibâret olana kısaca ben
diyebiliriz. ‘Ben’ini ‘nefsî benliği’nin sığlığında bulup ‘vicdân’ının ‘rahatsız edici
sesi’ne kulağını tıkayan, hayatını ‘vicdân muhasebesi’ yerine ‘çıkar hesapları’ üstüne
inşâa eden, ‘bencil’dir.
‘Ben’in,
‘benmerkezcilik’
çerçevesinde
idrâk
edildiği
‘Hürriyetci
Sermâyeciliğ’in dünya çapındaki bildirişme aracı olan İngilizcede büyük harfle, yânî “I”
şeklinde yazılması, bunca söylediklerimizin tek sözle hülâsasıdır. Almancanın “Du”su
yahut “Sie”sinde gördüğümüz gibi, kadîm sayılabilecek dillerde ‘sen’e yahut ‘siz’e
öncelik tanınırken, çağımızın insanlığa şâmil seçeneksiz bildirişme aracı İngilizcede “I”,
hep büyüktür, baştadır; “you” ise, küçüktür ve “I”dan sonra gelir!
-DÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN
ANA İDEOLOJİSİ:
Hürriyetcilik–Sermâyecilik
1- İmân
164
Y “pantōn khrēmatōn metron estin anthrōpos”.
100
Doğrulanmağı, denetlenme ile gerekcelenmeği ilkece beklemeyen İlkaslî inanca
imân denir. Yine ilkece imânlar, insanın zihnî ile maddî çabalarına dayanmayan Allahın,
elçileri aracılığıyla, insanlığa ilettiği Tebliğin yoruma kapalı, değişmez ‘mihenk
taşları’dır. Allahın Mutlak Birliği; aynı ânda aşkın ve içkin oluşu, tecrübelerden
hareketle akıl aracılığıyla kavranılır cinsten olaylar değildir. Gerçi sözünü ettiğimiz
yollardan Tanrımsı yahut Tanrı-benzeri temel ilkeleri oluşturabiliriz; fakat Allahı böyle
kavramak, tüm soyutlama kâbilyetimiz ile fehmimizi aşar. Tekmil kavrayış ile
anlamlandırma etkinliklerimizin esasını oluşturmakla birlikte, mantık ―yânî, düzgün ve
kurallı düşünme işlemlerimizin― çerçevesini topyekûn aşan ilkeler ‘imân’dan sayılır.
İmân, Tektanrılı Vahiy dininden olsun yahut olmasın, her inanç düzeninin temel,
sarsılmaz ve şarttsız kabullerine verilen addır. Nitekim, “her ümmetin Peygâmberi
vardır. Peygâmberleri geldiğinde, aralarında adâletle hükmedilir ve onlara asla
zulmedilmez” ―Yûnus/ 10 (47)― diyerek Kur’ân, her halka, nesle, millete Tebliğ ile
Tebliğcinin gönderilmiş olduğunu bize bildirmektedir. Allah, böylece gerekli gördükce
İrâdesisini izhâr etmiştir. “Tebliğci dikkate alınmamış yahut reddolunmuşsa yahut da
onun aracılığıyla insanlara nâzil olmuş Tebliğ aslından saptırılmış yahut kötüye
kullanılmışsa, bunun hesabı, Mahkemeikübrâda sorulacaktır...” ―Abdullah Yusuf Alî:
1439.
Allahın, dolaylı dahî olsa, Cemâlini görmek çabasını gösteren herkes, İhlâs
sâhibidir ―bkz: Sâffât/ 37 (40-49). Bunu topyekûn red ve inkâr edenlerse, kâfirdir165
―Bakara/ 2 (6-7&171); Kâfirûn/ 109 (1-5&6): “O hâlde sizin diniz size, benimkisiyse
bana.”
2- Dogma, Öğreti, İdeoloji
165
KeFeRe: 1- Örttü, sakladı, kapadı, kapladı, görünmez kıldı... Örn: i) “Fî leyletin KeFeRe-n-nucûme
‘amâmuhâ...” (A.Lebîd): “Bulutların, yıldızları örttüğü bir gecede...” ii) “KeFeR-el-cehlu ‘aley ‘ilmi
fulânin”: “Bilgisizlik, filâncanın bilgisini örttü (üstünü kapadı, peçeledi, sakladı...)”(T.A.). 2- İtaat etmedi
―yânî, buyruğu, ödevi unutmak yahut kaale almamak. 3- (doğru olanı) reddetti, inkâr etti, (doğru olanın,
Hak, Hakîkat olanın) üstünü örttü...
Kâfir: (Hakka, ‘Haklı’ya, ‘Hakîkat’a, ‘doğru olan’a) inanmayan, (‘hak’ yahut ‘doğru olan’ın üstüne) ‘örtü
çeken’.
Küfür: İnkâr, dalâlet, gaflet, bilmezlik, bilmez gözükmek, Hakîkatı örtme
―bkz: E.W.Lane: “Arabic – English Lexicon”, II.cilt, 2620&21.syflr.
101
Dünyaya geldikten 166 sonra fizik, dirimsel ve toplumsal etkiler alarak beşerinsan yapımız biçimlenir. Etkilerin pek çoğu nefsimizde iz bırakmaksızın kayıp giderler.
Bırakanlarınaysa, ‘izlenim’ diyoruz. İzlenimlerden kimisine öncelik tanıyıp onları
dikkate alırız. Niye? Ya fizik–kimya–dirim dış etkenlerinin, ya toplumsal, demekki
kültürel–siyâsî–iktisâdî, şartların ya da ahlâkî–vicdânî mülâhazaların etkisi, öyleki
basıncıyla bazı izlenimler öncelik kazanır. Bu çeşit izlenimler, ‘algı’ biçimini alırlar.
Biçimsel düşünme işlemlerini, görüldüğü gibi, algılardan hareketle yürürlüğe
koyuyoruz. Biçimsel düşünmenin kılavuzluğunda konuca ve biçimce benzer ‘algı’ların
sentezinden belli bir olaya, konuya yahut nesneye ilişkin ‘idrâk’e ulaşırız.
‘Yargı’larımızın temel birimini oluşturan ‘kavram’lar benzer ‘idrâk’lerin salt
sentezidirler.
Başka
bir
deyişle,
kavramlar,
barındırdıkları
duyu
ile
duygu
kalıntılarından arındırılmış idrâklerin sentezinden elde edilirler.
Duyu verileri, izlenimler, algılar, idrâkler ile düşünceler karmaşası bizde belli bir
olaylar ile varolanlar hevengine ilişkin ‘tecrübe’yi oluşturur. Değişik tecrübelerden
maddî ve manevî hayatımızı anlamlı yürütmemizi sağlayan ‘yaşantı’yı ediniriz.
Tecrübeye oranla tasavvur yükü daha az, buna karşılık kavrama daha fazla yer veren
yaşantılar yoluyla hayatın farklı kesimlerini zihnimizde bütünlüğe kavuşturabiliyoruz.
Yaşantıların hep birden bizde bıraktığı kendimize, yakın ve uzak çevremize, kısacası
hayata dair tasavvur bütünlüğüne ‘ömür’ diyoruz.
Kavram, toplum–kültür tarihi itibâriyle, esâsta, tecrübeden kaynaklanmakla
birlikte, kişinin kendi yaşama dönemi içerisinde bahsi geçen temelden uzaklaşmıştır
artık. İdrâkötesi salt düşünme dediğimiz soyut birimler üstüne yahut onların arasındaki
bağlara ilişkindir. Bu itibârla kavramsal düşünme ve daha ötesi tefekkür, çok önemli
ölçüde tasavvurdan bağımsızdır. Kısacası, ‘kavram araştırması’ demek olan ‘felsefe’nin
oluşturduğu, ve insanın başarabildiği en geniş boyutlu yapı, ‘sistem’dir. ‘Felsefe
sistemi’, dayandığı belli bir ‘bilimin teorileri’ yoluyla ‘vakıa’lar veya ‘vaka’lar
zemînine indirilebilinir. Sistemin yüreği ‘metafizik’tir. Orada daha ziyâde araştırma
sürecinde bilimin cevap getireceği sorular belirlenir. Bu da bize felsefe sisteminin
166
Doğum: Anne ile babanın döl hücrelerinin (Fr gamète) birleşmeleri sonucunda meydana gelen
‘döllenmiş yumurta’nın (Fr zygote) ‘anne rahmi’nde ‘embriyon’a (OsmT cenîn) dönüşerek gelişmeğe
başlaması.
102
gelişmeye açık bir yapı olduğunu gösterir. O, bu temel özelliğine aykırı bir tavırla
belirlediği sorulara, bilime doğrudan doğruya başvurmaksızın, cevap getirmek emeline
yeltenir de, bulduğu karşılıkları sarsılmaz, kesin doğrular olarak kabul ederse, ‘kapalı
sistem’e dönüşür. İşte, sarsılmaz, kendilerinden artık şüphe duyulmayacak derecede
kesin doğrular olarak kabul olunan fikrî değerlere ‘dogma’ denir. Dogmalardan örülü
fikir
şebekesi
‘öğreti’dir.
Düşüncelerin
belirlediği
davranışlarımıza,
hâl
ile
hareketlerimize ‘eylem’ diyoruz. Şu hâlde, bilinçsizce yapılan insan hareketleri eylem
olarak nitelenemezler. Görüldüğü gibi, eylem, insana mahsus hâl, hareket ile
davranıştır. Belli bir öğreti, belirli bir toplumu oluşturan ‘yediden yetmişe’ her bireyin
tüm eylemleri ile yaşantılarını tayîn edip biçimliyorsa, ona ‘ideoloji’ denir. Demekki
ideoloji, bir toplumu baştan aşağıya belirlemek iddiasını taşıyan kapalı bir ‘spekulativ
metafizik sistem’dir. Yapısı ile özelliği gereği ‘dogma’, ‘imân’ın; ‘ideoloji’ de, ‘din’in
mantıkca tersidir. Öncekisi, ‘beşerî akılyürütmeler’in ürünüyken, sonrakisi aklıaşkın
doğaötesi Kudretin insanlığa Tebliği sonucudur. Nitekim, yine birincisi, Yeniçağ dindışı
Batı Avrupa medeniyetinde dinin, gündelik hayatın gündeminden çekilip çıkarılması
sonucunda ikincisinin boş bıraktığı mevkii doldurma çabasına girmiştir.
Türkcede ‘~cilik’ yahut ‘~cılık’, Fransızcada ~isme sonekleri, ideolojiye,
ideolojik yahut ideolojimsi akım ile harekete işâret ederler. İdeoloji teriminin kendisi
de, Türkceye “fikirler şebekesinin mantığı” diye aktarabileceğimiz, “logique du réseau
des idées” demektir. Terimi bu anlamıyla ilk tarîf edip kullanan, Etienne Bonnot de
Condillac’ın (1714 – 1780) öğrencisi olan, Antoine Louis Claude Destutt de Tracy’dir
(1754 – 1836). Destutt, Immanuel Kant’taki metafiziğin eleştirisini kendisine esâs
alarak bu kavramı ve ondan hareketle ideolojiyi irdelemiştir. Destutt’e bakılırsa, insanın
varlığı ile tarihinin incelenmesi anlamındaki metafizik, doğa araştırması demek olan
fiziğin doğal devâmıdır. Nihâyet, “insanın özgül olarak düşünce varlığının tarihi” (Fr
“histoire intellectuelle de l’homme) ve “fikir bilimi” (Fr “science des idées”) diye
belirlediği ideoloji, Destutt’e göre, zoolojinin parçasıdır. Filvakî, Karl Heinrich Marx
da, bu terimi, Destutt’ten alıp ilk defâ “Alman İdeolojisi”nde (Alm “Die Deutsche
Ideologie”) kullanmıştır. Ancak, burada Destutt’ünkinden epeyi değişik yeni bir tarîf
denemesinde bulunmuştur. Buna göre ideoloji, insanın maddî ile iktisâdî şartları
103
çerçevesinde bilinç kazanması sürecinin ifâdesi ve araştırılışıdır. 167 Bizse ideolojiyi
‘fikirlerden örülmüş şebeke’ tarzında tarîf etmeğe devâm ediyoruz.
İdeolojilerin ilki, her bakımdan en hâkim ve günümüzde insanlığı topyekûn eline
avcuna almış görüneni Hürriyetcilik–Sermâyeciliktir (Fr Libéralisme–Capitalisme).
3- Sermâyecilik
İdeolojiler dizisinin ilki ve en eskisi olmanın yanında, ikisi dışında, ötekilerin
menşei olmuştur. İki pâyândası, daha özgül bir deyişle, altideolojisi vardır:
Sömürücülük–Sömürgecilik168 ile İmperyalism.
Aşağı yukarı 1200lerden, yânî Haçlı seferlerinden itibâren Orta ile Batı
Avrupanın siyâsî, toplumsal–kültürel ile iktisâdî gelişmeleri, iç içe cereyân etmişlerdir.
Bunlardan hangisi öncelik taşıyor, bunu tayîn etmek bayağı zor bir işdir. Yine de,
Merkantilismin, Derebeğliğin bağrında gelişmiş şartların sonucu olduğu öne sürülebilir.
Ne var ki, Derebeğlik düzeninin çözülmesini, Onbeşinci yüzyıldan itibâren, başta Kuzey
batı Avrupada olmak üzre, Merkantilismin geçerliliğini yitirmesine bağlayabiliriz.
Derebeyliğin bağrında ortaya çıkan ‘kentsoylulaşma’ eğilimleri, berâberlerinde artıürün
ile sermâye birikimi temâyüllerini de getirmişlerdir. Kentsoyluluk, bağrından çıktığı
toprak zâdegânlığının yanında, Katoliklikte odaklanan dini de gündemden düşürmüştür.
‘Toprak zâdegânlığı’, ‘Kentsoyluluğ’a tebdîl olurken, ‘Merkantlism’ de ‘Kapitalism’e
(‘Sermâyeciliğ’e) dönüşmüştür. Bu dönüşümlerin başını Onyedinci yüzyılın ikinci
yarısından itibâren çeken İngiltere, tarihte eşine rastlamadığımız bir güç ve etki merkezi
olacaktır. Avrupa kıtasında yer alsın almasın, bu gidişe ayak uydurmayan yahut
uyduramayan her toplum, İngilterenin kahredici ‘soluğ’unu ensesinde duymuştur.
Haddizâtında, toprak zâdegânlığını ve onun siyâsî-iktisâdî nizâmı demek olan
Derebeğliğini Avrupada ilk izâle eden Fransa olmuş, onu da Ispanya takîb etmiştir. Adı
anılan iki ülkede derebeğliği, ‘merkezî devlet asilzâdeliği’ lehine iktidârından ferâgat
etmiştir. Buna karşılık, İngiterede merkezî devlet asilzâdeliği ile toprak zâdegânlığı
arasında daha 1215ten, yânî Magna Cartadan itibâren hak ile imtiyâz dengesi
167
Bkz: Bernhard Waldeufels & ...: “Phänomenologie
Wissenschaftstheorie”, 4.cilt, 189-199.syflr.
168
Fr Exploitationisme–colonialisme.
und
Marxismus/
Erkenntnis~
und
104
kurulmuştur. Bahis konusu denge, 1534te akdolunan Üstünlük Ahitnâmesiyle (İng Act
of Supremacy) 169 merkezî asilzâde iktidarı ile Kilise ve nihâyet Oliver Cromwell’in
(1599 – 1658) başını çektiği, başarısızlıkla sonuçlanmış, Cumhuriyetci hareketle (1653
– 1658) birlikte, bütün karşıt unsurlar arasında temîn olunmuştur. İngiltere, bu yoldan,
bir yanda Vatikandan bağımsız ve millî olan Anglikan kilisesini ihdâs etmiş; öte taraftan
da merkezî asilzâde iktidarı, toprak zâdegânı ile yeni teşekkül hâlinde bir sınıf olan
Kentsoylular arasında uzlaşma sağlamıştır. 170 Bütün bu köklü uzlaşmalara rağmen,
İngiltere, geleneksel dinî ve siyâsî yapısından tavîz vermemiştir. Bu cümleden olmak
üzre, İngiltere, bir din ve hükümdârlık devleti 171 olarak hayatını sürdürmüştür. Şu var
ki, İngilterede gerek din gerekse siyâset hayatı, yeni iktisâdî şartlar ile bunların
berâberlerinde getirdikleri sınıf düzenlemelerine boyun eğmiştir. Yeni iktisâdî şartları
Hür Sermâyecilik terimi altında derleyebiliriz. Hür Sermâyeciliğin sınıfıysa,
Kentsoyluluktur. Adı üstünde, kentsoyluluk, şehirlilik (Fr urbanité) demektir. Şehir
dışında, demekki kırda dahî yaşasanız, hayatınızı, yine, şehirli âdâbına uygun kılarsınız.
Bahis konusu âdâp, giyim kuşamdan tutunuz da hâl ile hareketlerin, davranma tarzları
ile tutumların en ince ayrıntılarına dek uzanır. Nitekim, kırlık alanlarda inşâa olunan
mâlikhâneler, gerek mimarî yapıları gerekse hâvî oldukları imkânlar itibârıyla
şehirdekilerin sureti olmuşlardır. Onsekizinci ile Ondokuzuncu yüzyıllarda kaleme
alınmış seyâhatnâmelerde gördüğümüz resimlerdeyse, balta girmemiş yağmur
ormanlarına dalan beğefendiler, kolalı gömlekli, boyunbağlı ve takım elbiselidirler.
Yeryüzünün hangi köşe bucağına giderlerse gitsinler, İngiliz hanımefendisi (İng lady)
de beğefendisi de (gentleman), şehir hayatlarının maddî ile kültürel değerleri ile
unsurlarını, mümkün mertebe, gerçekleştirmeğe bakmışlardır. Hikâyeye, daha doğrusu,
nükteye inanacak olursak, bir İngiliz beğefendisinin yatak kılığında bile, boyunbağı
eksik olmazmış! Tabîî bu işde bayağı tuhaf bir aykırılık göze çarpmıyor değil: Zihniyet
iktisâdîleşmekle birlikte, özellikle Yenidendiriliş döneminde, demekki 1500lerde
169
Bkz: Edwin Jones: “The English Nation/ The Great Myth”, 15.s.
170
Bkz: Edwin Jones: A.g.e, 65.s.
171
Fr théocracie & monarchie.
105
Ortaçağdakilerden farklılalaşan soyluluk
âdetleri ile âdâbımuâşeret kuralları hiç
değişmeden yürürlükte kalmışlardır. İşte bu iki, aykırı gibi gözüken, unsurun mezci,
çağdaş şehirli hayatın 172 anaörneğini teşkîl etmiştir: Bir yanda Sermâyeci iktisâdın
gerektirdiği serbest rekâbetci müteşebbisliği, öbür taraftaysa, şehirli hayatın
âdâbımuâşeret zapturaptı (Fr discipline). Yalnız, bu zapturapt, yine çok ilgi çekici bir
husus, merkezî devletin hukukî–inzibâtî tasarruflarından ziyâde, aile ile okul kaynaklı
eğitim yoluyla tek tek kişilere aşılanmıştır. Başka bir deyişle, Kentsoylu İngiliz,
kendisinden beklendiği gibi giyinip kuşanmıyor, yiyip içmiyor, davranmıyor ve iş
görmüyorsa, güç ve yetkiyle donanmış belirli bir merci tarafından derdest olunup
cezâya çarptırılmıyor. Başına daha kötüsü geliyor: Ayıplanıp dışlanıyor, aforoz ediliyor.
İktisât kadar siyâset ve düşünce hayatı bütünüyle ademimerkezîdir (Fr décentralisé).
Herkes, kendi başına ve kendisinden sorumlu. İşte, daha 1300lerden itibâren gelişip
1790larda olgunlaşan Hür Sermâyeciliğe doğru yol alan Kentsoylu yaşama ile düşünme
tarzının açıkca sınanıp denendiği tecrübe sahası, Yeni İngiltere, nâmıdiger Amerika
Birleşik Devletleri olacaktır.
Sermâyecilik, ideoloji olarak, özel mülkiyet hakkının savunulmasından ibâret
değildir. Filvakî, özel mülkiyet, insanların, konar-göçer avcılık safhasından yerleşik
tarım toplumu yaşayışına geçişlerinden beri varolagelmiş bir kurum olup bütün
medeniyetlerde kendisini göstermiştir. Sermâyecilik, haddizâtında yüksek verim
sağlamaya yönelik üretim araçları ile üreten insan gücünün özel mülkiyete
dayanmasıdır. Yüksek verim sağlamaya yönelik üretim araçları ile üreten insan gücüne
mâlik olmak sermâye birikimini temîn edebilmiş herkese açıktır. Buradan da aynı tür
malı üretenler arasında rekâbet doğmuştur. Sermâye birikimi ile kâr haddini rakîplerine
oranla yükseltebilen, git gide öbürlerini sâfdışı kılar. Böylelikle tekelci sermâyenin
ortaya çıktığı görülür. Bunu önlemeğe yönelik olarak çıkarılan kanunlar, ‘dostlar
alışverişte görsün’ kabîlindendirler. Zirâ, merkezî devlet, 1700lerin başlarından itibâren
gittikce büyük sermâye öbeklerinin hâkimiyetine, hiç değilse, denetimi altına girdiği
görülür. Görünüşte yasaklansa dahî, devlet desteği açıktan yahut gizlice varlığını
duyurmuştur. İngitere de Felemenk de, cihânşumûl sömürge imparatorluklarını şirketleri
172
Fr vie urbaine moderne.
106
yoluyla kurmuşlardır. Hedef ülkeye şirket arkasına devlet desteğini almış durumda
giriyor. Bölge yahut ülke bir kere sağlama bağlandıktan sonra, oranın, âsâyişi başta
olmak üzre, idârî, mâlî, eğitim, öğretim bütün meselelerini merkezî devlet üstlenir.
Günümüzde de, filhakîka, Amerika Birleşik Devletleri, aynı iktisâdî-siyâsî hedefi
benzer yöntemlerle gerçekleştirmek peşindedir.
‘Hür Sermâyeciliğ’e ve onun hayat tarzını temsîl edip savunan ‘Çağdaşcılığ’a
(Fr
Modernisme) karşı tepki şeklinde doğmuş olan ‘Romantism’ dünya ile doğa
görüşlerinin ideolojileşip siyâsîleşmiş türevi ‘Faşism’ ve onunla birtakım benzerlikleri
bulunan ‘Millî toplumculuk’tur (Fr National Socialisme). Gerek çok farklı görüşteki
kişiler ile insan kümelerinin vucut verdiği Hür Sermâyeciliğe gerekse onun kendisine
karşı tercih olunabilecek seçenek olarak meydana getirilmiş Toplumculuğa (Fr
Socialisme) tepki şeklinde doğmuş Faşism ile Millî toplumculuğa oranla Hür
Sermâyecilik, gevşek dokunmuş bir ‘fikirler örgüsü’, bir ideolojidir. O kadar ki, hem
yaşama
tarzındaki
hem
de
siyâsî
alandaki
yumuşak,
mutedil
görünüşüyle
Sermâyeciliğin, ideoloji olup olmadığı bile, sorulabilir. Onun müsâmahalı, mutedil,
yüzeyde kalan müsâadeci (İng permissive) görünümü ve beşerin, temelde, ‘belden
aşağısı’nın, başka deyişle, hayvanî kesiminin ihtiyâçlarını hedef tahtası seçmesi, böylesi
geniş coğrafyalara kısa sayılabilecek sürede yayılmasını sağlamıştır.
“Özel üretim ile mülkün ileri aşamalara ulaşması ve zanaatların seviyesinde
alışılmışın ötesinde gelişmelerin kaydedilmesi, özel ihtiyâçların karşılanmasını
kolaylaştırmış ve yatırılmış sermâyeden verim elde edilmesini sağlamıştır. İşte böyle
tarîf ve tayîn olunan iktisât sistemi Sermâyeciliktir. O, bağrında para hâkimiyeti (Fr
plutocracie) tehlikesini barındırır. W.Sombart, Sermâyeciliği, erken ―İngiltere ile
Fransada Onsekizinci yüzyıl sonlarına, Almanyadaysa Ondokuzuncu yüzyıl ortalarına
doğru―, yüksek ―Ondokuzuncu yüzyıl sonları A.B.D.― ve geç ―Birinci Dünya
Savaşı sonrası Kuzey ile Batı Avrupa― olmak üzre üç safhada mütâlea etmiştir.” 173
4- Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyetinin, dolayısıyla da,
Sermâyeciliğin Tarihteki Konumu
i- İngiliz-Yahudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken
107
Farklı görüşteki kişiler ile değişik insan kümelerinin vucut vermesine rağmen,
Hür Sermâyeciliği asıl belirleyip başlangıç safhalarından bu yana yürüten merkezî
mahfil, milletlerüstü bir teşkilât olan Farmasonluktur. Sıkı bir silsileimerâtip düzeni ile
tavîzsiz bir gizlilik kuralı doğrultusunda çalışan Farmasonluk, belli bir kişinin, aile
yahut boyun güdümünde olmayıp dünya çapında kurumlaşmış bir teşkilâttır.
Mensupları, teşkilâtın merkezî ve bağlı bulundukları locaların tüzükleriyle zapturapt
altına alınmış olmalarına karşılık, teşkilât ile loca dışındaki özel hayatlarında tümüyle
serbestce yaşayabilirler. Cinsiyet hâriç, din ile milliyet neviinden hiçbir ayırım
gözetmeyen Farmasonluk, üyeleri arasında görüş ile çıkar destekleşmesini herhâlükârda
şart koşar. Bununla birlikte, eşitler arasında üstün olanlar, yine de İngilizler olup onları
Yahudîler takîb ederler. İngilizlerin arasındaysa, günümüzde tavsamış bulunsa bile,
soyluluk mertebeleri uyarınca derecelenme söz konusudur.
İşte, ilkin 1789 İhtilâlikebîrle Fransada köprübaşı tutup oradan Avrupanın
değişik yörelerine intikâl eden, öncelikle de Sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen
her tarafında, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dörtbir
köşe bucağına yayılan İngiliz-Yahudî medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır.
Bunlar, bir yanda, doğrudan doğruya kendileri, öte taraftan da, Rotary, Lions gibi,
meslek yahut hayır dernekleri ve toplulukları kisvesindeki resmî – gayrıresmî alt
kuruluşları yoluyla, Hür Sermâyeciliğin tohumlarını serpmiş, ardından da onu dünya
çapında fikren ve maddeten inkişâf ettirmişlerdir. Farmasonluk, dost kisvesi altında
cezbedilmiş yahut zor kullanılarak esir alınmış toplumların en kâbiliyetli, akıllı, zekî ve
tercihân soylu soplu bireylerini bağrında barındıran en etkili —zanaat, sanat, sanayi,
ticâret, siyâset, öğretim, silâhlı kuvvetler gibi— çevreleri gözetir. Anılan çevreler
yoluyla Farmasonluk, İngiliz-Yahudî zihniyetini teşkîl eden inançlar ile ülküleri hedef
topluma yahut millete en üst seviyeden zerketmeğe bakar. Tactique ve stratégiesiyle
Farmasonluk, İngiliz-Yahudîliğin anaörnekliğini teşkîl eder. Kendisine sakladıkları ile
dışındaki çevrelere ‘ihrâc ettiği’ değerler, birbirlerine ters düşerler. Farmasonluk, bir
kere, muhâfazakâr, maneviyâtcı ile silsileimerâtipci olmasına ve kendisiçin gizlilik ile
câmiaiçi dayanışmayı savunmasına karşılık, kendi dışındakilere maddiyâtı, eşitlikciliği,
173
Johannes Hoffmeister: “Wörterbuch der philosophischen Begriffe”, 342.sayfa
108
ilericiliği, devrimciliği, şeffaflık ile bölünüp bireyleşmeyi telkîn eder. Tıpkı kendisinden
geldiği ve temsîl ettiği iki ana zihniyetten sapına dek dindar Yahudîliğin, kendi
dışındaki dindarları yobaz olarak nitelemesi, kendisi kavmiyetci olmasına karşılık,
başkalarının milliyetciliği ile yurtseverliğini ırkcılık, giderek, Yahudî-aleyhdarlığı
şeklinde telâkkî etmesi gibi. Yine tıpkı, kendisinden türeyip kendisini temsîl eylediği
öbür anlayış olan İngilizliğin, ilericiliği, eşitlikcilik ile cumhuriyetcilik fikirlerini ihrâc
etmesine karşılık, kendisinin muhâfazakârlık, silsileimerâtib ile hükümdârlık ülkülerine
bağlı kalması gibi. Aile hayatı ile dayanışması, evlilik kurumu ve askerî güç kavrayışı
neviinden kendisini zaman içerisinde kanıtlamış nice değer varsa, öncelikle Yahudîlik
ve gittikce gerileyen derecede İngilizler, bunları kendilerine alıkoyarlarken, 174 kerîh
bildiklerini hedefteki özge toplumlara ‘yedirerek’ onların mücâdele irâdelerini,
dolayısıyla dirençlerini kırmağı amaçlamaktadırlar.
İngiliz-Yahudîliğin, anlayışıyla, dünya ile insana bakışıyla, hâl hareketleriyle,
öncelikle İngilizlik kanadını yeryüzünün en ücrâ köşelerine taşıyan bir kurum da,
millîleştirilmiş kilise durumundaki Anglikancılıktır.
Ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısından itibâren Fransa, Felemenk, İsviçre,
İsveç, Danimarka; Birinci Dünya Savaşının ardındansa, bağımsızlıklarına yeni
kavuşmuş Orta ile Doğu Avrupanın ufak ülkeleri git gide sözünü ettiğimiz medeniyetin
etki alanına girmişlerdir. Nihâyet bu tarihlerde Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti,
aslında kendisinden türemiş olan İngiliz-Yahudî medeniyetine karışmıştır.
ii- Din ile Dindışının Birbirlerine karşı Mevzilenişleri
Tarihi yönlendiren tümel tasarım varmıdır? Kelâmın terimleriyle ifâde edilirse,
‘küllî irâde’ denilen çeşitten tümel tasarıdan söz edilebilinirmi? Vardır, diyenler, dar
yahut geniş anlamda dindar, yânî doğrudan doğruya yahut dolaylı şekilde dinin
etkisinde kalan kimselerdir. Dar anlamda dindarlar, yalnızca Tanrıya inanmakla
kalmayıp doğrudan yahut dolaylı olarak Ondan nâzil olduğuna inandıkları Tebliğlerden
birini benimseyip o doğrultuda toplumsal ile bireysel hayatlarını tanzîm ederler. Geniş
anlamda ‘dindar’ diye nitelediklerimiz, âlemdeki düzenin bir kurucusunun yahut
174
Günümüzde en etkili, kudretli ve muntazam silâhlı kuvvetleri, sözgelişi, İngiliz-Yahudîliğin ana merkez
üç ülkesi olan İngilterenin, A.B.D. ile Israilin ellerindedir.
109
belirleyicisinin bulunduğunu onamakla birlikte, herhangi bir iytikât düzenine uymağı
reddederler. Bunlara, gevşek bir deyimle, Sekülerler diyebiliriz. Nihâyet, tek tek olup
bitenleri belirleyen bir düzeni kabul etmekle birlikte, bunun ‘mimar’ını tanımanın,
nesnel, positiv şartlar çerçevesinde imkânsız olduğu, bu yüzden de, böyle bir mercinin
yahut gücün varlığından anlamlı tarzda bahsedilemeyeceği kanısını taşıyanlar vardır.
Onlar, Bilinmezcilik (Fr Agnosticisme), Positivcilik, Maddecilik, Tanrıtanımazcılık (Fr
Athéisme) akımlarından birinden yahut birkaçından sayılabilirler. Özetlersek, Tanrıcılar
ile Tanrıtanımazların (Fr athée) ortak paydası, evrende belli kurallar uyarınca işleyen
bir düzenin bulunduğu kabulüdür. Ayrıldıkları husussa, zorunlu kurallara uygun işleyen
düzenin müellifi varmıdır, yokmudur ve onun kimliği nedir, sorularına verdikleri
cevaptadır. İşte dar ile geniş anlamdaki ‘dindarlar’a hep birlikte Gerekirciler (Fr
Déterministes) demenin yanlış olmayacağı kanısındayız. Aslında, bir yanda
Gerekirciliği benimsemek, öbür taraftan da Tanrının varlığını inkâr etmek, âşîkâr bir
çelişkidir. Bu sebeple, esâs tutarlı Tanrıtanımazlar, evrende zorunlu düzenin
bulunmadığını öne sürenlerdir. Söylediklerimizin kanıtını, öncelikle Vladimir İlyiç
Ulyanov, nâmıdiger Lenin’le (1870 – 1924) karşılaştırıldığında, Jacques Monod’nun
(1910 – 1976) sergilediği tutarlılıkta buluyoruz. Tanrıtanımaz Ortakmülkcülüğe bağlı
çağımızın önde gelen biyolog ile filosoflarından Jacques Monod, evrenin, dialektik
yasalar doğrultusunda işleyen maddî etkileşimlerin verisi olduğu iddiasını toptan
reddetmiştir. Monod’ya göre, ne doğa ne de tarih bağlamında zorunluluktan mantıklıca
söz edilebilinir. Haddizâtında, zorunsuzluğu (Fr&İng contingence) Yeniçağda savunan
İngiliz Deneyciliğinden hareketle Charles Darwin, evrim varsayımıyla, eşyânın tabiatı
gereği, bütün olup bitenlerin rastlantılı olduğu savını çağımız zihniyetine hakketmiştir.
Monod, Darvinci anlayışın gereğini en tutarlı tarzda yerine getirmiş çağımızın
düşünürüdür.
Dünyaya yatay düzlemde, yânî olaylara gözümüzün önünde olup bittikleri tarzda
baktığımızda, zorunsuzluk ilkesini reddedemeyiz. Akıl–deney 175 yolu, başka bir sözle,
positiv yöntem bunu gerektirmektedir. Eksik varolanlar olarak bunun dışına çıkamayız.
İşte bu bağlamda olup bitenlere baktığımızda, doğada evrimi, toplumdaysa tarihi
175
Fr rationnel-empirique.
110
görürüz. Ne var ki, Vahiy ve ‘iç sesimiz’, yânî vicdânımız ise, bize Mükemmelliği,
başka türlü söylenirse, mutlak zorunluluğun hükmünü bildirirler. Zorunsuzlukları doğal
olarak algılarız; mükemmellik ise, bilinemez: Onun varlığına ya imân edilir ya da
edilmez. Bu sebeple, sokakta yürürken başıma düşen saksı olayını ya “tesâdüf eseridir”,
“kazadır” ya da “kaderin tecellisidir” şeklinde niteleyebilirim. İki tavır arasında bilgi
teorisi açısından fark yoktur; ideolojik fark, tabîî ki, âşîkârdır.
Yatay düzlemde olup bitenleri izlediğimizde, karşılaştığımız etkilerin ancak
birkaç adım önceki nedenlerini tesbît edebiliriz. Burada öyleyse kısa vadeli, kısmî
tesbîtler söz konusudur. Hakîm aşamasındaki kimselerde yatay gerçeklik düzleminin
aşılıp İlahî görüşe yaklaşmanın mümkün olduğu, konunun erbâbı tarafından bildirilen
bir husustur. Burada artık toptan görme ―basîret― bahis konusudur. Tarihe bilimsel
tavırla bakmak alışkanlığında olmamız, onda şaşmaz hikmet yansısını, nurunu
görmemize engel değildir. Hikmeti aramak cefâsına kapılınmaksızın kendiliğinden
hakîm olunamaz. ‘Bilim’in üstü ve kaynağı ‘felsefe’dir. Onun fışkırdığı pınarsa,
‘hikmet’tir. Bunun da en uç noktası, tam ve şüphesiz idrâk ile bilme demek olan
‘hadsisâdık’tır.
Tarihi incelerken sezgilerimiz bize önemli ölçüde yardım ederler. Sezgilerimiz,
akılyürütmelerimizi destekledikleri oranda kullanılırlar. Ortalama zekâ seviyesinde
herkes biçimsel mantığın ana yolu olan akılyürütmeyi olağan bir orta ile yüksek
öğrenim sonunda öğrenebilir. Hâlbuki hadsisâdık, pek az kimseye nasîb olan
mazhariyettir. Bu yüce kâbiliyetle mücehhez kişi, taleb ettiği takdîrde bir mürşidin
mürîdi olarak eğitilir. Tasavvufî eğitim, biçimsel öğrenimden bambaşkadır. ‘Biçimsel
öğrenim’ bize ilkece şüpheye açık değişken ‘bilimsel’ yahut ‘fennî’ bilgilerin
edinilmesini sağlarken, ‘tasavvufî eğitim’ insanı ilkece şüpheden ârî, kâmil ve tam irfân
demek olan Hakkelyakîne ulaştırabilir.
Buraya değin olaylardan uzaklaşıp kopmadan onların yılankavî yol alışlarını
adım adım izlemeğe çalıştık. Batı dünyasında cereyân etmiş olaylar zincirini ve sonuçta
Onyedinci yüzyıldan itibâren Yahudî sermâyesi ile kendi toplum–siyâset şartları
çerçevesinde İngiliz teşebbüscülüğünün ‘izdivâc’ından neşet etmiş günümüz medeniyet
durumunu, ona rakîp ve seçenek gördüğümüz İslâm anlayışıyla dahî yer yer
111
karşılaştırmakla birlikte, bahse konu kılınmış taraflardan birine yahut öbürüne alenen
haksızlık etmekten olabildiğince kaçınarak, tesbîtci ve tasvîrci tutumla yansıtmağa çaba
harcadık. Ne var ki, haksızlık etmekten kaçınmak, taraf tutmamak anlamına gelmez.
Tarafsızlık, ahlâksızlıktır. Haksızlık etmek ise, adâletsizliktir, yânî zulmdür.
Tarihin hiçbir devrinde haklı ile haksız günümüzde cereyân eden mücâdeledeki
kadar açık seçik biçimde ortaya çıkmamıştır. Hâkim güç, aklın havsalanın alamayacağı
derecede kuvvetli, kudretli ve zengindir. Yeryüzü, beşerî ve tabîî tekmil kaynaklarıyla
ona teslîm olmuş gözüküyor. Şimdimizden kaygılıyız; geleceğimizden ise, endîşe
duyuyoruz. Olup bitenler, yüzbinlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın infilâkı değil,
parmaklarımızın arasından kayıp giden insanlığımız ile onu barındırıp ihyâ eden
dünyamızdır.
Olaylardan kimisi niye bu yöne saptılar da, başka taraflara yönelmediler,
sorusunu da sormadan edemiyorsunuzdur. Tesbît ile tasvîr ettiklerimizin büyük
çoğunluğunu nedensel çerçevede kanıtlamak imkânından yoksunuz. Öncelikle, tarihte
vukûu bulmuş olaylardan pek azı belgelenebilir cinstendir. Bundan dolayı neden – etki
bağıntılarını inşâa etmek olağanüstü zor bir beceridir. İnşâa etmekten uydurmağa
kaymak işden bile değildir. Uzak ile orta vade geçmiş vaka silsîleleri arasında karîneler
yoluyla neden – etki bağıntılarını kuran tarih filosofu, ölümcül uçurumun üstünde
uzanan buzdan köprüyü geçerken önünü ardını defâlarca yokladıktan sonra her adımını
atan dağcıyı andırır.
Tarihte belirlenim arayan filosoflar, hep, vaka silsîleleri, niye falanca yönde
ilerilediler de, filâncaya sapmadılar sorusuyla becelleşip buna cevab aramışlardır. Onlar,
tarihin esaslı biçimde değerlendirilip anlamlandırılmasına birtakım maddî ile coğrafî
şartların sıralanıp dökümünün çıkarılması ile zaman, mekân çerçevelerinin çizilmesinin
yetmeyeceği kanısını taşımışlardır. Sözgelişi, çağımız dünyası niye Kuzey batı
Avrupada biçimlendi de, onun iklîm şartları ile coğrafî konumunu andıran yeryüzünün
özge yörlerinde şekillenmedi? Onaltıncı yüzyılda yüksek bir zanaat (Fr&İng technique)
sevîyesi sergileyen Çin, nasıl oldu da düzenli biçimde uzak ufuklara yelken basıp
112
denizaşırı toprakları yerleşimine açamadı 176; nihâyet bunu İngilizler, Felemenkliler,
Danimarkalılar, Fransızlar, Ispanyollar ile Portekizliler başardılar? Hele, nüfus ile
yüzölçüm boyutları itibârıyla, koskoca Çin ile küçücük Felemenk ile Danimarka
ülkelerini karşılaştırınca, muazzam başarı ibresinin ikincilerden yana ağır basması, daha
bir şaşırtıcı olmuyormu?
Herbert W.Armstrong, bu hâli, “Vahiye göre Anglo-Saksonlar” 177 başlıklı
dikkate değer eserinde İlahî İnâyete 178 bağlamıştır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel
(1770 – 1831) ise, “Tarih Felsefesi Dersleri” 179 başlıklı dev eserinde tarihin,
‘Maneviyât’ (Alm Geist) tarafından belirlenip yönlendirildiğini öne sürmüştür. ‘Dünya
Maneviyâtı’nın (Weltgeist) hükmü altında yol alan medeniyetin 180 güneş misâli,
doğudan doğup 181
Batı Asyada en üst noktasına erişerek batıda 182 kemâle erdiği
görüşünü savunmuştur.
Hegel’e göre, Maneviyât, doğada olduğu gibi, tarih diye adlandırdığımız
inssanlık âleminde dahî, milletlerin maşerî (Fr collectif) maneviyâtları (Alm Volksgeist)
aracılığıyla Kendisini izhâr eder. Bu süreçte bâzı milletler başı çekerlerken, diğerleri bir
176
Ming hânedânı devrinde Çinin güneyindeki Yunnan eyâletinden Müslüman Çinli amiral Çeng Ho(asıl
adı, Ma San-Pao: 1371 – 1435), komutasındaki 62 gemilik filo ve 27,800 askerden oluşmuş birlikle
1405de Batı denizlerine yelken açmıştır. Siyâsî ve ticârî sebeplerle ziyâret edilen ülkeler, sırasıyla,
Vietnam, Malaka (Malaya’da), Sumatra, Seylan, Basra Körfezi, İran, Hicaz, Umman, Yemen, Sudan,
Kenya, Zanzibar... Ziyâret olunan yerlerden anayurdun yabancısı olduğu bitki ile taş örnekleri, ticârî
metâa ve kimi ecnebî tâcir ile devlet ricâli pâyıtaht Nankinge götürülmüşlerdir. Birçok kez tekrarlanan
gezilere nihâyet 1433te birdenbire son verilmiştir. Bu tarihten sonra Çinliler, bir daha uzak yol deniz keşif
gezilerine çıkmamışlardır
—bkz:Nicholas Tarling: “The Cambridge History of Southeast Asia”, I.cilt, 227.& 331.syflr;
ayrıca bkz: “Encyclopedia Britannica CD Multimedia Edition”, “Cheng Ho” maddesine.
Bundan altı yüz yıl önce binlerce kişinin gerek taşınmasını gerekse aylarca süren iâşesini
sağlayan teşkilâtcılık ile düzen zihniyetine, bunca büyük sayıda gemiye böylesine uzak ve tanınmayan
diyârlara yelken açtıran zanaate, hüner ile mahârete nice hayran kalınsa azdır. Hayrete mûcib olan husus
ise, böylesine muazzam bir teşebbüsün, müstemleke kurma bâbında sonuçsuz kalmasıdır.
177
Fr “Les Anglo-Saxons selon la Prophétie”; İngilizceden Fransızcaya Ambassador College tarafından
tercüme olunmuştur.
178
Fr Grâce Divine
179
Alm “Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte”; E.A. (iki cilt), Berlin, 1832 ―bkz: Volpie &
Julian Nida-Rümelin: “Lexikon der philosophischen Werke”, 790.-792.syflr.
180
Geschichte der Menschheit: İnsanlık tarihi.
demekki Doğu Asyadan…
182
demekki Batı Avrupa
181
113
çeşit figüran rolünü oynarlar. Maşerî maneviyâtın kendisinde odaklaştığı kimseler,
Hegel’in gözünde, Büyük İskender (356 – 322), Gaius Iulius Caesar (102 – 44) ile
Napoléon Bonaparte (1769 – 1821) gibi tarihî kişilerdir. Bunlar, kendi başlarına cüzî
amaçlarının takîpcisiyken, aslında, tabîî ki bilmeden, “aklın bir hîlesi”ne âlet olurlar. 183
Yine Hegel’e bakılırsa, maneviyâtın kendisini göstermesi, mutlak hukuk ile
hürriyet ilkelerinin 184 gerçekleşmeleri (“Freiheitsverwirklichung”) yoluyla olur.
Hürriyetin gerçekleşme basamakları, insanlığın ilerileme (“Fortschritt”) aşamalarını
temsîl eder. Hürriyetin gerçekleşme sürecinin akîm kaldığı yahut ilgâ kılındığı
durumlarda, gerileme (“Rückkehr”) başgösterir. İlerilemeyi durduran en önde gelen
etken ise, doğaya hâkim karanlık güçlerin (“dunkle Macht der Natur”) baskısına
insanın, bel vermesidir. Hukuk ile hürriyyet ilkelerinin bayrakdârlığını yapan millet,
tarihtedeki ilerilemenin de öncüsü sayılır. Bu çabalarında doğanın veya tarihin istibdât
fırtınalarına göğüs geremeyen yahut bayrakdârlık tâkatını gösteremeyen milletler,
hukuktaki üstünlüklerini, yânî devlet olma vasıflarını ve hürriyetlerini yitirirler.
Devlet geleneğinin Asyadan yayıldığını bildiren Hegel, kendi bireysel kaderinin
―İslâmî terimlerle söylersek, ‘cüzî irâde’sinin― bilincine erişme mücâdelesini vermek
suretiyle kişileşmek, kölenin tersine, Atinalı vatandaşa 185 nasîb olmuştur, diyor. Çağdan
çağa ve toplumdan topluma farklılık gösteren örflere bağlı birey olma durumundaki
insandan Tektanrılı Vahiy dini ―Hegel’in kasdettiği, Hırıstıyanlıktır― sâyesinde ahlâk
insanı doğmuştur. Ahlâk kişisi olarak insan, hürriyet ile akıl varlığıdır. 186 Hür insan,
konumunu Lutherci Islâhatcı (“Reformation”) hareket ve daha sonra Hürriyetcilikle
(“Liberalismus”) pekiştirmiştir. Hırıstıyanlığın yaratma görüşüyle, yeryüzünün,
doğadışı güçlerden arındırılmasının ardından (“entgötterte Natur”), Lutherci Islâhat ve
sonraki Hürriyetci hareketlerin sonucunda, Hegel’e kalırsa, insanın kendisi, kendisine
183
Alm “unbewusste Werkzeuge einer List der Vernunft”.
184
Alm“das unbeschränkte Rechts- und Freiheitsprinzip”.
185
Alm “griechische Bürgerwelt”.
186
Alm “Freiheits- und Vernunftswesen”.
114
karşı serbestce tavır alır hâle gelmiştir. 187 Bu serbestleşmesindeki en önemli âmil, onu,
doğanın, Hegel’in deyimiyle söylersek, karanlık, müstebit güçlerine karşı muzaffer
kılan sanayi devrimi olmuştur.
iii- Manevî İnsana karşı Maddî Beşerin Mevzilenişi
İşte, insanın, doğaya cephe alışı ve Sanayi devrimi doğrultusunda kendisini
kendisine karşı âzât kılmasıyla, Hürriyetci–Sermâyeci anlayış, büyük bir ivme
kazanmıştır. Bu eşi menendi görülmemiş gelişmelerin anahtarıysa, Yahudîlik ile
İngilizliğin tarihî ittifâkında aranmalıdır.
İnsanın, kendisine karşı kendisini âzât kılmasının ne anlama geldiğini gözden
geçirdik. Bu yüzden aynı konuya burada dönmeyeceğiz. Yalnız, bu yolda onun, dur
durak bilmez korkunç ilerileme marazına dûçâr olduğunu belirtelim. Bireyler, tüzel
topluluklar, şirketler ile milletler arasında kıyasıya, sonu belirsiz yarış başgöstermiştir.
Yarış için yarış! İlk ve biricik hedef, kuvvete, kudrete, şana, şöhrete, servete kavuşmak.
Hep daha çok; daha, daha fazla; çok daha fazla! ‘Önüme ne çıkarsa, devirir, basar,
geçerim; ihtirâslarımın sonu sınırı yok!’ ‘Dünya benimdir ve sonunda her yanıyla, her
şeyiyle bana kalacak!’ İmdi, Maddeci–Mekanisist–Akılcı–Deneyci–Laik–İnsancı–Hür
Sermâyeci (yahut Toplumcu)–Çağdaşcı insanın vehmi: Bu insan, içsizdir, bencildir,
bencidir, benmerkezcidir, çıkarcıdır, ukalâdır, bilgiçtir, zekîdir, arsız hayâsızdır;
çıkarına dokunulmadıkca, rahat bırakıldıkca başkasına karışmaz ―’bana dokunmayan
yılan bin yıl yaşasın!’―; kısacası, daha önce belirttiğimiz üzre, tragique varlıktır.
Çıkarlarını yürütmek maksadıyla oldum olası kimsenin aklına esmemiş yollara
başvurur. Fennî üstünlüğüne dayanarak kendisine karşı çıkanları, toptekneleri (İng
gunboat), tank, top, uçak, yangın bombası neviinden gelişkin ateş gücü yüksek;
kimyevî, biyolojik yahut çekirdeksel (Fr nucléer) bombalar gibi, maşerî yıkıcılığı olan
silâhlarla sindirmiştir. Bunların etkisi de, beklenin altında kalınca, başka müdhiş
yöntemler denenmiştir: 1900lerin başında Çinlilere revâ görüldüğü gibi, kalabalık
kitlelere zorla afyon yutturulmuştur. Ama bundan daha sinsisi dahî var: Felsefî
sistemlerin çarpıtılmasından elde edilmiş ideoloji verisi, içi boş, dışıysa rengârenk
187
Alm“Befreiung des Menschen zu sich selbst”.
115
kâğıtlarla allanıp pullanmış, sarıp sarmalanmış deyimler ve deyişlerle yığınla zihinlerin
bulandırılması, uyuşturulup yozlaştırılması! Böylelikle insanın savaşma ile başkaldırma
hassasına öldürücü darbe indirilmiştir.
5- Hür Sermâyeciliğin Yapma Seçeneği: Toplumculuk
Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti, ana ideolojisi olan Hür
Sermâyeciliğe seçenek olarak Ortakmülkcülüğü oluşturmuş yahut oluşmasına el
vermiştir. Bu yolla Hür Sermâyeciliğe esaslı bir seçeneğin doğması, vucut bulması
önlenmek istenmiştir. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin dışından çıkıp
geleceği sanılırken, onun içerisinden beklenmedik bir bozuk ses yükselmiştir: Faşism.
Hür Sermyecilik gibi, Toplumculuk ve onun türevi, Ortakmülkcülük de, Yeniçağ
dindışı
Batı
Avrupa
medeniyetinin
temel
dünyatasavvuru
olan
Maddecilik–
Mekanisismden esinlenerek biçimlenmiştir. Muhâfazakârlığa karşı olup ilerici–
hamlecidir. Yine Sermâyecilik gibi, iktisâdı ilahlaştırır. Bu esâslı ortak özelliklerin
yanında, Toplumculuğun, özellikle de, onun aslî uzantısı olan Ortakmülkcülüğün,
Sermâyecilikten ayrıldığı hususlar elbette var. Aksi tadîrde, nasıl seçenek olurdu?
Nitekim, ‘birey’in ‘bireysel benliğ’ine çakılıp kalmağı derpîş eden Sermâyeciliğin
tersine, Ortakmülkcülük, ‘toplumsal benliğ’e sıçramağı —üretim ile tüketim
ilişkilerinden hız alıp bunların şartlarını değiştirmeği— öngörür: Devrim. Bununla
İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Hürriyetcilik–Sermâyecilikten memnun değilseniz, buyrun
işte, size seçenek ideoloji, Toplumculuk yahut Ortakmülkcülük!’, demek istemiştir.
Nasıl birincisini Thomas Hobbes, John Locke (1632 – 1704), David Hume, Adam Smith
gibi İngiliz filosofları biçimlemişse, ikincisini, Almanyada doğup büyümüş olmakla
birlikte, asıl zihin olgunluğuna İngilterede ulaşmış Karl Heinrich Marx belirlemiştir.
İngiliz tarihini kendisine örnek alarak bunun bir bakıma türevi şeklinde görünüme
çıkmış Sermâyeciliği irdelemiştir. Çıkardığı sonuçları Avrupa, hattâ dünya çapında
yaygınlaştırarak insanlığın geçmişteki aşamalarını değerlendirip bunlardan hareketle
geleceğe ilişkin tahminler yürütmeğe çalışmıştır. Karl Marx, klasik mekaniğin
öngördüğü bilimsellik incelemelerini yürütüp sonuç çıkarmağa çaba harcamıştır. İleride,
tarafdarları ile aleyhdarlarınca kendisine yakıştırılacak heyecân ile duygu dolu
nitelemelerden, az önce söylediklerimizden de anlaşılacağı üzre, Karl Marx, vâreste
116
tutulmalıdır. Karl Marx, bilimsel, duru, seçik akılyürütme tutumunun gerektirdiği
biçimde araştırmalarını dar çerçeveden genişe doğru yürütmüştür. Sonuçta, ona
bakılırsa, Toplumculuk, Sermâyeciliğin rakîbi veya seçeneği olmayıp “Tarihî
maddecilik gereği devâmı”dır. İngiltereden Kıta Avrupasına, oradan da yeryüzünün
öbür illerine ellerine yayılacağını iddia etmiştir. Böyle bir oluşumun başgöstermesi,
ancak o dönem İngilteresinde varolmuş maddî ile zihnî şartlar çerçevesinde
mümkündür. Nitekim zamanla Toplumculaşmış Sermâyecilik yahut Sermâyecileşmiş
Toplumculuk —: Toplumsal halkidâresi (Fr Démocratie sociale)—, İngiltere ile benzeri
Kuzey batı Avrupa ülkelerinde yer edinmiştir. Bu ülkelerde siyâsî düzen, toplum devleti
(Fr Etat social) şeklinde nitelenmiştir. Gerek Rusyada gerekse onun zoru ve desteğiyle
başka memleketlerde zuhur etmiş ve dar anlamda Rus siyâsî ve askerî yayılmacılığının
aracı ve âleti olmuş Leninci-Stalinci Ortakmülkcülük, yânî Bolşeviklik, İngiliz-Yahudî
medeniyetinin ‘mimarbaşları’nca yahut başka bir deyişle ‘iyi-saatte-olsunlar’ca
öngörülmemiş bir ârızadır, kazadır.
6- Öngörülmemiş Tepkiler: Beşerî Akıl Temelli Maddecilik–Mekanisism
Dünyatasavvuruna karşı Romantiklik - İdealism
ve Sermâyecilik ile Milletlerarası Toplumculuk İdeolojilerine karşı da
Faşism ile Millî Toplumculuk
i- Duygu–Heyecân temelli Organisism–Romantiklikten çıkan yol
Faşism ile Millî toplumculuk, kendilerini doğurmuş bulunan Romantiklik–
İdealismle birlikte, İngiliz-Yahudî medeniyetince öngörülmemiş bir diğer kaza olup
onun dünyatasavvuru durumundaki Maddecilik–Mekanisism ve bilâhare ideolojileri
olan Sermâyecilik ile Toplumculuğa karşı meydana getirilmiş ve şiddeti gittikce artmış
tepkilerdir.
Doğanın, matematik tekanlamlılığını, heyecânsızlığı ile tarafsızlığını temel almış
Galilei–Descartes–Newton bilim anlayışından hareket eden dünyatasavvuruna karşı
Giambattista Vico (1668 – 1744), özellikle “Milletlerin Doğal Hukukunun Tekrar İkâme
olunacağı bir Başka Sistemin İlkelerinin Yardımıyla Milletlerin Doğası hakkında Yeni
117
bir Bilimin İlkeleri” 188 başlıklı eserinde insanı ve tarih çerçevesinde biçimlenmiş
değerlerini esas almıştır. Bunlar, ilk bahsolunan Maddeci–Mekanisist ve Akılcı
olanların tersine, düpedüz akılla izâhı mümkün olmayan manevî değerlerdir.
“Latin Dili esas alınmak suretiyle İtalyanların en eski Bilgeliklerinin
Sergilenmesi” 189 başlıklı kitabındaysa, bu çeşit değerleri paylaşan toplumların tarihte
milletleşebildiklerini öne sürmüştür. Vico, René Descartes’ın “cogito ergo sum”
(“düşünüyorum öyleyse varım”) vargısının, analizci tarzda elde edilemeyeceğini;
bunun, bilinçte, giderek, toplum benliğinde bitip serpildiğini, neşvünemâ bulduğunu
savunmuştur. Doğaya da, kişinin, tarafsız, ilgisiz bakışla yönelemeyeceğini; tersine,
toplumun etkisiyle kazanmış olduğu bilinçle yol alabileceğini ileri sürmüştür. Böylelikle
çağdan çağa, toplumdan topluma farklılık gösteren doğa görüşleri tarih sahnesini
doldurmaktadır. Mutlak kesin Bilgi —Hakkelyakîn— yalnızca Allahtadır. Ona
yakınlaşıldığı ölçüde bilgilerdeki görelilikler giderilebilinir. Şu hâlde bilgilenme bir
akılyürütme ile gözlem sürecine tâbîyken, ‘irfânî nurlanma’ ânlık sezgi verisidir.
Tanrının evrensel düzeni, insanlık âleminde devlet nizâmıyla görünüme çıkar.
Aydınlanmacı–İnsancı–Laik zihniyetin, merkeze çektiği ‘birey’ kavrayışına
karşı, başta, Vico’da tanık olduğumuz üzre, Tanrı – Devlet esaslarına dayanan bir
anlayışın
geliştiğini
görüyoruz.
Bu
anlayış,
“Fırtına
ve
Hamle”
diye
Türkceleştirebileceğimiz (Almanca) “Sturm und Drang” hareketi altında tanınan ve
Organisism 190 dünyatasavvurunda esaslanan Romantik akım çerçevesinde 1770den
itibâren Almanyada yer edinip yayılmağa başlamıştır. Maddeci–Mekanisistlerin
biçimsel aklın verisi kabul ettikleri değerlerin reddolunup bakîr doğaya geri dönüşü
taleb eden, bu cümleden olmak üzre, sanayileşmeğe tepki gösteren hareketin, duyguyu,
188
İ:”Principi di una Scienza Nuova intorno alla Natura delle Nazioni, per la quale si ritruovano i principi
di altro Sistema del Diritto Naturale delle Genti”; E.A., Napoli, 1725
—bkz: Volpie &...: A.g.e, 385.-857.syflr.
189
L:”De Antiquissima Italorum Sapientia ex Linguae Latinae Originibus Eruenda”; E.A, Napoli, 1710
—bkz: Volpie &...: A.g.e, 91.&92.syflr.
190
‘Maddeciliğ’e karşı ‘Maneviyâtcılığ’ın; ‘Mekanisism’eyse, ‘Organisism’in geliştirildiğini görüyoruz.
‘Akılcı–Deneyci’ felsefenin aleyhine ‘İdealist’ olan ortaya çıkar olmuştur.
‘Maneviyâtcı–İdealist–Organisist’ anlayışın, hayat ile dünyaya bakış açısı ve tavrı olarak
yansımış biçimiyse, ‘Romantiklik’tir. ‘Maddeci–Mekanisist–Seküler–Sermâyeci öncesi’ günleri özleyen
‘Romantiklik’, bu biçimi ve yapısıyla Tepkici ve Gerici ((Fr Réactionnaire) şeklinde nitelenmiştir.
118
sezgi ile gönlü dikkatlerinin odağına çeken Romantiklerin indinde, yer aldığına tanık
oluyoruz.
ii- Romantiklikten Faşisme
Geleneksel yaşama biçimlerinden köylülük, toprağı işlemek arzusu ve bunlardan
neşet etmiş —doğayı sevip özlemek, dostluk, dayanışma, maddiyâta sırt çevirmek,
savaşcılık, mertlik türünden— kadîm değerleri yüceltmek eğilimi, benden ziyâde biz
için mücâdele etme irâdesi ağır basar olmuştur. İktisâttaysa, tüketim ihtiyâçları
yelpâzesini —fabrikalaşma— habire rekâbeti alabildiğine kamçılayan Sermâyeciliğe
karşı usta – çırak ilişkisi çerçevesinde gelişen küçük üretim birimleri —zanaate dayalı
imâlathâne—
Korporatism
191
arasında
oluşturulmuş
dayanışma
teşkilâtlanmasını
esâs
almış
ikâme edilmeğe çalışılmıştır. Kısacası söz konusu akım, Onsekizinci
yüzyılın ikinci yarısından itibâren Kuzey batı Avrupada başgösteren ve 1789
Devrimiyle artık elle tutulur, gözle görülür duruma giren yeniliklere, Yenilikciliğe karşı
tepki hareketidir. Bundan dolayı da Tepkici yahut geçmiş ve ‘altın çağ’ diye anılan bir
devire geri dönülmek istendiğinden, Gerici şeklinde adlandırılmıştır. Bahse konu
hareketin ideoloji hâlini alması İtalyada olur: Faşism. Bu ideoloji,
Ondokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısında Giuseppe Garibaldi (1807 – 1882) gibi Millîyetci ihtilâlciler
191
Nasıl Faşism, İtalyada doğup gelişmiş ve oradan değişik uygulama biçimlerinde birçok toplumun
siyâsî düzeni hâline gelmişse, aynı durum, onun iktisâdî vechesini temsil eden Korporatism (L corporare:
Bütünleşmek, yekvucut olmak) için de söz konusudur. Büyük çapta artıürüne, rekâbete ve özel teşebbüs
hamlelerine cevâz vermemesiyle Toplumculukla akrabalık kurarken; sınırlı dahî olsa, özel mala, mülk ile
teşebbüse imkân tanımasıyla da hür iktisâda yahut Sermâyeciliğe yaklaşır. İktisâdî hayat, sanayi dalları ile
işkollarına göre ‘birlikler’ hâlinde (İ categorie) teşkilâtlanmıştır. İşciler ile işverenler, mahallî ortamda
ayrı birlikler hâlinde teşkilâtlanmış olmakla birlikte, ülke çapında aynı işkoluna ait birlikler, ‘üst kurullar’
(İ corporazione) hâlinde demetlenmişlerdir (İ fasciare: Demetlenmek). Benzer birliklerin ‘demetlendiği’
bu üst kurullar, işciler ile işverenlerin karmasıdırlar. Bunlar, çatıları altında derlenmiş oldukları birliklerin
kendi yönetim kurullarına danışarak işci ile işveren, yanaşma – yamak – çırak – kalfa – usta ilişkilerini,
ücretleri ile terfî şartlarını tayîn edip karar ile kurallara bağlarlar. Özerk teşkilâtlar olan birlikler,
mensuplarının iş ve özel hayatlarıyla yakından ilgilenip ihtiyâçlarına cevap verecek şekilde
düzenlenmişlerdir. Sonuçta, bütün üst kurulları da, daha yüksek bir birlik çatısı altında —korporasyonla_
rın konfederasyonu— düzenlenip Faşist partisince denetlenmişlerdir. Herkesin bağlı bulunduğu işyeri ve
mensubu olduğu meslek öbeği yoluyla ilgili birliğin üyesidir. Bu birlikler, Yeniçağdaki sendikalardan
ziyâde, Ortaçağdaki loncaları andırmışlardır. Bunlara üye olup olamamak kişinin isteğine kalmazdı.
Birlik yöneticileri, parti tarafından tasdîk olunanlar arasından üyelerce seçilirlerdi.
Bahsi geçen teşkilâtlanma modelini Alman düşünürü Adam Heinrich Müller (1779 – 1829)
tasarlamıştır. İtalyan korporatisminin etkisiyle Ispanyada General Francisco Franco (1892 – 1975),
Portekizde Profesör Dr Antonio Oliveira Salazar (1889 – 1970), Brezilyada Getulio Vargas (1883 –
1954), Arjantinde Juan Peron (1895 – 1974) benzeri teşkilâtları vucuda getirmişlerdir
—bkz: Julius Gould&William Kolb: “A Dictionary of the Social Sciences”, 141.&142.syflr;
119
ile Gabriele D’Annunzio (1863 – 1938) neviinden şair–düşünürlerin İtalyayı ecnebîlerin
işğâlinden kurtarma ile birleştirme savaşlarında biçimlenmiş; Yirminci yüzyılın ilk
yarısında da, öncelikle Vilfredo Pareto’nun (1868 – 1913) Fransızca kaleme almış
olduğu “Cours d’Economie Politique” (“Siyâsî İktisât Dersleri”) ve anadilinde yazdığı
“Manuale d’Economia Politica” (“Siyâsî İktisât Elkitabı”) ile “Trattato di Sociologia
Generale” (“Genel Sosoyoloji İncelemesi”) kitaplarında bellibaşlı siyâsî ile iktisâdî
özelliklerini kazanmış; nihâyet, Fransız Devrimci sendikacısı Georges-Eugène
Sorel’den (1847 – 1922) hatırı sayılır raddede etkilenmiş olan Önder (İ il Duce) Benito
Mussolini’nin (1883 – 1945) siyâsî mücâdele düzleminde kemâle ermiştir.
İtalyan Faşismi, kendisini Romanın devlet ile savaş düzeninin vârisi olarak ilân
etmiştir. Ne var ki, M.Ö. Birinci yüzyıl Romasından M.S. Yirminci yüzyılın İtalyasına
köprülerin altından pek çok su akmış olduğundan, İtalyan milleti, asla Romalının
savaşcı ciddîliği ile tertibine ayak uyduramamış; bu ülkünün fikir babalığı ile
önderliğini üstlenmiş Benito Mussolini dahî, bir başbuğdan beklenecek gözüpek
yalınkılınç yiğitlik ile kişilik tutarlılığını gösterememiştir. Faşism, Eflâtun’un Devlet –
Toplum – Asker tıkızlığı ülküsünü gerçekleştirme gâyesine takılmıştır. Ancak, her
millet, toplumsal kişiliği bakımından, böyle zorlu bir gâyeye erişecek güçte olmadığı
vakıasını Eflâtun, kendi tecrübelerinden öğrendi. Tarihte hiçbir filosofun beceremediği
zor bir maceraya atıldı. Görüşlerinin —bilim felsefesinin terimiyle söylersek,
‘varsayımı’nın— geçerlilik derecesini öğrenmek amacıyla üç kere silâhlı mücâdelenin
başını çekti. Bozgunla sonuçlanan denemelerinden hareketle Eflâtun, “Devlet”inde dile
getirdiği düşüncelerini son eseri “Kanunlar”da değiştirdi. Mussolini de, milletinin ruh
hâletini esâslıca tanıyıp Eflâtun’u bir filosof irfânıyla, ağırbaşlılığı ve dikkatiyle
inceleseydi, ne kendisini ne de toplumunu bildiğimiz o korkunç sona sürüklemiş olurdu.
Sonun korkunçluğu, maddî olmaktan ziyâde, manevîdir.
Ortalık günlük güneşlikken başlarının tâcı kıldıkları Önderlerini, talih rüzgârları
ters dönünce, uzatmalı sevgilisiyle birlikte, ayaklarından asıp balgam yağmuruna
boğdular.
ayrıca bkz: “AnaBritannica”, 13.cilt, 537.sayfa.
120
Kendisine has ayırdedici manevî, dolayısıyla da davranış özellikleri taşıyan
bireye nasıl, ‘kişi’ diyorsak, benzer bir oluşuma tâbî olmuş toplumu da ‘millet’ diye
anıyoruz. Kişiler gibi, milletlerin dahî ‘seciye’si (Fr caractère) vardır. İşte, burada
kısaca tasvîr ettiğimiz bir Akdeniz milleti ile onun, daha ziyâde opera sahnelerine
çıkmağa uygun Önderinin seciyesiydi. Öte yandaysa, Ducenin müttefiki ve kendisi ile
önderliğine soyunduğu İtalyan milletini sırtlamaktan bîtâp düşmüş Führerin sonu,
ilkine, maddeten benzer, fakat manen bambaşka olmuştur. Führerle uzun, meşakatlı bir
yola düzülen Alman milleti, sonunda, onunla birlikte gözünü kırpmadan ateşe atlamıştır.
Kaçınılmaz sona yaklaştığını anlayan Führer ise, tabancasıyla kendisini vurmadan önce,
ölümünü sağlama bağlamak amacıyla, ne olur ne olmaz bâbından, bir de, çok güçlü bir
zehir yutmuştur. Bu da bir başka seciye örneği.
Sonuçta,
halkidâresinin,
demokrasinin
dağıtıcılığından,
savrukluğundan
kaçınayım derken, milletler, kendilerini istibdâdın kucağına, mutlak iktidarın bozucu
etkilerini unutarak, bırakıverirler. Buyrunuz: Ölümlerden ölüm beğeniniz!
Faşism ile Millî toplumculuk, kendisinden hareket ettikleri zemîn itibârıyla,
birbirlerine ters düşerler. Roma–Latin devlet anlayışının bağlandığı dil – kültür birliği
kıstasını kendisine esâs ihdâs eden Faşism için saf ırk mülâhazasının önemi yoktur.
Hangi soydan gelirse gelsin, kim Latinceyi anadil olarak kullanıyorsa, Roma 192 yaşama
uslubuna uygun yaşıyor, irâdesini benimsiyorsa, ve canla başla Roma devlet fikriyâtını
içine sindiriyorsa, o, Romalıdır 193 düstûrundan hareket eden Faşism için devlet (L
civitas) ülküsünü kişiliğinde canlandıran önderin çevresinde derlenip toparlanmış,
dayanışma hâlinde bulunan, gözünü de budaktan sakınmayan esâsen gençlerden kurulu
bir toplumun inşâaası, ulaşılması arzulanan amaçtır. Geçmiş nesillerin elinden çıkma
ulvî değerlerin muhâfazası nice ağırlık taşıyorsa, Faşism için, gerek doğanın gerekse
192
Romantik, nitekim, Romaya mahsus değerlerin, yeniden hayata döndürülmesi isteğiyle yanıp tutuşan
kişi/ler demektir.
193
Haddizâtında Osmanlı ile Roma devlet ülküleri çakışırlar. Nitekim, Istanbulun —Romanın ikinci
başşehrinin— fethiyle birlikte, Fatih Sultan Mehmet Han’ın, Kaysar (Ceasar) ünvânını da üstlenmiş
olması, özenti sonucu yahut tesâdüf eseriymiş gibi algılanmamalıdır. Osmanlının salt devlet-olma
ülküsünün berrak ifâdesini, filhakîka, Nâmık Kemâl’in (1840 – 1888) “Vatan Şarkısı”ndan aldığımız
şu mısralarda buluyoruz: “.../ Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz/ Osmanlılarız cân veririz nâm alırız
biz...”
121
onun içerisinde gelişen insanın hâlisliğinin korunmasının da onca önemi vardır. Şu
hâlde her çeşit doğadışı, doğal olmayan tasarruf, bozgunculuk yahut sapıklık
suçlamasıyla reddedilir. İktisâdî ve fennî, özellikle de sınaî gelişmeler, demekki doğanın
bütünlüğü ile hâlisliğine, insanınsa nefs – beden saflığı ile sağlığına halel
getirmemecesine gerçekleştirilmelidir. Buna bağlı olarak, insanın nefs – beden saflığı ile
sağlığı, onun cinsiyeti ile zihin ve bünye durumu göz önüne alınarak geliştirilmeli
düşüncesi eğitime esâs alınmak istenmiştir. Burada kız çocuğunun, ileride ailenin temel
dayanağı olacak sâdık, iffetli ev kadını ve anne; erkeğin ise, ailesi ile topluluğunu
geçindirip koruyacak faziletli, sözünün eri birey olması hedefi gözetilmişitr.
Aynı devlet ülküsüne sâdık bireyler birbirlerinin vatandaşıdır (L civis). Roma
devletinin bu ülküsü, Roma medeniyetinin, yavrularından Fransız kültürü yoluyla 1789
İhtilâlikebîrinin çarpıtılmış ruhuna sızabilmiş tek tük unsurlardan biridir: ‘Vatandaşlık’
(L civiles, cives; Fr citoyenneté).
iii- Faşismden Millî Toplumculuğa
Faşist devlet ülküsü, kan bağının geniş toplumsal dağılımıyla çıkan, geniş aile
topluluğu da denilen kabîleciliğin karşı ucudur. Faşist devlet ülküsünün karşıtı, kabîleci
– kavimci kan bağı anlayışını temsîl eden Millî toplumcu devlet anlayışıdır. Onda soyut
motivlerin çerçevesinde buluşup kenetlenmiş kişiler değil de, kan bağı ile yurd
ortaklığını esâs almış bireyler söz konusudur. Nitekim, Millî toplumculuk ideolojisi,
geçmişin sisli, puslu ufuklarında kol gezen Germen boylarının kandaşlık töresinden
gelen kan ile toprak (Alm Blut und Boden) saplantısı üstüne binâ edilmiştir. Belli, sınırlı
toprak parçasını paylaşıp —yurtdaşlık (L popularis)— kan bağı —kandaşlık (L
cognatus)— bulunan bireyler, 194 Millî toplumcu devletin kurucu unsurlarıdır. Toprak (L
terra) ile kan (L sanguis), temel inanç birimleridir. Bunlar, insanın biyolojik
—canlı—
194
Her Alman vatandaşına, en az, 1800e değin geri götürülebilinecek şekilde, safkan Alman atalardan
neşet ettiğini belgelemek zorunluluğunu getiren kanun, 15 eylül 1935de Nürnbergte çıkarılmıştır; bundan
dolayı da bu ve benzerleri Nürnberg Kanunları diye anılmışlardır.
Yahudîlerle evlenmiş Almanlar, bahsi geçen kanuna göre, ırk ayıbı (Alm Rassenschande) etmiş
olmaları gerekcesiyle suçlu addolunmuşlardır. Yahudîler veya onlarla evlilik yoluyla karışmış Almanlar,
ikinci sınıf Alman vatandaşı derekesine düşürülmüşlerdir —bkz: Wolfgang Benz &...: “dtv Enzyklopädie
des Nationalsozialismus”, 620.s.
122
bağlarıdır.
Bu çeşit bağlara dayalı olanlara biyolojik —canlı— toplum yapıları
diyoruz. Bunun tersi, örneklerini Hz Muhammed’in önderliğini ettiği İslâmî esâslara
uygun Medîne —‘kamuoyu’na değil de, ‘seçilmiş bilginler’in (Ulemâ) oyuna dayalı—
Şûra Cumhuriyetciliğinde ve Osmanlı ile Roma devletlerinde gördüğümüz, sosyolojik,
demekki beşerî devlet teşkilâtlanmasıdır.
Öyleyse, Millî toplumculuğun temel mefhumlarından kan ne anlama gelir?
1937de basılmış olan “Millî Toplumcu Eğitim” 195 başlıklı derlemede yayımlanmış
makalesinde (389.&390.syflr) Dr Erika Emmerich, kan motivini bize şöyle izâh ediyor:
“...Kan, yalnızca kalıtım özelliklerinin taşıyıcısı değildir. O, daha ziyâde, aynı özden
gelen insanların birliğinden doğan ve akılla kavranılamaz gücün ifâdesidir... ‘Kavram’
olarak beşerî ne varsa, onu dile getirmekle birlikte.., insanlar arasındaki farklı
özelliklerin vurgulanması dahî, aynı kavramın anlam içeriğinde saklıdır. Öyleyse, kan
felsefesi 196, akıl yoluyla kılı kırk yarmak suretiyle kurgulanmış (Alm erklügeltes) bir
bilim sisteminden daha fazla bir şey olmak istiyorsa, insanın farklılığına
duraksamaksızın parmak basmalıdır. Bu felsefe, şu durumda, insanla ilgili toptancı
belirlemeler yapmak gafletinden bizi alıkoyacaktır. Böylelikle insan varoluşuna ilişkin
bir felsefeyi yazmanın artık mümkün olmadığı belirtilmelidir.
Şimdi, insanların ortak paydası, daha açıkcası, onları doğadaki öteki
varolanlardan ayırmamızı sağlayan bir durum —demekki genel bir insan-olma
durumu!— varsa, o takdîrde, bu genel insan-olma durumu (Alm Menschsein), insanın
gerçekten özümüdür —öz, başka bir anlatışla: İnsanın en son belirlenimimidir (Alm
Bestimmung)—
diye sormalıyız. İnsanın son metafizik belirlenimi nedir? Bu,
câmiasına bağlı kalması durumundan; daha da önemlisi, kanına karşı taşıdığı ödevden
başka bir şey değildir. İşte bundan dolayı, geleceğin felsefesi, felsefe gerçekten
varolmağa devâm edecekse, kanın felsefesi olacaktır. Her felsefe, önemi ile anlamını,
mensubu olduğu kandaş insanların oluşturdukları câmiada (Alm Gemeinschaft)
bulacaktır. Ancak, kan fikri (Fr Idée), yalnızca cisimleştirilebildiği (Alm Verkörperung)
195
Alm “Nationalsozialistisches Bildungswesen”
196
Alm die Philosophie des Blutes.
123
yerde varolabileceğinden, kan felsefesi, tekrar bir son varlığın salt kavramlılığına 197
gömülmek istenmiyorsa, bize Kuzeyli kanın felsefesini dile getirmek zorundadır. Şu
hâlde, kan felsefesi, bizimçin özel Kuzeyli kanı biçiminde anlam taşır.” 198
Millî toplumculuk, sacayağına dayanır: Bir: Irk esâslı Milliyetcilik —millî
eğitim – toplum – sanat – iktisât siyâsetleri; iki: Israil kavminden ırk mülâhazalı nefret
—Ortaçağ Hırıstıyan Avrupasının tersine, burada,
dinî telâkkîler önemlerini
yitirmişlerdir; 199 üç: Askercilik —sivil bir mesleğe intisâb etse de farketmez, her erkek,
asker olacakmışcasına talîm terbiye görür, bilkuvve askerdir; böylelikle kurum olarak
‘sivilliğ’in, toplumun yapılanmasında yeri yoktur; kadın ise, savaşan erkeğin destek
kişisi olarak yetiştirilir. Millet, biçimbirliğine (Fr uniformité) erişmiş toplumdur. Bu
ülküye toplumu taşıyan araç, talîm terbiye özelliğini gösteren eğitimdir. Onun da asıl
işi, bireyleri çelikleşmiş irâdeyle techîz etmektir. ‘İrâde’, öncelikle İdealist felsefenin,
Alman milletine telkîn etmiş olduğu vazgeçilmez bir ilkedir. Tabîî, bu ilke, Martin
Luther (1483 – 1546), Immanuel Kant, Johann Gottlieb Fichte (1762 – 1814), Georg
Wilhelm Friedrich Hegel, Arthur Schopenhauer (1788 – 1860), Friedrich Nietzsche gibi,
çağların en büyük, en parlak filosoflarına gökten zenbille inmemiş. Filosof, içerisine
doğduğu toplumun adetâ radarıdır. Ortalıkta ‘serseri mayın’ misâli dolanan değerleri
derleyip toparlar, ardından bunları aklın biçimlendirici potasında işleyerek sıkı
dokunmuş sistem hâlinde toplumuna iâde eder. Felsefîleştirilmiş bu değerler, ahlâk
nizâmı şeklinde, uzun vadede eğitim yoluyla topluma ‘yedirilir’. Bahse konu değerler,
gündelik yaşayıştan tutun da zanaat, ticâret, askerlik ile siyâset sevîyelerinden geçerek
bilim, sanat ile din gibi, toplumun en yüce düzlemlerine dek yaygınlaşıp yerleşir;
milletin caractéristique özellikleri hâlini alırlar.
197
Alm bloße Begrifflichkeit eines letzten Seins.
198
Erika Emmerich: “Die Philosophie des Blutes”, 287.s, bkz: Pliakov&Joseph Wulf: “Das dritte Reich
und seine Denker”.
199
Hırıstıyanlar ile Yahudîler arasında hüküm süregelmiş gerek öğreti gerekse yaşama düzlemindeki dur
durak bilmez çekişmenin altında yatan temel neden, Millî toplumculuğa göre, özellikle Germenler, ama
genelde Arîler ile Israilliler arasındaki kavmî uçurummuş. Bu aykırılığın başını, iki tarafın kişilik
yapısındaki farklılık çekmekteymiş. Taraflardan birinin güvenilmezliğine âşîkâr delîli Hz İsâ’yı Çarmıha
dek götüren ihânet, yânî gammazlama olayı teşkîl etmekteymiş. Hz İsâ’nın Çarmıha gerdirilmesi,
Hırıstıyanlığın indinde, yalnızca işlenebilecek değil, ama aynı zamanda düşünülebilecek en ağır
cinâyettir. Çünkü ihânete uğrayan, Hz İsâ’nın insan kisvesinde, düpedüz, Tanrının Kendisidir.
124
Toplumu belirleyip biçimleyen en başta gelen etkenler, onun içerisinde yaşadığı
tarihî ile coğrafî şartlardır. Onlar, onun maşerî hayâlhânesi ile nefsini, hayat gâyesini,
âdetlerini, gelenek ile göreneklerini, zanaat nevilerini, giyim ile kuşamını, yemesini
içmesini, hâl ile hareketlerini tayîn ederler. Batı Avrupanın kuzeyinde yaman yelli,
azgın dalgalı denizler ile geçit vermez dağlar arasında kalan sık çam ormanları ile
bataklık düzlüklerde, yılın büyük bir kısmını karanlıkta, kar ile buzun tahakkümü
altında geçirerek doğanın yarattığı en amansız şartlarına göğüs gererek yaşayan Germen
ve onların ahfâdı olan Alman boyları, daha doğuda benzer güçlüklerle boğuşagelmiş
Rus, Moğol ile Türk kavimlerinde de gördüğümüz özellikler geliştirmişlerdir. Ne var ki,
bilâhare tarih boyunca intisâb edilmiş farklı medeniyet daireleri bu özellikleri hatrı
sayılır derecelerde değişikliklere uğratmışlardır. Meselâ İslâm medeniyetinde yerlerini
almış bulunan Türkler, burada kaldıkları sürece Millî toplumculuk yahut Sermâyecilik
çeşidinden ideolojileri geliştirmeleri veya bunlardan birine ‘takılmaları’ asla mümkün
gözükmemektedir. Vahiye sâdık kalmaması yüzünden, her kalıba girebilecek tıynette
gözüken Hırıstıyanlığı, Almanlar, kendilerinden önce veya sonra İtalyan, Ispanyol,
Fransız, İngiliz, Leh, Rus, Rum, Ermeni, Kıptî, Habeş, Süryanî milletlerinin yapmış
olduğu gibi, kendi millî özellikleri doğrultusunda tebdîl etmişlerdir. Filhakîka, bir tek
Hırıstıyanlıktan bahsetmek zordur. 200 Bundan dolayıdır ki, bellibaşlı esâslı kültür
200
Hırıstıyanlıklar, birbirleriyle çelişen değişik öğretiler arasında cereyân etmiş münâkaşaların üzerinde
inşâa olunmuşlardır.Yahudî öğreti örneğinin reddine dayalı özerklik ile özgünlük iddiası, haddizâtında
Hırıstıyanlığın ülküsü olmuştur. Bu yoldan yürüyerek, Hırıstıyanlık, Azîz Paulus önderliğinde kendisini
Yahudî aleyhtarı bağlam içerisinde belirlemiştir. İşte bu bağlamda, Yahudîlikte keskin ve belirgin
Tektanrı ile Vahiy fikirlerinden tutunuz da erkeğin sünnet olması, ‘helâl yemek’le beslenme zorunluluğu
ve domuz etini tüketme yasağına varana dek ilahiyât ile muâmelâta taalluk eden bilcümle şart ile
yaptırıma sırt çevirmek suretiyle ‘Azîz Paulus Hırıstıyanlığı’ geniş bir ‘yelpâze’ boyunca kendisini farklı
kılmağa çaba harcamıştır. Yahudîlik, Tektanrı ile Vahiy fikirlerinden inhirâf eden Hırıstıyanlığa, kavmî
mülâhazaların da eklenmesiyle, yeğin tepki gösterip onu kâfirlikle suçlamıştır. Hırıstıyanlık da buna
karşılık, kendi meşrûuluk iddiasını şiddetli bir Yahudîlik düşmanlığı noktainazarı üstüne binâ etmiştir.
İkisi arasındaki tarihî hasımlık, şu hâlde, evvelemirde, ilahî–dinî telakkîlerdeki aşılmaz uçurumdan ve
bilâhare kavmî mülâhazalardan kaynaklanmıştır.
Ne var ki, öğreti ayrılığı ve hattâ aykırılığı yalnızca Yahudîlik karşısında ortaya çıkmakla
kalmayıp Hırıstıyanlığın bağrında dahî belirmiştir. Dinî boyutlara varan mezheb öğreti ayrılıkları,
genelde, Hırıstıyanlığın, özeldeyse, Avrupanın tarihini kanla, ateşle, katliâmla dokumuştur. Ders
kitaplarında bildirilenlerden çok daha karmaşık etkenler ile nedenlerle ortaya çıkmış olan Haçlı seferleri,
esâs hedef Müslümanların yanında, Yahudîler ile hasım Hırıstıyan mezhebine karşı dahî tertiplenmiş
görünüyor. Katolik ile Ortodoks mehepleri arasındaki karşıtlık, Istanbul (Konstantiniye) Patriği Azîz
Büyük Photios’un (810 – 895), Romadaki Papa Azîz Büyük (I.) Nicholas (800 – 867) tarafından 857de
afaros edilmesine değin gerisin geriye gider
—bkz: J.C.J. Metford: “Dictionary of Christian Lore and Legend”, 222.s;
125
çevrelerine göre biçim almış Hırıstıyanlıkları teker teker anmak zorundayız. Görünüşte
ayrıca bkz: John R. Hinnels: “Who’s Who of Religions”, 326.s.
Bahse konu ayrılık, aykırılık, karşıtlık, karşımıza kana bulanmış bir tarih sürecini çıkarmaktadır:
1) Ortodoks Bizans, Katolik Latin tabaasından çok kimseyi 1182de kılınçtan geçirmiştir;
2) Katolikler de, bunun öcünü 1185de Selâniki zapdecince kadın erkek, çoluk çocuğu katletmek
suretiyle almışlardır;
3) Ne var ki, katliâmların en fecîi olanı, Haçlılar, Istanbulu (Konstantiniye) 13 nisan 1204de ele
geçirdiklerinde vukûu bulmuştur. Gece gündüz olmak üzre üç gün boyunca şehirde, insanlık tarihinde
eşine ender rastlanır cinsten, tedhiş havası estirmişlerdir. Sarayları, kiliseler ile manastırları talan edip
kutsal sayılan birçok eşyâyı İtalyaya taşımışlardır. 500 000e yakın nüfuslu Istanbulun ahâlîsinden kadın
erkek, genç yaşlı, ruhbândan olan olmayan 2000 kişiyi katletmiş, Hırıstıyanlığın en görkemli ve kutsal
mabetlerinden Ayasofyada kitleler hâlinde kız ile kadının ırzına geçmişlerdir. Hızlarını alamayıp bir
fâhişeyi dahî Patriğin kürsüsüne oturtmuşlardır
—bkz: “Byzantium”, 32., 33., 225.ile 359 syflr;
ayrıca bkz: G.Ware: “The Orthodox Church”, 69.s.
Fâcia öylesine muazzam, sonuçları o denli ağır olmuştur ki, Bizans, belini bundan böyle bir daha
doğrultamamıştır. Hatırası, halkının maşerî hâfızasına silinmezcesine kazılmıştır; hem o kadar ki,
Istanbul, Osmanlı Türk ordusu tarafından fethedilme aşamasındayken Bizanslı erkândan Lucas Notaras,
“bu şehirde Latin serpuşunu (tiara) görmektense, Türk sarığının hâkimiyetine tanık olmak evlâdır”
diyebilmiştir
—bkz: “Byzantium”, 324.s.
4) Doğunun Ortodoksluğu ile Batı ve Orta Avrupa arasındaki çekişme ile çatışma Bizansla sona
ermiş olmayıp Yirminci yüzyıla değin sürüp gelmiştir. Nitekim, arkaplanında Ortodoksluk bulunan
Sovyet Rus ordusu 1944 güzünde Katolik ile Protestan Orta Avrupasının kapılarına dayandığında,
zapdolunmuş Alman köylerinde, kasabaları ile şehirlerinde râhibe dâhil, milyonlarca kız ile kadının,
ölesiye öldüresiye, ırzına geçilmesinin —gerek Alman gerekse Rus görgü tanıklarının anlattıklarına
bakılırsa, yer yer, elliyi aşkın Rus askeri ile subayının, bir günde, sırayla, bir kadının ırzına geçtiği
oluyormuş— yanısıra, talan edilip kirletilen kilise ile manastırın da haddi hesabı yoktur —bkz: Hans
Dollinger: “The Decline and Fall of Nazi Germany and Imperial Japan”, 107.s.
5) Bahsi geçen savı belgeleyen, nihâyet, günümüzden de bir örnek: Papa II. Iohannes Paulus’un
Mısıra son ziyâreti, Kıptî Ortodoks ile Roma Katolik Kiliseleri arasındaki zorlu ve karmaşık ilişkileri
yeniden su yüzüne taşımıştır. Katolik Papanın Kahireye varışında kendisini, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü
Mübârek ile El-Ezherin Şeyhi İmâmıâzam Muhammet Seyit Tantavî gibi, ülkenin önde gelen zevâtı
karşılarken, Kıptîlerin Papası III. Şenuda’nın ortalıkta gözükmeyişi dikkate şâyandır. Ne var ki, Papa
Şenuda, havameydanına gelmemekle kalmamış, Katolik Papasının yönettiği Cuma âyîninden de uzak
durmuştur. Papa Şenuda’nın, havameydanında hazır bulunmayışını, Kıptî Piskopos Anba Musâ şöyle
gerekcelemiştir: “Papaların ziyâretleşişleri, dinî olaylardır. Havameydanlarındaki karşılamalarsa, siyâsî
çerçevede mütâlea olunur. Kıptî Kilisenin ise, siyâsî kimliği yoktur...” Cuma âyînine gelince; gerek Anba
Musâ gerekse başka Kıptî yetkililer, iki Kilise arasında ilahiyât (Fr christologique) esâslarına, muâmelâta,
dünyagörüşüne, örfler ile âdetlere ve nihâyet Kiliselerden hangisinin fâik olduğu münâkaşasına ilişkin
uçurumun kapatılmamış olması yüzünden, iki Papanın, aynı âyîni birlikte yönetemeyeceklerini
bildirmişlerdir
—özetleyerek aktardığımıza bkz: Mariz Tadroz: “A Tale of Two Popes”, 7.s, “Al-Ahram/ Weekly”den.
6) İlahiyât esâslarının, muâmelâtın, dünyagörüşünün, örfler ile âdetlerin ve nihâyet Kiliselerden
hangisinin fâik olduğu münâkaşasının oluşturduğu bir başka uçurum, Roma Katolik ile Germen Kuzey
Avrupanın Protestan kiliseleri arasında da açılmış ve bunun dehşet verici sonuçları Yeniçağ Avrupa
tarihini biçimlemiştir. Bahse konu çatışma ortamının iki önde gelen kanlı örneğinden biri, 1562den 1598e
değin sürmüş Fransız Din Savaşları —ki, bunların da şâhikasını, Katoliklerin, 1572nin 23 ağustosunu
24üne bağlayan gecede sırf Pariste 3000 Protestan Huguenotunu kılınçtan geçirdikleri ‘Azîz Bartolome
Günü’ katliâmı teşkil eder— iken, öbürüsü de, Katolikler ile Protestanlar arasında ve neredeyse bütün
Avrupayı kaplayacak şekilde cereyân etmiş olan 1618 – 1648 Otuz Yıl Savaşlarıdır
—bkz: “Oxford Dictionary of World History”, 228., 550.&622.syflr.
126
ilahiyât anlaşmazlıklarından doğup neredeyse değişik dinler hâlini almış gözüken
Hırıstıyan mezheplerinin esbâbımmûcibeleri, kendilerini biçimlemiş olan farklı millî
kültür çevreleridir. İşte bu yüzden, İslâmınkisinin tersine, Hırıstıyan âlem, hiçbir zaman
tam anlamıyla ümmetleşememiştir. Bunun sonucunda, milliyet, kendisini Hırıstıyan
toplumlarında her vakit gizli yahut açık biçimde duyurmuştur.
İmdi, uzak geçmişin derinliklerinden bize doğru yürüyen bütün bu hususları
dikkate almadıkca, ne dünü ne de bugünü doğru düzgün yargılayıp açıklayabiliriz.
Çöllerde yahut kutba yakın yörelerde yaşayanlar, geçimlerini fırtınalı sulardan
sağlayanlar ile dağlılar, zorlu coğrafyaların insanıdırlar. Bunların ortak paydası, gerek
teoride gerekse uygulamada icâda yatkın olmalarıdır. Ayrıca, atılgan ve etkindirler.
Bireysel girişime yer ayırmakla birlikte dayanışmacı ve savaşkandırlar. Eril ve
ataerkildirler. Dinî duyuşları ziyâdesiyle keskinleşmiştir. Sıkı sıkıya bağlandıkları inanç
manzûmeleri, onları, bedîî melekelerini bileyerek sanatta üstün seviyelere ulaşmalarını
sağladığı gibi, dirençli, dirâyetli, fakat aynı zamanda mutaassıp da kılmıştır. ‘Armut piş
ağzıma düş’ çeşidinden bir yaşayışa cevâz veren rahat coğrafyaların insanında
rastgeldiğimiz hoşgörüyle, laçkalık ile aylaklığa varabilecek derecedeki keyifli ömür
sürme keyfiyetiyle, az önce bahsettiklerimizde, tabîî ki, karşılaşmayız. Rahat onlara
adetâ batar. Onun, kendilerini yozlaştırıp soysuzlaşmaya sürükleyeceğinden korkarlar.
İşte bütün bu sebeplerden ötürü olsa gerek, tarihi ve dünyayı biçimlemiş yapılanmalar
ile düzenlemelerin mimarı hep şu zorlu coğrafyaların insanı olmuştur.
İmdi, dindışı Yeniçağ Batı Avrupasında Onaltıncı yüzyıldan itibâren beşerî
aklı esâs almış hâlde ortaya çıkan Maddeci–Mekanisist dünyatasavvurundan hız
alarak vucut bulmuş Sermâyeciliğin de bozduğu mütedeyyin, dayanışmacı–toplumcu,
azla yetinebilen, ekmeğini taştan çıkaracak kertede çalışkan, toprağına, ailesi ile
topluluğuna bağlı, kadın ile erkeği keskin çizgilerle birbirlerinden ayırdeden, gurur,
namus ile iffeti temel değer olarak benimseyen insan tipolojisi ile hayat anlayışıdır.
Mütedeyyinliğe karşı her çeşit özlü bağlanmayı alaya alan, yere – yurda – topluluğa
ilişkin olma duyuşuna karşı Cosmopolitismei geliştiren, dayanışmacılığa karşı
bireyciliği ikâme eden, ‘el emeği göz nuruyla’ maişeti temîne karşı ‘Alinin küllâhını
Velîye giydirme bezirgânlığı’nı koyan, namus ile iffete karşı ‘en üstün değer kârdır’
127
kanâatını sokan, mücâdele irâdesine karşı pazarlık görüşünü getiren, geleneği muhâfaza
etmeğe karşı sürekli değişmeyi kural kılan ve nihâyet hayatta temel mürâcaat mevkii
olarak doğaüstü
kutsal Kudrete beslenen inanca karşı beşerî aklı, daha doğrusu,
zekâyı yerleştiren Mekanisist–Maddeci–dindışı–Sermâyeci düşünme tarzına karşı
Organisist–Romantik–İdealist hayat ve dünya telâkkîsinin boy verip serpildiğini
anlattık. Bu hayat ve dünya telâkkîsinin ideolojileşip siyâsîleşmiş vecheleri olarak
Faşism ile, ondan esâslı surette farklı bir düzen olmakla birlikte, Millî toplumculuğun
karşımıza çıktığından da söz ettik. Şu hâlde, gerek Faşism gerekse Millî toplumculuk,
Hür Sermâyeciliğe karşı tepki hareketleri olarak vucut bulmuşlardır. Ne var ki,
Faşismden ziyâde, Millî toplumculuk kendisine karşı tepki şeklinde doğduğu Hür
Sermâyeci İngiliz-Yahudî anlayışının birtakım esâsa taalluk eden fikirlerini, üstünde
pek düşünmeksizin, veri biçiminde algılayıp yöntemleştirmiştir. Bunların başında ‘hür
teşebbüs’ ile Charles Darwin’in ‘evrim’ varsayımından çekip çıkarılmış ‘doğal
ayıklanma’ ile ‘en uygun olanın yaşayakalması’ ilkeleridir. Böylelikle merkez karar
mercii
Farmasonluk
olan
Maddeci–Makanisist–Sermâyeci
İngiliz-Yahudîliğin
telâkkîsine karşı çıkıp savaş vermekle kendisini tarih önünde yükümlü kılan Millî
toplumculuk, fikirce ve yöntemce hasmının tuzağına düşmesi yüzünden, daha baştan
kendi hikmetisebebine 201 aykırı tarzda arzıendâm etmenin tragedyasını yaşar olmuştur.
Temelden aykrılığı, 202 Millî toplumculuğu tümüyle aklaaykırı (irrationel) bir konuma
sokmuştur. ‘Aklaaykırı’ boyutlara sürüklenmiş Millî toplumculuk, schizophrénique bir
kimlik çözülüşüyle insanda ‘aklıselîme’ ilişkin ne varsa, onu topyekûn çiğnemiş,
sonuçta, havsalaya ve hattâ hayâle sığmayacak derekedeki bir zulm ve vahşet
makinesine dönüşmüştür. Bidâyette ‘hak’ ile ‘bâtıl’ davâlar arasında cereyân
edecekmişcesine patlayan İkinci Dünya Savaşı (eylül 1939 – mayıs 1945), sonuçta,
‘bâtıl’ın ‘bâtıl’la çatışmasına sahne olmuştur. Zafere ulaşan da, bâtıl taraflardan biri
olmuştur: Sermâyeci İngiliz-Yahudî dünyası ile müttefiki Stalin Bolşevikliği. Aslında,
ikincisi, birincinin dimâğından çıkmakla birlikte, Bolşevik Sovyetlerin önderi kesilen
Stalin, öngörülmedik bir hesâp hatâsı olarak Sermâyeci İngiliz-Yahudî dünyasının
201
Fr raison d’être.
Fr paradoxe fondamental.
202
128
başını belli bir süre boyunca fenâ hâlde ağrıtacaktır. Ancak onun ölümünden otuz sekiz
yıl sonra İngiliz-Yahudî Sermâye dünyası, kendisine düzmece seçenek oluşturmak
maksadıyla vucut vermiş olduğu Toplumculuk ile onun hemen hemen bütün dalları ile
budaklarını tekrar denetim altına alabilmiştir.
7- Dinin yerini İdeolojinin Alışı ve Bunun Etkileri
i- Klasik Mekanik Temelli Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyetinden Evrim
Biyolojisi Temelli Çağdaş Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî Medeniyetine
Dinin, gerek günlük yaşayışın akışından gerekse siyâsî ülkülerden, hususî ve
resmî bütün yaşama gündemlerinden tardolunmasıyla zuhur eden korkunç boşluğu,
insan —filosof— elinden çıkma ideolojilerin doldurmuş olduklarından bahsettik. Hür
Sermâyecilikle birlikte ortak pınardan fışkırmış olup onunla aynı ‘malzeme’den imâl
edilmiş seçenek ideoloji Toplumculuktur. Bu iki kardeş ideolojinin birbirlerini tadîl
etmelerinden ikisinin de yumuşamış bir çeşidi olan toplumsal halkidâresi (Fr
démocracie sociale) ortaya çıkmıştır. Sermâyecilik ile Toplumculuk arasında göze
çarpan keskin karşıtlığın mülkiyet noktasında belirdiği ileri sürüledurulmuştur. Tabîî bu,
görünüşte olan bir karşıtlıktır; haddizâtında böyle bir karşıtlık vâkî değildir. Zirâ nasıl,
Toplumculukta, daha da kökten biçimde, temel üretim işleyişi ile araçları devletin
uhdesindeyse, Sermâyecilikte de bunlar, belli birkaç büyük sermâye kuruluşunun
—kartel— tekelindedir. Her ikisi de, yânî Toplumcu devlet ile sermâye kuruluşları, son
tahlîlde Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel mercii Farmasonluğun ana
mahfillerinin rehberliği ile denetimine tâbîdirler —burada tekrar, Lenin ile Lev
Troçki’den 203 sonraki Stalinci 204 Sovyet imparatorluğunun, öngörülmemiş bir ‘yol
kazası’ olduğunu belirtmeliyiz. İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun yönlendirici etkeni
olan Farmasonluk tâbîyetinden kurtulma kavgasını vermek üzre meydana çıkan ideoloji
Faşism olmuştur. Aynı mücâdeleye soyunan öteki ideolojiyse Millî toplumculuktur.
Ancak, Millî toplumculuk, karşı çıktığı İngiliz-Yahudî medeniyetinden ve onun temel
ideolojisi Sermâyecilikten birtakım hayatî unsurları üstlenmiştir. Bahse konu
203
Lev Davidoviç Bronstein, nâmıdiger, Troçki: 1879 – 1940.
204
Yosif Vissarionoviç Çugaşvili, nâmıdiger, Stalin (Rusca: Çelik adam): 1879 – 1953.
129
medeniyetin
temel
taşlarından
en
önemlileri,
Mekanisism
ile
onun
türevi
sayabileceğimiz Darwin evrim varsayımı ve bunun Herbert Spencer (1820 – 1903)
yorumundan çıkmış olan Toplumsal Darvinciliktir (İng Social Darwinism). Söz konusu
görüş uyarınca, dünya zincirleme mücâdeleler şeklinde dirim olaylarının cereyân ettiği
‘sahne’dir. Aslında dirimin kendisi de canlı-olmayandan gelişmiştir. Varlık öğretisi (Fr
ontologie) açısından nedeni de gâyesi de meçhul, tesâdüfî ve mekanik tarzda yürüyen
değişim dizilerine ‘evrim’ denilmiştir.
“... Varolan her şey, gizli durduğu ezelî maddeden açığa, görünür hâle çıkar,
ileriler, gelişir, evrilir” düşüncesi, Syed Muhammed Naquib al-Attas’a göre, sözünü
ettiğimiz yeni zihniyetin özünü özetini yansıtır. Al-Attas, devâmla şunları söyler: “Bu
açıdan dünya, bağımsız, ebedî bir evren; kendisine has yasalarla evrilip kendikendisine
dayanan (İng selfsubsistent) bir sistem olarak görülür.” 205 ‘İlerileme’, ‘gelişme’,
Tektanrılı-Vahiy dininde, bu meyânda İslâmda dahî, merkezî ağırlık taşırlar. İlerileme
ile gelişme, besbelirgin ilahî bir ilkeden gâyeye doğru açılıp serpilen düzen demek olan
‘tekâmül’ kavramının kapsamındadırlar. 206
ii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından Evrimcilik
‘Evrim’, bilim felsefesince ‘değerden bağımsız’ kabul edilmekle birlikte,
1800lerin sonlarında, asıl alanı olan biyolojinin sınırlarını aşıp ideolojik görünüm
kazanınca, bu sefer ‘değer yüklü’ duruma girmiştir. Evrimin öngördüğü “varolma
mücâdelesi”nden en az zararla çıkan bireyler ve bunlardan meydana gelmiş topluluklar,
Toplumsal
Darvincilikte
“en
güçlülerin
yaşayakalması”
ilkesine
vurularak
değerlendirilmişlerdir. Bu ‘en güçlüler’, Sermâyeciliğin indinde ‘en müteşebbis
bireyler’ ile ‘şirketler’ iken, Millî toplumculuğun nazarında başkalarını boyunduruğuna
alabilmiş, etkilerini başat kılabilmiş ‘en ustalıkla’ ve ‘yiğitce savaşabilmiş, en üstün
medeniyetleri kurabilmiş kavimler’dir. Nasıl doğanın canlılar kesiminde, bir yanda
bireyler beslenme ile yaşama alanı uğruna kavgaya, öte tarafda da türler arasında üreme
205
Syed Muhammed Naquib Al-Attas: “Islam and the Philosophy of Science”, 5.s.
206
Bkz: Teoman Duralı: “Biyoloji Felsefesi”, “Tekâmül ile Evrim” Bölümü, 190.-204.syflr;.
130
ile yayılma sahasıçin mücâdele söz konusuysa; yine canlılardan olan insanda dahî, aynı
şekilde, gerek bireysel gerekse toplumsal seviyede dur durak bilmez çekişme ile savaş
hüküm sürer. Bahse konu mücâdele, doğa şartları ile özge topluluklara karşı verilir.
İnsan ile doğa çevresine meydan okuyan, başta nüfusca artıp yeni yaşama mekânlarını
(Alm Lebensraum) kendisine mâledebilen toplum, ortam şartları tarafından kayırılmış
olup muzafferdir. Tersine, bunlara yenik düşense, ölüme hüküm giymiştir: ‘Doğal
ayıklanma’. ‘Üstün ırk’ yahut ‘kavim’, ‘doğal ayıklanma sınanışı’ndan kayırılmış,
dolayısıyla da, başarıyla çıkmış olandır.
iii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından bir diğeri: Irkcılık
Yine nasıl, diğer canlılarda yakın dirimsel birlikler, türler ile alttürler yahut
çeşitler olarak belirlenirlerse, benzer biçimde, Millî toplumcu ideologlara bakılırsa,
insanlarda da —sözümona— ‘kandaş’ kimselerin meydana getirdikleri geniş kapsamlı
topluluklara ırk ile kavim adı verilirmiş. Bütün bu anılan terimler ile belirlemeler,
bilimin ve onun felsefesinin (Fr épistémologie) günümüzde eriştikleri sevîyenin
açısından baktığımızda, şaşırtıcı raddede anlamca kaypak ve bulanıktırlar. Günümüzde
insan türünün alttürlere yahut çeşitlere ayrıldığı savını destekleyecek açık seçik kanıtlar
göstermek imkânsızdır. 207
Millî toplumcu ideoloji uyarınca, ırklar ile onların altında kavimler
arasında adetâ geometrik dakiklik gösteren bir sıradüzeni bulunur. Bu görüşün felsefî
temelleri, Hegel ile Fichte’den etkilenmiş olan Fransız düşünür Joseph-Arthur comte de
Gobineau (1816 – 1882) tarafından atılmış olup ömrünün ileriki dönemlerini
Almanyada geçirmiş İngiliz yazar Houston Stewart Chamberlain’ce (1855 – 1927) de
geliştirilmiştir.
Burada, Millî toplumculuğa kaynaklık etmiş olan Romantiklikten sızmış
gözüken aklı dışlayan, heyecânî ve duygusal renkleri görmek zor olmasa gerek: En
yüksek düzlemde duran (Alm Herrenrasse: Hâkim ırk) Arî ırktır —Hint-Avrupa dillerini
kullanan beyâz yahut Kafkas ırkı; bunun altında yer alan altırkların en değerlisi
ayrıca bkz: Teoman Duralı: “A New System of Philosophy-Science from the Biological Standpoint”, 125.135.syflr.
207
Bkz: Erik Zimen: “Der Hund/Abstammung – Verhalten – Mensch und Hund”, “Was ist eine Rasse?”
Bölümü, 140.s, “Domestikation und Variabilität” Bölümü, 215.s.
131
Germenlerinkisidir;
bunların
içerisindeyse,
üstün
kavim
(Alm
Herrenvolk),
Almanlardır. Tabîî, dizginler, bir kere duygusallıklara kaptırıldımı, tanzîm olunup kabul
edilmiş düstûrlarla istenildiği gibi oynamak, dolayısıyla çelişkilere düşmek, işden bile
değildir. Günün şartları öyle gerektirmiş olduklarından, 1930larda Millî toplumcu
Alman makamları, ‘beyâz ırk’tan olmakla birlikte, Hint-Avrupa dillerinden birini
kullanmayan Osmanlı
—yânî, Batı— Türkünü, sözgelişi, Arî ırktan saymışlardır.
Büyük sıkıntıyı ise, Almanların savaştaki müttefiki Japonlar yaratmışlardır. Nihâyet
onların Arî olmadıkları tevîl götürmeyecek kadar âşîkârdır.
iv- Irkcılığın Devindiricileri
Toplum oluşumunun kaynağı, kadın – erkek cinsî birlikteliğidir. Bütün müteâkıp
oluşumlar, kadın – erkek – çocuk çenberinin git gide genişlemesiyle yol almıştır:
Çekirdek aile, yakın akraba, taallukât, kabîle, aşîret... Bu sonuncusuna dek uzanan hat,
kan bağına dayalı biyolojik toplulukların adlarıdır. Yaklaşık M.Ö. Beşbinlerin
sonlarında yeni yerleşen toplumların kurdukları devlet teşkilâtlanışına değin konar–
göçer toplayıcı, bilâhare avcı bireylerin birbirleriyle olan kan bağlarını esâs almış
topluluklar, dünya boyu yürürlüklerini sürdürmüşlerdir. ‘Devlet’le birlikte ‘sosyolojik’
yapılanma kendini gösterir olmuştur. Uzak geçmişten günümüze doğru ‘biyolojik’ ile
‘sosyolojik’ toplumlaşmalar, birbirlerine ters seyir izlemişlerdir. Birincisi git gide
zayıflayıp istisnâîleşirken, ikinicisi
güçlenip dünya çapında genelgeçer duruma
erişmiştir. Ne var ki, çok uzun zaman boyu sürmüş olması sonucunda kan bağına dayalı
toplumlaşmanın etkilerini hâlâ duyuyoruz.
Onuncu bine ulaşıldığında Güney Kutbu dışında, yeryüzünün bütün bölgelerine
erişen insanın nüfusu çok azdı: Beş milyon. Beşinci bindeyse, Yeni Taş Devrini
yaşamağa koyulan Avrupanın nüfusu bir milyonu biraz geçiyordu. Birinci binde bu
nüfus, on milyona erişmiştir. Güney ile Batı Avrupada km² başına İtalyada beş,
Balkanlardaysa iki buçuk kişi düşüyordu. İtalya, Çin ile Hindin kuzey batısı, Birinci
binde nüfus yoğunluğu en fazla olan bölgelerdi. 208 Yeryüzünü böylesine az nüfusla
208
Bkz:Colin McEvedy&Richard Jones: “Atlas of World Population History”, 19.&20. 343.-345.syflr;
ayrıca bkz: Geoffrey Parker: “The Times Atlas of World History”, 34.&35.syflr;
ayrıca bkz: Colin Renfrew: “Past Worlds”, /8.-80.syflr.
132
dolduran insanların, hâliyle, birbirleriyle temâsı da seyrek ve kazara vukûu
bulmaktaydı. Pek yakın geçmişe değin, sözgelişi, Güney Afrikanın Kalahari çölünde,
Amazon yağmur ormanının derinliklerinde, Yeni Ginenin ücrâ köşelerinde yaşayan
kimi topluluklar, kabîle efrâdı dışında insanlarla karşılaşmamışlardır. İnsan kavrayışı
onlarçin kendi kabîle efrâdının ötesine taşınamayacak bir tasavvur içeriğine sâhiptir.
Kabîleceilik yahut Aşîretcilik de zâten bu yaşanan gerçeklikten ortaya çıkmış bir
vakıadır:
Topluluk
mensuplarının
sorusuz
sorgusuz
ve
vazgeçilmezcesine
dayanışmaları; kendilerinden olmayanlarıysa, dışlamaları. Hâliyle hareketiyle, tavır ve
tutumlarıyla, görünüşü, giyim kuşamıyla bizden olmayan, Türkcede ‘bilinmeyen’,
‘tanınmayan’ anlamına gelen yabandan türetilmiş ‘yabancı’dır. Yabancı, korkulan, bu
yüzden de, tabîîatıyla, istenmeyen, kaçınılan kimsedir.
‘Devlet’ şeklinde teşkilâtlanmış topluma ‘millet’ denildiğinden daha önce
bahsolunmuştu. Millet, kan bağına dayanmayan, böylelikle biyolojik olmayan toplum
olmasına rağmen, ideolojik sebeplerle onu kabîle – aşîret hattının uzantısı şeklinde
kabul edersek, karşımıza kavim denilen toplum yapısı çıkar. Gerçi, gündelik dilde
‘kavm’i ‘millet’le anlamdaş kullanıyoruz. Ancak, felsefenin tahlil ile tarîf ciddîliği
çerçevesinde, kavim, biyolojik esâsa dayalı millettir. Nihâyet, Irkcı–Kavimci ideolojik
anlayış uyarınca da, bir anne – atadan türemiş çok geniş çaplı bir kardeşler topluluğu
kavimdir. Bu anlayış, haddızâtında, kadîm devirlerinde Totem-Fetiş iytikâtları itibâriyle
‘içeridenevlenme’ zorunluluğunu taşımış toplumlarda karşımıza çıkıyor. Bunlarda,
kabîlenin yahut çok ileride, kavmin dışından biriyle evlenmek, devirlere göre,
yasaklanmış yahut hor görülmüştür. Hâl böyle olunca, o kavmî toplumun bireyleri
arasında görünüşce —fenotip olarak— benzerlikler, ‘dışarıdanevlenen’lere oranla daha
fazladır. Bu yüzden de kendilerini kavimden sayma zehâbına kapılırlar: Israilliler, kimi
Germen ile Islav halkları, Çinliler, Japonlar, Moğollar. Böylesi totem-fetiş iytikât
menşeinden neşet etmekle birlikte, soy sopu putlaştırmağı yasaklayan İslâmın zoruyla,
Araplar da, Emevîler gibi kimi istisnâlar dışında, kendilerini kavimden saymaz
olmuşlardır.
‘İçeridenevlenme’ zorunluluğunu taşıyan kabîleler yahut
aşîretlerden neşet
etmiş milletler, ‘ülkü toplumu’nda ‘devletleşme’ evrelerinin en olgun, en mütekâmil
133
aşaması
demek
olan
‘imparatorluğ’u
hiçbir
zaman
tam
anlamıyla
gerçekleştirememişlerdir. Kadîm kabîle ile aşîret iytikâtları gereği, ‘dışarıdanevlenme’
zorunluluğuna bağlı Türkler, 209 özellikle Müslüman olduktan sonra, imparatorluk kurma
hünerlerini geliştirmiş, nihâyet, ‘Osmanlı Devletiebedmüddeti’yle bu mahâretlerini
doruğa ulaştırmışlardır.
Kendilerininkileri kayırmağı berâberinde getiren ‘içeridenevlenme’ örfü,
topluluk mensuplarının uzak yollara revân olma zorunluluğunu da ortadan kaldırır. Bu
çeşit kabîleler yahut aşîretler, ‘dar alan konar-göçer’leridir. Meselâ, Moğollar, uzun
geçmişleri boyunca bir kere harekete geçmiş, çok geniş bir sahaya yayılmış gevşek
dokunmuş kısa ömürlü devletlerini vucuda getirir getirmez anayurtlarına geri
dönmüşlerdir. Dönmek zorundaydılar, zirâ gittikleri yerlerde, dinî dogmalarını
çiğnemedikce, çoğalamıyorlardı. 210
Hâlbuki, Asyanın doğusundan ‘hareket eden’ Türk boyları, Asyanın ortalarına
—Türkistan—, kuzeyine —Sibirya—, güneyine —Hint yarımadasının kuzeyi—,
batısına —İran, Azarbaycan, Mesopotamya, Suriye ile Anadolu—, Afrikanın kuzey
doğusu
—Mısırdaki Kölemenler— ile Avrupanın güney doğusuna —Balkanlar—
dek göçmüşlerdir. Boylar, ulaştıkları her yeni yeri kendilerine yurt kılmışlardır. Kimisi
de orada devlet kurup yerli ahâlîyi kendi mensuplarından tefrîk etmemiş, tersine, evlilik
yoluyla onunla karışmış, böylelikle de tarihî bir Türk —topluluk gen havuzu
itibâriyle— kavimliliğinden bahis açmamız imkânsız hâle gelmiştir. Kendisini Türk
sayan boyların her biri, farklı üç ana tip olan Beyâzlardan, Moğolîler ve hattâ çok az
sayıda olsa da, Zencîlerden —Zencî kırması— birine dâhil olmuştur. Tarih boyunca
Türklerin yurtları, Çinlilerin, Moğolların, Farsların, Rusların, Fransızların, Almanların,
İngilizler ile daha birçok başka milletinkinin tersine, sâbit değil, seyyâl olmuşlardır.
Bundan dolayı da yukarıda adı anılan milletlerden farklı olarak, siyâsî sınırlarla
belirlenmiş bir toprak parçasından ziyâde, özellikle Müslümanlaştıktan sonra, onlar,
İslâm coğrafyasının kapsamına giren diyârın tamamını yurt bilmişlerdir: ‘Dârulİslâm’.
209
Bkz: Jean-Paul Roux: “La Religion des Turcs et des Mongols”, 212.&226.syflr.
210
Burkancılığı benimsedikten sonra Moğollar, içeridenevlenme zorunluluğunu gevşetmişlerdir. Ne var
ki, alışkanlıkların ‘ölüm’ü zorlu ve yavaş olur.
134
Türk için dünya zâten iki kesimden oluşmuştu: Dârulİslâm ile Dârulharb. Genel ülkü
yurdu manâsındaki Dârulİslâmın yanında, Türkün, bir de, şehrinin, köyünün yahut
obasının bulunduğu mıntıka anlamında somut, mevzîi memleketi daha olmuştur. Bu
belirlememizin de delîli nitekim, “memleketin neresi?” sorusu ile buna karşılık olarak
zikrolunan bölge yahut vilâyet adının yer aldığı cevapta görülebilir.
Türk soyu, hemen hep, ata hattından yürürken, anne, çoğu kere, Türk olmayan
unsurlardan gelmiştir. Bunun da en seçik örneğini Osmanlı hânedânında görebiliyoruz.
Evlenmek amacıyla dışarıdanevlenenlerin en sık başvurdukları usul, ‘kız
kaçırma’ olmuştur. Bu, medeniyete geçildikten sonra dahî, öncelikle kırlık sahalarda,
kolay kolay terkedilememiş bir âdettir.
Karmaşık örgütlenişli memeli topluluklarında gördüğümüz bir hususla insan
öbeklerinde de karşılaşıyoruz. Kadın, yaşamayı yenileyen, soyu sürdüren, kısacası,
doğuran, yetiştirip eğiten varlık vasfıyla insan topluluklarının cevheri olmuştur. O ve
evlâdı hayatın merkezindedir. Erkeğe gelince; o ise, dölleyici, koruyucu, kollayıcı
unsurdur. Adetâ arızîdir. Örf ile âdet ağı, hayatî önemine binâen, kadının
çepeçevresinde örülmüştür. O, bu ağın, şebekenin orta direği mesâbesindedir.
Topluluğun namusu, şerefi, haysiyetidir. Bu yüzden, kaçırılanın rızâsı olsun olmasın,
kız kaçırma eylemi, çoğu kere, nesiller boyu sürecek kavga ile düşmanlığın nedeni
olmuştur. Soyu peydâhlayıp sürdürene vâki tecâvüzün faturası da, kavganın menbaı ve
en şiddetlisi olan kan davâsıdır.
Savaşcı olmak zorunda kalan dışarıdanevlenen topluluklarda erkek nüfusu
azaldığındaysa, Pamir yaylasının geçit vermez köşe bucaklarında yaşayan göçebe Kırgız
obalarında hâlâ rastgelindiği üzre, herhangi bir sebeple dışarıdan gelen güçlü, sağlıklı er
kişi, icâbında zorla dahî olsa, güveyi olarak alıkonulur.
Bütün bunların yanısıra, kadın – erkek birlikteliği hep yürürlükte tutulmuş
olmasından ötürü, ‘dışarıdanevlenen’ ve ‘savaçcı’ olan toplumlarda eşcinsellik de, pek
ender rastgelinen bir olaydır.
Kuzey Afrikalı Berberîler ile doğu İberikliler de, dışarıdanevlenirlerdi. Onların
ahfâdı olan Ispanyol fatihleri, yanlarına kadın almalarına gerek kalmaksızın, Kuzey ile
Güney Amerikaların yerli ahâlîsiyle evlenerek çoğalmışlardır. Tarihte soyca en ziyâde
135
karışmış iki imparatorluk milletinden biri Türklerse, öbürüsü de Ispanyollardır. Bu
sonuncuların fethettikleri kesimlerin kuzey batısında kalan geniş arazîleri İngilizler ele
geçirmişlerdir. Ispanyollarınkisinin tersine, İngilizlerin zaptettikleri yörelerde soylar
karışmayıp hâkim olan, olunanı esir kılmıştır.
Yalnız, bütün Ispanyollar, ‘dışarıdanevlenirlik’ imkânına sâhip değildi. Germen
asıllı zâdegân, yânî Hidalgo da, ancak kendinden biriyle evlenebilirdi. Bu yüzden, başta
hânedân olmak üzre, soylularda birtakım fizyolojik ile anatomik ârâzlar belirirken,
avâm bunlardan âzât kalmıştır.
v- Irkcılığın Bilimdışılığı
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci, Yirmincinin de ilk yarısına damgasını vurmuş
kimi toplum araştırmacısı ile filosofu, öğretilerini, evrim biyolojisinden apartılmış asıl
anlamlarından saptırılmış düşünceler ve deyimlerle süslemeği âdet edinmişlerdir.
Coğrafî ile arazî engeller, bir canlı türüne mesup değişik topluluklara ait bireylerin
biraraya gelmelerini, böylece de çiftleşmelerini önler. Buradan da karşımıza coğrafî
yahut çevresel tecrîd olayı çıkar. Özge yörelerdeki türdeşleriyle çiftleşip çoğalma
imkânını hâîz bireylerden oluşan bir topluluk, coğrafî yahut arâzî engellerden ötürü
bunu beceremiyorsa, Charles Darwin’e bakılırsa, artık beliren, ‘ırk’tır. Çağımızın artık
klasikleşmiş sayabileceğimiz biyoloji filosofu Ernst Mayr, biyolojik anlamıyla ‘ırk’ı,
“ya pek az yapısal farklılıklar göstermekle ya da bunları hiç bulundurmamakla birlikte,
biyolojik özellikleri bakımından hayvanların tanzîm olundukları, birbirlerinden
ayırdedilebilen sınıflar” 211 şeklinde tarîf etmiştir. Coğrafî yahut arâzî tecrîdin, zamanla
husule getirdiği,
genelde,
kalıtımda
yer
etmemiş,
görünürdeki, demekki
fenotipik irili ufaklı farklardan ötürü, belli bir türe ilişkin biçimce değişen topluluklara
ırk denilmiştir. Ne var ki Darwin’in, ırk dediğine günümüz evrim biyologları alttür
demektedirler. Canlılar âleminde sâdece at, kedi, köpek gibi, çevremizde görmeğe alışık
olduğumuz kimi türlerde ırk deyiminin hâlâ kullanıldığına tanık oluyoruz.
Ötekilerdeyse, alttür deyimi geçiyor artık. Irk farkları, Darwin’e bakılırsa, ‘öz’den
olmayıp ârızîdır. Oysa genetikten doğmamış hiçbir kalıtsal biçim değişmesinin
211
Bkz:Jacques Ruffié: “De la Biologie à la Culture”, II.cilt, 100.s.
136
olamayacağını bugün biliyoruz. Özge bir ifâdeyle, genotip, fenotipi kaçınılmazcasına
belirler.
Bilimin dediği böyleyken, yukarıda bahsi geçen araştırmacılar ile ideologlar,
akraba aşîretlerin, kavmi; aynı soydan gelen kavimlerinse, ırkı meydana getirdikleri
kanısını öne sürmüşlerdir. Görüldüğü gibi, evrim biyolojisinden neşet etmiş
dünyatasavvuru üstünde bir ideoloji inşâa olunmuştur. Bu da, öncelikle olağanüstü
kertede kafa karışıklıklarına ve çılgınlık raddesine varan siyâsî hareketlere yol açmıştır.
Her olay, kendi gereçeklik bağlamında, duru ve saydam bir anlam taşır. Tahlîli ve sağın
temellendirmeyi gerektiren felsefe-bilim düşünüşünün harikulâdeliği de buradadır.
İslâm gibi, felsefe-bilim de ayık dimâğı şart koşar. Hâlbuki bir olayın, gerçeklik
çerçevesinin dışına çıkarılıp keyfî bağlamda mütâlea olunması, serhoşluk nevilerinden
biridir.
Tek tek olayları yahut benzer vakaları tümel hâlde bunların mütekâbili
olabilecek sözlerle ifâde ederiz. Benzer olayları belirli bir araştırma alanı içerisinde
inceleriz. Sözgelişi, dilleri irdeleyen genel araştırma alanı ‘dilbilim’dir. Onun araştırma
doğrultularından birisi de, dillerin dâhil bulundukları soyağaçlarının çıkarılması
işlemidir. Aynı soydan geldikleri varsayılan diller, genişten dara doğru —yahut
tersine— ilerileyen öbekler içerisinde sınıflanırlar. İşte en geniş yayılıma sâhip bazıları
şunlardır: Türk: Osmanlı Türkcesi, Kırgızca, Kazakca, Çuvaşca, Yakutca...; Altay:
Moğol, Tunguz, Japon, Kore; Ural: Fin, Macar vs; Sâmî: Asur, Babil, Süryan, Arap,
İbran vs; Hâmî: Eski Mısır, Kuzey Afrikanın Berber, Habeşistanın Amhar, Somali...;
Hint–Avrupa yahut Arî: Germen, Latin, Islav, Baltık, Kelt, İran, Hint, Ermeni, Yunan,
Arnavut; Çin–Tibet; Dravit... dilleri ile dil öbekleri. Bu saydıklarımız hep, az önce
bildirdiğimizi tekrarlamak bahâsına, dillerin yahut dil ailelerinin adlarıdır. Demekki
dilbilimine, dolayısıyla da kültür sahasına ilişkin deyimlerdir. Alanları karıştıran
ideolojik yüklü araştırmacılar oysa, kültür âleminin malı bu deyimleri, ırka yahut kavme
işâret ediyorlarmış, dolayısıyla da biyolojinin kapsamındanlarmışcasına kötüye yahut
yanlış yere kullanmışlardır. Arî ırktan; Germen, Islav yahut Sâmî kavimlerinden
bahsetmişlerdir. Bunlar da nihâyet, özellikle Yirminci yüzyıl başlarından itibâren
ideolojik ile siyâsî şiârlar hâline sokulmuşlardır. Sâmî dillerinden İbrancayı
137
kullandıklarından, Israillilerden nefret, sözgelişi, Sâmî düşmanlığı (Fr Antisémitisme)
şeklinde dile getirilmiştir. Kısacası bunlar, tarihte eşi benzeri bulunmaz ıztırâpların
anahtar sözleri olmuşlardır.
Hayvanların tersine, insanlarda, genelde, ırktan bahsolunamaz. Çünkü geçmişleri
boyunca, özellikle de Avrupalıların, 1450lerde başlattıkları denizaşırı keşif gezileriyle,
insanlar, cinsî ilişkilerle öylesine karışmışlardır ki, geniş çaplı özgül topluluk
genetiklerinden —gen havuzlarından— söz etmek artık pek anlam taşımıyor. Kavmî
safkanlılığını koruyabilmiş birkaç topluluk vardıysa, bunların, ya —Güney Amerikanın
en güney ucundaki Ateş ülkesi ile Tasmanya yerlileri gibi— soyları kuru/tul/muş ya da
—Orta batı Afrikanın Pigmeleri yahut orta Yeni Ginenin dağlık mıntıkasında yaşayanlar
gibi— kuru/tul/manın eşiğine itilmişlerdir. İnsanları, evlenme sıklığına göre, yalnızca
topluluklar düzleminde sınıflayabiliriz. Bireyler ve toplulukaşırı (Fr transpopulation)
evlenme sıklığı daha seyrek olmasından ötürü, topluluklar, birtakım kendilerine has gen
havuzu, böylelikle de görünüme yansıyan az sayıda özellikler geliştirmişlerdir. Ne var
ki, bu özellikler, toplulukaşırı evlenmeleri engelleyecek raddede olmamışlardır.
Görüldüğü gibi, engeller, biyolojik olmayıp başta dinî, siyâsî, iktisâdî ve dilsel olmak
üzre, kültürel niteliktedirler.
Genelde insan ırklarının bulunmadığını söyledik. Yine de, üç temel insan tipinin
varlığından bahsedebiliriz. Bunlar, Zencîler (Fr Négroïde), Moğolîler (Mongoloïde) ile
Beyâzlar (Caucasoïde). İnsanın (GeçL Homo sapiens sapiens) atasının Afrika çıkışlı
olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan ilkaslî atamızın Zencî olması lâzım geliyor. Nitekim,
bugünkü hesaplamalar uyarınca, Zencî ırkının geçmişi 120 000 yıl öncesine uzanıyor.
Buna karşılık, Beyâzlar ile Moğolîler, çok daha geç bir tarihte, 55 000 yıl önce meydana
gelmişlerdir. 212
Yukarıda bahsi geçen temel üç insan tipinin, birbirlerinden ayrılmalarını derpîş
eden ana etken, Kell kromosomunun dağılımı şöyledir:
212
Bkz: Jacques Ruffié: A.g.e, II.cilt, 122.s.
138
İnsanın ilkaslî kromosomu: k Kpb Jsb → Zencî: k Kpb Jsa
↓
K Kpa Jsb
↓
↓
Beyâz: K Kpb Jsb Moğolî: k Kpa Jsb
↓
Iskandinavyalı: Ula Kpb Jsb
Bütün topluluklarda rastgeldiğimiz kromosom, k Kpb Jsb olduğundan, onu insan
türünün ortak özelliği olarak kabul edebiliriz. Yüz elli bin yıl boyunca vukûu bulmuş
ufak çaptaki mutasyonların, bu ana tiplerin Kell kan sistemlerinde değişikliklere yol
açtıklarını görüyoruz. 213
vi- Çağdaş Avrupaya mahsûs İdeolojik Irkcılığın Geçmişteki İki Ana Kaynağı
Kavim soyunu muhafaza altına alma kaygısı başlıca iki temel mülâhazadan
neşet etmiştir. Bunlardan birincisi, Germen boylarının ‘ayna’ya baktıklarında,
kendilerini şekil şemâil itibâriyle son derece beğenmeleri, güzel bulmaları ile tarihi
şereflendirmiş bütün kalburüstü kişilerin kendi soylarından geldiği zehâbı, ikincisi de
Yahudîlerin din telakkîsidir.
a) Yahudîlik
Birincisinden daha önce ezcümle bahsetmiş olduğumuzdan, gelelim ikincisine.
Yahudîlik, evvelemirde, ‘Allah Tebliği’nden neşet etmiş ‘din’dir. ‘Israil’, ülkenin,
‘Israilli’ yahut ‘İbranî’, milletin, ‘İbranca’ da, bu milletin kullandığı dilin adıdır.
Gelgelelim, gariplik, din ile milletin karışıp bütünleşmesinde görülür. Yahudî dini, üç
bin beş yüz yılı aşkın zamandır, Israil kavminin yahut milletinin canı ile kanı olmuştur.
Her iki unsur öylesine kaynaşmıştır ki, Israil kavmi, dininin adıyla anılır olmuştur.
Yahudî (İbr Yehudit yahut Yehudi) olmakçin ilkin Israilli olarak dünyaya gelmek şartı
koşulur olmuştur. Israilli anne ile babadan —öncelikle de anneden— dünyaya
213
Bkz: Jacques Ruffié: A.G.e, I.cilt, 162.&163.syflr.
139
gelmemişseniz asla Yahudî de olamazsınız. Olduğunuzu kabul etseniz bile, ‘Israil
Yahudîliği’ sizi böyle görmez. “Israil milletiçin Yahudî, ‘nevi şahsına münhasır’
yaşama tarzını, imânı, umudu ve bu inanca bağlı bulunanların, insanlık medeniyetine
katkılarını temsîl eden şan şeref taşıyan bir deyimdir. Hırıstıyanlar ise, bunu,
çoğunlukla, aşağılayıcı bir anlamda ve Ahdicedîd bağlamında Hz İsâ’nın kendi
halkından kendisine karşı çıkanlara yönelik kullanmışlardır.” 214
“Yahudî, geleneksel olarak, Yahudî anneden doğup Yahudîliği benimseyen
kimsedir... Doğuştan Yahudî olan, ruhbân (İbr Kohen) unvânını ata tarafından alır...
Kişi, öyle doğmamış olmakla birlikte, Yahudîliği benimsiyorsa (İbr ger), o takdîrde,
‘âdil yabancı’dır (İbr ger tzedek). Erkekse, sünnet edilir. Kadın da erkek de, üç hâkimin
(İbr dayyan) gözetiminde mikveh 215 usuluyla yıkanırlar. Yahudîliği benimseyenler, Hz
İbrahim ile zevcesi Sara’nın manevî evlâdı olarak dünyaya yeniden gelmiş ve bütün
günâhlarından arınmış sayılırlar. Başta ad —kadınlarda, çoğunlukla, Ruth yahut Sara,
erkeklerdeyse, Abraham (İbrahim)— almak üzre, yeni bir kimlik edinirler...” 216
Anlaşıldığı kadarıyla, Yahudîlik 217, Israil milliyetinin tekelindedir. Tanrı Tebliği
dahî bu doğrultuda kullanılmıştır. Nitekim Allah biz insanlara A’raf Sûresinin
172.&173. Âyetlerinde bütün insanlarla ahit akdettiğini bildirmesine karşılık, Tevrat,
yalnızca ‘Israiloğlu Yahudî’lerle misâka girildiğinden bahsediyor. İşte bundan dolayı
214
“The Encyclopedia of Jewish Life and Thought”, 220.s.
215
İbâdetten önce, alınması zorunlu bir çeşit boy âbdesti
—“The Encyclopedia of Jewish Life...” 306.s.
216
Alan Unterman. “Dictionary of Jewish Lore and Legend”, 104.&160&161.syflr.
217
Yahudîlik, tek Tanrıya imânı zorunlu kılan açık seçik ‘Tektanrılı Vahiy dinleri’nden ilkidir. Allah,
insanlara kılavuz kıldığı kurallar (İbr Halakhah: ‘Gidilecek, izlenecek yol’ manâsındadır) manzûmesini
M.Ö. Onüçüncü yüzyılda Hz Mûsâ’ya Tûrusinâda ‘aracısız’ vahyetmiştir. Ona, bundan dolayı,
Kelâmullah da denir. Bahsi geçen kurallar manzûmesinin adı Tevrattır (‘öğreti’ demektir). Kuralların
kimisi şartsız buyruk (İbr [tekil] mitzvah, [çoğul] mitzvot) biçiminde olup Tevratta bildirilenlerin sayısı
613dür. 248i olumluluk —yânî ‘yapılacak!’—, 365iyse, olumsuzluk —yânî ‘yapılmayacak!’— vasfını
taşır. Buyrukların bağlayıcılığı kızlarda on iki, oğlan çocularındaysa on üç yaşında başlar.
İslâm medeniyet dairesinde yaşayıp faaliyet göstermiş Yahudî filosofu Moses ben Maimon’a
(İbn Meymûn, 1135 – 1204) göre, Tevratın, tek bir kelimesiyle oynanmamıştır, oynanamaz da.
Tevrata dayalı kanunnâmenin yanında, Yahudîlerin çağlar boyunca yaşayışını belirlemiş ve Israil
Peygâmberleri ile Ruhbân tarafından oluşturulmuş biryığın sözlü kurallar dahî tanzîm olunmuştur.
Bunlar, bilâhare yazıya aktarılmışlardır
—bütün teknik bilgiler ve ayrıntılarçin bkz: “The Encyclopedia of Jewish Life...”.
140
Israilliler (İbr keneset Jisrael: Israil câmiası), kendilerini Tanrının mümtâz halkı olarak
kabul ederler: “Sizler, Bana kâhinlerden teşekkül etmiş bir hükümdârlık ve mukaddes
ümmet olacaksınız” —Hurûç/19(6). İşte Tevratta (İbr Torah) geçen bahis konusu
hükme bakarak Israilli kendisini insanlığın kılavuzu olarak ilân etmiştir. Bu vehim,
onda kavimciliğe dek uzanacak bir üstünlük duygusuna yol açmıştır. Nitekim sözünü
ettiğimiz kanâat uyarınca, insanlık (OrL gens humana), iki ana kümeden oluşur;
bunlardan biri, Tanrının ümmeti (İbr Goi kadoş: Mukaddes ümmet), öbürüsüyse,
müşriklerdir (İbr goyim; OrL gentilitās). 218
İnsanlığı kurtuluşa götürmek ödevini misâk yoluyla üstlenmiş seçkin ümmete
yaşayacağı ülkeyi de Tanrı vaadetmiş (Ar arz el-mev’ud). Ülkenin adı Israil olup
menşei yine ilahîdir: Melek, Hz Yakûb’a, “uhrevî ile beşerî varolanlarla mücâdele etmiş
olmandan ötürü, senin adın bundan böyle Yakûp değil, Israildir (Tanrının askeri)”
(Tekvîn, 32/28) der. Böylece Hz Yakûb’un ahfâdının yaşadığı ülke, onun adıyla, Israil
diye, anılmıştır. Soy sopuna dahî Israiloğulları denilmiştir. Bilâhare Tanrı, misâka
girdiği (İbr Brit ben Ha-Betarim) Hz İbrahim’e “Mısırın ırmağından Fırat’a dek uzanan
toprakları zürriyetine tahsîs ettim” (Tekvîn, 15/18) vaadinde bulunmuş. Bu misâkın (İbr
berit) anısına Yahudî erkeği sünnet (İbr berit milah: Sünnet ahdi) olur. Sünnet olmayan
Yahudî erkeğiyse, Allahla misâkı bozmuş sayılır. Misâka bir başka bağlılık kanıtı,
günde iki kere Şemanın okunmasıyla gösterilir: “Ey Israil, dinle, Rabb, yalnızca Rabb,
Tanrımızdır” —Rabbdan gayrı tanrı yoktur(6/4). Bu, aynı zamanda, olağan şartlarda
yahut savaşta ölürken mümînin terennüm ettiği son sözlerdir.
Yahudîlik, tek başına ne belirli bir ilahiyâta ne de tarihe işâret eden bir addır. O,
bir başkalığın, farklılığın ve üstünlüğün vurgulanışıdır. Ancak, bu vurgulanışta öne
218
Mukaddes yahut meşrûu ümmet – müşrîk ayırımı, dince, tabîî ki, doğrudur. Zirâ o günlerde Allaha
imân etmiş tek ümmet Yahudîlerdi. Yanlış olan, dini milliyete yahut kavmiyete tahvîldir.
Yahudîlikte insanlığın bu ikiye ayırılmışlığı sorununun, bir de, Kur’ândaki vechesine bakalım:
Bakara/2(62). Burada yine aynı meâlin dile getirildiği Mâideyi zikrediyoruz. “İmân edenler, Yahudîler,
Sabîler, Hırıstıyanlar; kimler, Allah ile Âhiret gününe imân edip salih işler görmüşlerse, onlara korku ile
üzüntü yoktur” 5/69.
“Biz, Israiloğullarıyla bu imân üzre misâk akdedip onlara resûl gönderdik. Ne zaman bir Elçi,
canlarını sıkacak taleplerde bulunmuşsa, Resûllerden kimisini yalancılıkla suçlamış, hattâ kimlerini
katletmişlerdir”5/70.
141
çıkan husus, bireysel ile toplumsal yaşayışın her ayrıntısını Yahudî dininin etkileyip
belirlemesidir.
Yahudîlik, evvelemirde, Tektanrılılığı tarihte ilk defâ açık seçik ve kesinkes
ilânen teblîğ etmiş dindir. Tanrı Tebliği, Hz Mûsâ tarafından ilkin Firavun’a,
dolayısıyla da Mısırlılara bildirilmiş olmakla birlikte, o, bunu reddedince, bu kere
Resûl, İlahî Kurallar Manzûmesini kendi halkına duyurmuştur. Bunu benimseyen
Israilliler, tarihte bütün öteki milletlerden farklı bir konuma girmişlerdir: Rabbe imân
ederek Onun inâyetine mazhar olmuş biricik kavim olma orununa yükselmişlerdir. Bu
son derece dramatik durumun, Israllliliğin nefsinde üç çeşit yankısı olmuştur:
-Birincisi, müşrikler denizinin ortasında mümîn olarak kendisini yapayalnız
duyumlamıştır;
-ikincisi, yapayalnızlık ile başkalarınca anlaşılmazlığın yarattığı tedirginlik
yüzünden süreklice savunma konumunda kalmıştır —‘ben’ ile ‘ben-olmayan’ arasında
geçit vermez dağlar girince, kendisinden gayrı kimseyi, kimse de onu sevememiştir;
-nihâyet üçüncüsüyse, Tanrı yolunda tek başına savaşan seçilmiş mümîn kavim
olma duygusuyla her zaman kendisini haklı, başarılı ve herkesten üstün görme marazına
dûçâr olmuştur.
“Israilliğin bilinci olumlu olmaktan ziyâde olumsuzdur”, diyor Edward Said.
“Aslında, Israillilik, Yahudî olmak demektir. Ne var ki, imkânsız değilse bile, Yahudî
olmağı açıklamak olağanüstü müşkil bir iş olsa gerek; zirâ olumsuzluklardan ibârettir:
Arap değilsiniz, Müslüman değilsiniz, yabancı (İbr goyiş) değilsiniz, kısacası,
‘değiloğludeğilsiniz’... Gerçeklik dünyasında kimlik, ötekilerle zıtlık üzre inşâa
edilemez...” 219 İmdi, Israilliliğin esâs zaafı, kimliğini zıtlık üzre inşâa etmiş olmasıdır.
Doğru, kimlik, başkalarından farklı olma zeminine dayanır. O zeminden ‘kendine
mahsûsluk’, ‘özgünlük’, ‘kuruculuk’, ‘yapıcılık’, ‘yaratıcılık’, ‘üreticilik’ dallarıyla
‘kişilik’ dediğimiz ‘olumlu’ bir varolan olarak koca ‘ağaç’ bitecektir.
Bu, olağan,
sağlıklı olan durumdur. Oysa ‘farklılığ’ın, ‘zıtlık’ yahut ‘zıtlaşma’yla karıştırılmaması
219
Edward Said: “A Truly Fragile Identity”, 9.s., “Al-Ahram/ Weekly”de.
142
iktizâ eder. Çünkü, ‘farklılığ’ın tersine, ‘zıtlık’, olumsuzlukların boşandırıcısıdır. Bu
olumsuzluklardan biri, karşılıklı ‘nefret’, ötekisi de ‘yıkıcılık’ ile ‘düşmanlık’tır.
Tarihte vukûu bulmuş beşerî felâketlerin sorumluluklarını toptan tek tek
bireylerin sırtına vurmak, yanlıştır. Bununla birlikte, Hz Mûsâ’nın kendisine ilettiği
Allah Tebliğini elinin tersiyle itip reddettiğinden ötürü, devrin Firavunu hep yerilmiştir.
Israillilerden önce yahut onlarla birlikte Mısırlılar, Yahudî dinine intisâb edeydiler,
tarihin akışı nice değişik olacaktı; nice insanlık fâciasının önü alınabilirdi. Nihâyet,
Tektanrılılık, Mısırlılara öylesine yabancı bir kavrayış da değildi. Çünkü Hz Mûsâ’nın
çağdaşı Firvunun M.Ö. Ondördüncü yüzyılda yaşamış selefi, Nefertiti’nin kocası olan,
tahta da IV. Amenhotep adıyla oturup pâyitahtı Thebesten kendi inşâa ettirdiği
Akhetatone taşıyan Akhenaton 220 (saltanatı: 1379 – 1362), putları kırdırıp güneş diskiyle
temsil olunan Atonu Tektanrı, kendisini de Tanrı ile insan arasında aracı ilân etmiştir.
Fakat, ölümü üzerine yerini alan oğlu Tutankhamen’le tekrar Çoktanrılı dine geçilmiştir.
Böylece Israilliden başka ortada Tektanrılı dini kucaklayacak kavim kalmamıştır.
Bütün ötekiler gibi, Israilliler de, Yahudî dinine intisâb ettikten sonra dahî, yine
dince yönetilip belirlenen toplum olma keyfiyetini sürdürmüşlerdir. Evvelemirde
toplumun önderi, kılavuzu hep Haham (İbr Rabbi) olmuştur. Haddizâtında Israilinkisi
Ruhbân zümrenin tarihidir. Ruhbânın öncüsü de Peygâmberlerdir. Peygâmberler (İbr
Nevi’im), ilahî kurallar ile buyrukları tebliğ edip öğretmiş; Rahipler ise, bunları tefsîr ve
tedrîs etmişlerdir. Kurallar ile buyruklar geleneğinin menbaı Tevrat olup onun tefsîr ile
tedrîs olunduğu yerler Mişna, Talmud, Zohar ile Haggada gibi kaynaklardır.
220
Genelde tıbbın öncüsü, özellikle de, Yunan Tıp Tanrısı Asklepios’un atası sayılan M.Ö. Yirmiyedinci
yüzyılda yaşamış Mısırlı hekim Imuthes gibi, Firavun Akhenaton’un (‘Atonun hizmetkârı’) da zencî
olduğu öne sürülmüştür. Gerçekten de tam anlamıyla zencî olup olmadığı iyice bilinmemekle birlikte,
duvar resimleri, en azından, melezliğe işâret etmektedirler.
Ortaya koyduğu ‘din’de Tanrılardan biri olmaktan çıkarılan Aton, ‘Tektanrı’ ilân edilip Amon ile
Re gibi öteki Tanrılar iptâl olunmuşlardır. Sonsuz sınırsız kudreti, besleyiciliği, bağışlayıcılığı ve
varediciliğiyle yüceler yücesi Aton, Güneşin aydınlatıcı ve ısıtıcı ışınları gibi, Varlığın her köşe bucağına
nufuz eder, ona hayat verir.
Yeni pâyıtaht Akhetatonda (‘Aton ufku’) Aton adına birbirinden görkemli tapınaklar inşâa
olunmuşlardır. Dualar okunup ilahîler söylenmiştir
—Bkz: Baffour Ankomah: “So Black People Cannot Invent?”, 22.s.
143
Tevrat (İbr Torah), Yahudî İncilinin (İbr Tanakh) başlangıç 221 kısmıdır. Bu ilk
beş kitap, Tekvîn (İbr Bereşith; OrL Genesis), Hurûç (İbr Şemot; OrL Exodus),
Lâvîlûlar (İbr Vayyikr; OrL Leviticus), Sayılar (İbr Bammidbar; Ar Âdâd; OrL Numeri)
ile Tesniyedir (İbr Haddebârîm; Y&OrL Deuteronomium). 222
Hz Mûsâ, Allahın Tebliğini insanlığa ileten Peygâmber olmanın yanı sıra,
Firavun Mısırının tutsaklığından kurtarıp ‘vaadedilmiş topraklar’a sevketmiş Israil
kavminin siyâsî önderi ile rehberidir. Buradan da Yahudîliğin, Israil kavmine manevî
kurtuluşun yanında, hürriyet ile bağımsızlık ve dahî yurd edinme mücâdelesinin de
tarihini ifâde ettiğini görüyoruz. Bu tarih, az önce bahsolunduğu üzre, bizlerdışında
kalanlarla dur durak bilmez savaşın serâncâmıdır. Acılı ve acıklı serüven M.Ö. Onikinci
yüzyıldan M.S. Yirmincinin ortalarına değin sürmüştür. Bu da, Israilliye, özge hiçbir
topluma nasîb olmamış raddede, kenetlenme, dayanışma, ‘kendinden-olmayan’ı
endişeyle karşılayıp hakîr görme, hamle yapma ile mücâdele etme duygusu ile bilincini
kazandırmış, üstelik, söz konusu duyguyu sürekli olarak da bilemiştir. 223 Menfâyı kendi
cemâatına vatan kılmayı; yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun, Israiloğlunun,
gerek akrabâyıtaallukâtıyla, gerek kendi özgül topluluğuna mensûp bireylerle gerekse
dünya çapında bütün Israiloğullarıyla kenetleşme ile dayanışma irâdesini; atalarından
devraldığı manevî–dinî
ile maddî mirâsı evlâdıayâline aktarma duyarlılığını;
Yahudîliğin şartlarını, özelliklerini, mâlî, iktisâdî, siyâsî ve coğrafî çıkarları ile
amaçlarını; ve nihâyet Kudüs merkez olmak üzre, Filistine yerleşme ülküsünü her daim
nesiller boyu diri tutmak cehdügayretini öngören öğreti ‘Ziyonculuk’tur (Fr Zionisme).
Dinden esinlenip hız alarak Israilli kendisini yalnızca dince ve medeniyetce
değil, daha ilginci, kavmiyetce dahî öteki toplumlara göre üstün saymıştır. Bu üstünlük
ve farklı olma duygusunu kendisinden olmayanlardan, yânî yabancılardan ustaca
saklarken, kendi insanına nesiller boyu ısrarla aşılayagelmiştir. Sonuçta çift katmanlı bir
kimlik geliştirmiştir: Bir, camekâna taşınmış seyirlik yüz..., yânî binlerce yıldır
221
—ilk beş kitap (İbr Hamişah Humşei Torah, kısacası, Humaş: Beş; Ar Esfâr al-Hamse; OrL
Pentateuchus)—
222
Bkz: D.Vetter: “Judentum (vom jüdischen Standpunkt)”, 546.-556.syflr;
ayrıca bkz: Henri Cazelles: “Pentateuquea”, 1309-1311.syflr.
223
Krz: Juan-José Tamayo: “Las Energias Utopicas de la Fe”, 16.s., “Babelia”da.
144
‘Menfâ’da (Y Diaspora) sîneye çekilmiş eziyetlerden ezilmiş, ızdırâplarla dolup taşmış
çilekeş bir varlığın yüzü; iki, ruhsatını Tanrıdan aldığına dair kendikendisine telkîn
ettiği üstün insan olma duyuşu. Bu ikinci hususu da müdhiş raddelere vardırmıştır:
Tanrıdan kendisine bahşolunduğuna inandığı üstünlüğünü ‘sulandırmamak’ maksadıyla
Israilli öteden beri evlilik yoluyla karışmamağa özen göstermiştir. Soyca, kanca
karışırsa, takdîs olunmuş, kutsanmış üstünlüğünü yitirireceğine ilişkin kuvvetli bir
kaygıyla
yatıp
kalkmıştır.
Sonuçta
medeniyetleşmiş
milletlerin
pek
azında
rastgelinebilecek bir genetik birlik ile benzerliği Israilli, Batı ile Orta Asyaya, Kuzey
Afrika ile Avrupaya dağılmış toplulukları arasında sağlamıştır. 224
Israillinin, Tanrıdan el almış, mukaddes kavim olduğu fikri, yaşlıdan gence,
nesilden nesle aktarılagidilir. Ata ocağında, ailede başlayan eğitme işi, Israil Yahudî
hayatının en önemli ve belirgin vasfıdır. Aile hayatı, bu sebeple, Yahudîliğin baş tâcıdır.
Haddizâtında aile, her toplumun odağındadır; onun da orta direği anne olan kadındır.
Her toplumda durum böyle olmakla birlikte, Yahudî bunun açık bilincine sâhiptir. Bu
bilinci, Şabbat 225 örneğinde gördüğümüz üzre, dinî kutlamalarla biler.
Israilliler, Hz Yakûb’un soyundan geldiklerine inandıklarından, kendilerini
büyük bir aile şeklinde algılamışlardır. Demekki Israillilik, Tanrının takdîs etmiş
olduğuna inananların ümmeti olmanın yanında, kendilerini kandaş sayanların kavmidir.
Böylelikle Israillilik, ‘çifte kavurma’ bir kavrayıştır: Hem ülkü hem de kan
224
Bkz: Philippe Chambon: “La Bible relue et corrigée par la génétique”, 44.s.
225
Cuma akşamından cumaertesi akşamına değin süren Şabbat, Yahudîliğin en kutsal ibâdetlerindendir.
Kutlama, annenin iki kandil yakmasıyla başlar. Her omuzunda birer melekle baba, Havradan döner.
Melekler, o evde, ailede, Şabbat hazırlıklarının tamamlanmış olup olmadıklarını teftîş ederler. Şabbat,
esâsında, aile efrâdının sofrada biraraya gelip Tanrıyı anmasıdır. İbâdet dışında her tür etkinlik kesinlikle
yasaktır. Tekvînde Tanrı, “istirâhat günü takdîs etmekçin Onu hâtırında tutasın(8); altı gün çalışıp işini
yapasın(9); fakat yedincisi, Tanrın olan Yahvânın istirâhat günüdür; ne sen, ne oğlun, ne kızın, ne kölen,
ne câriyen ne de kapılarının içerisinde kalan konuğun, kimse iş görmesin(10); zirâ, Yahvâ, altı günde
göğü, yeri, denizi ve kapsadıkları her şeyi yarattı; yedinci gündeyse dinlendi; bu cihetle Yahvâ, istirâhat
gününü mübârek kılıp takdîs eyledi”(11) diye buyurmuştur. Tesniyedeyse şöyle buyurmaktadır: “Tanrın
olan Yahvânın sana buyurduğu üzre kutsayasın diye istirâhat gününü hıfzedesin (kutlayasın)(12); altı gün
çalışıp her işini ikmâl edesin(13); yedincisiyse Tanrın olan Yahvânın istirâhat günüdür; ne sen, ne oğlun,
ne kızın, ne kölen, câriyen, ne öküzün, ne eşeğin, ne hayvanlarından biri ne de kapılarından içeri
konukların, hiçbiriniz iş görmeyesiniz; kölen ile câriyen dahî senin gibi dinlensinler(14); Mısır diyârında
köleydiniz; Tanrın olan Yahvâ seni oradan kurtardı; kölelikten kurtarılışını unutmayasın; kurtuluşunu
hâtırlayasın diye Tanrın olan Yahvâ sana istirâhat gününü buyurmuştur”(15).
Ayrıca bkz: Alan Unterman: “Dictionary of Jewish Lore & Legend”, 177.s.
145
topluluğudur. Tarihte mensûpları arasında böylesine güçlü bağların bulunduğu bir başka
medeniyet toplumunu bulgulayamayız. Israillilerin temel çabası, her devir ile nesilde bu
bağları zayıflatmadan sürdürmektir. Bu maksatla soyun karışmasını önlemek, Israil
hukukuna bile yansımış bir kaygıdır. İşte Jewish Agency (Sohnut) Başkanı Sallai
Meridor, kuruluşundan beri Israil Devletinin ana hattını bize şöyle çıkarmıştır:
Yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Yahudîlerin, Israile yerleştirilmeleri devletin
temel siyâseti olmuştur. Ne var ki, geriye, demekki Israile dönüş kanunundan
ecnebîlerle evlenmiş olanlar ile bunlardan dünyaya gelmişlerin de yararlanıp
yararlanamayacakları hususu tartışılagelinmiştir. Karma evlilikten olanların da ‘geriye
dönüş kanunu’na dâhil edilmeleri maddesinin, halakhaha aykırı görülmesinden ötürü,
değiştirilmesi talebi, son zamanlarda tekrar gündeme taşındığından Sallai Meridor
yakınmaktadır. Anlattıklarına bakılırsa, Menfâda karma evliliklerin oranı yüksekmiş.
Fakat gerek bu evli çiftlerin gerekse onların çocuklarının Israile dönüp vatandaşlık
haklarını elde etme arzuları çetin zorluklara yol açıyormuş. Hâlihazır zorluklara
yenilerinin dahî eklenmesinden kaygılıymış. Buradan hareketle Israilli ile Menfâdaki
Yahudîlerin birbirlerinden daha bir uzak düşeceklerini öne süren Meridor, açılan
mesâfenin en fazla yeni yetişen nesli etkileyeceği, onun da nitekim, önemli
sayılabilecek kimlik kaybına uğrayacağı kanısını taşıyor. İmdi, Israillinin, aslında, bütün
Yahudî ümmetine karşı sorumluluk duyması gerektiğine işâret ediyor. Israilli Yahudî,
kimliğini koruyamazsa, Israilli ile Menfâdaki Yahudî birbirlerinden önünde sonunda
kopacakları konusunda Meridor uyarmaktadır. Bundan dolayı, yine Meridor’a kalırsa,
karma evlilikten dünyaya gelmiş olsa dahî, kendisini Yahudî duyan ne denli çok kişi,
Israil kültürünün değerler şemsiyesi altında toplanabilirse, bu kültürün yaşayabilirliği de
onca pekiştirilmiş olur. 226
Filhakıka, Yahudîliğin, öteden beri en can alıcı sorunu olan ‘Yahudî kimdir?’
sorusu varlığını çağımızda da sürdürmektedir. Israillilik ile Yahudîliğin çakıştırılması
şartı ve her iki unsurun soy esaslı olması, sorun’un özünü teşkîl etmektedir.
b)
İngiliz
226
Bkz: Sallai Meridor, Şalom Gazetesinden, 12.s.
146
Israilliyle soyca, kültürce ve yaşanılan yöre itibâriyle çok farklı olan İngiliz de
tarih sahnesinin baş oyuncularındandır. Yalnız, benzerlik bundan ibâret değildir. Millî
davâyı destekleyecek bir dinî bahâneyi de İngiliz kendisine temîn etmiştir.
Öteki toplumlara üstün olma inancı, İngiliz ile Israilliye mahsûs duyuşlar
değildir elbette. Çinlilerde, Brahmanlarda, Ahamenitler ile Eski Yunanlılarda, hattâ
İslâm medeniyet dairesine mensûb olanlarda dahî üstünlük duygusuna rastgelmek
mümkün. Ne var ki, üstün bir soya mâlik olma duyuşu yahut inancı, Israilli ile, özelde,
İngilizde, geneldeyse, Germen toplumlarında kurumlaşmıştır.
Dince
meşrûu
kılınmış,
medeniyet
meşalesiyle
karanlık
diyârları
aydınlatan —Aydınlanma devri!— Anglikan İngilizin en doğal hakkı, ‘aydınlattığı’ o
ellerin ‘yemiş’lerini gönlünce devşirip kullanmaktır. Olağan, alışılmış hareket tarzı,
‘tüketmek’ olmalı. Hayır, o, öyle yapmamıştır. ‘Tüketmek’ yerine, sömürdüklerini
‘işleyerek kullanmış’tır, yânî ‘üretmiş’tir. Belirli bir amaç doğrultusunda değiştirilip
dönüştürülen malzemeden elde edilen, demekki üretilen değere sermâye diyoruz. İşte bu
çeşit tutumu kurulu düzen hâline sokan İngilizdir. Onun, tarihte maddî hâkimiyet
tesîsindeki üstün başarısı da buradan kaynaklanır.
Maddî —iktisâdî— serüveninde 1650lerden itibâren İngilizin, adetâ tabîî ortağı
Israillidir. Teşebbüsün başlatıcısı yahut mucidi İngilizdir. Tarihî şartların kazandırdığı
tecrübelerinin, hüneri ile zeyrekliğinin sağladığı birikimi sâyesinde olayın künhüne
varan Israilli, İngilizle ‘yaşamortaklığı’na (Y sünbiosis) girmiştir. Kavmî milliyetci olan
Anglikan İngiliz ile Yahudî Israilli, maddî düzlemdeki yaşamortaklıklarını, demekki
‘çıkar birliktelik’lerini, soyca karışma raddesine taşımazlar. Her iki unsur, soyca da
kültürce de ‘ayırılık’larını (İng distinctness) muhâfaza etmeğe bakar. Böylelikle ‘çıkar
birlikteliğ’i, ‘kavim ile kültür birliği’ne uzanmaz. Şu durumda duygusal, heyecânî ve
akıldışı (Fr irrationel) mülâhazalar ile ruh hâletleri daha baştan dışlanmış oldular.
Öncelikle İngilizin indinde hayatın tüm köşe bucağı akılla tanzîm ve tesvîye
olunabilir, olunmalıdır da. Bu ‘tüm köşe bucağ’a din dahî dâhildir. Din, hayatın pınarı
olmaktan çıkıp maddî çıkar teminine koşulmuş araçtır: Sekülerlik.
147
Bu yaman İngiliz düşünüşünü anlayamayarak yanlış değerlendirmeler tuzağına
düşen Fransız dimâğı, becerdiği İhtilâlikebîrle dini toptan dışlamak gafletinde
bulunmuştur: Laikcilik.
Dinle râbıtasını keserek, İngiliz, aklı bağımsız kılmıştır. Aklı temel almak
suretiyle insanı, doğa ile dünyayı deneye başvurarak, demekki aklın tesbîtlerini yine
onun çizdiği çerçevede sınayarak anlayıp açıklamağa yönelik en geniş anlamda
düzenleme işini felsefe-bilim sistemi üstlenir. ‘Felsefe-bilim sistematiği’nden türetilmiş
‘akıl yapılanmaları’ndan olan ‘ideoloji’nin tarihte açıkca ilk kez uygulamaya geçtiği
eylem alanı İhtilâlikebîrdir. Arkasında yatan ise, İngiliz düşüncesi ile mâlîyesidir. Fikir
babaları gibi görünen Charles Louis de Secondat Montesquieu (1689 – 1755), FrançoisMarie Arouet de Voltaire (1694 – 1778), Jean-Jacques Rousseau (1712 – 1778), Denis
Diderot (1713 – 1784), Jean le Rond D’Alembert (1717 –1783) ile Anne Robert Jacques
Turgot
(1727
–
1781)
türünden
İnsancı–Aydınlanmacı–Ansiklopedici
Fransız
filosofların etkilenip izledikleri, Roger (1220 – 1292) ile Francis Bacon’lardan (1561 –
1626) başlamak üzre, İngiliz düşüncesinin, Thomas Hobbes, John Locke (1632 – 1704),
Isaac Newton (1641 – 1727), David Hume ile Adam Smith çeşidinden önde gelen
temsilcileridir.
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin merkez kültürü, Fransızlarınkisidir.
Adı geçen medeniyetin felsefîleşmesi öncelikle Fransız filosof-bilimadı René
Descartes’ın işidir. Bu noktadan itibâren Fransa, kültür öncülüğünü İngitereye
kaptırmıştır. Descartes’tan sonraysa, Fransadan artık, sistem kurucu filosof-bilimadamı
çıkmamıştır. Nihâyet, ‘Yeniçağ Avrupasında felsefe-bilim’ devi olarak iki ülkenin
temâyüz ettiğini görüyoruz; bunlardan biri, İngitere iken, öbürüsü de Almanyadır. İkisi
de Germen ailesine mensûp dillerle bildirişir. Kadîm devirlerde de ortak coğrafya ile
kavmî menşeden neşet etmişlerdir. Bununla birlikte, tarih boyunca birbirlerinden kayda
değer derecede farklı gelenekler ile görenekler geliştirmiş, değişik zihniyet düzlemlerine
ulaşmışlardır. O kadar ki, yüzeyde aynı dini paylaşıyor gözükmelerine rağmen, o, bu iki
milletin tasavvuruna çok farklı tarzlarda ve renklerde yansımıştır —meselâ,
Hırıstıyanlığın en önemli yortularndan yalnızca Noelin, ikisi tarafından nice farklı idrâk
olunduğunu görmek bile ziyâdesiyle ilgi çekici bir olaydır. Dinde ortaya çıkan farklılığı,
148
her iki dilde dahî algılıyoruz. Akrâba olmakla birlikte, gerek dilbilgisi gerekse sözlerin
tasavvur içeriği cihetinden baktığımızda, iki dilin birbirleriyle benzeşmedikleri ve
birinden öbürüne tercüme imkânının da olağanüstü güç ve kısıtlı olduğu keyfiyeti, işin
erbâbınca tesbîti nisbeten kolaydır. Sonuc olarak, bahsettiğimiz değişik zihniyet
düzlemleri üstündeyse, birbirlerinden çok başka unsurları ön plana çıkaran felsefe
sistemleri yükselmişlerdir. Bunların bağrından sökün etmiş ideolojilerde birbirlerine zıt
düşen değerler, kendi toplumlarının yaşama gündemlerine taşınarak orada yerlerini
almışlardır. Hem o derece uzlaşmazcasına yer almışlardır ki, dünya, evvelemirde
İngitere ile ‘evlâd’ı A.B.D.nin arkasında, Almanya ve uzaktaki müttefiki Japonyayla
eylül
1939dan
hesaplaşmasına
227
ağustos 1945e değin
sürmüş
tarihin en kanlı
ve
şiddetli
girmiştir. Bu, tarihin ilk, belki de son, yeryüzünün hemen hemen her
köşe bucağını sarmış ve karşı cepheyi mutlak surette mahfetmek maksadına matûf
ideoloji esâsına dayalı baştan aşağıya şerr güçlerin savaşı olmuştur. Tanrı ile dini
terkeden Yeniçağ Batı Avrupa medeniyetinin sonunda gelip dayandığı, Friedrich
Nietzsche’in deyişiyle, Hiçciliğin ‘ete kemiğe bürünmesi’ olayı İkinci Dünya
Savaşıdır. 228
İtalya, gerek Birinci gerekse İkinci Dünya Savaşında, müttefiklerine
taşınmayacak kertede yük olmuştur. Her ikisinde de tâlih rûzgârları farklı cihetlerden
esmeğe başlayınca, o, her defâsında yelin yönüne göre fütûrsuzca taraf değiştirmiştir.
Bu nedenle onu ittifâk içerisinde göstermek yanlıştır. Böylece savaşan cephelerden
birinde toplumlar İngiltere-Amerika ile Sovyet Rusyanın arkasında dizilirlerken,
öbüründe de Almanya ile Japonya mevzilenmişlerdir. Bu son ikisi, müttefik olmakla
birlikte, aralarındaki muazzam mesâfe engeli yüzünden birbirleriyle savaş süresince
etkin irtibât kuramamışlar ve tek başlarına kaçınılmaz fecîi sona dek müdhiş bir inât ve
olağanüstü bir sebât, fedâkârlık ile kahramanlık örneği sergileyerek döğüşmüşlerdir.
Sonundaysa, manen ve maddeten, sözün tam anlamıyla, târümâr edilmişlerdir.
227
Asker – sivil, yaklaşık 50 000 000 insanın öldüğü sanılıyor
—bkz: “The Historical Encyclopedia of World War II”, 131.-133.syflr.
228
Bkz: José Luis Pardo: “El Ultimo Filosofo”, 13.s.
149
Yukarıda bahsi geçen bütün farklı bakış açılarına rağmen, İngiliz ile Almanın,
Felemenk, İsveç ile Danimarka gibi, öteki Kuzey batı Avrupa milletlerinde muntazaman
rastgeldiğimiz ve kadîm devirlerin Germen boylarına mahsûs aşîret değerini muhâfaza
etmiş olduklarını görüyoruz; o da, kendi arı soy soplarına duydukları hürmet ile
hayranlıktır. Ne var ki, bu hürmet ve hayranlığın tezâhürü, milletlerin özelliklerine göre
değişiklik göstermiştir. İngilizler, duyguları ile niyetlerini gizlemelerindeki mahirlikleri
sâyesinde, ırkcı–kavimci tavırlarını örtbas edebilirlerken, başka bazı Kuzeyli milletlerin
yanısıra, Almanlar bunu, bilhassa Millî toplumcuları 1933te iktidara taşıdıktan sonra,
Irkcılığı, ideolojilerinin ana pâyândâlarından biri kılmışlardır. Filvâki, Germen dillerini
konuşan Kuzey batı Avrupa kültürleri, Irkcı–Kavimci anlayışları ile tutumlarını Yeniçağ
dindışı Batı Avrupanın, ama özellikle de Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin ayrılmaz
parçası hâline sokmuşlardır.
İngiliz zihniyetinde duygu ile heyecânın, titizce arkasına gizlendiği paravana
aklîliktir. Aslında bu tutum, hayatın bütün girdisi çıktısına teşmîl edilip medenî tavrın
kaçınılmaz şartı sayılmıştır. Haddizâtında İngiliz kültürü ve bilâhare Çağdaş İngilizYahudî medeniyeti, aklî düzenleme işi ile işlemini kurumlaştırmıştır. Tabîî,
kurumlaştırmayı başaranlar da yine, Roger Bacon ile Ockham’lı William’dan (1285 –
1347) başlayarak Charles Robert Darwin (1809 – 1882), William James (1842 – 1910)
ile Bertrand Russell’a (1872 – 1970) dek uzanan çizgide gördüğümüz filosoflar
takımıdır. Bunun da en önde gelen simâları Hobbes, Locke ile Hume üçlüsüdür.
Bahsettiğimiz akıl – deney felsefe geleneği zincirinin son halkalarından biri, Israil asıllı
Karl Heinrich Marx’tır.
Kendi iytikâdî arkaplanlarını özenle gizleyen İngiliz ile Israilli, dışlarındaki din
olaylarına karşı şiddetle saldırarak, ilkin, İhtilâlikebîrden itibâren Avrupa anakarasında,
ardından da öteki ellerde, hiç değilse, kısmen dahî olsa, gündemdışı kılmağı
başarmışlardır: “Din, kitlelerin afyonudur” (Karl Marx). Böylece iktisâdî–siyâsî
ihtiraslarına gem vurabilecek baş maniayı bertaraf etmiş oldular. ‘Din’den boşalttıkları
mevkie de, iktisâdî–siyâsî hâkimiyetlerini perçinleyecek şekilde düzenlenmiş ve kapalı
devre, yânî dogmacı tarzda çalışan tümel bir ‘felsefe-bilim’ işleyişini, demekki
‘ideoloji’yi yerleştirmişlerdir: Hür Sermâyecilik–Positivism–İmperyalism. Temelde ve
150
özde
‘ideoloji’,
Hür
Sermâyeciliktir.
Fakat
o,
kaçınılmazcasına
Positivism
dünyatasavvuru ile İmperyalism kültürel–siyâsî–askerî yahut yarı-askerî çıkışına veya
hamlesine ihtiyâç gösterir. Başka bir deyişle, Positivism kurulmaksızın, İmperyalisme
de tevessül edilmeden Hür Sermâyecilik inşâa olunamaz. Filvâki ‘örgü’, fehmi kuvvetli
kişiyi bile hayrete düşürecek raddede akıllıca ve titizce örülmüştür.
Nihâyet, manzarayı daha bir aydınlık kılmak maksadıyla benzetmelere
başvurmaktan kaçınılmamalı. O hâlde manzarayı şöyle tasvîr edelim: Görünürde denize
akan bir dev ırmak ve ona yönelmiş kollar var. ‘Irmağ’ın ana ‘mecrâ’sı, İmperyalism–
Ziyonismdir. ‘Irmağ’ı besleyen başlıca ‘kol’lar ise, Çağdaşcılık, Laikcilik ile
Sömürücülük (Fr exploitation) üçlüsüdür. ‘Irmağ’ın boşaldığı ‘deniz’e gelince; o,
Sermâyeciliktir. Burada Çağdaşcılık ile Laikciliğin felsefî ‘astar’ını Positivism teşkîl
etmektedir.
c)
Köprü
‘Çıkar birlikteliğ’ini oluşturan Anglikan İngiliz ile Yahudî Israil tarafları
arasında irtibâtı temîn edenin, Farmasonluk olduğundan bahsetmiştik. Haddizâtında
Farmasonluk, böyle bir işi yahut görevi üstlenmek üzre kurulmamıştır. Onaltıncı yüzyıl
ortalarından itibâren resmî, yazılı çizili bir ahte dayanmaksızın ortak hamle ile faaliyette
bulunan bir kısım Yahudî ile İngiliz, 1700lerin başlarında kurulan Farmason teşkilâtı
çerçevesinde güçbirliği ile dayanışmaya girişmişlerdir. Bahse konu teşkilât, doğrudan
doğruya böyle bir gâyeye yönelik olarak tesîs olunmamıştır dedik. Ancak, zamanla bu
istikâmette hizmet verir olmuştur. Üstlendiği gelenek gereği Farmasonluk, etkinliklerini
gizli yürütmeğe dikkat sarfetmiştir. Ne yapıp ettikleri, ne üyelerinin kimlikleri ne de
kuruluşu hakkında dışarıya bilgi sızdıran Farmasonlukla ilgili derin şüpheler, kaygılar
ile komplo söylentileri uydurulagelinmiştir. Ona ilişkin bilinenlerden hangisinin ne
derece doğru olduğunu tayîn etmek zordur. Gerek Yahudî ile İngiliz unsurlarının
yeryüzüne ve insanlığa iktisâdî ile siyâsî cihetlerden hâkim olma ortak çabaları gerekse
bunların düzenlenip örgütlenmeleri bâbında Farmasonluğun yeri ile önemi hakkında
ortada birinci elden belge niteliğindeki metinler az ve yetersizdir. Bu yüzden sözü
151
edilen konuda hemen hep karîne yoluyla hüküm çıkarılır. 229 İşte İngiliz-Yahudî
medeniyetinin üstünde yükseldiği İngiliz-Yahudî Sermâyeciliği ile İmperyalismi de
bunların
merkez
kurulu
yahut
genelkurmay
başkanlığı
görünümünü
sunan
Farmasonluğun da kırılamayan gücü, bu olağanüstü gizlilik ile soğukkanlı,
heyecânlardan sıyrılmış, olabilecek bütün ihtimâlleri hesaba katan mükemmel
tasarlamacılığın verisidir. ‘Karda yürü, iz bırakma’ ilkesi uyarınca hareketlerini tanzîm
eden İngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘iyi-saatte-olsunları’, aklı, zekâyı son raddelerine
dek kullanmanın yanısıra, aslında yine aklın buyurduğu bir husus olan askerî sıradüzen
ile intizâmı çerçevesinde işlerini yürütürler. Üstün ve sürekli başarılarının sırrı, tecrübeli
usta boksör misâli, ilk yaptıkları, gerçek yahut muhtemel rakîplerinin maddî ile manevî
açıklarını yakalamaktır. Bunu yakaladıktan sonra, onun zayıf tarafları üstünde
fasılasızca çalışmağa koyulurlar. Tarihî tecrübesi fazlasıyla engin iki milliyet cephesine
sırtlarını dayadıklarından, muazzam bir müktesebâtla mücehezdirler. Tecrübe ile fire
vermez akılyürütmeyi aşabilecek bir servet düşünülemez. Böyle bir servete mâlikseniz,
karşınızdakinin imkânlarını ölçer biçersiniz; neyi, nasıl, ne vakit yürürlüğe
sokabileceğini hesaplayıp tedbirlerinizi alırsınız. Peki, bütün bu çabalar ile etkinliklerin
gâyesi nedir? Siyâsî ile iktisâdî cihân hâkimiyeti.
8- Maddeci – Mekanisist – Dindışı Dünyagörüşünün Beşer Tipi:
Maddîyâtcı 230- İktisâdiyâtcı Adam (Homo Economicus)
229
Geçmişte olup bitmiş olaylara ilişkin yargılarımızı yalnızca önümüze açık seçik biçimde seriliduran
yazılı belgelere dayandırmağa kalkarsak, hemen hiçbir yere varamayız. Bundan dolayı, geçmişi
zihnimizde inşâa ederken, elbette ilk elde metinleri dikkate almalıyız. Ne var ki bunlarla yetinemeyiz.
Bunların yanısıra, en önemli dayanağımız onları, benzer, ama belgesi bulunmayan sorunlara dahî teşmîl
ederken kullandığımız karîne usuludür. Nitekim, Millî toplumcu Almanyanın, Sovyet Rusyaya karşı
giriştiği askerî harekâtın başlangıcından az sonra, 1941 yazının herhangi bir tarihinde Adolf Hitler’ın,
özel SS birliklerine, işğâl edilen topraklarda yaşayan Yahudîlerin topyekûn imhâsını buyurduğunu
biliyoruz. Bununla birlikte, konuya ilişkin elde hiçbir yazılı belge yoktur. Buradan hareketle, ‘nihâî çâre’
(Alm Endlösung; Fr solution finale) vakasını inkârmı edeceğiz?
—bkz: Enrique Moradiellos: “Un Aniversario Funesto”, 12.s.
Geçmişe eğilirken yukarıda zikrolunana benzer pek çok vakayla karşılaşma ihtimâlini hep göz
önünde tutmak zorundayız.
230
Maddîyât/cılık: “‘Maneviyât’ın ihmâline varan maddî ihtiyâçların yahut arzulara düşkünlük; tamamıyla
çıkarları gözeten bir görüş, yöneliş yahut yaşama tarzı…”
—“Materiality: Devotion to material needs or desires, to the neglect of spiritual matters; a way of life,
opinion, or tendency based entirely upon material interests…”
”The Compact Oxford English Dictionary”, 1047.s, 466.sütun, c satırı.
152
a) Siyâsî ile İktisâdî Amaçlar uğruna kötüye kullanılan Din
Millî toplumcu ideolojinin sıklet merkezini teşkîl eden kandaş bireylerden
oluşmuş topluluk saplantısından (Fr idée fixe) doğmuş Irkcılık ile Kavimcilik, nüve
hâlinde Germenliğin zihniyetinde yaşayagelmiştir. İşte bu hususla, esâsta Germen
boylarından biri olan Anglo-Saksonlarda —İngilizlerde— dahî, zaman zaman
besbelirgince
karşılaştığımızdan
birçok
vesileyle
bahsedilmiştir.
Almanların,
Avrupadaki medeniyet kervânına geç denilebilecek devirlerde katılmış olmanın yarattığı
aşağılık duygusunun 231 tersine, İngiliz Kavimciliği kibirle yoğrulmuştur. Gidip
fethettikleri ülkeler ile yörelere geleneklerini, alışkanlıklarını, âdetlerini, tavırları ile
tarzlarını tavîzsizce ekmiş, dünya çapında, kavmî olanın yanında, özellikle de kültür
soykırımını uygulamaya sokmuşlardır. Hattâ, medeniyet ortakları Israil kavmiyle
birlikte, aslında tekmil insanlığa seslenen Tektanrılı Vahiy dininin Tebliğini kendilerine
mâletmişlerdir. Nasıl Israilliler, Hz Mûsâ aracılığıyla insanlığa gelmiş Tebliği,
dolayısıyla da insanlıkşumûl bir din olan Yahudîliği yörüngesinden saptırarak
kavmîleştirmişlerse, aynı şekilde İngilizler de, Onyedinci yüzyılda Hırıstıyanlığı
Anglosaksonlaştırararak Anglikan kilisesisini vucuda getirmişlerdir. Böylelikle kadîm
kültürlerde gördüğümüz bir olay, üstelik Yeniçağda Tektanrılı Vahiy dininin suiistimâli
suretiyle, gerçekleştirilmiştir. Adı anılan iki millet, ilahî kudreti arkalarına almış
oldukları zehâbını vererek her çeşit tasarruflarını haklı gösterip meşrulaştırmağa
kalkmıştır: ‘Din devleti’ (Fr théocratie).
b) Üstün olanlar ile Olmayanlar
Söz konusu üstünlük duygusu, gizlice ve sinsice dahî olsa, hâlâ yürürlüktedir.
Buna göre insanlık başlıca üç daire hâlinde mütâlea olunur: İngiliz-Yahudî dairesinin
ayrı ayrı basamaklarında duranlar, ona değişik dereceler ile kademelerde tarafdar
olanlar ve nihâyet bu iki dairede yer almayanlar. Üçüncü daireden ikinciye farklı biçim
ve raddelerde geçiş mümkünken, birinciye yükselmek imkânsız denilebilecek kadar
müşkildir.
231
Fr complex d’infériorité.
153
Bir yandan Sanayi devrimiyle, öbür taraftan da İnsancı–Aydınlanmacı akımın
etkisiyle hız kazanıp pekişen Hür Sermâyeciliğin elde etmiş olduğu karşı koyulmaz
güçle, dini dünyevî çıkarlara âlet etme gereği de iyice ortadan kalkınca, ‘istediğimi
yapar ederim’, ‘yeryüzü nimetlerini tepe tepe kullanabilirim’ kafa yapısına uygun
İngiliz-Yahudî ‘ben beşer tipi’, kendisine benzemeyen, uymayan ne kadar insan tipi
varsa, onun üstünden ilkin maddeten, arkasından daha da öldürücü, kahredici olan
manen silindir gibi geçip onu ezmiştir. ‘Bana benzemeyen insan tipi’ tüm ortamıyla
ortadan kaldırılmağa çalışılmaktadır. İşte, doğanın onulmazcasına katline de bu
bağlamda tanık oluyoruz. Yeryüzünün sunduğu tekmil maddî, toplumların da
sergiledikleri cümle manevî imkânlar, habire yükselen kazanç hırsıyla yanıp tutuşan
‘maddiyâtcı–iktisâdiyâtcı ben-beşer tipi’ tarafından insafsızca seferber edilmişlerdir.
Sonuçta tarihte eşi menendi görülmemiş katliamlar zinciri boşanmıştır.
Refâh uçurumu: “Ortalama Hintlinin yıllık tâkat (Fr énergie) tüketimi, 250 kg
petrole eşdeğerken, bir İngilizin harcadığıysa 3,756 kg. kadardır. Hindistanın nüfusu
900 milyon cıvârındadır —1991e göre; oysa 2000de 1 milyardır. Her Hintli, İngiliz
kadar ticârî tâkat sarfetmeğe koyulursa, o takdîrde, yılda 3,190.000 ton ek petrol
kaynağına ihtiyâç duyulacaktır.” 232
Soğuk savaş: Kuzey, dirlik ile bolluk içerisinde yaşasın diye ‘Üçüncü dünya’da
aşağı yukarı 1950 – 1990 arasında yirmi milyon kişi öldürülmüş veya ölmüştür. 233
Soykırım: 1519da yirmi sekiz milyon Kızılderili yaşıyorken, 1605de, günümüz
A.B.D. topraklarında, bunlardan bir milyonu hayatta kalmağı becerebilmiştir;
Kölelik: 1526 ile 1870 arasında on milyon Zencî, Afrikadan, hayvana revâ
görülmeyecek fecîi şartlarda, gemilerle Amerikaya naklonulmuşlardır.
Sömürgecilik: En şaşalı devrinde, yânî 1850lerde İngiltere, Hindistandan yılda
üç yüz milyon dolar haraç kesmiştir;
Yeni Sömürgecilik: 1988de Güneyden otuz beş milyar dolar gayrısafî (net) mâlî
yekûn Kuzeye aktarılmıştır;
232
Mark Tully: “No Full Stops in India”, 24.s.
233
Bkz: “The New Straits Times”, 30.s.
154
Sömürgecilik–Sömürücülük–Irkcılık–Kavimcilik İç içeliği: Burada saydığımız
dörd unsur, bizi kaçınılmazcasına İmperyalism ile onun sırtlamış olduğu Sermâyeciliğe
götürür. Sermâyeciliğin çizdiği yoldan giderek başta İngiliz olmak üzre, Batı Avrupalı,
yeryüzünün doğa, kavim, toplum, iktisât ve nihâyet tüm nüfus dokusunu altüst etmiştir:
1492de Kuzey ile Güney Amerika kıtalarında 100 milyon Kızılderilinin yaşamış olduğu
tahmin ediliyor. 1992deki toplam nüfuslarıysa, 42 milyonu bulmaktadır. Kızılderili
nüfusunun bunca kırılmasında, Beyâzların taşıyıp getirmiş oldukları salgın bulaşıcı
hastalıklar ile kültür şoklarının yanında, ‘fenn’in ‘zanaat’e karşı muazzam üstünlüğünün
etkisini saymak gerekir. İlkin, Avrupadan yanlarında getirdikleri atların sırtında,
1840ların başından beri de demiryoluyla Beyâzlar, Kızılderililerin hayâl bile
edemeyecekleri hızlara erişerek sayıca kalabalık olmasa da, ateş gücü müdhiş olan
birliklerini çok uzak mesâfelere sürâtle nakledebilmişlerdir. İngilizler, sözgelişi,
Arjantinin 1857de 11 km olan
demiryolu şebekesini 1885de 4800 km uzunluğa
eriştirmişlerdir.
Yine 1880lerde, Amerikan imâli Remington marka tüfenğiyle silâhlanmış bir er,
beş Kızılderiliye bedeldi. 234
Yeryüzünün her tarafında değişik raddelerde yaşama sevîyesi bozulup nüfus
azalırken, hattâ kimi yerlede toptan yokolurken, ikisi de, 1500den itibâren Batı
Avrupada süreklice yükselişe geçmiştir. Sözgelişi Avrupanın nüfusu, 1500de 80
milyonken, bu, 1800de iki yüz milyonu bulmuştur. Yaşama sevîyesi yükseldikce ömür
de uzamıştır. 1700lerde Fransız köylüsünün ortalama ömrü yirmi iki yılla sınırlıydı.
Doğan dört çocuktan da ancak biri hayatta kalabiliyordu. 1750lerin ilk yarısında Fransız
köylüsünün içerisinde bulunduğu bu durumun, İmparatorluk devri Romalısı ile
1950lerin Hint köylüsü için de söz konusu olduğunu burada belirtelim. Yine, bahsini
ettiğimiz dönemde yirmisini aşmış bir Fransız köylüsü bayağı yaşlı dururmuş. Çok genç
yaşta evlenilir; kadınların ömrü de erkeklerinkinden daha kısaydı. Zenginlerin tersine,
yoksul köylüler, çekirdek aileye yakın boyutlarda az sayıda bireyi kapsayan aileler
oluştururlardı. Sanayinin ortaya çıkmasıyla birlikte geçimlerini iyileştirmek beklentisi
içerisinde şehirlere göçen köylüler, aile yapılarını değiştirmemişlerdir. Sonuçta
234
Bkz: Frank Nowikoski: “Argentina’s Victims of Spanish Conquest”, 35.s.
155
şehirlerde bile çekirdek aile tipi, varlığını, yaygınlaştırarak sürdürmüştür. Kadın,
çoğunlukla daha doğururken öldüğünden, erkeklerin, bir kereden fazla evlenmeleri de
az rastlanır olaylardan değildi. 235
Derebeğliğin, millî ve birlikli devlete dönüştüğü çağlara değin gerisin geriye
izini sürebileceğimiz sınıf ile kavim ayırımcılığına dayalı tavır ile siyâset,
Sermayeciliğin vucut bulması ve sanayinin belirmesiyle hız kazanıp kesîfleşmiştir.
Daha önce de temâs ettiğimiz üzre, Sermâyeciliğe ve onun temsîl ettiği cümle değerlere
red manâsında şekillenmekle birlikte, Millî toplumculuk, ilk anılanın ayırımcı, üstelik
kavmî olanının tavrı ile siyâsetini üstlenip bunu en aşırı uca taşımakta tereddüt
göstermemiştir. Söz konusu ideoloji, temel tutamaklarında ne denli aklaaykırı bir
keyfiyet göstermişse de, kavmî ayırımcılık siyâsetini bir o kadar aklî nizâm
çerçevesinde yürütmüştür. Peki, bu ne menem bir akıldır? Galileo – Newton – Darwin
Mekanisismi ile Hobbes’un, Hume’un, Smith ile Marx’ın maneviyâtı kurutulmuş
Akılcılıklarının aklıdır.
İddia ediledurulanın tam tersine, ne Adolf Hitler ne de onun kurup önderlik
ettiği Irkcı, Yayılmacı ve Yahudî-çılgını Millî toplumcu ideolojisi, Yeniçağ dindışı Batı
Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetleri ortamında beklenmedik ‘mucizevî’ bir
olaydır. Düpedüz neden – etki bağıntısına ve laik–seküler felsefe-bilimin dehâsına
uygun biçimde arzıendâm etmiştir. Kısacası, beklenebilecek tabîî bir sonuçtur. Elbette,
vahşetin derecesini felsefe-bilim tayîn etmemiştir. Tetiği çekmemiş, fakat çektirmiştir.
Sistematiğinin dehşet verici kuruluşu ve kör ile sağır, yânî vicdândan yoksun işleyişi ile
kahredici istihzâsı (Fr sarcasme), her yanı ve yönüyle, Yeniçağ Batı Avrupasının
Tanrısız İnsancı – Aydınlanmacı kötürümleştirilip köreltilmiş aklını çağrıştırmaktadır:
1- “1933 ocağında Adolf Hitler’in, Almanyada başbakanlığa seçilmesinden
itibâren 66 milyonluk nüfus içerisinde 500 bini bulan Alman Yahudîlerine karşı ayırım
siyâsetinin sistemlice uygulandığına tanık oluyoruz. Peki ya, sebep? İktisâdî...
Yahudî’nin, Hz İsâ’nın katlinden sorumlu tutulması... Ortaçağdan sarkmış hurâfe, bâtıl
iytikât... falan, filân... Bunların hiçbiri ilginç ve özgün gerekce olamaz. Özgün ve ilginc
olan, Arî’nin üstün, Yahudî’nin ise, aşağılık ırkları temsîl etmeleridir. Toplumsal
235
Bkz: J.M. Roberts: “The Penguin History of the World”, 332.-335.syflr.
156
Darvinciliğin ayıkla/n/ma ilkesi uyarınca aşağılığın aleyhine üstünün varolma hakkı
mahfûzdur... İşte bu hak, üstün olana aşağılığı idâm etme yetkisini tanır.
İdâmın infâzı değişik biçimlerde yürürlüğe koyulmuştur: Bu, kurşuna dizmeden
tutunuz da getholar ile çalışma tesîslerinde açlık ile hastalıklardan ölümlere terketmeğe
dek uzanır. Ancak bunlar, nisbeten ilkel yöntemlerdir. 1941den itibâren iyice
hızlandırılan
kütlevî
yoketme
programında
yer
alan
temerküz
tesîslerinin
teşkilâtlandırılışı, tek kelimeyle, mükemmeldir. Bunlardan kimisi Belzen, Sobibor,
Lublin, Treblinka, Chelmno ile Auschwitz gibi, sâbit, fen hârikası, imhâ fabrikalarıyken
bir kısmı da gaz hücreleriyle mücehhez katar (Fr train) yahut arka tarafı üstü kapalı
kamyon şeklindeydi. Sâbit tesîslerdeki gazlama koğuşları başlangıçta, bir defâda 450
kişi alabilirken, daha sonraları bu rakam, 4000e ulaştırılmıştır. İnşâat mühendisliğinde
görülen baş döndürücü gelişmeye kimya mühendisliğinde de tanık olunur. Nitekim, yine
başlarda karbon monoksit kullanılırken, zamanla çok daha gelişkin malzemelerden olan
hidrojen siyanürü ile siklon B gazına geçilmiştir. Bu son zikrolunmuş iki malzeme, hem
daha sürâtle ve ucuza mâledilebilinmiş hem de rahatca naklonulabilinmiştir. Böylelikle
savaş olanca şiddetiyle sürüp giderken üç yahut dört yıl gibi pek kısa sürede, büyük
sayıda —iddiaya göre beş yahut altı milyon 236— çoluk çocuk, genç yaşlı ve erkek ile
kadın ortadan kaldırılabilinmiştir...
Bu inceden inceye tasarlanıp hesabı kitabı çıkarılmış ideolojik esaslı bir
soykırım olup söz konusu infâzın, askerî yahut siyâsî lüzûmu da yoktu...” 237
236
Bu rakamı kim tesbît etmiş? Kim bunca cesedi saymış? Nasıl olmuş da, beş milyon bilmem şu kadar
yüz bine yahut yedi, sekiz milyona değil de, altı milyona takılıp kalınılmış? Ama asıl felâket şu
rakamperestlik değil de nedir? Rakam düşük çıksa, fâcianın boyutlarımı küçülecekti? Beş, altı yaşındaki
masûm Moiz’i yahut bütün kabâhati ailesine çorba pişirmiş, evlâdını bağrına basmış olmaktan ibâret
Raşel’i sırf Israil soyundan geliyor diye ‘ölüm hücresi’ne kapatan bir sapık öğretiyi ve onu uygulayanları
lanetlemekçin düşsel rakamlar uydurmanın manâsı mantığı ne ola ki? Sermâyecilik için her şey,
bilâkayduşart her şey, hayat dahî metâadır. Bahsolunan, Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin cânî
bezirgânlığının zemîn hazırladığı bu, ne ilk ne de son sapıklıktır. Katlonunanlar, kaç kişi olurlarsa
olsunlar, candılar, insandılar; önünde sonunda Allahın ‘Soluğ’undandılar: “Bir insanı haksızca öldüren,
bütün insanları katletmiş; bir insanı kurtaran, tekmil insanları (insanlığı) kurtarmış gibi olur”
―Mâide/5(32). ÖLÇÜ budur!?!
Hafîfletici hiçbir gerekcenin gösterilemeyecği iki çeşit suç vardır: Bunlardan biri iğfâl,
ötekisiyse, soykırımdır. Nitekim, Mâidenin 32. Âyeti, özge unsurların yanısıra soykırıma dahî işâret
etmektedir.
237
Enrique Moradiellos: A.g.y.
157
2- a) 1963ün yazında, temmuz yahut ağustos olmalı, o dönemde Doğu
Almanyaya bağlı Saksonyadaki, asıl adı Chemnitz, ama Ortakmülkcü idâre altındayken
Karl-Marx-Stadt olan şehrin merkez kütüphânesi ve belgeliğinde Bay Alfred Kobel ve
ben yaşlardaki kızıyla birlikteydim. Alfred Kobel, raflardan cilt cilt kitab ile iri kıyım
dolaplardan tomar tomar evrâk çıkarıp önüme seriyordu. Kafkasya ile Türkistanı
gösterir 1930ların sonları ile 40lı yıllarda Alman Genelkurmayınca Gothik harflarla
basılmış renkli ve muntazam olanların yanında, 50lilerde çıkarılmış dev boyutlarda,
fakat itinâsız hazırlanmış Rusca yazılı haritalar, makaleler, araştırma-inceleme gezi
kayıtları, seyâhatnâmeler... Bunların hemen hepsi, Göktürkler ile Uygurlardan başlamak
üzre, Türk toplumlarının tarihleri ve coğrafyalarıyla, dilleri ve lehçeleriyle, edebiyatları,
iktisâtları ile günlük yaşayışlarıyla ilgili çalışmalardı. Müellifleri arasında, bilâhare
hâfızamda canlandırabildiğim kadarıyla, Vilhelm Thomsen (1842 – 1927), Friedrich
Wilhelm Karl Müller (1856 – 1907), Carl Brockelmann (1868 – 1956), Kaare
Grønbaech (1901 – 1957), Annemarie von Gabain (1901 - ) ile Karl Heinrich Menges
(1908 - ) gibi, Türkiyât ile Şarkiyâtın tanınmış adlarına rastgelinebiliniyordu.
Türkiyâtcı olmağı bir yana bırakınız, adı anılan kişinin, yüksek öğrenimi
tamamlamış olduğunu dahî sanmıyorum. Bununla birlikte, kanâatımca, konunun değme
uzmanıyla aşık atacak raddede Türklük üzerine bilgilenmiş gözüküyordu. Peki, bu
bilgiyi nereden, nasıl ve en önemlisi niçin edinmişti?
b) Bahsolunan beğ, albaylığa dek terfîi olmuş ‘Waffen-SS’ menşeli bir
‘Einsatzgruppen’ mensubu olup ‘Armee-Oberkommando 11’ çerçevesinde 1941
güzünden itibâren Karadenizin kuzey batısında görevlendirilmişti. Vazîfesi, Kırım ile
öteki kıyı yörelerindeki şehir ile köylerde bulunan Sovyet komiserlerini, partizanlar ile
Yahudî ahâlîyi yakalayıp birincileri, genellikle, esir kamplarına, ikincileriyse, ilkin
toplama merkezlerine, oradan da temerküz tesîslerine sevketmekti. Ne var ki
‘Einsatzgruppen’, sünnetli olduklarından, Müslüman erkekleri dahî, Yahudî sanıp
yanlışlıkla tutuklamışlar. Haber, nasıl ve hangi yollardan gitmişse, Ankaranın kulağına
çalınmış. Ankara da, Almanya büyükelçisi Franz von Papen’i (1879 – 1969) hatâ
konusunda gizlice uyarmış. Von Papen ile Alman Dışişleri yoluyla meseleyi öğrenen
‘Waffen-SS’ ile ‘Einsatzgruppen’in Berlindeki yetkilileri, üniversitelerden kimi
158
Türkiyât hocaları ile konunun diğer uzmanlarını, Kırım başta olmak üzre, ilgili vaka
mahallerine göndererek oralardaki görevlileri Müslüman ahâlî ile Yahudîleri nasıl ve
hangi ölçülere dayanarak ayırdetmeleri gerektiği husunda bilgilendirmişler. Daha da
önemlisi ve ilginci, Yahudîliği benimsemiş Hazarlıların
Lehistanın
doğusu
ahfâdı
sayılan
ve
ile Rusyanın batısında —Ukranya ile Beyâz Rusyada—
yaşadıkları tesbît olunan Karaim Türklerini, Israil Yahudîlerinden nasıl ayırdetmek
lâzım geldiği husunda dahî, Bay Kobel’in de aralarında bulunduğu görevliler,
aydınlatılmışlar. Bu maksadı hâsıl edecek biçimde bir, bir buçuk ay boyunca bölgedeki
Türk boylarının tarihleriyle, dillerinin sınıflanışıyla, nüfus ve halkbilgileriyle, şekil
şemâilleriyle ilintili genel ve özgül konularda hemen o yörede yoğunlaştırılmış tarzda
ders görmüşler.
c) Buradan da, nitekim, Millî toplumculuğun ana özelliklerinden olan Yahudîdüşmanlığının, öyle din menşeli bir sorun olmayıp düpedüz kavmî bir mesele olduğunu
tekrar seçikce görüyoruz.
ç) Bay Alfred Kobel’in encâmına gelince; 22 mayıs 1945de Almanyanın
kayıtsız şartsız teslîm olmasının ardından kasım sonlarında Chemnitze karısı ile kızının
yanlarına döner. Orada 1946nın başlarında Ortakmülkcü makamlarca yakalanıp
tutuklanır. Mahkemeye çıkartılır. İdâma mahkûm olur. 7 ekim 1949da kurulan
Demokratik Alman Cumhuriyeti 238 makamlarına emniyet kuvvetlerini 239 teşkîl edip
teşkilâtlandırma teklîfinde bulunur. Onlar da onun ve hempâlarının teklîfini kabul
ederler. Salıverilir. Doğu Almanyada pek az kimseye nasîb olan bir ayrıcalık Kobel’e
tanınır; kendisi ile ailesine dayalı döşeli bir daire ile binek araba tahsîs olunur.
3- a) Kızılordu, 27 ocak 1945de Auschwitz’i ele geçirdiğinde, Rus askerlerinin
karşılaşmış oldukları korkunç manzaralardan en inanılmayacak gibi olanı, gaz odalarına
gönderilmiş kadınlardan, erkeklerden, yaşlılar ile çocuklardan kırpılıp kesilmiş ağırlığı
sekiz ton tutan kıl ile saçtı. Niye? Askerlere elbîse dokumak ve çorab örmekçin. 240 İşte,
‘homo economicus’un eşsiz dehâsı!
238
Alm Deutsche Demokratische Republik/ DDR.
239
Alm Volkspolizei/ VOPO.
159
b) İnsan, insan olalı vukûu bulmuş en tüyler ürpertici bu soğukkanlı cânîliğin
baş ‘mimar’larından Heinrich Himmler (1900 – 1945), işlemiş olduğu cinâyetler
hususunda, Yeniçağ dindışı Maddeci–Mekanisist Batı Avrupa medeniyeti bağlamında,
hiç de öyle yalnız kalmadığını, istisnâ olmadığını bize ne de çarpıcı biçimde anlatıyor:
“Amerikalılar da, Kızılderilileri insâfsızca katletmedimi?!” 241
c) ‘Homo economicus’ kimdir? Tarihte eşine asla rastlamadığımız, ‘şeytana
dahî pâbucunu ters giydirebilecek’ derekede kıvrak zekâlı, kavrayışı kuvvetli, vâsî
ufuklu, bilgiç, aklı fikri geçimi ile kazancına takılı, şehirli ‘Yeni beşer tipi’dir. Bu yeni
beşer tipi, fütûrsuzdur, ataktır, söz hokkabazı, kavram canbâzı —yânî bilgiç (Fr
sophistiqué)—, ‘kulağının arkası’na dek kire, pasa batmış olmakla birlikte, kılığını,
kıyâfetini ve istifini bozmayan, feleğin çenberinden geçmiş, cinsiyeti inhirâf etmiş
―‘kadınsı erkek’ (İng ‘she-man’) yahut ‘erkeksi kadın’ (İng ‘he-woman’)— özellikle
İngiliz olan, kuzeyli beyâz adamdır. Bu beyâz adam, kendisini yeryüzünün ve tekmil
servetinin mâliki, beyâz ve kuzeyli olmayan insanların efendisi, hâmisi ve velîsi ilân
etmiştir: “Dünyayı sırtlamış beyâz adamın yükü” diye anlamca Türkceleştirebileceğimiz
İngiliz Rudyard Kipling’in (1865 – 1936) “the white man’s burden” cümlesi ne kadar da
manîdârdır. Kipling ile Thomas Carlyle (1795 – 1881), James Antony Froude (1818 –
1894) ile Charles Kingsley (1819 – 1875) gibi Onsekizinci ile Ondokuzuncu yüzyılların
İngiliz düşünür ile yazarların yarattıkları kavimce kendini ululama ile kibir ‘hava’sının
doğal sonucu, Heinrich Himmler’in tüyleri diken diken ettiriveren şu saldırgan iddiası
olmaz da ne olur: “Yeni hayatı yaratmakçin cesetleri ezerek geçmek zorunluluğu,
büyüklüğün lânetidir —büyük olmanın bedelidir!” 242
ç) Aslında işlenmiş cürümler, öylesine benzersizdir ki, bunları ‘katliâm’,
‘cinâyet’ çeşidinden deyimlerle nitelemek, olayı karanlıkta bırakır. Bu neye benzer?
Birsürü beşerî zihin ile etkinlik özelliğini gösteren bilgisayara, ‘o da, insandır’ demeğe
benzer. Yeniçağ Batı Avrupası tarafından işlenmiş cinâyetler ile girişilmiş katliâmlar,
aklîdir, sistemlidirler. Eski devirlerin önemli oranda kendiliğinden patlak vermiş
olanların tersine, bu kere tam bir plan, program ve sistem tertîbi ve insicâmıyla ortaya
240
Bkz: John Toland: “The Last Hundred Days”, 178.s.
Bkz: Aynı yer.
242
Bkz: Aynı yer.
241
160
koyulup uygulanmışlardır. Meselâ eskilerin dillere destân zalimlerinden bir Cengiz, bir
Hulâgu (Han: 1217 – 1265), temerküz tesîsi olayına tanık olaydılar, nizâmın aklî
kuruluşundan dehşete kapılırlardı. Onların modası geçmiş zulmü, insanın bedenliliğine
doğrudan öldürücü darbe şeklinde tecellî etmiştir. İnsanın doğal çevresi ile kültür
ortamını hedef almamışlardır. Bu sebeple, cânî çekirgeler misâli üstünden geçtikleri
toplumları kırıp geçirmiş olmakla birlikte, bunların hayatta kalabilmiş bireyleri, ‘fırtına’
dindikten sonra yeniden kendilerine gelip toparlanabilmişlerdir. Hâlbuki bugün, yânî
1900lerin sonlarında artık tüm çevre ve ortam şartlarından yoksun kılınmış Amazon
yerlilerinden bir kabîlenin bireyleri kendilerini teker teker öldürüyorlar. A.B.D. ile
Kanadada yaşayan Kızılderililer ile İnuitlerin (Eskimo) içkiye müptelâ olarak intihâr
ettikleri ve nesillerinin gittikce soysuzlaştığı sık rastgelinen vakalardandırlar.
Toparlarsak: Patagonya ile Ateş ülkesinden Avusturalya ile Tasmanyaya, Kafkasya ile
Türkistandan Cezayire, Ruvanda ile Burundiye, oralardan Fiji adalarına dek nerede
beşerî ve tabîî bunalımlar, sıkıntılar, âfetler, altüst oluşlar yaşanıyorsa, biliniz ki, oralara
Yeniçağ Batı Avrupalı, onun da öncüsü ve önderi olan İngiliz adımını atmıştır.
4- Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, 1500lerden itibâren gerek insana
gerekse onun doğal çevresine karşı başdöndürücü hızla yükselen sâbıka silsîlesinin
doruklarından birini Millî toplumcu (Nazi) şebekenin cânîliği oluşturuyor. Sonuçta,
Adâlet, 20 kasım 1945 ile 1 ekim 1946 arasında Nürnbergte vukûu bulmuş
duruşmalarda sâdece adı anılan ideolojinin değil de, onun, başta karşı çıktığı, fakat
zamanla kendisinden derinden derine etkilenmiş olduğu umursuz ve uğursuz medeniyet
ile bunun fikriyâtının kurucu, yönlendirici ve yönetici elebaşlarının da, Batı Avrupalı
olmayan mağdûrlarınca yargılanmaları gerektirmezmiydi?
5- Millî toplumculuk denilen insanlık fâciası, tepki olarak ortaya çıkmış olsa
dahî, Sermâyecilik ile yavrusu ve hempâı Ortakmülkcülük kadar, Yeniçağ dindışı Batı
Avrupa medeniyetinin doğal ve zorunlu verisidir! Bugünlerde, son binyılın en kan
dökücü adamı ilân edilen Adolf Hitler (1889 – 1945), Thomas Hobbes ile benzerlerinin
fikirce evlâdından başkası değil de nedir?
Filvâki, Hitler’in Yeniçağ Avrupasına ve onun uzantısı olan A.B.D.ne damgasını
vurmuş birçok özge devletadamı ile komutanından daha kan dökücü olup olmadığı
161
münâkaşa konusu dahî edilebilinir. Mesele, kimlerin kanına girdiğinize bağlıdır.
İngilizin çıkar ortağı, müttefiki Avrupa Yahudîsini kırmak başkadır, Zencîyi,
Kızılderiliyi, Tasmanyalıyı, Avusturalya yerlisini, Hintliyi, Türkistanlıyı, Filistinliyi
katletmek yine başka şeydir. Oysa, daha önce de zikrolunduğu üzre 243, Kur’âna göre,
Allahın ‘Soluğ’una 244 mazhar olan, bu bakımdan ‘yaratılmışlar’ın fevkında yer alan
insan ve onun hayatı kutsaldır; dokunulmaz cinstendir; ırk, cinsiyet, dil, hattâ din
gerekceleriyle katledilemez:
“Ey insanlık! 245 Sizleri bir erkek ile kadın 246 çiftinden milletler ile soy soplar
hâlinde Türettik 247 ki, birbirlerinizle tanış olasınız” —yoksa kalkıp birbirlerinize kin
tutup düşman kesilesiniz diye değil!
“Gerçekten de Allah nazarında en gözde olanınız, âdillik ile takvada en üstün
geleninizdir.
Allah, hiç şüphesiz, her şeyi mükemmelce bilir ve hakkıyla tanır” —Hucurât/
49 (13).
“İyyâke na’budu ve iyyâke nesta’înu”: “Yalnızca Sana ibâdet edip Senden medet
umarız” —Fâtiha/1 (5). 248
İnsanın, Allahın indinde sâdece ‘adâlet’i ve ‘takva’sıyla saygıdeğer olduğundan
bahsetmiştik. İşte bu, insanın maddeden değil, Allahın ‘Nefe’sinden oluşmuş
bulunduğunu gösterir. Allahın ‘Nefe’sinden varlık bulduğunu her dem hatırında tutan
insan, ahlâklıdır. Şu hâlde ‘ahlâk’ın Allahın ‘İnâyet’inden gayrı kaynağı yoktur. Ahlâklı
olup ona uygun davranmak, demekki doğru yolda yürümek kararını kişi tek başına verir.
243
Bkz: 157.s, 236. sayılı dipnot. İlgili Sûre ile Âyet: Mâide/5(32).
“...onu (orantılıca) biçimledikten sonra, RUHumdan onun içerisine üfledim (Ar nefehtu)...” —Hicr/15
(29).
245
“yâ en-nâsu”: “Ey İnsanlık!”... Allah, şu yahut bu belirli topluluğa, câmiaya, cemaate yahut öbeğe
değil, insanlığın tümüne sesleniyor. Öyleyse adâlet ile takva dışında hiçbir ölçü bir insan topluluğunu bir
başkasına üstün kılamaz.
244
246
Bu ifâde iki anlamı birlikte dile getirmektedir: Hem tüm insanlığın hem de her bir insanın beşerî, yânî
biyolojik menşei bir kadın ile erkek, yahut, başka türlü söylersek, bir anne ile atadır.
247
“khalaqnakum”, haddizâtında her ne kadar “yarattık”.anlamını taşıyorsa da, buradaki bağlamda onu
“türettik” diye karşılamak daha yerinde olur kanısındayız.
162
Öyleyse ‘ahlâklılık’ aynı zamanda ‘hürlük’tür. Hiçbir hâl ve şart kişiyi doğru yoldan,
Hakk yolundan yürümekten caydıramaz, alıkoyamaz. Bu da ‘irâde’nin ‘hürlüğ’ünü
gösterir. Şartlar onu istemediği yönler ile durumlara sürüklese de, o, Hakka tutunmakta
direnir. İşte, böyle bir varolan da insandır.
6-
a) 1970in temmuzunda Londrada tanıştığım hanımefendi kırk küsur
yaşlarında olmalıydı. 1944 başlarında on yedi yaşında genç güzel bir kızken getirilip
kapatıldığı temerküz tesîsinden 1945 nisanında kurtulmuş. Annesi ile babası başta
olmak üzre, aile efrâdı ile akrâbaıtaallukâtının teker teker gözlerinin öünde ölüme
gidişlerine tanık olmuş. Hele, başka bir barakada kalan on, on bir yaşlarındaki derisi
kemiğine yapışmış erkekkardeşi sürüklenircesine götürülürken onun faltaşı gibi açılmış
hayret dolu iri kara gözlerindeki sesi soluğu kesik o ifâdeyi unutması imkânsız. Ama
beterin beteri de vardı daha. 1944 yazının bir gününde sabahın erken saatinde birkaç
asker, kadınlara tahsîs olunmuş barakaya girer, etrâflarına bakınırlar. Bu genç kızı
yataktan indirip dışarı çıkarırlar. Günlük güneşlik sıcak bir yaz gününün
arefesindeydiler. Güneşin sıcağını teninde duyan genç insanın sevincinden, neşesinden
hoplayıp zıplayacağı bir vakit. İşte, delikanlı çağındaki askerlerin de aklına bu
münâsebetle genç kızla eğlenmek gelivermiş. Bir iki kaba el hareketiyle üstündeki ince
geceliği yırtarak al aşağı edivermişler. “Bir ânda çırılçıplak ortada kalakaldım” diyor.
“Üstümdeki esvâbın yırtılmasıyla çıplak kaldığımı farkeder etmez iki elimle önümü,
avret yerimi örtmeğe çalıştım. Bunu görünce onlar da edepsizce, sırnaşıkca kahkahalar
ata ata dibcikle önümü kapatan ellerimi çözmeğe giriştiler. Hani mekrûh bir yaratığa
dokunmaktan çekiniyorlarmışcasına bana değmekten kaçınıyor, bu yüzden de
dibcikleriyle iş görmeğe gayret ediyorlardı. Utancın yarattığı ıztırâbımın haddi hesabı
yoktu. Var gücümle tüm benliğim sarsıla sarsıla ‘yâ Rabb, beni bu fecîi hâlde bırakma,
Sana sığınıyorum; kurtar beni’ diye yalvardım. Gönlümün derinliklerinden yükselen bu
yakarışımın hemen ardısıra başımı her nedense sola çevirdim. Şöyle yirmi, otuz metre
öteden, meltemde dalgalanıp güneşin parlak ışıklarında altın başaklar misâli şavkıyan
saçların altında kahve rengine çalan yanık tenli ince hatlar taşıyan bir yüz ve onun
248
Hz Peygâmber, Fâtihayı “Umm el-Kitâp”, yânî ‘Tebliğin özü’ (annesi) şeklinde vasıflandırmıştır. Hz
Alî’ye göre de, bu, Hz Muhammed’e vahyolunmuş ‘ilk sûre’dir. Genel kanâat ise, ilk sûrenin, Alak/96
olduğu yönündedir —bkz: Muhammed Eset tefsîri, “The Message of The Qur’ân”, 1.s.
163
üstünde fener gibi parlak yeşilmi, mâvîmi, tam seçemediğim, bir çift göz. Bana belki
asırlarca uzun gelen bir ânda, bakışlarımız kesişti. İşte o lahza olacak, sert ve
tereddütsüz bir sesle ‘giydirin!’ buyruğunu verdi. Serseriler iğrenc eğlencelerine
öylesine dalmışlardı ki, subayın buyruğunu algılayamadılar. Dinlenmediğini anlayınca,
daha da kalın ve yüksek sesle buyruğunu tekrarladı. Şaşırdılar. Oyunlarının
kesilmesinden canları sıkkın hâlde duraladılar. Onun geçip gideceğini varsayarak
etrâfımdaki halkayı bozmadan ağızlarından salyalar akıta akıta beni arsız arsız süzmeğe
devâm ettiler. Ama bu arada, yanımıza varan subay, bakışlarını çıplak vucudumdan
kaçırarak beni derhâl giydirmelerini tekrar bildirdi. Baktılar ki, işin şakası yok,
buyruğunu sektirmeden yerine getirdiler. İşte bu, o cehennem hayatında çekmiş
olduğum en şiddetli eziyet olmuştur. Temerküz
tesîsinden kurtulup da İngiltereye
geldikten epeyi sonraları bile, kimi geceler çırılçıplak soyulup ortada bırakıldığımı
gördüğüm kâbûslardan kan ter içerisinde uyandığım oluyordu.”
b) 1945 yazında İngiltereye gelip yerleşen bu ahlâk insanı hanım, kimsesiz ve
eziyet görmüş çocukları barındırıp tedâvî eden kuruluşlarda görev alıp bu konuda
uzmanlaşmış. Demekki hayatını insanlığın yarınları demek olan çocuklara adamış.
“Çocuklar, yarının ümidi. Ben imân etmiş bir kişi olarak ümidin insanıyım. Dün,
kapkaranlık, zifirî... Güneşin parlak ışıkları karanlıkları deler geçer. Hayr, şerri er geç
darmaduman eder. Bütün mesele hayra inanmak ve şerre karşı sâbırla direnmektir. Ben,
yarını uman bir kişi olarak düne dönüp bakmıyorum bile. Öyle kinle, öcle uğraşacak
değilim. Tâkatımı boş yere harcayacak ömrüm yok ki. Mümîn kişi, yarınlara doğru
kararlı adımlarla yürüyen kimsedir, kısacası, ilericidir.”
c) İnsan, ahlâk varlığıdır, dediğimde, gözümün önünde canlanan ete kemiğe
bürünmüş örnek, bahsi geçen hanımefendidir. Nedir, nasıl, ne menem bir şeydir, bir
varolanın, insanın, hayatını belli bir ilke yahut ilkeler doğrultusunda tanzîm etmesi?
Çırılçıplak soyulup ortada bırakılmışlık, niye, nasıl böylesine müdhiş bir cefânın nedeni
sayılabilir? Haddizâtında yol açtığı bir beden acısı yok; tersine, bunaltıcı yaz sıcağında
rahatlatıcı dahî olabilir. Ne var ki, canlılar arasında sâdece “... insan, yalnızca ekmeğe
dayanarak yaşamaz...”! —Kitâbımukaddes, Ahdiatîk/ Tesniye, 8/3.
164
ç) İşte, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetiyle başlayan yepyeni dönemde
‘ekmek’ten özge bir şeyi gereksemeyen beden ile cisme bağımlı bir varolan biçimindeki
‘insan’ın, ‘beşer’e indirgenmiş hâli baş ilke kılınmıştır.
-ESEÇENEKSİZ BİR MEDENİYETLE VE ONUN İDEOLOJİSİYLE Mİ
KARŞI KARŞIYAYIZ?
1- Tarihte kısa sayılabilecek zaman diliminde —1500lerden bu yana— en
müdhiş olayların, çığır açıcı yeniliklerin, keşifler ile icâtların; muazzam sistem kurucu
filosofların, bilimadamlarının, bestecilerin, şairlerin, romancıların, tiyatro ile opera
eserleri sâhiplerinin, ressamların, mühendislerin, seyyâhların, tâcirlerin, siyâsetciler ile
devletadamlarının yer aldıkları, ‘arzıendâm’ ettikleri, Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti
‘sahne’sidir. İşte bunlardan birkaç göz kamaştırıcı örnek: Nicolas Copernicus (1473 –
1543), Cristoforo Colombo (1451 – 1506), Amerigo Vespucci (1454 – 1512), Leonardo
da Vinci (1452 – 1519), Fernan de Magellan (Por Fernão de Magalhães: 1480 – 1521),
Martin Luther (1483 – 1546), Galileo Galilei (1564 – 1642), Isaac Newton (1642 –
1727), René Descartes (1596 – 1650), Gottfried Wilhelm Leibniz (1646 – 1716), Vitus
Bering (1681 – 1741), Abel Janszoon Tasman (1603 – 1659), Johann Sebastian Bach
(1685 – 1750), William Shakespeare (1564 – 1618), Amadeus Mozart (1756 – 1791),
Immanuel Kant (1724 – 1804), Johann Wolfgang von Goethe (1749 – 1832), Friedrich
von Schiller (1759 – 1805), Ludwig van Beethoven (1770 – 1827), Georg Wilhelm
Friedrich Hegel (1770 – 1831), Christian Johann Heinrich Heine (1797 – 1856),
165
Aleksandır Sergeyeviç Puşkin (1799 – 1837), Charles Robert Darwin (1809 – 1882),
Karl Heinrich Marx (1818 – 1883), Fiyodor Mihailoviç Dostoyevski (1821 – 1881),
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828 – 1910), Piyotır İlyiç Çaykovski (1840 – 1893),
Friedrich Nietzsche 1844 – 1900), Miguel de Unamuno (1864 – 1936), Albert Einstein
(1879 – 1955), José Ortega Y Gasset (1883 – 1955), Martin Heidegger (1889 – 1976)...
Saydığımız, sayamadığımız, birkaçı dışında, maneviyât yanı ağır basan bu olağanüstü
şahsiyetler,
artık
Yeniçağ
dindışı
Batı
Avrupa
ile
Çağdaş
İngiliz-Yahudî
medeniyetlerine giren dönemlerde yaşamış olmalarına rağmen, bundan önceki çağlara
yön vermiş dinin etkilerini hâlâ belli ölçülerde yansıtmışlardır. Bahsettiğimiz etkilerin,
Batı Avrupa toplum hayatından git gide silinmeleri, Birinci Dünya Savaşından
sonrasına rastlar.
Gerek Yeniçağ dindışı Batı Avrupa gerekse ondan türeyip gelişmiş İngilizYahudî medeniyetinin önde gelen özelliği, dünyaötesi, manevî, öyleki efsânevî kaynağı
ile dayanağının bulunmaması, ikisine, özellikle de sonrakisine benzeri görülmemiş bir
esneklik ve hareket kâbiliyeti kazandırmıştır. Bu dünyevî, fizikî hareket kâbiliyeti ve
esneklik, söz konusu medeniyete maddî düzlemde kendisini süreklice yenilemek,
değişen durumlara uyarlamak imkânını bahşetmiştir. İşte bahsolunan yenilenme,
uyarlanma yetisi, İngiliz-Yahudî medeniyetinin fikir mimarlarınca ‘hürriyet’ biçiminde
nitelenmiştir.
Doğa, siyâset ile iktisâd olmak üzre, ‘hürriyet’, üç düzlemde mütâlea edilmiştir:
-Doğanın, had hudud tanınmaksızın incelenmesi ve değerden bağımsız bir alan olduğu
şeklinde görülmesi tarzında ‘bilimsel hürriyet’i savunmak, ‘Bilimselcilik’tir;
-Sınırsızca kullanılabilirliği olduğu kanâatıyla davranmak ise, ‘Sınaîcilik’tir;
-Siyâsette, kaba kuvvete başvurulmadıkca —‘Tedhişcilik’ 249—, ilkece, akla, havsalaya
gelebilecek her çeşit görüşün, fikrin, fikriyâtın, zevkin ve anlayışın sözlü ve yazılı
imkânı, ‘Hürriyetcilik’tir;
249
Geniş çapta medeniyetler, daha dar çerçevede kültürler, kendilerine benzemeyen, aykırı düşen kültürler
ile medeniyetlere kem gözle bakmış, yabancı gördüklerinden ürkmüşlerdir. Bu ürkmüşlüğü gizlemek
dürtüsüyle olacak, kendileri gibi olmayanlara küçük düşürücü lakaplar takmışlardır. Böyle biri, Eskiçağ
Ege medeniyetinde ‘Barbaros’; Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetinin klasik döneminde ‘Paganus’, geç
devirdeyse ‘Saracenus’ ile ‘Gentilis’; Yahudîlerde ‘Goi’; İslâm medeniyetinde ‘Kâfir’; Araplarda
‘Acem’; Türklerde (özellikle Avrupalı Hırıstıyanlar) ‘Gâvur’; Malaylarda (özellikle İngilizler ile Kuzey
166
-Hep daha fazla kazancı amaçlayan yatırım – üretim – tüketim üçgeninde dönüp dolaşan
hürriyet anlayışıysa ‘İktisâdiyâtcılık’tır.
2- İktisâdiyâtcılık ile bilimselcilik, çoğunlukla el ele yürüyüp iç içe
gelişmişlerdir. Kişinin bilme, keşfetme, öğrenme iştiyâkı, en insanî hassalardandır. Ne
var ki, gerek bu iştiyâkı uyandıracak gerekse onu yönlendirip yürütecek şartlar ile
imkânlar, toplumun ‘hava’sında hazır bulunmalıdır. Olağanüstü kişilikler, dehâlar, tek
başlarına bir şey ifâde etmezler. Uygun toplum şartlarında ancak açıp çiçeklenebilirler.
Kültür ortamıyla hiçbir vechesiyle bağlantı kuramayan olağanüstü kişilik, ‘aykırı
kaçmak’tan, ‘köyün’ yahut ‘mahallenin delîsi olmak’tan ileri geçemez.
Dindışı Batı Avrupa Yeniçağına değin bireyden genellikle beklenen, onun,
toplum ortamı ile doğal çevresine ayak uydurmasıydı. Şartları temelden değiştirmek
ihtirâsı, Yeniçağ dindışı Avrupasının, özellikle de onun devâmı olan Çağdaş İngilizYahudî medeniyetinin ‘homo economicus’una mahsustur. Şartları kazanç hedefine
—yânî artıdeğer— yönüne döndürmeği mümkün kılansa, ‘bilgi’dir; üstelik, biçimsel
mantık kuralları çerçevesinde düzenlenmiş, ‘sistemleştirilmiş bilgi’dir: Felsefebilim→fen→ sanayi→iktisât. İşte, Yeniçağ Batı Avrupası ile Çağdaş İngiliz-Yahudî
dünyasında sistemleşmiş bilginin bunca rağbet kazanması ve bunun gittikce artması
bundandır. Kazanç, hayatın sıklet merkezi olunca, ilk bakışta, iktisâdiyâtla uzaktan
yakından ilgisi ilişiği yokmuş gibi gözüken nice âmil ile unsur, o yöne koşulmağa
başlanmıştır. Hayat, bütün yanları, yönleri ve bilcümle vecheleriyle iktisâdîleşir
olmuştur.
Aristoteles, bilimi, tarihte ilk kez belirlerken onu her çeşid iktisâdî kullanım
mülâhazasının dışında telâkkî etmiştir. Galileo–Descartes–Newton-sonrası bilim ise, git
gide iktisâdî fikriyâtın yörüngesine girerek fenleşmiştir. Nitekim, sözü edilen süreç, son
merhâlesine 1950den sonraki yıllarda erişmiştir. Felsefe-bilim bütünlüğünden ilkin
felsefe tamamıyla, arkasından da bilim kısmen gündemden düşmüşler, meydan, hepten
fenne kalmıştır.
Avrupalılar) ‘Mat saleh’; Ispanyolca konuşanlarda (özellikle Amerikalılar) ‘Gringo’; ve nihâyet Çağdaş
küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinde (özellikle Müslümanlar) ‘Terrorist’ (‘Tedhişci’) şeklinde
anılır.
167
3- ‘Bilim’ gibi, ‘din’ dahî, ‘iktisâdî haçlı seferleri’nin hizmetine koşulmuştur.
Afrikanın, Amerikalar ile Asyanın sömürgeleştirilmelerinde, keşişler ile papazlar,
Hırıstıyanlaştırma gayretlerinde yerlilere Batı Avrupalının iytikâtlarını, zevkleri ile
dillerini 250 benimsetmişlerdir. Böylelikle yerliler, uzun vadede, Kuzey ile Batı
Avrupada
üretilenlerin
müşterisi
kılınmışlardır.
Nitekim,
1992de
gezdiğim
İndonesyanın Sumatra adasının orta kesimlerinde bulunan Toba gölü ile cıvârındaki
Hırıstıyanlaştırılmış ahâlînin —Batakların— hayat tarzı ile yaşadığı çevrenin, büyük
iklîm farkına rağmen, ne kadar da Batı Avrupayı andırır hâle getirilmiş olduğuna
şaşarak tanık oldum. Hele, kısa boylu, ince, öyleki çelimsiz bedenli, düz kara saçlı,
badem gözlü, sütlü kahve ten rengindeki insanların, ibâdet amacıyla girdikleri irili
ufaklı kiliselerin duvarları ile tavanlarını süsleyen Hz Meryem ile kucağındaki Hz İsâ
tasvirlerindeki
Kuzeyli
insan
tipiyle
oluşturdukları
çelişki
çarpıcıydı.
Yöre
sâkinlerinden bir Batak tanıdığıma Hırıstıyanlaştırılma sürecinin ilk dönemlerinde,
pazar sabahları, âyîn maksadıyla cemaatın ne şekilde toplandığını sordum. “Babamın
anlattıklarına göre” dedi, “âyîni yöneten Felemenkli papazın çevresinde Avrupalı erkân
250
İngilizce: Meksika ile A.B.D. arasında hududu çizen Rio Grandenin —aşağı yukarı 30° kuzey
enleminin— kuzeyinde kalan topraklar: A.B.D. ile Kanada; Orta Amerika: Beliz; Güney Amerika: İngiliz
Guyanası, Karayip adalarının kimisi; Batı Afrika: Gambia, Sierra Leone, Gine, Liberya, Gana, Nigerya,
Kamerun; Güney Afrika: Namibya, Güney Afrika Birliği, Botsvana, Lesotho, Svaziland, Zambiya,
Zimbabve; Doğu Afrika: Malavi, Tanzanya, Kenya, Uganda, Kuzey Somali, Sudan, Mısır; Batı Asya:
Filistin, Ürdün, Irak, Kuveyt, Körfez emirlikleri, Aden, Umman; Güney Asya: Pakistan, Hindistan,
Seylan, Nepal, Burma; Güney Doğu Asya: Tayland, Malaya, Sabah, Saravak, Filipinler; Doğu Asya:
Hong Kong, Büyük Okyanus adalarının kimisi, Papuva Yeni Gine, Avusturalya, Tasmanya, Yeni
Zelanda;
Fransızca: Kuzey Afrika: Fas, Cezayir, Tunus; Batı Afrika: Moritanya, Senegal, Fildişi Kıyısı, Togo ile
Benin; Orta Afrika: Mali, Burkina, Niger, Çat, Orta Afrika Cum., Kamerun, Gabon, Kongo Cumhuriyeti
ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ruvanda ile Burundi; Doğu Afrika: Moris, Madagaskar ile Cibuti;
Batı Asya: Lübnan ile Suriye; Güney Doğu Asya: Kamboçya, Laos ile Vietnam —Çin Hindi;
Büyük Okyanus: Yeni Kaledonya, Tahiti ile birtakım başka adalar; Kuzey Amerika: Kanadada Québec;
Karayıp: Haiti; Güney Amerika: Fransız Guyanası;
Ispanyolca: Rio Grandenin güneyinden Ateş Ülkesine değin, Brezilya dışında, bütün Orta ile Güney
Amerika; Küba ile Karayıpların büyük kısmı; Batı Afrika: Ekvator Ginesi.
Portekizce: Güney Amerika: Brezilya; Batı Afrika: Gine-Bisau; Kap Verde, São Tome&Principe, Angola;
Doğu Afrika: Mozambik; Güney Asya: Goa; Güney Doğu Asya: Doğu Timor; Doğu Asya: Makavu;
Felemenkce: Güney Doğu Asya: Doğu Hint (İndonesya) adaları; Güney Amerika: Surinam; Güney
Afrika: Namibya ile Güney Afrika Birliği (Afrikaans).
Rusca: Kuzey ile Doğu Avrupa: Finlandiya, Estonya, Litonya, Lituvanya, Lehistan (Polonya), Çek
Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Ukranya; Kafkasya:
Gürcistan, Ermenistan, Azarbaycan, Rusyaya bağlı öteki Kafkas ülkeleri; Orta Asya/ Türkistan:
Kazakıstan, Kırgızıstan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacıkıstan; Moğolistan; Kuzey ile Kuzey doğu Asya:
Tataristan, Başkırdıstan, Yakutıstan ve Rusyaya bağlı öteki Sibirya illeri.
168
kilisenin ön taraflarında yerini alır; bizimkilerse, kapıya yakın kısımlara doluşurlarmış.
Şimdilerdeyse, buralarda oturan Avrupalı kalmadığından, kiliseyi tek başımıza
dolduruyoruz. Papaz da zâten artık bizlerden biri.”
Avrupalı dinadamı, tarih – toplum – kültür araştırmacısının, öyleki casusunun da
öncüsü sayılabilir. Dinyayıcı (Fr missionaire) sıfatıyla sokulduğu geçit vermez
bölgelerin iklîmini, yer şekillerini, su varlığını, toplumun tarihini, nüfus durumunu,
gelenekleri ile göreneklerini inceden inceye incelemiş, dilini yerlilere öğretmeden,
onlarınkisini öğrenerek onlarla içten sıcak ilişkiler kurmuştur. Onları Hırıstıyanlığa
kazanma çabalarının yanında, derleyebildiği bilgilerden bağlı bulunduğu dinî ve dindışı
makamları dahî yararlandırmıştır. Böylece merkezî yetkililer, ayrıntılı bilgilerle
donanmış; ücrâ köşe bucağa gidecek tâcirlere, askerî ve mülkî görevlilere bunları
aktarmışlardır. Bu görülmemiş ‘sanat’ın ustaları, Portekizliler, Felemekliler, İsveçliler
ve tabîî İngilizler ile yavruları olan Amerikalılar ile Avusturalyalılardır. Daha küçük
ölçülerde, Ispanyollar, İtalyanlar, Fransızlar ile Rusları dahî bu faaliyet içerisinde
görebiliriz. Nisbeten yakın dönemlerde —1880lerden itibâren—, Almanlar da bu
kervana katılmışlardır. Ispanyollara gelince; onların tavrı, Sermâyecilik bağlamında
ticârî olmaktan uzak, Ispanya tarihinde Conquista diye anılan dinî amaçlı askerî fetih
hareketleriydi. Bu bakımdan bunları Sermâyeciliköncesi (Fr précapitaliste) askercitalancı iktisâdımsı (pseudo-économiste) anlayışın örneği olarak kabul edebiliriz. 251
Ispanyollar, zaptettikleri diyârlardan, başta altın ile gümüş olmak üzre, ele
geçirebildikleri servetten, deniz yoluyla naklederlerken İngilizlere kaptırmadıklarını,
deyim yerindeyse, ‘yastık altında saklayarak’ değerlendirmişlerdir!
Yukarıda anlatılan anlayıştan çok farklı olup çağdaş diye de niteleyebileceğimiz
bir örneğe Ondokuzuncu yüzyıl ortalarında Orta Afrika yağmur ormanlarına ulaşabilmiş
Belçikalı
Fransisken
keşişi
Peder
Placide
Tempels’in
yapıp
ettiklerinde
rastgelebiliyoruz. Tempels, yörede yaşayan Bantu boylarının inançlarını, toplum
hayatları ile insanı ve dünyayı algılayışlarını dakikce inceleyerek “Bantu Felsefesi” 252
adında eser yazmıştır. 253 Tempels’in Yirminci yüzyıldaki benzerlerinden 1901 Breda/
251
Bkz: Francisco Morales Padron: “Vida Cotidiana de los Conquistadores Españoles”, 17. -34.syflr.
“La Philosophie Bantoue”.
252
169
Felemenk doğumlu Minderbroeders-Capucijnen tarîkatı mensuplarından P. Gregorius,
1959dan itibâren, başta Doğu Afrika —Tanganika— olmak üzre, çıkmış olduğu
dinyayma seferleri sırasında yaptığı gözlemler ile araştırmalar sonucunda “Batılıolmayan Halkların Toplum araştırmaları” 254 başlığıyla iki ciltlik kayda değer eseri
kaleme almıştır. Gerek Tempels’in gerekse Gregorius’un sergilediği zihniyetin yine
karşı kutbunu, Meksikayı fethetmiş Ispanyol kumandan Hernan Cortes’in (1485 – 1547)
subaylarından Bernal Diaz del Castillo’nun (1498 – 1582) görüşlerinde buluyoruz: “Şu
yaşlılık günlerimde geçmişteki yiğitliklerimizi sık sık yâdediyorum. Hani onları bugün
yaşıyormuş gibiyim. Doğrusu, bu kahramanlıkları yapan aslında bizler değildik. Onları
bizlere Tanrı gerçekleştirtti” 255 —Diaz del Castillo, daha açıkca, ‘bizleri yönlendirip
zafere koşturan Tanrıydı’, demek istiyordu.
Tempels ile Gregorius’ta özerk, meraklı, sorgulayan, öğrenmek, bilmek isteyen
kişilik türüne karşılık, Diaz del Castillo’da kaderci–savaşcı–insan örneğini görüyoruz.
Birinde hep daha fazla öğrenmek, bilme yoluyla genişlemek, uzun vadeli tasarlamak,
kazanmak, yükselmek irâdesine tanık oluyoruz. Öbürüsündeyse yine kazanç hırsı
elbette var; ancak bu, maddî–iktisâdî kaygılar ötesi telâkkîlere karışmış durumda
bulunur. Sonuçta, ilki 1600lerden itibâren dalga dalga yeryüzünün dörtbir yanına yayılıp
her tarafta hâkimiyetini tesîs ederken —‘güneşin batmadığı imparatorluk’ 256 diye tabîr
253
Bkz: Raimondo Luraghi: “Histoire du Colonialisme”, 117.s.
254
“Sociologie van de niet-Westerse Volken”, iki cilt.
Bkz: Francisco Morales Padron: A.g.e, 13.s.
255
256
1930lerın sonunda ‘Güneşin Batmadığı İmparatorluğ’un toplam yüzölçümü 10,343,883 km² iken,
İngiliz anavatanınkisi 243,999 km²dir.Yine aynı tarihlerde imparatorluğun toplam nüfusu 78,7 milyon
iken, 1951 sayımında anavatanınkisi 50 milyondur.
İlk nüfus sayımının
yapıldığı 1801den 1950lerin ortalarına değin anavatanın
—İngiltere+Galler+Iskoçya— nüfusu yaklaşık %609 oranında artmıştır. Artış, 1861 – 1871 arasında
%1,13, 1871 – 1881 arasında %1,24, 1901 – 1911 arasındaysa %0,9dur. 1853 – 1938 arasında 16,71
milyon kişi anavatandan imparatorluğun muhtelif ülkelerine hicret etmiştir. 1700den 1853e değin ise,
kesin rakam bilinmemekle birlikte, kalabalık bir nüfusun, anavatanı terketmiş olduğu sanılmaktadır.
Bunun başlıca sebebi, 1700lerin başından itibâren ahâlînin tarımdan, dolayısıyla da köylülükten
kopuşudur. Anavatanın bellibaşlı sanayi merkezi şehirleri kırdan göçüp gelenlere doyunca, geriye ancak
denizaşırı diyârlara hicret etmek imkânı kalmıştır
—bkz: “Der Große Brockhaus”, Beşinci cilt, 78. – 100. syflr.
1940ların sonlarındakinden farklı olarak 2000lerin başlarındaki İngilterenin hükümrânlık sahası
büyük ölçüde anavatan topraklarıyla sınırlı kalmakla birlikte, ‘evlâdı’ A.B.D.yle berâber kültürel, iktisâdî,
askerî ve siyâsî nufuz alanı dünya çapındadır.
170
olunan İngiliz hükümranlığına 1900ün başlarında yerküremizin bütün köşe bucaklarında
rastgelinebiliniyordu—; öbür telâkkî, ayakları altındaki zemîni git gide yitirir olmuştur.
Çözülüp çöken şu yahut bu münferit toplum ile siyâset düzeni yahut devlet ile
medeniyet değildir. 1650lerden başlayarak başını alıp yürüyen İngiliz-Yahudî ittifâkı ve
onun dümensuyunda seyreden Batı ile Kuzey Avrupa ve İngilizin döldöşünden olan
A.B.D., Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda ile beyâzların Güney Afrikası dışındaki
tekmil toplumlar, milletler ile kültürler, ‘geri kalmış’, ‘çağdışı’, ‘gayrımedenî’
nitelemeleriyle ‘gündem’den düşürülmüşlerdir. Hattâ bizzât İngiliz ‘misâkımillî’
hudutları içerisinde bulunmakla birlikte, Protestanlığın bir şubesine intisâb etmemiş,
sanayileşmemiş, nihâyet Sermâyeciliğin gereklerini yerine getirememiş İrlandalılar ile
Galliler (İng Welsh) gibi, toplumlar, İngiliz-Yahudî ‘anakent’ine yahut ‘anavatan’ına
giremeyip yakın dönemlere değin sömürgemsi durumda yaşamışlardır.
4- Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin, dolayısıyla da İmperyalisminin üç
merkez ülkesi ile toplumu var: Anavatan İngiltere, yavruvatan A.B.D. ile İslâm
âleminin yüreğine hançermişcesine saplanmış Ziyoncu Israil. Yeryüzü ve insan
sâkinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç merkez ülke tarafından sevk ve idâre
olunmaktadır. Her şey bu üçünden neşet eden değer yargıları ile anlayışları
doğrultusunda ayarlanıp düzenlenmektedir. Dünya ile insanlığa iktisâtca da siyâsetce de
hâkim olabilmek gâyesine ulaştıran bütün yollar mubâhtır. Bu yollardan özellikle
Protestanlığın İngiliz çeşidi yahut şubesi olan Anglikanlık, sağladığı yararlar açısından
kendisini kanıtlamıştır.
Protestanlığın, tutumluluğa yöneltip girişimcilik ile çalışmağı teşvik buyurduğu,
başta Alman toplum ile iktisât filosofu Max Weber (1864 – 1920) olmak üzre, birçok
aklıevvel tarafından ileri sürüledurulmuştur. Tek kelimeyle, lâfıgüzâf! Bir kere, emek,
çalışma, alın teri yoluyla geçimin temîni Müslümanlıkta ibâdet mesâbesindedir:
“Herkes, kendi yükünü taşır; kimsenin sırtına başkasının yükü vurulmaz; kişinin nesi
varsa, o, emeğinin ürünüdür; emeğinin semeresini er geç görür” —Necm/53 (38, 39,
171
40). 257 Sömürü aracılığıyla emeksiz elde edilmiş servet, ‘harâm’dır. Nitekim fâiz, bu
meyânda yasaklanmıştır.
Ayrıca, Protestanlık, doğal Tanrı vergisi bir din olduğu iddiasını taşımaz. İnsan
elinden çıkma bir iytikât nizâmıdır. Başlıbaşına mezheb olmayıp bir mezhepler
câmiasıdır. Ona mensup mezheplerden her biri, bağlı bulunduğu devlet ile toplumun
çıkarları ile duyarlılıklarını dikkate almak mecbûriyetindedir: Millî kilise. Zâten bahse
konu kiliseleri devletler kendi hesaplarına kurmuş yahut, en azından, desteklemişlerdir.
Ardından da onlardan yararlanmışlardır.
Emek, İslâmda da öteki bellibaşlı dinlerde de yaşamakçin elzem hasâdın
yoluyken, Sermâyecilikte, kârın aracıdır. Sermâyecilik ile Milliyetciliğin ‘sırtlarını
dayadıkları’ Protestan kiliseleri, sefihliğe dek uzanmaktan kaçınmayan kazanç sağlayıcı
etkili iş görmeye, yânî, işletmeciliğe hayatı dar eden yahut edebilen cümle dinî–ahlâkî
etkenlerin ‘temizlenme’sine cevâz vermelerinden ötürü, Sömürücü – Sermâyeci – Laik
çevrelerin takdîrleri ile desteklerine mahzar olmuşlardır.
5- Dinyayma etkinliği, Hırıstıyanlığın esaslarındandır. Bu temel yönelimi ilkin
Katoliklik, öncelikle Güney Amerika, Doğu Asya ile Güney Afrikada uygulamağa
sokmuştur. Cihânşumûl olmak gâyesi ile iddiasını taşımakla birlikte, Katoliklik dahî,
millî duyarlılıklar ile çıkar çekişmelerinden kendisini tümüyle azât kılamamıştır. Bu
durum
kendisini
dinyayma
etkinliklerinde
bile
göstermiştir.
Ispanyollar
ile
Portekizlilerin, 1500lerin sonuna değin sürmüş keskin, zaman zaman kanlı safhalara
sürüklenmiş denizaşırı diyârlarda hâkimiyet tesîs etme hususundaki çekişmelerine258
dinyayma etkinlikleri de karışmıştır. Katolik dinyayma çabalarına 1600lerde
Fransızların da katıldığını görüyoruz. Gerçi onların bu doğrultudaki etkinlikleri
257
Ahtiatîkte de çalışma ve onunla bağıntılı olarak alınteri kutsal addolunmaktadır: “Kendisinden alındığın
toprağa dönünceye değin ekmeğini alnının teriyle sulayarak yiyeceksin; zirâ tozdan topraktansın,
sonundaysa yine toza toprağa karışacaksın” —Tekvîn, 3 (19).
258
İberik yarımadasının sırt sırta vermiş bu iki Katolik ülkenin, keşif ile fetih furyasında, kıyasıya
çatışmalarına son vermek amacıyla Papa VI. Alexander (Rodrigo Borgia: 1431 – 1503), yeni ele
geçirilmiş toprakları onların arasında bölüştürmüştür. Bu maksatla Ispanyanın kuzey batısındaki
Tordesillas’ta Portekiz ile Ispanya arasında 7 haziran 1494te antlaşma imzâlanmıştır. Batı Afrika
açıklarında bulunan Cape Verde adalarının 370 fersah (yaklaşık 1850 km) batısından Kuzey Kutbundan
Güneye uzanan boylam hattı, ayırım çizgisi olarak kabul olunmuştur. Boylamın batısında kalan topraklar
Ispanyaya, doğusundakilerse Portekize bırakılmışlardır. Tordesillas antlaşması, 1506 Zaragossa
antlaşmasıyla tadîl ve teyît olunmuştur
—bkz: “Oxford Dictionary of World History”, 629.s.
172
Ispanyollar ile Portekizlilerinkisi kadar teşkilâtlı, sebâtlı ve yoğun olmamıştır. Zirâ
İhtilâlikebîrle birlikte kendisini laik ilân eden Fransa, dini resmen dışlamıştır.
1650lerden sonraysa, esâs hız ile yoğunluk kazanan, Protestan olan millî
kiliselerin dinyayma etkinlikleri olmuştur. Bunların başını, özellikle 1750lerden itibâren
İngiliz Anglikan, Iskoç Presbiteryen ile Felemenk kiliseleri çekmişlerdir. Her kilise
kendi millî hükümrânlığı peşinde koşmuştur. Bu uğurda birbirlerine düşüp birbirlerini
baltalamışlardır.
Bunun
çarpıcı
örneklerinden
biriyle
Güney
doğu
Asyada
karşılaşıyoruz. Bölgeye başkalarından önce Portekiz, nufuz edip hâkim olmuştur.
Portekizli kâşif kaptan Affonso de Albuquerque (1453 – 1515), birkaç gemilik ufak
donanmasıyla Malaka Boğazının Malay kıyılarına 1511de ulaşmıştır. Burada
Portekizliler, yurdundan sürülen Sultanın sarayının bulunduğu yere müstahkem mevki
ile büyük kilise inşâa etmişlerdir. Yüz otuz yıl sonra Portekizlilerin Malakası
Felemenklilerin eline geçmiştir. Neredeyse yemeden içmeden Portekizlilerin Katolik
kilisesini yıkıp yerine Felemenk Protestan kilisesini inşâa etmiş, ellerinden geldiğince,
ahâlîyi kendi dinlerine kazanmağa çaba harcamışlardır. 259 Şehrin Portekiz mimarî
uslubundan olan taş yapı ustalığı yerini, zamanla Felemenklilerin kiremetli dik çatılı ve
tuğladan inşâa olunmuş binâlarına bırakmıştır. Nihâyet İngilizler, 1786da Penang ile
1819da Singapur adalarının ardından 1824te Malakayı zaptedip kiliseleri ile diğer
yapılarını inşâa etmişler, Anglikanlığı öncelikle oradaki Çinli azınlık arasında yaymağa
koyulmuşlardır. 260
Benzer
durumlarla
yeryüzünün
dörtbir
yanında
karşılaşmak
mümkün.
İngilterenin Atlas Okyanusaşırı devâmı olan Yeni İngiltere, yânî A.B.D., henüz
devletleşme aşamasında bulunduğu 1700lerin son çeyreğinden itibâren bahsi geçen
sahnenin baş oyuncularından olmağa soyunmuştur. Bağımsızlığının ilânından yarım
yüzyıl geçmemişti ki, Yeni İngiltereden dinyayıcılar, Osmanlının batı ile güney
259
Ekim 1992de Malaka şehrinde tanışıp dostluk kurmuş olduğum Edward, Portekiz mahallesindendi.
Edward’ın 1550li yıllarınvdan itibâren kilise kayıtlarına geçmiş seceresi uyarınca büyük büyükbabası
Portekizli Katolik, onun karısıysa yerliymiş. Torununun torunu Malay – Felemenk kırması Protestanmış.
Edward’a gelince; o da, Anglikan kilisesine bağlı. Malaka boğazının karşı kıyısında bulunan ve
Sumatranın en kalabalık şehri Medandaki batakhânelerin birinden kaçırmış olduğu karısıysa, Felemenk
Protestan kilisesi mensûbuydu.
173
Anadolu, Kuzey Afrika, Lübnan ile Filistin kıyılarına çıkmış, Anadolu ile Kafkasyanın
içlerine doğru keşîf gezileri tertipler olmuşlardır. Bu keşîf gezilerinin temel amacı,
başlıca görevi Protestan dinyayma (Fr&İng Evangelisation) etkinliklerini yürütmek olan
okulların, nerelerde, hangi şartlar altında açılabileceklerine ilişkin malûmât derlemekti.
Okul açmanın yanısıra, Ortodoks ile Katolik Hırıstıyan ahâlîyi Protestanlaştırmağa
yönelik dinî yayım yapılmağa başlanmıştır. Başta Rum ile Ermeni olmak üzre, bir
miktar Hırıstıyan çocuk A.B.D. ile İngiltereye, zamanla Fransa ile Rusyaya da
götürülüp eğitilmiştir. Istanbuldan tâ Anadolunun kuş uçmaz kervân geçmez köşe
bucaklarına dek dinyayma maksadına yönelik tam kadro eğiticileri öğreticileriyle
mücehhez okullar kısa sayılabilecek sürede faaliyete geçmişlerdir. Buralarda öncelikle
Rum, Ermeni, Nasturî, Süryanî ile Kaldanî gibi yerli Hırıstıyan çocuklar ile gençlere
Protestan İngiliz-Amerikan fikriyâtı zerkolunmuştur. 261 Buralardan yetişen nesiller,
anne-babalarının inançlarına ters düşmenin 262 yanında, Milliyetci ile Ayrılıkcı
eylemlere dahî tevessül etmişlerdir. Sonuçta, gâye hâsıl olmuş, İngiliz-Yahudî
medeniyeti ile İmperyalisminin baş hasmı İslâm âlemi ile bunun taşıyıcısı ile hâmisi
Osmanlı parçalandı parçalanacak duruma getirilmiştir. Artık iş, öldürücü darbenin ne
zaman indirileceğine kalmıştır. Bu darbe sâdece ‘beden’e değil, daha önemlisi, ruha
yönelik olmalıydı. Darbeye maruz kalan canlının bünyesi bozulur. Ne var ki bozulan
bünye yeniden onarılabilinir. Ölüm ise, kimliğin dağılmasıdır. Tarihte baş rollere
çıkabilmiş toplumların yahut devletlerin yüksek ülküleri yıkılırsa, kimlikleri de dağılır.
Bunun en sağlam ve kestirme yolu, eğitim ile öğretim yapısının baştan aşağı
değiştirilmesidir. Bahis konusu maksada yönelik İngiliz-Yahudî odaklar, bir taraftan
Osmanlı ülkesinin dörtbir köşe bucağında Protestan dinyayma esaslı okullaşmayı
260
Bkz: Nicholas Tarling: ”The Cambridge History of Southeast Asia”, I.cilt: 354., 360.& 363.syflr; II.c.,
30.s.
261
Bkz. James A.Field: “America and the Mediterranean World, 1776 – 1882”; 99., 266.,
267.& 268.syflr;
ayrıca bkz: Jeremy Salt: “Imperialism, Evangelism and the Ottoman Armenians: 1878 – 1896”.
262
Öncelikle, Doğu Ortodoks kilisilerinden birini teşkil eden Ermeniler, sözü edilen İngiliz-Amerikalı
dinyayma etkinliklerinin etkisiyle Ortodoks, Katolik, Protestan şeklinde bölünüp farklı mezheplere
mensûb aileler birbirlerine gelin vermeyecek kadar düşman kesilmişlerdir
—bkz: Vartan Paşa: “Akabi Hikyayesi”, A.Tietze: “Önsöz”, xıı.s.
174
gerçekleştirirlerken,
öbür
yandan
Ondokuzuncu
yüzyılın
başlarından
itibâren
Devletiâliyenin seçkin askerî ile mülkî zevâtını yetiştirmekle yükümlü Mülkiyeye,
Tıbbiyeye, Harbiye ile Mektebisultaniyeye yerli Yahudî çevrelerin kurup önderlik ettiği
Farmasonluk marifetiyle Müslümanlık karşıtlığı, Positivcilik ile Kavmî Milliyetcilik
görüşlerini yerleştirmiştir. Bahsi geçen görüşlerle yetişen zevât, Ondokuzuncu yüzyılın
ikinci yarısından itibâren Osmanlı Türklüğünün kaderine hükmedebilecek mevkileri
tutar olmuştur. Giderek, söz konusu zevâtın yönetim şemsiyesi altında Türklük, tarihî
birikimi ile ülküsünü, yânî ‘İslâm kızılelması’nı terketmek zorunda kalmıştır. Böylelikle
yalınkat bedeninin ortadan kaldırılmasından daha da etkili bir çâreye başvurulmuştur:
Kimlik, kişilik tahrîf ve tahrîb edilmiştir.
Bahsi geçen çökertme ile yıkma etkinliği, dışarıdan Londra, içerideyse Selânik
merkezli tasarlanıp yürürlüğe sokulmuştur. Üçüncü merkez Nev York – Vaşington
ekseni, 1950ye değin, ilk ikisi kadar etkili gözükmez. Niye? İngiliz-Yahudî medeniyeti
ile onun ‘omurga’sını teşkîl eden İmperyalismin ‘merkez karargâhı’ İngiltereden
Okyanusun öbür yakasına, yânî A.B.D.ne temelli nakli İkinci Dünya Savaşı sonrasına
rastlar da ondan. Bununla birlikte, Ziyonculuğun ilk esâslı teşkilâtlanışını ifâde eden
B’nai B’rith, 1843te Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur. Farmasonluğa koşut
teşkilâtlanan B’nai B’rith, mahfiller hâlinde iş görür. Avrupadaki ilk locasını (Augustin
Keller) 23 mayıs 1909da İsviçrenin Zürih şehrinde açmıştır. 263 Nasıl, İhtilâlikebîrin
arkasında Farmasonluğu görürsek, benzer biçimde, B’nai B’rith’in, 1862 – 1864
Amerikan iç savaşının ve ondan Konfederasyonculara (İng Confederate) karşı zaferle
çıkan Birleşik Devletlerinin en önemli belirleyicilerinden olduğunu teslîm etmemiz
lazım gelir. İşte adı sanı hemen hemen işitilmeyen bu Ziyoncu teşkilât, Farmasonluk ile
Palmerston 264 İngilteresi el ve işbirliği yaparak ‘Devletiebedmüddet’in ipini
çekmişlerdir. Bu uğurda aklı havsalayı durduracak tezgâhlar tertiplenmiştir. En sık
başvurulan yöntem ise, Devletin ipini bir kısım kendi vatandaşına çektirmek olmuştur.
263
Bkz: “Wer ist die B’nai B’rith Augustin Keller Loge?”
Henry John Temple, the third Viscount, Palmerston (1784 – 1865), İngilterede dışişleri bakanlığı
(1830 – 34, 1835 – 41, 1846 – 51) ve iki defa başbakanlık yapmıştır: 1855 – 1858 ile 1859 – 1865.
Kraliçe Victoria’yla birlikte İngilterenin hâkimiyet sahasını dünya çapında genişletmek amacıyla büyük
çabalar sarfetmiştir. Çini dize getirmek maksadıyla halkını uyuşturucu kullanmağa zorlamış, bunun
264
175
Bu meyânda ilk önemli teşebbüs, 1870lerin ortalarında ‘Yeni Osmanlılar’ın Londrada
teşkilâtlanmasıdır. Bunların devâmı ‘Genç Türkler’dir. İngiliz-Yahudî imperyalismi,
imparatorluğu dağıtıp yıkmak amacıyla bütün yolları mubâh saymış, ziyâdesiyle
başvurduğu araçsa, milliyetcilik ile mezhep–tarîkat sekterliğidir. Osmanlı şemsiyesi
altında yer alan toplumlar arasında milliyetcilik tohumları serpilirken, İngiliz
istihbâratına çalışan Macar Yahudîsi Ziyoncu ve Türkiyât araştırmalarının kurucusu
sayılan Arminius Vambery (1831 – 1913) de meselâ, Devletiâliyenin asıl taşıyıcısı
Türkleri daha 1860larda ‘Tümtürkcülüğ’e (Fr Panturquisme) doğru yönlendirmeğe çaba
harcamıştır. Birara Sultan II. Abdülhamît Han’a (1842 – 1918) danışman dahî olma
becerekliliğini gösteren Vambery, Pâdişâh ile Ziyonculuğun öncülerinden, yine, bir
Macar Yahudîsi Theodor Herzl (1860 -1904) arasında ‘köprü’ kurmuştur. II.
Abdülhamît Han, Herzl’in FilistiniYahudî yerleşimcilere açma talebini reddedince de 265
sonun başlangıcı iyice hızlanmıştır. Evvelemirde o vakte değin ‘Sâdık kavim’ diye
nitelenen Ermeniler, kışkırtılmış, buradan sökün eden çatışmalar, fecîi sonuçlar
doğurmuştur. İngiliz-Yahudî imperyalisminin, “zincirlerinden başka kaybedecek bir
şeyi kalmamış” 266 ‘helâl–lokma–ehli’ 267 cümle ezilenlerin ortak mücâdele narası ve
davâsı demek olan İslâm 268 ve onu yüklenmiş bulunan Osmanlı devletini târümâr etme
sonucunda 1856 Afyon savaşı patlamıştır. Rusları 1856 Kırım savaşıyla dizginlemeğe çalışmış, 1858 Hint
ayaklanmasını kan dökerek bastırtmıştır.
265
Sultan II. Abdülhamît Han, Theodor Herzl’in vâki talebini tarihe geçen şu sözlerle reddeder: “... Burası
babamın çiftliği değil. Topraklarımızdan bir karış bile kimseye verilemez. Bu, İslâm ümmetinin
toprağıdır. İslâm ümmeti kanı bahâsına bu topraklar uğruna cihâd etmiştir. Yahudîlerin paraları,
milyonları kendilerine kalsın. İslâm halîfeliği bir gün yıkılırsa, işte o vakit Filistini ücret ödemeden gelir
alırlar. Fakat yaşadığım sürece bunu başaramayacaklar. Filistini Dârülislâmdan koparıldığını
görmektense, kılıncımı bağrıma saplarım…”
―“Biography of Sultan Abdul Hameed The Second and the Fall of the Islamic Khilafa”.
266
Bu tarihî deyiş, Karl Marx’ın 1848de Brükselde kaleme almış olduğu, bilâhare Londrada basılmış
“Manifest der kommunistischen Partei” (“Komunist Parti Bildirgesi”) başlıklı kitabın sonunda yer almıştır
―bkz: Robert Tucker: “Philosophy and Myth in Karl Marx”, 230.s.
Deyiş, haddizâtında İhtilâlikebîrin fikrî ve kökten eylemci önderlerinden Fransız Jacoben devrimcisi
Jean Paul Marat’ya (1743 – 1793) aittir
―bkz: Robert Payne: “Karl Marx”, 172.s.
267
demekki ‘ekmeğini alınteriyle sulanmış hamurdan pişirip yiyenler.’
268
Buradan da İslâm’ın, sâdece, “elhamdulİllah Müslümanım” diyen ve ibâdetini yerine getirenleri
kapsamaktan ibâret olmadığını anlıyoruz. O, ‘ekmeğ’ini alınteriyle kazanmağa gayret gösterip zulme,
sömürüye karşı savaşan (‘cihâd’ eden) bilcümle ezilmiş ‘çulsuz’ Hakka tapanların hakkıdır.
176
hesaplarını, hiç olmazsa belli bir süre, akîm bırakan Sultan II. Abdülhamît Han, sonuçta,
‘Kızıl sultan’ ile ‘Zalîm’ nitelemeleriyle birinci dereceden hasım ilân olunmuştur.
Sultan II. Abdülhamîd’in 26 nisan 1909da halliyle 269 Osmanlı devletinin sonu
gelmiş oldu. Bu yıkımı tertîpleyenler, İttihât ve Terakkî adı altında partileşen ‘Genç
Osmanlılar’ın devâmı ‘Genç Türkler’di. Onları teşkilâtlandıran ise, B’nai B’rith’ın
İtalya koluna mensûp ve yine İtalyadaki Farmason localardan birine kayıtlı Selânikli
Yahudî Emmanuel Karasso efendiydi (d: ?, Selânik – 1934, Venedik). Selânikte ilk
Farmason locasını teşkîl eden, B’nai B’rith’in Avrupa cihetindeki, demekki 1860da
kurulan ‘Evrensel Israil İttifâkı’nın (Fr ‘Allience Israélite Universelle’) önderi, İtalyan
milliyetciliğinin öncü kuruluşlarından ‘Genç İtalya’nın (İ ‘Giovane Italia’) başını
çekmiş Giuseppe Mazzini’den (1805 – 1872) de etkilenmiş olan Venedikli Yahudî
Emmanuel Veneziano’dur. Bu kişi ve onun yanısıra Baruh Kohen’in Selânikte kurmuş
olduğu Iskoç ritine bağlı İtalyan locasında (‘Macedonia Risorta’) toplanan ‘Genç
Türkler’, 1903te ‘İttihât–Terakkî’ adıyla partileştiklerinden az önce söz edildi. İkinci
Meşrûutiyetin ilânıyla iktidâra gelen ‘İttihât–Terakkî’, Osmanlının sonunu getirecek
Trablus ile Balkan savaşları ve nihâyet ‘Harbıumumî’yle kaderimizi tayîn eden baş
etken olmuştur. Bahsi geçen dönem, İngiliz-Yahudî küresel imperyalisminin de altın
çağıdır. Bu çağa iki İngiliz ile bir Amerikalı Yahudî damgalarını basmışlardır. Birincisi
kraliçe Victoria’nın (1819 – 1901) başbakanlarından 270 Benjamin, First Earl of
Beaconsfield, Disraeli (1804 – 81); ikincisi İtalyan Yahudîsi asıllı İngiliz işadamı Sir
Moses Haim Montefiore (1784 – 1885); ve nihâyet üçüncüsü Almanyadan A.B.D.ne
hicret etmiş hariciyecisi, 1913ten 1916ya değin de adı anılan ülkenin Devletiâliye
nezdindeki büyükelçisi baba Henry Morgenthau’dır 271 (1856 – 1956). 272
269
Pâdişaha hallolunduğunu teblîğ eden heyetin terkîbi: Yahudî Emanuel Karasso, Arnavut Esât Toptanî,
Ermeni Aram efendi, Ârif Hikmet Paşa.
270
Görevde kaldığı tarihler: 1868 & 1874 – 1880.
Oğul Henry Morgenthau (1891 – 1967) da, A.B.D.nin önde gelen bir siyâsetcisi ve aynı zamanda tarım
uzmanıdır. Başkan Franklin Delano Roosevelt (1882 – 1945) hükümetinde 1934ten 1945e değin mâliye
bakanı olmuştur. Dünyanın önde gelen paralarının A.B.D. dolarına, onun da altına dayanarak
hesaplanması, Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası fikirlerinin ortaya atılıp sözleşmeye
bağlandığı Bretton Woods Kurultayını (1 – 22 temmuz 1944) tertiplemiştir. En fazla ses getiren görüşü,
1945 sonlarında Senato altkurulunda Almanların yerleri ile yurtlarından sürülmeleri ve Romanın
Kartacaya revâ gördüğü muamelenin benzerini Almanyaya uygulanması, demekki adı geçen ülkenin
271
177
6- Din ile mezhep nifâklarıyla birlikte, Milliyetcilik, Batı Avrupa dışındaki
toplumları parçalayıp yönetmenin yöntemi olmuştur: ‘Böl ve yönet’ yöntemi.
Kavmî Milliyetcilik, Kuzey batı Avrupada Germen dillerini konuşan toplumlar
ile Israil kavminin kendilerine mahsûs tarihî, coğrafî, iktisâdî ile millî şartlarının verisi
olduğunu söylemiştik. Kavmî Milliyetciliğin ideolojileştirilmiş iki ucu, Millî
toplumculuk 273 ile Ziyonculuk (Fr Sionisme), 274 doğal sonuçlardır. Bunun, Germen ile
Israil toplumlarının dışına taşınması, özellikle de, Müslüman âleme ‘ekilme’si doğal
olmayan sonuçlar yaratmıştır. Arap ile Türk milliyetcilikleri, 275 bu doğal olmayan
duruma örnek teşkil ederler.
Çağdaş —yânî İngiliz-Yahudî— eğitim ile öğretim düzeni 276 yoluyla
Osmanlının toplumsal ile millî dayanışması kırılıp millî birlik ile bütünlüğü
tarım sahasına dönüştürülmesi teklîfidir: Henry Morgenthau tasarısı. Ancak, bir başka senatörün, “peki,
Bachları, Beethovenleri. Mozartları, Goetheleri, Schillerleri, Kantları, Roentgenleri, Planckları ne
yapacağız?” sorusu, Morgenthau tasarısını sarsmıştır. Sonuçta tasarı kabul görmemiştir
―Bkz: Henry Morgenthau Jr, “Columbia Encyclopedia”, sixth edition, eLibrary version;
ayrıca bkz: “Der Große Brockhaus”, “Henry Morgenthau Jr”.
272
Bkz: David Fromkin: “A Peace to End All Peace”, 40, 41, 42&43.syflr;
ayrıca bkz: Joseph Brewda: “Palmerston Launches Young Turks to Permanently Control Middle East”, 14.syflr;
ayrıca bkz: Randulf Wolgezogen&Deutsch-Wagram: “How the Holy Land Was Conquered”, 1 – 8 syflr.
273
Kuzey batı Avrupanın Germen, bâhusûs, Alman ırk esâslı yayılmacı kavim Milliyetciliği.
274
İlahî takdîs ile icâzete mazhâr olmuşluk inancına dayalı Yahudî Israil kavminin yayılmacı
Milliyetciliği. Bu Milliyetcilik, kendisini iki hat boyunca gösterir: Israil kavminin, mukaddes addettiği
vaadedilmiş yurda dönüp yerleşme isteği ile Israil Yahudîliğinin inanç ile fikir üstünlüğünü ve iktisâdî
önceliklerini, başta Avrupa-Amerika olmak üzre, yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayma uğraşısı.
Germen ile Israil Milliyetciliklerinin ortak paydası, kavim üstünlüğü savı ve daha doğrusu
tutkusudur. ‘Germencilik’, ‘Kavimci–Irkcı’ olmasına karşılık, ‘Sâmîcilik–Ziyonculuk’, ‘İlahiyat
Kavimcisidir’.
‘Sâmîcilik’, ülkü taşıyıcısı olmasından, ‘Yahudî Israil’ kavminin üstünlüğüne işâret ederken,
‘Ziyonculuk’, ilahî teveccühe mazhâr olmuş kavmin, kendisine Tanrı tarafından vaadolunmuş topraklara
yerleşmeğe yönelik fikrî, siyâsî, iktisâdî ile askerî irâdenin tezâhürüdür.
275
Müslümanlığın, Arap icâdı olup asıl önemli olan hususun, Türk kavmî özelliklerini öne çıkarmak
olduğu savından kalkarak Türkcülüğü inşâaya girişen Mehmet Ziyâ Gökalp’ın (1865 – 1926) etkilendiği
başlıca iki kaynaktan birinin Tekinalp müsteârıyla tanınmış Moiz Kohen’in (Moïse Cohen) Yahudî ve
Farmason olması ilginç ve manîdârdır
—bkz: A.Haydar Haksal: “Semitizm – Masonluk – Milliyetcilik”, 81.s;
ayrıca bkz: Angelo Iacovella: “Gönye ve Hilâl/ İttihâd-Terâkkî ve Masonluk”, 27.s.
276
Bkz:Ilgaz Zorlu: “Evet, Ben Selânikliyim/ Türkiye Sabetaycılığı”, 114. – 117.syflr.
178
bozulmuştur. Aynı yoldan özge irili ufaklı kültür ile medeniyetler de yıpratılıp
çökertilmişlerdir. Hintte, sözgelişi, bir yanda üst kastlara ayrıcalıklar tanınırken, diger
tarafta alttakilere Hırıstıyan Tanrı anlayışı uyarınca, İsâ sûretinde yaratılmış insanlar
arasında özden ayırımın yapılamayacağı fikri zerkedilmiştir. Buradan da murad olunan
Hint toplumunun bölünmesidir. Uygulanan yöntem, ‘tavşana kaç, tazıya tut’ örneğine
ne kadar da uymaktadır.
7- Tarihte felsefî şuur seviyesinde tezâhür etmiş birbirine zıt iki tesânüt
ülküsüyle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, ‘Vedâ Hutbesi’nde ifâdesini bulan hangi soy
ile cinsiyetten gelirlerse gelsinler, Allah yaratığı olduklarını bildiren inancın çatısı
altında toplaşmış insanların ülkü birliğiyken, öbürüsü de ‘İhtilâlikebîr’in sonucunda
görünüme çıkmış soy sop yahut ırk aslı ile çıkar hesaplarını vurgulayan kavmî milliyet
birliğidir.
a) İşte, bahsi geçen iki tesânüt ülküsünden birincisini dile getiren ‘Vedâ
Hutbesi’nden seçilmiş parçalar:
“Hamd ile şükür Allahadır. Bizler, Ona hamdeder, Ondan yardım ve af dileriz.
Yalnızca Ona yöneliriz...
Ey Allahın kulları! Sizlere Allahtan korkup çekinmenizi tavsîye ve yine sizleri
Ona itaat etmeğe teşvîk ediyorum. Böylece en hayırlı olanla sözlerime başlamak
istiyorum.
Ey insanlar, sözlerime kulak veriniz. Zirâ bir sonraki yılda Hacca
gelebileceğimi, dolayısıyla da tekrar buluşabileceğimizi sanmıyorum. 277
... Allah, ‘ey insanlık!’ 278 diyor. ‘Sizleri bir erkek ile kadın çiftinden milletler ile
soy soplar hâlinde Türettik 279 ki, birbirlerinizle tanış olasınız. Gerçekten de, Allahın
277
Allah resûlü, toplananların, Hutbesini işitip dinleyebilmeleri maksadıyla belirli aralıklarla belli yerlere
diktiği kişilere söylediklerini tekrarlattırmıştır (OsmT münâdî). İrâd olunan hutbe–nutuk, siyâsî nitelik
taşımamakta ve meseleye temâs etmemektedir. Neredeyse tamamıyla ahlâkla, kısmen de hukukla ilgilidir.
Vefâtının yakın olduğuna ilişkin açık beyânına rağmen, kendisinden sonra, devletin başına kimin —
Halîfe— geçmesini öngördüğüne yahut arzuladığına dair ise, hiçbir işâretin bulunmaması da ziyâdesiyle
dikkat çekicidir
—bkz: Muhammad Hamidullah: “İslâm Peygâmberi”, I.cilt, 276.s, 457.satır..
278
Bkz: 246.sayılı dipnot, 162.s.
279
Bkz: 247.sayılı dipnot, aynı sayfa.
179
indinde en üstün olanınız, Ondan en fazla çekineninizdir (en fazla takvâ sâhibi
olanınızdır)’―Hucurât/49 (13).
Ey insanlar! Rabbiniz tektir, atanız birdir. Hepiniz, Âdemdensiniz. Âdem ise,
tozdan topraktandır. İster kandan, ister maldan, mülkten türemiş olsun, cümle
imtiyâzlar, ayaklarımın altındaki tozdur (gibidir). Allahın nazarında en mükerrem ve
makbûl olanınız, Ondan çekineninizdir. (Öyleyse) Arap, Arab olmayana fâik
olamayacağı gibi; Zencî, Aktenliye; Aktenli de, Zencîye üstün değildir. Üstün olan,
Takvâ bakımındandır. Tebliğ ettim, değilmi? Yâ Rabb, tanığımsın!”
Dinleyenler, “evet” deyince, sözlerine şöyle devâm etti:
“Ey insanlar! Gerçekten de, Allah, her vârisin mirâstan payını tayîn ve tesbît
etmiştir. Öyleyse bir vasiyyet, bir vârisin lehine olmak üzre —öteki vârislerin mahfûz
hisse hudutlarını— aşamaz. Mirâscılardan gayrısı için düzenlenen vasiyyet, mirâs
olarak kalan mallar toplamının üçte birinden fazla olamaz...
Çocuk, nikâh sulbünden gelmelidir —nesebi sahîh olmalıdır. Nikâhı bozan, zinâ
eden taşlanmalıdır. 280 Bunun dahî hesabı Allahtadır.
Atasını inkâr eden, ustasına sırt çevirene Allahtan belâ gelir...
...
Ey insanlar, Rabbinizin huzuruna çıkana değin kanınız (yânî hayatınız), canınız,
mal ile mülkünüz, şeref ile haysîyetiniz dokunulmazlık taşır. Bütün bunlar, bu mahal
(yânî, Mekke), ay (Zulhicce) ile gün kadar mukaddes ve mükerremdirler. Rabbinizin
huzuruna çıktığınızdaysa, yapıp ettiklerinizin hesabını vereceksiniz.
...
Kasden adam öldürme, kısasla cezâlandırılır... Şüpheli kasıt hâllerinde... diyet
icrâ olunur.
...
Ey Allahın kulları, karılarınızın üstünde hakkınız vardır; karılarınızın da, sizlerin
üstünde hakkı bulunur... Kadınlar konusunda Allahtan çekininiz; onlara olabilecek en
280
“Kur’ânda bulunmayan bir hükmün, Hz Peygâmber tarafından vazedilmesi inandırıcı gözükmüyor.
Hutbeye bilâhare idhâli muhtemeldir”, Ahmet Yüksel Özemre, sözlü beyân.
180
iyi tarzda davranınız; zirâ onlar, Allahın emânetidir. Kadınlarla Allah kavline uygun
meşrûu ilişki kurunuz. Onlara helâlinden yaklaşınız...
...
Borçlar ödenmeli; ödünc alınan, geri verilmeli; hediyeyse karşılıksız
bırakılmamalıdır.
Gerçekten de, suçlu, kendisinden sorumludur. Kimse atasının işlediği suçlardan
sorumlu tutulamaz. Ne var ki ata, evlâdınınkisilerden sorumludur.
Kardeşin kendisi vermedikce, malına el uzatılamaz. Aman, kendinize haksızlık
etmeyiniz.
Her Müslüman bir diğerinin kardeşidir. Gerçekten de, bütün Müslümanlar
birbirlerinin kardeşidirler. 281
Yediklerinizden kölelerinize yediresiniz. Giydiklerinizden ise, yine kölelerinize
de giydiresiniz.
Benden sonra yoldan çıkıp birbirlerinizi gırtlaklamayasınız sakın. Kim emânet
taşıyorsa, onu sâhibine iâde etmeli.
Allah Tebliğine dayanarak sizlere yol yordam gösteren basık burunlu Zencî
kölenin buyruğuna itaat edesiniz.
Ey Allahın kulları, benden sonra sizlere başka peygâmber gelmeyecek ve sizden
gayrı Ümmet artık olmayacak.
Sizlere Allah Tebliğini emânet bırakıyorum. Ona dörd elle sarılırsanız; asla
yanılmayacaksınız. Dinde haddi aşmaktan sakınınız. İşte, sizlerden önce bu yanlışı
yapanlar, hep, helâk olmuşlardır.
...
Burada bulunanlar, bulunmayanlara söylediklerimi nakletsinler. Dinlememiş
olanlar, çoğu kere, dinleyenlerden daha dikkatli olurlar.
Sizlerden beni sorarlarsa, ne diyeceksiniz?”
281
Müslüman olmak herkese açık bulunduğundan, Peygâmber’in cümlesi, “bütün insanlar, birbirlerinin
kardeşidirler” anlamını da taşır.
181
Cemaatın cevabı: “‘Emânetin hakkını verdiğine, Tebliği aktardığına, bizlere
yerinde tavsîyelerde bulunduğuna tanıklık ederiz’ diyeceğiz”.
Allah Resûlü konuştu: “... yâ Rabb tanıksın! Vesselâmualeykum!” dedi. 282
Bu birinci ‘tesânüd ülküsü’nden İslâmî içerikli ‘Dayanışmacı–Toplumcu–Hakcı
–Adâletci’ bir düzenin türe(til)mesi tabîîdir.
b) ‘İhtilâlikebîr’ hattı izlenmek sûretiyle ulaşılacak zemin ise, ‘ideoloji’lerdir.
Bunların da başı,
kavmî Milliyetci esâslı ‘İmperyalist–Sömürücü–Sömürgeci–
Sermâyecilik’ ile ‘imân’ itibâriyle içi boş, dolayısıyla da düzmece ‘Toplumculuk’tur.
Bu ikincisi (yânî ‘b’), hâlhazır dünya düzeniyken; birincisi (‘a’), geleceğin ümit
nizâmıdır.
8- ‘Çağımız (OsmT muâsır) medeniyet seviyesi’ müphem deyiminin arkasında
saklı duran bütün kurumları, kuruluşları ve teşkilâtlarıyla Çağdaş İngiliz-Yahudî
medeniyetidir. Şu var ki, çağımız medeniyetinin dayandığı İngiliz-Yahudî ittifakının
İngiliz ‘yaka’sı, Yahudî olana oranla gözden kaçmayacak raddede öncelik taşır. Yahudî
tarafında dahî, İngiliz düşünme ile yaşama uslubuna yaklaşıldığı ölçüde kabul ve rağbet
görülür.
9- ‘İngilizlik’ dendiğinde, bundan ‘Amerikalılığ’ı dahî anlamak gerekir.
Aralarındaki farklılıklar görünüştedir ve ‘yöresel ayrılıklar’dan ileri geçmezler.
Aslında, Amerikan tarihi bağlamında, ‘Bağımsızlık savaşı’ yahut ‘devrimi’
deyimleri, gerçek anlamlarında alınmamalı, anlaşılmamalıdırlar. ‘Amerikan devrimi’,
kimilerine göre ‘devrim’den başka her şeydir:
“On üç müstemlekenin sâkinleri” diyor David McKay, “kendilerini ‘hâlis
İngiliz’ olarak kabul etmekteydiler. Bundan ötürü her İngiliz için söz konusu olan
haklardan,
denizaşırı
ülkede
yaşamalarına
rağmen,
kendilerinin
yoksun
kılınamayacaklarını öne sürmüşlerdir. İşte, haklarını gasbettiğine, kendilerine
‘gayrımeşrûu’ muâmeleyi revâ gördüğüne inandıkları Kral III. George’a (1738 – 1820)
karşı ‘kazan kaldırmış’lardır. Öz ilkelerine ihânet etmiş olduğu kanâatına vardıkları bir
282
(I) Bkz: Hz Muhammed Mustafa (SAV)’nın Hicrî 10.yılda (M.S. mart 632de) okumuş olduğu ‘Vedâ
Hutbesi’nden —Arapcadan Almancaya tercüme: Annemarie Schimmel: “Die Abschiedspredigt des
Propheten”, 123.- 226.syflr.
(II) Bkz: Muhammad Hamidullah: A.g.e, “Vedâ Hutbesi”nden parçalar, I.cilt, 273.s, 456. satır.
182
düzene ‘sırt çevirmeğ’i hak saymışlardır. Dahası, öteki devrimci mücâdelelerden farklı
olarak gerek Bağımsızlık savaşı gerekse ondan türemiş yeni anayasa düzeni sonucunda
pek az güç, servet ve tüzük değişiklikleri doğmuştur. Esâsında, anayurd İngiltereden bu
yana göze çarpan gelişmeler, bu vesîleyle güçlenip hızlanmışlardır. Bu, doğrusu,
muhâfazakâr bir devrim şeklinde nitelenmelidir” —‘muhafazakâr devrim’ nasıl
oluyorsa! Amerikadaki ‘millî mücâdele’, “İhtilâlikebîrin tersine, toplumda yeni sınıf
farklılaşmalarına yol açmamıştır. Getirdiği belli birtakım köklü değişiklikler varsa,
sonuçta, gerçek iktidar, yine sağlam bir orta sınıf ile mülk sâhibi seçkinlerin elinde
kalmıştır.” 283
Amerikayı 1600lerin başlarından 1900lerin ortalarına kadarki zaman dilimi
zarfında yeryüzünün en büyük iktisâdî-siyâsî gücü hâline getiren esâsta İngiliz muhaciri
‘Kurucu atalar’ (İng Founding fathers), Avrupanın öbür ülkelerinden göçüp yerleşen
öteki
Aktenli
insanlara,
giderek, başka kıtalardan kahverengi derili olanlara
da 284 kendi kültür değerlerini aşıladıkları gibi, Afrikadan söküp getirdikleri
Karaderilileri, ülkenin yerlisi Kızılderililer ile İnuitleri (Eskimo) dahî AngloSaksonlaştırmışlardır. Temel hayatî ihtiyâçları karşılanan Karaderili Afrika asıllılar,
bedâva işgücünü oluşturmuşlardır. En kötü şartlarda çalıştırılmanın yanında, onlara
Protestanlık inancı ile İngilizce anadil olarak benimsetilmiş, kendilerine İngiliz adları
verilmiştir. Böylelikle tüm kültür mirâslarından yoksun kılınmışlardır. Bu da
yetmiyormuşcasına, köle sâhibi efendiler, mülkiyetlerindeki kölelerden genç kızları
iğfâl etmeği âdet edinmişlerdi. Öz kültürlerini yitiren Zencîlerin, bir de, bu yoldan
dirimsel kalıtımları değişikliğe uğratılmıştır. 285
283
David McKay: “American Politics and Society”, 39.s
284
Esâs yerleşimci ve kurucu toplum olan İngilizlerin dışında A:B:D:ne hicret etmiş bellibaşlı millî ve
kavmî öbekler şunlardır: 1500lerin sonlarında Ispanyollar ile Felemenkliler; 1600lerin sonlarındaysa
Fransızlar; 1800lerin başlarından itibâren yine Felemenkliler, Iskoçlar, İsveçliler, Danimarkalılar,
Fransızlar, Almanlar; 1870lerden sonra İrlandalılar, Orta ile Doğu Avrupa Yahudîleri, Lehler, Ispanyolca
konuşan Karayıplardan, Orta ile Güney Amerikadan insanlar, Meksikalılar, yine Ispanyollar, Çinliler;
1900den itibâren de Japonlar, Ruslar, İtalyanlar, Rumlar, Ermeniler, Araplar; İkinci Dünya Savaşı
sırasında ve onun ardından tekrar Yahudîler, Hintliler ile Vietnamlılar.
285
Bkz: André Kaspi, Claude-Jean Bertrand & Jean Heffer: “La Civilisation Américaine”, 50.- 54.syflr.
183
Filvâki, Afrikadan devşirilirlerken, farklı kabîlelerden, toplum sıradüzeninin ayrı
basamaklarından, bambaşka gelenekler, görenekler ile dil öbeklerinden gelen bu
insanların, biraraya gelip dayanışmaları, korkunç serüvenin başlangıçlarından beri
maddeten imkânsız kılınmıştır. İşte, sıraladığımız bu ve benzeri etkenler dikkate
alındıklarında, A.B.D.ne getirilmiş Zencî kölelerin, marûz bırakıldıkları fecîi durumu,
1960ların ortalarına değin niye kabullenmiş göründükleri anlaşılır.
Köleliğin yasaklanması meselesine gelince; bunda Zencîlerin bizzât dahli
yoktur. Bu, ‘insancıl renkteki kâğıtlara sarılıp sarmalanmış’ aslında iktisâdî bir olaydır.
1700lerin ortalarından itibâren sanayileşmek suretiyle ‘tezgâhları kendikendine hareket
ettiren’ İngilizler, salt beden gücüne ihtiyâçları kalmayınca, 1834te imparatorluğun her
yerinde köleliği yasaklamışlardır. Bununla da kalmayıp özge devletlerin köle ticâretini,
öncelikle de deniz kuvvetlerinin gayretiyle, önlemeğe çaba harcamışlardır. Mâliyeti
ucuz salt beden gücüne tamamıyla muhtâc Ispanya, Portekiz, Fransa çeşidinden
denizaşırı toprakları bulunan rakîp devletleri böylelikle dize getirmeği amaçlamışlardır.
Bunu da nitekim, önemli ölçüde gerçekleştirmişlerdir.
Anayurd İngilteredeki şartların benzerleri, ‘yavru-vatan’ A.B.D.nin kuzey
doğusunda başgösterince, kölelik orada da yasaklanmıştır. 1800lerin ortalarına
gelindiğinde, A.B.D.nin kuzey doğusu 286 sanayileşme sürecinde önemli sayılabilecek
merhâleler kaydetmiş bulunuyordu. Güneydeki eyâletlerse, 287 başta pamuk ekimi olmak
üzre, tarıma dayanmaktaydılar. Buna karşılık, Kuzey, 288 fabrikalarda, Aristoteles’in
deyişiyle, “kendikendine işleyen tezgâhlar”ı, yânî makineleri çalıştırıp denetleyecek
ucuz kol gücüne ihtiyâç duymaktaydı. Tarlada yahut madende yalnızca beden
kuvvetinden yararlandığınız köleden farklı olarak, makineyi emânet edeceğiniz kol
işcisine bilmek zorunda olduğu zanaatı, asgarî derecede dahî olsa, öğretmek
mecburiyetindesiniz. Öğretimden geçmiş kişiyse, artık kendisini köle olarak
kullandırmayacaktır. Maddî haklarını elde etmek isteği, bu sebeple, sanayileşme
286
Yeni İngiltere (New England)
287
Confederate States of America yahut kısaca Confederacy.
288
United States of America yahut kısaca Union States.
184
sürecine koşut olarak kitlelere yayılır. Nitekim, Kuzey eyâletlerinde kol işcilerinin
artma eğilimini gösteren taleplerinden kurtulmak maksadıyla, nasıl olsa azla yetinen,
bundan ötürü de, talepkâr işcinin yerine, Güneyden, mâliyeti ucuzlatacak işgücünün
celbolunup istihdâm edilmesi cihetine gidilmiştir. Güney de, tabîatıyla, bedâvaya gelen
kaba beşerî güc servetinin, deyim yerindeyse, parmaklarının arasından akıp yitmesine
seyirci kalamazdı. İşte, aynı soydan gelen, aynı dili konuşan aktenli insanların
birbirlerine kıyasıya girmeleri, dolayısıyla da, çağdaş vuruşma usulleri ile zanaatının ilk
sergilendiği American İçsavaşı, başlıca, yukarıda anlattığımız sebepler âmillerden ötürü
1861 patlak verip sanayileşen Kuzeyin ezici üstünlüğüyle 1865te sona ermiştir.
1 haziran 1860 sayımına göre 31,443,321e varan nüfustan 289 üç milyon gencin
silâh altına alındığı bu savaşta toplam 618,222 asker öldürülmüş yahut hastalıktan
289
A.B.D.nin 1790 – 1990 nüfus durumu ve 1970 – 1990 ırklar ile kavimlerin oranı —nüfus sayımı
yıllarının dökümü örnekleme usuluyla yapılmıştır—:
________________________ Nüfus sayımının_yılı
Nüfus__
Tüm Kuzey Amerika
1700
A.B.D.
1713
A.B.D.
1760
A.B.D.nin bağımsızlık ilânı: 4 temmuz 1776
2 ağustos
1790
2 ağustos
1800
1 haziran
1830
1 haziran
1850
1 haziran
1860
1 haziran
1870
1 haziran
1890
1 haziran
1900
1 ocak
1920
1 nisan
1940
1 nisan
1950
1 nisan
1970
1 nisan
1980
1 nisan
1990
1,000,000
360,000
1,600,000
3,929,214
5,308,483
12,866,020
23,191,876
31,443,321
39,818,449
62,947,714
75,994,575
105,710,620
131,669,275
151,325,796
203,211,926
226,545,805
248,709,873
—bkz:”Statistical Abstract of U.S.A.”, kaynak: David McKay: A.g.e., 9.s;
ayrıca bkz: Jeremy Black & Roy Porter: “Dictionary of Eighteenth-Century History”, 587.s: “Population
Growth”.
Irkların oranı___________________________________Tarihler________
1970
1980
1990
Aktenliler (Beyâzlar)
Karaderililer (Zencîler)
%83,3
%10,9
%79,6
%11,5
%74,2
%12,5
185
ölmüştür. Toplam yaralı sayısıysa, 400.175dir. Kuzey, tipik İngiliz savaş yöntemini
uygulayarak Güneyin hayatî önem taşıyan tarım alanlarını ateşe vermiş, ortalığı yakıp
yıkmıştır (İng scorched-earth policy).
1863te kölelik yasaklanmış, savaşın Kuzeyin zaferiyle bitmesiyle de, yasak
uygulanmağa başlanıp ilk ağızda dört milyon Zencî köle âzâd edilmiştir. Sonuçta Kuzey
eyâletlerinin hâkimiyeti artıp genişlemiş, merkezî hükûmetin yetkileri, bir daha asla
sorgulanamamacasına pekiştirilmiş; sanayi, tarıma karşı kesin öncelik ile üstünlük
kazanmış; nihâyet Sermâyecilik, Amerikan usulü yaşayış ile düşünüşün silinmez
arkaplanı hâline gelmiştir. 290
10- İnsanlık, şaşmazcasına ‘tekörneğ’e göre ‘tekboyut’ta biçimlenmektedir; o
da, İngiliz ile onun devâmı olan Amerikan hayat uslubu ve insan ile dünyaya bakma
tarzıdır. Bu, spordan —golf, kriket, ragbi, tenis, futbol, basketbol, voleybol, beyzbol,
bilardo,
bovling—,
ıskambilden
—poker, bezik, konken, briç—,
eğlenceden
—Holywood sinema, Las Vegas kumar, Disney eğlence sanayileri—, mesken tarzından
—gökdelen-konutları (İng condominium), müstâkil ev (single house), bahçeli ev
(country house)—, giyim-kuşam biçimine —düne değin çıplaklığı vahşî ilkellik,
iffetsizlik, şehvet kışkırtıcılığı, ayıp telâkkî ederlerken, bugün giyinmeği, edep yerlerini
örtmeği çağdışı ile gerilik addediyorlar!—, yeme içme usullerine —koka kolalı,
hamburgerli, kızartılmış patatesli ayaküstü atıştırma (fastfood) ile alıp-götürülenyiyecekler (takeaway)—, basın-yayıncılığa —gazetecilik yüzeyelliği, televizyon ile
Ispanyolca konuşanlar (Hispanik)
% 4,5
% 6,4
% 9,5
Asyalılar/digerleri
% 1,3
% 2,5
% 3,8
—Andrew Hacker: “Two Nations”, 1992, kaynak bkz: David McKay: A.g.e., 22.s.
Kızılderililerin 1991deki sayısı: 1,7 milyon; 1993teki oranıysa: %0,8dir
—“Survival International”, kaynak bkz: Frank Nowikoski: “Argentina’s Victims of Spanish Conquest”,
35.s
Avrupanın nüfusu: 1600: 95 milyon, 1720: 118 milyon, 1750: 140 milyon;
Asyanın nüfusu: 1700: Yaklaşık 330 milyon, 1750: 450 milyon;
Kuzey ile Güney Amerika: 1700: 10 milyon;
Fransanın nüfusu: 1450: 18 milyon, 1787: 23 milyon; Paris 1787: 700,000
—bkz: J.Maillet: “Histoire des Faits Economiques”, 176. & 177.syflr;
İngiterenin nüfusu: 1750: 10 milyon; Londra 1750ye doğru: 674,000
—bkz: Colin McEvedy & Richard Jones: “Atlas of World Population History”, 49.s.
290
Bkz: Geoffrey Parker: “The Times Atlas of World History”, 218. & 219.syflr
ayrıca bkz: David McKay: A.g.e., 9.s;
ayrıca bkz: L.C. Pascoe: “Encyclopedia of Dates and Events”, 807.s;
ayrıca bkz: Hermann Kinder & Werner Hilgemann: “The Penguin Atlas of World History”, 102.s.
186
yaygın-bildirişme (INTERNET) uyuşturucuları
iptilâsı—,
gezginlik
(tourism)
yıkıcılığı ile aile bölücülüğüne —Kadıncılık (Feminism)—, beşerin beden varlığının
mahreci
olan
cinsiyetin
ayağa
düşürülmesine
—müstehcenlik—,
sanatın,
bayağılaştırılmasına —avam sanatı (pop art, pop music)—, iktisâdî ihtirâsa —ihtikâr,
‘köşe-dönmecilik’, ‘her mahalleye dolar milyoneri’— ve nihâyet devlet idâresi tarzına
—meclise dayalı halkidâresi (parliamentary democracy)— dek uzanan ve yaşamanın
tüm köşe bucağının belirli bir toplum – kültür – iktisât – siyâset odağınca belirlenmesi
hâli: Tekörnek–kültür.
Bu tekörnek–kültür, bütün insanlığı kapsamına alıyor; o kadar ki, İngiliz-Yahudî
—yânî, çağdaş— yaşama tarzı ile bakış açısına karşı çıkan ve “aşırılar”, “yobazlar”,
“gericiler” şeklinde suçlanıp horlanan toplumun ‘çizgidışı’ kesimlerinin bile bu
cihânşumûl olaydan ve onun câzibelerinden kendilerini kurtaramamaları dikkat
çekicidir. Herkes gibi onlar dahî, arabayla, cep telefonu ve bilgisayarla ‘oynama’
marazının ve alışveriş çılgınlığının dışında kalmış gözükmüyorlar.
Çağdaş medeniyetin, bunca câzip gelmesi, basit ve kestirme bir ifâdeyle, beşerin
‘hayvanî’ kesimini hedef seçmesindendir: Bedene rahatsızlık ve
acı verebilecek,
tekmil hoş olmayan etkenlerin yok edilmesi; bazan çılgınlık derekelerine varabilen
eğlenme, gezip tozma, ve hiçbir maddî ihtiyâçla uzaktan yakından ilgisi ilişiği
bulunmayan giyim-kuşam ile doymak bilmez yeme içme türü sınırsız tüketim
tutkularının karşılanması; üreme ile bağlanma, sâdıklık musîbetinden vâreste seleserpe
sevişme —buna ‘çiftleşme’ demek daha doğru olur— güdüsüne alabildiğine imkân
tanınması... İnsanlığından git gide uzaklaştıran bu korkunç sürece hiçbir suretle ‘kafayı
takmama’sı için ‘barışcıl’laştırılıp 291 gerçekliğin hakîkîsi yerine, sanalında yaşamağa
hüküm giyen —demekki doğada yaşamayan ve tabiatı, zâtı, özü kalmamış olan— beşer,
merkezî ideoloji Hür Sermâyeciliğin başını çektiği Çağdaş medeniyet sahnesinin tek
oyunculu oyunun tek oyuncusudur.
11- Yeryüzünün tümüne tamamına yönelik hâkimiyet tesîsini İngilterenin
ardından veya yine onunla birlikte A.B.D.nin ele aldığını görüyoruz. Askerî cihetten
291
‘Barışcıllaştırma’ (Fr&İng pacification), ‘afyonlama’nın (Fr&İng intoxication) edepli söylenişidir.
187
ezici bir kuvvet gösterisine girişmiştir. Gerek çekirdeksel, gerek geleneksel silâhlar
gerekse kara, hava ile deniz kuvvetleri bakımından rakîpsizdir. Askerinin eğitilmişliği
ile etkinliği benzersizdir. Yeryüzünün bütün bellibaşlı denizleri ile okyanuslarında hatırı
sayılır bir deniz birliği bulundurmakta, İngiliz-Yahudî çıkarlarına aykırı olduğu
düşünülen
her
hareket
yahut
kalkışma
daha
tutuşma
merhâlesindeyken
söndürülmektedir.
A.B.D. askerî araştırmalarına 1999da yaklaşık $31 milyar tahsîs olunmuştur.
Bunun sonucunda, A.B.D. ordusu, diğerlerininkinin birkaç nesil ilerisinde bulunan
silâhlarla donatılmıştır. 1,4 milyon askeriyle yeryüzünün herhangi bir köşesine sürâtle
intikâli mümkündür.
Fezâdaki irikıyım ‘göz’leriyle yeryüzünün dörtbir tarafını her ân tarassut altında
tutabilmektedir.
Memleketlerin millî yahut mahalî haberleşme şebekeleri ve özellikle müttefik
ülke istihbârât teşkilâtları aracılığıyla tüm bildirişmeler izlenir. ‘Mimlenmiş’
olanlarınkiler süreklice kayda geçirilir. 1947de İngiltere ile A.B.D. arasında
akdolunmuş UKUSA gizli antlaşması uyarınca, tutulan kayıtlar,
Millî Güvenlik
Teşkilâtı (National Security Agency/ NSA) tarafından denetlenen ECHELON adlı
teşkilâtın İngiltere, A.B.D., Kanada, Avusturalya ile Yeni Zelanda gibi Anglo-Sakson
ülkelerindeki merkezlerinde taranırlar. Şüphelenilen kişiler ile odakların bütün hâlleri,
hareketleri gözetim altında tutulup değerlendirilirler. UKUSA antlaşması çerçevesinde
yeryüzündeki
bütün
uzak-haberleşmeleri
(Fr
télécommunication)
‘Hükümet
Haberleşmeler Karargâhı’ (Government Communications Headquarters/ GCHQ) izler;
bilgisayar, faks, teleks, televizyon, radar neviinden elektronik verileri izleyip derleme
işiyse ‘İşâretler İstihbârâtı’nın (Signals Intelligence/ SIGINT) uhdesine düşer. 292
Vaşington, bütün bu akla havsâlaya durgunluk veren istihbârât imkânlarını, yüz
bin kişiyi aşkın kadrosu ve $26 milyarı geçen bütçesiyle sağlamaktadır: ‘Merkezî
İstihbârât Teşkilâtı’ (Central Intelligence Agency/ CIA), ‘Millî Güvenlik Teşkilâtı’
(National Security Agency/ NSA), ‘Millî Haberalma Dairesi’ (National Reconnaissance
292
Bkz: Jason Vest: “SIGHTINGS: US ‘Echelon’ Spy Network Monitoring Email – Fax – Cell Phones
Worldwide”, 1 – 8.syflr.
188
Office/ NRO), ‘Savunma İstihbârât Teşkilâtı’ (Defence Intelligence Agency/ DIA). Bin
türlü kisveye bürünmüş üstün yetenekli casusları dosd ile düşmân saflarına karışmış
hâlde etkinlik göstermektedir. Bu muazzam silâhlı kuvvetler ile istihbârât teşkilâtları,
A.B.D. dış siyâsetinin, dünya çapındaki gözü, kulağı, eli ile koludurlar. Ne var ki, iş, bu
kadarla da kalmaz. ‘Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’ (United Nations/ UN), ‘Kuzey
Atlantik Antlaşması Teşkilâtı’ (North Atlantic Treaty Organization/ NATO),
‘Milletlerarası Kolluk Teşkilâtı’ (INTERPOL), ‘En Gelişmiş Yedi Sanayi Ülkesi
Topluluğu’/ G7, ‘Milletlerarası Para Fonu’ (International Monetary Fund/ IMF), ‘Dünya
Bankası’ (World Bank), ‘Milletlerarası Mâliye Kuruluşu’ (International Finance
Corporation/ IFC), ‘Milletlerarası Gelişme Birliği’ (International Development
Association/ IDA), ‘Dünya Ticâret Teşkilâtı’ (World Trade Organization/ WTO),
‘İktisâdî Gelişme ve İşbirliği Teşkilâtı’ (Economic Development and Cooperation
Organization/ Organisation de coopération et développement économique/ OECD),
‘Dünya Besin Teşkilâtı’ (World Food Organization/ WFO), ‘Dünya Sağlık Teşkilâtı’
(World Health Organization/ WHO), ‘Milletlerarası Çalışma Teşkilâtı’ (International
Labour Organization/ ILO), ‘Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ile Kültür Teşkilâtı’
(United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization/ UNESCO),
‘Milletlerarası Af Teşkilâtı’ (Amnesty International), ‘Milletlerarası Adâlet Divânı’
(International Court of Justice) çeşidinden milletlerarası düzlemde etkinlik gösteren
kurum, kuruluş ile teşkilâtlar aracılığıyla siyâsetten iktisâda, güvenlik meselelerinden
tarıma, para ile ticâretten çevre sorunlarına dek insanlık ile dünyanın nabzını tutup
bunları yönlendirir, yönetir.
A.B.D.nin 1999da yurdiçi gayrısafî hâsılası, 8,683,4 milyar dolar tutarına
erişmiştir. Dünya ticâretinin %83 Amerikan doları üzerinden yürümektedir. Nev York
borsası, mâliye dünyasının basıncölçeri durumunda olup bir hıçkırığı tuttumu, hani
neredeyse yeryüzü sarsılır.
Bütün bu sayıp döktüklerimizin de ötesinde, A.B.D., bilim ile fen sahalarında
kendikendisiyle yarış hâlindedir. Nitekim son on yılda fizikte 26 üzerinden 19, tıpda 24
üzerinden 17, kimyadaysa 22 üzerinden 13 adet Nobel ödülünü toplamıştır. Bilimde,
189
fen, bilgisayarcılık ile sanatlarda dünyanın kaymağını devşirmektedir. Her alanda
dünyanın en bilgili ve yetenekli kadrolarına sâhiptir. 293
A.B.D., Dünyanın bir numaralı bilgisayar devidir (Fr cyberpuissance). Silicon
vâdisi, Microsoft, IBM, Intel, Yahoo, Amazon, America Online gibi, bilgisayar fenini
ilgilendiren tekmil sanayiler, yaygın-bilişim şebeke şirketleri ile bilişim anayolları yine
hep Amerikadandırlar.
Dünya Amerikaya bakarak giyiniyor 294, soyunuyor; reklam ile sinema
sanayileri; yazılı ile görsel basın; 295 caddeler ile meydanlardaki yazılı, çizili, resimli
ilânlar, alttan alta, üstten üste, doğrudan yahut dolaylı yoldan habire İngiliz-Yahudî
taleplerini, zorlamaları ile dayatmalarını Amerikan nüshasıyla Stockholmden Singapura,
Rio de Janeirodan Yokohamaya bütün bir insanlığa yumuşakca yedirmeğe
çalışmaktadırlar. Yemezseniz, yememekte direnirseniz, ne olur? Zorla yedirilir. Japonya
hâriç, Avrupadışı tabaa-ülkelerin genelkurmayları bu görevi ifâya memurdurlar. Millîlik
terânesini tutturmuş pek ender bulunur kimi iktidârlar, askerî darbeyle alaşağı edilirler.
Bu da mı sökmedi?! O takdîrde bütün zenberekler içsavaş doğrultusunda kurulurlar.
12- Yeryüzünün ve insanlığın maddî, coğrafî, siyâsî, iktisâdî, fikrî ve sanat
merkezi neresidir? Tek sözle: Londradır —1920lerden itibâren de onun yerini Nev York
alır olmuştur. Her okumuş, yazmış, mürekkep yalamış yahut öyle geçinen kişi, dünyaya
Londra ‘pencere’sinden bakar. Saatimizi Londradan geçtiğine inanılan Greenwich
boylamına göre ayarlarız. Londradan bakarak, sözgelişi, Tokyolu Tokyosunu ‘Uzak
Doğu’ (Far East), Karaçili Karaçisini ‘Orta Doğu’ (Middle East), Beyrutlu da
Beyrutunu ‘Yakın Doğu’ (Near East) olarak değerlendirir! Ya peki, Istanbullu? Onun
dünyadaki yeri, konumu nedir? Kendisi ayakta kalamadı ki, dünyada yeri, konumu
bulunsun. Dimâğının köklerine son seksen yılda kibrit suyu döküldüğünden, ondan
bahsetmenin artık anlamı kalmamıştır.
293
Bkz: Ignacio Ramonet: “L’Amérique dans les Têtes/ Un Délicieux Despotisme, 5.s.
294
Her yirmi dört saatte yüz on bin blue-jean satılıyor.
295
Amerikan CNN ile MTV kanallarından her birini üç milyon hâne seyrediyor ve İngiliz BBC yayınları
yine üç yüz milyon tarafından dinlenip izleniyor.
190
13- Tarihte kemâle ermiş tek bir medeniyetten bahsolunabileceğini, bunun da
Londra —bilâhare de Nev York— mihveri etrâfında dönen Yeniçağ Batı Avrupa —ve
devâmı Kuzey Amerika— medeniyeti olduğu fikri, yaklaşık üç yüz yıldır insanlığa,
özde dinyayma gâyesine yönelik öncelikle İngiliz ile Amerikan özel ve tabaa-ülkelerin
mülkî ile askerî okulları ve bunların mezunları aracılığıyla ve daha önemlisi, akla
durgunluk verecek incelik ve kurnazlıkla yürütülen reklam ve propaganda ‘yaylım
ateşi’yle, her vakit açıkca olmasa dahî, ‘yedirilmeğ’e çalışılmış ve olağanüstü sonuçlar
elde edilmiştir. Bahsi geçen medeniyete ve onunla irtibâtlı olan zihniyete karşı çıkmak
düşüncesi
bile
bağışlanmaz
bir
günâhtır.
Asılıp
kesilmeseniz,
zindanlarda
çürütülmeseniz bile, 296 beter edilirsiniz: Gerici, çağdışı, Faşist suçlamalarıyla aforoz
edilip tecrit olur, kendi köşenizde unutulmağa terkolunursunuz. Hapsedilmeksizin
mahbûsluğa çarptırılırsınız. Diğer bir ifâdeyle, çağdaşlık düzmece kavramının arkasına
gizlenmiş İngiliz-Yahudîliğin öngördüğü yaşama, bakma, görme, davranma, giyinip
kuşanma, yiyip içme, gezip tozma, kazanma, geçinme, hak ile hukuk tarzlarına yahut
bunlardan birine aykırı düşüyorsanız, varolmamaya hüküm giyersiniz. Buyruklar,
alışılmış emir kipinde gelmezler. Kesîf bir reklam ile propaganda baraj ateşi şeklinde
tecellî ederlerler. Bu kesîf baraj ateşiyle yumuşatılamayacak hasım cephe düşünülemez.
Çözülmüş toplum dokuları, ters yüz edilmiş cinsiyetler, kitle iletişim şebekeleriyle
yıkılmış insan – insan ilişkileri sonucunda cephelerin direnme güçleri zâten en düşük
seviyelere indirilmiştir. Demekki bu saatten sonra piyâde hücumuna dahî ihtiyâç
kalmamıştır. Top ateşleriyle karşı cepheler, artık rahatca düşürülebilirler. İşte nihâyet,
insanlık ve onun dünyası, İngiliz-Yahudî imperyalist müsdebit medeniyetine dikensiz
gül bahçesi kılınmıştır.
14- Çağdaş
küreselleştirilen İngiliz-Yahudî
medeniyetinin
pençesindeki
toplumlar ile onları meydana getiren bireyler, kültür kimliklerini yitirip kişiliksiz kitle
beşerleri durumuna düştüklerine tanık oluyoruz. Yaşanan bu kişiliksizleşme felâketinin
yanında, gelirler ile yaşama seviyelerindeki dengesizlikler de, başka bir fâciaya işâret
etmektedirler. Bahse konu dengesizlikler, bir toplumun bağrında kendi mensûpları
arasında
ortaya
çıktığı
gibi,
milletlerarası
düzlemde
de
kendilerini
açıkca
296
Avrupanın dışında kalan tabaa-ülkelerde bunlar da başınıza gelebilir.
191
göstermektedirler. İşte, Dünyanın en muteber iktisâd istatistik yayımlarından
Asiaweekin 4 ağustos 1995 nüshasında bildirilen acıklı durum:
Ülke Adam başına aylık gelir Yıllık ihrâcât Altın reservi Dış borç İnflasyon
Afganistan
$150
1,0milyar
0,2milyar 1,0milyar %56,7
Nepal
$180
0,4milyar
0,7yar
1,9yar
% 8,2
Kamboçya
$215
0,3milyar
0,1yar
1,6yar
%18
Bengaldeş
$220
2,5milyar
3.2yar
14.8yar
% 3.7
Moğolistan
$335
0,4milyar
0,1yar
7,1yar
%73,0
Buhutan
$415
0,1milyar
0,1yar
0,1yar
% 7,8
Mısır
$700
3,9milyar
13,3yar
40,6yar
%11,0
$2,140
17,4milyar
11,3yar
59,8yar
%82,4
$25,900
503 milyar
75,7yar
555,7yar
% 3,2
Türkiye
A.B.D.
Ülke Adam başına aylık gelir Yıllık ihrâcât Altın reservi Dış borç İnflasyon
Japonya
$38,750
İsviçre
$40
423milyar
141,5yar
0
%-0,2
84,1milyar 31,1yar
0
% 2,1
Yeryüzünün en güçlü devleti olma keyfiyeti, A.B.D.ne toplumsal refah
dengesini sağlamıyor. Günümüzde bu ülkede otuz iki milyon kişinin ömrü aşağı yukarı
altmış yaşının altında gözüküyor. Kırk beş milyon, yoksulluk sınırının altındadır. Kırk
milyon ise, sağlık sıgortasından yoksundur. Elli iki milyon kişi de, okuma yazma
bilmiyor. Avrupa Birliğindeyse, elli milyon yoksul, on sekiz milyon da işsiz vardır.
Dünya çapında yoksulluk, olağan; refah ise, istisnâî durumdur. İktisâtca aşırı
dengesizlik çağımızın yapısal özelliğidir. Dünyanın en zengin iki yüz yirmi beş kişisinin
yıllık geliri $ 1 milyarın üzerinde seyretmektedir! Bunlar, en yoksul iki buçuk milyar
insanın gayrısâfî hâsılasının %47sini elde etmektedirler. En varlıklılardan kimisinin
kişisel serveti, birtakım devletlerinkisinin fevkındadır. Meselâ yeryüzünün en zengin on
kişisinin serveti, Büyük Sahra ile Güney Afrika Birliği arasında kalan bütün devletlerin
yıllık toplam gayrısâfî millî hâsılalarının üstündedir. 297
297
Bkz: Ignacio Ramonet: “Nuevo Siglo”, 1.s.
192
Dünya Bankasına göre, Karaderili Afrika bugün, 1970e oranla çok daha
yoksuldur. Nitekim, Büyük Sahranın güneyinden Güney Afrika Birliğine dek kırk sekiz
Afrika devletinin toplam iktisâdî üretimi Belçikanınkisini aşmamaktadır. Yine bunların
iç hâsılâsı %1 cıvârında kalır. Sözgelişi Gine-Bisav’ın gayrısâfî millî hâsılası $160dır.
Milletlerarası ticâretindeki paylarıysa %2 dolaylarındadır. Son otuz yılda, geleneksel
hammadde ihrâç malları dâhil, dünyadaki pazarlarının yarısını yitirmişlerdir. Bunları
yeniden ele geçirebilmeleriçin yetmiş milyar dolarlık yatırıma ihyâçları vardır. Söz
konusu fecîi durumu tersine çevirmekçin bahsi geçen tüm yörenin, yıllarca
sürdürülebilecek şekilde, bir %7lik büyüme hızını tutturması elzemdir.
Bu muazzam geniş bölgede yaşayan nüfusun ancak yarısı içme suyuna
erişebiliyor. Sağlık hizmetleri de yok mesâbesindedir. Karayolların yalnızca %16sı
asfaltlanmış olup toplam uzunlukları, sözgelişi, Polonyanınkilerinden azdır.
Ahâlînin büyük kısmı en yakın telefona ulaşmak amacıyla iki saatlik yol tepmek
zorundadır. Avrupada 204, Latin Amerikadaysa 110 kişiden birine 10 telefon hattı
düşerken, bahsi geçen yörede 1000 kişiden biri on adet telefon hattına sâhiptir. Yarısı
Güney Afrikada olmak üzre, sâdece on milyon telefon bulunup ücret de her yerden daha
yüksektir.Meselâ A.B.D.yle üç dakkalık telefon muhâveresi $8,1 iken, Avrupayla $ 4,3,
Batı Asyayla $ 6dır.
Toplam nüfusun ancak beşte biri elektriğe kavuşabilmiş olup yine her beş
kişiden biri savaş şartlarında yaşamaktadır.
Botsvana ile Zimbabve gibi ülkelerde nüfusun %25i
AİDS
taşımaktadır. Kırlık
yörelerde dört kızdan yalnızca biri ilköğrenim görebilmektedir. 1960dan beri toplam
nüfusun %20si şehirlerde yaşıyor olmakla birlikte, oralarda da kızların temel öğrenim
görme imkânı, kırlık sahalarda bulunanlara göre çok daha parlak sayılmaz... 298
Yüzyılımızın başında yaklaşık kırk olan bağımsız devlet sayısı günümüzde yüzü
aşmaktadır. Bununla birlikte, dünyaya hâlâ hükmedenler, Ondokuzuncu yüzyıl
sonlarındaki yedi yahut sekiz ülkeden başkası değildir.
Sömürge imparatorluklarından doğmuş düzinelerle devletten yalnızca Güney
Kore,
Tayvan,
Singapur
ile
Malezya
tatmîn
edici
bir
gelişme
seviyesini
298
Bkz: “Africa Negra es mas Pobre Hoy que en 1970, segun el Banco Mundial”, 12.s.
193
tutturabilmişlerdir. Hemen hemen bütün öteki ülkeler, hâkim–efendi devletlerin
hammadde menbaı olmaktan pek ileri geçememişlerdir. Hammaddelerin fiatı ile
miktarınıysa işte bu hâkim–efendi devletler tayîn buyurmaktadır. Hammadde ihrâcına
hüküm giymiş cümle milletler, icât, keşif, yenilenme ile yatırım, demekki açıkcası, akıl
ile zekâlarını ileriletme imkânlarından yoksun kılınmışlardır. 299 Üretme icâzetini
alabildikleri mamûller de nasıl olsa artık çağdışıdır. Bu fâsit daireyi bir kırmağa
görsünler; o takdîrde de, ya boşandırılan bir mâlî bunalıma itiliverirler ya da anlaşılmaz
sebeplerle başgösteren bir iç yahut dış savaşa sürüklenirler. Böylece zarzor binbir
mihnetle oluşturulmuş ne varsa, yerlebir ettirilir. Hâkim–efendi devletlerse, ellerini kire
pasa bulaştırmazlar. İşlerini bir taraftan milletlerarası dev sanını yakıştırdıkları
şirketlerine, öte yandan da tabaa-devletlerine gördürür, perde arkasında kalmağa özen
gösterirler.
15- Önünde sonunda, eğriteleme yoluyla da olsa, şu iddiada bulunmak yanlış
olmaz: Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile küreselleştirilen Çağdaş İngiliz-Yahudî
medeniyetlerinin ortaya çıkardıkları fesât dünyagörüşü ve zihniyetle, tarihte ilk kez,
dünya, şiiriyetinden; Doğa, bâkirliğinden; İnsan ise, masumluğundan topyekûn
olmuşlardır.
16- İngiliz-Yahudî medeniyeti, cihânşumûl merkez odağı Farmasonluk ile onun
alt, yan ve akraba dernekleri, kurumları ve teşkilâtları, dönem dönem düzenlenen
toplantılar başta olmak üzre, resmî ve gayrıresmî mercilerle, askerî ve mülkî erkânla,
kişi ve kuruluşlarla, 300 basın-yayın ile öğretim kurumlarıyla, devlet ve devlete bağlı
299
Bkz: Ignacio Ramonet: A.g.y.
300
(i)İngiliz-Yahudî medeniyetinin —tabîî ki, resmî olmayan— merkez teşkilâtı görünümündeki
Farmasonluk, Kiliseyi andırır tarzda; Sovyet Ortakmülkcü Partisi de Farmasonluğa, dolayısıyla da
Kiliseye benzer biçimde örgütlenmiş olmaları, gözden kaçırılmaması gereken hususlardandır.
(ii)İngiliz-Yahudî medeniyetinin Yahudîlik cenâhı ile Farmasonluk, 1700lerin sonlarından itibâren
Katolik kilisesi, Stalin Rusyası, Hitler Almanyası, Faşist siyâsî düzenler ve genellikle dindar–
muhâfazakâr ile aşırı Milliyetci zümreler tarafından ortak paydada birleşmiş olarak kabul olunmuşlardır.
Nitekim, bana 1978de Fransada anlatılana göre, Almanlar, 1940da Fransayı işğâl ettikten sonra, öncelikle
köyler ile kasabalarda ahâlîye dağıttıkları soruşturma belgelerindeki ilk üç sorunun ikisi, yukarıda
zikrolunan yaygın kanâatın ürünüdür: “Yahudîmisiniz, Masonmusunuz ve nihâyet, eşcinselmisiniz; ve
akrabalarınız ile tanıdıklarınız arasında böyleleri var mı?”
(iii)Israil kavmî Milliyetciliği ile yayılmacılığını ifâde eden Ziyonculuğun en önemli özelliği, başta İkinci
Dünya Savaşı sırasında olmak üzre, tarih boyunca Israil kavmine çektirilenler yahut çektirildiği öne
194
bulunan ve bulunmayan teşkilâtlarla yeryüzünün dörtbir köşesini doğrudan doğruya
yahut dolaylı biçimde denetleyebilmektedir. Günümüzde etkisi ile denetimini, Birleşmiş
Milletler Teşkilâtı, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilâtı, Avrupa Birliği ve bunların yan
kuruluşları, Milletlerarası Af Teşkilâtı, Milletlerarası Para Fonu ile Dünya Bankası
neviinden açıkca çalışan milletlerarası teşkilâtlar; millî yahut mahallî düzlemde etkinlik
gösteren kuruluşlar; radyo, çanak yahut kablolu televizyon, sinema ve dünya çapında
bilgisayar şebekesi, yeryüzünün yüzlerce fersah ötelerinde fezâda hareket eden casus
uydular, büyük şehirlerin caddeleri ile meydanlarına, toplu konutların çevresi ile
alışveriş merkezlerine gizlenmiş kameralar ile radarlar çeşidinden üstün fennî imkânlar
yoluyla aklın, havsâlanın fevkındaki ölçülere vardırmıştır. O kadar ki, korku romanı
şeklinde algılayabileceğimiz George Orwell’in (1903 – 1950) 1949da basılmış
“Bindokuzyüzseksendört” (“Nineteen Eighty-four”) başlıklı eserinde bahsi geçen, her ân,
her yerde hâzır ve nâzır, fakat kendisini kimsenin göremediği, kuvvet ile kudret sâhibi
“Büyük Birâder” yahut “Ağabeğ” (“Big Brother”) teşbihi gerçekleşmiş gözüküyor.
“Büyük Birâder”in başlıca ‘gözetleme kuleleri’, Amerika kıtasında A.B.D. ile Kanada,
Avrupada İngiltere, Asyanın doğusu ile güneyiçin Avusturalya ile Yeni Zelanda, uzak
geçmişten bu yana yeryüzünün merkezi konumunu koruyagelmiş Doğu Akdeniz ile Batı
Asya yöresinde Israil, Afrikadaysa Güney Afrika Birliğidir. Etkinliklerdeki serîlik ile
incelik sâyesinde bunlara dışarıdan bakıldığında, algılanamazlar. A.B.D., sözgelişi,
menfaatlarına zarar veriyor gerekcesiyle, Fidel Castro’nun (1927 – ) Toplumcu
Kübasına karşı cephe alırken, Kanada, hemen bu ülkeden yana tavır koymuştur. Küba,
böylece, hepten denetim dışında bırakılmamış oldu. Ama foyanın açığa çıktığı zamanlar
da oluyor. Meselâ, A.B.D.nin, 1982deki Falkland adaları savaşında, dostu ve müttefiki
Arjantinin aleyhine tecelli etmiş olan istihbârâtı anayurd İngiltereye iletmiş olması, ne
kadar da dikkate değer olaydır. 301 A.B.D.nin, gerek Birinci gerekse İkinci Dünya
sürülen ızdırâblar bahâne edilerek onu mazlûm ilân etme siyâsetidir. Üstün başarıyla yürürlüğe koyulan
bu siyâset sâyesinde Filistin, yerli halkı öldürülmek yahut yerinden yurdundan sürülmek suretiyle, işgâl
olunmuş; ayrıca, Ziyonculuğu eleştirmek de, insanlık suçu raddesinde gösterilmiştir.
301
(i) İngilterenin 1833teki istilâsından beri, üstünde hak iddiasında bulunduğu, kıyılarının 480 km güney
doğusundaki Falkland adalarını (Isp Malvinas) Arjantin, şubat 1982de ele geçirdi Bunun üzerine, bunları
geri almakçin İngiltere harekete geçti. Nisan 1982de İngiltere, güney kıyılarından aşağı yukarı 12 000 km
uzaklıktaki Falkland adalarını geri alıp geçimini balıkcılık ile koyunculuktan temîn eden iki bini bulan
İngiliz asıllı ahâlîyi kurtardı. O tarihte mezkûr denizaşırı harekâtı, İngiliz dili ile zihniyetini en düzgünce
195
Savaşında, İngilterenin, her defasında, imdâdına koşmasıysa, yukarıdaki iddiamızın bir
başka kanıtıdır.
Tarihte topyekûn insanlığa hükmetmiş bir “Büyük Birâder” şekliyle (Fr&İng
figure) hiç karşılaşmadık. Peki, bu “Büyük Birâder”, insanlığı, yine Orwell gibi, İngiliz
olan Aldous Leonhard Huxley’in (1894 – 1963), son derece iç karartıcı ve kötümserlik
aşılayan 1932 baskısı “Yiğit Yeni Dünya” (“Brave New World”) uçurumunamı
sürüklemektedir? Günümüzdeki şartların da bunların sebeb oldukları dev sorunların da
müellifi İngiliz-Yahudî medeniyeti olduğuna göre, bunun tasvîrini sunup onu teşrih
masasına yatıracak olan da İngiliz —ve/ya Yahudî— düşünürü olmalıdır. İşte, gerek
George Orwell ile Aldous Huxley’de gerekse Karl Marx’da bu söylediklerimizin açık
belgesini buluyoruz. Sonuçta, bu çalışmada nedenleriyle birlikte sergilemeğe çaba
harcamış olduğumuz, bugün dünyayı ve insanlığı sarmış dev sorunların hâlledilmesiçin
elzem gözüken ‘Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetine seçenek oluşturabilecek yeni bir
medeniyet biçimini ortaya çıkarmanın zihnî ile maddî zemini varmıdır?’ sorusunun
cevabını kimden bekleyeceğiz?
örneklediği ve hakkaniyet ile tarafsızlık esâslarından tavîz vermediği iddiasındaki İngiliz Yayın
Kurumundan (BBC) radyom aracılığıyla izlemiştim. Dikkate değer husus, Falkland adalarına gönderilen
İngiliz kuvvetlerinden bahsettiğinde, bunlara “görev birlikleri” (İng task forces) demesine karşılık, güney
kıyılarının yaklaşık 90 km açığında ve 1571 ile 1878 yılları arasında hâkimiyetinde kalmış bulunan
Kıbrısa, orada yaşayan yüz, yüz elli bin soydaş toplumunu katliâmdan kurtarmak amacıyla, 1959da
imzalanmış Londra antlaşmasına dayanarak, Türkiyenin, 1974 yazında çıkarmış olduğu askerlerini, adı
anılan Kurumun, “işğâl kuvvetleri” (İng invasion forces) biçiminde nitelemiş olmasıdır.
(ii)İngiliz-Amerikan ‘istihbârât sanatı’nın, gerek İkinci Dünya Savaşından önceki gerekse savaş
sırasındaki olağanüstü başarılarının serâncâmıyla ilgili ayrıntılı bilgilerçin bkz: “The Oxford Companion
to the Second World War”; madde başlıkları: ULTRA, ENIGMA, PURPLE, SIGABA, TYPEX.
196
-VIÜMİT
Immanuel Kant,
a) “Ödev, yasa saygısından doğan bir davranış zorunluluğudur”;
b) “Öyle davran ki, irâdenin temel kuralı (düstûru) aynı zamanda hep geçerli
kalacak yasalılığın ilkesi de olabilsin”;
c) “Öyle davran ki, hem kendinin hem de başkalarının kişiliğinde insanlık
haysiyetine dâimâ saygı gösteresin ve aynı zamanda kişiyi amac addedip onu hiçbir
vakit yalınkat arac olarak kullanmayasın!”, 302 diyor.
302
a) “Pflicht ist die Notwendigkeit einer Handlung aus Achtung vor dem Gesetz”
—“Kritik der praktischen Vernunft”, IV/400 (“Pratik Aklın Eleştirisi”).
197
1-
Çağımızın İngiliz-Yahudî medeniyeti, buraya değin açıklamağa çalıştığımız
üzre, yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılıp irili ufaklı bütün toplumları ve kültürleri
kaçınılmaz etki alanına çekmiştir. Özellikle de Yirminci yüzyılın ikinci yarısında
insanlığın gündemini tayîn eden tek merci durumuna girmiştir. Buna da 1990ların
başlarından beri ‘küreselleşme’ denilmektedir. Bahse konu medeniyetin maddî, başka
bir anlatımla, tüketim çılgınlığı ateşini alabildiğine körüklemeğe yönelik olan ve artık
hiçbir hesaba kitaba sığmayan üretimi durmadan yükseltme çabaları ile insanın
duyguları ile düşüncelerine ket vurmak, dolayısıyla da onu rahatlatmak amacını taşıyan
anlamca bulanık kavramları üreten zihin işlemlerini ve her şeyin satılıp satınalınması
üzerine kurulu iş görür (Fr fonctionnel) temel değerleri bütün yaşama düzlemlerine
mâledebildikleri ölçüde milletler yahut toplumlar, çağdaşlaşmış yahut ilerilemiş kabul
edilirler. Bu dayatılan şartları reddedenler yahut onlara erişmekte zorluk çekenler
çağdışı yahut geri kalmış şeklinde nitelenirler.
Sözünü ettiğimiz medeniyetin ve onun resmî ideolojisi Hür Sermâyeciliğin,
insanlığı kuşatması, beşeri ruhca; doğayıysa maddeten, dönüşü olmayan biçimde
aşındırıp tüketmektedir —çevreci hareket, bu bakımdan, göz boyamadan, ‘dalga
geçme’den, aldatmacadan özge bir anlam taşımaz. Karşısına, insanı ve doğayı şefkatla,
hürmetle, dürüstlük ve adâletle kucaklayacak bir seçenek tezelden çıkarılmadığı
takdîrde, İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun resmî ideolojisi durumundaki Hür
Sermâyeciliğin, tarihi, hem manen hem de maddeten noktalayacağı artık uzak bir
ihtimâl olarak görülmemelidir.
2-
Demekki burada canalıcı sorun:
(i) Seçeneğin ne olduğu;
(ii) Tarihte görülmüş olan bir medeniyetin, tekrar tanzîm olunarak gündeme
çıkarılmasımı;
b) “Handle so, daß die Maxime deines Willens jederzeit zugleich als Prinzip einer allgemeinen
Gesetzgebung gelten könne” —“Kr pr V”, V/30.
(b)de dile getirilen düstûru (Maxime) “Grundlegung zur Metaphysik der Sitten”de (“Ahlâk
Metafiziğinin Temeli”nde) zikrolunan “Handle nur nach der jenigen Maxime, durch die du zugleich
wollen kannst, daß sie ein allgemeines Gesetz werde” (“Öyle bir düstûr uyarınca davran ki, sonuçta, o,
aynı zamanda irâden doğrultusunda genelgeçer bir yasa olsun” düstûruyla krz.
198
(iii) Yoksa şimdiye değin yaşanmamış olan bir medeniyetin inşâa olunmasımı;
(iv) Nihâyet, seçeneğin, elân yürürlükte olanla dialektik ilişki içerisinde onu
kendi doğrultusunda değişikliğe uğratmasımı;
(v)
Yoksa onunla ölüm kalım mücâdelesine girerek onu toptan ortadan
kaldırmasımı gerekir, şeklinde görünüme çıkmaktadır.
3-
Günümüzde Avrupalı olmayan üç belirli medeniyet güc odağından ikisi iktisâtca
büyük ivme kazanmış olup tarihte de pek önemli mevkiler işğâl etmiş medeniyetlerin
vârisi Hind ile Çindir. Şu var ki bunlar, ‘evrenselleşmemiş’ (Fr œcuménique) ve
arkalarında doğrudan doğruya Allah Tebliği bulunmayan, böylelikle örfler bağlamında
varolagelmiş, dolayısıyla da ahlâk çerçevesine yerleşmemiş olan medeniyetlerdir. Bu
yüzden, Çin ile Hint, iktisâtca kalkındıkca, manevî varlıklarını, İngiliz-Yahudî
medeniyetine ister istemez iyice fedâ edeceğe benzerler. Geriye üçüncü güc odağı
kalmaktadır: Bilim, fen ile iktisât bakımlarından gelişmelere ayak uyduramamış,
sonuçta, ‘dünyevî medeniyet zekâsı’ 303 dumûra uğramış, bu yüzden de dışarıya bağımlı
duruma düşüp ezilmiş olan, buna karşılık ‘sırt’ını biricik tahrîf olmamış Tebliğe
dayamış İslâm medeniyetidir.
Bilimde, fen ile iktisâtta geri ve dışarıya bağımlı kalmış olması, İslâm
medeniyetinin, çağımızda insanlığı hâkimiyetine almış olan medeniyetle ölüm kalım
mücâdelesine girmesini imkânsız kılmaktadır. Tek makul çâre, dialektik ilişkide
bulunarak Tebliğin öngörüp gösterdiği doğrultuda ahlâk ile âdâp çerçevelerini İngilizYahudî medeniyetine kabul ettirirken, ikincinin, birinciyi bilim, fen ile iktisât
sahalarında yeniden yapılandırmasıdır. İngiliz-Yahudî medeniyeti, ahlâkca, âdâpca
—manen— İslâmlaşırken, insanlık, yakın gelecekte kendisini bekleyen fecîi sonu
hazırlayan iki aşırı ucun —sefillik ile sefihlik— ‘câzibe’ alanından kurtulacaktır. Bu
kurtarıcı zihnî mücâdele sürecini boşandırıp bunun başını çekmeğe en yatkın kadro,
felsefe-bilim sistemini kurmasına seksen yıl önce ‘ramak kalan’ 304 ve İslâm âleminde
c) “Handle so, daß du die Würde der Menscheit sowohl in deiner Person als in der jedes anderen
jederzeit achtest und die Person immer zugleich als Zweck, nie als bloßes Mittel gebrauchst!” —“Kr pr
V”.
303
Fr intelligence civilisatrice mondaine.
304
Bkz: Teoman Duralı: “Felsefe-Bilime Giriş”: VIII. Bölüm, “Felsefe-Bilime Ramak Kalmışken/
Türklerin Düşünce Tarihi ve Felsefe-Bilim”, 105. – 129.syflr.
199
Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin işleyişi ile zihniyetini en yakından tanımış
olan ve yeniden Müslümanlığa dönmek gayretini gösteren bir kısım Türk düşünür
araştırmacısı tarafından oluşturulabilinir.
4-
Böyle
kadrolar,
‘eğitim–öğretim’
yoluyla
kurulabilirler.
‘Eğitim’,
‘insanlaşma’nın, ‘insan-olma’nın zemînidir. Dinden, eğitim ile zanaattan yoksun kültür
yoktur. İnsanın manen cıhâzlanmasını ‘din’ sağlar. Zanaat ise, zorunlu ihtiyâçların
karşılanması ve gereksinilen âletlerin imâl edilmesi hüneridir. Din, kişinin tek olarak
varolma şartlarını tayîn eder ve toplum hâlinde yaşamanın —edep, âdâp gibi—
kurallarına ve kural manzûmelerine kaynaklık edip bunları ‘kutsar’, yânî meşrûu kılar.
Gerek dinin, dolayısıyla örf ile ahlâkın gerekse zanaatın temel unsurlarını, anlam ile
önemlerini, toplum zeminine serpiştirerek eken ‘eğitim’dir. Medeniyetleşmiş toplumda
belirli kurumlarda biçimselleştirilip sistemleştirilmiş bilgileri, bir öğretici öbeğin,
öğrenenler kitlesine
aktarması işine de ‘öğretim’ diyoruz. Biçimselleştirilip
sistemleştirilmiş bilgilerden oluşan tutarlı bütünlükler ‘bilimler’dir. ‘Bilim yapmak’,
‘bilinmeyen’i ‘bilinir’ kılmak, ‘yeni’yi ‘keşfetmek’, yerine göre de ‘icâd etmek’tir.
Öyleyse ‘bilim’, ‘yenilenmek’ demek olan ‘öğrenme’yi zorunlu kılar. ‘Bilimle uğraşan’
‘özne’dir. Yöneldiği şeyse, ‘nesne’dir. ‘Bilim âdâbı’, ‘özne’nin kendisini ‘nesne’ye
karıştırmasına karşıdır. Bu kuralın, Yeniçağ Batı Avrupasında sarsılmaz bir tutarlılıkla
yürütüldüğüne tanık olunur. ‘Bilim’, insan olmayan varolanlarla uğraştığı sürece, söz
konusu kural, yerindedir. Bahsolunan sınır aşıldığındaysa, ‘edep’ hudutlarının dışına
çıkılmış, ‘özde özne’ olması gereken ‘insan’, ‘nesneleştirilmiş’ olur. İşte burası,
genelde, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile onun devâmı şeklinde kabul ettiğimiz Çağdaş
İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin göze batan ve yıkıcı olan cihetidir. Yeniden
yapılanmakta olan İslâm medeniyeti bu hayatî önemi hâîz hususu hep titizlikle göz
önünde tutmalıdır. Özetle söylersek: Doğa, öyleki ‘insan’ın ‘beşer’, yânî maddî ile
bedenî yanı incelenirken ‘nesnel’ tavır kaçınılmaz şarttır. Buna karşılık insanın ‘insanî’,
yânî ruhî-manevî tarafına ‘bilimsel’, başka bir deyişle, ‘nesnel’ tutumla eğilmek, hem
‘bilimsel değil’dir hem de ‘edebe aykırı’dır. Zirâ ‘özne’nin, ‘nesne’leştirilmesi,
‘insan’ın ‘insanlık’ hassasının hiçe sayılması anlamını taşır.
200
Nihâyet, ‘insan’ın ‘insanlık hassası’nın hiçe sayılması, ‘temel ölçü’nün inkârının
ürünüdür. Nitekim Eflâtun, bu hususa “Kanunlar”ında (IV.kitap, 716/c) dikkatimizi
şöyle çekmektedir: “...Senin ile benim, aslında bütün şeylerçin ölçü, Tanrıdır...” Onun
yokluğu ‘başıboşluğu’ getirir. “Komutansız kalmak anlamına gelen başıboşluk ise,
bütün insanların hayatından kökü ve sapıyla toptan sökülüp atılması gereken
kötülüktür” (XII.kitap, 942/d).
5-
Tektanrılı–Vahiy dini ile bilimin, Batı
medeniyetleri câmiasında ‘tarih
sahnesi’ne çıkmış olduklarından daha önce söz etmiştik. Bahsi geçen iki muazzam
yapıdan bilim, yalnızca doğayı, dünya ile evreni tanımamızı, öğrenmemizi sağlayan yol
yordam ile bilgileri derleyip düzenleme yöntemini zapturapt altına alan en önemli
etkendir. Din, ruh insicâmını, başka sözlerle, ruhun, hayata yansımış şekli demek olan
ahlâkın temel direği ölçüsündeki niyet dürüstlüğünü (OrL intentio recta) şart koşar.
Nitekim Hz Muhammed, “eylemler, niyetlere göre değer kazanırlar” 305 diyerek,
eylemin, kendi başına değer taşımadığının altını çizmiştir. Eylemin, yalınkat örfemi
yoksa ahlâka göremi ortaya koyulduğunun ölçüsünü niyet tayîn eder. Sahîh niyete
dayanmayan eyleme gösteriş denir. ‘Rahmânî insan’ın eyleminin, gösterişle uzaktan
yakından ilgisi bulunmaz. O, ‘sahîh niyet’le davranır. Davranışlarım ile eylemlerim,
gösterişemi, yânî sahte yahut kötü niyetemi dayanır yoksa sahîh niyetin ifâdesimidirler,
sorusunun cevabını bilen iki merci vardır: Biri Allah, öbürüsü de ben. Şu durumda
‘niyet’, Allah ile ben arasındaki bağın mahremliğinde saklıdır.
İki çeşit mahrem vardır: Birincisi, Yunus Emre’nin (1240? – 1320), pek vecîz
biçimde ifâde ettiği üzre, “benden içeri ‘ben’”de ifâdesini bulan Allah – ben
bağlantısının; ikincisiyse, kadın – erkek ilişkisinin mahremliği.
Hayatta başarılabilinecek en zor iş, sahîh niyetin, uyanıkken de, hattâ,
uykudayken de her dem muhâfazasıdır. Bunu gerçekleştirebilen, bükülmez bir irâdenin
mâlikidir. İşte, bükülüp eğilmez irâdeyle davranıp eyleyen ‘Rahmânî insan’dır. Bireyde
bulunabilecek ‘Rahmânîlik pırlanta’sı, şeklî ayrıntılara boğulmamış, gösterişsiz, duru
bir din eğitimi sâyesinde bulgulanıp işlenebilir.
305
Buharî’den: 810 – 870.
201
Din eğitimiyle, irâde sağlamlığı kazanılırken, bilim öğrenimi yolundan gidilerek
de tutarlı düşünme alışkanlığı edinilebilinir. İkisi, kendikendisini zapturapt altında
tutabilen insan bireyini verir.
Tutarlı düşünebilen kişi, yargılarına hırslarını, heyecânlarını, tutkularını,
yalpalamaları ile duygusallıklarını karıştırmaktan uzak duran bireydir. Mantık–
matematik öğrenimiyle kafası nizâm intizâma kavuşturulmuş kişi ancak tutarlı düşünme
yetisiyle donanabilir. İrfân sâhibi olmak, alfabétisation (okur-yazar olma) kadar
arithmétisation (hesab etme hünerini edinme) becerisine (Fr&İng performance)
dayanır. 306 Öyleyse geleceğin seçenek medeniyetinde eğitim ile öğrenim, Eflâtun’un
işâret etmiş olduğu üzre, din ile mantık–matematik unsurlarını esâs almalıdır. Bu iki
temel unsura —yürüyüşcülük, tarımcılık, izcilik ve benzeri yollardan— doğa sevgisi
ile saygısını zerkedecek eğitimler ve müzik tedrisi ile beden terbiyeleri de eklenmelidir.
Böylelikle yetişen kişiye sorumluluk duyuşu ile gıllı gışlı olmama irâdesi, yânî gönül
temizliği aşılanmış ve onda arkadaşlık ile dayanışma arzusu ve beden sağlığı ile gücü
geliştirilmiş olur. Ahlâk duyuşu ile matematik düşünüş gibi, vakıalardan elde
edilemeyen hâlis, yozlaştırılmamış sanatlar arasında en tavsîyeye şâyan, yüce olanı
müziktir.
6-
İnsan soyunun yaşabilmesi bakaımından din duyuşu kadar, doğa ile hayata saygı
ile sevgi duymanın önemi vardır. ‘Din’ ile ‘doğa’, ‘hayatın anne-atası’dır, ebeveynidir.
İkisinin birlikteliğinden ‘hayat’ doğar. İkisinden biri yittimi, ötekisinin yaşama imkânı
ortadan kalkar. Sonuçta ‘hayat’ da, yerini ‘ölüm’e bırakır. Biri ‘sözlü – yazılı’,
öbürüyse, ‘sözsüz – yazısız’ olmak üzre, ikisi de Allahın Tebliğidir.
Yetişen insan, ömrü süresince tohum ekip ona icâb eden ihtimâmı
göstermemişse; tohumdan filizin, ondan fidanın bitişini, fidandan da yıllar yılı ulu
çınarın serpilişini sabır ve sâdakatle izlememişse; tayın yahut enciğin doğumuna
duygudaşca tanık olmamışsa; ektiklerinin, alınteriyle sulanmış helâl hasâdını
derlememişse; ‘Gönlünde hep yeniden, artan hayret ve hayranlıkla üstündeki yıldızlı
gökkubbe ile içindeki ahlâk yasasını’ 307 temâşa etmemişse,
Allahın sözlü – yazılı
306
Bkz: Carlo Frabetti: “Circuito Cientifico: Anaritmetismo”.
307
Immanuel Kant’tan —bu kitabının 24.s.na bkz.
202
Tebliğiyle tanış olsa ne yazar, olmasa ne yazar. Zâtî kudretininin Âlemdeki ifâdesi
demek olan Yaratış mucizesini Allahın
bizlere tebârüz ettirdiği ‘sahne’ ‘doğa’dır.
Ondan uzaklaşmak, onu dışlayıp kötürümleştirmek, şu durumda, küfürdür.
İmdi, din, doğada yaşayan insana ahlâk kılavuzudur; demekki doğanın anlam
içeriğidir. Doğaysa, dinin tatbîk sahasıdır. Doğadan kopuk din, emeğin omuzları
üstünde yükselen fazîletten, direnmeden, dayanışmadan, cesâretten, şiiriyet ile
musıkîden yoksun kuru katı bir hurâfe yığınından ibâret kalır. Dinsiz doğa ise, anlamsız
ve vahşîdir. Her iki durumda da “insan, insanın kurdu” kesilir. Birinde İnkisisyon;
öbüründeyse, Temerküz tesîsleri neşvünemâ bulur. Hayatın menbaı olan din ile doğadan
insanlığı yoksun kılmış olan Zâlim, ‘sermâyecileşmiş fenn’in 308 mahsûlü ‘tekelci
tüketim sanayii’dir. 309
7-
İlkece, İslâm, Allah Tebliğinin verisidir. Buna karşılık, daha önce de çeşitli
vesîlelerle bildirilmiş olduğu üzre, ‘ideoloji’, insan dimâğının eseri olan ‘felsefe-bilim’
çıkışlıdır. Bu ikisi, şu hâlde, birbirine zıttır. İkisinden birini öbürüne indirgemek,
‘felsefe-bilim’
bakımından saçma; ‘din’ yönündense, ‘küfür’dür. Ne İslâmı
‘ideolojileştirebilir’siniz ne de ‘ideoloji’yi İslâmîleştimeğe mezunsunuz.
Haddizâtında, İslâma, dolayısıyla da insanlığa yapılabilecek en büyük kötülük,
onun, siyâsî ile iktisâdî maksatlar uğruna suiistimâl edilmesidir. Böylelikle o, din
olmaktan çıkar; manevî yetkisi ile duruluğunu yitirip Yeniçağ dindışı Batı Avrupa
medeniyeti çerçevesinde bitip serpilmiş ideoloji zincirine eklenmiş yeni bir halka
olmaktan öteye geçmez: İslâmcılık. Bu bakımdan İslâmın siyâsîleştirilmesi, hele din
devletine konu kılınması teşebbüslerine Müslümanların var güçleriyle karşı çıkmaları,
zorunluluktur.
Allahtan ruhsât yahut icâzet aldıkları iddiasıyla aşağılık dünyalık işlerini
görmeğe girişmiş zevâtın, insanlığın başına açmış olduğu belâlara gerek geçmiş devirler
gerekse çağımız tanıktırlar. Her suiistimâl kötüdür, suçtur, günâhtır. Ama en kötüsü ve
308
Fr technologie capitalisée.
309
Fr industrie consommatrice monopoliste.
203
bağışlanmazı, katıksız katışıksız, salt inanç demek olan imânın suiistimâlidir. 310 İşte,
mümîn kitlelerde ruhbân sınıfının din sömürüsü ile suiistimâlinin yarattı yeğin ve derin
hayâlkırıklıklarından Güney, Batı ile Kuzey Avrupanın ruhbân-olmayan çevresine
mensup kimi ihtirâslı idâreciler, tâcirler, düşünürler ile sanatcılar, 1300lerden itibâren
git gide etkili biçimde yararlanır olmuşlardır. İşte, Ruhbânın suiistimâli, Ruhbânolmayanın çıkarcı iş bitiriciliğiyle buluşunca Din 311 ilkin sarsıldı, akabinde parçalandı,
nihâyet dağıldı ve buradan Laiklik neşvünemâ buldu.
8-
İslâm, spekulativ yahut spekulativ-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk
nizâmı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bunlar, onun
görev alanında yer almazlar. O, bunlarla birlikte bilcümle insan faaliyetlerine imkân
veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada
bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, etkinliklerimiz ile faaliyetlerimizi;
kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile
kötülük, güzellik ile çirkinlik belirlemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlîlde
vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcîl eden kaynağın, yânî ahlâkın menbaıdır.
Ahlâk yoksa, insanın, etkinlikte bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli
kalmaz. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini bizlere bildiren Tebliğ, yânî
Kur’ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması
gerektiğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evrensel
Peygâmberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed’dir. Ahlâkı biçimselleştirilmiş
310
İrandaki 1979 Devriminden bir yahut iki yıl sonra olmalı. Müdâvimi olduğum Redhouse’un Rızâpaşa
yokuşundaki kitabevinde yirmilerinde olduğunu tahmin ettiğim Şahsad adındaki genc adam, tezgâhtâr
olarak çalışmaktaydı. İhtilâlin akabinde ortalığı kasıp kavuran şiddet ile kan fırtınasında, Şah devrinde üst
makamları tutmuş babası ile amcası, yarım saat, bilemediniz, kırk beş dakka sürmüş göstermelik
duruşmaların ardından idâm edilmişler. Şahsat, annesi, hemşiresi ve kimi yakın akrabasıyla kâh
kamyonda, kâh beygir sırtında, kâh yaya seyâhat ederek İrandan Türkiyeye sığınır. Türkiyeden de
A.B.D.ne ilticâ etmekçin vize bekliyorlardı. Bu bekleme sırasında da, maîşet temîni maksadıyla, işe
girmiş. Oraya gidişlerimde bir süre hasbıhâl ederdik. Acıyla, öfke ve kinle dolup taşıyordu. Kime karşı?
Devrimi ateşlemiş, bilâhare yürütmüş, nihâyet kendisi ile yakınlarını yerlerinden yurtlarından etmiş,
babası ile amcasının kanına girmiş olan Ruhbân zümresine karşı elbette. Ne var ki nefreti Ruhbânla
birlikte Kendisi adına yeryüzünde iş gördüklerini öne sürdükleri Kitaba, Din ile, sonuçta, Tanrıya
yönelikti: “Er yahut geç İrana geri döneceğiz; hâlıhazır durumu tersyüz edeceğiz; Mollaları câmilerine
tıkıp Kur’ânlarının üstünde yakacağız!..” dedi. İşte bu tüyler ürpertici, kanı donduran ifâde, Laiklik–
Sekülerlik tepkisinin doğuşunda Ruhbânın, tevîl götürmez etkisini açıkca göstermiyormu?
311
Bu bağlamda söz konusu olan Hırıstıyanlık, özellikle de onun Katoliklik koludur.
204
mantık çerçevesinde işlemden geçirerek sistemleştiren ve bunun bağlamında olayları
değerlendirip anlamlandırmak suretiyle gerek sanat kurgularının gerekse bilgi
binâlarının temellerini ve bilâhare sistemleştirilmiş bilgiler yapısı demek olan bilimin
inşâa imkânlarını hazırlayan ‘filosof’tur. Gerek ‘peygâmber’ gerekse ‘filosof’, Allahın
seçilmiş kullarıdır. Ne var ki, peygâmber, kutsal kişidir. O ve aktardığı İlahî ahlâk
nizâmı, ilkece, eleştiriden vârestedir. Aktardığı Tebliğ, “Allah tektir, eşi benzeri
bulunmaz” yahut “haksız yere insana kasdedemezsin; hayatın dokunulmazlığı vardır”
diyorsa, bu, soru konusu kılınamaz. Ahlâkın temel ilkeleri aklıaşkındırlar. Aklıaşkın
olanı eleştiri süzgecinden geçirmek, aklaaykırıdır; saçmalamağa götürür. Filosof ise,
kutsal-olmayan kişidir. Kurduğu sistem, ilkece, eleştirilmeğe açıktır. Akla ve tecrübeye
dayalı her yapı zorunlulukla eleştiriye tâbîdir. Allah Tebliği Kur’ânın, ilkece, eleştiriden
vâreste olması, İslâmı akıl – tecrübe dünyasına sürmemizi imkânsız kılar. Ancak,
İslâmın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir ‘dünyevî gelenek–görenek–
hukuk–bilgi–bilim–toplum–siyâset–iktisât düzeni’ kurabiliriz; kurmalıyız da. İlhâmını
Allah Tebliği Kur’ândan alan bu düzen, zorunlulukla İnsanşumûl Toplumcu–
Paylaşmacı–Dayanışmacıdır; demekki Adâletcidir. Ne var ki, nice vurgulasak yeridir:
Dünyevîdir; öyleyse, eleştiri ile değişmeye açıktır. İşte Maddiyâtcı–İktisâdiyâtcı Bireyci
‘Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ile onun temel ideolojisi
‘Sermâyeciliğ’e görünür tek canlı seçenek İslâmdan esinlenmiş Maneviyâtcı
İnsanşumûl 312 Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzendir. Bahse konu düzen,
esâstan, Allah yaratığı ‘İnsancı’dır. Bu manâda insanın insana kul köle kılınmasını
öngören bütün düzenlemeleri temelden reddeder. Peki, nedir bunlar? Emeksiz gelir
temînin gerektirdiği küçük ve büyük çapta sömürü, şirketlerin tekelleşmesi ile
devletlerin imperyalistleşmesi; fennin, dur durak bilmez kazanç hırsı uğruna hayatın
tüm vechelerine hâkim olup doğayı alabildiğine yıpratıp tüketmesi.
İnsan şeref ve haysîyetinin gerektirdiği maddî ile manevî yaşama seviyesinin
altına düşmeğe ‘sefillik’; emeksiz, sömürü ve suiistimâl yoluyla aşırı zenginleşip
‘ahlâksızlık çukuru’nda debelenme durumuna da, ‘sefîhlik’ diyoruz. Emeğiyle geçinip
edebiyle yaşayan, üreten ve ürettiğine kısmen yahut tamamıyla mâlik olan bu iki aşırı
312
Bütün İnsanlığa açık. Bütün İnsanlığı kapsar.
205
ucun arasındaki insandır. O işte, İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı
Düzenin Maneviyâtcı ‘ödev’ insanıdır. O, beninin değil, mensûbu bulunduğu
topluluğun hâdimidir. ‘Benci’ değil, ‘bizci’dir.
Üretenin, ürettiğine tümüyle uzak kalması, yabancılaşmaya yol açar. Tekelci–
Sömürücü Sermâye düzeninin iki aşırı ucunda duran sefil de sefîh de kendisine
yabancılaşmış kişidir. Kendisine yabancılaşmış kişi, ya sefilde olduğu üzre, üretecek
güc ile üretim araçlarından kısmen yahut tamamıyla yoksundur ya da sefîhte
gördüğümüz gibi, kendi üretmez, ama toplumdaki beşerî, mâlî ile maddî üretim
araçlarını tekelinde tutmak suretiyle ürettirir. İkisi de manevî yıkıma uğramış kişidir.
Maneviyâtı çökmüş, özsaygısını yitirmiş kimsenin, değerlendirme ile anlam atfetme
kâbiliyeti de kalmaz.
Kendi ektiğini biçen, biçtiğini kendisinkilerle birlikte tüketen ‘özbilinc’ini
duyumlayabilip özüne saygı duyar. Böyle biri, mütedeyyin, güvenilir, emekci, hayırlı
ödev insanıdır. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzenin baş
hedefi, mütedeyyin, güvenilir, hayırlı ödev insanının yetişmesini sağlamaktır. Bu tür bir
düzende haksız kazanç getiren fâiz, rant ile tekelleşme çeşidinden kötülüklere fırsat
tanınamaz. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzen, bir yandan
mahvedici yoksulluğu, öbür taraftan da şatafatı, ‘ayranı kabarmış’ şımarıklığı önler.
Zâten bu iki temel kötülük birbirini kaçınılmazcasına zorunlu kılar. Nerede sefilliğe
rastgelinirse, orada sefihlikle de karşılaşmak mukadderdir.
İnsana ve dünyaya hizmetin gerektirdiği dirâyeti Allaha ibâdetin kişiye
kazandırdığı nizâm ile intizâm tutumunda buluruz. Bu tutum, iç ile dış olmak üzre, iki
çeşittir. İç nizâm ile intizâm duyuşunu bizlere ibâdet, dış tutumu da, askerî talîm ile
terbiye kazandırır. Ödev bilincini duymak yoluyla beşerden insana terfîi olunur. Ödev
bilincini duymak ve icâplarını yerine getirmek dirâyetli olmağı gerektirir. Söz konusu
dirâyetin husûle getiricisi eğitimdir. Onun da, demekki iki neviinden biri, dinîyken,
öbürüsü de askerîdir. Nasıl ki ‘din’in suiistimâli bizi ‘Din devleti nizâmı’na (Fr
Théocratie) sürüklerse, ‘askerliğ’inkisi de, ‘Askerciliğ’e (Fr Militarisme) götürür. O,
İmperyalismin ilk basamakları arasındadır. Bu yüzden de, sakat ve gayrımeşrûudur.
Öyleyse askerlik ile Askercilik birbirlerinden seçikce ayırdedilmelidirler. Birincisi,
206
beşer kılığındaki canlıyı insan kılan ödev bilinci ile bunu ifâ irâdesini tevlîd edip
bileyen,
ibâdetle birlikte, bir talîm terbiye —eğitim— işiyken, ikincisi bir siyâsî-
iktisâdî düzendir. ‘Ödev bilinci’nin baş tâcı, ‘haksızlığa karşı çıkmak’tır. Başkaldıran
insanın ise, çelikleşmiş bir irâdeyle mücehhez olması zorunludur. Çelikleşmiş irâdeyi
kişiye dinî ile askerî eğitimler kazandırır. Çağımızın Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî
medeniyetinin
en
fazla
korkup
ürktüğü
olay,
‘başkaldıran
insan’dır.
İşte
‘sekülerleştirme’ ile ‘barışcıllaştırma’, kısacası, ‘uyuşturma’ çabalarının nedeni. İslâm
ahlâkının esâsı, ‘zulm ile haksızlığa başkaldırı irâdesi’dir: ‘Cihât’. İşte İslâm
düşmanlığının hikmetisebebi.
Sonuc itibâriyle, İslâm, bir ‘başkaldırma hareketi’dir; Müslüman olmanın manâsı
da, haksızlığa, adâletsizliğe, suiistimâle, sömürüye, Sömürgecilik ile İmperyalisme,
Irkcılık ile Kavimciliğe ‘başkaldırma irâdesi’nde yatmaktadır.
9-
Önde gelen Ulemâdan —Müctehitlerden— oluşmuş bir heyetin gözetimi ile
denetiminde belli birtakım usuller ile muamelâtta, çağın gerektirdiği ayarlamalarda
bulunulması kaçınılmaz gözükmektedir. Müslümanlığın yayılmış olduğu toplumların
örf ile âdetlerinden tarih boyunca bünyesine karışmış, onu kireçlendirip zararlı maddeler
ile unsurlar curufundan arındırılmış İslâm, geleceğimizin ümidi genç nesillerin,
‘Rahmânî insan’ olarak yetişmelerini sağlayacak şartları hazırlamak olan aslî görevine
dönecek ve ‘insan’ı ‘homo economicus’ sapmışlığından ‘vir Dei’ aslına rücû
ettirecektir. İşte bu ‘mübârek Gazâ’nın baş mücâhidiyse, ‘kadın’dır. Yürürlükte olan
Medeniyet ile kahredici İdeolojisinin zulmüne Yeryüzümüzün bir yerlerinde İnsan er
yahut geç ayaklanacak, başkaldıracaktır. Bu ulu hareketin başınıysa, Allahın Kendi
Rabb, Rahmân ile Rahîm vasıflarını kendisine bahşettiği ve her birimizin ilkaslî beşiği
olan Rahmin taşıyıcısı ve esas eğiticimiz, terbiyecimiz —‘mürebbiye’ 313—
Kadın
çekecek. Haddizâtında o, ne erkekten apayrı bir ‘tür’müşcesine tecrîd olunmalı —işte,
tarihimizin ‘kambur’u da budur— ne de Hürriyetci Sermâyeciliğin sapıkca aşırı
313
RaBBe(fiil): (1) Üstün geldi, mâlik, sâhip, efendi, hâkim oldu; (2) korudu, kolladı, yetiştirdi, baktı,
büyüttü, besledi; (3)kaldı, yerleşti, mukîm oldu.
RABB(isim hâli): (1) Hâkim, efendi; (2) kollayıcı, koruyucu, düzenleyici, düzeltici, bakıcı, öğreten,
besleyen, büyüten, bir varolanı aşama aşama geliştiren, mükemmelleştiren. RaBBe→Rabb, mürebbiye,
terbiye...
—bkz: E.W.Lane: “Arabic – English Lexicon”, I.cilt, 1002 – 1006.
207
müsâadeci tarzının derpîş ettiği üzre, 314 tüm tâkatını —siyâset, ticâret— işlerinde
tüketmelidir. O, doğuran, şefkatle büyütüp yetiştiren insan olma keyfiyetiyle geleceğin
mimarıdır. Evvelemirde el verip kucak açan ‘anne’dir. Kişi de kişilerden oluşan toplum
da, Rahimde can bulup o kucakta serpilecek —‘Ümmet’: ‘Anne kucağı’. İşte bundan
dolayı, “...rahme... saygı gösteriniz”! ‘Tanrı Buyruğu’dur. 315 Gelecek, ‘ümit’tir.
Görüldüğü gibi, ‘gelecek’, kaçınılmazcasına, Annenin kucağı ile elinde biçimlenecektir.
Erkek, genellikle maddî şartların belirleyicisi ve imkânların temîn edicisiyken,
kadın, başta eğitim gelmek üzre, manevî hayatın biçimleyicisidir. Ancak, yine genellikle
toplumsal ile iktisâdî, yânî maddî durumların ana belirleyicisi ‘maneviyât’ olduğuna
göre, bilfiil yahut bilkuvve ‘anne’ demek olan ‘kadı’nın, cinsiyetlerarası ilişkideki
âşîkâr üstünlüğü ona —erkeğe olduğu gibi— ağır ödevler ile sorumluluklar
yüklemektedir. 316
314
Her insanın bedenî ile terbiyevî hayatının menbaı ve bilfiil veya bilkuvve ‘anne’ demek olan ‘kadı’nın
maddî ile manevî değeri, hiçbir devirde ‘Sermâyeciliğ’in yürürlükte kaldığı dönemdeki kadar rencîde
edilmemiştir. ‘Kadın’, dince ‘üstün tutulan’ —Hz Muhammed’in indinde “anne, babaya ikiye bir oranda
fâık” olup “Cennet” de, “annenin ayakları altında”dır— ‘biyolojik’ yahut ‘genetik’ bakımdan ‘mütecânis’
(Fr homogène) ‘insan’dır —erkeğin X ile Ylerine karşılık, dişinin X X kromosomları vardır.
Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel ideolojisi uyarınca, varolan her şey gibi, kadın da
alım – satım metâıdır. Erkeğin şehvetini tahrîk maksadıyla açık saçık giyinişinden tutun da tüm hâl ve
tavırlarına varıncaya dek o, cinsî münâsebetlere yönelik pazarlanmak üzre ‘camekân’a çıkarılıp orada
sergilenen ‘mal’ şeklinde kabul olunmaktadır. Arza da talep lâzımdır. Bununçinse, erkeğin cinsî arzusu
ile kudretine ilâç neviinden sunî araçlarla yüklemede bulunulmaktadır. Günümüzün en yaygın ve
geçerakce ticâreti fuhuş ile uyuşturucu üzerine kuruludur. Bu, hem muazzam servetin yoludur hem de
‘benimkisi’ dışındaki toplumların yaşayabilirliklerini ortadan kaldırır. Bir toplumun yahut kültürün nihâî
çöküşü, kadınının manen, sonuçta da maddeten topyekûn çözülüşüne bağlıdır. Kadınının tam teslîm
oluşuna değin bir toplum yahut kültür yaşarlığını sürdürür. Toplumu yurda yahut çadıra benzetirsek,
kadın, onun orta direğidir. Erkekse, onu ayakta tutan —doğa güçleri ile öteki erkeklere karşı koruyan,
ayrıca da hayatın belli dönemlerinde geçindiren— yan direkler ile halatları andırır.
315
Nisâ, 4/1 —Abdullah Yusuf Ali tefsîri: “Cinsiyet, tabiatımızın en hârikûlâde sırlarındandır. Zürriyetsiz
erkek, beden gücünün kendisinde husûle getirdiği kibirin etkisiyle gerek kendi hayatında gerekse
insanların toplu yaşayışından doğan toplumsal ilişkilerde kadının merkezî önemini unutur. Bizi doğuran
anne hürmete lâyıktır. Aynı şekilde çocuklarımızın annesi saygıdeğerdir. Beden hayatımızda böylesine
ağırlığı bulunan ve duygularımız ile tabiatımızın daha üst seviyelerini bunca etkileyen cinsiyet, bizden ne
ondan kaçınmamızı, ne onu hor görüp küçümsememizi ne de zevküsafâ metâımız olmağı bekler, daha
doğrusu, hakkeder. O, en üst raddede tazîmimize hak kazanmıştır...”(506).
316
Kur’ân ile Sünnetten kaynaklanan kadına saygı fikri ile tavrı, ‘Yüksek Mutasavvuflar’da gördüğümüz
gibi, İslâmda esaslı bir mevki işğâl eder. Bahis konusu Mutasavvufların başında da Ebu Bekir Muhyiddîn
İbn Arabî (1165 – 1240) ile Mevlânâ Celâleddîn Rumî gelir:
“Erkek, Zâloğlu Rüstem olsa”, diyor Mevlânâ, “yiğitlikte Hamza’yı geçse, yine de, kendi
kadının tutsağıdır... Heybet bakımından su, ateşten üstündür; ama su, bir kaba koyuldumu, ateş, onu fokur
208
Ödev ile sorumluluktan tümüyle ârî olan, insanın dışında kalan canlılardır. Ödev
ile sorumluluklarından muaf tutulduğundan, başta kadın olmak üzre, insanı, Çağdaş
İngiliz-Yahudî medeniyeti,
önünde sonunda diger canlıların derekesine, evrim
varsayımının yanısıra, bir de bu cihetten indirmiş oldu. Anlaşılacağı üzre, kadının zulme
uğraması, adâletsizliğin başıdır. 317 Bu zulmün —baskı altında ezilme— karşı ucu,
fokur kaynatır. İkisinin arasına engel olarak tencere girdimi, ateş, o suyu yok eder, hava hâline sokar; su,
kaybolur gider. Görünüşte kadınına, su gibi, hükmedersin; fakat, işin iç yüzüne bakılırsa, sen, onun
hükmünde olup sevgisine tâlipsin. (Sevgi) yalnızca insana mahsûstur. Hayvan, sevgiden (muhabbetten)
yoksundur. Onun bu yoksunluğu, insandan düşük olmasından ileri gelir... Peygâmber, kadının, gönül
ehline ve akıllıya ziyâdesiyle üstün geldiğini; buna karşılık, içlerinde hayvanca kabalığı taşıyan erkeklerin
ise, kadını ezdiklerini, söylemiştir. Hayvanîlik, tabiatlarının hâkim hassası olduğundan, böyleleri
muhabbetten, şefkat ile incelikten mahrumdurlar. Muhabbet ile incelik insana; öfke ile şehvet hayvana
has özelliklerdendirler.”
“Kadın, Tanrı nurudur. O, bir dünyevî sevgili değildir; onun için yaratılmamış, ama yaratıcıdır
dahî diyebilirsin.”
“Erkeğin, geçimi temîn etmesi gerektiği konusunda karısının ısrarına boyun eğmesi ve kadının,
kendisine karşı çıkışı, ne kadar da İlahî bir işârettir”
—Celâleddîn Rumî: “Mesnevî”, tercüme ile şerh: Abdülbâkî Gölpınarlı, I.cilt, 243.s, 2440.satır;
ayrıca: “The Mathnâwî of Jalâlu’ddîn Rûmî”, edited from the oldest manuscripts available; with critical
notes, translation and commentary by Reynold Nicholson, I.cit, 132.&133.syflr, 2425.,
2430.&2435.satırlar.
Kadının, yukarıda özellikle Mevlânâ’ya dayanarak anlattığımız üzre, İslâm dininde böylesine
öncelikli ve üstün yer tutmasına karşılık, onun yayılmış olduğu —Güney doğu Asyadaki Malezya ile
İndonesyanın Malay halklarının tersine— Batı ile Orta Asya toplumlarında, tarih boyunca, genellikle
gadre ve ihmâle uğramış olduğu da bir gerçektir. Bu durumun Arap, Fars, Hint ve benzeri kültürlerinin
kendi tarihî – toplumsal şartlarından kaynaklandığı, sonuçta, sâdece kadın değil, fakat birsürü başka
konuda da Müslümanlığın bazı yanlarının yönlerinin, zaman içerisinde, bahsi geçen şartlar çerçevesinde
yorumlanıp yeniden biçimlendirildikleri anlaşılıyor. Bu söylediklerimizin en bâriz misâllerinden birini
‘çokzevcelilik’ (Fr polygamie) teşkîl etmektedir. Çokzevcelilik, Kur’ânın gelişine, yânî aşağı yukarı bin
dört yüz yıl öncesine değin neredeyse dünya çapında bir hayat tarzıydı. Tarihleri bakımından nisbeten
genc olan toplumların nüfusu azdı. Medeniyetin oluşması, nüfusun artmasına bağlıydı. Nâzil olduğu
sıralarda yeryüzü yeterince kalabalıklaşmış, bundan dolayı çokzevceliliğe ilk sınırlamaları Kur’ân
getirmiştir.
İnsan bireyinin, ‘anneden-olma beşer’ hâlinden ‘toplumsallaşma’ demek olan ‘insan-olma’
evresine geçişi öncelikle aile ortamı —eğitim—, daha sonra da okul —öğrenim— tayîn eder. Aile
ortamıysa, öteden beri —yânî yalnızca birkaç on yahut yüzyıldan beri değil— ilkin anne, baba ile
çocuklardan, ardından ancak akraba ile taallukâttan oluşur. Daha önce başka bir vesîleyle belirtilmiş
olduğu üzre, ‘insan-olma’ sürecinde uğranılacak kaza, ‘beşerliliğ’i —insanın ‘dirimsel varlığ’ı— dahî
ya toptan çökertir ya da kötürümleştirir. Görülüyor ki, aile, insan bireyinin hem dirimsel varlık olarak
içerisine doğduğu ortamdır hem de içerisinden toplum varlığı olarak yetiştiği çevredir. Sonuçta orası
bütün sonraki toplum çevrelerinin de doğdukları ana pınardır. Bu nedenlerle insan yaşamasında hem
dirimsel, hem kültürel açılardan bakıldığında, aileden daha merkezî ve hayatî önem taşıyan başka bir
mercinin bulunmadığını söyleyebiliriz. Kuralına uygun —normal—, sağlıklı biçimde yaşayacak bu merci,
sevgi sebebiyle —hem cinsî, hem ruhî anlamda— biraraya gelip kenetlenmiş bir kadın ile erkekle hayat
bulur. Beden ile ruh sağlığına sâhip kadın ile erkeğin ‘kurallı-biraradalığı’, yânî ‘evlilik’, ‘hayat
dialektiği’nin ‘temel öncülü’dür. Din olarak İslâmın aslî hedefiyse, bu ‘temel öncül’ü ortaya koyup gözler
önüne sermektir.
317
Köleliğin en aşağılık, korkunç çeşidi, fâhişeliktir.
209
başıboşluk raddesine varan serbestliktir. İfrâta yahut zıddı olan tefrîde kayması hâlinde
kadın, baş ödevi durumundaki eğitim, terbiye etme görevini yerine getiremez. Sonuçta
temel eğitimden yoksun nesiller, manen, böylelikle de maddeten çözülür, toplum da
soysuzlaşıp yozlaşır.
10-
Toplumu yozlaştıran baş etken, kendisine vucut veren bireylerin, göze batacak
raddede, çoğunun hayâsızlaşmasıdır. ‘Hayâ’, kelime olarak, ‘hayât’tan gelir. 318 Canlı
olan ‘beşer’le varoluş bütünlüğünü paylaşan, artık canlı olmaktan öte ‘hayat’ sâhibi
‘insan’dır. ‘Hayat’ ise, ‘hayâ’nın pınarıdır. ‘Hayâ’ da, ‘edeb’in, dolayısıyla da, ‘ahlâk’ın
‘omurga’sıdır. İşte bu zikrettiğimiz belirlenim, İslâmî yaşayışın, Immanuel Kant’ın
deyişine başvurursak, “temel kural”ı yahut ‘düstûr’udur. Nitekim bunu Hz Muhammed:
“Her dinin ahlâk düzeni bulunur; İslâmınkisiyse, hayâ üzerine kurulmuştur” şeklinde
ifâde buyurmuştur. 319 Bu yaşayışın baş düzenleyicisi, terbiye edici olan ‘kadın’dır.
Yukarıda andığımız Hadîsin, bu bağlamda, mantıkca devâmı şudur: “Hayâ, güzeldir;
kadınlar ise, bir başka güzeldir.” 320
Nihâyet, sağlıklı olan ile çözülen, çözülmeğe
hükümlü toplumlar arasındaki çizgiyi Hz Muhammed bize şöyle özlü biçimde
çekmektedir: “Mümîn, her davranışa yatkın özellikte yaratılmıştır; hıyânet ile yalan
hâriç”! 321 İlkaslî Andını unutan yahut ondan sapan, hürriyeti tam beşerdir: “...
Utanmadıktan sonra, istediğini yap”! 322
Seleserpe, serâzâd ‘Utanmaz adam’ (L Homo impudens), ömür boyunca hıyânet
ile yalan batağında debelenen Ümitsiz —Tragique— beşerdir.
Bugün nitekim, dünya çapında insanlık olarak karşı karşıya kaldığımız ölümcül
durum budur işte. Bu son derece tehlikeli gidişten kurtulmak, Kur’ân ile Hadîslerin
318
Bkz: Ali Yardım: “İslâmiyet Karşısında Türk Örf ve Âdetleri”, 115.s.
319
Bkz: Ali Yardım: A.g.e., 114.s.
320
Bkz: Ali Yardım: A.g.e., 115.s.
321
Bkz: Ali Yardım: A.g.y.
322
Bkz: Abdülbaki Gölpınarlı: “Hz Muhammed ve Hadîsleri”, 143.s, 916.satır;
ayrıca bkz: Ali Yardım: A.g.e., 114.s.
210
işâret ettikleri ve ‘hayâ’nın kapsadığı değerler olarak kabul ettiğimiz, insançin
‘ölçülülüğ’ü, ‘olağan’ı, ‘dengeli’ ile ‘sağlıklı’ olanı yakalamakla mümkündür.
“Bütün insanlar birdir;
Karşılıklı haklar gözetilmelidirler;
Karşı cinsiyetler, birbirlerini saymalıdırlar;
Evlilikten doğan aile bağları ve çocuk doğuran kadın kutsaldır.
Yetimlerin özellikle şefkata ihtiyâcı vardır.
Bütün mallar, güvenilir ellerde bulundurulurlar;
Ödevler ise, tam belirlenmişlerdir.
Bu dünya hayatımıza şefkatla ve hayırlı eylemleriyle ışık
Ve neşe saçanlara Ölümden sonra hakkettikleri ödüller,
Hakkaniyet esasları gözetilerek dağıtılmalıdırlar.” 323
Hakktan yana olan Rahmânî insan (OrL vir Dei), Ümidin insanıdır (L Homo
spes). Hakktan ümit kesilmez.
DİZİNLER
-AKİŞİLER
A
Sultan II. Abdülhamît Han
Abraham
bkz: Hz İbrahim
Ahmed Cevdet Paşa
Hz Ali
IV. Amenhotep yahut İkhnaton
323
Nisâ, 4 (1. – 5.) Âyetlerin, Abdullah Yusuf Ali tarafından yapılmış hülâsası.
211
James Anderson
Arcadius
Aristoteles
Arminius
Herbert W.Armstrong
Syed Muhammed Naquib Al-Attas
Romulus Augustulus
Gaius Augustus
B
Francis Bacon
Roger Bacon
Johann Sebastian Bach
Ludwig van Beethoven
Vitus Bering
Arthur James Earl Balfour
Giordano Bruno
Abdullah Muhammed el-Buharî
C
Marcus Cælius
Gaius Iulius Cæsar (Jül Sezar)
Albert Camus
Thomas Carlyle
Fidel Castro
Cengiz Kağan yahut Han
Miguel de Cervantes Saavedra
Cristoforo Colombo (Kristof Kolomb)
Etienne Bonnot de Condillac
Nicolas Copernicus (Kopernik)
Hernan Cortes
212
Oliver Cromwell
Ç
Piyotır İlyiç Çaykovski
Çeng Ho
D
Jean le Rond D’Alembert
Gabriele D’Annunzio
Charles Darwin
Hugues De Payns
Godefroi De Saint-Amours
René Descartes
Antoine Louis Claude de Destutt de Tracy
Bernal Diaz del Castillo
Denis Diderot
Benjamin, First Earl of Beaconsfield, Disraeli
Fiyodor Mihailoviç Dostoyevski
E
Eflâtun (Platon)
Albert Einstein
I. Elizabeth
Erika Emmerich
F
Johann Gottlieb Fichte
Francisco Franco
James Antony Froude
G
Galileo Galilei
Giuseppe Garibaldi
Joseph-Arthur comte de Gobineau
Johann Wolfgang von Goethe
213
P.Gregorius
H
Hasan el-Sabah
Wilhelm Friedrich Hegel
Martin Heidegger
Christian Johann Heinrich Heine
Heinrich Himmler
Hiram Usta
Adolf Hitler
Thomas Hobbes
Honorius
David Hume
İ
Ebu Bekir Muhammed Muhiyiddîn İbn Arabî
Hz İbrahim
Hz İsâ
Büyük İskender
J
William James
K
Immanuel Kant
Charles Kingsley
Baruh Kohen
Moris Kohen (takma adı: Alptekin)
Emmanuel Karasso
Büyük Konstantin
L
Jean-Marc Larménie
Gottfried Wilhelm Leibniz
Leonardo da Vinci
214
Claude Lévi-Strauss
Lucien Lévy-Bruhl
Vladimir İlyiç Ulyanov/ Lenin
John Locke
David Earl Lloyd George
Luka
Martin Luther
M
Sultan II.Mahmut Han
Jean Paul Marat
Karl Heinrich Marx
Markos
Matta
Ernst Mayr
Giuseppe Mazzini
David McKay
Fatih Sultan II. Mehmet Han
Sallai Meridor
Sultan II. Mahmut Han
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî
Jacques de Molay
Jacques Monod
Charles Louis de Secondat Montesquieu
Sir Moses Haim Montefiori
Henry Morgenthau, Junior
Henry Morgenthau, Senior
Wolfgang Amadeus Mozart
215
Hz Muhammed
III. Murat
Hz Mûsâ
Benito Mussolini
Adam Heinrich Müller
N
Nâmık Kemâl
Napoléon Bonaparte
Nefertiti
Thomas Newcomen
Isaac Newton
Friedrich Nietzsche
O
Odowaker
Ockham’lı William
José Ortega y Gasset
Sir Edward Osborne
P
Henry John Temple, the Third Viscount, Palmerston
Papa I.Nicholas, Azîz Büyük
Papa VI.Alexander
Papa V.Clemens
Papa XII.Clemens
Papa II.Honorius
Papa Innocens
Papa III.Şenuda
Papa VIII.Boniface
Papa VIII. Urbanus
Papa II. Iohannes Paulus (Karol Wojtyla)
Franz von Papen
216
Denis Papin
Vilfredo Pareto
Louis Pasteur
Azîz Paulus
Juan Peron
Yakışıklı (IV.) Philippe
Photios, Konstantiniye Patriği Azîz Büyük
Protagoras
Ptolemais
Aleksandır Sergeyeviç Puşkin
R
Bertrand Russell
S
Antonio Oliveira Salazar
Sara
Thomas Savery
Friedrich von Schiller
Arthur Schopenhauer
Selâhaddîn Eyyubî
William Shakespeare
Adam Smith
W.Sombart
Georges-Eugène Sorel
Pitirim A.Sorokin
Yosef Vissaronoviç Çugaşvili/ Stalin
Houston Stewart Chamberlain
Hz Süleyman
T
Şeyhülİslâm Tâhir Efendi
Abel Janszoon Tasman
217
Placide Tempels
Gérard Tenque
Theaitetos
François-Thomas Théobald
Büyük Theodosios
Lev Nikolayeviç Tolstoy
Esat Toptanî
Lev Davidoviç Bronştayn/ Troçki
Anne Robert Jacques Turgot
U
Miguel de Unamuno
V
Arminius Vambery
Getulio Vargas
Emmanuel Veneziano
Amerigo Vespucci
Giambattista Vico
Kraliçe Victoria
W
Adam Weishaupt
Y
Hz Yakûp
Z
Mehmet Ziyâ Gökalp
-BSÖZLER
Kitabın içerisinde tarihin bellibaşlı felsefîleşmiş kültür dillerindeki karşılıklarını
verdiğimiz, Çalışmada bahsi geçen, kimizaman da geçmemekle birlikte, Çalışmamız
bakımından arzettikleri önemden dolayı, belirli sözler ile terkîplerin, Çağımızın
218
Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin cihânşumûl kılmış olduğu İngilizcedeki
mütekâbillerini de, bu sefer, DİZİN Bölümünde sunuyoruz. Böylelikle bu Bölüm,
DİZİN olmanın yanı sıra, İngilizce – Türkce SÖZLÜKCE görevini de yüklenmiş oluyor.
Bu DİZİN – SÖZLÜKCEyle murad ettiğimiz önemli bir husus daha var; o da,
Klasik Türkcenin, söz haznesi bakımından Çağımızın en zengin dili olarak görülüp
gösterilen İngilizce karşısında nice güçlü konumda yer alabildiğini gözler önüne
sermektir.
Gerek Türkcede gerekse İngilizcede tamamıyla kendi teklifimiz olan söz ile
terkîpleri tek tırnaklı çentiklerle ―yânî ‘...’― ifâde ediyoruz.
-----A
Abes nonsense
Açe
Aceh
Açık/lık open, overt; clearness
Açık deniz high seas, deep-sea
Açık saçık obscene
Açık seçik clear-cut
Açıklama explanation
Açımlama explication
Ad
name
Âdâbımuâşeret rules of conduct (Fr étiquette)
Adalardenizi (Ege) Aegean sea
Adâlet justice
Adam man (L homo)
Âdâp manner, proprieties
Aden
Âdet custom
Afganistan Afghanistan
Afrika Africa
219
Afyonla(n)ma
Ağ
intoxication, ‘high’
web
Ağırlamacılar Hospitallers
Ahâlî common people, populace, grass roots
Ahde vefâ true to one’s oath
Ahdiatîk Old Testament, The Pentateuch
Ahdicedîd New Testament, Evangelium
Âhiret Hereafter
Ahit oath, pact
Ahlâk/î 1- morals/moral; 2- ethics/ethical
Aile family
Akdeniz Mediterranean
Akhamenit Achaemenid
Akıl/lı/lık reason/able/ness, intelligent
Akıl izdivâcı bkz: Menfaat izdivâcı
Akılcı/lık Rationalist/ Rationalism
Akıldışı/lık arational/ity
Akılsız/lık unreasonable/ness, imprudent
Akılüstü suprarational
Akılyürütme reasoning, ratiocination
—Aklaaykırı/lık, Aklaaykırıcılık irrational/ity, Irrationalism
—Aklauygun/luk sensible/ness, sound/ness
—Aklıaşkın/lık transcendent/transcendence
—Aklıselîm common-sense
—Aklî/lik rational/ity
—‘Aklî klasik mekanik’ ‘classic rational mechanics’
Akım current; intellectual or political movement
Akışkan fluid
220
Âkil adamlar wise men yahut persons
Aktenli, beyâz adam White man, Caucasian
Alelıtrâk
all-pervasive
Alelumûm ordinarily, commonly, unspecifically
Âlem 1- Creation, Cosmos; 2- kingdom ―in biologigy’s systematics
Âlemşumûl Cosmos-embracing
Âlemanlayışı conception of Cosmos yahut Creation
Algı/lama perception, perceiving
Alıntı/lama/k
citation/ citing/ to cite
Alıpgötürülen-yiyecek/ler takeaway-food
Alışılagelinmemiş unconventional
Alışılagelinmiş conventional
Alışılmamış unaccustomed
Alışılmış habitual, accustomed
Âlim Fr savant
Alman/ya, Almanca German/y
Alman Demokratik Cumhuriyeti German Democratic Republic/ GDR
Altkurul subcommittee
Alttür subspecies
Altyapı infrastructure
Ama
but
―Ancak
yet
―Fakat
however
―Giderek
all the more
―Hattâ
even
―Ne de olsa after all
―Ne olursa olsun notwithstanding, regardless
―Ne var ki
nevertheless
―Öyleki
even
―Rağmen
despite, though
221
―Şu da var ki nonetheless
Amaç aim
Amazon (Güney Amerikada 6500 km uzunluğundaki ve 3700 km.lik kısmı gemi
seferlerine müsâit, yıllık sâniyede 95000 m³ su taşıma yetisi olan ırmak ve onun
tüm havzası).
Amele labourer, manual worker
Amerika
Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) United States of America (U.S.A.)
Âmiyâne common, ordinary, familiar, indelicate
Amsterdam
Ân moment
Ana main, principal, cardinal
Anadil native tongue
Anadolu Anatolia
Anakara mainland
Anakent metropolis ―chief city or country with regard to the colony
Anaörnek prototype
Anavatan metropolis, parent-state of a colony
Anayasa
constitution
Anayurt country of origin
Ancak
just
―Bir tek
exclusively, barely
―Sâdece
simply, solely
―Yalnızca only, merely
Andırışma similitude
Anglikan
Anglican
Ankara
Anlam sense
Anlama
comprehension
Anlayış
understanding
Anne mother
222
Annedili mother’s tongue
Annemahali matrilocal
Annesoyu
matrilineal
Antwerpen
Apaçık/lık evident/ evidence
Ar
shame, modesty
Arap/ca, Arabistan Arab/ic, /~ian, /~ia
Arara
Araştırma/cı research/er
Ârâz/ ârızî accident/al
Arazî area
Ârî exempt
Arî Arian
Arjantin Argentina
Arkadaş/lık companion/ship
Arnavut/luk Albania/n
Arpa
barley
Artıdeğer surplus value, capital gain
Arz
offer
Arzu desire
Asıl originary
Aslî original, fundamental
Asîl noble
Asîlzâde/lik nobleman/ nobility
Asker/î soldier; military
Asur/ca, ~lu Assyria/n
Asya Asia
Aşağılık duygusu inferiority complex
Aşama
grade, gradation
Aşırı/lık extreme/ extremist/ Extremism
223
Âşîkâr conspicuous
Aşîret, oymak
tribe
Aşkın/lık transcend/ent, /~ence
Ata, ced ancestor, forefather, progenitor
Atama nomination, appointment
Atasoyu patrilineal
Atasözü
Aten
proverb
Mısır’ın Tanrısı
Ateş ülkesi Isp Tierra del Fuego
Atıf reference
Atina Athens
Atlas Okyanusaşırı transatlantic
Auschwitz
Av/cı – toplayıcı hunting/hunter; hunter – gatherer
Avâm/î common people, commons, vulgar ―Avâm Kamarası: House of
Commons
Avâmca vernacular ―Avâm Türkcesi: Vernacular Turkish. Avâmca
konuşmak: to speak the vernacular
Avrasya Eurasia
Avrupa Europe
Avrupamerkezcilik Eurocentricism
Avusturalya Australia
Ayaküstü-atıştırma fastfood
Aydın intellectual
Aydınlanma Enlightenment
Âyet Qur’ânic Verse, Ayat
Ayırı/lık diverse, divergent/divergence
Ayırıcı distinctive
Ayırım demarcation
Ayırım çizgisi demarcation line
Ayırımlaştırma diversification
Ayırma distinction
224
Âyîn/î rite/ritual
Aynı same
Aykırılık paradoxal
Ayrıca moreover, besides
Ayrılık
separation, getting aspart
Ayrılım schism
Ayrılma seperation, leaving
Ayrılıkcılık Separatism
Ayrılım separation
Âzât emancipation
Âzâd etme, kılma setting free, emancipating
Azarbaycan
Azerbaijan
Azîz Bartolome Günü Katliâmı Saint Bartholomew’s Day Massacre
Aztek
B
Baba father
Baba ocağı homeground, family house
Babil/ce, ~li Babylon/ia/n
Bağ bond
Bağdat Baghdad
Bağıntı tie, coupling, nexus
Bağlam context
Bağla(n)ma affiliation, bonding
Bağlantı/lı link/ed, connected
―İlinti/li, ~le(n)me link/ed,~age
―İrtibât connexion
Bağlayıcı fixing, stabilizing; mandatory
Bahçeli ev country house
Bahis subject matter
Balfour Bildirisi Balfour Declaration
225
Barış/cı, /~cıl peace/ful, /~-loving, Pacifist
Barışcıllaştırma pacification
Basın-yayın media
Basın press
Basîret insight, circumspection
Basîreti bağlanmak to lose one’s common-sense
Basra körfezi Persian Golf
Başarı success
Başka other
Başkalaşma, başkalaşım metamorphosis
Başlık title
Başşehir capital city
―Büyükşehir metropolitan
Batı west/ern
Batı Asya Near East, West/ern Asia
Batı Avrupa West/ern Europe
Batı Medeniyetleri câmiası set of Occidental civilizations
Batı Roma West Roman Empire
Bâtıl vain, false
Bâtınî esoteric
Beceri performance
Becerekli efficient, skilful
Beden/î an organism’s body/ bodily, somatic
Beden-nefs somato-psychic
Beden terbiyesi yahut eğitimi gymnastics
Bedenlenme embodiment
226
Bedîî
esthetical
Beklenti
expectation
Belçika Belgium
Belgeç fax
Belirgin manifest
Belirle(n)me, belirlenim determining, determination
Belirli definit
Ben/ci/lik I, self-referring/ reference ―Fr égotiste/ égotisme
Bencil/lik selfish/ness ―Fr égoïste/ égoïsme
Bengaldeş Bangladesh
Benlik
self-identity
Benmerkezcilik egocentricism
Berlin
Beşer/î
man ―L homo; Fr homme
Beşerleşme hominization
Beyâz Rusya Belorussia
Beyâzlar, beyâzadam, aktenli Caucasian
Beyit
couplet
Beynelmilelci/lik Internationali/st, ~sm
Biçim form
Biçimbirliği
uniformity
‘Biçimci mantık’ formalistic logic
Biçimsel/lik formal/ity
Biçimsel öğrenim formal instruction
‘Biçimselci düşünme-bilme yetisi’ ‘formalistic cognitive ability’
‘Biçimselleştirilmemiş mantığa dayalı düşünme’ ‘unformalised logical mode
of thinking’
‘Biçimselleştirilmiş mantığa dayalı düşünme’ ‘formalised logical mode of
thinking’
Biçimselleştirme/biçimselleştirilmiş formalization/ formalised
227
Bildirişim, bildirişme
human communication
Bildirişim anayolları communication highway(s)
Bildiri decleration
Bilfiil actually
Bilge/lik wise person/ wisdom
Bilgi/li knowledge/~able, well-learned
Bilgi/sel cognition/ cognitive
Bilgiç/lik wise guy, wisecrack, smart alec, know-all/ pedantry
Bilgin scholar ―Fr scolaire
Bilgisayar computer
Bililtizâm on purpose
Bilim natural positive science
Bilim kolu scientific discipline
Bilim teorisi
epistemology
Bilimadamı scientist
Bilimdışı
unscientific, non-scientific
‘Bilimdışılık’ ‘unscientificness’
Bilimselcilik Scientism
Bilinç consciousness
Bilinmezcilik Agnosticism
Bilişim informatics
Bilkuvve potentially
Bilmece riddle
Binyıl millenium
Biotik yahut biyotik bkz: dirim/sel
Birâder/lik fellow-freemason/ry
Birci/lik Monist/Monism
Birey/ci/lik individual/ist, /~ism
Bireysel/lik individual/ity
Bireyoluş ontogeny, ontogenesis
228
Birim unit
Birinci first
Birlik unity
Birlikli unitary
Bizans Byzantium
Bororo
Boşandırmak to free, to clear off, to set off, to produce
Boşnak Bosnian
Botsvana Botswana
Boy bkz: Kabîle
Bölge sector
Bölme compartment
Bölüm section
Bölümleme division
Brezilya Brasilia
Buğday wheat
Buharlı makine steem engine
Buhutan Bhutan
Bulgu/lama exploration
Bulma finding
Bulmaca puzzle
Buluş exploration
Buluşma, buluşum meeting, appointment ―Fr rendez-vous
Bunalım crisis
Burma, Miyanmar
Burundi
Buyruk imperative, order
Buyruklar→ şartlı/ şartsız... hypothetical/ categorical...
Bütün all
Bütünlük/lü integrity/integral
229
C
Câmia set, conglomaration, community
Canlı living being, organism, organic
Canlıcılık Animism
Cansız non-living, inorganic
Cenâh
flank
Cenevizli Genoese
Cenîn, embriyon embryo
Cevher/î substance/substantial
Cezâ punishment
Cezayir Algeria
Cihânşumûl world-embracing
Cihet prospect; orientation
~cilik ~ism
Cins genus
Cinsî/yet sex/ual
Cisim/leşme body, corpus, material object/ corporealization
Cisimcik corpuscule
Cisimli/lik corporeal/ity
Cismânî corporal, flashy.
Coğrafya geography
Cumhuriyet/ci/lik republic/an/ism
Cüzî particular
Ç
Çağ age
Çağdaş/cı/lık contemporaneous, modern/ist, /~ism ―OsmT asrî
230
Çağdaşlık modernity ―OsmT asrîlik
Çağdaşlıköncesi Premodern/ity
Çağdaşlıksonrası Postmodern/ity
Çağdışı out-of-date ―Fr démodé
Çağı geçmiş olden, bygone
Çağımız current; contemporary, contemporaneous ―OsmT muasır
Çağüstü ultramodern
Çarpışma collision ―ayrıca bkz: Çatışma, kavga, mücâdele, savaş
Çarmıh/ ~a germek
Cross (of execution)/ crucify
Çatışma clash
Çekirdeksel nuclear
Çekirdeksel silâh nuclear weapon
Çelişki discrepancy
Çelişik contradictory
Çeşit/li variety/various
Çeşitlenme, çeşitleniş variation
Çevre surrounding, environment
Çığır 1- course; 2- epoch
Çiftdeğerli/lik bivalent /bivalency
Çin/li, ~ce China/ Chinese
Çizgi
line, stripe
Çizgidışı marginal
Çizim/sel schema/tic
Çokeşli/lik polygamous/ polygamy
Çokkocalı/lık polyandrous/ polyandry
Çoktanrıcılık Polytheism
Çokzevceli/lik polygynist/ polygyny
D
Daire/vî circle/cyclical
Danimarka/lı Danemark/ Danish
231
Dârulİslâm
Darvinci/lik Darwin/ist, ~ism
Dâussıla homesickness, nostalgia
Davâ
lawsuit, claim, matter
Davranış behaviour
Değer/leme, ~lendirme value/ evaluation, assessment
Değer yüklü value-laden
Değerce axiologically
Değerden bağımsız value-free
Değişim alteration
Değişme change
Değiştokuş exchange
Demokrasi bkz: Halkidâresi
Denel
experimental
Deneme
essay
Deney
experimentation
Deneycilik
Empiricism
Deneysel
empirical
Deniz/ci/lik sea/farer, seaman/ship
Denizaşırı
overseas
Derebeği/ derebeğlik feudal/ism
Derkenâr
margin/al
Devingen dynamic
Devingen servet birikimi dynamic wealth accumulation
Devir era, time
Devlet/leşme state/ to become a State
Devlet desteği, destek akça subsidy
Devre term
Devrim revolution
Dışarıdanevlenme exogamy/exogamic, exogamous
232
Dialektik, cedel
dialectic/al, ~s
Dikey perpendicular
Dil language
Dilbilgisi grammar
Dilbilim linguistics
Dile getirme expression specifically by language, verbalization
Dilek
wish
Dimâğ mind
Din/dar religion/ religious
Din duyuşu religious sentiment
Dinadamı divine man
Dincilik, din devlet idâresi Theocracy
Dindışı secular
Dinî religious
Dinli belonging to a religion
Dirim/sel biotic/s
Dişi female
Dişil feminine
Doğa/l nature/ natural
Doğadışı, doğal olmayan, gayrıtabîî unnatural
Doğal ayıklanma natural selection
Doğaötesi 324 supernatural
‘Doğaötesi varoluş dönemi’ ‘period of supranatural existence’
Doğaüstü 325 above nature
Doğayıaşkın transnatural
Doğu east/ern
Doğu Hint adaları
East Indies
324
Doğada varsaydığımız ve akıl yoluyla kotardığımız yasalarla açıklayamadığımız ve ilkece
açıklayamayacağımız Âlem ve onda hüküm süren Hakîkat; dinin ilahî Tebliğde bahsettiği Hakîkat,
Doğayıaşkındır; ister dinî isterse dindışı bağlamda kullanılsın, her iki durumda da Hakîkat, doğaüstüdür
233
Doğu Hint Şirketi East India Company
‘Doğu medeniyetleri câmiası’ ‘set of Oriental civilizations’
Doğu Roma East Roman Empire
Doruk
peak ―ayrıca bkz: Şâhika, tepe, zirve
Dost/luk friend/ship
Döl
germ
Döl hücresi gamete
Döldöş, zürriyet progeny, descendant/
Döllenmiş yumurta zygote
Dönem period
Dönüşüm transformation
Dua prayer
Durağan servet static wealth
Durum situation
Duruş
posture
Duruşma
court sitting, hearing, session
Duyar/lı/lık sensitive/ sensitivity, susceptive/ susceptivity, subtle/ness
Duygu feeling, sentiment
Duygudaş/lık fellow/ship, fellow-feeling, sympathizer/sympathy
Duygulandırıcı pathetic
Duygulanma affection, pathos
Duygulu/luk moved, sentimental/ity
Duygusal/lık affected/ness, affectation
Duysal sensate
Duyu/sal sense/ sensory
Duyu verileri, duyumlananlar sense data
Duyudışı apathic, non-sensory
‘Duyularötesi’ suprasensory
325
Doğayı inceleyen bilimlerin araştırma alanına girmeyen unsurların alanı; akıl yoluyla bu alanı; akıl
yoluyla bu alanı inceleyip işleyen zanaata, tekniğe metafizik diyoruz.
234
Duyum/lama sensation
Duyumlamacı/lık sensationist/ Sensationism
Duyumlanabilirlik/ler sensebility/ sensebilities
‘Duyumsama’ sensing
Dünya world
Dünyagörüşü world view ―Alm Weltanschauung
‘Dünyaötesi’ supermundane
‘Dünyatasavvuru’ world picture ―Alm Weltbild
Dünyevî worldly, profane
‘Dünyevî medeniyet zekâsı’ ‘worldly civilizational intelligence’
Düstur formula, code
Düş/lemek fancy/ to fancy
Düşünce thought
Düşünme thinking
Düşünüş way of thinking
Düzen/li order/ly, regime
Düzgün/lük order/liness, cosmetic
Düzlem
platform
Düzme/ce/lik faulse/ness, forgery
E
Ebedî
no end, eternal
Ecnebî dil foreign tongue, language
Edebî literary
Edat preposition
Edep decency, ethics
Edepli söyleniş euphemism
Edebiyat litterature ―Fr belles-lettres
Edilgen, edilgin passive
Edim, fiil act
Efsâne/vî myth/ic/al
235
Ege Aegean
Eğitici
educator
Eğitim/sel education/al
‘Eğitim-öğretim tekeli’ monopoly of education
Eğlence entertainment
Eğri yazı italics
Ehlî docile
Einsatzgruppen
Eklemle(n)me integration
Eksik/lik deficient/ deficiency
El emeği manual labour
‘Eldeğmemiş’ pristine
Elektronik mektup (e-mek) electronic mail (e-mail)
Emek/ci/lik labour, toil, druge/ry, effort; blue-collar worker
En güçlülelerin yaşayakalması the survival of the strongest
Encümen council
‘Enilk’ primordial/ity
Er 1- man, male; 2- soldier, private
Ergen adolescent
Erkân —Rüknün ç— dignitaries
Erkek man, male, masculine
Eril masculine ―in grammar.
Ermeni/ce Armenian
Esas basis/basic
Esbabımûcibe rationale
Eski old
Eski dünya Ancient World
Eskiçağ antique/antiquity
‘Eskiçağ Ege medeniyeti’ Antique Aegean civilization
Eskimo Inuit
236
Esrâr 1- hashish, drug; 2- mystery/mysteries
Esrârlı
mysterious
Esrârengîz mystifying, inscrutable, unfathomable
Estonya
Estonia
Eşrâf —şerîfin ç— notables
Eşsiz peerless
Eşzaman synchronical
Etki effect, influence
Etkin/lik active/activity
Etkileşme, etkileşim interaction, intercourse
Ev/cümen house/bound
Evcil domestic
Evlilik, izdivâç marriage
Evre phase
Evren/sel 1- universe/universal ―in the cosmological sense―, 2- ecumenical
Evrensel Israil İttifâkı Israelite Universal Alliance
Evrim evolution
Evvelce former/ly
Evvelemirde above all, first of all
Eylem action
Ezelî no beginning, sempeternal
F
Fâhişe prostitute
Fâiz interest
Fark/lı
difference/different, distinct
Farkındalık awareness
Farklılaşma differentiation
Farklılık distinction
Farmason/luk Freemason/ry
Farsca Persian
237
Faşism Fachism
Faydacılık Utilitarism
Fehim percipience
Felemenk/ce, /~li the Netherlands/ Dutch
Felsefe/ci philosophy/ philosophy teacher
‘Felsfefe-bilim’ ‘philosophy-science’
‘Felsefîleşmiş medeniyet’ ‘civilization based on philosophy’
Fen/nî technology/technological
Fenike/li Phoenicia/n
Fevk/ında top/most, above
Fezâ outer space
Fiil/î 1- verb; 2- act/ual
Fiji/li Fiji/an
Fikir/fikrî
idea/tional
Fikir kültürü ideational culture
Fikir şebekesi, fikriyât network of ideas ―Fr réseau des idées
Filhakîka truly
Filistin Palestine
Filo
squadron
Filosof philosopher
Filvâkî in fact
Fizik physics/physical
Flander/Flaman Flanders/Flemish
Fransa/Fransız/ca France/French
Fransız Din Savaşları French Wars of Religion
G
Galler ülkesi/Galli/Galce Wales/Welshman/Welsh
Galya/lı Gaul
Gâye purpose
Gayrımedenî uncivilised
238
Gayrımeşrûu illegitimate
Gayrısâfî millî hâsıla gross national product (GNP)
Gazâ Holy war
‘Gecesibirlik-sevişme’ one-night stand
Geçer/li/lik valid/ity
Geçim livelyhood
Gelenek, OsmT: anâne tradition
Gelir
income
Gelişigüzel disoriented
Gelişme, gelişim development
Gelişim safhası level of development, developmental phase
Gemi/ci
ship; sailor
Genelgeçer generally valid, ~ acceptable
Genetik genetic/s
Gerçek/lik real/ity
Gerçekten indeed
Geniş wide, broad
Gerekirci/lik Determinism
Gerileme regression
Germen Teutonic, Germanic
Geveze/lik talkative, chattering/ chat, chattering
Gezegen planet
‘Gezgin/lik’ tourist/tourism
Gezi journey
Gezinme wandering, stroll
Gezinti excursion, walk, promenade
Gider
expense, expenditure
Giderek, öyleki, hattâ even, though, even though
Gidimli discursive
Gine-Bisav Guinea-Bissau
239
Girişme, girişim initiative
Girit Crete
Gittikce, git gide eventually, more and more, by and large
Gökbilim/ci astronomy/ astronomer
Gökdelen skyscraper
‘Gökdelenkonut’ condominium
Gönül heart ―in the spiritual-mystical sense; empathy, soul, compassion
Görenek custom
Görev function
Görüş vision, view
Güç/lü power/ful, strength/strong ―ayrıca bkz: Kudret, kuvve, kuvvet
Güneş sun
Güneşmerkezcilik Heliocentricism
Güney Afrika Birliği Union of South Africa
Güney Amerika
South America
Güney batı Asya South-West Asia
Güney doğu Asya South-East Asia/n
H
Haberalma Dairesi Reconnaissance Office
Habeş/istan Ethopia/n
Haç/lı Cross/Crusade
Had
limit
Haddızâtında essentially
Hadîs Prophet Muhammad’s speech, account, report, Hadîth
Hadramut Hadhramaut
Hadsisâdık intuitive, exact knowledge
Hadsız hudutsuz illimited
Hak right, true, just
Hakîkat truth, verity
Hakîkî true
240
Hakîm sage
Hâkim/iyet 1- judge; 2- dominating, domination
HAKK The Righteous, the absolutely Real, the Truth, GOD
Hakkaniyet righteousness, equity
Hakkelyakîn the real certainty
―Aynelyakîn visiual certainty
―İlmelyakîn gnostic yahut cognitinal certainty
Haklar Belgesi Bill of Rights
Hâl state
Hâlihazır at present
Hâlis genuine
Halk folk
Halkidâresi democracy
Hammadde raw material
Hânedân
dynasty
Harap dilapidated
Hasbıhâl chat
Hasret
yearning
Hassa particularity, peculiarity
Haşâşîn
Hat
line, path
Hattâ bkz: Giderek
Havsala comprehension
Havza
1- catchment area; 2- territory, sphere
Hayâ/lı X /~sız bashfulness/bashful X impudent, barefaced
Hayâl image
Hayâlgücü power of imagination, imaginativeness
Hayâlhâne imagination
Hayat human life
Hayvan animal
241
Hedef target
Helecân trepidation
Hempâ accomplice
Hep ever
Hepsi altogether
Her
every
Her bir
each
Heyecân/î emotion/al, excitement
Heyecânlı excited
Heyecânsız/lık dull, unmoved, unexcited/ness, unemotiveness
Heyet committee, board
Heyetiumûmî configuration
Hırıstıyan/lık Christian/ity
Hicret Prophet Muhammad’s emigration from Mecca to Medina, Hagira
Hiç
nothing, never
—Değil not
—Varolmama non-existence
—Yok
no, absent
Hiçcilik Nihilism
Hikmet higher Wisdom
Hindistan/ Hint/li India/n
Hindu
Hint-Avrupa Indo-European
Hipnos
hypnosis
Hissiselîm prudence, circumspection, presence of mind
Hollanda Holland
Hospitalarius bkz: Ağırlamacılar
Hoşgörü/lü tolerance/tolerant
Hudut border
Huguenot
242
Hukuk/î jurisprudence/jurisprudential
Hukuköncesi prejurisprudential
Hunlar Huns
Huy disposition
Hükmetme/k domination/ to dominate
Hüküm verdict, sentence, ruling
Hüküm vermek to decree, pass judgement
Hükümdâr/lık ruler, monarch/y
Hükümet government
Hükümrân/lık sovereign/ity
Hülâsa quintessence
Hür/lük liberal, free/dom
Hürmet high esteem
Hürriyetci/lik Liberalist/Liberalism
I
Iktibâs quotation, extract
Irk/î, /~cı/lık race/racial, Racist/Racism
Irmak stream
Irza geçme rape, raping
Iskandinavya/lı Scandinavia/n
Iskoç/ya Scotland/Scotish
Islâhât/cı/lık reform, Reformist, Reformism
Islav
Slav/ic
Ispanya/Ispanyol/ca Spain/Spanish
Israil
Istanbul
Istavroz/ ~ çıkarmak sign of Cross/ to make the sign of Cross
İ
İbâdet worship
İbrânî/İbrânca Hebrew
243
İcât/mücit invention/inventor
İcrâ accomplishment, execution
İç in/ner
‘İç hasbıhâl’ inner chat, chatting
‘İçe ilişkin değerler ağı’ ‘web of intrinsic values’
‘İçeridenevlenme’ endogamy/endogamic, endogamous
İçerik content
İçkin/lik immanent/immanence
İçli/lik touching, close/ness
‘İçsiz beşer’ ‘man without integrity’
İçten/lik familiar/ity; intrinsic/ality; intimate/intimacy
―Samimî/yet intimate/intimacy
―Mahrem/lik private/privacy, confidential/ity
İçten bütünlüklü intrinsically integral
İdâre/ci, idârî administration/administrator, administrative
―Müdür director
―Başkan president, chairman
―Reis chieftain, ringleader
―Yönetim management
―Yönetici manager
İddia assertion
İdea/lism
İdeoloji
İdrâk aperception
İfâde expression; statement; version
İfrât excess
İhtifâl commemorative ceremony, commemoration
İhtilâf controversy, dispute
244
İhtilâç euphoria
İhtimâl/ci/lik probable/probability, Probabilist/Probabilism
İhtiyâç need, necessity
İkâmetgâh residence
İkici/lik Dualist/Dualism
İkilem dilemma
İkili/k dual/ity
İkircikli/k hesitant/hesitation
İktidar
(political) power
İktisât/cı/lık economy, economics/economist/ being specialised or
specialization in economics
İktisâdîyâtcılık overestimation of economy
İlhâm, esin inspiration
İlahî deity/godly
İlahîyât theology
İlerici/lik Progressivist/Progressivism
İlerileme/ci advancement, progress/ive
İletim transmission
İletişme, iletişim communication among organisms
İlgi connection, affinity, interest
İlim/ilmî Gnosis/gnostic, cognition/al
İlişki relation/ship
İlk primary
‘İlkaslî’ primigenial
İlkçağ the Ancient times
İlke principle
İlkel primitive
‘İlkolan’ primal
İlticâ/cı yahut mültecî refuge/e
İmân faith
245
İmdi thus
―Böylece
hence
―Böylelikle accordingly
―Demekki for this/ that reason
―Öyleyse therefore
―Şu durumda, ~ hâlde that being the case/ so
İmlâ
orthography
İmperyalism Imperialism
İnanmak to believe
İnanç belief
İnceleme study
İncil Gospel
İndonesya Indonesia
İnfâz enforcement, execution of an order
İngiliz/ce Anglo-, English, British
‘İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ‘Anglo-Judaic civilization’
İngiltere England, Britain, United Kingdom
İnhirâf aberration
İnkırâz decline
İnkisisyon Inquisition
İnkişâf unfolding, improvement
İnsan/î human
İnsanbiçimci/lik Anthropomorphist/Anthropomorphism
İnsanbiçimsel anthropomorphic
İnsancı/lık Humanist/Humanism
‘İnsancılık-dünyacılık’ ‘Humanism-physicalism’
İnsancıl/lık Humanitarian/ism
İnsanlaşma humanization
İnsanlık humanity
İnsanmerkezci/lik Anthropocentrist/Anthropocentricism
246
İnsanüstü suprahuman
―Üstüninsan, İnsanıkâmil Superhuman ―Alm Übermensch
İnsicâm coherence
İnşâa constrcution
İntihâr suicide
İntisâp initiation
İrâde
volition, willpower
İran, Acemistan
İrdeleme investigation
İrfân/î discernment, intimate knowledge yahut Gnosis/gnostic
İrlanda/lı Ireland/Irish
İrticâ/ mürtecî reactionary, Colonel Blimp/Blimpish
İsim
noun
İslâm
İslâmsızlaştırma deIslamization
İstek
will
İsteme want
İstibdât/ müstebit autocracy/autocrat, despot/Despotism
İstidât aptitude
İstihbârât Teşkilâtı Intelligence Agency
İsveç/li, /~ce Sweden/Swedish
İsviçre/li Switzerland/Swiss
İş/ci work/er
―İstihdâm employment
―İşveren employer
―Çalışan employee
İş/adamı
business/man
İş ortaklığı business partnership
İşâret sign
İşkolu branch of industry
247
İşlenme elaboration
İşlerlik mechanical functioning, functionality
İşlem/sel operation/al
İşletme 1- running a business; 2- enterprise
İşleyiş mechanism
İtalya/n, ~nca Italy/Italian
İttifâk/müttefik alliance/allied
İttihât–Terakkî Cemiyeti Committee of Union and Progress
İytikât creed
İzdivâç ―bkz: Evlilik
İzlenim impression
J
Japon/ya, ~ca Japan/ese
K
Kabîle, boy clan
Kâbiliyet talent
Kadın woman
Kadın/cı/lık Feminist/Feminism
Kadîm archaic
Kadîm Kilise Early Church
Kadîm zamanlar archaic times
Kâfir lit.: “He who conceals by covering.” Infidel
Kafkasya/lı Caucasia/n
Kahverengi derili coloured (skinned)
Kalabalık/lar crowd/s, multitude
Kalb human heart; kindliness, consideration
Kalb counterfeit
Kamboçya
Cambodia
Kâmil insan, İnsanıkâmil bkz: İnsanüstü
Kamu public
248
Kamuoyu public opinion
Kan/daş blood/blood-relationship, consanguinity
Kanâat, kanı view, opinion
Kanada Canada
Kanıt/lama argument/ation
Kanun/î law/legal
Kanundışı, gayrıkanunî illegal
Kanunnâme
written law
Kapitalism
bkz: Sermâyecilik
Kâr
profit
Kara
land ―in opposition to sea
Karadeniz
Black Sea
Karaderili
Black people
Karar/lı/lık
decision/determined/determination; resolution/ resolute/ness
Karayıp
Caribbean
Kardeş/lik
sibling, brother/hood
Kargaşa
chaos
Karı-koca wife and husband, married couple
Karışık/lık
confused, confusing/confusion
Karıştırma
confounded, confounding
Karîne
inference
Karmaşa, karmaşık/lık complex/ity
Karşılaştırma/lı comparison/comparative
Karşıt opposite
Katılma participation
Katılma yasası law of participation
Katliâm massacre
Katolik/lik Catholic/ism
Kavga
Kavil
quarrel
word, particularly God’s or Holy word
249
Kavim/ci/lik ethnos/Ethnicist/Ethnicism
Kavimmerkezî, /~ci/lik ethnocentric/ist, /~ism
Kavmiyet ethnicity
Kavram concept
Kavrama grasp
Kavramsal düşünme conceptual thinking
Kavrayış
conception
Kayırma
favouring
Kazakıstan Kazakhstan
Kelâm
God’s utterance, the Scriptures
Kendi
self
Kendikendisine dayanan selfsubsistent
Kent
city, city-state
Kentsoylu/luk Fr Bourgeois/ie
Kere 1- times; 2- bracket
Kerteriz bearing
Kerteriz noktası reference bearing, milestone
Kesim section
Kesin exact, certain
Kesit segment
Keşif/kâşif discovery/ discoverer
Ketleme inhibition
Keyf merriment
Keyfî arbitrary
Kibernetik cybernetics
Kıptî Coptic
Kırgızıstan Kyrgyzia, Kyrgyzstan
Kırlık alan yahut saha rural area
Kıstas criterion
Kıta
continent
250
Kızıldeniz Red Sea
Kızılderili Amero-indian
Kızılordu Red Army
Kıyâmet doom
Kıyâmet günü doomsday
Kilise church
Kilisedışı bkz: Dindışı
Kimlik identity
Kişi/lik
human, person/ality —Fr personnage
Kişileşme
Fr personnification
Kişiliklileşme Fr personnalisation
Kişilikli/lik
Fr personnalité
Kitabımukaddes Holy Scripture, Bible
Kitle mass of humans
Koca 1- husband; 2- old; large, massive
Komunism bkz: Ortakmülkcülük
Konu theme
Konum position
Konut dwelling, lodging
Kore/li, ~ce Corea/n
Korporatism corporatism
Koyu bold —letter
Köhne worn out
Köle/ci/lik, /~lik slave/slave-trader/slave-trading; slavery, bondage
Kölemen
Kromosom
Mameluke
chromosome
Kul creature, God’s creation
Kudret might
Kudüs Jerusalem
Kumarhâne gamblingden
251
Kural/lı/lık rule, regulation/regular/ity
Kur’ân
Qur’ān
Kurgu/lama fiction, invention
Kurmaca fictitious
Kurmaca bilim fictitious science
Kurul
assembly, commission, committee
Kuruluş establishment
Kurum institute, institution
Kuşak 1- purely biological generation; 2- geographical and climatological
zone
Kutsal holy, sacred ―ayrıca bkz: Mukaddes
Kutsal-olmayan unsacred
Kuvve potential
Kuvvet force
Küba Cuba
Küfür blasphemy, swearing
Kültür culture
Küre/sel globe/global
Küreselleş/tir/me globalization
Kütle mass in physics
L
Laf/zî spoken word; literal ―Fr parole
Laik/lik bkz: Ruhbân-olmayan/ ~olmama
Lakap
label, nickname
Latin/ce Latin
Leh/ce, ~istan Polish/Poland
Letonya
latvia
Liberalism bkz: Hürriyetcilik
Lions
Lituvanya Lithuania
252
Loca Masonic lodge
Lonca guild
Londra London
Lûtî/lik pederast
M
Mabet
temple
Madde/leşme matter, material/ization
Maddeci/lik
Materialist/ Materialism
Maddî/yât/cı/lık material/ity, materialness
Mağrip Maghrib
Mahal/lî, yerel locality/local
Mahâret skill, proficiency
Mahkemeikubrâ Last Judgement
Mahrem/lik bkz: Mahrem/lik
Makam rank, status, abode, authority
Makine engine
Makinevârî engine-like
Maksat
intent, intention
Makûl
plausible
Mal
goods, merchandise, commodity
Malay/ca Malay/an
Malezya/lı Malaysia/n
Mâlî/ye
finance/financial
Malûmat information
Mamul madde manufactured, finished goods
Manâ 1- spirit ―Alm Geist; 2- meaning, connotation
Maneviyât 1- spirituality; 2- morale
Maneviyâtcılık Spiritualist/ Spiritualism
Mantık/î
logic/al
Mantıkdışı
alogical
253
Mantıköncesi prelogical
Mantıksız/lık illogical/ity
Mantıküstü
translogical
Markscı/lık
Marx/ist, ~ism
Maşerî
collective
Matematik mathematics
Mecâz/î, /~lı
metaphor/ic/al
Meclis
parliament
Meclise dayalı halkidâresi parliamentary democracy
Medenî civilised
Medenî-olmayan, gayrımedenî uncivilised
Medeniyet civilization
Medeniyet beşiği craddle of civilization
‘Medeniyetleş(tir)me’ process of becoming/making a civilization; civilizatory
‘Medeniyetleş(tiril)memiş’ a culture that is not on the level of civilization;
non-civilizatory
‘Medeniyetleşmiş’ a culture that has attained the status of civilization;
civilizational
Medine bkz: Kent
Mefhum
notion
Mekân
space
Mekanisism Mechanicism
Mekanisism-Maddecilik Mechanicism-Materialism
Meksika
Mexico
Meleke
faculty
Menfaat, çıkar interest, benefit
Menfaat (Akıl) izdivâcı
marriage of convinience
254
Merâsim ceremony
Merhâle step
Mertebe status, echelon
Mesele
issue
Mesken
domicile
Mesopotamya
Meşru/luk legitimate/legitimacy
Metafizik metaphysics/metaphysical
Mevki 1- position, rank, post; 2- site, seat
Mevzii parochial, regional
Mıntıka zone
Mısır/lı Egypt/ian
Mısra verse
―Nazım versification, poetry
Milât
Jesus Christ’s birth
Millet/millî people, nation/al
Milletlerarası international
Milletlerüstü supranational
Milletleşme the process of becoming a nation
Millî Toplumculuk National Socialism
Millîleşme gaining the status of nationhood
Millîleştirme nationalization
Millîyet nationhood, nationality
Millîyetci/lik Nationalism
Misâk covenant
Misâkımillî national pact
Misâl example
Moğol/istan Mongol, Mongolia/n
Moğolî
Mongoloids
Muammâ/lı enigma/tic, cryptic
255
Mudâraba
Muhabbet amity, conviviality, companiability
Mukaddes consecrated, sanctified
Mutlak
absolute
Mücâdele struggle
Mükâfat reward
Mükemmel/lik perfect/ness
Mükemmellîyet/ci/lik perfection/ist, /~ism
Mülâhaza consideration
Mülk 1- State, kingdom; 2- property, possession
Münâcât supplication, plea
Müntesip initiated; Fr initié
Mürâcaat noktası
point of reference
Mürebbi/ye tutor
Müsâade/ci permission/permissive
Müsâmaha/lı forbearance, indulgence/indulgent, tolerance/tolerant
Müslüman/lık Moslem/ness
Müstâkil ev single houe
Müstehcen/lik pornography/pornographic
Müstemleke bkz: 1- sömürge; 2- yerleşim-yeri
Mütâlea standpoint, consideration
Müteâkip subsequent
Mütekâbil relevant, pertinent
Müzik, musıkî music/al
N
Nâm appellation
Nasyonal Sosyalism bkz: Millî Toplumculuk
Nâzil olmak to descend, alight
Neden/sel/lik cause/causal/ity
Neden – etki bağıntısı
cause – effect nexus
256
Nefis
excellent; exquisite
Nefs/î
psychy/psychic
Nefsânî sensual, carnal; rancorous, malignant
Nefsî-bedenî psycho-somatic
‘Nefsî ben’
‘psychic I’
‘Nefsî beşer’ ‘psychic man’
Nehir river
Nelik
quiddity
Nepal
Nesil human generation
Nesir prose
Nesne/l object/ive
Nesnel zorunluluk objective necessity
Neşet etmek to come into existence; originate
Neşvünemâ bulmak to flourish
Nizâm/î order, regulation/regularised
Nur divine light
O
Olay
event
Ordu army
—Silâhlı kuvvetleri armed forces
—Kara kuvvetleri ground forces
—Hava kuvvetleri air force
—Deniz kuvvetleri navy
Orta Amerika
Orta Asya
Central America
Central Asia
Ortaç participle
Ortaçağ Middle Ages/ Mediæval
Ortaçağ Latincesi Mediæval Latin
Ortak/lık
partner/ship
257
Ortakmülkcülük Communism
Ortam Fr milieu
Orun placement, rank
Osmanlı Ottoman
Osmanlı Türk/cesi, /~ü Ottoman Turk/ish
Otuz Yıl Savaşları Thirty Years War
Ö
Ödev duty
Ödül bkz: mükâfat
Öğrenim learning at a higher teaching institution
Öğrenmek to learn
Öğreti doctrine
Öğretici teacher; teaching, educating
―Öğretmen school teacher
―Öğrenci pupil, student
Öğretim teaching, lecturing at a higher educational institution
―Talebe student
Öğretmek to teach
Ölçü measure
Öldürücü fatal
Öl(dür)mek to die; to kill
Ölümcül lethal
Ömür life-span
Öncül premiss
‘Ön-nâğme’ prelude
‘Öntarih’ protohistory
Önyargı
prejudice
Örf/î common usage, convention/al
Örgüt
make-up, grouping
Örnek pattern, paradigm; sample, specimen
258
Öte the Beyond
Öyleki bkz: Giderek
Öz kernel, crux
Özbekistan Uzbekistan
Özbilinç selfconsciousness
Özdeş/lik identical/ness
Özdeşleşme identification
Özel 1- private; 2- characteristic
Özerk/lik, muhtar/iyet autonom/ous
Özge/lik different/difference
Özgecilik Altruism
Özgül specific
Özgün original
Özleme, Özlem longing for
Özne/l subject/ive
P
Presbiteryen Presbyterian
Papaz priest
Para
money/monetary
Para hâkimiyeti plutochracy
Paris
Patrik Patriarch
Pâyıtaht royal capital
Pazar market
Peygâmber, yalvaç, resul, nebî Prophet
Pigme
Pygmy
Pirinç rice
Polonya bkz: Leh/istan
Portekiz/ce, /~li Portugal/Portuguese
Positiv/ci/lik yahut Positivist, Positivism positive/Positivist/Positivism
259
Protestanlık Evangelism, Protestantism
Psikoloji psychology
Put idol
R
Rabb the Sustainer, Tutor, Mentor
Râhip ecclesiastic, cleric
Rahmân the Merciful, Mercy-giving
Rahmânî insan L Vir Dei
Raks dance
Rastgele
haphazard
Rastlantı chance
Reçete
recipe
Remiz/remzî symbol/ical
Roma/lı
Rome/Roman
Romantik/lik Romantic/ism
Rotary
Ruh/lu, /~î Soul/ful
Ruhanî divine, spiritual
Ruhbân clergy
Ruhbân-olmayan layman, Laity, Laic/al
Ruhsat
permit
Rus/ya, /~ca Russia/n
S
Sâbit
stationary
Saçma/lık
absurd/ity
Saf, katıksız, katışıksız unalloyed, unnitigated, unmixed
Safha
stage
Safahât procedure
Salât, namaz canonical ritual prayer
Salt pure
260
Sâmî
Semitic
Sanayi/sınaî/cilik industry/industrial/ism
Sanskritce Sanskrit
Sapık/lık
perverse/perversion
Saplantı
fixed idea, fixation
Sapma
deviation
Sapkın mezhep heretic secte
Sathımâil on the verge
Sav
thesis
Savaş/cı, harb/muharip war/rior
Savunma defence
Saygı respect
Saygıdeğer respectable, honourable
Seçik clear, net
Semâvî
celestial
Selânik Salonica
Sendika trade-union
Serâzâd, başıbozuk let off, on the loss, ‘let off the hook’, non-military, lay
Serbest unfettered, unrestricted, unempeded, free
‘Serbest Yapı yahut Duvarcı Ustalığı’ bkz: Farmasonluk
Serhat boyları frontline, border regions
Sermâye/cilik capital/ist, /~ism
—Hür Sermâyecilik Liberal Capitalism
Sermâyeciliköncesi Precapitalist
Servet
wealth
Sevgi/li
affection; beloved
―Aşk
love
―Muaşaka
flirt/ing
Seyyâl
Sığınma/cı
fleeting, fluid, elusive, transient
sanctuary; asylum-seeker
261
―İlticâ/mültecî refuge/e
―Tehcir deportation
―Muhaceret/muhacir emigration/emigrant, deportee
Sına/n/ma, sınanış test/ing, ~ed
Sınav
exam
Sınıf/lama
class/ification
Sınır/daş
frontier, boundary; contiguous
Sınır taşı
border stone, border post
Sınırsız
boundless
Sıradüzeni
ranking
Sırf
sheer, meer
―Yalnız/ca alone, only
―Sâdece
simply, solely
―Ancak
exclusively, just
―Olsa olsa
no more, barely
Silsileimerâtip hierarchy
Siyam
Siam, Thailand
Son/suz
end/less
Sonuç
result
Soru
question
Sorgu/lama
interrogation
Sorun
problem
Soykırım
genocide
Sovyet
Soviet
Soy
lineage
Soylu chivalrous
Sömürge/ci/lik colony/Colonialist/Colonialism
Sömürü/cülük exploitation/ism
Söz word; promise
Söz dağarı, sözlükce vocabulary
262
Sumatra
Sûre
Surah
Suriye
Syria
Süftece
bill of exchange
Sümer
Sumer/ian
Sünnet
custom of the Prohet, Sunnah
Süre
duration
Süreç
process
Süryanî Syriac
Ş
Şablon template
Şaheser masterpiece
Şâhika climax
Şair poet
Şart condition
Şartlı buyruk hypothetical imperative
Şartsız buyruk categorical imperative
Şehir/li city/city-dweller, urban
Şehirleşme urbanization
Şehzâde
prince
Şekil figure, shape
Şekilci/lik formal/ist, /~ism
Şeklî formalistic
Şer
evil
Şerh annotation
Şey/leşme thing/ reification
Şiir poem/poetry
Şirket company, firm
T
263
Taahhütnâme letter of credit
Tabaa-devlet vassal-state, ~country
Tabiat nature, human nature, essence; character
Tâcir, tüccâr tradesman
Tadîl modification
Tahlîl, analiz analysis
Taht throne
Tâkat energy, strength
Talep
demand
Tam/am entire, complete, finished
Tanıtlama/lı demonstration/ demonstrative
Tanrı
God
Tanrıcılık Theism
Tanrımsı
God-like
Tanrıtanımaz/cı/lık Atheist/Atheism
Tapınak
shrine
Tapınakcılık Templarism
Taraf
side, party
Tarafdar adherent, supporter, partisan
Tarafsızlık neutral/ity
Tarım agriculture
Tarîf definition
Tarih/î history/historical
Tarih felsefesi philosophy of history
Tarihlilik historicity
Tarihöncesi prehistorical
Tarz trend, fashion ―Fr genre
Tasarı
design, plan
Tasarım project, scheme, schema
Tasarlama planning
264
Tasavvuf Sufism
Tasavvufî eğitim mystical education
Tasavvur representation
Tasmanya Tasmania
Tasvîr/î description/descriptive
Tayîn designation
Tavır conduct, air, manner
Tazîm reverence
Tebaa-devlet, -ülke vassal-state, -country
Tebliğ message
Tecrübe/li experience/d
Tedhiş/ci/lik terror/ist, /~ism
Teemmül/î meditation/ meditative
Tefeci/lik
usurer/usury
Tefekkür/î reflexion/ reflective
Tefrît
remissness
Tefsîr
commentary
Tekanlamlı/lık unambiguous/unambiguity
Tekbiçimli uniform
Tekboyutlu one-dimensional
Tekmil all the whole of
Tekörnek monotypic
Tekörnek-kültür monoculture
Tektanrıcılık
Monotheism
Tektanrılı Monotheistic
Tektanrılı Vahîy dini Monotheistic Revelatory religion
Telâkkî assumption
Temeddün bkz: Medeniyet
Temel foundation/fundamental, elementary
Temel öncül principal premiss
265
Temsil etmek to represent
Temyîz 1- discernment; 2- appeal
Teori Theory
Tepe top, hill
Tepki/ci/lik reaction/ary
Terbiye edici tutor
Terkîp
compound
Tersîm design
Tesâdüf random
Teşebbüs/müteşebbis enterprise/enterprising
Teşkilât organization, companionship
Teşkilâtıesâsiye Düsturu Masonic Grand Chart
Teşrih dissection
Tevdîi entrust, tender
Tevîl elucidation; explaining a word or expression by some slight, but real
analogy, so as to reconcile it with received doctrine...
―Sir James WRedhouse: “A Turkish and English Lexicon”, 482.s
Tıkız/lık compact/ness, tough/ness
Tibet/ce, ~li Tibet/an
Top cannon
Topluluk population, community
Topluluk genetiği population genetics
Toplum/sal
society/social
‘Toplum araştırmaları’ ―toplumbilim; OsmT İctimâîyât sociology
Toplum devleti social welfare state
Toplumcu/luk Socialist/Socialism
Toplumsal Darvincilik Social Darwinism
Toplumsal halkidâresi Social democracy
Toprak earth, land
Toprak zâdegânı landlord, free-holder (Isp latifundista)
266
Topteknesi gunboat
Tordesillas antlaşması Treaty of Tordesillas
Tutum conduct
Tüketim consumption
Tüm whole
Tümcü/lük Holist/Holism
Tümel
universal
Tümtanrıcılık Pantheism
Tür species
Türk/ce, /~lük Turk/ish/ness
Türkistan Turkistan
Türkiye
Turkey
U
Uhrevî pertaining to the Hereafter, Divine
Ukranya Ukraine
Umman ocean
Unvân label, title, superscription, designation
Uslup style
Usta
craftsman, artisan, virtuoso
Usul
procedure
Utanma/z shame/less
Uydu
Uygur
satallite
Uighur
Uzman expert
Ü
Ülkü/cü ideal/ist ―in opposition to the Utilitarist
Ülkücü kültür idealist culture
Ümit, umut hope
Ümmet ‘nation’ of Islam that transcends ethnic or political definition, Ummah
Ün/lü
fame/famous
267
Üreme reproduction
Üretim production
Üstât
master, virtuoso
Üstâdıâzam Fr Grand-maître
Üstünlük Ahitnâmesi Act of Supremacy
Üstyapı suprastructure
V
Vahiy Revelation/Revelatory
Vaka case
Vakıa fact
Vargı conclusion
Varlık the Being, entity
Varolan Being
Varolma/k existence/ to exist
Varolma mücâdelesi struggle for existence
‘Varolma ruhsatı’ ‘permit for existence’
Varoluş mode of existence
Vasiî extensive, spacious
Vatan state-territory, fatherland
―Anavatan mother-country
Vatandaş/lık citizen/ship
Vatikan
Vecd, vecit ecstasy, rapture
Veche aspect
Vedanta
Vehim illusion
Venedik Venice
Vicdân/î, /~lı, /~sız conscience/conscientious, scrupulous X unscrupulous
Vuruşma, muharebe battle
Y
268
Yabancı
stranger
Yabancılaşma alienation
Yahudî/lik ―dinin adı― Jew/ish, Judaic/ism
―Israil/li ―ülke ile kavmin adı― Israel/i
―İbrânî ―kültürün adı― Hebrew
―İbranca ―dilin adı― Hebrew
―Yahudî düşmanlığı ―terimin anlamca doğrusu: Israil düşmalığı— Antisemitism
Yaklaşım
approach
Yalnızca bkz: Sırf
Yalvarma entreaty
Yan lateral
Yan yana
side by side, adjacent
Yapı structure
Yapılan(dır)ma structuration, structuring
Yaralanabilirlik vulnarability
Yargı judgement
Yargılama intellectual procedure; lawsuit, legal process
Yarı-askerî paramilitary
Yasa/l uncondified law, natural law, nomology/nomological
Yasama legislation
Yaşama life in general, living
Yaşamortaklığı symbiosis
Yaşamortamı
habitat
Yaşanabilir habitable
Yaşantı life experience ―OsmT hayat tecrübesi; Alm Erlebnis; Fr expérience vécue
Yaşarlık, yaşanırlık viability
Yaşayakalma survival
Yatay horizontal
Yatırım investment
Yatırmak, yatırım yapmak to invest
269
Yatkınlık predisposition
Yavru-vatan ‘offspring country’, ‘daughter country’
Yaygın-bildirişme şebekesi (kısaltma: YABİŞ) INTERNET
Yayılma/cılık expension/ism
Yayım publication
Yayın broadcasting
Yazım notation
Yazın
writing(s) ―Fr litérature
Yekpâre monolithic
Yeni dünya düzeni New World Order
Yeni Gine
New Guinea
Yeni zamanlar Modern times ―Fr Temps nouveaux
Yeni Zelanda New Zealand
Yeniçağ
Modern Age
Yeniçağ tarihi Modern History
‘Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti’ ‘Modern secular West European
Civilization’
Yeniçeri Janissar
Yenidendoğuş yahut Yenidendiriliş Fr Renaissance
Yer place
Yerleşim-yeri settlement, colony
Yeryüzü Earth
Yeryüzümerkezcilik Geocentricism
Yetenek capability
Yeti
capacity
Yetişkin adult
‘Yıldız medeniyet’ ‘central yahut star civilization’
Yobaz, mutaassıp fanatical, bigoted
Yokla/n/ma
examination
Yol yordam route, way
Yorum interpretation
270
Yöntem method
Yörünge trajectory, orbit
Yunan/ca Greece/Greek
Yurdiçi
domestic
Yurdiçi gayrısâfî hâsıla gross domestic product /GDP
Yurt/daş, /~lık home/homeland/ fellow countryman
Yurtdışı foreign country
Yüce Ahit Magna Carta
Yürek heart ―in animal; boldness, courage, bravery, determination
Z
Zâdegân/lık land-aristocrat/aristocracycy
Zaman time
Zanaat Fr technique
Zaragossa antlaşması Treaty of Zaragossa
Zât/î
essence/essential
Zekâ/zekî clever, intelligent/intelligence
Zencî
Negroid
271
Zevce ―teklîfsiz konuşmalarda karı wife
Zevk pleasure, taste
Zevkiselîm edification
Zıt contrary
Zihin/zihnî intellect/ual
Zimbabve Zimbabwe
Zirve summit
Ziyonculuk Zionist/Zionism
Zorunlu nedensellik necessary causality
Zorunluluk necessity
Zorunsuzluk contingen
272
273
KAYNAKLAR
-AANA KAYNAKLAR
Atıfta bulunulmuş bütün kaynakların tam künyesi:
Başka türlü belirtilmedikce, ecnebî dillerden Türkceye tercümeler tarafımızdan
yapılmıştır.
A
“ABDUL HAMEED: BIOGRAPHY OF SULTAN ABDUL HAMEED THE
SECOND AND THE FALL OF THE ISLAMIC KHILAFA”, INTERNET:
www.ummah.org.uk/sultan, Londra, 2003.
“AFRICA NEGRA es mas POBRE HOY que en 1970, segun el BANCO
MUNDIAL”, “el Pais”te, Madrit, cumaertesi 24 haziran 2000.
Ahmed Cevdet Paşa: “TEZÂKİR” (40, Tetimme), yayımlayan: Cavid Baysun; Ankara,
1986.
Aristoteles:
“METAPHYSICS”, Yunanca – İngilizce, İngilizceye tercüme: Hugh
Tredennick; William Heinemann, “Loeb”, Londra, 1961.
Aristoteles: “DÜNYAYA DAİR” (“PERİ KOSMOU”); Yunanca – İngilizce, İngilizceye
tercüme: D.J.Furley; William Heinemann, “Loeb”, Londra, 1955.
“ANABRITANNICA”, Istanbul, 1989.
Baffour Ankomah: “SO BLACK PEOPLE CANNOT INVENT?”, 20.- 26. syflr, “New
African”da, 384.sayı, Londra, nisan 2000.
Herbert W.Armstrong: “LES ANGLO-SAXONS SELON LA PROPHETIE”; Worldwide
Church of God, Passadena/ Kaliforniya,1982.
“ASIAWEEK: The Bottomline”, 63.s, Hong Kong, 4 ağustos, 1995.
Syed Muhammed Naquib Al-Attas: “ISLAM and SECULARISM”; ABIM, Kuala
Lumpur, 1978.
Syed Muhammed Naquib Al-Attas: “ISLAM and the PHILOSOPHY of SCIENCE”;
ISTAC, Kuala Lumpur, 1989.
Tamer Ayan: “HAMTAŞIN EVRİMİ”; Grafik Sanatlar Matbaacılık, Istanbul, 1998.
274
Tamer Ayan: “ÇİFT BAŞLI KARTAL/ Anadoludan Skoç Ritine”; Grafik Sanatlar
Matbaası, Istanbul, 1998.
B
Ashit Kumar Bandhopaddhayaya, Ved Prakash Upaddhayaya & Gouri Bhattacharya:
“MUHAMMAD in the VEDAS and the PURANAS”, Bengalceden İngilizceye tercüme;
A.S.Noordeen, Kuala Lumpur, 1998.
Guy de Bauchène: “LA PREHISTOIRE”, L’Anthropologie, CEPL, Paris, 1972.
Jeremy Black & Roy Porter: “DICTIONARY of EIGHTEENTH-CENTURY HISTORY”;
Penguin, Londra, 1996.
Wolfgang Benz, Hermann Graml & Hermann Weiß: “DTV ENZYKLOPÄDIE DES
NATIONALSOZIALISMUS”; dtv, Münih, 1997.
Paul Bernstein & Robert Breen: “HISTORY of CIVILIZATION”; Helix, Totowa/ New
Jersey/ A.B.D., 1987.
Jeremy Black & Roy Porter: “DICTIONARY
HISTORY”; Penguin, Middlesex/İngiltere, 1994.
of EIGTHTEENTH–CENTURY
B’nai B’rith: “Wer ist die B’nai B’rith Augustin Keller Loge?”, irtibât adresi:
B’nai B’rith AKL, posta kutusu, 8027 Zürih; e-posta: www.augustinkellerloge.ch, 8
ocak 2003.
Georges Bordonove: “LES TEMPLIERS”; Marabout, Arthème Fayard, Paris, 1997.
Joseph Brewda: “PALMERSTON LAUNCHES YOUNG TURKS TO PERMANENTLY
CONTROL MIDDLE EAST”, 1 – 4.syflr, “Schiller Institute, February 1994 Conference
Speech”te, Schiller Institute, P.O.Bo: 20244, Vaşington, 8 ocak 2003, www.
schillerinstitute.org/conf_feb_1994_brewda.html.
“ENCYCLOPEDIA BRITANNICA” CD Multimedia Edition, Chicago/Michigan,
1999.
“DER GROßE BROCKHAUS”; F.A.Brockhaus, Wiesbaden, 1954.
Audrey Butler: “COLLINS DICTIONARY
1996.
OF DATES”; Harper Collins, Glasgow,
“BYZANTIUM/ An Introduction to East Roman Civilization”, derleyenler:
Norman H.Bynes & H.St.L.B.Moss; Oxford University Press, Oxford, 1969.
275
C
Trevor Cairns: “EUROPE AROUND the WORLD”; Cambridge University Press,
Cambridge, 1981.
Albert Camus: “Le MYTHE de SISYPHE/ Essai sur L’Absurde”; Gallimard, Paris, 1942.
Henri Cazelles: “PENTATEUQUES”, “Dictionnaire des Religions”da, yayımlayan: Paul
Paupard; PUF, Paris, 1985.
Philippe Chambon: “LA BIBLE RELUE ET CORRIGEE PAR LA GENETIQUE”, 38 –
54.syflr, “Science et Vie”de, 995.sayı, Paris, ağustos 2000.
Sir Winston Churchill: “A HISTORY of the ENGLISH-SPEAKING PEOPLES”; Cassell,
Londra, 1960.
“COLUMBIA ENCYCLOPEDIA/ eLibrary Version”, Alacritude, altıncı baskı:
Nev York, 2003.
“LE CORAN“, Arapcadan Fransızcaya: D.Masson; Gallimard,
Paris, 1967.
Comte le Couteulx de Canteleu: “HISTOIRE des SOCIETES SECRETES”; Henrier
Veyrier, Paris, 1987.
Ç
Murat Çizakca: “A COMPARATIVE EVOLUTION of BUSINESS PARTNERSHIP/ The
Islamic World and Europe with Specific Reference to the Ottoman Archives”; E.J.Brill,
Leiden, 1996.
Murat Çizakca: “TOWARDS a COMPARATIVE ECONOMIC HISTORY of the WAQF
SYSTEM”, “Al-Shajarah”da, II.cilt, 1.sayı, Kuala Lumpur/ Malezya.
D
E. Dijksterhuis: “De MECHANISERING van het WERELDBEELD”; J.M.Meulenhoff,
Amsterdam, 1950.
Hans Dollinger: “THE DECLINE AND FALL OF NAZI GERMANY AND IMPERIAL
JAPAN/ A Pictorial History of the Final Days of World War II”, Almancadan
İngilizceye tercüme; Chancellor Press, Londra, 1997.
J.D.Douglas & Merrill C.Tenney: “NIV COMPACT DICTIONARY OF THE BIBLE”;
Zondervan House, Michigan, 1989.
Günther Drosdowski & Paul Grebe: “DUDEN: HERKUNFTSWÖRTERBUCH DER
DEUTSCHEN SPRACHE”; Dudenverlag, Mannheim, 1963.
276
Jean Dubois, Henri Mittérand & Albert Dauzat: “DICTIONNAIRE ETYMOLOGIQUE
et HISTORIQUE DU FRANÇAIS”; Larousse, Paris, 1964.
Alain Dural: “LA PROTOHISTOIRE”, L’Anthropologie.
Teoman Duralı: “BİYOLOJİ FELSEFESİ”; Akçağ, Ankara, 1992.
Teoman Duralı: “ARİSTOTELESTE BİLİM ve CANLILAR SORUNU”; Çantay,
Istanbul, 1995.
Teoman Duralı: “A NEW SYSTEM of PHILOSOPHY-SCIENCE From the
BIOLOGICAL STANDPOINT”; Peter Lang Verlag, Vienna – Berlin – New York, 1996.
Teoman Duralı: “FELSEFE-BİLİME GİRİŞ”; Çantay, Istanbul, 1997.
Erik Durschmied: “THE WEATHER FACTOR/ How Nature Has Chamged History”;
Coronet, Londra, 2000.
E
Eflâtun (Platon): “THE COLLECTED DIALOGUES of PLATO Including the Letters”,
edited: Edith Hamilton & Huntington Cairnis; Bollingen series LXXI, Princeton
University Press, Princeton/ New Jersey, 1987.
Erika Emmerich: “DIE PHILOSOPHIE DES BLUTES”, Léon Poliakov & Joseph Wulf:
“Das dritte Reich und seine Denker”de; Zeitgeschichte, Ullstein, Frankfurt/Main, 1983.
F
James A. Field: “AMERICAN AND THE MEDITERRANEAN WORLD, 1776 – 1882”;
Princeton University Press, Princeton/New Jersey, 1969.
S.Fischer–Fabian: “DIE ERSTEN DEUTSCHEN/ der Bericht über das rätselhafte Volk
der Germanen”; Knaur, Münih, 1978.
Carlo Frabetti: “Circuito Cientifico: ANARITMETISMO”, “El Pais”te, Madrid,
miercoles 24 de enero 1996.
David Fromkin: “A PEACE TO END ALL PEACE/ The Fall of the Otoman Empire and
the Creation of the Modern Middle East”; Avon, Nev York, 1990.
Konrad Fuchs & Herbert Raab: “DTV WÖRTERBUCH ZUR GESCHICHTE”; dtv,
Münih, 1972.
G
Galileo Galilei: “Le OPERE”, yayımlayan: A.Favaro; Alberi, Floransa, (tekrar basım:)
1968.
277
Gyril Glassé: “THE CONCISE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM”; Stancey International,
Londra, 1991.
José Maria Gonzalez Ruiz: “LA BIBLIA ES LAICA”, “El Pais”de, 3 mart 1999.
Julius Gould & William Kolb: “A DICTIONARY OF SOCIAL SCIENCES”; Tavistock
Publications, Londra, 1965.
Richar Goulet: “ARISTARQUE de SAMOS”, “Dictionnaire des Philosophes
Antiques”de; CNRS, Paris, 1989.
Abdülbâkî Gölpınarlı: “HZ MUHAMMED VE HADÎSLERİ”; Arkın Kitabevi, Istanbul,
1957.
P. Gregorius: “SOCIOLOGIE VAN DE NIET-WESTERSE VOLKEN”, iki cilt; Het
Spectrum, Utrecht/ Antwerpen, 1965.
H
A.Haydar Haksal: “SEMİTİZM – MASONLUK – MİLLİYETCİLİK”, “Yedi İklim”de,
X.cilt, 75-76.sayı, Istanbul, haziran – temmuz 1996.
Christopher Robert Hallpike: “DIE GRUNDLAGEN PRIMITIVEN DENKENS”,
İngilizceden Almancaya: Luc Bernard; dtv/ Klett-Cotta, Münih, 1990.
Muhammad Hamidullah: “İSLÂM PEYGÂMBERİ”, I.cilt, tercüme: Salih Tuğ; İrfân,
Istanbul, 1991.
F.A. Heinichens: “LATEINISCH – DEUTSCHES
mittelalterliches Latein”; B.G.Teubner, Leipzig, 1931.
SCHULWÖRTERBUCH...
Edgar Hederer: “DAS DEUTSCHE GEDICHT”; Fischer Bücherei, Hamburg, 1960.
Alexander Hellemans & Bryan Bunch: “The TIMETABLES of SCIENCE”; Touchstone/
Simon & Schuster, New York, 1991
Herakleitos: G.S.Kirk: “HERACLITUS, THE COSMIC FRAGMENTS”; The Cambridge
University Press, Cambridge, 1954.
John P. Hinnels: “WHO’S WHO OF RELIGIONS”; Penguin, Londra, 1991.
“HISTOIRE”: “Le Dossier Philippe Le Bel”, Paris, février 1995.
Johannes Hoffmeister: “WÖRTERBUCH DER PHILOSOPHISCHEN BEGRIFFE”;
Felix Meiner, Hamburg, 1955.
278
Johan Huizinga: “HERFSTTIJ der MIDDELEEUWEN/ Studie over Levens- en
Gedachtenvormen der Veertiende en Vijftiende Eeuw in Frankrijk en Nederlanden”;
Wolters-Noordhoff, Groningen, (onbeşinci baskı:) 1982.
Serge Hutin: “GOUVERNEMENTS INVISIBLES ET SOCIETES SECRETES”; Edition
j’ai vu, Paris, 1971.
I
Ismâil Fennî: “LUGATCEİ FELSEFE”; Matbaa-i Âmire, Istanbul, 1925 ―eski yazıyla.
İ
Angelo Iacovella: “GÖNYE VE HİLÂL / İttihâd-Terâkkî ve Masonluk” (“Il Triangulo e
la Mezzaluna”), tercüme: Tülin Altınova; Tarih Vakfı Yurt Yayımları 56, Istanbul,
1998.
David Icke: “AND THE TRUTH SHALL SET YOU FREE”; Bridge of Love
Publications, Ryde, Isle of Wight/ İngiltere, 1999.
J
“THE ENCYCLOPEDIA OF JEWISH LIFE and THOUGHT”, yayımcısı: Chaim
Pearl; Carta, Kudüs, 1996.
Robert John: “BALFOUR BİLDİRİSİ’NİN ARDINDAN/ Birinci Dünya Savaşı Sırasında
İngilterenin Lord Rothschild’e Vaadi”, İngilizceden Türkceye: Aykut Kazancıgil, “Yedi
İklim”de, 75 – 76.sayı, Istanbul, haziran – temmuz 1996.
Edwin Jones: “THE ENGLISH NATION/ The Great Myth”; Sutton, Stroud/
Gloucestershire, 1998.
K
Immanuel Kant: “KRITIK der PRAKTISCHEN VERNUNFT”; Philippe Reclam,
Leipzig, 1878 ―birinci baskı: Riga, 1788.
Immanuel Kant: “GRUNDLEGUNG zur METAPHYSIK der SITTEN” ―birinci baskı:
Königsberg, 1797.
André Kaspi, Claude-Jean Bertrands
AMERICAINE”; P.U.F, Paris, 1991.
&
Jean
Heffer:
“La
CIVILISATION
Hermann Kinder & Werner Hilgemann: “DTV-ATLAS zur WELTGESCHICHTE”, I.cilt:
“Von den Anfängen bis zur französischen Revolution”; dtv Verlag, Münih, 1993.
279
Hermann Kinder & Werner Hılgemann: “The PENGUIN ATLAS of WORLD
HISTORY”, II.cilt: “From the French Revolution to the Present”, Almancadan
İngilizceye tercüme: Ernest A.Menze; Penguin, Middlesex, 1979.
Lord Kinros: “THE OTTOMAN CENTURIES/ The Rise and Fall of the Turkish
Empire”; Marrow Quill, New York, 1977.
“KİTABIMUKADDES”, İbrân, Keldân ile Yunan dillerinden Osmanlı Türkcesine
tercüme ―eski yazıyla; Ağop Matusyan Matbaası, Dersâadet (Istanbul), 1922.
Wolfgang J. Koschnick: “STANDARD DICTIONARY of the SOCIAL SCIENCES”;
K.G.Saur, Münih, 1984.
“THE KORAN INTERPRETED”, Arapcadan İngilizceye: Arthur J.Arberry;
Macmillan, New York, tarih: ?
“KUR’ÂNı KERÎM ve Türkce Meâli”; Diyânet İşleri Başkanlığı Yayımları,
Ankara, 1983.
“KUR’ÂNı HAKÎM ve Açıklamalı Meâli”, Arapcadan Türkceye: Suat Yıldırım;
Zaman, Istanbul, 1998.
L
E.W. Lane: “ARABIC – ENGLISH LEXICON”, iki cilt; The Islamic Texts Society,
Cambridge/İngiltere, ilk baskı: 1877, hâlihazır baskı: 1984.
“DICTIONNAIRE ENCYCLOPEDIQUE LAROUSSE”; Librairie Larousse,
Paris, 1987.
“LEXIKON der ALTEN WELT”, iki cilt; Artemis Verlag, Zürih-Stuttgart, 1965.
Claude Lévi-Srauss: “La PENSEE SAUVAGE”; Librairie Plon, Paris, 1962.
Lucien Lévy-Bruhl: “LA MENTALITE PRIMITIVE”; Librairie Félix Alcan, Paris, 1922.
Lucien Lévy-Bruhl: “Les FONCTIONS MENTALES
INFERIEURES”; Librairie Félix Alcan, Paris, 1928.
dans
les
SOCIETES
Hernan Lopez Garay: “ALGUNAS REFLEXIONES SISTEMICAS SOBRE LOS
FUNDAMENTOS DEL NEOLIBERALISMO Y PARADIGMAS ALTERNOS”, 108. –
127.syflr, “Ludus Vitalis/ Revista de Filosofia de las Ciencias de la Vida”da, VII.cilt,
11.sayı, Meksiko şehri, 1999.
Raimondo Luraghi: “HISTOIRE DU COLONIALISME”; Marabout Université, Paris,
1967.
280
M
Albert Gallatin Mackey: “THE HISTORY OF FREEMASONRY/ Its Legendary Origins”;
Gramercy Books, New York, 1996.
J.Maillet: “HISTOIRE des FAITS ECONOMIQUES”; Payot, Paris, 1952.
Martin H. Manser: “THE WORDSWORTH DICTIONARY of BIBLE QUOTATIONS”;
Wordsworth Reference, Hertfordshire, 1989
Colin McEvedy & Richard Jones: “ATLAS of WORLD POPULATION HISTORY”;
Penguin, Middlesex, 1980.
David McKay: “AMERICAN POLITICS and SOCIETY”; Blackwell, Oxford, 1993.
Allec Melloc: “FRANC-MAÇONNERIE”, “Dictionnaire des Religions”da; P.U.F, Paris,
1985.
Sallai Meridor, VIII.Uluslararası Medya Konferansı, aktaran: Tilda Levi & Nelly
Barokas, “Şalom Haftalık Siyâsî ve Kültürel Gazete”, Istanbul, 7 nisan 2000.
J.C.J. Metford: “DICTIONARY
Thames&Hudson, Londra, 1983.
OF
CHRISTIAN
LORE
AND
LEGEND”;
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “FÎHİ MÂ-FÎH ve MECÂLİSİSEBÂdan SEÇMELER”,
derleyip Farscadan Türkceye tercüme: Abdübâkî Gölpınarlı; M.Eğ.B., Istanbul, 1972.
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “MESNEVΔ, Farscadan Türkceye tercüme ve şerh:
Abdübâkî Gölpınarlı, I.&II.ciltler; İnkılâp&Aka, Istanbul, 1981.
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “The MATHNAWÎ...”, Farscadan İngilizceye tercüme ve
şerh: Reynold A.Nicholson, I.&II.ciltler; Islamic Book Service, Lahore/ Pakistan, 1989.
José Ferrater Mora: “DICCIONARIO de GRANDES FILOSOFOS”; Alianza Editorial,
Madrid, 1986.
Enrique Moradiellos: “UN ANIVERSARIO FUNESTO”, “El Pais”de, Madrid, 12 kasım,
çarşanba, 2000.
N
Paul Naudon: “La FRANC-MAÇONNERIE”; “Que sais-je?”, P.U.F, Paris, 1965.
“The New Straits Times”de, “The COSTS of CONQUEST: EUROPEAN
DOMINATION of the WORLD HAS BEEN DISASTROUS for the MAJORITY of the
WORLD’s POPULATION”, Kuala Lumpur/ Malezya, haziran 25, 1993.
281
Volpie & Julian Nida-Rümelin: “LEXIKON der PHILOSOPHISCHEN WERKE”; Alfred
Kröner Verlag, Stuttgart, 1988.
Friedrich Nietzsche: “Die FRÖHLICHE WISSENSCHAFT/ Aus dem NACHLASS 18711888”; Alfred Kröner Verlag, Stuttgart, 1921.
Frank Nowikoski: “ARGENTINA’s VICTIMS of SPANISH CONQUEST”, “The New
Strait Times”de, Kuala Lumpur, pazarertesi, temmuz 26, 1993.
O
José Ortega y Gasset: “EN TORNO A GALILEO/ Esquema de las Crisis”; EspasaCalpe, Madrid, 1965.
“The OXFORD COMPANION to the SECOND WORLD WAR”, Yayımcı: I.C.B.
Dear; Oxford University Press, Oxford, 1955.
“OXFORD DICTIONARY OF WORLD HISTORY”; O.U.P., Oxford, 2000.
“The OXFORD ENCYCLOPEDIC
University Press, Oxford, 1991.
ENGLISH
DICTIONARY”;
Oxford
“The SHORTER OXFORD ENGLISH DICTIONARY”; Oxford U.P., Press,
1973.
“The COMPACT OXFORD ENGLISH DICTIONARY”; Oxford U.P, Oxford,
1991.
Q
“The HOLY QUR’ÂN”, Arapcadan İngilizceye tercüme ve tefsîr: Abdullah
Yusuf Ali; Amana Corp, Brentwood/ Maryland/ A.B.D, 1989.
“The MESSAGE of the QUR’ÂN”, Arapcadan İngilizceye tercüme ve tefsîr:
Muhammed Asad; Dâr Al-Andalus, Cebelitarık, 1993.
P
Francisco Morales Padron: “VIDA COTIDIANA de los CONQUISTADORES
ESPAÑOLES”; Historia de la España sorprendente/ Temas de Hoy, Madrid, 1988.
José Luis Pardo: “EL ULTIMO FILOSOFO”, “Babelia/ El Pais”de, Madrit, 20 mayıs
2000.
Geoffrey Parker&Geoffrey Barraclough: “The TIMES ATLAS of WORLD HISTORY”;
Times, Londra, 1989.
L.C.Pascoe: “ENCYCLOPEDIA of DATES and EVENTS”; Houlder&Toughton, Londra,
1979.
282
Robert Payne: “KARL MARX”; Simon&Schuster, Londra & Nev York, 1968.
Régine Pernoud: “Les TEMPLIERS”; “Que sais-je?”, P.U.F, Paris, 1974.
“LE PETIT ROBERT/ DICTIONNAIRE des NOMS PROPRES”; Le Robert,
Paris, 1989.
Victor Gomez Pin: “RECUERDO de GIORDANO BRUNO”, “Babelia”/ “El Pais”de,
Madrid, 5 şubat 2000.
Ilya Prigogine: “FROM BEING TO BECOMING/ Time and Complexity in the Physical
Sciences”; Freeman&Comp., New York, 1980.
R
Ignacio Ramonet: “NUEVO SIGLO”, “Le Monde Diplomatique/ Edicion Española”da,
4.yıl, 39.sayı, Paris, ocak 1999.
Ignacio Ramonet: “L’AMERIQUE DANS LES TETES / Un Délicieux Despotisme”, “Le
Monde Diplomatique”de, 47.yıl, 554.sayı, Paris, mayıs 2000.
Sir James Redhouse: “A TURKISH and ENGLISH LEXICON”; Librairie du Liban,
Beyrut, yeni baskı: 1987 ―eski yazıyla.
Colin Renfrew: “PAST WORLDS/ THE TIMES ATLAS OF ARCHÆOLOGY”; Times
Books, 1991.
J.M. Roberts: “The PENGUIN HISTORY of the WORLD”; Penguin Books, Londra,
1995.
M.Rosenthal & P.Yudin: “MATERYALİST FELSEFE SÖZLÜĞÜ”, tercüme: Enver
Aytekin&Azîz Çalışlar; Sosyal, Istanbul, 1972.
Jean-Paul Roux: “LA RELIGION DES TURCS et DES MONGOLS”; Payot, Paris, 1984
—Türkce tercümesi: “Türklerin ve Moğolların Eski Dini”, Fransızcadan Türkceye:
Aykut Kazancıgil; İşâret, Istanbul, 1994.
Jacques Ruffié: “DE LA BIOLOGIE A LA CULTURE”, iki cilt; Flammarion, Paris,
1983.
S
Edward Said: “A TRULY FRAGILE IDENTITY”, “Al-Ahram/ Weekly”de, Kahire, 23 –
29 mart 2000.
283
Jeremy Salt: “IMPERIALISM, EVANGELISM AND OTTOMAN ARMENIANS: 1878 –
1898”; Frank Cass, Londra, 1993.
Annemarie Schimmel: “DIE ABSCHIEDSPREDIGT DES PROPHETEN”, “Weisheit der
Völker/ Lesebuch aus drei Jahrtausenden”den, derleyen: Ingrid Holzhausen; Eugen
Diederichs Verlag, Münih, 1991.
Guido Gomez de Silva: “BREVE DICCIONARIO de la LENGUA ESPAÑOLA”; Fondo
de Cultura Economica, Mexico, 1988
Dava Sobel: “GALILEO’S DAUGHTER: A HISTORICAL MEMOIR OF SCIENCE,
FAITH AND LOVE”, 432 s; Walker&Company, Portland, ekim 1999.
Fritz Springmeier: “GLOBAL ELITE FAMILY BLOODLINES/ THE SATANIC
BLOODLINES”; 2000 Environmental Defense Fund, 257 Park Avenue South, New
York, NY 100 10, 2000.
T
Mariz Tadroz: “A TALE of TWO POPES”, “Al-Ahram/Weekly”, Kahire, 2-8 mart 2000.
Nicholas Tarling: “The CAMBRIDGE HISTORY of SOUTHEAST ASIA”, I.cilt: From
Early Times to c.1800, II. Cilt: “To the Nineteenth and Twentieth Centuries”;
Cambridge University Press, Cambridge, 1992.
Juan-José Tamayo: “LAS ENERGIAS UTOPICAS DE LA FE”, “Babelia/ El Pais”de,
Madrid, 25 mart 2000.
John Toland: “The LAST HUNDRED DAYS”; Mayflower Books, Londra, 1968.
Robert Tucker: “PHILOSOPHY AND MYTH IN KARL MARX”; Cambridge University
Pres, Cambridge, ikinci baskı: 1982.
Mark Tully: “NO FULL STOPS IN INDIA”; Viking, Londra, 1991.
U
Alan Unterman: “DICTIONARY OF JEWISH LORE and LEGEND”; Thames&Hudson,
Londra, 1997.
Nermi Uygur: “FELSEFENİN ÇAĞRISI”; I.Ü.Ed.F.Yayımları, Istanbul, 1971.
V
Bernard Valade: “LES MYTHOLOGIES et LES
“L’Anthropologie”de; Lé0nard Danel, Loos-les-Lille, 1972.
RITES”,
346.-363.syflr,
Vartan Paşa: “AKABİ HİKYAYESİ”, Önsöz: A. Tietze; Eren, Istanbul, 1991.
284
Nicole Vendier-Nicolas: La PHILOSOPHIE CHINOISE dès ORIGINES au XVIIème
SIECLE”, Brice Parain: “Encyclopédie de la Pléïade”da; Editions Gallimard, Paris,
1969.
Jason Vest: “U.S. ‘ECHELON’ SPY NETWORK MONITORING E-MAIL– FAX–CELL
PHONES
WORLDWIDE”,
11
ağustos
1998,
“Sightings”de,
sightings.com/political/spynet, 5 temmuz 2000.
D. Vetter: “JUDENTUM (vom JÜDISCHEN Standpunkt)”, “Lexikon religiöser
Grundbegriffe”de, yayımlayan: Adel Theodor; Verlag Styria, Köln – Viyana, 1987.
Armen Victorian: “THE SECRET AGENDA: CONTROLLING THE MIND: HYPNOSIS
AND REMOTE HYPNOSIS IN THE INTELLIGENCE COMMUNITY”, 47. – 52.syflr,
“Undercover/ cover-ups – Espionage – Covert Action”de, I.cilt, 5.sayı, Oldham/
İngiltere, temmuz (yıl ?).
Richard Von Dülmen: “FISCHER-LEXIKON: GESCHICHTE”; Fischer Verlag,
Frankfurt/Main, 1994.
W
Arthur Edward Waite: “A NEW ENCYCLOPÆDIA of FREEMASONRY”; Wings
Books, New York, 1970.
A.Walde: “LATEINISCHES ETYMOLOGISCHES WÖRTERBUCH”, iki cilt; Carl
Winters Universitätsbuchhandlung, Heidelberg, 1938.
Bernhard Waldeufels&...: “PHÄNOMENOLOGIE und MARXISMUS/ ERKENNTNISund WISSENSCHAFTSTHEORIE”, IV.cilt; Suhrkamp, Frankfurt/Main, 1979.
G. Ware: “THE ORTHODOX CHURCH”; Penguin, Londra – New York, 1980.
Herwig Wolfram: “DAS REICH UND DIE GERMANEN/ zwischen Antike und
Mittelalter”; Siedler, Berlin, 1998.
“THE HISTORICAL ENCYCLOPEDIA OF WORLD WAR II”, yayımlayanlar:
Marcel Baudot, Henri Bernard..., aslı: “Encyclopédie de la Guerre 1939 – 1945”,
Editions Casterman, Paris, 1977, Fransızcadan İngilizceye tercüme: Jesse Dilson; Facts
on File, New York – Oxford, 1989.
285
Randulf von Wolgezogen & Deutsch-Wagram: “HOW THE HOLY LAND WAS
CONQUERED/ Australian World Wars History, Cannon Fodder Tragedies Bent on
Invading the Holy Land”, 1 – 8. syflr, “National Journal (Nunca Antara News Agency,
International)”, Philadelphia, 9 eylül 2002, www.globalfiretv. com
Y
Ali Yardım: “İSLÂMİYET KARŞISINDA TÜRK ÖRF ve ÂDETLERİ”, 104.-117.syflr,
“Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İmân Zemîni”nde, hazırlayan: Sait Başer;
Kubbealtı Neşriyâtı, Istanbul, 1988.
Z
Thierry Zarconé: “MYSTIQUES, PHILOSOPHES et FRANC-MAÇONS en ISLAM/
RIZÂ TEVFİK, PENSEUR OTTOMAN
(1868-1949)/ Du SOUFISME à la
CONFRERIE”; Jean Maisonneuve, Paris, 1993.
Erik Zimen: “Der HUND”; Goldmann, Augsburg, 1988.
Ilgaz Zorlu: “EVET, BEN SELÂNİKLİYİM / Türkiye Sabetaycılığı”; Belge, Istanbul,
1998.
286
-BYARDIMCI KAYNAKLAR
Atıfta bulunulmamış olmakla birlikte, dolaylı olarak yararlanılmış kaynaklar ile
bunların tam künyesi.
A
A.D.Alderson & Fahir İz: “The OXFORD TURKISH – ENGLISH DICTIONARY”;
ABC, Istanbul, 1984.
B
Kemâl Belviranlı: “OSMANLICA İMLÂ KILAVUZU”; Nedve Yayımları, Konya, 1980.
H.A.R.Gibbs & J:H.Kramers: “SHORTER ENCYCLOPEDIA of ISLAM”; E.J.Brill,
Leiden, 1974.
Henri Goelzer: “DICTIONNAIRE FRANÇAIS – LATIN & LATIN – FRANÇAIS”;
Garnier Flammarion, Paris, 1966.
H
S.A.Handford & Mary Herberg: “LANGENSCHEIDT’s LATIN – ENGLISH &
ENGLISH – LATIN DICTIONARY”; Langenscheidt, Berlin, 1966.
K
Sinâ Kabaağaç & Erdal Alova: “LATİNCE – TÜRKCE SÖZLÜK”; Sosyal Yayımlar,
Istanbul, 1995.
Ahmed Al-Khatib: “A NEW DICTIONARY of ENGLISH – ARABIC SCIENTIFIC and
TECHNICAL TERMS”; Librairie du Liban, Beyrut, altıncı baskı: 1984.
Peter Kunzmann, Franz-Peter Burkhard & Franz Wiedmann: “DTV-ATLAS zur
PHILOSOPHIE”; dtv, Münih, 1993.
287
P
John Paxton: “The PENGUIN ENCYCLOPEDIA of PLACES”; Penguis/ Middlesex,
üçüncü baskı: 1999.
Karl Ploetz: “HAUPTDATEN der WELTGESCHICHTE”; Ploetz, Verlagsbuchhandlung,
Bielefeld, 1951.
Y
Abdullah Yeğin: “OSMANLICA – TÜRKCE YENİ LUGAT/ İslâmî – Edebî – Felsefî”;
Hizmet Vakfı Yayımları, Istanbul, 1992.
288

Benzer belgeler