Çağdaş Küresel Medeniyet - Prof. Dr. Teoman Duralı
Transkript
Çağdaş Küresel Medeniyet - Prof. Dr. Teoman Duralı
Dış kapak ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET Teoman Duralı 1 İç kapak ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET: ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİ ANLAMI, GELİŞİMİ, KONUMU Şaban Teoman Duralı Istanbul Düzeltilip Genişletilmiş İkinci baskı 2 Soyu tükenen savaşcılardan rahmetli büyük dayım (babamın dayısı, Çerkez lakaplı) Hasan Amca’nın değerli anısına sevgi ve saygılarımla. “Savaş, her şeyin, herkesin atasıdır, hakanıdır; Kimisini tanrı (kahraman), kimini (gelişigüzel) insan, Kimini köle, kimini de hür kılar” (“Polemos pantōn de basileus, kai tous men theous edeikse tous de anthrōpous, tous men doulous epoiēse tous de eleutherous”) ―Herakleitos (53~54/44B). 3 Birinci Baskıda TEŞEKKÜR Çalışmamda fehmi ve ilmiyle yol göstermiş olan hocam Profesör Dr Sayın Ahmet Yüksel Özemre, bana elverişli çalışma ile araştırma ortamını süreklice sağlamış International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC) ile onun müdürü Profesör Dr Sayın Syed Muhammad Naquib Al-Attas beğefendilere; yardımlarını esirgememiş bütün dostlarıma; ve nihâyet kitabı basıp yayımlamak gibi zahmetli bir işi üstlenmiş bulunan Dergâh yayımevinin, başta Sayın Ezel Erverdi beğefendi olmak üzre, çalışanlarına teşekkürlerimi arzediyorum. Kuala Lumpur/ MALEZYA, 1999 4 İÇİNDEKİLER I- GİRİŞ A- ÇALIŞMAYLA İLGİLİ BÂZI MÜLÂHAZALAR B- ADLANDIRMA C- İNGİLİZ-YAHUDÎ TERKÎBİNİN ANLAMI II- KÜLTÜRDEN MEDENİYETE III- İSLÂM: YENİÇAĞIN BAŞLANGICI A- ESKİ ZAMANLARDAN YENİ ZAMANLARA B- YENİ ZMANLARIN BAŞ BELİRLEYİCİSİ: TEKTANRILI VAHİY DİNİNİN ANAÖRNEĞİ: İSLÂM C- YENİÇAĞA DOĞRU VI- YENİÇAĞ DİNDIŞI BATI AVRUPA MEDENİYETİ A- DİN ESASLI ÂLEMANLAYIŞINDAN DİNDIŞI DÜNYAGÖRÜŞÜNE B- TARİHİ YENİDEN SINIFLAMA DENEMESİ V- ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİ A- AVRUPA MEDENİYETİ TARİHİNİN BAŞLANGICI: ROMA B- ROMADAN LONDRAYA GİDİŞTE ARA DURAK: PARİS C- ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN ANA MERKEZİ: LONDRA; BAŞ MİHRÂKI: Farmasonluk (‘Serbest Yapı Ustalığı’) ve ÖNCÜ ETKİNLİKLERİ: iktisât ile Sanayi Ç- ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN TEMEL DÜNYATASAVVURU: Maddecilik – Mekanisism I. Esas: Akılcılık – Deneycilik II. Esas: Benlik – Bencillik D- ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN 5 Ana İDEOLOJİSİ: Hürriyetcilik - Sermâyecilik 1- İmân 2- Dogma, Öğreti, İdeoloji 3- Sermâyecilik 4- Küreselleştirilen Çağdaş İngiliz-Yahudî Medeniyetinin, dolayısıyla da Sermâyecilğin Tarihteki Konumu i- İngiliz-Yahudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken ii- Din – Dindışının Birbirlerine Karşı Mevzîlenişleri iii- Manevî İnsana Karşı Maddî Beşerin Mevzîlenişi 5- Hürriyetci Sermâyeciliğin Sunî Seçeneği: Toplumculuk 6- Öngörülmemiş Tepkiler: Faşism ile Millî Toplumculuk i- Organisism-Romantiklikten çıkan yol ii- Romantiklikten Faşisme iii- Faşismden Millî Toplumculuğa 7- Dinin yerini İdeolojinin alması ve bunun Etkileri i- Klasik Mekanik Temelli Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyetinden Evrim Biyolojisi Temelli Çağdaş Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî Medeniyetine ii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından Evrimcilik iii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından bir Digeri: Irkcılık iv- Irkcılığın Devindiricileri v- Irkcılığın Bilimdışılığı vı- Çağdaş Avrupaya mahsûs İdeolojik Irkcılığın Geçmişteki İki Kaynağı a) Yahudîlik b) İngiliz c) Köprü 8- Maddeci–Mekanisist–Dindışı Dünyagörüşünün Beşer Tipi: Maddîyâtcı İkisâdîyâtcı Adam (Homo economicus) a) Siyâsî ile İktisâdî Amaçlar uğruna kötüye kullanılan Din b) Üstün olanlar ile Olmayanlar E- SEÇENEKSİZ BİR MEDENİYETLE ve ONUN İDEOLOJİSİYLE Mİ KARŞI KARŞIYAYIZ? VI- ÜMİT 6 RESİMLER, ŞEKİLLER İLE HARİTALAR DİZİNLER İLE SÖZLÜK KAYNAKLAR 7 -I- GİRİŞ 8 -AÇALIŞMAYLA İLGİLİ BÂZI MÜLÂHAZALAR 1- Çalışma boyunca kullanılan ve önerilen özgül deyim, deyiş ile terimlerin başlıca genelgeçer kültür dillerinden Osmanlı Türkcesindeki (OsmT); Arapcadaki (Ar); İbrancadaki (İbr); Yunancadaki (Y); Latincedeki (L) ―Klasik Latince (KL), Hırıstıyanlaştırılmış Ortaçağ Latincesi (OrL) ile Yeniçağın Geç Latincesi (GeçL)―; Fransızcadaki (Fr); İtalyancadaki (İ); Ispanyolcadaki (Isp); Portekizcedeki (Por); Ruscadaki (Rus); Felemenkcedeki (Fel); Almanca (Alm) ile ―en çok da― İngilizcedeki (İng) karşılıkları, gerektikce, ayrac (...) içerisinde verilmektedirler. Böylesi terimler ile deyişler, Türkce bildirişenlerin dil bilincine yerleşinceye değin, bu tavrımızı ısrarla sürdüreceğiz. Önerilen ―yalnızca Türkcede değil, gerektikce İngilizcede bile― terimler, sunulan tarîfler ile belirlemelerin çoğu, ilk kez bu çalışmada ortaya koyulmaktadır. Bundan dolayı bunların karşılıkları alelumûm sözlüklerde boşuna aranmamalıdır. 2- Önerilen, mecâzlı anlamıyla kullanılan yahut vurgulanmak istenen terimler ile deyişler, tek çentikli tırnaklar arasında, ‘...’ gösterilmektedirler. 3- Alıntılar, çift çentikli tırnaklar, “...”; alıntılarda yapılmış atıflar ise, tek çentikli tırnaklar, “’...’”, arasında yer alırlar. 4- Önemli terimler ile deyişler, eğri, çok önemliler ve tarih boyunca kutsal kabul edilmiş olanlarsa, koyu (İng bold) yazılmaktadır. 5- Sesliyle başlayan takı olabilecek kelimeler, sesliyle biten bir önceki kelimenin gövdesine ulanırlar; örnek: ‘Bu ise’→ ‘Buysa’... Bununla birlikte, ‘o ise’, ‘hâlbuki’ anlamına gelen ‘oysa’yla karıştırılabileceğinden, ‘o ise’ tarzında yazılmağa devâm olunur. 6- Terimlerde uyguladığımız ayrı ayrı sözleri bitiştirmek kuralını, Osmanlı Türkcesinde geçen terimleşmiş tamlamalara dahî teşmîl ediyoruz: ‘Sath-ı mâil’ değil, ‘sathımâil’, ‘teşkilât-ı esâsîye’ değil, ‘teşkilâtıesâsîye’... 9 7- Başlıca kısaltmalar: ―Bkz: Bakınız —etkilenmekle birlikte, doğrudan doğruya alıntılayıp çift tırnaklı çentik içerisinde göstermeden yararlandığımız görüş veya düşünce; ―Krz: Karşılaştırınız —her ayrıntısına katılmamakla birlikte, zikretmeğe değer bulduğumuz görüş yahut düşünce. ―A.g.e: Adı geçen eser. ―B.g.y: Bahsi geçen yer. ―Syflr: Sayfalar. 8- İşâretler: ― Bitişik yazılırsa, olağandışı uzun olacağından, bir terimi dile getirmek üzre biraraya getirilmiş birbirini tamamlayan iki ismin, arasına ‘kısa çizgi’ koyulur: ‘felsefe-bilim’, ‘İngiliz-Yahudî’ gibi; ―Terimleşmiş iki isim, bir ‘üstterim’i ifâde edebilsin diye aralarına ‘orta uzunlukta çizgi’ çekilerek bitişik yazılır: ‘Madddecilik–Mekanisism’ gibi; ―Bir terimi yahut ‘üstterim’i dile getirmemekle birlikte, ortak konuya işâret eden iki yahut daha fazla terim, aralarında ‘uzunca çizgi’ bulundurularak ayrık yazılır: ‘üreten – üretim – üretim araçları ilişkisi’ gibi; ―Zıtlığı tebârüz ettirmek maksadıyla da, terimler, aralarına ‘uzunca çizgi’ çekilerek ayrık yazılırlar: ‘üretim – tüketim ilişkileri’ gibi; ―Bir cümlede dile getirilen esas anlamı daha aydınlık kılmak amacıyla onun ortasına yahut sonuna iliştirilen ek açıklamalar ‘çok uzun çizgi’yle belirtilir: ‘Yeniçağın başlarından —1500lerin ilk yarısından— itibâren’ gibi; ―Türkcede kullandığımız bir sözün yahut deyimin, Çalışmamızda başvurduğumuz ecnebî dillerdeki karşılığını ‘(...)’ işâretiyle gösteriyoruz; ―Kere ‘(...)’ içerisindeki kere, ‘[...]’ şeklindedir. 10 -BADLANDIRMA 1- Ad, özün, dile getirilmesi, dil yoluyla temsilîdir. Adını bilmediğimizi dile getiremeyiz. Yanlış yahut eksik biliyorsak, merâmımızı doğru yahut tam ifâde edemeyiz. Bu hâl, öncelikle günümüz medeniyeti için söz konusudur. Yaşayışımızı her cihetten tayîn etmek iddiasındaki çağdaş medeniyet nedir, kim/ler ne zaman, nerede, nasıl belirledi? İşte, işbu çalışmamızda üstünde duracağımız esas sorular bunlar olacak. 2- İmdi, burada ‘medeniyet’e, bâhusus ‘Çağdaş’ olana ilişkin ‘sav’ taşıyan bir ‘tarih’ ‘felsefe’si çalışması söz konusudur. Tarih felsefesi, felsefe-bilim ‘ağacı’nın en önemli ‘dal’larındandır. 3- ‘Tarih felsefesi’, bir ‘bilim’ olarak ‘tarih’in ‘bilim teorisi’ ile ‘tarih metafiziği’ olmak üzre iki kola ayrılır. ‘Bilim’ olarak ‘tarih’, konusu olan toplumların geçmişlerini belirli kıstas/lara yahut bir bakış açısına göre dönemlere ayırır. Dönemler üzerinde uzmanlaşan tarihin bilim kolları, alanlarına giren olayları tasvîr ile tahlîl ederler. Yer yer neden – etki bağıntılarını kurmaktan da geri durmazlar. Bilim olarak tarihe konu olan olaylar ne çeşittendirler; bunlar, nasıl ele alınırlar; işlenme yöntemleri nedir; belgeleme, gerekceleme, sınama, akılyürütme ile dönemleme işlemleri nasıl gerçekleştirilirler, cinsinden sorular, tarihin bilim teorisi tarafından cevaplandırılmağa çalışılırlar. Nihâyet, tarih metafiziği, geçmiş, geçmişin bilgisi, topluluk, toplum, sınıf, zümre, gelenek, görenek, hukuk, kültür, medeniyet gibi, insanlığı özden ilgilendiren sorunlu kavramların anlamlarını bulgulayıp irdeler; ilerileme, gelişme, gerileme diye olaylar, haddizâtında, varmıdır; varsa, nasıl ortaya çıkarlar, sorularıyla uğraşır. 4- Bir felsefe-bilim çalışmasıysa, öncelile tarîfe, tahlîl ile terkîbe dayanır. Sav taşıyan felsefe-bilim çalışmalarının ‘yüreğ’i metafizik ‘atar’. Felsefe-bilimin metafizik ‘yüreği’nde düşünceler, ‘gidimli’ (Fr discursif) tarzda yürütülürler. Bu da, sıkı bir biçimsel mantık düzeni demektir. Gidimli düşünce silsilelerinin başta gelen özelliği, işlenen ana savın yahut savların, değişik bağlamlarda tekrar tekrar karşımıza çıkabilir 11 oluşudur. İşte, bundan dolayı, bu çalışmada dahî, ana savlarla, öyleki kavramlar ve önermelerle farklı vesîlelerle müteaddit defa karşılaşmak şaşırtıcı olmamalıdır. 5- Çalışma, medeniyeti ele alıp işleyen esasında bir ‘tarih metafiziği’ olmakla birlikte, felsefe-bilimin ahlâk ile bilim alanları ve onun dışında kalmasına rağmen, ‘kapı komşusu’ durumundaki dinle dahî içten içe ilgilidir. İlgi alanının bunca yayılıp genişlemesiyse, Çalışmamızı, hâliyle, bir haylî karmaşıklaştırmaktadır. Sav ile konu dokuları gereği, Çalışmanın böylesine karmaşıklaşması, onu girift bir bölümlemeye tâbî tutmamız zorunluluğunu doğurmuştur. 12 -CİNGİLİZ-YAHUDÎ TERKÎBİNİN ANLAMI 1- Tarihte ilk defa yeryüzünün dörtbir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hattâ iç içeyiz, demek daha yerinde olur. Bu medeniyeti öz tabiatına uygun tarzda adlandırmamışlığımız, genelde, dünya çapında, öncelikle de Türkiyede ona ilişkin açık bir fikrimizin oluşmamasına yol açmaktadır. Kâh Batı, kâh Avrupa... zaman zaman da çağdaş diyoruz. Bunlardan ‘Batı’, yön belirtir; ‘Avrupa’, coğrafyaya; ‘çağdaş’ ise tarihe ilişkin sözlerdir. Hâlbuki bizim burada gereksediğimiz, medeniyete alem olacak deyimdir. 2- Tarihin önde gelen medeniyetlerin yer almış olduğu vâsiî mekân Avrasya anakarasıdır. Afrika ile Amerikanın tersine, Asya ile Avrupa, coğrafî bakımdan birbirinden ayrı iki kıta değildir. Birbirlerinden, sâdece sînelerinde teşekkül etmiş ve tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşerî ilişkiler yumağı ile zihniyetlerin derin farklılıklarından ötürü ayrılmışlardır. Asyanın en doğusu ile güney doğusunda Beşinci bine doğru yer almağa başlayan pirinç tarımı dolayındaki yerleşim, ‘Doğu medeniyetleri câmiası’nın beşiği olmuştur. Asyanın güney batısında yine Beşinci bin dolaylarında buğday ile arpa ekiminin vukûu bulduğu havalilerdeyse, bu defa, ‘Batı medeniyetleri câmiası’nın öncüsü Sümer kültürünün biçimlendiğini görüyoruz. Şu son andığımız mahalden peyderpey Mesopotamya, Mısır, Doğu Akdeniz ―Fenike, Filistin ile Israil―, Hırıstıyan ile İslâm ve nihâyet Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetleri çıkıp serpilmişlerdir. 1400lerin sonlarından itibâren Hırıstıyan medeniyetinden türeyen, 1600lerin ikinci yarısından sonra ona yeğinlikle karşı çıkarak biçimlenmeğe koyulan ‘Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti’, kendi devâmı sayılabilecek birini de bilkuvve bağrında taşımaktaydı. Avrasyanın doğu yakasındaki Doğu medeniyetleri pek uzun soluklu olmuşlardır. Batıdakilere gelince; bunlar, Doğululara oranla daha kısa ömürlüdürler. İlkçağ Mesopotamya, Mısır ile Doğu Akdeniz medeniyetlerinden itibâren, çeşitlilik öylesine 13 artmıştır ki, birbirleri ardısıra oluşan medeniyetlerin benzerliklerinden ziyâde, zıtlıklar ortaya çıkmıştır. ‘Tektanrılı Vahiy Dini’ ile ‘Felsefe-bilim sistemi’nin neşvünemâ bulduğu zemîn olması itibârıyla ‘Batı medeniyetleri câmiası’, tarihte eşsiz benzersiz bir mevki işgâl etmektedir. Bunlardan birincisini Sâmî kavimlere, ikincisiniyse, Arîlere borçluyuz. Tektanrılı Vahiy dinlerinin ilki Yahudîliktir; ana örneğiniyse, İslâm teşkîl eder. İslâmın temsîl ettiği ve vucut verdiği ölçüde Tektanrılı Vahiy dini ile Eskiçağ Ege medeniyetinde biçimlenmiş ‘Felsefe-bilim sistem’ geleneği, müteâkip medeniyetler üzerinde çeşitli etkiler icrâ etmişlerdir. Yapısal özellikleri yüzünden ‘Katolikliğ’e yaslanmış ‘Hırıstıyan Ortaçağ Avrupa medeniyeti’ kendi toplumsal ile siyasal bünyesinde benzersiz çalkantılar ile çatışmalara, tam manâsıyla, bir cedel sürecine sahne olmuştur. Mücâdelenin en şiddetlisi, Ruhbân 1 (OrtL clerus) ile Ruhbân–olmayan (OrtL laicus) zümreler arasında cereyân etmiştir. Bunun yanısıra, dindışı 2-dünyevî 3 zümrenin kendisi de, Ortaçağın erken devirlerinden, yaklaşık Onuncu yüzyıldan itibâren kendi içerisinde yeğin çıkar çatışmalarına tanık olmuştur: Hükümdar-asilzâdeler – derebeği-toprak zâdegânı. Bu durum ise, Ortaçağın sonları ile Yeniçağın başlarında, demekki 1400lerle birlikte, kendisini belirgince gösterecek olan sınıf farklılaşmasının kaynağını oluşturmuştur. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, Hırıstıyan Ortaçağ medeniyetinin tabîî uzvî uzantısı, devâmı yahut türevi değil, öncelik ve özellikle Ruhbân ile Ruhbânolmayan zümreler arasındaki yeğin çekişmenin sonucunda, ona tepki şeklinde vucut bulmuştur. Elbette anılan medeniyetlerin ikincisinden birincisine değerler intikâl etmiştir. Ne var ki, Ortaçağdan Yeniçağa etki, daha ziyâde, olumsuz anlamda olmuştur. Fransa hâriç, Germen dillerini konuşan Yeniçağın Batı ile Orta Avrupası, Latin dillerini kullanan Ortaçağın Roman Güney Avrupasının din esaslı değerler manzûmesini alaşağı 1 Ruhbânı teşkîl eden fertler, kutsanmışlar (OsmT mukaddes), demekki ‘tanrısal kutluluğ’a mahzar olmuş kimselerdir. 2 OrL sēcūlaris. 3 OrL profānus. 14 ederek, devirerek 4 ilkece, ‘Tanrı’ çıkışlı dini gündemdışı kılıp onun yerine, ‘insan dimâğı’nın ürünü ‘felsefî’ temeller üstünde kendisini inşâa etmiştir. ‘İngiliz-Yahudî medeniyeti’ne gelince; o, ‘Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti’nin tabîî uzvî devâmı olarak da görülebilinir. ‘Yeniçağ’da başgöstermiş olan Islâhât, İnsancılık ile Aydınlanma Devrimcilikleri (Révolutionisme), İngiliz-Yahudî medeniyeti çerçevesinde temellenerek kurumlaşmışlardır. Başta dinî–siyâsî–toplumsal hareketler olarak temâyüz etmişken, İngiliz-Yahudî medeniyetinde iktisâdî–siyâsî kurumlaşmaların ―felsefeden türetilmiş― ideolojik temelleri hâline gelmişlerdir. İşte, gerek Yeniçağ dindışı Batı Avrupa gerekse ondan türemiş ve çok daha keskince, belirgince biçimlenmiş olan Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetleri, insanın biçimselci düşünme–bilme yetisini 5 esas almışlardır. Bütün öteki kültürler ile medeniyetlerin benimsemiş bulundukları Tanrıcı ve doğayıaşkın 6 dayanak yerine, İnsancı–dünyacı 7 pâyândâyı gündeme sokmuşlardır. Yeniçağ dindışı Batı Avrupanın kurumlaşmış felsefesi, René Descartes’ın (1596 – 1650) çığır açıcı res extensa kavrayışını (Fr&İng conception) esâs almak, ve bu kavrayışın gereği olarak da, bilimin ―aklî klasik mekaniğin― işleyişini örneksemek sûretiyle hayatın ve dünyanın tüm köşe bucağını izâh etmeğe kalkmıştır. Buradan da Maddeci–Mekanistik dünyatasavvurunu üretmiş ve nihâyet adı geçen dünyatasavvurunun üstünde belirlenimi gevşek kalmış, demekki sıkı sıkıya tarîf olunmamış bir ideoloji olan İnsancılık–dünyacılığı inşâa etmiştir. İnsancılık– dünyacılığı, Sécularisme–Positivismein diger bir deyimlendirilişi şeklinde kullanıyoruz. İngiliz-Yahudî medeniyetindeyse, İnsancılık–dünyacılık, ideoloji olma vasfını kaybedip dünyagörüşü hâline gelmiştir. Adı anılan dünyagörüşünün içerisiyse, insanın maddî ilişkiler ağıyla doldurulmuştur. Başka bir anlatımla, yalnızca dünyaya yönelmiş hâlde yaşayan insanın, yalnızca–dünyaya–yönelik–yaşayışını oluşturan doku, maddî ilişkiler 4 Islâhât (Fr Réformation), İnsancılık (Humanisme), Aydınlanma/cılık (Fr Siècle des lumières yahut philosophique; Alm Aufklärung(szeitalter) 5 Fr capacité cognitive formalistique humaine. 6 Fr transcendé-la-nature. 7 Fr Humaniste–physicaliste. 15 ağından ibârettir. Bu derekede mütâlea ettiğimizde de, insanı, İslâmî bir deyişle, beşere indirgemiş oluyoruz. İngiliz-Yahudî medeniyetinin kurumlaşmış felsefesi 8, İnsancı–dünyacı dünyagörüşünün içerisini maddî ilişkiler ağıyla doldurmakla kalmayıp onu da açmış, açıklığa kavuşturmuştur. İngiliz-Yahudî medeniyetinin indinde maddî ilişkiler ağı, üretim – tüketim dengeleriyle dokunmuştur. Üretim – tüketim dengelerini ele alıp işleyen zanaat, iktisâttır. Şu hâlde söz konusu medeniyetin maddî ilişkiler ağı, haddizâtında iktisâdîdir. Ancak, bu, alışılagelinmiş iktisât 9 değildir. Geliştirilmiş olan, alışılagelinmemiş bir iktisât modelidir 10; devrimcidir. Alışılagelinmiş iktisâtta, varolan temel ihtiyâçlara göre üretilir. Buradaysa ilkin, ihtiyâçlar üretilir; başka bir deyişle, tüketim kamçılanır. Kamçılandıkca, tüketim artar. Çeşitte ve miktarda tüketim büyüdükce, üretilenlerin de türleri, nitelikleri ile nicelikleri habire artacaktır. Demekki üretim, tüketimin talepleri doğrultusunda hareketlenmektedir. Böylelikle gördüğümüz, hızı habire artan üretim – tüketim ile tüketim – üretimin dialektik helezonlu gidişidir. Bu gidişin biricik hedefiyse, durmadan dinlenmeden yükselen kâr hadleridir. Üretim – tüketim bağıntılarını dalgalanmalardan, sallantılardan kurtarmak maksadıyla da, onları sağlam ‘kazığ’a bağlamak zorunluluğu doğmaktadır. Bu sağlam kazık da, bir kurmaca değer 11 olan paradır. Üretim için zorunlu olan para miktarınaysa, sermâye diyoruz. Üretim için elzem olan parayı üretip elinde tutan Ben isem, tüketilecekler de ancak Bende aranılacaktır. Başka bir ifâdeyle, üretimin kaynağı ile tekeli Benim artık. Madem üretimin kaynağı ile tekeli Benim, o hâlde, dünya da elimde sayılır. İşte, ‘üretim’in anahtarı demek olan ‘para miktarı’nı toplayıp elde tutmak ve ‘kâr’ haddini dahî durmadan artırmak esâsına dayalı ‘ideoloji’nin adıysa, ‘Sermâyecilik’tir (Fr Capitalisme). 8 Söz konusu kurumlaşmış felsefe geleneğinin öncü, nirengi filosofları: Thomas Hobbes (1588 – 1679), David Hume (1711 – 1776), Adam Smith (1769 – 1839), Karl Heinrich Marx (1818 – 1883). 9 Fr économie conventionelle. 10 Fr modèle inconventionel de l’économie. 11 Fr valeur fictive. 16 Kâr hadlerini durmadan artırmanın, tüketimi alabildiğine kamçılamaktan, dolayısıyla da üretimi süreklice hızlandırıp yükseltmekten geçtiğini bildirmiştik. Bunun içinse, olabildiğince geniş çevreleri ‘Benim tayîn ettiğim ‘tüketim’ türlerine alıştırmam gerek’ 12: Eğitim-öğretim tekeli. 13 ‘Eğitip öğretmek yoluyla olabilldiğince geniş çevreleri ürettiklerime alıştırmak yetmez’. Bir de, ‘ürettiklerimi satınlabilecekleri seviyelere onları yükseltmem lâzım.’ İşte, Marshall türünden mâlî yardımların nedeni. Ne var ki, sözünü ettiğimiz seviye, ‘Benim ürettiklerimin satınalınması gücüyle sınırlı kalmalıdır.’ Aksi tadîrde, ‘kâr paylarım sınırlanır.’ İşte, 1997de Japonya ile Güney doğu Asyada yaratılan mâlî bunalımın nedeni. ‘Kâr paylarımı durmadan artıran üretim etkinliğini tek başıma gerçekleştiremem.’ Bunun için de ‘Benim dışımda biri/leri/ne ihtiyâç duyarım.’ Bu birisi yahut birileri de, ‘antlaşmalı ortaklarımdan, yânî İngilizYahudî çevresinden yahut Benim kurduğum bir cihânşumûl teşkilâtta ―:Farmasonluk― Bana sadâkat ve muhabbetle merbût kişiler olmalı ki, onları süreklice denetimim altında tutabileyim.’ ‘Cihânşumûl kâr paylarıma Benimkilerin dışında kalanları ortak edemem.’ İşte, Birinci, özellikle de İkinci Dünya Savaşlarının nedeni. ‘Kâr paylarımı sınırsızca yükseltmem, ürettiklerimi habire daha da bahâlı kılmak sûretiyle gerçekleştiremem.’ Zirâ o durumda, ‘Benim ve menfaat şebekemin, başka deyişle, ortaklarımın dışında kalan müşterilerimin mâlî gücü gün gelir Benimkisini aşması tehlikesiyle karşılaşabilirim.’ Bundan dolayı, üretilenin hammaddesi, olabildiğince ucuza elde edilebilinmelidir. Bu da, ancak ‘Kendimden fersah fersah aşağı addettiğim kimselerin ve onların yaşadığı ülkelerin nâmıhesâbıma kullanılmasıyla olabilir’: ‘Sömürü’ (Fr exploitation) ile ‘Sömürgecilik’ (Colonialisme). ‘Kendilerinden ucuza, öyleki bedâvaya elde ettiğim hammaddeden ürettiğim mamûlu sonunda onlara satarım.’ ‘Bunu temîn maksadıyla ilkin ülkelerini, ardından da yeraltı ile üstü kaynakları ile servetlerini doğrudan, yânî maddeten, kuvvet kullanarak yahut dolaylı yollardan, demekki kültürlerini yıpratıp yıkarak ele geçiririm.’ Kültürü harâb olmuş bir toplumun, 12 ‘Küreselleştirme’ (Fr&İng globalisation), kazanç çapındaki.zorlamalar şeklinde kendisini gösteren süreçtir. 13 hırsının yarattığı iktisâdî–siyâsî dünya Fr monopôle de l’éducation. 17 maddî direnci de kırılır. İşte, bir tarafta maneviyâtı silinip maddî direnme gücü sıfırlanmış, dolayısıyla da sömürgeleştirilmiş bir dünya, öbür yandaysa, yeryüzünün tekmil nimetini devşiren bir anavatan (Fr métropole): ‘İmperyalism’. Sömürülenler, Sömürgecilerin işbirlikcileri dışında kalan sömürge ahâlîsinden 14 ibâret değildir. Anavatan toplumunun bir bölümü de böyledir. Gördüğü işin semeresine, böylelikle de mülkiyetine yabancı kalan, 15 küçük memur, rençber, amele ile işci neviinden, bu insanlara ‘Emekci’ (Fr prolétaire) diyoruz. Toparlarsak: 1300lerin sonu ile 1400lerin başları İtalyasında belirip ardından Fransa başta olmak üzre, Batı Avrupaya kayan ‘Yenidendiriliş’ (Fr Renaissance) hareketiyle başlatılan Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti, insanı ve doğayı aşkın esâslara dayanmağı terkederek, Tanrısallıktan koparılmış akıl temeli üstünde yükselmeğe gayret göstermiştir. Bilâhare, barındırdığı en önemli ve canlı kültürlerden, kendi başına buyrukluğu ve girişimciliğiyle temâyüz eden ve tarihî şartların berâberinde getirdiği Yahudî sermâyesini dahî yedeğine alan İngilizlik, 1700lerin ortalarından itibâren medeniyet boyutlarını kazanmağa yüz tutmuştur. Başlıbaşına medeniyet olma vasıflarını arzeden bu muazzam kültür sürecini, ana özelliklerinden ötürü, İngiliz-Yahudî şeklinde adlandırıyoruz. İnsancılık ile Islâhatcılık neviinden Devrimci akımlardan da derinlemesine etkilenen bu medeniyetin kendisine has şartları çerçevesinde, ideolojilerin ilki olup günümüzde insanlığın tümünü biçimlendiren Hür Sermâyecilik, iktisâd esaslı bir felsefe sisteminin verisi olarak vucut bulmuştur. Hür Sermâyecilikten ise, Toplumculuk (Fr Socialisme) ile Ortakmülkcülük (Fr Communisme) doğacak. Ona ve dayandığı Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuruna karşı tepki olarak da, kökleri Romantism denilen dünyagörüşüne dek geri giden Faşism ile Millî toplumculuk ortaya çıkmışlardır. Yine bu medeniyetin siyâsî, iktisâdî, kültürel, toplumsal ve eğitsel sistemli birliği ile bütünlüğünü sağlayan ve yeryüzünün tüm köşe bucağına yayılmış ve kuruluşu 1700lerin başlarına değin gerisin geriye giden bir de merkez teşkilâtı vardır; o da ‘Farmasonluk’tur. 14 —yânî, köleler ile yarı-kölelerden— 15 Yabancılaşma (Alm Entfremdung; Fr aliénation). 18 İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun temel ideolojisi olan Hür Sermâyeciliğin, iki yüz elli yıllık tarihî serüveni içerisinde, fikren de ―benimsenen nisbî eleştime–tartışma serbestliği sâyesinde― maddeten de ―meydana getirilen sanayi devrimiyle― ortaya çıkan yeni şartlara olağanüstü raddede ayak uydurma istidâtına kavuşmuş olduğunu görüyoruz. Bu medeniyet, kendisini biçimlendirmiş bulunan felsefî sistem insicâmını 16 askerlik sanatından tutunuz da eğitim ile öğretime dek varan geniş bir yelpâzede gösterir. Bu cümleden olmak üzre, biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde düşünme tavrını onun erişebileceği en üst aşamaya ulaştırmıştır. Nitekim, bu bağlamda, karşılaşılan ve karşılaşılabilecek olan tüm maddî, öyleki nefsî (Fr psychique) 17 ve toplumsal sorunlara dahî, ilahiyâtla bağları kesilip tamamıyla sekülerleştirilmiş ‘felsefe sistem düşünüşü’ kılavuzluğu ile güdümündeki ‘bilim’den, onun yöntemleriyle iş gören ‘fen’den, nihâyet ‘fen’in de, ‘Sermâyeci iktisâdî’ hedefler doğrultusundaki uygulanışı anlamındaki ‘sanayi’den çözüm getirmeleri beklenmektedir. Çözümler, genelde, insanlığın hayrı doğrultusunda tasarlanmazlar. Filvâkî, bu çeşit bir tasarlama, Maddeci– Mekanisist–dindışı–Positivci Hür Sermâyeciliğin esâslarına zâten aykırıdır. Tabîatıyla, rakîp menfaat öbeklerinden her biri, kendi çıkarlarına uygun çözümün bulunmasını bekler. Rakîp menfaat öbekleri, birbirlerinin hasmıdırlar. Rakîplik ile hasımlık, çekişme ile sürtüşme, haddizâtında, İngiliz-Yahudî medeniyetini oluşturan o iki ana cephe, yânî İngilizlik ile Yahudîlik arasında başgöstermiştir. Elân dahî devâm etmektedir. Ama ‘kol kırılır, yen içerisinde kalır’ misâli, yeğin didişmeler dahî, genellikle, ‘rekâbet gereğidir’ paravanası arkasında gizlenir, geniş çevrelere de ifşâ olunmazlar. Fakat ufukta ne vakit tehlike beliriverirse, başta İngilizlik ile Yahudîlik olmak üzre, o âna değin birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşğûl bütün bu rakîpler, kurt sürüsü zihniyetiyle, zorluğu yeninceye değin güc birliğine giderler. Sıraladığımız bellibaşlı bütün bu etkenler, İngiliz-Yahudî medeniyetinin günümüze değin sürmüş yenilmezliğinin de nedeni olmuşlardır. 16 Fr cohérence du système philosophique. 17 Nefs (İng psychy), İngiliz-Yahudî medeniyeti ve onun aslî ideolojisi durumunu arzeden Hür Sermâyeciliğin en önemli pâyândâ ideolojisi görünümündeki Sekülarism–Positivism bağlamında, maddî işleyişler (Fr méchanismes matériels) zemininde mütâlea olunur. Nihâyet, nefsi, maddî işleyişler zemininde ele alıp inceleyen kurmaca bilimin (Fr science fictive) adı da, psikolojidir. 19 3- Geçmişte olduğu gibi, şimdilerde de İngiliz-Yahudî medeniyetinin tek bilkuvve (Fr potentiellement) rakîbi ile hasmı İslâm medeniyetidir. Klasik bilfiil (Fr actuellement) hâliyle inkırâz bulmuş olduğundan, İslâm medeniyetinin, yeni baştan inşâası gerekmektedir. Bu iş ise, hâlihazırda tek merî medeniyet İngiliz-Yahudî olduğundan, onun şablonuna uygun şekilde ve inkırâz bulmuş Klasikten esinlenerek becerilebilinir. 4- Pek önemli bir husus, çalışmanın başlığında geçen ve ana sorunsallığını oluşturan İngiliz ile Yahudî terimleriyle ilgilidir. Bunlar, doğrudan doğruya belli kavimlere veya din topluluklarına işâret etmemektedirler. Burada yapılan, o kavimlerden çıkıp gelişmiş kültür yapıları ve bunların çağdaş hayat ile dünyaya etkilerinin incelenmesidir. Bundan dolayı çalışmamızda, Irkcılık, Kavmîyetcilik ve bunlarla aynı düzlemde mütâlea edilebilecek Yahudî-düşmanlığı (Fr Antisémitisme) türünden sapık görüşler ile aranışların izini sürmeğe kalkmak boşunadır. 5- Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağımızın Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetleri incelenirken, Klasik İslâm medeniyeti ve onun Kendisinden kaynaklandığı Tektanrılı Vahiy dininin çıkış noktası olarak alınması, burada karşılaştırmalı özelliği ağır basan bir çalışmanın belirmesine yol açmıştır. 6- Felsefe medeniyete 18 sistemi mensup çerçevesinde toplumun en teşkilâtlanabilmiş, demekki felsefîleşmiş belirgin anlamları sınırlanmış, niteliği, 18 ‘Felsefîleşmiş kültür’ yahut ‘medeniyet’ deyimimizin, Rus asıllı Amerikalı toplum araştırmacısı (Fr sociologue) Pitirim A. Sorokin’in (1889 – 1968), 1930larda belirlemiş bulunduğu idealistic culture (ülkücü kültür) ile ideational culture (fikir kültürü) deyimleriyle örtüştüğü cihetleri vardır. Deyimlerden birincisiyle Sorokin, “duyu ile düşünce değerlerinin terkîbince belirlenmiş bir kültür tipini” kasdetmiştir. Böyle bir kültürde “maddî olduğu kadar zihnî değerler önem taşır. Öyleki, zihnî olanlar, git gide maddî olanların dahî üstünde yer alırlar.” Sorokin, “maddî olmayan, doğayı aşkın, üstün değerlerden örülmüş kültür çeşidine ideational culture” demiştir. Ideational culture (fikir kültürü), yaşama seviyesini yükseltmeğe yönelik dış çevrenin değişikliklere uğramasından etkilenmesi bakımından duygusal kültürün (İng sensate culture) zıddıdır ―bkz: Wolfgang J. Koschnick: “Standard Dictionary of the Social Sciences”, I.cilt, 283.&284.syflr; Sorokin’in terimlerine Türkce karşılıkları tarafımdan verilmiştir. Burada ‘felsefîleşmiş kültür’den anladığımıza gelince: ‘Felsefe-bilim’in kurumlaştığı toplumlarda oluşturulan maddî – bedenî – zihnî yaşama şartlarında insanı rahata ve refâha kavuşturmağa yönelik uzun vadeli tasarlamalara açık, akla dayalı kısmî ve umumî boyutlarda toplumsal teşkilâtlanma eğilimidir. 20 belirginleştirilmiş, seçik bir kavramlar örgüsüyle donanmış dile mâlik olmaktır. Bu meselenin baş ilgilisi, sorumlusu ve öncelikli ödevi ‘kavram kuyumculuğu’ olup mesleği icâbı geçmiş felsefe sistemlerini öğretmekle yükümlü felsefeci ile varolan sistemleri analiz eden yahut, gücü yetiyorsa, sistem kuran filosoftur. Bunun tersi, felsefeden yoksun kültüre yahut medeniyete bağlı toplumların dilleri için söz konusudur. O çeşit diller, daha ziyâde tasavvur yüklüdürler. Sonuçta kavram dağarları yönünden yoksul olup barındırdıkları kavramlar dahî, belirlenimce pek cılız kalırlar. Aynı şekilde, felsefîleşmiş kültür yahut medeniyette yer almakla birlikte, olağanüstü değişim sancılarıyla bunalan yahut bililtizâm bunaltılan toplumun kavram dili de karışıktır, kargaşaya boğulmuştur. 19 Böyle bir durumda kavramlar arasındaki sınırlar silikleşir, anlamlar karışır. Bu da, insanların yeme, içme, savunma, üreme çeşidinden dirimsel (İng biotic) olanın yanında, temel kültür ihtiyâcını temsil eden bildirişmeyi zaafa ve ârızaya uğratır. Bildirişmenin zaafa ve ârızaya uğradığı zamanlarda ve mekânlarda, toplum felcolur. 7- Tarihî zaman, iki kesitten müteşekkil mütâlea olunabilir: ‘Kadîm zamanlar’20 ile ‘Yeni zamanlar’. 21 Ana örneği İslâm olan ‘Tektanrılı–Vahiy dini’ ile ‘felsefe-bilim’ geleneklerinin Doğu Akdeniz ile Ege havzalarında belirmeleriyle ‘Yeni zamanlar’ başlamıştır. Bahsi geçen havzalar, ‘Batı medeniyetleri câmiası’nın belirip geliştiği sahalar olduğundan, ‘Yeni zamanlar’ın, sözünü ettiğimiz câmianın sînesinden çıktığı ortadadır. 19 Bahis konusu durumın çarpıcı örneği Türkcedir. Önceleri sâdeleştirme, millîleştirme, daha sonralarıysa özleştirme sanlarıyla anılan kisveler altında, İngiliz-Yahudî kültür imperyalismi, Türkceyi, evvelemirde, gerek din gerekse medeniyet bakımından İslâmın kazandırmış olduğu dil değerleri ile özelliklerinden yoksun kılmanın mücâdelesini yürütmüştür. Bu, genel bir İslâmsızlaştırma (Fr déislamisation) hareketinin ilk köklü, can alıcı adımını teşkil etmiştir. Türkcenin İslâmsızlaştırılması, Yazı devrimiyle işe koyulunmuş, çağlar boyu el emeği göz nuruyla dokunmuş bedîî (Fr esthétique) değerler ve tasavvurlarla yüklü yürürlükteki yerleşik sözlerin, tamlamalar ile terimlerin, içsiz, nesebi gayrısahîh, uyduruk olanlarla değiştirilmeleriyle de, tabiatından inhırâf etmiş hılkâtgarîbesi yeni sözümona bir dilin ‘imâl’iyle sonuca ulaştırılmıştır. Bundan sonraki nihâî merhâle, Türkcenin, toptan tasfiye olunup yerini İngiliz-Yahudî medeniyetinin ana bildirişme aracı İngilizceye bırakmasıdır. 20 Fr les temps archaïques. 21 Fr les temps nouveaux. 21 ‘Yeni zamanlar’ın başlangıcı, ‘Eskiçağ’ (Fr Antique) Ege medeniyetinden Atina kültürünün, tarih sahnesine çıkışı M.Ö. Altıncı yüzyıla rastlayan, Klasik dönemine değin uzanır. Yeni zamanlar dahî, farklı zaman dilimlerine taksîm olunabilir. ‘Kadîm zamanlar’ın son evresini teşkil eden ‘İlkçağ’ın arkasından ‘Yeni zamanlar’ın ilk merhâlesi ‘Eskiçağ’ gelir. Din, felsefe-bilim ile fen geleneklerinin yan yana, öyleki iç içe gelişmeğe koyuldukları ‘İslâm medeniyeti’, ‘Yeniçağ’ın sathımâilidir. ‘Yeniçağ’ ile ‘Eskiçağ’ arasında ve tarihte ilk defa insanlığa şâmil bir ‘Vahiy dini’ olmak iddiasındaki ‘Hırıstıyanlık’tan esinini ve gücünü derlemiş ‘Ortaçağ Avrupa medeniyeti’nin yer almış bulunduğu devreye de ‘Ortaçağ’ denilir. Onyedinci yüzyıldan itibâren Batı Avrupada dinin ―imânın― ‘ayrac’ içerisine alınması, yânî kamu hayatının dışına çıkarılması ve yalnızca felsefe-bilimden hareketle, geçmişte benzerine rastlayamayacağımız bir ‘dünyatasavvuru’nun tezâhürü, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetine vucut vermiştir. Bahsolunan dünyatasavvurunu esâs ihdâs edip ‘iktisâd’a ve ‘sanayi’ etkinliğine dayalı bir ‘dünyagörüşü’ çerçevesinde ‘ideoloji’yi ―‘Sermâyeciliği’― devreye sokan İngiliz kültürü, böylelikle Onsekizinci yüzyılın son çeyreğinden itibâren ‘Çağdaşlığ’ı başlatmıştır. Daha önce de belirtildiği, bundan böyle de ayrıntılı tarzda irdeleneceği üzre, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin sînesinden çıkıp serpilen İngiliz kültürü, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte başlıbaşına dünya çapında medeniyet hâline gelmiştir. Bir ölçüde Yahudî asıllı mâlî kaynaklara dayanarak ideolojisini ―Sermâyecilik― sömürgelerinden ―Sömürgecilik― başlayıp yeryüzünün dörtbir bucağına yayan ―Yayılmacılık veya İmperyalism― İngiliz girişimciliğinden 22 doğan çağdaş medeniyete ‘Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyeti’ 23 diyoruz. İşte, bugün dahî içerisinde yaşadığımız bu adı anılan medeniyettir. 22 Fr esprit d’entreprise. 23 Fr ‘civilisation globalisée anglo-judaïque’. 22 Tarih felsefesinin konusundan olan çağdaş medeniyet ve onun dünyagörüşü ile anlayışı nedir, nereden kaynaklanır, ne bildirmek iddiasındadırlar; neyi temsil ederler soruları, bu çalışmada tahlîlci tarzda incelenmektedirler. Şu var ki, çalışmamızın asıl konusu olan çağımızın küreselleşmiş yahut daha doğrusu küreselleştirilen medeniyetinin kaynaklarının, boyutları ile sorunlarının incelenmesine geçmeden önce araştırmamızın temel sorunlu kavramlarından ‘kültür’ ile ‘medeniyet’in, belirlenmesine girişmekteyiz. 23 -II- KÜLTÜRDEN MEDENİYETE 24 1- Medeniyet sevîyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev – hak dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da ‘hukuk’, dolayısıyla da ‘kanun’lar oluşturulmuştur. ‘Hukuk’un ise, aslı esası ‘ahlâk’tır. Geleneklere geçmiş ‘görenek’lerdeki ‘ahlâk’, yaptırım gücü bulunmayan yaşama tarzıdır. Bu hâliyle ahlâk devingen ve akışkandır. Hâlbuki özellikle yazıyla tesbîtinden itibâren hukuk, sâbitleştirilmiş bir düzendir. ‘Hukuköncesi’ dönemlerde kişiler, ‘gelenek’lerle aktarılagelinmiş gevşek ölçülerle örülmüş ‘görenek’lerde yaşardı. ‘Hukuk’un hâkim olduğu ortamlardaysa, ‘kanun’ biçimine dönüştürülmüş hâliyle yine ‘görnek’lerde, fakat bu kere sıkıca belirlenmiş ölçülerin, daha doğrusu, zorlayıcı şartlar demek olan ‘kıstas’ların ‘gölge’sinde yaşanır olmuştur. ‘Gölge’nin kapsamı artık besbelirgindir. Onun kapsamında, çerçevesinde yaşamanın mükâfâtı ‘varolma ruhsatı’dır. Bunaysa ‘meşrûuluk’ denir. Meşrûuluk hudutlarında kalındıkca, serbestce davranılabilinir ―hak tanınmış şıklar arasında tercihte bulunulabilinilir. Sözü edilen hudutlara tecâvüz edildiğindeyse, cezâ olayıyla karşılaşılır. Bu durumda da serbestlik ortadan kalkar. Tektanrılı-Vahiy dinine ve onun âşîkâr ifâdesi olan İslâma değin meşrûuluk, belirgin, insanüstü ve doğaötesi kaynaktan yoksun bulunduğundan, değişkenlik ile göreliliğe açıktı. Her kültür ile medeniyet çevresinin kendisine mahsûs meşrûuluk kabulleri ile anlayışı vardı. Göreliliği aşan evrensel anlamda ahlâk ile hukuk bağlamındaki meşrûuluk ancak Allah varlığına ilişkin fikir çerçevesinde ortaya çıkmış ve ona dayalı olarak geçerliliğini sürdürmüştür. Bu noktadan hareketle, dinin iç ile dış hayatımızı yönlendirdiği kabulünü reddeden Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin göreliliği aşan evrensel bağlamdaki meşrûuluktan yoksun olduğu mantık gereğidir. Mademki meşrûuluğun kaynağı ahlâk, bunun da türevi hukuk olup düzenlenişi insan elinden çıkmış görülür, öyleyse o düzenleniş, tabiatıyla zamana, zemine ve belli kültür şartlarına bağlı bulunacaktır. Böylelikle dindışı ahlâk, dolayısıyla da hukuk, mantıkca, mevzi kalmağa hükümlüdür. İnsancı–Aydınlanmacı (Alm Humanistisch–Aufklärungs~) düşünürler ile filosofların, akıl ürünü sığ ahlâk ilke ile kurallarının ve bunlardan inşâa olunmuş hukuk düzeninin pekâlâ evrensel olabileceği iddiası temelsizdir. Zirâ, ahlâkın esâsı neresidir? Dışımızdaki çevremidir? Ahlâk düzenini kurup işletirken aklın, doğal 25 çevreden ‘ateşlenme’sinin, başka bir deyişle, etki almasının söz konusu olamayacağı öteden beri, özellikle de Immanuel Kant’tan (1724 – 1804) bu yana iyice bilinen bir husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen misâli, ahlâk hakîkatini, aklın kendisinden menkul olduğunu bildirme neviinden saçmalığa düşeceğiz ya da onun, kaynağını akılüstü yahut doğaötesi bir orunda bulduğunu söyleyeceğiz. Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, Onyedinci yüzyıldan beri birinci şıkkı kendisine fikrî ve zihnî zemin esas almak tercihinde bulunarak saçmalıktan hareket etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksun olmak, daha açık bir ifâdeyle, ‘Tanrısızlık’tır. Öksüz kalmış çocuk ne ise, ‘Tanrısızlık’ çukuruna düşmüş kişinin durumu da odur: ‘Terbîye’ edici ―Rabb― ilk ve ‘Sığınılacak son merci’ ―Rahmân― inkâr eden tutamaksız hâlde kendi eksik varoluşuyla baş başa kalır. Evrende yapayalnızdır, ‘öksüz’dür. 24 Biz insanların, beden, nefs ile ruhtan oluştuğumuz bildirilmektedir. Bedenimiz, kayıtlar ile şartlara bağlıdır. Bunların dışında zaman gelir. Bizi çevreleyen dünyada canlılık işleyişlerimizi sağlayan cisimliliğimizde ve nihâyet bunları yönetip yönlendiren nefs yanımızda cereyân eden dur durak bilmez değişmeleri zaman çerçevesinde değerlendiririz. Şu hâlde beden ile nefsimizin bâzı tezâhürleri bakımından bizler, zamanın hükmündeyiz. Bu da bize geçiciliğimizi, zaafımızı, yaralanabilirliğimizi (Fr vulnarabilité) şüpheye yer bırakmamacasına göstermektedir. Varoluşca eksik olmakla birlikte, René Descartes’ın işâret ettiği üzre, eksiksizlik, mükemmellik fikrimiz vardır. Mükemmellik ile eksiklik mantıkca birbirlerinin zıttıdırlar. Mükemmelliğin, eksiklikten üstün olduğuysa, yine mantıkca apaçık bir hakîkattir. Bilme, kavrama, açıklama bakımından sonsuz, sınırsız güçleri de barındıran mükemmellik yönünden her anlamda sonluluk, sınırlılık, kısıtlılık demek olan eksikliğe nufuz etmek, hâliyle mümkünken, tersi, imkânsızdır. Mükemmelliğin de Mükemmeli ―‘Ekmel’―, başka bir deyimle, ‘Mükemmel’in anaörneği Allahtır. Mükemmellik, aklı aşkın âlemi tümüyle temsil eden terimdir. Bu 24 Bkz Albert Camus’nün (1913 – 1960), Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinin ürünü çağımız (İng contemporary) insanını bize, seçkin bir uslub ustalığıyla tasvîr ettiği, “Le Mythe de Sisyphe / essai sur l’Absurde” ile “L’Homme Révolté” başlıklı felsefe denemelerine. 26 vasfıyla dirim zeminimizin tamamıyla ötesindedir. Dirim, beşer yanımızın oturduğu tabandır. İnsanlığımızı, mükemmellik sezişine göre ayarını bulan Tanrısal kaynaklı ahlâka borçluyuz. İşte Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207 – 1273), Tanrısal ahlâkın, ‘insan yaşaması’ demek olan ‘hayat’a yol yordam gösteren ilkesi manâsındaki ‘edeb’i, özlü biçimde şöyle belirlemiştir: “Âdem-i zâde eger bîedebest, âdem nist. Fark der cism-i ben-i âdem u hayvân edebest. Çeşm bikuşâ vubibin cumle Kelâmullah râ! Âyet âyet hemegi manâ-yi Kur’ân edebest ―Kişioğlu, nasipsizse edepten, âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle Kelâmullaha! Âyet âyet Kur’ânın tüm manâsı edeptir.” Bilimin tersine, ahlâkın esâs unsurlarını vakıalardan devşirmiyoruz. Bu sebeple ahlâkın, dindışı, dünyevî, vakıaya dayalı izâhı yapılamamıştır. Nitekim şu şaşırtıcı durumu Immanuel Kant, şu unutulmaz ifâdesiyle vecîzeleştirmiştir: “Nice sıklık ve süreklilikle düşünülürse, dimâğı hep yeniden ve dahî artan hayranlık ve huşûuyla kaplayan iki husus vardır: Üstümdeki yıldızlı gökkubbe ile içimdeki ahlâk yasası.” 25 2- ‘Doğal’ olan ‘süreç’tir. Ona beşerî vakaların yüklenmesiyle ‘zaman’ ‘üretilir’. Demekki doğal olan sürece karşılık zaman, beşer yapısı bir veridir. İnançların, hayâllerin, tasavvurların, umutların, nihâyet akıl ile mantığın, cansız ile canlı varolanlara ve yine insanın kendisine işlenmesi, bize ‘zaman’ı verir. Öyleyse insanın, hem kendisine hem de hareket, süreç hâlindeki mekâna kendisini kazıması, işlemesi; yaşadığı mekân ile özünü bütünleştirmesiyle zamanı oluşturur. Görüldüğü gibi, zaman, insanın maddî, manevî yapıp etmelerinin tümü demek olan ‘kültür’ün hülâsasıdır (Fr quintessence). Kişi, kültürü ancak başka insanlarla birarada oluşturabilir. Bu da bize ‘toplum’u verir. Şu hâlde ‘zaman’sız ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘toplum’; ‘toplum’suz ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘zaman’ düşünülemez. 25 “Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir, und das moralische Gesetz in mir...” —Immanuel Kant: “Kritik der praktischen Vernunft”, 193.s. 27 3- Latincede cultus yahut cultura, toprağın sürülüp işlenmesi, ürün vermeğe hazır hâle getirilmesi demektir. Anlam genişlemesiyle cultura, toplum varlığı olarak kişinin, toplumsal 26 yoldan kendisi ile toplum çevresini öğrenip anlaması, doğal ortamını da işleyip yaşanabilir duruma sokması biçiminde anlaşılmıştır. Toplum varlığı kişi, kendisini öncelikle içerisinde doğduğu toplum ile onu çevreleyen doğa şartlarına uydurmağa, ‘uyarlamağ’a uğraşmıştır. Bunun mümkün görülmediği nâdir tarihî ânlarda, çoğunlukla, bunalım dönemlerinde, kişiler, güçleri yettiğince toplumsal veya doğal ortamlarını değiştirmeğe girişmişlerdir. Demekki insan, ‘iki dünyalı’ bir varlıktır. Bu dünyalardan birini ‘hammadde’ yahut ‘malzeme’ durumunda karşısında buluverirken; öbürünü, karşılaştığı ‘malzeme’yi işlemek suretiyle imâl ve inşâa eder. ‘Malzeme’nin ‘işlenme doğrultusu’ baştan kesinlikle belli değildir. Bunu kişi, ihtiyâçları yönünde ‘dehâ’sının ortaya koyduğu ‘reçete’ler (İng recipe) ile ‘şablon’lara (İng template) uygun tarzda becerir (İng to perform), başarır. 4- Buldukları ‘malzeme’yi maddî, manevî ihtiyâçları doğrultusunda işleyerek kültürü meydana getiren bireyler, gerek aralarında gerekse kendilerinden önceki ve sonraki nesillerle kurdukları iletişim bağlarının ana taşıyıcısı ‘dil’dir. 5- Kültürün kurucu unsuru insan bireyini belirleyen iki temel etken vardır: Bunlardan birincisi, canlıyı beşer kılan fizik-biyotik şartlar: ‘Beşerleşme’ (Fr&İng hominisation); ikincisiyse, ‘beşer’i insanlaştıran ‘kültürel–toplumsal’ etkenlerdir: ‘İnsanlaşma’ (Fr&İng humanisation). Fizik–biyotik şartlardan fizik olanlar, cansız (Fr inorganique); biyotik (dirimsel) olanlarsa, canlı vasıflarını taşırlar. Canlı (organique) vasıflı etkenlerin temelinde genetik yapılar yer alır. Genetik temel yapısıyla canlı, ‘tarihliliğ’in ‘ön-nâme’si gibi görülebilir. Ne var ki tarihlilik, esâsında, beşerin insan cihetini belirleyen etkendir. 6- Toplum hayatının temelindeyse, ‘inanç’lar bulunur. İnançların iki kaynağı vardır: Biri, belli bir zaman diliminde belirli bir mekânda yaşayan, başka bir deyişle, ‘ömür 26 süren’ insanlar, birtakım olaylarla karşılaşmak durumundadırlar. Bu ―eğitim, öğrenim, öğretim― 28 karşılaştıkları olayları belli anlamlandırma çerçevelerinde değerlendirirler. Buradan da kişisel ‘tecrübe’ler doğar. Kişisel tecrübeler hevengi ‘yaşantı’yı verir. Kişiye kendisini başkalarından ayıracak özellikleri ―‘kişilik’― verecek ölçüde ‘huy’ edindiği yaşantı verilerine ‘âdet’ diyoruz. Kişisel yaşantıların, başkalarını da etkilemek suretiyle yayılarak topluma mâlolmalarıyla da, ‘görenek’leşirler. Toplum, evvelemirde görenekler doğrultusunda yaşar. Toplum temelinde itibâr kazanan kimi yaşantılar, meşrûu ömür sürmenin numunesi olarak kabul görürler. İşte benimsenmiş yaşantıların, öncelikle görerek taklîdinden ise görenekler oluşur. Ağızdan kulağa, özellikle de görme yoluyla nesilden nesle aktarılagelen görenekler, gelenekleşirler. Görenekler, şu hâlde, toplumu meydana getiren bireyleri yatay düzlemde birbirleriyle irtibâtlandırırken, gelenekler, nesilleri dikey çizgide birbirlerine bağlarlar. Her iki boyutta iletilenlerse, ‘değer’lerdir. İmdi, değerleri üreten göreneklerdir. Onların arkasında yaşantılar ile tecrübeler bulunur. Tecrübelerse, belli bir zihin çerçevesinde yorumlayıp değerlendirdiğimiz olaylardan çıkıp gelirler. İşte bu zihin çerçeveleri insana mahsus olaylar olan inançlardır. Onları da doğumdan itibâren yakın ve uzak toplum çevrelerinden ediniriz. Şu var ki toplum, başlıbaşına varolan bir varlık birimi olmadığına, tek tek bireylerin gerek varoluşları gerekse görevleri bakımından biraraya gelişleriyle ortaya çıktığına göre, inançların da, toplumun kurucu unsurları olan bireylerden neşet etmiş olmaları tabîîdir. 7- Kültürün değerler örgüsü, buraya dek belirttiğimiz üzre, ‘doğaötesi’ menbadan kaynaklanan ‘ahlâk’tır. Buysa iki doğrultuda gelişir: Bunlardan birincisi yatay durumdadır. Öbürüsüyse, dikey boyut, uzak ile yakın geçmişten şimdiye değin derlenegelmiş tüm edinimleri temsil edip ‘gelenek’ adıyla anılır. Her kişi, belirli bir gelenekler dokusunun içerisine doğar. Kişinin mensûb olduğu temel topluluğun 27 yer aldığı iytikâdî câmiaya, siyâsî–iktisâdî duruma, 28 iklim şartlarına, yeme–içme biçimleri ile zevklerine göre, gelenekler, belli birtakım alışkanlıklar ile tavır alma tarzlarında tecelli eder. Kişi, çocukluğundan itibâren bunları işiterek, özellikle de görerek edinir; 27 ―aile, kabîle, aşîret...― 28 ―meselâ, sınıf, meslek öbeği...― 29 sonuçta bunlarla benliğini oluşturur, kısacası onları benimser. Nesilden nesle aktarılagelen geleneklerin yaşanılan zamanda hayata geçirilmesi durumuna görenek demiştik. Sonraki nesillere devredilecek değerde, güçte ve geçerlilikteki görenekler, gelenekler zincirine yeni halkalar olarak katılırlar. Yaşarlığını kanıtlamış bu çeşit görenekler ‘örf’ diye nitelenirler. Her görenekleşen gelenek, az yahut çok değişikliğe uğrar. Bâzı gelenekler, öylesine farklılaşır ki, onların aslı, tanınmaz hâle gelip geçmişin belli bir kesitinde unutulur kalır. Bazısıysa neredeyse farklılaşmaksızın şimdiki zamanda geçerliliğini sürdürür. 8- Az yahut çok benzer ‘değer örgüleri’ni kuşatan, sınırlandıran toprak parçasına ―‘yurt’― yerleşen toplumlar, başta ‘tarım’ olmak üzre, üretime geçtiler. Böylelikle, iktisât denilen olayı yürürlüğe koydular. En üst teşkilâtlanma seviyesini temsîl eden ‘devlet’ kurma becerisini (Fr&İng performance) gösterebilmiş bu toplumların, ‘kültürler –üstü–kültür’ şeklinde niteleyebileceğimiz yapılanması, ‘medeniyet’ 29 terimiyle anılır. Geçmişin en eski devirlerinden bu yana istisnâsız topluluklar ile toplumların tamamı, mutlaka ‘kültür’ dediğimiz düzene mâlik olmalarına karşılık, tarihte bütün kültür toplulukları, ‘medeniyet’ kurmuş değildir. Medeniyetleri de, ulaştıkları siyâsî ile iktisâdî teşkilâtlanmalarındaki karmaşıklık sevîyesi, bilgelikteki açıklama gücü ve zanaatlardaki vukuf ile çeşitlilik bakımından dahî başlıca iki öbek hâlinde sınıflandırabiliriz: Yüksek gelişmişlik seviyesine erişmiş olan ile olmayan medeniyetler. Yüksek bir gelişmişlik gösteren medeniyetleri tarihte Avrasya denilen kıtalar blokunda görüyoruz. Buradaki medeniyetleriyse, iki ana kümede öbeklendirebiliriz: ‘Sulu pirinç tarımı’na geçen ‘Doğu ile Güney doğu Asya medeniyet beşiği’nden 30 neşet etmiş ‘Doğu medeniyetleri câmiası’ 31 ile Mesopotamyanın güneyinde Zağros dağlarının güney batı etekleri ile Basra körfezi arasında kalan dar şeridin ve onun bitişiğinde dümdüz uzanan Şattülarabın münbit 29 Medine’: Devlet, kent. 30 İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘East and South-East Asian cradle of Civilization’. 31 İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘set of Oriental civilizations’. 30 arâzîlerinde ‘buğday’ ile ‘arpa’ eken ‘Güney batı Asya medeniyet beşiği’nden 32 çıkıp Mesopotamyanın tamamına, Mısıra, Anadoluya, Arabistana, Akdeniz ile Adalardenizi (Ege) havzalarına ve bütün Avrupaya yayılmış ‘Batı medeniyetleri câmiası’. 33 Bahsettiğimiz medeniyetlerin oluşturdukları câmialarda özgün biçim ile yön verici olanlara ‘yıldız’, bunları izleyerek biçimlenenlereyse ‘uydu medeniyetler’ yahut ‘uydu kültürler’ diyoruz. Bu cümleden olmak üzre, ‘Doğu medeniyetleri câmiası’nda başlıca üç yıldız ―merkezî― medeniyetten, yânî İlkçağ Çin, Hint (Vedanta) ile İslâmöncesi İran (Akhamenit) medeniyetlerinden söz edilebilinir. Bunların yörüngesindeyse, Japon ile Kore gibi, Doğu Asya; Moğol, Tibet ile İslâmöncesi Türk (Göktürk–Uygur) örneklerinde gördüğümüz ‘Orta Asya’; Vietnam, Kimer (Khmer), Siyam (Thay), Miyanmar (Burma) ile İslâmöncesi Malay çeşidinden ‘Güney doğu Asya’ ile Sirilanka (Seylan) gibi, ‘Güney Asya’ kültürleri yahut medeniyetleri yer alırlar. ‘Batı medeniyetleri câmiası’na gelince; bunlar da, bellibaşlı on bir tânedir: 1) İlkçağ (Fr&İng Ancient) Mesopotamya ―Sümer, Babil, Akat, Asur―; 2) Doğu Akdeniz ―Filistin, Fenike–Kartaca, Israil-Yahudî-İbrân, Girit–Miken―; 3) Mısır; 4) Anadolu ―Çatalhöyük, Hatti, Hitit, Urartu, Lidya, Frigya...―; 5) Doğunun yanısıra, Batının da parçası olan İran (Pehlevî–Sasanî); 6) Eskiçağ (Fr&İng Antique) Ege ―Atina, Isparta, İyonya, Güney İtalya, Sicilya, Makedonya, Helenistik (Efes, Bergama, İskenderiye, Urfa-Harran)―; 7) Roma; 8) Hırıstıyan ―Ortodoks Bizans, Gregoryenlik, Gnostiklik, Nasturîlik, Süryânîlik...― ile Ortaçağ Hırıstıyan Avrupa ―Katoliklik―; 9) İslâm ―Arap (Dört Halîfe Devri, Emevîler, Abbasîler), İran (Acem), Türk (Karahanlı– Selçuklu–Osmanlı), Hint (Mogul), Mağrip (Kuzey batı Afrika), Endülüs (Ispanya), Malay aralı (Açe, Cava)―; 10) Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ―Yenidendoğuş (Fr Renaissance) İtalyası, Aydınlanmacı–Positivcilik Fransası, Ticâretci (Fr Mercantilisme) 32 İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘South-West Asian cradle of civilization’. 33 İng için öngörüp önerdiğimiz terim: ‘set of Occidental civilizations’. 31 Felemenk ile İngiltere, Dinî ıslâhâtcı (Fr Réformation, Protestantisme) Almanya―; ve Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetleri. Aralarındaki derin görüş ile yapılanma farklılıklarına ve gösterdikleri muazzam çeşitliliklere rağmen, paylaştıkları medeniyet beşiğinin yanında, Batı câmiasında sıralanan medeniyetlerin, İlkçağdan itibâren sergiledikleri, geçmişte benzeriyle başka bir câmiada karşılaşmadığımız, pek önemli ortak özellik olan Yahudîlik, Hırıstıyanlık ile Müslümanlığın dile getirdikleri Tektanrılı Vahiy dini ile Felsefe-bilim kurumlarının meydana gelmesidir. Bu kurumlarıyla bahse konu câmia, tarihte, Eski zamanlara has doğa güçlerinin efsâneye dayalı (Fr mythique) yorumlama çabalarını, dairevî zaman anlayışı ile örf–âdet çerçevesinde yol alan toplum hayatını geride bırakmıştır. Doğa güclerini akla ―neden – etki ilkesine― dayanarak felsefe-bilimin giriştiği açıklama denemeleriyle; kaynağını Tektanrılı Vahiy dininden alan ahlâka, dolayısıyla da hukuka yaslanmış toplum nizâmı ve düz çizgi zaman kavrayışıyla mücehhez olmağı temsil eden ‘Yeni zamanlar’, Batı medeniyetleri câmiasında başgöstermiştir. İşte burada, incelememizin odağını oluşturan Çağdaş Kürelleştirilen İngilizYahudî medeniyeti, görüldüğü gibi, Batı medeniyetleri câmiasının bir mensubu ve elân son halkasıdır. 32 -III- İSLÂM: YENİÇAĞIN BAŞLANGICI 33 -AESKİ ZAMANLARDAN YENİ ZAMANLARA 1- Olup biten vakaları sıralamaktan ―vakanüvislik― ibâret kalmayarak bunları yorumlayıp andırışır (Fr analogique) olanlar arasında neden – etki bağları kurmak suretiyle olabilecekleri de bir ölçüde kestirmeği ödev bilen ‘tarih’i, bu ve benzeri yönleri ve nitelikleriyle ‘inşâa’ eden ‘tarih filosofu’dur. Olup bitmiş olaylardan örülmüş tasavvur dokuları, tarihtir. Olup bitmiş olaylar, ‘o’ndan, ‘sen’den, ‘ben’den bağımsızdır. Ne var ki, bunların ‘dokunma’ tarzı ve oluşturulmuş olan ‘örgü’nün biçimi kişiye bağlıdır, özneldir. ‘Tarih felsefesi’, ‘devletleşmiş toplum’ diye tarîf ettiğimiz belirli bir ‘millet’in kendi geçmişine ilişkin tasavvur sağlayıp geliştirir. Geçmişine ilişkin görüş edinmiş millet, maddî ile manevî gücünü ve tâkatını, böylelikle de, kimliğini anlayıp kendisini açıklamak imkânını elde eder. ‘Felsefe’ ile ondan türemiş olan ‘bilim’in ortaya çıkmamış olduğu bir kültürün tarih, dolayısıyla da kimlik bilinci belirmiş olmaz. Tarih, böylelikle de, kimlik bilincinden yoksun kültürlerin vucut verdiği medeniyetler, ‘tarih’te değil de, ‘öntarih’ (Fr protohistoire) 34 denilen dönemde yaşarlar. Devletleşmemiş, demekki milletleşmemiş, sonuçta da medeniyetleşmemiş kültürlerse, tarihöncesi (Fr préhistoire) 35 dönemde bulunurlar. Bu dönemdeki kültürlerin bildirişme düzeni olan dilleri önemli ölçüde tasavvur yüklüdür. Bunun ise, dilin karmaşıklık ve gelişmişlik seviyesiyle ilgisi yoktur. Sözgelişi, medeniyet dili olan Malaycada çoğul biçiminin bulunmamasına 36 karşılık, medeniyetleşmemiş kültürlerden Algonkin Kızılderililerinin ―A.B.D.― dilinde iki çeşit çoğul şeması vardır: Birinci öbekte yer alan ve ‘~a’yla biten sözler ‘~aki’, ikincide ‘~i’yle bitenlerse, ‘~ali’ çoğul takısı alırlar. 37 34 Krz: Alain Dural: “La Protohistoire”, 460.-466.syflr, “L’Anthropologie”de. 35 Krz: Guy de Bauchène: “La Préhistoire”, 430.-459.syflr, “L’Anthropologie”de. 36 Örnek: Çiçek, bunga; çiçekler, bunga bunga... 37 Bkz: Christopher Robert Hallpike: “Die Grundlagen primitiven Denkens”, 114.s, İngilizceden Almancaya: Luc Bernard. 34 Tarihin en eski ve üstün medeniyetlerinden Çinin dili, yânî, Çince dahî olağanüstü raddede tasavvur yüklüdür. Çinin en eski metinlerini incelediğimizde, onlarda, aslî mefhumların 38 bu dildeki ifâdelerinin nasıl sağlandığını bize gösteren yeterince ipuçlarıyla karşılaşırız. Bahse konu izleri sürmek suretiyle Çincede mefhumların, tasavvur içeriklerinden ileri gelen ifâdenin inceliğine, gücü ile zenginliğine ilişkin özellikleri tesbît etmek mümkündür. Öteki önemli kültür dillerinde merâmı tam ifâde edebilmek maksadıyla isme bir tamlayıcı yahut sıfat lâzım gelir. Oysa bu, Çincede bir tek belirleyenle becerilebilinir. Farklı vechelerinin anlatılabilmesi için bir kavramın birden çok karşılığı olur. Meselâ, ki, ‘kıraç dağ’; kang, ‘sivri dağ’; tsu, ‘yüksek dağ’; fu, ‘sarp yarları olan dağ’; ve nihâyet yalnızca dağ: ‘Şān’. Su: Şuī 39; derin su(lar): Çen; kaynar su: Fen; tuzlu su: Çuo. Görüldüğü gibi, belli bir tasavvurun belirli bir söz karşılığı vardır. Böylelikle Çince, kavramları değişik vecheleri (Fr&İng aspects) doğrultusunda ayrıştırır. Bu da tabîî, dilin söz haznesini olağanüstü raddede artırıp zenginleştirir. Nihâyet, yazıya geçirilirken, her sözün kendisine mahsus işâreti bulunur. Böylece Çincede nice kök kelime varsa, onca da işâret yer alır. İşâretler, tarih boyunca, tekemmül etmişlerdir. Her işâretin, çok eski devirlerdeki selefi, bir resimdi. Zamanla soyutlaşarak resim niteliğini yitirip remizleşmiştir (Fr symbole) 40 2- Biçimsel mantık, tutarlı düşünmenin kurallarını araştırma tutumudur. Ancak genelde, her zaman biçimsel mantıkla iş görmeyiz. Tutarlı düşünmek ise, düşünme durumlarına göre değişir. Kimi zaman tutarlılık biçimce bağların gevşetilmesiyle elde edilebilir. 41 İşte biçimce bağları gevşetilmiş düşünme–anlama tutumlarından söz açıldığında akla gelen ‘tasavvur’dur. Psikoloji bağlamında, tasavvur, bir nesnenin yahut evvelce algılanmış şeklin, zihinde canlandırılması anlamını taşır. 42 38 Fr notions premières. 39 Türkcedeki ‘su’ sözünün Çincenin ‘şui’sinden gelme ihtimâli kuvvetlidir.. 40 Bkz: Nicole Vandier-Nicolas: “La Philosophie Chinoise dès origines au XVIIe Siècle”, 248.&249.syflr, “Histoire de la Philosophie”de, I.cilt. 41 Bkz: Nermi Uygur: “Felsefenin Çağrısı”, 54.s. 42 Bkz: Ismâil Fennî: “Lugatce-i Felsefe”, 652.s ―eski yazıyla. 35 “Genel psikoloji uyarınca” diyor Lucien Lévy-Bruhl (1857 – 1939), “olaylar, motor, heyecânî ve zihnî olmak üzre, sınıflanırlar. Bundan da zihnin, düpedüz, belli bir nesneye ilişkin hayâle (Fr&İng image) yahut düşünceye mâlik olması tarzında tecelli eden bilgi anlaşılmalıdır. Zihin hayatımızın gerçekliğinde her tasavvur, az yahut çok eğilimleri ilgilendirir. Buna karşılık, şu yahut bu hareketi boşandırmadığı gibi, ketlemez de. Bununla birlikte, çoğu kere hiç de aşırı sayılmayacak soyutlama işlemlerinden ötürü, tasavvurun kendisi ihmâl edilip onun temsil ettiği nesneyle arasındaki esâs bağlar zihinde saklı kalırlar. Tasavvur, her şeyden önce zihne yahut bilgiye ilişkin bir olaydır.” 43 Zihinde algılanan nesneye yahut olaya ilişkin ‘resmin çıkarılması’ demek olan ‘tasavvur’a öncelikle ‘biçimselleştirilmemiş mantığa dayalı düşünme tarzı’nda 44 yaşayıp iş gören çocukta ve topluluklarda rastgeliyoruz. Bu çeşit toplulukların zihin hayatına “maşerî tasavvurlar” (Fr “représentations colletives”) hâkimdir. Bunları LévyBruhl, “düşük seviyedeki toplumlar” (“sociétés inférieures”) yahut “ilkel toplumlar” (“sociétés primitives”) deyimleriyle belirlemiştir. Düşünme düzlemlerinin de “mantıköncesi” (“prélogique”) aşamada bulunduğunu; demekki tarihöncesi dönemin mantığı olduğunu öne sürmüştür. Charles Darwin’in (1809 – 1882), Batı Avrupa düşünce âleminin her yanında kendisini duyuran etkisiyle Lévy-Bruhl’de de karşılaşıyıruz. Ruhun evrime tâbî olamayacağına inandığımızdan, ‘düşünme kuralları’nın, başka bir deyimle, ‘mantığ’ın, ‘soyoluş’ (Fr philogénétique) çizgisinde azdan çok gelişmişliğe doğru ilerileyeceği kanısında değiliz. Aslında, Yeniçağ boyunca evrim görüşünün, Batı Avrupanın, kendisinden olmayan toplumlar karşısında ırkî, siyâsî ile iktisâdî üstünlük iddialarına nice destek sağladığını bu vesîleyle bir defa daha görüyoruz. Nitekim, ‘ilkel’ teriminin dahî böyle bir görevi vardır. Hiçbir toplum, enilk (İng primæval) durumunu yansıtmaz. Zamanla mutlaka irili ufaklı değişiklikler göstermiştir. Bundan dolayı ‘ilkel’ addolunmamalıdır. Tekâmülünün başlagıcında duran, değişme sürecine girmemiş bir toplum düşünülemez. Elbette, toplumlar 43 Lucien Lévy-Bruhl: “Les Fonctions Mentales dans les Sociétés Inférieures”, 28.s. 44 İng.de öngörüp önerdiğimiz deyim: ‘Unformalised logical mode of thinking’. 36 arasındaki tekâmül, gelişme ile değişme hızı ve sıklığı pek farklıdır. Tarihte bu, öyle raddelere varmıştır ki, kimilerinin, aklı durduracak derecedeki hızı karşısında, başka bâzılarının, yerlerinde saydığı zehâbına kapılmak işden bile değildir. Bahsi geçen “mantıköncesi” ile “ilkel” çeşidinden terimler, evrimsel soyoluş zincirinde, kimi toplumların altta kalmışlığını, gelişmemişliğini, geri kalmışlığını imâ ederler. Belli bir medeniyetin, hattâ kavmin, gelişmiş olduğu, böylece üstünlüğü, hâkim olma hakkı neviinden önyargı ile tek taraflılığını yansıttıklarından, yukarıda anılan terimler, bilimsel anlayışa aykırıdırlar. Bundan dolayı, onların yerine, değerce (Fr axiologiquement) derecelenmeyen, öznellik ile önyargı taşımayan ‘biçimselleştirilmiş mantığa dayalı düşünme tarzı’ ile ‘biçimselleştirilmemiş mantığa dayalı düşünme tarzı’ deyişlerini ortaya koyup kullanıyoruz. Biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünme düzleminde karşılaştığımız ‘karıştırma’ olayının temelinde, benzer süreçlere yahut varolanlara ilişkin tasavvurların birbirlerinden ayırdedilmelerindeki zorluk yatar. İnsan da dâhil, canlılar, sözgelişi, bir bütün hâlinde mütâlea olunur. Bu düşünüş, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa felsefe-bilimin düşünme biçiminin tam tersi olan ‘Tümcülük–Canlıcılık’ (Fr Holisme–Animisme) denilen çizgidedir. Nitekim, biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen kültürü incelemiş çağımızın önde gelen toplum–kültür filosoflarından Claude Lévi-Strauss’un (d: 1908), sözünü ettiğimiz düşünme doğrultusunun yaşama zeminindeki durumunu şöyle açıklamaktadır: “... Canlılar da, insan kadar, evrenin doğal düzenindedir. Zekâ ve heyecânla donanmış olduklarından, canlılar, insana benzerler. İnsan gibi, onlar da, dişi ile erkektir; bâzıları aile düzeninde bile yaşar. Bir kısmı belirli bir yere bağlıdır; başkaları serbestce dolaşır..; sözgelişi, Kızılderililer, tanıdıkları hayvan ile bitkilerden kendilerini özden ayırmayıp onlarla bütünlük hâlinde olduklarına inanmışlardır...” 45 Toplumsal düzlemde 46 zihince az yahut çok gelişmişlik kanısı, bilimsellikten yoksundur dedik. Topluluk genetiği bir yana, antropoloji, etnoloji ile sosyoloji gibi toplum araştırmaları bakımından bile dayanaksızdır. Nitekim, daha ziyâde ortak tasavvurların hâkim gözüktüğü dillerde kavramlar, hatırı sayılır bir yer tutarlar. 45 Claude Lévy-Strauss: “La Pensée Sauvage”, 52.s. 46 Fr plate-forme sociale. 37 Tasavvurların yüksek miktarda olması, dili kullanan toplumun gerek inanç düzeniyle gerekse doğal çevre şartlarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. İnanç düzeni gereği biçimselleştirilmemiş mantık yoluyla düşünenlerin tasavvurları, ‘biçimselleştirilmiş mantıkla düşünenler’in 47 kullandıkları kavramlardan önemli ölçüde ayrılırlar. Tasavvurlu düşünme, biçimsel mantığın sıkı düşünme düzenine uymaz. Bu hususu Lévy-Bruhl, şöyle izâh etmiştir: “... İlkelin, nesneye ilişkin tasavvuru bulunur; bu tasavvurun gerçek olduğuna inanır. Ama aynı zamanda ondan hem bir şeyler bekler hem de belirli bir eylemin türeyeceğinden çekinir...” Biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen, kendisini tasavvuruyla bütünleşmiş görür. Onun zihin hayatında bu derece önemli yer tutan söz konusu durumu Lévy-Bruhl, “mistiklik” diye nitelemiştir. 48 “Mistiklik”ten anladığı da “mantıkdışı” (Fr “alogique”) düşünme tarzıdır. Tabîî, “mantıköncesi” gibi, “mantıkdışı” terimi de, yine mantıkca yerinde değildir. Zirâ LévyBruhl’e mantıkdışı gibi gözüken düşünme tarzının dahî elbette mantığı vardır. Bahsolunan inanma–düşünme tutumunun en çarpıcı doğrultusunu Lévy-Bruhl, “katılma yasası” 49 şeklinde deyimlendirmiştir. Bu, haddizâtında genelde, mantığa değil, ama biçimselleştirilmiş mantığın ‘özdeşlik ilkesi’ne 50 aykırıdır. Bu durumu Lévy-Bruhl, şu verdiği örnekle daha bir açık kılmıştır: “Kuzey Brezilyanın Amazon yağmur ormanlarındaki Trumailer, suda yaşayan hayvanlardan oldukları kanısındadırlar. Komşuları Bororolar ise, kırmızı bir papağan olan Arara olduklarına inanırlar”. Başka bir deyişle onlar, hem Arara, hem Arara-olmayan varolanlardır. Gerçi Ararayla bütünleşmenin peşindedirler; fakat elbette, Arara olmadıklarının da farkındadırlar. Bu ikilemi aşmak ve tamamıyla ‘Araralaşmak’ amacıyla törenler düzenlerler. Özellikle ergenleşen gençlerin, yetişkinler topluluğuna katılmaları doğrultusunda tertiplenen ihtifâllerde çalgıların eşliğinde ve ihtilâc ettirici 51 otlar aracılığıyla ve vecit hâline 47 48 İng için öngörüp önerdiğimiz: ‘formalised logical way of thinking’. Bkz: Lucien Lévy-Bruhl: “Les Fonctions Mentales dans les Sociétés Inférieures”, 30.s. 49 Fr “loi de participation”. 50 Fr principe d’identité. 51 Fr euphorisant, agitant. 38 girinceye değin edilen rakslarla “özdeşleşme” (Fr&İng identification) olayı gerçekleştirilir. 52 Arara, burada, canlı bir puttur, totemdir. İhtifâllerde totem olan hayvan kesilir, eti kabîle mensuplarınca yenir. Bu yolla totemin ruhu kabîle mensupları tarafından içleştirilir. Aynı şekilde, kabîle büyüğü öldüğünde ruhu zâyi olmasın, öteki mensuplara intikâl etsin diye, vucudundan bâzı parçalar yenir. Kabîle mensupları totemleriyle kendilerini özdeşleştirdiklerinden, birbirleriyle de bütünleşirler. Böylelikle tek tek kişilerin bireyliliği silinir gider. Artık sevinçler, acılar ve bilcümle duygu durumları ortak yaşanır olur. 53 Duygudaşlık o raddeye varır ki, sözgelişi, kadınlardan biri, hâmile kaldımı, kadınlı erkekli bütün ergen kabîle mensupları şişkin göstermek amacıyla karınlarına birtakım cisimler bağlar, ortalıkta paytak paytak dolanırlar. Doğum sancıları başlayan kadının çığlıkları işitildiğindeyse, herkes, onunla birlikte bağırıp inlemeğe, sağda solda debelenmeğe koyulur. Dünyaya gelen çocuk ise, tek bir kadının, yânî doğuranın değil, kabîledeki kadın tâifesinin ihtimâmına emânet olunur; başka bir deyişle, annelerin yanında kalınır (Fr&İng matrilocal).Zâten bu nevi topluluklarda dölle/n/me – doğurma bağlantısı, dolayısıyla da ata mefhumu müphem kaldığından, annesoyu (Fr matrilinéal) 52 Bkz: Lucien Lévy-Bruhl: A.g.e, 78.s. 53 Bkz: Lucien Lévy-Bruhl: “La Mentalité Primitive”, Représentations collectives & Participations mystiques maddelerine; ayrıca bkz: Bernard Valade: “Les Mythologies et les Rites”, 346.-357.syfr. Kişiliklileşmenin (Fr personnalisation) ana pâyândâsı ‘bireyliliğimin özbilincinde bulunmam’ durumunu yıkan en etkili silâhlar arasında hipnos yer alır. Biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen topluluklarda sık başvurulan hipnos, başta dünyanın önde gelen istihbârât teşkilâtları olmak üzre, çağımızda gerek resmî gerekse öyle olmayan mercilerin çokca kullandığı olağanüstü tehlikeli insanlıkdışı bir hünerdir —bkz: Armen Victorian: “Controlling the Mind: Part Two: Hypnosis and Remote Hypnosis in the Intelligence Community”, 47. – 52.syflr. ‘Ödev’ duygusunu işleten ‘iyi’ ile ‘kötü’yü ayırdetme yetisini sağlayan, ‘kişiliklileşme’nin baş devindiricisi ‘özbilinc’in bulanması, boğuklaşması, ‘serhoşluk’tur. Özbilinci bulunan, ‘kişiliklileşmiş’ ‘insan’dır. İslâm metafiziği uyarınca, ‘insanın zât’ı ‘özbilinc’idir. ‘Özbilinc’in ‘varolma tarzı’, ‘kişiliklilik’tir. ‘Özbilinc’i bulunmayan, şu hâlde, ‘kişiliklileşmemiş’tir. Böyle biri, ‘ödev’ ile ‘sorumluluk’larını ‘idrâk’ edemez. Bu kabîl kimseye, ‘Hâlis Hür İnsan’ denemez. ‘Hâlis Hür İnsan’ın kendisini ‘inşâa etme’si İslâmın ülküsüdür. ‘Hâlis Hür İnsan’ın kendisini ‘inşâa’sı, ‘zât’ı olan ‘özbilinc’ini geliştirmesine bağlıdır. İmdi İnsanlaşma ülküsüne aykırı düştüğünden, ‘özbilinc’in gelişmesini dumûra uğratan her etken, İslâm tarafından yasaklanmıştır. 39 yürürlüktedir. 54 Bu durum, toplayıcılıktan avcılık dönemine geçilinceye değin böyle sürmüştür. Toplayıcılık–avcılık döneminden sonra ancak ‘dölle/n/me – doğurma bağlantısı’nın kurulabildiği anlaşılıyor. Bu yeni dönemle birlikte atasoyunun (patrilinéal), git gide toplumlara hâkim olduğu düşünülüyor. Yine de anne olan kadının, kutsallık konumunda değişiklik meydana gelmemiştir ―en azından, Çin yahut Aztek gibi, kimi büyük tarihî medeniyetlerin sahneye çıkmasına değin. Bireyliliğin silinmesi durumu dile de yansımış görünüyor. Biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen kimi kabîle dillerinde birinci tekil ile çoğul ve ikinci tekil ile çoğul zamirleri, demekki ‘ben’ ile ‘biz’ ve ‘sen’ ile ‘siz’ ayırımlaşmamışlardır. 55 Bireyliliğin sınırları açıkca belirlenip ‘ben’ ile ‘ben-olmayan’ arasında ayırım seçikleşmedikce, ‘devlet’in temel kurumu ‘hukuk’un esası olan ‘mülkiyet’ ile ‘ödev – hak’ denklemi de belirginleşemez. Toplumun, devlet konumuna (Fr statut) geçmesine koşut olarak hâkim düşünme düzleminde de biçimselleştirilmiş mantık kendisini git gide duyurur. 54 Bkz: P.Gregorius: “Sociologie van de Niet-Westerse Volken”, II.cilt: Verwantschap en Huwelijk, 104.&105.syflr. Ortada bulunmayan bir varolanı peydahlamakla, ‘anne’ olan ‘dişi’, yahut insan söz konusuysa, ‘kadın’, bahsi geçen çağlarda, mucize yaratan ‘tanrısal – kutsal’ varlık biçiminde algılanmaktaydı. Bundan ötürü, kadîm dinlerde tanrılardan ziyâde tanrıçalarla karşılaşılır. Çok eski devirlerden günümüze kesintisizce ulaşabilmiş dinlerden Hindulukta, sözgelişi, ‘ineğ’in ‘dukunulmazlığ’ı yukarıda aktardığımız inancın kalıntısı olarak kabul olunmalıdır. 55 Bkz: Christopher Robert Hallpike: “Die Grundlagen primitiven Denkens”: II. Kollektive Vorstellungen und die Denkprozeβe von Individuen, 59.s. 40 -BYENİ ZAMANLARIN BAŞ BELİRLEYİCİSİ: TEKTANRILI-VAHİY DİNİ İLE FELSEFE-BİLİM 1- Akıl sağlığı yerinde herkes, kültür ortamının çerçevesinde düşünme kurallarının, yânî mantığın bağlamında düşünür. Ne var ki, bunu yaparken bahse konu kuralları ya bilmez, ya göz önüne almaz ya da tam tersine, onlara titizlikle uyarak davranır. Nitekim bu, ‘genel mantığ’ın üç kolundan 56 biri olan ‘dilbilgisi’nin kurallarını bilmeden veya bilerek ‘anadil’ini 57 kullanmak ayırımına denk düşen bir olaydır. Kuralları bilerek bir işi becermeğe, yapmağa ‘bilinçlice’ iş görmek diyoruz. İşte, düşünme işlemini kurallarını bilerek ve onlara uyarak uygulamağı, biçimselleştirilmiş mantığa uygun düşmek, yânî, bilinçlice düşünmek şeklinde vasıflandırıyoruz. Salt akıl işleyişlerinin dışında kalması gereken duygusallıklar ile heyecânlar ayıklanarak, mantığın ana ilkeleri bağlamında kurallı düşünme yolunun yordamının, tarihte açık seçikce ilk vazedilişi Aristoteles’le (384 – 322) gerçekleşmiştir. O, biçimselleştirilmiş mantığın üç ana ilkesini belirleyip ortaya koymuştur: ‘Özdeşlik’, ‘çelişmezlik’ ile ‘üçüncü hâl’in olamazlığı. Aslında üçü bire indirgenebilir: Özdeşlik. Bundan da tek varolanın kendikendisiyle bütünlüğü anlaşılır. Her şey yahut herkes, kendikendisiyle özdeştir. Mantık yazımında (Fr&İng notation), bu, şöyle ifâde olunur: A≡A. Bahse konu ana ilkeden de, üçüncü hâlin olamazlığı ile çelişmezlik ilkeleri türer: Bir şey yahut kimse, ‘varlıkca’ (Fr ontiquement) belli bir zaman diliminde ya ‘bura’dadır ya da değildir. Ben, ‘şimdi’ ‘Istanbul’daysam, ‘aynı ân’da ‘Ankara’da olamam. Başka bir deyişle, ‘aynı ân’da hem ‘Istanbul’da hem de ‘Ankara’da 56 Öbür ikisi, biçimsel mantık ile matematik. 57 Kişinin yahut toplumun, düşünüp düşlediği, konuştuğu, yazıp okuduğu; kısacası, hayatının tüm köşe bucaklarında kendisini ifâde ettiği esas dil, ‘anadil’idir. Kişinin annesinin kullandığı dile ise, ‘annedili’ diyoruz. Genellikle kişilerin ‘annedilleri’ ile ‘anadil’leri örtüşür. Ancak, bu ikisinin çakışmadığı; yânî, kişinin annesinin anadili ile kendisininkisinin uyuşmadığı durumlar da olabilir. 41 bulunduğumu söylemem, çelişkidir. Gerçi, hayâlhânemde böyle bir tasavvuru kurgulayabilirim. Ama hayâlhânede kurgulananların, varlıkca kıymetiharbiyesi yoktur. Başlangıc önermemizi tekrarlarsak: ‘Ne’ isem: ‘Nelik’ yahut ‘kim’ isem: ‘kimlik’, ‘o’yum: ‘Varolma bütünlüğü’. ‘Neliğim’den özge bir şey, ‘kimliğim’den başka bir kimse olamam: ‘Özdeşlik’, görülüyor ki, ‘mantığ’ın yanında ‘varlığ’ın da ana ilkesidir. Aristoteles’in indinde ‘varlık’, ‘bütünlüğ’ü temsil eder; ‘düşünme’ ile ‘varolma’ şeklinde iki zıt ‘cevher’e ‘ayrılmaz’. İşte, bu çığır açıcı düşünme, dolayısıyla da varolma telâkkîsine ‘biçimselleştirilmiş mantıkla düşünme’ diyoruz. Bahse konu biçimselleştirilmiş mantıkla düşünme, dilde kavram ağırlığının alabildiğine artmasını; ayrıca, kavram sınırlarının seçikce belirlenmesini sağlamıştır. Bu durumu nitekim, Arapca, Farsca, Osmanlı Türkcesi, İbranca, Çince, Sanskritce, Yunanca, Ortaçağ Latincesi, Fransızca, İtalyanca, Ispanyolca, Rusca, Almanca ile İngilizce gibi, bellibaşlı felsefîleşmiş dillerde açıkca görebiliyoruz. 2- ‘Felsefe-bilim’ kadar, ‘özdeşlik’, ‘Tektanrılı Vahiy dini’nin de kaçınılmaz, tavîzsiz ilkesidir. Tektanrılı-Vahiy dini ile felsefe-bilim, ana ilkede birleştikleri gibi, çelişmezlik ile üçüncü hâlin olamazlığı ilkelerini de paylaşırlar. Müteâkib istikâmetlerinde yolları ayrılır. ‘Din’, ‘ahlâk’ cihetinde, Kant’ın deyişiyle, “şartlı ve şartsız buyruklar”da 58 ve ‘bilgi’lenme hususunda teşvikte ve yol gösterici imâlarda bulunurken; ‘felsefe-bilim’, evvelemirde ‘biçimselleştirilmiş’, ardından da ‘biçimsel mantık’ çerçevesinde ‘akılyürütme’ ve onun uzantısı olan ‘gidimli’ düşünme yoluyla bilgilerin kotarılıp birbirleriyle ilişkilendirilmelerini sağlar. Tektanrılı Vahiy dini uyarınca, Yaradan ile yaratık, Tanrı ile dünya, birbirlerinden ayrı, varlık sınırları seçikce belirlenmiş kavrayışlardır. Burada, tümtanrıcı mülâhazalara; Kadîm zamanların görüşlerinde rastgeldiğimiz üzre, insan – doğa, ben – bendışı; tanrısallık – dünyalılık kavrayışları iç içe geçmiş, karmakarışık duruma; ve doğadışı unsurlar ile güçlerin cirit attığı bilinmeğe kapalı bir dünya anlayışına artık yer yoktur. ‘Din’, asıl ve dar anlamda, ‘Tektanrı’ fikrinin insanlığa tebliğ olunması ―‘Vahiy’― olayıdır. Ancak, anlam genişlemesiyle, ‘öte’ye işâret eden bütün ‘inanç’ 58 Alm “hypothetisches/ kategorisches Imperativ” 42 düzenlerini de kapsar olmuştur. Asıl ve dar anlamında Dinin esası, Tektanrı fikri, biçimselleştirilmiş mantıkla düşünme tarzının ana ilkesine, demekki ‘özdeşliğ’e tamamıyla aykırıdır. Ne var ki, bahse konu ‘esâs’tan ―‘temel imân’― türemiş müteâkib esâslar, ‘akla uygun’dur, ‘makul’dürler. 43 -CTEKTANRILI VAHİY DİNİNİN ANAÖRNEĞİ: İSLÂM ‘Tektanrı’ fikri ve onun kişileşmiş adı olan Allah, aklın, havsalanın, hayâlgücü ile tasavvurun fevkında olup Aşkınlığın ta kendisidir. Ama aynı ânda İçkinliğin de kendisidir. İkisi zıt kutuptur. Nitekim aynı varlığın aynı ânda iki durumda bulunması, yukarıda zikrolunmuş sebeplerden ötürü, imkânsızdır. Elbette, Mükemmelliğin ta kendisi, insan düşüncesinin kurallılığı demek olan biçimsel mantığa aşkındır. Allahı zaman ile mekân koordinatlarına yerleştiremediğimizden, Onun özünü, düşünüşümüzün kurallılığı çerçevesinde kavrayamayız. Onun, Kendisini bize tanıttığı ölçüde Onu kavrayabiliriz ancak. Kendisini bize tanıttığı yer, İhlâs Sûresidir: “1- O, Tek olan Allahtır; 2- Allah, Sameddir; 59 3- O, doğurmaz, doğurulmamıştır; 4- Ona denk ve benzeri olacak bir şey yoktur.” 60 “... Bu Sûrede kişiler ile milletlerin Allahı kavrama konusunda öteden beri birçok kere düştükleri tuzaklar hakkında uyarılmaktayız. İlk dikkat edeceğimiz husus, Onun tabiatı öylesine ulu, kavrayış sınırlarımızın onca ötesindedir ki, felsefenin yalınkat soyut kavramı şeklinde değil de, Onu O olarak, yânî bir kişilik biçiminde görmemiz, Kendisini idrâk edişimizde izlememiz gereken en doğru yoldur. O, bize yakındır. Varolmamızı Ona borçluyuz... Bildiğimiz, tasavvur edebileceğimiz hiçbir kimseye yahut şeye Onun, zerrece benzerliği yoktur. Tabiatı vasıfları eşsizdir, benzersizdir.” 61 İnsanlar, aralarında bedence en kuvvetli, zihince en parlak, irâdece en şaşmaz olanlar dahî, kendilerinden üstün kudrete yahut kudretlere dayanma ihtiyâcını her vakit 59 Samed: Kendisi hiçbir şeye bağlı ve muhtâc olmayan; buna karşılık, varlıklaşabilmek için her şeyin Kendisine muhtâç kaldığı ‘zâtî kudret’. Bu kavram, Kur’ânda sâdece bir kere ve bu Âyette zikrolunmuştur. 60 “Kur’ân-ı Kerîm ve Türkce meâli”; ayrıca: “The Holy QUR’ÂN, tercüme ve tefsîr: Abdullah Yusuf Ali; ayrıca bkz: Cyril Glassé: “The Concise Encyclopæ of ISLAM”, 128.s. “Giriş”: Huston Smith. 61 Âyetin Abdullah Yusuf Ali tefsîri; şerh sayısı: 6296. 44 duymuşlardır. Bu kudret kendilerine ya vahiy yoluyla kendisini bildirmiş ya da böyle bir kudreti kimi kimseler zihinlerinde kurmuşlardır. Her iki hâlde de bahis konusu kudrete yahut kudretlere kişiler, kendi beşerî veya tabîî şekillerinden, arzuları ile dileklerinden bir şeyler katıp karıştırmaktan kendilerini alıkoyamamışlardır. İlkin açıkca Vahiy yoluyla nâzil olmakla birlikte, Müslümanlık dışında, cihânşumûl dinler bile, zamanla bu karıştırma olayından masûn kalamamıştır. İşte, İhlâs, bizi böyle bir tehlikeye karşı özellikle uyarmaktadır: “O, doğurmaz, doğurulmamıştır”! Varolma imkânlarını son raddelerine dek analizci tavırla gözden geçirdiğimizde, ulaşabilşeceğimiz en uç nokta, ya devâmdır ya da bitiş. Devâmda cüzlerin, Tümele; ‘varolma’ların, ‘Varlığ’a bağlanması söz konusudur. Bitişteyse, cüzler, ayrıklaşıp dağılır, ‘Kargaşa’nın karanlık dehlizinde yitip giderler. Zihin kavrayışını, yânî tecrübelerden hareket eden gidimli düşünme edimimizi, 62 demekki ‘spekulativolmayan’ ‘metafiziğ’i ‘salt sezgi aklı’yla 63 aşarak ‘Tüm Varlığ’ın, başka bir deyişle, ‘âlem’in ötesi, ‘Mutlak Varlığ’ın, gönlümüzdeki ‘nur’unu idrâk edebiliriz. Mutlak varlığın, gönlümüzde ışıyan temsîli, ‘umut’tur. Daha açık bir anlatışla, ‘umut’, mağfireti, himmet ile rehberliği yalnızca Ondan beklemek ve ihtiyâç hâsıl olduğunda, bunların, geleceklerine tereddütsüzce inanmaktır. Allah, insana üç yoldan hitâb eder: Yaratma, Vahiy ―seçtiği kişiler aracılığıyla insanlığa ulaştırdığı Tebliğ― ile vicdân ―Hak yolunu göstermek maksadıyla her kişiyle, kuluyla doğrudan doğruya sürdürdüğü muhâvere. Maddeten vucut verdiği insana Allah, soluğunu ‘üflemek’ suretiyle Özünden ‘pay’ ihsân etmiş ve onu bu ‘pay almış’ hâliyle kâinatına halîfe tayîn etmiştir ―bkz: Bakara /23 (30); En’âm /6 (165); Neml /27 (62) ile Fâtır /35 (39). İnsanın, Yaradanına seslenişi de yine üç yoldan olur: Kendisine esâs olan, kendisini çevreleyen doğa ile toplumu sevmekle, merak edip inceleyerek, araştırarak; ya kendi başına ya da cemâatle birarada ibâdet ederek (salât) ve nihâyet tamamıyla kişisel düzlemde ‘duâ’ anlamında Allaha yalvararak (münâcât). 62 Fr cours discursif des idées; Alm Urteilsverfahrender Gedankengang. 63 Fr raison intuitive pure; Alm reine Vernunftsanschauung. 45 Gördüğü hayırlı işler, ibâdet ile duâ aracılığıyla seslendiği Allahın kendisini dinleyip bu seslenişlerini, yerine göre, yakarışlarını karşılıksız bırakmayacağını, insan, ümit eder ―bkz: “And olsun, insanı Biz yarattık; nefsinin, kendisine fısıldadığı karanlık niyetleri biliriz; Biz ona şahdamarından dahî yakınız”, Kâf /50 (16). 64 Demekki her insan, bireyinin esas ‘ödev’i, hayırlı işler görmek, ibâdet etmek; ‘hakk’ı ise, ‘ümit’tir. ‘Ümit’, ‘hayat’tır. ‘Ümit’, devâm ettiği sürece ‘yaşanır’. ‘Ümid’in kesildiği yerde ‘tragedya’, giderek ‘saçmalık’, sonundaysa, ‘intihâr’ başgösterir. 64 Âyetin, Abdullah Yusuf Ali tefsîri; şerh sayısı: 4952; ve açıklanışı: “Allah, insanı yaratıp ona sınırlı irâde bahşetmiştir. O, en derinlerinde yatan arzuları ile duygularını kişinin kendisinden bile daha iyi bilir. Allah, insana, şahdamarından da yakındır. Şahdamarı, boynun iki tarafından geçerek baştan yüreğe kanı geri götüren kalın ana toplardamardır... ‘Şahdamarından da yakın’ deyişi, kan akışının, hayat ile bilincin taşıyıcısı olmasından ötürü, derinlerimizde cereyân eden duygu hâllerimiz ile bilincimizi, Allahın, öz benliğimizden daha yakından tanıdığını dile getirmektedir”. 46 -ÇYENİÇAĞA DOĞRU 1- Kur’âna göre, Kur’ân, insanlığı bütün zamanlar zarfında topyekûn kucaklayan Allah Tebliğidir. Ondan önce nâzil olmuş bütün Tebliğler, Kur’ânın az yahut çok tahrîf olunmuş, saptırılmış, tozlanmış cüzleridir. O, kendisinden önce gelmiş tümünü özce kapsar. Bu sebeple, onlar ile kendisi arasında yer yer benzer bahislerin zuhuru olağandır. Nihâyet, hepsinin müellifi birdir, aynıdır. İslâma gelince; o, düpedüz ‘Din’le anlamdaştır; ikisi, birdir. Nitekim bu husus bize Al-i İmrân Sûresinde ―/3 (19)― açıkca bildirilmektedir: “Allah katında din, şüphesiz, İslâmdır...” Şu hâlde dinlerden biri olmayıp Dinin ta kendisidir. Bir inanç düzeni, içerikce İslâma yaklaştığı oranda dinleşir; uzaklaştığı ölçüde dinsizleşir: “Bütün dinlere üstün kılsın diye Resûlünü kılavuzluk ödevi ve Hak diniyle gönderen Odur. Varsın, müşrîkler, bundan nefret etsinler” ―Tevbe /9 (33), Saf /61 (9)... Tabîî aynı husus tek tek kişiler içn de söz konusudur. Herkes, inancının sahihliği ile sâlihliğinden kendisi ‘sorumlu’dur. İşte Al-i İmrânda/3 (20) bu, bize şöyle anlatılır: “...seninle münâkaşaya kalkışanlara, ‘benliğimi tümüyle Allaha teslîm ettim; aynı şeyi takîpcilerim de yaptılar’ de. Ehlikitab olanlar ile olmayan müşrîklere dahî, ‘sizler de, teslîm oluyormusunuz?’ diye sor. Oluyorlarsa, mesele yok, Hak yolundadırlar. Hakka sırtlarını çevirirlerse, sana düşen, Tebliği bildirmektir. Allah, kullarının hepsini görür.” Peygâmberlerin, öncelikle de Hz Muhammed Mustafa’nın (570 – 632) tek ödevi, Allah Tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir. Tebliğin nasıl uygulanacağını dahî, izâhla ve izâhlarını hayatın binbir vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak göstermekle yükümlüdür(ler). Şu durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz Peygâmber, edilgin bir alıcı–aktarıcı olmayıp son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır. ‘İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık onları inatlarından vazgeçirmek benim harcım değil’ demek, bir vâize, bu arada, Peygâmbere düşmez. Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, dini bütün kişinin başta gelen görevidir. Allah Kelâmının gönüllerde nasıl yeşereciğini Onun dışında kimse bilemez. Zirâ 47 insanların gönlünden geçeni bir tek O bilir —bkz: Nahl/ 16 (125→128); ayrıca şerh sayısı, 2162ye bkz. İmdi, Dinin, yânî, İslâmın açıklama anahtarları Hz Muhammed’de ve dahî, İlim medinesinin kapısı olan Hz Ali’dedir (598 – 661). Onlar, velî–dâhîdir, kısacası ‘insanıkâmil’dirler; Nietzsche’nin deyişiyle ‘üstüninsan’dırlar. Ne var ki, anahtarların kendileri de zaman ile zemîne göre ehlivukûfun yeniden yorumlarına ihtiyâç gösterirler. Başka bir ifâdeyle, ictihât kapıları hiçbir vakit kapanmaz. 2- Bütün Teblîğlerin ortak paydasının, Kur’ân, inanç düzenlerininse, İslâm olduğu söylenmişti. Bu durumda, Allah elçilerinin, İslâm peygâmberleri oldukları da ortadadır. Bütün Teblîğler, Kur’âna doğru aktığı gibi, Elçiler de, İlahî bildiriler denizinin kendisine vahyolunduğu Resulluğun tâcı Hz Muhammed’in geleceğini müjdeleyip ona zemîn hazırlamışlardır. Bu, sâdece ehlikitap dediğimiz dinlerde böyle olmayıp onların dışında kalan Hinduluk gibi inanç düzenlerinde dahî rastgelinen bir vakıadır. 65 Hz Muhammed’in, Kur’ân açımlaması ―Hadîs― ile İslâmı bilfiil yaşamasından ―Sünnet― ortaya çıkan dinin yaşanabilir hâlini ifâde eden Müslümanlıktır. 3- İslâm, Allaha teslîm olmak anlamındadır. Ona teslîm olup olmamak, kişinin kendi kararına kalmış bir husustur. Kişi, hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içerisine doğduğu kültür–toplum ortamının da etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâa eder: “Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir” ―Nahl/16 (78). Görüldüğü gibi, İslâmla birlikte hürlük, ödev – hak ve sorumluluk ilkeleri de belirmiştir. Ahlâk ise, bu ilkelerin örgüsüdür. Bahis konusu ilkelerin başında hürlük gelir. Kur’ân uyarınca, insan ile hür varlık çakışırlar. Buna göre, insanın özü hür olmaktır. Nitekim insan, henüz bedenlenip dünyada arzıendâm etmezden önce bu vasfını konuşturmuştur: “Rabbinin Ademevlâdından misâk aldığını da düşünün: Rabbin, onların —insanlığın— sulbünden soylarını alıp sürdürmüş, onlara da, ‘Ben, Rabbiniz değilmiyim?’ diye sorup buna kendilerini tanık tutmuştur. Onlar ise, ‘elbette, tanığız!’ 65 Bkz: Ved Prakash Upaddhayaya, Ashit Kumar Bandhopaddhayaya&Gouri Bhattacharya: “Muhammad in the Vedas and the Puranas”, Bengalceden İngilizceye tercüme: Muhammad Alamgir, 4-164.syflr. 48 (‘kâhî belâ, şahidnâ’) demişlerdir...” ―A’râf/ 7 (172). Buradan da, dünyaya ister gelsin, ister gelmesin, toplu hâldeyken, ama aynı zamanda teker teker tüm insanların, Allahla misâka girdiklerini anlıyoruz. Nihâyet, 173. Âyetteyse, bizi şöyle uyarmaktadır: “Kıyâmet günü (yavm elkiyâmeti), ‘bizlerin bundan haberi yoktu’ yahut ‘ne yapalım, önceleri atalarımız Allaha şirk koştular, bizlerse, onlardan sonra gelen nesiliz; şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları yüzündenmi bizleri helâk edeceksin?’ itirâzını ileri sürmeyesiniz diye Allah, sizlerden bu ikrarı aldı.” 4- Kavramlar ile terimlerin tersine, özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi yapılamaz; özge sözel temsîlcileri bulunmaz. Şu hâlde, Allaha Allahtan gayrı bir şey denilemez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip 66 de beceremediklerini yakıştırıp yüklemiş olduğu üstün güçlerden ―ilah/lar― apayrıdır. İlah yahut benzeri ilke/ler, insanın kendisini ölçü ―İnsanmerkezcilik― aldığı düzlemde, üstün becerileri 67 temsîl ettiğine inanılan varlıktır. 5- Hangi özgül Hak dinine yahut geleneksel iytikât câmiasına mensub olursa olsun, dürüst ve meşrûu zeminlerde yürüyen herkes, belli ölçülerde İslâm çerçevesinde ‘din’dar olup ‘ümid insanı’dır (L homo spes). İslâmın en üst basamağında duran ise, Kur’ân ile Sünnetin öngördüğü tarzda ibâdet edip yaşayan Müslümandır. Burada, ‘en üst basamakta durma’nın, kavmî–dünyevî sıradüzeniyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zirâ öyle bir sıradüzeni, Kur’ân Teblîğine tümüyle aykırıdır. Kur’ânın bildirdiği, İlahî derecelenmeden başkası değildir. İslâmla birlikte Kadîm zamanlardan 68 gelen unsurlar, ya dince yasaklanmış ya da gündemden düşürülmüştür ―bâtıl iytikâtlar. Bu cümleden olmak üzre, Tanrısallık ile insanlık yahut Uhrevîlik ile dünyevîlik arasında halka gibi duran ve zulmün esas menbaı olan yarı-tanrı kahramanların, daha açıkcası, insanın inasana köleliği 69 ve belli bir insan 66 İng to fancy. 67 İng super performance. 68 Fr temps archaïques. 69 İslâm medeniyetinde ‘kölelik’, doğaötesi kader değil, bir iktisâd olayıdır. 49 nevinin ―’kahraman’ın― putlaştırılması yeğinlikle yerilmiş 70; doğa, hiçbir vechile duyumlanamayan periler, hayâletler, hortlak ile şer güçler gibi, uyduruk varlıklardan temizlenmiştir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, böylelikle adâlet esâsına dayalı hukuk çerçevesinde vuzûha kavuşturulurken, doğa da, meraktan doğan araştırma ile inceleme eylemine ve, ölçüyü, haddi aşmamak kaydıyla, insanın tasarrufuna açılmıştır ―ölçüyü, haddi aşan gayrımeşrûu iş görüyor demektir. İnsanın, Allahla doğrudan, aracısız irtibâtta olması, Kur’ânın ana savıdır. Şu durumda bağlantı kişisi yahut mercii yoktur. Allah, Kendisine yardımcı, vekilharç ve benzeri bir makamı ihdâs etmemiştir. Gönlü mühürlenmiş olandan tututunuz da ‘İnsanıkâmil’e varana dek insanların tümü insandır. Aralarındaki farklılıklar, derecelenme bâbındandır. ‘İnsanıkâmil’, demekki ‘üstüninsan’ dahî, Allahın Özünden pay almış ‘insanüstü’ bir varlık değildir. Elçileri bile, öteki bütün insanlar gibi, Allahın yaratıklarıdır, kullarıdır: “... ve eşhedu enne Muhammeden Abdûhû ve Resûluhu”. Ayrıca: “Resûlleri onlara: ‘Elbette sizler gibi biz de sâdece beşeriz’ dediler. ‘Nihâyet, peygâmberlik şan ile şerefini Allah, dilediğine ihsân eder. O, cevâz vermedikce, sizlere mucîze de gösteremeyiz.’ İnsanlar, yalnızca Allaha dayanıp güvenmelidirler” —İbrâhîm/14 (11). “Senden önce gönderdiğimiz peygâmberlerin hepsi de yiyip içen, dolaşan insandılar. Hepinizi birbirlerinizle sınıyoruz.” —Furkân/25 (20). Mutlak üstünlük ancak Allah – insan bağlantısında kendini gösterir. O, her şeyden önce, mutlak anlamda hem ‘aşkın’ hem de ‘içkin’dir. Buysa her çeşit fehmin, dolayısıyla da izâhın fevkındadır. Onu hayatın olağan, düzgün akışı içerisinde tanımazlıktan gelmemiz pek kolaydır; ve talîmâtlarını hiçe saymamız rahatlık dahî sağlar. “... Denizde sıkıntıya düştüğünüzde, Allahtan gayrı yalvardıklarınız, kaçıp kayboluverirler. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da, yüz çevirirsiniz. İnsan, çok nankördür” ―İsrâ/ 17 (68). Çünkü tavırlarımızın, tutum ile davranışlarımızın süreklice göz altında tutulmalarını bir yana bırakınız; fakat insan için, içinden geçenlerin, niyetlerinin ―bkz: Kâf/50 (16)― dahî her dem denetlendiğine inanması ve bu inanç doğrultusunda yaşaması kadar zor başka ne olabilir! Nitekim Hz Muhammed, dünyanın, 70 Kimilerinin resmedilmesi de bu yüzden yasaklanmıştır. 50 mümîne cehennem, münkîreyse cennet gibi olduğunu söylemiştir. Mümîn, kendisine varoluşunun başlarında tanınmış olan hür tercihini Allahtan yana kullandıktan sonra, Allah yolunda hürlüğünden serbestce vazgeçmiş sayılır. Dinî manâda artık hür değildir. Bundan böyle ‘İlahî Tebliğ’ ve ‘vicdân’ı yoluyla Allahla süreklice, kesintisizce baş başadır. Bu hâlin manâsını alabildiğine bütün boyutlarıyla idrâk edene dünya zorlu bir yaşama ortamı olmaktan çıkıp cennete dönüşür; hele o kişi, varoluşca, şiddetli bunalıma girdiği zamanlarda! 51 -IVYENİÇAĞ DİNDIŞI BATI AVRUPA MEDENİYETİ 52 -ADİN ESASLI ÂLEMANLAYIŞINDAN DİNDIŞI DÜNYAGÖRÜŞÜNE 1- Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile uslubunu tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, Onsekizinci yüzyıldan itibâren Batı Avrupadan çıkıp yeryüzünün dörtbir yanına yayılan Milliyetcilik akımlarının, İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir. Haddizâtında Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahalî özelliklerini Hırıstıyanlaştıktan sonra da sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 İhtilâlikebîrle Milliyetcilik, müphem bir hâlden toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim İhtilâlikebîrin, millî toplumdan murad ettiği, biçimbirliğine (Fr uniformité) eriştirilmiş, kuralı bozacak unsurlardan, istisnâlardan temizlenmiş toplumdur. Sonuçta, öncelikle Kavmî Milliyetcilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tekbiçimli (uniforme) toplum oluşturma ülküsünün takîpcisidir. Toplumların kavmî ile mahalî özellikleriyse, Avrupanın kilisedışı dünyevî vechesi olarak temâyüz etmiştir. Daha İlkçağda Avrupa, bir yanda Romanın siyâsî ile medenî hâkimiyetindeki Latin dünyası ile onun kuzeyinde sık, soğuk ormanlarda yaşayan Germenlerin yurdu şeklinde cepheleşmiştir. Hırıstıyanlığın kabulünden sonra, başta Katolikliğin merkezi İtalya ―Vatikan― olmak üzre, Latin Güney batı Avrupa, Kilisenin ilahî kudretini, inişli çıkışlı dahî olsa, aşağı yukarı Onaltıncı yüzyıl ortalarına değin kıtanın her tarafına duyurmuştur. Anılan yüzyılda, Kilisenin sarsılmaz diye kabul olunan dinî-uhrevî kudretine, başta Almanya olmak üzre, öncelikle kuzey ülkelerinden gelen dünyevî yahut en azından yarı-dünyevî nitelikli meydan okumalar, hız ile güç kazandırmışlardır. Böylelikle öteden beri az yahut çok hüküm süren Latin – Germen sürtüşmesi daha bir şiddetlenmiştir. 2- Anaörneğini İslâmda bulduğumuz Tektanrılı Vahiy dininin zihniyeti ile kavram dağarını üstlenen Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, dine ―Hırıstıyanlığa― ‘sırt çevirmiş’tir. Bengisuyunu (OsmT âbıhayat) Doğaüstü pınardan temîn etmediğini öne sürerek, Onaltıncı yüzyılın sonlarından itibâren, tarih sahnesine çıkan ilk ve tek 53 medeniyet odur. Baştan aşağıya felsefîleşmiş medeniyet olmakla birlikte, felsefenin ana odağı olan metafiziğini, özellikle Onyedinci yüzyılın sonlarından itibâren, din temeline dayandırmağı reddetmiştir. Hayatın en üst değerleri ve aslında dinî terimler olan akıl ile vicdân, başlıbaşına, özerk birimler olarak kabul olunmuşlardır. Başka deyişle, kendinden menkûl hakîkatlar olarak görülür olmuşlardır; Vahiy nevinden doğaötesi mercie uzanan bağları kesilmiştir. Böylelikle de fâsit daireye hapsolunmuştur. İnsanda düşünülebilinecek en genel, zorunlu ve soyut çerçevelerin ―fikir― yer aldıkları ve aralarında düşünme kurallarına, yânî mantığa uygun bağların kurulduğu makam olarak tarîf olunan akıl nereye dayanır, sorusuna, yine aklın kendisine cevabı, aklaaykırıdır. Dışarıdan edindiğimiz tecrübeler artı genetiko–endokrinoloji işleyişlerimiz artı beynimizdeki sinir hücrelerinin faaliyeti eşittir, akıl, dersek, burada artık aklın kendisinden değil de, mekanik zekâ gibi bir şeyden bahsetmiş oluruz. Akla benzer şekilde, vicdânın dahî, dinle ilişiği koptumu, kişinin, Yaradanıyla muhâveresi kesilir; sonuçta, kendikendisiyle konuşan, demekki varlıkca parçalanmış ―şizoik― bir beşer manzarasıyla karşı karşıya kalırız. Manevî cephesi ‘yok sayılmış’, maddî–bedenî– nefsî 71 beşerden beklenen, ‘ahlâk’a vucut vermesi değil de, zaman ile zemîne göre kılık değiştirecek ‘örf’ler inşâa etmesidir. 3- Toparlarsak: Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, insana başvuracağı ilk, en güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak aklı göstermiştir. Akıl, tektir, eşsizdir. Bütün insan hâl, hareket ile işlerini o, tayîn eder. Buna karşılık, onu kendisinden özge hiçbir güç, kudret ile merci belirlemez. Bu mutlak durumu arzeden aklın keşfine Yenidendiriliş denmiştir. Akıl, insandadır. Onun dışında, ondan bağımsız bir kudret mercii değildir. Mademki akıl insana mahsûs bir meleke, yetidir; öyleyse, insan, aklından dolayı kendisine yöneleceği ilk, en güvenilir, sağlam ve son mürâcaat mevkii olarak yine kendisini ilân etmiş oluyor. Bu düşünce tarzı ile tavrına İnsancılık denilir. Demekki insanın insana tapması İnsancılıktır. Bahse konu ‘din’in iki ana ‘mezheb’i vardır: Ya birey olarak kişi kendisine tapıyor ya da tümden insanlığa. Bu ayırım, aslında, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin temel 71 İng mechanico-biotic. 54 farkına işâret eder. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde akıl, tümden insanlığa mahsûstur. Mantık–matematik–mekanisma, aklın gösterdiği şaşmaz doğru yoldur, Sırâtımüstakîmdir. Bu yolun doğruluğu senin, benim, onun yorumuyla değişip zigzaglaşmaz. Kesindir. İşte, Gerekirciliğiyle Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, ‘geçmiş zaman’ dininin izini, belli belirsiz dahî olsa, hâlâ taşır. Akıl, mantık– matematik–mekanisma yoluyla tebârüz ettirdiği şaşmazlığın yansısını ahlâkta dahî görürüz. Artık söz konusu olan mantıklaştırılmış–matematikleştirlmiş– mekanikleştirilmiş ahlâktır. Demekki insanın hâlleri, hareketleri, davranışları, sanatları, iş görmeleri, kısaca, tüm hayatı mantıklaştırılmış–matematikleştirilmiş– mekanikleştirilmiş oluyor: Maddecilik–Mekanisism. Aklı tebârüz ettiren ‘mantık–matematik–mekanisma’ üçlüsünü potasında eriten örnek bilim, ‘Klasik mekanik’tir. Klasik mekanik, aklın şaheseri ve dört dörtlük temsîlcisi şeklinde kabul olunmuştur. Nitekim, Klasik mekaniğin, aklın bütün yasaları ile kurallarını yansıttığı kanâatı Yeniçağ Fransız Akılcı filosof-bilimadamlarını onu aklî mekanik 72 şeklinde adlandırmağa sevketmiştir. 73 1500lerin sonu ile 1600lerin başında Yeniçağ dindışı Batı Avrupa Medeniyetinin aklı, bir ‘kudretitam’ idi. Onu doğru kullanan, doğayı da şaşmazcasına kavrayıp açıklayabilirdi. Zirâ doğa dahî, aklın temel kurallarına aykırılık göstermeyen bir dev mekanisma şeklinde kabul olunuyordu: Gerekircilik. 1700lerin ikinci yarısından itibâren ‘doğa, aklın kurallarına uygun tarzda işliyormuşcasına’ görülür yahut ‘doğa, acaba, aklın kurallarına uygun tarzda işlermi?’ diye sorulur olmuştur: Eleştiricilik (Fr Critisisme). Nihâyet, 1800lerin başlangıcıyla birlikte ‘aklın kuralları, yalnızca insanın hâlleri, hareketleri, davranışları, incelemeleri ile araştırmalarıçin söz konusudur; ‘doğa’yı, herhâlde, bağlamazlar; bu yüzden de, onun hakkında kesinlemelerde bulunmak saçmalamaktır’; giderek, 1800lerin sonunda, ‘içerisinde bulunduğu durum ile şartlara göre ve kendi çıkar ilişkileri uyarınca, herkes, aklını farklı biçimlerde işletip kullanır’ görüşü Görececiliklere 72 73 arzıendâm geçiş, etmiştir: Yeniçağ dindışı Görececilikler. Batı Avrupa Nitekim, Eleştiricilikten medeniyetinin, Çağdaş Fr méchanique rationnelle. Bkz: Ilya Prigogine: “From Time to Becoming”, II. Bölüm: “Classical Dynamics”, 20.s. 55 Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetine intikâline de denk düşmüştür. İlkinin aklı, ‘mantık–matematik–mekanik’ çizgisi doğrultusunda çalışırken, sonrakisi ‘kâr’ zenbereği üzre kurulmuş iktisâdî özelliklidir. Filhakîka, Yeniçağ Batı Avrupa medeniyetinin mantık–matematik–mekanik Gerekirciliğinden Çağdaş İngiliz- Yahudîninkinin Görececiliğine geçildiği ölçüde, zihinde, hürlük alanının genişlediği kanısı uyanır. Bu kanâat, hem doğru, hem yanlıştır. Doğrudur: ‘Kâr edeceğim sahayı bulgulamak ve oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım hususunda aklımı kullanmakta hürüm’. Buna karşılık, ‘çalışmalarımı yahut eylemlerimi, kâr yahut kazanç gâyesine yönlendirmekten kaçınamam!’ Başka deyişle, bütün olabilir işler ile eylemler, kâra yahut kazanmaya kilitlenmişlerdir. İmdi,Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, ‘akılötesi’ belirlenimlerlerden sökülüp koparılarak kendikendisini mantık–matematik–mekanik bağlamda belirlediğine inanılmış ‘özerk akl’ın zemininden ‘Hürriyetcilik’ (Fr Libéralisme) bitip serpilmiştir. ‘Kâr edeceğim sahayı bulgulayıp oraya nasıl, ne çeşit bir işlerlik kazandıracağım hususunda aklımı kullanmakta hürüm’ düstûrundan ise, Çağdaş küreselleştirilen İngilizYahudî medeniyetinin yan yahut alt ideolojisi olan Yeni Hürriyetcilik (Fr Néolibéralisme) ortaya çıkmıştır. Yeni Hürriyetcilik ile onun tamamlayıcı parçası olan Sermâyeciliğin kaynaşmasından İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel ideolojisi olan ‘Hür ~’ yahut ‘Hürriyetci Sermâyecilik’ 74 meydana gelmiştir. 75 -B- 74 75 Fr Libéral/iste Capitalisme. Krz: Hernan Lopez Garay: “Algunas Reflexiones Sistemicas...”, 113., 114.&115.syflr. 56 TARİHİN YENİDEN SINIFLANDIRILMASI DENEMESİ Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetiyle ilgili eleştirel irdelemelerimizi burada kesip şu âna değin bildirdiklerimizden çıkardığımız sonuçlara geçiyoruz. Bundan sonraki Bölümde, çalışmamızın da ana odağını oluşturan Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetini incelerken, onun, kendisinden neşet ettiği Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin bellibaşlı kurucu unsurlarını nasıl olsa ele almağı sürdüreceğiz. Geçmişi, alışılagelinmiş Avrupa merkezli bakış açısından farklı biçimde gördüğümüz bellidir. Nitekim, Batı medeniyetleri câmiasını, hatırlanacağı üzre, İlkçağ Mesopotamya – Mısır – Anadolu – Doğu Akdeniz; 76 Ortaçağ Hırıstıyan ve bilâhare İslâm; Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ve nihâyet Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetleri tarzında sınıflamıştık. İşte bu sınıflamayı da şu safhada tarihlendirmek suretiyle belirgin kılmanın yerinde olacağı kanısındayız. En azından Batı medeniyetleri câmiasını teşkîl eden bütün kültürleri içten içe ilgilendirecek raddede hayatî önemi hâîz dönüm noktalarını esâs alarak çağları tarihlendirmeği deniyoruz. Bu cümleden olmak üzre, Batı dünyasında, bildiğimiz kadarıyla, Aşağı Mesopotamyadaki Sümerlerin, ‘medeniyet’ evresine ilk geçtikleri ve yepyeni bir bildirişme aracı olan ‘yazı’yı kullandıkları, yaklaşık, M.Ö. 5000i İlkçağın başlangıcı, cihânşumûl manâda ilk Tektanrılı Vahiy dini olarak Hırıstıyanlığın ortaya çıkışını, yânî Hz İsâ’nın doğumunu da, başka bir deyişle, Milâdı, sonu olarak kabul ediyoruz. İlkçağla birlikte Yeni zamanlar da başlamıştır. Şu durumda, İlkçağ, Yeni zamanların birinci evresini ifâde etmektedir. Milâd ile Hz Muhammed’in Mekkeden Medineye Hicreti 77 ―622― 76 Arzettiği bâzı hasletlerden ―siyâsî alanda ‘halkidâresi’ (Fr démocratie) ile zihnî düzlemde, ‘felsefebilim’― ötürü, ayrı mütâlea ettiğimiz Ege medeniyeti dönemini Eskiçağ şeklinde belirledik. 77 Ortaçağın sonu, Yeniçağın da başlangıcı olarak 622yi, yânî, Hicreti, esâs almak fikrini, sohbet sırasında, tarihcilerimizden Profesör Dr Sayın Mehmet Maksudoğlu beğden ıktibâs ettim. Kendisine bundan ötürü teşekkür borçlusuyum. Büyük tarih ve hukuk bilginimiz Ahmed Cevdet Paşa’ya (1822 – 1895) bakılırsa, tarih dönemleri, Hicret esâs alınmak suretiyle, Kadîm ile Yeni Zamanlar olmak üzre, başlıca iki devreye ayırılmalıdırlar: “Hele bizlere göre, asrı-Âdemden asrı-İslâma kadar olan ezmine hep târîh-i atîk olup ondan sonra asr-ı cedîd başlar...” ―bkz: Ahmed Cevdat Paşa: “Tezâkir”, Tezkire: 40, 242.s.; dikkatimi bu önemli kaynağa çekmiş olan dostum, Sayın Dr İhsân Fazlıoğlu beğe de teşekkür ediyorum. 57 arasındaki zaman diliminiyse, Ortaçağ olarak adlandırıyoruz. İslâm dini esâsından hareket eden İslâm medeniyetinin Medinede vucut buluşu, Yeni zamanlara ilişkin zihniyetin perçinlendiği olay olup Yeniçağın dahî başlangıcını ifâde eder. Yeniçağın, ilahîyât arkaplanını terkedip ‘dindışı medeniyet’ düzlemine geçişi sürecinde, Alman ilahîyâtcısı ve filosofu Martin Luther’in (1483 – 1546), Hırıstıyanlıkta ‘ıslâhât’ hedefine yönelik şartları ilân ettiği, 1520 tarihi, en önemli kerteriz noktasıdır. Nihâyet, Onyedinci yüzyılın ikinci yarısında ‘buharlı makine’nin, Kuzey batı Avrupada 78, özellikle de İngilterede kullanıma sokulmasıyla başlayan ‘sanayi’ye dayalı ‘üretim’le birlikte İngiliz-Yahudî medeniyeti ve onun ‘resmî ideoloji’si durumundaki Hür Sermâyecilik ortaya çıkmışlardır. Bahsolunan medeniyetin, İngiltere adasından kıta Avrupasına ayak basıp orada köprübaşı tutmasıysa, 1789 İhtilâlikebîrle olmuştur. İmdi, BATI MEDENİYETLERİ CÂMİASINDA TARİH BOYUNCA ÇAĞLARIN DAĞILIMINI çizimsel 79 tarzda gösteriyoruz Yaklaşık M.Ö. 200 000: KADÎM ZAMANLAR a)Tarihöncesi... İnsanın, Yeryüzünde belirmesinden itibâren İlkaslî topluluk: Aile ile kabîle; toplayıcı, bilâhare avcı; temel, zanaat; Kamlık, Totemcilik. b) Öntarih... Çoktanrılı din, efsâne ve gelişmiş zanaat (Fr&İng technique). _____________________________________________________________________ Yaklaşık 5000ler: Yazı: YENİ ZAMANLAR: TARİH İlkçağ... Devlet; Çoktanrılıdan Tektanrılı Vahiy dinine ____________________________________________________________________ Yaklaşık M.Ö. Yedinci yy Eskiçağ... Ege medeniyeti: Halkidâresi; Felsefe-bilim. _______________________________________________________________ Milâd Ortaçağ... Cihânşumûl Tektanrılı Vahiy dini: Hırıstıyanlık. _____________________________________________________________________ Hicret (622) Yeniçağ I... İslâm; Fen (Fr technologie). _______________________________________________________________ 1450lerden sonra Yeniçağ II (Yakınçağ)… 78 Buharlı makinenin mucitleri İngiliz Thomas Savery (1650 – 1715), Thomas Newcomen (1663 – 1729) ile Fransız mühendis Denis Papindir (1647 – 1714). 1789 İhtitilâlikebîrden kaçan Papin, İngitereye ilticâ edip Londrada ölmüştür. Buharlı makine de, İngiliz maden ocaklarında 1650lerden itibâren kullanıma sokulmuştur ―bkz: Alexander Hellemans&Bryan Bunch: “Timetables of Science” (cf: index); ayrıca bkz: Jeremy Black&Roy Porter: “Dictionary of Eighteenth-Century History (cf: index). 79 Fr schématique. 58 Yeniçağ dindışı Batı Avrupa Medeniyeti; Protestanlık. _______________________________________________________________ 1700den itibâren Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyeti; Sanayi; Hür Semâyecilik. _______________________________________________________________ -VÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİ 59 -AAVRUPA MEDENİYETİ TARİHİNİN BAŞLANGICI: ROMA Yeni Zamanlar Batı medeniyetleri câmiasının 80 değişik derecelerde ve farklı açılardan ortak mürâcaat noktasını teşkil eden Eskiçağ Ege ―nâmıdiger, Yunan― medeniyeti, Egeden ziyâdesiyle etkilenmiş gözüken Eskiçağ Latin-Roma medeniyeti, bâhusûs Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile, bir ölçüde, Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin ilhâm kaynağını oluşturmuştur. Ortaçağ Hırıstıyan ile Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetleri, Eskiçağ Egenin etkilerini, daha ziyâde, Roma üzerinden alırlarken, İslâm, bunlarla kısmen İran ―yânî Sasanî― yoluyla, kısmen de doğrudan doğruya muttali olmuştur. 80 —demekki Ortaçağ Hırıstıyan, Erken Yeniçağ İslâm ile Geç Yeniçağ (yahut Yakınçağ) dindışı Batı Avrupanın— 60 Hem Ortaçağ Hırıstıyan hem de Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetlerinin M.S. 900lerden itibâren merkez kültürü mâhiyetini kazanan Fransızlık, kendisini öncelikle yazı dili özellikleri ve uslubu, hukuk ile devlet anlayışı bakımlarından Eskiçağ Latin-Romasının vârisi olarak kabul etmiştir. Bu kabul, özellikle de 1789 İhtilâlikebîrden sonra daha bir ağırlık kazanmıştır. Eskiçağ Latin-Roma medeniyetinin sıklet merkezi, Roma, M.Ö. 753teki efsânevî kuruluşundan M.Ö. 510da bağımsız cumhuriyet oluşuna değin, Etrüsk krallığının hâkimiyetinde yaşamıştır. Romanın, devlet olarak tarih sahnesine çıkışı, şu hâlde, M.Ö. 510dadır. M.Ö. Dördüncü ile Üçüncü yüzyıllarda kuzeyindeki Etrurya, batısındaki Latium bölgeleri ile güneyindeki Yunan yerleşim-yerlerini (Fr colonie) ele geçirerek İtalya yarımadasının tek hâkimi oldu. M.S. Birinci yüzyıla varıldığında, Batı medeniyetleri câmiasının merkez coğrafyasının tamamı demek olan Akdeniz, Kızıldenizin kuzey, Karadeniz ile Adalardenizi (Ege) kıyılarını, bunlara ek olarak da Avrupanın batısını kaplamaktaydı. Coğrafî ölçülerle konuşursak, doğuda 40˚ doğu ile batıda 10˚ batı boylamları, kuzeyde 55˚ kuzey ile güneyde 30˚ kuzey enlemleri arasında uzanan bir ülkeydi. 81 Devletin adıyla anıldığı kent, yânî Roma, başşehir olmak imtiyâzını, imparator Büyük Konstantin’in (285 – 337) teşebbüsüyle, M.S. 11 mayıs 330da Istanbul lehine ferâgat etmiştir. Büyük Theodosios’un (346 – 395) ölümüyle Roma, oğulları Arcadius ile Honorius arasında doğu ile batı olmak üzre ikiye ayırılmıştır. Son hükümdar Romulus Augustulus’un, Germen beği Odowaker tarafından tahttan indirilerek Batı Roma Devletine son verildiği 476ya değin Ravenna, başşehir görevini görmüştür. 82 İleride Bizans adını alacak Doğu Roma Devletiyse, başşehir Istanbulun, Fatih Sultan Mehmet Han (1432 – 1481) tarafından 29 mayıs 1453deki fethine değin yaşayacaktır. Avrupa tarihinin asıl belirleyicilerinden Roma, esâs itibâriyle M.Ö. 510 ile M.S. 476 tarihleri arasında yaklaşık bin yıl boyunca hükümrân olmuştur. Doğu 81 Daha M.Ö. 260da İtalya yarımadasında Romanın hâkimiyet sahası 134.680km², toplam nüfusuysa 3.000.000 idi ―bkz: “The Times Atlas of World History”. 82 Hermann Kinder&Werner Hilgemann: “dtv-Atlas zur Weltgeschichte”, I.cilt, 103.s. 61 Romanın, dolayısıyla da, Bizansın çöküşü, kimi Avrupalı tarihcilere göre Ortaçağın sonudur. 83 Merkezî devlet gücünü kudretini yitirmeğe yüz tuttuğu M.S. 300lerden itibâren, Romanın hükümrân topraklarına geleneksel hasmı, aşîret geleneğine bağlı dağınık yaşayan ve yaşadıkları yörenin aman vermez doğa şartlarının zoruyla olsa gerek hareketli, etkin, atılgan, dayanışmacı, savaşcı mizâcı bulunan Germenler sızmağa koyulmuşlardır. Germenlerin bu istilâ hareketlerini tek başına doğudan gelen atlı savaşcılar olan Hunlar ile onların da yerlerinden yurtlarından ettikleri Islav topluluklarının icrâ ettikleri baskılara bağlamak yanlıştır. Germenler, daha Milâttan önceki yüzyıllardan başlamak üzre, demekki Hunlar ile Islavların baskıları henüz söz konusu bile değilken, Roma hudutlarını süreklice yoklamış, hattâ zaman zaman da bunları ihlâl etmişlerdir. Ancak, merkezî devlet, siyâsî tecânüsünü muhâfaza edebildiğince askerî gücünü kuvvetini de konuşturabilmiş, sonuçta bu kabîl tecâvüzleri defedebilmiştir. Roma, M.Ö. İkinci yüzyıldan itibâren, özellikle de Iulius Caesar’ın başkomutanlık ettiği dönemde Germen ülkesini ele geçirmek amacıyla birçok girişimde bulunmuş, zaman zaman başarılı da olmuştur. Romanın Galyasına komşu ve hududu çizen Ren ırmağının doğusundaki kimi yöreleri Roma ordusu işğâl etmiştir. İşğâl altındaki yörelerde yaşayan yerli ahâlî barbar olarak nitelenip insandan sayılmamıştır. Çeşitli mıntıkalarda konumlanmış Romalı garnizonlara mensûp birlikler, canları çektikce köyleri basıp genç, güclü kuvvetli erkekleri köle kılmak amacıyla devşirmişlerdir. Yeryüzünün özge yerlerinde yörelerinde hep görüldüğü gibi, genç kızlar ile kadınların kısmetine düşense, ırzlarına geçilmek olmuştur. Revâ görülen zulmün haddi hesabı yoktu. Fakat Germen boyları kendi aralarındaki kısır didişmeleri bir tarafa bırakıp bir türlü biraraya gelerek gücbirliğini oluşturamamış, kendilerine bunca acı çektiren 83 Kimi tarihcilere göre de, Papa VIII. Boniface’nin 1305de Fransız kralı IV. (Yakışıklı) Philippe’e yenildiği vuruşmanın (OsmT muharebenin) ardından Avrupada dindışı kesimin güçlenmesi, dolayısıyla da, millî devletin iyice belirmesi ve bu tür devletlerin bazısının, yeni topraklar keşfedip iskân etmesi, Ortaçağın kapanması anlamına gelmektedir ―bkz: Konrad Fuchs&Herbert Raab: “dtv-Wörterbuch zur Geschichte”, II.cilt, 531.s. ayrıca bkz: Paul Bernstein&Robert W.Green: “History of Civilization”, I.cilt, 238.s. 62 düşmanı defedememişlerdir. Nihâyet, bıçak kemiğe öylesine dayanmıştır ki, Batı Germen boylarından Şeruskerlerin reisi Arminius (M.Ö.17 – M.S.21) inanılmazı başarıp bunları fırtına tanrısı Thor adına kendi komutası altında biraraya getirmiştir. M.S. 9 yılda Romalı general Marcus Caelius (ö: M.S. 9) komutasındaki yirmi bin kişilik Roma ordusu Germen beği Arminius’un önderlik ettiği savaşcılarla M.S. 9. yılın 9 eylülünde bugünkü Almanyanın kuzey batısındaki Teutoburg ormanında 84 karşı karşıya gelmişlerdir. Çarpışmalar 11 eylüle değin sürmüş, sonuçta komutan Caelius’un da er meydanında canından oluşuyla Roma ordusu bozguna uğramıştır. Karşılarına sarışın yahut kızıl saçlı, mâvî gözlü, dev cüsseli Germen savaşcılar, baştanrıları Odinin yahut Votanın adını haykırarak çıktıklarında, Akdeniz insan tipindeki esmer yahut kumral, ufak tefek boylu Romalı askerlerin ruh hâletini hayâlhânemizde canlandırmamız pek de zor olmasa gerek. Buna bir de, dev çam ağaçlarının kapladığı doğal çevre ile fırtınalı, iç karartıcı bozbulanık hava şartlarını da eklersek, manzaranın tasvîri tamamlanmış olur. 85 Teutoburg Almanlara ne ifâde ediyorsa, Talas meydan muharebesi de Türk tarihiçin odur. Türk – Arab ittifâk kuvvetlerinin, 751de Kırgızıstandaki Avlu Ata yakınlarında Kuo Tzu-i komutasındaki Çin ordusunu bozguna uğratmalarıyla, tarihte yeni bir yaprak açılmıştır. Bu tarihten sonra Çinlilerin batıya doğru ilerilemeleri durdurulmuş, geldikleri yere, yânî doğuya gerisin geriye püskürtülmüşler, Türkler ise Müslüman olmuşlardır. Her iki çarpışma, Avrasya anakarasında tarihin mecrâsını değiştirmiştir. 86 84 L saltus teutoburgiensis; Alm Teutoburger Wald. 85 Bkz: Herwig Wolfram: “Das Reich und die Germanen”,42,&44.syflr; ayrıca bkz: S. Fischer-Fabian: “Die ersten Deutschen”, 233.s.; ayrıca bkz: Erik Durschmied: “The Weather Factor”, 9. – 37.syflr. 86 Talasta olduğu üzre, Teutoburg vuruşmasında da, diri, bozulmamış, savaşcı bir kavmin, yozlaşmağa, içten içe çürümeğe yüz tutmuş bir devlete, medeniyete indirdiği öldürücü darbeye tanık oluyoruz. Germen ile Latin arasındaki tarihî çekişme, sürtüşme, M.S. Birinci yüzyılın hemen başında cereyân etmiş Teutoburg çarpışmasından İkinci Dünya Savaşının başlarına değin (haziran – temmuz 1940) yaklaşık iki bin yıl sürmüştür. Teutoburgda Germenin, Latin Romayı uğrattığı bozgun, 1940 yazında Alman ile Romanın vârisliğini üstlenmiş Fransız arasında vukûu bulmuş savaşta da tekrarlanmıştır. Sözünü ettiğimiz olay bize yeniden, belli bir dönemde, birbirlerinin ‘gözlerini çıkarsalar’ bile, farklı kültürler ile medeniyetlerin birlikte yer almalarının önemini ve çağımızın yalnızca belirli bir tânesinin tekeline geçmesinin hayatî tehlikesini göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir. 63 Teotoburg çarpışması, Roma için sonun başlangıcı, Almanlara da milletleşme süreçlerinin başıdır. Bundan böyle sular tersine akar olmuştur. Roma Kuzey Avrupaya genişleme girişimlerinden vazgeçmek zorunda kalırken, Germen boyları bu kere geleneksel düşmanlarını çeteci ‘vur kaç’ yöntemiyle ‘yoklamağ’a koyulmuşlardır. Bu tacîz saldırıları ile ganîmet avcılığı Milâdî Birinci yüzyıldan Beşinciye değin dört yüz yıl boyu sürmüştür. Nihâyet, Roma devletinin topyekûn inkırâzıyla sızmalar, fütûrsuzca girişilen istilâlara dönüşmüşlerdir. Böylece Avrupanın ortası, doğusu, güney doğusu, güneyi, güney batısı ile batısı, öyleki Afrikanın kuzey batı bölgeleri, Germen boylarının istilâlarına sahne olmuşlardır. Bunun sonucundaysa, Avrupanın genelinde siyâsî, iktisâdî ile askerî bakımlardan biryığın başına buyruk devletcik ile işgâlcinin küçük bir azınlık teşkîl ettiği, istilâya uğramış yerli kavimlerinse büyük çoğunluğu oluşturduğu yeni bir nüfus ile siyâset manzarası ortaya çıkmıştır. Manzarada, sarışın, mâvî yahut yeşil gözlü, ak pak tenli kişilerden oluşan yöneten istilâcı boy, azınlıkta, koyu renk saç ve gözlü, buğday tenli işğâle uğramış yönetilenlerse çoğunluktadır. İşğâl olunan arâzî, kendilerini üstün insanlar olarak ilân eden aşîret yahut kabîle reisi ile yakınlarının tapulu mülkü sayılmıştır. Açık tenli insanların derisi incedir. Damarları da bundan dolayı göze çarpar durumda olup mâvîmtrak gözükürler. İşte buna dayanarak Germen asıllı derebeğleri ile toprak zâdegânı, dirimsel farklılıklarının, öyleki üstünlüklerinin kanıtlarından biri olarak, muhtemelen Ondördüncü yüzyılda, Ispanyada, kanlarının renginin bile değişik olduğuna, yânî mâvî kanlı (Isp sangre azul) olduklarına yönetilenleri iknâ etmişlerdir. ‘Kudretlerini damarlarındaki asil kanda bulduk’larına dair inanç, Germen boylarını efsâne dönemlerinden beri belirlemiştir. Bu inançlarını gidip yerleştikleri mahallerdeki insanlara dahî aşılamakta beis görmemişlerdir. Yerli ahâlîye gelince; rençberlere geçimlerini sağlayacak birkaç dönümlük toprak ile oturdukları barınak bırakılırken, hasâdın beslenmeleriçin gerekli miktarın üstündeki kısmı beğe giderdi. Kıtlık dönemlerindeyse, bölge topraklarının nihâî mâliki ve ahâlînin efendisi olan beğ, dara düşmüşlerin ihtiyâçlarını mahzenlerinden karşılardı. Tabîî bu da, borç hânesine kaydolunur; rençberin, beğe bağımlılığı daha bir artardı. Savaş ganîmeti 64 yahut çeyiz bahânesiyle el değiştiren arâzîlerin sâkinleri, bir efendiden ötekisine geçerdi. Buradan da yerli ahâlînin, yarı-köle 87 derekesinde yaşamış olduğunu anlıyoruz. Savaşlarda tutsak alınmış olanlarsa, tam köle kılınırdı. 88 Doğal yahut toplumsal bunalım dönemlerinde tabaa, beğ ile onun akrabâtaallukâtının barındıkları müstahkem mevkie (Alm Burg) sığınırdı. Bunlardan bazısı müstahkem mevkii terketmeyip orada belirli bir zanaatla iştiğâl eder olmuştur. Böylece zamanla müstahkem mevkide değişik işkolları teşekkül etmiş, bu da, oradaki yerleşik nüfusun artmasına yol açmıştır. Nihâyet, müstahkem mevki, beğ ile efrâdına mahsus ikâmetgâh olmaktan uzaklaşıp yerleşim birimine dönüşmüştür. Orta ile Kuzey Avrupada karşılaştığımız Burg sanını taşıyan şehirlerin arkasında işte böyle bir geçmiş yatar. Türkcede ‘derebeğliği’ sözüyle karşıladığımız bu iktisâdî–siyâsî nizâma, Ortaçağ Latincesiyle Onyedinci yüzyıl tarih felsefesinde feudalis denmiştir. Aslında sıfat olan feudalis, ‘ödünç mal’ demek olan feudumdan gelir. O ise, Almancanın atası Germencede davar, mal, servet anlamlarını taşıyan fehudan (Alm Vieh) gelir. 89 Derebeğlikleri, Fransa, Ispanya, İngiltere gibi güçlü iktidarların teşekkül ettiği devletlerde merkezin siyâsî ile iktisâdî baskısına fazlaca direnemeyip gerilemiş, 1550lerden itibâren de özerkliklerini yitirip etkisiz tarihî kalıntılar şeklinde sunî teneffüsle yaşar hâle gelmişlerdir ―bu acıklı durumun nefis mizâhî tasvîrini Ispanyol yazar Miguel de Cervantes’in (1547 – 1616) “Don Quixote de la Mancha” adlı şaheserinde bulabiliriz. Derebeğlik, kadîm devirlerden beri sürüp gelen Germen aşîret düzeninden olan kandaşlık sâdakatına dayanırdı. Derebeğinin kendisi ata olarak kabul edilir, saygı görürdü. Zâdegân efrâdıysa, birbirlerini kan kardeşi sayarlardı. Şu durumda devlete vucut veren ülkü çerçevesinde bir bağlaşmışlık derebeğliğinde söz konusu bile değildir. Başta Fransada, ardından da Ispanyada, Felemek ile İngilterede merkezî iktidara dayalı 87 OrL servus; Fr serf; Alm Leibeigener. 88 OrL servitus; Fr esclavage; Alm Knechtschaft. Bkz: Guido Gomez de Silva: “Breve Diccionario Etimologico de la Lengua Española”, 300.s; ayrıca bkz: Günther Drosdowski&Paul Grebe: “Der Groβe Duden: Herkunftswörterbuch der deutschen Sprache”, 165.s; ayrıca bkz: F.A.Heinichens: “Mittelalterliches Lateinisch – Deutsches Schulwörterbuch”,225.s; ayrıca, Richard von Dülmen: “Das Fischer Lexikon: Geschichte”, Feudalismus mad. Bkz. 89 65 devlet düzenleri teşekkül edip 1600lerin ortalarında iyice pekişmişlerdir. İşte bu merkezci devlet nizâmı, Derebeğliğini tarih sahnesinden çekilmeğe mecbur bırakmıştır. Ne var ki Derebeğlik, cismen ve dahî ismen ortadan kalktıktan epeyi sonraları bile, ata topraklarına bağlılık (Alm Vaterlandstreue), kan arılığı, kandaşlık, şövalyelik gibi, âdetleri ve ahlâk düstûrlarıyla, Avrupa genelinde varlığını duyurmuştur. Yine, erken Ortaçağda vukûu bulmuş Germen boylarının geniş çaplı istilâları sonucunda, Avrupanın hemen hemen bütün tarihî hânedânları Alman asıllı olmuşlardır. 90 Derebeğliği düzeninin ilk örneklerine Romanın bir iliyken Germen boylarından Frankların istilâsına uğramış olan Galyada rastgeliyoruz. Altıncı yüzyılda filiz sürmeğe başlayan bahse konu düzen, Sekizincide kabuk değiştirir olmuştur. Önceleri rençber ailesi ile derebeği ve efrâdının mübrem ihtiyâçlarına cevap verecek kapalı devre çalışan bir tarım üreticiliği yürürlükteydi. Git gide, hiç olmazsa derebeğliklerin kimisinde ihtiyaç fazlası ürün belirince, bunun değerlendirilmesi sorunuyla karşı karşıya kalınmıştır. Buradan da, yabancı etkenlerin etkisiyle farkına varılan, fakat bölgenin insanî veya tabîî kaynaklarınca karşılanamayan ihtiyâçların giderilmesiçin dışarıya açılma zorunluluğu doğmuştur. Eldeki ihtiyâç fazlası mahsul ile gereksinilen ürünlerin takası cihetine gidilmiştir. Gereksinilenlerin miktarı ile çeşidi artıkca, bunu dönem dönem beliren ihtiyâç fazlası mahsulle karşılamak zorlaşmıştır. Buradan hareketle kimi derebeğlikleri, ihtiyâcı karşılayan üretim tarzından artıürün temin edene kaymıştır. Artıdeğer yahut artıürünü temînçinse, atadan oğla intikâl etmiş olanların yanısıra, alışılmamış yeni işkolları icât ve ihdâs olunmuşlardır. Başta derebeğinin kendisi olmak üzre, yakın efrâdının karar mercii olduğu merkezin tasarladığı malların üretilmesi ile değiştokuşunu öngören ticâret nizâmına ‘Merkantilism’ 91 denmiştir. Demekki Derebeğliği, siyâset–toplum düzeninin iktisâdî ciheti Merkantilism olmuştur. Mal – mal değiştokuşunun yerini git gide mal – para, öyleki para – para mübâdelesine terkettikce Sermâyeciliğe yaklaşılmıştır. Nitekim, işgücü ihtiyâcı artıkca, 90 1100den sonra, benzer biçimde, Ganj ırmağından Istanbul Boğazına dek yer alan bellibaşlı hükümdarlıkların hânedânları ile yüksek rütbeli idârecileri, çoğunlukla Türk asıllı olmuşlardır. 91 İ mercare: Satınalmak, mercante: Tâcir. 66 şehirleşen müstahkem mevkilere yerleşen kimileri, el emeği kol kuvveti gerektirmeyen sahalara kaymışlardır: Tefecilik, aracılık, sıgortacılık ve nihâyet idârecilik gibi. Burgda yaşayıp geçimini el ile kol emeğine dayanmaksızın temîn eden, fakat soylu da olmayan bu nevzuhûr toplum sınıfı, özellikle Onüçüncü yüzyıldan itibâren belirmeğe başlamıştır. Öteki bütün iş güç kapıları yüzlerine dinî ve ırkî sebeplerden kapatıldığından, savaşcı zâdegânın da, ticâreti, en aşağılık uğraşı türü gördüğünden, Yahudîler, bu yeni sınıfta sayıları git gide artarak yer alır olmuşlardır. İşte, başta Karl Marx olmak üzre, Ondokuzuncu yüzyıl tarih–toplum–kültür filosofları, Avrupanın geç Ortaçağına, ama özellikle de Yeniçağa mahsus bahse konu yeni sınıfına Almancanın Bürgertumundan Fransızcalaştırılmış Bourgeoisie terimini uygun görmüşlerdir. Yine, Almancada Burgta oturan manâsına gelen Bürgerin Fransızcalaştırılmış şekli Bourgeoisdır. İşte Sermâyecilik ideolojisinin de toplum–kültür zeminini Bourgeois teşkîl etmiştir. Onsekizinci yüzyıl boyunca, öncelikle Fransa ile İngilterede, bir zamanların müstahkem mevkileri artık kaşarlanmış varlıklı kentsoyluların (yânî, bourgeoisların) ve şehre kısmetini aramak üzre akın eden topraksız kalmış çulsuzların işğâlindeydi. Mülkün neredeyse sanal mâliki zâdegân ise, denetimini yitirdikleri ‘müstahkem mevkileri’nin (Burglarının) bir köşesine inşâa ettirdikleri, iç kale benzeri, yeni ‘müstahkem mevki’lerine 92 maakûs talihlerine küsmüş hâlde çekilmişlerdi. Özellikle İngilterede 1700lerin ikinci yarısıyla birlikte zâdegân, yüzünü, kentsoylu uğraşılara, hayat tarzı ile dünyagörüşüne çevirmiştir. 92 Alm Schloβ: Saray←schlieβen: Kapamak, kilitlemek, muhâfaza altına almak. 67 -BROMADAN LONDRAYA GİDİŞTE ARA DURAK: PARİS ‘Farmasonlug’un Muhâfızlığı’) (‘Serbest Yapı Ustalığı’) Selefi: ‘Tapınakcılık’ (‘Mabet Hikâyenin geçmişi, Birinci (1095 – 1099) ile İkinci (1147 – 1149) Haçlı seferlerine değin geri gider. Haçlılar, ele geçirdikleri Kudüste 1099da Hırıstıyan devleti kurmuşlardır. Burada Müslüman âlimlerle de ilişki kuran bir kısım Hırıstıyan rahip, bâtınî vechesi ağır basan zanaat ile ticâret loncaları ve yarı-askerî muhafız alayları vucuda getirmişlerdir. Bunlardan en tanınmış muhâfız teşkilâtı Gérard Tenque tarafından 1113te kurulmuş Hospitalarius 93 ile Hugues De Payns ile Godefroi De SaintAmours’ca 1119da vucuda getirilmiş olan Templaristir. 94 İkisi de dinî-askerî (L 93 Fr Hospitaliers de Saint-Jean de Jérusalem; İng Knights Hospitallers. 94 Fr Ordre des Chevaliers de la Milice du Temple; İng Knights Templars, yahut, Poor Soldiers of the Temple Christ. 68 religiosus-militaris) teşkilâttır. Bunlardan Hospitaliariuslar, Türkcesiyle, Ağırlamacılar, başta Kudüs olmak üzre, Filistine gelen Hırıstıyan hacılara barınma ile iâşe imkânlarını sunarken, Templarisler, yânî Tapınakcılar, koruma işini üstlenmişlerdir. Ağırlamacılık (OrL Hospitalarius) ile Tapınakcılık lakablı dinî-askerî teşkilâtlardan, Çalışmamızla ilgisinden dolayı, ikinci anılanı burada bahis konusu kılıyoruz. Bu asilzâde muharip (Fr chevalier) keşişler, Hz Süleyman mabedinin bulunmuş olduğu mahali kendilerine karargâh kılmış ve Filistindeki Hırıstıyan mabetlerin muhâfızlığını üstlenmiş olduklarından, Tapınakcılar yahut Mabet muhâfızları (OrL Templares) unvânıyla anılır olmuşlardır. 1128de Papa II. Honorius ile 1139da Papa Innocens tarafından onaylanmış olan Tapınakcılık (İng Templary), Hırıstıyan âleminde ‘ordo’ (Fr ordre) biçiminde anılmakla birlikte, bu terim, İslâmın tarîkattan anladığına tam anlamıyla tekâbül etmediğinden, biz onu burada teşkilât şeklinde adlandırıyoruz. Evlenme yasağına uymak gibi, sıkı kurallarla kayıtlanmış bir manastır hayatına uygun yaşayan Tapınakcılar, tahkîm olunmuş mabetleri 95 savunma ile serhat boylarında Müslümanlarla savaşmanın yanında, zamanla önceki askerî faaliyetlerini hiç andırmayan yeni bir etkinliğe geçip bankacılık ile tefeciliğe yöneldiler. Söz konusu etkinlikleri pek geniş sahalara yayarak yürüttüler. Çıkardıkları taahhütnâmelerden 96 öncelikle papalar ile hükümdarlar yararlandı. O dönemde Müslüman – Hırıstıyan dünyasının bir ucundan öbürüne 97 para, teminât mektubu yoluyla kolayca ve güvenlik içerisinde iletilebiliniyordu. Yine tâcir, bulunduğu yerde ödemede bulunarak taleb ettiği malları uzaklardan Tapınakcılar aracılığıyla getirtebiliyordu. Tapınakcılar, Batı Asyada ortaya çıkmış önemli toplum ile iktisât kurumlarından etkilenip yararlanmışlardır. Bunların arasında en kayda değer olanı, İslâmın zuhûrundan iki yüz yıl sonra, Fıkıha dâhil olunmuş bulunan vakıflar ile iş ortaklıklarıdır. 98 Hayatî 95 96 L templum munitum; Fr temple fortifié. OsmT süftece; İng bill of exchange. 97 sözgelişi, Venedikten Bağdata 98 Tam tabîriyle, kâr – zarar ortaklığı: Mudâraba 69 önem arzeden bu toplum–iktisât örgütlenmelerinin yanısıra, Tapınakcılar, İslâm medeniyetinde ortaya çıkıp aşama kaydetmiş feni, özellikle de anıtsal tarzdaki mimarlık sanatını zamanla Hırıstıyan Avrupaya taşımışlardır. İran menşeli olup Hasan ibn elSabah (ölm: 1124) önderliğinde örgütlenerek İslâm coğrafyasının doğu kesimlerinde 1090 ile 1272 arasında tedhiş (Fr terreur) rüzgârları estirmiş, ama bu arada, Cengiz Kağan’ın (1167 – 1227) Moğol ordusuna karşı yiğitce savaşmış Haşâşîn teşkilâtıyla da yakın temâs kurmuş, onların fikriyâtı ile döğüş yöntemlerinden etkilenmiş bulundukları rivâyet olunur. Selâhaddîn Eyyubî (1137 – 1194), Kudüsü 1187de geri aldıktan ve Müslümanlar, Akraya sıkışıp kalmış son Hırıstıyan devletini 1291de ortadan kaldırdıktan sonra, Tapınakcılar, İslâmî özellikler kazanmış hâlde, ayrıca, edinmiş oldukları hatırı sayılır miktardaki servetlerini dahî yanlarına alarak, Ortaçağın başlarından beri, Avrupada bağımsız ve birlikli (Fr unitaire) devlet geleneğini sürdürmüş iki büyük devletten biri durumundaki Fransaya ―ötekisiyse, İngilteredir― varıp yerleşmişlerdir. Bilâhare, Pâyitaht Parisin o günlerde hemen yanıbaşında, Seine ırmağının kıyısında bataklığın kenarında bir miktar arazî satınalıp bir müstahkem mabed inşâa etmişlerdir. Dillere destân hazinelerini de bu mabette saklamışlardır. Ondördüncü yüzyıl başlarında, öteden beri savaşılan İngiltereye karşı tertiplenmiş seferlerden bitkin düşüp hazinesi ‘tam takır kuru bakır’ çıkmış olan Fransa, ‘meteliğe kurşun atar’ duruma düşmüştür. Devlet bütcesini nasıl rahatlatabileceği hususunda kafa yormakta olan Kral Yakışıklı (IV.) Philippe’e (Philippe le Bel: 1268 – 1314) yakın çevresi, hemen yanıbaşlarındaki müstahkem mabede ve orada saklandığına inanılan hazineye el koymasını tavsiye etmiştir. Önceleri dostca ilişkiler içerisinde bulunduğu Tapınakcılara karşı, epeyi tereddüd ettikten sonra, harekete geçilmesi için fermân çıkarmıştır. Çok gizli tutulmasına rağmen, muhbirleri aracılığıyla Tapınakcılar, çıkarılmasından kısa süre önce fermândan haberdâr olunca, Mabette sakladıkları —Bkz: Murat Çizakca: “ A Comparative Evolution of Business Partnership/ The Islamic World and Europe with specific reference to the Ottoman Archives”, 109.s ve ötesi; ayrıca bkz: Murat Çizakca: “Towards a Comparative Economic History of the Waqf System”, “AlShajarah”da, 1.sayı, II.cilt, 63.- 102.syflr. 70 hazineyi kaçırdılar. 99 Ekim 1307de, başta Üstâdıâzam (Fr Grand Maître) Jacques de Molay (1243 – 1314) olmak üzre, yüz otuz sekiz Tapınakcı tevkîf olundu. Çıkarıldıkları İnkisisyonda (OrL Inquisitio) ağır bedenî işkenceler ve Hz İsâ’ya hakaret etmek ile haça tükürmeğe zorlanmak neviinden manevî eziyetler altında sorgulanıp yargılandılar. Nihâyet, dinden imândan kopmakla, Müslümanlaşmakla, küfre, dalâlete, hattâ lûtîliğe sapmakla suçlanarak idâma mahkûm oldular. Sonunda, Üstâdıâzam Jacques de Molay’ın kendisi de 18 mart 1314te idâm edilmiştir. İlkin Papa V. Clemens, Tapınakcıların tutuklanıp yargılanmalarını yerip bu işlemin durdurulmasını taleb etmişse de, sonradan IV. Philippe’e bahis konusu davâda arka çıkmak zorunda kalmıştır. İdâmlar infâz olunduktan sonra, Tapınakcıların tekmil mal varlığı Ağırlamacılara (Hospitalarius) devrolunmuştur. Kudüsteki Hz Süleyman tapınağını temsîl ettiğine inanılan Müstahkem mabet ile onu çevreleyen bütün binâlar yıktırılmıştır. Müteâkip devirlerde bataklık da kurutularak bahse konu mıntıka Paris şehir sınırlarının içerisine alındı. Nitekim bugün, sözünü ettiğimiz mıntıka, Parisin Temple adıyla anılan bir semtidir. Ölümünden az önce Jacques de Molay, teşkilât ―tarîkât― berâtını, kendisine halîfe tayîn ettiği Kudüslü Jean-Marc Larménie’ye teslim ettiği biliniyor. Teşkilâtın bütün kayıtlarını, kuralları ile şartlarını, usulleri ile muâmelelerini hâvî berâtını, JeanMarc Larménie de, halefi İskenderiyeli François-Thomas Théobald’a 13 ocak 1324te emânet etmiştir. Katliâmdan kaçıp kurtulanların çoğunluğuysa, Iskoçyaya sığınmıştır. Kaçırabildikleri servete gelince; bu da, ileride onlara sermâye olacaktır. ‘Kellesini kurtarabilmiş’ Tapınakcılar, biraraya gelip kendilerine bunca zulmü revâ görmüş, başta IV. Philippe’in mensubu olduğu Capétiens olmak üzre, Fransız hânedânlarından öc almak hususunda Iskoçyada and içmişlerdir. 100& 101 99 Nitekim, o tarihlerdeden itibâren Fransız hükûmetleri, bahse konu hazineyi, uzun süre aratıp durmuşlardır. 100 Benzer olay, Osmanlı Türk tarihinde de vukûu bulmuştur. Pâdişâh II. Mahmut Han (1784 – 1839), Devletiebedmüddetin birliği ile dirliğini zedeliyor gerekcesiyle, Şeyhülislâm Tâhir Efendi’nin de fetvâsını alarak haziran 1826da Yeniçeri teşkilâtını kanlı biçimde lağvetmiştir. Ardından da, Yeniçerilerin bağlı bulundukları Bektaşî tarîkâtını aynı yılın temmuzunda yasaklamıştır ―bkz: Thierry Zarconé: “Mystique, Philosophies et Franc-Maçons en Islam/ Rıza Tevfik, Penseur Ottoman (1868 – 1949), du Soufisme à la Confrérie”, 87 – 119.syflr. 71 -CÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN ANA MERKEZİ: LONDRA BAŞ MİHRAKI: ‘Farmasonluk’ (‘Serbest Yapı Ustalığı’) ve ÖNCÜ ETKİNLİKLERİ: iktisât ile Sanayi 1300lerin başlarında vukûu bulmuş kovuşturmalardan Tapınakcılar, darmadağınık durumda Avrupanın çeşitli yörelerine göçüp türlü etkinliklerle geçimlerini temîn ederlerken; Iskoçyaya sığınmış olanlar, alışılmış sanatlardan taş, yapı ve duvar işciliği ve ustalığına devâm etmişlerdir. Ispanyada yaklaşık bin yıl sürmüş İslâm döneminin ardından Müslümanlarla birlikte Yahudîler de ülkeden çıkarılmış yahut din değiştirmeğe icbâr olunmuşlardır. Gördükleri zulüm üzerine Bektaşîlerin dahî, Osmanlı hânedânına karşı intikâm yemini etmiş ve bu cümleden olmak üzre, Meşrutîyet ile bilâhare Cumhuriyet nizâmlarının tesîsinde bilfiil yer almış oldukları rivâyet olunur. 101 Bkz: Comte Le Couteulx de Canteleu: “Histoire des Sociétés Secrètes: Les Sectes et Sociétés Politiques et Religieuses; Essai sur leur Histoire depuis les Temps les plus Reculés jusqu’à la Révolution Française”, 89.-105.syflr; ayrıca bkz: Serge Hutin: “Gouvernements Invisibles et Sociétés Secrètes”, 138.-158.syflr; ayrıca bkz: Georges Bordonove: “Les Templiers/ Histoire et Tragédie”, 13.-250.syflr; ayrıca bkz: Régine Pernoud: “Les Templiers”, kitabın tamamı; ayrıca bkz: Jean Favier: “Philippe Le Bel, Renforce du Pouvoire Central”, 6.-9.syflr; ayrıca bkz: Paul Naudon: “La Franc-Maçonnerie”, 9.s; ayrıca bkz: Ivan Gobry: “Comment le Roi de France Soumit la Papauté: Un Mélange de Ruse et de Fermeté”, 12.-18.syflr; ayrıca bkz: Jacques Wolff: “La Chute des Moins-Banquiers”, 18.-22.syflr; ayrıca bkz: Pierre Vital: “L’Arrestation Spectaculaire des Templiers: Etaient-ils Innocents ou Coupables?”, 23.-30.syflr; ayrıca bkz: Caulette Baune: “La Malédiction Frappe les Capétiens”, 30.-32.syflr ―”Histoire”, no: 578, “Le Dossier Philippe Le Bel”; ayrıca bkz: Paul Bernstein&Robert W.Green: “History of Civilization”, I.cilt, 225.s; ayrıca bkz: L.C.Pascoe: “Encyclopædia of Dates and Events”, 151.s; ayrıca bkz: “Shorter OED”, I.cilt, 988.s, II.cilt, 2258.s; ayrıca bkz: “Le Petit Robert/ Dictionnaire des Noms Propres”, 1752.s; ayrıca bkz: “Dictionnaire Encyclopédique Larousse”, 1381.s. 72 1492de Ispanyadan, 1495de de Portekizden sürülmüş olan Yahudîlerin bir kısmı, Felemenk ülkesine ilticâ etmiş; oradan da zamanla İngiltere adasına göçmüştür. Ortaçağ boyunca Hırıstıyanlarca hor görülmüş, kovuşturulup kırıma uğramış Yahudîlere ticâret dışında bütün iş güç kapıları kapalı tutulmuştur. Batı ile Doğu Avrupalı Yahudîler, Avrupada mal değiştokuşuyla meşğûlken, gerek Müslüman Ispanyadaki gerekse öteki İslâm ülkelerinde yaşayan dindaşları, Müslümanlığın yaygın bulunduğu bölgelerin yanı sıra, Hırıstıyan toplumlarıyla dahî ticârî ilişkiler kurmuşlardır. Bu yoldan zamanla başta mal olmak üzre, para bakımından da servet sâhibi olmuşlardır. Onbeşinci yüzyılın sonları ile Onaltıncı yüzyıl başlarında zanaat ile ticârette Avrupanın en önde gelen ülkeleri hâline gelen Felemenk ile İngiltereye göçüp yerleşen bir kısım Ispanyol ile Portekiz Yahudîsi, yanlarında getirdikleri mal, para ile hünerlerini bahsolunan ülkelerde yatırıma ve uygulamaya rahatca aktarabilecekleri ortamlar bulmuşlardır. Öncelikle de İngilterede karşılaştıkları iki toplulukla tarihî ortaklığa girmişlerdir: Bunlardan biri, Kıta Avrupasından İngiliz adasına sığınmış Tapınakcılar; öbürüsüyse, daha Onüçüncü yüzyılda cereyân etmiş sürtüşmelerden hânedâna karşı siyâsî ile iktisâdî cihetlerden güçlenerek çıkmış olan toprak zâdegânıdır. 102 İşte, bu üç farklı öbek, Onyedinci yüzyılın sonlarına doğru ‘buluşarak’ kelimenin tam anlamıyla bir ‘akıl izdivâcı’, daha doğrusu, ‘menfaat izdivâcı’ kuracaktır ―her ne kadar, ‘izdivâç’, çiftler arasında olursa da! Sözü edilen üç unsurun yerleştiği mahal, başka bir deyişle, ‘merkez üs’sü İngiliz adasının ticârette önde gelen şehirleridir. Bunların başındaysa, Londra gelir. Toprakla uğraşmağı bırakıp şehre yerleşen, böylelikle de Yakınçağ tarihinde yeni bir toplum– iktisât sınıfını teşkîl edecek olan ‘Kentsoyluluğ’un, gündeme sokulmasında temel etken olacak bu zâdegân takımı, mal – mal ile mal – para mübâdeleleri sonucunda biriken sermâyeyle ‘Sanayi’ devriminin başını çekmiştir. Bu arada, 1400lerin ikinci yarısından itibâren Akdeniz havzası ile Batı Asyanın önemli bir kesimine dayanışmacı–toplumcu merkezî devlet denetimine ağırlık 102 Hükümdâr ile toprak zâdegânı arasında uzun sürmüş olan çekişme iki taraftan birinin lehinde sonuçlanmayınca, Runnymede düzlüğünde 15 haziran 1215de elli üç maddelik Yüce Ahit (OrL Magna Carta), hükümdâr ile zâdegân temsilcileri arasında akdolunmuştur. Zamanla anayasa mesâbesine erişen bahse konu metnin aslı, o gün bu gündür, British Museumda muhafaza edilegelinmiştir. Bir Haklar Belgesi (Bill of Rights) olan bu ahitnâme, Yeniçağ Avrupasının siyâsî kurumlaşmasında hayatî önem taşır 73 tanıyan 103 Müslüman Osmanlı Türklerinin hâkim olması sonucunda, bölgenin önde gelen milletlerinden, henüz 1300lerin başlarında İç ile Doğu Asyaya kara ile denizden vâsıl olabilmiş İtalyanlar, ardından da Ispanyollar ile Portekizliler, kendilerini Asyanın zenginliklerine ulaştıracak yeni yolları keşfetmeğe koyulmuşlardır. Bu bağlamda, açık denizlere çıkma alışkanlıklarından ötürü, başta Portekizliler olmak üzre, Ispanyollar ve, özellikle, onların hizmetine giren İtalyan denizciler, uçsuz bucaksız ummanlara yelken basmağı denemiş, bunda da son derece başarılı olmuşlardır. 1400lerin sonları ile 1500lerin başlarına varıldığında, gerek tekne inşâa sanayiinde gerekse gemicilik hünerinde (Fr&İng navigation) kaydedilmiş kayda değer gelişmeler sâyesinde ve eşsiz cesâret örnekleri gösterilerek yeryüzünün bellibaşlı büyük denizlerinin katedilmesiyle o çağa değin 104 Avrupalının tanımadığı Amerika kıtası 1492den itibâren keşfolunup Afrikanın batısında, güneyi ile güney doğusunda, Arabistanın güneyinde, Hint kıyıları ile Malay, yânî Doğu Hind aralında (takımadalarında) üsler kurulmuştur. 1500lerin ortalarına vardığımızda, Avrupanın Katolik Portekizi, Ispanyası ile İtalyası, az sonra da Fransası, Protestanlaşan Felemengi 105 ile İngilteresi, başta Amerikadan taşınan altın ile ―bkz: Sir Winston Churchill (1874-1965): “A History of English Speaking Peoples”, I.cilt: “The Birth of Britain”, 199.s. 103 Başka bir deyişle, geniş çaplı gayrımenkul mülk edinme ile fâize dayalı serâzât ticâret yollu servet birikimine fırsat tanımayan. 104 Dokuzuncu ile Onuncu yüzyıllarda Iskandinav Germenleri olan Vikingler dışında. Felemenkliler, 1568de Ispanyol hâkimiyetine başkaldırırlar. Sonuçta Felemengin Flander bölgesi, Ispanyol hâkimiyetinden kurtulamazken, 1648 Westphalia antlaşmasıyla Hollanda bağımsız olur. İki kesim 1815de birleşmekle birlikte, bu durum, uzun sürmeyip 1830da Felemenk, yeniden bölünür. İngilizYahudî ittifâkının fikri ve gayretiyle Napoleon savaşının ardından Flander kesimi Fransızca konuşan Wallonlarla birleştirilerek Belçika oluşturulmuş; böylelikle en dişli rakîp, Felemenk, sâfdışı kılınmıştır. 1300lerde Antwerpen yahut Leeuwen misâli, Kuzey batı Avrupanın en önde gelen sanat ile ticâret merkezlerini barındırmanın ardısıra dûçâr kaldığı uzun süreli Ispanyol idâresinde daha ziyâde tarım ülkesi özelliklerini göstermeğe meyleden Flander, Katolik kalırken, Hollanda Protestanlaşıp serbest mal ticâretinden ―Merkantilismden― 1600lerin ilk yarısından itibâren mâlî sermâye ―Sermâyeciliğe, bunun da uzantısı olarak Sömürgecilik ile İmperyalisme― geçmiştir. Hollanda, Ondördüncü yüzyıldan Onyedincinin sonuna değin denize dökülen irikıyım ırmak ağızlarına dev boyutlarda setler örüp ülkeyi baştan başa kateden ırmakların mecrâlarını dahî değiştirerek topraklarını genişletip tarımca daha bir verimli kılmak, gemi inşâa sanayiinde ve kendi mamulü gemilerle Baltığın doğu kıyıları ile Kuzey batı Avrupa ve uzak Asya sahilleri arasında deniz ticâret ağı kurmak suretiyle temâyüz etmiştir. Flanderin sanat ile ticâret merkezleri, Onyedinci yüzyıl boyunca, artık, Rotterdam ile Amsterdam gibi Hollanda şehirlerine kaymıştır. Baltığın doğu kıyılarından yüklenilen tahıl, kereste, yün ile deri; Asyanın güneyi ile doğusundan taşınılan baharat, çay, çinî, ipek ile pamuk dokumalar neviinden mallar, Ispanyol gümüşü ile altınına karşı koz olarak kullanılmışlardır. Altın, gümüş ile keresteden yoksun bulunan İslâm âlemineyse bu çeşit nesneler ihrâc olunmuşlardır. 1600lerin ikinci yarısında filiz vermeğe başlayan mâlî sermâye 105 74 gümüşle ve öteki denizaşırı ülkelerden yüklenilip getirilen mallarla müdhiş bir servete garkolacaklardır. Portekiz ile Ispanya bahsi geçen ham servetle ne yapacaklarını şaşırıp bunu çarçur ederlerken, Felemenk, özellikle de 1500lerin sonlarında İngiltere, onu mâlî sermâyeye dönüştürmenin, böylelikle de zenginliğe zenginlik katmanın yollarını keşfedeceklerdir. İngiliz iç savaşı sonunda kraliyete vucut veren asilzâde ile toprak zâdegânı sınıfları Ortaçağ boyunca birbirlerine baskın çıkma yarışından üstünlük elde edemeden çıkınca, uzlaşmağa varmak zorunda kalmışlardır. Asilzâdeler, toprak zâdegânının denetimi altında ülkeyi yönetmeğe devâm ederlerken, ikinciler de, soylu olamayan kesimle birlikte git gide ticârete yönelmişlerdir. Buradan da, Ruhbân zümresi dışarıda bırakılmak suretiyle, geniş bir toplumsal uzlaşmağa erişilmiştir. Sonuçta, dinî-ruhanî ve dahî asilzâde olmayan, bununla birlikte, ülke idâresinde ağırlığını gittikce daha fazla duyuran ve mal – mal, bilâhare de mal – para mütekâbilliğine dayalı bir ticâret etkinliğini yürütecek ve kentsoylu, orta sınıf denilecek bir toplumsal yapılanma ortaya çıkmıştır. Atadan evlâda intikâl ettirilen durağan servet ile el emeği ve göz nuruna dahî dayanmayan bu yeni müteşebbis zengin zümre, devingen servet birikimine yol açmıştır. İşte bu devingen servet birikimi, bir yandan dinî-ruhânî olmayan bir dünya – toplum anlayışını berâberinde getirirken, öte taraftan da iş hacmini alabildiğine büyütmüştür. Sonunda, köle, yarı-köle, her neyse, varolan emek gücü, yaratılan iş hacmını dolduramaz, yoğunluğunuysa taşıyamaz hâle gelmiştir. Batı Avrupanın, 1300lerin sonlarında İslâm medeniyetinden devraldığı fen becerisi, böylelikle 1600lerin ikinci yarısından itibâren öncelikle İngilterede başgösteren mücbir ihtiyâçlar çerçevesinde ‘sanayi’e yol açmıştır. Bundan böyle artık, âtıl kalmağı medenî olmanın fazîletinden sayıp varlığın derinliklerine nüfuz etmeği de hayat gâyesi bilen ‘Hakîm’in ‘Hikmet âlemi’ sona erer; inkişâfına gümüş ile altının esas ihdâs olunması, bir de, sömürge edinme zorunluluğunun başgöstermesi, bu yeni yolun yolcusu iki amansız rakîbi, İngiltere ile Hollandayı, kaçınılmazcasına karşı karşıya getirmiştir. 1652de patlak verip aralıklarla 1674e değin sürmüş İngiliz – Felemenk savaşları sonucunda Felemenk, iyiden iyiye çaptan düşerek hayatî önem taşıyan birçok sömürgesini İngilizlere kaptırmıştır: Amerikada New York ve çevresi; Güney Afrikada Kap şehri, Transvaal, Oranje Vrijstaat...; Asyada Seylan, Malaka, Singapur, Hint, Çin ile Japonyada çeşitli yerleşim birimleri; Abel Janszoon Tasman’ın 1600lerin ilk yarısında keşfettiği Avusturalya, Yeni Zelanda (Fel Nieuw Zeeland: ‘Yeni deniz ülkesi’) ile Tasmanya (Felemenk denizci-kâşif Abel Janszoon Tasman’dan) 75 onun boş bıraktığı mahali, maddenin yüzeyine çakılarak durmadan genişleme istidâdını gösteren habire hareket hâlindeki ‘tüccâr – mühendis dünyası’ alır olmuştur. ‘Hikmet âlemi’nin heyetiumûmîsini tersîmleyen ‘Eski dünya’nın ‘Klasik çağı’dır. Bu çağın kapsadığı bellibaşlı dev medeniyetler, tarihteki zuhûrları sırasıyla, Mesopotamya, Çin, Hint, İran, Egenin Yunanı, İbrânî, Hırıstıyan Avrupa ve nihâyet İslâmdır. Eski dünyanın Klasik çağının yerini alansa, Londra – Vaşington ekseni üzerine inşâa olunmuş Yeni dünya düzenidir. Nisbeten kısa sürelerde büyük miktarda mâlî değer taşıyan malların, yalınkat beden gücü gereksinilmeksizin ortaya çıkartılması anlamına gelen ‘sanayi’, özge bir deyişle, fabrikalaşma, geçmişteki bütün öteki üretim araçları ile tarzlarından bambaşka bir olaydır. Burada ‘hammadde’ denilen işlenmemiş malzemeden mamul maddenin çıkarılması işini üstlenen cıhâzlara ‘makine’; birden fazla makineyi barındıran yapılara da ‘fabrika’ denmiştir. Sanayi, şu hâlde, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin mekanik biliminde temellenen felsefe-bilim sisteminden türetilmiş Maddeci–Mekanisist dünyatasavvuru çerçevesinde oluşturulmuş yöntemler kullanılarak mekanik araçlarla maddî yapıların ortaya koyulmasıdır. Bu yolla ortaya koyulanlara mamul madde denir. Mamul maddeyse, hammaddenin, fabrika denilen mahalde bulunan makinelerin işleminden geçirilmesiyle meydana getirilir. Makineleri çalıştıran kişiye ‘işci’, onun ortaya koyduğu güceyse ‘emek’ denir. Başka bir deyişle, insanın makine çalıştırma gücü, emektir. İnsanın kol gücü ve el mahâretiyle makine çalıştırma edimi ve bunun toplum ile siyâset düzlemindeki yansımasıysa ‘emekcilik’tir. Mamul maddenin üretilmesiyçin elzem olan hammaddenin temîn edildiği tabîî– siyâsî bölgeye ‘sömürge’ (Fr colonie) adı verilir. Mamul maddenin, para karşılığında elden çıkarıldığı mahale de ‘pazar’ (Fr marché) denir. Çoğu kere sömürge ile pazar, aynı yörede buluşmuştur. Bunun temîniyçin genellikle silâhlı devlet kuvvetleri yahut gayrıresmî 106 birlikler işe koşulmuşlardır. 107 ―bkz: J.M. Roberts: “The Penguin History of the World”, Netherlands mad.bkz.. 106 Şirketlere ait Hindistana ve Malayanın bazı illerine İngiliz tâcı hesâbına el koyan Doğu Hint Şirketi —East India Company, kuruluş tarihi: 1600, kısaltılmış adı: EIC— yahut Güney ile Güney doğu Asyada Felemenklerin ticârî İmperyalismini yürürlüğe sokan Birleşik İmtiyâz almış Doğu 76 Hint Şirketi —Vereenigde Geoctroyeerde Oost-Indische Compagnie, kısaltılmış hâli: VOC, kuruluş: 1602— gibi. 107 (1)1498den itibâren Güney, Güney doğu ile Doğu Asya kıyılarının bâzı kesimleri ile adalarından birçoğu Portekizli denizci kâşif savaşcıların fethine konu oldu. Mal – para mübâdelesine dayalı ticâret ile dinyayma etkinlikleriyle temâyüz eden Portekizlilerin anayurdu, 1580de Ispanyanın hâkimiyetine girdikten sonra, Güney Afrikadaki, Güney Arabistan ile Asyadaki sömürgeleri de teker teker ilkin Felemenklilerin, bilâhare de İngilizlerin ellerine geçmişlerdir. Günümüzde İndonesya (Yunancada indos[Hint]–nēsos[ada]-~ia[ülke]: ‘Hind-adalar-ülkesi’) diye anılan Doğu Hind adaları (İng East Indies; Fel Oostindische eilandengroep), Portekiz idâresinin devâm ettiği Doğu Timor dışında, tümüyle Felemenklilerde kalmıştır. (2)Devlet eliyle yürütülen faaliyetlerden ziyâde Felemenkliler, ilk zamanlar, tarihte ‘Wilde Vaarten’ diye tanınan bireysel girişimlerde bulunarak uzak denizlere yelken açmış; git gide şirket esasına dayanarak iş görmeğe yönelmişlerdir. 1600lerin ikinci yarısında Doğu Asya ticâretini tekellerine geçirmenin yanısıra, Avrupada olağanüstü değer ve itibâr gören baharatı dahî Doğu Hint adalarından taşımağa koyulmuşlardır. Felemengin Altın Çağı diye nitelenen Onyedinci ile Onsekizinci yüzyıllarda Amsterdam, Asya – Avrupa ticâretinin sıklet merkezi hâline gelmiştir. Ticâret ile mâlî sermâye – fen – denizaşırı topraklara açılma üçgeni çerçevesinde tavsîf olunan dönemde Felemenk, coğrafya ile nufus boyutlarını şaşkınlık yaratacak kertede aşarak sayılı kudretli ve zengin devletlerden biri olma konumuna erişmiştir. Bu durum, İngiliz – Felemenk savaşlarına değin sürecekti. 1652de kopacak fırtına, tarihte ilk yalınkat ticârî çekişmelerin savaş hâlini almasının ifâdesidir. Mâlî sermâyecilik ile buna koşut gelişen sanayileşmenin bu iki dev öncüsünün amansız çatışmaları 1667 Breda antlaşmasıyla sona ermiş; İngilizler, Felemenklilerin yanısıra Fransızlar ile Ispanyollardan dahî mebzûl miktarda denizaşırı toprak kapmıştır. Sonuçta sömürge–pazar niteliğini gösteren yapılanmağa gitmişlerdir. Nisbeten boş buldukları mıntıkalaraysa, anayurttan muhacir taşıyarak yerleştirmişlerdir: Kuzey Amerika ―geleceğin A.B.D. ile Kanada―, Avusturalya, Tasmanya, Yeni Zelanda, Güney Afrika… ―bkz: J.M.Roberts: “The Penguin History of the World”, 633. – 637.syflr; ayrıca bkz: Nicholas Tarling: “The Cambridge History of Southeast Asia”, I.cilt, 355. – 361.syflr. (3)İlahiyattan kopmuş felsefe-bilim sistematiğinde temellenerek teşkilâtlanmış ve gücünü sanayiden almış Sömürgeci–İmperyalist Kuzey batı Avrupa, hemen hiçbir ciddî direnmeyle karşılaşmadan dünyanın dörtbir yanını üç yüz yıl gibi kısa sayılması lâzım gelen sürede zapdederek sömürgeleştirmiştir. Bu müdhiş fecîi girişim, zirvesine 1890lar ile1920ler arasında erişecektir. Tek kayda değer karşı koyma, İslâm medeniyeti ile davâsının sancağını taşıyan Osmanlı Türkünden gelmiştir. Henüz 1500lerin başlarında, Arabistanın güneyindeki Aden ile Hadramutu, Hindistanın batısında kimi şehirleri, Sumatra adasının kuzeyindeki Açe ile Malaya yarımadasının batısındaki Malakayı kuşatan Portekizlilere karşı çıkan Osmanlı Türkünü görüyoruz. Osmanlı Sultanı, aralarında topcunun, top dökümcüsünün, istihkâmcı ile mühendisin de bulunduğu beş yüz neferlik bir Türk deniz birliğini bol miktarda mühimmatla birlikte Açe hükümdârının yardımına göndermiştir. Bahsi geçen askerî birlik, 1566 yahut 1567de Portekizlilere karşı savaşıp onları defetmiş olmanın yanısıra, Açeli Müslümanlara top dökme ile ateşli silâhları kullanma hünerini dahî kazandırmıştır. 1585 tarihli bir Portekiz belgesi, tunç dökümü Türk topları ile çeşitli çaptaki tüfenklerden, deniz erleri ve tahkîmât ile muhasara sanatında sivrilmiş mühendislerden bahsetmektedir ―bkz: Nicholas Tarling: A.g.e, 383.&384.syflr. (4)Açenin başşehri Bendeaçenin Merkez camiinde, şükrân ifâdesi kabîlinden, Osmanlı Türkünün azîz ruhuna hâlâ yılda iki defâ mevlid okutulduğu bu satırların yazarına ocak 1993de yöreyi ziyâreti sırasında anlatılmıştı. (5)East Indıa Companyden kısa süre önce, Sir Edward Osborne, Lord Burghley ve Sir Francis Walsigham’la birlikte Kraliçe I.Elizabeth’den aldığı (1533 – 1603) ruhsat ve destekle III.Murad’ın (1546 – 1595) saltanat devri sırasında 1581de Türkiye Tüccârlar Şirketini (The Company of Turkey Merchants) kurmuştur. Osmanlı topraklarında ticâretten pay kapabilmek maksadıyla Venediklilerle, Fransızlar ve Felemenklerle kıyasıya rekaabete girişen İngilizler, adı anılan şirketle Anadolu ile Batı Asyada köprübaşı tutmuşlardır. 1800lerin ortalarına geldiğimizde etkinliklerinin, en üst seviyeye vardığını göreceğiz —bkz: Lord Kinross: “The Ottoman Centuries...”, 320.-325.syflr. 77 Bundan böyle, en az masrafla en büyük kazancı elde etmek ―kâr― ana hedeftir. Taş, toprak, maden, ağaç, insan, istisnâsız her şey, maddî ve manevî bütün birimler ile değerler, az önce bahsettiğimiz gâyeye yönelik araçlardır. Gâyeye ulaşmak çabasında olan birey hâliyle beşerdir. Başka bir anlatışla, Allah tebliğinde bildirilmiş tekmîl değerleri temelden red ve inkâr edip kendisini bunlardan bağımsız ilân eden ve yeni yükselen medeniyette baş rolü oynayan bireylilik durumundaki beşerdir. Bundan önceki 108 bütün medeniyetlerde esâs, câmia (Fr communauté) iken, burada merkeze kayan tek başına oluşuyla bireydir. O, artık dünyanın odağı durumundadır. Maddî-mâlî menfaatine erişmek amacıyla ona bütün araçlar, gereçler ile yollar mubahtır. Tek başına altından kalkamayacağı güçlükleri yenmek için başka bireylerle mukavele yahut ittifâk akdedebilir. Bu yeni medeniyetin en önde gelen fikir babalarından Thomas Hobbes, toplumun (Fr société) bireyler arasında akdedilmiş mukavelelerden vucut bulduğunu öne sürmüştür. “Herkesin herkesle savaş” 109 durumunda bulunduğu bir dünyada “beşer beşerin kurdudur”. 110 Mukavele veya ittifâk akdları, bu sürekli mücâdele ile rekâbet ortamındaki süreli ‘ateşkes’lerdir. ‘Dikduran’ ―artık, ‘başıboş’ anlamında― ‘serbest beşer, 111 kibirlidir ve dünyaya menfaatleri açısından yukarıdan bakar. Mukaveleler veya ittifâklar, işler ikmâl olunur olunmaz sona ererler. Bu, ailenin esâsı olan evlilikten tutunuz da, toplumun en üst ve karmaşık teşkilâtlanışını ifâde eden Devlet yapılanışına dek uzanan bir durumdur. Mukavele veya ittifâk süreleri geçici barış zamanlarıdır. 112 İşte, Friedrich Nietzsche’den (1844 – 1900) ‘Yeni beşer’in tasvîr ve tavsîfi: “Ecce Homo” (“İşte Beşer”): “Elbette! Biliyorum aslımı esasımı: Aynen alev, yanmağa doymayan, Yana yana kendini bitiren. Neyi tutarsam, ışığa kesiveriyor; 109 L “bellum omnium contra omnes”. 110 L “homo homini lupus”. 111 L homo erectus liber. 112 Bkz: José Ferrater Mora: “Diccionario de Grandes Filosofos”, I.cilt, 207.&208.syflr. 78 Neyi bırakırsam, kömürleşiyor. Ben, muhakkak ki, alevim!” 113 “Yeni Denizlere” açılan ‘Yeni beşer’in durumuna gelince: “Gitmek istiyorum oraya; Güvendikce güveniyorum kendime ve kavrayışıma. Deniz uzanıp gidiyor alabildiğine; Cenevizli gemim almış başını gidiyor mâvîliklere. Her şey, yeni, git gide daha da yeni gözüküyor bana. Yatmış zaman ile mekân öğle uykusuna. Yalnızca gözün ―koskoca Bakıyor bana ―sonsuzluk!” 114 Bu ‘nevzuhur’ ‘tragique insan’ın ilişkilerinde gördüğümüz hercâîliği, avâmî söyleyişle, “öküz öldü, ortaklık bitti” atasözüyle de özetleyebiliriz. Buna karşılık, ‘eski’ ‘inanmış insan’ınkilerini de yine Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’den bir mısrayla dile getirelim: “Canın canıma karışmıştır; seni inciten her şey, beni de incitir.” 115 Atasözümüz, confédératif, Faydacı ilişkileri ele verirken, Mevlânâ’nın mısraı bize ‘içten bütünlüklü’ 116 olanları yansıtmaktadır. Confédératif, Faydacı (Fr Utilitariste) ilişkilerden doğan ittifâkların esası, daha önce bahsi geçen ‘menfaat izdivâcı’dır. 117 Böylesi ‘izdivâç’lardan tarihte yepyeni bir 113 “Ecce Homo”: “Ja, ich weiβ, wocher ich stamme! Ungesättigt gleich der Flamme Glühe und verzehr ich mich. Licht wird alles, was ich fasse, Kohle alles, was ich lasse: Flamme bin ich sicherlich!”(56.s) 114 “Nach neuen Meeren”: “Dorthin ―will ich; und ich traue Alles glänzt mir neu und neuer, Mir forthan und meinem Griff Mittag schläft auf Raum und Zeit―: Offen liegt das Meer, ins Blaue Nur dein Auge ―ungeheuer Treibt mein Genueser Schiff. Blickt mich an, Unendlichkeit!” ―”Die fröhliche Wissenschaft/ aus dem Nachlaβ 1871-1888”, 385.s; ayrıca: “Das deutsche Gedicht”, 269.&270.syflr. 115 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “Fîhi Mâ-Fîh ve Mecâlisisebâdan Seçmeler”, 167.s. 116 Fr intégrité intrinséque. 117 Fr mariage d’intéret. 79 sayfa açacak boyuttakiniyse, ‘İngiliz-Yahudî İttifâkı’ 118 olarak adlandırıyoruz. Söz konusu ‘ittifâk’, çenber çenber, daire daire yükselen yahut genişleyen çeşitli alt birimlerin veyahut ortaklıkların meydana getirdikleri bir karma yapıdır. Birbirlerine karşıtmış gibi gözüken siyâsî, fikrî, iktisâdî hareketler ile akımların, aslında belirli bir çekirdek ‘teşkilât’tan, ‘kuruluş’tan türeyip yönlendirildikleri ilk ‘bakışlar’da göze çarpmaz. Sözünü ettiğimiz, bilindik anlamda ‘resmen’, ‘şeklen’ ve ‘ismen’ bir ‘teşkilât’ değildir. ‘Teşkilât’ın çağrıştırdığı ‘aklîlik’le iş gören ve ‘gözlerden ırak’ bir ‘nüve topluluk’tur. İngiliz-Yahudî dünyasının İngiltere – A.B.D. merkez ekseninin iktisâdî– siyâsî–askerî–istihbârî meşrûu ile gayrımeşrûu, kanunî ile kanundışı, tekellerden, Farmasonluktan tutunuz da Mafiayaya dek uzanan cümle güç odaklarının iplerini doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak, son tahlilde, ellerinde tutan ‘hânedân’ boyutunda, Mellon, Carnegy, Rothschild, Rockefeller, Guggenheim, Van Duyn, Duke, McDonal, Disney gibi, kentsoylu on üç ailenin, sözü edilen ‘nüve topluluğ’un iskeletini oluşturduğu ‘rivâyet’ olunur. Bu hânedân mesâbesindeki ailelerin önde gelen bireylerinden teşekkül etmiş, adına Adamlar Dünya Encümeni 119 da Aydınlanmışlar (L Illuminati) yahut Âkil denmiş bu ‘nüve topluluk’, başta İngiltere – A.B.D. ekseni olmak üzre, insanlık ile onun yurdu sayılan yeryüzünün ‘kader’ini çizip belirleyen kararların ya arkasındadır ya da bunlar onun bilgisi dâhilinde alınırlar. 120 Bir çeşit 118 İngiliz-Yahudî ittifâkının tarihte muhtemelen ilk ve somut senedi, David Earl Llyod George’un (1863 – 1945) savaş hükûmetinde dışişleri bakanı olan Arthur James Earl Balfour’un (1848 – 1930) çabaları sonucunda 2 kasım 1917de ilân olunan Balfour Bildirisidir. Adı anılan bildiriyle Israil kavmine İngiliz idâresindeki Filistinde Yahudî millî vatanı armağan olunmuştur. Nihâyet, Bağımsız Israil devletinin kuruluşu otuz yıl sonra, 1947de gerçekleştirilmiştir —bkz: Robert John: “Balfour Bildirisinin Ardından”, 82.- 121. syflr; ayrıca bkz: “Oxford Dictionary of World History”, 53.s. 119 İng World Council of Wise Persons. 120 Latinceden alınmış ‘Illuminati’ sözü, ‘Aydınlanmışlar’ yahut ‘Işığı taşıyanlar’ demektir. Bu teşkilâtın kurucusu (1776da) ve ad koyucusu, bazı iddialar uyarınca Katolikliğe dönmüş Yahudî asıllı aileden gelmiş, bidâyette Cizvit olmuş, bilâhare tarîkatı ve hattâ dini terketmiş, Hırıstıyanlığa, hükümdârlık ile çağının aile düzeni anlayışına karşı çıkmış bulunan Alman filosofu ve din bilgini Adam Weishaupttur (6 şubat 1748, Ingolstadt/ Bavyera – 18 kasım 1830, Gotha). ‘Illuminati’nin ülküleri, o devrin Alman toplumunun zihniyetine son derece ters düşmüş oldularından, 1784te yasaklanmışlardır. Fransada, az sonra da İngiltere ile A.B.D.de kök salmış, İhtilâlikebîre fikirce öncülük ve önderlik etmiştir. Illuminati, öncelikle Rothschild ailesinin mâlî desteğine mazhâr olmuş, Ondukuzuncu yüzyılın ortalarında Farmasonluğun aslî locası hâline gelmiştir 80 ‘Dünya merkez kurulu’ niteliğini taşıyan ‘nüve topluluğ’un gözetiminde yer yer ve zaman zaman, Bilderberg 121 ile Davos türünden, ‘Dünya danışma meclisleri’ toplanır. Buralarda dâvet olunmuş ‘ehlivukûf sır ortakları’ yeryüzünün siyâsî, iktisâdî ve güvenlik meselelerini ele alıp tartışır, görünüşte bağlayıcı olmayan hükümlere varırlar. Tavsîye niteliğini taşıyan görünüşte bağlayıcı olmayan hükümleri, Dünya Bankası, IMF, UNESCO, NATO cinsinden milletlerarası kuruluşlar ile tabaa–devletlerin siyâsî kadroları ‘vicâhî’ye çevirirler. 122 Şimdi tekrar Tapınakcıların serencâmına dönelim: Onlardan bâzıları, bağlı bulunmaları gereken kuruluştan bağımsız hâlde, özge bir anlatışla, loncaya bağlı kalmaksızın sanatlarını icrâ etmiş olduklarından, ‘mesleğini serbestce yürüten’ anlamında, kendilerini ‘Serbest Duvarcılar’ nâmıyla nitelemişlerdir. İşte, İngiliz-Yahudî İttifâkının temel kurucu ve yönlendirici teşkilâtı, inşâât ustalığını vurgulayan unvânla tanınmış olan ‘Serbest Yapı Ustalığı’ anlamındaki ‘Farmasonluk’tur (Fr Francmaçonnerie). Farmasonların kurduğu meslek birliklerinden dördü, Londrada 24 haziran 1717de birleşmiştir. Bu birleşme sonucunda ortaya çıkan ‘Büyük Londra Locası’ (İng Grand Lodge of London), ‘Teşkilâtıesâsîye Düstûru’nu (İng Grand Chart yahut Constitution) Iskoç rahip James Anderson başkanlığındaki heyetin çalışmalarıyla telîf etmiştir. Örf, âdet, âdâbımuâşeret kuralları ile remizlerini seleflerinden devralan Farmasonlar, bunları benimseyen meslek erbâbı yanında, sahasında sivrilmiş, öncelikle de varlıklı makam mevki sâhibi kimseleri saflarına kabul eder olmuşlardır. Farmasonlar, kendilerine tarihî öncü olarak Hz Süleyman’ın mabedini inşâ etmiş olan Hiram Ustayı almışlardır. Ulu Usta ise, Âlemin Yaradanı Tanrıdır. Evren, Onun —bkz: David Icke: “and the Truth shall set you Free”, bölüm başlığı: “The Illuminati...”; ayrıca bkz: Arthur Edward Waite: “A New Encyclopedia of Freemasonry”, 36. – 388.syflr: Illuminati 121 İlk defa Hollandanın Oosterbeek şehrindeki Bilderberg hotelinin toplantı salonunda Felemenk şehzâdesi Bernhard’ın (1911 -) öncülüğünde 1954te düzenlenen Bilderberg toplantıları, her yıl farklı bir Avrupa – Kuzey Amerika şehrinde yer alır. Avrupa ile Kuzey Amerikadan dâvet olunan yüz kadar önde gelen siyâset ile iktisâd adamı hayatî önem taşıyan milletlerarası ile millî – mahalî sorunları üç gün boyunca kesin gizlilik kuralına uyarak tartışır, kararlara varırlar —bkz: “Encyclopedia Britannica” ilgili maddeye. 122 Bkz: David Icke: “and the Truth shall set you Free”, bölüm başlığı: “New World Order”. 81 mimarî şaheseridir (İng Royal Art). Daha önce de belirttiğimiz üzre, örfleri, âdetleri, âdâbımuâşeret kuralları, silsileimerâtipleri, remizleri, âyîn ile merâsim usulleri, kısmen Ahdiatîkten, kısmen Kadîm Kilise (Fr Eglise archaïque) ile Hırıstıyanlıktan sapmış (Fr Hérétique) mezheplerden, kısmen de İngiliz gelenek ile göreneklerinden neşet etmişlerdir. Söz konusu usuller, eğretilemeler yoluyla esrârengiz ve peçeli tarzda izhâr ve ifâde edilir. 123 Evrenin mimarî yapısının ise, insanlık âleminde ahlâk kılığına bürünmüş olduğu kanısındadırlar. 124 Cihânşumûl ve beynelmilelci oldukları iddiasını güden Farmasonlar, birbirleriyle “kardeşlik” ―“birâderlik”― bağıyla ilintilenmiş olduklarını öne sürerler. İmdi, Tektanrılı-Vahiy dinlerinden Yahudîlik ile Hırıstıyanlıktan gelen nazarî ve tatbikî unsurların yanında, İslâm inancı ile medeniyetinde, özellikle de Onbirinci ile Onikinci yüzyılların Bâtınî Müslüman cemâatlardan Haşaşîn teşkilâtında ortaya çıkmış pek çok iytikâdî, fikrî ve amelî hususu, Tapınakcılık gibi Farmasonluk da dağarına katmıştır. Farmasonluk, yukarıda hikâye olunan geçmişin, gerçekten, tabîî-uzvî verisimidir? Bu soruya müsbet cevap vermemizi sağlayacak sapasağlam kanıtlardan yoksunuz. Ne var ki, toplumlar, benimsedikleri ‘ülkü’ler doğrultusunda kendilerine ‘geçmiş’ler inşâa ederler. Nitekim, Albert Gallatin Mackey, “Farmasonluğun Tarihi/ Efsânevî Menşeleri” başlıklı kitabında, belirlememizi Farmasonluğa dahî uygularken şöyle diyor: “Voltaire’in, ‘İsveçli XII. Karlın Hayatı’nda bildirdiği, ‘tarih, inanılmaz türden hikâyelere dayanır’ önermesi olanca gücüyle, bilginlerçin zamanla aksiyom değerini kazanmıştır. Bahsi geçen aksiyom, tarih eleştiriciliğinin git gide kuralı şeklinde benimsenmiştir. Kolay inanır olmak, bugünlerde, felsefeye aykırı düşmek anlamına geliyor. Günümüzde bilginler, nitekim, matematik kesinliği hâvî kanıtlamalar taşıyan bir tarihi ancak kabule şâyân görüyorlar.” 125 123 İng: “a peculiar system of morality, veiled in allegory and illustrated by symbols”. 124 Bkz: Paul Naudon: “La Franc-Maçonnerie”, 9., 13.&14.syflr; ayrıca bkz: Alec Melloc: “Franc-Maçonnerie”, 603.-607.syflr, “Dictionnaire des Religions”da; ayrıca bkz: Joyce M.Hawkins&Robert Allen: “The Oxford Encyclopedic Dictionary”, 559.s. 125 Albert Gallatin Mackey: “The History of Freemasonry/Its Legendary Origins”, 3.s. 82 Farmasonluk, haddizâtında Batı medeniyetleri câmiasının tüm manevî ile zanaate ilişkin değerleri bünyesinde derlemiş olduğu kanâatı ile iddiasını taşır. Nitekim, geçmişini de, Batı medeniyetleri câmiasınınkisiyle çakıştırmağa çalışır. İşte, taşıdığı bütün o son derece karmaşık gelenekler ile dışarıdan bakanlara esrârlı görünen intisâp törenlerinin esbâbımûcibi, geçmişe sâdıklık ve onun ihyâsındandır. 126 Bahsi geçen geleneksel kurallar arasında, bütün kadîm bâtınî tarîkatların barındırdıkları, sır saklama kaidesi baş orunu tutar. Bu, hem müntesiplerin sıkı eğitimine 127 hem de kurumu dışarıdan gelen bozucu etkilere karşı diri ve tâze tutmağa yarar. Tabîî, zamanla siyâsî oyunların tertîbinde de önemli yeri olmuştur. Hazırlıklarınızı nice gizli tutabilirseniz, oynunuzu akîm kılmak da o denli zorlaşır. Bugün bile, gerek dünyanın tümünü gerekse tek tek ülkeleri düzenleyenleri, kişiler esâsında, tanımıyoruz. Zâten Farmasonluğun, teşkilât düzleminde, insanlığa nizâm verdiğini belgeleyecek açık ve doğrudan delîllerden yoksunuz. Nihâyet yapabildiğimiz tek iş, karînelerden hareketle el yordamıyla yürümektir. Teşkilâtın muazzam gücü de buradan gelmektedir. Ülke özeli ile dünya genelinde kamuoyunun gözetimi ile denetiminden, böylelikle, masûndur. Farmasonluk, belirli bir şeriâttan bağımsız, dindışı bir mahfil olarak temâyüz etmiştir. Bu yüzden de, Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren başta Katolik Kilisesi olmak üzre, teşkilâtlı yahut gayrıresmî biçimdeki dinî çevrelerce hasım olarak görülmüştür. Nitekim Papa XII. Clemens, 28 nisan 1738de “In Eminenti” ‘fetva’sıyla, Katolik Kilisesi tarafından dinsiz ve putperest ilân edilen Farmasonluğu yasaklamıştır. Clemens yine, sözü edilen fetvayla Masonluğu benimseyen Katoliklerin aforoz edileceğini bildirmiştir. 128 126 Farmasonluğun remizlerine, intisâp törenlerine ve gerek sahih gerekse efsânelere bulanmış geçmişi hakkında mufassal bilgilerçin, Tamer Tayan’ın “Hamtaşın Evrimi” ile yine Tamer Tayan’ın “Çift Başlı Kartal/ Anadoludan Skoç Ritine” bkz; ayrıca bkz: Arthur Edward Waite: “A New Encyclopædia of Freemasonry”; ayrıca bkz: Albert Gallatin Mackey: A.g.e. 127 Zirâ sır saklamak, becerilebilecek en zor işlerden sayılmalıdır. 128 Bkz: Audrey Baudrey: “Collins Dictionary of Dates”, 230.s; ayrıca bkz: “AnaBritannica”, VI.cilt, 47.s. 83 -ÇÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN TEMEL DÜNYATASAVVURU Maddecilik – Mekanisism I. Esâs: Akılcılık-Deneycilik Yeniçağ Avrupasında örnek bilim orununa yükselip oraya yerleşen ‘mekanik nedensellik’ esâsına dayanarak çalışan ‘fiziğ’in yöntemi, Onyedinci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte hayatın bütün vechelerini sarıp sarmalayan ‘dünyatasavvuru’ olmağa yüz tutmuştur. Sözünü ettiğimiz ‘klasik fizik’ uyarınca, evrendeki süreçler ile 84 etkileşimler,‘makine’yi andırır, ‘makinevârî’ yürürler. Makinevârî yürüyen bir işleyişin, ‘uzman’ kişiçin gizli kapalı yönü, esrârengîz ve muammâlı tarafı yoktur. Makinevârî tarzda işleyen ezelî ve ebedî evren düzeninin temel birimiyse, zaman ile mekân koordinatlarında yer alan ölçülüp biçilebilen ‘madde’dir. İşte,’ Klasik’, yânî Galileo– Newtoncu ‘mekanik’ten yahut ‘fizik’ten türetilmiş dünyatasavvuru, ‘Maddecilik– Mekanisism’ lakabıyla tanınmıştır. Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuru çerçevesinde yaşayıp eyleyen biriyçin karşılaşılan tekmil olaylar, ilkece, bilinmeğe açıktırlar. Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunamayan, ölçülüp biçilemeyen ne varsa, ilkece, ‘inanc’a taallûk eder. İnanca taallûk eden ne varsa, yine ilkece, saçmadır, dolayısıyla da kaale alınmağa değmez. Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunabilen, ölçülüp biçilebilen, giderek kişinin yararına açık görünenler, doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak duyulara konu olanlardır. Şu durumda duyularötesi yahut duyudışı olduğu iddia olunanlar, lâfıgüzâf, böylelikle de abestirler. Maddecilik–Mekanisism, böylece, duyu verisi algılardan oluşmuş tasavvurların ortaya koyduğu 129 Akılcı–Deneyci dünyayla sınırlı bir anlayıştır.Burada inanca, iytikâta, hele imâna; başka türlü söylersek, zaman ile mekân çerçevesini aşan, ölçüye, hesaba kitaba sığmaz; kısaca, ‘maneviyât’ diye deyimlendirdiğimiz ‘iç’e ilişkin ‘değerler ağı’na 130 aslâ ve kat’a yer yoktur. ‘İçsiz insan’ ise, ‘nedensel zorunluluk’la Tanrıya bağlı değildir. Bu hâliyle ‘maneviyât’ boyutundan ârî olan insan, 131 fizyolojik süreçler ile etkileşimlerin verisi ‘nefsî’ (İng psychic) 132 bir varolan olarak her çeşit 129 L Ponō: ‘Koydum’, ‘ortaya koydum’, ‘yerleştirdim’←ponere: ‘Koymak’, ‘ortaya gelişigüzel koymak’, ‘yerleştirmek’... Ponerenin edilgen çatı ortaç hâli: Positus→positivus: ‘Ortaya şöylece koyulmuş’, ‘öngörülmüş’, ‘kabul olunmuş’→Positivcilik: ‘Ortaya koyulmuş olan’a, ‘ortada durup da görünen’e ‘inanmak’, ‘bel bağlamak’ ―bkz: Guido Gomez de Silva: “Breve Diccionario etimologico de la Lengua Española”, 556.s;ayrıca bkz: A.Walde: “Lateinisches etymologisches Wörterbuch”, II.cilt, 335.s. 130 Fr réseau des valeurs intrinseques. 131 Maneviyât boyutundan yoksun, kendisini biyo-fizik işleyişlerinden ibâret varlık olarak kabul eden ‘insan’a ‘beşer’ dediğimizi burada tekrar hatırlatıyoruz. 132 “Psychic: Pertaining to, or characterised by, the ‘lower soul’ or animal soul, as distinct from the spirit or ‘higher animal’ ―”Shorter OED”, 3700.s: “Nefsî: ‘Manâ’dan yahut ‘yüksek hayvan ruhu’ndan farklı olarak ‘alçak ruh’ yahut düpedüz ‘hayvan ruhu’ özelliğini taşıyan yahut da o kesimden olan”. 85 fizik-kimya araştırmaya, teşrîh ile açımlamaya uygundur. İnsanın embriyolojik– fizyolojik etkileşimleriyse, evrim sürecinden rastlantı sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu da, ‘nefsî beşer’in 133 ‘insanî cihet’inin bulunmadığını gösterir. İşte, insanı beşerden ibâret sayan anlayışa ‘İnsancılık’ diyoruz. Öyleyse İnsancı insan anlayışı, yaratık yahut yaratılmış olmayan rastgele mekanik beşer görüşüyle çakışır. Kültürün üç esâsı vardır: Yaşamakçin zorunlu ihtiyâçların karşılanması hüneri ki, buna ‘zanaat’ denir; ve beşerin, hemcinsleri, canlı ile cansız doğal çevresiyle kaçınılmazcasına kurduğu ilişkiler ağı ki, bu da bize gelenekler ile görenekleri verir; ve nihâyet, Yunanlıların Arkhē dedikleri, esâsların da esâsı olan ‘inanç’lar ki, bunlar, İslâm terim dağarında ‘imân’ diye geçer. Canlıların yaradılıştan belirlenmiş gen düzenlerine karşılık, insanda süreklice inşâa olunan inançlar ile bunların teşkîl ettikleri nizâmlar bulunur. Kerterizlerini, ‘Kur’ânî Tebliğ’ misâli, doğrudan yahut Kamlıkta (Şamanlık) gördüğümüz gibi, dolaylı şekilde Tanrıdan alan inanç düzenlerine, geniş anlamda, din diyoruz. Tarih boyunca ‘din’ ile ‘kültür’, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapcada kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), ‘din’le aynı söz kökünden gelir.Giderek, şehir devleti, kent anlamındaki ‘medîne’ ile ondan türetilmiş ‘medeniyet’ dahî bir köktendirler. 134 Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, önceki yahut çağdaşı medeniyetler ile kültürlerden bambaşkalığı, burada ilk defa insanlık âleminde din ile kültürün tümüyle ayrışmalarıdır. Daha doğrusu, din, kültürü oluşturan tabakalardan biri hâline gelmiştir. Nitekim, Karl Marx’ın iddiasına göre, din, üstyapı kurumlarından biridir. Kültürün, dine taallûk etmeyen öteki tabakaları dindışı (Fr séculaire) yahut uhrevînin (Fr divin) zıttı anlamında dünyevî (Fr profane) şeklinde tavsîf olunmuşlardır. Dindışı kültürün en önemli özelliği, dinî olanın tersine, kendisine vucut veren inançların, çağdan çağa, ortamdan ortama ve bakış açısına göre değişime açık olmaları ve oluşturulmalarıdır. İlahî Tebliğle bildirilmiş mürâcaat noktalarına dayanılarak oluşturulmuş inançlar kutsaldır. Şu durumda kutsal kabul olunan inançların vucut 133 Fr homme psychique. Bkz: Muhammed Naquib Al-Attas: “Islam and Secularism”, 48.&49.syflr. 134 86 verdikleri kültürün tamamı da kutsaldır. Duyumlanan olup bitenleri belirleyen görünmez bir güce kudrete inanılır ki, buna da ‘ruh’ denir. Ehlikitab olsun olmasın, hattâ Kamlık, Hinduluk, Burkancılık gibi, âşîkâr Tanrı fikrini taşımayanlar dahî dâhil olmak üzre, tüm dinlerin ortak paydası, alelıtrâk ruh kavrayışıdır. Herkes, zihin seviyesince, kendi beninde olduğu kadar, özge insanların, öyleki canlı ile cansız varolanlarda varsayılan benlerde de alelıtrâk ‘ruh’un tezâhürünü, bir biçimde, görmeğe gayret etmiştir. Ruhumun kendisini bende duyuruşuna, hissettirmesine, ‘basîret’ diyoruz. Başka bir ifâdeyle, ‘basîret’, ‘iç görüş’tür, 135 ‘gönül gözüyle görmedir’. ‘Gönül gözüyle görme’yse, kişiyi ‘içten’ 136 kılar. ‘Gönül gözüyle görerek’ benini ‘içten bilen’, ‘bilinçli’dir. ‘Bilinc’i kuran unsurlar, kişisel yorumlamalar suretiyle ‘imân’dan neşet ettirilmiş ‘inanç’lardır. İmân/lar, zamanla toplumsallaşarak inananların ortak paydası hâline gelir. İmânın yahut imânların, toplumda yaygınlaşıp ona mâlolmalarıyla birlikte, yorumlanmaları benler arasında farklılık gösterir. ‘Yorumlama’nın derecesi, toplumun zihin seviyesiyle doğrudan bağlantılıdır. Zirveye ulaştığı toplum çeşidiyse, ‘felsefîleşmiş medeniyet’tir. Orada artık, yorumlama, ‘eleştirel’ veche kazanmıştır. Felsefîleşmiş medeniyette en üst kertesine erişen zihin– kültür işleyişi, yozlaşmanın da başgöstermesine yol açan ana etkendir. Felsefîleşmiş medeniyetleri, böylelikle infilâk edip ‘varını yoğunu’ fezâya ışıl ışıl saçarak en azından onun bir kesimini ışığa kesen yıldızalara benzetebiliriz. İmân ortaklığı, ‘benler’i biz kılar. O, sonuçta ‘biz’i ‘bizler’e, yânî ‘din kardeşliği’ne, önünde sonunda da ‘İnsanlığ’a götürür. Bunun yanındaysa, imânın anlaşılıp değerlendirilmesi ile yorumlanmasından zuhur eden ‘inanç farklılıkları’ndan da ‘özgün kişilik’ler doğar. ‘İmân’, ‘Mutlak İyi’nin, ‘Meşrûunun Kelâmı’na sorgusuz sorusuz bağlanmadır. Bağlanılan İmâna halel getirmemek şartıyla, yine onun ‘yüzü suyu hürmeti’ne inançlardaki farklılıklar, hoş görürlürler. Mümîn, esâsların esâsı Allahın Vahdetine inanmanın yanısıra, imân yoldaşlarının farklı yaradılışları ile anlayışlarına dahî saygı gösterip güvenendir. ‘İçten bilen’e bilinçli demiştik. Birbirlerini ‘içten 135 Alm die innere Sicht, innere Anschauung; Fr vision interne. 136 Alm innig; Fr intime. 87 bilerek’ ve ‘sayarak’ ‘imân ipi’ne sarılmış bireylerden oluşmuş topluma Dayanışmacı– Toplumcu diyoruz. Benin dışında olup bitenlerin duyumlanarak algılanmalarıyla yetinen ‘bilme’ türüne ‘bilgi’ denilir. ‘Bilinç’, şu hâlde, ‘benin içerisi’ni ―ruhu―; ‘bilgi’yse, ‘bendışı’ndaki ‘satıh’ları ‘bilme’dir. Yeniçağdan önceki kültürlerde, özellikle de medeniyetleşmiş olanlarda, bilgi de, öyleki kimisinde, onun felsefî anlamda sistemleştirilmiş durumunu ifâde eden bilim de vardı. Ancak, Ispanyol filosofu José Ortega y Gasset’in (1883 –1955) de bildirdiği üzre, “gerek tek tek bilimler gerekse bilimin kendisi Ortaçağda ikinci dereceden bir bilgi türü olarak kabul ediliyordu... Bir olayın, meselâ, optik tarafından tesbît olunup açıklanması, onun, henüz kabule şâyân gerçek olduğunu göstermezdi. Esâs olan, evvelemirde, ilahiyât ve bilâhare felsefedir... 1550lere değin bilimlerden beklenen dünyayı inşâa etmeleri değildi...” 137 Peki, insan, neye yaslanarak yaşayabilmiştir. Ortega y Gasset’in “yaşayıp yaşatan akıl” (Isp “razon vital”) dediği, bizim ise ‘aklıselîm’ şeklinde deyimlendirdiğimiz bir mercie sırtını vermiş insanlar, ‘Yeniçağ’a değin yaklaşık iki yüz bin yıldır yaşayagelmişlerlerdir. Aklıselîm, hissiselîm, zevkiselîm kişi, mütedeyyin 138 insan olmuştur. ‘Aklıselîm’ sâhibi ‘mütedeyyin’ insan, haddini hududunu tanıyan kişidir. Böyle bir kimse, ‘salt akl’ın dahî nerelerden nerelere uzanabileceğini kestirir; tüm gerçekliğin onun kendi kavrayışına açık bulunmadığını kabul eder. ‘Salt akıl’la kavrayamayıp açıklayamadığı gerçeklik kesimlerine saygıyla, hattâ huşûula eğilir. Salt akıl, aklıselîm, hissiselîm ile zevkiselîm, aklın bölmeleridir. Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasında bu ‘bölmeler’ arasında karışıklık yahut saha ihlâlleri ortaya çıkarsa, buradan bunalım doğar. İşte 1550lerden itibâren tam da böyle bir durum belirmeğe başlamıştır. 139 Bu çarpıcı geçiş devrinin başta gelen etkeni, 137 José Ortega y Gasset: “En Torno a Galileo...”, 93.&94.syflr. 138 Alm Fromm; Fr pieux. Bkz: José Ortega y Gasset: A.g.e, VI.Bölüm: Cambio y Crisis (75.s), VIII: En el Transito del Cristianismo al Racionalismo (132.s), XI: El Homre del Siglo XV, XII: Renacimiento y Retorno (218.s); ayrıca bkz: Johan Huizinga: “Herfsttij der Middeleeuwen...”: 12.Bölüm: De Verbeelding van al het Heilige (148.s), 13: Typen van Godsdienstig Leven (174.s), 14: Godsdienstige Aandoening en Godsdienstige Verbeelding (190s), 16: Realisme en het Bezwijken der Verbeelding in de Mystiek (216.s), 17: De Denkvormen in het Praktische Leven (231.s). 139 88 Galileo Galilei (1564 – 1642) ile onun abidevî eseridir. Gerçekten de Galilei’yi Orta ile Yeniçağların arasında sınır taşı gibi görebiliriz. Onunla, en azından, teorik düzlemde, uhrevî ile dünyevî yahut din ile dindışı kesimler arasında bir daha birleştirilememecesine keskin bir ayırım çizgisinin çekildiğine tanık oluyoruz. Onda başlayan bu ayırım çizgisi, René Descartes’ın elinde felsefî işlenmişliğin doruğuna erişecektir. Galilei felsefesi dörd ana sav çevresinde yol alır: Bir, Leh gökbilimci Nicolas Copernicus’tan (1473 – 1543) devralınan yaradılmış evrenin (kâinat) merkezinin Güneş olduğu fikridir; iki, doğanın, Aristoteles’in (384 – 322) ‘organik esâslı Klasik felsefebilimi’nin öne sürdüğünün tersine, mekanik yasalılık uyarınca yürüdüğüdür; üç, mekanik yasalılığa sığmayan gerçeklik kesitlerinin açıklanma imkânından yoksun sayılması; ve nihâyet dört, mekanik yasalılığın, dış etkiye marûz kalmaksızın kendiliğinden harekete geçemeyen doğa olaylarının matematik dil ve yöntemle tasvîr edilme tarzı ve kuralları olduğudur. Yasalılığın anahtar sorusu, “nasıl?”dır. “Il Saggiatore” başlıklı eserinde Galilei, ‘bilim’in, “duysal deneyler” (İ “sensate esperienze”) ile “kesin tanıtlamalar”a (“certe dimostrazioni”) dayandığını bildiriyor. 140 Bu “duysal ―duyulara hitâb eden― deneyler”, Aristoteles’in bilimindeki gibi, olayların çıplak gözlemi olmayıp tasarlanmış belirli bir ‘reçete’, yânî varsayım uyarınca ‘imâl’ olunmuş malzemelerle ―âlet― doğaya nufuz etmek anlamındadır. 141 Anlaşılacağı üzre, doğa zemini üstüne yeni bir ‘doğa’ daha inşâa edilmeğe girişiliyor. Bundan böyle, karşı karşıya kaldığımız, ‘kültürel doğa’dır. Gerek tasarlanmış ‘reçete’ gerekse onun doğrultusunda kurgulanan gerçeklik kesiti, biçimselleştirilmiş aklın, mantığın en sağın ifâde aracıyla tesbît olunup dile getirilir olmuştur. Böylelikle doğa, insan karşısında bağımsız ve özerk olma konumunu yitirip onun hâkimiyetine girmenin yolunu tutmuştur. Bu durum, Galilei’den iki yüz yıl sonra yaşayacak ve İngiliz-Yahudî medeniyetinin baş felsefî belirleyicilerinden olacak Karl Heinrich Marx tarafından şöyle dile getirilmiştir: “İnsan, tabiatı değişikliğe 140 Bkz: Galileo Galilei: “Le Opere”, V.cilt. Bkz: E.Dijksterhuis: “De Mechanisering van het Wereldbeeld”, 368.-404.syflr. 141 89 uğratarak bilinçli amacını gerçekleştirip tabiat nesnelerini kendi ihtiyâçlarına uydurur...” 142 İnsan, şu hâlde, ihtiyâçlarını kendi fizik–fizyolojik çerçevesinde karşılamaktan ibâret bir ‘iş gören’ varolandır. Onun, böylelikle bundan ne ötesi, ne berisi var. Bahsi geçen yolun ilk ana merhâlesi olan Galilei, dünya ile doğayı biçimsel, yânî matematik dille tasvîr edip açıklama çabasındadır. Çerçeveye sığmayan, bu aşamada, bilime girmez: ‘Maddeci–Mekanisist dünyasavvuru’. Ne var ki, Galilei, bu kadarıyla yetinmez. Bilimin sınırlarını zorlar, kültürün öteki bölmelerine dahî nufuz eder. Bilime giydirilen ‘elbise’ ―Maddeci–Mekanisist dünyatasavvuru―, kültürün tamamına uygun görülmeğe başlanır: ‘Positivcilik dünyagörüşü’. 1650lerden itibâren karşımıza tam belirlenimiyle çıkacak bu dünyagörüşü, Galilei’nin ‘elinde avcunda’ henüz ‘yoğrulma’ safhasındadır. Kiliseyle de çatışma yoluna girmesi işte bu yüzdendir. Vatikanın, felsefe-bilimde başgösteren ‘temel belirlenim’ (Fr paradigme) devrimine pek bir diyeceği yoktu. Olaydı, nasıl olsa, Galilei’den önce Copernicus’u mahkûm ederdi. Ama iş, artık, dünyagörüşünün, kutsallıktan yoksun kılınmasına gelip dayanınca, buna, tabîî ki, tahammül gösterilemezdi. Nitekim, öyle de olmuştur. Önünde sonunda, sathî kültür felsefesi tarihcilerinin, yaklaşık beş yüz yıldır dillerinden düşürmedikleri, evrenin merkezinin, yeryüzünden alınıp güneşe tevdi olunması bağlamında Galilei’nin hüküm giymesi edebiyatı, yüzeyde kalan her şey gibi, gerçekliği derinlemesine yansıtmamaktadır. Nitekim fizik anlamdaki evrenin merkezinin güneş olduğu M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri Geç Eskiçağda, İslâm ile Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetlerinde önde gelen bilginlerin bildikleri bir husustur. M.Ö. Üçüncü yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan matematikci–gökbilimci Samoslu Aristarkhos, ay ile güneşin, yeryüzünden uzaklıkları üstüne yaptığı hesaplamaların ardından güneşin, sâbit yıldızlardan biri olduğunu tesbît etmiş, bir gezegen olan yeryüzünün de, onun etrâfında döndüğü sonucuna M.Ö. 270lerde ulaşmıştır. 143 Aristarkhos’un hesaplama işlemlerini sürdürerek güneşin merkezde bulunduğunu, yeryüzününse, çevresinde dolandığını M.Ö. 142 M.Rosenthal & P.Yudin: “Materyalist Felsefe Sözlüğü”, 132.s. 143 Bkz: Richard Goulet: “Aristarque de Samos”, “Dictionnaire des Philosophes Antiques”de, I.cilt, 356.&357.syflr. 90 190larda tekrar ısbatlayan Mesopotamyada yaşamış Yunanlı gökbilimci Seloykeyalı Seloykos’tur. 144 Ptolemais’in (90 – 168) yeryüzü merkezli evren tasavvurunun, Galilei’ye değin öncelikle Ortaçağ Katolik âleminde rağbet bulmasının ardında manevî–ruhânî esâslı ahlâkî–bedîî gerekceler yatmaktadır. Bütün bu gerekcelerin de aslını esâsını, Aristoteles’in, mütedeyyin-müeddeb insanın dünyasını tayîn eden şu tarihî ifâdesinde bulabiliriz: “... Her şeyin yaradanı, her şeyin en güzeli olan ‘Âhenk’ (hē harmonia), evrenin esenliğidir. Bundan daha iyi ne olabilir? Tasavvur edilebilinecek her şey ‘Âheng’in parçasıdır. Güzel olan, adını ‘düzgünlük’ten alır(5). Bir şey, Evren düzenine, yânî Düzgünlüğe (Y Kosmos) uygunluğu ölçüsünde düzgün diye nitelendirilebilir. Çağlar çağı zamanın en şaşmaz ölçülerine uygun tarzda durmadan hareket hâlindeki göklerin düzenlenişiyle, yıldızların, güneş ile ayın yer değiştirmeleriyle ne karşılaştırılabilinir(10)? Sırasıyla yaz ile kışı meydana getiren, ay ile yılın sayılarını belirleyen mevsimlerin gösterdikleri istıkrârın ve nihâyet tüm olup bitenlerin harika Yaratıcısının eşi menendi bulunabilir mi? Yeryüzü, dünyaların en görkemlisi, en parlağıdır; harekette en tez olandır; güçce de hiçbir vakit tükenmeyen varlıktır...(15)” ―V/397a. “Şimdiyse, dünyayı, yeryüzünü birarada tutan güç nedir, bir de buna kısaca göz atalım. Zirâ, ayrıntılı olmasa dahî, dünyayı tasvîr ederken, onun en üst merciini unutmak, esası gözden kaçırmak olur(10). Her şeyin Tanrıdan geldiği, Onun, her şeyi bizimçin yaratmış olduğu, esirgeyiciliğinden yoksun kalanın ayakta duramayacağı düşüncesi, insanlığın en eski geleneklerindendir. Nitekim bu, geçmiş çağlarda kimilerini dünyanın tanrılarla dolup taştığı inancına sevketmiştir. Bunlar, her ân, her yerde tanrıları gördüğümüzü, işitip duyumladığımızı ileri sürmüşlerdir. Ancak onlar, Tanrının Kendisi ile Onun görünüre çıkan vasıfları ile kudretlerini karıştırmışlardır...”(15) ―VI/397b. 145 144 Bkz: “Lexikon der alten Welt”, II.cilt, 2763.s; ayrıca bkz: Alexander Hellemanse:& Bryan Bunch: “The Timetables of Science”, 38.&40.syflr. 145 “Dünyaya Dair” ―büyük harfli, koyu renkte ve eğri yazışlar tarafımızdandır. Güneşmerkezci – Yeyüzümerkezci tartışmaları konusuçin bkz: Teoman Duralı: “Aristoteleste Bilim ve Canlılar Sorunu”, 184-187.syflr. 91 Aristoteles’in arkasında yahut evveliyatında, gerek Müslüman gerekse Hırıstıyan Hikmetlerinin, kendilerine Eflâtun el-İlahî unvânıyla baş tâcı kıldıkları Eflâtun (Platon, 428 – 347), yaklaşık Galilei’ye değin, müteâkıp Batı medeniyetlerinin temel belirlenimi olarak geçerakçeliğini sürdürecek olan şu düstûru ortaya koymuştur: “... Evrene ilişkin olarak da, başlangıcı varmıdır, varsa, nerededir(28b), yoksa, oldum olasımı varolmuştur, diye sorulmalıdır. Böyle bir sorunun cevabı, evet, başlangıcı vardır; evren, meydana gelmiştir şeklinde olmalıdır. Nitekim evren, tutulur, görülür cinstendir; böylelikle de duyular aracılığıyla algılanabilinir... Duyumlanabilirlikler, sanıya (Y doksa) ve duyumlamaya (hē aisthēsis) konu olduklarından, doğarlar, bozulup değişirler. Oluşan yahut değişen bir şeye yol açan belirli bir nedenin (28c) bulunması gerektiğine de evvelce işâret etmiştik. Bu evrenin Yaradanı (hō Poiētēs) ile Atasını (hō Patēr) bulmak gerçekten de olağanüstü bir başarıdır. Bu keşfi kamuya (panta) anlaşılır kılmağa kalkmak ise beyhûdedir... 146 ... Bu evren güzelse (29a), onun Ustası (hō Dēmiourgos) dahî, iyiyse, Ustanın, ebedî olan düzeni kendisine örnek alması da doğaldır. Tersi olursa, Usta, oluşmaya dayalı bir örnek üstünde durması gerekir ki, böyle bir şeyi düşünmek dahî küfürdür. Onun ebedî düzeni seçmiş olması, sözü bile edilmeyecek kadar açık bir hakîkattır. Bu evren nitekim, varolabileceklerin en güzelidir; onu Yaradan ise, nedenlerin en ergini, mükemmelidir(29b)...” 147 Hocasının yukarıda zikrolunmuş kanâatını Aristoteles, şöyle sürdürüp geliştiriyor: “İşte, yer ile göğün bağlandıkları ilke budur. O, bizim ancak pek kısa süre boyunca yaşayabileceğimiz hayatın(15) en yüce mertebesindedir (Y diagōgē) 148. Bizimçin imkânsız olan böyle bir hayatın O, ezelden ebede mâlikidir. Onun sevinci, ediminin, amelinin ta kendisidir. Bizim en büyük sevinçlerimizse, uyanıklık, ayıklık hâlleri ile duyumlama, düşünme edimleridir. Umutlanmak ile hatırlamak ise, bu edimler aracılığıyla meydana gelirler... Dirilik dahî Tanrıya hastır... Anlamak ise, yaşamaktır. 146 Y adünaton legenin: Anlatmak imkânsızdır. 147 “Timaios”. 92 Tanrı, nitekim, bu fiilin, edimin ta kendisidir. Kendinde cevher demek olan bu edim, Onun eksiksiz gediksiz, öncesiz sonrasız hayatıdır. Sözün kısası, son, sınır, had ile hudut tanımayan, eksiği gediği bulunmayan Biricik En Mükemmel Canlı (Y zōon aidion ariston), Tanrıdır. Dur durak bilmez, sonsuz sınırsız hayat Ondadır. O, hayatın ta kendisidir...”(1072b). 149 Yaşama düzleminde, Tanrısal–kutsal değerler, tedricen gündemin arkalarına kayar olmuştur. İlkin, ‘yeryüzü’ ile ‘doğa’sının Tanrısal–kutsal ‘büyü’sü bozulmağa yüz tutmuştur. Epeyi sonraları da ‘insan’ın Tanrısal–kutsallığı bozulmuştur ―Ondokuzuncu yüzyılda. Bu gidişin baş belirleyicisi, ‘ilahîyât’tan ‘iktisâd’a yönelik dönüşümdür. En önce yansıdığı tableau ise, ‘felsefe-bilim’dir. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısına değin, daha önce Ortega y Gasset’ten de alıntıladığımız üzre, ilahîyâttan kopmuş bir felsefebilim düşünülemezdi. ‘Kutsallık’tan soyutlanmış çıplak fizik olay da bu bağlamda algılanamazdı. Gerçi güneşin, evrene merkez olması, bir ‘derkenâr bilgi’ 150 şeklinde bilginlerin bilgi dağarında duruyordu. İşte, yine, başta, Papa VIII. Urbanus (Maffeo Barberini, 1568 – 1644) olmak üzre, 1616dan itibâren Galileo Galilei’yi sorgulayan, bilâhare de yargılayan dinadamlarının çoğu, güneşin, gökbilim çerçevesinde, merkez olduğunu biliyordu. Bunu da sorgulamalar ile duruşmaların safahâtından anlıyoruz. Güneşin, merkez oluşu, önünde sonunda bir fizik olaydı. İş, yeryüzüne gelip çatınca, durum değişti. Onun konumu farklıydı. Allah, Kendi Sûretine uygun şekilde Kendisine ‘halîfe’ kılmak amacıyla yarattığı ‘insan’ın arzıendâm eylediği mekân madem yeryüzüydü, öyleyse, orasının, ‘maneviyât’ca, mümtâz bir mevki işğâl etmesi şarttır. Nihâyet, bu kanâatler, davâ boyunca defalarca dile getirilmiş olduğundan da haberliyiz. 151 Burada çığır açıcı husus, maddî-dünyevî olanın, ilahî-ruhânî-kudsîliğin önüne geçmesi, öyleki ikincinin, yukarıda da belirtildiği üzre, zamanla toptan gündemden düşmesidir. Yeniçağ dindışı dediğimizde, Güney ile Batı Avrupada kişilerin çoğunun, 148 Diagōgē, güzelliğin temâşası, uygulamaya yönelmişliğin sonu, hayatın en yüce ülküsüdür. 149 “Metafizik”. 150 Fr connaissance marginale. 93 bir günden öbürüne Tanrıyı, Kiliseyi, Kitabı terkedip dinden imândan koptuklarını söylemek istemiyoruz. Hattâ çoğunluk, Tanrı inancından tavîz vermemiştir. Ama kurumsal anlamda dinden git gide uzaklaşıldığı görülüyor. ‘Din’, ‘hayat’ın ‘âmir’ mercii olma özelliğini yitirmiştir. Nihâyet bu durum, Alman din bilgini ve filosofu Martin Luther’in (1483 – 1546), Papa iktidarına karşı bayrak açmasından, yânî Katolikliğin aleyhine Protestanlığın Kuzey Avrupada yaygınlaşmasından sonra kesîfleşmiştir. Tanrının sesini sözünü benime iletmekle, ulaştırmakla görevli ‘akıl’, Ondan bağımsızlığını ilân ederek ‘din’i âmir mevkiinden uzaklaştırıp kendisi oraya kurulmuştur. Şimdi, değişen, temel belirlenimdir. Bir merkezî imân manzûmesi, toplumun doğal dokusu olma vasfını artık kaybeder olmuştur. Gidişi başlatanlardan biri Galileo Galilei ise, öbürüsü ve ilk anılandan daha köklü tavır almış, 1593de hüküm giyip sonunda da yakılarak idâm edilmiş olan Giordano Bruno’dur (1548 – 1600). Galilei gibi, Bruno da, “doğanın, aklın koyduğu kurallar ile ilkelerin ışığında yargılanması; buna karşılık, hakîkatın da, imâna ilişkin kanun çerçevesinde mütâlea edilmesi gerektiğini savunmuştur. Peki, burada, sorun nerededir? Sıradüzeninin şaşırılmış olmasındadır. Ruhbânın reddettiği husus nedir? İmânın, aklın arkasına yahut altına düşmesi, kısacası birinci sırayı yitirmesidir. Birden fazla kutsallığı bulunabilecek dünyaların icâdı ile aklın, gidip de mucîzenin yerini almasına karşı çıkılmaktadır...” 152 Bruno da Galilei de, istisnâsız tekmil varolanların, daha fazla bölünemeyen ‘enilk’ maddî birimlerin, demekki Eskiçağ Ege felsefe-biliminden tanıdığımız bir terimle, ‘atom’ların terkîbinden oluştuklarını öne sürmek suretiyle, Hz İsâ’nın, insanların ‘ilkaslî’ günâhlarını üstlenmek uğruna çarmıhta çile çekerek vefât etmesinin ardından etinin, hamura, kanınınsa, kırmızı şaraba dönüşmesi mucîzesine inanan Kilisenin dogmasına esâstan meydan okumuş oldular. Bu da, artık her nevi tahammül edilebilirliğin fevkında addolunmuştur. 151 Bkz: Dava Sobel: “Galileo’s Daughter: A Historical Memoir of Science, Faith and Love”, 432.s. Victor Gomez Pin: “Recuerdo de Giordano Bruno”, “Babelia”da, 13.s. 152 94 Aslında Kilisenin, ruhbân-olmayan çevreyle mücâdelesi, ilk defa Onaltıncı yüzyılda karşımıza çıkmıyor. Hırıstıyanlığın zuhurundan beri sürüp gelen bir olaydır. Filhakîka, dinlilik ile dindışı, Hırıstıyanlığın tabiatındandır; nitekim: “... öyleyse, Caesar’ın işlerini Caesar’a Tanrınınkileriniyse, Tanrıya; havâle et, dedi...” 153 ‘Meşrûuluk’ kaynağını Hz İsâ ile Havârîleri aracılığıyla Tanrıdan alan Papa öncülüğündeki Ruhbân zümresi, Mukaddesâttan sorumluyken, dünya işlerineyse, İlahî– Ruhânî meşrûuluk dayanağı bulunmayan Ruhbân-olmayanlar bakardı. Uygulama genelde böyle olmakla birlikte, bu iki karşıt zümrenin, Ortaçağ boyunca birbirlerinin alanlarına tecâvüz ettikleri de bir vakıadır. Bahsi geçen sınır tecâvüzlerinden farklı iktidar türleri doğmuştur. Nitekim, ‘Ruhbânın siyâsî iktidarı’na ‘Dincilik’ yahut ‘din devleti’ (Y Theokratia) denmiş; ‘Ruhbân-olmayanlar’ınkisiyse, ‘laiklik’ yahut ‘laik devlet’ 154 şeklinde adlandırılmıştır. Haddizâtında, Ruhbân – Ruhbân-olmayan ikilikliği, Hırıstıyanlığa mahsûs değildir. Tarih boyunca, Müslümanlığın dışında, neredeyse istisnâsız, bütün inanç düzenlerinde karşılaştığımız bir başat özelliktir. Ne var ki Hırıstıyanlığın, özellikle de Katolikliğin dışında, öteki inanç düzenlerinde, Mısırda Firavun, Hindulukta Brahman örneklerinde gördüğümüz Ruhbân, aynı zamanda siyâsî iktidar sâhibi yahut başat ortağıdır. Başka bir anlatışla, siyâsî kadrolarda Ruhbân-olmayanlardan da bulunabilmekle birlikte, onlar, en üst mertebeleri tutamazlar. Şu durumda, Eskiçağ Atinası ile müttefikleri ve birkaç başka cüzî istisnâ dışında, din devleti, hemen hemen bütün kültürler ile medeniyetlerde genelgeçer vaka olarak görülebilinir. Bunun yaygınca yer almadığı tek medeniyet ise, İslâmınkisidir. Bundan dolayı da, İslâmın söz dağarında 153 Kitabımukaddes: Ahdicedîd: Resullerin İşleri, 221; ayrıca bkz: Martin H.Manser: “The Wordsworth Dictionary of Bible Quotations”, 128.s, satır: 155/38. Caesar’ın Latince aslında okunuşu, ‘Kaysar’; Fransızcadan ıktibâs olunmuş Türkcedeki söylenişiyse, ‘Sezar’dır. M.Ö. Üçüncü yüzyıldan beri ünlenmiş olan ve Romanın önde gelen ailelerinden Caesarların tarihe mâlolmuş ferdi, Caius Iulius’tur. Bu büyük asker, devletadamı ve yazarın soyadı, sonraları, Roma imparatorları tarafından ünvân olarak benimsenmiştir. Nitekim, Havârîlerden Luka’ya göre (2/1), Hz İsâ (M.Ö.6 – M.S.30), dünyaya teşrîf buyurduğunda, tahtta oturan imparator, Augustus Caesar (Gaius Octavianus, M.Ö. 63 – M.S. 14) idi. Caesar, Ahdicedîdde, eğretileme yoluyla, ‘dünyevî hükümdar’ (Luka, 20/22-25) ve hattâ ‘devlet’ (Luka, 20/25, Matta, 22/17&21, Markos, 12&14/16&17) anlamlarına dahî gelmektedir ―bkz: J.D.Douglas&Merrill C.Tenney: “NIV Compact Dictionary of the Bible”, 100.s. 95 Clericus ile Laicus terimlerinin doğrudan mütekâbilini bulamıyoruz; Türkcede ancak eğretileme yoluyla karşılık yakıştırıyoruz. Ortaçağ Hırıstıyan–Katolik âlemde Ruhbân, iktidarı arzulamakla, ona oynamakla birlikte, bunu temîn etme aşamasında, hep, Ruhbân-olmayanların rekâbetiyle karşılaştığından bahsettik. Mücâdele, Fransadan başlayarak, özellikle Onikinci yüzyıldan itibâren şiddetlenmiş, 1600lerin ortalarında yeğinliğin tepe noktasına varmıştır. Meşrûuluklarının kaynağını Tanrıda bulduklarına, dolayısıyla da mukaddes, yânî Tanrıdan el almış olduklarına inanılan Ruhbân, din kadar dünya meselelerinden dahî kendilerini sorumlu saymışlardır. Tekmil dünyevî meselelere çârelerin, din kurumunda, başka bir deyişle, Papa ile Papalıkta bulunabileceği iddiası, Katolikliği git gide dünya işleriyle ilişkilendirmek suretiyle ideolojileştirmiştir. Friedrich Nietzsche, “Tanrı, öldü” derken, kasdettiği, ideolojileştirilmiş Hırıstıyanlığın baş ilkesidir. Haddizâtında, Ruhbân – Ruhbân-olmayan ikiliğini özünde taşımayan Müslümanlık dışında, Yahudîlik, Hinduluk, Büyük ile Küçük çark Burkancılığı (Fr Bouddhisme), Mecusîlik, Taoculuk, Şintoluk gibi, hemen hemen bütün inanç düzenleri, Hırıstıyanlığın kaderini az çok paylaşmışlardır. Ortaçağ Avrupasında dinin, ideolojileştirilmesine karşılık, Yeniçağda da, İhtilâlikebîr verisi Laikcilik–Positivcilik, Markscı Ortakmülkcülük, Faşistlik ile Millî toplumculuk ―ve ona bağlı olarak Askercilik (Fr Militarisme)― gibi, insan ürünü ideolojiler, dinleştirilmişlerdir. İdeolojiler de nihâyet, Karl Marx’tan ‘apardığımız’ bir deyimle, “kitleleri afyonlamışlardır.” Yirminci yüzyılın, meselâ, Nazi Almanyası, Sovyet Rusyası, Mao Çini, laik devlet değildiler. Buna karşılık, İslâmın Klasik çağında boy vermiş devletler, seküler ―dindışı― olmamakla birlikte, laik ―yânî ruhânî değil― idiler. Terim olarak tekrar laikliğe bakarsak, bunun, tarihte birden fazla anlama gelmiş olduğunu görürüz. Zaman içerisinde farklı kültür bağlamlarında değişik anlamlar taşımış, bayağı sorunlu, yüklü bir sözdür. Yukarıda bildirdiğimiz, Ortaçağ Hırıstıyan– Katolik dinî–felsefî dağarında genelgeçer kabul görmüş olan anlamdır. Ancak, İslâm medeniyetinde tanık olunanın tersine, Ortaçağ boyunca bile, özellikle Kuzey ile Batı 154 Fr Laïcisme←L Laicus←Y laikos←laos: Halkın, halktan. 96 Avrupada, kabîle ile aşîret devirlerinden dönüşerek sürüp gelmiş milliyet duyuşu, Hırıstıyanlığın bağrında hepten eriyip yitmemiş, şu yahut bu vesîleyle başgösteredurmuştur. Bu cümleden olmak üzre, laiklik de, kültür ortamları ile bağlamlarına göre farklı algılanıp tarîf olunmuştur. “İtalyanlar, meselâ, dinin, özellikle de Katolikliğin dışında yahut karşısında yer alan kültür ile ideoloji yanlılarına laik demişlerdir. Buna karşılık, Ispanyollarçin inananlar, Ruhbân (Onuncu yüzyıldan beri: Clericus, Clericatus) ile Ruhbân-olmayanlar (1155ten beri: Laicus) olmak üzre iki cenâha ayrılmışlardır. Görüldüğü gibi, bu iki cenâh, ayırımsızca Katolik kabul olunmuştur. Yalnız, Kitabımukaddesi okumak, okutmak, yayımlamak, şerh ve tefsîr etmek, Ruhbânın tekeline bırakılmıştır. Ruhbân-olmayanlaraysa, Kıtabımukaddesin, Kilise tarafından yapılmış tefsîrini dinleyip öğrenmek düşmüştür. Okuma ile öğrenmenin de ötesinde, Ruhbân-olmayan, Kitabımukaddesi yanında yahut üstünde bulundurmaktan dahî yasaklı kılınmıştır. Yasağı çiğneyenin ise, soluğu, İnkisisyon mahkemesinde alması, işden bile değildi. Zirâ Tanrının Sesi Sözü, Kitaplardan (Y Biblia=Kitaplar) ziyâde, Hz İsâ’nın Şahsında Kilisedeydi.” Hz İsâ’nın eti ile kanından Kilisenin tecelli ettiğine inanılıyordu da ondan. “Şükürler olsun, bu saçma fundamentalist dogma, II. Vatikan Kurulunda (OrL Concilium) yürürlükten kaldırılmıştır. Geniş çapta genelgeçerlilik kazanmamış dahî olsa, imânın esâsı, yine de, Müslümanların, Kur’ânla olan ilişkilerine benzer biçimde, mütereddit tarzda, Kitabımukaddese tevdîi olunmuştur. Mütereddit tarzda diyoruz, çünkü, Kitapların (Biblia) zaman ile zemîne göre değişen müellifleri bulunduğundan, II. Vatikan Kurulu bile, Tanrının o ânki Nihâî Kelâmını (L Dei Verbum) yahut en azından onun tevîlini Kiliseye bırakmak zorunluluğunu duymuştur...” 155 Böylece Kitapların ―Kitabımukaddesin―, salt Tanrı Kelâmı olmayıp zaman ile zemîn icâbı belirli kişilere 156 ait tefsîrlerin dahî, onlara dâhil edilmiş oldukları görülüyor. İmdi, José Mario Gonzales Ruiz’e kalırsa, bütün bu hususlar, Kitabımukaddesin salt Tanrı çıkışlı olma vasfını ortadan kaldırıp onu dünyevî ―laik― kılmaktadırlar. Burada öyleyse, Laiklik, 155 José Maria Gonzalez Ruiz: “La Biblia es Laica”, 14.s ―kalın-koyu ile eğri yazışlar, tarafımızdandır. 156 ―Ahdiatikte Yahudî; Ahdicedîddeyse, Yunanlı, Romalı, Bizanslı ve sâir dinadamına— 97 Ruhbân-olmamanın yanında, dünyevîlik anlamını da kazanıyor. 157 Daha özgül bir ifâdeyle, Ortaçağ Katolik âlemde taşımış olduğu théologique-théocratique manâsı, 1850lerden itibâren profane ile séculaire anlamlarına kayıp sonunda onlara karışmıştır. Nitekim çağdaş İngilizcede, kelime olarak bile, laic yahut laity kullanımdan kalkmıştır. Onun yerini secular almıştır. Nihâyet Martin Luther’in boşandırdığı Islâhât ‘fırtınası’yla, İngilizliğin de parçası olduğu Kuzey Avrupa Germen dünyasında, Ruhbân – Ruhbân-olmayan ayırımı ve Tanrı Kelâmının, Kiliseye içkin bulunduğu dogması, geçerliliklerini yitirmişlerdir. İhtilâlikebîr ve sonrası Fransasındaysa, Laiklik, özelde Ruhbâna, geneldeyse Katolikliğe karşı açılmış savaşa bayrak kılınıp dinden ‘arındırılmış’ kökten Cumhuriyetciliğin şiârı olmuştur. 158 Nihâyet, Fransız İhtilâlikebîr ideolojisinden idhâl ettiği Laikliği, Cumhuriyet Türkiyesi, İngiliz-Yahudîliğin etkisi ve zoruyla, Çağdaşcılık (Fr Modernisme) anlayışıyla birlikte, Türklüğün İslâmsızlaştırılması harekâtına alem kılmıştır. II. Esas: Benlik İnsanlaşamamış beşer, tek parçadır, yekpâredir; beden ile nefs bütünlüğünü hâîzdir. Bu çeşit yekpâre beşer, nefsî benlikten 159 ibârettir. Nefsî benlikten ibâret olan beşer, yalınkat canlı varolandır. Nefsî benlikli beşer, çıplak varoluşunu sürdürmenin dışında bir kaygı duymaz, amaç gütmez. Böyle biri, gayrımeşrûu zemînlerde yürüyor demektir. Gayrımeşrûu beşer yaşamalarının oluşturduğu topluluk, bâtıldır. Gayrımeşrûu beşerin içliliği karışıktır. Allahla irtibâtını sağlayan vicdânın anlamı karışmış, bulanmıştır. Vahiyle bildirilenleri kendisine açıklamaktan, ve Hak ile Bâtıl arasındaki ayırım çizgisini çekmekten kaçınan, ‘şaşmaz iç sesi’ ―vicdân― işitemez hâle gelir. Bu ‘şaşmaz iç ses’in, Allahtan geldiğine ilişkin ‘irfân’ (Y Gnosis), yerini, aslında olup 157 Bkz: Aynı makalenin devâmına. 158 Louis Pasteur (1822-1895): “... Dinden bağımsızlık...”(1882) —bkz: Jean Dubois&..: “Dictionnaire Etymologique et Historique du Français”, clerc: 159.& Laīque: 419.syflr. 159 Fr égo psychique. 98 bitenin, bir ‘iç hasbıhâl’den 160 başka bir şey olmadığı sanısına bırakmıştır. Buna da, basîretin bağlanması, diyoruz. ‘Beşer’in esâsı ‘bedenlilik’ ―evolutivo-genetiko-fizyolojik yapı― iken, ‘insan’ınkisi ‘ahlâklılık’tır (Fr moralité). Ahlâk – beden bütünlüğünü hâîz insan-beşer ―‘kâmil insan’―, bedenliliğini ayakta tutmak üzre, maddî dünyada mücâdele verir ―‘maddîyât’―; bu mücâdeleyi manevî âlemin ―‘manevîyât’― doğrudan uzantısı olan fikrî–zihnî cephesinden ―‘zihnîyet-fikriyât’― yürütür. Demekki ‘kâmil insan’ın varlığını belirleyen, ucu dine dayanan maneviyâttır. Böyle bütünlük (Fr intégrité) gösterene, ‘Rahmânî insan’ 161 denir. ‘Rahmânî insan’, doğaötesi varoluş döneminde bulunduğu ‘hür’ tercihle içmiş olduğu ‘Enilk and’ını ―bkz: A’râf/7(172)― hatırlayan ve dünya hayatında ahde vefâ ―bkz: A’râf (173&174)― kaygısıysla yaşayandır. Enilk andını süreklice hatırlayan, Allah tarafından içkince her ân denetlendiğini bilendir. Özbilincinde (Alm Selbstbewuβtsein) olan bu kişi, ‘özerk’ (OsmT muhtar) ve ‘hür’dür; dolayısıyla da ‘ahlâk’ âleminden maddî–bedenî dünyaya yönelir. Başka bir anlatışla, ‘değer’leri esâsta maddî–bedenî dünyanın süreçliliğine tâbî değildir. ‘Ahlâk’ın iki temel dayanağından biri, ‘ahde vefâ’, yânî, ‘Allah korkusu’; 162 öbürüsüyse, Allahın rahmetinden ümidin kesilmemesidir. 163 Görüldüğü gibi, ‘vicdân’, ‘içlilik’, ‘ödev’, ‘adâlet’, ‘ölçülülük’, ‘ahit’, ‘vefâ’, ‘özbilinç’, ‘bilinçli’ ―yânî, hesabını verebildiğimiz― ‘tercih’, ‘hürlük’, ‘ahlâk’ın temel terimleridir. Böylelikle de ‘din’ menşeli manâları (Fr&İng connotation) vardır. ‘Ahlâk’ın değişmez ölçüsü, başka bir sözle, kıstası, Allah Tebliği olduğuna göre, bunun reddi yahut inkârı bizi ‘ahlâk’ın dışına (Fr amoralité) sürer. Nitekim ‘İlahî kıstas’ın zıttı, Eflâtun’un “Theaitetos”undan (152a) tanıdığımız Protagoras’ın (485 – 411) “her şeyin 160 Fr causette intérieure. 161 OrL vir Dei; Fr homme de Dieux. bkz: Bakara/ 2(74, 150, 194, 196, 203, 212, 231, 233&278); Al-i İmrân/ 3(28, 30, 102&200); Nisâ/ 4(1&131; ayrıca bkz: Kitabımukaddes: “Allah korkusu, Hikmetin başıdır” ―Pr 1, 6; 15, 5-32. 162 163 Bkz: Yusuf/ 12(87); Hicr/ 15(55&56); Zümer/ 39(53). 99 ölçüsü insandır” 164 önermesidir. ‘Tanrıcılığ’a karşı ‘İnsancılığ’ın gidip dayandığı temel bildiri, demekki iki bin dört yüz yıl önce Protagoras tarafından belirlenmiştir. Duyu verisi algılardan oluşan kanâatların vucut verdiği malûmatla iş gören kişiyçin geçerakçe biricik ölçü, gelip geçici kanılardır. Başka kanılar, kendisininkilere yaklaştığı oranda bunları dikkate almağa yanaşır, uzaklaştıkları ölçüde onlara hasım kesilir. Ancak, dostluk kadar hasımlık dahî sürelidir. Durumlara, çıkar şebekelerine göre süreklice yer değiştirirler. Bu nevi tek parça, yekpâre kimse, yânî nefsî benlikten ibâret olana kısaca ben diyebiliriz. ‘Ben’ini ‘nefsî benliği’nin sığlığında bulup ‘vicdân’ının ‘rahatsız edici sesi’ne kulağını tıkayan, hayatını ‘vicdân muhasebesi’ yerine ‘çıkar hesapları’ üstüne inşâa eden, ‘bencil’dir. ‘Ben’in, ‘benmerkezcilik’ çerçevesinde idrâk edildiği ‘Hürriyetci Sermâyeciliğ’in dünya çapındaki bildirişme aracı olan İngilizcede büyük harfle, yânî “I” şeklinde yazılması, bunca söylediklerimizin tek sözle hülâsasıdır. Almancanın “Du”su yahut “Sie”sinde gördüğümüz gibi, kadîm sayılabilecek dillerde ‘sen’e yahut ‘siz’e öncelik tanınırken, çağımızın insanlığa şâmil seçeneksiz bildirişme aracı İngilizcede “I”, hep büyüktür, baştadır; “you” ise, küçüktür ve “I”dan sonra gelir! -DÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN ANA İDEOLOJİSİ: Hürriyetcilik–Sermâyecilik 1- İmân 164 Y “pantōn khrēmatōn metron estin anthrōpos”. 100 Doğrulanmağı, denetlenme ile gerekcelenmeği ilkece beklemeyen İlkaslî inanca imân denir. Yine ilkece imânlar, insanın zihnî ile maddî çabalarına dayanmayan Allahın, elçileri aracılığıyla, insanlığa ilettiği Tebliğin yoruma kapalı, değişmez ‘mihenk taşları’dır. Allahın Mutlak Birliği; aynı ânda aşkın ve içkin oluşu, tecrübelerden hareketle akıl aracılığıyla kavranılır cinsten olaylar değildir. Gerçi sözünü ettiğimiz yollardan Tanrımsı yahut Tanrı-benzeri temel ilkeleri oluşturabiliriz; fakat Allahı böyle kavramak, tüm soyutlama kâbilyetimiz ile fehmimizi aşar. Tekmil kavrayış ile anlamlandırma etkinliklerimizin esasını oluşturmakla birlikte, mantık ―yânî, düzgün ve kurallı düşünme işlemlerimizin― çerçevesini topyekûn aşan ilkeler ‘imân’dan sayılır. İmân, Tektanrılı Vahiy dininden olsun yahut olmasın, her inanç düzeninin temel, sarsılmaz ve şarttsız kabullerine verilen addır. Nitekim, “her ümmetin Peygâmberi vardır. Peygâmberleri geldiğinde, aralarında adâletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez” ―Yûnus/ 10 (47)― diyerek Kur’ân, her halka, nesle, millete Tebliğ ile Tebliğcinin gönderilmiş olduğunu bize bildirmektedir. Allah, böylece gerekli gördükce İrâdesisini izhâr etmiştir. “Tebliğci dikkate alınmamış yahut reddolunmuşsa yahut da onun aracılığıyla insanlara nâzil olmuş Tebliğ aslından saptırılmış yahut kötüye kullanılmışsa, bunun hesabı, Mahkemeikübrâda sorulacaktır...” ―Abdullah Yusuf Alî: 1439. Allahın, dolaylı dahî olsa, Cemâlini görmek çabasını gösteren herkes, İhlâs sâhibidir ―bkz: Sâffât/ 37 (40-49). Bunu topyekûn red ve inkâr edenlerse, kâfirdir165 ―Bakara/ 2 (6-7&171); Kâfirûn/ 109 (1-5&6): “O hâlde sizin diniz size, benimkisiyse bana.” 2- Dogma, Öğreti, İdeoloji 165 KeFeRe: 1- Örttü, sakladı, kapadı, kapladı, görünmez kıldı... Örn: i) “Fî leyletin KeFeRe-n-nucûme ‘amâmuhâ...” (A.Lebîd): “Bulutların, yıldızları örttüğü bir gecede...” ii) “KeFeR-el-cehlu ‘aley ‘ilmi fulânin”: “Bilgisizlik, filâncanın bilgisini örttü (üstünü kapadı, peçeledi, sakladı...)”(T.A.). 2- İtaat etmedi ―yânî, buyruğu, ödevi unutmak yahut kaale almamak. 3- (doğru olanı) reddetti, inkâr etti, (doğru olanın, Hak, Hakîkat olanın) üstünü örttü... Kâfir: (Hakka, ‘Haklı’ya, ‘Hakîkat’a, ‘doğru olan’a) inanmayan, (‘hak’ yahut ‘doğru olan’ın üstüne) ‘örtü çeken’. Küfür: İnkâr, dalâlet, gaflet, bilmezlik, bilmez gözükmek, Hakîkatı örtme ―bkz: E.W.Lane: “Arabic – English Lexicon”, II.cilt, 2620&21.syflr. 101 Dünyaya geldikten 166 sonra fizik, dirimsel ve toplumsal etkiler alarak beşerinsan yapımız biçimlenir. Etkilerin pek çoğu nefsimizde iz bırakmaksızın kayıp giderler. Bırakanlarınaysa, ‘izlenim’ diyoruz. İzlenimlerden kimisine öncelik tanıyıp onları dikkate alırız. Niye? Ya fizik–kimya–dirim dış etkenlerinin, ya toplumsal, demekki kültürel–siyâsî–iktisâdî, şartların ya da ahlâkî–vicdânî mülâhazaların etkisi, öyleki basıncıyla bazı izlenimler öncelik kazanır. Bu çeşit izlenimler, ‘algı’ biçimini alırlar. Biçimsel düşünme işlemlerini, görüldüğü gibi, algılardan hareketle yürürlüğe koyuyoruz. Biçimsel düşünmenin kılavuzluğunda konuca ve biçimce benzer ‘algı’ların sentezinden belli bir olaya, konuya yahut nesneye ilişkin ‘idrâk’e ulaşırız. ‘Yargı’larımızın temel birimini oluşturan ‘kavram’lar benzer ‘idrâk’lerin salt sentezidirler. Başka bir deyişle, kavramlar, barındırdıkları duyu ile duygu kalıntılarından arındırılmış idrâklerin sentezinden elde edilirler. Duyu verileri, izlenimler, algılar, idrâkler ile düşünceler karmaşası bizde belli bir olaylar ile varolanlar hevengine ilişkin ‘tecrübe’yi oluşturur. Değişik tecrübelerden maddî ve manevî hayatımızı anlamlı yürütmemizi sağlayan ‘yaşantı’yı ediniriz. Tecrübeye oranla tasavvur yükü daha az, buna karşılık kavrama daha fazla yer veren yaşantılar yoluyla hayatın farklı kesimlerini zihnimizde bütünlüğe kavuşturabiliyoruz. Yaşantıların hep birden bizde bıraktığı kendimize, yakın ve uzak çevremize, kısacası hayata dair tasavvur bütünlüğüne ‘ömür’ diyoruz. Kavram, toplum–kültür tarihi itibâriyle, esâsta, tecrübeden kaynaklanmakla birlikte, kişinin kendi yaşama dönemi içerisinde bahsi geçen temelden uzaklaşmıştır artık. İdrâkötesi salt düşünme dediğimiz soyut birimler üstüne yahut onların arasındaki bağlara ilişkindir. Bu itibârla kavramsal düşünme ve daha ötesi tefekkür, çok önemli ölçüde tasavvurdan bağımsızdır. Kısacası, ‘kavram araştırması’ demek olan ‘felsefe’nin oluşturduğu, ve insanın başarabildiği en geniş boyutlu yapı, ‘sistem’dir. ‘Felsefe sistemi’, dayandığı belli bir ‘bilimin teorileri’ yoluyla ‘vakıa’lar veya ‘vaka’lar zemînine indirilebilinir. Sistemin yüreği ‘metafizik’tir. Orada daha ziyâde araştırma sürecinde bilimin cevap getireceği sorular belirlenir. Bu da bize felsefe sisteminin 166 Doğum: Anne ile babanın döl hücrelerinin (Fr gamète) birleşmeleri sonucunda meydana gelen ‘döllenmiş yumurta’nın (Fr zygote) ‘anne rahmi’nde ‘embriyon’a (OsmT cenîn) dönüşerek gelişmeğe başlaması. 102 gelişmeye açık bir yapı olduğunu gösterir. O, bu temel özelliğine aykırı bir tavırla belirlediği sorulara, bilime doğrudan doğruya başvurmaksızın, cevap getirmek emeline yeltenir de, bulduğu karşılıkları sarsılmaz, kesin doğrular olarak kabul ederse, ‘kapalı sistem’e dönüşür. İşte, sarsılmaz, kendilerinden artık şüphe duyulmayacak derecede kesin doğrular olarak kabul olunan fikrî değerlere ‘dogma’ denir. Dogmalardan örülü fikir şebekesi ‘öğreti’dir. Düşüncelerin belirlediği davranışlarımıza, hâl ile hareketlerimize ‘eylem’ diyoruz. Şu hâlde, bilinçsizce yapılan insan hareketleri eylem olarak nitelenemezler. Görüldüğü gibi, eylem, insana mahsus hâl, hareket ile davranıştır. Belli bir öğreti, belirli bir toplumu oluşturan ‘yediden yetmişe’ her bireyin tüm eylemleri ile yaşantılarını tayîn edip biçimliyorsa, ona ‘ideoloji’ denir. Demekki ideoloji, bir toplumu baştan aşağıya belirlemek iddiasını taşıyan kapalı bir ‘spekulativ metafizik sistem’dir. Yapısı ile özelliği gereği ‘dogma’, ‘imân’ın; ‘ideoloji’ de, ‘din’in mantıkca tersidir. Öncekisi, ‘beşerî akılyürütmeler’in ürünüyken, sonrakisi aklıaşkın doğaötesi Kudretin insanlığa Tebliği sonucudur. Nitekim, yine birincisi, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde dinin, gündelik hayatın gündeminden çekilip çıkarılması sonucunda ikincisinin boş bıraktığı mevkii doldurma çabasına girmiştir. Türkcede ‘~cilik’ yahut ‘~cılık’, Fransızcada ~isme sonekleri, ideolojiye, ideolojik yahut ideolojimsi akım ile harekete işâret ederler. İdeoloji teriminin kendisi de, Türkceye “fikirler şebekesinin mantığı” diye aktarabileceğimiz, “logique du réseau des idées” demektir. Terimi bu anlamıyla ilk tarîf edip kullanan, Etienne Bonnot de Condillac’ın (1714 – 1780) öğrencisi olan, Antoine Louis Claude Destutt de Tracy’dir (1754 – 1836). Destutt, Immanuel Kant’taki metafiziğin eleştirisini kendisine esâs alarak bu kavramı ve ondan hareketle ideolojiyi irdelemiştir. Destutt’e bakılırsa, insanın varlığı ile tarihinin incelenmesi anlamındaki metafizik, doğa araştırması demek olan fiziğin doğal devâmıdır. Nihâyet, “insanın özgül olarak düşünce varlığının tarihi” (Fr “histoire intellectuelle de l’homme) ve “fikir bilimi” (Fr “science des idées”) diye belirlediği ideoloji, Destutt’e göre, zoolojinin parçasıdır. Filvakî, Karl Heinrich Marx da, bu terimi, Destutt’ten alıp ilk defâ “Alman İdeolojisi”nde (Alm “Die Deutsche Ideologie”) kullanmıştır. Ancak, burada Destutt’ünkinden epeyi değişik yeni bir tarîf denemesinde bulunmuştur. Buna göre ideoloji, insanın maddî ile iktisâdî şartları 103 çerçevesinde bilinç kazanması sürecinin ifâdesi ve araştırılışıdır. 167 Bizse ideolojiyi ‘fikirlerden örülmüş şebeke’ tarzında tarîf etmeğe devâm ediyoruz. İdeolojilerin ilki, her bakımdan en hâkim ve günümüzde insanlığı topyekûn eline avcuna almış görüneni Hürriyetcilik–Sermâyeciliktir (Fr Libéralisme–Capitalisme). 3- Sermâyecilik İdeolojiler dizisinin ilki ve en eskisi olmanın yanında, ikisi dışında, ötekilerin menşei olmuştur. İki pâyândası, daha özgül bir deyişle, altideolojisi vardır: Sömürücülük–Sömürgecilik168 ile İmperyalism. Aşağı yukarı 1200lerden, yânî Haçlı seferlerinden itibâren Orta ile Batı Avrupanın siyâsî, toplumsal–kültürel ile iktisâdî gelişmeleri, iç içe cereyân etmişlerdir. Bunlardan hangisi öncelik taşıyor, bunu tayîn etmek bayağı zor bir işdir. Yine de, Merkantilismin, Derebeğliğin bağrında gelişmiş şartların sonucu olduğu öne sürülebilir. Ne var ki, Derebeğlik düzeninin çözülmesini, Onbeşinci yüzyıldan itibâren, başta Kuzey batı Avrupada olmak üzre, Merkantilismin geçerliliğini yitirmesine bağlayabiliriz. Derebeyliğin bağrında ortaya çıkan ‘kentsoylulaşma’ eğilimleri, berâberlerinde artıürün ile sermâye birikimi temâyüllerini de getirmişlerdir. Kentsoyluluk, bağrından çıktığı toprak zâdegânlığının yanında, Katoliklikte odaklanan dini de gündemden düşürmüştür. ‘Toprak zâdegânlığı’, ‘Kentsoyluluğ’a tebdîl olurken, ‘Merkantlism’ de ‘Kapitalism’e (‘Sermâyeciliğ’e) dönüşmüştür. Bu dönüşümlerin başını Onyedinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren çeken İngiltere, tarihte eşine rastlamadığımız bir güç ve etki merkezi olacaktır. Avrupa kıtasında yer alsın almasın, bu gidişe ayak uydurmayan yahut uyduramayan her toplum, İngilterenin kahredici ‘soluğ’unu ensesinde duymuştur. Haddizâtında, toprak zâdegânlığını ve onun siyâsî-iktisâdî nizâmı demek olan Derebeğliğini Avrupada ilk izâle eden Fransa olmuş, onu da Ispanya takîb etmiştir. Adı anılan iki ülkede derebeğliği, ‘merkezî devlet asilzâdeliği’ lehine iktidârından ferâgat etmiştir. Buna karşılık, İngiterede merkezî devlet asilzâdeliği ile toprak zâdegânlığı arasında daha 1215ten, yânî Magna Cartadan itibâren hak ile imtiyâz dengesi 167 Bkz: Bernhard Waldeufels & ...: “Phänomenologie Wissenschaftstheorie”, 4.cilt, 189-199.syflr. 168 Fr Exploitationisme–colonialisme. und Marxismus/ Erkenntnis~ und 104 kurulmuştur. Bahis konusu denge, 1534te akdolunan Üstünlük Ahitnâmesiyle (İng Act of Supremacy) 169 merkezî asilzâde iktidarı ile Kilise ve nihâyet Oliver Cromwell’in (1599 – 1658) başını çektiği, başarısızlıkla sonuçlanmış, Cumhuriyetci hareketle (1653 – 1658) birlikte, bütün karşıt unsurlar arasında temîn olunmuştur. İngiltere, bu yoldan, bir yanda Vatikandan bağımsız ve millî olan Anglikan kilisesini ihdâs etmiş; öte taraftan da merkezî asilzâde iktidarı, toprak zâdegânı ile yeni teşekkül hâlinde bir sınıf olan Kentsoylular arasında uzlaşma sağlamıştır. 170 Bütün bu köklü uzlaşmalara rağmen, İngiltere, geleneksel dinî ve siyâsî yapısından tavîz vermemiştir. Bu cümleden olmak üzre, İngiltere, bir din ve hükümdârlık devleti 171 olarak hayatını sürdürmüştür. Şu var ki, İngilterede gerek din gerekse siyâset hayatı, yeni iktisâdî şartlar ile bunların berâberlerinde getirdikleri sınıf düzenlemelerine boyun eğmiştir. Yeni iktisâdî şartları Hür Sermâyecilik terimi altında derleyebiliriz. Hür Sermâyeciliğin sınıfıysa, Kentsoyluluktur. Adı üstünde, kentsoyluluk, şehirlilik (Fr urbanité) demektir. Şehir dışında, demekki kırda dahî yaşasanız, hayatınızı, yine, şehirli âdâbına uygun kılarsınız. Bahis konusu âdâp, giyim kuşamdan tutunuz da hâl ile hareketlerin, davranma tarzları ile tutumların en ince ayrıntılarına dek uzanır. Nitekim, kırlık alanlarda inşâa olunan mâlikhâneler, gerek mimarî yapıları gerekse hâvî oldukları imkânlar itibârıyla şehirdekilerin sureti olmuşlardır. Onsekizinci ile Ondokuzuncu yüzyıllarda kaleme alınmış seyâhatnâmelerde gördüğümüz resimlerdeyse, balta girmemiş yağmur ormanlarına dalan beğefendiler, kolalı gömlekli, boyunbağlı ve takım elbiselidirler. Yeryüzünün hangi köşe bucağına giderlerse gitsinler, İngiliz hanımefendisi (İng lady) de beğefendisi de (gentleman), şehir hayatlarının maddî ile kültürel değerleri ile unsurlarını, mümkün mertebe, gerçekleştirmeğe bakmışlardır. Hikâyeye, daha doğrusu, nükteye inanacak olursak, bir İngiliz beğefendisinin yatak kılığında bile, boyunbağı eksik olmazmış! Tabîî bu işde bayağı tuhaf bir aykırılık göze çarpmıyor değil: Zihniyet iktisâdîleşmekle birlikte, özellikle Yenidendiriliş döneminde, demekki 1500lerde 169 Bkz: Edwin Jones: “The English Nation/ The Great Myth”, 15.s. 170 Bkz: Edwin Jones: A.g.e, 65.s. 171 Fr théocracie & monarchie. 105 Ortaçağdakilerden farklılalaşan soyluluk âdetleri ile âdâbımuâşeret kuralları hiç değişmeden yürürlükte kalmışlardır. İşte bu iki, aykırı gibi gözüken, unsurun mezci, çağdaş şehirli hayatın 172 anaörneğini teşkîl etmiştir: Bir yanda Sermâyeci iktisâdın gerektirdiği serbest rekâbetci müteşebbisliği, öbür taraftaysa, şehirli hayatın âdâbımuâşeret zapturaptı (Fr discipline). Yalnız, bu zapturapt, yine çok ilgi çekici bir husus, merkezî devletin hukukî–inzibâtî tasarruflarından ziyâde, aile ile okul kaynaklı eğitim yoluyla tek tek kişilere aşılanmıştır. Başka bir deyişle, Kentsoylu İngiliz, kendisinden beklendiği gibi giyinip kuşanmıyor, yiyip içmiyor, davranmıyor ve iş görmüyorsa, güç ve yetkiyle donanmış belirli bir merci tarafından derdest olunup cezâya çarptırılmıyor. Başına daha kötüsü geliyor: Ayıplanıp dışlanıyor, aforoz ediliyor. İktisât kadar siyâset ve düşünce hayatı bütünüyle ademimerkezîdir (Fr décentralisé). Herkes, kendi başına ve kendisinden sorumlu. İşte, daha 1300lerden itibâren gelişip 1790larda olgunlaşan Hür Sermâyeciliğe doğru yol alan Kentsoylu yaşama ile düşünme tarzının açıkca sınanıp denendiği tecrübe sahası, Yeni İngiltere, nâmıdiger Amerika Birleşik Devletleri olacaktır. Sermâyecilik, ideoloji olarak, özel mülkiyet hakkının savunulmasından ibâret değildir. Filvakî, özel mülkiyet, insanların, konar-göçer avcılık safhasından yerleşik tarım toplumu yaşayışına geçişlerinden beri varolagelmiş bir kurum olup bütün medeniyetlerde kendisini göstermiştir. Sermâyecilik, haddizâtında yüksek verim sağlamaya yönelik üretim araçları ile üreten insan gücünün özel mülkiyete dayanmasıdır. Yüksek verim sağlamaya yönelik üretim araçları ile üreten insan gücüne mâlik olmak sermâye birikimini temîn edebilmiş herkese açıktır. Buradan da aynı tür malı üretenler arasında rekâbet doğmuştur. Sermâye birikimi ile kâr haddini rakîplerine oranla yükseltebilen, git gide öbürlerini sâfdışı kılar. Böylelikle tekelci sermâyenin ortaya çıktığı görülür. Bunu önlemeğe yönelik olarak çıkarılan kanunlar, ‘dostlar alışverişte görsün’ kabîlindendirler. Zirâ, merkezî devlet, 1700lerin başlarından itibâren gittikce büyük sermâye öbeklerinin hâkimiyetine, hiç değilse, denetimi altına girdiği görülür. Görünüşte yasaklansa dahî, devlet desteği açıktan yahut gizlice varlığını duyurmuştur. İngitere de Felemenk de, cihânşumûl sömürge imparatorluklarını şirketleri 172 Fr vie urbaine moderne. 106 yoluyla kurmuşlardır. Hedef ülkeye şirket arkasına devlet desteğini almış durumda giriyor. Bölge yahut ülke bir kere sağlama bağlandıktan sonra, oranın, âsâyişi başta olmak üzre, idârî, mâlî, eğitim, öğretim bütün meselelerini merkezî devlet üstlenir. Günümüzde de, filhakîka, Amerika Birleşik Devletleri, aynı iktisâdî-siyâsî hedefi benzer yöntemlerle gerçekleştirmek peşindedir. ‘Hür Sermâyeciliğ’e ve onun hayat tarzını temsîl edip savunan ‘Çağdaşcılığ’a (Fr Modernisme) karşı tepki şeklinde doğmuş olan ‘Romantism’ dünya ile doğa görüşlerinin ideolojileşip siyâsîleşmiş türevi ‘Faşism’ ve onunla birtakım benzerlikleri bulunan ‘Millî toplumculuk’tur (Fr National Socialisme). Gerek çok farklı görüşteki kişiler ile insan kümelerinin vucut verdiği Hür Sermâyeciliğe gerekse onun kendisine karşı tercih olunabilecek seçenek olarak meydana getirilmiş Toplumculuğa (Fr Socialisme) tepki şeklinde doğmuş Faşism ile Millî toplumculuğa oranla Hür Sermâyecilik, gevşek dokunmuş bir ‘fikirler örgüsü’, bir ideolojidir. O kadar ki, hem yaşama tarzındaki hem de siyâsî alandaki yumuşak, mutedil görünüşüyle Sermâyeciliğin, ideoloji olup olmadığı bile, sorulabilir. Onun müsâmahalı, mutedil, yüzeyde kalan müsâadeci (İng permissive) görünümü ve beşerin, temelde, ‘belden aşağısı’nın, başka deyişle, hayvanî kesiminin ihtiyâçlarını hedef tahtası seçmesi, böylesi geniş coğrafyalara kısa sayılabilecek sürede yayılmasını sağlamıştır. “Özel üretim ile mülkün ileri aşamalara ulaşması ve zanaatların seviyesinde alışılmışın ötesinde gelişmelerin kaydedilmesi, özel ihtiyâçların karşılanmasını kolaylaştırmış ve yatırılmış sermâyeden verim elde edilmesini sağlamıştır. İşte böyle tarîf ve tayîn olunan iktisât sistemi Sermâyeciliktir. O, bağrında para hâkimiyeti (Fr plutocracie) tehlikesini barındırır. W.Sombart, Sermâyeciliği, erken ―İngiltere ile Fransada Onsekizinci yüzyıl sonlarına, Almanyadaysa Ondokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru―, yüksek ―Ondokuzuncu yüzyıl sonları A.B.D.― ve geç ―Birinci Dünya Savaşı sonrası Kuzey ile Batı Avrupa― olmak üzre üç safhada mütâlea etmiştir.” 173 4- Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyetinin, dolayısıyla da, Sermâyeciliğin Tarihteki Konumu i- İngiliz-Yahudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken 107 Farklı görüşteki kişiler ile değişik insan kümelerinin vucut vermesine rağmen, Hür Sermâyeciliği asıl belirleyip başlangıç safhalarından bu yana yürüten merkezî mahfil, milletlerüstü bir teşkilât olan Farmasonluktur. Sıkı bir silsileimerâtip düzeni ile tavîzsiz bir gizlilik kuralı doğrultusunda çalışan Farmasonluk, belli bir kişinin, aile yahut boyun güdümünde olmayıp dünya çapında kurumlaşmış bir teşkilâttır. Mensupları, teşkilâtın merkezî ve bağlı bulundukları locaların tüzükleriyle zapturapt altına alınmış olmalarına karşılık, teşkilât ile loca dışındaki özel hayatlarında tümüyle serbestce yaşayabilirler. Cinsiyet hâriç, din ile milliyet neviinden hiçbir ayırım gözetmeyen Farmasonluk, üyeleri arasında görüş ile çıkar destekleşmesini herhâlükârda şart koşar. Bununla birlikte, eşitler arasında üstün olanlar, yine de İngilizler olup onları Yahudîler takîb ederler. İngilizlerin arasındaysa, günümüzde tavsamış bulunsa bile, soyluluk mertebeleri uyarınca derecelenme söz konusudur. İşte, ilkin 1789 İhtilâlikebîrle Fransada köprübaşı tutup oradan Avrupanın değişik yörelerine intikâl eden, öncelikle de Sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her tarafında, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılan İngiliz-Yahudî medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır. Bunlar, bir yanda, doğrudan doğruya kendileri, öte taraftan da, Rotary, Lions gibi, meslek yahut hayır dernekleri ve toplulukları kisvesindeki resmî – gayrıresmî alt kuruluşları yoluyla, Hür Sermâyeciliğin tohumlarını serpmiş, ardından da onu dünya çapında fikren ve maddeten inkişâf ettirmişlerdir. Farmasonluk, dost kisvesi altında cezbedilmiş yahut zor kullanılarak esir alınmış toplumların en kâbiliyetli, akıllı, zekî ve tercihân soylu soplu bireylerini bağrında barındıran en etkili —zanaat, sanat, sanayi, ticâret, siyâset, öğretim, silâhlı kuvvetler gibi— çevreleri gözetir. Anılan çevreler yoluyla Farmasonluk, İngiliz-Yahudî zihniyetini teşkîl eden inançlar ile ülküleri hedef topluma yahut millete en üst seviyeden zerketmeğe bakar. Tactique ve stratégiesiyle Farmasonluk, İngiliz-Yahudîliğin anaörnekliğini teşkîl eder. Kendisine sakladıkları ile dışındaki çevrelere ‘ihrâc ettiği’ değerler, birbirlerine ters düşerler. Farmasonluk, bir kere, muhâfazakâr, maneviyâtcı ile silsileimerâtipci olmasına ve kendisiçin gizlilik ile câmiaiçi dayanışmayı savunmasına karşılık, kendi dışındakilere maddiyâtı, eşitlikciliği, 173 Johannes Hoffmeister: “Wörterbuch der philosophischen Begriffe”, 342.sayfa 108 ilericiliği, devrimciliği, şeffaflık ile bölünüp bireyleşmeyi telkîn eder. Tıpkı kendisinden geldiği ve temsîl ettiği iki ana zihniyetten sapına dek dindar Yahudîliğin, kendi dışındaki dindarları yobaz olarak nitelemesi, kendisi kavmiyetci olmasına karşılık, başkalarının milliyetciliği ile yurtseverliğini ırkcılık, giderek, Yahudî-aleyhdarlığı şeklinde telâkkî etmesi gibi. Yine tıpkı, kendisinden türeyip kendisini temsîl eylediği öbür anlayış olan İngilizliğin, ilericiliği, eşitlikcilik ile cumhuriyetcilik fikirlerini ihrâc etmesine karşılık, kendisinin muhâfazakârlık, silsileimerâtib ile hükümdârlık ülkülerine bağlı kalması gibi. Aile hayatı ile dayanışması, evlilik kurumu ve askerî güç kavrayışı neviinden kendisini zaman içerisinde kanıtlamış nice değer varsa, öncelikle Yahudîlik ve gittikce gerileyen derecede İngilizler, bunları kendilerine alıkoyarlarken, 174 kerîh bildiklerini hedefteki özge toplumlara ‘yedirerek’ onların mücâdele irâdelerini, dolayısıyla dirençlerini kırmağı amaçlamaktadırlar. İngiliz-Yahudîliğin, anlayışıyla, dünya ile insana bakışıyla, hâl hareketleriyle, öncelikle İngilizlik kanadını yeryüzünün en ücrâ köşelerine taşıyan bir kurum da, millîleştirilmiş kilise durumundaki Anglikancılıktır. Ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısından itibâren Fransa, Felemenk, İsviçre, İsveç, Danimarka; Birinci Dünya Savaşının ardındansa, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Orta ile Doğu Avrupanın ufak ülkeleri git gide sözünü ettiğimiz medeniyetin etki alanına girmişlerdir. Nihâyet bu tarihlerde Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, aslında kendisinden türemiş olan İngiliz-Yahudî medeniyetine karışmıştır. ii- Din ile Dindışının Birbirlerine karşı Mevzilenişleri Tarihi yönlendiren tümel tasarım varmıdır? Kelâmın terimleriyle ifâde edilirse, ‘küllî irâde’ denilen çeşitten tümel tasarıdan söz edilebilinirmi? Vardır, diyenler, dar yahut geniş anlamda dindar, yânî doğrudan doğruya yahut dolaylı şekilde dinin etkisinde kalan kimselerdir. Dar anlamda dindarlar, yalnızca Tanrıya inanmakla kalmayıp doğrudan yahut dolaylı olarak Ondan nâzil olduğuna inandıkları Tebliğlerden birini benimseyip o doğrultuda toplumsal ile bireysel hayatlarını tanzîm ederler. Geniş anlamda ‘dindar’ diye nitelediklerimiz, âlemdeki düzenin bir kurucusunun yahut 174 Günümüzde en etkili, kudretli ve muntazam silâhlı kuvvetleri, sözgelişi, İngiliz-Yahudîliğin ana merkez üç ülkesi olan İngilterenin, A.B.D. ile Israilin ellerindedir. 109 belirleyicisinin bulunduğunu onamakla birlikte, herhangi bir iytikât düzenine uymağı reddederler. Bunlara, gevşek bir deyimle, Sekülerler diyebiliriz. Nihâyet, tek tek olup bitenleri belirleyen bir düzeni kabul etmekle birlikte, bunun ‘mimar’ını tanımanın, nesnel, positiv şartlar çerçevesinde imkânsız olduğu, bu yüzden de, böyle bir mercinin yahut gücün varlığından anlamlı tarzda bahsedilemeyeceği kanısını taşıyanlar vardır. Onlar, Bilinmezcilik (Fr Agnosticisme), Positivcilik, Maddecilik, Tanrıtanımazcılık (Fr Athéisme) akımlarından birinden yahut birkaçından sayılabilirler. Özetlersek, Tanrıcılar ile Tanrıtanımazların (Fr athée) ortak paydası, evrende belli kurallar uyarınca işleyen bir düzenin bulunduğu kabulüdür. Ayrıldıkları husussa, zorunlu kurallara uygun işleyen düzenin müellifi varmıdır, yokmudur ve onun kimliği nedir, sorularına verdikleri cevaptadır. İşte dar ile geniş anlamdaki ‘dindarlar’a hep birlikte Gerekirciler (Fr Déterministes) demenin yanlış olmayacağı kanısındayız. Aslında, bir yanda Gerekirciliği benimsemek, öbür taraftan da Tanrının varlığını inkâr etmek, âşîkâr bir çelişkidir. Bu sebeple, esâs tutarlı Tanrıtanımazlar, evrende zorunlu düzenin bulunmadığını öne sürenlerdir. Söylediklerimizin kanıtını, öncelikle Vladimir İlyiç Ulyanov, nâmıdiger Lenin’le (1870 – 1924) karşılaştırıldığında, Jacques Monod’nun (1910 – 1976) sergilediği tutarlılıkta buluyoruz. Tanrıtanımaz Ortakmülkcülüğe bağlı çağımızın önde gelen biyolog ile filosoflarından Jacques Monod, evrenin, dialektik yasalar doğrultusunda işleyen maddî etkileşimlerin verisi olduğu iddiasını toptan reddetmiştir. Monod’ya göre, ne doğa ne de tarih bağlamında zorunluluktan mantıklıca söz edilebilinir. Haddizâtında, zorunsuzluğu (Fr&İng contingence) Yeniçağda savunan İngiliz Deneyciliğinden hareketle Charles Darwin, evrim varsayımıyla, eşyânın tabiatı gereği, bütün olup bitenlerin rastlantılı olduğu savını çağımız zihniyetine hakketmiştir. Monod, Darvinci anlayışın gereğini en tutarlı tarzda yerine getirmiş çağımızın düşünürüdür. Dünyaya yatay düzlemde, yânî olaylara gözümüzün önünde olup bittikleri tarzda baktığımızda, zorunsuzluk ilkesini reddedemeyiz. Akıl–deney 175 yolu, başka bir sözle, positiv yöntem bunu gerektirmektedir. Eksik varolanlar olarak bunun dışına çıkamayız. İşte bu bağlamda olup bitenlere baktığımızda, doğada evrimi, toplumdaysa tarihi 175 Fr rationnel-empirique. 110 görürüz. Ne var ki, Vahiy ve ‘iç sesimiz’, yânî vicdânımız ise, bize Mükemmelliği, başka türlü söylenirse, mutlak zorunluluğun hükmünü bildirirler. Zorunsuzlukları doğal olarak algılarız; mükemmellik ise, bilinemez: Onun varlığına ya imân edilir ya da edilmez. Bu sebeple, sokakta yürürken başıma düşen saksı olayını ya “tesâdüf eseridir”, “kazadır” ya da “kaderin tecellisidir” şeklinde niteleyebilirim. İki tavır arasında bilgi teorisi açısından fark yoktur; ideolojik fark, tabîî ki, âşîkârdır. Yatay düzlemde olup bitenleri izlediğimizde, karşılaştığımız etkilerin ancak birkaç adım önceki nedenlerini tesbît edebiliriz. Burada öyleyse kısa vadeli, kısmî tesbîtler söz konusudur. Hakîm aşamasındaki kimselerde yatay gerçeklik düzleminin aşılıp İlahî görüşe yaklaşmanın mümkün olduğu, konunun erbâbı tarafından bildirilen bir husustur. Burada artık toptan görme ―basîret― bahis konusudur. Tarihe bilimsel tavırla bakmak alışkanlığında olmamız, onda şaşmaz hikmet yansısını, nurunu görmemize engel değildir. Hikmeti aramak cefâsına kapılınmaksızın kendiliğinden hakîm olunamaz. ‘Bilim’in üstü ve kaynağı ‘felsefe’dir. Onun fışkırdığı pınarsa, ‘hikmet’tir. Bunun da en uç noktası, tam ve şüphesiz idrâk ile bilme demek olan ‘hadsisâdık’tır. Tarihi incelerken sezgilerimiz bize önemli ölçüde yardım ederler. Sezgilerimiz, akılyürütmelerimizi destekledikleri oranda kullanılırlar. Ortalama zekâ seviyesinde herkes biçimsel mantığın ana yolu olan akılyürütmeyi olağan bir orta ile yüksek öğrenim sonunda öğrenebilir. Hâlbuki hadsisâdık, pek az kimseye nasîb olan mazhariyettir. Bu yüce kâbiliyetle mücehhez kişi, taleb ettiği takdîrde bir mürşidin mürîdi olarak eğitilir. Tasavvufî eğitim, biçimsel öğrenimden bambaşkadır. ‘Biçimsel öğrenim’ bize ilkece şüpheye açık değişken ‘bilimsel’ yahut ‘fennî’ bilgilerin edinilmesini sağlarken, ‘tasavvufî eğitim’ insanı ilkece şüpheden ârî, kâmil ve tam irfân demek olan Hakkelyakîne ulaştırabilir. Buraya değin olaylardan uzaklaşıp kopmadan onların yılankavî yol alışlarını adım adım izlemeğe çalıştık. Batı dünyasında cereyân etmiş olaylar zincirini ve sonuçta Onyedinci yüzyıldan itibâren Yahudî sermâyesi ile kendi toplum–siyâset şartları çerçevesinde İngiliz teşebbüscülüğünün ‘izdivâc’ından neşet etmiş günümüz medeniyet durumunu, ona rakîp ve seçenek gördüğümüz İslâm anlayışıyla dahî yer yer 111 karşılaştırmakla birlikte, bahse konu kılınmış taraflardan birine yahut öbürüne alenen haksızlık etmekten olabildiğince kaçınarak, tesbîtci ve tasvîrci tutumla yansıtmağa çaba harcadık. Ne var ki, haksızlık etmekten kaçınmak, taraf tutmamak anlamına gelmez. Tarafsızlık, ahlâksızlıktır. Haksızlık etmek ise, adâletsizliktir, yânî zulmdür. Tarihin hiçbir devrinde haklı ile haksız günümüzde cereyân eden mücâdeledeki kadar açık seçik biçimde ortaya çıkmamıştır. Hâkim güç, aklın havsalanın alamayacağı derecede kuvvetli, kudretli ve zengindir. Yeryüzü, beşerî ve tabîî tekmil kaynaklarıyla ona teslîm olmuş gözüküyor. Şimdimizden kaygılıyız; geleceğimizden ise, endîşe duyuyoruz. Olup bitenler, yüzbinlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın infilâkı değil, parmaklarımızın arasından kayıp giden insanlığımız ile onu barındırıp ihyâ eden dünyamızdır. Olaylardan kimisi niye bu yöne saptılar da, başka taraflara yönelmediler, sorusunu da sormadan edemiyorsunuzdur. Tesbît ile tasvîr ettiklerimizin büyük çoğunluğunu nedensel çerçevede kanıtlamak imkânından yoksunuz. Öncelikle, tarihte vukûu bulmuş olaylardan pek azı belgelenebilir cinstendir. Bundan dolayı neden – etki bağıntılarını inşâa etmek olağanüstü zor bir beceridir. İnşâa etmekten uydurmağa kaymak işden bile değildir. Uzak ile orta vade geçmiş vaka silsîleleri arasında karîneler yoluyla neden – etki bağıntılarını kuran tarih filosofu, ölümcül uçurumun üstünde uzanan buzdan köprüyü geçerken önünü ardını defâlarca yokladıktan sonra her adımını atan dağcıyı andırır. Tarihte belirlenim arayan filosoflar, hep, vaka silsîleleri, niye falanca yönde ilerilediler de, filâncaya sapmadılar sorusuyla becelleşip buna cevab aramışlardır. Onlar, tarihin esaslı biçimde değerlendirilip anlamlandırılmasına birtakım maddî ile coğrafî şartların sıralanıp dökümünün çıkarılması ile zaman, mekân çerçevelerinin çizilmesinin yetmeyeceği kanısını taşımışlardır. Sözgelişi, çağımız dünyası niye Kuzey batı Avrupada biçimlendi de, onun iklîm şartları ile coğrafî konumunu andıran yeryüzünün özge yörlerinde şekillenmedi? Onaltıncı yüzyılda yüksek bir zanaat (Fr&İng technique) sevîyesi sergileyen Çin, nasıl oldu da düzenli biçimde uzak ufuklara yelken basıp 112 denizaşırı toprakları yerleşimine açamadı 176; nihâyet bunu İngilizler, Felemenkliler, Danimarkalılar, Fransızlar, Ispanyollar ile Portekizliler başardılar? Hele, nüfus ile yüzölçüm boyutları itibârıyla, koskoca Çin ile küçücük Felemenk ile Danimarka ülkelerini karşılaştırınca, muazzam başarı ibresinin ikincilerden yana ağır basması, daha bir şaşırtıcı olmuyormu? Herbert W.Armstrong, bu hâli, “Vahiye göre Anglo-Saksonlar” 177 başlıklı dikkate değer eserinde İlahî İnâyete 178 bağlamıştır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 – 1831) ise, “Tarih Felsefesi Dersleri” 179 başlıklı dev eserinde tarihin, ‘Maneviyât’ (Alm Geist) tarafından belirlenip yönlendirildiğini öne sürmüştür. ‘Dünya Maneviyâtı’nın (Weltgeist) hükmü altında yol alan medeniyetin 180 güneş misâli, doğudan doğup 181 Batı Asyada en üst noktasına erişerek batıda 182 kemâle erdiği görüşünü savunmuştur. Hegel’e göre, Maneviyât, doğada olduğu gibi, tarih diye adlandırdığımız inssanlık âleminde dahî, milletlerin maşerî (Fr collectif) maneviyâtları (Alm Volksgeist) aracılığıyla Kendisini izhâr eder. Bu süreçte bâzı milletler başı çekerlerken, diğerleri bir 176 Ming hânedânı devrinde Çinin güneyindeki Yunnan eyâletinden Müslüman Çinli amiral Çeng Ho(asıl adı, Ma San-Pao: 1371 – 1435), komutasındaki 62 gemilik filo ve 27,800 askerden oluşmuş birlikle 1405de Batı denizlerine yelken açmıştır. Siyâsî ve ticârî sebeplerle ziyâret edilen ülkeler, sırasıyla, Vietnam, Malaka (Malaya’da), Sumatra, Seylan, Basra Körfezi, İran, Hicaz, Umman, Yemen, Sudan, Kenya, Zanzibar... Ziyâret olunan yerlerden anayurdun yabancısı olduğu bitki ile taş örnekleri, ticârî metâa ve kimi ecnebî tâcir ile devlet ricâli pâyıtaht Nankinge götürülmüşlerdir. Birçok kez tekrarlanan gezilere nihâyet 1433te birdenbire son verilmiştir. Bu tarihten sonra Çinliler, bir daha uzak yol deniz keşif gezilerine çıkmamışlardır —bkz:Nicholas Tarling: “The Cambridge History of Southeast Asia”, I.cilt, 227.& 331.syflr; ayrıca bkz: “Encyclopedia Britannica CD Multimedia Edition”, “Cheng Ho” maddesine. Bundan altı yüz yıl önce binlerce kişinin gerek taşınmasını gerekse aylarca süren iâşesini sağlayan teşkilâtcılık ile düzen zihniyetine, bunca büyük sayıda gemiye böylesine uzak ve tanınmayan diyârlara yelken açtıran zanaate, hüner ile mahârete nice hayran kalınsa azdır. Hayrete mûcib olan husus ise, böylesine muazzam bir teşebbüsün, müstemleke kurma bâbında sonuçsuz kalmasıdır. 177 Fr “Les Anglo-Saxons selon la Prophétie”; İngilizceden Fransızcaya Ambassador College tarafından tercüme olunmuştur. 178 Fr Grâce Divine 179 Alm “Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte”; E.A. (iki cilt), Berlin, 1832 ―bkz: Volpie & Julian Nida-Rümelin: “Lexikon der philosophischen Werke”, 790.-792.syflr. 180 Geschichte der Menschheit: İnsanlık tarihi. demekki Doğu Asyadan… 182 demekki Batı Avrupa 181 113 çeşit figüran rolünü oynarlar. Maşerî maneviyâtın kendisinde odaklaştığı kimseler, Hegel’in gözünde, Büyük İskender (356 – 322), Gaius Iulius Caesar (102 – 44) ile Napoléon Bonaparte (1769 – 1821) gibi tarihî kişilerdir. Bunlar, kendi başlarına cüzî amaçlarının takîpcisiyken, aslında, tabîî ki bilmeden, “aklın bir hîlesi”ne âlet olurlar. 183 Yine Hegel’e bakılırsa, maneviyâtın kendisini göstermesi, mutlak hukuk ile hürriyet ilkelerinin 184 gerçekleşmeleri (“Freiheitsverwirklichung”) yoluyla olur. Hürriyetin gerçekleşme basamakları, insanlığın ilerileme (“Fortschritt”) aşamalarını temsîl eder. Hürriyetin gerçekleşme sürecinin akîm kaldığı yahut ilgâ kılındığı durumlarda, gerileme (“Rückkehr”) başgösterir. İlerilemeyi durduran en önde gelen etken ise, doğaya hâkim karanlık güçlerin (“dunkle Macht der Natur”) baskısına insanın, bel vermesidir. Hukuk ile hürriyyet ilkelerinin bayrakdârlığını yapan millet, tarihtedeki ilerilemenin de öncüsü sayılır. Bu çabalarında doğanın veya tarihin istibdât fırtınalarına göğüs geremeyen yahut bayrakdârlık tâkatını gösteremeyen milletler, hukuktaki üstünlüklerini, yânî devlet olma vasıflarını ve hürriyetlerini yitirirler. Devlet geleneğinin Asyadan yayıldığını bildiren Hegel, kendi bireysel kaderinin ―İslâmî terimlerle söylersek, ‘cüzî irâde’sinin― bilincine erişme mücâdelesini vermek suretiyle kişileşmek, kölenin tersine, Atinalı vatandaşa 185 nasîb olmuştur, diyor. Çağdan çağa ve toplumdan topluma farklılık gösteren örflere bağlı birey olma durumundaki insandan Tektanrılı Vahiy dini ―Hegel’in kasdettiği, Hırıstıyanlıktır― sâyesinde ahlâk insanı doğmuştur. Ahlâk kişisi olarak insan, hürriyet ile akıl varlığıdır. 186 Hür insan, konumunu Lutherci Islâhatcı (“Reformation”) hareket ve daha sonra Hürriyetcilikle (“Liberalismus”) pekiştirmiştir. Hırıstıyanlığın yaratma görüşüyle, yeryüzünün, doğadışı güçlerden arındırılmasının ardından (“entgötterte Natur”), Lutherci Islâhat ve sonraki Hürriyetci hareketlerin sonucunda, Hegel’e kalırsa, insanın kendisi, kendisine 183 Alm “unbewusste Werkzeuge einer List der Vernunft”. 184 Alm“das unbeschränkte Rechts- und Freiheitsprinzip”. 185 Alm “griechische Bürgerwelt”. 186 Alm “Freiheits- und Vernunftswesen”. 114 karşı serbestce tavır alır hâle gelmiştir. 187 Bu serbestleşmesindeki en önemli âmil, onu, doğanın, Hegel’in deyimiyle söylersek, karanlık, müstebit güçlerine karşı muzaffer kılan sanayi devrimi olmuştur. iii- Manevî İnsana karşı Maddî Beşerin Mevzilenişi İşte, insanın, doğaya cephe alışı ve Sanayi devrimi doğrultusunda kendisini kendisine karşı âzât kılmasıyla, Hürriyetci–Sermâyeci anlayış, büyük bir ivme kazanmıştır. Bu eşi menendi görülmemiş gelişmelerin anahtarıysa, Yahudîlik ile İngilizliğin tarihî ittifâkında aranmalıdır. İnsanın, kendisine karşı kendisini âzât kılmasının ne anlama geldiğini gözden geçirdik. Bu yüzden aynı konuya burada dönmeyeceğiz. Yalnız, bu yolda onun, dur durak bilmez korkunç ilerileme marazına dûçâr olduğunu belirtelim. Bireyler, tüzel topluluklar, şirketler ile milletler arasında kıyasıya, sonu belirsiz yarış başgöstermiştir. Yarış için yarış! İlk ve biricik hedef, kuvvete, kudrete, şana, şöhrete, servete kavuşmak. Hep daha çok; daha, daha fazla; çok daha fazla! ‘Önüme ne çıkarsa, devirir, basar, geçerim; ihtirâslarımın sonu sınırı yok!’ ‘Dünya benimdir ve sonunda her yanıyla, her şeyiyle bana kalacak!’ İmdi, Maddeci–Mekanisist–Akılcı–Deneyci–Laik–İnsancı–Hür Sermâyeci (yahut Toplumcu)–Çağdaşcı insanın vehmi: Bu insan, içsizdir, bencildir, bencidir, benmerkezcidir, çıkarcıdır, ukalâdır, bilgiçtir, zekîdir, arsız hayâsızdır; çıkarına dokunulmadıkca, rahat bırakıldıkca başkasına karışmaz ―’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!’―; kısacası, daha önce belirttiğimiz üzre, tragique varlıktır. Çıkarlarını yürütmek maksadıyla oldum olası kimsenin aklına esmemiş yollara başvurur. Fennî üstünlüğüne dayanarak kendisine karşı çıkanları, toptekneleri (İng gunboat), tank, top, uçak, yangın bombası neviinden gelişkin ateş gücü yüksek; kimyevî, biyolojik yahut çekirdeksel (Fr nucléer) bombalar gibi, maşerî yıkıcılığı olan silâhlarla sindirmiştir. Bunların etkisi de, beklenin altında kalınca, başka müdhiş yöntemler denenmiştir: 1900lerin başında Çinlilere revâ görüldüğü gibi, kalabalık kitlelere zorla afyon yutturulmuştur. Ama bundan daha sinsisi dahî var: Felsefî sistemlerin çarpıtılmasından elde edilmiş ideoloji verisi, içi boş, dışıysa rengârenk 187 Alm“Befreiung des Menschen zu sich selbst”. 115 kâğıtlarla allanıp pullanmış, sarıp sarmalanmış deyimler ve deyişlerle yığınla zihinlerin bulandırılması, uyuşturulup yozlaştırılması! Böylelikle insanın savaşma ile başkaldırma hassasına öldürücü darbe indirilmiştir. 5- Hür Sermâyeciliğin Yapma Seçeneği: Toplumculuk Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti, ana ideolojisi olan Hür Sermâyeciliğe seçenek olarak Ortakmülkcülüğü oluşturmuş yahut oluşmasına el vermiştir. Bu yolla Hür Sermâyeciliğe esaslı bir seçeneğin doğması, vucut bulması önlenmek istenmiştir. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin dışından çıkıp geleceği sanılırken, onun içerisinden beklenmedik bir bozuk ses yükselmiştir: Faşism. Hür Sermyecilik gibi, Toplumculuk ve onun türevi, Ortakmülkcülük de, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin temel dünyatasavvuru olan Maddecilik– Mekanisismden esinlenerek biçimlenmiştir. Muhâfazakârlığa karşı olup ilerici– hamlecidir. Yine Sermâyecilik gibi, iktisâdı ilahlaştırır. Bu esâslı ortak özelliklerin yanında, Toplumculuğun, özellikle de, onun aslî uzantısı olan Ortakmülkcülüğün, Sermâyecilikten ayrıldığı hususlar elbette var. Aksi tadîrde, nasıl seçenek olurdu? Nitekim, ‘birey’in ‘bireysel benliğ’ine çakılıp kalmağı derpîş eden Sermâyeciliğin tersine, Ortakmülkcülük, ‘toplumsal benliğ’e sıçramağı —üretim ile tüketim ilişkilerinden hız alıp bunların şartlarını değiştirmeği— öngörür: Devrim. Bununla İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Hürriyetcilik–Sermâyecilikten memnun değilseniz, buyrun işte, size seçenek ideoloji, Toplumculuk yahut Ortakmülkcülük!’, demek istemiştir. Nasıl birincisini Thomas Hobbes, John Locke (1632 – 1704), David Hume, Adam Smith gibi İngiliz filosofları biçimlemişse, ikincisini, Almanyada doğup büyümüş olmakla birlikte, asıl zihin olgunluğuna İngilterede ulaşmış Karl Heinrich Marx belirlemiştir. İngiliz tarihini kendisine örnek alarak bunun bir bakıma türevi şeklinde görünüme çıkmış Sermâyeciliği irdelemiştir. Çıkardığı sonuçları Avrupa, hattâ dünya çapında yaygınlaştırarak insanlığın geçmişteki aşamalarını değerlendirip bunlardan hareketle geleceğe ilişkin tahminler yürütmeğe çalışmıştır. Karl Marx, klasik mekaniğin öngördüğü bilimsellik incelemelerini yürütüp sonuç çıkarmağa çaba harcamıştır. İleride, tarafdarları ile aleyhdarlarınca kendisine yakıştırılacak heyecân ile duygu dolu nitelemelerden, az önce söylediklerimizden de anlaşılacağı üzre, Karl Marx, vâreste 116 tutulmalıdır. Karl Marx, bilimsel, duru, seçik akılyürütme tutumunun gerektirdiği biçimde araştırmalarını dar çerçeveden genişe doğru yürütmüştür. Sonuçta, ona bakılırsa, Toplumculuk, Sermâyeciliğin rakîbi veya seçeneği olmayıp “Tarihî maddecilik gereği devâmı”dır. İngiltereden Kıta Avrupasına, oradan da yeryüzünün öbür illerine ellerine yayılacağını iddia etmiştir. Böyle bir oluşumun başgöstermesi, ancak o dönem İngilteresinde varolmuş maddî ile zihnî şartlar çerçevesinde mümkündür. Nitekim zamanla Toplumculaşmış Sermâyecilik yahut Sermâyecileşmiş Toplumculuk —: Toplumsal halkidâresi (Fr Démocratie sociale)—, İngiltere ile benzeri Kuzey batı Avrupa ülkelerinde yer edinmiştir. Bu ülkelerde siyâsî düzen, toplum devleti (Fr Etat social) şeklinde nitelenmiştir. Gerek Rusyada gerekse onun zoru ve desteğiyle başka memleketlerde zuhur etmiş ve dar anlamda Rus siyâsî ve askerî yayılmacılığının aracı ve âleti olmuş Leninci-Stalinci Ortakmülkcülük, yânî Bolşeviklik, İngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘mimarbaşları’nca yahut başka bir deyişle ‘iyi-saatte-olsunlar’ca öngörülmemiş bir ârızadır, kazadır. 6- Öngörülmemiş Tepkiler: Beşerî Akıl Temelli Maddecilik–Mekanisism Dünyatasavvuruna karşı Romantiklik - İdealism ve Sermâyecilik ile Milletlerarası Toplumculuk İdeolojilerine karşı da Faşism ile Millî Toplumculuk i- Duygu–Heyecân temelli Organisism–Romantiklikten çıkan yol Faşism ile Millî toplumculuk, kendilerini doğurmuş bulunan Romantiklik– İdealismle birlikte, İngiliz-Yahudî medeniyetince öngörülmemiş bir diğer kaza olup onun dünyatasavvuru durumundaki Maddecilik–Mekanisism ve bilâhare ideolojileri olan Sermâyecilik ile Toplumculuğa karşı meydana getirilmiş ve şiddeti gittikce artmış tepkilerdir. Doğanın, matematik tekanlamlılığını, heyecânsızlığı ile tarafsızlığını temel almış Galilei–Descartes–Newton bilim anlayışından hareket eden dünyatasavvuruna karşı Giambattista Vico (1668 – 1744), özellikle “Milletlerin Doğal Hukukunun Tekrar İkâme olunacağı bir Başka Sistemin İlkelerinin Yardımıyla Milletlerin Doğası hakkında Yeni 117 bir Bilimin İlkeleri” 188 başlıklı eserinde insanı ve tarih çerçevesinde biçimlenmiş değerlerini esas almıştır. Bunlar, ilk bahsolunan Maddeci–Mekanisist ve Akılcı olanların tersine, düpedüz akılla izâhı mümkün olmayan manevî değerlerdir. “Latin Dili esas alınmak suretiyle İtalyanların en eski Bilgeliklerinin Sergilenmesi” 189 başlıklı kitabındaysa, bu çeşit değerleri paylaşan toplumların tarihte milletleşebildiklerini öne sürmüştür. Vico, René Descartes’ın “cogito ergo sum” (“düşünüyorum öyleyse varım”) vargısının, analizci tarzda elde edilemeyeceğini; bunun, bilinçte, giderek, toplum benliğinde bitip serpildiğini, neşvünemâ bulduğunu savunmuştur. Doğaya da, kişinin, tarafsız, ilgisiz bakışla yönelemeyeceğini; tersine, toplumun etkisiyle kazanmış olduğu bilinçle yol alabileceğini ileri sürmüştür. Böylelikle çağdan çağa, toplumdan topluma farklılık gösteren doğa görüşleri tarih sahnesini doldurmaktadır. Mutlak kesin Bilgi —Hakkelyakîn— yalnızca Allahtadır. Ona yakınlaşıldığı ölçüde bilgilerdeki görelilikler giderilebilinir. Şu hâlde bilgilenme bir akılyürütme ile gözlem sürecine tâbîyken, ‘irfânî nurlanma’ ânlık sezgi verisidir. Tanrının evrensel düzeni, insanlık âleminde devlet nizâmıyla görünüme çıkar. Aydınlanmacı–İnsancı–Laik zihniyetin, merkeze çektiği ‘birey’ kavrayışına karşı, başta, Vico’da tanık olduğumuz üzre, Tanrı – Devlet esaslarına dayanan bir anlayışın geliştiğini görüyoruz. Bu anlayış, “Fırtına ve Hamle” diye Türkceleştirebileceğimiz (Almanca) “Sturm und Drang” hareketi altında tanınan ve Organisism 190 dünyatasavvurunda esaslanan Romantik akım çerçevesinde 1770den itibâren Almanyada yer edinip yayılmağa başlamıştır. Maddeci–Mekanisistlerin biçimsel aklın verisi kabul ettikleri değerlerin reddolunup bakîr doğaya geri dönüşü taleb eden, bu cümleden olmak üzre, sanayileşmeğe tepki gösteren hareketin, duyguyu, 188 İ:”Principi di una Scienza Nuova intorno alla Natura delle Nazioni, per la quale si ritruovano i principi di altro Sistema del Diritto Naturale delle Genti”; E.A., Napoli, 1725 —bkz: Volpie &...: A.g.e, 385.-857.syflr. 189 L:”De Antiquissima Italorum Sapientia ex Linguae Latinae Originibus Eruenda”; E.A, Napoli, 1710 —bkz: Volpie &...: A.g.e, 91.&92.syflr. 190 ‘Maddeciliğ’e karşı ‘Maneviyâtcılığ’ın; ‘Mekanisism’eyse, ‘Organisism’in geliştirildiğini görüyoruz. ‘Akılcı–Deneyci’ felsefenin aleyhine ‘İdealist’ olan ortaya çıkar olmuştur. ‘Maneviyâtcı–İdealist–Organisist’ anlayışın, hayat ile dünyaya bakış açısı ve tavrı olarak yansımış biçimiyse, ‘Romantiklik’tir. ‘Maddeci–Mekanisist–Seküler–Sermâyeci öncesi’ günleri özleyen ‘Romantiklik’, bu biçimi ve yapısıyla Tepkici ve Gerici ((Fr Réactionnaire) şeklinde nitelenmiştir. 118 sezgi ile gönlü dikkatlerinin odağına çeken Romantiklerin indinde, yer aldığına tanık oluyoruz. ii- Romantiklikten Faşisme Geleneksel yaşama biçimlerinden köylülük, toprağı işlemek arzusu ve bunlardan neşet etmiş —doğayı sevip özlemek, dostluk, dayanışma, maddiyâta sırt çevirmek, savaşcılık, mertlik türünden— kadîm değerleri yüceltmek eğilimi, benden ziyâde biz için mücâdele etme irâdesi ağır basar olmuştur. İktisâttaysa, tüketim ihtiyâçları yelpâzesini —fabrikalaşma— habire rekâbeti alabildiğine kamçılayan Sermâyeciliğe karşı usta – çırak ilişkisi çerçevesinde gelişen küçük üretim birimleri —zanaate dayalı imâlathâne— Korporatism 191 arasında oluşturulmuş dayanışma teşkilâtlanmasını esâs almış ikâme edilmeğe çalışılmıştır. Kısacası söz konusu akım, Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren Kuzey batı Avrupada başgösteren ve 1789 Devrimiyle artık elle tutulur, gözle görülür duruma giren yeniliklere, Yenilikciliğe karşı tepki hareketidir. Bundan dolayı da Tepkici yahut geçmiş ve ‘altın çağ’ diye anılan bir devire geri dönülmek istendiğinden, Gerici şeklinde adlandırılmıştır. Bahse konu hareketin ideoloji hâlini alması İtalyada olur: Faşism. Bu ideoloji, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Giuseppe Garibaldi (1807 – 1882) gibi Millîyetci ihtilâlciler 191 Nasıl Faşism, İtalyada doğup gelişmiş ve oradan değişik uygulama biçimlerinde birçok toplumun siyâsî düzeni hâline gelmişse, aynı durum, onun iktisâdî vechesini temsil eden Korporatism (L corporare: Bütünleşmek, yekvucut olmak) için de söz konusudur. Büyük çapta artıürüne, rekâbete ve özel teşebbüs hamlelerine cevâz vermemesiyle Toplumculukla akrabalık kurarken; sınırlı dahî olsa, özel mala, mülk ile teşebbüse imkân tanımasıyla da hür iktisâda yahut Sermâyeciliğe yaklaşır. İktisâdî hayat, sanayi dalları ile işkollarına göre ‘birlikler’ hâlinde (İ categorie) teşkilâtlanmıştır. İşciler ile işverenler, mahallî ortamda ayrı birlikler hâlinde teşkilâtlanmış olmakla birlikte, ülke çapında aynı işkoluna ait birlikler, ‘üst kurullar’ (İ corporazione) hâlinde demetlenmişlerdir (İ fasciare: Demetlenmek). Benzer birliklerin ‘demetlendiği’ bu üst kurullar, işciler ile işverenlerin karmasıdırlar. Bunlar, çatıları altında derlenmiş oldukları birliklerin kendi yönetim kurullarına danışarak işci ile işveren, yanaşma – yamak – çırak – kalfa – usta ilişkilerini, ücretleri ile terfî şartlarını tayîn edip karar ile kurallara bağlarlar. Özerk teşkilâtlar olan birlikler, mensuplarının iş ve özel hayatlarıyla yakından ilgilenip ihtiyâçlarına cevap verecek şekilde düzenlenmişlerdir. Sonuçta, bütün üst kurulları da, daha yüksek bir birlik çatısı altında —korporasyonla_ rın konfederasyonu— düzenlenip Faşist partisince denetlenmişlerdir. Herkesin bağlı bulunduğu işyeri ve mensubu olduğu meslek öbeği yoluyla ilgili birliğin üyesidir. Bu birlikler, Yeniçağdaki sendikalardan ziyâde, Ortaçağdaki loncaları andırmışlardır. Bunlara üye olup olamamak kişinin isteğine kalmazdı. Birlik yöneticileri, parti tarafından tasdîk olunanlar arasından üyelerce seçilirlerdi. Bahsi geçen teşkilâtlanma modelini Alman düşünürü Adam Heinrich Müller (1779 – 1829) tasarlamıştır. İtalyan korporatisminin etkisiyle Ispanyada General Francisco Franco (1892 – 1975), Portekizde Profesör Dr Antonio Oliveira Salazar (1889 – 1970), Brezilyada Getulio Vargas (1883 – 1954), Arjantinde Juan Peron (1895 – 1974) benzeri teşkilâtları vucuda getirmişlerdir —bkz: Julius Gould&William Kolb: “A Dictionary of the Social Sciences”, 141.&142.syflr; 119 ile Gabriele D’Annunzio (1863 – 1938) neviinden şair–düşünürlerin İtalyayı ecnebîlerin işğâlinden kurtarma ile birleştirme savaşlarında biçimlenmiş; Yirminci yüzyılın ilk yarısında da, öncelikle Vilfredo Pareto’nun (1868 – 1913) Fransızca kaleme almış olduğu “Cours d’Economie Politique” (“Siyâsî İktisât Dersleri”) ve anadilinde yazdığı “Manuale d’Economia Politica” (“Siyâsî İktisât Elkitabı”) ile “Trattato di Sociologia Generale” (“Genel Sosoyoloji İncelemesi”) kitaplarında bellibaşlı siyâsî ile iktisâdî özelliklerini kazanmış; nihâyet, Fransız Devrimci sendikacısı Georges-Eugène Sorel’den (1847 – 1922) hatırı sayılır raddede etkilenmiş olan Önder (İ il Duce) Benito Mussolini’nin (1883 – 1945) siyâsî mücâdele düzleminde kemâle ermiştir. İtalyan Faşismi, kendisini Romanın devlet ile savaş düzeninin vârisi olarak ilân etmiştir. Ne var ki, M.Ö. Birinci yüzyıl Romasından M.S. Yirminci yüzyılın İtalyasına köprülerin altından pek çok su akmış olduğundan, İtalyan milleti, asla Romalının savaşcı ciddîliği ile tertibine ayak uyduramamış; bu ülkünün fikir babalığı ile önderliğini üstlenmiş Benito Mussolini dahî, bir başbuğdan beklenecek gözüpek yalınkılınç yiğitlik ile kişilik tutarlılığını gösterememiştir. Faşism, Eflâtun’un Devlet – Toplum – Asker tıkızlığı ülküsünü gerçekleştirme gâyesine takılmıştır. Ancak, her millet, toplumsal kişiliği bakımından, böyle zorlu bir gâyeye erişecek güçte olmadığı vakıasını Eflâtun, kendi tecrübelerinden öğrendi. Tarihte hiçbir filosofun beceremediği zor bir maceraya atıldı. Görüşlerinin —bilim felsefesinin terimiyle söylersek, ‘varsayımı’nın— geçerlilik derecesini öğrenmek amacıyla üç kere silâhlı mücâdelenin başını çekti. Bozgunla sonuçlanan denemelerinden hareketle Eflâtun, “Devlet”inde dile getirdiği düşüncelerini son eseri “Kanunlar”da değiştirdi. Mussolini de, milletinin ruh hâletini esâslıca tanıyıp Eflâtun’u bir filosof irfânıyla, ağırbaşlılığı ve dikkatiyle inceleseydi, ne kendisini ne de toplumunu bildiğimiz o korkunç sona sürüklemiş olurdu. Sonun korkunçluğu, maddî olmaktan ziyâde, manevîdir. Ortalık günlük güneşlikken başlarının tâcı kıldıkları Önderlerini, talih rüzgârları ters dönünce, uzatmalı sevgilisiyle birlikte, ayaklarından asıp balgam yağmuruna boğdular. ayrıca bkz: “AnaBritannica”, 13.cilt, 537.sayfa. 120 Kendisine has ayırdedici manevî, dolayısıyla da davranış özellikleri taşıyan bireye nasıl, ‘kişi’ diyorsak, benzer bir oluşuma tâbî olmuş toplumu da ‘millet’ diye anıyoruz. Kişiler gibi, milletlerin dahî ‘seciye’si (Fr caractère) vardır. İşte, burada kısaca tasvîr ettiğimiz bir Akdeniz milleti ile onun, daha ziyâde opera sahnelerine çıkmağa uygun Önderinin seciyesiydi. Öte yandaysa, Ducenin müttefiki ve kendisi ile önderliğine soyunduğu İtalyan milletini sırtlamaktan bîtâp düşmüş Führerin sonu, ilkine, maddeten benzer, fakat manen bambaşka olmuştur. Führerle uzun, meşakatlı bir yola düzülen Alman milleti, sonunda, onunla birlikte gözünü kırpmadan ateşe atlamıştır. Kaçınılmaz sona yaklaştığını anlayan Führer ise, tabancasıyla kendisini vurmadan önce, ölümünü sağlama bağlamak amacıyla, ne olur ne olmaz bâbından, bir de, çok güçlü bir zehir yutmuştur. Bu da bir başka seciye örneği. Sonuçta, halkidâresinin, demokrasinin dağıtıcılığından, savrukluğundan kaçınayım derken, milletler, kendilerini istibdâdın kucağına, mutlak iktidarın bozucu etkilerini unutarak, bırakıverirler. Buyrunuz: Ölümlerden ölüm beğeniniz! Faşism ile Millî toplumculuk, kendisinden hareket ettikleri zemîn itibârıyla, birbirlerine ters düşerler. Roma–Latin devlet anlayışının bağlandığı dil – kültür birliği kıstasını kendisine esâs ihdâs eden Faşism için saf ırk mülâhazasının önemi yoktur. Hangi soydan gelirse gelsin, kim Latinceyi anadil olarak kullanıyorsa, Roma 192 yaşama uslubuna uygun yaşıyor, irâdesini benimsiyorsa, ve canla başla Roma devlet fikriyâtını içine sindiriyorsa, o, Romalıdır 193 düstûrundan hareket eden Faşism için devlet (L civitas) ülküsünü kişiliğinde canlandıran önderin çevresinde derlenip toparlanmış, dayanışma hâlinde bulunan, gözünü de budaktan sakınmayan esâsen gençlerden kurulu bir toplumun inşâaası, ulaşılması arzulanan amaçtır. Geçmiş nesillerin elinden çıkma ulvî değerlerin muhâfazası nice ağırlık taşıyorsa, Faşism için, gerek doğanın gerekse 192 Romantik, nitekim, Romaya mahsus değerlerin, yeniden hayata döndürülmesi isteğiyle yanıp tutuşan kişi/ler demektir. 193 Haddizâtında Osmanlı ile Roma devlet ülküleri çakışırlar. Nitekim, Istanbulun —Romanın ikinci başşehrinin— fethiyle birlikte, Fatih Sultan Mehmet Han’ın, Kaysar (Ceasar) ünvânını da üstlenmiş olması, özenti sonucu yahut tesâdüf eseriymiş gibi algılanmamalıdır. Osmanlının salt devlet-olma ülküsünün berrak ifâdesini, filhakîka, Nâmık Kemâl’in (1840 – 1888) “Vatan Şarkısı”ndan aldığımız şu mısralarda buluyoruz: “.../ Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz/ Osmanlılarız cân veririz nâm alırız biz...” 121 onun içerisinde gelişen insanın hâlisliğinin korunmasının da onca önemi vardır. Şu hâlde her çeşit doğadışı, doğal olmayan tasarruf, bozgunculuk yahut sapıklık suçlamasıyla reddedilir. İktisâdî ve fennî, özellikle de sınaî gelişmeler, demekki doğanın bütünlüğü ile hâlisliğine, insanınsa nefs – beden saflığı ile sağlığına halel getirmemecesine gerçekleştirilmelidir. Buna bağlı olarak, insanın nefs – beden saflığı ile sağlığı, onun cinsiyeti ile zihin ve bünye durumu göz önüne alınarak geliştirilmeli düşüncesi eğitime esâs alınmak istenmiştir. Burada kız çocuğunun, ileride ailenin temel dayanağı olacak sâdık, iffetli ev kadını ve anne; erkeğin ise, ailesi ile topluluğunu geçindirip koruyacak faziletli, sözünün eri birey olması hedefi gözetilmişitr. Aynı devlet ülküsüne sâdık bireyler birbirlerinin vatandaşıdır (L civis). Roma devletinin bu ülküsü, Roma medeniyetinin, yavrularından Fransız kültürü yoluyla 1789 İhtilâlikebîrinin çarpıtılmış ruhuna sızabilmiş tek tük unsurlardan biridir: ‘Vatandaşlık’ (L civiles, cives; Fr citoyenneté). iii- Faşismden Millî Toplumculuğa Faşist devlet ülküsü, kan bağının geniş toplumsal dağılımıyla çıkan, geniş aile topluluğu da denilen kabîleciliğin karşı ucudur. Faşist devlet ülküsünün karşıtı, kabîleci – kavimci kan bağı anlayışını temsîl eden Millî toplumcu devlet anlayışıdır. Onda soyut motivlerin çerçevesinde buluşup kenetlenmiş kişiler değil de, kan bağı ile yurd ortaklığını esâs almış bireyler söz konusudur. Nitekim, Millî toplumculuk ideolojisi, geçmişin sisli, puslu ufuklarında kol gezen Germen boylarının kandaşlık töresinden gelen kan ile toprak (Alm Blut und Boden) saplantısı üstüne binâ edilmiştir. Belli, sınırlı toprak parçasını paylaşıp —yurtdaşlık (L popularis)— kan bağı —kandaşlık (L cognatus)— bulunan bireyler, 194 Millî toplumcu devletin kurucu unsurlarıdır. Toprak (L terra) ile kan (L sanguis), temel inanç birimleridir. Bunlar, insanın biyolojik —canlı— 194 Her Alman vatandaşına, en az, 1800e değin geri götürülebilinecek şekilde, safkan Alman atalardan neşet ettiğini belgelemek zorunluluğunu getiren kanun, 15 eylül 1935de Nürnbergte çıkarılmıştır; bundan dolayı da bu ve benzerleri Nürnberg Kanunları diye anılmışlardır. Yahudîlerle evlenmiş Almanlar, bahsi geçen kanuna göre, ırk ayıbı (Alm Rassenschande) etmiş olmaları gerekcesiyle suçlu addolunmuşlardır. Yahudîler veya onlarla evlilik yoluyla karışmış Almanlar, ikinci sınıf Alman vatandaşı derekesine düşürülmüşlerdir —bkz: Wolfgang Benz &...: “dtv Enzyklopädie des Nationalsozialismus”, 620.s. 122 bağlarıdır. Bu çeşit bağlara dayalı olanlara biyolojik —canlı— toplum yapıları diyoruz. Bunun tersi, örneklerini Hz Muhammed’in önderliğini ettiği İslâmî esâslara uygun Medîne —‘kamuoyu’na değil de, ‘seçilmiş bilginler’in (Ulemâ) oyuna dayalı— Şûra Cumhuriyetciliğinde ve Osmanlı ile Roma devletlerinde gördüğümüz, sosyolojik, demekki beşerî devlet teşkilâtlanmasıdır. Öyleyse, Millî toplumculuğun temel mefhumlarından kan ne anlama gelir? 1937de basılmış olan “Millî Toplumcu Eğitim” 195 başlıklı derlemede yayımlanmış makalesinde (389.&390.syflr) Dr Erika Emmerich, kan motivini bize şöyle izâh ediyor: “...Kan, yalnızca kalıtım özelliklerinin taşıyıcısı değildir. O, daha ziyâde, aynı özden gelen insanların birliğinden doğan ve akılla kavranılamaz gücün ifâdesidir... ‘Kavram’ olarak beşerî ne varsa, onu dile getirmekle birlikte.., insanlar arasındaki farklı özelliklerin vurgulanması dahî, aynı kavramın anlam içeriğinde saklıdır. Öyleyse, kan felsefesi 196, akıl yoluyla kılı kırk yarmak suretiyle kurgulanmış (Alm erklügeltes) bir bilim sisteminden daha fazla bir şey olmak istiyorsa, insanın farklılığına duraksamaksızın parmak basmalıdır. Bu felsefe, şu durumda, insanla ilgili toptancı belirlemeler yapmak gafletinden bizi alıkoyacaktır. Böylelikle insan varoluşuna ilişkin bir felsefeyi yazmanın artık mümkün olmadığı belirtilmelidir. Şimdi, insanların ortak paydası, daha açıkcası, onları doğadaki öteki varolanlardan ayırmamızı sağlayan bir durum —demekki genel bir insan-olma durumu!— varsa, o takdîrde, bu genel insan-olma durumu (Alm Menschsein), insanın gerçekten özümüdür —öz, başka bir anlatışla: İnsanın en son belirlenimimidir (Alm Bestimmung)— diye sormalıyız. İnsanın son metafizik belirlenimi nedir? Bu, câmiasına bağlı kalması durumundan; daha da önemlisi, kanına karşı taşıdığı ödevden başka bir şey değildir. İşte bundan dolayı, geleceğin felsefesi, felsefe gerçekten varolmağa devâm edecekse, kanın felsefesi olacaktır. Her felsefe, önemi ile anlamını, mensubu olduğu kandaş insanların oluşturdukları câmiada (Alm Gemeinschaft) bulacaktır. Ancak, kan fikri (Fr Idée), yalnızca cisimleştirilebildiği (Alm Verkörperung) 195 Alm “Nationalsozialistisches Bildungswesen” 196 Alm die Philosophie des Blutes. 123 yerde varolabileceğinden, kan felsefesi, tekrar bir son varlığın salt kavramlılığına 197 gömülmek istenmiyorsa, bize Kuzeyli kanın felsefesini dile getirmek zorundadır. Şu hâlde, kan felsefesi, bizimçin özel Kuzeyli kanı biçiminde anlam taşır.” 198 Millî toplumculuk, sacayağına dayanır: Bir: Irk esâslı Milliyetcilik —millî eğitim – toplum – sanat – iktisât siyâsetleri; iki: Israil kavminden ırk mülâhazalı nefret —Ortaçağ Hırıstıyan Avrupasının tersine, burada, dinî telâkkîler önemlerini yitirmişlerdir; 199 üç: Askercilik —sivil bir mesleğe intisâb etse de farketmez, her erkek, asker olacakmışcasına talîm terbiye görür, bilkuvve askerdir; böylelikle kurum olarak ‘sivilliğ’in, toplumun yapılanmasında yeri yoktur; kadın ise, savaşan erkeğin destek kişisi olarak yetiştirilir. Millet, biçimbirliğine (Fr uniformité) erişmiş toplumdur. Bu ülküye toplumu taşıyan araç, talîm terbiye özelliğini gösteren eğitimdir. Onun da asıl işi, bireyleri çelikleşmiş irâdeyle techîz etmektir. ‘İrâde’, öncelikle İdealist felsefenin, Alman milletine telkîn etmiş olduğu vazgeçilmez bir ilkedir. Tabîî, bu ilke, Martin Luther (1483 – 1546), Immanuel Kant, Johann Gottlieb Fichte (1762 – 1814), Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Arthur Schopenhauer (1788 – 1860), Friedrich Nietzsche gibi, çağların en büyük, en parlak filosoflarına gökten zenbille inmemiş. Filosof, içerisine doğduğu toplumun adetâ radarıdır. Ortalıkta ‘serseri mayın’ misâli dolanan değerleri derleyip toparlar, ardından bunları aklın biçimlendirici potasında işleyerek sıkı dokunmuş sistem hâlinde toplumuna iâde eder. Felsefîleştirilmiş bu değerler, ahlâk nizâmı şeklinde, uzun vadede eğitim yoluyla topluma ‘yedirilir’. Bahse konu değerler, gündelik yaşayıştan tutun da zanaat, ticâret, askerlik ile siyâset sevîyelerinden geçerek bilim, sanat ile din gibi, toplumun en yüce düzlemlerine dek yaygınlaşıp yerleşir; milletin caractéristique özellikleri hâlini alırlar. 197 Alm bloße Begrifflichkeit eines letzten Seins. 198 Erika Emmerich: “Die Philosophie des Blutes”, 287.s, bkz: Pliakov&Joseph Wulf: “Das dritte Reich und seine Denker”. 199 Hırıstıyanlar ile Yahudîler arasında hüküm süregelmiş gerek öğreti gerekse yaşama düzlemindeki dur durak bilmez çekişmenin altında yatan temel neden, Millî toplumculuğa göre, özellikle Germenler, ama genelde Arîler ile Israilliler arasındaki kavmî uçurummuş. Bu aykırılığın başını, iki tarafın kişilik yapısındaki farklılık çekmekteymiş. Taraflardan birinin güvenilmezliğine âşîkâr delîli Hz İsâ’yı Çarmıha dek götüren ihânet, yânî gammazlama olayı teşkîl etmekteymiş. Hz İsâ’nın Çarmıha gerdirilmesi, Hırıstıyanlığın indinde, yalnızca işlenebilecek değil, ama aynı zamanda düşünülebilecek en ağır cinâyettir. Çünkü ihânete uğrayan, Hz İsâ’nın insan kisvesinde, düpedüz, Tanrının Kendisidir. 124 Toplumu belirleyip biçimleyen en başta gelen etkenler, onun içerisinde yaşadığı tarihî ile coğrafî şartlardır. Onlar, onun maşerî hayâlhânesi ile nefsini, hayat gâyesini, âdetlerini, gelenek ile göreneklerini, zanaat nevilerini, giyim ile kuşamını, yemesini içmesini, hâl ile hareketlerini tayîn ederler. Batı Avrupanın kuzeyinde yaman yelli, azgın dalgalı denizler ile geçit vermez dağlar arasında kalan sık çam ormanları ile bataklık düzlüklerde, yılın büyük bir kısmını karanlıkta, kar ile buzun tahakkümü altında geçirerek doğanın yarattığı en amansız şartlarına göğüs gererek yaşayan Germen ve onların ahfâdı olan Alman boyları, daha doğuda benzer güçlüklerle boğuşagelmiş Rus, Moğol ile Türk kavimlerinde de gördüğümüz özellikler geliştirmişlerdir. Ne var ki, bilâhare tarih boyunca intisâb edilmiş farklı medeniyet daireleri bu özellikleri hatrı sayılır derecelerde değişikliklere uğratmışlardır. Meselâ İslâm medeniyetinde yerlerini almış bulunan Türkler, burada kaldıkları sürece Millî toplumculuk yahut Sermâyecilik çeşidinden ideolojileri geliştirmeleri veya bunlardan birine ‘takılmaları’ asla mümkün gözükmemektedir. Vahiye sâdık kalmaması yüzünden, her kalıba girebilecek tıynette gözüken Hırıstıyanlığı, Almanlar, kendilerinden önce veya sonra İtalyan, Ispanyol, Fransız, İngiliz, Leh, Rus, Rum, Ermeni, Kıptî, Habeş, Süryanî milletlerinin yapmış olduğu gibi, kendi millî özellikleri doğrultusunda tebdîl etmişlerdir. Filhakîka, bir tek Hırıstıyanlıktan bahsetmek zordur. 200 Bundan dolayıdır ki, bellibaşlı esâslı kültür 200 Hırıstıyanlıklar, birbirleriyle çelişen değişik öğretiler arasında cereyân etmiş münâkaşaların üzerinde inşâa olunmuşlardır.Yahudî öğreti örneğinin reddine dayalı özerklik ile özgünlük iddiası, haddizâtında Hırıstıyanlığın ülküsü olmuştur. Bu yoldan yürüyerek, Hırıstıyanlık, Azîz Paulus önderliğinde kendisini Yahudî aleyhtarı bağlam içerisinde belirlemiştir. İşte bu bağlamda, Yahudîlikte keskin ve belirgin Tektanrı ile Vahiy fikirlerinden tutunuz da erkeğin sünnet olması, ‘helâl yemek’le beslenme zorunluluğu ve domuz etini tüketme yasağına varana dek ilahiyât ile muâmelâta taalluk eden bilcümle şart ile yaptırıma sırt çevirmek suretiyle ‘Azîz Paulus Hırıstıyanlığı’ geniş bir ‘yelpâze’ boyunca kendisini farklı kılmağa çaba harcamıştır. Yahudîlik, Tektanrı ile Vahiy fikirlerinden inhirâf eden Hırıstıyanlığa, kavmî mülâhazaların da eklenmesiyle, yeğin tepki gösterip onu kâfirlikle suçlamıştır. Hırıstıyanlık da buna karşılık, kendi meşrûuluk iddiasını şiddetli bir Yahudîlik düşmanlığı noktainazarı üstüne binâ etmiştir. İkisi arasındaki tarihî hasımlık, şu hâlde, evvelemirde, ilahî–dinî telakkîlerdeki aşılmaz uçurumdan ve bilâhare kavmî mülâhazalardan kaynaklanmıştır. Ne var ki, öğreti ayrılığı ve hattâ aykırılığı yalnızca Yahudîlik karşısında ortaya çıkmakla kalmayıp Hırıstıyanlığın bağrında dahî belirmiştir. Dinî boyutlara varan mezheb öğreti ayrılıkları, genelde, Hırıstıyanlığın, özeldeyse, Avrupanın tarihini kanla, ateşle, katliâmla dokumuştur. Ders kitaplarında bildirilenlerden çok daha karmaşık etkenler ile nedenlerle ortaya çıkmış olan Haçlı seferleri, esâs hedef Müslümanların yanında, Yahudîler ile hasım Hırıstıyan mezhebine karşı dahî tertiplenmiş görünüyor. Katolik ile Ortodoks mehepleri arasındaki karşıtlık, Istanbul (Konstantiniye) Patriği Azîz Büyük Photios’un (810 – 895), Romadaki Papa Azîz Büyük (I.) Nicholas (800 – 867) tarafından 857de afaros edilmesine değin gerisin geriye gider —bkz: J.C.J. Metford: “Dictionary of Christian Lore and Legend”, 222.s; 125 çevrelerine göre biçim almış Hırıstıyanlıkları teker teker anmak zorundayız. Görünüşte ayrıca bkz: John R. Hinnels: “Who’s Who of Religions”, 326.s. Bahse konu ayrılık, aykırılık, karşıtlık, karşımıza kana bulanmış bir tarih sürecini çıkarmaktadır: 1) Ortodoks Bizans, Katolik Latin tabaasından çok kimseyi 1182de kılınçtan geçirmiştir; 2) Katolikler de, bunun öcünü 1185de Selâniki zapdecince kadın erkek, çoluk çocuğu katletmek suretiyle almışlardır; 3) Ne var ki, katliâmların en fecîi olanı, Haçlılar, Istanbulu (Konstantiniye) 13 nisan 1204de ele geçirdiklerinde vukûu bulmuştur. Gece gündüz olmak üzre üç gün boyunca şehirde, insanlık tarihinde eşine ender rastlanır cinsten, tedhiş havası estirmişlerdir. Sarayları, kiliseler ile manastırları talan edip kutsal sayılan birçok eşyâyı İtalyaya taşımışlardır. 500 000e yakın nüfuslu Istanbulun ahâlîsinden kadın erkek, genç yaşlı, ruhbândan olan olmayan 2000 kişiyi katletmiş, Hırıstıyanlığın en görkemli ve kutsal mabetlerinden Ayasofyada kitleler hâlinde kız ile kadının ırzına geçmişlerdir. Hızlarını alamayıp bir fâhişeyi dahî Patriğin kürsüsüne oturtmuşlardır —bkz: “Byzantium”, 32., 33., 225.ile 359 syflr; ayrıca bkz: G.Ware: “The Orthodox Church”, 69.s. Fâcia öylesine muazzam, sonuçları o denli ağır olmuştur ki, Bizans, belini bundan böyle bir daha doğrultamamıştır. Hatırası, halkının maşerî hâfızasına silinmezcesine kazılmıştır; hem o kadar ki, Istanbul, Osmanlı Türk ordusu tarafından fethedilme aşamasındayken Bizanslı erkândan Lucas Notaras, “bu şehirde Latin serpuşunu (tiara) görmektense, Türk sarığının hâkimiyetine tanık olmak evlâdır” diyebilmiştir —bkz: “Byzantium”, 324.s. 4) Doğunun Ortodoksluğu ile Batı ve Orta Avrupa arasındaki çekişme ile çatışma Bizansla sona ermiş olmayıp Yirminci yüzyıla değin sürüp gelmiştir. Nitekim, arkaplanında Ortodoksluk bulunan Sovyet Rus ordusu 1944 güzünde Katolik ile Protestan Orta Avrupasının kapılarına dayandığında, zapdolunmuş Alman köylerinde, kasabaları ile şehirlerinde râhibe dâhil, milyonlarca kız ile kadının, ölesiye öldüresiye, ırzına geçilmesinin —gerek Alman gerekse Rus görgü tanıklarının anlattıklarına bakılırsa, yer yer, elliyi aşkın Rus askeri ile subayının, bir günde, sırayla, bir kadının ırzına geçtiği oluyormuş— yanısıra, talan edilip kirletilen kilise ile manastırın da haddi hesabı yoktur —bkz: Hans Dollinger: “The Decline and Fall of Nazi Germany and Imperial Japan”, 107.s. 5) Bahsi geçen savı belgeleyen, nihâyet, günümüzden de bir örnek: Papa II. Iohannes Paulus’un Mısıra son ziyâreti, Kıptî Ortodoks ile Roma Katolik Kiliseleri arasındaki zorlu ve karmaşık ilişkileri yeniden su yüzüne taşımıştır. Katolik Papanın Kahireye varışında kendisini, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübârek ile El-Ezherin Şeyhi İmâmıâzam Muhammet Seyit Tantavî gibi, ülkenin önde gelen zevâtı karşılarken, Kıptîlerin Papası III. Şenuda’nın ortalıkta gözükmeyişi dikkate şâyandır. Ne var ki, Papa Şenuda, havameydanına gelmemekle kalmamış, Katolik Papasının yönettiği Cuma âyîninden de uzak durmuştur. Papa Şenuda’nın, havameydanında hazır bulunmayışını, Kıptî Piskopos Anba Musâ şöyle gerekcelemiştir: “Papaların ziyâretleşişleri, dinî olaylardır. Havameydanlarındaki karşılamalarsa, siyâsî çerçevede mütâlea olunur. Kıptî Kilisenin ise, siyâsî kimliği yoktur...” Cuma âyînine gelince; gerek Anba Musâ gerekse başka Kıptî yetkililer, iki Kilise arasında ilahiyât (Fr christologique) esâslarına, muâmelâta, dünyagörüşüne, örfler ile âdetlere ve nihâyet Kiliselerden hangisinin fâik olduğu münâkaşasına ilişkin uçurumun kapatılmamış olması yüzünden, iki Papanın, aynı âyîni birlikte yönetemeyeceklerini bildirmişlerdir —özetleyerek aktardığımıza bkz: Mariz Tadroz: “A Tale of Two Popes”, 7.s, “Al-Ahram/ Weekly”den. 6) İlahiyât esâslarının, muâmelâtın, dünyagörüşünün, örfler ile âdetlerin ve nihâyet Kiliselerden hangisinin fâik olduğu münâkaşasının oluşturduğu bir başka uçurum, Roma Katolik ile Germen Kuzey Avrupanın Protestan kiliseleri arasında da açılmış ve bunun dehşet verici sonuçları Yeniçağ Avrupa tarihini biçimlemiştir. Bahse konu çatışma ortamının iki önde gelen kanlı örneğinden biri, 1562den 1598e değin sürmüş Fransız Din Savaşları —ki, bunların da şâhikasını, Katoliklerin, 1572nin 23 ağustosunu 24üne bağlayan gecede sırf Pariste 3000 Protestan Huguenotunu kılınçtan geçirdikleri ‘Azîz Bartolome Günü’ katliâmı teşkil eder— iken, öbürüsü de, Katolikler ile Protestanlar arasında ve neredeyse bütün Avrupayı kaplayacak şekilde cereyân etmiş olan 1618 – 1648 Otuz Yıl Savaşlarıdır —bkz: “Oxford Dictionary of World History”, 228., 550.&622.syflr. 126 ilahiyât anlaşmazlıklarından doğup neredeyse değişik dinler hâlini almış gözüken Hırıstıyan mezheplerinin esbâbımmûcibeleri, kendilerini biçimlemiş olan farklı millî kültür çevreleridir. İşte bu yüzden, İslâmınkisinin tersine, Hırıstıyan âlem, hiçbir zaman tam anlamıyla ümmetleşememiştir. Bunun sonucunda, milliyet, kendisini Hırıstıyan toplumlarında her vakit gizli yahut açık biçimde duyurmuştur. İmdi, uzak geçmişin derinliklerinden bize doğru yürüyen bütün bu hususları dikkate almadıkca, ne dünü ne de bugünü doğru düzgün yargılayıp açıklayabiliriz. Çöllerde yahut kutba yakın yörelerde yaşayanlar, geçimlerini fırtınalı sulardan sağlayanlar ile dağlılar, zorlu coğrafyaların insanıdırlar. Bunların ortak paydası, gerek teoride gerekse uygulamada icâda yatkın olmalarıdır. Ayrıca, atılgan ve etkindirler. Bireysel girişime yer ayırmakla birlikte dayanışmacı ve savaşkandırlar. Eril ve ataerkildirler. Dinî duyuşları ziyâdesiyle keskinleşmiştir. Sıkı sıkıya bağlandıkları inanç manzûmeleri, onları, bedîî melekelerini bileyerek sanatta üstün seviyelere ulaşmalarını sağladığı gibi, dirençli, dirâyetli, fakat aynı zamanda mutaassıp da kılmıştır. ‘Armut piş ağzıma düş’ çeşidinden bir yaşayışa cevâz veren rahat coğrafyaların insanında rastgeldiğimiz hoşgörüyle, laçkalık ile aylaklığa varabilecek derecedeki keyifli ömür sürme keyfiyetiyle, az önce bahsettiklerimizde, tabîî ki, karşılaşmayız. Rahat onlara adetâ batar. Onun, kendilerini yozlaştırıp soysuzlaşmaya sürükleyeceğinden korkarlar. İşte bütün bu sebeplerden ötürü olsa gerek, tarihi ve dünyayı biçimlemiş yapılanmalar ile düzenlemelerin mimarı hep şu zorlu coğrafyaların insanı olmuştur. İmdi, dindışı Yeniçağ Batı Avrupasında Onaltıncı yüzyıldan itibâren beşerî aklı esâs almış hâlde ortaya çıkan Maddeci–Mekanisist dünyatasavvurundan hız alarak vucut bulmuş Sermâyeciliğin de bozduğu mütedeyyin, dayanışmacı–toplumcu, azla yetinebilen, ekmeğini taştan çıkaracak kertede çalışkan, toprağına, ailesi ile topluluğuna bağlı, kadın ile erkeği keskin çizgilerle birbirlerinden ayırdeden, gurur, namus ile iffeti temel değer olarak benimseyen insan tipolojisi ile hayat anlayışıdır. Mütedeyyinliğe karşı her çeşit özlü bağlanmayı alaya alan, yere – yurda – topluluğa ilişkin olma duyuşuna karşı Cosmopolitismei geliştiren, dayanışmacılığa karşı bireyciliği ikâme eden, ‘el emeği göz nuruyla’ maişeti temîne karşı ‘Alinin küllâhını Velîye giydirme bezirgânlığı’nı koyan, namus ile iffete karşı ‘en üstün değer kârdır’ 127 kanâatını sokan, mücâdele irâdesine karşı pazarlık görüşünü getiren, geleneği muhâfaza etmeğe karşı sürekli değişmeyi kural kılan ve nihâyet hayatta temel mürâcaat mevkii olarak doğaüstü kutsal Kudrete beslenen inanca karşı beşerî aklı, daha doğrusu, zekâyı yerleştiren Mekanisist–Maddeci–dindışı–Sermâyeci düşünme tarzına karşı Organisist–Romantik–İdealist hayat ve dünya telâkkîsinin boy verip serpildiğini anlattık. Bu hayat ve dünya telâkkîsinin ideolojileşip siyâsîleşmiş vecheleri olarak Faşism ile, ondan esâslı surette farklı bir düzen olmakla birlikte, Millî toplumculuğun karşımıza çıktığından da söz ettik. Şu hâlde, gerek Faşism gerekse Millî toplumculuk, Hür Sermâyeciliğe karşı tepki hareketleri olarak vucut bulmuşlardır. Ne var ki, Faşismden ziyâde, Millî toplumculuk kendisine karşı tepki şeklinde doğduğu Hür Sermâyeci İngiliz-Yahudî anlayışının birtakım esâsa taalluk eden fikirlerini, üstünde pek düşünmeksizin, veri biçiminde algılayıp yöntemleştirmiştir. Bunların başında ‘hür teşebbüs’ ile Charles Darwin’in ‘evrim’ varsayımından çekip çıkarılmış ‘doğal ayıklanma’ ile ‘en uygun olanın yaşayakalması’ ilkeleridir. Böylelikle merkez karar mercii Farmasonluk olan Maddeci–Makanisist–Sermâyeci İngiliz-Yahudîliğin telâkkîsine karşı çıkıp savaş vermekle kendisini tarih önünde yükümlü kılan Millî toplumculuk, fikirce ve yöntemce hasmının tuzağına düşmesi yüzünden, daha baştan kendi hikmetisebebine 201 aykırı tarzda arzıendâm etmenin tragedyasını yaşar olmuştur. Temelden aykrılığı, 202 Millî toplumculuğu tümüyle aklaaykırı (irrationel) bir konuma sokmuştur. ‘Aklaaykırı’ boyutlara sürüklenmiş Millî toplumculuk, schizophrénique bir kimlik çözülüşüyle insanda ‘aklıselîme’ ilişkin ne varsa, onu topyekûn çiğnemiş, sonuçta, havsalaya ve hattâ hayâle sığmayacak derekedeki bir zulm ve vahşet makinesine dönüşmüştür. Bidâyette ‘hak’ ile ‘bâtıl’ davâlar arasında cereyân edecekmişcesine patlayan İkinci Dünya Savaşı (eylül 1939 – mayıs 1945), sonuçta, ‘bâtıl’ın ‘bâtıl’la çatışmasına sahne olmuştur. Zafere ulaşan da, bâtıl taraflardan biri olmuştur: Sermâyeci İngiliz-Yahudî dünyası ile müttefiki Stalin Bolşevikliği. Aslında, ikincisi, birincinin dimâğından çıkmakla birlikte, Bolşevik Sovyetlerin önderi kesilen Stalin, öngörülmedik bir hesâp hatâsı olarak Sermâyeci İngiliz-Yahudî dünyasının 201 Fr raison d’être. Fr paradoxe fondamental. 202 128 başını belli bir süre boyunca fenâ hâlde ağrıtacaktır. Ancak onun ölümünden otuz sekiz yıl sonra İngiliz-Yahudî Sermâye dünyası, kendisine düzmece seçenek oluşturmak maksadıyla vucut vermiş olduğu Toplumculuk ile onun hemen hemen bütün dalları ile budaklarını tekrar denetim altına alabilmiştir. 7- Dinin yerini İdeolojinin Alışı ve Bunun Etkileri i- Klasik Mekanik Temelli Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyetinden Evrim Biyolojisi Temelli Çağdaş Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî Medeniyetine Dinin, gerek günlük yaşayışın akışından gerekse siyâsî ülkülerden, hususî ve resmî bütün yaşama gündemlerinden tardolunmasıyla zuhur eden korkunç boşluğu, insan —filosof— elinden çıkma ideolojilerin doldurmuş olduklarından bahsettik. Hür Sermâyecilikle birlikte ortak pınardan fışkırmış olup onunla aynı ‘malzeme’den imâl edilmiş seçenek ideoloji Toplumculuktur. Bu iki kardeş ideolojinin birbirlerini tadîl etmelerinden ikisinin de yumuşamış bir çeşidi olan toplumsal halkidâresi (Fr démocracie sociale) ortaya çıkmıştır. Sermâyecilik ile Toplumculuk arasında göze çarpan keskin karşıtlığın mülkiyet noktasında belirdiği ileri sürüledurulmuştur. Tabîî bu, görünüşte olan bir karşıtlıktır; haddizâtında böyle bir karşıtlık vâkî değildir. Zirâ nasıl, Toplumculukta, daha da kökten biçimde, temel üretim işleyişi ile araçları devletin uhdesindeyse, Sermâyecilikte de bunlar, belli birkaç büyük sermâye kuruluşunun —kartel— tekelindedir. Her ikisi de, yânî Toplumcu devlet ile sermâye kuruluşları, son tahlîlde Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel mercii Farmasonluğun ana mahfillerinin rehberliği ile denetimine tâbîdirler —burada tekrar, Lenin ile Lev Troçki’den 203 sonraki Stalinci 204 Sovyet imparatorluğunun, öngörülmemiş bir ‘yol kazası’ olduğunu belirtmeliyiz. İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun yönlendirici etkeni olan Farmasonluk tâbîyetinden kurtulma kavgasını vermek üzre meydana çıkan ideoloji Faşism olmuştur. Aynı mücâdeleye soyunan öteki ideolojiyse Millî toplumculuktur. Ancak, Millî toplumculuk, karşı çıktığı İngiliz-Yahudî medeniyetinden ve onun temel ideolojisi Sermâyecilikten birtakım hayatî unsurları üstlenmiştir. Bahse konu 203 Lev Davidoviç Bronstein, nâmıdiger, Troçki: 1879 – 1940. 204 Yosif Vissarionoviç Çugaşvili, nâmıdiger, Stalin (Rusca: Çelik adam): 1879 – 1953. 129 medeniyetin temel taşlarından en önemlileri, Mekanisism ile onun türevi sayabileceğimiz Darwin evrim varsayımı ve bunun Herbert Spencer (1820 – 1903) yorumundan çıkmış olan Toplumsal Darvinciliktir (İng Social Darwinism). Söz konusu görüş uyarınca, dünya zincirleme mücâdeleler şeklinde dirim olaylarının cereyân ettiği ‘sahne’dir. Aslında dirimin kendisi de canlı-olmayandan gelişmiştir. Varlık öğretisi (Fr ontologie) açısından nedeni de gâyesi de meçhul, tesâdüfî ve mekanik tarzda yürüyen değişim dizilerine ‘evrim’ denilmiştir. “... Varolan her şey, gizli durduğu ezelî maddeden açığa, görünür hâle çıkar, ileriler, gelişir, evrilir” düşüncesi, Syed Muhammed Naquib al-Attas’a göre, sözünü ettiğimiz yeni zihniyetin özünü özetini yansıtır. Al-Attas, devâmla şunları söyler: “Bu açıdan dünya, bağımsız, ebedî bir evren; kendisine has yasalarla evrilip kendikendisine dayanan (İng selfsubsistent) bir sistem olarak görülür.” 205 ‘İlerileme’, ‘gelişme’, Tektanrılı-Vahiy dininde, bu meyânda İslâmda dahî, merkezî ağırlık taşırlar. İlerileme ile gelişme, besbelirgin ilahî bir ilkeden gâyeye doğru açılıp serpilen düzen demek olan ‘tekâmül’ kavramının kapsamındadırlar. 206 ii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından Evrimcilik ‘Evrim’, bilim felsefesince ‘değerden bağımsız’ kabul edilmekle birlikte, 1800lerin sonlarında, asıl alanı olan biyolojinin sınırlarını aşıp ideolojik görünüm kazanınca, bu sefer ‘değer yüklü’ duruma girmiştir. Evrimin öngördüğü “varolma mücâdelesi”nden en az zararla çıkan bireyler ve bunlardan meydana gelmiş topluluklar, Toplumsal Darvincilikte “en güçlülerin yaşayakalması” ilkesine vurularak değerlendirilmişlerdir. Bu ‘en güçlüler’, Sermâyeciliğin indinde ‘en müteşebbis bireyler’ ile ‘şirketler’ iken, Millî toplumculuğun nazarında başkalarını boyunduruğuna alabilmiş, etkilerini başat kılabilmiş ‘en ustalıkla’ ve ‘yiğitce savaşabilmiş, en üstün medeniyetleri kurabilmiş kavimler’dir. Nasıl doğanın canlılar kesiminde, bir yanda bireyler beslenme ile yaşama alanı uğruna kavgaya, öte tarafda da türler arasında üreme 205 Syed Muhammed Naquib Al-Attas: “Islam and the Philosophy of Science”, 5.s. 206 Bkz: Teoman Duralı: “Biyoloji Felsefesi”, “Tekâmül ile Evrim” Bölümü, 190.-204.syflr;. 130 ile yayılma sahasıçin mücâdele söz konusuysa; yine canlılardan olan insanda dahî, aynı şekilde, gerek bireysel gerekse toplumsal seviyede dur durak bilmez çekişme ile savaş hüküm sürer. Bahse konu mücâdele, doğa şartları ile özge topluluklara karşı verilir. İnsan ile doğa çevresine meydan okuyan, başta nüfusca artıp yeni yaşama mekânlarını (Alm Lebensraum) kendisine mâledebilen toplum, ortam şartları tarafından kayırılmış olup muzafferdir. Tersine, bunlara yenik düşense, ölüme hüküm giymiştir: ‘Doğal ayıklanma’. ‘Üstün ırk’ yahut ‘kavim’, ‘doğal ayıklanma sınanışı’ndan kayırılmış, dolayısıyla da, başarıyla çıkmış olandır. iii- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından bir diğeri: Irkcılık Yine nasıl, diğer canlılarda yakın dirimsel birlikler, türler ile alttürler yahut çeşitler olarak belirlenirlerse, benzer biçimde, Millî toplumcu ideologlara bakılırsa, insanlarda da —sözümona— ‘kandaş’ kimselerin meydana getirdikleri geniş kapsamlı topluluklara ırk ile kavim adı verilirmiş. Bütün bu anılan terimler ile belirlemeler, bilimin ve onun felsefesinin (Fr épistémologie) günümüzde eriştikleri sevîyenin açısından baktığımızda, şaşırtıcı raddede anlamca kaypak ve bulanıktırlar. Günümüzde insan türünün alttürlere yahut çeşitlere ayrıldığı savını destekleyecek açık seçik kanıtlar göstermek imkânsızdır. 207 Millî toplumcu ideoloji uyarınca, ırklar ile onların altında kavimler arasında adetâ geometrik dakiklik gösteren bir sıradüzeni bulunur. Bu görüşün felsefî temelleri, Hegel ile Fichte’den etkilenmiş olan Fransız düşünür Joseph-Arthur comte de Gobineau (1816 – 1882) tarafından atılmış olup ömrünün ileriki dönemlerini Almanyada geçirmiş İngiliz yazar Houston Stewart Chamberlain’ce (1855 – 1927) de geliştirilmiştir. Burada, Millî toplumculuğa kaynaklık etmiş olan Romantiklikten sızmış gözüken aklı dışlayan, heyecânî ve duygusal renkleri görmek zor olmasa gerek: En yüksek düzlemde duran (Alm Herrenrasse: Hâkim ırk) Arî ırktır —Hint-Avrupa dillerini kullanan beyâz yahut Kafkas ırkı; bunun altında yer alan altırkların en değerlisi ayrıca bkz: Teoman Duralı: “A New System of Philosophy-Science from the Biological Standpoint”, 125.135.syflr. 207 Bkz: Erik Zimen: “Der Hund/Abstammung – Verhalten – Mensch und Hund”, “Was ist eine Rasse?” Bölümü, 140.s, “Domestikation und Variabilität” Bölümü, 215.s. 131 Germenlerinkisidir; bunların içerisindeyse, üstün kavim (Alm Herrenvolk), Almanlardır. Tabîî, dizginler, bir kere duygusallıklara kaptırıldımı, tanzîm olunup kabul edilmiş düstûrlarla istenildiği gibi oynamak, dolayısıyla çelişkilere düşmek, işden bile değildir. Günün şartları öyle gerektirmiş olduklarından, 1930larda Millî toplumcu Alman makamları, ‘beyâz ırk’tan olmakla birlikte, Hint-Avrupa dillerinden birini kullanmayan Osmanlı —yânî, Batı— Türkünü, sözgelişi, Arî ırktan saymışlardır. Büyük sıkıntıyı ise, Almanların savaştaki müttefiki Japonlar yaratmışlardır. Nihâyet onların Arî olmadıkları tevîl götürmeyecek kadar âşîkârdır. iv- Irkcılığın Devindiricileri Toplum oluşumunun kaynağı, kadın – erkek cinsî birlikteliğidir. Bütün müteâkıp oluşumlar, kadın – erkek – çocuk çenberinin git gide genişlemesiyle yol almıştır: Çekirdek aile, yakın akraba, taallukât, kabîle, aşîret... Bu sonuncusuna dek uzanan hat, kan bağına dayalı biyolojik toplulukların adlarıdır. Yaklaşık M.Ö. Beşbinlerin sonlarında yeni yerleşen toplumların kurdukları devlet teşkilâtlanışına değin konar– göçer toplayıcı, bilâhare avcı bireylerin birbirleriyle olan kan bağlarını esâs almış topluluklar, dünya boyu yürürlüklerini sürdürmüşlerdir. ‘Devlet’le birlikte ‘sosyolojik’ yapılanma kendini gösterir olmuştur. Uzak geçmişten günümüze doğru ‘biyolojik’ ile ‘sosyolojik’ toplumlaşmalar, birbirlerine ters seyir izlemişlerdir. Birincisi git gide zayıflayıp istisnâîleşirken, ikinicisi güçlenip dünya çapında genelgeçer duruma erişmiştir. Ne var ki, çok uzun zaman boyu sürmüş olması sonucunda kan bağına dayalı toplumlaşmanın etkilerini hâlâ duyuyoruz. Onuncu bine ulaşıldığında Güney Kutbu dışında, yeryüzünün bütün bölgelerine erişen insanın nüfusu çok azdı: Beş milyon. Beşinci bindeyse, Yeni Taş Devrini yaşamağa koyulan Avrupanın nüfusu bir milyonu biraz geçiyordu. Birinci binde bu nüfus, on milyona erişmiştir. Güney ile Batı Avrupada km² başına İtalyada beş, Balkanlardaysa iki buçuk kişi düşüyordu. İtalya, Çin ile Hindin kuzey batısı, Birinci binde nüfus yoğunluğu en fazla olan bölgelerdi. 208 Yeryüzünü böylesine az nüfusla 208 Bkz:Colin McEvedy&Richard Jones: “Atlas of World Population History”, 19.&20. 343.-345.syflr; ayrıca bkz: Geoffrey Parker: “The Times Atlas of World History”, 34.&35.syflr; ayrıca bkz: Colin Renfrew: “Past Worlds”, /8.-80.syflr. 132 dolduran insanların, hâliyle, birbirleriyle temâsı da seyrek ve kazara vukûu bulmaktaydı. Pek yakın geçmişe değin, sözgelişi, Güney Afrikanın Kalahari çölünde, Amazon yağmur ormanının derinliklerinde, Yeni Ginenin ücrâ köşelerinde yaşayan kimi topluluklar, kabîle efrâdı dışında insanlarla karşılaşmamışlardır. İnsan kavrayışı onlarçin kendi kabîle efrâdının ötesine taşınamayacak bir tasavvur içeriğine sâhiptir. Kabîleceilik yahut Aşîretcilik de zâten bu yaşanan gerçeklikten ortaya çıkmış bir vakıadır: Topluluk mensuplarının sorusuz sorgusuz ve vazgeçilmezcesine dayanışmaları; kendilerinden olmayanlarıysa, dışlamaları. Hâliyle hareketiyle, tavır ve tutumlarıyla, görünüşü, giyim kuşamıyla bizden olmayan, Türkcede ‘bilinmeyen’, ‘tanınmayan’ anlamına gelen yabandan türetilmiş ‘yabancı’dır. Yabancı, korkulan, bu yüzden de, tabîîatıyla, istenmeyen, kaçınılan kimsedir. ‘Devlet’ şeklinde teşkilâtlanmış topluma ‘millet’ denildiğinden daha önce bahsolunmuştu. Millet, kan bağına dayanmayan, böylelikle biyolojik olmayan toplum olmasına rağmen, ideolojik sebeplerle onu kabîle – aşîret hattının uzantısı şeklinde kabul edersek, karşımıza kavim denilen toplum yapısı çıkar. Gerçi, gündelik dilde ‘kavm’i ‘millet’le anlamdaş kullanıyoruz. Ancak, felsefenin tahlil ile tarîf ciddîliği çerçevesinde, kavim, biyolojik esâsa dayalı millettir. Nihâyet, Irkcı–Kavimci ideolojik anlayış uyarınca da, bir anne – atadan türemiş çok geniş çaplı bir kardeşler topluluğu kavimdir. Bu anlayış, haddızâtında, kadîm devirlerinde Totem-Fetiş iytikâtları itibâriyle ‘içeridenevlenme’ zorunluluğunu taşımış toplumlarda karşımıza çıkıyor. Bunlarda, kabîlenin yahut çok ileride, kavmin dışından biriyle evlenmek, devirlere göre, yasaklanmış yahut hor görülmüştür. Hâl böyle olunca, o kavmî toplumun bireyleri arasında görünüşce —fenotip olarak— benzerlikler, ‘dışarıdanevlenen’lere oranla daha fazladır. Bu yüzden de kendilerini kavimden sayma zehâbına kapılırlar: Israilliler, kimi Germen ile Islav halkları, Çinliler, Japonlar, Moğollar. Böylesi totem-fetiş iytikât menşeinden neşet etmekle birlikte, soy sopu putlaştırmağı yasaklayan İslâmın zoruyla, Araplar da, Emevîler gibi kimi istisnâlar dışında, kendilerini kavimden saymaz olmuşlardır. ‘İçeridenevlenme’ zorunluluğunu taşıyan kabîleler yahut aşîretlerden neşet etmiş milletler, ‘ülkü toplumu’nda ‘devletleşme’ evrelerinin en olgun, en mütekâmil 133 aşaması demek olan ‘imparatorluğ’u hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleştirememişlerdir. Kadîm kabîle ile aşîret iytikâtları gereği, ‘dışarıdanevlenme’ zorunluluğuna bağlı Türkler, 209 özellikle Müslüman olduktan sonra, imparatorluk kurma hünerlerini geliştirmiş, nihâyet, ‘Osmanlı Devletiebedmüddeti’yle bu mahâretlerini doruğa ulaştırmışlardır. Kendilerininkileri kayırmağı berâberinde getiren ‘içeridenevlenme’ örfü, topluluk mensuplarının uzak yollara revân olma zorunluluğunu da ortadan kaldırır. Bu çeşit kabîleler yahut aşîretler, ‘dar alan konar-göçer’leridir. Meselâ, Moğollar, uzun geçmişleri boyunca bir kere harekete geçmiş, çok geniş bir sahaya yayılmış gevşek dokunmuş kısa ömürlü devletlerini vucuda getirir getirmez anayurtlarına geri dönmüşlerdir. Dönmek zorundaydılar, zirâ gittikleri yerlerde, dinî dogmalarını çiğnemedikce, çoğalamıyorlardı. 210 Hâlbuki, Asyanın doğusundan ‘hareket eden’ Türk boyları, Asyanın ortalarına —Türkistan—, kuzeyine —Sibirya—, güneyine —Hint yarımadasının kuzeyi—, batısına —İran, Azarbaycan, Mesopotamya, Suriye ile Anadolu—, Afrikanın kuzey doğusu —Mısırdaki Kölemenler— ile Avrupanın güney doğusuna —Balkanlar— dek göçmüşlerdir. Boylar, ulaştıkları her yeni yeri kendilerine yurt kılmışlardır. Kimisi de orada devlet kurup yerli ahâlîyi kendi mensuplarından tefrîk etmemiş, tersine, evlilik yoluyla onunla karışmış, böylelikle de tarihî bir Türk —topluluk gen havuzu itibâriyle— kavimliliğinden bahis açmamız imkânsız hâle gelmiştir. Kendisini Türk sayan boyların her biri, farklı üç ana tip olan Beyâzlardan, Moğolîler ve hattâ çok az sayıda olsa da, Zencîlerden —Zencî kırması— birine dâhil olmuştur. Tarih boyunca Türklerin yurtları, Çinlilerin, Moğolların, Farsların, Rusların, Fransızların, Almanların, İngilizler ile daha birçok başka milletinkinin tersine, sâbit değil, seyyâl olmuşlardır. Bundan dolayı da yukarıda adı anılan milletlerden farklı olarak, siyâsî sınırlarla belirlenmiş bir toprak parçasından ziyâde, özellikle Müslümanlaştıktan sonra, onlar, İslâm coğrafyasının kapsamına giren diyârın tamamını yurt bilmişlerdir: ‘Dârulİslâm’. 209 Bkz: Jean-Paul Roux: “La Religion des Turcs et des Mongols”, 212.&226.syflr. 210 Burkancılığı benimsedikten sonra Moğollar, içeridenevlenme zorunluluğunu gevşetmişlerdir. Ne var ki, alışkanlıkların ‘ölüm’ü zorlu ve yavaş olur. 134 Türk için dünya zâten iki kesimden oluşmuştu: Dârulİslâm ile Dârulharb. Genel ülkü yurdu manâsındaki Dârulİslâmın yanında, Türkün, bir de, şehrinin, köyünün yahut obasının bulunduğu mıntıka anlamında somut, mevzîi memleketi daha olmuştur. Bu belirlememizin de delîli nitekim, “memleketin neresi?” sorusu ile buna karşılık olarak zikrolunan bölge yahut vilâyet adının yer aldığı cevapta görülebilir. Türk soyu, hemen hep, ata hattından yürürken, anne, çoğu kere, Türk olmayan unsurlardan gelmiştir. Bunun da en seçik örneğini Osmanlı hânedânında görebiliyoruz. Evlenmek amacıyla dışarıdanevlenenlerin en sık başvurdukları usul, ‘kız kaçırma’ olmuştur. Bu, medeniyete geçildikten sonra dahî, öncelikle kırlık sahalarda, kolay kolay terkedilememiş bir âdettir. Karmaşık örgütlenişli memeli topluluklarında gördüğümüz bir hususla insan öbeklerinde de karşılaşıyoruz. Kadın, yaşamayı yenileyen, soyu sürdüren, kısacası, doğuran, yetiştirip eğiten varlık vasfıyla insan topluluklarının cevheri olmuştur. O ve evlâdı hayatın merkezindedir. Erkeğe gelince; o ise, dölleyici, koruyucu, kollayıcı unsurdur. Adetâ arızîdir. Örf ile âdet ağı, hayatî önemine binâen, kadının çepeçevresinde örülmüştür. O, bu ağın, şebekenin orta direği mesâbesindedir. Topluluğun namusu, şerefi, haysiyetidir. Bu yüzden, kaçırılanın rızâsı olsun olmasın, kız kaçırma eylemi, çoğu kere, nesiller boyu sürecek kavga ile düşmanlığın nedeni olmuştur. Soyu peydâhlayıp sürdürene vâki tecâvüzün faturası da, kavganın menbaı ve en şiddetlisi olan kan davâsıdır. Savaşcı olmak zorunda kalan dışarıdanevlenen topluluklarda erkek nüfusu azaldığındaysa, Pamir yaylasının geçit vermez köşe bucaklarında yaşayan göçebe Kırgız obalarında hâlâ rastgelindiği üzre, herhangi bir sebeple dışarıdan gelen güçlü, sağlıklı er kişi, icâbında zorla dahî olsa, güveyi olarak alıkonulur. Bütün bunların yanısıra, kadın – erkek birlikteliği hep yürürlükte tutulmuş olmasından ötürü, ‘dışarıdanevlenen’ ve ‘savaçcı’ olan toplumlarda eşcinsellik de, pek ender rastgelinen bir olaydır. Kuzey Afrikalı Berberîler ile doğu İberikliler de, dışarıdanevlenirlerdi. Onların ahfâdı olan Ispanyol fatihleri, yanlarına kadın almalarına gerek kalmaksızın, Kuzey ile Güney Amerikaların yerli ahâlîsiyle evlenerek çoğalmışlardır. Tarihte soyca en ziyâde 135 karışmış iki imparatorluk milletinden biri Türklerse, öbürüsü de Ispanyollardır. Bu sonuncuların fethettikleri kesimlerin kuzey batısında kalan geniş arazîleri İngilizler ele geçirmişlerdir. Ispanyollarınkisinin tersine, İngilizlerin zaptettikleri yörelerde soylar karışmayıp hâkim olan, olunanı esir kılmıştır. Yalnız, bütün Ispanyollar, ‘dışarıdanevlenirlik’ imkânına sâhip değildi. Germen asıllı zâdegân, yânî Hidalgo da, ancak kendinden biriyle evlenebilirdi. Bu yüzden, başta hânedân olmak üzre, soylularda birtakım fizyolojik ile anatomik ârâzlar belirirken, avâm bunlardan âzât kalmıştır. v- Irkcılığın Bilimdışılığı Ondokuzuncu yüzyılın ikinci, Yirmincinin de ilk yarısına damgasını vurmuş kimi toplum araştırmacısı ile filosofu, öğretilerini, evrim biyolojisinden apartılmış asıl anlamlarından saptırılmış düşünceler ve deyimlerle süslemeği âdet edinmişlerdir. Coğrafî ile arazî engeller, bir canlı türüne mesup değişik topluluklara ait bireylerin biraraya gelmelerini, böylece de çiftleşmelerini önler. Buradan da karşımıza coğrafî yahut çevresel tecrîd olayı çıkar. Özge yörelerdeki türdeşleriyle çiftleşip çoğalma imkânını hâîz bireylerden oluşan bir topluluk, coğrafî yahut arâzî engellerden ötürü bunu beceremiyorsa, Charles Darwin’e bakılırsa, artık beliren, ‘ırk’tır. Çağımızın artık klasikleşmiş sayabileceğimiz biyoloji filosofu Ernst Mayr, biyolojik anlamıyla ‘ırk’ı, “ya pek az yapısal farklılıklar göstermekle ya da bunları hiç bulundurmamakla birlikte, biyolojik özellikleri bakımından hayvanların tanzîm olundukları, birbirlerinden ayırdedilebilen sınıflar” 211 şeklinde tarîf etmiştir. Coğrafî yahut arâzî tecrîdin, zamanla husule getirdiği, genelde, kalıtımda yer etmemiş, görünürdeki, demekki fenotipik irili ufaklı farklardan ötürü, belli bir türe ilişkin biçimce değişen topluluklara ırk denilmiştir. Ne var ki Darwin’in, ırk dediğine günümüz evrim biyologları alttür demektedirler. Canlılar âleminde sâdece at, kedi, köpek gibi, çevremizde görmeğe alışık olduğumuz kimi türlerde ırk deyiminin hâlâ kullanıldığına tanık oluyoruz. Ötekilerdeyse, alttür deyimi geçiyor artık. Irk farkları, Darwin’e bakılırsa, ‘öz’den olmayıp ârızîdır. Oysa genetikten doğmamış hiçbir kalıtsal biçim değişmesinin 211 Bkz:Jacques Ruffié: “De la Biologie à la Culture”, II.cilt, 100.s. 136 olamayacağını bugün biliyoruz. Özge bir ifâdeyle, genotip, fenotipi kaçınılmazcasına belirler. Bilimin dediği böyleyken, yukarıda bahsi geçen araştırmacılar ile ideologlar, akraba aşîretlerin, kavmi; aynı soydan gelen kavimlerinse, ırkı meydana getirdikleri kanısını öne sürmüşlerdir. Görüldüğü gibi, evrim biyolojisinden neşet etmiş dünyatasavvuru üstünde bir ideoloji inşâa olunmuştur. Bu da, öncelikle olağanüstü kertede kafa karışıklıklarına ve çılgınlık raddesine varan siyâsî hareketlere yol açmıştır. Her olay, kendi gereçeklik bağlamında, duru ve saydam bir anlam taşır. Tahlîli ve sağın temellendirmeyi gerektiren felsefe-bilim düşünüşünün harikulâdeliği de buradadır. İslâm gibi, felsefe-bilim de ayık dimâğı şart koşar. Hâlbuki bir olayın, gerçeklik çerçevesinin dışına çıkarılıp keyfî bağlamda mütâlea olunması, serhoşluk nevilerinden biridir. Tek tek olayları yahut benzer vakaları tümel hâlde bunların mütekâbili olabilecek sözlerle ifâde ederiz. Benzer olayları belirli bir araştırma alanı içerisinde inceleriz. Sözgelişi, dilleri irdeleyen genel araştırma alanı ‘dilbilim’dir. Onun araştırma doğrultularından birisi de, dillerin dâhil bulundukları soyağaçlarının çıkarılması işlemidir. Aynı soydan geldikleri varsayılan diller, genişten dara doğru —yahut tersine— ilerileyen öbekler içerisinde sınıflanırlar. İşte en geniş yayılıma sâhip bazıları şunlardır: Türk: Osmanlı Türkcesi, Kırgızca, Kazakca, Çuvaşca, Yakutca...; Altay: Moğol, Tunguz, Japon, Kore; Ural: Fin, Macar vs; Sâmî: Asur, Babil, Süryan, Arap, İbran vs; Hâmî: Eski Mısır, Kuzey Afrikanın Berber, Habeşistanın Amhar, Somali...; Hint–Avrupa yahut Arî: Germen, Latin, Islav, Baltık, Kelt, İran, Hint, Ermeni, Yunan, Arnavut; Çin–Tibet; Dravit... dilleri ile dil öbekleri. Bu saydıklarımız hep, az önce bildirdiğimizi tekrarlamak bahâsına, dillerin yahut dil ailelerinin adlarıdır. Demekki dilbilimine, dolayısıyla da kültür sahasına ilişkin deyimlerdir. Alanları karıştıran ideolojik yüklü araştırmacılar oysa, kültür âleminin malı bu deyimleri, ırka yahut kavme işâret ediyorlarmış, dolayısıyla da biyolojinin kapsamındanlarmışcasına kötüye yahut yanlış yere kullanmışlardır. Arî ırktan; Germen, Islav yahut Sâmî kavimlerinden bahsetmişlerdir. Bunlar da nihâyet, özellikle Yirminci yüzyıl başlarından itibâren ideolojik ile siyâsî şiârlar hâline sokulmuşlardır. Sâmî dillerinden İbrancayı 137 kullandıklarından, Israillilerden nefret, sözgelişi, Sâmî düşmanlığı (Fr Antisémitisme) şeklinde dile getirilmiştir. Kısacası bunlar, tarihte eşi benzeri bulunmaz ıztırâpların anahtar sözleri olmuşlardır. Hayvanların tersine, insanlarda, genelde, ırktan bahsolunamaz. Çünkü geçmişleri boyunca, özellikle de Avrupalıların, 1450lerde başlattıkları denizaşırı keşif gezileriyle, insanlar, cinsî ilişkilerle öylesine karışmışlardır ki, geniş çaplı özgül topluluk genetiklerinden —gen havuzlarından— söz etmek artık pek anlam taşımıyor. Kavmî safkanlılığını koruyabilmiş birkaç topluluk vardıysa, bunların, ya —Güney Amerikanın en güney ucundaki Ateş ülkesi ile Tasmanya yerlileri gibi— soyları kuru/tul/muş ya da —Orta batı Afrikanın Pigmeleri yahut orta Yeni Ginenin dağlık mıntıkasında yaşayanlar gibi— kuru/tul/manın eşiğine itilmişlerdir. İnsanları, evlenme sıklığına göre, yalnızca topluluklar düzleminde sınıflayabiliriz. Bireyler ve toplulukaşırı (Fr transpopulation) evlenme sıklığı daha seyrek olmasından ötürü, topluluklar, birtakım kendilerine has gen havuzu, böylelikle de görünüme yansıyan az sayıda özellikler geliştirmişlerdir. Ne var ki, bu özellikler, toplulukaşırı evlenmeleri engelleyecek raddede olmamışlardır. Görüldüğü gibi, engeller, biyolojik olmayıp başta dinî, siyâsî, iktisâdî ve dilsel olmak üzre, kültürel niteliktedirler. Genelde insan ırklarının bulunmadığını söyledik. Yine de, üç temel insan tipinin varlığından bahsedebiliriz. Bunlar, Zencîler (Fr Négroïde), Moğolîler (Mongoloïde) ile Beyâzlar (Caucasoïde). İnsanın (GeçL Homo sapiens sapiens) atasının Afrika çıkışlı olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan ilkaslî atamızın Zencî olması lâzım geliyor. Nitekim, bugünkü hesaplamalar uyarınca, Zencî ırkının geçmişi 120 000 yıl öncesine uzanıyor. Buna karşılık, Beyâzlar ile Moğolîler, çok daha geç bir tarihte, 55 000 yıl önce meydana gelmişlerdir. 212 Yukarıda bahsi geçen temel üç insan tipinin, birbirlerinden ayrılmalarını derpîş eden ana etken, Kell kromosomunun dağılımı şöyledir: 212 Bkz: Jacques Ruffié: A.g.e, II.cilt, 122.s. 138 İnsanın ilkaslî kromosomu: k Kpb Jsb → Zencî: k Kpb Jsa ↓ K Kpa Jsb ↓ ↓ Beyâz: K Kpb Jsb Moğolî: k Kpa Jsb ↓ Iskandinavyalı: Ula Kpb Jsb Bütün topluluklarda rastgeldiğimiz kromosom, k Kpb Jsb olduğundan, onu insan türünün ortak özelliği olarak kabul edebiliriz. Yüz elli bin yıl boyunca vukûu bulmuş ufak çaptaki mutasyonların, bu ana tiplerin Kell kan sistemlerinde değişikliklere yol açtıklarını görüyoruz. 213 vi- Çağdaş Avrupaya mahsûs İdeolojik Irkcılığın Geçmişteki İki Ana Kaynağı Kavim soyunu muhafaza altına alma kaygısı başlıca iki temel mülâhazadan neşet etmiştir. Bunlardan birincisi, Germen boylarının ‘ayna’ya baktıklarında, kendilerini şekil şemâil itibâriyle son derece beğenmeleri, güzel bulmaları ile tarihi şereflendirmiş bütün kalburüstü kişilerin kendi soylarından geldiği zehâbı, ikincisi de Yahudîlerin din telakkîsidir. a) Yahudîlik Birincisinden daha önce ezcümle bahsetmiş olduğumuzdan, gelelim ikincisine. Yahudîlik, evvelemirde, ‘Allah Tebliği’nden neşet etmiş ‘din’dir. ‘Israil’, ülkenin, ‘Israilli’ yahut ‘İbranî’, milletin, ‘İbranca’ da, bu milletin kullandığı dilin adıdır. Gelgelelim, gariplik, din ile milletin karışıp bütünleşmesinde görülür. Yahudî dini, üç bin beş yüz yılı aşkın zamandır, Israil kavminin yahut milletinin canı ile kanı olmuştur. Her iki unsur öylesine kaynaşmıştır ki, Israil kavmi, dininin adıyla anılır olmuştur. Yahudî (İbr Yehudit yahut Yehudi) olmakçin ilkin Israilli olarak dünyaya gelmek şartı koşulur olmuştur. Israilli anne ile babadan —öncelikle de anneden— dünyaya 213 Bkz: Jacques Ruffié: A.G.e, I.cilt, 162.&163.syflr. 139 gelmemişseniz asla Yahudî de olamazsınız. Olduğunuzu kabul etseniz bile, ‘Israil Yahudîliği’ sizi böyle görmez. “Israil milletiçin Yahudî, ‘nevi şahsına münhasır’ yaşama tarzını, imânı, umudu ve bu inanca bağlı bulunanların, insanlık medeniyetine katkılarını temsîl eden şan şeref taşıyan bir deyimdir. Hırıstıyanlar ise, bunu, çoğunlukla, aşağılayıcı bir anlamda ve Ahdicedîd bağlamında Hz İsâ’nın kendi halkından kendisine karşı çıkanlara yönelik kullanmışlardır.” 214 “Yahudî, geleneksel olarak, Yahudî anneden doğup Yahudîliği benimseyen kimsedir... Doğuştan Yahudî olan, ruhbân (İbr Kohen) unvânını ata tarafından alır... Kişi, öyle doğmamış olmakla birlikte, Yahudîliği benimsiyorsa (İbr ger), o takdîrde, ‘âdil yabancı’dır (İbr ger tzedek). Erkekse, sünnet edilir. Kadın da erkek de, üç hâkimin (İbr dayyan) gözetiminde mikveh 215 usuluyla yıkanırlar. Yahudîliği benimseyenler, Hz İbrahim ile zevcesi Sara’nın manevî evlâdı olarak dünyaya yeniden gelmiş ve bütün günâhlarından arınmış sayılırlar. Başta ad —kadınlarda, çoğunlukla, Ruth yahut Sara, erkeklerdeyse, Abraham (İbrahim)— almak üzre, yeni bir kimlik edinirler...” 216 Anlaşıldığı kadarıyla, Yahudîlik 217, Israil milliyetinin tekelindedir. Tanrı Tebliği dahî bu doğrultuda kullanılmıştır. Nitekim Allah biz insanlara A’raf Sûresinin 172.&173. Âyetlerinde bütün insanlarla ahit akdettiğini bildirmesine karşılık, Tevrat, yalnızca ‘Israiloğlu Yahudî’lerle misâka girildiğinden bahsediyor. İşte bundan dolayı 214 “The Encyclopedia of Jewish Life and Thought”, 220.s. 215 İbâdetten önce, alınması zorunlu bir çeşit boy âbdesti —“The Encyclopedia of Jewish Life...” 306.s. 216 Alan Unterman. “Dictionary of Jewish Lore and Legend”, 104.&160&161.syflr. 217 Yahudîlik, tek Tanrıya imânı zorunlu kılan açık seçik ‘Tektanrılı Vahiy dinleri’nden ilkidir. Allah, insanlara kılavuz kıldığı kurallar (İbr Halakhah: ‘Gidilecek, izlenecek yol’ manâsındadır) manzûmesini M.Ö. Onüçüncü yüzyılda Hz Mûsâ’ya Tûrusinâda ‘aracısız’ vahyetmiştir. Ona, bundan dolayı, Kelâmullah da denir. Bahsi geçen kurallar manzûmesinin adı Tevrattır (‘öğreti’ demektir). Kuralların kimisi şartsız buyruk (İbr [tekil] mitzvah, [çoğul] mitzvot) biçiminde olup Tevratta bildirilenlerin sayısı 613dür. 248i olumluluk —yânî ‘yapılacak!’—, 365iyse, olumsuzluk —yânî ‘yapılmayacak!’— vasfını taşır. Buyrukların bağlayıcılığı kızlarda on iki, oğlan çocularındaysa on üç yaşında başlar. İslâm medeniyet dairesinde yaşayıp faaliyet göstermiş Yahudî filosofu Moses ben Maimon’a (İbn Meymûn, 1135 – 1204) göre, Tevratın, tek bir kelimesiyle oynanmamıştır, oynanamaz da. Tevrata dayalı kanunnâmenin yanında, Yahudîlerin çağlar boyunca yaşayışını belirlemiş ve Israil Peygâmberleri ile Ruhbân tarafından oluşturulmuş biryığın sözlü kurallar dahî tanzîm olunmuştur. Bunlar, bilâhare yazıya aktarılmışlardır —bütün teknik bilgiler ve ayrıntılarçin bkz: “The Encyclopedia of Jewish Life...”. 140 Israilliler (İbr keneset Jisrael: Israil câmiası), kendilerini Tanrının mümtâz halkı olarak kabul ederler: “Sizler, Bana kâhinlerden teşekkül etmiş bir hükümdârlık ve mukaddes ümmet olacaksınız” —Hurûç/19(6). İşte Tevratta (İbr Torah) geçen bahis konusu hükme bakarak Israilli kendisini insanlığın kılavuzu olarak ilân etmiştir. Bu vehim, onda kavimciliğe dek uzanacak bir üstünlük duygusuna yol açmıştır. Nitekim sözünü ettiğimiz kanâat uyarınca, insanlık (OrL gens humana), iki ana kümeden oluşur; bunlardan biri, Tanrının ümmeti (İbr Goi kadoş: Mukaddes ümmet), öbürüsüyse, müşriklerdir (İbr goyim; OrL gentilitās). 218 İnsanlığı kurtuluşa götürmek ödevini misâk yoluyla üstlenmiş seçkin ümmete yaşayacağı ülkeyi de Tanrı vaadetmiş (Ar arz el-mev’ud). Ülkenin adı Israil olup menşei yine ilahîdir: Melek, Hz Yakûb’a, “uhrevî ile beşerî varolanlarla mücâdele etmiş olmandan ötürü, senin adın bundan böyle Yakûp değil, Israildir (Tanrının askeri)” (Tekvîn, 32/28) der. Böylece Hz Yakûb’un ahfâdının yaşadığı ülke, onun adıyla, Israil diye, anılmıştır. Soy sopuna dahî Israiloğulları denilmiştir. Bilâhare Tanrı, misâka girdiği (İbr Brit ben Ha-Betarim) Hz İbrahim’e “Mısırın ırmağından Fırat’a dek uzanan toprakları zürriyetine tahsîs ettim” (Tekvîn, 15/18) vaadinde bulunmuş. Bu misâkın (İbr berit) anısına Yahudî erkeği sünnet (İbr berit milah: Sünnet ahdi) olur. Sünnet olmayan Yahudî erkeğiyse, Allahla misâkı bozmuş sayılır. Misâka bir başka bağlılık kanıtı, günde iki kere Şemanın okunmasıyla gösterilir: “Ey Israil, dinle, Rabb, yalnızca Rabb, Tanrımızdır” —Rabbdan gayrı tanrı yoktur(6/4). Bu, aynı zamanda, olağan şartlarda yahut savaşta ölürken mümînin terennüm ettiği son sözlerdir. Yahudîlik, tek başına ne belirli bir ilahiyâta ne de tarihe işâret eden bir addır. O, bir başkalığın, farklılığın ve üstünlüğün vurgulanışıdır. Ancak, bu vurgulanışta öne 218 Mukaddes yahut meşrûu ümmet – müşrîk ayırımı, dince, tabîî ki, doğrudur. Zirâ o günlerde Allaha imân etmiş tek ümmet Yahudîlerdi. Yanlış olan, dini milliyete yahut kavmiyete tahvîldir. Yahudîlikte insanlığın bu ikiye ayırılmışlığı sorununun, bir de, Kur’ândaki vechesine bakalım: Bakara/2(62). Burada yine aynı meâlin dile getirildiği Mâideyi zikrediyoruz. “İmân edenler, Yahudîler, Sabîler, Hırıstıyanlar; kimler, Allah ile Âhiret gününe imân edip salih işler görmüşlerse, onlara korku ile üzüntü yoktur” 5/69. “Biz, Israiloğullarıyla bu imân üzre misâk akdedip onlara resûl gönderdik. Ne zaman bir Elçi, canlarını sıkacak taleplerde bulunmuşsa, Resûllerden kimisini yalancılıkla suçlamış, hattâ kimlerini katletmişlerdir”5/70. 141 çıkan husus, bireysel ile toplumsal yaşayışın her ayrıntısını Yahudî dininin etkileyip belirlemesidir. Yahudîlik, evvelemirde, Tektanrılılığı tarihte ilk defâ açık seçik ve kesinkes ilânen teblîğ etmiş dindir. Tanrı Tebliği, Hz Mûsâ tarafından ilkin Firavun’a, dolayısıyla da Mısırlılara bildirilmiş olmakla birlikte, o, bunu reddedince, bu kere Resûl, İlahî Kurallar Manzûmesini kendi halkına duyurmuştur. Bunu benimseyen Israilliler, tarihte bütün öteki milletlerden farklı bir konuma girmişlerdir: Rabbe imân ederek Onun inâyetine mazhar olmuş biricik kavim olma orununa yükselmişlerdir. Bu son derece dramatik durumun, Israllliliğin nefsinde üç çeşit yankısı olmuştur: -Birincisi, müşrikler denizinin ortasında mümîn olarak kendisini yapayalnız duyumlamıştır; -ikincisi, yapayalnızlık ile başkalarınca anlaşılmazlığın yarattığı tedirginlik yüzünden süreklice savunma konumunda kalmıştır —‘ben’ ile ‘ben-olmayan’ arasında geçit vermez dağlar girince, kendisinden gayrı kimseyi, kimse de onu sevememiştir; -nihâyet üçüncüsüyse, Tanrı yolunda tek başına savaşan seçilmiş mümîn kavim olma duygusuyla her zaman kendisini haklı, başarılı ve herkesten üstün görme marazına dûçâr olmuştur. “Israilliğin bilinci olumlu olmaktan ziyâde olumsuzdur”, diyor Edward Said. “Aslında, Israillilik, Yahudî olmak demektir. Ne var ki, imkânsız değilse bile, Yahudî olmağı açıklamak olağanüstü müşkil bir iş olsa gerek; zirâ olumsuzluklardan ibârettir: Arap değilsiniz, Müslüman değilsiniz, yabancı (İbr goyiş) değilsiniz, kısacası, ‘değiloğludeğilsiniz’... Gerçeklik dünyasında kimlik, ötekilerle zıtlık üzre inşâa edilemez...” 219 İmdi, Israilliliğin esâs zaafı, kimliğini zıtlık üzre inşâa etmiş olmasıdır. Doğru, kimlik, başkalarından farklı olma zeminine dayanır. O zeminden ‘kendine mahsûsluk’, ‘özgünlük’, ‘kuruculuk’, ‘yapıcılık’, ‘yaratıcılık’, ‘üreticilik’ dallarıyla ‘kişilik’ dediğimiz ‘olumlu’ bir varolan olarak koca ‘ağaç’ bitecektir. Bu, olağan, sağlıklı olan durumdur. Oysa ‘farklılığ’ın, ‘zıtlık’ yahut ‘zıtlaşma’yla karıştırılmaması 219 Edward Said: “A Truly Fragile Identity”, 9.s., “Al-Ahram/ Weekly”de. 142 iktizâ eder. Çünkü, ‘farklılığ’ın tersine, ‘zıtlık’, olumsuzlukların boşandırıcısıdır. Bu olumsuzluklardan biri, karşılıklı ‘nefret’, ötekisi de ‘yıkıcılık’ ile ‘düşmanlık’tır. Tarihte vukûu bulmuş beşerî felâketlerin sorumluluklarını toptan tek tek bireylerin sırtına vurmak, yanlıştır. Bununla birlikte, Hz Mûsâ’nın kendisine ilettiği Allah Tebliğini elinin tersiyle itip reddettiğinden ötürü, devrin Firavunu hep yerilmiştir. Israillilerden önce yahut onlarla birlikte Mısırlılar, Yahudî dinine intisâb edeydiler, tarihin akışı nice değişik olacaktı; nice insanlık fâciasının önü alınabilirdi. Nihâyet, Tektanrılılık, Mısırlılara öylesine yabancı bir kavrayış da değildi. Çünkü Hz Mûsâ’nın çağdaşı Firvunun M.Ö. Ondördüncü yüzyılda yaşamış selefi, Nefertiti’nin kocası olan, tahta da IV. Amenhotep adıyla oturup pâyitahtı Thebesten kendi inşâa ettirdiği Akhetatone taşıyan Akhenaton 220 (saltanatı: 1379 – 1362), putları kırdırıp güneş diskiyle temsil olunan Atonu Tektanrı, kendisini de Tanrı ile insan arasında aracı ilân etmiştir. Fakat, ölümü üzerine yerini alan oğlu Tutankhamen’le tekrar Çoktanrılı dine geçilmiştir. Böylece Israilliden başka ortada Tektanrılı dini kucaklayacak kavim kalmamıştır. Bütün ötekiler gibi, Israilliler de, Yahudî dinine intisâb ettikten sonra dahî, yine dince yönetilip belirlenen toplum olma keyfiyetini sürdürmüşlerdir. Evvelemirde toplumun önderi, kılavuzu hep Haham (İbr Rabbi) olmuştur. Haddizâtında Israilinkisi Ruhbân zümrenin tarihidir. Ruhbânın öncüsü de Peygâmberlerdir. Peygâmberler (İbr Nevi’im), ilahî kurallar ile buyrukları tebliğ edip öğretmiş; Rahipler ise, bunları tefsîr ve tedrîs etmişlerdir. Kurallar ile buyruklar geleneğinin menbaı Tevrat olup onun tefsîr ile tedrîs olunduğu yerler Mişna, Talmud, Zohar ile Haggada gibi kaynaklardır. 220 Genelde tıbbın öncüsü, özellikle de, Yunan Tıp Tanrısı Asklepios’un atası sayılan M.Ö. Yirmiyedinci yüzyılda yaşamış Mısırlı hekim Imuthes gibi, Firavun Akhenaton’un (‘Atonun hizmetkârı’) da zencî olduğu öne sürülmüştür. Gerçekten de tam anlamıyla zencî olup olmadığı iyice bilinmemekle birlikte, duvar resimleri, en azından, melezliğe işâret etmektedirler. Ortaya koyduğu ‘din’de Tanrılardan biri olmaktan çıkarılan Aton, ‘Tektanrı’ ilân edilip Amon ile Re gibi öteki Tanrılar iptâl olunmuşlardır. Sonsuz sınırsız kudreti, besleyiciliği, bağışlayıcılığı ve varediciliğiyle yüceler yücesi Aton, Güneşin aydınlatıcı ve ısıtıcı ışınları gibi, Varlığın her köşe bucağına nufuz eder, ona hayat verir. Yeni pâyıtaht Akhetatonda (‘Aton ufku’) Aton adına birbirinden görkemli tapınaklar inşâa olunmuşlardır. Dualar okunup ilahîler söylenmiştir —Bkz: Baffour Ankomah: “So Black People Cannot Invent?”, 22.s. 143 Tevrat (İbr Torah), Yahudî İncilinin (İbr Tanakh) başlangıç 221 kısmıdır. Bu ilk beş kitap, Tekvîn (İbr Bereşith; OrL Genesis), Hurûç (İbr Şemot; OrL Exodus), Lâvîlûlar (İbr Vayyikr; OrL Leviticus), Sayılar (İbr Bammidbar; Ar Âdâd; OrL Numeri) ile Tesniyedir (İbr Haddebârîm; Y&OrL Deuteronomium). 222 Hz Mûsâ, Allahın Tebliğini insanlığa ileten Peygâmber olmanın yanı sıra, Firavun Mısırının tutsaklığından kurtarıp ‘vaadedilmiş topraklar’a sevketmiş Israil kavminin siyâsî önderi ile rehberidir. Buradan da Yahudîliğin, Israil kavmine manevî kurtuluşun yanında, hürriyet ile bağımsızlık ve dahî yurd edinme mücâdelesinin de tarihini ifâde ettiğini görüyoruz. Bu tarih, az önce bahsolunduğu üzre, bizlerdışında kalanlarla dur durak bilmez savaşın serâncâmıdır. Acılı ve acıklı serüven M.Ö. Onikinci yüzyıldan M.S. Yirmincinin ortalarına değin sürmüştür. Bu da, Israilliye, özge hiçbir topluma nasîb olmamış raddede, kenetlenme, dayanışma, ‘kendinden-olmayan’ı endişeyle karşılayıp hakîr görme, hamle yapma ile mücâdele etme duygusu ile bilincini kazandırmış, üstelik, söz konusu duyguyu sürekli olarak da bilemiştir. 223 Menfâyı kendi cemâatına vatan kılmayı; yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun, Israiloğlunun, gerek akrabâyıtaallukâtıyla, gerek kendi özgül topluluğuna mensûp bireylerle gerekse dünya çapında bütün Israiloğullarıyla kenetleşme ile dayanışma irâdesini; atalarından devraldığı manevî–dinî ile maddî mirâsı evlâdıayâline aktarma duyarlılığını; Yahudîliğin şartlarını, özelliklerini, mâlî, iktisâdî, siyâsî ve coğrafî çıkarları ile amaçlarını; ve nihâyet Kudüs merkez olmak üzre, Filistine yerleşme ülküsünü her daim nesiller boyu diri tutmak cehdügayretini öngören öğreti ‘Ziyonculuk’tur (Fr Zionisme). Dinden esinlenip hız alarak Israilli kendisini yalnızca dince ve medeniyetce değil, daha ilginci, kavmiyetce dahî öteki toplumlara göre üstün saymıştır. Bu üstünlük ve farklı olma duygusunu kendisinden olmayanlardan, yânî yabancılardan ustaca saklarken, kendi insanına nesiller boyu ısrarla aşılayagelmiştir. Sonuçta çift katmanlı bir kimlik geliştirmiştir: Bir, camekâna taşınmış seyirlik yüz..., yânî binlerce yıldır 221 —ilk beş kitap (İbr Hamişah Humşei Torah, kısacası, Humaş: Beş; Ar Esfâr al-Hamse; OrL Pentateuchus)— 222 Bkz: D.Vetter: “Judentum (vom jüdischen Standpunkt)”, 546.-556.syflr; ayrıca bkz: Henri Cazelles: “Pentateuquea”, 1309-1311.syflr. 223 Krz: Juan-José Tamayo: “Las Energias Utopicas de la Fe”, 16.s., “Babelia”da. 144 ‘Menfâ’da (Y Diaspora) sîneye çekilmiş eziyetlerden ezilmiş, ızdırâplarla dolup taşmış çilekeş bir varlığın yüzü; iki, ruhsatını Tanrıdan aldığına dair kendikendisine telkîn ettiği üstün insan olma duyuşu. Bu ikinci hususu da müdhiş raddelere vardırmıştır: Tanrıdan kendisine bahşolunduğuna inandığı üstünlüğünü ‘sulandırmamak’ maksadıyla Israilli öteden beri evlilik yoluyla karışmamağa özen göstermiştir. Soyca, kanca karışırsa, takdîs olunmuş, kutsanmış üstünlüğünü yitirireceğine ilişkin kuvvetli bir kaygıyla yatıp kalkmıştır. Sonuçta medeniyetleşmiş milletlerin pek azında rastgelinebilecek bir genetik birlik ile benzerliği Israilli, Batı ile Orta Asyaya, Kuzey Afrika ile Avrupaya dağılmış toplulukları arasında sağlamıştır. 224 Israillinin, Tanrıdan el almış, mukaddes kavim olduğu fikri, yaşlıdan gence, nesilden nesle aktarılagidilir. Ata ocağında, ailede başlayan eğitme işi, Israil Yahudî hayatının en önemli ve belirgin vasfıdır. Aile hayatı, bu sebeple, Yahudîliğin baş tâcıdır. Haddizâtında aile, her toplumun odağındadır; onun da orta direği anne olan kadındır. Her toplumda durum böyle olmakla birlikte, Yahudî bunun açık bilincine sâhiptir. Bu bilinci, Şabbat 225 örneğinde gördüğümüz üzre, dinî kutlamalarla biler. Israilliler, Hz Yakûb’un soyundan geldiklerine inandıklarından, kendilerini büyük bir aile şeklinde algılamışlardır. Demekki Israillilik, Tanrının takdîs etmiş olduğuna inananların ümmeti olmanın yanında, kendilerini kandaş sayanların kavmidir. Böylelikle Israillilik, ‘çifte kavurma’ bir kavrayıştır: Hem ülkü hem de kan 224 Bkz: Philippe Chambon: “La Bible relue et corrigée par la génétique”, 44.s. 225 Cuma akşamından cumaertesi akşamına değin süren Şabbat, Yahudîliğin en kutsal ibâdetlerindendir. Kutlama, annenin iki kandil yakmasıyla başlar. Her omuzunda birer melekle baba, Havradan döner. Melekler, o evde, ailede, Şabbat hazırlıklarının tamamlanmış olup olmadıklarını teftîş ederler. Şabbat, esâsında, aile efrâdının sofrada biraraya gelip Tanrıyı anmasıdır. İbâdet dışında her tür etkinlik kesinlikle yasaktır. Tekvînde Tanrı, “istirâhat günü takdîs etmekçin Onu hâtırında tutasın(8); altı gün çalışıp işini yapasın(9); fakat yedincisi, Tanrın olan Yahvânın istirâhat günüdür; ne sen, ne oğlun, ne kızın, ne kölen, ne câriyen ne de kapılarının içerisinde kalan konuğun, kimse iş görmesin(10); zirâ, Yahvâ, altı günde göğü, yeri, denizi ve kapsadıkları her şeyi yarattı; yedinci gündeyse dinlendi; bu cihetle Yahvâ, istirâhat gününü mübârek kılıp takdîs eyledi”(11) diye buyurmuştur. Tesniyedeyse şöyle buyurmaktadır: “Tanrın olan Yahvânın sana buyurduğu üzre kutsayasın diye istirâhat gününü hıfzedesin (kutlayasın)(12); altı gün çalışıp her işini ikmâl edesin(13); yedincisiyse Tanrın olan Yahvânın istirâhat günüdür; ne sen, ne oğlun, ne kızın, ne kölen, câriyen, ne öküzün, ne eşeğin, ne hayvanlarından biri ne de kapılarından içeri konukların, hiçbiriniz iş görmeyesiniz; kölen ile câriyen dahî senin gibi dinlensinler(14); Mısır diyârında köleydiniz; Tanrın olan Yahvâ seni oradan kurtardı; kölelikten kurtarılışını unutmayasın; kurtuluşunu hâtırlayasın diye Tanrın olan Yahvâ sana istirâhat gününü buyurmuştur”(15). Ayrıca bkz: Alan Unterman: “Dictionary of Jewish Lore & Legend”, 177.s. 145 topluluğudur. Tarihte mensûpları arasında böylesine güçlü bağların bulunduğu bir başka medeniyet toplumunu bulgulayamayız. Israillilerin temel çabası, her devir ile nesilde bu bağları zayıflatmadan sürdürmektir. Bu maksatla soyun karışmasını önlemek, Israil hukukuna bile yansımış bir kaygıdır. İşte Jewish Agency (Sohnut) Başkanı Sallai Meridor, kuruluşundan beri Israil Devletinin ana hattını bize şöyle çıkarmıştır: Yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, Yahudîlerin, Israile yerleştirilmeleri devletin temel siyâseti olmuştur. Ne var ki, geriye, demekki Israile dönüş kanunundan ecnebîlerle evlenmiş olanlar ile bunlardan dünyaya gelmişlerin de yararlanıp yararlanamayacakları hususu tartışılagelinmiştir. Karma evlilikten olanların da ‘geriye dönüş kanunu’na dâhil edilmeleri maddesinin, halakhaha aykırı görülmesinden ötürü, değiştirilmesi talebi, son zamanlarda tekrar gündeme taşındığından Sallai Meridor yakınmaktadır. Anlattıklarına bakılırsa, Menfâda karma evliliklerin oranı yüksekmiş. Fakat gerek bu evli çiftlerin gerekse onların çocuklarının Israile dönüp vatandaşlık haklarını elde etme arzuları çetin zorluklara yol açıyormuş. Hâlihazır zorluklara yenilerinin dahî eklenmesinden kaygılıymış. Buradan hareketle Israilli ile Menfâdaki Yahudîlerin birbirlerinden daha bir uzak düşeceklerini öne süren Meridor, açılan mesâfenin en fazla yeni yetişen nesli etkileyeceği, onun da nitekim, önemli sayılabilecek kimlik kaybına uğrayacağı kanısını taşıyor. İmdi, Israillinin, aslında, bütün Yahudî ümmetine karşı sorumluluk duyması gerektiğine işâret ediyor. Israilli Yahudî, kimliğini koruyamazsa, Israilli ile Menfâdaki Yahudî birbirlerinden önünde sonunda kopacakları konusunda Meridor uyarmaktadır. Bundan dolayı, yine Meridor’a kalırsa, karma evlilikten dünyaya gelmiş olsa dahî, kendisini Yahudî duyan ne denli çok kişi, Israil kültürünün değerler şemsiyesi altında toplanabilirse, bu kültürün yaşayabilirliği de onca pekiştirilmiş olur. 226 Filhakıka, Yahudîliğin, öteden beri en can alıcı sorunu olan ‘Yahudî kimdir?’ sorusu varlığını çağımızda da sürdürmektedir. Israillilik ile Yahudîliğin çakıştırılması şartı ve her iki unsurun soy esaslı olması, sorun’un özünü teşkîl etmektedir. b) İngiliz 226 Bkz: Sallai Meridor, Şalom Gazetesinden, 12.s. 146 Israilliyle soyca, kültürce ve yaşanılan yöre itibâriyle çok farklı olan İngiliz de tarih sahnesinin baş oyuncularındandır. Yalnız, benzerlik bundan ibâret değildir. Millî davâyı destekleyecek bir dinî bahâneyi de İngiliz kendisine temîn etmiştir. Öteki toplumlara üstün olma inancı, İngiliz ile Israilliye mahsûs duyuşlar değildir elbette. Çinlilerde, Brahmanlarda, Ahamenitler ile Eski Yunanlılarda, hattâ İslâm medeniyet dairesine mensûb olanlarda dahî üstünlük duygusuna rastgelmek mümkün. Ne var ki, üstün bir soya mâlik olma duyuşu yahut inancı, Israilli ile, özelde, İngilizde, geneldeyse, Germen toplumlarında kurumlaşmıştır. Dince meşrûu kılınmış, medeniyet meşalesiyle karanlık diyârları aydınlatan —Aydınlanma devri!— Anglikan İngilizin en doğal hakkı, ‘aydınlattığı’ o ellerin ‘yemiş’lerini gönlünce devşirip kullanmaktır. Olağan, alışılmış hareket tarzı, ‘tüketmek’ olmalı. Hayır, o, öyle yapmamıştır. ‘Tüketmek’ yerine, sömürdüklerini ‘işleyerek kullanmış’tır, yânî ‘üretmiş’tir. Belirli bir amaç doğrultusunda değiştirilip dönüştürülen malzemeden elde edilen, demekki üretilen değere sermâye diyoruz. İşte bu çeşit tutumu kurulu düzen hâline sokan İngilizdir. Onun, tarihte maddî hâkimiyet tesîsindeki üstün başarısı da buradan kaynaklanır. Maddî —iktisâdî— serüveninde 1650lerden itibâren İngilizin, adetâ tabîî ortağı Israillidir. Teşebbüsün başlatıcısı yahut mucidi İngilizdir. Tarihî şartların kazandırdığı tecrübelerinin, hüneri ile zeyrekliğinin sağladığı birikimi sâyesinde olayın künhüne varan Israilli, İngilizle ‘yaşamortaklığı’na (Y sünbiosis) girmiştir. Kavmî milliyetci olan Anglikan İngiliz ile Yahudî Israilli, maddî düzlemdeki yaşamortaklıklarını, demekki ‘çıkar birliktelik’lerini, soyca karışma raddesine taşımazlar. Her iki unsur, soyca da kültürce de ‘ayırılık’larını (İng distinctness) muhâfaza etmeğe bakar. Böylelikle ‘çıkar birlikteliğ’i, ‘kavim ile kültür birliği’ne uzanmaz. Şu durumda duygusal, heyecânî ve akıldışı (Fr irrationel) mülâhazalar ile ruh hâletleri daha baştan dışlanmış oldular. Öncelikle İngilizin indinde hayatın tüm köşe bucağı akılla tanzîm ve tesvîye olunabilir, olunmalıdır da. Bu ‘tüm köşe bucağ’a din dahî dâhildir. Din, hayatın pınarı olmaktan çıkıp maddî çıkar teminine koşulmuş araçtır: Sekülerlik. 147 Bu yaman İngiliz düşünüşünü anlayamayarak yanlış değerlendirmeler tuzağına düşen Fransız dimâğı, becerdiği İhtilâlikebîrle dini toptan dışlamak gafletinde bulunmuştur: Laikcilik. Dinle râbıtasını keserek, İngiliz, aklı bağımsız kılmıştır. Aklı temel almak suretiyle insanı, doğa ile dünyayı deneye başvurarak, demekki aklın tesbîtlerini yine onun çizdiği çerçevede sınayarak anlayıp açıklamağa yönelik en geniş anlamda düzenleme işini felsefe-bilim sistemi üstlenir. ‘Felsefe-bilim sistematiği’nden türetilmiş ‘akıl yapılanmaları’ndan olan ‘ideoloji’nin tarihte açıkca ilk kez uygulamaya geçtiği eylem alanı İhtilâlikebîrdir. Arkasında yatan ise, İngiliz düşüncesi ile mâlîyesidir. Fikir babaları gibi görünen Charles Louis de Secondat Montesquieu (1689 – 1755), FrançoisMarie Arouet de Voltaire (1694 – 1778), Jean-Jacques Rousseau (1712 – 1778), Denis Diderot (1713 – 1784), Jean le Rond D’Alembert (1717 –1783) ile Anne Robert Jacques Turgot (1727 – 1781) türünden İnsancı–Aydınlanmacı–Ansiklopedici Fransız filosofların etkilenip izledikleri, Roger (1220 – 1292) ile Francis Bacon’lardan (1561 – 1626) başlamak üzre, İngiliz düşüncesinin, Thomas Hobbes, John Locke (1632 – 1704), Isaac Newton (1641 – 1727), David Hume ile Adam Smith çeşidinden önde gelen temsilcileridir. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin merkez kültürü, Fransızlarınkisidir. Adı geçen medeniyetin felsefîleşmesi öncelikle Fransız filosof-bilimadı René Descartes’ın işidir. Bu noktadan itibâren Fransa, kültür öncülüğünü İngitereye kaptırmıştır. Descartes’tan sonraysa, Fransadan artık, sistem kurucu filosof-bilimadamı çıkmamıştır. Nihâyet, ‘Yeniçağ Avrupasında felsefe-bilim’ devi olarak iki ülkenin temâyüz ettiğini görüyoruz; bunlardan biri, İngitere iken, öbürüsü de Almanyadır. İkisi de Germen ailesine mensûp dillerle bildirişir. Kadîm devirlerde de ortak coğrafya ile kavmî menşeden neşet etmişlerdir. Bununla birlikte, tarih boyunca birbirlerinden kayda değer derecede farklı gelenekler ile görenekler geliştirmiş, değişik zihniyet düzlemlerine ulaşmışlardır. O kadar ki, yüzeyde aynı dini paylaşıyor gözükmelerine rağmen, o, bu iki milletin tasavvuruna çok farklı tarzlarda ve renklerde yansımıştır —meselâ, Hırıstıyanlığın en önemli yortularndan yalnızca Noelin, ikisi tarafından nice farklı idrâk olunduğunu görmek bile ziyâdesiyle ilgi çekici bir olaydır. Dinde ortaya çıkan farklılığı, 148 her iki dilde dahî algılıyoruz. Akrâba olmakla birlikte, gerek dilbilgisi gerekse sözlerin tasavvur içeriği cihetinden baktığımızda, iki dilin birbirleriyle benzeşmedikleri ve birinden öbürüne tercüme imkânının da olağanüstü güç ve kısıtlı olduğu keyfiyeti, işin erbâbınca tesbîti nisbeten kolaydır. Sonuc olarak, bahsettiğimiz değişik zihniyet düzlemleri üstündeyse, birbirlerinden çok başka unsurları ön plana çıkaran felsefe sistemleri yükselmişlerdir. Bunların bağrından sökün etmiş ideolojilerde birbirlerine zıt düşen değerler, kendi toplumlarının yaşama gündemlerine taşınarak orada yerlerini almışlardır. Hem o derece uzlaşmazcasına yer almışlardır ki, dünya, evvelemirde İngitere ile ‘evlâd’ı A.B.D.nin arkasında, Almanya ve uzaktaki müttefiki Japonyayla eylül 1939dan hesaplaşmasına 227 ağustos 1945e değin sürmüş tarihin en kanlı ve şiddetli girmiştir. Bu, tarihin ilk, belki de son, yeryüzünün hemen hemen her köşe bucağını sarmış ve karşı cepheyi mutlak surette mahfetmek maksadına matûf ideoloji esâsına dayalı baştan aşağıya şerr güçlerin savaşı olmuştur. Tanrı ile dini terkeden Yeniçağ Batı Avrupa medeniyetinin sonunda gelip dayandığı, Friedrich Nietzsche’in deyişiyle, Hiçciliğin ‘ete kemiğe bürünmesi’ olayı İkinci Dünya Savaşıdır. 228 İtalya, gerek Birinci gerekse İkinci Dünya Savaşında, müttefiklerine taşınmayacak kertede yük olmuştur. Her ikisinde de tâlih rûzgârları farklı cihetlerden esmeğe başlayınca, o, her defâsında yelin yönüne göre fütûrsuzca taraf değiştirmiştir. Bu nedenle onu ittifâk içerisinde göstermek yanlıştır. Böylece savaşan cephelerden birinde toplumlar İngiltere-Amerika ile Sovyet Rusyanın arkasında dizilirlerken, öbüründe de Almanya ile Japonya mevzilenmişlerdir. Bu son ikisi, müttefik olmakla birlikte, aralarındaki muazzam mesâfe engeli yüzünden birbirleriyle savaş süresince etkin irtibât kuramamışlar ve tek başlarına kaçınılmaz fecîi sona dek müdhiş bir inât ve olağanüstü bir sebât, fedâkârlık ile kahramanlık örneği sergileyerek döğüşmüşlerdir. Sonundaysa, manen ve maddeten, sözün tam anlamıyla, târümâr edilmişlerdir. 227 Asker – sivil, yaklaşık 50 000 000 insanın öldüğü sanılıyor —bkz: “The Historical Encyclopedia of World War II”, 131.-133.syflr. 228 Bkz: José Luis Pardo: “El Ultimo Filosofo”, 13.s. 149 Yukarıda bahsi geçen bütün farklı bakış açılarına rağmen, İngiliz ile Almanın, Felemenk, İsveç ile Danimarka gibi, öteki Kuzey batı Avrupa milletlerinde muntazaman rastgeldiğimiz ve kadîm devirlerin Germen boylarına mahsûs aşîret değerini muhâfaza etmiş olduklarını görüyoruz; o da, kendi arı soy soplarına duydukları hürmet ile hayranlıktır. Ne var ki, bu hürmet ve hayranlığın tezâhürü, milletlerin özelliklerine göre değişiklik göstermiştir. İngilizler, duyguları ile niyetlerini gizlemelerindeki mahirlikleri sâyesinde, ırkcı–kavimci tavırlarını örtbas edebilirlerken, başka bazı Kuzeyli milletlerin yanısıra, Almanlar bunu, bilhassa Millî toplumcuları 1933te iktidara taşıdıktan sonra, Irkcılığı, ideolojilerinin ana pâyândâlarından biri kılmışlardır. Filvâki, Germen dillerini konuşan Kuzey batı Avrupa kültürleri, Irkcı–Kavimci anlayışları ile tutumlarını Yeniçağ dindışı Batı Avrupanın, ama özellikle de Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin ayrılmaz parçası hâline sokmuşlardır. İngiliz zihniyetinde duygu ile heyecânın, titizce arkasına gizlendiği paravana aklîliktir. Aslında bu tutum, hayatın bütün girdisi çıktısına teşmîl edilip medenî tavrın kaçınılmaz şartı sayılmıştır. Haddizâtında İngiliz kültürü ve bilâhare Çağdaş İngilizYahudî medeniyeti, aklî düzenleme işi ile işlemini kurumlaştırmıştır. Tabîî, kurumlaştırmayı başaranlar da yine, Roger Bacon ile Ockham’lı William’dan (1285 – 1347) başlayarak Charles Robert Darwin (1809 – 1882), William James (1842 – 1910) ile Bertrand Russell’a (1872 – 1970) dek uzanan çizgide gördüğümüz filosoflar takımıdır. Bunun da en önde gelen simâları Hobbes, Locke ile Hume üçlüsüdür. Bahsettiğimiz akıl – deney felsefe geleneği zincirinin son halkalarından biri, Israil asıllı Karl Heinrich Marx’tır. Kendi iytikâdî arkaplanlarını özenle gizleyen İngiliz ile Israilli, dışlarındaki din olaylarına karşı şiddetle saldırarak, ilkin, İhtilâlikebîrden itibâren Avrupa anakarasında, ardından da öteki ellerde, hiç değilse, kısmen dahî olsa, gündemdışı kılmağı başarmışlardır: “Din, kitlelerin afyonudur” (Karl Marx). Böylece iktisâdî–siyâsî ihtiraslarına gem vurabilecek baş maniayı bertaraf etmiş oldular. ‘Din’den boşalttıkları mevkie de, iktisâdî–siyâsî hâkimiyetlerini perçinleyecek şekilde düzenlenmiş ve kapalı devre, yânî dogmacı tarzda çalışan tümel bir ‘felsefe-bilim’ işleyişini, demekki ‘ideoloji’yi yerleştirmişlerdir: Hür Sermâyecilik–Positivism–İmperyalism. Temelde ve 150 özde ‘ideoloji’, Hür Sermâyeciliktir. Fakat o, kaçınılmazcasına Positivism dünyatasavvuru ile İmperyalism kültürel–siyâsî–askerî yahut yarı-askerî çıkışına veya hamlesine ihtiyâç gösterir. Başka bir deyişle, Positivism kurulmaksızın, İmperyalisme de tevessül edilmeden Hür Sermâyecilik inşâa olunamaz. Filvâki ‘örgü’, fehmi kuvvetli kişiyi bile hayrete düşürecek raddede akıllıca ve titizce örülmüştür. Nihâyet, manzarayı daha bir aydınlık kılmak maksadıyla benzetmelere başvurmaktan kaçınılmamalı. O hâlde manzarayı şöyle tasvîr edelim: Görünürde denize akan bir dev ırmak ve ona yönelmiş kollar var. ‘Irmağ’ın ana ‘mecrâ’sı, İmperyalism– Ziyonismdir. ‘Irmağ’ı besleyen başlıca ‘kol’lar ise, Çağdaşcılık, Laikcilik ile Sömürücülük (Fr exploitation) üçlüsüdür. ‘Irmağ’ın boşaldığı ‘deniz’e gelince; o, Sermâyeciliktir. Burada Çağdaşcılık ile Laikciliğin felsefî ‘astar’ını Positivism teşkîl etmektedir. c) Köprü ‘Çıkar birlikteliğ’ini oluşturan Anglikan İngiliz ile Yahudî Israil tarafları arasında irtibâtı temîn edenin, Farmasonluk olduğundan bahsetmiştik. Haddizâtında Farmasonluk, böyle bir işi yahut görevi üstlenmek üzre kurulmamıştır. Onaltıncı yüzyıl ortalarından itibâren resmî, yazılı çizili bir ahte dayanmaksızın ortak hamle ile faaliyette bulunan bir kısım Yahudî ile İngiliz, 1700lerin başlarında kurulan Farmason teşkilâtı çerçevesinde güçbirliği ile dayanışmaya girişmişlerdir. Bahse konu teşkilât, doğrudan doğruya böyle bir gâyeye yönelik olarak tesîs olunmamıştır dedik. Ancak, zamanla bu istikâmette hizmet verir olmuştur. Üstlendiği gelenek gereği Farmasonluk, etkinliklerini gizli yürütmeğe dikkat sarfetmiştir. Ne yapıp ettikleri, ne üyelerinin kimlikleri ne de kuruluşu hakkında dışarıya bilgi sızdıran Farmasonlukla ilgili derin şüpheler, kaygılar ile komplo söylentileri uydurulagelinmiştir. Ona ilişkin bilinenlerden hangisinin ne derece doğru olduğunu tayîn etmek zordur. Gerek Yahudî ile İngiliz unsurlarının yeryüzüne ve insanlığa iktisâdî ile siyâsî cihetlerden hâkim olma ortak çabaları gerekse bunların düzenlenip örgütlenmeleri bâbında Farmasonluğun yeri ile önemi hakkında ortada birinci elden belge niteliğindeki metinler az ve yetersizdir. Bu yüzden sözü 151 edilen konuda hemen hep karîne yoluyla hüküm çıkarılır. 229 İşte İngiliz-Yahudî medeniyetinin üstünde yükseldiği İngiliz-Yahudî Sermâyeciliği ile İmperyalismi de bunların merkez kurulu yahut genelkurmay başkanlığı görünümünü sunan Farmasonluğun da kırılamayan gücü, bu olağanüstü gizlilik ile soğukkanlı, heyecânlardan sıyrılmış, olabilecek bütün ihtimâlleri hesaba katan mükemmel tasarlamacılığın verisidir. ‘Karda yürü, iz bırakma’ ilkesi uyarınca hareketlerini tanzîm eden İngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘iyi-saatte-olsunları’, aklı, zekâyı son raddelerine dek kullanmanın yanısıra, aslında yine aklın buyurduğu bir husus olan askerî sıradüzen ile intizâmı çerçevesinde işlerini yürütürler. Üstün ve sürekli başarılarının sırrı, tecrübeli usta boksör misâli, ilk yaptıkları, gerçek yahut muhtemel rakîplerinin maddî ile manevî açıklarını yakalamaktır. Bunu yakaladıktan sonra, onun zayıf tarafları üstünde fasılasızca çalışmağa koyulurlar. Tarihî tecrübesi fazlasıyla engin iki milliyet cephesine sırtlarını dayadıklarından, muazzam bir müktesebâtla mücehezdirler. Tecrübe ile fire vermez akılyürütmeyi aşabilecek bir servet düşünülemez. Böyle bir servete mâlikseniz, karşınızdakinin imkânlarını ölçer biçersiniz; neyi, nasıl, ne vakit yürürlüğe sokabileceğini hesaplayıp tedbirlerinizi alırsınız. Peki, bütün bu çabalar ile etkinliklerin gâyesi nedir? Siyâsî ile iktisâdî cihân hâkimiyeti. 8- Maddeci – Mekanisist – Dindışı Dünyagörüşünün Beşer Tipi: Maddîyâtcı 230- İktisâdiyâtcı Adam (Homo Economicus) 229 Geçmişte olup bitmiş olaylara ilişkin yargılarımızı yalnızca önümüze açık seçik biçimde seriliduran yazılı belgelere dayandırmağa kalkarsak, hemen hiçbir yere varamayız. Bundan dolayı, geçmişi zihnimizde inşâa ederken, elbette ilk elde metinleri dikkate almalıyız. Ne var ki bunlarla yetinemeyiz. Bunların yanısıra, en önemli dayanağımız onları, benzer, ama belgesi bulunmayan sorunlara dahî teşmîl ederken kullandığımız karîne usuludür. Nitekim, Millî toplumcu Almanyanın, Sovyet Rusyaya karşı giriştiği askerî harekâtın başlangıcından az sonra, 1941 yazının herhangi bir tarihinde Adolf Hitler’ın, özel SS birliklerine, işğâl edilen topraklarda yaşayan Yahudîlerin topyekûn imhâsını buyurduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, konuya ilişkin elde hiçbir yazılı belge yoktur. Buradan hareketle, ‘nihâî çâre’ (Alm Endlösung; Fr solution finale) vakasını inkârmı edeceğiz? —bkz: Enrique Moradiellos: “Un Aniversario Funesto”, 12.s. Geçmişe eğilirken yukarıda zikrolunana benzer pek çok vakayla karşılaşma ihtimâlini hep göz önünde tutmak zorundayız. 230 Maddîyât/cılık: “‘Maneviyât’ın ihmâline varan maddî ihtiyâçların yahut arzulara düşkünlük; tamamıyla çıkarları gözeten bir görüş, yöneliş yahut yaşama tarzı…” —“Materiality: Devotion to material needs or desires, to the neglect of spiritual matters; a way of life, opinion, or tendency based entirely upon material interests…” ”The Compact Oxford English Dictionary”, 1047.s, 466.sütun, c satırı. 152 a) Siyâsî ile İktisâdî Amaçlar uğruna kötüye kullanılan Din Millî toplumcu ideolojinin sıklet merkezini teşkîl eden kandaş bireylerden oluşmuş topluluk saplantısından (Fr idée fixe) doğmuş Irkcılık ile Kavimcilik, nüve hâlinde Germenliğin zihniyetinde yaşayagelmiştir. İşte bu hususla, esâsta Germen boylarından biri olan Anglo-Saksonlarda —İngilizlerde— dahî, zaman zaman besbelirgince karşılaştığımızdan birçok vesileyle bahsedilmiştir. Almanların, Avrupadaki medeniyet kervânına geç denilebilecek devirlerde katılmış olmanın yarattığı aşağılık duygusunun 231 tersine, İngiliz Kavimciliği kibirle yoğrulmuştur. Gidip fethettikleri ülkeler ile yörelere geleneklerini, alışkanlıklarını, âdetlerini, tavırları ile tarzlarını tavîzsizce ekmiş, dünya çapında, kavmî olanın yanında, özellikle de kültür soykırımını uygulamaya sokmuşlardır. Hattâ, medeniyet ortakları Israil kavmiyle birlikte, aslında tekmil insanlığa seslenen Tektanrılı Vahiy dininin Tebliğini kendilerine mâletmişlerdir. Nasıl Israilliler, Hz Mûsâ aracılığıyla insanlığa gelmiş Tebliği, dolayısıyla da insanlıkşumûl bir din olan Yahudîliği yörüngesinden saptırarak kavmîleştirmişlerse, aynı şekilde İngilizler de, Onyedinci yüzyılda Hırıstıyanlığı Anglosaksonlaştırararak Anglikan kilisesisini vucuda getirmişlerdir. Böylelikle kadîm kültürlerde gördüğümüz bir olay, üstelik Yeniçağda Tektanrılı Vahiy dininin suiistimâli suretiyle, gerçekleştirilmiştir. Adı anılan iki millet, ilahî kudreti arkalarına almış oldukları zehâbını vererek her çeşit tasarruflarını haklı gösterip meşrulaştırmağa kalkmıştır: ‘Din devleti’ (Fr théocratie). b) Üstün olanlar ile Olmayanlar Söz konusu üstünlük duygusu, gizlice ve sinsice dahî olsa, hâlâ yürürlüktedir. Buna göre insanlık başlıca üç daire hâlinde mütâlea olunur: İngiliz-Yahudî dairesinin ayrı ayrı basamaklarında duranlar, ona değişik dereceler ile kademelerde tarafdar olanlar ve nihâyet bu iki dairede yer almayanlar. Üçüncü daireden ikinciye farklı biçim ve raddelerde geçiş mümkünken, birinciye yükselmek imkânsız denilebilecek kadar müşkildir. 231 Fr complex d’infériorité. 153 Bir yandan Sanayi devrimiyle, öbür taraftan da İnsancı–Aydınlanmacı akımın etkisiyle hız kazanıp pekişen Hür Sermâyeciliğin elde etmiş olduğu karşı koyulmaz güçle, dini dünyevî çıkarlara âlet etme gereği de iyice ortadan kalkınca, ‘istediğimi yapar ederim’, ‘yeryüzü nimetlerini tepe tepe kullanabilirim’ kafa yapısına uygun İngiliz-Yahudî ‘ben beşer tipi’, kendisine benzemeyen, uymayan ne kadar insan tipi varsa, onun üstünden ilkin maddeten, arkasından daha da öldürücü, kahredici olan manen silindir gibi geçip onu ezmiştir. ‘Bana benzemeyen insan tipi’ tüm ortamıyla ortadan kaldırılmağa çalışılmaktadır. İşte, doğanın onulmazcasına katline de bu bağlamda tanık oluyoruz. Yeryüzünün sunduğu tekmil maddî, toplumların da sergiledikleri cümle manevî imkânlar, habire yükselen kazanç hırsıyla yanıp tutuşan ‘maddiyâtcı–iktisâdiyâtcı ben-beşer tipi’ tarafından insafsızca seferber edilmişlerdir. Sonuçta tarihte eşi menendi görülmemiş katliamlar zinciri boşanmıştır. Refâh uçurumu: “Ortalama Hintlinin yıllık tâkat (Fr énergie) tüketimi, 250 kg petrole eşdeğerken, bir İngilizin harcadığıysa 3,756 kg. kadardır. Hindistanın nüfusu 900 milyon cıvârındadır —1991e göre; oysa 2000de 1 milyardır. Her Hintli, İngiliz kadar ticârî tâkat sarfetmeğe koyulursa, o takdîrde, yılda 3,190.000 ton ek petrol kaynağına ihtiyâç duyulacaktır.” 232 Soğuk savaş: Kuzey, dirlik ile bolluk içerisinde yaşasın diye ‘Üçüncü dünya’da aşağı yukarı 1950 – 1990 arasında yirmi milyon kişi öldürülmüş veya ölmüştür. 233 Soykırım: 1519da yirmi sekiz milyon Kızılderili yaşıyorken, 1605de, günümüz A.B.D. topraklarında, bunlardan bir milyonu hayatta kalmağı becerebilmiştir; Kölelik: 1526 ile 1870 arasında on milyon Zencî, Afrikadan, hayvana revâ görülmeyecek fecîi şartlarda, gemilerle Amerikaya naklonulmuşlardır. Sömürgecilik: En şaşalı devrinde, yânî 1850lerde İngiltere, Hindistandan yılda üç yüz milyon dolar haraç kesmiştir; Yeni Sömürgecilik: 1988de Güneyden otuz beş milyar dolar gayrısafî (net) mâlî yekûn Kuzeye aktarılmıştır; 232 Mark Tully: “No Full Stops in India”, 24.s. 233 Bkz: “The New Straits Times”, 30.s. 154 Sömürgecilik–Sömürücülük–Irkcılık–Kavimcilik İç içeliği: Burada saydığımız dörd unsur, bizi kaçınılmazcasına İmperyalism ile onun sırtlamış olduğu Sermâyeciliğe götürür. Sermâyeciliğin çizdiği yoldan giderek başta İngiliz olmak üzre, Batı Avrupalı, yeryüzünün doğa, kavim, toplum, iktisât ve nihâyet tüm nüfus dokusunu altüst etmiştir: 1492de Kuzey ile Güney Amerika kıtalarında 100 milyon Kızılderilinin yaşamış olduğu tahmin ediliyor. 1992deki toplam nüfuslarıysa, 42 milyonu bulmaktadır. Kızılderili nüfusunun bunca kırılmasında, Beyâzların taşıyıp getirmiş oldukları salgın bulaşıcı hastalıklar ile kültür şoklarının yanında, ‘fenn’in ‘zanaat’e karşı muazzam üstünlüğünün etkisini saymak gerekir. İlkin, Avrupadan yanlarında getirdikleri atların sırtında, 1840ların başından beri de demiryoluyla Beyâzlar, Kızılderililerin hayâl bile edemeyecekleri hızlara erişerek sayıca kalabalık olmasa da, ateş gücü müdhiş olan birliklerini çok uzak mesâfelere sürâtle nakledebilmişlerdir. İngilizler, sözgelişi, Arjantinin 1857de 11 km olan demiryolu şebekesini 1885de 4800 km uzunluğa eriştirmişlerdir. Yine 1880lerde, Amerikan imâli Remington marka tüfenğiyle silâhlanmış bir er, beş Kızılderiliye bedeldi. 234 Yeryüzünün her tarafında değişik raddelerde yaşama sevîyesi bozulup nüfus azalırken, hattâ kimi yerlede toptan yokolurken, ikisi de, 1500den itibâren Batı Avrupada süreklice yükselişe geçmiştir. Sözgelişi Avrupanın nüfusu, 1500de 80 milyonken, bu, 1800de iki yüz milyonu bulmuştur. Yaşama sevîyesi yükseldikce ömür de uzamıştır. 1700lerde Fransız köylüsünün ortalama ömrü yirmi iki yılla sınırlıydı. Doğan dört çocuktan da ancak biri hayatta kalabiliyordu. 1750lerin ilk yarısında Fransız köylüsünün içerisinde bulunduğu bu durumun, İmparatorluk devri Romalısı ile 1950lerin Hint köylüsü için de söz konusu olduğunu burada belirtelim. Yine, bahsini ettiğimiz dönemde yirmisini aşmış bir Fransız köylüsü bayağı yaşlı dururmuş. Çok genç yaşta evlenilir; kadınların ömrü de erkeklerinkinden daha kısaydı. Zenginlerin tersine, yoksul köylüler, çekirdek aileye yakın boyutlarda az sayıda bireyi kapsayan aileler oluştururlardı. Sanayinin ortaya çıkmasıyla birlikte geçimlerini iyileştirmek beklentisi içerisinde şehirlere göçen köylüler, aile yapılarını değiştirmemişlerdir. Sonuçta 234 Bkz: Frank Nowikoski: “Argentina’s Victims of Spanish Conquest”, 35.s. 155 şehirlerde bile çekirdek aile tipi, varlığını, yaygınlaştırarak sürdürmüştür. Kadın, çoğunlukla daha doğururken öldüğünden, erkeklerin, bir kereden fazla evlenmeleri de az rastlanır olaylardan değildi. 235 Derebeğliğin, millî ve birlikli devlete dönüştüğü çağlara değin gerisin geriye izini sürebileceğimiz sınıf ile kavim ayırımcılığına dayalı tavır ile siyâset, Sermayeciliğin vucut bulması ve sanayinin belirmesiyle hız kazanıp kesîfleşmiştir. Daha önce de temâs ettiğimiz üzre, Sermâyeciliğe ve onun temsîl ettiği cümle değerlere red manâsında şekillenmekle birlikte, Millî toplumculuk, ilk anılanın ayırımcı, üstelik kavmî olanının tavrı ile siyâsetini üstlenip bunu en aşırı uca taşımakta tereddüt göstermemiştir. Söz konusu ideoloji, temel tutamaklarında ne denli aklaaykırı bir keyfiyet göstermişse de, kavmî ayırımcılık siyâsetini bir o kadar aklî nizâm çerçevesinde yürütmüştür. Peki, bu ne menem bir akıldır? Galileo – Newton – Darwin Mekanisismi ile Hobbes’un, Hume’un, Smith ile Marx’ın maneviyâtı kurutulmuş Akılcılıklarının aklıdır. İddia ediledurulanın tam tersine, ne Adolf Hitler ne de onun kurup önderlik ettiği Irkcı, Yayılmacı ve Yahudî-çılgını Millî toplumcu ideolojisi, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetleri ortamında beklenmedik ‘mucizevî’ bir olaydır. Düpedüz neden – etki bağıntısına ve laik–seküler felsefe-bilimin dehâsına uygun biçimde arzıendâm etmiştir. Kısacası, beklenebilecek tabîî bir sonuçtur. Elbette, vahşetin derecesini felsefe-bilim tayîn etmemiştir. Tetiği çekmemiş, fakat çektirmiştir. Sistematiğinin dehşet verici kuruluşu ve kör ile sağır, yânî vicdândan yoksun işleyişi ile kahredici istihzâsı (Fr sarcasme), her yanı ve yönüyle, Yeniçağ Batı Avrupasının Tanrısız İnsancı – Aydınlanmacı kötürümleştirilip köreltilmiş aklını çağrıştırmaktadır: 1- “1933 ocağında Adolf Hitler’in, Almanyada başbakanlığa seçilmesinden itibâren 66 milyonluk nüfus içerisinde 500 bini bulan Alman Yahudîlerine karşı ayırım siyâsetinin sistemlice uygulandığına tanık oluyoruz. Peki ya, sebep? İktisâdî... Yahudî’nin, Hz İsâ’nın katlinden sorumlu tutulması... Ortaçağdan sarkmış hurâfe, bâtıl iytikât... falan, filân... Bunların hiçbiri ilginç ve özgün gerekce olamaz. Özgün ve ilginc olan, Arî’nin üstün, Yahudî’nin ise, aşağılık ırkları temsîl etmeleridir. Toplumsal 235 Bkz: J.M. Roberts: “The Penguin History of the World”, 332.-335.syflr. 156 Darvinciliğin ayıkla/n/ma ilkesi uyarınca aşağılığın aleyhine üstünün varolma hakkı mahfûzdur... İşte bu hak, üstün olana aşağılığı idâm etme yetkisini tanır. İdâmın infâzı değişik biçimlerde yürürlüğe koyulmuştur: Bu, kurşuna dizmeden tutunuz da getholar ile çalışma tesîslerinde açlık ile hastalıklardan ölümlere terketmeğe dek uzanır. Ancak bunlar, nisbeten ilkel yöntemlerdir. 1941den itibâren iyice hızlandırılan kütlevî yoketme programında yer alan temerküz tesîslerinin teşkilâtlandırılışı, tek kelimeyle, mükemmeldir. Bunlardan kimisi Belzen, Sobibor, Lublin, Treblinka, Chelmno ile Auschwitz gibi, sâbit, fen hârikası, imhâ fabrikalarıyken bir kısmı da gaz hücreleriyle mücehhez katar (Fr train) yahut arka tarafı üstü kapalı kamyon şeklindeydi. Sâbit tesîslerdeki gazlama koğuşları başlangıçta, bir defâda 450 kişi alabilirken, daha sonraları bu rakam, 4000e ulaştırılmıştır. İnşâat mühendisliğinde görülen baş döndürücü gelişmeye kimya mühendisliğinde de tanık olunur. Nitekim, yine başlarda karbon monoksit kullanılırken, zamanla çok daha gelişkin malzemelerden olan hidrojen siyanürü ile siklon B gazına geçilmiştir. Bu son zikrolunmuş iki malzeme, hem daha sürâtle ve ucuza mâledilebilinmiş hem de rahatca naklonulabilinmiştir. Böylelikle savaş olanca şiddetiyle sürüp giderken üç yahut dört yıl gibi pek kısa sürede, büyük sayıda —iddiaya göre beş yahut altı milyon 236— çoluk çocuk, genç yaşlı ve erkek ile kadın ortadan kaldırılabilinmiştir... Bu inceden inceye tasarlanıp hesabı kitabı çıkarılmış ideolojik esaslı bir soykırım olup söz konusu infâzın, askerî yahut siyâsî lüzûmu da yoktu...” 237 236 Bu rakamı kim tesbît etmiş? Kim bunca cesedi saymış? Nasıl olmuş da, beş milyon bilmem şu kadar yüz bine yahut yedi, sekiz milyona değil de, altı milyona takılıp kalınılmış? Ama asıl felâket şu rakamperestlik değil de nedir? Rakam düşük çıksa, fâcianın boyutlarımı küçülecekti? Beş, altı yaşındaki masûm Moiz’i yahut bütün kabâhati ailesine çorba pişirmiş, evlâdını bağrına basmış olmaktan ibâret Raşel’i sırf Israil soyundan geliyor diye ‘ölüm hücresi’ne kapatan bir sapık öğretiyi ve onu uygulayanları lanetlemekçin düşsel rakamlar uydurmanın manâsı mantığı ne ola ki? Sermâyecilik için her şey, bilâkayduşart her şey, hayat dahî metâadır. Bahsolunan, Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin cânî bezirgânlığının zemîn hazırladığı bu, ne ilk ne de son sapıklıktır. Katlonunanlar, kaç kişi olurlarsa olsunlar, candılar, insandılar; önünde sonunda Allahın ‘Soluğ’undandılar: “Bir insanı haksızca öldüren, bütün insanları katletmiş; bir insanı kurtaran, tekmil insanları (insanlığı) kurtarmış gibi olur” ―Mâide/5(32). ÖLÇÜ budur!?! Hafîfletici hiçbir gerekcenin gösterilemeyecği iki çeşit suç vardır: Bunlardan biri iğfâl, ötekisiyse, soykırımdır. Nitekim, Mâidenin 32. Âyeti, özge unsurların yanısıra soykırıma dahî işâret etmektedir. 237 Enrique Moradiellos: A.g.y. 157 2- a) 1963ün yazında, temmuz yahut ağustos olmalı, o dönemde Doğu Almanyaya bağlı Saksonyadaki, asıl adı Chemnitz, ama Ortakmülkcü idâre altındayken Karl-Marx-Stadt olan şehrin merkez kütüphânesi ve belgeliğinde Bay Alfred Kobel ve ben yaşlardaki kızıyla birlikteydim. Alfred Kobel, raflardan cilt cilt kitab ile iri kıyım dolaplardan tomar tomar evrâk çıkarıp önüme seriyordu. Kafkasya ile Türkistanı gösterir 1930ların sonları ile 40lı yıllarda Alman Genelkurmayınca Gothik harflarla basılmış renkli ve muntazam olanların yanında, 50lilerde çıkarılmış dev boyutlarda, fakat itinâsız hazırlanmış Rusca yazılı haritalar, makaleler, araştırma-inceleme gezi kayıtları, seyâhatnâmeler... Bunların hemen hepsi, Göktürkler ile Uygurlardan başlamak üzre, Türk toplumlarının tarihleri ve coğrafyalarıyla, dilleri ve lehçeleriyle, edebiyatları, iktisâtları ile günlük yaşayışlarıyla ilgili çalışmalardı. Müellifleri arasında, bilâhare hâfızamda canlandırabildiğim kadarıyla, Vilhelm Thomsen (1842 – 1927), Friedrich Wilhelm Karl Müller (1856 – 1907), Carl Brockelmann (1868 – 1956), Kaare Grønbaech (1901 – 1957), Annemarie von Gabain (1901 - ) ile Karl Heinrich Menges (1908 - ) gibi, Türkiyât ile Şarkiyâtın tanınmış adlarına rastgelinebiliniyordu. Türkiyâtcı olmağı bir yana bırakınız, adı anılan kişinin, yüksek öğrenimi tamamlamış olduğunu dahî sanmıyorum. Bununla birlikte, kanâatımca, konunun değme uzmanıyla aşık atacak raddede Türklük üzerine bilgilenmiş gözüküyordu. Peki, bu bilgiyi nereden, nasıl ve en önemlisi niçin edinmişti? b) Bahsolunan beğ, albaylığa dek terfîi olmuş ‘Waffen-SS’ menşeli bir ‘Einsatzgruppen’ mensubu olup ‘Armee-Oberkommando 11’ çerçevesinde 1941 güzünden itibâren Karadenizin kuzey batısında görevlendirilmişti. Vazîfesi, Kırım ile öteki kıyı yörelerindeki şehir ile köylerde bulunan Sovyet komiserlerini, partizanlar ile Yahudî ahâlîyi yakalayıp birincileri, genellikle, esir kamplarına, ikincileriyse, ilkin toplama merkezlerine, oradan da temerküz tesîslerine sevketmekti. Ne var ki ‘Einsatzgruppen’, sünnetli olduklarından, Müslüman erkekleri dahî, Yahudî sanıp yanlışlıkla tutuklamışlar. Haber, nasıl ve hangi yollardan gitmişse, Ankaranın kulağına çalınmış. Ankara da, Almanya büyükelçisi Franz von Papen’i (1879 – 1969) hatâ konusunda gizlice uyarmış. Von Papen ile Alman Dışişleri yoluyla meseleyi öğrenen ‘Waffen-SS’ ile ‘Einsatzgruppen’in Berlindeki yetkilileri, üniversitelerden kimi 158 Türkiyât hocaları ile konunun diğer uzmanlarını, Kırım başta olmak üzre, ilgili vaka mahallerine göndererek oralardaki görevlileri Müslüman ahâlî ile Yahudîleri nasıl ve hangi ölçülere dayanarak ayırdetmeleri gerektiği husunda bilgilendirmişler. Daha da önemlisi ve ilginci, Yahudîliği benimsemiş Hazarlıların Lehistanın doğusu ahfâdı sayılan ve ile Rusyanın batısında —Ukranya ile Beyâz Rusyada— yaşadıkları tesbît olunan Karaim Türklerini, Israil Yahudîlerinden nasıl ayırdetmek lâzım geldiği husunda dahî, Bay Kobel’in de aralarında bulunduğu görevliler, aydınlatılmışlar. Bu maksadı hâsıl edecek biçimde bir, bir buçuk ay boyunca bölgedeki Türk boylarının tarihleriyle, dillerinin sınıflanışıyla, nüfus ve halkbilgileriyle, şekil şemâilleriyle ilintili genel ve özgül konularda hemen o yörede yoğunlaştırılmış tarzda ders görmüşler. c) Buradan da, nitekim, Millî toplumculuğun ana özelliklerinden olan Yahudîdüşmanlığının, öyle din menşeli bir sorun olmayıp düpedüz kavmî bir mesele olduğunu tekrar seçikce görüyoruz. ç) Bay Alfred Kobel’in encâmına gelince; 22 mayıs 1945de Almanyanın kayıtsız şartsız teslîm olmasının ardından kasım sonlarında Chemnitze karısı ile kızının yanlarına döner. Orada 1946nın başlarında Ortakmülkcü makamlarca yakalanıp tutuklanır. Mahkemeye çıkartılır. İdâma mahkûm olur. 7 ekim 1949da kurulan Demokratik Alman Cumhuriyeti 238 makamlarına emniyet kuvvetlerini 239 teşkîl edip teşkilâtlandırma teklîfinde bulunur. Onlar da onun ve hempâlarının teklîfini kabul ederler. Salıverilir. Doğu Almanyada pek az kimseye nasîb olan bir ayrıcalık Kobel’e tanınır; kendisi ile ailesine dayalı döşeli bir daire ile binek araba tahsîs olunur. 3- a) Kızılordu, 27 ocak 1945de Auschwitz’i ele geçirdiğinde, Rus askerlerinin karşılaşmış oldukları korkunç manzaralardan en inanılmayacak gibi olanı, gaz odalarına gönderilmiş kadınlardan, erkeklerden, yaşlılar ile çocuklardan kırpılıp kesilmiş ağırlığı sekiz ton tutan kıl ile saçtı. Niye? Askerlere elbîse dokumak ve çorab örmekçin. 240 İşte, ‘homo economicus’un eşsiz dehâsı! 238 Alm Deutsche Demokratische Republik/ DDR. 239 Alm Volkspolizei/ VOPO. 159 b) İnsan, insan olalı vukûu bulmuş en tüyler ürpertici bu soğukkanlı cânîliğin baş ‘mimar’larından Heinrich Himmler (1900 – 1945), işlemiş olduğu cinâyetler hususunda, Yeniçağ dindışı Maddeci–Mekanisist Batı Avrupa medeniyeti bağlamında, hiç de öyle yalnız kalmadığını, istisnâ olmadığını bize ne de çarpıcı biçimde anlatıyor: “Amerikalılar da, Kızılderilileri insâfsızca katletmedimi?!” 241 c) ‘Homo economicus’ kimdir? Tarihte eşine asla rastlamadığımız, ‘şeytana dahî pâbucunu ters giydirebilecek’ derekede kıvrak zekâlı, kavrayışı kuvvetli, vâsî ufuklu, bilgiç, aklı fikri geçimi ile kazancına takılı, şehirli ‘Yeni beşer tipi’dir. Bu yeni beşer tipi, fütûrsuzdur, ataktır, söz hokkabazı, kavram canbâzı —yânî bilgiç (Fr sophistiqué)—, ‘kulağının arkası’na dek kire, pasa batmış olmakla birlikte, kılığını, kıyâfetini ve istifini bozmayan, feleğin çenberinden geçmiş, cinsiyeti inhirâf etmiş ―‘kadınsı erkek’ (İng ‘she-man’) yahut ‘erkeksi kadın’ (İng ‘he-woman’)— özellikle İngiliz olan, kuzeyli beyâz adamdır. Bu beyâz adam, kendisini yeryüzünün ve tekmil servetinin mâliki, beyâz ve kuzeyli olmayan insanların efendisi, hâmisi ve velîsi ilân etmiştir: “Dünyayı sırtlamış beyâz adamın yükü” diye anlamca Türkceleştirebileceğimiz İngiliz Rudyard Kipling’in (1865 – 1936) “the white man’s burden” cümlesi ne kadar da manîdârdır. Kipling ile Thomas Carlyle (1795 – 1881), James Antony Froude (1818 – 1894) ile Charles Kingsley (1819 – 1875) gibi Onsekizinci ile Ondokuzuncu yüzyılların İngiliz düşünür ile yazarların yarattıkları kavimce kendini ululama ile kibir ‘hava’sının doğal sonucu, Heinrich Himmler’in tüyleri diken diken ettiriveren şu saldırgan iddiası olmaz da ne olur: “Yeni hayatı yaratmakçin cesetleri ezerek geçmek zorunluluğu, büyüklüğün lânetidir —büyük olmanın bedelidir!” 242 ç) Aslında işlenmiş cürümler, öylesine benzersizdir ki, bunları ‘katliâm’, ‘cinâyet’ çeşidinden deyimlerle nitelemek, olayı karanlıkta bırakır. Bu neye benzer? Birsürü beşerî zihin ile etkinlik özelliğini gösteren bilgisayara, ‘o da, insandır’ demeğe benzer. Yeniçağ Batı Avrupası tarafından işlenmiş cinâyetler ile girişilmiş katliâmlar, aklîdir, sistemlidirler. Eski devirlerin önemli oranda kendiliğinden patlak vermiş olanların tersine, bu kere tam bir plan, program ve sistem tertîbi ve insicâmıyla ortaya 240 Bkz: John Toland: “The Last Hundred Days”, 178.s. Bkz: Aynı yer. 242 Bkz: Aynı yer. 241 160 koyulup uygulanmışlardır. Meselâ eskilerin dillere destân zalimlerinden bir Cengiz, bir Hulâgu (Han: 1217 – 1265), temerküz tesîsi olayına tanık olaydılar, nizâmın aklî kuruluşundan dehşete kapılırlardı. Onların modası geçmiş zulmü, insanın bedenliliğine doğrudan öldürücü darbe şeklinde tecellî etmiştir. İnsanın doğal çevresi ile kültür ortamını hedef almamışlardır. Bu sebeple, cânî çekirgeler misâli üstünden geçtikleri toplumları kırıp geçirmiş olmakla birlikte, bunların hayatta kalabilmiş bireyleri, ‘fırtına’ dindikten sonra yeniden kendilerine gelip toparlanabilmişlerdir. Hâlbuki bugün, yânî 1900lerin sonlarında artık tüm çevre ve ortam şartlarından yoksun kılınmış Amazon yerlilerinden bir kabîlenin bireyleri kendilerini teker teker öldürüyorlar. A.B.D. ile Kanadada yaşayan Kızılderililer ile İnuitlerin (Eskimo) içkiye müptelâ olarak intihâr ettikleri ve nesillerinin gittikce soysuzlaştığı sık rastgelinen vakalardandırlar. Toparlarsak: Patagonya ile Ateş ülkesinden Avusturalya ile Tasmanyaya, Kafkasya ile Türkistandan Cezayire, Ruvanda ile Burundiye, oralardan Fiji adalarına dek nerede beşerî ve tabîî bunalımlar, sıkıntılar, âfetler, altüst oluşlar yaşanıyorsa, biliniz ki, oralara Yeniçağ Batı Avrupalı, onun da öncüsü ve önderi olan İngiliz adımını atmıştır. 4- Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, 1500lerden itibâren gerek insana gerekse onun doğal çevresine karşı başdöndürücü hızla yükselen sâbıka silsîlesinin doruklarından birini Millî toplumcu (Nazi) şebekenin cânîliği oluşturuyor. Sonuçta, Adâlet, 20 kasım 1945 ile 1 ekim 1946 arasında Nürnbergte vukûu bulmuş duruşmalarda sâdece adı anılan ideolojinin değil de, onun, başta karşı çıktığı, fakat zamanla kendisinden derinden derine etkilenmiş olduğu umursuz ve uğursuz medeniyet ile bunun fikriyâtının kurucu, yönlendirici ve yönetici elebaşlarının da, Batı Avrupalı olmayan mağdûrlarınca yargılanmaları gerektirmezmiydi? 5- Millî toplumculuk denilen insanlık fâciası, tepki olarak ortaya çıkmış olsa dahî, Sermâyecilik ile yavrusu ve hempâı Ortakmülkcülük kadar, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin doğal ve zorunlu verisidir! Bugünlerde, son binyılın en kan dökücü adamı ilân edilen Adolf Hitler (1889 – 1945), Thomas Hobbes ile benzerlerinin fikirce evlâdından başkası değil de nedir? Filvâki, Hitler’in Yeniçağ Avrupasına ve onun uzantısı olan A.B.D.ne damgasını vurmuş birçok özge devletadamı ile komutanından daha kan dökücü olup olmadığı 161 münâkaşa konusu dahî edilebilinir. Mesele, kimlerin kanına girdiğinize bağlıdır. İngilizin çıkar ortağı, müttefiki Avrupa Yahudîsini kırmak başkadır, Zencîyi, Kızılderiliyi, Tasmanyalıyı, Avusturalya yerlisini, Hintliyi, Türkistanlıyı, Filistinliyi katletmek yine başka şeydir. Oysa, daha önce de zikrolunduğu üzre 243, Kur’âna göre, Allahın ‘Soluğ’una 244 mazhar olan, bu bakımdan ‘yaratılmışlar’ın fevkında yer alan insan ve onun hayatı kutsaldır; dokunulmaz cinstendir; ırk, cinsiyet, dil, hattâ din gerekceleriyle katledilemez: “Ey insanlık! 245 Sizleri bir erkek ile kadın 246 çiftinden milletler ile soy soplar hâlinde Türettik 247 ki, birbirlerinizle tanış olasınız” —yoksa kalkıp birbirlerinize kin tutup düşman kesilesiniz diye değil! “Gerçekten de Allah nazarında en gözde olanınız, âdillik ile takvada en üstün geleninizdir. Allah, hiç şüphesiz, her şeyi mükemmelce bilir ve hakkıyla tanır” —Hucurât/ 49 (13). “İyyâke na’budu ve iyyâke nesta’înu”: “Yalnızca Sana ibâdet edip Senden medet umarız” —Fâtiha/1 (5). 248 İnsanın, Allahın indinde sâdece ‘adâlet’i ve ‘takva’sıyla saygıdeğer olduğundan bahsetmiştik. İşte bu, insanın maddeden değil, Allahın ‘Nefe’sinden oluşmuş bulunduğunu gösterir. Allahın ‘Nefe’sinden varlık bulduğunu her dem hatırında tutan insan, ahlâklıdır. Şu hâlde ‘ahlâk’ın Allahın ‘İnâyet’inden gayrı kaynağı yoktur. Ahlâklı olup ona uygun davranmak, demekki doğru yolda yürümek kararını kişi tek başına verir. 243 Bkz: 157.s, 236. sayılı dipnot. İlgili Sûre ile Âyet: Mâide/5(32). “...onu (orantılıca) biçimledikten sonra, RUHumdan onun içerisine üfledim (Ar nefehtu)...” —Hicr/15 (29). 245 “yâ en-nâsu”: “Ey İnsanlık!”... Allah, şu yahut bu belirli topluluğa, câmiaya, cemaate yahut öbeğe değil, insanlığın tümüne sesleniyor. Öyleyse adâlet ile takva dışında hiçbir ölçü bir insan topluluğunu bir başkasına üstün kılamaz. 244 246 Bu ifâde iki anlamı birlikte dile getirmektedir: Hem tüm insanlığın hem de her bir insanın beşerî, yânî biyolojik menşei bir kadın ile erkek, yahut, başka türlü söylersek, bir anne ile atadır. 247 “khalaqnakum”, haddizâtında her ne kadar “yarattık”.anlamını taşıyorsa da, buradaki bağlamda onu “türettik” diye karşılamak daha yerinde olur kanısındayız. 162 Öyleyse ‘ahlâklılık’ aynı zamanda ‘hürlük’tür. Hiçbir hâl ve şart kişiyi doğru yoldan, Hakk yolundan yürümekten caydıramaz, alıkoyamaz. Bu da ‘irâde’nin ‘hürlüğ’ünü gösterir. Şartlar onu istemediği yönler ile durumlara sürüklese de, o, Hakka tutunmakta direnir. İşte, böyle bir varolan da insandır. 6- a) 1970in temmuzunda Londrada tanıştığım hanımefendi kırk küsur yaşlarında olmalıydı. 1944 başlarında on yedi yaşında genç güzel bir kızken getirilip kapatıldığı temerküz tesîsinden 1945 nisanında kurtulmuş. Annesi ile babası başta olmak üzre, aile efrâdı ile akrâbaıtaallukâtının teker teker gözlerinin öünde ölüme gidişlerine tanık olmuş. Hele, başka bir barakada kalan on, on bir yaşlarındaki derisi kemiğine yapışmış erkekkardeşi sürüklenircesine götürülürken onun faltaşı gibi açılmış hayret dolu iri kara gözlerindeki sesi soluğu kesik o ifâdeyi unutması imkânsız. Ama beterin beteri de vardı daha. 1944 yazının bir gününde sabahın erken saatinde birkaç asker, kadınlara tahsîs olunmuş barakaya girer, etrâflarına bakınırlar. Bu genç kızı yataktan indirip dışarı çıkarırlar. Günlük güneşlik sıcak bir yaz gününün arefesindeydiler. Güneşin sıcağını teninde duyan genç insanın sevincinden, neşesinden hoplayıp zıplayacağı bir vakit. İşte, delikanlı çağındaki askerlerin de aklına bu münâsebetle genç kızla eğlenmek gelivermiş. Bir iki kaba el hareketiyle üstündeki ince geceliği yırtarak al aşağı edivermişler. “Bir ânda çırılçıplak ortada kalakaldım” diyor. “Üstümdeki esvâbın yırtılmasıyla çıplak kaldığımı farkeder etmez iki elimle önümü, avret yerimi örtmeğe çalıştım. Bunu görünce onlar da edepsizce, sırnaşıkca kahkahalar ata ata dibcikle önümü kapatan ellerimi çözmeğe giriştiler. Hani mekrûh bir yaratığa dokunmaktan çekiniyorlarmışcasına bana değmekten kaçınıyor, bu yüzden de dibcikleriyle iş görmeğe gayret ediyorlardı. Utancın yarattığı ıztırâbımın haddi hesabı yoktu. Var gücümle tüm benliğim sarsıla sarsıla ‘yâ Rabb, beni bu fecîi hâlde bırakma, Sana sığınıyorum; kurtar beni’ diye yalvardım. Gönlümün derinliklerinden yükselen bu yakarışımın hemen ardısıra başımı her nedense sola çevirdim. Şöyle yirmi, otuz metre öteden, meltemde dalgalanıp güneşin parlak ışıklarında altın başaklar misâli şavkıyan saçların altında kahve rengine çalan yanık tenli ince hatlar taşıyan bir yüz ve onun 248 Hz Peygâmber, Fâtihayı “Umm el-Kitâp”, yânî ‘Tebliğin özü’ (annesi) şeklinde vasıflandırmıştır. Hz Alî’ye göre de, bu, Hz Muhammed’e vahyolunmuş ‘ilk sûre’dir. Genel kanâat ise, ilk sûrenin, Alak/96 olduğu yönündedir —bkz: Muhammed Eset tefsîri, “The Message of The Qur’ân”, 1.s. 163 üstünde fener gibi parlak yeşilmi, mâvîmi, tam seçemediğim, bir çift göz. Bana belki asırlarca uzun gelen bir ânda, bakışlarımız kesişti. İşte o lahza olacak, sert ve tereddütsüz bir sesle ‘giydirin!’ buyruğunu verdi. Serseriler iğrenc eğlencelerine öylesine dalmışlardı ki, subayın buyruğunu algılayamadılar. Dinlenmediğini anlayınca, daha da kalın ve yüksek sesle buyruğunu tekrarladı. Şaşırdılar. Oyunlarının kesilmesinden canları sıkkın hâlde duraladılar. Onun geçip gideceğini varsayarak etrâfımdaki halkayı bozmadan ağızlarından salyalar akıta akıta beni arsız arsız süzmeğe devâm ettiler. Ama bu arada, yanımıza varan subay, bakışlarını çıplak vucudumdan kaçırarak beni derhâl giydirmelerini tekrar bildirdi. Baktılar ki, işin şakası yok, buyruğunu sektirmeden yerine getirdiler. İşte bu, o cehennem hayatında çekmiş olduğum en şiddetli eziyet olmuştur. Temerküz tesîsinden kurtulup da İngiltereye geldikten epeyi sonraları bile, kimi geceler çırılçıplak soyulup ortada bırakıldığımı gördüğüm kâbûslardan kan ter içerisinde uyandığım oluyordu.” b) 1945 yazında İngiltereye gelip yerleşen bu ahlâk insanı hanım, kimsesiz ve eziyet görmüş çocukları barındırıp tedâvî eden kuruluşlarda görev alıp bu konuda uzmanlaşmış. Demekki hayatını insanlığın yarınları demek olan çocuklara adamış. “Çocuklar, yarının ümidi. Ben imân etmiş bir kişi olarak ümidin insanıyım. Dün, kapkaranlık, zifirî... Güneşin parlak ışıkları karanlıkları deler geçer. Hayr, şerri er geç darmaduman eder. Bütün mesele hayra inanmak ve şerre karşı sâbırla direnmektir. Ben, yarını uman bir kişi olarak düne dönüp bakmıyorum bile. Öyle kinle, öcle uğraşacak değilim. Tâkatımı boş yere harcayacak ömrüm yok ki. Mümîn kişi, yarınlara doğru kararlı adımlarla yürüyen kimsedir, kısacası, ilericidir.” c) İnsan, ahlâk varlığıdır, dediğimde, gözümün önünde canlanan ete kemiğe bürünmüş örnek, bahsi geçen hanımefendidir. Nedir, nasıl, ne menem bir şeydir, bir varolanın, insanın, hayatını belli bir ilke yahut ilkeler doğrultusunda tanzîm etmesi? Çırılçıplak soyulup ortada bırakılmışlık, niye, nasıl böylesine müdhiş bir cefânın nedeni sayılabilir? Haddizâtında yol açtığı bir beden acısı yok; tersine, bunaltıcı yaz sıcağında rahatlatıcı dahî olabilir. Ne var ki, canlılar arasında sâdece “... insan, yalnızca ekmeğe dayanarak yaşamaz...”! —Kitâbımukaddes, Ahdiatîk/ Tesniye, 8/3. 164 ç) İşte, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetiyle başlayan yepyeni dönemde ‘ekmek’ten özge bir şeyi gereksemeyen beden ile cisme bağımlı bir varolan biçimindeki ‘insan’ın, ‘beşer’e indirgenmiş hâli baş ilke kılınmıştır. -ESEÇENEKSİZ BİR MEDENİYETLE VE ONUN İDEOLOJİSİYLE Mİ KARŞI KARŞIYAYIZ? 1- Tarihte kısa sayılabilecek zaman diliminde —1500lerden bu yana— en müdhiş olayların, çığır açıcı yeniliklerin, keşifler ile icâtların; muazzam sistem kurucu filosofların, bilimadamlarının, bestecilerin, şairlerin, romancıların, tiyatro ile opera eserleri sâhiplerinin, ressamların, mühendislerin, seyyâhların, tâcirlerin, siyâsetciler ile devletadamlarının yer aldıkları, ‘arzıendâm’ ettikleri, Yeniçağ Batı Avrupa medeniyeti ‘sahne’sidir. İşte bunlardan birkaç göz kamaştırıcı örnek: Nicolas Copernicus (1473 – 1543), Cristoforo Colombo (1451 – 1506), Amerigo Vespucci (1454 – 1512), Leonardo da Vinci (1452 – 1519), Fernan de Magellan (Por Fernão de Magalhães: 1480 – 1521), Martin Luther (1483 – 1546), Galileo Galilei (1564 – 1642), Isaac Newton (1642 – 1727), René Descartes (1596 – 1650), Gottfried Wilhelm Leibniz (1646 – 1716), Vitus Bering (1681 – 1741), Abel Janszoon Tasman (1603 – 1659), Johann Sebastian Bach (1685 – 1750), William Shakespeare (1564 – 1618), Amadeus Mozart (1756 – 1791), Immanuel Kant (1724 – 1804), Johann Wolfgang von Goethe (1749 – 1832), Friedrich von Schiller (1759 – 1805), Ludwig van Beethoven (1770 – 1827), Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 – 1831), Christian Johann Heinrich Heine (1797 – 1856), 165 Aleksandır Sergeyeviç Puşkin (1799 – 1837), Charles Robert Darwin (1809 – 1882), Karl Heinrich Marx (1818 – 1883), Fiyodor Mihailoviç Dostoyevski (1821 – 1881), Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828 – 1910), Piyotır İlyiç Çaykovski (1840 – 1893), Friedrich Nietzsche 1844 – 1900), Miguel de Unamuno (1864 – 1936), Albert Einstein (1879 – 1955), José Ortega Y Gasset (1883 – 1955), Martin Heidegger (1889 – 1976)... Saydığımız, sayamadığımız, birkaçı dışında, maneviyât yanı ağır basan bu olağanüstü şahsiyetler, artık Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerine giren dönemlerde yaşamış olmalarına rağmen, bundan önceki çağlara yön vermiş dinin etkilerini hâlâ belli ölçülerde yansıtmışlardır. Bahsettiğimiz etkilerin, Batı Avrupa toplum hayatından git gide silinmeleri, Birinci Dünya Savaşından sonrasına rastlar. Gerek Yeniçağ dindışı Batı Avrupa gerekse ondan türeyip gelişmiş İngilizYahudî medeniyetinin önde gelen özelliği, dünyaötesi, manevî, öyleki efsânevî kaynağı ile dayanağının bulunmaması, ikisine, özellikle de sonrakisine benzeri görülmemiş bir esneklik ve hareket kâbiliyeti kazandırmıştır. Bu dünyevî, fizikî hareket kâbiliyeti ve esneklik, söz konusu medeniyete maddî düzlemde kendisini süreklice yenilemek, değişen durumlara uyarlamak imkânını bahşetmiştir. İşte bahsolunan yenilenme, uyarlanma yetisi, İngiliz-Yahudî medeniyetinin fikir mimarlarınca ‘hürriyet’ biçiminde nitelenmiştir. Doğa, siyâset ile iktisâd olmak üzre, ‘hürriyet’, üç düzlemde mütâlea edilmiştir: -Doğanın, had hudud tanınmaksızın incelenmesi ve değerden bağımsız bir alan olduğu şeklinde görülmesi tarzında ‘bilimsel hürriyet’i savunmak, ‘Bilimselcilik’tir; -Sınırsızca kullanılabilirliği olduğu kanâatıyla davranmak ise, ‘Sınaîcilik’tir; -Siyâsette, kaba kuvvete başvurulmadıkca —‘Tedhişcilik’ 249—, ilkece, akla, havsalaya gelebilecek her çeşit görüşün, fikrin, fikriyâtın, zevkin ve anlayışın sözlü ve yazılı imkânı, ‘Hürriyetcilik’tir; 249 Geniş çapta medeniyetler, daha dar çerçevede kültürler, kendilerine benzemeyen, aykırı düşen kültürler ile medeniyetlere kem gözle bakmış, yabancı gördüklerinden ürkmüşlerdir. Bu ürkmüşlüğü gizlemek dürtüsüyle olacak, kendileri gibi olmayanlara küçük düşürücü lakaplar takmışlardır. Böyle biri, Eskiçağ Ege medeniyetinde ‘Barbaros’; Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetinin klasik döneminde ‘Paganus’, geç devirdeyse ‘Saracenus’ ile ‘Gentilis’; Yahudîlerde ‘Goi’; İslâm medeniyetinde ‘Kâfir’; Araplarda ‘Acem’; Türklerde (özellikle Avrupalı Hırıstıyanlar) ‘Gâvur’; Malaylarda (özellikle İngilizler ile Kuzey 166 -Hep daha fazla kazancı amaçlayan yatırım – üretim – tüketim üçgeninde dönüp dolaşan hürriyet anlayışıysa ‘İktisâdiyâtcılık’tır. 2- İktisâdiyâtcılık ile bilimselcilik, çoğunlukla el ele yürüyüp iç içe gelişmişlerdir. Kişinin bilme, keşfetme, öğrenme iştiyâkı, en insanî hassalardandır. Ne var ki, gerek bu iştiyâkı uyandıracak gerekse onu yönlendirip yürütecek şartlar ile imkânlar, toplumun ‘hava’sında hazır bulunmalıdır. Olağanüstü kişilikler, dehâlar, tek başlarına bir şey ifâde etmezler. Uygun toplum şartlarında ancak açıp çiçeklenebilirler. Kültür ortamıyla hiçbir vechesiyle bağlantı kuramayan olağanüstü kişilik, ‘aykırı kaçmak’tan, ‘köyün’ yahut ‘mahallenin delîsi olmak’tan ileri geçemez. Dindışı Batı Avrupa Yeniçağına değin bireyden genellikle beklenen, onun, toplum ortamı ile doğal çevresine ayak uydurmasıydı. Şartları temelden değiştirmek ihtirâsı, Yeniçağ dindışı Avrupasının, özellikle de onun devâmı olan Çağdaş İngilizYahudî medeniyetinin ‘homo economicus’una mahsustur. Şartları kazanç hedefine —yânî artıdeğer— yönüne döndürmeği mümkün kılansa, ‘bilgi’dir; üstelik, biçimsel mantık kuralları çerçevesinde düzenlenmiş, ‘sistemleştirilmiş bilgi’dir: Felsefebilim→fen→ sanayi→iktisât. İşte, Yeniçağ Batı Avrupası ile Çağdaş İngiliz-Yahudî dünyasında sistemleşmiş bilginin bunca rağbet kazanması ve bunun gittikce artması bundandır. Kazanç, hayatın sıklet merkezi olunca, ilk bakışta, iktisâdiyâtla uzaktan yakından ilgisi ilişiği yokmuş gibi gözüken nice âmil ile unsur, o yöne koşulmağa başlanmıştır. Hayat, bütün yanları, yönleri ve bilcümle vecheleriyle iktisâdîleşir olmuştur. Aristoteles, bilimi, tarihte ilk kez belirlerken onu her çeşid iktisâdî kullanım mülâhazasının dışında telâkkî etmiştir. Galileo–Descartes–Newton-sonrası bilim ise, git gide iktisâdî fikriyâtın yörüngesine girerek fenleşmiştir. Nitekim, sözü edilen süreç, son merhâlesine 1950den sonraki yıllarda erişmiştir. Felsefe-bilim bütünlüğünden ilkin felsefe tamamıyla, arkasından da bilim kısmen gündemden düşmüşler, meydan, hepten fenne kalmıştır. Avrupalılar) ‘Mat saleh’; Ispanyolca konuşanlarda (özellikle Amerikalılar) ‘Gringo’; ve nihâyet Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinde (özellikle Müslümanlar) ‘Terrorist’ (‘Tedhişci’) şeklinde anılır. 167 3- ‘Bilim’ gibi, ‘din’ dahî, ‘iktisâdî haçlı seferleri’nin hizmetine koşulmuştur. Afrikanın, Amerikalar ile Asyanın sömürgeleştirilmelerinde, keşişler ile papazlar, Hırıstıyanlaştırma gayretlerinde yerlilere Batı Avrupalının iytikâtlarını, zevkleri ile dillerini 250 benimsetmişlerdir. Böylelikle yerliler, uzun vadede, Kuzey ile Batı Avrupada üretilenlerin müşterisi kılınmışlardır. Nitekim, 1992de gezdiğim İndonesyanın Sumatra adasının orta kesimlerinde bulunan Toba gölü ile cıvârındaki Hırıstıyanlaştırılmış ahâlînin —Batakların— hayat tarzı ile yaşadığı çevrenin, büyük iklîm farkına rağmen, ne kadar da Batı Avrupayı andırır hâle getirilmiş olduğuna şaşarak tanık oldum. Hele, kısa boylu, ince, öyleki çelimsiz bedenli, düz kara saçlı, badem gözlü, sütlü kahve ten rengindeki insanların, ibâdet amacıyla girdikleri irili ufaklı kiliselerin duvarları ile tavanlarını süsleyen Hz Meryem ile kucağındaki Hz İsâ tasvirlerindeki Kuzeyli insan tipiyle oluşturdukları çelişki çarpıcıydı. Yöre sâkinlerinden bir Batak tanıdığıma Hırıstıyanlaştırılma sürecinin ilk dönemlerinde, pazar sabahları, âyîn maksadıyla cemaatın ne şekilde toplandığını sordum. “Babamın anlattıklarına göre” dedi, “âyîni yöneten Felemenkli papazın çevresinde Avrupalı erkân 250 İngilizce: Meksika ile A.B.D. arasında hududu çizen Rio Grandenin —aşağı yukarı 30° kuzey enleminin— kuzeyinde kalan topraklar: A.B.D. ile Kanada; Orta Amerika: Beliz; Güney Amerika: İngiliz Guyanası, Karayip adalarının kimisi; Batı Afrika: Gambia, Sierra Leone, Gine, Liberya, Gana, Nigerya, Kamerun; Güney Afrika: Namibya, Güney Afrika Birliği, Botsvana, Lesotho, Svaziland, Zambiya, Zimbabve; Doğu Afrika: Malavi, Tanzanya, Kenya, Uganda, Kuzey Somali, Sudan, Mısır; Batı Asya: Filistin, Ürdün, Irak, Kuveyt, Körfez emirlikleri, Aden, Umman; Güney Asya: Pakistan, Hindistan, Seylan, Nepal, Burma; Güney Doğu Asya: Tayland, Malaya, Sabah, Saravak, Filipinler; Doğu Asya: Hong Kong, Büyük Okyanus adalarının kimisi, Papuva Yeni Gine, Avusturalya, Tasmanya, Yeni Zelanda; Fransızca: Kuzey Afrika: Fas, Cezayir, Tunus; Batı Afrika: Moritanya, Senegal, Fildişi Kıyısı, Togo ile Benin; Orta Afrika: Mali, Burkina, Niger, Çat, Orta Afrika Cum., Kamerun, Gabon, Kongo Cumhuriyeti ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ruvanda ile Burundi; Doğu Afrika: Moris, Madagaskar ile Cibuti; Batı Asya: Lübnan ile Suriye; Güney Doğu Asya: Kamboçya, Laos ile Vietnam —Çin Hindi; Büyük Okyanus: Yeni Kaledonya, Tahiti ile birtakım başka adalar; Kuzey Amerika: Kanadada Québec; Karayıp: Haiti; Güney Amerika: Fransız Guyanası; Ispanyolca: Rio Grandenin güneyinden Ateş Ülkesine değin, Brezilya dışında, bütün Orta ile Güney Amerika; Küba ile Karayıpların büyük kısmı; Batı Afrika: Ekvator Ginesi. Portekizce: Güney Amerika: Brezilya; Batı Afrika: Gine-Bisau; Kap Verde, São Tome&Principe, Angola; Doğu Afrika: Mozambik; Güney Asya: Goa; Güney Doğu Asya: Doğu Timor; Doğu Asya: Makavu; Felemenkce: Güney Doğu Asya: Doğu Hint (İndonesya) adaları; Güney Amerika: Surinam; Güney Afrika: Namibya ile Güney Afrika Birliği (Afrikaans). Rusca: Kuzey ile Doğu Avrupa: Finlandiya, Estonya, Litonya, Lituvanya, Lehistan (Polonya), Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Ukranya; Kafkasya: Gürcistan, Ermenistan, Azarbaycan, Rusyaya bağlı öteki Kafkas ülkeleri; Orta Asya/ Türkistan: Kazakıstan, Kırgızıstan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacıkıstan; Moğolistan; Kuzey ile Kuzey doğu Asya: Tataristan, Başkırdıstan, Yakutıstan ve Rusyaya bağlı öteki Sibirya illeri. 168 kilisenin ön taraflarında yerini alır; bizimkilerse, kapıya yakın kısımlara doluşurlarmış. Şimdilerdeyse, buralarda oturan Avrupalı kalmadığından, kiliseyi tek başımıza dolduruyoruz. Papaz da zâten artık bizlerden biri.” Avrupalı dinadamı, tarih – toplum – kültür araştırmacısının, öyleki casusunun da öncüsü sayılabilir. Dinyayıcı (Fr missionaire) sıfatıyla sokulduğu geçit vermez bölgelerin iklîmini, yer şekillerini, su varlığını, toplumun tarihini, nüfus durumunu, gelenekleri ile göreneklerini inceden inceye incelemiş, dilini yerlilere öğretmeden, onlarınkisini öğrenerek onlarla içten sıcak ilişkiler kurmuştur. Onları Hırıstıyanlığa kazanma çabalarının yanında, derleyebildiği bilgilerden bağlı bulunduğu dinî ve dindışı makamları dahî yararlandırmıştır. Böylece merkezî yetkililer, ayrıntılı bilgilerle donanmış; ücrâ köşe bucağa gidecek tâcirlere, askerî ve mülkî görevlilere bunları aktarmışlardır. Bu görülmemiş ‘sanat’ın ustaları, Portekizliler, Felemekliler, İsveçliler ve tabîî İngilizler ile yavruları olan Amerikalılar ile Avusturalyalılardır. Daha küçük ölçülerde, Ispanyollar, İtalyanlar, Fransızlar ile Rusları dahî bu faaliyet içerisinde görebiliriz. Nisbeten yakın dönemlerde —1880lerden itibâren—, Almanlar da bu kervana katılmışlardır. Ispanyollara gelince; onların tavrı, Sermâyecilik bağlamında ticârî olmaktan uzak, Ispanya tarihinde Conquista diye anılan dinî amaçlı askerî fetih hareketleriydi. Bu bakımdan bunları Sermâyeciliköncesi (Fr précapitaliste) askercitalancı iktisâdımsı (pseudo-économiste) anlayışın örneği olarak kabul edebiliriz. 251 Ispanyollar, zaptettikleri diyârlardan, başta altın ile gümüş olmak üzre, ele geçirebildikleri servetten, deniz yoluyla naklederlerken İngilizlere kaptırmadıklarını, deyim yerindeyse, ‘yastık altında saklayarak’ değerlendirmişlerdir! Yukarıda anlatılan anlayıştan çok farklı olup çağdaş diye de niteleyebileceğimiz bir örneğe Ondokuzuncu yüzyıl ortalarında Orta Afrika yağmur ormanlarına ulaşabilmiş Belçikalı Fransisken keşişi Peder Placide Tempels’in yapıp ettiklerinde rastgelebiliyoruz. Tempels, yörede yaşayan Bantu boylarının inançlarını, toplum hayatları ile insanı ve dünyayı algılayışlarını dakikce inceleyerek “Bantu Felsefesi” 252 adında eser yazmıştır. 253 Tempels’in Yirminci yüzyıldaki benzerlerinden 1901 Breda/ 251 Bkz: Francisco Morales Padron: “Vida Cotidiana de los Conquistadores Españoles”, 17. -34.syflr. “La Philosophie Bantoue”. 252 169 Felemenk doğumlu Minderbroeders-Capucijnen tarîkatı mensuplarından P. Gregorius, 1959dan itibâren, başta Doğu Afrika —Tanganika— olmak üzre, çıkmış olduğu dinyayma seferleri sırasında yaptığı gözlemler ile araştırmalar sonucunda “Batılıolmayan Halkların Toplum araştırmaları” 254 başlığıyla iki ciltlik kayda değer eseri kaleme almıştır. Gerek Tempels’in gerekse Gregorius’un sergilediği zihniyetin yine karşı kutbunu, Meksikayı fethetmiş Ispanyol kumandan Hernan Cortes’in (1485 – 1547) subaylarından Bernal Diaz del Castillo’nun (1498 – 1582) görüşlerinde buluyoruz: “Şu yaşlılık günlerimde geçmişteki yiğitliklerimizi sık sık yâdediyorum. Hani onları bugün yaşıyormuş gibiyim. Doğrusu, bu kahramanlıkları yapan aslında bizler değildik. Onları bizlere Tanrı gerçekleştirtti” 255 —Diaz del Castillo, daha açıkca, ‘bizleri yönlendirip zafere koşturan Tanrıydı’, demek istiyordu. Tempels ile Gregorius’ta özerk, meraklı, sorgulayan, öğrenmek, bilmek isteyen kişilik türüne karşılık, Diaz del Castillo’da kaderci–savaşcı–insan örneğini görüyoruz. Birinde hep daha fazla öğrenmek, bilme yoluyla genişlemek, uzun vadeli tasarlamak, kazanmak, yükselmek irâdesine tanık oluyoruz. Öbürüsündeyse yine kazanç hırsı elbette var; ancak bu, maddî–iktisâdî kaygılar ötesi telâkkîlere karışmış durumda bulunur. Sonuçta, ilki 1600lerden itibâren dalga dalga yeryüzünün dörtbir yanına yayılıp her tarafta hâkimiyetini tesîs ederken —‘güneşin batmadığı imparatorluk’ 256 diye tabîr 253 Bkz: Raimondo Luraghi: “Histoire du Colonialisme”, 117.s. 254 “Sociologie van de niet-Westerse Volken”, iki cilt. Bkz: Francisco Morales Padron: A.g.e, 13.s. 255 256 1930lerın sonunda ‘Güneşin Batmadığı İmparatorluğ’un toplam yüzölçümü 10,343,883 km² iken, İngiliz anavatanınkisi 243,999 km²dir.Yine aynı tarihlerde imparatorluğun toplam nüfusu 78,7 milyon iken, 1951 sayımında anavatanınkisi 50 milyondur. İlk nüfus sayımının yapıldığı 1801den 1950lerin ortalarına değin anavatanın —İngiltere+Galler+Iskoçya— nüfusu yaklaşık %609 oranında artmıştır. Artış, 1861 – 1871 arasında %1,13, 1871 – 1881 arasında %1,24, 1901 – 1911 arasındaysa %0,9dur. 1853 – 1938 arasında 16,71 milyon kişi anavatandan imparatorluğun muhtelif ülkelerine hicret etmiştir. 1700den 1853e değin ise, kesin rakam bilinmemekle birlikte, kalabalık bir nüfusun, anavatanı terketmiş olduğu sanılmaktadır. Bunun başlıca sebebi, 1700lerin başından itibâren ahâlînin tarımdan, dolayısıyla da köylülükten kopuşudur. Anavatanın bellibaşlı sanayi merkezi şehirleri kırdan göçüp gelenlere doyunca, geriye ancak denizaşırı diyârlara hicret etmek imkânı kalmıştır —bkz: “Der Große Brockhaus”, Beşinci cilt, 78. – 100. syflr. 1940ların sonlarındakinden farklı olarak 2000lerin başlarındaki İngilterenin hükümrânlık sahası büyük ölçüde anavatan topraklarıyla sınırlı kalmakla birlikte, ‘evlâdı’ A.B.D.yle berâber kültürel, iktisâdî, askerî ve siyâsî nufuz alanı dünya çapındadır. 170 olunan İngiliz hükümranlığına 1900ün başlarında yerküremizin bütün köşe bucaklarında rastgelinebiliniyordu—; öbür telâkkî, ayakları altındaki zemîni git gide yitirir olmuştur. Çözülüp çöken şu yahut bu münferit toplum ile siyâset düzeni yahut devlet ile medeniyet değildir. 1650lerden başlayarak başını alıp yürüyen İngiliz-Yahudî ittifâkı ve onun dümensuyunda seyreden Batı ile Kuzey Avrupa ve İngilizin döldöşünden olan A.B.D., Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda ile beyâzların Güney Afrikası dışındaki tekmil toplumlar, milletler ile kültürler, ‘geri kalmış’, ‘çağdışı’, ‘gayrımedenî’ nitelemeleriyle ‘gündem’den düşürülmüşlerdir. Hattâ bizzât İngiliz ‘misâkımillî’ hudutları içerisinde bulunmakla birlikte, Protestanlığın bir şubesine intisâb etmemiş, sanayileşmemiş, nihâyet Sermâyeciliğin gereklerini yerine getirememiş İrlandalılar ile Galliler (İng Welsh) gibi, toplumlar, İngiliz-Yahudî ‘anakent’ine yahut ‘anavatan’ına giremeyip yakın dönemlere değin sömürgemsi durumda yaşamışlardır. 4- Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin, dolayısıyla da İmperyalisminin üç merkez ülkesi ile toplumu var: Anavatan İngiltere, yavruvatan A.B.D. ile İslâm âleminin yüreğine hançermişcesine saplanmış Ziyoncu Israil. Yeryüzü ve insan sâkinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç merkez ülke tarafından sevk ve idâre olunmaktadır. Her şey bu üçünden neşet eden değer yargıları ile anlayışları doğrultusunda ayarlanıp düzenlenmektedir. Dünya ile insanlığa iktisâtca da siyâsetce de hâkim olabilmek gâyesine ulaştıran bütün yollar mubâhtır. Bu yollardan özellikle Protestanlığın İngiliz çeşidi yahut şubesi olan Anglikanlık, sağladığı yararlar açısından kendisini kanıtlamıştır. Protestanlığın, tutumluluğa yöneltip girişimcilik ile çalışmağı teşvik buyurduğu, başta Alman toplum ile iktisât filosofu Max Weber (1864 – 1920) olmak üzre, birçok aklıevvel tarafından ileri sürüledurulmuştur. Tek kelimeyle, lâfıgüzâf! Bir kere, emek, çalışma, alın teri yoluyla geçimin temîni Müslümanlıkta ibâdet mesâbesindedir: “Herkes, kendi yükünü taşır; kimsenin sırtına başkasının yükü vurulmaz; kişinin nesi varsa, o, emeğinin ürünüdür; emeğinin semeresini er geç görür” —Necm/53 (38, 39, 171 40). 257 Sömürü aracılığıyla emeksiz elde edilmiş servet, ‘harâm’dır. Nitekim fâiz, bu meyânda yasaklanmıştır. Ayrıca, Protestanlık, doğal Tanrı vergisi bir din olduğu iddiasını taşımaz. İnsan elinden çıkma bir iytikât nizâmıdır. Başlıbaşına mezheb olmayıp bir mezhepler câmiasıdır. Ona mensup mezheplerden her biri, bağlı bulunduğu devlet ile toplumun çıkarları ile duyarlılıklarını dikkate almak mecbûriyetindedir: Millî kilise. Zâten bahse konu kiliseleri devletler kendi hesaplarına kurmuş yahut, en azından, desteklemişlerdir. Ardından da onlardan yararlanmışlardır. Emek, İslâmda da öteki bellibaşlı dinlerde de yaşamakçin elzem hasâdın yoluyken, Sermâyecilikte, kârın aracıdır. Sermâyecilik ile Milliyetciliğin ‘sırtlarını dayadıkları’ Protestan kiliseleri, sefihliğe dek uzanmaktan kaçınmayan kazanç sağlayıcı etkili iş görmeye, yânî, işletmeciliğe hayatı dar eden yahut edebilen cümle dinî–ahlâkî etkenlerin ‘temizlenme’sine cevâz vermelerinden ötürü, Sömürücü – Sermâyeci – Laik çevrelerin takdîrleri ile desteklerine mahzar olmuşlardır. 5- Dinyayma etkinliği, Hırıstıyanlığın esaslarındandır. Bu temel yönelimi ilkin Katoliklik, öncelikle Güney Amerika, Doğu Asya ile Güney Afrikada uygulamağa sokmuştur. Cihânşumûl olmak gâyesi ile iddiasını taşımakla birlikte, Katoliklik dahî, millî duyarlılıklar ile çıkar çekişmelerinden kendisini tümüyle azât kılamamıştır. Bu durum kendisini dinyayma etkinliklerinde bile göstermiştir. Ispanyollar ile Portekizlilerin, 1500lerin sonuna değin sürmüş keskin, zaman zaman kanlı safhalara sürüklenmiş denizaşırı diyârlarda hâkimiyet tesîs etme hususundaki çekişmelerine258 dinyayma etkinlikleri de karışmıştır. Katolik dinyayma çabalarına 1600lerde Fransızların da katıldığını görüyoruz. Gerçi onların bu doğrultudaki etkinlikleri 257 Ahtiatîkte de çalışma ve onunla bağıntılı olarak alınteri kutsal addolunmaktadır: “Kendisinden alındığın toprağa dönünceye değin ekmeğini alnının teriyle sulayarak yiyeceksin; zirâ tozdan topraktansın, sonundaysa yine toza toprağa karışacaksın” —Tekvîn, 3 (19). 258 İberik yarımadasının sırt sırta vermiş bu iki Katolik ülkenin, keşif ile fetih furyasında, kıyasıya çatışmalarına son vermek amacıyla Papa VI. Alexander (Rodrigo Borgia: 1431 – 1503), yeni ele geçirilmiş toprakları onların arasında bölüştürmüştür. Bu maksatla Ispanyanın kuzey batısındaki Tordesillas’ta Portekiz ile Ispanya arasında 7 haziran 1494te antlaşma imzâlanmıştır. Batı Afrika açıklarında bulunan Cape Verde adalarının 370 fersah (yaklaşık 1850 km) batısından Kuzey Kutbundan Güneye uzanan boylam hattı, ayırım çizgisi olarak kabul olunmuştur. Boylamın batısında kalan topraklar Ispanyaya, doğusundakilerse Portekize bırakılmışlardır. Tordesillas antlaşması, 1506 Zaragossa antlaşmasıyla tadîl ve teyît olunmuştur —bkz: “Oxford Dictionary of World History”, 629.s. 172 Ispanyollar ile Portekizlilerinkisi kadar teşkilâtlı, sebâtlı ve yoğun olmamıştır. Zirâ İhtilâlikebîrle birlikte kendisini laik ilân eden Fransa, dini resmen dışlamıştır. 1650lerden sonraysa, esâs hız ile yoğunluk kazanan, Protestan olan millî kiliselerin dinyayma etkinlikleri olmuştur. Bunların başını, özellikle 1750lerden itibâren İngiliz Anglikan, Iskoç Presbiteryen ile Felemenk kiliseleri çekmişlerdir. Her kilise kendi millî hükümrânlığı peşinde koşmuştur. Bu uğurda birbirlerine düşüp birbirlerini baltalamışlardır. Bunun çarpıcı örneklerinden biriyle Güney doğu Asyada karşılaşıyoruz. Bölgeye başkalarından önce Portekiz, nufuz edip hâkim olmuştur. Portekizli kâşif kaptan Affonso de Albuquerque (1453 – 1515), birkaç gemilik ufak donanmasıyla Malaka Boğazının Malay kıyılarına 1511de ulaşmıştır. Burada Portekizliler, yurdundan sürülen Sultanın sarayının bulunduğu yere müstahkem mevki ile büyük kilise inşâa etmişlerdir. Yüz otuz yıl sonra Portekizlilerin Malakası Felemenklilerin eline geçmiştir. Neredeyse yemeden içmeden Portekizlilerin Katolik kilisesini yıkıp yerine Felemenk Protestan kilisesini inşâa etmiş, ellerinden geldiğince, ahâlîyi kendi dinlerine kazanmağa çaba harcamışlardır. 259 Şehrin Portekiz mimarî uslubundan olan taş yapı ustalığı yerini, zamanla Felemenklilerin kiremetli dik çatılı ve tuğladan inşâa olunmuş binâlarına bırakmıştır. Nihâyet İngilizler, 1786da Penang ile 1819da Singapur adalarının ardından 1824te Malakayı zaptedip kiliseleri ile diğer yapılarını inşâa etmişler, Anglikanlığı öncelikle oradaki Çinli azınlık arasında yaymağa koyulmuşlardır. 260 Benzer durumlarla yeryüzünün dörtbir yanında karşılaşmak mümkün. İngilterenin Atlas Okyanusaşırı devâmı olan Yeni İngiltere, yânî A.B.D., henüz devletleşme aşamasında bulunduğu 1700lerin son çeyreğinden itibâren bahsi geçen sahnenin baş oyuncularından olmağa soyunmuştur. Bağımsızlığının ilânından yarım yüzyıl geçmemişti ki, Yeni İngiltereden dinyayıcılar, Osmanlının batı ile güney 259 Ekim 1992de Malaka şehrinde tanışıp dostluk kurmuş olduğum Edward, Portekiz mahallesindendi. Edward’ın 1550li yıllarınvdan itibâren kilise kayıtlarına geçmiş seceresi uyarınca büyük büyükbabası Portekizli Katolik, onun karısıysa yerliymiş. Torununun torunu Malay – Felemenk kırması Protestanmış. Edward’a gelince; o da, Anglikan kilisesine bağlı. Malaka boğazının karşı kıyısında bulunan ve Sumatranın en kalabalık şehri Medandaki batakhânelerin birinden kaçırmış olduğu karısıysa, Felemenk Protestan kilisesi mensûbuydu. 173 Anadolu, Kuzey Afrika, Lübnan ile Filistin kıyılarına çıkmış, Anadolu ile Kafkasyanın içlerine doğru keşîf gezileri tertipler olmuşlardır. Bu keşîf gezilerinin temel amacı, başlıca görevi Protestan dinyayma (Fr&İng Evangelisation) etkinliklerini yürütmek olan okulların, nerelerde, hangi şartlar altında açılabileceklerine ilişkin malûmât derlemekti. Okul açmanın yanısıra, Ortodoks ile Katolik Hırıstıyan ahâlîyi Protestanlaştırmağa yönelik dinî yayım yapılmağa başlanmıştır. Başta Rum ile Ermeni olmak üzre, bir miktar Hırıstıyan çocuk A.B.D. ile İngiltereye, zamanla Fransa ile Rusyaya da götürülüp eğitilmiştir. Istanbuldan tâ Anadolunun kuş uçmaz kervân geçmez köşe bucaklarına dek dinyayma maksadına yönelik tam kadro eğiticileri öğreticileriyle mücehhez okullar kısa sayılabilecek sürede faaliyete geçmişlerdir. Buralarda öncelikle Rum, Ermeni, Nasturî, Süryanî ile Kaldanî gibi yerli Hırıstıyan çocuklar ile gençlere Protestan İngiliz-Amerikan fikriyâtı zerkolunmuştur. 261 Buralardan yetişen nesiller, anne-babalarının inançlarına ters düşmenin 262 yanında, Milliyetci ile Ayrılıkcı eylemlere dahî tevessül etmişlerdir. Sonuçta, gâye hâsıl olmuş, İngiliz-Yahudî medeniyeti ile İmperyalisminin baş hasmı İslâm âlemi ile bunun taşıyıcısı ile hâmisi Osmanlı parçalandı parçalanacak duruma getirilmiştir. Artık iş, öldürücü darbenin ne zaman indirileceğine kalmıştır. Bu darbe sâdece ‘beden’e değil, daha önemlisi, ruha yönelik olmalıydı. Darbeye maruz kalan canlının bünyesi bozulur. Ne var ki bozulan bünye yeniden onarılabilinir. Ölüm ise, kimliğin dağılmasıdır. Tarihte baş rollere çıkabilmiş toplumların yahut devletlerin yüksek ülküleri yıkılırsa, kimlikleri de dağılır. Bunun en sağlam ve kestirme yolu, eğitim ile öğretim yapısının baştan aşağı değiştirilmesidir. Bahis konusu maksada yönelik İngiliz-Yahudî odaklar, bir taraftan Osmanlı ülkesinin dörtbir köşe bucağında Protestan dinyayma esaslı okullaşmayı 260 Bkz: Nicholas Tarling: ”The Cambridge History of Southeast Asia”, I.cilt: 354., 360.& 363.syflr; II.c., 30.s. 261 Bkz. James A.Field: “America and the Mediterranean World, 1776 – 1882”; 99., 266., 267.& 268.syflr; ayrıca bkz: Jeremy Salt: “Imperialism, Evangelism and the Ottoman Armenians: 1878 – 1896”. 262 Öncelikle, Doğu Ortodoks kilisilerinden birini teşkil eden Ermeniler, sözü edilen İngiliz-Amerikalı dinyayma etkinliklerinin etkisiyle Ortodoks, Katolik, Protestan şeklinde bölünüp farklı mezheplere mensûb aileler birbirlerine gelin vermeyecek kadar düşman kesilmişlerdir —bkz: Vartan Paşa: “Akabi Hikyayesi”, A.Tietze: “Önsöz”, xıı.s. 174 gerçekleştirirlerken, öbür yandan Ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibâren Devletiâliyenin seçkin askerî ile mülkî zevâtını yetiştirmekle yükümlü Mülkiyeye, Tıbbiyeye, Harbiye ile Mektebisultaniyeye yerli Yahudî çevrelerin kurup önderlik ettiği Farmasonluk marifetiyle Müslümanlık karşıtlığı, Positivcilik ile Kavmî Milliyetcilik görüşlerini yerleştirmiştir. Bahsi geçen görüşlerle yetişen zevât, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren Osmanlı Türklüğünün kaderine hükmedebilecek mevkileri tutar olmuştur. Giderek, söz konusu zevâtın yönetim şemsiyesi altında Türklük, tarihî birikimi ile ülküsünü, yânî ‘İslâm kızılelması’nı terketmek zorunda kalmıştır. Böylelikle yalınkat bedeninin ortadan kaldırılmasından daha da etkili bir çâreye başvurulmuştur: Kimlik, kişilik tahrîf ve tahrîb edilmiştir. Bahsi geçen çökertme ile yıkma etkinliği, dışarıdan Londra, içerideyse Selânik merkezli tasarlanıp yürürlüğe sokulmuştur. Üçüncü merkez Nev York – Vaşington ekseni, 1950ye değin, ilk ikisi kadar etkili gözükmez. Niye? İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun ‘omurga’sını teşkîl eden İmperyalismin ‘merkez karargâhı’ İngiltereden Okyanusun öbür yakasına, yânî A.B.D.ne temelli nakli İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar da ondan. Bununla birlikte, Ziyonculuğun ilk esâslı teşkilâtlanışını ifâde eden B’nai B’rith, 1843te Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur. Farmasonluğa koşut teşkilâtlanan B’nai B’rith, mahfiller hâlinde iş görür. Avrupadaki ilk locasını (Augustin Keller) 23 mayıs 1909da İsviçrenin Zürih şehrinde açmıştır. 263 Nasıl, İhtilâlikebîrin arkasında Farmasonluğu görürsek, benzer biçimde, B’nai B’rith’in, 1862 – 1864 Amerikan iç savaşının ve ondan Konfederasyonculara (İng Confederate) karşı zaferle çıkan Birleşik Devletlerinin en önemli belirleyicilerinden olduğunu teslîm etmemiz lazım gelir. İşte adı sanı hemen hemen işitilmeyen bu Ziyoncu teşkilât, Farmasonluk ile Palmerston 264 İngilteresi el ve işbirliği yaparak ‘Devletiebedmüddet’in ipini çekmişlerdir. Bu uğurda aklı havsalayı durduracak tezgâhlar tertiplenmiştir. En sık başvurulan yöntem ise, Devletin ipini bir kısım kendi vatandaşına çektirmek olmuştur. 263 Bkz: “Wer ist die B’nai B’rith Augustin Keller Loge?” Henry John Temple, the third Viscount, Palmerston (1784 – 1865), İngilterede dışişleri bakanlığı (1830 – 34, 1835 – 41, 1846 – 51) ve iki defa başbakanlık yapmıştır: 1855 – 1858 ile 1859 – 1865. Kraliçe Victoria’yla birlikte İngilterenin hâkimiyet sahasını dünya çapında genişletmek amacıyla büyük çabalar sarfetmiştir. Çini dize getirmek maksadıyla halkını uyuşturucu kullanmağa zorlamış, bunun 264 175 Bu meyânda ilk önemli teşebbüs, 1870lerin ortalarında ‘Yeni Osmanlılar’ın Londrada teşkilâtlanmasıdır. Bunların devâmı ‘Genç Türkler’dir. İngiliz-Yahudî imperyalismi, imparatorluğu dağıtıp yıkmak amacıyla bütün yolları mubâh saymış, ziyâdesiyle başvurduğu araçsa, milliyetcilik ile mezhep–tarîkat sekterliğidir. Osmanlı şemsiyesi altında yer alan toplumlar arasında milliyetcilik tohumları serpilirken, İngiliz istihbâratına çalışan Macar Yahudîsi Ziyoncu ve Türkiyât araştırmalarının kurucusu sayılan Arminius Vambery (1831 – 1913) de meselâ, Devletiâliyenin asıl taşıyıcısı Türkleri daha 1860larda ‘Tümtürkcülüğ’e (Fr Panturquisme) doğru yönlendirmeğe çaba harcamıştır. Birara Sultan II. Abdülhamît Han’a (1842 – 1918) danışman dahî olma becerekliliğini gösteren Vambery, Pâdişâh ile Ziyonculuğun öncülerinden, yine, bir Macar Yahudîsi Theodor Herzl (1860 -1904) arasında ‘köprü’ kurmuştur. II. Abdülhamît Han, Herzl’in FilistiniYahudî yerleşimcilere açma talebini reddedince de 265 sonun başlangıcı iyice hızlanmıştır. Evvelemirde o vakte değin ‘Sâdık kavim’ diye nitelenen Ermeniler, kışkırtılmış, buradan sökün eden çatışmalar, fecîi sonuçlar doğurmuştur. İngiliz-Yahudî imperyalisminin, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış” 266 ‘helâl–lokma–ehli’ 267 cümle ezilenlerin ortak mücâdele narası ve davâsı demek olan İslâm 268 ve onu yüklenmiş bulunan Osmanlı devletini târümâr etme sonucunda 1856 Afyon savaşı patlamıştır. Rusları 1856 Kırım savaşıyla dizginlemeğe çalışmış, 1858 Hint ayaklanmasını kan dökerek bastırtmıştır. 265 Sultan II. Abdülhamît Han, Theodor Herzl’in vâki talebini tarihe geçen şu sözlerle reddeder: “... Burası babamın çiftliği değil. Topraklarımızdan bir karış bile kimseye verilemez. Bu, İslâm ümmetinin toprağıdır. İslâm ümmeti kanı bahâsına bu topraklar uğruna cihâd etmiştir. Yahudîlerin paraları, milyonları kendilerine kalsın. İslâm halîfeliği bir gün yıkılırsa, işte o vakit Filistini ücret ödemeden gelir alırlar. Fakat yaşadığım sürece bunu başaramayacaklar. Filistini Dârülislâmdan koparıldığını görmektense, kılıncımı bağrıma saplarım…” ―“Biography of Sultan Abdul Hameed The Second and the Fall of the Islamic Khilafa”. 266 Bu tarihî deyiş, Karl Marx’ın 1848de Brükselde kaleme almış olduğu, bilâhare Londrada basılmış “Manifest der kommunistischen Partei” (“Komunist Parti Bildirgesi”) başlıklı kitabın sonunda yer almıştır ―bkz: Robert Tucker: “Philosophy and Myth in Karl Marx”, 230.s. Deyiş, haddizâtında İhtilâlikebîrin fikrî ve kökten eylemci önderlerinden Fransız Jacoben devrimcisi Jean Paul Marat’ya (1743 – 1793) aittir ―bkz: Robert Payne: “Karl Marx”, 172.s. 267 demekki ‘ekmeğini alınteriyle sulanmış hamurdan pişirip yiyenler.’ 268 Buradan da İslâm’ın, sâdece, “elhamdulİllah Müslümanım” diyen ve ibâdetini yerine getirenleri kapsamaktan ibâret olmadığını anlıyoruz. O, ‘ekmeğ’ini alınteriyle kazanmağa gayret gösterip zulme, sömürüye karşı savaşan (‘cihâd’ eden) bilcümle ezilmiş ‘çulsuz’ Hakka tapanların hakkıdır. 176 hesaplarını, hiç olmazsa belli bir süre, akîm bırakan Sultan II. Abdülhamît Han, sonuçta, ‘Kızıl sultan’ ile ‘Zalîm’ nitelemeleriyle birinci dereceden hasım ilân olunmuştur. Sultan II. Abdülhamîd’in 26 nisan 1909da halliyle 269 Osmanlı devletinin sonu gelmiş oldu. Bu yıkımı tertîpleyenler, İttihât ve Terakkî adı altında partileşen ‘Genç Osmanlılar’ın devâmı ‘Genç Türkler’di. Onları teşkilâtlandıran ise, B’nai B’rith’ın İtalya koluna mensûp ve yine İtalyadaki Farmason localardan birine kayıtlı Selânikli Yahudî Emmanuel Karasso efendiydi (d: ?, Selânik – 1934, Venedik). Selânikte ilk Farmason locasını teşkîl eden, B’nai B’rith’in Avrupa cihetindeki, demekki 1860da kurulan ‘Evrensel Israil İttifâkı’nın (Fr ‘Allience Israélite Universelle’) önderi, İtalyan milliyetciliğinin öncü kuruluşlarından ‘Genç İtalya’nın (İ ‘Giovane Italia’) başını çekmiş Giuseppe Mazzini’den (1805 – 1872) de etkilenmiş olan Venedikli Yahudî Emmanuel Veneziano’dur. Bu kişi ve onun yanısıra Baruh Kohen’in Selânikte kurmuş olduğu Iskoç ritine bağlı İtalyan locasında (‘Macedonia Risorta’) toplanan ‘Genç Türkler’, 1903te ‘İttihât–Terakkî’ adıyla partileştiklerinden az önce söz edildi. İkinci Meşrûutiyetin ilânıyla iktidâra gelen ‘İttihât–Terakkî’, Osmanlının sonunu getirecek Trablus ile Balkan savaşları ve nihâyet ‘Harbıumumî’yle kaderimizi tayîn eden baş etken olmuştur. Bahsi geçen dönem, İngiliz-Yahudî küresel imperyalisminin de altın çağıdır. Bu çağa iki İngiliz ile bir Amerikalı Yahudî damgalarını basmışlardır. Birincisi kraliçe Victoria’nın (1819 – 1901) başbakanlarından 270 Benjamin, First Earl of Beaconsfield, Disraeli (1804 – 81); ikincisi İtalyan Yahudîsi asıllı İngiliz işadamı Sir Moses Haim Montefiore (1784 – 1885); ve nihâyet üçüncüsü Almanyadan A.B.D.ne hicret etmiş hariciyecisi, 1913ten 1916ya değin de adı anılan ülkenin Devletiâliye nezdindeki büyükelçisi baba Henry Morgenthau’dır 271 (1856 – 1956). 272 269 Pâdişaha hallolunduğunu teblîğ eden heyetin terkîbi: Yahudî Emanuel Karasso, Arnavut Esât Toptanî, Ermeni Aram efendi, Ârif Hikmet Paşa. 270 Görevde kaldığı tarihler: 1868 & 1874 – 1880. Oğul Henry Morgenthau (1891 – 1967) da, A.B.D.nin önde gelen bir siyâsetcisi ve aynı zamanda tarım uzmanıdır. Başkan Franklin Delano Roosevelt (1882 – 1945) hükümetinde 1934ten 1945e değin mâliye bakanı olmuştur. Dünyanın önde gelen paralarının A.B.D. dolarına, onun da altına dayanarak hesaplanması, Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası fikirlerinin ortaya atılıp sözleşmeye bağlandığı Bretton Woods Kurultayını (1 – 22 temmuz 1944) tertiplemiştir. En fazla ses getiren görüşü, 1945 sonlarında Senato altkurulunda Almanların yerleri ile yurtlarından sürülmeleri ve Romanın Kartacaya revâ gördüğü muamelenin benzerini Almanyaya uygulanması, demekki adı geçen ülkenin 271 177 6- Din ile mezhep nifâklarıyla birlikte, Milliyetcilik, Batı Avrupa dışındaki toplumları parçalayıp yönetmenin yöntemi olmuştur: ‘Böl ve yönet’ yöntemi. Kavmî Milliyetcilik, Kuzey batı Avrupada Germen dillerini konuşan toplumlar ile Israil kavminin kendilerine mahsûs tarihî, coğrafî, iktisâdî ile millî şartlarının verisi olduğunu söylemiştik. Kavmî Milliyetciliğin ideolojileştirilmiş iki ucu, Millî toplumculuk 273 ile Ziyonculuk (Fr Sionisme), 274 doğal sonuçlardır. Bunun, Germen ile Israil toplumlarının dışına taşınması, özellikle de, Müslüman âleme ‘ekilme’si doğal olmayan sonuçlar yaratmıştır. Arap ile Türk milliyetcilikleri, 275 bu doğal olmayan duruma örnek teşkil ederler. Çağdaş —yânî İngiliz-Yahudî— eğitim ile öğretim düzeni 276 yoluyla Osmanlının toplumsal ile millî dayanışması kırılıp millî birlik ile bütünlüğü tarım sahasına dönüştürülmesi teklîfidir: Henry Morgenthau tasarısı. Ancak, bir başka senatörün, “peki, Bachları, Beethovenleri. Mozartları, Goetheleri, Schillerleri, Kantları, Roentgenleri, Planckları ne yapacağız?” sorusu, Morgenthau tasarısını sarsmıştır. Sonuçta tasarı kabul görmemiştir ―Bkz: Henry Morgenthau Jr, “Columbia Encyclopedia”, sixth edition, eLibrary version; ayrıca bkz: “Der Große Brockhaus”, “Henry Morgenthau Jr”. 272 Bkz: David Fromkin: “A Peace to End All Peace”, 40, 41, 42&43.syflr; ayrıca bkz: Joseph Brewda: “Palmerston Launches Young Turks to Permanently Control Middle East”, 14.syflr; ayrıca bkz: Randulf Wolgezogen&Deutsch-Wagram: “How the Holy Land Was Conquered”, 1 – 8 syflr. 273 Kuzey batı Avrupanın Germen, bâhusûs, Alman ırk esâslı yayılmacı kavim Milliyetciliği. 274 İlahî takdîs ile icâzete mazhâr olmuşluk inancına dayalı Yahudî Israil kavminin yayılmacı Milliyetciliği. Bu Milliyetcilik, kendisini iki hat boyunca gösterir: Israil kavminin, mukaddes addettiği vaadedilmiş yurda dönüp yerleşme isteği ile Israil Yahudîliğinin inanç ile fikir üstünlüğünü ve iktisâdî önceliklerini, başta Avrupa-Amerika olmak üzre, yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayma uğraşısı. Germen ile Israil Milliyetciliklerinin ortak paydası, kavim üstünlüğü savı ve daha doğrusu tutkusudur. ‘Germencilik’, ‘Kavimci–Irkcı’ olmasına karşılık, ‘Sâmîcilik–Ziyonculuk’, ‘İlahiyat Kavimcisidir’. ‘Sâmîcilik’, ülkü taşıyıcısı olmasından, ‘Yahudî Israil’ kavminin üstünlüğüne işâret ederken, ‘Ziyonculuk’, ilahî teveccühe mazhâr olmuş kavmin, kendisine Tanrı tarafından vaadolunmuş topraklara yerleşmeğe yönelik fikrî, siyâsî, iktisâdî ile askerî irâdenin tezâhürüdür. 275 Müslümanlığın, Arap icâdı olup asıl önemli olan hususun, Türk kavmî özelliklerini öne çıkarmak olduğu savından kalkarak Türkcülüğü inşâaya girişen Mehmet Ziyâ Gökalp’ın (1865 – 1926) etkilendiği başlıca iki kaynaktan birinin Tekinalp müsteârıyla tanınmış Moiz Kohen’in (Moïse Cohen) Yahudî ve Farmason olması ilginç ve manîdârdır —bkz: A.Haydar Haksal: “Semitizm – Masonluk – Milliyetcilik”, 81.s; ayrıca bkz: Angelo Iacovella: “Gönye ve Hilâl/ İttihâd-Terâkkî ve Masonluk”, 27.s. 276 Bkz:Ilgaz Zorlu: “Evet, Ben Selânikliyim/ Türkiye Sabetaycılığı”, 114. – 117.syflr. 178 bozulmuştur. Aynı yoldan özge irili ufaklı kültür ile medeniyetler de yıpratılıp çökertilmişlerdir. Hintte, sözgelişi, bir yanda üst kastlara ayrıcalıklar tanınırken, diger tarafta alttakilere Hırıstıyan Tanrı anlayışı uyarınca, İsâ sûretinde yaratılmış insanlar arasında özden ayırımın yapılamayacağı fikri zerkedilmiştir. Buradan da murad olunan Hint toplumunun bölünmesidir. Uygulanan yöntem, ‘tavşana kaç, tazıya tut’ örneğine ne kadar da uymaktadır. 7- Tarihte felsefî şuur seviyesinde tezâhür etmiş birbirine zıt iki tesânüt ülküsüyle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, ‘Vedâ Hutbesi’nde ifâdesini bulan hangi soy ile cinsiyetten gelirlerse gelsinler, Allah yaratığı olduklarını bildiren inancın çatısı altında toplaşmış insanların ülkü birliğiyken, öbürüsü de ‘İhtilâlikebîr’in sonucunda görünüme çıkmış soy sop yahut ırk aslı ile çıkar hesaplarını vurgulayan kavmî milliyet birliğidir. a) İşte, bahsi geçen iki tesânüt ülküsünden birincisini dile getiren ‘Vedâ Hutbesi’nden seçilmiş parçalar: “Hamd ile şükür Allahadır. Bizler, Ona hamdeder, Ondan yardım ve af dileriz. Yalnızca Ona yöneliriz... Ey Allahın kulları! Sizlere Allahtan korkup çekinmenizi tavsîye ve yine sizleri Ona itaat etmeğe teşvîk ediyorum. Böylece en hayırlı olanla sözlerime başlamak istiyorum. Ey insanlar, sözlerime kulak veriniz. Zirâ bir sonraki yılda Hacca gelebileceğimi, dolayısıyla da tekrar buluşabileceğimizi sanmıyorum. 277 ... Allah, ‘ey insanlık!’ 278 diyor. ‘Sizleri bir erkek ile kadın çiftinden milletler ile soy soplar hâlinde Türettik 279 ki, birbirlerinizle tanış olasınız. Gerçekten de, Allahın 277 Allah resûlü, toplananların, Hutbesini işitip dinleyebilmeleri maksadıyla belirli aralıklarla belli yerlere diktiği kişilere söylediklerini tekrarlattırmıştır (OsmT münâdî). İrâd olunan hutbe–nutuk, siyâsî nitelik taşımamakta ve meseleye temâs etmemektedir. Neredeyse tamamıyla ahlâkla, kısmen de hukukla ilgilidir. Vefâtının yakın olduğuna ilişkin açık beyânına rağmen, kendisinden sonra, devletin başına kimin — Halîfe— geçmesini öngördüğüne yahut arzuladığına dair ise, hiçbir işâretin bulunmaması da ziyâdesiyle dikkat çekicidir —bkz: Muhammad Hamidullah: “İslâm Peygâmberi”, I.cilt, 276.s, 457.satır.. 278 Bkz: 246.sayılı dipnot, 162.s. 279 Bkz: 247.sayılı dipnot, aynı sayfa. 179 indinde en üstün olanınız, Ondan en fazla çekineninizdir (en fazla takvâ sâhibi olanınızdır)’―Hucurât/49 (13). Ey insanlar! Rabbiniz tektir, atanız birdir. Hepiniz, Âdemdensiniz. Âdem ise, tozdan topraktandır. İster kandan, ister maldan, mülkten türemiş olsun, cümle imtiyâzlar, ayaklarımın altındaki tozdur (gibidir). Allahın nazarında en mükerrem ve makbûl olanınız, Ondan çekineninizdir. (Öyleyse) Arap, Arab olmayana fâik olamayacağı gibi; Zencî, Aktenliye; Aktenli de, Zencîye üstün değildir. Üstün olan, Takvâ bakımındandır. Tebliğ ettim, değilmi? Yâ Rabb, tanığımsın!” Dinleyenler, “evet” deyince, sözlerine şöyle devâm etti: “Ey insanlar! Gerçekten de, Allah, her vârisin mirâstan payını tayîn ve tesbît etmiştir. Öyleyse bir vasiyyet, bir vârisin lehine olmak üzre —öteki vârislerin mahfûz hisse hudutlarını— aşamaz. Mirâscılardan gayrısı için düzenlenen vasiyyet, mirâs olarak kalan mallar toplamının üçte birinden fazla olamaz... Çocuk, nikâh sulbünden gelmelidir —nesebi sahîh olmalıdır. Nikâhı bozan, zinâ eden taşlanmalıdır. 280 Bunun dahî hesabı Allahtadır. Atasını inkâr eden, ustasına sırt çevirene Allahtan belâ gelir... ... Ey insanlar, Rabbinizin huzuruna çıkana değin kanınız (yânî hayatınız), canınız, mal ile mülkünüz, şeref ile haysîyetiniz dokunulmazlık taşır. Bütün bunlar, bu mahal (yânî, Mekke), ay (Zulhicce) ile gün kadar mukaddes ve mükerremdirler. Rabbinizin huzuruna çıktığınızdaysa, yapıp ettiklerinizin hesabını vereceksiniz. ... Kasden adam öldürme, kısasla cezâlandırılır... Şüpheli kasıt hâllerinde... diyet icrâ olunur. ... Ey Allahın kulları, karılarınızın üstünde hakkınız vardır; karılarınızın da, sizlerin üstünde hakkı bulunur... Kadınlar konusunda Allahtan çekininiz; onlara olabilecek en 280 “Kur’ânda bulunmayan bir hükmün, Hz Peygâmber tarafından vazedilmesi inandırıcı gözükmüyor. Hutbeye bilâhare idhâli muhtemeldir”, Ahmet Yüksel Özemre, sözlü beyân. 180 iyi tarzda davranınız; zirâ onlar, Allahın emânetidir. Kadınlarla Allah kavline uygun meşrûu ilişki kurunuz. Onlara helâlinden yaklaşınız... ... Borçlar ödenmeli; ödünc alınan, geri verilmeli; hediyeyse karşılıksız bırakılmamalıdır. Gerçekten de, suçlu, kendisinden sorumludur. Kimse atasının işlediği suçlardan sorumlu tutulamaz. Ne var ki ata, evlâdınınkisilerden sorumludur. Kardeşin kendisi vermedikce, malına el uzatılamaz. Aman, kendinize haksızlık etmeyiniz. Her Müslüman bir diğerinin kardeşidir. Gerçekten de, bütün Müslümanlar birbirlerinin kardeşidirler. 281 Yediklerinizden kölelerinize yediresiniz. Giydiklerinizden ise, yine kölelerinize de giydiresiniz. Benden sonra yoldan çıkıp birbirlerinizi gırtlaklamayasınız sakın. Kim emânet taşıyorsa, onu sâhibine iâde etmeli. Allah Tebliğine dayanarak sizlere yol yordam gösteren basık burunlu Zencî kölenin buyruğuna itaat edesiniz. Ey Allahın kulları, benden sonra sizlere başka peygâmber gelmeyecek ve sizden gayrı Ümmet artık olmayacak. Sizlere Allah Tebliğini emânet bırakıyorum. Ona dörd elle sarılırsanız; asla yanılmayacaksınız. Dinde haddi aşmaktan sakınınız. İşte, sizlerden önce bu yanlışı yapanlar, hep, helâk olmuşlardır. ... Burada bulunanlar, bulunmayanlara söylediklerimi nakletsinler. Dinlememiş olanlar, çoğu kere, dinleyenlerden daha dikkatli olurlar. Sizlerden beni sorarlarsa, ne diyeceksiniz?” 281 Müslüman olmak herkese açık bulunduğundan, Peygâmber’in cümlesi, “bütün insanlar, birbirlerinin kardeşidirler” anlamını da taşır. 181 Cemaatın cevabı: “‘Emânetin hakkını verdiğine, Tebliği aktardığına, bizlere yerinde tavsîyelerde bulunduğuna tanıklık ederiz’ diyeceğiz”. Allah Resûlü konuştu: “... yâ Rabb tanıksın! Vesselâmualeykum!” dedi. 282 Bu birinci ‘tesânüd ülküsü’nden İslâmî içerikli ‘Dayanışmacı–Toplumcu–Hakcı –Adâletci’ bir düzenin türe(til)mesi tabîîdir. b) ‘İhtilâlikebîr’ hattı izlenmek sûretiyle ulaşılacak zemin ise, ‘ideoloji’lerdir. Bunların da başı, kavmî Milliyetci esâslı ‘İmperyalist–Sömürücü–Sömürgeci– Sermâyecilik’ ile ‘imân’ itibâriyle içi boş, dolayısıyla da düzmece ‘Toplumculuk’tur. Bu ikincisi (yânî ‘b’), hâlhazır dünya düzeniyken; birincisi (‘a’), geleceğin ümit nizâmıdır. 8- ‘Çağımız (OsmT muâsır) medeniyet seviyesi’ müphem deyiminin arkasında saklı duran bütün kurumları, kuruluşları ve teşkilâtlarıyla Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetidir. Şu var ki, çağımız medeniyetinin dayandığı İngiliz-Yahudî ittifakının İngiliz ‘yaka’sı, Yahudî olana oranla gözden kaçmayacak raddede öncelik taşır. Yahudî tarafında dahî, İngiliz düşünme ile yaşama uslubuna yaklaşıldığı ölçüde kabul ve rağbet görülür. 9- ‘İngilizlik’ dendiğinde, bundan ‘Amerikalılığ’ı dahî anlamak gerekir. Aralarındaki farklılıklar görünüştedir ve ‘yöresel ayrılıklar’dan ileri geçmezler. Aslında, Amerikan tarihi bağlamında, ‘Bağımsızlık savaşı’ yahut ‘devrimi’ deyimleri, gerçek anlamlarında alınmamalı, anlaşılmamalıdırlar. ‘Amerikan devrimi’, kimilerine göre ‘devrim’den başka her şeydir: “On üç müstemlekenin sâkinleri” diyor David McKay, “kendilerini ‘hâlis İngiliz’ olarak kabul etmekteydiler. Bundan ötürü her İngiliz için söz konusu olan haklardan, denizaşırı ülkede yaşamalarına rağmen, kendilerinin yoksun kılınamayacaklarını öne sürmüşlerdir. İşte, haklarını gasbettiğine, kendilerine ‘gayrımeşrûu’ muâmeleyi revâ gördüğüne inandıkları Kral III. George’a (1738 – 1820) karşı ‘kazan kaldırmış’lardır. Öz ilkelerine ihânet etmiş olduğu kanâatına vardıkları bir 282 (I) Bkz: Hz Muhammed Mustafa (SAV)’nın Hicrî 10.yılda (M.S. mart 632de) okumuş olduğu ‘Vedâ Hutbesi’nden —Arapcadan Almancaya tercüme: Annemarie Schimmel: “Die Abschiedspredigt des Propheten”, 123.- 226.syflr. (II) Bkz: Muhammad Hamidullah: A.g.e, “Vedâ Hutbesi”nden parçalar, I.cilt, 273.s, 456. satır. 182 düzene ‘sırt çevirmeğ’i hak saymışlardır. Dahası, öteki devrimci mücâdelelerden farklı olarak gerek Bağımsızlık savaşı gerekse ondan türemiş yeni anayasa düzeni sonucunda pek az güç, servet ve tüzük değişiklikleri doğmuştur. Esâsında, anayurd İngiltereden bu yana göze çarpan gelişmeler, bu vesîleyle güçlenip hızlanmışlardır. Bu, doğrusu, muhâfazakâr bir devrim şeklinde nitelenmelidir” —‘muhafazakâr devrim’ nasıl oluyorsa! Amerikadaki ‘millî mücâdele’, “İhtilâlikebîrin tersine, toplumda yeni sınıf farklılaşmalarına yol açmamıştır. Getirdiği belli birtakım köklü değişiklikler varsa, sonuçta, gerçek iktidar, yine sağlam bir orta sınıf ile mülk sâhibi seçkinlerin elinde kalmıştır.” 283 Amerikayı 1600lerin başlarından 1900lerin ortalarına kadarki zaman dilimi zarfında yeryüzünün en büyük iktisâdî-siyâsî gücü hâline getiren esâsta İngiliz muhaciri ‘Kurucu atalar’ (İng Founding fathers), Avrupanın öbür ülkelerinden göçüp yerleşen öteki Aktenli insanlara, giderek, başka kıtalardan kahverengi derili olanlara da 284 kendi kültür değerlerini aşıladıkları gibi, Afrikadan söküp getirdikleri Karaderilileri, ülkenin yerlisi Kızılderililer ile İnuitleri (Eskimo) dahî AngloSaksonlaştırmışlardır. Temel hayatî ihtiyâçları karşılanan Karaderili Afrika asıllılar, bedâva işgücünü oluşturmuşlardır. En kötü şartlarda çalıştırılmanın yanında, onlara Protestanlık inancı ile İngilizce anadil olarak benimsetilmiş, kendilerine İngiliz adları verilmiştir. Böylelikle tüm kültür mirâslarından yoksun kılınmışlardır. Bu da yetmiyormuşcasına, köle sâhibi efendiler, mülkiyetlerindeki kölelerden genç kızları iğfâl etmeği âdet edinmişlerdi. Öz kültürlerini yitiren Zencîlerin, bir de, bu yoldan dirimsel kalıtımları değişikliğe uğratılmıştır. 285 283 David McKay: “American Politics and Society”, 39.s 284 Esâs yerleşimci ve kurucu toplum olan İngilizlerin dışında A:B:D:ne hicret etmiş bellibaşlı millî ve kavmî öbekler şunlardır: 1500lerin sonlarında Ispanyollar ile Felemenkliler; 1600lerin sonlarındaysa Fransızlar; 1800lerin başlarından itibâren yine Felemenkliler, Iskoçlar, İsveçliler, Danimarkalılar, Fransızlar, Almanlar; 1870lerden sonra İrlandalılar, Orta ile Doğu Avrupa Yahudîleri, Lehler, Ispanyolca konuşan Karayıplardan, Orta ile Güney Amerikadan insanlar, Meksikalılar, yine Ispanyollar, Çinliler; 1900den itibâren de Japonlar, Ruslar, İtalyanlar, Rumlar, Ermeniler, Araplar; İkinci Dünya Savaşı sırasında ve onun ardından tekrar Yahudîler, Hintliler ile Vietnamlılar. 285 Bkz: André Kaspi, Claude-Jean Bertrand & Jean Heffer: “La Civilisation Américaine”, 50.- 54.syflr. 183 Filvâki, Afrikadan devşirilirlerken, farklı kabîlelerden, toplum sıradüzeninin ayrı basamaklarından, bambaşka gelenekler, görenekler ile dil öbeklerinden gelen bu insanların, biraraya gelip dayanışmaları, korkunç serüvenin başlangıçlarından beri maddeten imkânsız kılınmıştır. İşte, sıraladığımız bu ve benzeri etkenler dikkate alındıklarında, A.B.D.ne getirilmiş Zencî kölelerin, marûz bırakıldıkları fecîi durumu, 1960ların ortalarına değin niye kabullenmiş göründükleri anlaşılır. Köleliğin yasaklanması meselesine gelince; bunda Zencîlerin bizzât dahli yoktur. Bu, ‘insancıl renkteki kâğıtlara sarılıp sarmalanmış’ aslında iktisâdî bir olaydır. 1700lerin ortalarından itibâren sanayileşmek suretiyle ‘tezgâhları kendikendine hareket ettiren’ İngilizler, salt beden gücüne ihtiyâçları kalmayınca, 1834te imparatorluğun her yerinde köleliği yasaklamışlardır. Bununla da kalmayıp özge devletlerin köle ticâretini, öncelikle de deniz kuvvetlerinin gayretiyle, önlemeğe çaba harcamışlardır. Mâliyeti ucuz salt beden gücüne tamamıyla muhtâc Ispanya, Portekiz, Fransa çeşidinden denizaşırı toprakları bulunan rakîp devletleri böylelikle dize getirmeği amaçlamışlardır. Bunu da nitekim, önemli ölçüde gerçekleştirmişlerdir. Anayurd İngilteredeki şartların benzerleri, ‘yavru-vatan’ A.B.D.nin kuzey doğusunda başgösterince, kölelik orada da yasaklanmıştır. 1800lerin ortalarına gelindiğinde, A.B.D.nin kuzey doğusu 286 sanayileşme sürecinde önemli sayılabilecek merhâleler kaydetmiş bulunuyordu. Güneydeki eyâletlerse, 287 başta pamuk ekimi olmak üzre, tarıma dayanmaktaydılar. Buna karşılık, Kuzey, 288 fabrikalarda, Aristoteles’in deyişiyle, “kendikendine işleyen tezgâhlar”ı, yânî makineleri çalıştırıp denetleyecek ucuz kol gücüne ihtiyâç duymaktaydı. Tarlada yahut madende yalnızca beden kuvvetinden yararlandığınız köleden farklı olarak, makineyi emânet edeceğiniz kol işcisine bilmek zorunda olduğu zanaatı, asgarî derecede dahî olsa, öğretmek mecburiyetindesiniz. Öğretimden geçmiş kişiyse, artık kendisini köle olarak kullandırmayacaktır. Maddî haklarını elde etmek isteği, bu sebeple, sanayileşme 286 Yeni İngiltere (New England) 287 Confederate States of America yahut kısaca Confederacy. 288 United States of America yahut kısaca Union States. 184 sürecine koşut olarak kitlelere yayılır. Nitekim, Kuzey eyâletlerinde kol işcilerinin artma eğilimini gösteren taleplerinden kurtulmak maksadıyla, nasıl olsa azla yetinen, bundan ötürü de, talepkâr işcinin yerine, Güneyden, mâliyeti ucuzlatacak işgücünün celbolunup istihdâm edilmesi cihetine gidilmiştir. Güney de, tabîatıyla, bedâvaya gelen kaba beşerî güc servetinin, deyim yerindeyse, parmaklarının arasından akıp yitmesine seyirci kalamazdı. İşte, aynı soydan gelen, aynı dili konuşan aktenli insanların birbirlerine kıyasıya girmeleri, dolayısıyla da, çağdaş vuruşma usulleri ile zanaatının ilk sergilendiği American İçsavaşı, başlıca, yukarıda anlattığımız sebepler âmillerden ötürü 1861 patlak verip sanayileşen Kuzeyin ezici üstünlüğüyle 1865te sona ermiştir. 1 haziran 1860 sayımına göre 31,443,321e varan nüfustan 289 üç milyon gencin silâh altına alındığı bu savaşta toplam 618,222 asker öldürülmüş yahut hastalıktan 289 A.B.D.nin 1790 – 1990 nüfus durumu ve 1970 – 1990 ırklar ile kavimlerin oranı —nüfus sayımı yıllarının dökümü örnekleme usuluyla yapılmıştır—: ________________________ Nüfus sayımının_yılı Nüfus__ Tüm Kuzey Amerika 1700 A.B.D. 1713 A.B.D. 1760 A.B.D.nin bağımsızlık ilânı: 4 temmuz 1776 2 ağustos 1790 2 ağustos 1800 1 haziran 1830 1 haziran 1850 1 haziran 1860 1 haziran 1870 1 haziran 1890 1 haziran 1900 1 ocak 1920 1 nisan 1940 1 nisan 1950 1 nisan 1970 1 nisan 1980 1 nisan 1990 1,000,000 360,000 1,600,000 3,929,214 5,308,483 12,866,020 23,191,876 31,443,321 39,818,449 62,947,714 75,994,575 105,710,620 131,669,275 151,325,796 203,211,926 226,545,805 248,709,873 —bkz:”Statistical Abstract of U.S.A.”, kaynak: David McKay: A.g.e., 9.s; ayrıca bkz: Jeremy Black & Roy Porter: “Dictionary of Eighteenth-Century History”, 587.s: “Population Growth”. Irkların oranı___________________________________Tarihler________ 1970 1980 1990 Aktenliler (Beyâzlar) Karaderililer (Zencîler) %83,3 %10,9 %79,6 %11,5 %74,2 %12,5 185 ölmüştür. Toplam yaralı sayısıysa, 400.175dir. Kuzey, tipik İngiliz savaş yöntemini uygulayarak Güneyin hayatî önem taşıyan tarım alanlarını ateşe vermiş, ortalığı yakıp yıkmıştır (İng scorched-earth policy). 1863te kölelik yasaklanmış, savaşın Kuzeyin zaferiyle bitmesiyle de, yasak uygulanmağa başlanıp ilk ağızda dört milyon Zencî köle âzâd edilmiştir. Sonuçta Kuzey eyâletlerinin hâkimiyeti artıp genişlemiş, merkezî hükûmetin yetkileri, bir daha asla sorgulanamamacasına pekiştirilmiş; sanayi, tarıma karşı kesin öncelik ile üstünlük kazanmış; nihâyet Sermâyecilik, Amerikan usulü yaşayış ile düşünüşün silinmez arkaplanı hâline gelmiştir. 290 10- İnsanlık, şaşmazcasına ‘tekörneğ’e göre ‘tekboyut’ta biçimlenmektedir; o da, İngiliz ile onun devâmı olan Amerikan hayat uslubu ve insan ile dünyaya bakma tarzıdır. Bu, spordan —golf, kriket, ragbi, tenis, futbol, basketbol, voleybol, beyzbol, bilardo, bovling—, ıskambilden —poker, bezik, konken, briç—, eğlenceden —Holywood sinema, Las Vegas kumar, Disney eğlence sanayileri—, mesken tarzından —gökdelen-konutları (İng condominium), müstâkil ev (single house), bahçeli ev (country house)—, giyim-kuşam biçimine —düne değin çıplaklığı vahşî ilkellik, iffetsizlik, şehvet kışkırtıcılığı, ayıp telâkkî ederlerken, bugün giyinmeği, edep yerlerini örtmeği çağdışı ile gerilik addediyorlar!—, yeme içme usullerine —koka kolalı, hamburgerli, kızartılmış patatesli ayaküstü atıştırma (fastfood) ile alıp-götürülenyiyecekler (takeaway)—, basın-yayıncılığa —gazetecilik yüzeyelliği, televizyon ile Ispanyolca konuşanlar (Hispanik) % 4,5 % 6,4 % 9,5 Asyalılar/digerleri % 1,3 % 2,5 % 3,8 —Andrew Hacker: “Two Nations”, 1992, kaynak bkz: David McKay: A.g.e., 22.s. Kızılderililerin 1991deki sayısı: 1,7 milyon; 1993teki oranıysa: %0,8dir —“Survival International”, kaynak bkz: Frank Nowikoski: “Argentina’s Victims of Spanish Conquest”, 35.s Avrupanın nüfusu: 1600: 95 milyon, 1720: 118 milyon, 1750: 140 milyon; Asyanın nüfusu: 1700: Yaklaşık 330 milyon, 1750: 450 milyon; Kuzey ile Güney Amerika: 1700: 10 milyon; Fransanın nüfusu: 1450: 18 milyon, 1787: 23 milyon; Paris 1787: 700,000 —bkz: J.Maillet: “Histoire des Faits Economiques”, 176. & 177.syflr; İngiterenin nüfusu: 1750: 10 milyon; Londra 1750ye doğru: 674,000 —bkz: Colin McEvedy & Richard Jones: “Atlas of World Population History”, 49.s. 290 Bkz: Geoffrey Parker: “The Times Atlas of World History”, 218. & 219.syflr ayrıca bkz: David McKay: A.g.e., 9.s; ayrıca bkz: L.C. Pascoe: “Encyclopedia of Dates and Events”, 807.s; ayrıca bkz: Hermann Kinder & Werner Hilgemann: “The Penguin Atlas of World History”, 102.s. 186 yaygın-bildirişme (INTERNET) uyuşturucuları iptilâsı—, gezginlik (tourism) yıkıcılığı ile aile bölücülüğüne —Kadıncılık (Feminism)—, beşerin beden varlığının mahreci olan cinsiyetin ayağa düşürülmesine —müstehcenlik—, sanatın, bayağılaştırılmasına —avam sanatı (pop art, pop music)—, iktisâdî ihtirâsa —ihtikâr, ‘köşe-dönmecilik’, ‘her mahalleye dolar milyoneri’— ve nihâyet devlet idâresi tarzına —meclise dayalı halkidâresi (parliamentary democracy)— dek uzanan ve yaşamanın tüm köşe bucağının belirli bir toplum – kültür – iktisât – siyâset odağınca belirlenmesi hâli: Tekörnek–kültür. Bu tekörnek–kültür, bütün insanlığı kapsamına alıyor; o kadar ki, İngiliz-Yahudî —yânî, çağdaş— yaşama tarzı ile bakış açısına karşı çıkan ve “aşırılar”, “yobazlar”, “gericiler” şeklinde suçlanıp horlanan toplumun ‘çizgidışı’ kesimlerinin bile bu cihânşumûl olaydan ve onun câzibelerinden kendilerini kurtaramamaları dikkat çekicidir. Herkes gibi onlar dahî, arabayla, cep telefonu ve bilgisayarla ‘oynama’ marazının ve alışveriş çılgınlığının dışında kalmış gözükmüyorlar. Çağdaş medeniyetin, bunca câzip gelmesi, basit ve kestirme bir ifâdeyle, beşerin ‘hayvanî’ kesimini hedef seçmesindendir: Bedene rahatsızlık ve acı verebilecek, tekmil hoş olmayan etkenlerin yok edilmesi; bazan çılgınlık derekelerine varabilen eğlenme, gezip tozma, ve hiçbir maddî ihtiyâçla uzaktan yakından ilgisi ilişiği bulunmayan giyim-kuşam ile doymak bilmez yeme içme türü sınırsız tüketim tutkularının karşılanması; üreme ile bağlanma, sâdıklık musîbetinden vâreste seleserpe sevişme —buna ‘çiftleşme’ demek daha doğru olur— güdüsüne alabildiğine imkân tanınması... İnsanlığından git gide uzaklaştıran bu korkunç sürece hiçbir suretle ‘kafayı takmama’sı için ‘barışcıl’laştırılıp 291 gerçekliğin hakîkîsi yerine, sanalında yaşamağa hüküm giyen —demekki doğada yaşamayan ve tabiatı, zâtı, özü kalmamış olan— beşer, merkezî ideoloji Hür Sermâyeciliğin başını çektiği Çağdaş medeniyet sahnesinin tek oyunculu oyunun tek oyuncusudur. 11- Yeryüzünün tümüne tamamına yönelik hâkimiyet tesîsini İngilterenin ardından veya yine onunla birlikte A.B.D.nin ele aldığını görüyoruz. Askerî cihetten 291 ‘Barışcıllaştırma’ (Fr&İng pacification), ‘afyonlama’nın (Fr&İng intoxication) edepli söylenişidir. 187 ezici bir kuvvet gösterisine girişmiştir. Gerek çekirdeksel, gerek geleneksel silâhlar gerekse kara, hava ile deniz kuvvetleri bakımından rakîpsizdir. Askerinin eğitilmişliği ile etkinliği benzersizdir. Yeryüzünün bütün bellibaşlı denizleri ile okyanuslarında hatırı sayılır bir deniz birliği bulundurmakta, İngiliz-Yahudî çıkarlarına aykırı olduğu düşünülen her hareket yahut kalkışma daha tutuşma merhâlesindeyken söndürülmektedir. A.B.D. askerî araştırmalarına 1999da yaklaşık $31 milyar tahsîs olunmuştur. Bunun sonucunda, A.B.D. ordusu, diğerlerininkinin birkaç nesil ilerisinde bulunan silâhlarla donatılmıştır. 1,4 milyon askeriyle yeryüzünün herhangi bir köşesine sürâtle intikâli mümkündür. Fezâdaki irikıyım ‘göz’leriyle yeryüzünün dörtbir tarafını her ân tarassut altında tutabilmektedir. Memleketlerin millî yahut mahalî haberleşme şebekeleri ve özellikle müttefik ülke istihbârât teşkilâtları aracılığıyla tüm bildirişmeler izlenir. ‘Mimlenmiş’ olanlarınkiler süreklice kayda geçirilir. 1947de İngiltere ile A.B.D. arasında akdolunmuş UKUSA gizli antlaşması uyarınca, tutulan kayıtlar, Millî Güvenlik Teşkilâtı (National Security Agency/ NSA) tarafından denetlenen ECHELON adlı teşkilâtın İngiltere, A.B.D., Kanada, Avusturalya ile Yeni Zelanda gibi Anglo-Sakson ülkelerindeki merkezlerinde taranırlar. Şüphelenilen kişiler ile odakların bütün hâlleri, hareketleri gözetim altında tutulup değerlendirilirler. UKUSA antlaşması çerçevesinde yeryüzündeki bütün uzak-haberleşmeleri (Fr télécommunication) ‘Hükümet Haberleşmeler Karargâhı’ (Government Communications Headquarters/ GCHQ) izler; bilgisayar, faks, teleks, televizyon, radar neviinden elektronik verileri izleyip derleme işiyse ‘İşâretler İstihbârâtı’nın (Signals Intelligence/ SIGINT) uhdesine düşer. 292 Vaşington, bütün bu akla havsâlaya durgunluk veren istihbârât imkânlarını, yüz bin kişiyi aşkın kadrosu ve $26 milyarı geçen bütçesiyle sağlamaktadır: ‘Merkezî İstihbârât Teşkilâtı’ (Central Intelligence Agency/ CIA), ‘Millî Güvenlik Teşkilâtı’ (National Security Agency/ NSA), ‘Millî Haberalma Dairesi’ (National Reconnaissance 292 Bkz: Jason Vest: “SIGHTINGS: US ‘Echelon’ Spy Network Monitoring Email – Fax – Cell Phones Worldwide”, 1 – 8.syflr. 188 Office/ NRO), ‘Savunma İstihbârât Teşkilâtı’ (Defence Intelligence Agency/ DIA). Bin türlü kisveye bürünmüş üstün yetenekli casusları dosd ile düşmân saflarına karışmış hâlde etkinlik göstermektedir. Bu muazzam silâhlı kuvvetler ile istihbârât teşkilâtları, A.B.D. dış siyâsetinin, dünya çapındaki gözü, kulağı, eli ile koludurlar. Ne var ki, iş, bu kadarla da kalmaz. ‘Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’ (United Nations/ UN), ‘Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilâtı’ (North Atlantic Treaty Organization/ NATO), ‘Milletlerarası Kolluk Teşkilâtı’ (INTERPOL), ‘En Gelişmiş Yedi Sanayi Ülkesi Topluluğu’/ G7, ‘Milletlerarası Para Fonu’ (International Monetary Fund/ IMF), ‘Dünya Bankası’ (World Bank), ‘Milletlerarası Mâliye Kuruluşu’ (International Finance Corporation/ IFC), ‘Milletlerarası Gelişme Birliği’ (International Development Association/ IDA), ‘Dünya Ticâret Teşkilâtı’ (World Trade Organization/ WTO), ‘İktisâdî Gelişme ve İşbirliği Teşkilâtı’ (Economic Development and Cooperation Organization/ Organisation de coopération et développement économique/ OECD), ‘Dünya Besin Teşkilâtı’ (World Food Organization/ WFO), ‘Dünya Sağlık Teşkilâtı’ (World Health Organization/ WHO), ‘Milletlerarası Çalışma Teşkilâtı’ (International Labour Organization/ ILO), ‘Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ile Kültür Teşkilâtı’ (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization/ UNESCO), ‘Milletlerarası Af Teşkilâtı’ (Amnesty International), ‘Milletlerarası Adâlet Divânı’ (International Court of Justice) çeşidinden milletlerarası düzlemde etkinlik gösteren kurum, kuruluş ile teşkilâtlar aracılığıyla siyâsetten iktisâda, güvenlik meselelerinden tarıma, para ile ticâretten çevre sorunlarına dek insanlık ile dünyanın nabzını tutup bunları yönlendirir, yönetir. A.B.D.nin 1999da yurdiçi gayrısafî hâsılası, 8,683,4 milyar dolar tutarına erişmiştir. Dünya ticâretinin %83 Amerikan doları üzerinden yürümektedir. Nev York borsası, mâliye dünyasının basıncölçeri durumunda olup bir hıçkırığı tuttumu, hani neredeyse yeryüzü sarsılır. Bütün bu sayıp döktüklerimizin de ötesinde, A.B.D., bilim ile fen sahalarında kendikendisiyle yarış hâlindedir. Nitekim son on yılda fizikte 26 üzerinden 19, tıpda 24 üzerinden 17, kimyadaysa 22 üzerinden 13 adet Nobel ödülünü toplamıştır. Bilimde, 189 fen, bilgisayarcılık ile sanatlarda dünyanın kaymağını devşirmektedir. Her alanda dünyanın en bilgili ve yetenekli kadrolarına sâhiptir. 293 A.B.D., Dünyanın bir numaralı bilgisayar devidir (Fr cyberpuissance). Silicon vâdisi, Microsoft, IBM, Intel, Yahoo, Amazon, America Online gibi, bilgisayar fenini ilgilendiren tekmil sanayiler, yaygın-bilişim şebeke şirketleri ile bilişim anayolları yine hep Amerikadandırlar. Dünya Amerikaya bakarak giyiniyor 294, soyunuyor; reklam ile sinema sanayileri; yazılı ile görsel basın; 295 caddeler ile meydanlardaki yazılı, çizili, resimli ilânlar, alttan alta, üstten üste, doğrudan yahut dolaylı yoldan habire İngiliz-Yahudî taleplerini, zorlamaları ile dayatmalarını Amerikan nüshasıyla Stockholmden Singapura, Rio de Janeirodan Yokohamaya bütün bir insanlığa yumuşakca yedirmeğe çalışmaktadırlar. Yemezseniz, yememekte direnirseniz, ne olur? Zorla yedirilir. Japonya hâriç, Avrupadışı tabaa-ülkelerin genelkurmayları bu görevi ifâya memurdurlar. Millîlik terânesini tutturmuş pek ender bulunur kimi iktidârlar, askerî darbeyle alaşağı edilirler. Bu da mı sökmedi?! O takdîrde bütün zenberekler içsavaş doğrultusunda kurulurlar. 12- Yeryüzünün ve insanlığın maddî, coğrafî, siyâsî, iktisâdî, fikrî ve sanat merkezi neresidir? Tek sözle: Londradır —1920lerden itibâren de onun yerini Nev York alır olmuştur. Her okumuş, yazmış, mürekkep yalamış yahut öyle geçinen kişi, dünyaya Londra ‘pencere’sinden bakar. Saatimizi Londradan geçtiğine inanılan Greenwich boylamına göre ayarlarız. Londradan bakarak, sözgelişi, Tokyolu Tokyosunu ‘Uzak Doğu’ (Far East), Karaçili Karaçisini ‘Orta Doğu’ (Middle East), Beyrutlu da Beyrutunu ‘Yakın Doğu’ (Near East) olarak değerlendirir! Ya peki, Istanbullu? Onun dünyadaki yeri, konumu nedir? Kendisi ayakta kalamadı ki, dünyada yeri, konumu bulunsun. Dimâğının köklerine son seksen yılda kibrit suyu döküldüğünden, ondan bahsetmenin artık anlamı kalmamıştır. 293 Bkz: Ignacio Ramonet: “L’Amérique dans les Têtes/ Un Délicieux Despotisme, 5.s. 294 Her yirmi dört saatte yüz on bin blue-jean satılıyor. 295 Amerikan CNN ile MTV kanallarından her birini üç milyon hâne seyrediyor ve İngiliz BBC yayınları yine üç yüz milyon tarafından dinlenip izleniyor. 190 13- Tarihte kemâle ermiş tek bir medeniyetten bahsolunabileceğini, bunun da Londra —bilâhare de Nev York— mihveri etrâfında dönen Yeniçağ Batı Avrupa —ve devâmı Kuzey Amerika— medeniyeti olduğu fikri, yaklaşık üç yüz yıldır insanlığa, özde dinyayma gâyesine yönelik öncelikle İngiliz ile Amerikan özel ve tabaa-ülkelerin mülkî ile askerî okulları ve bunların mezunları aracılığıyla ve daha önemlisi, akla durgunluk verecek incelik ve kurnazlıkla yürütülen reklam ve propaganda ‘yaylım ateşi’yle, her vakit açıkca olmasa dahî, ‘yedirilmeğ’e çalışılmış ve olağanüstü sonuçlar elde edilmiştir. Bahsi geçen medeniyete ve onunla irtibâtlı olan zihniyete karşı çıkmak düşüncesi bile bağışlanmaz bir günâhtır. Asılıp kesilmeseniz, zindanlarda çürütülmeseniz bile, 296 beter edilirsiniz: Gerici, çağdışı, Faşist suçlamalarıyla aforoz edilip tecrit olur, kendi köşenizde unutulmağa terkolunursunuz. Hapsedilmeksizin mahbûsluğa çarptırılırsınız. Diğer bir ifâdeyle, çağdaşlık düzmece kavramının arkasına gizlenmiş İngiliz-Yahudîliğin öngördüğü yaşama, bakma, görme, davranma, giyinip kuşanma, yiyip içme, gezip tozma, kazanma, geçinme, hak ile hukuk tarzlarına yahut bunlardan birine aykırı düşüyorsanız, varolmamaya hüküm giyersiniz. Buyruklar, alışılmış emir kipinde gelmezler. Kesîf bir reklam ile propaganda baraj ateşi şeklinde tecellî ederlerler. Bu kesîf baraj ateşiyle yumuşatılamayacak hasım cephe düşünülemez. Çözülmüş toplum dokuları, ters yüz edilmiş cinsiyetler, kitle iletişim şebekeleriyle yıkılmış insan – insan ilişkileri sonucunda cephelerin direnme güçleri zâten en düşük seviyelere indirilmiştir. Demekki bu saatten sonra piyâde hücumuna dahî ihtiyâç kalmamıştır. Top ateşleriyle karşı cepheler, artık rahatca düşürülebilirler. İşte nihâyet, insanlık ve onun dünyası, İngiliz-Yahudî imperyalist müsdebit medeniyetine dikensiz gül bahçesi kılınmıştır. 14- Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin pençesindeki toplumlar ile onları meydana getiren bireyler, kültür kimliklerini yitirip kişiliksiz kitle beşerleri durumuna düştüklerine tanık oluyoruz. Yaşanan bu kişiliksizleşme felâketinin yanında, gelirler ile yaşama seviyelerindeki dengesizlikler de, başka bir fâciaya işâret etmektedirler. Bahse konu dengesizlikler, bir toplumun bağrında kendi mensûpları arasında ortaya çıktığı gibi, milletlerarası düzlemde de kendilerini açıkca 296 Avrupanın dışında kalan tabaa-ülkelerde bunlar da başınıza gelebilir. 191 göstermektedirler. İşte, Dünyanın en muteber iktisâd istatistik yayımlarından Asiaweekin 4 ağustos 1995 nüshasında bildirilen acıklı durum: Ülke Adam başına aylık gelir Yıllık ihrâcât Altın reservi Dış borç İnflasyon Afganistan $150 1,0milyar 0,2milyar 1,0milyar %56,7 Nepal $180 0,4milyar 0,7yar 1,9yar % 8,2 Kamboçya $215 0,3milyar 0,1yar 1,6yar %18 Bengaldeş $220 2,5milyar 3.2yar 14.8yar % 3.7 Moğolistan $335 0,4milyar 0,1yar 7,1yar %73,0 Buhutan $415 0,1milyar 0,1yar 0,1yar % 7,8 Mısır $700 3,9milyar 13,3yar 40,6yar %11,0 $2,140 17,4milyar 11,3yar 59,8yar %82,4 $25,900 503 milyar 75,7yar 555,7yar % 3,2 Türkiye A.B.D. Ülke Adam başına aylık gelir Yıllık ihrâcât Altın reservi Dış borç İnflasyon Japonya $38,750 İsviçre $40 423milyar 141,5yar 0 %-0,2 84,1milyar 31,1yar 0 % 2,1 Yeryüzünün en güçlü devleti olma keyfiyeti, A.B.D.ne toplumsal refah dengesini sağlamıyor. Günümüzde bu ülkede otuz iki milyon kişinin ömrü aşağı yukarı altmış yaşının altında gözüküyor. Kırk beş milyon, yoksulluk sınırının altındadır. Kırk milyon ise, sağlık sıgortasından yoksundur. Elli iki milyon kişi de, okuma yazma bilmiyor. Avrupa Birliğindeyse, elli milyon yoksul, on sekiz milyon da işsiz vardır. Dünya çapında yoksulluk, olağan; refah ise, istisnâî durumdur. İktisâtca aşırı dengesizlik çağımızın yapısal özelliğidir. Dünyanın en zengin iki yüz yirmi beş kişisinin yıllık geliri $ 1 milyarın üzerinde seyretmektedir! Bunlar, en yoksul iki buçuk milyar insanın gayrısâfî hâsılasının %47sini elde etmektedirler. En varlıklılardan kimisinin kişisel serveti, birtakım devletlerinkisinin fevkındadır. Meselâ yeryüzünün en zengin on kişisinin serveti, Büyük Sahra ile Güney Afrika Birliği arasında kalan bütün devletlerin yıllık toplam gayrısâfî millî hâsılalarının üstündedir. 297 297 Bkz: Ignacio Ramonet: “Nuevo Siglo”, 1.s. 192 Dünya Bankasına göre, Karaderili Afrika bugün, 1970e oranla çok daha yoksuldur. Nitekim, Büyük Sahranın güneyinden Güney Afrika Birliğine dek kırk sekiz Afrika devletinin toplam iktisâdî üretimi Belçikanınkisini aşmamaktadır. Yine bunların iç hâsılâsı %1 cıvârında kalır. Sözgelişi Gine-Bisav’ın gayrısâfî millî hâsılası $160dır. Milletlerarası ticâretindeki paylarıysa %2 dolaylarındadır. Son otuz yılda, geleneksel hammadde ihrâç malları dâhil, dünyadaki pazarlarının yarısını yitirmişlerdir. Bunları yeniden ele geçirebilmeleriçin yetmiş milyar dolarlık yatırıma ihyâçları vardır. Söz konusu fecîi durumu tersine çevirmekçin bahsi geçen tüm yörenin, yıllarca sürdürülebilecek şekilde, bir %7lik büyüme hızını tutturması elzemdir. Bu muazzam geniş bölgede yaşayan nüfusun ancak yarısı içme suyuna erişebiliyor. Sağlık hizmetleri de yok mesâbesindedir. Karayolların yalnızca %16sı asfaltlanmış olup toplam uzunlukları, sözgelişi, Polonyanınkilerinden azdır. Ahâlînin büyük kısmı en yakın telefona ulaşmak amacıyla iki saatlik yol tepmek zorundadır. Avrupada 204, Latin Amerikadaysa 110 kişiden birine 10 telefon hattı düşerken, bahsi geçen yörede 1000 kişiden biri on adet telefon hattına sâhiptir. Yarısı Güney Afrikada olmak üzre, sâdece on milyon telefon bulunup ücret de her yerden daha yüksektir.Meselâ A.B.D.yle üç dakkalık telefon muhâveresi $8,1 iken, Avrupayla $ 4,3, Batı Asyayla $ 6dır. Toplam nüfusun ancak beşte biri elektriğe kavuşabilmiş olup yine her beş kişiden biri savaş şartlarında yaşamaktadır. Botsvana ile Zimbabve gibi ülkelerde nüfusun %25i AİDS taşımaktadır. Kırlık yörelerde dört kızdan yalnızca biri ilköğrenim görebilmektedir. 1960dan beri toplam nüfusun %20si şehirlerde yaşıyor olmakla birlikte, oralarda da kızların temel öğrenim görme imkânı, kırlık sahalarda bulunanlara göre çok daha parlak sayılmaz... 298 Yüzyılımızın başında yaklaşık kırk olan bağımsız devlet sayısı günümüzde yüzü aşmaktadır. Bununla birlikte, dünyaya hâlâ hükmedenler, Ondokuzuncu yüzyıl sonlarındaki yedi yahut sekiz ülkeden başkası değildir. Sömürge imparatorluklarından doğmuş düzinelerle devletten yalnızca Güney Kore, Tayvan, Singapur ile Malezya tatmîn edici bir gelişme seviyesini 298 Bkz: “Africa Negra es mas Pobre Hoy que en 1970, segun el Banco Mundial”, 12.s. 193 tutturabilmişlerdir. Hemen hemen bütün öteki ülkeler, hâkim–efendi devletlerin hammadde menbaı olmaktan pek ileri geçememişlerdir. Hammaddelerin fiatı ile miktarınıysa işte bu hâkim–efendi devletler tayîn buyurmaktadır. Hammadde ihrâcına hüküm giymiş cümle milletler, icât, keşif, yenilenme ile yatırım, demekki açıkcası, akıl ile zekâlarını ileriletme imkânlarından yoksun kılınmışlardır. 299 Üretme icâzetini alabildikleri mamûller de nasıl olsa artık çağdışıdır. Bu fâsit daireyi bir kırmağa görsünler; o takdîrde de, ya boşandırılan bir mâlî bunalıma itiliverirler ya da anlaşılmaz sebeplerle başgösteren bir iç yahut dış savaşa sürüklenirler. Böylece zarzor binbir mihnetle oluşturulmuş ne varsa, yerlebir ettirilir. Hâkim–efendi devletlerse, ellerini kire pasa bulaştırmazlar. İşlerini bir taraftan milletlerarası dev sanını yakıştırdıkları şirketlerine, öte yandan da tabaa-devletlerine gördürür, perde arkasında kalmağa özen gösterirler. 15- Önünde sonunda, eğriteleme yoluyla da olsa, şu iddiada bulunmak yanlış olmaz: Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile küreselleştirilen Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin ortaya çıkardıkları fesât dünyagörüşü ve zihniyetle, tarihte ilk kez, dünya, şiiriyetinden; Doğa, bâkirliğinden; İnsan ise, masumluğundan topyekûn olmuşlardır. 16- İngiliz-Yahudî medeniyeti, cihânşumûl merkez odağı Farmasonluk ile onun alt, yan ve akraba dernekleri, kurumları ve teşkilâtları, dönem dönem düzenlenen toplantılar başta olmak üzre, resmî ve gayrıresmî mercilerle, askerî ve mülkî erkânla, kişi ve kuruluşlarla, 300 basın-yayın ile öğretim kurumlarıyla, devlet ve devlete bağlı 299 Bkz: Ignacio Ramonet: A.g.y. 300 (i)İngiliz-Yahudî medeniyetinin —tabîî ki, resmî olmayan— merkez teşkilâtı görünümündeki Farmasonluk, Kiliseyi andırır tarzda; Sovyet Ortakmülkcü Partisi de Farmasonluğa, dolayısıyla da Kiliseye benzer biçimde örgütlenmiş olmaları, gözden kaçırılmaması gereken hususlardandır. (ii)İngiliz-Yahudî medeniyetinin Yahudîlik cenâhı ile Farmasonluk, 1700lerin sonlarından itibâren Katolik kilisesi, Stalin Rusyası, Hitler Almanyası, Faşist siyâsî düzenler ve genellikle dindar– muhâfazakâr ile aşırı Milliyetci zümreler tarafından ortak paydada birleşmiş olarak kabul olunmuşlardır. Nitekim, bana 1978de Fransada anlatılana göre, Almanlar, 1940da Fransayı işğâl ettikten sonra, öncelikle köyler ile kasabalarda ahâlîye dağıttıkları soruşturma belgelerindeki ilk üç sorunun ikisi, yukarıda zikrolunan yaygın kanâatın ürünüdür: “Yahudîmisiniz, Masonmusunuz ve nihâyet, eşcinselmisiniz; ve akrabalarınız ile tanıdıklarınız arasında böyleleri var mı?” (iii)Israil kavmî Milliyetciliği ile yayılmacılığını ifâde eden Ziyonculuğun en önemli özelliği, başta İkinci Dünya Savaşı sırasında olmak üzre, tarih boyunca Israil kavmine çektirilenler yahut çektirildiği öne 194 bulunan ve bulunmayan teşkilâtlarla yeryüzünün dörtbir köşesini doğrudan doğruya yahut dolaylı biçimde denetleyebilmektedir. Günümüzde etkisi ile denetimini, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilâtı, Avrupa Birliği ve bunların yan kuruluşları, Milletlerarası Af Teşkilâtı, Milletlerarası Para Fonu ile Dünya Bankası neviinden açıkca çalışan milletlerarası teşkilâtlar; millî yahut mahallî düzlemde etkinlik gösteren kuruluşlar; radyo, çanak yahut kablolu televizyon, sinema ve dünya çapında bilgisayar şebekesi, yeryüzünün yüzlerce fersah ötelerinde fezâda hareket eden casus uydular, büyük şehirlerin caddeleri ile meydanlarına, toplu konutların çevresi ile alışveriş merkezlerine gizlenmiş kameralar ile radarlar çeşidinden üstün fennî imkânlar yoluyla aklın, havsâlanın fevkındaki ölçülere vardırmıştır. O kadar ki, korku romanı şeklinde algılayabileceğimiz George Orwell’in (1903 – 1950) 1949da basılmış “Bindokuzyüzseksendört” (“Nineteen Eighty-four”) başlıklı eserinde bahsi geçen, her ân, her yerde hâzır ve nâzır, fakat kendisini kimsenin göremediği, kuvvet ile kudret sâhibi “Büyük Birâder” yahut “Ağabeğ” (“Big Brother”) teşbihi gerçekleşmiş gözüküyor. “Büyük Birâder”in başlıca ‘gözetleme kuleleri’, Amerika kıtasında A.B.D. ile Kanada, Avrupada İngiltere, Asyanın doğusu ile güneyiçin Avusturalya ile Yeni Zelanda, uzak geçmişten bu yana yeryüzünün merkezi konumunu koruyagelmiş Doğu Akdeniz ile Batı Asya yöresinde Israil, Afrikadaysa Güney Afrika Birliğidir. Etkinliklerdeki serîlik ile incelik sâyesinde bunlara dışarıdan bakıldığında, algılanamazlar. A.B.D., sözgelişi, menfaatlarına zarar veriyor gerekcesiyle, Fidel Castro’nun (1927 – ) Toplumcu Kübasına karşı cephe alırken, Kanada, hemen bu ülkeden yana tavır koymuştur. Küba, böylece, hepten denetim dışında bırakılmamış oldu. Ama foyanın açığa çıktığı zamanlar da oluyor. Meselâ, A.B.D.nin, 1982deki Falkland adaları savaşında, dostu ve müttefiki Arjantinin aleyhine tecelli etmiş olan istihbârâtı anayurd İngiltereye iletmiş olması, ne kadar da dikkate değer olaydır. 301 A.B.D.nin, gerek Birinci gerekse İkinci Dünya sürülen ızdırâblar bahâne edilerek onu mazlûm ilân etme siyâsetidir. Üstün başarıyla yürürlüğe koyulan bu siyâset sâyesinde Filistin, yerli halkı öldürülmek yahut yerinden yurdundan sürülmek suretiyle, işgâl olunmuş; ayrıca, Ziyonculuğu eleştirmek de, insanlık suçu raddesinde gösterilmiştir. 301 (i) İngilterenin 1833teki istilâsından beri, üstünde hak iddiasında bulunduğu, kıyılarının 480 km güney doğusundaki Falkland adalarını (Isp Malvinas) Arjantin, şubat 1982de ele geçirdi Bunun üzerine, bunları geri almakçin İngiltere harekete geçti. Nisan 1982de İngiltere, güney kıyılarından aşağı yukarı 12 000 km uzaklıktaki Falkland adalarını geri alıp geçimini balıkcılık ile koyunculuktan temîn eden iki bini bulan İngiliz asıllı ahâlîyi kurtardı. O tarihte mezkûr denizaşırı harekâtı, İngiliz dili ile zihniyetini en düzgünce 195 Savaşında, İngilterenin, her defasında, imdâdına koşmasıysa, yukarıdaki iddiamızın bir başka kanıtıdır. Tarihte topyekûn insanlığa hükmetmiş bir “Büyük Birâder” şekliyle (Fr&İng figure) hiç karşılaşmadık. Peki, bu “Büyük Birâder”, insanlığı, yine Orwell gibi, İngiliz olan Aldous Leonhard Huxley’in (1894 – 1963), son derece iç karartıcı ve kötümserlik aşılayan 1932 baskısı “Yiğit Yeni Dünya” (“Brave New World”) uçurumunamı sürüklemektedir? Günümüzdeki şartların da bunların sebeb oldukları dev sorunların da müellifi İngiliz-Yahudî medeniyeti olduğuna göre, bunun tasvîrini sunup onu teşrih masasına yatıracak olan da İngiliz —ve/ya Yahudî— düşünürü olmalıdır. İşte, gerek George Orwell ile Aldous Huxley’de gerekse Karl Marx’da bu söylediklerimizin açık belgesini buluyoruz. Sonuçta, bu çalışmada nedenleriyle birlikte sergilemeğe çaba harcamış olduğumuz, bugün dünyayı ve insanlığı sarmış dev sorunların hâlledilmesiçin elzem gözüken ‘Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetine seçenek oluşturabilecek yeni bir medeniyet biçimini ortaya çıkarmanın zihnî ile maddî zemini varmıdır?’ sorusunun cevabını kimden bekleyeceğiz? örneklediği ve hakkaniyet ile tarafsızlık esâslarından tavîz vermediği iddiasındaki İngiliz Yayın Kurumundan (BBC) radyom aracılığıyla izlemiştim. Dikkate değer husus, Falkland adalarına gönderilen İngiliz kuvvetlerinden bahsettiğinde, bunlara “görev birlikleri” (İng task forces) demesine karşılık, güney kıyılarının yaklaşık 90 km açığında ve 1571 ile 1878 yılları arasında hâkimiyetinde kalmış bulunan Kıbrısa, orada yaşayan yüz, yüz elli bin soydaş toplumunu katliâmdan kurtarmak amacıyla, 1959da imzalanmış Londra antlaşmasına dayanarak, Türkiyenin, 1974 yazında çıkarmış olduğu askerlerini, adı anılan Kurumun, “işğâl kuvvetleri” (İng invasion forces) biçiminde nitelemiş olmasıdır. (ii)İngiliz-Amerikan ‘istihbârât sanatı’nın, gerek İkinci Dünya Savaşından önceki gerekse savaş sırasındaki olağanüstü başarılarının serâncâmıyla ilgili ayrıntılı bilgilerçin bkz: “The Oxford Companion to the Second World War”; madde başlıkları: ULTRA, ENIGMA, PURPLE, SIGABA, TYPEX. 196 -VIÜMİT Immanuel Kant, a) “Ödev, yasa saygısından doğan bir davranış zorunluluğudur”; b) “Öyle davran ki, irâdenin temel kuralı (düstûru) aynı zamanda hep geçerli kalacak yasalılığın ilkesi de olabilsin”; c) “Öyle davran ki, hem kendinin hem de başkalarının kişiliğinde insanlık haysiyetine dâimâ saygı gösteresin ve aynı zamanda kişiyi amac addedip onu hiçbir vakit yalınkat arac olarak kullanmayasın!”, 302 diyor. 302 a) “Pflicht ist die Notwendigkeit einer Handlung aus Achtung vor dem Gesetz” —“Kritik der praktischen Vernunft”, IV/400 (“Pratik Aklın Eleştirisi”). 197 1- Çağımızın İngiliz-Yahudî medeniyeti, buraya değin açıklamağa çalıştığımız üzre, yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılıp irili ufaklı bütün toplumları ve kültürleri kaçınılmaz etki alanına çekmiştir. Özellikle de Yirminci yüzyılın ikinci yarısında insanlığın gündemini tayîn eden tek merci durumuna girmiştir. Buna da 1990ların başlarından beri ‘küreselleşme’ denilmektedir. Bahse konu medeniyetin maddî, başka bir anlatımla, tüketim çılgınlığı ateşini alabildiğine körüklemeğe yönelik olan ve artık hiçbir hesaba kitaba sığmayan üretimi durmadan yükseltme çabaları ile insanın duyguları ile düşüncelerine ket vurmak, dolayısıyla da onu rahatlatmak amacını taşıyan anlamca bulanık kavramları üreten zihin işlemlerini ve her şeyin satılıp satınalınması üzerine kurulu iş görür (Fr fonctionnel) temel değerleri bütün yaşama düzlemlerine mâledebildikleri ölçüde milletler yahut toplumlar, çağdaşlaşmış yahut ilerilemiş kabul edilirler. Bu dayatılan şartları reddedenler yahut onlara erişmekte zorluk çekenler çağdışı yahut geri kalmış şeklinde nitelenirler. Sözünü ettiğimiz medeniyetin ve onun resmî ideolojisi Hür Sermâyeciliğin, insanlığı kuşatması, beşeri ruhca; doğayıysa maddeten, dönüşü olmayan biçimde aşındırıp tüketmektedir —çevreci hareket, bu bakımdan, göz boyamadan, ‘dalga geçme’den, aldatmacadan özge bir anlam taşımaz. Karşısına, insanı ve doğayı şefkatla, hürmetle, dürüstlük ve adâletle kucaklayacak bir seçenek tezelden çıkarılmadığı takdîrde, İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun resmî ideolojisi durumundaki Hür Sermâyeciliğin, tarihi, hem manen hem de maddeten noktalayacağı artık uzak bir ihtimâl olarak görülmemelidir. 2- Demekki burada canalıcı sorun: (i) Seçeneğin ne olduğu; (ii) Tarihte görülmüş olan bir medeniyetin, tekrar tanzîm olunarak gündeme çıkarılmasımı; b) “Handle so, daß die Maxime deines Willens jederzeit zugleich als Prinzip einer allgemeinen Gesetzgebung gelten könne” —“Kr pr V”, V/30. (b)de dile getirilen düstûru (Maxime) “Grundlegung zur Metaphysik der Sitten”de (“Ahlâk Metafiziğinin Temeli”nde) zikrolunan “Handle nur nach der jenigen Maxime, durch die du zugleich wollen kannst, daß sie ein allgemeines Gesetz werde” (“Öyle bir düstûr uyarınca davran ki, sonuçta, o, aynı zamanda irâden doğrultusunda genelgeçer bir yasa olsun” düstûruyla krz. 198 (iii) Yoksa şimdiye değin yaşanmamış olan bir medeniyetin inşâa olunmasımı; (iv) Nihâyet, seçeneğin, elân yürürlükte olanla dialektik ilişki içerisinde onu kendi doğrultusunda değişikliğe uğratmasımı; (v) Yoksa onunla ölüm kalım mücâdelesine girerek onu toptan ortadan kaldırmasımı gerekir, şeklinde görünüme çıkmaktadır. 3- Günümüzde Avrupalı olmayan üç belirli medeniyet güc odağından ikisi iktisâtca büyük ivme kazanmış olup tarihte de pek önemli mevkiler işğâl etmiş medeniyetlerin vârisi Hind ile Çindir. Şu var ki bunlar, ‘evrenselleşmemiş’ (Fr œcuménique) ve arkalarında doğrudan doğruya Allah Tebliği bulunmayan, böylelikle örfler bağlamında varolagelmiş, dolayısıyla da ahlâk çerçevesine yerleşmemiş olan medeniyetlerdir. Bu yüzden, Çin ile Hint, iktisâtca kalkındıkca, manevî varlıklarını, İngiliz-Yahudî medeniyetine ister istemez iyice fedâ edeceğe benzerler. Geriye üçüncü güc odağı kalmaktadır: Bilim, fen ile iktisât bakımlarından gelişmelere ayak uyduramamış, sonuçta, ‘dünyevî medeniyet zekâsı’ 303 dumûra uğramış, bu yüzden de dışarıya bağımlı duruma düşüp ezilmiş olan, buna karşılık ‘sırt’ını biricik tahrîf olmamış Tebliğe dayamış İslâm medeniyetidir. Bilimde, fen ile iktisâtta geri ve dışarıya bağımlı kalmış olması, İslâm medeniyetinin, çağımızda insanlığı hâkimiyetine almış olan medeniyetle ölüm kalım mücâdelesine girmesini imkânsız kılmaktadır. Tek makul çâre, dialektik ilişkide bulunarak Tebliğin öngörüp gösterdiği doğrultuda ahlâk ile âdâp çerçevelerini İngilizYahudî medeniyetine kabul ettirirken, ikincinin, birinciyi bilim, fen ile iktisât sahalarında yeniden yapılandırmasıdır. İngiliz-Yahudî medeniyeti, ahlâkca, âdâpca —manen— İslâmlaşırken, insanlık, yakın gelecekte kendisini bekleyen fecîi sonu hazırlayan iki aşırı ucun —sefillik ile sefihlik— ‘câzibe’ alanından kurtulacaktır. Bu kurtarıcı zihnî mücâdele sürecini boşandırıp bunun başını çekmeğe en yatkın kadro, felsefe-bilim sistemini kurmasına seksen yıl önce ‘ramak kalan’ 304 ve İslâm âleminde c) “Handle so, daß du die Würde der Menscheit sowohl in deiner Person als in der jedes anderen jederzeit achtest und die Person immer zugleich als Zweck, nie als bloßes Mittel gebrauchst!” —“Kr pr V”. 303 Fr intelligence civilisatrice mondaine. 304 Bkz: Teoman Duralı: “Felsefe-Bilime Giriş”: VIII. Bölüm, “Felsefe-Bilime Ramak Kalmışken/ Türklerin Düşünce Tarihi ve Felsefe-Bilim”, 105. – 129.syflr. 199 Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin işleyişi ile zihniyetini en yakından tanımış olan ve yeniden Müslümanlığa dönmek gayretini gösteren bir kısım Türk düşünür araştırmacısı tarafından oluşturulabilinir. 4- Böyle kadrolar, ‘eğitim–öğretim’ yoluyla kurulabilirler. ‘Eğitim’, ‘insanlaşma’nın, ‘insan-olma’nın zemînidir. Dinden, eğitim ile zanaattan yoksun kültür yoktur. İnsanın manen cıhâzlanmasını ‘din’ sağlar. Zanaat ise, zorunlu ihtiyâçların karşılanması ve gereksinilen âletlerin imâl edilmesi hüneridir. Din, kişinin tek olarak varolma şartlarını tayîn eder ve toplum hâlinde yaşamanın —edep, âdâp gibi— kurallarına ve kural manzûmelerine kaynaklık edip bunları ‘kutsar’, yânî meşrûu kılar. Gerek dinin, dolayısıyla örf ile ahlâkın gerekse zanaatın temel unsurlarını, anlam ile önemlerini, toplum zeminine serpiştirerek eken ‘eğitim’dir. Medeniyetleşmiş toplumda belirli kurumlarda biçimselleştirilip sistemleştirilmiş bilgileri, bir öğretici öbeğin, öğrenenler kitlesine aktarması işine de ‘öğretim’ diyoruz. Biçimselleştirilip sistemleştirilmiş bilgilerden oluşan tutarlı bütünlükler ‘bilimler’dir. ‘Bilim yapmak’, ‘bilinmeyen’i ‘bilinir’ kılmak, ‘yeni’yi ‘keşfetmek’, yerine göre de ‘icâd etmek’tir. Öyleyse ‘bilim’, ‘yenilenmek’ demek olan ‘öğrenme’yi zorunlu kılar. ‘Bilimle uğraşan’ ‘özne’dir. Yöneldiği şeyse, ‘nesne’dir. ‘Bilim âdâbı’, ‘özne’nin kendisini ‘nesne’ye karıştırmasına karşıdır. Bu kuralın, Yeniçağ Batı Avrupasında sarsılmaz bir tutarlılıkla yürütüldüğüne tanık olunur. ‘Bilim’, insan olmayan varolanlarla uğraştığı sürece, söz konusu kural, yerindedir. Bahsolunan sınır aşıldığındaysa, ‘edep’ hudutlarının dışına çıkılmış, ‘özde özne’ olması gereken ‘insan’, ‘nesneleştirilmiş’ olur. İşte burası, genelde, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile onun devâmı şeklinde kabul ettiğimiz Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin göze batan ve yıkıcı olan cihetidir. Yeniden yapılanmakta olan İslâm medeniyeti bu hayatî önemi hâîz hususu hep titizlikle göz önünde tutmalıdır. Özetle söylersek: Doğa, öyleki ‘insan’ın ‘beşer’, yânî maddî ile bedenî yanı incelenirken ‘nesnel’ tavır kaçınılmaz şarttır. Buna karşılık insanın ‘insanî’, yânî ruhî-manevî tarafına ‘bilimsel’, başka bir deyişle, ‘nesnel’ tutumla eğilmek, hem ‘bilimsel değil’dir hem de ‘edebe aykırı’dır. Zirâ ‘özne’nin, ‘nesne’leştirilmesi, ‘insan’ın ‘insanlık’ hassasının hiçe sayılması anlamını taşır. 200 Nihâyet, ‘insan’ın ‘insanlık hassası’nın hiçe sayılması, ‘temel ölçü’nün inkârının ürünüdür. Nitekim Eflâtun, bu hususa “Kanunlar”ında (IV.kitap, 716/c) dikkatimizi şöyle çekmektedir: “...Senin ile benim, aslında bütün şeylerçin ölçü, Tanrıdır...” Onun yokluğu ‘başıboşluğu’ getirir. “Komutansız kalmak anlamına gelen başıboşluk ise, bütün insanların hayatından kökü ve sapıyla toptan sökülüp atılması gereken kötülüktür” (XII.kitap, 942/d). 5- Tektanrılı–Vahiy dini ile bilimin, Batı medeniyetleri câmiasında ‘tarih sahnesi’ne çıkmış olduklarından daha önce söz etmiştik. Bahsi geçen iki muazzam yapıdan bilim, yalnızca doğayı, dünya ile evreni tanımamızı, öğrenmemizi sağlayan yol yordam ile bilgileri derleyip düzenleme yöntemini zapturapt altına alan en önemli etkendir. Din, ruh insicâmını, başka sözlerle, ruhun, hayata yansımış şekli demek olan ahlâkın temel direği ölçüsündeki niyet dürüstlüğünü (OrL intentio recta) şart koşar. Nitekim Hz Muhammed, “eylemler, niyetlere göre değer kazanırlar” 305 diyerek, eylemin, kendi başına değer taşımadığının altını çizmiştir. Eylemin, yalınkat örfemi yoksa ahlâka göremi ortaya koyulduğunun ölçüsünü niyet tayîn eder. Sahîh niyete dayanmayan eyleme gösteriş denir. ‘Rahmânî insan’ın eyleminin, gösterişle uzaktan yakından ilgisi bulunmaz. O, ‘sahîh niyet’le davranır. Davranışlarım ile eylemlerim, gösterişemi, yânî sahte yahut kötü niyetemi dayanır yoksa sahîh niyetin ifâdesimidirler, sorusunun cevabını bilen iki merci vardır: Biri Allah, öbürüsü de ben. Şu durumda ‘niyet’, Allah ile ben arasındaki bağın mahremliğinde saklıdır. İki çeşit mahrem vardır: Birincisi, Yunus Emre’nin (1240? – 1320), pek vecîz biçimde ifâde ettiği üzre, “benden içeri ‘ben’”de ifâdesini bulan Allah – ben bağlantısının; ikincisiyse, kadın – erkek ilişkisinin mahremliği. Hayatta başarılabilinecek en zor iş, sahîh niyetin, uyanıkken de, hattâ, uykudayken de her dem muhâfazasıdır. Bunu gerçekleştirebilen, bükülmez bir irâdenin mâlikidir. İşte, bükülüp eğilmez irâdeyle davranıp eyleyen ‘Rahmânî insan’dır. Bireyde bulunabilecek ‘Rahmânîlik pırlanta’sı, şeklî ayrıntılara boğulmamış, gösterişsiz, duru bir din eğitimi sâyesinde bulgulanıp işlenebilir. 305 Buharî’den: 810 – 870. 201 Din eğitimiyle, irâde sağlamlığı kazanılırken, bilim öğrenimi yolundan gidilerek de tutarlı düşünme alışkanlığı edinilebilinir. İkisi, kendikendisini zapturapt altında tutabilen insan bireyini verir. Tutarlı düşünebilen kişi, yargılarına hırslarını, heyecânlarını, tutkularını, yalpalamaları ile duygusallıklarını karıştırmaktan uzak duran bireydir. Mantık– matematik öğrenimiyle kafası nizâm intizâma kavuşturulmuş kişi ancak tutarlı düşünme yetisiyle donanabilir. İrfân sâhibi olmak, alfabétisation (okur-yazar olma) kadar arithmétisation (hesab etme hünerini edinme) becerisine (Fr&İng performance) dayanır. 306 Öyleyse geleceğin seçenek medeniyetinde eğitim ile öğrenim, Eflâtun’un işâret etmiş olduğu üzre, din ile mantık–matematik unsurlarını esâs almalıdır. Bu iki temel unsura —yürüyüşcülük, tarımcılık, izcilik ve benzeri yollardan— doğa sevgisi ile saygısını zerkedecek eğitimler ve müzik tedrisi ile beden terbiyeleri de eklenmelidir. Böylelikle yetişen kişiye sorumluluk duyuşu ile gıllı gışlı olmama irâdesi, yânî gönül temizliği aşılanmış ve onda arkadaşlık ile dayanışma arzusu ve beden sağlığı ile gücü geliştirilmiş olur. Ahlâk duyuşu ile matematik düşünüş gibi, vakıalardan elde edilemeyen hâlis, yozlaştırılmamış sanatlar arasında en tavsîyeye şâyan, yüce olanı müziktir. 6- İnsan soyunun yaşabilmesi bakaımından din duyuşu kadar, doğa ile hayata saygı ile sevgi duymanın önemi vardır. ‘Din’ ile ‘doğa’, ‘hayatın anne-atası’dır, ebeveynidir. İkisinin birlikteliğinden ‘hayat’ doğar. İkisinden biri yittimi, ötekisinin yaşama imkânı ortadan kalkar. Sonuçta ‘hayat’ da, yerini ‘ölüm’e bırakır. Biri ‘sözlü – yazılı’, öbürüyse, ‘sözsüz – yazısız’ olmak üzre, ikisi de Allahın Tebliğidir. Yetişen insan, ömrü süresince tohum ekip ona icâb eden ihtimâmı göstermemişse; tohumdan filizin, ondan fidanın bitişini, fidandan da yıllar yılı ulu çınarın serpilişini sabır ve sâdakatle izlememişse; tayın yahut enciğin doğumuna duygudaşca tanık olmamışsa; ektiklerinin, alınteriyle sulanmış helâl hasâdını derlememişse; ‘Gönlünde hep yeniden, artan hayret ve hayranlıkla üstündeki yıldızlı gökkubbe ile içindeki ahlâk yasasını’ 307 temâşa etmemişse, Allahın sözlü – yazılı 306 Bkz: Carlo Frabetti: “Circuito Cientifico: Anaritmetismo”. 307 Immanuel Kant’tan —bu kitabının 24.s.na bkz. 202 Tebliğiyle tanış olsa ne yazar, olmasa ne yazar. Zâtî kudretininin Âlemdeki ifâdesi demek olan Yaratış mucizesini Allahın bizlere tebârüz ettirdiği ‘sahne’ ‘doğa’dır. Ondan uzaklaşmak, onu dışlayıp kötürümleştirmek, şu durumda, küfürdür. İmdi, din, doğada yaşayan insana ahlâk kılavuzudur; demekki doğanın anlam içeriğidir. Doğaysa, dinin tatbîk sahasıdır. Doğadan kopuk din, emeğin omuzları üstünde yükselen fazîletten, direnmeden, dayanışmadan, cesâretten, şiiriyet ile musıkîden yoksun kuru katı bir hurâfe yığınından ibâret kalır. Dinsiz doğa ise, anlamsız ve vahşîdir. Her iki durumda da “insan, insanın kurdu” kesilir. Birinde İnkisisyon; öbüründeyse, Temerküz tesîsleri neşvünemâ bulur. Hayatın menbaı olan din ile doğadan insanlığı yoksun kılmış olan Zâlim, ‘sermâyecileşmiş fenn’in 308 mahsûlü ‘tekelci tüketim sanayii’dir. 309 7- İlkece, İslâm, Allah Tebliğinin verisidir. Buna karşılık, daha önce de çeşitli vesîlelerle bildirilmiş olduğu üzre, ‘ideoloji’, insan dimâğının eseri olan ‘felsefe-bilim’ çıkışlıdır. Bu ikisi, şu hâlde, birbirine zıttır. İkisinden birini öbürüne indirgemek, ‘felsefe-bilim’ bakımından saçma; ‘din’ yönündense, ‘küfür’dür. Ne İslâmı ‘ideolojileştirebilir’siniz ne de ‘ideoloji’yi İslâmîleştimeğe mezunsunuz. Haddizâtında, İslâma, dolayısıyla da insanlığa yapılabilecek en büyük kötülük, onun, siyâsî ile iktisâdî maksatlar uğruna suiistimâl edilmesidir. Böylelikle o, din olmaktan çıkar; manevî yetkisi ile duruluğunu yitirip Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti çerçevesinde bitip serpilmiş ideoloji zincirine eklenmiş yeni bir halka olmaktan öteye geçmez: İslâmcılık. Bu bakımdan İslâmın siyâsîleştirilmesi, hele din devletine konu kılınması teşebbüslerine Müslümanların var güçleriyle karşı çıkmaları, zorunluluktur. Allahtan ruhsât yahut icâzet aldıkları iddiasıyla aşağılık dünyalık işlerini görmeğe girişmiş zevâtın, insanlığın başına açmış olduğu belâlara gerek geçmiş devirler gerekse çağımız tanıktırlar. Her suiistimâl kötüdür, suçtur, günâhtır. Ama en kötüsü ve 308 Fr technologie capitalisée. 309 Fr industrie consommatrice monopoliste. 203 bağışlanmazı, katıksız katışıksız, salt inanç demek olan imânın suiistimâlidir. 310 İşte, mümîn kitlelerde ruhbân sınıfının din sömürüsü ile suiistimâlinin yarattı yeğin ve derin hayâlkırıklıklarından Güney, Batı ile Kuzey Avrupanın ruhbân-olmayan çevresine mensup kimi ihtirâslı idâreciler, tâcirler, düşünürler ile sanatcılar, 1300lerden itibâren git gide etkili biçimde yararlanır olmuşlardır. İşte, Ruhbânın suiistimâli, Ruhbânolmayanın çıkarcı iş bitiriciliğiyle buluşunca Din 311 ilkin sarsıldı, akabinde parçalandı, nihâyet dağıldı ve buradan Laiklik neşvünemâ buldu. 8- İslâm, spekulativ yahut spekulativ-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizâmı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bunlar, onun görev alanında yer almazlar. O, bunlarla birlikte bilcümle insan faaliyetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, etkinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belirlemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlîlde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcîl eden kaynağın, yânî ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlikte bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli kalmaz. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini bizlere bildiren Tebliğ, yânî Kur’ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerektiğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evrensel Peygâmberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed’dir. Ahlâkı biçimselleştirilmiş 310 İrandaki 1979 Devriminden bir yahut iki yıl sonra olmalı. Müdâvimi olduğum Redhouse’un Rızâpaşa yokuşundaki kitabevinde yirmilerinde olduğunu tahmin ettiğim Şahsad adındaki genc adam, tezgâhtâr olarak çalışmaktaydı. İhtilâlin akabinde ortalığı kasıp kavuran şiddet ile kan fırtınasında, Şah devrinde üst makamları tutmuş babası ile amcası, yarım saat, bilemediniz, kırk beş dakka sürmüş göstermelik duruşmaların ardından idâm edilmişler. Şahsat, annesi, hemşiresi ve kimi yakın akrabasıyla kâh kamyonda, kâh beygir sırtında, kâh yaya seyâhat ederek İrandan Türkiyeye sığınır. Türkiyeden de A.B.D.ne ilticâ etmekçin vize bekliyorlardı. Bu bekleme sırasında da, maîşet temîni maksadıyla, işe girmiş. Oraya gidişlerimde bir süre hasbıhâl ederdik. Acıyla, öfke ve kinle dolup taşıyordu. Kime karşı? Devrimi ateşlemiş, bilâhare yürütmüş, nihâyet kendisi ile yakınlarını yerlerinden yurtlarından etmiş, babası ile amcasının kanına girmiş olan Ruhbân zümresine karşı elbette. Ne var ki nefreti Ruhbânla birlikte Kendisi adına yeryüzünde iş gördüklerini öne sürdükleri Kitaba, Din ile, sonuçta, Tanrıya yönelikti: “Er yahut geç İrana geri döneceğiz; hâlıhazır durumu tersyüz edeceğiz; Mollaları câmilerine tıkıp Kur’ânlarının üstünde yakacağız!..” dedi. İşte bu tüyler ürpertici, kanı donduran ifâde, Laiklik– Sekülerlik tepkisinin doğuşunda Ruhbânın, tevîl götürmez etkisini açıkca göstermiyormu? 311 Bu bağlamda söz konusu olan Hırıstıyanlık, özellikle de onun Katoliklik koludur. 204 mantık çerçevesinde işlemden geçirerek sistemleştiren ve bunun bağlamında olayları değerlendirip anlamlandırmak suretiyle gerek sanat kurgularının gerekse bilgi binâlarının temellerini ve bilâhare sistemleştirilmiş bilgiler yapısı demek olan bilimin inşâa imkânlarını hazırlayan ‘filosof’tur. Gerek ‘peygâmber’ gerekse ‘filosof’, Allahın seçilmiş kullarıdır. Ne var ki, peygâmber, kutsal kişidir. O ve aktardığı İlahî ahlâk nizâmı, ilkece, eleştiriden vârestedir. Aktardığı Tebliğ, “Allah tektir, eşi benzeri bulunmaz” yahut “haksız yere insana kasdedemezsin; hayatın dokunulmazlığı vardır” diyorsa, bu, soru konusu kılınamaz. Ahlâkın temel ilkeleri aklıaşkındırlar. Aklıaşkın olanı eleştiri süzgecinden geçirmek, aklaaykırıdır; saçmalamağa götürür. Filosof ise, kutsal-olmayan kişidir. Kurduğu sistem, ilkece, eleştirilmeğe açıktır. Akla ve tecrübeye dayalı her yapı zorunlulukla eleştiriye tâbîdir. Allah Tebliği Kur’ânın, ilkece, eleştiriden vâreste olması, İslâmı akıl – tecrübe dünyasına sürmemizi imkânsız kılar. Ancak, İslâmın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir ‘dünyevî gelenek–görenek– hukuk–bilgi–bilim–toplum–siyâset–iktisât düzeni’ kurabiliriz; kurmalıyız da. İlhâmını Allah Tebliği Kur’ândan alan bu düzen, zorunlulukla İnsanşumûl Toplumcu– Paylaşmacı–Dayanışmacıdır; demekki Adâletcidir. Ne var ki, nice vurgulasak yeridir: Dünyevîdir; öyleyse, eleştiri ile değişmeye açıktır. İşte Maddiyâtcı–İktisâdiyâtcı Bireyci ‘Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ile onun temel ideolojisi ‘Sermâyeciliğ’e görünür tek canlı seçenek İslâmdan esinlenmiş Maneviyâtcı İnsanşumûl 312 Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzendir. Bahse konu düzen, esâstan, Allah yaratığı ‘İnsancı’dır. Bu manâda insanın insana kul köle kılınmasını öngören bütün düzenlemeleri temelden reddeder. Peki, nedir bunlar? Emeksiz gelir temînin gerektirdiği küçük ve büyük çapta sömürü, şirketlerin tekelleşmesi ile devletlerin imperyalistleşmesi; fennin, dur durak bilmez kazanç hırsı uğruna hayatın tüm vechelerine hâkim olup doğayı alabildiğine yıpratıp tüketmesi. İnsan şeref ve haysîyetinin gerektirdiği maddî ile manevî yaşama seviyesinin altına düşmeğe ‘sefillik’; emeksiz, sömürü ve suiistimâl yoluyla aşırı zenginleşip ‘ahlâksızlık çukuru’nda debelenme durumuna da, ‘sefîhlik’ diyoruz. Emeğiyle geçinip edebiyle yaşayan, üreten ve ürettiğine kısmen yahut tamamıyla mâlik olan bu iki aşırı 312 Bütün İnsanlığa açık. Bütün İnsanlığı kapsar. 205 ucun arasındaki insandır. O işte, İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Düzenin Maneviyâtcı ‘ödev’ insanıdır. O, beninin değil, mensûbu bulunduğu topluluğun hâdimidir. ‘Benci’ değil, ‘bizci’dir. Üretenin, ürettiğine tümüyle uzak kalması, yabancılaşmaya yol açar. Tekelci– Sömürücü Sermâye düzeninin iki aşırı ucunda duran sefil de sefîh de kendisine yabancılaşmış kişidir. Kendisine yabancılaşmış kişi, ya sefilde olduğu üzre, üretecek güc ile üretim araçlarından kısmen yahut tamamıyla yoksundur ya da sefîhte gördüğümüz gibi, kendi üretmez, ama toplumdaki beşerî, mâlî ile maddî üretim araçlarını tekelinde tutmak suretiyle ürettirir. İkisi de manevî yıkıma uğramış kişidir. Maneviyâtı çökmüş, özsaygısını yitirmiş kimsenin, değerlendirme ile anlam atfetme kâbiliyeti de kalmaz. Kendi ektiğini biçen, biçtiğini kendisinkilerle birlikte tüketen ‘özbilinc’ini duyumlayabilip özüne saygı duyar. Böyle biri, mütedeyyin, güvenilir, emekci, hayırlı ödev insanıdır. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzenin baş hedefi, mütedeyyin, güvenilir, hayırlı ödev insanının yetişmesini sağlamaktır. Bu tür bir düzende haksız kazanç getiren fâiz, rant ile tekelleşme çeşidinden kötülüklere fırsat tanınamaz. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzen, bir yandan mahvedici yoksulluğu, öbür taraftan da şatafatı, ‘ayranı kabarmış’ şımarıklığı önler. Zâten bu iki temel kötülük birbirini kaçınılmazcasına zorunlu kılar. Nerede sefilliğe rastgelinirse, orada sefihlikle de karşılaşmak mukadderdir. İnsana ve dünyaya hizmetin gerektirdiği dirâyeti Allaha ibâdetin kişiye kazandırdığı nizâm ile intizâm tutumunda buluruz. Bu tutum, iç ile dış olmak üzre, iki çeşittir. İç nizâm ile intizâm duyuşunu bizlere ibâdet, dış tutumu da, askerî talîm ile terbiye kazandırır. Ödev bilincini duymak yoluyla beşerden insana terfîi olunur. Ödev bilincini duymak ve icâplarını yerine getirmek dirâyetli olmağı gerektirir. Söz konusu dirâyetin husûle getiricisi eğitimdir. Onun da, demekki iki neviinden biri, dinîyken, öbürüsü de askerîdir. Nasıl ki ‘din’in suiistimâli bizi ‘Din devleti nizâmı’na (Fr Théocratie) sürüklerse, ‘askerliğ’inkisi de, ‘Askerciliğ’e (Fr Militarisme) götürür. O, İmperyalismin ilk basamakları arasındadır. Bu yüzden de, sakat ve gayrımeşrûudur. Öyleyse askerlik ile Askercilik birbirlerinden seçikce ayırdedilmelidirler. Birincisi, 206 beşer kılığındaki canlıyı insan kılan ödev bilinci ile bunu ifâ irâdesini tevlîd edip bileyen, ibâdetle birlikte, bir talîm terbiye —eğitim— işiyken, ikincisi bir siyâsî- iktisâdî düzendir. ‘Ödev bilinci’nin baş tâcı, ‘haksızlığa karşı çıkmak’tır. Başkaldıran insanın ise, çelikleşmiş bir irâdeyle mücehhez olması zorunludur. Çelikleşmiş irâdeyi kişiye dinî ile askerî eğitimler kazandırır. Çağımızın Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin en fazla korkup ürktüğü olay, ‘başkaldıran insan’dır. İşte ‘sekülerleştirme’ ile ‘barışcıllaştırma’, kısacası, ‘uyuşturma’ çabalarının nedeni. İslâm ahlâkının esâsı, ‘zulm ile haksızlığa başkaldırı irâdesi’dir: ‘Cihât’. İşte İslâm düşmanlığının hikmetisebebi. Sonuc itibâriyle, İslâm, bir ‘başkaldırma hareketi’dir; Müslüman olmanın manâsı da, haksızlığa, adâletsizliğe, suiistimâle, sömürüye, Sömürgecilik ile İmperyalisme, Irkcılık ile Kavimciliğe ‘başkaldırma irâdesi’nde yatmaktadır. 9- Önde gelen Ulemâdan —Müctehitlerden— oluşmuş bir heyetin gözetimi ile denetiminde belli birtakım usuller ile muamelâtta, çağın gerektirdiği ayarlamalarda bulunulması kaçınılmaz gözükmektedir. Müslümanlığın yayılmış olduğu toplumların örf ile âdetlerinden tarih boyunca bünyesine karışmış, onu kireçlendirip zararlı maddeler ile unsurlar curufundan arındırılmış İslâm, geleceğimizin ümidi genç nesillerin, ‘Rahmânî insan’ olarak yetişmelerini sağlayacak şartları hazırlamak olan aslî görevine dönecek ve ‘insan’ı ‘homo economicus’ sapmışlığından ‘vir Dei’ aslına rücû ettirecektir. İşte bu ‘mübârek Gazâ’nın baş mücâhidiyse, ‘kadın’dır. Yürürlükte olan Medeniyet ile kahredici İdeolojisinin zulmüne Yeryüzümüzün bir yerlerinde İnsan er yahut geç ayaklanacak, başkaldıracaktır. Bu ulu hareketin başınıysa, Allahın Kendi Rabb, Rahmân ile Rahîm vasıflarını kendisine bahşettiği ve her birimizin ilkaslî beşiği olan Rahmin taşıyıcısı ve esas eğiticimiz, terbiyecimiz —‘mürebbiye’ 313— Kadın çekecek. Haddizâtında o, ne erkekten apayrı bir ‘tür’müşcesine tecrîd olunmalı —işte, tarihimizin ‘kambur’u da budur— ne de Hürriyetci Sermâyeciliğin sapıkca aşırı 313 RaBBe(fiil): (1) Üstün geldi, mâlik, sâhip, efendi, hâkim oldu; (2) korudu, kolladı, yetiştirdi, baktı, büyüttü, besledi; (3)kaldı, yerleşti, mukîm oldu. RABB(isim hâli): (1) Hâkim, efendi; (2) kollayıcı, koruyucu, düzenleyici, düzeltici, bakıcı, öğreten, besleyen, büyüten, bir varolanı aşama aşama geliştiren, mükemmelleştiren. RaBBe→Rabb, mürebbiye, terbiye... —bkz: E.W.Lane: “Arabic – English Lexicon”, I.cilt, 1002 – 1006. 207 müsâadeci tarzının derpîş ettiği üzre, 314 tüm tâkatını —siyâset, ticâret— işlerinde tüketmelidir. O, doğuran, şefkatle büyütüp yetiştiren insan olma keyfiyetiyle geleceğin mimarıdır. Evvelemirde el verip kucak açan ‘anne’dir. Kişi de kişilerden oluşan toplum da, Rahimde can bulup o kucakta serpilecek —‘Ümmet’: ‘Anne kucağı’. İşte bundan dolayı, “...rahme... saygı gösteriniz”! ‘Tanrı Buyruğu’dur. 315 Gelecek, ‘ümit’tir. Görüldüğü gibi, ‘gelecek’, kaçınılmazcasına, Annenin kucağı ile elinde biçimlenecektir. Erkek, genellikle maddî şartların belirleyicisi ve imkânların temîn edicisiyken, kadın, başta eğitim gelmek üzre, manevî hayatın biçimleyicisidir. Ancak, yine genellikle toplumsal ile iktisâdî, yânî maddî durumların ana belirleyicisi ‘maneviyât’ olduğuna göre, bilfiil yahut bilkuvve ‘anne’ demek olan ‘kadı’nın, cinsiyetlerarası ilişkideki âşîkâr üstünlüğü ona —erkeğe olduğu gibi— ağır ödevler ile sorumluluklar yüklemektedir. 316 314 Her insanın bedenî ile terbiyevî hayatının menbaı ve bilfiil veya bilkuvve ‘anne’ demek olan ‘kadı’nın maddî ile manevî değeri, hiçbir devirde ‘Sermâyeciliğ’in yürürlükte kaldığı dönemdeki kadar rencîde edilmemiştir. ‘Kadın’, dince ‘üstün tutulan’ —Hz Muhammed’in indinde “anne, babaya ikiye bir oranda fâık” olup “Cennet” de, “annenin ayakları altında”dır— ‘biyolojik’ yahut ‘genetik’ bakımdan ‘mütecânis’ (Fr homogène) ‘insan’dır —erkeğin X ile Ylerine karşılık, dişinin X X kromosomları vardır. Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel ideolojisi uyarınca, varolan her şey gibi, kadın da alım – satım metâıdır. Erkeğin şehvetini tahrîk maksadıyla açık saçık giyinişinden tutun da tüm hâl ve tavırlarına varıncaya dek o, cinsî münâsebetlere yönelik pazarlanmak üzre ‘camekân’a çıkarılıp orada sergilenen ‘mal’ şeklinde kabul olunmaktadır. Arza da talep lâzımdır. Bununçinse, erkeğin cinsî arzusu ile kudretine ilâç neviinden sunî araçlarla yüklemede bulunulmaktadır. Günümüzün en yaygın ve geçerakce ticâreti fuhuş ile uyuşturucu üzerine kuruludur. Bu, hem muazzam servetin yoludur hem de ‘benimkisi’ dışındaki toplumların yaşayabilirliklerini ortadan kaldırır. Bir toplumun yahut kültürün nihâî çöküşü, kadınının manen, sonuçta da maddeten topyekûn çözülüşüne bağlıdır. Kadınının tam teslîm oluşuna değin bir toplum yahut kültür yaşarlığını sürdürür. Toplumu yurda yahut çadıra benzetirsek, kadın, onun orta direğidir. Erkekse, onu ayakta tutan —doğa güçleri ile öteki erkeklere karşı koruyan, ayrıca da hayatın belli dönemlerinde geçindiren— yan direkler ile halatları andırır. 315 Nisâ, 4/1 —Abdullah Yusuf Ali tefsîri: “Cinsiyet, tabiatımızın en hârikûlâde sırlarındandır. Zürriyetsiz erkek, beden gücünün kendisinde husûle getirdiği kibirin etkisiyle gerek kendi hayatında gerekse insanların toplu yaşayışından doğan toplumsal ilişkilerde kadının merkezî önemini unutur. Bizi doğuran anne hürmete lâyıktır. Aynı şekilde çocuklarımızın annesi saygıdeğerdir. Beden hayatımızda böylesine ağırlığı bulunan ve duygularımız ile tabiatımızın daha üst seviyelerini bunca etkileyen cinsiyet, bizden ne ondan kaçınmamızı, ne onu hor görüp küçümsememizi ne de zevküsafâ metâımız olmağı bekler, daha doğrusu, hakkeder. O, en üst raddede tazîmimize hak kazanmıştır...”(506). 316 Kur’ân ile Sünnetten kaynaklanan kadına saygı fikri ile tavrı, ‘Yüksek Mutasavvuflar’da gördüğümüz gibi, İslâmda esaslı bir mevki işğâl eder. Bahis konusu Mutasavvufların başında da Ebu Bekir Muhyiddîn İbn Arabî (1165 – 1240) ile Mevlânâ Celâleddîn Rumî gelir: “Erkek, Zâloğlu Rüstem olsa”, diyor Mevlânâ, “yiğitlikte Hamza’yı geçse, yine de, kendi kadının tutsağıdır... Heybet bakımından su, ateşten üstündür; ama su, bir kaba koyuldumu, ateş, onu fokur 208 Ödev ile sorumluluktan tümüyle ârî olan, insanın dışında kalan canlılardır. Ödev ile sorumluluklarından muaf tutulduğundan, başta kadın olmak üzre, insanı, Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyeti, önünde sonunda diger canlıların derekesine, evrim varsayımının yanısıra, bir de bu cihetten indirmiş oldu. Anlaşılacağı üzre, kadının zulme uğraması, adâletsizliğin başıdır. 317 Bu zulmün —baskı altında ezilme— karşı ucu, fokur kaynatır. İkisinin arasına engel olarak tencere girdimi, ateş, o suyu yok eder, hava hâline sokar; su, kaybolur gider. Görünüşte kadınına, su gibi, hükmedersin; fakat, işin iç yüzüne bakılırsa, sen, onun hükmünde olup sevgisine tâlipsin. (Sevgi) yalnızca insana mahsûstur. Hayvan, sevgiden (muhabbetten) yoksundur. Onun bu yoksunluğu, insandan düşük olmasından ileri gelir... Peygâmber, kadının, gönül ehline ve akıllıya ziyâdesiyle üstün geldiğini; buna karşılık, içlerinde hayvanca kabalığı taşıyan erkeklerin ise, kadını ezdiklerini, söylemiştir. Hayvanîlik, tabiatlarının hâkim hassası olduğundan, böyleleri muhabbetten, şefkat ile incelikten mahrumdurlar. Muhabbet ile incelik insana; öfke ile şehvet hayvana has özelliklerdendirler.” “Kadın, Tanrı nurudur. O, bir dünyevî sevgili değildir; onun için yaratılmamış, ama yaratıcıdır dahî diyebilirsin.” “Erkeğin, geçimi temîn etmesi gerektiği konusunda karısının ısrarına boyun eğmesi ve kadının, kendisine karşı çıkışı, ne kadar da İlahî bir işârettir” —Celâleddîn Rumî: “Mesnevî”, tercüme ile şerh: Abdülbâkî Gölpınarlı, I.cilt, 243.s, 2440.satır; ayrıca: “The Mathnâwî of Jalâlu’ddîn Rûmî”, edited from the oldest manuscripts available; with critical notes, translation and commentary by Reynold Nicholson, I.cit, 132.&133.syflr, 2425., 2430.&2435.satırlar. Kadının, yukarıda özellikle Mevlânâ’ya dayanarak anlattığımız üzre, İslâm dininde böylesine öncelikli ve üstün yer tutmasına karşılık, onun yayılmış olduğu —Güney doğu Asyadaki Malezya ile İndonesyanın Malay halklarının tersine— Batı ile Orta Asya toplumlarında, tarih boyunca, genellikle gadre ve ihmâle uğramış olduğu da bir gerçektir. Bu durumun Arap, Fars, Hint ve benzeri kültürlerinin kendi tarihî – toplumsal şartlarından kaynaklandığı, sonuçta, sâdece kadın değil, fakat birsürü başka konuda da Müslümanlığın bazı yanlarının yönlerinin, zaman içerisinde, bahsi geçen şartlar çerçevesinde yorumlanıp yeniden biçimlendirildikleri anlaşılıyor. Bu söylediklerimizin en bâriz misâllerinden birini ‘çokzevcelilik’ (Fr polygamie) teşkîl etmektedir. Çokzevcelilik, Kur’ânın gelişine, yânî aşağı yukarı bin dört yüz yıl öncesine değin neredeyse dünya çapında bir hayat tarzıydı. Tarihleri bakımından nisbeten genc olan toplumların nüfusu azdı. Medeniyetin oluşması, nüfusun artmasına bağlıydı. Nâzil olduğu sıralarda yeryüzü yeterince kalabalıklaşmış, bundan dolayı çokzevceliliğe ilk sınırlamaları Kur’ân getirmiştir. İnsan bireyinin, ‘anneden-olma beşer’ hâlinden ‘toplumsallaşma’ demek olan ‘insan-olma’ evresine geçişi öncelikle aile ortamı —eğitim—, daha sonra da okul —öğrenim— tayîn eder. Aile ortamıysa, öteden beri —yânî yalnızca birkaç on yahut yüzyıldan beri değil— ilkin anne, baba ile çocuklardan, ardından ancak akraba ile taallukâttan oluşur. Daha önce başka bir vesîleyle belirtilmiş olduğu üzre, ‘insan-olma’ sürecinde uğranılacak kaza, ‘beşerliliğ’i —insanın ‘dirimsel varlığ’ı— dahî ya toptan çökertir ya da kötürümleştirir. Görülüyor ki, aile, insan bireyinin hem dirimsel varlık olarak içerisine doğduğu ortamdır hem de içerisinden toplum varlığı olarak yetiştiği çevredir. Sonuçta orası bütün sonraki toplum çevrelerinin de doğdukları ana pınardır. Bu nedenlerle insan yaşamasında hem dirimsel, hem kültürel açılardan bakıldığında, aileden daha merkezî ve hayatî önem taşıyan başka bir mercinin bulunmadığını söyleyebiliriz. Kuralına uygun —normal—, sağlıklı biçimde yaşayacak bu merci, sevgi sebebiyle —hem cinsî, hem ruhî anlamda— biraraya gelip kenetlenmiş bir kadın ile erkekle hayat bulur. Beden ile ruh sağlığına sâhip kadın ile erkeğin ‘kurallı-biraradalığı’, yânî ‘evlilik’, ‘hayat dialektiği’nin ‘temel öncülü’dür. Din olarak İslâmın aslî hedefiyse, bu ‘temel öncül’ü ortaya koyup gözler önüne sermektir. 317 Köleliğin en aşağılık, korkunç çeşidi, fâhişeliktir. 209 başıboşluk raddesine varan serbestliktir. İfrâta yahut zıddı olan tefrîde kayması hâlinde kadın, baş ödevi durumundaki eğitim, terbiye etme görevini yerine getiremez. Sonuçta temel eğitimden yoksun nesiller, manen, böylelikle de maddeten çözülür, toplum da soysuzlaşıp yozlaşır. 10- Toplumu yozlaştıran baş etken, kendisine vucut veren bireylerin, göze batacak raddede, çoğunun hayâsızlaşmasıdır. ‘Hayâ’, kelime olarak, ‘hayât’tan gelir. 318 Canlı olan ‘beşer’le varoluş bütünlüğünü paylaşan, artık canlı olmaktan öte ‘hayat’ sâhibi ‘insan’dır. ‘Hayat’ ise, ‘hayâ’nın pınarıdır. ‘Hayâ’ da, ‘edeb’in, dolayısıyla da, ‘ahlâk’ın ‘omurga’sıdır. İşte bu zikrettiğimiz belirlenim, İslâmî yaşayışın, Immanuel Kant’ın deyişine başvurursak, “temel kural”ı yahut ‘düstûr’udur. Nitekim bunu Hz Muhammed: “Her dinin ahlâk düzeni bulunur; İslâmınkisiyse, hayâ üzerine kurulmuştur” şeklinde ifâde buyurmuştur. 319 Bu yaşayışın baş düzenleyicisi, terbiye edici olan ‘kadın’dır. Yukarıda andığımız Hadîsin, bu bağlamda, mantıkca devâmı şudur: “Hayâ, güzeldir; kadınlar ise, bir başka güzeldir.” 320 Nihâyet, sağlıklı olan ile çözülen, çözülmeğe hükümlü toplumlar arasındaki çizgiyi Hz Muhammed bize şöyle özlü biçimde çekmektedir: “Mümîn, her davranışa yatkın özellikte yaratılmıştır; hıyânet ile yalan hâriç”! 321 İlkaslî Andını unutan yahut ondan sapan, hürriyeti tam beşerdir: “... Utanmadıktan sonra, istediğini yap”! 322 Seleserpe, serâzâd ‘Utanmaz adam’ (L Homo impudens), ömür boyunca hıyânet ile yalan batağında debelenen Ümitsiz —Tragique— beşerdir. Bugün nitekim, dünya çapında insanlık olarak karşı karşıya kaldığımız ölümcül durum budur işte. Bu son derece tehlikeli gidişten kurtulmak, Kur’ân ile Hadîslerin 318 Bkz: Ali Yardım: “İslâmiyet Karşısında Türk Örf ve Âdetleri”, 115.s. 319 Bkz: Ali Yardım: A.g.e., 114.s. 320 Bkz: Ali Yardım: A.g.e., 115.s. 321 Bkz: Ali Yardım: A.g.y. 322 Bkz: Abdülbaki Gölpınarlı: “Hz Muhammed ve Hadîsleri”, 143.s, 916.satır; ayrıca bkz: Ali Yardım: A.g.e., 114.s. 210 işâret ettikleri ve ‘hayâ’nın kapsadığı değerler olarak kabul ettiğimiz, insançin ‘ölçülülüğ’ü, ‘olağan’ı, ‘dengeli’ ile ‘sağlıklı’ olanı yakalamakla mümkündür. “Bütün insanlar birdir; Karşılıklı haklar gözetilmelidirler; Karşı cinsiyetler, birbirlerini saymalıdırlar; Evlilikten doğan aile bağları ve çocuk doğuran kadın kutsaldır. Yetimlerin özellikle şefkata ihtiyâcı vardır. Bütün mallar, güvenilir ellerde bulundurulurlar; Ödevler ise, tam belirlenmişlerdir. Bu dünya hayatımıza şefkatla ve hayırlı eylemleriyle ışık Ve neşe saçanlara Ölümden sonra hakkettikleri ödüller, Hakkaniyet esasları gözetilerek dağıtılmalıdırlar.” 323 Hakktan yana olan Rahmânî insan (OrL vir Dei), Ümidin insanıdır (L Homo spes). Hakktan ümit kesilmez. DİZİNLER -AKİŞİLER A Sultan II. Abdülhamît Han Abraham bkz: Hz İbrahim Ahmed Cevdet Paşa Hz Ali IV. Amenhotep yahut İkhnaton 323 Nisâ, 4 (1. – 5.) Âyetlerin, Abdullah Yusuf Ali tarafından yapılmış hülâsası. 211 James Anderson Arcadius Aristoteles Arminius Herbert W.Armstrong Syed Muhammed Naquib Al-Attas Romulus Augustulus Gaius Augustus B Francis Bacon Roger Bacon Johann Sebastian Bach Ludwig van Beethoven Vitus Bering Arthur James Earl Balfour Giordano Bruno Abdullah Muhammed el-Buharî C Marcus Cælius Gaius Iulius Cæsar (Jül Sezar) Albert Camus Thomas Carlyle Fidel Castro Cengiz Kağan yahut Han Miguel de Cervantes Saavedra Cristoforo Colombo (Kristof Kolomb) Etienne Bonnot de Condillac Nicolas Copernicus (Kopernik) Hernan Cortes 212 Oliver Cromwell Ç Piyotır İlyiç Çaykovski Çeng Ho D Jean le Rond D’Alembert Gabriele D’Annunzio Charles Darwin Hugues De Payns Godefroi De Saint-Amours René Descartes Antoine Louis Claude de Destutt de Tracy Bernal Diaz del Castillo Denis Diderot Benjamin, First Earl of Beaconsfield, Disraeli Fiyodor Mihailoviç Dostoyevski E Eflâtun (Platon) Albert Einstein I. Elizabeth Erika Emmerich F Johann Gottlieb Fichte Francisco Franco James Antony Froude G Galileo Galilei Giuseppe Garibaldi Joseph-Arthur comte de Gobineau Johann Wolfgang von Goethe 213 P.Gregorius H Hasan el-Sabah Wilhelm Friedrich Hegel Martin Heidegger Christian Johann Heinrich Heine Heinrich Himmler Hiram Usta Adolf Hitler Thomas Hobbes Honorius David Hume İ Ebu Bekir Muhammed Muhiyiddîn İbn Arabî Hz İbrahim Hz İsâ Büyük İskender J William James K Immanuel Kant Charles Kingsley Baruh Kohen Moris Kohen (takma adı: Alptekin) Emmanuel Karasso Büyük Konstantin L Jean-Marc Larménie Gottfried Wilhelm Leibniz Leonardo da Vinci 214 Claude Lévi-Strauss Lucien Lévy-Bruhl Vladimir İlyiç Ulyanov/ Lenin John Locke David Earl Lloyd George Luka Martin Luther M Sultan II.Mahmut Han Jean Paul Marat Karl Heinrich Marx Markos Matta Ernst Mayr Giuseppe Mazzini David McKay Fatih Sultan II. Mehmet Han Sallai Meridor Sultan II. Mahmut Han Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Jacques de Molay Jacques Monod Charles Louis de Secondat Montesquieu Sir Moses Haim Montefiori Henry Morgenthau, Junior Henry Morgenthau, Senior Wolfgang Amadeus Mozart 215 Hz Muhammed III. Murat Hz Mûsâ Benito Mussolini Adam Heinrich Müller N Nâmık Kemâl Napoléon Bonaparte Nefertiti Thomas Newcomen Isaac Newton Friedrich Nietzsche O Odowaker Ockham’lı William José Ortega y Gasset Sir Edward Osborne P Henry John Temple, the Third Viscount, Palmerston Papa I.Nicholas, Azîz Büyük Papa VI.Alexander Papa V.Clemens Papa XII.Clemens Papa II.Honorius Papa Innocens Papa III.Şenuda Papa VIII.Boniface Papa VIII. Urbanus Papa II. Iohannes Paulus (Karol Wojtyla) Franz von Papen 216 Denis Papin Vilfredo Pareto Louis Pasteur Azîz Paulus Juan Peron Yakışıklı (IV.) Philippe Photios, Konstantiniye Patriği Azîz Büyük Protagoras Ptolemais Aleksandır Sergeyeviç Puşkin R Bertrand Russell S Antonio Oliveira Salazar Sara Thomas Savery Friedrich von Schiller Arthur Schopenhauer Selâhaddîn Eyyubî William Shakespeare Adam Smith W.Sombart Georges-Eugène Sorel Pitirim A.Sorokin Yosef Vissaronoviç Çugaşvili/ Stalin Houston Stewart Chamberlain Hz Süleyman T Şeyhülİslâm Tâhir Efendi Abel Janszoon Tasman 217 Placide Tempels Gérard Tenque Theaitetos François-Thomas Théobald Büyük Theodosios Lev Nikolayeviç Tolstoy Esat Toptanî Lev Davidoviç Bronştayn/ Troçki Anne Robert Jacques Turgot U Miguel de Unamuno V Arminius Vambery Getulio Vargas Emmanuel Veneziano Amerigo Vespucci Giambattista Vico Kraliçe Victoria W Adam Weishaupt Y Hz Yakûp Z Mehmet Ziyâ Gökalp -BSÖZLER Kitabın içerisinde tarihin bellibaşlı felsefîleşmiş kültür dillerindeki karşılıklarını verdiğimiz, Çalışmada bahsi geçen, kimizaman da geçmemekle birlikte, Çalışmamız bakımından arzettikleri önemden dolayı, belirli sözler ile terkîplerin, Çağımızın 218 Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin cihânşumûl kılmış olduğu İngilizcedeki mütekâbillerini de, bu sefer, DİZİN Bölümünde sunuyoruz. Böylelikle bu Bölüm, DİZİN olmanın yanı sıra, İngilizce – Türkce SÖZLÜKCE görevini de yüklenmiş oluyor. Bu DİZİN – SÖZLÜKCEyle murad ettiğimiz önemli bir husus daha var; o da, Klasik Türkcenin, söz haznesi bakımından Çağımızın en zengin dili olarak görülüp gösterilen İngilizce karşısında nice güçlü konumda yer alabildiğini gözler önüne sermektir. Gerek Türkcede gerekse İngilizcede tamamıyla kendi teklifimiz olan söz ile terkîpleri tek tırnaklı çentiklerle ―yânî ‘...’― ifâde ediyoruz. -----A Abes nonsense Açe Aceh Açık/lık open, overt; clearness Açık deniz high seas, deep-sea Açık saçık obscene Açık seçik clear-cut Açıklama explanation Açımlama explication Ad name Âdâbımuâşeret rules of conduct (Fr étiquette) Adalardenizi (Ege) Aegean sea Adâlet justice Adam man (L homo) Âdâp manner, proprieties Aden Âdet custom Afganistan Afghanistan Afrika Africa 219 Afyonla(n)ma Ağ intoxication, ‘high’ web Ağırlamacılar Hospitallers Ahâlî common people, populace, grass roots Ahde vefâ true to one’s oath Ahdiatîk Old Testament, The Pentateuch Ahdicedîd New Testament, Evangelium Âhiret Hereafter Ahit oath, pact Ahlâk/î 1- morals/moral; 2- ethics/ethical Aile family Akdeniz Mediterranean Akhamenit Achaemenid Akıl/lı/lık reason/able/ness, intelligent Akıl izdivâcı bkz: Menfaat izdivâcı Akılcı/lık Rationalist/ Rationalism Akıldışı/lık arational/ity Akılsız/lık unreasonable/ness, imprudent Akılüstü suprarational Akılyürütme reasoning, ratiocination —Aklaaykırı/lık, Aklaaykırıcılık irrational/ity, Irrationalism —Aklauygun/luk sensible/ness, sound/ness —Aklıaşkın/lık transcendent/transcendence —Aklıselîm common-sense —Aklî/lik rational/ity —‘Aklî klasik mekanik’ ‘classic rational mechanics’ Akım current; intellectual or political movement Akışkan fluid 220 Âkil adamlar wise men yahut persons Aktenli, beyâz adam White man, Caucasian Alelıtrâk all-pervasive Alelumûm ordinarily, commonly, unspecifically Âlem 1- Creation, Cosmos; 2- kingdom ―in biologigy’s systematics Âlemşumûl Cosmos-embracing Âlemanlayışı conception of Cosmos yahut Creation Algı/lama perception, perceiving Alıntı/lama/k citation/ citing/ to cite Alıpgötürülen-yiyecek/ler takeaway-food Alışılagelinmemiş unconventional Alışılagelinmiş conventional Alışılmamış unaccustomed Alışılmış habitual, accustomed Âlim Fr savant Alman/ya, Almanca German/y Alman Demokratik Cumhuriyeti German Democratic Republic/ GDR Altkurul subcommittee Alttür subspecies Altyapı infrastructure Ama but ―Ancak yet ―Fakat however ―Giderek all the more ―Hattâ even ―Ne de olsa after all ―Ne olursa olsun notwithstanding, regardless ―Ne var ki nevertheless ―Öyleki even ―Rağmen despite, though 221 ―Şu da var ki nonetheless Amaç aim Amazon (Güney Amerikada 6500 km uzunluğundaki ve 3700 km.lik kısmı gemi seferlerine müsâit, yıllık sâniyede 95000 m³ su taşıma yetisi olan ırmak ve onun tüm havzası). Amele labourer, manual worker Amerika Amerika Birleşik Devletleri (A.B.D.) United States of America (U.S.A.) Âmiyâne common, ordinary, familiar, indelicate Amsterdam Ân moment Ana main, principal, cardinal Anadil native tongue Anadolu Anatolia Anakara mainland Anakent metropolis ―chief city or country with regard to the colony Anaörnek prototype Anavatan metropolis, parent-state of a colony Anayasa constitution Anayurt country of origin Ancak just ―Bir tek exclusively, barely ―Sâdece simply, solely ―Yalnızca only, merely Andırışma similitude Anglikan Anglican Ankara Anlam sense Anlama comprehension Anlayış understanding Anne mother 222 Annedili mother’s tongue Annemahali matrilocal Annesoyu matrilineal Antwerpen Apaçık/lık evident/ evidence Ar shame, modesty Arap/ca, Arabistan Arab/ic, /~ian, /~ia Arara Araştırma/cı research/er Ârâz/ ârızî accident/al Arazî area Ârî exempt Arî Arian Arjantin Argentina Arkadaş/lık companion/ship Arnavut/luk Albania/n Arpa barley Artıdeğer surplus value, capital gain Arz offer Arzu desire Asıl originary Aslî original, fundamental Asîl noble Asîlzâde/lik nobleman/ nobility Asker/î soldier; military Asur/ca, ~lu Assyria/n Asya Asia Aşağılık duygusu inferiority complex Aşama grade, gradation Aşırı/lık extreme/ extremist/ Extremism 223 Âşîkâr conspicuous Aşîret, oymak tribe Aşkın/lık transcend/ent, /~ence Ata, ced ancestor, forefather, progenitor Atama nomination, appointment Atasoyu patrilineal Atasözü Aten proverb Mısır’ın Tanrısı Ateş ülkesi Isp Tierra del Fuego Atıf reference Atina Athens Atlas Okyanusaşırı transatlantic Auschwitz Av/cı – toplayıcı hunting/hunter; hunter – gatherer Avâm/î common people, commons, vulgar ―Avâm Kamarası: House of Commons Avâmca vernacular ―Avâm Türkcesi: Vernacular Turkish. Avâmca konuşmak: to speak the vernacular Avrasya Eurasia Avrupa Europe Avrupamerkezcilik Eurocentricism Avusturalya Australia Ayaküstü-atıştırma fastfood Aydın intellectual Aydınlanma Enlightenment Âyet Qur’ânic Verse, Ayat Ayırı/lık diverse, divergent/divergence Ayırıcı distinctive Ayırım demarcation Ayırım çizgisi demarcation line Ayırımlaştırma diversification Ayırma distinction 224 Âyîn/î rite/ritual Aynı same Aykırılık paradoxal Ayrıca moreover, besides Ayrılık separation, getting aspart Ayrılım schism Ayrılma seperation, leaving Ayrılıkcılık Separatism Ayrılım separation Âzât emancipation Âzâd etme, kılma setting free, emancipating Azarbaycan Azerbaijan Azîz Bartolome Günü Katliâmı Saint Bartholomew’s Day Massacre Aztek B Baba father Baba ocağı homeground, family house Babil/ce, ~li Babylon/ia/n Bağ bond Bağdat Baghdad Bağıntı tie, coupling, nexus Bağlam context Bağla(n)ma affiliation, bonding Bağlantı/lı link/ed, connected ―İlinti/li, ~le(n)me link/ed,~age ―İrtibât connexion Bağlayıcı fixing, stabilizing; mandatory Bahçeli ev country house Bahis subject matter Balfour Bildirisi Balfour Declaration 225 Barış/cı, /~cıl peace/ful, /~-loving, Pacifist Barışcıllaştırma pacification Basın-yayın media Basın press Basîret insight, circumspection Basîreti bağlanmak to lose one’s common-sense Basra körfezi Persian Golf Başarı success Başka other Başkalaşma, başkalaşım metamorphosis Başlık title Başşehir capital city ―Büyükşehir metropolitan Batı west/ern Batı Asya Near East, West/ern Asia Batı Avrupa West/ern Europe Batı Medeniyetleri câmiası set of Occidental civilizations Batı Roma West Roman Empire Bâtıl vain, false Bâtınî esoteric Beceri performance Becerekli efficient, skilful Beden/î an organism’s body/ bodily, somatic Beden-nefs somato-psychic Beden terbiyesi yahut eğitimi gymnastics Bedenlenme embodiment 226 Bedîî esthetical Beklenti expectation Belçika Belgium Belgeç fax Belirgin manifest Belirle(n)me, belirlenim determining, determination Belirli definit Ben/ci/lik I, self-referring/ reference ―Fr égotiste/ égotisme Bencil/lik selfish/ness ―Fr égoïste/ égoïsme Bengaldeş Bangladesh Benlik self-identity Benmerkezcilik egocentricism Berlin Beşer/î man ―L homo; Fr homme Beşerleşme hominization Beyâz Rusya Belorussia Beyâzlar, beyâzadam, aktenli Caucasian Beyit couplet Beynelmilelci/lik Internationali/st, ~sm Biçim form Biçimbirliği uniformity ‘Biçimci mantık’ formalistic logic Biçimsel/lik formal/ity Biçimsel öğrenim formal instruction ‘Biçimselci düşünme-bilme yetisi’ ‘formalistic cognitive ability’ ‘Biçimselleştirilmemiş mantığa dayalı düşünme’ ‘unformalised logical mode of thinking’ ‘Biçimselleştirilmiş mantığa dayalı düşünme’ ‘formalised logical mode of thinking’ Biçimselleştirme/biçimselleştirilmiş formalization/ formalised 227 Bildirişim, bildirişme human communication Bildirişim anayolları communication highway(s) Bildiri decleration Bilfiil actually Bilge/lik wise person/ wisdom Bilgi/li knowledge/~able, well-learned Bilgi/sel cognition/ cognitive Bilgiç/lik wise guy, wisecrack, smart alec, know-all/ pedantry Bilgin scholar ―Fr scolaire Bilgisayar computer Bililtizâm on purpose Bilim natural positive science Bilim kolu scientific discipline Bilim teorisi epistemology Bilimadamı scientist Bilimdışı unscientific, non-scientific ‘Bilimdışılık’ ‘unscientificness’ Bilimselcilik Scientism Bilinç consciousness Bilinmezcilik Agnosticism Bilişim informatics Bilkuvve potentially Bilmece riddle Binyıl millenium Biotik yahut biyotik bkz: dirim/sel Birâder/lik fellow-freemason/ry Birci/lik Monist/Monism Birey/ci/lik individual/ist, /~ism Bireysel/lik individual/ity Bireyoluş ontogeny, ontogenesis 228 Birim unit Birinci first Birlik unity Birlikli unitary Bizans Byzantium Bororo Boşandırmak to free, to clear off, to set off, to produce Boşnak Bosnian Botsvana Botswana Boy bkz: Kabîle Bölge sector Bölme compartment Bölüm section Bölümleme division Brezilya Brasilia Buğday wheat Buharlı makine steem engine Buhutan Bhutan Bulgu/lama exploration Bulma finding Bulmaca puzzle Buluş exploration Buluşma, buluşum meeting, appointment ―Fr rendez-vous Bunalım crisis Burma, Miyanmar Burundi Buyruk imperative, order Buyruklar→ şartlı/ şartsız... hypothetical/ categorical... Bütün all Bütünlük/lü integrity/integral 229 C Câmia set, conglomaration, community Canlı living being, organism, organic Canlıcılık Animism Cansız non-living, inorganic Cenâh flank Cenevizli Genoese Cenîn, embriyon embryo Cevher/î substance/substantial Cezâ punishment Cezayir Algeria Cihânşumûl world-embracing Cihet prospect; orientation ~cilik ~ism Cins genus Cinsî/yet sex/ual Cisim/leşme body, corpus, material object/ corporealization Cisimcik corpuscule Cisimli/lik corporeal/ity Cismânî corporal, flashy. Coğrafya geography Cumhuriyet/ci/lik republic/an/ism Cüzî particular Ç Çağ age Çağdaş/cı/lık contemporaneous, modern/ist, /~ism ―OsmT asrî 230 Çağdaşlık modernity ―OsmT asrîlik Çağdaşlıköncesi Premodern/ity Çağdaşlıksonrası Postmodern/ity Çağdışı out-of-date ―Fr démodé Çağı geçmiş olden, bygone Çağımız current; contemporary, contemporaneous ―OsmT muasır Çağüstü ultramodern Çarpışma collision ―ayrıca bkz: Çatışma, kavga, mücâdele, savaş Çarmıh/ ~a germek Cross (of execution)/ crucify Çatışma clash Çekirdeksel nuclear Çekirdeksel silâh nuclear weapon Çelişki discrepancy Çelişik contradictory Çeşit/li variety/various Çeşitlenme, çeşitleniş variation Çevre surrounding, environment Çığır 1- course; 2- epoch Çiftdeğerli/lik bivalent /bivalency Çin/li, ~ce China/ Chinese Çizgi line, stripe Çizgidışı marginal Çizim/sel schema/tic Çokeşli/lik polygamous/ polygamy Çokkocalı/lık polyandrous/ polyandry Çoktanrıcılık Polytheism Çokzevceli/lik polygynist/ polygyny D Daire/vî circle/cyclical Danimarka/lı Danemark/ Danish 231 Dârulİslâm Darvinci/lik Darwin/ist, ~ism Dâussıla homesickness, nostalgia Davâ lawsuit, claim, matter Davranış behaviour Değer/leme, ~lendirme value/ evaluation, assessment Değer yüklü value-laden Değerce axiologically Değerden bağımsız value-free Değişim alteration Değişme change Değiştokuş exchange Demokrasi bkz: Halkidâresi Denel experimental Deneme essay Deney experimentation Deneycilik Empiricism Deneysel empirical Deniz/ci/lik sea/farer, seaman/ship Denizaşırı overseas Derebeği/ derebeğlik feudal/ism Derkenâr margin/al Devingen dynamic Devingen servet birikimi dynamic wealth accumulation Devir era, time Devlet/leşme state/ to become a State Devlet desteği, destek akça subsidy Devre term Devrim revolution Dışarıdanevlenme exogamy/exogamic, exogamous 232 Dialektik, cedel dialectic/al, ~s Dikey perpendicular Dil language Dilbilgisi grammar Dilbilim linguistics Dile getirme expression specifically by language, verbalization Dilek wish Dimâğ mind Din/dar religion/ religious Din duyuşu religious sentiment Dinadamı divine man Dincilik, din devlet idâresi Theocracy Dindışı secular Dinî religious Dinli belonging to a religion Dirim/sel biotic/s Dişi female Dişil feminine Doğa/l nature/ natural Doğadışı, doğal olmayan, gayrıtabîî unnatural Doğal ayıklanma natural selection Doğaötesi 324 supernatural ‘Doğaötesi varoluş dönemi’ ‘period of supranatural existence’ Doğaüstü 325 above nature Doğayıaşkın transnatural Doğu east/ern Doğu Hint adaları East Indies 324 Doğada varsaydığımız ve akıl yoluyla kotardığımız yasalarla açıklayamadığımız ve ilkece açıklayamayacağımız Âlem ve onda hüküm süren Hakîkat; dinin ilahî Tebliğde bahsettiği Hakîkat, Doğayıaşkındır; ister dinî isterse dindışı bağlamda kullanılsın, her iki durumda da Hakîkat, doğaüstüdür 233 Doğu Hint Şirketi East India Company ‘Doğu medeniyetleri câmiası’ ‘set of Oriental civilizations’ Doğu Roma East Roman Empire Doruk peak ―ayrıca bkz: Şâhika, tepe, zirve Dost/luk friend/ship Döl germ Döl hücresi gamete Döldöş, zürriyet progeny, descendant/ Döllenmiş yumurta zygote Dönem period Dönüşüm transformation Dua prayer Durağan servet static wealth Durum situation Duruş posture Duruşma court sitting, hearing, session Duyar/lı/lık sensitive/ sensitivity, susceptive/ susceptivity, subtle/ness Duygu feeling, sentiment Duygudaş/lık fellow/ship, fellow-feeling, sympathizer/sympathy Duygulandırıcı pathetic Duygulanma affection, pathos Duygulu/luk moved, sentimental/ity Duygusal/lık affected/ness, affectation Duysal sensate Duyu/sal sense/ sensory Duyu verileri, duyumlananlar sense data Duyudışı apathic, non-sensory ‘Duyularötesi’ suprasensory 325 Doğayı inceleyen bilimlerin araştırma alanına girmeyen unsurların alanı; akıl yoluyla bu alanı; akıl yoluyla bu alanı inceleyip işleyen zanaata, tekniğe metafizik diyoruz. 234 Duyum/lama sensation Duyumlamacı/lık sensationist/ Sensationism Duyumlanabilirlik/ler sensebility/ sensebilities ‘Duyumsama’ sensing Dünya world Dünyagörüşü world view ―Alm Weltanschauung ‘Dünyaötesi’ supermundane ‘Dünyatasavvuru’ world picture ―Alm Weltbild Dünyevî worldly, profane ‘Dünyevî medeniyet zekâsı’ ‘worldly civilizational intelligence’ Düstur formula, code Düş/lemek fancy/ to fancy Düşünce thought Düşünme thinking Düşünüş way of thinking Düzen/li order/ly, regime Düzgün/lük order/liness, cosmetic Düzlem platform Düzme/ce/lik faulse/ness, forgery E Ebedî no end, eternal Ecnebî dil foreign tongue, language Edebî literary Edat preposition Edep decency, ethics Edepli söyleniş euphemism Edebiyat litterature ―Fr belles-lettres Edilgen, edilgin passive Edim, fiil act Efsâne/vî myth/ic/al 235 Ege Aegean Eğitici educator Eğitim/sel education/al ‘Eğitim-öğretim tekeli’ monopoly of education Eğlence entertainment Eğri yazı italics Ehlî docile Einsatzgruppen Eklemle(n)me integration Eksik/lik deficient/ deficiency El emeği manual labour ‘Eldeğmemiş’ pristine Elektronik mektup (e-mek) electronic mail (e-mail) Emek/ci/lik labour, toil, druge/ry, effort; blue-collar worker En güçlülelerin yaşayakalması the survival of the strongest Encümen council ‘Enilk’ primordial/ity Er 1- man, male; 2- soldier, private Ergen adolescent Erkân —Rüknün ç— dignitaries Erkek man, male, masculine Eril masculine ―in grammar. Ermeni/ce Armenian Esas basis/basic Esbabımûcibe rationale Eski old Eski dünya Ancient World Eskiçağ antique/antiquity ‘Eskiçağ Ege medeniyeti’ Antique Aegean civilization Eskimo Inuit 236 Esrâr 1- hashish, drug; 2- mystery/mysteries Esrârlı mysterious Esrârengîz mystifying, inscrutable, unfathomable Estonya Estonia Eşrâf —şerîfin ç— notables Eşsiz peerless Eşzaman synchronical Etki effect, influence Etkin/lik active/activity Etkileşme, etkileşim interaction, intercourse Ev/cümen house/bound Evcil domestic Evlilik, izdivâç marriage Evre phase Evren/sel 1- universe/universal ―in the cosmological sense―, 2- ecumenical Evrensel Israil İttifâkı Israelite Universal Alliance Evrim evolution Evvelce former/ly Evvelemirde above all, first of all Eylem action Ezelî no beginning, sempeternal F Fâhişe prostitute Fâiz interest Fark/lı difference/different, distinct Farkındalık awareness Farklılaşma differentiation Farklılık distinction Farmason/luk Freemason/ry Farsca Persian 237 Faşism Fachism Faydacılık Utilitarism Fehim percipience Felemenk/ce, /~li the Netherlands/ Dutch Felsefe/ci philosophy/ philosophy teacher ‘Felsfefe-bilim’ ‘philosophy-science’ ‘Felsefîleşmiş medeniyet’ ‘civilization based on philosophy’ Fen/nî technology/technological Fenike/li Phoenicia/n Fevk/ında top/most, above Fezâ outer space Fiil/î 1- verb; 2- act/ual Fiji/li Fiji/an Fikir/fikrî idea/tional Fikir kültürü ideational culture Fikir şebekesi, fikriyât network of ideas ―Fr réseau des idées Filhakîka truly Filistin Palestine Filo squadron Filosof philosopher Filvâkî in fact Fizik physics/physical Flander/Flaman Flanders/Flemish Fransa/Fransız/ca France/French Fransız Din Savaşları French Wars of Religion G Galler ülkesi/Galli/Galce Wales/Welshman/Welsh Galya/lı Gaul Gâye purpose Gayrımedenî uncivilised 238 Gayrımeşrûu illegitimate Gayrısâfî millî hâsıla gross national product (GNP) Gazâ Holy war ‘Gecesibirlik-sevişme’ one-night stand Geçer/li/lik valid/ity Geçim livelyhood Gelenek, OsmT: anâne tradition Gelir income Gelişigüzel disoriented Gelişme, gelişim development Gelişim safhası level of development, developmental phase Gemi/ci ship; sailor Genelgeçer generally valid, ~ acceptable Genetik genetic/s Gerçek/lik real/ity Gerçekten indeed Geniş wide, broad Gerekirci/lik Determinism Gerileme regression Germen Teutonic, Germanic Geveze/lik talkative, chattering/ chat, chattering Gezegen planet ‘Gezgin/lik’ tourist/tourism Gezi journey Gezinme wandering, stroll Gezinti excursion, walk, promenade Gider expense, expenditure Giderek, öyleki, hattâ even, though, even though Gidimli discursive Gine-Bisav Guinea-Bissau 239 Girişme, girişim initiative Girit Crete Gittikce, git gide eventually, more and more, by and large Gökbilim/ci astronomy/ astronomer Gökdelen skyscraper ‘Gökdelenkonut’ condominium Gönül heart ―in the spiritual-mystical sense; empathy, soul, compassion Görenek custom Görev function Görüş vision, view Güç/lü power/ful, strength/strong ―ayrıca bkz: Kudret, kuvve, kuvvet Güneş sun Güneşmerkezcilik Heliocentricism Güney Afrika Birliği Union of South Africa Güney Amerika South America Güney batı Asya South-West Asia Güney doğu Asya South-East Asia/n H Haberalma Dairesi Reconnaissance Office Habeş/istan Ethopia/n Haç/lı Cross/Crusade Had limit Haddızâtında essentially Hadîs Prophet Muhammad’s speech, account, report, Hadîth Hadramut Hadhramaut Hadsisâdık intuitive, exact knowledge Hadsız hudutsuz illimited Hak right, true, just Hakîkat truth, verity Hakîkî true 240 Hakîm sage Hâkim/iyet 1- judge; 2- dominating, domination HAKK The Righteous, the absolutely Real, the Truth, GOD Hakkaniyet righteousness, equity Hakkelyakîn the real certainty ―Aynelyakîn visiual certainty ―İlmelyakîn gnostic yahut cognitinal certainty Haklar Belgesi Bill of Rights Hâl state Hâlihazır at present Hâlis genuine Halk folk Halkidâresi democracy Hammadde raw material Hânedân dynasty Harap dilapidated Hasbıhâl chat Hasret yearning Hassa particularity, peculiarity Haşâşîn Hat line, path Hattâ bkz: Giderek Havsala comprehension Havza 1- catchment area; 2- territory, sphere Hayâ/lı X /~sız bashfulness/bashful X impudent, barefaced Hayâl image Hayâlgücü power of imagination, imaginativeness Hayâlhâne imagination Hayat human life Hayvan animal 241 Hedef target Helecân trepidation Hempâ accomplice Hep ever Hepsi altogether Her every Her bir each Heyecân/î emotion/al, excitement Heyecânlı excited Heyecânsız/lık dull, unmoved, unexcited/ness, unemotiveness Heyet committee, board Heyetiumûmî configuration Hırıstıyan/lık Christian/ity Hicret Prophet Muhammad’s emigration from Mecca to Medina, Hagira Hiç nothing, never —Değil not —Varolmama non-existence —Yok no, absent Hiçcilik Nihilism Hikmet higher Wisdom Hindistan/ Hint/li India/n Hindu Hint-Avrupa Indo-European Hipnos hypnosis Hissiselîm prudence, circumspection, presence of mind Hollanda Holland Hospitalarius bkz: Ağırlamacılar Hoşgörü/lü tolerance/tolerant Hudut border Huguenot 242 Hukuk/î jurisprudence/jurisprudential Hukuköncesi prejurisprudential Hunlar Huns Huy disposition Hükmetme/k domination/ to dominate Hüküm verdict, sentence, ruling Hüküm vermek to decree, pass judgement Hükümdâr/lık ruler, monarch/y Hükümet government Hükümrân/lık sovereign/ity Hülâsa quintessence Hür/lük liberal, free/dom Hürmet high esteem Hürriyetci/lik Liberalist/Liberalism I Iktibâs quotation, extract Irk/î, /~cı/lık race/racial, Racist/Racism Irmak stream Irza geçme rape, raping Iskandinavya/lı Scandinavia/n Iskoç/ya Scotland/Scotish Islâhât/cı/lık reform, Reformist, Reformism Islav Slav/ic Ispanya/Ispanyol/ca Spain/Spanish Israil Istanbul Istavroz/ ~ çıkarmak sign of Cross/ to make the sign of Cross İ İbâdet worship İbrânî/İbrânca Hebrew 243 İcât/mücit invention/inventor İcrâ accomplishment, execution İç in/ner ‘İç hasbıhâl’ inner chat, chatting ‘İçe ilişkin değerler ağı’ ‘web of intrinsic values’ ‘İçeridenevlenme’ endogamy/endogamic, endogamous İçerik content İçkin/lik immanent/immanence İçli/lik touching, close/ness ‘İçsiz beşer’ ‘man without integrity’ İçten/lik familiar/ity; intrinsic/ality; intimate/intimacy ―Samimî/yet intimate/intimacy ―Mahrem/lik private/privacy, confidential/ity İçten bütünlüklü intrinsically integral İdâre/ci, idârî administration/administrator, administrative ―Müdür director ―Başkan president, chairman ―Reis chieftain, ringleader ―Yönetim management ―Yönetici manager İddia assertion İdea/lism İdeoloji İdrâk aperception İfâde expression; statement; version İfrât excess İhtifâl commemorative ceremony, commemoration İhtilâf controversy, dispute 244 İhtilâç euphoria İhtimâl/ci/lik probable/probability, Probabilist/Probabilism İhtiyâç need, necessity İkâmetgâh residence İkici/lik Dualist/Dualism İkilem dilemma İkili/k dual/ity İkircikli/k hesitant/hesitation İktidar (political) power İktisât/cı/lık economy, economics/economist/ being specialised or specialization in economics İktisâdîyâtcılık overestimation of economy İlhâm, esin inspiration İlahî deity/godly İlahîyât theology İlerici/lik Progressivist/Progressivism İlerileme/ci advancement, progress/ive İletim transmission İletişme, iletişim communication among organisms İlgi connection, affinity, interest İlim/ilmî Gnosis/gnostic, cognition/al İlişki relation/ship İlk primary ‘İlkaslî’ primigenial İlkçağ the Ancient times İlke principle İlkel primitive ‘İlkolan’ primal İlticâ/cı yahut mültecî refuge/e İmân faith 245 İmdi thus ―Böylece hence ―Böylelikle accordingly ―Demekki for this/ that reason ―Öyleyse therefore ―Şu durumda, ~ hâlde that being the case/ so İmlâ orthography İmperyalism Imperialism İnanmak to believe İnanç belief İnceleme study İncil Gospel İndonesya Indonesia İnfâz enforcement, execution of an order İngiliz/ce Anglo-, English, British ‘İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ‘Anglo-Judaic civilization’ İngiltere England, Britain, United Kingdom İnhirâf aberration İnkırâz decline İnkisisyon Inquisition İnkişâf unfolding, improvement İnsan/î human İnsanbiçimci/lik Anthropomorphist/Anthropomorphism İnsanbiçimsel anthropomorphic İnsancı/lık Humanist/Humanism ‘İnsancılık-dünyacılık’ ‘Humanism-physicalism’ İnsancıl/lık Humanitarian/ism İnsanlaşma humanization İnsanlık humanity İnsanmerkezci/lik Anthropocentrist/Anthropocentricism 246 İnsanüstü suprahuman ―Üstüninsan, İnsanıkâmil Superhuman ―Alm Übermensch İnsicâm coherence İnşâa constrcution İntihâr suicide İntisâp initiation İrâde volition, willpower İran, Acemistan İrdeleme investigation İrfân/î discernment, intimate knowledge yahut Gnosis/gnostic İrlanda/lı Ireland/Irish İrticâ/ mürtecî reactionary, Colonel Blimp/Blimpish İsim noun İslâm İslâmsızlaştırma deIslamization İstek will İsteme want İstibdât/ müstebit autocracy/autocrat, despot/Despotism İstidât aptitude İstihbârât Teşkilâtı Intelligence Agency İsveç/li, /~ce Sweden/Swedish İsviçre/li Switzerland/Swiss İş/ci work/er ―İstihdâm employment ―İşveren employer ―Çalışan employee İş/adamı business/man İş ortaklığı business partnership İşâret sign İşkolu branch of industry 247 İşlenme elaboration İşlerlik mechanical functioning, functionality İşlem/sel operation/al İşletme 1- running a business; 2- enterprise İşleyiş mechanism İtalya/n, ~nca Italy/Italian İttifâk/müttefik alliance/allied İttihât–Terakkî Cemiyeti Committee of Union and Progress İytikât creed İzdivâç ―bkz: Evlilik İzlenim impression J Japon/ya, ~ca Japan/ese K Kabîle, boy clan Kâbiliyet talent Kadın woman Kadın/cı/lık Feminist/Feminism Kadîm archaic Kadîm Kilise Early Church Kadîm zamanlar archaic times Kâfir lit.: “He who conceals by covering.” Infidel Kafkasya/lı Caucasia/n Kahverengi derili coloured (skinned) Kalabalık/lar crowd/s, multitude Kalb human heart; kindliness, consideration Kalb counterfeit Kamboçya Cambodia Kâmil insan, İnsanıkâmil bkz: İnsanüstü Kamu public 248 Kamuoyu public opinion Kan/daş blood/blood-relationship, consanguinity Kanâat, kanı view, opinion Kanada Canada Kanıt/lama argument/ation Kanun/î law/legal Kanundışı, gayrıkanunî illegal Kanunnâme written law Kapitalism bkz: Sermâyecilik Kâr profit Kara land ―in opposition to sea Karadeniz Black Sea Karaderili Black people Karar/lı/lık decision/determined/determination; resolution/ resolute/ness Karayıp Caribbean Kardeş/lik sibling, brother/hood Kargaşa chaos Karı-koca wife and husband, married couple Karışık/lık confused, confusing/confusion Karıştırma confounded, confounding Karîne inference Karmaşa, karmaşık/lık complex/ity Karşılaştırma/lı comparison/comparative Karşıt opposite Katılma participation Katılma yasası law of participation Katliâm massacre Katolik/lik Catholic/ism Kavga Kavil quarrel word, particularly God’s or Holy word 249 Kavim/ci/lik ethnos/Ethnicist/Ethnicism Kavimmerkezî, /~ci/lik ethnocentric/ist, /~ism Kavmiyet ethnicity Kavram concept Kavrama grasp Kavramsal düşünme conceptual thinking Kavrayış conception Kayırma favouring Kazakıstan Kazakhstan Kelâm God’s utterance, the Scriptures Kendi self Kendikendisine dayanan selfsubsistent Kent city, city-state Kentsoylu/luk Fr Bourgeois/ie Kere 1- times; 2- bracket Kerteriz bearing Kerteriz noktası reference bearing, milestone Kesim section Kesin exact, certain Kesit segment Keşif/kâşif discovery/ discoverer Ketleme inhibition Keyf merriment Keyfî arbitrary Kibernetik cybernetics Kıptî Coptic Kırgızıstan Kyrgyzia, Kyrgyzstan Kırlık alan yahut saha rural area Kıstas criterion Kıta continent 250 Kızıldeniz Red Sea Kızılderili Amero-indian Kızılordu Red Army Kıyâmet doom Kıyâmet günü doomsday Kilise church Kilisedışı bkz: Dindışı Kimlik identity Kişi/lik human, person/ality —Fr personnage Kişileşme Fr personnification Kişiliklileşme Fr personnalisation Kişilikli/lik Fr personnalité Kitabımukaddes Holy Scripture, Bible Kitle mass of humans Koca 1- husband; 2- old; large, massive Komunism bkz: Ortakmülkcülük Konu theme Konum position Konut dwelling, lodging Kore/li, ~ce Corea/n Korporatism corporatism Koyu bold —letter Köhne worn out Köle/ci/lik, /~lik slave/slave-trader/slave-trading; slavery, bondage Kölemen Kromosom Mameluke chromosome Kul creature, God’s creation Kudret might Kudüs Jerusalem Kumarhâne gamblingden 251 Kural/lı/lık rule, regulation/regular/ity Kur’ân Qur’ān Kurgu/lama fiction, invention Kurmaca fictitious Kurmaca bilim fictitious science Kurul assembly, commission, committee Kuruluş establishment Kurum institute, institution Kuşak 1- purely biological generation; 2- geographical and climatological zone Kutsal holy, sacred ―ayrıca bkz: Mukaddes Kutsal-olmayan unsacred Kuvve potential Kuvvet force Küba Cuba Küfür blasphemy, swearing Kültür culture Küre/sel globe/global Küreselleş/tir/me globalization Kütle mass in physics L Laf/zî spoken word; literal ―Fr parole Laik/lik bkz: Ruhbân-olmayan/ ~olmama Lakap label, nickname Latin/ce Latin Leh/ce, ~istan Polish/Poland Letonya latvia Liberalism bkz: Hürriyetcilik Lions Lituvanya Lithuania 252 Loca Masonic lodge Lonca guild Londra London Lûtî/lik pederast M Mabet temple Madde/leşme matter, material/ization Maddeci/lik Materialist/ Materialism Maddî/yât/cı/lık material/ity, materialness Mağrip Maghrib Mahal/lî, yerel locality/local Mahâret skill, proficiency Mahkemeikubrâ Last Judgement Mahrem/lik bkz: Mahrem/lik Makam rank, status, abode, authority Makine engine Makinevârî engine-like Maksat intent, intention Makûl plausible Mal goods, merchandise, commodity Malay/ca Malay/an Malezya/lı Malaysia/n Mâlî/ye finance/financial Malûmat information Mamul madde manufactured, finished goods Manâ 1- spirit ―Alm Geist; 2- meaning, connotation Maneviyât 1- spirituality; 2- morale Maneviyâtcılık Spiritualist/ Spiritualism Mantık/î logic/al Mantıkdışı alogical 253 Mantıköncesi prelogical Mantıksız/lık illogical/ity Mantıküstü translogical Markscı/lık Marx/ist, ~ism Maşerî collective Matematik mathematics Mecâz/î, /~lı metaphor/ic/al Meclis parliament Meclise dayalı halkidâresi parliamentary democracy Medenî civilised Medenî-olmayan, gayrımedenî uncivilised Medeniyet civilization Medeniyet beşiği craddle of civilization ‘Medeniyetleş(tir)me’ process of becoming/making a civilization; civilizatory ‘Medeniyetleş(tiril)memiş’ a culture that is not on the level of civilization; non-civilizatory ‘Medeniyetleşmiş’ a culture that has attained the status of civilization; civilizational Medine bkz: Kent Mefhum notion Mekân space Mekanisism Mechanicism Mekanisism-Maddecilik Mechanicism-Materialism Meksika Mexico Meleke faculty Menfaat, çıkar interest, benefit Menfaat (Akıl) izdivâcı marriage of convinience 254 Merâsim ceremony Merhâle step Mertebe status, echelon Mesele issue Mesken domicile Mesopotamya Meşru/luk legitimate/legitimacy Metafizik metaphysics/metaphysical Mevki 1- position, rank, post; 2- site, seat Mevzii parochial, regional Mıntıka zone Mısır/lı Egypt/ian Mısra verse ―Nazım versification, poetry Milât Jesus Christ’s birth Millet/millî people, nation/al Milletlerarası international Milletlerüstü supranational Milletleşme the process of becoming a nation Millî Toplumculuk National Socialism Millîleşme gaining the status of nationhood Millîleştirme nationalization Millîyet nationhood, nationality Millîyetci/lik Nationalism Misâk covenant Misâkımillî national pact Misâl example Moğol/istan Mongol, Mongolia/n Moğolî Mongoloids Muammâ/lı enigma/tic, cryptic 255 Mudâraba Muhabbet amity, conviviality, companiability Mukaddes consecrated, sanctified Mutlak absolute Mücâdele struggle Mükâfat reward Mükemmel/lik perfect/ness Mükemmellîyet/ci/lik perfection/ist, /~ism Mülâhaza consideration Mülk 1- State, kingdom; 2- property, possession Münâcât supplication, plea Müntesip initiated; Fr initié Mürâcaat noktası point of reference Mürebbi/ye tutor Müsâade/ci permission/permissive Müsâmaha/lı forbearance, indulgence/indulgent, tolerance/tolerant Müslüman/lık Moslem/ness Müstâkil ev single houe Müstehcen/lik pornography/pornographic Müstemleke bkz: 1- sömürge; 2- yerleşim-yeri Mütâlea standpoint, consideration Müteâkip subsequent Mütekâbil relevant, pertinent Müzik, musıkî music/al N Nâm appellation Nasyonal Sosyalism bkz: Millî Toplumculuk Nâzil olmak to descend, alight Neden/sel/lik cause/causal/ity Neden – etki bağıntısı cause – effect nexus 256 Nefis excellent; exquisite Nefs/î psychy/psychic Nefsânî sensual, carnal; rancorous, malignant Nefsî-bedenî psycho-somatic ‘Nefsî ben’ ‘psychic I’ ‘Nefsî beşer’ ‘psychic man’ Nehir river Nelik quiddity Nepal Nesil human generation Nesir prose Nesne/l object/ive Nesnel zorunluluk objective necessity Neşet etmek to come into existence; originate Neşvünemâ bulmak to flourish Nizâm/î order, regulation/regularised Nur divine light O Olay event Ordu army —Silâhlı kuvvetleri armed forces —Kara kuvvetleri ground forces —Hava kuvvetleri air force —Deniz kuvvetleri navy Orta Amerika Orta Asya Central America Central Asia Ortaç participle Ortaçağ Middle Ages/ Mediæval Ortaçağ Latincesi Mediæval Latin Ortak/lık partner/ship 257 Ortakmülkcülük Communism Ortam Fr milieu Orun placement, rank Osmanlı Ottoman Osmanlı Türk/cesi, /~ü Ottoman Turk/ish Otuz Yıl Savaşları Thirty Years War Ö Ödev duty Ödül bkz: mükâfat Öğrenim learning at a higher teaching institution Öğrenmek to learn Öğreti doctrine Öğretici teacher; teaching, educating ―Öğretmen school teacher ―Öğrenci pupil, student Öğretim teaching, lecturing at a higher educational institution ―Talebe student Öğretmek to teach Ölçü measure Öldürücü fatal Öl(dür)mek to die; to kill Ölümcül lethal Ömür life-span Öncül premiss ‘Ön-nâğme’ prelude ‘Öntarih’ protohistory Önyargı prejudice Örf/î common usage, convention/al Örgüt make-up, grouping Örnek pattern, paradigm; sample, specimen 258 Öte the Beyond Öyleki bkz: Giderek Öz kernel, crux Özbekistan Uzbekistan Özbilinç selfconsciousness Özdeş/lik identical/ness Özdeşleşme identification Özel 1- private; 2- characteristic Özerk/lik, muhtar/iyet autonom/ous Özge/lik different/difference Özgecilik Altruism Özgül specific Özgün original Özleme, Özlem longing for Özne/l subject/ive P Presbiteryen Presbyterian Papaz priest Para money/monetary Para hâkimiyeti plutochracy Paris Patrik Patriarch Pâyıtaht royal capital Pazar market Peygâmber, yalvaç, resul, nebî Prophet Pigme Pygmy Pirinç rice Polonya bkz: Leh/istan Portekiz/ce, /~li Portugal/Portuguese Positiv/ci/lik yahut Positivist, Positivism positive/Positivist/Positivism 259 Protestanlık Evangelism, Protestantism Psikoloji psychology Put idol R Rabb the Sustainer, Tutor, Mentor Râhip ecclesiastic, cleric Rahmân the Merciful, Mercy-giving Rahmânî insan L Vir Dei Raks dance Rastgele haphazard Rastlantı chance Reçete recipe Remiz/remzî symbol/ical Roma/lı Rome/Roman Romantik/lik Romantic/ism Rotary Ruh/lu, /~î Soul/ful Ruhanî divine, spiritual Ruhbân clergy Ruhbân-olmayan layman, Laity, Laic/al Ruhsat permit Rus/ya, /~ca Russia/n S Sâbit stationary Saçma/lık absurd/ity Saf, katıksız, katışıksız unalloyed, unnitigated, unmixed Safha stage Safahât procedure Salât, namaz canonical ritual prayer Salt pure 260 Sâmî Semitic Sanayi/sınaî/cilik industry/industrial/ism Sanskritce Sanskrit Sapık/lık perverse/perversion Saplantı fixed idea, fixation Sapma deviation Sapkın mezhep heretic secte Sathımâil on the verge Sav thesis Savaş/cı, harb/muharip war/rior Savunma defence Saygı respect Saygıdeğer respectable, honourable Seçik clear, net Semâvî celestial Selânik Salonica Sendika trade-union Serâzâd, başıbozuk let off, on the loss, ‘let off the hook’, non-military, lay Serbest unfettered, unrestricted, unempeded, free ‘Serbest Yapı yahut Duvarcı Ustalığı’ bkz: Farmasonluk Serhat boyları frontline, border regions Sermâye/cilik capital/ist, /~ism —Hür Sermâyecilik Liberal Capitalism Sermâyeciliköncesi Precapitalist Servet wealth Sevgi/li affection; beloved ―Aşk love ―Muaşaka flirt/ing Seyyâl Sığınma/cı fleeting, fluid, elusive, transient sanctuary; asylum-seeker 261 ―İlticâ/mültecî refuge/e ―Tehcir deportation ―Muhaceret/muhacir emigration/emigrant, deportee Sına/n/ma, sınanış test/ing, ~ed Sınav exam Sınıf/lama class/ification Sınır/daş frontier, boundary; contiguous Sınır taşı border stone, border post Sınırsız boundless Sıradüzeni ranking Sırf sheer, meer ―Yalnız/ca alone, only ―Sâdece simply, solely ―Ancak exclusively, just ―Olsa olsa no more, barely Silsileimerâtip hierarchy Siyam Siam, Thailand Son/suz end/less Sonuç result Soru question Sorgu/lama interrogation Sorun problem Soykırım genocide Sovyet Soviet Soy lineage Soylu chivalrous Sömürge/ci/lik colony/Colonialist/Colonialism Sömürü/cülük exploitation/ism Söz word; promise Söz dağarı, sözlükce vocabulary 262 Sumatra Sûre Surah Suriye Syria Süftece bill of exchange Sümer Sumer/ian Sünnet custom of the Prohet, Sunnah Süre duration Süreç process Süryanî Syriac Ş Şablon template Şaheser masterpiece Şâhika climax Şair poet Şart condition Şartlı buyruk hypothetical imperative Şartsız buyruk categorical imperative Şehir/li city/city-dweller, urban Şehirleşme urbanization Şehzâde prince Şekil figure, shape Şekilci/lik formal/ist, /~ism Şeklî formalistic Şer evil Şerh annotation Şey/leşme thing/ reification Şiir poem/poetry Şirket company, firm T 263 Taahhütnâme letter of credit Tabaa-devlet vassal-state, ~country Tabiat nature, human nature, essence; character Tâcir, tüccâr tradesman Tadîl modification Tahlîl, analiz analysis Taht throne Tâkat energy, strength Talep demand Tam/am entire, complete, finished Tanıtlama/lı demonstration/ demonstrative Tanrı God Tanrıcılık Theism Tanrımsı God-like Tanrıtanımaz/cı/lık Atheist/Atheism Tapınak shrine Tapınakcılık Templarism Taraf side, party Tarafdar adherent, supporter, partisan Tarafsızlık neutral/ity Tarım agriculture Tarîf definition Tarih/î history/historical Tarih felsefesi philosophy of history Tarihlilik historicity Tarihöncesi prehistorical Tarz trend, fashion ―Fr genre Tasarı design, plan Tasarım project, scheme, schema Tasarlama planning 264 Tasavvuf Sufism Tasavvufî eğitim mystical education Tasavvur representation Tasmanya Tasmania Tasvîr/î description/descriptive Tayîn designation Tavır conduct, air, manner Tazîm reverence Tebaa-devlet, -ülke vassal-state, -country Tebliğ message Tecrübe/li experience/d Tedhiş/ci/lik terror/ist, /~ism Teemmül/î meditation/ meditative Tefeci/lik usurer/usury Tefekkür/î reflexion/ reflective Tefrît remissness Tefsîr commentary Tekanlamlı/lık unambiguous/unambiguity Tekbiçimli uniform Tekboyutlu one-dimensional Tekmil all the whole of Tekörnek monotypic Tekörnek-kültür monoculture Tektanrıcılık Monotheism Tektanrılı Monotheistic Tektanrılı Vahîy dini Monotheistic Revelatory religion Telâkkî assumption Temeddün bkz: Medeniyet Temel foundation/fundamental, elementary Temel öncül principal premiss 265 Temsil etmek to represent Temyîz 1- discernment; 2- appeal Teori Theory Tepe top, hill Tepki/ci/lik reaction/ary Terbiye edici tutor Terkîp compound Tersîm design Tesâdüf random Teşebbüs/müteşebbis enterprise/enterprising Teşkilât organization, companionship Teşkilâtıesâsiye Düsturu Masonic Grand Chart Teşrih dissection Tevdîi entrust, tender Tevîl elucidation; explaining a word or expression by some slight, but real analogy, so as to reconcile it with received doctrine... ―Sir James WRedhouse: “A Turkish and English Lexicon”, 482.s Tıkız/lık compact/ness, tough/ness Tibet/ce, ~li Tibet/an Top cannon Topluluk population, community Topluluk genetiği population genetics Toplum/sal society/social ‘Toplum araştırmaları’ ―toplumbilim; OsmT İctimâîyât sociology Toplum devleti social welfare state Toplumcu/luk Socialist/Socialism Toplumsal Darvincilik Social Darwinism Toplumsal halkidâresi Social democracy Toprak earth, land Toprak zâdegânı landlord, free-holder (Isp latifundista) 266 Topteknesi gunboat Tordesillas antlaşması Treaty of Tordesillas Tutum conduct Tüketim consumption Tüm whole Tümcü/lük Holist/Holism Tümel universal Tümtanrıcılık Pantheism Tür species Türk/ce, /~lük Turk/ish/ness Türkistan Turkistan Türkiye Turkey U Uhrevî pertaining to the Hereafter, Divine Ukranya Ukraine Umman ocean Unvân label, title, superscription, designation Uslup style Usta craftsman, artisan, virtuoso Usul procedure Utanma/z shame/less Uydu Uygur satallite Uighur Uzman expert Ü Ülkü/cü ideal/ist ―in opposition to the Utilitarist Ülkücü kültür idealist culture Ümit, umut hope Ümmet ‘nation’ of Islam that transcends ethnic or political definition, Ummah Ün/lü fame/famous 267 Üreme reproduction Üretim production Üstât master, virtuoso Üstâdıâzam Fr Grand-maître Üstünlük Ahitnâmesi Act of Supremacy Üstyapı suprastructure V Vahiy Revelation/Revelatory Vaka case Vakıa fact Vargı conclusion Varlık the Being, entity Varolan Being Varolma/k existence/ to exist Varolma mücâdelesi struggle for existence ‘Varolma ruhsatı’ ‘permit for existence’ Varoluş mode of existence Vasiî extensive, spacious Vatan state-territory, fatherland ―Anavatan mother-country Vatandaş/lık citizen/ship Vatikan Vecd, vecit ecstasy, rapture Veche aspect Vedanta Vehim illusion Venedik Venice Vicdân/î, /~lı, /~sız conscience/conscientious, scrupulous X unscrupulous Vuruşma, muharebe battle Y 268 Yabancı stranger Yabancılaşma alienation Yahudî/lik ―dinin adı― Jew/ish, Judaic/ism ―Israil/li ―ülke ile kavmin adı― Israel/i ―İbrânî ―kültürün adı― Hebrew ―İbranca ―dilin adı― Hebrew ―Yahudî düşmanlığı ―terimin anlamca doğrusu: Israil düşmalığı— Antisemitism Yaklaşım approach Yalnızca bkz: Sırf Yalvarma entreaty Yan lateral Yan yana side by side, adjacent Yapı structure Yapılan(dır)ma structuration, structuring Yaralanabilirlik vulnarability Yargı judgement Yargılama intellectual procedure; lawsuit, legal process Yarı-askerî paramilitary Yasa/l uncondified law, natural law, nomology/nomological Yasama legislation Yaşama life in general, living Yaşamortaklığı symbiosis Yaşamortamı habitat Yaşanabilir habitable Yaşantı life experience ―OsmT hayat tecrübesi; Alm Erlebnis; Fr expérience vécue Yaşarlık, yaşanırlık viability Yaşayakalma survival Yatay horizontal Yatırım investment Yatırmak, yatırım yapmak to invest 269 Yatkınlık predisposition Yavru-vatan ‘offspring country’, ‘daughter country’ Yaygın-bildirişme şebekesi (kısaltma: YABİŞ) INTERNET Yayılma/cılık expension/ism Yayım publication Yayın broadcasting Yazım notation Yazın writing(s) ―Fr litérature Yekpâre monolithic Yeni dünya düzeni New World Order Yeni Gine New Guinea Yeni zamanlar Modern times ―Fr Temps nouveaux Yeni Zelanda New Zealand Yeniçağ Modern Age Yeniçağ tarihi Modern History ‘Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti’ ‘Modern secular West European Civilization’ Yeniçeri Janissar Yenidendoğuş yahut Yenidendiriliş Fr Renaissance Yer place Yerleşim-yeri settlement, colony Yeryüzü Earth Yeryüzümerkezcilik Geocentricism Yetenek capability Yeti capacity Yetişkin adult ‘Yıldız medeniyet’ ‘central yahut star civilization’ Yobaz, mutaassıp fanatical, bigoted Yokla/n/ma examination Yol yordam route, way Yorum interpretation 270 Yöntem method Yörünge trajectory, orbit Yunan/ca Greece/Greek Yurdiçi domestic Yurdiçi gayrısâfî hâsıla gross domestic product /GDP Yurt/daş, /~lık home/homeland/ fellow countryman Yurtdışı foreign country Yüce Ahit Magna Carta Yürek heart ―in animal; boldness, courage, bravery, determination Z Zâdegân/lık land-aristocrat/aristocracycy Zaman time Zanaat Fr technique Zaragossa antlaşması Treaty of Zaragossa Zât/î essence/essential Zekâ/zekî clever, intelligent/intelligence Zencî Negroid 271 Zevce ―teklîfsiz konuşmalarda karı wife Zevk pleasure, taste Zevkiselîm edification Zıt contrary Zihin/zihnî intellect/ual Zimbabve Zimbabwe Zirve summit Ziyonculuk Zionist/Zionism Zorunlu nedensellik necessary causality Zorunluluk necessity Zorunsuzluk contingen 272 273 KAYNAKLAR -AANA KAYNAKLAR Atıfta bulunulmuş bütün kaynakların tam künyesi: Başka türlü belirtilmedikce, ecnebî dillerden Türkceye tercümeler tarafımızdan yapılmıştır. A “ABDUL HAMEED: BIOGRAPHY OF SULTAN ABDUL HAMEED THE SECOND AND THE FALL OF THE ISLAMIC KHILAFA”, INTERNET: www.ummah.org.uk/sultan, Londra, 2003. “AFRICA NEGRA es mas POBRE HOY que en 1970, segun el BANCO MUNDIAL”, “el Pais”te, Madrit, cumaertesi 24 haziran 2000. Ahmed Cevdet Paşa: “TEZÂKİR” (40, Tetimme), yayımlayan: Cavid Baysun; Ankara, 1986. Aristoteles: “METAPHYSICS”, Yunanca – İngilizce, İngilizceye tercüme: Hugh Tredennick; William Heinemann, “Loeb”, Londra, 1961. Aristoteles: “DÜNYAYA DAİR” (“PERİ KOSMOU”); Yunanca – İngilizce, İngilizceye tercüme: D.J.Furley; William Heinemann, “Loeb”, Londra, 1955. “ANABRITANNICA”, Istanbul, 1989. Baffour Ankomah: “SO BLACK PEOPLE CANNOT INVENT?”, 20.- 26. syflr, “New African”da, 384.sayı, Londra, nisan 2000. Herbert W.Armstrong: “LES ANGLO-SAXONS SELON LA PROPHETIE”; Worldwide Church of God, Passadena/ Kaliforniya,1982. “ASIAWEEK: The Bottomline”, 63.s, Hong Kong, 4 ağustos, 1995. Syed Muhammed Naquib Al-Attas: “ISLAM and SECULARISM”; ABIM, Kuala Lumpur, 1978. Syed Muhammed Naquib Al-Attas: “ISLAM and the PHILOSOPHY of SCIENCE”; ISTAC, Kuala Lumpur, 1989. Tamer Ayan: “HAMTAŞIN EVRİMİ”; Grafik Sanatlar Matbaacılık, Istanbul, 1998. 274 Tamer Ayan: “ÇİFT BAŞLI KARTAL/ Anadoludan Skoç Ritine”; Grafik Sanatlar Matbaası, Istanbul, 1998. B Ashit Kumar Bandhopaddhayaya, Ved Prakash Upaddhayaya & Gouri Bhattacharya: “MUHAMMAD in the VEDAS and the PURANAS”, Bengalceden İngilizceye tercüme; A.S.Noordeen, Kuala Lumpur, 1998. Guy de Bauchène: “LA PREHISTOIRE”, L’Anthropologie, CEPL, Paris, 1972. Jeremy Black & Roy Porter: “DICTIONARY of EIGHTEENTH-CENTURY HISTORY”; Penguin, Londra, 1996. Wolfgang Benz, Hermann Graml & Hermann Weiß: “DTV ENZYKLOPÄDIE DES NATIONALSOZIALISMUS”; dtv, Münih, 1997. Paul Bernstein & Robert Breen: “HISTORY of CIVILIZATION”; Helix, Totowa/ New Jersey/ A.B.D., 1987. Jeremy Black & Roy Porter: “DICTIONARY HISTORY”; Penguin, Middlesex/İngiltere, 1994. of EIGTHTEENTH–CENTURY B’nai B’rith: “Wer ist die B’nai B’rith Augustin Keller Loge?”, irtibât adresi: B’nai B’rith AKL, posta kutusu, 8027 Zürih; e-posta: www.augustinkellerloge.ch, 8 ocak 2003. Georges Bordonove: “LES TEMPLIERS”; Marabout, Arthème Fayard, Paris, 1997. Joseph Brewda: “PALMERSTON LAUNCHES YOUNG TURKS TO PERMANENTLY CONTROL MIDDLE EAST”, 1 – 4.syflr, “Schiller Institute, February 1994 Conference Speech”te, Schiller Institute, P.O.Bo: 20244, Vaşington, 8 ocak 2003, www. schillerinstitute.org/conf_feb_1994_brewda.html. “ENCYCLOPEDIA BRITANNICA” CD Multimedia Edition, Chicago/Michigan, 1999. “DER GROßE BROCKHAUS”; F.A.Brockhaus, Wiesbaden, 1954. Audrey Butler: “COLLINS DICTIONARY 1996. OF DATES”; Harper Collins, Glasgow, “BYZANTIUM/ An Introduction to East Roman Civilization”, derleyenler: Norman H.Bynes & H.St.L.B.Moss; Oxford University Press, Oxford, 1969. 275 C Trevor Cairns: “EUROPE AROUND the WORLD”; Cambridge University Press, Cambridge, 1981. Albert Camus: “Le MYTHE de SISYPHE/ Essai sur L’Absurde”; Gallimard, Paris, 1942. Henri Cazelles: “PENTATEUQUES”, “Dictionnaire des Religions”da, yayımlayan: Paul Paupard; PUF, Paris, 1985. Philippe Chambon: “LA BIBLE RELUE ET CORRIGEE PAR LA GENETIQUE”, 38 – 54.syflr, “Science et Vie”de, 995.sayı, Paris, ağustos 2000. Sir Winston Churchill: “A HISTORY of the ENGLISH-SPEAKING PEOPLES”; Cassell, Londra, 1960. “COLUMBIA ENCYCLOPEDIA/ eLibrary Version”, Alacritude, altıncı baskı: Nev York, 2003. “LE CORAN“, Arapcadan Fransızcaya: D.Masson; Gallimard, Paris, 1967. Comte le Couteulx de Canteleu: “HISTOIRE des SOCIETES SECRETES”; Henrier Veyrier, Paris, 1987. Ç Murat Çizakca: “A COMPARATIVE EVOLUTION of BUSINESS PARTNERSHIP/ The Islamic World and Europe with Specific Reference to the Ottoman Archives”; E.J.Brill, Leiden, 1996. Murat Çizakca: “TOWARDS a COMPARATIVE ECONOMIC HISTORY of the WAQF SYSTEM”, “Al-Shajarah”da, II.cilt, 1.sayı, Kuala Lumpur/ Malezya. D E. Dijksterhuis: “De MECHANISERING van het WERELDBEELD”; J.M.Meulenhoff, Amsterdam, 1950. Hans Dollinger: “THE DECLINE AND FALL OF NAZI GERMANY AND IMPERIAL JAPAN/ A Pictorial History of the Final Days of World War II”, Almancadan İngilizceye tercüme; Chancellor Press, Londra, 1997. J.D.Douglas & Merrill C.Tenney: “NIV COMPACT DICTIONARY OF THE BIBLE”; Zondervan House, Michigan, 1989. Günther Drosdowski & Paul Grebe: “DUDEN: HERKUNFTSWÖRTERBUCH DER DEUTSCHEN SPRACHE”; Dudenverlag, Mannheim, 1963. 276 Jean Dubois, Henri Mittérand & Albert Dauzat: “DICTIONNAIRE ETYMOLOGIQUE et HISTORIQUE DU FRANÇAIS”; Larousse, Paris, 1964. Alain Dural: “LA PROTOHISTOIRE”, L’Anthropologie. Teoman Duralı: “BİYOLOJİ FELSEFESİ”; Akçağ, Ankara, 1992. Teoman Duralı: “ARİSTOTELESTE BİLİM ve CANLILAR SORUNU”; Çantay, Istanbul, 1995. Teoman Duralı: “A NEW SYSTEM of PHILOSOPHY-SCIENCE From the BIOLOGICAL STANDPOINT”; Peter Lang Verlag, Vienna – Berlin – New York, 1996. Teoman Duralı: “FELSEFE-BİLİME GİRİŞ”; Çantay, Istanbul, 1997. Erik Durschmied: “THE WEATHER FACTOR/ How Nature Has Chamged History”; Coronet, Londra, 2000. E Eflâtun (Platon): “THE COLLECTED DIALOGUES of PLATO Including the Letters”, edited: Edith Hamilton & Huntington Cairnis; Bollingen series LXXI, Princeton University Press, Princeton/ New Jersey, 1987. Erika Emmerich: “DIE PHILOSOPHIE DES BLUTES”, Léon Poliakov & Joseph Wulf: “Das dritte Reich und seine Denker”de; Zeitgeschichte, Ullstein, Frankfurt/Main, 1983. F James A. Field: “AMERICAN AND THE MEDITERRANEAN WORLD, 1776 – 1882”; Princeton University Press, Princeton/New Jersey, 1969. S.Fischer–Fabian: “DIE ERSTEN DEUTSCHEN/ der Bericht über das rätselhafte Volk der Germanen”; Knaur, Münih, 1978. Carlo Frabetti: “Circuito Cientifico: ANARITMETISMO”, “El Pais”te, Madrid, miercoles 24 de enero 1996. David Fromkin: “A PEACE TO END ALL PEACE/ The Fall of the Otoman Empire and the Creation of the Modern Middle East”; Avon, Nev York, 1990. Konrad Fuchs & Herbert Raab: “DTV WÖRTERBUCH ZUR GESCHICHTE”; dtv, Münih, 1972. G Galileo Galilei: “Le OPERE”, yayımlayan: A.Favaro; Alberi, Floransa, (tekrar basım:) 1968. 277 Gyril Glassé: “THE CONCISE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM”; Stancey International, Londra, 1991. José Maria Gonzalez Ruiz: “LA BIBLIA ES LAICA”, “El Pais”de, 3 mart 1999. Julius Gould & William Kolb: “A DICTIONARY OF SOCIAL SCIENCES”; Tavistock Publications, Londra, 1965. Richar Goulet: “ARISTARQUE de SAMOS”, “Dictionnaire des Philosophes Antiques”de; CNRS, Paris, 1989. Abdülbâkî Gölpınarlı: “HZ MUHAMMED VE HADÎSLERİ”; Arkın Kitabevi, Istanbul, 1957. P. Gregorius: “SOCIOLOGIE VAN DE NIET-WESTERSE VOLKEN”, iki cilt; Het Spectrum, Utrecht/ Antwerpen, 1965. H A.Haydar Haksal: “SEMİTİZM – MASONLUK – MİLLİYETCİLİK”, “Yedi İklim”de, X.cilt, 75-76.sayı, Istanbul, haziran – temmuz 1996. Christopher Robert Hallpike: “DIE GRUNDLAGEN PRIMITIVEN DENKENS”, İngilizceden Almancaya: Luc Bernard; dtv/ Klett-Cotta, Münih, 1990. Muhammad Hamidullah: “İSLÂM PEYGÂMBERİ”, I.cilt, tercüme: Salih Tuğ; İrfân, Istanbul, 1991. F.A. Heinichens: “LATEINISCH – DEUTSCHES mittelalterliches Latein”; B.G.Teubner, Leipzig, 1931. SCHULWÖRTERBUCH... Edgar Hederer: “DAS DEUTSCHE GEDICHT”; Fischer Bücherei, Hamburg, 1960. Alexander Hellemans & Bryan Bunch: “The TIMETABLES of SCIENCE”; Touchstone/ Simon & Schuster, New York, 1991 Herakleitos: G.S.Kirk: “HERACLITUS, THE COSMIC FRAGMENTS”; The Cambridge University Press, Cambridge, 1954. John P. Hinnels: “WHO’S WHO OF RELIGIONS”; Penguin, Londra, 1991. “HISTOIRE”: “Le Dossier Philippe Le Bel”, Paris, février 1995. Johannes Hoffmeister: “WÖRTERBUCH DER PHILOSOPHISCHEN BEGRIFFE”; Felix Meiner, Hamburg, 1955. 278 Johan Huizinga: “HERFSTTIJ der MIDDELEEUWEN/ Studie over Levens- en Gedachtenvormen der Veertiende en Vijftiende Eeuw in Frankrijk en Nederlanden”; Wolters-Noordhoff, Groningen, (onbeşinci baskı:) 1982. Serge Hutin: “GOUVERNEMENTS INVISIBLES ET SOCIETES SECRETES”; Edition j’ai vu, Paris, 1971. I Ismâil Fennî: “LUGATCEİ FELSEFE”; Matbaa-i Âmire, Istanbul, 1925 ―eski yazıyla. İ Angelo Iacovella: “GÖNYE VE HİLÂL / İttihâd-Terâkkî ve Masonluk” (“Il Triangulo e la Mezzaluna”), tercüme: Tülin Altınova; Tarih Vakfı Yurt Yayımları 56, Istanbul, 1998. David Icke: “AND THE TRUTH SHALL SET YOU FREE”; Bridge of Love Publications, Ryde, Isle of Wight/ İngiltere, 1999. J “THE ENCYCLOPEDIA OF JEWISH LIFE and THOUGHT”, yayımcısı: Chaim Pearl; Carta, Kudüs, 1996. Robert John: “BALFOUR BİLDİRİSİ’NİN ARDINDAN/ Birinci Dünya Savaşı Sırasında İngilterenin Lord Rothschild’e Vaadi”, İngilizceden Türkceye: Aykut Kazancıgil, “Yedi İklim”de, 75 – 76.sayı, Istanbul, haziran – temmuz 1996. Edwin Jones: “THE ENGLISH NATION/ The Great Myth”; Sutton, Stroud/ Gloucestershire, 1998. K Immanuel Kant: “KRITIK der PRAKTISCHEN VERNUNFT”; Philippe Reclam, Leipzig, 1878 ―birinci baskı: Riga, 1788. Immanuel Kant: “GRUNDLEGUNG zur METAPHYSIK der SITTEN” ―birinci baskı: Königsberg, 1797. André Kaspi, Claude-Jean Bertrands AMERICAINE”; P.U.F, Paris, 1991. & Jean Heffer: “La CIVILISATION Hermann Kinder & Werner Hilgemann: “DTV-ATLAS zur WELTGESCHICHTE”, I.cilt: “Von den Anfängen bis zur französischen Revolution”; dtv Verlag, Münih, 1993. 279 Hermann Kinder & Werner Hılgemann: “The PENGUIN ATLAS of WORLD HISTORY”, II.cilt: “From the French Revolution to the Present”, Almancadan İngilizceye tercüme: Ernest A.Menze; Penguin, Middlesex, 1979. Lord Kinros: “THE OTTOMAN CENTURIES/ The Rise and Fall of the Turkish Empire”; Marrow Quill, New York, 1977. “KİTABIMUKADDES”, İbrân, Keldân ile Yunan dillerinden Osmanlı Türkcesine tercüme ―eski yazıyla; Ağop Matusyan Matbaası, Dersâadet (Istanbul), 1922. Wolfgang J. Koschnick: “STANDARD DICTIONARY of the SOCIAL SCIENCES”; K.G.Saur, Münih, 1984. “THE KORAN INTERPRETED”, Arapcadan İngilizceye: Arthur J.Arberry; Macmillan, New York, tarih: ? “KUR’ÂNı KERÎM ve Türkce Meâli”; Diyânet İşleri Başkanlığı Yayımları, Ankara, 1983. “KUR’ÂNı HAKÎM ve Açıklamalı Meâli”, Arapcadan Türkceye: Suat Yıldırım; Zaman, Istanbul, 1998. L E.W. Lane: “ARABIC – ENGLISH LEXICON”, iki cilt; The Islamic Texts Society, Cambridge/İngiltere, ilk baskı: 1877, hâlihazır baskı: 1984. “DICTIONNAIRE ENCYCLOPEDIQUE LAROUSSE”; Librairie Larousse, Paris, 1987. “LEXIKON der ALTEN WELT”, iki cilt; Artemis Verlag, Zürih-Stuttgart, 1965. Claude Lévi-Srauss: “La PENSEE SAUVAGE”; Librairie Plon, Paris, 1962. Lucien Lévy-Bruhl: “LA MENTALITE PRIMITIVE”; Librairie Félix Alcan, Paris, 1922. Lucien Lévy-Bruhl: “Les FONCTIONS MENTALES INFERIEURES”; Librairie Félix Alcan, Paris, 1928. dans les SOCIETES Hernan Lopez Garay: “ALGUNAS REFLEXIONES SISTEMICAS SOBRE LOS FUNDAMENTOS DEL NEOLIBERALISMO Y PARADIGMAS ALTERNOS”, 108. – 127.syflr, “Ludus Vitalis/ Revista de Filosofia de las Ciencias de la Vida”da, VII.cilt, 11.sayı, Meksiko şehri, 1999. Raimondo Luraghi: “HISTOIRE DU COLONIALISME”; Marabout Université, Paris, 1967. 280 M Albert Gallatin Mackey: “THE HISTORY OF FREEMASONRY/ Its Legendary Origins”; Gramercy Books, New York, 1996. J.Maillet: “HISTOIRE des FAITS ECONOMIQUES”; Payot, Paris, 1952. Martin H. Manser: “THE WORDSWORTH DICTIONARY of BIBLE QUOTATIONS”; Wordsworth Reference, Hertfordshire, 1989 Colin McEvedy & Richard Jones: “ATLAS of WORLD POPULATION HISTORY”; Penguin, Middlesex, 1980. David McKay: “AMERICAN POLITICS and SOCIETY”; Blackwell, Oxford, 1993. Allec Melloc: “FRANC-MAÇONNERIE”, “Dictionnaire des Religions”da; P.U.F, Paris, 1985. Sallai Meridor, VIII.Uluslararası Medya Konferansı, aktaran: Tilda Levi & Nelly Barokas, “Şalom Haftalık Siyâsî ve Kültürel Gazete”, Istanbul, 7 nisan 2000. J.C.J. Metford: “DICTIONARY Thames&Hudson, Londra, 1983. OF CHRISTIAN LORE AND LEGEND”; Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “FÎHİ MÂ-FÎH ve MECÂLİSİSEBÂdan SEÇMELER”, derleyip Farscadan Türkceye tercüme: Abdübâkî Gölpınarlı; M.Eğ.B., Istanbul, 1972. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “MESNEVΔ, Farscadan Türkceye tercüme ve şerh: Abdübâkî Gölpınarlı, I.&II.ciltler; İnkılâp&Aka, Istanbul, 1981. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: “The MATHNAWÎ...”, Farscadan İngilizceye tercüme ve şerh: Reynold A.Nicholson, I.&II.ciltler; Islamic Book Service, Lahore/ Pakistan, 1989. José Ferrater Mora: “DICCIONARIO de GRANDES FILOSOFOS”; Alianza Editorial, Madrid, 1986. Enrique Moradiellos: “UN ANIVERSARIO FUNESTO”, “El Pais”de, Madrid, 12 kasım, çarşanba, 2000. N Paul Naudon: “La FRANC-MAÇONNERIE”; “Que sais-je?”, P.U.F, Paris, 1965. “The New Straits Times”de, “The COSTS of CONQUEST: EUROPEAN DOMINATION of the WORLD HAS BEEN DISASTROUS for the MAJORITY of the WORLD’s POPULATION”, Kuala Lumpur/ Malezya, haziran 25, 1993. 281 Volpie & Julian Nida-Rümelin: “LEXIKON der PHILOSOPHISCHEN WERKE”; Alfred Kröner Verlag, Stuttgart, 1988. Friedrich Nietzsche: “Die FRÖHLICHE WISSENSCHAFT/ Aus dem NACHLASS 18711888”; Alfred Kröner Verlag, Stuttgart, 1921. Frank Nowikoski: “ARGENTINA’s VICTIMS of SPANISH CONQUEST”, “The New Strait Times”de, Kuala Lumpur, pazarertesi, temmuz 26, 1993. O José Ortega y Gasset: “EN TORNO A GALILEO/ Esquema de las Crisis”; EspasaCalpe, Madrid, 1965. “The OXFORD COMPANION to the SECOND WORLD WAR”, Yayımcı: I.C.B. Dear; Oxford University Press, Oxford, 1955. “OXFORD DICTIONARY OF WORLD HISTORY”; O.U.P., Oxford, 2000. “The OXFORD ENCYCLOPEDIC University Press, Oxford, 1991. ENGLISH DICTIONARY”; Oxford “The SHORTER OXFORD ENGLISH DICTIONARY”; Oxford U.P., Press, 1973. “The COMPACT OXFORD ENGLISH DICTIONARY”; Oxford U.P, Oxford, 1991. Q “The HOLY QUR’ÂN”, Arapcadan İngilizceye tercüme ve tefsîr: Abdullah Yusuf Ali; Amana Corp, Brentwood/ Maryland/ A.B.D, 1989. “The MESSAGE of the QUR’ÂN”, Arapcadan İngilizceye tercüme ve tefsîr: Muhammed Asad; Dâr Al-Andalus, Cebelitarık, 1993. P Francisco Morales Padron: “VIDA COTIDIANA de los CONQUISTADORES ESPAÑOLES”; Historia de la España sorprendente/ Temas de Hoy, Madrid, 1988. José Luis Pardo: “EL ULTIMO FILOSOFO”, “Babelia/ El Pais”de, Madrit, 20 mayıs 2000. Geoffrey Parker&Geoffrey Barraclough: “The TIMES ATLAS of WORLD HISTORY”; Times, Londra, 1989. L.C.Pascoe: “ENCYCLOPEDIA of DATES and EVENTS”; Houlder&Toughton, Londra, 1979. 282 Robert Payne: “KARL MARX”; Simon&Schuster, Londra & Nev York, 1968. Régine Pernoud: “Les TEMPLIERS”; “Que sais-je?”, P.U.F, Paris, 1974. “LE PETIT ROBERT/ DICTIONNAIRE des NOMS PROPRES”; Le Robert, Paris, 1989. Victor Gomez Pin: “RECUERDO de GIORDANO BRUNO”, “Babelia”/ “El Pais”de, Madrid, 5 şubat 2000. Ilya Prigogine: “FROM BEING TO BECOMING/ Time and Complexity in the Physical Sciences”; Freeman&Comp., New York, 1980. R Ignacio Ramonet: “NUEVO SIGLO”, “Le Monde Diplomatique/ Edicion Española”da, 4.yıl, 39.sayı, Paris, ocak 1999. Ignacio Ramonet: “L’AMERIQUE DANS LES TETES / Un Délicieux Despotisme”, “Le Monde Diplomatique”de, 47.yıl, 554.sayı, Paris, mayıs 2000. Sir James Redhouse: “A TURKISH and ENGLISH LEXICON”; Librairie du Liban, Beyrut, yeni baskı: 1987 ―eski yazıyla. Colin Renfrew: “PAST WORLDS/ THE TIMES ATLAS OF ARCHÆOLOGY”; Times Books, 1991. J.M. Roberts: “The PENGUIN HISTORY of the WORLD”; Penguin Books, Londra, 1995. M.Rosenthal & P.Yudin: “MATERYALİST FELSEFE SÖZLÜĞÜ”, tercüme: Enver Aytekin&Azîz Çalışlar; Sosyal, Istanbul, 1972. Jean-Paul Roux: “LA RELIGION DES TURCS et DES MONGOLS”; Payot, Paris, 1984 —Türkce tercümesi: “Türklerin ve Moğolların Eski Dini”, Fransızcadan Türkceye: Aykut Kazancıgil; İşâret, Istanbul, 1994. Jacques Ruffié: “DE LA BIOLOGIE A LA CULTURE”, iki cilt; Flammarion, Paris, 1983. S Edward Said: “A TRULY FRAGILE IDENTITY”, “Al-Ahram/ Weekly”de, Kahire, 23 – 29 mart 2000. 283 Jeremy Salt: “IMPERIALISM, EVANGELISM AND OTTOMAN ARMENIANS: 1878 – 1898”; Frank Cass, Londra, 1993. Annemarie Schimmel: “DIE ABSCHIEDSPREDIGT DES PROPHETEN”, “Weisheit der Völker/ Lesebuch aus drei Jahrtausenden”den, derleyen: Ingrid Holzhausen; Eugen Diederichs Verlag, Münih, 1991. Guido Gomez de Silva: “BREVE DICCIONARIO de la LENGUA ESPAÑOLA”; Fondo de Cultura Economica, Mexico, 1988 Dava Sobel: “GALILEO’S DAUGHTER: A HISTORICAL MEMOIR OF SCIENCE, FAITH AND LOVE”, 432 s; Walker&Company, Portland, ekim 1999. Fritz Springmeier: “GLOBAL ELITE FAMILY BLOODLINES/ THE SATANIC BLOODLINES”; 2000 Environmental Defense Fund, 257 Park Avenue South, New York, NY 100 10, 2000. T Mariz Tadroz: “A TALE of TWO POPES”, “Al-Ahram/Weekly”, Kahire, 2-8 mart 2000. Nicholas Tarling: “The CAMBRIDGE HISTORY of SOUTHEAST ASIA”, I.cilt: From Early Times to c.1800, II. Cilt: “To the Nineteenth and Twentieth Centuries”; Cambridge University Press, Cambridge, 1992. Juan-José Tamayo: “LAS ENERGIAS UTOPICAS DE LA FE”, “Babelia/ El Pais”de, Madrid, 25 mart 2000. John Toland: “The LAST HUNDRED DAYS”; Mayflower Books, Londra, 1968. Robert Tucker: “PHILOSOPHY AND MYTH IN KARL MARX”; Cambridge University Pres, Cambridge, ikinci baskı: 1982. Mark Tully: “NO FULL STOPS IN INDIA”; Viking, Londra, 1991. U Alan Unterman: “DICTIONARY OF JEWISH LORE and LEGEND”; Thames&Hudson, Londra, 1997. Nermi Uygur: “FELSEFENİN ÇAĞRISI”; I.Ü.Ed.F.Yayımları, Istanbul, 1971. V Bernard Valade: “LES MYTHOLOGIES et LES “L’Anthropologie”de; Lé0nard Danel, Loos-les-Lille, 1972. RITES”, 346.-363.syflr, Vartan Paşa: “AKABİ HİKYAYESİ”, Önsöz: A. Tietze; Eren, Istanbul, 1991. 284 Nicole Vendier-Nicolas: La PHILOSOPHIE CHINOISE dès ORIGINES au XVIIème SIECLE”, Brice Parain: “Encyclopédie de la Pléïade”da; Editions Gallimard, Paris, 1969. Jason Vest: “U.S. ‘ECHELON’ SPY NETWORK MONITORING E-MAIL– FAX–CELL PHONES WORLDWIDE”, 11 ağustos 1998, “Sightings”de, sightings.com/political/spynet, 5 temmuz 2000. D. Vetter: “JUDENTUM (vom JÜDISCHEN Standpunkt)”, “Lexikon religiöser Grundbegriffe”de, yayımlayan: Adel Theodor; Verlag Styria, Köln – Viyana, 1987. Armen Victorian: “THE SECRET AGENDA: CONTROLLING THE MIND: HYPNOSIS AND REMOTE HYPNOSIS IN THE INTELLIGENCE COMMUNITY”, 47. – 52.syflr, “Undercover/ cover-ups – Espionage – Covert Action”de, I.cilt, 5.sayı, Oldham/ İngiltere, temmuz (yıl ?). Richard Von Dülmen: “FISCHER-LEXIKON: GESCHICHTE”; Fischer Verlag, Frankfurt/Main, 1994. W Arthur Edward Waite: “A NEW ENCYCLOPÆDIA of FREEMASONRY”; Wings Books, New York, 1970. A.Walde: “LATEINISCHES ETYMOLOGISCHES WÖRTERBUCH”, iki cilt; Carl Winters Universitätsbuchhandlung, Heidelberg, 1938. Bernhard Waldeufels&...: “PHÄNOMENOLOGIE und MARXISMUS/ ERKENNTNISund WISSENSCHAFTSTHEORIE”, IV.cilt; Suhrkamp, Frankfurt/Main, 1979. G. Ware: “THE ORTHODOX CHURCH”; Penguin, Londra – New York, 1980. Herwig Wolfram: “DAS REICH UND DIE GERMANEN/ zwischen Antike und Mittelalter”; Siedler, Berlin, 1998. “THE HISTORICAL ENCYCLOPEDIA OF WORLD WAR II”, yayımlayanlar: Marcel Baudot, Henri Bernard..., aslı: “Encyclopédie de la Guerre 1939 – 1945”, Editions Casterman, Paris, 1977, Fransızcadan İngilizceye tercüme: Jesse Dilson; Facts on File, New York – Oxford, 1989. 285 Randulf von Wolgezogen & Deutsch-Wagram: “HOW THE HOLY LAND WAS CONQUERED/ Australian World Wars History, Cannon Fodder Tragedies Bent on Invading the Holy Land”, 1 – 8. syflr, “National Journal (Nunca Antara News Agency, International)”, Philadelphia, 9 eylül 2002, www.globalfiretv. com Y Ali Yardım: “İSLÂMİYET KARŞISINDA TÜRK ÖRF ve ÂDETLERİ”, 104.-117.syflr, “Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İmân Zemîni”nde, hazırlayan: Sait Başer; Kubbealtı Neşriyâtı, Istanbul, 1988. Z Thierry Zarconé: “MYSTIQUES, PHILOSOPHES et FRANC-MAÇONS en ISLAM/ RIZ TEVFİK, PENSEUR OTTOMAN (1868-1949)/ Du SOUFISME à la CONFRERIE”; Jean Maisonneuve, Paris, 1993. Erik Zimen: “Der HUND”; Goldmann, Augsburg, 1988. Ilgaz Zorlu: “EVET, BEN SELÂNİKLİYİM / Türkiye Sabetaycılığı”; Belge, Istanbul, 1998. 286 -BYARDIMCI KAYNAKLAR Atıfta bulunulmamış olmakla birlikte, dolaylı olarak yararlanılmış kaynaklar ile bunların tam künyesi. A A.D.Alderson & Fahir İz: “The OXFORD TURKISH – ENGLISH DICTIONARY”; ABC, Istanbul, 1984. B Kemâl Belviranlı: “OSMANLICA İML KILAVUZU”; Nedve Yayımları, Konya, 1980. H.A.R.Gibbs & J:H.Kramers: “SHORTER ENCYCLOPEDIA of ISLAM”; E.J.Brill, Leiden, 1974. Henri Goelzer: “DICTIONNAIRE FRANÇAIS – LATIN & LATIN – FRANÇAIS”; Garnier Flammarion, Paris, 1966. H S.A.Handford & Mary Herberg: “LANGENSCHEIDT’s LATIN – ENGLISH & ENGLISH – LATIN DICTIONARY”; Langenscheidt, Berlin, 1966. K Sinâ Kabaağaç & Erdal Alova: “LATİNCE – TÜRKCE SÖZLÜK”; Sosyal Yayımlar, Istanbul, 1995. Ahmed Al-Khatib: “A NEW DICTIONARY of ENGLISH – ARABIC SCIENTIFIC and TECHNICAL TERMS”; Librairie du Liban, Beyrut, altıncı baskı: 1984. Peter Kunzmann, Franz-Peter Burkhard & Franz Wiedmann: “DTV-ATLAS zur PHILOSOPHIE”; dtv, Münih, 1993. 287 P John Paxton: “The PENGUIN ENCYCLOPEDIA of PLACES”; Penguis/ Middlesex, üçüncü baskı: 1999. Karl Ploetz: “HAUPTDATEN der WELTGESCHICHTE”; Ploetz, Verlagsbuchhandlung, Bielefeld, 1951. Y Abdullah Yeğin: “OSMANLICA – TÜRKCE YENİ LUGAT/ İslâmî – Edebî – Felsefî”; Hizmet Vakfı Yayımları, Istanbul, 1992. 288