Sayı 21 - Milli Savunma Bakanlığı

Transkript

Sayı 21 - Milli Savunma Bakanlığı
ASKERÎ YARGITAY
DERGİSİ
ANKARA
GENELKURMAY BASIM EVİ
2008
ASKERÎ YARGITAY DERGİSİ
İletişim Adresi
Askerî Yargıtay Başkanlığı
Devlet Mah. Merasim Sok.
Yücetepe - ANKARA
Tel
: 0 (312) 410 65 01
Faks : 0 (312) 418 22 59
E-Mail : [email protected]
Askerî Yargıtay
Dergisi,
Askerî Yargıtay Başkanlığı tarafından
yılda bir sayı olarak yayımlanan ve
bilimsel incelemeler ile “Daireler
Kurulu” ve örnek “Daire” kararlarına
yer verilen bir dergidir.
Askerî Yargıtay Dergisinden
edinmek isteyenler; Askerî Yargıtay
Başkanlığının (OYAKBANK) INGBANK Yenişehir Şubesi 279-C
3465155 MT-4 numaralı hesabına
istenen her sayı için tespit edilen
miktarı yatırdıktan sonra, bizzat gelip
alabilecekleri gibi, makbuz sureti ile
birlikte, doğrudan Askerî Yargıtay
Başkanlığından yazılı olarak veya
faks ile talepte bulunduklarında,
istenen
sayılar
adreslerine
gönderilebilecektir.
Ö N S Ö Z
Türkiye Cumhuriyeti; Anayasanın başlangıcında belirtilen temel
ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Kayıtsız
şartsız millete ait olan egemenlik, Anayasanın koyduğu esaslara göre
birbirine üstünlüğü bulunmayan yasama, yürütme ve yargı erkleri
tarafından kullanılır. Millet egemenliğini kullanmada tek üstünlük
Anayasa ve yasalardadır. Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı
organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel
hukuk kurallarıdır.
Hukuk devletinin en temel ayağını oluşturan yargı; nitelikleri
Anayasada yazılı Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile vatandaşlarının
kesintisiz koruyucusu, insan haklarının güvencesidir. Hukuk devletinde
asıl olan vatandaşlarının hukuk kuralları ve güvenliği ile yaşamlarını
sürdürmeleridir. Diğer bir deyişle kimsenin herhangi bir şeyden şüphe
etmemesi, başına ne geleceği endişesi ve korkusuyla yaşamaması gerekir.
Böyle endişelerin yaşandığı toplumlarda hukuk devletinin işleyişinde bir
zafiyet var demektir.
Yasama ve yürütme erkleri ile hiçbir organik bağlantısı
bulunmaması gereken yargı organlarının bağımsızlık ve tarafsızlık
ilkeleri içinde hareket etmelerinin, adalete duyulan güveni
sarsmamalarının yanında, karar ve hükümlerini demokratik, lâik ve
sosyal hukuk devletinin ilkelerini, Anayasanın başlangıcında yazılı temel
niteliklerini gözeterek soruşturma ve yargılama ile ilgili kurallar
çerçevesinde, Anayasaya, yasaya, hukuka uygun olarak adaleti temin
edecek şekilde vermeleri gerekmektedir. Kişisel duygu, görüş ve
düşüncelerin, yakınlıkların, varsayımların hukukta yeri yoktur. Adaleti
sağlamayan, bilimden ve gerçeklerden uzak, somut kanıtlara
dayanmayan, makûl ve mantıkî olmayan, taraflarını ve kamu vicdanını
tatmin etmeyen, hukukî değerlendirme ve gerekçelerden yoksun
iddianame, karar ve hükümlerin yarardan çok zarar getireceği, yıkıcı
etkiler yapacağı akıldan çıkarılmamalıdır.
Kişiler, kurumlar, toplumlar “hak” duygusu içinde ve üzerinde
yaşamlarını sürdürürler. Bu nedenle yargı da ve adalet dağıtmada
mazeret olmaz. Yargının, hizmetin özelliği ve doğurduğu sonuçlar
açısından gerek işleyişinde gerekse mensuplarında eksikliği, yanlışlığı
kaldıracak lüksü bulunmamaktadır.
Bu mecburiyetten kaynaklanarak işi adalet dağıtmak olan
insanların donanımlarının çok yüksek seviyede olması, kişilik yapılarının
ve karakterlerinin çok sağlam olması, yaşam tarzlarının örnek derecede
bulunması ve etraflarına güven telkin etmesi, kendilerinin en doğru kararı
vereceğine inanılması gerekmektedir. Bu bağlamda hizmet içi eğitimlerin
yanı sıra Hukuk Fakültelerindeki öğrenim süresi ile staj sürelerinin
uzmanlaşma da gerektirecek tarzda arttırılması bir çözüm tarzı olarak
görülmektedir. Kısa vadede çözüm ise hâkim kadrolarını mevcudun en az
iki katına çıkarmak, bağımsız kurullarca yapılacak objektif sınavlara,
üstün niteliklere dayanan kabullerle bu kadroları doldurmaktır. Zira,
adaletin gecikmeye tahammülü yoktur. Diğer önem arz eden bir husus da
savcı sayılarının artırılması ve soruşturmaların kolluk güçlerine
bırakılmayarak bizzat savcılar tarafından yapılmasıdır. Gerekli teminata
ve donanıma sahip yeterli savcının olması, günlük hayatta sıkça yaşanan
yasa ihlâllerine el koyma imkânını da beraberinde getirecek ve
Cumhuriyetin yasaları korunacak, gereği yerine getirilecektir. Yasa
ihlâllerine zamanında müdahale edilmemesi, kanıksanmalara yol
açmakta, yasal olmayan durumlar normalmiş gibi algılamalara sebep
olmaktadır. Yargı organlarında, yetkinin kullanılmasında görevin yerine
getirilmesinde görülecek eksiklik ve yanlışlıkların, keyfiliklerin, hukukî
kurallara riayetsizliğin, özensizliğin adaleti sarsacağı, insan hakları ve
onurunun, hukukun temel ve vazgeçilmez kural ve değerlerinin
zedeleneceği hiçbir zaman unutulmamalıdır. Modern dünyada
uluslararası camiada devletlerin saygınlığı, vatandaşlarına, adalete
verdikleri önemin yanında hukuk devleti olup olmadıkları ile
ölçülmektedir.
Yargının temel görevi adalet dağıtmaktır. Uygulayıcılara; adaletin
sağlanmasında ve davaların makul sürede bitirilmesine yardımcı olmak,
hukukun gelişimine katkı sağlamak amacı ve hukukî ortam ile doktriner
açıdan tartışılmak ve faydalanılmak üzere Yüksek Mahkemeler, Barolar,
Üniversiteler ve Hukuk Kurumlarınca dergiler çıkarılmaktadır. Anılan
kapsamda Askerî Yargıtay tarafından çıkarılan dergimizin 21’inci sayısı
da, bu amaçla hizmete sunulmuştur.
Çağın gelişen teknolojisine uygun olarak, bilgisayar ortamında
uygulayıcıların Askerî Yargıtay İçtihatlarına erişmelerini sağlayabilmek
ana hedef olmakla birlikte, her zaman el altında bulunabilecek bir kaynak
oluşturmak amacıyla, Askerî Yargıtay Dergisinin yılda bir kez olmak
üzere yayımı sürdürülmektedir.
Dergimizin yargı camiasına yararlı olmasını diler, bu sayının
yayıma hazırlanmasında emeği geçen başta Askerî Yargıtay Üyesi ve
Genel Sekreteri Dz.Hâkim Albay Nail ORAL olmak üzere, Birinci Daire
Tetkik Hâkimi Yarbay Kemal ÖZCAN ve Yayın Kurulu Yazı İşleri
Müdürü Salih ERGEN ile Müdür Yardımcısı De.Me. Nursel AYDIN’a
teşekkür ederim.
Ahmet ALKIŞ
Hâkim Tuğgeneral
Askerî Yargıtay Başkanı
İÇİNDEKİLER
SAYFA NO.
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
III - XIV
ASKERÎ YARGITAY İÇTİHATLARI
BİRLEŞTİRME KURULU KARARI
3-9
ASKERÎ CEZA KANUNU İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR
13 - 329
ASKERÎ MAHKEMELERİN KURULUŞU VE
YARGILAMA USULÜ KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
330- 422
CEZA MUHAKEMELERİ USULÜ
KANUNU İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR
423 - 518
TÜRK CEZA KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
519 - 700
477 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
701 - 715
5275 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
716 - 730
I
3628 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHAT
731 - 734
TSK SAĞLIK YETENEĞİ YÖNETMELİĞİ
HASTALIKLAR VE ARIZALAR LİSTESİ
İLE İLGİLİ İÇTİHAT
735 - 739
II
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
SAYFA NO.
-AAskerî öğrenci..................................................................................
17
Amire fiilen taarruz..........................................................................
19
Asker kişi sıfatının kesintiye uğraması ve ortadan kalkması - Sivil
ceza evine nakli hâlinde....................................................................
22
Askerliğe elverişsizlik hâlinde dava zamanaşımının başlangıcı.......
22
Askerlik hizmetinden muafiyet.........................................................
44
Askerlik hizmet süresinin tamamlatılması........................................
61
Askerliğe elverişli olup olmadığının ve cezaî ehliyetinin
belirlenmesi.......................................................................................
70
Anî - Mütemadi suç..........................................................................
81
Askerlikten kurtulmak için hile yapmak...........................................
89
Askerlikten kurtulmak için hile yapmak...........................................
92
Amiri tehdit.......................................................................................
100
Askerî hizmete ilişkin emir - Huzurda gerçekleşen disiplinsizliğe
müdahale...........................................................................................
125
Askerî hizmete ilişkin emir - Kışlada radyo bulundurmak..............
129
Askerî mahal, kışla dışında konuşlu lojman kantini.........................
138
Asarı gizlenemeyecek derecede sarhoş olmak..................................
141
Amire fiilen taarruz...........................................................................
192
Astıyla birlikte suç işlemek...............................................................
204
Amirlik himayesi - Amire fiilen taarruz...........................................
208
Amirlik himayesi...............................................................................
213
Askerleri kanuna aykırı olarak sair surette çalıştırmak.....................
217
Asta müessir fiil.................................................................................
229
Asta müessir fiil.................................................................................
232
Askerî eşyayı kasten tahrip etmek.....................................................
240
Askerî hizmete mahsus eşyayı özel menfaati için kullanmak Askerî eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek.............................
249
Askerî eşyayı çalmak - Askerî eşyayı gizlemek...............................
253
III
Askerî eşyayı gizlemek.....................................................................
257
Askerî eşyayı gizlemek.....................................................................
260
Askerî eşyayı çalmaya teşebbüs........................................................
269
Askerî eşyayı çalmaya teşebbüs........................................................
274
Arkadaşının eşyasını çalmak.............................................................
298
Askerî eşyanın özürsüz harap olmasına sebebiyet vermek...............
311
Askerî mahkemelerin genel görevi ..................................................
334
Askerî eşyayı tahrip..........................................................................
349
Askerî mahkemede yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmesi.........
351
Aleyhe bozma yasağı........................................................................
397
Alayhe bozma yasağı........................................................................
402
Askerî mahkemede yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmesi........
412
Askerî eşyayı kasten tahrip...............................................................
412
Adil yargılanma hakkı......................................................................
447
Aleniyet ilkesi..................................................................................
464
Asta müessir fiil...............................................................................
514
Arkadaşının eşyasını çalmak ve teşebbüs........................................
553
Arkadaşının eşyasını çalmaya teşebbüs etmek................................
560
Anî kast............................................................................................
604
Amire fiilen taarruz..........................................................................
613
Amirlik sıfatı....................................................................................
613
Amire saygısızlık suçunu oluşturan sözler.......................................
704
Astından borç para almak suçu.........................................................
707
Adlî para cezasının toplanması.........................................................
716
Asker edilen kişiler hakkında hükmedilen adlî para cezasının
infazı.................................................................................................
725
-BBozma nedeni yapılmayan hukuka aykırılık....................................
38
Birliğe katılma iradesi ve dehalet kastı............................................
73
IV
Birliğe dışarıdan yiyecek-içecek sokulmasını yasaklayan emir.......
133
Büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar................................
188
Banka kartının kötüye kullanılması..................................................
288
Bir kimse ile nikâhsız olarak karı koca hayatı yaşamak...................
322
Bir suçun müştereken işlenmesi hâli.................................................
330
Beraat hükmünün sanık tarafından temyizi.......................................
374
Bozmanın sirayeti..............................................................................
393
Birden fazla müdafiin yardımından yararlanabilme..........................
447
Bileşik suç.........................................................................................
565
Bilinçli taksir.....................................................................................
608
-C-ÇCebrî irtikap......................................................................................
223
Ceza miktarı yönünden kazanılmış hak............................................
397
Ceza miktarı yönünden kazanılmış hak............................................
402
Çocuğu hürriyetinden yoksun kılma.................................................
519
Ceza verilmesine yer olmadığı kararı...............................................
541
Cezaî ehliyetinin tespiti....................................................................
544
Cezanın belirlenmesinde artırım ve indirim nedenlerinin
uygulanmasında sıra..........................................................................
Cezanın belirlenmesi.........................................................................
592
595
-DDirenme kararı..................................................................................
407
Direnme kararı..................................................................................
409
Duruşmadan bağışık tutulma............................................................
466
Duruşmadan bağışık tutulma............................................................
468
Duruşma tutanağının imzalanması...................................................
485
Duruşma tutanağının ispat gücü.......................................................
487
Duruşma tutanağının ispat gücü.......................................................
489
Duruşma gününün öne alınması ve savunma hakkının kısıtlanması
553
Dava zamanaşımı süresi ve kesen sebepler......................................
600
V
Devletin güvenliğine veya iç veya dış siyasal yararlarına ilişkin
belge bilgi.........................................................................................
690
Disiplin mahkemesi heyetinin kuruluşu...........................................
701
Disiplin mahkemesi kararlarına itiraz...............................................
701
-EEmre itaatsizlikte ısrar......................................................................
13
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
138
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
141
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
144
Emre itaatsizlikte ısrar kastı .............................................................
154
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
158
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
162
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
164
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
167
Emre itaatsizlikte ısrar - Kışlaya cep telefonu sokulması................
170
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
175
Emre itaatsizlikte ısrar - Sim kart bulundurulması...........................
178
Emre itaatsizlikte ısrar - Kışlaya flash disk sokulması.....................
182
Emre itaatsizlikte ısrar - Nöbet değişikliği yapılmayacağına dair
emir...................................................................................................
186
Emre itaatsizlikte ısrar - Nöbet hizmeti............................................
334
Eylemli uyma....................................................................................
407
Erteleme............................................................................................
423
Eksik teşebbüs..................................................................................
547
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
574
Emre itaatsizlikte ısrar......................................................................
686
-FFirar...................................................................................................
17
Firar - İstirahat süresinin izinsiz olarak garnizon dışında
geçirilmesi.........................................................................................
36
VI
Firar...................................................................................................
54
Firar...................................................................................................
61
Firar...................................................................................................
64
Firar hâlini sona erdirme kastı...........................................................
67
Firar..................................................................................................
70
Firar..................................................................................................
89
Fesat..................................................................................................
204
Fer’î cezanın ertelenmeme gerekçesinin gösterilmesi......................
423
Firar..................................................................................................
492
-GGörevli memura müessir fiil..............................................................
213
Görev.................................................................................................
337
Görev................................................................................................
342
Geç iltihak suretiyle bakaya..............................................................
342
Görev.................................................................................................
351
Görev................................................................................................
354
Görevli memura hakaret...................................................................
615
Gerçeğe aykırı mal bildiriminde bulunmak......................................
731
-HHizmete ilişkin emir - Hafta sonu fazla mesai yapılması..................
13
Hava değişimi tecavüzünde suç tarihlerinin belirlenmesi.................
50
Hizmet yaparken firar........................................................................
57
Hava değişimi tecavüzü.....................................................................
61
Hizmete ilişkin emir..........................................................................
150
Hizmetten kısmen veya tamamen sıyrılmak kastı.............................
164
Hizmete ilişkin emir..........................................................................
170
Hizmete ilişkin emir..........................................................................
178
Hizmete ilişkin emir..........................................................................
182
Haksız tahrik (Mefruz tahrik)............................................................
229
VII
Hizmete mahsus askerî eşyayı kaybetmek........................................
245
Hakikate muhalif rapor, lâyiha, sair evrak tanzim ve ita edenler......
301
Hizmette tekâsülle harp malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet
vermek...............................................................................................
311
Hizmette tekâsülle harp malzemesini mühimce hasara uğratma
suçu....................................................................................................
315
Hazine zararı.....................................................................................
349
Hükmü etkileyecek nitelikteki hukuka aykırılık...............................
388
Haksız tahrik.....................................................................................
397
Hükmü temyiz etme hakkı................................................................
453
Hüküm fıkrasının içereceği hususlar................................................
487
Hükmün konusu................................................................................
499
Hükmün konusu................................................................................
501
Hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar......................
503
Hükmün gerekçeden yoksun olması.................................................
503
Haksız tahrik.....................................................................................
529
Haksız tahrik.....................................................................................
534
Haksız tahrik.....................................................................................
538
Hakikate muhalif evrak tanzim etmek..............................................
565
Hizmette tekasülle harp malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet
vermek..............................................................................................
582
Hükmün gerekçeli olma zorunluluğu...............................................
584
Hapis cezasının ertelenmesine veya tedbirlerden birine
çevrilmesine ya da bu hususlara ilişkin istemlerin kabul veya
reddine ilişkin kararların gerekçesinin gösterilmesi.........................
584
Haksız tahrik.....................................................................................
604
Hakaret kastı.....................................................................................
615
-İİstirahat süresinin izinsiz olarak garnizon dışında geçirilmesi..........
36
İzin tecavüzü.....................................................................................
44
İzin tecavüzü suçu ve manevî unsur.................................................
47
İzin tecavüzü.....................................................................................
54
VIII
İzin tecavüzü.....................................................................................
64
İsyan muharrikliği.............................................................................
201
İhtilasen zimmet................................................................................
264
İhtilasen zimmet................................................................................
278
İtiraz inceleme mercii........................................................................
364
İddianamenin içeriği.........................................................................
374
İfade ve sorgunun tarzı.....................................................................
416
İddianamenin ikinci sayfasının dava dosyasında bulunmamasının
iddianamenin iadesini gerektirdiği...................................................
437
İddianamenin okunması....................................................................
464
İddianamenin içeriği.........................................................................
501
İhaleye fesat karıştırmak...................................................................
671
-JJandarmanın kapalı ceza evi nöbeti tutmasının askerî bir hizmet
olmayıp mülkî görev olduğu.............................................................
334
-KKasten yaralama...............................................................................
19
Kast...................................................................................................
167
Kantin zararının belirlenmesi...........................................................
346
Kamuya yararlı bir işte çalıştırma.....................................................
364
Kamu görevlerinden ayrılanların yapamayacakları işler..................
447
Kanun yol, süre ve mercii.................................................................
507
Kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlar.................................
579
Kanun yararına bozma......................................................................
582
Kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmeye teşebbüs suçu........
595
Kasten öldürme.................................................................................
604
Kullanmak maksadıyla uyuşturucu madde bulundurmak.................
626
Kantin zararı......................................................................................
662
Kanun yarırına bozma.......................................................................
701
IX
-LLehe kanun değerlendirmesi.............................................................
588
Lehe kanun değerlendirmesi.............................................................
622
Lehe kanun değerlendirmesi.............................................................
680
-MMükerrirlik uygulaması....................................................................
38
Mükerrer izin tecavüzü suçu.............................................................
38
Maddî vakıanın belirlenmesi.............................................................
141
Memuriyet nüfuzunun sair suretle kötüye kullanılması....................
217
Memuriyet nüfuzunu kötüye kullanmak...........................................
223
Mazarratı mucip nöbet talımatına aykırı hareket etmek....................
249
Müteselsil (zincirleme) suç...............................................................
274
Müteselsil (zincirleme suç)...............................................................
296
Mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek - Suç
işleme kastı........................................................................................
307
Mevkuf ve mahpusları firar ettirenler...............................................
318
Müşterek suç.....................................................................................
337
Müdafii görevlendirilmesi................................................................
453
Mağdur tanığın dinlenilmesi.............................................................
511
Mehil içinde yakalanmakla son bulan firar.......................................
541
Müessir fiil, kasten yaralama............................................................
613
Memuriyet görevini kötüye kullanmak.............................................
633
Memuriyet görevini ihmal.................................................................
640
Memuriyet görevini kötüye kullanmak.............................................
643
Memuriyet görevini ihmal.................................................................
643
Memuriyet görevini ihmal - Pusu görevi sırasında uyumak.............
648
Memuriyet görevini kötüye kullanmak.............................................
652
Memuriyet görevini kötüye kullanmak.............................................
657
Memuriyet görevini kötüye kullanmak.............................................
662
Memuriyet görevini ihmal.................................................................
669
X
Memuriyet görevini kötüye kullanmak.............................................
671
Memuriyet görevini ihmal.................................................................
680
Memuriyet görevini kötüye kullanmak.............................................
686
-NNöbetçi onbaşının amirlik statüsü....................................................
19
Nas-ı ızrar.........................................................................................
412
Nas-ı ızrar.........................................................................................
588
Nöbet talimatına aykırı hareket etmek.............................................
712
- O/Ö Oda hapsi ceza yerini terk suçu .......................................................
81
Önceki hükümde direnme gerekçesi.................................................
429
Otuz gün ve daha az süreli hapis cezasının seçenek yaptırımlardan
birine çevrilmesi zorunluluğu...........................................................
582
Ödenmeyen adlî para cezasının hapse dönüştürülmesi.....................
716
-RRütbenin geri alınması......................................................................
79
Rıza...................................................................................................
519
Reşit olmayanla cinsel ilişki.............................................................
519
Rüşvet...............................................................................................
565
Rütbenin geri alınması......................................................................
608
Resmi belgeyi gizlemek....................................................................
618
Resmi belgeyi bozmak, yok etmek ve gizlemek...............................
633
- S/Ş Sivil memur.......................................................................................
13
Sözleşerek firar..................................................................................
76
Silâhlı iken üste saygısızlık - Silâhlı iken üstü tehdit.......................
105
Suç ve sanıklar arasında bağlılık.......................................................
330
Savunma hakkının kısıtlanması.........................................................
361
Sanığın duruşmaya celbi...................................................................
361
XI
Suç tarihlerindeki hatanın düzeltilmesi.............................................
385
Savunma hakkının kısıtlanması........................................................
416
Soruşturma aşamasında dinlenilen bilirkişinin kovuşturma
aşamasında da dinlenilmesi gerekir..................................................
435
Soruşturma aşamasında tayin edilen müdafiinin görevinin
iddianamenin kabulüne kadar devam ettiği......................................
437
Sorgunun usulü.................................................................................
440
Savunma hakkının kısıtlanması........................................................
440
Sorgunun usulü.................................................................................
443
Savunma hakkının kısıtlanması........................................................
443
Savunma hakkının kısıtlanması - Müdafiye diyeceklerinin
sorulması..........................................................................................
451
Sorgunun usulü................................................................................
457
Sanığın kimlik bilgileri....................................................................
461
Savunma hakkının kısıtlanması........................................................
464
Sanığın açık kimliğinin saptanması..................................................
466
Sorgu tutanağının duruşmada okunması...........................................
470
Savunma hakkının kısıtlanması........................................................
472
Sanık ve tanıkların aynı oturumlarda dinlenilmesi ..........................
472
Sanığın eski ifadesinin okunmaması................................................
477
Savunma hakkının kısıtlanması........................................................
477
Son sözün sanığa ait olduğu..............................................................
481
Suçtan zarar görenin davaya müdahil olması...................................
514
Şikâyet..............................................................................................
519
Sanığın yüksek güvenlikli bir sağlık kurumunda koruma ve tedavi
altına alınmasına karar verme...........................................................
541
Seçenek yaptırıma çevrilmesi talebi.................................................
Silâhı ve cephanesi hakkında dikkatsizlik, nizamlara, emirlere ve
talimatlara riayetsizlik dolayısıyla bilinçli taksirle ölüme sebebiyet
vermek..............................................................................................
584
Sair suretle memuriyet nüfuzunu suistimal etmek...........................
652
Sanığın askerliğe elverişsizlik hâli...................................................
735
XII
608
-TTemel cezanın belirlenmesi..............................................................
162
Teselsül.............................................................................................
164
Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu yaralamaya sebebiyet
verme................................................................................................
188
Teselsül.............................................................................................
217
Ticaret yapmak..................................................................................
327
Terhis nedeniyle askerî mahkemede yargılanmayı gerektiren
ilginin kesilmesi................................................................................
330
Tek hâkimle ve kurulla bakılacak işler.............................................
354
Temyiz edilemeyen kararlar.............................................................
368
Temyiz talebinin süre yönünden reddi kararına karşı itiraz yetkisi .
371
Tanıkların bir arada dinlenilmesi......................................................
432
Tanık beyanlarına karşı sanığın diyeceklerinin sorulması ..............
472
Temyiz süresi...................................................................................
507
“Takdir mahkemenindir” şeklindeki sanık beyanının, hapis
cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmesi talebini de içerdiği.........
584
Temel cezanın belirlenmesi..............................................................
588
Tutuk evinden kaçmak.....................................................................
588
Tutuklu kalınan sürenin mahkûmiyetten mahsup edilebilmesi........
597
Tedaviye ve denetimli serbestlik tedbirine hükmedilmiş olması......
626
Tahrifatın ikna ve iğfal kabiliyeti .....................................................
629
Toplama kararı..................................................................................
721
-ÜÜstü tehdit etmek - Üste saygısızlık.................................................
95
Üste hakaret - Üstü tehdit.................................................................
109
Üstü tehdit suçu.................................................................................
113
Üste hakaret ve manevî unsur...........................................................
116
Üste hakaret, zincirleme (müteselsil) suç - Üstü tehdit, zincirleme
(müteselsil) suç.................................................................................
120
Üste saygısızlık.................................................................................
158
XIII
Üste (amire) fiilen taarruz.................................................................
195
Üste fiilen taarruz..............................................................................
204
Üste fiilen taarruz..............................................................................
213
Üst’ün suç sayılmayan eylemi...........................................................
232
Üstünün bir şeyini çalmak.................................................................
288
Üstünün eşyasını çalmak...................................................................
293
Üstünün bir şeyini çalmak.................................................................
296
Uyuşturucu madde bulundurmak......................................................
622
-YYetki uyuşmazlığı.............................................................................
357
Yargılamanın yenilenmesi................................................................
412
Yargılama şartının gerçekleşmemesi................................................
492
Yargılamanın durmasına karar verilmesi..........................................
492
Yemekhane sorumlusunun yemekhaneyi terk etmesi.......................
640
-ZZincirleme (müteselsil) suç...............................................................
162
Zimmet..............................................................................................
257
Zincirleme suç...................................................................................
269
Zincirleme suç...................................................................................
288
Zincirleme suç...................................................................................
293
Zincirleme suç...................................................................................
298
Zincirleme suç..................................................................................
553
Zincirleme suç...................................................................................
574
Zincirleme suç..................................................................................
652
5530 sayılı Kanunla yapılan değişikliklerin yürürlüğe girişi............
416
XIV
ASKERÎ YARGITAY
İÇTİHATLARI
BİRLEŞTİRME
KURULU
KARARI
ASKERÎ YARGITAY
İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KURULU KARARI
Esas No.
Karar No.
Karar Tarihî
: 2007/4
: 2007/4
: 5.11.2007
ÖZET
Ceza Muhakemesi Kanununun 176’ncı maddesinde belirtilen
bir haftalık yasal bekleme süresinden, aynı Kanunun 190’ıncı
maddesinin (2) numaralı fıkrası gereğince sanığın zımnî ya da açık
onay vermesi hâlinde vazgeçebileceğine dair,
K O N U : 25 Ekim 1963 tarihli ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 29 Haziran 2006 tarihli ve
5530 sayılı Kanunla değişik Ek Birinci maddesinin getirdiği yeni
düzenleme karşısında; 4 Aralık 2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun “İddianamenin sanığa tebliği ve sanığın
çağrılması” başlıklı 176’ncı maddesinin (4) numaralı fıkrasında belirtilen
“bir haftalık süre”nin, sanığa tanınmış bir hak olmanın ötesinde
mahkemeye verilmiş bir yükümlülük olduğu ve koruyucu süre
niteliğindeki bu müddetten sanıkların vazgeçme haklarının bulunmadığı
belirtilmek suretiyle, 1600 sayılı Askerî Yargıtay Kanununun 30 ve
31’inci maddeleri ile Askerî Yargıtay İçtizüğünün 42’nci maddesi
gereğince bu konuda birbiri ile çeliştiği iddia edilen içtihatların
birleştirilmesi talebi,
BAŞVURUDA BULUNAN : 3’üncü Kolordu Komutanlığı Askerî
Mahkemesi Hâkimi Hâkim Asteğmen Uğur ERSOY.
3
BAŞVURU SEBEBİ VE TALEP : Ceza Muhakemesi Kanununun
176’ncı maddesinin (4) numaralı fıkrasında öngörülen bir haftalık yasal
savunma süresinden sanıkların istedikleri takdirde “Ara verme” başlıklı
190’ıncı maddesinin ikinci fıkrası gereğince vazgeçebileceklerine ilişkin
Askerî Yargıtay içtihatlarının, 353 sayılı Kanuna 5530 sayılı Kanunun
61’inci maddesiyle getirilen yeni düzenleme karşısında artık
geçerliliğinin kalmadığı, bir haftalık hazırlık süresinin, sanıkların
istemeleri hâlinde dahi kullanmaktan vazgeçemeyecekleri koruyucu bir
süre olduğu, Ceza Muhakemesi Kanununun mehazını oluşturan Alman
Ceza Muhakemesi Kanununun (StPO) 217’nci maddesinin bir haftalık
sürenin kullanımının sanığın takdirine bırakılmasına ilişkin 3’üncü
maddesinin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 190’ıncı
maddesine dâhil edilmemesinin başka türlü kabul ve değerlendirmeye
imkân vermediği belirtilmek suretiyle; bu konudaki tespitin Askerî
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunca da benimsenerek, aksi
doğrultudaki yerleşik uygulamadan dönülmesi talep edilmiştir.
I - USULE İLİŞKİN İNCELEME :
A. BAŞVURU YETKİSİ VE ŞARTLARI
27 Haziran 1972 tarihli ve 1600 sayılı Askerî Yargıtay Kanunun
“İçtihatları Birleştirme Kararları” başlıklı 30’uncu ve “İçtihatların
Birleştirilmesini İstemek” başlıklı 31’inci maddeleri ile Askerî Yargıtay
İçtüzüğünün “İçtihatları Birleştirme Kurulu” başlıklı 42’nci maddesi
hükümlerine göre, bir dairenin hukukî bir meselede kendisinin yerleşmiş
bir içtihadından veya Daireler Kurulunun veya diğer bir dairenin
yerleşmiş içtihadından ayrılmak istemesi veya bir daire ile Daireler
Kurulunun kararları arasında aykırılık bulunması veya Daireler
Kurulunun kendisinin yerleşmiş bir içtihadından ayrılmak istemesi veya
Daireler Kurulunun kararları arasında bir aykırılık bulunması hâllerinde,
Daire Başkanları veya Askerî Yargıtay Başsavcısının, Genel Kuruldan
içtihatların birleştirilmesini isteyebilecekleri gibi, diğer merci ve kişilerin
de, içtihatların birleştirilmesi için başvuruda bulunabilecekleri kabul
edilmiştir.
4
Ancak, diğer merci ve kişiler tarafından gerekçeli olarak yapılan
başvuruların görüşülebilmesi; bahse konu Kanunun 31’inci maddesinin
ikinci fıkrası uyarınca İçtihatları Birleştirme Kurulunun, mevcut üye
sayısının salt çoğunluğu ile vereceği karar şartına bağlanmıştır.
Bu nedenle; içtihatları birleştirme yoluna gidilmesinin gerekip
gerekmeyeceğinin karara bağlanması noktasında ortaya çıkan bu ön
sorunun çözümü için Ceza Muhakemesi Kanununun “İddianamenin
sanığa tebliği ve sanığın çağrılması” başlıklı 176’ncı ve “Ara verme”
başlıklı 190’uncu maddelerinin 353 sayılı Kanunun mülga 120’nci ve
130’uncu maddelerinden farklı bir düzenleme niteliğinde olup
olmadığının ve buna bağlı olarak da getirilen son değişikliğin Askerî
Yargıtay İçtihatları arasında faklı bir uygulamaya yol açıp açmayacağının
irdelenmesi gerekmektedir.
B. BAHSE KONU KANUN MADDELERİNİN İNCELENMESİ
Bir haftalık yasal bekleme süresini düzenleyen 353 sayılı
Kanunun, 5530 sayılı Kanunla değiştirilmeden önceki “Tebliğ ile
duruşma günü arasındaki süre” başlıklı 120’nci maddesi “İddianamenin
tebliği ile duruşma günü arasında en aşağı bir hafta geçmelidir. Sanık
uygun görürse bu süre azaltılabilir. Bu süreye uyulmamış ise
iddianamenin okunmasından önce sanık duruşmanın tehir veya talikinin
isteyebilir.” hükmünü içermiştir.
353 sayılı Kanunun “Tehir ve talik istemi ve kararlar” başlıklı
mülga 130’uncu maddesinin üçüncü fıkrası da, 120’nci maddede
belirtilen bir haftalık hazırlık süresine uyulmadığı takdirde askerî
mahkeme kıdemli askerî hâkiminin sanığa duruşmanın tehir veya talikini
istemeye hakkı olduğunun bildirilmesini öngörmüştür.
353 sayılı Kanunun 120 ve 130’uncu maddelerinin 5530 sayılı
Kanunla yürürlükten kaldırılmasının ardından sanıklara ait bu hak
(yapılan atıf sonucu) 5271 sayılı Kanunun 176’ncı ve 190’ıncı maddeleri
çerçevesinde uygulama kabiliyetini sürdürmeye devam etmiştir.
5
Ceza Muhakemesi Kanununun 176’ncı maddesinin (1) numaralı
fıkrası, iddianamenin çağrı kâğıdı ile birlikte sanığa tebliğ olunacağını,
(4) numaralı fıkrası ise çağrı kâğıdının tebliğiyle duruşma günü arasında
en az bir haftalık süre bulunması gerektiğini öngörmüştür.
Aynı Kanunun 190’ıncı maddesinin (2) numaralı fıkrasında ise,
176’ncı maddede belirtilen bir haftalık süreye uyulmaması durumunda,
sanığa, duruşmaya ara verilmesini istemeye hakkı olduğunun
hatırlatılmasının gerektiği düzenlemiştir.
Bir hakkın ilgilisine hatırlatılmasının mahiyetinin, yasaların
imkân verdiği hukukî bir olanağın kullanılıp kullanılmayacağının,
muhatabın istek ve takdirine bırakılmasından ibaret olduğu göz önüne
alındığında; Kanunun kullanımını sanığın isteğine bıraktığı ve sadece
haklarının hatırlatılması ile yetinilmesi gereken durumlarda, sanığın
istemini aşan bir uygulama içerisine girilmesinin, kanun koyucunun
amacına aykırı bir hareket tarzı olacağı değerlendirilmektedir.
C. KONU İLE İLGİLİ ASKERÎ YARGITAY KARARLARI
Askerî Yargıtay Daire ve Daireler Kurulu kararlarının meselenin
iki ayrı yönü itibarıyla incelenmesi gerekmektedir.
a) “BİR
HAFTA”LIK
HAZIRLIK
SÜRESİNİN
GEÇMEMESİNE RAĞMEN, SANIĞA BU HAKKIN
HATIRLATILMADAN
SORGUSUNUN
TESPİTİ
HÂLİNDE SAVUNMA HAKKININ KISITLANMASINA
YOL AÇAN USULE İLİŞKİN BİR AYKIRILIĞIN
BULUNDUĞUNU BENİMSEYEN KARARLAR :
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 11 Kasım 1999 tarihli ve
210-201; 25 Kasım 1999 tarihli ve 223-215; 11 Ocak 2001 tarihli ve 6/4;
15 Şubat 2001 tarihli ve 26-20; 17 Mayıs 2001 tarihli ve 56-54; 4
Temmuz 2002 tarihli ve 65-65; 22 Kasım 2001 tarihli ve 104-107; 19
Şubat 2004 tarihli ve 44-34 esas ve karar sayılı ilâmlarında ve ayrıca;
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 12 Mart 2003 tarihli ve 221219; 18 Kasım 2004 tarihli ve 1198-1194; 1 Aralık 2004 tarihli ve 12271256; 11 Mayıs 2005 tarihli ve 538-528; 18 Ocak 2006 tarihli ve 53-50;
26 Nisan 2006 tarihli ve 693-707; 3 Mayıs 2006 tarihli ve 768-763; 7
Mart 2007 tarihli ve 370-367; 23 Mayıs 2007 tarihli ve 1034-1031; 20
Haziran 2007 tarihli ve 1291-1287; 2’nci Dairenin 19 Aralık 2001 tarihli
ve 1056-1049; 17 Nisan 2002 tarihli ve 331-328; 24 Ekim 2003 tarihli ve
6
1289-1281; 6 Ekim 2004 tarihli ve 1207-1193; 12 Ocak 2005 tarihli ve
51-46; 8 Haziran 2005 tarihli ve 671-656; 20 Temmuz 2005 tarihli ve
840-832; 21 Aralık 2005 tarihli ve 1314-1309; 1 Mart 2006 tarihli ve
281-275; 4 Nisan 2007 tarihli ve 572-568; 3’üncü Dairenin 16 Ocak 2001
tarihli ve 68-59; 1 Ekim 2002 tarihli ve 855-852; 6 Aralık 2005 tarihli ve
1340-1337; 25 Nisan 2006 tarihli ve 650-648; 11 Temmuz 2006 tarihli ve
1104-1102; 26 Aralık 2006 tarihli ve 1889-1886; 3 Nisan 2007 tarihli ve
788-785; 10 Nisan 2007 tarihli ve 859-855 ve 4’üncü Dairenin 18
Haziran 2002 tarihli ve 692-688; 23 Aralık 2003 tarihli ve 1228-1225; 7
Mart 2006 tarihli ve 380-380; 2 Mayıs 2006 tarihli ve 715-713; 20
Haziran 2006 tarihli ve 973-972; 20 Mart 2007 tarihli ve 442-441 esas ve
karar sayılı ilâmlarında;
İddianamenin sanığa tebliği ile duruşma tarihî arasında bir
haftalık bekleme süresinin dolmadığının belirlenmesi hâlinde, sanığa bir
haftalık süreden vazgeçme hakkının bulunduğunun hatırlatılması ve
ancak onayının alınması hâlinde sorgu ve savunmasının tespitinin
gerektiği, bu hakkın hatırlatılmaması veya sanığın bu konuda muvafakat
verdiğinin duruşma zaptında yer almaması durumunda sorgu ve
savunmasının tespitinin savunma hakkının kısıtlanmasına yol açan ve
hükmün bozulmasını gerektiren usule aykırılık olduğu açık bir biçimde
kabul ve ifade edilmiştir.
b) “BİR
HAFTA”LIK
HAZIRLIK
SÜRESİNİN
GEÇMEMESİNE
VE
SANIĞA
BU
SÜRENİN
HATIRLATILARAK RIZASI İLE SORGU VE
SAVUNMASININ TESPİT EDİLMESİ HÂLİNDE,
SAVUNMA HAKKININ KISITLANMASINA İLİŞKİN
BİR AYKIRILIĞIN BULUNMADIĞINA İLİŞKİN
KARARLAR :
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun;
15 Mayıs 2001 tarihli ve 26-20; 29 Mart 2001 tarihli ve 3633; 23 Mayıs 2002 tarihli ve 45-44; 20 Haziran 2002 tarihli ve 5352; 20 Haziran 2002 tarihli ve 55-54; 4 Temmuz 2002 tarihli ve 6464; 4 Temmuz 2002 tarihli ve 65-65; 4 Temmuz 2002 tarihli ve 6666; 2 Ekim 2002 tarihli ve 67-71; 24 Ekim 2002 tarihli ve 85-83; 19
Şubat 2004 tarihli ve 44-34; 30 Eylül 2004 tarihli ve 107-123 ve 19
Kasım 2004 tarihli ve 174-154 esas ve karar sayılı ilâmlarında da;
7
İddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında bir haftalık
sürenin geçmediği, ancak duruşmanın ertelenmesini isteme
hakkının hatırlatılmasına rağmen sanığın sorgu ve savunmasını
yaptığı durumlarda; yargılamanın bir bütün olarak dikkate alınarak
sanığın savunma hakkının kısıtlanıp kısıtlanmadığının belirlenmesi
gerektiği, bu durumda doktrinde egemen olan nispî butlan görüşü
doğrultusunda hareket edilerek, sanığın ancak savunma hakkının
ihlâl edildiği yönünde itirazda bulunması durumunda yasaya
aykırılığın dikkate alınacağı benimsenmiştir.
Başvuru sahibinin müracaat dilekçesi ekinde sunduğu Askerî
Yargıtay 1’inci Dairesinin 1 Mart 2006 tarihli ve 356-350; 27 Eylül 2006
tarihli ve 1351-1347; 4 Ekim 2006 tarihli ve 1442-1438; 23 Mayıs 2007
tarihli ve 1034/1031; 2’nci Dairenin 7 Şubat 2007 tarihli ve 189-183 ve
4’üncü Dairenin 20 Mart 2007 tarihli ve 442-441 esas ve karar sayılı
ilâmlarında ise; iddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında geçmesi
gereken asgarî bir haftalık sürenin dolmadığı durumlarda, sanığa Askerî
Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 130’uncu ve
Ceza Muhakemesi Kanununun 190’ıncı maddeleri gereğine duruşmalara
ara verilmesini isteme hakkının bulunduğunun hatırlatılması gerektiği,
sanığın bir haftalık süreyi kullanmayacağına ilişkin zımnî ya da açık
onayı alındıktan sonra sorgu ve savunmasının tespit edileceği, bu
doğrultuda bir onay alınmadan yapılan sorgu ve savunmanın sanığın
savunma ve adil yargılanma hakkının ihlâline neden olacağı belirtilmiştir.
D. İSTEMİN
OLMADIĞI
GÖRÜŞÜLMESİNE
GEREK
OLUP
Başvuru sahibinin müracaat yazısı ekinde sunduğu altı adet
Askerî Yargıtay Daire Kararlarının önceki yıllara ait Askerî Yargıtay
Daireler Kurulu ve 1, 2, 3 ve 4’üncü Daire kararlarıyla herhangi bir
çelişki ve farklılık içerisinde olmadığı, Ceza Muhakemesi Kanununun
176’ncı maddesinde belirtilen bir haftalık yasal bekleme süresinden aynı
Kanunun 190’ncı maddesinin (2) numaralı fıkrası gereğince sanığın
zımnî ya da açık onay vermesi hâlinde vazgeçilebileceği, Ceza
Muhakemesi Kanununun 176’ncı maddesi ve 190’ncı maddesinin (2)
numaralı fıkrasının benimsediği usule ilişkin esaslar ile 353 sayılı
Kanunun mülga 120’nci ve 130’uncu maddesinin ikinci fıkrasının
öngördüğü düzenlemeler arasında başka türlü yorum ve uygulamaya
imkân verecek farklılıklar bulunmadığı değerlendirilmektedir.
8
Açıklanan bu durum çerçevesinde konu ile ilgili yerleşik Askerî
Yargıtay Kararları arasında içtihat birliğini gerektirecek bir farklılık
olmadığı gibi istikrar kazanmış uygulamadan dönülmesini zorunlu
kılacak mevzuat değişikliğinin de bulunmadığı değerlendirilerek, 1600
sayılı Askerî Yargıtay Kanunun 30’uncu ve İçtüzüğün 42’nci maddesi
gereğince içtihatların birleştirilmesi yönündeki istemin görüşülmesine
gerek bulunmadığı düşünülmektedir.
II - SONUÇ :
Askerî Yargıtayın kabul ve istikrar kazanan görüşünün, “Ceza
Muhakemesi Kanununun 176’ncı maddesinde belirtilen bir haftalık yasal
bekleme süresinden, aynı Kanunun 190’ıncı maddesinin (2) numaralı
fıkrası gereğince sanığın zımnî ya da açık onay vermesi hâlinde
vazgeçebileceği, Ceza Muhakemesi Kanununun 176’ncı maddesi ve
190’ıncı maddesinin (2) numaralı fıkrasının benimsediği usule ilişkin
eseslar ile 353 sayılı Kanunun mülga 120’nci ve 130’uncu maddesinin
ikinci fıkrasının öngördüğü düzenlemeler arasında başka türlü yorum ve
uygulamaya imkân verecek farklılıklar bulunmadığı”, konu ile ilgili
yerleşik Askerî Yargıtay kararları arasında içtihat birliğini gerektirecek
bir aykırılık olmadığı gibi, istikrar kazanmış uygulamadan dönülmesini
zorunlu kılacak mevzuat değişikliğinin de bulunmaması nedeniyle,
içtihatları birleştirme yoluna gidilmesine gerek olmadığına 5 Kasım 2007
tarihinde oybirliği ile karar verildi.
9
DAİRELER KURULU
VE
DAİRE KARARLARI
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 3/2, 87/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2075
K. No. : 2007/2068
T.
: 2.10.2007
ÖZET
Askerlik şubesi başkanı tarafından, iş yoğunluğu
sebebiyle oluşması muhtemel aksaklıkların giderilebilmesi,
yükümlü ve vatandaşlara daha iyi hizmet verilmesinin temini
maksadıyla, askerlik şubesinde görevli tüm memurların
katılımı ile 23.7.2005 Cumartesi günü saat 10.00’da bir defaya
mahsus mesai yapılması için verilen emrin hizmete ilişkin
olduğunda kuşku bulunmadığından, mesaiye gelmeyen ve
gelmeyeceğini açıkça beyan eden sanık sivil memurun eylemi,
ASCK’nın 87/1’inci maddesinin ikinci cümlesinde düzenlenen
“Emrin yerine getirilmesini söz veya fiilî ile açıkça reddetmek
ve emir tekrar edildiği hâlde yerine getirmemek” suretiyle
emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmaktadır.
Askerî mahkemece; sanığın, 23.7.2005 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 87/1 (İkinci cümlesi) ve
TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince, iki ay on beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına, ASCK’nın 47/A ve (5329 sayılı Kanunla eklenen) Ek
8’inci maddelerinde düzenlenen engel nedeniyle hapis cezasının adlî para
cezası ya da tedbirlerden birine çevrilmesine ve ertelenmesine yer
olmadığına karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından özetle; olayın meydana geldiği günlerde
eşinin ve oğlunun ciddî rahatsızlıkları olduğu, olaydan iki hafta kadar
sonra eşinin ve eşinden yirmi gün kadar sonra da oğlunun Ankara’da
ameliyat olduğu, o an içinde bulunduğu psikolojik durum nedeniyle
müsnet suçun manevî unsur yönünden oluşmadığı, kendisine yazılı bir
emir tebliğ edilmediği, askerlik şubesi başkanının emrini açıkça
reddetmesinin söz konusu olmaması nedeniyle temel cezanın fazla tayin
13
edildiği, MSB bünyesinde çalışan bir sivil memur olması nedeniyle
hakkında müsnet suçtan mahkûmiyet hükmü kurulmasının hukuka aykırı
olduğu, sorgusunu tespiti için askerlik şubesine talimat yazılmasının
usule aykırı olduğu, kendisini seferberlik kısmında çalışmasına rağmen
ASAL kısmının işlemleri için yapılan fazla mesaiye çağırılmasının
göreviyle ilgisinin bulunmadığı ileri sürülerek, süresinde temyiz
edilmiştir.
Tebliğnamede, hükmün onanmasına karar verilmesi istenilmiştir.
Sanık Svl.Me. S.H.’nin, olay tarihinde Kastamonu Askerlik
Şubesi Başkanlığı emrinde görev yaptığı, Şube Başkanı Per.Yzb. Ü.D.C.
tarafından, 22.7.2005 tarihinde saat 16.10’da, ertesi gün (23.7.2005
Cumartesi günü) saat 10.0’da tüm memurların katılımı ile mesai
yapılması için emir verildiği ve sözlü olarak tebliğ edildiği, diğer sivil
memurların belirtilen tarih ve saatte mesaiye gelmesine rağmen sanığın
gelmediği, Yzb. Ü.D.C. tarafından telefonla aranmasına rağmen telefona
cevap vermediği, bunun üzerine Yzb. Ü.D.C.’nin sanığı çağırması için
P.Çvş. M.T.’yi sanığın evine gönderdiği, Çvş. M.T.’nin şube başkanının
emrini iletmesine rağmen sanığın, “İşim var, gelmeyeceğim” diyerek
mesaiye gitmediği, Yzb. Ü.D.C.’nin sanığı tekrar telefonla arayarak
neden mesaiye gelmediğini sorduğu, sanığın ise, “Bugün evde temizlik
var, elektrikçi gelecek, ben gelmiyorum, pazartesi savunmamı alın”
diyerek mesaiye gitmediği, böylece emrin yerine getirilmesini sözle
açıkça reddettiği ve emir tekrar edildiği hâlde emri yerine getirmediği
maddî olay olarak sübut bulmaktadır.
353 sayılı Kanunun 10/C maddesinde, Millî Savunma Bakanlığı
veya Türk Silâhlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşlarında çalışan sivil
personelin asker kişi sayılacağının ve ASCK’nın 3/2’nci maddesinde de,
bu kişilerden Devlet memurlarının asker kişi sıfatlarının, 211 sayılı TSK
İç Hizmet Kanununun 115’inci maddesinde belirtilen yükümlülükleri ile
sınırlı olduğunun belirtilmiş olması karşısında, sanık Svl.Me. S.H.’nin
asker kişi sıfatını taşıdığında kuşku bulunmamaktadır.
TSK İç Hizmet Kanununun 115/b ve 14’üncü maddeleri ile, TSK
İç Hizmet Yönetmeliğinin 717/b maddesindeki hükümlerden, Türk
Silâhlı Kuvvetlerinde görevli tüm sivil personelin emrinde çalıştıkları
askerî amirlere karşı ast durumunda oldukları, asta yüklenen görevleri
aynen yapmaya mecbur oldukları, aksine hareket edenlerin askerlerin tâbi
14
olduğu cezaî müeyyidelere tâbi olacakları açıkça anlaşılmaktadır. Bu
düzenlemelere dayanarak, yerleşmiş Askerî Yargıtay içtihatlarıyla, Türk
Silâhlı Kuvvetlerinde görevli tüm sivil personelin, Askerî Ceza
Kanununun 87’nci maddesinde düzenlenmiş “Emre itaatsizlikte ısrar”
suçunu işleyebilecekleri kabul edilmiştir. Sanık da Türk Silâhlı
Kuvvetlerinde görevli sivil memur olduğundan, emre itaatsizlikte ısrar
suçunu işleyebileceğinde tereddüt yoktur.
657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 178’inci maddesi
gereğince düzenlenen Fazla Çalışmanın Uygulama Esaslarını Gösterir
Yönetmeliğin 7/1’inci maddesinde, kurum amirlerinin gerekli gördükleri
hâllerde Devlet Memurları Kanununun 99 ve 178’inci maddelerine göre
fazla çalışma yaptırabilecekleri; 6’ncı maddesinde de, amirin, memura
fazla çalışma yapacağını bir hafta önce yazılı olarak bildireceği, ancak
acele ve özel durumlarda bildirmenin aynı günde de yapılabileceği
düzenlenmiş bulunmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya baktığımızda, Kastamonu
Askerlik Şubesi Başkanı Yzb. Ü.D.C. tarafından, iş yoğunluğu sebebiyle
oluşması muhtemel aksaklıkların giderilebilmesi, yükümlü ve
vatandaşlara daha iyi hizmet verilmesinin temini maksadıyla, askerlik
şubesinde görevli tüm memurların katılımı ile 23.7.2005 Cumartesi günü
saat 10.00’da, bir defaya mahsus mesai yapılması için verilen emrin
hizmete ilişkin olduğunda kuşku bulunmadığı; söz konusu emrin sözlü
olarak tebliğ edilmiş olmasının müsnet suçun oluşumunu etkilemediği,
buna göre, bir gün önce sözlü olarak emir verilmesine ve olay tarihinde
de görevlendirilen personel ile hatırlatılmasına ve müteakiben de bizzat
Yzb. Ü.D.C. tarafından telefonla tekrar edilmesine rağmen mesaiye
gelmeyen ve gelmeyeceğini açıkça beyan eden sanığın, ASCK’nın
87/1’inci maddesinin İkinci cümlesinde düzenlenen “Emrin yerine
getirilmesini söz veya fiilî ile açıkça reddetmek ve emir tekrar edildiği
hâlde yerine getirmemek” suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
anlaşılmaktadır.
Sanık, savunmalarında ve temyiz dilekçesinde, olayın meydana
geldiği günlerde eşinin ve oğlunun ciddî rahatsızlıkları olduğunu,
olaydan iki hafta kadar sonra eşinin ve eşinden yirmi gün kadar sonra da
oğlunun Ankara’da ameliyat olduğunu, o an içinde bulunduğu psikolojik
durum nedeniyle müsnet suçun manevî unsur yönünden oluşmadığını
ileri sürmüş ise de; emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için
genel kastın, yani hizmete ilişkin emri bilerek ve isteyerek yerine
getirmeme iradesinin varlığı yeterli olup, suça iten sebeplerin (saikin)
önemi bulunmadığından, temyiz sebepleri kabule değer bulunmamıştır.
15
Bu nedenlerle, askerî mahkemece; usulüne uygun olarak sanığın
sorgu ve savunmasının tespitinden sonra, karar yerinde gösterilen yasal,
haklı ve inandırıcı gerekçelerle, yazılı olduğu şekilde, sanık hakkında
asgarî hadden ceza tayin edilip, takdirî hafifletici sebep göz önünde
bulundurularak gerekli indirim yapılmak suretiyle en az cezaya
hükmedilmesinde, sırf askerî suç vasfındaki emre itaatsizlikte ısrar
suçundan verilen hapis cezasının, ASCK’nın 47/A ve 5329 sayılı
Kanunla eklenen Ek 8’inci maddelerindeki kanunî engeller nedeniyle adlî
para cezası ya da tedbirlerden birine çevrilmemesinde ve
ertelenmemesinde usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama yönlerinden
hukuka aykırılık bulunmadığından, sanığın tüm temyiz sebeplerinin
reddiyle, hükmün onanmasına karar verilmiştir.
16
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1970
K. No. : 2007/1965
T.
: 4.12.2007
ÖZET
1) İç Hizmet Kanununun 113’üncü maddesi uyarınca,
astsubay meslek yüksek okulu öğrencilerinin, Askerî Ceza
Kanunu ve 353 sayılı Kanunun uygulaması bakımından
askerlik yükümlülüğü altına girmiş kişi sayılacağında kuşku
bulunmadığından; sanığın, firar suçunu işlediğinin kabulünde
isabetsizlik bulunmamaktadır.
2) ASCK’nın 32/1-A maddesi uyarınca, ceza miktarı
itibarıyla, sanık hakkında askerî öğrencilik hukukunu
kaybettirme cezasına da hükmedilmesi gerekmektedir.
Askerî mahkemece; sanığın, 12.3.2006 (saat 19:00)-19.3.2006
(saat 23:00) tarihleri arasında firar suçunu işlediği sabit görülerek;
ASCK’nın 66/1-a, 73 ve TCK’nın 62/1’inci maddeleri uyarınca, sonuç
olarak beş ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş; bu
hüküm, sanık tarafından; Ankara’da bulunan ve şu anda eşi olan
nişanlısının psikolojik sorunlarına yardımcı olabilmek amacıyla yanında
olmak zorunda kaldığı, suç kastı olmadığı, geçim sıkıntısı çektiği, askerî
öğrencilikle ilişkisi kesildiği için tazminat ödemek zorunda olduğu ve
cezanın infazı durumunda parayı ödemekte güçlük çekeceği ileri
sürülerek temyiz edilmiştir.
Dosyada mevcut kanıtlara göre; Balıkesir Astsubay Meslek
Yüksek Okulu öğrencisi iken, 10.3.2006 tarihinde evci iznine çıkarılan
sanığın, 12.3.2006 tarihinde, saat 19:00’a kadar kurumuna katılması
gerekirken firar ettiği, 19.3.2006 tarihinde, saat 23.00 sıralarında
babasıyla birlikte gelerek kurumuna katıldığı anlaşılmaktadır.
17
İç Hizmet Kanununun 113’üncü maddesi uyarınca, astsubay
meslek yüksek okulu öğrencilerinin, Askerî Ceza Kanunu ve 353 sayılı
Kanunun uygulaması bakımından askerlik yükümlülüğü altına girmiş kişi
sayılacağında kuşku bulunmadığından; sanığın, anılan tarihler arasında,
niteliği itibarıyla hiçbir mazeret kabul etmeyen firar suçunu işlediğinin
kabulüyle; kanıtlara uygun olarak gösterilen gerekçelerle ve alt sınırdan
ceza tayiniyle yazılı şekilde mahkûmiyet kararı verilmesinde bir
isabetsizlik bulunmamaktadır.
ASCK’nın 32/1-A maddesi uyarınca, ceza miktarı itibarıyla, sanık
hakkında askerî öğrencilik hukukunu kaybettirme cezasına da
hükmedilmesi gerekmekte ise de; sanık aleyhine temyiz istemi olmaması
ve bu cezanın hükümde belirtilmemiş olması hâlinde bile uygulanması
gereği dikkate alınarak, bu eksiklik bozma nedeni sayılmamıştır.
18
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 13/2, 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/7
K. No. : 2007/6
T.
: 8.2.2007
ÖZET
Liyakatli er olarak nöbetçi onbaşılık görevini yürüten
mağdur, görevi gereği dolu şarjörleri alırken, görev ve
sorumluluğunun
sınırlarını
aşarak,
nöbet
defterini
imzalamakta geciken sanığa karşı sert bir tavırla, “acele
etmesi” hususunda ikazda bulunurken “oğlum” sözünü sarf
etmekle, maksadını aşan bir tarzda, karşısındakini adeta
azarlayan, küçülten bir üslûp içerisine girmiş, bunun
sonucunda kendisine nöbet hizmetinin yürütülmesini sağlamak
amacıyla ASCK’nın 13/2 ve İç Hizmet Yasanın 9’uncu
maddeleri
hükmünden
kaynaklanan
itibarî
amirlik
statüsünden yararlanamayacağından, mağdurun amirlik
sıfatının kalktığı, dolayısıyla sanığın eyleminin üste fiilen
taarruz suçunu oluşturmayıp, 5237 sayılı TCK’nın 86’ncı
maddesine 5328/4 sayılı Kanun ile eklenen 2’nci fıkrasında
yazılı “kasten yaralama” suçunu oluşturduğuna karar
verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; mağdurun amir sayılıp
sayılmayacağına bağlı olarak suç vasfının belirlenmesine ilişkindir.
Daire; dava konusu olayda, liyakatli er olarak nöbetçi onbaşılık
görevini yürüten mağdur Er M.E.’nin, görevi gereği dolu şarjörleri
alırken, sanığa karşı keyfî davranması ve “imzalasana oğlum” şeklinde
hitap ederek, bulunduğu statüyü kötüye kullanması ile hizmet ilişkisinin
19
sona erdiğini, bu nedenle mağdurun amirlik sıfatının kalktığını,
dolayısıyla sanığın eyleminin üste fiilen taarruz suçunu oluşturmayıp,
5237 sayılı TCK’nın 86’ncı maddesine 5328/4 sayılı Kanun ile eklenen
2’nci fıkrasında yazılı “kasten yaralama” suçunu oluşturduğunu kabul
etmiş iken,
Başsavcılık; “Bahse konu sözlerin, Türk toplumunda özellikle
Silâhlı Kuvvetler içerisinde, hem rütbeler arasında olduğu gibi, üstlerin
astlarına hitaplarında sıkça kullanıldığı, mağdurun bu sözleri dışında,
keyfî bir davranışının bulunmadığı, söylendiği ortam da dikkate
alındığında, böyle bir söz söylemenin, hizmet ilişkisini kestiğini kabul
etmenin, maksadı aşan bir yorum olacağı, mağdurun, sanığın suç
işlemesini sağlayacak bir davranışı var ise, sanık hakkında tahrik
nedeniyle cezasından indirim yapılabileceği” görüş ve düşüncesini öne
sürmüştür.
Dosyadaki delil durumuna göre, nöbetçi onbaşı olarak görevli
olan P.Er M.E.’nin, sanığın, teslim defterini imzalamakta biraz gecikmesi
üzerine, defteri sert bir şekilde uzatarak sanığa “imzalasana oğlum”
demesi üzerine, sabah saatlerinde aralarında yaşanan olayların da
etkisiyle sinirlenen sanığın, maruz kaldığı haksız tahrik neticesinde,
liyakatli er olarak nöbetçi onbaşı sıfatıyla görevlendirilen mağdura
saldırıp tekme ve yumruk atarak darp ettiği sabit olup, esasen Daire ile
Başsavcılık arasında bu konuda bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Uyuşmazlık; olay tarihinde liyakatli er olarak nöbetçi onbaşı
sıfatıyla görevlendirilen mağdurun, sanığa hitaben sarf ettiği;
“imzalasana oğlum” şeklindeki sözleri neticesinde, ASCK’nın 13/2 ve İç
Hizmet Yasanın 9’uncu maddesinde tanımlanan ve İç Hizmet
Yönetmeliğinin 396/a maddesi çerçevesinde nöbet saatleri süresince
kendisine tanınan “Amirlik” sıfatını kaybedip etmeyeceğine bağlı olarak
atılı suçun niteliğinin belirlenmesine ilişkindir.
İç Hizmet Yasasının 76’ncı maddesinde; nöbetin, askerlikte
müşterek hizmetlerin yapılmasını ve devamını sağlamak maksadı ile bu
hizmetlerin belli sıra ve süre ile asker kişiler tarafından tutulacağı, 77’nci
maddesinde de; nöbet tutacak personelin kimler olacağı, nöbet
hizmetlerinin yapılış tarzı ile şekli ve nöbetçilere ait vazifelerin
yönetmelikle gösterileceği kuralı yer aldığından, bu hükme uygun olarak
İç Hizmet Yönetmeliğinde TSK karargâh kurum ve kıt’alarında nöbet
hizmetleri ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
20
Bu bağlamda İç Hizmet Yönetmeliğinin 396/a maddesinde; “...
Bölük nöbetçi onbaşılığı: bölükte mevcut onbaşı olmadığı takdirde liyakatli
erler arasında sıra ile tutulur...” şeklinde bir düzenleme de yer aldığından,
olayda, mağdur erin bölük nöbetçi onbaşısı olarak görevlendirilmesinde
yasa ve yönetmeliğe aykırı bir yön görülmediği gibi, ASCK’nın 13/2 ve
İç Hizmet Yasanın 9’uncu maddesinde yer alan “Amir, makam ve
memuriyet itibariyle emretmek selâhiyetini haiz kimsedir.” biçimindeki
tanıma göre de; mağdurun, bölük nöbetçi onbaşısı olarak emretme yetkisi
(amir) bulunduğu konusunda herhangi bir kuşku bulunmamaktadır.
Ancak, liyakati nedeniyle nöbetçi onbaşı olarak görevlendirilen
mağdurun, bölük içerisindeki erler arasından, bölük komutanınca
seçilerek bu göreve getirildiğinde, lâyık görüldüğü bu sıfat ve görevinin
gerektirdiği söylem, tarz, hâl ve hareket içinde bulunması, görevinden
kaynaklanan “amirlik” vasfını özenle taşıması gerekmektedir.
Somut olayda, nöbet defterini imzalamakta geciken sanığa karşı
sert bir tavırla, “acele etmesi” hususunda ikazda bulunurken “oğlum”
sözünü sarf etmekle, maksadını aşan bir tarzda, karşısındakini adeta
azarlayan, küçülten bir üslûp içerisine girmiş, bunun sonucunda
kendisine nöbet hizmetinin yürütülmesini sağlamak amacıyla tanınmış
bulunan amirlik sıfatını kaybetmiş bulunmaktadır.
Bu durum itibarıyla, mağdurun, görev ve sorumluluğunun
sınırlarını aşarak, sanığa karşı küçültücü ve sert bir şekilde; “imzalasana
oğlum” şeklinde hitap ederek, bulunduğu statüyü kötüye kullanması ile
sanıkla arasındaki hizmet ilişkisi kesildiğinden, ASCK’nın 13/2 ve İç
Hizmet Yasanın 9’uncu maddeleri hükmünden kaynaklanan itibarî
amirlik statüsünden yararlanamayacağı sonucuna varılmıştır.
Açıklanan bu nedenlerle; liyakatli er olarak nöbetçi onbaşılık
görevini yürüten mağdur Er M.E.’nin, görevi gereği dolu şarjörleri
alırken, sanığa karşı keyfî davranması ve “imzalasana oğlum” şeklinde
hitap ederek, bulunduğu statüyü kötüye kullanması ile hizmet ilişkisinin
sona erdiği, bu nedenle mağdurun amirlik sıfatının kalktığı, dolayısıyla
sanığın eyleminin üste fiilen taarruz suçunu oluşturmayıp, 5237 sayılı
TCK’nın 86’ncı maddesine 5328/4 sayılı Kanun ile eklenen 2’nci
fıkrasında yazılı “kasten yaralama” suçunu oluşturduğu sonucuna
varıldığından, Dairenin bu yöndeki bozma kararı yerinde görülmüş,
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
21
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 49
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2539
K. No. : 2007/2539
T.
: 27.11.2007
ÖZET
1) 1111 sayılı Kanun ile ASCK’nın 39’uncu maddeleri
gereğince, firar hâlinde iken işlemiş olduğu hırsızlık suçu
nedeniyle 18.1.1997 tarihinde yakalanan ve daha önce
kesinleşmiş on ay hapis cezasının infazı için Cumhuriyet
Başsavcılığına teslim edilen sanığın, kıt’ası ile ilişiği
kesildiğinden ve asker kişi sıfatı sona erdiğinden, 7.6.1997
tarihinde şartla tahliye edilerek serbest bırakılması karşısında,
firar suçuna ilişkin temadinin yakalandığı anda sona erdiğini
kabul etmek gerekmektedir.
2) “Antisosyal kişilik bozukluğu” tanısıyla, TSK Sağlık
Yeteneği Yönetmeliğinin 17’nci maddesinin “B Dilimi”
kapsamında askerliğe elverişli olmadığına karar verilen, yani
“Barışta askerliğe elverişli olmayan, ancak savaşta gereksinim
duyulduğu zaman askerliğe alınabilecek durumda olan”
1.1.1975 doğumlu sanık hakkındaki firar suçuna ilişkin dava
zamanaşımı süresi, 1111 sayılı Kanunun 2, 5/4 ve ASCK’nın
49/A maddelerindeki düzenlemeler karşısında, askerlik çağının
ve dolayısıyla bütün askerî mükellefiyetlerinin bittiği günden,
yani kırk bir yaşına girdiği senenin Ocak ayının birinci günü
olan 1.1.2016 tarihinden itibaren başlar.
Askerî mahkemece; sanığın, 20.3.1996-19.7.1999 tarihleri
arasında firar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-a ve
TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince, on ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, ASCK’nın 47/A ve (5329 sayılı Kanun ile eklenen)
Ek 8’inci maddeleri gereğince, hapis cezasının seçenek yaptırımlara
çevrilmesine ve ertelenmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
22
Hüküm, sanık müdafii tarafından özetle; Güzelyalı Asker
Hastahanesinin raporunun sanığın psikiyatrik raporları ve sabıka kaydı
ile bağdaşmadığı, son derece sağlıksız olduğu, ek bir rapor aldırılmadan
karar verilmiş olmasının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek,
süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; hükmün, dava zamanaşımı süresinin dolması
nedeniyle bozulmasına ve kamu davasının düşmesine karar verilmesi
istenilmiştir.
Hâlen terhisli olan sanığın, Zh.Brl.Ok. ve Eğt.Tüm.K.lığı 2’nci Er
Eğt.A. 1’inci Tnk.Şof.Er Eğt.Tb. Kh.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini
yaparken, 20.3.1996 tarihinde birliğini izinsiz olarak terk ettiği, firar
hâlinde iken işlemiş olduğu hırsızlık suçu nedeniyle 18.1.1997 tarihinde
yakalandığı, mehil içinde yakalanmakla son bulan izin tecavüzü
suçundan hakkında çıkartılmış gıyabî tutuklama müzekkeresinin
20.1.1997 tarihinde vicahiye çevrilerek İzmir Şirinyer Askerî Ceza Evine
kapatıldığı, 21.2.1997 tarihinde tahliye edildiği, ancak serbest
bırakılmayarak, daha önce işlediği izin tecavüzü suçundan kesinleşmiş on
ay hapis cezasının infazı için hükümlü defterine kaydı yapılarak, kalan
cezasının infazı için Buca Kapalı Ceza Evine sevk edilmek üzere
24.2.1997 tarihinde İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına teslim edildiği,
7.6.1997 tarihinde Eşme Kapalı Ceza Evinden şartla tahliye edilerek
serbest bırakıldığı, tahliyesinden sonra birliğine katılmadığı, hırsızlık
suçundan kesinleşmiş beş ay hapis cezasının infazı için 18.7.1999
tarihinde Buca Kapalı Ceza Evine kapatıldığı, 19.9.1999 tarihinde şartla
tahliye edilerek askerî inzibata teslim edildiği maddî olay olarak sübuta
ermektedir.
Psikiyatrik yönden müşahede altına aldırılan sanık hakkında,
Güzelyalı Asker Hastahanesi Baştabipliğinin 10.5.2006 tarihli ve 061078/7 sayılı sağlık kurulu raporu ile “Antisosyal kişilik bozukluğu”
tanısıyla, “Durumu SYY Madde 17 B Fıkra 1’e uyar. 19.9.1999
tarihinden itibaren askerliğe elverişli değildir” kararı verildiği; aynı
hastahanenin 23.5.2006 tarihli adlî raporu ile de, “Antisosyal kişilik
yapısında olan sanığın, davranışlarını yönlendirmesini veya işlediği fiilin
hukukî anlam ve sonuçlarını algılamasını etkileyecek nitelikte bir akıl
hastalığı bulunmadığından, suç tarihlerinde ve hâlen TCK’nın 3234’üncü maddelerinden faydalanamayacağı”na karar verildiği
anlaşılmaktadır.
23
Askerî mahkemece; 20.3.1996 tarihinde birliğini izinsiz olarak
terk eden sanığın, 18.1.1997 tarihinde yakalandıktan sonra, mehil içinde
yakalanmakla son bulan izin tecavüzü suçundan iki ay ve izin tecavüzü
suçundan on ay kesinleşmiş hapis cezalarının infazı yapıldıktan sonra,
7.6.1997 tarihinde Eşme Kapalı Ceza Evinden şartla tahliye edilerek
serbest bırakıldığı hâlde, firar hâlini devam ettirdiği, 19.7.1999 tarihinde
hırsızlık suçundan tutuklanarak Buca Kapalı Ceza Evine kapatıldığı,
böylece 20.3.1996-19.7.1999 tarihleri arasında firar suçunu işlediği kabul
edilerek mahkûmiyet hükmü kurulmuş ise de;
Dairemizin 31.10.2007 tarihli, 2007/2172-2179 esas ve karar
sayılı ve 13.11.2007 tarihli, 2007/2453-2446 esas ve karar sayılı
ilâmlarında da belirtildiği gibi; erbaş ve erlerin asker kişi sıfatları, sevk
edildikleri eğitim birliklerine katılmalarıyla başlayıp, muvazzaflık hizmet
sürelerini tamamlayarak terhis edilmeleriyle sona ermektedir. Ancak bazı
hâllerde, muvazzaflık hizmet sürelerini henüz tamamlamadan da asker
kişi sıfatları kesintiye uğramaktadır.
ASCK’nın 4551 sayılı Kanun ile değişik 39’uncu maddesi, “C)
Erbaş ve erler hakkında, asker edildikten sonra işledikleri suçlardan
verilen bir yıl veya daha az süreli hürriyeti bağlayıcı ceza hükümleri.
Hürriyeti bağlayıcı diğer cezalar, genel ceza evlerinde çektirilir.
İnfaz sırasında hükümlülerin üzerinden askerlik kıyafeti ve işaretleri
kaldırılır.
Genel ceza evlerinde ceza sürelerini tamamlayan askerlik
yükümlüleri, geri kalan askerlik hizmetlerini tamamlamak üzere askerî
makamlara teslim edilirler.” hükmünü içermektedir.
Sanığın, izin tecavüzü suçundan kesinleşmiş on ay hapis
cezasının infazı için Buca Kapalı Ceza Evine sevk edilmek üzere İzmir
Cumhuriyet Başsavcılığına teslim edildiği 24.2.1997 tarihinde yürürlükte
bulunan ASCK’nın 39/3’üncü maddesinde ise, erbaş ve erler hakkındaki
altı aydan yukarı olan ceza hükümlerinin genel ceza evlerinde infaz
edileceği düzenlenmekte ve maddenin dördüncü fıkrasında da, “Cezaları
biten erbaş ve erin geri kalan askerlik hizmetleri tamamlattırılmak üzere
ciheti askeriyeye teslim olunur” hükmü yer almakta idi.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 30.9.2004 tarihli, 2004/68120 esas ve karar sayılı kararında ayrıntılı olarak belirtildiği gibi; erbaş
ve erlerden, 1111 sayılı Kanun ile ASCK’nın 39’uncu maddeleri
gereğince, hürriyeti bağlayıcı cezalarının infazı için genel ceza evlerine
kapatılmak üzere Cumhuriyet savcılıklarına teslim olunanların kıt’aları
24
ile ilişiklerinin kesildiği, infaz sonrası askerî makamlara teslim
edildiklerinde askerlik hizmetlerinin tekrar başladığı, kıt’alarına sevk
edilenlerin katılmamaları hâlinde firar suçunun oluşacağı, askerî makama
teslim edilmeyerek serbest bırakılanların kendiliklerinden askerî mercie
başvurmaları beklenemeyeceğinden eylemlerinin herhangi bir suça vücut
vermeyeceği kabul edilmektedir. Aynı şekilde, firar hâlindeyken
yakalanan erbaş ve erlerin, ele geçtikleri sırada asker olduklarının infaz
makamı tarafından öğrenilmesiyle askerlikle ilişiklerinin ve suç
temadilerinin kesileceği, buna karşın, asker olduğu anlaşılmadığı için
infaz sonrası serbest bırakılıp da birliğine katılmayarak firara devam
edenlerin, aynı kasıtla eylemlerini sürdürmeleri nedeniyle tek bir firar
suçunu işleyecekleri; yine, asker kişinin yakalandığı veya başvurduğu
sırada asker olduğunu açıklamasıyla firar iradesinin ve dolayısıyla firar
eyleminin sona erdiği kabul edilmektedir.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya baktığımızda, firar hâlinde
iken işlemiş olduğu hırsızlık suçu nedeniyle 18.1.1997 tarihinde
yakalanan ve mehil içinde yakalanmakla son bulan izin tecavüzü
suçundan hakkında çıkartılmış gıyabî tutuklama müzekkeresi vicahiye
çevrilerek 20.1.1997 tarihinde İzmir Şirinyer Askerî Ceza Evine
kapatılan sanığın, 21.2.1997 tarihinde tahliyesini müteakip serbest
bırakılmayarak, daha önce işlediği izin tecavüzü suçundan kesinleşmiş on
ay hapis cezasının infazı için Buca Kapalı Ceza Evine sevk edilmek
üzere 24.2.1997 tarihinde İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına teslim
edildiği, 19.3.1997 tarihinde naklen gönderildiği Eşme Kapalı Ceza
Evinden 7.6.1997 tarihinde şartla tahliye edilerek serbest bırakıldığı ve
birliğine katılmadığı anlaşılmaktadır.
Sanık, tutuklu bulunduğu Şirinyer Askerî Ceza Evinden
tahliyesini müteakip, izin tecavüzü suçundan kesinleşmiş on ay hapis
cezasının infazı için Buca Kapalı Ceza Evine sevk edilmek üzere İzmir
Cumhuriyet Başsavcılığına teslim edildiğinden, kapalı ceza evi
müdürlüğü yetkilileri sanığın askerî şahıs olduğunu bu şekilde öğrenmiş
bulunmaktadırlar.
Sanığın, sivil ceza evine teslim edilmekle muvazzaflık hizmeti
kesintiye uğradığı gibi, asker kişi sıfatı da ortadan kalkarak kıt’asıyla
irtibatı kesilmiştir. Bu irtibatın yeniden kurulabilmesi için, ceza evinden
25
tahliyesini müteakip askerî makamlara teslim edilmesi gerekmektedir.
Oysa sanık, askerî makamlara teslim edilmeden serbest bırakıldığından
askerlikle bağının yeniden kurulmadığı, dolayısıyla kendiliğinden
kıt’asına katıldığı tarihe kadar olan süre bakımından kendisine herhangi
bir kusur yüklenemeyeceği izahtan varestedir.
Açıklanan nedenlerle; sanığın, firar hâlinde iken işlemiş olduğu
hırsızlık suçu nedeniyle 18.1.1997 tarihinde yakalandığı anda suç
temadisinin sona erdiğini ve 20.3.1996-18.1.1997 tarihleri arasında firar
suçunu işlediği kabul etmek gerektiği, temadinin 23.4.1999 tarihinden
önce sona ermesi, firar suçunun düzenlendiği ASCK’nın 66/1-a
maddesinde öngörülen şahsî hürriyeti bağlayıcı cezanın üst sınırının on
yılı geçmemesi ve atılı suçun 4616 sayılı Kanunun 1’inci maddesinin
5’inci bendindeki kapsam dışı suçlar arasında sayılmaması karşısında,
sanığın hukukî durumunun ve 4616 sayılı Kanundan yararlanıp
yararlanamayacağının değerlendirilmesi gerekirken, suç temadisinin
19.7.1999 tarihinde sona erdiği kabul edilerek mahkûmiyet hükmü
kurulmasının hukuka aykırı olduğu sonucuna varıldığından, hükmün
maddî vakıanın hatalı tespiti ve uygulama yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
Sanık müdafii temyiz dilekçesinde, Güzelyalı Asker
Hastahanesinin raporunun sanığın psikiyatrik raporları ve sabıka kaydı
ile bağdaşmadığını, son derece sağlıksız olduğunu, ek bir rapor
aldırılmadan karar verilmiş olmasının usul ve yasaya aykırı olduğunu
ileri sürmekte ise de; Güzelyalı Asker Hastahanesi Sağlık Kurulunun
raporuyla, sanık hakkında “Antisosyal kişilik bozukluğu” tanısı
konulmuş olduğu ve sanığın TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin 17’nci
maddesinin B Diliminin 1’inci fıkrası kapsamında askerliğe elverişli
olmadığına karar
verildiği görülmektedir.
Sağlık Yeteneği
Yönetmeliğinin “Antisosyal kişilik bozukluğu” başlığını taşıyan 17’nci
maddesinin B Diliminin 1’inci fıkrasına gireceklerin; antisosyal kişilik
bozukluğu tanısı alması ve en az biri askerî mahkeme tarafından verilmiş
olmak şartı ile en az üç antisosyal eylemden dolayı almış oldukları hapis
cezalarının infaz edilmesine rağmen, davranış bozukluklarının devam
ettiğinin ve askerlik ile uyumlarının bozulduğunun kıt’a anketi ve diğer
resmî belgelerle tespiti gerekmektedir.
26
Sanığın, müsnet suç haricinde, 22.2.1996-1.3.1996 tarihleri
arasında işlediği mehil içinde yakalanmakla son bulan izin tecavüzü
suçundan kesinleşmiş iki ay hapis cezasının 6.2.1997 tarihinde; 2.9.199523.10.1995 tarihleri arasında işlediği izin tecavüzü suçundan kesinleşmiş
on ay hapis cezasının 7.6.1997 tarihinde ve adlî sicil kaydında yer alan
17.6.1997 tarihinde işlemiş olduğu hırsızlık suçundan kesinleşmiş beş ay
hapis cezasının da 19.9.1999 tarihinde infaz edilerek şartla tahliye
edildiği, sağlık kurulu raporunda söz konusu hükümlerin ve adlî sicil
kaydında yer alan para cezasına çevrilmiş diğer mahkûmiyet
hükümlerinin tek tek değerlendirilmesi suretiyle 19.9.1999 tarihinden
itibaren askerliğe elverişli olmadığına karar verilmiş olmasının Sağlık
Yeteneği Yönetmeliğine uygun olduğu, ek rapor aldırılmasını gerektiren
bir bilgi ve belgenin bulunmadığı anlaşılmakla, sanık müdafiinin temyiz
sebepleri kabule değer bulunmamıştır.
Tebliğnamede, sanığın 19.9.1999 tarihinden itibaren askerliğe
elverişli olmadığı dikkate alındığında, askerlikle ilgili mükellefiyetlerinin
artık bu tarih itibariyle sona erdiğinin kabulünün zorunlu olduğu,
yargılamanın çeşitli safhalarında zamanaşımını durduran işlemlerin
yapıldığı, bu nedenle zamanaşımı süresinin 765 sayılı TCK’nın 102/4 ve
104’ncü maddelerine göre en fazla yedi sene altı ay olduğu, bu sürenin,
ASCK’nın 49’uncu maddesi gereğince, askerî mükellefiyetlerin sona
erdiği 19.9.1999 tarihine eklenmesi durumunda, zamanaşımı süresinin
19.3.2007 tarihinde sona erdiği, bu nedenle sanık hakkındaki
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına, bozma sebebi yeniden yargılama
yapmayı gerektirmediğinden, davanın esasına hükmedilerek sanık
hakkındaki kamu davasının düşmesine karar verilmesi gerektiği
belirtilmiş ise de;
Somut olayda, dava zamanaşımı süresinin hangi tarihten itibaren
başladığını tespit edebilmek için, öncelikle Askerî Ceza Kanunundaki
zamanaşımı müessesesini ve mevzuattaki durumu ortaya koymak
gerekmektedir.
ASCK’nın, “Askerî cürümlerde dava ve cezanın nasıl düşeceği”
başlığını taşıyan 49’uncu maddesinin ilk hâli;
“Aşağıdaki fıkralarda yazılı hükümler mahfuz olmak üzere askerî
suçlarda dava ve cezanın düşmesi hususlarında Türk Ceza Kanununun
birinci kitabının 9 uncu babı hükümleri tatbik olunur.
27
“A) Firar ve izinsizlik fiilleri hakkında dava müruru zamanı,
bütün askerî mükellefiyetlerin veya bizzat girmiş oldukları taahhüdün
bitmesinden itibaren cereyana başlar. Bu gibi efradın tamamlanacak
mükellefiyetleri tutuldukları zaman tamamlattırılır.” şeklinde iken;
11.12.1935 tarihli ve 2862 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle;
“Aşağıdaki fıkralarda yazılı hükümler mahfuz olmak üzere askerî
suçlarda dava ve cezanın düşmesi hususlarında Türk Ceza Kanununun
birinci kitabının 9 uncu babı hükümleri tatbik olunur.
“A) Yoklama kaçağı, bakaya, saklı ve firar fiilleri hakkında dava
müruru zamanı, bütün askerî mükellefiyetlerin veya bizzat girmiş
oldukları taahhüdün bitmesinden itibaren cereyana başlar.” hâlini
almıştır.
Askerî Ceza Kanunu tasarısının, zamanaşımına ilişkin hükümlerin
yer aldığı “Dava ve cezanın düşürülmesi” başlıklı 23’üncü maddesinde,
“(1) Türk Ceza Kanununda yazılı olan dava ve cezaların düşürülmesine
dair hükümler aşağıdaki kurallar dikkate alınarak uygulanır.
a) Saklı, yoklama kaçağı, bakaya, geç iltihak suretiyle bakaya,
firar ve izin tecavüzü fiilleri hakkında dava zamanaşımı, failin bütün
askerî mükellefiyetlerinin veya bizzat girmiş olduğu taahhüdün
bitmesinden veya Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ilişiğinin kesilmesinden
itibaren işlemeye başlar.” şeklindeki düzenlemeyle, “izin tecavüzü”
suçları tekrar madde metnine eklenmek istenmekte ve “bütün askerî
mükellefiyetler” kavramı aynen korunmaktadır.
Görüldüğü gibi, ASCK’nın 49/A maddesinin ilk şeklinde, “firar
ve izinsizlik suçları”na yer verilmişken, daha sonra izinsizlik suçları
çıkartılmış ve “yoklama kaçağı, bakaya ve saklı” suçları madde
kapsamına alınmıştır. Ancak, “bütün asker mükellefiyetler” terimi
maddenin ilk hâlinden bugüne kadar aynı şekilde korunmuştur.
Kanun koyucu bu hükümle, ASCK’da düzenlenmiş olan bazı
suçlar bakımından dava zamanaşımının hangi tarihte başlayacağı
konusunda 765 sayılı TCK’nın 102 ve 104’üncü maddelerinde belirlenen
genel ilkelerden ayrılıp özel bir düzenleme yapma yoluna gitmiştir.
Somut olayda sanık, on beş aylık askerlik yükümlülüğü bulunan
er statüsünde olduğundan, dava zamanaşımı süresinin hangi tarihten
itibaren başlayacağını tespit edebilmek için, öncelikle ASCK’nın
49’uncu maddesinde geçen “bütün askerî mükellefiyetler” teriminin ne
anlama geldiğini incelemek gerekmektedir.
28
“Bütün askerî mükellefiyetler” teriminden ne anlaşılması
gerektiğine ilişkin olarak doktrinde; Rifat TAŞKIN, “Bütün askerî
mükellefiyetler, mükellefin askerlik çağının hitamı olan, yani kırk altı
yaşına [hâlen kırk bir yaşına] girdiği sene Ocak ayının birinci gününde
biter... Şu hâlde izinsizler ve firariler hakkında kırk altı [kırk bir] yaşına
kadar zaman aşımı işlemez.” açıklamasını yapmaktadır (Rifat TAŞKIN,
Askerî Ceza Kanunu (Şerh), 8’inci Basım, 1946, s. 95).
Sahir ERMAN, “‘Askerî mükellefiyet’ terimi, 1111 sayılı Askerlik
Kanununun anladığı mânada muvazzaflık veya yedeklik görevinin
yapılması demektedir. Demek oluyor ki, yoklama kaçakları, bakayalar ve
saklılar hakkındaki dava zamanaşımı, yaşıtlarının veya emsalinin askerî
mükellefiyetlerinin bittiği tarihten itibaren; firar edenler hakkındaki dava
zamanaşımı da bizzat dâhil oldukları askerî taahhüt yani mükellefiyetin
bittiği tarihten itibaren işlemeye başlayacak, diğer bir deyimle bu
tarihlere kadar zamanaşımı cereyan etmeyecektir.” şeklinde görüşünü
açıklamıştır (Sahir ERMAN, Askerî Ceza Hukuku, Umumî Kısım ve
Usul, 7 nci Bası, İstanbul 1983, s. 287).
Orhan ÇELEN de, “Bütün askerî mükellefiyetler, mükellefin
askerlik çağının sonu olan, kırk bir yaşına girdiği sene Ocak ayının
birinci gününde biter (1111 sayılı Kanun m.2)” görüşündedir (Orhan
ÇELEN, Askerî Ceza Kanunu, Ankara 2001, s. 137).
Ayrıca, Adliye Encümeninin ASCK hakkındaki 15.5.1930 tarihli
mazbatasındaki, “Cürüm ile cezanın sübutunu … müstelzim TCK’nın
hükümleri aynen kabul edilmiş ve askerliğe taalluk eden hususiyetler
ayrıca kayıt ve ilâve olunmuştur.” ifadesine dayanılarak, ASCK’nın 49/A
maddesinde belirtilen “yoklama kaçağı, bakaya ve firar” suçlarına ilişkin
dava zamanaşımı süresinin, 1111 sayılı Kanunun 2’nci maddesindeki
hükümler ve “askerlik çağı müddeti” esas alınarak belirlenmesi gerektiği
ifade edilmektedir (Ali SEÇEN, “Askerî Ceza Kanununda Müruru
Zamana Dair Hususî Hükümler Üzerinde Bir İnceleme”, Askerî Adalet
Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 32, s. 30).
Görüldüğü gibi, doktrinde, “bütün askerî mükellefiyetler” terimi
“askerlik çağı” ile birlikte değerlendirilmekte ve askerlik çağının
(muvazzaflık ve yedeklik dönemlerinin) bitiminde dava zamanaşımı
süresinin başlayacağı kabul edilmektedir.
29
Askerî Temyiz Mahkemesinin, 20.11.1933 tarihli, 1933/12931085 esas ve karar sayılı kararına göre, “Askerî Ceza Kanununun
49’uncu maddesinin A Bendindeki (taahhüt) kelimesi, hukukî neticeler
doğuran muameleler manasında olmayıp, Askerî Ceza Kanununun tayin
ettiği vecibe mahiyetindedir.” (Söz konusu kararın nüshası Askerî
Yargıtay kütüphanesinde bulunmamakla birlikte, Rıza TUNÇ-Şefik
ÇAPANOĞLU-İbrahim AKMANER, Askerî Ceza Kanunu, Ankara
1953, s. 105; ERMAN, age, s. 287, dipnot: 5; ÖZBAKAN, age, s. 91 ve
SEÇEN, agm, s. 30’da karara atıf yapılmaktadır).
O hâlde, ASCK’nın 49/A maddesindeki “bütün askerî
mükellefiyetler” teriminin ne anlama geldiğinin 1111 sayılı Askerlik
Kanunu hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira,
bütün askerlik işlemleri ve erbaş ve erlerin mükellefiyetlerinin bitmesi
olgusu, ancak bu kanun hükümlerine göre belirlenebilmektedir.
1111 sayılı Askerlik Kanununun, “askerlik çağına” ve “askerlik
hizmetine” ilişkin, 2/1’inci maddesinde;
“Askerlik çağı her erkeğin esas nüfus kütüğünde yazılı olan
yaşına göredir ve yirmi yaşına girdiği sene Ocak ayının birinci gününden
başlayarak 41 yaşına girdiği sene Ocak ayının birinci gününde bitmek
üzere en çok yirmi bir sene sürer”;
3’üncü maddesinde, “Askerlik çağı, yoklama devri, muvazzaflık
devri ve yedeklik olmak üzere üç devre ayrılır.”,
5/4’üncü maddesinde, “Bu Kanunun tespit ettiği esaslar dışında
veya muvazzaflık hizmetini yapmadıkça hiç bir fert askerlik çağından
çıkarılamaz.”
7/1’inci maddesinde, “Muvazzaflık devrinin hitamından askerlik
çağının nihayetine kadar olan kısım yedek devridir.” şeklindeki
düzenlemelerin yer aldığı görülmektedir.
TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin, “Yükümlü Er ve Erbaşlara
Hastalık ve Arızalar Listesinin Uygulanması” ile ilgili Ek II’nci
maddesinde, “Tüm hastalık ve arızalar askerliğe uyarlık açısından
Yönetmelik kapsamına alınmıştır. Hastalık ve Arızalar Listesinde her
madde hastalık ve arızaların ağırlık derecesine göre A, B, C, D
dilimlerine, dilimler de fıkralara ayrılmıştır. A dilimlerinde askerliğe
elverişli olan hastalık ve arızalar, B ve D dilimlerinde askerliğe elverişli
olmayan hastalık ve arızalar toplanmıştır. C dilimlerinde; A, B, D
dilimlerinde toplanan hastalık ve arızaların tedavi ve nekahet hâllerinde
30
geçici olarak askerliğe elverişli olmayan durumları belirtilmiştir. D
dilimlerinde barış ve savaşta sürekli olarak askerliğe elverişli olmayan,
B dilimlerinde barışta askerliğe elverişli olmayan, savaşta gereksinme
duyulduğu zaman askerliğe alınabilecek durumlar belirtilmiştir.”
denilmektedir.
Ayrıca, Yönetmeliğin 15’inci maddesindeki, “‘Askerliğe elverişli
değildir’ kararı alanlar emsalinin çağ dışı kalma tarihine kadar Millî
Savunma Bakanlığınca gerektiğinde tekrar muayene ettirilerek
alacakları son rapor kararına göre işlem görürler.” hükmü gereğince,
sanığın, “emsalinin çağ dışı kalma tarihine kadar” Millî Savunma
Bakanlığınca gerektiğinde tekrar muayene ettirilerek, alacağı son rapor
kararına göre tekrar askerliğe alınabilme ihtimalî de bulunmaktadır.
Belirtilen mevzuat hükümleri çerçevesinde somut olaya
baktığımızda, sanık hakkında “Antisosyal kişilik bozukluğu” tanısıyla,
“‘Durumu SYY Madde 17 B Fıkra 1’e uyar. 19.9.1999 tarihinden
itibaren askerliğe elverişli değildir” kararı verildiği, yani sanığın “Barışta
askerliğe elverişli olmadığı, ancak savaşta gereksinme duyulduğu zaman
askerliğe alınabilecek durumda olduğu” dikkate alındığında, sanık
bakımından ASCK’nın 49/A maddesinde belirtilen “bütün askerî
mükellefiyetlerin” ne zaman bittiği veya biteceği sorusunun
cevaplanması ve dolayısıyla dava zamanaşımının başlangıç tarihinin
tespiti önem arz etmektedir.
Askerî Yargıtay içtihatlarındaki uygulamaya baktığımızda; TSK
Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’nin 17’nci maddesinin “D Dilimine” göre
askerliğe elverişli olmadığına karar verilen firar suçundan sanık er ve
erbaşlar hakkındaki dava zamanaşımı süresinin ne zaman başlayacağına
ilişkin emsal kararlar bulunmakla birlikte, “B Dilimine” göre askerliğe
elverişli olmadığına karar verilen sanıklar hakkındaki dava zamanaşımı
süresinin ne zaman başlayacağına ilişkin kesin ve yerleşik bir
uygulamanın bulunmadığını görmekteyiz.
Nitekim, 4’üncü Dairenin 24.7.2007 tarihli ve 2007/1285-1284
esas ve karar sayılı ilâmında, firar suçundan yargılanmakta olan ve “İleri
derecede antisosyal kişilik bozukluğu, D/17-F1, 6.10.2000 tarihinden
itibaren askerliğe elverişsiz” olduğuna karar verilen sanık hakkında,
“Askerliğe elverişsiz olduğu sağlık kurulu raporuyla saptanan sanığın,
askerliğe elverişsiz olduğu 6.10.2000 tarihî itibariyle, ASCK’nın 49/A
31
maddesinde belirtilen tüm askerî mükellefiyetleri bitmiş olacağından,
dava zamanaşımı da bu tarihten itibaren işlemeye başlayacak, bu
tarihten itibaren sanık lehine düzenleme içeren 765 sayılı TCK’nın 102
ve 104’üncü maddelerinde yer alan sürelerin hesaplanması
gerekmektedir... (TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’nin, D/17- F1
dilimine girenlerin savaşta ve barışta askerliğe elverişsiz olduğu) bu hâli
ile bütün askerî mükellefiyetlerin sanık için 6.10.2000 tarihinde sona
erdiği…” gerekçesiyle, hükmün bozulmasına ve kamu davasının
düşmesine karar verilmiştir.
Dairemizin, 28.2.2006 tarihli, 2006/311-311 esas ve karar sayılı
ilâmında, firar suçundan yargılanmakta olan ve yine hakkında, “İleri
derecede antisosyal kişilik bozukluğu” teşhisi konularak, “17/D-1,
2.1.2001 tarihinden itibaren askerliğe elverişli değildir” kararı verilen
sanıkla ilgili olarak, ASCK’nın 49/1-A maddesindeki hükmün, 1111
sayılı Kanunun 2, 3 ve 5’inci maddelerindeki düzenlemelerle birlikte
dikkate alındığı belirtilerek, sanık hakkında dava zamanaşımı süresinin,
askerliğe elverişsiz olduğu 2.1.2001 tarihinden itibaren işlemeye
başladığı kabul edilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun, 28.9.1989 tarihli, 1989/198199 esas ve karar sayılı kararında da, 25.12.1981 tarihli sağlık kurulu
raporuyla, “Psikopatik reaksiyon” teşhisi ile, “D/17 F1” madde ve rapor
tarihinden geçerli olmak kaydıyla askerliğe elverişli olmadığına karar
verilen sanıkla ilgili olarak, “Askerî cürümlerde davanın düşmesine
ilişkin düzenlemelerin yapıldığı ASCK’nın 49/A maddesinde, diğer bazı
suçlarla firar suçunda dava zamanaşımının bütün askerî
mükellefiyetlerin bitmesinden itibaren başlayacağı hükmü yer almıştır.
Sanığın bu madde karşısında ‘mükellefiyeti’ askerlik hizmeti olup,
normal biçimde askerlik yükümlülüğünü yerine getirmeye başlamış,
ancak 25.12.1981 tarihinden itibaren askerliğe elverişli olmadığı kesin
biçimde tespit edilmiştir. Bu duruma göre, belirtilen tarihte askerlik
mükellefiyetinin sona erdiğini, ancak dava zamanaşımı süresinin de
işlemeye başladığını kabul etmek gereklidir.” şeklinde karar verilmiştir.
Öte yandan, 1’inci Dairenin, 10.10.2001 tarihli, 2001/888-857
esas ve karar sayılı ilâmında, 16.5.1991 tarihli sağlık kurulu raporu ile
“Antisosyal kişilik bozukluğu” teşhisiyle askerliğe elverişli olmadığına
32
karar verilen sanığın, “16 Mayıs 1991 tarihinde askerliğe elverişsiz
olduğuna karar verilen sanığın, bütün askerî mükellefiyetleri bu tarihte
sona ereceğinden, 7,5 yıllık dava zamanaşımı süresinin 16 Kasım 1998
tarihinde dolduğu ve bu nedenle kamu davasının düşmesine karar
verilmesi gerektiği…”
Dairemizin, 2.3.1993 tarihli, 1993/107/106 esas ve karar sayılı
ilâmında, “ASCK’nın 49/A maddesi gereğince, firar suçlarında dava
zamanaşımı süresi, tüm askerî mükellefiyetlerin bitmesinden itibaren
başlayacağı, 1111 sayılı Askerlik Kanununun 2’nci maddesi gereğince,
söz konusu mükellefiyetin askerlik çağı olan 41 yaşına girilen yılın Ocak
ayının birinci gününde biteceği…”;
Yine Dairemizin, 2.3.1993 tarihli, 1993/107/106 esas ve karar
sayılı ilâmında, “…Sanığın 20.10.1975 tarihinden itibaren ‘askerliğe
elverişsiz’ olduğu, firar suçlarında, zamanaşımını düzenleyen ASCK’nın
49/A maddesi gereğince, tüm askerî mükellefiyetlerin 20.10.1975
tarihinden itibaren sona erdiği, zamanaşımı süresinin ise, söz konusu
tarihten itibaren başladığı,…”;
2’nci Dairenin, 26.10.1988 tarihli, 1988/676-663 esas ve karar
sayılı ilâmında, “GATA’nın … sağlık kurulu raporu ile 31.5.1980
tarihinden itibaren askerliğe elverişli olmadığı belirlenmiş bulunan ve
dolayısıyla bütün askerî mükellefiyetleri bu tarihte bitmiş olduğu
anlaşılan sanığın işlemiş olduğu firar suçu ile ilgili dava müruru zamanı
da ASCK’nın 49/A maddesi gereğince bu tarihten itibaren işlemeye
başlayacağı…”;
1’inci Dairenin, 13.1.1988 tarihli, 1988/18-11 esas ve karar sayılı
ilâmında, “ASCK’nın 49/A maddesinde; yoklama kaçağı, bakaya, saklı
ve firar failleri hakkında dava müruru zamanı bütün askerî
mükellefiyetlerin veya bizzat girmiş oldukları taahhüdün bitmesinden
itibaren işlemeye başlayacağı hüküm altına alınmıştır. Sanık hakkında
askerliğe elverişsiz raporu 9.6.1980’den geçerli olarak verildiğinden,
askerî mükellefiyeti de bu tarihte sona ermekte; dava müruru zamanı da
bu tarihten itibaren işlemeye başlamaktadır.”
Şeklinde kararlar verilmiş ise de; söz konusu kararlarda,
sanıkların askerliğe elverişli olmadıklarına ilişkin kararların TSK Sağlık
Yeteneği Yönetmeliğinin hangi madde ve dilimine göre verildiğinin
belirtilmediği; şayet Yönetmeliğin 17’nci maddesine göre karar verilmiş
33
ise, D dilimine mi yoksa B dilimine mi dayanılarak karar verildiğinin, B
dilimine göre karar verilmiş ise, bu kişilerin savaşta gereksinme
duyulduğu zaman askerliğe alınabilecek olmalarının askerlik
mükellefiyetleri üzerinde bir etkisinin bulunup bulunmadığının ve bu
durumun dava zamanaşımı süresinin başlangıcına ne gibi bir etkisinin
olduğunun tartışılmadığı ve açıklığı kavuşturulmadığı anlaşıldığından,
somut olay bakımından emsal karar niteliği taşımadıkları sonucuna
varılmıştır.
Bu açıklamalardan sonra, doktrindeki görüşler, Askerî Yargıtayın
uygulamaları ve ASCK’nın 49/A ile 1111 sayılı Kanunun 2’nci
maddeleri birlikte değerlendirildiğinde; 1.1.1975 doğumlu olan sanığın,
askerlik çağı 1.1.2016 tarihinde sona ermekte ve dolayısıyla yedeklik
statüsünden de bu tarihte çıkartılması gerekmektedir. İşte ancak bu
tarihten itibaren sanığın tüm askerî mükellefiyetlerinin sona erdiğini ve
dava zamanaşımı süresinin de bu tarihten itibaren başlayacağını kabul
etmek gerekmektedir.
TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin 17’nci maddesinin “B
Dilimi” kapsamında askerliğe elverişli olmadığına karar verilen bir
yükümlü hakkındaki firar suçuna ilişkin dava zamanaşımı süresinin
askerliğe elverişsizlik hâlinin tespit edildiği tarihten itibaren başlaması,
1111 sayılı Kanunun 5/4’üncü maddesindeki, “Muvazzaflık hizmetini
yapmadıkça hiç bir fert askerlik çağından çıkarılamaz” hükmü karşısında,
ancak kırk bir yaşına girmiş olması durumunda mümkündür. Nitekim,
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 17.5.2006 tarihli, 2006/885-870 esas ve
karar sayılı ilâmında, 20.11.1949 doğumlu olan ve hakkında “Kronik
nitelik kazanmış antisosyal kişilik bozukluğu” tanısıyla, “28.11.1995
tarihinden itibaren barışta askerliğe elverişli değildir” kararı verilen
sanıkla ilgili olarak;
“ASCK’nın 49/A maddesinde, firar fiilî hakkında dava
zamanaşımının bütün askerî mükellefiyetlerin veya bizzat girmiş
oldukları taahhüdün bitmesinden itibaren başlayacağı belirtilmiştir.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 2’nci maddesine göre, askerlik çağı her
erkeğin yirmi yaşına girdiği sene Ocak ayının birinci gününden
başlamakta, 41 yaşına girdiği sene Ocak ayının birinci gününde
bitmektedir. Yani yedek er statüsü 41 yaşına girildiği Ocak ayının birinci
34
günü sona ermektedir. Bu durumda, askerliğe elverişsiz olduğu sağlık
kurulu raporuyla saptanan, 20.11.1949 doğumlu sanığın, askerliğe
elverişsiz olduğu 28.11.1995 tarihî itibariyle, ASCK’nın 49/A
maddesinde belirtilen tüm askerî mükellefiyetleri bitmiş olacağından,
dava zamanaşımı da bu tarihten itibaren işlemeye başlayacak, bu
tarihten itibaren sanık lehine düzenleme içeren 765 sayılı TCK’nın 102
ve 104’üncü maddelerinde yer alan sürelerin hesaplanması
gerekecektir.” şeklindeki gerekçeyle, mahkûmiyet hükmünün
bozulmasına ve kamu davasının düşürülmesine karar verilmiştir.
Hulûsi ÖZBAKAN’da bu konuyla ilgili olarak, “1111 sayılı
Askerlik Kanununun 5. maddesinde 27.7.1970 tarihli ve 1315 sayılı
Kanunla yapılan değişiklikle, muvazzaflık hizmetini yapmadıkça hiç bir
ferdin askerlik çağından çıkarılamayacağı kabul edilmiştir. Bu hüküm
muvacehesinde, askerliğini tamamlamayan yoklama kaçağı, bakaya,
saklı ve firar suçlarının failleri hakkında dava zamanaşımı askerliğini
yapıncaya veya yapmış sayılıncaya kadar işlemeyecektir. Bu belki de
askerlik çağı olan 41 yaşın hudutları dışına da çıkabilir” demektedir
(Hulûsi ÖZBAKAN, Askerî Ceza Kanunu, Ankara 1990, s. 90). Tüm bu
nedenlerle, somut olayda, firar suçuyla ilgili olarak sanık hakkındaki
dava zamanaşımı süresinin, ancak 1.1.2016 tarihinden itibaren
işletilmeye başlaması ve bu tarihten itibaren sanık lehine hükümler içeren
765 sayılı TCK’nın 102 ve 104’üncü maddelerinde düzenlenen sürelerin
dikkate alınması gerektiği, dava zamanaşımı süresinin henüz işlemeye
dahi başlamadığı anlaşıldığından, tebliğnamedeki görüşe iştirak
edilmemiştir.
35
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-a
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/567
K. No. : 2007/566
T.
: 13.3.2007
ÖZET
Tabur Revir Baştabipliğinde muayene edilerek 5 gün
istirahat verilen ve istirahatın bitiminde görevi başında olması
gerekirken kimseden izin almaksızın Amasya’ya giden ve sekiz
gün sonra birliğine katılan uzman onbaşı rütbesindeki sanığın
eylemi, firar suçuna vücut vermektedir.
Askerî mahkemece; sanığın, 19.11.2004-27.11.2004 tarihleri
arasında kendiliğinden gelmekle sona eren “izin tecavüzü” suçunu
işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-b, 73 ve 5237 sayılı TCK’nın
62’nci maddeleri gereğince, beş ay hapis cezası ile cezalandırılmasına
karar verilmiştir.
Hüküm; sanık müdafii tarafından “cezanın paraya çevrilip
ertelenmesi gerektiği” ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; bozma isteminde bulunulmuştur.
2.Komd.Tb.6.Bl.K.lığı emrinde görevli sanık P.Uzm.Onb.
N.M.’nin 14.11.2004 tarihinde bölük komutanı tarafından rahatsızlığı
nedeniyle tabur revir baştabipliğine sevk edildiği, aynı gün muayene
edilen sanığa 5 (beş) gün istirahat verildiği, 18.11.2004 tarihinde
istirahatı biten sanığın 19.11.2004 günü görevi başında olması gerekirken
kimseden izin almaksızın Amasya’ya gittiği, daha sonra 27.11.2004 günü
saat 16.00’da kendiliğinden gelerek birliğine katıldığı, bu şekilde
19.11.2004-27.11.2004 tarihleri arasında ASCK’nın 66/1-b maddesinde
yazılı izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek yazılı olduğu şekilde
mahkûmiyet kararı verilmiş ise de;
36
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 23.11.2006 tarihli, 2006/174177 esas ve karar sayılı kararında da açıklandığı üzere, sanığa TSK İç
Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği ile İzin Yönetmeliğinde öngörülen usul
ve esaslara uygun olarak verilmiş bir izin bulunmadığı gibi, beş günlük
istirahat süresinin TSK Sağlık Muayene Yönergesi uyarınca birlik
komutanının izni ile garnizon dışında geçirilmesi gibi bir durumda söz
konusu olmadığı için, beş günlük istirahat raporunun izin belgesi olarak
kabulü de mümkün bulunmadığından, 19.11.2004-27.11.2004 tarihleri
arasında mesaiye gelmeyen sanığın eylemi firar suçuna vücut
verdiğinden, hükmün suç vasfında hata nedeniyle hukuka aykırı
bulunduğundan bozulması gerekmiştir.
37
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/2-c, 42
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/17
K. No. : 2007/15
T.
: 15.3.2007
ÖZET
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK ve
5329 sayılı Kanun hükümlerine karşın, ASCK’nın 42’nci
maddesi hâlen yürürlükte olup, tekerrür nedeniyle cezanın
artırılacağının öngörüldüğü ASCK’nın 66/2-c maddesinin ve
benzer nitelikteki belirli ve sınırlı maddelerin de hukukî
varlıklarının sürdüğü; somut olayda, izin tecavüzü suçundan
daha önce yargılanıp hakkındaki hükmün kesinleşmesinden ve
verilen cezanın kısmen infaz edilmesinden sonra aynı suçu
yeniden işleyen sanığın eyleminin, mükerrer izin tecavüzü
niteliğinde olduğu sonuç ve kararına varılmıştır.
İzin tecavüzü suçu ile aynı temel unsurlardan oluşan
mükerrer izin tecavüzü suçunda, tekerrür yönünden
uygulanacak cezanın ağırlaştırılmış olarak belirlenmesi,
mükerrer izin tecavüzü ve izin tecavüzü suçlarını değişik
vasıflı suçlar hâline getirmediğinden, sanığın eylemi ASCK’nın
66/2-c maddesinde düzenlenen mükerrer izin tecavüzü suçunu
oluşturduğu hâlde, askerî mahkemece, aynı suçun basit hâlinin
düzenlendiği ASCK’nın 66/1-b maddesindeki suçu oluşturduğu
kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasına karar
verilmesi hukuka aykırı ise de; sanık hakkında aleyhe temyize
gelinmediğinden, belirtilen hukuka aykırılığın bozma nedeni
yapılmaması gerektiğine karar verilmiştir.
38
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; eylemi mükerrer izin tecavüzü
suçunu oluşturduğu hâlde, izin tecavüzü suçundan cezalandırılmasına
karar verilen sanık hakkında aleyhe temyize gelinmediğinden, belirtilen
hukuka aykırılığın bozma nedeni oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; mükerrer izin tecavüzü yerine, izin tecavüzü suçundan
cezalandırılmasına karar verilen sanık hakkındaki hükmün, aleyhe temyiz
olmasa dahi cezada kazanılmış hakkı saklı tutularak bozulması
gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; belirtilen hukuka aykırılığın bozma nedeni
yapılmayıp, bu duruma değinilerek hükmün onanması gerektiğini ileri
sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillere göre; sanığın dava konusu olan
6.5.1996-3.3.2006 tarihleri arasındaki izin tecavüzünden önce,
20.8.1994-11.7.1995 tarihleri arasında işlediği başka bir izin tecavüzü
suçundan aynı askerî mahkemede yargılandığı, 29.2.1996 tarihli ve
1996/341-80 sayılı hükümle eylemine uyan ASCK’nın 66/1-b ve
TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince 10 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verildiği, mahkûmiyet hükmünün 13.4.1996
tarihinde kesinleştiği, bu suçtan 7.12.1995-29.2.1996 tarihleri arasında
tutuklu kalması nedeniyle mahkûmiyet hükmünün kesinleşmesiyle
birlikte cezasının kısmen infaz edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Sanığın eyleminin mükerrer olarak işlenip işlenmediğinin ortaya
konulması açısından öncelikle “tekerrür” müessesesinin düzenlendiği
ASCK’nın 42’nci maddesinin incelenmesi ve anılan madde ile buna bağlı
olarak aynı Kanunun 66/2-c maddesinin hâlen yürürlükte olup
olmadığının da tartışılması gerekmektedir.
ASCK’nın 42/1’nci maddesi; “Bir cürüm işleyenin mükerrir
sayılması ve bu kanunun o suretle gösterdiği hükümlerin ve cezaların
tatbik edilmesi, suçlunun askerî bir cürümden dolayı Türk askerî
mahkemesinde mahkûm olarak ceza gördükten sonra aynı askerî cürümü
tekrar yapmasına bağlıdır.
Bu hüküm evvelce verilen ceza kısmen tenfiz edilmiş veya hususî
af yoluyla düşmüş olsa bile tatbik olunur. Şu kadar ki cezanın tenfizinden
veya affından itibaren yeni cürümün işlendiği tarihe kadar aradan beş
sene geçmiş ise bu hükümler tatbik olunmaz.” hükmünü içermektedir.
39
Tekerrür müessesesi konusunda ASCK ile 765 sayılı TCK’da
farklı düzenlemelere yer verilmiş; diğer genel hükümlerde olduğu gibi
genel bir atıf yapılmamıştır. 765 sayılı TCK’da tekerrür, failin şahsî
durumu nedeniyle cezayı ağırlaştıran genel bir neden olarak öngörülmüş
iken; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’da tekerrürün,
ceza artırım nedeni değil, infaz koşullarını ağırlaştıran bir neden olduğu,
bu yönüyle infaz rejimine ilişkin bir müessese niteliğinde bulunduğu
kabul edilmiştir. Farklı bir sistemi benimseyen ASCK’da ise, tekerrür, ne
sadece failin şahsî durumu nedeniyle cezayı ağırlaştıran genel bir neden,
ne de infaz rejimine ilişkin bir müessesedir. Ancak, belirli ve sınırlı
maddelerde (ASCK’nın 65, 66, 67, 75, Ek-1, Ek-2’nci maddeleri),
düzenlendiği suç için öngörülen cezanın ağırlaştırılması sonucunu
doğuran bir unsur olarak düzenlenmiştir.
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 5’inci
maddesi, “Bu kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza
içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır.” hükmünü içermekte
olup; yine 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 31.3.2005 tarihli ve 5329
sayılı Kanunla ASCK’ya eklenen 8’inci maddede; “26.9.2004 tarihli ve
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun genel hükümleri bu kanunda yer
verilen suçlar hakkında da uygulanır. Ancak, bu Kanunun fer’î askerî
cezalara ve cezaların ertelenmesine ilişkin hükümleri ile zamanaşımına
ilişkin 49’uncu maddesinin (A) bendi hükümleri saklıdır. ...” şeklinde
düzenleme yapılmış olmakla birlikte; anılan Kanunların yürürlüğe
girmesinden önce 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve
Uygulama Şekli Hakkındaki Kanuna 11.5.2005 tarihli ve 5349 sayılı
Kanunla eklenen ve Resmî Gazete’de yayımlandığı 18.5.2005 tarihinde
yürürlüğe giren geçici 1’inci madde ile; “Diğer kanunların 5237 sayılı
Türk Ceza Kanununun Birinci Kitabında yer alan düzenlemelerine aykırı
hükümleri, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya kadar ve en
geç 31 Aralık 2006 tarihine kadar uygulanır.” hükmüne yer verilmiş, bu
düzenlemede öngörülen sürenin bitiminden önce 18.12.2006 tarihinde
yürürlüğe giren 5560 sayılı Kanunun 15’inci maddesi ile bu tarih “31
Aralık 2008” olarak değiştirilmiştir.
Tekerrür müessesesinin ASCK’da düzenleniş esasları ve anılan
müesseseyle korunmak istenen hukukî yarar ile yasal düzenlemelere
ilişkin olarak yukarıda yapılan açıklamalar karşısında; ASCK’nın 42’nci
40
maddesinin hâlen yürürlükte olduğu; tekerrür nedeniyle cezanın
artırılacağının öngörüldüğü ASCK’nın 66/2-c maddesinin ve benzer
nitelikteki belirli ve sınırlı maddelerin de hukukî varlıklarının sürdüğü;
somut olayda, izin tecavüzü suçundan daha önce yargılanıp hakkındaki
hükmün kesinleşmesinden ve verilen cezanın kısmen infaz edilmesinden
sonra aynı suçu yeniden işleyen sanığın eyleminin, askerî mahkemece
kabul edildiği gibi izin tecavüzü değil, mükerrer izin tecavüzü niteliğinde
olduğu sonuç ve kararına varılmıştır (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 20.10.2005
tarihli ve 2005/92-86 sayılı, 27.10.2005 tarihli ve 2005/99-94 sayılı,
5.1.2006 tarihli ve 2006 2-2 sayılı kararları da aynı doğrultudadır).
Sanığın eyleminin mükerrer izin tecavüzü niteliğinde olduğu
belirlendikten sonra eylemine uyan ASCK’nın 66/2-c maddesi yerine,
atılı suçun basit hâlinin düzenlendiği ASCK’nın 66/1-b maddesi
gereğince cezalandırılması şeklindeki hukuka aykırılığın, sanık hakkında
aleyhe temyize gelinmemiş olması da gözetilerek, hükmün bozulmasını
gerektirip gerektirmediği konusunun tartışılmasına geçilmiştir.
353 sayılı Kanunun 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5530
sayılı Kanununla değişik 221/1’inci maddesi; “Askerî Yargıtay, temyiz
edilen hükmü, hükmü etkileyecek nitelikteki hukuka aykırılıklar
nedeniyle bozar.”,
Aynı Kanunun 222’nci maddesi; “Askerî Yargıtay temyiz dilekçe,
beyan ve lâyihasında ve tebliğnamede ileri sürülen hususları ve bunlar
dışında hükmün esasına dokunacak derecedeki hukuka aykırı hâllerin
bulunup bulunmadığını inceler.”
Aynı Kanunun 227/3’ncü maddesi; “Hüküm, yalnız sanık
tarafından veya onun yerine askerî savcı veya teşkilâtında askerî
mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya kurum amiri veya 196’ncı
maddede gösterilen kimseler tarafından temyiz edilmiş ise, yeniden
verilen hüküm, önceki hükümle tayin edilmiş cezadan daha ağır olamaz.”
hükümlerini içermektedir.
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 5.3.2004 tarihli
ve 2004/1-1 sayılı içtihadında; “Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme
Kurulunun 15.1.1969 tarih ve 1969/1-2 esas ve karar sayılı kararının
sonuç kısmının 2’nci bendinde yer alan ‘hükme müessir olan hukukî bir
kuralın uygulanmamış olması hâlleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil
eden hâllerde, aleyhe temyiz olmasa bile 227’nci madde ile kabul edilen
41
esas Dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartıyla her
hâlde hükmün bozulması gerektiğine’ şeklindeki ibarenin ‘Hükmün
yalnızca sanık lehine temyiz edilmiş olduğu hâllerde, 353 sayılı Kanunun
207’nci maddesinde belirtilen mutlak bozma nedenleri ile suç vasfının ve
teselsül hâlinin belirlenmesindeki kanuna aykırılık hâlleri hariç olmak
üzere, a) Son karara etkisiz olan, b) Sadece cezayı ağırlaştırma sonucunu
doğuran, c) İnfaz muhakemesi ile giderilmesi mümkün olan hukuka
aykırılıkların bozma sebebi yapılmayarak, kanuna aykırılığa işaret
edilmesiyle yetinilmesine...’ şeklinde değiştirilmesine” karar verilmiştir.
Yukarıda belirtilen yasa maddeleri ve İçtihatları Birleştirme
Kurulu kararında vurgulanan temel düşünce; yasada “hukuka kesin
aykırılık varsayılan hâller” olarak belirlenen ve mutlak bozma nedeni
oluşturan hâller ile suç vasfına ve teselsüle ilişkin olanlar dışındaki
hukuka aykırılıkların aleyhe temyize gelinmemesi hâlinde hükmün
bozulmasını gerektirmediği; son karara etkisi bulunmayan, sadece
cezanın artırılması sonucunu doğuran, infaz aşamasında giderilebilecek
olan hukuka aykırılıkların, aleyhe temyize gelinmemesi hâlinde bozma
nedeni yapılmayarak, hukuka aykırılığa değinilmekle yetinilmesi
gerektiği yönündedir.
İçtihatları Birleştirme Kurulu kararında birçok aykırılık içeren
karar tartışılıp irdelenerek sonuca bağlanmış ise de; somut olaya ilişkin
yasa maddeleri yönünden bir değerlendirme yapılmamıştır. Ancak, somut
olaya benzerlik arz eder şekilde; üste fiilen taarruz veya üste hakaret
suçları hizmet hâlinde işlendiğinde, ASCK’nın 91 ve 85’inci
maddelerinin hizmet hâline ilişkin fıkraları yerine, eylemin basit hâline
ilişkin fıkralarının uygulanması şeklindeki kanuna aykırılıkların aleyhe
temyiz yokluğunda bozma nedeni yapılmaması kararlaştırılmıştır. Anılan
kararda; temel unsurları aynı olup, sadece öngörülen ceza yönünden
ağırlaştırılmış şekli de ayrıca düzenlenmiş olan suçlarda, suçun basit
hâlinin, ceza yönünden ağırlaştırılmış hâlinden tamamen ayrı, bağımsız
ve değişik vasıfta bir suç olmadığı düşüncesiyle ASCK’nın 91 ve 85’inci
maddeleri yönünden belirtilen sonuca varıldığı görülmektedir. Mükerrer
izin tecavüzü suçu da, izin tecavüzü suçu ile aynı temel unsurlardan
oluşmaktadır. Tekerrür yönünden uygulanacak cezanın ağırlaştırılmış
olarak belirlenmesi, mükerrer izin tecavüzü ve izin tecavüzü suçlarını
değişik vasıflı suçlar hâline getirmemektedir. İçtihatları Birleştirme
Kurulu kararına hâkim olan temel düşünce de anılan suçları değişik
vasıflı suçlar olarak nitelendirmeye elverişli bulunmamaktadır.
42
Yapılan açıklamalar ışığında; yargılama aşamalarında toplanan
delillere göre; sanığın eylemi ASCK’nın 66/2-c maddesinde düzenlenen
mükerrer izin tecavüzü suçunu oluşturduğu hâlde, askerî mahkemece,
aynı suçun basit hâlinin düzenlendiği ASCK’nın 66/1-b maddesindeki
suçu oluşturduğu kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasına
karar verilmesi hukuka aykırı ise de; sanık hakkında aleyhe temyize
gelinmediğinden, As.Yrg.İçt.Brl.Krl.’nun 5.3.2004 tarihli ve 2004/1-1
sayılı kararıyla benimsenen temel düşünce de gözetilerek, belirtilen
hukuka aykırılığın bozma nedeni yapılmaması gerektiği sonucuna
varıldığından; Başsavcılığın itirazının kabulü Daire kararının
kaldırılmasına, diğer yönlerden temyiz incelemesine devam olunmak
üzere dava dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir.
43
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-b
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/758
K. No. : 2007/754
T.
: 27.3.2007
ÖZET
Temyiz aşamasında onaysız fotokopisini ibraz ettiği
28.12.2006 tarihli terhis belgesinde, ağabeyi P.Er M.K.’nın
1983/2 tertip olarak askerlik hizmetini yaparken vefat etmesi
nedeniyle Askerlik Kanununun 10/9’uncu maddesi gereğince
muafiyet dilekçesi veren sanığın 28.12.2006 tarihinden geçerli
olmak üzere terhis edildiği anlaşıldığından, suçun başlangıç
tarihî (2.12.2004) itibarıyla sanığın askerlikten muaf
tutulmasının mümkün olup olmadığının, keza, atılı suçun
işlenemez suç teşkil edip etmeyeceğinin tartışılmasından sonra,
elde edilecek sonuca göre hukukî durumumun belirlenmesi
gerekirken, noksan soruşturma ve incelemeyle hüküm
kurulması hukuka aykırı bulunmuştur.
Askerî mahkemece; sanığın, 2.12.2004-11.8.2006 tarihleri
arasında yakalanmakla sona eren izin tecavüzü suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 66/1-b ve TCK’nın 62/1’inci maddeleri gereğince,
on ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, 11.8.2006- 16.8.2006 tarihleri
arasında nezarette ve yolda, 16.8.2006- 16.11.2006 tarihleri arasında
tutuklulukta geçirdiği sürelerin TCK’nın 63’üncü maddesi uyarınca
mahkûmiyet süresinden mahsubuna karar verilmiştir.
Hüküm; sanık tarafından, “Abimin askerde vefat etmesi nedeniyle
terhis edildim. Terhis tarihimin suç tarihlerine yürütülmesi gerektiği
düşüncesindeyim. Bu itibarla…aldığım mahkûmiyet kararını temyiz
etmek istiyorum.” diye beyanda bulunularak ve süresinde temyiz
edilmiştir.
44
Tebliğnamede; hükmün esastan bozulması yönünde görüş
bildirilmiştir.
Dosyada mevcut belge ve beyanlardan; hâlen terhisli bulunan
sanığın, NBC Svn.Tb.Hiz.Brl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini yapmakta
iken, 2.11.2004 tarihinde 10 gün süre ile ailesinin bulunduğu Mersin’e
kanunî izine gönderildiği, izin süresi içinde rahatsızlığını beyan etmesi
üzerine, 10.11.2004 tarihinde Mersin Merkez Komutanlığınca sevk
edildiği Adana 100 Yataklı Asker Hastahanesi Psikiyatri Polikliniğinde
yapılan muayenesinde “Yas reaksiyonu” tanısı konularak 20 gün istirahat
verildiği, istirahat süresi bitiminde Mersin/İzmit arasında tanınması
gerekli bir günlük dönüş yol süresi sonunda, en geç 30.11.2004 günü saat
24.00’e kadar birliğine katılması gerekirken katılmadığı, uzunca bir süre
iznini geçirdikten sonra, 11.8.2006 günü Mersin’de polisler tarafından
yakalanarak 16.8.2006 tarihinde birliğine teslim edilen sanığın aynı gün
çıkarıldığı askerî mahkemece vicahen tutuklanmasına ve 16.11.2006
tarihinde yapılan duruşmada da tahliyesine karar verildiği, maddî bir olay
olarak sabit görülmüştür.
Bu şekilde gerçekleştiği hususunda şüphe bulunmayan maddî
olayda, askerî mahkemece, sanığın 2.12.2004-11.8.2006 tarihleri
arasında izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek, yazılı olduğu
şekilde mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Sanığın, 15.8.2006 tarihinde Hiz.Brl.K.P.Ütğm. E.K. tarafından
tespit olunan hazırlık ifadesinde, izine ayrılmadan önce askerde olan
ağabeyinin vefat etmiş olması nedeniyle bunalıma girdiğini beyan ettiği,
dosyada mevcut vukuatlı nüfus kayıt örneğinde 1981 doğumlu ağabeyi
M.K.’nın 25.9.2004 tarihinde vefat ettiğine ilişkin bilginin yer aldığı,
hepsinden önemlisi temyiz aşamasında onaysız fotokopisini ibraz ettiği
28.12.2006 tarihli terhis belgesinde, ağabeyi P.Er M.K.’nın 1983/2 tertip
olarak askerlik hizmetini yaparken vefat etmesi nedeniyle Askerlik
Kanununun 10/9’uncu maddesi gereğince muafiyeti dilekçesi veren
sanığın 28.12.2006 tarihinden geçerli olmak üzere terhis edildiği
anlaşılmaktadır.
Gerçekten de, 1111 sayılı Askerlik Kanununun 10’uncu
maddesinin 9’uncu fıkrası; “Bir baba veya dul ananın oğullarından birisi,
barışta veya savaşta askerlik hizmetini yerine getirmekte iken ölmüş
veya…hakkında gaiplik kararı alınmışsa, ondan sonra gelen ilk oğlu
istekli olmadıkça silâh altına alınmaz.” hükmünü amir olup, Askeralma
45
Yönergesinin (MSY:70-1C) 7’nci Bölüm 1’inci Kısmının “Askerlik
Hizmeti Sırasında Ölen veya TC Emekli Sandığınca Maaş Bağlanmasını
Gerektirecek Biçimde Malûl Olanların Kardeşlerine Yapılacak İşlemler”
başlığını taşıyan 1’inci maddesi C fıkrasında; “Kanun hükmünde yer alan
‘İlk Oğul’ ifadesi, yaşça değil askerlik hizmet sırası gelen ilk kardeşi
ifade etmektedir. Muafiyet ölen ya da malûl olan yükümlüden sonra
askerlik hizmet sırası gelen kardeşe uygulanır.” d fıkrasında; “Aynı anda
silâh altında bulunan iki kardeşten birinin ölmesi veya malûl olması
durumunda; Daha önceki tarihte silâh altına alınan kardeşi ölmüş ya da
malûl olmuş ise, sonra silâh altına alınan kardeş müracaatı hâlinde terhis
edilir…”, e fıkrasında; “Aynı tarihte silâh altına alınan yükümlülerden
birinin ölmesi ya da malûl olması durumunda; diğer kardeş istekli olduğu
takdirde terhis edilir.” f fıkrasında ise; “Silâh altına alındıktan sonra
muafiyet hakkı doğan veya muafiyet hakkı olduğu tespit edilen yükümlü
muafiyetten yararlanmak istediğine dair dilekçesi alınarak terhis edilir…”
şeklinde düzenlemelere yer verildiği, keza, vukuatlı aile nüfus kaydına
göre, sanık ile ölen ağabeyi Mehmet arasında 1983 doğumlu İrfan isimli
başka bir erkek kardeşinin daha bulunduğu hususları göz önüne alınarak,
Askerî mahkemece; Viranşehir Askerlik Şubesinden,
1. Sanık hakkında tanzim olunan 28.12.2006 tarihli terhis
belgesinin aslının veya onaylı fotokopisi ile askerlikten muaf tutulmasına
ilişkin dilekçesinin getirtilmesi,
2. Ölen ağabeyi Mehmet’in askerlik hizmetini hangi tarihler
arasında hangi birlikte yerine getirmekte iken vefat ettiğine ve 1983
doğumlu olan ağabeyi İrfan’ın askerlik durumuna ilişkin bilgi ve
belgelerin istenerek dosyaya ithal edilmesi,
Bilâhare, belirtilen mevzuat hükümleri doğrultusunda, suçun
başlangıç tarihî (2.12.2004) itibarıyla sanığın askerlikten muaf
tutulmasının mümkün olup olmadığının, keza, atılı suçun işlenemez suç
teşkil edip etmeyeceğinin tartışılmasından sonra, elde edilecek sonuca
göre hukukî durumumun belirlenmesi gerekirken, noksan soruşturma ve
incelemeyle hüküm kurulması hukuka aykırı bulunmuş ve hükmün
bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
46
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-b
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/35
K. No. : 2007/32
T.
: 12.4.2007
ÖZET
GATA Asker Hastahanesince verilen bir haftalık
istirahat ile aynı gün verilen 7 günlük dağıtım izninin çakışmış
olması nedeniyle, yasal olarak sanığın toplam 14 gün süreyle
birliğinden ayrı kalma hakkı bulunmamakta ise de; fiilî olarak
yaklaşık 15 gün askerlik yapan sanığın acemiliği, hastalık
süreci, aşamalardaki sorgu ve savunmaları ile bir haftalık
istirahatı ve 7 günlük izninin sona ermesini müteakip gün
geçirmeden yeni birliğine katılmış olması hususları birlikte
değerlendirildiğinde, sanığın suç işleme kastı ile hareket ettiği
kesin biçimde kabul edilemeyeceğinden, suç kastı yönünden
oluşan bu şüphenin sanık lehine yorumlanarak, sanığa isnat
olunan “izin tecavüzü” suçunun manevî unsur (kast unsuru)
yönünden oluşmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında oluşan uyuşmazlığın konusu, sanığa
isnat olunan izin tecavüzü suçunun manevî unsur (kast unsuru) yönünden
oluşup oluşmadığıdır.
Daire; Sanığın, on beş günlük acemi asker olmasını, aşamalarda
tespit edilen sorgu ve savunmaları ile birlikte değerlendirerek, sanığın
suç işleme kastının her türlü şüpheden arındırılmış kesin delillerle
ispatlanamaması nedeniyle, şüpheden sanık yararlanır ilkesinden
hareketle, müsnet suçun kast unsuru yönünden oluşmadığını kabul ederek
mahkûmiyet hükmünün esas yönünden bozulmasına karar vermiş iken,
Başsavcılık; sanığın bilerek ve isteyerek birlik komutanlığından
uzak kalmak suretiyle izin tecavüzü kastını açıkça ortaya koyduğu,
müsnet suçun maddî ve manevî unsurları itibarıyla oluştuğu görüş ve
düşüncesini öne sürmüştür.
47
Dosyada mevcut delil durumuna göre; Sinop/Boyabat Askerlik
Şubesi yükümlüsü olarak 23.2.2005 tarihinde eğitim birliğine sevk edilen
sanığın, 25.2.2005 günü Ankara/Polatlı Topçu ve Füze Okul
Komutanlığına katıldığı, acemi eğitimini yaptığı esnada, 10.3.2005
tarihinde, rahatsızlığı nedeniyle birlik komutanlığınca gönderildiği
Ankara GATA Asker Hastahanesi Göğüs Hastalıkları ve Tbc. Kliniğinde
28.3.2005 tarihine kadar yatarak tedavi gördüğü, 28.3.2005 tarih ve 1600
sayılı sağlık kurulu raporu ile “Akciğer İnfiltrasyonu” tanısı konularak,
“SMK” ile bir ay hava değişimine gönderildiği, bu süreyi memleketinde
geçiren sanığın, 29.4.2005 tarihinde, SMK’ya bağlı olarak Boyabat
Askerlik Şubesince GATA Hastahanesine sevk edildiği, 10.5.2005
tarihine kadar anılan hastahanede yatarak muayene ve tedavi gören
sanığın, bu tarihte, “geçirilmiş Akciğer İnfiltrasyonu” tanısı ile “bir hafta
istirahatı, bir ay sonra kontrole gelmek üzere kıt’asına taburcu olması
uygundur.” raporu verilerek birliğine gönderildiği, aynı gün Polatlı’daki
eğitim birliğine katılan sanığa, dağıtıma tâbi olduğu bildirilerek, yeni
birliği olan Edirne/Keşan 102’nci Topçu Alay ÇNRA Tabur
Komutanlığına katılmak üzere 7 gün dağıtım iznine gönderildiği, sanığın
7 gün olan izin süresi sonunda, en geç 17.5.2005 tarihine kadar yeni
birliğine katılması gerekirken katılmadığı, müteakiben 25.5.2005
tarihinde kendiliğinden gelerek, Edirne/Keşan 102’nci Topçu Alay
ÇNRA Tabur Komutanlığına katıldığı anlaşılmaktadır.
Sanık aşamalardaki sorgu ve savunmalarında; “...28.3.2005
tarihinde bir ay hava değişimi aldıktan sonra hava değişimi bitiminde
Ankara GATA Hastahanesine müracaat ettiğini, yapılan muayene ve
tedavi sonunda verilen raporla, “bir hafta istirahatı, bir ay sonra kontrole
gelmek üzere” birliğine gönderildiğini, o tarihte Ankara Polatlı’da
bulunan Topçu Füze Okulu K.lığı emrinde görev yaptığını, hastahaneden
doğrudan birliğine gittiğini, aynı gün, kendisine bir hafta dağıtım izni
verildiğini, memleketine vardığında, Boyabat Askerlik Şubesine izin
kâğıdını onaylattığını, bir haftalık dağıtım izni sonrasında, Ankara
GATA’dan verilen rapordaki; “bir hafta istirahatı uygundur” şeklindeki
yazı doğrultusunda, verilen bir haftalık istirahatı da kullanmak
istediğini, onun için yeni birliğine dağıtım izni bitiminde katılmadığını,
daha sonra kendiliğinden gelip Keşan’daki birliğine katıldığını...”
beyan ettiği görülmektedir.
48
10.5.2005 tarihinde dağıtım iznine ayrılan sanığın askerlik
safahatına bakıldığında; eğitim birliğinde 15 günden daha az bir süre
kaldığı ve sonrasında kesintisiz olarak yaklaşık iki ay süreyle tedavi
gördüğü anlaşılmaktadır. GATA Asker Hastahanesince verilen bir
haftalık istirahat ile aynı gün verilen 7 günlük dağıtım izninin çakışmış
olması nedeniyle yasal olarak, sanığın toplam 14 gün süreyle birliğinden
ayrı kalma hakkı bulunmamakta ise de; fiilî olarak yaklaşık 15 gün
askerlik yapan sanığın acemiliği, hastalık süreci, aşamalardaki sorgu ve
savunmaları ile bir haftalık istirahatı ve 7 günlük izninin sona ermesini
müteakip gün geçirmeden yeni birliğine katılmış olması hususları birlikte
değerlendirildiğinde, sanığın suç işleme kastı ile hareket ettiği kesin
biçimde kabul edilemeyeceğinden, suç kastı yönünden oluşan bu
şüphenin sanık lehine yorumlanarak, sanığa isnat olunan “izin tecavüzü”
suçunun manevî unsur (kast unsuru) yönünden oluşmadığı sonucuna
varıldığından, mahkûmiyet hükmünü esas (sübut) yönünden bozan
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 14.2.2007 tarih ve 2007/227-222 E.K.
sayılı ilâmında isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın itirazının
reddine ile karar verilmiştir.
49
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-b
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/912
K. No. : 2007/908
T.
: 9.5.2007
ÖZET
18.1.2006 tarihinde başlayan 1,5 ay süreli hava değişimi
4.3.2006 günü sonunda bitip 5.3.2006 tarihinde askerlik
şubesinden kıt’asına sevk edilmesi gereken sanığın, askerlik
şubesince 5.3.2006 gününün Pazar günü olması nazara
alınarak, 3.3.2006 günü sevk edildiği görülmekte ise de, hava
değişimi sonunda tanınacak 2 gün yol süresi nazara
alındığında, 5-6 Mart günlerini yolda geçirme hakkı bulunan
sanığın, buna göre en geç 6.3.2006 günü saat 24.00’e kadar
birliğine katılması gerektiğinden, izin (hava değişimi) tecavüzü
eylemini, 7.3.2006 günü saat 00.00’da işlemeye başladığı kabul
edilmiştir.
Askerî mahkemece; sanığın, 8.3.2006-14.3.2006 tarihleri arasında
yakalanmakla sona eren izin (hava değişim) tecavüzü suçunu işlediği
sabit görülerek, ASCK’nın 66/1-b ve 5237 sayılı TCK’nın 62’nci
maddeleri uygulanıp sonuç olarak 10 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, 14.3.2006-17.3.2006 tarihleri arasında nezarette ve
31.7.2006-3.8.2006 tarihleri arasında adlî gözlem altında geçirdiği
sürelerin TCK’nın 63’üncü maddesi uyarınca cezasından indirilmesine
karar verildiği,
Bu hükmün sanık tarafından neden gösterilmeksizin temyiz
edildiği, suç başlangıç tarihî düzeltilmek suretiyle mahkûmiyet
hükmünün onanmasına dair görüş bildiren tebliğnamenin tebliğine
rağmen yazılı cevap verilmediği anlaşılmaktadır.
50
Yapılan incelemede; sanığın Bornova J.Eğt.A.2’nci J.Eğt.
Taburunda askerlik hizmetini yaparken, İzmir Asker Hastahanesi
tarafından düzenlenmiş 18.1.2006 tarih ve 146 sayılı sağlık kurulu
raporuyla “Sağ klavikula kırığı” tanısıyla “C/59 bir buçuk ay hava
değişimi” aldığı, hava değişimi sonunda başvurduğu Tarsus Askerlik
Şube Başkanlığınca 3.3.2006 günü 2 gün yol süresi verilerek sevk
edildiğinde zamanında kıt’asına katılmadığı ve hava değişim süresini
geçirdikten bir süre sonra 14.3.2006 günü 09.30’da Tarsus’ta evinde
yakalandığı, maddî vakıadır.
Bilindiği gibi, TSK Personelinin Sağlık Muayene Yönergesinin
(MY.33-2A) 3’üncü bölümünün 3’üncü maddesinde, “istirahat veya hava
değişiminin, raporun düzenlendiği tarihten başlayacağı” öngörülmüştür.
Asker Alma Yönergesinin (MSY.70-1C) 3’üncü bölümünün 7’nci
maddesinde “hava değişim süresinin ay üzerinden, hava değişim
bedelinin gün üzerinden hesap edileceği” belirtilerek EK-B7’de verilen
hesaplama örneklerinde Örn. 5 Ekim tarihli raporla alınan 1 ay hava
değişiminin 5 Ekim-4 Kasım tarihlerinde geçirilip, yükümlünün 5 Kasım
günü yol süresi verilerek askerlik şubesinden kıt’asına sevk edileceği
açıklanmıştır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 24.6.2004 tarih ve
2004/130-104 sayılı kararında da belirtildiği gibi, usul yasalarındaki
düzenleme ile maddî ceza hukukuna ilişkin hükümlerin istirahat ve hava
değişimi sürelerinin hesabında uygulanamayacağı ve hava değişimi
süresinin raporun düzenlendiği tarihte başlaması nedeniyle bir aylık
sürenin sonraki ayın aynı sayıya denk gelen gününün başlangıcında
(00.00 saatinde) sona ermektedir. Bu açıklamalara göre, sanığın
18.1.2006 tarihinde başlayan 1,5 ay süreli hava değişimi 4.3.2006 günü
sonunda bitip, 5.3.2006 tarihinde askerlik şubesinden kıt’asına sevk
edilmesi gerekmektedir. Ancak, askerlik şubesince 5.3.2006 gününün
Pazar günü olması nazara alınarak adı geçenin 3.3.2006 günü sevk
edildiği görülmekte ise de, hava değişimi sonunda tanınacak 2 gün yol
süresi nazara alındığında 5-6 Mart günlerini yolda geçirme hakkı bulunan
sanığın, buna göre en geç 6.3.2006 günü saat 24.00’e kadar birliğine
katılması gerektiğinden, izin (hava değişimi) tecavüzü eylemi 7.3.2006
günü saat 00.00’da işlenmeye başlanmış ve 7 gün+9 saat sonra eylem
sona ermiştir.
51
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 23.5.2002 tarih ve 2002/4645 sayılı kararında da belirtildiği gibi, hava değişimi bitmeden sevk
edilmesi nazara alındığında sanığın eylemi firar olmayıp, mahkemenin
eylemi izin (hava değişimi) tecavüzü olarak nitelemesi isabetlidir.
Askerî Yargıtayın yerleşmiş kararlarında mazeret, kıt’aya
zamanında gelmeyi zorlaştıran veya imkânsızlaştıran, önceden
beklenilmesi mümkün olmayan ciddî olaylar olarak tanımlanmakta ve İç
Hizmet Yönetmeliğinin 57 (b) maddesi bu konuda ölçü alınmaktadır.
Sanığın, hava değişiminde iken imam nikâhlı eşinin sorunlarını çözmek
için geciktiğine dair savunması, askerlik hizmetine tercih edilecek ve
gecikmeyi haklı gösterecek bir mazeret niteliğinde olmadığından, yasal
anlamda geçerli bir özür teşkil etmemekte, mahkemenin bu savunmaya
itibar etmemesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Adlî gözlem sonucu ceza ehliyetinin tam olduğu belirlenen ve
askerî hastahane sağlık kurulunca suç tarihlerinde askerliğe elverişli
bulunan sanığın, hava değişimi sonu katılmamasını haklı gösterecek
yasal bir mazeretinin bulunmadığı ve suç kastı ile hareket edip izinden 6
gün içinde dönmeyerek ASCK’nın 66/1-b maddesinde yazılı tanıma
uygun izin (hava değişimi) tecavüzü suçunu işlediği anlaşıldığından,
mahkemece yerinde ve uygun gerekçelerle savunmaya itibar
olunmayarak suçun sübutunu kabul ve vasfını tayinde, asgarî hadden
ceza tayininde, takdiri indirime gidilerek cezanın indirilmesinde, izin
tecavüzü suçundan dolayı ASCK’nın Ek-8’inci maddesi hükmü uyarınca
cezanın 5237 sayılı TCK’nın 50’nci maddesi uyarınca seçenek
yaptırımlara çevrilmesinin ve ASCK’nın 47/A ve Ek-8’inci maddeleri
uyarınca cezanın ertelenmesinin kanunî imkânsızlığı nazara alınarak bu
yönde bir uygulama yapılmamasında bir isabetsizlik görülmediğinden,
sanığın yerinde görülmeyen temyizinin reddine karar verilmiştir.
Ancak, yukarda açıklandığı şekilde suç başlangıç tarihinin
7.3.2006 olarak kabulü gerekirken, mahkemece bu yönde bir hesaplama
yapılmadan suç başlangıç tarihinin 8.3.2006 olarak belirlenmesi hatalı
olup, dava dosyasında mevcut bilgi ve belgelerle sabit ve hiçbir araştırma
yapılmasına ve takdire gerek duyulmayacak şekilde tespiti mümkün olan
suç başlangıç tarihinde yapılan bu yanlışlığın, suçun hukukî niteliğinin
tayinine ve ceza uygulamasına bir etkisi bulunmadığından, bozma nedeni
olan ve fakat yeniden yargılamayı gerektirmeyen bu hatanın 353 sayılı
Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik 220/2-F maddesi gereğince
düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
52
Sanığın Dağ ve Komando Okul ve Eğitim Merkezi K.lığı Askerî
Ceza Evinde başka suçtan tutuklu iken Isparta Asker Hastahanesinde adlî
gözlem altında tutulduğu nazara alındığında, adlî gözlem süresinin
cezadan indirilmesine karar verilmesi hatalı ise de, infaz sırasında göz
önünde bulundurulması mümkün olan bu husus bozma nedeni sayılmayıp
hataya işaretle yetinilmiştir.
53
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-a, b
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/1401
K. No. : 2007/1398
T.
: 4.7.2007
ÖZET
Sanığın, izin dönüşü sonrasında 14.2.2005 tarihinde
katıldığı
Şemdinli
Taktik
Jandarma
Sınır
Alay
Komutanlığında 3 gün kaldıktan sonra 17.2.2005 günü Van
Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığına sevk edildiği,
buradaki toplanma bölgesinde de 1 gün kaldıktan sonra
18.2.2005 tarihinde konvoyla birliğine sevk edildiği, aynı gün
ulaştığı Gaziantep ilinden birliğine katılmadan, firar kastıyla
hareket ederek yeniden memleketine döndüğü anlaşılmakla;
anılan komutanlıklar emrine girerek, mevzuat gereği her türlü
ihtiyaçlarının bu birlikler tarafından karşılandığı, keza bu
birliklerde geçen sürenin askerlik hizmetinden sayılacağı
dikkate alındığında, Van Asayiş Kolordu Komutanlığı
toplanma bölgesine katıldıktan sonra, sevk edildiği birliğine
katılmadan yoldan savuşan sanığın, herhangi bir merciden izin
almaksızın memleketine gitmiş olması karşısında, suç kastı da
gözetilerek eyleminin firar suçu olarak vasıflandırılması
gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, 18.2.2005-4.4.2005 tarihleri arasında
kendiliğinden dönmekle son bulan izin tecavüzü suçunu işlediği kabul
edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 66/1-b ve 5237 sayılı TCK’nın 62’nci
maddeleri uyarınca on ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar
verilmiş; bu hüküm, sanık tarafından özetle; kararın usul ve yasaya aykırı
olduğu, kusurunun ve suç kastının bulunmadığı sebepleriyle temyiz
edilmiştir. Tebliğnamede, mahkûmiyet hükmünün suç vasfındaki hata
nedeniyle bozulması yönünde görüş bildirilmiş, adresinde sanığa tebliğ
edilen bu tebliğnameye cevap verilmemiştir.
54
Yapılan incelemede; sanığın, Gaziantep/İslahiye’de konuşlu
birliğinde askerlik hizmetini yaparken, 15.1.2005 tarihinde 17 gün izin ve
4 gün yol süresi olmak üzere toplam 21 gün süre ile kanunî izne
gönderildiği, birliğinden saat 07.20 sıralarında ayrılan sanığın, izin ve yol
süresinin bitiminde en geç 5.2.2005 günü saat 07.20’de birliğine
katılması gerekirken katılmadığı, bir süre izin tecavüzünde bulunduktan
sonra 4.4.2005 günü saat 20.00’da kendiliğinden gelerek birliğine
katıldığı maddî eylem olarak anlaşılmaktadır.
Dosyada yer alan izin belgesinin ön yüzündeki kaşeye göre;
sanığın, izin süresi bitmeden önce 3.2.2005 tarihinde Şemdinli Taktik
Jandarma Sınır Alay Komutanlığına katıldığı, kendisine tebliğ tebellüğ
belgesi ile, 5.2.2005 günü sevk için Şemdinli Taktik Jandarma Sınır Alay
Komutanlığı nizamiyesinde bulunmasının tebliğ edildiği, sanığın,
Şemdinli Taktik Jandarma Sınır Alay Komutanlığına başvurduğu tarihte,
birliğine katılma iradesinin mevcut olduğu, ancak sanığın ikamet ettiği
köy yolunun, 5.2.2005 ve 10.2.2005 tarihleri arasında ulaşıma kapalı
olduğuna dair Şemdinli İlçe Jandarma Komutanlığınca tutanak tanzim
edildiği, böylelikle sanığın belirtilen bu günlerde düzenlenen konvoy
faaliyeti ile sevke katılmasının hava şartları nedeniyle mümkün
olmadığının anlaşıldığı,
Hava şartlarının düzelmesi üzerine, sanığın 14.2.2005 tarihinde
yine kendiliğinden gelerek Şemdinli Taktik Jandarma Sınır Alay
Komutanlığına katıldığı, 4 gün burada kaldıktan sonra 17.2.2005
tarihinde konvoyla sevkinin gerçekleştirildiği, sanığın 17.2.2005
tarihinde Van Asayiş Kolordu Komutanlığı Toplanma Bölgesine katıldığı
ve buradan da 18.2.2005 tarihinde birliğine sevk edildiği, dolayısıyla bu
tarihe kadar geçen süre zarfında da birliğine katılma iradesinin hâlen
devam ettiği, ancak bu tarihten sonra yani 18.2.2005 tarihinden sonra
sanığın bilerek ve isteyerek birliğine katılmadığı, böylece bu tarihten
itibaren izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek yazılı olduğu şekilde
mahkûmiyet hükmü kurulmuş ise de;
Sanığın, 14.2.2005 tarihinde katıldığı Şemdinli Taktik Jandarma
Sınır Alay Komutanlığında 3 gün kaldıktan sonra 17.2.2005 günü Van
Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığına sevk edildiği, buradaki
toplanma bölgesinde de 1 gün kaldıktan sonra 18.2.2005 tarihinde
konvoyla birliğine sevk edildiği, aynı gün ulaştığı Gaziantep ilinden
birliğine katılmadan, firar kastıyla hareket ederek yeniden memleketine
55
döndüğü anlaşılmakla; anılan komutanlıklar emrine girerek, mevzuat
gereği her türlü ihtiyaçlarının bu birlikler tarafından karşılandığı, keza bu
birliklerde geçen sürenin askerlik hizmetinden sayılacağı dikkate
alındığında, Van Asayiş Kolordu Komutanlığı toplanma bölgesine
katıldıktan sonra, sevk edildiği birliğine katılmadan yoldan savuşan
sanığın, herhangi bir merciden izin almaksızın memleketine gitmiş
olması karşısında, suç kastı da gözetilerek eyleminin firar suçu olarak
vasıflandırılması gerekirken; sanık hakkında “izin tecavüzü” suçundan
kurulan mahkûmiyet hükmünün isabetli olmadığı sonucuna ulaşılmakla
hükmün bu nedenle bozulmasına karar verilmiştir.
56
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/2-b
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/1447
K. No. : 2007/1444
T.
: 4.7.2007
ÖZET
Sanığın mutfak nöbetçi astsubayı olarak görevli iken,
nöbet hizmetini terk edip gitmesi nedeniyle firar suçunun,
hizmet yaparken firar olarak vasıflandırılmasında herhangi
bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece;
1. Sanığın, manevî unsur yönünden oluşmayan müsnet memuriyet
görevini ihmal suçundan, 353 sayılı Kanunun 162/2’nci maddesi
uyarınca beraatine,
1.118,80 YTL hazine zararının takip ve tahsil hakkının saklı
tutulmasına, karar kesinleştiğinde ilgili evrakların tefrik edilerek
Muhakemat Müdürlüğüne gönderilmek üzere askerî savcılığa tevdiine,
2. Sanığın, 5.9.2000-29.11.2002 tarihleri arasında hizmet yaparken
firar etmek suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın
66/2-B ve 5237 sayılı TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince sonuç olarak
yirmi ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, ASCK’nın 29 ve 30/1-A
maddesi uyarınca TSK’dan çıkarılmasına, sanığa verilen hürriyeti
bağlayıcı cezanın ve fer’î cezanın ayrı ayrı ertelenmesine yer olmadığına,
gözetim ve tutuklulukta geçen sürelerin mahkûmiyet süresinden
mahsubuna, karar verilmiştir.
Bu hükümlerden, memuriyet görevini ihmal suçuna ilişkin olarak
verilen hüküm sanık tarafından, hazine zararı nedeniyle takip ve tahsil
hakkının saklı tutulmasının isabetli olmadığını belirten sebeplerle,
57
Hizmet yaparken firar suçuna ilişkin olarak ise; hizmeti yarım
bırakarak kaçma kastı bulunmadığını ve ASCK’nın 66/2-b maddesinin
aleyhine uygulanmasının hatalı olduğunu, 5237 sayılı TCK’nın 51’nci
maddesinin uygulanmamasına ilişkin gerekçe gösterilmemiş olduğunu,
cezanın ertelenmesi gerektiğini belirten sebeplerle,
Hizmet yaparken firar suçuna ilişkin mahkûmiyet hükmü askerî
savcı tarafından da özetle; sanık hakkında ASCK’nın 67/2-B maddesinin
tatbikî suretiyle hüküm kurulması gerektiğini belirten sebeplerle sanık
aleyhine temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, hizmet yaparken firar suçuna ilişkin hükmün
düzeltilerek onanması, memuriyet görevini ihmal suçuna ilişkin beraat
hükmünün temyiz isteminin reddine karar verilmesi görüşü bildirilmiş,
sanığa babası vasıtasıyla tebliğ edilen bu tebliğnameye cevap
verilmemiştir.
Yapılan incelemede; Kıbrıs’ta konuşlu birliğinde astsubay
üstçavuş rütbesi ile görev yapan sanığın, 19.7.2000 tarihinde katıldığı
3’üncü Topçu Tabur Karargâh ve servis Bölük Astsubaylığı görevi
nedeniyle, bölük zimmetini kendisinden önceki görevliden teslim aldığı,
1,5 ay kadar görev yapan sanığın, birliği komutanlığınca yazılan nöbet
çizelgesi uyarınca 4.9.2000 günü mutfak nöbetçi subayı olarak görevli
olduğu, sanığın nöbetçi iken 5.9.2000 günü sabaha karşı izin almaksızın
firar kastıyla hareket edip, nöbet yerini ve birliğini terk ettiği, kaldığı
misafirhaneden eşyalarını toplayıp doğrudan hava alanına giderek
5.9.2000 günü sabah saatlerinde uçakla KKTC’den çıkış yaparak
Türkiye’ye geldiği ;
Firar hâlinde iken 18.12.2000 tarihinde askerî mahkemece
gıyaben tutuklanmasına karar verilen sanığın, uzunca bir süre birliğine
katılmaması nedeniyle 29.1.2002 tarihinde resen ayırma kararı verilerek
TSK’dan ilişiğinin kesildiği, bu suretle de asker kişi sıfatının sona erdiği,
sanığın da ilişiğinin kesilmesinden sonra 26.2.2002 tarihinde
kendiliğinden Polatlı Merkez Komutanlığına müracaat ettiği ve
hakkındaki gıyabî tutuklama müzekkeresinin vicahiye çevrildiği maddî
eylemler olarak sabit görülmüştür.
58
Yukarıda belirtilen eylemler nedeniyle, sanık Top.Üçvş. K.Ş.’nin,
görevi gereği kendisine zimmetlenmiş olan bir kısım ordu malının takip
ve kontrolünde gerekli dikkat ve özeni göstermeyerek memuriyet
görevini ihmal suçunu işlediği iddiası ile kamu davası açılmış; askerî
mahkemede yapılan yargılama sonunda manevî unsur yönünden
oluşmayan bu suçtan sanığın beraatine karar verilmesi yanında,
“meydana gelen 1.118,80 YTL tutarındaki hazine zararının takip ve tahsil
hakkının saklı tutulmasına, karar kesinleştiğinde ilgili evrakların tefrik
edilerek Muhakemat Müdürlüğüne gönderilmek üzere askerî savcılığa
tevdiine” de karar verilmiştir.
Bu karar, hazine zararının sanıktan tazmin edilmesi niteliğinde bir
karar olmayıp, sadece ihbar mahiyetinde olduğundan ve bu karar 353
sayılı Kanunun 205’inci maddesinde sayılan temyiz edilebilir kararlar
arasında bulunmadığından, sanığın bu yöndeki temyiz isteminin reddine
karar vermek gerekmiştir.
Yine yukarıda belirtildiği üzere sanığın, 5.9.2000-29.1.2002
tarihleri arasında firar suçunu işlediği anlaşılmakla; askerî mahkemece,
suçun sübutunu kabulde, sanığın mutfak nöbetçi astsubayı olarak görevli
iken nöbet hizmetini terk edip gitmesi nedeniyle firar suçunun, hizmet
yaparken firar olarak vasıflandırılmasında herhangi bir isabetsizlik
bulunmadığından; sanığın bu yöndeki temyiz sebepleri kabule değer
bulunmamıştır.
Her ne kadar askerî savcı temyiz dilekçesinde, sanığın eylemin
yurt dışına firar suçunu oluşturduğunu ileri sürmüş ise de; sanığın
birliğinden firar etmesini müteakiben, aynı gün Türkiye’ye giriş yaptığı
ve firar esnasında, yurt dışına çıkması ve yurt dışında üç gün geçirmesi
hâlinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. “Yabancı memlekete firar
edenlerin cezaları başlıklı” ASCK’nın 67’nci maddesi incelendiğinde;
maddenin ilk fıkrasında “Aşağıda yazılı fiilleri işleyen asker kişiler,
yabancı ülkeye kaçmış sayılarak ...... cezası ile cezalandırılır.” şeklinde
düzenlenmiştir. Bu hükümden anlaşıldığı üzere, kaçmanın veya firar
eyleminin yabancı bir ülkeye yapılması gerekmektedir. Maddenin diğer
fıkralarında da, her hâlükârda en az 3 günün yabancı bir ülke toprağında
geçirilmesi hâlinde bu suçun oluşabileceği anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle
eylemin, yurt dışına firar olarak vasıflandırılmamış olmasında bir
isabetsizlik bulunmadığından, askerî savcının aksi yöndeki temyiz sebebi
de kabule değer görülmemiştir.
59
Bu sebeple, askerî mahkemece, sanığın işlediği hizmet yaparken
firar etmek suçundan, haklı ve hukuka uygun kabullerle mahkûmiyet
hükmü kurulmasında, temel cezanın asgarî hadden tayininde, takdiri
indirim hükmünün uygulanmasında, ASCK’nın Ek 8 ve 47’nci
maddelerinin emredici hükümleri nedeniyle verilen cezanın seçenek
yaptırımlara çevrilmemesinde ve ertelenmemesinde, usul ve esas
yönlerinden bir isabetsizlik bulunmadığı anlaşılmıştır.
Her ne kadar kısa kararda ve gerekçeli kararın hüküm fıkrasında,
temadi bitiş tarihî 29.11.2002 olarak gösterilmiş ise de; dosya
kapsamından ve gerekçeli karar içeriğinden suçun temadisinin, sanığın
asker kişi sıfatını kaybettiği 29.1.2002 günü sona erdiğinin açık olması
ve bu hatanın esasa etkili olmaması karşısında, suç tarihindeki hata
nedeniyle hükmün bozulmasına, ancak bozma sebebi yeniden yargılama
yapmayı gerektirmediğinden, hükmün 353 sayılı Kanunun 220/F
maddesi uyarınca düzeltilerek onanmasına,
Yine 2 yıl hapis olarak belirlenen temel cezanın, 5237 sayılı
TCK’nın 62’nci maddesi uyarınca 1/6 oranında indirilmesi neticesinde, 1
yıl 8 ay hapis cezasına hükmedilmesi gerekirken, mahkemece 20 ay hapis
cezasına hükmedilmesinin de hatalı olduğuna ve aleyhe temyiz edilmiş
olması nedeniyle hükmün uygulamadan bozulmasına, bozma sebebi
yeniden yargılama yapmayı gerektirmediğinden, hükmün 353 sayılı
Kanunun 220/D maddesi uyarınca da düzeltilerek onanmasına karar
vermek gerekmiştir.
60
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-a, b
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/1677
K. No. : 2007/1670
T.
: 24.7.2007
ÖZET
MSY 70-1C Asker Alma Yönergesi hükümlerine göre;
hava değişimi sonunda terhislerine 1-30 gün (dâhil) kalanların
eksik hizmetlerinin, ikamet ettikleri il/ilçe askerlik şubesinde,
askerlik
şubesi
bulunmuyorsa
o
ilçenin
jandarma
komutanlığında tamamlatılması gerekmekte olup, bu durumda
olan sanığın, birliğine sevk edilmemesi ve kalan askerlik
hizmetinin ikamet ettiği yer askerlik şubesinde tamamlatılması
gerekirken; askerlik şubesi tarafından kıt’asına sevk edilmesi
işlemi hatalı ve hukuken geçersiz olup, bu işleme dayanılarak
firar ya da hava değişimi tecavüzü suçlarından birisini işlediği
söylenemeyeceğinden, unsurları yönünden oluşmayan atılı
suçtan beraatine karar verilmesi gerekir.
Sanığın, 18.9.2003-10.10.2005 tarihleri arasında mükerrer firar
suçunu işlediği kabul edilerek, “ASCK’nın 66/2-c ve TCK'nın 62’nci
maddeleri gereğince bir yıl sekiz ay hapis cezası ile cezalandırılmasına”
ilişkin hüküm, sanık tarafından; ek savunma hakkı tanınmadığı, cezaî
ehliyetinin araştırılmadığı, cezasının ertelenmesi gerektiği, ileri sürülerek
temyiz edilmiş; hükmün suç vasfının hatalı belirlenmesi nedeniyle
bozulması gerektiği görüşünü içeren tebliğname ise; 7201 sayılı Tebligat
Kanunu hükümlerine göre tebliğ edilmiştir.
İzmir 600 Yataklı Mevki Asker Hastahanesi Sağlık Kurulunun
1.8.2003 tarih ve 4232 numaralı raporu ile 1,5 ay (45 gün) hava değişimi
alan sanığın, 8.9.2003 tarihinde gittiği Seyhan Askerlik Şube
Başkanlığınca aynı gün hava değişimi, taşıma ve iaşe bedelleri ödenerek
61
ve bir gün yol süresi tanınarak 16.9.2003 tarihî itibariyle sevke tâbi
olduğunun, kendisine tebliğ edilmesi nedeniyle en geç 17.9.2003 günü
saat 24:00’e kadar kıt’asına katılması gerekirken katılmadığı, hakkında
çıkarılan gıyabî tutuklama müzekkeresinin vicahiye çevrildiği
10.10.2005 tarihine kadar firar suçunu işlediği, daha önce işlediği firar
suçundan infaz edilmiş mahkûmiyeti nedeniyle mükerrir olduğu kabul
edilerek, yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
MSY 70-1C Asker Alma Yönergesi Üçüncü Bölüm s. 3-8 [g)
Hava Değişimi Sonunda Birliklerine Sevk Edilmeyecek Olanlar] başlıklı
kısmında; 15 aylık hizmet süresine tâbi yükümlülerden, hava değişimleri
sonunda toplam 30 gün (dâhil) hizmeti kalan erbaş ve erlerin birliklerine
sevk edilmeyecekleri belirtilmektedir. Anılan Yönergenin İkinci Bölüm
Altıncı Kısım Üçüncü Maddesinde (s. 2-38) yer alan düzenlemelere göre;
15 aylık hizmet süresine tâbi Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri
Komutanlıklarına bağlı birlik ve kurumlarda görev yapan erbaş ve
erlerden; hava değişimi sonunda terhislerine 1-30 gün (dâhil) kalanların
eksik hizmetleri, ikamet ettikleri il/ilçe askerlik şubesinde, askerlik
şubesi bulunmuyorsa o ilçenin jandarma komutanlığında tamamlatılması
gerekmektedir.
Somut olayda; 22.11.2001 tarihinde askere sevk edilen sanığın,
1.8.2003 tarihli rapor ile 45 gün hava değişimi aldığı, kıt’ası
komutanlığınca sorulması üzerine yerli askerlik şubesi başkanlığınca;
normal terhis tarihinin 7.10.2003 olduğunun bildirildiği, hava değişimi
parasını almak üzere 8.9.2003 tarihinde Seyhan Askerlik Şubesine
başvurduğunda; durumunun yerli askerlik şubesinden sorularak,
kendisine hava değişimi, taşıma ve iaşe bedellerinin ödendiği ve bir gün
yol süresi tanınarak, 17.9.2003 tarihinde kıt’asına katılması gerektiği de
tebliğ edilmek suretiyle kıt’asına sevk edildiği hususunda herhangi bir
kuşku ve tartışma bulunmadığı gibi, soruşturma evresinde atanan
bilirkişinin hazırladığı ve daha sonra yerli askerlik şubesince de
doğrulanan rapora göre; sanığın, hava değişimi bitim tarihî itibariyle
sekiz günlük eksik hizmetinin bulunduğu ve bu hizmetinin
tamamlatılarak terhis edildiği anlaşılmaktadır.
62
Yürürlükteki mevzuat hükümlerine göre; sanığın, birliğine sevk
edilmemesi ve kalan askerlik hizmetinin ikamet ettiği yer askerlik
şubesinde tamamlatılması gerekirken; askerlik şubesi tarafından kıt’asına
sevk edilmesi işlemi hatalı ve hukuken geçersiz olup, bu işleme
dayanılarak firar ya da hava değişimi tecavüzü suçlarından birisini
işlediği söylenemeyeceğinden, unsurları yönünden oluşmayan atılı suçtan
beraatine karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu şekilde
mahkûmiyetine hükmedilmesinde isabet görülmemiş ve hükmün esastan
bozulmasına karar verilmiştir (As.Yargıtay 1’inci Dairesinin 29.1.2003
tarih ve 105-104 sayılı kararı da benzer görüşü içermektedir).
NOT: Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 21.3.2007 gün ve 2007/501497 esas-karar sayılı ilâmı da aynı doğrultudadır.
63
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-a, b
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/97
K. No. : 2007/105
T.
: 4.10.2007
ÖZET
Sanığın; izin ve hava değişimi süreleri içerisinde,
mevzuata uygun olarak, izinli ve hava değişiminde bulunduğu
Gemlik İlçesindeki Merkez Komutanlığına ve askerlik şubesi
başkanlığına başvurup kendisini Bursa Asker Hastahanesine
sevk ettirmesine rağmen, bu sevk işlemlerinden sonra anılan
hastahanedeki muayene ve tedavi işlemleri sırasında izin ve
hava değişimi sürelerinin sona ermesi, keza ayaktan muayene
ve tedavi işlemleri sonunda istirahat ya da hava değişimi
verilmeyip kıt’asına sevkinin uygun görülmesi karşısında,
sanığın dönüş yol süresi sonunda görevi icabı bulunması
gereken yer, ya kendisini hastahaneye sevk eden makam ya da
birliği olduğundan, sanığın buna aykırı düşen her iki
eyleminin, iki ayrı firar suçunu oluşturduğu sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sabit görülen eylemlerinin
izin ve hava değişimi tecavüzü suçunu mu yoksa firar suçunu mu
oluşturacağı konusuna ilişkindir.
Dosya kapsamına göre, olay tarihinde Çankırı’daki birliğinde
askerlik hizmetini yapan ve 16.4.2003 günü saat 09.00’da iki gün yol
süresi tanınarak on gün kanunî izne gönderilen sanık Ter.Ord.Er
R.K.’nın; Askerî Veteriner Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığına
18.4.2003 tarihinde başvurusu üzerine, sevk edildiği Bursa Asker
Hastahanesinde 19.4.2003-5.5.2003 tarihleri arasındaki (Ayaktan)
muayene ve tedavi işlemleri sonunda teşhisi konulup, üç ay sonra
kontrolünün uygun görülmesini müteakip, bir günlük yol süresi sonunda
64
ya kendisini hastahaneye sevk eden komutanlığa ya da Çankırı’daki
birliğine katılması gerekirken katılmayıp, 19.6.2003 tarihinde
jandarmaya teslim olduğu,
Yine, 21.7.2003 tarihinde bir ay hava değişimine gönderilen
sanığın, Gemlik Askerlik Şubesi Başkanlığına 20.8.2003 tarihinde
başvurusu üzerine, sevk edildiği Bursa Asker Hastahanesindeki
(Ayaktan) muayene ve tedavi işlemleri sonunda 27.8.2003 tarihinde
kıt’asına sevkini müteakip, bir günlük yol süresi sonunda birliğine
katılması gerekirken katılmayıp, 17.11.2003 tarihinde Kara Kuvvetleri
Askerî Savcılığına başvurduğu, maddî olgu olarak sübuta ermekte ve
esasen bu konuda bir ihtilâf da bulunmamaktadır.
Daire, sanığın, 7.5.2003-19.6.2003 tarihleri arasındaki ilk
eyleminin izin tecavüzü suçunu, 29.8.2003-17.11.2003 tarihleri
arasındaki ikinci eyleminin ise hava değişimi tecavüzü suçunu
oluşturacağını kabul ederken; Başsavcılık sanığın her iki eyleminin firar
suçunu oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
“Firar ve cezası” madde başlığı altında, Askerî Ceza Kanununun
66’ncı maddesinde;
“1- Aşağıda yazılı askerî şahıslar bir yıldan üç yıla kadar
hapsolunur:
a) Kıt’asından veya görevi icabı bulunmak zorunda olduğu yerden
izinsiz olarak altı günden fazla uzaklaşanlar,
b) Kıt’asından veya görevini yapmakta olduğu yerden izin,
istirahat veya hava değişimi alarak ayrılanlardan, dönmeye mecbur
bulundukları günden itibaren altı gün içerisinde özürsüz olarak
gelmeyenler ...” şeklinde düzenleme yer almaktadır.
Madde başlığında suçun adı firar olarak belirtilmesine rağmen,
yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında ASCK’nın 66/1-a madde ve bendi
kapsamına giren fiillerin firar suçunu, 66/1-b madde ve bendi kapsamına
giren fiillerin de izin tecavüzü suçunu oluşturduğu kabul edilmektedir.
ASCK’nın 66/1-a madde ve bendi kapsamına giren fiillerin firar suçunu
oluşturacağı konusunda uygulamada tereddüt bulunmamakta ise de; dava
konusu olayda olduğu gibi ASCK’nın 66/1-b madde ve bendinde
belirtildiği şekilde birliğinden veya görevli olduğu yerden ayrılıp da
dönmeye mecbur olduğu tarihte birliğine dönmeyip, gittiği yerdeki
merkez komutanlığına ya da askerlik şubesine başvurarak kendisini
muayene ve tedavi için herhangi bir sağlık kuruluşuna sevk ettirenlerin,
65
muayene ve tedavi işlemleri sonunda istirahat ve hava değişimi
verilmemesi hâlinde yol süresi sonunda, istirahat ve hava değişimi
verilmiş ise bu sürelerine dönüş yol süresinin ilavesi sonunda, birliğine
ya da görevli olduğu yere dönmemesi hâlinde, fiillerinin izin tecavüzü
mü yoksa firar suçu mu oluşturacağı hususunda Askerî Yargıtayın farklı
kararları bulunmaktadır.
Örneğin; Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun; 22.12.1988/210-165;
31.1.1991/35-21 tarihli esas ve karar sayılı kararlarında, hava değişimi
süresi sonunda birliğine sevk edilenlerin, yol süresi sonunda birliğine
katılmaması hâlinde, fiillerin izin (hava değişimi) tecavüzü suçunu
oluşturacağı kabul edilirken, yine Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun daha
sonraki 12.11.1992/127-126 ve 9.2.1995/14-14 tarihli esas ve karar sayılı
kararları ile Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 15.9.1999/421-421 ve
26.6.2002/659-657; 4’üncü Dairesinin 13.5.2003/494-488 ve 3’üncü
Dairesinin 20.2.2007/346-345 tarihli esas ve karar sayılı kararlarında
benzer eylemlerin firar suçunu oluşturduğu kabul edilerek bu konuda
istikrar sağlanmıştır.
İnceleme konusu somut iki olayda, sanığın; izin ve hava değişimi
süreleri içerisinde, mevzuata uygun olarak, izinli ve hava değişiminde
bulunduğu Gemlik İlçesindeki Merkez Komutanlığına ve askerlik şubesi
başkanlığına başvurup kendisini Bursa Asker Hastahanesine sevk
ettirmesine rağmen, bu sevk işlemlerinden sonra anılan hastahanedeki
muayene ve tedavi işlemleri sırasında izin ve hava değişimi sürelerinin
sona ermesi, keza ayaktan muayene ve tedavi işlemleri sonunda istirahat
ya da hava değişimi verilmeyip kıt’asına sevkinin uygun görülmesi
karşısında, sanığın dönüş yol süresi sonunda görevi icabı bulunması
gereken yer, ya kendisini hastahaneye sevk eden makam ya da birliği
olduğundan, sanığın buna aykırı düşen her iki eyleminin, konu ile ilgili
istikrar kazanan Askerî Yargıtay içtihatları da dikkate alınarak, iki ayrı
firar suçunu oluşturduğu, askerî mahkemenin her iki eylemin suç vasfını
ilk bozma ilâmı doğrultusunda firar olarak belirlemesinde bir isabetsizlik
bulunmadığı sonucuna varıldığından, Başsavcılığının suç vasfına yönelik
itirazının kabulü ile, mahkûmiyet hükümlerini suç vasfından bozan Daire
kararının kaldırılmasına, temyiz incelemesine diğer yönlerden devam
edilmek üzere dava dosyasının Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.
66
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66/1-a
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/110
K. No. : 2007/110
T.
: 18.10.2007
ÖZET
Yaralanması
nedeniyle
bir
yakını
tarafından
götürüldüğü Gebze Devlet Hastahanesinde kimliğinin
sorulması üzerine, üzerinde kimliğinin bulunmadığını ve asker
olduğunu beyan eden, bunun üzerine asker olduğu anlaşılarak,
tedavisinin sürdürülmesi için GATA Haydarpaşa Asker
Hastahanesine sevk edilen ve tedavisinin bitiminde birliğine
teslim edilen sanığın, hakkında yakalama kararı olmaması ve
güvenlik görevlileri tarafından yakalama işlemi yapılmamış
olması nedeniyle, kendiliğinden asker kişi olduğunu beyan
etmemiş olması durumunda, askerî kurum ve makamlara
teslimi söz konusu olmayacağı gibi, hastahanedeki tedavisi
sırasında ve tedavisinin bitiminde serbestçe hastahaneden
ayrılma olasılığının da bulunması karşısında, firar hâlini sona
erdirme kastı ile hareket ettiğinin kabulü gerekir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık lehine ASCK’nın
73’üncü maddesinin uygulanmasının gerekip gerekmediği ve buna bağlı
olarak askerî mahkemece noksan soruşturma ile hükme varılmış olup
olmadığına ilişkindir.
Daire; sanık hakkında ASCK’nın 73’üncü maddesinin uygulanıp
uygulanmayacağına ilişkin değerlendirme yapılabilmesi için sanığın ne
suretle ele geçtiğinin kuşkuya yer vermeyecek şekilde araştırılması
gerektiğini ve bu yönden askerî mahkemece noksan soruşturma ile
hükme varılmış olduğunu kabul ederken;
67
Askerî mahkeme; sanığın katılma iradesiyle hareket etmediğini
kabul ederek bozmaya uymamış ve sanık hakkında ASCK’nın 73’üncü
maddesi gereğince cezasından indirim yapmamak suretiyle tesis ettiği ilk
mahkûmiyet hükmünde direnmiştir.
Dosyada mevcut delil durumuna göre; sanığın, 2.4.2003 tarihinde
40 gün izin ve 6 gün yol süresi ile Hakkari’den Gebze’ye kanunî izne
gönderildiği, izinde iken 29.4.2003 günü başka bir suç sebebiyle
tutuklandığı, 11.9.2003 tarihinde tahliye edildiği, tahliyesinde İzmit
Merkez Komutanlığında 1 gün süreyle nezaret altında kalmasını
müteakip 12.9.2003 tarihinde 3 gün yol süresi verilerek serbest olarak
Hakkari’deki birliğine sevk edildiği, en geç 15.9.2003 tarihinde saat
24.00’a kadar bağlı bulunduğu birlik komutanlığına katılması gerekirken
katılmayarak firar ettiği, 6.10.2003 tarihinde bıçakla yaralanması
nedeniyle Gebze Devlet Hastahanesine müracaat ettiği, burada kimlik
sorulması üzerine asker kişi olduğunu beyan ettiği, bunun üzerine
İstanbul GATA Asker Hastahanesine sevk edilerek 6.10.200315.10.2003 tarihleri arasında hastahanede tedavi gördüğü, 17.10.200321.10.2003 tarihleri arasında İstanbul/Üsküdar Doğu Garnizonu Askerî
İnzibat Bölge Komutanlığında, 21.10.2003-27.10.2003 tarihleri arasında
ise İstanbul İl Jandarma Sevk Bölük Komutanlığında nezaret altında
tutulduğu, 1.11.2003 tarihinde mevcutlu olarak birliği komutanlığına
katıldığı, böylece 16.9.2003-6.10.2003 tarihleri arasında temadi eden
firar suçunu işlediği anlaşılmaktadır.
Bu kabule göre, suçun sübutu ve vasıflandırılması yönünden bir
kuşku ve anlaşılmazlık bulunmamaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında
benimsendiği gibi, şekli ve mütemadî suçlardan olan firar suçlarında
temadî ya iradî (dehalet-teslim) veya gayri iradî (yakalanma) olarak sona
erer. Temadinin iradî olarak sona erdiğinin kabulü için, ilgilinin firar
durumuna kendi serbest iradesi ile son vermesi, yani kendiliğinden
birliğine dönmesi veya bir askerî birliğe veya resmî bir kuruluşa
müracaat etmesi gerekmektedir. Uygulamada birliğine veya resmî bir
makama henüz teslim olmamakla birlikte, failin kıt’asına dönmek veya
teslim olmak istediği dış âleme yansıyan davranışlarından
anlaşılabiliyorsa, bu hâlde dahi firar temadisini sona erdirme kastıyla
hareket ettiği kabul edilmektedir.
68
Dava konusu olayda; sanık, yaralanması nedeniyle bir yakını
tarafından götürüldüğü Gebze Devlet Hastahanesinde kimliğinin
sorulması üzerine, üzerinde kimliğinin bulunmadığını ve asker olduğunu
beyan etmiş, bunun üzerine asker olduğu anlaşılarak tedavisinin
sürdürülmesi için GATA Haydarpaşa Asker Hastahanesine sevk edilmiş
ve tedavisinin bitiminde birliğine teslim edilmiştir. Hakkında yakalama
kararı olmayan ve güvenlik görevlileri tarafından yakalama işlemi
yapılmayan sanığın, kendiliğinden asker kişi olduğunu beyan etmemiş
olması durumunda askerî kurum ve makamlara teslimi söz konusu
olmayacağı gibi, hastahanedeki tedavisi sırasında ve tedavisinin
bitiminde serbestçe hastahaneden ayrılma olasılığının da bulunması
karşısında ve ayrıca dosyada yer alan Gebze Cumhuriyet Polis Merkez
Amirliğinin 10.5.2004 tarihli yazılarından, sanığın Gebze Devlet
Hastahanesinde iken, yakalanma ve ifade alınma durumu olmadan
sanığın kendiliğinden asker olduğunu söylediğinin anlaşılmakta olması
karşısında, sanığın, firar hâlini sona erdirme kastı ile hareket ettiğinin
kabulü gerektiği sonucuna varıldığından, Dairenin, sanığın katılma
iradesinin araştırılmasına yönelik bozmasından sonra, askerî mahkemece
bu konunun araştırılmasına gerek görülmeksizin sanığın katılma
iradesiyle hareket ettiğinin kabulü ile hakkında ASCK’nın 73’üncü
maddesinin uygulanması gerekirken uygulanmamış olması kanuna aykırı
bulunmuştur.
Askerî savcının temyizine atfen ve resen, uygulama yönünden
hukuka aykırı bulunan Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 14.12.2005 tarihli ve 2005/1167-909 sayılı mahkûmiyet
hükmünün 353 sayılı ASMKYUK’nın 221/1’inci maddesi gereğince
bozulmasına karar verilmiştir.
69
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1916
K. No. : 2007/1904
T.
: 20.11.2007
ÖZET
Sanığın, öz babasını öldürmüş olduğu, tutuklanarak
ceza evine alındığı ve tahliyesinin 5.11.2008 tarihinde
yapılacağı bildirildiğine göre, bu suçla ilgili yapılan yargılama
sonucunda verilmiş olan karar ile bu kararın infazına ilişkin
belgeler getirtilerek, cezanın infaz edilmiş olması hâli veya
4616 sayılı Yasa nedeniyle 3.11.1996 tarihinden 30.4.2002
tarihine kadar ceza evinde kaldığı gözetilerek, TSK Sağlık
Yeteneği Yönetmeliğinin Hastalık ve Arızalar Listesinin 17’nci
maddesinin D diliminde yer alan “öldürme” suçundan aldığı
ceza nedeniyle askerliğe elverişli olup olmadığının ve cezaî
ehliyetinin CMK’nın 74’üncü maddesi gereğince adlî gözlem
altına aldırılarak belirlenmesi gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın 4.8.2003-24.9.2006 tarihleri arasında
firar suçunu işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 66/1-a ve 5237 sayılı
TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince, neticeten on ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, ASCK’nın Ek 8 ve 47/A maddeleri uyarınca (yasal
imkânsızlık nedeniyle) cezanın, adlî para cezasına çevrilmesine ve
ertelenmesine yer olmadığına, nezarette, yolda ve tutuklulukta geçen
sürelerinin cezasından mahsubuna karar verilmiş, hüküm, sanık
tarafından, çıktığı çarşı izninde, hamile eşinin karnında çocuğunun
öldüğünü, kayınvalidesinin de kalp krizi geçirdiğini öğrendiği, bu
mağduriyetine rağmen, izin taleplerinin reddedilmesi sebebiyle,
yaşadığı psikolojik bunalımlar sonucunda firar suçunu işlediği, atılı
suçu işlemesine sebep olan üzüntüler nedeniyle, isnat kabiliyetinin
neredeyse yok olma noktasına geldiği, nezarette, yolda ve tutuklulukta
geçen sürelerinin mahsubundan sonra, ne kadar cezası kaldığını
anlayamadığı belirtilerek temyiz edilmiştir.
70
Askerî mahkemece; sanığın, 4.8.2003 günü çıkmış olduğu çarşı
izninden aynı gün dönmesi gerekirken, dönmeyerek firar suçunu
işlemeğe başladığı bu durumunu jandarmalar tarafından yakalandığı
24.9.2006 tarihine kadar sürdürdüğü, böylece 4.8.2003-24.9.2006
tarihleri arasında temadi eden firar suçunu işlediği kabul edilmiş ve
dosyadaki belgelerden;
Sanığın yoklama kaçağı olarak arandığı bir sırada, öz babasını
öldürmek suçundan 3.11.1996 tarihinde Tarsus ceza evine alındığı,
Keçiborlu Askerlik Şubesi Başkanlığının 24.9.1999 tarihli yazısı
nedeniyle, tahliyesinde serbest bırakılmayıp askerlik şubesine teslim
edileceği hususunda dosyasına şerh konulduğu, tahliye tarihinin
5.11.2008 olduğu, 4616 sayılı yasa gereğince 30.4.2002 tarihinde tahliye
edilip askerlik şubesine teslim edilmek üzere jandarmaya teslim edildiği,
askerlik şubesince askere sevkinin 9.12.2002 tarihî olduğu anlaşılmakta
ise de;
TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin Hastalık ve Arızalar
Listesinin 17’nci maddesi;
“A) l. Antisosyal kişilik örüntüsü.
.......
B) l.Antisosyal kişilik bozukluğu.
Açıklama: Bu fıkraya gireceklerin; antisosyal kişilik
bozukluğu tanısı alması, en az biri askerî mahkeme tarafından
verilmiş olmak şartı ile en az üç antisosyal eyleminden dolayı almış
oldukları hapis cezalarının, infaz edilmesine rağmen, davranış
bozukluklarının devam ettiğinin ve askerlik ile uyumlarının
bozulduğunun, kıt’a anketi ve diğer resmî belgelerle tespiti gerekir.
........
C) 17’nci maddenin A, B ve D dilimine giren bozuklukların tedavi
ve nekahet hâlleri.
D) I. İleri derecede antisosyal kişilik bozukluğu.
Açıklama: Bu fıkraya gireceklerin; antisosyal kişilik bozukluğu
tanısı alması, öldürme, öldürmeye teşebbüs, gasp suçlarından en az bir
ağır hapis veya diğer antisosyal eylemlerinden dolayı mahkemeler
tarafından en az üç hapis cezası alması, bu cezalarının infaz edilmesine
rağmen ıslah olmaması, bunların belgelerle tespiti gerekir.
71
.......” hükümlerini içermekte olup, anılan Yönetmeliğinin
uygulanmasına ilişkin olarak; Listenin; A dilimlerinde askerliğe
elverişli olan hastalık ve arızaların, B ve D dilimlerinde askerliğe
elverişli olmayan hastalık ve arızaların toplandığı, C dilimlerinde; A,
B, D dilimlerinde toplanan hastalık ve arızaların tedavi ve nekahet
hâllerinde geçici olarak askerliğe elverişli olmayan durumların belirtildiği
şeklindeki açıklamaya yer verilmiştir. Bu durumda;
Sanığın, hangi tarihte öz babasını öldürmüş olduğu, tutuklanarak
3.11.1996 tarihinde ceza evine alındığı ve tahliyesinin 5.11.2008
tarihinde yapılacağı bildirildiğine göre, bu suçla ilgili yapılan yargılama
sonucunda verilmiş olan karar ile bu kararın infazına ilişkin belgeler
getirtilerek, cezanın infaz edilmiş olması hâli veya 4616 sayılı Yasa
nedeniyle 3.11.1996 tarihinden 30.4.2002 tarihine kadar ceza evinde
kaldığı gözetilerek, yukarıda yazılı TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliğinin
Hastalık ve Arızalar Listesinin 17’nci maddesinin D diliminde yer alan
“öldürme” suçundan aldığı ceza nedeniyle askerliğe elverişli olup
olmadığı ile TCK’nın 32’nci maddesi çerçevesinde cezaî ehliyet
durumunun tam teşekküllü bir hastahanede, CMK’nın 74’üncü maddesi
gereğince adlî gözlem altına aldırılarak, elde edilecek sonuca göre hukukî
durumunun belirlenmesi gerekirken, hiçbir psikiyatrik inceleme
yaptırılmadan, noksan soruşturma ile hüküm kurulması hukuka aykırı
bulunduğundan, hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
72
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 68
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/52
K. No. : 2007/55
T.
: 11.5.2007
ÖZET
Sanığın üzerinde, Balıkesir’e gitmek için alınmış olan
otobüs biletinin bulunmuş olması hâlinde dahi, bu durumun,
başlı başına, birliğine katılma iradesini ve dehalet kastını
ortaya koyacak önem ve mahiyette bir kanıt olmayacağı kabul
edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu, mehil içinde yakalanmakla
sona eren firar suçunun sübutu açısından noksan soruşturma bulunup
bulunmadığından ibarettir.
Daire; “...Sanık, ifadelerinde; “birliğine katılmak için
Dursunbey’den Balıkesir’e otobüs bileti aldığını ve otobüs saatini
beklediğini” belirtmiş olup; sanığın gideceği yerin Balıkesir, birliğinin
bulunduğu yerin Tekirdağ olması dikkate alındığında, üzerinde
Balıkesir’e gitmek için alınmış olan otobüs biletinin bulunmuş olması
hâlinde dahi, bunun, başlı başına, birliğine katılma iradesini ve dehalet
kastını gösteren bir delil ve emare mahiyetinde bulunmadığından, bu
yönden noksan soruşturma bulunmadığını ...” kabul etmiştir.
Başsavcılık ise, “...Dava dosyasında, sanığın savunmasının aksini
ortaya koyan bir delil ve emare bulunmamaktadır. Bu nedenle, sanığın
savunmasına aksi yöndeki bir kabulün yasal dayanağı mevcut değildir.
Bu hâlde, sanığın savunmasında belirttiği hususların araştırılarak, elde
edilecek sonuçların, bu savunmayla uyumlu olması hâlinde, savunmanın
doğru olduğunun ve sanığın birliğine dönme iradesi ortaya çıktıktan
sonra yakalandığının kabulü zorunludur. Bunun için ise öncelikle,
yakalandığı sırada sanığın üzerinde otobüs bileti ele geçirilip
geçirilmediğinin aydınlatılması gerekmektedir.
73
Sanığın birliğinin Tekirdağ’da olması gözetilerek, üzerinde
Balıkesir’e gidiş için alınmış otobüs biletinin bulunması hâlinde dahi, bu
biletin, tek başına sanığın dehalet kastını ortaya koymaya yeterli
olmadığına dair değerlendirmeye katılmak da mümkün olmamıştır. Zira,
ikametgâhı Dursunbey İlçesinde bulunan sanığın, bir başka il merkezine
gitmek için bu ilçeden vasıta bulması mümkün olmadığından, Tekirdağ’a
gidebilmek için öncelikle Balıkesir’e gitmesi hayatın olağan akışına
uygun bir davranış olduğu, bu itibarla, sanığın eyleminin hukukî vasfının
her türlü şüpheden uzak şekilde ortaya çıkarılabilmesi için, yakalandığı
sırada üzerinden birliğine dönüş için otobüs bileti çıkıp çıkmadığının
araştırılmasının zorunlu olduğu, bu amaçla; Dursunbey İlçe Emniyet
Müdürlüğü ve askerlik şubesi başkanlığından sanığın yakalanmasını
müteakip düzenlenen üst arama tutanağının temin olunarak dava
dosyasına ithali, bu belge temin edilemediği takdirde, dosyadaki tutanağı
düzenleyen görevlilerin bu hususta beyanlarının tespitinin gerektiği
düşünüldüğünden, mahkûmiyet hükmünün eksik soruşturma nedeniyle
bozulmasına karar verilmesi...” gerektiğini ileri sürmektedir.
Dosyada mevcut delil durumuna göre; Sanık Ord.Er C.K.’nın
Tekirdağ 8.Mknz.P.Tug.Loj.Bkm.Brl.K.lığında görevli iken, 13.3.2004
tarihinde çıktığı çarşı izninden saat 17:00'e kadar dönmesi gerekirken
dönmediği, bir süre firarda kaldıktan sonra 16.3.2004 tarihinde yapılan bir
ihbar sonucu Balıkesir/Dursunbey’de bir kahvehanede polis tarafından
yakalandığı anlaşılmaktadır.
Sanık savunmasında; “rahatsızlandığını öğrendiği çocuğunu tedavi
ettirebilmek amacıyla çarşı izninden dönmeyerek memleketine gittiğini,
16.3.2004 günü birliğine dönmek üzere otobüs bileti aldığını, otobüsün
hareket saatini beklerken polisler tarafından yakalandığını” ileri sürdüğü
görülmüştür.
Mütemadi suçlarda (Firar, izin tecavüzü, bakaya, yoklama kaçağı
gibi) temadi; yakalanmakla, kendiliğinden dönmekle veya dehalet kastı
ile askerî veya resmî bir kuruma başvurmakla sona ermektedir. Dehalet
(Katılma); suç kastından, suç işleme iradesinden vazgeçilmesini
tanımladığı için, uygulamada firar veya izin tecavüzünde bulunanların,
bilfiil kendi birliklerine katılmayıp, bulundukları yerdeki bir askerî
birliğe, askerlik şubesine, askerî hastahaneye yada bir başka resmî
kuruma başvurarak, suç işleme kasıtlarının sona erdiğini gösteren fiiller
sergilemeleri hâlinde, suç temadisinin sona erdiği ve dolayısıyla suçun
tamamlandığı kabul edilmektedir.
74
Askerî Yargıtay Daireler kurulunun 10.10.2002 tarih ve 2002/7978, 14.6.2001 tarih ve 2001/61-62 sayılı kararlarında da belirtildiği üzere;
Sanığın bilet alsa bile birliğine dönüp dönmeyeceği belli olmadığı gibi,
birliğine dönmekten her an vazgeçmesi mümkündür. Dolayısıyla,
birliğine dönmeye karar verdiğine dair sanığın mücerret beyanına itibar
etmek olanağı bulunmamaktadır. Aksi hâlde, otogarda veya otogar
civarında yakalanan, hatta dönüş bileti alıp cebine koyan her askerî
şahsın kendiliğinden birliğine katılma iradesiyle hareket ettiğini kabul
etmek gerekecektir.
Dava konusu olayda; Tekirdağ’daki birliğinde askerlik görevini
yaparken, 13.3.2004 tarihinde çarşı izninde bulunduğu sırada firar eden
ve 16.3.2004 tarihinde, yapılan bir ihbar üzerine memleketi olan
Dursunbey’de, bir pasaj içindeki kahvehanede güvenlik kuvvetlerince
yakalanan sanık, ifadelerinde; “birliğine katılmak için Dursunbey’den
Balıkesir’e otobüs bileti aldığını ve otobüs saatini beklediğini” iddia
etmiş ise de, sanığın üzerinde Balıkesir’e gitmek için alınmış olan otobüs
biletinin bulunmuş olması hâlinde dahi, yukarıda belirtildiği gibi, bunun,
başlı başına, birliğine katılma iradesini ve dehalet kastını ortaya koyacak
önem ve mahiyette bir kanıt olmayacağı, dolayısıyla, sanığın yakalandığı
sırada, üzerinden Balıkesir’e gitmek üzere dönüş için otobüs bileti çıkıp
çıkmadığının araştırılmasına gerek bulunmadığı, bu itibarla noksan
soruşturmanın mevcut olmadığı sonucuna varıldığından, mahkûmiyet
hükmünün onanmasına ilişkin Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
20.3.2007 tarihli ve 2007/440-439 sayılı ilâmında isabetsizlik
görülmemiş ve Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
75
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 70
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/34
K. No. : 2007/40
T.
: 26.4.2007
ÖZET
Sanıkların, ASCK’nın 70’inci maddesinde düzenlenen
sözleşerek firar suçunu oluşturan eylemlerini, hangi
ihtiyaçlarını gidermek veya hangi yararları elde etmek
maksadıyla gerçekleştirdiklerine ilişkin öznel ve psikolojik
durumlarının (saik veya maksatlarının) genel kasta dayalı bir
suç tipi olan sözleşerek firar suçunun oluşması yönünden
herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçun unsurları
itibariyle oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkindir. Daire sanığa
yüklenen sözleşerek firar suçunun bütün unsurları yönünden oluştuğunu
kabul ederken, Askerî Yargıtay Başsavcılığı suçun oluşmadığı görüş ve
düşüncesindedir.
Daire; sanıkların, 26.7.2003 tarihinde akşam yat yoklamasını
müteakip saat 22.00 sıralarında izin almaksızın kışladan ayrıldıkları, bir
süre ilçe merkezinde dolaştıktan sonra saat 23.30 sıralarında kışlanın tel
örgülerinden içeri girmeye çalışırken yakalandıkları, sanıkların aynı
saatte birlik dışına çıktıkları, dışarıda bira içtikten sonra yine aynı saatte
birlikte birliğe döndükleri göz önüne alındığında, aralarında önceden
yapılmış bir anlaşmanın bulunduğu, bu suretle atılı suçun oluşumu
bakımından yeterli unsurları taşıdığını kabul ederek mahkûmiyet
hükmünün onanmasına karar vermiş;
76
Başsavcılık ise, sadece bir-iki saatliğine çarşıya çıkıp bira içmek
niyetiyle hareket eden sanıkların, bu amaçların gerçekleştirmek üzere,
hizmetin bittiği yat saatini beklemeleri, bu saatten itibaren birliği terk
edip çok kısa bir süre sonra birliğe dönmüş olmaları karşısında,
birliklerinden kaçmak yönünde bir iradelerinin bulunduğundan söz
etmenin mümkün olmadığı, bu itibarla, sanıkların kaçma iradesi ve buna
bağlı olarak suç kastı mevcut olmadığından, sözleşerek firar suçunun
oluşmadığı, görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Sanıklar aşamalarda tespit olunan savunmalarında; “sıkıldıkları
için şehre çıkmak üzere aralarında anlaştıklarını, bu amaçla saat 22.00
sıralarında izinsiz şekilde birliği terk edip ilçe merkezinde bir parkta
oturup birer bira içtikten sonra kışlaya dönüşlerinde yakalandıklarını,
amaçlarının firar etmek olmadığını, sadece sıkıldıkları için şehre çıkmak
istediklerini” beyan ettikleri görülmektedir.
ASCK’nın 70’inci maddesinde düzenlenen sözleşerek firar suçu;
ASCK’nın 66/1-a maddesinde düzenlenen firar suçunun, en az 3 askerî
şahıs tarafından önceden sözleşerek işlenmesi hâlidir.
Askerî birliğin, önceden sözleşerek (anlaşarak) izinsiz ve toplu bir
biçimde terk edilmesinin, birliğin muharebe gücü, emniyeti ve askerî
disiplinin korunması açısından yaratabileceği olumsuz sonuçları dikkate
alan kanun koyucu, bu doğrultudaki eylemlerin firar suçunun nitelikli
(vasıflı) hâli olduğunu öngörmüş ve sözleşerek firar suçunun unsurlarının
bir kısmını ve müeyyidesini bireysel nitelikteki firar eyleminden farklı
bir düzenlemeye tâbi tutmuştur.
ASCK’nın 70’inci maddesinde; ikiden ziyade askerî şahsın,
önceden anlaşarak topluca kaçmalarının sözleşerek firar suçunu
oluşturduğu belirtilmesine karşın, kanun metninde nereden kaçılacağının
açıklanmamış olmasından dolayı, bu husus ASCK’nın 66/1-a maddesinin
düzenlediği unsur ve koşullar çerçevesinde çözümlenecektir.
ASCK’nın 66/1-a maddesi, kıt’asından veya görevi icabı
bulunmak zorunda olduğu yerden izinsiz olarak uzaklaşanların
eylemlerinin firar suçunu oluşturduğunu düzenlemiştir.
Bu anlamda; sözleşerek firar eylemini gerçekleştirecek en az 3
asker şahsın, firardan önce veya firar anında topluca firar etmeleri
konusunda fikir ve irade birliği içerisinde olmaları (anlaşmaları) ve
birliklerini önceden verilen bu karar gereğince toplu ve izinsiz bir
biçimde terk etmeleri gerekmektedir.
77
Diğer yandan, ASCK’nın 70’inci maddesinde (ASCK’nın 66/1-a
maddesindeki düzenlemeden farklı olarak) sözleşerek firar suçunun
oluşması için (gün) unsurunun gerçekleşmesine de gerek görülmemiştir.
ASCK’nın 70’inci maddesinde düzenlenen suçun teşekkülü için,
firar eden en az 3 asker şahıstan her birinde “görevi icabı bulunması
gereken askerî mahallî izinsiz terk etmek” şeklindeki şuur ve iradenin
bulunması yeterlidir. Sözleşerek firar eylemini gerçekleştiren asker
şahısların tamamının ya da bir bölümünün hangi özel nedenle (özel kastsaik) ya da hangi amacı gerçekleştirmek üzere birliklerinden
ayrıldıklarının tespiti (bu hususların ASCK’nın 70’inci maddesinde
unsur, artırım ya da indirim sebebi olarak düzenlenmemiş olmasından
dolayı) atılı suçun oluşması açısından herhangi bir önem ve değer
taşımamaktadır.
Somut olayda; sanıkların, 26.7.2003 tarihinde akşam yat
yoklamasını müteakip aralarında anlaşarak, saat 22.00 sıralarında izin
almaksızın kışladan ayrıldıkları, bir süre ilçe merkezinde dolaştıktan
sonra, saat 23.30 sıralarında, kışlanın tel örgülerinden içeri girmeye
çalışırken yakalanmaktan ibaret eylemlerinin, tüm yasal unsurları
itibariyle ASCK’nın 70’inci maddesinde düzenlenen sözleşerek firar
suçunu oluşturduğu, sanıkların bu eylemlerini hangi ihtiyaçlarını
gidermek
veya
hangi
yararları
elde
etmek
maksadıyla
gerçekleştirdiklerine ilişkin öznel ve psikolojik durumlarının (saik veya
maksatlarının) genel kasta dayalı bir suç tipi olan sözleşerek firar
suçunun oluşması yönünden herhangi bir etkisinin bulunmadığı sonucuna
varıldığından, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin aynı yöndeki 21.2.2007
tarih ve 2007/305-298 E.K. sayılı onama ilâmında isabetsizlik
görülmediğinden, Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
78
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 71
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/1273
K. No. : 2007/1269
T.
: 20.6.2007
ÖZET
Suçu işlediği tarihte henüz er olan sanığın karar
tarihinde onbaşı olması durumunda, rütbesinin geri
alınmasının mümkün olmadığına karar verilmiştir.
Askerî mahkemece; sanığın, 18.12.2004-24.12.2004 tarihleri
arasında izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan
ASCK’nın 66/1-b, 73 ve 5237 sayılı TCK’nın 62/1’inci maddeleri
gereğince neticeten beş ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, ASCK’nın
71’inci maddesi gereği sanığın rütbesinin geri alınmasına, yasal
imkânsızlık nedeniyle hapis cezasının ertelenmesine ve para cezasına
çevrilmesine yer olmadığına karar verilmiştir .
Bu hüküm sanık tarafından, “ailevî sorunları nedeniyle birliğine
geç katıldığı, mahkûmiyet hükmünün usul ve yasaya aykırı olarak
verildiği” ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamına göre;
Ağrı 12’nci Mknz. P. Tug. 2’nci P.Tb. K.lığı emrinde görevli olan
sanığın, 10.12.2004 tarihinde yedi gün dağıtım iznine çıktığı, izin süresi
bitiminde en geç 17.12.2004 günü saat: 24.00’e kadar yeni birliğine
katılması gerekirken katılmadığı, altı (6) tam gün geçtikten sonra,
24.12.2004 tarihinde birliğine kendiliğinden katıldığı maddî vakıa olarak
anlaşılmıştır.
79
Askerî mahkemece, sanığın 18.12.2004- 24.12.2004 tarihleri
arasında temadi eden izin tecavüzü suçunu işlediği sabit görülerek,
askerlik hizmetine tercih edilebilecek geçerli bir mazeretinin
bulunmaması, hakkında tatbik olunan kanun maddesinin alt sınırından
ceza tayin edilmesi, sanık lehine kanunî ve takdiri indirim maddelerinin
uygulanması, izin tecavüzü suçunun sırf askerî suç vasfında olması
nedeniyle ASCK’nın EK-8’inci maddesi uyarınca paraya çevrilememesi
ve ASCK’ nın 47/A maddesine göre ertelenmemesi nedeniyle verilen
mahkûmiyet hükmünde bir isabetsizlik görülmemiş ise de,
Dosya kapsamına göre, sanığın suç tarihlerinde onbaşı rütbesinde
olmadığı, suç tarihlerinden sonra onbaşı rütbesine naspedildiği , bu
durumda suçu işlediği tarihte henüz er olan sanığın karar tarihinde onbaşı
olması durumunda rütbesinin geri alınması mümkün olmadığından
mahkûmiyet hükmünün uygulama yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
80
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 77
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/4
K. No. : 2007/4
T.
: 8.2.2007
ÖZET
ASCK’nın
77’nci
maddesinin
1’inci
fıkrasında
tanımlanan “oda hapsi ceza yerini terk” suçuna konu edilen
cezanın infaz edildiği yerin “terk” edilmesi fiilinin icra edildiği
anda, suçun yasada tarifi edilen neticesi de gerçekleşmiş ve suç
da tamamlanmış olup, suçun bu hâli ile “anî suç” teşkil
ettiğinde herhangi bir kuşku bulunmamakta ise de;
3’üncü
fıkrada
belirtilen
“hâlin
(durumun)”
gerçekleşmesi için belli bir zamanın geçmesinin şart
koşulduğu, bu bağlamda esasta anî bir suç olan “oda hapsi
ceza yerini terk suçunun” (hareket ve neticesinin), devam
ettirilmesi hâlinde, “temadi eden” (devam eden) suç özelliğine
dönüşmesi söz konusu olduğundan, söz konusu suçun, tüm
yasal unsurları itibarıyla oluştuğundan söz edilebilmesi için,
suçun tamamlandığı tarihin yanı sıra, sona erdiği (tükendiği)
tarihin de mutlak surette ortaya konulması gerekmekte ve bu
nedenle, bu hususun araştırılması, hükmün gerekçesinde tespit
ve tasrih edilmesi, ayrıca uygulamalarda da göz önünde
tutulması zorunludur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa yüklenen ve ASCK’nın
77/3’üncü maddesinde belirtilen suçun; “anî suç mu” yoksa, “mütemadi
suç mu” olduğunun belirlenmesine ilişkindir.
81
Daire; “Oda hapsi ceza yerini terk suçunun anî suç niteliğinde
olduğu ve “terk” fiilinin gerçekleştirilmesi ile oluştuğu, terkle oluşan
neticenin bir süre devam etmesinin, bu suça mütemadi suç vasfını
kazandırmayacağı, bu nedenle, ASCK’nın 77/3’üncü maddesinde yer
alan “... terk fiilî, altı gün veya daha fazla devam etmiş ise, verilecek
hapis cezası bir yıldan az olamaz” şeklindeki düzenlemenin, maddenin
birinci fıkrasında tanımlanan suçun bir nevi ağırlaştırılmış hâlini
oluşturduğu ve söz konusu suçun anî suç niteliğini değiştirmeyeceği”
görüş ve düşüncesindedir.
Başsavcılık ise; “ASCK’nın 77/3’üncü maddesinde tanımlanan
suçun, birinci fıkrada tanımlanan suçtan farklı olarak, terk eylemi altı
günü aşacak şekilde devam ettiği müddetçe, işlenmeye devam eden
eylemlerin yaptırımını düzenlediğinin kabulünün gerektiği, suçun
oluşumunun sanığın ceza mahallinden altı gün veya daha fazla
uzaklaşması şartına bağlanması karşısında, bu suç mütemadi bir suç
niteliğinde olduğundan, hükümde suçun başlangıç ve bitim tarihlerinin
belirtilmesinin gerektiği” görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Dosyadaki delil durumuna göre; sanığın, 16.10.2003-21.10.2003
tarihleri arasında işlediği kısa süreli kaçma disiplin suçundan, 6’ncı
Jandarma Komando Eğitim Alay K.lığı Disiplin Mahkemesinin
26.2.2004 gün ve 2004/1-1 sayılı kararıyla 18 gün oda hapsi cezası ile
cezalandırılmasına karar verildiği, bu hükmün 4.4.2004 tarihinde
kesinleştirildiği, kesinleşen bu cezanın infazına, 22.6.2004 tarihinde,
Tatvan 6’ncı Zırhlı Tugay Komutanlığı Disiplin Ceza ve Tutuk Evinde
başlandığı, cezanın infazı sırasında sanığın, 24.6.2004 tarihinde Disiplin
ceza ve tutuk Evinden kaçtığı, müteakiben 26.9.2005 tarihinde
kendiliğinden gelerek birliğine katıldığı sabit olup, bu konuda Daire ile
Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık konusu hukukî mesele
hakkında sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için; ASCK’nın 77/1 ve 3’üncü
maddelerinde tanımlanan suçların maddî unsurları itibariyle irdelenmesi
gerekmektedir.
ASCK’nın 77/1’inci maddesinde, disiplin mahkemeleri ile disiplin
amirleri tarafından verilen göz veya oda hapsi cezalarının çekildiği yeri
terk edenler veya cezanın diğer infaz şartlarını yerine getirmeyenler
hakkında yaptırım öngörülmüştür.
82
Anılan fıkrada belirtilen suça konu edilen eylemler (hareket);
“disiplin mahkemeleri ile disiplin amirleri tarafından verilen göz veya
oda hapsi cezalarının çekildiği yeri “terk etmek” veya cezanın diğer infaz
şartlarını “yerine getirmemektir.” Fıkrada sayılan hareketlerden biri
yapıldığında, yani cezanın infaz edildiği yer terk edildiği veya infaz
şartları yerine getirilmediği anda mezkur suç tamamlanmış olacaktır.
1’inci fıkrada belirtilen birden fazla seçimli suçun maddî unsurları
olan hareket ve netice tek olup hareketin icra edildiği anda, netice de
gerçekleşmiş olduğundan, bu tür suçlar, “tek hareketli”, “anî suç”
niteliğinde bulunmaktadır.
22.3.2000 tarih ve 4551 sayılı Yasa ile anılan maddeye eklenen
3’üncü fıkra ile; “oda hapsi ceza yerini terk fiilinin; “altı gün veya daha
fazla” devamı hâlinde, verilecek hapis cezasının bir yıldan az
olamayacağına” ilişkin düzenleme yapılmıştır.
Bu fıkrada belirtilen eylemin (hareketin) ise, 1’inci fıkrada sayılan
ve seçimli hareketlerden biri olan “Terk fiilinin”, “altı gün” veya “daha
fazla” devam etmesi hâli” olarak belirtildiği görülmektedir.
ASCK’nın 77/1’inci maddesinde belirtilen söz konusu eylem
ve neticenin “cezanın infaz edildiği yeri terk” ile gerçekleşmesi,
yani suçun tamamlanması için yeterli görülmesine rağmen, 3’üncü
fıkrada belirtilen “hâlin (durumun)” gerçekleşmesi için belli bir
zamanın geçmesinin şart koşulduğu görülmektedir.
Söz konusu fıkranın eklenmesine ilişkin 4551 sayılı Yasanın
TBMM’de kabul edilen gerekçesinde;
“Madde ile, göz veya oda hapsi ceza yerinden kaçmak, infaz
şartlarına uymamak ve kaçmaya aracılık etmek suçları bakımından
yürürlükteki 77’nci maddede mevcut boşlukları giderecek bir
düzenleme yapılmaktadır. Maddenin üçüncü fıkrasında, terk fiilinin;
altı gün veya daha fazla devam etmesi hâli, 1632 sayılı Kanunun 66’ncı
maddesinde müeyyideye bağlanan firar suçuna eşdeğer bir fiil
olduğundan, bu hâlde verilecek cezanın bir yıldan az olamayacağı
hükme bağlanmıştır” şeklindeki kabul ve değerlendirmenin yer aldığı
görülmektedir.
83
Görüldüğü gibi, anılan fıkra ile, ASCK’nın 77/1’inci maddesinde
belirtilen suça konu edilen “terk” eyleminin anlamı, mahiyeti
değiştirilmemekte, sadece, kanunî tipi içinde bir ucu açık olan hareketin
ve aynı zamanda neticenin devam eden “süresine (zamanına)” bir şartsınır getirilmekte ve fiilin bu hâli, daha ağır bir ceza ile
müeyyidelendirilmektedir. Yasa gerekçesinde ise, bu hâlin (şart-süreli
hareketin), “Firar” suçlarına “eşdeğer” fiil olduğu belirtilmektedir.
Esasen, 3’üncü fıkrada tanımlanan fiilin (suç tipinin), salt, Askerî
Ceza Kanunu sistematiği içinde, maddenin düzenlendiği 3’üncü Bab,
3’üncü Fasılda yer alan diğer suçlarla kapsam ve nitelik itibarıyla
uygunluk arz etmesine ve söz konusu fıkranın eklenmesine ilişkin 4551
sayılı Yasa gerekçesinde firar suçuna eşdeğer tutulması; anılan suçun,
“Devam eden” suç özelliğini kazanmasına, yeterli neden olarak
görülmemelidir.
Türk Ceza Hukuku sisteminde düzenlenen suçların yasa
metinlerinde yer alan tanımlarında, dış alemde işlenen fiilin model veya
tipi tarif edilmektedir. Bir suçun söz konusu olması için, işlenen fiilin
kanunî tarife uygun olması gerekmektedir.
Suçun maddî unsurlarını ise, “hareket (fiil)” ve “netice” oluşturur.
Bazen Kanun, suçları tarif ederken, sadece neticeyi gösterir ve bu
neticenin gerçekleştirilmesini yasaklar veya emreder. Bazen de kanunî
tipte, neticeden başka hareket de tarif edilir ve bu takdirde neticenin, tarif
edilen hareketle meydana getirilmesi hâlinde, tarife uygun bir fiil
işlenmiş olur.
Yasa maddelerinde tarif edilen ve suç teşkil ettiği öngörülen fiilin;
niteliği, anlamı, yapısı ve mahiyeti itibarıyla, süreli veya süresiz
devamlılık arz eden bir özelliğinin bulunması hâlinde, “devamlı suçun”
varlığından söz etmek gerekecektir.
Doktrinde çoğunluk görüşü olarak benimsendiği ve uygulamada
da kabul edildiği üzere; Hareketten doğan netice, bazen belirli bir süre
devam eder; işte neticenin devam etmeyip derhâl sona erdiği suçlara
“anî” suçlar, neticenin devam ettiği suçlara ise “mütemadi, kesintisiz
suçlar” denir.
84
Bununla beraber, mütemadî bir suçun varlığı iç in suçtan doğan
hukuka aykırı durumun, yani suçun eserinin bir süre devam etmesi
yeterli değildir. Gerçekten, suçtan doğan hukuka aykırı durumun
devam edip etmemesi, bu durumun i lk olarak çıktığı anda
tamamlanmış, bitmiş olan suça yeni bir şey eklemez ve anî bir suçun
mütemadî sayılmasını gerektirmez; mütemadi suçta devam eden,
derhâl sona ermeyen şey neticenin kendisidir ve bu netice devam
ettikçe suç da işlenmektedir. Bu esastan çıkan sonuç şu olmalıdır ki
mütemadî suçlar ne neticenin ilk gerçekleştiği anda, ne de temadinin
sona erdiği anda değil, belki temadinin başlaması ile bitmesi arasında
geçen süre içinde, yani mütemadî suçun hukukî konusunu teşkil eden
hak ve menfaatin ihlâline devam edildiği sürece icra edilmiş olurlar.
Bir suçun ne vakit anî, ne vakit mütemadi olduğunu tespit
edebilmek, bir çok bakımdan önemli bir konudur. Her ne kadar
kanunumuz mütemadî suçu ayrıca tarif etmemişse de, mütemadî suça
bir takım sonuçlar bağlamıştır. Özellikle zamanaşımı temadinin sona
erdiği andan itibaren işlemeye başlar, genel affın ilânı hâlinde, af
tarihinden sonra da devam eden bir netice söz konusu oldukta, aftan
önceki neticelerin temadi bakımından nazara alınabilip alınamayacağı
meselesi ortaya çıkar. Mütemadî suça başlanırken yürürlükte olan
kanunla, temadinin son bulduğu tarihte yürürlükte bulunan kanun
farklı hükümler taşıdığı takdirde, temadinin başladığı tarihte
yürürlükte olan kanunun mu, yoksa temadinin sona erdiği sırada
yürürlükle bulunan kanunun mu uygulanacağı söz konusu olur. Bu
sebepledir ki anî suçları mütemadî suçlardan ayırmada fayda vardır.
Bazen kanun, suç tipinde neticenin bir süre devam etmesini şart
koşar. Böyle olunca, ortada mütemadi bir suçun varlığından şüphe
edilemez ve böyle bir suçun anî olarak işlenmesine imkân bulunmaz.
Bu gibi suçlara, zorunlu olarak mütemadi olan suçlar adı verilir.
Bunun dışında esasta anî olan bir takım suçlar vardır ki, bunların bazı
şekillerinde neticenin devam ettirilmesi mümkündür. Bu nevi suçlara
da muhtemel olarak mütemadi olan suçlar denilir. (DÖNMEZERERMAN Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku, 13’üncü Bası, I.Kitap, s.
385)
85
Somut olayda; ASCK’nın 77/1’inci maddesinde belirtilen suça
konu edilen “terk” fiilî icra edildiği anda, suçun yasada tarif edilen
neticesi de gerçekleşmiş ve suç da tamamlanmış olur. Söz konusu suçun
bu hâli ile “anî suç” teşkil ettiğinde herhangi bir kuşku
bulunmamaktadır.
Ancak, ASCK’nın 77/3’üncü maddesinde; “Oda hapsi ceza yerini
terk fiilinin altı gün veya daha fazla sürmesi hâlinde”, verilecek hapis
cezasının bir yıldan az olamayacağı öngörülmektedir.
Anılan 3’üncü fıkra ile yapılan düzenleme ile; esasta anî bir suç
olan “oda hapsi ceza yerini terk suçunun” (hareket ve neticesinin),
devam ettirilmesi hâlinde, “temadi eden” (devam eden) suç özelliğine
dönüşmesi söz konusu olmaktadır. “Terk” anında tamamlanmış olan
suçun, terk fiilinin (hareketinin) sürmesi, dolayısıyla neticesinin de
devam etmesi nedeniyle, tükenmesi (bitmesi) mümkün olamamaktadır.
Suçun bitme anı, temadinin sona erdiği andır. Bu tür suçlarda,
tamamlanma anı ile tükenme anı farklı bulunmaktadır.
Esasen, ASCK’nın 77’nci madde başlığı altında düzenlenen “Oda
hapsi ceza yerini terk” suçu, anî olarak işlenebilen, fakat hareket
uzadıkça, neticesi de devam edebilen (muhtemel olarak temadi eden)
suçlardandır.
Suçun bu özelliği, anılan maddeye 22.3.2000 tarih ve 4551 sayılı
Yasa ile eklenen 3’üncü fıkranın ilâvesinden önceki hâlinde de, suçun
bünyesinde mevcut idi. Ancak bu özelliğin, suçun başlangıç ve bitim
tarihlerinin (çoğunluk mahkûmiyet hükümlerinde ve Askerî Yargıtay
ilâmlarında da belirtilmesine rağmen), yasal olarak açıkça
değerlendirilmesine ve irdelenmesine gerek olmadığından, terk süresinin
uzaması ile cezanın alt ve üst sınırında bir değişiklik meydana
gelmemekte idi. (Sürenin uzunluğu veya kısalığının teşdit veya alt
sınırdan ceza tayin nedeni sayılması hâli hariç).
Öte yandan, uygulamada, “Oda hapsi ceza yerini terk” suçu ve suç
tarihleri ile ilgili olarak; zamanaşımı, af gibi ceza hukuku
müesseselerinin uygulama esasları yönünden tam bir uyum ve istikrar
bulunmamakta idi.
86
Nitekim kanun koyucu, maddenin bu boşluğunu doldurmak ve
suçun konusunu teşkil eden fiile, ASCK’nın 66’ncı maddesinde
belirtilen “firar” eylemine “eşdeğer” bir özellik katmak üzere, maddeye
3’üncü fıkra ile bir ilâve yaparak, “Altı gün veya daha fazla sürmesi
hâlinde” şartını getirmek suretiyle, fiilin cezasını, “firar” suçunun cezası
ile eşit bir düzeye getirmiş bulunmaktadır.
Söz konusu şartın, suçun ana veya değiştirici unsurlarından
olmadığı gibi, cezalandırma şartı da olmadığında kuşku bulunmadığı,
ancak, bu şartın, “suça tesir eden hâller” kapsamında da
değerlendirilmesinin mümkün olmadığının kabulü gerekmektedir.
Suça tesir eden hâller; suçun vasfının (tavsif) değişmesine veya
ortadan kaldırılmasına etkili olmayıp, ancak verilecek cezanın arttırılması
veya hafifletilmesine neden olabilmektedir.
3’üncü fıkra ile eklenen şart; anılan suçun vasfını
değiştirmemekte, basit hâlini mevsuf konuma getirmemekle birlikte,
suçun, zaman itibarıyla sınırlarının çizilmesi ve bu çerçevede,
uygulanacak temel cezanın alt sınırının yeniden belirlenmesi, dolayısıyla,
suçun, haiz olduğu “anî suç” yapısının yanı sıra, bünyesinde barındırdığı
“muhtemel olarak temadi eden suç” şeklindeki özelliğinin de, “Devamı
hâlinde” sözcüklerinin (şartının) eklenmesi suretiyle, açıkça ortaya
konulması ve vurgulanması sağlanmış olmaktadır.
Bu anlamda, söz konusu şartın, suça tesir eden hâller kapsamında
değerlendirilmesinin mümkün olmadığının, ancak, yukarıda bahsedilen,
suça katkısı ve belirtilen fonksiyonu nedeniyle suçun bir nevi “tâli
unsuru” olduğunun kabulü gerekmektedir.
Aksi hâlde, yasa koyucunun amacı, sadece “oda hapsi ceza yerini
terk” fiilinin cezasını artırmak olsaydı, 3’üncü fıkrayı eklemeden, 1’inci
fıkrada öngörülen cezanın alt ve üst sınırını yeniden belirlemekle
yetinirdi.
Oysa, söz konusu düzenleme ile, yasal tarifine (tipine) göre tek
hareketle işlenen ve neticesi tamamlanan suçun, bünyesinde barındırdığı,
ancak açıklığa kavuşturulmadığı için, maddede bir boşluk olarak
hissedilen bu özellik (devamlılık) ortaya çıkarılmıştır.
87
Söz konusu suçun, tüm yasal unsurları itibarıyla oluştuğundan söz
edilebilmesi için, suçun tamamlandığı tarihin yanı sıra, sona erdiği
(tükendiği) tarihin de mutlak surette ortaya konulması gerekmekte ve bu
nedenle, bu hususun araştırılması, hükmün gerekçesinde tespit ve tasrih
edilmesi, ayrıca uygulamalarda göz önünde tutulması, yasal zorunluluk
hâline getirilmiş bulundurulmaktadır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, ASCK’nın 77/3’üncü maddesinde
belirtilen suçun oluşumunun sanığın ceza mahâllinden altı gün veya daha
fazla uzaklaşması şartına bağlanması karşısında, “devam eden suç”
özelliğini alan ve sanığın sabit olan suçunun, “24.6.2004-26.9.2005”
tarihleri arasında devam ettiğinin ve buna bağlı olarak da (sonuçları
bakımından) temadinin sona erdiği tarihin, suçun bittiği (tükendiği) tarih
olarak takdir ve kabul edilmesi gerekirken, suçun anî suç olarak kabul
edilip, suç tarihinin de; “24.6.2004” şeklinde belirlenmesinde isabet
görülmediğinden, Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 21.12.2005 tarih ve 2005/1440-955 sayılı; sanık J.Komd.
Er A.G. hakkındaki mahkûmiyet hükmünün, maddî (öz) vakıanın
tespitindeki yanılgı yönünden bozulmasına, belirlenen suç tarihlerine
göre, uygulamaya yönelik temyiz incelemesine devam edilmek üzere,
dosyanın Askerî Yargıtay 1’inci Daire Başkanlığına iadesine karar
verilmiştir.
88
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 81, 66/1-a
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/763
K. No. : 2007/758
T.
: 18.4.2007
ÖZET
Sanığın,
hava
değişimini
kullanarak
askerlik
hizmetinden 45 gün müddetle uzak kalışı, yaptığı hile sonucu
değil,
askerlik
şubesi
görevlilerinin
kayıtsız
ve
dikkatsizliğinden kaynaklandığı, kendisine ibraz edilen bu
belgeler üzerinde yapılması icap eden inceleme, mukayese ve
kontrol işlemlerini özensiz ve dikkatsiz bir biçimde yapan ve
bunun sonucu olarak da aldatma yeteneği bulunmayan sahte
belgeye itibar eden askerlik şubesi personelinin ihmali
hareketlerinin, aldatma yeteneği bulunmayan sahte belgeleri
(askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçu açısından)
elverişli vasıta hâline dönüştürmeyeceği, buna bağlı olarak da
atılı askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunun
unsurları itibarıyla oluşmayacağı, ancak, ASCK’nın 81/1’inci
maddesinin öngördüğü biçimde hile yeterliliği taşımamış
olmasının, gayri meşru şekilde birliğinden bir buçuk ay
süreyle ayrılmasını sağlayan sanık açısından firar suçunun
oluşumunu etkilemeyeceği sonuç ve kanaatine varılmıştır.
Askerî mahkemece; sanığın, askerlikten kısmen kurtulmak için
hile yapmak suçunu işlediği sabit görülerek, eylemine uyan ASCK’nın
81/1 ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca neticeten on ay ağır hapis
cezası ile mahkûmiyetine, yasal imkânsızlık nedeniyle verilen cezanın
başkaca bir tedbire çevrilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Bu hükmün sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, Askerî
Yargıtay 1’inci Dairesinin 1.6.2005 gün ve 2005/614-602 sayılı ilâmı ile
mahkûmiyet hükmünün usul ve noksan soruşturma yönlerinden
bozulmasına karar verilmiştir.
89
Askerî mahkemece; Askerî Yargıtayın bozma ilâmına uyulmasına
karar verildikten sonra yapılan yargılama sonucunda, sanık Ter. J.Er
A.G.’nin “Askerlikten kısmen kurtulmak için hile yapmak” suçunu
işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 81/1’inci maddesi ve
5237 sayılı TCK’nın 62’nci maddesi gereğince neticeten on ay hapis
cezası ile cezalandırılmasına, yasal imkânsızlık nedeniyle verilen cezanın
başkaca bir tedbire çevrilmesine yer olmadığına, sanığın olay nedeniyle
sebebiyet verdiği 60.680.00 TL’si hazine zararının 353 sayılı Kanunun
16’ncı maddesi gereğince sanıktan tazminen tahsiline, ayrıca terhisli
olduğu anlaşılan sanıktan 492 sayılı Harçlar Kanununun 1 sayılı tarifesi
uyarınca 11.20 YTL nispî harcın alınmasına, karar verilmiştir.
Bu hüküm de sanık tarafından süresinde özetle; “cahillikle böyle
bir işe başvurduğu, çok pişman olduğu, bu olay sebebiyle çok ızdırap
çektiği, yasanın hafifletici nedenlerinin hakkında kullanılması gerektiği”
ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinde;
Sanığın 1.2.2001 tarihinde Ankara Mevki Asker Hastahanesine
müracaat ettiği, müracaat neticesinde sanık hakkında “şınav ve barfiks
gibi aşırı kol gücü gerektiren sportif faaliyetleri yapmaması uygundur.”
şeklinde karar verildiği ve bu şekilde birliğine taburcu edildiği, sanığın
ise bu rapor üzerinde tahrifat yaparak “(Bir buçuk ay hava değişimi
S.M.K. ile) hastanın alçıda beklemesi için 1,5 ay hava değişimi
verilmiştir. 3.2.2001” şeklinde eklemede bulunduğu, bu sahte hava
değişimi raporuna binaen askerlik şubesine müracaat ettiği, 60.680.000
TL hava değişimi bedelini askerlik şubesinden aldığı, hava değişimi
süresini kullanarak terhis edildiği, askerlik hizmetinden 45 gün müddetle
uzak kaldığı, terhis belgesinde sahte rapora istinaden kullandığı hava
değişimi süresinin gösterildiği, böylece sanığın yetkili makamları
aldatarak, kısmen de olsa askerlikten kurtulduğu kabul edilerek yazılı
olduğu şekilde karar tesis edilmiş ise de;
Dosyada mevcut ve üzerinde tahrifat yapılan Mevki Asker
Hastahanesinin raporu incelendiğinde; tahrifata uğrayan belgenin
bilgisayar çıktısı olduğu, imzasız ve tasdiksiz bulunduğu, belgenin üst
kısmındaki tarih ile yazıların sonuna konan alt kısımdaki tarihin farklı
olduğu, ayrıca belgenin üst kısmındaki tarihin yanına ilâve yazı yazıldığı,
yine belge üzerinde yapılan tahrifatın değişik puntolu daktilo ile yapılmış
olduğunun hemen göze çarptığı, sanık tarafından yapılan sahteciliğin hile
niteliği taşımayan kaba ve kandırma yeteneği olmayan bir taklitten ibaret
olduğunu ortaya koyduğu, düzenlenen belgenin rapor tekniğine de uygun
olmadığı anlaşılmaktadır.
90
Yukarıda açıklanan bu özelliklerinden dolayı; sanığın askerlik
şubesine ibraz ettiği sahte belgelerin sahih nitelikteki emsal sağlık kurulu
raporları ile ne görünüş ne de içerik olarak benzeşmediği kanaatine
varılmıştır.
Bilindiği üzere, askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunun
oluşabilmesi için, sonucu gerçekleştirmeye yönelik olarak yapılan hilenin
ortalama dikkat, bellek ve muhakeme yeteneğine sahip bir kişiyi
aldatmaya elverişli olması gerekmektedir.
Eylemde kullanılan sahte belgenin içerik ve düzenleniş biçimi
itibarıyla muhatabını aldatma yeteneğine sahip olmadığı, sanığın böylece
bir yazıyı kullanmasının ASCK’nın 81’inci maddesinin öngördüğü (hile)
niteliğinde olmadığı, hava değişimini kullanarak askerlik hizmetinden 45
gün müddetle uzak kalışının yaptığı hile sonucu değil, askerlik şubesi
görevlilerinin kayıtsız ve dikkatsizliğinden kaynaklandığı, kendisine
ibraz edilen bu belgeler üzerinde yapılması icap eden inceleme,
mukayese ve kontrol işlemlerini özensiz ve dikkatsiz bir biçimde yapan
ve bunun sonucu olarak da aldatma yeteneği bulunmayan sahte belgeye
itibar eden askerlik şubesi personelinin ihmali hareketlerinin, aldatma
yeteneği bulunmayan sahte belgeleri (askerlikten kurtulmak için hile
yapmak suçu açısından) elverişli vasıta hâline dönüştürmeyeceği, buna
bağlı olarak da atılı askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunun
unsurları itibarı ile oluşmayacağı sonuç ve kanaatine varılmıştır.(Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 12.2.1998 gün ve 1998/30-26, 28.5.1998
gün ve 1998/74-79, 5.0.2005 gün ve 2005/48-43 E.K. sayılı ilâmlarının
da aynı yönde olduğu görülmektedir.)
Ancak; sanığın, sahte olduğu kendisince bilinen belgeleri
kullanmak suretiyle hava değişimi kullanarak hava değişimi parasını
aldığı, bu şekilde hedef aldığı sonuca izin vermeye yetkili amirlerinin
rızalarını yanıltmak suretiyle ulaştığı, diğer bir ifadeyle, gerçekte aldatma
yeteneği olmayan sahte belgelerin incelenmesine gerekli özen ve itinanın
gösterilmemesi sonucu, kanunen hakkı olmadığı hâlde birliğinden uzak
kaldığı anlaşılmıştır.
Eylemin işleniş biçimi dikkate alındığında; kullandığı yöntem ve
metotların aldatma yeteneği ve buna bağlı olarak ASCK’nın 81/1’inci
maddesinin öngördüğü biçimde hile yeterliliği taşımamış olmasının,
gayri meşru şekilde birliğinden bir buçuk ay süreyle ayrılmasını sağlayan
sanık açısından firar suçunu oluşumunu etkilemeyeceği sonuç ve
kanaatine varılmakla, askerÎ mahkeme hükmünün suç vasfının
tayinindeki isabetsizlik yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
91
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 81
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/113
K. No. : 2007/116
T.
: 8.11.2007
ÖZET
Sanığın taş yutup böbrek rahatsızlığının bulunduğuna
dair beyanda bulunmak şeklindeki hileli hareketleri, yapılan
tıbbî tetkikler ile kolaylıkla anlaşıldığından, sanık tarafından
ortaya konulan hilenin, yasanın aradığı anlamda ve yerleşik
içtihatlar doğrultusunda, kast olunan amacı gerçekleştirmeye
elverişli bulunmadığı, bu itibarla, atılı suçun unsurları
itibarıyla oluşmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa atılı askerlikten kurtulmak
için hile yapmak suçunun sübutuna yöneliktir.
Daire; “sanığın, bölükteki spor hizmetine katılmaktan muaf
tutulmak suretiyle, askerlikten kısmen de olsa kurtulmak amacıyla,
kendini böbrek taşı hastası gibi göstermek için on adet taş yuttuktan
sonra, bir kez birlik revirine giderek muayene olduğu, ardından kendisini
iki kez hastahaneye sevk ettirdiği, yapılan ilk muayenesinde taş
yuttuğunun derhâl ve kolaylıkla farkına varılamayıp, birkaç kez muayene
ve tetkik işlemine tâbi tutulduğu ve bu süre zarfında kışladan uzak
kalarak, istediği neticeyi kısmen elde etmiş olduğu, diğer bir anlatımla
neticenin (kısmen dahi olsa) gerçekleşmiş bulunduğu, bu nedenle de artık
yapılan desisenin, aldatıcılık (kandırıcılık) niteliğini taşıyıp taşımadığının
aranmasına gerek olmadığını” kabul ederken;
92
Başsavcılık; ASCK’nın 81/1’inci maddesinde yer verilen ‘...
hizmetten ... kısmen kurtulmak’ hâlinin, ilâmda kabul edilenden daha
geniş ve kalıcı olmasının gerektiği, bunun ise, ancak, yapılan hilenin
kandırıcılık özelliğine sahip olması ile mümkün olduğu, kandırıcılık
özelliğinin de hileli hareketin, amaçlanan sonucu meydana getirmeye
elverişli olması ile gerçekleşeceği, oysa sanığın hileli hareketlerinin
yapılan tetkikler ile kolaylıkla anlaşıldığı, bu nedenlerle sanığın
eyleminin kandırıcılık vasfının mevcut olduğuna hükmeden onama
ilâmında hukukî isabet bulunmadığını ve mahkûmiyet hükmünün esastan
bozulmasına karar verilmesi gerektiğini ileri sürerek Daire kararına itiraz
etmiştir.
Yerleşik Yargı kararlarına göre, ASCK’nın 81’inci maddesinde yer
alan “askerlikten kurtulmak için hile yapmak” suçu, “tehlike suçu” olup,
her türlü hile ve desise bu madde kapsamına girmektedir. Bu maddedeki
kavramlar sahtecilikten daha geniş kapsamlıdır ve suçun oluşumu için
yapılan hilenin kast olunan amacı gerçekleştirmeye yani sonucu
doğurmaya elverişli olması gereklidir.
Somut olay bu çerçevede değerlendirildiğinde, sanığın eyleminin,
amaçlanan sonucu doğurmaya elverişli olmadığı açıktır. Zira, sanığın
ileri tetkik için sevk edildiği askerî hastahanede çekilen ilk grafilerinde
görülen cisimler, sanığın şikâyetine yönelik beyanları da dikkate alınarak
böbrek taşı olarak değerlendirilmiş ise de, bu teşhisin yanına (?) konmak
suretiyle teşhisin kesin olmadığı belirtilmiş ve ileri tetkik amacıyla
sanığın ‘İVP sonucu ile tekrar kontrolünün uygun olduğuna’ karar
verilmiştir. Bu tetkik gerçekleştirildiğinde ise, sanığın yabancı cisim
yuttuğu, bu cisimlerin, sanığın beyanının aksine üriner sistem dışında
olduğu, dışkı ile vücuttan atılmış bulunduğu ve tedavi gerektirmediği
anlaşılmış ve sanığa istirahat de verilmemiştir. Tüm bu tıbbî
değerlendirmeler bir arada irdelendiğinde, sanığın taş yutup böbrek
rahatsızlığının bulunduğuna dair beyanda bulunmak şeklindeki hileli
hareketlerinin, yapılan tıbbî tetkikler ile kolaylıkla anlaşıldığı ortaya
çıkmaktadır.
93
Bu durumda, sanık tarafından ortaya konulan hilenin yasanın
aradığı anlamda ve yerleşik içtihatlar doğrultusunda, kast olunan amacı
gerçekleştirmeye elverişli bulunmadığı ve sanığa atılı suçun unsurları
itibarıyla oluşmadığı sonucuna varıldığından, sanığın, askerlik
hizmetlerinden (spor faaliyetlerinden) kısmen de olsa kurtulma kastı
altındaki hileli beyan ve hareketlerinin ASCK’nın 81’inci maddesindeki
“askerlikten kurtulmak için hile yapmak” suçunu oluşturduğuna dair
verilen mahkûmiyet hükmünün onanmasına ilişkin Daire kararı yerinde
görülmediğinden, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulü ile
Dairenin onama kararının kaldırılmasına; mahkûmiyet hükmünün esastan
bozulmasına karar verilmiştir.
94
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2007/267
K. No. : 2007/304
T.
: 28.2.2007
ÖZET
Er statüsündeki sanığın, kendisini kar temizliğine
katılmaması sebebiyle uyaran çavuşa karşı sarf ettiği “benimle
uğraşma zararlı çıkarsın” şeklindeki sözlerin, muhatabında
ciddî bir korku ve endişe yaratacak elverişlilik taşımadığı gibi;
söyleniş maksadı itibarıyla emre itaatsizlikte iradesini
vurgulamaktan öteye gitmediğinden, üstü tehdit suçunun
oluştuğundan bahsedilemez.
Askerî mahkemece sanığın;
1. 30.10.2005 günü emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği sabit
görülerek, ASCK’nın 87/1 (ikinci cümlesi) ve 5237 sayılı TCK’nın
62’nci maddeleri uyarınca neticeten 2 ay 15 gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına,
2. 30.10.2005 günü üstü tehdit etmek suçunu işlediği sabit
görülerek, ASCK’nın 82/2’nci maddesinin birinci cümlesi ve 5237 sayılı
TCK’nın 62’nci maddeleri uyarınca neticeten 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, sanığa tertip edilen hürriyeti bağlayıcı cezaların 5237
sayılı TCK’nın 99’uncu maddesi uyarınca içtima ettirilerek neticeten 7 ay
15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Hükümler; sanık tarafından, sebep gösterilmeden temyiz
edilmiştir.
9’uncu Mot.P.Tug. l’inci Mot.P.Taburunun 30.10.2005 Cumartesi
günü saat 09.30’da koğuşlar bölgesinde yapılan yoklaması sonrasında
tabur nöbetçi subayının tüm bölüklere kendi sorumluluk yerlerinde kar
temizliği yapılmasını emrettiği, 3’üncü Mot.P.Bölük personelinin
Nöb.Çvş. S.K. komutasında bina dışına çıkarak kar temizliği yapmaya
başladığı, bu sırada tabur nöbetçi subayının Nöb.Çvş. S.K.’yı yanına
çağırttığı, Nöb.Çvş. S.K.’nın bölüğün emir-komutasını P.Çvş. M.A.’ya
95
devrederek nöbetçi subayının yanına gittiği, kar temizliği devam ederken
P. Çvş. M.A.’nın bölük personellerinden sanık P.Er R.A.’nın koğuşlar
bölgesinden dışarı çıkarak gazinoya doğru gittiğini görmesi üzerine
sanığa “Nereye gidiyorsun, herkes çalışıyor sen de çalışacaksın” dediği,
sanığın “Ben çalışmam, temizletebilen varsa temizletsin” şeklinde
karşılık verdiği, Çavuş M.A.’nın bir kez daha sanığa kar temizliği
yapmasını emretmesi üzerine sanığın “benimle uğraşma, zararlı çıkarsın”
şeklinde sözler sarf ettiği, bir süre kar temizliği yapanları seyrettikten
sonra, eline kürek alarak kar temizliği yapanlara katıldığı dosya
kapsamından anlaşılmaktadır.
A) Emre itaatsizlikte ısrar suçu yönünden yapılan incelemede;
Askerî mahkemece sübuta eren maddî olayda, sanığın P.Çvş.
M.A. tarafından kar temizliğine katılması yönündeki emrine, “Ben
çalışmam, temizletebilen varsa temizletsin” şeklinde sözler sarf etmek
suretiyle emrin gereğini yapmaktan sözlü olarak ve açıkça imtina ettiği
kabul edilerek, mahkûmiyetine karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden anlaşıldığı üzere, nöbetçi subay tarafından,
nöbetçi çavuş S.K.’ya bölüklere kar temizliği yaptırılması konusunda
emir verilmiştir. S.K. tarafından da bu emrin yerine getirilmesi amacıyla,
sanığın askerlik görevini yaptığı bölükteki bir kısım personel, bu amaçla
görevlendirilmiştir. Ancak bu personelin nasıl seçildiği, olay tarihinde
sanığın haricinde görevlendirilmeyen başka personel bulunup
bulunmadığı araştırılmamıştır. Nöb.Çvş. S.K. tarafından belirlenen
personel, kar temizliğine devam ederken, nöbetçi subayın kendisini
çağırması üzerine, kar temizliğinin yaptırılmasına ilişkin emir komuta
P.Çvş. M.A.’ya devredilmiştir.
Bu durum karşısında; kar temizliğini yapmakla kimlerin, ne
şekilde görevlendirildiği, sanığın neden diğer bölük personeliyle birlikte
başından itibaren kar temizliği faaliyetine iştirak etmediğinin
belirlenmesi önem arz etmektedir. Zira, nöbetçi çavuş S.K.’nın P.Çvş.
M.A.’ya devrettiği emir komuta sadece kar temizliğine nezaret edilmesi
ile sınırlı olup, ayrıca temizlik için personel görevlendirme yetkisi
bulunmamaktadır. Bu noktadan hareketle; P.Çvş. M.A.’nın sanığa kar
temizliğine katılması hususunda söylemiş olduğu sözlerin yeni bir emir
96
olarak kabulü mümkün görülmemiştir. Ancak, nöbetçi subay tarafından
tüm personelin bu faaliyete katılması hususunda bir emir verildiği ve
sanığında bu emirden başından itibaren haberdar olduğu ve buna rağmen
suç işleme kastıyla hareket ettiğinin tespiti hâlinde ASCK’nın 87/1’inci
maddesinin ilk cümlesi gereğince mahkûmiyet kararı verilebilecektir.
Diğer yandan, kar temizliği yapmayacağını beyan eden sanık
hakkında bu andan itibaren emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğunu,
sonradan kar temizliği yapılmasının dahi suçun maddî unsurunu
etkilemeyeceğini benimseyen askerî mahkemenin; maddî vakıanın tespiti
yönündeki kabulünün ne olduğu (sanığın kar temizliğine katılıp
katılmadığı) anlaşılamamıştır.
Ayrıntıları Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun inceleme konusu
olayla benzer nitelikteki 23.10.2003 gün ve 2003/86-84 esas ve karar
sayılı ilâmında da açıklandığı üzere; sözlü olarak yapılmayacağı beyan
edilmesine karşın, emrin gereğinin fiilen ifa edilmesi durumlarında emre
itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için; verilen emrin icrası için
gerekli süre, amirin itaati istenen konu hakkındaki zaman ve mekana
yönelik öncelikli tercihleri, emrin yerine getiriliş biçiminin öngörülen
askerî ve stratejik hedeflere ulaşılmasını engelleyip engellemediği gibi
her olaya göre değişebilecek koşulların ayrı ayrı değerlendirilmesinin
yanında, ayrıca faillerde emre itaatsizlikte ısrar şuur ve iradesinin
bulunup bulunmadığının tespiti gerekmektedir.
Bu itibarla;
a) Kar temizleme faaliyetine katılacak personelin seçimi ve bu
faaliyetin icrası konusunda nöbetçi subay tarafından ne yönde bir emir
verildiğinin araştırılması,
b) Yukarıda açıklandığı üzere; sanığın sözlü olarak kar temizleme
faaliyetine katılmayacağını beyan etmesinin ardından, fiilî olarak kar
temizleme faaliyetine iştirak edip etmediğinin, etmiş ise süresi ve emrin
yerine getiriliş biçimi de dikkate alınarak; askerî mahkemenin maddî
vakıayı kabulünün ne merkezde olduğunun dosya içeriğine uygun düşen
gerekçelerle gösterilmesi gerektiği sonucuna varılmış ve bu eylemle ilgili
olarak tesis edilen mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
B) Üstü tehdit suçu yönünden yapılan incelemede;
Sanığın P.Çvş. M.A.’nın kar temizliğine katılması yönündeki
emrine “benimle uğraşma zararlı çıkarsın” demek suretiyle üstü tehdit
suçunu işlediğinden bahisle mahkûmiyet kararı verildiği görülmektedir.
97
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 20.4.2006 gün ve 98/95 esas
ve karar sayılı ilâmında da etraflıca açıklandığı üzere; amiri veya üstü
tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci maddesi; “Amir veya
üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere, ...cezası verilir...”
düzenlemesini içermekte, maddede suçun unsurları konusunda herhangi
bir açıklık bulunmadığı görülmektedir. Uyum ve kararlılık gösteren
Askerî Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yazılı
tehdit suçunun unsurlarının TCK’nın 191’inci maddesinde aranması
gerektiği kabul edilmektedir.
Tehdit, mülga 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde “Bir
kimsenin... başkasını ağır ve haksız bir zarara uğratacağını bildirmesi”
biçiminde tanımlanmış; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 106/1’inci maddesi ile, doktrinde ve uygulamada belirlenen
anlam ve kapsama uygun olarak “Bir başkasını, kendisinin veya
yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir
saldırı gerçekleştireceğinden veya malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara
uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...”
biçiminde değiştirilmiştir.
Tehdidin koruduğu hukukî değer kişilerin huzur ve sükunudur.
Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip
gerçekleşmemesi önemli değildir. Tehdidin objektif olarak ciddî bir
mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilen şeyin yerine getirilmemesi
hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimalî objektif olarak
mevcut olmalıdır. Sarf edilen söz, gerçekleştirilen davranış muhatap
alınan kişi üzerinde ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya
elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez.
Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden tehdidin somut olayda
muhatabı üzerinde etkili olması şart olmadığı gibi, failin objektif olarak
ciddî bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek
istemesine rağmen, mağdurun bu söz ve davranışları ciddiye almamış
olması da suçun oluşumuna engel değildir (Türk Ceza Kanunu Gazi
Şerhi, Genel Hükümler, Üçüncü Bası, Ocak 2006, s: 808, 809; Prof. Dr.
M.E.ARTUK-Doç. Dr. A.GÖKCEN-Yrd. Doç.Dr. A.C.YENİDÜNYA,
Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6’ncı Bası, Ankara-2005, s: 100,101).
İnceleme konusu dosya içeriğinde; sanığın sarf ettiği sabit olan
“Benimle uğraşma zararlı çıkarsın” şeklindeki sözün, açık veya örtülüde
olsa ne tarz ve ne yönde bir zarar verileceği hususunda açıklık içermediği
98
görülmektedir. “Zararlı çıkarsın” ifadesinin, sanığın sahip olduğu kanunî
haklarını kullanacağı, bir arada yaşamaktan kaynaklanan arkadaşlık ve
yardımlaşma duygusundan yoksun bırakılma hâli de dâhil olmak üzere,
kişisel münasebetlerin olumsuz hâle dönüştürüleceği uyarısını da
kapsayabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Aralarında ast-üst
münasebeti cari olsa da, sanık ile mağdurun askerlik hizmetinin
beraberinde getirdiği birlikte yaşama hâlinden kaynaklanan bir takım
sübjektif münasebetlerinin bulunduğu ve gündelik askerî hizmetin
devamı içerisinde ortaya çıkan kimi anlaşmazlık hâllerinde de karşılıklı
tepkilerin dış âleme yansıtılabildiği açıktır.
Sanık ile mağdurun sahip oldukları statü, sanığın eylemini
mağdurun kendisine ilettiği bir emrin hemen akabinde söylemesi ve bu
sözleri sarf etmesine neden olan kronolojik ve psikolojik süreç dikkate
alındığında; sanığın eylemlerinin karşı tarafın iç huzur ve sükunetini
tahrip etme iradesiyle söylenmediği gibi; esasen, bu sözlerin muhatabı
üzerinde ciddî bir korku ve endişe yaratacak elverişlilik ve yoğunluğa da
sahip olmadığı anlaşılmaktadır.
Nitekim, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 9.2.2006 gün ve
30-01 esas ve karar sayılı ilâmında; kendisine görev mahallinden neden
ayrıldığını soran Atğm.’ne “benimle uğraşma benim işime karışma, sen
benim kim olduğumu biliyormusun, seninle uğraşırsam kötü olur.”
şeklinde sözler sarf eden sanık erin eyleminin (mağdurun iç huzurunu
bozucu, onu korku ve endişeye sevk edici nitelikte olmadığı belirtilmek
suretiyle) üste saygısızlık derecesinde kaldığı kabul edilmiştir.
Yine, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 23.6.2006 gün ve 3644 esas ve karar sayılı ilâmında; bölük komutanına karşı “tespih abimizin
hatırası, vermeyeceğim, bana ne yapabilirsin, öldüreceğim kendimi,
ellerini çek, dokunma bana, zorla alırsan bunun hesabını en ağır şekilde
sorarım sana” şeklinde sözler sarf eden sanık erin eyleminin aynı
gerekçelere dayalı olarak üste saygısızlık suçunu oluşturduğu ifade
edilmiştir.
Bu itibarla sanığın sarf edildiği sabit olan sözlerinin üstünü tehdit
etmekten ziyade bu kişinin meslekî prestijini astları nezdinde tahrip ettiği
ve bu yönüyle de unsurları ve müeyyidesi 477 sayılı DMK’nın 47’inci
maddesinde düzenlenen üste saygısızlık suçunu oluşturduğu sonuç ve
kanaatine ulaşılarak, bu eylemle ilgili mahkûmiyet kararının vasfa bağlı
görev yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
99
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/32
K. No. : 2007/39
T.
: 26.4.2007
ÖZET
Kışla nizamiyesi önünde, kurmay başkanını bekleyen ve
bir gece önce kendisinin dışarıdan yiyecek almasına engel olan
kışla nöbetçi amiri mağdure J.Ecz. Tğm.’nin önünden,
gözlerine bakarak selâm vermeden geçen sanığın, mağdurenin,
durumu, yanında bulunan nizam karakol Nöb.Astsb.’na
anlatırken, bu defa sesini duyuracak şekilde amiri durumundaki
kışla nöbetçi amiri mağdure J.Ecz. Tğm.’i kastederek, “En
adiyim, ne yapacağımı biliyorum” şeklinde bağırması ve
kendisini uyarmak maksadıyla yanına gelen J.Mu.Kd.Çvş.’a,
Teğmen ile ilgili problemi olduğunu beyan etmesi hususları birlikte
değerlendirildiğinde, sanığın bu sözlerinin, mağdurenin iç
huzurunu bozacak ve onu endişeye sevk edebilecek nitelikte
olduğu, bu suretle, amiri tehdit suçunun tüm unsurları
yönünden sübuta erdiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin, Askerî Ceza
Kanununun ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yer alan amiri tehdit veya
477 sayılı Kanunun 47’nci maddesinde düzenlenen üste saygısızlık
suçundan hangisine vücut verdiğine ilişkindir.
Daire; “sanığın sarf ettiği sözlerin; muhatabının iç huzurunu
bozucu, onu korku ve endişeye sevk edici, yöneltildiği kişi üzerinde ciddî
bir korku yaratma açısından sonuç almaya elverişli, yeterli ve uygun
olmadığı dikkate alındığında, sanığın üzerine atılı amiri tehdit suçunun
unsurlarının gerçekleşmediği, bu nedenle söz konusu suçun oluşmadığı,
ancak unsurlarının bulunması hâlinde 477 sayılı Kanunun 47’nci
maddesinde düzenlenen üste saygısızlık şeklindeki disiplin suçunu
oluşturabileceğini” kabul ederken;
100
Başsavcılık, “Sanığın, sarf ettiği tehdit içeren bu sözlerinin, bir gün
önceki olay ve sonrasındaki davranışları ile birlikte bir bütünlük içinde
değerlendirildiğinde; sanığın bu sözlerini mağdura yönelik olarak sarf
ettiği, onun iç huzurunu bozmayı ve endişeye sevk etmeyi (huzur ve
sükûnunu bozmayı) amaç edindiği, eyleminin üste saygısızlık disiplin
suçunun sınırlarını aştığı, amiri tehdit suçunun tüm unsurları itibarıyla
sübuta erdiği” görüş ve düşüncesindedir.
Amiri veya üstü tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci
maddesi; “Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere, ...cezası
verilir...” düzenlemesini içermekte, maddede suçun unsurları konusunda
herhangi bir açıklık bulunmadığı görülmektedir. Uyum ve kararlılık
gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde
yazılı tehdit suçunun unsurlarının TCK’nın ilgili maddesinde (Mülga
TCK 191, YTCK 106) aranması gerektiği kabul edilmektedir.
Tehdit, mülga 765 sayılı TCK’nın 191’nci maddesinde “Bir
kimsenin... başkasını ağır ve haksız bir zarara uğratacağını bildirmesi”
biçiminde tanımlanmış; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 106/1’inci maddesi ile doktrin ve uygulamada belirlenen anlam
ve kapsama uygun olarak “Bir başkasını, kendisinin veya yakınının
hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı
gerçekleştireceğinden veya mal varlığı itibarıyla büyük bir zarara
uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...”
biçiminde değiştirilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın “Tehdit” başlıklı 106’ncı maddesinin
gerekçesinde;
“Tehdidin koruduğu hukukî değer, kişilerin huzur ve sükûnudur;
böylece kişilerde bir güvensizlik duygusunun meydana gelmesi
engellenmektedir. Bu nedenle, söz konusu madde ile, insanın kendisine
özgü sulh ve sükûnuna karşı işlenen saldırılar cezalandırılmış
olmaktadır. Fakat, tehdidin bu maddeyle korumak istediği esas değer,
kişinin karar verme ve hareket etme hürriyetidir.
Tehdit, çoğu zaman başka bir suçun unsurunu oluşturmaktadır.
Ancak, bu suç tanımında, tehdidin kendisi bağımsız bir suç olarak
tanımlanmıştır. Bu bakımdan tehdit suçu, genel ve tamamlayıcı bir
suçtur.
101
Tehdit hâlinde, gerçekleşmesi failin isteğinin yerine getirilmemesi
kaydına bağlı bir tecavüz, kötülük mağdura bildirilmektedir. Tehdidin
konusunu, kişinin hayatının veya vücut bütünlüğünün tehlikeye maruz
bırakılacağının, suç teşkil eden belli bir fiilin işleneceğinin, genel olarak
kuvvet kullanılacağının veya herhangi bir kötülüğün, haksızlığın
gerçekleştirileceğinin bildirilmesi oluşturmaktadır.
Tehdidin özelliği, kötülüğün gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin,
tehdit edenin iradesine bağlı olmasıdır. Tehdit konusu kötülüğün
gerçekleşip gerçekleşmemesi, gerçekten veya en azından görünüş
itibarıyla failin takdirine bağlıdır. Fakat bu, kötülüğün mutlaka tehdit
eden tarafından gerçekleştirileceği anlamına gelmez; bir üçüncü kişi
vasıtasıyla bu kötülüğün gerçekleştirileceğinin bildirilmesi ile de, tehditte
bulunulabilir.
Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip
gerçekleşmemesi, önemli değildir. Tehdidin objektif olarak ciddî bir
mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilenin yerine getirilmemesi hâlinde
tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimalî objektif olarak mevcut
olmalıdır. Sarf edilen sözler, gerçekleştirilen davranış muhatap alınan
kişi üzerinde ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya elverişli,
yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez. Failin söz ve
davranışlarının muhatabı üzerinde ciddî şekilde korku ve endişe
yaratacak uygunluk ve yeterlilik içerip içermediğinin her somut olayda
araştırılması gerekir. Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden tehdidin
somut olayda muhatabı üzerinde etkili olması şart değildir. Kişi, fail,
objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla mağduru
tehdit etmek istemiş olmasına rağmen; mağdur, bu söz ve davranışları
ciddîye almamış olabilir. Bu durumda tehdit yine gerçekleşmiştir.
Tehdidin gerçekleşip gerçekleşmemesi, muhatabı üzerinde etkili olup
olmamasına bağlı tutulmamalıdır. Failin de kendisinin tehdit konusu
tecavüzü gerçekleştirebilecek imkân ve iktidara sahip olduğu kanaatini
karşı tarafta uyandırdığını bilmesi gerekir. Mağdurda bu kanaat
uyandırıldıktan sonra, failin tehdit konusu tecavüzü gerçekleştirebilecek
imkân ve iktidara gerçekte sahip olmamasının bir önemi yoktur. Mağdur
tehdit konusu tecavüzün ciddî olduğuna hile kullanılmak suretiyle
inandırılmış olabilir. Fakat, batıl inançlara dayanılarak bir kötülüğe
maruz bırakılabileceği beyanıyla, bir kimse tehdit edilmiş olmaz.”
şeklindeki gerekçelerle tehdit suçunun tanımlamasının yapıldığı ve
unsurlarının belirtildiği görülmektedir.
102
Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden tehdidin somut olayda
muhatabı üzerinde etkili olması şart olmadığı gibi, failin objektif olarak
ciddî bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek
istemesine rağmen, mağdurun bu söz ve davranışları ciddîye almamış
olması da suçun oluşumuna engel değildir (İ. ÖZGENÇ, Türk Ceza
Kanunu Gazi Şerhi, Genel Hükümler, Üçüncü Bası, Ocak 2006, s:808,
809; Prof.Dr. M.E. ARTUK - Doç.Dr. A.GÖKCEN - Yrd. Doç. Dr. A. C.
YENİDÜNYA, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6’ncı Bası, Ankara-2005,
s: 100, 101).
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında, söylenen sözlerin tehdit içerip içermediğinin failin ve
mağdurun içinde bulundukları ortama, söylenen sözlere, söylenme
nedenine ve söylendiği koşullara göre değerlendirilmesi gerektiği kabul
edilmektedir.
Dosya içeriğine göre; sanık J.Er Ç.E.’nin, Erzurum/Yenişehir
J.Bölge K.Kh. ve Srv. Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini yapmakta
iken, J.Er Ö.Ş. ile birlikte kışlaya yiyecek siparişi vermeleri üzerine,
24.9.2005 tarihinde saat 23:00 dolaylarında Bölge K.lığı nizamiyesine
sivil bir minibüsün yanaştığı, kışla nöbetçi amiri mağdure J.Ecz.Tğm.
B.Ü. tarafından öncelikle dışarıdan yemek siparişi vermenin gerek kendi
sağlıkları ve güvenlikleri açısından, gerekse kışla emniyet talimatları
gereği mümkün olamayacağı belirtildikten sonra, sanığın ve J.Er Ö.Ş.’nin
koğuşlar bölgesine gönderildiği, sivil aracın da bölgeden uzaklaştırıldığı,
gayri ciddî ve umursamaz tavırlarla koğuşlar bölgesine dönerken nöbetçi
amiri olan mağdureye duyuracak şekilde yüksek sesle “Hayret bir şey
ya” ve “bu ne böyle” şeklinde sözler sarf eden sanığın, ertesi sabah,
25.9.2005 günü saat 07:45’te, kışla nizamiyesi önünde, kurmay başkanını
bekleyen ve bir gece önce kendisinin dışarıdan yiyecek almasına engel
olan kışla nöbetçi amiri mağdure J.Ecz.Tğm. B.Ü.’nün önünden,
gözlerine bakarak selâm vermeden geçtiği, mağdurenin, durumu, yanında
bulunan nizam karakol Nöb.Astsb. J.Mu.Kd.Çvş. E.G.O.’ya anlatırken,
sanığın, bu defa sesini duyuracak şekilde amiri durumundaki kışla nöbetçi
103
amiri mağdure J.Ecz.Tğm. B.Ü.’yü kastederek, “En adiyim, ne
yapacağımı biliyorum” şeklinde bağırdığı, kendisini uyarmak maksadıyla
yanına gelen J.Mu.Kd.Çvş. E.G.O.’ya onunla ilgili bir problemi olmadığını,
Berna Teğmen ile ilgili problemi olduğunu beyan etmesi hususları birlikte
değerlendirildiğinde, sanığın bu sözlerinin, mağdurenin iç huzurunu
bozacak ve onu endişeye sevk edebilecek nitelikte olduğu, bu suretle,
amiri tehdit suçunun tüm unsurları yönünden sübuta erdiği sonucuna
varıldığından, yerinde görülen Başsavcılık itirazının kabulü ile, Askerî
Yargıtay 1’inci Dairesinin 14.2.2007 tarih ve 2007/234-229 sayılı;
“hükmün suç vasfına bağlı olarak görev yönünden bozulmasına” ilişkin
kararının kaldırılmasına; diğer yönlerden (uygulama) inceleme yapılmak
üzere dava dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir.
104
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/96
K. No. : 2007/101
T.
: 27.9.2007
ÖZET
“Seninle dışarıda görüşeceğiz, sana soracağım, senin için
iyi olmayacak” şeklindeki sözlerin, mağdurun kendisine karşı
sarf ettiği, “taş atarsan askerliğin uzar, askerliğini yakarsın,
eşek oğlu eşek” şeklindeki sözlerinin ve daha önce de kendisi
hakkında tuttuğu tutanak sonucunda disiplin cezası almasına
neden olduğunu düşündüğü mağdurun, yine kendisini şikâyet
edeceğini söylemesinin ardından sarf edildiği ve bu kronolojik
ve psikolojik süreç dikkate alındığında, sarf edildiği sabit
görülen sözlerin soyut nitelikte ve objektif değerlendirmeye
göre üstünün iç huzurunu bozucu, onu korku ve endişeye
sürükleyecek nitelikte sözler olmadığı, sanığın üstü olan
onbaşıyı tehdit etmekten ziyade bu kişinin üstlük prestijini
astları nezdinde tahrip edici nitelikte sözler olduğu ve üste
saygısızlık kapsamında kaldığı, bu yönüyle de sanığın
eyleminin silâhlı iken üstü tehdit suçunu değil, ASCK’nın
82/1’inci maddesinde yazılı olan silâhlı iken üste saygısızlık
suçunu oluşturacağı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin hangi suçu
oluşturduğunun belirlenmesine ilişkindir.
Daire; sanığın, üstü olan Onb. M.Ç.’ye hitaben söylediği, “seninle
dışarıda görüşeceğim, sana soracağım, senin için iyi olmayacak”
şeklindeki sözlerde, açık bir şekilde üstünün hayatına, vücut ve cinsel
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştirileceğinden ya da mal
varlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratılacağından bahsedilmemesi
nedeniyle bu sözlerde, üstün iç huzurunu bozacak şekilde tehdit suçunun
unsurlarının bulunmadığını kabul ederken;
105
Başsavcılık; mağdur onbaşının ikazına sinirlenen sanığın, olay
sırasında söylediği sözlerin, mağdurun iç huzurunu bozan, onu endişeye
sevk edici tehdit içerikli sözler olduğu, bu nedenle de silâhlı iken üstü
tehdit suçunun unsurlarının oluştuğunu, mahkûmiyet hükmünün
onanması gerektiğini ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
22.3.2000 gün ve 4551 sayılı Kanunla değişik ASCK’nın 82/2’nci
maddesinde, amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlerin
cezalandırılacakları öngörülmekte olup, 4551 sayılı Kanun ile ASCK’nın
82’nci maddesinde yapılan değişikliğe ilişkin gerekçe de; 82’nci
maddenin 477 sayılı Kanunun 47’nci maddesi hükmü göz önünde
tutularak yeniden düzenlendiği ve bu maddede yer alan suçların cezasının
bu fiillerin ağırlığı ile orantılı şekilde arttırılarak Askerî Ceza Kanunu ile
Türk Ceza Kanununda benzer fiiller için öngörülen cezalar arasında
paralellik sağlanmış olacağı, açıklanmaktadır. Bu nedenle, bugüne
kadarki yerleşik uygulamalarda sözü edilen tehdit suçunun unsurları
genel bir hüküm olan 765 sayılı TCK'nın 191’inci maddesinde
aranmıştır. Ancak, 1.6.2005 tarihî itibariyle 765 sayılı TCK yürürlükten
kaldırılarak yerine 5237 sayılı TCK yürürlüğe konulduğundan, artık
ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yaptırıma bağlanan tehdit suçunun
unsurlarının 5237 sayılı TCK'nın 106’ncı maddesinde aranması zorunlu
bulunmaktadır.
Tehdit, mülga 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde “Bir
kimsenin...başkasını ağır ve haksız bir zarara uğratacağını bildirmesi”
biçiminde tanımlanmış iken, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237
sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesi ile, doktrinde ve uygulamada
belirlenen anlam ve kapsama uygun olarak, “Bir başkasını, kendisinin
veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir
saldırı gerçekleştireceğinden veya mal varlığı itibarıyla büyük bir zarara
uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme ...”
biçiminde değiştirilmiştir.
Tehdidin koruduğu hukukî değer kişilerin huzur ve sükûnudur.
Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip
gerçekleşmemesi önemli değildir. Tehdidin objektif olarak ciddî bir
mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilen şeyin yerine getirilmemesi
hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimalî objektif olarak
106
mevcut olmalıdır. Sarf edilen söz, gerçekleştirilen davranış muhatap
alınan kişi üzerinde ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya
elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez.
Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden tehdidin somut olayda
muhatabı üzerinde etkili olması şart olmadığı gibi, failin objektif olarak
ciddî bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek
istemesine rağmen, mağdurun bu söz ve davranışları ciddîye almamış
olması da suçun oluşumuna engel değildir (Türk Ceza Kanunu Gazi
Şerhi, Genel Hükümler, Üçüncü Bası, Ocak 2006, s:808, 809; Prof.Dr.
M.E. ARTUK - Doç.Dr. A. GÖKÇEN-Yrd.Doç.Dr. A.C. YENİDÜNYA,
Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6’ncı Bası, Ankara-2005, s: 100, 101).
Bu çerçevede somut olay incelendiğinde; 8.4.2003 tarihinde
nöbetçi onbaşı olan mağdur Onb. M.Ç.’nin, sanık Ord.Er U.Ç.’nin de
aralarında yer aldığı silâhlı nöbetçileri nöbet yerine götürürken, sanık ile
Er Ü.I. arasında tartışma yaşandığı, bu sırada Er Ü.I.’ya taş atan sanığa,
Onb. M.Ç.’nin, “taş atarsan askerliğin uzar, askerliğini yakarsın, eşek
oğlu eşek” dediği, sanığın hareketlerine devam etmesi üzerine kendisini
bu kez, “taş atma ulan” diye uyaran Onb. M.Ç.’nin, sanığa, miğferini
takmasını söylediği, ancak, sanığın, havanın sıcak olduğu gerekçesiyle
miğferini takmadığı, Onb. tarafından birkaç kez uyarılmasına rağmen
sanığın miğferini takmadığı ve Onb. M.Ç.’ye yönelik olarak, “seninle
dışarıda görüşeceğiz, sana soracağım, senin için iyi olmayacak”
şeklindeki sözleri söylediği dosyadaki tanık ifadelerinden hiçbir kuşkuya
yer vermeyecek şekilde anlaşılmakta, esasen eylemin bu şekilde sübuta
erdiği konusunda bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Bu sözlerin, mağdurun kendisine karşı sarf ettiği, “taş atarsan
askerliğin uzar, askerliğini yakarsın, eşek oğlu eşek” şeklindeki
sözlerinin ve daha önce de kendisi hakkında tuttuğu tutanak sonucunda
disiplin cezası almasına neden olduğunu düşündüğü mağdurun yine
kendisini şikâyet edeceğini söylemesinin ardından sarf edildiği ve bu
kronolojik ve psikolojik süreç dikkate alındığında, sanığın, bu sözleri
mağdurun huzur ve sükûnetini bozma iradesiyle söylemediği
anlaşılmaktadır. Mağdurun, İstinabe Mahkemesinde alınan 23.7.2004
tarihli ifadesindeki, “... Ben sanık hakkında yukarıda bahsettiğim şekilde
107
bana bu cümleyi sarf etmiştir. Sanığın, bu cümleyi sarf etmesindeki
sebep benim, birlikte, onun üstü olmama rağmen dışarıda bir astlık üstlük
kalmayacağı için bence bunu hatırlatmaya çalışmıştır. Gerçi sanık
cümlesinden sonra başkaca bir şey söylemedi. Fakat ben sanığın
kelimelerini bu şekilde yorumladım ...” şeklindeki sözlerinden de,
mağdurun, kendisi hakkında üstlük nüfuzunu kullanarak yine kendisini
şikâyet etmek suretiyle ceza almasına neden olabileceğini düşündüğü
mağdura, terhis edildiklerinde bu şekildeki yetkilerinin olmayacağını
hatırlatmaya yönelik sözler olduğu sonucuna varılmaktadır.
Esasen, sanığın, açık bir şekilde üstünün hayatına, vücut ve cinsel
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden ya da mal
varlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından söz etmemesi, eylemin
oluş ve gelişimi ile meydana geldiği yer gözetildiğinde, sarf edildiği sabit
görülen sözlerin soyut nitelikte ve objektif değerlendirmeye göre üstünün
iç huzurunu bozucu, onu korku ve endişeye sürükleyecek nitelikte sözler
olmadığı, sanığın üstü olan Onb. M.Ç.’yi tehdit etmekten ziyade bu
kişinin üstlük prestijini astları nezdinde tahrip edici nitelikte sözler
olduğu ve üste saygısızlık kapsamında kaldığı, bu yönüyle de sanığın
eyleminin silâhlı iken üstü tehdit suçunu değil, ASCK’nın 82/1’inci
maddesinde yazılı olan silâhlı iken üste saygısızlık suçunu oluşturacağı
sonucuna varıldığından, aynı yöndeki Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin
6.6.2007 tarihli ve 2007/1011-985 sayılı bozma ilâmına karşı yapılan
Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
108
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82/2, 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/98
K. No. : 2007/102
T.
: 27.9.2007
ÖZET
Sanığın, üstü olan Onb.’ya yönelik olarak sarf ettiği
“gözlerin körse koyayım da açılsın, senin a..nı sinkaf edeceğim,
sülâlesini s..tiğimin piçi, seni s..ceğim, sülâlesini s...tiğimin
piçi, seni s..ceğim, a..na koyduğumunun evlâdı, senin bacını
s...ceğim, orospu çocuğu, piçin evlâdı, kahpenin oğlu” sözleri
ile, üstünün vakar ve haysiyetine saldırıda bulunup onu küçük
düşürerek “üste hakaret” suçunu işlediği;
Sanığın üstü olan mağdur Onb.’ya karşı yukarıda açıklanan
sözleri sarf etmesinin ardından, alkollü olması nedeniyle
hakkında tutanak tutulmak istenmesi üzerine bölük
yazıhanesine götürüldüğü sırada, bu defa farklı bir zaman ve
mekanda, hakkında tutanak tutulmasına sebep olduğuna
inandığı Onb.’yı tehdit etme şuur ve iradesiyle hareket ederek,
ona “sakın çarşıya çıkma, hayatını kaydıracağım, bittin sen,
seninle işim bitmedi, kaçacak yerin yok oğlum” demek
suretiyle üstünün iç huzur ve emniyet duygusunu ihlâl ettiği ve
dolayısıyla sanığın üste hakaret suçundan başka, ayrıca “üstü
tehdit” suçunu da işlediği anlaşılmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın, üstüne karşı söylediği “seni
sinkaf edeceğim, a...na koyduğumunun evlâdı, o...çocuğu, piçin evlâdı,
sakın çarşıya çıkma hayatını kaydıracağım, seninle işim bitmedi, kaçacak
yerin yok oğlum...” şeklindeki sözlerin tek bir üste hakaret suçunu mu
yoksa, üste hakaret ve üstü tehdit şeklinde iki ayrı suçu mu
oluşturduğuna ilişkindir.
109
Daire; sanığın eylemlerinin bir bütün hâlinde ele alınıp, üstü tehdit
suçuna konu sözlerin, üste hakaret suçuna konu eylemin bünyesinde
değerlendirilmesi ve sonuç olarak sanık hakkında tek bir üste hakaret
suçundan mahkûmiyet kararı verilmesi gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; üstü tehdit ve üste hakaret suçları ile korunmak istenen
hukukî yarar ile her iki suçun unsurları birbirinden farklı olduğundan,
tehdit içeren sözlerin hakaret suçunun bünyesinde bulunan saygısızlık
unsuru kapsamında kaldığının kabul edilemeyeceğini ve sanığın
eylemlerinin üste hakaret ve üstü tehdit şeklinde iki ayrı suçu
oluşturacağını ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosya kapsamına göre, sanığın 18.6.2005 tarihinde çarşı izni
dönüşünde nizamiyede yapılan kimlik kontrolü sırasında kendisine ismini
soran P.Onb. T.Y.’ye, “buradan baksana gözlerin kör mü?” dediği, Onb.
T.Y.’nin, “ismini söylemen daha kolay olur.” şeklinde cevap vermesi
üzerine, sanığın, “gözlerin körse koyayım da açılsın.” dediği, bu sırada
durumu gören Nizamiye Nöb.Astsb. olarak görevli Mu.Uzm.Çvş.
C.İ.’nin kendisini nizamiye odasına çağırdığı ve burada alkollü olduğunu
fark ederek, tutanak tutulmak üzere bölük yazıhanesine gitmesini
bildirdiği, sanığın, bölük yazıhanesine giderken Onb. T.Y.’ye dönerek,
“senin ananı s..ceğim, sakın çarşıya çıkma, hayatını kaydıracağım,
sülalesini s...tiğimin piçi” dediği, Onb. T.Y.’nin, durumu nöbetçi
subayına bildirmesi üzerine nizamiye odasına çağrılan sanığın, burada,
Onb. T.Y.’ye, “seni s..ceğim, bittin sen, a..na koyduğumunun evlâdı,
senin bacını s...ceğim, kaçacak yerin yok oğlum” dediği, hiçbir kuşkuya
yer vermeyecek şekilde anlaşılmakta olup, esasen eylemin bu şekilde
sübuta erdiği konusunda bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
22.3.2000 gün ve 4551 sayılı Kanunla değişik ASCK’nın 82/2’nci
maddesinde, amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlerin
cezalandırılacakları öngörülmekte olup, 4551 sayılı Kanun ile ASCK’nın
82’nci maddesinde yapılan değişikliğe ilişkin gerekçe de; 82’nci
maddenin 477 sayılı Kanunun 47’nci maddesi hükmü göz önünde
tutularak yeniden düzenlendiği ve bu maddede yer alan suçların cezasının
bu fiillerin ağırlığı ile orantılı şekilde arttırılarak Askerî Ceza Kanunu ile
110
Türk Ceza Kanununda benzer fiiller için öngörülen cezalar arasında
paralellik sağlanmış olacağı, açıklanmaktadır. Bu nedenle, bugüne
kadarki yerleşik uygulamalarda sözü edilen tehdit suçunun unsurları
genel bir hüküm olan 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde
aranmıştır. Ancak 1.6.2005 tarihî itibariyle 765 sayılı TCK yürürlükten
kaldırılarak yerine 5237 sayılı TCK yürürlüğe konulduğundan, artık
ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yaptırıma bağlanan tehdit suçunun
unsurlarının 5237 sayılı TCK'nın 106’ncı maddesinde aranması zorunlu
bulunmaktadır.
Tehdit, mülga 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde “Bir
kimsenin... başkasını ağır ve haksız bir zarara uğratacağını bildirmesi”
biçiminde tanımlanmış iken, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237
sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesi ile, doktrinde ve uygulamada
belirlenen anlam ve kapsama uygun olarak, “Bir başkasını, kendisinin
veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir
saldırı gerçekleştireceğinden veya mal varlığı itibarıyla büyük bir zarara
uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...”
biçiminde değiştirilmiştir.
Tehdidin koruduğu hukukî değer kişilerin huzur ve sükûnudur.
Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip
gerçekleşmemesi önemli değildir. Tehdidin objektif olarak ciddî bir
mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilen şeyin yerine getirilmemesi
hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimalî objektif olarak
mevcut olmalıdır. Sarf edilen söz, gerçekleştirilen davranış, muhatap
alınan kişi üzerinde ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya
elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez.
Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden tehdidin somut olayda
muhatabı üzerinde etkili olması şart olmadığı gibi, failin objektif olarak
ciddî bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek
istemesine rağmen, mağdurun bu söz ve davranışları ciddîye almamış
olması da suçun oluşumuna engel değildir (Türk Ceza Kanunu Gazi
Şerhi, Genel Hükümler, Üçüncü Bası, Ocak 2006, s: 808, 809; Prof. Dr.
M.E. ARTUK-Doç.Dr. A. GÖKCEN - Yrd.Doç.Dr. A.C. YENİDÜNYA,
Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6’ncı Bası, Ankara-2005, s:100, 101).
111
Bu çerçevede somut olaya bakıldığında; Sanığın, üstü olan Onb.
T.Y.’ye yönelik olarak sarf ettiği “gözlerin körse koyayım da açılsın,
senin a..nı sinkaf edeceğim, sülâlesini s..tiğimin piçi, seni s..ceğim,
sülâlesini s...tiğimin piçi, seni s..ceğim, a..na koyduğumunun evlâdı,
senin bacını s...ceğim, orospu çocuğu, piçin evlâdı, kahpenin oğlu”
sözleri ile, üstünün vakar ve haysiyetine saldırıda bulunup onu küçük
düşürerek “üste hakaret” suçunu işlediği;
Sanığın üstü olan mağdur Onb. T.Y.’ye karşı yukarıda açıklanan
sözleri sarf etmesinin ardından, alkollü olması nedeniyle hakkında
tutanak tutulmak istenmesi üzerine bölük yazıhanesine götürüldüğü
sırada, bu defa farklı bir zaman ve mekanda, hakkında tutanak
tutulmasına sebep olduğuna inandığı Onb. T.Y.’yi tehdit etme şuur ve
iradesiyle hareket ederek, ona “sakın çarşıya çıkma, hayatını
kaydıracağım, bittin sen, seninle işim bitmedi, kaçacak yerin yok oğlum”
demek suretiyle üstünün iç huzur ve emniyet duygusunu ihlâl ettiği ve
dolayısıyla sanığın üste hakaret suçundan başka ayrıca “üstü tehdit”
suçunu da işlediği anlaşılmaktadır.
Bu nedenlerle, Başsavcılığın itirazına atfen ve resen, sanığın tehdit
kastı ile hareket etmediği ve eylemlerinin bir bütün hâlinde ele alınıp, tek
bir “üste hakaret” suçundan mahkûmiyet kararı verilmesi ve üstü tehdit
suçuna konu sözlerin üste hakaret suçuna konu eylemin bünyesinde
değerlendirilmesi gerektiği gerekçesiyle mahkûmiyet hükmünü bozan
Daire kararının kaldırılmasına, diğer yönlerden incelemeye devam
edilmek üzere dava dosyasının Dairesine gönderilmesine karar
verilmiştir.
112
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1950
K. No. : 2007/1947
T.
: 4.12.2007
ÖZET
Objektif olarak ciddî bir mahiyet arz eden, sanığın şahsî
tabancasını belinden çıkarması ve tam dolduruş hâline
getirmesi şeklindeki eyleminin muhatabının iç huzurunu
bozucu ve mağdur üzerinde ciddî bir korku yaratmaya
elverişli nitelikte olduğunun, tehdidin somut olayda muhatabı
üzerinde etkili olmasının gerekmediğinin kabulü gerekir.
1993 yılında uzman çavuşluğa nasbedilen ve almış olduğu
hapis cezaları sebebiyle iki kere kademe ilerlemesi
yapamaması ihtimal dâhilinde bulunan sanığın en son nasıp
tarihinin 13.9.2000 olması karşısında, 1994 mezunu olmasına
rağmen, son nasıp tarihî 30.8.2003 olan mağdurun astı
konumunda bulunduğu düşünülebilirse de, suçun vasfı
açısından önem taşıyan bu husus yargılama sırasında
J.Gn.K.lığı Personel Başkanlığından sorulmak suretiyle tespit
edilmelidir.
Askerî mahkemece; sanığın, 10.2.2004 tarihinde üstü tehdit
suçunu işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 82/2 (ikinci cümlesi) ve
TCK’nın 62’nci maddeleri uyarınca, on ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiş olup, hüküm sanık tarafından,
mağdurun üstü olmadığı, kıdeminin ondan yüksek olduğu, olayın bir
anlık kızgınlıkla gerçekleştiği, bu olay sebebiyle çok sevdiği mesleğinden
atıldığı, mağdurla barıştıkları ve onun herhangi bir şikâyetinin
bulunmadığı, tayin olunan cezanın paraya çevrilip ertelenmesi gerektiği
ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
113
Olay tarihinde, karakol komutanı J.Astsb.Hasan T.Y., Uzm.J.III.
Kad.Çvş. K.M.K. ve sivil şahıs A.P.’nin, mağdur K.M.K.’nın odasında
oturdukları, sanığın da odaya geldiği, daha önceki bir olay nedeniyle,
J.Astsb. H.T.Y.’nin eğitim programını düzenli takip etmesi hususunda
sanığı ikazı sırasında, K.M.K.’nın, eğitim programlarını İl Jandarma Alay
Komutanlığından getirtebileceğini söyleyerek söze karıştığı, bunun
üzerine sanığın K.M.K.’ya “sen ne karışıyorsun oğlum” dediği,
K.M.K.’nın “bana oğlum diyemezsin” şeklindeki uyarısı üzerine ortamın
gerginleştiği ve yaşanılan tartışma sırasında, K.M.K.’nın “siktir git,
şerefsiz” diyerek küfrettiği, sanığın K.M.K.’nın üzerine yürüdüğünü
gören H.T.Y. ve A.P.’nin araya girerek sanığı dışarı çıkardıkları, karakol
komutanı J.Astsb. H.T.Y.’nin odaya geri döndüğü sırada, sanığın
belindeki silâhı çıkararak tam dolduruş hâline getirdiğinin duyulduğu,
bunun üzerine H.T.Y. ve A.P.’nin müdahalesi ile sanığın elindeki silâhın
alındığı tüm dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Sanığın, yargılamanın başından beri tüm savunmalarında; Uzm.J.
Çvş. K.M.K.’nın kendisinin üstü olmadığı, kendisinden yaşça küçük
olduğu, kendisinin 1993 yılı, mağdurun ise 1994 mezunu olduğu,
K.M.K.’ya hitaben “sen dışarı çıkamayacaksın” diyerek silâhı çıkarıp
tam dolduruş hâline getirmediği, karakol komutanının bir şey yapacağını
düşünerek belinden silâhını aldığı yolunda beyanlarda bulunduğu
görülmektedir.
Tanıklar A.P. ve H.T.Y.’nin anlatımları karşısında, sanığın odada
bulunduğu sırada, “sen dışarı çıkmayacaksın” yahut “sen dışarı
çıkamayacaksın” şeklinde sözler sarf etmediği açık olmakla beraber,
odadan çıkartılmasını müteakip, mağdur K.M.K.’nın “siktir git, şerefsiz”
demesi üzerine; belindeki, kendisine askerî hizmetlerde kullanması için
teslim edilen Baretta marka silâhını çıkartarak tam dolduruş hâline
getirdiği, bu tanık ifadelerini destekleyen sair tanıklar M.K. ve B.E.’nin
anlatımları ile de belirlenmiş olması karşısında; sanığın silâhı çıkarıp tam
dolduruş hâline getirmediği, karakol komutanının bir şey yapacağını
düşünerek belinden silâhını aldığı yolundaki savunmalarına itibar
edilmemiştir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında da
kabul edildiği üzere, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yazılı “Tehdit”
suçunun yasal unsurlarının TCK’nın 191’inci ve 5237 sayılı TCK’nın
106’ncı maddesinde aranması gerektiği, objektif olarak ciddî bir mahiyet
114
arz eden tehdidin somut olayda muhatabı üzerinde etkili olmasının
gerekmediği, sanığın şahsî tabancasını belinden çıkarması ve tam
dolduruş hâline getirilmesi şeklindeki eyleminin dahi tek başına objektif
olarak muhatabının iç huzurunu bozucu ve mağdur üzerinde ciddî bir
korku yaratmaya elverişli nitelikte olduğu hususunda kuşku
bulunmamaktadır.
Ancak; 1993 yılında uzman çavuşluğa nasbedilen ve almış olduğu
hapis cezaları sebebiyle iki kere kademe ilerlemesi yapamaması ihtimal
dâhilinde bulunan sanığın, hazırlık soruşturması sırasında dosyaya intikal
eden belgelerden anlaşıldığı kadarıyla en son nasıp tarihinin 13.9.2000
olması karşısında, 1994 mezunu olmasına rağmen, son nasıp tarihî
30.8.2003 olan ve Uzm.J.III.Kad Çvş. rütbesini taşıyan K.M.K.’nın astı
konumunda bulunduğu düşünülebilirse de, yargılama sırasında suçun
vasfı açısından önem taşıyan bu hususun J.Gn.K.lığı Personel
Başkanlığından sorulmak suretiyle sanık ile mağdur arasındaki astlık ve
üstlük durumlarının tespit edilmemiş olması noksan soruşturma
niteliğinden görüldüğünden hükmün bu sebeple bozulmasına karar
vermek gerekmiştir.
Diğer taraftan; sanığın olay sırasında amirini tehdit etmekte
kullandığı Baretta marka tabancanın kendisine hizmet gereği teslim
edildiği, bu nedenle eylemini, hizmet sebebiyle kendisine tevdi ve teslim
edilmiş tabancayla, hizmetin icrası sırasında gerçekleştirdiği açık
olduğundan; tebliğnamedeki, ASCK’nın 82/2’nci maddesinin ikinci
cümlesinde gösterildiği şekilde suçun yasal artırıcı unsurunun
gerçekleşmediği, silâhı çekip tam dolduruş hâline getirme eylemindeki
silâhın, somut olarak yapmaya başlanacak ya da yapılmakta olan bir
görev veya hizmetin icabı olarak taşınmadığı, bu nedenle ASCK’nın
11’inci maddesindeki “silâhlı” unsurunun varolmadığı, somut olayın
ASCK’nın 82/2’nci maddesinin ilk cümlesinde yer alan “üstü tehdit”
suçu olarak uygulamasının yapılması gerektiği yolundaki görüşe de
iştirak edilmemiştir.
Bozma sebepleri karşısında, sanığın ilk olarak K.M.K.’ya
“oğlum” diyerek saygısızca davrandığı hususunda kuşku yok ise de,
mağdur K.M.K.’nın bu eylemle orantısızlık oluşturacak şekilde “siktir
git, şerefsiz” sözünü kullanmasının, sanığın haksız tahrik hükümlerinden
yararlandırılmasını gerektirdiğine, keza yargılama sırasında hakkında
çıkarılan gıyabî tevkif müzekkeresi sebebiyle, 1.1.2006 tarihinde
nezarete alındığı ve bu müzekkerenin vicahiye çevrilmemesi neticesinde,
2.1.2006 tarihinde salıverildiği anlaşılan sanığın, nezaret altında geçirdiği
sürenin cezasından mahsup edilmesi gerektiğine işaretle yetinilmiştir.
115
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. Mad. 85/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2007/1131
K. No. : 2007/1116
T.
: 27.6.2007
ÖZET
Eş ve kızının hastalıkları nedeniyle özel bir sağlık
kuruluşunun önerdiği ilâçları askerî tabibe yazdırmak isteyen
sanığın, hasta olan aile fertlerini hastahaneye getirmesine
rağmen isteğinin kabul edilmeyişine sinirlenerek sarf ettiği
sözlerde üste hakaret kastı bulunmayıp, bu sözlerin içinde
bulunduğu telâş, üzüntü ve stres sebebiyle söylendiğinin
kabulü gerekir
Üste hakaret suçunu işlediği ileri sürülerek ASCK’nın 85/1’inci
(ilk cümle) maddesi uyarınca cezalandırılması istemiyle sanık hakkında
açılan davada askerî mahkemece; sanığın eyleminin tipiklik yönünden
477 sayılı Yasanın 47’nci maddesinde disiplin suçu olarak düzenlenen
“üste saygısızlık” suçunu oluşturduğu ve yargılama görevinin Disiplin
Mahkemesine ait olduğu kabul edilerek, 353 sayılı Yasanın 9’uncu
maddesi uyarınca kendisinin “görevsizliğine” karar verilmiştir.
Bu görevsizlik kararı; sanığın eyleminin “üste hakaret” suçunu
oluşturduğu ileri sürülerek askerî savcı tarafından süresinde sanığın
aleyhine temyiz edilmiştir.
Sanık, 353 sayılı Yasanın 212’nci maddesi gereğince kendisine
tebliğ edilen askerî savcının bu temyiz dilekçesine karşılık verdiği
yanıtta; askerî mahkemenin kararının isabetli olduğunu vurgulayarak
askerî savcının temyiz isteminin reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Denizli 11. P.Tug.K.lığı emrinde olup, Ağustos 2005 döneminde
kanunî izne ayrılmış olan sanığın Karpuzkaldıran kampında rahatsızlanan
eşi Nermin ve kızı Bengül’ün kamp revirinde ve 23.8.2005 tarihinde
Denizli Asker Hastahanesi Dâhiliye Polikliniğinde yapılan
muayenelerinde verilen ilâçlara rağmen iyileşemedikleri, bunun üzerine
116
27.8.2005 günü Denizli’de özel bir poliklinikte muayene oldukları,
sanığın önerilen ilâçları reçete ettirmek üzere 29.8.2005 günü öğleye
doğru Denizli Asker Hastahanesi Danışma Hekimliğine başvurduğu,
Danışma Hekimi olan mağdur Tbp.Ütğm. G.Ö.’nün ise hastaları görüp
muayene etmeden anılan ilâçları reçete edemeyeceğini bildirdiği, her
ikisi arasında gerginlik yaşandığı, ancak boyut kazanmadan sanığın
askerî hastahaneden ayrıldığı, aynı gün öğleden sonra sanığın yanında eşi
ve kızı olduğu hâlde danışma hekimliğine geldikleri, mağdur hekimin
“saat 15:45, muayene olacaksanız kulak burun boğaz polikliniğine sevk
edeyim” dediği, bunun üzerine sanığın eşi ve kızının mağdura serzenişte
bulundukları, mağdurun “dikkatli konuşun, ben bir üsteğmenim ve askerî
doktorum” dediği, sanığın bu durum karşısında kimliğini çıkartıp
“kimsen kimsin, ben de 30 yıllık astsubayım, Rus askerî miyim, lânet
olsun hepinize” şeklinde bağırdığı ve eliyle masaya vurduğu, bu esnada
sanığın eşinin bayılıp yere düştüğü, acil servise kaldırılıp tıbbî
müdahalede bulunulduğu toplanan kanıtlardan anlaşılmaktadır.
“Hakaret”, bir kimsenin şerefine, namusuna, şöhretine,
haysiyetine, kişiliğine ve vakarına yönelik gerçekleştirilen küçültme ve
aşağılama amaçlı kastî ve haksız tecavüzlerdir. Üst ve amirin şeref ve
haysiyetine tecavüzler sadece mağdur üst veya amirlere karşı değil, aynı
zamanda askerî disipline, askerî itaat ve terbiyeye de saldırı olduğundan
bu fiiller Askerî Ceza Kanununda özel olarak düzenlenmiştir.
Hakaret suçunda suç kastının belirlenmesi önem kazanmaktadır.
Sergilenen eylemin veya söylenen sözlerin hakaret olup olmadığı
saptanırken bu eylem ya da sözlerin hangi şartlar altında cereyan ettiği,
failin ve mağdurun içinde bulundukları durum ile hakaret teşkil ettiği
ileri sürülen sözlerin sarf edilme sebebinin irdelenmesi gerekir. Kastın,
olayın bir bütün olarak değerlendirilmesi sonucu ortaya konulması
zorunludur.
Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde
sanığın, askerî sağlık birimlerinden yazılan birkaç ilâcın rahatsız olan eşi
ve kızını hâlen iyileştirmemesi nedeniyle bu sefer özel bir sağlık
kuruluşundan önerilen ilâçları reçete ettirip eşi ve kızının tedavisini
hızlandırma sıkıntısı içinde olduğu açıktır. Anılan ilâçları, sağlık
cüzdanları çerçevesinde reçete ettirmek için ilkinde başvurduğunda
mağdurun hastaları görüp muayene etmeden anılan reçeteyi
düzenlememesinde kesinlikle haklı yönler bulunmakla beraber izah etme,
117
olaya yaklaşma anlamında her ikisi arasında gerginlik yaşandığı da bir
gerçektir. Bu durum ise sanıkta “işinin zorlaştırıldığı” düşüncesini
doğurmuştur. Eşi ve kızı ile beraber sanığın ikinci başvurusunda ise
mağdurun bu sefer “saat 15:45, isterseniz sizi polikliniğe sevk edeyim”
demesi karşısında zaten hasta olan eşi ve kızının serzenişlere yöneldiği
anlaşılmaktadır. Mağdurun kimliğini ve rütbesini açıklayarak dikkatli
olmaya davet etmesi üzerine de, sanığın iddia konusu sözleri ve eylemi
sarf edip gerçekleştirdiği belirlenmektedir.
Bu sözlerde hakaret boyutuna varacak nitelikte bir içerik
bulunmadığı gibi yukarıda cereyan şekli belirtilen ortamda sanığın bu
sözleri mağduru küçültmek ve tahkir etmek amacı ve kastı altında da
söylediğini kabul etmek olanaklı değildir. Eşi ve kızının süre giden
rahatsızlıkları, iyi gelebileceğine inandıkları ilâçları bir an önce reçete
ettirebilme gayreti ve sıkıntısı, olay anında sanık ile mağdur arasında
beşerî ilişkilerin karşılıklı hatalar nedeniyle gerginleşmesi, nihayetinde
eşinin bayılıp düşmesi gibi tüm husus ve olgular bir bütün olarak ele
alındığında sanığın, kendilerine yeterli ilgi gösterilmediği gibi bir
düşünceye kapılarak feveran ve serzenişe kapılması sonucu hakaret kastı
olmaksızın anılan sözleri sarf ettiği sonucuna varılmaktadır.
Fakat sanığın bu eylemi, ASCK’nın 85/1’inci maddesi anlamında
üste hakaret suçunu oluşturmamakla beraber askerî kurallara ve
terbiyeye, örf ve adete de uygun düşmediği açık olup saygısızlık
boyutunda kalmıştır.
Nitekim benzer olaylarla ilgili içtihatlara bakıldığında da;
a) “Sen kimsin, sen bana ne yapabilirsin” (As.Yrg.Drl.Krl.’nun
15.3.2007 gün ve 19-16 sayılı kararı);
b) “Siz komutan olabilirsiniz, ama lider olamazsınız”
(As.Yrg.Drl.Krl.’nun 30.9.1999 gün ve 184-169 sayılı kararı);
c) “Siz adil değilsiniz, size güvenmiyorum, siz emir vermeyi
bilmiyorsunuz” (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 21.10.2999 gün ve 182-187 sayılı
kararı);
118
d) “Git şikâyet et, öbür dünyada iki elim yakanda olacak, benimle
uğraşma” (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 25.3.1999 gün ve 74-63 sayılı kararı);
e) “Allah senin belânı versin” (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 15.6.2000
gün ve 117-119 sayılı kararında) şeklinde ast tarafından üste sarf edilmiş
sözlerde vakanın cereyan şekli tüm boyutları ile irdelendikten sonra “üste
hakaret” suçunun oluşmadığı, “üste saygısızlık” suçu boyutunda kaldığı
benimsenmiştir.
Bu itibarla; askerî mahkemece, oluşa uygun düşen hukukî
irdeleme ve gerekçelerle eylemin “üste saygısızlık” suçu olarak
belirlenmesinde ve bu suç vasfına bağlı olarak görevsizlik kararı
verilmesinde herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
119
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85/1, 82/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2235
K. No. : 2007/2218
T.
: 31.10.2007
ÖZET
Sanığın, üstü olan J.Üçvş. M.Ş. ve Uzm.J.Çvş. Z.Ç.’ye
yönelik olarak sarf ettiği “Sizi s.k. ederim, siz kimsiniz lan”
şeklindeki sözlerden sonra sarf ettiği, “... Biz Devrekliyiz bize
bir şey olmaz, siz burada ailenizle rahat dolaşamazsınız, bana
yaptıklarınızı unutmadım, bunların hesabını vereceksiniz,
sizinle daha sonra görüşeceğiz” şeklindeki sözleri, hakaret
eyleminden ayrı ve müstakilen üstü tehdit suçunu
oluşturduğundan, iki ayrı üste hakaret ve iki ayrı üstü tehdit
suçlarını işlediği konusunda duraksama bulunmamakla
beraber, 5237 sayılı TCK’nın 43/2’nci maddesi gereğince, bir
fiille birden fazla şahsa hakaret edilmesi durumunda, sadece
bir suçun mevcut olduğu kabul edilmeli ve bir cezaya
hükmolunmalı; ancak, verilecek ceza zincirleme suç için
öngörülen oranda artırılmalıdır.
Askerî mahkemece; sanığın, 8.1.2005 tarihinde,
1) Uzm. J. Çvş. Z.Ç.’ye karşı üste hakaret suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 85/1 (Birinci cümlesi) ve 5237 sayılı TCK’nın
62/1’inci maddeleri gereğince, iki ay on beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına,
2) J. Üçvş. M.Ş.’ye karşı üste hakaret suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 85/1 (Birinci cümlesi) ve 5237 sayılı TCK’nın
62/1’inci maddeleri gereğince, iki ay on beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına,
120
3) Uzm. J. Çvş. Z.Ç.’ye karşı üstü tehdit suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 82/2 (Birinci cümlesi) ve 5237 sayılı TCK’nın
62/1’inci maddeleri gereğince, beş ay hapis cezası ile cezalandırılmasına,
4) J. Üçvş. M.Ş.’ye karşı üstü tehdit suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 82/2 (Birinci cümlesi) ve 5237 sayılı TCK’nın 62/1’inci
maddeleri gereğince, beş ay hapis cezası ile cezalandırılmasına,
karar verilmiştir.
Bu hükümler; temyiz aşamasında vekâletname ibraz eden sanık
müdafii tarafından yasal süresi içerisinde ve özetle, bir suret iddianame
elden verilmeden ve duruşmalardan vareste tutulmayı isteyip istemediği
sorulmadan sanığın sorgu ve savunmasının tespit edilmiş olmasının,
“savunma hakkının kısıtlanması” niteliğinde usule aykırılık oluşturduğu,
sanığın olaya doğrudan müdahil olmadığı gibi, üstü olduğu iddia edilen
kişiler sivil elbiseli olduklarından müvekkilinin o kişilerin kim olduğunu
bilmesinin beklenemeyeceği, atılı suçların sübuta erdiğine dair yeterli ve
açık delil bulunmadığından unsurları itibarıyla oluşmadığı, olayın
başlangıcı ve oluş şekli itibarıyla müvekkilinin de tanıkları olmasına
rağmen dinletemediği, tanıkların ifadelerinde birbirlerini kolladıkları, tek
bir olay nedeniyle dört ayrı ceza tayininin yersiz olduğu ve müvekkili
hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanmamasına dair gösterilen
gerekçenin yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; iki ayrı üste hakaret ve iki ayrı üstü tehdit suçunu
oluşturduğu kabul edilen sözlerin, müteselsilen üste hakaret ve
müteselsilen üstü tehdit suçlarını oluşturması nedeniyle, tüm mahkûmiyet
kararlarının sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanması
için bozulması gerektiğine dair görüş ve düşünce bildirilmiştir.
Sanık hakkında üste mukavemet suçundan kurulan beraat hükmü ile
diğer sanık T.K. hakkında görevli memura mukavemet suçundan verilen
görevsizlik kararı taraflarca temyiz edilmediğinden, temyiz incelemesi
dışında bırakılmıştır.
Dosya içeriğinden, acemi eğitimini Devrek 2’nci J.Er Eğt.Tb.
4’üncü J.Er Eğt.Bl.K.lığı emrinde tamamladıktan sonra, Balıkesir İl
J.K.lığı emrine dağıtımı yapılan sanık (Ter.) J.Er T.K.’nın, 8.1.2005
tarihinde memleketi olması nedeniyle kanunî izne gönderildiği Devrek’te
121
çarşıda dolaşmakta iken, karşılaştığı acemi birliğinde beraberce görev
yaptıkları J.Onb. Y.O. ve J.Onb. H.Z.’ye, eğitim esnasında yaşanan bazı
olaylar nedeniyle özellikle rütbeli personeli kastederek, “Dünya küçük,
her şey askerlikte kalmıyor!” şeklinde sözler sarf ettiği, ayrıca her iki
onbaşıyı tartaklamaya çalıştığı, sanığın elinden kaçarak kurtulan Y.O. ve
H.Z.’nin durumu telefonla J.Kd.Çvş. M.A.Y.’ye bildirmelerinden sonra,
yine kendileri gibi çarşıda sivil elbiseli olarak dolaşan J.Üçvş. M.Ş. ve
Uzm.J.Çvş. Z.Ç. ile buluştukları, bu esnada sanık Er’in babasının, olayın
yanlış anlaşıldığını söyleyerek kendilerini sanığın ağabeyi T.K.’nın saatçi
dükkânına davet ettiği, dükkânda geçen konuşma ve tartışmalar sırasında
sanık J. Er T.K.’nın mağdurlar J.Üçvş. M.Ş. ve Uzm.J.Çvş. Z.Ç.’ye “Sizi
sinkaf ederim, siz kimsiniz lan, biz Devrekliyiz, bize bir şey olmaz, siz
burada ailenizle rahat rahat dolaşamazsınız, bana yaptıklarınızı
unutmadım, bunların hesabını vereceksiniz, sizinle daha sonra
görüşeceğiz...” şeklinde sözler sarf ettiği, daha sonra haber verilmesi
üzerine olay yerine gelen inzibatlar J.Er A.C. ve J.Onb. C.C.’nin sanık
Er’i Devrek İlçe J.K.lığına götürdükleri
Maddî olaylar olarak sabit görülmüştür.
1) Usul yönünden yapılan incelemede;
Askerî mahkemenin 16.12.2005 tarihli talimatı doğrultusunda sorgu
ve savunmasının tespit edildiği Devrek Asliye Ceza Mahkemesinin
6.2.2006 tarihli istinabe duruşma tutanağı incelendiğinde, sanığın kimliği
tespit edilip, yasal hazırlık süresi ile duruşmalardan vareste tutulma
talebinin ve aynı şekilde 5271 sayılı CMK’nın 147’nci maddesinde yazılı
diğer haklarının hatırlatıldığının belirtilip, CMK’nın 191’nci maddesi
uyarınca iddianamenin ve askerî mahkemedeki duruşmanın 23.2.2006
tarihinde yapılacağına ilişkin talimatın okunmasından sonra, haklarını
anladığını, müdafii talebinin olmadığını ve duruşmalardan vareste
tutulmayı talep ettiğini söylemesi üzerine, tüm usul hukuku kurallarına
riayet edilmek suretiyle iddianame uyarınca sorgu ve savunmasının tespit
olunduğu, keza yargılamanın hiçbir aşamasında tanık dinletme
hususunda bir talep veya beyanının bulunmadığı anlaşıldığından,
müdafiin usule ve müvekkilinin savunma hakkının kısıtlandığına ilişkin
temyiz sebepleri yerinde görülmemiştir.
122
2) Esas yönünden yapılan incelemede;
Yukarıda açıklandığı şekilde gerçekleşen maddî olayda, sanık Er’in
J.Üçvş. ve Uzm.J.Çvş. rütbelerinde olmaları nedeniyle üstü durumunda
bulunan mağdurlar M.Ş. ve Z.Ç.’ye “Sizi sinkaf ederim, siz kimsiniz lan”
şeklinde sözler sarf ederek onların şeref, namus ve haysiyetine kastî
tecavüzde bulunmak suretiyle ASCK’nın 85/1’inci maddesinin 1’inci
cümlesi kapsamına giren üste hakaret ve “....Biz Devrekliyiz bize bir şey
olmaz, siz burada ailenizle rahat dolaşamazsınız, bana yaptıklarınızı
unutmadım, bunların hesabını vereceksiniz, sizinle daha sonra
görüşeceğiz” şeklinde mağdurların iç huzur ve emniyet duygularını ihlâl
edecek tarzda sözler söyleyerek ASCK’nın 82/2’nci maddesinin 1’inci
cümlesinde düzenlenen üstü tehdit suçlarını işlediği sanığın inkâra
yönelik savunmaları, mağdurlar J.Üçvş. M.Ş., Uzm.J.Çvş. Z.Ç. ve tanık
J.Onb. Y.O.’nun yeminsiz, tanık J.Kd.Çvş. M.A.Y.’nin yeminli ifadeleri
ile tanık J.Onb. H.Z.’nin 353 sayılı Kanunun 154’üncü maddesi uyarınca
okunulmakla yetinilen hazırlık ifadesinden anlaşıldığından, müdafiin
müvekkilinin olaya doğrudan müdahil olmadığı gibi, atılı suçların sübuta
erdiğine dair yeterli ve açık delil bulunmadığından unsurları itibarıyla
oluşmadığı yönündeki temyiz sebebi kabule değer görülmemiştir.
Aynı şekilde, sanık Er’in, Devrek’te konuşlu 2’nci J.Er Eğt.Tb.
4’üncü J.Er Eğt.Bl.K.lığı emrinde acemi eğitimini tamamladıktan sonra,
7.8.2004 tarihinde Balıkesir İl J.K.lığı emrine dağıtım edildiği,
mağdurların da sanık gibi 4’üncü J. Er Eğt.Bl.de görev yaptıkları,
hepsinden önemlisi, sanığın yargılamanın hiçbir aşamasında sivil giyimli
olmaları nedeniyle tartıştığı bu kişilerin üstü olduğunu bilmediği
yönünde herhangi bir iddiasının bulunmadığı, keza, dosya içeriğine göre,
mağdurların sanık lehine haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasını
gerektirecek söz ve davranışlarının söz konusu olmadığı hususları birlikte
değerlendirildiğinde, sanık müdafiinin bu yöndeki temyiz sebeplerinde
de haklılık görülmemiştir.
Diğer taraftan, sanığın üstü olan J.Üçvş. M.Ş. ve Uzm.J.Çvş.
Z.Ç.’Ye yönelik olarak sarf ettiği ve üste hakaret suçunu oluşturduğu
hususunda şüphe bulunmayan “Sizi sinkaf ederim, siz kimsiniz lan”
şeklindeki sözlerden sonra sarf ettiği “....Biz Devrekliyiz bize bir şey
olmaz, siz burada ailenizle rahat dolaşamazsınız, bana yaptıklarınızı
unutmadım, bunların hesabını vereceksiniz, sizinle daha sonra
görüşeceğiz” şeklindeki sözlerin hakaret eyleminden ayrı ve müstakilen
123
üstü tehdit suçunu oluşturduğu, bu sözlerin hakaret suçunun unsuru veya
şiddet sebebi kabul edilemeyeceği, mağdurların şeref ve namusuna
yönelik tahkir ve tezyiften ayrı olarak, can güvenliklerini hedef alacak
nitelikte ve ciddiyette, yaşamlarına ağır bir zarar vereceğini ifade edecek
şekil ve boyutta tehdit içerdiği, bu itibarla, sanığın eylemiyle kanunun iki
ayrı hükmünü ihlâl ettiği, bu eylemlerin aynı yer ve zamanda birbiri
ardına gerçekleşmiş olmasının suçun işlendiği tarihte yürürlükte bulunan
765 sayılı TCK’nın 79 ve 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 44’üncü maddeleri kapsamında tek bir suç olarak kabul
edilmesi mümkün olmadığından, müdafiin, tek bir olay nedeniyle dört
ayrı ceza tayininin yersiz olduğu şeklindeki temyiz sebebi de kabule
değer görülmemiştir.
Nitekim, benzer olaylara ilişkin olarak As.Yrg.Drl.Krl.’nun
8.11.1984 tarihli, 1984/229-218; 4.3.2004 tarihli, 2004/50-43; 9.6.2005
tarihli, 2005/54-51, As.Yrg. 4’üncü D.nin 20.1.2004 tarihli, 2004/63-61
ve As.Yrg. 3’üncü D.nin 11.5.2004 tarihli, 2004/526-520 esas ve karar
sayılı kararlarının kabulü de bu yöndedir.
Sanığın, 8.1.2005 tarihinde mağdurlar J.Üçvş. M.Ş. ve Uzm.J.Çvş.
Z.Ç.’Ye karşı sarf ettiği sözlerle iki ayrı üste hakaret ve iki ayrı üstü
tehdit suçlarını işlediği konusunda duraksama bulunmamakla beraber;
Suçların işlendiği tarihten sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 43/2’nci maddesi ile “Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek
bir fiille işlenmesi durumunda....” zincirleme suç hükümlerinin
uygulanacağı hüküm altına alınmış bulunmaktadır. Doktrinde “Aynı
neviden fikrî içtima” olarak adlandırılan bu kabule göre, bir fiille birden
fazla şahsa hakaret edilmesi durumunda, sadece bir suçun mevcut olduğu
kabul edilmeli ve bir cezaya hükmolunmalıdır. Ancak; verilecek ceza
zincirleme suç için öngörülen oranda artırılmalıdır.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında, sanığın
eylemlerinin birisi üste hakaret diğeri üstü tehdit olmak üzere iki ayrı suç
olarak kabul edilip, verilecek cezaların zincirleme suç için öngörülen
oranda artırılması gerekirken, dört ayrı suç kabul edilerek ayrı ayrı ceza
tertip edilmesi hukuka aykırı olduğundan, mahkûmiyet hükümlerinin suç
vasfındaki bu hata nedeniyle bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
124
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/2
K. No. : 2007/2
T.
: 25.1.2007
ÖZET
Bölük komutanının huzurunda gerçekleşen ve daha sonra
diğer personelin de tanık olduğu olay nedeniyle bozulan askerî
disiplinin yeniden oluşturulması için, sanığın askerî disipline
aykırı söz ve davranışlarına görevi cümlesinden olarak
müdahale eden amir konumundaki bölük komutanının, sanığı
yanına çağırması yönündeki emirlerin hizmete ilişkin olduğu
açıkça anlaşıldığından, söz ve davranışlarıyla emrin yerine
getirilmesini açıkça reddeden, tekrarlanmasına rağmen yerine
getirmeyen ve ancak, yakalanarak durdurulabilen sanığın,
olayın gelişimi içinde itaatsizlik kastını açıkça ortaya koyduğu
ve bu suretle eyleminin ASCK’nın 87/1’inci maddesinin 2’nci
cümlesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sübut bulan eyleminin emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmadığıdır.
Daire; sanığın eyleminin ASCK’nın 87/1’inci maddesinin 2’nci
cümlesinde düzenlenen emrin yerine getirilmesini söz veya fiilî ile açıkça
reddetmek veya emir tekrar edildiği hâlde emri yerine getirmemek
suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sübut bulan eylemin 477 sayılı Kanunun 47’nci
maddesinde düzenlenen amire saygısızlık disiplin suçunu
oluşturduğunu, belirtilen suçtan yargılama yapmanın disiplin
mahkemesinin görevine girdiğini, görevsizlik kararı yerine, emre
itaatsizlikte ısrar suçundan mahkûmiyet kararı verilmesinin yasaya
aykırı olduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
125
Dava dosyasındaki delillere göre; sanık Hv.P.Uzm.Çvş. M.H.’nin,
sivil şahıslar tarafından yapılan şikâyetler üzerine 2.2.2006 tarihinde
bölük komutanı tarafından yanına çağrılarak ikaz edildiği, ancak sanığın,
bu durumun sivillerle kendisi arasındaki bir sorun olduğunu, buna
karışamayacağını söylediği, bölük komutanının, bu konunun görevi
kapsamında olduğunu belirttiği, bunun üzerine sanığın, “O zaman ben de
uzman çavuş değilim, mesleği bırakıyorum” diye tepki gösterdiği, bölük
komutanının, o zaman tabur idarî kısmına giderek dilekçe vermesini ve
işlemlerini başlatmasını söylediğinde, sanığın, “Ben Tümgeneral
A.Ö.’nün akrabasıyım, siz beni tanımıyorsunuz, benim kim olduğumu
göreceksiniz” diye bağırarak izin almadan odadan çıktığı, sanığın
arkasından koridora çıkan bölük komutanının, “Hancı buraya gel”
diyerek sanığı yanına çağırdığı, ancak sanığın, “Beni tutamazsınız
Tümgeneral A.Ö. benim yakınım olur, bunu öğreneceksiniz” şeklinde
sözlerini sürdürerek uzaklaşmaya devam ettiği, bölük komutanının,
durmasını istediğinde, sanığın “Ben üs komutanına çıkıyorum, beni
tutamazsınız, ben artık uzman çavuş değilim” diye bağırdığı, bölük
komutanının, durmasını, yoksa disiplini temin için kendisini
yakalatacağını söylediğinde dahi sanığın durmayarak çıkış kapısına
yöneldiği, bölük komutanının emri ile sanığın orada bulunan görevli
uzman çavuşlar tarafından yakalandığı şeklinde gelişip sonuçlandığında
kuşku bulunmamaktadır.
Bölük komutanı tarafından sanığa yöneltilen ve tekrarlanan emrin
askerî hizmete ilişkin olup olmadığı eylemin nitelendirilmesi açısından
önem taşıdığından öncelikle konu ile ilgili temel kavramların yasal
düzenlemeler yönünden incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
TSK İç Hizmet Kanununun 13/1’inci maddesinde; “Disiplin:
kanunlara, nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat ve astının ve üstünün
hukukuna riayet demektir.” şeklinde tanımlandıktan sonra, aynı
maddede; askerliğin temelinin disiplin olduğu açıkça vurgulanmış ve
disiplinin korunması ve devamlılığının sağlanması için özel yasalarla
cezaî ve yine özel yasalar ve diğer düzenlemelerle idarî tedbirlerin
alınacağı ilkelerine yer verilmiştir.
TSK İç Hizmet Kanununun 6’ncı maddesinde; “Hizmet:
Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen
işlerdir.” şeklinde açıklanmış;
126
ASCK’nın 12’nci maddesinde ise; “Bu kanunun tatbikatında
(Hizmet) tabirinden maksat gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir
amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından
yapılması hâlidir.” şeklinde benzer bir tanıma yer verilmiştir.
TSK İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesinde; “Vazife: Hizmetin
icap ettirdiği şeyi yapmak veya menettiği şeyi yapmamaktır.”, 8’inci
maddesinde; “Emir: Hizmete ait bir talep ve yasağın sözle, yazı ile ve
sair surette ifadesidir.” tanımları yapılmıştır.
Aynı Kanunun 14’üncü maddesinde; astın; amir ve üstüne genel
adap ve askerî usullere uygun tam bir saygı göstermeye, amirlerine ve
yasa ve diğer düzenlemelerde gösterilen hâllerde üstlerine mutlak itaate
zorunlu olduğu, yasalarda belirtilen görevleri ve verilen emirleri
zamanında ve değiştirmeden yapması gerektiği, itaat hissini sarsacak her
türlü davranışın cezaî yaptırıma bağlandığı; 17’nci maddesinde, amirin,
maiyetinin ahlâkî, ruhî ve bedenî hâllerini daima nezaret ve himayesi
altında bulunduracağı; 18’inci maddesinde, amirin maiyetine disiplini
bozan davranışlarından dolayı disiplin cezası vereceği; 24’üncü
maddesinde, disipline aykırı gördüğü her hâle müdahaleye ve emir
vermeye her üstün görevli olduğu yönünde hükümlere yer verilmiştir.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçu ise; askerî hizmete ilişkin emrin gereğinin hiç yapılmaması, emrin
yerine getirilmesinin sözlü veya fiilî olarak açıkça reddedilmesi veya
emir tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi ve suç işleme kastıyla
hareket edilmesi ile oluşmaktadır.
Yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde; sanık
Hv.P.Uzm.Çvş. M.H. hakkında sivil şahıslar tarafından yapılan şikâyetler
üzerine, amiri konumunda olan bölük komutanı Hv.P.Ütğm. Z.A.
tarafından çağrılarak kendisine gerekli uyarılarda bulunulmuştur. Sivil
şahıslarla sanık arasında geçen olay özel hukuk ilişkisi niteliğinde
olmakla birlikte, bölük komutanının gerek şikâyet üzerine, gerek
doğrudan ve kendiliğinden personelinin ahlâkî, ruhî ve bedenî hâllerini
daima kontrol, denetim ve koruma altında tutması komutanlık ve amirlik
görevinin gereği olduğundan, şikâyet konusunda sanıktan bilgi alıp onu
uyarmasının askerî disipline yönelik olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
127
Bölük komutanı tarafından yasal görev ve sorumluluğu
cümlesinden olarak uyarılan sanığın, askerî disiplinle bağdaşmayacak
şekilde ve mesleği bıraktığı yönünde beyanlarda bulunması üzerine, bölük
komutanı, sanıktan, sözlerinin gereğini yapmasını ve işlemleri
başlatmasını istemiştir. Ancak, olay bu aşamada kalmamış, sanık, “Ben
Tümgeneral A.Ö.’nün akrabasıyım, siz beni tanımıyorsunuz, benim kim
olduğumu göreceksiniz” şeklinde tehditvari sözler sarf ederek izin de
almadan odadan çıkmıştır. Bunun üzerine, bölük komutanı sanığa yanına
gelmesini emretmiştir. Bölük komutanı, koridora çıkıp, emrini birkaç kez
tekrarladığı hâlde sanık, diğer personelin de yanında aynı yöndeki söz ve
davranışlarını sürdürüp üs komutanına şikâyette bulunacağını belirterek
emir gereğini yerine getirmemiş, tüm uyarılara rağmen ancak
yakalanarak durdurulabilmiştir. Bölük komutanının huzurunda
gerçekleşen ve daha sonra diğer personelin de tanık olduğu olay
nedeniyle bozulan askerî disiplinin yeniden oluşturulması için bölük
komutanının sanığı yanına çağırması yönündeki emirlerin hizmete ilişkin
olduğu açıkça ortadadır. Sanık, söz ve davranışlarıyla emrin yerine
getirilmesini açıkça reddettiği gibi, emrin bölük komutanı tarafından
tekrarlanmasına rağmen yerine getirmemiş, ancak yakalanarak
durdurulabilmiş, olayın gelişimi içinde itaatsizlik kastını da açıkça ortaya
koymuştur.
Tebliğnamede; dava konusu olayla benzerlik arz ettiği
belirtilerek, ileri sürülen görüşü desteklemek açısından bir kısım Askerî
Yargıtay kararları örnek olarak gösterilmiş ise de; anılan kararlara konu
olan somut olayların; astın, amir ya da komutan tarafından yanına
çağrılmasına veya gelmesi istenmesine rağmen gitmemek şeklinde
geliştiği görülmekle birlikte; bu yöndeki emirlerin, askerî hizmetle
irtibatlandırılamaması veya olayların gelişiminden de askerî hizmete
ilişkin olduğunun anlaşılamaması hâlleriyle ilgili bulunduğu, yukarıda
açıklanan nedenlerle bu yönüyle dava konusu olayla tam bir benzerlik
göstermediği anlaşılmaktadır.
Sanığın askerî disipline aykırı söz ve davranışlarına görevi
cümlesinden olarak müdahale eden amir konumundaki bölük komutanı
tarafından, yanına gelmesi konusunda sanığa yöneltilen emrin askerî
hizmete ilişkin olduğu, emir tekrar edilmesine rağmen dinlemeyerek
uzaklaşan ve ancak görevlilerce yakalanmak suretiyle durdurulabilen
sanığın bu eyleminin ASCK’nın 87/1’inci maddesinde (2’nci cümle)
düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu sonucuna
varıldığından; Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
128
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/3
K. No. : 2007/3
T.
: 25.1.2007
ÖZET
Birlik, karargâh ve kurumlara radyo, cep telefonu gibi
elektronik cihazların sokulmayacağına, bulundurulmayacağına
ve kullanılmayacağına ilişkin emirlerin temelinde, istihbarat,
güvenlik, sabotaj, saldırı, gizlilik ve genel disiplin gibi
hususlarda doğabilecek aksaklık ve tehlikeleri önleme amacı
bulunduğundan, belirtilen cihazların herkesçe bilinen
özellikleri yanında, çok değişik amaçlarla kullanılabilecek
olmaları nedeniyle, birlik güvenliğini doğrudan ilgilendiren ve
genel disiplini de olumsuz yönde etkileyen, belirtilen
elektronik cihazların bulundurulması
ve kullanılması
konusunda önlemler alınması ve düzenlemeler yapılması amir
ve komutanlık sorumluluğunun gereği olup, bu konuda Silâhlı
Kuvvetler İstihbarata Karşı Koyma, Koruyucu Güvenlik ve
İşbirliği Yönergesi hükümlerine dayalı olarak alınacak
önlemlerin ve yapılacak düzenlemelerin askerî hizmete ilişkin
olduğu kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; birlik komutanlığınca verilen,
kışlada radyo bulundurulmayacağı yönündeki emre aykırı davranışın,
ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunu oluşturup oluşturmayacağına ilişkindir.
Daire; kışlada radyo bulundurulmayacağı yönündeki emre aykırı
davranışın disiplin tecavüzü niteliğinde olduğunu kabul ederken;
129
Başsavcılık; kışlada radyo bulundurulmayacağı yönündeki emre
aykırı davranışın ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunu, ancak sanık hakkında noksan
soruşturma ile hüküm kurulduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz
etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; birlik komutanlığınca yayımlanan
60 numaralı günlük emirde, kışlaya radyo, cep telefonu, video, wolkman,
teyp, ses kartı, kulaklık gibi elektronik cihazların sokulmasının
yasaklandığı, bu emrin sanığa 22.2.2005 tarihinde tebliğ edildiği,
18.5.2005 tarihinde koğuşta yapılan düzenleme sırasında sanığa ait
yatağın altında 1 adet radyo ele geçirildiği anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle sanığa tebliğ edilen emrin
askerî hizmetin yürütülmesine ilişkin olup olmadığının ve buna bağlı
olarak böyle bir emre aykırı davranışın yaptırımının ne olduğunun
açıklığa kavuşturulması gerekmekte, bunun için de konu ile ilgili temel
kavramların yasal düzenlemeler yönünden incelenmesinde yarar
bulunmaktadır.
TSK İç Hizmet Kanunun 6’ncı maddesinde; “Hizmet: Kanunlarla
nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla,
amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir.”
şeklinde açıklanmış;
ASCK’nın 12’nci maddesinde ise; “Bu kanunun tatbikatında
(Hizmet) tabirinden maksat gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir
amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından
yapılması hâlidir.” şeklinde benzer bir tanıma yer verilmiştir.
TSK İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesinde; “Vazife: Hizmetin
icap ettirdiği şeyi yapmak veya menettiği şeyi yapmamaktır.”,
Aynı Kanunun 8’inci maddesinde; “Emir: Hizmete ait bir talep ve
yasağın sözle, yazı ile ve sair surette ifadesidir.” tanımları yapılmıştır.
Yukarıda yer alan yasal tanımlar ışığında; ASCK’nın 12’nci
maddesinde belirtilen “malûm ve muayyen olan askerî vazife”den,
yasalarda yapılması veya yapılmaması önceden açıkça gösterilen
hususları, “bir amir tarafından emredilen vazife”den ise, yasalarda veya
diğer düzenlemelerde önceden belirlenmeyip, amirlerin takdirlerine
bırakılan hususları anlamak gerekmektedir.
130
Bu nedenle, her kademedeki amirin, konusu suç oluşturmayan ve
yasa veya diğer hukuk kurallarıyla düzenlenmemiş konularda kendisinin
düzenleme yapıp emir vermeye yetkili olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçu ise; askerî hizmete ilişkin emrin gereğinin hiç yapılmaması, emrin
yerine getirilmesinin sözlü veya fiilî olarak açıkça reddedilmesi veya
emir tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi ve suç işleme kastıyla
hareket edilmesi ile oluşmaktadır.
Silâhlı Kuvvetler İstihbarata Karşı Koyma, Koruyucu Güvenlik ve
İşbirliği Yönergesinde (MY-114-1 (B); birlik, karargâh ve kurumlarda
çeşitli elektronik cihazların kullanılmasının İKK ve emniyet açısından
hassas bir durum yarattığı, disiplinsizliklere neden olduğu belirtilerek,
bulundurulmaları ve kullanılmalarının önlenmesi gerektiği vurgulanmış,
bu konuda alınacak tedbirler ve yapılacak işlemler ayrıntılı bir şekilde
gösterilmiştir.
Anılan Yönergenin Üçüncü Bölüm, İkinci Kısmında, “Birlik,
Karargâh ve Kurumlarda Güvenlik” başlığı altında; “Birlik, karargâh ve
kurumlar içerisine her türlü fotoğraf makinesi, sinema makinesi, video,
ses ve kayıt cihazları sokmak yasaktır. Bu gibi cihazları kullananlara,
bulunduracakları cihazın tipi, markası, seri numarası ve kullanılacak yer
belirtilerek özel izin verilir. Erbaş ve erlerin şahsî radyo, teyp ve benzeri
dinleme vasıtaları toplanır ve terhis olurken kendilerine verilir. Kışla
komutanının tasvibi dışında hiçbir yerde radyo ve teyp kullanılmaz”
hükmüne yer verilmiştir.
Birlik, karargâh ve kurumlara radyo, cep telefonu gibi elektronik
cihazların
sokulmayacağına,
bulundurulmayacağına
ve
kullanılmayacağına ilişkin emirlerin temelinde, istihbarat, güvenlik,
sabotaj, saldırı, gizlilik ve genel disiplin gibi hususlarda doğabilecek
aksaklık ve tehlikeleri önleme amacının bulunduğunda kuşku yoktur.
Belirtilen cihazların herkesçe bilinen özellikleri yanında, çok değişik
amaçlarla kullanılabilecek olmaları nedeniyle, birlik, karargâh ve
kurumlarda, bulundurulmaları ve kullanılmaları belirli esaslara
bağlanmıştır. Birlik güvenliğini doğrudan ilgilendiren ve genel disiplini
131
de olumsuz yönde etkileyen, belirtilen elektronik cihazların
bulundurulması ve kullanılması konusunda önlemler alınması ve
düzenlemeler yapılması amir ve komutanlık sorumluluğunun gereği olup,
bu konuda belirtilen yönerge hükümlerine dayalı olarak alınacak
önlemlerin ve yapılacak düzenlemelerin askerî hizmete ilişkin olduğu
açıkça ortadadır (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 5.11.2001 tarihli
ve 2001/108-104 sayılı, 7.7.2005 tarihli ve 2005/59-60 sayılı, 20.10.2005
tarihli ve 2005/73-82 sayılı, 9.3.2006 tarihli ve 2006/74-57 sayılı, 9.3.2006
tarihli ve 2006/80-59 sayılı kararlarında da, yukarıda belirtilen
Yönergenin, birlik, karargâh ve kurumların güvenlik ve gizliliğine
yönelik olarak kullanılabilecek her türlü cihazla ilgili olarak amir ve
komutanlara düzenleme yapma yetkisi tanındığı vurgulanarak, bu
konudaki emirlerin hizmete ilişkin olduğu kabul edilmiştir).
Birlik komutanlığınca olay öncesinde yayımlanan ve sanığa da
tebliğ edilmiş olan günlük emirde radyo ve benzeri elektronik cihazların
kışlaya sokulması, bulundurulması ve kullanılması yasaklanmasına
rağmen, 18.5.2005 tarihinde yapılan koğuş düzenlemesi sırasında
yatağının altında 1 adet radyo bulunduğu ileri sürülen sanığın eyleminin
sübutu hâlinde; emrin askerî hizmete ilişkin olması nedeniyle ASCK’nın
87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunun
oluşacağı sonucuna varıldığından; Başsavcılık itirazının kabulü ile
Dairenin eylemin disiplin tecavüzü niteliğinde olduğu gerekçesiyle,
mahkûmiyet hükmünün esastan bozulmasına ilişkin kararının
kaldırılmasına; diğer yönlerden inceleme yapılmak üzere dava dosyasının
Daireye iadesine karar verilmiştir.
NOT : As.Yrg. Daireler Kurulunun 1.3.2007 tarih 2007/18-10,
12.4.2007 tarih 2007/27-30 ve esas ve karar sayılı içtihadı da aynı
doğrultudadır.
132
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/6
K. No. : 2007/5
T.
: 8.2.2007
ÖZET
Erbaş ve erlerin çarşı izinlerinde uymaları gerekli
kurallar ve birliğe dışarıdan yiyecek-içecek sokulmasının
yasaklanması gibi ilgili personelin uyacağı genel kuralları
gösteren genel nitelikteki bu tür düzenlemelerin, tedbire
yönelik soyut yasaklar içerdiği, dolayısıyla emre itaatsizlikte
ısrar suçunun oluşabilmesi için, bu yasakların amir tarafından
somut hâle getirilmesi, yani ast ile üst arasında doğrudan
hizmet ilişkisi doğuracak bir özel durumun meydana gelmesi
gerektiğinden, somut olayda emre itaatsizlikte ısrar suçunun
unsurları bakımından oluşmadığına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçun unsurları
itibariyle oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkindir. Daire sanığa
yüklenen emre itaatsizlikte ısrar suçunun bütün unsurları yönünden
oluştuğunu kabul ederken, Askerî Yargıtay Başsavcılığı suçun
oluşmadığı görüş ve düşüncesindedir.
Daire; konuya ilişkin emir ile, birlik personelinin çarşı izni
sırasında uymaları gereken kurallar çerçevesinde birliğe dışarıdan
yiyecek maddesi getirilmesinin açık şekilde yasaklandığı, söz konusu
yiyecek maddelerinin birliğe sokulması ile personelin sağlığının
tehlikeye düşürülmesi yanında, bu tür yiyecek maddeleri ile birlikte,
bulundurulması ve kullanılması yasak olan sair nesnelerin de kışlaya
girişine imkân sağlanacak olunması nedeniyle, bahse konu emrin hizmete
ilişkin ve atılı suçun oluşumu bakımından yeterli unsurları taşıdığını
kabul ederek mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar vermiş;
133
Başsavcılık ise, kışla içerisinde taşınması ve bulundurulması
serbest olan sigara ve yiyecek maddesi gibi bir tüketim ve ihtiyaç
maddesinin dışarıdan sipariş verilerek alınmasını yasaklayan genel
mahiyetteki emirlere aykırı hareket edilmesinin emre itaatsizlikte ısrar
suçunu oluşturmayacağı, sanığın eyleminin ASCK’nın 162/A
maddesinde, “Askerî terbiyeyi, disiplini bozan ve hiçbir Ceza
Kanununun maddelerine uymayan fiiller ve tekâsüller” şeklinde yapılan
tarife uyan ve sıralı amirlerinin cezalandırma yetkisine giren bir disiplin
tecavüzü niteliğinde bulunduğu görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
1.11.2004 tarihinde, “acemi erlerin ihtiyaçlarının giderilmesi için
çarşıdan sipariş alınıp karşılanmasının yasak olduğunun” yazılı olarak
sanığa tebliğ edilmesine rağmen, sanığın, birlik dışından, “Çıtırım Cafe”
adıyla hizmet veren fast-food’dan, ekmek arası sosis getirterek acemi
askerlere sattığının 22.12.2004 tarihinde tespit edildiği, sanığın tüm
aşamalarda alınan sorgu ve savunmalarında; “olay öncesi emirden
haberdar olduğunu, acemi erlerin isteklerini kıramadığı için yiyecek
siparişlerini temin ettiğini” beyan ettiği anlaşılmıştır.
Sübuta yönelik bir itirazı bulunmayan sanığın, emri bildiğinde de
duraksama bulunmamaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için; her şeyden önce “verilen emrin” askerî
hizmete ilişkin olması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle “hizmet ve
hizmete ilişkin” kavramlarının tartışılmasında yarar vardır.
Hizmet; TSK İç Hizmet Kanununun 6’ncı maddesinde;
“kanunlarla, nizamlarda yapılması veya yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı ile veya sözle emredilen veya yasak
edilen işlerdir” şeklinde tanımlanmış, ASCK’nın 12’nci maddesi hizmeti;
“Malûm ve muayyen olan hususlar ile amir tarafından emredilen askerî
vazife”nin madun tarafından yapılması...” olarak tanımlamıştır.
İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesine göre ise vazife; “hizmetin
icap ettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır.
Bu bağlamda, ASCK’nın 12’nci maddesindeki “malûm ve
muayyen olan askerî vazife”yi; kanunlarda yapılması veya yapılmaması
açıkça gösterilmiş olan hususlar olarak; “bir amir tarafından emredilen
vazife”yi ise; kanunlarda ve nizamlarda açıkça gösterilmeyip yetkililerin
takdirlerine bırakılan hususlar şeklinde anlamak gerekmektedir.
134
Bu tanımlamalardan çıkan ilk sonuç; emir vermeye yetkili
amirlerin hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir biçimde
yürütülmesini temin etmek maksadıyla ve kanuna aykırı düşmemek
koşuluyla somut kural ve prensipler koyabilme yetkisine sahip
olduklarıdır.
ASCK’nın 12, 87 ile İç Hizmet Kanununun 6 ve 7’nci
maddelerinin içeriğinden çıkan diğer sonuç ise, malûm ve muayyen hâle
getirilerek ilgilisine duyurulan hizmete ilişkin kurallara bilerek ve
isteyerek uyulmamasının emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut
vereceğidir.
TSK İç Hizmet Kanununun 17’nci maddesine göre; amir
maiyetinin ahlâkî, ruhî ve bedenî hâllerini daima nezaret ve himaye
altında bulundurmakla görevlidir.
Yine İç Hizmet Kanununun 40 ve İç Hizmet Yönetmeliğinin
89’uncu maddelerinde, askerlerin sağlığının korunarak, sağlıklı
koşullarda görev yapmalarının sağlanabilmesi için, konunun yakinen
takip edilmesinin ve bu konuda gerekli tedbirlerin alınmasının kurum
amirinin görevi olduğu belirtilmiştir.
Bu konularda yapılan düzenlemelerin, Askerî Ceza Kanununun
87’nci maddesinde tanımlanan “emre itaatsizlikte ısrar” suçuna konu
olup olamayacağının, dolayısıyla, bu amaçla çıkarılan emir ve
talimatların, “hizmete ilişkin” bulunup bulunmadığının ortaya konulması
gerekmektedir.
İç Hizmet Kanununun 8’nci maddesinde; “Emir: Hizmete ait bir
talep veya yasağın sözle, yazı ile ve sair suretle ifadesidir.” şeklinde
tanımlanmıştır. İç Hizmet Yönetmeliğin 28 ve sonraki maddelerinde ise
emrin veriliş şekli, içeriği, değiştirilmesi ve takibi gibi konular ayrıntılı
olarak düzenlemiştir.
Somut olayımıza bu açıklamalar ışığında bakıldığında; “Tebliğ ve
Tebellüğ” başlıklı emirde; “ ...görevli j.erbaş ve erlerinin çarşı iznine
çıkışta, çarşı dönüşünde ve alışverişlerde dikkat edeceği hususların”
maddeler hâlinde sayıldığı, emrin 5’inci maddesinde; “Acemi erlerin
ihtiyaçlarının giderilmesi için çarşıdan kesinlikle sipariş alınıp
karşılanmayacağının” belirtildiği görülmektedir.
135
Birlik komutanlığınca, İç Hizmet Kanununun 40 ve İç Hizmet
Yönetmeliğinin 89’uncu maddeleri çerçevesinde, bölük personelinin,
yanlış alınan gıda veya zararlı yiyecek-içecek maddelerinin sağlık
üzerindeki olumsuz etkilerinden uzak tutulmasını sağlamak amacıyla
düzenleme yapılabileceği hususunda kuşku bulunmamaktadır.
Ancak, bu düzenlemelerin ve alınan tedbirlerin, yine yönetmelikte
belirtildiği üzere, amirlerce, yakın takip ve kontrolünün yapılması
gerekmektedir. Zira, er ve erbaşların sağlık koşullarına uygun biçimde
askerlik hizmetlerini sürdürebilmesi birlik komutanının görevleri
arasındadır. Sadece emir, talimat ve alınacak tedbirlerin yayınlanması ile
iktifa edilerek amaçlanan sonucun alınması mümkün değildir.
Esasen sağlık, kişinin kendi yaşamını doğrudan ilgilendiren,
münhasıran kendisinin ilgili ve sorumlu olmasını gerektiren bir konudur.
Bu konuda, amirin göstereceği ciddî ilgi ve kontrol, “beslenme ve sağlık”
gibi kişiyi özünden etkileyen bu yaşam gereksinimi üzerinde daha
dikkatli, sorumlu ve hassas hareket etmeye sevk edecektir.
Çünkü burada önemli olan husus ve amaç, birtakım düzenlemeler
yaparak, bunlara uymayanları cezalandırmak değil, personeli
bilinçlendirip, sağlıklı yaşam ve sağlıklı beslenme yolunda düzenli ve
istikrarlı olmasını sağlamaktır.
Yargılama sırasında dinlenen tüm tanıkların; “...sanığa sipariş
verdikten yaklaşık bir saat sonra, istenilen yiyecek paketlerinin rahatlıkla,
herhangi bir engel veya gizlilik telâşı olmaksızın, kendilerine sanık
tarafından ulaştırıldığı...” şeklindeki yeminli ifadeleri karşısında; birlik
komutanlığınca düzenlenen söz konusu emirlerin varlığına rağmen, erbaş
ve erlerin, dışarıdan yiyecek-içecek temin etme girişimlerinin birlik
komutanlığınca önlenmesine ve emrin uygulanılmasına ilişkin takip ve
kontrole gerekli önemin verilmediği, dışarıdan, birlik nizamiyesinden
rahatlıkla geçirilip birliğe serbestçe yiyecek-içecek sokulabildiği, adeta
zımnî bir müsaade ortamının oluştuğu anlaşılmaktadır. Nitekim, sanık bu
eylemi bizzat gerçekleştirirken kendisine müdahale edilmemiş, birlik
komutanlığınca acemi erlerle yapılan toplu görüşme sırasında, alınan
beyanlar üzerine tutanak düzenlenip sanık hakkında soruşturma
başlatılmıştır.
136
Tüm bu değerlendirmelerden, söz konusu emrin; Erbaş ve erlerin
sağlığının korunmasına yönelik, dışarıdan temin edilebilecek zararlı,
sağlığa uygun olmayabilecek gıda maddelerinin tüketilmesini önleyici
yasak türünde, ikaz özelliği taşıyan ve tedbir mahiyetinde genel bir
düzenleme olduğu, askerî vazifeyle doğrudan ilgili olmadığı ancak, bu
tür emirlere riayet edilmesinin de askerî disiplinin gereği olduğu
sonucuna varılmıştır.
Diğer bir ifadeyle, erbaş ve erlerin çarşı izinlerinde uymaları
gerekli kurallar ve birliğe dışarıdan yiyecek-içecek sokulmasının
yasaklanması gibi ilgili personelin uyacağı genel kuralları gösteren genel
nitelikteki bu tür düzenlemelerin, tedbire yönelik soyut yasaklar içerdiği,
dolayısıyla emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için, bu
yasakların amir tarafından somut hâle getirilmesi, yani ast ile üst arasında
doğrudan hizmet ilişkisi doğuracak bir özel durumun meydana gelmesi
gerektiği kuşkusuzdur.
Bu itibarla, somut olayda sanığın acemi erlere dışarıdan siparişle
yiyecek-içecek temin etme eyleminin, emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmadığı kabul edilmiştir. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
9.5.2002 gün ve 2002/40-39 sayılı kararı da bu doğrultudadır.
Uyulması zorunlu, idarî ve disipline taalluk eden bu
düzenlemelerin, askerî bir hizmete ilişkin olmaması durumunda, bu
emirlerin ihlâl edilmesi hâlinde, eylemin, ASCK’nın 162/A maddesinde,
“Askerî terbiyeyi, disiplini bozan ve hiçbir Ceza Kanununun maddelerine
uymayan fiiller ve tekâsüller” şeklinde yapılan tarife uyan ve sıralı
amirlerinin cezalandırma yetkisine giren “Disiplin tecavüzü” olarak
yaptırıma bağlanması mümkün bulunmaktadır.
Açıklanan nedenlerle; somut olayda emre itaatsizlikte ısrar suçu
yasal unsurları itibariyle oluşmadığı hâlde, sanığın mahkûmiyetine karar
verilmesi yasaya aykırı görülmüş ve Başsavcılığın itirazının kabulüyle,
2’nci Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 30.6.2005 tarihli ve
2005/911-475 sayılı mahkûmiyet hükmünün onanmasına ilişkin Askerî
Yargıtay 4’üncü Dairesinin 12.12.2006 tarihli ve 2006/1469-1466 sayılı
Daire kararının kaldırılarak mahkûmiyet hükmünün “esas yönünden”
bozulmasına karar verilmiştir.
137
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87/1, 162/A
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/334
K. No. : 2007/333
T.
: 20.2.2007
ÖZET
Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarında, kışla içinde
olmayan askerî lojmanlar “askerî mahal” kavramı içerisinde
değerlendirilmemektedir. Sanığın içki içtiği Rize İl Jandarma
Komutanlığı lojman kantin reyonunun kışla dışında, sivil
binalar ile iç içe konuşlu bulunması nedeniyle suçun işlendiği
yer askerî mahal olmadığından; ayrıca, lojman kantininde içki
içilmesi eyleminin, sanığın kantindeki reyon sorumluluğu
görevi ile bir ilgisi de bulunmadığından, sanığın lojman
kantininde içki içmesi şeklinde gerçekleşen eyleminin emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmadığı, ASCK’nın 162/A
maddesinde tarifi yapılan ve sıralı amirlerinin cezalandırma
yetkisine giren bir “disiplin tecavüzü” mahiyetinde olduğu.
Askerî mahkemece; sanığın, 13.8.2005 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 87/1 (Birinci cümlesi) ve
5237 sayılı TCK'nın 62/1’inci maddeleri gereğince, teşdiden ve sonuç
olarak iki ay on beş gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, ASCK’nın
Ek 8 ve 47/A maddeleri gereğince, yasal imkânsızlık nedeniyle 5237
sayılı TCK’nın 50 ve 51’inci maddelerinin tatbikine yer olmadığına karar
verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından özetle; kararın usul ve yasaya aykırı
olduğu, böyle bir suç işlemediği, tanık beyanlarını doğru bulmadığı, içki
içmenin emre itaatsizlikte ısrar suçu ile bir ilgisinin bulunmadığı, emre
karşı gelmek gibi bir kastının olmadığı, görev yerinin askerî alan
olmadığı ve yaptığı işin de askerî bir iş olmadığı, cezayı haksız ve yersiz
bulduğu, cezanın adlî para cezasına çevrilmemesinin ve
ertelenmemesinin hatalı olduğu ileri sürülerek, süresinde temyiz
edilmiştir.
138
Tebliğnamede, hükmün onanmasına karar verilmesi istenilmiştir.
Hâlen terhisli olan sanığın, Rize İl J.K.lığı Kh.Srv.Bl.K.lığı
emrinde askerlik hizmetini yaparken lojman kantin sorumlusu olarak
görevli olduğu, “İçki içmeyeceğim ve üzerimde bulundurmayacağım.”
şeklindeki emrin 12.5.2005 tarihinde tebliğ edilmiş olmasına rağmen,
13.8.2005 tarihinde lojman kantininde alkollü içki içtiği, aynı günün
akşamı gazinoda maç izlerken J.Er R.Ş. ile tartışması nedeniyle
durumundan şüphelenilerek, alkol muayenesi için Rize Devlet
Hastahanesine sevk edilmesi sonucunda 45 promil alkollü olduğunun
tespit edildiği, bu suretle emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul
edilerek mahkûmiyetine hükmedilmiş ise de;
ASCK’nın 87/1’inci maddesinde yazılı emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için, her şeyden önce “verilen emrin askerî hizmete
ilişkin olması” zorunlu bulunmaktadır. Ayrıca, “Hizmete ilişkin bir
emrin hiç yapılmaması, emrin yerine getirilmesinin söz veya fiil ile
açıkça reddedilmesi veya emir tekrar edildiği hâlde emrin yerine
getirilmemesi” gerekmektedir.
Erbaş ve erlerin, birlik disiplininin gereği olarak, her ne şekilde
olursa olsun alkollü içki gibi tüketim maddelerinin kışla içerisine
sokulmasını veya kışla içerisinde bulundurulmasını ve kullanılmasını
yasaklayan emirlere aykırı hareket etmeleri şeklindeki eylemleri
ASCK’nın 87’nci maddesinde yazılı emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmasına rağmen, kışla sınırları dışında alkollü içki içilmesi hâlinde,
bu şekilde gerçekleşen eylemin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmayacağı; ancak, diğer unsurlarının da gerçekleşmesi hâlinde 477
sayılı Kanunun 58’inci maddesinde düzenlenen “sarhoşluk” disiplin
suçunu veya disiplin tecavüzünü oluşturabileceği kabul edilmektedir.
Askerî mahkemece; sanığın olay tarihinde “görev yaptığı
kantinde” alkol aldığı belirtilerek, eylemin “askerî mahal”de
gerçekleştirildiğinin kabul edildiği anlaşılmaktadır.
353 sayılı Kanunda “askerî mahal” tanımının yapılmadığı, ancak
TSK İç Hizmet Kanununun 12, 51 ve 100’üncü maddeleri
incelendiğinde; askerî hastahane, okul, orduevi, dikimevi, fabrika,
askerlik şubesi, ikmal merkezi ve depo gibi askerî tesis ve teşkillerin
“askerî kurum” sayıldığı, askerlerin barındırıldığı ve hizmet gördüğü
binalar ile arazinin “kışla” kabul edildiği, orduevleri, askerî gazinolar ve
kışla gazinolarının “askerî mahal” niteliğinde olduğunun belirtildiği
görülmektedir.
139
Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarında, kışla içinde olmayan
askerî
lojmanlar
“askerî
mahal”
kavramı
içerisinde
değerlendirilmemektedir.
Somut olayda, Rize İl Jandarma Komutanlığının 18 Ekim 2005
tarihli ve PER.: 7200-25405/2225 sayılı yazısında, sanığın içki içtiği İl
Jandarma Komutanlığı lojman kantin reyonunun, “kışla dışında, sivil
binalar ile iç içe konuşlu bulunduğu” belirtilmektedir. Buna göre, suçun
işlendiği yerin askerî mahal olmadığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca, lojman kantininde içki içilmesi eyleminin, sanığın
kantindeki reyon sorumluluğu görevi ile bir ilgisi de bulunmamaktadır.
Bu nedenlerle, sanığın kışla sınırları dışında bulunan ve askerî
mahal sayılmayan lojman kantininde içki içmesi şeklinde gerçekleşen
eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmadığı anlaşıldığından,
ASCK’nın 162/A maddesinde “Askerî terbiyeyi, disiplini bozan ve hiçbir
ceza kanununun maddelerine uymayan fiiller ve tekâsüller” şeklinde
yapılan tarife uyan ve sıralı amirlerinin cezalandırma yetkisine giren bir
“disiplin tecavüzü” mahiyetinde bulunan bu hareketinden dolayı
beraatine karar verilmesi gerekirken, aksi görüş ve uyguma ile
mahkûmiyetine karar verilmiş olması hukuka aykırı görüldüğünden,
hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
140
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/28
K. No. : 2007/24
T.
: 29.3.2007
ÖZET
Birlik
komutanlığınca
kışlada
içki
içilmesinin
yasaklanması hâlinde, bu yasağa aykırı olarak kışlada içki
içilmesi eyleminin ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen
emre itaatsizlikte ısrar suçunu, kışla dışında içki içilmesi
eyleminin ise, diğer unsurlarının da varlığı hâlinde 477 sayılı
Kanunun 58’inci maddesinde düzenlenen asarı gizlenemeyecek
derecede
sarhoş
olmak
suçunu
oluşturabileceğinden,
sanıkların içkiyi nerede içtiklerinin belirlenmesi, maddî
gerçeğin tüm yönleriyle ortaya çıkarılması yanında,
eylemlerinin vasıflandırılması ve buna bağlı olarak görevli
mahkemenin belirlenmesi gerekir.
Askerî Yargıtay Daireleri ile askerî mahkeme arasında ortaya
çıkan ve Daireler Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar; sanık
J.Er İ.T. hakkındaki hükmün noksan soruşturma ile kurulup kurulmadığı
ve sanık J.Er C.Ç.’nin eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup
oluşturmadığı konularına ilişkindir.
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesi; sanık İ.T. hakkında noksan
soruşturma ile hükme varıldığını; Askerî Yargıtay 2’nci Dairesi; sanık
C.Ç.’nin eyleminin disiplin tecavüzü niteliğinde olduğunu, atılı suçu
oluşturmadığını kabul ederken;
Askerî mahkeme; sanık İ.T. hakkındaki davayla ilgili olarak
noksan soruşturma bulunmadığı, sanık C.Ç.’nin eyleminin de disiplin
tecavüzü niteliğinde olmayıp, emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu
gerekçesiyle her iki sanık hakkında direnmek suretiyle mahkûmiyet
hükümleri kurmuştur.
141
Dava dosyasındaki delillerden; birlik komutanlığınca kışla içi
veya dışı şeklinde bir ayrım yapılmaksızın bira ve alkollü içki içilmesinin
yasaklandığı, bu yasağı içeren belgenin sanık İ.T.’ye 18.8.2004 tarihinde,
sanık C.Ç.’ye 20.5.2004 tarihinde tebliğ edildiği hâlde, 1.1.2005
tarihinde saat 00.10 sıralarında nöbetçi astsubay J.Üçvş. A.İ.’nin sanık
İ.T.’nin durumundan kuşku duyarak ağız kokusundan içki içtiği
sonucuna vararak durumu soruşturduğu, sanık İ.T.’nin içkiyi diğer sanık
C.Ç., J.Onb. S.Ü., J.Er M.A.Y., J.Er A.B. ile birlikte içtiklerini belirtmesi
üzerine sanıklar ve diğer şahısların alkol muayenesine sevk edildiği,
Aydın Devlet Hastahanesinde yapılan muayene sonunda sanık İ.T.’nin 60
promil, sanık C.Ç.’nin 19 promil alkollü olduklarının, diğer şahıslar S.Ü.,
M.A.Y. ve Er A.B.’nin alkolsüz olduklarının belirlendiği anlaşılmakla
birlikte; dava dosyasında sanıkların içkiyi nerede içtikleri konusunda
kendi beyanları dışında herhangi bir bilgi ve belge yer almamaktadır.
Askerî mahkemece de sanıkların içkiyi nerede içtikleri konusunda
bir araştırma yapılmamış, sorgu ve savunmalarının saptanmasından
sonra, içkinin nerede içildiğinin önem arz etmediği belirtilip, sanıkların
içkiyi kışla dışında içtikleri kabul edilerek, emre itaatsizlikte ısrar
suçlarından cezalandırılmaları yönüne gidilmiş, bozma kararları üzerine
de direnilmek suretiyle önceki hükümler yeniden kurulmuştur.
Ceza yargılamasında amacın maddî gerçeğe ulaşılması olup, bu
amaca yönelik bulunan 353 sayılı Kanunun 96/3’üncü maddesi, “Şüpheli
suçunu itiraf etse bile, öz vak’anın soruşturulması gerekir.” hükmünü
içermektedir. Askerî mahkemece; sanıklar hakkında açılan kamu davaları
üzerine sorgu ve savunmalarının saptanmasından sonra maddî gerçeğin
ortaya çıkarılmasına yönelik başkaca bir soruşturma yapılmaksızın sanık
beyanlarına dayanılarak hükme varıldığı görülmektedir.
Olay tutanağında, sanıkların alkollü içkiyi nerede içtikleri
konusunda bir açıklık bulunmayıp, bölük komutanı tarafından
düzenlenen vak’a kanaat raporlarında sanıkların içkiyi kışla dışında
içtikleri yönünde açıklamalara yer verilmiştir.
Sanıkların içkiyi nerede içtiklerinin belirlenmesi maddî gerçeğin
tüm yönleriyle ortaya çıkarılması yanında, eylemlerinin vasıflandırılması
ve buna bağlı olarak görevli mahkemenin belirlenmesi açısından önem
arz etmektedir.
142
Birlik komutanlığınca kışlada içki içilmesinin yasaklanması
hâlinde, bu yasağa aykırı olarak kışlada içki içilmesi eylemlerinin
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğu konusunda kuşku bulunmayıp, Askerî Yargıtayın yerleşik
kararları ve uygulama da bu yöndedir.
Ancak, birlik komutanlığınca yasaklanmış olsa dahi kışla dışında
içki içilmesi eylemlerinin, bu konudaki emirlerin personelin birlik
dışındaki davranışlarını düzenlemeye yönelik bir hatırlatma niteliğinde
olması ve askerî hizmetin yürütülmesine ilişkin bulunmaması
nedenleriyle emre itaatsizlikte ısrar suçlarını oluşturması söz konusu
değildir. Kışla dışında içki içilmesi eylemleri, diğer unsurlarının da
varlığı hâlinde, 477 sayılı Kanunun 58’inci maddesinde düzenlenen asarı
gizlenemeyecek derecede sarhoş olmak suçunu oluşturabilir. (As.Yrg.
Drl.Krl.’nun 24.4.2003 tarihli ve 2003/44-43 sayılı, 1.5.2003 tarihli ve
2003/46-46 sayılı kararları da bu yöndedir.)
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında hem, maddî olayın tüm
yönleriyle açıkça ortaya konulması, hem de, sanıkların eylemlerinin
vasıflandırılması ve buna bağlı olarak görevli mahkemenin belirlenmesi
açısından; olayla ilgili olarak düzenlenen tutanakta isim ve imzaları
bulunan birlik yetkilileri ile sanıkların içkiyi birlikte içtiklerini beyan
ettikleri ancak yapılan muayene sonunda alkolsüz oldukları belirlenen
diğer şahısların tanık sıfatıyla ifadelerine başvurularak, nöbetçi
astsubayının sanıklara kışla dışına çıkmaları için izin verip vermediği,
sanıkların içkiyi nerede içtikleri, olayın sanıkların anlatımlarında
belirttikleri gibi gelişip gelişmediği açıkça ortaya konulmalıdır. Ayrıca,
düzenlediği vak’a kanaat raporlarında sanıkların kışla dışında içki
içtikleri yönünde açıklamada bulunan bölük komutanı J.Yzb. C.K.’nın,
bu tespitinin neye dayandığı konusunda tanık sıfatıyla beyanları da
saptanarak, toplanacak tüm delillerin etraflıca tartışılıp, maddî vak’anın
ve buna bağlı olarak suç vasfının belirlenmesinden sonra hüküm
kurulması gerektiği sonucuna varıldığından; sanıklar hakkında
direnilmek suretiyle kurulan mahkûmiyet hükümlerinin noksan
soruşturma yönünden ayrı ayrı bozulmasına karar verilmiştir.
143
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/29
K. No. : 2007/25
T.
: 29.3.2007
ÖZET
Askerî gazinoda meydana gelen olaya öncelikle nöbetçi
heyeti veya gelişmelere göre merkez komutanlığı görevlilerinin
müdahale ederek tespit ve soruşturma işlemlerini başlatmaları
gerekirken, tatil gününde evinde bulunan ve sanığın amiri olan
binbaşının, sanığa önce evinden, sonra da olay yerine giderek
gazinoyu terk etmesi yönünde verdiği emrin, askerî hizmetin
yürütülmesine ilişkin bir emir olmadığı, amirin söz ve
davranışının sanık hakkında yasal soruşturma yapmaya
yönelik bulunmadığı, olayın TSK İç Hizmet Kanunun 24’üncü
maddesi
kapsamında
da
değerlendirilemeyeceği
anlaşıldığından, sanığın dava konusu eyleminin disiplin
tecavüzü niteliğinde olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin, ASCK’nın
87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğunu kabul ederken; Başsavcılık; eylemin disiplin tecavüzü
niteliğinde olduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillere göre; sanığın, 16.4.2005 tarihinde
lojman bölgesinde bulunan askerî gazinoda içki içtiği, saat 22.30
sıralarında kendisine çıkarılan hesabı yüksek bularak görevli askerlere
144
kızıp bağırdığı, hakaret içeren sözler söylediği, adisyon fişini yırttığı,
durumun iletildiği Lojmanlar Nöb.Astsb.Hv.Mu.Kd.Üçvş. V.S.’nin
askerî gazinoya giderek sanığı sakinleştirmek istediği, ancak sanığın,
“sana ne, sen karışma” diyerek nöbetçi astsubayına çıkıştığı, nöbetçi
astsubayının sanığı sakinleştirememesi üzerine, durumu mevzi
komutanından sonra en kıdemli personel ve sanığın ilk amiri konumunda
olup tatil günü olması nedeniyle evinde bulunan Hv.Kont.Bnb. T.K.’ya
telefonla bildirdiği, binbaşının, evinden askerî gazinoya telefon ederek
önce sanık ile görüştüğü, sanığın bir sorun olmadığını belirttiği ancak
daha sonra görüştüğü görevli askerin, sanığın kendilerine bağırıp
çağırdığını ve küfür ettiğini söylemesi üzerine binbaşının sanıkla tekrar
görüşerek “askerî gazinoyu terk et” yönünde emir verdiği, sanığın
gazinoyu terk etmeyeceğini söylediği, binbaşının emrini tekrarlamasına
rağmen sanığın, “hiç kimse beni buradan çıkartamaz” şeklinde karşılık
verdiği, binbaşının kısa bir süre sonra sivil giyimli olarak askerî gazinoya
gittiği, barda oturmakta olan sanığa, emir verdiği hâlde neden gazinoyu
terk etmediği, kendisini neden ayağına getirdiğini söyleyip gazinoyu terk
etmesini istediği, sanığın “sen bana karışamazsın, hiç kimse beni buradan
çıkartamaz, seni de döverim, buradakileri de döverim” dediği, binbaşının
bu sözler karşısında, “o hâlde gel döv, bunun hesabını mahkemede
verirsin” şeklinde söyleyerek gazinoya giren nöbetçi astsubayına, merkez
komutanlığını arayarak ekip istemesini ve sanığı alarak götürmeleri
talimatını verdiği, bu sözler üzerine sanığın askerî gazinodan ayrıldığı
anlaşılmaktadır.
Yukarıda açıklanan şekilde gelişen eylemler nedeniyle, sanığın
kendisine çıkarılan hesapla ilgili olarak gazinodaki askerlere bağırıp
çağırdığının bildirildiği amirinin, sanığa gazinoyu terk etmesi konusunda
verdiği ve tekrarladığı emirlere rağmen askerî gazinoyu terk etmemesi
nedeniyle emre itaatsizlikte ısrar suçundan ASCK’nın 87/1’inci maddesi
gereğince cezalandırılması için kamu davası açılmış; binbaşının telefon
görüşmesinden sonuç alamaması üzerine evinden askerî gazinoya giderek
emrini neden yerine getirmediğini söylediğinde sanığın binbaşıya karşı
sarf ettiği, “sen bana karışamazsın, hiç kimse beni buradan çıkartamaz,
seni de döverim, buradakileri de döverim” şeklindeki sözlerin ise, 477
sayılı Kanunun 47’nci maddesinde düzenlenen amire saygısızlık suçunu
oluşturduğu kabul edilerek görevsizlik kararı verilmiştir.
145
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın “Hükmün konusu ve
suçu değerlendirmede mahkemenin yetkisi” başlıklı 225/1’inci maddesi;
“Hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili
hakkında verilir.” hükmünü amir olup; davaya konu edilen eylem; askerî
gazinoda kendisine çıkarılan hesaba itiraz edip görevli askerlere bağırıp
çağıran sanığa, evinde bulunan amiri tarafından telefonla verilen
gazinoyu terk etmesi yönündeki emrin gereğinin sanık tarafından yerine
getirilmemesidir. Sanığın amiri olan binbaşının emrinin yerine
getirilmemesi üzerine gazinoya giderek barda oturmakta olan sanıkla
aralarında geçen konuşma sırasında sanığın sarf ettiği “sen bana
karışamazsın, hiç kimse beni buradan çıkartamaz, seni de döverim,
buradakileri de döverim” şeklindeki sözlerin ise dava konusu olmayıp
görevsizlik kararına konu edildiği görülmektedir.
Olaya müdahale eden Bnb. T.K.’nın sanığın ilk amiri olduğu
kuşkusuz olup, öncelikle, astının bir suç işlediğini öğrenen amirin
yapması gereken işlemler ile disiplinin sağlanması açısından diğer
üstlerin ve komutanlıkların görev ve yetkileri açısından yasal
düzenlemelerin gözden geçirilmesi gerekmektedir.
477 sayılı Kanunun 14/1’inci maddesinde, maiyetinden birinin bir
disiplin suçu işlediğini öğrenen amirin yetkisi ve yapması gereken
işlemler; 353 sayılı Kanunun 95/2’nci maddesinde ise, askerî birlik
komutanı veya askerî kurum amiri maiyetinden birinin kendisine ihbar
veya şikâyet olunan veyahut diğer surette öğrendiği askerî mahkemelerin
görev alanına giren suçları hakkında yapması gereken işlemler ayrıntılı
olarak düzenlenmiştir. Her amir, ihbar, şikâyet ve diğer suretle
maiyetinden birinin bir disiplin suçu işlediğini öğrendiğinde kendi yetkisi
dâhilinde oda veya göz hapsi cezaları ile cezalandırılmasını uygun
görmediği takdirde; askerî mahkemelerin görev alanına giren suçlarda ise
zorunlu olarak suç ve delillerini gösteren belgeleri hazırlayarak
teşkilâtında disiplin mahkemesi veya askerî mahkeme kurulan kıt’a
komutanı veya askerî kurum amirine göndermesi gerekmektedir.
TSK İç Hizmet Kanununun 13’üncü maddesinde; disiplinin
tanımı yapıldıktan sonra askerliğin temeli olduğu, korunması için idarî ve
cezaî tedbirler alınacağı vurgulanmış, aynı Kanunun 24’üncü maddesinde
ise; “Disipline aykırı gördüğü her hâle müdahaleye ve emir vermeye her
üst görevlidir.” kuralına yer verilmiştir.
146
Diğer taraftan; TSK İç Hizmet Kanununun 91/a maddesinde;
“garnizonlarda askerî disiplinin muhafazası, önleyici zabıta ve adlî
görevlerin yerine getirilmesinin garnizon komutanlıklarına ait olduğu
belirtilerek, garnizon komutanlarının bu görevlerini merkez
komutanlıkları aracılığı ile yürütecekleri öngörülmüştür. Aynı Kanunun
95’inci maddesinde ise; inzibat subay veya astsubaylarına, aynı veya
daha ast rütbedeki diğer personelin askerî disipline aykırı davranışları
nedeniyle onları geçici olarak yakalama yetkisi tanınmıştır.
TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 664/4-b maddesinde de;
orduevleri, askerî gazino ve öteki askerî sosyal tesislerden yararlanma
hakkına sahip olan kişilerin bu mahallerde; söz atma, sarkıntılık, ırz ve
iffete tecavüz, askerlik haysiyet ve şerefine dokunan fiilleri işlemeleri
veya anılan yerlerde uyulması öngörülen kurallara uymamakta ısrar
etmeleri hâlinde, bunlar hakkında gerekli yasal işlem yaptırılmakla
birlikte bu tesislere girişlerinin Genelkurmay Başkanlığınca
yasaklanabileceği, yapılan yasal işlem sonucunda bu fiilleri işlemedikleri
anlaşılanlar hakkında, daha önce alınmış olan yasaklama kararının
Genelkurmay Başkanlığınca kaldırılacağı düzenlenmiştir.
Yukarıda belirtilen düzenlemeye Orduevleri, Askerî Gazinolar ve
Sosyal Tesisler Yönergesi (MY:58-4)’nin; “Orduevleri, Askerî Gazinolar
ve Sosyal Tesislerden Faydalanacaklar”la ilgili esasların düzenlendiği
8’inci maddesinde de aynen yer verilmiştir. Anılan yönergenin birçok
maddesinde bu tesislere girişte veya girdikten sonra meydana gelen
olaylar nedeniyle durumun merkez komutanlıklarına bildirileceği ilgili
şahsın orduevi, askerî gazino veya sosyal tesislerden çıkarılmasının
sağlanacağı ve hakkında gerekli işlemlerin yapılacağı belirtilmektedir.
Örneğin, “Orduevleri, Askerî Gazinolar ve Sosyal Tesislere Giriş”
başlıklı 9’uncu maddede ve “ İçki İçme ve Oyun Oynama” başlıklı 20’nci
maddede öngörülen kurallara aykırı davrananların merkez komutanlıkları
aracılığı ile belirtilen yerlerden çıkarılacakları düzenlenmiştir.
Yapılan yasal açıklamalardan sonra somut olay irdelendiğinde;
askerî gazinoda kendisine çıkarılan hesap nedeniyle görevli askerlere
kızıp bağıran, hakaret içeren sözler sarf eden sanık hakkında, disipline
aykırı bu eylemleri nedeniyle yasal işlem yapılması gerektiği konusunda,
147
sarsılan disiplinin sağlanması ve sürdürülmesi açısından kuşku
bulunmamaktadır. Olayda önem arz eden konu, çalışma gün ve saatleri
dışında askerî gazinoda meydana gelen eylemler nedeniyle yasal
işlemlerin hangi görevliler tarafından başlatılacağı; sanığın eylemleri
karşısında evinde bulunan amirinin sanığa olay yeri olan askerî gazinoyu
terk etmesi yönünde emir verip veremeyeceği veya bu yöndeki bir emrin
askerî hizmetin yürütülmesine ilişkin olup olmayacağıdır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçu; askerî hizmete ilişkin emrin gereğinin hiç yapılmaması, emrin
yerine getirilmesinin sözlü veya fiilî olarak açıkça reddedilmesi veya
emir tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi ve suç işleme kastıyla
hareket edilmesi ile oluşmaktadır.
Disipline aykırı ve özellikle suç oluşturan her eylem nedeniyle
yasal işlem yapılması zorunlu olup, orduevi, askerî gazino veya diğer
sosyal tesislerde ırz ve iffet ile askerlik şeref ve haysiyetine yönelik
eylemlerde bulunanlar veya uyulması gerekli kurallara uymamakta ısrar
edenler hakkında adlî işlem yapılmasının yanında, yürütülecek idarî
işlemler sonunda ilgilinin belirtilen tesislere girişi de Genelkurmay
Başkanlığınca yasaklanabilmektedir.
Çalışma gün ve saatleri dışında orduevi, askerî gazino ve diğer
sosyal tesislerde meydana gelen eylemler nedeniyle gerekli uyarıların
yapılması ve tedbirlerin alınması nöbetçi heyetlerine ait bir keyfiyet olup,
bu tür tedbirlerden sonuç alınamaması hâlinde durumun garnizon merkez
komutanlıklarına bildirilmesi yerleşik uygulama ve yasal düzenlemelerin
gereğidir. Çalışma gün ve saati dışında ve askerî gazinoda meydana gelen
somut olayda, nöbetçi astsubayının durumu birlik nöbetçi amirliği veya
merkez komutanlığı yerine o an için olaya müdahale etme görev ve
sorumluluğu bulunmayan sanığın ilk amirine bildirmesi, amirinin sanığa
emir vermesi açısından bir hizmet ilişkisi oluşturmamaktadır. Keza,
evinde istirahat hâlinde bulunan ve somut olay huzurunda
gerçekleşmemiş olan sanığın ilk amirinin olayla ilgili olarak sanığa emir
vermesi ve askerî gazinoyu terk etmesini istemesi, askerî hizmetin
yürütülmesine ilişkin olmayıp, amiri olması nedeniyle sanık üzerinde
sahip olduğu kişisel etkinliği kullanarak, onu sakinleştirmeye, olayın
büyümesini önlemeye, olay yerinden ayrılması için ona telkin ve
tavsiyede bulunmaya yönelik davranışlardır. Zira, olayla ilgili yapılacak
148
işlemler ve alınacak tedbirler mevzuatta düzenlenmiştir. Nöbetçi
astsubayın kendi değerlendirmesine göre durumu sanığın ilk amirine
bildirmesi, ilk amirinin söz ve davranışlarına hizmet ilişkisi
kazandırmamaktadır. Sanığın amirinin tutum ve davranışları sanık
hakkında soruşturma yapmaya da yönelik olmayıp, olayın; amirinin,
evinden telefonla verdiği emri sanığın yerine getirmeyeceğini beyan
etmesi üzerine, amirinin askerî gazinoya giderek emrinin gereğini
yaptırmak amacıyla barda oturmakta olan sanığa aynı konuda müdahale
etmesi şeklinde geliştiği ortadadır. Olayda, TSK İç Hizmet Kanununun
24’üncü maddesinde öngörülen acil ve önlenemez müdahaleyi gerektiren
bir durum da söz konusu değildir. Olayla ilgili müdahalede bulunacak
görevliler belirli iken, sanığın amiri olan binbaşının, evinden sanığa olay
yerini terk etmesi konusunda verdiği emri anılan madde kapsamında
değerlendirmek olanağı bulunmamaktadır. Bu durumun sanığın
eylemlerinin takipsiz kalması gibi bir duruma neden olması da
düşünülemez.
Askerî gazinoda meydana gelen olaya öncelikle nöbetçi heyeti
veya gelişmelere göre merkez komutanlığı görevlilerinin müdahale
ederek tespit ve soruşturma işlemlerini başlatmaları gerekirken, tatil
gününde evinde bulunan ve sanığın amiri olan binbaşının, sanığa önce
evinden, sonra da olay yerine giderek gazinoyu terk etmesi yönünde
verdiği emrin askerî hizmetin yürütülmesine ilişkin bir emir olmadığı,
amirin söz ve davranışının sanık hakkında yasal soruşturma yapmaya
yönelik bulunmadığı, olayın TSK İç Hizmet Kanununun 24’üncü
maddesi kapsamında da değerlendirilemeyeceği, sanığın dava konusu
eyleminin disiplin tecavüzü niteliğinde olduğu sonucuna varıldığından;
Başsavcılık itirazının kabulü ile Dairenin onamaya ilişkin kararının
kaldırılmasına, mahkûmiyet hükmünün esas yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
149
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/25
K. No. : 2007/29
T.
: 12.4.2007
ÖZET
İzinde olan personelin, bulundukları liman şehri
içerisinde dolaşmaları esnasındaki hâl, hareket, tarz ve
davranışlarını düzenleyen, tavsiye ve tedbir niteliğinde
bulunan emre aykırı hareket edilmesinin emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturmayacağı, askerî bir vazifeye, dolayısıyla
hizmete ilişkin bulunmayan söz konusu emre uyulmamasının,
“disiplin tecavüzü” mahiyetinde olduğunun kabulü gerekir.
Daire ile askerî mahkeme arasındaki uyuşmazlığın konusu, sanığa
yüklenen Emre İtaatsizlikte Israr suçunun unsurları itibariyle oluşup
oluşmadığına ilişkindir.
Daire; verilen emrin, birlik dışındaki tüm hâl ve tavırları
karşılayacak şekilde bilgilendirme, tavsiye ve tedbirleri kapsayan bir
emir niteliğinde olduğunu ve dolayısıyla emre itaatsizlikte ısrar suçunun
oluşmadığını, eylemin disiplin tecavüzü kapsamında kaldığını kabul
ederek, mahkûmiyet hükmünün esastan bozulmasına karar vermiş iken,
Askerî mahkeme, personelin guruplar hâlinde dolaşması yönünde
emir veren komutanın bu emrinin bir hizmet emri olarak değerlendirilmesi
gerektiğinden müsnet suçun oluştuğunun kabulü ile önceki mahkûmiyet
hükmünde direnilmesine karar vermiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; 18 Haziran-2 Temmuz 2004
tarihleri arasında Varna’da devam eden “Cooperative Partner 04”
tatbikatına katılan TCG Tayfun Komutanlığında görevli olan sanığa,
geminin 2’nci Komutanı Ütğm. T.A. tarafından okunmak suretiyle tebliğ
150
edilen; “Personel izinde bulunduğu süre zarfında tek başına
dolaşmayacak, en az üçlü gruplar hâlinde bulunacaklardır” şeklindeki
emre rağmen, sanığın, 20.6.2004 günü gemiden üç uzmanla birlikte
dışarıya çıktığı, ancak daha sonra uzman onbaşılardan C.Y.’nin gemiye
gelerek ikinci Komutan T.A.’ya sanık Top.Uzm.Onb. Ş.S.’nin beraberce
markette alış veriş yaparken yanlarından uzaklaştığını ve izini
kaybettirdiğini rapor ettiği ve bilâhare aynı gün sanık Top.Uzm.Onb.
Ş.S.’nin gemiye tek başına geri döndüğü anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle sanığa tebliğ edilen emrin
askerî hizmete ilişkin olup olmadığının ve buna bağlı olarak böyle bir
emre aykırı davranışın yaptırımının ne olduğunun açıklığa
kavuşturulması gerekmekte, bunun için de konu ile ilgili temel
kavramların yasal düzenlemeler yönünden incelenmesinde yarar
bulunmaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde tanımlanan suçun oluşabilmesi için
verilen emrin hizmete ilişkin olması gerekmektedir.
Hizmete ilişkin olma kavramı; ASCK’nın 12’nci maddesine göre;
1) Malûm ve muayyen olan askerî vazife ile;
2) Bir amir tarafından emredilen askerî vazife;
“Hizmet” olarak kabul edilmiş;
Vazife ise; İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesinde; Hizmetin icap
ettiği şeyi yapmak ve men ettiği şeyi yapmamak biçiminde
tanımlanmıştır.
TSK İç Hizmet Kanununun 6’ncı maddesinde Hizmet; “Kanunlarla
nizamlarda yapılması veya yapılmaması yazılmış olan hususlarla, amir
tarafından yazı ile veya sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir”
şeklinde açıklanmıştır.
Şu hâlde, ASCK’nın uygulanmasında amaçlanan hizmeti;
kanunlarda ve nizamlarda yapılması veya yapılmaması açıkça gösterilmiş
olan hükümlerle; kanunlarda ve nizamlarda yapılması veya yapılmaması
yetkili amirlerin takdirine bırakılan ahvalde, amirlerin bu takdirlerine
dayanarak yapılmasını veya yapılmamasını istediği hususlardır” şeklinde
tanımlamak mümkün olacaktır.
Diğer yandan, İç Hizmet Kanununun 13’üncü maddesinde;
“Disiplin; Kanunlara nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat ve astının ve
üstünün hukukuna riayet demektir. Askerliğin temeli disiplindir.
Disiplinin muhafazası ve idamesi için hususî kanunlarla cebrî ve hususî
kanun ve nizamlarla idarî tedbirler alınır” hükmü yer almıştır.
151
Amir, konusu suç teşkil etmeyen, yasa ve diğer nizamlarla
düzenlenmemiş konularda, kendisi düzenleme yapıp, emir verebilir. Bu
emirlere riayet edilmesi askerî disiplinin bir gereğidir. Ancak bu emirler
askerî hizmete ilişkin olmadığı sürece “Emre itaatsizlikte ısrar” suçuna
konu olamaz. Uyulması zorunlu, idarî ve disipline taallûk eden bu
düzenlemeler askerî vazifeye ilişkin olmadığı ahvalde, bu emirlerin ihlâl
edilmesi hâlinde, disiplin tecavüzü olarak yaptırıma bağlanması mümkün
bulunmaktadır. Amirin bu tür emirlerinin emre itaatsizlikte ısrar suçuna
konu olabilmesi için emrin mutlaka “Hizmete ilişkin” olma unsurunu
taşıması gerekir...”
Öte yandan, askerlerin görev yapmakta olduğu karakol, kışla,
karargâh gibi yerlerin işgal etmekte olduğu coğrafyanın (arazi parçasının)
ve bu yerlerin özelliklerine bakılarak birlik ve karargâh sınırları dışı da
olsa, bu bölgede askerlerin görev (hizmet) hâlinde bulunmadıkları
hâllerde de ne şekilde hareket edeceklerinin önceden yayınlanan
emirlerle düzenlenebileceğinin ve bu emirlerin tavsiye niteliğinde
olmayıp bağlayıcı nitelikte olduğunun kabul edilmesi hâlinde; Ülkemizin
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin bir kısmında görülen bölücü
ve yıkıcı mahiyetteki kanlı terör olayları nedeniyle ilân edilen ve sınırları
tespit edilen Olağanüstü Hâl Bölgesinde, askerlerin izinde iken can
güvenliklerinin sağlanması bakımından hangi güzergâhlarda ne şekilde
seyahat etmeleri gerektiği konularında yayınlanan emirlerin de askerî
vazifeye (hizmete) ilişkin bağlayıcı birer emir niteliğinde olduğunun ve
buna uymamanın emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut vereceğinin kabul
edilmesi gerekecektir. Hâlbuki, Askerî Yargıtayın yerleşik kararlarıyla bu
tür emirlerin muhatapları açısından askerî bir vazifenin yapılmasından
ziyade kendileri bakımından alınmış bir tedbir ve yol gösterme
niteliğinde bulundukları ve hizmete ilişkin olmadıkları için de bunlara
aykırı hareket etmenin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturamayacağı
kabul edilmiş bulunmaktadır
Uyulması zorunlu, idarî ve disipline taalluk eden bu
düzenlemelerin, askerî bir hizmete ilişkin olmaması durumunda, bu
emirlerin ihlâl edilmesi hâlinde, eylemin, ASCK’nın 162/A maddesinde,
“Askerî terbiyeyi, disiplini bozan ve hiçbir Ceza Kanununun maddelerine
uymayan fiiller ve tekâsüller” şeklinde yapılan tarife uyan ve sıralı
amirlerinin cezalandırma yetkisine giren “Disiplin Tecavüzü” olarak
yaptırıma bağlanması mümkün bulunmaktadır.
152
Somut olayda; sanığa, geminin 2’nci Komutanı Ütğm. T.A.
tarafından okunmak suretiyle tebliğ edilen; “Personel izinde bulunduğu
süre zarfında tek başına dolaşmayacak, en az üçlü gruplar hâlinde
bulunacaklardır” şeklindeki emrin, izinde olan personelin, bulundukları
liman şehri içerisinde dolaşmaları esnasındaki hâl, hareket, tarz ve
davranışlarını düzenleyen, tavsiye ve tedbir niteliğinde bir emir olması
nedeniyle, bu emre aykırı hareket edilmesi eyleminin emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturmayacağı, askerî bir vazifeye, dolayısıyla hizmete
ilişkin bulunmayan söz konusu emre uyulmamasının, “disiplin tecavüzü”
mahiyetinde olduğu sonucuna varıldığından, Askerî Yargıtay 3’üncü
Dairesinin aynı yöndeki 21.2.2006 tarih ve 2006/262-262 sayılı; bozma
ilâmına karşı, askerî mahkemece direnilmek suretiyle tesis edilen
23.5.2006 tarih ve 2006/873-258 E.K. sayılı mahkûmiyet hükmünün,
“Esas” (sübut) yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
153
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/48
K. No. : 2007/52
T.
: 11.5.2007
ÖZET
30.1.2005 tarihinde saat 16.00-20.00 arası 10 no.lu kule
emniyet nöbetçisi olarak görevlendirildiğini gösteren nöbet
listesi, 28.1.2005 Cuma günü koğuşlar bölgesinde ve nöbetçi
astsubaylığında bulunan emirler levhasına asılmak suretiyle
tebliğ edilen ve bu nöbetinden haberi olduğunu kabul eden
sanığın, aynı gün olan çarşı izni nedeniyle nöbetinin değiştirilmesi
için önceden bölük komutanı veya astsubayı ile görüşme imkânı
varken bu yolu seçmeyerek çarşı iznine çıktığı görülmekle,
kendisine askerî hizmete ilişkin olarak verilen nöbet hizmeti
gereğini yerine getirmemek bilinç ve iradesiyle hareket ettiği ve
böylece sanığın eyleminin, maddî ve manevî unsurları itibarıyla
ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile askerî mahkeme arasındaki uyuşmazlığın konusu, emre
itaatsizlikte ısrar suçunun sübutu açısından noksan soruşturma bulunup
bulunmadığından ibarettir.
Dosyadaki delil durumuna göre; “...Marmaris/Aksaz Ordonat
Grup Komutanlığı emrinde görevli sanığın, 30 Ocak 2005 günü 16.0020.00 saatleri arasında 10 no.lu kule nöbetçisi olduğu, erbaş ve er nöbet
listelerinin bir gün öncesinden, hafta sonlarında ise Cuma gününden
koğuşlar bölgesinde ve nöbetçi astsubaylığında bulunan emirler levhasına
asılmak suretiyle nöbetlerin tebliğ edildiği, sanığın anılan saatler
arasındaki nöbetini hiç tutmadığı sabit olup, esasen bu konuda Daire ile
askerî mahkeme arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
154
Ancak, Daire; Sanığın savunmaları göz önünde bulundurularak,
çarşı izninin, nöbet listesini hazırlayan güverte takım komutanı tarafından
ya da mesaî haricinde nöbetçi amiri veya nöbetçi subayı tarafından
(sanığın bu nöbeti bilinerek) verilmesi hâlinde, sanığın savunması da
dikkate alındığında suç kastının varlığından söz edilemeyeceğinden;
Sanığın 30.1.2005 tarihinde çarşı iznine çıkıp çıkmadığının,
çıkmış ise hangi saatte dönmesi gerektiğinin,
Bu izninin kim tarafından verildiğinin ve izni veren yetkilinin
sanığın nöbet saatlerinden haberi olup olmadığının,
Sanığın gelmemesi üzerine nöbete kimin gönderildiğinin,
Sanığın çarşı izninin usulüne uygun olarak verilmesi hâlinde,
nöbetini değiştirmesi için bölük yazıcısına müracaat edip etmediğinin,
keza Er F.C.’ye nöbetini tutması için ricada bulunup bulunmadığının,
İlgili mercilerden sorulup araştırıldıktan ve ilgili kişilerin ifadeleri
alındıktan sonra, suç kastının oluşup oluşmadığının tartışılıp
değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, mahkûmiyet hükmünün noksan
soruşturma sebebiyle bozulmasına karar vermiş iken,
Askerî mahkemece; Sanığın savunmasında belirttiği ve bozma
ilâmında noksan soruşturma olarak belirtilen hususların yapılan
araştırma sonucunda doğruluğu tespit edilse dahi, bu hususlar sanığın
emre itaatsizlikte ısrar kastıyla hareket etmediğini değil, aksine sanığın
olay günü nöbetinin bulunduğunu bildiğini ve bu nöbet hizmetini ifa
etmemek için birtakım çareler aradığını, bu kapsamda yasal çarelerden
biri olarak nöbet hizmetini değiştirtmeye çalıştığı, bunu
başaramayınca yasal olmayan çarelere yöneldiği ve nöbet hizmeti
yetkili personel tarafından değiştirilmeksizin, başka bir eri yasal
olmayan bir şekilde kendisi yerine nöbet tutmaya göndermeye
çalıştığı, sonuç olarak kendisine askerî hizmete ilişkin olarak verilen
nöbet hizmeti gereğini yerine getirmemek bilinç ve iradesiyle hareket
ettiği, dolayısıyla emre itaatsizlikte ısrar kastıyla hareket ederek olay
günü nöbet hizmetinin gereğini hiç yerine getirmediği kabul edilerek,
önceki mahkûmiyet hükmünde direnilmesine karar verilmiştir.
Uyuşmazlık konusuna ilişkin olarak yapılan incelemede; Sanık
sorgusunda; “nöbetten haberi olduğunu, ancak aynı gün çarşı izninin
de bulunduğunu, çarşı iznine çıkmadan önce bölük yazıcısına nöbetini
değiştirmesini söylediğini, fakat kabul etmediğini, bu defa arkadaşı
F.C.’ye nöbeti tutmasını rica ettiğini, onun da nöbeti tuttuğunu, aynı
gün çarşı izni olduğu ve saat 18.00’da döndüğü için nöbetini
tutamadığını” beyan etmiştir.
155
Olayla ilgili olarak nöbetçi heyetince düzenlenen tutanakta;
“...30.1.2005 tarihinde saat 16.00-20.00 arası 10 no.lu kule emniyet
nöbetçisi olan sanığın, anılan saatler arasındaki nöbetini hiç tutmadığı...”
şeklindeki tespit ve bilgilerin yer aldığı görülmüştür.
Askerî mahkemenin hüküm gerekçesinde yer alan, “…Dosyada
saklı, altında nöbetçi astsubayın da imzası bulunan 30 Ocak 2005
tarihli tutanak ile, sanığın olay günü nöbetine gelmediği sabittir. Bu
tutanak altında olay günü nöbetçi astsubay olan personelin de imzası
bulunduğuna göre, sanığın nöbetinin değiştirilmediği de açıktır.
Sanığın olay günü usulüne uygun olarak verilen çarşı izni uyarınca
çarşı iznine çıktığının kabul edilmesi hâlinde dahi, sanığın nöbetini
değiştirmesi için bölük yazıcısına müracaat edip etmediğinin, Er
F.C.’ye nöbetini tutması için ricada bulunup bulunmadığının dava
konusu suçun oluşumu yönünden herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.
Sanığın nöbetinin değiştirilmesi için bölük yazıcısına müracaat ettiğinin
kabul edilmesi hâlinde dahi, sanığın bu başvurusu sonucunda nöbeti
değiştirilmediğine, nöbet hizmetinin değiştirildiğine yönelik dosyada
herhangi bir belge bulunmadığına, sanığın da bu yönde herhangi bir
savunması bulunmadığına göre, bunun suçun oluşumuna herhangi bir
tesirinin bulunmadığı hususu da açıktır. Keza sanığın nöbetini tutması
için Er F.C.’den ricada bulunmasının, sanığın nöbetini Er F.C.’nin
tutmuş olmasının da suçun oluşumuna herhangi bir tesirinin
bulunmadığı hususu da açıktır. Bu hususlar olsa olsa temel cezanın
tayininde dikkate alınabilecek hususlardır. …” şeklindeki
değerlendirme ile, suçun sübuta erdiğinin kabul edildiği görülmektedir.
Askerî Ceza Kanununun 87/1’inci madde birinci cümlesinde
yazılı emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için, amir
tarafından verilmiş bir emrin bulunması, emrin konusunun hizmete
ilişkin olması, bu hizmet emrinin suçun faili olan ast yönünden
özelleştirilerek somut hâle getirilmesi ve ast olan failin emre
itaatsizlikte ısrar kastıyla hareket ederek emri hiç yapmaması
gerekmektedir.
Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 8’inci maddesinde
emir; “Hizmete ait bir talep veya yasağın sözle, yazı ile ve sair surette
ifadesidir.” şeklinde tanımlanmaktadır.
156
Emrin (talep veya yasağın) yerine getirilmemesine ilişkin
hareketin yapılması ile netice de gerçekleşmiş olup, emre itaatsizlikte
ısrar suçu da tamamlanmış olmaktadır.
Dava konusu olayımızda sanığın, 30.1.2005 tarihinde saat
16.00-20.00 arası 10 no.lu kule emniyet nöbetçisi olarak
görevlendirildiğini gösteren nöbet listesinin 28.1.2005 Cuma günü
koğuşlar bölgesinde ve nöbetçi astsubaylığında bulunan emir levhalarına
asılmak suretiyle tebliğ edildiği, sanığın da bu nöbetinden haberi
olduğunu kabul ettiği, buna rağmen çarşı iznine gittiği için nöbetini hiç
tutmayan sanık hakkında tutanak düzenlendiği, sanığın savunmasında
belirttiği ve bozma ilâmında noksan soruşturma olarak belirtilen
hususların doğruluğu tespit edilse dahi, sanığın aynı gün olan çarşı izni
nedeniyle nöbetinin değiştirilmesi için önceden bölük komutanı veya
astsubayı ile görüşme imkânı varken bu yolu seçmediği görülmekle,
kendisine askerî hizmete ilişkin olarak verilen nöbet hizmeti gereğini
yerine getirmemek bilinç ve iradesiyle hareket ettiği ve böylece sanığın
eyleminin, maddî ve manevî unsurları itibarıyla ASCK’nın 87/1’inci
maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu
sonucuna varılmakla; Güney Deniz Saha Komutanlığı Askerî
Mahkemesince, sanığın işlediği sabit görülen emre itaatsizlikte ısrar
suçundan dolayı direnilmek suretiyle verilen 16.5.2006 gün ve 2006/874246 E.K. sayılı mahkûmiyet hükmünde, usul, sübut, tavsif, takdir ve
uygulama yönlerinden kanuna aykırılık bulunmadığından, askerî savcının
temyiz nedenlerinin reddi ile hükmün onanmasına karar verilmiştir.
157
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/59
K. No. : 2007/64
T.
: 24.5.2007
ÖZET
24 saat süreyle nöbet tutan sanığın, istirahata
gönderilmesini engelleyecek nitelikte acil ve kritik bir hizmetin
ifası gibi bir durumun söz konusu olmadığı, esasen sanık gibi
24 saat nöbet tutan J.Er S.K.’nın istirahat etmesine izin
verildiği hâlde, sanığa izin verilmemesi de ortada acil bir
durumun bulunmadığını gösterdiği ve hizmet emrinin ifasında
keyfilik yapıldığı anlaşıldığından, İlçe Jandarma Komutanının,
“bütün erbaş ve erlerin eğitime alınması” yönündeki emri
doğrultusunda, Uzm.J.Çvş. Y.A. tarafından, eğitime katılması
istenen sanığın, “24 saat süre ile nöbetçi olduğunu, yorgun ve
uykusuz olduğunu” belirtmesi ve kendisiyle aynı durumda
olan diğer bir ere istirahat etmesi için izin verildiğini görmüş
olması karşısında, sanığın suç işleme kastı ile hareket
etmediği, bu nedenle emre itaatsizlikte ısrar suçunun
oluşmadığı, ancak, sanığın Uzm.J. Çvş. Y.A.’ya “sizi
uyarıyorum, ben .........çocuğu muyum, benim firarımı verin,
ben gidiyorum” deyip, içtima alanını terk ederek hizmet
binasına doğru yürüdüğü sırada, palaskası ile eğitim
elbisesinin üst kısmını çıkartarak yere fırlatmak şeklinde
gerçekleştirdiği eylemleri ile, üstüne zorunlu olduğu saygıyı
göstermemek ve uyarmayı saygı ile kabul edip dinlememek
suretiyle 477 sayılı DMK’nın 47’nci maddesinde ifadesini
bulan “Üste saygısızlık” disiplin suçunu işlediği sonucuna
varılmıştır.
158
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçun unsurları
itibariyle oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkindir.
Daire; “...sanığın 3.11.2004 günü saat 09:00’da silâhlık nöbetçisi
olarak göreve başladığı ve bu nöbetin 4.11.2004 günü saat 09:00’a kadar
devam ettiği açık ise de, ne kadar süreceği belli olmayan, ancak yetkili
amir tarafından verildiği ve hizmete ilişkin olduğu hususunda kuşku
bulunmayan emre karşı sanığın, mazereti kabul edilmemesine rağmen,
yorgun olduğundan bahisle itiraz etmesi ve bu gerekçelerle gereğini
yerine getirmekten kaçınması, bu olaya ilişkin savunmaları saikle ilgili
olup, suçun oluşumuna engel olacak nitelikte bulunmaması karşısında,
sanığın üzerine atılı suçun sübut bulduğu ve eyleminin Emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturduğunu” kabul ederek mahkûmiyet hükmünün
onanmasına karar vermiş;
Başsavcılık ise, “24 saat süre ile uyumayan ve nöbet tutan sanığın
fizikî durumu göz önüne alındığında, verilen emrin sanık açısından,
yerine getirmesinin beklenemeyeceği, sanığın suç işleme kastı ile hareket
ettiğinin söylenemeyeceği, bu nedenle müsnet suçun sanık açısından
oluşmadığı” görüşü ile Daire kararına itiraz etmiştir.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için; her şeyden önce “verilen emrin” askerî
hizmete ilişkin olması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle “hizmet ve
hizmete ilişkin” kavramlarının neyi ifade etmek istediğinin
tartışılmasında yarar vardır.
Hizmet; 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanununun 6’ncı maddesinde
“kanunlarla, nizamlarda yapılması veya yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı ile veya sözle emredilen veya yasak
edilen işlerdir” şeklinde tanımlanmış iken, ASCK’nın 12’nci maddesi
hizmeti; “Malûm ve muayyen olan hususlar ile amir tarafından emredilen
askerî vazife”nin madun tarafından yapılması...” olarak tarif etmiştir.
İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesine göre ise vazife; “hizmetin
icap ettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır. Bu
açıklamalar ışığında, ASCK’nın 12’nci maddesindeki “malûm ve
muayyen olan askerî vazife”yi; kanunlarda yapılması veya yapılmaması
159
açıkça gösterilmiş olan hususlar olarak; “bir amir tarafından emredilen
vazife”yi ise; kanunlarda ve nizamlarda açıkça gösterilmeyip yetkililerin
takdirlerine bırakılan hususlar şeklinde anlamak gerekmektedir. Bu
tanımlamalardan çıkan ilk sonuç; emir vermeye yetkili amirlerin
hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir biçimde yürütülmesini temin
etmek maksadıyla ve kanuna aykırı düşmemek koşuluyla somut kural ve
prensipler koyabilme yetkisine sahip olduklarıdır.
ASCK’nın 12, 87 ile İç Hizmet Kanununun 6 ve 7’nci
maddelerinin içeriğinden çıkan diğer sonuç ise, malûm ve muayyen hâle
getirilerek ilgilisine duyurulan hizmete ilişkin emirlere bilerek ve
isteyerek uyulmamasının emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturacağıdır.
İç Hizmet Kanununun 13’üncü maddesi disiplini; Kanunlara ve
nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat ve astının ve üstünün hukukuna
riayet olarak tanımlamıştır.
Aynı Kanunun 17’nci maddesi ise, amirin maiyetinin ahlâkî, ruhî
ve bedenî hâllerini daima nezaret ve himaye altında bulundurması
gerektiğini öngörmüştür.
İnceleme konusu olayda; 24 saat süre ile nöbetçi olarak görevli
olan sanıktan, nöbetinin bitiminde istirahat etmesi için hiçbir imkân
tanınmadan, eğitim yapması hususunda verilen emrin gereğini yerine
getirmesini beklemenin, hayatın olağan akışına uygun olmayacağı, emre
itaatsizlikte ısrar suçunun oluşması için, her şeyden önce emrin, bu emri
yerine getirecek kişi tarafından yerine getirilmesinin mümkün olmasının
gerektiği, olayda, 24 saat süre ile uyumayan ve nöbet tutan sanığın fizikî
durumu göz önüne alındığında, sanığın suç işleme kastı ile hareket
ettiğinden söz edilemeyeceği, nöbet görevini yerine getirmesinden dolayı
bütün geceyi uykusuz şekilde geçiren ve sabah saatlerinden başlayarak
dinlenmesi gereken sanığın bu süre müddetince uyku ve istirahatını
bölecek ya da engelleyecek davranışlara sebebiyet verilmemesinin askerî
disiplinin sağlanması bakımından zorunlu olduğu, askerlik hizmetinin,
her türlü fedakârlığı gerektiren, icabında günlerce uyumadan, yeterince
beslenmeden hizmet edilmesini gerektiren kutsal vatanî bir görev olduğu,
ancak dosya içeriğine göre, sanığın istirahata gönderilmesini
engelleyecek nitelikte acil ve kritik bir hizmetin ifası gibi bir durumun
söz konusu olmadığı, esasen sanık gibi 24 saat nöbet tutan J.Er S.K.’nın
istirahat etmesine izin verildiği hâlde, sanığa izin verilmemesi de ortada
acil bir durumun bulunmadığını göstermekte ve hizmet emrinin ifasında
keyfilik yapıldığı anlaşılmaktadır.
160
Bu bağlamda, 3.11.2004 günü saat 09:00’da silâhlık nöbetçisi
olarak göreve başlayan ve bu nöbeti 4.11.2004 günü saat 09:00’a kadar
devam eden ve böylelikle, 24 saat süre ile nöbet tutan sanığın, İlçe
Jandarma Komutanının, “bütün erbaş ve erlerin eğitime alınması”
yönündeki emri doğrultusunda, Uzm.J.Çvş. Y.A.’nın, sanıktan eğitime
katılmasını istediğinde; sanığın “24 saat süre ile nöbetçi olduğunu,
yorgun ve uykusuz olduğunu” belirtmesi ve kendisiyle aynı durumda
olan diğer bir ere istirahat etmesi için izin verildiğini görmüş olması
karşısında, sanığın suç işleme kastı ile hareket etmediği, bu nedenle
müsnet suçun sanık açısından oluşmadığı, ancak, sanığın Uzm.J.Çvş.
Y.A.’ya “sizi uyarıyorum, ben .........çocuğu muyum, benim firarımı
verin, ben gidiyorum” deyip, içtima alanını terk ederek hizmet binasına
doğru yürüdüğü sırada, palaskası ile eğitim elbisesinin üst kısmını
çıkartarak yere fırlatmak şeklinde gerçekleştirdiği eylemleri ile, üstüne
zorunlu olduğu saygıyı göstermemek ve uyarmayı saygı ile kabul edip
dinlememek suretiyle 477 sayılı DMK’nın 47’nci maddesinde ifadesini
bulan “Üste saygısızlık” disiplin suçunu işlediği sonucuna varılmakla,
askerî mahkemenin sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçundan
mahkûmiyetine
dair
hükmünün
Dairece
onanması
isabetli
görülmediğinden, Askerî Yargıtay Başsavcılığının yerinde görülen
itirazının kabulü ile, Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 20.2.2007 tarihli
ve 2007/261-259 sayılı onama kararının kaldırılmasına ve mahkûmiyet
hükmünün “suç vasfına bağlı görev” yönünden bozulmasına, karar
verilmiştir.
161
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2006
K. No. : 2007/1976
T.
: 19.9.2007
ÖZET
Sanığa tebliğ edilen emirde cep telefonu, radyo, fotoğraf
makinesi yanında wolkman, kaset, DVD, VCD ve benzeri
elektronik ve optik cihazların kışlaya sokulması yasaklanmış
olduğundan, bunlardan birinin veya birkaçının ya da
tamamının birden kışlaya sokulması hâlinde seçimlik hareketle
işlenebilen tek bir emre itaatsizlikte ısrar suçu oluşur.
Askerî mahkemece; sanığın, 21.12.2006 tarihinde müteselsilen
emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 87/1
(Birinci cümlesi), TCK’nın 43 ve 62’inci maddeleri gereğince, bir ay
hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, hükmü sebep göstermeksizin yasal süresi içerisinde temyiz
etmiştir.
Tebliğnamede, hükmün düzeltilerek onanması talep olunmuştur.
Diyarbakır 7’nci Kolordu Orduevi Müdürlüğü emrinde askerlik
görevini yapmakta olan sanığın, suç tarihinden önce kendisine tebliğ
olunan ve varlığından haberdar olduğunu belirttiği, birlik içerisinde cep
telefonu, radyo ve fotoğraf makinesi bulundurulması ve kullanılmasının
yasak olduğuna dair, birliğin muhabere ve fizikî güvenliğinin sağlanması
ile disiplinin teminine yönelik hizmete ilişkin emri hiç yerine getirmediği
ve 21.1.2006 tarihinde yapılan kontrolde, üzerinde cep telefonu, fotoğraf
makinesi ve radyo bulundurduğu maddî olay olarak sübuta ermektedir.
Askerî mahkeme, birlik komutanlığının yasaklayıcı emrine aykırı
olarak, birlik içerisinde aynı anda hem cep telefonu, hem radyo ve hem
de fotoğraf makinesi bulundurmak suretiyle, sanığın müsnet suçu
kamuya karşı bir suç işleme kararının icrası kapsamında birden fazla kez
işlemiş olması nedeniyle müteselsilen işlediğini kabul ederek cezasında
artırıma gitmiştir.
162
Bahse konu emirde cep telefonu, radyo, fotoğraf makinesi
yanında wolkman, kaset, DVD, VCD ve benzeri elektronik ve optik
cihazların kışlaya sokulması yasaklanmış olduğundan, bunlardan hangisi
(biri veya birkaçı ya da tamamı birden) kışlaya sokulması hâlinde
seçimlik hareketle işlenebilen tek bir “emre itaatsizlikte ısrar” suçu
oluşacaktır. Diğer bir deyişle hem cep telefonu, hem radyo bulundurması
hâlinde iki ayrı, bunların yanında birde fotoğraf makinesi bulundurma
hâlinde üç ayrı emre itaatsizlikte ısrar suçu değil, her hâlde bir tek suç
oluşacaktır. Her ne kadar tebliğnamede belirtildiği üzere, Dairemizin
21.3.2006 tarihli, 2006/465-463 esas ve karar sayılı kararında, sanığın bir
suç işleme kararı ile kanunun aynı hükmünü birden ziyade ihlâl ettiği,
dolayısıyla müsnet suçları müteselsilen işlediğine yönelik görüşünün
daha sonra değişerek, 6.6.2006 tarihli, 2006/937-934 esas ve karar sayılı
kararımızda, benzeri bir olayda, seçimlik hareketle işlenebilen sadece bir
“emre itaatsizlikte ısrar” suçunun oluşacağı, ancak, verilen emrin özelliği
itibarıyla seçimlik hareketle aynı anda radyo, sim kartı, cep telefonu,
fotoğraf makinesi bulundurularak işlenmesi hâlinde, sadece bir suçtan
hüküm kurulması gerekmekle birlikte, bu durumun temel cezanın
tayininde şiddet (alt sınırdan uzaklaşma) sebebi yapılabileceği
öngörülmektedir. Günümüzün teknik imkânlarının çok hızlı gelişmesi
nedeniyle komplike cihazlar üretilmekte olup, bir cep telefonu üzerinde
fotoğraf makinesi (kamera), radyo, müzik çalar (MP3) gibi özellikler
bulunmakta olup, bu şekilde bir cihazın kışla içerisinde hizmet emrine
aykırı olarak bulundurulması ve kullanılması hâlinde her bir özelliği için
ayrı suçtan yargılama yapılmak yerine, sadece bir suçtan yargılama
yapılmasının bu kabule göre yerinde ve hukuka uygun olacağı kanaatine
ulaşılmaktadır.
Belirtilen nedenlerle; sanığın eyleminin müteselsilen işlenmediği
sonucuna ulaşılarak, hükmün uygulama yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
163
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87, 88
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/102
K. No. : 2007/106
T.
: 4.10.2007
ÖZET
Tahsili ve kültür yapısı itibarıyla, 26.6.2001 tarihinde
verilen bir haftalık istirahat süresine göre 3.7.2001 tarihinde
kendisini istirahatlı zannetmesi imkân dâhilinde olan, nitekim
Nöb.Onb.’ya istirahat edeceğini, Uzm.Çvş.’a da istirahatlı
olduğunu söyleyen ve vaka kanaat raporuna göre de daha önce
herhangi bir vukuatı bulunmayan sanığın, gün boyunca dava
konusu hizmetlere bu düşünceyle katılmamış olabileceği,
sanığın bu düşüncesi; kendisine yapılan tebligat ve ikazlara
rağmen
dava
konusu
emirlerin
gereklerini
yerine
getirmemesinin, müteselsilen emre itaatsizlikte ısrar suçunun
oluşmasına engel olmamakla birlikte, bu fiilleri hizmetten
kısmen veya tamamen sıyrılmak amacı ile gerçekleştirdiği
iddiasını şüpheli hâle getirdiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın sabit görülen eylemlerinin;
hizmetten kısmen veya tamamen sıyrılmak kastıyla emre itaatsizlikte
ısrar suçunu mu, yoksa müteselsilen, ASCK’nın 87/1’inci madde ve
fıkrasının ikinci cümlesi kapsamına giren emre itaatsizlikte ısrar suçunu
mu oluşturduğu konusuna ilişkindir.
Dosya kapsamına göre, olay tarihinde Çameli İlçe Jandarma
Komutanlığı emrinde askerlik görevini yapan ve 26.6.2001 tarihinde bir
hafta istirahatı uygun görülen sanık Ter.J.Er M.Ö.’nün; 1) Nöb.Onb.
tarafından 3.7.2001 günü sabah saat 06.00’da uyandırılmasına rağmen
kalkmadığı, 2) Nöb.Onb. tarafından saat 07.30’da 08.00-10.00 garaj
nöbetine çağrıldığında “Ben kalkmıyorum, nöbet de tutmuyorum, kim
164
yazdıysa o kaldırsın” diyerek yine kalkmadığı, haber verilmesi üzerine
koğuşa gelen Nöb.Astsb.Uzm.J.Çvş. Y.B.’nin çağırmasını duymazlıktan
gelip yatmaya devam ettiği, 3) Karakol içinde terlikle ve bozuk kıyafetle
dolaştığını gören Karakol Komutanı J.Kd.Üçvş. Ö.A.’nın kılık kıyafetini
düzeltmesi konusundaki emrine uymayıp aynı şekilde dolaşmaya devam
ettiği, 4) Karakol komutanının “Herkes saat 13.30’da öğle içtimasına
katılacak” şeklindeki emrini ileten Nöb.Onb.ya “Ben içtimaya falan
çıkmam beni kimse içtimaya çıkaramaz” deyip, el kol hareketi yaparak
içtimaya çıkmadığı, 5) 10-15 dakika öncesinde Nöb.Onb. tarafından
çağrılmasına rağmen 14.00-16.00 garaj nöbetine de gitmediği, delillerden
maddî olgu olarak anlaşılmakta, esasen bu konuda da bir ihtilâf da
bulunmamaktadır.
Daire, sanığın sübut bulan eylemlerinin, askerî mahkemenin
belirlediği şekilde, müteselsilen emre itaatsizlikte ısrar (ASCK’nın
87/1’inci madde ve fıkrasının ikinci cümlesi kapsamında) suçunu
oluşturduğunu kabul ederken; Başsavcılık, aynı eylemlerin ASCK’nın
88’inci maddesinde yazılı hizmetten sıyrılmak kastıyla emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
4551 sayılı Kanunla değişik Askerî Ceza Kanununun: 87/1’inci
madde ve fıkrasının ikinci cümlesinde; “Hizmete ilişkin ... emrin yerine
getirilmesini söz veya fiilî ile açıkça reddeden veya emir tekrar edildiği
hâlde emri yerine getirmeyenler, üç aydan iki seneye kadar hapis cezası
ile cezalandırılırlar ...”
Suç tarihinde yürürlükte bulunup, sanığın lehine olan 765 sayılı
TCK’nın 80’inci maddesinde; “Bir suç işlemek kararının icrası
cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün birkaç defa ihlâl edilmesi,
muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat bundan dolayı
terettüp edecek ceza altıda birden yarıya kadar artırılır.”
Yine 4551 sayılı Kanunla değişik Askerî Ceza Kanununun 88’inci
maddesinde; “87’nci madde de yazılı itaatsizlik suçlarını...hizmetten
kısmen veya tamamen sıyrılmak kastı ile yapanlar altı aydan beş seneye
kadar hapis...cezasıyla cezalandırılırlar.”
Düzenlemeleri (hükümleri) yer almaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşması için;
1) Hizmete ilişkin bir emrin bulunması,
165
2) Astın bu emri hiç yapmaması veya emrin ifasını söz veya fiilî ile
açıkça reddetmesi ya da emrin tekrarlanmasına rağmen itaat etmemekte
ısrar etmesi,
3) Sanıkta emre itaatsizlikte ısrar kastının bulunması,
gerekmektedir.
765 sayılı TCK’nın 80’inci maddesinin uygulanabilmesi içinde;
1) Bir suç işleme kararı kapsamında,
2) Değişik zamanlarda,
3) Kanunun aynı hükmünün birkaç defe ihlâl edilmesi,
öngörülmektedir.
ASCK’nın 88’inci maddesinin tatbikî için ise; sanığın 87’nci
maddede yazılı emre itaatsizlikte ısrar fiillerini hizmetten kısmen veya
tamamen sıyrılmak kastı ile yaptığının açık bir şekilde tespiti
gerekmektedir.
Somut olaya baktığımızda, sanığın, tahsili ve kültür yapısı itibariyle
26.6.2001 tarihinde verilen bir haftalık istirahat süresine göre 3.7.2001
tarihinde kendisini istirahatlı zannetmesinin imkân dâhilinde olduğu,
nitekim Nöb.Onb. E.A.’ya istirahat edeceğini, Uzm.Çvş. Y.B.’ye de
istirahatlı olduğunu söyleyen ve vaka kanaat raporuna göre de daha önce
herhangi bir vukuatı bulunmayan sanığın, gün boyunca dava konusu
hizmetlere bu düşünceyle katılmamış olabileceği, sanığın bu düşüncesi;
kendisine yapılan tebligat ve ikazlara rağmen dava konusu emirlerin
gereklerini yerine getirmemesinin müteselsilen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşmasına engel olmamakla birlikte, bu fiilleri hizmetten
kısmen veya tamamen sıyrılmak amacı ile gerçekleştirdiği iddiasını
şüpheli hâle getirdiği, bunun yanında dava dosyasında sanığın askerî
hizmetten sıyrılmak kastıyla hareket ettiği konusunda tam bir vicdanî
kanaat oluşmasına elverişli yeterli delil bulunmadığı hususları
gözetilerek, sanığın sübut bulan eylemlerinin müteselsilen emre
itaatsizlikte ısrar (ASCK'nın 87/1’inci madde ve fıkrasının 2’nci cümlesi
kapsamında) suçuna vücut verdiği ve Dairenin bu suçtan verilen
mahkûmiyet kararını onamasında bir isabetsizlik bulunmadığı sonucuna
varıldığından Askerî Yargıtay Başsavcılığının suç vasfına ilişkin
itirazının reddine karar verilmiştir.
166
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
K. No. : 2007/1701
E. No. : 2007/1689
T.
: 31.10.2007
ÖZET
Nöbetinden çok kısa bir süre önce birliğini terk edip,
nöbetinin hemen bitiminde kendiliğinden birliğine dönen
sanığın; birliğinden ayrı kaldığı sürenin hemen hemen
tamamının nöbet saatlerine ilişkin olması nazara alındığında,
ailevî sorunlarını çözmek için askerlik hizmetinden kısa bir
süre uzak kalma maksadıyla hareket ettiği, nöbetini tutmama
kastıyla hareket etmediği yolundaki görüşün aksine, yetkili
amir tarafından verilerek usulüne uygun şekilde tebliğ edilen
ve hizmete ilişkin olduğunda kuşku bulunmayan kademe
nöbetine ilişkin emrin gereğini yapmamak kastıyla hareket
ettiğinin ve eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğunun kabulü gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, 8.12.2002 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği sabit görülerek eylemine uyan ASCK’nın 87/1’inci
maddesinin 1’inci cümlesi ve 5237 sayılı TCK’nın 62’nci maddeleri
gereğince, neticeten 25 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, sanığa
verilen kısa süreli hapis cezasının yasal imkânsızlık nedeniyle seçenek
yaptırımlara çevrilmesine ve ertelenmesine yer olmadığına, sanığın adlî
gözlem altında geçirdiği sürenin 5237 sayılı TCK’nın 63’üncü maddesi
gereğince mahkûmiyet müddetinden mahsubuna ve sanığın mahkûm
olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar 5237 sayılı TCK’nın
53/1’inci maddesinde sayılan hakları kullanmaktan yoksun bırakılmasına
karar verilmiş olup, hüküm sanık tarafından olay tarihinde içinde
bulunduğu ruhsal durumunun verdiği sıkıntı ve baskı nedeniyle nöbetçi
167
amirinden izin istemesine rağmen olumlu cevap alamayınca kışla dışına
çıktığı, nöbetçi olduğu hususunda bilgisinin olmadığı, nöbetten kaçma ve
emre itaatsizlik gibi bir kastının bulunmadığı, nöbetçi olduğunun
söylenmesi üzerine de kışlaya dönerek kendisinin yerine nöbet tutan
arkadaşının nöbetini tuttuğu, beraatine karar verilmesi gerektiği ileri
sürülerek temyiz edilmiştir.
Sanık terhisli P.Er O.Y.’nin, lağvedilen Çankırı 9’uncu Zırhlı
Tugay 2’nci Mekanize Piyade Tabur Karargâh Bölük Komutanlığı
emrinde askerlik hizmetini yaptığı sırada, 8.12.2002 tarihinde, 13:0015:00 saatleri arasında kademe nöbetçisi olarak görevlendirildiği, nöbet
saatinden önce silâhsız ve teçhizatsız olarak birlik komutanlığından
ayrılarak çarşıya gittiği, bu sebeple nöbet saati geldiğinde nöbetçi onbaşı
tarafından bölük bölgesinde aranmasına rağmen bulunamadığı ve nöbet
hizmetinin aksatılmaması amacıyla başka bir askerin nöbetçi olarak
görevlendirildiği, daha sonra nöbet saatinin bitiminde, saat 15:00
sıralarında kendiliğinden birlik komutanlığına döndüğü tüm dosya
kapsamından anlaşılmıştır.
Suç vak’a raporunda aynı eylemi daha önce de gerçekleştirdiği
belirtilen sanığın, 8.12.2002 tarihine ilişkin nöbet çizelgesinden, aynı gün
13.00-1500 saatleri arasında kademe nöbetçisi olduğu, birliklerde
nöbetlerin bir gün önceden yazılarak koğuşa veya gazinoya asılmak
suretiyle tebliğinin yapıldığı, sanığın da en azından, 7.12.2002 günü
gecesi itibariyle nöbetinden haberdar olabilecek durumda bulunduğu
anlaşıldığından, mahkemece, sanığın olay tarihinde nöbeti olduğunu
bilmediği yolundaki savunmalarına itibar edilmemesinde isabetsizlik
görülmemiş ve sanığın aynı yöndeki temyiz sebepleri kabule değer
bulunmamıştır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenmiş olan emre itaatsizlikte
ısrar suçunun teşekkülü için;
1- Hizmete ilişkin bir emrin varlığı,
2- Astın bu emri hiç yapmaması, itaatten fiilen veya söz ile imtina
etmesi veya emir tekrar edilmesine rağmen itaat etmemekte direnmesi,
168
3- Astın itaatsizlik kastıyla hareket etmesi gerekmektedir.
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 21/1’inci maddesi ise “Suçun
oluşması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanunî tanımındaki
unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir.” şeklindedir.
Bu açıklamalar ışığında; eylemini, nöbetinden çok kısa bir süre
önce birliğini terk edip, nöbetinin hemen bitiminde kendiliğinden
birliğine dönmek suretiyle gerçekleştirmesi ve birliğinden ayrı kaldığı
sürenin hemen hemen tamamının nöbet saatlerine ilişkin olması nazara
alındığında, sanığın; yetkili amir tarafından verilerek usulüne uygun
şekilde tebliğ edildiği anlaşılan ve hizmete ilişkin olduğunda kuşku
bulunmayan kademe nöbetine ilişkin emrin gereğini yapmamak kastıyla
hareket ettiği, eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu
anlaşılmaktadır. Bu sebeplerle tebliğnamedeki; nöbet saatinden önce
ailevî sorunları nedeniyle vazifesinin ispatı vücut etmeye zorunlu
bulunduğu yer olan birlik komutanlığından yetkili makam veya kişiden
izin almaksızın ayrılan ve nöbet saatinin bitiminden sonra kendiliğinden
birlik komutanlığına katılan sanığın, ailevî sorunlarını çözmek için
askerlik hizmetinden kısa bir süre uzak kalma maksadıyla hareket ettiği,
nöbetini tutmama kastıyla hareket etmediği, üzerine atılı emre
itaatsizlikte ısrar suçunun yasal unsurları itibarı ile oluşmadığı yolundaki
görüşe iştirak edilmemiş ve cezaî ehliyeti ile askerliğe elverişlilik
durumu da araştırılmak suretiyle, kanıtlara uygun gerekçelerle ve alt
sınırdan ceza tayiniyle yazılı şekilde mahkûmiyet kararı verilmesinde;
usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama yönlerinden hukuka aykırılığı
bulunmayan mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
Nitekim, benzer olaya ilişkin olarak, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
5.10.1995 gün ve 1995/88-88, 7.3.2002 gün ve 2002/17-19, 17.4.2003
gün ve 2003/38-39, 20.4.2006 gün ve 2006/100-96 sayılı kararları ile
Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin 27.3.2007 gün ve 2007/737-733 sayılı
kararı da aynı yöndedir.
169
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/117
K. No. : 2007/119
T.
: 8.11.2007
ÖZET
Birlik güvenliğini doğrudan ilgilendiren ve genel
disiplini de olumsuz yönde etkileyen elektronik cihazların
bulundurulması ve kullanılması konusunda önlemler alınması
ve
düzenlemeler
yapılması
amir
ve
komutanlık
sorumluluğunun gereği olup, bu konuda Silâhlı Kuvvetler
İstihbarata Karşı Koyma, Koruyucu Güvenlik ve İşbirliği
Yönergesi “MY-114-1 (B)” hükümlerine dayalı olarak alınacak
önlemlerin ve bu konudaki emirlerin hizmete ilişkin olduğu
kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; birlik komutanlığınca verilen, “Kışla
dâhilinde erbaş ve erlerin cep telefonu ve çağrı cihazı sokmaları,
bulundurmaları ve kullanmaları yasaktır.” yönündeki emre aykırı
davranışın, ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmayacağına ilişkindir.
Daire; sanığın eyleminin “disiplin tecavüzü” niteliğinde
bulunduğunu ve atılı “emre itaatsizlikte ısrar” suçunun unsurları
itibarıyla oluşmadığını kabul ederken;
Başsavcılık; birlik içerisinde cep telefonu bulundurmanın ve
kullanmanın yasaklanmasına ilişkin emirlere aykırılığın emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
170
Birlik komutanlığınca yayımlanan “Emniyet ve Kaza Önleme
Talimatında” kışla dâhilinde erbaş ve erlerin cep telefonu ve çağrı cihazı
sokmalarının, bulundurmalarının ve kullanmalarının yasaklandığı ve bu
emrin sanığa suç tarihinden önce tebliğ edilmiş olduğu tebellüğ
belgesinden ve sanığın, sorgusundaki, “birlik içerisinde cep telefonu ve
sim kartı bulundurmanın ve kullanmanın yasak olduğu bana daha önce
yazılı ve sözlü olarak tebliğ edilmişti.” şeklindeki beyanından
anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle sanığa tebliğ edilen emrin
askerî hizmetin yürütülmesine ilişkin olup olmadığının ve buna bağlı
olarak böyle bir emre aykırı davranışın yaptırımının ne olduğunun
açıklığa kavuşturulması gerekmekte, bunun için de konu ile ilgili temel
kavramların yasal düzenlemeler yönünden incelenmesinde yarar
bulunmaktadır.
TSK İç Hizmet Kanunun 6’ncı maddesinde; “Hizmet: Kanunlarla
nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla,
amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir.”
şeklinde açıklanmış;
ASCK’nın 12’nci maddesinde ise; “Bu kanunun tatbikatında
(Hizmet) tabirinden maksat gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir
amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından
yapılması hâlidir.” şeklinde benzer bir tanıma yer verilmiştir.
TSK İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesinde; “Vazife: Hizmetin
icap ettirdiği şeyi yapmak veya menettiği şeyi yapmamaktır.”,
Aynı Kanunun 8’inci maddesinde; “Emir: Hizmete ait bir talep ve
yasağın sözle, yazı ile ve sair surette ifadesidir.” tanımları yapılmıştır.
Yukarıda yer alan yasal tanımlar ışığında; ASCK’nın 12’nci
maddesinde belirtilen “malûm ve muayyen olan askerî vazife”den,
yasalarda yapılması veya yapılmaması önceden açıkça gösterilen
hususları, “bir amir tarafından emredilen vazife”den ise, yasalarda veya
diğer düzenlemelerde önceden belirlenmeyip, amirlerin takdirlerine
bırakılan hususları anlamak gerekmektedir.
Bu nedenle, her kademedeki amirin, konusu suç oluşturmayan ve
yasa veya diğer hukuk kurallarıyla düzenlenmemiş konularda kendisinin
düzenleme yapıp emir vermeye yetkili olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
171
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçu ise; askerî hizmete ilişkin emrin gereğinin hiç yapılmaması, emrin
yerine getirilmesinin sözlü veya fiilî olarak açıkça reddedilmesi veya
emir tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi ve suç işleme kastıyla
hareket edilmesi ile oluşmaktadır.
Silâhlı Kuvvetler İstihbarata Karşı Koyma, Koruyucu Güvenlik
ve İşbirliği Yönergesinde “MY-114-1 (B)”; birlik, karargâh ve
kurumlarda çeşitli elektronik cihazların kullanılmasının İKK ve emniyet
açısından hassas bir durum yarattığı, disiplinsizliklere neden olduğu
belirtilerek, bulundurulmalarının ve kullanılmalarının önlenmesinin
gerektiği vurgulanmış, bu konuda alınacak tedbirler ve yapılacak işlemler
ayrıntılı bir şekilde gösterilmiştir.
Anılan Yönergenin Üçüncü Bölüm, İkinci Kısmında, “Birlik,
Karargâh ve Kurumlarda Güvenlik” başlığı altındaki (g) bendinde; “Cep
telefonuna sahip erbaş ve erlerin, bu telefonlar ile istedikleri zaman ve
kontrolsüz olarak istedikleri şahıslarla konuşmaları, İKK ve emniyet
açısından hassas bir durum yaratması ve bazı disiplinsizliklere neden
olabilmesi nedeniyle; (1) Erbaş ve erlerin cep telefonları ile görüşmeleri
önlenir. Bu maksatla erbaş ve erler tarafından askerî birlik, karargâh ve
kurumlara cep telefonu sokulmasına ve bulundurulmasına engel olunur.”
hükmüne yer verilmiş olup, devamında, telefon görüşmeleri ile ilgili
olarak alınması gereken önlemler, diğer personel ile ziyaret veya iş takibi
gibi nedenlerle birlik, karargâh ve kurumlara girmesine izin verilen
personele yapılacak işlemler açıklanmıştır.
Birlik, karargâh ve kurumlara radyo, cep telefonu gibi elektronik
cihazların
sokulmayacağına,
bulundurulmayacağına
ve
kullanılmayacağına ilişkin emirlerin temelinde, istihbarat, güvenlik,
sabotaj, saldırı, gizlilik ve genel disiplin gibi hususlarda doğabilecek
aksaklık ve tehlikeleri önleme amacının bulunduğunda kuşku yoktur.
Belirtilen cihazların herkesçe bilinen özellikleri yanında, çok değişik
amaçlarla kullanılabilecek olmaları nedeniyle, birlik, karargâh ve
kurumlarda, bulundurulmaları ve kullanılmaları belirli esaslara
bağlanmıştır. Birlik güvenliğini doğrudan ilgilendiren ve genel disiplini
172
de olumsuz yönde etkileyen, belirtilen elektronik cihazların
bulundurulması ve kullanılması konusunda önlemler alınması ve
düzenlemeler yapılması amir ve komutanlık sorumluluğunun gereği olup,
bu konuda belirtilen Yönerge hükümlerine dayalı olarak alınacak
önlemlerin ve yapılacak düzenlemelerin askerî hizmete ilişkin olduğu
açıkça ortadadır. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 5.11.2001 tarihli ve
2001/108-104 sayılı; 7.7.2005 tarihli ve 2005/59-60 sayılı; 20.10.2005
tarihli ve 2005/73-82 sayılı; 9.3.2006 tarihli ve 2006/74-57 sayılı; 9.3.2006
tarihli ve 2006/80-59 sayılı; 25.1.2007 tarihli ve 2007/3-3 sayılı ve
1.3.2007 tarihli ve 2007/18-10 sayılı kararlarında da, yukarıda belirtilen
yönergenin, birlik, karargâh ve kurumların güvenlik ve gizliliğine
yönelik olarak kullanılabilecek her türlü cihazla ilgili olarak amir ve
komutanlara düzenleme yapma yetkisi tanındığı vurgulanarak, bu
konudaki emirlerin hizmete ilişkin olduğu kabul edilmiştir.
Somut olayda, sanığın birlik komutanının, Genelkurmay
Başkanlığının yayınladığı Silâhlı Kuvvetler İstihbarata Karşı Koyma,
Koruyucu Güvenlik ve İşbirliği Yönergesinin belirlediği sınırlamaları
somut ve anlaşılabilir bir emir hâline getirip sanığa tebliğ etmesi ile
birlikte bu emrin bölük astsubayı tarafından birkaç kez de sözlü olarak
sanığa hatırlatılması ve sanığın da sorgusunda cep telefonu
bulundurmanın ve kullanmanın yasaklanmasına ilişkin emrin suç
tarihinden önce kendisine tebliğ edildiğini beyan etmesi karşısında,
sanığın, hizmete ilişkin emrin içeriğini ve amacını öğrendiği ve böylece
söz konusu emrin sanık açısından özelleştirilip somut hâle getirildiği
anlaşılmıştır. (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 5.2.2004/25-23 sayılı kararı da bu
doğrultudadır.)
Hizmete ilişkin bir emir niteliğinde olduğu konusunda bir kuşku
bulunmayan “cep telefonu bulundurulmasının yasaklanmasına” ilişkin
emri de içeren “Emniyet ve Kaza Önleme Talimatının” çok maddeli olup
tavsiye niteliğinde bir çok konuyu da içermesi bu emrin hizmete ilişkin
olma özelliğini etkilememektedir. (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 9.3.2006/74-57
ve 9.3.2006/80-59 esas ve karar sayılı kararları da bu doğrultudadır.)
173
Bu nedenlerle, anılan emrin içeriğinden ve amacından suç
tarihinden önce haberdar olmasına rağmen emrin gereğini hiç yerine
getirmeyen sanığa atılı emre itaatsizlikte ısrar suçunun tüm unsurları ile
oluştuğu anlaşıldığından ve Askerî Yargıtayın istikrar bulmuş
kararlarından ayrılmayı gerektiren bir mevzuat değişikliği de
bulunmadığından, bu doğrultudaki Askerî Yargıtay Başsavcılığının
itirazının kabulü ile, mahkûmiyet hükmünü esastan bozan Daire kararının
kaldırılmasına, temyiz incelemesine diğer yönlerden devam edilmek
üzere dava dosyasının Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.
174
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2007/2227
K. No. : 2007/2223
T.
: 5.12.2007
ÖZET
Disiplin amirince verilen oda hapsi cezasının infazı için
disiplin ceza evinde bulunan sanık uzman çavuşun; askerî
hizmete ilişkin mükellefiyetleri ceza süresi içerisinde askıya
alınacağından, bu esnada işlenen itaatsizlik eylemleri
hakkında ASCK’nın 87’inci maddesinin değil, infaz
mevzuatının belirlediği disiplin cezalarının uygulanması
gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın 19.6.2005 tarihinde:
1) Emre itaatsizlik ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
87/1’inci maddesinin ikinci cümlesi ile 5237 sayılı TCK’nın 62/1’inci
maddesi gereğince neticeten 2 ay 15 gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına,
2) Üstü tehdit suçunu işlediği sabit görülerek de, ASCK’nın 82/2
ve 5237 sayılı TCK’nın 62/1’inci maddeleri gereğince neticeten 5 ay
hapis cezası ile mahkûmiyetine, karar verilmiştir.
Hükümler; sanık tarafından, evvelce içtima ve yoklama
alınmaması sebebiyle içtimaya çıkmadığı, mağdurun kendisine hakaret
etmesi nedeniyle “sen konuşma, seninle sonra görüşeceğiz” şeklinde
tepki gösterdiği belirtilerek temyiz edilmiştir.
1) Emre itaatsizlikte ısrar suçu yönünden yapılan incelemede:
Sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.A.S.’nin; Çanakkale Boğaz
Komutanlığı Disiplin Ceza ve Tutuk Evinde bulunduğu 19.6.2005
tarihinde, nöbetçi astsubaylar sırasında yapılacak devir-teslim sebebiyle
diğer mahkûmlarla birlikte yoklamaya çağrıldığı, tüm mahkûmların bu
175
çağrıya icabet etmesine karşın sanığın yoklamaya gelmediği ve kendisini
yeniden içtimaya çağıran nöbetçi astsubaylara iletilmek üzere “gelsin
koğuşta alsın içtimayı” şeklinde sözler sarf ettiği, böylelikle de sanığın
hizmete ilişkin bir emrin gereğini müteaddit defa ve sözlü olarak
reddettiği kabul edilerek, ASCK’nın 87/1’inci maddesinin ikinci cümlesi
uyarınca mahkûmiyet kararı verilmiştir.
ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte
ısrar suçunun objektif unsuru, askerî hizmete ilişkin bir emrin asker kişi
tarafından yerine getirilmemesidir.
Yargılama konusu eylemde bu koşulların gerçekleşip
gerçekleşmediğinin belirlenebilmesi için öncelikli olarak sanığın olay
anındaki konum ve statüsünün irdelenmesi gerekmektedir.
Çanakkale İl Jandarma Komutanlığı emrinde görev yapan sanık
Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.A.S.; emre itaatsizlik suçundan dolayı disiplin
amirince 14 gün oda hapsi cezası ile cezalandırılmış, 8.6.2005 tarihinde
Çanakkale Disiplin Ceza ve Tutuk Evi Müdürlüğüne kapatılan sanık,
cezasının infazını müteakiben 22.6.2005 tarihinde tahliye edilmiştir.
Yargılama konusu emre itaatsizlikte ısrar eylemi ise infazın
devam ettiği 19.6.2005 tarihinde meydana gelmiştir.
ASCK’nın 24/B maddesinin 3’üncü bendi; oda hapsi cezalarının
infazı sırasında aralarında uzman jandarmalarında bulunduğu
mahkûmların emir veremeyeceklerini ve en önemlisi genel hizmet
yapamayacaklarını düzenlemiştir.
Disiplin cezasının infazının devam ettiği süre boyunca askerî
hizmete ilişkin mükellefiyetleri askıya alınan sanığa, ancak infaz
işlemlerinin öngördüğü usul ve esaslar dâhili emir ve talimat
verebileceği, bunlara riayet edilmemesinin yaptırımının ise yine infaz
mevzuatı çerçevesinde belirleneceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Genelkurmay Başkanlığınca yayınlanan “Disiplin Ceza ve Tutuk
Evleri Yönergesi”nin 51’inci maddesi, yönergede aksine hüküm
bulunmayan hâllerde Askerî Ceza ve Tutuk Evlerinin Yönetimine ve
Cezaların İnfazına Dair
Yönetmelik
hükümlerinin kıyasen
uygulanacağını öngörmüştür.
Disiplin Ceza ve Tutuk Evleri Yönergesinde; ceza evinin iç
işleyişine ve disiplinin sağlanmasına yönelik kural ve talimatlara aykırı
hareketlerin hangi müeyyideleri gerektirdiği belirtilmemiş, yapılan genel
atıf sonucu bu hareketlerin yönetmelik hükümleri çerçevesinde
cezalandırılması hedeflenmiştir.
176
Belirtilen yönetmeliğin “Disiplin Cezaları” başlığını taşıyan
88’inci maddesi, emirlerin uyulmasını zorunlu kıldığı hususlara aykırı
davranışta bulunan veya yapılması istenilen işlemleri yapmayan hükümlü
veya tutuklulara, eylemin niteliği ve ağırlığına göre, kınama, ziyaretçi
kabulünden mahrumiyet, mektup yazmak ve almaktan mahrumiyet, hücre
hapsi veya katıksız hapis cezalarından bir tanesinin verilebileceğini
düzenlemiştir.
Hükümlü ve tutukluların sayısının kontrol edilmesi amacıyla
yoklama alınmasının ceza evinin disiplin ve iç işleyişe yönelik bir tedbir
olduğu dikkate alındığında; bu doğrultudaki emir ve talimatlara riayet
edilmemesinin Askerî Ceza ve Tutuk Evlerinin Yönetimine ve Cezaların
İnfaza Dair Yönetmeliğin 88-104’üncü maddelerinin belirlediği usul ve
esaslar dâhilinde müeyyidelendirilmesi gerektiği sonucuna varılmış ve
emre itaatsizlikte ısrar suçundan dolayı tesis edilen mahkûmiyet
hükmünün esastan bozulmasına karar verilmiştir.
2)Üstü tehdit suçu yönünden yapılan incelemede;
Sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.A.S.’nin; yukarıda açıklanan
eyleminin ardından yanına gittiği Bnd.Astsb.Üçvş. Ş.G.’ye “sen
konuşma, sen benim kim olduğumu göreceksin, bize hep ters
davranıyorsun, seninle görüşeceğim... dışarıda kendine dikkat et”
şeklinde sözler sarf etmek suretiyle hakkında üstü tehdit suçundan dolayı
mahkûmiyet kararı verilmiştir.
Bnd.Astsb.Kd.Üçvş. Ş.G.; olayın hemen ardından tutanak tutmuş
ve hadisenin üzerinden 5 gün geçtikten sonra Disiplin Ceza ve Tutuk Evi
müdürüne mağdur sıfatıyla ifade vermiştir.
İddia konusu tehdit eyleminin zarar gören kişisi durumundaki
Astsb. Ş.G.; istinabe suretiyle tespit edilen 12.9.2005 tarihli yeminsiz
beyanında, sanıktan şikâyetçi olduğunu ifade etmiştir. Askerî mahkeme
21.6.2006 tarihli oturumda yeminli olarak dinlediği mağdura şikâyetçi
olduğu kişiyle ilgili kamu davasına müdahil sıfatıyla katılıp
katılmayacağını sormamış ve 5271 sayılı CMK’nın 237 ile 238’inci
maddelerine aykırı biçimde sürdürdüğü yargılama faaliyeti sonucunda
sanığın mahkûmiyetine karar vermiştir.
Askerî mahkemenin bu doğrultudaki uygulamasının silâhların
eşitliği ve buna bağlı olarak da adil yargılanma hakkının ihlâline
sebebiyet verdiği sonucuna varılmış ve üstü tehdit suçundan dolayı tesis
edilen mahkûmiyet hükmünün usule aykırılık sebebiyle bozulmasına
karar verilmiştir.
177
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/130
K. No. : 2007/128
T.
: 13.12.2007
ÖZET
Bölük komutanının; mevzuatın verdiği yetki dâhilinde ve
Silâhlı Kuvvetler İstihbarata Karşı Koyma Güvenlik ve
İşbirliği Yönergesi [MY 114-1(B)]’nin Üçüncü Bölüm, İkinci
Kısmının 16/g-(1) maddesinin alt bendindeki “Erbaş ve erlerin
cep telefonları ile görüşmeleri önlenir. ...” hükmü uyarınca,
istihbarata karşı koyma, sabotaj, saldırı ve kazaları önleme,
gizliliği temin (Birliğin muhabere ve fizikî güvenliğini
sağlamak) amacıyla, kolayca taşınabilen, ne zaman, nerede ve
nasıl kullanılacağının takip edilmesi imkânsız olan cep
telefonu sim kartının, kışlaya tamamen sokulmasını ve kışla
içerisinde taşınmasını yasaklayan emrinin, hizmete ilişkin ve
somutlaştırılmış bir emir olarak kabul edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bölük komutanlığınca verilen, bölük
içerisinde cep telefonu sim kartı bulundurulmayacağına dair emre aykırı
davranışın, ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmayacağı konusuna ilişkindir.
Dava dosyasındaki delillerden; bölük komutanlığınca yayımlanıp,
19.9.2005 tarihinde imzalatılarak sanığa tebliğ edilen “8’inci hudut
bölüğü genel talimatı”nın 8’inci maddesinde, “Bölük bölgesinde
kesinlikle cep telefonu, sim kartı, şarj cihazı bulundurulmayacaktır.”
şeklindeki emirle, kışlaya cep telefonu ve cep telefonu sim kartının
sokulması ve bulundurulmasının yasaklandığı, 23.4.2006 tarihinde
yapılan arama sırasında sanığın üzerinde bir adet sim kartı bulunduğu
anlaşılmaktadır. Esasen bu konuda ihtilâf da bulunmamaktadır.
178
Daire; Kışlada cep telefonu sim kartı bulundurulmayacağına dair
emrin, somutlaştırılmamış olması ve hizmete ilişkin bulunmaması
nedeniyle, eylemin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmadığını,
disiplin tecavüzü niteliğinde olduğunu kabul ederken,
Başsavcılık; Kışlada cep telefonu sim kartı bulundurulmayacağına
dair emre aykırı davranışın, emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunu
ileri sürerek Daire kararına süresinde itiraz etmiştir.
Bu konudaki yasal düzenlemelere baktığımızda;
4551 sayılı Kanunla değişik 1632 sayılı Askerî Ceza Kanununun;
87/1’inci madde ve fıkrasının ilk cümlesinde “Hizmete ilişkin emri hiç
yapmayan asker kişiler bir aydan bir seneye kadar ... cezalandırılırlar”,
12’nci maddesinde “Bu kanunun tatbikatında (Hizmet) tabirinden
maksat gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir amir tarafından
emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması hâlidir.”
211 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun;
6’ncı maddesinde “Hizmet; Kanunlarla nizamlarda yapılması
veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı veya
sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir.”
7’nci maddesinde “Vazife; Hizmetin icap ettirdiği şeyi yapmak ve
menettiği şeyi yapmamaktır.”
8’inci maddesinde “Emir; Hizmete ait bir talep ve yasağın sözle,
yazı ile ve sair surette ifadesidir.”
Şeklinde tarif ve düzenlemelerin yer aldığı görülmektedir.
Bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, ASCK’nın 12’nci
maddesinde yer alan “Malûm ve muayyen olan bir askerî vazifeden,
yasalarda yapılması veya yapılmaması önceden açıkça gösterilen
hususların, “Bir amir tarafından emredilen askerî vazife”den ise,
yasalarda veya diğer düzenlemelerde önceden belirlenmeyip; amirlerin
takdirlerine bırakılan hususların anlaşılması gerekmektedir.
Bu yasal düzenlemelere göre, her kademedeki amirin, konusu suç
oluşturmayan, yasa veya diğer hukuk kurallarıyla düzenlenmemiş
konularda düzenleme yapıp emir vermeye yetkili olduğu hususunda
kuşku bulunmamaktadır.
Cep telefonu sim kartları, GSM şirketleri tarafından ücreti
karşılığında, cep telefonları ile haberleşme yapmak üzere sağlanan, çok
küçük ebatta cihazlar olmaları nedeniyle erbaş ve erler tarafından yasak
179
olmasına rağmen gizlice kışlaya sokulup, kolayca gizlenip taşınabilen
cihazlar olup; kışla içerisinde tek başına bulundurulduğunda bir tehlike
yaratmamakla birlikte, yasağa ve ceza tehdidine rağmen erbaş ve erlerin
bu cihazları kışla içerisinde bulundurmalarının asıl nedeni, herhangi bir
şekilde temin ettikleri (Örneğin erbaş ve erler tarafından koğuşta yatağın
içinde, nöbet mahallinde ya da başka yerde gizlenip ortak olarak
kullandıkları ya da arkadaşlarından aldıkları) bir cep telefonuna takıp
kullanmak olduğu, Askerî Yargıtayca incelenen dosyalara göre bilinen
bir gerçektir. Bu cihazlar cep telefonuna takılıp kullanıldığında, cep
telefonu kullanmanın yarattığı;
Bulunduğu mahaldeki konuşmaları, bilgisayar çalışmalarını ve tüm
telefon görüşmelerini bir göndermeç gibi başka yere aktarma, bulunduğu
yerin koordinatlarını yayımladığı yer konumlama sinyali ile belli etme,
kullanıldığı askerî birlikte, birlik hareketlerinin takip edilmesine
neden olma ve plânlı operasyonları açığa çıkarma,
sabotaj maksatlı olarak bir ateşleme vasıtası olarak kullanılabilme
veya patlayıcı ile tuzaklanarak uzaktan kumanda ile patlatılabilme,
yayınladığı elektromanyetik alan vasıtası ile cephanelik ve
akaryakıt ikmal noktalarında büyük kazalara neden olma,
muhabere emniyetinde zafiyet yaratma,
nöbet hizmetlerini aksatarak birlik emniyetini zafiyete uğratma,
birlik hakkında bilgi elde etme,
hususlarında, tehlikelere sebebiyet verebileceğinden, somut olayda
bölük komutanının; yukarıda izah edilen yasa maddelerinin verdiği yetki
dâhilinde ve Silâhlı Kuvvetler İstihbarata Karşı Koyma Güvenlik ve
İşbirliği Yönergesi [MY 114-1(B)]’nin Üçüncü Bölüm, İkinci Kısmının
16/g-(1) maddesinin alt bendindeki “Erbaş ve erlerin cep telefonları ile
görüşmeleri önlenir. ...” hükmü uyarınca, istihbarata karşı koyma,
sabotaj, saldırı ve kazaları önleme, gizliliği temin (Birliğin muhabere ve
fizikî güvenliğini sağlamak) amacıyla, kolayca taşınabilen ne zaman,
nerede ve nasıl kullanılacağının takip edilmesi imkânsız olan cep
telefonu sim kartının, kışlaya tamamen sokulmasını ve kışla içerisinde
taşınmasını yasaklayan emrinin, hizmete ilişkin ve somutlaştırılmış bir
emir olarak kabul edilmesi gerekir.
Dairenin bozma ilâmında, erbaş ve erlerin birlik içerisine cep
telefonu sokmadan, sim kartlarını, hafta sonu ve çarşı iznine çıktıklarında
kiraladıkları cep telefonları ile kullanabildikleri şeklindeki bir gerekçeye
180
yer verilmiş ise de, salt sim kartının dahi kışla içerisine sokulması
yasaklandığından ve esasen sanık istinabe suretiyle alınan sorgu ve
savunmasında, GSM kartı bulundurmanın yasak olduğunu bildiğini, E.Ö.
isimli terhise giden bir arkadaşının iki hattından birini kendisine hediye
olarak verdiğini beyan etmiş olup, bozma ilâmında kabul edildiği gibi,
sanık sim kartını, dışarıda muhafaza ettiği veya kiraladığı bir cep
telefonuna takarak çarşı izninde kullandığına dair bir savunması da
bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 7.6.2007/69-72; Askerî
Yargıtay 1’inci Dairesinin 21.1.2004/39-37; 4.10.2006/1446-1442;
Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin 17.5.2006/723-722; 25.4.2007/725-715;
23.5.2007/898-892; Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin 21.11.2006/16471642; 16.1.2007/47-47; 13.3.2007/616-610; 15.5.2007/1148-1143 ve
Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 28.11.2006/1417-1413; 27.3.2007/
492-492; 3.4.2007/ 534-534; 10.7.2007/1200-1200 tarihli, esas ve karar
sayılı kararlarında emre aykırı olarak kışla içerisinde sim kartı
bulundurulması eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturacağı
kabul edilmiştir.
Açıklanan nedenlerle; Dairenin, sanığa tebliğ edilen emrin
somutlaştırılmadığına ve askerî hizmete ilişkin olmadığına, dolayısıyla
emre itaatsizlikte ısrar suçunun unsurlarının oluşmadığına, eylemin
disiplin tecavüzü niteliğinde olduğuna ilişkin gerekçelerle mahkûmiyet
hükmünü bozma kararı yerinde görülmediğinden, keza Askerî Yargıtayın
bu konuda yerleşmiş kararlarından ayrılmayı gerektiren bir mevzuat
değişikliği de bulunmadığından, Başsavcılığın itirazının kabulü ile
Dairenin; mahkûmiyet hükmünün esastan bozulmasına ilişkin kararının
kaldırılmasına, diğer yönlerden temyiz incelemesine devam edilmek
üzere dava dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir.
NOT : As.Yrg. Daireler Kurulunun 1.11.2007 tarih 2007/119-114,
1.11.2007 tarih 2007/120-115; 8.11.2007 tarih 2007/118-20; 13.12.2007 tarih
2007/132/129 esas ve karar sayılı içtihatları da aynı doğrultudadır.
181
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/134
K. No. : 2007/130
T.
: 13.12.2007
ÖZET
Günümüzdeki bilişim teknolojisinin ulaştığı aşamada,
flash disk cihazlarının, kapasitelerine göre her türlü bilgiyi
(Ses, müzik, fotoğraf, yazı, video vs.) dijital ortamda
depolayabilme, oldukça küçük boyutları nedeniyle bu bilgileri
kolayca taşıyabilme, bir bilgisayardaki dosyaları başka bir
bilgisayara aktarabilme, bir bilgisayardaki bilgileri alıp cep
telefonu aracılığı ile başka bir cep telefonuna ya da bilgisayara
gönderebilme özelliklerine sahip olmaları nedeniyle, birliğin
muhabere ve fizikî güvenliğinin sağlanması, keza istihbarata
karşı koyma yönlerinden oldukça tehlike oluşturduğundan,
bölük komutanının söz konusu tehlikelere karşı birliğini
korumak için flash disk cihazlarının, kim tarafından, nerede,
nasıl ve ne zaman kullanılacağını takip etme imkânı
olmadığından, sadece kışla içerisinde belirli yerlerde
kullanılmasını değil de, kışlaya tamamen sokulmasını
yasaklamasının pek tabiî olduğu ve buna ilişkin emrin de
askerî hizmete ilişkin ve somutlaştırılmış bir emir olduğu
kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bölük komutanlığınca verilen,
kışlaya flash disk sokulmayacağına ve taşınmayacağına dair emre aykırı
davranışın ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturup oluşturmayacağı konusuna ilişkindir.
182
Dava dosyasındaki delillerden; bölük komutanlığınca yayımlanıp
olay tarihinden önce sanığa imzası karşılığında tebliğ edilen, 224 no.lu
günlük emrin “Kışla içinde ve kışla dışında hareket tarzları talimatı”
bölümünün 15’inci maddesinde “Hiç kimse ... ses ve görüntü kaydedici
cihazlar, ... flash disk ... kışlaya sokmayacak, üzerinde taşımayacak ...”
şeklindeki düzenlemeyle, flash disk cihazının kışlaya sokulmasının ve
bulundurulmasının yasaklandığı. erbaş ve er gazinosu çay ocağı
sorumlusu olan sanığın, 24.7.2007 tarihinde üzerinde yapılan arama
sırasında 1 adet Sony marka dijital flash disk cihazı bulunduğu
anlaşılmaktadır. Esasen bu konuda bir ihtilâf da bulunmamaktadır.
Daire; Kışlaya flash disk sokulmayacağına dair emrin,
somutlaştırılmamış olması ve hizmete ilişkin bulunmaması nedeniyle,
eylemin emre itaatsizlik suçunu oluşturmayacağını, disiplin tecavüzü
niteliğinde olduğunu kabul ederken,
Başsavcılık; kışlaya flash disk sokulmayacağına dair emre aykırı
davranışın, emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunu ileri sürerek,
Daire kararına süresinde itiraz etmiştir.
Bu konudaki yasal düzenlemelere baktığımızda;
4551 sayılı Kanunla değişik 1632 sayılı Askerî Ceza Kanununun;
87/1’inci madde ve fıkrasının ilk cümlesinde “Hizmete ilişkin emri hiç
yapmayan asker kişiler bir aydan bir seneye kadar ... cezalandırılırlar”,
12’nci maddesinde “Bu kanunun tatbikatında (Hizmet) tabirinden
maksat gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir amir tarafından
emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması hâlidir.”
211 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun;
6’ncı maddesinde “Hizmet; Kanunlarla nizamlarda yapılması
veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı veya
sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir.”
7’nci maddesinde “Vazife; Hizmetin icap ettirdiği şeyi yapmak ve
menettiği şeyi yapmamaktır.”
8’inci maddesinde “Emir; Hizmete ait bir talep ve yasağın sözle,
yazı ile ve sair surette ifadesidir.”
Şeklinde tarif ve düzenlemelerin yer aldığı görülmektedir.
183
Bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, ASCK’nın 12’nci
maddesinde yer alan “Malûm ve muayyen olan bir askerî vazifeden,
yasalarda yapılması veya yapılmaması önceden açıkça gösterilen
hususların, “Bir amir tarafından emredilen askerî vazife”den ise,
yasalarda veya diğer düzenlemelerde önceden belirlenmeyip; amirlerin
takdirlerine bırakılan hususların anlaşılması gerekmektedir.
Bu yasal düzenlemelere göre, her kademedeki amirin, konusu suç
oluşturmayan, yasa veya diğer hukuk kurallarıyla düzenlenmemiş
konularda düzenleme yapıp emir vermeye yetkili olduğu hususunda
kuşku bulunmamaktadır.
Günümüzdeki bilişim teknolojisinin ulaştığı aşamada, flash disk
cihazlarının, kapasitelerine göre her türlü bilgiyi (Ses, müzik, fotoğraf,
yazı, video vs.) dijital ortamda depolayabilme, oldukça küçük boyutları
nedeniyle bu bilgileri kolayca taşıyabilme, bir bilgisayardaki dosyaları
başka bir bilgisayara aktarabilme, bir bilgisayardaki bilgileri alıp cep
telefonu aracılığı ile başka bir cep telefonuna ya da bilgisayara
gönderebilme özelliklerine sahip olmaları nedeniyle, birliğin muhabere
ve fizikî güvenliğinin sağlanması, keza istihbarata karşı koyma
yönlerinden oldukça tehlike oluşturduğundan, birlik komutanının bu
tehlikeyi önlemek amacıyla, yukarıda izah edilen kanun maddelerinin
kendisine verdiği yetkiye istinaden, bu cihazların kışlaya sokulmasını
yasaklamaya yetkili olduğu, inceleme konusu olayda da, bölük
komutanının söz konusu tehlikelere karşı birliğini korumak için flash
disk cihazlarının, kim tarafından, nerede, nasıl ve ne zaman
kullanılacağını takip etme imkânı olmadığından, sadece kışla içerisinde
belirli yerlerde kullanılmasını değil de, kışlaya tamamen sokulmasını
yasaklamasının pek tabiî olduğu ve buna ilişkin emrin de askerî hizmete
ilişkin ve somutlaştırılmış bir emir olduğu kabul edilmiştir.
Birlik ve karargâhlarda, bilgisayar kullanmaya yetkili personelin,
bilgisayar kullanımı ile ilgili kuralları, beşerî hataları nedeniyle ihlâl
etmeleri, örneğin bilgisayarı açık bırakıp lavaboya ya da iş gereği başka
bir odaya geçmeleri her zaman ihtimal dâhilinde olduğundan, ayrıca,
birlikteki bilgisayarların flash disk girişlerinin kapatıldığına ve
bilgisayarlara her türlü erişimin engellendiğine dair dosyada bir bilgi de
mevcut olmadığından, Dairenin bilgisayar güvenliği ile ilgili gerekçesi
isabetli bulunmamıştır.
184
Daire kararında örnek gösterilen, Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 27.9.2007 tarihli, 2007/107-104 esas ve karar sayılı kararında,
kışlada radyo bulundurulmayacağına dair emrin hizmete ilişkin ve
somutlaştırılmış bir hizmet emri olmadığı kabul edilmiş ise de, radyonun,
flash disk gibi başlı başına tehlike oluşturmayıp, sadece belirli hizmetleri
yaparken (Örneğin, nöbette, yoklamada, eğitimde araç kullanırken vs.)
bu hizmetlerin ifasına kısmen engel olduğundan, radyo kullanma ile ilgili
yasaklamanın bu hizmetlere münhasır olarak somutlaştırılması
aranmıştır. Oysa flash disk, özelliği itibariyle, birlik içerisine sadece
sokulması dahi tehlike oluşturduğundan, örnek gösterilen kararın
inceleme konusu olayla benzerliği bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, Dairenin; sanığa tebliğ edilen emrin
somutlaştırılmadığına ve askerî hizmete ilişkin olmadığına, dolayısıyla
emre itaatsizlikte ısrar suçunun unsurlarının oluşmadığına, eylemin
disiplin tecavüzü niteliğinde kaldığına ilişkin gerekçelerle mahkûmiyet
hükmünü bozma kararı yerinde görülmediğinden, Başsavcılığın itirazının
kabulü ile Dairenin; mahkûmiyet hükmünü esastan bozmasına ilişkin
kararının kaldırılmasına, diğer yönlerden temyiz incelemesine devam
edilmek üzere dava dosyasının Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.
185
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/139
K. No. : 2007/137
T.
: 27.12.2007
ÖZET
Sanığın,
izinsiz
olarak
nöbet
değişikliği
yapılamayacağına dair emirden haberdar olmasına ve TSK İç
Hizmet Kanununun 20’nci maddesinde belirtilen şekilde bir
zaruret hâli veya acil bir durum söz konusu olmadığı hâlde,
nöbet değişikliği yapmak suretiyle hizmete ilişkin emrin
gereğini hiç yerine getirmeyerek ASCK’nın 87/1’inci
maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu; sanığın
eyleminin hangi suçu oluşturduğunun ve buna bağlı olarak görevli
mahkemenin belirlenmesine ilişkindir.
Daire; sanığın nöbet emrini değiştirmek suretiyle itaatsizlik
suçunu işlediğini, 477 sayılı DMK’nın 48’inci maddesi gereğince
yargılanmasının temini bakımından dava dosyasının görevli ve yetkili
disiplin mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerektiğini kabul
ederken;
Başsavcılık; sanığın, nöbet değişikliği yapmamasına yönelik
hizmete ilişkin emrin gereğini hiç yerine getirmeyerek emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediğinin kabulünde ve atılı suçtan dolayı sanığın
mahkûmiyetine karar verilmesinde isabetsizlik bulunmadığını, bu
nedenle mahkûmiyet hükmünün onanması gerektiğini ileri sürerek Daire
kararına itiraz etmiştir.
186
Dosyadaki delillere göre; bölük komutanlığınca düzenlenen ve
hizmete ilişkin bir emir niteliğinde bulunan nöbet çizelgesine göre,
sanığın 18.2.2007 tarihinde 07.00-10.00 saatleri arasında 1 no.lu
nizamiye nöbetçisi olmasına ve bu nöbet çizelgesinin altında, bölük
komutanının ‘Haberim olmadan nöbet değişikliği yapılmayacaktır.’
şeklindeki emrinin yazılı olup, bu hususun sanığın kendi beyanına göre
bilgisi dâhilinde bulunmasına rağmen, aynı saatler arasında 4 no.lu kule
nöbetçisi olan P.Er K.A.’yı ayağım ağrıyor diyerek razı etmek suretiyle
nöbet yerlerini değiştirdiği, bu arkadaşının yerine 4 no.lu nöbet yeri olan
kuleye gidip nöbet tutmaya başladıktan sonra, aynı saatler arasında
nöbetçi onbaşı olan P.Çvş. S.Ç. tarafından durumun farkına varılarak,
asıl nöbet yeri olan nizamiyeye gitmesi konusunda ikaz edilmesine
rağmen, 4 no.lu nöbet yeri olan kulede nöbet tutmaya devam ettiği, bir
süre sonra bu nöbet yerinden de ayrıldığı ve elinde çay ve poğaça olduğu
hâlde erbaş ve er gazinosundan çıkarken nöbetçi onbaşı P.Çvş. S.Ç.
tarafından görülerek durumun bir tutanakla tespit edildiği, maddî olay
olarak sabit olup, esasen bu konuda bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Oluşa göre; sanığın, izinsiz olarak nöbet değişikliği
yapılamayacağına dair emirden haberdar olmasına ve TSK İç Hizmet
Kanununun 20’nci maddesinde belirtilen şekilde bir zaruret hâli veya acil
bir durum söz konusu olmadığı hâlde, yukarıda sübut şekli açıklanan
eylemi ile nöbet değişikliği yapmak suretiyle hizmete ilişkin emrin
gereğini hiç yerine getirmeyerek ASCK’nın 87/1’inci maddesinde
düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğinin kabulünde ve yazılı
şekilde mahkûmiyetine hükmedilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığı
sonucuna varıldığından, bu doğrultudaki Askerî Yargıtay Başsavcılığının
itirazının kabulü ile, mahkûmiyet hükmünü suç vasfına bağlı olarak
görev yönünden bozan Daire kararının kaldırılmasına, temyiz
incelemesine diğer yönlerden devam edilmek üzere dava dosyasının
Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.
187
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 89
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/545
K. No. : 2007/558
T.
: 28.3.2007
ÖZET
Suç tarihinde yürürlükte olan 765 sayılı TCK’nın
459’uncu maddesinde, “...nizam, talimat ve emirlere
riayetsizlik neticesi....” yaralamaya sebebiyet verme hâlinin,
bu suçun unsuru (maddî unsurun hareket kısmı) olarak
düzenlendiği de dikkate alındığında, sanığın, “birlik içi araç
kullanım hız sınırı azamî 30 km/sa olmasına rağmen, bu hız
sınırının üzerinde bir hızla araç kullanma” eyleminin, sadece
temyiz konusu olmayan tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu
yaralamaya
sebebiyet
verme
suçu
kapsamında
değerlendirilmesi gerekirken, askerî mahkemece, bu eylemin
büyük zararlar veren emre itaatsizlikte ısrar suçu içerisinde
değerlendirilmesinin isabetli olmadığı sonucuna varılmıştır.
Askerî mahkemece; sanığın, 2.7.2004 tarihinde büyük zararlar
veren emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği sabit görülerek, eylemine
uyan ASCK’nın 89/1’inci maddesi ve 5237 sayılı TCK’nın 62’nci
maddeleri gereğince neticeten on ay hapis cezası ile cezalandırılmasına,
sanığa verilen kısa süreli hapis cezasının yasal imkânsızlık nedeniyle
seçenek yaptırımlara çevrilmesine ve ertelenmesine yer olmadığına karar
verilmiştir.
Bu hüküm sanık tarafından, “delillerin eksik ve yanlış
değerlendirildiği, ek savunma hakkı verilmediği, cezanın paraya çevrilip
ertelenmesi gerektiği” ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
188
Sanık Hv.Ulş.Er L.G.’nin, İzmir/Şirinyer NATO Türk Millî
Destek Komutanlığı Oto Ulaştırma Takım Komutanlığı emrinde askerlik
hizmetini yaptığı ve NATO’ya ait olan 800506 plâka numaralı landrover
aracın sürücüsü olarak MOTORPOOL personeli olduğu, P.Er F.P.’nin
2.7.2004 tarihinde Sütçüler Emniyet Takımı Nöbetçi Astsubayı olan Mu.
Tek.Kd.Üçvş. G.B.’nin yanına giderek o tarihte yapılmakta olan çevre
düzenlemesi için kullanılmak üzere lâzım olan kum ve çakılın taşınması
amacıyla sanığın aracının kullanılması hususunda izin istediği, Mu.Tek.
Kd.Üçvş.G.B.’nin, spor salonunun arkasında bulunan kum ve çakılın
yaklaşık 100 metre mesafede bulunan çevre düzenlemesi yerine
taşınması için sanığın şoförü olduğu aracın kullanılmasına izin verdiği,
P.Er F.P.’nin izin almasını müteakip sanığın yanına giderek durumu
ilettiği ve sanığın, P.Er F.P.’yi da aracına alarak kum ile çakılların
bulunduğu spor salonunun arkasına gittiği, sanık ile P.Er F.P.’nin kum ile
çakılların bulunduğu kasaları kaldırmaya çalışmalarına rağmen
kaldıramamaları nedeniyle bu işten vazgeçtikleri ve askerî araca binerek
bu aracın park edilmesi gereken yere doğru ilerlemeye başladıkları, sanık
ile P.Er F.P.’nin yemekhane önüne geldiklerinde, olay tarihinde birliğe
yemek sağlayan Müdüroğlu isimli özel şirkette çalışan ve sanığın
hemşehrisi olan sivil şahıs O.D. ile karşılaştığı, daha sonra sanık, P.Er
F.P. ile sivil şahıs O.D.’nin hep birlikte askerî araç ile meyve bahçesine
giderek su yolunu değiştirdiği, geri dönüş esnasında herhangi bir
güzergâh belirlenmemiş olması nedeniyle sanığın K-1 anteninin
bulunduğu yolu tercih ettiği, bu yolun stabilize bir yol olduğu ve yol
zemininin de toprak ve mucur olduğu, sanığın birlik içerisinde araç
kullanımı için hız sınırı saatte 30 km olmasına rağmen, bu hız sınırının
üzerinde süratli bir şekilde aracı kullanmaya başladığı ve K-1 anteninin
bulunduğu yere yaklaşıldığında sanığın aracın kontrolünü kaybettiği,
aracın önce sağa doğru savrulduğu ve sanığın aracın kontrolünü
sağlamaya çalıştığı esnada sola doğru savrulan aracın, yoldaki mucura da
kapılarak, gidiş yönüne doğru yolun sol tarafında bulunan 2,5 metre
derinliğindeki şarampole doğru uçtuğu, olay nedeniyle Hv.P.Er F.P.’nin
15 gün iş ve gücünden kalacak şekilde ve sivil şahıs O.D.’nin çehrede
sabit eser kalacak, sol gözde ileri derecede görme kaybından
kaynaklanan uzuv zaafı ve tatili oluşacak, hayatî tehlike geçirecek, 90
gün iş ve gücünden kalacak şekilde yaralandığı tüm dosya kapsamından
anlaşılmaktadır.
189
Sanık hakkında, birlik içi araç kullanım hız sınırı azamî 30 km/h
olmasına rağmen, bu hız sınırının üzerinde bir hızla araç kullanmak
suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçundan açılan davanın; NATO
personeli olmayan şahısların araca bindirilmesi yasak olmasına rağmen,
araç içerisine sivil şahıs O.D.’yi bindirmek suretiyle emre itaatsizlikte
ısrar suçu ile birlikte değerlendirilerek büyük zararlar veren emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunun kabulü ile bu suçtan
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık hakkındaki iddianame incelendiğinde, sanığın “birlik içi
araç kullanım hız sınırı azamî 30 km/h olmasına rağmen, bu hız sınırının
üzerinde bir hızla araç kullanma” eyleminin, hem emre itaatsizlikte ısrar
suçu, hem de tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu yaralamaya sebebiyet
vermek suçuna konu fiil olarak gösterildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca,
uygulamada da, yasalarda unsurları gösterilerek suç olarak tanımlanmış
ve cezaî yaptırıma bağlanmış fiillerin yasaklanmasına ilişkin emirlerin
uyarı niteliğinde bulunduğu, bu uyarıların hizmete ilişkin bir emir
niteliğinde olmadığı ve tavsiye niteliğini taşıdığı kabul edilmektedir.
Dolayısıyla, yasalarda ayrıca suç olarak düzenlenmiş konularda, birlik
komutanı veya kurum amiri tarafından verilen emirlerin yerine
getirilmemesinin emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut vermemesi
nedeniyle fiil esasen hangi suçu oluşturuyorsa o suça ilişkin yasa
maddesinin uygulanması gerekmektedir. Suç tarihinde mer’i olan 765
sayılı TCK’nın 459’uncu maddesinde, “...nizam, talimat ve emirlere
riayetsizlik neticesi....” yaralamaya sebebiyet verme hâlinin bu suçun
unsuru (maddî unsurun hareket kısmı) olarak düzenlendiği de dikkate
alındığında, sanığın, “birlik içi araç kullanım hız sınırı azamî 30 km/h
olmasına rağmen, bu hız sınırının üzerinde bir hızla araç kullanma”
eyleminin, sadece temyiz konusu olmayan tedbirsizlik ve dikkatsizlik
sonucu yaralamaya sebebiyet verme suçu kapsamında değerlendirilmesi
gerekirken, askerî mahkemece, bu eylemin büyük zararlar veren emre
itaatsizlikte ısrar suçu içerisinde değerlendirilmesinin isabetli olmadığı
sonucuna varılmıştır. (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 22.12.1998
gün ve 1998/134-133 sayılı kararı ile 4’üncü Dairesinin 12.11.2002 gün
ve 2002/1123-1150 sayılı kararları da aynı yöndedir).
190
Sanığın birlik içi araç kullanım hız sınırının üzerinde bir hızla
araç kullanma eyleminin nizam, talimat ve emirlere riayetsizlik neticesi
yaralamaya sebebiyet vermek suçunun unsuru olması nedeniyle; sanığın
üzerine atılı “NATO personeli olmayan şahısların araca bindirilmesi
yasak olmasına rağmen, araç içerisine sivil şahıs O.D.’yi bindirme”
eyleminin sübutunda herhangi bir tereddüt bulunmamakla birlikte,
“büyük bir zarar meydana getirme” unsuru mevcut olmadığı için, bu
eylemin, büyük zararlar veren emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu
kabul edilmesinin yasaya aykırılık oluşturduğu, bu eylemin iddianamede
belirtildiği üzere ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Sanık, temyiz dilekçesinde, emre itaatsizlikte ısrar suçundan dava
açılmasına rağmen, büyük zararlar veren emre itaatsizlikte ısrar suçundan
ek savunmasının alınmaması nedeniyle savunma hakkının kısıtlandığını
ileri sürmüş ise de; kovuşturma aşamasında sanığın ek savunmasının
alındığı dikkate alındığında sanığın bu temyiz sebebinin yerinde olmadığı
anlaşılmıştır.
191
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/66
K. No. : 2007/67
T.
: 24.5.2007
ÖZET
Sanığın, sorunlu personel kimliği kazanmak amacıyla
elle yemek yemek ve kırmızı rengi gördüğünde saldırmak gibi tuhaf
davranışlar içine girdiği, P.Uzm.Çvş. ve P.Kd.Bçvş.’un kolundaki
nöbetçi olduklarını gösterir kırmızı kolluğu da sırf sorunlu olduğunu
göstermek ve ispat etmek için ısırmaya çalıştığı, sanığın, üst ve
amirlerinin otoritesini sarsmaya yönelik doğrudan bir eyleminin ve
üste fiilen taarruz kastının bulunmadığı, eylemlerinin 477 sayılı Disiplin
Mahkemeleri Kanununda tanımlanan suç tiplerinden herhangi birine
de uymadığı, disiplin tecavüzü mahiyetinde olduğu, dolayısıyla sanığa
atılı bulunan müsnet her iki amire fiilen taarruza teşebbüs suçunun
manevî unsuru yönünden oluşmadığına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken temel uyuşmazlık, amire fiilen taarruza teşebbüs
suçlarının (2 kez) sübutu açısından noksan soruşturma bulunup
bulunmadığından ibarettir.
Daire; Tanık beyanları ve dosyadaki belgelere göre psikolojik
sorunları olduğu anlaşılan sanığın ruhsal durumuyla ilgili ortaya çıkan
ciddî şüphelerin giderilmesi için TCK’nın 32’nci maddesi kapsamına
girip girmediği ve askerliğe elverişlilik durumunun psikiyatri uzmanı
bulunan bir askerî hastahanede müşahede altına alınarak tespit ettirilmesi,
sonucuna göre sübut yönünden tekrar değerlendirme yapılması
gerektiğinden, belirtilen sağlık durumu ile ilgili hususlara hiçbir açıklık
getirmeyen bilirkişi incelemesi ile yetinilerek hüküm kurulmasını yasaya
uygun görmeyerek beraat hükümlerinin noksan soruşturma nedeniyle
bozulmasına karar vermiş;
192
Başsavcılık ise; “...Maddî olayın akabinde sanık önce kışla
revirine ve tugay revirine, akabinde Çorlu 600 Yataklı Asker
Hastahanesine sevk edilmiş; yapılan muayene sonucunda cezaî
ehliyetinin tam olduğu belirtilmiştir. Yine yargılama sırasında bilirkişi
olarak kabul edilen psikiyatri uzmanı bir doktor tarafından muayene
edilerek dosyası incelenmiş; antisosyal kişilik yapısında olan sanığın
cezaî ehliyetinin tam olduğu, TCK’nın 46 ve 47’nci maddelerinden
yararlanıp yararlanmayacağı ile askerliğe elverişliliğinin tespiti için
müşahedesine gerek olmadığı şeklindeki mütalâa bildirilmiştir. Dosya
içeriği ile uyumlu olan bu mütalâaya itibar edilmesi yerinde olduğu gibi,
mağdur tanıkların dahi kırmızı kolluğa saldırma eylemlerini kendi vücut
bütünlüklerine yapılmış bir saldırı olarak kabul etmedikleri ve bu kabulü
destekleyen diğer tanıkların ifadeleri gözetildiğinde, suçların sübut
bulmadığı, ulaşılan sonucun isabetli olduğu ve bu yönüyle mahkûmiyet
hükümlerinin eksik soruşturmaya dayanmadığı...” ileri sürülerek Daire
kararına itiraz edilmiştir.
Dava dosyasındaki delillere göre; Sanığın 22.11.2004 tarihinde
pentatlon parkurunda sürünme engelinden geçerken başının tele çarpması
sonucu başında bir şişlik oluştuğu, koğuşta kontrol altında tutulurken
tuhaf ve saldırgan hareketler sergilediği, kırmızı renklere saldırdığı ve
elle yemek yediği, 23.11.2004 günü saat 19.00 sularında Nöb.P.Uzm.
Çvş. M.M.D.’nin bölük koğuşunu kontrolünde sanığı yatağında
battaniyenin altına tamamen girmiş şekilde gördüğü, battaniyeyi kaldırıp
sanığa bakarken sanığın Nöb.P.Uzm.Çvş. M.M.D.’nin koluna saldırmaya
başladığı, nöbetçi uzman çavuşun durumu nöbetçi amiri P.Kd.Bçvş.
M.M.S.’ye bildirdiği, nöbetçi amiri koğuşa geldiğinde sanığın nöbetçi
amirinin kolundaki kırmızı kolluğu ısırmak amacıyla saldırmaya
başladığı, olay yerinde bulunan personel tarafından sanığa müdahale
edilerek durdurulduğu, daha sonra kışla revirine ve akabinde tugay
revirine sevk edildiği, burada da taşkın hareketlerine devam ettiği, Çorlu
Asker Hastahanesine sevk edildiği, 25.11.2004 günü yapılan muayenesi
sonucunda “işlem ve tedavi gerektirmez, cezaî ehliyeti tamdır. İkincil
kazanç sağlamak için sorunlu personel kimliği kazanmaya çalışmaktadır.
Ortaya çıkan problem tıbbî değil, adlî olarak değerlendirilmektedir”
şeklinde rapor verildiği anlaşılmıştır.
193
Bu bağlamda, sanık P.Er T.A.E.’nin, sorunlu personel kimliği
kazanmak amacıyla elle yemek yemek ve kırmızı rengi gördüğünde
saldırmak gibi tuhaf davranışlar içine girdiği, P.Uzm.Çvş. M.M.D. ve P.Kd.
Bçvş. M.S.’nin kolundaki nöbetçi olduklarını gösterir kırmızı kolluğu da sırf
sorunlu olduğunu göstermek ve ispat etmek için ısırmaya çalıştığı,
sanığın, üst ve amirlerinin otoritesini sarsmaya yönelik doğrudan bir
eyleminin ve üste fiilen taarruz kastının bulunmadığı, eylemlerinin 477 sayılı
Disiplin Mahkemeleri Kanununda tanımlanan suç tiplerinden herhangi birine
de uymadığı, disiplin tecavüzü mahiyetinde olduğu, dolayısıyla sanığa atılı
bulunan müsnet her iki amire fiilen teşebbüs suçunun manevî unsuru
yönünden oluşmadığı, öte yandan, sanığın, birlik komutanlığınca sevk
edildiği Çorlu 600 Yataklı Asker Hastahanesi Psikiyatri Servisinde
yapılan muayene sonucunda, cezaî ehliyetinin tam olduğunun
belirlendiği, yine yargılama sırasında bilirkişi olarak tefrik edilen
psikiyatri uzmanı bir doktor tarafından yapılan muayenesinde, antisosyal
kişilik yapısında olan sanığın cezaî ehliyetinin tam olduğu, TCK’nın 46
ve 47’nci maddelerinden yararlanıp yararlanmayacağı ile askerliğe
elverişliliğinin tespiti için müşahedesine gerek olmadığına ilişkin
mütalâası karşısında, sanığın ruhsal durumuyla ilgili, TCK’nın 32’nci
maddesi kapsamına girip girmediği ve askerliğe elverişlilik durumunun,
nöroloji ve psikiyatri uzmanı bulunan bir askerî hastahanede müşahede
altına alınarak tespit ettirilmesine gerek olmadığı sonucuna varılmakla,
amire fiilen taarruza teşebbüs suçundan (2 kez) sanık hakkında 2’nci
Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesince verilen 20.10.2005 tarihli ve
2005/870-806 sayılı beraat hükümlerinde isabetsizlik bulunmadığından,
Askerî Yargıtay Başsavcılığının yerinde görülen itiraz sebeplerinin
kabulü ile, Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 13.3.2007 tarihli ve
2007/427-425 sayılı, noksan soruşturma yönünden bozma kararının
kaldırılmasına ve beraat hükümlerinin ayrı ayrı onanmalarına karar
verilmiştir.
194
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1978
K. No. : 2007/1972
T.
: 4.12.2007
ÖZET
Sanığın, kendisine yönelen haksız saldırıya engel olma
kastıyla amirine sarıldığı, amirinin yere düşmesinde doğrudan
ve tamamen kendisinden kaynaklanan bir eyleminin etkili
olmadığı, amirinin vücut bütünlüğüne yönelik; vurmak,
çapmak, iteklemek, silkelemek gibi icraî nitelikte bir
saldırısının söz konusu olmadığı, atılı suçu işleme kastını
ortaya koyan bir eyleminin bulunmadığı anlaşıldığından, üste
(amire)
fiilen
taarruz suçunun
unsurları
yönünden
oluşmadığının kabulü gerekir.
Askerî mahkemece; 3.5.2005 tarihinde,
1. Sanık İs.Ütğm. M.B.’nin;
İs.Uzm.Çvş. S.P.’ye karşı asta müessir fiil suçunu işlediği kabul edilerek,
eylemine uyan ASCK’nın 117/1 (teşdiden), 765 sayılı TCK’nın 51/3
(yarı oranında), TCK’nın 59/2, 647 sayılı Kanunun 4/2 ve 6/1’inci
maddeleri gereğince 144.00 YTL adlî para cezasıyla cezalandırılmasına
ve verilen cezanın ertelenmesine;
2. Sanık İs.Uzm.Çvş. S.P.’nin;
a. Diğer sanık İs.Ütğm. M.B.’nin esas duruşa geçmesi yönündeki
emrini yerine getirmemek suretiyle toplu asker karşısında emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği iddiasıyla, eylemine uyan ASCK’nın
88’inci maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle kamu davası
açılmış ise de; sanığın atılı suçu işlediğine ilişkin yeterli, kesin ve
inandırıcı deliller bulunmadığı, ancak, söz ve davranışlarının 477 sayılı
Kanunun 47’inci maddesinde düzenlenen “amire saygısızlık” suçunu
oluşturduğu, bu suçtan yargılama görevinin disiplin mahkemelerine ait
olduğu kabul edilerek, 353 sayılı Kanunun 19 ve 176’ncı maddeleri
gereğince askerî mahkemenin görevsizliğine,
195
b. Diğer sanık İs.Ütğm. M.B.’ye karşı toplu asker karşısında üste
fiilen taarruz suçunu işlediği iddiasıyla, eylemine uyan ASCK’nın
91/2’nci maddesi gereğince cezalandırılması istemiyle kamu davası
açılmış ise de; sanığın atılı suçu işlediğine ilişkin yeterli, kesin ve
inandırıcı deliller bulunmadığı, suçun yasal unsurları yönünden
oluşmadığı kabul edilerek, 353 sayılı Kanunun 162’inci maddesi
gereğince beraatine;
Karar verilmiştir.
Sanık M.B. müdafii; müvekkili hakkındaki mahkûmiyet
hükmünü, sübuta yönelik nedenlerle;
Askerî savcı; sanık S.P. hakkındaki görevsizlik kararı ve beraat
hükmünü, sanığa atılı her iki suçun da sübuta erdiğini, atılı suçlardan
sanığın cezalandırılmasına karar verilmesi gerektiğini ileri sürerek, sanık
aleyhine;
Komutan; sanık S.P. hakkındaki görevsizlik kararını, sanığa atılı
toplu asker karşısında emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erdiğini,
atılı suçtan sanığın cezalandırılmasına karar verilmesi gerektiğini ileri
sürerek, sanık aleyhine;
Temyiz etmişlerdir.
Dava dosyasındaki kanıtlara göre maddî olayın; 3.5.2005
tarihinde, sabah içtimasından sonra, bölük komutanı olan sanık İs.Ütğm.
M.B.’nin; İs.Astsb.Çvş. M.E.’den, sosyal tesisler etrafına fens teli
çekilmesi faaliyetinin bitirilmesi yönündeki emrin yerine getirilip
getirilmediğini sorduğu, anılan astsubayın, emri, sanık Uzm.Çvş. S.P.’ye
ilettiğini, ancak sanık uzman çavuşun, emrin art niyetli olduğunu
belirterek yapmadığını bildirmesi üzerine, sanık uzman çavuşu yanına
çağırdığı, sanık uzman çavuşun, sanık bölük komutanının yanına giderek
selâm verdiği ve esas duruş vaziyetinde beklediği, sanık bölük
komutanının, sert bir şekilde “sen nasıl komutanlarına karşı yapmıyorum
dersin” diye sorması üzerine sanık uzman çavuşun, “verilen emrin keyfî
olduğunu düşünüyorum, onun için yapmadım” şeklinde ve el hareketi de
yaparak karşılık verdiği, sanık uzman çavuşun cevabı ve tavrı karşısında
sanık bölük komutanının, “senin verilen emrin yorumunu yapmaya
yetkin yok, sen emri yerine getirmek zorundasın, yoksa hakkında emre
itaatsizlikte ısrardan işlem yaparım” dedikten sonra “esas duruşunu
bozma, karşımda düzgün dur” şeklindeki sözleriyle de uyardığı, sanık
uzman çavuşun, “ben, bu bölükte çalışmak istemiyorum, dilekçe yazmak
196
istiyorum” diyerek selam verip, geri dönerek, uzman çavuşların kaldığı
binaya doğru yürümeye başladığı, sanık bölük komutanının, bölük
astsubayı İs.Kd.Üçvş. M.T.’ye, uzman çavuşun ifadesini alınması emrini
verdiği ve sanık uzman çavuşun durması için arkasından seslendiği, bir
kısım tanık anlatımlarına göre kendisine hakaret içeren sözler de sarf
edilen sanık uzman çavuşun, 15-20 metre uzaklıkta durup, esas duruşa
geçerek “komutanım bana hakaret etmeyin” şeklinde karşılık verdiği,
sanık bölük komutanının, sinirli bir şekilde sanık uzman çavuşa doğru
yaklaşırken tanık İs.Bçvş. M.C. tarafından engellenmeye çalışıldığı,
ancak tanığın elinden kurtulan sanık bölük komutanının, hızla sanık
uzman çavuşun yanına giderek yakasından tuttuğu, kafasının uzman
çavuşun kafasına dayayarak iteklediği, yumruk ve diziyle vurduğu,
sanıkların birbirine sarıldıkları ve birlikte yere düştükleri, personelin
müdahale ederek sanıkları ayırdıkları anlaşılmaktadır.
Sanık İs.Ütğm. M.B.’ye atılı asta müessir fiil suçu yönünden
inceleme:
Askerî mahkemece; yukarıda oluş ve gelişme biçimi açıklanan
olayda, sanık İs.Ütğm. M.B.’nin, diğer sanık İs.Uzm.Çvş. S.P.’nin
yakasına yapıştığı, kafasını diğer sanığın kafasına dayayarak iteklediği,
diğer sanığa yumruk ve diziyle vurduğunun kabulü ile yasal, inandırıcı ve
yeterli gerekçelerle, tüm unsurlarıyla oluşan asta müessir fiil suçundan alt
sınırdan uzaklaşılarak ve haksız tahrik hükümleri de uygulanarak yazılı
olduğu şekilde cezalandırılmasında; usul, sübut, vasıf ve takdir
yönlerinden yasaya aykırılık bulunmamakta ise de;
Sanık hakkında hüküm kurulurken, eylemini diğer sanığın “ağır
haksız tahrik” oluşturan söz ve davranışları karşısında gerçekleştirdiği
kabul edilerek, suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın
51/3’üncü maddesi uygulanmış olup; anılan maddede, tahrikin ağır ve
şiddetli olması hâlinde, diğer cezaların “yarısından üçte ikisine kadar”
indirileceği belirtilmiştir.
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 29’uncu
maddesinde ise; haksız tahrik açısından, ağır-hafif haksız tahrik şeklinde
bir ayrıma gidilmeksizin, suçun haksız tahrik altında işlenmesi hâlinde
tayin edilecek cezanın “dörtte birinden dörtte üçüne kadar” indirileceği
öngörülmüştür.
197
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5252 sayılı Türk Ceza
Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun “Lehe olan
hükümlerin uygulanmasında usul” başlıklı 9/3’üncü maddesinde ise;
“Lehe olan hüküm, önceki ve sonraki kanunların ilgili tüm hükümleri
olaya uygulanarak, ortaya çıkan sonuçların birbiriyle karşılaştırılması
suretiyle belirlenir.” hükmünü içermektedir.
Somut olayda; lehe kanun konusundaki değerlendirmenin, “...
haksız tahrikin derecesi dikkate alınarak, suç tarihinde yürürlükte olan ve
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın haksız tahriki
düzenleyen 29’uncu maddesine nazaran sanığın lehine olan 765 sayılı
TCK’nın 51/3’üncü maddesi gereğince, sanık hakkında hükmedilen hapis
cezası takdiren yarı oranında indirilmiştir. ...” şeklinde yapıldığı
görülmektedir.
Öncelikle, suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın
51/3’üncü maddesi ve daha sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
29’uncu maddesinde belirlenen indirim oranları dikkate alındığında
haksız tahrik yönünden suç tarihindeki kanun hükmünün lehe olduğu
söylenemeyeceği gibi, askerî mahkemece, esasen, 5252 sayılı Kanunun
9/3’üncü maddesinde öngörülen anlamda, lehe olan hükmün, önceki ve
sonraki kanunların ilgili tüm hükümlerinin olaya uygulanarak, ortaya
çıkacak sonuçların birbiriyle karşılaştırılması suretiyle belirlenmediği ve
ağır haksız tahrik nedeniyle cezadan indirim yapılırken, neden alt
sınırdan indirim yapıldığına ilişkin bir gerekçeye de yer verilmediği
görüldüğünden; sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün, 5252 sayılı
Kanununun 9/3’üncü maddesi gereğince lehe olan kanun hükümleri
yönünden değerlendirme yapılması ve yeniden hüküm kurulması
gerektiği sonucuna varıldığından, uygulama yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
Sanık İs.Uzm.Çvş. S.P.’ye atılı toplu asker karşısında emre
itaatsizlikte ısrar suçu yönünden inceleme:
Yukarıda açıklanan olay sırasında, bölük komutanı olan diğer
sanık İs.Ütğm. M.B.’nin esas duruşa geçmesi yönündeki emrini yerine
getirmemek suretiyle toplu asker karşısında emre itaatsizlikte ısrar
suçunu işlediği iddiasıyla açılan kamu davasına konu olan eyleminin,
sanığa “esas duruşa geç” şeklinde verilmiş somut bir emir olmadığı,
bölük komutanının sanığı, esas duruşunu bozmaması yönündeki uyarısı
198
üzerine, sanığın, “ben bu bölükte çalışmak istemiyorum, dilekçe yazmak
istiyorum” diyerek ve selam vererek bölük komutanının yanından
ayrıldığı, şikâyet amacıyla bölük komutanının yanından ayrılan sanığın
emre itaatsizlikte ısrar kastıyla davranmadığı, ancak, bölük komutanının,
verilen emri neden yapmadığı sorusuna karşılık, “verilen emrin keyfî
olduğunu düşünüyorum, onun için yapmadım” şeklinde ve el hareketi de
yaparak karşılık vermesi şeklindeki eylemlerinin amire saygısızlık
suçunu oluşturacağı kabul edilerek görevsizlik kararı verilmiştir.
Aşamalarda toplanan ve gerekçeli hükümde tartışılıp irdelenen
kanıtlara göre; sanık uzman çavuşun, bölük komutanı tarafından
çağrılması üzerine, emre uygun olarak sanığın yanına gidip, esas duruşa
geçerek selâm vermesi, dava konusu olaydan bir gün önce yaşanan
gelişmelerin nedenini sorulduğunda el hareketleri yaparak, “verilen
emrin keyfî olduğunu düşünüyorum, onun için yapmadım” şeklinde
cevap vermekle birlikte, karşılıklı konuşmaların geçtiği sırada tam olarak
arzulanan biçimde olmasa da esas duruş vaziyetinde bulunması, bölük
komutanı tarafından esas duruşa geçmesi yönünde somut bir emir
verilmemiş olması, bölük komutanın, “karşımda düzgün dur, esas
duruşunu bozma” şeklindeki sözlerinin uyarı niteliğinde bulunması,
tekrar selâm vererek bölük komutanının huzurundan ayrılması, bölük
komutanının daha sonraki çağrıları üzerine de olduğu yerde esas duruşa
geçerek beklemesi karsısında, sanığın emre itaatsizlikte ısrar oluşturan
bir eyleminin bulunmadığı, olayın gelişme sürecinden de, atılı suçu
işleme kastıyla hareket ettiğinin söylenemeyeceği, ancak, yukarıda
belirtilen söz ve davranışlarının amire saygısızlık niteliğinde olduğunun
kabulü ile görevsizlik kararı verilmesinde hukuka aykırılık bulunmadığı
sonucuna varıldığından; askerî savcı ve komutanın; sanığa atılı toplu
asker karşısında emre itaatsizlikte ısrar suçunun tüm unsurlarıyla
oluştuğu yönündeki temyiz nedenlerinin reddiyle, görevsizlik kararının
onanmasına karar verilmiştir.
Sanık İs.Uzm.Çvş. S.P.’ye atılı toplu asker karşısında üste (amire)
fiilen taarruz fiilen taarruz suçu yönünden inceleme:
Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarında kabul edildiği üzere;
ASCK’nın 91’inci maddesinde düzenlenen üst veya amire fiilen taarruz
suçu; astın doğrudan doğruya üst veya amirin vücut bütünlüğüne yönelik
199
eylemsel bir saldırıda bulunması, bu saldırının (taarruzun), vurmak,
çapmak, iteklemek, silkelemek gibi icraî hareketlerle gerçekleştirilmesi,
bu amaca yönelik icraî hareketlerin elverişli vasıtalarla ortaya konulması,
ayrıca suç işleme kastının da bu yönde bulunması hâlinde oluşmaktadır
(Örneğin, As.Yrg.Drl.Krl.’nun 6.6.1996 tarihli ve 1996/82-85 sayılı
kararı).
Yukarıda oluş ve gelişme biçimi açıklanan olay sırasında sanığın,
amiri durumunda bulunan diğer sanık Ütğm. M. B.’ye sarılarak yere
düşürmek suretiyle atılı suçu işlediği iddiasıyla açılan kamu davası
nedeniyle yapılan yargılama sonunda, olay sırasında her iki sanığın
birbirine sarılarak yere düştüğü sübuta ermiş ise de; sanığın, kendisine
yönelen haksız saldırıya engel olma kastıyla amirine sarıldığı, amirinin
yere düşmesinde doğrudan ve tamamen kendisinden kaynaklanan bir
eyleminin etkili olmadığı, amirinin vücut bütünlüğüne yönelik icraî
nitelikte bir saldırısının söz konusu olmadığı, atılı suçu işleme kastını
ortaya koyan bir eyleminin bulunmadığı, askerî mahkemece, yasal,
inandırıcı ve yeterli gerekçelerle üste (amire) fiilen taarruz suçunun
unsurları yönünden oluşmadığının kabulünde hukuka aykırılık
bulunmadığı sonucuna varıldığından, askerî savcının sübuta yönelik
temyiz nedenlerinin reddiyle atılı suçtan verilen beraat hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
200
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 94, 105
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1188
K. No. : 2007/1182
T.
: 15.5.2007
ÖZET
P.Tğm. A.A.’nın, sanığın da içinde bulunduğu bölük
personeline yanaşık düzen ve yürüyüş eğitimi yaptırırken,
cansız ve isteksiz davranan personele dağılma toplanma ve
yatma sürünme eğitimi yaptırıp, ardından kılık kıyafetlerini
düzeltmeleri ve temizlemeleri konusundaki emrini vermesi
üzerine, sanığın, kılık kıyafeti bozuk olan erbaş ve erlere
hitaben “Üzerinizi temizlemeyin, süründüğünüz belli olsun”
demesi, isyan muharrikliği suçunu oluşturur.
Askerî mahkemece; sanığın, 10.8.2005 tarihinde yatma sürünme
eğitimi sonrasında “Üzerinizi temizlemeyin, süründüğünüz belli olsun”
diyerek birden fazla erbaş ve eri amire itaatsizliğe telkin ve tahrik etmek
suretiyle isyan muharrikliği suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
94/1, 105 ve TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince, beş ay hapis cezasıyla
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, sorgu ve savunmasındaki beyanlarını tekrarlamak
suretiyle, iddia konusu sözleri söylemediğini, Tğm. A.A.’nın yanına
çağırıp kendisini tekme tokat dövdüğünü, bu olay sonrası kulağında
oluşan rahatsızlığı nedeniyle Amasya Devlet Hastahanesince 20 gün
rapor verildiğini, olaydan sonra Tğm. Asilhan kendisine baskı yaptığı
için şikâyetçi olmadığını, bu şahsın tanıklara da nasıl ifade verecekleri
konusunda baskı yaptığını, beş ay hapis cezasının indirilmesini istediğini
belirterek hükmü süresinde temyiz etmiş; Tebliğnamede hükmün
onanmasına karar verilmesi istenilmiş; sanık tebliğnameye karşı
süresinde verdiği cevap dilekçesinde de, askerî mahkemece usul
hükümlerine uyulmadığını, noksan inceleme yapıldığını, vasıf, takdir ve
uygulama yönlerinden hukuka uygun karar verilmediğini belirterek
hükmün bozulması istemiştir.
201
Hâlen terhisli olan sanığın, 15.P.Eğt.Tug.22.P.Eğt.A.Tas.Çvş.
Eğt.Tb.106 GTT.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini yapmakta iken,
P.Tğm. A.A.’nın; 10.8.2005 günü öğleden sonra, sanığın da içinde
bulunduğu bölük personeline yanaşık düzen ve yürüyüş eğitimi
yaptırdığı, bu sırada cansız ve isteksiz davranan personele dağılma
toplanma ve yatma sürünme eğitimi yaptırıp, ardından kılık kıyafetlerini
düzeltmeleri ve temizlemeleri için 15 dakika süre tanıdığı, istirahat
sonrası bir kısım erbaş ve erin üzerlerini temizlemediğini görünce (Tğm.
A.A.’nın) kılık kıyafetlerini düzeltmeleri ve temizlemeleri konusundaki
emrini tekrarladığı, bu sırada sanık Er H.D.’nin kılık kıyafeti bozuk olan
erbaş ve erlere hitaben “Üzerinizi temizlemeyin, süründüğünüz belli
olsun” dediği, Tğm. A.A. ile diğer tanıklar Üçvş. A.O.Ö., Er R.C.T., Er
N.Y. ve Onb. M.D.’nin aşamalarda istikrar gösteren ve birbiriyle örtüşen
beyanları ve olayın cereyan tarzıyla maddî olay olarak sübut bulmaktadır.
Yargılama aşamasında, sanığın sorgu ve savunması ile tanık
beyanları usulüne uygun olarak tespit edilip, iddia konusu olayla ilgili
bilinen tüm deliller toplanıp değerlendirildiğinden, yargılama faaliyetinde
usule aykırı bir husus görülmemiş; dinlenen tanıklardan Uzm.Çvş. O.D.
ile Çvş. M.A. (sanık H.D.’nin) iddia konusu sözleri söylemediğini değil
bu sözleri duymadıklarını beyan ettiklerinden, sanığın Tğm. Asilhan’ın
kendisini dövdüğüne dair iddiası, kendi anlatımı ile tanıklar M.A. ve
R.C.T.’nin ifadelerine göre, sanık H.D.’nin mahkûmiyete esas alınan
sözleri söyledikten sonra cereyan ettiği için kendi lehine haksız tahrik
kabul edilemeyeceği değerlendirilmiştir. Keza, sanık hakkında atılı
suçtan lehine olan hükümler uygulanmak suretiyle en az şekilde ceza
tayin edildiği gibi isyan muharrikliği suçu sırf askerî suç niteliğinde
olduğu için bu suçtan tayin edilen hapis cezasının, suç ve karar
tarihlerinde yürürlükte bulunan ASCK’nın 47/A ve (5329 sayılı Kanunla
eklenen) Ek 8’inci maddelerindeki engeller nedeniyle seçenek
yaptırımlardan birine çevrilmesi ya da ertelenmesi mümkün
olmadığından, sanığın tüm temyiz sebepleri yasal, haklı ve isabetli
bulunmamıştır. Sanığın, Tğm. Asilhan’ın kendisini dövdüğüne dair
iddiası hakkında açılmış bir dava ve verilmiş bir karar olmadığından bu
konuda temyiz incelemesi yapılması mümkün değildir. Bu konuda ancak
sanığın iddiası, doktor raporu, tanıklar R.C.T. ve M.A.’nın ifadeleri
eklenmek suretiyle komutanlığa suç ihbarında bulunulması mümkündür.
202
Açıklanan nedenlerle; askerî mahkemece yapılan yargılama
sonunda, toplanan delillere ve edinilen vicdanî kanaate göre, yasal,
yeterli ve inandırıcı gerekçeler gösterilerek; maddî olayın tespitinde, suç
vasfının tayininde ve az vahim hâl olarak değerlendirilmesinde, sanık
hakkında atılı suçtan temel cezanın alt sınırdan belirlenip, azamî oranda
takdiri indirim yapılmak suretiyle mahkûmiyet hükmü kurulmasında,
usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama yönlerinden bir isabetsizlik
görülmediğinden, sanığın temyiz sebeplerinin reddiyle, hükmün
onanması gerekmiştir.
203
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 97, 51/A, 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/106
K. No. : 2007/107
T.
: 4.10.2007
ÖZET
ASCK’nın 97/1’inci maddesi uyarınca, birden ziyade
askerî şahsın, bir amire veya üste, hep birlikte, itaatsizlik veya
mukavemet veya fiilen taarruz etmek için ittifak ettiklerinden
bahsedebilmek için; bu şahısların maddede sayılan fiillerden
birinin icrası sırasında birlikte hareket etmelerinin ötesinde,
bu fiilî icraya koymadan önce aralarında anlaşıp mutabakata
vardıklarının (ittifak ettiklerinin); ya sanıkların hâkim
önündeki samimî ikrarlarından veya bu konuda dinlenen tanık
beyanları ve diğer delillerden ya da olayın cereyan tarzından
anlaşılması gerekir. Bu itibarla, üste fiilen taarruz suçuna göre
özel bir suç olan fesat suçunun ittifak unsuru yönünden
oluşmaması hâlinde, sanık onbaşı hakkında üste filen taarruz
suçundan verilen cezanın, ASCK’nın genel hükümleri arasında
yer alan ve astıyla birlikte (ittifaka gerek olmaksızın) suç
işlenmesini cezada arttırım sebebi olarak kabul eden 51/A
maddesi uyarınca artırılmasına bir engel bulunmadığının
kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanıkların sabit görülen eylemlerinin
fesat suçunu oluşturup oluşturmayacağı ve sanık P.Onb. F.E. hakkında
ASCK’nın 51/A ve 50’inci maddelerinin uygulanıp uygulanamayacağı
konularına ilişkindir.
204
Dosyada mevcut delillere göre; 21.11.2004 tarihinde hizmet takım
çavuşu olarak temizlik faaliyeti yaptıran P.Çvş. İ.Y.’nin, çağrısına ve
ardından ikazına rağmen temizlik faaliyetine katılmayan sanık P.Onb.
F.E.’nin yüzüne yumrukla vurup, olay yerinde bulunanların araya
girmesinden sonra hizmet takım komutanı odasına giderek çalıştığı
sırada, bu dövülme olayından etkilenip sinirlenen sanık P.Onb. F.E.’nin,
yaklaşık yarım saat kadar sonra elinde, 51 cm uzunluğunda, 2 cm
çapında, içi boş, bir ucu kırık olduğu için keskin sivri çıkıntıları bulunan
bir demir boru olduğu hâlde, yanına arkadaşı P.Er V.G.’yi alarak hizmet
takım komutanı odasına gidip, içeri girdikten sonra kapıyı kapattıkları,
Onb. Fehat’ın elindeki demir boruyu Çvş. İlhan’a vurmak için salladığı,
oturduğu yerden kalkan Çvş. İlhan’ın demir boruyu tuttuğu, Er Veysi’nin
de Çvş. İlhan’ın yüzüne yumrukla vurduğu, bir ara Çvş. İlhan’ın kapıyı
açıp imdat diye bağırması üzerine, yakında bulunan nöbetçi subayları
Tğm. M.Ö. ve Tğm. Ö.Ç.’nin olay yerine gelip duruma müdahale ederek
sanıkları ayırdıkları, maddî olgu olarak anlaşılmakta, esasen bu konuda
askerî mahkeme, Daire ve Başsavcılık arasında bir ihtilâf da
bulunmamaktadır.
Daire, sanıklar Onb. F.E. ve Er V.G.’nin sübut bulan eylemlerinin
ASCK’nın 97’nci maddesinde düzenlenen fesat suçunu oluşturup
oluşturmadığının gerekçeli hükümde tartışılmamış olması sebebiyle, her
iki sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünü suç vasfı yönünden bozarken
(Bu arada sanık Onb. Fehat hakkında ASCK’nın 97’nci maddesinin
uygulanamaması hâlinde, üste fiilen taarruz suçundan dolayı hüküm
kurulurken dahi, ASCK’nın 51/A ve 50’nci maddelerine göre artırım
yapılamayacağına işaret ederken),
Başsavcılık, somut olayda her iki sanığın ASCK’nın 97’nci
maddesi anlamında ittifak ettiklerine dair yeterli delil bulunmadığını,
ittifak kavramının ASCK’nın 51/A maddesinde belirtilen birlikte
kavramından daha özel irade birliğini ve anlaşmayı gerektirip, ittifak
derecesine varmayan bazı durumlarda ve somut olayda ASCK’nın 51/A
ve 50’nci maddelerinin uygulanabileceğini ileri sürerek Daire kararına
itiraz etmiştir.
“Fesat ve cezası” başlığı altındaki ASCK’nın 97’nci maddesinde,
fesat suçu;
205
“1. Birden ziyade askerî şahıslar bir amire veya mafevke hep
birlikte itaatsizlik veya mukavemet veya fiilen taarruz etmek (Md. 86, 90,
91) için ittifak ederlerse fesat sayılır ve ceza, ittifak edenlerin yapmak
için ittifak ettikleri cürüme tatbik edilecek kanun maddesine göre tayin
ve ölüm ile müebbet ağır hapisten başka hâllerde üç aydan iki seneye
kadar artırılır.
2. İttifak edenler eğer suçu işlerse ceza ölüm ve müebbet ağır
hapisten başka hâllerde 50’inci madde mucibince artırılır.”
Şeklinde düzenlenmiştir.
Rifat TAŞKIN “Askerî Ceza Kanunu-Şerh-Sekizinci Basım-1946”
adlı eserinde; ASCK’nın 97’nci maddesindeki fesat suçunu; “... Bir
‘ittifak’ daima, mütekabil bir anlaşmayı icap ettirir ve bu anlaşma hususî
beyanlarla yani sözlerle, yazı ile tezahürlerle temin olunur. Sükûtî ve
zımnî hareketler kâfi değildir. 97’nci maddede gösterilen cezayı
müstelzim ve muayyen bir fiil üzerinde ittifak neticesinde verilen nihaî
kararla bu birleşmenin vücuda gelmesi şarttır; fiilin nasıl yapılacağı,
vasıtaları ve icrasının zaman ve mekânı hakkında inceden inceye bir
müzakere ve anlaşmaya ihtiyaç yoktur; müzakere ve ittifakla yani böyle
bir hazırlıkla suç tamam olur ... ‘Birden ziyade’ iki askerdir ... ‘Birlikte’,
yani bilerek ve arzu ile beraberce hareket etmek ...” şeklinde açıklamıştır.
ASCK’nın 97/1’inci maddesi uyarınca, birden ziyade askerî şahsın,
bir amire veya üste, hep birlikte, itaatsizlik veya mukavemet veya fiilen
taarruz etmek için ittifak ettiklerinden bahsedebilmek için; bu şahısların
maddede sayılan fiillerden birinin icrası sırasında birlikte hareket
etmelerinin ötesinde, bu fiilî icraya koymadan önce aralarında anlaşıp
mutabakata vardıklarının (ittifak ettiklerinin); ya sanıkların hâkim
önündeki samimî ikrarlarından veya bu konuda dinlenen tanık beyanları
ve diğer delillerden ya da (Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
12.10.1971/416-414 ve 26.3.2002/296-290 tarihli, esas ve karar sayılı
kararlarında belirtildiği şekilde) olayın cereyan tarzından anlaşılması
gerekir.
Somut olaya döndüğümüzde, sanıklar Onb. Fehat ve Er Veysi’nin,
Çvş. İlhan’ı dövmek için anlaşıp mutabakata vardıklarına dair hiçbir
aşamada kabulleri olmadığı gibi, bu anlaşmanın (ittifakın) yapıldığına
dair herhangi bir delil de mevcut değildir. Bu olay, temizlik faaliyetine
katılmayan sanık Onb. Fehat’ın, Çvş. İlhan tarafından dövülmesinden
sonraki yarım saatlik süre içinde, bir tepki şeklinde gelişmiştir. Çvş. İ.Y.
206
de aynı davada asta müessir fiil suçundan yargılanırken “Fehat ...
üzerime yürüdü, ben de kendimi korumak için elimi kaldırdığım esnada
elim yüzüne çarpmış ...” şeklindeki ifadesiyle (Asta müessir fiil suçundan
mahkûmiyeti kesinleşmiştir) kendisiyle ilgili suçlamayı kabul etmezken,
ifadesinin devamında “... kapıyı kapatıp herhangi bir şey söylemeden
F.E. elindeki boru ile V.G. odada bulunan sandalye ile üzerime
saldırdılar, beni dövdüler ...” şeklinde beyanda bulunmaktadır. Çvş.
İlhan’ın, oda kapısı açılana kadarki safhada, Er Veysi ile ilgili olan
anlatımları başka bir delille doğrulanmadığı için şüpheyle karşılanması
gerekmektedir. Olayın sonunda sanık Er Veysi’nin de tekme ve tokatla
Çvş. İlhan’a vurduğu tanıklar Tğm. M.Ö. ve Tğm. Ö.Ç.’nin beyanlarıyla
doğrulandığından Er Veysi’nin Çvş. İlhan’a karşı üste fiilen taarruz
suçunu işlediği konusunda hiçbir kuşku bulunmamaktadır. Ancak, sanık
Er Veysi’nin başlangıçta hizmet takım komutanı odasına hangi amaçla
gittiği, diğer bir ifadeyle sanık Onb. Fehat ile birlikte Çvş. İlhan’ı
dövmek için önceden anlaşıp çavuşun bulunduğu odaya gittiği hususu
kesin olarak ortaya konamadığı için sanıklar Onb. Fehat ve Er Veysi’nin
Çvş. İlhan’a üste filen taarruzda bulunmak için önceden ittifak ettikleri
hususu şüpheli kalmıştır. Buna rağmen, olayın cereyan tarzından
hareketle Dairece ittifakın varlığının kabul edilmesi Ceza Hukukunun
genel ilkelerine ve yasa koyucunun amacına uygun düşmediği sonucuna
varılmıştır. Ayrıca üste fiilen taarruz suçuna göre özel bir suç olan fesat
suçunun ittifak unsuru yönünden oluşmaması hâlinde, sanık Onb. Fehat
hakkında üste filen taarruz suçundan verilen cezanın, ASCK’nın genel
hükümleri arasında yer alan ve astıyla birlikte (ittifaka gerek olmaksızın)
suç işlenmesini cezada arttırım sebebi olarak kabul eden 51/A maddesi
uyarınca cezanın artırılmasına bir engel bulunmadığından, Başsavcılığın
suç vasfına yönelik itirazına atfen ve resen, Dairenin, mahkûmiyet
hükmünün bozulmasına ilişkin kararının kaldırılmasına, temyiz
incelemesine diğer yönlerden devam edilmek üzere dava dosyasının
Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
207
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 106, 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/57
K. No. : 2007/50
T.
: 3.5.2007
ÖZET
Olay gün ve saatinde sanık ve mağdurun nöbet hizmetini
devir aldıkları, daha sonra sanığın kendi nöbet yerini terk
ederek mağdurun nöbet yerine geldiği ve mağdura nöbet yeri
değişikliği teklifinde bulunduğu, bu suretle nöbet hizmeti
dışına çıktığı için kanunî himayeden yararlanması mümkün
olmayan sanığın, mağdura teklifinin de haklı ve korunması
gereken bir talep niteliğinde bulunmadığı, mağdurun tutum ve
davranışlarında ise, hizmet ilişkisini sona erdiren bir durumun
söz konusu olmadığı, dolayısıyla mağdurun ASCK’nın 106’ncı
maddesiyle sağlanan himayeden yararlanması gerektiği
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin amire fiilen
taarruz suçunu oluşturup oluşturmayacağına ilişkindir.
Daire; olay sırasında mağdurun, sanığın amiri konumunda
bulunmadığını, nöbet hizmetinin tam olarak başlamadığını, hizmet
ilişkisinin sona erdiğini, mağdurun, kanunun bahşettiği himayeden
yararlanamayacağını kabul ederken;
Başsavcılık; mağdurun, nöbet ilişkisini sona erdirecek nitelikte
herhangi bir söz ve davranışının bulunmadığını, usulsüz gördüğü nöbet
hizmeti değişimini reddetmesinden doğal bir davranış olmadığını,
mağdurun ASCK’nın 106’ncı maddesinde öngörülen kanunî himayeden
yararlanması gerektiğini, sanığın eyleminin amire fiilen taarruz suçunu
oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
208
Dava dosyasındaki delillerden; 23.4.2005 tarihinde 03.30-05.30
saatleri arasında sanık İs. Er A.R.B.’nin, İs. Er K.Y. ile birlikte atış alanı
nöbetçisi, mağdur (diğer sanık) İs.Er R.K.’nin de İs.Er M.B.’nin
nizamiye batısı nöbetçisi olarak görevli bulundukları, nöbetçilerin İs.Çvş.
S.S. nezaretinde nöbet yerlerine götürüldükleri, nöbetçi çavuşun
ayrılmasından sonra sanığın, mağdurun nöbet yerine giderek, “hastayım
çok üşüyorum, benim nöbet yerim rüzgâr alıyor, senin nöbet yeri rüzgâr
almıyor, bu yüzden nöbet yerimizi değiştirebilir miyiz “ şeklinde teklifte
bulunduğu, mağdurun kabul etmemesi üzerine sanığın mağduru
iteklediği, yere düşen mağdurun kalkarak kasatura ile sanığı sol
koltukaltı bölgesinden yaraladığı, olay nedeniyle mağdurda herhangi bir
yaralanma meydana gelmediği anlaşılmaktadır.
Kurulumuzca,
hükmün
noksan
soruşturmayla
kurulup
kurulmadığı konusunda yapılan tartışmada, olayda noksan soruşma
oluşturacak bir nedenin bulunmadığı kabul edilmiştir.
ASCK’nın 15’nci maddesinde nöbetçi; hazarda ve seferde, emniyet
muhafaza disiplin, tarassut maksatlarıyla silâhlı olarak bir yere konulan
ve muayyen bir talimatı bulunan tek veya çift asker olarak tanımlanmış;
aynı Kanunun106’ncı maddesinde; askerî karakola, nöbetçi ve devriyeye
hakaret eden veya bunları dinlemeyen veya bunlara mukavemette
bulunan yahut fiilen taarruz eden, bu suçları amire karşı yapmış
sayılacakları ve öylece cezalandırılacakları hüküm altına alınmıştır.
Nöbetçinin ifa ettiği görev nedeniyle amir sayılabilmesi ve
ASCK’nın 106’ncı maddesinde öngörülen himayeden yararlanabilmesi
için, nöbet görevinin mevzuata uygun bir şekilde yerine getirilmesi ve
nöbetçinin, talimatla belirlenen nöbet hizmeti kapsamına girmeyen
“yersiz müdahale ve icapsız fiilleri” işlememesi gerekmekte olup;
yargısal kararlar ve uygulama da bu yöndedir (As.Yrg.Drl.Krl.’nun
21.5.1987 tarihli ve 1987/105-96 sayılı, 2.4.1987 tarihli ve 1987/79-68
sayılı, 24.5.1979 tarihli ve 1979/42-44 sayılı kararları).
Aynı saatler arasında ve değişik nöbet yerlerinde silâhlı nöbetçi
olan ve her ikisi de er statüsünde bulunan mağdur ve sanık arasındaki
hizmet ilişkisinin mahiyetinin, yani, mağdurun, sanığın amiri konumunda
olup olmadığının ortaya konulması, eylemin amire karşı işlenip
işlenmediğinin ve suç vasfının belirlenmesi açısından önem arz
etmektedir. Bu nedenle, olayın ne zaman gerçekleştiğine yönelik sanık ve
tanık anlatımlarının incelenmesi gerekmektedir.
209
Sanık İs Er A.R.B., “ … nöbetimiz henüz yeni başlamıştı. Nöbetçi
onbaşı bizi tam nöbet yerimize bırakmıyor. Nizamiye batısı dediğimiz
yere bırakıyor. Oradan kendi nöbet yerlerimize gidiyoruz. … nöbet
başlamış olduğu hâlde ben nöbet yerimde değildim. Refik’e nöbet
yerimizi değiştirmeyi teklif ettim. …”;
Mağdur (diğer sanık) İs Er R.K.; “ … olay tarihinde nöbetimizin
başlangıcındaydı. Devriye çavuşu nizamiye batısı nöbet yerinde her
ikimizi de bıraktı. Nöbet yerine nöbet kolunda yürüyerek gidiyorduk.
Genelde devriye çavuşları nizamiye batısı nöbet kulübesinin yanında atış
alanı nöbetçisini de bırakıp devriye atmak için oradan ayrılıyorlardı Atış
alanı nöbetçisi de kendi kendine oraya gidiyordu. A.R. kendi nöbet
yerine beni göndermek istedi. Ben de vukuat yemek istemediğim için
reddettim. Bu nedenle aramızda tartışma çıktı. A.R. beni itekleyince yere
düştüm. …”
Tanık İs Er K.Y.; Askerî savcılıkta; “ … nöbet yerine giderken
A.R.B. bana hasta olduğunu söylemişti. A.R.B. nöbet tutmaya
başladıktan yaklaşık 10 dakika sonra nizamiye nöbet yerine gitti.
Aralarında tartıştıklarını duydum. Bunun üzerine ben de olay yerine
gittim…”; Askerî mahkemede; “… nöbetçi onbaşı kısa dönem S.D. idi.
Bizi A.R. ile beraber nizamiye batısı nöbet kulübesinin önünde bıraktı.
Biz oradan atış alanı nöbet yerine gidecektik. Olay yeri nizamiye nöbet
kulübesi ile atış alanı nöbet yerinin sorumluluk sahalarının kesiştiği yerde
henüz nöbetin başlangıcında meydana geldi… olayın net olarak geçtiği
yer nizamiye batısı nöbet kulübesinin sorumluluk bölgesidir. …”
Tanık İs.Er M.B.; Askerî savcılıkta; “… nizamiye nöbetçisi idim.
A.R.B. yanımıza gelerek R.K.’ye, hasta olduğunu, nöbet yerinin çok
rüzgârlı olduğunu, bizim nöbet tuttuğumuz yerin rüzgâr almadığını, bu
yüzden nöbet yerlerini değiştirmek istedi. ...”; Askerî mahkemede; “…
olay tarihinde nöbetimize başlayalı bir on dakika olmamıştı ki A.R.B.
Refik’e nöbet yerini değiştirmeyi teklif etti. Daha henüz tam olarak nöbet
yerlerimize gitmemiştik. Ancak olayın geçtiği yer nizamiye batısı nöbet
kulübesi sorumluluk bölgesindeydi. …”;
Tanık İs.Çvş. S.S.; “… olayın olduğu esnada ben orada değildim.
… ben o tarihte nöbetçi çavuştum. Ancak görgüye dayalı bilgim
olmadı.…” ;
şeklinde beyanlarda bulunmuşlardır.
210
Dosyada yer alan 2’nci Kolordu Komutanlığı Disiplin
Mahkemesinin 25.5.2005 tarihli ve 2005/42-42 sayılı hükmüne göre de;
sanığın 23.4.2005 tarihindeki 03.30-05.30 saatleri arasındaki atış alanı
nöbeti sırasında nöbet yerini terk ederek nizamiye batısı nöbetçisi ile
kavga ettiği, böylece nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu
işlediği kabul edilerek cezalandırılması yönüne gidildiği, hükmün
kesinleşme şerhini içermemekle birlikte, diğer belgelerden kesinleştiği ve
sanığın cezasının da infaz edildiği anlaşılmaktadır.
Yukarıda özetlenen sanık ve tanık ifadeleri ve Disiplin Mahkemesi
hükmü birlikte değerlendirildiğinde; olayın, sanık ve tanıkların nöbetçi
çavuş tarafından nöbet yerlerine götürülüp, nöbet değişiminin
gerçekleştirilerek nöbetçi çavuşun olay yerinden ayrılmasından sonra
mağdurun nöbet yeri olan nizamiye batısı nöbet yerinde gerçekleştiği
anlaşılmaktadır. Önceki nöbetçilerin olay yerinde bulunmamaları ve
tanık olarak ifadesine başvurulan nöbetçi çavuşun olayla ilgili olarak
görgüye dayalı bir bilgisinin olmaması da bu gelişmeyi doğrulamaktadır.
Mağdurun nöbeti devir aldığında ve hizmetine başladığında hiçbir kuşku
olmadığı gibi, sanığın hemen yakındaki nöbet yerine ulaşmakta iken veya
nöbet yerine ulaştıktan hemen sonra geri dönüp mağdurun yanına
gelerek, hasta olup üşüdüğü gerekçesiyle mağdura nöbet yeri
değişikliğini teklif ettiği görülmektedir. Diğer taraftan, sanığın, mağdura
yaptığı teklifin haklı bir yanı olmayıp, sanığın hasta olması hâlinde bu
durumu birlik yetkililerine veya en azından nöbet değişimi sırasında
nöbetçi çavuşuna bildirmesi gerekmektedir. Dava dosyasında yer alan
delillerden, olay gün ve saatinde sanık ve mağdurun nöbet hizmetini
devir aldıkları, daha sonra sanığın kendi nöbet yerini terk ederek
mağdurun nöbet yerine geldiği ve mağdura nöbet yeri değişikliği
teklifinde bulunduğu, mağdurun hizmet ilişkisini sona erdiren bir söz
veya davranışının bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle; dava konusu eylemin sanık ve mağdurun
nöbet hizmetine başlamalarından sonra gerçekleştiği, birbirini
tamamlayıp destekleyen tanık ifadeleri bu yönde olduğu gibi, sanığın
olay sırasında nöbet yerini terk ettiğinin Disiplin Mahkemesi hükmü ile
de ortaya konulduğu, nöbet hizmeti dışına çıktığı için kanunî himayeden
yararlanması mümkün olmayan sanığın mağdura teklifinin de haklı ve
korunması gereken bir talep niteliğinde bulunmadığı, mağdurun tutum ve
211
davranışlarında ise, hizmet ilişkisini sona erdiren bir durumun söz
konusu olmadığı, dolayısıyla mağdurun ASCK’nın 106’ncı maddesiyle
sağlanan himayeden yararlanması gerektiği sonucuna varıldığından;
Başsavcılık itirazının kabulü ile Dairenin, mağdurun kanunî himayeden
yararlanamayacağına, sanığın eyleminin amire fiilen taarruz suçunu
oluşturmayacağına ilişkin kararının kaldırılmasına; diğer yönlerden
temyiz incelemesine devam olunmak üzere dava dosyasının Daireye
iadesine karar verilmiştir.
212
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 106, 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/971
K. No. : 2007/967
T.
: 16.5.2007
ÖZET
Mağdurun hazırlık ifadesindeki, olayın başlangıcında,
yemekhanenin içerisinde bulunduğu, sanıkların yemekhaneye
girmek istedikleri şeklinde beyanları göz önüne alındığında,
mağdurun kendisine tebliğ edilen nöbet talimatına aykırı
olarak yemekhane içerisine girdiği, diğer bir ifade ile nöbet
talimatına aykırı davrandığı anlaşıldığından, mağdurun, nöbet
hizmeti nedeniyle ASCK’nın 106’ncı maddesinin sağladığı
amirlik nüfuzundan yararlanabilmesi imkânı ortadan kalkmış
olduğundan; sanığın eyleminin suç tarihî itibarıyla yürürlükte
bulunan 765 sayılı TCK’nın 266’ncı maddesinde düzenlenen
“görevli memura müessir fiil” (5237 sayılı TCK’nın 86/3-c
maddesi) kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Askerî mahkemece; sanık terhisli Bando Er K.G.’nin, 1.1.2005
günü mağdur Tnk.Er İ.H.A.’ya karşı üste fiilen taarruz suçunu işlediği
kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 106’ncı maddesi delâleti ile
ASCK’nın 91/1 maddesinin az vahim hâl cümlesi ve 5237 sayılı
TCK’nın 62’nci maddeleri uyarınca sonuç olarak beş ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiş; bu hüküm yasal süresi içinde sanık
tarafından özetle; müsnet suçu işlediğine dair bir kanıt bulunmadığı,
kendisinin olayı yatıştırmaya çalıştığı sebepleriyle temyiz edilmiştir .
Tebliğnamede, sanıkla aynı rütbede bulunan mağdurun, nöbet
talimatına aykırı hareket ederek yemekhane içerisine girmesi nedeniyle
ASCK’nın 106’ncı maddesindeki hukukî korumadan yararlanamayacağı,
213
dolayısıyla amir sıfatına haiz olmayan mağdura karşı sanığın
gerçekleştirdiği eylemin, suç tarihî de dikkate alındığında 765 sayılı
TCK’nın 266’ncı maddesinde tanımlanan “görevli memura müessir fiil”
suçunu oluşturabileceği belirtilerek, hükmün suç vasfı yönünden
bozulması görüş ve düşüncesi bildirilmiş, sanığa adresinde 7201 sayılı
Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edilen bu tebliğnameye cevap
verilmemiştir.
Aynı olayda aynı suçtan hakkında mahkûmiyet hükmü verilen
Bnd.Er K.K. hakkındaki hüküm taraflarca temyiz edilmediğinden
inceleme dışında tutulmuştur.
Yapılan incelemede; sanık terhisli Bando Er K.G.’nin 1.1.2005
günü diğer sanık Bnd.Er K.K. ile birlikte 22.00-24.00 saatleri arasında tel
devriye nöbetçisi oldukları, nöbet bitiminde sanık Kamil’in yemekhane
masasının üstünde unuttuğu anahtarını almak için yemekhaneye
gittikleri, saat 01.00 sıralarında Lojistik Destek yemekhane nöbetçisi
mağdur Tankçı Er H.İ.A.’nın yanına geldikleri,
Mağdur Tankçı Er H.İ.A.’nın, yanına yaklaşan sanıklara “Dur”
ihtarında bulunduğu, ancak sanık Kazım’ın bu ihtara aldırış etmediği,
mağdurun gelenlerin kim olduklarını anlamak için yanlarına yaklaştığı
sırada sanık Kazım’ın mağdurun göğsüne çarparak “Benim, ben K.K.”
diye birkaç kez bağırdığı, mağdurun Kazım’a “yemekhaneden dışarı
çıkmasını” söylediği bunun üzerine Kazım’ın mağduru itekleyerek
“Tanıyamadın mı beni, zoruna mı gitti?” dediği, mağdurun da Kazım’ı
iteklediği, Kazım’ın yumruk atmaya başlaması üzerine mağdurun da
karşılık verdiği, başlangıçta sanık Kazım ile mağduru ayıran sanık
Kamil’in de dışarıda mağdurun boğazından iteklediği sabit görülüp;
anlatılan bu eylem nedeniyle askerî mahkemece, sanık terhisli Bando Er
K.G.’nin, mağdur nöbetçi Tankçı Er İ.H.A.’ya karşı üste fiilen taarruz
suçunu işlediği kabul edilerek yazılı olduğu şekilde mahkûmiyet hükmü
kurulmuş ise de;
ASCK’nın 106’ncı maddesinde; “Askerî karakola, nöbetçiye ve
devriyeye hakaret eden veya bunları dinlemeyen veya bunlara
mukavemette bulunan yahut fiilen taarruz eden bu suçları amire karşı
yapmış sayılır ve öylece cezalandırılır.” hükmü yer almaktadır. Burada
ifa edilen hizmetin önemi dikkate alınarak, devriye ve nöbet görevini ifa
edenler korunup bunlara karşı madde metninde yazılı suçları işleyenlerin,
214
suçu amire karşı işlemiş sayılarak ASCK’nın 85, 87, 90 ve 91’inci
maddelerine göre cezalandırılacakları hükme bağlanmış bulunmaktadır.
Ancak, nöbetçinin bu hukukî korumadan faydalanabilmesi için, nöbet
görevinin ifası sırasında askerî usul ve yasaların dışına çıkmamaları,
özellikle yersiz müdahale ve icapsız fiilleri irtikâp etmemeleri, görev ve
yetki sınırlarını aşmamaları, nöbetlerini genel ve özel talimatları
çerçevesine tutmaları gerekmektedir.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında, mağdurun olay
sırasında 23:30-01:30 saatleri arasında, yemekhane nöbetçisi olduğu,
nöbetini silâhlı olarak tuttuğu anlaşılmakta ise de, sanığa tebliğ edilen
nöbet özel talimatının 2’nci maddesinde “nöbetin yemekhane dışında
tutulacağı” ve 3’üncü maddesinde “yemekhane nöbetçisi yemekhanenin
açık olduğu zamanlarda kesinlikle yemekhanenin içerisine
girmeyecektir” şeklinde bir düzenleme bulunmaktadır.
Silâhlı nöbetçi konumunda olduğu anlaşılan mağdurun,
ASCK’nın 106’ncı maddesi kapsamında “Amir” statüsüne ilişkin kanunî
korumadan yararlanabilmesi için “nöbet hizmeti gerekleri dışına
çıkmaması, hizmeti ile bağdaşmayan fiilleri işlememesi, yersiz ve haksız
müdahalelerde bulunmaması gerekmektedir. Mağdurun hazırlık
ifadesindeki, olayın başlangıcında, yemekhanenin içerisinde bulunduğu,
sanıkların yemekhaneye girmek istedikleri şeklinde beyanları göz önüne
alındığında, mağdurun kendisine tebliğ edilen nöbet talimatına aykırı
olarak yemekhane içerisine girdiği, diğer bir ifade ile nöbet talimatına
aykırı davrandığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, sanığın nöbet hizmeti
nedeniyle ASCK’nın 106’ncı maddesinin sağladığı amirlik nüfuzundan
yararlanabilmesi imkânı ortadan kalkmış olduğundan; sanığın eyleminin
suç tarihî itibarıyla yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın 266’ncı
maddesinde düzenlenen “görevli memura müessir fiil” (5237 sayılı
TCK’nın 86/3-c maddesi) kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinden;
mahkûmiyet hükmünün suç vasfında yapılan bu hatadan dolayı
bozulmasına karar verilmiştir.
Diğer yandan, 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik ve
“Hükmün bozulmasının diğer sanıklara etkisi” başlıklı 226’ncı maddesi;
“Hüküm, sanık lehine bozulmuş ise ve bu hususların temyiz isteminde
bulunmamış olan diğer sanıklara da uygulanma olanağı varsa, bu sanıklar
da temyiz isteminde bulunmuşçasına hükmün bozulmasından
yararlanırlar.” hükmünü içermektedir. Görüldüğü gibi, yeni
düzenlemeyle bozmada sirayetin alanı genişletilmiştir.
215
Somut olayda suç vasfındaki hata nedeniyle hükmün
bozulmasının sanık Kamil lehine olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Bu
nedenle, sanık K.G. hakkındaki bu bozmadan, hukukî durumları bu
sanıkla aynı olan ve hakkındaki mahkûmiyet hükmü taraflarca temyiz
edilmemiş olan sanık Bnd.Er K.K.’nın da yararlandırılmasına (bozmanın
sirayet ettirilmesi) karar vermek gerekmiştir.
216
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 114/3, 115
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/90
K. No. : 2007/91
T.
: 5.7.2007
ÖZET
Sanığın, doktora eğitimine ilişkin, “öğrenci” sıfatıyla
bizzat kendisinin çalışmak ve hazırlamakla yükümlü olduğu,
tamamen “özel” mahiyetteki ödev ve seminer çalışmaları ile
ilgili olarak, İl J.K.lığı emrinde vatanî hizmetlerini yapmakta
olan kısa dönem er ve erbaşları, üstlük nüfuzunu kullanarak
çalıştırmak, bunun yanı sıra, aynı kısa dönem er ve erbaşlara,
kızlarına, kendi makam odasında özel dersler verdirmek
şeklinde gerçekleştirdiği anlaşılan eylemlerinin, ASCK’nın
115’inci maddesinde yer alan “Memuriyet nüfuzunun sair
suretle kötüye kullanılması” suçunu oluşturmayıp, tipiklik
açısından ASCK’nın 115’inci maddesine göre daha özel bir
madde olan ASCK’nın 114/3’üncü maddesinde ifadesini bulan
“Askerleri kanuna aykırı olarak sair suretlerle çalıştırmak”
suçunu oluşturduğu ve bu suçun müteselsilen işlendiği kabul
edilmiştir.
Daire ile askerî mahkeme arasındaki uyuşmazlığın konusu; sanığa
yüklenen “Memuriyet Nüfuzunu Sair Suretle Kötüye Kullanmak” suçuna
ilişkin hüküm gerekçesinin yeterli olup olmadığı, ikinci olarak;
“Müteselsilen Askerî Aracı ve Eşyayı Özel Menfaatinde Kullanmak”
suçlarını oluşturan eylemlerin tek bir zincirleme suç mu, yoksa iki ayrı
suç mu oluşturacağının belirlenmesine ilişkindir.
Dairece;
“ İki ayrı Memuriyet Nüfuzunu Sair Suretle Kötüye Kullanmak”
suçu yönünden;
217
Sanığa, tez çalışmalarında araştırma ve yazım işlerine katılmak
suretiyle yardımcı olan ve kızları T.A. ve A.A.ya kendi makamında özel
ders veren kısa dönem erbaşların sanığın emrinde görevli personel olup
olmadığının, görevli değiller ise sanığa ait özel işler için ne suretle ve
kimler tarafından görevlendirildiklerinin, bu konuda sanığın anılan
personel üzerinde ne şekilde maddî veya manevî baskı uyguladığının,
dolayısıyla amirlik veya üstlük nüfuzunu ne şekilde kötüye kullanmış
olduğunun açıklıkla ortaya konulup, gerekçelerinin de açıklanarak
hükme varılması gerekirken gerekçeli hükümde bu hususlarda yeterli
gerekçe gösterilmeden mahkûmiyet hükmü tesis edilmesinin kanuna
aykırılık oluşturduğu,
“İki ayrı Müteselsilen Askerî Aracı ve Eşyayı Özel Menfaatinde
Kullanmak” suçu yönünden;
Sanığın, Manisa İl Jandarma Komutanlığına ait ve askerlik amaç
ve menfaatlerine tahsis edilmiş olan askerî eşya niteliğindeki bilgisayar,
lâzer yazıcı ve askerî aracı özel menfaatinde kullandığı anlaşılmaktadır.
Sanığın, sözü edilen eylemlerini, aynı zaman dilimi içersinde ve
aynı suç işleme kararına bağlı olarak gerçekleştirdiği ve bu eylemlerin
tümünün müteselsilen askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçunu
oluşturduğu” kabul edilmiş iken,
Askerî mahkemece;
“İki ayrı Memuriyet Nüfuzunu Sair Suretle Kötüye Kullanmak”
suçu yönünden;
“Sanık, kısa dönem çavuşların bizzat birebir amiri olmasa da aynı
birlikte görev yapan üstleri konumundadır ve İl J.K.nın bulunmadığı
durumlarda İl J.K. vekili dolayısıyla kısa dönem çavuşların amiri
konumunda olacaktır. Sanığın kısa dönem çavuşların ve rütbeli
personelin yardım etmesi için maddî ve manevî bir baskı uygulamasına
askerî hiyerarşi açısından gerek yoktur. Zira sanık belirtildiği gibi aynı
birlikteki üstleridir ve gereken durumlarda İl J.Komutan vekilidir.
Sayılan nedenlerle, “sanığın hukukî durumunun ortaya konulması için
öncelikle amirlik ve üstlük gücünü ne suretle kötüye kullandığının astları
üzerinde gerek maddî ve gerekse manevî baskıyı ne şekilde
gerçekleştirdiğinin açıklıkla belirlenmesine gerek olmadığı,
218
“İki ayrı Müteselsilen Askerî Aracı ve Eşyayı Özel Menfaatinde
Kullanmak” suçu yönünden; Sanığın müsnet suçlardan cezalandırılması
yapılırken askerî aracı kaç defa özel menfaatinde kullandığı ya da
İDM'de bulunan bilgisayarı kaç defa özel menfaatinde kullandığı
hususları irdelenmemiş, tamamen farklı suç işleme kastı ile tamamen
farklı hukukî konular üzerinde sanığın yaptığı usulsüz tasarruflar
cezalandırılmıştır. Askerî aracı özel menfaatinde kullanmak hususu ile
askerî eşya olan bilgisayar ve yazıcı cihazını özel menfaatinde kullanmak
hususu iki farklı olgudur. Konuları farklıdır, kullanma amaçları farklıdır,
dolayısıyla farklı zamanlarda farklı kasıtlarla işlendiği..” ileri sürülerek,
önceki mahkûmiyet hükümlerinde direnilmesine karar verilmiştir.
I) İki ayrı “Memuriyet Nüfuzunu Sair Suretle Kötüye Kullanmak”
suçları yönünden yapılan incelemede;
a) Öncelikle, uyuşmazlık konularından olan, hüküm gerekçesinin
yeterli olup olmadığı konusu tartışılmış ve yapılan görüşme sonucunda;
Dava dosyasındaki delil durumuna göre; Manisa İl J.K.lığı İsth.Şb.
Müdürü olarak görevli olan sanığın, tez hazırlıkları kapsamında İl Mrk.J.
K.lığı bağlısı Muradiye J.Krk. K.lığında görevli kısa dönem çavuşlar
M.G., Ö.K., Ö.B., F.T. ile Kh.Srv.Bl.K.lığı emrinde görülen M.K. ve
C.Ö. isimli askerleri araştırma ve yazım işlerinde çalıştırmak ve kızlarına
özel ders aldırmak şeklindeki eylemlerinin sabit olduğu anlaşılmış olup,
kısa dönem erbaşların sanığın hukukî durumunun ortaya konulması için
öncelikle amirlik ve üstlük gücünü ne suretle kötüye kullandığının, astları
üzerinde gerek maddî ve gerekse manevî baskıyı ne şekilde
gerçekleştirdiğinin açıklıkla belirlenmesine ilişkin noksan soruşturmanın
bulunmadığı ve askerî mahkemenin bu suçlara ilişkin hüküm
gerekçesinin de yeterli olduğuna karar verilmiştir.
b) Suçların vasfı ve sübutuna yönelik olarak yapılan tartışma ve
görüşme sonunda;
Dava dosyasına göre, Jandarma Genel K.lığınca yayınlanan emir
gereği, İl Jandarma Komutanlıkları nezdinde görev yapmakta olan kısa
dönem er ve erbaşlardan, öğretmen olarak istifade edilmesi ve bu
cümleden olarak, birliklerin sosyal tesislerinde veya komutanlıklarca
tefrik edilecek uygun mahallerde, subay-astsubay ve uzman erbaş
çocuklarına toplu olarak çeşitli eğitim branşlarında kurslar düzenlendiği,
219
isteyen asker ailelerinin çocuklarının bu kurslara devam edebilecekleri
öngörülmüş, Manisa İl J.K.lığınca da bu emir gereği, plânlanan ve
yürürlüğe konulan uygulamanın, İl J.K.lığı bünyesindeki sosyal tesislerde
sürdürüldüğü ve bu hizmetin tüm personele genel olarak sunulduğu
anlaşılmaktadır.
Manisa İl J.K.lığı İsth.Şb.Müdürü olarak görevli bulunan sanığın
ise, Kasım 2003-Mart 2004 tarihleri arasında, Erzurum Üniversitesinde
sürdürdüğü doktora eğitimine ilişkin, “öğrenci” sıfatıyla bizzat
kendisinin çalışmak ve hazırlamakla yükümlü olduğu, tamamen “Özel”
mahiyetteki ödev ve seminer çalışmaları ile ilgili olarak, İl J.K.lığı
emrinde vatanî hizmetlerini yapmakta olup doktora çalışmalarında
kendisine yararlı olacaklarını değerlendirip tefrik ettiği kısa dönem er ve
erbaşları kendi özel işi için çalıştırdığı ve bunun yanı sıra, aynı kısa
dönem er ve erbaşlara, kızları T.A. ve A.A.’ya, kendi makam odasında
özel dersler verdirdiği görülmektedir.
“Makam ve Memuriyet Nüfuzunu Suiistimal” suretiyle işlenen
suçlar, ASCK’nın Birinci Kısım, Üçüncü Bab, Altıncı Faslında
düzenlenmiş olup, bunlardan bazıları sayılmak suretiyle gösterilmiştir.
115’inci maddesi ile, altıncı fasılda yer alan diğer maddelerde
yazılanlardan başka surette memuriyet nüfuzunu kötüye kullanma hâlleri
hükme bağlanmıştır. Teknik bakımdan bu madde, “genel” ve
“tamamlayıcı” hükümlerdendir. Yasanın, özel bir hüküm ile suç
saymamış olduğu keyfî işlemler bu madde hükmü ile
cezalandırılmaktadır.
Somut olayda, sanığın, yukarda anlatıldığı şekilde gerçekleştirdiği
anlaşılan eylemlerinin sabit olduğu kurulumuzca kabul edilmekle
birlikte, sübuta eren söz konusu eylemlerin, ASCK’nın 115’inci
maddesinde yer alan “Memuriyet nüfuzunun sair suretle kötüye
kullanılması” suçunu oluşturmayıp, sanığın, üstlük nüfuzunu kullanarak,
bir kısım kısa dönem er ve erbaşı, yasaya aykırı olarak, değişik özel işleri
ile ilgili olarak müteaddit zamanlarda çalıştırdığı anlaşılmakla, sanığın
gerçekleştirdiği eylemlerinin, tipiklik açısından ASCK’nın 115’inci
maddesine göre daha özel bir madde olan ASCK’nın 114/3’üncü
maddesinde ifadesini bulan “Askerleri kanuna aykırı olarak sair suretlerle
çalıştırmak” suçunu oluşturduğu ve bu suçun müteselsilen işlendiği
(ASCK 114/3, TCK 80) kabul edilmiştir.
220
Öte yandan, suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın
80’inci maddesinde müteselsil (zincirleme) suç; “Bir suç, işlemek
kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün birkaç defa
ihlâl edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat
bundan dolayı terettüp edecek ceza …..artırılır.’’ şeklinde tanımlanıp
yaptırıma bağlanmıştır. Anılan madde ile suç oluşturan her bir eylemin
bağımsız suç sayılarak ayrı ayrı yaptırıma bağlanması yerine teselsül
oluşturan tüm eylemlerden dolayı sanığa tek bir ceza tayin olunması ile
yetinilmesi esası benimsenmiştir.
Müteselsil suçun varlığının kabulü için, kanunun aynı hükmünü
ihlâle yönelik birden fazla suçun, aynı suçu işleme kararına
bağlanabilmesi gerekmektedir. Başka bir anlatımla, farklı suç işleme
kasıtlarıyla yapılan eylemler, aynı ve tek olan suç işleme kararındaki
birlik sonucu gerçekleştirilmiş olmalıdır. Müteselsil suçta, suç işleme
kastında birlik değil, suç işleme kararında birlik söz konusudur.
Suç işleme kararında birlik, her biri başka bir kastın sonucu olan,
dolayısıyla ayrı ayrı suç oluşturan eylemleri birbirine bağlayan unsur
olup, bu amaca yönelik olarak önceden kurulan genel bir plân ve niyeti
ifade etmektedir. Sanığın işlemeyi düşündüğü suçu bir defada
gerçekleştirmesi
yerine,
kısımlara
ayırıp
zamana
yayarak
gerçekleştirmesi, hareketinin önceki hareketinin devamı olması ve
hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunması hâlinde suç işleme
kararında birlik olduğu kabul edilmektedir. Suçların işlenme tarihleri
arasında az veya çok bir zaman aralığının bulunması ve suç
mağdurlarının birden fazla olması hâlinde teselsülü reddetmenin adalet
ve hakkaniyete uygun olmayacağı genel olarak kabul edilmektedir.
Somut olayda, sanığın, “özel işleri” niteliğindeki doktora tezi
yazdırmak ve kızlarına makam odasında ders verdirmekten ibaret
eylemlerini, aynı zaman dilimi içinde ve aynı (bir) suç işleme kararı
altında, “Müteselsilen” gerçekleştirdiği sonucuna varıldığından, sanığın
tüm eylemlerinin tek bir “Müteselsilen Askerleri Kanuna Aykırı Olarak
Sair Suretlerle Çalıştırmak” (ASCK’nın 114/3, TCK 80 veya YTCK 43
maddeleri) suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından, askerî
mahkemece, Dairenin bozma ilâmına karşı, direnilmek suretiyle tesis
edilen mahkûmiyet hükmünün, suç vasfındaki hata ve uygulama
yönlerinden ayrı ayrı bozulmalarına karar verilmiştir.
221
II) İki ayrı “Müteselsilen Askerî Aracı ve Eşyayı Özel
Menfaatinde Kullanmak” suçları yönünden yapılan incelemede;
Dosya kapsamındaki delillere göre; sanığın, tezlerinin çıktılarını
Maliye Kısım Amirliğinde bulunan lâzer yazıcıdan askerî malzeme olan
kâğıtları kullanmak suretiyle aldırdığı, bu tezlerini İstihbarat
Değerlendirme Merkezinde bulunan bilgisayarlarda hazırlattığı, askerî
bilgisayar İnternet hattını kullanmak suretiyle tezlerini Erzurum’daki
öğretim üyesine gönderdiği, sanığın görevli olduğu İstihbarat Şubeye
tahsisli askerî aracın sanığın eşinin ve kızlarının hizmetle ilgisi olmayan
şahsî işlerinde ve özellikle Muradiye J.Krk.K.lığında görevli olup sanık
tarafından tez çalışması yaptırılan askerlerden Çvş. Ö.B. ve Çvş. F.T.’nin
Muradiye J.Krk.K.lığına, buradan da Manisa İl J.K.lığına gidiş
dönüşlerinde, Celal Bayar Üniversitesinde görevli Prof.Dr. N.Ö., Yrd.
Doç.ler M.T. ile A.B.’nin evleri ile Manisa İl J.K.lığına gidiş
dönüşlerinde kullanıldığı, böylece, sanığın, Manisa İl Jandarma
Komutanlığına ait olup askerî hizmete tahsis edildiği için askerî eşya
niteliğindeki bilgisayar, lâzer yazıcı ve makam aracını özel menfaatinde
kullandığı anlaşılmaktadır.
(I)’inci bölümde “Müteselsil (zincirleme) suç” ile ilgili olarak
yapılan açıklamalar ışığında, sanığın gerçekleştirdiği sabit olan söz
konusu eylemlerini, aynı zaman dilimi içinde ve aynı (bir) suç işleme
kararı altında, müteselsilen gerçekleştirdiği sonucuna varıldığından,
sanığın tüm eylemlerinin tek bir “Müteselsilen Askerî Eşyayı Özel
Menfaati için Kullanmak” (ASCK’nın 130/1, TCK 80 veya YTCK 43
maddeleri) suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından, askerî
mahkemece, Dairenin bozma ilâmına karşı, direnilmek suretiyle tesis
edilen mahkûmiyet hükümlerinin, uygulamadaki hata nedeniyle
bozulmasına karar verilmiştir.
222
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 115/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/93
K. No. : 2007/92
T.
: 5.7.2007
ÖZET
Sanığın, astı konumundaki mağdur Astsb.’dan, çok
yakın ve samimî bir ortam içinde, üstlük ve memuriyet
nüfuzunu kötüye kullanarak, hediye niteliğinde de olsa, diğer
mağdurlarla müşterek olarak kendisine cep telefonu
alınmasını (kişisel çıkar sağlamak amacıyla) talep etmesi
eyleminin, ASCK’nın 115/2’nci maddesinde düzenlenen kişisel
çıkar sağlamak için memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye
kullanmak suçuna vücut verdiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile askerî mahkeme arasındaki uyuşmazlığın konusu;
sanığın eyleminin, 765 sayılı TCK'nın 209/1 maddesinde yer alan “Cebrî
irtikâp” veya ASCK’nın 115/2’nci maddesinde düzenlenen kişisel çıkar
sağlamak için “Memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak”
suçlarından hangisine vücut verdiğine ilişkindir.
Daire; sanığın, memuriyet nüfuzunu kötüye kullanarak, astları
konumundaki mağdurlara hediye niteliğinde de olsa kendisine cep
telefonu alması için (kişisel çıkar sağlamak amacıyla) para vermelerini
temin etmesi eyleminin, ASCK’nın 115/2’nci maddesinde düzenlenen
kişisel çıkar sağlamak için memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye
kullanmak suçunu oluşturduğunu belirterek, mahkûmiyet hükmünün suç
vasfındaki hata sebebiyle bozulmasına karar vermiş iken,
Askerî mahkeme; mağdur tanıkların yeminli ifadeleri ışığında
sanığın mağdurlar J.Astsb.Kd.Çvş. K.K., J.Astsb.Çvş. M.Y., J.Astsb.Çvş.
223
H.U.O. ve J.Astsb.Çvş. F.A.’ya komando tazminatlarının yatırılması
görev ve yetkisinin kendisinde olduğunu söyleyerek kendisine cep
telefonunu değiştirmesi için 400 milyon TL civarındaki parayı
vermelerini sağlamasının icbar suretiyle irtikâp suçunu oluşturduğunu
kabul ederek önceki mahkûmiyet hükmünde direnmiştir.
Cebrî İrtikâp; memurun memurluk sıfatını veya görevini kötüye
kullanarak bir kimseyi kendisine veya başkasına haksız olarak para
vermeye veya sair menfaatler temin veya vaadine zorlamasıdır.
TCK’nın 209’uncu maddesindeki cebrî irtikâp suçunun unsurları;
a) Sanığın memur olması,
b) Memurluk sıfat veya görevinin kötüye kullanılması,
c) Mağdurun çıkar sağlaması veya vaadine icbar edilmesi,
d) Sağlanan çıkarın haksız olması, şeklinde sıralanabilir.
Maddede yer alan cebir, manevî cebirdir. Manevî icbarın belirli
bir şiddete ulaşması, ciddî olması, mağdurun baskının etkisinden
kolaylıkla kurtulma olanağının bulunmaması gereklidir. Sanığın
istediklerinin yasa dışı olduğu mağdur tarafından bilinmekte, ancak
zorlama nedeniyle faile çıkar sağlamaktadır. İrtikâp suçlarında
mahkemenin tespit edeceği husus sanıktan sadır olan icbar sözlerinin
objektif olarak, yani normal bir insana söylendiği zaman icbar edici
nitelik ve derecede olup olmadığıdır. (Öğreti-Uygulama-Mevzuat
eşliğinde Zimmet-İrtikâp-Rüşvet ve Başlıca memur suçları İsmail
MALKOÇ-Mahmut GÜLER 1993 basımı sayfa: 135, 136, 137, 138, 139
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.4.1983 gün ve 113-197, 6.11.1989
gün ve 265-335 sayılı kararları). (Açıklamalı Zimmet-İrtikâp-Rüşvet
Suçları Sedat BAKICI, Ankara 1988 sayfa: 183-187).
5237 sayılı yeni TCK’nın 250’inci maddesinde düzenlenen irtikâp
suçuna ilişkin hüküm de;
“(1) Görevinin sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle
kendisine veya başkasına yarar sağlanmasına veya bu yolda vaatte
bulunulmasına bir kimseyi icbar eden kamu görevlisi, beş yıldan on yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Görevinin sağladığı güveni kötüye kullanmak suretiyle
gerçekleştirdiği hileli davranışlarla, kendisine veya başkasına yarar
sağlanmasına veya bu yolda vaatte bulunulmasına bir kimseyi ikna eden
kamu görevlisi, üç yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
224
(3) İkinci fıkrada tanımlanan suçun kişinin hatasından yararlanarak
işlenmiş olması hâlinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasına
hükmolunur.” şeklindedir.
Maddenin gerekçesinde; “Madde metninde çeşitli şekillerde
gerçekleştirilen irtikâp fiilleri suç olarak tanımlanmıştır. İrtikâbın varlığı
için, kamu görevlisinin kişilerden kendisine veya başkasına yarar
sağlaması gerekir. Ancak, bu yarar sağlama olgusu çeşitli şekillerde
gerçekleşebilir. Madde metninde bu yararlanma olgusunun
gerçekleştiriliş şekilleri göz önünde bulundurularak suç tanımlaması
yapılmıştır.
Maddenin birinci fıkrasında icbar suretiyle irtikâp suçu
tanımlanmıştır. İcbar suretiyle irtikâp suçunun oluşabilmesi için; kamu
görevlisinin, bir başkasını kendisine veya başkasına yarar sağlamaya
veya bu yolda vaatte bulunmaya icbar etmesi gerekir. Bu icbarın,
yürütülen görevin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle
gerçekleştirilmiş olması gerekir. Ancak, bu icbarın, yağma suçunun
oluşumuna neden olan cebir veya tehdit boyutuna varmaması gerekir.
Aksi takdirde, gerçekleşen suç, icbar suretiyle irtikâp değil, gasp suçu
olur.
İcbar teşkil eden fiillerin etkisinde kalan kişi, hukuka aykırı
olduğunu bilmesine rağmen, karşılaşabileceği daha ağır zararların
önüne geçebilmek için, bu baskının etkisiyle, kamu görevlisinin şahsına
veya gösterdiği üçüncü kişiye bir yarar sağlamaktadır.
Yarar vaadinde bulunulması hâlinde de, kamu görevlisinin
tamamlanmış icbar suretiyle irtikâp suçundan dolayı sorumlu tutulması
gerekmektedir. Bu durumda aslında icbar suretiyle irtikâp suçu henüz
tamamlanmamıştır; ancak, izlenen suç politikası gereğince, failin
tamamlanmış suçun cezası ile cezalandırılması öngörülmüştür.
Maddenin ikinci fıkrasında ikna suretiyle irtikâp suçu
tanımlanmıştır. İkna suretiyle irtikâp suçunun oluşabilmesi için; kamu
görevlisinin, hileli davranışlarla bir kimseyi kendisine veya başkasına
yarar sağlamaya veya bu yolda vaatte bulunmaya ikna etmesi gerekir.
İkna suretiyle irtikâp suçunu oluşturan hileli davranışların da
kişinin yerine getirdiği kamu görevinin sağladığı güven kötüye
kullanılmak suretiyle gerçekleştirilmesi gerekir.
225
İkna suretiyle irtikâp suçunu oluşturan hilenin icraî veya ihmali
davranışla gerçekleştirilmesi mümkündür. Bu bakımdan, hatadan
yararlanmak suretiyle irtikâp, ikna suretiyle irtikâp suçunun sadece bir
işleniş şeklinden ibarettir. Maddenin üçüncü fıkrasına göre, bu durumda
ikna suretiyle irtikâp suçunun cezasında indirim yapılması
gerekmektedir.” şeklinde açıklamalar yer almaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 11.11.2004 tarih ve 2004/126149 sayılı kararında da vurgulandığı üzere; “icbar” unsuru, “manevî cebrî
ifade etmektedir. Manevî cebirden bahsedebilmek için, failin hareketleri,
hayatın doğal akışı içerisinde, bir kimsede manevî baskı yaratmaya ve
kendisini tehdit edilmiş hissetmeye elverişli olmalıdır. Mağdur daha
büyük bir zarardan kurtulmak amacıyla memurun isteğine boyun eğiyor
ise, bu dahi icbarın kabulünü gerektirir. Cebrin etkisinden kolaylıkla
kurtulma imkânı mevcut ise veya mağdur fazla ürkek ve çekingen olduğu
için isteğin gereğini yapıyorsa irtikâp suçu oluşmaz. Ancak, zorlamanın
kesin ve mutlak olması, yani istenen menfaat temin veya vaat
olunmadıkça bundan kurtulmanın imkânsız bulunması şart değildir.
Hatta, mağdurun, faili şikâyet etmek veya hakkında dava açmak zorunda
kalması sebebiyle daha büyük zahmet veya masraflardan kaçınmak için
memurun talebini kabul etmek zorunda kalması da “icbarın” varlığına
işaret eder. Esasen, hâkimin “icbar” unsurunu değerlendirirken dikkat
edeceği en önemli kriter, irtikâp suçunun koruduğu hukukî menfaattir. Bu
menfaat ise, kamu idaresinin itibarının ve dürüstlük ilkesinin
korunmasıdır.
ASCK’nın 115’inci maddesinde yazılı “makam ve memuriyet
nüfuzunu kötüye kullanmak” suçu ise; bir memurun kanun ve nizamın
tayin ettiği ahvalden başka bir suretle keyfî bir muamele yapması veya
yapılmasını emretmesi veya ettirmesi anlamına gelmektedir. Suçun
oluşabilmesi için, failin üstlük nüfuz ve otoritesini, rütbesini kötüye
kullanması, asta manevî baskı yapması, astın da bu nüfuz, otorite ve
manevî baskıdan çekinerek failin kanunsuz emrine ya da isteğine boyun
eğmek zorunda kalması gerekmektedir.
Askerî Yargıtay, maddede yer alan “memuriyet nüfuzunu kötüye
kullanma” deyimini; bir memurun keyfî muamelesi yani kanunî
ifadesiyle (bir memurun kanun ve nizamın tayin ettiği ahvalden başka
226
suretle keyfî bir muamele yapması veya yapılmasını emretmesi veya
emrettirmesi) şeklinde anlamak gerektiğini içtihat etmiştir (Drl.Krl.’nun
17.10.1975 tarihli ve 39-41 sayılı, 29.05.2003 tarihli ve 53-52 sayılı
kararları).
Maddede yazılı suçun mağduru, herhangi bir gerçek veya tüzel kişi
yahut asttır. Keyfî işlem olumlu veya olumsuz davranışlar olabilir. Keyfî
işlem, başkalarının haklarına karşı mevzuatın (yasa, tüzük, yönetmelik,
talimname ve talimat, devamlı emir hükümleri vb.) öngördüğü hâllerden
başka biçimde yapılan her türlü davranıştır. Başka bir anlatımla haksız ve
yasal olmayan muameledir.
Maddede yazılı suçun oluşumu için, failin başlı başına görevini
kötüye kullanması yeterli değildir. Aynı zamanda fiilin başka bir kişinin
hakkını ihlâl edici keyfî işlem niteliğinde olması da gerekir.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde; Dava
dosyasındaki delillere göre; 1.12.2001 tarihli emirle, Amasya İl Jandarma
Komutanlığı emrinde görev yapan J.Astsb.Çvş. M.Y. J.Astsb.Kd.Çvş.
K.K., J.Astsb.Çvş. H.U.O. ve J.Astsb.Çvş. F.A..’nın, 22.12.2001
tarihinde başlayacak şekilde komando kursuna katılmalarının
emredildiği, emrin yayınlanmasından bir müddet sonra, sanığın İl Mrk.
Jandarma Krk.K.lığında görevli J.Astsb.Çvş. K.K. ile birlikte nöbet
tuttuğu bir gün, bir sohbet esnasında, kendi cep telefonunu Kemal
Astsubaya vermeyi, karşılığında ise Kemal Astsubayın kendisine
beğendiği bir telefonu almasını teklif ettiği, Kemal Astsubayın ise, “kursa
gideceğini kendisine telefonun lâzım olmayacağını” söylediği, sanığın, 12 gün sonra Kemal Astsubayı tekrar yanına çağırdığı ve “Telefon konusu
ne yaptın?” diye sorduğu, Kemal Astsubayın; “istediğiniz telefon çok
pahalı” demesi üzerine, “Komando kursuna gideceğiniz için
maaşlarınızda 80.000.000 TL fark olacak biliyor musunuz?” dediği,
bunun üzerine Kemal Astsubayın; “Komando tazminatı bizim yasal
hakkımız, bunu herkes alıyor, herkes gibi ben de alacağım." diye cevap
verdiği, bu cevap üzerine sanığın, şaka yollu olarak, “yine de komando
tazminatlarını yatırmanın kendisinin elinde olduğunu” söylediği, Kemal
Astsubayın da bunun üzerine, “sanığın bu isteğini komando tazminatı
alan diğer arkadaşlarına söyleyeceğini, onların da kabul etmesi hâlinde
kendisine cep telefonu alabileceklerini” söylediği, Kemal Astsubayın, bu
227
konuşma üzerine arkadaşlarını aradığı, sanık ile aralarında geçen bu
konuşmayı anlattığı, bunun üzerine Mustafa, Kemal, Fatih ve Hasan
Astsubayların aralarında sanığa cep telefonu almak için para toplamaya
karar verdikleri, topladıkları 400 milyon lira civarındaki parayı H.U.O.,
F.A. ve K.K. astsubayların birlikte sanığın odasına giderek kendisine
verdikleri anlaşılmaktadır. Esasen maddî vakıanın bu şekilde sübuta
erdiği konusunda bir ihtilâf da bulunmamaktadır.
Mağdurlar J.Astsb.Çvş. M.Y. J.Astsb.Kd.Çvş. K.K., J.Astsb.Çvş.
H.U.O. ve J.Astsb.Çvş. F.A.’nın 22.12.2001 tarihinde başlayacak şekilde
komando kursuna katılmalarının emredildiği, sanık ile mağdur Astsb.
K.Y.’nin bahse konu görüşmesinin ise, bu tarihten daha önceki bir
tarihte, henüz mağdurların komando tazminatlarını hak ediş ve buna
bağlı olarak tazminat ödenmesine ilişkin, sanığın bağlı olduğu maliye
şubesi veya mağdurların bağlı olduğu mutemetliklerce herhangi bir
tahakkuk işleminin veya evrak düzenlenmesi faaliyetinin başlamadığı bir
zaman diliminde gerçekleştiği görülmektedir.
Sanığın, muhatap olduğu mağdur Kemal Astsubaya, manevî baskı
yaratmaya ve kendisini tehdit edilmiş hissetmesine elverişli herhangi bir
söz veya davranışı bulunmadığı gibi, mağdurun, daha büyük bir zarardan
kurtulmak amacıyla sanığın isteğine boyun eğmesinin de söz konusu
edilemeyeceği, nitekim tüm mağdurların birbirini doğrulayan istikrarlı
ifadelerinden, sanık tarafından, kendileri üzerinde böyle bir korku veya
baskının yaratılmadığı sonucuna varılmaktadır.
Bu bağlamda, sanığın astı konumundaki mağdur Kemal Astsb.’dan,
çok yakın ve samimî bir ortam içinde, üstlük ve memuriyet nüfuzunu
kötüye kullanarak, hediye niteliğinde de olsa, diğer mağdurlarla müşterek
olarak kendisine cep telefonu alınmasını (kişisel çıkar sağlamak
amacıyla) talep etmesi eyleminin, ASCK’nın 115/2’nci maddesinde
düzenlenen kişisel çıkar sağlamak için memuriyet nüfuzunu sair suretle
kötüye kullanmak suçuna vücut verdiği sonucuna varılmakla, Askerî
Yargıtay 3’üncü Dairesinin aynı yöndeki 14.9.2006 tarihli ve 2006/11631160 E.K sayılı bozma ilâmına karşı, 5’inci Piyade Eğitim Tugay
Komutanlığı Askerî Mahkemesince direnilmek suretiyle tesis edilen
24.1.2007 tarihli ve 2007/233-6 E.K. sayılı mahkûmiyet hükmünün, “suç
vasfındaki hata” yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
228
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 117/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/541
K. No. : 2007/541
T.
: 6.3.2007
ÖZET
Birlik yazıcısı er ile mağdur er arasında nöbet listesi
yüzünden çıkan tartışma sırasında, mağdur Er’in, bölük
yazıcısı Er’i hedef alarak sarf etmiş olduğu küfürlü sözler,
sanık yüzbaşı bakımından haksız tahrik oluşturmadığı gibi;
sanığın, kendisine küfür edildiğine ilişkin zan ve vehimi de
mefruz tahrik olarak kabul edilemez.
Askerî mahkemece, sanığın;
1.6.2006 günü “asta müessir fiil” suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 117/1, 5237 sayılı TCK’nın 62/1, 50/3, 50/1-a ve 52/2’nci
maddeleri uyarınca (hapis cezası günlüğü 20 YTL’den paraya
çevrilerek), 500 YTL adlî para cezası ile cezalandırılmasına,
Bu para cezasının sanıktan 5237 sayılı TCK’nın 52/4’üncü
maddesi uyarınca beş taksitte tahsiline, taksitlerden birinin süresinde
ödenmemesi hâlinde geri kalan miktarın tamamının tahsiline,
ödenmemesi hâlinde hapis cezasına çevrileceğinin bildirilmesine,
karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından “Yargılama sırasında haklarımın
hatırlatılmaması, yargılamanın kapalı yapılması ve son sözün
verilmemesi usule ilişkin eksiklerdir. Mağdur Sadullah’ın, tanık S.S.’ye
nöbet listesi yüzünden tartışıp küfür ettiği kendi ifadesi ile sabittir.
Sadullah’ın, son günlerde giderek askerî disiplinden kopmuş hâli,
hakkımdaki gıyaben küfürleri, huzurumdaki mırıldanmaları, sızlanmaları
sebebi ile yakasını tutup topladım. Bunun haksız tahrik kabul edilmesi
229
gereği ortadadır. Tanık ve mağdur ifadeleri çelişkilidir. Tanık S.S., ceza
tehdidi altında kendini kurtarmak maksadıyla benim aleyhime ifade
vermiştir. Karara bağlanan cezanın paraya çevrilmesine rağmen
ertelenmemesi ve bu konuda gerekçe gösterilmemesi usul ve yasaya
aykırıdır.” diye beyanda bulunarak süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, onama isteminde bulunulmuştur.
Sanık Tnk.Yzb. E.E.’nin, 3’üncü Zh.Tug. 2’nci Tnk.Tb. 6’ncı
Tnk.Bl.K.olarak görev yapmakta iken,
1.6.2006 günü akşamı saat 18.30 sıralarında nöbet listesi
yüzünden Bölük yazıcısı Tnk.Er S.S. ile küfürleşerek tartıştığını haber
aldığı mağdur Tnk.Er S.İ.’yi bölük odasına çağırıp neden küfürleştiğini
sorduktan sonra, dolaylı olarak kendisine de küfür edildiği düşüncesine
kapılarak masasının üzerinde bulunan mermer kül tablasını alıp mağdur
Er’in başına ve göğsüne vurarak dövdüğü, aynı gün tugay revirinde
yapılan muayenesinde mağdur Er’in başının ve yüzünün çeşitli
yerlerinde, değişik ebatlarda ekimoz ve hematomlar tespit edildiği,
Mağdur Tnk.Er S.İ.’nin beyanı, görgü tanıkları Tnk.Er S.S. ve
Tnk.Er H.Y.’nin, birbirlerinin ve mağdur Er’in beyanlarını doğrulayan
yeminli ifadeleri, olay tutanağı, doktor raporu ve tüm dosya kapsamına
göre,
Maddî bir olay olarak sabit görülmüştür.
Sanık yüzbaşının, astı durumunda bulunan mağdur Tnk.Er
S.İ.’nin başına ve göğsüne mermer kül tablası ile vurarak dövmesi,
ASCK’nın 117/1’inci maddesinde yazılı “asta müessir fiil” suçunu
oluşturmaktadır.
Askerî mahkemece, 12.7.2006 tarihinde sanığın yüzüne karşı ve
açık olarak yapılan duruşmada, iddianame gereğince sorgusuna
başlanılmadan önce sanığa tüm yasal haklarının hatırlatıldığı ve askerî
savcının esas hakkındaki iddiasını bildirmesinden sonra, son sözün
sanığa verilmesine ilişkin usul kuralına da uyularak savunmasının
alınmasından sonra hüküm kurulduğu görülmektedir.
Başlangıçta,
soruşturma
evresinde,
sanık
yüzbaşının
yönlendirmesi (Yetki altına alması) sonucu, birlik komutanlığınca alınan
ifadelerine ters düşecek şekilde gerçeğe aykırı beyanda bulunan
mağdurun ve tanıkların ifadeleri arasında ortaya çıkan çelişkiler, askerî
savcılıkta ikinci kez ifadeleri alınırken ve kovuşturma aşamasında da
askerî mahkemece dinlenirken giderilmiş bulunmaktadır.
230
Birlik yazıcısı er ile mağdur er arasında nöbet listesi yüzünden
çıkan tartışma sırasında, mağdur Er’in, bölük yazıcısı Er’i hedef alarak
sarf etmiş olduğu küfürlü sözler, sanık yüzbaşı bakımından haksız tahrik
oluşturmayacaktır. Sanığın kendisine küfür edildiğine ilişkin zan ve
vehimi de mefruz tahrik olarak kabul edilemeyecektir.
5237 sayılı TCK’nın 51’inci maddesi hükmüne göre yalnızca kısa
süreli hapis cezalarının ertelenmesine karar verilmesi mümkün olup, adlî
para cezasının ertelenmesine yasal imkân bulunmadığından; daha önce
hapis cezasına mahkûm edilmemiş olan sanık hakkında hükmolunan
yirmi beş gün (bir aydan az) hapis cezasının, 5237 sayılı TCK’nın
50/3’üncü maddesi uyarınca zorunlu olarak adlî para cezasına
çevrilmesinden sonra ertelenmesine karar verilmeyip, bu konuda bir
gerekçe gösterilmemiş olmasında isabetsizlik görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, sanığın temyiz sebepleri kabule değer
bulunmamıştır.
Hükmolunan 500 YTL adlî para cezasının, 5237 sayılı TCK’nın
52/4’üncü maddesi uyarınca sanıktan beş taksitte tahsiline karar
verilirken taksit sürelerinin gösterilmemiş olması hukuka aykırı
bulunmakla beraber; hükmün infazı aşamasında bu konuda ortaya
çıkacak bir duraksamanın, 5275 sayılı Kanunun 98/1’inci maddesi
uyarınca askerî mahkemeden istenecek bir kararla giderilmesi her zaman
mümkün olduğundan; hükmü etkileyecek nitelikte olmayan bu noksanlık,
353 sayılı Kanunun Askerî Yargıtayca temyiz incelemelerinin konusunu
ve hükmün bozulmasını düzenleyen 221/1 ve 222’nci maddeleri de göz
önüne alınarak, bozma sebebi yapılmamış, işaret ve tenkit etmekle
yetinilmesi gerekmiştir.
231
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 119, 117
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/92
K. No. : 2007/87
T.
: 28.6.2007
ÖZET
Sanığın, astı olan diğer sanığa yönelik müessir fiil
niteliğindeki eylemi, diğer sanığın üstüne yürüyüp kolundan
tutması ve son aşamada belindeki silâhı kılıfından çıkarıp
kendisine doğrultmaya varan fiilî taarruzlarını defetmeye
yönelik
olduğundan,
ASCK’nın
117’nci
maddesinde
düzenlenen
asta
müessir
fiil
suçu
kapsamında
değerlendirilemeyeceği, aynı kanunun 119/1’inci kapsamında
kalan eylemlerin suç sayılmaması nedeniyle sanığın beraatine
karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanıklara atılı suçların sübutuna
ilişkindir.
Daire; sanıklara atılı suçların sübutunun kuşkulu olduğunu kabul
ederken; Başsavcılık; sanıklara atılı suçların sübuta erdiğini, tüm suçlardan
sanıklar hakkında mahkûmiyet kararı verilmesi gerektiğini ileri sürerek
Daire kararına itiraz etmiştir.
Sanık Tbp.Atğm. M.A.İ.’nin revir baştabip vekili, sanık Sağ.Astsb.
Kd.Çvş. H.Ö.’nün revir ikmal astsubayı olarak görevli oldukları,
28.11.2005 tarihinde saat 11.00 sıralarında görevden dönen sanık Atğm.
M.Aİ.’nin revir eczanesinde sanık Astsb. H.Ö. ile birlikte dolap
yerleştirmekte olan Çvş. V.Y.’yi vizite kaydı yaptırmak için yanına
çağırdığı, çavuşun gelmemesi üzerine tekrar eczaneye giderek emrini
tekrarladığı, birlikte eczaneden çıktıktan sonra kapının sertçe kapanması
232
üzerine geri dönerek sanık Astsb. H.Ö.’ye “Astsubayım askerî niye
göndermiyorsun, kapıyı bu şekilde kapatamazsınız” dediği, hasta
muayenelerini bitirdikten sonra olayı anlatmak amacı ile karargâh bölük
komutanı ve kurmay başkanı ile görüşmek istediği, ancak her ikisini de
bulamayarak revire döndüğü, saat 12.00 sıralarında revirde görevli
askerleri toplayarak emirlerine neden uyulmadığını sorduğu, Çvş. V.Y.’ye
sabahki olay ile ilgili, Er B.Y.’ye de birkaç gün önce Astsb. H.Ö. ile
arasında geçen olay ile ilgili tutanak tutmalarını söylediği, baştabip odasına
geçmesinden bir süre sonra sanık Astsb. H.Ö.’nün kapıyı çalmadan
kızgınlıkla odaya girip kapıyı kapatarak, sanık Atğm. M.A.İ.’ye “ne bu
tutanak sen nasıl kurmay başkanının yanına beni şikâyete gidersin, biz sana
bu güne kadar abi dedik lan, ben sana bu güne kadar bir saygısızlık
yapmadım, beraber yemeğe gittik geldik” dediği, yanına giderek kolunu
tuttuğu, sanık Atğm. M.A.İ.’nin sakin olmasını söyleyerek diğer sanığı
ittiği, sanık Astsb. H.Ö.’nün, diğer sanığın üstüne yürümesi nedeniyle
sanık Atğm. M.A.İ.’nin diğer sanığa bir tokat (yumruk) salladığı ve yere
düştüğü, sanık Astsb. H.Ö.’nün, “bana tokat atarsın ha” diyerek sanık
Atğm. M.A.İ. yerde iken belinden silâhını çıkartmaya çalıştığı, sanık
Atğm. M.A.İ.’nin yerden kalkarak diğer sanığın silâhın emniyetini
açmasını ve kullanmasını engellemeye çalıştığı, silâhın tetiğini çekmesini
önlemek amacıyla parmaklarını silâhın tetik boşluğuna soktuğu, karşılıklı
olarak mücadele ettikleri, sanık Atğm. M.A.İ.’nin silâhı başka bir yöne
doğrultmaya çalıştığı, ancak zaman zaman daha güçlü olan sanık Astsb.
H.Ö. tarafından silâhın sanık Atğm. M.A.İ.’ye yöneltildiği, sanık Astsb.
H.Ö.’nün karşılıklı mücadele sırasında “sen beni nasıl şikâyet edersin”
şeklinde bağırdığı, bir süre sonra yorulan sanık Atğm. M.A.İ.’nin “bana ve
sana yazık, gençliğine yazık olmasın, Hakan artık gücüm kalmadı, ne
yapacaksan yap ama sakin ol” diyerek ellerini silâhtan çektiği, diğer
sanığın da silâhını kılıfına koyduğu, odada dolanırken eliyle odanın sabit
olan kapısının camına vurarak kırdığı, bağrışma ve gürültü üzerine odaya
giren kişilerin sanıklar tarafından dışarı çıkmalarının istendiği, bir süre
sonra olay yerine gelen P.Kd.Bçvş. O.K. ve P.Bçvş. E.A.’nin odadan
çıkmayarak sanıkları sakinleştirdikleri, sanık Astsb. H.Ö. hakkında
düzenlenen tabip raporunda; sağ kulak arkasında boyunda 3 adet (4 cm, 3
233
cm ve 2 cm uzunluğunda) sıyrık ve etrafında 3X2 cm çapında ekimoz, sağ
elde avuç içinde ödem ve hareketle birlikte hassasiyet, sol el 1’nci
parmakta dorsal yüzünde tırnak kenarında 1 cm’lik yüzeysel kesik, el bilek
dorsalında 0,5 cm kesi, sol el 5’inci parmak dış kenarında yaklaşık 5 cm
uzunluğunda yüzeysel çizik mevcut olduğu ve yumuşak doku injurisi
olarak değerlendirildiği, bu hâlinin 3 (üç) gün iş ve gücüne mani olacağının
bildirildiği, sanık Atğm. M.A.İ. hakkında düzenlenen tabip raporunda; sağ
el 3’üncü parmakta yüzeysel erozyon olduğu, kesin raporunun psikiyatri
polikliniği tarafından verilmesinin uygun olacağının ve 10 (on) gün
istirahatının uygun olduğunun belirtildiği, böylece sanık Tbp.Atğm.
M.A.İ.’nin astı olan diğer sanığa tokat (yumruk) atarak asta müessir fiil
suçunu işlediği ileri sürülerek, sanık Sağ.Astsb.Kd.Çvş. H.Ö.’nün, amiri
olan diğer sanığa “biz sana bu güne kadar abi dedik lan” diyerek amire
hakaret suçunu, silâh çekip emniyetini açmaya çalışmakla silâhla amire
fiilen taarruza teşebbüs suçuna işlediği ileri sürülerek, cezalandırılmaları
istemiyle açılan kamu davaları nedeniyle sanıklar hakkında tüm suçlardan
mahkûmiyetlerine yeterli delil bulunmadığı gerekçesiyle beraat kararları
verilmiştir.
Uyuşmazlık konusunun, sanıklar hakkındaki tüm suçlarla ilgili
olarak şüpheden arınmış yeterli deliller elde edilemediği gerekçesiyle
beraat kararı verilmesine ilişkin olması nedeniyle öncelikle yargılama
aşamalarında toplanan delillerin takdir ve değerlendirilmesinde dikkate
alınması gereken yasal düzenleme ve ilkelerin gözden geçirilmesinde yarar
bulunmaktadır.
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın “Delillerin takdir
yetkisi” başlıklı 217’inci maddesi;
“(1) Hâkim kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda
tartışılmış delilere dayandırabilir. Bu deliller hâkimin vicdanî kanaatiyle
serbestçe takdir edilir.
(2) Yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü
delille ispat edilebilir.” hükmünü içermektedir.
Bilindiği gibi ceza yargılamasının amacı hiçbir duraksamaya yer
vermeden maddî gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Ceza yargılama
sistemimizde, suçun varlığının ve sanığın sorumluluğunun, kanunun
yasakladığı hâller dışında her türlü delille saptanabileceği kabul edilmiştir.
234
Böylece önceden değerlendirilmiş, hâkimi bağlayan kanunî delil
sisteminin aksine, delillerin hâkim tarafından olaysal olarak
değerlendirilmesi esası benimsenmiştir. Delil serbestisi ilkesi, ceza
yargılamasında hem her şeyin delil olabileceğini ve hem de delillerin
serbestçe değerlendirilmesini öngörmektedir. Ancak gerçeğe ulaşmanın ve
hatadan sakınmanın yollarını mantık gösterdiğinden mahkeme veya hâkim
ispat konusunda mantık kurallarıyla bağlıdır. Başka bir anlatımla hâkimin,
dava nedeniyle elde edilen delili serbestçe değerlendirmesi, o delilden
istediği sonucu çıkarması anlamına gelmemektedir. Delilden çıkarılan
sonucun mantık ve tecrübe kurallarına uygun olması gerekmektedir.
Delillerin serbestçe değerlendirilmesi keyfîlik anlamına da gelmeyip, delil
olarak değerlendirilecek şeylerin, gerçekçi, akılcı, olayı yansıtıcı,
kanıtlamaya elverişli ve hukuka uygun olarak elde edilmiş olması gerektiği
kuşkusuzdur. Hâkim ya da mahkeme delilleri değerlendirme ve hüküm
kurma yönünden bağımsız ise de, hüküm kurulurken gösterilen gerekçenin
hukuka ve dosya içeriğine uygun bulunması, toplanan bilgi ve belgelerin
yerinde takdir edildiğini gösterir biçimde geçerli, yeterli ve yasal olması
gerektiği de bir zorunluluktur.
Dava konusu olaylar, iddianamede ayrıntılı olarak açıklandığı ve
yukarıda özetlendiği gibi, sanıkların revir baştabibi odasında yalnız
oldukları sırada meydana gelmiş olup, sanıkların birbirine yönelik fiilen
taarruz, müessir fiil ve hakaret niteliğindeki eylemleri ile ilgili olarak
görgüye dayalı bilgisi olan tanık bulunmamaktadır. Ancak, tanıkların
bulunmadığı bir ortamda gerçekleşen olaylarda, sanıklar arasında olay
öncesinde yaşanan tartışma, atışma, gerginlik, hakaret gibi davranışlar ile
sanıkların kapalı odada bulundukları sırada dışarıdan bağrışma ve
gürültüler duyulması ve olayın hemen sonrasında olay yerine gelen ve
gelişmelere tanık olanların beyanlarının değerlendirilmesi, tabip raporu
gibi objektif delillerin dikkate alınması ve tarafların anlatımlarının hayatın
olağan akışı, mantık ve tecrübe kurallarına uygun düşüp düşmediğinin de
tüm boyutlarıyla tartışılıp irdelenmesiyle bir sonuca varılmalıdır.
Sanıkların birbirine yönelik eylemlerinin temelinde olay günü vizite
öncesinde yaşanan gerginliğin yattığı açıktır. Sanık Atğm. M.A.İ.’nin,
vizite kaydını yaptırmak üzere diğer sanıkla birlikte çalışmakta olan bir
askeri almasına tepki gösteren sanık Astsb. H.Ö.’nün daha sonra sanık
Atğm. M.A.İ. tarafından bu durumun şikâyet konusu yapılmak istendiğini
ve bu amaçla tutanaklar tuttuğunu öğrenmesi üzerine kızgınlıkla odasına
girip kapıyı kapattıktan sonra eylemlerin geliştiği anlaşılmakta olup;
eylemlerin yapılan açıklamalar ışığında ayrı ayrı değerlendirilmesi
gerekmektedir.
235
Sanık Tbp.Atğm. M.A.İ.’ye atılı asta müessir fiil suçuna ilişkin
hükmün incelenmesi:
Olaylar öncesinde yaşanan gelişmeler üzerine kendisini şikâyet
girişiminde bulunduğunu öğrendiği sanık Atğm. M.A.İ.’nin çalışma
odasına kızgınlıkla girip, masasına kadar yaklaşıp kolundan tutan ve
ikazlara rağmen eylemini sürdüren sanık Astsb. H.Ö.’ye karşı sanık Atğm.
M.A.İ.’nin önce onu itmek, daha sonra yumruk (tokat) savurmak suretiyle
müessir fiilde bulunduğu sanık Astsb. H.Ö.’nin beyanı ve hakkında
düzenlenen rapor içeriğinden anlaşılmaktadır. Rapor içeriğindeki bazı
bulguların daha sonra aralarında gelişen silâh çekme eyleminin
engellenmesi sırasında oluşması olasılığı da bulunmaktadır.
Ancak, ASCK’nın 119/1’inci maddesi; “Bir madunun fiilî
taarruzlarını defetmek yahut mübrem ve müstacel bir zaruret ve tehlike
hâlinde verdiği emirlere riayet ettirmek için bir mafevk tarafından yapılan
müessir fiiller, makam ve memuriyet nüfuzunu suiistimal telakki edilmez
ve suç sayılmaz.” hükmünü içermektedir.
Olayın nedeni ve gelişim biçiminden sanık Atğm M.A.İ.’nin astı olan
diğer sanığa yönelik müessir fiil niteliğindeki eyleminin, diğer sanığın
üstüne yürüyüp kolundan tutması ve son aşamada belindeki silâhı
kılıfından çıkarıp kendisine doğrultmaya varan fiilî taarruzlarını defetmeye
yönelik olduğu, sanığın eyleminin ASCK’nın 117’inci maddesinde
düzenlenen asta müessir fiil suçu kapsamında değerlendirilemeyeceği, aynı
kanunun 119/1’inci kapsamında kalan eylemlerin suç sayılmaması
nedeniyle sanığın beraatine karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Askerî mahkemece, ASCK’nın 117/1’inci maddesi gereğince
cezalandırılması istemiyle açılan kamu davası nedeniyle sanığın
mahkûmiyetine yeterli ve inandırıcı delil yokluğu gerekçesiyle değil,
sanığın eyleminin astının fiilî taarruzlarını defetmeye yönelik olduğunun
kabulü ile beraat kararı verilmesi gerekmekle birlikte; farklı gerekçeye
dayanan beraat kararında sonuç itibariyle hukuka aykırılık bulunmadığı
anlaşıldığından; Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
Sanık Sağ.Astsb.Kd.Çvş. H.Ö.’ye atılı silâhla amire fiilen taarruza
teşebbüs suçuna ilişkin hükmün incelenmesi:
Mağdur/sanık Tbp.Atğm. M.A.İ. aşamalarda saptanan ve tutarlılık
arz eden tüm beyanlarında, sanık Astsb. H.Ö.’nün, kızgınlıkla odaya
girdiğini, “ne bu tutanak, sen nasıl kurmay başkanına şikâyete gidersin,
236
sana abi dedik lan” dediğini, masanın yanına gelerek kolunu tuttuğunu,
bağırmaya başladığını, ayağa kalkarak sakinleştirmeye çalıştığını,
uzaklaştırmak için kendisini ittiğini, tekrar üstüne geldiğini son itişinde
kenara çekilmesiyle yere düştüğünde, sanık Astsb. H.Ö.’nün belinden
silâhını çıkarıp kendisine doğrulttuğunu, bunun üzerine emniyetini
açmasını ve tetiğine basmasını engellemek için, parmaklarını silâhın tetik
boşluğuna soktuğunu, silâhı başka yöne yöneltmeye çalıştığını, silâhın
zaman zaman kendisine yöneldiğini, bu şekilde mücadele ettiklerini, bir
süre sonra yorulduğunu ve diğer sanığa “artık gücüm kalmadı, ne
yapacaksan yap, ama sakin ol” diyerek silâhtan ellerini çektiğini, elindeki
yaralanmanın silâhın tetik boşluğuna sokması nedeniyle meydana
geldiğini, diğer sanığın silâhını kılıfına koyduktan sonra oda içinde dolaşıp
eliyle odanın sabit olan kapısının camına vurarak kırdığı, yaralanan eline
müdahale etmek istediğinde diğer sanığın izin vermediğini açıklamaktadır.
Sanık Astsb. H.Ö. ise; açık olan baştabip odasının kapısını çalarak
içeri girdiğini, masanın yanına kadar gittiğini, Atğm. M.A.İ.’nin masadan
kalkarak üzerine geldiğini, yumruk salladığını, kendisinin geriye çekilmesi
üzerine Atğm. M.A.İ.’nin yere düştüğünü, kalkarak tekrar üzerine
geldiğini, kendisini korumak amacıyla Atğm. M.A.İ.’yi ittiğini, odadan
geri geri çıkarken dönmek istediği sırada tökezleyerek düştüğünü, elinin
kapıya çarptığını, kapının camının kırıldığını, bu nedenle elinin kesildiğini,
Atğm. M.A.İ.’ye silâh çekmediğini ve taarruzda bulunmadığını
belirtmektedir.
Diğer taraftan; sanık Astsb. H.Ö., olayda kullanılan silâhla ilgili
olarak askerî savcı tarafından saptanan ifadesinde; silâhının kilitli olarak
dolabında bulunduğunu söylemişken; askerî mahkemece saptanan
sorgusunda; olay sırasında silâhın belinde ve kılıfında olduğunu
açıklamıştır.
Sanıklar arasında baştabip odasında meydana gelen olayı
görmemekle birlikte, olay öncesinde yaşanan gelişmeler ve sanıkların
bulunduğu odadan gelen bağrışma ve gürültü ile son olarak cam kırılması
üzerine olay yerine giden ve bir kısmı da sanıkları sakinleştirmeye çalışan
tanıklar Çvş V.Y., Er B.Y., Çvş. Ö.N., Atğm B.D., Uzm.Çvş. H.U., Bçvş.
O.K., Bçvş. E.A., Bçvş. H.K., Üçvş. M.E. ve Er K.G.’nin anlatımlarından
da sanıklar arasındaki olayın sohbet veya tartışma niteliğinde olmayıp,
aksine fiilî bir durum arz ettiği sonucuna varılmaktadır.
237
Mağdur/sanık Atğm. M.A.İ.’nin samimîyet ve tutarlılık içeren
anlatımları, parmaklarında meydana gelen yaralanmaya ilişkin tabip
raporuyla doğrulandığı gibi, olaydan çok kısa bir süre sonra 2.12.2005
tarihinde askerî savcı tarafından çektirilen fotoğraflarda da bu durum
açıkça görülmekte; yukarıda belirtilen tanıkların odada meydana gelen olay
öncesindeki ve odadan gelen bağrışma ve gürültüler ile son olarak cam
kırılması üzerine odaya girdiklerinde gözledikleri duruma ilişkin
beyanlarıyla da desteklenmektedir.
Açıklanan nedenlerle, mağdur/sanık Atğm. M.A.İ.’nin beyanlarına
itibar edilmemesi için makul bir neden bulunmaması karşısında, sanık
Astsb. H.Ö.’nün, amiri olan mağdur/sanık Atğm. M.A.İ. ile aralarında
gelişen olayların son aşamasında belindeki kılıfından çıkardığı silâhını
mağdur/sanık Atğm. M.A.İ.’ye doğrulttuğu, silâhın kullanılmasının
mağdur/sanık Atğm. M.A.İ. tarafından güçlükle önlenebildiği, bir süre
devam eden karşılıklı mücadele sonrasında mağdur sanığın güçsüz kaldığı,
diğer sanığında silâhlı eylemini sona erdirmekle birlikte oda içinde dolanıp
kapının camına vurarak kırdığı, aralarında geçen olayın karşılıklı konuşma
veya tartışma boyutlarında bulunmadığının açıkça ortada olduğu, sanık
Astsb. H.Ö.’nün mağdur sanığa silâh doğrultma eylemi öncesinde gelişen
amirinin üstüne yürümek, kollarından tutmak şeklindeki davranışlarının
dahi amire fiilen taarruz niteliğinde bulunduğu, sanık Astsb. H.Ö.’ye atılı
silâhla amire fiilen taarruza teşebbüs suçunun tüm unsurlarıyla oluştuğu
sonucuna varıldığından; Başsavcılık itirazının kabulü ile sanık hakkındaki
beraat hükmünün onanmasına ilişkin Daire kararının kaldırılmasına, beraat
hükmünün sübut yönünden bozulmasına, karar verilmiştir.
Sanık Sağ.Astsb.Kd.Çvş. H.Ö.’ye atılı amire hakaret suçuna ilişkin
hükmün incelenmesi:
Sanıklar arasında gelişen olaylar nedeniyle kendisi hakkında
şikâyet girişiminde bulunulduğunu öğrenen sanık Astsb. H.Ö.’nün kapıyı
çalmadan kızgınlıkla baştabip odasına girip kapıyı kapatarak, mağdur/
sanık Atğm. M.A.İ.’ye, “ne bu tutanak, sen nasıl kurmay başkanının
yanına beni şikâyete gidersin, biz sana bu güne kadar abi dedik lan, ben
sana bu güne kadar bir saygısızlık yapmadım, beraber yemeğe gittik
geldik” şeklinde sözler sarf etmek suretiyle amire hakaret suçunu işlediği
238
iddiasıyla kamu davası açılmış ise de; sanık Astsb. H.Ö.’nün mağdur/
sanık Atğm. M.A.İ.’ye karşı “lan” sözünü sarf ettiğinin mağdur sanığın
beyanı dışında hiçbir delille desteklenmediği, belirtilen sözün sarf
edildiğinin mağdur/sanık Atğm. M.A.İ.’nin soyut iddiasından ibaret
kaldığı, mağdur sanığın anlatımları tutarlılık arz etmekle birlikte eylemin
niteliği de dikkate alındığında sadece mağdur sanığın beyanından ibaret
olan delille atılı suçun işlendiğinin kabul edilemeyeceği, sanık Astsb.
H.Ö. tarafından amiri olan mağdur/sanık Atğm M.A.İ.’ye karşı belirtilen
sözün sarf edildiğinin en azından kuşkulu kaldığı, bu durumun sanık
lehine yorumlanması gerektiği, bu nedenle sanık hakkında atılı suçtan
beraat kararı verilmesinde hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna
varıldığından; Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
239
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/1609
K. No. : 2007/1602
T.
: 18.7.2007
ÖZET
Sanığın, söz konusu şarjör ve mermileri kullanmak ya
da faydalanmak gibi bir kastı olmayıp; arkadaşının zarar
görmesine yönelik olarak, ancak askerî eşya olduğunu bildiği
şarjörü, içindeki mermilerle birlikte denize atmak suretiyle
kullanılmaz hâle getirdiği anlaşıldığından, eyleminin, askerî
eşyayı kasten tahrip etmek suçunu oluşturduğunun kabulünde
bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece;
1. Sanık R.Y.’nin 21.2.2005 tarihinde askerî eşyayı kasten tahrip
etmek suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 130/1-2,
765 sayılı TCK’nın 47 ve 5237 sayılı TCK’nın 62/1’inci maddeleri
uyarınca sonuç olarak 29 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, 647
sayılı Kanunun 6’ncı maddesi uyarınca bu cezanın ertelenmesine,
müşahede altında geçirdiği sürelerin mahsubuna, 33.20 YTL tutarındaki
hazine zararı ile 11.20 YTL tutarındaki nispî harcın sanıktan tahsiline,
2. Sanık Y.G.’nin eyleminin 477 sayılı Kanunda yer alan nöbet
talimatına aykırı hareket etmek suçunu oluşturduğu kabul edilerek askerî
mahkemenin görevsizliğine, dosyanın sanık hakkında yargılama
yapmakla görevli Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Disiplin Mahkemesine
gönderilmesine karar verilmiştir.
240
Bu hükümler;
1. Komutan adına adlî müşavir tarafından özetle; “Kendini
savunamayacak derecede akıl hastası olan R.Y.’ye zorunlu müdafii tayin
edilmemesinin savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde olduğu, 765
sayılı TCK’nın 47’nci maddesi yerine, lehe olduğu hâlde 5237 sayılı
TCK’nın 32’nci maddesinin uygulanmamasının hatalı olduğu, lehe kanun
uygulamasında karma sistemin tercih edilmesinin yasaya aykırı olduğu.”
sebepleriyle sanık lehine olarak;
2. Askerî savcı tarafından, özetle; “Sanıkların eylemlerinin
mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu
oluşturduğu” sebepleriyle, ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, sanık R.Y.’ye isnat edilen suçun “askerî eşyayı
çalmak suçunu oluşturması nedeniyle hükmün suç vasfından bozulması;
sanık Y.G. hakkındaki görevsizlik kararının onanması yönünde görüş
bildirilmiş, sanık R.Y.’ye 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre
tebliğ edilen bu tebliğnameye cevap verilmemiştir.
İstanbul Deniz İkmal Grup Komutanlığı emrinde askerlik
hizmetini yapmakta olan sanıkların, birlik komutanlığınca yazılan nöbet
çizelgesine göre; 21.2.2005 günü 21:00-24:00 saatleri arasında sahil
devriye nöbetçisi olarak görevlendirildikleri, aynı devriye güzergâhında
fakat ayrı ayrı yerlerde nöbet tutan sanıklardan Dz.Mhfz.Er R.Y.’nin,
nöbet esnasında uyumasına sinirlendiği diğer nöbetçi Dz. Mhfz. Er
Y.G.’nin tüfeğine takılı olan ve içinde 20 adet mermi olan şarjörünü
gizlice alarak denize attığı, nöbet bitiminde kaybolduğuna inanılan
şarjörün bütün aramalara rağmen bulunamadığı, ancak ertesi gün sanık
Recep’in şarjörü denize attığını söylemesi ve yerini göstermesi üzerine,
mıknatısla yapılan arama sonucunda şarjörün denizde bulunarak
çıkarıldığı, ancak şarjörde bulunan 20 adet mermi kullanılamaz hâle
geldiği için 33.20 YTL hazine zararı oluştuğu tüm dosya kapsamından
anlaşılmaktadır.
Belirtilen bu olay nedeniyle, askerî mahkemece isabetle
belirtildiği gibi; sanıklardan Dz.Mhfz.Er Y.G.’nin devriye nöbeti
sırasında uyumuş olmasına rağmen, diğer sanığın aynı yerde nöbetçi
olması nedeniyle birlik emniyetinin zaafa uğratıldığını söylemenin
mümkün olmadığı, bu sanığın şarjörünün diğer sanık tarafından sadece
241
nöbet hizmeti esnasında değil her zaman alınıp denize atılmasının
mümkün olduğu, şarjörün uyumasından istifade ile alınarak denize
atılmasının suç teşkil eden bir eylem olması nedeniyle nöbet talimatına
aykırı hareket etmek suçu bakımından mazarrat teşkil etmediği, meydana
gelen maddî hazine zararı ile sanık Yüce’nin eylemi arasında illiyet bağı
bulunmadığı anlaşıldığından; askerî savcının sanıklardan Dz.Mhfz.Er
Y.G. hakkındaki suç vasfına yönelik temyiz isteminin reddi ile hukuka
uygun bulunan görevsizlik kararının onanmasına karar verilmiştir.
Bu oluş şekline göre sanık Recep’in, ifadesine göre daha önceki
nöbetlerinde de uyuduğu için muğber olduğu ve olay günü de yine
uyuduğu için sinirlendiği diğer sanık Y.G.’nin mağdur olması için onun
tüfeğine takılı şarjörü çıkarıp denize attığı anlaşılmaktadır. Sanığın, söz
konusu şarjör ve mermileri kullanmak ya da faydalanmak gibi bir kastı
olmayıp; arkadaşının zarar görmesine yönelik olarak, ancak askerî eşya
olduğunu bildiği şarjörü, içindeki mermilerle birlikte denize atmak
suretiyle kullanılmaz hâle getirdiği anlaşıldığından; askerî mahkemece
eyleminin, askerî eşyayı kasten tahrip etmek suçunu oluşturduğunu
kabulde bir isabetsizlik bulunmadığından, sanığın eyleminin, mazarratı
mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu oluşturacağına
ilişkin askerî savcının temyiz sebebinde isabet görülmediği gibi, suç
vasfının askerî eşyayı çalmak suçunu oluşturacağına ilişkin tebliğnamede
yazılı görüşe de itibar olunmamıştır.
Suç ve hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 353 sayılı Kanunun
87’nci maddesinde, “sanığın kendisini savunamayacak derecede beden
ve akılca sakat bulunması hâlinde ve müdafii de bulunmazsa askerî
mahkemece kendisine bir müdafii tutulabileceği” hükmü bulunmakta
iken; 29.6.2006 gün 5530 sayılı Kanunun 62’nci maddesi ile bu hüküm
yürürlükten kaldırılmış ve askerî mahkemelerde de uygulanacak 5271
sayılı Kanunun 150’nci maddesi ile “şüpheli ve sanığın kendisini
savunamayacak derecede malûl olması ve bir müdafii de bulunmaması
hâlinde istemi aranmaksızın mahkemece kendisine bir müdafii
görevlendirileceği” hüküm altına alınmıştır.
Somut olayda, askerî mahkemece usulüne uygun olarak
müşahedesine karar verilen ve 17.5.2005-18.5.2005 tarihleri arasında
müşahede altında tutulan sanığın, müşahedesi sonucu düzenlenen adlî
raporda, suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı Kanunun 47’nci
maddesinden yararlanabileceği belirtilmiş ise de; bu adlî raporda sanığın
242
mevcut durumunun normal olduğunun, ancak suç tarihlerinde cezaî
ehliyetini etkileyecek bir akıl ve ruh hastalığı olduğu, şuur ve hareket
serbestisinin tam olmadığı tıbbî kanısı belirtilmiş, sanık hakkında
düzenlenen sağlık raporunda da suç tarihlerinde ve hâlen askerliğe
elverişli olduğu tespit edilmiştir. Bu açıklamalar ışığında sanığın, askerî
mahkeme huzurunda yüklenen suçla ilgili mantıklı savunma yaptığı,
duruşma tutanağına herhangi bir olumsuzluğunun yansıtılmadığı,
kendisini savunamayacak derecede akıl hastası olduğuna dair bir tespitin
bulunmadığı, adlî raporda belirtilen ve sadece suç tarihî itibarıyla
cezadan indirim sebebi olan 765 sayılı TCK’nın 47’nci maddesinden
yararlanabileceğinin belirtilmiş olmasının, sanığın 353 sayılı Kanunun
87’nci maddesi anlamında akıl hastası olduğuna delâlet etmeyeceği
sonucuna ulaşıldığından; adlî müşavir tarafından ileri sürülen kendini
savunamayacak derecede akıl hastası olan R.Y.’ye zorunlu müdafii tayin
edilmemesinin savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde olduğuna
yönelik temyiz sebebi de kabule değer bulunmamıştır.
Ancak, sanık hakkında Kasımpaşa Deniz Hastahanesi Sağlık
Kurulunun 18.5.2005 gün ve 1303 sayılı raporuyla “geçirilmiş anksiyete
bozukluğu” tanısı konarak suç tarihlerinde ve gözlem tarihinde askerliğe
elverişli olduğu belirlenmiş ve aynı hastahanede müşahedesi sonucu
düzenlenen adlî raporda suç tarihinde ceza ehliyetinin tam olmadığı ve
ceza ehliyetini etkileyecek nitelikte bir akıl ve ruh hastalığı
bulunduğundan,
765
sayılı
TCK’nın
47’nci
maddesinden
yararlandırılması gerektiği sonucuna varılmış ve bu tespit doğrultusunda
mahkemece, sanık hakkında 765 sayılı TCK’nın 47’nci maddesi uyarınca
cezada indirim yapılmış ise de;
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren ve hüküm tarihî itibarıyla
yürürlükte bulunan 5237 sayılı TCK’nın 32’nci maddesinde akıl hastalığı
konusu farklı şekilde düzenlenip, 1’inci fıkrada işlediği fiilin hukukî
anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya fiille ilgili olarak davranışlarını
yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiler arasında ceza
sorumluluğu bakımından fark gözetilmemiş; ayrıca sözü edilen maddenin
2’nci fıkrasıyla Türk Ceza Hukukuna önemli bir yenilik getirilerek,
1’inci fıkrada yazılı derecede olmayan yani algılama ve irade yeteneğini
tamamen kaldırmayan veya bunları önemli derecede azaltmayan akıl
sağlığındaki ve bilinçteki bozukluk nedeniyle, işlediği fiilin haksız
niteliğini tam olarak değerlendiremeyen failler hakkında ceza indirimi ya
da ceza süresi kadar güvenlik tedbiri uygulaması öngörülmüştür.
243
Ancak, askerî mahkemece 18.7.2005 tarihinde (5237 sayılı
TCK’nın yürürlüğe girmesinden sonra) hüküm kurulur iken; mülga 765
sayılı TCK’nın 47’nci maddesi uyarınca 2/3 oranında indirim yapılmış
ise de; hangi nedenle 5237 sayılı TCK’nın 32’nci maddesi uyarınca bir
uygulama yapılmadığı hususuna hükmün gerekçesinde yer verilmemiştir.
Cezadan yapılacak indirim oranına göre 765 sayılı TCK’nın 47’nci
maddesi, 5237 sayılı Kanunun 32/2’nci maddesinden daha lehe olmakla
birlikte, sanığın suç tarihlerindeki aklî durumunun 5237 sayılı TCK’nın
32/1 veya 2’nci maddesi kapsamında değerlendirilmediği görülmüştür.
Askerî mahkemece, mülga 765 sayılı Kanunun 47 ve 5237 sayılı
TCK’nın 32’nci maddelerinden hangisinin sanığın lehinde olduğunun
tartışılması ve hangi nedenle mülga TCK’nın 47’nci maddesinin
uygulanmaya esas alındığının hükmün gerekçesinde tartışılıp
değerlendirilmesi için sanığın durumunun 5237 sayılı TCK’nın 32’nci
maddesi kapsamında araştırılması ve sonucuna göre hüküm kurulması
gerektiğinden hükmün bu nedenle bozulmasına karar verilmiştir.
Bozma sebebinin yanında, 30.12.2004 tarihli 5281 sayılı Kanunun
43’üncü maddesiyle değişik 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/a maddesi
gereğince, 2005 yılı itibariyle 50 YTL’nin altındaki hazine zararı için
nispî harca hükmedilemeyeceği belirtildiğinden, bu istisna miktarının
altında kalan 33.20 YTL tutarındaki hazine zararı nedeniyle nispî harca
hükmedilmesi yönündeki uygulamanın yasaya aykırı olduğuna da işaret
edilmiştir.
244
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2007/1651
K. No. : 2007/1616
T.
: 26.9.2007
ÖZET
Astsubaylara ilk nasıp istihkakı olarak verilen zatî
tabancanın, askerî eşya vasfını taşımamasından dolayı;
kendisine teslim edilen bu nitelikteki tabancayı kaybeden
sanık hakkında hizmete mahsus askerî eşyayı kaybetmek suçu
oluşmaz.
Askerî mahkemece; hükümlünün Mart 2004 ayı içerisinde
kendisine askerî hizmetlerde kullanılması için tevdi edilmiş olan 1630
seri numaralı 9 mm çapında Kırıkkale tabancasının muhafazasında
gerekli dikkat ve itinayı göstermeyip geçerli bir mazereti olmaksızın
kaybolmasına sebebiyet vermek suretiyle “hizmete mahsus askerî eşyayı
özürsüz kaybetmek” suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 130/1,
130/2, 5237 sayılı TCK’nın 62, 50 ve 52/2’nci maddeleri uyarınca 957,YTL adlî para cezası ile cezalandırılmasına, cezanın ertelenmesi
yönündeki talebin reddine, adlî para cezasının 10 eşit aylık taksitler
hâlinde tahsil edilmesine, taksitlerden birinin zamanında ödenmemesi
durumunda geri kalan miktarın tamamının bir defada ödettirilmesine ve
ödenmeyen adlî para cezasının hapse çevrilmesine, 275,-YTL hazine
zararının ASCK’nın 130/3’üncü maddesi uyarınca hükümlüden tazmin
ettirilmesine, 14,80 YTL nispî harcın 492 sayılı Harçlar Kanunun 1 no.lu
tarifesi gereğince hükümlüden alınmasına karar verilmiştir.
Bu hüküm; temyiz edilmeksizin 20.1.2006 tarihinde
kesinleşmiştir.
Hazine zararı ve nispî harcın tahsil edilmesi işlemi Kayseri
Kaleönü Vergi Dairesince kayda alınmış; adlî para cezası ise ödenmediği
için 9 gün hapse çevrilerek hükümlü 4.2.2004-6.4.2006 tarihleri arasında
ceza evinde yatırılıp şartla tahliye edilmek suretiyle infaz edilmiştir.
245
Millî Savunma Bakanınca; hükümlüye ilk nasıp istihkakı olarak
verilen zatî tabancanın askerî eşya vasfını taşımaması nedeniyle “askerî
eşyayı özürsüz kaybetmek” suçunun oluşamayacağı belirtilip beraati
yerine mahkûmiyetine karar verilmesinin kanuna aykırılık oluşturduğu
görüşüyle hükmün bozulması için “kanun yararına bozma” isteminde
bulunulmuştur.
31.5.2004 gün ve 2004/47 sayılı bakanlık onayı ile
disiplinsizlikten ötürü Türk Silâhlı Kuvvetlerinden resen ayırma işlemine
tâbi tutulan hükümlünün 9.6.2004 tarihinde birliğinden fiilen ilişik kesme
işlemi yapılırken kendisine ilk nasıp istihkakı olarak verilmiş olan 1630
seri numaralı Kırıkkale marka 9 mm çaplı zatî tabancasını teslim
edemediği, bu tabancasını birkaç ay öncesi kaybetmiş olduğu,
hükümlünün bu suretle “askerî eşyayı özürsüz kaybetmek” suçunu
işlediği kabul edilerek yazılı şekilde cezalandırılmasına karar verilmiş
olduğu dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
ASCK’nın 130’ncu maddesinde düzenlenmiş olan “askerî eşyayı
özürsüz kaybetmek” suçunun oluşabilmesi için her şeyden önce
kaybedilen eşyanın “askerî eşya olması, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin
mülkiyetinde olması” gereklidir.
Konu ile ilgili yasal ve idarî düzenlemelere bakıldığında; durum
28.4.2004 günlü Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş olan
21.4.2004 gün ve 5143 sayılı “Türk Silâhlı Kuvvetlerinde İlk Nasıp
İstihkakına İlişkin” Kanunda ve “Kara Kuvvetleri Zor Alım ve Şahsî
Silâh Yönergesi” (KKY 54-4 B)’nde düzenlenmiştir.
10.7.1944 tarihli ve 4068 sayılı “Muvazzaf Subay ve Askerî
Memurlara verilecek Elbise ve Teçhizat Hakkında Kanun” ile 12.8.1971
tarihli ve 1468 sayılı “Türk Silâhlı Kuvvetlerinden Astsubay
Nasbedilenlere Giyecek ve Teçhizat Verilmesi Hakkındaki Kanun”u
yürürlükten kaldırmış olan 5143 sayılı Yasanın 3/1’inci maddesi “Bu
kanun kapsamına giren personele, ilk nasıplarında, birer adet ordu tipi
tabanca ve birer kutu mermi..... verilir” hükmünü, 6’ncı maddesi “Bu
kanuna ve çıkarılacak yönetmeliğe göre verilecek tabanca ve mermiler,
Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ilişik kesilmedikçe hiçbir şekilde başkasına
verilemez ve devredilemez. Aksine davrananlar altı aydan bir yıla kadar
hapis cezası ile tecziye edilir” hükmünü taşımaktadır.
246
Yukarıda belirtilen Yönergenin Üçüncü Bölümünün 1/a maddesi;
“21 Nisan 2004 tarihli 5143 sayılı Kanun gereği subay (yedek subay
hariç), sözleşmeli subay, astsubay ve sözleşmeli astsubaylara ilk
nasıplarında birer adet ordu tipi tabanca ve birer kutu (25 adet) mermi
verilir.”,
Şahsî silâhların zayi edilmesi hâlinde yapılacak işlemler başlıklı
5’nci maddesi, “... zayi işleminde, silâha zayi kaydı konularak personelin
sorumluluğundan
çıkarılmakta,
ancak
personel
üzerinden
düşülmemektedir. Böylece silâh bulunduğu takdirde sahibine teslim
edilebilecektir....”,
Mahkeme kararı veya YAŞ kararı ile TSK’den ilişiği resen
kesilen personelin şahsî silâhlarına yapılacak işlemler başlıklı 8’nci
maddesi; “TSK’den resen ilişiği kesilen personelin ateşli silâh taşıma ve
bulundurma hakkı kalmadığından, ilişiği kesilirken şahsî silâhları birlik
komutanlığınca emanete alınarak çap, marka ve seri numaraları KK İkm.
ve Bkm. D.Bşk.lığına bildirilir. KK İkm. ve Bkm. D.Bşk.lığınca tanzim
edilerek birlik komutanlığına gönderilecek olan silâh menşei belgesine
istinaben emanette bulunan tabancaların ruhsat almasında sakınca
bulunmayan başka şahıslara altı ay içerisinde devir yapılması zorunlu
olup bu süre içerisinde devri yapılmayan silâhlar ruhsatsız silâh vasfı
kazanır. Yasal süre içerisinde bir başkasına devri yapılmamasından
dolayı ruhsatsız silâh vasfı kazanan bu silâhlar birlik komutanlığınca KK
İkm. ve Bkm. .Bşk.lığına bildirilerek verilecek emir doğrultusunda
1185’inci Sef.Mlz.Ana Depo K.lığına gönderme belgesi (muhteviyatlı)
ile gönderilir. Depo komutanlığınca TCK’nın 36’ncı maddesi gereğince
müsadere edilmesi amacıyla Cumhuriyet savcılığına müracaat edilir.
Müsadere işlemi tamamladıktan sonra zoralım silâh envanterine dâhil
edilir. Türk Silâhlı Kuvvetlerinden resen ilişiği kesilen personel şahsî
tabancalarını altı aylık yasal süre içerisinde Türk Silâhlı Kuvvetlerine de
hibe edebilir” hükümlerini taşımaktadır.
Bu yasal ve idarî düzenlemeler bir bütün olarak
değerlendirildiğinde ilk nasıplarında istihkak olarak verilen tabancanın
mülkiyetinin askerî kişiye geçtiği görülmektedir. Yakın koruma ve silâh
kullanma yetkisi gibi veriliş amacı gözetildiğinde bu tabancanın
başkalarına verilmesinin ve devredilmesinin yasaklanması da doğaldır.
247
Askerî hizmet ya da asker kişilik devam ettiği müddetçe zilyetliğe
getirilen bu kısıtlamalar mülkiyeti etkilememektedir. Nitekim TSK’dan
resen ilişiği kesilen personelin bu zatî tabancasını öngörülen süre
içerisinde “başkasına devir yapma zorunda olması” veya “ Türk Silâhlı
Kuvvetlerine hibe edebilme imkânının bulunması” da o zatî tabancanın
mülkiyetinin o asker kişide olduğunu göstermektedir. Eğer zatî
tabancanın mülkiyeti Devlette ya da Türk Silâhlı Kuvvetlerinde olmuş
olsaydı, o zatî tabancanın devri, hibe edilebilmesi ya da zoralıma tâbi
tutulması gibi işlemlere başvurulmasına zaten gerek kalmayacağı
ortadadır.
As.Yrg. 2.Dairesinin 19.1.2000 gün ve 2000/21-19 ile 11.2.2004
gün ve 2004/138-134 sayılı kararlarında yer alan görüşler de bu yöndedir.
Öte yandan Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 7.5.2002 gün ve 4/116-245
sayılı kararıyla; daha önce Emniyet Teşkilâtının kuvvesinde kayıtlı
Devlet malı sayılan “zatî demirbaş tabancaların”, buna ilişkin
yönetmeliğin değişikliğinden sonra Devlet malı sayılmalarına son
verildiği, ancak görevde kullanma koşullarının korunduğu düşüncesinden
hareketle saldırgan sarhoşluk suçundan sanık polis memurunun olayda
kullandığı zatî demirbaş tabancanın zoralımına karar verilmesi isabetli
görülmüştür.
As.Yrg.Drl.Krl.’nun 5.6.2003 gün ve 2003/58-57 sayılı kararıyla;
tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme neden olmak suçundan sanık
astsubayın olay sırasındaki silâhının, “zatî (şahsî)” tabanca olması
nedeniyle kendisine iade edilmesi gerektiği kabul edilmiştir.
Adlî ve Askerî Yargının yerleşmiş kararlarına göre zatî silâhla işlenen
taksirli suçlarda tabancanın sanığa iadesine; kastî suçlarda ise zoralımına
karar verilmesi de bu zatî tabancanın Devlete ait olmadığını
göstermektedir.
Bu itibarla sanığın kaybettiği askerî mahkemece kabul edilen zatî
tabancanın askerî eşya niteliğinde olmaması karşısında anılan suç yasal
unsurları bakımından oluşmadığından beraati yerine mahkûmiyetine
karar verilmiş olması yasaya aykırılık oluşturduğundan, Millî Savunma
Bakanının “kanun yaranına bozma” istemi yerinde görülerek
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına ve hükümlünün cezasının
kaldırılmasına karar verilmiştir.
248
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130, 136, 137
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2635
K. No. : 2007/2633
T.
: 11.12.2007
ÖZET
Sanığın, nöbet yerini terk edip, nöbeti nedeniyle
kendisine teslim edilen telsiz bataryasının (+) ve (-)
kutuplarını jelatinle birleştirmek suretiyle kor hâline getirerek
sigara yakması şeklinde gerçekleşen eylemi, askerî eşyayı
hususî menfaatinde kullanmak suçunu oluşturduğundan ve
verilen zararın miktarı önemli olmadığından, bu suçtan
yargılama yapmaya askerî mahkemeler görevlidir.
Sanığın 9.3.2005 tarihinde mazarratı mucip nöbet talimatına
aykırı hareket etmek suçunu işlediği iddiası ile açılan kamu davasının
yapılan yargılaması sonunda,
Askerî mahkemece; sanığın eyleminin ASCK’nın 136/1-B-C
madde ve fıkralarında belirtilen mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı
hareket etmek suçunu değil, 477 sayılı Disiplin Mahkemeleri Kanununun
52’nci maddesinde vücut bulan hizmete mahsus ve değeri 250 YTL’yi
geçmeyen eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek suçunu oluşturduğu
kabul edilerek, 353 sayılı Kanunun 9, 19/1 ve 176’ncı maddeleri uyarınca
mahkemenin görevsizliğine, dava dosyasının kararın kesinleşmesinden
sonra sanığın, 477 sayılı Kanunun 52’nci maddesi uyarınca
yargılanmasının temini için görevli Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay
Komutanlığı Disiplin Mahkemesine gönderilmek üzere Genelkurmay
Başkanlığı Askerî Savcılığına tevdiine karar verilmiştir.
249
Hüküm (Görevsizlik kararı); yasal süresi içinde askerî savcı
tarafından, nöbet talimatına aykırı hareketle meydana gelen zarar
arasında doğrudan doğruya bir ilişki, sebep netice ilişkisi bulunmasa bile,
dolaylı da olsa bir ilişkinin mevcudiyetinin ASCK’nın 136’ncı
maddesinin oluşması için yeterli olduğu, hasarın 250 Milyon TL’nin
altında olmasının ASCK’nın 136/1-B,C maddesinde belirtilen suçun
oluşumunu engellemeyeceği, eylemin mazarratı mucip nöbet talimatına
aykırı hareket etmek suçunu oluşturduğu ileri sürülerek; sanık tarafından,
yasal süre dışında suç işleme kastının bulunmadığı, eksik incelemeye
dayalı karar verildiği ileri sürülerek;
Temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, sanığın temyiz isteminin reddine ve görevsizlik
kararının bozulmasına karar verilmesi yönünde görüş bildirilmiştir.
Cumhurbaşkanlığı Mhfz.A.Mhf.Tb.Köşk Mhf.Bl.K.lığı emrinde
askerlik hizmetini yaptıktan sonra hâlen terhisli bulunan sanığın,
9.3.2005 tarihinde 03.00-05.00 saatleri arasında 39 no.lu sabit nöbet
yerinde nöbetçi olarak görevlendirildiği, saat 04.00’de nöbet yerinden
ayrılıp nöbet yerine 3 no.lu köpekli devriye nöbetçisi P.Er S.T.’yi
bırakarak 37 no.lu sabit nöbet yeri nöbetçisi P.Er E.K.’nın yanına gittiği,
telsizinin, bataryasını aldığı, (+) ve (-) kutuplarını jelatin ile birleştirip
jelatin kor gibi olunca sigarasını yaktığı, tekrar 39 no.lu sabit nöbet
yerine gelip P.Er S.T. ile beraber sigara içtiği ve bu durumun Köşk
Nöb.Sb.P.Ütğm. C.P. tarafından tespit edildiği, yapılan incelemede,
bataryanın bakalit kısmının (+) ve (-) uçları arasının eridiğinin ve aşırı
deşarjdan dolayı bataryanın şarj edilemez hâle geldiğinin belirlendiği,
olay nedeniyle 15,52 YTL Hazine zararı doğduğu maddî olay olarak
kabul edilen eylemle ilgili olarak, askerî mahkemece; sanığın eyleminin
477 sayılı Kanunun 52’nci maddesinde vücut bulunan hizmete mahsus ve
değeri 250 YTL’yi geçmeyen eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek
suçunu oluşturduğu kabul edilerek, yukarıda açıklandığı şekilde
görevsizlik kararı verilmiş ise de;
Sanığa tebliğ edilen nöbet talimatlarında telsiz kullanımı ile ilgili
bir düzenleme bulunmadığı, yine tebliğ edilen 590 no.lu günlük emirde
bataryaların (+) ve (-) kutuplarının birleştirilerek sigara yakılmasının
yasaklanmış olduğu, ancak konusu suç teşkil eden bir eylemle ilgili emir
şeklinde düzenleme yapılamayacağından, emir hâline getirilse bile bu
davranışının emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmayacağı açık
bulunmaktadır.
250
Askerî savcı, nöbet talimatına aykırı hareketle, meydana gelen
zarar arasında doğrudan doğruya bir ilişki bulunmasa bile, dolaylı da olsa
bir ilişkinin mevcudiyeti hâlinde ASCK’nın 136’ncı maddesi kapsamında
mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunun
oluşturacağını ileri sürmüş ise de, ortada aksine hareket edildiğini
gösterir ve sanığa tebliğ edilmiş nöbet talimatı bulunmadığı gibi, 590
no.lu günlük emrin nöbet talimatı olarak düşünülmemesi gerektiği
cihetle, askerî savcının temyizi kabule değer bulunmamıştır.
Ayrıntıları Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 29.1.1965 tarihli
ve 6-15 sayılı kararında açıklandığı gibi, ASCK’nın 137 ve 477 sayılı
Kanunun 52’nci maddelerinde yazılı suçlar birbirlerinden tamamen farklı
unsurları içermektedir.
ASCK’nın 137’nci maddesinde yazılı suçun oluşumu için,
meydana gelen zarar miktarı ne olursa olsun sanığın “Hizmet veya vazife
hâlinde bulunması”, hasara uğrayan askerî eşyanın “Gemi, uçak, silâh ve
harp malzemesinden” biri olması, hasarın “Tekâsül sonucu” oluşması ve
“Mühimce” olması gerekmektedir.
477 sayılı Kanunun 52’nci maddesinde yazılı disiplin suçunun
oluşumu için, sanığın hizmet veya vazife hâlinde bulunması şart olmadığı
gibi, askerî eşyanın “Özürsüz kaybedilmesi” veya “Harap olmasına
sebebiyet verilmesi”, bu eşyanın “Gemi, uçak, silâh ve harp malzemesi
dışında kalan hizmete mahsus eşyalardan biri” olması yeterli
bulunmaktadır.
Somut olayda, sanık eylemini gerçekleştirirken nöbet yerinden
ayrılmak suretiyle hizmet dışına çıkmış bulunduğundan ve hasara
uğrayan telsiz bataryası harp malzemesi niteliğinde olduğundan, sanığın
eylemi ASCK’nın 137 ve 477 sayılı Kanunun 52’nci maddeleri
kapsamında bulunmamaktadır.
Ancak; askerî eşyanın tahsis gayesi dışında, özel çıkar sağlamak
amacıyla kullanılması, ASCK’nın 130’uncu maddesinde düzenlenen
askerî hizmete mahsus eşyayı özel menfaati için kullanmak suçunu
oluşturmaktadır.
251
Somut olayda telsiz bataryası tahsis gayesi dışında kullanılarak,
(+) ve (-) kutupları jelatinle birleştirilmek suretiyle kor hâline getirilip
sigara yakılmıştır. Bu suretle sanığın eylemi haksız fiil teşkil etmesi
sebebiyle askerî eşyayı hususî menfaatinde kullanmak suçunu
oluşturduğundan ve verilen zararın miktarı önemli olmadığından, bu
suçtan yargılama yapmaya askerî mahkemeler görevli bulunduğundan,
askerî mahkemece verilen görevsizlik kararında isabet görülmemiştir.
Diğer taraftan sanığın yokluğunda tefhim edilen hükmün
13.4.2006 tarihinde aynı çatı altında oturan babasına tebliğ edildiği,
sanığın 7 günlük hak düşürücü süre geçtikten sonra temyiz lâyihasını
28.4.2006 tarihinde verdiği, anlaşılmış, bu suretle görevsizlik kararına
yönelik temyiz talebinin 353 sayılı Kanunun 209’uncu maddesindeki
yasal süre dışında yapılması nedeniyle, 353 sayılı Kanunun 217/1’inci
maddesi gereğince temyiz isteminin süre yönünden reddine karar
verilmesi gerekmiştir.
252
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/5
K. No. : 2007/11
T.
: 8.3.2007
ÖZET
Sanığın, garaj bölgesindeki silâh mazgallarının
yanındaki askıda asılı bulunan mağdur P. Ere ait hücum
yeleğinin üzerinde olan kasaturasını kimseye haber
vermeksizin alarak sivil eşya deposunda kendi çantasına
koyması, yapılan araştırmalara rağmen kimseye bir şey
söylememesi, 2 gün sonra kendisinden şüphelenilmesi üzerine
kasaturayı aldığını söyleyip iade etmesi şeklinde tezahür eden
eylemi, ilk bakışta askerî eşyayı gizlemek suçunu
düşündürmekte ise de, sanığın, sahibi belli olan ve askerî eşya
olduğunda kuşku bulunmayan kasaturayı bulunduğu yerden
gizlice alıp sivil eşya deposundaki şahsî çantasına koyup
muhafaza etmek şeklinde devam eden hareketlerinin, askerî
eşyayı gizlemek kastının ötesinde mal edinme kastı ile
gerçekleştirildiği ve dolayısıyla sanığın eyleminin “Askerî
Eşyayı Çalmaya Teşebbüs” suçunu oluşturduğuna karar
verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin, askerî eşyayı
çalmaya tam teşebbüs ve askerî eşyayı gizlemek suçlarından hangisine
vücut verdiğine ilişkindir.
Daire; “Dava konusu olayda, sanığın, P.Er M.N.Ö.’ye zimmetli
bulunan 493564 seri No.lu G-3 piyade tüfeğine ait aynı seri no.lu
kasaturayı, garaj bölgesindeki silâh mazgallarının yanındaki askıda asılı
bulunan hücum yeleğinin üzerinden kimseye haber vermeksizin alarak
253
sivil eşya deposunda kendi eşyalarının arasına koyup, yapılan
araştırmalara rağmen kimseye bir şey söylememesi, 2 gün sonra
kendisinden şüphelenilmesi üzerine kasaturayı aldığını söyleyip iade
etmesi, kasaturayı gizlemek amacıyla değil, sahiplenmek amacıyla
aldığını gösterdiğinden, eylemin askerî eşyayı çalmak suçunu
oluşturduğu” görüş ve düşüncesindedir.
Başsavcılık ise, “Askerî eşyayı gizlemek suçunun unsurları kısmen
askerî eşyayı çalmak suçuna benzemekle beraber, eylemin korunan
menfaatin konusunu oluşturan ve ASCK’nın 131’inci maddesinde yazılı
eşyaya yönelik olması yanında, yapılan eylemle bir zarar verilmesinin
veya kendisinin veya başkasının lehine yarar sağlanmasının amaçlanmış
olması gerekmektedir. Sanığın eşyaları arasında ele geçen malzemenin
mal edinme kastıyla alındığı kesin olarak ispatlanamamaktadır. Tüm bu
sebeplerle, askerî eşyayı gizlemek suçuna vücut veren eylemin sübuta
erdiğinin kabulünün gerektiği” görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Dosyada mevcut delil durumuna göre; Sanığın 14.6.2004 tarihinde
15:45 nöbetine gidecek olan M.N.Ö.’ye zimmetli bulunan 493564 seri
no.lu G-3 piyade tüfeğine ait olan ve aynı seri no.lu kasaturayı, silâh
mazgallarının yanında bulunan askıda hücum yeleğinin üzerinden
kimseye haber vermeksizin aldığı ve sivil eşya deposunda sakladığı, bir
sonraki gün şüphe üzerine sorgulanan sanığın itiraf etmesi üzerine
kasaturanın sivil eşya deposunda bulunduğu, hiç bir kuşkuya yer
vermeyecek şekilde sabit olup, bu konuda bir ihtilâfın da bulunmadığı
görülmektedir.
Sanığın bu şekilde sübut bulduğu kabul edilen eyleminin hangi
suça vücut verdiği konusuna gelince;
Askerî Ceza Kanunun 131’inci maddesinde, “askerî eşyayı
gizlemek” şeklinde düzenlenen askerî cürümün oluşması için öncelikle,
failin askerî eşyayı gizleme özel kastının bulunması gereklidir. Bu özel
kastın mahiyetini belirlemek bakımından TCK’nın 491’inci maddesinde
öngörülen “faydalanmak niyetinin” kapsamı ve yerleşik Askerî Yargıtay
kararlarındaki bu özel suça ilişkin değerlendirmeler dikkate alınmalıdır.
Kanun failin faydalanmak niyeti ile hareket etmiş olmasını, yani
muayyen bir saiki, hususî kast olarak kabul etmiştir. Böylelikle, askerî
eşyayı çalmak suçunu, maddî unsuru aynı veya benzeri olan suçlardan
ayırmak kabil olabilmektedir.
254
Faydalanmak niyeti terimi maddî faydaya münhasır değildir.
Manevî fayda dahi bu terime dâhildir. Bu itibarla yalnız maddî bir fayda
değil, zevk duymak, seyretmek gibi maksatlar da hususî kasta vücut
verir.” (F.EREM, N.TOROSLU, Türk Ceza Hukuku, Ankara, 1983, 4.
Bası sayfa 608, 609) şeklindeki değerlendirmelere göre, faydalanma
niyetinin çok geniş bir kavram olarak algılandığı anlaşılmaktadır.
Askerî ceza hukukuna özgü olarak ihdas edilmiş olan “askerî
eşyayı gizlemek suçu”, genellikle, çalındığı ya da zimmete geçirildiği
hususunda herhangi bir emare bulunmayan askerî eşyalar bakımından
uygulama alanı bulmakta; her ne kadar bu suç yönünden öngörülen temel
ceza, ASCK’nın 131’inci maddesinde öngörülen askerî eşyayı çalmak ve
zimmet gibi suçlar için öngörülen temel cezalardan farklı olmasa da,
özellikle TSK’dan çıkarma fer’î cezasını gerektiren suçlar arasında bu
suç sayılmadığından, askerî eşyayı gizlemek suçu, askerî eşyayı çalmak
suçuna nazaran daha hafif nitelikte bir askerî cürüm olarak
değerlendirilmektedir.
Her askerî eşyayı gizleme eyleminde, esasen, farklı saiklerden
kaynaklanan faydalanma niyeti mevcuttur. Eşyanın sahibini takibata
uğratmak, askerî birliğin düzen ve disiplinini bozmak, hatıra olarak
saklayıp koleksiyona dâhil etmek gibi saiklerle de hareket edilse, bunun
sonuçta manevî fayda temin etme amacından kaynaklandığı açıktır.
Ancak, bu suçun oluşumu için öngörülen manevî unsur, hırsızlık için
öngörülen “faydalanma niyetinin” çok daha özel ve spesifik hâlidir.
Nitekim, Askerî Yargıtay muhtelif kararlarında olayına özgü
değerlendirmeler yapmakla beraber, “askerî eşyayı gizlemek özel
kastını” ısrarla vurgulamıştır. Bu özel kastın ortaya çıkarılmasında, failin
saiki, eylemi icra tarzı, oluşan sonuç ve suçun tanziminde hedeflenen
hukukî menfaat göz önüne alınmalıdır. Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 30.10.2003 tarih ve 2003/82-87 sayılı kararı da bu
doğrultudadır.
Yerleşik uygulamada, askerî eşyayı çalmak suçunun maddî unsuru,
hırsızlık suçunun maddî unsurunu teşkil eden “almak” olduğu, kışla
hudutları dışına çıkarılması hâlinde yararlanılabilecek olan silâh ve
benzeri askerî eşyanın çalınması söz konusu ise; “almak” unsurunun, bu
255
tür eşyanın kışla dışına çıkarılmasıyla gerçekleşeceği, buna karşılık
bulunduğu yerden alınmakla birlikte kışla dışına çıkarılmadan
yakalanılması hâlinde suçun teşebbüs derecesinde kalacağı, bunun
dışında, birlik içerisinde kullanımı ve tüketimi mümkün olan askerî
eşyaların, fail tarafından kendi tasarruf alanına dâhil edilmeleri ile
müsnet suçun tamamlanmış olacağı kabul edilmektedir.
Bu değerlendirmeler ışığında somut olaya dönüldüğünde; sanığın,
garaj bölgesindeki silâh mazgallarının yanındaki askıda asılı bulunan
mağdur P.Er M.N.Ö.’nün hücum yeleğinin üzerinde olan kasaturasını
kimseye haber vermeksizin alarak sivil eşya deposunda kendi çantasına
koyması, yapılan araştırmalara rağmen kimseye bir şey söylememesi, 2
gün sonra kendisinden şüphelenilmesi üzerine kasaturayı aldığını
söyleyip iade etmesi şeklinde tezahür eden eylemi, ilk bakışta askerî
eşyayı gizlemek suçunu düşündürmekte ise de, sanığın, sahibi belli olan
ve askerî eşya olduğunda kuşku bulunmayan kasaturayı bulunduğu
yerden gizlice alıp sivil eşya deposundaki şahsî çantasına koyup
muhafaza etmek şeklinde devam eden hareketlerinin, askerî eşyayı
gizlemek kastının ötesinde mal edinme kastı ile gerçekleştirildiği ve
dolayısıyla sanığın eyleminin “Askerî Eşyayı Çalmağa Teşebbüs” suçunu
oluşturduğu sonucuna varılmakla, Dairenin; askerî eşyayı gizlemek
suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünü suç vasfındaki hata nedeniyle
bozması yerinde görüldüğünden, Başsavcılığın, eylemin; askerî eşyayı
gizlemek suçunu oluşturduğuna ve dolayısıyla mahkûmiyet hükmünün
para cezası yönünden düzeltilerek onanması gerektiğine ilişkin itirazı
yerinde bulunmamıştır.
256
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/440
K. No. : 2007/438
T.
: 14.3.2007
ÖZET
Er-erbaş sevkleri sırasında yol denetimi yapmakla
İnzibat Er olarak görevlendirilen sanığın, yürüttüğü askerî
vazifenin bir gereği olarak el koyduğu ve korumakla yükümlü
olduğu ve askerî eşya niteliği taşıdığında tereddüt bulunmayan
iki adet G-3 piyade tüfeği mermisini teslim etmeyerek valizine
koyup memleketine götürmeye çalışmak şeklinde devam eden
hareketlerinin, askerî eşyayı gizlemek kastının ötesinde mal
edinme kastına delâlet ettiği, bu nedenle mermileri mal
edinmek kastıyla temellük ettiği şeklindeki eyleminin zimmete
teşebbüs suçunu oluşturduğunun kabulü gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, 26.3.2004 günü askerî eşya
niteliğindeki iki adet G-3 piyade tüfeği mermisini gizlemek suçunu
işlediği sabit görülerek, eylemine uyan ASCK’nın 131/1 (az vahim hâl
fıkrası), 50, 131/2, TCK’nın 59/2, 647 sayılı Kanunun 4/1 ve 5’inci
maddeleri uyarınca 2.227.500.000 TL ağır para cezası ile
cezalandırılmasına, bu ağır para cezasının aylık on iki eşit taksit şeklinde
sanıktan tahsiline, taksitlerden birini ödememesi hâlinde geri kalan
miktarın tamamının tahsiline ve geri kalan miktarın muaccel olduğu
tarihten başlayarak ödenmeyen para cezasına 6183 sayılı Kanunun
51’inci maddesinde belirlenen gecikme zammı oranının yarısı oranında
gecikme zammı uygulanmasına karar verilmiştir.
Bu hüküm askerî savcı tarafından, eylemin zimmete tam teşebbüs
suçunu oluşturduğu ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
257
Dosya kapsamına göre;
Sanığın 2004 yılı Şubat ayı içinde yapılan er-erbaş sevkleri
sırasında yol denetimi yapmakla görevlendirildiği, bu amaçla P.Er H.E.
ile birlikte Elazığ-Miğros mağazasının bulunduğu bölgeye gittiği, burada
araçlardan inen askerî personelin üst ve valiz aramasını yaptıkları,
sanığın izine gelen bir erin valizini ararken bulduğu iki adet G-3 piyade
tüfeği mermisini aldığı, tutanak tutup mermileri ilgililere teslim etmesi
gerekirken herhangi bir işlem yapmadığı söz konusu mermileri
kendisinde alıkoyduğu ve gizlediği, 26.3.2004 günü izine giderken
nizamiyede yapılan aramada iki adet merminin sanığa ait kirli çamaşır
çantasında bulunduğu anlaşılmaktadır.
Askerî mahkemece sanığın eyleminin askerî eşyayı gizlemek
suçunu oluşturduğu kabul edilerek mahkûmiyet hükmü kurulmuş ise de;
ASCK’nın 131’inci maddesinin ilk fıkrası: “Askerî bir hizmet
yaparken veya vazifeyi suiistimal ederek bir hizmet veya vazifeden ötürü
tevdi veya emanet edilmiş olan para veya kıymeti ne olursa olsun bir
eşyayı yahut kendisine tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile her türlü
askerî erzak, eşya ve hayvanları çalanlar veya zimmetine geçirenler....”
hükmünü içermektedir. Bu maddede düzenlenmiş olan zimmet suçunun
oluşabilmesi için;
Bir hizmet veya vazifeden ötürü “tevdi veya emanet edilmiş” para
veya eşyanın veya “tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile” her türlü
askerî eşyanın zimmete geçirilmesi gereklidir.
Yasa koyucu, askerî eşya için “tevdi veya emanet edilme”
koşulunu aramamış iken, askerî eşya vasfını haiz olmayan sair eşya için
TCK’nın 247’nci maddesi ile uyumlu olacak şekilde, “görev sebebiyle
tevdi veya emanet edilme” şartını öngörmüştür. Ancak, her iki hâlde de,
“askerî bir hizmetin yapılması sırasında” veya “vazifenin suiistimali
suretiyle” eylemin icra edilmesi ön koşul olarak belirlenmiştir.
Zimmete geçirme fiilî, bir değerin failin mal varlığına girmesi
veya tahsis gayesinin dışına çıkmasıyla tamam olur. Yerleşik Askerî
Yargıtay İçtihatları, “memurun kendisine tevdi olunan veya vazife
dolayısıyla muhafaza, murakabe veya mesuliyeti altında bulunan paraları
veya menkul malları kendisi ya da başkası lehine mal edinmesinin
zimmet suçunu oluşturduğunu” hükme bağlamıştır. Faillerin mallar
üzerinde göreve dayalı hukukî zilyetliği zimmet suçunun öncelikli
koşuludur.
258
Temellük (Mal edinme) eyleminin görev nedeniyle teslim edilen
malzemeler üzerinde işlenmesi hâlinde askerî eşyayı çalmak ve satmak
suçlarına göre daha özel bir düzenleme niteliği taşıyan “zimmet” suçunun
oluşacağı Yerleşik Askerî Yargıtay uygulamalarıyla da istikrar
kazanmıştır. (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 15.2.1990 gün ve1990/
24-25 E.K.; 17.9.1998 gün ve 1998/120-116 E-K ; 28.1.1999 gün ve
1999/36-18 E.K ve 4.11.2004 gün ve 2004/159-145 E.K. sayılı kararları,
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 24.12.1984 gün ve 1984/156-464 E.K.
sayılı kararları)
Yargılama konusu olayımızda ;
Olay tarihinde er-erbaş sevkleri sırasında yol denetimi yapmakla
İnz.Er olarak görevlendirilen sanığın, yürüttüğü askerî vazifenin bir
gereği olarak el koyduğu ve korumakla yükümlü olduğu ve askerî eşya
niteliği taşıdığında tereddüt bulunmayan iki adet G-3 piyade tüfeği
mermisini teslim etmeyerek valizine koyup memleketine götürmeye
çalışmak şeklinde devam eden hareketlerinin, askerî eşyayı gizlemek
kastının ötesinde mal edinme kastına delâlet ettiği, bu nedenle mermileri
mal edinmek kastıyla temellük ettiği şeklindeki eyleminin zimmete
teşebbüs suçunu oluşturduğunun kabulü gerektiğinden, tesis olunan
mahkûmiyet hükmünün suç vasfının tayinindeki isabetsizlikten dolayı
bozulmasına karar verilmiştir.
259
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/14
K. No. : 2007/20
T.
: 22.3.2007
ÖZET
Sanığın; “olay günü kendisinin bulunduğu araca her iki
timin kumanyasının konulduğunu bilmediğine ve kumanya
gizlemesinin söz konusu olmadığına” ilişkin iddia ve
savunmalarının, tanıklardan Uzm.Çvş. İ.G. ve G.Ç.’nin
beyanlarıyla da teyit edilmesi karşısında, sanığın idaresindeki
araca 18 kişilik kumanya konulduğunu bildiği ve kumanyaları
kasıtlı olarak vermediği hususu en azından şüpheli kalmış
olup, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi uyarınca, sanığa isnat
olunan “Askerî Eşyayı Gizlemek” eyleminin sübuta ermediği
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığa yüklenen suçun unsurları
itibariyle oluşup oluşmadığının belirlenmesine ilişkindir. Daire sanığa
yüklenen askerî eşyayı gizlemek suçunun bütün unsurları yönünden
oluştuğunu kabul ederken, Askerî Yargıtay Başsavcılığı suçun
oluşmadığı görüş ve düşüncesindedir.
Daire; “Sanığın, kendilerinde, 18 kişilik kumanya olduğunun Tim
Komutanı Astsb. M.Ö.’ye söylenilmesini engellediği ve J.Komd.Er G.Ç.
vasıtasıyla araçta 9 kişilik kumanya olduğunu bildirdiği, daha sonra bir
kısım kumanyayı yine kendilerine ait olduğunu söyleyerek Astsb.
M.Ö.’ye gönderdiği, bunların, diğer unsurun kumanyası olduğu
düşüncesiyle Astsb. M.Ö. tarafından kabul edilmediği, bu kumanyanın
bir kısmının kendi unsurları tarafından tüketildiği, bir kısmının da sanığın
emriyle Er G.Ç. tarafından, araçları dinlendirmek için verilen mola
sırasında dere kenarına atıldığı yolundaki tanık anlatımları karşısında,
sanığın üzerine atılı suçun sübut bulduğu ve eyleminin askerî eşyayı
gizlemek suçunu oluşturduğunu” kabul ederek mahkûmiyet hükmünün
onanmasına karar vermiş;
260
Başsavcılık ise, “sanığın, araçta 9 kişilik kumanya olduğunu
zannettiğine ilişkin beyanının aksinin ortaya konamaması, diğer timin
kumanya almadığını öğrenince, neden almadıkları hususunda tepki
göstermesi, gerçek kumanya miktarını öğrenmeden önce diğer unsura 4-5
kişilik kumanya göndermesi, gerçek kumanya miktarını öğrendikten
sonra da, kumanyaların yarısını göndermesi, J.Komd.Er G.Ç.’nin, araçta
9 kişilik kumanya olduğunu belirtmesi üzerine “süründürürüm” sözünü
sarf etmesinin, gerçeği ortaya koymaya yönelik bir davranış olması,
sanığın, araca konulan kumanyaları görmemesi, savunmasının, araçta
bulunan diğer rütbeli personeller, Uzm.J.IV.Kad.Çvş. İ.G. ve
Uzm.J.I.Kad.Çvş. E.A. tarafından doğrulanması karşısında, isnat olunan
eylemin sübutu ve sanığın mahkûmiyetine karar verilebilmesi için yeterli
delil olmadığı” görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Askerî Ceza Kanununun 131’inci maddesi; “Askerî bir hizmet
yaparken veya vazifeyi suiistimal ederek bir hizmet veya vazifeden ötürü
tevdi veya emanet edilmiş olan para veya kıymeti ne olursa olsun bir
eşyayı yahut kendisine tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile her türlü
askerî erzak, eşya ve hayvanları... zimmetine geçirenler...” düzenlemesini
içermektedir.
Gerek doktrinde ve gerekse uygulamada zimmet, “memurun
kendisine tevdi olunan veya vazife dolayısıyla muhafaza, murakabe ve
mesuliyeti altında bulunan paraları veya menkul malları kendisi ya da
başkası lehine mal edinmesi” olarak tanımlanmaktadır. Zimmet bir
değerin failin mal varlığına girmesi veya tahsis gayesi dışına çıkmasıyla
tamam olur. Failin mal üzerindeki göreve dayalı hukukî zilyetliği zimmet
suçunun ön koşuludur. Bu konu, Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun 27.5.2004
tarihli ve 87-82 sayılı, 1.7.2004 tarihli ve 101-105 sayılı, 4.11.2004
tarihli ve 159-145 sayılı, 15.12.2005 tarihli ve 132-114 sayılı kararlarında
açık şekilde kabul ve ifade edilmiş bulunmaktadır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, maddî
unsura tekabül eden aşırma veya mal edinme keyfiyetinin, keza manevî
unsura vücut veren faydalanma kastının kesin olarak ispat edilemediği
durumlarda zimmet suçundan söz edilemeyeceği kabul edilmektedir.
261
Yine, bir kimsenin her türlü askerî erzak, eşya ve hayvanları
gizlemesi, ASCK’nın 131’inci maddesinde yazılı askerî eşyayı gizlemek
suçunu oluşturmaktadır. Bu suçun unsurları kısmen askerî eşyayı çalmak
suçuna benzemekle beraber, eylemin korunan menfaatin konusunu
oluşturan ve ASCK’nın 131’inci maddesinde yazılı eşyaya yönelik
olması yanında, yapılan eylemle bir zarar verilmesinin veya kendisinin
veya başkasının lehine yarar sağlanmasının amaçlanmış olması
(Drl.Krl.’nun 9.12.1999 tarihli ve 233-223 sayılı kararı) gerekmektedir.
Askerî Ceza Hukukuna özgü olarak ihdas edilmiş olan askerî eşyayı
gizlemek suçu, genellikle çalındığı ya da zimmete geçirildiği konularında
herhangi bir emare bulunmayan askerî eşya bakımından uygulama alanı
bulmaktadır (Drl.Krl.’nun 30.10.2003 tarihli ve 82-87 sayılı kararı).
Bu çerçevede yapılan incelemede; Sanığın; “olay günü kendisinin
bulunduğu araca her iki timin kumanyasının konulduğunu bilmediğine ve
kumanya gizlemesinin söz konusu olmadığına” ilişkin iddia ve
savunmalarının, tanıklar Uzm.Çvş. İ.G. ve G.Ç.’nin beyanlarıyla
doğrulandığı görülmektedir.
Sanığın atılı suçtan mahkûmiyetine esas alınan karakol
komutanlığında görevli tanık Astsb. İ.R. ve 2’nci unsurda görevli tanık
Astsb. M.Ö.’nün; “...sanığın, 1’inci unsura ait kumanyaları
gönderilmesini engellediği ve kumanya sayısının 18 olduğunu bilmesine
rağmen bu hususu Astsb. M.Ö.’den gizlediği, dönüş yolunda da
tüketilmeyen kumanyayı yol kenarına bıraktırdığına...” ilişkin beyanları,
bu olayları bizzat yaşayan diğer tanıkların beyanları ile desteklenmediği
için, söz konusu iddiaların yoruma dayalı olmaktan öte gidemediği
anlaşılmaktadır.
Nitekim, bu tanıkların iddialarına konu edilen kumanyaları bizzat
teslim alan ve Astsb. Mikdat’ın yanına giderek bu hususta bilgi veren er
G.Ç.’nin, tüm ifadelerinde; “sanığın, Astsb. Mikdat’a, kumanyaların
sayısını 18 yerine 9 olarak bildirmesi hususunda, kendisine, tehdide
dayalı bir telkin veya talimatının bulunduğuna” ilişkin herhangi bir beyan
olmadığı gibi, göreve çıkılırken, sanığın, verilen kumanya sayısının 18
olduğunu baştan beri bildiğine dair iddiaların da, tanıklar Uzm.J.IV.Kad.
Çvş. İ.G. ve Uzm.J.I.Kad.Çvş. E.A.’nın beyanları karşısında, gerçeği
yansıtmadığı görülmektedir.
262
Ayrıca, tüketilmeyen kumanyaların, sanık tarafından, bilinçli bir
şekilde yol kenarına bıraktırılmak suretiyle gizlendiğine ilişkin iddiaların
da yine net ve kesin bir şekilde ortaya konulamadığı, sanığın savunmaları
ve bunu doğrulayan araç içerisindeki tanıklar Uzm.J.IV.Kad.Çvş. İ.G. ve
Uzm.J.I.Kad.Çvş. E.A.’nın ve diğer tüm tanık erlerin beyanlarından;
sanığın, şoförlüğünü yaptığı aracın, yenen kumanyalardan arta kalanların
temizlenmesi amacıyla, bu artıkların bir poşet içinde yol kenarına
bırakıldığı anlaşılmakta, bu nedenle, olayla ilgili olarak duyuma dayalı
bilgiler edinen Astsb. İ.R. ve Astsb. M.Ö.’nün, olayın mahiyetini,
cereyan tarz ve şeklini farklı bir şekilde yorumlayarak değerlendirdikleri
sonucuna ulaşılmaktadır.
Bu itibarla, sanığın; “olay günü kendisinin bulunduğu araca her iki
timin kumanyasının konulduğunu bilmediğine ve kumanya gizlemesinin
söz konusu olmadığına” ilişkin iddia ve savunmalarının, tanıklardan
Uzm.Çvş. İ.G. ve G.Ç.’nin beyanlarıyla da teyit edilmesi karşısında,
sanığın idaresindeki araca 18 kişilik kumanya konulduğunu bildiği ve
kumanyaları kasıtlı olarak vermediği hususu en azından şüpheli kalmış
olup, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi uyarınca, sanığa isnat olunan
“Askerî Eşyayı Gizlemek” eyleminin sübuta ermediği sonucuna
varıldığından, Askerî Yargıtay Başsavcılığının bu yöndeki itiraz
sebeplerinin kabulü ile, Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin; mahkûmiyet
hükmünün; para cezası ve gecikme zammı yönünden düzeltilerek
onanmasına ilişkin 28.11.2006 tarih ve 2006/1426-1421 sayılı kararının
kaldırılmasına ve 8’inci Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin
15.9.2005 tarih ve 2005/285-431sayılı mahkûmiyet hükmünün “Esas”
(Sübut) yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
263
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/80
K. No. : 2007/88
T.
: 5.7.2007
ÖZET
Bedelen Beslenme heyeti iaşe kısmında, muhasip
mutemet görevini yürüten sanığın, bu görevini ifa ederken, İl
Jandarma Komutanlığından talep edilen ve İlçe Jandarma
K.lığı
hesaplarına
havale
edilen
iaşe
bedellerinin
harcanmasına ve hesapların kapatılmasına yönelik olarak, iaşe
amacıyla birliğe alınan mallara ilişkin belgelerde tahrifat
yaptığı, bazı malzemelerin alınmamasına rağmen alınmış gibi
fatura aldığı, buna ilişkin alım belgeleri tanzim ettiği, bu
suretle, iaşe paralarını mal edinmesi eyleminin “Zimmet”
suçunu oluşturduğu, ilgili belgelerin tahrif edilmesi ve sahte
olması, bir kısmının hakikate muhalif olarak düzenlenmesi
nedeniyle de eylemin, “İhtilâsen” işlendiği anlaşılmıştır
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; hazine zararının sanık tarafından, ne
şekilde meydana getirildiği ve sanık tarafından, nasıl mal edinilmiş
olduğuna yönelik olarak askerî mahkemenin gerekçesinin yeterli olup
olmadığına ilişkindir.
Daire; Kaş-Kınık İlçe Jandarma Komutanlığında Bedelen
Beslenme Heyetinde görevli olan sanığın, sahte faturalar kullanmak
suretiyle müteselsilen ihtilâsen zimmet suçunu işlediğinin kabulü ile
hüküm gerekçesinde herhangi bir isabetsizliğin ve yetersizliğin
bulunmadığını kabul ederken,
Başsavcılık; sanık tarafından, hazine zararının ne şekilde
meydana geldiği ve sanık tarafından nasıl mal edinilmiş olduğu
konusunda askerî mahkemece gerekçe gösterilmemiş olmasının, kanuna
aykırı bulunduğunu ve bu durumun 353 sayılı Kanunun 207/2-G
maddesine göre bozmayı gerektirdiğini ileri sürmektedir.
264
Dava dosyasına göre; Kaş-Kınık İlçe Jandarma Komutanlığında
Bedelen Beslenme Heyetinde görevli olan sanığın, bu görevi nedeniyle
kendisine tevdi edilen bedelen beslenme hesabından, sahte faturalar
kullanmak, belge ve faturalarda tahrifat yapmak, sahte belge oluşturmak
suretiyle müteselsilen ihtilâsen zimmet suçunu işlediğini kabul eden
askerî mahkemenin; “Sanık J.Kd.Çvş. Ü.A.’nın KAŞ/KINIK J.Krk.K.lığı
Bedelen Beslenme heyetinde 2000 yılı Şubat-Eylül ayları arasında
muhasip/mutemet üyelik görevini, sanık Uzm.J.Çvş. S.A.’nın Ocak 2000
ayında aslî muhasip/mutemet üyelik görevini, sanık Uzm.J.Çvş. M.D.’nin
Ocak-Ekim 2000 ayları arasında bedelen beslenme heyeti kiler
sorumluluğu görevini, sanık J.Bçvş. A.S.’nin Ocak-Mayıs ve TemmuzAğustos 2000 ayları arasında KAŞ İlçe Jandarma bedelen beslenme heyet
başkanlığı görevini, J.Kd.Üçvş. S.D.'nin Temmuz-Ekim 2000 ayları
arasında muhasip üyelik görevini, J.Bçvş. A.Ö.’nün Şubat-Mayıs 2000
ayları arasında KAŞ İlçe Jandarma muhasip üyelik görevini, sanık
F.S.’nin Ocak-Ağustos 2000 ve diğer sanık J.Bçvş. Y.Ö.’nün Eylül-Ekim
2000 ayları arasında Kınık J.Krk. Komutanı olarak Bedelen Beslenme
heyeti iaşe kısmı amiri olarak görevli olduğu, harcama belgelerinin bir
kısmının satıcı ve heyetçe imzalanmadığı, günlük yiyecek çizelgelerinde
et, tavuk, balık gibi yemekler yazılı olmasına rağmen bunların yerine etsiz
yemekler çıkarıldığı, buna rağmen bu yemeklerin yedirilmiş gibi fatura,
tutanak düzenlenerek dosyaya konulduğu ve sanki bu yemekleri yedirmiş
gibi evraklarının düzenlendiği sanık Ü.A.’nın yetkisi olmadığı hâlde iaşe
kısım amiri F.S.’nin yerine imzalar attığı, bazı bilançoların ve diğer
belgelerin heyet üyelerince imzalanmadığı, bu eylemler sebebiyle
1.043,21 YTL hazine zararının oluştuğu vaka kanaat raporu, bilirkişiler
A.N.B., S.B. ve A.O.T.’nin yeminli mütalâaları, tanıklar S.T., A.A., H.K.,
M.A., İ.D., H.K., M.G., T.E.’nin yeminli beyanları tanık Ö.Ş.’nin birlik
ifadeleri ve sanıkların beyanları ile sabit olup maddî olay bu şekilde
kabul edilmiştir.
Tanık S.T. yeminli beyanında Kasım-Mart ayları arasında Kınık
J.Krk.na balık verdiğini, bir iki sefer tutanaklara imza attığını, bu aylar
haricindeki tutanaklardaki imzaların kendisine ait olmadığını; A.A.
yeminli ifadesinde sanık Ü.A.’nın her ay 40-50 milyon fazladan et
faturası kesmesini istediğini beyan ettiğinden ve satıcı olan tanıkların bu
beyanlarının Kınık İlçe Jandarma Komutanlığında askerlik görevini
yapmış tanıklar H.K., Ö.Ş., H.K., M.A., İ.D., M.G. ve T.E.’nin yeminli
beyanları ile desteklendiğinden;
265
J.Gn.K.lığı Kriminal Daire Başkanlığının dosyadaki raporunda
manav H.B’den alınan 011870 numaralı faturanın ay hanesindeki "10"
rakamı üzerine farklı bir kalemle "8" rakamı yazılarak tahrifat yapıldığı
belirtildiğinden;
Tanık A.Z.’den fotokopisi alınan 28219 ve 28218 seri numaralı
faturaların tarihinin 30.9.2000 olmasına rağmen, dosyada bulunan
bedelen beslenme dosyasındaki aynı seri numaralı faturaların tarihinin
30.8.2000 olarak değiştirilip Ağustos 2000 dosyasına konulduğu;
Bilirkişiler raporlarında; Haziran 2000 ayına ait dosyada ikinci
bir bilanço düzenlendiği kiler kayıt kartlarında sadece sanık Ü.A.’ya ait
imzaların bulunduğu, 16.6.2000 tarihinden 30.6.2000 tarihine kadar
olan günlük yiyecek çizelgelerinin iaşe kısmınca imzalanmadığı
30.6.2000 tarihli çizelgenin üzerine 17.6.2000 tarihli günlük yiyecek
çizelgesinin takıldığı, 011853 ve 011854 seri numaralı manav H.B.’den
alınan iki adet faturanın 9.7.2000 tarihli olmasına rağmen hem Haziran
hem de Temmuz ayına ait dosyaya dâhil edildiği, Ağustos 2000 ayına ait
dosyada bulunan 66124 seri numaralı kasap A.A.’dan alınan faturanın
numarasının Eylül 2000 ayına ait 66119 seri numaralı et faturasının seri
numarasından daha büyük olduğu ve 66119 seri numaralı faturanın
tarihî üzerinde tahrifat yapıldığı, manav H.B.’den alınan faturanın
üzerinde tahrifat yapıldığı ve Eylül 2000 ayında alınan 011870 seri
numaralı faturanın daha küçük seri numaralı olduğunu beyan
ettiklerinden suç tarihinde Kınık J.Krk.K.lığı muhasip/mutemet görevini
yürüten sanık Ü.A.’nın ihtilâsen zimmet suçunu işlediğine yönelik
mahkememizce tam bir kanaate varılmıştır.” şeklindeki mahkûmiyete
ilişkin hüküm gerekçesinde, sanığın eylemlerinin tipiklik açısından
oluşturduğu suçun unsurlarına ilişkin yasal açıklamalar iyi ifade
edilmemekle birlikte, sanığın eylemlerinin açıklanması, delillerinin
belirlenmesi, irdelenmesi ve tartışılması, sebep-sonuç ilişkisinin kurulup,
buna bağlı olarak eylemlerin oluşturduğu suçun tavsifinin yapılmasında
gösterilen gerekçelerin yasal ve yeterli nitelikte olduğu sonucuna
varılmakla, aynı doğrultudaki Dairenin kabulü yerinde görüldüğünden,
Başsavcılığın bu husustaki itirazının reddine karar verilmiştir.
266
İtiraza atfen, suçun sübutu ve vasfı yönünden yapılan incelemede;
Dava dosyasındaki delillere göre; Kaş-Kınık Jandarma
Komutanlığı Birlik Bedelen Beslenme Heyetinde görevli olan sanığın bu
görevinin askerî hizmet olduğunda kuşku bulunmadığı gibi, İl Jandarma
Komutanlığından talep edilen iaşe tutarlarının, İlçe Jandarma K.lığı
hesaplarına havale edildiği, iaşe bedellerin hesaplara havale edilmesi
sonucu bedelen beslenme heyetinde sanık tarafından harcandığı, bazı
malzemelerin (balık, tavuk, et) alınmamasına rağmen alınmış gibi fatura
tanzim ettirildiği, alınmayan malzemelerle ilgili alım tutanağı
düzenlendiği, bazı alım belgelerinde tahrifat yapıldığı, kiler kayıtları ve
günlük yemek tabelalarında gerçeğe uygun olmayan düzenlemelerin
yapıldığı, bir kısım malzemenin yedirilmiş gibi gösterildiği konularında
tereddüt bulunmamaktadır.
Sanığın üstlendiği askerî hizmetin kendisine sağladığı fonksiyon
ve prosedür kolaylığını mal edinme özel kastıyla hareket ederek
suiistimale yöneldiği ve bu çerçevede avans olarak banka hesabına
yatırılan paraları bizzat kullanmak suretiyle maddî menfaat temin ettiği
anlaşılmıştır.
ASCK’nın 131’inci maddesinin ilk fıkrası : “... Askerî bir hizmet
yaparken veya vazifeyi suiistimal ederek bir hizmet veya vazifeden ötürü
tevdi veya emanet edilmiş olan para veya kıymeti ne olursa olsun bir
eşyayı yahut kendisine tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile her türlü
askerî erzak, eşya ve hayvanları çalanlar veya zimmetine geçirenler ...”
hükmünü içermektedir. Bu maddede düzenlenmiş olan zimmet suçunun
oluşabilmesi için;
Bir hizmet veya vazifeden ötürü “tevdi veya emanet edilmiş” para
veya eşyanın veya “tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile” her türlü
askerî eşyanın zimmete geçirilmesi gereklidir.
Yasa koyucu, askerî eşya için “tevdi veya emanet edilme”
koşulunu aramamış iken, askerî eşya vasfını haiz olmayan sair eşya için
TCK’nın 202’nci maddesi ile uyumlu olacak şekilde, “görev sebebiyle
tevdi veya emanet edilme” şartını öngörmüştür. Ancak, her iki hâlde de,
“askerî bir hizmetin yapılması sırasında” veya “vazifenin suiistimali
suretiyle” eylemin icra edilmesi ön koşul olarak belirlenmiştir.
İhtilâsen zimmet suçu, basit zimmetten ayrı bir suç olmayıp,
zimmetin nitelikli hâlidir. Suçun faili olan memurun, zimmet yoluyla mal
edinme eylemini, dairesini “aldatacak” ve fiilin açığa çıkmamasını
sağlayacak “her türlü hileli faaliyette bulunmak suretiyle” işlemesi
hâlinde mal edinme suçu nitelikli zimmet biçiminde oluşmaktadır.
267
Öte yandan, zimmet suçunda, söz konusu mal kamu görevlisinin
zilyetliğinde veya koruması ve gözetim sorumluluğunda olduğu için,
bunun zimmete geçirilmesi için herhangi bir kişinin aldatılmış olması
gerekmez. Burada hile, sadece zimmet olgusunun sonradan
anlaşılmasının önüne geçilmek amacıyla gerçekleştirilmektedir. Bu
bakımdan, zimmet suçundaki hile, suçun delillerini gizlemeye yönelik
davranıştır (Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi).
Bu açıklamalar ışığında yargılama konusu olaya dönüldüğünde;
Bedelen bu görevini ifa ederken, İl Jandarma Komutanlığından talep
edilen ve İlçe Jandarma K.lığı hesaplarına havale edilen iaşe bedellerinin
harcanmasına ve hesapların kapatılmasına yönelik olarak, iaşe amacıyla
birliğe alınan mallara ilişkin belgelerde tahrifat yaptığı, bazı
malzemelerin alınmamasına rağmen alınmış gibi fatura aldığı, buna
ilişkin alım belgeleri tanzim ettiği, bu suretle, iaşe paralarını mal
edinmesi eyleminin “Zimmet” suçunu oluşturduğu, ilgili belgelerin tahrif
edilmesi ve sahte olması, bir kısmının hakikate muhalif olarak
düzenlenmesi nedeniyle eylemin; “İhtilâsen” işlendiği anlaşılmakla,
askerî mahkemenin; ihtilâsen zimmet suçundan dolayı tesis ettiği
mahkûmiyet hükmünde herhangi bir isabetsizlik bulunmadığı sonucuna
varıldığından, aynı doğrultudaki, mahkûmiyet hükmünün düzeltilerek
onanmasına ilişkin Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin, 27.3.2007 tarihli
ve 2007/457-477 sayılı E.K ilâmı yerinde görüldüğünden, Başsavcılık
itirazının reddine karar verilmiştir.
268
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/100
K. No. : 2007/94
T.
: 20.9.2007
ÖZET
İçinde bulunduğu malî zorluk, malî konulardaki kişilik
yapısı, iddia konusu olayların cereyan tarzı ve zamanı birlikte
dikkate alındığında, kavşak inşaatı sırasında kışla içerisinde
çalışan sivil firmanın çalışmalarını kontrol ve gözetimle
görevlendirilen sanığın, içinde bulunduğu malî kriz nedeniyle,
bu görevi sırasında ortaya çıkan her fırsatı değerlendirmeye
(Bu arada askerî malzeme olan elektrik ve aydınlatma
kabloları ile mazotu çalmaya) karar verip, bu kararı
doğrultusunda eylemlerini icra ettiği anlaşıldığından, kabloları
ve mazotu çalmaya teşebbüs suçlarını bir suç işleme kararı
kapsamında işlediğinin kabulü gerekmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sabit görülen eylemleri
nedeniyle hakkında zincirleme suç hükmünün mü uygulanacağı, yoksa
iki ayrı askerî eşyayı çalmak suçundan mı cezalandırılması gerektiği
konularına ilişkindir.
Daire; sanık hakkında zincirleme suç hükmünün uygulanması ve
As.Yrg.İç.Brl.Krl.’nun 5.3.2004 tarihli, 2004/1-1 esas ve karar sayılı
kararı doğrultusunda hükmün bozulması gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın sabit görülen eylemlerinin iki ayrı askerî
eşyayı çalmak suçunu oluşturacağını, ancak aleyhe temyize
gelinmediğinden hükmün onanması gerektiğini ileri sürerek Daire
kararına itiraz etmiştir.
269
Dosya içerisindeki beyan ve belgelerden; “... sanık terhisli
P.Uzm.Çvş. M.A.K.’nın, 3’üncü Kolordu Muhabere Bölük Komutanlığı
emrinde görev yaparken, Ayazağa kavşak inşaatı nedeniyle kışla
içerisinde çalışan sivil bir firmanın çalışmalarını kontrol ve gözetimle
görevlendirildiği, bu görevi sırasında; sivil firmanın çalışanlarından ikisi
ile samimiyet kurduğu, bu arada kışla aydınlatma ve güvenlik kamera
sistemlerinin değişiminde ortaya çıkan elektrik ve aydınlatma
kablolarından yaklaşık 600 metrelik bölümünü bir araya toplayıp, daha
sonra yola terk edilen araziye, kepçe operatörü sivil şahıs K.Ö.’ye çukur
açtırarak gömdürdüğü, ayrıca 6.10.2006 tarihinde sivil firma
yetkililerinin getirdiği boş benzin bidonunu alarak, çalışma yeri
yakınında bulunan telsiz parkındaki askerî araçlardan hortumla 60 litre
civarında mazot çekip, dolu bidonu sivil firma aracının yanına bıraktığı,
görevli askerlerin şüphelenmesi üzerine dolu bidonun bu şekilde
bulunduğu, sivil şahıs K.Ö. ve görevli askerlerin beyanı üzerine daha
sonra kabloların da gömüldüğü (Henüz kışla içerisindeki) arazide
10.10.2005 tarihinde ele geçtiği ...” sübuta erdiği anlaşılmaktadır. Esasen,
bu konuda ihtilâf da bulunmamaktadır.
Ancak, askerî mahkemece; kabloların birlik dışına çıkartılıp
gömüldüğü şeklindeki kabulün maddî hata olduğu, keza sanığın iki ayrı
eyleminin sabit görülmesine rağmen, neden tek suç kabul edildiğine dair
bir değerlendirme yapılmaması da usulü bir noksanlık olduğu
değerlendirilip, bu hatalara işaret edilmekle yetinilmesini müteakip,
sanığın sabit görülen bu eylemlerinin tek suç mu, zincirleme suç mu,
yoksa iki ayrı suç mu oluşturacağının irdelenmesine geçilmiştir.
Suç tarihî itibariyle sanık hakkında Askerî Ceza Kanununun
yanında 5237 sayılı TCK’nın genel hükümleri uygulanacağından, anılan
Kanun uyarınca inceleme yapılması gerekmektedir.
Sanığın aynı kişiye (Kamuya-MSB’ye) karşı farklı zamanlarda iki
ayrı hırsızlık fiilini icra ettiğinin kabul edilmesi karşısında, bu fiillerin,
askerî mahkemenin kabul ettiği şekilde tek askerî eşyayı çalmaya
teşebbüs suçu olarak değerlendirilmesi ve vasıflandırılması mümkün
değildir.
Zincirleme suçu düzenleyen 5237 sayılı Kanunun 43’üncü
maddesinde;
270
“(1) Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda
bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda, bir cezaya
hükmedilir. Ancak, bu ceza, dörtte birinden dörtte üçe kadar artırılır. Bir
suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli
şekilleri, aynı suç sayılır. Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu
fıkra uygulanır.
(2) Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiile işlenmesi (Fikrî
İçtima) durumunda da, birinci fıkra hükmü uygulanır.
(3) Kasten adam öldürme, kasten yaralama, işkence ve yağma
suçlarında bu fıkra hükmü uygulanmaz.”
Şeklinde tanımlanıp ne şekilde uygulanacağı gösterilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın 43/(1) madde ve fıkrasının uygulanabilmesi
için;
bir suç işleme kararı kapsamında,
bir kişiye karşı,
değişik zamanlarda,
aynı suçun birden fazla işlenmesi,
öngörülmektedir. Sanık hakkında iddia olunan ve sabit görülen
eylemler itibariyle, zincirleme suç hükmünün uygulanabilmesi için
aranan, “Bir kişiye karşı, değişik zamanlarda, aynı suçun birden fazla
işlenmesi”
unsurlarının
gerçekleştiği
hususunda
tereddüt
bulunmamaktadır.
Sanığın eylemlerini bir suç işleme kararı kapsamında işleyip
işlemediği irdelendiğinde;
Doç.Dr. İzzet ÖZGENÇ “Türk Ceza Kanunu Gazî Şerhi-Genel
Hükümler” adlı eserinde, zincirleme suçun bu unsurunu “... Zincirleme
suçun sübjektif koşulu ise, işlenen birden fazla suç arasında bir manevî
bağın bulunmasıdır. Başka bir deyişle, bu fiiller, bir suç işleme kararının
icrası kapsamında işlenmektedir. Aynı suçun birden fazla işlenmesi
hâlinde, bu suçlar arasında manevî bağın mevcut olup olmadığını, her bir
olayın somut işleniş koşullarına göre takdir etme yetkisine sahip olan
hâkimdir ...” şeklinde açıklamıştır.
As.Yrg.Drl.Krl.’nun 5.7.2007 tarihli, 2007/90-91 esas ve karar
sayılı kararında; suç işleme kararında birlik “... Her biri başka bir kastın
sonucu olan, dolayısıyla ayrı ayrı suç oluşturan eylemleri birbirine
bağlayan unsur olup, bu amaca yönelik olarak önceden kurulan genel bir
271
plân ve niyeti ifade etmektedir. Sanığın işlemeyi düşündüğü suçu bir
defada gerçekleştirmesi yerine, kısımlara ayırıp zamana yayarak
gerçekleştirmesi, hareketinin, önceki hareketinin devamı olması ve
hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunması hâlinde suç işleme
kararında birlik olduğu kabul edilmektedir ...” şeklinde açıklanmıştır.
Somut olaya döndüğümüzde, Ayazağa kavşak inşaatı nedeniyle
kışla içerisinde çalışan sivil firmanın çalışmalarını kontrol ve gözetimle
görevlendirilen sanık; firma çalışanlarından S.G. ve K.Ö. ile samimiyet
kurmasının ardından, önce kışla aydınlatma ve güvenlik sistemlerinin
değişimi sırasında sökülen kabloları toplayıp, daha sonra yola terk
edilecek araziye, kepçe operatörü K.Ö.’ye çukur açtırarak gömdürmüş,
bir süre sonra da sivil firma yetkililerinin getirdiği boş benzin bidonunu
alarak, çalışma yeri yakınında bulunan telsiz parkındaki askerî araçlardan
hortumla 60 litre civarında mazot çekip, dolu bidonu sivil firma aracının
yanına bırakmıştır.
Tanık S.G.; Askerî mahkemece alınan yeminli ifadesinde sanığın
kendisinden yemek parası istediğini,
Tanık K.Ö.; İstinabe mahkemesince alınan yeminli ifadesinde;
sanığın kendisinden ve şantiyedeki arkadaşlarından borç para istediğini,
öğlenleri bedava yemek talep ettiğini, hafta sonları kendilerinin yanında
takılıp ya borç para ya da bir şeyler ısmarlamalarını istediğini
anlatmaktadırlar.
Keza dosyadaki belgelerden sanığın maaşının icra takibinde olduğu
anlaşılmakta, vaka ve kanaat raporunda da sanığın borçlarını
ödeyemediği için sık sık icraya verildiği, parasal konularda zafiyeti
bulunduğu belirtilmektedir.
Sanığın, içinde bulunduğu malî zorluk, malî konulardaki kişilik
yapısı, iddia konusu, olayların cereyan tarzı ve zamanı birlikte dikkate
alındığında, kavşak inşaatı sırasında kışla içerisinde çalışan sivil firmanın
çalışmalarını kontrol ve gözetimle görevlendirilen sanığın, içinde
bulunduğu malî kriz nedeniyle, bu görevi sırasında ortaya çıkan her
fırsatı değerlendirmeye (Bu arada askerî malzeme olan elektrik ve
aydınlatma kabloları ile mazotu çalmaya) karar verip, bu kararı
doğrultusunda eylemlerini icra ettiği anlaşıldığından, kabloları ve mazotu
çalmaya teşebbüs suçlarını bir suç işleme kararı kapsamında işlediğinin
kabulü gerekmiş ve bu doğrultudaki Daire kararı isabetli bulunmuştur.
İtiraz tebliğnamesinde; sanığın iki suç teşkil eden eylemlerinin
tarihlerinin ve konularının farklı olduğu ileri sürülmüş ise de;
272
Birden fazla fiilin farklı zamanlarda işlenmesi zaten zincirleme
suçun unsurlarındandır. 5237 sayılı Kanunun 43/1’inci maddesinde, suç
konusunun aynı olması şeklinde bir kriter yer almayıp, suç işleme
kararında birlik esas alınmıştır. Aynı fıkrada, “... Bir suçun temel şekli ile
daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli şekilleri aynı suç
sayılır. ...” kuralına yer verilmek suretiyle, konuları farklı olan
eylemlerde de zincirleme suç hükmünün uygulanacağına cevaz
verilmiştir. Örneğin TCK’nın 142’nci maddesinin 1, 2 ve 3’üncü
fıkralarında sayılan nitelikli hırsızlık fiillerinin, aynı suç işleme kararı
kapsamında, bir kişiye karşı, değişik zamanlarda, birden fazla yapılması
hâlinde, konuları farklı olmasına rağmen zincirleme suç hükmü
uygulanabilecektir.
As.Yrg.İç.Brl.Krl.’nun 5.3.2004 tarihli, 2004/1-1 esas ve karar
sayılı kararında, müteselsil suç hükmünün uygulanması gerekirken
uygulanmaması durumunda, aleyhe temyiz olmasa da bu hata suç vasfını
ilgilendirdiğinden bozma nedeni sayılacağı kabul edilmiştir.
İki ayrı fiilin tek suç değil de müteselsil suç kabul edilmesi suç
vasfını ilgilendiriyorsa, aynı fiillerin, tebliğnamede ileri sürüldüğü
şekilde iki ayrı suç teşkil ettiğinin kabulü hâlinde de (Aynı İBK.
doğrultusunda), suç vasfını ilgilendireceği değerlendirilip, hükmün
bozulması gerekecektir.
Bu nedenlerle, tebliğnamedeki itiraz sebepleri isabetli
bulunmadığından reddine karar verilmiştir.
273
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1934
K. No. : 2007/2027
T.
: 25.9.2007
ÖZET
4.12.2004 tarihinde Ulş.Oto Bl.K.lığı garajında bulunan
iki ayrı askerî araçtan iki ayrı oto teybini çalan sanığın, kendi
beyanına göre, 2004 yılı Aralık ayı sonlarında bir gece yarısı
saat 01.30 sıralarında, bu kez işine yarar malzeme bulabileceği
düşüncesiyle girdiği 3’üncü Erbaş Bölüğü Malzeme
Deposundan hırsızlık yaptığı göz önüne alındığında, sanığın
eylemlerini, bulduğu fırsatlardan yararlanarak ayrı ve yeni bir
karar almak suretiyle işlediği, eylemleri arasında sübjektif bir
bağlantının, dolayısıyla aynı suç işleme kararının mevcut
olmadığı, ilk eylemini gerçekleştirirken sonraki hırsızlık
suçunu işleyeceğine ilişkin genel bir niyetinin bulunmadığı,
eylemlerinin iki ayrı askerî eşyayı çalmaya teşebbüs suçunu
oluşturduğundan ve 765 sayılı TCK’nın 80’inci maddesindeki
teselsül hükümlerinin uygulanmasını gerektirir bir yön
bulunmadığından, hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Askerî mahkemece; sanığın, 2004 yılı Aralık ayı içerisinde
müteselsilen askerî eşyayı çalmaya teşebbüs suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 131/1 (Az vahim hâl cümlesi), 765 sayılı TCK’nın
80, 62/2, 59/2 ve 647 sayılı Kanunun 4’üncü maddeleri gereğince, bin iki
yüz yetmiş altı (1.276) YTL adlî para cezası ile cezalandırılmasına,
11.3.2005-14.4.2005 tarihleri arasında tutuklulukta geçirdiği
sürelerinin, 353 sayılı Kanunun 251/1 ve 647 sayılı Kanunun 5’inci
maddeleri uyarınca, infaz tarihindeki para cezası değeri üzerinden paraya
çevrilerek hükmolunan adlî para cezasından mahsubuna, ASCK’nın
35’inci maddesi gereğince onbaşı rütbesinin geri alınmasına,
karar verilmiştir.
274
Hüküm; sanık tarafından, yasal süresi içerisinde özetle, atılı suçu
işlemediği, aslında dava konusu oto teybini arkadaşının çaldığı ve infazın
durdurulmasına karar verilmesi gerektiği ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; “....Bu oluş şekline göre, sanığın eylemlerinin biri
müteselsilen olmak üzere teşebbüs aşamasında kalan iki ayrı askerî
eşyayı çalmak suçunu oluşturduğu, zira eylemler arasındaki zaman farkı
ve çalınan malzemelerin niteliği dikkate alındığında söz konusu suçların
aynı kararın icrası cümlesinden olarak işlendiğinin söylenemeyeceği, bu
nedenle müteselsil suç hükümleri kapsamında verilen kararın isabetli
olmadığı değerlendirildiğinden, mahkûmiyet hükümlerinin sanığın
cezada kazanılmış hakkı korunmak suretiyle bozulması gerektiği....”
şeklindeki gerekçe ile hükmün bozulması yönünde düşünce bildirilmiştir.
Hâlen terhisli bulunan sanığın, Hv.Er Eğt.Tug.İs.Kt.K.lığı
emrinde askerlik hizmetini yaparken, 4.12.2004 günü sabah saatlerinde
oto ulaştırma bölüğünün garajında park hâlinde bulunan 624014 plâka
no.lu Toros marka askerî aracın içinden bir adet Kamasonic marka oto
teybi ile, yine 624008 plâka no.lu Renault 19 marka askerî aracın içinden
Philips RC 248 marka oto teybini araç sürücülerinden habersizce ve
gizlice aldığı, kendi beyanına göre, yaptığı kontrol neticesinde bozuk
olduğunu tespit ettiği Kamasonic marka oto teybini atölyenin araka
tarafındaki moloz yığınına attıktan sonra, diğer oto teybini görev yaptığı
marangoz atölyesindeki soyunma dolabında muhafaza etmeye başladığı,
Bu olaydan 20-25 gün sonra, tahminen 2004 yılı Aralık ayı
sonlarında bir gece yarısı saat 01.30 sıralarında, sanık onbaşının, kendi
işine yarayabilecek malzeme olabileceğini düşündüğü ve penceresini
önceden temin ettiği tornavida yardımıyla açarak girdiği 3’üncü Erbaş ve
Er Bölüğü Malzeme Deposundan bir adet siyah renkli üreme sağlığı kiti
çantası, iki adet yağmurluk, iki adet kar başlığı ve beş adet avcı yeleğini
sorumlusundan habersizce ve gizlice alıp marangoz atölyesindeki
dolabına koyduğu,
Sanığın hâl ve hareketlerinden şüphelenen Hv.İs.Onb. S.K.’nın
bilgilendirmesi ve ihbarı üzerine, 9.3.2005 günü sanık Hv.İs.Onb.
S.E.’nin görev yaptığı marangoz atölyesindeki soyunma dolabında
yapılan aramada, yukarıda cins ve miktarları yazılı (Kamasonic marka
oto teybi hariç) malzeme ile bir kısım şahsî eşyalarının bulunduğu,
275
Böylece, sanığın, askerî eşya vasfında bulunduğunda kuşku
bulunmayan yukarıda cins ve miktarları yazılı malzemeyi
sorumlularından habersizce ve gizlice alıp görevli bulunduğu marangoz
atölyesindeki soyunma dolabında saklamak suretiyle, unsurları ve cezası
ASCK’nın 131’inci maddesinde yazılı askerî eşyayı çalmak suçunu
işlediği sanığın ikrarını içeren savunmalar, tanıklar, Hv. Ulş. Er S.B.B.,
Hv.Ulş. Er M.T., Hv.P.Çvş. A.C., Hv.Ulş.Bçvş. İ.C., Hv.P Çvş. V.A.,
Hv.Ulş.Onb. S.K., Svl. Me. İ.T., Hv.Ulş.Bçvş. Ş.D., Er H.D. ve Hv.İs.
Astsb.Çvş. M.O.’nun oluşa uygun ve birbirini tamamlar nitelikteki
yeminli ifadeleri ile olay yeri tespit ve yer gösterme tutanağı, arama
tutanağı ve diğer yazılı delillerden anlaşıldığından, sanığın, sübuta
yönelik temyiz sebeplerinde haklılık görülmemiştir.
Bu itibarla, yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen
delillere ve incelenen dosya içeriğine göre, askerî mahkemece, sanığın
eylemlerinin yukarıda anlatıldığı şekilde sübuta erdiğinin ve askerî
eşyayı çalmak suçunu oluşturduğunun kabulünde ve askerî eşyayı çalmak
amacıyla hareket eden ve hedeflediği sonucu gerçekleştirmeye yönelik
icra hareketlerine başlayan sanığın eylemlerini elinde olmayan nedenlerle
tamamlayamamış olmasından dolayı teşebbüs hükümlerinden
yararlandırılmış olmasında herhangi bir isabetsizlik görülmemekte ise de;
sanığın eylemlerinin iki ayrı suçu mu yoksa teselsül eden tek bir suçu mu
oluşturduğu hususunun tartışılması gerekmektedir.
Bilindiği üzere suçların işlendiği tarihlerde yürürlükte olan mülga
765 sayılı TCK’nın müteselsil suçu düzenleyen 80’inci maddesi; “Bir suç
işlemek kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün
birkaç defa ihlâl edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç
sayılır. Fakat bundan dolayı terettüp edecek ceza altıda birden yarıya
kadar artırılır.” hükmünü içermekte olup, bu tanıma göre müteselsil suç
hükümlerinin uygulanabilmesi için;
1. Birden çok fiilin bulunması (Objektif şart),
2. Fiillerin farklı zamanlarda olsa dahi kanunun aynı hükmünü
ihlâl etmesi (Objektif şart)
3. Bir suç işleme kararının bulunması (Sübjektif şart), şartlarının
birlikte gerçekleşmesinin gerektiği açıktır.
Dava konusu olayda objektif şartların gerçekleştiği hususunda
herhangi bir kuşku bulunmadığından, sübjektif şartın gerçekleşip
gerçekleşmediğinin incelenmesi gerekmektedir.
276
Yargıtay CGK’nın 12.10.1992/244-268, 20.3.1995-6/48-68 ve
27.3.1995-8/58-86, sayılı kararlarında, “.......Aynı suç işleme kararından
yasanın aynı hükmünü birçok kez ihlâl etme hususunda önceden kurulan
bir plân, genel bir niyet anlaşılmalıdır. Fail suçu işlemeden önce bir plân
yapmalı veya suça niyet etmeli, fakat fiilî bir defada yapmak yerine
kısımlara bölmeyi ve o suretle gerçekleştirmeyi uygun görmelidir.
Öngörülen ve gerçekleştirmeye yönelik olan suç alanı çerçevesinde
hareket etmelidir. Failin hareketi önceki hareketinin devamı olmalı ve
tüm hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunmalıdır.” denilmek
suretiyle sübjektif şartın kriterleri belirtilmiştir.
Aynı suç işleme kararının varlığı, olaysal olarak suçun
işlenmesindeki özellikler, suçun işleniş biçimi, fiillerin işlendikleri yer ve
işlenme zamanı, fiiller arasında geçen süre, mağdurların farklı olup
olmadıkları, ihlâl edilen değer ve yarar ile korunan değer ve yarar,
olayların oluşum ve gelişimi ile tüm özellikleri değerlendirilerek
belirlenecektir (YCGK’nın 8.7.2003 tarihli 2003/5-189 ve 2003/207 esas
ve karar sayılı kararı).
Bu açıklamalardan sonra somut olaya dönecek olursak, 4.12.2004
tarihinde Ulş.Oto Bl.K.lığı garajında bulunan iki ayrı askerî araçtan iki
ayrı oto teybini çalan sanığın, kendi beyanına göre, 2004 yılı Aralık ayı
sonlarında bir gece yarısı saat 01.30 sıralarında, bu kez işine yarar
malzeme bulabileceği düşüncesiyle girdiği 3’üncü Erbaş Bölüğü
Malzeme Deposundan hırsızlık yaptığı göz önüne alındığında, sanığın
eylemlerini bulduğu fırsatlardan yararlanarak ayrı ve yeni bir karar almak
suretiyle işlediği, dosya içeriğine göre eylemler arasında sübjektif bir
bağlantının, dolayısıyla aynı suç işleme kararının mevcut olmadığı, ilk
eylemini gerçekleştirirken sonraki hırsızlık suçunu işleyeceğine ilişkin
genel bir niyetinin bulunmadığı, eylemlerinin hükümde belirtildiğinin
aksine iki ayrı askerî eşyayı çalmaya teşebbüs suçunu oluşturduğu,
olayda mülga 765 sayılı TCK’nın 80’inci maddesinde yer alan teselsül
hükümlerinin uygulanmasını gerektirir bir yön bulunmadığı sonucuna
varıldığından, hükmün sanığın cezada kazanılmış haklarının saklı
kalması koşuluyla bozulmasına karar verilmiştir.
Diğer taraftan, sanığın, 4.12.2004 günü Ulş.Oto Bölüğü Garajında
bulunan iki ayrı askerî araçtan oto teybi çalması şeklindeki eylemlerini
çok kısa zaman aralığında (Birkaç dakika içerisinde) gerçekleştirdiği ve
mağdurun aynı kişi (Devlet) olduğu göz önüne alındığında, birden çok
fiilden bahsetmek mümkün olmadığından, bu olayda müteselsil suç
hükümlerinin uygulanması gerektiği yönündeki tebliğname görüşüne
iştirak olunmamıştır.
277
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1804
K. No. : 2007/1847
T.
: 20.11.2007
ÖZET
İkmal kanalından askerî hizmetlerde kullanılmak üzere
birliğe tahsis edilen ve bölük komutanı olarak sanığın
sorumluluğunda bulunan benzin ve mazotun kullanılmasında
bir sayaçtan yararlanılmayıp, düzenli, yeterli ve sağlıklı bir
şekilde tutulmayan, herhangi bir sarf belgesine dayanmayan
kayıtlarda zimmete geçirme ve bunun ortaya çıkmasını
önlemek için hile yapılması söz konusu olmadığından, açıkça
askerî hizmetler dışında kullanılan benzin ve mazotun askerî
araçlar veya bölükte çalışma yapan resmî araçlar üzerine
yazılmasının birlik benzinlik sorumlusuna emredilmiş
olmasında
ihtilasen
zimmet
suçunun
unsurlarının
oluşmadığının kabulü gerekir.
Askerî mahkemece;
1. Sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin,
a) İddianamenin “1’inci olay” ve “3’üncü olay” bölümlerinde
belirtilen eylemler nedeniyle birliğe ait mazot ve benzini mal edinmek
suretiyle müteselsilen zimmet suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
131/1, 765 sayılı TCK’nın 80 (teşdiden) ve 59/2’nci maddeleri gereğince 1
yıl 1 ay 10 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına; ASCK’nın 30/A-B
maddesi gereğince Türk Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarılmasına;
Eylemi sonucu meydana gelen 878.355.000.-TL hazine zararının,
432.800.000 TL tutarındaki kısmının sanık ile diğer sanık U.U.’dan
müteselsilen ve mütesaviyen tahsil edilmek üzere ASCK’nın 131/1-son
maddesi gereğince tazminen tahsiline; 492 sayılı Harçlar Kanunu
gereğince 23,30 YTL tutarındaki kısmı sanık ile diğer sanık U.U.’dan
müteselsilen ve mütesaviyen tahsil edilmek üzere sanıktan 47,40 YTL
nispî harç alınmasına;
278
b) İddianamenin “2’nci olay” bölümünde belirtilen eylemler
nedeniyle kişisel telefon görüşmeleri ile çay ocağı, lahmacun ve pide
fırınından yapmış olduğu harcama bedellerini birlik gelirlerinden
ödetmek suretiyle müteselsilen zimmet suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 131/1 (az vahim hâl, teşdiden), 765 sayılı TCK’nın 80
(teşdiden) ve 59/2’nci maddeleri gereğince 8 ay 10 gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına, ASCK’nın 30/B maddesi gereğince Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkarılmasına;
Eylemi sonucu meydana 927.849.000.-TL hazine zararının
ASCK’nın 131/1-son maddesi gereğince sanıktan tazminen tahsiline; 492
sayılı Harçlar Kanunu gereğince sanıktan 50,10.-YTL nispî harç
alınmasına;
c) İddianamenin “2’nci olay” bölümünde belirtilen eylemler
nedeniyle kantinden yaptığı yaklaşık 100.000.000.-TL tutarındaki
harcama bedelini ödememek suretiyle memuriyet nüfuzunu sair suretle
kötüye kullanmak suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 115/2 ve
765 sayılı TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına;
d) İddianamenin “4’üncü olay” bölümünde belirtilen eylemler
nedeniyle erleri kanuna muhalif olarak hizmetçiliğe vermek suçunu
işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 114/3 (teşdiden) ve 765 sayılı
TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına;
e) İddianamenin “5’inci olay” bölümünde belirtilen eylemler
nedeniyle görevi gereği muhafazasına memur olduğu üç ineği satarak
bedelini mal edinmek suretiyle zimmet suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 131/1 (az vahim hâl, teşdiden) ve 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci
maddeleri gereğince 6 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına;
ASCK’nın 30/B maddesi gereğince Türk Silâhlı Kuvvetlerinden
çıkarılmasına;
Eylemi sonucu meydana gelen 1.000.000.000.-TL hazine
zararının ASCK’nın 131/1-son maddesi gereğince sanığa ödettirilmesine;
492 sayılı Harçlar Kanunun gereğince 54.-YTL nispî harç alınmasına;
f) İddianamenin “6’ncı olay” bölümünde belirtilen eylemler
nedeniyle P.Er S.A.’yı fazladan izine göndermek suretiyle müteselsilen
memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 144’üncü maddesi delâletiyle 765 sayılı TCK’nın 240
(teşdiden), 765 sayılı TCK’nın 80 ve 59/2’nci maddeleri gereğince 1 yıl 1
ay 18 gün hapis cezası, 245 YTL adlî para cezası, 3 ay 11 gün
279
memuriyetten mahrumiyet cezası ile cezalandırılmasına; ASCK’nın 30/A
maddesi gereğince Türk Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarılmasına;
2. Sanık sivil şahıs U.U.’nun, iddianamenin “1’inci olay”
bölümünde belirtilen eylemler nedeniyle müteselsilen zimmet suçuna
iştirak etmek suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 131/1 (az vahim
hâl cümlesi), 5237 sayılı TCK’nın 43, 39/2 ve 62/1’inci maddeleri
gereğince 3 ay 10 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına;
Eylemi sonucu meydana gelen 432.800.000.-TL hazine zararının
sanık ile diğer sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’den müteselsilen ve mütesaviyen
tahsil edilmek üzere ASCK’nın 131/1-son maddesi gereğince tazminen
tahsiline; 492 sayılı Harçlar Kanunu gereğince sanık ile diğer sanık
P.Kd.Ütğm. S.Y.’den müteselsilen ve mütesaviyen tahsil edilmek üzere
23,30 YTL nispî harç alınmasına;
karar verilmiştir.
Askerî savcı; sanık S.Y.’nin, iddianamenin “1’inci olay” ve
“2’nci olay” bölümlerinde belirtilen eylemlerinin müteselsilen zimmet
suçunu değil, müteselsilen ihtilasen zimmet suçunu, iddianamenin
“3’üncü olay” bölümünde belirtilen eylemlerinin müteselsilen zimmet
suçunu değil, müteselsilen memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunu
oluşturduğunu ileri sürerek, belirtilen suçlardan verilen mahkûmiyet
hükümlerinin sanık aleyhine bozulması istemleriyle;
Sanık S.Y. müdafii; müvekkili hakkındaki mahkûmiyet
hükümlerini eksik soruşturma ve sübuta yönelik nedenlerle;
Sanık U.U. müdafii, müvekkili hakkındaki mahkûmiyet hükmünü
sübuta yönelik nedenlerle;
Temyiz etmişlerdir.
Birliğe ait mazot ve benzinin müteselsilen zimmete geçirilmesi
suçu (iddianamede “1’inci olay” ve “3’üncü olay”) yönünden inceleme:
2001 yılı genel atamalarında 12’nci Hd.Tb. 4’üncü Hd.Bl.K.lığına
atanan sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin, Çorlu’da bulunan ev eşyalarının
eşinin babasına ait olan ve kayınbiraderi diğer sanık U.U.’nun kullandığı
34 UT 4978 plâka numaralı Ford Cargo marka araçla görev yerine
getirildiği, sanığın emriyle eşyaların getirildiği araca birliğe ait mazottan
verildiği, ayrıca bölük bölgesinden ağaç kesiminde kullanılmak üzere
sivil şahısların kullandıkları aletler için kendilerine bölüğe ait benzinden
verildiği, diğer sanık U.U.’nun ağaç, tomruk veya kereste götürmek
amaçlarıyla en az 7 kez daha birliğe geldiği, her gelişinde aracına birliğe
ait mazottan konulduğu, sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin, samimî ilişkiler
kurduğu sivil şahıslara ait araçları alarak kişisel amaçlarla kullandığında
birliğe ait benzinden konulmasını sağladığı, aynı şekilde birlik
280
personeline ait araçları da zaman zaman kişisel amaçlarla alıp kullandığı,
bu şekilde kullandığı araçların deposuna da birliğe ait benzinden
koydurduğu, bazı hizmetler için birlik personeline ait araçlardan
yararlandığında da bu araçların yakıt ihtiyacının birlik benzinliğinden
karşılandığı, gerekçeli hükümde sanığın kimlere hangi amaçlarla benzin
ve mazot verdirdiği ayrıntılı olarak tartışılıp irdelendikten sonra
belirtildiği gibi sanığın görev süresinde birlik benzinliğini kendi işletmesi
gibi kullandığı aşamalarda toplanan dosya kapsamındaki kanıtlardan
anlaşılmakta olup, askerî mahkemenin bu yöndeki kabulünde bir
isabetsizlik bulunmamaktadır.
Dava konusu eylemlerinin nitelendirilmesi açısından bölük
komutanı olan sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin görev ve sorumluluğunun
kapsamının irdelenmesi gerekmektedir.
Bölük İdaresi Muhtırası (KKYY. 162-20 YY-10)’nın, “Bölük
komutanın görev ve sorumlulukları” başlıklı 5’inci maddesinde; bölük
komutanının, bölüğün idarî ve lojistik işlerinden de sorumlu olduğu
belirtildikten sonra, “…Bölük komutanı bu sorumluluğu kimseye
devredemez ve paylaşamaz. Ancak, astlarına görev ve yetkiler vermek
suretiyle sorumluluğunun gereklerini yerine getirir. Bu hâlde dahi,
sorumluluk, gene bölük komutanına aittir. bölük komutanının birliğine
hâkim olması ve onu en iyi şekilde yönetmesi, esas görevidir.” hükmüne
yer verilmiştir.
ASCK’nın 131/1’inci maddesi ise; “Askerî bir hizmet yaparken
veya vazifeyi suiistimal ederek bir hizmet veya vazifeden ötürü tevdi
veya emanet edilmiş olan para veya kıymeti ne olursa olsun bir eşyayı
yahut kendisine tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile her türlü askerî
erzak, eşya ve hayvanları çalanlar veya zimmetine geçirenler, yahut
ihtilas edenler veya satanlar, yahut rehine verenler ve bunları bilerek
satın alanlar veya rehin kabul edenler veya gizleyenler ... cezalandırılır. ”
şeklindedir.
Anılan maddede düzenlenen suçlardan zimmet suçu; memurun,
kendisine tevdi olunan veya görevi nedeniyle koruma, kontrol ve
sorumluluğu altında bulunan para, para hükmündeki evrak veya diğer
menkul eşyayı faydalanmak kastıyla aşırması veya kendisi ya da
başkasının lehine mal edinmesi hâlinde oluşur. İhtilas ise; zimmet
suçunun nitelikli hâli olup, ihtilasta, zimmetten farklı olarak, aşırma veya
mal edinmenin hile ile yapılmış olması gerekmektedir.
281
Somut olayda, ikmal kanalından askerî hizmetlerde kullanılmak
üzere birliğe tahsis edilen ve bölük komutanı olarak sanığın
sorumluluğunda bulunan benzin ve mazotun tahsis amacı dışında
kullanılması söz konusu olup; sanık birlik benzinlik sorumlusuna emir
vererek, belirtilen şekilde askerî hizmetler dışında kullanılmış olan
benzin ve mazotun, benzin ve mazot sarf defterlerinde, askerî araçlar
üzerine veya birlikte çalışma yapan resmî kurumlara ait araçlar üzerine
yazmasını istemiştir. Birliğe ait mazot ve benzinin kullanılmasında bir
sayaçtan yararlanılmayıp, düzenli, yeterli ve sağlıklı bir şekilde
tutulmayan, herhangi bir sarf belgesine dayanmayan kayıtlarda zimmete
geçirme ve bunun ortaya çıkmasını önlemek için hile yapılması söz
konusu olmayıp; esasen, açıkça askerî hizmetler dışında kullanılan
benzin ve mazotun askerî araçlar veya bölükte çalışma yapan resmî
araçlar üzerine yazılmasının emredilmiş olması karşısında, olayda
ihtilasen zimmet suçunun unsurlarının oluşmadığının kabulünde de bir
isabetsizlik bulunmayıp, askerî savcının bu konuya ilişkin temyiz nedeni
kabule değer görülmemiştir.
Diğer yandan; askerî savcının, bölük komutanı olan sanığın bazı
hizmetlerin yürütülmesi açısından bölük personeli veya sivil şahıslara ait
araç ve aletlere benzin veya mazot verilmesi eylemlerinin zimmet suçunu
değil, memuriyet görevini kullanmak suçunu oluşturduğuna yönelik
temyiz nedeni de; sanığın, yaygın, sürekli, kontrolsüz ve amacı aşar
şekilde, bir zorunluluk ve zarurette bulunmaksızın askerî hizmete tahsis
edilen benzin ve mazotu tahsis amacı dışında kullandığının belirlenmesi,
bu uygulamanın olağan hâle gelmesi karşısında, kabule değer
görülmemiş; askerî mahkemece, birliğe ait benzin ve mazotun tahsis
amacı dışında kullanılmasına yönelik tüm eylemlerin birlikte
değerlendirilerek müteselsilen zimmet suçunu oluşturduğu yönündeki
kabul ve gerekçesinin isabetli olduğu sonucuna varılmıştır.
Birliğe ait benzin ve mazotun tahsis amacı dışında kullanılmasına
yönelik eylemler nedeniyle askerî mahkemece, görevlilerin beyanları
esas alınarak zimmete geçirilen benzin ve mazot miktarının sanıkların en
lehine olacak şekilde belirlenmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Askerî mahkemece, yasal, inandırıcı ve yeterli gerekçelerle, bölük
komutanı olarak görevli olan sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’ye atılı müteselsilen
zimmet suçunun ve sivil şahıs sanık U.U.’ya atılı müteselsilen zimmet
suçuna iştirak suçunun tüm unsurlarıyla oluştuğunun kabulü ile yazılı
olduğu şekilde cezalandırılmalarında hukuka aykırılık bulunmadığından,
mahkûmiyet hükümlerinin ayrı ayrı onanmasına karar verilmiştir.
282
Tebliğnamede; belirtilen eylemler yönünden birliğe benzin ve
mazotun ne şekilde geldiği, kayıtlarının nasıl tutulduğu, sarfının ne
şekilde yapıldığı ve hazine zararı bulunup bulunmadığı konularında
bilirkişi dinlenilmesi ve sonucuna göre dava konusu eylemlerin zimmet
suçunu mu, yoksa ihtilasen zimmet suçunu mu oluşturduğunun
değerlendirilmesi gerektiği, bu nedenlerle sanıklar hakkındaki
mahkûmiyet hükümlerinin eksik soruşturma yönünden bozulması görüş
ve düşüncesi bildirilmiş ise de; yukarıda da değinildiği gibi, ikmal
kanalınca askerî hizmetin yürütülmesi için önceden belirlenen miktarlara
uygun olarak birliğe tahsis edilen benzin ve mazotun, bir sayaçtan
yararlanılmaksızın, sarf edildikçe benzin ve mazot sarf defterlerine
yazılması, belirtilen defterlerin, düzenli, yeterli ve sağlıklı bir şekilde
tutulmaması, benzinlik sorumlularının, bölük komutanı olan sanığın,
tahsis amacı dışında kullanılan benzin ve mazotun askerî araçlar üzerine
veya birlikte çalışma yapan resmî araçlar üzerine kaydedilmesi
yönündeki açık beyanları, dava dosyasında benzin ve mazotun zimmete
geçirilmesinin hileyle olduğuna ilişkin bir kanıtın bulunmaması, askerî
mahkemece, zimmete geçirilen benzin ve mazot miktarına ilişkin hazine
zararının tüm delillerin değerlendirilmesiyle sanıkların en lehine olacak
şekilde belirlenmiş olması, suç tarihlerinin üzerinden beş yıl gibi çok
uzun bir sürenin geçmiş olması ve bu aşamadan sonra yapılacak
araştırmayla farklı ve sağlıklı sonuca ulaşmanın mümkün görülmemesi
karşısında, tebliğnamedeki görüşe iştirak edilmemiştir.
Kişisel telefon görüşmeleri ile çay ocağı, lahmacun ve pide
fırınından yapılan harcama bedellerinin ödenmemesine ilişkin
müteselsilen zimmet suçu (iddianamede “2’nci olay”) yönünden
inceleme:
Sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin, bölük hesap işlerini yürütmekle
başlangıçta P.Atğm. S.K., daha sonra P.Atğm. Ş.O. ve soruşturmaya
geçilmesinin hemen öncesinde P.Atğm. S.G.’yi görevlendirdiği, suç
tarihlerinde bölük hesap işlerini yürütmekle görevli olan kişilerden,
belirli bir oranı tabura aktarılan bölük gelirlerinin, bölükte
gerçekleştirmeyi plânlandığı bir takım işlerde kullanmak üzere düşük
gösterilmesini ve kayıtların buna göre düzenlenmesini istediği, bölük
santralinde bulunan 696 62 34 ve kendisinin göreve başlamasından sonra
yaptığı başvuru üzerine tahsis edilen ve makam odasında bulunan 696 71
15 numaralı telefonlardan yapmış olduğu kişisel görüşmeler ile çay
ocağı, lahmacun ve pide fırınından yaptığı harcama bedellerini
ödemediği, işletmelerinden elde edilen ve kayıtlarda gösterilmeyen
gelirlerden ödenmesini sağladığı, kişisel telefon görüşme bedelleri
283
toplamının 927.849.000 TL olduğu, çay ocağı, lahmacun ve pide
fırınından yaptığı ve ödemediği harcama bedellerinin saptanamadığı,
böylece kişisel harcamalarını bölük gelirlerinden ödettirmek ve karşılığı
olan tutarı mal edinmek sureti ile müteselsilen zimmet suçunu işlediği
kabul edilerek yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasına karar verilmiş ise
de;
Bölükte, çay, simit, poğaça, lahmacun ve pide gibi ürünlerin satışı
ile kontörlü telefon işletilmesinden elde edilen tüm gelirlerinin, suç
tarihlerinde bölük hesap işlerini yürütmekle görevlendirilen P.Atğm. S.K.
ve daha sonra P.Atğm. Ş.O.’da toplandığı, anılan şahısların, elde edilen
gelirleri ve yapılan harcamaları, muhasebe usul ve tekniklerine göre
işletme defterine kaydetmeleri gerektiği, bölük gelirlerinin harcanmasına
ilişkin yetki bölük komutanı olarak sanığa ait olmakla birlikte; bölük
gelirlerinden elde edilen paraların doğrudan, fiilen ve özel olarak
görevlendirilen yukarıda belirtilen ve subay statüsündeki şahıslarda
toplandığı, sanığın bölük komutanı olarak bölük gelirlerini oluşturan
paraların korunmasına yönelik, doğrudan, öncelikli ve fiilî bir görevinin
bulunmadığı, harcama yetkisinin sanıkta olması ve bir kısım gelirlerin
eksik gösterilerek bununla kişisel harcamalarının karşılanmasının zimmet
suçu olarak nitelendirilemeyeceği, ancak, elde edilişinden harcanmasına
kadar tüm aşamalarda, komutanlık sorumluluğunun gereği olarak
görevliler tarafından bölük gelirlerinin gerçeğe uygun olarak kayıtlarının
tutulması ve mevzuata uygun olarak harcanmasını sağlamakla görevli
olan sanığın, görevinin gereklerine aykırı hareket ederek, kişilerin
mağduriyetine, kamunun zararına ve haksız bir kazanç elde edilmesine
neden olduğu, sanığın eyleminin memuriyet görevini kötüye kullanmak
suçunu oluşturduğu, askerî savcının, eylemin müteselsilen ihtilasen
zimmet suçunu oluşturduğuna ilişkin ve sanık müdafiinin, sübuta yönelik
temyiz nedenlerinin kabule değer olmadığı sonucuna varıldığından, sanık
hakkında belirtilen eylemler nedeniyle müteselsilen zimmet suçundan
verilen mahkûmiyet hükmünün vasıf yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
Kantinden yapılan harcama bedellerinin ödenmemesine ilişkin
memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak suçu (iddianamede
“2’nci olay”) yönünden inceleme:
284
Sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin, birlik kantininden yaptığı yaklaşık
100.000.000 TL tutarındaki kişisel harcama bedellerini ödemediği,
kendisinden yaptığı harcamaların bedellerini isteyen kantin görevlisi P.Er
L.E.’yi de azarladığı, sanığın belirtilen tutardaki kişisel harcamalarının
kantin görevlisince karşılandığı dosya kapsamındaki kanıtlardan
anlaşılmaktadır.
Birlik kantini, Tb.K.lığı tarafından işletilmekle birlikte, kantin
görevlisi olan L.E.’nin sanığın komutanı olduğu bölükte görevli olması
karşısında, sanığın, bu durumun bölükte görevli askerler üzerinde
yarattığı çekinme duygusu ve etkiden yararlanıp, kantinden yaptığı
harcamaların bedellerini istemesine rağmen kantin görevlisine
ödememek ve kişisel harcamalarının kantin görevlisi tarafından
ödenmesine neden olarak kendisine kişisel çıkar sağlamakla memuriyet
nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak suçunu işlediğinin kabulü ile
yasal, inandırıcı ve yeterli gerekçelerle yazılı olduğu şekilde
cezalandırılmasında
hukuka
aykırılık
bulunmadığı
sonucuna
varıldığından, belirtilen suçtan sanık hakkında verilen mahkûmiyet
hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
Erleri kanuna muhalif olarak hizmetçiliğe vermek suçu
(iddianamede 4’üncü olay) yönünden inceleme:
Sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin, bölük bölgesinden kestirdiği ve
Karpuzlu Köyünde biçtirdiği ağaçları daha sonra Keşan İlçesinde
marangoz atölyesi bulunan sivil şahıs H.K.’nin işyerine naklettirdiği,
bölükte görevli olup meslekleri marangozluk olan P.Er A.D., P.Er A.Z.,
P.Er E.G. ve P.Er M.T.’nin 1-1,5 ay kadar belirtilen marangoz
atölyesinde çalıştıkları, orada yatıp kalktıkları, anılan askerlerin bu
sürede bölük için de bazı işler yapmakla birlikte, sanığın babasının ve
abisinin evlerinde kullanılacak ağaçların marangozluk işlerini de
yaptıkları, diğer zamanlarda atölyedeki işlere yardımcı oldukları, bu
şekilde atölye dışında da iş yaptıkları aşamalarda toplanan kanıtlardan
anlaşılmaktadır.
Askerî mahkemece, sanığın, bölükte görevli olup meslekleri
marangozluk olan askerleri sivil şahsa ait marangoz atölyesinde yatıp
kalkacak ve devamlılık da arz edecek şekilde gönderip bölük işleri
dışında askerî hizmet ve görevlerine uygun olmayacak şekilde
çalıştırmak suretiyle erleri kanuna muhalif olarak hizmetçiliğe vermek
suçunu işlediğinin kabulü ile yasal, inandırıcı ve yeterli gerekçelerle
yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı
sonucuna varıldığından, belirtilen suçtan sanık hakkında verilen
mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
285
Sınırdan geçerek bölük sorumluluk alanına giren üç ineğin
zimmete geçirilmesi suçu (iddianamede “ 5’inci olay) yönünden
inceleme:
Sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nin, Kasım veya Aralık 2001 tarihinde
Yunanistan’dan sınırı aşarak bölük sorumluluk alanına giren üç inek için
önce bir ağıl yaptırdığı, daha sonra kayınbiraderi olan U.U.’yu birliğe
çağırıp inekleri 34 UT 4978 plâkalı araca yükleterek birlik dışına
çıkarttığı ve bir süre sonra da ineklerin 1.000.000.000 TL karşılığında
satılmasını sağladığı aşamalarda toplanan kanıtlardan anlaşılmakta olup,
askerî mahkemenin bu yöndeki kabulünde bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece, 3974 sayılı Kara Sınırlarının Korunması ve
Güvenliği Hakkında Kanunun 2’nci maddesi gereğince, kara sınırını
korumak ve güvenliğini sağlamakla görevli bulunan sınır birliğinde
bölük komutanı olan sanığın bu amaca yönelik hizmetinin askerî
hizmetten sayılması karşısında; sanığın, Yunanistan tarafından sınırı
aşarak bölüğün sorumluluk alnına giren ineklerle ilgili olarak gerekli
görüşmeleri yaparak iadeleri veya yapılan görüşmelerin sonucuna göre
belirlenecek diğer işlemleri yapması gerekirken, inekleri bir süre birlikte
muhafaza ettikten sonra birlik dışına çıkartıp satılmasını sağladığı,
belirtilen şekilde gelişen eyleminin zimmet suçunu oluşturduğu kabul
edilerek, yasal, inandırıcı ve yeterli gerekçelerle yazılı olduğu şekilde
cezalandırılmasında
hukuka
aykırılık
bulunmadığı
sonucuna
varıldığından, belirtilen suçtan sanık hakkında verilen mahkûmiyet
hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
Tebliğnamede; ineklerin bulunmuş olduğu, ineklerin, sanığa tevdi
olunduğundan veya görevi nedeniyle muhafaza, murakabe veya
sorumluluğu altına verildiğinden söz edilemeyeceği, eylemin zimmet
suçunu oluşturmadığı, ineklerin kaybolması ile ilgili bir şikâyet veya
müracaatın bulunup bulunmadığı, sahipsiz olup olmadıklarının
araştırılarak sonucuna göre hüküm kurulması, mahkûmiyet hükmünün
eksik soruşturma ve suç vasfındaki hata nedenleriyle bozulması gerektiği
yönünde görüş ve düşünce bildirilmiş ise de; askerî mahkemece,
belirtilen eylemle ilgili olarak ifadelerine başvurulan ve gerekçeli
hükümde beyanlarına yer verilen çok sayıdaki tanık tarafından ineklerin
Yunanistan tarafından sınırı aşarak bölük sorumluluk alanına girdikleri
286
açıkça belirtildiğinden, ineklerin buluntu olup olmadıkları yönünde bir
araştırma yapılmasına gerek olmadığı, sanığın görevi gereği muhafaza
sorumluluğu bulunan, belirtilen ineklerle ilgili iade veya yetkili
makamlara teslim etme yönünde işlem yapması gerekirken, bölük
sorumluluk alanına giren inekleri bir süre muhafaza ettikten sonra, birlik
dışına çıkartıp satılmasını sağlaması şeklinde gelişen eylemin zimmet
suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından, tebliğnamede açıklanan
görüşe iştirak edilmemiştir.
P.Er S.A.’nın kanunî izni dışında fazladan izne gönderilmesine
ilişkin müteselsilen memuriyet görevini kötüye kullanmak suçu
(iddianamede “6’ncı olay”) yönünden inceleme:
Sanık P.Kd.Ütğm. S.Y.’nın, şoförü olarak görev yapan P.Er.
S.A.’yı 22.2.2002-25.2.2002 tarihlerinde izin belgesi düzenlemeksizin
izne gönderdiği, anılan askerin, 12.5.2002 tarihî itibariyle 32 gün izin
kullandığı ve tâbi olduğu askerlik hizmet süresine göre en fazla 36 gün
izin hakkı olduğu, bu durum bölük astsubayı tarafından da sanığa
açıklandığı hâlde, belirtilen tarihte 10 gün süreyle izin verilerek bu
sürenin sonunda terhisinin sağlandığı, böylece anılan askere yasal izin
hakkından fazla süreyle izin kullandırdığı dosya kapsamındaki
kanıtlardan anlaşılmaktadır.
Askerî mahkemece, sanığın, S.A.’yı fazladan izne gönderirken
hileli bir işlem ve davranışının bulunmaması nedeniyle eylemin
ASCK’nın 81’inci maddesinde düzenlenen askerlikten kurtulmak için
hile yapmak suçunu değil; bölük komutanı olarak anılan askerin izinlerini
takip ve kontrol ederek mevzuatla belirlenen süre ve zamanda izin
kullandırmakla görevli olmasına rağmen, fazladan izin verip, önceden
terhisini sağlamakla görev gereklerine aykırı hareket ederek S.A.’ya
menfaat sağladığı, eyleminin memuriyet görevini kötüye kullanmak
suçunu oluşturduğunun kabulü ile tüm unsurlarıyla oluşan belirtilen
suçtan, yasal, inandırıcı ve yeterli gerekçelerle yazılı olduğu şekilde
cezalandırılmasında
hukuka
aykırılık
bulunmadığı
sonucuna
varıldığından, belirtilen suçtan verilen mahkûmiyet hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
287
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/112
K. No. : 2007/112
T.
: 1.11.2007
ÖZET
Sanığın bir suç işleme kararı kapsamında, üstü olan
mağdura ait banka kartını, rızası hilâfına onun koyduğu
yerden alması eylemlerinin, ASCK’nın 132’nci maddesinde
düzenlenen zincirleme üstünün bir şeyini çalmak suçunu,
çaldığı banka kartını ATM makinasında kullanarak,
mağdurun rızası hilâfına onun banka hesabından para çekmek
eylemlerinin de zincirleme banka kartının kötüye kullanılması
suçunu oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sabit görülen eylemlerinin,
sadece zincirleme banka kartının kötüye kullanılması suçunu mu, yoksa
zincirleme üstünün bir şeyini çalmak ve zincirleme banka kartının kötüye
kullanılması suçlarını mı oluşturacağı konularına ilişkin olup, iddia
konusu maddî olayların sübutunda bir ihtilâf bulunmamaktadır.
Daire; sanığın sabit görülen eylemlerinin, zincirleme banka veya
kredi kartlarının kötüye kullanılması suçunu oluşturacağı ve askerî
mahkemece suç vasfının yanlış belirlendiği gerekçesiyle hükmü
bozarken;
Başsavcılık, sanığın sübut bulan eylemlerinin, zincirleme üstünün
bir şeyini çalmak ve zincirleme banka kartının kötüye kullanılması
suçlarını oluşturacağını ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyadaki delil durumuna göre, sanığın 6-30 Kasım 2006 tarihleri
arasında gerçekleştirdiği sabit görülen eylemleriyle ilgili suç tarihinden
önceki ve sonraki yasa hükümlerine ve uygulamalara baktığımızda;
288
1.6.2005 tarihinden önce yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın
525/b-2’nci maddesinde; “Bilgileri otomatik işleme tâbi tutulmuş bir
sistemi kullanarak kendisi veya başkası lehine hukuka aykırı yarar
sağlayan kimseye ... cezası verilir.” şeklinde düzenleme mevcut iken;
inceleme konusu olayda olduğu gibi, başkasına ait banka veya kredi
kartının, sahibinin rızası olmaksızın alınması, bu kart ile banka ATM
makinasından para çekilmesi veya alış-veriş yapılması suretiyle haksız
menfaat sağlanması durumunda failin bu tür eylemlerinin hangi suçu ya
da suçları oluşturacağı konusunda Yargıtay Ceza Dairelerinin kararları
arasında istikrar bulunmamaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 10.4.2001/6-30; 57 tarihli, esas ve
karar sayılı kararında, sanığın haksız ele geçirdiği bir başkasına ait kart
ve şifreyi kullanarak, bir bankanın iki ayrı şubesindeki ATM
makinasından para çekip hukuka aykırı olarak yarar sağlaması eyleminin
TCK’nın 525/b-2’nci maddesindeki suçu oluşturacağı kabul edilirken,
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun yerleşmiş kararlarında (Örneğin:
13.10.1994/97-106; 20.5.1999/83-107; 23.9.1999/200-163; 30.3.20007/
55-71; 3.5.2001/49-49; 3.5.2001/50-50; 28.3.2002/22-26; 24.10.2002/
76-79; 27.1.2005/12-12 ve 10.3.2005/24-24 tarihli, esas ve karar sayılı
kararlarında) asker bir kişinin üstünün, astının veya arkadaşının kredi
kartını çalıp, bu kart ile alış veriş yapması eylemlerinin, ASCK’nın
132’nci maddesinde düzenlenen üstünün, astının veya arkadaşının bir
şeyini çalmak suçunu ve ayrıca 765 sayılı TCK’nın 503’üncü
maddesinde düzenlenen dolandırıcılık suçunu oluşturacağı, aynı şahsın
üstünün astının veya arkadaşının banka veya kredi kartını çalıp, bu kartın
şifresini de öğrenerek ATM makinalarından para çekmek eylemlerinin
ise sadece ASCK’nın 132’nci maddesinde düzenlenen suçu oluşturacağı
kabul edilmiştir.
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın “Banka
veya kredi kartlarının kötüye kullanılması” madde başlığı altında söz
konusu fiiller, kanunun 245/1’inci maddesinde; madde gerekçesinde de
belirtildiği üzere, duraksamaları ve içtihat farklılıklarını önlemek
amacıyla, “Başkasına ait bir banka veya kredi kartını, her ne surette
olursa olsun ele geçiren veya elinde bulunduran kimse, kart sahibinin
veya kartın kendisine verilmesi gereken kişinin rızası olmaksızın bunu
kullanarak veya kullandırtarak kendisine veya başkasına yarar sağlarsa ...
cezalandırılır. ...” şeklinde bağımsız bir suç olarak düzenlenmiştir.
289
Bu fiiller 5237 sayılı TCK'nın 245/1’inci maddesinde bağımsız bir
suç olarak düzenlenirken, 765 sayılı TCK’nın 525/b-2’nci maddesinden
farklı olarak, banka veya kredi kartlarının her ne suretle (Çalıntı, buluntu,
hile veya desiseyle, yahut sahibine teslim edilmek veya kullanıldıktan
sonra iade edilmek üzere) ele geçirilmiş olmasında bir ayırım
yapılmaksızın, failin ele geçirdiği, bu kartı mağdurun rızası hilâfına
kullanarak ya da kullandırtarak kendisine veya başkasına yarar sağlaması
cezaî müeyyideye bağlanmıştır. Maddenin bu düzenleniş şeklinden ve
gerekçesinden, banka veya kredi kartının (Kötüye kullanılmasından
önce) ele geçiriliş şeklinin ayrıca başka bir suçu oluşturması hâlinde, bu
suç (araç suç), TCK’nın 245/1’inci maddesinde düzenlenen banka veya
kredi kartlarının kötüye kullanılması suçunun (amaç suçun) unsurunu
veya ağırlatıcı sebebini (Örn. TCK’nın 142/2-d maddesinde düzenlenen
nitelikli hırsızlık suçunun aksine) oluşturmadığından, amaç suç-araç suç
ilişkisinde amaçlanan suçun işlenmesi durumunda, TCK’nın 42’nci
maddesi ve gerekçesi dikkate alındığında; sanık hakkında suçların içtimaî
hükümlerinin uygulanmasına imkân olmadığından, araç suçtan ayrıca
ceza tayini gerekecektir. Nitekim TCK’nın 146’ncı maddesi hükmü de bu
doğrultudadır.
İddia konusu somut olayda, sanık mağdur Tbp.Atğm. H.S.’nin
çalıştığı yerde dolabına bırakmış olduğu kabanının cebindeki
cüzdanından banka kartını ona haber vermeden alıp, mağdurun doğum
tarihini şifre olarak kullanacağını da tahmin ederek ATM makinasından
6, 9, 13, 14, 15, 16, 20, 23, 27, 28 ve 30 Kasım 2006 tarihlerinde toplam
2.210 YTL para çekmiş, son olay hariç önceki eylemlerinde ATM’den
parayı çektikten sonra her defasında banka kartını aldığı yere koymuş,
son olayda ise, ATM’den parayı çektikten sonra mağdurun takibi sonucu
kendisine sorulduğunda, önce olayı kabul etmemiş, mağdurun ısrarı
üzerine banka kartını çıkartıp iade etmiştir. Sanığın mağdurun banka
kartını, onun rızası olmaksızın alması eylemlerinin hangi suçu
oluşturacağı irdelendiğinde;
1632 sayılı ASCK’nın 132’nci maddesinde yer alan; “Bir üstünün,
astının veya arkadaşının bir şeyini çalmak” suçu unsurlarının bir kısmı
Askerî Ceza Kanununda düzenlenmiş askerî bir suç olup, “Çalmak”
sözcüğü ile eş anlamlı olan “Hırsızlık” suçu 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe
giren 5237 sayılı TCK’nın 141/1’inci maddesinde “Zilyedinin rızası
olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına yarar
sağlamak için bulunduğu yerden almak” şeklinde tarif edilmiştir. Bu iki
290
yasa hükmü birlikte değerlendirildiğinde ASCK’nın 132’nci maddesinde
düzenlenen üstünün, astının veya arkadaşının bir şeyini çalmak suçu,
failin üstüne, astına veya arkadaşına ait bir malı o şahsın rızası
olmaksızın kendisine veya başkasına yarar sağlamak için bulunduğu
yerden alması şeklinde tarif edilebilir. 5237 sayılı Kanunun 141/1’inci
maddesinin gerekçesinde de “Almak (çalmak) fiilinden maksat, suçun
konusunu oluşturan mal üzerinde mağdurun zilyetliğine son verilmesi,
mağdurun suç konusu eşya üzerinde zilyetlikten doğan tasarruf haklarını
kullanmasının olanaksız hâle gelmesidir. ...” şeklinde açıklama
yapılmıştır.
Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin 12.12.2006/1752-1749 tarihli,
esas ve karar sayılı kararında, sanığın, mağdurun elbisesinin cebinde
bulunan bankamatik kartını ve şifresini onun rızası olmaksızın alıp, daha
sonra bu kartla kantinden alış-veriş yapması, ardından ATM
makinasından para çekmesi eylemlerinin, ASCK’nın 132’nci maddesinde
düzenlenen “Arkadaşının bir şeyini çalmak” ve 5237 sayılı TCK’nın
245/1’inci maddesinde düzenlenen “Banka kartının kötüye kullanılması”
suçlarını oluşturacağı, Yargıtay 11’inci Ceza Dairesinin 20.9.2006/ 52437374 tarihli, esas ve karar sayılı kararında da kredi kartının çalınması ve
daha sonra alış-veriş yapılmak suretiyle kullanılması fiillerinin hırsızlık
ve kredi kartının kötüye kullanılması suçlarını oluşturacağı kabul
edilmiştir.
Bu yasal düzenlemelerden ve bu doğrultudaki uygulamalardan
hareketle;
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 245/1’inci
maddesinde banka ve kredi kartlarının kötüye kullanılması suçu
düzenlenirken, “Her ne suretle olursa olsun...” denmek suretiyle söz
konusu kartların başlangıçta hukuka uygun ya da hukuka aykırı olarak
ele geçirilmesi arasında bir fark gözetilmediği için, bu kartların hukuka
aykırı olarak ele geçirilmesi ve bu fiilin başka bir suçu oluşturması
hâlinde, bu suç (araç suç), TCK’nın 245/1’inci maddesinde düzenlenen
banka veya kredi kartlarının kötüye kullanılması suçunun (amaç suçun)
unsurunu ya da ağırlatıcı sebebini oluşturmadığından, TCK’nın bileşik
suçu düzenleyen 42’nci maddesi ve gerekçesi dikkate alındığında, sanık
hakkında araç suçtan (Üstünün bir şeyini-banka kartını-çalmak suçundan)
da ceza tayinine bir engelin bulunmadığı,
291
İnceleme konusu davada, sanığın, ilk on eyleminde mağdurun
banka kartını, onun koyduğu yerden alıp, ATM makinasından para
çektikten sonra (Olayın meydana çıkmasını önlemek ve aleyhine delil
bırakmamak için) tekrar aldığı yere koyduğu zaman süresi içerisinde, son
olayda ise aynı şekilde aldığı banka kartıyla ATM makinasından para
çekip, mağdurun takibi ve ısrarı üzerine iade ettiği zaman süresince
mağdurun zilyetliğine son verip onun tasarruf haklarını kullanmasına
engel olduğu,
Suç vasfının ve sayısının, failin bilerek ve isteyerek gerçekleştirdiği
eylemlerinin sonucuna göre belirlendiği, sanığın da banka kartını çalma
ve bu kartı kötüye kullanması fiillerini bilerek ve isteyerek icra ettiği,
Banka kartının mağdura maaş hesabı açılması karşılığında banka
tarafından verilmesi ve kart için belli bir ücret alınması nedeniyle bir
ekonomik değerinin bulunduğu,
Keza, üstünün bir şeyini çalmak suçunda mağdurun zilyetlik
hakları korunurken, banka ve kredi kartlarının kötüye kullanılması
suçunda, bankaların bilgisayar sisteminin güvenirliği ve mağdurun
bankadaki parasal hakları korunduğundan, sanığın sabit görülen
fiillerinin ayrı ayrı ve birbirinden farklı hukukî ihlâllere neden olduğu,
Birlikte değerlendirildiğinde, sanığın bir suç işleme kararı
kapsamında, üstü olan mağdura ait banka kartını, rızası hilâfına onun
koyduğu yerden alması eylemlerinin ASCK’nın 132’nci maddesinde
düzenlenen zincirleme üstünün bir şeyini çalmak suçunu, çaldığı banka
kartını ATM makinasında kullanarak, mağdurun rızası hilâfına onun
banka hesabından para çekmek eylemlerinin de zincirleme banka kartının
kötüye kullanılması suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından,
Başsavcılığın bu doğrultudaki itiraz sebeplerinin kabulü ile, suç vasfının
yanlış belirlendiği gerekçesiyle mahkûmiyet hükmünün bozulmasına
ilişkin Daire kararının kaldırılmasına, sanığın sabit görülen eylemlerinin,
zincirleme üstünün bir şeyini çalmak ve zincirleme banka kartının kötüye
kullanılması suçlarını oluşturduğu kabul edilerek buna göre mahkûmiyet
hükmü kurulması gerekirken, askerî mahkemece sadece zincirleme
üstünün bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğu kabul edilerek bu
doğrultuda ceza tayin edilmesi hukuka aykırı bulunduğundan, aleyhe
temyize gelinmemiş olması nedeniyle sanığın cezada kazanılmış hakları
dikkate alınmak suretiyle mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar
verilmiştir.
292
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/116
K. No. : 2007/118
T.
: 8.11.2007
ÖZET
Suç tarihinde uzman erbaş misafirhanesinde çaycı olarak
görev yapan ve uzman çavuşlar koğuşunda, kendisini,
telefonunu getirmesi için gönderen Uzm.Çvş. S.C.’nin dışında
başka uzman çavuşların da kaldığını bilebilecek durumda olan
sanığın, bu koğuşta bulunan ayrı ranzaların üzerinden gizlice
aldığı söz konusu eşyaların farklı kişilere ait olduğunu bilerek
eylemlerini gerçekleştirdiği ve her iki mağdura yönelik
eylemlerinin bağımsız birer üstünün eşyasını çalmak suçunu
oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sabit görülen eylemleri
nedeniyle hakkında zincirleme suç hükmünün mü uygulanacağının,
yoksa iki ayrı üstünün eşyasını çalmak suçundan mı cezalandırılmasının
gerektiğine ilişkindir.
Daire, başka bir iş nedeniyle girdiği koğuştan aynı anda bir cep
telefonu ve bir MP-3 çaları alan sanığın eyleminin tek fiil kabul
edilmesinin ve sanık hakkında zincirleme suç hükümlerinin
uygulanmasının gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın sabit görülen eylemlerinin iki ayrı üstünün
eşyasını çalmak suçunu oluşturacağını, hükümlerin onanması gerektiğini
ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
293
Dosya içerisindeki beyan ve belgelerden; “10.4.2006 tarihinde
Uzm.Çvş. S.C.’nin telefonunu getirmek üzere uzman çavuşlar koğuşuna
giden sanığın, bu cep telefonunu alırken, bir ranzaya asılı durumda
bulunan ve Uzm.Çvş. H.D.’ye ait bir başka cep telefonu ile bir başka
ranzanın üzerinde bulunan ve Uzm.Çvş. A.A.’ya ait Keysmart marka
dijital MP-3 çaları da görüp, gizlice ve yararlanmak amacıyla alarak
koğuştan ayrıldığı, Uzm.Çvş. S.C.’nin telefonunu verdikten sonra, çaldığı
cep telefonu ile MP-3 çaları koğuşundaki kendi çantasına koyduğu, bir
süre sonra koğuşa gelen Uzm.Çvş. H.D.’nin, cep telefonunun yerinde
olmadığını görünce hemen nöbetçi uzman çavuşa haber verdiği, olayın
hemen sonrası birlikte yapılan aramada sözü edilen eşyaların sanığın
çantasında bulunduğu” hususunun sübuta erdiği anlaşılmaktadır.
Esasen bu konuda uyuşmazlık bulunmadığından sanığın sübuta
eren eylemlerinin, zincirleme suç mu, yoksa iki ayrı suç mu
oluşturacağının irdelenmesine geçilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın 43’üncü maddesinde;
“(1) Bir suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik
zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi durumunda,
bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza, dörtte birinden dörtte üçüne kadar
artırılır. Bir suçun temel şekli ile daha ağır veya daha az cezayı gerektiren
nitelikli şekilleri, aynı suç sayılır. (Ek cümle: 29/6/2005-5377 s.K./6.
md.) Mağduru belli bir kişi olmayan suçlarda da bu fıkra hükmü
uygulanır.
(2) Aynı suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi
durumunda da, birinci fıkra hükmü uygulanır.
(3) Kasten öldürme, kasten yaralama, işkence ve yağma
suçlarında bu madde hükümleri uygulanmaz” şeklinde düzenleme
yapılarak “zincirleme suç” kavramı benimsenmiştir.
Bu düzenlemeye göre; aynı suçun aynı suç işleme kararı
kapsamında, değişik zamanlarda bir kişiye karşı birden fazla işlenmesi
hâlinde “zincirleme suç” söz konusu olacaktır. Bir suçun “birden fazla
fiille”, aynı suç işleme kararı kapsamında olsa da değişik kişilere karşı
işlenmesi hâlinde, zincirleme suç hükümlerinin uygulanması yasal olarak
mümkün değildir.
Maddenin 2’nci fıkrasında ise; “bir fiille”, aynı suçun birden fazla
kişiye karşı işlenmesi durumunda da 1’inci fıkranın uygulanacağı
hükmüne yer verilmiştir.
294
Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; oluşa göre,
sanığın, mağdur uzman çavuşlar H.D. ve A.A.’ya yönelik eylemlerinin
tek bir fiille gerçekleştirilmesi söz konusu değildir. Zira eylemin tek fiil
olabilmesi için, tek bir davranışın olması gerekmektedir. Oysa, sanığın,
girmiş olduğu koğuşta önce mağdur Uzm.Çvş. H.D.’ye ait ranzada asılı
duran cep telefonunu gizice aldığı ve bu şekilde gerçekleştirdiği hırsızlık
eyleminin ardından da mağdur Uzm.Çvş. A.A.’ya ait diğer bir ranzanın
üzerinde duran MP-3 çaları gizlice aldığı gözetildiğinde, ayrı ranzalarda
bulunan ve farklı kişilere ait olan eşyalara karşı ayrı hareketlerle
gerçekleştirilen bu eylemlerin tek bir fiil olarak kabul edilmesi mümkün
değildir.
Yine, oluşa ve delillere göre, suç tarihinde uzman erbaş
misafirhanesinde çaycı olarak görev yapan ve uzman çavuşlar
koğuşunda, kendisini, telefonunu getirmesi için gönderen Uzm.Çvş.
S.C.’nin dışında başka uzman çavuşların da kaldığını bilebilecek
durumda olan sanığın bu koğuşta bulunan ayrı ranzaların üzerinden
gizlice aldığı söz konusu eşyaların farklı kişilere ait olduğunu bilerek
eylemlerini gerçekleştirdiği ve her iki mağdura yönelik eylemlerinin
bağımsız birer üstünün eşyasını çalmak suçunu oluşturduğu sonucuna
varıldığından, Başsavcılığın itirazına atfen ve resen, mahkûmiyet
hükümlerinin bozulmasına dair Daire kararının kaldırılmasına, diğer
yönlerden incelemeye devam edilmek üzere dava dosyasının Dairesine
gönderilmesine karar verilmiştir.
295
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2028
K. No. : 2007/2022
T.
: 18.12.2007
ÖZET
Sanığın, kullanımı belirli bir ücrete tâbi olup, bedeli
periyodik olarak abonelerden alınan Türk Telekomünikasyon
A.Ş. tarafından mağdura tahsis edilmiş olan telefon hattına,
dağıtım
kutusunun
santralde
bulunmasının
getirdiği
kolaylıktan da yaralanarak üstü olan mağdurun rızası
olmaksızın ve kendisine yarar sağlamak amacıyla girmek ve
özel görüşmeler yapmak şeklindeki eylemlerinin, ASCK’nın
132’nci maddesinde özel olarak düzenlenmiş bulunan
müteallik üstünün bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğunun
kabulünde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece; sanığın, müteselsilen üstünün bir şeyini
çalmak suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 132, 765 sayılı
TCK’nın 80, 59/2 ve 647 sayılı Kanunun 4’üncü maddeleri gereğince
1925 YTL adlî para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş; hüküm,
sanık tarafından, nedenleri gösterilerek temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; sanığın, İdil İlçe Jandarma Komutanlığı
santralinde operatör olarak görev yaparken, 30.3.2004-23.4.2004 tarihleri
arasında, santralde bulunan dağıtıcı kutudan, lojmanlarda oturan
Uzm.J.IV.Kad.Çvş. M.Ç.’ye tahsis edilmiş olan 0 486 5513443 numaralı
telefonun hattına girmek suretiyle değişik zamanlarda özel görüşmeler
yaptığı, bu şekildeki görüşmelerinin toplam 23,32 YTL tutarında olduğu,
tüm dosya kapsamındaki kanıtlardan anlaşılmaktadır.
296
Sanığın, kullanımı belirli bir ücrete tâbi olup, bedeli periyodik
olarak abonelerden alınan Türk Telekomünikasyon A.Ş. tarafından
mağdura tahsis edilmiş olan telefon hattına, dağıtım kutusunun santralde
bulunmasının getirdiği kolaylıktan da yararlanarak, üstü olan mağdurun
rızası olmaksızın ve kendisine yarar sağlamak amacıyla girmek ve özel
görüşmeler yapmak şeklindeki ve hırsızlık niteliğindeki eylemlerinin,
ASCK’nın 132’nci maddesinde özel olarak düzenlenmiş bulunan üstünün
bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğunun kabulünde bir isabetsizlik
bulunmamaktadır (Benzer olaylara ilişkin As.Yrg. 1’inci Dairesinin
17.9.2003 tarihli ve 2003/688-688 sayılı, 29.12.2004 tarihli ve 2004/1472
-1471 sayılı, As.Yrg. 2’nci Dairesinin 9.6.2004 tarihli ve 2004/799-793
sayılı kararları da aynı yöndedir).
Atılı suçtan verilen adlî para cezasının ASCK’nın 47/A maddesi
gereğince ertelenmesine yasal olanak bulunmadığından, sanığın bu
konuya yönelik temyiz nedeni kabule değer görülmemiştir.
Askerî mahkemece, yapılan yargılama sonunda toplanıp karar
yerinde gösterilen kanıtlara, dosya içeriğine uygun olarak oluşan vicdanî
kanaat ve takdire göre, yasal, inandırıcı ve yeterli gerekçelerle, sanığın
eyleminin ve atılı suçun sübuta erdiğinin kabulü ile alt sınırdan uygulama
yapılıp, teselsül hükümleri de uygulanarak, verilen hapis cezasının adlî
para cezasına çevrilip taksitlendirilmek suretiyle yazılı olduğu şekilde
cezalandırılmasında; usul, sübut, vasıf ve takdir yönlerinden yasaya
aykırılık bulunmadığı sonucuna varıldığından, mahkûmiyet hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
297
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/138
K. No. : 2007/136
T.
: 27.12.2007
ÖZET
Sanığın, girmiş olduğu sivil eşya deposunda, herkese
ayrı ayrı tahsis edilmiş ve ayrı ayrı numaralandırılmış
bölümlerde bulunan söz konusu eşyaları, bulundukları
yerlerden gizlice alırken, farklı kişilere ait olduğunu bilerek
eylemlerini gerçekleştirdiği ve her üç mağdura yönelik
eylemlerinin bağımsız birer suç oluşturduğu sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sabit görülen eylemleri
nedeniyle hakkında zincirleme suç hükmünün mü uygulanacağına, yoksa
eylemlerinin, üstünün eşyasını çalmak ve 2 ayrı arkadaşının eşyasını
çalmak şeklinde 3 ayrı suçu mu oluşturduğuna ilişkindir.
Daire; somut olayda sanığın fiilinin tek olduğu, mağdurların
eşyalarının, bulunduğu sivil eşya deposundan birden fazla mağdura ait
olsa da tek bir fiille alındığı sonucuna ulaşıldığından, eyleminin 5237
sayılı TCK’nın 43’üncü maddesinin 2’nci fıkrasında belirtilen zincirleme
suç kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın sabit görülen eylemlerinin üstünün eşyasını
çalmak ve 2 ayrı arkadaşının eşyasını çalmak şeklinde 3 ayrı suçu
oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
İtiraz üzerine yapılan incelemede; dosya içerisindeki beyan ve
belgelere göre; 27.10.2005 tarihinde alınan bir duyum üzerine, birlik
komutanlığınca çanta deposunda arama yapıldığı, sanığa ait kilitli
çantalarda birçok eşyanın bulunduğu, bu eşyalar arasında; daha önce
bölükte kaybolduğu bilinen Ord. Çvş. U.Ö.’ye ait 1 adet spor ayakkabısı,
298
Ord.Er O.G.G.’ye ait 1 adet spor ayakkabısı, Ord.Er S.Ö.’ye ait 1 adet
mont ile daha kime ait olduğu bilinmeyen, ancak bir kişiye ait olmayacak
kadar çok çeşit ve fazla miktarda eşyanın olduğunun tespit edildiği; ilk
ifadesinde, bu eşyaların terhisli Er O.D.’ye ait olduğunu beyan eden
sanığın bu ifadesinin doğru olmadığının belirlendiği, bir başkasının
sanığın çantasına bu eşyaları koymasının çantanın kilitli olması nedeniyle
mümkün olmadığı maddî vakıa olarak anlaşılmış olup, esasen olayın
sübutuna yönelik bir uyuşmazlık da bulunmadığından sanığın sabit
görülen eylemlerinin, zincirleme suçu mu, yoksa 3 ayrı suçu mu
oluşturacağının irdelenmesine geçilmiştir.
765 sayılı TCK'nın 80’inci maddesinde; “Bir suç işlemek kararının
icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün birkaç defa ihlâl
edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat bundan
dolayı terettüp edecek ceza altıda birden yarıya kadar artırılır.” şeklinde
müteselsil suç kavramı düzenlenmiş iken; dava konusu suçun işlendiği
tarihten önce 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın
43’üncü maddesinde; “(1) Bir suç işleme kararının icrası kapsamında,
değişik zamanlarda bir kişiye karşı aynı suçun birden fazla işlenmesi
durumunda bir cezaya hükmedilir. Ancak bu ceza dörtte birinden dörtte
üçüne kadar artırılır. ...” hükmü getirilerek “Müteselsil suç” yerine
“Zincirleme suç” kavramı benimsenmiştir. Zincirleme suç; aynı suçun
aynı suç işleme kararı kapsamında birden fazla işlenmiş olması hâlidir.
Zincirleme suçtan söz edebilmek için aynı suçun müteaddit defa aynı
kişiye karşı işlenmesi gerekir. Maddenin ikinci fıkrasında; ... (2) “Aynı
suçun birden fazla kişiye karşı tek bir fiille işlenmesi durumunda da,
birinci fıkra hükümleri uygulanır.” hükmü getirilerek bir fiille birden
fazla kişiye karşı işlenen suçlardan dolayı sorumlulukla ilgili aynı
neviden fikrî içtima hükmüne yer verilmiştir.
Zincirleme suç ile aynı neviden fikrî içtima birbirinden farklı
kavramlar olup bu kavramlar arasındaki tek müştereklik cezada
yapılabilecek artırım oranlarının aynı olmasından ibarettir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde, ifadelerine
başvurulan;
299
Mağdur Ord.Çvş. U.Ö.’nün; M.A.K.’nın üzerine tarafından kilit
takılmış çantasından çıkan Adidas marka, spor ayakkabısının kendisine
ait olduğunu, 20.10.2005 Perşembe günü akşamı koğuş botluğundaki 203
no.lu bölümden alınmış olduğunu fark ettiğini, ayakkabının kendisine ait
olduğunun bütün bölük personeli tarafından bilindiğini, o cins
ayakkabının başka kimsede olmadığı için karıştırılmasının mümkün
olmadığını, zaten botlukta kendi isminin ve numarasının yazılı olduğu
bölümde olduğunu;
Mağdur Ord.Er S.Ö.’nün; çalınan montunun depoda askıda diğer
eşyalarının yanında olduğunu;
Mağdur O.G.G.’nin; çalınan spor ayakkabısının üzerinde isminin
olmadığını, ancak kendisine ait numaranın yazılı olduğunu, esasen eşya
deposunda herkesin eşyasının, üzerinde numara yazılı bir şekilde
muhafaza edildiğini;
İfade ettikleri görülmekte olup, bu anlatımlardan, mağdurlara ait
eşyaların muhafaza edildiği depoda tüm personele ayrı bir bölümün
tahsis edildiğinin ve bu bölümlere sahibinin numarasının işlendiğinin
anlaşılması karşısında sanığın, sivil eşya deposundan aldığı eşyaların tek
bir kişiye ait olmadığını, her üç eşyanın da ayrı kişilere ait olduğunu
bildiği anlaşılmaktadır.
Oluşa göre; sanığın, mağdurlar Ord.Çvş. U.Ö. ve erler S.Ö. ve
O.G.G.’ye yönelik eylemlerinin tek bir fiille gerçekleştirilmesi söz
konusu olamaz. Zira eylemin tek fiil olabilmesi için, tek bir davranışın
olması gerekmektedir. Oysa, sanığın, girmiş olduğu sivil eşya deposunda,
herkese ayrı ayrı tahsis edilmiş ve ayrı ayrı numaralandırılmış
bölümlerde bulunan ve farklı kişilere ait olan eşyalara karşı ayrı
hareketlerle gerçekleştirdiği bu eylemlerinin tek bir fiil olarak kabul
edilmesi mümkün değildir.
Bu nedenle, sanığın, sivil eşya deposunda ayrı bölümlerde bulunan
ve bulundukları yerlerden gizlice aldığı söz konusu eşyaların farklı
kişilere ait olduğunu bilerek eylemlerini gerçekleştirdiği ve her üç
mağdura yönelik eylemlerinin bağımsız birer suç oluşturduğu sonucuna
varıldığından, Başsavcılığın yerinde görülen itirazının kabulü ile
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
300
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 134
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/65
K. No. : 2007/71
T.
: 7.6.2007
ÖZET
Levazım mal sorumlusu olarak muayene komisyonunda
görev alan sanığın, tek başına muayene muhtırası düzenlemeye
ve imzalamaya yetkisinin bulunmadığı, söz konusu muhtırada
yer alan diğer imzaların sahte olduğu, muhtıra içeriğinin
doğruluğu yönünden de kuşkuların bulunduğu görülmekle,
sanığın bu suretle gerçekleştirdiği eyleminin, tipiklik
açısından, Askerî Ceza Kanununun “Hakikate muhalif rapor,
lâyiha, sair evrak tanzim ve ita edenler” başlığını taşıyan
134’üncü maddesinde yazılı bulunan suçu oluşturmayacağına
karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin, ASCK’nın
134’üncü maddesinde yazılı bulunan Hakikate Muhalif Rapor Tanzim
Etmek veya TCK’da düzenlenen Resmî Evrakta Sahtekârlık suçlarından
hangisine vücut verebileceğine ilişkindir.
Daire; “sanığın muayene muhtırasını düzenleme yetkisine haiz
olduğu Silâhlı Kuvvetler Mal Muayene Talimatında (Hâlen MSY-1 (B)
Türk Silâhlı Kuvvetleri Mal Alımları Denetim, Muayene ve Kabul
İşlemleri Yönergesi) açıkça belirtildiği gibi, muhtıradaki imzaların sahte
olduğu, içeriğinin doğruluğu konusunda kuşku bulunduğu, dolayısıyla
“kapsam” yönünden de gerçek dışı olduğu görülmekle, sanığın
eyleminin, ASCK 134’üncü maddesinde yazılı bulunan Hakikate Muhalif
Rapor Tanzim Etmek suçunu oluşturduğunu” kabul etmiştir.
301
Başsavcılık ise; “Muayene muhtırasını düzenleyen sanık için, bu
belge ve işlemin ayrılmaz parçası olan malın muayenesine ilişkin raporu
tek başına düzenleme ve imzalama yetkisinin bulunmadığı, bununla
birlikte mal sorumlusu ve muayene komisyonu üyesi olarak mal muayene
muhtırası ve mal muayene raporunun hazırlanmasının görev ve
fonksiyonuyla bağlantılı olduğu, sanığın muayene komisyonu tarafından
muayene yapılmış gibi diğer üyeler ve başkan adına da imza atarak
doğrudan doğruya sahte bir belge düzenlediği, bu belgeye dayanılarak Et
ve Balık Kurumu Diyarbakır Kombina Müdürlüğüne ödeme
yapıldığından iğfal-ikna kabiliyetinin var olduğu, resmî belge
sahteciliğinde asıl korunanın kamu güveni olması karşısında maddî bir
zarar doğmamasının suçun oluşumunda etkisinin bulunmadığı, sahte bir
belge düzenlendiğini bilen ve isteyen sanığın suç kastına da sahip olduğu,
saikin suçun oluşumunu etkilemediği, eyleminin resmî belgede sahtecilik
suçunu oluşturduğunun kabulünün gerektiğini” ileri sürmektedir.
ASCK’nın 134’üncü maddesiyle, hizmete veya tevdi edilen bir
vazifeye müteallik olarak kasten hakikate muhalif rapor veya takrir veya
lâyiha ve sair resmî evrak tanzim eden ve veren veyahut bunların
hakikate muhalif olduğunu bilerek mafevklere (üst ve amirlere) takdime
delâlet eden asker kişilerin eylemleri yaptırım altına alınmıştır.
Hizmete veya tevdi edilen bir vazifeye müteallik olarak
denilmekle, aynı Kanunun 12’nci maddesinde yapılan tarife uygun
olarak, gerek malûm ve muayyen olan gerek bir amir tarafından
emredilen askerî vazifeye ilişkin bir işin madun (ast, maiyet) tarafından
yapılması hâli kastedilmektedir.
Resmî evrakta (belgede) sahtecilik suçlarının unsurları ve cezaları
Türk Ceza Kanununda düzenlenmiştir. Askerî Ceza Kanununun
134’üncü maddesiyle getirilen gerçeğe aykırı rapor, takrir, lâyiha ve sair
resmî evrak düzenlemek ve vermek suçunun düzenleme konusu ve sebebi
ise başkadır. ASCK’nın 134’üncü maddesiyle, hizmete veya tevdi edilen
askerî bir vazifeye ilişkin olarak kasten gerçeğe aykırı rapor (herhangi
bir konuda yapılan inceleme, araştırma sonucu hazırlanan düşünce veya
gözlemleri bildiren yazı) veya takrir (anlatma, anlatış, ders verme) veya
lâyiha (herhangi bir konuda görüş ve düşünce bildiren yazı) ve bu tür,
sair (diğer) bir resmî evrak düzenleyen ve veren veyahut bunların
gerçeğe aykırı olduğunu bilerek üstlerine takdime delâlet edenler
(aracılık, kılavuzluk edenler; yol gösterenler) cezalandırılmaktadır.
302
“...Rapor, takrir, lâyiha vesair resmî evrakın hizmete veya verilen
vazifeye ait olması gerekir. Şahsa ait bir işe ilişkin raporlar eğer üstün
hizmetine ait bir vazifesine ve astın da hizmet dolayısıyla bildirmeye
mecbur olduğu hususlara ilişkin değilse, bunlar hizmete ait değildir. Söz
konusu belgelerin tanziminde ve üste verilmesinde üstü kandırmak,
aldatmak kastı gereklidir. Üstün aldanmış olması zorunlu unsur değildir.
Belge maddeten doğru olmamalıdır...” (Rıfat TAŞKIN-Askerî Ceza
Kanunu Şerhi s. 230-231)
Yerleşik uygulamaya göre; ASCK’nın 134’üncü maddesinde yer
alan suçun oluşabilmesi için; askerî hizmete ilişkin bir konuda üst ve
amirlerini kandırma şuur ve iradesiyle hareket edilerek, bu kişilere
hakikate aykırı bilgiler içeren rapor, belge, takrir veya lâyiha sunulması
ya da gerçeğe aykırı olduğu bilinmesine karşın, bu nitelikteki evrakın üst
ve amirlere takdimine neden olunması gerekmektedir.
Memur veya memur sayılanların (kamu görevlilerinin) işledikleri
resmî evrakta (belgede) sahtecilik suçları; 765 sayılı TCK’nın 339, 340
ve 341’inci maddeleri ile yaptırım altına alınmışken, 5252 sayılı
Kanunun 12/1-b maddesiyle 765 sayılı TCK’nın bütün ek ve
değişiklikleriyle birlikte 1.6.2005 tarihinden geçerli olmak üzere
yürürlükten kaldırılması üzerine, aynı tarihte yürürlüğe giren 5237 sayılı
TCK’nın 204 ve 205’inci maddeleri ile yeniden düzenlenmiştir.
Mülga 765 sayılı Kanunun 339/1’inci maddesi, “Bir memur
memuriyetini icrada tamamen veya kısmen sahte varaka tanzim eder... ve
bundan dolayı umumî veya hususî bir mazarrat tevellüt edebilirse...”
hükmünü içermekteyken; 5237 sayılı TCK’nın 204/2’nci maddesi ile, “...
Görevi gereği düzenlemeye yetkili olduğu resmî bir belgeyi sahte olarak
düzenleyen, gerçek bir belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren,
gerçeğe aykırı olarak belge düzenleyen veya sahte resmî belgeyi kullanan
kamu görevlisi ...” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Hukuk terminolojisinde belge, olayları nakleden veya irade
beyanlarını içeren ve bir kimse tarafından oluşturulan her türlü yazılı
kâğıt olarak tanımlanmakta; resmî belge ise, bir kamu görevlisi
tarafından görevi gereği olarak düzenlenen yazıyı ifade etmektedir. (5237
sayılı TCK’nın 504’üncü maddesi gerekçesi).
Her iki düzenlemede de, resmî belgenin kamu görevlisi tarafından
görevinin gereği olarak düzenlenmiş olması ve sahteciliğin aldatacak
şekilde yapılmış olması unsurları aranmaktadır.
303
Türk Ceza Kanununun sistematiği içerisinde sahtecilik suçları
“kamu güvenine karşı suçlar” başlığı altında düzenlediğinden, sahtecilik
teşkil ettiği ileri sürülen eylemlerin “kamu güveni” şeklindeki hukukî ve
toplumsal yararı ihlâl etmeye yetecek elverişlilik taşıyıp taşımadıklarının
(eylemin işleniş biçimindeki özellik ve ayrıntılarda dikkate alınarak) her
olayda incelenip araştırılması gerekmektedir.
Resmî veya özel bir belgenin “kamu güveni” açısından tehdit
oluşturabilmesi için; yapılan sahteciliğin belirsiz sayıda kişileri aldatma
yeteneğine sahip olması gerektiği doktrin ve uygulama tarafından kabul
edilmiştir.
Belgenin aldatma yeteneğinin bulunduğunun kabulü için,
sahteciliğin kusursuz bir biçimde yapılması zorunluluğu bulunmayıp,
gerçeğe aykırı olarak düzenlenen belgenin ortalama dikkat ve algılama
yeteneğine sahip kişileri (gerçek olarak düzenlediği konusunda)
kandırabilme elverişliliği taşıması yeterlidir.
Doktrinde “iğfal kabiliyeti”, “aldatma gücü” “aldatma yeteneği”
gibi farklı ibarelerle ifade edilen aldatma kabiliyeti, yapılan sahteciliğin
üçüncü kişileri kandırıcı nitelikte olması anlamına gelmektedir.
Gerek doktrinde ve gerekse uygulamada aldatma yeteneğinin
objektif kriter esas alınarak tespit edilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Bir başka anlatımla, sahtecilik ilk bakışta herkes tarafından anlaşılıyorsa
iğfal kabiliyeti yoktur. Yine belgenin sunulduğu makam, ilk bakışta sahte
olduğunu anlayamamış olsa bile, bu husus normal kontroller sırasında
fark edilebiliyorsa, belgenin aldatma yeteneğinin bulunmadığı kabul
edilmelidir.
(M.E.ARTUK-A.GÖKÇEN-A.C.YENİDÜNYA;
Ceza
Hukuku Özel Hükümler, 6. Baskı, Ankara-2005, s: 337-343).
Ayrıntıları Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun 22.12.1994 tarihli ve
1994/130-130 E.K. sayılı kararında açıklandığı gibi; iğfal (aldatma)
kabiliyeti evrakta sahtekârlık suçlarının ortak unsurudur. Her evrakta
sahtekârlık suçunda, suçun özelliği de dikkate alınarak, yapılan
sahtekârlığın aldatıcılık vasfının bulunup bulunmadığı ayrı ayrı
değerlendirilmelidir. Devlet yönetiminin belli bir kesiminde işleme tâbi
tutulan bir evrakta sahtecilikten söz edilebilmesi için, sahteciliğin o
çevrede
çalışan
kimseler
tarafından
kolayca
anlaşılıp
anlaşılamayacağının tespiti gerekir. Görevlilerin kontrol görevlerini
gereği gibi yapmamaları sonucu sahte evrakla istihkaktan fazla para
alınmış olması, her zaman belgenin aldatma kabiliyetinin bulunduğunu
göstermez.
304
Kamu görevlisinin haksız menfaat edinmek kastıyla sahte bir
belge düzenlemesi hâlinde, eyleminin evrakta sahtekârlık suçunu
oluşturacağı konusunda duraksama yoksa da; uyum ve kararlılık gösteren
Askerî Yargıtay ve Yargıtay karalarında, suçun aldatma (iğfal)
kabiliyetinin bulunmaması hâlinde eylemin memuriyet görevini kötüye
kullanma suçuna vücut vereceği kabul edilmektedir.
Yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında, TCK’nın 339-349’uncu
maddelerinde düzenlenen sahtekârlık cürümlerinin askerî bir hizmete
veya tevdi edilen askerî bir vazifeye ilişkin olması hâlinde, öncelikle özel
kanun olan ASCK’nın 134’üncü maddesine göre uygulama yapılması
gerektiği kabul edilmektedir (Drl.Krl.’nun 22.2.2001 tarihli ve 23-18
sayılı kararı).
Ancak; ayrıntıları Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 6.7.1989
tarihli ve 184-183 sayılı kararında da açıklandığı gibi, ASCK’nın
134’üncü maddesinde yazılı suçun oluşabilmesi, maddede belirtilen
belgelerin yetki yönünden sahih, kapsam yönünden gerçek dışı olması
yanında, tanzim edenin hizmet veya görevine dâhil bulunması
unsurlarının gerçekleşmesine bağlıdır.
Bu açıklamalar ışığında dava konusu somut olaya dönüldüğünde;
Mardin Hava Radar Mevzi Komutanlığı Levazım Kısım Amirliği
emrinde levazım sorumlusu olarak görevli olan sanık Hv.Lv.Kd.Üçvş.
E.S.’nin, 31.10.1996 tarihinde, Et ve Balık Kurumu Diyarbakır Et
Kombinası Müdürlüğünce Komutanlığa teslim edilen 150 kg. tavuk
etinin muayenesi (muayene heyetince yapılması gerekirken) yapılmadan,
yapılmış gibi 31.10.1996 tarihli mal muayene muhtırasını düzenlediği,
muayene komisyonunda görevli Yzb. H.T., Tğm. İ.Ö., Astsb. S.A. ve
Astsb. Ü.S.’nin isimlerinin bulunduğu imza hanelerini adı geçenlerin
imzalarını taklit etmek suretiyle imzaladığı, bu belgeye dayanılarak
kuruşlu belge düzenlendiği ve karşılığında Et ve Balık Kurumu
Diyarbakır Kombina Müdürlüğüne ödeme yapıldığı anlaşılmıştır.
Silâhlı Kuvvetlerde mal muayenesi işlemleri, Silâhlı Kuvvetler
Mal Muayene Talimatı hükümlerine göre yürütülmektedir.
Anılan Talimatın 6’ncı maddesi, muayene komisyonlarının
kuruluşunu, 16-27’nci maddeleri görevleri, 28-48’inci maddelerinde
muayene esas ve usullerini düzenlemiş bulunmaktadır.
305
Silâhlı Kuvvetler Mal Muayene Talimatının 18 ve 19’uncu
maddeleri; muayene komisyonu üyelerinin, görev aldıkları komisyonda
muayenelere katılacaklarını, mal sorumlusu üyenin de geçici olarak
teslim aldığı malın muayenesinde üye olarak bulunacağını, muayene
muhtırası düzenleme görevinin, mal sorumlusu üyeye ait olduğunu;
82’nci maddesi; muayene raporlarına, şartnamede yazılı
niteliklerle muayenede bulunan niteliklerin ayrı ayrı yazılacağını,
karşılaştırma neticesinde sonucun “Niteliklerine Uygundur.” ve
“Niteliklerine Uygun Değildir.” gibi kesin olarak belirteceğini;
83’üncü maddesi; muayene komisyon kararlarının çoğunlukla
verileceğini;
84’üncü maddesi; raporların en küçük rütbeliden başlamak üzere,
üyeler ve başkan tarafından imzalanacağını;
87’nci maddesi; raporlar için “Numune ve Rapor Kayıt Defteri”
tutulacağını; düzenlemiş bulunmaktadır.
Bu bağlamda, sanığın tek başına muayene muhtırası düzenlemeye
ve imzalamaya yetkili bulunmadığı, söz konusu muhtıradaki imzaların
sahte olduğu, muhtıra içeriğinin doğruluğu yönünden de kuşkuların
bulunduğu görülmekle, sanığın bu suretle gerçekleştirdiği eyleminin,
tipiklik açısından, Askerî Ceza Kanununun “Hakikate muhalif rapor,
lâyiha, sair evrak tanzim ve ita edenler” başlığını taşıyan 134’üncü
maddesinde yazılı bulunan suçu oluşturmayıp, unsurlarının varlığı
hâlinde, TCK’da yer alan “Evrakta Sahtekârlık” veya “Memuriyet
Görevini Kötüye Kullanmak” suçlarından birini oluşturabileceği
sonucuna varıldığından, Başsavcılık itirazının kabulü ile, Askerî Yargıtay
1’inci Dairesinin; “eylemin ASCK’nın 134’üncü maddesinde düzenlenen
suçu oluşturması nedeniyle mahkûmiyet hükmünün suç vasfındaki hata
nedeniyle bozulmasına ve zamanaşımı nedeniyle sanık Hv.Lv.Kd.Üçvş.
E.S. hakkındaki kamu davasının düşürülmesine” ilişkin 28.3.2007 tarih
ve 2007/626-623 sayılı kararının kaldırılmasına, dava dosyasının temyiz
incelemesine devam olunmak üzere Daireye iadesine, karar verilmiştir.
306
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 136/1-B, C
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/122
K. No. : 2007/121
T.
: 22.11.2007
ÖZET
Sanığın, nöbetinin bitimine çok az bir zaman kala,
silâhını tam dolduruş vaziyetine getirip, kendi vücudunun
hayatî tehlike arz eden bölgesine tevcih ederek tetiği çektiği
sırada, asıl amacının (Kastının), nöbet talimatına aykırı
hareket etmek değil, intihara yönelik olduğunda kuşku
bulunmaması, intihara teşebbüs fiillerinin ceza kanunlarında
suç olarak düzenlenmemesi, TCK’nın 21/1’inci maddesinde,
kastın “... suçun kanunî tanımındaki unsurların bilerek ve
istenerek
gerçekleştirilmesidir.”
şeklinde
tanımlanması
karşısında, sanığın iddia konusu olayda (TCK’nın 2/3’üncü
maddesine aykırı düşen geniş yorumla) ASCK’nın 136/1-B, C
maddesini kasten ihlâl ettiğinden bahsedilemeyeceği gibi,
intihara yönelik olarak kasten icra ettiği bu fiil ile ASCK’nın
136/1-B, C maddesindeki suçu tekâsülen işlediğinin de kabul
edilemeyeceği, böyle bir kabulün kendi içerisinde çelişki
yaratacağı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın sabit görülen eyleminin
mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu oluşturup
oluşturmadığı konusuna ilişkindir.
Sanığın Nevşehir J.Komd.Tb.1.J.Komd.Bl.K.lığı emrinde askerlik
hizmetini yapmakta iken, 16.1.2006 günü çelik yelekli olarak 2 no.lu
mevzide nöbet tuttuğu sırada, nöbetinin bitimine kısa süre kala silâhını
tam dolduruşa getirip kendisine tevcih ederek bir el ateş ettiği, silâhtan
çıkan merminin sanığın üzerindeki çelik yeleğe saplanıp kaldığı, dosya
içerisindeki belge ve beyanlardan maddî olgu olarak anlaşılmakta, bu
konuda bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
307
Daire, iddia konusu olayda sanığın, suç işleme kastıyla hareket
ettiğinin şüpheden arındırılmış kesin delillerle ispatlanamadığı
gerekçesiyle hükmü bozarken,
Başsavcılık, intihar kastıyla ateş ettiği kabul edilse dahi sanığın,
nöbet talimatına aykırı olarak tüfeğini atışa hazır hâle getirip göğüs
bölgesine ateş etmesi eyleminin, olayı müteakip nöbet hizmetinin
aksaması ve kıt’a disiplininin zarar görmesi nedeniyle atılı suçu
oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Sanık, birlik ifadesinde “... nişanlanmayı düşündüğüm kız
arkadaşımla telefonda tartıştım. Telefon görüşmesi esnasında kız
arkadaşım benimle nişanlanmaktan vazgeçtiğini söylemesi neticesinde
kendimi psikolojik olarak çok kötü hissettim ... girdiğim psikolojik
bunalım sonucunda nöbet kulübesinde nöbetimin bitimine kısa bir süre
kala silâhını vücuduma dayayarak ateş ettim ...” şeklinde beyanda
bulunurken, istinabe yoluyla alınan sorgu ve savunmasındaki; 20.10.2006
tarihli oturumda “... psikolojim bozuktu, kendimi yaralamak için nöbet
tuttuğum tüfekle karın boşluğuma 1 el ateş ettim, göbeğime sıktım, ancak
şarjörden ve can yeleğinden kurşun geçmedi ben yaralanmadım”,
10.11.2006 tarihli oturumda “okunan (Hazırlık) ifadem doğrudur ... olay
günü ben nöbetçiydim, kız arkadaşımla telefonda tartıştım, telefon
görüşmesi sırasında kız arkadaşım benimle nişanlanmaktan vazgeçtiğini
söyledi, bu nedenle moralim bozulmuştu, ... silâhı kendime sıktım, mermi
can yeleğine geldiği için yaralanmadım ...” şeklinde beyanlarda
bulunmuştur.
Tanık Er R. A.K. aşamalardaki ifadelerinde; silâh sesi üzerine olay
yerine gittiğinde, nöbet kulübesinin kapısının kapalı olduğunu, kapıyı
açıp içeri girdiğinde, sanığın yerde yattığını, silâhının yanında ve
emniyetinin açık olduğunu, camın önündeki betonda da iki adet bayan
fotoğrafı bulunduğunu gördüğünü beyan etmiştir.
Birlik komutanlığınca olayla ilgili olarak düzenlenen, dosyanın
21’inci sırasındaki tutanakta; sanığın intihara teşebbüs ettiği, 22’nci
sırasındaki faks mesajı formunda sanığın intihara teşebbüs etmek
maksadıyla tüfeğin namlusunu göğsüne dayamak suretiyle bir el ateş
ettiği belirtilmiş, dosyanın 36’ncı sırasındaki “Ödetmeye Esas Birim
Fiyat Tutanağı”nda ise sadece çelik yeleğin %75 oranında hasar gördüğü
izah edilmiştir. İstinabe mahkemesince hastahanede psikiyatri uzmanına
muayene ettirilen sanığa Anksiyete Bozukluğu tanısı konmuştur.
308
Görüldüğü üzere, sanığın silâhı vücudunun neresine tevcih ettiğine
dair dosyada açık ve kesin bir tespit bulunmamasına rağmen silâhtan
çıkan merminin sanığın üzerindeki çelik yeleğe saplanıp kalması
nedeniyle tüfeği vücudunun hayatî tehlike taşıyan karın ya da göğüs gibi
bir bölgesine tevcih ettiği anlaşılmaktadır.
Sanığın birbiriyle uyumlu ilk ve son ifadeleri, askerlikle ilgili bir
şikâyetinin olmaması, disiplinli davranışları ve görevini başarı ile
yapması nedeniyle Kasım, Aralık 2005 ve Ocak 2006 tarihlerinde
kendisine üç adet takdirname verilmesi, birlik komutanlığınca olayın;
sanığın anlattığı şekilde intihara yönelik olarak cereyan ettiği şeklinde üst
makamlara bildirilmesi, fezleke ve idarî tahkikat raporunda da aynı
hususların tekrar edilmesi, olayın, iki saatlik nöbet hizmetinin bitmesine
beş dakika kala meydana gelmesi ve tanık anlatımına göre olaydan sonra
sanığın nöbet kulübesinde bulunuş şekli birlikte değerlendirildiğinde,
sanığın telefonda tartıştığı kız arkadaşının kendisiyle nişanlanmaktan
vazgeçtiğini söylemesi üzerine bunalıma girerek, nöbet tüfeğini tam
dolduruşa getirip, intihar amacıyla silâhı vücudunun hayatî tehlike arz
eden bölgesine tevcih ederek tetik düşürdüğü anlaşılmaktadır. Nitekim
olaydan sonra sanığın yerde yatıyor hâlde bulunması da, bu intihar
amacıyla ateş ettiğini doğrulamaktadır.
Silâhtan çıkan merminin önce sanığın üzerindeki şarjöre isabet
ettiğine dair dosyada bir tespit bulunmadığı gibi; askerî mahkemece
hükme esas alınan sanığın bu konudaki beyanları da dosya içeriği ve
kendisinin diğer beyanları ile çelişmektedir. Diğer taraftan sanığın, çelik
yeleğin kendisini mutlaka koruyacağı düşüncesiyle hareket ettiğini
söylemek de mümkün değildir. Çünkü tüfekten çıkan merminin az bir
ihtimalde olsa çelik yeleği delip geçme ihtimalî bulunduğu gibi,
merminin geliş istikametine göre çelik yeleğe çarpıp yön değiştirerek
vücudunun başka bölgelerine isabet etme olasılığı da vardır. Gerekçeli
hükümde örnek olarak gösterilen Askerî Yargıtay Daireler Kurulu ve
Daire kararlarındaki olaylarla incelenen bu dava dosyasındaki olay
arasında benzerlik de bulunmamaktadır. Bu nedenlerle askerî
mahkemenin atılı suçun unsurlarının oluştuğuna dair kabul ve gerekçeleri
isabetli bulunmamıştır.
309
Başsavcılığın itiraz tebliğnamesinde, intihar amacıyla ateş ettiği
kabul edilse dahi sanığın, bu aşamaya kadar olan eylemlerinin atılı suçu
oluşturacağı ileri sürülerek, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
22.2.2001/19-21 ve 37üncü Dairesinin 27.2.2007/402-401 tarihli, Esas ve
Karar sayılı kararları örnek gösterilmiş ise de;
Sanığın, nöbetinin bitimine çok az bir zaman kala, silâhını tam
dolduruş vaziyetine getirip, kendi vücudunun hayatî tehlike arz eden
bölgesine tevcih ederek tetiği çektiği sırada asıl amacının (Kastının),
nöbet talimatına aykırı hareket etmek değil, intihara yönelik olduğunda
kuşku bulunmaması, intihara teşebbüs fiillerinin ceza kanunlarında suç
olarak düzenlenmemesi, TCK’nın 21/1’inci maddesinde, kastın “... suçun
kanunî tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir.”
şeklinde tanımlanması karşısında, sanığın iddia konusu olayda (TCK’nın
2/3’üncü maddesine aykırı düşen geniş yorumla) ASCK’nın 136/1-B, C
maddesini kasten ihlâl ettiğinden bahsedilemeyeceği gibi, intihara
yönelik olarak kasten icra ettiği bu fiil ile ASCK’nın 136/1-B, C
maddesindeki suçu tekâsülen işlediğinin de kabul edilemeyeceği, böyle
bir kabulün kendi içerisinde çelişki yaratacağı sonucuna varıldığından,
keza, itirazda örnek olarak gösterilen Askerî Yargıtay Daireler Kurulu
kararında failin, vücudunun hayatî tehlike arz etmeyen bölgesine
(ayağına) ateş etmesi nedeniyle inceleme konusu olayla benzerlik
göstermediği,
aksine
Askerî
Yargıtay
Daireler
Kurulunun
17.11.1988/145-144; 16.5.1996/58-70; Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin
3.3.2004/161-168; 30.3.2005/370-366; 3’üncü Dairesinin 10.7.2007/
1636-1630 ve 4’üncü Dairesinin 24.10.2001/799-800 tarihli, esas ve
karar sayılı kararlarında, nöbet esnasındaki intihar girişimi eylemlerinin
ASCK’nın 79/1 veya 136/1-B, C maddelerinde düzenlenen suçlardan
birini oluşturmayacağının kabul edildiği dikkate alınarak, hukuka uygun
bulunan Daire kararına karşı, Başsavcılıkça yapılan itirazın reddine karar
verilmiştir.
310
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 137, 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1440
K. No. : 2007/1435
T.
: 12.6.2007
ÖZET
Sanığın eylemi neticesinde mühimce hasara uğrayan
TSK envanterinde kayıtlı kaleşnikof piyade tüfeğinin, askerî
hizmetlerde kullanması maksadıyla sanığa teslim edilmeyip
J.Er F.K.’ya zimmetlenmiş olması karşısında, sanık ile
mühimce hasara uğramasına sebebiyet verdiği silâh arasında
doğrudan bir hizmet bağından söz etmek mümkün
olmadığından, sanığın sübut bulan eyleminin ASCK’nın
137’nci maddesinde düzenlenen hizmette tekâsülle harp
malzemesinin hasarına sebep olmak suçunu değil, aynı
Kanunun 130’uncu maddesinde düzenlenen “askerî eşyanın
özürsüz harap
olmasına
sebebiyet
vermek”
suçunu
oluşturduğu.
Askerî mahkemece; sanığın, 16.7.2004 tarihinde hizmette
tekâsülle harp malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet vermek suçunu
işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 137, 765 sayılı TCK’nın 59/2 ve 647
sayılı TC’nın 4/1’inci maddeleri gereğince 55,00 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına, hükmolunan adlî para cezasının mülga 647 sayılı
Kanunun 6’ncı maddesi uyarınca ertelenmesine, meydana gelen Hazine
zararından kusur oranına göre ödemesi gereken 436,00 YTL’lik kısmının
353 sayılı Kanunun 16’ncı maddesi uyarınca sanıktan tazminen tahsiline,
492 sayılı Harçlar Kanununun 1 no.lu tarifesi uyarınca 23,54 YTL nispî
harcın sanıktan tahsiline karar verilmiştir.
311
Hüküm; sanık tarafından, yasal süresi içerisinde ve özetle,
tüfeklerin manevra yapmak zorunda kaldığı yolun uzağında çatılması ve
başında çatı nöbetçisinin bulundurulması durumunda bu olay meydana
gelmeyeceğinden, kendisine atfedilen 6/8 oranındaki kusurun yüksek
olduğu ve hükmün lehine bozulması gerektiği ileri sürülerek temyiz
edilmiştir.
Tebliğnamede; hasara uğrayan silâhın sanığa hizmet sebebiyle
teslim edilmemiş olması karşısında, eylemin askerî eşyanın harap
olmasına sebebiyet vermek suçunu oluşturacağı ve mahkûmiyet
hükmünün suç vasfı yönünden bozulması gerektiği yönünde görüş
bildirilmiştir.
Hâlen terhisli bulunan sanığın, Karaman İl Jandarma
Komutanlığına bağlı Karargâh ve Servis Bölük Komutanlığı emrinde
askerlik hizmetini yapmakta iken, 16.7.2004 günü saat 10.20 sıralarında,
sürücüsü olduğu ve araç komutanlığını (Ter.) J.Çvş.A.R.Ö.’nün yaptığı
770025 plâka no.lu vidanjör kamyon ile İl J.K.lığı futbol sahasını
sulamak için geri manevra yaparken, futbol sahasının etrafını çevreleyen
asfalt yolun kenarında çatılı bulunan İl Mrk.J.K.lığı envanterine kayıtlı
kaleşnikof tüfeklere çarptığı ve J.Er F.K.’ya zimmetli 71 P 5818 seri
no.lu kaleşnikof piyade tüfeğinin üzerinden geçtiği, J.Ord.Ana Tam.Fab.
K.lığınca tanzim olunan 11.11.2004 tarihli hasar durum tespit raporunda,
silâhın komple ezilmiş olup, tamir edilemeyeceğinin ve 581.343.000 TL
tutarında Hazine zararı meydana geldiğinin belirtildiği, sanığın tevilli
ikrarını içerir savunmaları, tanık (Ter.) J.Çvş. A.R.Ö.’nün yeminli
ifadesi, olay tespit tutanağı ve hasar durum tespit raporu ile dosyada
mevcut diğer delillerden anlaşılmakta olup, maddî vakıa olarak sabittir.
Bu şekilde gerçekleştiğinde kuşku bulunmayan maddî olayda,
askerî mahkemece, sanığın hizmette tekâsülle askerî eşyanın mühimce
hasarına sebebiyet vermek suçunu işlediği kabul edilerek, yazılı olduğu
şekilde mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
ASCK’nın “Tekâsül dolayısıyla esliha ve harp malzemesinden bir
şeyin hasara uğramasına sebep olanlar” başlığını taşıyan 137’nci
maddesi; “Vazife veya hizmette tekâsül dolayısıyla bir gemi veya
tayyarenin veya esliha ve harp malzemesinden birinin mühimce hasara
uğramasına sebep olan ... kadar hapsolunur.” şeklinde düzenleme
içermekte olup,
312
Bu maddede yazılı suçun oluşabilmesi için;
1) Hasar uğrayan malzemenin harp malzemesi olması,
2) Harp malzemesinin kendisine tevdi ve teslim edilen kişinin
vazife ve hizmette göstereceği tekâsül sonucu hasara uğramış olması ve
3) Meydana gelen hasarın mühimce olması, unsurlarının birlikte
gerçekleşmesi gereklidir.
Her ne kadar Askerî Yargıtayın bazı kararlarında (As.Yrg.3’üncü
D.nin 11.11.1975 tarihli, 1975/250-262 ve Drl.Krl.’nun 11.2.1977 tarihli
ve 1977/8-5 esas ve karar sayılı ilâmları), 2’nci maddedeki unsurun
oluşması için, silâh veya harp malzemesinin vazifesi gereği kullanmak
veya muhafaza edilmek üzere bizzat faile tevdi ve teslim edilmiş
olmasının gerekmediği belirtilmiş ise de; bir kısım kararlarında, suça
konu harp malzemesinde, kendisine tevdi ve teslim edilen kişi tarafından
“vazife ve hizmette” göstereceği tekâsül sonucu mühimce hasar meydana
getirilmesinin (As.Yrg.3’üncü D.nin 17.9.1996 tarihli, 1996/469-466,
13.10.2004 tarihli, 2004/1219-1208 ve 9.11.2004 tarihli, 2004/1394-1386
esas ve karar sayılı ilâmları) kabul edildiği görülmektedir.
Diğer taraftan 1632 sayılı ASCK’nın “Hizmete mahsus eşyayı
tahrip ve terk ve kaybedenler” başlığını taşıyan 4551 sayılı Kanunun
24’üncü maddesiyle değişik 130’uncu maddesinin 1’inci fıkrasında,
askerî eşyayı kasten terk veya kısmen yahut tamamen tahrip eden,
özürsüz kaybeden veya harap olmasına sebebiyet veren veya özel
menfaati için kullanan asker kişilerin eşyanın değeri, önemi, meydana
gelen hasarın miktarı veya fiilin işleniş şekline göre ... hapis cezası ile
cezalandırılacakları öngörülmüştür.
Bu maddede seçimlik olarak yer alan askerî eşyanın harap
olmasına sebebiyet vermek suçu, 477 sayılı Kanunun 52’nci maddesinde
tanımlanan ve aynı maddede yazılı olan “kasten tahrip” suçunun
tekâsülle işlenen hâlidir.
Hizmete mahsus eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek suçu,
özürsüz kayıp etmek suçunda olduğu gibi eşyanın mutlaka sanığa teslim
veya emanet edilmiş olmasını gerektirmeyen, başka bir şahsa ait eşya
üzerinde de işlenebilen bir suçtur.
313
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında, hasara uğrayan
71 P 5818 seri no.lu kaleşnikof piyade tüfeğinin TSK envanterinde
kayıtlı malzemeden (Silâh) olduğu, keza, malzemenin harp malzemesi ve
silâhın hasara uğradığı 16.7.2004 tarihinden itibaren kullanılamaz hâle
gelmiş olması nedeniyle hasarın mühimce olduğu hususlarında herhangi
bir şüphe bulunmamakla beraber;
Sanığın eylemi neticesinde mühimce hasara uğrayan kaleşnikof
piyade tüfeğinin askerî hizmetlerde kullanması maksadıyla sanığa teslim
edilmeyip 20.5.2004 tarihinde J.Er F.K.’ya zimmetlenmiş olması
karşısında, sanık ile mühimce hasara uğramasına sebebiyet verdiği silâh
arasında doğrudan bir hizmet bağından söz etmek mümkün
olmadığından, sanığın sübut bulan eyleminin ASCK’nın 137’nci
maddesinde düzenlenen hizmette tekâsülle harp malzemesinin hasarına
sebep olmak suçunu değil, aynı Kanunun 130’uncu maddesinde
düzenlenen askerî eşyanın özürsüz harap olmasına sebebiyet vermek
suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından, mahkûmiyet hükmünün
(Sanığın cezada kazanılmış hakkı saklı kalmak üzere) suç vasfındaki hata
nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
314
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 137
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1875
K. No. : 2007/1868
T.
: 20.11.2007
ÖZET
Yetkili Cumhuriyet başsavcılığınca taksirle yaralama ile
trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma suçları hakkında ön
ödemeye bağlı olmayan kovuşturmaya yer olmadığı kararı
verilmesi ve bu kovuşturmaya yer olmadığı kararının, kolektif
bir yargılama (kovuşturma) faaliyeti sonucunda tesis
edilmemesi nedeniyle kesin hüküm niteliğine sahip olmaması
karşısında, ASCK’nın 137’nci maddesinde düzenlenen
hizmette tekâsülle harp malzemesini mühimce hasara uğratma
suçu hakkında yargılama yapılması gerekir.
Askerî mahkemece; sanık hakkında 9.9.2006 tarihinde hizmette
tekâsülle harp malzemesini mühimce hasara uğratmak suçunu işlediği
iddiası ile eylemine uyan ASCK’nın 137’nci maddesi gereğince
cezalandırılması istemi ile kamu davası açılmasına rağmen yapılan
yargılama neticesinde sanığın üzerine atılı eylem ile ilgili olarak Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığınca taksirle yaralama ve trafik güvenliğini
tehlikeye sokma suçlarından kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmesi
nedeniyle sanık hakkında kazıye-i muhakeme bulunduğu anlaşıldığından,
sanık hakkında açılmış olan kamu davasının reddine karar verilmiştir.
Bu hüküm, askerî savcı tarafından, sanığın üzerine atılı eylem ile
ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca taksirle yaralama ve
trafik güvenliğini tehlikeye sokma suçlarından verilen kovuşturmaya yer
olmadığı kararının kesin hüküm niteliğinde olmadığı dikkate alındığında
kamu davasının reddine karar verilmesinin hukuka aykırı olduğu ileri
sürülerek temyiz edilmiştir.
315
Sanık Ulş.Onb. A.U.’nun Genelkurmay Destek Kıt’aları
Ulaştırma Özel Oto Bölük Komutanlığı emrinde askerlik hizmetini
yaptığı esnada kendisine zimmetli ve sürücüsü olduğu 000048 plâka
numaralı askerî araç ile 9.9.2006 tarihinde, saat 20.30 sıralarında görevli
olarak Esenboğa Hava Limanına giderken, Mamak çöplüğü önünde karşı
istikametten gelen 06 H 0222 plâka numaralı araç ile çarpıştığı, olay
neticesinde Per.Kd.Bçvş. M.Ö.’nün yaralandığı, ancak, sanıktan şikâyetçi
olmadığı, askerî araçta 8500 YTL. tutarında hazine zararı oluştuğu ve bu
hasarın AXA Oyak Sigorta tarafından karşılandığı, bu şekilde sanığın
hizmette tekâsülle harp malzemesini mühimce hasara uğratmak suçunu
işlediği iddiası ile kamu davası açılmıştır.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca olayla ilgili yapılan hazırlık
soruşturması sonunda; kovuşturulması şikâyete bağlı taksirle yaralama
suçu hakkında kovuşturma şartı olan şikâyetin mevcut olmaması ve
karayollarında trafik güvenliğini tehlikeye sokmanın kanunda suç olarak
düzenlenmemiş olması nedeniyle “kovuşturmaya yer olmadığına” karar
verilmiştir.
Sanığın tek bir fiille işlediği trafik güvenliğini taksirle tehlikeye
sokma, taksirle yaralama ve hizmette tekâsülle harp malzemesini
mühimce hasara uğratma suçları arasında TCK’nın 44’üncü maddesinde
belirtildiği şekilde fikrî içtima hâli bulunduğu ve bu durumun, sanığın üç
ayrı suç nedeniyle ayrı ayrı cezalandırılmasına engel teşkil edeceği
açıktır.
Sanığın üzerine atılı eylemin oluşturduğu taksirle yaralama ile
trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma suçları hakkında verilmiş olan
ve ön ödemeye bağlı olmayan kovuşturmaya yer olmadığı kararı, kolektif
bir yargılama (kovuşturma) faaliyeti sonucunda tesis edilmemesi
nedeniyle kesin hüküm niteliğine sahip değildir ve CMK’nın 172/2’nci
maddesine göre, kamu davası açılmasını gerektirecek yeni delillerin
ortaya çıkması hâlinde bu kovuşturmaya yer olmadığı kararının geri
alınması mümkündür. Dolayısıyla, sanığın üzerine atılı eylemin
oluşturduğu taksirle yaralama ile trafik güvenliğini taksirle tehlikeye
sokma suçları hakkında ön ödemeye bağlı olmayan kovuşturmaya yer
olmadığı kararı verilmiş olmasının sanığın üzerine atılı hizmette tekâsülle
harp malzemesini mühimce hasara uğratma suçu hakkında yargılama
yapılmasına engel teşkil etmesi söz konusu değildir (Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 7.11.1991 gün ve 1991/139-137 sayılı kararı bu
doğrultudadır).
316
Diğer taraftan, sanığın tek bir fiilinden doğan ihlâllerden biri
(trafik güvenliğini taksirle tehlikeye sokma suçu) hakkında ön ödemeye
bağlı olarak verilebilecek kovuşturmaya yer olmadığı kararının bu fiille
doğrudan irtibatlı durumdaki diğer ihlâl (hizmette tekâsülle harp
malzemesini mühimce hasara uğratma suçu) açısından da olumsuz bir
dava (muhakeme) şartı niteliğinde olduğu hususunda tereddüt
bulunmamaktadır. Dolayısıyla, yetkili Cumhuriyet başsavcılığınca “trafik
güvenliğini taksirle tehlikeye sokma” suçu hakkında ön ödemeye bağlı
kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiş olması hâlinde ASCK’nın
137’nci maddesinde düzenlenen hizmette tekâsülle harp malzemesini
mühimce hasara uğratma suçu hakkında yargılama yapılması mümkün
değildir. (Nitekim Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 19.1.1989/63-23 ,
7.11.1991/139-137 sayılı kararları da bu doğrultudadır).
Bu itibarla, taksirle yaralama ile trafik güvenliğini taksirle
tehlikeye sokma suçları hakkında ön ödemeye bağlı olmayan
kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmesi ve bu kovuşturmaya yer
olmadığı kararının, kolektif bir yargılama (kovuşturma) faaliyeti
sonucunda tesis edilmemesi nedeniyle kesin hüküm niteliğine sahip
olmaması birlikte değerlendirildiğinde sanığın üzerine atılı hizmette
tekâsülle harp malzemesini mühimce hasara uğratma suçu ile ilgili olarak
verilen kamu davasının reddine ilişkin kararın bozulmasına karar
verilmiştir.
317
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 140, 76
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/911
K. No. : 2007/907
T.
: 9.5.2007
ÖZET
Sanıkların, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı
hareketleri neticesinde, revirde tutuklu J.Er H.Ö.’nün
kaçmasına sebebiyet vermeleri, kaçırılan yerin askerî tutuk evi
ve ceza evi olmaması nedeniyle, ASCK'nın 76’ncı maddesi atfı
ile yaptırıma bağlanan suça vücut vermemekte ise de;
tutuklunun kaçırıldığı yerin önem taşımadığı, “mevkuf ve
mahpusları firar ettirenler” başlıklı ASCK’nın 140’ncı
maddesinin atfı çerçevesinde, 5237 sayılı TCK'nın 294/8’inci
maddesinde tanımlanan suçu oluşturduğu anlaşılmıştır.
Askerî mahkemece;
1-) Sanık P.Çvş. A.G.’nin 29.3.2006 tarihinde tutuklunun
kaçmasına aracı olmak suçunu işlediği sabit görülerek eylemine uyan
ASCK’nın 76/1’inci maddesi delâleti ile 5237 sayılı TCK’nın 294/8 ve
62’nci maddeleri gereğince neticeten 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, sanığa verilen kısa süreli hapis cezasının 5237 sayılı
TCK’nın 50/1-a ve 52/27’nci maddeleri gereğince beher günü 20 YTL
hesabı ile adlî para cezasına çevrilerek 3000 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına, 5237 sayılı TCK’nın 52/4’üncü maddesi gereğince
sanığa verilen adlî para cezasının aylık 15 eşit taksitte sanıktan tahsiline,
taksitlerden birisinin süresinde ödenmemesi hâlinde geri kalan kısmın
tamamının sanıktan bir defada tahsiline ve adlî para cezasının
ödenmemesi hâlinde hapse çevrilmesine, sanığa verilen adlî para
cezasının ertelenmesine yer olmadığına,
318
2-) Sanık P.Onb. M.T.T.’nin 29.3.2006 tarihinde tutuklunun
kaçmasına aracı olmak suçunu işlediği sabit görülerek eylemine uyan
ASCK’nın 76/1’inci maddesi delâleti ile 5237 sayılı TCK’nın 294/8 ve
62’nci maddeleri gereğince neticeten 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, sanığa verilen kısa süreli hapis cezasının 5237 sayılı
TCK’nın 50/1-a ve 52/2’nci maddeleri gereğince beher günü 20 YTL
hesabı ile adlî para cezasına çevrilerek 3000 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına, 5237 sayılı TCK’nın 52/4’üncü maddesi gereğince
sanığa verilen adlî para cezasının aylık 15 eşit taksitte sanıktan tahsiline,
taksitlerden birisinin süresinde ödenmemesi hâlinde geri kalan kısmın
tamamının sanıktan bir defada tahsiline ve adlî para cezasının
ödenmemesi hâlinde hapse çevrilmesine, sanığa verilen adlî para
cezasının ertelenmesine yer olmadığına,
karar verilmiştir.
Bu hükümler, yasal süresi içerisinde, sanıklar tarafından neden
gösterilmeksizin temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, mahkûmiyet hükmünün bozulması yönünde görüş
bildirilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; Sanık P.Çvş. A.G. ile P.Onb.
M.T.T.’nin 5’inci Zırhlı Tugay 3’üncü Sınıf Askerî Ceza ve Tutuk
Evinde görevli olduğu, 24.1.2006 tarihinde firar suçundan tutuklanan
J.Er H.Ö.’nün rahatsızlığı nedeniyle revirde müşahede altında tutulduğu
esnada, sanıkların J.Er H.Ö.’nün yanında muhafız olarak görevli olduğu,
tutuklu J. Er H.Ö.’nün, tuvalete gittiği esnada sanıkların gerekli dikkat ve
özeni göstermemeleri nedeniyle revir tuvaletinin penceresinden
29.3.2006 tarihinde atlayarak kaçtığı, bu şekilde sanıkların tutuklunun
kaçmasına aracı olmak suçunu işledikleri kabul edilerek
mahkûmiyetlerine dair hüküm kurulmuştur.
Sanıkların üzerlerine atılı eylemlerin sübutu konusunda bir
duraksama bulunmamaktadır.
Askerî mahkeme, sanıkların üzerine atılı dikkat ve özen
yükümlülüğüne aykırı hareket neticesinde tutuklunun kaçmasına
sebebiyet verme suçunun ASCK’nın 76/1’inci maddesi delâleti ile
cezalandırıldığını kabul etmiş ise de;
“ASCK'nın 76’ncı maddesinde askerî tutuk evi ve ceza evinden
kaçmak veya kaçmaya aracı olmak suçlarını işleyen asker kişiler
hakkında......,” düzenlemesine yer verilerek, maddede sadece belirtilen
yerlerden kaçma hâlleri düzenlenmiştir.
319
ASCK’nın 76’ncı maddesinin atıf yaptığı suçların sadece, “Askerî
ceza evi ve tutuk evlerinden kaçma ya da kaçmaya aracılık etme”
hâllerine münhasır olduğu açıktır. Nitekim 22.3.2000 gün ve 4551 sayılı
Kanunun ASCK’nın 76’ncı maddesini yeniden düzenleyen 15’inci
maddesinin gerekçesinde de “Madde ile tutuk evi veya ceza evinden
kaçmak ve kaçmaya aracı olmak suçları bakımından, cezanın etkinliğinin
artırılması ve veya adaletinin sağlanması amacıyla,....askerî ceza ve tutuk
evlerinden altı tam gün veya daha fazla süre ile kaçan asker kişilerin
fiilleri....” açıklamalarına yer verilmiştir.
Dava konusu olayda sanıkların dikkat ve özen yükümlülüğüne
aykırı hareketleri neticesinde revirde tutuklu J.Er H.Ö.’nün kaçmasına
sebebiyet verilmesi, kaçırılan yerin askerî tutuk evi ve ceza evi olmaması
nedeniyle eylemleri ASCK’nın 76’ncı maddesi ile yaptırıma bağlanan
suça vücut vermemektedir. Sanıkların eylemleri “mevkuf ve mahpusları
firar ettirenler” başlıklı ASCK’nın 140’ıncı maddesine uymakta, burada
kaçırılan yerin önemi bulunmamaktadır. Bu maddede yazılı suçun
oluşumu için aranan koşullardan birisi kaçanın mevkuf ya da hükümlü
olmasıdır. Dolayısıyla sanıklar hakkında ASCK’nın 140’ıncı maddesi atfı
ile TCK hükümleri yerine, ASCK’nın 76’ncı maddesinin atfı ile TCK
hükümlerinin uygulanması kanuna uygun bulunmamaktadır. Her iki atıf
maddesinin 5237 sayılı TCK’nın 294/8’inci maddesine atıf yapması da
sonucu değiştirmemektedir. Zira ASCK’nın 76’ncı maddesi ile 140’ncı
maddesinin düzenlediği hususlar birbirinden farklı bulunmaktadır.
Sanıkların eylemleri ASCK’nın mahpus ve mevkufları firar
ettirenlere ilişkin 140’ıncı maddesinin atfı çerçevesinde, 5237 sayılı
TCK’nın 294/8’inci maddesinde yaptırıma bağlanmıştır. 5252 sayılı
Kanunun 3’üncü maddesi uyarınca ASCK’nın 140’ıncı maddesinin atıf
kapsamında bulunan ve mahkemece de bu vasıfta kabul edilen suçun 353
sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değiştirilmesinden önceki Ek-1’inci
maddesi uyarınca tek hâkimle yürütülecek davalar arasında
gösterilmemesi nedeniyle, yargılamanın heyet hâlindeki askerî
mahkemece yapılması gerekirken, tek hâkimden oluşan askerî
mahkemece yapılıp sonuçlandırılması kanuna aykırı bulunmakla hükmün
bozulmasına karar verilmiştir.
320
Ayrıca, ASCK’nın 47’nci maddesinde, ASCK’nın 140’ıncı
maddesinin sayılmaması nedeniyle bu madde delâletiyle 5237 sayılı
TCK’nın 294/8’inci maddesine göre verilen cezaların, 5237 sayılı
TCK’nın hükümlerine göre, ya seçenek yaptırımlara çevrilmesi ya da
ertelenmesi mümkün iken, askerî mahkemece, verilen cezaların sadece
seçenek yaptırıma çevrilmesi imkânının mevcut olması ve ertelemenin
ASCK’nın 47’nci maddesindeki yasal engel nedeniyle hiçbir durumda
mümkün olmadığının kabul edilmesinin de hatalı olduğuna, yukarıda
belirtilen bozma gerekçesi dikkate alınarak, işaret edilmekle yetinilmiştir.
321
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 153/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2007/177
K. No. : 2007/176
T.
: 7.2.2007
ÖZET
ASCK’nın 153/1’inci maddesinde düzenlenen herhangi
bir kimse ile nikâhsız ve devamlı surette karı-koca olarak
yaşamakta ısrar suçunun oluşabilmesi için, faile tespit edilen
yaşantısına son vermesi için amirlerince uyarı ya da bildirim
yapılması, failinde bu uyarıya rağmen yaşadığı nikâhsız
ilişkiyi devam ettirmesi gerekmektedir.
Askerî mahkemece; sanığın Ağustos 2004-Nisan 2005 tarihleri
arasında “karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikâhsız olarak devamlı
surette yaşamakta ısrar etmek” suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
153/1’inci maddesi uyarınca Türk Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarılma
cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Bu hüküm; müvekkil sanığın savunma hakkının kısıtlandığı,
delillerin hatalı değerlendirildiği, müvekkilinin P.S. isimli bayanla
nikâhsız olarak karı koca gibi bir yaşantısının olmadığı, kaldı ki
P.S.’nin iffetsiz olduğuna dair bir tespit yapılmadığı, yüklenen suçun
oluşmadığı ileri sürülerek sanık müdafii Av. R.Y. tarafından
“duruşma istemli” olarak süresinde temyiz edilmiştir.
Sanık Müdafiine de tebliğ edilen tebliğnamede; koşulları
bulunmadığı için temyiz incelemesinin duruşmalı yapılması
yönündeki sanık müdafiinin isteminin reddi ve mahkûmiyet
hükmünün noksan soruşturma yönünden bozulması yolunda görüş ve
istem bildirilmiştir.
a) Temyiz İncelemesinin Duruşmalı Yapılması İstemi
Yönünden;
322
Gerek 5530 sayılı Kanun ile değişik hâli, gerekse bu değişiklikten
önceki içeriği itibariyle 353 sayılı Yasanın 218’nci maddesi gereğince
temyiz incelemesinin duruşmalı yapılabilmesi için temyize konu
mahkûmiyet hükmünün öncelikle hapis cezasını içermesi gerekmektedir.
Sanık hakkında kurulan mahkûmiyet hükmünde “Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkarılması” cezası yer aldığı, bu cezanın hürriyeti
bağlayıcı (hapis) ceza olmaması nedeniyle, temyiz incelemesinin
duruşmalı olarak yapılabilmesinin koşulları bulunmadığı için sanık
müdafiinin bu konudaki isteminin reddine karar verilmiştir.
b) Mahkûmiyet Hükmü Yönünden:
2004 yılı genel atamalarında Burdur İl Jandarma Komutanlığı
emrine atanan sanığın, 1989 yılından beri evli olmasına karşın daha önce
Yalova İl Jandarma Komutanlığında görev yaparken 2002 yılında
Yalova’da tanıştığı P.S. isimli bayan ile ilişki kurduğu, bu ilişkisinin
Yalova İl Jandarma Komutanlığı personeli tarafından da bilinmekte
olduğu, Burdur’a geldikten sonra da P.S. ile evlilik dışı ilişkisini devam
ettirdiği, 2004 Ağustos ayında sanığın kanunî izinde bulunduğu sırada
P.S.’nin annesinin Burdur İl Jandarma Komutanlığını arayarak sanığın
yaklaşık iki yıldır kızıyla birlikte yaşamakta olduğunu bildirdiği, bu
durumu öğrenen Burdur İl Jandarma Komutanı J.Alb. A.B.’nin bu
ilişkisini sona erdirmesi hususunda 2004 Ağustos ayı içerisinde sanığı
uyardığı, İl Jandarma Komutanı ve Şube Müdürü tarafından birkaç kez
daha ikaz edildiği, buna rağmen sanığın gerek Yalova’ya gitmek
suretiyle ve gerekse P.S.’nin Burdur’a gelmesi suretiyle ilişkisini devam
ettirdiği, 15.2.2005 tarihinde sanığın P.S. ile beraber Burdur’a geldiği,
15-16 Şubat 2005 tarihleri arasında Burdur’da bir otelde yan yana
odalarda kaldıkları, hatta eşi memleketine gittiği için P.S.’yi bir gün
kendi evine getirdiği, kendi kızı ile tanıştırdığı, 19.2.2005 tarihinde
Burdur’da Zafer Mahallesinde bir apartman dairesi kiraladığı, ev eşyaları
satın alarak kiraladığı daireye getirdiği, gerek kira sözleşmesi yaparken
gerekse ev eşyası satın alırken kendilerini evli veya nişanlı olarak
tanıttıkları, sanığın sık sık bu eve gidip geldiği, P.S.’nin kendisini
çevresindeki komşulara sanığın eşi olarak tanıttığı, 4.4.2005 tarihinde
sanık ile P.S.’nin tartıştıkları, bunun üzerine P.S.’nin Burdur İl Jandarma
323
Komutanlığına başvurarak sanıktan şikâyetçi olduğu, sanığın bundan
sonra da 21.4.2005 ve 26.4.2005 tarihlerinde de aynı bayanla beraber
görülmesi üzerine, sanık hakkında yasal işlem başlatıldığı husus ve
olguları sabit görülüp, böylece Ağustos 2004 döneminde İl Jandarma
Komutanı tarafından uyarılmasına karşın, bir apartman dairesi kiralayıp
bu daireyi mesken gibi döşeyerek bu eve sık sık gidip gelmek, çevresine
evli olduklarını beyan etmek suretiyle sanığın, P.S. ile birlikte “karı koca
gibi nikâhsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar etmek” suçunu
işlediği askerî mahkemece kabul edilerek yazılı şekilde hüküm kurulduğu
anlaşılmaktadır.
ASCK’nın (22.3.2000 gün ve 4551 sayılı Yasa ile değişik)
153/1’inci maddesi “ iffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek
evlenen veya evlilik bağını devam ettirmekte veya böyle bir kimseyi
yanında bulundurmakta veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile
nikâhsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar eden asker kişiler
hakkında Türk Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarma cezasına .....
hükmolunur ” hükmünü taşımaktadır.
As.Yrg.İçt.Brl.Krl.’nun 30.11.1948 gün ve 1948/3469-3148
sayılı kararında da irdelenip kabul edildiği üzere; ASCK’nın
153/1’inci maddesi iki hâli, ikinci hâl ise üç şekli düzenlenmektedir:
I- İffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek evlenmek;
II-a) Bu gibi kimse ile evlilik bağını devam ettirmekte ısrar
etmek (evlendikten sonra iffetsizliği anlaşılan hâl).
b) Bu gibi iffetsizliği anlaşılmış olan bir kimseyi yanında
bulundurmakta ısrar etmek,
c) Karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikâhsız olarak
devamlı surette yaşamakta ısrar etmek.
Bu değerlendirmelere göre yasa koyucu, birinci hâlde ısrar
unsurunu aramamış, bilerek evlenmeyi yeterli görmüştür.
İkinci hâlin her üç şeklinde de “ısrarı” şart koşmuştur.
Kendisine vaki olacak tebligat, bildirim, uyarı veya ikaza rağmen
fail; iffetsizliği anlaşılmış o kişi ile evlilik bağını devam ettirir veya
iffetsizliği anlaşılmış o kişiyi yanında bulundurmayı sürdürür ya da
karı koca gibi bir kimse ile nikâhsız olarak devamlı surette yaşar ise
yasa maddesinin öngördüğü “ısrar” unsuru gerçekleşmiş olur.
324
İkinci hâlin (c) bendinde gösterilen suçta, devamlı surette
yaşamanın karı koca gibi olması da gereklidir. Karı koca gibi unsuru,
her iki tarafın yek diğerine karşı bir karı kocanın ev içi ve ev dışı
birbirlerine karşı ifasına zorunlu oldukları cinsi ve toplumsal
yükümlülükleri yerine getirmeleri ve aileler arasında geçerli olan
adap ve görgü kurallarına uymak suretiyle yaşamaları ile oluşur. Bu
bakımından geçici ilişkilerin bu suça vücut vermeyeceği kabul
edilmektedir.
Diğer taraftan “devamlılık” unsuru yönünden, nikâhsız olarak
bir kimse ile ne kadar süre birlikte yaşanması gerektiği konusunda
yasa maddesinde bir açıklık bulunmamakla beraber bu husus Askerî
Yargıtay kararlarında vurgulandığı üzere karı koca gibi yaşandığını
gösterecek veya belirleyecek kadar bir müddetin geçmesi ile bu
unsurun da gerçekleşeceği öngörülmüştür.
As.Yrg.Gen.Krl.’nun 15.11.1941 gün E.886, K.1504; As.Yrg.
2. Dairesinin 14.3.1973 gün ve E.63, K.60; As.Yrg. 3’üncü
Dairesinin 31.1.1984 gün ve E.79, K.68; As.Yrg. 1’inci Dairesinin
12.1.1976 gün ve E.2, K.1; As.Yrg. 3’ncü Dairesinin 13.6.2006 gün
ve E.982, K.979 sayılı kararlarında da benimsendiği üzere yukarıda
unsurları irdelenen “karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikâhsız
olarak devamlı surette yaşamakta ısrar etmek” suçu; herhangi bir
kimse ile nikâhsız olarak karı koca gibi yaşadığı tespit edilen bir
asker kişiye, bu yaşantısına son vermesi için ilgililerce yapılan
tebligat veya uyarıdan sonra dahi o asker kişinin bu yaşantısını aynen
devam ettirmesi ile gerçekleşmektedir.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde; sanığın
2004 Burdur İl Jandarma Komutanlığına atandıktan sonraki süreçte
2005 Şubat ayında ev kiralayıp içini döşemek, bu eve sık sık gitmek
suretiyle P.S. isimli bayan ile 2005 Nisan ayına kadar nikâhsız olarak
karı koca gibi yaşadığı hususunda bir kuşku bulunmamakla beraber,
bu yaşantısının, kendisine İl Jandarma Komutanı tarafından 2004
Ağustos ayında yapılan ikaz ve uyarı esnasında ve öncesinde de olup
olmadığı, dava dosyasından açık bir şekilde anlaşılamamaktadır. Bir
325
başka anlatım ile sanığın, Yalova İl Jandarma Komutanlığı emrinde
görev yaptığı dönem itibarıyla P.S. ile olan ilişkisinin hangi düzeyde
seyrettiği; zaman zaman kesilip tekrar başlayan bir ilişki mi, yoksa
karı koca gibi birlikte devamlı olarak yaşama derecesinde mi olduğu
hususları araştırılmamıştır. Bunun sonucu olarak Burdur İl Jandarma
Komutanının 2004 Ağustos ayında yaptığı uyarı ve ikaz esnasında
sanığın böyle bir karı koca gibi nikâhsız olarak sürdürmekte olduğu
yaşantısının olup olmadığı kuşkusuzca belirlenememektedir.
Bu itibarla, müsnet suçun böyle bir yaşantısı saptanan asker
kişiye bu konuda yapılacak bildirim veya uyarıya karşın o asker
kişinin bu yaşantısını devam ettirmesi ile oluşacağına göre; sanığın
P.S. ile olan ilişkisinin 2004 Ağustos ve öncesi itibariyle kapsam ve
derecesine açıklık getirilmesi gerekli olup, bu çerçevede
(adreslerinden sıkı bir şekilde takip edilerek) P.S. isimli bayanın, bu
kişinin anne ve babasının, sanığın eşi N.A.’nın, 2002-2004
döneminde Yalova İl Jandarma Komutanlığında görev yapmış olan
amir, üst ve arkadaşlarının, matbaacılıkla uğraşan Sedat isimli
kişinin ve gerektiğinde bilgi ve görgüsü olabilecek diğer kişilerin
tanıklığına başvurularak elde edilecek bilgi, bulgu ve kanıtlara göre
bir irdeleme yapılması zorunluluğu gözetilmeyerek hükme varılması
yasaya aykırı görülmüş ve hükmün noksan soruşturma yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
Sanık müdafii, müvekkilinin savunma hakkının kısıtlandığını
ileri sürmüş ise de; askerî mahkeme önünde yöntemine uygun olarak
sorgusu saptanan ve okunan tanık beyanları ile müzekkere
yanıtlarına karşı diyecekleri tespit edilen sanığın, duruşmada
bulunma zorunluluğundan bağışık tutulmayı talep etmesi üzerine bu
istemi yerinde görülerek yokluğunda yargılanmaya devam edilip
sonuçlandırılmasına yasaya aykırı bir yön bulunmamaktadır. Öte
yandan temyize konu hükümde yer alan suç “bir kimse ile karı koca
gibi nikâhsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar etmek” suçu
olup “iffetsizliği anlaşılmış bir kimseyi yanında bulundurmakta ısrar
etmek” suçu değildir. Bu nedenle, askerî mahkemece kabul edilen
suçun unsurları itibariyle anılan kişinin iffetsiz olup olmadığının
araştırılmasına esasen gerek olmadığından, sanık müdafiinin bu
hususlara ilişkin temyiz nedenleri kabule değer görülmemiştir.
326
ASKERÎ CEZA KANUNU
Ek Mad. 1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/103
K. No. : 2007/96
T.
: 20.9.2007
ÖZET
Sanığın, anılan şirketin sembolik olarak bir hissesini (En
az olan 1/300 hissesini) 24.2.2006 tarihinde 100 YTL
karşılığında devralıp, 2.3.2006 tarihinde Elazığ Ticaret ve
Sanayii Odasına kaydolması ve 3.3.2006 tarihinde de hakkında
ihbar yapılması dikkate alındığında; sanığın devraldığı hisse
ve ödediği sermayenin miktar olarak makul ölçüye göre ticaret
yapma amacından uzak olduğu gibi, ticaret yapmaya elverişli
de olmadığı, suç tarihî (2.3.2006) itibariyle Elazığ Ticaret ve
Sanayi Odasına kayıt yaptırması dışında dosyaya yansıyan bir
ticarî faaliyetinin de bulunmadığı, bu nedenle ticaret yapmak
suçunda manevî unsurun (suç kastının) oluşması için aranan,
devamlı olarak, kazanç elde etmek niyeti ve gayesi ile hareket
etme koşulunun oluşmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa atılı suçun unsurlarının oluşup
oluşmadığı konusuna ilişkindir.
Olay tarihinde 8.Kor.İs.Svş.Tb.K.lığı emrinde Tbp.Ütğm. olarak
görevli olan sanığın; Elazığ’da faaliyet gösteren “Kıvık İnşaat Taahhüt
Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi”nin üç eşit ortağından biri olan
F.K.’nın, 100 hissesinden bir (Toplamda 1/300) hissesini, 24.2.2006
tarihinde Elazığ 2’nci Noterliğinde düzenlenen “Limitet Şirket Hisse
Devri Sözleşmesi” ile 100 YTL karşılığı devralıp, bunu 2.3.2006
tarihinde Elazığ Ticaret ve Sanayi Odasına bildirdiği ve aynı gün şirket
ortağı olarak kaydının yapıldığı, 3.3.2006 tarihinde de V.C. adlı kişi
tarafından, 8.Kor.K.İs.Tb.K.lığına hitaben dilekçe yazılarak sanık
hakkında ihbarda bulunulduğu dosya içeriğinden maddî olgu olarak
anlaşılmakta, bu konuda ihtilâf da bulunmamaktadır.
327
Daire, bu olayda sanık hakkında iddia olunan ticaret yapmak
suçunun unsurlarının oluştuğunu kabul ederken; Başsavcılık, sanığın
TSK’dan ayrılmak için bu yola başvurduğunu, gerçek amacının ticaret
yapmak olmadığını, suçun koruduğu hukukî menfaatin zedelenmediğini
ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
ASCK’ya 2183 sayılı Kanunla eklenen Ek Madde 1’de;
“Aşağıda yazılı fiilleri ilk defa yapan subaylarla, askerî memurlar
ve astsubaylara iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir.
Tekerrürü hâlinde evvelce verilmiş olan ceza bir kat arttırılmakla
beraber subaylarla, askerî memurlar ve astsubaylar hakkında Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkarma cezaları da birlikte hükmolunur.
A) Ticaret yapmak veya yaptırmak,
B) Ticarî ve sınaî müesseselerde vazife kabul etmek” hükmü,
ASCK’ya 2183 sayılı Kanunla eklenen Ek Madde 3 de;
“Askerî doktorların bizzat hususî hastahane açmaları memnudur.
Hilâfında hareket, birinci madde (Ek Madde 1) mucibince cezayı
müstelzimdir. Ancak çalışma saatleri haricinde ve mahsus kanuna göre
icrayı sanat etmeleri caizdir” hükmü yer almaktadır.
Bu maddelerde; subay, askerî memur ve astsubayların “Ticaret
yapması veya yaptırması” ile “Ticarî ve sınaî müesseselerde görev kabul
etmesi” yasaklanmış olup, yasaklamanın amacı (koruduğu hukukî yarar)
askerî hizmetin ve asker sıfatının bu tür faaliyetler ile bağdaşmaması
nedeniyle, bu tür eylemleri cezaî yaptırım altına almaktır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.5.1995 tarihli, 1995/53-53
esas ve karar sayılı kararında; ticaret yapmak suçunda manevî unsurun
(kastın) oluşması için, subay, askerî memur ve astsubayların, uzun süreli,
devamlılık gösterecek şekilde, kazanç elde etmek niyeti ve gayesi ile
ticarî faaliyette bulunması gerektiği aranmış, Askerî Yargıtayın sonraki
kararlarında bu suçun manevî unsurunun oluşması için maddede sayılan
asker kişilerin devamlılık gösterecek şekilde ve kazanç elde etmek niyeti
ve gayesi ile hareket etmesi gerektiği esas alınmıştır.
İnceleme konusu somut olayda, sanığın anılan şirketin sembolik
olarak bir hissesini (En az olan 1/300 hissesini) 24.2.2006 tarihinde 100
YTL karşılığında devralıp, 2.3.2006 tarihinde Elazığ Ticaret ve Sanayii
Odasına kaydolması ve 3.3.2006 tarihinde de hakkında ihbar yapılması
dikkate alındığında; sanığın devraldığı hisse ve ödediği sermayenin
miktar olarak makul ölçüye göre ticaret yapma amacından uzak olduğu
328
gibi, ticaret yapmaya elverişli de olmadığı, suç tarihî (2.3.2006) itibariyle
Elazığ Ticaret ve Sanayi Odasına kayıt yaptırması dışında dosyaya
yansıyan bir ticarî faaliyetinin de bulunmadığı, bu nedenle ticaret
yapmak suçunda manevî unsurun (suç kastının) oluşması için aranan,
devamlı olarak, kazanç elde etmek niyeti ve gayesi ile hareket etme
koşulunun oluşmadığı, ASCK’nın Ek Madde 1’in koruduğu hukukî
yararın ihlâl edilmediği; sanığın askerî savcıya verdiği ifadesinde
söylediği ve askerî mahkeme huzurunda tekrarladığı, keza vaka ve kanaat
raporunda da belirtildiği şekilde Türk Silâhlı Kuvvetlerinden ayrılmaya
zemin hazırlamak amacı ile bu şekilde davranışta bulunduğu sonucuna
varılmıştır.
Diğer yandan, Daire kararında örnek gösterilen As.Yrg.Drl.
Krl.’nun 17.2.2000 tarihli, 2000/54-45 esas ve karar sayılı kararına konu
edilen dosyada yargılanan sanıkların, 8.1.1993 tarihinde ticaret siciline
kayıt edilen 10.000.000 TL sermeyeli şirketin iki kurucu ortağı oldukları,
28.9.2000 tarihli, 2000/143-138 esas ve karar sayılı kararına konu edilen
dosyada yargılanan sanığın ise 3.11.1999 tarihinde 50.000 Amerikan
Doları ödeyerek şirkete ortak olduğu, bu sanıkların şirkette aldıkları rol
ve ödedikleri sermaye dikkate alındığında, gerek devamlılık unsuru,
gerekse kazanç elde etme gayesi yönünden incelenen bu dava
dosyasından çok farklı olduğu anlaşıldığından, Başsavcılığın yerinde
görülen itiraz sebeplerinin kabulü ile mahkûmiyet hükmünün onanmasına
ilişkin Daire kararının kaldırılmasına karar verilmiştir.
Komutan temyizinde, suçun maddî ve manevî unsurlarının
oluştuğuna dair gerekçeli hükümde yeterli tartışma yapılmadığını ve bu
konudaki delillerin toplanmadığını ileri sürmüş ise de; askerî mahkemece
gerekçeli hükümde, asgarî ölçüde de olsa gerekçe gösterildiğinden, keza
suç tarihî olarak sanığın Ticaret ve Sanayi Odasına kayıt yaptırdığı
2.3.2006 tarihinin esas alınması ve iddianamenin de 28.3.2006 tarihinde
düzenlenmesi nedeniyle bu tarihten sonrası için yapılacak araştırma da
incelenen dava dosyasına bir katkı sağlamayacağından anılan temyiz
sebepleri isabetli bulunmamış, açıklanan nedenlerle, askerî mahkemece
sanık hakkında atılı suçun unsurlarının oluşmaması nedeniyle beraat
kararı verilmesi gerekirken, aksi görüş ve gerekçeyle mahkûmiyet hükmü
kurulması hukuka aykırı bulunduğundan, hükmün bozulmasına karar
verilmiştir.
329
ASMKYUK
Mad. 9, 12, 17, 18
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/394
K. No. : 2007/393
T.
: 27.2.2007
ÖZET
Sanıkların kışla pide fırını odun deposunda toz esrar
kullanmaları şeklinde gerçekleşen olayda, tek bir eylem değil
sanık sayısınca eylem ve suç mevcut olduğu, 353 sayılı
Kanunun 18’inci maddesinde belirtilen “bağlılık” ile 12’nci
maddesinde belirtilen “bir eylemin aynı kasıt altında birlikte
işlenmesi” durumunun söz konusu olmadığı, sanıkların
cezalandırılmaları için iştirak hükümlerinin uygulanmasının
gerekmediği, her bir sanığın kendi eyleminden ve müstakil
olarak sorumlu olduğu, sanıklara yüklenen “uyuşturucu
madde bulundurmak ve kullanmak” suçunun her bir sanık için
ayrı ayrı teşekkül ettiği, sanıklardan birinin kovuşturma
aşamasında terhis edildiği, müsnet suçun askerî bir suç
olmaması, askerî bir suça bağlı bulunmaması ve sanığın terhis
edilmiş olması nedeniyle askerî mahkemede yargılanmayı
gerektiren ilgi kesilmiş olduğundan, bu sanık açısından
görevsizlik kararının onanmasına karar verilmiştir.
Genelkurmay Başkanlığı Askerî Savcılığının 17.2.2005 tarihli
2005/128-109 sayılı iddianamesi ile Gnkur.Ds.Kt. Sos.Hiz.Bşk.lığı
emrinde görevli sanıklar P.Çvş. Y.A., P.Er R.O.Y., P.Er A.K. ve Ulş.
Onb. B.K.’nın, 8.2.2005 tarihinde kışla pide fırını odun deposunda toz
esrar kullanmak suretiyle uyuşturucu madde bulundurmak ve kullanmak
suçunu işlediklerinden bahisle, eylemlerine uyan mülga 765 sayılı
TCK’nın 404/2’nci maddesi gereğince ayrı ayrı cezalandırılmaları
istemiyle kamu davası açıldığı;
330
Askerî mahkemece; sanıklardan P.Çvş. Y.A.’nın 21.5.2005
tarihinde terhis edildiği ve bu nedenle askerî mahkemede yargılanmasını
gerektiren ilginin kesilmiş olduğu, yüklenen suçun askerî bir suç
olmadığı, askerî bir suça bağlı bulunmadığı, askerî bir suç olma ihtimalî
de bulunmadığı, suçun dört sanık tarafından birlikte ve beraberce
işlendiği iddia edildiğinden, yargılama ekonomisi, delillerin birlikte
değerlendirilmesinden elde edilecek faydalar göz önünde tutularak, 353
sayılı Kanunun 12, 17 ve 19’uncu maddeleri gereğince, askerî
mahkemenin görevsizliğine, dava dosyasının Ankara Asliye Ceza
Mahkemesine gönderilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Hüküm, askerî savcı tarafından özetle; tüm sanıklar hakkında
görevsizlik kararı verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu, 353 sayılı
Kanunun 12’nci maddesi hükmünün tatbikî için sivil ve asker kişiler
tarafından müştereken/iştirak hâlinde işlenmiş bir suçun bulunması
gerektiği, somut olayda sanıklarca iştiraken işlenmiş bir suçun söz
konusu olmadığı, her bir sanığın müstakil nitelikte eyleminin bulunduğu,
bir sanığın diğer bir sanığın eylemine şerik olmadığı, ayrıca birlik
komutanlığı tarafından her bir sanık için ayrı suç dosyası tanzim edilmiş
olması ve ayrı hâkimlerce adlî faaliyetin yürütülebilme olasılığı da
düşünüldüğünde, askerî mahkemenin uygulamasının kabulüne olanak
bulunmadığı, askerlik sıfatı devam eden sanıklar açısından askerî
mahkemenin görevli olduğu ileri sürülerek, süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, tüm sanıkların terhis edilmiş olmaları nedeniyle,
görevsizlik kararının onanması yönünde görüş ve düşünce bildirilmiştir.
Sanık (Ter.) P.Çvş. Y.A. hakkındaki görevsizlik kararı temyiz
edilmediğinden, inceleme dışında tutulmuştur.
353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun “Genel Görev” başlıklı 9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler
kanunlarda aksi yazılı olmadıkça asker kişilerin askerî olan suçları ile
bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik
hizmet ve görevleri ile ilgili işledikleri suçlara ait davalara bakmakla
görevlidirler.” hükmünü içermektedir.
Öğretide ve uygulamada “askerî suçlar”;
1. Unsurlarının ve cezalarının tamamı Askerî Ceza Kanununda
yazılı olan, başka bir anlatımla Askerî Ceza Kanunu dışında hiçbir ceza
kanunu ile cezalandırılmayan suçlar;
2. Unsurları kısmen Askerî Ceza Kanununda, kısmen diğer ceza
kanunlarında gösterilen suçlar;
331
3. Türk Ceza Kanununa atıf suretiyle askerî suç hâline
dönüştürülen suçlar;
olmak üzere üç grupta mütalâa edilmektedir.
353 sayılı Kanunun 4191 sayılı Kanunla değişik “Askerî
mahkemelerde yargılamayı gerektiren ilginin kesilmesi” başlıklı 17’nci
maddesi de; “Askerî mahkemelerde yargılanmayı gerektiren ilginin
kesilmesi daha önce işlenen suçlara ait davalara bu mahkemelerin
bakma görevini değiştirmez. Ancak suçun; askerî bir suç olmaması,
askerî bir suça bağlı bulunmaması ve sanık hakkında kamu davası
açılmamış olması hâlinde askerî mahkemenin görevi sona erer.”
biçiminde iken, Anayasa Mahkemesinin 11 Mart 2000 tarihli ve 23990
sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, 1.7.1998 tarihli, 1996/74 esas ve
1998/45 karar sayılı kararı ile maddenin ikinci tümcesinde yer alan “...ve
sanık hakkında kamu davası açılmamış olması...” sözcüklerinin
Anayasaya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiştir.
Buna göre, askerî mahkemelerde yargılanmayı gerektiren ilginin
kesilmesi, daha önce işlenen suçlara ait davalara bu mahkemelerin bakma
görevini değiştirmez. Ancak, yüklenen suçun askerî bir suç olmaması,
askerî bir suça bağlı bulunmaması hâlinde, askerî mahkemenin görevinin
sona ereceği açıktır. İptal kararı nedeniyle, sanık hakkında kamu
davasının açılmış olup olmamasının bir önemi bulunmamaktadır.
353 sayılı Kanunun “Müşterek Suçlar” başlığı altında düzenlenen
12’nci maddesinde, “Askerî mahkemelere ve adliye mahkemelerine tâbi
kişiler tarafından bir suçun müştereken işlenmesi hâlinde eğer suç Askerî
Ceza Kanununda yazılı bir suç ise sanıkların yargılanmaları askerî
mahkemelere; eğer suç Askerî Ceza Kanununda yazılı olmayan bir suç
ise adliye mahkemelerine aittir.” denilmek suretiyle, askerî olan suçlar
ile askerî olmayan suçlara göre görevli yargı yeri belirlenmiştir.
Bu durumda, asker kişi sıfatı devam eden sanıklar ile yargılama
aşamasında terhis edilmiş olan sanıkların, Türk Ceza Kanununda
düzenlenmiş bulunan suçtan dolayı 353 sayılı Kanunun 12’nci maddesi
gereğince birlikte yargılanmalarının mümkün olup olmayacağının
incelenmesi gerekmektedir.
Uyuşmazlık Mahkemesinin 26.12.2005 tarihli, 2005/38-46 sayılı
ve aynı tarihli, 2005/41-49 sayılı kararlarında da belirtildiği gibi, 353
sayılı Kanunun 12’nci maddesinde yer alan “bir suçun müştereken
işlenmesi hâli”, bir eylemin iştirak hâlinde, aynı kasıt altında birlikte
işlenmesi durumunu ifade eder.
332
353 sayılı Kanunun 18’inci maddesinde, “Bir kimse birkaç suçtan
sanık olur veya bir suçta ne sıfatla olursa olsun birkaç sanık bulunursa
bağlılık var sayılır.” denildiği, 5271 sayılı Kanunun “Bağlantı kavramı”
başlıklı 8’inci maddesinde de, aynı düzenlemenin yer aldığı
görülmektedir.
Sanıkların kışla pide fırını odun deposunda toz esrar kullanmaları
şeklinde gerçekleşen somut olayda, tek bir eylem değil, sanık sayısınca
eylem ve suç mevcut olduğu, 353 sayılı Kanunun 18’inci maddesinde
belirtilen “bağlılık” ile 12’nci maddesinde belirtilen “bir eylemin aynı
kasıt altında birlikte işlenmesi” durumunun söz konusu olmadığı,
sanıkların cezalandırılmaları için iştirak hükümlerinin uygulanmasının
gerekmediği, her bir sanığın kendi eyleminden ve müstakil olarak
sorumlu olduğu, sanıklara yüklenen “uyuşturucu madde bulundurmak ve
kullanmak” suçunun her bir sanık için ayrı ayrı teşekkül ettiği
anlaşılmaktadır.
Sanıklara yüklenen ve Türk Ceza Kanununda düzenlenmiş
bulunan “uyuşturucu madde bulundurmak ve kullanmak” suçunun askerî
suç olmadığı, askerî bir suçu oluşturma ihtimalî de bulunmadığı
kuşkusuzdur.
Sanıklardan P.Çvş. Y.A.’nın, kovuşturma aşamasında 21.5.2005
tarihinde terhis edildiği, müsnet suçun askerî bir suç olmaması, askerî bir
suça bağlı bulunmaması ve sanığın terhis edilmiş olması nedeniyle askerî
mahkemede yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmiş olduğu; sanık
Ulş.Onb. B.K.’nın da, görevsizlik kararının tebliği aşamasında 4.7.2005
tarihinde terhis edildiği, bu sanık açısından da askerî mahkemede
yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmiş olduğu, 353 sayılı Kanunun
17’nci maddesi gereğince, her iki sanıkla ilgili olarak askerî mahkemenin
yargılama görevinin sona erdiği konusunda tereddüt bulunmamaktadır.
Diğer sanıklar P.Er R.O.Y. ile P.Er A.K.’nın, muhtemel terhis
tarihlerinin 24.8.2005 ve 26.11.2005 olduğu bildirilmesine rağmen, kesin
terhis edildiklerine ilişkin dosyada herhangi bir bilgi ve belge
bulunmadığı görülmektedir.
Bu itibarla, sanıklar P.Er R.O.Y. ile P.Er A.K.’nın, birliğinden ve
askerlik şube başkanlığından, terhis olup olmadıklarının araştırılması,
terhis olmuş iseler buna ilişkin evrak asılları veya tasdikli suretlerinin
dosyaya ithalinin sağlanması, elde edilecek sonuca göre askerî
mahkemenin görevli olup olmadığı hususunun değerlendirilmesi
gerektiğinden, bu sanıklar hakkındaki görevsizlik kararının, noksan
soruşturma yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
333
ASMKYUK
Mad. 9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/563
K. No. : 2007/615
T.
: 20.3.2007
ÖZET
2803 sayılı Kanunun 7/a maddesinde, ceza infaz
kurumları ve tutuk evlerinin dış korunmalarını sağlamanın
jandarmanın mülkî görevlerinden olduğu düzenlenmiş olup,
Uyuşmazlık Mahkemesinin kararlarında da, jandarmanın
kapalı ceza evi nöbeti tutmasına ilişkin hizmetin askerî bir
hizmet olmayıp idarî bir kolluk hizmeti olduğu ve
jandarmanın mülkî görevine ilişkin olarak işlediği suçlardan
adlî yargı yerinin görevli olduğu kabul edildiğinden, Yeşilova
Kapalı Ceza Evi 1 no.lu kule nöbetçisi olmasına ve nöbetçi
onbaşı tarafından kaldırılmasına rağmen nöbetine kalkmayan
sanığın eylemi, suçun sübutu hâlinde mülkî görevini yerine
getirirken görevi ihmal suçunu oluşturacağından, askerî
mahkemenin görevsizlik kararı vererek dava dosyasını görevli
ve yetkili adliye mahkemesine göndermesi gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, 19.2.2005 tarihinde hizmetten
sıyrılmak kastı ile emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek,
ASCK’nın 88 ve 5237 sayılı TCK’nın 62/1’inci maddeleri gereğince, beş
ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, hükmü süresinde temyiz ederek, suç tarihlerinde rahatsız
olduğunu, ayağındaki ağrı nedeniyle istirahatlı olup, nöbetinin
bulunmadığını, bu nedenle müsnet suçun oluşmadığını belirterek,
hükmün bozulmasını talep etmiştir.
Tebliğnamede, hükmün görev yönünden bozulması talep
olunmuştur.
334
Yeşilova İlçe Jandarma Komutanlığı emrinde askerlik görevini
yapmakta olan sanığın 19.2.2005 tarihinde 06.00-08.00 saatleri arasında
Yeşilova Kapalı Ceza Evi 1 no.lu kule nöbetçisi olmasına ve nöbetçi
onbaşı tarafından kaldırılmasına rağmen, ayağının ağrıdığını ileri sürerek
nöbetine kalkmadığı, Nöb.Astsb. M.T.’ye haber verilmesi üzerine aynı
gün saat 08.00’de Yeşilova Devlet Hastahanesine götürülerek yapılan
muayenesi sonucu yürümesine engel olacak patolojik bulguya
rastlanmadığının belirlenmesi üzerine, sanığın hizmetten sıyrılmak kastı
ile emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek
cezalandırılmasına karar verildiği anlaşılmaktadır.
2803 sayılı Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanununun 7/a
maddesi ile Jandarma Teşkilâtı Görev ve Yetkileri Yönetmeliğinin 45/h
maddesinde ceza infaz kurumları ve tutuk evlerinin dış korunmalarını
sağlamanın jandarmanın mülkî görevlerinden olduğu, 2803 sayılı
Kanunun “Disiplin ve Soruşturma Usulleri” başlıklı 15’inci maddesinde
de jandarma personelinin askerî görevleri dışında kalan görevleri
sırasında işledikleri suçlarda adlî yargıda yargılanacakları düzenlenmiştir.
353 sayılı Kanunun 9’uncu maddesinde, askerî mahkemelerin
bakmakla görevli olduğu suçlar (Kanunlarda aksi yazılı olmadıkça asker
kişilerin askerî olan suçları, bunların asker kişiler aleyhine veya askerî
mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri
suçlar) olarak sayılmıştır.
Dosyada mevcut delillere göre, dava konusu olayı oluşturan
maddî vakıanın, askerî birlik, askerî kurum ya da kışla tanımı dışında
kalan sivil bir kurum statüsündeki Yeşilova Kapalı Ceza Evinde tutulan
kule nöbet yerine sanığın gitmemesi olduğu anlaşılmaktadır. Jandarma
eri olan sanık tarafından anılan yerde yerine getirilen bu görevin
jandarmanın
mülkî
görevleri
arasında
olduğunda
kuşku
bulunmamaktadır.
Uyuşmazlık Mahkemesinin 18.12.1974 tarihli ve 1974/730-1835
esas ve karar sayılı kararında, jandarmanın ceza evi nöbeti tutmasına
ilişkin hizmetin askerî bir hizmet olmayıp, idarî bir kolluk hizmeti
olduğu, benzeri bir çok kararda jandarmanın mülkî görevine ilişkin
olarak işlediği suçlardan adlî yargı yerinin görevli olduğunun kabul
edildiği görülmektedir (Uyuşmazlık Mahkemesinin 9.12.1991/24-33,
9.12.1991/32-41, 13.3.1992/12-12 tarihli, esas ve karar sayılı kararları da
bu yöndedir.
335
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 14.11.1991/140-140 tarihli,
esas ve karar sayılı kararında da, jandarmanın mülkî görevine başladıktan
sonra görevini gereği gibi yapmamasının, savsaklamasının veya görev
yerini terk ederek gitmiş olmasının, adlî yargıda yargılanmasını
gerektirecek bir eylem ve suç olduğu, mülkî görev başlamadan önce ve
bittikten sonra askerî ceza ve askerî yargı kurallarına tâbi olacağı, keza
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 11.6.2003 tarihli ve 2003/565-563 esas
ve karar sayılı ilâmında, benzer bir olayda adlî yargının görevli olduğu
belirlendiğinden, dava konusu olayda, suçun sübutu hâlinde, sanığın
mülkî görevini yerine getirirken görevi ihmal suçunu işlediğinden
bahisle, askerî mahkemenin görevsizlik kararı vererek dava dosyasını
görevli ve yetkili adliye mahkemesine göndermesi gerekirken,
mahkûmiyetine karar verilmesinde yasal isabet görülmemiş, görev
konusu kamu düzenini doğrudan ilgilendirdiğinden ve davanın her
aşamasında öncelikle ve resen göz önünde bulundurulması gerektiğinden,
hükmün görev yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
336
ASMKYUK
Mad. 12
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/74
K. No. : 2007/79
T.
: 21.6.2007
ÖZET
Taksirle işlenen suçlarda, müteveffanın müterafık
kusurunun yanında, sanığın taksirli hareketiyle birleşen diğer
taksirli hareketlerin sahiplerinin de eylemlerinden dolayı
kusurları oranında sorumlu tutulacakları, sanıkların her
birinin, nedensellik bağı kesilmeksizin kusurlu hareketleriyle,
kazanın ve buna bağlı olarak ölüm sonucunun meydana
gelmesine katkıda bulundukları, dolayısıyla, tüm sanıkların
yüklenen suçtan kusurları oranında sorumlu tutulacak şekilde,
353 sayılı Kanunun 12’nci maddesi anlamında, birlikte suç
işlediklerinin kabulü gerektiğinden, ayrıca, sanıklar hakkında
açılan kamu davalarının aynı yargı yerinde birlikte görülmesi,
kanıtların değerlendirilmesinde ve ceza miktarlarının
saptanmasında, olası çelişkilerin meydana gelmemesini de
sağlayacağından, sanıklara yüklenen suçun askerî bir suç
olmaması veya askerî bir suça bağlı bulunmaması, diğer
yandan, kamu düzenini ilgilendirmesi nedeniyle, görev
hususunun, yargılamanın her aşamasında askerî mahkemece
resen dikkate alınması gerektiği de dikkate alınarak, tüm
sanıklar hakkında yargılama yapma görevinin, 353 sayılı
Kanunun 12’nci maddesi uyarınca, “Adliye mahkemesine” ait
olduğu sonucuna varılmıştır.
337
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; askerî mahkemede görülmekte olan
ASCK’na tâbi olmayan taksirli suçlara ilişkin davalarda, davanın
sanıklarından birinin emekli olması nedeniyle adliye mahkemesinde
yargılanması karşısında, 353 sayılı Kanunun 12’nci maddesi dikkate
alınarak, hâlen asker olan davanın diğer sanıklarını yargılama görevinin
askerî mahkemeye mi, yoksa adliye mahkemelerine mi ait olduğuna
ilişkindir.
Daire; “Sanık Ord.Tek.Kd.Bçvş. İ.K. hakkında kamu davası
açıldıktan sonra, sanık Astsb.Bçvş. T.A.’nın da, İs.Er H.A.E.’nin ölmesi
sonucunun meydana gelmesine kusurlu davranışlarıyla katkıda
bulunduğu bilirkişi raporuyla belirlenerek hakkında açılan kamu davası
üzerine yapılan yargılama sırasında, emekli olması nedeniyle görevsizlik
kararının verildiği anlaşıldığından, bu durumda yüklenen suçla ilgili
yargılama görevinin, 353 sayılı Kanunun 12’nci maddesi uyarınca,
“Adliye mahkemesine” ait olacağı, “Görev” hususunun ise, kamu
düzenini ilgilendirmesi nedeniyle yargılamanın her aşamasında askerî
mahkemece resen dikkate alınması gerektiği dikkate alındığında,
mahkûmiyet hükmünün görev yönünden bozulmasına” karar vermiş;
Başsavcılık ise, “Taksirli suçlarda iştirakin mümkün olmaması,
taksirli hareketi yapmak bakımından dahi bir işbirliğinin bulunmaması,
sanıkların her birinin birbirlerinden bağımsız ancak beraber bulunan ve
sonucu doğuran kusurlu hareketlerinin varlığı karşısında, sanık T.A.
hakkında verilen görevsizlik hükmünün 353 sayılı Kanunun 1’inci
maddesi kapsamında, hâlen görevine devam eden sanık İ.K.’nın askerî
mahkemede yargılanmasını etkilemeyeceğini,” ileri sürerek Daire
kararına itiraz etmiştir.
Dava konusu olayda; Bir adet tank kanal geçiş vasıtasının,
yenileştirme ve tadilâtı amacıyla, 500’üncü İstihkam Ana Depo ve
Fabrika Komutanlığına gönderilmesi emrinin yerine getirilebilmesi için,
28.2.2002 tarihinde Yzb. G.K. (bu sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmü
temyiz edilmemekle kesinleşmiştir), TAMAY tank kurtarıcı operatörü
olan sanık Astsb. İ.K., ayrıca Astsubaylar T.A., M.B., H.Ö. ve A.G. ile 6
erbaş ve erin Edirne Garına geldikleri, K.G.V.’nin (kanal geçiş
vasıtasının) ters çevrilerek vagona yüklenebilmesi için önce vince
bağlandığı, vinç operatörü olan sanık İ.K.’nın K.G.V.’yi vinç vasıtası ile
338
ters çevirdiği, ters çevrildikten sonra K.G.V.’nin trene yüklenmesi için
bağlantı yerlerinin incelenerek zincir ile bağlandığı, vinç ile kaldırma
sırasında Astsb. T.A.’nın işlemi sevk ve idare ettiği, K.G.V.’nin bir
ucunun 1,5-2 metre yukarı kalkmasına rağmen diğer ucunun yerden tam
kalkmadığı, bu şekilde beklenmesi anında rütbeliler ile er ve erbaşların
K.G.V.’nin ucu yukarıda bulunan kısmından asıldıkları, K.G.V.’nin
tekrar yere indirilip yeniden bağlanması kararının verilmesi ve indirilme
işleminin başlaması sırasında K.G.V.’nin yere düştüğü ve altında kalan
İs.Er H.A.E.’nin kaldırıldığı hastahanede vefat ettiği, ölüm ile sonuçlanan
bu kaza nedeniyle 3’üncü Mekanize Piyade Tümen Komutanlığı Askerî
Savcılığınca sanıklar G.K. ve İ.K. hakkında kamu davası açıldığı,
yargılamanın devamında, dinlenen bilirkişilerin verdikleri raporlar
doğrultusunda, olayda kusurlu olduğu saptanan ve daha önce tanık olarak
ifadesi tespit edilen Astsb.Bçvş. T.A. hakkında da aynı maddî olay
çerçevesinde suç duyurusunda bulunulduğu, suç duyurusu sonucunun
beklenerek Astsb.Bçvş. T.A. hakkında hazırlanan 3’üncü Mekanize
Piyade Tümen Komutanlığı Askerî Savcılığının 19.4.2004 gün ve
2004/46-157 E. K. sayılı iddianamesinin bir suretinin de dava dosyasına
konulduğu, Astsb. T.A.’nın emekli olması nedeniyle açılan davaya
Edirne 3’üncü Asliye Ceza Mahkemesinde devam edildiği
anlaşılmaktadır.
353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun ‘Genel Görev’ başlıklı 9’uncu maddesinde; “Askerî
mahkemeler kanunlarda aksi yazılı olmadıkça asker kişilerin askerî olan
suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut
askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait
davalara bakmakla görevlidirler” denilmektedir.
“Askerî suç” ise öğretide ve uygulamada;
a) Unsurları ve cezalarının tamamı Askerî Ceza Kanununda yazılı
olan, başka bir anlatımla, Askerî Ceza Kanunu dışında hiçbir ceza yasası
ile cezalandırılmayan suçlar,
b) Unsurları kısmen Askerî Ceza Kanununda kısmen diğer ceza
yasalarında gösterilen suçlar,
c) Türk Ceza Kanununda atıf suretiyle askerî suç hâline
dönüştürülen suçlar, olmak üzere üç grupta mütalâa edilmektedir.
339
353 sayılı Kanunun “Müşterek suçlar” başlıklı 12’nci maddesinde;
“Askerî mahkemelere ve adliye mahkemelerine tâbi kişiler tarafından bir
suçun müştereken işlenmesi hâlinde eğer suç Askerî Ceza Kanununda
yazılı bir suç ise sanıkların yargılanmaları askerî mahkemelere; eğer suç
Askerî Ceza Kanununda yazılı olmayan bir suç ise adliye mahkemelerine
aittir.”, “Askerî mahkemelerde yargılamayı gerektiren ilginin kesilmesi”
başlıklı 17’nci maddesinde; “Askerî mahkemelerde yargılanmayı
gerektiren ilginin kesilmesi, daha önce işlenen suçlara ait davalara bu
mahkemelerin bakma görevini değiştirmez. Ancak suçun; askerî bir suç
olmaması, askerî bir suça bağlı bulunmaması hâlinde askerî mahkemenin
görevi sona erer.”, “Bağlı suçlar” başlıklı mülga 18’inci maddesinde
(yürürlükte bulunan 5271 sayılı CMK’nın “Bağlantı kavramı” başlıklı
8’inci maddesinde de benzer düzenleme yer almaktadır); “Bir kimse
birkaç suçtan sanık olur veya bir suçta ne sıfatla olursa olsun birkaç sanık
bulunursa bağlılık var sayılır.” şeklinde düzenleme yer almaktadır.
Somut olayda, sanıklar G.K. ve İ.K. hakkında tedbirsizlik,
dikkatsizlik, meslek ve sanatta acemilik, nizam ve talimatlara riayetsizlik
sonucu ölüme sebebiyet vermek suçundan mülga TCK’nın 455/1-3’üncü
maddeleri uyarınca cezalandırılması istemi ile açılan kamu davasının,
başlangıçta, askerî mahkemede görülmesi konusunda bir tereddüt
bulunmamaktadır. Zira, yargılanan sanıkların asker kişi oldukları ve
suçun, askerlik hizmet ve görevlerinin icrası sırasında işlendiği açıktır.
Yargılama sırasında dinlenen bilirkişilerin, taksirle ölüm olayının
meydana gelmesinde, birden fazla failin kusurunun mevcut olduğu ve
müteveffanın da müterafık kusurunun bulunduğuna ilişkin raporlar
düzenledikleri görülmektedir.
Her ne kadar, TCK’nın iştirake ilişkin hükümlerinin taksirli suçlar
bakımından uygulanması mümkün değil (İzzet ÖZGENÇ, Suça İştirakin
Hukukî Esası ve Faillik, İstanbul, 1996, s. 316) ise de, Uyuşmazlık
Mahkemesi Ceza Bölümünün 25.12.1998, 55-56 sayılı kararı (R.G.
4.2.1999-23601), Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 1.7.1999 tarih ve
1999/130-145 esas-karar sayılı kararında da belirtildiği üzere, 353 sayılı
Kanunun 12’nci maddesinde yer alan “bir suçun müştereken işlenmesi”
hâlinin iştirak hükümlerini de içine almakla beraber, daha geniş bir mana
ifade ettiğinde, bir eylemin birlikte-beraber işlenmesi durumunu da
kapsadığında duraksama bulunmamaktadır.
340
Ortak kusurla işlenen suçlarda esas olan, kusurlu sanıkların birlikte
yargılanmalarıdır. Kanunların genelliği kuralı da birlikte yargılanmayı
zorunlu kılmaktadır. Aksi hâlde, yani sanıkların ayrı ayrı mahkemelerde
yargılanmaları
hâlinde,
kanıtların
değerlendirilmesinde,
ceza
miktarlarının saptanmasında ve cezaların kişiselleştirilmesinde telafisi
kabil olmayacak çelişkilerin doğabileceği, kamu vicdanının rahatsız
olacağı kesindir.
Ord.Tek.Kd.Bçvş. İ.K. hakkında kamu davası açıldıktan sonra,
sanık Astsb.Bçvş. T.A.’nın da, müteveffa İs.Er H.A.E.’nin ölüm olayının
meydana gelmesine kusurlu davranışlarıyla katkıda bulunduğu bilirkişi
raporuyla belirlenerek, hakkında açılan kamu davası üzerine yapılan
yargılama sırasında, emekli olması nedeniyle görevsizlik kararının
verildiği ve bu sanığın hâlen Edirne 3’üncü Asliye Ceza Mahkemesinde
2004/180 esas sayılı dava dosyası üzerinden yargılamasına devam
edildiği anlaşıldığından, taksirle işlenen suçlarda, müteveffanın müterafık
kusurunun yanında, sanığın taksirli hareketiyle birleşen diğer taksirli
hareketlerin sahiplerinin de eylemlerinden dolayı kusurları oranında
sorumlu tutulacakları, sanıkların her birinin, nedensellik bağı
kesilmeksizin kusurlu hareketleriyle kazanın ve buna bağlı olarak ölüm
sonucunun meydana gelmesine katkıda bulundukları, dolayısıyla, tüm
sanıkların yüklenen suçtan kusurları oranında sorumlu tutulacak şekilde,
353 sayılı Kanunun 12’nci maddesi anlamında, birlikte suç işlediklerinin
kabulü gerekmektedir.
Öte yandan, sanıklar hakkında açılan kamu davalarının aynı yargı
yerinde birlikte görülmesi, kanıtların değerlendirilmesinde ve ceza
miktarlarının saptanmasında, olası çelişkilerin meydana gelmemesini de
sağlayacaktır. Bu itibarla, sanıklara yüklenen suçun askerî bir suç
olmaması veya askerî bir suça bağlı bulunmaması nedeniyle, görev
hususunun kamu düzenini ilgilendirmesi nedeniyle yargılamanın her
aşamasında askerî mahkemece resen dikkate alınması gerektiği de
dikkate alınarak, tüm sanıklar hakkında yargılama yapma görevinin, 353
sayılı Kanunun 12’nci maddesi uyarınca, “Adliye mahkemesine” ait
olduğu sonucuna varılmakla, Dairenin; mahkûmiyet hükmünü görev
yönünden bozması yerinde görüldüğünden, Başsavcılığın; “Diğer sanık
Emekli Astsb. T.A. hakkında verilen görevsizlik hükmünün, 353 sayılı
Kanunun 1’inci maddesi kapsamında, hâlen görevine devam eden sanık
İ.K.’nın askerî mahkemede yargılanmasını etkilemeyeceği ve dolayısıyla
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 11.4.2007 gün ve 2007/756-751 E.K.
sayılı bozma ilâmının kaldırılması gerektiğine” ilişkin itirazının reddine
karar verilmiştir.
341
ASMKYUK
Mad. 13
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/1608
K. No. : 2007/1601
T.
: 18.7.2007
ÖZET
İdarî yönden askerlik hizmet süresi, askerlik şubesinden
sevk edildiği 24.11.2005 günü başlamasına karşın, asker kişi
sıfatını kıt’aya katıldığı 28.11.2005 günü kazanan sanığın, suç
tarihlerinde askerî mahkemelerin yargı yetkisine tâbi olmayan
sivil kişi durumunda olduğu ve barış zamanında işlediği geç
iltihak suretiyle bakaya suçundan dolayı adlî yargı yerinde
yargılanması gerekir.
Sanık hakkında Hava Eğitim Komutanlığı Askerî Savcılığının
16.3.2007 tarih ve 2007/324-142 sayılı iddianamesiyle askere duhul
etmeden önce 27.11.2005-28.11.2005 tarihleri arasında geç iltihak
suretiyle bakaya suçunu işlediği ileri sürülerek, ASCK’nın 63/1-A
maddesinin ‘7 gün içinde gelenler’ cümlesi uyarınca cezalandırılması
istemiyle açılan kamu davasında, askerî mahkemece, 353 sayılı Kanunda
değişiklik yapan ve 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5530 sayılı
Kanuna göre sivillerin barış zamanında askerî mahkemelerde
yargılanması mümkün olmadığından, davanın adlî yargıda görülmesi
gerektiği belirtilerek Alaşehir Sulh Ceza Mahkemesinde yargılama
yapılmak üzere görevsizlik kararı verildiği,
Bu kararın sanık tarafından sübuta yönelik nedenlerle temyiz
edildiği, görevsizlik kararının onanması yönünde görüş bildiren
tebliğnamenin sanığa tebliğine rağmen yazılı cevap verilmediği,
anlaşılmaktadır.
342
353 sayılı Kanunda 5530 sayılı Kanunla yapılan ve 5.10.2006
tarihinde yürürlüğe giren değişikliğe göre, ASCK’nın 63’üncü
maddesindeki suçların sivil kişiler tarafından barış zamanında işlenmesi
hâlinde bu kişilerin adlî yargı mahkemelerinde yargılanması
gerekmektedir. Sözü edilen konuyu düzenleyen 353 sayılı Kanunun
13’üncü maddesinde “Askerî Ceza Kanununun 55, 56, 57, 58, 59, 61, 63,
64, 75, 79, 80, 81, 93, 94, 95, 114 ve 131’inci maddelerinde yazılı suçlar,
askerî mahkemelerin yargı yetkisine tâbi olmayan sivil kişiler tarafından
barış zamanında işlenirse; bu kişilerin yargılanması, adlî yargı
mahkemeleri tarafından, Askerî Ceza Kanunu hükümleri uygulanmak
suretiyle yapılır.” hükmüne yer verilmiştir.
Suçun barış zamanında işlendiğinde kuşku olmayıp, sanığın suç
tarihlerinde asker kişi olup olmadığı hususu irdelendiğinde;
Sanığa, askere sevk için gerekli hazırlık süresi tanındığı ve davet
edildiği 24.11.2005 günü Erbaa Askerlik Şubesine gelerek sevk
evraklarını aldığı, kendisine Manisa/Alaşehir’de bulunan 2’nci Ulş.Er
Eğt. Taburuna katılması için 2 gün yol süresi verildiği, sevk günü dışında
25 ve 26 Kasım günlerini yolda geçirerek en geç 26.11.2005 günü saat
24.00’e kadar eğitim birliğine katılması gereken sanığın zamanında
katılmayıp bir tam günden fazla gecikerek 28.11.2005 günü katıldığı ve
bu suretle geç iltihak suretiyle bakaya suçunu işlediği isnat olunmaktadır.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 3 ve 4’üncü maddelerine göre
askerlik çağı yoklama, muvazzaflık ve yedek olmak üzere üç devreye
ayrılmış olup, muvazzaflık devri kıt’aya duhul ile başlamaktadır. Anılan
kanunun 12’nci maddesinde askere girdikten sonra izin almaksızın
savuşanlara firar deneceği belirtilerek, askerlik şubelerinden sevk
evrakını aldığı hâlde askerlik yapacakları kıt’alara gitmeksizin yoldan
savuşup hiç gitmeyen ya da gecikerek gidenlerin eylemi ‘bakaya’ olarak
tanımlanmıştır.
Sanığa yüklenen ve askerî yargı uygulamasında ‘geç iltihak
suretiyle bakaya’ olarak adlandırılan suçun firar niteliğinde olmadığı ve
bu eylemlere ASCK’nın 63’üncü maddesinin uygulanacağı Askerî
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 26.2.1965 tarih ve 1965/2-1
sayılı kararında belirtilmiş olup, söz konusu kararda “1111 sayılı
Askerlik Kanununun 5’inci maddesinde yapılan değişiklikle muvazzaflık
343
hizmetinin şubeden sevk gününden başlayacağının kabul olunmasının
yükümlüler lehinde idarî bir düşünce ile yapılan bir düzenleme olduğu,
bu hususun suç ve ceza yönünden herhangi bir etkisinin olmadığı, anılan
kanunda muvazzaflık hizmeti ile firarın tanımında ‘askere girdikten
sonra’ deyimlerinin kullanılmış olmasının askerliğin başlangıcı yönünden
hukukî ve fiilî durumun tefrik edilmek istenildiğini gösterdiğini, kıt’aya
iltihaktan önceki fiille sonraki fiilin farklı mütalâa edilmesi ve ayrı ayrı
ceza ile karşılanması gerektiği” hususlarına yer verilmiştir. Bu karar,
ceza uygulaması yönünden asker kişi sıfatının kıt’aya katılmakla
başladığını göstermektedir.
Öte yandan, Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun
20.6.1975 tarih ve 1975/6-4 sayılı kararında, ASCK’nın 63’üncü
maddesindeki suçların faillerinin suç ve ceza yönünden asker kişi
sayılamayacakları ve bu nedenle bu suçların ‘sırf askerî suç’ niteliğinde
olmadığı belirtilmiş olup, asker kişi sıfatının kıt’aya katılmakla başladığı
ve anılan suçları işleyen ve fakat henüz asker kişi sıfatını kazanmamış
olan sivil kişilerin askerî yargıya tâbi olmalarının dayanağının ‘asker
olmayan kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmaları’ başlığını taşıyan
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla mülga 11’inci maddesi olduğu
sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bir an için yükümlülerin askerlik şubesinden sevk edildiğinde
asker kişi sıfatını kazandığının kabul edilmesi hâlinde ise, henüz askerlik
bilgisi olmayan, askerî himaye altında olmayan bir vatandaşın birden
asker olarak kabul edilmesiyle onun haksızlığa uğraması söz konusu
olup, bu takdirde ASCK’nın 63’üncü maddesindeki geç iltihak suçunun
sırf askerî suç olarak kabul edilmesi gerekeceğinden, ASCK’nın 49’uncu
maddesine göre ön ödeme yaptırılamayacağı gibi, ASCK’nın 47’nci
maddesi uyarınca zaten ertelenmesi mümkün olmayan hapis cezalarının
seçenek yaptırımlara çevrilmesine de ASCK’nın Ek 8’inci maddesi
uyarınca olanak bulunmayacaktır. Oysa Askerî Ceza Kanununa hâkim
olan görüş, kıt’ada işlenen ve askerî disiplini ağır derecede ihlâl eden
fiillerin sırf askerî suç olarak tanımlanıp seçenek yaptırımlara çevirme ve
erteleme yasağı kapsamında tutulması şeklindedir. Kanun koyucunun
kıt’aya geç iltihak suretiyle bakaya suçu için, sırf askerî suçlara
gösterdiği bakışı sergilediğini ileri sürmek olası değildir. Aksinin kabulü
344
hâlinde, kıt’aya sevk edilmeden önce işlenen yoklama kaçağı ve çağrılıp
da şubeye gelmemek suretiyle işlenen bakaya suçları adlî yargıya tâbi
olurken bu suçlardan bağımsız ya da bu suçlara bağlı olarak işlenebilen
geç iltihak suretiyle bakaya suçunun askerî yargıya tâbi olması gibi bir
karmaşa da söz konusu olacak; yoklama kaçağı ve bakaya suçları sırf
askerî suç kabul edilmeyerek cezası seçenek yaptırımlara çevrilebilirken,
suçla korunan hukukî yararı daha az zedeleyen geç iltihak suçu ise daha
şedit ceza uygulamasına tâbi olacaktır.
Açıklanan nedenlerle, idarî yönden askerlik hizmet süresi askerlik
şubesinden sevk edildiği 24.11.2005 günü başlamasına karşın asker kişi
sıfatını kıt’aya katıldığı 28.11.2005 günü kazanan sanığın, suç
tarihlerinde askerî mahkemelerin yargı yetkisine tâbi olmayan sivil kişi
durumunda olduğu ve barış zamanında işlediği yüklenen bakaya
suçundan dolayı adlî yargı yerinde yargılanması gerektiğinden, sanığın
sübuta yönelik temyiz nedenleri incelenmemiştir.
Askerî mahkeme tarafından, ASCK’nın 63’üncü maddesinde ‘bir
aya kadar hapis cezası’ öngörülen yüklenen fiil nedeniyle, 5235 sayılı
Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ve Bölge Adliye Mahkemelerinin
Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun 10’uncu maddesi nazara
alınarak yargılamanın sulh ceza mahkemesinin görevi içinde olduğuna
karar verilmesi isabetli olup, mahkemece tesis olunan görevsizlik
kararına yönelik sanığın temyiz nedeninin reddine karar verilmiş; görevli
olan adlî yargı yerinde hangi yer mahkemesinin yetkili olduğu hususu
Askerî Yargıtayın görevi dışında kaldığından bir değerlendirme
yapılmamıştır.
345
ASMKYUK
Mad. 16
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/89
K. No. : 2007/85
T.
: 28.6.2007
ÖZET
Maddî vakıanın ve buna bağlı zimmete geçirilen gerçek
para miktarı ve kantin zararının hiçbir kuşkuya yer
vermeyecek şekilde belirlenmesi açısından; sadece kantin
heyetini oluşturan görevliler tarafından düzenlenen ve açık
miktarını belirlemeye yönelik olan tutanağın esas alınması,
kantinde
meydana
gelecek
açıklar
nedeniyle
kendi
sorumlulukları
da
söz
konusu
olabilecek
konumda
bulunmaları nedeniyle yanıltıcı sonuçlar doğurmaya neden
olabileceğinden, kantin heyetince düzenlenen açık miktarını
belirlemeye yönelik tutanakla yetinilmesinin hukuka aykırılık
oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; birlik kantini satış
sorumlusu olarak görevli bulunan sanığın görev döneminde kantin
hasılatından ne kadar parayı zimmetine geçirdiği konusunda kantin
belgeleri üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılmaksızın hükme
varılmasının noksan soruşturma oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın kantin satış sorumluluğu görevi süresince hangi
aylarda, ne miktarda açık verdiğinin, diğer bir ifadeyle hangi aya ait
hasılatın ne kadarını mal edinerek zimmetine geçirdiğinin; dava
dosyasındaki kantin sayım çizelgeleri, para teslim defteri ve reyon giriş
fişleri ile gerekli görülürse diğer defter ve belgeler de getirtilip bilirkişiye
incelettirildikten sonra hüküm kurulması gerektiğini kabul ederken;
346
Askerî mahkeme, dava konusu olayda hesabın açık ve basit
olduğu, sanığın sayarak teslim aldığı malları satıp parasını harcadığı ve
suçunu da itiraf ettiği, atılı suçun tüm unsurlarıyla oluştuğu sonucuna
vararak direnmek suretiyle mahkûmiyet hükmü kurmuştur.
Ceza yargılamasında amacın maddî gerçeğe ulaşılması olup, bu
amaca yönelik bulunan 353 sayılı Kanunun 96/3’üncü maddesi; “Şüpheli
suçunu itiraf etse bile, öz vakanın soruşturulması gerekir.” hükmünü
içermektedir. Maddî gerçeğe ve buna bağlı olarak kesin yargıya ancak
her türlü kuşkunun giderilmesiyle ulaşılacağı, bunun için sanığın
beyanının yeterli olmayacağı bilinen bir keyfiyettir.
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu CMK’nın 63’üncü maddesinde ise;
mahkeme veya hâkim tarafından, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik
bilgiyi gerektiren hâllerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar
verilebileceği, ancak hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî
bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemeyeceği hüküm
altına alınmıştır.
Askerî mahkemece; birlik kantininde 1.4.2004 tarihinde satış
sorumlusu olarak göreve başlayan sanığın, Ekim 2004 tarihinde yapılan
sayım sonunda 5.923.225.000 TL açık verdiği, belirlenen açığın önce
1.000.000.000 TL tutarındaki kısmını, daha sonrada 800.000.000 TL
tutarındaki kısmını kantine ödediği, açık miktarının 4.123.225.000 TL
olduğu konularında kantin görevlilerince düzenlenen tutanaklara itibar
edilerek, sanığın da suçunu ikrar ettiği kabul edilerek hüküm kurulduğu
görülmektedir.
Sanığın kantini açıksız devralmakla birlikte Nisan 2004-Ekim
2004 tarihleri arasındaki uzunca sayılan görev süresini kapsayan
dönemde, paranın satın alma gücü de dikkate alındığında oldukça yüksek
miktarda kantin parasını zimmetine geçirdiği ileri sürülmekte olup,
zimmete geçirilen miktarın hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde
belirlenmesi, hem maddî vakıanın tüm yönleriyle ortaya konulması, hem
eylemin nitelendirilmesi, hem de kantin zararının belirlenmesi açısından
önem arz etmektedir. Bu açıdan sanığın suçunu itiraf etmiş olmasının bir
önemi bulunmamaktadır. Kantin cirosu ve zimmete geçirildiği ileri
sürülen miktar ile suç dönemi dikkate alındığında, basit işlemlerle ortaya
konulacak boyutların dışında kalan dava konusu olayda bilirkişi
dinlenilmesi gerektiği bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
347
Diğer taraftan; dava konusu maddî olayın boyutlarının
belirlenmesi açısından sadece kantin heyetini oluşturan görevliler
tarafından düzenlenen ve açık miktarını belirlemeye yönelik olan
tutanağın esas alınması, kantinde meydana gelecek açıklar nedeniyle
kendi sorumlulukları da söz konusu olabilecek konumda bulunmaları
nedeniyle yanıltıcı sonuçlar doğurmaya neden olabileceğinden, kantin
heyetince düzenlenen açık miktarını belirlemeye yönelik tutanakla
yetinilmesinin bir eksiklik olduğu kuşkusuzdur.
Açıklanan nedenlerle, maddî vakıanın ve buna bağlı zimmete
geçirilen gerçek para miktarı ve kantin zararının hiçbir kuşkuya yer
vermeyecek şekilde belirlenmesi açısından; askerî mahkemece tayin
edilecek bir bilirkişiye, sanığın kantinde görev yaptığı dönemle ilgili
fatura, fiş, tutanak, sayım ve tartı çizelgeleri, reyon giriş fişleri,
bilânçolar, işletme defteri, kasa defteri gibi tüm muhasebe belgeleri
incelettirilerek, sanığın, göreve başlamasından açık verdiğinin
belirlendiği tarihe kadar hangi aylarda hangi miktarlarda mal teslim
edildiği, sanığın satış tutarları üzerinden hangi aylarda ne kadar para
teslim etmesi veya ne kadar mal devretmesi gerekirken sayım ve tartı
sonuçlarına göre ne kadar para teslim ettiği, gerçek açık ve zarar
miktarının ne kadar olduğunun muhasebe biliminin verilerine göre
belirlenmesinden sonra hüküm kurulması gerekirken, kantinde meydana
gelen açık nedeniyle kendi sorumlulukları da söz konusu olabilecek
konumda bulunan kantin heyetince düzenlenen tutanaklarla
yetinilmesinin hukuka aykırı olduğu sonucuna varıldığından; sanık
hakkında direnilmek suretiyle mahkûmiyet hükmünün noksan soruşturma
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
348
ASMKYUK
Mad. 16
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2042
K. No. : 2007/2057
T.
: 31.12.2007
ÖZET
Mahkûmiyet kararının sonucu olarak hazine zararının
hüküm altına alınması gerekirken, diğer sanıklar hakkında
görevsizlik kararı verildiği belirtilerek, hazine zararının tahsil
ve takibi hususunda muhakemat müdürlüğüne müzekkere
yazılması yönünde karar alınması hukuka aykırıdır.
Askerî mahkemece, sanığın, 7.7.2005 tarihinde askerî eşyayı
kasten tahrip etmek suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 130/1’inci
maddesi gereğince üç ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, meydana
gelen 192.70 YTL tutarındaki hazine zararının haklarında mahkûmiyet ve
görevsizlik kararları verilen sanıklardan müştereken ve müteselsilen
tahsili için muhakemat müdürlüğüne müzekkere yazılmasına karar
verilmiştir.
Bu hüküm sanık tarafından, camı kasıtlı kırmadığı, askerliğe
elverişsiz olması nedeniyle hakkında görevsizlik kararı verilmesi
gerektiğini ileri sürerek temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; sanıklar Ter.P.Er C.K., P.Er Y.B., erler Ç.Y.,
G.P., R.K., S.İ. ve S.K.’nın Sarıkamış Askerî Ceza ve Tutuk Evinin
1’inci koğuşunda tutuklu olarak bulundukları, 7.7.2005 tarihinde
sanıklarla aynı koğuşta kalan tutuklu Er A.D.’nin rahatsızlanması üzerine
durumun gardiyanlara bildirildiği, bunun üzerine Er A.D.’nin tutuklu
koğuşundan çıkarıldığı, sevk işleminin yapılması ve araç hazırlanması
amacıyla tutuklu koğuşundan görülen ceza evi bahçesine götürüldüğü, bu
bekleme sırasında sanıkların tepki gösterdikleri ve koğuş camlarını elleri
ile yumruk atmak suretiyle kırdıkları, kırılan camlar nedeniyle 192.70
YTL hazine zararının meydana geldiği, maddî vakıa olarak anlaşılmıştır.
349
Sanığın suç tarihlerinde askerliğe elverişli olduğu, cama kasten
yumruk atıp kırmak suretiyle suç kastını ortaya koyduğu, bu nedenle
temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
Yukarıda açıklandığı üzere sübuta eren olayda, askerî
mahkemece, yerinde gerekçelerle sanığın askerî eşyayı kasten tahrip
etmek suçunu işlediği kabul olunarak, hakkında mahkûmiyet kararı
verilmesinde, usul, sübut, vasıf ve takdir yönlerinden bir isabetsizlik
bulunmamakta ise de;
Sanığın askerî ceza evinde tutuklu bulunan arkadaşları ile birlikte
gerçekleştirdiği eylem sonucunda 192.70 YTL hazine zararı meydana
geldiği, olayla ilgili mahkûmiyet kararı verilen sanık ile P.Er Y.B.
hakkında hazine zararının tahsiline karar verilmesi gerekirken, diğer
sanıklar hakkında görevsizlik kararı verildiği belirtilerek, hazine
zararının tahsil ve takibi hususunda muhakemat müdürlüğüne müzekkere
yazılması yönünde karar alınması hukuka aykırıdır. Zira mahkûmiyet
kararının sonucu olarak hazine zararının hüküm altına alınması
gerekmektedir.
Bu nedenle sanık hakkında müsnet suçtan mahkûmiyetine karar
verilirken hazine zararına hükmedilmemesi hukuka aykırı olduğundan,
sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
350
ASMKYUK
Mad. 17
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/33
K. No. : 2007/33
T.
: 19.4.2007
ÖZET
Sanığa atılı cinsel saldırı ve cinsel taciz suçlarının,
askerî bir suç veya askerî bir suça bağlı suç niteliğinde
bulunmaması, temyiz incelemesini de kapsayan yargılama
sürecinde sanığın istifa etmek suretiyle TSK’dan ilişiğinin
kesilmesi karşısında; askerî mahkemece, 353 sayılı Kanunun
17’nci maddesi gereğince, atılı suçlara ilişkin davalara bakma
görevinin sona ermesi nedeniyle görevsizlik kararı verilmesi
gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; duruşmada sanıktan şikâyetçi
olduğunu belirten mağdurdan 353 sayılı Kanunun Ek-1’inci maddesinin
atıfta bulunduğu CMK’nın 238’inci maddesi gereğince davaya katılmak
isteyip istemediği sorulmadan hüküm kurulmasının usule aykırılık
oluşturup oluşturmayacağına ilişkindir.
Daire; duruşmada sanıktan şikâyetçi olduğunu belirten
mağdurdan, 353 sayılı Kanunun Ek-1’inci maddesinin atıfta bulunduğu
CMK’nın 238’inci maddesi gereğince, davaya katılmak isteyip
istemediği sorulmadan hüküm kurulmasının usule aykırı olduğunu kabul
ederken;
Başsavcılık; usul kanunlarının geçmişe geçerli olarak yürürlüğe
girmediklerini, bu kanunların derhâl uygulanması gereken kanunlar
olduğunu ve ancak yürürlüğe girdikleri tarihten itibaren görülmekte olan
soruşturma ve kovuşturmalarda uygulanacaklarını ileri sürerek Daire
kararına itiraz etmiştir.
351
Uyuşmazlık, yukarıda belirtilen konuya ilişkin olmakla birlikte;
sanık müdafii tarafından verilen ve aynı tarihte kayıtlara geçen 9.4.2007
tarihli dilekçede, sanığın 3.4.2007 tarihinde TSK’dan ilişiğinin kesildiği,
sanık hakkında görevsizlik kararı verilmesi gerektiği ileri sürülerek,
terhis belgesinin de dilekçe ekinde ibraz edildiği görüldüğünden;
kurulumuzca, görev konusunun tüm incelemelere öncelik oluşturması ve
her aşamada resen göz önünde tutulması dikkate alınarak, inceleme bu
yönde sürdürülmüştür.
353 sayılı Kanunun, “Askerî Mahkemelerin Görevleri” başlıklı
ikinci bölümünde, “Genel Görev” başlığı altında düzenlenen 9’uncu
maddesi; “Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı olmadıkça, asker
kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî
mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri
suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.” hükmünü içermektedir.
“Askerî suç”, öğretide ve uygulamada:
(a) Unsurları ve cezalarının tamamı Askerî Ceza Kanununda yazılı
olan, başka bir anlatımla Askerî Ceza Kanunu dışında hiçbir Ceza
Kanunu ile cezalandırılmayan suçlar,
(b) Unsurları kısmen Askerî Ceza Kanununda, kısmen diğer Ceza
Kanunlarında gösterilen suçlar,
(c) Türk Ceza Kanununa atıf suretiyle askerî suça dönüştürülen
suçlar,
olmak üzere üç grupta mütalâa edilmektedir.
Askerî Ceza Kanununda değişiklikler yapan 22.3.2000 tarih ve
4551 sayılı Kanunun 38’inci maddesi ile ASCK’nın 152’nci maddesi
yürürlükten kaldırılmıştır. Irz ve iffete tecavüz eden askerî şahıslar
hakkında TCK’nın ilgili babındaki cezaların uygulanacağı hükmünü
içeren anılan maddenin yürürlükten kaldırılmasıyla, maddenin atıfta
bulunduğu, belirtilen bapta yer alan suçlar askerî suç vasfını
kaybetmişlerdir.
Anayasa Mahkemesinin 1.7.1998 tarih ve 1996/74 esas, 1998/45
karar sayılı kararı üzerine 353 sayılı Kanunun “Askerî mahkemelerde
yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmesi” başlıklı 17’nci maddesi,
9.10.1996 tarihli ve 4191 sayılı Kanunun 3’üncü maddesi ile yapılan
değişiklikten önceki hâlinde olduğu gibi; “Askerî mahkemelerde
yargılanmayı gerektiren ilginin kesilmesi, daha önce işlenen suçlara ait
davalara bu mahkemelerin bakma görevini değiştirmez. Ancak suçun;
askerî bir suç olmaması, askerî bir suça bağlı bulunmaması hâlinde
askerî mahkemenin görevi sona erer.” şekline dönüşmüştür.
352
Sanığa atılı cinsel saldırı ve cinsel taciz suçları Türk Ceza
Kanununda düzenlenmiş olup, Askerî Ceza Kanununda yer alan
suçlardan olmadığı gibi, Askerî Ceza Kanununun Türk Ceza Kanununa
atıfta bulunmak suretiyle cezalandırdığı suçlar arasında da
bulunmadığından; unsur ve yaptırımları tamamen belirtilen kanunda
düzenlenen atılı suçların askerî bir suç veya askerî bir suça bağlı suç
niteliğinde olmadıkları açıkça ortadadır.
Sanığa atılı suçların askerî bir suç veya askerî bir suça bağlı suç
niteliğinde bulunmaması, temyiz incelemesini de kapsayan yargılama
sürecinde sanığın istifa etmek suretiyle TSK’dan ilişiğinin kesilmesi
karşısında; askerî mahkemece, 353 sayılı Kanunun 17’nci maddesi
gereğince, atılı suçlara ilişkin davalara bakma görevinin sona ermesi
nedeniyle görevsizlik kararı verilmesi gerektiğinden; Başsavcılık
itirazının kabulü ile Dairenin mahkûmiyet hükümlerinin usul yönünden
bozulmasına ilişkin kararının kaldırılmasına, itiraza atfen ve resen sanık
hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin görev yönünden ayrı ayrı
bozulmasına karar verilmiştir.
353
ASMKYUK
Mad. 19
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1913
K. No. : 2007/1901
T.
: 20.11.2007
ÖZET
Sanık hakkında verilen mahkûmiyet hükmünün suç
vasfından bozulmuş olması nedeniyle, bozmadan önce heyet
hâlinde
oluşan
askerî
mahkemenin
görevi
sona
ermeyeceğinden, 353 sayılı Kanunun 19/1’inci maddesine göre,
memuriyet görevini kötüye kullanma suçu ile ilgili
yargılamaların tek hâkimden oluşan askerî mahkeme
tarafından yürütülmesi gerekmesine rağmen, iddianamenin
kabulünden sonra, yargılamanın tek hâkimle yürütülmesi
gerektiği gerekçesi ile görevsizlik kararı verilemeyeceği nazara
alındığında, sanık hakkındaki yargılamanın tek hâkimli askerî
mahkeme tarafından yürütülmesi kanuna mutlak muhalefet
teşkil etmektedir.
Askerî mahkemece; sanık hakkında emre itaatsizlikte ısrar suçu
nedeniyle kurulan önceki mahkûmiyet hükmünün Askerî Yargıtay
4’üncü Dairesinin 19.12.2006 tarih ve 2006/1522-1519 E.K. sayılı
kararıyla suç vasfından bozulmasının ardından bu karara uyularak
yeniden yapılan yargılama sonucunda;
Sanığın, 10.2.2004 tarihinde memuriyet görevini kötüye
kullanmak suçunu işlediği kabul edilerek ASCK’nın 144’üncü maddesi
delâleti ile 765 sayılı TCK’nın 240/2 ve 59/2’nci maddeleri gereğince
2016 YTL adlî para cezası ve 2 ay 15 gün süreyle memuriyetten yoksun
kılınma cezası ile cezalandırılmasına, sanığa verilen adlî para cezası ile
memuriyetten yoksun kılınma cezasının 647 sayılı kanunun 6’ncı
maddesi gereğince ertelenmesine karar verilmiştir.
Bu hüküm, sanık tarafından tayin edilen cezanın eski hükümden
daha ağır olduğu ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
354
Sivas 5’inci P.Eğt.Tug. 2 nci Sınıf Askerî Ceza Ve Tutuk Evi
Müdürlüğünde baş gardiyan olarak görevli olan sanığa, askerî ceza ve
tutuk evleri yönetimine ve cezaların infazına dair yönetmeliğin görevi ile
ilgili olan hususlarını içeren gardiyan talimatının tebliğ edildiği, bu
talimatta yer alan “tutuklu ve hükümlü ile devamlı suretle mesafeli
olunacak, kesinlikle samimî olunmayacak, herhangi şahsî bir malzeme
alışverişi yapılmayacaktır” şeklindeki düzenlemeye rağmen, tutuklu
bulunan Uzm.Çvş. Göçer BORAN ile samimiyet kurduğu, bu tutukluya
ve diğer birkaç hükümlüye ayrıcalıklı davranarak malzeme alışverişi
yaptığı maddî vakıa olarak anlaşılmıştır.
Yukarıda açıklanan maddî olayda, sanığın 5’inci P. Eğt.Tug.
K.lığı 2’nci Sınıf Askerî Ceza ve Tutuk Evi Müdürlüğünde gardiyan
olarak görevli olduğu ve MSYT-453-1 (A) sayılı askerî ceza ve tutuk
evlerinin yönetimine ve cezaların infazına dair yönetmeliğin 30’uncu
maddesine göre ceza evinde bulunan tutuklu ve hükümlülere adil
davranma ve farklı muamele yapmama (ayrıcalıklı davranmama); 32’nci
maddesine göre, ceza evinde bulunan tutuklu ve hükümlülere bir şey
vermeme konularında yükümlü olduğu görülmektedir.
Askerî ceza ve tutuk evlerinin yönetimine ve cezaların infazına
dair yönetmeliğine paralel olarak hazırlanan emir ve talimatlarda ceza ve
tutuk evi personelinin tutuklu ve hükümlülere karşı davranış şekilleri
düzenlendiği, sanığın, ceza evinde tutuklu bulunan Uzm.Çvş G.B. ve
birkaç hükümlüye porno dergi ve dışarıdan yiyecek maddesi getirmek
suretiyle ayrıcalıklı davranma şeklinde gerçekleşen eylemin, memuriyet
görevini kötüye kullanmak suçunu oluşturduğu kabul edilerek yazılı
olduğu şekilde hüküm kurulmuş ise de;
Sanık hakkında verilen mahkûmiyet hükmünün Askerî Yargıtay
4’üncü Dairesinin 19.12.2006 gün ve 2006/1522-1519 E.K. sayılı kararı
ile suç vasfından bozulmasına karar verildiği, bozmanın suç vasfına
ilişkin olduğu ve göreve ilişkin olmaması nedeniyle bozmadan önce
heyet hâlinde oluşan askerî mahkemenin görevi sona ermemektedir.
5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5530 sayılı Kanunun 6’ncı maddesi
ile değiştirilen 353 sayılı Kanunun 19/1’inci maddesine göre, memuriyet
355
görevini kötüye kullanma suçu ile ilgili yargılamaların tek hâkimden
oluşan askerî mahkeme tarafından yürütülmesi gerekmesine rağmen,
5530 sayılı Kanunun 6’ncı maddesi ile değişik 353 sayılı Kanunun
19/4’üncü maddesine göre, iddianamenin kabulünden sonra,
yargılamanın tek hâkimle yürütülmesi gerektiği gerekçesi ile görevsizlik
kararı verilememesi ve mahkemenin kuruluşunu düzenlemesi nedeniyle
doğrudan kamu düzenini ilgilendiren görev konusu ile ilgili bu
düzenlemenin kesinleşmemiş nitelikteki tüm yargısal uyuşmazlıklar
hakkında
uygulanmasının
zorunluluk
arz
etmesi
birlikte
değerlendirildiğinde sanık hakkındaki yargılamanın heyet hâlindeki
askerî mahkeme tarafından yürütülmesi gerekirken, tek hâkimli askerî
mahkeme tarafından yürütülmesinin 353 sayılı Kanunun 19 ve 207/3-A
maddelerine göre mutlak kanuna muhalefet teşkil etmesi nedeniyle sanık
hakkındaki mahkûmiyet hükmünün usul yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
356
ASMKYUK
Mad. 21
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/62
K. No. : 2007/59
T.
: 17.5.2007
ÖZET
Mütemadi suç niteliğindeki izin tecavüzü suçunu işleyen
erbaş ve erler, başka birliğe sevk edildiklerine ilişkin somut
bir düzenleme yapılıncaya kadar önceki birliklerinin kadro ve
kuruluşunda bulunduklarından, K.T.B.K.K.’lığı kadro ve
kuruluşunda
bulunanlar
bakımından
genel
yetki
düzenlemesinden ayrılmayı gerektiren bir neden bulunmadığı
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; 9’uncu Kolordu Komutanlığı Askerî
Mahkemesi ile Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesi arasında çıkan olumsuz yetki uyuşmazlığının çözümüne
ilişkindir.
Sanığın, İstanbul/Küçükyalı Levazım Maliye Okulu ve Eğitim
Merkezi Komutanlığında acemi eğitimini tamamladıktan sonra,
28.12.2004 tarihinde 7 gün dağıtım iznine gönderildiği, izin süresi
sonunda 4.1.2005 tarihinde saat 24.00’e kadar dağıtım olduğu
K.T.B.K.’lığı Loj.Des.Gr.K.lığına katılması gerekirken katılmadığı, izin
tecavüzü hâlinde iken 26.1.2005 tarihinde intihar girişiminde bulunup
kollarını jiletle keserek Nevşehir Devlet Hastahanesine başvurduğu,
hastahanede asker olduğunu beyan etmesi üzerine tedavisinin bitiminde
Nevşehir Merkez Komutanlığına teslim edildiği, Nevşehir Askerlik
Şubesince, 27.1.2005 tarihinde Erzurum/Aşkale 4’üncü Zh.Tug.K.lığına
sevk edilerek, 28.1.2005 tarihinde yeni birliğine teslim edildiği, böylece
5.1.2005-26.1.2005 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu işlediği iddia
ve kabul edilen olayda;
357
Daire; sanığın, dağıtım olduğu Kıbrıs’taki birliğine katılmamakla
izin tecavüzü durumuna düştüğünü, Askeralma Yönergesine göre
önceden yayımlanan emir nedeniyle bu suçu işlemeye başladığı andan
itibaren yeni birliğinin artık Aşkale 4’üncü Zh.Tug.K.lığı olduğunu,
askerlik şubesince de anılan birliğe sevk edildiğini, sanık hakkında
yargılama yapmaya 9’uncu Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin
yetkili olduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; Askeralma Yönergesinin askerî mahkemenin
yetkisini belirleyen bir düzenleme olarak kabul edilemeyeceğini, sanığın
ele geçirildikten sonra idarî bir işlemle birliğinin değiştirilerek Aşkale
4’üncü Zh.Tug.K.lığına tertip edildiğini, atılı suçun temadisinin kesildiği
tarihe kadar K.T.B.K.K.’lığı Loj.Des.Gr.K.lığında görevli olduğunu,
sanık hakkında yargılama yapmaya Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin yetkili olduğunu ileri sürerek Daire
kararına itiraz etmiştir.
353 sayılı Kanunun “Genel olarak yetki” başlıklı 21’inci maddesi;
“Askerî mahkemelerin yetkisi, teşkilâtında askerî mahkeme bulunan kıt’a
komutanı veya askerî kurum amirinin kadro ve kuruluş itibariyle emirleri
altında bulunan kişiler ile adlî bakımdan kendisine bağlanmış birlik veya
askerî kurum mensupları hakkında caridir.” hükmünü içermektedir.
Aynı Kanunun “Olumsuz yetki uyuşmazlığı” başlıklı 31’inci
maddesi ise; “Birkaç askerî mahkeme arasında yetki hususunda
uyuşmazlık çıkar ve yetkisizlik kararları aleyhine kanun yollarına
başvurma imkânı kalmamış bulunursa Askerî Yargıtay yetkili
mahkemeyi tayin eder.” şeklindedir.
Somut olaya ilişkin bulunan K.K.K.’lığının dosyada yer alan
emrinde, erbaş ve erlerin hangi durumlarda başka birliklere sevk
edileceklerinin açıklandığı, bu durumdaki erbaş ve erlerin sevk
edilecekleri yeni birliklerin de belirtildiği görülmektedir. Anılan
emirde, başka birliklere sevk edilme nedenleri arasında, “Kıbrıs Türk
Barış Kuvvetleri Komutanlığı emrindeki cezalı erbaş/erler” de
sayılmıştır.
K.T.B.K.K.’lığı Askerî Mahkemesince; K.T.B.K.K.’lığı emrinde
görev yapan erbaş ve erlerin izin tecavüzü, firar veya hava değişimi
tecavüzünde bulundukları, yani cezalı konuma düşmeye başladıkları andan
itibaren K.K.K.’lığının anılan emrinde önceden gösterilen birliklere sevk
358
edilecekleri ve dolayısıyla bu birliklerin adlî yönden bağlı oldukları
askerî mahkemelerin yetkisine tâbi olacakları, sanığın da izin tecavüzü
durumuna düştükten sonra anılan emre göre önceden belirlendiği üzere
4’üncü Zh.Tuğ.K.lığına sevk edildiği, bu nedenle sanık hakkında
yargılama yapmaya sevk edildiği birliğin adlî yönden bağlı olduğu
9’uncu Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin yetkili olduğu
gerekçesiyle yetkisizlik kararı verilmiştir.
Diğer taraftan; Askeralma Yönergesinin (MSY: 70-1C) ikinci
bölüm beşinci kısmında “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı
emrinde görev yapan problemli ve cezalı erbaş ve erlere yapılacak
işlemler” başlığı altında;
“Firar edenler ile izin ve hava değişimi tecavüzünde (Temel
eğitimleri sonunda Kıbrıs’ta konuşlu birliklere tertip edilmiş olup bu
birliklere katılmamış olanlar dâhil) bulunan erbaş ve erler, suç tarihinden
sonra yurt içinde yakalandıklarında, kalan hizmetlerini tamamlamak
üzere Kıbrıs’a gönderilmez ve Millî Savunma Bakanlığınca bildirilen
birliklere sevk edilirler.
Firar, izin ve hava değişimi tecavüzünde iken Kıbrıs’ta yakalanan
veya kendiliğinden Kıbrıs’taki birliklerine katılan erbaş ve erlerin
birlikleri değiştirilmez ve mahkemeleri Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Mahkemesinde yürütülür.” şeklindeki hükümlere yer
verilmiştir.
Ancak, anılan Yönerge ve emir askerî mahkemeler arasındaki
yetki düzenlemesine ilişkin olmayıp, çeşitli nedenlerle başka birliklere
sevk edilecek erbaş ve erler hakkında yapılacak işlemler ve sevk
edilecekleri yerleri belirtmeye yöneliktir.
Sanığa atılı suç mütemadi suç niteliğinde olup, sanığın
hastahaneye başvurup asker olduğunu beyan etmesiyle 26.1.2005
tarihinde tamamlanmıştır. Sanığın başka bir birliğe sevk edilmesine
ilişkin emir 27.1.2005 tarihli olup, sanık bu tarihe kadar
K.T.B.K.K.’lığı kadro ve kuruluşunda bulunmaktadır. Yönergede de
suç tarihinden sonra yurt içinde yakalananların kalan hizmetlerini
tamamlamak üzere Kıbrıs’a gönderilmeyeceğinden söz edilmektedir.
Erbaş ve erlerin çeşitli nedenlerle başka birliklere sevk edilecek
olmalarına ilişkin düzenlemelerin askerî mahkemelerin yetkilerini de
kapsadığı şeklinde yorumlanmaması gerekir. Bu durumda olan erbaş ve
359
erlerin başka birliğe sevk edildiklerine ilişkin somut bir düzenleme
yapılıncaya kadar önceki birliklerinin kadro ve kuruluşunda
bulundukları, aksi takdirde aynı suçu işlemeye başladıktan sonra
yakalanma veya teslim olma yeri gibi değişkenlik arz eden bir nedene
bağlı olarak sanıkların farklı askerî mahkemelerin adlî yetkisine tâbi
olacakları, böyle bir durumun kanun koyucunun amacına uygun
olmadığı gibi, genel yetki düzenlemesinden ayrılmayı gerektiren bir
neden de bulunmadığı, sanığa atılı suçun işlendiği tarihlerde
K.T.B.K.K.’lığı kadro ve kuruluşunda bulunduğu sonucuna
varıldığından; Başsavcılık itirazının kabulü ile Dairenin, 9’uncu
Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin yetkili kılındığına ilişkin
kararının kaldırılmasına; askerî mahkemeler arasında çıkan olumsuz
yetki uyuşmazlığının Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin yetkili kılınması suretiyle çözümlenmesine; Kıbrıs Türk
Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin yetkisizlik kararının
kaldırılmasına; sanık hakkındaki dava dosyasının yetkili bulunan Kıbrıs
Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesine
gönderilmesine karar verilmiştir.
360
ASMKYUK
Mad. 81, 207
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/30
K. No. : 2007/31
T.
: 12.4.2007
ÖZET
Sanığın 1.7.2005 ve 30.9.2005 tarihinde yapılan
duruşmalara usulüne uygun olarak birliğinden celp
edilmemesinin usule aykırı olduğu hususunda bir tereddüt
bulunmamakta ise de, sanığın sorgu, savunma ve son sözünün daha
önceki duruşmalarda usule uygun olarak saptanmış bulunması,
dosyada mevcut yazılı belgelerin sanığın huzuru ile okunup bir
diyeceğinin olmadığının tespit edilmiş olması ve sanığın gıyabında
yapılan celselerde usul veya esasa ilişkin herhangi bir yasal işlemin
de gerçekleştirilmediği, ayrıca, sanığın bu yönde bir temyizinin de
bulunmadığı dikkate alındığında, sanığın savunma hakkının
kısıtlandığından söz edilemeyeceği gibi, hükmün özüne etkili
olmayan söz konusu usul hatası nedeniyle hükmün bozulmasının,
Anayasanın 141/son ve 353 sayılı Yasanın 221’inci maddeleri de göz
önünde bulundurularak, yargılamayı uzatmak dışında herhangi bir
yarar sağlamayacağı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; sanığın 1.7.2005 ve 30.9.2005 tarihlerinde
yapılan duruşmalara birliğinden celp edilmemesinin, hükmün usul
yönünden bozulmasını gerektirip gerektirmediğidir.
Daire; 353 sayılı Kanunun 81, CMK’nın 193 ve 196’ncı
maddelerine aykırı olan ve sanığın savunma hakkının kısıtlanması
sonucunu doğuran bu aykırılık nedeniyle mahkûmiyet hükmünün usul
yönünden bozulmasını gerektirdiğini kabul ederken,
Başsavcılık; hükmün özüne etkili olmayan söz konusu usul hatası
nedeniyle hükmün bozulmasının, yargılamayı uzatmak dışında herhangi
bir yarar sağlamayacağı görüşü ile hükmün usul yönünden bozulmasını
gerektirmediğini ileri sürmektedir.
361
Dava dosyasına göre; tutuklu olarak yargılanmakta iken, 25.3.2005
tarihinde yapılan duruşma sonunda birliğine tahliye edilen ve asker olan
sanığın, duruşmadan bağışık tutulması yönünde bir istemi olmadığı
hâlde; takip eden duruşmalarda bulundurulması için birlik komutanlığına
talimat yazılmadığı, bu nedenle duruşmalara gelmemesi üzerine
yokluğunda yargılamaya devam edilerek hüküm kurulduğu görülmüştür.
Anayasanın 141/son maddesi; “Davaların en az giderle ve mümkün
olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir...” hükmünü amirdir.
353 sayılı Kanunun, “Askerî Yargıtayca hükmün bozulması”
başlıklı 221/2’nci maddesi, “Askerî Yargıtay, aleyhine temyiz olunan
hükmü hangi yönden kanuna aykırı görmüş ise o yönden bozar.” şeklinde
iken, 29.6.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanunun 50’nci maddesi ile yapılan
değişiklik sonunda anılan madde; “Askerî Yargıtay, temyiz edilen
hükmü, hükmü etkileyecek nitelikteki hukuka aykırılıklar nedeniyle
bozar.” şekline dönüştürülmüştür.
Yukarıda yapılan yasal açıklamalar bağlamında somut olay
incelendiğinde;
25.3.2005 tarihinde yapılan duruşmada tutuklu olan sanığın, esas
hakkındaki mütalâaya karşı savunması ve son sözü tespit edildikten
sonra tahliyesine karar verildiği, dosya, karar verilmek üzere tetkike
alınarak, duruşmanın 1.7.2005 tarihine bırakıldığı, 1.7.2005 günü yapılan
duruşmada, hâkim değişikliği nedeniyle dosyanın yeniden tetkike
alınmasına karar verilerek duruşmanın 30.9.2005 tarihine bırakıldığı,
30.9.2005 günü yapılan duruşmada, askerî savcının mütalâasında bir
değişiklik olmadığını bildirmesi üzerine, hazır bulunmayan sanığın
savunması ve son sözü yerine geçmek üzere dosyada mevcut ifadeleri
okunmak suretiyle hüküm verildiği görülmüştür.
Sanığın 1.7.2005 ve 30.9.2005 tarihinde yapılan duruşmalara
usulüne uygun olarak birliğinden celp edilmemesinin usule aykırı olduğu
hususunda bir tereddüt bulunmamakta ise de, sanığın sorgu, savunma ve
son sözünün daha önceki duruşmalarda usule uygun olarak saptanmış
bulunması, dosyada mevcut yazılı belgelerin sanığın huzuru ile okunup
bir diyeceğinin olmadığının tespit edilmiş olması ve sanığın gıyabında
362
yapılan celselerde usul veya esasa ilişkin herhangi bir yasal işlemin de
gerçekleştirilmediği, ayrıca, sanığın bu yönde bir temyizinin de
bulunmadığı dikkate alındığında, sanığın savunma hakkının
kısıtlandığından söz edilemeyeceği gibi, hükmün özüne etkili olmayan
söz konusu usul hatası nedeniyle hükmün bozulmasının, Anayasanın
141/son ve 353 sayılı Yasanın 221’inci maddeleri de göz önünde
bulundurularak, yargılamayı uzatmak dışında herhangi bir yarar
sağlamayacağı sonucuna varıldığından, isabetli görülen Başsavcılık
itirazının kabulü ile Jandarma Genel Komutanlığı Askerî Mahkemesince
verilen 30.9.2005 gün ve 2005/701-300 sayılı mahkûmiyet hükmünü
“Usule aykırılık” nedeniyle bozan Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
6.2.2007 gün ve 2007/177-170 sayılı ilâmının kaldırılmasına ve dosyanın
temyiz incelemesine devam edilmek üzere Dairesine gönderilmesine
karar verilmiştir.
363
ASMKYUK
Mad. 202, 214, 254
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2551
K. No. : 2007/2548
T.
: 27.11.2007
ÖZET
353 sayılı Kanunun 254’üncü maddesi kapsamında
bulunmayan “Kamuya yararlı bir işte çalıştırma” hususu ile
ilgili kararlara yönelik itirazları inceleme mercii olarak 353
sayılı Kanunda Askerî Yargıtay’ın görevli kılınmadığı, 353
sayılı Kanunun 202/2’nci maddesi gereğince, itirazı inceleme
merciinin en yakın askerî mahkeme olduğu anlaşıldığından,
itiraz hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar
verilmesi gerekmiştir.
9’uncu Motorlu Piyade Tugay Komutanlığı Askerî Mahkemesinin
31.5.2006 tarihli, 2006/1043-534 sayılı hükmü ile hükümlü D.U.’nun
15.10.2005-18.4.2006 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu işlediği
kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-b ve TCK’nın 62’nci maddeleri
gereğince on ay hapis cezası ile mahkûmiyetine, gözetim altında ve
tutuklulukta geçirdiği sürelerin, 353 sayılı Kanunun 251’inci maddesi
gereğince cezasından mahsubuna karar verildiği,
Hükümlü tarafından yasal süresi içerisinde temyiz edilen bu
hükmün, Dairemizin 19.12.2006 tarihli, 2006/1798-1794 sayılı ilâmı ile
onanarak kesinleştiği,
9’uncu Motorlu Piyade Tugay Komutanlığı Askerî Savcılığının
8.3.2007 tarihli ve AS.SAV.: 2007/46 İlm. sayılı yazısı ile Alanya
Cumhuriyet Başsavcılığından hükmün infazının istenildiği; Alanya
Cumhuriyet Başsavcılığınca, hükmün infazına başlanılmasını müteakip,
hükümlü tarafından verilen 30.7.2007 tarihli dilekçe ile cezasının yarısını
iyi hâlli olarak geçirdiğinden, geri kalan yarısını ikametgâhına en yakın
kamuya yararlı bir kurumda ücretsiz olarak çalışmak suretiyle
geçirmesinin talep edildiği,
364
9’uncu Motorlu Piyade Tugay Komutanlığı Askerî Savcılığınca,
hükümlünün talebinin 5275 sayılı Kanunun 115’inci maddesi
doğrultusunda reddi mütalâasıyla gönderildiği askerî mahkemenin itiraza
ve incelemeye konu duruşmasız işlere ait kararı ile izin tecavüzü suçunun
sırf askerî suç olduğu, hükümlünün işlediği suç sırf askerî suç niteliğinde
olduğundan ve bu nev’i suçların seçenek yaptırımlara çevrilmesi, 5329
sayılı Kanun ile ASCK’ya eklenen Ek 8’inci madde ve ASCK’nın 47/A
maddeleri uyarınca mümkün olmadığı, aynı şekilde 5275 sayılı Kanunun
118’inci maddesi uyarınca sırf askerî suçlarda TCK'nın 50’inci
maddesinin 1’inci fıkrasının f bendinde düzenlenen hapis cezasına
seçenek yaptırımlar olan kamuya yararlı bir işte çalıştırma seçeneğinin
uygulanamayacağı gerekçesi ile hükümlünün talebinin reddine karar
verildiği,
Bu karar 14.8.2007 tarihinde kendisine tebliğ edilen hükümlünün,
15.8.2007 tarihinde işleme giren dilekçesi ile karara itiraz ettiği,
Başsavcılık tebliğnamesinde, hükümlü (Ter.) Topçu Er D.U.’nun
kamuya yararlı bir işte çalıştırılma talebine yönelik itirazını incelemeye
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik 202’nci maddesi
gereğince en yakın askerî mahkeme görevli olduğundan, itiraz hakkında
Askerî Yargıtayca karar verilmesine yer olmadığına, dava dosyasının, en
yakın askerî mahkemeye gönderilmek üzerine 9’uncu Motorlu Piyade
Tugay Komutanlığı Askerî Mahkemesine gönderilmesine karar
verilmesinin istenildiği,
anlaşılmaktadır.
Hükümlü hakkında düzenlenmiş olan müddetnameye göre, on
aylık hapis cezasının infazı için 25.6.2007 tarihinde ceza evine girdiği,
daha önce gözetim altında ve tutuklulukta geçirdiği 43 günlük süre göz
önüne alındığında, şartla salıverilme tarihinin 29.11.2007, bihakkın
tahliye tarihinin ise 8.3.2008 olduğu,
Hükümlü hakkında 3.10.2007 tarihinde düzenlenmiş olan “İyi hâl
tespiti görüş bildirme kararı” ile “... cezasının koşullu salıverme için ceza
infaz kurumunda iyi hâlle geçirmesi gereken 5275 sayılı Yasaya göre
2/3’ünün 1/2’sini iyi hâlli olarak tamamlamış olduğuna, ancak
mahkemesince verilen asıl ceza süresi olan 10 ay hapis cezasının 1/2’si
olan 5 aylık süreyi henüz iyi hâlle tamamlamamış olduğuna, 5275 sayılı
C.G.T.İ.H.K.’nın 105/4’üncü maddesindeki hükümlülük süresi
deyiminden ceza infaz kurumunda geçirilmesi gereken süre mi? yoksa
mahkemesince verilen ceza süresinin mi anlaşıldığının mahkemesinin
takdirine bırakılmasına” karar verildiği belirlenmektedir.
365
353 sayılı Kanunun 195’inci maddesinde, kanun yollarının itiraz
ve temyiz olduğunun; 202/1’inci maddesinde, itirazın kanunda açıkça
gösterilen hâllerde kararlara veya askerî mahkeme kararına karşı
yapılabileceğinin belirtildiği, aynı maddenin (5530 sayılı Kanun ile
eklenen) ikinci fıkrasında ise, “Bu Kanunda aksine hüküm bulunmayan
hâllerde yapılacak itirazları en yakın askerî mahkeme inceler” hükmünün
yer aldığı, bu düzenlemeye göre, kanunda açıkça Askerî Yargıtayın
görevli olarak gösterildiği hâllerin dışında itiraz kanun yolunda itirazı
inceleme görevinin kural olarak en yakın askerî mahkemeye ait olduğu,
dolayısıyla, 353 sayılı Kanun kapsamında, Askerî Yargıtayın itiraz
mercii olarak bakacağı işlerin, sadece temyiz isteminin süre yönünden
reddi konusuna ilişkin 214’üncü madde ile cezaların yerine getirilmesi
sırasında alınması gereken kararlara ilişkin 254’üncü maddede gösterilen
hâllerde sınırlı bulunduğu, (5530 sayılı Kanun ile değişik) “Cezaların
yerine getirilmesi sırasında alınması gereken kararlar ve bu kararlara
itiraz” başlıklı 254’üncü maddede;
“Cezaların yerine getirilmesi sırasında, hüküm kesinleşmeden
önce gerçekleşen şahsî hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran hâller
nedeniyle geçirilmiş süreler ile hastahanede geçen sürenin cezadan
indirilmesine, değişik hükümlerdeki cezaların toplanmasına ve
mahkûmiyet hükmünün yorumunda veya çektirilecek cezanın hesabında
duraksamaya ilişkin bir karar alınması gerekirse, hükmü veren askerî
mahkemeden karar istenir. Bu kararlar duruşma yapılmaksızın verilir.
Bu kararların askerî mahkemelerden verilmesi hâllerinde, askerî
savcı ve teşkilâtında askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya askerî
kurum amiri ile hükümlü ve varsa müdafi bir hafta içinde itiraz
edilebilirler.
İtiraz üzerine Askerî Yargıtay karar verir” şeklinde düzenlemeye
yer verildiği;
353 sayılı Kanunun 251, 252 ve 253’üncü maddelerinde yer
almakta iken, 5530 sayılı Kanunun 62’nci maddesiyle yürürlükten
kaldırılarak 254’üncü maddesinde yeniden düzenlenen “Tutukluluk ve
hastalık sürelerinin cezadan indirilmesi”, “Değişik hükümlerdeki
cezaların toplanması” ve “Hükümlerin açıklanması (Mahkûmiyet
hükmünün yorumunda veya çektirilecek cezanın hesabında duraksama)”
hususlarının, itirazı inceleme mercii dışında aynen 5275 sayılı Ceza ve
Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 98, 99 ve 100’üncü
maddelerinde düzenlenmiş olduğunun görüldüğü;
366
Hükümlü tarafından talep edilen “Kamuya yararlı bir işte
çalıştırılma” yaptırımının infaz şeklinin 5275 sayılı Kanunun 105’inci
maddesinde düzenlenmesinin, bunun “Mahkûmiyet hükmünün
yorumunda veya çektirilecek cezanın hesabında duraksama” olarak
telakki edilmediğini, “Kamuya yararlı bir işte çalıştırma” kararının
konusunun farklı bir işlem olduğunu gösterdiği;
Bu nedenle, 353 sayılı Kanunun 254’üncü maddesi kapsamında
bulunmayan “Kamuya yararlı bir işte çalıştırma” hususu ile ilgili
kararlara yönelik itirazları inceleme mercii olarak 353 sayılı Kanunda
Askerî Yargıtayın görevli kılınmadığı, 353 sayılı Kanunun 202/2’nci
maddesi gereğince, itirazı inceleme merciinin en yakın askerî mahkeme
olduğu anlaşıldığından, itiraz hakkında karar verilmesine yer olmadığına
karar verilmiştir.
367
ASMKYUK
Mad. 205/1, 206
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/455
K. No. : 2007/451
T.
: 14.3.2007
ÖZET
353 sayılı Kanunun 205/1 ve 206’ncı maddeleri uyarınca
asıl hükmün temyiz edilmemesi hâlinde, hükümden önceki
yargılama aşamasında verilen ve tek başlarına temyiz istemine
konu yapılması mümkün olmayan “ara kararları” nın temyiz
imkânı bulunmamaktadır.
Güney Deniz Saha Komutanlığı Askerî Savcılığının 28.2.2006
tarihli ve 2006/57-68 E.K. sayılı iddianamesiyle; sanıklar Em.Astsb.Kd.
Bçvş. İ.Ö. ve Mot.Kad.Kd.Bçvş. M.Ö.’nün, Ağustos 2000-Haziran 2004
tarihleri arasında iştiraken ve müteselsilen ihtilasen zimmet suçunu
işlediklerinden bahisle, (sanıklardan Em.Astsb.Kd.Bçvş. İ.Ö.’nün,
eylemine uyan ASCK’nın 131/1, 765 sayılı TCK’nın 80, 64, 353 sayılı
Kanunun 16 ve 251/1’inci maddelerinin tatbikî suretiyle cezalandırılması
istemiyle) kamu davası açılmıştır.
Askerî mahkemece;
353 sayılı Kanunun 9, 12, 17, 176’ncı maddeleri uyarınca askerî
mahkemenin görevsizliğine, hükmün kesinleşmesini müteakiben dava
dosyasının her iki sanık yönünden “zincirleme olarak iştirak hâlinde
nitelikli dolandırıcılık” suçuna ilişkin olarak, 5237 sayılı TCK’nın 7, 765
sayılı TCK’nın 504/1-7, 80, 522/1, ASCK’nın 30/A-B, 5237 sayılı
TCK’nın 158/1-e, 43, ASCK’nın 30/A-B maddeleri uyarınca
yargılamaya devam olunmak üzere yetkili ve görevli Karşıyaka/İzmir
Ağır Ceza Mahkemesine Gönderilmesine,
karar verilmiştir .
368
Sanık müdâfii Av. M.Ü., süresinde verdiği temyiz dilekçesinde,
görev yönünden karara bir temyiz itirazının olmadığını, ancak
yargılamaya katılan subay üyenin yargıç olmaması nedeniyle Anayasaya
aykırılık iddiası, bilirkişi istemi ile karine ve senet sayılan belgeler
yönünden bilirkişi incelemesi yaptırılması, belediye başkanlığından su
föylerinin istenmesi taleplerinin reddi ile ret edilen tüm talepler
yönünden de temyiz isteminde bulunduğunu belirtmiş, dilekçenin
sonunda istem kısmında “Görev yönünden yerel mahkemenin verdiği
kararı aynen kabul ile diğer hususlar yönünden temyiz itirazlarımızın
kabulü” denilmek suretiyle “görevsizlik” kararını temyiz etmediğini
açıklamıştır .
Diğer sanık Mot.Kad.Kd.Bşçvş. M.Ö. ve müdafii hükmü temyiz
etmemiştir.
Tebliğnamede temyiz isteminin reddi yönünde görüş
bildirilmiştir.
353 sayılı Kanunun 205/1’inci maddesinde askerî mahkemelerce
verilen hükümlerin temyiz edilebileceği, 206’ncı maddesinde, hükümden
önce verilip, hükme esas alınan kararlarında hükümle beraber temyiz
olunabileceği, 176’ncı maddesinde de görevsizlik kararlarının temyiz
olunabileceği hükme bağlanmıştır.
Yukarıda belirtilen yasal hükümler çerçevesinde; hükümden önce
verilen kararların, hüküm verilmeden önce temyiz edilmeleri mümkün
olmadığı gibi, bu kararların hüküm kurulduktan sonra dahi, asıl hüküm
temyiz edilmeksizin tek başlarına temyiz istemine konu yapılması imkânı
bulunmamaktadır.
Dosyanın incelenmesinden, yargılama sırasında sanık müdafiinin;
Dosyada yer alan tutanak vs. belgelerin senet niteliğini haiz olup
olmadığının, bu belgelerin hukukî niteliğinin ne olduğunun tespiti için
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesinden bilirkişi tayini
hususundaki talebinin reddine karar verildiği,
Lojmanda oturan personel tarafından kullanılan su tüketim
bedellerinin ödenmesi hususunda sanıklara görev verilmesinin yasal olup
olmadığının bilirkişilerden sorulması hususundaki talebinin reddine karar
verildiği,
369
Askerî mahkeme heyetinde hukukçu olmayan subay üyenin
bulunmasının ve ASCK’nın 131’nci maddesindeki zimmet suçuna ilişkin
düzenlemenin Anayasaya aykırı olduğu yönündeki talebinin reddine
karar verildiği,
Bilirkişilerin, Sayıştay raporunu esas alarak hazırladıkları rapora
itirazlarının ve yeni bir bilirkişi heyeti oluşturulması hususundaki
talebinin reddine karar verildiği,
Cumhuriyet Başsavcılığına bulundukları bir suç duyurusu
nedeniyle, bu hususun bekletici mesele yapılması yönündeki talebinin
reddine karar verildiği,
görülmektedir.
Sanık müdafii temyiz dilekçesinde görevsizlik kararını temyiz
etmediğini, ancak ara kararlarını temyiz ettiğini hiçbir duraksamaya yer
vermeyecek şekilde belirtmiş bulunmaktadır. 353 sayılı Kanunun 205/1
ve 206’ncı maddeleri uyarınca asıl hükmün temyiz edilmemesi hâlinde,
hükümden önceki yargılama aşamasında verilen ve tek başlarına temyiz
istemine konu yapılması mümkün olmayan “ara kararları” nın temyiz
imkânı bulunmamaktadır. Sanığın temyiz dilekçesinde temyize konu
etmek istediği hususlar, ara karar niteliğindeki kararlar olup, tek başlarına
temyiz kabiliyetleri olmadığından, sanık müdafiinin temyiz isteminin
reddine karar verilmiştir.
370
ASMKYUK
Mad. 214
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/13
K. No. : 2007/19
T.
: 22.3.2007
ÖZET
353 sayılı Kanunun 214/2’nci maddesinde; temyiz
talebinin süre yönünden reddine ilişkin karara karşı itiraz
yetkisinin sadece “temyiz eden tarafa” tanınması karşısında,
sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmü yalnızca sanık müdafii
tarafından temyiz edildiğinden, temyiz talebinin süre
yönünden reddi kararına karşı da sadece sanık müdafiinin
itiraz yetkisinin bulunduğunun kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; hükmü temyiz etmemiş olan askerî
savcının, sanık veya müdafiinin temyiz isteminin askerî mahkemece süre
yönünden ret kararına karşı itiraz etme hakkının bulunup bulunmadığına
ilişkindir.
Daire; “...353 sayılı Kanunun 195’inci maddesinde; kanun
yollarının, itiraz ve temyiz olduğunu, 196’ncı maddesinde ise; kanun
yoluna başvurabilecekler arasında askerî savcının da bulunduğunu, askerî
savcının sanık lehine de kanun yoluna başvurabileceğinin düzenlendiğini,
bu düzenlemeler karşısında askerî mahkemece verilen, sanık müdafiinin
temyiz isteminin süre yönünden reddine dair karara askerî savcının da
itiraz yetkisi olduğunu...” kabul etmiş iken,
Başsavcılık; “...sanık müdafiinin temyiz isteminin süre yönünden
reddine dair karar üzerine, askerî savcının bu hususta bir karar
verilmesini Askerî Yargıtaydan isteme yetkisinin bulunmadığı...” görüş
ve düşüncesini öne sürmüştür.
353 sayılı Kanunun 196’ncı maddesinde; “Kanun yolları, askerî
savcı, şüpheli, sanık ve katılan, katılma isteği karara bağlanmamış,
reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş
bulunanlar ile teşkilâtında askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı ve
askerî kurum amirine açıktır.
371
Askerî savcı ile teşkilâtında askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı
veya askerî kurum amiri şüpheli veya sanık lehine de kanun yollarına
başvurabilir.” şeklindeki düzenleme ile kanun yoluna başvurabilecekler
arasında askerî savcının da bulunduğu belirtilmiş, ikinci fıkrada ise,
askerî savcının, sanık lehine de kanun yoluna başvurabileceğine işaret
olunmuştur.
Bunun yanında, 353 sayılı Kanunun; “ Temyiz İsteminin Hükmü
Veren Askerî Mahkemece Reddi:” başlıklı 214’üncü maddesinde
“Temyiz istemi, kanunî sürenin geçmesinden sonra yapılmış veya temyiz
edilmeyecek bir hüküm temyiz edilmişse veya temyiz edenin buna hakkı
yoksa, hükmü temyiz olunan askerî mahkeme bir karar ile temyiz istemini
reddeder.
Temyiz eden taraf bu ret kararının kendisine tebliğinden
başlayarak bir hafta içinde Askerî Yargıtaydan bu hususta bir karar
verilmesini isteyebilir. Bu takdirde dosya Askerî Yargıtaya gönderilir. Şu
kadar ki, bu sebepten dolayı hükmün yerine getirilmesi geri bırakılmaz.”
şeklindeki hükmü ile de, temyiz isteminin reddi kararına karşı itirazda
bulunabilecek taraflara yönelik bir düzenleme getirilmiş bulunmaktadır.
Mülga 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 315
ve 5271 sayılı yeni CMK’nın 296’ncı maddelerinde de, 353 sayılı
Kanunun 214’üncü maddesine paralel düzenlemeler yer almaktadır.
Yasa koyucu, bu maddelerde belirtilen yetkiyi (temyiz isteminin
süre yönünden reddine dair karara yönelik itiraz yetkisini), münhasıran
temyiz eden ve temyiz istemi reddedilen tarafa tanımıştır.
Görüleceği üzere, temyiz isteminin süre yönünden reddi kararına karşı
kanun yoluna müracaat hakkının, sadece temyiz eden taraf tarafından
kullanılabileceği, sanık lehine olsa dahi, temyiz eden dışındaki taraflarca, bu
hakkın kullanılmasının mümkün olmadığı, anılan bu yasa maddesinde hiçbir
yoruma ve kuşkuya yer vermeyecek biçimde sarih ve net olarak
belirtilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında; Sanık Uzm.J.Çvş A.C. müdafiinin temyiz
talebinin süresinde olmadığından bahisle askerî mahkemece verilen,
“temyiz talebinin süre yönünden ret kararına” ilişkin duruşmasız işlere ait
karara karşı askerî savcı tarafından itiraz edilip edilmeyeceğine ilişkin
372
olarak yapılan müzakere sonunda; Dairenin; “...353 sayılı Kanunun
195’inci maddesinde kanun yollarının itiraz ve temyiz olduğu, 196’ncı
maddesinde ise, kanun yoluna başvurabilecekler arasında askerî
savcının da bulunduğu, askerî savcının sanık lehine de kanun yoluna
başvurabileceği düzenlenmiştir. Bu düzenlemeler karşısında askerî
mahkemece verilen temyiz isteminin süre yönünden reddine dair karara
askerî savcının da itiraz yetkisi olduğu...” şeklindeki kabulünde isabet
bulunmadığı, 353 sayılı Kanunun 214/2’nci maddesinde; temyiz talebinin
süre yönünden reddine ilişkin karara karşı itiraz yetkisinin sadece
“temyiz eden tarafa” tanındığı, bu nedenle, sanık Uzm.J.Çvş A.C.
hakkındaki mahkûmiyet hükmü yalnızca sanık müdafii tarafından temyiz
edildiğinden, temyiz talebinin süre yönünden reddi kararına karşı da
sadece sanık müdafiinin itiraz yetkisinin bulunduğu, askerî savcının bu
konuda itirazda bulunmaya yasal olarak hak ve yetkisinin olmadığı, bu
nedenle askerî savcının itirazının reddine karar verilmesi gerektiği
sonucuna varılmakla, Askerî Yargıtay Başsavcılığınca yapılan itirazın
kabulü ile, Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 5.12.2006 gün ve
2006/1412-1428 sayılı ilâmında yer alan; “...askerî savcının temyiz
isteminin süre yönünden ret kararına karşı itirazının kabulüne.....” şeklindeki
kısmının ilâmdan çıkarılmasına ve askerî savcının; sanık müdafiinin
temyiz isteminin süre yönünden reddine ilişkin olan askerî mahkemenin
duruşmasız işlere ait kararına itirazının reddine karar verilmiştir.
373
ASMKYUK
Mad. 217/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/76
K. No. : 2007/70
T.
: 31.5.2007
ÖZET
Sanık hakkındaki beraat hükmünün; sanığın, atılı suçu
işlediğine dair şüpheden arınmış yeterli delil elde edilemediği
gerekçesiyle, yani delil yetersizliği nedeniyle verildiği
görüldüğünden, sanık ve müdafiinin, gerekçesi yönünden
hukuksal çıkarlarına uygun düşmeyen beraat hükmünü temyiz
etme haklarının bulunduğu kabul edilmiştir.
Sanık hakkında düzenlenen iddianamede sanığın
eyleminin ve delillerinin açıkça gösterilmediği, olayın delillerle
ilişkilendirilerek açıklanmadığı, ortada gerek sanığın sorgu ve
savunmasının saptanmasına, gerek kamunun bilgilenmesine
yönelik yasal unsurları içeren bir iddianamenin bulunmadığı
görülmekte ise de; iddianamenin duruşmada askerî savcı
tarafından okunduğu sırada sanığın mağdura yönelik
eyleminin somutlaştırılarak açıklandığı, eksikliğin bu şekilde
giderildiği, böylece kamunun dava konusu somut olayla ilgili
olarak bilgilendirilmesi sağlandığı gibi, sanığın da suçlamayı
anladığını ve savunma yapmak istediğini belirtmesinden sonra
dava konusu eyleme yönelik olarak ayrıntılı biçimde
sorgusunun saptandığı, devam eden aşamalarda da herhangi
bir sınırlandırma olmaksızın beyanlarda bulunarak ve
dilekçeler sunarak doğrudan ve müdafii aracılığı ile kendisini
savunduğu,
bu
nedenlerle
artık
savunma
hakkının
kısıtlandığından
söz
edilemeyeceği,
askerî
yargıda
iddianamenin iadesi müessesesinin söz konusu olmadığı bir
süreçte yapılan bu hatanın sonradan giderilmiş olması
nedeniyle, bu durumun bozmayı gerektirmediği sonucuna
varılmıştır.
374
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa atılı asta müessir
fiil suçunun sübutuna ilişkindir.
Daire; sanığa atılı asta müessir fiil suçundan mahkûmiyeti yerine
beraatine karar verilmesinin hukuka aykırı olduğunu kabul ederken;
Askerî mahkemece; atılı suçu işlediğine dair şüpheden arınmış
yeterli delil elde edilemediği gerekçesiyle direnilmek suretiyle sanığın
beraatine karar verilmiştir.
Kurulumuzca; uyuşmazlık konusunun çözümüne geçmeden önce
temyiz incelemesinin kapsamına etkisi bakımından sanık ve müdafiinin
beraat hükmünü temyize hakları olup olmadığının incelenmesi gerektiği
kararlaştırılmıştır.
353 sayılı Kanunun 217/1’inci maddesi; “Askerî Yargıtay, temyiz
isteminin süresi içinde yapılmadığını veya hükmün temyiz edilemez
olduğunu veya temyiz edenin buna hakkı olmadığını görürse, temyiz
istemini reddeder.” hükmünü içermektedir.
İlk bakışta beraat hükmü sanığın lehine olduğu için sanık ve
müdafiinin beraat hükmünü temyiz etmekte hukukî menfaati
bulunmadığı ve buna bağlı olarak sanık ve müdafiinin beraat hükmünü
temyiz etme haklarının olmadığı söylenebilir ise de; beraat hükmünün
gerekçesine ve hukuksal çıkarlarına dokunan bölümlerine karşı sanık ve
müdafiinin temyiz haklarının olduğu öğretide savunulduğu gibi, yargısal
kararlarda da kabul edilmektedir (Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
24.12.1999 tarihli ve 1999/873-868 sayılı, 24.5.1977 tarihli ve 1977/181198 sayılı, Yargıtay 5’inci Ceza Dairesinin 2.4.1985 tarihli ve 1985/8461332 sayılı kararları).
Somut olayda; sanık hakkındaki beraat hükmünün; sanığın atılı
suçu işlemediğinin sabit olduğu gerekçesiyle değil, sanığa atılı suçu
işlediğine dair şüpheden arınmış yeterli delil elde edilemediği
gerekçesiyle, yani delil yetersizliği nedeniyle verildiği görüldüğünden,
sanık ve müdafiinin, gerekçesi yönünden hukuksal çıkarlarına uygun
düşmeyen beraat hükmünü temyiz etme haklarının bulunduğu sonucuna
varılarak; temyiz incelemesi sanık ve müdafiinin temyizlerini de
kapsayacak şekilde yapılmıştır.
Sanık ve müdafiinin, iddianamenin yasal koşulları taşımaması
nedeniyle açılmış bir kamu davasından söz edilemeyeceği gerekçesiyle
hükmün, usul yönünden bozulması gerektiğine ilişkin temyiz nedenine
yönelik olarak sürdürülen incelemede;
375
Dava konusu olay ile sanık hakkında iddianame düzenlenmesine
ilişkin süreç gözden geçirildiğinde; mağdurun olay sonrasında şikâyet
dilekçesi vererek sanık hakkında yasal işlem yapılması isteminde
bulunması üzerine Donanma Komutanlığınca 20.9.2005 tarihinde sanık
hakkında asta müessir fiil suçundan soruşturma açtırıldığı, Donanma
Komutanlığı Askerî Savcılığınca soruşturma kapsamında sadece sanık ile
bir tanığın ifadeleri saptanarak, mağdur dinlenilmeksizin, delil
toplanması yönünde esaslı araştırma ve soruşturma yapılmaksızın sanık
hakkında 29.9.2005 tarihli ve 2005/1684-1216 sayılı kovuşturmaya yer
olmadığı kararının verildiği, anılan karara katılan vekilinin itiraz etmesi
üzerine, 15’inci Piyade Tümen Komutanlığı Askerî Mahkemesinin
25.10.2005 tarihli ve 2005/401-A-4 (70) sayılı kararı ile itiraz konusunda
karar verilmesine esas olmak üzere bazı hususlarda soruşturma
yapılmasının Donanma Komutanlığı Askerî Savcılığından istenildiği,
belirtilen hususlardaki eksikleri giderecek şekilde soruşturma yapıldıktan
sonra dosyanın tekrar gönderildiği 15’inci Piyade Tümen Komutanlığı
Askerî Mahkemesinin 23.12.2005 tarihli ve 2005/401-A-4 (94) sayılı
kararı ile sanık hakkında kamu davası açılması gerektiğine karar
verildiği, anılan karar üzerine Donanma Komutanlığı Askerî Savcılığının
28.12.2005 tarihli ve 2005/1971-382 sayılı iddianamesiyle sanık
hakkında kamu davasının açıldığı görülmektedir.
Donama Komutanlığı Askerî Savcılığınca düzenlenen iddianame
yukarıda “olay ve iddia” bölümüne aynen alınmış olup, incelendiğinde;
sanık hakkında soruşturma emri verilmesinden, kamu davası açılmasına
kadar geçen aşamalara ilişkin işlem ve kararların tarih ve sayılarını içeren
bir metinden ibaret olduğu, sanık hakkında verilen kovuşturmaya yer
olmadığına dair kararın itiraz üzerine kaldırıldığı ve kamu davası
açılmasına karar verildiği için zorunlu olarak kamu davasının açıldığı ve
delillerin takdirinin askerî mahkemeye ait olmak üzere sanığın asta
müessir fiil suçundan ASCK’nın 117/1’inci maddesi gereğince
cezalandırılmasına
karar
verilmesi
isteminde
bulunulduğu
anlaşılmaktadır.
Sanık hakkındaki kamu davasının açıldığı tarihte yürürlükte
bulunan 353 sayılı Kanunun 115’nci maddesi; “İddianame, sanığın
kimliğini, suç teşkil eden eylemin neden ibaret bulunduğunu ve kanunî
376
unsurları ile delillerini, uygulanması istenen kanun maddelerini ...
gösterir.” şeklinde iken; 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik
Ek-1’inci maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın “Kamu
Davasının Açılması” başlıklı bölümünde yer alan 170’inci maddesinin 3
ve 4’üncü fıkralarında; görevli ve yetkili mahkemeye hitaben
düzenlenecek iddianamede; diğer unsurların yanında yüklenen suç ve
uygulanması gereken kanun maddeleri, yüklenen suçun işlendiği yer,
tarih ve zaman dilimi ile suçun delillerinin de gösterileceği, yüklenen
suçu oluşturan olayların, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanacağı
belirtilerek yeniden düzenlenmiştir.
Diğer taraftan; 353 sayılı Kanunun Ek-1’inci maddesinin atıfta
bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın “Hükmün konusu ve suçu
değerlendirmede mahkemenin yetkisi” başlıklı 225/1’inci maddesi ise;
“Hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili
hakkında verilir.” hükmünü amir bulunmaktadır.
353 sayılı Kanunun 110’uncu maddesinde, kovuşturmaya yer
olmadığına dair karara karşı yapılan itirazın yerinde ve haklı olduğuna
karar verilmesi hâlinde, askerî savcının soruşturma yapmaksızın kamu
davası açacağı belirtilmekle birlikte; itirazın kabulü üzerine açılacak
kamu davasının da doğrudan açılan kamu davasında olduğu gibi yasal
koşulları içereceği, özellikle iddia konusu eylemin ve suç delillerinin
neden ibaret olduğu, olayla mevcut delillerin nasıl ilişkilendirildiğinin de
açıklanacağı kuşkusuzdur.
Yapılan açıklamalar karşısında somut olay incelendiğinde; sanık
hakkında düzenlenen iddianamede sanığın eyleminin ve delillerinin
açıkça gösterilmediği, olayın delillerle ilişkilendirilerek açıklanmadığı,
ortada gerek sanığın sorgu ve savunmasının saptanmasına, gerek
kamunun bilgilenmesine yönelik yasal unsurları içeren bir iddianamenin
bulunmadığı görülmektedir.
Ancak, sanık hakkında düzenlenen ve yasal koşulları taşımaktan
uzak olduğu kuşkusuz olan iddianamenin duruşmada askerî savcı
tarafından okunduğu sırada sanığın mağdura yönelik eyleminin
somutlaştırılarak açıklandığı, eksikliğin bu şekilde giderildiği, böylece
377
kamunun dava konusu somut olayla ilgili olarak bilgilendirilmesi
sağlandığı gibi, sanığın da suçlamayı anladığını ve savunma yapmak
istediğini belirtmesinden sonra dava konusu eyleme yönelik olarak
ayrıntılı biçimde sorgusunun saptandığı, devam eden aşamalarda da
herhangi bir sınırlandırma olmaksızın beyanlarda bulunarak ve dilekçeler
sunarak doğrudan ve müdafii aracılığı ile kendisini savunduğu, bu
nedenlerle artık savunma hakkının kısıtlandığından söz edilemeyeceği,
askerî yargıda iddianamenin iadesi müessesesinin söz konusu olmadığı
bir süreçte yapılan bu hatanın sonradan giderilmiş olması nedeniyle
bozmayı gerektirmediği sonucuna varılarak, esas yönünden incelemeye
geçilmiştir.
Uyuşmazlık konusunun, şüpheden arınmış yeterli deliller elde
edilemediği gerekçesiyle beraat kararı verilmesine ilişkin olması
nedeniyle öncelikle yargılama aşamalarında toplanan delillerin takdir ve
değerlendirilmesinde dikkate alınması gereken yasal düzenleme ve
ilkelerin gözden geçirilmesinde yarar bulunmaktadır.
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın “Delillerin takdir
yetkisi” başlıklı 217’inci maddesi;
“(1) Hâkim kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda
tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hâkimin vicdanî kanaatiyle
serbestçe takdir edilir.
(2) Yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü
delille ispat edilebilir.” hükmünü içermektedir.
Bilindiği gibi ceza yargılamasının amacı hiçbir duraksamaya yer
vermeden maddî gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Ceza yargılama
sistemimizde, suçun varlığının ve sanığın sorumluluğunun, kanunun
yasakladığı hâller dışında her türlü delille saptanabileceği kabul
edilmiştir. Böylece önceden değerlendirilmiş, hâkimi bağlayan kanunî
delil sisteminin aksine, delillerin hâkim tarafından olaysal olarak
değerlendirilmesi esası benimsenmiştir. Delil serbestisi ilkesi, ceza
yargılamasında hem her şeyin delil olabileceğini ve hem de delillerin
serbestçe değerlendirilmesini öngörmektedir. Bu kapsamda delilin
taraflarca ileri sürülmesi yanında mahkemece de toplanması olanağı
bulunmaktadır. Bu durum keyfîlik olmayıp, delil olarak değerlendirilecek
378
şeylerin, gerçekçi, akılcı, olayı yansıtıcı, kanıtlamaya elverişli ve hukuka
uygun olarak elde edilmiş olması gerektiği kuşkusuzdur. Hâkim ya da
mahkeme delilleri değerlendirme ve hüküm kurma yönünden bağımsız
ise de, hüküm kurulurken gösterilen gerekçenin hukuka ve dosya
içeriğine, keza, çıkarılan sonucun da mantık ve tecrübe kurallarına uygun
bulunması zorunludur.
Somut olayda; mağdurun dosyada yer alan tabip raporu ve dosya
mağdur tarafından çekilen fotoğraflarda görüldüğü şekilde yaralandığı
konusunda kuşku olmayıp, çözümlenmesi gereken sorunun mağdurdaki
yaralanmanın kim tarafından yapıldığıdır.
Sanık, mağdurun 10.8.2005 tarihindeki disiplinsiz davranışları
nedeniyle gözetim altına alınmasını emrettiğini, 11.8.2005 tarihinde ilk
beyanlarına göre, mağdurun savunma vermediğinin kendisine
bildirilmesi üzerine; daha sonraki açıklamalarına göre ise, mağdurun
verdiği savunmayı garip bulduğu düşüncesiyle gemi kıdemli astsubayı
S.E.’yi çağırarak mağdurla görüşmek istediğini bildirdiğini, birlikte
mağdurun tutulduğu revirdeki disiplin odasına gittiklerinde mağdurun
henüz giyinmediğini gördüğünü, neden giyinmediğini sorduğunda “bak
şimdi” diyerek kafasını dolap kapağına vurduğunu, tekrar kendisine
dönerek “bak kurmay subay sen beni nasıl dövüyorsun, seni nasıl
yakıyorum sen bittin” diye devam edip kafasının arkasını ranzaya
vurduğunu, kafasının kanamadığını anlayınca “bak olmadı mı, şimdi gör”
diyerek kafasını tekrar dolap kapağına vurduğunu, bu sırada dudağının
kanadığını görünce “hah şimdi oldu” dediğini, tanık Astsb. S.E.’ye
doktorun çağırılması talimatını vererek odadan ayrıldığını belirtmektedir.
Olayın tek görgü tanığı olan Astsb. S.E., sanığın kendisini
çağırarak mağdurun savunma vermediğini gidip bakalım dediğini,
kendisinin önce revire giderek komutanın geleceğini bildirip hazırlık
yaptığını, sanıkla birlikte disiplin odasına girdiklerinde mağdurun henüz
giyinmediğini gördüklerini, sanığın “yeni mi kalktın” şeklindeki sorusu
üzerine bir cevap vermeden “sana gösteririm” şeklinde mırıldanarak,
kafasını dolabın açık duran kapağının ön kenarına birkaç kez vurduğu,
dönerek “bana vurdun, beni dövdün, seni yakacağım kurmay subay”
dediğini ifade etmektedir.
379
Mağdur ise, 10.8.2005 tarihinde akşam saatlerinde sanığın
kendisini yanına çağırtıp özel uyarı ve disiplin cezaları vererek kendisini
gözetim altına aldırdığını, istenilen savunmaları hazırlayıp sabah saat
08.30’da polis astsubayına verdiğini, yorgun olduğundan yatmaya devam
ettiğini, yaklaşık bir saat sonra önce nöbetçi astsubayın, daha sonra da
gemi kıdemli astsubayının sanığın geleceğini söyledikleri, kısa bir süre
sonra sanık ile Astsb. S.E.’nin odaya girdiklerini, sanığın elinde tuttuğu
kâğıtları göstererek “ulan ben i..e miyim” diye bağırdığını, kendisinin ne
olduğunu anlamaya çalıştığı sırada küfürlü sözlerini sürdüren sanığın sağ
eliyle yüzünü avuçlayarak başını alabandaya yaslayıp sıkıştırdığını,
sesinin duyulmaması için ağzını kapattığını, sonra bırakıp bir tur attığını,
hemen akabinde de sağ elini yumruk yaparak dudağına vurduğunu,
yüzünü yıkarken aynadan sanığın elinin kanadığını ve kanayan elini açık
olan dolap kapağına sildiğini gördüğünü, yüzünde ve kafasındaki
yaralanmanın sanığın eylemi sonucu meydana geldiğini belirtmektedir.
Sanık, atılı suçu işlemediğini, mağdurdaki yaralanmanın bizzat
kendisi tarafından yapıldığını belirtmekte ve olay yerinde bulunan tanık
Astsb. S.E.’nin de aynı doğrultuda beyanda bulunduğu görülmekle
birlikte; olayın oluş ve gelişme biçimine uygun düşen diğer delillerden,
mağdurun, sanığın yanında tanığın da olduğu bir ortamda kendi kendini
yaralayarak, bu yaralanmanın sanık tarafından meydana getirildiğini ileri
sürmesi hayatın olağan akışı ile bağdaşmamaktadır. Anılan tanıkla
mağdurun babası Astsb. A.H. arasında husumet bulunduğu gibi,
mağdurun sürekli yanında olan ve sanıkla dayanışma hissî içinde
bulunduğunu bildiği bir tanığın huzurunda kendi kendini yaralayarak, bu
yaralanmanın sanık tarafından yapıldığını ileri sürmesinin de kabul
edilebilecek bir davranış olmayacağı açıktır. Sanık tarafından ileri
sürülen, mağdurun kendi kendini yaraladığı iddiası ise inandırıcılıktan
uzak niteliktedir. Mağdurun kendi kendini yaraladığının kabulü hâlinde
dahi sanık ve yanında bulunan tanığın esasen buna engel olmaları
gerekirken, bu yönde bir davranışta bulunmayıp, olay yerinden ayrılırken
mağdurun kendi kendini yaraladığını söyleyerek sadece doktora haber
verilmesini istemekle yetinmelerinin askerlik ilişkileri içinde beklenen
bir davranış olmaması, sanığın olay yerine gidişinin kendisi hakkında
düzenlenen raporda yer alan bilgilerle mağdur arasında irtibat kurmasına
bağlı olması, savunma alınmasını gerektiren bir durumun söz konusu
olmaması karşısında, mağdurun diğer delillerle desteklenen
anlatımlarının olayla örtüştüğü görülmektedir.
380
Olayın hemen sonrasında gemide görevli Tabip Ütğm. T.E.
tarafından düzenlen raporda mağdurun dudağında ve kafasının arkasında
önemli nitelikte yaralanma bulgularının tespit edildiği görülmektedir.
Gemi tabibi tarafından olay sonrasında mağdurun fotoğrafları da
çekilmekle birlikte, bunların sanığın etkisi ile silindiği anlaşılmaktadır.
Rapor düzenlenmesi nedeniyle fotoğraflara gerek kalmadığı şeklindeki
bir tutumun delilleri karartmaya yönelik olduğu ortada olduğu gibi,
mağdurun, dijital fotoğraf makinesiyle çekilen ve silinen fotoğrafların
geri getirilmesine yönelik olarak sunduğu delil karşısında, bu kez
fotoğraf makinesinin hafıza kartının değiştirildiği yönündeki beyanlar da
düşündürücü niteliktedir.
Askerî savcılıkça, itiraz kapsamında yapılan soruşturma sırasında
mağdurun dolap kapağından temin ettiğini belirttiği kan lekesinin
gönderildiği Adlî Tıp Kurumu Başkanlığınca düzenlenen raporda; koli
bandı üzerinde 2 adet kan lekesinin gerekli tahlillerinin yapıldığı,
bunların tek bir erkek şahsa ait bulunduğunun belirlendiği, şüpheli erkek
şahıs veya şahıslara ait kan örneğinin gönderilmesi hâlinde gerekli
mukayesenin yapılacağı bildirilmiştir.
Sanığın dolap kapağından temin edildiği belirtilen kan lekeleriyle
mukayese yapılmak üzere kan vermeyi kabul etmeyip, kendisine ait
kanın mağdur tarafından herhangi bir suretle temin edilmiş olabileceğine
ilişkin savunması da; gemide, disiplin cezalarını çekmek üzere bir odaya
kapatılan ve başında nöbetçi olarak bir astsubay bulunan mağdur
yönünden ulaşılma olanağı bulunmadığından, kabul edilebilir nitelikte
görülmemiştir.
Askerî mahkemece, dava dosyası da gönderilerek mağdurdaki
yaralanmanın dolap veya kapağı gibi bir cisme çarpma sonucu mu, yoksa
el veya yumruğun yüze havalesi sonucu mu oluştuğunun belirlenmesi
Adlî Tıp Kurumundan istenilmiş, anılan kurumca düzenlenen raporda,
“... kişinin yüz bölgesinde ve kafa arkasında tanımlanan yaralanmasının
sert ve künt bir cismin, sorulduğu üzere el veya yumruğun bu bölgelere
doğrudan havalesi ile oluşabileceği gibi, kişinin yüzünü ve kafa arka
bölümünü sert ve uygun bir zemine birden fazla çarpması veya
çarptırılması sonucu da oluşabileceği, mevcut verilerle bunlar arasında
tıbben ayrım yapılamadığı ...” bildirilmiştir.
381
Adlî Tıp Kurumu raporunda kesin bir görüş açıklanmamış olması
bir eksiklik veya çelişki niteliğinde olmayıp, mağdurdaki yaralanmanın
değişik olasılıklarla meydana gelebileceğinin belirtilmesi karşısında, bu
durumun diğer delillerle birlikte değerlendirilerek bir sonuca varılması
gerekmektedir. Bu niteliği itibariyle anılan raporun mağdur
anlatımlarıyla da uyumlu olduğu ortadadır.
Diğer taraftan; tanıklar, Yzb. O.D., Ütğm. E.T. ve Astsb. S.C.
yeminli ifadelerinde olay sonrasında sanığın sağ el yüzük parmağının
üzerinde taze bir yara gördüklerini açıklamışlardır. Özellikle Yzb. O.D.,
sanıkla Astsb S.E.’nin komutanın odasından ayrıldıktan yaklaşık yarım
saat kadar sonra, sanığın kendisini kamarasına çağırarak, kendisine
sunduğu raporu imzalamadığını belirterek imzalattığını, bu sırada sanığın
sağ elini masadan peçete alarak sildiğini, raporu imzalayıp tekrar
kendisine verirken sanığın sağ elinin yüzük parmağının üst kısmında taze
bir yara ve kızarıklık olduğunu fark ettiğini açıkça belirtmiştir. Mağdurun
olaydan sonra sanığın elinin kanadığı ve kanayan parmağını dolap
kapağına sürdüğü şeklindeki beyanıyla anılan tanıkların yeminli ifadeleri
bu yönden de örtüşmektedir.
Tanık Uzm.Çvş. K.D.’nin, olaydan sonra mağduru gördüğünde
yüzünün dosyadaki mağdur tarafından çekilen fotoğraftaki gibi olduğuna
ilişkin beyanı karşısında, fotoğrafların da raporların tamamlayıcı bir
unsuru olduğu ve kanıtlamaya ve vicdanî kanaat oluşturmaya elverişli
nitelikte bulunduğu görülmektedir. Yine tanık Uzm.Çvş K.D.’nin dolap
kapağının kenarının orta kısımlarında ufak kana benzeyen bir leke
gördüğünü belirtmesi, tanık E.T.’nin de dolabın kapağının dış kenarının
ortalarında yoğun olmayan kan izi gördüğünü beyan etmesi de mağdurun
anlatımlarını destekler niteliktedir.
Yine tanık Astsb. S.E.’nin, olay öncesi mağdurun cezalarının infaz
edilmekte olduğu gemi revirine giderek, odanın kapısında nöbetçi olarak
bulunan Astsb. A.B. de dâhil olmak üzere diğer revir görevlilerini olay
yerinden uzaklaşmalarını sağlaması da, Yzb. O.D.’nin sanığın olay
yerine gidiş nedeni konusundaki ayrıntılı açıklamaları ile birlikte
değerlendirildiğinde, olaya tanık olabileceklerin olay yerinden
uzaklaştırılmasına yönelik davranışlar olduğu sonucuna varılmaktadır.
Diğer taraftan; tanık Astsb. A.B.’nin, “...Servet Astsb. Cem başını
duvara vurdu, doktor çağırın ...” diyerek oradan uzaklaştığı şeklindeki
yeminli ifadesinden de, tanık Astsb. S.E.’nin, mağdurun kafasını dolabın
açık olan kapağına vurduğuna ilişkin olup, sanık savunmasıyla paralellik
arz eden beyanının gerçeği yansıtmadığı anlaşılmaktadır.
382
Aşamalarda toplanan delillerin irdelenmesinden, dava konusu
olayın Dairece kabul edildiği gibi; mağdur Astsb. C.H.’nin, 10.8.2005
tarihinde amiri olan Yzb. O.D.’ye bir dilekçe vererek gemi komutanı
sanık hakkında şikâyetçi olduğu, Yzb. O.D.’nin mağdurun dilekçesi
konusunda sanığı bilgilendirerek bir usul hatası yapılmaması için nasıl
davranması gerektiğini sorduğu, sanığın plânlı faaliyetleri nedeniyle
akşam görüşebileceklerini söylediği, ancak bu görüşme gerçekleşmeden
sanığın mağduru çağırtarak, “sen beni nasıl şikâyet edersin” dediği,
mağdurun da “siz bana hakaret ettiniz, ben de dava etme hakkımı
kullanıyorum” şeklinde cevap vermesi üzerine sanığın, çakı, fener gibi
malzemeleri üzerinde taşıdığı gerekçesiyle mağdurun nezarete
kapatılmasını emrettiği, mağdurun daha sonra gemi revirinde nezaret
altında iken değişik eylemlere ilişkin savunması alınarak disiplin cezaları
verildiği, sanığın aynı akşam mağdurun amiri olan Yzb. O.D.’yi
çağırarak astlarına engel olamadığını, onlara amirlik yapamadığını,
olayların bundan kaynaklandığını söylediği, mağdurun amiri olan Yzb.
O.D.’nin de, personelinin verdiği dilekçeyi yasaya ve usule uygun ise
işleme koymaktan çekinmeyeceğini, kendisine karşı bir tutumunun
olmadığını, hatta özel yaşantısı hakkında bilgisi olduğunu, bunu şimdiye
kadar hiçbir yerde açıklamadığını, kendisi hakkındaki ithamın haksız
olduğunu söylediği, sanığın, özel yaşantısına ilişkin bilgilerin neler
olduğunu sorduktan sonra yüzbaşıdan bunları bir rapor hâlinde yazmasını
istediği, Yzb. O.D.’nin sanığın istediği raporu yazarak, 11.8.2005
tarihinde saat 09.00 sıralarında kendisine verdiği, kısa bir süre sonra
sanığın gemi kıdemli astsubayı S.E.’yi çağırarak mağduru görmek
istediğini söylediği, Astsb S.E.’nin disiplin cezalarının infaz edildiği
revire giderek revir görevlileri Tbp.Ütğm. E.T. ve Shh.Çvş. K.D. ile
mağdurun cezasının infaz edildiği odanın kapısında nöbetçi olan Astsb.
A.B.’nin revirden ayrılmalarını sağladıktan sonra sanıkla tanığın birlikte
revire gittikleri, bir süre sonra revirden ayrılırken Astsb. S.E.’nin “Cem
başını duvara vurdu, doktor çağırın” dediği ve oradan uzaklaştıkları,
bunun üzerine mağdurun yanına giren Astsb. A.B.’nin sanığın dudağının
kanadığını, üzerinde ve yerde kan izlerinin bulunduğunu gördüğü,
mağdurun da sanık tarafından dövüldüğünü belirttiği, daha sonra revire
383
gelen Tbp.Ütğm. E.T.’ye de aynı şeyleri söyleyerek rapor düzenlemesini
istediği, Tbp.Ütğm. E.T. tarafından dosyada yer alan raporun
düzenlendiği, ayrıca mağdurun fotoğrafının da çekildiği, revirden çıkan
sanığın, Yzb. O.D.’yi yanına çağırdığı ve düzenlediği raporun imzasız
olduğunu söyleyerek imzalattığı, bu sırada yüzbaşının, sanığın sağ elinin
yüzük parmağı üzerinde taze bir yara olduğunu gördüğü şeklinde
geliştiği; mağdurun yaralanma durumunu gösteren fotoğraftaki özellikle
alt dudağın iç kısmındaki yaralanmanın, sanığın ve tanığın ileri
sürdükleri gibi, mağdurun kafasını açık olan dolap kapağının kenarına
vurması sonucu değil, mağdurun, diğer delillerle doğrulanan ifadesinde
belirttiği gibi sanığın yumruğu ile mağdura vurması sonucunda meydana
geldiği anlaşıldığından, direnme kararının yerinde olmadığı, Dairenin
sübutun varlığına ilişkin kabulünün isabetli olduğu sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle; sanık, atılı suçu işlemediğini, mağdurdaki
yaralanmanın bizzat kendisi tarafından yapıldığını belirtmekte ve olay
yerinde bulunan bir tanık da aynı doğrultuda beyanda bulunmakla
birlikte, diğer tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; kendisi hakkında
düzenlenen raporda yer alan bilgilerle mağdur arasında irtibat kuran
sanığın, tanık astsubayla birlikte olay yerine gidip görevlileri ve
nöbetçiyi olay yerinden uzaklaştırdıktan sonra rapor ve fotoğraflarda
belirtilen şekilde mağduru yaralamak suretiyle asta müessir fiil suçunu
işlediği, Daire kararında yer verilen bozma nedenlerinin dosya
kapsamındaki delillerle uyumlu olduğu, sanığın atılı suçtan mahkûmiyeti
yerine beraatine karar verilmesinin hukuka aykırı olduğu sonucuna
varıldığından; askerî mahkemece sanık hakkında direnilmek suretiyle
verilen beraat hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
384
ASMKYUK
Mad. 220
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/56
K. No. : 2007/49
T.
: 3.5.2007
ÖZET
Duruşma tutanağındaki kısa kararda, sanığın firar
eyleminin 4.9.2004-9.8.2004 tarihleri arasında gerçekleştiğinin
kabul edildiği görülmekle birlikte, böyle bir durumu zaman
kavramı ile bağdaştırmak olanağı bulunmayıp, iddiaya ve
dosya içeriğine uygun olarak suç tarihlerinin 4.9.2004-9.8.2006
tarihleri olduğu hâlde maddî hata sonucu kısa kararda
4.9.2004-9.8.2004 tarihleri şeklinde yer aldığı, ayrıca, gerekçeli
hükümde, hüküm fıkrası da dâhil olmak üzere suç tarihlerinin
gerçeğe uygun olarak 4.9.2004-9.8.2006 şeklinde yer aldığı,
delillerin değerlendirilmesi bölümünde sadece bir yerde suçun
başlangıç tarihinin 4.9.2006 olarak gösterildiği, ancak bu
durumun da zamansal olarak gerçekleşmesi olanağı olmadığı
gibi, gerekçeli hüküm tümüyle değerlendirildiğinde suç
tarihleri konusunda çelişki ve karışıklık yaratacak bir
durumun söz konusu olmadığı anlaşıldığından, suç bitim
tarihindeki hatanın 353 sayılı Kanunun 220/2-F maddesi
gereğince düzeltilebileceğine karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa atılı suçun işlendiği tarihler
konusunda hüküm ve gerekçesi arasında çelişki bulunup bulunmadığı,
suç bitim tarihine ilişkin hatanın sadece kısa karardaki hatadan ibaret
olup olmadığı ve temyiz incelemesi sırasında düzeltilip
düzeltilemeyeceğine ilişkindir.
385
Daire; duruşma tutanağındaki kısa karar ile gerekçeli hükmün
hüküm fıkrasındaki suç bitim tarihinin farklı olması yanında, hükmün
gerekçesinde de suçun başlangıç tarihinin hatalı belirlendiğini, gerekçede
çelişki yaratıldığını, bu durumun temyiz incelemesi sırasında
düzeltilemeyeceğini, hükmün usul yönünden bozulması gerektiğini kabul
ederken;
Başsavcılık; kısa kararda yer alan suç tarihindeki yanılmanın yazım
hatasından kaynaklandığını, zamansal olarak da böyle bir durumun
gerçekleşme olanağının bulunmadığını, dava dosyasındaki bilgi ve
belgelerden suçun bitim tarihî açıkça belirlenebildiğinden, bu hatanın 353
sayılı Kanunun 220/2-F maddesi gereğince düzeltilebileceğini ileri
sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın, 4.9.2004 tarihinde
gönderildiği çarşı izninden aynı saat 17.30’a kadar dönerek birliğine
katılması gerekirken katılmadığı 9.8.2006 tarihinde kendiliğinden
birliğine katıldığı anlaşılmakta olup; askerî savcılıkça sanık hakkında
düzenlenen iddianamede ve yargılama sırasında bildirilen esas
hakkındaki mütalâada da sanığın 4.9.2004-9.8.2006 tarihleri arasında
firar suçunu işlediği ileri sürülmektedir.
Sanık hakkındaki iddia ve deliller bu yönde olmakla birlikte; askerî
mahkemece, duruşma tutanağındaki kısa karara göre, 4.9.2004-9.8.2004
tarihleri arasında, gerekçeli hükmün hüküm fıkrasına göre, 4.9.20049.8.2006 tarihleri arasında firar suçunu işlediği kabul edilerek hüküm
kurulduğu görülmektedir.
Dairece de, sanığa atılı firar suçunun 4.9.2004-9.8.2006 tarihleri
arasında işlendiğinde kuşku bulunmadığı kabul edilmektedir.
Sanık hakkındaki gerekçeli hüküm incelendiğinde; hüküm
fıkrasında suç tarihlerinin, 4.9.2004-9.8.2006 şeklinde ve doğru olarak
belirtildiği, gerekçeli hükmün başlık kısmında suç tarihleri belirtilirken,
iddia bölümünde iddianame ve esas hakkındaki istem açıklanırken,
deliler ve değerlendirilmesi bölümünde atılı suçun hangi tarihler arasında
oluştuğu kabul edilirken de yine doğru suç tarihleri olan 4.9.20049.8.2006 tarihlerine yer verildiği, sadece, deliller ve değerlendirilmesi
bölümünde bir yerde bu kez, sanığın, “... 4.9.2006 tarihinde çıktığı çarşı
izninden bir daha dönmeyerek firar ettiği...” şeklindeki ibarelerle, atılı
suçun başlangıç tarihî olarak farklı bir tarihten söz edildiği
görülmektedir.
386
Esas olanın duruşma tutanağındaki kısa kararda belirlenen tarihler
olduğu, sonradan yazılan gerekçeli hükmün içeriği ve hüküm fıkrasının
da duruşma tutanağındaki kısa kararla uyumlu olması gerektiği kuşkusuz
olup, yargısal kararlar ve uygulama da bu yöndedir.
Somut olayda, duruşma tutanağındaki kısa kararda sanığın firar
eyleminin 4.9.2004-9.8.2004 tarihleri arasında gerçekleştiğinin kabul
edildiği görülmekle birlikte, böyle bir durumu zaman kavramı ile
bağdaştırmak olanağı bulunmayıp, iddiaya ve dosya içeriğine uygun
olarak suç tarihlerinin 4.9.2004-9.8.2006 tarihleri olduğu hâlde maddî
hata sonucu kısa kararda 4.9.2004-9.8.2004 tarihleri şeklinde yer aldığı
anlaşılmaktadır.
Gerekçeli hükümde, hüküm fıkrası da dâhil olmak üzere suç
tarihlerinin gerçeğe uygun olarak 4.9.2004-9.8.2006 şeklinde yer aldığı,
delillerin değerlendirilmesi bölümünde sadece bir yerde suçun başlangıç
tarihinin 4.9.2006 olarak gösterildiği, ancak bu durumun da zamansal
olarak gerçekleşmesi olanağı olmadığı gibi, gerekçeli hüküm tümüyle
değerlendirildiğinde suç tarihleri konusunda çelişki ve karışıklık
yaratacak bir durumun söz konusu olmadığı açıkça ortadadır.
353 sayılı Kanunun 220’nci maddesinde 5.10.2006 tarihinde
yürürlüğe giren 29.6.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanunla yapılan
değişiklikle; Askerî Yargıtayca, kanunun hükme esas olarak tespit edilen
vakalara uygulanmasında yanlışlık yapılmasından dolayı hüküm
bozulmuş ise, bizzat davanın esasına hükmedeceği hâller arasına; “Suçun
hukukî niteliğinin tayinine ve ceza uygulamasına bir etkisi bulunmamak
kaydıyla dosyadaki bilgi ve belgelerin dışında hiçbir araştırma
yapılmasına ve takdire gerek duyulmayacak şekilde tespiti mümkün olan,
suçun tarihinde hata yapılmışsa,” şeklinde hüküm içeren (F) bendi
eklenmiştir.
Birlik yetkililerince düzenlenmiş olan ve dosyada yer alan
tutanaktan, sanığın, firar hâlinde iken 9.8.2006 tarihinde kendiliğinden
birliğine katıldığı açıkça anlaşılmakta olup, bu konuda başkaca bir
araştırma yapılmasına gerek kalmadığı, hükmün gerekçesinde de hükmün
özüne etkili olacak nitelikte herhangi bir çelişki ve karışıklık
bulunmadığı, suç bitim tarihindeki hatanın 353 sayılı Kanunun 220/2-F
maddesi gereğince düzeltilebileceği sonucuna varıldığından; Başsavcılık
itirazının kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına, diğer yönlerden
temyiz incelemesine devam olunmak üzere dava dosyasının Daireye
iadesine karar verilmiştir.
387
ASMKYUK
Mad. 221
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/10
K. No. : 2007/13
T.
: 8.3.2007
ÖZET
353 sayılı Kanunun 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren
29.6.2006 tarih ve 5530 sayılı Yasanın 49’uncu maddesi ile
değişik 221/1’inci maddesinde yer alan “Askerî Yargıtay
temyiz edilen hükmü, hükmü etkileyecek nitelikteki hukuka
aykırılıklar nedeniyle bozar” şeklindeki hüküm de dikkate
alınarak, takdiri indirim maddesi olarak birbiriyle aynı
hükümleri içeren mülga 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci
maddesinin veya 5237 sayılı YTCK’nın 62’nci maddesinin
uygulanması hükme hiçbir şekilde etkili olmadığından, keza;
infaz hukukuna ilişkin olması ve bu konuda yanlışlık bile
yapılsa, bunun hükümlü lehine kazanılmış hak oluşturmaması
nedeniyle, mahkemece 765 sayılı TCK’nın 71’inci maddesi
uyarınca cezaların toplanmasına karar verilmiş veya
verilmemiş olması, tesis edilen dört ayrı mahkûmiyet hükmünü
etkilemediğinden,
belirtilen
hususların
bozma
sebebi
yapılmasının yerinde olmadığına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu; 5237 sayılı Kanun uyarınca
cezaların toplanmasına kanunî imkân olmamasına rağmen, cezaların
içtimaına ilişkin mülga 765 sayılı TCK’nın 71’inci maddesine yönelik
uygulamanın hükümden çıkarılmasının gerekip gerekmediği, buna bağlı
olarak takdiri indirim hükmü olarak 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci
maddesinin mi, yoksa 5237 sayılı TCK’nın 62/1 maddesinin mi
uygulanacağından ibarettir.
388
Dosyada mevcut delil durumuna göre, askerî mahkemece, sanığın
askerliğe elverişli bulunduğunun ve cezaî ehliyetinin tam olduğunun
sağlık kurulu raporu ile tespitini müteakip, karar yerinde gösterilen yasal,
haklı ve inandırıcı gerekçelerle yazılı olduğu şekilde, dört ayrı firar suçu
için asgarî hadden uygulama yapılıp, takdiri hafifletici nedenler göz
önünde bulundurularak cezalardan gerekli indirim yapılmak suretiyle
mahkûmiyetine karar verilmesi konusunda herhangi bir tereddüt
bulunmadığı ve esasen ihtilâfın sübuta ilişkin olmayıp uygulamaya
yönelik olduğu görülmektedir.
Daire; “21.11.2005 tarihinde hüküm tesis eden askerî
mahkemenin; 1.6.2005 tarihinden geçerli olmak üzere yürürlüğe giren
5237 sayılı TCK'nın cezada indirim yapılmasını öngören 62/1’inci
maddesi yerine mülga 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci maddesini
uygulaması ve 5237 sayılı Kanun uyarınca cezaların içtimaına kanunî
imkân olmamasına rağmen, cezaların içtimaının yapılması kanuna aykırı
görülerek hükmün bu sebeplerden dolayı bozulmasına, bozma
nedenlerinin yeniden yargılamayı gerektirmemesinden dolayı,
mahkûmiyet hükmünün düzeltilerek onanmasına” karar vermiş iken,
Başsavcılık; “5237 sayılı Kanunun 7’nci maddesine 5377 sayılı
Kanunun 2’nci maddesi ile getirilen infaz rejimine ilişkin hükümlerin
derhâl uygulanmasına yönelik genel kuraldan koşullu salıverme
hükümlerinin hariç tutulması, 1.6.2005 tarihinden önce işlenen suçlar
yönünden, koşullu salıvermeyi doğrudan ilgilendiren TCK’nın 71’inci
maddesinin 1.6.2005 tarihinden önce olduğu gibi, 1.6.2005 tarihinden
sonra verilen hükümlerde de uygulanmasına cevaz verdiği, TCK’nın
71’inci maddesinin uygulanmasının yerinde bulunması hâlinde de, takdiri
indirim hükümleri olarak 765 sayılı TCK’nın 59/2 maddesinin
uygulanması gerektiği” görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Ceza kanunlarının zaman bakımından uygulanmasına ilişkin
kurallar, yürürlükten kalkmış bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanununun
2’nci maddesinde; “İşlendiği zamanın kanununa göre cürüm veya
kabahat sayılmayan fiilden dolayı kimseye ceza verilemez. İşlendikten
sonra yapılan kanuna göre cürüm veya kabahat sayılmayan bir fiilden
dolayı da kimse cezalandırılamaz. Eğer böyle bir cezaya hükmolunmuşsa
icrası ve kanunî neticeleri kendiliğinden ortadan kalkar.
Bir cürüm veya kabahatin işlendiği zamanın kanunu ile sonradan
neşrolunan kanunun hükümleri birbirinden farklı ise failin lehinde olan
kanun tatbik ve infaz olunur.” şeklinde gösterilmiştir.
389
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun, “Zaman bakımından uygulama” başlıkla 7’nci maddesinde
de; “(1) İşlendiği zaman yürürlükte bulunan kanuna göre suç sayılmayan
bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri
uygulanamaz. İşlendikten sonra yürürlüğe giren kanuna göre suç
sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse cezalandırılamaz ve hakkında
güvenlik tedbiri uygulanamaz. Böyle bir ceza veya güvenlik tedbiri
hükmolunmuşsa infazı ve kanunî neticeleri kendiliğinden kalkar.
(2) Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan
yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun
uygulanır ve infaz olunur.
(3) Hapis cezasının ertelenmesi, koşullu salıverilme ve tekerrürle
ilgili olanlar hariç; infaz rejimine ilişkin hükümler, derhâl uygulanır.
(4) Geçici veya süreli kanunların, yürürlükte bulundukları süre
içinde işlenmiş olan suçlar hakkında uygulanmasına devam edilir.”
şeklinde olup, yürürlükten kaldırılan 765 sayılı TCK’nın 2’nci maddesine
benzer düzenlemeler getirilmiştir. Görüldüğü gibi her iki maddede de;
ceza hukukunun en önemli ilkesi olan, ceza hukuku kurallarının
yürürlüğe girdikleri andan itibaren işlenen suçlara uygulanacağına ilişkin
ileriye etkili olma prensibi ile bu ilkenin istisnasını oluşturan, failin
lehine olan yasanın geçmişe etkili olması, “geçmişe etkili uygulama”
veya “geçmişe yürürlük” ilkesine yer verilmiştir.
Konu 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama
Şekli Hakkındaki Kanunun 9/3’üncü maddesinde; “Lehe olan hüküm,
önceki ve sonraki kanunların ilgili bütün hükümleri olaya uygulanarak,
ortaya çıkan sonuçların birbirleriyle karşılaştırılması suretiyle belirlenir.”
biçiminde hükme bağlanmıştır.
Ayrıca, lehe yasanın tespiti açısından bu ölçütlere yeni kriterler
eklenmesi yönündeki görüş ve uygulamalar, öğreti ve yargısal kararlara
konu olmuş, değişen ceza mevzuatı karşısında dahi hâlen geçerliliğini
koruyan 23.2.1938 tarihli ve 23/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme
Kararında, “Suçun işlendiği zamanın yasası ile sonradan yürürlüğe giren
yasa hükümlerinin farklı olması hâlinde, her iki yasanın birbirine
karıştırılmadan, ayrı ayrı somut olaya uygulanıp, her iki yasaya göre
hükmedilecek cezalar belirlendikten sonra, sonucuna göre lehte olanı
uygulanmalı” şeklindedir. Bu durumda lehe yasanın tespitinde
başvurulacak yöntem ana hatlarıyla belirtilmiştir.
390
Öğretide de anılan İçtihadı Birleştirme Kararındaki ilkeler
benimsenerek, uygulanma olanağı bulunan tüm yasaların leh ve aleyhteki
hükümleri ile birlikte ayrı ayrı ele alınarak somut olaya göre sonuçlarının
karşılaştırılması gerekeceği ve sonunda fail bakımından daha lehe sonuç
veren yasanın belirlenip son hükmün buna göre verileceği görüşleri ileri
sürülmüştür.
Konu ile ilgili Askerî Yargıtay içtihatları da bu yönde olmakla
birlikte, 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 353 sayılı Kanunun
29.6.2006 tarih ve 5530 sayılı Yasanın 49’uncu maddesi ile değişik
221’inci maddesi ile; “Askerî Yargıtay, temyiz edilen hükmü, hükmü
etkileyecek nitelikteki hukuka aykırılıklar nedeniyle bozar. Hükmün
bozulmasına neden olan hukuka aykırılık, bu hükme esas olarak saptanan
işlemlerden kaynaklanmış ise, bunlar da aynı zamanda bozulur. 207’nci
madde hükümleri saklıdır.” şeklinde bir düzenleme yapılmıştır.
Anılan maddenin değişiklikten önceki hâlinde; “Askerî Yargıtay,
aleyhine temyiz olunan hükmü hangi yönden kanuna aykırı görmüş ise, o
yönden bozar” şeklinde hüküm içermekte iken, yapılan söz konusu
değişiklik ile, maddenin değişiklik gerekçesinde de vurgulandığı üzere;
“hükmü etkileyecek nitelikte” bulunmayan hukuka aykırılıklar ile, bazı
önemsiz usul hataları, Yargıtay kararında gösterilmekle birlikte, hükmün
bozulmasına neden olamaz.” prensip ve kuralı getirilmiş bulunmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında yapılan incelemede; 353 sayılı Kanunun
5.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 29.6.2006 tarih ve 5530 sayılı
Yasanın 49’uncu maddesi ile değişik 221/1’inci maddesinde yer alan
“Askerî Yargıtay temyiz edilen hükmü, hükmü etkileyecek nitelikteki
hukuka aykırılıklar nedeniyle bozar” şeklindeki hüküm de dikkate
alınarak, takdiri indirim maddesi olarak birbiriyle aynı hükümleri içeren
mülga 765 sayılı TCK’nın 59/2’nci maddesinin veya 5237 sayılı
YTCK’nın 62’nci maddesinin uygulanması hükme hiçbir şekilde etkili
olmadığından, bu hususun bozma sebebi yapılmasının yerinde olmadığı,
keza; infaz hukukuna ilişkin olması ve bu konuda yanlışlık bile yapılsa,
bunun hükümlü lehine kazanılmış hak oluşturmaması nedeniyle,
mahkemece 765 sayılı TCK’nın 71’inci maddesi uyarınca cezaların
toplanmasına karar verilmiş veya verilmemiş olması, tesis edilen dört
ayrı mahkûmiyet hükmünü etkilemediğinden, bu konunun da bozma
sebebi yapılmasının yerinde olmadığı sonucuna varılmakla, Başsavcılığın
391
itirazına atfen, 1’inci Dairenin, dört ayrı mahkûmiyet hükmünün ayrı ayrı
düzeltilerek onanmasına ilişkin kararının kaldırılmasına, usul, esas ve
uygulama yönlerinden yasaya uygun bulunan 48’inci İç Güvenlik Tugay
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 21.11.2005 gün ve 2005/83-44 sayılı
mahkûmiyet hükümlerinin ayrı ayrı onanmalarına karar verilmiştir.
NOT: Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 8.3.2007 tarih ve
2007/11-14 esas-karar sayılı ilâmı da aynı doğrultudadır.
392
ASMKYUK
Mad. 226
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/54
K. No. : 2007/63
T.
: 24.5.2007
ÖZET
Usule aykırılık yönünden yapılan bozmanın, şimdiden
sanık yararına olduğu söylenemeyeceği gibi, bu bozmadan
dolayı temyize gelmeyen sanıkların lehlerine herhangi bir
hukukî durumun oluştuğundan da bu aşamada söz
edilemeyeceğinden, bozmanın temyize gelmeyen hükümlülere
bu aşamada sirayet ettirilmemiş olmasında bir isabetsizlik
görülmemiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; Usule aykırılık yönünden yapılan
bozmanın, temyize gelmeyen diğer sanıklara da sirayet ettirilmesine
gerek olup olmadığına ilişkindir.
Daire; sanıklar hakkında, emre itaatsizlikte ısrar suçundan tayin
edilen cezaların, Askerî Ceza Kanununun 51/A-C ve 50’nci maddeleri
uyarınca 1/6 oranında artırılırken gerekçe gösterilmemesini yasaya aykırı
bularak sanıklar hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin bozulmasına
karar vermiş, usule aykırılık yönünden yapılan bozmanın bu aşamada
sanıkların lehine değerlendirilmesini olanaklı görmediğinden, bozmanın
temyize gelmeyen diğer sanıklara sirayet ettirilmesine gerek olmadığını
kabul etmiş iken,
Başsavcılık; hükmün, cezanın arttırılmasına yönelik gerekçesizlik
yönünden bozulması nedeniyle sanıkların lehine olduğunda kuşku
bulunmadığını, dolayısıyla söz konusu bozmanın, hukukî durumları bu
sanıklarla aynı olan temyize gelmeyen diğer sanıklara da sirayet
ettirilmesini ve hukuka aykırılığın temyize gelmeyen sanıklar yönünden
giderilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
393
Dava dosyasına göre; aralarında topladıkları parayla aldıkları bir
şişe viskiyi koğuşlar bölgesinde içtikleri sırada Atğm. Ö.K. tarafından
tespit edilen ve kışla içerisinde alkollü içki kullanılmayacağına dair
hizmet emrinin daha önceden kendilerine tebliğ edilmesine rağmen bu
eylemleri ile söz konusu hizmet emrine aykırı davranmak suretiyle emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işledikleri anlaşılmakta olup, esasen bu konuda
bir ihtilâf da bulunmamaktadır.
Sanıklar V.B., M.Ş., Y.Ç., M.Ç., M.Ç. ve İ.K. hakkında açılan
kamu davasına bağlı olarak askerî mahkemece yapılan yargılama
sonunda, sanıkların eylemlerine uyan ASCK’nın 87/1’inci maddesi,
ASCK’nın 51/A ve ASCK’nın 51/C maddeleri gereğince
cezalandırılmaları cihetine gidilirken, sanıklar V.B., M.Ç. ve Y.Ç.’nin
cezaları, eylemi astları ile birlikte işlemeleri sebebiyle, Murat, Mitat ve
İbrahim’in cezaları ise, eylemi toplu şekilde işlemeleri sebebiyle 1/6
oranında artırılmak suretiyle verilen mahkûmiyet hükümlerinin, sanık
P.Er M.Ç. müdafii ve diğer P.Çvş. Y.Ç., P.Onb. V.B.’nin temyizleri
üzerine, Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 13.3.2007 tarihli ve
2007/414-413 sayılı kararı ile; “sanıklar hakkında, sübutunda ve
vasıflandırılmasında yasaya aykırılık bulunmayan bu eylemden dolayı
yazılı olduğu şekilde hüküm kurulmuş ise de; ASCK’nın 50’nci
maddesinde arttırmanın asgâri haddi gösterilmediği, sadece cezanın iki
misline kadar çoğaltılabileceğinin belirtildiği, bu maddede arttırmanın
asgarî haddi gösterilmediğinden tertip edilen ceza 1/6 oranında
arttırılırken TCK’nın 61’inci maddesinin amir hükümleri göz önünde
tutulduğunda gerekçe gösterilmemesi yasaya aykırı bulunarak sanıklar
hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin bozulmasına, usule aykırılık
yönünden yapılan bozmanın, bu aşamada sanıkların lehine olarak
değerlendirilmesi olanaklı görülmediğinden, temyize gelmeyen diğer
sanıklara sirayet ettirilmesine gerek olmadığına” karar verilmesinde bir
isabetsizlik ve kanuna aykırılık görülmemiştir.
Zira, 353 sayılı Kanunun “Hükmün bozulmasının diğer sanıklara
etkisi” başlıklı 29.6.2006 tarih ve 5530 sayılı Kanunun 51’inci maddesi
ile değişik 226’ncı maddesinde; “Hüküm, sanık lehine bozulmuş ise ve
bu hususların temyiz isteminde bulunmamış olan diğer sanıklara da
uygulanması olanağı varsa, bu sanıklar da temyiz isteminde
bulunmuşçasına
hükmün
bozulmasından
yararlanırlar.”
denilmektedir.
394
5530 sayılı Kanunun 51’inci madde gerekçesi; “Madde ile Ceza
Muhakemesi Kanununun 306’ncı maddesine paralel bir düzenleme
getirilmekte ve bozmada sirayetin alanı genişletilmektedir.
Mahkemece verilen hüküm, temyiz etmeyen sanık yönünden
kesinleşir ve infaz edilebilir hâle gelir. Kural bu olmakla beraber aynı
mahkemece aynı hükümle cezalandırılan sanıklar hakkında birbiriyle
çelişen sonuçların doğmasının önlenmesi, adalet düşüncesiyle ve bazı
koşullarda Askerî Yargıtayın bozma kararından temyiz etmeyen
sanıkların da yararlandırılması uygun görülmüştür.
Bunun için;
1. Aynı mahkemece aynı kararla birden çok sanığın
hükümlendirilmesi,
2. Sanıkların fiilinde Ceza Muhakemesi Kanununun 8’inci
maddesinde tanımlanan nitelikte bağlantı bulunması,
3. Hükmün teşkilâtında askerî mahkeme kurulan komutan, askerî
savcı, katılan veya sanıklardan bir veya birkaçınca ve sanıkların tümünü
kapsamayacak şekilde temyiz edilmiş olması,
4. Hükmün hukuka aykırılık nedeniyle sanık yararına bozulması,
5. Bu bozmanın hükmü temyiz etmeyen veya kendileriyle ilgili
temyiz bulunmayan sanıklara da uygulanma olanağına sahip olması,
gerekecektir.
Temyiz etmeyen deyimine; temyiz yoluna hiç başvurmayan,
süresinden sonra başvuran, temyiz istemi reddolunanlar dâhildir.
Askerî Yargıtay, bozma kararında, karardan temyiz etmeyen
sanıklardan hangilerinin yararlanacağını gösterir; ancak gösterilmemiş
olması yararlanmayı önlemez. Mahkeme kanun gereği olarak bu durumu
gözetmek zorundadır.
Bu bozma kararı ile temyiz yoluna başvurmayan sanıklar hakkında
kesinleşen hüküm de ortadan kalkar, aynı sanıklarla ilgili olarak yeniden
hüküm kurmak gerekir.”şeklinde gösterilmiştir.
Bu maddeye göre “bozmanın sirayeti” için; Hüküm “hukuka
aykırılık nedeniyle sanık yararına” bozulmalıdır. Burada kanun
koyucunun istediği yalnız cezanın tatbikinde kanuna muhalefet edilmiş
olması hâli değil, daha geniş olarak temyiz etmeyenlerin faydalanması
“adalet esasına” dayandığından, esas mesele hakkındaki hukukî hatalar
bakımından bozulmuş olması da bu kapsamda mütalâa edilmelidir.
395
Hükmün, artırım oranının asgarî hadden uzaklaşılarak tayinindeki
gerekçesizlik nedeniyle usule aykırılık yönünden bozulması üzerine,
askerî mahkemenin bozmaya uyması durumunda, yeniden yapılacak
yargılama sonunda, askerî mahkemece, arttırım oranının sanıklar lehine
olacak şekilde kabul edilmesi suretiyle ilk mahkûmiyet hükmündeki
cezadan daha az bir cezaya hükmolunması hâlinde, askerî mahkemenin
de sirayet hükmünü uygulamasının mümkün olduğu veya askerî
mahkemece artırım oranıyla ilgili gerekçenin isabetli ve doyurucu olarak
gösterilmesi suretiyle cezanın yine aynı oranda artırılarak verilmesi
hâlinde, bu hükmün de temyiz aşamasında Askerî Yargıtayca
denetlenebileceği ve hükmün onanması durumunda sirayet sorununun
olmayacağı, hükmün sanıklar lehine bozulması hâlinde ise, sirayet
hükmünün o safhada uygulanacağı pek tabiîdir.
Diğer taraftan, kanunî artırım uygulaması yapılırken, askerî
mahkemece takdir edilen artırım oranına ilişkin olarak gerekçe
gösterilmemesi sebebine dayalı olan bozmanın, şimdiden hükmü temyiz
etmeyenlere de sirayet ettirilmesinin kabulü hâlinde, askerî mahkemece,
haklarındaki mahkûmiyet hükmü kesinleşmiş olanlar yönünden de
gereksiz bir yargılama faaliyetine girileceği ve davanın gereksiz yere
uzamasına sebebiyet verileceği kuşkusuzdur.
Bu itibarla, usule aykırılık yönünden yapılan bu bozmanın
şimdiden sanık yararına olduğu söylenemeyeceği gibi, bu bozmadan
dolayı temyize gelmeyen sanıkların lehlerine herhangi bir hukukî
durumun oluştuğundan da bu aşamada söz edilemeyeceği kuşkusuzdur.
Açıklanan nedenlerle Dairece, bozmanın temyize gelmeyen
hükümlülere bu aşamada sirayet ettirilmemiş olmasında bir isabetsizlik
ve kanuna aykırılık görülmediğinden, Başsavcılık itirazının reddine,
karar verilmiştir.
396
ASMKYUK
Mad. 227/3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/71
K. No. : 2007/73
T.
: 7.6.2007
ÖZET
Olay sırasında nöbetçi olarak görevli olan mağdurun;
nöbetçi astsubay olarak görev yapan sanığa, “uyumadığını
söylemesi”, haksız tahrik oluşturmadığı hâlde, mahkemece,
sanık lehine olarak 765 sayılı TCK kapsamında haksız tahrik
indirimi uygulanarak, sonuç ceza bu şekilde belirlendiğinden,
sanık aleyhine temyiz olmaması nedeniyle, tertip edilen sonuç
ceza, sanık açısından kazanılmış hak teşkil edecektir.
Ancak, kararın bozulması hâlinde, mahkemece, olmayan
bir husus yeniden değerlendirmeye tâbi tutularak, 5237 sayılı
Kanunda belirtilen azamî oranda indirimin uygulanması,
kazanılmış hak kavramı ile uygun olmayan bir netice elde
edilmesine neden olacağından, Askerî Yargıtay İçtihatları
Birleştirme Kurulunun 5.3.2004 gün ve 2004/1-1 E-K sayılı
ilâmı gereği, sanık aleyhine temyiz bulunmadığından, sanık
lehine haksız tahrik indirimi uygulanmış olması bozma nedeni
yapılmayarak, işaretle yetinilmesi, ancak, sanık hakkında
tayin edilen ağır para cezasının düzeltilerek onanması
gerektiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu, sanık hakkında kurulan
mahkûmiyet hükümlerinin esasıyla ilgili olmayıp, Daire ilâmında,
mağdurun haksız tahrik oluşturan hareketinin bulunmadığına ilişkin
kabulü karşısında, olayda haksız tahrik bulunmadığı kabul edildikten
sonra, haksız tahrik hükümlerine yönelik olarak lehe kanun
değerlendirilmesi yapılmasının gerekip gerekmediğinden ibarettir.
397
Dava dosyasına göre; askerî mahkemece; “sanık Top.Kd.Çvş.
İ.Ü.’nün, mağdur A.İ.’ye karşı asta müessir fiil suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 117/1, TCK’nın 51/1, 59/2, 647 sayılı Kanunun 4/2
ve 6’ncı maddeleri uygulanmak suretiyle sonuç olarak 44.40 YTL ağır
para cezasıyla cezalandırılmasına ...” karar verilirken, mağdurun söz ve
eylemlerinin özellikle nöbet talimatına aykırı davranıp duvara yaslanmış
ve kapüşonunu başına geçirmiş olmasına karşın, bunu yapmadığı
yönünde sanığı yanıltıcı beyanlara yeltenmesinin sanığın suçu
işlemesinde hafif tahrik oluşturduğu değerlendirilerek, TCK’nın 51/1’inci
maddesi uyarınca cezasından 1/4 oranında indirim yapılmıştır.
Hükmün, askerî savcı (sanık lehine), sanık ve müdafii tarafından
temyizleri üzerine, Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesince; sürdürülen temyiz
incelemesi sonucunda; “... Askerî mahkemece, sanık hakkında haksız
tahrikin varlığına dair kabul çerçevesinde, aleyhe temyize gelinmemiş
olunması nedeniyle buna ilişkin kabul ve uygulamanın kazanılmış hak
teşkil ettiği göz önünde bulundurulduğunda, suç tarihinde yürürlükte
olan 765 sayılı TCK’nın haksız tahrike ilişkin hükümleri esas alınarak
kurulan hükümde, sanık hakkında 765 sayılı TCK’nın 51/1’inci maddesi
uyarınca cezasından 1/4 oranında indirim yapılmış olunmasının, 1
Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe konulan 5237 sayılı TCK’nın 29’uncu
maddesi kapsamında ağır ve hafif haksız tahrik ayırımına son verilerek
haksız tahrikin kabulü hâlinde, mahkemeye suçun işleniş şekli göz
önünde bulundurulmak suretiyle 1/4 ile 3/4 arasında indirim
yapılabilmesine imkân tanınmış olmasının sanık lehine yeni hüküm teşkil
ettiği, takdiri ilgilendiren bu hususun ise, 5252 sayılı Kanun ve yerleşik
içtihatlar
doğrultusunda
mahkemesince
duruşma
açılarak
değerlendirilmesi gerektiğini..” kabul etmiş iken,
Başsavcılık, “... Mağdurun haksız tahrik oluşturan bir hareketi
olmadığı hâlde, sanık lehine olarak indirim uygulanmış ve sonuç ceza bu
şekilde belirlenmiştir. Sanık aleyhine temyiz olmaması nedeni ile artık
tertip edilen sonuç ceza, sanık açısından kazanılmış hak teşkil edecektir.
Ancak, daire ilâmında belirtilen kabule göre, yani haksız tahrik
uygulamasının sanık açısından haksız tahrik teşkil ettiği kabul
edildiğinde, askerî mahkeme tarafından, olmayan bir husus yeniden
değerlendirmeye tâbi tutulacak ve 5237 sayılı Kanunda belirtilen azamî
oranda indirim uygulaması hâlinde, sanığın kazanılmış hak olarak
belirlenen netice cezadan daha az bir ceza ile cezalandırılabilecektir. Bu
398
durumda ise kazanılmış hak kavramı ile uygun olmayan bir netice elde
edilmiş olacaktır. Bu bağlamda, Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme
Kurulunun 5.3.2004 gün ve 2004/1-1 E-K sayılı ilâmı gereği, sanık
aleyhine temyiz bulunmadığından, sanık lehine haksız tahrik indirimi
uygulanmış olması bozma nedeni yapılmayarak, işaret edilmesi gerektiği
...” görüş ve düşüncesini öne sürmüştür.
Daireler Kurulumuzca yapılan incelemede; Öncelikle, mağdurun;
“sanığa, uyumadığını söylemesinin” haksız tahrik teşkil edip etmeyeceği
tartışılarak, söz konusu fiilin, haksız tahrik teşkil eden bir olgu olarak
değerlendirilemeyeceği kabul edilmiş,
Ceza yargısında müktesep hak, CMK’nın 307/4 (CMUK’un 326/4)
ve 353 sayılı Kanunun 227/3’üncü maddelerinde; hükmün yalnız sanık
tarafından veya onun lehine diğer kişiler tarafından temyiz edilmesi
hâlinde, yeniden verilecek cezanın önceki cezadan ağır olamayacağı
hükmü getirilmiş olup; bu kural doktrinde “aleyhe bozma yasağı” olarak
adlandırılmaktadır.
Doktrinde (Prof. KUNTER, Ceza Mahkemesi Hukuku 9. Bası No:
514) ve uygulamada bu hakkın sonuç ceza bakımından olduğu kabul
edilmektedir. Nitekim, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun
8.2.1950 gün ve 21/1 sayılı kararında; Asgarî hadden mahkûmiyetine
karar verilmiş olan sanığın verilen hükmü temyiz etmesi üzerine hafif
ceza hükmünü taşıyan fıkraya göre ceza verilmesi hakkındaki Yargıtay
bozma kararına uyulmasından sonra CMUK’un 326’ncı maddesinin
açıklığı karşısında, evvelce verilmiş hüküm ile tayin edilmiş cezadan ağır
olmamak kaydıyla bu fıkradaki cezanın azamî haddiyle ceza verilmesi
mümkün olup kazanılmış hakkın ihlâlinin söz konusu edilemeyeceği
belirtilmiştir.
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 gün ve
1969/1-2 sayılı kararında; kazanılmış hakkın sadece ilk hükümdeki netice
cezayı ve cezaî neticeleri kapsadığı, bunun vasfa, usule, maddî hatalara
teşmil edilemeyeceği kabul edilmiştir. Bu kararlar doğrultusundaki,
Yargıtay Ceza Genel Kurulu ve Özel Dairelerin kararlarıyla, Askerî
Yargıtay Daireler Kurulu ve Dairelerinin kararlarında da kazanılmış
hakkın sonuç cezanın miktar ve nev’ine münhasır olduğu, gerek temel
cezanın tayininde, gerek usul, tahrik, hizmet hâli, teşebbüs ve teselsül
gibi hususlarda kazanılmış hakkın söz konusu olamayacağı açıkça
vurgulanmıştır.
399
353 Sayılı Kanunun 227’nci maddesinin 3’üncü fıkrasıyla,
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 5.3.2004 gün ve
2004/1-1 E-K sayılı ilâmı ile;
“353 sayılı As.Yrg.Us.K’.nın 227/3’üncü maddesinin (.... hüküm
yalnız sanık tarafından veya sanık lehine olarak askerî savcı veya
nezdinde askerî mahkeme kurulan kıt'a komutanı veya kurum amiri
tarafından temyiz edilmişse yeniden verilen hüküm evvelki hükümle tayin
edilmiş olan cezadan daha ağır olamaz) şeklindeki hükmünün, sadece ilk
hükümdeki ceza ve cezaî neticeleri kapsamakta olduğuna, bunun vasfa,
usule, maddî hatalara ve bozma neticesi ilk hükmün var sayılamayacağı
hâllere teşmil edilemeyeceğine;
Hükme müessir olan hukukî bir kuralın uygulanmaması yahut
yanlış uygulanmış olması hâlleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil eden
hâllerde, aleyhe temyiz olmasa bile 227’nci madde ile kabul edilen esas
dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile her hâlde
hükmün bozulması gerektiğine ve Daire kararları arasında beliren
aykırılığın bu suretle birleştirilmesine, karar verilmiş,
Aynı ilâmın 4’üncü maddesi ile de ; “... Aleyhe temyiz yokluğunda,
uygulanmaması gerektiği hâlde haksız tahrik hükümleri uygulanarak
cezadan indirim yapılması ya da hafif yerine ağır haksız tahrik
hükmünün uygulanması şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme müessir
olmadığı sonucuna varılarak bozma nedeni sayılmaması...” kabul
edilmiştir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.11.1998 tarih ve 1/282-348 ve
23.3.2004 tarih ve 6/41-70 sayılı kararlarında ise; “Lehe kanun yolu
davası üzerine aleyhe değiştirmeme kuralından yararlanmış olan ve
böylece hakkında ağır sonuç-ceza uygulanmayan sanığın, önceki
yanılgılı uygulama nedeniyle ortaya çıkan hafif sonuç cezadan ötürü
ikinci kez bir başka biçimde yararlandırılması adalet ve hakkaniyete
uygun olmadığı” görüşü benimsenmiştir.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; Mağdurun
haksız tahrik oluşturan bir hareketi olmadığı hâlde, mahkemece olduğu
kabul edilerek sanık lehine olarak indirim uygulanmış ve sonuç ceza bu
şekilde belirlenmiştir.
400
Sanık aleyhine temyiz olmaması nedeni ile artık tertip edilen sonuç
ceza, sanık açısından kazanılmış hak teşkil edecektir. Ancak, mağdurun
haksız tahrik teşkil eden bir hareketi olmadığı hâlde, askerî mahkemece
sanık lehine haksız tahrik hükmünün uygulanması Dairece isabetsiz
bulunmasına rağmen, bozmadan sonra askerî mahkeme tarafından,
olmayan bir husus yeniden değerlendirmeye tâbi tutulacak ve 5237 sayılı
Kanunda belirtilen azamî oranda indirim uygulanması hâlinde, sanığın,
kazanılmış hak olarak belirlenen netice cezadan daha az bir ceza ile
cezalandırılabilecektir. Bu durumda ise kazanılmış hak kavramı ile uygun
olmayan bir netice elde edilmiş olacaktır.
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 5.3.2004 gün ve
2004/1-1 E-K sayılı ilâmı gereği, sanık aleyhine temyiz
bulunmadığından, sanık lehine haksız tahrik indirimi uygulanmış olması
bozma nedeni yapılmayarak, işaretle yetinilmesi, ancak, sanık hakkında
tayin edilen ağır para cezasının düzeltilerek onanması gerektiği sonucuna
varılmakla, Askerî Yargıtay Başsavcılığınca yapılan itirazın kabulü ile,
Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesi’nin 3.4.2007 gün ve 2007/547-547 E.K.
sayılı; mahkûmiyet hükmünün; haksız tahrikle ilgili lehe kanun
değerlendirmesinin temini amacıyla bozulmasına ilişkin 3.4.2007 gün ve
2007/547-547 E.K. sayılı kararının kaldırılmasına ve mahkûmiyet
hükmünde yer alan; “sanığın, 44.40 YTL ağır para cezasıyla
mahkûmiyetine” ilişkin kısmının, “sanığın 36 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına” şeklinde düzeltilmek suretiyle onanmasına karar
verilmiştir.
401
ASMKYUK
Mad. 227/3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/82
K. No. : 2007/78
T.
: 14.6.2007
ÖZET
Sanık aleyhine temyize gelinmemesi hâlinde, yeniden
verilecek hükmün önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan
daha ağır olamayacağına ilişkin olan 353 sayılı Kanunun
227/3’üncü maddesinin; sadece ilk hükümdeki ceza ve cezaî
neticeleri kapsadığı; bu durumun vasfa, usule, maddî hatalara,
bozma neticesi ilk hükmün var sayılamayacağı hâllere ve işbu
davada olduğu gibi görevsizlik kararlarına teşmilinin mümkün
olmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; üste hakaret
suçundan hakkında kamu davası açılan sanığın eyleminin
hoşnutsuzluk yaratmak disiplin suçunu oluşturduğu kabul edilerek
verilen görevsizlik kararının aleyhe temyiz edilmeyip sadece sanık
tarafından temyiz edilmesi nedeniyle Dairece bozulması üzerine üste
hakaret suçundan verilen mahkûmiyet hükmü açısından sanığın
cezada kazanılmış hakkının bulunup bulunmadığının belirlenmesine
ilişkindir.
Daire; sanığın eyleminin hoşnutsuzluk yaratmak disiplin suçunu
oluşturduğu gerekçesiyle daha önce verilen görevsizlik kararının aleyhe
temyiz edilmemiş olması karşısında, Disiplin Mahkemesince düşme
kararı verilecek olması nedeniyle, askerî mahkemece hükmedilen cezanın
infazına yer olmadığına karar verilmesi gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanık aleyhine temyize gelinmemesi nedeniyle
yeniden verilecek hükmün önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan
fazla olamayacağına ilişkin kuralın, sadece ilk hükümdeki ceza ve cezaî
neticeleri kapsadığını ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
402
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın, 13.6.2004 tarihinde
gazinoda mağdur Uz.J.III.Kad.Çvş. Y.Ö. tarafından davranışları
konusunda ikaz edildiği, gazinodan ayrılıp merdivenlerden çıkarken “a....
koyacağım, Yaşar Uzman Çavuşu döveceğim” şeklinde söylendiği, daha
sonra gittiği koğuşta dolabındaki eşyalarını düzeltirken de “a....
koyduğumun çocuğu, s.k. edeceğim Yaşar Uzman Çavuşu” şeklinde
konuşmalarını sürdürdüğü, koğuşta sarf ettiği sözlerin bizzat mağdur
tarafından da duyulduğu, sanığın da ikrarda bulunarak mağdura
istemeyerek küfür ettiğini söylediği birlikte değerlendirildiğinde tanık
ifadelerinin de aynı yönde olduğu, sanığın sarf ettiği sözlerin mağdura
yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Sanığın, üstü olan mağdura yönelik olarak sarf ettiği ve açıkça
küfür içeren yukarıda belirtilen sözlerin, mağdurun namus, vakar,
haysiyet ve otoritesini küçük düşürücü, onurunu zedeleyici nitelikte
bulunduğu kuşkusuz olup, askerî mahkemece; görevsizlik kararının
bozulmasına ilişkin Daire kararı doğrultusunda eylemin üste hakaret
suçunu oluşturduğunun kabulünde bir isabetsizlik söz konusu değildir.
Uyuşmazlık konusunun çözümüne geçmeden önce yasal
düzenlemenin gözden geçirilmesi gerekmektedir.
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik “Davaya yeniden
bakacak askerî mahkemenin yetkisi” başlıklı 227/3’üncü maddesi;
“Hüküm, yalnız sanık tarafından veya onun lehine askerî savcı veya
teşkilâtında askerî mahkeme bulunan kıt’a komutanı veya askerî kurum
amiri veya 196’ncı maddede gösterilen kimselerce temyiz edilmiş ise,
yeniden verilen hüküm, önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan daha
ağır olamaz.” hükmünü içermekte olup; yürürlükten kaldırılan 1412
sayılı CMUK’un 326/3’üncü maddesinde olduğu gibi, 5271 sayılı
CMK’nın 307/4’üncü maddesinde de aynı yönde düzenleme yer
almaktadır.
Doktrin ve uygulamada “Aleyhe bozma yasağı” (aleyhe bozmama
zorunluluğu) ve “Kazanılmış hak” (ceza miktarı yönünden kazanılmış
hak) olarak nitelendirilen ve dayanağını yargılama kanunlarının yukarıda
belirtilen maddelerinin oluşturduğu kavramların açıklanmasında yarar
bulunmaktadır.
403
“... Aleyhe bozmama zorunluluğu: İlgililerin yerel mahkemelerce
verilen kararlara karşı başvurdukları temyiz olağan bir yasa yolu
davasıdır. Temyiz davası yalnız sanık tarafından veya onun lehine
...ilgiller tarafından açıldığında, sonucu ağırlaştırıcı, bir başka anlatımla
aleyhe sonuç verici düzeltmelerin yapılmaması ilkesine aleyhe bozmama
zorunluluğu denilir.
Ceza miktarı yönünden kazanılmış hak: Sanık veya yargılama
yasasında öngörülen ilgililer tarafından temyiz davası açıldığında lehe
bozma üzerine yeniden kurulan hükümle belirlenen cezanın ve sonucun
önceki hükümle belirlenen cezadan ve sonuçtan daha ağır olmamasıdır.
Kavramları bu şekilde tanımladıktan sonra özetleyecek olursak,
aleyhe bozmama zorunluluğu, hükmün temyiz incelemesine başlarken
bakış açısını belirleyen bir usul kuralıdır. Ceza yönünden kazanılmış hak
ise lehe bozmadan sonra ceza miktarının sınırını belirleyen bir yargılama
yasası ilkesidir. İkisi de aynı amaca yönelik birbirine yakın ve aynı
hukukî görüşten kaynaklanan, ancak değişik hukukî yapıları olan
uygulama aşamaları, farklı usul kurumlarıdır. ...” (Yargıtay Ceza Genel
Kurulunun 28.9.1992 tarihli ve 1992/5-190-237 sayılı kararı)
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun uyuşmazlık
konusu ile ilgili olup hâlen bağlayıcılığının sürdüğünde kuşku
bulunmayan 15.1.1969 tarihli ve 1969/1-2 sayılı kararında; “...353 sayılı
As.Yrg.Us.K.’nın 227/3’üncü maddesinin (...hüküm, yalnız sanık
tarafından veya onun lehine askerî savcı veya teşkilâtında askerî
mahkeme bulunan kıt’a komutanı veya askerî kurum amiri tarafından
temyiz edilmiş ise, yeniden verilen hüküm, önceki hükümle belirlenmiş
olan cezadan daha ağır olamaz” şeklindeki hükmünün, sadece ilk
hükümdeki ceza ve cezaî neticeleri kapsamakta olduğuna, bunun vasfa,
usule, maddî hatalara ve bozma neticesi ilk hükmün var sayılamayacağı
hâllere teşmil edilemeyeceğine,...” hükmolunmuştur.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.5.1982 tarihli ve 1982/6-28216 sayılı kararında; “... CMUK’un 326’ncı maddesinin 2’nci fıkrası: “
hüküm yalnız mahkûm tarafından veya onun lehine C. Müddeiumumisi
veya 291’inci maddede gösterilen kimseler tarafından temyiz edilmişse
yeniden verilen hüküm evvelki hükümle verilen cezadan daha ağır
olamaz” şeklindedir. Maddede sözü geçen cezadan, TCK’nın 11’inci
maddesinde sayılı cezaların kastedildiği kuşkusuzdur. Maddenin bu açık
404
hükmü karşısında, cezanın nevi ve miktarı dışında kalan hususları da
kazanılmış hakkın (aleyhe bozma kuralının) kapsamına almak
olanaksızdır. Yargıtayın istikrar bulmuş önceki kararlarında da
kazanılmış hak ilkesinin yalnız cezanın nevi ve miktarına hasredildiği ve
bunun dışındaki kanuna aykırı hâllerin bozma nedeni sayıldığı, başka bir
ifade ile lehe temyize rağmen aleyhe bozmaların vaki olduğu ve cezanın
nevi ve miktarına dokunulmadan sanığın durumunu ağırlaştıran
düzeltmelerin yapıldığı görülmektedir. ...” şeklinde açıklamalar yer
almaktadır. (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 22.1.1979 tarihli ve 1978/9474, 1979/19 sayılı, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 3.6.1999 tarihli
ve 1999/112-122 sayılı, 3.6.1999 tarihli ve 1999/106-120 sayılı,
27.5.1999 tarihli ve 1999/128-115 sayılı, 30.5.1996 tarihli ve 1996/88-84
sayılı kararlarında da kazanılmış hakkın sonuç cezanın miktar ve nevine
münhasır olduğu, bu durumun dışında usul, vasıf, temel cezanın tayin ve
takdiri, tahrik, hizmet hâli, teşebbüs, teselsül gibi konularda kazanılmış
haktan söz edilemeyeceği açıkça vurgulanmıştır).
Askerî mahkemece dava konusu eylemin disiplin suçunu
oluşturduğu kabul edilerek, verilen görevsizlik kararı üzerine Disiplin
Mahkemesince bu yönde hüküm kurulabileceği gibi, aksine eylemin
askerî mahkemenin görevine giren bir suç oluşturduğunun kabulü ile
disiplin mahkemesince de görevsizlik kararı verilebileceği, bu durumda
askerî mahkeme ile disiplin mahkemesi arasında çıkan olumsuz görev
uyuşmazlığının 353 sayılı Kanunun 31’nci maddesine kıyasen Askerî
Yargıtay tarafından çözümleneceği açık olup, bu durumda da kamu
düzenine ilişkin olup öncelik içeren görev konusu nedeniyle cezada
kazanılmış haktan söz edilemeyeceği gibi, esasen önceki hükümle
(görevsizlik kararıyla) verilmiş bir ceza olmadığından, yeniden verilecek
hükümdeki ceza ile karşılaştırma yapılması da söz konusu değildir.
Diğer taraftan; CMK’nın 223/1’inci maddesinde; beraat, ceza
verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbirine hükmedilmesi,
davanın reddi ve düşmesine ilişkin kararların hüküm sayılacağı, aynı
maddenin (10)’uncu fıkrasında ise, görevsizlik kararının kanun yolu
bakımından hüküm niteliğinde bulunduğu belirtilmiş olup; 353 sayılı
Kanunun 227/3’üncü maddesinin anılan Kanun maddesi karşısında geniş
yorumlanmasına, görevsizlik kararının da cezada kazanılmış hak
oluşturduğunu kabule olanak bulunmamaktadır.
405
Açıklanan nedenlerle; sanık hakkında üste hakaret suçundan
verilen mahkûmiyet hükmünün, Dairece; sanığın eyleminin 477 sayılı
Kanunun 57’nci maddesinde düzenlenen hoşnutsuzluk yaratmak suçunu
oluşturduğu gerekçesiyle daha önce verilen görevsizlik kararının aleyhe
temyiz edilmemiş olması karşısında, disiplin mahkemesince düşme kararı
verilecek olması nedeniyle, askerî mahkemece hükmedilen cezanın
infazına yer olmadığına karar verilmesi gerektiği kabul edilerek
uygulama yönünden bozulmasına karar verilmiş ise de;
Sanık aleyhine temyize gelinmemesi hâlinde yeniden verilecek
hükmün önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan daha ağır
olamayacağına ilişkin olan 353 sayılı Kanunun 227/3’üncü maddesinin;
sadece ilk hükümdeki ceza ve cezaî neticeleri kapsadığı; bu durumun
vasfa, usule, maddî hatalara, bozma neticesi ilk hükmün var
sayılamayacağı hâllere ve işbu davada olduğu gibi görevsizlik kararlarına
teşmilinin mümkün olmadığı sonucuna varıldığından; Başsavcılık
itirazının kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına, temyiz nedenlerinin
reddine, mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
406
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/109
K. No. : 2007/99
T.
: 20.9.2007
ÖZET
Askerî mahkemece; sanığın bozmaya karşı beyanı tespit
edilirken ibraz ettiği olay yerine ait fotoğraflar, duruşmada
incelendikten sonra, direnmeye ilişkin beraat hükmünde ilk
kez yeni delil olarak gösterilip değerlendirilmiş olması sonucu
verilen hükmün direnme değil, eylemli uyma (sebat)
niteliğinde olduğu sonucuna varılmıştır.
Daireler Kurulu önüne getirilen uyuşmazlığın, 353 sayılı
ASMKYUK’nın 227/2 ve 1600 sayılı Askerî Yargıtay Kanununun
22/1’inci maddeleri gereğince direnme hükmü niteliğinde olup
olmadığının öncelikli mesele olarak ele alınıp tartışılması gerekmektedir.
Askerî mahkeme; 22.12.2005 tarihli ilk mahkûmiyet hükmünde
sanık hakkında asta müessir fiil suçundan delil yetersizliği nedeniyle
beraat kararı vermiş, beraat hükmünün, Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
19.9.2006 tarihli, 2006/1112-1106 esas ve karar sayılı kararı ile suçun
sübut bulduğu gerekçesiyle bozulması üzerine, bu defa bozmaya karşı
tarafların beyanlarını aldıktan (Bu arada sanığın istinabe mahkemesinde
bozmaya karşı beyanda bulunurken sunduğu, olay yerine ait fotoğrafları
inceledikten) sonra, 1.3.2007 tarihinde, önceki beraat hükmünde
direnilmesine karar vermiştir. Askerî mahkeme, direnme gerekçesinde
sanığın bozmadan sonra sunduğu olay yerine ait fotoğrafları delil olarak
gösterip, bunları ilk kez tartışıp değerlendirmiştir.
407
Daireler Kurulunun 14.7.2005 tarihli, 2005/77-77 esas ve karar sayılı
kararında izah edildiği üzere; 353 sayılı ASMKYUK’nın 227’nci
maddesinde düzenlenen “Direnme kararının” özellikleri konusunda bir
açıklık bulunmamakla birlikte, yüksek yargı organlarının yerleşik
kararlarında, ilk karar ile direnilmek suretiyle tesis edilen ikinci kararın
farklı olmaması şartı aranmakta, bozmadan önce tartışılmayan hususların
bozmadan sonra tartışılması, yeni delillere dayanılması, ilk kararda
olmayan yeni ve değişik gerekçelerle hükme varılması hâllerinde,
incelemeye esas son hükmün direnme kararı niteliği taşımayıp “Bozmaya
eylemli uyma” (sebat) sonucu verilmiş yeni bir karar olduğu kabul
edilmektedir. Nitekim, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 23.1.2007 tarihli,
2006/9-939 esas, 2007/7 karar sayılı kararında, özel daire denetiminden
geçmeyen bir hususun ilk kez Ceza Genel Kurulunda ele alınmasının
olanaksız olduğuna karar verilmiştir.
Bu nedenlerle:
Askerî mahkemece; sanığın bozmaya karşı beyanı tespit edilirken
ibraz ettiği olay yerine ait fotoğraflar, duruşmada incelendikten sonra,
direnmeye ilişkin beraat hükmünde ilk kez yeni delil olarak gösterilip
değerlendirilmiş olması sonucu verilen hükmün direnme değil, eylemli
uyma (sebat) niteliğinde olduğu sonucuna varıldığından, temyiz
incelemesinin yapılabilmesi için dosyanın Daireye gönderilmesine karar
verilmiştir.
408
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/111
K. No. : 2007/111
T.
: 18.10.2007
ÖZET
Askerî mahkemece, bozmadan sonra 18.10.2005
tarihinde yapılan duruşmada “bozma ilâmına uyulmasına”
karar verilmiş olmakla önceki mahkûmiyet hükmünün ortadan
kalkmış olması, aynı duruşmada yazılı belgelerin okunup
tarafların bu belgelere ve soruşturmanın genişletilmesine
ilişkin beyanlarının tespit edilmesi, ardından duruşmanın
bırakıldığı 8.11.2005 tarihli oturumda askerî savcının esas
hakkındaki görüşünü bildirmesinden sonra sanık ve sanık
müdafiinin savunmalarının tespit edilmesi ve sanığın bu
doğrultudaki dilekçesinin alınarak dosyaya konulması gibi
yeni yargılama faaliyetine girişilmiş olması; bozmadan sonraki
hükümde açıkça bozma kararına direnildiğinden veya bir
direnme kararı verildiğinden söz edilmemesi ve “Tnk.Bçvş.
M.D. ile sanığın eylemlerinin aynı olması nedeniyle zimmet
suçundan bu kişi hakkında verilen ve onanan mahkûmiyet
hükmündeki gerekçeler doğrultusunda sanık hakkında da aynı
hükmün verildiği” şeklinde önceki hükümde yer almayan yeni
bir gerekçeye yer verilmesi dikkate alındığında, bozma ilâmına
uyulduktan sonra yapılan yargılama faaliyetinden sonra aynı
suç vasfıyla kurulan mahkûmiyet hükmünün direnme
niteliğinde olmayıp, yeni bir hüküm olduğu sonucuna
varılmıştır.
Dava nedeniyle ortaya çıkan ve çözümlenmesi gereken
uyuşmazlık; sanığın sübuta erdiği kabul edilen eyleminin, “memuriyet
görevini kötüye kullanmak” suçunu mu, yoksa “müteselsilen zimmet”
suçunu mu oluşturacağına ilişkin ise de;
409
Daire, sanığın eyleminin, “memuriyet görevini kötüye
kullanmak” suçunu oluşturduğunu kabul ederek hükmü bozmuş; askerî
mahkeme ise, bozma ilâmına uyduktan sonra yine sanığın eyleminin
“zimmet” suçunu oluşturduğunu kabul ederek aynı mahkûmiyet
hükmünü kurmuştur.
Sanık ve sanık müdafiinin temyizleri üzerine Daire, ara kararında,
söz konusu hükmün eylemli direnme kararı niteliğinde olduğunu kabul
etmesi nedeniyle Daireler Kuruluna intikal ettirilen dosyadaki
uyuşmazlık konusunun irdelenmesine geçilmeden önce, inceleme konusu
hükmün “direnme” niteliğinde mi, yoksa, yeni hüküm niteliğinde mi
olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekmiştir.
Dairenin bozma kararından sonra, askerî mahkemece, bozma
ilâmına uyup uymama konusunda bir karar vermek üzere icra edilen
18.10.2005 tarihli duruşmada; bozma ilâmı okunup, sanığın, sanık
müdafiinin ve askerî savcının bozmaya karşı diyeceklerinin tespit
edilmesinin ardından bozmaya uyulduğu;
Uyma kararı verildikten sonra dosya içindeki belgelerin ilk
sıradan son sıraya okunduğu, okunan belgelere karşı tarafların
diyeceklerinin sorulduğu, soruşturmanın genişletilmesi hususunda
sanığın ve sanık müdafiinin beyanları tespit edildikten ve soruşturmanın
genişletilmesine mahkemece de gerek görülmediği tutanağa geçirildikten
sonra, istemi üzerine bu husustaki taleplerini bildirmek üzere askerî
savcıya mehil verilerek ve istemi üzerine sanığın duruşmalardan vareste
tutulmasına karar verilerek, duruşmanın 8.11.2005 tarihine bırakılmasına
karar verildiği;
8.11.2005 tarihli duruşmada; askerî savcının, soruşturmanın
genişletilmesi yönündeki beyanlarının ve ardından esas hakkındaki
görüşünün alındığı, duruşmada hazır bulunan sanığın ve sanık
müdafiinin, esas hakkındaki görüşe karşı savunmaları ve diyecekleri
tespit edilip, sanığın hazırladığı bir sahifeden ibaret yazılı savunmasının
alınıp okunduktan sonra dosyaya dâhil edildiği, daha sonra sanığa son
sözünün verildiği ve ardından duruşmanın bırakıldığı 6.12.2005 tarihli
duruşmada, bozulan ilk hüküm gibi, sanığın eyleminin müteselsilen
zimmet suçunu oluşturduğu sonucuna varılmak ve önceki hükümden
farklı olarak, ağır hapis cezasının hapis cezası olarak, ödetme kararı
verilen işletme zararının TL yerine YTL cinsinden tayin edildiği, ayrıca,
492 sayılı Kanuna göre nispî harca hükmedilmek suretiyle mahkûmiyet
kararı verildiği görülmektedir.
410
Bu durumda; Askerî mahkemece, bozmadan sonra 18.10.2005
tarihinde yapılan duruşmada “bozma ilâmına uyulmasına” karar verilmiş
olmakla önceki mahkûmiyet hükmünün ortadan kalkmış olması, aynı
duruşmada yazılı belgelerin okunup tarafların bu belgelere ve
soruşturmanın genişletilmesine ilişkin beyanlarının tespit edilmesi,
ardından duruşmanın bırakıldığı 8.11.2005 tarihli oturumda askerî
savcının esas hakkındaki görüşünü bildirmesinden sonra sanık ve sanık
müdafiinin savunmalarının tespit edilmesi ve sanığın bu doğrultudaki
dilekçesinin alınarak dosyaya konulması gibi yeni yargılama faaliyetine
girişilmiş olması; bozmadan sonraki hükümde açıkça bozma kararına
direnildiğinden veya bir direnme kararı verildiğinden söz edilmemesi ve
“Tnk.Bçvş. M.D. ile sanığın eylemlerinin aynı olması nedeniyle zimmet
suçundan bu kişi hakkında verilen ve onanan mahkûmiyet hükmündeki
gerekçeler doğrultusunda sanık hakkında da aynı hükmün verildiği”
şeklinde önceki hükümde yer almayan yeni bir gerekçeye yer verilmesi
dikkate alındığında, bozma ilâmına uyulduktan sonra yapılan yargılama
faaliyetinden sonra aynı suç vasfıyla kurulan mahkûmiyet hükmünün
direnme niteliğinde olmayıp, yeni bir hüküm olduğu sonucuna
varıldığından, temyiz incelemesinin Dairece yapılabilmesi için dosyanın
Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
411
ASMKYUK
Mad. 228
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/75
K. No. : 2007/75
T.
: 7.6.2007
ÖZET
Yaptırılan soruşturma sonunda, hükümlünün (askerî
eşyayı kasten tahrip suçundan), sonradan tespit edilen
askerliğe elverişsizlik hâlinin suç tarihini de kapsadığının
anlaşıldığı, bu bağlamda 353 sayılı Kanunun 17’nci maddesi
gereğince askerî mahkemelerde yargılanmayı gerektiren
ilginin kesilmesi nedeniyle, yüklenen suçun vasıf değiştirerek,
eylemin “Nası ızrar” suçunu oluşturabileceği, bu suçtan
yargılama görevinin ise, adliye mahkemelerine ait olduğu,
yargılama sırasında dava dosyasında bulunmayan ve
dolayısıyla mahal mahkemesince irdelenip değerlendirilmeyen
sağlık kurulu raporu ile ek raporunun yeni delil niteliğinde
oldukları ve bunların görevli ve yetkili mahkemesince
değerlendirilmesi gerektiğinden, yargılamanın yenilenmesine
karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; hükümlü vasiinin yargılamanın
yenilenmesi talebinin, esaslı ve kabul edilebilir nitelikte bulunup
bulunmadığına ilişkindir.
Daire; “... sanığın, hakkında hüküm kurulan, askerî eşyayı kasten
tahrip etmek suçundan daha ağır cezayı gerektiren bir suçla yargılanması
ihtimalî bulunmakta ise de, yargılama sırasında dava dosyasında
bulunmayan ve dolayısıyla mahal mahkemesince irdelenip
değerlendirilmeyen sağlık kurulu raporu ile ek raporunun yeni delil
niteliğinde oldukları ve hükümlünün suç tarihini kapsayacak şekilde
askerliğe elverişsiz olduğu gözetildiğinde, yargılamanın yenilenmesini ve
yeniden duruşma açılmasını ...” kabul etmiş iken,
412
Başsavcılık; “... Hükümlünün beraatini veya daha hafif cezayı
gerektiren kanun hükmünün uygulanmasını gerektiren bir durumunun söz
konusu olmadığı, dolayısıyla hükümlü vasiinin yargılamanın yenilenmesi
talebinin, hükümlü lehine bulunmadığı anlaşıldığından, yargılamanın
yenilenmesi isteminin kabule değer olmadığı...” görüş ve düşüncesini öne
sürmüştür.
Hükümlünün lehine yargılamanın yenilenmesi ile ilgili
düzenlemenin yapıldığı 353 sayılı Kanunun 228/E maddesinde “yeni
vakalar veya yeni deliller ileri sürülüp de bunlar yalnız başına veya daha
önce irat edilen delillerle birlikte göz önünde tutuldukları takdirde
hükümlünün beraatini veya daha hafif cezayı gerektiren kanun
hükmünün uygulanması ile hükümlülüğü gerektirebilecek nitelikte
olursa” denilerek yeni vakıa veya yeni delillerin hangi hâl ve şartlarda
hükümlü lehine yargılamanın yenilenmesi sebebi teşkil edeceği
gösterilmiştir.
Anılan maddede sözü edilen yeni delil veya vakıa sadece hükümlü
için yeni delil değil, hüküm kuran mahkeme için yeni delil veya vakıa
olmalı, mahkeme dava dosyasında bulunmayan o delili görmediği veya
yeni vakıa ile ilgili bilgi ve belgeler dosyaya intikal etmemiş olması
nedeniyle yeni delil veya vakıadan haberdar olmadığı için
değerlendirmeye alamamış ve o şekilde karar vermiş olmalıdır.
Dava dosyasına göre; 9’uncu Piyade Tümen Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 1.7.2004 gün ve 2004/1153-469 sayılı hükmü ile,
hükümlü S.O.’nun 15.6.2004 tarihinde askerî eşyayı kasten tahrip etmek
suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 130/1, mülga
647 sayılı Kanunun 4 ve 5’inci maddeleri gereğince 1.336.500.000 TL
ağır para cezası ile cezalandırılmasına, bu cezanın 24 eşit taksit hâlinde
tahsiline ve taksitlerden birisi zamanında ödenmediği takdirde kalan
miktarın bir defada ve 6183 sayılı Kanunun 51’inci maddesine göre
hesaplanacak gecikme faizi ile beraber tahsiline karar verildiği; bu
hükmün, taraflarca temyiz edilmeyerek 9.7.2004 tarihinde kesinleştiği;
Kesinleşen bu hükmün infazı aşamasında askerî savcılığın talebi
üzerine, 28.3.2005 gün ve 2004/1153-469 sayılı D.İ.A. karar ile hükmün
infazının 1.6.2005 tarihine kadar durdurulduğu,
413
5237 sayılı TCK’nın 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe girmesinden
sonra, askerî mahkemece, 13.7.2005 gün ve 2004/1153-469 sayılı, itiraza
konu D.İ.A. karar ile, hükümlü hakkında tayin edilmiş bulunan hapis
cezasının lehe hükümler içeren 5237 sayılı TCK’nın 50/1, 4421 sayılı
Kanunun 3, 5252 sayılı Kanunun 5 ve 5083 sayılı Kanunun 2/son
maddeleri gereğince günlüğü 11 YTL’den adlî para cezasına çevrilerek,
hükümlünün, sonuç olarak 990.00 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına, hükümlünün ödemiş bulunduğu 167.20 YTL
tutarındaki miktarın adlî para cezasından mahsubuna ve kalan miktarın
5237 sayılı TCK’nın 52/4’üncü maddesi gereğince 24 eşit taksitle
tahsiline karar verildiği;
Bu kararın, hükümlünün annesine 25.4.2006 tarihinde tebliğ
edildiği, hükümlünün annesi S.O.’nun sulh hukuk mahkemesince
verilmiş 17.2.2006 tarihli vasii tayin kararını da ekleyerek, yasal süresi
içinde sunduğu dilekçesi ile, D.İ.A. kararın ilgisini vererek mahkûmiyet
hükmüne karşı, temyiz talebiyle, esasa yönelik sebepler ileri sürerek,
itirazda bulunduğu anlaşılmıştır.
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 14.6.2006 gün ve 2006/10631048 sayılı kararı ile, hükümlü vasiinin yukarıda açıklandığı üzere,
yargılamanın yenilenmesi istemi niteliğindeki talebinin esas itibariyle
kabul edilerek, hükümlünün askerliğe elverişsizlik hâlinin, yüklenen suçu
işlediği tarihlerde de mevcut olup olmadığı ve cezaî ehliyetinin tespitine
yönelik soruşturma için Sarıkamış 9’uncu Motorlu Piyade Tugay
Komutanlığı Askerî Savcılığı görevlendirilmiştir.
Askerî savcılıkça yapılan soruşturma çerçevesinde; Hükümlü
hakkındaki Sarıkamış Askerî Hastahanesi Baştabipliğince; hükümlüye
değişik zamanlarda verilmiş sağlık kurulu raporları ve adlî raporlar ile
Diyarbakır Devlet Hastahanesi Baştabipliğinde gördüğü tedaviye ilişkin
sağlık kurulu raporları, hükümlü ile ilgili askerî mahkemede yargılandığı
diğer dosyalarda, şube ve kıt’a şahsî dosyasında bulunan bütün sağlık
raporları toplandıktan sonra, 5.10.2004 gün ve 743 sayılı, hükümlünün
19.8.2004 tarihinden itibaren askerliğe elverişli olmadığına ilişkin sağlık
kurulu raporunun da gönderilmesi suretiyle yaptırılan inceleme
sonucunda, hükümlünün askerliğe elverişsizlik hâlinin 1.6.2004 tarihinde
(yani suç tarihinden önce) oluştuğu ve Sarıkamış Asker Hastahanesi
Baştabipliğinin 22.12.2006 tarihli yazısı ekindeki “Ek Sağlık Kurulu
Raporu” ile “suç tarihlerinde, TCK’nın 32/1-2’nci maddelerinden
yararlanamayacağı” şeklinde görüş belirtildiği anlaşılmıştır.
414
Hükümlü Ter.Top.Er S.O.’nun vasisi tarafından yapılan
yargılamanın yenilenmesi talebinin esas itibariyle kabulünü müteakip
yaptırılan soruşturma sonunda hükümlünün sonradan tespit edilen
askerliğe elverişsizlik hâlinin suç tarihini de kapsadığının anlaşıldığı, bu
durumda hükümlü, askerî şahıs sıfatını kaybettiğinden, 353 sayılı
Kanunun 17’nci maddesi gereğince askerî mahkemelerde yargılanmayı
gerektiren ilginin kesilmesi nedeniyle, hükümlünün askerî eşyayı kasten
tahrip etmek suçunun vasıf değiştirerek, eylemin “Nası ızrar” suçunu
oluşturabileceği, bu suçtan yargılama görevinin ise, adliye
mahkemelerine ait olduğu, yargılama sırasında dava dosyasında
bulunmayan ve dolayısıyla mahal mahkemesince irdelenip
değerlendirilmeyen sağlık kurulu raporu ile ek raporunun yeni delil
niteliğinde oldukları ve bunların görevli ve yetkili mahkemesince
değerlendirilmesinin gerektiği, 353 sayılı Kanunun 228’inci maddesi
uyarınca yargılamanın lehe yenilenmesi üzerine yapılacak yargılama
sonunda hükümlü hakkında unsurları farklı olan nası ızrar suçundan
dolayı beraat kararı verilebileceği gibi, mahkûmiyet hâlinde evvelki
hükümde yer alan cezadan daha ağır bir ceza verilemeyeceği kuralı da
dikkate alındığında, hükümlü hakkında, 9’uncu Piyade Tümen
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 1.7.2004 gün ve 2004/1153-469
sayılı dava dosyası ile ilgili olarak yargılamanın yenilenmesine, 9’uncu
Piyade Tümen Komutanlığı Askerî Mahkemesinde yeniden duruşma
açılmasına ilişkin olan Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 20.3.2007 gün
ve 2007/225-426 E.K. sayılı kararında, herhangi bir isabetsizlik
bulunmadığı sonucuna varıldığından, Başsavcılığın nası ızrar suçunun
daha ağır cezayı gerektirmesi nedeniyle hükümlü lehine olarak
yargılamanın yenilenmesi şartlarının bulunmadığına ilişkin itirazının
reddine karar verilmiştir.
415
ASMKYUK
Ek Madde: 1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/45
K. No. : 2007/45
T.
: 3.5.2007
ÖZET
Sanığın
sorgusunun
saptandığı
ve
hakkındaki
mahkûmiyet hükmünün kurulduğu tarihler itibarıyla, 5271
sayılı CMK hükümlerinin askerî mahkemelerde yapılan
yargılamalarda da uygulanmasının ancak 353 sayılı Kanunun
özel olarak gönderme yaptığı hâllerde veya 353 sayılı Kanunda
hiçbir düzenleme yapılmamış olan hâllerde mümkün olması,
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesiyle CMK’ya yapılan ve 353 sayılı Kanunda aksine
hüküm bulunmayan hâllerde, sınırlı bazı müesseseler dışında
CMK hükümlerinin askerî yargıda da uygulanacağına ilişkin
düzenlemelerin 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe girmiş olduğu
dikkate alındığında, sanığın, askerî mahkemede sorgusunun
ayrıntılı olarak saptanması, kendisini yeterince savunmuş
olması, tanık anlatımlarına karşı beyanlarda bulunması,
savunma hakkının kısıtlandığı yönünde de özel bir temyiz
nedeninin bulunmaması karşısında; yapılan uygulama ile
sanığın savunma hakkının kısıtlanmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; askerî mahkemece sanığın sorgusu
saptanırken yasal hakları kapsamında, sanığa, müdafii seçme hakkının
bulunduğu, onun hukukî yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade
veya sorgusunda hazır bulunabileceği bildirilerek, müdafii seçecek
durumda olmadığı ve bir müdafii yardımından faydalanmak istediği
takdirde kendisine baro tarafından bir müdafii görevlendirileceğinin
hatırlatılmamasının usule aykırılık oluşturup oluşturmayacağına
ilişkindir.
416
Daire; sanığa müdafii seçme ve onun hukukî yardımından
yararlanmaya ilişkin hakları ve bu hakkın kullanılmasına ilişkin
yöntemin sanığa açıklanmamış olmasının usule aykırı olduğunu ve bu
durumun hükmün bozulması gerektirdiğini kabul ederken;
Başsavcılık; belirtilen konuda 353 sayılı Kanunda yapılan
değişikliğin 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe girdiğini, usul kanunlarının
geçmişe yürümediklerini, bu kanunların derhâl uygulanması gereken
kanunlar olduğunu ve ancak yürürlüğe girdikleri tarihten itibaren
görülmekte olan soruşturma ve kovuşturmalarda uygulanacaklarını ileri
sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyası incelendiğinde; 26.6.2006 tarihinde askerî
mahkemede yapılan duruşmada, sanığın kimliğinin saptanmasından
sonra, daha önce iddianame tebliğ edilmemiş olan sanığa huzurda
iddianamenin tebliğ edildiği, yasal hazırlık süresi açıklanarak sanıktan
sorulduğunda, suçlamayı anladığını, yasal hazırlık süresinden
vazgeçtiğini beyan etmesi üzerine iddianame okunarak sanığın
sorgusunun saptandığı, daha sonra olayla ilgili olarak mağdurun da
aralarında bulunduğu yedi tanığın anlatımlarına başvurulduğu, sanığın
adlî gözlem altına alınmasına gerek olup olmadığına ilişkin olarak
bilirkişi dinlenildiği, sanığa her bir tanığın anlatımından ve bilirkişi
mütalâasından sonra söz verildiği, sanığın da tanık anlatımlarına ve
bilirkişi mütalâasına karşı beyanlarda bulunduğu, oturum sonunda
sanığın adlî gözlem altına alınmasına ve bir tanığın ifadesinin saptanması
için talimat yazılmasına karar verilerek duruşmanın 18.7.2006 tarihine
bırakıldığı, eksikliklerin tamamlanmasından sonra belirtilen tarihte sanık
hakkında hüküm kurulduğu görülmektedir.
Öncelikle, sanığın sorgusunun yapıldığı ve hakkındaki mahkûmiyet
hükmünün kurulduğu tarihlerde 353 sayılı Kanunda, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu ile getirilen hükümlere uygunluk sağlamaya
yönelik olarak henüz bir düzenleme yapılmamış olup, sanık hakkındaki
yargılama 353 sayılı Kanunda öngörülen usul ve esaslara göre yürütülüp
sonlandırılmıştır. Anılan tarihler itibariyle 5271 sayılı CMK’nın askerî
mahkemelerde yapılan yargılamalarda da uygulanması az sayıdaki
hukukî müessese ile sınırlı bulunmaktaydı. Gerek 1412 sayılı CMUK,
gerek 5271 sayılı CMK hükümlerinin askerî mahkemelerde yapılan
yargılamalarda da uygulanması 353 sayılı Kanunun anılan kanunlara özel
417
olarak gönderme yaptığı veya 353 sayılı Kanunda hiçbir düzenleme
yapılmamış olan hâllerde mümkün bulunmaktadır (Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 20.1.1994 tarihli ve 1994/9-7 sayılı, 9.5.1996 tarihli
ve 1996/55-65 sayılı kararları da bu yöndedir).
CMK ve 353 sayılı Kanun hükümlerinin uygulama alanlarına
yönelik olarak yapılan genel saptamadan sonra, somut olay açısından,
sanığın sorgusunun saptandığı 26.6.2006 tarihî ile hakkında mahkûmiyet
hükmünün kurulduğu 18.7.2006 tarihinde ve 353 sayılı Kanunda 5530
sayılı Kanunla yapılan değişiklerin yürürlüğe girdiği 5.10.2006
tarihinden sonra sanığın sorgusu ile müdafii seçme ve onun hukukî
yardımından yaralanmaya ilişkin yasal düzenlemelerin gözden
geçirilmesinde yarar bulunmaktadır.
5.10.2006 tarihinden önce yürürlükte bulunan 353 sayılı Kanunun
“Sorgunun usulü” başlıklı 83’üncü maddesi; “Sorgunun başlangıcında
sanığa isnat edilen suçun neden ibaret olduğu anlatılır. Sorgu sanığın
kendi lehine olup söyleyeceği delillere engel olmamalıdır. ...” şeklinde
olup, anılan kanunun “Askerî mahkemece müdafii tutulması” başlıklı
87’inci maddesinde ise; “Sanık 15 yaşını bitirmemiş olur veya sağır veya
dilsiz veya kendini savunamayacak derecede beden ve akılca sakat
bulunursa ve müdafii de yoksa kendisine askerî mahkemece bir müdafii
tutulabilir. ...” hükümlerini içermekteydi.
Ancak, 1.6.2005 tarihinde temel ceza mevzuatında yapılan köklü
değişiklikler kapsamında yürürlüğe giren 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu ile uyum sağlamak açısından 353 sayılı Kanunda da, 5.10.2006
tarihinde yürürlüğe giren 29.6.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanunla önemli
değişiklikler yapılmış; genel olarak askerî yargı açısından önem ve
özellik arz eden hükümler korunurken, Ceza Muhakemesi Kanunu ile
benzerlik arz eden veya aynı düzenlemeyi içeren çok sayıdaki hukukî
müessese ve kural yönünden, bunlara ilişkin hükümlerin tekrarı yerine,
353 sayılı Kanunda yer alan ilgili hükümler yürürlükten kaldırılarak, bu
hükümler için Ceza Muhakemesi Kanununa atıf yapılmakla yetinilmiştir.
Bu bağlamda, 353 sayılı Kanunun 83 ve 87’nci maddeleri de 5530
sayılı Kanunun 62’nci maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olup, bu
hükümler yönünden anılan kanunun Ek-1’nci maddesiyle Ceza
Muhakemesi Kanununun ilgili maddelerine atıfta bulunulmuştur.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “İfade ve sorgunun
tarzı” başlıklı 147’nci maddesinde;
418
“(1) Şüphelinin veya sanığın ifadesinin alınmasında veya sorguya
çekilmesinde aşağıdaki hususlara uyulur:
.....
c) Müdafii seçme hakkının bulunduğu ve onun hukukî
yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade ve sorgusunda hazır
bulunabileceği, kendisine bildirilir. Müdafii seçecek durumda olmadığı
ve bir müdafii yardımından faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro
tarafından bir müdafii görevlendirilir. ...”;
Aynı Kanunun “Müdafiin görevlendirilmesi” başlıklı 150’nci
maddesi ise; “ (1) Şüpheli veya sanık müdafii seçecek durumda
olmadığını beyan ederse, istemi hâlinde bir müdafi görevlendirilir.
(2) Şüpheli veya sanık on sekiz yaşını doldurmamış ya da sağır
veya dilsiz veya kendini savunamayacak derecede malûl olur ve bir
müdafii de bulunmazsa istemi aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.
(3) Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan
dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda ikinci fıkra hükmü
uygulanır. ...” şeklinde düzenlemeler yer almaktadır.
353 sayılı Kanunda yapılan değişikliklerin yürürlüğe konulmasına
ilişkin bulunan 5530 sayılı Kanunun Ek-6/1’inci maddesinde; bu
Kanunun yürürlüğe giriş tarihî esas alınarak 23.5.2005 tarihli ve 5320
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulanma Şekli
Hakkında Kanunda belirtilen esasların uygulanacağı hüküm altına
alınmış olup; anılan Kanunun “Mahkemelerin görevleri” başlıklı 4’üncü
maddesinde ise;
(1) Ceza Muhakemesi Kanunu, yürürlüğe girdikten sonra
aşağıdaki maddelerin hükümleri saklı kalmak üzere, kesin hükme
bağlanmış olanlar hariç, görülmekte olan bütün soruşturma ve
kovuşturmalarda uygulanır.
(2) Ancak Ceza Muhakemesi Kanununun yürürlüğe girmesinden
önce soruşturma ve kovuşturma evrelerinde yapılmış işlem ve kararlar
hukukî geçerliliklerini sürdürürler.” şeklinde düzenleme yapıldığı
görülmektedir.
Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli
Hakkında Kanunun 4/2’nci maddesi ile 353 sayılı Kanunda yapılan
değişiklikler yönünden de aynı Kanun hükümlerinin uygulanacağına
ilişkin olan 5530 sayılı Kanunun Ek-6/1’inci maddesinde yer alan
kurallar karşısında, her ikisi de usul (yargılama, muhakeme) kanunu
niteliğinde olan anılan kanunlarda yapılan düzenleme ve değişikliklerin
419
yürürlüğe girmesinden önce yapılmış olan işlem ve kararların hukukî
geçerliliklerini sürdürecekleri konusunda duraksama bulunmamaktadır.
Öğretide de; usul (yargılama, muhakeme) kanunlarının zaman
bakımından uygulanması konusunda “derhâl uygulanma”, “derhâl
uygulanırlık”, “hemen uygulanma” diye adlandırılan ilkenin geçerli
olduğu kabul edilmekte olup, bu ilkenin tanımı ve sonuçları üzerinde
uyum birliği bulunmaktadır.
“... Muhakeme yasalarının zaman bakımından uygulanmasında,
“derhâl uygulanma” ilkesi geçerlidir. Bir olaya o sırada yürürlükte olan
hukuk kurallarının uygulanmasına “derhâl uygulanma” denilmektedir.
Bu ilkeye göre, kesin hüküm verilmemiş olmak koşuluyla, hangi
aşamada olursa olsun yeni yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte,
muhakeme işlemlerinde kural olarak, yeni yasa uygulanmaya başlanır.
Derhâl uygulanma, her işlemin yapıldığı tarihteki yasaya göre
yürütülmesini gerektirmektedir. ... Derhâl uygulanma ilkesi gereğince
yeni yasa, ancak yürürlüğe girdikten sonraki işlemlere uygulanır,
geçmişe yürümez. Yeni yasanın geçmişe yürümemesi sonucu olarak da
eski yasa zamanında yapılmış işlemler geçerli kalmaktadır. …Bu ilkenin
sonucu olarak şu kurallar ortaya çıkmaktadır: 1) Muhakeme işlemleri
daima yürürlükte olan yasaya göre yapılmalıdır. ... 2) Yürürlükteki
yasaya göre bir kez yapılmış işlemler, sonradan yasa değişse de, geçersiz
olmaz. ... 3) Eski yasaya göre henüz yapılmamış işlemler, artık yeni
yasaya göre yapılır. ... 4) Yeni yasanın uygulanmasında, onun sanığın
lehinde veya aleyhinde olması herhangi bir rol oynamaz. ...” (Ceza
Muhakemesi Hukuku, Prof.Dr. N. CENTEL-Yrd.Doç.Dr. H. ZAFER,
2003, sayfa 38-40)
Yargılama (usul) yasalarının zaman bakımından uygulanmasında,
yasa değişikliklerindeki geçici düzenlemelerde aksi belirtilmiş olmadıkça
derhâl uygulanma ilkesinin geçerli olduğu, bu ilkenin yeni yasanın
eskisinden daha mükemmel olması ve ülkede aynı anda birden çok
yargılama yasasının uygulanmaması, yasaların yürürlükte bulundukları
süre içinde düzenledikleri alanlarda uygulanacakları, bu ilkenin doğal
sonucu olarak, usul işlemlerinin, yargılamanın yapıldığı sırada yürürlükte
bulunan yargılama yasası hükümlerine tâbi olacağı, yargılama sırasında
yasada değişiklik olduğunda yeni yasanın hemen uygulanacağı, ancak bu
durumun önceki yasanın yürürlükte bulunduğu dönemde, o yasaya uygun
420
biçimde yapılmış işlemlerin geçersizliği sonucunu doğurmayacağı gibi,
yenilenmesini de gerektirmeyeceği yargı kararlarında ve uygulamada da
istikrar kazanmıştır. (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 2.5.1983 tarihli ve
1983/2-65-119 sayılı, 15.3.1993 tarihli ve 1993/5-15-62 sayılı, 12.4.1993
tarihli ve 1993/6-62-94 sayılı, 3.10.1995 tarihli ve 1995/3-241-264 sayılı,
22.11.2005 tarihli ve 2005/16.HD-139-139 sayılı kararları)
Diğer taraftan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 31.10.2001
tarihli 4709 sayılı Kanunla değişiklik 36/1’inci maddesinde adil
yargılanma hakkı kavramına da yer verilerek bu ilkeye anayasal bir
nitelik kazandırılmış olup; İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin
Korunmasına İlişkin Sözleşmenin “Adil Yargılanma Hakkı” başlıklı 6/3c maddesinde; “Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir
savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer savunmacı tutmak için
malî olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa,
mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin
yardımından yararlanabilmek;” hakkı da her sanığın en azından sahip
olduğu haklar arasında sayılmıştır. Anılan sözleşme Türkiye Cumhuriyeti
tarafından 18.5.1954 tarihinde onaylanmış olmakla birlikte; yargılama
yasalarının zaman bakımından uygulanmasında; usul işlemlerinin
yürürlükte olan yasaya göre yapılması, yürürlükteki yasaya göre yapılmış
işlemlerin, sonradan yasanın değişmesiyle, geçersiz hâle gelmemesi,
henüz yapılmamış işlemlerin yeni yasaya göre yapılacak olması, yeni
yasanın uygulanmasında, onun sanığın lehinde veya aleyhinde olmasının
etkisinin bulunmaması, öğreti ve yargısal kararlarda benimsenmiş ve son
düzenleme ve değişikliklerin yürürlüğe konulmasına ilişkin yasalarda da
açıkça vurgulanmış olup, bu yöndeki uygulama ceza yargılaması
işlerindeki karışıklığı da ortadan kaldıracaktır. Adil yargılanma hakkına
ilişkin bir işlem sonucu savunma hakkının kısıtlanıp kısıtlanmadığı ise,
her somut olayın koşulları, yapılan hata veya eksikliğin savunmaya
etkisi, bu durumun özel bir temyiz nedeni yapılıp yapılmadığı gibi
hususlar da dikkate alınarak değerlendirilecektir.
Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
sanığın sorgusunun saptandığı ve hakkındaki mahkûmiyet hükmünün
kurulduğu tarihlerde 353 sayılı Kanunun yürürlükte bulunan
hükümlerinin eksiksiz uygulanması, anılan tarihler itibariyle 5271 sayılı
421
CMK hükümlerinin askerî mahkemelerde yapılan yargılamalarda da
uygulanmasının ancak 353 sayılı Kanunun özel olarak gönderme yaptığı
hâllerde veya 353 sayılı Kanunda hiçbir düzenleme yapılmamış olan
hâllerde mümkün olması, 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla
değişik Ek-1’inci maddesiyle CMK’ya yapılan ve 353 sayılı Kanunun da
aksine hüküm bulunmayan hâllerde, sınırlı bazı müesseseler dışında
CMK hükümlerinin askerî yargıda da uygulanacağına ilişkin
düzenlemelerin 5.10.2006 tarihinde yürürlüğe girmiş olması, bu
düzenlemelerin yürürlüğe girmesinde de 5320 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunda öngörülen
esasların uygulanacağının belirtilmesi, anılan kanunda yapılan değişiklik
ve düzenlemelerin, kesin hükme bağlanmış olanlar dışında uygulanacağı,
ancak değişiklilik ve düzenlemelerin yürürlüğe girmesinden önce
yapılmış işlemler ve kararların hukukî geçerliklerini koruyacağının
açıkça vurgulanması, esasen usul kanunlarında yapılan değişiklik ve
düzenlemelerin geçmişe yürümedikleri, bu kanunların derhâl
uygulanması gereken kanunlar olduğu ve ancak yürürlüğe girdikleri
tarihten itibaren görülmekte olan soruşturma ve kovuşturmalarda
uygulanacaklarının da öğreti ve uygulamada genel kabul görmesi, ayrıca
somut olayda sanığın, askerî mahkemede sorgusunun ayrıntılı olarak
saptanması, kendisini yeterince savunmuş olması, tanık anlatımlarına
karşı beyanlarda bulunması, savunma hakkının kısıtlandığı yönünde de
özel bir temyiz nedeninin bulunmaması karşısında; yapılan uygulama ile
sanığın savunma hakkının kısıtlanmadığı sonucuna varıldığından;
Başsavcılık itirazının kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına, diğer
yönlerden temyiz incelemesine devam olunmak üzere dava dosyasının
Daireye iadesine karar verilmiştir.
422
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 34/1, 230/1-d
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/1
K. No. : 2007/1
T.
: 25.1.2007
ÖZET
Sanıklar hakkında verilen ve ASCK’nın 135’inci
maddesi delâletiyle TCK’nın 252/1’inci maddesi uyarınca
verilen cezanın ertelenmesi mümkün olup, aslî ceza
ertelenirken, ertelenmesi mümkün olan TSK’dan çıkarma
şeklindeki fer’î cezanın neden ertelenmediğine ilişkin bir
gerekçenin gösterilmemesi; Anayasanın 141/3 ve 353 sayılı
Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci maddesinin
atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın 34/1 ve 230/1-d
maddelerinde yer verilen, tüm kararların gerekçeli olacağına
ve cezanın ertelenmesine ilişkin istemlerin kabul veya reddine
ait dayanakların hükmün gerekçesinde gösterileceğine ilişkin
amir hükümlere aykırılık oluşturduğundan, ayrıca bu
konudaki
istemlerin
olumlu
veya
olumsuz
şekilde
karşılanmaması savunma hakkı ve ceza yargılama hukukunun
temel ilkeleriyle bağdaşmadığından, hukuka kesin aykırılık
varsayılan hâllerden birini oluşturan ve bu nedenle mutlak
bozma sebebi sayılan gerekçesizlik nedeniyle hükmün
bozulmasına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; askerî mahkemece, sanıklar
hakkında verilen ve aslî ceza niteliğinde bulunan hapis cezaları
ertelendiği ve buna ilişkin gerekçe gösterildiği hâlde, Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkarma fer’î cezasının neden ertelenmediğine ilişkin
gerekçe gösterilmemesinin bozma nedeni oluşturup oluşturmayacağına
ilişkindir.
423
Daire; sanıklar hakkında verilen Türk Silâhlı Kuvvetlerinden
çıkarma şeklindeki fer’î cezanın neden ertelenmediğine ilişkin olarak
gerekçe gösterilmemesinin ASCK’nın 30’uncu maddesinin amir hükmü
karşısında bir önemi olmadığını, bu eksikliğin bozma nedeni
yapılmaması gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanıklar hakkındaki fer’î cezaların neden
ertelenmediğine ilişkin olarak herhangi bir gerekçe gösterilmemesinin
yasaya aykırı olduğunu, uygulamaya yönelik gerekçesizlik niteliğinde
olan bu durum nedeniyle mahkûmiyet hükümlerinin usul yönünden
bozulması gerektiğini ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 27.4.2006 tarihli ve 2006/99101 sayılı kararında da belirtildiği üzere, sanıklara atılı rüşvet vermeye
teşebbüs etmek suçlarının sübuta erdiğinin kabulü ile lehe kanun
değerlendirilmesi yapılarak sanıklar hakkında 5237 sayılı TCK
hükümlerinin uygulanmasında yasaya aykırılık olmadığı gibi, esasen bu
konularda Daire ile Başsavcılık arasında bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
Sanıklar hakkında rüşvet vermeye teşebbüs etmek suçundan
uygulama yapılırken, eylemlerine uyan ASCK’nın 135’inci maddesi
delâletiyle 5237 sayılı TCK’nın 252/1, 35/2, 62/1’nci maddeleri
gereğince aslî ceza tayin edilen hapis cezası ile birlikte, atılı suçun
vasfına bağlı olarak ASCK’nın 30/B maddesi gereğince Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkarma şeklindeki fer’î cezaya da hükmedilmiş; sanıklar
hakkında tayin olunan kısa süreli hapis cezalarının 5237 sayılı TCK’nın
51/1’inci maddesi gereğince ertelenmesine karar verildiği, ancak fer’î
cezanın neden ertelenmediği konusunda herhangi bir gerekçe
gösterilmediği görülmektedir.
5237 sayılı TCK’da fer’î ceza yerine, belli hakları kullanmaktan
yoksun bırakılma şeklindeki güvenlik tedbirlerinin uygulanması esası
benimsenmiş olmakla birlikte, 5329 sayılı Kanunla ASCK’ya eklenen
8’inci maddenin açık hükmü karşısında, ASCK’da öngörülen fer’î
cezalar ve cezaların ertelenmesine ilişkin hükümler yönünden ASCK
hükümlerinin hâlen yürürlükte bulunduğu kuşkusuzdur.
Cezaların ertelenmesi (tecili) müessesesi, ASCK’nın 47’inci
maddesinde düzenlenmiş, anılan maddede erteleme konusunda TCK’da
yer alan hükümlerin askerî şahıslar hakkında da tatbik olunacağı ilkesi
benimsenmekle birlikte, ASCK’da yazılı suçların hangilerinden verilen
cezaların ertelemeye konu olamayacağı tek tek sayılmak suretiyle
gösterilmiştir.
424
Suç tarihinde yürürlükte bulunan 647 sayılı Kanunun 6’ncı ve 765
sayılı TCK’nın 91’inci maddelerinde yer alan hükümler ile Askerî
Yargıtayın yerleşik kararları ve uygulamada ise; koşulları oluştuğunda
aslî cezaların ertelenebileceği, hükümde aksi kararlaştırılmadıkça aslî
cezalar hakkındaki hükümlerin fer’î cezalar hakkında da tatbik olunacağı,
gerekçe gösterilmek koşuluyla aslî ceza ertelenmesine rağmen fer’î
cezanın ertelenmeyebileceği esasları benimsenmiştir.
“Türk Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarma cezası” başlıklı ve 4551
sayılı Kanunla değişik ASCK’nın 30’uncu maddesi; “Aşağıda yazılı
hâllerde subay, astsubay, uzman jandarmalar ve özel kanunlarında bu
cezanın uygulanacağı belirtilen asker kişiler hakkında, askerî
mahkemeler veya adliye mahkemelerince asıl ceza ile birlikte, Türk
Silâhlı Kuvvetlerinden çıkarma cezası da verilir.
Bu husus mahkeme hükmünde belirtilmemiş olsa dahi, Silâhlı
Kuvvetlerden çıkarmayı gerektirir.
A) Taksirli suçlardan verilen cezalar hariç olmak üzere ölüm, ağır
hapis, bir seneden fazla hapis cezası ile hükümlülük hâlinde,
B) Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla basit ve nitelikli
zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye
kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı
suçtan veya istimal ve istihlâk kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmî ihale ve
alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından
biriyle hükümlülük hâlinde,
Taksirli suçlardan verilen cezalar hariç olmak üzere, askerî
mahkemelerce üç aydan fazla hapis cezası ile birlikte Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkarma cezası da verilebilir.” hükmünü içermektedir.
Anılan maddede; TSK’dan çıkarma fer’î cezasının verilmesinin
zorunlu olduğu hâllerde, mahkemece bu fer’î cezaya hükmedilmemiş ve
fer’î ceza hükümde belirtilmemiş olsa dahi hükümlü için kazanılmış hak
doğurmayacak ve çıkarma işlemi idarece resen uygulanacaktır. Birinci
fıkranın (A) bendinde TSK’dan çıkarma fer’î cezasının tatbikî için, bu
bentte yazılı hürriyeti bağlayıcı cezalardan birisiyle hükümlülük hâli
aranmış, buna karşılık fıkranın (B) bendinde, bu bentte sayılan suçlardan
yargılanıp hüküm giymek anılan fer’i cezasının uygulanması için yeterli
görülmüştür.
425
Askerî Yargıtayın yerleşik kararları da, TSK’dan çıkarma fer’î
cezası verilmesinin zorunlu olduğu hâllerde, idarece resen uygulanacak
olması nedeniyle anılan fer’î cezanın hükümde yer almamasının bozma
nedeni yapılmaması yönündedir.
Uyuşmazlık konusunun çözümü için fer’î ceza ve cezaların
ertelenmesine ilişkin yasal düzenleme ve uygulama ile birlikte kararların
gerekçeli olması yönündeki kuralların da incelenmesi gerekmektedir.
Anayasanın 141/1’inci maddesi; “Bütün mahkemelerin her türlü
kararları gerekçeli olarak yazılır.” hükmünü amir olup, bu temel ilkeye
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci maddesinin
atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın 34’üncü maddesinde de yer
verilmiş, yine aynı maddenin atıfta bulunduğu “Hükmün gerekçesinde
gösterilmesi gereken hususlar” başlıklı CMK’nın 230’uncu maddesinde
ayrıntılı düzenlemeler yapılmıştır. CMK’nın konu ile ilgili bulunan
230/1-d maddesi ise; cezanın ertelenmesine ilişkin istemlerin kabul veya
reddine ait dayanakların hükmün gerekçesinde gösterilmesi gerektiği
yönündedir.
353 sayılı Kanunun 207/3’üncü maddesinde ise; taraflarca ileri
sürülmese dahi hukuka kesin aykırılık varsayılacak hâller sınırlı olarak
gösterilmiş, maddenin (G) bendinde, “Hükmün gerekçeden yoksun
olması” hâli de hukuka kesin aykırılık nedenleri arasında sayılmıştır.
Temyiz incelemesi yönünden hukuka kesin aykırılık hâllerinin “mutlak
bozma nedeni” niteliğinde olduğu ise kuşkusuzdur.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde;
sanıkların rüşvet vermeye teşebbüs etmek suçunu işledikleri kabul
edilerek haklarında uygulanan ASCK’nın 135’inci maddesi,
ertelenemeyecek cezaların sayılmak suretiyle gösterildiği aynı Kanunun
47’nci maddesinde yer almamaktadır. Başka bir anlatımla, ASCK’nın
135’inci maddesi delâletiyle TCK’nın 252/1’inci maddesi gereğince
verilen cezanın ertelenmesi mümkündür. ASCK’nın benimsediği sistem
açısından aslî ceza ile birlikte fer’î cezanın da ertelenmesine karar
verilmesine yasal bir engel bulunmamaktadır. Ancak, aslî cezanın
ertelenip, fer’î cezanın ertelenmemesine karar verilmesi olanağı
bulunmakla birlikte, fer’î cezanın neden ertelenmediği konusunda
gerekçe gösterilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Tüm kararların gerekçeli
yazılacağına ilişkin anayasal ilke yanında, 1.6.2005 tarihinde temel ceza
426
ve ceza yargılaması yasaları yürürlüğe konulurken konunun önemi
karşısında CMK’nın 230/1-d maddesinde, daha önce oluşturulan
içtihatlara uygun olarak, cezanın ertelenmesine ilişkin istemlerin kabul
veya reddine ait dayanakların da özellikle hükmün gerekçesinde
gösterilmesi gerektiği vurgulanmıştır. ASCK'nın 30’uncu maddesinin
uygulanmasının zorunlu olduğu hâllerde TSK’dan çıkarma şeklindeki
fer’î cezanın hükümde gösterilmese dahi idarece resen uygulanacak
olması, yasal düzenlemelere göre ertelenebilir nitelikte olan aslî veya
fer’î cezanın ertelenmemesine gerekçe olarak kabulüne olanak
bulunmamaktadır. Sanıklar hakkındaki hükümlerde fer’î cezanın neden
ertelenmediği konusunda gerekçe gösterilmemiş olup, 353 sayılı
Kanunun 207/3-G maddesi gereğince gerekçesizlik, hukuka kesin
aykırılık niteliğinde bulunup, mutlak bozma nedeni oluşturmaktadır.
Gerekçeli hükümdeki, “ASCK’nın 30/B maddesi uyarınca verilen
cezaların rüşvet suçu sebebiyle olması dikkate alınarak Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkartılmaları kararlaştırılmıştır.” şeklindeki açıklamanın
ise; sanıklar hakkında TSK’dan çıkarma fer’î cezasının neden
ertelenmediğinin gerekçesi olmayıp; TSK’dan çıkarma fer’î cezasının
ASCK’nın 30/A maddesinde öngörülen ceza nevî ve miktarına bağlı
olarak değil, 30/B maddesinde tek tek sayılmak suretiyle gösterilen
suçlardan biri ile hükümlülük nedeniyle, yani rüşvet suçundan
hükümlülük nedeniyle verildiğine ilişkin gerekçe niteliğindedir. Bu
nedenle belirtilen hususun fer’î cezanın neden ertelenmediğinin gerekçesi
olarak kabulü mümkün değildir.
Diğer taraftan; lehe olan kanun hükümlerinin uygulanması
şeklinde olup, cezaların ertelenmesini de kapsayan istemlerin olumlu
veya olumsuz şekilde karşılanmaması, bu konuda gerekçe
gösterilmemesi de savunma hakkı ve ceza yargılaması hukukunun temel
ilkeleriyle de bağdaşmamaktır.
Sanıklar hakkında verilen TSK’dan çıkarma şeklindeki fer’î
cezanın neden ertelenmediğine ilişkin bir gerekçe gösterilmemesi;
Anayasanın 141/3 ve 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik
Ek-1’inci maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın 34/1 ve
230/1-d maddelerinde yer verilen, tüm kararların gerekçeli olacağına ve
cezanın ertelenmesine ilişkin istemlerin kabul veya reddine ait
dayanakların hükmün gerekçesinde gösterileceğine ilişkin amir
hükümlere aykırı olması; bu konudaki istemlerin olumlu veya olumsuz
427
şekilde karşılanmamasının savunma hakkı ve ceza yargılama hukukunun
temel ilkeleriyle bağdaşmaması, hükmün gerekçeden yoksun olmasının
hukuka kesin aykırılık varsayılan hâllerden birini oluşturması ve bu
durumun temyiz incelemesinde mutlak bozma nedeni niteliğinde
bulunması nedenleriyle; Başsavcılık itirazının kabulü ile sanıklar
hakkındaki uygulamaya yönelik gerekçe içermeyen mahkûmiyet
hükümlerinin usul yönünden ayrı ayrı bozulmasına karar verilmiştir.
428
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 34/1, 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/16
K. No. : 2007/9
T.
: 1.3.2007
ÖZET
Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesince bozulmasına karar
verilen hüküm aynen tekrarlanarak ve sadece “...sanık
hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin usul ve yasa
hükümlerine uygun
olduğu
kanaatine varılarak bu
mahkûmiyet hükümlerinde direnilmesine karar verilmiştir...”
şeklinde bir açıklamaya yer verilerek, bozma kararına neden
uyulmadığına, önceki hükümde hangi nedenlerle direnildiğine
ilişkin olarak yasal ve yeterli gerekçe gösterilmeden hüküm
kurulmasının, hukuka mutlak aykırılık oluşturduğuna karar
verilmiştir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; müteselsilen memuriyet
nüfuzunu sair surette kötüye kullanmak suçundan cezalandırılmasına
karar verilen sanık hakkında ASCK’nın 30/2’nci maddesi gereğince
takdiren TSK’dan çıkarma cezası uygulanmasının yerinde olup olmadığı
ve müteselsilen memuriyet görevini kötüye kullanmak suçundan kurulan
mahkûmiyet hükmü nedeniyle teselsülü oluşturan eylemlerden birinin
sübut bulup bulmadığı konularına ilişkindir.
Daire; müteselsilen memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye
kullanmak suçundan cezalandırılmasına karar verilen sanık hakkında
ASCK’nın 30/2’nci maddesi gereğince takdiren TSK’dan çıkarma cezası
uygulanmasının yerinde olmadığı ve müteselsilen memuriyet görevini
kötüye kullanmak suçundan kurulan mahkûmiyet hükmü nedeniyle
H.S.B. ile ilgili eylemin sübutu konusunda kuşku bulunduğunu kabul
ederken;
429
Askerî mahkeme; her iki suçtan kurulan mahkûmiyet
hükümlerinin usul ve yasaya uygun olduğu sonucuna vararak direnmek
suretiyle mahkûmiyet hükümleri kurmuştur.
Kurulumuzca uyuşmazlık konularının görüşülmesine geçilmeden
önce, askerî mahkemece sanık hakkında kurulan mahkûmiyet
hükümlerinin direnmeye ilişkin olarak yasal ve yeterli gerekçe içerip
içermediğinin tartışılması gerektiği kararlaştırılarak, inceleme bu yönde
sürdürülmüştür.
Dava dosyası incelendiğinde; Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin
18.7.2006 tarihli kararı ile mahkûmiyet hükümlerinin bozulması üzerine,
askerî mahkemece, mahkûmiyet hükümlerine ilişkin önceki gerekçe
aynen tekrarlanarak; “... Askerî mahkememizin 7.6.2006 gün ve
2006/1443-834 sayılı sanık hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin usul
ve yasa hükümlerine uygun olduğu kanaatine varılarak bu mahkûmiyet
hükümlerinde direnilmesine karar verilmiştir. ...” şeklinde bir gerekçe
eklenip, önceki hükümde direnilmesine karar verildiği görülmektedir.
Anayasanın 141/3’üncü maddesi; “Bütün mahkemelerin her türlü
kararları gerekçeli olarak yazılır.” hükmünü içermektedir. Bu temel
kural, 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın 34/1’inci maddesinde
de; “Hâkim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy dâhil gerekçeli
olarak yazılır.” şeklinde yer almış olup; aynı kanunun 230’uncu
maddesinde; gerekçe yazımında göz önünde tutulacak esaslar ve hükmün
gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
353 sayılı Kanunun 207’nci maddesinde ise; temyizin kural
olarak hükmün hukuka aykırılığı nedenine dayandığı, bir hukuk kuralının
uygulanmaması veya yanlış uygulanmasının hukuka aykırılık
oluşturduğu açıklandıktan sonra, “hukuka kesin aykırılık varsayılan
hâller” tek tek gösterilmiş olup, belirtilen hâller temyiz incelemesi
yönünden “mutlak bozma nedeni” niteliğindedir. “Hükmün gerekçeden
yoksun olması” da anılan maddenin üçüncü fıkrasının G bendinde
hukuka kesin aykırılık varsayılan hâllerden biri olarak yer almıştır.
430
Gerekçe, hükmün dayanaklarının akla, hukuka ve dosya içeriğine
uygun olarak açıklanmasıdır. Gerekçe, dosyadaki bilgi ve belgelerin
yerinde değerlendirildiğini gösterir biçimde geçerli, yeterli ve yasal
olmalıdır. Açıklanan özellikleri içermeyen bir gerekçeyle hüküm
kurulması yasa koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi,
uygulamada da keyfîliğe yol açar. Keyfîliği önlemek, tarafları tatmin
etmek, denetimde kolaylık sağlamak için hükmün gerekçeli olması
gerekir.
Somut olay yapılan açıklamalar ışığında irdelendiğinde; Askerî
Yargıtay 3’üncü Dairesince bozulmasına karar verilen hüküm aynen
tekrarlanarak ve sadece “...sanık hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin
usul ve yasa hükümlerine uygun olduğu kanaatine varılarak bu
mahkûmiyet hükümlerinde direnilmesine karar verilmiştir...” şeklinde bir
açıklamaya yer verilerek, bozma kararına neden uyulmadığına, önceki
hükümde hangi nedenlerle direnildiğine ilişkin olarak yasal ve yeterli
gerekçe gösterilmeden hüküm kurulmasının hukuka aykırı olduğu
sonucuna varıldığından; sanık hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin usul
yönünden bozulmasına karar verilmiştir (As.Yrg.Drl. Krl.’nun 27.3.2003
tarihli ve 2003/26-28 sayılı, 27.2.2003 tarihli ve 2003/16-15 sayılı
14.10.2004 tarihli ve 2004/157-134 sayılı, 28.9.2006 tarihli ve 2006/170165 sayılı kararları da aynı yöndedir).
431
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 52
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/69
K. No. : 2007/72
T.
: 7.6.2007
ÖZET
İstinabe mahkemesinde yapılan duruşmada, sanığın
sorgusunun tespit edilmesinin akabinde, yine aynı celsede,
tanıkların ifadelerinin ayrı ayrı mı, yoksa bir arada mı
dinlenildikleri istinabe zaptından açıkça anlaşılamamakla
birlikte, bu tanıkların beyanları olmasa dahi, sanığın samimî
ikrarları ve dosya kapsamı karşısında, suçun sübutunda bir
şüphe bulunmadığından tanıkların bir arada dinlenilmesi
şeklindeki usule aykırılığın, bozma sebebi yapılmamış
olmasında bir isabetsizlik görülmemiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; sanık ve tanıkların bir arada
dinlenilmelerinin, hükmün usul yönünden bozulmasını gerektirip
gerektirmediğidir.
Daire; “tanık ifadelerinin bir arada tespit edildiğinin istinabe
zaptından açıkça anlaşılamaması yanında, bu tanıklar olmasa da suçun
sübutunda bir şüphe bulunmadığı gerekçesiyle, hükmün usul yönünden
bozulmasını gerektirmediğini” kabul ederken,
Başsavcılık; “sanığın sorgusu ve tanıkların ifadelerinin tespiti
usulüne uygun olmayıp, duruşmanın esaslı kurallarına uyulmadığından
bu aykırılık nedeniyle mahkûmiyet hükmünün, usul yönünden bozulması
gerektiğini ileri sürmektedir.
432
353 sayılı Kanunun Ek-1’inci maddesinin atfı ile 5271 sayılı
CMK’nın 191’inci maddesi; askerî mahkemece, sanığın ve müdafiinin
hazır bulunup bulunmadığı, çağırılmış tanık ve bilirkişilerin gelip
gelmedikleri saptanarak duruşmaya başlanacağını, mahkeme başkanı
veya hâkimin duruşmanın başladığını iddianamenin kabul kararını
okuyarak açıklayacağını, tanıkların duruşma salonundan çıkarılacağını,
duruşmaya sırasıyla sanığın açık kimliği saptanıp kişisel ve ekonomik
durumu hakkında kendisinden bilgi alınmasını, iddianame okunup
iddiaya karşı sanığın sorgusunun yapılmasını,
CMK’nın 52’nci maddesi; Her tanığın ayrı ayrı ve sonraki
tanıklar yanında bulunmaksızın dinlenileceğini,
CMK’nın 221’inci maddesi; Duruşma tutanağında; oturumlara
katılan sanık, müdafii, katılan, vekil, kanunî temsilci, bilirkişi, tercüman,
teknik danışmanın ad ve soyadının, duruşmanın seyrini ve sonuçlarını
yansıtan ve yargılama usulünün bütün temel kurallarına uyulduğunu
gösteren unsurların, sanık açıklamalarının, tanık ifadeleri, bilirkişi ve
teknik danışman açıklamaları ile okunan veya okunmasından vazgeçilen
belge ve yazıların, istemlerin, istemlerin reddi hâlinde gerekçesinin,
verilen kararların ve hükmün yer alacağını,
CMK’nın 222’nci maddesi; Duruşmanın nasıl yapıldığının ve
kanunda belirtilen usul ve esaslara uygun olarak yapılıp yapılmadığının
ancak tutanakla ispat olunabileceğini, tutanağa karşı yalnız sahtecilik
iddiasının yöneltilebileceğini, amirdir.
Dava dosyasına göre; askerî mahkemece, sanığın sorgu ve
savunması ve tanıklar A.T. ile C.G.’nin ifadelerinin tespiti için yazılan
talimat doğrultusunda, istinabe olunan Küre Asliye Ceza Mahkemesinde
24.5.2006 günü yapılan duruşmada, sanığın sorgusunun tespit
edilmesinin akabinde, yine aynı celsede, tanıklar A.T. ile C.G.’nin
ifadelerinin ayrı ayrı mı yoksa bir arada mı dinlenildikleri istinabe
zaptından açıkça anlaşılamamakla birlikte, bu tanıkların beyanları olmasa
dahi, sanığın samimî ikrarları ve dosya kapsamı karşısında, suçun
sübutunda bir şüphe bulunmadığından tanıkların bir arada dinlenilmesi
şeklindeki usule aykırılığın Dairece bozma sebebi yapılmamış olmasında
bir isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın itirazının reddine karar
verilmiştir.
433
Esasen sanığın temyiz dilekçesinde kendisinde sim kartı
bulunmadığına dair bir itirazının da olmadığı, sadece üzerinde cep
telefonu bulunmadığı hâlde mahkemenin gerekçeli hükmünde sim kartı
ile birlikte cep telefonu da bulundurduğunun kabulüne itiraz ettiği
görülmektedir. Mahkemenin sanıkta sadece sim kartı bulunduğu hâlde
cep telefonu da bulundurduğunu kabul etmesi kanuna aykırı ise de, sim
kartı bulundurulmasının da yasaklanmış olması nedeniyle bu yanlışlığın
müsnet suçun oluşmasına etkili olmaması, cezanın asgarî hadden ve
takdiri indirim nedeni de uygulanmak suretiyle emre itaatsizlikte ısrar
suçundan dolayı olabilecek en az cezaya hükmolunmuş olması nedeniyle
ve ayrıca Anayasanın 141/son ve 353 sayılı Yasanın 221’inci maddeleri
de dikkate alındığında, hükmün özüne etkili olmayan söz konusu hata
nedeniyle hükmün bozulmasının herhangi bir hukukî yarar sağlamayacağı
sonucuna varılmıştır.
434
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 68, 217/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/94
K. No. : 2007/139
T.
: 30.1.2007
ÖZET
Hazırlık soruşturması sırasında, askerî savcı tarafından
dinlenilen bilirkişinin mütalâasının gerekçeli hükme esas
alınmış olmasına rağmen, mahkemece son soruşturma
aşamasında bilirkişinin dinlenilmemesi usule aykırılık
oluşturmaktadır.
Askerî mahkemece; sanığın, 28.7.2005-18.8.2005 tarihleri
arasında izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-b,
73 ve 5237 sayılı TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince, beş ay hapis
cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, almış olduğu cezanın çok olduğunu belirterek hükmü
süresinde temyiz etmiştir.
Tebliğnamede, hükmün usule aykırılık nedeniyle bozulması talep
olunmuştur.
28’inci Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı emrinde askerlik
görevini yapmakta olan sanığın 22.7.2005 tarihinde beş gün süre ile
memleketi Şanlıurfa’ya gitmek üzere izine ayrıldığı, daha önceki izninde
yol süresi tanındığı için bu izninde tanınmadığı, izinden en geç 27.7.2005
günü saat 24.00’e kadar dönerek birliğine katılması gerekirken
katılmayıp, 18.8.2005 tarihinde kendiliğinden gelerek katılması
nedeniyle izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek cezalandırılması
yönüne gidilmiş ise de;
435
Hazırlık soruşturması sırasında, sanığın mazeret olarak ileri
sürdüğü, babasının rahatsızlığına ilişkin raporların değerlendirilmesi
amacıyla askerî savcı tarafından dinlenilen bilirkişi Uzm.Tbp.Bnb.
M.E.M.’nin mütalâasının gerekçeli hükme esas alınmış olmasına rağmen,
bilirkişinin mahkemece son soruşturma aşamasında dinlenilmemesinin
usule aykırı olduğu, ayrıca bilirkişi mütalâası alındıktan sonra olaya
ilişkin başka doktor raporları ve belgelerinde dosyaya dâhil edilmiş
olduğu, dolayısıyla hükme esas alınan bilirkişi mütalâasının eksik
belgeye dayandığı sonucuna ulaşılmakla, hükmün belirtilen bu sebepten
dolayı bozulmasına karar verilmiştir, (Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 16.3.2006 tarihli ve 2006/78-68 esas ve karar sayılı ilâmı da
bu yöndedir).
436
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 101, 147, 170, 174
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1331
K. No. : 2007/1325
T.
: 5.6.2007
ÖZET
1) Soruşturma aşamasında, tutuklama istemi üzerine
sanığın askerî hâkim tarafından sorgusu yapılırken, CMK’nın
101/3’üncü maddesi uyarınca Baro tarafından görevlendirilen
müdafiin yardımından yararlandırılmasından sonra, aynı
müdafiin görevinin, Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince
Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak
Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmeliğin 1/a
maddesi hükmüne göre, iddianamenin kabulü kararı
verilmesine kadar devam etmesinin zorunlu olduğu;
2) İddianamenin ikinci sayfası dava dosyasında
bulunmadığından, CMK’nın 170’nci maddesindeki unsurların
tamamını içermeyen iddianamenin, aynı Kanunun 174’üncü
maddesi
uyarınca
iade
edilerek,
bu
noksanlığın
giderilmesinden sonra kabul edilmesi gerekirken, yalnızca
birinci sayfası mevcut olan iddianameyle davaya devam
olunarak hüküm kurulmasının usule aykırı olduğu.
Askerî mahkemece; sanığın, 2.12.2006-28.12.2006 tarihleri
arasında “firar” suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-a ve
TCK'nın 62’nci maddeleri uyarınca, on ay hapsine karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından “Çarşı iznine çıktığımda anneannemin
vefat haberini aldım, iyice bunalıma girdim Psikolojimin bozuk olması
nedeniyle birliğime dönmeyip annemi ziyaret için Mersin’e gittim.
Ailemi gördükten ve psikolojik tedavi olduktan sonra birliğime
dönecektim, 28.12.2006 tarihinde jandarma tarafından alındım.
Yargılanmam sırasında görüştürüldüğüm psikiyatri uzmanı tarafından iyi
437
muayene edilmediğim kanısındayım. Askerî savcılığın 26.1.2007 tarihli
iddianamesiyle hakkımda firar suçundan dava açıldıktan sonra 5271
sayılı CMK’nın 150’nci maddesi gereğince Malatya Barosu tarafından
görevlendirilen müdafiimi sadece bir duruşmada gördüm. Duruşma
sırasında da herhangi bir savunma yaptığını da duymadım. Avukatım
tarafından, mahkemede yeterince savunulmadığım kanaatindeyim.” diye
beyanda bulunularak süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, onama isteminde bulunulmuştur.
Usul yönünden yapılan incelemede;
Soruşturma aşamasında askerî savcı tarafından tutuklama
istenildiğinde, sanık Er’in, askerî hâkim tarafından sorgusu yapılırken,
5271 sayılı CMK’nın 101/3’üncü maddesi uyarınca Baro tarafından
görevlendirilen müdafiin yardımından yararlandırılmasından sonra, aynı
müdafiin görevinin, Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafii ve
Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve
Esaslarına İlişkin Yönetmeliğin 1/a maddesi hükmüne göre,
iddianamenin kabulü kararı verilmesine kadar devam etmesi zorunlu
olmasına rağmen, askerî savcı tarafından soruşturma konusu firar suçuyla
ilgili olarak 16.1.2007 tarihinde dinlenirken (ifadesi alınırken), sanık Er
tarafından bir müdafi seçilmediği sürece, Baro tarafından görevlendirilen
müdafiin mutlaka hazır bulundurulması gerekmesine rağmen, hazır
bulundurulmaması hukuka aykırı bulunmakla beraber;
Soruşturma evresindeki usule ilişkin bir noksanlığın, kovuşturma
evresine geçilmesinden sonra (soruşturma evresindeki işlemler
tekrarlanarak) giderilmesi mümkün olmadığı gibi, iddianamenin
kabulünden sonra askerî mahkemece, 7.2.2007 tarihinde yapılan ilk
duruşmanın başlangıcında, dava hakkında sorguya çekilmeden önce,
sanık Er’e, CMK’nın 147/1-c maddesi uyarınca, müdafii seçme hakkı
bulunduğu ve onun hukukî yardımından yararlanabileceği, müdafii
seçecek durumda olmadığı ve bir müdafiin yardımından faydalanmak
istediği takdirde, kendisine Baro tarafından bir müdafii
görevlendirilebileceği konusunda açıklamalarda bulunulduğu ve sanık
Er’in de, haklarını anladığını, müdafii seçmek istemediğini beyan etmesi
üzerine, müdafii olmaksızın dava hakkında sorguya çekilerek duruşmaya
devam olunduğu görülmekle; sanık Er’in, soruşturma evresinde tayin
edilen müdafiinin, yargılama (kovuşturma) evresinde duruşmada hazır
bulunmadığına ve askerî mahkemede yeterince savunulmadığına ilişkin
temyiz sebebi kabule değer bulunmamıştır.
438
Ancak;
Dava dosyasında, askerî savcılığın 26.1.2007 tarihli, 2007/50-31
sayılı iddianamesinin yalnızca birinci sayfasının bulunduğu, ikinci
sayfasının ise dava dosyasına konulmadığı (mevcut olmadığı)
görülmekle; bu şekilde düzenlenmiş olan ve 353 sayılı Kanunun Ek
1’inci maddesinin yollamada bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın 170’nci
maddesindeki unsurların tamamını içermeyen iddianamenin, aynı
Kanunun 174’üncü maddesi uyarınca askerî savcılığa iade edilerek, bu
noksanlığın giderilmesinden sonra kabul edilmesi gerekirken, söz konusu
noksanlık giderilmeksizin, yalnızca birinci sayfası mevcut olan
iddianameyle davaya devam olunarak hüküm kurulması bozmayı
gerektirmiştir.
439
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 147, 191
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/87
K. No. : 2007/83
T.
: 28.6.2007
ÖZET
Sanığın, istinabe olunan mahkemede sorgu ve savunması
saptanırken, zincirleme suç kapsamında olduğu ileri sürülen
atılı suçla ilgili eylemlerden, “koğuşta sigara içmek suretiyle
emre itaatsizlikte ısrar” suçuna ilişkin iddiaya karşı sorgusu
yapılmadan, olayla ilgili olarak herhangi bir beyanda
bulunmadan, doğrudan hazırlık ifadesine atıfta bulunması ve
okunan hazırlık ifadesinin doğru olduğunu söylemesi
şeklindeki beyanıyla yetinilmesinin, dolayısıyla bu eyleme
yönelik sorgusunun usulünce yapılmamasının, sanık hakkında
usulüne uygun şekilde sorgusu yapılmayan koğuşta sigara
içmesi eyleminin de sübuta erdiğinin kabulü ile hüküm
kurulmasının, savunma hakkının kısıtlanması sonucunu
doğurduğuna karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; birlik komutanlığınca yapılan
düzenlemelerde yer alan cep telefonu bulundurmak ve kullanmak ile
koğuşta sigara içmek şeklindeki iki ayrı yasağı aynı zamanda ihlâl eden
sanığın eylemlerinin zincirleme (müteselsil) suç kapsamında mı olduğu,
yoksa iki ayrı emre itaatsizlikte ısrar suçunu mu oluşturduğunun
belirlenmesine ilişkindir.
Daire; farklı hukukî değerleri korumaya yönelik emirlerin aynı
anda ihlâl edilmesi hâlinde iki ayrı emre itaatsizlikte ısrar suçunun
oluşacağını kabul ederken;
Başsavcılık; koğuşta cep telefonu ile görüşme yapıp sigara içen
sanığın eylemlerinin zincirleme suç kapsamında değerlendirilmesi
gerektiğini ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
440
Dava dosyasının incelenmesinde; sanığın iddianameye karşı sorgu
ve savunmasının saptanması için yazılan talimat gereğince 12.7.2006
tarihinde Tatvan Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan istinabe
duruşmasında; sanığın kimliğinin saptanmasından sonra CMK’nın 176/4,
147 ve 191/3-c maddelerinde yazılı yasal haklarının okunup hatırlatıldığı,
iddianamenin okunduğu, duruşmadan vareste tutulma isteminde
bulunması üzerine sorgusunun saptanmasına geçildiği, sanığın
sorgusundaki anlatımlarının cep telefonu bulundurmasına ve
kullanmasına yönelik iddiaya ilişkin olduğu, koğuşta sigara içmesi
eyleminden hiç söz etmediği, daha sonra soruşturma evresindeki ifadesi
okunduğunda, “doğrudur, bana aittir, aynen tekrar ederim” şeklinde
beyanda bulunduğunu belirttiği görüldüğünden; uyuşmazlık konusunun
çözümünden önce usule ilişkin olarak ortaya çıkan bu durumun tartışılıp
irdelenerek hukuka aykırı olup olmadığının saptanması gerekmektedir.
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu CMK’nın “İfade ve sorgunun tarzı” başlıklı
147’inci maddesi gereğince sanığın sorguya çekilmesi sırasında, yasada
öngörülen diğer hususların yanında kendisine yüklenen suçun
anlatılacağı, yüklenen suçla ilgili açıklamada bulunmamasının yasal
hakkı olduğunun söyleneceği, şüpheden kurtulması için somut delillerin
toplanmasını isteyebileceğinin hatırlatılacağı ve kendisi aleyhine var olan
şüphe nedenlerini ortadan kaldırmak ve lehine olan hususları ileri sürmek
olanağının tanınacağı hüküm altına alınmış; “Duruşmanın başlaması”
başlıklı 191/3-c maddesinde, bu hakların sanığa bildirileceği ve hazır
olduğunu beyan ettiğinde sorguya çekileceği vurgulanmış olup; aynı
zamanda savunma yönü de bulunan sorguya çekilmenin sanık için bir
hak niteliğinde bulunduğu kuşkusuzdur. Sorgu sırasında sanığın dava
konusu edilen iddia ve eylemlerle ilgili olarak anlatabileceği tüm
hususlara olanak sağlanması gerekmekte olduğu gibi, yüklenen suçla
ilgili açıklamada bulunmama hakkını (susma hakkını) kullandığına
ilişkin olarak açık bir beyanda bulunmamışsa, maddî olayın
aydınlatılması açısından mahkeme veya hâkim tarafından yöneltilecek
sorularla da iddiaya karşı beyanları saptanabilir.
441
Diğer taraftan; sorgu sırasında iddia konusu eylem ya da eylemlerle
ilgili herhangi bir anlatımda bulunmaksızın, doğrudan soruşturma
evresinde saptanan ifadesine atıfta bulunma veya soruşturma evresindeki
ifadesi okunduğunda sadece onaylamakla yetinme hâllerinde de yasanın
öngördüğü anlamada bir sorgu yapıldığından söz etme olanağı
bulunmamaktadır.
Somut olayda; istinabe duruşma tutanağında sanığın susma hakkını
kullandığına ilişkin bir beyanın yer almadığı, sanığın istinabe
mahkemesince saptanan sorgusunun esasen sadece cep telefonu
bulundurma ve kullanmaya ilişkin olduğu, koğuşta sigara içmesi eylemi
ile ilgili olarak sorgusunun saptanmadığı açıkça ortadadır. Koğuşta sigara
içmesi eylemi ile ilgili olarak duruşmada maddî olayın oluş ve gelişme
biçimine ilişkin olarak herhangi bir anlatımda bulunmaksızın soruşturma
evresindeki ifadesine atıfta bulunması, mahkemece de bu eylemin
aydınlatılması açısından hiçbir açıklama ve soru yöneltilmemiş olması
karşısında sorgusunun yapıldığından söz edilemeyeceği gibi, sanığın bu
eylemle ilgili olan soruşturma evresindeki beyanı da sadece “sigara
içmiştim” şeklinde olup, maddî olayı açıklamaktan uzak nitelikte
bulunmaktadır.
Açıklanan nedenlerle; sanığın istinabe olunan mahkemede sorgu ve
savunması saptanırken, zincirleme suç kapsamında olduğu ileri sürülen
atılı suçla ilgili eylemlerden “koğuşta sigara içmek suretiyle emre
itaatsizlikte ısrar” suçuna ilişkin iddiaya karşı sorgusu yapılmadan, olayla
ilgili olarak herhangi bir beyanda bulunmadan, doğrudan hazırlık
ifadesine atıfta bulunması ve okunan hazırlık ifadesinin doğru olduğunu
söylemesi şeklindeki beyanıyla yetinilmesi, dolayısıyla bu eyleme
yönelik sorgusunun usulünce yapılmaması, sanık hakkında usulüne
uygun şekilde sorgusu yapılmayan koğuşta sigara içmesi eyleminin de
sübuta erdiğinin kabulü ile hüküm kurulması, savunma hakkının
kısıtlanması niteliğinde olduğu sonucuna varıldığından; Başsavcılık
itirazına atfen ve resen Daire kararının kaldırılmasına, mahkûmiyet
hükmünün usul yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
442
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 147, 207/3-H
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/135
K. No. : 2007/131
T.
: 13.12.2007
ÖZET
Sanığın sorgu ve savunması tespit edilmeden önce, ifade
almada ve sorguda yukarıda belirtilen işlemlerin yerine
getirilip getirilmediğinin, yerine getirilmemiş ise neden yerine
getirilmediğinin tutanağa yazılacağına dair CMK’nın 147’nci
maddesinin 1/i-3 alt bendi uyarınca, aynı maddenin 1/e ve f
bentlerinde sayılan haklarının sanığa anlatıldığının tutanağa
geçirilmemesi (En azından CMK’nın 147’nci maddesinde
sayılan haklarının okunduğunun tutanakta yer almaması), bu
haklarının sanığa anlatılıp anlatılmadığı hususunda şüphe
doğurduğundan, talimat tutanağında yer alan sanığın “....
yasal haklarımı anladım.” şeklindeki beyanı bu şüpheyi
ortadan kaldırmadığından, sanığın savunma hakkının
kısıtlanması ve adil yargılanma hakkının ihlâli sonucunu
doğurmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; birlik komutanlığınca verilen,
kışlaya cep telefonu sim kartı ... sokulmayacağına dair emre aykırı
davranışın, ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmayacağı konusuna ilişkin ise
de;
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.11.1999/213-210;
3.2.2000/44-36; 22.9.2001/79-76; 8.11.2001/99-99; 17.4.2003/35-37;
20.11.2003/90-99 ve 9.6.2005/54-51 tarihli, esas ve karar sayılı
kararlarında; ceza yargılaması hukukunun, maddî gerçeğin resen
araştırılması gerektiğine ilişkin temel işlev ve fonksiyonlarını,
hakkaniyete ve ceza adaletinin gereklerine uygun düşen bir yorumla ele
443
alarak, itiraz incelemesi sırasında tespit edebildiği hukuka aykırı
durumları, itiraz tebliğnamesinde belirtilen gerekçelerle sınırlı
kalmaksızın, bozma sebebi yapabileceği görüşünün kabul edildiği
gözetilerek,
İtiraz konusu esasa ilişkin incelemeye geçmeden önce, usul
yönünden yapılan inceleme sırasında, askerî mahkemenin talimatı
üzerine, sanığın sorgu ve savunmasını tespit eden Amasya 2’nci Asliye
Ceza Mahkemesinin 11.4.2007 tarihli ve 2007/169 sayılı talimat tutanağı
incelendiğinde;
Sanığın kimliğinin tespitini müteakip, “sanığa Sivas Askerî
Mahkemesinin talimatı ve ekleri okundu. 353 sayılı Yasanın 120 ve 5271
sayılı CMK’nın 176/4’üncü maddeleri uyarınca 7 günlük yasal savunma
süresi hakkının bulunduğu ihtar edildi.
Sanık; yasal haklarımı anladım, müdafii talebim yoktur, 7 günlük
savunma hazırlama süresini kullanmak istemiyorum, ifademi şimdi
vermek istiyorum dedi.
Sanık duruşmadan vareste tutulmayı taleple ...” denildikten sonra
sanığın savunmasının alındığı,
Askerî mahkemece yazılan 27.3.2007 tarihli talimat yazısında da,
sanığın bir haftalık savunma süresine riayet edilmesinin, duruşmadan
vareste tutulma isteminde bulunup bulunmadığının sorulmasının
istendiği, başka haklarından bahsedilmediği,
görülmektedir.
6.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5530 sayılı Kanunla değişik
353 sayılı ASMKYUK’nın Ek madde 1’deki, “Bu Kanunda aksine
hüküm bulunmayan hâllerde Ceza Muhakemesi Kanununun adlî kontrole
ilişkin 109 ilâ 115, değerlendirme raporu yetkisine ilişkin 166 ve istinafa
ilişkin 272 ilâ 285’inci maddeleri hükümleri hariç olmak üzere diğer
hükümleri askerî yargıda da uygulanır. ...” hükmü uyarınca, sanığın
savunmasının 5271 sayılı CMK’nın 181 ve 147’nci maddelerine uygun
olarak yapılması gerekmektedir.
5271 sayılı CMK’nın 191’inci maddesinin; 3/c bendinde “Sanığa,
yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanunî hakkı olduğu
ve 147’nci maddede belirtilen diğer hakları bildirilir.”
3/d bendinde “Sanık açıklamada bulunmaya hazır olduğunu
bildirdiğinde, usulüne göre sorgusu yapılır.”
444
Aynı Kanunun 147’nci maddesinin;
1/b bendinde “Kendisine yüklenen suçu anlatılır.”
1/c bendinde “Müdafii seçme hakkının bulunduğu ve onun hukukî
yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade veya sorgusunda hazır
bulunabileceği kendisine bildirilir. Müdafii seçecek durumda olmadığı ve
bir müdafii yardımından faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro
tarafından bir müdafii görevlendirilir.”
1/e
bendinde
“Yüklenen
suç
hakkında
açıklamada
bulunmamasının kanunî hakkı olduğu söylenir.”
1/f bendinde “Şüpheden kurtulması için somut delillerin
toplanmasını isteyebileceği hatırlatılır ... lehine olan hususları ileri
sürmek olanağı tanınır.”
1/i bendinde “İfade ve sorgu bir tutanağa bağlanır. Bu tutanakta
aşağıda belirtilen hususlar yer alır.”
1/i-3 alt bendinde “İfade almanın veya sorgunun yapılmasında
yukarıdaki işlemlerin yerine getirilip getirilmediği, bu işlemler yerine
getirilmemiş ise nedenleri” gösterilir.
Hükümleri yer almaktadır.
Gerek sanığın sorgu ve savunmasının tespiti için askerî
mahkemece yazılan talimattan, gerekse Amasya 2’nci Asliye Ceza
Mahkemesince düzenlenen talimat tutanağından, sanığın sorgu ve
savunması tespit edilmeden önce, CMK’nın 196/2’nci maddesi uyarınca
duruşmadan bağışık tutulma isteminin sorulup, 191/2-c ve 147/1-b
maddeleri uyarınca yüklenen suçun açıklandığı, 176/4 ve 190/2’nci
maddeleri uyarınca savunmasını hazırlaması için yasal süre hakkının ve
147/1-c maddesi uyarınca müdafii seçme hakkının kendisine anlatıldığı
açıkça anlaşılmasına rağmen, CMK’nın 147’nci maddesinin yukarıda
izah edilen 1/e ve f bentlerinde sayılan haklarının kendisine anlatıldığı
konusunda tereddüt bulunmaktadır. Aynı maddenin 1/i-3 alt bendinde,
ifade almada ve sorguda yukarıda belirtilen işlemlerin yerine getirilip
getirilmediğinin, yerine getirilmemiş ise neden yerine getirilmediğinin
tutanağa yazılacağı belirtilmesine rağmen, aynı maddenin 1/e ve f
bentlerinde sayılan haklarının sanığa anlatıldığının tutanağa
geçirilmemesi (En azından CMK’nın 147’nci maddesinde sayılan
haklarının okunduğunun tutanakta yer almaması), bu haklarının sanığa
anlatılıp anlatılmadığı hususunda şüphe doğurmakta, talimat tutanağında
yer alan sanığın “.... yasal haklarımı anladım.” şeklindeki beyanı bu
şüpheyi ortadan kaldırmamaktadır.
445
Sanığa, 5271 sayılı CMK’nın 147’nci maddesinde sayılan tüm
haklarının, tereddüde yer vermeyecek şekilde anlatılmaması, savunma
hakkının kısıtlanması ve T.C. Anayasasının 36/1’inci maddesinde yer
alan adil yargılanma hakkının ihlâli sonucunu doğurup, 353 sayılı
Kanunun 207/3-H maddesine göre mutlak bozma sebebi sayıldığından,
itiraza atfen ve resen Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 7.11.2007 tarihli,
2007/2344-2312 esas ve karar sayılı kararının kaldırılmasına, sanığın
temyizine atfen ve resen hükmün usul yönünden hukuka aykırılık
nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
446
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 149
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/926
K. No. : 2007/922
T.
: 17.4.2007
ÖZET
Sanığın, soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında
bir veya birden fazla müdafiin hukukî yardımından
yararlanması
mümkün
olmasına
rağmen,
usulünce
düzenlenmiş olan vekâletname ile atamış olduğu iki
müdafiinden birinin, üç ay kadar önce askerî savcılıktan
emekli olduğundan bahisle, 2531 sayılı Kanunun 1 ve 2’nci
maddeleri gereğince duruşmaya katılma isteminin reddine
karar verilerek duruşmaya katılmasına izin verilmeksizin
yokluğunda davaya devam olunarak hüküm kurulması
savunma hakkının kısıtlanması mahiyetinde bulunduğu ve
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/3 ve Anayasanın 36’ncı
maddelerinde düzenlenen “adil yargılanma hakkına” ilişkin
hükümlere aykırı olduğu gibi, 353 sayılı Kanunun 207/3-H
maddesi hükmüne göre de hukuka kesin aykırılık
oluşturmaktadır.
Askerî mahkemece; sanığın, 30.4.2005 günü “arkadaşının bir
şeyini çalmak” suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 132, 5237
sayılı TCK’nın 62 ve 647 sayılı Kanunun 4’üncü maddeleri uyarınca
1800 YTL adlî para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Hüküm, müdafii tarafından, usul ve esasa ilişkin sebepleri de
gösterilerek süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, hükmün usul yönünden hukuka aykırı olduğu
belirtilerek bozma isteminde bulunulmuştur.
Usul yönünden yapılan incelemede;
447
Askerî mahkemece; 8.6.2005 tarihli ilk duruşmada, vekâletname
ile sanık tarafından müdafii olarak tayin edilmiş olan avukatlardan
yalnızca Av. E.B.’nin duruşmaya kabulüne, diğer müdafi Av. M.T.S.’nin,
üç ay kadar önce askerî savcılıktan emekli olduğundan bahisle, 2531
sayılı Kanunun 1 ve 2’nci maddeleri gereğince, duruşmaya katılma
isteminin reddine karar verilmiş ve adı geçen müdafiin yokluğunda
davaya devam edilerek hüküm kurulmuş ise de;
2531 sayılı Kamu Görevlerinden Ayrılanların Yapamayacakları
İşler Hakkında Kanunun “Kapsam” başlığı altında yer alan 1’inci
maddesinde;
“Bu Kanunun, genel bütçeye dâhil daire, kurum ve kuruluşlar ile
katma bütçeli idarelerde, bunlara bağlı döner sermayeli kuruluşlarda,
kanunla veya kanunların verdiği yetkiye dayanılarak kurulan fonlarda,
belediyelerde, özel idarelerde 12 Mart 1964 gün ve 440 sayılı ve 12
Mayıs 1964 gün ve 468 sayılı Kanunlar kapsamına giren kuruluşlarda,
sermayesinin yarısından fazlası ayrı ayrı veya birlikte Hazinece veya
yukarıdaki daire, idare, kurum ve kuruluşlarca karşılanan yerlerde aylık,
ücret veya ödenek almak suretiyle görev yapmış olanlar hakkında
uygulanacağı” belirtilmektedir.
“Yasak ve süresi” başlığı altında yer alan 2’nci maddesi de;
“Birinci madde kapsamına giren yerlerdeki görevlerinden hangi
sebeple olursa olsun ayrılanlar, ayrıldıkları tarihten önceki iki yıl içinde
hizmetinde bulundukları daire, idare, kurum ve kuruluşlara karşı
ayrıldıkları tarihten başlayarak üç yıl süreyle, o daire, idare, kurum ve
kuruluştaki görev ve faaliyet alanlarıyla ilgili konularda doğrudan
doğruya veya dolaylı olarak görev ve iş alamazlar, taahhüde giremezler,
komisyonculuk ve temsilcilik yapamazlar.
Özel kanunlardaki yasaklayıcı hükümler saklıdır.”
Hükmünü içermektedir.
Anayasanın 145’inci maddesi ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu hükümlerine göre birer yargı
organı olan askerî mahkemeler ile askerî savcılıklar, 2531 sayılı Kanunun
1’inci maddesinde sayılan daire, idare, özel idare, belediye gibi kamusal
faaliyetin yürütülmekte olduğu idari kurum ve kuruluşlardan farklıdır.
Yargı görevi ve faaliyeti başka, kamu görevi ve faaliyeti başkadır.
448
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun 6’ncı maddesinin 1’inci fıkrasının (c) bendinde kamu
görevlisi deyiminden, kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya
seçilme yoluyla ya da herhangi bir suretle sürekli, süreli veya geçici
olarak katılan kişi; (d) bendinde de, yargı görevi yapan deyiminden;
yüksek mahkemeler ve adlî, idarî ve askerî mahkemeler üye ve hâkimleri
ile Cumhuriyet savcısı ve avukatlar anlaşılır, şeklinde bir tanımlama
yapılmıştır. 353 sayılı Kanunun 5530/61 sayılı Kanun ile değişik Ek
1’inci maddesinde, bu kanunun uygulanmasında Cumhuriyet
Başsavcılığının, askerî savcılığı; Cumhuriyet savcısının da askerî savcıyı
ifade ettiği belirtilmiştir.
2531 sayılı Kamu Görevlerinden Ayrılanların Yapamayacakları
İşler Hakkında Kanunun 2’nci maddesiyle getirilen yasaklar, bu kanunun
1’inci maddesinde belirtilen kamusal faaliyetin yürütülmesine atama
veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir suretle sürekli, süreli veya geçici
olarak katılan kamu görevlilerini kapsamaktadır. Askerî mahkemelerdeki
askerî hâkimlik ve askerî savcılık gibi yargı görevi kadrolarından
ayrılmış olan askerî hâkimler söz konusu yasaklamanın kapsamı dışında
oldukları gibi, avukatlık yapmaları hâlinde, askerî mahkemelerdeki
duruşmalara müdafi veya vekil olarak katılmalarına da bu Kanun ile bir
engel getirilmiş değildir.
Askerî yargı hâkim ve savcılık görevlerinden ayrıldıktan sonra bir
diğer yargı görevi olan avukatlık mesleğine girenler için 1136 sayılı
Avukatlık Kanununun “Bazı görevlerden ayrılanların avukatlık edememe
yasağı” başlığını taşıyan 2.5.2001 tarihli ve 4667/10 sayılı Kanun ile
değişik 14’üncü maddesinin 1’inci fıkrası ile getirilmiş olan “Emeklilik
veya istifa gibi sebeplerle görevlerinden ayrılan adlî, idarî ve askerî yargı
hâkim ve savcılarının son beş yıl içinde hizmet gördükleri mahkeme veya
dairelerin yargı çevresinde, görevden ayrılma tarihinden itibaren iki yıl
süre ile avukatlık yapmaları yasaktır.” şeklindeki düzenleme de, Anayasa
Mahkemesinin, 12.12.2003 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan ve
yayımlandıktan bir yıl sonra (12.12.2004 tarihinde) yürürlüğe girmiş olan
15.10.2002 tarihli, 2001/309 esas ve 2002/91 karar sayılı kararıyla iptal
edilmiş bulunmaktadır. İptal kararından sonra, kanun koyucu tarafından,
bu konuda, bu güne kadar yeni bir düzenleme de yapılmamıştır.
449
Özetle, askerî mahkemenin, Av. M.T.S.’nin müdafii olarak
duruşmaya katılma isteminin reddine ilişkin kararının yasal bir dayanağı
yoktur. Sanık, her ne kadar duruşmalara kabul edilen diğer müdafii Av.
E.B.’nin hukukî yardımından yararlanmış ise de, 353 sayılı Kanunun
dava ve hüküm tarihlerinde yürürlükte bulunan 85’inci maddesinin 1’inci
fıkrası “Sanık soruşturmanın her safhasında bir veya birden fazla
müdafiin yardımına başvurabilir.” hükmünü içermektedir. 353 sayılı
Kanunun 5530/61 sayılı Kanun ile değişik Ek 1’inci maddesinin
yollamasıyla, 5.10.2006 tarihinden itibaren askerî ceza yargısında da
uygulanmakta olan 5271 sayılı CMK’nın 149’uncu maddesinin 1’inci
fıkrasında da “Şüpheli veya sanık, soruşturma ve kovuşturmanın her
aşamasında bir veya birden fazla müdafiin yardımından yararlanabilir
...” şeklinde bir düzenleme mevcuttur.
Sanığın kendisine müdafii tutması ile ilgili yasal düzenlemeler bu
merkezde olmasına, soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında bir
veya birden fazla müdafiin hukukî yardımından yararlanması mümkün
olmasına rağmen, usulünce düzenlenmiş olan vekâletname ile atamış
olduğu iki müdafiinden birinin duruşmaya katılmasına izin verilmeksizin
yokluğunda davaya devam olunarak hüküm kurulması savunma hakkının
kısıtlanması mahiyetinde bulunduğundan; 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin “Adil yargılanma” başlığı altında 6’ncı
maddesinin 3’üncü fıkrasının, her kişinin ceza alanında kendisine karşı
yapılan bir suçlamaya karşı, seçeceği bir müdafiin yardımından
yararlanmasını öngören (c) bendi; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
36’ncı maddesinin, herkesin, yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğuna
ilişkin 1’inci fıkrası hükümlerine aykırı olduğu gibi, 353 sayılı Kanunun
207/3-H maddesi hükmüne göre de hukuka kesin aykırılık oluşturan bu
durum bozmayı gerektirmiştir.
450
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 149/3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/51
K. No. : 2007/54
T.
: 11.5.2007
ÖZET
İstinabe mahkemesince, yapılan duruşma sırasında, iddia
makamına sanığın sorgusuna karşı bir diyeceği olup olmadığı
hususu sorulduğu hâlde, sanıkla birlikte duruşmada hazır
olduğu anlaşılan sanık müdafiine, müvekkilinin sorgu ve
savunmasına ilâve edeceği bir hususun olup olmadığının
sorulmamasının usule aykırı olduğu hususunda bir tereddüt
bulunmamakta ise de, sanık müdafiinin, “sorgu süresince
sanığın yanında olma ve hukukî yardımda bulunma hakkının
engellenmesi ve savunma hakkının kısıtlanması” anlamında
bir ihlâlin söz konusu olmadığı kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; sanığın sorgusu sırasında yanında bulunan
müdafiine, müvekkilinin sorgu ve savunmasına ilâve edeceği bir hususun
olup olmadığının sorulmamasının hükmün usul yönünden bozulmasını
gerektirip gerektirmediğidir.
Daire; hükmün özüne etkili olmayan söz konusu usul hatası
nedeniyle hükmün bozulmasının, yargılamayı uzatmak dışında herhangi
bir yarar sağlamayacağı görüşü ile hükmün usul yönünden bozulmasını
gerektirmediğini kabul ederken,
Başsavcılık; 5271 sayılı CMK’nın 149/3 maddesine aykırı olan ve
sanığın savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğuran bu aykırılık
nedeniyle mahkûmiyet hükmünün, 353 sayılı Kanunun 207/3-H maddesi
uyarınca usul yönünden bozulması gerektiğini ileri sürmektedir.
353 sayılı Kanunun, “Askerî Yargıtayca hükmün bozulması”
başlıklı 221/2’nci maddesi, “Askerî Yargıtay, aleyhine temyiz olunan
451
hükmü hangi yönden kanuna aykırı görmüş ise o yönden bozar.” şeklinde
iken, 29.6.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanunun 50’nci maddesi ile yapılan
değişiklik sonunda anılan madde; “Askerî Yargıtay, temyiz edilen
hükmü, hükmü etkileyecek nitelikteki hukuka aykırılıklar nedeniyle
bozar.” şekline dönüştürülmüştür.
Anayasanın 141/son maddesi; “Davaların en az giderle ve
mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir...” hükmünü
amirdir.
Yukarıda yapılan yasal açıklamalar bağlamında somut olay
incelendiğinde; askerî mahkemenin talimatı üzerine, İstanbul/Bakırköy
13’üncü Asliye Ceza Mahkemesince yapılan 8.5.2006 tarihli duruşma
sırasında, sanığın usulüne uygun bir şekilde sorgusu tespit edildikten
sonra, mahkemece, iddia makamına sanığın sorgusuna karşı bir diyeceği
olup olmadığı hususu sorulduğu hâlde, sanıkla birlikte duruşmada hazır
olduğu anlaşılan sanık müdafiine, bir diyeceğinin bulunup bulunmadığının,
başka bir deyişle, müvekkilinin sorgu ve savunmasına ilâve edeceği bir
hususun olup olmadığının sorulmamasının usule aykırı olduğu hususunda
bir tereddüt bulunmamakta ise de, söz konusu usule aykırılığın, istinabe
duruşması sırasında, yanında müdafii hazır olduğu hâlde, olayla ilgili
detaylı savunmasını yapan ve ikrarda bulunan sanığın, müdafiinin her
zaman söz alıp müvekkilinin savunmasını yapabileceği, delil
toplanmasını talep edebileceği gibi, işbu davada, müdafiin sanığın
sorgusuna karşı vaki olmuş bir talebinin mahkemece reddedilmesi gibi
bir durumun olmaması, keza sanık müdafiinin temyiz dilekçesinde,
savunma hakkının kısıtlandığına yönelik herhangi bir iddia ve itirazının
bulunmaması karşısında, 353 sayılı ASMKYUK’nın 207/3-H ve 5271
sayılı CMK’nın 149/3’üncü maddelerinde belirtildiği şekilde; “sorgu
süresince sanığın yanında olma ve hukukî yardımda bulunma hakkının
engellenmesi ve savunma hakkının kısıtlanması” anlamında bir ihlâlin
söz konusu olmadığı kabul edilmiştir.
Ayrıca, Anayasanın 141/son ve 353 sayılı Yasanın 221’inci
maddeleri de dikkate alındığında, hükmün özüne etkili olmayan söz
konusu usul hatası nedeniyle hükmün bozulmasının herhangi bir hukukî
yarar da sağlamayacağı sonucuna varıldığından, mahkûmiyet hükmünün
onanmasına ilişkin Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 6.2.2007 tarih ve
2007/192-182 E.K. sayılı ilâmında isabetsizlik görülmemiş ve
Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
452
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 150
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/1302
K. No. : 2007/1298
T.
: 20.6.2007
ÖZET
Kovuşturma evresinde de CMK’nın 150’nci maddesi
gereğince, önce sanıktan kendisine bir müdafii seçmesinin
istenmesi, müdafii seçebilecek durumda olmadığını beyan
etmesi ve istemesi hâlinde bir müdafi görevlendirilmesi
gerekmekte iken, bu yola başvurulmadan, soruşturma
evresinde görevlendirilen ve esasen iddianamenin kabulüne
karar verilmesi ile görevi sona eren Avukat Y.A.’nın, sanığın
müdafii gibi duruşmaya çağrılması hatalı ise de; mahkemenin
çağrısı üzerine anılan avukatın sanıkla birlikte duruşmalara
katılması ve sanığın da müdafii istemediğini açıkça
söylemeyerek duruşmaya katılan müdafiiye örtülü olarak rıza
göstermesi karşısında; mahkemenin hatalı işlemi nedeniyle
yanıltılan
sanığın,
savunma
hakkının
kısıtlanmaması
bakımından ve adil yargılanma hakkının bir gereği olarak
Avukat Y.A.’nın hükmü temyiz etme hak ve yetkisi bulunduğu
kabul edilmiştir.
Sanığın, 8.12.2003-18.2.2007 tarihleri arasında yakalanmakla
sona eren firar suçunu işlediği kabul edilerek “ASCK’nın 66/1-a ve
TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince on ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına” ilişkin hüküm, sanık savunucusu Av.Y.A. tarafından;
sanığın suç kastı ile hareket etmediği, ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
453
Tebliğnamede;
soruşturma
evresinde
görevlendirilen
müdafiinin görevinin iddianamenin kabulü kararı ile sona erdiği,
Av. Y.A.’nın kovuşturma evresinde görevlendirilmemesi sebebiyle,
hükmü temyiz etme hakkı bulunmadığından temyiz isteminin reddi
gerektiği yönünde görüş bildirilmiştir.
353 sayılı Yasanın 217/1’inci maddesi gereğince; öncelikle,
hükmü temyiz edenin buna hakkı olup olmadığının belirlenmesi amacı ile
yapılan incelemede:
Soruşturma evresinde, sanığın istemi üzerine Ankara Barosunca
görevlendirilen Av. Y.A.’nın, kovuşturma evresinde yöntemine uygun
olarak görevlendirilmediği hâlde, mahkemenin çağrısı üzerine
duruşmalara katıldığı, gerek soruşturma ve gerekse kovuşturma evresinde
sanığın yanında hazır bulunduğu ve en son sanıkla birlikte yüzlerine karşı
yapılan 22.3.2007 tarihli duruşmada açıklanan mahkûmiyet kararını da,
28.3.2007 tarihinde kayda giren dilekçesi ile süresinde temyiz ettiği,
anlaşılmaktadır.
Ceza Muhakemesi Kanununun;
2’nci maddesinde: müdafi; “şüpheli veya sanığın ceza
muhakemesinde savunmasını yapan avukat”, soruşturma; “kanuna göre
yetkili mercilerce suç şüphenin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne
kadar geçen evre”, kovuşturma ise; “iddianamenin kabulüyle başlayıp
hükmün kesinleşmesine kadar geçen evre” olarak, tanımlanmıştır.
147’nci maddesinde: şüphelinin veya sanığın, ifadesinin alınması
veya sorguya çekilmesi sırasında; müdafii seçme hakkının
bulunduğunun, onun hukukî yardımından yararlanabileceğinin, müdafiin
ifade veya sorgusunda hazır bulunabileceğinin kendisine bildirileceği,
müdafii seçecek durumda olmadığı ve bir müdafii yardımından
faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro tarafından bir müdafii
görevlendirileceği, açıklanmıştır.
191’inci maddesinde; kovuşturma evresinde de sorgusundan
önce bu yöndeki haklarının sanığa bildirileceği, düzenlenmiştir.
149’uncu maddesinde; şüpheli veya sanığın, soruşturma ve
kovuşturmanın her aşamasında bir veya birden fazla müdafiin
yardımından yararlanabileceği, 150’nci maddesinde: müdafii seçebilecek
durumda olmadığını beyan etmesi ve istemi hâlinde kendisine bir müdafi
454
görevlendirileceği ve zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususların
çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği, 156’ncı maddesinde ise:
müdafiinin; soruşturma evresinde, ifadeyi alan merciin veya sorguyu
yapan hâkimin istemi üzerine; kovuşturma evresinde ise, mahkemenin
istemi üzerine baro tarafından görevlendirileceği, açıkça belirtilmiştir.
Adalet Bakanlığınca hazırlanıp 2.3.2007 tarih ve 26450 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olan “Ceza Muhakemesi
Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle
Yapılacak Ödemelerin Usul Ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik”in 7’nci
maddesinde: Müdafii veya vekilin görevinin;
a) Soruşturma evresinde; kovuşturmaya yer olmadığına dair
kararın kesinleşmesi, yetkisizlik veya görevsizlik kararı, kamu davası
açılması hâlinde ise iddianamenin kabulü kararı verilmesi,
b) Kovuşturma evresinde; yargılamanın yapıldığı il veya ilçe
dışında yargılamayı gerektirir görevsizlik veya yetkisizlik kararı, esasa
ilişkin hükmün kesinleşmesi ya da davanın nakline karar verilmesi,
c) Müdafii, vekil veya kendisine müdafii ya da vekil
görevlendirilen kişinin ölmesi,
ç) Kişinin kendisine bir müdafii veya vekil seçmesi hâllerinde,
sona ereceği açıklanmıştır.
Somut olayda; kovuşturma evresinde de CMK’nın 150’nci
maddesi gereğince, önce sanıktan kendisine bir müdafii seçmesinin
istenmesi, müdafii seçebilecek durumda olmadığını beyan etmesi ve
istemesi hâlinde bir müdafii görevlendirilmesi gerekmekte iken bu yola
başvurulmadan, soruşturma evresinde görevlendirilen ve esasen
iddianamenin kabulüne karar verilmesi ile görevi sona eren Av. Y.A.’nın,
sanığın müdafii gibi duruşmaya çağrılması hatalı ise de; mahkemenin
çağrısı üzerine anılan avukatın sanıkla birlikte duruşmalara katılması ve
sanığın da müdafii istemediğini açıkça söylemeyerek duruşmaya katılan
müdafiiye örtülü olarak rıza göstermesi karşısında; mahkemenin hatalı
işlemi nedeniyle yanıltılan sanığın, savunma hakkının kısıtlanmaması
bakımından ve adil yargılanma hakkının bir gereği olarak Av. Y.A.’nın
hükmü temyiz etme hak ve yetkisi bulunduğu kabul edilmiş ve temyiz
incelemesine geçilmiştir.
455
Yapılan incelemede;
8.12.2003 tarihinde izin almaksızın kıt’asını terk eden sanığın,
18.2.2007 tarihinde yakalanmakla, belirtilen tarihler arasında hiçbir özüre
yer vermeyen firar suçunu işlediği kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde
cezalandırılmasına karar verilmiş ise de;
Sanığın, hangi tarihte ne şekilde ele geçirildiğine ilişkin, dosya
içerisinde herhangi bir tutanak olmadığı hâlde; sanığın eyleminin
yakalanarak sona erdiğinin kabulü, yasal ve isabetli görülmemiştir. Ceza
yargılamasının amacı; maddî gerçeğin her türlü kuşku ve tartışmadan
uzak bir şekilde açıklığa kavuşturulması olup, şüpheli/sanık suçunu itiraf
etse bile öz vakıanın araştırılması yasal bir zorunluluktur.
Somut olayda; sanığın ele geçiriliş biçimi ve tarihî her türlü kuşku
ve tartışmadan uzak bir şekilde açıklığa kavuşturulmadan; yetersiz bilgi
ve belgeye dayanılarak, eylemin 18.2.2007 tarihinde yakalanmakla son
bulduğunun kabul edilmesi isabetli olmadığından; yazılı olduğu şekilde
kurulan hükmün eksik soruşturma nedeniyle bozulmasına karar
verilmiştir. (As.Yargıtay Daireler Kurulunun, 17.5.2007 tarih ve 67-61
sayılı Kararı da aynı doğrultudadır.)
456
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191, 193
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/614
K. No. : 2007/612
T.
: 28.3.2007
ÖZET
Sanığın, duruşmada kimliği saptanmadan ve aleniyet
ilkesi yönünden iddianame okunmadan ve sorgu öncesi diğer
hakları hatırlatılmadan doğrudan sorgusunun belirlenmiş
olması, mutlak bozma nedeni teşkil etmektedir.
Askerî mahkemece; sanığın, 9.1.2001-24.5.2005 tarihleri arasında
izin tecavüzü suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-b ve 5237
sayılı TCK’nın 62/1’inci maddeleri uygulanıp sonuç olarak 10 ay hapis
cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği,
Bu hükmün sanık tarafından “cezanın fazla olduğu, mazeretinin
değerlendirilmediği” belirtilerek temyiz edildiği, tebliğnamede
duruşmaya katılan sanığın kimliğinin saptanmaması ve iddianamenin
okunmaması nedeniyle usule aykırılık bulunduğu, psikiyatri uzmanı
bilirkişinin yetkisi olmadığı hâlde askerliğe elverişlilik konusunda
mütalâa vermesinin mevzuata uygun düşmediği, kesin izin süresinin
belirlenmesi bakımından izin bildirim çizelgesi ve künye defterinin
getirtilmemesinin noksan soruşturma teşkil ettiği belirtilerek hükmün
bozulması yönünde görüş bildirildiği, tebliğnamenin tebliğine karşın
yazılı cevap verilmediği, anlaşılmaktadır.
Öncelikle usul yönünden yapılan incelemede; Tensip kararı
uyarınca 27.7.2005 tarihinde yapılan duruşmaya sanık katılmadığı hâlde
dosyadaki kayıtlara göre kimliğinin tespit edildiği ve askerî savcı
tarafından iddianamenin okunduğu, sanığın askerî ceza ve tutuk evinde
hükümlü olduğuna dair gelen yazı üzerine duruşmanın 9.9.2005 gününe
bırakılıp sanığın celbine karar verildiği, sanığa celse arasında 10.8.2005
457
günü iddianamenin tebliğ edildiği, 9.9.2005 tarihinde yapılan duruşmada
huzura alınan sanığın kimliği saptanmadan ve iddianame okunup
yüklenen suç anlatılmadan hemen sorgusunun yapıldığı, anlaşılmaktadır.
Ceza yargılamasında esas kural yargılamanın sanığın yüzüne karşı
yapılmasıdır. “Vicahîlik ilkesi” adını taşıyan bu kural, gerek 353 sayılı
Kanunun mülga 133’üncü maddesi ve gerek 5271 sayılı CMK’nın
193’üncü maddesinde, ‘mahkemede hazır bulunmayan sanık hakkında
duruşma yapılamaz’ şeklinde açıklanmıştır. Bu düzenlemeye göre,
yargılamanın sanığın gıyabında yürütülüp sona erdirilmesi istisna
oluşturmakta ve ancak yasanın öngördüğü koşullarda mümkün
bulunmaktadır.
353 sayılı Kanunun mülga 146’ncı maddesi ve CMK’nın 191’inci
maddesine göre, sanığın hazır bulunup bulunmadığı saptanarak
duruşmaya başlanacağı, sanığın hazır bulunduğu ilk duruşmada önce
sanığın açık kimliğinin saptanarak kişisel durumu hakkında bilgi
alınacağı, sonra iddianame ve iddianame yerine geçen belgenin
okunacağı, daha sonra usulüne göre sorgunun yapılacağı öngörülmüştür.
Kovuşturma evresinin özelliklerinden olan alenîlik ve sözlülük ilkelerine
uygun olarak, sanığın çağrılıp sorgusunun yapılacağı duruşmada
kimliğinin saptanıp iddianamenin mutlak suretle okunması
gerekmektedir. Sanıktan kişisel durumu hakkında alınacak bilgiler
önemli olup, söz gelimi tebligatlar sanığın beyan ettiği adrese yapılmakta
ve beyan edilen adrese çıkarılan tebligat muhatap bulunamasa da tebliğ
yapılmış sayılmaktadır. İddianamenin duruşmada okunmasının
öngörülmesindeki temel maksat ise, kamunun ve tarafların yargılama
konusu uyuşmazlık hakkında ayrıntılı biçimde bilgi sahibi olmalarının
sağlanmasıdır. Ceza yargılamasını başlatan esaslı bir belge veya karar
olması sebebiyle, iddianamenin duruşmada okunmasının aleniyet ilkesi
yönünden önemi aşikârdır. Doğrudan kamu düzenini ilgilendiren bu
kuralın ihlâl edilmesi, mutlak bozma nedeni olarak kabul edilmiştir.
Açıklanan nedenlerle, sanığın duruşmada kimliği saptanmadan ve
aleniyet ilkesi yönünden iddianame okunmadan ve sorgu öncesi diğer
hakları hatırlatılmadan doğrudan sorgusunun belirlenmiş olması, 353
sayılı Kanunun 207’nci maddesine göre mutlak bozma nedeni teşkil
ettiğinden, belirtilen hukuka aykırılıklardan dolayı hükmün usul
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
458
Diğer taraftan, elle doldurularak fotokopisi çekilmiş ve bu
nedenle aslına uygunluğu kuşkulu olan, aynı zamanda asıl mı yoksa
dosya nüshası mı? olduğu da anlaşılamayan izin belgesinde izin süresi 10
gün olarak belirtilirken izne ayrılış (23.12.2000) ve katılış tarihleri
(4.1.2001) arasındaki sürenin 13 gün olmasına karşın, mahkemece,
sanığın 23.12.2000 tarihinde Ağrı/Patnos’taki birliğinden İstanbul
adresine 10 gün süreyle izinli gönderildiği ve kendisine 6 gün gidişdönüş yol süresi tanınması gerektiği kabul edilerek suç başlangıç tarihî
9.1.2001 tarihinde başlatılmış ise de, gerçek suç başlangıç tarihinin
belirlenmesi için hâlen terhisli olan sanığın yerli askerlik şubesinden izin
belgesi aslı ve izin bildirim çizelgesi ile varsa üzerinde izin tarihleri
gösterilen sevk belgesinin temin edilmemesi de noksan soruşturma teşkil
etmektedir.
Bu arada, 24.12.1999 tarihinden itibaren firarda olup yakalandığı
22.10.2000 tarihinden itibaren nezarette ve tutuklu olarak kalan sanığın,
14.12.2000 tarihinde tahliye edilip birliğine teslim edilmesi nazara
alındığında, 2000 yılında daha önce izin kullanma olasılığı
bulunmadığına göre, dava konusu 23.12.2000 tarihinde başlayan izni için
gidiş dönüş yol süresi tanınması yerleşik uygulamaya ve hakkaniyete
uygun ise de, MSB yol süresi çizelgesine göre Ağrı-İstanbul arası yol
süresi 2 gün olduğu hâlde, mahkemece yol süresinin 3 gün olarak kabul
edilmesi suretiyle yapılan hataya da işaret edilmiştir.
Tebliğnamede, duruşmada yöntemine uygun olarak dava
dosyasını inceleyip sanığı muayene ederek “depresif mizaçlı uyum
bozukluğu tanısı koyduğu sanığın suç tarihlerinde ve hâlen ceza
ehliyetinin tam olduğu, askerliğe elverişli olduğu, 5237 sayılı TCK’nın
32’nci maddesinden faydalanamayacağı” şeklindeki mütalâasını
açıklayan psikiyatri uzmanı bilirkişinin (Ağrı Asker Hastahanesi
Psikiyatri Uzmanı Tbp.Atğm.) yetki sınırlarını aşarak askerliğe
elverişlilik konusunda görüş bildirmesinin mevzuata uygun olmadığı
yönünde görüş bildirilmiş ise de,
Asker kişilerin askerliğe elverişli olup olmadığına karar verme
yetkisi askerî hastahane sağlık kurullarına ait olup, somut olayda
dinlenen bilirkişinin yukarda açıklanan mütalâası, psikiyatrik yönden
askerliğe elverişli görülen sanığın askerliğe elverişlilik yönünden sağlık
459
kuruluna çıkartılmasına gerek olmadığı anlamına gelmektedir. Nitekim,
adlî sicilde sabıkası bulunmayan ve dava konusu izin tecavüzü dışında
sadece bir firar suçunu işleyip bu suçtan dolayı verilen cezanın bakiyesini
de 1.6.2005 tarihinden sonra çeken sanığın TSK Sağlık Yeteneği
Yönetmeliğinin eki Hastalık ve Arızalar Listesinin 16 ve 17’nci
maddelerine uyan bir durumu olmadığı açıkça görülmektedir. Bu
nedenle, bilirkişinin mütalâasında kullandığı ‘askerliğe elverişlidir’
kanaatinin ‘sanığın askerliğe elverişlilik yönünden sağlık kuruluna
çıkartılmasına gerek olmadığı’ olarak anlaşılması gerektiğinde kuşku
olmadığından, mütalâada kullanılan amacı aşan üslup bozmayı gerektirir
bir husus olarak değerlendirilmemiştir.
460
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191/3, 232
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/86
K. No. : 2007/90
T.
: 5.7.2007
ÖZET
Dosyada mevcut belgelerde, sanığın kimlik bilgileri
konusunda ciddî tereddütler oluştuğunda, sanığın dosyada
mevcut sevk pusulası ve terhis belgesinde yazılı bulunan
kimlik bilgileri ile T.C. Kimlik No.’sunun da belirtilmesi
suretiyle, ilgili nüfus müdürlüğünden, sanığın nüfus kaydının
getirtilerek, tereddüde yer verilmeyecek şekilde kimliğinin
tespit edilmesi gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu, sanığın kimlik
bilgilerinde tereddüt bulunup bulunmadığından ibarettir.
Daire; yargılanan ve hakkında hüküm kurulan kişinin, dosyadaki
kayıtlara göre sanık olduğunda tereddüt bulunmadığını kabul etmiş iken,
Başsavcılık; getirtilen nüfus kaydının sanığa ait olup olmadığının
araştırılması gerektiğini ileri sürmüştür.
Sanık Dz.P.Er A.Ö.’nün 1.5.2005-30.5.2005 tarihleri arasında
hava değişimi tecavüzü suçunu işlediğinin kabul edildiği dava
dosyasında;
Dosyadaki sevk belgesi, birliği komutanlığınca onaylanmış nüfus
cüzdan sureti, vicahî tutuklama müzekkeresi, iddianamede, duruşmada
tespit edilen kimliğinde ve gerekçeli hükümde, sanığın baba adının
“Ahmet”, ana adının “Belkız”, soyadının “ÖZTÜRK” olarak yer aldığı,
ayrıca sevk pusulası ve terhis belgesinde T.C Kimlik No; “17452352694”
461
olarak belirtildiği hâlde; nüfus dairesinden getirtilen nüfus kayıt
örneğinde; baba adının “Mehmet”, ana adının “Ayşe” şeklinde yazıldığı,
Cilt No.’sunun aynı olduğu, Hane ve Sıra No.’larının farklı olduğu,
bunun yanı sıra, T.C Kimlik No.’sunun da 19492284638 olarak
belirtildiği görülmektedir.
Oysa, yargılanan sanığın, dosya muhteviyatındaki kimlik bilgisi
ile, resmî kayıtlardaki kimlik bilgisinin aynı olması gerekmektedir.
Yargılamayı yürüten hâkim, sanık statüsünde bulunan kişinin
doğru kimlik bilgileri ile yargılanıp yargılanmadığını, dosyadaki resmî
kayıtları inceleyip, huzurda bulunan kişiye şahsî hâlleriyle ilgili sorular
yönelterek sıhhatli bir şekilde tespitle yükümlüdür.
Hüviyeti sanığın kimlik bilgilerine yakın bilgiler ihtiva eden,
ancak gerçekte yargılama konusu olayla ilgisi bulunmayan masum
kişilerin, haksız şekilde cezaî kovuşturma ve infaz tehdidi altında
bırakılmamasının temini için, bu titizliğin her safhada gösterilmesi
gerektiği kuşkusuzdur.
353 sayılı Kanunun 146/2 ve 177/D maddelerine göre, herhangi
bir yanlışlığa ve tereddüde meydan verilmemesi bakımından sanığın
kimliğinin doğru olarak tespiti ve hükme o şekilde yazılması, hükmün de
o kimliğe göre kurulması gerekmektedir. İnfaz, hükümde yazılı olan
kimlik bilgileri esas alınarak yapılacaktır. Dava dosyasında, nüfus
idaresinden getirtilmiş, doğru ve sanığa ait olduğu kesinlik kazanmış bir
“Nüfus kayıt örneği” bulunmadığından, bu yanlışlığın mahkemece
sonradan alınacak bir kararla veya mahkeme kıdemli hâkiminin hüküm
altına vereceği bir şerhle düzeltilmesi de mümkün değildir.
Bölük komutanı tarafından düzenlenip onaylanan ve dosyaya
konulan nüfus cüzdan sureti, nüfus idaresinden getirtilecek nüfus kayıt
örneği yerine geçecek bir belge niteliğinde değildir. Sanığa ait nüfus
kayıtları, ilâmın aidiyetinde ve cezanın kişiselleştirilmesinde dayanılan
resmî belgeler olduğundan, dosyadaki kayıtlara uygun biçimde nüfus
idaresinden getirtilmesi gerekmektedir. Sanığın Bl. Komutanı tarafından
çıkartılan ve nüfus idaresince doğrulanmayan nüfus kayıt örneğine
dayanılarak hüküm kurulamaz.
462
Dosyada mevcut belgelerde, sanığın ana- baba ismi, nüfus hane
ve sıra numaralarında ve T.C. Kimlik No.’sundaki farklılıklar nedeniyle
sanığın kimliğinde ciddî tereddütler oluştuğundan, sanığın dosyada
mevcut sevk pusulası ve terhis belgesinde yazılı bulunan kimlik bilgileri
ve T.C. Kimlik No.’sunun da belirtilmesi suretiyle, ilgili nüfus
müdürlüğünden, sanığın nüfus kaydının getirtilerek, tereddüde yer
verilmeyecek şekilde kimliğinin tespit edilmesi gerekirken, sanığa ait
doğru ve gerçek nüfus kaydının dosyaya dâhil edilmemiş olması noksan
soruşturma olarak kabul edildiğinden, hükmün onanmasına ilişkin Askerî
Yargıtay 4’üncü Dairesinin 1.5.2007 tarihli ve 2007/704-704 sayılı
kararına karşı Askerî Yargıtay Başsavcılığınca yapılan itirazın kabulü ile,
Dairenin onama kararının kaldırılmasına, mahkûmiyet hükmünün, sanık
kimliğindeki tereddüt nedeniyle usul yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
463
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/105
K. No. : 2007/97
T.
: 20.9.2007
ÖZET
Sanığa, hakkında düzenlenen 13.2.2007 tarihli, 2007/ 22591 esas ve karar sayılı asıl iddianamenin 13.3.2007 tarihinde
tebliğ edilmesi, keza duruşmada ayrıca suçunun anlatılması
nedeniyle hakkında iddia olunan fiilî ve suçu öğrendiği ve
buna göre savunmasını yaptığı, dava dosyasında 13.2.2007
tarihli, 2007/225-91 esas ve karar sayılı iddianameden başka
bir iddianamenin bulunmaması nedeniyle, bu dava dosyası
üzerinden kovuşturma yapan askerî mahkemece başka bir
iddianamenin okunması olasılığının da olmadığı dikkate
alındığında, askerî mahkemece bilgisayarda format üzerinden
duruşma tutanağı
düzenlenirken,
duruşmada okunan
iddianamenin
esas
ve
karar
numarasının
tutanağa
yazılmasının unutulduğu ya da yanlış yazıldığı, bunun bir
maddî hatadan kaynaklandığı, bu nedenle aleniyet ilkesinin
ihlâli ve savunma hakkının kısıtlanmasının söz konusu
olmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; duruşmaya
başlanırken okunan iddianamenin esas ve karar numarasının, duruşma
tutanağına 13.2.2007 tarih, 2007/225-91 esas ve karar yerine, 13.2.2007
tarih 2007/227-93 esas ve karar şeklinde yazılması ve buna bağlı olarak
duruşmanın alenîliği ilkesinin ve sanığın savunma hakkının ihlâl edilip
edilmediği konularına ilişkindir.
Daire; gerekçelerini izah edip bunun bir maddî hatadan
kaynaklandığını kabul ederken;
464
Başsavcılık; duruşmada başka bir iddianamenin okunduğunu, bu
nedenle duruşmanın alenîliği ilkesinin ve sanığın savunma hakkının ihlâl
edildiğini ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Askerî mahkemece; iddianamenin kabulünden sonra, tensip kararı
uyarınca sanığa 13.2.2007 tarihli, 2007/225-91 esas ve karar sayılı (Asıl)
iddianame 13.3.2007 tarihinde tebliğ edilmiş; 27.3.2006 tarihli ilk
duruşmada sanığın kimliğinin tespitinden sonra tutanağa, 13.2.2007
tarihli, 2007/227-93 esas ve karar sayılı iddianamenin okunduğu
yazılmış, devamında da yasal hakları anlatılan sanık, haklarını anlattığını,
ne ile suçlandığını bildiğini, müdafii istemediğini, susma hakkını
kullanmayacağını söyleyerek, hakkındaki iddiayla ilgili savunmasını
yapmıştır.
Sanığa, hakkında düzenlenen 13.2.2007 tarihli, 2007/225-91 esas
ve karar sayılı asıl iddianamenin 13.3.2007 tarihinde tebliğ edilmesi,
keza duruşmada ayrıca suçunun anlatılması nedeniyle hakkında iddia
olunan fiilî ve suçu öğrendiği ve buna göre savunmasını yaptığı, dava
dosyasında 13.2.2007 tarihli, 2007/225-91 esas ve karar sayılı
iddianameden başka bir iddianamenin bulunmaması nedeniyle, bu dava
dosyası üzerinden kovuşturma yapan askerî mahkemece başka bir
iddianamenin okunması olasılığının da olmadığı dikkate alındığında,
askerî mahkemece bilgisayarda format üzerinden duruşma tutanağı
düzenlenirken, duruşmada okunan iddianamenin esas ve karar
numarasının tutanağa yazılmasının unutulduğu ya da yanlış yazıldığı,
bunun bir maddî hatadan kaynaklandığı, bu nedenle alenîyet ilkesinin
ihlâli ve savunma hakkının kısıtlanmasının söz konusu olmadığı
sonucuna varıldığından ve mahkûmiyet hükmünde başkaca usul, sübut,
vasıf, takdir ve uygulama yönlerinden bir hukuka aykırılık
bulunmadığından, (Vukuatlı nüfus kaydı dosyada bulunan sanığın, kimlik
bilgilerinin duruşma tutanağına yanlış geçirilmesinin Askerî Yargıtayın
yerleşmiş kararlarında maddî hata kabul edilip bozma nedeni yapılmadığı
da dikkate alınmak suretiyle) Askerî Yargıtay Başsavcılığının isabetli
görülmeyen usule ilişkin itiraz sebeplerinin reddine karar verilmiştir.
465
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 191, 196
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2050
K. No. : 2007/2043
T.
: 18.12.2007
ÖZET
İstinabe suretiyle savunması tespit olunan sanığın
hüküm mahkemesinde yapılan duruşmasında açık kimliğinin
saptanması veya talimat mahkemesince tespit olunan
kimliğinin dosya ile uyumlu olduğunun belirtilmesi, istinabe
mahkemesince yapılan sorgusunda açıkça duruşmalardan
vareste tutulma talebinde bulunan sanık hakkında, 5271 sayılı
CMK’nın 196/1’inci maddesi uyarınca, duruşmadan bağışık
tutulup tutulmaması hususunda bir karar verilmesi gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 87/1 (birinci cümlesi) ve 5237 sayılı
TCK’nın 62’nci maddeleri uyarınca, neticeten 25 gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiş olup, hüküm sanık tarafından, sebep
belirtilmeksizin temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; kışlada cep telefonu bulundurulmayacağına
ilişkin emir kendisine tebliğ edilmiş olmasına rağmen sanığın, 17.1.2007
tarihinde cep telefonu bulundurduğunun tespit edildiği, bu suretle
hizmete ilişkin emrin gereğini yerine getirmeyerek emre itaatsizlikte ısrar
suçunu işlediği kabul edilerek yazılı olduğu şekilde mahkûmiyet hükmü
kurulmuş ise de;
5271 sayılı CMK’nın “Duruşmanın başlaması” başlıklı 191’inci
maddesinde;
“(1) Sanığın ve müdafiinin hazır bulunup bulunmadığı, çağrılmış
tanık ve bilirkişilerin gelip gelmedikleri saptanarak duruşmaya başlanır.
Sanık, duruşmaya bağsız olarak alınır. Mahkeme başkanı veya hâkim,
duruşmanın başladığını iddianamenin kabulü kararını okuyarak açıklar.
466
(2) Tanıklar duruşma salonundan dışarı çıkarılırlar.
(3) Duruşmada, sırasıyla;
a) Sanığın açık kimliği saptanır, kişisel ve ekonomik durumu
hakkında kendisinden bilgi alınır,
b) İddianame veya iddianame yerine geçen belge okunur,
c) Sanığa, yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının
kanunî hakkı olduğu ve 147’nci maddede belirtilen diğer hakları
bildirilir,
d) Sanık açıklamada bulunmaya hazır olduğunu bildirdiğinde,
usulüne göre sorgusu yapılır.” şeklinde hükümlere yer olmamaktadır.
Yine CMK’nın 196’ncı maddesinde, sanığın duruşmadan bağışık
tutulması düzenlenmiş olup; mahkemece sorgusu yapılmış olan sanık
veya bu hususta sanık tarafından yetkili kılındığı hâllerde müdafiinin
istemi hâlinde, mahkemenin sanığı duruşmada hazır bulunmaktan
bağışık tutabileceği hüküm altına alınmıştır.
Bu açıklamalar ışığında somut olay irdelendiğinde;
İstinabe suretiyle savunması tespit olunan sanığın, hüküm
mahkemesinde yapılan duruşmasında; açık kimliğinin saptanmaması
veya talimat mahkemesince tespit olunan kimliğinin dosya ile uyumlu
olduğunun belirtilmemesi, keza iddianamenin yargılamayı yapan
mahkemede okunmamış olması, 5271 sayılı CMK’nın 191/3-a ve 191/3b maddelerine aykırı olması yanında, 353 sayılı Kanunun 207/3-F
maddesi gereğince yasaya mutlak aykırılık oluşturduğundan; hükmün
öncelikle bu usule aykırılıklar nedeniyle bozulmasına karar verilmiş,
istinabe mahkemesince yapılan sorgusunda açıkça duruşmalardan vareste
tutulma talebinde bulunan sanık hakkında, 5271 sayılı CMK’nın
196/1’inci maddesi uyarınca, duruşmadan bağışık tutulup tutulmaması
hususunda bir karar verilmesinin gerektiğine de işaretle yetinilmiştir.
467
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 196
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1959
K. No. : 2007/1954
T.
: 4.12.2007
ÖZET
8.2.2006 tarihinde yüzüne karşı yapılan duruşma
sonunda,
müteakip
duruşmanın
22.3.2006
tarihinde
yapılacağını öğrenen sanığın, 26.2.2006 tarihinde terhis
edilmesinden
sonra,
duruşmaya
katılmaması
üzerine,
yargılama tarihinde yürürlükte bulunan 353 sayılı Kanunun
136’ncı maddesi uyarınca duruşmadan bağışık tutularak
yokluğunda yargılamaya devam edilip hüküm kurulmasında,
savunma hakkını kısıtlayıcı bir hukuka aykırılık hâli
bulunmamaktadır.
Askerî mahkemece; sanığın, emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işlediği sabit görülerek; ASCK’nın 87/1 (ikinci cümlesi) ve 765 sayılı
TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca, sonuç olarak 2 ay 15 gün hapis
cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş; bu hüküm, sanık müdafii
tarafından, özetle; sanığın siyasî bir suçtan ötürü askerî hizmete
başlamadan evvel 9,5 yıl ceza evinde kaldıktan sonra, toplumsal hayattan
kopmanın da sonucu olarak davranış bozukluğu sergilediği, suç kastıyla
hareket etmediği, bu sorunlarını atlatmak maksadıyla zaman talebinde
bulunmasına rağmen buna imkân tanınmadığı, dava konusu olay
nedeniyle bölük komutanı tarafından 7 gün ceza verildiği ve bu cezanın
19.1.2005-26.1.2005 tarihleri arasında Tugay Disiplin Ceza Evinde infaz
edildiği, bir kimseye işlediği bir suçtan dolayı, tek bir ceza uygulaması
yapılması gerektiği, bu sebeple aynı suçtan ayrıca cezalandırılamayacağı,
sanıkta mevcut postravmatik stres bozukluğu rahatsızlığı sebebiyle
müşahede altına alınması gerekirken mahkemece eksik soruşturmaya
dayalı olarak hüküm kurulduğu, sanığın esas hakkındaki son
savunmasının alınmadığı ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
468
Mevcut kanıtlara göre; sanığın, 19.1.2005 tarihinde, bölük
komutanı tarafından ısrarla verilen emirlere rağmen, silâh almadığı ve
almayacağını söylediği anlaşılmakta olup; askerî hizmete ilişkin
olduğunda kuşku bulunmayan emir gereğini ısrarla yerine getirmemek
suretiyle atılı suçu işlediği anlaşılmaktadır.
Sanığın cezaî ehliyet ve askerliğe elverişlilik durumu araştırılmış, suç
tarihlerinde ve hâlen askerliğe elverişli olduğu ve cezaî ehliyetinin tam
olduğu belirlenmiştir.
8.2.2006 tarihinde yüzüne karşı yapılan duruşma sonunda,
müteakip duruşmanın 22.3.2006 tarihinde yapılacağını öğrenen sanığın,
26.2.2006 tarihinde terhis edilmesinden sonra, duruşmaya katılmaması
üzerine, 353 sayılı Kanunun yargılama tarihinde yürürlükte bulunan
136’ncı maddesi uyarınca duruşmadan bağışık tutularak yokluğunda
yargılamaya devam edilip hüküm kurulmasında, savunma hakkını
kısıtlayıcı bir hukuka aykırılık hâli bulunmamaktadır.
Sanığın aynı eylem nedeniyle birlik komutanlığınca
cezalandırılmış olduğu iddiasının doğru olmadığı birlik Komutanlığının
27.1.2006 tarihli yazısından anlaşılmaktadır.
Bu nedenlerle, ileri sürülen temyiz nedenleri kabule değer
görülmemiştir.
Yasaya ve kanıtlara uygun olarak gösterilen gerekçelerle ve alt
sınırdan ceza tayiniyle yazılı şekilde mahkûmiyet kararı verilmesinde,
ASCK’nın Ek 8 ve 47’nci maddeleri uyarınca, hürriyeti bağlayıcı cezanın
adlî para cezasına çevrilmemesinde ve ertelenmemesinde bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
469
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 196
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1998
K. No. : 2007/1993
T.
: 11.12.2007
ÖZET
Askerî mahkemece, sanığın sorgu ve savunması yerine
geçmek üzere istinabe suretiyle saptanan sorgusu duruşmada
okunmaksızın yargılama yapılıp, hüküm kurulması, savunma
hakkının kısıtlanması niteliğindedir.
Askerî mahkemece; sanığın, 18.7.2006-10.8.2006 tarihleri
arasında firar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-a, 73 ve
TCK’nın 62’nci maddeleri gereğince 5 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiş; hüküm, sanık tarafından, cezanın fazla
olduğu ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; sanığın, 30.6.2006 tarihinde, 2 gün yol süresi
tanınarak 10 gün süreyle izne gönderildiği, son olarak 5.7.2006 tarihinde
ulaştığı Erzurum KTM’den aynı gün ayrılarak iznini kullanamaya
başladığı, bu duruma göre en geç 18.7.2006 tarihinde birliğine katılması
gerekirken katılmadığı, daha sonra 10.8.2006 tarihinde Elazığ KTM’ye
katıldığı, böylece 18.7.200-10.8.2006 tarihleri arasında firar suçunu
işlediği kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasına karar
verilmiş ise de;
Askerî mahkemece, sorgu ve savunması, duruşmadan bağışık
tutulmayı talep etmesi üzerine istinabe suretiyle saptanan sanık hakkında
10.4.2007 tarihinde yapılan duruşmada; kimliğinin belirlenmesi ve askerî
savcı tarafından iddianamenin okunmasından sonra, sorgu ve
savunmasını içeren istinabe duruşma tutanağının, duruşmada okunmadığı
görülmektedir.
470
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek 1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın 196’ncı maddesi;
sanığın istinabe suretiyle sorguya çekilmesi hâlinde, sorgu tutanağının
duruşmada okunacağı hükmünü içermekte olup; askerî mahkemece,
sanığın sorgu ve savunması yerine geçmek üzere istinabe suretiyle
saptanan sorgusu duruşmada okunmaksızın yargılama yapılıp, hüküm
kurulması, savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde olup, bu durum,
353 sayılı Kanunun 207/3-H maddesi gereğince hukuka kesin aykırılık
niteliğinde bulunduğundan, mahkûmiyet hükmünün usul yönünden
bozulmasını gerektirmektedir.
Diğer yandan; iddia ve savunma, yukarıda belirtilen kabul
doğrultusunda olduğu, başka bir anlatımla, sanığın gönderildiği izinden
zamanında birliğine dönmemek suretiyle izin tecavüzü suçunu işlediğine
yönelik bulunduğu hâlde; duruşma tutanağında yer alan kısa karara göre;
sanığın 18.7.2006-10.8.2006 tarihleri arasında “firar” suçunu işlediği
kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-a maddesinin uygulandığı, gerekçeli
hükmün hüküm fıkrasına göre; aynı tarihler arasında “izin tecavüzü”
suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-b maddesinin
uygulandığı, asıl olanın duruşma tutanağında yer alan kısa karar olmasına
karşın, hükmün gerekçesinin içerik olarak da izin tecavüzü suçuna
yönelik olup, duruşma tutanağındaki kısa karara uygunluk arz etmediği,
böylece hükümde karışıklık yaratıldığı; gerekçeli hükmün, 353 sayılı
Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek 1’inci maddesinin atıfta
bulunduğu 5237 sayılı CMK’nın “Hükmün gerekçesinde gösterilmesi
gereken hususlar” başlıklı 231’nci maddesinde öngörülen koşullarla
uyumlu olmadığı, bu durumun da hükmün usul yönünden bozulmasını
gerektirdiği sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle, sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün
usul yönünde bozulmasına karar verilmiş; bozma nedeni karşısında diğer
yönlerden inceleme yapılmamıştır.
471
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 201
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1765
K. No. : 2007/1756
T.
: 6.11.2007
ÖZET
Sanık ve tanıklar aynı birlikte görevli oldukları hâlde,
askerî mahkemece haklarında iki ayrı talimat yazılması ve
birlik komutanlığınca da ifade tespiti için sanık ve tanıkların
farklı müzekkerelerle istinabe mahkemesine sevk edilmeleri,
sanığın bu tanıkların istinabe mahkemesi huzurunda ifade
verdikleri oturumlara katılmasına engel nitelikte herhangi bir
özrünün bulunmadığı açık olduğu hâlde, tanıkların sanığın
hazır bulunmadığı bir duruşmada dinlenilmeleri, sanığın
tanıkların beyanlarını öğrenme, varsa bu beyanlara karşı
diyeceklerini söyleme imkânının fiilen ortadan kaldırılması,
“savunma hakkının kısıtlanması” anlamında, 353 sayılı
Yasanın 207/3-H maddesine ve dolayısıyla Anayasanın 36’ncı
maddesinde düzenlenmiş olan “adil yargılanma hakkının”
ihlâli niteliğindedir.
Askerî Mahkemece; sanığın,
1) 8.1.2005 tarihinde, toplu asker karşısında emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 88 ve 5237 sayılı
TCK’nın 62/1’inci maddeleri uyarınca, neticeten beş ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına,
2) 8.1.2005 tarihinde, toplu asker karşısında üstü tehdit suçunu
işlediği kabul edilerek ASCK’nın 82/2, 5237 sayılı TCK’nın 29 ve
62/1’inci maddeleri gereğince, neticeten iki ay on beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiş olup, hüküm sanık müdafii tarafından;
zor koşullar altında askerlik hizmetini yapan sanığın fiziksel ve ruhsal
durumunun dikkate alınmadığı, olay sırasında sanığın cezaî ehliyetinin
472
varlığından söz edilemeyeceği, yüklenen suçların manevî unsurlarının
oluşmadığı, aksi düşünüldüğü takdirde sanığın eylemlerinin 477 sayılı
Kanun kapsamında değerlendirilmesi gerektiği ileri sürülerek temyiz
edilmiştir.
Özalp İlçe J.K.lığı emrinde askerlik hizmetini yapmakta iken,
8.1.2005 tarihinde, saat 09.00 sıralarında, Balçıklı Jandarma Karakol
Komutanlığı eğitim alanında, Uzm.J.Çvş. O.B. ve J.Atğm. K.B.’nin emir
ve komutasında yapılan temel savaş beden eğitimine katılan sanığın;
3’üncü Tim personeli J.Onb. M.H., J.Ulş.Er B.K., J.Er E.G., J.Er A.Ö.,
J.Er İ.K., J.Er E.K., J.Er M.K., J.Er B.G., J.Er S.Y., J.Er C.K., J.Onb.
M.B.K.’dan oluşan 11 kişinin de iştirak ettiği eğitim sırsında; eğitimi
yaptıran Uzm J.Çvş. O.B.’nin, hareketlerin cansız ve disiplinsiz tavırlarla
yapılması sebebiyle zaman zaman tim personeline istikamet vererek,
dağılma komutu ile hareketlenmelerini ve canlanmalarını temin etmeye
çalıştığı sırada time verdiği, “yat, kalk, sürün, istikamet geriniz, dağılın
marş marş!” şeklindeki emirlerin, tüm tim personelince yerine
getirilmesine rağmen sanık J.Komd.Onb. A.İ. tarafından yerine
getirmediği, emirler tekrar edildiği hâlde hiç yapmadığı, bu durumun
J.Atğm. K.B. tarafından fark edildiği ve sanığa kendisi tarafından da aynı
emirlerin verildiği, sanığın J.Atğm. K.B.’nin de sürünmesi ve yanına
gelmesi konusundaki emirlerini yerine getirmediği, yüz üstü yatmaya
devam ettiği, emirlerinin gereğini yapmaması sebebiyle sanığa sinirlenen
Uzm.J.Çvş. O.B. tarafından sinkaflı kelimeler ve “gel pisi pisi” şeklinde
sözler sarf edilerek, bir takım tahrik edici hareketlerde bulunulması
üzerine, sanığın da elini yumruk yaparak Uzm.J.Çvş. O.B.’ye 30-40 cm
mesafe kalana kadar yaklaştıktan sonra; “Sen benim kim olduğumu
biliyor musun? Beni çıldırtma, pişman olursun!” demek suretiyle üstünü
tehdit ettiği, bu suretle sanığın toplu asker karşısında emre itaatsizlikte
ısrar ve toplu asker karşısında üstü tehdit suçlarını işlediğinin kabulü ile
yazılı olduğu şekilde cezalandırılması cihetine gidildiği anlaşılmaktadır.
A) Usul yönünden;
353 sayılı Yasanın hüküm tarihinde yürürlükte olan “Delillere
karşı ne diyeceğinin sanıktan sorulması” başlığını taşıyan 159’uncu
maddesi “Tanığın ve bilirkişinin veya suç ortağının dinlenilmesinden
veya herhangi bir yazılı delilin okunmasından sonra bunlara karşı sanığın
bir diyeceği olup olmadığı sorulur” yolunda düzenleme içermektedir.
473
Askerî mahkemece, aynı birlikte görevli olan sanığın sorgu ve
savunmaları ile olay tanıklarının yeminli ifadelerinin istinabe suretiyle
tespit ettirilmesi için ÖZALP İlçe J.K.lığına iki ayrı talimat yazıldığı,
sanığın ve tanıklar J.Atğm. K.B. ile Uzm J.Çvş. O.B.’nin beyanlarının bu
komutanlıkça yazılan iki ayrı müzekkereye istinaden farklı günlerde
tespit edildiği anlaşılmaktadır.
Sanık ve tanıklar aynı birlikte görevli oldukları hâlde, askerî
mahkemece haklarında iki ayrı talimat yazılması ve birlik
komutanlığınca da ifade tespiti için sanık ve tanıkların farklı
müzekkerelerle istinabe mahkemesine sevk edilmeleri, sanığın bu
tanıkların istinabe mahkemesi huzurunda ifade verdikleri oturumlara
katılmasına engel nitelikte herhangi bir özrünün bulunmadığı açık olduğu
hâlde, tanıkların sanığın hazır bulunmadığı bir duruşmada dinlenilmeleri,
sanığın tanıkların beyanlarını öğrenme, varsa bu beyanlara karşı
diyeceklerini söyleme imkânının fiilen ortadan kaldırılması, “savunma
hakkının kısıtlanması” anlamında, 353 sayılı Yasanın 159 ve 207/3-H
maddesine ve dolayısıyla Anayasanın 36’ncı maddesinde düzenlenmiş
olan “adil yargılanma hakkının” ihlâli niteliğinde bir usule aykırılık
olduğundan, sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün öncelikle usul
yönünden bozulması gerekmiştir.
B) Esas yönünden;
1) Toplu Asker Karşısında Emre İtaatsizlikte Israr Suçu ile ilgili
olarak,
Emre itaatsizlikte ısrar suçu; askerî hizmete ilişkin emrin
gereğinin hiç yapılmaması, emrin yerine getirilmesinin sözlü veya fiilî
olarak açıkça reddedilmesi veya emir tekrar edildiği hâlde yerine
getirilmemesi ve suç işleme kastıyla hareket edilmesi ile oluşur. Eğitim
sırasında, herhangi bir nedenle eğitim programı dışında yaptırılan fazla
koşu, şınav, yat-kalk ve sürünme gibi hareketlerin her zaman ceza
niteliğinde kabul edilemeyeceği, bunların da eğitimin bir parçası ve fırsat
eğitimi olarak kabul edilmesi gerektiğine ilişkin Askerî Yargıtay kararları
doğrultusunda Uzm.J.Çvş. O.B. tarafından tim personeline ve sanığa
“yat, kalk, sürün!” şeklinde verilen emirlerin hizmete ilişkin olduğunun
kabulünde, herhangi bir isabetsizlik görülmemiştir.
474
Ancak, Uzm.J.Çvş. O.B. dâhil tüm tanıkların sanığın “yat, kalk
ve marş marş” komutlarını istendiği şekilde yapmasa da, yerine
getirmeye çalıştığı yolundaki beyanları, keza gerek hazırlık aşamasında
birliği komutanlığınca tespit edilen ifadesinde, gerekse istinabe
mahkemesince tespit edilen ifadesinde, istikrarlı bir şekilde emirleri
yerine getirdiğini, sürünme emrini de kısa bir süre yerine getirdiğini,
ancak yorgun olduğundan daha fazla sürünemediğini beyan etmekte olan
sanık J.Er A.İ.’nin bu beyanını doğrular mahiyetteki tanıklardan J.Er İ.K.
ve J.Onb. M.H.’nin; verilen emir sonrası sanığın bir süre süründüğünü
gördüklerine ilişkin anlatımları karşısında, iddianamede belirtildiği
şekilde emirlerin hiç yapılmaması durumunun söz konusu olmadığı,
esasen gerekçeli hükümde de bu hususun isabetli bir şekilde tespit
edilerek sanığın verilen komutları “istenildiği şekilde yerine getirmediği”
şeklinde bir değerlendirme yapıldığı anlaşılmakla, yukarıda belirtilen
bozma sebebi karşısında sanığın eyleminin 477 sayılı Kanunun 48’inci
maddesinde düzenlenen “Emre İtaatsizlik” disiplin suçu sınırları içinde
kaldığı hususuna işaret edilmesi gerekmiştir.
2) Toplu Asker Karşısında Üstü Tehdit Suçu ile ilgili olarak,
“Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit...” suçu, ASCK’nın
82/2’nci maddesinde düzenlenmiş olup, unsurları, yerleşik uygulamaya
göre 765 sayılı TCK’nın 191/1’inci maddesindeki: “...kanunda yazılı
hâllerin haricinde başkasının ağır ve haksız bir zarara uğratılacağı
bildirilerek tehdit edilmesi...” suçunda aranmaktadır. Yargıtay ve Askerî
Yargıtayın içtihatlarıyla belirlenen anlam ve kapsamına uygun
düzenleme ile “Tehdit” suçu, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237
sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesinde; “bir başkasını kendisinin veya
yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir
saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit eden...” şeklinde
tanımlanmıştır.
Somut olayda; sanığın sarf ettiği sözlerle muhatabının veya onun
bir yakınının hayatına, vücut bütünlüğüne veya cinsel dokunulmazlığına
yönelik saldırı niteliği taşıyan bir sözü bulunmadığı gibi, bunu ima
edecek bir davranışı da yoktur. Objektif olarak değerlendirildiğinde;
sanığın, Uzm.J.Çvş. O.B. tarafından sinkaflı kelimeler kullanılarak ve
“gel pisi pisi” şeklinde sözlerle bir takım tahrik edici hareketlerde
bulunulması üzerine, tepki mahiyetinde sarf ettiği sözlerin, muhatabının
475
iç huzurunu bozucu, onu korku ve endişeye sevk edici niteliğe sahip
olmaktan uzak olduğu esasen askerî mahkeme tarafından da, gerekçeli
hükümde bu sözlerin “mağdurun daha fazla ileri gitmesini önlemeye
yönelik olduğu” şeklinde bir değerlendirme yapıldığı anlaşılmakla,
yukarıda belirtilen bozma sebebi karşısında sanığın eyleminin bu hâliyle
ASCK’nın 82/1’inci maddesince düzenlenen “Toplu asker karşısında
veya silâhlı iken hizmette veya hizmete ilişkin hâllerde amire veya üste
zorunlu olduğu saygıyı göstermemek” suçunu oluşturacağı hususuna da
işaret edilmesi gerekmiştir.
476
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 213, 221
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/8
K. No. : 2007/12
T.
: 8.3.2007
ÖZET
Talimat
müzekkeresine,
hazırlık
ifadesi
ilâve
edilmeksizin sadece iddianamenin eklenerek, sanığın istinabe
suretiyle ifadesinin tespiti cihetine gidilmesi neticesinde,
hazırlık ifadesinde ileri sürdüğü iddia ve savunmaları ile,
istinabe ile alınan sorgusu arasında herhangi çelişkinin
bulunup bulunmadığının belirlenmesi mümkün olamadığı gibi,
hazırlık ifadesinin sanık tarafından teyidinin de sağlanamadığı
ve sanığın birlik komutanlığınca alınan ifadesine karşı
diyeceklerinin sorulamadığı, bu durumun ise; 353 sayılı
Kanunun 156 ve 157’nci maddelerine aykırılık teşkil ettiğinin
ve sanığın savunma hakkının kısıtlanması sonucunu
doğurduğunun kabulü gerekmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu, İzin tecavüzü suçunun
sübutu açısından noksan soruşturma bulunup bulunmadığından ibarettir.
Daire; “...sanığın 5.7.2005 günü saat 09.00’da izine ayrıldığı
hususunda hiçbir tereddüt bulunmadığından bu yönden noksan
soruşturma bulunmadığı, keza sanığın, babası ile birlikte Aksaray İl
J.K.lığına gitmiş olsa bile, yetkililerle yapılan bu görüşmenin, sanığın izin
tecavüzü eylemini sona erdirecek şekilde, birliğine teslim olma gibi
dehalet kastını gösteren bir delil ve emare mahiyetinde bulunmadığından,
bu yönden de noksan soruşturma bulunmadığı...” görüş ve
düşüncesindedir.
477
Başsavcılık ise, “...izin kâğıdı incelendiğinde belge üzerinde
başka karalamaların da mevcut olduğu, J.Kad.Bçvş. S.M.’nin İlçe J.K.lığı
Per.Loj.İşl.Astsubayı olarak görev yaptığı ve aynı parafı 20+4 şeklinde
yazılan izin süresinin yanına da attığı, bu parafları izin kâğıdındaki
karalamalar nedeniyle atmış olma ihtimalînin bulunduğu, çıkış saatinin
tükenmez kalem ile yazılmasının sanığın bilfiil 09.00’da izne çıktığı
anlamına gelmeyeceği, sanığın izne çıktığı saatin nizamiye kayıtlarından
araştırılması gerektiği, bunun yanı sıra, sanığın sorgusu esnasında,
birliğinden eve gelen telefon üzerine babası ile birlikte yanına gittikleri
Aksaray İl J.K.lığı emrinde görevli Astsb. A.E. ile hangi tarihte, ne
amaçla hangi hususta görüşme yaptıkları, görüşme esnasında sanığın
birliğine katılma arzu ve iradesi taşıyıp taşımadığı konusunda tanık olarak
ifadesine müracaat edilmesinin gerektiği... ” görüş ve düşüncesini öne
sürmüştür.
Dosyada mevcut delil durumuna göre; Selçuk İlçe Jandarma
Komutanlığı emrinde görevli olan sanığın, 5.7.2005 tarihinde, 4 gün de yol
süresi tanınmak suretiyle 20 gün süreyle sıla iznine gönderildiği, izin ve
yol süresi sonunda en geç 29.7.2005 tarihinde birliğine katılması
gerekirken, yasal ve geçerli bir özrü bulunmaksızın, 4.8.2005 tarihinde
kendiliğinden dönerek birliğine katıldığı anlaşılmaktadır.
Sanık J.Er S.E. birlik komutanı tarafından tespit olunan 6.8.2005
tarihli ilk sorgusunda; “...5 Ağustos 2005 günü saat: 09.00'da 20+4
günlük yıllık izne ayrıldım. Memleketim olan Aksaray iline gittim.
İzinden 29.8.2005 günü saat: 09.00’da dönerek göreve başlamam
gerekirken izin bitim tarihim olan 28.7.2005 günü akşamı 7 yıldır
görmediğim halamlar Hollanda’dan geldiler. Bende halamların
gelmesini müteakip birliğim olan Selçuk İlçe J.K.lığına iznimin
uzatılması ile ilgili hiçbir girişimim olmaksızın birliğime gitmedim. İzin
tecavüzünde bulunduğum üçüncü gün yani 1.8.2005 günü sabahı
Personel Astsubayımız J.Bçvş. S.M. evimizi arayarak suç işlediğimi,
hemen birliğime dönmem gerektiğini anneme söylemiş. Ben de aynı
günün akşamı otobüse binerek 2.8.2005 günü sabahı İzmir İlinde
oldum. İzmir’de olduğumu eve bildirmek üzere evi aradığımda kardeşim
478
bana seni yine Selçuk İlçe Jandarmadan aradılar (kimin aradığını
bilmiyorum) benden için 2-3 ay ceza alacak ve askerliği yanacakmış
demişler. Ben de bu sözden korkarak İzmir’den Selçuk’a gitmeden
garajdan hemen Aksaray’a bilet alarak memleketime geri döndüm.
Babamla birlikte Aksaray İl J.Komutanlığına giderek durumu söyledik
onlar da askerlik yanmaz ama izin tecavüzü suçunu işlemiş, siz hemen
birliğine gönderin dediler. Bende ailemle bir gün daha kalarak
3.8.2005 günü akşamı Aksaray’dan binip 4.8.2005 günü sabahı İzmir’e
geldim ve aynı gün 16.30'da birliğime katıldım. Benim İzmir’e gelip
gittiğime dair otobüs biletim var ben sadece askerliğimin yanacağından
korktuğum için geri gittim. İzin tecavüzünde bulunduğum 6 tam gün ve 7,5
saat bu şekilde geçmiştir. İzin tecavüzünde bulunduğum 3 günü bilerek
işledim, diğer günler anlattığım gibi olmuştur...” şeklinde beyanlarda
bulunduğu görülmüştür
Askerî mahkemece, yargılama sırasında, sanığın sorgu ve
savunmasının tespiti için birlik komutanlığına yazılan istinabe talimat
müzekkeresine, iddianamenin eklendiğinin belirtildiği, Brl. K.lığınca,
istinabe mahkemesine yazılan müzekkereye ise iddianame ve hazırlık
ifadelerinin eklendiği belirtilmesine rağmen, istinabe mahkemesi olan
Selçuk Asliye Ceza Mahkemesinin istinabe tutanağında, sanığın sorgu ve
savunmasının tespitini müteakip, “sanığın talimat ekinde hazırlık ifadesi
olmadığından okunamadı” şeklinde ibarelerin yer aldığı görülmüş,
nitekim istinabe mahkemesince sanığın, hazırlık ifadesi talimat ekinde
bulunmadığından, huzurda okunamadığı, bunun sonucu olarak da,
sanığın Brl. K.lığında tespit olunan ifadesinde izne ayrılış saatinin 09.00
olarak belirtilmesi hususunun doğruluğu konusunda bir uyuşmazlığın
veya aykırılığın bulunup bulunmadığının belirlenemediği görülmüştür.
Dosyadaki talimat müzekkeresine, hazırlık ifadesi ilâve
edilmeksizin sadece iddianamenin eklenerek, sanığın istinabe suretiyle
ifadesinin tespiti cihetine gidilmesi neticesinde, hazırlık ifadesinde ileri
sürdüğü iddia ve savunmaları ile, istinabe ile alınan sorgusu arasında
herhangi çelişkinin bulunup bulunmadığının belirlenmesi mümkün
olamadığı gibi, hazırlık ifadesinin sanık tarafından teyidinin de
sağlanamadığı ve sanığın birlik komutanlığınca alınan ifadesine karşı
diyeceklerinin sorulamadığı, bu durumun ise; 353 sayılı Kanunun 156 ve
157’nci maddelerine aykırılık teşkil ettiği ve sanığın savunma hakkının
kısıtlanması sonucunu doğurduğu görülmüştür.
479
Bunun yanı sıra; askerî mahkemenin “Tensip Tutanağı”
incelendiğinde; 4/b maddesinde; “Sanığın, 5.7.2005’de saat 09.00’da izne
ayrılmış olduğunu ortaya koyan nizamiye kayıtlarının veya sair kayıtların
onaylı örneklerinin istenmesine” tensiben karar verildiği, ancak
26.12.2005 tarihinde icra edilen celsede, askerî savcının talebi
doğrultusunda verilen ara kararı ile, Brl. K.lığına bu hususta yazılan
müzekkerenin beklenilmesinden vazgeçildiği, aynı celse yargılamaya son
verilerek, sanık hakkında izin tecavüzü suçundan mahkûmiyet hükmü
verildiği görülmüştür.
İzin belgesinin (aslı) üzerinde yapılan incelemede; sanığın izne
ayrılış tarihinin daktilo ile “5 Temmuz 2005”, izne ayrılış saatinin el
yazısı ile “09.00” olarak belirtildiği görülmekle birlikte, dosyada, sanığın
izne ayrılış saatinin tespitine esas olabilecek, başkaca bir kayıt, belge
veya bilginin mevcut olmadığı, dolayısıyla, bu hususun net ve kesin bir
şekilde belirlenemediği görülmektedir.
Sanığın izin tecavüzünde bulunduğu süre de göz önünde
bulundurularak, birliğinden ayrıldığı saatin kesin ve net bir şekilde
belirlenmesinin gerektiği sonucuna varıldığından, yukarıda belirtilen ve
maddî gerçeğin tespiti ile de ilgili bulunan usule aykırılığın giderilmesine
yönelik olarak, sanığın hazırlık ifadesinin eklenmesi suretiyle yeniden
sorgu ve savunmasının tespit edilmesi, buna bağlı olarak, birlik
komutanlığı nezdinde, varsa nizamiye kayıtlarının ve izne giden
personelin ayrılış saatlerinin belirlenmesine ilişkin komutanlık prensip ve
uygulamalarının ne şekilde olduğunun araştırılması, bunun yanı sıra,
savunmalarında; “İzin tecavüzünde iken, babası ile birlikte Aksaray İl J.
K.lığında görevli Astsubay A.E.’nın yanına gittiklerini” beyan eden
sanığın, bu savunmasına ilişkin olarak askerî mahkemece Astsb.
A.E.’den söz edilmeksizin yapılan araştırma neticesinde İl J.K.lığı
tarafından böyle bir müracaatın bulunmadığı yönünde cevap verildiği
anlaşılmakla birlikte, suç tarihlerinde İl J.K.lığında bu isimde bir
personelin bulunup bulunmadığının araştırılarak, sanığın bu yöndeki
ifadesi de açıklanmak suretiyle, adı geçenin tanık sıfatıyla ifadesine
başvurulması, elde edilecek sonuca göre, sanığın söz konusu
başvurusunun dehalet kastıyla yapılıp yapılmadığının tartışılmaması da
noksan soruşturma olarak değerlendirildiğinden, hükmün onanmasına
ilişkin Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin kararına karşı Askerî Yargıtay
Başsavcılığınca yapılan itirazın kabulü ile, Dairenin onama kararının
kaldırılmasına, mahkûmiyet hükmünün, itiraza atfen usule aykırılık ve
noksan soruşturma yönünden itiraz tebliğnamesine uygun olarak
bozulmasına karar verilmiştir.
480
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 216
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/24
K. No. : 2007/28
T.
: 12.4.2007
ÖZET
İlk defa hüküm kurulurken “son sözün sanığa verilmesi”
kuralı, bozmadan sonra başlayan yargılama sürecinde de,
kamu davasının “kesintisizlik” ve “süreklilik” ilkesinin doğal
sonucu olarak aynen geçerlidir.
Daire ile askerî mahkeme arasındaki uyuşmazlığın konusu, sanığa
yüklenen sarkıntılık suçunun unsurları itibariyle oluşup oluşmadığının
belirlenmesine ilişkindir.
Daire; sanık ile mağdure (müdahil) arasında olay öncesi bir
husumetin bulunmaması, hatta birbirlerini tanımaması, sanığın olay
gecesi 206 no.lu odada tek başına kalması, 208 no.lu odada kalan tanık
Ütğm. T.A.’nın “...olay gecesi kaldığım 208 no.lu odaya ait olup tuvalet
ve banyoya açılan kapı içeriden sürgü ile kilitli idi...” şeklindeki ifadesi,
keza mağdurenin (müdahilin) tüm beyanlarında sarkıntılık eden kişinin
bitişik 206 no.lu odaya girdiğine dair anlatımı, birer delil olarak
mağdurenin (müdahilin) sanığı sonradan doğru olarak teşhis ettiğini ve
olay gecesi mağdureye (müdahile) sarkıntılık eden kişinin sanık
olduğunu kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koyduğundan, sanık
hakkında atılı suçtan 5237 sayılı TCK’nın ilgili hükümleri de dikkate
alınmak suretiyle mahkûmiyet hükmü kurulması gerektiğinden, beraat
kararının esas yönünden bozulmasına karar vermiş iken,
Askerî mahkeme, sanığın bu suçu işlediğine ve suçlu olduğuna
dair şüphe yenilemediğinden, yani sanığın suçluluğu konusunda
mahkemece vicdanî kanaate ulaşılamadığından önceki beraat
hükmünde direnilmesine karar vermiştir.
481
Hüküm, askerî savcı ve müdahil vekili tarafından sanık aleyhine
temyiz edilmiştir.
Daire ile yerel mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığa
yüklenen suçun sübuta erip ermediğine ilişkin olmakla beraber, öncelikle
usul yönünden yapılan incelemede;
Sanık aleyhine temyiz olması nedeniyle, öncelikle emredici usul
kurallarının uygulanıp uygulanmadığı, usulü bir hata olup olmadığı
incelenmeli, olmadığı takdirde işin esasına girilmelidir.
353 sayılı Kanunun “Askerî savcı, davaya katılan, davacı ve
sanığın iddia ve savunmaları” başlıklı 160’ncı maddesinde; “Delilerin
ikamesi ve tartışması bittikten sonra söz davacıya ve davaya katılana,
onlardan sonra da iddiasını bildirmek üzere askerî savcıya ve daha sonra
da sanığa verilir.
Askerî savcı, sanığa, sanık ve müdafii de savcıya cevap verme
hakkına sahiptir.
Duruşmayı yöneten askerî hâkimin müsaadesi ile davacıya da
cevap verebilir. Son söz sanığındır.” denilmektedir. Aynı husus
CMUK’un 251’nci maddesinde de düzenlenmiş ve en son sözün sanığa
ait olduğu belirtilmiştir.
Maddeden açıkça anlaşılacağı üzere, sanığın hazır bulunması
hâlinde duruşma mutlaka sanığa “son söz” verilerek bitirilecektir.
Savunma hakkı ile yakından ilgili olan bu usul kuralı emredici nitelikte
olup, “savunmanın kısıtlanmayacağına” ilişkin ilkenin doğal bir
sonucudur. Sanığa son söz verilerek kendisinden önce dinlenilenlere
karşı diyecekleri ve savunması saptanmalı, “son söz”den sonra başkaca
usulü işlemler yapılmış ise yeniden sanıktan son diyeceği sorulmalıdır.
Bu kurala uyulmaması yasaya mutlak aykırılık oluşturmaktadır.
İlk defa hüküm kurulurken “son sözün sanığa verilmesi” kuralı,
bozmadan sonra başlayan yargılama sürecinde de, kamu davasının
“kesintisizlik” ve “süreklilik” ilkesinin doğal sonucu olarak aynen
geçerlidir. Çünkü dava sonuçlanmamış ve yargılama henüz devam
etmekte olduğundan aynı usul kurallarına tâbidir. Aksi hâlde yargılama,
bozmadan önce ve bozmadan sonra diye iki evreye ayrılmış olacaktır. Bu
durum ise yargılamanın, hükmün kesinleşmesine kadar kesintisiz
süreceğini kabul eden usul yasasına aykırıdır. Ayrıca yasalarımızda bu
kuralın bozmadan sonra uygulanmayacağına dair bir hüküm de
bulunmamaktadır.
482
353 sayılı Kanunun 208’inci maddesinde belirtilen, “sanığın lehine
olan hukukî kurallara aykırılık sanığın aleyhine hükmün bozulması için
askerî savcıya ve teşkilâtında askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı
veya askerî kurum amirine bir hak vermez.” şeklindeki hüküm nazara
alındığında, son kararın beraat kararı olması, sanık lehine bulunması
nedeniyle, sanığa son söz verilmemesinin sanık lehine olan bir hukukî
kuralın ihlâli olduğu ileri sürülebilir ise de; sanığa “son söz” verilmesinin
emredici nitelikte bir usul kuralı olduğu, bu kurala uyulmamasının
yasaya mutlak aykırılık oluşturacağı cihetle ve beraat kararının sanık
aleyhine temyiz edilmesi de dikkate alındığında, sanık hakkında verilen
karar beraat olsa bile sanığa “son söz” verilmelidir. Sanık hakkında
beraat kararı verilmekle beraber henüz kesinleşmediğine göre sanık
aleyhine de bozulabilecektir. Son sözün verilmesi konusunda beraat ve
mahkûmiyet yönünden bir ayırım yapılmamıştır. 353 sayılı Kanunun
208’inci maddesi, sadece sanık lehine olan hukukî kurallara aykırılık
hâlinde askerî savcıya ve komutana temyiz hakkı vermemektedir.
Usul hükümlerinin, emredici kurallarının bir tarafa bırakılarak önce
işin esasının incelenmesi, sübut olmadığı takdirde hükmün onanması,
sübutun varlığında ise bu usulü eksiklik nedeniyle hükmün bozulması,
ikili uygulamalara ve yanlış anlamalara neden olacaktır. Bu şekilde yani
önemli usulü eksikliğe rağmen esasa ilişkin inceleme yapılarak bozma
kararı verilmesi hâlinde sübutun varlığı kabul edilmiş olacağından, artık
bundan sonra sanığa “son söz” verilmesi hükmünün uygulanmasının
mantıkî ve hukukî bir anlamı kalmayacaktır. Direnme kararı verilirken de
en son sözün sanığa verilmesine ilişkin kural burada da aynen geçerlidir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 9.2.2006 tarih ve 2006/26-30
sayılı, 8.5.2003 tarih ve 2003/48-49 sayılı, 3.7.2003 tarih ve 2003/66-65
sayılı, 28.3.2002 tarih ve 2002/25-27 sayılı, 18.4.2002 tarih ve 2002/32-3
sayılı, 6.6.2002 tarih ve 2002/47-47 sayılı, 6.6.2002 tarih ve 2002/49-48
sayılı, 20.6.2002 tarih ve 2002/48-50 sayılı, 27.6.2002 tarih ve 2002/5957 sayılı, 3.10.2002 tarih ve 2002/70-72 sayılı, 7.11.2002 tarih ve
2002/81-84 sayılı; Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 8.4.1991 tarih ve 438/113 sayılı, 12.4.1993 tarih ve 4-30/90 sayılı, 3.7.1995 tarih ve 4211/239 sayılı, 5.3.1996 tarih ve 7-22/31 sayılı, 28.5.1996 tarih ve 3110/114 sayılı, 9.12.1997 tarih ve 1-271/295 sayılı, 12.12.2000 gün ve
11-242/251 sayılı kararlarında “son söz sanığındır” kuralının direnme
kararı verilirken de geçerli olduğu, bu usul kuralının “emredici nitelikte”
483
olup “savunmanın kısıtlanamayacağına” ilişkin ilkenin sonucu
bulunduğu, bu kurala uyulmamasının yasaya mutlak aykırılık
oluşturacağı vurgulanmış; Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 24.10.1995
tarih ve 6-238/305 sayılı kararında da, sanığın beraatine ilişkin hüküm
sanık aleyhine temyiz edilmişse, temyiz davasında öncelikle, emredici
usul kurallarının uygulanıp uygulanmadığının incelenmesi, uygulanmışsa
dosyanın esasına girilmesi benimsenmiştir.
Dava konusu dosyada; sarkıntılık suçundan sanık üsteğmen
hakkında yerel mahkemece verilen beraat kararının aleyhe temyizi
üzerine Dairece sübut yönünden bozulmasından sonra, huzurda yapılan
duruşmada, sırasıyla önce sanıktan, savunucusundan, müdahilden,
müdahil vekilinden ve askerî savcıdan Dairenin bozma ilâmına karşı
diyeceklerinin tespitini müteakip sanığa son sözü sorulmadan, yerel
mahkemece direnme ile hüküm kurulması, 353 sayılı Kanunun 160’ıncı
maddesindeki “son söz sanığındır” kuralına aykırı bulunduğundan, askerî
mahkemece direnilmek suretiyle tesis edilen mahkûmiyet hükmünün,
“Usule aykırılık” nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
484
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 219
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/2079
K. No. : 2007/2074
T.
: 31.12.2007
ÖZET
Duruşma tutanağının, yasadan kaynaklanan ispat
gücüne uygun sonuçları doğurabilmesi için öncelikle yasaya
uygun
şekilde
düzenlenmiş
ve
imzalanmış
olması
gerektiğinden, mahkeme başkanı tarafından imzalanmadığı
anlaşılan duruşma tutanağının, güvenirliliği ve ispat gücü
konusunda kuşku doğduğunun, belgelendirme niteliğinin de
bulunmadığının kabulü gerekir.
Askerî mahkemece; sanığın, 26.3.2005 tarihinde, mağdur Topçu
Üçvş.Ö.Z.’ye karşı,
1) Silâhlı üste fiilen taarruz suçunu işlediği sabit görülerek,
ASCK’nın 91/2(az vahim hâl cümlesi), 5237 sayılı TCK’nın 29 ve
62/1’inci maddeleri uyarınca, neticeten 2 ay 15 gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına,
2) Üste hakaret suçunu işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 85/1
(birinci cümlesi) ve 5237 sayılı TCK’nın 29 ve 62/1’inci maddeleri
uyarınca, neticeten 18 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, gözetim
altında ve tutuklulukta geçen sürelerinin cezasından mahsubuna karar
verilmiş olup, hüküm sanık tarafından sebep gösterilmeksizin temyiz
edilmiştir.
Şırnak Hisar Tb.K.lığı emrinde görevli olan sanığın, 26.3.2005
tarihinde, silâh bakımı sonrası yapılan kontrolde, bölük astsubayı mağdur
Üçvş.Ö.Z. tarafından, kılık kıyafetinin uygun olmadığının tespit edilmesi
üzerine uyarıldığı, mağdurun sanığın umursamaz tavırlarına sinirlenerek
yüzüne yumrukla vurduğu, bilâhare içtimanın dağılmasından sonra, alana
485
50-60 metre mesafede bulunan sanığın, silâhına dolu şarjör takarak
kurma kolunu çekip bağırarak mağdura doğru ilerlediği, bu sırada
çevreden gelen personelin silâhın namlusunu tutup yukarı kaldırdığı ve
sanığın elindeki silâhın alındığı, silâhta yapılan kontrolde silâhın tam
dolduruşta bulunduğunun tespit edildiği, silâhın alınması üzerine sanığın
kendisini yere atarak başını sağa sola vurduğu, başının kanadığı, revire
götürülen sanığın tedavisi sırasında mağduru kastederek “a..na
koduğumun çocuğu, orospu çocuğu” şeklinde küfürler ettiğinin kabulü
ile yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasına karar verilmiş ise de;
353 sayılı kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek 1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın “Duruşma Tutanağı”
başlıklı 219’uncu maddesi, “Duruşma için tutanak tutulur. Tutanak,
mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanır. ..”
hükmünü içermektedir.
Aynı kanunun, “Duruşma tutanağının ispat gücü” başlığı altında
düzenlenen 222’nci maddesinde ise; “Duruşmanın nasıl yapıldığı,
kanunda belirtilen usul ve esaslara uygun olarak yapılıp yapılmadığı,
ancak tutanakla ispat olunabilir. Tutanağa karşı yalnız sahtecilik iddiası
yöneltilebilir.” hükmüne yer verilmiştir.
Duruşma tutanağının, yasadan kaynaklanan ispat gücüne uygun
sonuçları doğurabilmesi için öncelikle yasaya uygun şekilde düzenlenmiş
ve imzalanmış olması gerektiği kuşkusuzdur.
Somut olayda, 14.6.2005, 16.8.2005, 4.10.2005 ve 15.11.2005
tarihinde yapılan duruşmalara ilişkin tutanağın, mahkeme başkanı
tarafından imzalanmamış olması nedeniyle güvenirliliği ve ispat gücü
konusunda kuşku doğduğu, belgelendirme niteliği de bulunmadığı
sonucuna varıldığından, sanık hakkında, silâhlı üste fiilen taarruz ve üste
hakaret suçlarından kurulan mahkûmiyet hükümlerinin usul yönünden
bozulmasına karar verilmiş, bozma sebebi karşısında bu aşamada diğer
yönlerden bir inceleme yapılmamıştır.
486
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 220, 232
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1838
K. No. : 2007/1829
T.
: 13.11.2007
ÖZET
Duruşma tutanağında, her iki askerî savcının,
duruşmaya birlikte katıldıklarına veya duruşma sırasında yer
değiştirdiklerine dair bir kayıt bulunmadığından, duruşma
tutanağının başlık kısmındaki duruşmaya katılan askerî savcı
ile karar bölümünde iddia makamında, yer aldığı belirtilen
askerî savcı ad ve soyadının farklı olması duruşmaya katılan
askerî savcının kimliği konusunda tereddüt yaratmaktadır.
Askerî mahkemece; sanığın 2.2.2007-20.3.2007 tarihleri arasında
firar suçunu işlediği sabit görülerek eylemine uyan ASCK’nın 66/1-a, ve
TCK’nın 62’nci maddeleri uygulanmak suretiyle, neticeten on ay hapis
cezası ile cezalandırılmasına ve ASCK’nın Ek-8’inci maddesi uyarınca
TCK’nın 50 ve 51’inci maddelerinin uygulanmasına yer olmadığına
karar verilmiş, hüküm; sanık tarafından, sebep gösterilmeksizin temyiz
edilmiştir.
Yapılan incelemede; askerî mahkemece; sanığın, 2.2.2007
tarihinde tedavi ve muayenesini yaptırabilmesi için sevk edildiği
Diyarbakır Asker Hastahanesine müracaatta bulunmayarak müsnet suçu
işlemeye başladığı, bu durumunu kendiliğinden firarına son verdiği
20.3.2007 tarihine kadar sürdürdüğü, bu şekilde, 2.2.2007 ile 20.3.2007
tarihleri arasında temadi eden firar suçunu işlediği sabit görülerek yazılı
olduğu şekilde cezalandırılmasına karar verilmiş ise de;
7.6.2007 tarihli duruşma tutanağının başlık kısmında, duruşmaya
katılan, askerî savcı olarak Hâk.Bnb. E.A.G.’nin, ad ve soyadının yazılı
olmasına rağmen, kısa karar bölümünde; iddia makamında, Hâk.Yb.
E.Ö.’nün, yer aldığı belirtilmek (tutanakta da Hâk.Bnb. E.A.G.’nin
bulunduğu yazılmıştır.) ve aynı şekildeki ibarelere gerekçeli hükümde de
487
yer verilmek suretiyle, duruşmaya katılan askerî savcının kimliği
konusunda tereddüt yaratıldığı görüldüğünden, duruşma tutanağında, her
iki askerî savcının, duruşmaya birlikte katıldıklarına veya duruşma
sırasında yer değiştirdiklerine dair bir kayıt da bulunmadığından, 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Hükmün gerekçesi ve hüküm
fıkrasının içereceği hususlar” başlıklı 232’nci maddesinin 2’nci fıkrası b
bendine aykırılık teşkil eden bu durum nedeniyle, hükmün usul yönünden
bozulmasına karar verilmiş, usule ilişkin bu bozma sebebi karşısında,
davanın esası hakkında bu aşamada bir inceleme ve değerlendirme
yapılmamıştır.
NOT: Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 4.12.2007 tarih ve
2007/1932-1944 sayılı ilâmı da aynı doğrultudadır.
488
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 222
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/47
K. No. : 2007/51
T.
: 11.5.2007
ÖZET
Gerekçeli hükümdeki askerî savcı ismi ile, hükmün
tefhimini içeren duruşma zaptındaki askerî savcı isminde
farklılık bulunması usule aykırı ise de, ceza yargılaması hukuku
bakımından asıl olanın duruşma tutanağı olması ve söz konusu
tutanaklarda ise, herhangi bir usul hatasının bulunmaması
nedeniyle, gerekçeli kararın yazımı sırasında yapılan maddî
hatanın bozma sebebi yapılmaması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken sorun; gerekçeli kararın başlık kısmında ve
hüküm fıkrasında, duruşma tutanağında yazılı askerî savcı isminden
farklı bir isme yer verilmesinin hükmün usul yönünden bozulmasını
gerektirip gerektirmediğidir.
Daire; gerekçeli hükmün başlık kısmında ve hüküm fıkrasındaki
askerî savcı ismi ile, kısa kararı içeren duruşma zaptının başlık ve hüküm
fıkralarındaki askerî savcı isminin farklılık arz ettiğini, bu durumun, 5271
sayılı CMK’nın 220 ve 232’nci maddelerine aykırı ve hükmün esasını
etkileyebilecek nitelikte hata olduğu sonucuna ulaşarak, mahkûmiyet
hükmünün usule aykırılık yönünden bozulması gerektiğini kabul
ederken,
Başsavcılık; hükmün özüne etkili olmayan söz konusu usul hatası
nedeniyle hükmün bozulmasının, yargılamayı uzatmak dışında herhangi
bir yarar sağlamayacağı görüşü ile hükmün usul yönünden bozulmasının
gerekmediğini ileri sürmektedir.
489
Duruşma tutanağı ile gerekçeli hükümde askerî savcının
isimlerinin değişik şahıslar olarak yazılı bulunması veya gerekçeli
hükmün hüküm fıkrasında askerî savcı ile tutanak kâtibinin ad ve
soyadlarının bulunmaması hâlleri, temyiz sebeplerini gösteren 353 sayılı
Kanunun 207’nci maddesinde sayılan kanuna mutlak aykırılıklar
içerisinde gösterilmemiştir.
353 sayılı Kanunun 207’nci maddesinin 1’inci fıkrasına göre;
“Temyiz, kural olarak hükmün kanuna aykırılığı sebebine” dayanır.
2’nci fıkrasında ise; “hukukî bir kuralın uygulanmaması yahut
yanlış uygulanması kanuna aykırılık olarak” belirtildikten sonra, 8 bent
hâlinde hangi hâllerde kanuna aykırılık bulunduğu tek tek sayılmıştır.
Sayılan bu kanuna aykırılıklar içerisinde, duruşma tutanağı ile gerekçeli
hükümde askerî savcının isimlerinin değişik şahıslar olarak yazılı
bulunması veya gerekçeli hükmün hüküm fıkrasında askerî savcı ile
tutanak kâtibinin ad ve soyadlarının bulunmaması hâllerinin
gösterilmemiş olması karşısında, yapılan bu hatanın, 207’nci maddede
belirtilen mutlak bozma sebebi olarak nitelendirilmediği görülmektedir.
Ancak, 353 sayılı Kanunun 221 ve 222’nci maddeleri uyarınca
yapılacak inceleme sırasında bu sayılan sebeplerin dışında kalan bazı
yanlışlıkların da bozma sebebi yapılıp yapılmamalarında “hükmün özüne
etkili olup olmaması” ölçü olarak alınmıştır. Yapılan yanlışlık hükmün
özüne etkili ise bozma yapılabilecektir.
353 sayılı Kanunun, “Askerî Yargıtayca hükmün bozulması”
başlıklı 221/2’nci maddesi; “Askerî Yargıtay, aleyhine temyiz olunan
hükmü hangi yönden kanuna aykırı görmüş ise o yönden bozar.” şeklinde
iken, 29.6.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanunun 50’nci maddesi ile yapılan
değişiklik sonunda anılan madde; “Askerî Yargıtay, temyiz edilen
hükmü, hükmü etkileyecek nitelikteki hukuka aykırılıklar nedeniyle
bozar.” şekline dönüştürülmüştür.
Anayasanın 141/son maddesi; “Davaların en az giderle ve
mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir...” hükmünü
amirdir.
Yukarıda yapılan yasal açıklamalar bağlamında somut olay
incelendiğinde; Dava dosyasına göre; sanığın, çıktığı çarşı izninden
dönmemek suretiyle 17.1.2001 tarihinde birliğini terk ettiği ve emniyet
490
güçlerince yakalandığı 7.2.2006 tarihine kadar firar suçunu işlediği
maddî vakıa olarak sabit olup, mahkemece, sanığın belirtilen tarihler
arasında firar suçunu işlediği kabul edilerek mahkûmiyet hükmü
kurulmuş ise de; Yargılamanın sona erdirildiği 24.3.2006 tarihli
oturumda duruşmaya askerî savcı Hâk.Yzb. E.A.’nın katıldığı belirtilmiş
olmasına rağmen, gerekçeli kararın başlık ve hüküm fıkrasında, heyete
katılanlar bölümünde askerî savcı olarak Hâk.Alb. H.K.’nın yazılı
olduğu, yani gerekçeli hükmün başlık ve hüküm fıkrasındaki askerî savcı
ismi ile, kısa kararı içeren duruşma zaptının başlık ve hüküm fıkrasındaki
askerî savcı isminin farklı olduğu görülmüştür.
Gerekçeli hükümdeki askerî savcı ismi ile, hükmün tefhimini
içeren duruşma zaptındaki askerî savcı isminde farklılık bulunması usule
aykırı ise de, ceza yargılaması hukuku bakımından asıl olanın duruşma
tutanağı olması (CMK 222), söz konusu tutanaklarda ise herhangi bir
usul hatasının bulunmaması nedeniyle, gerekçeli kararın yazımı sırasında
yapılan maddî hatanın bozma sebebi yapılmaması gerektiği, ayrıca
Anayasanın 141/son ve 353 sayılı Yasanın 221’inci maddeleri de dikkate
alındığında, hükmün özüne etkili olmayan söz konusu usule aykırılık
nedeniyle hükmün bozulmasının, herhangi bir hukukî yarar da
sağlamayacağı sonucuna varıldığından, isabetli görülen Başsavcılık
itirazının kabulü ile, 3’üncü Kor. K.lığı Askerî Mahkemesince verilen
24.3.2006 tarih ve 2006/493-196 E.K. sayılı mahkûmiyet hükmünü
“Usule aykırılık” nedeniyle bozan Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
20.2.2007 tarih ve 2007/203-221 E.K. sayılı ilâmının kaldırılmasına ve
dosyanın temyiz incelemesine devam edilmek üzere Dairesine
gönderilmesine karar verilmiştir.
491
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 223/8, 74
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/68
K. No. : 2007/68
T.
: 16.1.2007
ÖZET
Yargılama sırasında ortaya çıkan ve sanığın cezaî
ehliyetini tamamen ortadan kaldıran rahatsızlık nedeniyle,
yargılama şartı da ortadan kalktığından, bu durumda
yargılamanın
durmasına
karar
verilmesi
gerekirken,
mahkûmiyet kararı verilmiş olması kanuna aykırıdır.
Sanığın 17.12.2000-05.1.2001 tarihleri arasında firar suçunu
işlediğinden bahisle cezalandırılmasına ilişkin ilk hükmün, sanık
müdafiileri tarafından temyiz edilmesi ve Dairemizin 14.12.2004 tarihli
ve 2004/1227-1211 E.K. sayılı ilâmı ile usule aykırılık ve noksan
soruşturma yönlerinden bozulması üzerine, bozma ilâmına uymak
suretiyle yargılamaya devam eden askerî mahkemece, sanığın belirtilen
tarihler arasında firar suçunu işlediği kabul edilerek ASCK’nın 66/1-a, 73
ve TCK’nın 62/1’inci maddeleri gereğince, sonuç olarak beş ay hapis
cezası ile cezalandırılmasına, gözlem altında tutulduğu 22.12.20036.1.2004 tarihleri arasındaki sürenin TCK’nın 63’üncü maddesi uyarınca
hükümlülük süresinden indirilmesine karar verilmiştir.
Sanık müdafiileri hükmü süresinde temyiz ederek, özetle; sanığın
en son raporunun sadece HBV yönünden olduğunu akıl ve beden sağlığı
yönünden muayene ve değerlendirme yapılmadığını, sanığın mahkeme
huzurundaki hâlinin (konuşamamasının ve el işaretleriyle beyanda
bulunamayacağının tespitinin) belirlenmesi üzerine savunmasının dahi
alınmadığını, 353 sayılı Kanunun 162’nci maddesi dikkate alınarak,
sanığın akıl hastalığına tutulduğunun sabit görülmesi hâlinde duruşmanın
tatiline karar verilmesi gerektiğini belirterek, hükmün bozulmasını talep
etmişlerdir.
492
Tebliğnamede, hükmün usule aykırılık ve noksan soruşturma
nedeniyle bozulması görüş ve düşüncesi bildirilmiştir.
Sanığın Kayseri’de bulunan birliğinden 17.12.2000 tarihinde
izinsiz olarak ayrıldığı ve 5.1.2001 tarihinde kendiliğinden gelerek
kıt’asına katıldığı dosyada mevcut delillerden anlaşılmakta olup,
mahkemenin kabulü de bu yöndedir.
Dairemizin 14.12.2004 tarihli, 2004/1227-1211 sayılı bozma
ilâmında; askerî mahkemece ilk hüküm kurulmadan önce yapılan
yargılama sırasında, sanığın sorgu ve savunmasının tespiti için yazılan
talimata, iddianamenin sanığa tebliği ile sanığın duruşmadan vareste
tutulmasını talep etmesi hâlinde sorgu ve savunmasının tespitinin
istenmesine rağmen, sanığın savunmasının tespiti sırasında 353 sayılı
Kanunun 120 ve 130/3’üncü maddelerinin dikkate alınması gerektiği
hususunun yazılmadığı, istinabe mahkemesindeki duruşmada,
iddianamenin tebliğ edilmemiş olması nedeniyle, huzurda okunmasından
sonra anılan yasa maddelerinde yer alan hakların sanığa hatırlatılmadığı,
askerî mahkemece yeniden talimat yazılmasına rağmen, bu gereğin
yerine getirilmediği, böylece 353 sayılı Kanunun 207/3-H maddesi
anlamında savunma hakkının kısıtlandığı sonucuna ulaşılarak, hükmün
bahse konu bu usule aykırılık nedeniyle bozulması gerektiği hususu
yanında,
Dosyada bulunan sanık hakkındaki sağlık kurulu raporları da
gözetilerek; Kayseri Asker Hastahanesinin 16.1.2001 tarihli, SMK 6 ay
hava değişimine ilişkin raporunu müteakip, sanık hakkında ne gibi bir
işlem yapıldığının araştırılması Etimesgut Hava Hastahanesinin
11.10.2002 tarihli askerliğe elverişsizlik raporunun sağlık kurulunca
verilmiş olan aslının ya da onaylı bir suretinin getirtilerek, raporlar
arasında çelişki bulunması hâlinde, çelişkilerin giderilmesi ve daha
sağlıklı bir değerlendirme yapılması, keza sanığın askerliğe elverişsizliği
söz konusu ise, bunun suç tarihlerini kapsayıp kapsamayacağının tespiti
açısından dosyanın GATA Profesörler Kuruluna gönderilerek, gerekirse
sanığın müşahede altına aldırılması suretiyle bir sonuca ulaşılması
gerektiği hususu noksan soruşturma niteliğinde görülerek, hükmün usule
aykırılık ve noksan soruşturma nedenleriyle bozulması yönünde karar
verilmiştir.
493
Askerî mahkemece bozma ilâmına uyularak yeniden yapılan
yargılama sırasında, bozma ilâmında istenilen hususların tespiti, raporlar
arasında var olan çelişkilerin giderilmesi amacıyla, GATA Enfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalına sevk edilen
sanığın, heyet huzurunda yaptırılan tetkikler sonucunda, HBV
enfeksiyonu ile hiç karşılaşmadığı, HBV yönünden sağlam olduğu, suç
tarihlerinde (17.12.2000-5.1.2001) ve hâlen askerliğe elverişli olduğu
belirlenmiş, ardından bu rapor yeterli görülerek, önceki hükümde olduğu
şekilde, sanığın belirtilen tarihler arasında firar suçunu işlediği kabul
edilip cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Dosyada bulunan Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastahanesinin sanıkla ilgili Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü
raporunda, 22.10.2002-17.12.2002 tarihleri arasında hastahanede yatan
sanığın travmatik beyin yaralanması nedeniyle konuşamadığı ve sol
tarafını kullanmakta güçlük çektiği, 14.5.2002 tarihinde paraşütten
düşme sonucu geçirdiği SVA sonucu 28 gün komada ve 3,5 ay yatağa
bağımlı kaldığı, nörolojik rehabilitasyon uygulanıp önerilerde
bulunularak taburcu edildiği, Konya 100 Yataklı Asker Hastahanesinin
16.3.2004 tarihli adlî raporunda, hastanın hâlen konuşamadığı, ailesinden
alınan anamnezden, askerde paraşüt eğitimi sırasında düşmesi sonucu
korkarak üç kez firar ettiği, ilk iki firarından ötürü aldığı on aylık hapis
cezasını çekmekte iken SVA geçirmesi sonucu sol tarafının tutmadığı ve
konuşamadığının anlaşıldığı, durumunun “HBV yönünden sağlam, SVA
sonrası Motor Afazı, Sağ Hemiparezi, suç tarihlerinde askerliğe
elverişlidir, hâlen cezaî ehliyeti yoktur” şeklinde belirlendiği,
görülmüştür. Bozma ilâmından sonra, sanığın bozma ilâmına karşı
diyeceklerinin tespiti için yazılan talimat gereği Konya 1. Asliye Ceza
Mahkemesinin 1.6.2005 tarihli istinabe duruşma tutanağında, sanığın
huzurdaki durumunun tespit edildiği, hâlen konuşamayacak derecede
rahatsız olduğunun, keza el işaretleri ile beyanda bulunamayacağını ve
vekilinin beyanda bulunmasını istediğinin anlaşıldığı, Cumhuriyet
savcısının, sanığın bu hâli ile savunması ve bozma ilâmına karşı
diyeceklerinin tespitinin mümkün olmadığını, bu nedenle vekilinin
diyeceklerinin tespit olunmasının uygun olduğunu belirtmesi üzerine,
müdafiin bozma ilâmına uyulması konusundaki talebinin tutanağa
geçirildiği görülmektedir.
494
Sanık müdafilerinden Av. M.Ç.’nin temyiz dilekçesine eklediği
Konya Numune Hastahanesi Sağlık Kurulunun 15.9.2005 tarihli
raporunda da, sanığın fiziksel rahatsızlığı özetlenerek, çalışarak hayatını
kazanamayacağı hususu belirtilmiştir.
Kamu davasının açılabilmesini ve açılmış olan dava hakkında
yargılama yapılabilmesini sağlayan koşulların tümüne birden doktrinde
ceza muhakemesi şartları denilmektedir. Söz konusu şartlar bir diğer
yönüyle muhakeme engeli olarak da nitelenebilmektedir. Zira şartın
gerçekleşmemesi durumunda ya dava açılamamakta ya da yargılama
yapılamamakta, kısacası muhakemeye engel olunmaktadır.
Konu doktrinde Doç.Dr. Veli Özer ÖZBEK tarafından, “Ceza
muhakemesinin şartlarını dava şartları ve yargılama şartları olarak iki
gruba ayırmak ve incelemek mümkündür. Yargılama şartları
hukukumuzda genel nitelikleri ile; sanığın hazır bulunması, sanığın akıl
hastası olmaması, duruşma ehliyetinin bulunması bekletici meselenin
çözümü,
yasama
dokunulmazlığının
bulunmaması,
uzlaşma
bulunmaması, şikâyetten vazgeçilmemesi, madde bakımından yetkinin
varlığı şeklinde sıralanmaktadır. Gerçekten suç işledikten sonra akıl
hastalığına tutulan sanık hakkında dava açılır. Bu durumda, kural olarak,
yapılamayan yargılamadır.
Akıl hastalığının yargılamaya engel olabilmesi için iki şartın
gerçekleşmesi aranmaktadır.
1- Hastalık suç işledikten sonra ortaya çıkmalıdır.
2- Hastalık savunmanın esaslı bir şekilde yapılmasına engel
oluşturmalıdır.
Hâkim, yargılama engeli oluşturan akıl hastalığı konusunda
hastalığın savunmanın yapılmasına esaslı bir şekilde engel oluşturup
oluşturmadığını, gerektiğinde uzman bilirkişilere başvurmak suretiyle
araştırmalıdır.
Yargılama şartının gerçekleşmediği anlaşılırsa, mahkemece şartın
gerçekleşmesini beklemek üzere, durma kararı verilir (CMK. 223/8)”
(Ceza Muhakemesi Hukuku. Doç.Dr. V.Ö.ÖZBEK. Kasım 2006, s. 142,
145).
Prof.Dr. Nur GENTEL ve Doç.Dr. Hamide ZAFER tarafından,
duruşma ehliyeti, sanığın duruşmada veya duruşma dışında, yapılan
muhakemeye ilişkin savunmaları algılama, gerekli açıklamaları yapma,
makul ve anlaşılır bir şekilde savunmayı yürütebilme ve kendi çıkarlarını
gözetebilme yeteneğidir. Suçu işlediği sırada kusur yeteneği ve
dolayısıyla ceza sorumluluğu bulunan kişi, sonradan akıl hastası olarak
duruşma ehliyetini kaybedebilir.
495
Ceza muhakemesindeki duruşma ehliyeti kavramı, medenî
muhakemedeki dava ehliyetinden farklıdır. Sanığın duruşma ehliyeti,
onun bir yurttaş olarak fiil ehliyetine sahip olmasını gerektirmez, Bu
ehliyetsizlik, suçu işlediği sırada kusur yeteneğinin bulunmaması
durumundan da farklıdır. Suçu işlediği sırada kusur yeteneği bulunmayan
kişiler cezalandırılamaz (TCK 32/1). Dolayısıyla, bu kişilerin ne ceza, ne
de duruşma ehliyeti vardır. Buna karşılık, fiilden sonra akıl hastalığına
tutulmanın ceza ehliyetine herhangi bir etkisi olmaz.
Yasada fiilden sonra ceza ehliyetini tamamen veya önemli
derecede azaltan bir akıl hastalığına tutulan kişinin ceza yargılamasına
tâbi olup olmayacağı konusunda açık bir düzenleme yoktur. Ancak,
CMK md. 74’de, fiilî işlediği yolunda kuvvetli şüpheler bulunan şüpheli
veya sanığın akıl hastası olup olmadığını, akıl hastası ise ne zamandan
beri hasta olduğunu ve bunun kişinin davranışları üzerindeki etkilerini
saptamak için, uzman hekimin önerisi üzerine gözlem altına alınmasına
karar verileceği belirtilmiş ve gözlem altına alma ile ilgili kurallar
düzenlenmiştir. CMK md. 74/5’de “Bu madde hükmü, 223’üncü
maddenin sekizinci fıkrası gereğince yargılamanın durması kararı
verilmesi gereken hâllerde de uygulanır” denilmektedir. Bu hüküm,
fiilden sonra duruşma ehliyetinin kaybedildiği hâllerde de şüpheli veya
sanığın gözlem altına alınacağı, başka bir anlatımla, duruşma ehliyetinin
de bir muhakeme şartı olduğu anlamına gelmektedir.
Duruşma
ehliyetini
kaybeden
kişilerin
yargılanarak
cezalandırılması, cezanın amaçları açısından bir anlam taşımamaktadır.
Öğretide, fiil esnasında veya fiilden sonra yakalanılan ve ceza ehliyetini
tamamen veya önemli derecede ortadan kaldıran (tam) akıl hastalığının
kovuşturma engeli olduğu kabul edilmektedir.
Fiilden sonra hastalığa yakalanma duruşma ehliyetini ortadan
kaldırır. Failin ceza ehliyeti bulunmakla birlikte, duruşma ehliyeti
ortadan kalkmışsa, mahkemenin durma kararı vermesi gerekir. Fail
iyileştiğinde, duruşmaya kaldığı yerden devam edilir. Akıl hastalığının
iyileşmesi mümkün değilse düşme kararı verilmelidir. Alman hukukunda
bu konu açıkça düzenlenmiş olup, duruşma ehliyeti olmayan kimselerin
bu ehliyetsizliği daimî ise haklarında ceza muhakemesi yapılamaz. Onlar
hakkında da fiilî işlediği esnada kusur yeteneği bulunmayanlar gibi
emniyet tedbiri muhakemesi yapılabilir.
496
Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 28.6.1995/1866-2064 E.K. sayılı
(YKD Ekim-1995 s: 1622-1623) ilâmında; işlediği iddia edilen suçlara
karşı ceza ehliyeti tam olan, ancak, akıl hastalığına yargılama sürecinde
yakalanmış bulunan sanık hakkında muhakemeye devama ve neticelerini
algılamaktan aciz bulunacağı cezalar tertip etmeye yasal olanak
bulunmadığından, muhakemenin durmasına hükmedilmeli, sanık bir akıl
hastalıkları hastahanesinde muhafaza, gözlem ve tedaviye tâbi tutulmalı,
amaca uygun aralıklarla salâha ulaşıp ulaşmadığı sorulup tıbben
saptanmalı, hakkında kurulacak ceza yaptırımı hükmünün nedeni ve
sonuçlarını algılama derecesinde salâha kavuştuğu bildirildiğinde durma
işlevine son verilip yargılanması başlatılmalı, iyileştiğinin tıbbî raporla
belirlenmesini takiben, sanığın hukukî durumu değerlendirilerek hüküm
kurulmalıdır. Bu merasime uymayan ve tam akıl hastalığının yargılamaya
ve hükümlendirmeye engel olduğunu gözetmeyen yerel mahkemenin
mahkûmiyet kararının usule aykırı olduğu kabul edilmiştir.” (Ceza
Muhakemesi Hukuku, GENTEL/ZAFER, 2005, s: 462-463);
Prof.Dr. Feridun YENİSEY ve Doç.Dr. Ayşe NUHOĞLU
tarafından, “Sanığın akıl hastası olduğu duruşmada anlaşılırsa
“muhakemenin durması” kararı verilir (CMK 223). O zamana kadar
toplanmış delillere göre sanık lehinde bir karar verilebilecekse, lehte
karar verilebilir. Kanun sadece beraatten söz etmiş ise de, (CMK 253),
düşme kararı verilmemesi için bir sebep yoktur.
Akıl hastalığının duruşma ve sorgu engeli olması için, duruşma
ve sorgu yapılmasını imkânsız kılacak, yani sanığın kendini makul
şekilde müdafaa edemeyecek derecede olması lâzımdır. Tercümanla bile
anlaşmaya imkân vermeyecek derecede sağır-dilsizlik hâlinde de kıyas
yolu ile akıl hastalığı hükümleri uygulanacaktır.” (Ceza Muhakemesi
Hukuku, KUNTER/YENİSEY/NUHOĞLU 2006, s: 96)
Prof.Dr. M.Emin ARTUK, Doç.Dr. Ahmet GÖKÇEN ve Yrd.
Doç.Dr. Caner YENİDÜNYA tarafından, “Akıl hastalığının fiilin
işlenmesinden sonra, soruşturma veya kovuşturma safhasında
gerçekleşmesi kamu davasının açılmasına, dava açılmış ise
kovuşturmanın devamına engel teşkil eder. Kişi kamu davasının
açılmasından sonra akıl hastalığına uğramışsa, CMK’nın 223’ncü
maddesine göre mahkeme hastalığın iyileşmesine kadar davanın
durmasına karar verir (CMK. 74/5). Akıl hastalığının iyileşmeyeceği
anlaşılırsa davanın düşmesi kararı verilir (CMK. 223/8), Hapis cezasına
497
ilişkin kararın kesinleşmesinden veya infaza başlandıktan sonra
hükümlünün akıl hastalığına tutulması hâlinde, cezasının infazı geriye
bırakılır ve hükümlü iyileşinceye kadar TCK 57’nci maddede belirtilen
sağlık kurumunda koruma ve tedavi altına alınır. Sağlık kurumunda
geçen süreler ceza evinde geçmiş sayılır (CGTİHK Md. 16/1).” (5237
sayılı yeni TCK’ya Göre Hazırlanmış Ceza Hukuku Genel Hükümler;
ARTUK-GÖKCEN-YENİDÜNYA, 2006, s: 644).
Şeklinde açıklanmaktadır. 5275 sayılı CMK’nın 150/2’nci
maddesi, müdafii bulunmayan, kendisini savunamayacak derecede malûl
şüpheli veya sanığın istemi aranmaksızın bir müdafii görevlendirileceği,
5275 sayılı CGTİHK’nın 16/1’inci maddesi de, akıl hastalığına tutulan
hükümlünün cezasının infazının geriye bırakılacağı düzenlemelerini
içermektedir.
Yukarıda ayrıntılı olarak belirtildiği şekilde, somut olayda
yargılama sırasında ortaya çıkan ve sanığın cezaî ehliyetini tamamen
ortadan kaldıran rahatsızlığı nedeniyle yargılama şartı ortadan
kalkmaktadır. Bu durumda yargılamanın durmasına karar verilmesi
gerekirken, mahkûmiyet kararı verilmiş olması kanuna aykırı bulunarak
hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Tebliğnamede yazılı, sanığın iddianameye karşı 353 sayılı
Kanunun 120 ve 130’uncu maddesinde düzenlenen hakları
hatırlatılmadan savunmasının alınmasının usule aykırı olduğu, bozma
ilâmına karşı diyecekleri tespit edilmesine rağmen iddianameye karşı
savunmasının usulüne uygun tespit edilemediği, diğer taraftan sanıkta suç
işlediği tarihlere yakın tarihte ortaya çıkan Hepatit-B rahatsızlığı ile ilgili
olarak yeterli araştırma ve soruşturma yapılmadığı için GATA
Profesörler Kurulunca sağlık raporu aldırılması gerektiği noktalarından
hükmün bozulmasına ilişkin görüşe, yargılama şartının bulunup
bulunmadığının öncelikle tespiti gerektiği dikkate alınarak iştirak
edilmemiştir.
498
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2007/632
K. No. : 2007/629
T.
: 4.4.2007
ÖZET
İddianamede; maddî vakıa olarak birlik içerisinde cep
telefonu bulundurulmayacağına ve kullanılmayacağına ilişkin
emrin sanığa tebliğ edilmesine rağmen, 11.3.2006 tarihinde,
sanığın üzerinde bir adet cep telefonu bulunduğu belirtilerek
kamu davası açılmasına karşın, gerekçeli hükümde; maddî
vakıa olarak sanığın üzerinde bir adet sim kart bulundurduğu
kabul edilerek hüküm kurulduğu dikkate alındığında,
iddianamede belirtilen eylemin tamamen değiştirilerek,
bağımsız başka bir eylem üzerinden hüküm kurulması söz
konusu olduğundan, bu durumun 5271 CMK’nın 225’inci
maddesine aykırılık teşkil ettiği anlaşılmıştır.
Askerî mahkemece; sanığın, 11.3.2006 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 87/1 ve 5237
TCK’nın 62/1’inci maddeleri uyarınca sonuç olarak 25 gün hapis cezası ile
mahkûmiyetine karar verilmiş, bu hüküm sanık tarafından özetle; daha
önceden emre itaatsizlik suçu işlemediği, ısrar suçunda hiç bulunmadığı, diğer
arkadaşlarına sim kart bulundurmadan beraat kararı geldiği, Er İ.Ç.’ye cep
telefonu kullanması için izin verildiği belirtilerek temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, hükmün usul ve sübut yönlerinden bozulması görüşü
bildirilmiş, sanığa kardeşi vasıtasıyla tebliğ edilen bu tebliğnameye cevap
verilmemiştir.
Askerî mahkemece; sanığın, 6.1.2006 tarihinde kendisine tebliğ edilen
emir hilâfına, 11.03.2006 tarihinde sim kart bulundurduğu, bu suretle hizmete
ilişkin emri hiç yerine getirmeyerek emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
sabit görülerek hakkında yazılı olduğu şekilde mahkûmiyet hükmü kurulmuş
ise de;
499
Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan mülga, 353 sayılı Kanunun
165’inci maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 225’inci maddesine göre hüküm;
ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve fail hakkında
verilir. Hükmün konusu, duruşmanın sonucuna göre iddianamede gösterilen
eylemden ibarettir. Mahkeme fiilin değerlendirilmesinde iddia ve
savunmalarla bağlı değildir, düzenlemesini içermektedir. Bu düzenlemelerden
hüküm ile iddianamenin aynı maddî olaya ilişkin olmaları gerektiği, bir başka
ifade ile iddianamede dava konusu yapılmayan bir eylem nedeniyle hüküm
verme olanağının bulunmadığı anlamına gelmektedir.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay kararlarında;
hükmün konusunun iddianamede gösterilen eylem olduğu, iddianamenin
dışına çıkılarak karar verilmesinin, açılmayan ve mevcut olmayan bir dava
nedeniyle karar verilmesi sonucunu doğuracağı, bir olayın açıklanması
sırasında başka bir olaydan söz edilmesinin o olay hakkında da dava açıldığını
göstermeyeceği kabul edilmektedir.
Somut olaya bu açıdan bakıldığında dosyada yer alan iddianamede;
maddî vakıa olarak birlik içerisinde cep telefonu bulundurulmayacağına ve
kullanılmayacağına ilişkin emrin sanığa tebliğ edilmesine rağmen, 11.3.2006
tarihinde, sanığın üzerinde bir adet cep telefonu bulunduğu belirterek kamu
davası açılmıştır. Hükmün konusunu oluşturacak eylem iddianamede bu
şekilde gösterilmiştir.
Oysa, askerî mahkemece, düzenlenen gerekçeli hükümde; maddî vakıa
olarak sanığın üzerinde bir adet sim kart bulundurduğu kabul edilerek hüküm
kurulmuştur. Bu durumda, iddianamede belirtilen eylemin tamamen
değiştirilerek, bağımsız başka bir eylem üzerinden hüküm kurulduğu, bu
hususun da, 353 sayılı Kanunun mülga 165’inci ve 5271 CMK’nın 225’inci
maddesine aykırılık teşkil ettiği anlaşıldığından hükmün, öncelikle usul
yönünden bozulmasına karar verilmiş, bozma sebebine nazaran sair yönlerden
temyiz incelemesi yapılmamıştır.
500
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/42
K. No. : 2007/37
T.
: 19.4.2007
ÖZET
İddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin eylem
hakkında
hüküm
kurulabilmesi
yasal
zorunluluk
oluşturmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa atılı üste hakaret suçunun
hizmet esnasında işlenip işlenmediğinin belirlenmesine yöneliktir.
Daire; olay sırasında sanığın hizmet hâlinde olmadığı gibi,
mağdurun da her türlü kuşkudan uzak bir şekilde fiilen hizmet hâlinde
olduğunun kabul edilemeyeceği görüşünde iken;
Başsavcılık; olay sırasında sanığın da, mağdurun da hizmet hâlinde
olduğunu, kaldı ki, üste hakaret suçunun hizmet esnasında işlendiğinin
kabulü için, sanık veya mağdurdan birinin hizmet hâlinde olmasının
yeterli olduğu görüş ve düşüncesiyle Daire kararına itiraz etmiştir.
Uyuşmazlık konusu açıklandığı şekilde uygulamaya yönelik
olmakla birlikte, sanığın suç oluşturduğu ileri sürülen sözlerinin dava
konusu olup olmadığının belirlenmesi açısından hüküm öncelikle usul
yönünden incelenmiştir.
353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın “Kamu Davasının
Açılması” başlıklı bölümünde yer alan 170’inci maddesinin 3 ve 4’üncü
fıkraları, görevli ve yetkili mahkemeye hitaben düzenlenecek
iddianamede; diğer unsurların yanında yüklenen suç ve uygulanması
gereken kanun maddeleri, yüklenen suçun işlendiği yer, tarih ve zaman
dilimi ile suçun delillerinin de gösterileceği, yüklenen suçu oluşturan
olayların, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanacağı yönündedir.
501
Aynı Kanunun Ek-1’inci maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı
CMK’nın “Hükmün konusu ve suçu değerlendirmede mahkemenin
yetkisi” başlıklı 225/1’inci maddesi ise; “Hüküm, ancak iddianamede
unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir.” hükmünü
amir bulunmaktadır.
Somut olayda; sanık hakkında düzenlenen iddianamede sanığa atılı
suçu oluşturan sözlerin neler olduğu mevcut delillerle ilişkilendirilerek
açıklanmadığı, ortada gerek sanığın sorgu ve savunmasının
saptanmasına, gerek kamunun bilgilenmesine yönelik yasal unsurları
içeren bir iddianamenin bulunmadığı, sanığın soruşturma evresinde hangi
sözleri nedeniyle hakkında soruşturma yapıldığını bilmediği gibi
düzenlenen iddianamede de bu konuda bir açıklık bulunmayıp, “öfkeli
bir şekilde küfretti” şeklindeki soyut bir kavrama yer verildiği, askerî
mahkemece mağdura yönelik olarak sarf ettiği kabul edilen “seni de s.k.
ederim, asteğmeni de s.k. ederim” şeklindeki sözler belirlendikten sonra
sorgu ve savunmasının saptanması yönüne de gidilmediği, iddia ve dava
konusu edilmeyen “seni de s.k. ederim, asteğmeni de s.k. ederim”
şeklindeki sözlerin hüküm konusu yapıldığı, oysa iddianamede unsurları
gösterilen suça ilişkin eylem hakkında hüküm kurulabileceği yasal
zorunluluk olduğundan; belirtilen eksikliklerin usule aykırılık
oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Diğer taraftan; sanığın olayın başlangıcında kendisinin gazino
temizliğinde görevlendirilmesi konusunda tartıştığı P.Er M.Ö.’nün
ifadesine başvurularak, olayın ortaya çıkış şekli ve nedenlerinin tüm
yönleriyle belirlenmeden hüküm kurulması da isabetli bulunmamıştır.
Açıklanan nedenlerle; uygulamaya yönelik olan Başsavcılık
itirazına atfen ve resen Daire kararının kaldırılmasına ve mahkûmiyet
hükmünün usul yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
502
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/26
K. No. : 2007/23
T.
: 29.3.2007
ÖZET
Hükmün gerekçesinde, sanığın leh ve aleyhine olan
sübuta ilişkin tüm deliller gösterilip karşılaştırılarak, hangi
delillerin diğerine üstün tutulduğu, hangi delillere itibar
edilip, hangi delillere itibar edilmediği ve bunların nedenleri
ayrıntılı olarak tartışılıp irdelenerek değerlendirilmeli, suçun
maddî ve manevî unsurlarının nasıl oluştuğu, sanığın
savunmalarına neden itibar edilmediği denetime de olanak
sağlayacak şekilde açıkça ortaya konulmalıdır.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık hakkındaki hükmün
yeterli gerekçeyi içerip içermediği ve hükmün, noksan soruşturma ile
kurulup kurulmadığı konularına ilişkindir.
Daire; sanık hakkındaki hükmün yeterli gerekçeyi içermediği ve
noksan soruşturma ile hükme varıldığını kabul ederken, askerî mahkeme;
hükmün yeterli gerekçeyi içerdiğini belirterek, noksan soruşturma
konusunda herhangi bir açıklama yapmaksızın direnmek suretiyle
mahkûmiyet hükmü kurmuştur.
Anayasanın 141/3’üncü maddesi; “Bütün mahkemelerin her türlü
kararları gerekçeli olarak yazılır.” hükmünü içermektedir. Bu temel
kural, 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik Ek-1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı CMK’nın 34/1’inci maddesinde
de; “Hâkim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy dâhil, gerekçeli
olarak yazılır.” şeklinde yer almış olup; aynı kanunun “Hükmün
gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar” başlıklı 230’uncu
maddesinde ise; hükümlerin niteliğine göre gerekçe yazımında göz
önünde tutulacak esaslar ve hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken
503
hususlar ayrıntılı olarak açıklanmıştır. CMK’nın konu ile ilgili bulunan
230/1’inci maddesinde; mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde; iddia ve
savunmada ileri sürülen görüşlerin açıklanması; delillerin tartışılıp
değerlendirilerek, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi,
bu kapsamda dosya içeriğinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde
edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi; ulaşılan kanaat, sanığın
suç oluşturduğu sabit görülen fiilî ve bunun nitelendirilmesi, cezanın
saptanması, ceza yerine veya cezanın yanı sıra uygulanacak güvenlik
tedbirlerinin belirlenmesi, cezanın kişiselleştirilmesine veya ek güvenlik
tedbirlerinin uygulanmasına veya bu hususlara ilişkin istemlerin kabul
veya reddine ilişkin dayanakların gösterilmesi gerektiği belirtilmiştir.
353 sayılı Kanunun 207’nci maddesinde ise; temyizin kural
olarak hükmün hukuka aykırılığı nedenine dayandığı, bir hukuk kuralının
uygulanmaması veya yanlış uygulanmasının hukuka aykırılık
oluşturduğu açıklandıktan sonra, “hukuka kesin aykırılık varsayılan
hâller” tek tek gösterilmiş olup, belirtilen hâller temyiz incelemesi
yönünden “mutlak bozma nedeni” niteliğindedir. “hükmün gerekçeden
yoksun olması” da anılan maddenin üçüncü fıkrasının G bendinde
hukuka kesin aykırılık varsayılan hâllerden biri olarak yer almıştır.
Gerekçe, hükmün dayanaklarının akla, hukuka ve dosya içeriğine
uygun olarak açıklanmasıdır. Hükmün gerekçesinde, sanığın leh ve
aleyhine olan sübuta ilişkin tüm deliller gösterilip karşılaştırılarak, hangi
delillerin diğerine üstün tutulduğu, hangi delillere itibar edilip, hangi
delillere itibar edilmediği ve bunların nedenleri ayrıntılı olarak tartışılıp
irdelenerek değerlendirilmeli, suçun maddî ve manevî unsurlarının nasıl
oluştuğu, sanığın savunmalarına neden itibar edilmediği denetime de
olanak sağlayacak şekilde açıkça ortaya konulmalıdır. Dava dosyasındaki
bilgi ve belgelerin yerinde değerlendirildiğini gösterir biçimde yasal ve
yeterli unsurları içermeyen bir gerekçeyle hüküm kurulması yasa
koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi, uygulamada da keyfiliğe
yol açar. Yetersiz gerekçeyle hüküm kurulması da, hükmün gerekçeden
yoksun olmasıyla aynı sonucu doğurmaktadır. Keyfiliği önlemek,
tarafları tatmin etmek, kamuyu bilgilendirmek, denetimde kolaylık
sağlamak için hükmün gerekçeli olması bir zorunluluktur.
504
Öğretide de; gerekçe zorunluluğunun şekli amaçlamadığı,
delillerin nakledilmesinden ibaret olmadığı, unsurların karşılaştırılmasına
yönelik bir muhakeme yolu olduğu belirtilmektedir. “Sadece vakıaların
(şahadetin), ‘dosya münderecatının hükümde nakledilmesi veya bunlar
arasında bir tercih yapılarak kısmen zikredilmiş olmaları’ gerekçe
değildir. Gerekçe, unsurların karşılaştırılmasını, bunların hangilerinin
diğerlerine ne sebeple tercih edildiklerinin sebeplerinin gösterilmesini
icap ettirir. Gerekçe hâkimi muayyen bir hükmü vermeye sevk eden
mantık yolunu, aralıksız ve boşluksuz olarak gösterebilmelidir. Eğer
itham veya savunmanın bir görüşü varsa bu iddiaların gerekçede mutlaka
cevaplandırılması icap eder.” (Prof.Dr. Faruk EREM, Ceza Usulü
Hukuku, 1973, s. 484, 485).
Somut olay yapılan açıklamalar ışığında irdelendiğinde; gerekçeli
hükümde, olay tanıklarının İ.C., Ü.K., H.Ş., A.H.İ., C.I. olduğu
beyanlarına yer verilmeksizin ismen belirtildikten sonra, delillerin
değerlendirilmesi ve kabul bölümünde; soruşturma evresinde sanık
aleyhine beyanda bulunan ancak kovuşturma evresinde sanığın mağdura
vurduğunu söylemediklerini beyan eden tanıklar Er Ü.K., Er H.Ş. ve Çvş.
A.H.İ.’nin, beyanlarının sanığı korumaya yönelik olduğu, anılan
tanıkların soruşturma evresinde özgür iradeleriyle ifade verdikleri,
ifadelerinin zorla alındığına veya değiştirildiğine ilişkin bir beyanda
bulunmadıkları belirtilerek kovuşturma evresindeki beyanlarına itibar
edilmediği, soruşturma evresinde, sanığın kendisine yumruk attığını
belirten ve kovuşturma evresinde bulunamadığı için önceki ifadesinin
okunulması ile yetinilen mağdur Onb. İ.T. ile tarafsız tanık olduğu kabul
edilen Er C.I.’nın beyanları değerlendirilerek, hem soruşturma evresinde
hem de kovuşturma evresinde sanığın mağdura vurmadığını, aksine
mağdurun sanığa vurduğunu, hatta mağdurla birlikte Er C.I. ve Çvş.
A.H.İ.’nin de sanığa vurduklarını ifade eden Er İ.C.’nin beyanları hiç
değerlendirilmeden ve diğer tanık beyanları ile karşılaştırılmadan,
gösterilen gerekçelerin yeterli olduğu açıklanarak direnilmek suretiyle
hüküm kurulduğu görülmektedir.
Askerî mahkemece, tanıklar Er Ü.K., Er H.Ş. ve Çvş. A.H.İ.’nin
soruşturma evresindeki beyanları esas alınıp, mağdur beyanı
doğrultusunda beyanda bulunan Er C.I.’nın tarafsız tanık olduğu kabul
505
edilerek ve gösterilen gerekçenin yeterli olduğu belirtilerek hüküm
kurulmuş ise de; hem soruşturma evresinde hem de kovuşturma
evresinde sanığın mağdura vurmadığını, aksine mağdurun sanığa
vurduğunu, hatta mağdurla birlikte Er C.I. ve Çvş. A.H.İ.’nin de sanığa
vurduklarını ifade eden Er İ.C.’nin beyanlarının gerekçeli hükümde hiç
tartışılıp değerlendirilmemesi, bu tanığın beyanlarının diğer tanık
beyanları ile karşılaştırılmaması, diğer tanık beyanlarının neden üstün
tutulduğu, tanık İ.C.’nin beyanlarına neden itibar edilmediğinin
açıklanmaması, anılan tanığın beyanları değerlendirilmeden tanık
C.I.’nın olayın tarafsız tanığı olduğunun kabulüyle anlatımlarının hükme
esas alınması, dosya içeriği ve delillerle bağdaşmayan yetersiz
gerekçeyle hüküm kurulması hukuka aykırı olduğundan, hükmün usul
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
Diğer taraftan, mağdur Onb. İ.T.’nin kovuşturma evresinde
beyanlarının saptanması için yazılan talimat üzerine, bildirilen ve işyeri
olduğu anlaşılan adresinde bulunamadığı gerekçesiyle yeterince
aranmadan
dinlenilmesinden
vazgeçilerek
önceki
ifadesinin
okunulmasıyla yetinilmesi ve mağdur ile arkadaşlarının sanığa
vurduğunu beyan eden İ.C.’nin anlatımları da dikkate alınarak, sanığın
savunmasının araştırılmaması, mağdur ile arkadaşlarının sanığa vurup
vurmadıkları yönünde hiçbir delil toplanmadan hükme varılması da
noksan soruşturma niteliğinde bulunduğundan direnilmek suretiyle
kurulan mahkûmiyet hükmünün bu yönden de bozulması gerektiği
sonucuna varılmıştır.
Dairenin bozmaya ilişkin kararı esas itibariyle ve öncelikle
hükmün yeterli gerekçe içermemesine dayanmakta olup, bu durumun,
beyanları hükmü etkileyecek nitelikte bulunan tanık İ.C.’nin anlatımları
hiç değerlendirilmeden ve anılan tanığın anlatımlarına rağmen tanık
C.I.’nın tarafsız tanık olduğunun kabulü ile beyanlarının hükme esas
alınmasından kaynaklandığı açıkça ortadadır. Mahkemelerin her türlü
kararlarının gerekçeli olarak yazılması anayasal bir zorunluluk olup,
gerekçenin yukarıda açıklanan unsurları içermesi gerekirken, askerî
mahkemece, dairenin bozma kararıyla şekle dayalı bir gerekçe arandığı,
gerekçe zorunluluğunun, hâkimler ve mahkemeleri usul hükümlerinin dar
ve katı kalıplarına soktuğu ve kararlarını serbestçe değerlendirme
olanağını ortadan kaldırdığı kanısı uyandıracak şekilde, yasal ve bilimsel
gerçeklerle bağdaşmayan ve direnme hakkının kullanılmasından öte,
denetim organını denetlemeye yönelik ifadelere yer verilerek hüküm
kurulması da tenkidi gerektirmiştir.
506
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 231/2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/95
K. No. : 2007/100
T.
: 27.9.2007
ÖZET
11.9.2006 tarihinde yapılan duruşmada, verilen hükmün
alenen tefhim edilmesinin ardından, sanığa, “kanun yol ve
süresinin”
anlatılmış
olduğunun
duruşma
tutanağına
geçirilmiş olduğu anlaşılmakta ise de, tefhim sırasında, sanığa,
bu tarihte yürürlükte bulunan Anayasanın 40/2’nci
maddesinde yer aldığı şekilde, “kanun yoluna başvurulacak
mercinin” de bildirilmiş olması gerekmektedir.
Daire ile başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın temyiz başvurusunun
süresinde olup olmadığına ilişkindir.
Daire; duruşma tutanağında sadece temyiz yolunun açık olduğunun
belirtilmesi, temyiz süresi ve mercii hakkında açıklama yapıldığını
gösterir bir ibareye yer verilmemesi karşısında, sanığa denetim
mahkemesine başvurma hakkının ve bunun merci ve süresinin
hatırlatılmadığının anlaşıldığını, bu durumda Anayasanın 40/2, 5271
sayılı CMK’nın 231, 232/6 ve 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla
5271 sayılı CMK’ya atıf yapılarak yürürlükten kaldırılan 174/son madde
ve fıkralarındaki hükümler doğrultusunda, sanığın, hükmün tefhiminden
itibaren yedi gün içinde başvurması gerekirken daha sonra yaptığı temyiz
başvurusunun süresinde sayılması görüşünde iken;
Başsavcılık; 353 sayılı Kanunun 174’üncü maddesinin yürürlükte
olduğu 11.9.2006 tarihinde yapılan duruşmada verilen hükmün alenen
tefhim edilmesini müteakip, kanun yol ve süresinin hazır bulunan sanığa
507
anlatılmış ve bu hususun tereddüde yer vermeyecek şekilde duruşma
tutanağına geçirilmiş bulunması karşısında, ispat gücü açısından asıl
olanın duruşma tutanağı olduğu da gözetilerek, somut olayda 353 sayılı
Kanunun 174’üncü maddesine uygun olacak şekilde duruşmada hazır
bulunan sanığa kanun yol ve süresinin anlatılmış olduğu ve bu nedenle de
Anayasanın 40’ıncı maddesinde ve bu maddeye paralel yasal
düzenlemelerde yer alan gereklerin yerine getirilmiş olduğu için hükmün
yüze karşı tefhim edildiği 11.9.2006 tarihinden itibaren bir haftalık
temyiz süresi geçtikten sonra 9.10.2006 tarihinde yapılan temyiz
başvurusunun süresinde olmadığı görüş ve düşüncesindedir.
T.C. Anayasasının 3.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Kanunun 16’ncı
maddesi ile değişik 40/2’nci maddesinde “Devlet, işlemlerinde, ilgili
kanun yolları ve hangi mercilere başvuracağını ve sürelerini göstermek
zorundadır” şeklinde bireyler lehine bir düzenleme yapılmıştır. Bu
düzenlemenin gerekçesinde, “Bireylerin yargı ya da idarî makamlar
önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân
sağlanması amaçlanmaktadır. Son derece dağınık mevzuat karşısında
kanun yolu, mercii ve sürelerinin belirtilmesi hak arama, hak ve
hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk hâline gelmiştir”
denilmektedir.
Benzer düzenleme 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun
“Hükmün gerekçesi ve hüküm fıkrasının içereceği hususlar” başlığını
taşıyan 232’nci maddesinin 6’ncı fıkrasında da yer almış ve “kanun
yollarına başvurma ve tazminat isteme olanağının bulunup
bulunmadığının, başvuru olanağı varsa süresi ve mercinin tereddüde yer
vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerekir.” hükmüne yer
verilmiştir. Bu maddenin gerekçesinde, “hüküm fıkrasında kanun
yollarına başvurma olanağının bulunup bulunmadığının, başvuru olanağı
varsa süresi ve merciinin açıkça ve tereddüde yer vermeyecek şekilde
belirtilmesi maddenin altıncı fıkrasının emridir. Maddenin altıncı
fıkrasında getirilen bu hükümle, 4709 sayılı Kanunla Anayasanın 40’ıncı
maddesinin 2’nci fıkrasında yapılan değişiklik sonucu, Devletin,
işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilerine
başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğuna ilişkin Anayasa
hükmüne uygulama yeteneği kazandırılmıştır.” şeklinde açıklama
yapılmıştır.
508
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Hükmün açıklanması”
başlığını taşıyan 231’inci maddesinde de, “Hazır bulunan sanığa ayrıca
başvurabileceği kanun yolları, mercii ve süresi bildirilir.” şeklinde bir
düzenlemeye yer verilmiştir.
Mülga 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun
“Kararların yazılış şekli” başlığını taşıyan ve “Bütün hâkimlik ve
mahkemelerin her türlü kararları muhalefet şerhleri dâhil gerekçeli olarak
yazılır. Kararların suretlerinde muhalefet şerhleri de gösterilir.”
şeklindeki 32’nci maddesi ile 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla
yürürlükten kaldırılan “Gerekçe zorunluluğu” başlığını taşıyan ve
“Askerî mahkemelerce verilen her türlü kararlar gerekçeli olarak yazılır.”
şeklindeki 50’nci maddesinin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunundaki karşılığı 34’üncü madde olup, sözü edilen maddenin 1’inci
fıkrasında, hâkim ve mahkemelerin her türlü kararlarının karşı oy dâhil
gerekçeli olarak yazılacağı, 2’nci fıkrasında ise, kararlarda
başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii ve şekillerinin belirtileceği
hükme bağlanmıştır.
353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun 5530 sayılı Kanunla 5271 sayılı CMK’ya atıf yapılarak
yürürlükten kaldırılan konu ile ilgili hükümleri ise şöyledir:
174/son maddesinde; “Hükmün tefhiminden sonra duruşmayı
yöneten askerî hâkim hazır bulunan sanığa, varsa kanun yollarını ve
usullerini anlatır. Sanık hazır bulunmaksızın tefhim olunan hükümler
usulen sanığa tebliğ olunur.”
İnceleme konusu olayda, 11.9.2006 tarihinde yapılan duruşmada,
verilen hükmün alenen tefhim edilmesinin ardından, sanığa, “kanun yol
ve süresinin” anlatılmış olduğunun duruşma tutanağına geçirilmiş olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak, tefhim sırasında, sanığa, bu tarihte yürürlükte
bulunan Anayasanın 40/2’nci maddesinde yer aldığı şekilde, “kanun
yoluna başvurulacak mercinin” de bildirilmiş olması gerekmektedir.
Ayrıca, tefhim tarihinde yürürlükte bulunan 353 sayılı
ASMKYUK’nın 174/son maddesindeki “hükmün tefhiminden sonra
duruşmayı yöneten askerî hâkim hazır bulunan sanığa, varsa kanun
yollarını ve usullerini anlatır. ...” hükmü gereğince, hazır bulunan sanığa,
kanun yol ve süresinin yanı sıra temyiz mercinin de açıklanması
gerekirken duruşma tutanağında bu konuya yer verilmediği
görülmektedir.
509
Bu durumda, sanığa, 11.9.2006 tarihli duruşmada, Anayasanın 40/2
ve 353 sayılı ASMKYUK’nın 174/son maddeleri hükümlerine uygun bir
tefhim işlemi yapılmadığı gibi, daha sonra yazılıp sanığa tebliğ edilen
gerekçeli hükümde ve tebligat evrakında da Anayasa ve kanun
hükümlerine uygun bir şekilde, kanun yolu ve süresinin yanında temyiz
mercii konusunda herhangi bir açıklamaya yer verilmemiş olması
nedeniyle, usulüne uygun bir tefhim ve tebligattan söz
edilemeyeceğinden, gerekçeli hükmün sanığa tebliğ edildiği 9.10.2006
tarihinde yapılan temyiz başvurusunun süresinde olduğunun kabulü
gerekmektedir.
Bu nedenlerle, sanığın temyiz başvurusunu süresinde yapılmış
olarak değerlendiren Daire ilâmında bir isabetsizlik görülmediğinden,
Başsavcılığın temyizin süresi dışında yapıldığına ilişkin itirazının reddine
karar verilmiştir.
510
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 236
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2007/1275
K. No. : 2007/1321
T.
: 23.7.2007
ÖZET
Mağdurun yeminsiz dinlenilmesini düzenleyen CMK’nın
236’ncı maddesinin sadece mağdura yönelik eylemlerle sınırlı
olarak uygulanması gerektiğinden, maruz kaldığı müessir fiil
eyleminin yanı sıra, başkaca müessir fiil eylemlerinin de görgü
tanığın olan kişinin yeminli olarak dinlenilmesi zorunludur.
Askerî mahkemece, sanığın 30.8.2005 tarihinde, P.Çvş. K.B. ile
P.Erler A.S., S.G., M.Ş., H.K. ve H.İ.D.’ye karşı asta müessir fiil
suçlarını işlediği kabul edilerek, eylemlerine uyan ASCK’nın 117/1 ile
5237 sayılı TCK’nın 62/1, 50/1-a, 52, ve 54’üncü maddelerinin 6 defa
tatbikî suretiyle sanığın 6 ayrı kez 500 YTL adlî para cezasıyla
cezalandırılmasına, hükmolunan her bir cezanın 10’ar aylık eşit taksitler
hâlinde sanıktan tahsiline ve ödenmeyen adlî para cezasının hapse
çevrilmesine karar verilmiştir.
Hüküm; sanık tarafından, avukat tutma hakkının kendisine
hatırlatılmadığı, mahkûmiyeti için yeterli delil bulunmadığı, ekonomik
durumu gözetilmeden, cezasının 24 ay yerine 10 ay üzerinden takside
bağlanmasının isabetli olmadığı belirtilerek temyiz edilmiştir.
İzmir/Torbalı Askerlik Şubesinde görev yapan sanık Per.Astsb.
Bçvş. C.T.’nin; 30.8.2005 tarihinde şubenin üst katında bulunan lojman
dairesinden dışarı çıktığında eşine ait ayakkabı ve sandaletin kesilmiş
olduğunu görmesi üzerine öfkeye kapıldığı ve bu olaydan sorumlu
olduklarını düşündüğü, isimleri yukarıda yazılı 6 askere karşı asta
müessir fiil suçlarını işlediği kabul edilmiştir.
Askerî mahkemenin sabit gördüğü asta müessir fiil eylemlerini
mağdurların beyanlarına dayandırdığı ve olayların bu kişiler tarafından
naklediliş biçimini hükümlere esas aldığı görülmektedir.
511
Askerî mahkemelerde dinlenilecek tanıklar hakkında 5272 sayılı
CMK hükümlerinin uygulanacağı gerek 353 sayılı Kanunun mülga 62 ve
5320 sayılı Kanunun 3/1’inci maddesi ve gerekse 5.10.2006 tarihinde
yürürlüğe giren 353 sayılı Kanunun Ek-1’inci maddesinde açık bir
biçimde düzenlenmiştir.
Konuya bu esaslar dâhilinde bakıldığında; 30.8.2005 tarihinde
işlendiği sabit görülen eylemlerle ilgili tanık dinleme işlemlerinin
1.6.2005 tarihinden itibaren yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK hükümleri
uyarınca yapılacağı açıktır.
CMK’nın “mağdur ile şikâyetçinin dinlenilmesi” başlığını taşıyan
236’ncı maddesinin ilk fıkrası “mağdurun tanık olarak dinlenilmesi
hâlinde yemin hariç tanıklığa ilişkin hükümler” uygulanır şeklinde
düzenlenmiştir. Bu hükmün ise, sanığın doğrudan mağdura yönelttiği
eylemler hakkında uygulanabilir olduğu açıktır.
Askerî mahkemenin sübut delili olarak kabul ettiği ve yeminsiz
olarak dinlediği tanıklardan;
1) P.Erler A.S., M.Ş. ve H.K.; sanığın kendileriyle birlikte H.İ.D.
ve K.B.’yi de dövdüğünü,
2) P.Çavuş K.B. ile P.Er S.G. ise sanığın kendileriyle birlikte
diğer 4 askere karşı gözlerinin önünde asta müessif fiil suçunu işlediğini,
beyan etmişlerdir.
Sadece kendilerine karşı işlenen eylemlerle sınırlı olarak yeminsiz
dinlenilmesi icap eden mağdurların, gördükleri iddia edilen tüm eylemler
hakkında da ayrıca yemin verilmeden dinlenilmesi, 5271 sayılı CMK’nın
54, 55 ve 236/1’inci maddesine aykırı düşmektedir.
Askerî mahkemenin yöntemine uygun biçimde dinlemediği
mağdur beyanlarına esaslı delil sıfatıyla itibar etmesi bu yönüyle usule
aykırı görülmüş ve hükümlerin bozulmasına karar verilmiştir.(Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 26.3.1998 tarih ve 37-47 ve 1.2.2001 tarih
ve 15-15 esas ve karar sayılı ilâmları da bu doğrultudadır.)
Diğer yandan, askerî savcı tarafından dinlenilen psikiyatri uzmanı
bilirkişi Hv.Tbp.Bnb. İ.S.’nin kovuşturma sürecinde yeniden dinlenilmesi
yoluna gidilmeden, bu kişinin sanığın cezaî ehliyetinin yerinde olduğuna
ilişkin soruşturma aşamasındaki mütalâasının hükme esas alınması, 5271
sayılı CMK’nın 217/1’inci maddesine aykırı düşmektedir.
512
Keza, istinabe mahkemesi huzurunda tespit edilen 20.10.2006
tarihli beyanında davaya müdahil sıfatıyla katılmak ve tazminat talep
etmek istediğini beyan eden mağdur H.İ.D.’nin müdahil sıfatıyla davaya
katılmasına karar veren askerî mahkemenin; müdahili duruşma gün ve
saatinden önceden haberdar etmesi ve usulüne uygun biçimde taraf
teşkiline imkân sağlaması gerekirken, aynı celse yargılamayı
sonuçlandırmasının silâhların eşitliği ve dolayısıyla da adil yargılanma
hakkının ihlâline sebebiyet verdiği değerlendirilmiştir.
513
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 237
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2007/1272
K. No. : 2007/1266
T.
: 22.5.2007
ÖZET
5271 sayılı CMK’nın 237/1’inci maddesinde düzenlenmiş
olan “suçtan zarar gören”, mağdurdan daha geniş bir kavram
olup, dolaylı olarak zarar görenleri de kapsadığından, karakol
komutanı ve karakol komutan yardımcısı olan sanıkların, emir
komutaları altında askerlik hizmetini yapmakta olan
müteveffa Er’e karşı gerçekleştirdikleri asta müessir fiil
eylemlerinin mağduru durumunda bulunan müteveffa Er’in
annesinin, 5271 sayılı CMK’nın 237’nci maddesinde öngörülen
anlamda, dolaylı da olsa suçtan zarar gören kişi durumunda
olup kamu davasına katılma hakkı bulunmaktadır.
Askerî mahkemece;
1. Sanık J.Astsb.Çvş. V.K.’nın,
a) Er R.U.’ya karşı asta müessir fiil suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 117/1, 765 sayılı TCK’nın 59/2, 647 sayılı Kanunun
4 ve 6’ncı maddeleri gereğince, 55 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına ve cezasının ertelenmesine;
b) Er D.O.’ya karşı asta müessir fiil suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 117/1, 765 sayılı TCK’nın 59/2, 647 sayılı Kanunun
4 ve 6’ncı maddeleri gereğince, 55 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına ve cezasının ertelenmesine;
c) Er S.A.’ya karşı asta müessir fiil suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 117/1, 765 sayılı TCK’nın 59/2, 647 sayılı Kanunun
4 ve 6’ncı maddeleri gereğince, 55 YTL adlî para cezası ile
cezalandırılmasına ve cezasının ertelenmesine;
514
2. Sanık J.Astsb.Kd.Üçvş. M.A.’nın, 18.10.2004 tarihinde Er
S.A.’ya karşı asta müessir fiil suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın
117/1, 765 sayılı TCK’nın 59/2, 647 sayılı Kanunun 4 ve 6’ncı maddeleri
gereğince, 55 YTL adlî para cezası ile cezalandırılmasına ve cezasının
ertelenmesine karar verilmiştir.
Hükümler, müdahale talebi reddolunan H.D.A. tarafından, davaya
katılma talebinin haksız olarak reddedildiği, verilen cezanın az ve
yetersiz olduğu, oğlunun kaza ile diğer şahısları öldürmesinin ve intihar
etmesinin sorumlusunun doğrudan doğruya dosyada belirtilen sanıklar
olduğu ileri sürülerek, süresinde temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede, hükmün usul yönünden bozulmasına karar
verilmesi istenilmiştir.
Hükümler, sadece müdahale talebi reddolunan H.D.A. tarafından
temyiz edildiğinden ve H.D.A.’nın Er R.U.’ya ve Er D.O.’ya karşı
işlenmiş olan asta müessir fiil suçlarına ilişkin doğrudan ya da dolaylı
olarak zarar görmesi söz konusu olmadığından, temyiz incelemesi,
sanıkların müteveffa Er S.A.’ya karşı gerçekleştirdikleri asta müessir fiil
suçlarına ilişkin mahkûmiyet hükümleri ile ilgili olarak yapılmıştır.
Ömerli İlçe J.K.lığına bağlı İkipinar J.Krk.K.lığı emrinde askerlik
hizmetini yapmakta olan (müteveffa) J.Er S.A.’nın, 27.7.2004 tarihindeki
pusu görevi sırasında, üzerine zimmetli G-3 piyade tüfeği ile, pusu
mevziine gelmekte olan J.Er R.U. ve J.Er E.Ş.’yi kasten öldürdükten
sonra, tüfeğin namlusunu çenesinin altında dayayıp ateş etmek suretiyle
intihar ettiği, bu olayla ilgili olarak yapılan hazırlık soruşturması
sonunda, her üçünün ölümünden sadece Er S.A.’nın sorumlu olduğu,
ancak onun da intihar sonucu ölmesi nedeniyle dava ve ceza ile
ilişkisinin ortadan kalktığı belirtilerek kovuşturmaya yer olmadığına
karar verilmiş; ancak, soruşturma sırasında karakol komutanı olan sanık
J.Astsb.Kd.Üçvş. M.A. ile karakol komutan yardımcısı olan sanık
J.Astsb.Çvş. V.K.’nın, gerek ölümünden önce müteveffaya gerekse
değişik zamanlarda diğer mağdurlara karşı asta müessir fiil suçunu
işlediklerinin tespit edilmesi üzerine, haklarında kamu davası açılmıştır.
Yapılan yargılama sırasında, müteveffa Er S.A.’nın annesi
H.D.A. 29.7.2005 tarihli duruşmaya katılarak, yazılı ve sözlü olarak
davaya müdahil olarak katılma talebinde bulunmuş; askerî mahkemece,
“suçtan zarar gören” sıfatı bulunmadığı gerekçesiyle talebi
reddedilmiştir.
515
Yargılama sonunda, sanık J.Astsb.Kd.Üçvş.
M.A.’nın
müteveffaya karşı, diğer sanık J.Astsb.Çvş. V.K.’nın da, biri müteveffaya
karşı olmak üzere üç ayrı asta müessir fiil suçunu işledikleri kabul
edilerek cezalandırılmalarına karar verilmiştir.
Gerekçeli hüküm H.D.A.’ya 31.8.2006 tarihinde tebliğ edilmiş,
H.D.A. da, 1.9.2006 tarihinde Mersin 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi
Başkanlığına verdiği dilekçe ile, müdahale talebinin reddine ilişkin ara
kararı ve mahkûmiyet hükümlerini süresi içinde temyiz etmiştir.
353 sayılı Kanunun 206’ncı maddesi gereğince, müdahale
talebinin reddine ilişkin ara kararın hükümle birlikte temyiz edilebilen
kararlardan olduğu; ayrıca, aynı Kanunun 206’ncı maddesi gereğince,
katılma isteği reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan
zarar görmüş bulunanların kanun yollarına başvurabilecekleri, dolayısıyla
H.D.A.’nın temyize hakkı olduğu konusunda şüphe bulunmamaktadır.
Bu durumda, öncelikle müdahale talebi reddedilen H.D.A.’nın,
oğluna karşı asta müessir fiil suçunu işledikleri iddia olunan sanıkların
yargılama konusu yapılan eylemleri ile ilgili olarak, gerek mülga 1412
sayılı CMUK’un 365 ve gerekse 5271 sayılı CMK’nın 237’nci
maddelerinin öngördüğü anlamda “suçtan zarar gören kişi” olup
olmadığının tespit edilmesi gerekmektedir.
Karar tarihinde yürürlükte bulunan 353 sayılı Kanunun “katılma
yolu ile dava ve şahsî dava” müesseselerini düzenleyen 257’nci
maddesinde, askerî mahkemelerde, bu Kanunun 197 ve 198’inci
maddelerindeki şartlar dairesinde katılma yolu ile dava olunabileceği
gibi, şahsî dava da açılabileceği, bu hâllerde Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu hükümlerinin tatbik olunacağı, bu başvurmalar üzerine askerî
mahkemenin vereceği kararların temyiz olunabileceği öngörülmüştür.
1412 sayılı CMUK’un 365’inci maddesi, “Suçtan zarar gören
her şahıs, tahkikatın her hâlinde müdahale yolu ile kamu davasına iltihak
edebilir.” şeklinde hüküm içermektedir. Maddede “suçtan zarar gören”
kavramına yer verilmekle birlikte, kanunda kavramın tanımı
yapılmamıştır.
Doktrinde, CMUK’un 365’inci maddesinin ilk hâlinde yer alan,
“Bir kişinin suçtan zarar görmüş sayılması için suçun hayata, sıhhate,
ırza, şahsî haklara ve mallara yönelmiş olması” gerektiğine ilişkin
ifadelerin de etkisiyle, sadece eylemin doğrudan doğruya zarar verdiği,
yani suç teşkil eden fiil ile meşru bir hakkı (uzvu, şerefi veya itibarı) ihlâl
edilen kişinin suçtan zarar gören olduğu kabul edilmiştir.
516
Gerek Yargıtayın, gerekse Askerî Yargıtayın yerleşmiş
içtihatlarında da, doktrine paralel olarak, kamu davasına müdahil
olabilmenin en önemli koşulunun suçtan “doğrudan zarar görme hâli”
olduğu, dolaylı zararlara dayanılarak kamu davasına katılmanın mümkün
olmadığı kabul edilmiştir (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.3.2003
tarihli, 2003/5-41 esas ve 2003/54 karar sayılı; 26.3.2002 tarihli, 2002/692 esas ve 2002/223 karar sayılı; 11.4.2000 tarihli, 2000/4-65 esas ve
2000/69 karar sayılı; 1.6.1999 tarihli, 1999/6-111 esas ve 1999/143 karar
sayılı; 13.10.1998 tarihli, 1998/3-232 esas ve 1998/307 karar sayılı;
4.11.1997 tarihli, 1997/6-209 esas ve 1997/226 karar sayılı; Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 27.10.2005 tarihli, 2005/85-89 esas ve karar
sayılı; 22.9.2005 tarihli, 2005/56-58 esas ve karar sayılı; 23.6.2005
tarihli, 2005/66-59 esas ve karar sayılı; 27.8.2002 tarihli, 2002/56-56 esas
ve karar sayılı kararları bu yöndedir).
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın
237/1’inci maddesinde ise, “Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel
kişiler ile malen sorumlu olanlar, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma
evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını
bildirerek kamu davasına katılabilirler.” hükmü ile, “mağdur”, “suçtan
zarar gören” ve “malen sorumlu olanlar”ın kamu davasına
katılabilecekleri düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, maddede “mağdur” ve “suçtan zarar gören”
ayırımı yapılmıştır. Kanun koyucu, bu iki kavramın farklı kişileri ifade
edebileceğini kabul ederek, her ikisine de yer verme gereğini duymuştur.
Mağdur, suçtan doğrudan zarar görendir. Yani, yargılama konusu
eylemin hakkını doğrudan ihlâl ettiği kişidir. Suçtan zarar gören ise,
“mağdurdan daha geniş bir kavram olup, suçtan dolaylı olarak zarar
görenleri de kapsar” (ÖZBEK, Veli Özer: CMK İzmir Şerhi - Yeni Ceza
Muhakemesi Kanununun Anlamı, Seçkin Yayınları, Ankara 2005, s.
905).
Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya baktığımızda;
Karakol komutanı olan sanık J.Astsb.Kd.Üçvş. M.A. ile karakol
komutan yardımcısı olan sanık J.Astsb.Çvş. V.K.’nın, emir komutaları
altında askerlik hizmetini yapmakta olan müteveffa Er S.A.’ya karşı
gerçekleştirdikleri asta müessir fiil eylemleri ile Er S.A.’nın intihar
eylemi arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi bulunmamakla birlikte,
517
bu eylemlerin mağduru durumunda bulunan müteveffa Er S.A.’nın
annesi H.D.A.’nın, sanıkların eylemleri nedeniyle 5271 sayılı CMK’nın
237’nci maddesinde öngörülen anlamda, dolaylı da olsa suçtan zarar
gören kişi durumunda olduğu açıktır. Bu nedenle, H.D.A.’nın kamu
davasına katılma hakkı bulunduğu hâlde, bu yöndeki talebi reddedilerek,
adı geçenin katılan sıfatına bağlı olarak CMK’da yer alan haklarını
kullanma imkânından yoksun bırakılması ve taraf teşkili sağlanmadan
yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması hukuka aykırı
olduğundan, her iki sanık hakkındaki Er S.A.’ya yönelik asta müessir fiil
suçlarından kurulan mahkûmiyet hükümlerinin bozulmasına karar
verilmiştir.
518
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 26/2, 104/1, 109/1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/44
K. No. : 2007/44
T.
: 26.4.2007
ÖZET
On beş yaşından büyük on sekiz yaşından küçük olan ve
Medenî Kanun kapsamında ayırt etme gücüne haiz bulunan,
ancak fiil ehliyetine sahip bulunmayan mağdure ile
mağdurenin rızası zımnında cinsel ilişkiyi gerçekleştiren fail
hakkında, suçtan zarar gören sıfatıyla, veli veya vasinin de
şikâyet hakkının bulunduğunun kabulü gerekir.
Velisinin rızası dışında, evi dışında bir yerde kalma ve
bir yere gitme konusunda tercihte bulunma serbestisine sahip
bulunmayan on beş yaşından büyük, on sekiz yaşından küçük
çocuğun, hukuka, yani M.K.’nın 339’uncu maddesine aykırı olarak,
velisinin muvakkati olmadan, evinden, uzaklaştırılması ile, “çocuğu
hürriyetinden yoksun kılma” suçu oluştuğundan, çocuğun
rızasının bulunması, suçun oluşumunu engellemeyecektir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunda
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 5237 sayılı TCK’nın 26/2’nci
maddesi ile yapılan; “kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği
bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen
fiilden dolayı kimseye ceza verilemeyeceği” şeklindeki düzenleme
karşısında, on beş yaşını bitirmiş çocukla rızası ile cinsel ilişkide
bulunmak suçunda mağdurun, bu suç nedeniyle şikâyetçi olmaması
hâlinde, açılmış davaların düşmesine karar verilmesinin gerekip
gerekmediği, zarar gören olarak şikâyet hakkının mağdurenin velisi
(babası) tarafından da kullanılıp kullanılamayacağının belirlenmesi ve
sadece mağdurenin rızasının, alıkoyma eylemini hukuka uygun hâle
getirip getirmediği, dolayısıyla, 5237 sayılı TCK’nın 109/1’inci
maddesindeki suçun oluşup oluşmadığının tespitine ilişkindir.
519
Daire; “on beş yaşından büyük on sekiz yaşından küçük olan ve
Medenî Kanun kapsamında ayırt etme gücüne haiz bulunan, ancak fiil
ehliyetine sahip bulunmayan mağdure ile mağdurenin rızası zımnında
cinsel ilişkiyi gerçekleştiren fail hakkında, suçtan zarar gören sıfatıyla,
veli veya vasinin de şikâyet hakkının bulunduğunu” kabul ederek
mahkûmiyet hükümlerinin onanmasına karar vermiş;
Başsavcılık ise, “askerî mahkemece, mağdurenin, hükümlüyle
birlikte, Ankara’dan Antalya’ya kendi rızasıyla gittiği ve yine rızası
zımnında, onunla birlikte olduğu kabul edildiğinden, 5237 sayılı
TCK’nın 26/2’nci maddesi çerçevesinde değerlendirilecek bu rızanın,
hükümlünün alıkoyma eylemini hukuka uygun hâle getirmesi nedeniyle,
5237 sayılı TCK’nın 109/1’inci maddesindeki suçun oluşmadığı
sonucuna ulaşılmaktadır. Böylece, lehe kanun değerlendirmesinin
yapıldığı duruşma ve kararda, alıkoyma eyleminden hükümlünün
beraatine; öte yandan mağdurenin soruşturma aşamasındaki hükümlüden
şikâyetçi olmadığını beyan ettikten sonra, diğer aşamalarda şikâyet
hususunda bir beyanda bulunmadığı da dikkate alınarak, on beş yaşını
bitirmiş çocukla rızası ile cinsel ilişkide bulunmak suçundan dolayı,
şikâyet yokluğu sebebi ile kamu davasının düşmesine, karar verilmesi
gerektiği” şeklindeki görüşle Daire kararının kaldırılması istemiyle
itirazda bulunulmuştur.
1) Müteselsilen on beş yaşını bitirmiş çocukla cinsel ilişkide
bulunmak suçundan yapılan incelemede:
Dava dosyasına göre; Hükümlünün Ankara’da askerlik hizmetini
yaparken tanıştığı 10.4.1981 doğumlu mağdure D.A. ile bir süre mektup
ve telefon arkadaşlığı yaptıktan sonra, 2.5.1998 tarihinde otobüsle
gittikleri Antalya’da mağdurenin rızasıyla birkaç kez ilişkiye girdikleri
ve 8.5.1998 tarihinde yine beraber Ankara’ya döndükleri, bu
gelişmelerden sonra mağdurenin babasının şikâyetçi olması üzerine
hükümlü hakkında soruşturma yapıldığı; mağdure soruşturma
aşamasında alınan ifadesinde, olayın tamamen rızası ile gerçekleştiğini
hükümlüden şikâyetçi ve davacı olmadığını beyan ettiği anlaşılmaktadır.
Hükümlünün eylemi, karar tarihî itibariyle, 765 sayılı TCK
kapsamında reşit olmayan mağdure ile rızası ile cinsi münasebette
bulunmak suçunu oluşturduğu kabul edilerek, ASCK’nın 152’nci
maddesi delâletiyle 765 sayılı TCK’nın 416/3, 80, 418/2 ve 59’uncu
520
maddeleri uyarınca mahkûmiyetine karar verildiği, müteakiben, askerî
mahkemece yapılan lehe hüküm değerlendirmesinde ise; hükümlünün
eyleminin, 5237 sayılı TCK’nın 104/1’inci maddesinde tanımlanan on
beş yaşını bitirmiş çocukla rızası ile cinsel ilişkide bulunmak suçunu
oluşturduğu kabul edilerek, 5237 sayılı TCK hükümlerine göre cezanın
belirlendiği görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın “Reşit olmayanla cinsel ilişki” başlıklı
104’üncü maddesinde;
“Cebir, tehdit ve hile olmaksızın, on beş yaşını bitirmiş olan
çocukla cinsel ilişkide bulunan kişi, şikâyet üzerine, altı aydan iki yıla
kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 416/3’üncü maddesinde düzenlenen söz
konusu suç, takibi şikâyete bağlı olmadığı hâlde, 5237 sayılı yeni
TCK’nın 104’üncü maddesinde bu suçun “şikâyet” ön-şartına tâbi olarak
düzenlendiği görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın “Hakkın kullanılması ve ilgilinin rızası”
başlıklı 26/2’nci maddesi ile; “kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf
edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde
işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilemeyeceğine” yönelik bir
düzenleme getirilmiş bulunmaktadır.
Yasa koyucu, 5237 sayılı TCK’nın genel hükümleri arasında yer
alan 26’ncı madde ile yeni bir düzenleme olarak getirdiği “Hakkın
kullanılması ve ilgilinin rızası” kavramlarını madde gerekçesinde;
“Hakkın kullanılması hukuka uygunluk nedeni düzenlenmiştir. Bir
hakkı kullanan kimsenin hukuka aykırı bir şekilde hareket etmiş
sayılamayacağı, bilinen bir gerçektir.
Bir hak, kanun, tüzük, yönetmelik, genelge gibi nizamlara
dayanabilir ve hukuken tanınmış ve düzenlenmiş olmak kaydıyla, bir
mesleğin icrasından da doğabilir.
Burada hakkın doğrudan doğruya kullanılabilir olması
aranacaktır. Eğer hak, bir mercie başvurarak kullanılabilecekse, artık
buradaki hak kapsamında kabul olunmayacaktır.
Maddenin ikinci fıkrasında ilgilinin rızası hukuka uygunluk nedeni
düzenlenmiştir. Söz konusu hukuka uygunluk nedeninin varlığı için,
rızanın kişinin üzerinde mutlak surette tasarrufta bulunabileceği bir
hakka ilişkin olması gerekir. Keza, kişinin bu hakla ilgili olarak rıza
açıklamaya ehil olması gerekir.” şeklinde açıklamaktadır.
521
Bu madde ile, mağdurun rızasının, kişilerin eylemlerini hukuka
uygun hâle getirdiği görülmekle birlikte, mülga 765 sayılı TCK’nın
416/3’üncü maddesinde yer alan; “Reşit olmayan mağdur ile rızası ile
cinsi münasebette bulunmak” suçunun karşılığı olarak, 5237 sayılı yeni
TCK’nın 104’üncü maddesi ile düzenlenen; “Cebir, tehdit ve hile
olmaksızın, on beş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunmak”
suçunun unsurlarının arasında sayılan; “Cebir, tehdit ve hile olmaksızın”
şeklindeki tanımlamalar, örtülü bir şekilde mağdurenin rızasının varlığını
ifade etmekte, bu suretle mağdurun rızası, bir anlamda suçun unsurları
arasında yer almaktadır.
Bu durumda, mağdurun rızası ile girdiği cinsel ilişkinin suç
sayılmasının, sadece mağdurun şikâyetine bağlı olması hâlinde, 26/2’nci
madde kapsamında, ilgilinin rızası ile hukuka uygun hâle gelen eylemin,
suç olarak kabul edilip, şikâyet şartına bağlanması, 104’üncü maddenin
düzenleniş amaç ve ruhuna aykırı düşmektedir.
Nitekim, anılan 26’ncı madde ile yapılan genel düzenlemede, işlenen
fiilî hukuka uygun hâle getiren “mağdurun rızasının”, “ehil” olma şartı ile
geçerli olabileceğinin hükme bağlanması karşısında, 104’üncü maddede,
ehil olmayan, “çocuk” konumundaki mağdurun rızasının, suçun
oluşumunu hukuka uygun hâle getirebilme olasılığı bulunmadığı gibi, yasa
koyucu, mağdur dışındaki ilgili kişilerin (veli-vasi gibi) şikâyet hakkını önşart olarak getirerek, 26’ncı maddenin, farklı biçimde yorumlanmasına
imkân vermemiştir.
Bunun yanı sıra, 5237 sayılı yeni TCK’nın altıncı bölümünde yer
alan; “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” başlığı altında düzenlenen
ve şikâyet ön şartına bağlanan 102, 105’inci maddelerde belirtilen
suçlarla ilgili olarak, şikâyette bulunacak tarafın; “mağdurun şikâyeti”
denmek suretiyle açıkça gösterilmesine karşın, söz konusu 104’üncü
maddede; şikâyet ön-şartının, sadece “şikâyet üzerine” şeklinde, yalın ve
genel bir kavramla ifade edildiği, ancak bu şikâyet hakkının kimin
tarafından
kullanılacağının
kişiselleştirilerek
belirtilmediği
görülmektedir. Art arda gelen bu maddelerin düzenlenme sistematiği
göz önünde bulundurulduğunda, 104’üncü maddede öngörülen şikâyet
hakkının, reşit (ehil) olmayan mağdur dışındaki ilgili kişiler tarafından
da kullanılacağını açıkça ortaya koymaktadır.
522
Bununla birlikte, 5237 sayılı yeni TCK’nın 104’üncü maddesinde,
suçtan zarar gören taraf olarak şikâyet hakkının, kimler tarafından
kullanılacağının belirlenmesine yönelik olarak, Medenî Kanun hükümleri
ile 5237 sayılı TCK’nın hükümlerinin birlikte değerlendirilmesi
gerekmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 6’ncı maddesinde, çocuk; henüz on sekiz
yaşını doldurmamış kişi, olarak tanımlanmıştır. Birleşmiş Milletler
Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesinin 1’inci maddesinde ise, “Bu
sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken
yaşta reşit olma durumu hariç, on sekiz yaşına kadar her insan çocuk
sayılır.” şeklinde düzenleme yer almaktadır.
Türk Medenî Kanununun 13’üncü maddesinde; Yaşının küçüklüğü
yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara
benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden
yoksun olmayan herkesin, bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahip
olduğu, 12’nci maddesinde; on beş yaşını dolduran küçüğün, kendi isteği
ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınabileceği, 11’inci
maddesinde; erginliğin on sekiz yaşın doldurulmasıyla başlayacağı,
düzenlenmiştir. Kanunun 8 ve 9’uncu maddelerinde hak ve fiil ehliyeti
tanımlandıktan sonra, 10’uncu maddede; ayırt etme gücüne sahip ve
kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyetinin sahip olduğu kabul
edilmiştir. Öte yandan, “Ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar”
başlıklı 16’ncı maddede; ayırt etme gücüne sahip küçüklerin ve
kısıtlıların, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle borç
altına giremeyecekleri, karşılıksız kazanmada ve kişiye sıkı sıkıya bağlı
hakları (örneğin şikâyet hakkını) kullanmada bu rızanın gerekli olmadığı,
düzenlenmiştir.
Bu itibarla, on beş yaşından büyük on sekiz yaşından küçük olan ve
Medenî Kanun kapsamında ayırt etme gücüne haiz bulunan, ancak fiil
ehliyetine sahip bulunmayan mağdur ile mağdurun rızası zımnında cinsel
ilişkiyi gerçekleştiren fail hakkında, suçtan zarar gören sıfatıyla, veli
veya vasinin de şikâyet hakkının bulunduğunun kabulü gerekir.
Zira, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi ve Türk
Medenî Kanunu, on sekiz yaşından küçüklerin korunmasına dair,
öncelikle veli veya vasiye sorumluluklar yükleyen düzenlemeler
içermektedir.
523
Öte yandan, kişiye sıkı sıkıya bağlı kabul edilen şikâyet hakkının,
suçtan zarar gören sıfatıyla, sadece ayırt etme gücünü haiz bulunan
küçüklere tanınması, koşulları da oluştuğunda, uygulamada ayırt etme
gününü haiz bulunanlar açısından cinsel özgürlük yaşının on beş yaşına
indirilmesi sonucunu doğurmaktadır ki, bu durumun, kamu düzeni,
toplum ve aile yapısı, genel ahlâk kuralları ve çocuğun korunmasını
amaçlayan düzenlemelerle bağdaştırılması mümkün görülmemektedir.
On beş yaşını doldurmuş olan çocuklar, cinsel farkındalık
dönemine girmiş olmakla birlikte, henüz kişiliklerinin yeterince
gelişmemiş olması, başkalarıyla cinsel ilişkiye girmenin sonuçlarını
yeterince kavrayacak bir sorumluluk duygusuna sahip olmamaları
dolayısıyla; bu çocuklarla cinsel ilişkide bulunulması, suç olarak
tanımlanmıştır. Bu ilişkinin rızaya dayalı olarak gerçekleştirilmesi,
fiilî suç olmaktan çıkarmayacak ve kişinin ceza sorumluluğunu
ortadan kaldırmayacaktır.( 5237 sayılı TCK Gazi Şerhi s. 392)
Somut olayda, salt ayırt etme gücüne haiz olması sebebiyle, şikâyet
hakkının da kişiye sıkı sıkıya bağlı haklardan olduğunun kabulüyle, olay
tarihinde on beş yaşından büyük ve on sekiz yaşından küçük mağdurenin
rızası var diye, babasının (velisinin) vaki şikâyetine rağmen, mağdurenin
şikâyetinin bulunmaması nedeniyle, fail hakkındaki kamu davasının
düşmesine karar verilmesinin mümkün olmadığı sonucuna varılmakla,
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 19.4.2006 gün ve
2006/1264-286 esas ve karar sayılı kararının hukuka uygun olduğu
anlaşıldığından, Millî Savunma Bakanının 23.1.2007 gün ve MİY.: 3119-06/As. Adl.İşl.Rap.Tet.Ş. (230-215) sayılı “kanun yararına bozma”
isteminin, 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı Kanunla değişik 243’üncü
maddesi uyarınca reddine ilişkin Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin
28.2.2007 gün ve 2007/250-309 sayılı ilâmında isabetsizlik görülmemiş
ve Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
2) Rıza ile şehvet hissî veya evlenmek maksadıyla reşit olmayan
mağdureyi alıkoymak suçundan yapılan incelemede:
Dava dosyasına göre; hükümlünün eylemi, karar tarihî itibariyle,
765 sayılı TCK kapsamında rıza ile şehvet hissî veya evlenmek
maksadıyla reşit olmayan mağdureyi alıkoymak suçunu oluşturduğu, 765
524
sayılı TCK’nın 430/2 ve 59’uncu maddeleri uyarınca mahkûmiyetine
karar verildiği, lehe kanun değerlendirmesinde ise; hükümlünün
eyleminin, 5237 sayılı TCK’nın 109’uncu maddesinin 1, 3-f ve 5’inci
fıkralarında tanımlanan cinsel amaçlı olarak çocuğu hürriyetinden yoksun
kılma suçunu oluşturduğu kabul edilmiştir.
Zira; Söz konusu düzenlemeyi içeren kanun maddeleri
incelendiğinde, 5237 sayılı TCK’daki bu düzenlemenin, suç için
öngörülen cezanın hem alt, hem de üst sınırları ile artırım sebepleri
bakımından, 765 sayılı TCK’daki düzenlemeye oranla hükümlü aleyhine
hükümler içerdiği görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 26/2’nci maddesinde; “kişinin üzerinde
mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere,
açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza
verilemeyeceğine” yönelik bir düzenleme bulunmaktadır. Ayrıca,
TCK’nın 109/1’inci maddesinde; “bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir
yere gitmek veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişinin,
“kişiyi hürriyetinden yoksun kılma” suçundan cezalandırılabileceği”
hüküm altına alınmıştır.
Bu durumda, söz konusu suçun oluşabilmesi için bir kimsenin,
“hukuka aykırı” olarak hürriyetinden yoksun bırakılması gerekmekte
olup, alıkoyma suçuna yönelik TCK’nın 26/2’nci maddesi kapsamında
açıklanmış olan bir rızanın varlığı hâlinde, hukuka aykırılık ortadan
kalkacak ve eylem hukuka uygun hâle gelecektir.
Rıza, hak sahibinin, sahibi olduğu hukukî değerden vazgeçmesi
olup, o değeri ceza normunun korumasından çıkarmaktadır. Rızanın
hukuka uygunluk sebebi olabilmesi için, kişinin, üzerinde mutlak surette
tasarrufta bulunabileceği bir hakka ilişkin olması gerekir. Diğer bir
deyişle, ilgilinin rızasının geçerli olabilmesi için, suç konusu değer
üzerinde serbestçe tasarruf edebilme hakkının bulunması gerekmektedir.
On beş yaşından büyük on sekiz yaşından küçük mağdureyi
alıkoyma suçu, mülga TCK’nın 430/2 maddesinde; “Reşit olmayan
mağdurenin cebir, şiddet, tehdit veya hile olmaksızın, kendi rızası ile
alıkonulması” şeklinde düzenlenmiş idi.
5237 sayılı Yeni TCK’nın “Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma”
başlıklı 109’uncu maddesinde;
(1) Bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir yere gitmek veya bir yerde
kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişiye, bir yıldan beş yıla kadar
hapis cezası verilir.
525
(2) Kişi, fiilî işlemek için veya işlediği sırada cebir, tehdit veya hile
kullanırsa, iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
(3)Bu suçun;
a) Silâhla,
b) Birden fazla kişi tarafından birlikte,
c) Kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle,
d) Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle,
e) Üstsoy, altsoy veya eşe karşı,
f) Çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendini
savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı,
işlenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza bir kat
artırılır.
(4) Bu suçun mağdurun ekonomik bakımdan önemli bir kaybına
neden olması hâlinde, ayrıca bin güne kadar adlî para cezasına
hükmolunur.
(5) Suçun cinsel amaçla işlenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre
verilecek cezalar yarı oranında artırılır.
(6) Bu suçun işlenmesi amacıyla veya sırasında kasten yaralama
suçunun neticesi sebebiyle ağırlaşmış hâllerinin gerçekleşmesi
durumunda, ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.”
şeklinde düzenlenmiştir.
Mülga TCK’nın 430/2’nci maddesinin karşılığı olarak düzenlenen;
5237 sayılı yeni TCK’nın 109’uncu maddesinin 1, 3-f ve 5’inci
fıkralarında tanımlanan; “cinsel amaçlı olarak çocuğu hürriyetinden
yoksun kılma” suçunun unsurları arasına, “hukuka aykırılık” kavramı
getirilmiş, mülga maddede yer alan “mağdurun rızası” olgusu ise, 26/2
maddesinde benimsenen prensip ve amaç doğrultusunda, anılan maddede
suçun unsurları arasında sayılmamıştır.
Nitekim, 5237 sayılı Yeni TCK’nın 109’uncu maddesinin 2’nci
fıkrası ile; “fiilî işlemek için veya işlediği sırada cebir, tehdit veya hile
kullanırsa” şeklinde belirtilen hâllerde cezanın arttırılacağının
öngörülmesi, birinci fıkrada tanımlanan ve çocuğa karşı işlenen
alıkoyma suçunun oluşmasında, rızaya nazaran daha geniş bir anlam
ifade eden “Hukuka Aykırılık” unsurunun varlığı nedeniyle, mağdurun
rızasının mevcudiyetinin herhangi bir hukukî değerinin bulunmadığını
açıkça ortaya koymaktadır.
526
Anılan maddenin gerekçesi; “Madde metninde kişi hürriyetinden
yoksun kılma suçu tanımlanmıştır. Bu suç ile korunan hukukî değer,
kişilerin kendi arzusu ve iradesi çerçevesinde hareket edebilme
hürriyetidir. Kişiler, bir yerde kalma ve bir yere gitme konusunda
tercihte bulunma serbestisine sahiptirler. Söz konusu suç işlenmekle
kişinin bir yerde kalma ve bir yere gitme hürriyeti ihlâl edilmiş
olmaktadır.
Söz konusu suç, bir kimsenin hukuka aykırı olarak bir yere gitmek
veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakılmasıyla oluşmaktadır.
Örneğin kişinin bir yere kapatılması, bir yerde tutulması veya bir yere
götürülmesi veya bir yere gitmekten men olunması fiilleri, bu tanıma
göre ceza yaptırımını gerektirmektedir.
Maddede geçen hukuka aykırı olarak ibaresi, hukukun izin
vermediği hâlleri ifade eder. Örneğin bir suça ilişkin soruşturma
kapsamında suç şüphesi altında bulunan kişinin ceza muhakemesi
hukukunun gereklerine uygun olarak tutulması, gözaltına alınması veya
tutuklanması hâllerinde, fiil hukuka uygundur ve bu suç oluşmaz.”
şeklinde açıklanmaktadır.
“Hukuka aykırılık” kavramı; esasen suçun yasal unsurları arasında
yer alan ve doktrinde de çoğunluk görüşü olarak kabul edildiği üzere;
“işlenen ve kanunî tarife uygun bulunan fiilin, hukuk nizamı tarafından
uygun bulunmaması, kabul görmemesi, yalnız ceza hukuku ile değil,
bütün hukuk kuralları ile çelişki hâlinde bulunması” şeklinde tanımlanan
bir olgudur.
Yasa, bazı hükümlerinde hukuka aykırılık unsurunu ayrıca
göstermiştir. Yasada bir takım ibarelerle özel şekilde aradığı hukuka
aykırılığın özel, bunun dışında kalan hâllerde ise, genel hukuka aykırılık
olduğu kabul edilmiştir.
109’uncu maddesinde yer alan “Hukuka aykırılık” kavramı,
yukarıda belirtilen açıklamalar ışığında, aynı maddenin 3-f fıkrası
kapsamında irdelendiğinde;
Türk Medenî Kanunun “Velâyetin kapsamı” bölümünün, “Genel
olarak” başlıklı 339’uncu maddesinde; “çocuğun, ana ve babasının rızası
dışında evi terk edemeyeceği ve yasal sebep olmaksızın onlardan
alınamayacağı” düzenlenmiştir.
Bu düzenleme karşısında, velisinin rızası dışında, evi dışında bir
yerde kalma ve bir yere gitme konusunda tercihte bulunma serbestisine
sahip bulunmayan on beş yaşından büyük, on sekiz yaşından küçük
çocuğun, bir yerde tutulması veya bir yere götürülmesinin “hukuka
aykırı” bir eylem teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır.
527
Mağdurun, hukuka, yani M.K.’nın 339’uncu maddesine aykırı olarak,
velisinin muvafakati olmadan, evinden, uzaklaştırılması ile, “çocuğu
hürriyetinden yoksun kılma” suçu oluşacaktır. Suçun unsurlarından olan
“Hukuka Aykırılığın” gerçekleşmesi nedeniyle, çocuğun rızasının
bulunması, suçun oluşumunu engellemeyecektir.
Aksi düşünüş ile, alıkonulan çocuğunun evine dönmesini temin
için velisinin yetkili makamlara müracaatı hâlinde, rızasının varlığı
nedeniyle görevliler tarafından, çocuğun ailesine teslim edilememesi
durumunda, sosyal hayatın ahlâkî temeli olan aile ve toplum düzeninde
yaratılacak kaos ve huzursuzluk ortamının yanı sıra, suçun kanunî
unsurlarından olan “hukuka aykırılık” olgusunun gerçekleşmesine
rağmen, suçun cezasız kalması söz konusu olacaktır ki, bu oluşum, adalet
ve ahlâkî duyguları rencide edeceği gibi, yorumla yaratılan boşluk
nedeniyle, toplum vicdanında kapanması mümkün olamayacak derin
uçurumlar da açılacaktır.
Somut olayda, on beş yaşından büyük on sekiz yaşından küçük olan
mağdurenin hükümlüyle birlikte Ankara’dan Antalya’ya kendi rızasıyla
gittiği ve yine rızası zımnında onunla birlikte olduğu kabul edilmekle
birlikte, 5237 sayılı TCK’nın 26/2’nci maddesi çerçevesinde
değerlendirildiğinde, mağdurenin bu rızasının geçerli olabilmesi için, suç
konusu değer üzerinde serbestçe tasarruf edebilme (ehil olma) hakkının
bulunması gerekmektedir. Türk Medenî Kanununun “Velâyetin kapsamı”
başlıklı bölümünün, “Genel olarak” başlıklı 339’uncu maddesinde yer
alan; “çocuğun, ana ve babasının rızası dışında evi terk edemeyeceği ve
yasal sebep olmaksızın onlardan alınamayacağı” şeklindeki düzenlenme
karşısında, hükümlünün gayrı reşit mağdureyi alıkoyma eylemini
hukuka uygun hâle getirmeyeceği, bu itibarla, hükümlünün alıkoyma
eyleminden dolayı beraatine karar verilmesinin mümkün olmadığı
sonucuna varılmakla, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 28.2.2007 gün ve
2007/250-309 sayılı; “Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 19.4.2006 gün ve 2006/1264-286 esas ve karar sayılı
uyarlama kararının hukuka uygun olduğuna ve Millî Savunma Bakanının
23.1.2007 gün ve MİY.: 31-19-06/As. Adl. İşl. Rap. Tet. Ş. (230-215)
sayılı “kanun yararına bozma” isteminin, 353 sayılı Kanunun 5530 sayılı
Kanunla değişik 243’üncü maddesi uyarınca reddine” ilişkin kararında
isabetsizlik görülmediğinden Başsavcılığın itirazının reddine, karar
verilmiştir.
528
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 29
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2007/23
K. No. : 2007/18
T.
: 15.3.2007
ÖZET
Bölük komutanına malzeme alınacağı gerekçesiyle şoför
Er M.T.’ye bağırarak araç çekmesini isteyen mağdurun
sözlerini duyarak çalışmakta olduğu levazım deposundan
çıkan nöbetçi subayı sanığın; sakız çiğnemekte olan mağdura,
ağzındaki sakızı atması konusundaki ikazından sonra araç
çıkarılması için nöbetçi subayı olarak kendisinden izin alması
gerektiğini söylediğinde, mağdurun ağzındaki sakızı atmakla
birlikte, bir kısım tanık anlatımlarına göre, bölük komutanı
için araç çıkarıldığında nöbetçi subayından izin alınmadığını,
bir kısım tanık anlatımlarına göre, şimdiye kadar kimseden
izin almadığını ve almayacağını söylemesi, araç çıkarma
konusundaki ısrarını sürdürmesi, üstü ile konuşurken sakız
çiğnemeyi sürdürüp, ancak üstünün ikazı üzerine sakızı
atması, askerlik hizmetinin gereği olarak amir ve üstüne karşı
askerî adap ve usullere uygun olarak göstermekle yükümlü
olduğu saygıyı göstermeyip disipline aykırı söz ve davranışlar
sergilemesi karşısında; sanığa atılı asta müessir fiil suçunun
haksız tahrik altında işlendiğinin kabulünde bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık hakkında haksız tahrik
hükümlerinin uygulanmasının gerekip gerekmediğine ilişkindir.
529
Daire; askerî mahkemece, sanık hakkında haksız tahrik hükümleri
uygulanarak suç ve hüküm tarihlerinde yürürlükte bulunan 765 sayılı
TCK’nın 51/1’inci maddesi gereğince cezasından indirim yapılmış ise de,
olayda esasen haksız tahrik hükümlerinin uygulanmasını gerektiren bir
durum bulunmadığını kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın eylemini haksız tahrik altında işlediğini,
hüküm tarihinden sonra yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’da haksız
tahrike ilişkin indirim oranı farklı şekilde düzenlendiğinden, hüküm
mahkemesince lehe kanun değerlendirmesi yapılması gerektiğini ileri
sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Sanığa atılı suçun sübuta erdiğinin kabulü konusunda Daire ile
Başsavcılık arasında uyuşmazlık bulunmayan olayda, sanığın asta
müessir fiil suçunu haksız tahrik altında işleyip işlemediğinin ortaya
konulabilmesi için sanık ve mağdur ile tanık beyanlarının tartışılıp
irdelenmesi gerekmektedir.
Sanık J.Astsb.Üçvş. A.B.; mağdura yaptığı hareketin yanlış
olduğunu, araç çıkartmak için kendisinden izin alması gerektiğini, olay
yerini terk etmesini bağırarak söylediğini, mağdurun, “bugüne kadar
kimseden izin almadım, almam da” dediğini, ağzında sakız olduğunu,
esas duruşta bulunmadığını, ikazını dinlemediğini, ellerini sıkarak
üzerine geldiğini, suçlamayı kabul etmediğini;
Mağdur (diğer sanık) Er F.K.K.; bölük komutanına malzeme almak
için araç çıkarmak istediğini M.T.’ye söylediğini, sanığın, ne istediğini
sorup ağzından sakızı çıkarmasını istediğini, cevap beklemeden elindeki
gazeteyi rulo yaparak suratına vurduğunu, araçların sorumlusunun
kendisi olduğunu, neden aracın kendisinden istenmediğini söylediğini,
kendisinin, “bölük komutanına araç çıkarttığımızda nöbetçi subayından
izin almıyorduk” dediğini, bölük komutanının beklediğini söylediğinde
sanığın tokat ve tekme attığını, kendisinin vurmadığını;
Tanık Er H.A.; mağdurun M.T.’ye aracı çekmesini, komutana
malzeme alınacağını söylediğini, onun da nöbetçi subayından izin
almasını istediğini, bu sırada sanığın depodan çıkıp mağdura
ağzındaki sakızı atmasını ve araç için kendisinden izin alması
gerektiğini söylediğini, mağdurun, “bugüne kadar kimseden izin almadık,
almam da” dediğini, sanığın elindeki rulo kâğıtla mağdurun yüzüne
vurduğunu, mağdurun aracı götürmekte ısrar etmesi üzerine sanığın
mağdura tekmeyle vurduğunu, mağdurun tekrar aracın çekilmesi için
bağırdığını ve sanıkla mağdurun birbirine girdiklerini;
530
Tanık Er E.K.; mağdur ile şoför arasındaki tartışmayı duyan sanığın
araç çıkarmak için kendisinden izin alınması gerektiğini söylediğini,
mağdurun o sırada sakız çiğnediğini, sanığın ikazı üzerine sakızı attığını,
sanığın elindeki gazete ile mağdurun yüzüne vurduğunu, araç için önce
kendisine söylenmesi gerektiğini bildirdiğini, mağdurun “ben kimseden
emir almam” dediğini, bunun üzerine sanığın mağdura tekme vurduğunu;
Tanık Er Z.A.; komutan habercisinin aracı nöbetçi subaydan izin
almadan çıkarabildiğini, mağdurun bu nedenle sanığa selâm vererek
geçtiğini ve izin istemeden aracı çıkardığını, bu sırada sanığın aracı
durdurduğunu, mağduru dövmeye başladığını ve küfrettiğini;
Tanık Astsb. O.A.; bağırtılar üzerine depodan çıktığında sanığın
mağdura tokat attığını gördüğünü, nedenini sorduğunda mağdurun araç
çekilmesi konusunda kendisine karşı gelip vurduğunu söylediğini,
kendisinin olayın bu kısmını görmediğini;
Tanık Er B.Y.; mağdurun bölük komutanın aracını alıp
giderken sanığın kendisine nereye gittiğini sorduğunu, mağdurun erzak
almaya gittiklerini söylediğini, sanığın bölük komutanının her görevde
böyle yaptığını belirttiğini, sanık ve mağdurun birbirine doğru ilerlediğini
ve sanığın mağdura vurmaya başladığını gördüğünü;
Tanık Er H.Y.; mağdurun araç gerektiğini söylediğini, depodan
çıkan sanığın kendisinden habersiz araç çekilmeyeceğini belirttiğini,
elindeki kâğıtlarla mağdurun suratına vurduğunu, tekme attığını,
mağdurun bölük komutanının araç beklediğini tekrarladığını, sanığın
kızarak mağdura tekme tokat giriştiğini;
Tanık Er M.T.; mağdurun, bölük komutanına malzeme alınacağını
söyleyip aracın çıkarılmasını istediğini, kendisinin de nöbetçi subayından
izin alması gerektiğini söylediğini, sanığın depodan çıkarak mağdura,
“benden izin aldın mı” diye sorduğunu ve ağzındaki sakızı çıkarmasını
istediğini, mağdurun “bugüne kadar kimseden izin almıyorduk” demesi
üzerine sanığın elindeki rulo kâğıdı mağdurun yüzüne vurduğunu,
mağdurun kendisine tekrar araç çıkarmasını söylediğini, bunun üzerine
sanığın mağdura tekmeyle vurduğunu ve kavgaya başladıklarını;
531
Tanık Er Z.Ş.; iddianamede belirtilen şekilde çıkan tartışma
sırasında sanığın elindeki rulo kâğıtla mağdurun yüzüne vurduğunu,
ardından ağzındaki sakızı atmasını söylediğini, mağdurun sakızı attığını,
ancak araç çıkarılması konusunda ısrar etmesi üzerine “izin aldın
mı”diye sorduğunu, mağdurun “bu güne kadar kimseden izin almadık,
almam da” dediğini, bunun üzerine sanığın, mağdurun karın boşluğuna
tekme attığını;
Aşamalarda saptanan ifadelerinde beyan ettikleri anlaşılmaktadır.
Olayın nedeni ve başlangıcına ilişkin olarak yukarıda özetlenen
beyanlardan; mağdur (diğer sanık) J.Komd.Er F.K.K.’nın 17.6.2001
tarihinde J.Ulş.Er M.T.’ye bölük komutanına malzeme alınacağını, araçla
çıkmaları gerektiğini söylediği sırada levazım deposundan çıkan sanığın,
mağdura araç çıkarmak için nöbetçi subayından yani kendisinden izin
alması gerektiğini, neden kendisinden izin almadığını söylediği,
mağdurun; bir kısım tanık beyanlarına göre bölük komutanına araç
çıkarıldığında nöbetçi subayından izin alınmadığını, bir kısım tanık
beyanlarına göre, şimdiye kadar izin almadığını, yine izin almayacağını
beyan ettiği, bu sırada ağzında sakız bulunduğu, ikaz üzerine sakızı attığı,
sanığın elindeki rulo şeklindeki kâğıtla mağdurun yüzüne vurduğu,
mağdurun araç çıkarılması konusundaki ısrarı üzerine sanığın tokat ve
tekme attığı anlaşılmaktadır.
Suç ve hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın
51’inci maddesinde; “haksız bir tahrikin husule getirdiği gazap veya şedit
bir elemin tesiri altında suç işleyen”; 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren
5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesinde; “haksız bir fiilin meydana
getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen” kişi
hakkında tayin olunacak cezanın belirtilen maddelerde gösterilen
oranlarda indirilmesi öngörülmüştür.
Haksız tahrik, kişinin haksız bir hareketin kendisinde meydana
getirdiği hiddetin (öfkenin, gazabın) etkisi altında bir suç işlemesi
hâlinde kusur yeteneğindeki azalmayı ifade etmektedir. Haksız tahrik,
kusurun irade unsuru üzerinde etkili olan bir nedendir. Haksız tahrik
hâlinde failin iradesinde bir azalma meydana gelmektedir. Böylece
haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddetin etkisi altındaki kişinin suç
işlemekten kendisini alıkoyma yeteneği, önemli ölçüde azalmış
bulunmaktadır. Böyle bir etki altında kalan kişinin kendini yönlendirme
532
v

Benzer belgeler

TCK 21 maddesi hakkındaki YARGITAY KARARLARI 5237 sayılı

TCK 21 maddesi hakkındaki YARGITAY KARARLARI 5237 sayılı yaşamlarını sürdürürler. Bu nedenle yargı da ve adalet dağıtmada mazeret olmaz. Yargının, hizmetin özelliği ve doğurduğu sonuçlar açısından gerek işleyişinde gerekse mensuplarında eksikliği, yanlış...

Detaylı

HUKUK DERGISI 2.indd

HUKUK DERGISI 2.indd School of Economic and Social Studies, University of East Anglia, Norwich, Great Britain.

Detaylı

Sayı 13 - Milli Savunma Bakanlığı

Sayı 13 - Milli Savunma Bakanlığı Daire ilâmında da belirtildiği gibi bu durum, maddi bir hata niteliğinde olmayıp iddiaya uygun fakat hatalı bir kabul niteliğindedir. Dolayısıyla askerî mahkemece, öz vakıanın tespiti bakımından de...

Detaylı