1 yılda 16 dilde 4 sayı

Transkript

1 yılda 16 dilde 4 sayı
6.1
BÜLÜTEN
KÜRESEL
DiYALOG
1 yılda 16 dilde 4 sayı
Dayanışma
Ekonomisi
Karl von Holdt
Paul Singer
Kooperatif Alternatifi
> Hindistan’ın En Eski İşçi Kooperatifi
> Mondragon Kooperatifleri
> Yunanistan Aracı Karşıtı Hareketi
> Arjantin’in Geri Kazanılmış İşletmeleri
> Dünyanın Sonu mu, Kapitalizmin Sonu mu?
Latin Amerika’da Kapitalist Ekstraksiyon
> Neo-ekstraktivizme İtiraz Etmek
> Ekvator’da Ekstraktivizm Buen Vivir’e Karşı
> Meksika’da Ortak Alanlar Mücadeleleri
> Arjantin’in Yeni Ekstraktivizmi
Anma
> Vladimir Yadov, 1929-2015
CİLT 6 / SAYI 1 / MART 2016
http://isa-global-dialogue.net
Güney Afrika’nın
Şiddet Demokrasisi
Herbert Docena
KD
İklim Değişikliği
Siyasetleri
> Editörden
Çevre ve Şiddet Demokrasisi
B
ilim insanları iklim değişikliğini tartışırken bunu, dünyanın atmosferinde tırmanan sıcaklık derecelerin yıkıcı sonuçlarına dair korkutucu uyarılar eşliğinde yapıyorlar -- seller, tayfunlar, eriyen buzullar, ve toplulukların tümden yokolması. Bilim insanları dikkatlerini
iklim değişikliği siyasetine çevirdiklerinde ise, iklim değişikliğini inkar edenlere ve onların güçlü destekçilerine ya da popüler hareketlerin başarısızlığına
odaklandılar. Fakat küresel elitler arasındaki mücadeleler sıklıkla göz ardı edildi. Herbert Docena son dört yıldır Küresel Diyalog için yıllık BM İklim Değişikliği
Taraflar Konferansı’ndan bildiriyordu. Paris’teki en son toplantıdan (20 Kasım
2015 - 11 Aralık 2015) da yazan Docena, elit reformcuların, konferans
salonlarına hükmeden muhafazakar güçleri ılımlı hale getirmeye çalışmaktan
vazgeçmesi üzerine değişen ittifaklara dikkat çekiyor. Onun yerine reformcular, potansiyel müttefiklerini sokaklarda toplanan radikaller arasında aradılar.
Yine de Paris’ten, göstermelik vaatler dışında, dünyayı kurtarmaya yönelik ciddi ilerlemelere dair çok az işaret geldi.
Bu sayıda Karl von Holdt’la yapılmış bir söyleşiyi yayımlıyoruz. Von Holdt
apartheid karşıtı hareketin emektarlarındandır ve önde gelen bir sosyologdur.
Söyleşide Alf Nilsen’e Güney Afrika’nın “şiddet demokrasisi” ve hizmet sunumu etrafında oluşturduğu kasaba mücadeleleri üzerine yaptığı araştırmaları
anlatıyor. Bu söyleşiyi, başka tür bir şiddet anlatısı takip ediyor. Maristella Svampa ve meslektaşları, Latin Amerika’yı tahrip eden yeni ekstraktivist ekonomiyi
anlatıyor. Madencilik ve petroldeki mega-projelerden, Çin’in genişleyen ekonomisinin doymayan iştahının teşvik ettiği, tarım ticaretindeki soya üretimine
faaliyetler, kara susamış çok uluslu şirketler tarafından yürütülüyor, ve fonlara
aç devletler tarafından cesaretlendiriliyor. Arjantin, Meksika ve Ekvator’dan
bildirilenler, bu projelerin, toprağını, suyunu ve havasını korumaya çalışan toplumsal hareketlerin kuvvetli muhalefetiyle nasıl karşılaştıklarını anlatıyorlar.
Bunların yanı sıra, Hindistan, Yunanistan, İspanya ve Arjantin’den kooperatifler
üzerine, kooperatiflerin nasıl hayatta kaldıklarını ve ne bedeller ödediklerini anlatan altı makale yayımlıyoruz. Kooperatifler kapitalizme bir alternatif mi, yoksa
Leslie Sklair’in ileri sürdüğü gibi, kapitalizme bir tür adaptasyon mu? Şüphesiz,
kooperatif hareketin en önemli kuramcılarından ve uygulayıcılarından birisi
Brezilya hükümetinin Ulusal Dayanışma Ekonomisi Sektreteri, olağanüstü
Paul Singer’dır. Küresel Diyalog için yapılan söyleşiden anlaşılabileceği gibi,
Singer naif bir kahin değildir; onun için kooperatifler yoksullar için yaşamlarını
sürdürmelerini sağlayacak araçlardır.
Son olarak, Sovyet sosyolojisinin cesur öncülerinden biri olan, Sovyet düzenin
sınırlarını marifetli biçimde zorlayan, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Vladimir Yadov için yazılmış beş saygı duruşu var. Yadov, Sovyet sonrası sosyoloji üzerine
yapılan tartışmalarda da kilit bir isim olmaya devam etti. 1990-94 arasında
ISA Başkan yardımcısı olarak hizmet verdi, kariyeri boyunca sıkı bir enternasyonalist oldu. Öğrencileri ve meslektaşları tarafından çok seviliyordu, gidişi derin
bir yasa boğdu.
Bu sayıyla birlikte Juan Piovani, Küresel Diyalog’un İspanyolca çevirisinin
yönetimini María José Álvarez’den devralıyor. Juan’a hoşgeldin diyor, Majo ve
takımına dört yıllık adanmış hizmetleri için teşekkür ediyoruz.
> Küresel Diyalog 15 dilde yayınlanmaktadır. Küresel Diyalog’un
tüm sayılarına Uluslararası Sosyoloji Derneği (ISA)‘nin internet
sitesinden ulaşılabilmektedir.
> Yayımlanması istenen yazılar [email protected] adresine
gönderilmelidir.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
İklim değişikliği müzakerelerinin yakın
gözlemcisi Herbert Docena, Paris zirvesindeki
değişen siyasi küresel ittifakları analiz ediyor.
Akademisyen ve aktivist Karl von Holdt,
Güney Afrika’da protestonun siyasi
dinamiklerine dair bir analiz sunuyor.
Akademisyen, siyasetçi ve kamusal
entelektüel Paul Singer, Brezilya’daki
Dayanışma Ekonomisinin kuramının ve
pratiğinin öncü tarihini anlatıyor.
KD
Küresel Diyalog, SAGE
Yayınları’nın cömert bağışı
ile hazırlanmaktadır.
2
> Yayın Kurulu
> Bu Sayıda
Editör: Michael Burawoy.
Editörden: Çevre ve Şiddet Demokrasisi
2
Yardımcı Editör: Gay Seidman.
İklim Değişikliği Siyasetleri
Herbert Docena, ABD
4
Güney Afrika’nın Şiddet Demokrasisi: Karl von Holdt ile Söyleşi
Alf Nilsen, Norveç
7
Yönetici Editörler: Lola Busuttil, August Bagà.
Danışman Editörler:
Margaret Abraham, Markus Schulz, Sari Hanafi, Vineeta
Sinha, Benjamin Tejerina, Rosemary Barbaret, Izabela
Barlinska, Dilek Cindoğlu, Filomin Gutierrez, John Holmwood,
Guillermina Jasso, Kalpana Kannabiran, Marina Kurkchiyan,
Simon Mapadimeng, Abdul-mumin Sa’ad, Ayse Saktanber, Celi
Scalon, Sawako Shirahase, Grazyna Skapska, Evangelia
Tastsoglou, Chin-Chun Yi, Elena Zdravomyslova.
> KOOPERATİF ALTERNATİFİ
Dayanışma Ekonomisi: Paul Singer ile Söyleşi
Gustavo Taniguti ve Renan Dias de Oliveira, Brezilya
11
Uralungal: Hindistan’ın En Eski İşçi Kooperatifi
Michelle Williams, Güney Afrika
14
Mondragon Kooperatifleri: Başarıları ve Zorlukları
Sharryn Kasmir, ABD
16
Yunanistan’da Aracı Karşıtı Hareket
Theodoros Rakopoulos, Norveç
18
Arjantin’de Geri Kazanılmış İşletmeler
Julián Rebón, Arjantin
20
Hindistan:
Ishwar Modi, Rajiv Gupta, Rashmi Jain, Jyoti Sidana,
Pragya Sharma, Nidhi Bansal, Pankaj Bhatnagar.
Dünyanın Sonu mu, Kapitalizmin Sonu mu?
Leslie Sklair, Birleşik Krallık
22
Endonezya:
Kamanto Sunarto, Hari Nugroho, Lucia Ratih Kusumadewi,
Fina Itriyati, Indera Ratna Irawati Pattinasarany, Benedictus
Hari Juliawan, Mohamad Shohibuddin, Dominggus Elcid Li,
Antonius Ario Seto Hardjana.
> LATİN AMERİKA’DA KAPİTALİST EKSTRAKSİYON
Bölge Editörleri
Arap Dünyası:
Sari Hanafi, Mounir Saidani.
Arjantin:
Juan Ignacio Piovani, Pilar Pi Puig, Martín Urtasun.
Brezilya:
Gustavo Taniguti, Andreza Galli, Ângelo Martins Júnior,
Lucas Amaral, Rafael de Souza, Benno Alves, Julio Davies.
İran:
Reyhaneh Javadi, Abdolkarim Bastani, Niayesh Dolati,
Saeed Nowroozi, Vahid Lenjanzade.
Japonya:
Satomi Yamamoto, Hikari Kubota, Shuhei Matsuo,
Yutaro Shimokawa, Masaki Yokota.
Latin Amerika’da Neo-Ekstraktivist Birikime İtiraz Etmek
Maristella Svampa, Arjantin
24
Ekvator’da Ekstraktivizm Buen Vivir’e Karşı
William Sacher and Michelle Báez, Ekvator
26
Meksika’da Ortak Alanlar Mücadeleleri
Mina Lorena Navarro, Meksika
28
Arjantin’in Yeni Ekstraktivizmi
Marian Sola Álvarez, Arjantin
30
Kazakistan:
Aigul Zabirova, Bayan Smagambet, Adil Rodionov, Gani Madi,
Almash Tlespayeva, Almas Rakhimbayev.
> ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
Polonya:
Jakub Barszczewski, Ewa Cichocka, Mariusz Finkielsztein,
Krzysztof Gubański, Kinga Jakieła, Justyna Kościńska, Martyna
Maciuch, Mikołaj Mierzejewski, Karolina Mikołajewska-Zając,
Adam Müller, Patrycja Pendrakowska, Zofia Penza,Teresa
Teleżyńska, Anna Wandzel, Justyna Zielińska, Jacek Zych.
Açık bir Sosyolojiye Adanmış bir Hayat
Mikhail Chernysh, Rusya
32
Akademisyen ve Humanist
Andrei Alekseev, Rusya
34
Rehber, Meslektaş ve Dost
Tatyana Protasenko, Rusya
36
Kişisel Hatıralar
Valentina Uzunova, Rusya
38
Sovyet ve Sovyet Sonrası Sosyolojide Simgeleşmiş bir Figür
Gevorg Poghosyan, Armenistan
39
Romanya:
Cosima Rughiniș, Corina Brăgaru, Roxana Alionte, Costinel
Anuța, Ruxandra Iordache, Mihai-Bogdan Marian, Ramona
Marinache, Anca Mihai, Adelina Moroșanu, Rareș-Mihai
Mușat, Marian Valentin Năstase, Oana-Elena Negrea,
Daniel Popa, Diana Tihan, Elisabeta Toma, Elena Tudor,
Carmen Voinea.
Rusya:
Elena Zdravomyslova, Anna Kadnikova, Asja Voronkova.
Tayvan:
Jing-Mao Ho.
Türkiye:
Gül Çorbacıoğlu, Irmak Evren.
Medya Danışmanları: Gustavo Taniguti.
Yayın Danışmanı: Ana Villarreal.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
3
> İklim Değişikliği
Siyasetleri
Herbert Docena, Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley, ABD, ve ISA Emek Hareketleri
Araştırma Komitesi üyesi (RC44)
4
Paris İklim Değişikliği Zirvesinde sokaklarda
protestolar. Fotoğraf: Herber Docena.
İ
klim Adaleti hareketinde yer alan bazı kişiler için
iklim etrafındaki küresel mücadelenin muharebe
hattı, Birleşmiş Milletler iklim değişikliği zirvelerinin gerçekleştiği salonların sıkı sıkı şekilde korunan duvarlarını takip ediyor: Dışarıda, farklı ülkelerden
“hareketler” veya “insanlar” sokaklarda “İklim Değil Sistem Değişikliği” diye eylem yapıyorlar; İçeride, devletlerin
ve şirketlerin resmi görevlileri sistemi değiştirmemek
için uğraşıyorlar. Emektar aktivist Rebecca Solnit en son
BM iklim değişikliği zirvesinin gecesinde yazdığı yazıda
“Paris sokaklarındaki insanlar”ı “Le Bourget’in konferans
salonlarındaki insanlardan” ayırıyor. Paris sokaklarındaki
insanların artık “dünyayı değiştirecek güce” sahip
olduklarını ileri sürüyor.
Hareketin içinden ve dışından pek çok insanın da yaptığı
gibi, “konferans salonları” ve “sokaklar” arasında böyle
sınırlar çizmek, iklim değişikliği siyasetindeki eğilimleri anlayabilmek için çok gereklidir. Fakat bu aynı zamanda her
iki tarafın içindeki değişen ve giderek karmaşıklaşan muharebe hatlarını bulanıklaştırır, ve “konferans salonlarıdaki
bazı insanların” sistemi olduğu gibi korumak için onu
değiştirmeyi vaadederek “sokaklardaki insanları” kazanmaya çalıştığını görmemizi engeller.
> Konferans Salonlarındaki Mücadele
Tümü olmasa da resmi devlet görevlilerinin, iş adamlarının,
uzmanların ve konferans salonlarındaki diğer aktörlerin çoğu,
sistemin değişmesini engellemek için mobilize olmaktadır.
Yalnızca ülkelerinin rekabetini ya da şirketlerinin karlılığını
savunarak, iklim değişikliğine çare bulmak için küresel
kapitalizmi düzenlemeye sürekli olarak karşı çıkmışlardır.
Yaptıklarının çoğu daha ziyade “yeşil aklama” ya da felaketlerden kar etme olarak adlandırılabilir.
Fakat güç kordidorlarında gezenlerin hepsi bu kadar
öngörüsüz değildir. 1970’lerde ve 1980’lerden başlayarak,
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
dünya seçkinlerinin belirli bir kısmı aslında “sistemi
değiştirmeye” çalışmak için mobilize oluyordu - fakat bunu
kapitalist özüne dokunmamak için yapıyorlardı. Hem gelişmiş
hem de gelişmekte olan ülkelerden, birbirine gevşek bağlarla
bağlı bir seçkinler ağı, radikal sistem değişikliği çağrılarına,
ya da küresel ekolojik sorunları çözmek için kapitalizmden
kurtulma çağrılarına giderek daha çok sayıda yandaş bulan
radikal entelektüellere, bilim insanlarına, yazarlara ya da organizatörlere karşı çıkma amacıyla, en azından kapitalizmin
ekolojik çelişkilerini idare yönetmek ve küresel ısınmadan en
çok etkilenenlere biraz yardım sağlayacak küresel düzenlemeyi oluşturmak üzere bir koalisyon oluşturmaya başladı.
Fakat “sistemi koruyan bir sistem değişikliği” önererek
bu reformist seçkinler ve alt sınıflardan yanlarına çektikleri
kişiler, daha muhafazar seçkin dostlarını karşı örgütlenmeye
ve önerdikleri reformları ve yetkileri bloke etmeye itmiş oldular. Bunun sonucu olarak 1980’lerden itibaren reformistler
arasındaki bölünmeler giderek derinleşmeye başladı.
Daha örgütlü ve daha sabit fikirli bir muhafazakar muhalefetle karşılaşan bazı reformcular, önerdikleri reformları
ve yetkileri yalnızca seçkin dostlarını sakinleştirerek ve onlarla ittifak kurarak gerçekleştirebilecekleri düşüncesine
sahiptiler. Bunlara popülist reformcular diyebiliriz. İçlerinde
Çevre Savunma Fonu’nda (EDF) Fredd Krupp, ABD’den
Senatör Al Gore ve diğer gelişmiş ve gelişmek olan ülkelerden onlar gibi düşünen başka yetkililer, resmi görevliler,
vakıf başkanları, uzmanlar ve aktivistler vardı. Bu ittifakları
oluşturmak için, muhafazakar taleplere uyum sağlayan yerel
ve küresel önlemleri desteklemeye başladılar. Dünya sahnesinde gelişmiş ülkeler için daha düşük emisyon indirimleri
hedefleri koyan, bu hedeflere ulaşmada karbon ticareti ve
diğer piyasa mekanizmaları üzerinden daha çok “esneklik”
tanıyan, ve az gelişmiş ülkelere finans ve teknoloji transferi
yapma zorunluluğundan kurtaran uluslararası anlaşmaları
savunmaya başladılar.
Buna rağmen bu imtiyazlar muhafazakar direnişi bastırmayı
yine de başaramadı. O zaman da 2009 yılında Kopenhag’da
daha da zayıf ve “aşağıdan yukarıya” olan “ne kadar istiyorsan o kadarı için söz ver” anlaşması üzerinde ısrar ederek,
daha çok imtiyazın verilmesini savundular.
Fakat “içerideki” diğer kimseler bu stratejiye hep şüpheyle
yaklaştılar - ya da zaman içinde ilerici bir biçimde bu hale geldiler. Sistemi değiştirme çabalarında ileri bir adım atamadıkları
için hayalkırıklığına uğramış gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ilerici hükümet üyeleri, yetkililer, vakıflar ve çevreci
örgütler, reformist projeden kurtulmanın tek yolunun muhafazakar seçkinlerle değil “taban hareketleri” ya da “sokaklardaki insanlarla” ittifak yapmak olduğu görüşüne sahip
oldular.
2010 yılında muhafazakarların, EDF gibi gruplar tarafından
ileri sürülen uzlaşmacı iklim yönetmeliğini alt etmelerinden
sonra yazdığı açık mektupta 1Sky direktörü (ve daha sonra
350.org’u kuracak olan Bill McKibben şöyle demiştir:
Taban hareketleri inşasına yaptığımız yatırımları iki
katına çıkarmalıyız [...] Taban hareketleri örgütlenmesine uzun süredir zarar verici şekilde az yatırım yapmış
olmamız politikalarımızı ilerletme becerimizi sekteye
uğrattı [...] Tabi ki bu bir gecede tamamlanabilecek bir iş
değildir - yıllar boyu sürecek çalışma ve sabırlı bir zaman
ve kaynak yatırımı gerektirmektedir.
Böyle argümanlar reformist çevrelerde daha da çok ses
getirir oldu. Rockerfeller Ailesi Vakfı tarafından yaptırılan ve
geniş kitlelere ulaşan 2013 tarihli, çevrecilerin önerilerini
neden geçiremediğini araştıran bir çalışmada ünlü sosyolog Theda Skocpol, McKibben ve diğerlerinin, EDF gibi gruplar tarafından sürdürülen “içerideki siyaseti”ne getirdikleri
eleştirileri yankılıyordu. Skocpol bunun yerine “geniş bir
popüler hareket” inşa etmeyi savunuyordu.
> Sokaklardaki Reformcular
Bu stratejiyle paralel olarak, en azından 2000’lerinden
sonundan beri, popülist reformcular “taban hareketleri
inşasındaki” “yatırımlarını” “büyük ölçüde arttırdılar”. Bunu
radikallerin radikal projelerinin arkasında örgütledikleri
grupların mobilize edilmesi için daha fazla enerji, ilgi ve
kaynak harcayarak yaptılar.
Bu grupları kazanmak için bu reformcular ağırlıklarını,
radikallerin uzun zamandır “minimum” programlarının
bir parçası olarak öne sürdükleri imtiyazılara koydular.
Dolayısıyla, ilkesel olarak ille de karbon ticareti gibi piyasa
temelli düzenlemelere karşı çıkıyor olmasalar da, McKibben, Greenpeace’deki benzer düşüncedeki diğer akvitistler,
ve diğer çevre örgütleri, -ilk olarak radikal anti-kapitalistler
tarafından popüler hale getirilen “[petrol, kömür ve gazı]
yerde tutma” önerisi- fosil yakıtından zarar görmüş yerel topluluklara fayda sağlayacak olan fosil yakıtı yasakları gibi,
daha doğrudan, “piyasa-dışı” düzenlemeleri desteklediler.
Genel olarak karbon ticaretini tümüyle bitirmek ya da
yöneten kuralları sıkılaştırmak için ve ezilen gruplara önemli finansal ve teknolojik aktarımlar sağlamak için, gelişen
ülkeler için daha yüksek emisyon indirimi hedefleri sunan, daha cesur ve daha iddialı uluslararası anlaşmalar
için çağrıda bulundular. Bunun sonucu olarak, 2009’da
Kopenhag’da sunulan ne kadar istiyorsan o kadarı için söz
ver konulu “aşağıdan yukarıya” anlaşmaya genel olarak
karşı çıktılar ve Paris’te henüz imzalanmış olan Kopenhag
benzeri anlaşmaya diğer reformistlerden daha eleştirel
yaklaştılar.
Ama böyle daha cesur anlaşmaların ve düzenlemelerin, şirketler veya hükümetlerle iklime dair harekete
geçmeleri için “partner” olarak ya da onlara lobi yaparak
başarılamayacağına ikna olmuşlar, ılımlı reformistlerle
bağlarını koparmışlar, ve şirketlere ve hükümetlere karşı
daha sert eyleme geçmek için “dışarıdakileri” -öğrenciler,
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
5
kırsla topluluklar ve içerideki çevrelerden dışlanan (ya da
kendilerini dışlayan) diğerleriyle- işbirliği kurmaya ve onları
örgütlemeye daha fazla ilgi göstermişlerdir.
metre boyunda kocaman pankartlar açtılar. Her ikisi de, en
öndeki “İklim Değişikliği değil Sistem Değişikliği” pankartı
da dahil, hepsini cüce gibi bıraktmıştı.
Her ne kadar kendisi anti-kapitalist bir pozisyon almaktan
kaçınsa da, McKibben, ünlü bir neoliberalizm karşıtı yazarı
ve devrimci bir anti-kapitalisti 350.org’un yönetim kuruluna
davet etti. Yerel 350.org eylemcileri yalnızca Kuzey’de değil,
Filipinler gibi ülkelerde de kömür ve diğer kirli enerji projelerine karşı süren topluluk-tabanlı mücadeleleri destekliyorlar ve onlara yardım ediyorlar.
> Bölünmüş Sokaklar
Paris’te McKibben ve diğer 350.org aktivistleri, “iklim
şüphecilerini” finansal olarak desteklediği için petrol
devi Exxon’u ve iklim eylemine karşı çıkan siyasetçileri
“yargıladıkları” bir “halk mahkemesi” örgütlediler. Zirvenin
son gününde anarşistler ve anti-kapitalist gruplarla birlikte
örgütleyerek ve kaynak sunarak, diğer daha ılımlı reformist grupların açıkça karşı çıktığı ya da katılmayı reddetikleri
büyük bir sivil itaatsizlik eylemi yaptılar.
Popülist reformcular bir yandan radikal reformların
gerçekleşmesi için diğer reformculardan daha ileri giderken, radikal gruplarla işbirliği yaparken ve daha agresif
eylemlerde bulunurken, diğer yandan da hala şirket/neoliberalism karşıtı duruşlarından daha açık bir şekilde antikapitalist bir duruşa geçmekten kaçınıyorlar. McKibben
ve yandaşları Exxon’u “halk mahkemesinde” lanetlerken,
bir yandan da kendi “halk mahkemelerini” düzenleyerek
yalnızca Exxon’u değil, kapitalizmi güçlendirerek “iklim
değişikliğine” katkıda bulunan tüm şirketleri ve hükümetleri
yargılayan diğer eylemcilere katılmaktan sakındılar.
Benzer biçimde, 350.org üyeleri Paris zirvesinin son
gününde gerçekleşen büyük sivil itaatsizlik eyleminin
önderliğini yaptılar. Fakat, diğer organizatörler katılımcılara
açık bir şekilde Arc de Triomphe ve La Défense iş bölgeleri tarafından temsil edilen devletler ve kapitalistlerle
yüzleşeceklerini söylerken, 350.org tarafından dağıtılan
materyaller tek olmasa da temel hedefin fosil yakıtı şirketleri
ya da “kötü kapitalistler” olduğunu öne sürüyordu. Eylem
günü daha az kişiye ve daha az bütçeye sahip anarşist ve
anti-kapitalist gruplar “Sistemi S*kme” ve “Capitalism:
Hükmü kalmadı” yazan, kendi hazırladıkları küçük afişleri
getirmişken, 350.org’un daha çok bütçeye sahip üyeleri
“İklim Suçlarını Durdurun” ve “Yerde Tutun” yazan 2ye 200
Reformist bloğun bir kısmı tarafından yapılan, muhafazakar seçkinlere karşı daha antagoinist eylem çağrıları,
sisteme meydan okumaya kadar gitmeden, radikaller
arasındaki ayrılıkları derinleştirdi. Küresel ısınmadan
etkilenmiş toplulukların koşullarını iyileştirebilecek basit
reformları engelleyen muhafazakarlar ve bu reformları savunmak için onlara karşı çıkıyormuş gibi görünen popülist
reformcularla, radikal ağlar ve örgütler iki kutupa bölündü.
Dolayısıyla bazıları muhafazakarların engellediği sınırlı reformlar ve yetkileri geçirmek ya da en azından savunmak
için reformcularla ya da özel olarak popülist reformcularla
ittifak kurmayı seçti. O zamandan beri, iklim krizinin temel
olarak kapitalizmin küresel düzenlemelerin yokluğundan
kaynaklandığını söyleyen sözlerini yankılayarak, reformist
diskuru güçlendirmeye devam ettiler. Bu söylem sorunun
bu tür bir düzenlemeyle çözülebileceğini; ve tek olmasalar da “düşmanların” esas olarak fosil yakıtı şirketleri ya
da küresel düzenlemeye karşı çıkan “kötü kapitalistler”
ve “kötü seçkinler” olduğunu içeriyor. Diğerleri, daha temel değişiklikleri savunmak ve gerçekleştirmek umuduyla, böyle ittifakları reddetmeyi seçtiler. Reformist sistem
değişikliğini tümüyle reddetmeden, küresel düzenleme
yokluğunun kapitalizmin çelişkilerinden doğduğunu
ilan ederek reformist diskurun ötesine geçmekte; artan
düzenlemelerin bir ilerleme göstergesi olacağı gibi, sorun
yalnızca kapitalizmin kendisinden kurtularak çözülmeye
başlanacağında; ve “düşmanların” sistemi olduğunu gibi
tutmak için “değiştirmeye çalışan” sözde “iyi kapitalistler”
ve “iyi elitleri” de içerdiği konusunda ısrar ettiler. Dolayısıyla muharebe hattı hiç bir zaman yalnızca BM
iklim değişikliği zirvesinin “içindekiler” ve “dışındakiler”
arasından geçmedi; aynı zamanda konferans salonlarının
ve sokaklarının içinden ve arasından da geçti. “Sokaklardaki insanların”“dünyayı değiştirecek gücü” nasıl inşa
edip “konferans salonlarındaki insanlara” nasıl galip gelecekleri, ya da bunu başarıp başaramayacakları büyük
olasılıkla sokaklarda kimin kazanacağına bağlı olacaktır.
Herbert Docena’ya ulaşmak için: <[email protected]>
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
6
> Güney Afrika’nın
Şiddet Demokrasisi
Karl von Holdt ile bir Söyleşi
1993: Karl von Holdt Güney Afrika’nın
tartışmalı geçiş döneminde bir ANC Birlik
yürüyüşünde. Fotoğraf: William Matlala.
7
Karl von Holdt uzun ve seçkin bir siyasi ve akademik ilişkilenme tarihine sahip. Emeğin Güney Afrika toplumunun hareketini dikte ettiği zamanda South African Labor Bulletin’in [Güney Afrika Emek
Bülteni] editörüydü. COSATU’nun (Güney Africa Sendikaları Kongresi) siyaset enstitüsü olan NALEDI için çalıştı ve COSATU’nun Sendikaların Geleceği Komisyonunda kordinatör olarak hizmet verdi
(1996-7). Son olarak Güney Afrika Ulusal Planlama Komistonu’nda emek temsilcisi olarak bulundu.
Şu anda Witwatersrand Üniversitesi’nde Toplum Çalışma ve Kalkınma Enstitüsü’nün Direktörüdür.
Aralarında Güney Afrika’nın demokrasiye geçişinin en önemli analizlerinden biri olan Transition
From Below: Forgoing Trade Unionism and Workplace Change in South Africa’nın [Aşağıdan
Dönüşüm: Güney Afrika’da Sendikacılık ve İşyeri Değişiminden Vazgeçmek] da bulunduğu pek
çok yaynı vardır. Michael Burawoy’la beraber Conversations with Bourdieu: The Johannesburg
Moment’i [Bourdieu’yla Sohbetler: Johannesburg Anı, 2012] yazmıştır. Güncel araştırmaları devlet
kurumlarının işleyişini, kolektif şiddet ve topluluk hayatını, şiddet demokrasisini, vatandaşlık ve
sivil toplumu içerir. Von Holdt ISA Emek Hareketleri Araştırma Komitesinin (RC44) bir üyesidir.
Onunla söyleşiyi Bergen Üniversitesi’nden Alf Gunvald Nilsen gerçekleştirmiştir. Bu söyleşinin
daha uzun bir versiyonu Norveç Sosyoloji Derneği’nin bülteninde bulunabilir.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
G
üney Afrika 1994 yılında apartheid düzeninden
demokrasiye geçtiğinde, onyıllar süren halk
mücadelesi umutla taşarak büyük bir zafer
ulaşmış gibi görünüyordu. “Fazla uzun sürmüş
olağanüstü bir insani felaket deneyiminden”, diye sesleniyordu yeni seçilmiş başkan Nelson Mandela, “tüm insanlığın
gurur duyacağı bir toplum doğmalı”. Yirmi yıl sonra, Güney
Afrika’nın toplumsal gerçekleri resmi karmaşıklaştırıyor: yeni
siyasi özgürlüklere rağmen, yerleşik ırksal eşitsizlik ve yoksulluk hala varlığını korumakta. “Gökkuşağı ulusu”nda devam
edem eşitsizliklerin beslediği memnuniyetsizlik, diğer Afika
ülkelerinden gelen göçmenlere karşı bir dizi yabancı düşmanı
saldırıyla sonuçlandı. Bir sosyolog bu karmaşık ve çelişkili
senaryoyu nasıl anlamlandırır?
> Güney Afrika’nın Şiddet Demokrasisi
“Çelişkili olan ve insanın kafasını karıştıran çok şey var” diyor Witwatersrand Üniversitesi Toplum, Çalışma ve Kalkınma
Enstitü’nün (SWOP) Direktörü Doçent Karl von Holdt. Von
Holdt yalnızca bir sosyolog olarak değil, aynı zamanda
1980’lerin başından itibaren aktivizm ve akademi arasında
gidip gelen biri olarak konuşuyor.
Von Holdt apartheid’in düşüşünün önemini kabul ediyor.
“Yaşadığımız dünya - ırksal hakimiyet, baskı, sistemin gündelik kurumsallaşmış vahşeti, ve hakların inkarı - bunların
ağırlığı kalktı.” Aynı zamanda, altta yatan ve görünüşte
kontrol edilemeyen bir dışlama yapısı halen varolmakta.
Fakat van Holdt’a göre, az şeyin değiştiğini ileri sürmek
yanlış olur. Daha ziyade, Güney Afrika’da bugün meydana
gelen değişiklikler kolay kavramsallaştırmalara meydan
okuyor. “Hem siyasi hem sosyolojik olarak, bir devletin nasıl
çalışması gerektiği ve toplumsal düzenin nasıl örgütlenmesi
gerektiğine dair, batı modernitesinin potasından çıkmış olan,
belirli kavramların zulmü vardır. Kendimize bu kavramlar
üzerinden baktığımızda, toplumumuzun çok şiddetli olması
nedeniyle, bizim demokrasiye sahip olmadığımız sonucuna
varmak kolaydır. Bu da yetersizliklerimiz yüzünden umutsuz
olmamıza yol açıyor. Fakat ben olaylara farklı bakmamız
gerektiğini düşünüyorum - hem o kavramların Batı tarihinde
ortaya çıkışları açısından, hem de Güney Afrika bağlamında
uygulanışları açısından.”
Bu olaylara farklı bakma çabası, von Holdt’un Güney Afrika’yı
şiddet demokrasisi olarak tanımlamasına yol açıyor. Şiddet
ve demokrasi birbirlerini dışlamaz diye not ediyor - ki bu iddia günümüz Güney Afrikası için olduğu kadar Avrupa’da
devlet oluşumu için de bir gerçek. “Avrupa bağlamında moderniteyi, yüzyıllarca süren, halkları pasifize etme süreçleri ve
barışçıl çatışma çözümleri bulma süreçleri olarak düşünmek
kolaydır. Fakat eğer küresel bağlamda düşünürsek, bu
süreçlerin hepsinin, Avrupa’nın kalkınması için çok önemli
olan sömürgeci fetih ve hakimiyetle yaşıt olduğu ortaya çıkar.
Güney Afrika’da, bizim tarihsel modernite deneyimimiz son
derece şiddetli bir süreç olmuştur; biz dört yüzyıl boyunca
şiddet deneyimledik!”
Von Holdt için bugünkü şiddet Güney Afrika’da yaşanmakta
olan önemli değişikliklerle yakından bağlantılı - özellikle siyahi seçkinlerin ortaya çıkışı, devlet alanında yaşanan mücadelelerle gerçekleşmiştir. Güney Afrika’nın siyasi yerleşimi,
“hem sosyoekonomik hakları hem insan haklarını kutsal
kılmıştı. Ama aynı zamanda mülkiyet haklarını da korumuştu.
Günümüzde, Güney Afrika’da mülkiyet haklarının dağılımı,
360 yıllık kolonyal mülksüzleştirme ve apartheid tarafından
şekillendirilmiş, ve sonuç olarak ağır şekilde ırka göre
ayrılmıştır.” Anayasa sistematik bir yeniden bölüşüme dair
ihtimalleri kısıtladığı için, devletin ülkenin ekonomisinde
oynadığı rol önemlidir. “Devlet, açık ara, Güney Afrika’nın en
büyük işverenidir, ve çeşitli kontratlar için büyük bütçeleri
vardır. Bu süreçler için büyük kaynaklar saklanır, ve bu
kaynaklara erişmek seçkin oluşumu için önemli hale gelir”
diyor. “İktidara gelmek ve iktidarda kalmak için destekçilere,
müttefiklere ve hamilik ağlarına ihtiyacınız var. Tüm bu seviyelerde dağıtılabilecek zenginliğe ve kaynaklara erişim
sahibi olmak, siyasal sermaye inşa etmenin bir yoludur. Bu
açıdan, zenginlik ve siyaset birbirleriyle yakından bağlıdır.”
Farklı gruplar ve rakipler birbirlerini hareketsizleştirmeye
çalıştıkça iktidar mücadeleleri giderek daha da şiddetli
bir karaktere bürünür: “Kavgalar tam da buradadır, ve çok
şiddetli geçerler.”
Güney Afrika’nın şiddet demokrasisi aynı zamanda yoksul
topluluklardaki protestolarla da kendini belli eder. Bu tür
protestolar -ki genelde kamu hizmetlerinin sunumuna dair
memnuniyetsizlikle alakalıdırlar- sıklıkla yoksullar tarafından
direnişin özerk bir ifadesi olarak tanımlanırlar, fakat von
Holdt protestoların hamilik düzenleyerek, kaynaklara
erişerek ve yoksullar arasındaki ağlarla hizipçi bağlar kurarak üretilmiş seçkin oluşumu dinamiklerinden”ortaya çıktığını
ileri sürüyor. Von Holdt ve bir grup araştırmacı Mpumalanga
ve Gauteng bölgelerindeki topluluk protestolarını incelediler.
Von Holt, “protestolardaki önder figürlerle ANC içindeki siyasi
ağlar arasında yakın bir ilişki olduğunu farkettik. Protestolara
liderlik eden insanlar genelde yerel ANC’nin belirli bir grubunun bir parçasıydılar, yerel ANC ve yerel konsey içinde güç
sahibi olmaylı amaçlıyorlardı” diyor. Fakat, von Holdt yoksul
insanların basitçe yerel siyasi seçkinler tarafından manipule
edildiğini öne sürmüyor. “Topluluk içinde gerçek sıkıntılar var.
Eğer yerel siyasi liderler seçkin olmak istiyorlarsa, yoksulların
memnuniyetsizliğinden faydalanmaları gerekiyor. Böylece,
yoksul insanlar da seslerini kazanabilmek ve kıt kaynaklara
erişebilmek için liderleri kullanıyorlar. Dolayısıyla hamilik basitçe elitler tarafından verilen bir şey değildir, aynı zamanda
yoksulların da sahip çıktığı bir şeydir.”
Yine de, Güney Afirika’nın siyasi görünümündeki değişiklikler
önemlidir - 16 Ağustos 2012’de polisin Marikana’da grev yapan 34 maden işçisini öldürmesiyle başlayan değişiklikler
de buna dahil. Güney Afrika’nın şiddet demokrasisinin bir
amblemi olan Marikana katliamı aynı zamanda ANC’nin ülkenin sendikalarındaki nüfuzunu zayıflatarak örgütsel çatlaklara neden oldu. 2014’ün sonunda, sol siyaseti yeniden
canlandırma amacıyla, ilerici toplumsal hareketlerin geniş
bir koalisyonu olan Birleşik Cephe oluşturulmuş, diğer yan-
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
8
2014: Sosyolog Karl von Holdt, Trouble
isimli bir kasabada topluluk protestosunda.
Fotoğraf: William Matlala.
dan da ANC’den kopan ve militan milliyetçilik ve radikal
yeniden bölüşüm içeren bir program benimseyen Ekonomik
Özgürlük Savaşçıları, ANC’nin tabanını sallamıştı. “ANC’nin
hegemonyası eriyor” diyor von Holdt, fakat yine de uyarıyor,
“gelecek belirsiz. Çatlayan hegemonyanın göze çarpmasına
rağmen, ANC hala yerele, topluluklara olan hakimiyetini
sürdürmeye devam ediyor. Halen çok güçlü bir örgüt.”
> Bourdie, Fanon ve Şiddetin Sosyolojisi
Von Holdt’un Güney Afrika’nın şiddet demokrasisine
dair teşhisi, şiddeti daha genel olarak kavramsallaştırma
çabasıyla da yakından ilgilidir. Current Sociology’deki ilgi
uyandıran makalesinde von Holdt, Güney Afrika’nın ihtilaflı
siyasetiyle ilişkilendirilmiş yüksek düzeyde şiddeti inceliyor,
bunu da Michael Burawoy’la birlikte yazdığı Conversations
with Bourdieu: The Johannesburg Moment (Wits University
Press, 2012) eseri üzerinden yapıyor. Von Holdt, “O kitaba
katkım”, diye açıklıyor, “Bourdieu’yu Güney Afrika üzerinden
okuma etrafında dönüyordu - onun katkılarındaki boşlukları
ve sessizlikleri belirleyebilmek için. Aynı zamanda, Güney
Afrika’ya Bourdieu üzerinden bakmak ilginçti, çünkü onun
çalışmaları ince ayarlı bir düzen hissi ve düzenin kendisini
nasıl yeniden ürettiği üzerine odaklanmış.”
Von Holdt makalesinde, Bourdieu’nün sembolik şiddet
kavramı ve Fanon’ın sömürgeci şiddet anlatısı arasındaki
uyum ve uyumsuzlukları inceler. “Bu sömürge durumunda,
sembolik şiddet Bourdieu’nün önerdiği şekilde işlemiyor,
düzeni açıklamak yeterli değildir. Fanon’un gösterdiği
gibi, gerçek şiddete de ihtiyaç vardır. Fakat aynı zamanda,
ırkçılık ve sömürgeci düzenin şiddeti yalnızca basitçe fiziksel ve maddi olmadığı için, sembolik şiddet kavramı bize
Fanon’un neden bahsettiğini anlamamıza yardımcı olur;
aynı zamanda semboliktir de.” “Bu iki düşünürle ilgili ilginç olan şey şuydu; Fanon, özellikle de geç dönem çalışmalarında, şiddetin ve modernitenin el ele gittiği sömürgeci ve sömürge sonrası düzen
alanlarıyla uğraştı; bu, modernin açık bir şekilde şiddetli
olduğu bir alandı. Fakat Bourdieu, - eğer Cezayir’deki erken dönem deneyimlerini parantez içine alırsanız- tümüyle
batı bağlamında pasifize edilmiş bir toplumda ortaya
çıkmış. Burada ilginç bulduğum şey Bourdieu’ya dönmek
ve batı modernitesinin onun ileri sürdüğü biçimde işleyip
işlemediğini sormak. Öyle olduğunda çok emin değilim. Özellikle de şu anda batıda yaşanmakta olan kriz bağlamında,
bu varsayımlar dağılmaya başlamıştır. Kitlesek işsizlik
bağlamında Bourdieu’nun sembolik şiddet kavramına ne
olur? Devletin ödenekleri kestiği bağlamda? Bankaların ve
şirketlerin hakim olduğu bağlamda? Dağılmaya başlıyor.”
Bu okuma, Jean ve John Comaroff’un, küresel Güney’in
modern dünyanın işleyişine dair ayrıcalıklı içgörüler
sunduğuna dair iddialarına benzemiyor mu? Von Holdt
itiraz ediyor. “Bu konuda biraz şüpheciyim, çünkü Kuzey
her zaman ayrıcalıklı durumunu korumayı başardı. Temel
sorun hala Kuzeyin bilgi üretimine ve zenginliği çekmeye
hükmetmeye nasıl devam edeceği. Hakimiyet ilişkisi yakın
zamanda aşılacak değil. Güney’in de Kuzey’e hakim olmak
gibi bir durumu yok.” Yine de von Holdt radikal bir yeniden
düşünme ihtiyacında ısrar ediyor. “Kişinin Güneyin içinde
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
9
ve Güney için geliştirebileceği belli analitik içgörüler ve
kavramsal yenilikler, aynı zamanda Kuzey’in tüm kavramsal araçlarını, ve Güneyin Kuzeyin gerçekleriyle ilişkisini
yeniden düşünmeyi içerir.”
Bu, Raewyn Connell’in Güney kuramı çağrısına paralel
mi peki? “Güney’de kuram-yapma üzerine düşünmeyi
tercih ediyorum. Tümüyle alternatif bir düşünme biçimi
hayal etmeyi güç buluyorun, çünkü düşünme biçimimiz
halihazırda çok batılı. Alternatif bilgiyi nasıl ve nereden
geri kazanacaksınız?” Güney Afrika sosyolojisinin, dünya-sisteminin metropolüne dil ve tarihle bağlı bireyler
tarafından geliştirilmiş olmasının, bilgi üretimi için önemli
sonuçları olduğunu ileri sürüyor. “Ben beyaz yerleşimci
seçkinlerin çocuklarından biriyim, dolayısıyla bu zemin
üzerinde çalışıyorum. Batılı bilgi formlarıyla o kadar
birbirimize bağlıyız ki, onlar üzerinden ya da onlara karşı
düşünmemiz gerekiyor; fakat diğerleri yerel düşüncenin
yeniden kazanımını keşfedip inceleyebilirler, bu da önemli
etkileşimlere yol açar.”
> Apartheid Sonrası Güney Afrika’da Halk
Sosyolojisi
Konuşmamız batı sosyolojisinin sınırlarından, apartheid
sonrası Güney Afrika’nın şaşırtıcı ve çelişkili bağlamında
halk sosyolojisinin zorluklarına dönüyor. Kariyeri akademi
ve aktivizm arasında gidip gelmiş olan von Holdt, halk
sosyolojisnin sadece muhalif bir eylem olamayacağında
ısrar ediyor. “İlerici sosyolog sıklıkla kendisinin madun
hareketleriyle ilişkilendiğini hayal eder; ilerici sosyolojik
analiz tarafından ayrıcalıklı hale getirilmiş, ve sayesinde sosyolojinin siyasi bir öneme sahip olabileceği güç budur.” Von
Holdt’un araştırma birimi, SWOP, 1980’lerde COSATU’nun
militan sendikalarıyla yakın diyalog içinde, bu vizyon üzer-
ine kurulmuştu. Fakat demokrasiye geçişle beraber SWOP
ilerici hükümet bakanlarıyla işbirliği yapmaya başladı. Bu
deneyim, von Holdt’ün, politika araştırması ve halk sosyolojisi arasındaki keskin ayrımın faydasını sorgulamaya
itiyor. “Politika sosyolojisinin, iktidardaki insanların görmek
istedikleri sonuçları üretmeniz için size para ödenen, kirli
bir iş olduğu düşünülüyor. Etkin olarak, değişim güçleriyle ittifak yapmak yerine statükoyu destekler. Sendikalarla çalıştığınızda, sıklıkla eleştirel bir düzlemde çalışıyor
olursunuz, fakat günün sonunda sendikalarında aslında
istediği politikayla alakalı bilgidir, çünkü müzakere etmeleri gerekiyordur. O nedenle benim için halk sosyolojisinin
bir şekilde yalnızca ilerici bir bilgi biçimi olduğu fikri - ve
aksine, politika sosyolojisinin bir şekilde kirli ve yolsuz
olduğu- işlemiyor. İsyankarlık dünyası ve yönetişim dünyası
arasında bir etkileşim var.”
Bugünün Güney Afrika’sında, iktidara doğruyu söylemek
daha da gerekli hale geldi. “Kendimizi yine yön değiştirirken
buluyoruz. Sendikalarla alakalı olarak oluşturduğumuz pratikler ve ilkeler, içlerinde ortaya çıkan bölünmeler nedeniyle
artık işlemiyor. Eski kurallar yürümüyor, dolayısıyla bizim
halk sosyolojisi pratiklerimiz de sürekli yer değiştiriyor.”
Fakat von Holdt için bu tümüyle muhalif bir halk sosyolojisine dönmeyi gerektirmiyor. “İster direnişin yürütülüş biçiminde bir fark yaratabilecek biçimde ilişkilenmek isteyin,
ister toplumun yönetilme biçiminde, sürekli iktidarla bir
uzlaşma halindesiniz. Ve bu her zaman rahatsızlık vericidir.
Bazı insanlar, elbette, eleştirel bir duruş benimseme konusunda daha rahattırlar. Fakat, kavramsal yenilik size sürekli
meydan okuyan bir gerçekle boğuşmaktan gelir.”
Alf Gunvald Nilson’a ulaşmak için: <[email protected]>
Karl von Holdt’a ulaşmak için: <[email protected]>
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
10
> Dayanışma
Ekonomisi
Paul Singer ile Söyleşi
Paul Singer Brezilya’da ve dünyada
Dayanışma Ekonomisinin en önemli entellektüellerinden biridir. Yayınları arasında
Desenvolvimento e Crise [Kalkınma ve Kriz]
(1968), Desenvolvimento Econômico e
Evolução Urbana [Ekonomik Kalkınma ve
Kentsel Evrim] (1969), Dinâmica Populacional e Desenvolvimento [Nüfus Dinamikleri ve
Kalkınma] (1970), Dominação e desigualdade:
estrutura de classes e repartição de renda no
Brasil [Hakimiyet ve Eşitsizlik: Brezilya’da
Sınıf Yapısı ve Gelir Dağılımı] (1981) ve Introdução à Economia Solidária [Dayanışma
Ekonomisine Giriş] (2002) sayılabilir. Singer,
Avusturya, Viyana’da doğdu, ve 1940 yılında
Brezilya’ya taşındı. 1953’te, 21 yaşındayken,
São Paulo’nun Metal İşçileri Sendikası’nın
bir militanı ve bir aydan fazla süren tarihi
bir grevin lideriydi. 1960’larda militan ve
entelektüel faaliyetlerini birleştirerek São
Paulo Üniversitesi’nde Sosyoloji ve İktisat
Profesörü olarak kariyerine başladı. Aynı zamanda Princeton Üniverstesi’nde demografi
de okudu. 1960’ların sonunda askeri diktatörlük Singer’in siyasal haklarını hükümsüz kıldı, o da tanınmış düşünce kuruluşu
Centro Brasileiro de Análise e Planejamento
(CEBRAP)’nun kurulmasına yardımcı oldu.
Hocalık görevine döndükten sonra Singer
İşçi Partisi’nin (PT) kurulmasına katkıda
bulundu, São Paulo’nun Belediye Planlama
Sekreteri, ve daha sonra da Dayanışma Ekonomisi Ulusal Sekreteri oldu. Bu söyleşide
Dayanışma Ekonomisiyle olan deneyimlerini ve bu tür girişimlerin nasıl daha
eşit bir dünyaya katkıda bulunabileceğini
anlatıyor. Paul Singer ile söyleşiyi São Paulo
Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı
olan Gustavo Taniguti, ve Fundação Santo
André’de (Brezilya) profesör olan Renan Dias
de Oliveira gerçekleştirdi.
11
Paul Singer.
GT&RO: 1969’da Fernando Henrique Cardoso, Octávio
Ianni, José Arthur Giannotti, Juarez Brandão Lopes ve
Francisco de Oliveira ile beraber Centro Brasileiro Análise
e Planejamento’yu (CEBRAP) kurdunuz. Bu askeri rejimin
en baskıcı yılarında eleştirel bir bakışa sahip bir entelektüeller grubuydu. Bu girişimin Brezilya’da yoksulluğu
tartışmak açısından önemi neydi?
PS: O zamanlar yoksulluk üzerine araştırma yapıyorduk,
çünkü yoksulluğun ülkenin gerçekten büyük bir sorunu
olduğunu farkettik. Ama madalyonun diğer yüzünü bilmiyorduk - zenginlik, varlık, ya da her ne isim vermek istiyorsan. O yüzden bugün yapabildiğimiz gibi eşitsizliği
ölçemiyorduk, ihtiyacımız olan bilgiye erişimimiz yoktu. O
sırada, Brezilya’nın temel toplumsal problemi - en azından
CEBRAP’ta bizler için - dışlanma idi. Dışlanma hemen her
zaman yoksulluğun bir sonucudur.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
GT&RO: Neredeyse on yıllık bir siyasi zulümden sonra,
askeri rejim sizi zorla emekli ettikten sonra, 1979’da
akademik faaliyetlere geri döndünüz; ve 1980’de Partido
dos Trabalhadores’in (İşçi Partisi) kuruluşuna katıldınız. O
sırada Dayanışma Ekonomisi ve kooperatifleri konusunu
tartışmaya iten neydi? Bu konuyla nasıl ilişkilendiniz?
PS: Aslında CEBRAP’taki kimsenin Dayanışma Ekonomisiyle bir iletişimi yoktu, sanırım bilinmeyen bir konuydu. Çok
sonra, Dayanışma Ekonomisinin Katolik Kilisesi’nden ilham aldığını öğrendim. Dayanışma Ekonomisi kavramı Şilili
iktisatçı Luiz Razeto tarafından yaratılmıştı. Konu hakkında
birkaç kitap yazdı. Şimdi emekli, ama hala bu konu üzerine sık sık yazıyor. İşçi Partisi’nin 1980’deki kuruluşu, ki
bu1979 affından kısa süre sonraydı, Dayanışma Ekonomisi
üzerine tartışmalarla bağlantılı değildi. Konuya ilgim bireysel bir girişimden geldi. Pek çok diğer insan gibi, ben de
sözde “reel sosyalizm”in aniden gözden kaybolması nedeniyle derinden etkilenmiştim. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın
çökmesinden hemen sonra, pek çok ülkede siyasal rejimler
birbiri ardına yıkıldı. İşçi Partisi’nin içinde, sözde “reel sosyalizmin” çöküşü bir ideolojik krize yol açtı. Bu bizler için
büyük bir zorluktu, çünkü Brezilya’da farklı bir toplum inşa
etmek isteyen sosyalist bir partiydik. “Demokratik sosyalizm” dediğimiz şeyi getirebilmek için çok zaman ve enerji
harcadım.
1990’larda Brezilya, özellikle ülkenin istihdam sistemini etkileyen büyük bir krizle karşı karşıya kaldı: Kriz sırasında
60 milyon iş yok oluverdi. O zaman derinden endişelendim,
çünkü ondan önce Brezilya hiç böyle bir işsizlik oranı
deneyimlememişti. Sonra, aniden, milyonlarca sanayi işçisi
işlerini, evlerini, ve gelirlerini kaybediyordu. Gerçek bir toplumsal trajediydi, ve bu nedenle Kilise tarafından o sırada
Brezilya’da yaratılan bazı kooperatifleri ziyaret etmek üzere
davet edildim. Katolik Kilisesi’nin sosyal kolu olarak görülebilecek olan Caritas, temel olarak işsiz insanlardan oluşan
1,000’in üstünde işçi kooperatifi kurdu. Bu kooperatiflerin
çoğunu ziyaret ederek sosyal demokrasinin ne olduğuna
dair zor sorunun yanıtını keşfettim. Bu kooperatifler işsizler
tarafından kurulduğu için patronları yok, bir hiyerarşi yoktu.
Her şey eşit olarak, kolektif biçimde yapılıyordu. Folha de
S.Paulo gazetesine birkaç makale yazdım, bunlardan birinin başlığı “Dayanışma Ekonomisi: İşsizliğe Karşı bir Silah”tı.
Ben yeni bir hareket yaratmıyordum. Aslında, yalnızca
keşfediyordum.
GT&RO: Yine de bu bağlamda, Dayanışma Ekonomisi
tartışmalarındaki kuramsal yönelimleriniz nelerdi?
PS: Temel referans noktamın ütopyacı sosyalistlerden
başlayarak, sosyalizm tarihi olduğunu söyleyebilirim.
Bu ilginç, çünkü Marx, Rosa Luxemburg ve diğer sosyalist yazarları çok okumuştum, ama ütopyacı sosyalistleri
okumamıştım. Burada, São Paulo’da üniversitedeki derslerimden birinde, öğrenciler benden o yazarlardan biraz daha
bahsetmemi istediklerinde, Robert Owen’in çalışmalarını
okumaya başladım. Takdire şayan olduğunu düşündüm ve
onu bir referans noktası olarak aldım.
GT&RO: Belediye Başkanı LuizaErundina’nın döneminde (1989-1993)São Paulo’nun Planlama Sekreteri olduğunuzda, kentin yoksulluk karşıtı politikaları
Dayanışma Ekonomisiyle alakalı mıydı? Eğer öyle ise,
nasıldı?
PS: İlk başta hayır, fakat daha sonra gelişti. São Paulo Latin
Amerika’daki en büyük şehir, devasa, genişleyen ve eşit olmayan bir metropol. O hükümet de kenti yöneten ilk solcu
yönetimdi, ve ilk kadın belediye başkanına sahip olandı.
Dahası, Luize Erundina Brezilya’nın kuzeydoğusundaki
bir eyalet olan Paraíba’daki yoksul bir aileden geliyordu.
İşçi Partisi’ne katılmıştı ve hızlı bir şekilde lider olmuştu.
Elbette, 1980’lerin krizini aşmamız gerektiği için, onun
hükümetinde yoksulluk temel hedefimizdi. Belediye
başkanının, işçi sendikalarının ve benim işsizlik oranlarını
nasıl düşüreceğimizi tartıştığımızı hatırlıyorum. Daha sonra Lula bana sendikaların işsizleri destekleyemeyeceğini,
çünkü onlarla ne yapacaklarını bilmediklerini söyledi. Onun
gözünden, sendikalar yalnızca kooperatiflerin aktif üyelerini
destekleyebilirdi. Bu çok nesneldi. İşverenler vergi indirimi
karşılığından yardım etmeyi önerdiler, ama bu imkansızdı
çünkü sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin bütçesini etkileyecekti.
Dolayısıyla çok zor bir durumdu. Önce evsizleri açlıktan kurtarmak için onlara dair bir nüfus sayımı gerçekleştirecek bir
görev timi oluşturduk! Sonra geridönüşüm malzemeleri toplayanlar için bir kooperatif kurduk. Bu Dayanışma Ekonomisinin başlangıcıydı. Özellikle Caritas’ın yardımları sayesinden Dayanışma Ekonomisinin ne olduğunu öğrendik.
Kooperatifçiliğin ilkelerini yüzde 100 benimsemeye karar
verdik, ve ben 1996 itibariyle bunun demokratik sosyalizmin bir ifadesi olduğuna ikna olmuştum.
GT&RO: 2000’li yıllarda Dayanışma Ekonomisini tartışmak
ve planlamak üzere iki önemli mekan yaratılmıştı: Fórum
Brasileiro de Economia Solidária (Brezilya Dayanışma
Ekonomisi Forumu) ve Secretaria Nacional de Economia
Solidária (Çalışma ve İstihdam Bakanlığının bir organı
olan Dayanışma Ekonomisi Ulusal Sekreterliği). Bunların
içinde yaratıldığı siyasi bağlamdan bahsedebilir misiniz?
Dayanışma Ekonomisine ulusal, devlet ve belediye düzeylerinde nasıl yardımcı oluyorlar?
PS: Yüksek işsizlik oranlarının olduğu bir zamandı, ama
yine de 1980’lerdeki kadar yüksek değildi. Cardoso’nun
hükümeti pek çok açıdan güçlü bir biçimde neoliberaldi.
Onun için en önemli şey enflasyonla mücadeleydi. Bunu da
faiz oranlarını düşürerek yaptı, bu da işsizliğe neden oldu,
işçilere çok az pazarlık gücü kaldı.
2002 yılında seçildiği zaman Lula, Dayanışma Ekonomisinin
hükümet programına dahil edileceğinden emindi. İşçi Par-
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
12
tisi Dayanışma Ekonomisini benimsedi, ve hala parti patformuna dahildir. Lula’nın Başkanlık dönemi başladığında,
Dayanışma Ekonomisi hareketleri ulusal toplantılar düzenlemeye başladılar, ve Çalışma ve İstihdam Bakanlığında bir
sekreterlik kurulması için ısrar ettiler. Bu 2003 yılında çok
hızlı bir biçimde gerçekleşti. Meclisten onay almamız birkaç
ay sürdü, ama o yılın Temmuz ayında Ulusal Dayanışma
Ekonomisi Sekreterliği tam olarak kurulmuştu. Brezilya
Dayanışma Ekonomisi Forumu Sekreterliğe bağlıydı,
çünkü mantıklı olarak toplumsal hareketler olmadan hiçbir
politikayı yürürlüğe koymayacaktık. Bir anlamı olmayacaktı.
Forumla birlikte, tüm politikalar toplumsal hareketlerle
etkileşim sonucu oluştu. Hareketler Dayanışma Ekonomisinin sorunları, iddiaları ve isteklerine dair canlı raporlar
hazırlıyordu.
Bugün, Dayanışma Ekonomisi Amazon’dan Güneye tüm ülkede var. İstediğimiz kadar büyük değil, ama artık küçük
bir hareket de değil. Aynı kanun Sekreterlik dışında bir de
katılımcılarının çoğunun Forum’dan geldiği bir Ulusal Konsey de kurdu.
Sekreterlik bütçesini Dayanışma Ekonomisi kooperatiflerine destek ve yardımcı olmak için kullanıyor. Bunu özellikle Rousseff’in birinci döneminde, Brasil sem Miséria
programına katılarak yaptık. Beş ya da altı bakanlık bu
programın parçasıydı, Sekreterliğin sorumluluğu, kentsel
bölgelerde üretken bir içerme ve ilgilenenlerin kooperatif kurması için olanaklar sunma idi. Tahminimize göre
bu politika yaklaşık yarım milyon ailenin yoksulluktan
çıkmasına yardımcı oldu. Fakat biz Dayanışma Ekonomisine resmi kurumsal bir destek sağlayan ilk ülke değiliz. İlk
ülke Fransa’ydı. 2001 yılında, ilk Sosyal Forum’da Fransız
Dayanışma Ekonomisi Bakanı’yla buluştuk.
GT&RO: Üniversite temelli kuvözlerin nasıl başladığını
anlatır mısınız?
PS: Kuvözler aslında Amerika Birleşik Devletleri’nde
başladı. Öğrenciler ve profesörleri üniversite ortamında
işletmeler kurmaya teşvik ettikleri için önemliler. Ve çok
iyi işliyorlar. Federal Rio de Janerio Üniversitesi Dayanışma
Ekonomisi için ilk kuvözünü 1994 yılında kurdu. Bizim kuvözlerimiz bilime adanmadıkları için farklı; esas olarak toplumsal meselelerle ilgileniyorlar. Birkaç yıl sonra Rio’nun
gecekondularında popüler kooperatifler ürediğini gördük, ve
şimdi Brezilya’da pek çok devlet üniversitesinin Sekreterlik
tarafından desteklenen kendi kuvözleri var. Şu an Brezilya
üniversitelerinde 110 adet kuvöz var. Bu popüler kuvözlerin
üniverstiler üzerinde de büyük etkileri var, çünkü buralarda çalışan öğrenciler farklı alanlardan geliyor: iktisat,
coğrafya, sosyal bilimler, ve mühendislik. Ama çoğunluğu,
hayatlarında ilk defa en yoksul toplumlarla iletişim halinde
olan ve onlara yardım yolları arayan orta sınıf öğrenciler.
Kampüs üzerinde olumlu bir etkisi var.
GT&RO: : Size göre, işçi dernekleri tarafından yönetilen
ekonomik örgütlenmenin erdemleri nelerdir? Brezilya’da
Dayanışma Ekonomisinin bugün karşı karşıya olduğu zorluklar nelerdir?
PS: En büyük erdemin demokrasi olduğunu söyleyebilirim.
İnsanlar rekabet olmadan birlikte çalışıyor, birbirlerine saygı
duyuyor. Bizim Dayanışma Ekonomisi haritamız Brezilya’da
aktif olan 30.000 kooperatifin olduğunu gösteriyor. Bunlar
üç milyon kadar insanı kapsıyor. Katolik Kilisesi, Central
Única dos Trabalhadores (CUT) ve üniversiteler gibi toplumun önemli kesimlerinden de desteğimiz var. Çok yeni ve
teşvik edici bir toplumsal deneyim.
Brezilya’da Dayanışma Ekonomisinin karşı karşıya olduğu
zorluklar arasında en önemlisi, Dayanışma Ekonomisi
işletmelerinin bir şekilde kırılgan olması. Pek çok beş yıl
içinde yok oluyor. Genel olarak, küçük işletmelerin ömrü
kısa oluyor. Fakat, elbette, hepsi küçük değil. Örneğin, Fábricas Recuperadas (Geri Kazanılmış Fabrikalar) var. İflas
etmiş bir fabrika yeniden yaratılıp, yerini bir kooperatif
aldığında oluşuyorlar. Brezilya’da 67 adet Fábricas Recuperadas var, Arjantin’de daha fazlasını bulabilirsiniz.
GT&RO: Latina Amerika’daki ve dünyadaki diğer deneyimlerle karşılaştırdığınızda Brezilya’daki Dayanışma Ekonomisini nasıl görüyorsunuz?
PS: Dayanışma Ekonomisiyle ilgili hala her gün yeni şeyler
öğreniyorum. Yerel düzeyde, işletmelerin kırılganlığıyla
başetmek büyük bir zorluk, ama kültürel boyutu çok
önemli. Gruplar arasındaki iç çatışmalar ve anlaşmazlıklar
işletmenin başarısı ya da başarısızlığında belirleyici olabiliyor. Çatışmalardan nasıl kaçınacağımız, daha da
önemlisi, onları nasıl çözeceğimizi bilmeliyiz. Kültürel unsurun dünya çapında Dayanışma Ekonomisi için ne kadar
merkezi olduğundan emin değilim, ama Güney Amerika,
Filipinler, Güney Kore gibi diğer ülkeler -ve Avrupa ve Latin
Amerika’dan diğerleriyle- bir karşılaştırma yapmak kesinlikle demokratik bir çalışma ortamı inşa etmek için önemli
olacaktır. Onlardan öğrenmeliyiz.
Gustavo Taniguti’ye ulaşmak için: <[email protected]>
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
13
> Uralungal,
Hindistan’ın En Eski İşçi Kooperatifi
Michelle Williams, Witwatersrand Üniversitesi, Güney Afrika, ve ISA Emek Hareketleri
Araştırma Komitesi üyesi (RC44)
14
Hindistan’ın en eski işçi kooperatifi Uralungal’da narin bir inşaat.
K
erala, Hindistan’da dikkat çekici bir işçi kooperatifi tam 90 senedir
anaakım iktisatçıların
kehanetlerine meydan okuyor. 2000
üyeli, işçilere ait bir inşaat kooperatifi
olan Uralungal Emek Sözleşmesi Kooperatif Topluluğu (ULCCS), yollar, köprüler, binalar gibi büyük altyapı projeleri
gerçekleştiriyor. Adını kuzey Kerala’nın
Malabar bölgesinde bulunan Uralungal mezrasından alan Uralungal Kooperatifi, demokrasi, eşitlik, dayanışma,
karşılıklılık ve bütünleştirici ağlar gibi
dayanışma ekonomisinin niteliklerine
örnek teşkil ederek, yerel düzeyde alternatif üretimde öncü olmuştur. Bu ilkeler, üyelerinin ruhu üzerinden olduğu
kadar, kooperatifin temel amacını
güvenli, değerli, ve karşılığı iyi verilen
işi garanti ederek üyelerine -yani kooperatifin işçilerine- hizmet etmek olarak
tanımlayan kooperatif tüzüğü üzerinden temeline de kazınmıştır. Bunu
gerçekleştirmek için, büyük, kar amaçlı
(ve genelde yolsuz) müteahhitlerin
hükmettiği çok rekabetçi bir sektörde
bile, demokratik işyeri örgütlenmesinin ve eşitlikçi yeniden bölüşümün
öncülüğünü yapmıştır.
ULCCS’nin demokratik ve eşitlikçi
ilkelere bağlılığı yirminci yüzyılın
başındaki kuruluş zamanlarından
geliyor. 1930’lar ve 1940’larda,
Malabar’da güçlü köylü ve işçi
hareketleri ortaya çıktığında, milliyetçi
hareket radikal bir yön aldığında ve
Komünist Parti bölgedeki hegemon
güç olarak ortaya çıktığında, Uragulan
siyasi çalkantıların merkezindeydi. Kooperatifin ilk yıllarında Malabar’daki bu
radikalleşme, demokratik karar alma,
kar yerine toplumsal amaçları olan,
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
ekolojik olarak sürdürülebilir ve kolektif
üretime dayalı alternatif bir ekonominin
ruhunu şekillendirmeye yardımcı oldu.
Yıllar içinde kooperatif, demokratik
örgütlenmesini, kolektif karar alma
mekanizmasını ve insanları karın önüne
koyan alternatif ruhuyla karşısına çıkan
her yeni zorluğu yaratıcı bir biçimde alt
etmek için kullandı.
Anaakım iktisatçılar sıklıkla, işçi kooperatiflerinin ortaya çıkması, hayatta
kalması ve gelişmesi durumunda,
kısa sürede işçi kontrolüne ve işçi
sahipliğine dayanan yüksek ilkelerini
kaybederek, tipik bir kapitalist şirket
biçimini alacaklarını öngörür. Bu argümanlara karşı, ULCSS gibi işçi kooperatiflerinin performansı, ilham için ışık
olarak ve gelecek pratikleri için değerli
dersler içeren deneyimler olarak göze
çarpmaktadır.
>>
ULCSS’nin başarısının merkezinde
kooperatif içinde doğrudan ve katılımcı
demokrasiye olan bağlılığı yatmaktadır.
Bu makalenin kalan bölümünde
katılımcı demokrasinin bu başarıdaki
rolüne odaklanacağım.
> Karar Alma ve İşçi
Demokrasisi
Kooperatifler, tipik kapitalist disiplin teknikleri ve teşvikler olmadan
sıkı koordinasyonu ve verimli üretimi nasıl sağlıyor? İşçi sahipliğinin,
müdürlerin gücüne zarar vermemesini ya da işçilerin sorumluluklarının
azalmasına neden olmamasını nasıl
sağlıyor? Daha spesifik olarak, ULCCS hiyerarşi ve katılımın makul
bir karışımını yaratma konusunda
nasıl başarılı oldu? Bu soruları
yanıtlamak için ULCCS’nin hem verimli hem katılımcı olan bir emek
süreci geliştirmeye dair deneyimine
bakmalıyız.
ULCSS’de yönetim kurulu işçiler
tarafından yıllık genel toplantıda
seçiliyor; bu toplantıda aynı zamanda kooperatifin bir önceki senesinin
detaylı bir raporu da tartışılıyor. Bu
genel toplantı bir formalite değildir,
ve yönetim kurulunun yeniden
seçilmesi de önceden beklenen bir
sonuç değildir. Fakat seçildikten sonra yönetim kuruluna sözleşmeleri tedarik etme, teknolojiyi seçme, işçileri
farklı iş alanlarına dağıtma ve diğer
rutin kararlar konularında özerklik
verilir. Dolayısıyla yöneticiler kooperatifin yöneticileridir, bu da yönetimin
işçiler tarafından seçildiği anlamına
gelir. Bu, yöneticilerin seçilmemiş
liderlik tarafından atandığı kapitalist
şirketler karşısında büyük bir tezat
oluşturmaktadır.
İnşaat alanlarında, yalnızca
ispatlanmış yönetim becerisi olan
ve herkes tarafından saygı duyulan ve güvenilen işçiler arasından
seçilen şantiye liderleri önderlik
etmektedir. İşçiler ve şantiye liderleri sürekli alandaki iş bölümünü
ve prosedürleri tartışırlar - örneğin,
(kooperatif tarafından hazırlanan)
kolektif bir öğlen yemeği yerken.
Kapsayıcı tartışmalar sürer, fakat
karar bir kez alındığında, herkesin
ona uyması gerekmektedir. Şantiye
liderlerinin talimatlarına uymamak, görevini ihmal etmek, finansal
düzensizlikler ya da kasıtlı olarak
performans düşüklüğü, disiplin tedbirlerini alınmasına neden olabilir,
ki bu tür tedbirlere nadiren ihtiyaç
duyulmaktadır.
Demokratik süreçler kooperatif
içinde düzenli iletişim ile sürdürülmektedir. Şantiye liderleri yönetim
kurulu ile birlikte günlük toplantılara
katılır. Tüm şantiye liderleri, kurul
üyeleri, ve teknik çalışanlar haftalık
toplantılara katılırlar, ve tüm işçi
üyeler yeni gelişmelerin rapor edildiği
ve üyelerin eleştirilerde bulunabildiği
aylık toplantılara katılırlar. Tüm mali
bilançolar yıllık genel toplantılarda
tartışılır. Bu kadar çok toplantı zaman
ve enerji gerektirir ama aynı zamanda
bir kolektif sahiplik, dayanışma, ve
ortak misyon hissi üretir ve verimliliği
arttırır.
> Katılım ve Pazar Rekabeti
ULCSS için özel müteahhitlerle rekabet etmekteki esas zorluk, kooperatifin
işçilerin imtiyazlarını keserek, malzemeden çalarak ya da sözleşmelerde
sahtekarlık
yaparak
masrafları
kısamamasıdır. Kooperatif kontrat
sözleşmelerine uymayı her zaman kutsal bir ilke olarak görmüş, bu da onun
etkileyici itibarına katkıda bulunmuştur.
Hindistan’ın kamusal projelerinin yolsuzluk ve manipülasyon yüzünden kötü bir
şöhreti vardır, bu sınırlar da çok ciddi bir
engel oluşturmaktadır.
Kooperatifin rekabet üstünlüğü, hem
teknolojinin verimli kullanımından, hem
de emek yoğun inşaat sürecinde çok
kıymetli bir nitelik olan, işçilerin gayret
ve becerilerinden kaynaklanan yüksek
emek üretkenliğinden geliyor. Örneğin,
sıradan bir şosenin maliyeti ve kalitesi
farklı katmanların kalınlığına, kırmızı
toprağın ne kadar etkili bağlandığına,
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
asfaltın ne kadar düzgün karıştırıldığına,
ve metal katmanın üzerine zamanında
uygulanmasına bağlıdır. Her adım,
işçilerin becerisini, gayretini ve sorumluluk almasını gerektirir. İnşaatta, beton
dökümü de benzer biçimde çok sayıda
işçi arasında yakın işbirliği yapılmasını
gerektirir. Dahası, bir plan dahilinde
çalışmaya motive olmuş ve gereksiz
atıklardan kaçınan işçilerin varlığı, kooperatifin projeleri zamanında ve başarılı
biçimde bitirmeleri için çok önemlidir.
Dolayısıyla, -basitçe şeflerin ya da yöneticilerin değil- işçilerin sorumluluğu
ve becerileri kooperatifin en kıymetli
vasfıdır. ULCSS karar alma süreçlerinde
aktif katılımına öncelik tanır, ve aynı zamanda cömert ödeme paketlerine ve
olumlu çalışma koşullarına sahiptir.
Makineleşme iş sahalarını dönüştürdü,
ve inşaat alanındaki pek çok iş gereksiz ya da vasıfsız hale geldi. Dahası,
makineleşmeye bağlı olarak hızda
yaşanan değişim, işçilerin bağlılık
hissini ve dayanışma bağlarını da
değiştirebilirdi. Bu potansiyel tehlikelerin farkında olan kooperatif, bunlara
demokrasiyi üç yönde derinleştirerek
yanıt verdi: Şeffaf, açık tartışmaya derinden bağlılık; işçilerin geribildirimlerine tekrar öncelik verme; ve beceri
geliştirme programlarını iyileştirme.
Pusuda bekleyen bir diğer tehlike ise
günümüzde işçiler arasındaki bağlılığın
aşınmasıdır. Yakın bir zamana kadar,
üyelerin çoğu öncü neslin akrabalarıydı,
fakat bugün çok sayıda yeni işçi bu
akrabalık bağlarına ya da yerel bağlara
sahip değiller. Pek çok katılımcı yıllık
genel toplantılardaki tartışmaların
niteliğine dair endişe duyuyor. Bunun
yanında işçilerin ek iş yapmaya dair
istekleri de zayıflamış durumda. Bu
eğilimin, kooperatifin tarihine, bağlılık
ve fedakarlık geleneklerine, ve ULCCS’yi
bugünkü haline getiren ilkelere dair
sürekli bir eğitim yürütülmesi dışında
kolay bir çözümü yoktur. Dolayısıyla,
ULCSS’nin özgün bir kooperatif olarak
hayatta kalabilmesi politik bir mevzudur. ULCSS, piyasa değerlerinin
hakim olduğu bir toplumda dayanışma
değerlerini üretmelidir.
Michelle Williams’a ulaşmak için:
<[email protected]>
15
> Mondragon
Kooperatifleri
Başarıları ve Zorlukları
Sharryn Kasmir, Hofstra Üniversitesi, ABD
Mondragon’un amiral gemisi işletmesi, büyük cihaz üreticisi Fagor’un
iflası
bunun da şiddetli neoliberalizmle geçen on yıllardan sonra
hoş karşılanan bir mesaj olduğunu savunuyorlar.
İspanyol Bask bölgesindeki -dünyada işçilerin sahibi olduğu
en başarılı kooperatif işletmesi olarak görülen- Mondragon,
bir model olarak sıklıkla tartışılmaktadır. 1950’lerde bir
Katolik Eylem projesi olarak başlayan Mondragon, bugün
257 finansal, endüstriyel, perakende, ve araştırma ve
kalkınma firmasını içermekte ve yaklaşık 74,000 insana
iş vermektedir. Kooperatifler ticari mutfak gereçlerinden
(Fagor markası altında), sanayi robotlarına herşeyi üretmektedir; perakende devi Eroski’nin Avrupa çapında 2,000
satış noktasına sahiptir; ve Caja Laboral bankası ve sosyal güvenlik kooperatifi, üyelere ve ilişkili işletmelere finansal hizmetler sunmaktadır. Kooperatifler sendikalaşmış
değildir, ve dışarıdan hisse sahibi olan kimse yoktur. Onun
yerine her işçi ya da yönetici bir üye olarak şirkete yatırım
yapar, ve genel kurulunda bir oya sahiptir. Her kooperatif,
sisteme dair planların yapıldığı iş iş kararlarının alındığı
Kooperatif Kongresinde temsil edilir.
F
inansal krizin ve kemer sıkma politikaları karşı
eylemlerin arkasından, ABD ve Avrupa’da kapitalist olmayan toplumsal ilişkileri ve dayanışma
ekonomilerini beslemeye dair ilgi giderek
büyüyor. Akademisyenler ve savunucular, işçilerin sahibi
olduğu kooperatiflerin güvenli iş ve işçilere iş kontrolü
sunduğunu ve dayanışmayı cesaretlendirdiğini öne sürüyorlar. Bu dönüşümlerin sosyalizmin, ya da en azından daha
demokratik ve adaletli bir kapitalizmin tohumlarını ektiğini,
Büyüklüğü ve başarısı Mondragon’u kooperatif deneyimleri arasında eşsiz kılar, fakat ona hayran kalınmasının
başka nedenleri de vardır. Kooperatif, ekonomik krizlerde
bile İspanya’nın Bask bölgesinde üyelerinin işlerini korudu.
Bir dayanışma ruhu ortaya koyarak üyeler, maaşlarından
kesinti yapılmasını, ek fonlara yatırımda bulunmayı ve gerekli görüldüğü zamanlarda kooperatifler arasında transfer edilmeyi kabul ediyorlar. Mondragon’da en yüksek yöneticinin maaşı en düşük maaşlı üyenin maaşının dokuz
katıyla sınırlanmıştır; bu İspanya’nın genelindeki 127:1
oranıyla karşılaştırıldığında inanılmaz derecede düşüktür.
Mondragon’un temel ilkesi olan emeğin sermayeye
egemenliği, karın üyelerin Caja Laboral’daki hesaplarına
dağıtılmasında da görülür. Bu hesaplar özel hesap olarak
tutulur ama koperatif grubuna yatırım da yapabilirler.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
16
Ancak Mondragon genelde kapitalizme bir gerçek yaşam
alternatifi arayanlar için başlangıç noktası olsa da, kooperatifteki sıradan işçiler, çalışma koşulları ve sınıf hakkındaki
önemli sorular da sıklıkla kenarda durmaktadır.
Kooperatifleri Bask bölgesinde yoğunlaşmış olsa da, Mondragon 1990 yılında küreselleşti. Şu an kendisine bağlı
100 yabancı şirketi ve müşterek teşebbüsü kontrol etmektedir. Bunların çoğu, düşük ücretli ya da gelişen pazarlara sahip gelişmekte olan ülkeler ve sosyalizm sonrası
ülkelerde bulunmaktadır. Bu şirketlerin sahipleri işçiler
değildir, ve çalışanlar kooperatif üyelerine verilen haklar
ya da ayrıcalıklara sahip değillerdir. Onlar, ücretli işçilerdir.
Bask bölgesi ve İspanya’da bile, endüstriyel kooperatifler
ve perakende kooperatifleri önemli sayıda kısa dönemli sözleşmelerle çalışan geçici işçiler barındırmaktadır.
Bugün, Mondragon’un şirketlerinin yalnızca yarısı kooperatif, ve çalışanlarının yalnızca üçte biri üyedir.
2013 yılında Fagor Electrodomésticos (elektronik ev
eşyaları bölümü), İspanya’daki konut ve beyaz eşya
piyasalarını şok eden 2008 finansal krizinin bir kurbanı
olarak, iflasını ilan etti. Mondragon grubu yıllardır Fagor’a
ihtiyacı olan kaynakları sağlıyordu, fakat markanın 6 ülkeye
yayılmış 18 fabrikadaki yatırımları giderek daha büyüyen bir
yük haline geldi; ve sonunda Mondragon kooperatifleri artık
Fagor’u kurtarma konusunda gönülsüz oldular. İflas, 5,600
adet işi tehdit etti (İş sayısı balondan önce 11,000’di).
Bu, 25,000 nüfuslu Mondragón şehrini sert vurdu. Mondragón ve yakınlardaki kasabalarda yaşayan Fagor üyeleri
erken emekli oldular ya da diğer kooperatiflere transfer oldular, fakat yerel sözleşmeli işçiler ve Fagor işletmelerindeki
3,500 çalışan benzer biçimde korunmadı. Onların kaderleri,
ve diğer kooperatif işletmelerindeki çalışanların koşulları
da kooperatif ilkeleri, demokratik yapıları ve karın üyelere
dağıtılması kadar Mondragon hikayesinin bir parçası.
Polonya’nın Wroclaw şehrinde 2008 yılında düşük
ücretler ve sendika karşıtı baskılar için gerçekleştirilen
bir grev, Fagor’un Bask bölgesindeki kooperatif üyeleri,
İspanya’daki geçici işçileri ve bağlı şirketlerdeki ücretli
emekçilerden oluşan üç katmanlı emek gücü hakkında
şüpheler uyanmasına neden oldu. Bask bölgesindeki iş
güvenliği, makul ücret ve işyeri katılımı, başka yerlerdeki
sömürüye mi dayanıyordu?
Kooperatife ait şirketlerle yabancılara ait kapitalist
şirketleri karşılaştıran, Çin’de Mondragon’a bağlı şirketlere
dair yapılmış bir araştırma, ücretlerin düşük, çalışma
saatlerinin uzun, koşulların zorlu olduğu sonucuna vardı.
Tıpkı kapitalist rakipleri gibi Mondragon kooperatifleri de
emek yoğun ürünleri ucuza mal etmek ve gelişen pazarlara
yakın olmak için Çin’de yatırımlar yapmışlardı. Bu, kooperatif üyelerinin uluslararası bir strateji geliştimek üzere
yaptıkları oylamada kabul ettikleri bir stratejiydi.
Bağlı şirketler kooperatiflere dönüştürebilir mi? 2003
Kooperatif Kongresi katılım ve demokrasiyi genişletmek
için “sosyal açılım” çağrısı yapmış olsa da, farklı ulusal
yasal çerçeveler bunun gerçekleşmesini zorlaştırabilir.
Mondragon’un kar amaçlı olmayan örgütlenmesi,
Birleşik Metal İşçileri’ne ABD’de sendikalaşmış kooperatifler geliştirmeleri için yardımcı olarak ve yakın zamanda Pittsburgh’da açılmış ticari bir çamaşırhaneyle birlikte
çalışarak, küresel sosyal ekonomi ağını güçlendirmeyi
umuyor. Bununla beraber, Mondragon’a bağlı şirketler, hedefleri hissedarlar için karlarını maksiumuma çıkarmak yerine Bask bölgesinde işleri ve kooperatifleri korumak olsa
da, yine de sıradan şirketler gibi işliyor.
Pek çok analist, üye olmayan çalışanlara da iyi
davranılacağına dair Mondragon grubuna güveniyor; bunun için de Meksika’da işçileri eğitmek için yapılan çabalara ve Galiçya, İspanya’da özel bir şirketin kooperatife
dönüştürülmüş olmasına işaret ediyorlar. Fakat başkaları,
Mondragon’un küresel stratejisinin, kapitalist bir çağda kooperatiflerin hayatta kalamayacağı ispat ettiğini öne sürüyorlar: rekabetle karşı karşıya kaldıklarında, kooperatifler ya
kapitalist şirketlere dönüşecekler, ya da batacaklar.
Ancak bu sorunların daha uzun bir tarihi var. 1980’lerin sonunda, bir Fagor kooperatifinde işçilerin fabrikadaki koşullarının, karar almada mekanizmasında sıradan
işçilerin katılımının ve işçi özdeşiminin, yan taraftaki
sendikalı işçilere sahip kapitalist fabrikadan daha iyi durumda olmadığını gördüm. Dahası, kooperatif üyeleri, o
sırada aktivist solcu bir koalisyonun bir parçası olan Bask
emek hareketiyle çok az dayanışma gösteriyordu. Mondragon kurumsal olarak bu siyasetlerden uzun durdu, ve yerel
metal sektörü işçileri greve gittklerinde kooperatif üyeleri
çalışmaya devam etti.
Mondragon kapitalist olmayan bir sığınak gibi görünebilir,
ama özellikle de işçileri -üyeleri, sözleşmeli işçileri ve ücretli
emekçileri- merkeze koyduğumuzda, yaşanmış deneyimlerinden önemli dersler çıkarabiliriz. Geniş tabanlı bir emek
hareketi ve toplumsal hareket inşa etmede kooperatiflerin
rolü nedir? Ve Mondragon’un eşitlikçi dürtüleri daha geniş
bir politik vizyonu nasıl güçlendirebilir? Mondragon kapitalist olmayan için düşünmeye dair bir başlangıç noktası
sunuyor - ama bu örnek, içerdiği alternatif iş modeli için
olduğu kadar, sınıf ve iktidar hakkında sorduğu zor sorular
nedeniyle de çok kıymetlidir.
Sharryn Kasmir’e ulaşmak için: <[email protected]>
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
17
> Yunanistan’da
Aracı Karşıtı Hareket
Theodoros Rakopoulos, Bergen Üniversitesi, Norveç
edilmiş sosyal refah hizmetleri- kemer
sıkmaya birer alternatif sunmuştur.
Yunanistan şehirlerindeki işçi sınıfı
ve alt orta sınıf semtleri, özellikle
2011 ve 2014 arasında enformel
kooperatifleşmenin canlı örneklerini
deneyimlediler.
Selanik’te patates pazarlama.
K
ooperatifler,
sıklıkla,
Yunanistan’ın son altı
yıldır karşı karşıya
olduğu
ekonomik
kriz benzeri durumlarda, bir halk
hareketi tepkisi olmuştur. 1930’larda Amerika’daki krizden, 1990’ların
başında Doğu Avrupa’daki sosyalizm sonrası zor zamanlara, 2001’de
Arjantin’i vuran krize kadar, geçiş ya
da ekonomik durgunluk zamanlarında
işçilerin işlerini kurtarmış ve işçiler
için bir güvenlik ağı oluşturmuştur.
Yunanistan süregelen ekonomik
durgunlukla karşılaştığında - 2015
yılında işsizlik oranı %27’nin üzerindeydi-, kriz içindeki gündelik hayatın
toplumsal düzenlemelerinden ve çok
sesli siyaset alanından yararlanan
bir dizi hareket, çok politize bir enformel kooperatifler ağı geliştirmiştir.
Yunanistan’ın dört bir yanındaki halk
hareketleri, bazen “dayanışma” ya
da “alternatif ekonomi” olarak da
adlandırılan, karşılıklılığa dayanan
bir sosyal ekonomi inşa ederek,
yeni bir radikalleşme dalgasını dışa
vurmuştur.
Geçtiğimiz beş yılda, bu enformel
halk hareketleri ağının gelişimi, Yunan solunun nüfusunun artmasıyla
ve Syriza’nın (Radikal Sol Koalisyonu)
adım adım iktidara gidişiyle yakından
ilişkiliydi. Fakat bu örtüşme şimdi aktivistler için bir ikilem üretmiş durumda: Syriza’nın seçimlerdeki başarısı
ve partinin son dönemdeki yeni kemer sıkma politikalarını kabul etme
kararıyla, aktivistlerin dayanışma
ekonomisi yeni zorluklarla karşı
karşıya kalıyor.
> Hareket eylem halinde
Çoğunlukla enformel kooperatif
grupları etrafında yapılandırılmış olan
bu deneyler - barter pazarları, zaman
bankaları, ve sosyal klinikler ve eczaneler gibi kooperatif olarak organize
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
Yunanistan’ın ikinci büyük şehri olan
Selanik’te şehir merkezinin ve bazı
popüler banliyölerin sakinleri “aracı
karşıtı” hareketten faydalandılar.
Ücret almayan katılımcılar, açık, geçici
çiftçi pazarlarında tarımsal üreticilerin
mallarını tüketicilere doğrudan satabilmelerine yardımcı olarak, halk
hareketleri kooperatiflerinin gıda
dağıtımını koordine ettiler. 2012-13’te
Yunanistan’da buna benzer 80 kadar
grup vardı; 2013’ün ikinci yarısında
bu saha çalışmasının başlarında ve
hareketin en parlak günlerinde iken,
yalnızca Selanik’te her pazar binlerce
kişinin katıldığı benzer “flaş” pazarlar
kuruluyordu.
Bu aracı-karşıtı hareket gıda
dağıtımını yöneten enformal kooperatifler etrafında örgütlenmişti. Kent
aktivistleri, çiftçi pazarlarını, yoksul
semtlerde ve orta sınıf semtlerinde
meydanları, otoparkları ya da parkları
işgal ederek organize ediyorlardı.
Bu doğaçlama pazarlar, pazardaki
aracılardan kurtulmak üzere düzenleniyordu. Simsarların ücretini aradan
çıkarmak taze malların uygun fiyatlı
olmasını sağlıyordu. Eylemciler, yakın
kırsal bögelerdeki çiftçilerle iletişme
geçerek onları düzenledikleri pazarlara davet ettiler ve uzun dönemli
işbirlikleri için birlikte çalıştılar. Eylemciler pazarları enformel olsa da düzenli olarak gerçekleştirdiler; çiftçiler taze
ürünlerini neredeyse normal satış
fiyatının yarısına satıyordu.
>>
18
Bu ilişkiler, çiftçilerin şu anda
Meclis’te en çok vekile sahip üçüncü
parti olan Neo-Nazi partisi Altın
Şafak’a oy vermeyeceklerini ya da
ırkçı politikaları desteklemeyeceklerini şart koşan sözleşmelerle resmi
hale geliyordu.
> Hareket (göreli) kış
uykusunda
Bugün, çok sayıda yerel hanehalkının
temel ihtiyaçları bu enformel tarımsal
dağıtım aracılığıyla karşılanmaktadır.
Fakat 2013’de tepe noktasına
eriştikten sonra hareketin kapsamı,
pratikleri ve hatta kimliği dalgalanmaya başladı. Birkaç aracı karşıtı grup
şu an etkin değil, daha az sıklıkta
toplanıyor ya da pazar faaliyetlerini
tümüyle durdurmuş durumda.
Aracı karşıtı hareketinin temel sorunu,
içinde bulunan koşulların çok dostane olmamasından kaynaklanıyor.
Kooperatifçiler,
işgalci
pazarları
için lisans alamadıkları zaman polis soruşturmasına maruz kaldılar,
ve bazı çiftiçlere “kamuya ait alanı
yasadışı biçimde işgal etmek”ten ceza
kesildi. Bu suç duyurusu genelde bir
aracılar lobi grubu olan Selanik Açık
Pazarlar Birliği tarafından yapılmıştı.
Kişisel yorgunluk da bir rol oynuyor:
pek çok aktivist, çifçilerin pazarları
örgütlemede lider rolünü oynama konusundaki çekinceleri nedeniyle hayal
kırıklığına uğramıştı.
İkinci, ve daha karmaşık olan sorun,
aktivistlerin bu enformel işleyişin bir
direnç taahhüt edip etmediğine dair
endişeleriyle ilgilidir. Çok sayıda aktivist resmi olarak kooperatifleşmeyi
tartıştı, fakat bu adım ilerici bir siyasi
ve hukuki çerçeve gerektiriyordu.
Elbette, ilerici bir hükümetin varlığı bu
çabalara çok yardımcı olabilirdi. Ocak
2015’in başında, Syriza’nın hükümete
gelmesinden önceki aylarda, hareket
bir kış uykusuna yatmaya başladı. Devletin baskısıyla yüzleşen ve çiftçileri
hareketin içinde daha doğrudan bir
rol oynamaya ikna edemeyen aktivistler, “dayanışma ekonomi”leri için
daha avantahlı koşullar olmasını
umut ettiler. Hükümette bir değişiklik
bekleyerek,
enformal
kooperatifleri güçlendirmeye dair çabalarını
geri çektiler. Grup toplantılarında
bazı katılımcılar asimilasyonda dair
endişelerinden bahsettiler, fakat çoğu
dayanışma ekonomisi aktivistinin, bir
aktivistin deyimiyle “Sol, devlete liderlik etmeye başladığında” çok farklı
bir iklim olacağına dair bir beklentisi vardı. Gerçekten de, pek çok grup
toplantısı “biz devletin yapması gereken şeyi yapıyoruz” fikri etrafında
dönüyordu, ve önde gelen bir aktivist
bir toplantıda “hareketin kolaylıkla
sosyal devlet tarafından desteklenen
çiftçilerin
mobilizasyonuna
dönebileceğini” ileri sürdü. Özellikle
Syriza üyeleri gruplara katılmaya (ya da
bir aktivistin şakayla karışık biçimde
söylediği gibi, “sızmaya”) başlayınca,
Syriza’nin “sosyal ekonominin bu yeni
çağını” kuvvetlendireceğine dair açık
bir hissiyat oluştu.
> Syriza İktidarda
Parti seçilmeyi beklerken, grupların
kendi aralarındaki ve enformel gruplarla devlet arasındaki bağları
güçlendirme amacıyla bir şemsiye
örgüt kurdu. Bu, Syriza’nın popüleritesini de arkasına alarak, dayanışma
ekonomisine uluslararası alanda
önemli miktarda tanınma vaat ediyordu. Fakat parti platformu, hareketin halk hareketleri seviyesinde
gelişmesini hedeflemiyordu. Onun yerine, çeşitli aktörlerin Syriza ile daha
çok ilişkilendiği, diğerlerinin ise kendilerini hareketten tümüyle çektiği,
karmaşık bir duruma şahit olduk.
Bu esnada, bazı ilerici belediyelerin
kendi aracı karşıtı pazarlarını düzenlemeye başlamasına rağmen, gıda
dayanışma ekonomisi hem sayısal
olarak hem de çekiciliği açısından
giderek zayıfladı. Bazı özgün halk
hareketleri bugün, bazı aktivistlerin
asimile edilmişlik, diğerlerinin ise
kuvvetlenme dediği şey arasında
gidip gelmekte, bir belirsizlik içinde
durmaktadır. Bazı aktivistler, hareketin devleti kucaklayışına dair bu
kısmi dönüşümü, popüler “anathesi”
kavramıyla tanımlıyorlar. Bu kavram,
halk hareketlerinin enerji ve potansiyellerini kurumsallaşmış siyasete
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
sunabileceklerini, ve dolayısıyla bu
siyasetin faaliyetlerini bastıracağını
yansıtıyor. Kabaca müzakere etmek,
pratiği ise müzakereci siyaset olarak
çevrilebilir.
Çelişkili biçimde, kooperatif sosyal
ekonomisi, radikal sol kanat hükümetin ilerici siyasetiyle eklemlendikçe,
iktidardaki Syriza dayanışma ekonomisinin önünde beklenmedik bir engel haline geldi; bu gerçek, parti ve
enformel gruplar arasındaki bağlarda,
ve en önemlisi Sol’un dayanışma
ekonomisini destekleyeceği beklentisinde yatıyordu. (Çarpıcı bir biçimde,
Ocak seçimlerindeki temel slogan
“umut geliyor”du.)
Dayanışma hareketinin omurgası
olan siyasal mobilizasyon geriledi, fakat Selanik’in sivil ve siyasal
hayatında aracı karşıtı hareketin
önemli bir izi hala görülebiliyor. Sosyal klinikler ve eczaneler hala etkin,
ve artık görece resmi bir hal almıştır.
Aracı karşıtı hareket tarafından
kurulmuş bir kooperatif gıda dükkanı
ise çok başarılı olmuştur. Bu arada,
Syriza’nın kemer sıkma politikalarını
durdurmadaki kasvetli başarısızlığı
-partinin yeni bir mali yardım ve kemer
sıkma paketi sunması- belki de halk
hareketi ve hükümetin arasındaki
mesafeyi açarak, pek çok dayanışma
ekonomisi katılımcısının gözünde
kurumsal Solun meşruiyetini ortadan kaldırdı. Ufukta beliren yeni
kemer sıkma politikalarının ışığında,
hükümet, kooperatifleri ve dayanışma
ekonomisinin tümüyle destekleyecek
ve yükseltecek bir yasal çerçeve
yaratmak için esnekliğe sahip olmayacak. Bu değişiklik, bir aktivistin sözleriyle, “maddi ihtiyaç ve duygusal öfkeden fışkıran” bir hareketi
yeniden canlandırabilir mi? Bu yeni
dinamiklerin dayanışma hareketini
yenileyip yenilemeyeceğini, ya da
katılımcıların kurumsal sol siyasetle
arasındaki rahatsız ilişkisiyi yeniden
şekillendirip şekillendiremeyeceğini
ancak zaman söyleyecek.
Theodoros Rakopoulos’a ulaşmak için:
<[email protected]>
1
Bu makale, Wenner-Gren Vakfı’nın antropolojik
çalışmalar için verdiği bursla (Burs No.8856)
gerçekleştirilen saha çalışmasına dayanmaktadır.
19
> Arjantin’de
Geri Kazanılmış
İşletmeler
Julián Rebón, Buenos Aires Üniversitesi, Arjantin
İşçiler tarafından 2001 yılında devralınmış olan
Zanon seramik fabrikası, Arjantin’deki en önemli geri kazanılmış fabrikalardan biridir.
20
B
uenos Aires’in Garín bölgesinde 11 Ağustos
2014 sabahı: Donnellet Graphic şirketinde
çalışan 400 işçi, fabrikanın ön kapısında
çokuluslu şirketin Arjantin’deki faaliyetlerini
durduğuna dair bir duyuru bulur. İşçiler toplanıp fabrikayı
ele geçirirler. Bir kooperatif olarak örgütlenerek çok geçmeden üretime başlarlar.
Donnelley işçileri Arjantin’de 2000 yılından beri 300’den
fazla şirket tarafından harekete geçirilen bir stratejiye dayanıyorlardı: geri kazanılmış işletmeler. Krizdeki
şirketlerin işçileri sıklıkla üretimi kendileri yapabilmek
ve işlerini savunabilmek için işçi koopartifleri şeklinde
örgütleniyorlardı. Bu savunma stratejileri, kooperatifliğin
temel özelliklerini içeriyor - demokrasi, gönüllü kurum, ve
kolektif sahiplik -, ve ele geçirilmeden önceki hallerinden
daha demokratik ve adaletli şirketler yaratıyordu.
Arjantin’de işçiler şirketleri 1990’ların sonunda, özellikle
de 2001 genel krizinden sonra, “geri kazanmaya” başladılar.
1990’lardaki neoliberal reformlar ekonomiyi içinden
çıkılmaz bir duruma sokturlar, fakat Arjantin’in ilk genel kirizi işçiler tarafından geri kazanılmış şirketlerin yayılmasına
iki şekilde yaradı. İlk olarak, bu dönemde şirketler kapandı
ya da iflas etti, bu da görülmemiş seviyelerde işsizliğe ve iş
güvencesizliğine neden oldu. İkinci olarak, bu şiddetli siyasi
kriz, içinde işçiler tarafından geri kazanılmış şirketlerin bir
toplumsal hareket haline geldiği, daha önce görülmemiş
toplumsal huzursuzluk ve mücadele süreçlerini tetikledi.
Çalışma kültürü tarafından güçlü bir biçimde belirlenmiş
bir toplum için, işsizliği protesto etmek yaygın ve meşru bir
proje oldu.
Sosyo-ekonomik ve siyasi kriz yatıştıkça bazı akademisyenler işçiler tarafından geri kazanılmış şirketlerin yok
olacağını düşündüler, fakat bu gerçekleşmedi. Aşağıdaki
sayı, yeni geri kazanışmış fabrikaların sayısının 2002
yılında zirveye ulaşmasına rağmen, ekonomi iyileştikçe ve
işsizlik oranları düştükçe bile el koymaların devam ettiğini
gösteriyor. İşçilerin artık, yeni bağlamlarda da yaymaya
devam ettikleri, toplumsal olarak tanınmış bir araçları
vardı. Düşmesine rağmen sabit kalan (son bikaç yılda %7
civarında seyreden) işsizlik oranları ve bu süreçlere aleyhte olmayan (en azından federal düzeydeki) siyasi koşullar,
genişleme sürecinin işine yarıyordu.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
İşçiler tarafından geri kazanışmış şirketler kalıcı olacakmış
gibi görünüyor. Buenos Aires Üniversitesi’indeki Programa
Facultad Abierta’ya göre 2013 yılında Arjantin’de 311 geri
kazanılmış şirket, 13,642 işçi çalıştırıyordu. Şirketlerin
yarısının Buenos Aires Metropol Bölgesi’nde yer alıyor,
fakat ülkedeki 24 bölgenin 21’inde işçiler tarafından geri
kazanılmış fabrikalar bulunmakta. Bunlar genelde metal,
grafik, tekstil ve gıda sektörlerinde çalışan küçük ve orta
ölçekli şirketler.
New Recuperated Enterprises in
Argentina, 2000-2013
Recuperated
Enterprises
20
0
20 0
0
20 1
0
20 2
0
20 3
0
20 4
0
20 5
0
20 6
0
20 7
0
20 8
0
20 9
10
20
1
20 1
12
20
13
50
45
40
35
30
25
20
15
10
5
0
Buenos Aires Üniversitesi, Programa Facultad Abierta’dan alınan veri
üzerinden yazar tarafından oluşturulmuştur.
Geri kazanılmış şirketler yeni işler yaratmayı ve tutmayı
başardı, yalnızca birkaç tanesi kapandı. Ne var ki, yine
de çeşitli zorluklar ve gerilimlerle karşı karşıya kalıyorlar.
Örneğin, varolan yasaya göre, bir fabrikayı ele geçiren işçiler
özerk işçi sayılıyor; bu da emeklilik, sağlık sigortası ve aile
ek ödemelerini azaltıyor. İşçi kooperatifleri şu anda devle-
tin spesifik olarak işçi yönetimini tanımasını, onlara yasal
olarak işverenlerle aynı sosyal hakları vermesini istiyor.
İşçiler tarafından yönetilen şirketler aynı zamanda, işçilerin
yasal olarak üretim ünitelerinin sahibi olup olmadıklarının
belirlenmesi gibi bir güçlükle de karşı karşıya kalmakta.
İşçiler fabrikaları yasal olarak ele geçirirken yerel kamusal
kullanım ve kamulaştırma yasalarına dayanmışlardı, fakat
bazı durumlarda bunlar mülkiyet haklarını çözümlemede
yetersiz kaldılar. Dolayısıyla akibetleri yerel yetkililerin ya
da hakimlerin desteğine bağlı oldu.
2011 yılında İflas Kanunu, diğer bir deyişle Ley de Concursos y Quiebra, iflas durumunda, kooperatif şeklinde
örgütlenmiş işçilerin iflas etmiş bir şirketi almak için işyeri
kredisi (acreencias laborales) kullanabilmesini sağlayacak
şekilde değiştirildi. Ne var ki, bu kanun her durumda
uygulanmıyor, ve yeni yeni kullanılmaya başlandı. Mülkiyet haklarının tanımlanmadığı bu bağlamda işçiler tahliye edilme riskiyle karşı karşıya kalıyor. Ben bu makaleyi
yazmayı bitirirken, polisler yakın zamanda geri kazanılmış
olan La Roble adlı restorandan işçileri tahliye ediyordu,
geri kazanılmış Hotel Bauen’de ise işçiler tahliye emriyle yüzleşiyorlardı. Geri kazanılmış işletmeler toplumsal
olarak meşru olsalar da, henüz kanun tarafından tümüyle
tanınmış değiller.
Julián Rebón’a ulaşmak için: <[email protected]>
1
2012’de Buenos Aires Üniversitesi’ndeki Gino Germani Enstitüsü Buenos Aires
Metropol Bölgesinde bir anket çalışması gerçekleştirdi. Sonuçlar nüfusun %73’ünün
geri kazanılmış şirketlerin varlığından haberdar olduğunu ve bunların %93’ünün bunu
olumlu bir gelişme olarak gördüğünü gösterdi.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
21
> Dünyanın
Sonu mu,
Kapitalizmin Sonu mu?
Leslie Sklair, Londra Ekonomi Okulu, Birleşik Krallık
İlustrasyon: Arbu
Kapitalist küreselleşme neden bütün insanlığa refah, mutluluk ve barış getirme konusunda kesinlikle
başarısız olacaktır? Kapitalizmin iki ölümcül kusuru, sınıf
kutuplaşması krizi (zengin zengileşiyor, çok yoksul olanlar
her zaman varolacak, ve orta sınıf giderek güvencesizleşiyor)
ve ekolojik sürdürülemezlik krizidir (tüketimcilik kültürideolojisi tarafından acımasız bir şekilde desteklenen kapitalist ve sosyalist büyüme dogmalarının kaçınılmaz sonucu). Bu krizler doğrudan (şirketler, siyasi, profesyonel
ve tüketimci fraksiyonlardan oluşan) ulusötesi bir kapitalist sınıfa ve onun hakim değerler sistemi olan tüketimcilik
kültür-ideolojisine atfedilebilir.1
B
irileri “dünyanın sonunu hayal etmek,” demişti,
“kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha
kolaydır” - kapitalist küreselleşme dönemiyle ilgili derin bir gerçek bu. Kapitalizmin musibetleri
hakkında, kapitalist olmayan bir dünyanın nasıl olabileceği
hakkında yazıldığından daha fazla yazıldı, özellikle de yakın
geçmişin sözde sosyalizmleri ve komünizmleri bağlamında.
Bunun ötesine gidebilmek için baştan başlamamız gerekiyor. Ben, ilerici bir değişiklik şansının en iyi ihtimalle küresel
kapitalizmin, sosyal demokrasinin, ve onların yarattığı devlet biçimlerinin tarihlerinin çöplüğü ile müzakere etme, onlardan kaçınma, ve sonuç olarak onlara teslim olmayı içeren
uzun vadeli süreçler olarak görüldüğünü ileri sürüyorum.
Burada, ilerici bir kapitalist olmayan dönüşümün temel
öğrelerine işaret etmek istiyorum. Bunların ilki, boyuttur.
Büyük ölçekte profesyonel metaların, tüketim metalarının
ve hizmet organizasyonlarının hizmet verdiği devasa ulusötesi şirketler ve devasa şirket devletler, bütün insanların
hayatına hükmediyor. Dolayısıyla daha küçük ölçekteki
yapıların daha iyi işleyebileceği ve insanların daha tatmin
edici hayatlar yaşamalarını sağlayacakları çok açık gibi
görünüyor. Bu hücresel bir yerelliğin fantazisi değildir; benim alternatif, radikal, ilerici küreselleşme vizyonum, temel
olarak gezegendeki herkesin makul bir hayat standardına
sahip olmasını sağlayarak, farklı düzeylerde işbirliği yapan
küçük üretici-tüketici (ÜTK) kooperatiflerden oluşan ağlar
tahayyül ediyor.
ÜTK’lar kapitalist olmayan bir dünyada genel küreselleşmenin
özgürleştirici potansiyelini serbest bırakacak şekilde nasıl
örgütlenebilir? Basit ve cesaret verici yanıt, en azından
dönüşümün ilk aşamalarında, şu anda dünyanın dört bir
yanında dışa kapalı küçük alanlarda varolan milyonlarca
küçük ölçekli kooperatif grubunun işlediği gibi işleyecekleridir.
Bu sempozyumdaki diğer yazılar, ilham verici ilerici aktivizm
ve bilinç yükseltme hikayelerini anlatıyorlar. Fakat, şaşırtıcı
olmayan bir biçimde, hepsinin de bir takım sorunları var.
Sharryn Kasmir, bir zamanlar kooperatif hareketinin en
büyük umudu olan Mondragon’un kaçınılmaz olarak küresek kapitalist sistem çerçevesinde uzlaşmış olduğunu gös-
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
22
teriyor. Kerala’daki Uralungal Emek Sözleşmesi Topluluğu
üzerine yaptığı çalışmadan Michelle Williams işçilerin hakiki
kontrolü için gerekli koşulları açıklıyor, fakat sonunda vardığı
nokta bu toplululuğun geleceğinin güvende olmadığını öne
sürüyor. Paul Singer’la Brezilya’daki Dayanışma Ekonomisinin evrimi üzerine yapılan söyleşi, insanların yoksulluktan çıkarmak için cesaret verici sonuçlar ileri sürüyor;
fakat bu hala çok çetin bir iştir, ve toplumun bir bütün
olarak nasıl değişeceği hala açık değildir. Julián Rebón’un
Arjantin’de işçilerin yönettiği fabrikalara dair analizi, neden
bir kapitalist devletin bu fabrikaların gelişmesi hatta hayatta
kalmasını kolaylaştırdığına dair sorular ortaya atıyor. Theodoros Rakopoulos’un Yunanistan’daki aracı karşıtı pazarlar
üzerine araştırması da, benzer bir işlevi görerek, devletin
solcu Syriza tarafından “ele geçirilmesinin” neden hareketi
desteklemek yerine duraklattığını soruyor.
Bu girişimlerim hiçbiri kapitalist sömürüden ya da ekolojik sürdürülemezlikten bir çıkış yolu sunmuyor, ve hiçbiri
gerçekten - solcu, sağcı, ya da merkez farketmez- devletin
rolünü, ya da bu girişimlerin kapitalist bir tüketim pazarında
nasıl işleyediklerini sorunsallaştırmıyor. Ben, bütün devletlerin sonunda hiyerarşik olduğu, ve yalnızca ÜTK’lar gibi,
Internet üzerinden yerel ya da küresel olarak ilişkilenmiş,
küçük ölçekli topluluklarda bu kaçınılmaz kaygan zeminden
kurtulabileceğimizi söylüyorum.
Hapishane Defterleri’nde Gramsci, kriz zamanlarında eskinin öldüğünü ve yeninin henüz doğmadığını söyler. Gramsci
böyle bir durumun (1930larda) marazi semptomlarına dikkat
çekiyordu, ancak bizim krizimiz farklı; ve ben günümüzdeki
kapitalist hegemonya krizinin (doğmayı beklemekte olan)
daha umut verici semptomlarına dikkat çekmek istiyorum.
Pazarla rekabeti savuşturmaya ve hiyerarşik devletlerden
kaçmaya çalışan girişimlerin uygulanabilirliği, denenmemiş
pek çok varsayıma dayanıyor. İlk varsayım, elzem günlük
görevleri yerine getirenlerin, büyük şirketler ve onların yerel
bağlantıları yerine bir ÜTK’da da bu işlerini yapmaya devam
edecekleridir: şu an özel sektör ya da kamu sektöründe
çalışan pek çok insan, doğrudan ya da dolaylı olarak, gıda
üreterek, ulaşımı örgütleyerek, öğrenme ve beceri beceri
aktarma mekanları kurarak, sağlık hizmeti vererek, güç
kaynakları işleterek, ve bunun gibi aktivitelerde bulunarak,
yerel topluluklarında ÜTKlar kuruyorlar. ÜTK’lar halihazırda
dünyanın dört bir yanında bunları küçük ölçeklerde yapıyor,
fakat bu tür girişimler kapitalist pazarlar içinde mücadele
veriyor. Dünyanın farklı yerlerindeki Topluluk Destekli Tarım
düzenlemeleri bu alanda kendine yetebilirliğe giden uzun ve
zorlu yoldaki ilk adımı temsil ediyor.
Neoliberal ideologlar, kapitalist küreselleşmenin bir alternatifi olmadığını savunuyorlar. Eğer onlara inanmayı reddeder,
alternatifler yaratmaya başlarsak, ve bu alternatifler başarılı
olursa, o zaman piyasa mantığı çürütülebilir, yıkılabilir ya
da basitçe görmezden gelinebilir. Ben bunu yazarken, buna
inanmak isteyip de inandırıcı bulamayanların yüzlerindeki
tebessümleri görebiliyorum. Yüz yıl önce insan organlarının
başarıyla nakledilebileceğine, dünyanın herhangi bir yer-
inde gerçekleşen olaya canlı olarak şahit olabileceğimize,
ayda yürüyebileceğimize, kıtalararası seyahatın saatler
içinde, görsel iletişimin ise anında gerçekleştirilebileceğine
dair öneriler de inanılmaz olarak düşünülebilirdi. Dünya Sosyal Forumu’nun sloganında da dediği gibi: “Başka bir dünya
mümkün”.
Birkaç istisna hariç, sosyoloji bu konularda sessiz kalıyor;
bu konuları seslendirmek bile Weberci değerden bağımsız
gözetçiler tarafından profesyonel bağlamda alay edilme
tehdidini çekebiliyor. Lisansüstü eğitim veren okulların ve
finansal kaynak sağlayan kurumların genel olarak kapitalist
olmayan çizgilerdeki araştırmaları destekleme konusunda
çekingen olmaları şaşırtıcı değildir. Buradaki ironi, elbette,
kapitalist toplumun pek çok alanına dair eleştirel bir pozisyonda olan büyük miktardaki araştırmanın varolması,
fakat pratikte hiçbirinin kapitalizmi sorgulamaması ya da
kapitalist olmayan bir toplum etrafındaki meseleleri ortaya
atmamaları. E.O.Wright kadar ileri düzeyde ve ilerici bir
düşünür bile, çok övülen Envisioning Real Utopias [Gerçek
Ütopyaların Tahayyülü] adlı çalışmasında aşağı yukarı aynı
sonuca varıyor.
Fakat zaman tam da yeni radikal ilerici bir sosyolojinin kapitalist toplum üzerine kuram ve araştırmanın
zorluklarıyla yüzleşmesi için doğru bir zaman. Bu, kapitalist küreselleşmenin, sosyal demokrasinin ve ortodoks
Marksizmin en büyük dayanak noktası olan sürekli artarak
büyüme dogmasına meydan okumayı içeriyor. Bu halihazırda
şenlikli bir büyüme bozukluğu fikri üstünden tartışılıyor. Bunun anlamı kesinlikle zenginin daha az zengin ve yoksulun
maddi servet açısından daha zengin olacağı, ama herkesin
maddi olmayan zenginlikten faydalanacağı anlamına gelir. Tüketimin kültür-ideolojisinin yerini insan hakları ve
sorumlulukları kültür-ideolojisi alır, bunların da en başında
herkes için makul, sürdürülebilir bir yaşam standardına ciddi bir bağlılık gelir.
Yalnızca piyasayı görmezden gelerek kapitalist
küreselleşmenin getirdiği kaçınılmaz yıkıcı sonuçlardan
kaçabiliriz. Elbette bu tümüyle gerçek dışı gibi geliyor, ancak yalnızca küresel tüketimci kapitalizmin zayıf noktasını
kabul edersek: tüketicinin bağımsızlığına dayanıyor, ve
tüketiciler abur cubur yiyecek ve içecekler, abur cubur
kültür ve bağımlılıkları tüketmeye zorlanamaz. Kapitalist pazarlamanın, reklamcılığın ve ideolojik şirket devlet
araçlarının gücü ürkütücü, fakat eğer ebeveynler piyasanın
kendilerine ve çocuklarına nasıl zarar verdikleri konusunda gerçek bir bilince ulaştırılırsa, gezegenimiz ve üzerinde
yaşayan herkes için hala bir umut vardır. Kapitalizmin ve
hiyerarşik devletin sonunu ve büyüme bozukluğunun
gerekliliğini tahayyül etmek ne kadar zor olsa da, erteledikçe
gerçekleştirilmesi zorlaşacak.
Leslie Sklair’e ulaşmak için: <[email protected]>
1
Bu konularla ilgili olarak The transnational Capitalist Class (Ulusötesi Kapitalist Sınıf, Oxford: Blackwell, 2001) and Globalization: Capitalism and its Alternatives
(Küreseleşme: Kapitalizm ve Alternatifleri, Oxford: Oxford University Press, 2002) adlı
kitaplarımda yazdım.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
23
> Latin Amerika’da
Neo-Extraktif Birikime
İtiraz Etmek
Maristella Svampa, Ulusal La Plata Üniversitesi, Arjantin
Arjantin’de madenciliğe karşı Mapuche
protestosu.
barajlarını (özütleme için), balıkçılığı
genişletmeyi, ormanların tahrip edilmesini, ve elbette, tarım ticaretini (soya,
palmiye yağı, bioyakıtlar gibi genetik
yapısı değiştirilmiş ürünler) kapsıyordu.
L
atin Amerika’nın her yerinde, aktivistler ve entellektüeller sermaye birikim
dinamiklerini ve kalkınma
modellerini sorguluyor, neo-ekstraktivizm, buen vivir gibi kategorileri ya da
iyi yaşam hakkı, kamu yararı, ve doğa
haklarını tartışıyorlar. Güncel kalkınma
modellerinin sürdürülebilirliğini sorgulayan bu eleştirmenler, eşzamanlı
olarak toplum, ekonomi ve doğa
arasında olanaklı başka ilişkiler öne
sürüyorlar. Bu tartışmalar, özellikle de
21. yüzyılın başında halkın çoğunluğu
tarafından seçilen hükümetlerin, alternatif kalkınma yollarını takip etme konusunda kararlı göründüğü Ekvator ve
Bolivya’da ateşlenmişti.
Fakat bu tartışmalar giderek
karmaşık bir hal aldı. Hükümetler
doğal
kaynakların
sömürüsünü
genişlettikçe, neo-ekstraktivizme karşı
bir eleştiri şekillenmeye başladı. Doğal
kaynakların aşırı sömürülmesini temel
alan bir birikim örüntüsüne atıfta bulunan “neo-ektraktivizm”, sosyo-bölgesel
hareketlerin, yerel ve köylü örgütlerinin
siyasal gramerinde anahtar bir kavram
haline geldi. Özelliği temel ürünlerin
(emtiaların) büyük ölçekli olarak ihraç
edilmesi olan -ki bu sıklıkla büyük
yatırımlar (mega girişimler) üzerinden
ve bölgeleri ve ekosistemleri tehdit
ederek gerçekleşir- neo-ekstraktivizm,
açık ocaklı mega-madenciliği, hidrokarbon sömürüsünü, büyük hidroeleştrik
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
1990’ların aksine, Latin Amerika
ekonomilerinin bugün uluslararası emtia fiyatlarındaki büyük yükselişten fayda sağladıklarını da kabul ederek, sermaye birikiminin bu güncel aşamasını
“emtia konsensüsü” (Swampa, 2011,
2013) olarak kavramlaştırdım. Latin
Amerika hükümetleri, avantajların
altını çizerek ve yeni eşitsizlikleri,
uluslararası iş ve toprak bölümünün
ürettiği çevresel, ekonomik ve sosyal
asimetrileri önemsiz gibi gösterek
yanıt verdi. Çoğu devlet, herhangi bir
olumsuz etki etrafındaki eleştirilere
itiraz ederek ve toplumsal protestoyu
görmezden gelerek, verimlilik yanlısı
bir kalkınma vizyonu ileri sürer.
Emtia Konsensüsü, Latin Amerika’nın
ana emtia tüketicisi Çin Halk
Cumhuriyeti’nin oynadığı artan rolle
şiddetlenen bir süreç olan, bölgenin
temel ekstraksiyon etkinliklerine geniş
dönüşünün altını çiziyor. 2013 yılında
Çin, Şilili ve Brezilyalı ihraç mallarının
>>
24
ana istikametiydi; Arjantin, Peru, Kolombiya ve Küba’nın ihraç ürünleri
için ise ikinci en önemli istikametti; ve
Meksika, Uruguay ve Venezula için ise
üçüncüydü (Slipat, 2014).
> Emtia Konsensüsünün
Aşamaları
Emtia Kosensüsü birkaç
aşamadan
geçti.
Kökenleri,
Latin
Amerika
toplumlarında
ve
ekonomilerinde
büyük
dönüşümlere neden olan neoliberal küreselleşmede ve 1990’ların
Washington
Konsensüsü’nde
yatmaktadır. Devletler çokuluslu şirketleri tercih ettikçe yeni
yasalar mega madencilik, petrol çıkarma, ve genetik yapısı
değiştirilmiş ürünlerin üretilmesi
gibi faaliyetlere yol açtı.
1990’ların sonunda Bolivya, Ekvator, Arjantin ve diğer ülkelerde
yoğun neoliberalizm karşıtı toplumsal hareketler ortaya çıktı.
Ama bu süreçlerden doğan ilerici
hükümetler sert sınırlamalar ve
çatışmalarla karşı karşıya kaldılar.
Temel
ürünlerin
uluslararası
fiyatları 2003 senesinde fırladığı
zaman, Emtia Konsensüsü yüksek karlılık ve karşılaştırmalı
üstünlüğü birleştirerek harekete
geçti. İlk aşamanın özelliği, devletler özel çokuluslu sermayeyle
yeni yakın ilişkiler geliştirirken,
ektraksiyon faaliyetleriyle ilgili
çatışmaların bastırılıyor olmasıydı.
Milliyetçi retorik bir yana, ilerleyen on yıl içinde, ekstraksiyon
politikaları arttı, ve büyük ulusötesi şirketler ulusal ekonomilerde
daha merkezi bir yer kazandılar.
2009-2010 arasındaki ikinci
aşamanın özelliği ekstraksiyon projelerinin daha da genişlemesiydi:
mesela Brezilya’da Büyüme Artışı
Programı Amazon’da birden fa-
zla barajın yapılmasını öngörüyor;
Bolivya’da gran salto industrial
ya da büyük sanayi sıçraması,
birkaç ekstraksiyon projesi vaat
ediyor (petrol, lityum, demir, tarım
ticareti); Ekvator’da mega madencilik geliştirilecek; Venezula’nın
Stratejik Planı petrol çıkarma faaliyetini Orinoco Kuşağı’nın içine
genişletecek, Arjantin’in 20102020 Zirai Gıda Stratejik Planı ise
soya üretiminde, hirdolik çatlatma
ve mega-madecilikte %60lık bir
artış öngörüyor.
Mega-madencilik büyük sosyoekonomik gerginliklere neden
oldu. Latin Amerika’daki Madencilik Uyuşmazlıkarı Gözlemevi’ne
göre,
2010
yılında
Latin
Amerika’da 150 kadar topluluğu
etkileyen 120 çatışmalı durum
mevcuttu. 2012’de 173 projede
212 topluluğu etkileyen 161
çatışmalı durum vardı, 2014’te ise
çatışmalı durumların sayısı 198’e
çıktı, bunlar 207 projede 296
topluluğu etkiliyordu. Nisan 2015
itibariyle belgelenen çatışmalı
durumların sayısı 208’e ulaştı,
bunlar 218 projede 312 topluluğu
etkiliyordu. Sıralamada Meksika
36 çatışmayla birinci sırada idi,
onu 35 ile Peru, 34 ile Şili, 26 ile
Arjantin, 20 ile Brezilya, 13 ile
Kolombiya, 9 ile Bolivya ve 7 ile
Ekvator izliyordu (http://www.conflictosmineros.net/).
Şu anki aşamada bazı sosyoçevresel ve bölgesel mücadeleler artık yerel siyasetin ötesine
geçmiş, ve ulusal görünürlük
kazanmıştır. Bunların içinde yerel halkın otoyol inşaatına karşı
çıktığı, Bolivya’daki Isiboro Sécure
Ulusal Parkı and Yerli Bölgesi’ni
(TIPNIS) koruma çabaları var;
Brezilya’daki Belo Monte’de bir
mega barajı engelleme çabaları
var; Arjantin’de birkaç bölgede
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
mega-madenciliğe karşı direniş
var; ve 2013’te Ekvator’daki
Yasuní-ITT
Girişimi’nin
son
kez askıya alınması ve megamadenciliğe karşı direnişte önder
bir bölge olan Intag yöresinin
militarizasyonu var. Neoliberal ve
muhafazakar hükümetlere sahip
ülkelerde de huzursuzluk mevcut.
Peru’da Conga’daki bir madencilik projesine karşı 2011 ve 2013
yılları arasında verilen direniş
25 ölüme yol açtı, Meksika’da
ise mega madencilik ve baraj
inşaatlarına karşı protestolar giderek artan baskı ve şiddete
rağmen devam ettirildi.
Hükümetlerin çoğu ekstraktif
faaliyetleri
destekliyor,
protestoları kriminalize ediyor ve
bastırıyor, yerel ve yerli halkların
siyasi katılımını kısıtlıyor. Sermayenin doğal kaynakları, malları, ve
bölgeleri giderek artan sömürüsü,
kolektif ve çevresel haklara ciddi sınırlamalar getirmiş, Ekvator ve Bolivya gibi ülkelerde umut
yaratmış
özgürlükçü
anlatıyı
ezip geçmiştir. Söylem ve pratik arasındaki artan mesafe,
ve ekstraktif faaliyetlere karşı
protestoların kriminalize edilmesi, demokrasinin geri çekildiğine,
yani ilerici ve halkçı hükümetlerin,
klasik popülist ve ulusal kalkınma
modelleri üzerinde temellenmiş
geleneksel hakimiyet rejimlerine
doğru kaydığına işaret eder.
Maristella Svampa’ya ulaşmak için:
<[email protected]>
Referanslar
Slipak, A. (2014) “Un análisis del ascenso de China y
sus vínculos con América Latina a la luz de la Teoría
de la Dependencia.” Realidad Económica 282: 99-124.
Svampa, M. (2011) “Modelo de Desarrollo y cuestión
ambiental en América Latina: categorías y escenarios
en disputa,” in F. Wanderley (ed.) El desarrollo en
cuestión. Reflexiones desde América Latina. La Paz:
CIDES, OXFAM and Plural.
---------------- (2013) “Consenso de los Commodities y lenguajes de valoración en América Latina” in Nueva Sociedad 244, www.nuso.org.
25
> Ekvator’da
Ekstraktivizm
Buen Vivir’e Karşı
William Sacher ve Michelle Báez, FLACSO (Latin Amerika Sosyal Bilimler Enstitüsü),
Ekvator
26
Tundayme, Zamora-Chinchipe, Ekvator’da, geleceğin Mirador açık ocak
bakır madeni alanının inşası. Fotoğraf: Omar Ordoñez.
2
007 yılında Başkan Rafael Correa, öncü siyasi
projesi La Revolución Ciudadana [Vatandaşların
Devrimi] ile büyük bölgesel ve uluslararası ilgi
uyandırdı. 2008’de Kurucu Meclis doğa haklarını
da savunan yeni bir Anayasa’yı onayladı, ve 2009 yılında
hükümetin ilk kalkınma planı (Plan Nacional para el Buen
Vivir, İyi bir Yaşam için Ulusal Plan), “Güney’deki ülkeler
için yıkıcı ekstraktivist rotayı sürdürmenin imkansızlığını”
tanıyarak, hakim kalkınma paradigmasını tersine çevirdi.
Dahası, öncü Yasuní-ITT Girişimi, uluslararası toplumdan bağışlar karşılığında Ekvator Amazonu’ndan petrol
çıkarılmasının durdurulması için çağrı yaparak, post-ek-
straktivist bir Ekvator’a radikal bir geçiş için söz verdi. Revolución Ciudadana siyasi projesinin uygulandığı yedi yıldan
sonra, Correa’nın maden ve petrol endüstrilerine dair
politikalarının etkisi nedir? Bu ilk önerilerden ve içerdikleri
umuttan geriye ne kaldı?
> Ekstraktif Sınırların Genişlemesi
Son birkaç yıl içinde Başktan Correa ekstraktif sınırların
genişlemesini sürekli destekledi. Petrol Sektöründe yeni imtiyazlar, son iki ihalede Amazon’da üç milyon hektardan fazla alanı sondaj çalışmasına açtı. 2013 Yılında Ekvator ITT
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
Girişimini bir kenara bırakarak, birkaç yerli grubuna ve inzivaya çekilmiş insanlara yuva olan Yasuní Ulusal Park’ının
bazı bölümlerinin ekstraksiyona açık olduğunun işaretini verdi. Benzer biçimde, 2009 yılından beri hükümet çok sayıda
mega maden projesini destekledi. Bunların çoğu Ekvator’u bir
madencilik ülkesi haline getirme amacıyla, neoliberal dönemde başlatılmıştı. Bugün, yerli alanlarını ve yüksek derecede biyolojik çeşitlilik ve su kaynakları içeren bölgelerde, bir düzine
bakır ve altın madenciliği projesi devam etmekte.
Bu madencilik projelerinin en önemlileri, ulusötesi
şirketlere ait. Intag bölgesindeki Llurimagua projesinin sahibi olan Şili devletine ait Codelco şirketi; Kanada’daki “yasal
sığınaklarından” Ekvator’daki varlıklarını geliştirmeye devam
eden Lundin Madencilik, Cornerstone, Dynasty Metalleri gibi
küçük Kanada maden şirketleri; ve Çin devletine ait Tongling
ve Çin Demiryolları. Devlete ait bir madencilik şirketi olan
ENAMI’nin (Empresa Nacional Minera) kurulmasına rağmen,
Ekvator’un kendi maden üretiminin geleceği üzerinde hiçbir
kontrolü yok.
Yeni hükümet, petrol sektöründe sözleşmeleri yeniden
müzakere ederek ve devlete ait şirketlerin katılımını
arttırarak, devletin petrolden gelen gelirlerini başarılı bir
biçimde arttırmayı başardı. Dahası, ve daha önemlisi, Ekvator
son beş yılda Çin bankalarından 10 milyar dolardan fazla borç
aldı, bu da, bu borcun Çinli şirketlere petrol varilleri olarak
geri ödenmesi nedeniyle, Ekvator petrol üretiminin kalıcı
olarak yönünün sapmasına neden oldu. Dolayısıyla bugün,
Ekvator’un petrol üretiminin %90’ının bu borcun ödenmesine
gitmesi bekleniyor.
> Mülksüzleştirme Yoluyla Birikim
Petrol ve maden çıkarılan bölgelerde, şirketler ve devlet
kamu kurumları Revolución Ciudadana tarafından yaratılmış
olan yasal çerçeveyi kullanarak insanları topraklarından
ederek mülsüzleştiriyor, ve büyük ölçekli ekstraktif faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi için gerekli koşulları sağlamak
adına orta büyüklükteki maden şirketlerinin makinelerine
el koyuyor.
David Harvey’in “mülksüzleştirme yoluyla birikim”
dediği şeyin açık örnekleri olan bu süreçler, Ekvator
Amazonlarında son 40 yılda gerçekleşen petrol sömüsürü
esnasından meydana gelenler gibi, gelecekte de çevresel
ve toplumsal felaketler olmasından korkan, ekstraksiyon
karşıtı sayısız hareketin (yeniden) kurulmasına yol açtı.
Bu toplumsal hareketler, Sarayaku, Shuar ve Cordillera
del Condor’daki Mestizo halkları gibi Amazınlardaki köylü
ve yerli topluluklarını; nemli Intag ve Pacto ormanlarında
yaşayanları; páramo alanlarındaki halkları; ve Yasuní Ulusal Parkı’nın sömürülmesine dair kararın halk referandumuyla verilmesini isteyen -ki referandum Ulusal Seçim
Kurulu tarafından onaylanmadı- Yasunidos gibi kentsel
örgütleri içeriyordu.
> Toplumsal Protestonun Marjinalleştirilmesi,
Baskılanması ve Kriminalize Edilmesi
Hükümet bu hareketlerin ekstraksiyon politikalarına
getirdikleri eleştirileri reddetti. Hem hükümetin basın
açıklamarında, hem de Başkan Correa’nın cumartesi günleri halka yaptığı televizyon konuşmalarında (Sabatinas),
devlete ait medya kanalları ekstraksiyon modeline karşı
çıkmayı “çocukça”, ekstraksiyonu ise “kalkınma” ve “ilerleme” için tek yol olarak tanımlıyor.
Ceza kanunu, ekstraksiyon karşıtı direnişçilerin (özellikle
“terörizm” ve “sabotaj” kategorileri üzerinden) hapse mahkum edilmesi için kullanılmaktadır. (Código 16) gibi diğer
yasal araçlar ise, Amazon halklarının petrol şirketlerine
karşı mücadelelerini destekleyen Pachamama gibi sivil toplu örgütlerinin kapatılması için kullanıldı.
Son olarak, maden ve petrol çıkarılan bölgelerde artan polis ve asker varlığı yerel halklar arasında terör estirdi ve hatta birkaç ölüme neden oldu. Sindirme yöntemleri eleştirel
aktivistleri ve daha genel olarak sivil toplumu sessizleştirdi,
ekstraktivist modelin uygun olup olmadığına dair kamusal
bir tartışma imkansız hale geldi.
Başka bir çalışmamızda (Sacher, 2010), araçlarını mega-maden ya da petrol çıkarımındaki sermaye birikiminin
hizmetine sunan devletleri “mineral-devletler” ya ada “petro-devletler” olarak adlandırmıştık. Revolución Ciudadana
adlı siyasi projenin uygulamaya koyulmasıyla birlikte, Ekvator devleti artık bu faaliyetleri geliştirmek için gerekli maddi
ve sosyal koşulları yaratmış bulunmaktadır. Geçtiğimiz
birkaç yıl içinde, Rafael Correa Ekvator’un önceki -üklenin
pek çok yerinde neredeyse hiç bulunmayan- neoliberal devletini bir mineral- ve petro-devlete dönüştürmüştür.
> “Buen Vivir”den geriye ne kaldı?
Correa ve hükümetinin ekstraktivist politikaları, resmi
retorikleri ile çelişki halindedir. Resmi ifadeler “kalkınma”
modellerini ve ekonomik büyümeyi, insanların ve doğanın
sömürülmesini kınamakta ve ekstraktivizmin sonunun getirilmesini istemektedir. Fakat hükümetin faaliyetleri 2008
Anayasası’nın ruhunu içermemektedir. Hükümet, maden ve
petrol şirketlerinin doğal kaynakları “sorumlu” bir şekilde
sömüreceklerini ve yarın ekstraktivizmden kurtulmak için
onun bugünkü varlığının gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Fakat Ekvatorlu filizof David Cortesin’in dediği gibi
Correa’nın “Sumak Kawsay”ı (Buen Vivir) yeni bir kalkınma
planı değil, extractivismonun agresif polilitikalarını meşru
kılacak bir araç, ve hatta yeni bir güç taktiği sunmuştur.
William Sacher’a ulaşmak için: <[email protected]>
Michelle Báez’e ulaşmak için: <[email protected]>
Referanslar
Sacher, W. “The Canadian mineable pattern: institutionalized plundering and impunity.” Acta Sociológica 54, January-April 2010, pp. 49-67.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
27
> Meksika’da
Ortak Alanlar
Mücadeleleri
Mina Lorena Navarro, Puebla Otonom Benemérita Universitesi, Meksika
28
Meksika, Santiago Nehri’nde ölü balıklar.
S
on on beş yıldır Meksika’daki çevre mücadeleleri, Maristella Svampa’nın “Emtia Konsensüsü” (2013) diye adlandırdığı şeye -ortak doğal
kaynakların kontrolüne dair, yönetimine dair, onlara erişime dair çatışmalar- karşı yükselişe geçti. Bu mücadelelerin merkezinde üç süreçli sermaye birikimi için toplumsal refahı metalaştıran bir ekstraktivizm tipi yatmakta
(Navarro 2015):
• Küçük kırsal üreticileri dışlayan ve köy ekonomisini yok
eden yeni bir tarımsal endüstriyel ulusötesi gıda sektörünün gelişmesi
• Otoyolların, limanların, havaalanların, demiryollarının
ve turistik mega projelerin yeni ekstraktivizmle
bağlantılı şekilde genişlemesi
• Ekili biçili ve korumalı alanları tehdit eden yeni altyapı
projeleri ve kentsel genişleme nedeniyle toplumsal
yapının parçalanması
Bu değişiklikler, hükümet ve organize suç örgütleriyle farklı
düzeylerde ittifak kurmuş olan ulusal ve ulusötesi sermaye
tarafından yoğunlaştırılmıştır. Toplulukları asimile etmeyi,
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
disipline etmeyi ve bölmeyi içeren yasal stratejiler bu yeni
sömürü ve pazarlama alanlarını desteklemektedir.
Bu doğrultuda, ortak alanların savunması için mücadele
veren katılımcılara karşı şiddet ve tutuklama düzeylerinde
üzüntü verici bir artış olmuştur. Meksika Çevre Hukuku
Merkezi (CMDA) 2005 ve 2013 arasında 44 çevrecinin
öldürüldüğünü, aynı zaman dilimi içinde 16 kriminalizasyon
vakası, 14 yasadışı güç kullanımı vakası ve 64 yasadışı tutuklama olduğunu belirtmiştir. Bu baskıya rağmen direniş
hareketleri Meksika’nın her yerinde oluşmaya devam etmiş,
bu en başta yerli ve köylü toplulukları, daha sonraları ise
kentsel otonomist hareketler liderliğinde olmuştur. Kırsal
topluluklar kendilerini yer değiştirmeyle tehdit eden, ve
dolayısıyla yaşam kaynaklarına erişimlerini tehlikeye atan hidroelektrik barajları inşaatlarını boykot etmek için stratejik
saldırılar başlattılar. Guerro’da Ejidos ve Topluluklar Konseyi
(CECOP), Parota barajının inşasını engellemek için on iki yıl
boyunca sürdürdükleri başarılı kampanyayla tanınır oldu.
Aynı zamanda, son 15 yıl içinde, Meksika hükümeti açık hava
madenciliğini ve kaya gazı çıkarılması için hidrolik çatlatma
işlemini desteklemek amacıyla 24,000 yetki belgesi verdi.
Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların yaygınlaşması, köylü ve
yerli toplulukların sürekli direnişinin olduğu bir başka alandır.
Bu hareketlerin kararlılığı, şirketlerin genetiği değiştirilmiş
mısır yetiştirmelerine izin veren ruhsatların dondurulmasına
dair bir davanın kazanılmasını sağladı. Diğer mücadeleler,
hammaddelerin ulaşım masraflarını düşürmeyi amaçlayan
otoyol, demiryolu, liman ve havaalanı gibi altyapı projelerini
hedefliyor. Atenco, Estada de Mexico’daki Halkın Toprağı Savunma Cephesi, tıpkı 2001’de olduğu gibi bir kez daha Mexico City’deki Yeni Uluslararası Havaalanı’nın inşaatına itiraz
etti. Turistik mega projeler köylü ve balıkçı toplulukları olduğu
kadar biyolojik çeşitlilik açısından zengin alanları da tehdit
ediyor. Cabo Pulmo topluluğunun mücadelesi, dünyanın en
önemli mercan resiflerinden birini tehdit eden yıkıcı bir mega
projeyi durdurması açısından sembolik bir önem kazandı.
Mexico City ve Puebla gibi şehirlerde, onlarca hareket tarım
için korunan ya da kullanılan alanlarda yapılacak altyapı
projelerini engellemeye çalışıyor. Pek çok mahalle açık hava
katık atık sahaları ve toksik atık çöplüklerinden olduğu kadar, kirli nehirler ve kanallardan etikleniyor. Açık hava ektraktivizmi, tıpkı Kuzey Meksika’daki Sonora Nehri’ne dökülen
ve Grupo México’ya karşı Birleşik Cephe olarak örgütlenmiş
olan 23,000 bölge sakinini etkileyen 40 milyon litre bakır
sülfat gibi, büyük çapta toksik maddenin dökülmesine
neden olmuştur. Ayrıca, devletin sahibi olduğu petrol şirketi
PEMEX’in ekstraksiyon faaliyetleri nedeniyle büyük döküntüler ve patlamalar meydana gelmiştir.
Topluluklar her zaman bölgelerini savunma konusunda
başarılı olamamış olsa da, mega projeleri ertelemeyi ve hatta
bazı durumlarda durdurmayı başarmışlardır. Bu, daha önce
görülmemiş kolektif örgütlenme sayesinde ve geleneksel
yönetim biçimleri üzerine inşa edilerek mümkün olmuştur.
Örneğin, Michoacán’daki yerli Cherán toplulukları, kendilerini hem ağaçları kesenlere hem de organize suç örgütlerine
karşı savunarak, ormanlarının yok edilmesini kontrol altına
alabilmişlerdir.
Şüphesiz, bu mücadeleler kapitalist kalkınmanın tehlikelerine, ve insan yaşamının ve diğer varlıkların yaşamının
yeniden üretilmesini koruyabilecek olası alternatiflere işaret
etmesi açısından eğiticidir. Ortak alanlar için mücadelenin
iki amaçlı bir siyasi ufku var: ilk amaç, topluluklarımızın
yeniden şekillendirilmesi için siyasalın yeniden tahsis edilmesi, ikincisi ise, yaşamın özerk olarak sembolik ve maddi
olarak yeniden üretimini sağlayacak koşulların ve kapasitelerin yeniden tahsisi. Ortak yararın yeniden canlanması
ve korunması insan varlığının temelidir, fakat günümüzdeki
insanlık krizinin merkezindeki soru, toplulukların bu ortak
yararının kullanımını ve ona erişimlerini düzenlemelerine izin
verilip verilmeyeceğidir.
Mina Navarro’ya ulaşmak için: <[email protected]>
Referanslar
Navarro, M. L. (2015) Luchas por lo común. Antagonismo social contra el despojo capitalista de los bienes naturales en México. Mexico: ICSyH BUAP/ bajo tierra ediciones.
Svampa, M. (2013) “Consenso de los ‘Commodities’ y lenguajes de valoración en América Latina” in Nueva Sociedad, 244.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
29
> Arjantin’in Yeni
Ekstraktivizmi
Marian Sola Álvarez, Ulusal General Sarmiento Üniversitesi, Arjantin
Mendoza, Arjantin’de madenciliğe
karşı eylem.
A
rjantin,
çeşitli
mücadelelerin ve ekstraksiyon karşıtı hareketlerin ortaya çıkmasına
neden olmuş, genişleyen ekstraktif faaliyetler için -- tarım ticareti,
mega madencilik, ve daha yakın
zamanlarda,
hidrolik
çatlatma
yoluyla konvansiyonel olmayan
hidrokarbonların sömürülmesi sembol bir vakadır.
Tarım ticareti ortaya çıkıp bir
tarımsal model olarak yerini
sağlamlaştırdıkça Arjantin, genetiği
değiştirilmiş soyanın dünyadaki en
büyük üreticilerinden biri olarak
küresel piyasaya girdi. Diğer başka
etkenlerin yanında, temel ürünlerin fırlayan fiyatları da, 1996’da
370,000 hektar olan büyük çapta
soya üretimi için ayrılan toprak
miktarını 2014-15’te 20.5 milyon hektardan fazlasına çıkardı.
Çoğunluğunun
ihraç
edilmesi
hedeflenen ve çok büyük miktarda yapılan soya ve mısır üretimi, toprağın yabancıların elinde
30
yoğunlaşmasını hızlandırmış olsa
da, çiftçiliğin kökeni yine de ulusal
tarım geleneklerinden geliyormuş
gibi görülüyordu. Bu bakış açısı,
tarım ticareti modelinin avantajları
ve
dezavantajları
hakkındaki
tartışmayı kısıtlıyordu.
Fakat, soya modeline yanıt
olarak farklı direniş biçimleri ortaya çıktı. Sivil gruplar ve mahalle
grupları, Paren de Fumigar (“Tütsülemeyi Durdurun”) sloganı altında,
insanların
yaşadığı
alanların
tütsülenmesinin getirdiği etkileri
kınadı; birkaç grup, soya ile tek
ürün çiftçiliği yapılmasına karşı eylemler örgütledi, bu durumun yerli
toprakları ve yerel biyoçeşitlilik üzerindeki etkilerini eleştirdi; köylü
ve yerli toplulukları Ulusal Orman
Kanunu’nun uygulanmasını isteyerek, yerlerinden edilmeyi engellemeye çalıştı.
Madencilik 1990’lar boyunca giderek daha popüler hale geldi.
2000’lere gelindiğinde açık ocak
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
madenciliği Arjantin’de katlanarak
büyümüştü. Metaller, özellikle altın
ve bakır, soyadan sonra Arjantin’de
en hızlı büyüyen ikinci ihraç sektörü haline geldi. Ulusal Madencilik
Bakanlığı’na göre, madencilik ihracı
%434 büyürken, projelerin sayısı da
%3.311 büyüdü. Yerel otoriteler,
kasaba ve kentlerde olduğu gibi,
korunan kırsal alanlar için de çok
sayıda madencilik ruhsatı sundu.
Açıkça, Arjantin’in neoliberal
politikaları, 2007’den beri yalnızca
küçük değişiklikler yaparak, büyük
ölçekte mineral ekstraksiyonunu
desteklemiştir. Ülkenin yasal çerçevesi, “yasal güvence” ve yüksek
kar oranları taahhüt ederek, neoekstraktif modelin genişlemesine
katkıda bulunmuştur. Arjantin devletinin federal örgütlenmesi ve
ülkenin 1994 yılındaki anayasal
reformları, altulusal idari birimlere
mega projeler kurma konusunda
merkezi bir rol vermiştir. Sonuç
olarak, mega madencilik, altulusal
hükümetlerin oynadığı role, ye-
>>
rel ekonomik aktörlerin hangi sektör için ya da hangi sektöre karşı
girişimde bulunduğuna, ve yerel
siyasi, ekonomik, ve kültürel dinamiklere göre değişir.
Yeni madencilik projeleri ve onların
etkilerine karşı örgütlü direniş,
Arjantin’de yaygındır. Madencilik projelerinin olduğu bölgelerde,
sıklıkla asambleas de autoconvocados ya da “kendi kendine kurulmuş
meclisler” liderliğinde, çok sayıda
hareket oluştu. Fakat, bu gruplar
ekstraksiyona karşı kamusal muhalefet gösterebilmek için kısıtlı
olanaklara sahip. Bunun nedeni
de bölgesel hükümetlerin toplumsal eylemleri ve çevre eylemlerini
kriminialize etmesi ve sansürlemesi. Dahası, bu gruplar kamusal
bilgiye ve devletin çevre birimleri
içinde hareket etmekte de zorluk
yaşıyorlar.
Neoliberal politikalar yalnızca soya
üretiminin ve yeni mega madencilik
projelerinin genişlemesine yardımcı
olmadılar, aynı zamanda hidrolik
çatlatma yoluyla konvansiyonel olmayan hidrokarbon çıkarma için de
yolu açtılar. Bu, ciddi toplumsal ve
çevresel riskleri olan, karmaşık ve
tartışmalı bir eylemdir. Bu deneysel
teknik, büyük ulusötesi şirketler
tarafından gerçekleştiriliyor olsa da,
hükümet konvansiyonel olmayan
hidrokarbon ve enerji bağımsızlığı
konusunda ulusal şirketi YRF sayesinde ilerledi. Bu, ulusal şirket en
azından enerji konusunda yeniden
kendine yetebilme vaadi taşıdığı
için, en aından sembolik olarak etkili bir hareketti.
2013 yılında, YPF, Chevron ve
Neuquen bölgesi arasında yapılan
anlaşma, Arjantin’de büyük ölçekli
hidrolik çatlatmanın başlangıcı
oldu. O zamandan beri,Vaca
Muerta’daki şist birikintilerinin
keşfedilmesi, hidrolik çatlamaya
karşı olanların damgalanması ve
kazaların
üstlerinin
örtülmesi,
muhalif seslerin kendilerini duyurabildikleri alanları azalttı. Fakat
yine de, meclislerin, çok sektörlü
örgütlerin ve yerli topluluklarının su
ve toprak mücadelelerine girdikleri
bölgelerde, özellikle Patagonya’da,
direniş büyüdü. Buenos Aires ve Entre Ríos dahil bazı bölgelerde, doğal
kaynakların daha fazla sömürülmesini yasaklamak üzere yerel kanunlar yürürlüğe konuldu.
Ekstraktif faaliyetlerin genişlemesi
aynı zamanda büyük merkezi hi-
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
droelektrik ve nükleer santrallerin inşa edilmesi ve yeniden
canlandırılmasıyla, ticari tarımı,
büyük ölçekli madenciliği ve konvansiyonel
olmayan
hidrokarbon çıkarımı destekleyen büyük
altyapı projeleriyle bağlantılıdır.
Doğal kaynakların çıkarılmasını
ve metalaşmasına elverişli belirli
siyasi-kurumsal
düzenlemeler, birkaç hegemonik aktör
tarafından dayatılmış, bu düzenlemeler ulusötesi şirketlere bu bölgelerdeki yaşamı şekillendirme gücü
vermiştir.
Neo-ekstraktivist modeli sorgularken birden fazla zorlukla
karşılaşıyoruz, fakat o yine de bizlere ne tür bir toplum istediğimize
dair tartışma fırsatı sunuyor. Eğer
daha demokratik toplumlar inşa
edeceksek,
toplulukların,
tüm
eşitsizliklere rağmen, insani, toplumsal, bölgesel ve çevre haklarını
derinden etkileyen konulara dair
tartışmalara katılması çok önemlidir.
Marian Sola Álvarez’e ulaşmak için:
<[email protected]>
31
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
> Açık bir Sosyolojiye
Adanmış bir Hayat
Mikhail Chernysh, Rus Bilimler Akademisi, Moskova, Rusya, ve ISA Toplumsal Sınıflar
ve Toplumsal Hareketler ARaştırma Grubu (RC47) ve İnsan Hakları ve Toplumsal Adalet
Tematik Grubu (TG03) üyesi.
32
Vladimir Yadov.
V
ladimir Yadov Büyük
Savaştan (2. Dünya
Savaşı) önce doğmuş
Rus nesline aitti ama
savaş bittikten sonra büyüdü. Her
taşın cesaret, fedakarlık ve trajediyi, Stalin’in kötülüklerini ve
900 Gün Kuşatmasının travmasını
barındırdığı Leningrad’da doğmuştu.
Leningrad,
Akhmatova,
Shostakovich ve Brodsky gibi isim-
lerle, yaratıcı ruhun inanılmaz
başarılarının sahnesiydi.
1945 yılında Yadov on altı
yaşındaydı ve pilot olmanın hayalini
kuruyordu. Genç bir lise mezunu
olarak askeri pilotlar için bir eğitim
kursuna yazıldı ama bunu devam ettiremedi. Fiziksel olarak güçlü olanlara öncelik tanıyorlardı ve o fazla
zayıftı. Kursu değiştirdi, ama ufkun
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
ötesine gitme ve güneşin bulutların
üstünde nasıl göründüğünü görme
hayali hep kaldı. Leningrad Devlet
Üniversitesi’nde felsefe bölümüne
yazıldı, şeref derecesiyle mezun
oldu, ve lisansüstü öğrenci olarak
devam etti. 1950’lerin başında
“Bir Spiritüel Eylem Biçimi Olarak
İdeoloji” konulu tezini savundu.
Igor Kon’la bir toplantıdan sonra
sosyolojiye döndü; bu Stalin sonrası
>>
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
açılım atmosferinde henüz açılmış
yeni bir araştırma alanıydı.
O günlerde sosyoloji Sovyetler Birliği’nde resmi olarak
tanınmıyordu. Otoriteler sosyolojiyi, Sovyet toplumunda olmuş
her şey için mükemmel açıklayıcı
araçlar sunduğu düşünülen bilimsel komünizm alanına tehlikeli bir
saldırı olarak görüyordu. Dolayısıyla
Yadov Sovyet tarihindeki ilk ampirik
çalışmalardan birini yürütme kararı
aldığında kaygan bir zemindeydi.
Konu gerçekten zorluydu: çalışma,
yeni Sovyet koşullarının Yeni İnsanı,
kamu yararı için kendisini feda
etmeye hazır olan yeni bir bireyi,
doğurduğuna dair Marksist hipotezi
test etmeyi amaçlıyordu. Çalışma
Rus sosyolojisinde çığır açan bir
kitapla sonuçlandı: Man and His
Work.
Yine o günlerde sosyalizme dair
tavırlar uçlar arasında gidip geliyordu. Destekçileri yeni sistemi insanlık
tarihindeki en gelişmiş toplum
olarak yüceltiyorlardı. Eleştirenler
ise sistemi insan doğasının en kötü
yanlarını güçlendiren “şeytani imparatorluk” olarak tanımlıyorlardı.
Yadov Sovyet İnsanının diğer ülkelerdeki kadın ve erkeklerden bir
farkı olmadığını gösterdi. Sovyet
İnsanı Rusyanın müferreh olmasını
istiyordu, ama aynı zamanda kendi
kişisel geleceğini çiziyor, kişisel
mutluluk ve gelişim hayalinin
peşinden gidiyordu. O zamandan
sonra Yadov hiç bir zaman özcülüğe
güçlü bir biçimde karşı olduğunu
saklamadı. Yalnızca ulusal sınırlar
içinde büyüyebilecek “yerel bir sosyoloji” gerçekleştirme çabalarına
sert şekilde karşı çıktı. Rus sosyolojisinin, modernitenin her biçimini incelemek için kaynak toplama amacıyla, sosyal bilimcilerden
oluşan dünya topluluğuna entegre
olmasını savundu.
Yadov Sovyet ideolojisinin
üstünlüğüne meydan okuyan bilim
insanları grubunun bir üyesiydi.
Igor Kon, Tatyana Zaslavskaya,
Boris Grushin, Andrei Zdravomyslov, Vladimir Shubkin dürüstlüğü,
tartışma özgürlüğünü ve dünyaya
açıklığı savunan gevşek bir Sovyet
sosyolologlar ağının parçasıydılar.
Vladimir Yadov toplumsal değişimi
anlamak için sosyal bilimler metodolojisine ve stratejilerine dair
çalışmaya devam ederek grubun
geleneklerini devam ettirdi. Bundan
dolayı aktivist sosyolojiye, ve sürmekte olan dönüşümleri açıklayan
çoklu paradigmalı tasarılara dair
önyargılıydı.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
1988’de Perestorika onun Rus
Bilimler Akademisi’ndeki Sosyoloji
Enstitüsü’nün Direktörü olmasına
yol açtı. Yadov ve arkadaşları bu
fırsatı, sosyolojiyi meşru bir sosyal
bilimler branşı yapmak, sosyoloji
bölümleri ve okulları açmak, ve genç
lisansüstü öğrencileri becerilerini
geliştirmek ve kendi toplumlarına
dair yeni bir vizyon kazanmak üzere
yurtdışına yollamak için kullandılar.
Sovyet sonrası yıllar pek çok umut
ve beklentiyi boşa çıkardı, fakat
Yadov son günlerine kadar iyimser kaldı. Ve son günlerine kadar
Rus ve uluslararası sosyoloji toplumu için çalışmaya devam etmek
istedi. Güçsüz düşmüş olmasına
meydan okuyarak seyahat etmeye devam etti, Rusya’nın dünya
sosyoloji toplumunun bir parçası
olması için iletişim hatlarını açık
tuttu. Gençlere şu mesajı göndermeye devam etti: biz sosyologlar
anlamaya çalışanlar ve anlayışımızı
diğerleriyle paylaşanlar olmalıyız. 2
Temmuz 2015’te Profesör Yadov’u
kaybettik. Tanıyanlar onu gülümsemesi, ve tanıtmak için çok
şey yaptığı sosyolojiye olan şüphe
götürmez bağlılığıyla hatırlayacak.
Mikhail Chernysh’e ulaşmak için:
<[email protected]>
33
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
> Akademisyen
ve Humanist
Andrei Alekseev, St. Petersburg, Rusya
34
Yadov Lenin’in gölgesinde konuşuyor.
A
ltı yıl önce Vladimir
Alexandrovich’in
80.
doğumgününü kutladık.
Yadov 87. senesinde,
2 Temmuz 2015 gecesinde
hayatını kaybetti. Ölüm nedeni
olarak “uzun ve tedavisi olmayan
bir hastalık” denebilir. Fakat son
dakikasına kadar zihni her zaman
olduğu kadar keskindi, ve çalışma
yetisine hala sahipti.
Yadov’la birlikte disiplinimizde
bir dönem sona erdi. Diğer
yaşıtlarından daha uzun yaşadı.
Savaş sonrası Sovyet/Rus soKD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
syolojisinin diğer kurucularının
hepsi -- Grushin, Levada, Zaslavskaya, Zdravomyslov, Shubkin-- ondan önce gitti. Ölümü
üzerine onlarca anma yazısı ve
yorum okudum. Anma yazıları
profesyonel kariyeriyle ilgili bilgiler ve uluslararası düzeyde
tanınmışlığının kanıtlarıyla dolu
(ama hiçbir zaman Rus Bilimler
Akademisi’nin siyasi önyargıları
nedeniyle bu kuruma üye olarak
seçilmemişti). Kişisel anı yazıları
ise genelde onun kişisel özelliklerini betimliyor ve hayatı hakkında
ilginç hikayeler anlatıyor.
>>
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
Akademik katkıları ve kişisel
albenisi göz önünde bulundurulunca, belki de bunun böyle
olması gerekiyor. Yadov elbette
bir entelektüeldi, ama aynı zamanda aydınlar sınıfına da aitti.
Bu iki kavram eşanlamlı olmaktan
çok uzaktır. Ancak Yadov ikisinin
birleşiminin bir örneğidir.
Yadov’un kendine has bir
özelliğinin altını çizmek isterim şaşırtıcı bir sınırları geçme becerisine sahip, geniş fikirli bir insandı.
Örneğin akademik çalışmalarında
ve tüm akademik hayatı boyunca
çeşitli kavramsal paradigmaları
bir araya getirmeye çalıştı. Yadov bir ortodoks Marksist değildi.
1960’larda “genel bir sosyolojik kuram” olarak Tarihsel Materyalizmin içten bir savunucusu
olsa da, aynı zamanda “spesifik
sosyolojik kuramların” görece
özerkliğini de savundu. Yazdığı
ders kitabı Strategies of Sociological Research’ün birkaç baskısında
dünyanın dört bir yanından ampirik sosyoloji örnekleri -temel
olarak pozitivist bir paradigmaya
dayanan örnekler- vermiş olsa
da, Yadov pozitivizme de düşkün
değildi,
Yadov “poli-paradigmatik”
kavramını Rus sosyolojisi diskuruna tanıttı. Hangi kavramsal
çerçevenin seçileceğinin eldeki
ampirik göreve dayandığını göz
önünde bulundurdu. Geniş bir sosyoloji vizyonu vardı. Dolayısıyla,
Predictions of the Social Behavior
of Personality [Kişiliğin Toplumsal Davranışının Öngörüleri] adlı
kitabı sosyolojiden çok psikoloji
olarak görülebilir. Yadov için disiplinler arasında duvarlar yoktu.
Yadov bir akademik sosyolog
olduğu kadar da güçlü bir halkla
ilişkilerciydi. Karmaşık akademik
materyali sıradan dinleyicileri
anlaşılması kolay bir dilde sunma
ve akademik sunumlarına “gerçek hayatın” taze nefeslerini getirme becerisiyle yarışılamazdı.
Yadov akademik muhaliflerine ve
kuramsal rakiplerine karşı çok
hoşgörülüydü. “Affediciydi” ve
ama onlarla dalga geçmek için
de her fırsatı değerlendirirdi. Bu
otoriteler ve hatta kendisi için de
geçerliydi. Her ne kadar Yadov
hiçbir zaman açıkça rejim muhalefetinin bir parçası olmamış
olsa da, bilimsel gerçeği arayışı
onu sıklıkla muhalif bir pozisyona
koydu.
Yadov geniş fikirli ve cömertti.
Ona hiç bir zaman kaç tane “vaftiz
çocuğu” (onun danışmanlığında
tezini yazmış olanlar, ya da tez
savunmalarında
“karşı
taraf”
olarak bulunduğu kişiler, ya da
toplumsal araştırmacı olmak için
ilham verdiği kişiler) olduğunu
sormadım - ki zaten cevap
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
verebileceğini de sanmıyorum.
Tahminim uzun akademik hayatı
boyunca bu sayının birkaç yüzü
bulduğu.
Dramatik bir anı hatırlıyorum.
Yadov’un
başkanlığını
yaptığı
Bilimsel
Kurul,
“aniden”
düşüncelerini anlaşılması güç
bir biçimde, “kuş” dili dedikleri şekilde ifade eden genç bir
araştırmacının tezini reddetti. Bu
red kararı, öncesinde herhangi bir
kamusal eleştiri olmadan, gizli bir
oylamayla alınmıştı. Yadov, her zamanki gibi, sürprizli bir çıkış yolu
önerdi - öğrencinin en anlaşılmaz
kavramlarını en sıradan akademik tarzda yorumlayan bir makale
yazdı. Sonucunda hem genç, hırslı
ve yetenekli bir yazarı, hem de
Bilimsel Kurul’un itibarını kurtardı.
Bireylerin kalibresi hem en
yakınlarındaki sosyal çevrelere,
hem de uzak sosyal çevrelere
olan etkileriyle ölçülür. Bu özel durumda ise etkisi tüm bir disipline
yayılmıştı. Yadov bir önder ve liderdi. Onu takip edenler onun yerini
alamayacaklar. Onu minettarlıkla
hatırlamaktan ve onun bilime, insanlara ve dünyaya yaklaşımına
ellerinden geldiğinde öykünmeye
çalışmaktan başka seçenekleri
yok.
Andrei Alekseev’e ulaşmak için:
<[email protected]>
35
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
> Rehber, Meslektaş
ve Dost
Tatyana Protasenko, Sosyoloji Enstitüsü, Rus Bilimler Akademisi, St. Petersburg, Rusya
Yadov kır evinde hayatın tadını çıkarırken.
36
Y
adov’la ilk tanışmam Leningrad Devlet Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde bir bölüm
toplantısında olmuştu. O zamanlar orada hem
öğrenciydim, hem de orada stenograf olarak
çalışıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam 1965 yılının başlarıydı.
Vladimir Yadov İngiltere’deki akademik eğitiminden yeni
dönmüştü ve fakülteye bir sunum yapıyordu. Bu o kadar
resmi olmayan tarzda ve eğlenceli bir sunumdu ki, felsefecilerin anlaşılmaz monoton konuşmalarına alışkın olan
ben, hemen o anda sosyolojiye döndüm. Zaman içinde sosyoloji alanında uzmanlaşmayı umarak Felsefe Fakültesine
başvurdum ve kabul edildim. O sırada disiplinde Tarihsel
Materyalizmin egemenliği vardı.
O.I. Skaratan’ın lisansüstü öğrencisi olmama rağmen,
Yadov akıl hocam, yakın meslektaşım, arkadaşım ve
izleyeceğim bir örnek haline geldi. Daha sonra birlikte
çalışması kolay, mükemmel bir patron olacaktı.
Gerçekten, Tanrı tarafından kutsanmış bir sosyologdu.
Yüksek rütbeli resmi görevli, bir başkan, ya da anketlerimizdeki sıradan bir insan olması farketmeden, her türlü insanla kolayca iletişim kuran bir halk sosyoloğuyudu. Asla
küstah değildi, konferanslarda ve gayrıresmi partilerde her
zaman meslektaşlarıyla birlikte dururdu. Kolektif emeğe
katkı olarak düzenli olarak kamusal çiftlik Lensovetovski’yi
ziyaret eder, orada karnıbahar ve turp eker ve biçerdi.
Bu diğer yöneticilerimizin nadiren yaptığı bir şeydi. Kadın
çiftçiler Yadov’a bayılır, onun gelmesini heyecanla beklerlerdi. Baştaki çiftçi ona sıcak bir şekilde nutuk çekerdi: “Hey
Profesör, neden yalnızca bir çeşit sebze topluyorsunuz?
İnsanlar için toplanan turplarla hayvanları beslemeye gidecekleri ayırmanız gerekiyor.” Yadov anında bir espiriyle
cevap verirdi, ve çalışma koşulları, çiftçilerin hayatları ve
aileleri hakkında sorular sorarak devam ederdi.
Birlikte çok zor ve kasvetli zamanlardan geçtik. Ama o
her zaman metindi. Kimseyi arkadan vurmadı, çok kişiye
yardımcı oldu. Hatta insanları kurtardığı bile söylenebilir.
Hayatımın zor zamanlarında onun desteğini aldım. Olan
biteni takip edebilmek ve kendimizi saldırılara karşı koruyabilmek için sosyoloji bölümümüzdeki Parti Sekreteri
pozisyonunu almamı öneren de oydu. Ne de olsa Komünist
Parti, sosyoloji üzerine polemikler ve tartışmalar için en ortak kamusal alandı.
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
>>
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
Aynı zamanda asla araştırma yapmayı, anketler düzenlemeyi durdurmadık, ama bir yandan da dedektif hikayeleri okumaya bayılıyorduk. Yadov bu tarza kendini
adamıştı, çünkü, bu hikayelerin zihni, mantıksal düşünmeyi
geliştirdiğini ve gündelik hayata dair bilgiler sağladığına
inanıyordu. Yadov işinden kovulduktan sonra o ya da Ludmila Nikolaevna (eşi) beni yeni dedektif hikayeleri hakkında
sormak için arardı. O sıralarda kadın arkadaşlarım ünlü
yabancı yazarların dedektiflik hikayelerinin ve romanlarının
resmi olmayan çevirilerini içeren özel kitap koleksiyonları
tutuyorlardı. Aynı zamanda Rusya’ya gizli gizli kitap sokan, yurtdışında yaşayan arkadaşları ve akrabaları vardı.
Benim gibi daktiloda hızlı yazabilenler bunların kopyalarını
yaparlardı. Samizdat dedektiflik hikayelerinin kopyaları hala
elimde bulunuyor.
Sosyo-Ekonomik Araştırma Enstitüsünün 50. kuruluş
yılı kutlamalarında ona bir fıçı şarap hediye ettiğimizi
hatırlıyorum. Çok mutlu olmuştu ve eve fıçının üstünde
oturarak götürülmeyi istemişti. “Hayal edin” dedi, “Ljuka [eşinin adı] kapıyı açıyor ve işte ben tam oradayım,
etrafımda kimse yok ama tam onun önünde bir fıçının
üstünde oturuyorum.” İşte Yadov buydu.
Yadov’un en sevdiği şarkı Alexander Galitch’in “Narva’da
bir yerlere gömüldük” şarkısı idi. Bu şarkıyı hemen hemen
her heyecanlı buluşmada ya da gitarın olduğu hemen
hemen her partide söylerdik. Yadov her zaman şarkının belirli mısralarını vurgulayarak söylerdi:
Eğer Rusya ölü oğullarını çağırıyorsa başı dertte demektir
Ama gördük ki bu bir hataymış - hem de ne ziyan
1943’te taburumuzun yok yere katledildiği tarlalarda
Bugün avcı ekipleri öldürmekten keyifleniyor ve avcılar
kornalarını çalıyor.
Yadov’la ilgili çok kişisel ve son anım ise iki yıl önceden.
Oleg Bozkov ve ben onu Estonya’daki evinde ziyaret ediyorduk. Yadov’un en sevdiği öğrencilerinden olan ve uzun
süredir Estonya’da yaşayan Alexei Semenov bizi arabayla
götürmüştü. O sırada Semenov, Tallinn’deki mecliste bir
koltuk için adaylığını koymayı planlıyordu. O ve eşi Larisa,
Yadov’a en iyi şekilde bakıyorlardı. Açık konuşmak gerekirse, o anlar hayatımın en mutlu ve en neşeli anlarından
biriydi. Anılarımızı hatırlıyor, şakalar yapıyor, martini ve
kırmızı şarap içiyorduk. Aynı zamanda sosyolojinin bugünlü yerini ve rolünü, sosyologların ne yapması gerektiğini
ve özellikle de otoriteler tarafından sıkıştırıldıklarında,
günümüzdeki zorluklara nasıl yanıt vermeleri gerektiğini
tartışıyorduk. Onu hepimiz her zaman insanlığı, hayata
dair bitmeyen ilgisi ve araştırmalar için hiç beklenmedik
varsayımları, çıkarımları ve konuları ile hatırlayacağız.
Bir keresinde neden özellikle bu şarkıyı sevdiğini
sorduğumda, şarkı, ortak bir amaç için yapılan anlamsız
fedakarlıkların kurbanları hakkında olduğu için diye
yanıtlamıştı. Bu Rus tarihi boyunca olan bir şeydi, savaş ya
da barış zamanı farketmeksizin.
Budapeşte’den altı aylık oğlum için su geçirmez pantolon
getirdiğini de hatırlıyorum. Oğluma küçük gelmişti. “Oğlanı
çok besliyorsun” diye yakınmıştı. Yine de, arkadaşları
aracılığıyla pantolonu doğru bedenle değiştirmeyi
başarmıştı.Bu Yadov’du - çok insani, yakın, anlayışlı ve çok
zeki. Bazen düşünme biçimi anlaşılmazdı, garip şeyleri
birbirine bağlamayı beceriyordu.
Tatyana Protasenko’ya ulaşmak için: <[email protected]>
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
37
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
> Kişisel Hatıralar
Valentina Uzunova, Kunstkamera, Rus Bilimler Akademisi, St. Petersburg, Rusya
Yadov Enstitü’de bir partide.
V
ladimir Alexandrovich Yadov bir zamanlar
Felsefe Fakültesinde “Uygulamalı Sosyolojik Araştırma” Konusunda bir ders verdi.
Derse o kadar kendini kaptırmıştı ki birden
platformdan düşüverdi. Anlaşıldı ki karatahta, tebeşirle
yazarken üzerinde hareket ettiği sahneden daha
uzunmuş. Bizler nefesimizi tuttuk ama Yadov anında
ayağa kalktı, anlatmaya ve tahtaya yazmaya devam
etti. Bir ritmi bile kaçırmadı. Aynı kazayı yaşamaktan
korktuğu için karatahtayı işlemlerle kaplaması gerekirken dersi tek bir yerde durarak anlatan genç matematik
profesöründen ne kadar farklıydı!
Vladimir Alexandrovich beni Sosyolojiye 1967 yılında
aldı. Doktora savunması için birlikte stenografın
notlarının üzerinden geçiyorduk. Sunumunun ne kadar başarılı geçtiğini söylemeye gerek yok. Halka açık
savunma gerçekleştiğinde, Tarih Fakültesindeki büyük
odayı, özellikle de Yadov’un yandaşları ve muhalifleri
arasındaki rekabet giderek daha kuvvetli hale geldikçe,
bir beklenti hissi doldurmuştu. İnsanlar oturdukları yerden yorumlarını bağırarak ortaya attıkları için not almak zor oluyordu. Yadov’un gerginliğini hissettim - yüksek podyumun arkasından neredeyse görünmüyordu.
Bana protokolle uyumlu bir biçimde kendisini önceden
provası yapılmış olan metni okumaya zorluyor gibi
görünmüştü; seyircileri hitabet gücü ve polemiklerle
ikna etmeyi tercih ederdi.
Tartışma eğilimiyle sert bir tezat oluşturan şey, VAK’a
(Ulusal Denklik Komisyonu) sunması gerek devasa belge ve kağıt yığınının içerdiği titiz akademik çalışmaydı.
Bu sıkıcı makaleler üzerine birlikte çalışırken birdenbire
bana Felsefe Fakültesinde okuma ihtimali üzerine ne
düşündüğümü sordu. Geleceğin sosyolojide olduğunu
ve sosyolog olmanın pek çok imkana sahip, en ilginç
iş olduğuna inanıyordu. Ona tümüyle güvendim ve
seçimimden dolayı hiç hayalkırıklığına uğramadım.
Anlatacağım hikaye 1970 yılından. Leningrad Komsomol Sosyologları (Genç Komünistler Birliğinin üyeleri)
iki iş arkadaşımızın göç etmesiyle ilgili Komünist
Parti Bürosu’nun fikrine uygun seviyede bir destek
göstermemişti. Biri bir yabancıyla evlenmişti, diğer
ise ailesini takip ederek göç etmişti. Toplantımızda
kaydedilen fikirler, resmi önerilerde belirtilen kararı
desteklemiyordu. Kolektif pozisyonumuz “gitmenin özel
bir mesele olduğu ve bireyin hangi ülkede yaşayacağını
seçme hakkı olduğu” idi. Dayanışmamız ve açıklığımız,
denetleyen hükümet organlarını alarma geçirdi: “Çok
açık konuşuyorlar, bunun arkasında olan birisi olmalı…”
ofis duvarlarında yankılanıyordu. Sonuçları daha sonra geldi. Patronlar sonunda bu özgür ruhun ortaya
çıkmasından sorumlu olanların, arkamızda duranların
bir listesini yapmıştı. Öğretmenlerimiz dışlanmış kimseler oldu: Vladimir Alexandrovich listede bir numaralı
isimdi. Yadov buydu - hiçbir zaman temel değerlerinden
ödün vermedi.
Valentina Uzunova’ya ulaşmak için: <[email protected]>
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
38
ANMA: VLADIMIR YADOV, 1929-2015
> Sovyet ve Sovyet Sonrası Sosyolojide
Simgeleşmiş bir Figür
Gevorg Poghosyan, Ermenistan Ulusal Bilimler Akademisi, Felsefe, Sosyoloji ve Hukuk Enstitüsü Direktörü, ve ISA Göç (RC31) ve Afetler (RC39) Araştırma Komiteleri üyesi
T
here Adları bir düşünce ekolünün ya da
bir bilimsel disiplinin oluşumuyla birlikte
anılan bilim insanları vardır. Profesör Yadov bunlardan biriydi - Sovyetler döneminde akademik çalışmaları ve araştırmaları Sovyet
sosyolojisini biçimlendirmiş bir önderdi. 1960’lardan
beri Yadov’un akademik çalışmalarının bir kaç nesil
Ermeni ve Sovyet sosyoloğu üzerinde şekil verici bir
etkisi oldu. Üç ünlü monografı, Man and his Work
(İnsan ve İşi, 1967, A.G. Zdravomyslov ve V.P. Rozhin
ile birlikte), Sociological Research: Methodology,
Program, Methods (Sosyolojik Araştırma: Metodoloji,
Program ve Metodlar, 1972) ve ortak yazar olduğu
Self-regulation and Prediction of Social Behavior
(Özdüzenleme ve Toplumsal Davranışın Öngörüsü,
1979) Sovyet sosyologları için referans kitaplar haline geldi. Pek çok genç insan için kitapları bir akademik disiplin olarak sosyolojinin yolunu açtı.
Büyük eserleri sayesinde Yadov, Sovyet sosyolojisinin yaşayan simgesi haline geldi. Onunla iletişim
halinde olma, derslerini ve konuşmalarını dinleme ve
çeşitli araştırma sorunlarını tartışma şansına sahip
az sayıdaki Ermeni sosyolog, çalışmalarına ve sosyolojisine karşı özel duruşuyla sonsuza dek “enfekte”
oldular. Yaşları, akademik dereceleri, ünvanları, etnik
kimlikleri ve ideolojik görüşleri farketmeksizin her zaman diğer insanlara açıktı. Ortak görüşe ulaşmaya
çalışma
ihtiyacı
hissetmeden
muhataplarının
görüşlerine karşı her zaman saygılıydı. Şu sözleriyle derin bir iz bıraktı: “En büyük zevk yeni bir şeyi
anlamayı başardığın ve onu diğerlerine ulaştırdığın
zaman gelir.”
Leningrad Sosyal ve Ekonomik Sorunlar Enstitüsü’nde
çalışırken Yadov, yetenekli sosyologlardan oluşan
bir takım oluşturmayı ve sağlamlaştırmayı başardı.
İnsanı ve sosyal bilimlerde araştırma yürüten diğer
Sovyet kurumlarının at gözlüklü atmosferine keskin
bir tezat olarak, özgür ve eleştirel düşünce hüküm
sürmekteydi. Bu özel atmosferi özümseyen herkes
kısa bir süre sonra özgür sorgulama ve eleştirel
Yadov bir konferansta konuşurken.
düşüncesinden ilham alırdı. En azından burada,
Ermenistan’da, Yadov’un araştırma laboratuvarından
çıkacak en üstü kapalı değişim rüzgarı ve taze
fikirleri beklerdik. Araştırmada zeki ve çetin olan
Yadov’un, tüm eski Sovyet cumhuriyetlerinden genç
akademisyenleri çeken özel bir kişisel çekiciliği vardı.
Akademiye kendini adamıştı, genç akademisyenlerin
yaratıcılığına ve özgünlüğüne büyük değer verirdi, ve
ortodoksiye karşı eleştirel bir duruşa sahipti.
Muhtemelen kendisi bile farkında değildi ama Yadov büyük ve görünmez bir üniversite, sanal bir topluluk, ve hatta benzer bir hayat görüşüyle tanımlanan
bir tür “spiritüel kardeşlik” kurdu ve sonra bunun en
merkezi sütunu haline geldi. Özellikle yaşamının son
yıllarında, Boris Doctorov’la yaptığı son görüşmelerde
dediği gibi, sosyologların “toplumsal gezegenlerin
hareketlerini” etkilemeye çalışmaları gerektiğine
inandı. Monografları yeni bir akademik çalışma
alanının oluşumu ve gelişimi için temeller atmış olan
Yadov, şunda ısrarcıydı: “Eğer biz sosyologlar kendimizi kitap yazmayla sınırlarsak, sivil ödevimizi yerine
getirmiş olmayız.” Bu fikir Yadov’un akademik “son
vasiyeti” gibi görülebilir. Biz, Ermeni sosyologlar, onu
çok özleyeceğiz.
Gevorg Poghosyan’a ulaşmak için: <[email protected]>
KD CİLT. 6 / # 1 / MART 2016
39

Benzer belgeler

1 yılda 16 dilde 4 sayı

1 yılda 16 dilde 4 sayı Ishwar Modi, Rajiv Gupta, Rashmi Jain, Jyoti Sidana, Pragya Sharma, Nidhi Bansal, Pankaj Bhatnagar.

Detaylı