Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel

Transkript

Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi TEMMUZ 2016 YIL 10 SAYI 116
haber
20 TL www.haberajanda.com.tr
NESRİN ÇAYLI
Bosna soykırımının mimarları ve
vahşetlerini gizleme makyajları
HÜSEYİN YORULMAZ
İzzetbegoviç-Erdoğan
buluşmasının son perdesi
CÜNEYT AKAR
Başbakan yeni,
Başkan ve hedef aynı
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Çaplı ana muhalefet
ihtiyacı hâd safhada!
SABRİ ÖĞE
Tarım Bakanımız
bizi duyar mı?
AHMET FİDAN
Haçlı seferleri PKK
maskesiyle devam ediyor
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Bayramın bereketi
FATİH BAYHAN
Almanlarla ittifak
etmeseydik Ermeni
tehciri olmazdı!
M. FATİH ÖZTARSU
Ermenilerden
Almanya’ya Nazi selâmı
AHMET YOZGAT
Sünnî blokun
“Kösem”i
Türkiye mi, Mısır mı,
Suudî Arabistan mı?
METİN KÜLÜNK
Derin manifesto:
İstanbul aklı
MÜZEYYEN TAŞÇI
Ermeni Soykırımı(!)
PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Küçük Albert Deneyi
DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Bayramda barış
M. SELÇUK BAYINDIR
Ağlayan tebessümlerde son çığlık
RECEP TAYYİP ERDOĞAN
MEHMET ŞEKER
Üst aklın
numarası bitmez!
S. SERVET HOCAOĞULLARI
Erdoğan sonrasını
öne almak
- Önü alınamayan (AK) parti içi arayış -
Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel
İslâm’ın Truva Atları
Yayınları
RAMAZAN
BAYRAMIMIZ
MÜBÂREK
OLSUN!
H
ER türlü nimet ve imkânın bahşedildiği ülkemizde, birlik, beraberlik ve istikrar şuuru
ile girdiğimiz Şehr-i Ramazan hitama erdi
ve imsak ile iftar arası çıktığımız nefs terbiyesine dair yolculuğumuz bayramla neticelendi. Sabır
yolculuğu Ramazanı, şükür vesilesi Bayramı ikrâm eden
Rabbimize hamd-ü senâlar olsun.
Mübârek Ramazan Bayramı ülkemiz, milletimiz, devletimiz ve dünya Müslümanları için hayra, huzura, birlik,
dirlik ve beraberliğe vesile olsun!
Mümtaz yazarlarımızın, müstesnâ okurlarımızın Bayramını kutluyor; nice bayramlara birlikte çoğalarak erişmeyi diliyoruz.
***
“Ey Rabbimiz, farz kıldığın ibadetler ile hayatımızı tezyin ederek ülkemizde din kardeşliğimizi tesis edebilmeyi, bölünmelere uzak beraberliğe yakîn olabilmeyi, uzak
coğrafyalarda yaşayan Müslüman kardeşlerimizin ıstırabına teselli olabilmeyi, İslâm dünyasında “İnnemel
mü’minune ihvatün” Ayet-i Kerimesi gereğince bütünleşebilmeyi nasip buyur! Devletimize, mazlûm din kardeşlerimizi zalimin zulmünden koruyacak kudret, erk ve
dirayet nasip eyle! ‘Ki, güneş Doğu’dan batmadan, Batı
bataklığında boğulsun! İslâm güneşi yurdumuzdan doğsun! (Âmin!)”
HABER AJANDA
temmuz 2016
1
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 116 // TEMMUZ 2016
KAPAK
HABER AJANDA
Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel
İslâm’ın Truva Atları
30
Kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanıtan, öyle algılanmak isteyen ve “Biz
İslâmcı bir parti değiliz” ısrarında olan AK Parti, 14 yıllık iktidarı boyunca tüm çaba
ve târif ısrarına rağmen, “sözde muhafazakâr, özde İslâmcı” yaftalamasından kurtulamadı. Çünkü “siyâsal İslâm” ve her türlü tercümesi, Batı tarafından kullanılan
bir Truva atı etkisi ile kullanılıyordu.
8 MEHMET ŞEKER
Türkiye için yeni oyunlar
Biz bu filmi çok gördük ve bütün oyuncuları tanıyoruz. Figüranları bile ezberledik. Apaçık görünen o ki, haritaları yeniden çizmek istiyorlar. Bunu beyân
etmekten de çekinmiyorlar. Haklılar…
Aradan yüz yıl geçti, eskidi. Doğrusu
biz de aynı fikirdeyiz: Haritalar değişmeli! Fakat onların istediği gibi değil,
bizim istediğimiz şekilde…
14 METİN KÜLÜNK
Derin manifesto: İstanbul aklı
Yüz yıllık bir demokrasi birikimi, 150
yıllık bir anayasa tarihçesi, 700 yıllık bir
sosyolojik deneyime sahibiz. Dolayısıyla
bütün bunları birleştirmeliyiz. Demokrasi, anayasa ve sosyolojik anlamdaki birikimine rağmen idârî model zaaflarıyla
dolu Ankara’nın neden aynı hantallıkla
yaşamını sürdürmesi gerektiğinin savunulmasını anlamış değilim.
24 S. SERVET HOCAOĞULLARI
Erdoğan sonrasını öne almak
Arınç gibi sadece “liderlikte eşitler” gündemi üzerinden “Erdoğan’dan izin almadan da ben konuşurum!” demek değildir mesele. Mesele, Erdoğan’ı “eşitler
arasında öndeki sorumlu” diye analiz
ederken, “Sana düşen eşit sorumluluk
adına ne yapıyorsun?” noktasında konuşmaktır.
8
38 M. SELÇUK BAYINDIR
14
24
Ağlayan tebessümlerde son çığlık
RECEP TAYYİP ERDOĞAN
Kafes gibiydi dünya, mahpus gibiydi. Bir
adam, başını dayamıştı gölge gömülü duvarlara, monşer höpürtülerinden diplomasi damıtıyordu. “Şey” bile sayılmayanların çığlıkları tokat gibi patlıyordu
suratında âdetâ; zira onları ancak o duyabiliyordu.
72 NESRİN ÇAYLI
38
2
72
temmuz 2016
Bosna soykırımının mimarları ve
vahşetlerini gizleme makyajları
Vişegrad’ın tam ortasından geçiyor Drina. Bir zamanlar kızıla boyanmış yüzünde hâlâ bir hüzün saklı; kendi kendini kandan arındırmanın yorgunluğu var
akışlarında...
5
6
8
10
14
16
20
24
29
30
38
46
56
58
61
62
64
68
EDİTÖR
M. SERHAT BIÇAK
Dil tutulması
AYIN OLAYI
“Kutlu yürüyüşe devam!”
MEHMET ŞEKER
Ayın Yorumu - Türkiye
Üst aklın numarası bitmez!
Türkiye için yeni oyunlar
SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
METİN KÜLÜNK
Perspektif
Derin manifesto: İstanbul aklı
ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
SEDAT SERVET HOCAOĞULLARI
Erdoğan sonrasını öne almak
-Önü alınamayan (AK) parti içi arayışCÜNEYT AKAR
Başbakan yeni, Başkan ve hedef aynı
KAPAK / HABER AJANDA
Siyâsal-demokratik-sivil-kültürel
İslâm’ın Truva Atları
MUHSİN SELÇUK BAYINDIR
Ağlayan tebessümlerde son çığlık
Recep Tayyip Erdoğan
AHMET YOZGAT
Sünnî blokun “Kösem”i Türkiye mi,
Mısır mı, Suudî Arabistan mı?
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Çaplı ana muhalefet ihtiyacı hâd safhada!
SABRİ ÖĞE
Tarım Bakanımız bizi duyar mı?
AHMET FİDAN
Haçlı seferleri PKK maskesiyle
devam ediyor
DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Bayramda barış
YUSUF KEMAL BOZOK
O gelmeden önce
Câhiliye Cezire’si
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Bayramın bereketi
AHMET YOZGAT
HÜSEYİN YORULMAZ
Sünnî blokun “Kösem”i Türkiye mi,
Mısır mı, Suudî Arabistan mı?
İzzetbegoviç-Erdoğan buluşmasının
son perdesi
46
1923 tarihi hem İran, hem de Türkiye için mühim. Zira bu tarihte,
İstanbul’u başkent ilân eden Osmanlı Hanedanlığı da, Tahran’ı başkent ilân eden Kaçar Hanedanlığı da son noktayı koymuştu. Garip!
Her iki devletin son hükümdarları aynı tarihte,
aynı ülkeye ve aynı kasabaya sürgün edilmişlerdi:
Vahdettin Han ile Ahmet Şah, kalan ömürlerini
İtalya’nın San Remo şehrinde ve komşu olarak geçirdiler. Hatta dost oldular ve sohbetlerini Türkçe
olarak yaptılar. Çünkü her ikisi de Türk soyluydu.
72 NESRİN ÇAYLI
Bosna soykırımının mimarları ve
vahşetlerini gizleme makyajları
74 HÜSEYİN YORULMAZ
İzzetbegoviç-Erdoğan buluşmasının
son perdesi
79 MÜZEYYEN TAŞÇI
Ermeni Soykırımı (!)
80 MEHMET FATİH ÖZTARSU
Ermenilerden Almanya’ya Nazi selâmı
82 FATİH BAYHAN
Yine, yeniden Ermeni meselesi
Almanlarla ittifak etmeseydik
Ermeni tehciri olmazdı!
84 MUHAMMED NAİM NAİMİ
Kabil, Taliban ve mahrem ayında terör
86 MİR KÂMİL KAŞGARLI
Doğu Türkistan’da
oruç yasağı ve nedenleri
90 ZEHRA ULUCAK
Afrika’nın can damarı: Nil
94 LOKMAN AYVA
Bir şerden bir hayır
96 CEMAL CEYLAN
Eskinin ötekisi olarak kadınlarımız ve
çocuklarımızın Türkiye için önemi
97 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Gündemden uzak
98 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
Şuubiye’den Kandil katillerine
Körükdar ve ateş
100AYTEKİN ATASOYU
Dijital yaşamın kıskacında gelişen
dijital duygular ve insan
102 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Küçük Albert Deneyi
104 YEŞİM TONBAZ
Senaryodan kıyamete:
En büyük beyazperde
107 ABDULHAMİT GÜLER
Değişmeyen bir deri:
Hakîkati diri diri gömen bildiri
108SUNGUR İNCİ
Kitap Ajanda
112AHMET YOZGAT
Karikatür
74
Aliya, kendisini hep bir evlâd-ı Fâtihân ve Osmanlı torunu olarak
gördü. Bosna’yı da Balkanların batı ucunda kalmış bir Osmanlı
toprağı... Onun için İstanbul’dan, Fatih Sultan Mehmed’in türbesinden toprak getirilip mezarına serpilmesi,
köklerinin yaslandığı yeri göstermesi bakımından büyük bir anlam ifâde etmektedir.
Düşmanlarını çatlatırcasına, bütün dünyaya
karşı “Ben beş asırlık, böylesine muazzam bir
mîrasın üzerinde oturuyorum!” demektir bu.
29
58
68
56
61
82
CÜNEYT AKAR
Başbakan yeni, Başkan ve
hedef aynı
SABRİ ÖĞE
Tarım Bakanımız bizi duyar mı?
Benim 2023 hedefim,
Erdoğan’ın önüme koyduğu
hedeftir. Türkiye’nin ekonomik,
siyâsî ve askerî olarak dünyanın
çatısında var olduğunu görmek
istiyorum. Bunu bana yaşatabilecek kişininse Erdoğan’dan
başkası olmadığını artık daha
iyi görüyorum!
29
PROF. DR. SERHAT ATABEY
Çaplı ana muhalefet
ihtiyacı hâd safhada!
İktidar partisine karşı gösterilen
tepkiler anlaşılabilir, çünkü memlekette ne olup bitiyorsa faturanın
kesileceği mercidir. Hâllerinden
memnun olmayanlar, gidişatı iyi
görmeyenler, iktidar partisinden
muhalefete sığınırlar ve ondan bir
alternatif ortaya koymasını beklerler. Ancak ülkemizdeki ana muhalefet partisinin öyle uygulamaları
var ki, insanlar iktidar...
56
Bu problemin çözümü şarttır! Yok sayarak, erteleyerek yahut palyatif tedbirlerle geçiştirerek ancak kendimizi kandırmış
oluruz, millet fukarâlıktan kurtulamaz, 2023’ler, 2071’ler
hayâl olur. Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, yıllardır duyarız,
güya arazi toplulaştırması yapıyormuş… Bugüne kadar ülkenin yüzde kaçını toplulaştırmış ve
acaba kaç yıl sonra tamamlayacakmış?!
58
AHMET FİDAN
Haçlı seferleri PKK
maskesiyle devam ediyor
Otuz beş yıldan beri birliğimizi,
varlığımızı, bütünlüğümüzü tehdit eden, kandan beslenen PKK,
hangi ad, hangi isim, hangi kimlikle anılırsa anılsın bir “Haçlı hareketi”dir. Amacı, niyeti ve
öncelikli hedefi, Anadolu’dan
İslâm’ı ve Müslümanları yok ederek Haçlılara hizmet etmektir.
61
MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI
Bayramın bereketi
“Seninki benden kara” dediğiniz anda, kendi “dibinizin zaten
kara” olduğunu kabullenmiş oluyorsunuz! İki yüz küsur devletin
parlamentosu münferiden böyle
bir karar çıkarsa ne olur? Almanya için neler kabul edildi de ne
oldu? Herkes “das auto”ya binip
binip geziyor… Biraz sakin olun,
akl-ı selim ile hareket edin!
68
FATİH BAYHAN
Almanlarla ittifak etmeseydik
Ermeni tehciri olmazdı!
Bu karar, Almanya’nın Türkiye’yi,
dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ı siyâsî
olarak sıkıştırma hamlesi olarak tarihe geçti. Ancak Tayyip Erdoğan
bu hamleyi Bismarck’ın politikasıyla Merkel’e iade ederse hiç şaşırmayın! Zira mesele tehcirse ve
Türkiye’yi suçlamaksa, bunu yapabilecek en son ülke Almanya’dır!
Çünkü o kararda Alman...
82
temmuz 2016
3
Sayı: 116/ Temmuz 2016
İMTİYAZ SAHİBİ
YAYIN KURULU BAŞKANI
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
YAYINLAR GENEL
SANAT YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
TANITIM VE İLETİŞİM
KOORDİNATÖRÜ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
Nesrin Çaylı
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Ömer Faruk Arlı
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı / Anadolu Ajansı / 123RF
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo Bosnia and
Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
Sincan Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd.
No: 3 Sincan - Ankara Tel: (0.312) 267 08 97
BASKI TARİHİ
Temmuz 2016
İDARİ ADRES
Bahçelievler Mah. Başkent Sitesi 164.
Cad. 28/33 Gölbaşı / Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 380 44 70
ISSN
1306-5742
Haber Ajanda , Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C.
yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
İsim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın
ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ABONELİK
Yurtiçi bir yıllık (12 sayı)
abonelik 240 TL,
kurum ve kuruluşlar için
abonelik 480 TL. Kıbrıs
için 280 TL. Avrupa 180 €,
Amerika 250 $...
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam
Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank
Ankara Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
temmuz 2016
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 380 44 70’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
haberajanda
Okur Platformu
[email protected]
Satanı satmak(!)
T
ERK edilmek, delikanlı adama çok koyar. Hani terk
etme de çek vur, daha iyi! Neden terk edildiğini
sorma ona? Anlatacağı, onu terk edenin en âdî alçaktan daha alçak olduğudur.
>> Onu terk eden, mutlaka onun
aşkına ihânet etmiştir. Yani hâindir
aynı zamanda… Kimse terk edenin
neden böyle bir eylemde bulunduğunu sormaz? Zaten terk edilenin
yanındakilerdir ona alçak ve hâin
muamelesi yapanlar. Zira biricik
ahbapları terk edilmiştir onun tarafından. Öyleyse terk eden, kötü bir
kimsedir…
Yıllar önce Şehit Muhsin Yazıcıoğlu ile bir grup arkadaşı, dâvâlarından
değil, içinde bulundukları partiden
ayrılarak yeni bir siyâsî parti kurdular. Adı “Büyük Birlik Partisi” oldu.
Şehit Muhsin Başkan, o günlerden
şehâdetine dek kendisi için atılan
“Muhsin nerede, biz oradayız!” şeklindeki slogana karşılık hep şu cevabı verdi: “Hayır! Hak neredeyse, siz
de orada olun!”
Şehit Lider ve yanındakiler, ayrıldıkları siyâsî partinin mensupları
tarafından yıllar boyunca “hâin,
alçak, satılmış” etiketiyle yaftalandılar. Çünkü bulundukları yapıyı “terk
etmişlerdi”. BBP’li herkes, MÇP ve
MHP mensubu olan herkes tarafından bu etiketlerle karşılandı: “Hâin,
alçak, satılmış”…
Hâlbuki basit cebir mantığı, bu durumun öyle de, böyle de doğru olmadığını gösterir. Zira BBP’li olan herkes,
eski MÇP ve MHP’li değildi, şu an da
değildir. Ancak BBP’liler bu yaftadan
hiçbir zaman kurtulamamışlardı.
Ne zamanki Kutlu Muhsin
şehâdet şerbetini içti, MHP, Muhsin
Yazıcıoğlu’na iâde-i îtibar ederek
Bahçeli ağzıyla “Demokrasi Şehidi”
dedi de Ülkü Ocakları, tarihçesinde
anlatmadan geçtiği Yazıcıoğlu’nu
anlatır hâle geldi. Böylece MHP’liler,
BBP’lilere “hâin, alçak, satılmış” deme
pozisyonunu kısmen kaybettiler.
BBP, 23 yıllık tarihi boyunca birçok
insanı bünyesinde barındırdı. Bunlar
içerisinde DYP, ANAP, IDP, RP (FP ve
AK Parti) ve hatta kendilerine daha
önce “hâin, alçak, satılmış” olarak
bakan MHP mensubu kimseler de
vardı. Hâlâ var. Yani teşkilat, hiçbir
zaman aynı isimlerle kalmadı, sürekli hareket hâlindeydi. Zaten böyle
olması da gerekir. Büyümesi için
yeni yüzlerin, yeni isimlerin katılması gerekir partiye.
Kutlu Başkan’ın şehâdetinden
birkaç yıl sonra Mustafa Destici “de”
BBP Genel Başkanı oldu. Destici ile
birlikte teşkilat bünyesindeki isimler
ve yüzler daha da değişti. Partiden
gidenler oldu. Yani bazı kimseler
“bizim delikanlıyı” terk ediyorlardı.
Bu terklerle birlikte BBP’nin içinde
bulunanlar, gidenler hakkında “hâin,
alçak, satılmış” etiketlerini kullanmaya başladılar. BBP’liler de MHP’liler
tarafından bu etiketlerle anılıyorlardı.
Yani BBP’liler, MHP’lilerin yaptıklarını
yapmaya başladılar. Ancak burada
basit cebir mantığı devreye giriyor:
Nasıl BBP’ye katılanların tamamı
MHP’li değillerse, BBP’den ayrılanların tamamı da yalnız BBP’li değiller.
Elbette teşkilatta yaşanan bu devinim, “hâin, alçak, satılmış” etiketini
kullananların da “anadan doğma
BBP’li” olmadıklarını gösteriyor.
Bugünlerde eski BBP’lilerin ne
hâinliğini, ne de kahpeliğini bırakanların, zamanında kendilerine
yapılmasından hoşnut olmadıkları
etiketlemeleri şimdi kendilerine göre
daha eskiden BBP’de siyâset yapmışlar için kullanmaları ne kadar ilginç!
Yine ilginçtir ki, maalesef şu an
BBP’de siyâset yapanların “hâin,
alçak, satılmış” olarak etiketledikleri kimseler “sadece AK Parti’ye
katılanlar”dır. Oysa bugün Türkiye’de
siyâset yapan birçok partide, eskiden BBP bünyesinde siyâset yapan
isimler vardır. Örneğin Demokrat
Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal…
Kimse bu tip isimler için söz konusu
etiketleri kullanmaz. (Zaten kullanmamalıdır da.)
Ülkücü Hareket’te yaşanan bu
sorunu (örneğin) şimdi AK Partili
olmak veya Erdoğan’ı sevmekle
yaşayan bizler, daha sonra burada
da yanlışlar görür de tahammül
edemeyip ayrılırsak, AK Partililer
tarafından da “satılmış, hâin, alçak”
ilân edilir miyiz?
Bu ülkeyi seven ve bu ülkede
hakkıyla siyâset yapmak isteyen herkes, dilediği yerde koşturabilir. Bu,
sadece bir yöntem biçimidir. Saygı
duyalım! (Uğur Yeşil/ Malatya)
haberajanda
Editör
Dil tutulması
R
AHMET Peygamberi Habîbullah Muhammed Mustafa Efendimizin (sav) şu
hadîsiyle başlayalım bu aya: “Her kim
Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsa, ya hayır
söylesin yahut sussun!”
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
>> Geçtiğimiz ay başlangıcını, bu ay da bayramını
gördüğümüz Ramazân-ı
Şerîf’in Sahibine hamdolsun!
Rabbim huzur, muhabbet
ve bereketiyle lütûflandırsın
hânelerimizi…
Her yıl Ramazan içerisinde
birtakım imtihan haberleri
duyarız. “İmtihan haberleri”
dediysem, “KPSS gerçekleşti”,
“YGS sonuçları açıklandı”
türünden haberleri kastetmiyorum. Bizimkisi “Müslüman
imtihanı”…
Bu haberler çeşitli refleksleri ölçmeye yöneliktir. Mesela yabancı bir müzik grubunun ülkemize gelip konser
verdiğini, bu konserde alkollü
içkilerin tüketildiğini, bu durumdan güya haberdar olup
konserin verildiği mekânı
basanların müzisyenleri ve
konseri takip edenleri tartakladıklarını öğreniriz bu tür
haberlerde. Veya eşcinsellerin
yürüyüş yapmak istediklerini
ve hatta bu eylemin niteliğini
“onur” diye bellediklerini
duyarız.
2009 senesiydi… Alperen
Ocakları üyesi kalabalık bir
grup, dünyaca ünlü piyanist
İdil Biret’in Topkapı Sarayı
avlusundaki konserini basmıştı. Problem, Mukaddes
Emânetler’in bulunduğu
mekânda minderlere yayılıp
şarap tüketilmesiydi. O günlerde Alperenler öyle tepkiler
aldı ki, Genel Başkan Abdullah Gürgür, o günkü Topkapı
Müzesi Müdürü Prof. Dr.
İlber Ortaylı’nın araya girmesi üzerine İdil Biret’le buluşmuş, hâdiseden dolayı özür
dilemişti.
O günlerde televizyon
programlarına bu bahis
konu edilmişti: “Topkapı
Sarayı’nda avlu nerede,
Mukaddes Emânetler nerede? Mukaddes olduğu
söylenen yerde içki içilir mi?
Ve tabiî Osmanlı pâdişahları
içki içerler miydi?” Söz,
dönüp dolaşıp Alperenlerin
yaptığının hoş olmadığına
bağlanıyordu.
LGBT şeklinde anılan
eşcinsel örgütlenmenin
İstanbul’da bir “onur” yürüyüşü tertipleyeceğine dair
haberler çıkınca, bizim millet
bir duraksadı. Herhâlde
şöyle düşündü herkes: “Yahu
şimdi tepki versek, bu kez
problemli kişi olacağız, en
iyisi biraz bekleyelim! Vaktiyle böyle tepki gösterenleri
nasıl da rezil etmişlerdi!”
“Hayırlı iş yapmak”
veya “hayrı konuşmak”
husûsunda sahip olunan
algıyı değerlendirince, hayırlı
işten maksatla evliliği, hayrı
konuşmakla da terbiyesiz
kelimelerin kullanılmadığı
naif cümleleri belleyen bizler, hayır konuşmakla susmak arasındaki terâziyi elden
kaçırmış olduk.
Alperen Ocakları’nın
LGBT yürüyüşüne dair gösterdiği refleksi bu kez genel
îtibâriyle alkışlayan toplum,
aynı çocukların daha evvel
gösterdikleri refleksleri acaba
anlayabilmiş miydi? Biret’e
gösterilen tepkiyi haklı bulduğum için söylemiyorum
bunu, tepki ve refleks noktasında hâlâ zihniyet yetersizliğine sahip olduğumuz için
vurguluyorum. Zira Alperenleri destekleyen BBP dışındaki diğer parti üyelerinin
veya vatandaşların üzerinde
durdukları iki ortak cümle
vardı: Birincisi, “Aynı tepkiyi
AK Partililerden bekliyoruz!” şeklindeydi; diğeriyse
“Ramazan’da olacak iş mi
bu? Helâl olsun Alperenler!”
biçiminde…
Ya hayır konuşacak yahut
susacak îman sahiplerinin
arayıp da buldukları şey ne
tuhaf! Hem susmayı yeğliyorlar, hem de birilerinin tepki göstermesini… Ve acı olanı
şu: Ahlâksızlığın Ramazan’da
yapılanına tahammül edemiyorlar. Demek ki diğer aylarda olsa neyse…
Bu problemi devlet
ricâlinde yaşamaksa en
üzücü olanı… Cumhurbaşkanımız özellikle uluslararası
konuşmalarında öyle bir
konuşuyor ki, vurduğu yerden ille de ses geliyor. Peki,
onun yanında olduğunu
iddia edenlerden nasıl sesler
çıkıyor? “Şimdi ne olacak?”
diye bekleyip ne olacağına
göre pozisyon almak, îman
sahibi kimsenin işi değil!
Konuşmasında da, susmasında da hayır olanların
yanında olmak üzere, hayırlı
bayramlar!
temmuz 2016
5
AYINOLAYI
Ayın Olayı
“Kutlu yürüyüşe
T
ÜRKİYE’nin son 14 yılı, AK Parti iktidarlarıyla şekillendi. Elbette bu
iktidarların biricik sahibi millî irade… Onun gösterdiği teveccüh, yalnız bir
aralık dışında hep artarak ilerledi. Bu noktada muhatap aldığı en öncelikli
kanalın adıysa “Recep Tayyip Erdoğan” oldu.
>> Millet onu sevdi,
iradesini onunla ortaya
koymayı âdetâ benimsedi, onun işaret ettiği yöne
bakmaktan yüksünmedi,
bedeli neyse ödemeye
dahi râzı oldu. Zira Erdoğan da hep milletten oldu,
milletin işaret ettiği yöne
baktı, bedel ödemekten
çekinmedi.
Türkiye, ilk AK Parti iktidarını, başında Abdullah
Gül’ün olduğu bir kabîne
ile yaşadı. “Muhtar bile
olamaz” denen Erdoğan’ın
partinin başında olmasına
rağmen vekil olamayışı
milleti üzmüştü. Öyle ya,
başta belirttiğimiz gibi
millet, iradesini onun
şahsında göstermişse de
hukuksuzluğun hukuku
buna izin vermiyordu.
Köhnemiş Anayasa’nın
köhnemiş sistemi, köhnemiş kanunlar ve köhnemiş kurumlarla doluydu
zira. Daha sonra bu engel
aşılınca, millet bile isteye reyini vererek başta
görmeyi arzuladığı lidere
kavuştu. Ve bu liderlik,
icrânın başının unvanı
“Cumhurbaşkanı” olmasına rağmen, 2014 yılına
kadar önce “Başbakan”
nâmıyla yürüdü.
2014’ün 10
Ağustos’unun ardından
AK Parti, liderinin, kurucu
Genel Başkanı’nın ardından yeni bir Genel Başkan
seçmeliydi. Ahmet Davutoğlu, olağanüstü olarak
tertiplenen ilk kongrede
tek aday gösterildi ve
6
temmuz 2016
AK Parti’nin ikinci Genel
Başkanı oldu.
Ve takvimler, 2016
yılının 22 Mayıs’ını gösteriyordu AK Parti 2.
Olağanüstü Kongresi’nin
düzenlendiği günde. Parti,
“Kutlu yürüyüşe devam!”
sloganıyla hazırlanan
konseptte yeni bir sürece girdi. Davutoğlu’nun
Başbakanlık ve AK Parti
Genel Başkanlığı’nı bırakmasının ardından genel
temâyülle sunulan isim
olan Binali Yıldırım, tek
aday olarak gösterildiği
kongreden Genel Başkan
sıfatıyla çıktı. Ve tabiî yeni
Başbakan…
Yıldırım, kongrede teşkilata yönelik hitâbında
şu önemli vurguları yaptı:
“Recep Tayyip Erdoğan bir dâvâ adamıdır,
milletin adamıdır, büyük
Türkiye’nin yılmaz savunucusudur. Her zaman
başımız dik, gururla, ‘Ben
Recep Tayyip Erdoğan’ın
yol arkadaşıyım, kader
arkadaşıyım, gönül arkadaşıyım’ dedik, bundan
sonra da demeye aynen
devam edeceğiz. Sayın
Cumhurbaşkanım, söz veriyoruz; sevdân sevdâmız,
dâvân dâvâmız, yolun
yolumuzdur!
Biz sürekli aydınlık
yarınlar dedikçe, birileri
karanlıktan medet umuyor. Biz Türkiye’yi yeni
baştan inşâ ediyoruz, îmar
ediyoruz; birileri ise milletimizin birliğini, dirliğini,
kardeşliğini, ülkemizi
bölmeye çalışıyor. Şunu
herkes çok iyi bilmelidir
ki, yolları böleriz, ülkeyi
asla böldürtmeyiz! Ekmeğimizi böleriz, Türkiye’yi
böldürtmeyiz! Mesele,
memleket meselesidir!
Buradan milletime
îlan ediyorum; bölgede
yaşayan vatandaşlarımızın can ve mal güvenliği,
huzuru sağlanana kadar
bu operasyonlar aynen
devam edecek. Vatandaşlarımıza, sivillere, güvenlik güçlerine yönelik saldırılar sona erinceye kadar
bu operasyonlar devam
edecek. Eli kanlı PKK terör
örgütü silahlı eylemlerini
sona erdirene kadar bu
operasyonlar aralıksız
devam edecek. Milletimiz rahat olsun, bu terör
belâsını Türkiye’nin gündeminden çıkaracağız!
Bu hâinlere tokadı milletimiz 1 Kasım seçimlerinde vurdu. AK Parti’nin
ışığını tercih eden millet,
karanlığa bir kez daha
‘Dur!’ dedi. Devlet içinde
paralel devlet olur mu?
Paralel yapılanmalara, bölücülere, çetelere asla ve
asla prim vermeyeceğiz!
Bu ülkede hâinlere asla
yer olmayacak!”
Salon ve çevresindeki çadırlarda yer alan
bütün AK Partililerin
ayağa kalkarak derin
bağlılıkla dinledikleri
mektupsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmişti.
Okunan mektupta şu
satırlara yer verilmişti:
“Cumhurbaşkanı yemini ettiğim gün AK Parti’yle
hukukî bağım kesilmiş
olabilir, ama sizlerle gönül bağım hiçbir zaman
kesilmedi, inşallah hiçbir
zaman da kesilmeyecek.
Önümüzdeki dönemde
yeni anayasa ve yeni
yönetim sistemi arayışları
çerçevesinde Cumhurbaşkanı ile siyâsî kadrosu
arasındaki iklimi olumsuz
etkileyen bu çarpık uygulamanın giderileceğine
inanıyorum. Yakın siyâsî
tarihimizin en önemli
demokratik olgunluklarından biri olarak değerlendirdiğim AK Parti 2.
Olağanüstü Kongresi’nin
başarıyla geçmesini
diliyorum. AK Parti kadrolarının teveccühüyle
seçilecek yeni Genel
Başkan ve parti yönetim
organlarında sorumluluk
üstlenecek arkadaşlarımı
şimdiden tebrik ediyorum. Kurulduğu günden
beri kaderi ülkenin ve
milletin kaderiyle özleşen
AK Parti için bu kongreyi
hizmet yarışında bir devir
teslim ânı, güç ve motivasyon tazelenmesi olarak
görüyorum.”
Eski Genel Başkan
Ahmet Davutoğlu ise,
2. Olağanüstü Büyük
Kongresi’nde bir vedâ
konuşması yaptı. Davutoğlu, “Yeni bir kongrede
karşınıza çıkmak, milletin
vicdanında rahatsızlık
Haber Ajanda
devam!”
yarattı” şeklindeki değerlendirmesiyle dikkat çekti. “Kurucu
liderimiz, Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra ikinci başkan olduğum kongreye ‘vefâ kongresi’ demiştim”
diyen Davutoğlu, ahdine sâdık
kaldığını, ülkenin ve milletin
hukukunu koruduğunu belirtti.
Davutoğlu’nun konuşmasının
en afallatıcı kısmı şöyleydi:
“Milyonlarca dâvâ arkadaşımızın birlik ve beraberliğini
koruduk. 7 Haziran ile 1 Kasım
seçimleri arasında bir seçim
hükûmeti tecrübesini yönettik.
Kaos bekleyenlere zerre prim
vermedik. Milletimizin 7 Haziran mesajını aldık ve gereğini
yerine getirdik, 1 Kasım seçimlerine ülkemizi götürdük. Yüzde 49,5 oy ile en büyük seçmen
desteğini kazanan partimizi
yeniden iktidara taşıdık.”
Binali Yıldırım’ın Genel Başkan seçildiği kongreden yep-
yeni bir Merkez Karar Yürütme
Kurulu çıktı. Eski listeye göre
yarı yarıya değişen kurulca
alınan kararlara göre Merkez
Yönetim Kurulu üyelikleri
şöyle dağıldı: Genel Sekreter
Abdülhamit Gül, Siyâsî ve
Hukukî İşlerden Sorumlu Genel
Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, Teşkilatlardan Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı
Mustafa Ataş, Seçim İşlerinden
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Sorgun, Tanıtım
ve Medyadan Sorumlu Genel
Başkan Yardımcısı Cevdet
Yılmaz, Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Mehmet Mehdi Eker, Sosyal
Politikalardan Sorumlu Genel
Başkan Yardımcısı Öznur Çalık,
Yerel Yönetimlerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı Erol
Kaya, Ekonomi İşlerinden
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli, Sivil Toplum
ve Halkla İlişkilerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Müezzinoğlu, Mâlî ve İdârî
İşlerden Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Vedat Demiröz, ArGe’den Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Nükhet Hotar, İnsan
Haklarından Sorumlu Genel
Başkan Yardımcısı Yasin Aktay,
Çevre-Şehir ve Kültürden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Çiğdem Karaaslan.
Türkiye Cumhuriyeti 65.
Hükûmeti ise şöyle: Başbakan
Binali Yıldırım, Başbakan
Yardımcısı Nurettin Canikli,
Başbakan Yardımcısı Mehmet
Şimşek, Başbakan Yardımcısı
Numan Kurtulmuş, Başbakan
Yardımcısı Yıldırım Tuğrul
Türkeş, Başbakan Yardımcısı
Veysi Kaynak, Adalet Bakanı
Bekir Bozdağ, Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanı Fatma Betül
Sayan Kaya, Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik, Bilim Sanayi
ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü,
Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanı Süleyman Soylu, Çevre
ve Şehircilik Bakanı Mehmet
Özhaseki, Dışişleri Bakanı
Mevlüt Çavuşoğlu, Ekonomi
Bakanı Nihat Zeybekçi, Enerji
ve Tabiî Kaynaklar Bakanı
Berat Albayrak, Gençlik ve Spor
Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Gıda
Tarım ve Hayvancılık Bakanı
Faruk Çelik, Gümrük ve Ticaret
Bakanı Bülent Tüfenkçi, İçişleri
Bakanı Efkan Ala, Kalkınma
Bakanı Lütfi Elvan, Kültür ve
Turizm Bakanı Nabi Avcı, Maliye Bakanı Naci Ağbal, Millî
Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz,
Millî Savunma Bakanı Fikri Işık,
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Sağlık Bakanı Recep
Akdağ, Ulaştırma, Denizcilik
ve Haberleşme Bakanı Ahmet
Arslan. Hayırlı olsun!
temmuz 2016
7
Ayın Yorumu Türkiye
Biz bu filmi çok gördük ve bütün oyuncuları tanıyoruz. Figüranları bile ez-
berledik. Apaçık görünen o ki, haritaları yeniden çizmek istiyorlar. Bunu beyân etmekten
de çekinmiyorlar. Haklılar… Aradan yüz yıl geçti, eskidi. Doğrusu biz de aynı fikirdeyiz:
Haritalar değişmeli! Fakat onların istediği gibi değil, bizim istediğimiz şekilde…
Üst aklın numarası bitmez!
Türkiye için yeni oyunlar
V
AKTİYLE Kanada’da bir tarih müzesine gitmiştik. Ülkenin geçmişiyle
ilgili malzemeleri bir araya getirmiş, modern bir mizansenle sergiliyorlardı. Birkaç kalas, duvar kalıntısı, bir iki çanak çömlek vs...
>> Kapalı bir salon, gösterişli
bir sahne. Gâyet başarılı ışıklandırma. Koltuklara oturuyorsunuz, kulaklıklar vâsıtasıyla
birkaç dilde yayın yapıyorlar.
Sahnede ara sıra canlı oyuncular da görünüyor.
“Osmanlı altı asırdan fazla
hüküm sürmüş” ifâdesini “bir
varmış, bir yokmuş” ölçeğinde
ele alamayız. Altı asır ne demektir, parmak hesabıyla da
içinden çıkılmaz. Koca devletin
çöküşü bile iki yüz yıl civarında.
Kanada’nın tarih sahnesinde
rol alması daha dün sayılır. 19.
yüzyılda şekillenmeye başlıyor,
20. yüzyılda oturuyor.
Biz, sözünü ettiğim o tarih
müzesi mantığıyla bir gösteri
sahneleyecek olsak, seyircilerin
aylarca koltuklarda çakılı kalması, yatıp kalkıp seyretmesi
gerekir. Yine de o kadar ayrıntıya giremeyiz.
O gösteriyi izlerken, aklıma
İstanbul Yeni Câmi geldi. Bizde
câmiler genellikle beş altı yılda
tamamlanmıştır. Biraz gecikecek olsa dedikodular bile başlar.
Örneği çoktur. Bir tek Yeni
Câmi’nin yapımı uzun sürmüştür. 1597’de başlayan inşaat,
1665’te bitirilmiş. Hikâyesi uzun.
Hepsini burada anlatamayız.
Meraklısı bakar. Fakat şu tarihlere dikkat çekmek isterim:
1665’te açılışı yapılan câmi
için uygun gördüğümüz ismi
düşünecek olursak, tarihlerden
daha önemli olduğunu görürüz.
“Vâlide Sultan Câmii” demiyoruz da “Yeni Câmi” diyoruz.
O tarihlerde Kanada’yla
Amerika’nın ne durumda olduğunu bir düşünelim ve kıyas
yapalım. Montreal’deki müzede
sahnelenen gösteri, bu bilgiler
ışığında fıkra gibi kalıyor.
***
8
temmuz 2016
Tarihe ilgi duyanlar için,
Osmanlı tarihini okurken, ilk
dönemler çok keyifli geçer. Bir
yandan da Mehter sesi gelir
kulağımıza. Fakat yokuş aşağı
iniş başladığında, koca koca
adamlar bile o kitapları elinde
tutmakta zorlanır. Çok can
sıkıcıdır, fenâ hâlde bunaltıcıdır.
Ağır gelir.
Hâlbuki o dönemleri de iyi
bilmek durumunda olduğumuzu biliriz. Fakat peş peşe gelen
yenilgiler, devamlı toprak kaybı,
aynı anda birçok cephede savaşmak zorunda olmak bizim
için işkenceye dönüşür. Bir an
önce kurtulmak isteriz. Ayrıntıları tarihçilere bırakmak gerektiğini düşünürüz. Lâkin gerçeklerden kaçamayız. Osmanlı öyle
ya da böyle çökmüştür. Îtiraz
etsek de, davul çalıp kutlamayı
düşünsek de…
Çöküş yıllarında insanlarımızın genel ruh hâli muhakkak ki
büyük bir karamsarlık olarak
tanımlanabilir. İster yöneticiler,
ister okumuş yazmış kesim,
isterseniz halk açısından bakın,
netîce değişmez. Bezginlik,
yılgınlık, ümitsizlik…
Sürekli yenilgi ve toprak kaybının ne demek olduğunu biz
bugün tam olarak anlayamayız;
o dönemi yaşayanlara sormalı.
Hiçbiri hayatta olmadığına göre,
yazdıklarına bakabiliriz.
Osmanlı gücünü koruyarak
devam etseydi, dünyanın
bugünkü hâli muhakkak bambaşka olurdu. Ama varsayım
üzerinden ne kadar gidebiliriz?
“Olsa” ile “bulsa”yı ekmişler, hiç
bitmiş. İşte bugünün realitesi!
***
Sonrası malûm… Topraklardan geriye elimizde bir avuç
kalıyor. Bir sınır çiziyorlar, adına
“Misâk-ı Millî” diyorlar, onu
da tam olarak koruyamıyor,
gerisine düşüyoruz. Ardından
tekrar işgâl ve daha da ufalan
topraklar…
Neyse ki işgâlcileri defetmiş,
Edirne’den Kars’a elimizde
tutmuşuz. Yeni bir devlet, yeni
bir heyecan, ama elde avuçta
kalan, koca imparatorluk ile
mukâyese edildiğinde oyuncak
sayılır. Kısıtlı imkânlar, düşük
ve yorgun nüfus… Üretim zayıf,
insan gücü zayıf…
Hepsinden önemlisi, heyecan zaman içinde kaybolmuş.
Büyük bir teslimiyetçilik iliklere
kadar sinmiş. Dünyanın büyük
devletlerine şapka çıkartır
olmuşuz. Onları o kadar gözümüzde büyütmüş, o kadar
yüceltmişiz ki, Batı’ya dair ne
görsek hayran kalmışız. “Adamlar yapmış arkadaş!” sloganının
peşine bir yenisi eklenmiş:
“Bizden bir cacık olmaz!”
Çöküş dönemindekinden
daha büyük bir karamsarlık...
Batı ülkeleri modern, ileri, müreffeh… Biz? Tu kaka!
Bu ruh hâli, daha düne kadar
devam etti maalesef. Yeni yeni
toparlanmaya başladık. Her şeyimizle bağımlı hâle geldiğimiz
Batı bizim üzerimizde öyle bir
hâkimiyet kurmuş ki, içimizden
Mehmet Şeker // [email protected]
bazıları hâlâ gerçeği kabullenmekte zorlanıyorlar.
Ambargolar, baskılar, borçlar,
dayatmalar… Parasını verip aldığımız silahları bile şartlı teslim
etmişler; bazen de teslimi ertelemişler. “Şurada kullanamazsın, burada kullanamazsın!” gibi
komik şartlar, çocuk oyunlarında görülen, o anda îcâd edilmiş
uyduruk kuralları andırmış.
***
O komik ötesi oyunlara
son vermeye başladığımızda,
ekonomik olarak güçlenmeye
geçtiğimizde, kendi silahlarımızı yaptığımızda ve hepsinden
önemlisi, gücümüzü fark etme
eğilimine girdiğimizde karşımıza yeni numaralar çıktı.
70’lerin ASALA’sı son buldu,
o dönem iç savaş denemeleri
başladı. Adı o zamanlar “anarşi” idi, fakat düpedüz gençler
birbirlerini kırıyorlardı. Ardından PKK baş gösterdi. Şimdi
onun belini kırma noktasına
yaklaştık, başımıza yeni belâlar
sarmaya başladılar.
Son yüzyılın teslimiyetçi
kafa yapısı tamamen kaybolmadı maalesef. “Bizden adam
olmaz!” anlayışında diretenler
gözlerinde Batı’yı öyle yücelttiler ki, hâşâ huzurdan, Tanrılaştırdılar. “Amerika’nın izni ve
bilgisi olmadan biz helâya bile
gidemeyiz” diyen büyük büyük
adamlarla karşılaştık. “Adamlar
her yaptığımızdan haberdar”
sözlerini neredeyse çerçeveletip duvarlara asacaklar. Karşı
duvara da, “Onlardan habersiz
adım atamayız” yazmış da günde kırk vakit okuyorlar ve ona
göre davranıyorlar sanki.
İşte manda zihniyeti budur!
Adı ister “Amerikan mandası”
olsun, ister “İngiliz mandası”...
“Sömürge kafası” da diyebiliriz.
Kendi potansiyelinin farkına
varmayan, varanları da engelleyen bir yapı bu.
Bir gün çıkar, “otoriteden izin
almak gerektiğini” söyler; bir
gün çıkar, “Bunun hesabını biz-
den sorarlar!” diye feryâd eder.
O berbat teslimiyetçiliğini kendi
içinde yaşamakla yetinmez,
başkalarına da kuduz davranış
biçimiyle bulaştırmaya çalışır.
Bizim esas sıkıntımız budur!
Bilinç değişimi ve özgüven
noksanlığından kurtulmak
zorunda olduğumuzun farkına
varanların daha etkin ve daha
güçlü olmaları şart! Ancak
burada da başka bir problem
çıkıyor: Erken davranarak fidanın kırılma riski…
Sömürge zihniyetiyle teslimiyetçi davrananlar bir yanda,
bu ülkenin gücüne inanarak
büyük işler başarmakta kararlı
olanlar bir yanda… Bir de bu
ikisinin arasında kalan orta kesim… İşte onlar, fidanın kırılmaması için en fazla titizlenenler!
***
Şimdi yapmamız gereken
şu olsa gerek: Birinci gruptaki
teslimiyetçileri manda kafalarıyla oldukları yerde bırakacak
ve onlarla kıyasıya mücadele
edeceğiz. Bu mücadeleyi yapacak olanlar da ikinci ve üçüncü
gruptakiler. Bir araya gelecek, el
ele verecekler. Yoksa…
Aksi hâlde fidan midan kalmaz ortada!
Bakın, şimdi yeniden eski
kartlarını kullanmaya niyetlendiler ve liseli gençleri hareketlendirmeye çalışıyorlar. 80
öncesindeki gibi çatıştırabilirlerse, “Elle gelen düğün bayram”
diyecekler. Türkiye için yeni
oyunlar, eski taktiklerle kuruluyor. Aslında biz bu filmi çok
gördük ve bütün oyuncuları
tanıyoruz. Figüranları bile ezberledik. Apaçık görünen o ki,
haritaları yeniden çizmek istiyorlar. Bunu beyân etmekten de
çekinmiyorlar. Haklılar… Aradan
yüz yıl geçti, eskidi. Doğrusu
biz de aynı fikirdeyiz: Haritalar
değişmeli! Fakat onların istediği
gibi değil, bizim istediğimiz
şekilde…
Masanın üstünü boşaltın!
temmuz 2016
9
Türkiye Ajanda
Bir hüsrânın adıdır “Kılıçdaroğlu”
TÜRKİYE Cumhuriyeti tarihinin ilk siyâsî fırkası olan Cumhuriyet Halk Partisi, yakın politik geçmişin önemli figürlerinden Deniz
Baykal’ın Genel Başkanlığı bırakmasıyla beraber “kurucu merkez” çerçevesinden çıkarak marjinalleşme yoluna doğru ciddî adımlar atıyor.
layacağım” diyerek açıklama
yapıyor. Ancak ne enteresandır
ki, Kılıçdaroğlu’nun önüne mermi attığı söylenen şahsın bir
CHP’li olduğu ortaya çıkıyor.
Ve nihâyet Kılıçdaroğlu, görüp görebileceği (tabiî anladıysa) en ağır tepkiyle karşılaşıyor.
Mardin-Midyat’ta şehit düşen
Nefise Özsoy’un eşi, cenâze
namazında yanına duran
Kılıçdaroğlu’nu âdetâ sessizliğiyle gömüyor. Mahzun eş, diğer
yanındaki Emniyet âmiri ile
yer değiştirerek Kılıçdaroğlu ile
yan yana durmak istemediğini
belirtiyor.
>> Baykal’ın iğrenç bir komployla birlikte istifasına sebep
olan biz gizli el, SSK’ya Genel
Müdür olduğu dönemde imza
attığı skandal ve yolsuzluklarla
anılan, ancak bir anda çıkarılmaya başlandığı televizyon
programlarıyla âdetâ CHP
liderliğine hazırlanan Kemal
Kılıçdaroğlu’nu bu partinin
başına oturttu.
CHP, hep dillendirme üzere
olduğu Atatürk ilkelerini taşımayı bırakın, söz konusu ilkeleri reddeder biçimde izlediği
politikayla azınlık psikozunu da
aşarak radikal bir paranoyaya
tutulmuş görünüyor. Ne Cumhuriyetçilik, ne Milliyetçilik, ne
Halkçılık, ne Devletçilik, ne de
İnkılapçılık derdindeki CHP,
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel
Başkanlığı dönemlerinde Laiklik üzerinde de tutunamaz oldu.
Zira doğrudan edindiği antiİslâm kimliği, onun mezhepçilik
üzerinde durduğu aşırılığı bile
körüklüyor.
Her şey bir yana, CHP’nin
bugünlerde sıkıntısı bambaşka!
Zira CHP, Kemal Kılıçdaroğlu
nezdinde ahlâk, vicdan ve millî
hassâsiyetler çerçevesinde
10
temmuz 2016
sürekli bir gaflet içinde. Geçtiğimiz ay insanî tüm erdemlere
hakaret ve kadını pespaye
lâflarına malzeme etme gibi
ahlâksızlıklara imza atan Kılıçdaroğlu, en sonunda iç savaş
çığırtkanlığına da soyundu.
Katıldığı bir televizyon programında (ve daha sonra yaptığı
bazı konuşmalarda) başkanlık
sistemine dair ağzından çıkardığı bakla oldukça büyüktü.
“(Erdoğan’ı kastederek) ‘Her
şeyi ben yapacağım’ diyor, ben
de, ‘Böyle bir sistem kurmak
isterseniz, kan dökmeden yapmazsınız’ dedim” şeklindeki
açıklamaları sebebiyle tepki
çeken Kılıçdaroğlu, bu sözlerini
savunurken Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ı potansiyel bir katil
gibi göstermekten hayâ etmiyor ve ekliyor: “‘Biz sokaklara
çıkacağız, siz de TOMA’larınızla
çıkıp bizi öldürmeye çalışacaksınız’ dedik. Ben çocuklara iyi
bir Türkiye bırakmayacaksam
siyâsette ne işim var? Ben demokrasiyi savunmayacaksam
neyi yapacağım?”
Kendisinden hayâ beklemekle hata ettiğimiz Kılıçdaroğlu, PKK ve DHKP-C’lileri
hastanelerde ziyaret etmeyi
insanlıktan saydığını belirttikten sonra, aynı hayâsızlıkla
şehit cenâzelerine gidiyor
ve poz veriyor. Peki, halk bu
Kılıçdaroğlu’nu görmüyor
mu? Elbette görüyor! Ancak
Kılıçdaroğlu, belli ki kendini
görünmez adam filan sanıyor.
Örneğin Ankara’daki bir şehit
cenâzesinde, üzerine yumurta
atılıyor. Yumurtalı protestonun gerçekleştiği gün, bu kez
Antalya’da CHP’lilerin kendisini
dolandırdığını söyleyen bir
vatandaş tarafından yuhalanıyor. (Kaldı ki, ağızlarına doladıkları yolsuzlukla mücadele
üzerinden Erdoğan’a çatmaya
kalkışan Kılıçdaroğlu iktidarın
sahibi bile değil.)
Aynı hafta içinde bu kez
Kahramanmaraş’taki bir
şehit cenâzesine gönderdiği çelenkten ismi sökülen
Kılıçdaroğlu’nun, bu olayın
ertesi günü gittiği şehit
cenâzesindeyse önüne mermi
atılıyor. Kimsenin görmediği
mermiyi alan CHP Genel Başkanı, bir basın toplantısı düzenleyerek “Önüme mermi attılar,
kendi güvenliğimi kendim sağ-
CHP’de iflas çanları çalıyor.
CHP’de tükenmişliğin adı “Kılıçdaroğlu”… CHP kırmızı alarm
veriyor. CHP marjinalleşiyor.
CHP, terör sevici mezhepçilerin elinde her gün boğuluyor,
eriyor. Atatürk’ün içinden grup
çıkartıp parti kurdurttuğu ana
ırmak kuruyor. Türkiye’nin
siyâsî anlamda üzüleceği bir
şey varsa gerçekten, o şey
CHP’nin yaşadığı erozyondur.
CHP ağaç sevgisinden bahsededursun, onun kendi içindeki çınarları söke söke orman bırakmadığının biz farkına varıyoruz.
CHP’deki toprak kaymaları işte
bu yüzden! Peki, onu kurtarabilecek biri var mı?
CHP’yi kotarmaya ilişkin bir
not düşelim… Cumhurbaşkanı
Erdoğan, 26 Şubat 2014 tarihinde, o günlerde Başbakan
ve AK Parti Genel Başkanı
sıfatıyla TBMM’deki AK Parti
Grup Toplantısı’nda, CHP eski
Genel Başkanı Deniz Baykal’ın
ahlâkî olmayan görüntülerini
alanların “paralel yapı” olduğunu belirterek şöyle diyordu:
“Daha ne kadar buna sessiz
kalacaksınız? Sayın Baykal,
sana da sesleniyorum! Bütün
bu olanlardan sonra daha hâlâ
neyi bekleyeceksin? Aynı şeyi
MHP’ye de söylüyorum. Genel
Başkan Yardımcılarınızla ilgili
çıkan yayınlar, yine aynen bu
yapının görüntüleridir. Susan
herkes, bu insanlık dışı suça
ortak olur!”
CHP’yi yeniden kurdurtacak
değiliz, ancak birileri daha da
kudurmadan kurtarmaksa
mümkün!
Selçuk Kayıhan // [email protected]
BM Dünya İnsanî Zirvesi gerçekleşti
23-24 MAYIS 2016 tarihleri arasında gerçekleştirilen BM Dünya
İnsanî Zirvesi, 60’a yakın devlet ve hükûmet başkanının katılımıyla Türkiye’nin ev sahipliğinde yapıldı.
>> Cumhurbaşkanı Erdoğan
ve diğer ülkelerin liderleri, zirvenin ilk programı olan kahvaltılı liderler oturumunda buluştu. İstanbul Kongre Merkezi’nde
gerçekleştirilen ilk oturumda
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan ve BM Genel Sekreteri
Ban Ki-Moon, birer selâmlama
konuşması yaptı.
Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan ve Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri Ban
Ki-Moon, Zirve’nin kapanış
seremonisinde programa özel
resmedilen tabloyu imzaladı.
Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan
ve BM Genel Sekreteri, Dünya
İnsanî Zirvesi kapanış programında ortak bir basın toplantısı
düzenledi. Zirve boyunca pek
çok katılımcı ülke ve kuruluşun, BM Genel Sekreteri Ban
Ki-Moon’un sunduğu “İnsanî
Gündem” çerçevesinde somut
taahhütlerde bulunduğunu
ifâde eden Erdoğan, şu sözleri
kaydetti:
“Bir tarafta lüks, israf ve şatafat hâkimken, onun hemen
yanı başında milyonlarca
insanın sefâlet, yoksulluk ve
açlık içinde hayata tutunmaya
çalıştığını görüyoruz. Bu, âdil
dünya değildir. Karşımızdaki
bu keskin farklılığa uluslararası
toplumun hiçbir ferdinin, hiçbir
vicdan sahibi ülkesinin kayıtsız kalmaması gerekir. Dünya
İnsanî Zirvesi’nin bu konuda
temel bir zihniyet değişiminin
milâdı olmasını diliyorum. Bu
zirve, ancak Afrikalı, Asyalı,
Suriyeli, Iraklı çocuklar başta
olmak üzere, dünyadaki tüm
mazlumlarının hayatlarında
yeni bir dönemi başlatırsa amacına ulaşmış sayılır. Ümit ederiz
bu tarihî zirve, adına ve önemine yaraşır bir şekilde daha
huzurlu, âdil ve barış dolu bir
dünyanın kapılarını aralar.”
Bu da konuşuldu ya…
BAZEN gündemin size neler
düşündürdüğüne anlam bile
veremezsiniz. Zira hiç aklınızda
olmayan şeyleri birileri gündeminize sokar ve karşısında bir
cevap vermek zorunda kalırsınız. Aslında cevap dahi o kadar
gereksizdir, ancak sırf “Gündem
olsun, çamur atayım da izi
kalsın!” diye düşünen müfterîyi,
müfterînin hedef aldığı kimse
zerre miskâl muhatap almaz
da siz onun derdine düşersiniz.
İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
üniversite diploması olmadığı
husûsunda ortaya atılan iftirâ
ve bizlerin onu savunma iştahı
da böyle bir şeydi!
etti, ortalıkta mevzubahis oldu,
o kadar! Buraya bu notu kaydetmemizin sebebi de zaten bu!
Öyle ya, onu devirmenin hiçbir
“illegal” yolunu tutturamayan
zevat, belli ki artık “legal” yollara
bakınıyor. Yani saldırıda tarihî
bir dönemece geçildi. Ancak en
münâsebetsiz bir yer buldular.
Erdoğan karşıtı bir müfterî,
Cumhurbaşkanımızın üniversite mezunu olmadığını iddia
E be kaklem zevat, siz adam
olmazsınız! Biz mi? Bizi delikanlı biri yönetsin, yeter!
Bu zevata, okula gidip vali
olduktan sonra babasını çağırarak “Bana ‘Adam olmazsın’
diyordun” diyen çocuğa, babasının verdiği cevabı ısmarlıyoruz:
“Doğru söylüyorsun oğlum,
ben ‘Vali olamazsın’ demedim,
‘Adam olamazsın’ dedim!”
temmuz 2016
11
Türkiye Ajanda
Dokunulmazlıklar kalkıyor!
AK Parti’nin Meclis’e getirdiği “dokunulmazlıkların kaldırılması teklifi”, AK Parti ve MHP’lilerin tam kadro, CHP’den de 20 milletvekilinin desteği ile (376 milletvekilinin oyu ile) kabul edildi ve Meclis’ten
geçmesinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayına sunuldu.
bendi uyarınca yayımlanmak
üzere Başbakanlığa gönderilmiştir” şeklindeki îlanla Cumhurbaşkanlığınca yayınlandı.
Yapılan anayasa değişikliğine
göre, toplamda 800 fezlekesi
bulunan 152 milletvekili için
yargılama yolu açılmış oldu.
Kapsama giren fezlekelerle
ilgili olarak TBMM’de 139
milletvekili hakkında 682
dosya bulunurken, Adalet
Bakanlığı’nda 57 milletvekili
hakkında 118 fezleke yer alıyor.
Adalet Bakanlığı’na ulaşan ve
TBMM’de bekleyenlerle birlikte, “dokunulmazlıklarının kaldırılması” istemiyle hakkında
fezlekesi olan biri bağımsız, 29’u
AK Parti, 57’si CHP, 55’i HDP ve
10’u MHP milletvekili olmak
üzere toplam 152 milletvekili
bulunuyor.
>> Onaylanan değişiklik,
“6718 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun, Sayın
Cumhurbaşkanımız tarafından
Anayasanın 89’uncu maddesinin birinci fıkrası ile 104’üncü
maddesinin ikinci fıkrasının (a)
Artık İHA almayacağız!
güçlü ve bağımsız adımlar
attığını vurguladı.
ABD’de temaslarda bulunan
ve Washington’daki önemli düşünce kuruluşlarından Atlantik
Konseyi’nde konuşan Savunma
Sanayi Müsteşarı İsmail Demir,
Türkiye’nin savunma sanayi
alanında her geçen gün daha
12
temmuz 2016
Atlantik Konseyi’nde düzenlenen “Türkiye’nin Savunma Sanayii Politikası” başlıklı panelde
konuşan Demir, Türkiye ile ABD
arasında birçok ortak savunma sanayi projesi olduğunu
belirterek, Washington’ın bazı
kritik projeleri reddetmesinin
Ankara’yı söz konusu projeleri
kendi başına yapmaya ittiğine
işaret etti.
“Burada kinâyeli bir şey söylemek istemem, ama ABD’nin
onaylamadığı bazı projeler için
teşekkür ediyorum. Çünkü bu
durum bizi, kendi sistemlerimi-
Erdoğan’ın onayının ardından TBMM, 15 gün içerisinde
fezlekeleri ilgili savcılıklara gönderecek. Savcılıklar, fezlekelerin
iddianameye dönüştürülmesi
doğrultusunda soruşturmalara
başlayacak. Soruşturmalar TCK
ve CMK hükümleri uyarınca
yürütülecek. Deliller toplana-
cak, ifâdeler alınacak. CMK uyarınca gözaltı, arama,
tutuklama gibi tedbir işlemleri
uygulanıp uygulanmayacağına
savcılıklar ve hâkimlikler karar
verecek. Soruşturma tamamlanınca milletvekillerinden hangisi hakkında iddianame hazırlanacağına yine ilgili savcılıklar
karar verecek. Savcılıkların
takipsizlik kararı verme yetkisi
de bulunuyor. Dâvâlar, isnat
edilen suçlara göre Asliye Ceza,
Ağır Ceza gibi mahkemelerde
görülecek. Dâvâ sonucunda
yargılanan milletvekili hakkında mahkûmiyet kararı verilebileceği gibi beraat kararı da verilebilecek. Mahkûmiyet kararı
verilen milletvekilinin Yargıtay
veya İstinaf Mahkemesi’ne
başvuru hakkı olacak. Yargıtay
veya İstinaf Mahkemesi ise
kararı ya onayacak, ya bozacak.
Mahkûmiyet kararı kesinleşen
milletvekilinin kararı tüm bu
aşamalardan sonra TBMM
Genel Kurulu’nda okunursa, o
vekilin milletvekilliği düşecek.
Bu arada, dokunulmazlık
tartışmalarında öne çıkan
isimlerden olan HDP’li Faysal
Sarıyıldız ile Tuğba Hezer, söz
konusu değişikliğin yapılacağını anladıkları gün Türkiye’den
kaçtılar. Yaklaşık iki aydır da
bulundukları Avrupa’dan dönmediler. HDP ise, söz konusu iki
ismin sadece siyâsî görüşmeler
yapmak üzere parti tarafından
görevlendirilerek ülkeden
ayrıldıklarını duyurdu. Biz de
inandık(!)…
zi geliştirmeye yöneltti” şeklinde konuşan Demir, birkaç yıl
önce silahlı insansız hava aracı
(İHA) projesini ABD’nin reddetmesinin ardından, Türkiye’nin
kendi başına bu sistemleri
geliştirdiğini anlattı. Türkiye’nin
savunma sanayiini hem savunma, hem de saldırı anlamında
güçlendirmeye yönelik birçok
adımın atıldığını vurgulayan
Demir, özellikle PKK ve DAEŞ’e
karşı verilen mücadelede bu
iki unsurun aynı anda önemli
olduğuna dikkat çekti.
rın satışında ayak diredi” dedi.
Türkiye’nin 2013 yılında karşılaştığı bu durumun ardından
kendi silahlı İHA’larını üretmek
için ciddî adımlar attığını aktaran Demir, bu tür sistemlerin
üst düzeye gelmesinin zaman
aldığını, ancak şu an iyi bir
noktada olduklarını ve silahlı
İHA’ların artık kullanıldığını
bildirdi ve Türkiye’nin bundan
sonra ABD’den silahlı İHA almayacağını da sözlerine ekleyerek,
“Artık bizim açımızdan o defter
kapandı!” dedi.
Türkiye’nin terörle mücadelesinde zaman zaman ABD’den
yeterli desteği görmediğini de
belirten Demir, “NATO üyesi
Türkiye terörle mücadele ederken, ABD Kongresi, silahlı İHA
ve bazı güdümlü mühimmatla-
Demir ayrıca, uzun sürmesi
ve finansal riskleri barındırması
iddialarıyla eleştirilen F-35 savaş uçağı projesiyle ilgili değerlendirmesinde ise, “Bu konuda
istekli ve iyimseriz; ancak risklerin de farkındayız” dedi.
Selçuk Kayıhan
“Fethin hesaplaşması 563 yıldır bitmiyor!”
İSTANBUL’un Fethi’nin 563’üncü yılı vesîlesiyle metropoldeki görkemli şölene katılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, milyon- Askerin
lara hitâben yaptığı konuşmayla âdetâ şuur aşıladı.
istediği
kanun çıktı!
>> “Bu fethin hesaplaşması
563 yıldır bitmiyor!” diyen
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul semâlarında ezanların
dâimâ okunacağını ve ayyıldızlı
bayrağımızın dalgalanacağını
belirterek İstanbul’u sadece
şehirlerden bir şehir sayanların
nasıl bir gaflet içinde olduklarını ifâde etti.
“Fethedilen yerden hicret
olunmaz” şeklindeki önemli hadisi hatırlatan Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın bu tarihî konuşmasından bazı notlar şöyleydi:
“İstanbul’u anlamak için
Medîne’nin huzurunu içinizde
yaşamalı, Kudüs’ün acısını
içinizde hissetmelisiniz!
Fetih, Batı’nın aşılmaz sandığı
duvarların aşılmasıdır. Fetih, 21
yaşındaki bir sultânın, bin yıllık
Bizans’ı dize getirmesidir. Fetih,
askerî teknolojinin o dönemdeki zirvesidir. Fetih, ayak basılsa
bile fazla kalınmayacak sanılan
bir kıtaya kök salınmasıdır.
Fetihten sonra bize artık ne
İstanbul’dan, ne Trakya’dan, ne
Anadolu’dan hicret vardır. Sadece Akdeniz’e değil, Avrupa’ya
da bir kısrak başı gibi uzanan bu
memleketi bizden koparmaya
kimsenin gücü yetmeyecektir!
Bölücü terör örgütünü koçbaşı
gibi kullanıp ülkemize saldıranların derdi ne Kürt kardeşlerimizdir, ne de o bölgedir. Onların
derdi, fethin intikamını almaktır. İşte gördünüz, kullandıkları
kuklalar, açtıkları çukurlara
gömüldüler!
Bu millet yüzyıl önce, ‘hasta
adam’ îlan ettikleri Osmanlı’nın
küllerini havaya savurmanın
hevesiyle Çanakkale’de, Kutü’lAmâre’de, Kafkas cephesinde
tüm güçleriyle üzerine saldıranlara hak ettikleri cevabı vermişti. Kurtuluş Savaşı sonunda
âdetâ küllerinden yeniden
doğan son devletimiz Türkiye
Cumhuriyeti, bu yıl 93. yıldönümünü geride bırakıyor. İnşallah
2023 hedeflerimize ulaşarak,
100 yıl öncesinin hasta adamının vârisini, geleceğin en büyük
10 ekonomisinden biri hâline
getireceğiz!”
Nobel Ödülü
Anıtkabir’de
2016
Nobel Kimya Ödülü
sahibi
ve Doğu
Türkistan
dâvâsının
kıymetli savunucusu Prof. Dr.
Aziz Sancar, verdiği sözü tuttu
ve kazandığı ödülü özel bir
izinle Anıtkabir’de sergilenmesi üzere Türkiye’ye getirdi.
Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu bir törenle Prof. Dr.
Aziz Sancar, Nobel Ödülü’nü
Anıtkabir’e takdim etti.
Anıtkabir’deki törende Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanı
sıra Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hulusi Akar ve
Nobel Ödülü’nün sahibi Aziz
Sancar da yer aldı.
HÜKÛMET, operasyon
bölgelerinde görev yapan askerlerin korunması için Genelkurmay Başkanlığı’nın uzun
süredir talep ettiği ve kulislere
de yansıyan düzenlemeyi
komisyondan geçirdi. Tasarıya
göre, görevlendirilecek TSK
birliklerinin çapı, konuşlandırılacakları yerler, emir-komuta
ilişkileri, kuvvet kaydırılması
ve bu kapsamda gerekli görülen hususlar Genelkurmay
Başkanlığı tarafından belirlenecek. Birlikler ve personel,
komutanının sorumluluğu altında görevlerini yerine getirecekler. Askerî birlikler ile genel
kolluk kuvvetleri arasındaki
koordinasyonu valiler sağlayacak. Operasyonlarda güvenlik
kuvvetlerinin elinden kaçmakta olan kişilerin izlenirken
girdikleri konut, işyeri veya
kapalı alanlarla eklentilerine,
söz konusu kişinin yakalanması amacına münhasır olmak
üzere yetkili komutanın yazılı
emriyle girilebilecek. Komutanın kararı 24 saat içinde hâkim
onayına sunulacak.
temmuz 2016
13
Haber Ajanda Perspektif
Derin manifesto: İstanbu
K
14
URULUŞUNDAN yüzüncü yılı olan 2023’e doğru
ilerlerken Cumhuriyet’e bakan perspektifleri bir
araya topladığımızda, Cumhuriyet’in kendisinin
doğrudan devrimci bir proje olduğunu görürüz.
temmuz 2016
>> Cumhuriyet fikri, devletin yönetim biçiminden toplum ve insan ilişkilerine kadar tam bir değişimi içeriyordu. Bu derin travma, devleti mağlubiyet psikolojisi ile buluşturdu ve küresel sistemin
kurguladığı Türkiye’nin nasıl yönetileceğine dair
Metin Külünk // [email protected]
l aklı
soru bu travmayla örtüştü.
Bugünkü küresel sistemin intikam hissi, İslâm ve
Osmanlı’dan öç alma dürtüleri
ile yeniden ortaya çıkmakta.
Türkiye’nin dünya dengesi
açısından önemini gördükleri
için, Türkiye’yi her anlamda
kontrol etme hedefinden de
vazgeçmediler.
Dolayısıyla Türkiye’de
topyekûn ihtilâli gerçekleştiren
kadroların tahayyül ettikleri
Türkiye fotoğrafı ile küresel
sistemin tasvir ettiği Türkiye
fotoğrafı örtüştü ve ortaya yeni
insan, yeni toplum ve bir yeni
devlet anlayışı çıktı.
Türkiye’de açık ve gizli darbelerle kendini göstermiş olan
bu ihtilâlci akıl, kentlerin merkezine, Ankara’ya tutsak oldu.
Çünkü söz konusu ihtilâlin akıl
merkezi Anadolu’yu, İslâm’la
buluşmuş Anadolu’nun tarihsel
derinliğini, Müslümanlar için
Anadolu’nun ne demek olduğunu fark etmedi. Belki fark etti
ve tasfiye edeceğini düşündü.
Zira Cumhuriyet sonrası bütün
uygulamalara baktığımızda,
Güneş Dil Teorisi’nden başlamak üzere, inşâ edilen kurumların tamamında İslâm’sız bir
tarih tezi geliştirildi.
Bu tezin derinliğinde
Selçuklu’yu, Osmanlı’yı reddeden bir anlayış vardır. Bu tezin,
Anadolu topraklarında bin yıl
yaşamış bir medeniyet ve devlet geleneği karşısında durması,
kendisine karşılık bulması çok
güçtür.
Devlet geleneği bağlamında
kendisine küresel ölçekte bir
meşrûiyet kaynağı bulmak için
başka odaklarda şekillenmeye
başlayan bu zihniyet, Müslüman kimliğinden uzakta kabul
edildiği ve reddiyeci bir anlayışa sahip olduğu için Anadolu’
da tutmadı.
Kendi teorilerini tutturamayan küresel sistem merkezi,
İslâm’ı kendine göre tanımlamayı hedefleyerek bu topraklardaki doğasından uzaklaştırmayı da denedi. Ancak bu
model de tutmadı.
Bu modelleme, Türkiye’nin
kuruluşundan bu yana sürekli
toplumsal çatışmalar yaşamasına sebep oldu. Yani Cumhuriyet sonrası devleti şekillendiren akıl ile halk arasında
sürekli bir ters, bir düz çatışma
yaşanıyor. Ve bu çatışma hâlâ
devam ediyor. Çünkü Cumhuriyet sonrası süreci şekillendiren
aklın kurduğu ciddî bir müesses nizam vardı. Bürokrasi, iş
dünyası, adâlet sistemi, üniversiteler ve medyada müthiş bir
müesses nizam kurdu bu akıl.
Ve bu müesses nizam, ülkeyi
her dâim toplumla çatışmayı
göze alarak yönetti. Toplumsa
bu kurumsal düzenle hiç örtüşmedi ve hep aynı yerde durdu.
Söz konusu nizamı gerçekleştiren kurucu akıl çok başarılıydı. Ancak bu başarı modeli
toplumsallaştırmada değil,
kurguda yakalandı. Toplumsallaştıramadılar, zira Anadolu’yu
anlamadılar.
Çatışma devam
ediyor!
Küresel sistem, Anadolu’yu
İslâmsızlaştırma eksenli bir
meşrûiyet alanı açmıştı ve
müthiş bir nizamî model kurgulamıştı. Bunun köklerine
bakarken Eti ve Sümer isimlerini dahi kurgularına taşımayı
ihmâl etmediler. Eti ve Sümer
isimlerinin önemli kurumlarda
kullanılması rastgele değildi.
Tarihî kökleri silmeye dayalı
hamlelerdi bunlar. “Tarihsel
kök arıyorsanız, bizim köklerimizi Eti’de!” dedirterek
Osmanlı’ya reddiye çektiler.
Ve yine Sümer üzerinden de
meşrûiyet arayan bir akıl vücut
buldu.
Bu modeli uygulamaya koyma adına toplumu bütün İslâmî
kavramlardan vazgeçirmeye
çalışmaktan, köy ve şehir isimlerinden dahi Müslüman kimliği çıkarmaktan çekinmediler.
İslâm’ı anımsatan simgeleri
hafızalardan silmeye çalışan
zihniyet, câmileri satılığa çıkardı, cezaevi yaptı. Üniversitelerin kapılarındaki tuğralar söktürüldü. Bunların hepsi intikam
hissiyle yapılan uygulamalardı.
Her şey, Anadolu’da küresel
sistemi rahatsız etmeyecek
bir Ankara için yapıldı. Sonuç:
Çatışma devam ediyor!
Anadolu, en az bir medeniyet inşâsı süresinde devletin
yenilenmesi ve nasıl bir idârî
sistem uygulanması gerektiğini
yanında nasıl bir modelleme ile
yoluna devam edeceğini henüz
kestirmiş değil. Çünkü Anadolu, şu üç kavram üzerinden hep
sıkıştı: Baskılama, yoksulluk ve
yoksunluk…
Anadolu, her zaman merkezden periferiye itildi. Balo
salonlarında târif edilirken
devlet, köyde evinden yüz
metre ötedeki çeşmeden su
taşıyan Anadolulu bu salonlara
yaklaştırılmadı, Ankara’ya alınmadı. Mustafa Kemal’i görmeye
gelenler ayakları çamurlu diye
Köşk’ten içeri sokulmadılar.
Yoksulluk, yoksunluk ve
baskılamaya dayalı bu uzun
sürecin ardından büyük
imkânlarla buluşan Anadolu,
işte bu yüzden devlet yenileme
sürecini başarmak zorunda.
Ancak bu süreçte Ankara aklını
değil, İstanbul aklını merkeze
koymak zorunda!
2023’e bakarken yeni
bir Türkiye
Farklılıkların, aynı yönetim
sistemi içerisinde birlikte ve
esaslı biçimde var olmasıdır.
Bütün farklılıkların korunduğu,
hatta beslendiği, inanma düşünme ve yaşama haklarının
garanti altına alındığı bir sistemi ortak bir heyecana dönüştürmeyi başarmalıyız.
Anadolu, önce bu topraklardaki suni ayrışmalar olan
Kemalist-Kemalist olmayan,
laik-laik olmayan, Alevî-Sünnî
gibi ve etnik bütün farklılıkları
ötekileştiren değil birleştiren
bir İstanbul aklını konuşmalı!
Ve biz bunu bir toplumsal sözleşme hâline getirmeliyiz.
Bütün tarafların içselleştirdiği, egemenlik kavramını grup
aidiyeti üzerinden değil de
farklılıkların aidiyeti üzerinden
konuştuğumuz, bu aidiyetleri
ırkçılığa dönüştürerek değil
de farklılıklarımızı ortak bir
egemenlik anlayışına adapte
ederek hareket ettiğimiz, yani
huzurun, inanma-düşünmeyaşama hürriyetlerinin garanti
altına alındığı, refahın âdil
bölüşümünün başarıldığı, ortak
iç-dış güvenlik politikalarının
kurgulandığı ve de toplumun
bütün katmanlarının genel
demokrasi esasıyla yerelden
başlayıp devletin tepesine
kadar dizayn edildiği bir manifestoya ihtiyacımız var.
Karşılıklı güvene dayalı bir
yönetme modeliyle problemlerin aşılmasını esas alan, mahalledeki sorunun mahallede
bittiği, problemin çözülebilmesi
için karar alıcıların karar alma
sınırlarının ortak akılla belirlendiği, “yerel kalkınma-yerinden
yönetim” düşüncesi üzerinden
“kalkınmanın yerelleşmesini”
sağlayıcı bir kurgunun yerli yerine oturtulması şart! Örneğin
bir şehrin tarım ürünlerindeki
pazar payının arttırılmasında
yerel yönetimlerin kendilerini
mesul hissetmeleri ve yükü
Ankara’ya bırakmamaları
elzem! Ankara’nın sadece
plânlamacı ve kontrol edici
nitelik çerçevesini konuşmalı
Anadolu, böyle bir modeli
ortaya çıkarmalı.
Bunu gerçekleştiren
Türkiye’nin başarısı, beraberinde Ortadoğu’yu da her
anlamda dönüştürecektir. Peki,
bunun ipuçları var mı? Elbette!
Peki, yeterli mi? Üzgünüm ki
hayır!
İşte bu yeterliliği sağlamak
için toplumun önüne yeni bir
modelleme sunmalıyız. Yüz
yıllık bir demokrasi birikimi,
150 yıllık bir anayasa tarihçesi, 700 yıllık bir sosyolojik
deneyime sahibiz. Dolayısıyla
bütün bunları birleştirmeliyiz.
Demokrasi, anayasa ve sosyolojik anlamdaki birikimine
rağmen idârî model zaaflarıyla
dolu Ankara’nın neden aynı
hantallıkla yaşamını sürdürmesi gerektiğinin savunulmasını
anlamış değilim. Zira bu Ankara aklı, devletin ve milletin
önünde bir engel! Hakkari’deki
herhangi bir ilkokulun çerçeve
ödeneğinin hâlâ Ankara’dan
ödeniyor olmasını nasıl anlayabiliriz?
Yerelden merkeze, ancak
“güçlü devlet-güçlü merkez ile
yerinden yönetimin buluştuğu”
bir anlayışı doğrudan yansıtan
bir modele ihtiyaç var. Bunu ortaya çıkarmak, bunu başarmak
mecburiyetindeyiz!
temmuz 2016
15
Dünya Ajanda
Akılsız başın cezasını
acep hangi ayaklar çeker?
ALMANYA Federal Parlamentosu, 1915’teki Ermeni tehcirini
“soykırım” olarak niteleyen yasa tasarısını kabul etti. Parti temsilcilerinin görüşlerini kürsüde dile getirmesinden hemen sonra geçilen oylamadan tasarı, neredeyse fire vermeksizin geçti. Oylamada yalnızca bir çekimser ve bir ret oyu çıktı.
şehrilikten çıkarma” gibi “ilginç”
tepkiler gösterildi. Allah aşkına,
bu memleketi vatanı olarak
görmemiş, görmüş olsa da başka türlü, yani asla Türk olarak
görmemiş birine niçin böyle
tepkiler verilir ki?!
Neyse… Ermeni tehciri söz
konusu olunca aklımıza gelen
kalıp cümleleri bir kenara bırakalım da tasarıya ret oyu veren
tek parlamenter olan Hıristiyan
Demokratlar Birliği üyesi Bettina Kudla’nın neden ret oyu
verdiğine ilişkin açıklamasına
bir göz atalım mı?
“Diğer ülkelerdeki olaylarla ilgili tarihî değerlendirmelerde
bulunmak, Alman Federal
Meclisi’nin görevi değildir.
Tarih’i olayların değerlendirilmesi, söz konusu ülkelerin,
bu durumda da Türkiye
Cumhuriyeti’nin sorumluluğundadır. Söz konusu karar tasarısı, anılan soykırım değerlendirmelerine örneğin tarihçileri
kaynak göstermemektedir…”
Ağzı olan değil, aklı olan
konuşmalı!
AB destekçisi
vekil öldürüldü
>> Parlamentodaki oturumu,
Almanya’daki Ermeni temsilcileri ve dinî liderler de takip ettiler. Oylama sonucunda Ermeniler parlamento ve çevresinde
kutlamalar gerçekleştirdiler.
Yeşiller Partisi’nin öncülüğünde hazırlanan ve koalisyon
ortakları Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDU) ve Almanya
Sosyal Demokrat Partisi’nin
(SPD) desteklediği tasarının
kabul edilmesine yönelik Alman yayın kuruluşu Deutsche
Welle’den, oylamada fire beklenmediğine dair haberler de
yayınlanmıştı.
Almanya’da 1915 Tehciri, ilk
kez resmen “soykırım” olarak
nitelendirildi böylece. Tasarıya
göre Alman hükûmeti, 1915-1916
yıllarında Ermenilere yönelik
sürgün ve “imhâ” politikası
ile Alman İmparatorluğu’nun
rolü konusunda kamuoyunun
kapsamlı olarak aydınlatılması
çalışmalarına katkı sağlamaya ve Türkiye ile Ermenistan
16
temmuz 2016
arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi ve iki halk arasında
barışma sürecini ileriye taşıyacak faaliyetleri desteklemeye
yönelik çağrılarda bulunuyor.
daha önce kabul edilmişti. Son
olarak Brezilya, Lüksemburg ve
Avusturya parlamentoları da
1915 olaylarını “soykırım” olarak
tanımışlardı.
Karar taslağına göre, bütün
yaşananların dönemin Jön
Türk hükûmetinin talimatıyla
gerçekleştirildiğine dikkat
çekilirken, olaylardan Asurîler,
Süryânîler ve Keldânîler gibi
diğer Hıristiyan azınlıkların
da etkilendiğine yer veriliyor ve o dönem Osmanlı
İmparatorluğu’nun askerî müttefiki Alman İmparatoruğu’nun,
Alman diplomat ve misyonerlerin organize sürgün ve imhâ
uygulamalarıyla ilgili verdikleri
bilgilere rağmen insanlığa karşı
işlenen bu suçu durdurmaya
çalışmayarak “yüz kızartıcı bir
rol oynadığı” vurgulanıyor.
Şimdi gelelim başa… Tasarının Yeşiller Partisi’nin
öncülüğünde hazırlandığını
belirtmiştik. Bu partinin eş
başkanlığını bazı dedikodulara
göre bir Türk yürütüyor. İsmi
“Cem Özdemir”… Özdemir,
sözde Ermeni soykırım yasa
tasarısının Alman Federal
Meclisi’ne getirilmesi konusundaki gayretlerinden dolayı
ülkedeki kiliselere ve geçtiğimiz
yıl Cumhurbaşkanı Erdoğan’la
sürtüşme yaşayan Alman Cumhurbaşkanı Gauck’a teşekkür
ettiği kürsü konuşmasına yakasında bir Ermeni rozeti ile çıktı
ve konuşmasında Alman generalleri ağzına dahi almazken,
Envet ve Talat Paşa’yı “baş katil”
şeklinde andı.
Benzer tasarılar ve kararlar,
aralarında Fransa, Rusya, İsveç,
Hollanda, Belçika ve İsviçre’nin
de bulunduğu çok sayıda
ülkenin parlamentosunda
Ülkemizde ve Avrupa’da
Özdemir’e “vatan hâini”, “hem-
İNGİLTERE’de, ülkenin
AB’de kalmasına yönelik
kampanya yürüten İşçi
Partili kadın parlamenter Jo
Cox öldürüldü.
Saldırıyı gerçekleştiren
kişi gözaltına alındı. Seçim
bölgesi Birstall Yorkshire’de
bir toplantıya katılmaya hazırlanan Jo Cox, yolda silahlı
saldırıya uğradı. Olay yerine
çok sayıda polis ekibi sevk
edilirken, West Yorkshire polisinden yapılan açıklamada, “Birstall’da devam eden
bir vaka var” denilmekle
yetinilmesi dikkat çekiciydi.
Cox’un silahlı saldırıya uğraması sonrası Avrupa Birliği
yanlısı kampanya askıya
alınırken, İngiltere Başbakanı David Cameron da aynı
kararı aldığını açıkladı. Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Hamas’tan Tel Aviv’e şok saldırı!
İSRAİL’in başkenti Tel Aviv’de iki Filistinlinin gerçekleştirdiği silahlı saldırı sonucunda
4 İsrailli öldü, ikisi ağır 5 kişi de yaralandı.
>> Tel Aviv’de, özellikle gençler arasında oldukça popüler
olan bir alışveriş merkezindeki
restorana giren takım elbiseli
saldırganlar, tatlı siparişi verdikten sonra rastgele ateş açmaya
başladılar.
Bu saldırının ardından bölgedeki gerilim zirve yaparken,
Hamas, bir kutlama mesajı
yayınladı, bunun üzerine
İsrail’den misilleme tehdidi
geldi. İsrail Savunma Bakanlığı,
Batı Şeria’daki askerî varlıklarını
güçlendireceklerini ve iki taburun bölgeye konuşlandığını
duyurdu. Saldırının ardından
83 binden fazla Filistinliye Ramazan için verilen İsrail’e giriş
izniyse askıya alındı.
Hamas liderleri tarafından
yapılan açıklamada, saldırının
Kudüs’te bulunan ve Müslümanlar için kutsal kabul edilen Mescid-i Aksâ’ya yönelik
“ihlâllerin” artmasından dolayı
gerçekleştirildiği belirtildi. Hamas Sözcüsü Sami Abu Zuhri,
saldırıdan İsrail hükûmetini
sorumlu tutarken, “Bu saldırı,
Filistin halkının haklarını
çiğneyen ve Mescid-i Aksâ’ya
yönelik ihlâllerini sıklaştıran
İsrail hükûmetine doğal bir
tepki olarak gerçekleştirilmiştir” dedi. Saldırı, “intifadanın
sürmesinin bir sonucu” olarak
nitelendirildi.
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ise yazılı bir açıklama yayınlayarak, dayanağı ne
olursa olsun, sivilleri hedef alan
tüm operasyonları reddettiğini
belirtti. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise, dört kişinin
ölümüne yol açan bu saldırının
karşılıksız bırakılmayacağını
söyledi.
Bu tür bir saldırıyı ne Filistin,
ne de Hamas adına anlamlandırabilmek çok güç! İsrail’in Filistinliler arasına yerleştirdiği ve
birer saatli canlı bomba özelliği
taşıyan casuslara bu noktada
dikkat edilmesi de önemli!
BAE’ye göre Yemen’deki savaş bitmiş
ve Yemen Krizi” başlıklı konferansta konuşan Karkaş, bundan
sonra siyâsî istikrârın sağlanması, meşrû yönetimin ülkenin
temel ihtiyaçlarını karşılaması
ve tekrar kontrolü ele almasını
içeren bir sürecin başladığını ve
Yemen’in birçok kentinin Husilerden kurtarıldığını, Mukella
kentinin ise El-Kaide militanlarından temizlendiğini ifâde etti.
BİRLEŞİK Arap Emirlikleri
(BAE) Dış İşlerden Sorumlu
Devlet Bakanı Enver Karkaş,
BAE açısından Yemen’deki
savaşın sona erdiğini, “Kararlılık
Fırtınası” operasyonunun da
hedeflerine ulaştığını belirtti.
“Zorunlu Karar: Koalisyon, BAE
Suudî Arabistan liderliğindeki koalisyon güçleri tarafından
“Kararlılık Fırtınası” adıyla
düzenlenen operasyonlarda
BAE’nin 80 civarında askerinin
hayatını kaybetti. Askerlerin
büyük bir kısmı Eylül 2015’te,
Ma’rib kentindeki Safir Askerî
Üssü’ne düzenlenen balistik
füze saldırısında yaşamlarını yitirmişti. Son haftalarda devam
eden operasyonlarda BAE’ye ait
2 de helikopter düşmüştü.
DAEŞ, ABD’de
katliam yaptı!
ABD’de eşcinsellerin gittiği bir gece kulübüne silahlı
saldırı düzenlendi. Saldırı
sonucunda 52 kişi öldü, 53
kişi yaralandı. Saldırıyla
ilgili ABD Başkanı Barack
Obama’dan gelen ilk açıklama ise şöyle oldu: “Bu bir
nefret eylemi, bir terör eylemidir!” Saldırı ardından tüm
dünyadan farklı içeriklere
sahip tepkiler yükselirken,
saldırıyı DAEŞ üstlendi.
Eşcinsel ilişkinin hak ve
özgürlükler bakımından her
nasıl olduysa yüceltildiği bir
dönemde, “Bu DAEŞ nedense sadece Müslümanları
vuruyor!” denilen örgütün
böylesi bir saldırıya imza
atmasının altında çok aranacak elbette.
Paris Anlaşması
imzalandı
ARALIK 2015’te Paris’te
varılan tarihî İklim Anlaşması, New York’taki Birleşmiş
Milletler Genel Merkezi’nde
imzalandı. Küresel ısınmanın
etkilerini yavaşlatmayı ve
bütünüyle olmasa da doğaya
verdiği hasarı gidermeyi
amaçlayan anlaşmaya devlet
başkanları ve başbakanların
yanı sıra 130’u aşkın ülkenin
temsilcileri imza attı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle
birlikte dünyanın yeni enerji
kaynakları geleceğinin belirlenmiş olacağı belirtiliyor.
temmuz 2016
17
Dünya Ajanda
ABD: “Gülen hareketi,
terör örgüt değildir!”
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin MGK Belgesi’ne “terör örgütü” olarak giren paralel
ihanet çetesini (Fethullah Gülen Hareketi) ABD’nin terör örgütü
olarak görmediğini söyledi. Kirby, “Türkiye’nin sizi bir
değil, iki terör örgütüne destek
vermekle suçlamasından endişe duyuyor musunuz?” şeklindeki soruya ise, “Türkiye’nin bu
konuda nasıl tavır takınacağı
Türk yetkililere kalmış. Biz
onları terör örgütü olarak görmüyoruz” karşılığını verdi.
>> Kirby, başkent
Washington’da düzenlediği
basın toplantısında, “Bu topluluğun lideri burada, ABD’de
yaşıyor. Bu harekete karşı
ABD’nin duruşu nedir, destekliyor musunuz? Terör örgütü
olarak görüyor musunuz?”
şeklideki soruya verdiği yanıtta,
ABD’nin Gülen hareketini terör
örgütü olarak görmediğini
belirtti. Kirby, “Gülen Hareketi,
yabancı bir terör örgütü olarak
tanımlanmamıştır. Bu konudaki
haberleri gördük, konuyla ilgili
daha fazla bilgi almak için bu
kararı alan Türk Hükûmeti’ne
sormanız gerek” diye konuştu.
Verilen cevaplarla ne kadar
kıymetli olduğumuzu görüyoruz(!). Önemli olan bu değil, asla
olmayacak da! Ancak Gülenist
şebekenin pisliğini tüm dünyada ayyuka çıkarmaktan çok,
kendi bünyemizde bir zihniyet
inkilâbı yaşamalıyız ki kendimize ispat edeceğimiz gerçekler
başkalarına da yansıyabilsin.
El-Kaide, Bush Afganistan’a
saldırana kadar bir multimilyarderin keyfî silahlanması
gibi algılanıyordu, peki sonunda ne oldu? ABD iki ülkeyi talan
etti, dünya bir terör örgütünden
haberdar oldu.
Kürtler, PKK-YPG karşıtı silahlı örgüt kurdular
SURİYE’de PKK’ya da, Esed
rejimine de karşı olduğunu
söyleyen ve kendilerine “Kürt
18
temmuz 2016
Devrimci Tugayları” adını veren
bir grup, silahlı mücadeleye
başladığını açıkladı. Rejimin ve
PKK’nın Suriye halkına karşı
suç işlediğini vurgulayan örgüt
sözcüsü, “Kürt Devrimci Tugayları” adını verdikleri silahlı
grubu Suriye toprağının bütünlüğünü korumak için kurduklarını ifâde ettiği konuşmasında,
“Özgür Kürtler olarak Suriye
halkını ve özellikle Kürtleri
korumak için Kürt Devrimci
Tugayları grubunu kurmaya
karar verdik. Bu örgütün Kürtleri temsil etmesi için Kürt halkı
içindeki tüm diğer özgür insanları bize katılmaya dâvet ediyoruz” dedi ve PKK’nın Esed için
savaştığını belirterek şu kaydı
düştü: “Onlar, Kürtleri öldüren
Tahran’ın safında yer alıyorlar!”
Küstahlıkta lider!
İNGİLTERE Başbakanı
David Cameron, Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne üye olmasının 3000 yılından önce
mümkün görünmediğini
söyledi. Cameron açıklamasında, “Türkiye yakın zamanda
Avrupa Birliği’ne katılacak
gibi görünmüyor. 1987’de
başvurmuşlardı, gösterdikleri
gelişim oranına bakılırsa son
tahminler yaklaşık 3000
yılında katılabileceklerini
gösteriyor” şeklinde konuştu.
Avrupa Parlamentosu Başkanı
Martin Schulz ise, Türkiye’de
son dönemde yaşanan politik
gelişmeleri sert bir şekilde
eleştirerek, “Türkiye, Avrupa
değerlerinden nefes kesen bir
hızla uzaklaşıyor. Bu durumda
AB üyeliği imkânsız!” dedi.
Hayırdır, bizde olan bizde
kalır da size ne oldu?! Kökünüze kibrit suyu!
ABD: “Libya’ya
her an girebiliriz!”
ABD Genelkurmay Başkanı
Joe Dunford, ABD
askerlerinin her an
Libya’ya dağıtılmak
üzere hazırlık yapıldığını açıkladı. Irak
ve Suriye’de güç kaybeden
DAEŞ’in yeni hedefinin Libya
olduğu ifâde edilirken, ABD
Başkanı Barack Obama’ya
Libya’daki DAEŞ yapılanmasına karşı harekete geçmesi için
danışmanlarından baskı var.
ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi üyesi Schiff,
“DAEŞ’in Libya’da çok büyük
bir bölgeyi tuttuğunu ve etkili
şekilde yönettiğini görebilirsiniz” derken ABD medyası ise
Pentagon yetkililerine dayanarak DAEŞ’in Libya’daki savaşçı
sayısının son birkaç ayda iki
kattan fazla artarak 5 bin ila 6
bin 500’e çıktığına dair haberler yayınlıyor. Öyle görünüyor
ki, ABD’nin yeni talan merkezi
Libya olacak!
Ömer Bekir Sadık
Kele b ekle r s on suza uçar Suriye’ye
DÜNYA Ağır Sıklet Boks Şampiyonlarının efsane yumruğu Muhammed Ali, rahmet-i Rahmân’a kavuştu.
>> “Kelebek gibi uçar, arı gibi
sokarım” sözü dillere pelesenk
olan, ABD’nin utanç tarihine
sözlerini ve duruşunu da yum-
ruğu gibi altın harflerle yazan
büyük sporcu Muhammed Ali,
solunum rahatsızlığı nedeniyle
kaldırıldığı hastanede, 74 yaşında hayatını kaybetti.
nı öğrenince altın madalyasını
Ohio nehrine atar. (1996 Atlanta
Olimpiyatları’nda bu madalyanın yerine başka bir altın madalya kendisine verilmiştir.)
Müslüman olmadan önceki
ismi Cassius Marcellus Clay Jr.
olan Muhammed Ali, 17 Ocak
1942’de Kentucky Louisville’de
doğdu. 12 yaşındayken boksla
tanıştı ve kısa zaman içinde
National AAU ve Altın Eldiven
Şampiyonası’nda amatör kayıtlara girdi. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları’nda
altın madalya aldıktan sonra
ünü giderek artmaya başladı.
Ancak ona sadece bir boksör
olarak bakmamak gerekir.
Çünkü o, gücüyle olduğu kadar
kişiliğiyle de hep daha iyisini
yapmaya çalıştı. 1960 Roma
Olimpiyatları’ndan döndükten
iki gün sonra, bir lokantada sadece Beyazlara servis yapıldığı-
İslâm’ı seçen Ali, ABD’nin
hezimete uğradığı Vietnam
Savaşı’na çağrılsa da gitmedi.
Bu nedenle unvanlarına el
konuldu ve bokstan uzaklaştırıldı. Fakat o yılmadı. Bu süre
içerisinde üniversiteleri dolaşarak İslâm’ı anlattı. Malcolm X ile
yakın ilişkileri oldu.
Los Angeles’te bulunan Ünlüler Kaldırımı’na adı yazılmak
istenmesine karşın, ismindeki
kutsiyeti ayaklar altına almamak üzere reddeden ve yüksek
bir duvara yazdıran Muhammed Ali’nin ruhunu Rabbimizin
yüceltmesini ve ona rahmetiyle
muamele eylemesini niyâz
ediyoruz.
Eurovision 2016 birincisi, Ukrayna’dan bir Kırım Tatarı
İSVEÇ’in başkenti Stockholm’de bu yıl 61’incisi
düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması’nda, Kırım
Türklerine yapılan sürgünü anlatan “1944” adlı
şarkısıyla Ukrayna adına yarışmaya katılan Jamala, 534 puan toplayarak birinci oldu.
>> Şarkısının nakarat kısmında Kırım Türkçesi ile kullanılan
“Yaşlığıma toyalmadım,/ Men
bu yerde yaşalmadım” şeklindeki ifâdeler ve sanatçının
sahne kareografisi bütün dünyayı sarstı.
Asıl adı Susana Camaladinova olan Jamala, Rusların Kırım
Tatarlarını büyükbaş hayvan
taşıyan trenlere bindirip Orta
Asya içlerine doğru gönderdiği
sürgünün mağduru ailelerden
birinin torunu. Yarışmayı
kazandıktan sonra Rusya’dan
gelen tepkiler için “Benim için
sadece laf kalabalığı, kuru gürültü” diyor. Zaten Jamala ve
şarkıları, Mart 2014’te Rusya’nın
Kırım’ı ilhakından bu yana Rus
medyasının hedefinde. Jamala,
Türkiye’nin yarışma öncesi ve
sonrasındaki desteğinden de
çok memnun. Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini arayıp tebrik etmesinin
dahi kendisi için büyük bir onur
olduğunu belirtiyor.
Kız kardeşi İstanbul yaşayan
ve ülkemizden evli olan Susana Jamaladinova, 27 Ağustos
1983’te, bu göç sırasında sağ
kalmış bir ailenin çocuğu olarak Kırgızistan’ın Oş kentinde
doğdu. Ve tam da 18 Mayıs 1944
Kırım Tatar sürgününün 72.
yıldönümüne dört gün kala, 14
Mayıs 2016’da, Eurovision birincisi oldu.
Genelde Tatar sürgününü,
özelde ise kendi büyük büyükannesinin bir kızını kaybettiği
olayı konu alan “1944” adlı şarkısında Jamala şöyle seslendi
dünyaya: “Yabancılar geldiğinde/ Evlerinize girecek/ Hepinizi
öldürecekler./ Ve diyecekler ki,/
‘Biz suçlu değiliz,/ Suçlu değiliz!’./ Aklınız nerede?/ İnsanlık
ağlıyor./ Tanrı olduğunuzu
sanıyorsunuz,/ Ama herkes bir
gün ölür./ Ruhumu geri almayın,/ Ruhlarımızı…/ Gençliğime
doyamadım./ Ben bu yerde
yaşayamadım./ Bir gelecek inşâ
edebiliriz/ İnsanların yaşamak
ve sevmek/ İçin özgür oldukları yerde./ En mutlu zaman…/
Kalbiniz nerede?/ İnsanlık,
ayağa kalk!/ Tanrı olduğunuzu
sanıyorsunuz,/ Ama herkes bir
gün ölür./ Ruhumu geri almayın,/ Ruhlarımızı…/ Gençliğime
doyamadım./ Ben bu yerde
yaşayamadım./ Vatanıma doyamadım…”
yeni anayasa
Rusya’dan
RUSYA’nın, Suriye krizinin
çözümünde önemli bir aşama
sayılan “Anayasa Görüşmeleri”
için hazırladığı taslağın tamamlandığı belirtildi.
Bu anayasa taslağında
dikkat çeken unsurlardan
biri, ilk maddesinde “Suriye
Arap Cumhuriyeti”nin adının
“Suriye Cumhuriyeti” olarak
değiştiriliyor olması.
Yeni anayasa ile birlikte
Beşar Esed’in oturduğu Cumhurbaşkanlığı koltuğunun yetkileri azaltılıyor, iktidar gücü
Bakanlar Kurulu’nun lehine
yeniden yapılandırılıyor. Rusya tarafından hazırlanan taslakta şu anki anayasaya hâkim
olduğu belirtilen “sosyalist ve
milliyetçi” dil değişiyor. Anayasa yeminindeki “sosyal adâlet
ve Arap ulusunun birliği için
çalışmak” kısmı da kaldırılıyor
ve bunlar yerine “serbest ekonomi” ve “yurtseverlik” terimleri yer alıyor.
Taslakta ülkenin resmî
dili olan Arapçanın yanı sıra,
yerellerde çoğunlukta olan
etnik toplulukların dillerinin
kullanımı da yasal güvenceye
alınıyor. Etnik ve mezhepsel
azınlıkların yasal temsîliyeti
de ayrıca garanti ediliyor.
ABD ve Rusya ortak çalışmayla yürütülen yeni anayasanın
Ağustos’a kadar yetiştirilmesi
plânlanıyor.
Bu arada Halep, dünya
tarihinin en büyük şehir
bombardımanını yaşadı.
Rusya-İran-Esed ittifakı, şehri
tümüyle kuşatmak için 2 buçuk kilometre uzunluğundaki
yolu 46 saat içerisinde karadan ve havadan 165 kez vurdu.
2012’den bu yana Esed’e direnen Halep, savaş kayıtlarına
göre dünya tarihinin en büyük
bombardımanını yaşadı.
temmuz 2016
19
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda - Değişime dair notlar-
20
Değişime bir de
diğer taraftan bakmak
2
2 Mayıs 2016 tarihi, özelde AK Parti, genelde ise Türkiye
için yeni bir başlangıcın adı oldu. Binali Yıldırım’ın tek aday
olarak belirlendiği AK Parti 2. Olağanüstü Büyük Kongresi,
AK Parti iktidarlarının dördüncü Başbakan’ını, AK Parti’nin üçüncü Genel Başkanı’nı ve elbette yepyeni parti yönetimini belirledi.
temmuz 2016
ğa kalkmak da ne demek?
Kur’an okunurken bile ayağa kalkılmazken Erdoğan’ın
mesajı okunurken ayağa
kalkmak da neyin nesi? İyi
ama bundan sonra nasıl
olacak da ‘Kemalizm çok
şöyle, Kemalizm çok böyle!’ falan denilecek?
Ahmet Davutoğlu, ‘Bu
kongre benim isteğimle
toplanmadı’ dedi. Biliyoruz
Ahmet Hocam, biliyoruz.
Sana kim ‘Bu kongre senin
isteğinle toplandı’ dedi ki?
‘Bizim partinin lideri
Erdoğan’dır’ diyorlar. Mikrofonu her alan böyle diyor,
bunu vurguluyor. İyi de,
o zaman ne diye ‘Partili
Cumhurbaşkanı’ diye tutturuluyor ki?
>> AK Parti’nin kimliğini
ve icraatını benimsemiş
cenahın yazılı ve görsel
beyânlarından ziyâde, bu
konuyu tüm medya mahfillerini öz îtibâriyle bilen bir
ismin nasıl yorumlayacağını merak ediyordum. Hürriyet gazetesi yazarlarından
Ahmet Hakan Coşkun’un
23 Mayıs 2016 tarihli ve
“AK Parti Kongresinden
Enteresan Esintiler” başlıklı
yazısının kongreye ilişkin
bölümünü okuyanlar için
tekrar hatırlatırken, okumayanlar için de paylaşmış
olalım. Acaba siz de Ahmet
Davutoğlu-Binali Yıldırım
arasındaki 7 farka katılır
mısınız? Ben sonuncusunu
çok tuttum…
Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kongre mesajı
okunurken salondakilerin
ayağa kalmasını “Kur’an
okunurkenki durum ile”
mukâyese ederek güzelim
yazısının kaputunu çizmiş
Ahmet Hakan. İslâm’ın
bayraktarı olan bir milleti
Batı’nın görgü kurallarıyla
tımarlayınca (!) böyle oluyor, kusura bakılmasın!
“Binali Yıldırım’ın sesi
kısıldı diye sevinmeyin. Ses
kısılması AK Parti’ye yarar.
Bakınız: Erdoğan’ın sesinin kısıldığı seçimde AK
Parti’nin aldığı oy oranı.
Binali Yıldırım’ın hitâbeti
gerçekten kötü. Gerçi Ahmet Davutoğlu’nun hitâbeti
çokça Erdoğan özentisi
kokuyordu ama yine
de gür bir sedâsı vardı.
Binali Bey bu hitâbetle
meydanları biraz zor
coşturur. Sanırım “Partili
Cumhurbaşkanı”na âcil
ihtiyaç olacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajını dinlerken aya-
Binali Yıldırım konuşurken ‘Recep Tayyip
Erdoğan’ diye slogan
atıldı. Binali Yıldırım’ın bu
durumdan zerre kadar
şikâyetçi olmayacağı bâriz.
Zaten onun seçilme nedeni
de bu değil miydi?
Kimin gideceği belli,
kimin geleceği belli... Kimin
ne diyeceği belli, kimin ne
demeyeceği belli... Buna
rağmen ‘AK Parti’de kongre
heyecanı’ diye başlıklar
atıyorlar ya, bir gülme
geliyor bana.
Hoca ile Binali Bey arasındaki 7 fark: 1- Hoca ağır
teorisyen, Binali Bey ağır
pratisyen... 2- Hoca akademisyen ve ideolojiktir, Binali Bey mühendis ve hizmet
ehli. 3- Hoca’da ses kısıklığı
olmaz, Binali Bey’in sesi
daha ilk günden kısılır.
4- Hoca selam verir, Binali
Bey fıkra anlatır. 5- Hoca’nın
iddiası, iddialı oluşudur. Binali Bey’in iddiası, iddiasız
oluşudur. 6- Hoca iyi nutuk
söyler, Binali Bey iyi köprü
yapar. 7- Hoca stratejik
derinliktir; Binali Bey yol,
su, elektriktir.” Uluğ Bayındır // [email protected]
Kongreden başkanlığa giden yol
B
İNALİ Yıldırım’ın AK Parti Genel Başkanı olduğu 2. Olağanüstü Kongre, sadece Yıldırım’ın Başbakanlığını değil,
daha ileriki sürecin Türkiye’ye yansıtacağı sistem değişikliğini de öngörüyordu. Elbette bu gösterge ülkemizdeki başkanlık sistemi taraftarlarını ilgilendirdiği kadar, parlamenter sistemin taraftarlarını da ilgilendiriyor.
Erdoğan’a bağlılık
olacağı belliydi. Lidere
bağlılık, partiye bağlılık
demekti. Dünkü kongre,
o sürecin tamamlanmasıdır. Artık lider ve parti,
birbirine eşanlamlı hâle
gelmiştir; moda deyimle
aralarında ‘milim fark’
kalmamıştır.
Lider sembolizmi o
dereceye vardı ki, dün
Türk siyâsetinde dahi
eşine az rastlanan bir
görüntü ortaya çıkardı.
Dîvan Başkanı Bekir
Bozdağ Erdoğan’ın
mesajını okurken,
evet mesajı kâğıttan
okurken, bütün salon
hazırolda bekledi. Erdoğan bu yeni dönemde
AK Parti’den, ‘cumhurla
başkanı arasında iklimi
olumsuz etkileyen’
mevcut sistemden
kurtulmak için yeni bir
anayasa bekliyordu.
>> Ancak bu iki sistemin de Batı tandanslı
birer fikriyat ekolü
olduğunu düşünerek
Türkiye’de kurgulanan
yapının dışarıya “çokça”
vâkıf bir gözle irdelenmesi önemli. Hürriyet
Daily News Genel Yayın Yönetmeni Murat
Yetkin’in, “İlk Hedefiniz
Başkanlıktır, İleri!” başlıklı 23 Mayıs makalesini
paylaşacağım.
Ancak unutmadan bu
yazıya dair tek cümlelik
eleştirimizi de buraya
not edelim evvelâ, zira
Yetkin’in de Erdoğan’ın
mesajı sırasında ayağa
kalkılmasına takması
beni üzdü. Yıllar önce
sırmalı generallerin
nutukları karşısında
ayakta bekleyenlerden
bu tip çıkışlar görmek
şaşırtıcı…
“Tayyip Erdoğan
10 Ağustos 2014’te
Cumhurbaşkanı seçilmesinden önce, yerine
Abdullah Gül’ün geçip
geçmeyeceği tartışması
vardı. Gül’ün adaylığı
ondan daha az potansiyele sahip de olsa, AK
Parti tabanında ‘Hoca’
nâmıyla sevilen Ahmet
Davutoğlu öne çıkarılarak bertaraf edildi.
Davutoğlu’nun hem
hükûmet, hem AK
Parti yönetim kademelerinde hâkimiyet
kurma ihtimâli ise Binali
Yıldırım’ın öne çıkarılmasıyla önlendi. O önleme hamlesiyle oluşan
AK Parti yönetimi,
Davutoğlu’nun kendisine en fazla gücü vehmettiği bir anda halıyı
altından çekiverdi.
Aynı yönetim, formalite îcâbı toplandı ve 22
Mayıs’taki olağanüstü
kongrede Yıldırım’ı tek
aday gösterme kararını
açıkladı. Kararın gerçekten AK Parti yönetiminin serbest tartışma
ve iradesiyle mi, yoksa
Erdoğan’ın işaretiyle
mi çıktığı konusunda
kamuoyunda herhangi
bir tereddüt yoktur.
Çünkü o kararı alan AK
Parti yönetiminin yarısı
da dün formalite îcâbı
toplanarak tek aday
Yıldırım’ı yeni Genel
Başkan îlan eden kongre
tarafından tasfiye edildi.
Elli kişilik MKYK’nın yarısı gitti; kalanların yarısı
da zaten Eylül ayındaki
olağanüstü kongrede
gelmişlerdi.
Erdoğan Ağustos
2014’ü seçtiğinde artık
ölçünün AK Parti’nin
kuruluşundaki ruha,
moda deyimle ‘fabrika ayarlarına’ değil,
Yıldırım da önceliklerinin bu olacağını açıkladı. Evet, aday gösterildiğinde ilk vaadi ‘terör
belâsına son vermek’
olmuştu. Ama onun için
de herhâlde başkanlık
sistemi ile daha çabuk
karar almak, yargının,
Meclis’in o kararlara fazla ayak bağı olmamasını
sağlamak gerekiyordu.
Öncelik yeni anayasaydı. Teşbihte hata olmaz,
âdetâ Erdoğan AK
Parti’ye, ‘İlk hedefiniz
başkanlıktır, ileri!’ diye
işaret ediyor, Yıldırım da
bu hedefi onaylıyordu.
AK Parti’nin elinde
henüz yeni ‘başkanlık’
anayasası teklifi yok.
Yakında yeni parti
yönetimi Beştepe’de
hukukçuların üzerinde
çalıştığı metin üzerinde
de çalışıp bir taslak
sunar Meclis’e. Bu hamle
muhalefetin darmadağınık olduğu bir zamanda
yapılıyor.
HDP zaten PKK’nın
terör eylemleri ile
Hükûmet baskısı altında
iken, şimdi bir de doku-
nulmazlıkların kaldırılması meselesiyle neredeyse tamamen kendi
sorunlarına gömülmüş
durumda.
MHP’de sular durulmak bilmiyor. Orada
da 1 Kasım seçimleriyle
görünür hâle gelen AK
Parti’ye taban kaybı sorunu, şimdi fetret devri
görüntüsü veren bir iç
çekişmeye dönüştü.
‘Acaba MHP, kendi varlığını koruyabilmek için
‘güçlü başkanlık’ konusunu ‘terörle mücadelenin’ daha iyi yapılması
gerekçesiyle bir destek
kılıfına sokar?’ mı sorusu soruluyor siyâset
kulisinde.
CHP ise çoktandır
beklenen fırtınanın
dokunulmazlık tartışmasıyla mı kopacağı
sorusu gündemde. CHP
grubunun çoğunluğu,
Kemal Kılıçdaroğlu’nun
iradesine karşın dokunulmazlık oylamasında
‘Hayır’ oyu kullandı.
Kılıçdaroğlu’nun,
HDP’nin Anayasa
Mahkemesi’ne gitmesine destek verecek milletvekillerine ‘Ya HDP’ye
gidin, ya istifa edin!’ diye
kapıyı gösterdiği bildiriliyor. CHP’deki bu görüntü, AK Parti’ye şimdiye
dek yaygın muhalefet
sergileyen en önemli
odağın da dağılmasına
yol açabilir.
Muhalefet meydanının boşalması, çoğulcu
demokrasinin geleceği
için tehlike demektir.
Erdoğan’ın işaretiyle
işte böyle bir ortamda
başkanlık anayasası ile
getirilmek istenen rejim
değişikliği Meclis gündemine taşınacak.
Dünkü AK Parti kongresi, işte bu nedenle
Türkiye siyâsî tarihi
bakımından ileride
parlamenter rejimden
güçlü başkanlığa geçişte
bir dönüm noktası olarak anılabilir.”
temmuz 2016
21
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
22
DUAYEN NOTU
A
K Parti 2. Olağanüstü Kongresi’ne dair en değerli çıkarımlar, elbette en büyük dip dalgayı taşıyan yazılarda aranmalı. 23 Mayıs 2016’nın ilk saatlerinde
merakla beklediğim yazı, “Olağanüstü Kongre” başlığıyla Hürriyet gazetesinde Taha Akyol imzasıyla yayınlandı.
>> Neden Akyol’un makalesini bu kadar merakla
beklediğimi şöyle ifâde
ederek söz konusu yazıya
geçeyim: Akyol’un yazdığı
her satırda, AK Parti’deki,
dolayısıyla Türkiye’deki
gelecek siyâsî kırılmaların
izlerini görüyorum.
“Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin olağanüstü
kongresi beklendiği gibi
sonuçlandı.
Önce şunu belirtmek isterim: Türkiye’de parti kongreleri uzun süredir parti
içinde serbest müzâkere ve
gerçek seçimlerin platformu olmaktan çıktı, yoğun
hamâsetle yüklü propaganda ve onay platformu
hâline geldi. Bilhassa sağ
partilerde bu böyle. Bütün
partilerimizde Salı günleri
yapılan grup toplantıları da
böyle.
Menderes’in DP’sinde,
Demirel’in ilk dönem
AP’sinde ve Türkeş’in 12
temmuz 2016
Eylül öncesi MHP’sinde
pek böyle değildi. Serbest
müzâkere, eleştiri ve gerçek
seçimler olurdu. Bizde partilerin kurumsal yapısının
zayıflığı ve TV’nin ortaya
çıkması, parti kongrelerini
kolaylıkla siyâsî propaganda ve olay platformlarına
dönüştürdü. Bu bir genel
gidiş. Siyâset bilimci Giovanni Sartori, “Anayasa
Mühendisliği” adlı kitabında
bu gidişe “video demokrasisi” diyor. Tabiî demokraside
bir kalite azalmasıdır bu.
AK Parti kongresine
dönersek... Sonuçları önceden bilinir olsa da son
derece önemli bazı gelişmeler oldu. Her şeyden önce
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
geçmiştekinden daha fazla
hâkim olduğu bir parti
yapılanması oluştu. Mesajı
bütün kongre mensuplarınca ayakta dinlendi.
Elbette Erdoğan, partisinin egemen lideriydi. Fakat
bu kongrede “Kurucu Genel
Başkanımız” tanımının
yerini, Adalet Bakanı Bekir
Bozdağ’ın ifâdesiyle şu
tanım aldı: ‘Bu partinin tek
lideri var, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip
Erdoğan... AK Parti var olduğu sürece bu böyle devam
edecektir!’
Yeni Genel Başkan ve
Başbakan Binali Yıldırım da
konuşmasına aynı vurguyu
yaparak başladı. ‘Başkanlık
sistemi’ni de özenle vurguladı.
Yıldırım yollardan, köprülerden, havaalanlarından
bahsederken, salonda
tempolu ‘Recep Tayyip
Erdoğan’ sloganı coşkuyla
yükseliyordu.
Yeni MKYK listesinde
de partinin kurucularıyla
ilk dönemlerdeki tanınmış
isimler daha da azaldı, yeni
ve az tanınan isimler arttı.
Yeni kabînenin ilk toplantısını Saray’da yapacak olması tabloyu tamamlayacak:
Fiilî başkanlık... Erdoğan
bunu daha 14 Ağustos
2015’te söylemişti.
Kongrede tarihe düşülen
en önemli notlardan biri,
Ahmet Davutoğlu’nun
kesinlikle ‘farklı’ olan konuşmasıydı. Erdoğan’dan
sadece ‘Cumhurbaşkanımız
ve Kurucu Liderimiz’ diye
bahsetti. Başkanlık sistemini ağzına almadı, ‘ruhu
adâlet olan, özgürlükçü ve
demokratik bir anayasa’
vurgusu yaptı. Daha önemlisi, Davutoğlu’nun ‘ortak
akıl’ kavramını vurgulaması, hatta ‘AK Parti hareketi,
milletimizin ortak aklının
ürünüdür’ diye konuşmasıdır.
Kendisinin başarılı bir
Başbakan olduğu hâlde
görevden ayrılmak zorunda
kaldığını da söyledi, ‘Sizin
ve milletimizin maşeri
vicdanında oluşturduğu
rahatsızlığın da farkındayım’ diyerek eleştirdi, buna
sadece partinin birliği için
uyduğunu söyledi.
Şu sözler de
Davutoğlu’nun: ‘Her emânet
gibi iktidar da imtihandır.
İktidar sarhoşluğuna, güç
yozlaşmasına asla düşmemeli, o emânete halel
getirmemeliyiz. Hiçbirimiz
vazgeçilmez değiliz!’
Davutoğlu’nun bu sözleri, tarihe düşülmüş birer
nottur; yani kısa vadede
siyâsî bir sonucu olmayacaktır. Hele de iktidarın ve
Türkiye’nin gidişatı iyiye
doğru ise, önümüzde parlak
dönemler varsa unutulup
gidecektir. Fakat gidişat
iyiye değilse, sıkıntılar zamanla artacaksa, o zaman
hatırlanacaktır!
Öyle bir döneme girilirse,
Bülent Arınç’ın bugünlerde
söyledikleri de hatırlanacaktır. Akademisyen
Davutoğlu’nun kongre
atmosferindeki şahsiyetli
ve farklı sözlerini ileride
hatırlanacağı düşüncesiyle
söylediğini sanıyorum.”
Uluğ Bayındır
Medyayı siyâsî kılmak, küsmek ve küstürmek
B
ASKIYA girdiği günden bu yana Karar gazetesinin yayın politikasını ve yazarlarının sonuna kadar iç muhalif dinamikleri hüviyetiyle kaleme aldıkları makaleleri
buraya taşıdık. Maalesef!
>> Bu gazetenin
doğrudan siyâsal bir iç
muhalefet bülteni kimliğini yansıtması, sanırım
Türkiye’deki “Siyâseti
medyayla dizayn ediyorlar” algısının kısmen
kırılmalarından birinin
de göstergesidir. Zira
siyâsetle ilgilenenlere
medya üzerinden yanlışlıklar ve haksızlıklar
konusunda “hak” nispetince haber ve bilgi verilip giderilmesi sağlanabilir. Ancak entelijansiyanın medya üzerinden
siyâsî hâkimiyet elde
etme girişimi hakîkaten
acınacak bir durumdur.
Türkiye’de hiçbir
partideki hiçbir parti içi
muhalif kadrosunun
çıkardığı basın bültenine rastlanmamıştır.
Belki dünyada da bunun
örneği yoktur. Ancak
Türkiye’ye medya hizmeti sunma iddiasıyla
doğrudan bir partiye
veya onun en saygı duyulan ismine muhalefet
etmek ilginçtir.
zaten. Ne gemicilikten,
ne inşaatçılıktan, ne de
telekomünikasyon işlerinden anlarım. Buralardan konu açılacak olsa
konuşacak lâf bulmakta
zorlanırım herhâlde.
Karar Gazetesi Genel
Yayın Yönetmeni İbrahim Kiras, nezâketten
uzak bulduğum bir
başlıkla, 24 Mayıs 2016
günü “Gelen Ağam,
Giden Paşam” demiş. Bu
tür bir gazetenin -ki en
baştaki yöneticisininbir parti teşkilatını bu
kadar küçük görmesi
hazmedilebilir bir şey
değil. Kiras’la beraber
gazetenin âdetâ tetikçisi
gibi görünen (evet, maalesef böyle bir fotoğraf
veren) Elif Çakır’ın “Meğer Ne Büyük ‘Dertten’
Kurtulmuşlar!” başlıklı
yazısına değinmeyeceğim bile… Kiras’ın makalesine göz atalım…
“Yeni Başbakan Binali
Yıldırım’la uzun boylu
bir tanışıklığımız yok.
Birkaç toplantıda karşılaşıp nezâket gereği
hâl hatır soruşumuzu
saymazsak iki lakırdı
etmişliğimiz bile yok
kendisiyle. İçinden geldiği sektör de benim ilgi
alanlarıma epey uzak
Ama tabiî artık bütün
sektörlerden sorumlu
olacağı için, Binali
Yıldırım’ın -bütün vatandaşlar gibi- benim de
uhdemde bir sicil defteri olacak. Herkes gibi
ben de icraatıyla ilgili
değerlendirmelerimi
not edeceğim o deftere.
Bu aşamada başka bir
şey söylemenin anlamı da yok zaten. Bu
yüzden yeni Başbakan
hakkında değil, eski
Başbakan Ahmet Davutoğlu üzerine birkaç
şey söyleyeceğim. Belki
Davutoğlu’nun ‘içinden
geldiği sektör’ ilgi alanlarımla kesiştiği için, belki
de ‘gelen ağam, giden
paşam’ felsefesinin etkisinde kaldığım için…
Şaka bir yana, Davutoğlu Başbakan olduğunda hakkında yazılan
yazıların sayısına bakın
bir, bir de görevden ayrıldıktan sonra ardından
yazılanların sayısına.
Hem o gün, hem de bugün yazılanların içeriği
konusuna ise değinmiyorum bile…
Neyse... Yenisinin
aksine eski Başbakan’la
epeyce ‘lakırdı etmişliğimiz’ var. Gerçi Başbakanlığı döneminde
ancak birkaç programda
bir araya geldik; son altı
yedi ay içinde ise hiç görüşmedik. Yani öyle bilinen şekildeki siyâsetçigazeteci münâsebetimiz
zayıftı. Ama eski tâbirle
‘muarefemiz’ ayrı…
Davutoğlu’nu Türk
kamuoyu Dış Politika
Başdanışmanı ve Dışişleri Bakanı şapkalarıyla
tanıdı. Ama ondan
önce dar bir muhitin
dikkatini çeken parlak
bir akademik kariyeri
vardı. Başbakanlık görevine geldiği günlerde ‘o
Ahmet Davutoğlu’ hakkında bir iki anekdot
anlatmıştım…
Ama Dışişleri Bakanı
olduktan bir süre sonra
bölgesel şartlar Türk dış
politikasının aleyhinde
değişmeye başlayınca
bilindiği gibi sert tartışmaların ve eleştirilerin
odağı oldu. Her ne kadar
izlenen dış politikanın
tek sorumlusu ve karar
vericisi olmasa da…
Gençler pek bilmezler, bir zamanlar bir
Ahmet Davutoğlu daha
vardı. Yüksek İslâm
Enstitüsü’nde hoca...
İslâm’ın modern yorumlarını topa tutan kitabı,
özellikle gelenekçi çevrelerde çok popülerdi
1980’lerde. O sırada bazı
dergilerde jeopolitik
ve siyâset kuramı gibi
konularda Ahmet Davutoğlu imzalı yazılar
çıkmaya başlayınca
ikisini karıştıranlar oldu.
Hatta çok iyi hatırlıyorum, Boğaziçi’ndeki
meçhul doktora öğrencisi, herkesçe tanınan
bir hocaefendinin imzasıyla yazı yayımladığı
için ayıplandı. Zaman zaman Türk
dış politikasına yönelik
eleştirilerde bulunan,
özellikle Suriye politikasına îtiraz edenlerden
biri de bendim. Ahmet
Davutoğlu’nu asıl o zaman tanıdım ben. Bizim
eleştirilerimizi kabul
etmiyordu, kendi fikirlerinde ve yaptıklarının
doğruluğunda ısrar
ediyordu. Ama eleştirilere hiddetle karşılık
vermiyordu, en sert yazılarımızdan dolayı bile
küsmüyordu. Boykot
listesi yapmıyordu.
Buna mukabil genç
Davutoğlu, hem dönemin fikir-sanat çevrelerinde, hem de akademik dünyada dikkat
çekiyordu. Boğaziçili
gençlerin de gözdesiydi.
Üniversitenin Kuzey
Kampüsü’nde, elinde
evrak çantasıyla tek başına yürürken uzaktan
parmakla gösterilir, ‘İşte
duble yapan Davutoğlu
bu!’ denirdi. Çünkü
Boğaziçi’nde hem
iktisat, hem de kamu
yönetimi ve uluslararası
ilişkiler bölümlerini
birlikte okuyarak ‘duble
yapan’ ilk kişiydi Davutoğlu.
Davutoğlu sonraki
yıllarda ise önce Stratejik Derinlik kitabıyla
entelektüeller arasında, bilahare AK Parti
hükûmetlerinde dış
politika danışmanlığıyla
daha geniş çevrelerde hayranlık topladı.
‘Tamam, artık bu
yazıdan sonra Ahmet
Hoca artık benimle
konuşmaz!’ dediğim her
seferinde beni şaşırtan
bir olgunluk gösteriyor,
yurtiçi ve yurtdışı programlarına çağırmaya
devam ediyordu. Yüz
yüze geldiğimizde de
yüzünü asmıyor, uzun
uzun konuşup muhatabını ikna etmeye
çalışıyordu. Yalnızca
gazetecilerin değil, iyi
niyetinden emin olduğu
herkesin eleştirilerine
karşı aynı tutumu takınıyordu ‘Hoca’, onu da
belirteyim.
Hâsılıkelâm,
Davutoğlu’nun Türk
siyasetinde özgün bir
yeri olduğu muhakkak.
İleride tarih kitaplarında
ona ayrılacak sayfalar
olacağı da muhakkak.
Hatasıyla sevabıyla…
Ama eski Başbakan’ın
asıl ayırt edici tarafı,
en azından benim
açımdan, eleştiriler
karşısında gösterdiği
olgunluktu. Umarım çok
fazla özlemeyiz.”
temmuz 2016
23
haberajanda
Siyaset
Güç hiyerarşisine
dayalı (ki bu hiyerarşide asker-bürokrasiparti-meyda en güçlü
halkalardır) Eski
Türkiye’den Yeni
Türkiye’ye geçişin tek
yolu olan kurumsal
kimliğe her alanda geçiş yapılmalıdır. Bunun
“tek” sorumlusu ve
kudretli kişisi Erdoğan
değildir. Bu, millî bir sorumluluk ve toplumsal
kudretle mümkündür.
Kuşkusuz bu süreci
koordine edilmesi için
seçilen lider “Erdoğan”,
parti de “AK Parti”dir.
Tartışırken ve suçlarken “eşitler arasında
önde duran sorumlu”
Erdoğan’dır, kabul,
ama hani eşitler?!
Arınç gibi sadece
“liderlikte eşitler”
gündemi üzerinden
“Erdoğan’dan izin
almadan da ben konuşurum!” demek değildir mesele. Mesele,
Erdoğan’ı “eşitler arasında öndeki sorumlu”
diye analiz ederken,
“Sana düşen eşit sorumluluk adına ne yapıyorsun?” noktasında
konuşmaktır.
“Konuşan Türkiye”
demek, sorumlulukları
hakkında konuşan
Türkiye demektir. “Erdoğan aşağı, Erdoğan
yukarı” konuşmaya
konuşma denmez;
belki kendi boşluğunu doldurmak için
“boş(luğa) konuşmak”
denir!
24
temmuz 2016
Erdoğan sonrasını öne
-Önü alınamayan (AK) parti içi
Sedat Servet Hocaoğulları
[email protected]
almak
arayış-
Seken kurşun:
Bülent Arınç
B
ÜLENT Arınç, BBC’ye verdiği röportajda, psikolojik eşiğini tekrar eden aynı
tabloyu yineliyor ve betimliyordu:
“AK Parti’yi kuran bir takımdık, Erdoğan sadece
‘eşitler arasında ön plâna çıkardığımız (görev verdiğimiz)’ bir arkadaşımızdı ve verilen görevleri başarıları ile hak ediyordu. Fakat zamanla ‘Lider benim!’
dedi ve istişâreye kapalı tek adam olmaya doğru
yöneldi. Bu psikoloji, Çözüm Süreci’nden paralel yapıyla mücadeleye, basın özgürlüğünden parti içi >>
>> atamalara kadar bir dizi
eleştiriye konu olacak hatalar
yaptı. Bunun en üzücü örneği de
başarılı bir Başbakanlık yapan
Davutoğlu’na görevden el çektirilmesidir. Artık Erdoğan’dan
habersiz cümle kurmayacak
bir takımı kaldı geriye; ben bu
karakterde değilim ve hakkımızdan vazgeçecek de değiliz! Ama
bunu muhalif hareket veya parti
kurarak yapmayacağız. Sabredip
bu hatalardan vazgeçilmesini
zorlayacağız. Olmadı, o zaman
milletin yönelişine bakıp ona göre
hareket edeceğiz…”
Bülent Arınç’ın Gezi olaylarının öncesinde başlayan ve
“istikrarlı” şekilde devam eden
psikolojisinin (yani “siyâset etme
psikolojisinin”) ana fotoğrafı bu!
Ancak bu fotoğrafın “üretken” bir
karakteri var. Zira hatıra fotoğrafı
çektirmek için kullanılan ve “baş
kısmı boş olan hazır bir tablo” işlevi görüyor. Yani aynı psikolojik
eşiğe kapılmış her kim varsa, AK
Parti içinde aynı boşluğa kafasını
koysa, vereceği poz bu betimleme
ile örtüşür.
AK Parti içinde hatırı sayılır
ölçüde, yukarıdaki betimleme
tablosunun baş kısmına “baş koymak” kararı vermiş (etkinlik içindeki) hayli “etkin”, Arınç’a göre
kurucu listesinin özgül ağırlığını
oluşturuyor. Arayış var... Tasfiye
edildiklerinden emin olan veya
beklemede kalan ciddî bir isim
listesi, başını koyabileceği boşluğu
yakalamanın yanında, Erdoğan
ile tatlı bir hesaplaşma göreceği
siyâsî boşluğu da kolluyor. Peki,
kollanan siyâsî boşluk nedir?
Erdoğan’ın boşluğu
Erdoğan ile ilişkili iki boşluk
seçeneği var: Erdoğan hayatta iken
seçmen kitlesinde yaşanacak boşluk
(Erdoğan dışında lider arayışı) ve
Erdoğan’ın vefâtından sonra yaşatemmuz 2016
25
haberajanda
Siyaset
nacak “beklenen boşluk”…
Fakat kesinleşmiş bir karar
var: Erdoğan’dan kaynaklı
tüm boşluk seçenekleri doldurulurken, onun “tek adam”
olduğuna gönderme yapılarak bir şekilde “Ben gelirsem
‘tek Adam’ olmayacağım!”
sermâyesi kullanılacak.
İşte bu sermâye, Erdoğan
karşıtı/düşmanı tüm cepheleri tek çatı altında toplama
enerjisi oluşturduğu gibi, Bülent Arınç gibi “eşitler arasında kalmak” gücüne tâlip
arayışları da bu enerjiden
beslenerek pozisyon alıyor.
Pozisyon alanların ortak bir
niyet ve sloganı var: “Erdoğan
sonrasını öne almak…”
Erdoğan sonrasını öne almak iki cephelidir: Birincisi,
Erdoğan’ın vefât ettiği anda
oluşacak boşlukları doldurmaya tâlip isimlerin hazırlıkları… İkincisi, Erdoğan
hayatta iken, vefâtı sonrası
oluşacak boşluğun o hayatta
iken oluştuğunu gösteren,
onu devirmeye dönük hareketler…
Abdullah Gül, Bülent
Arınç ve artık Ahmet Davutoğlu (sembolik değerleri
olduğu için), Erdoğan’ın
vefâtından sonraki boşluğa
tâlipler. Örneğin Gül ve
Davutoğlu, Cumhurbaşkanı
adayı olmak istediklerinde
çok yıpranmadan bu imkânı
yakalama şanslarını riske
etmiyorlar. Fakat Arınç, artık
bu boşluğu doldurmaya tâlip
değil. Göze aldığı başka bir
şey var: “Koordine etmek”...
(Yani boşluğa kafasını koyacakların fotoğrafını çekmeye
ve albüm yapmaya kararlı!)
Bu nedenle Gül ve Davutoğlu, Arınç’ın “sözcü” gibi
pozisyon alışına açıktan des-
26
temmuz 2016
tek vermeyeceklerdir. Peki,
Arınç bu koordinatörlüğü
sonuçlandırabilecek mi?
Evet, bu mümkün! Çünkü
Arınç bunun için “köprü”
çalışması yapıyor ve iki karşı
yakadan iki ayrı çalışma
yürütüyor. Bir bakıma “Erdoğan sonrasını öne almak”
formülünü işletiyor. Hem
Erdoğan’ın vefâtından sonra
oluşacak boşluğu doldurmaya tâlip (hayattaysalar tabiî)
isimlerle (başta Gül ve Davutoğlu) aynı yerde pozisyon
alarak Gül-Davutoğlu-Arınç
uyumuna ve uygunluğuna
dikkat çekiyor, hem de Erdoğan hayattayken büyük
boşluklar oluştuğunu iddia
eden AK Parti içi (ve diğer
siyâsî partilerin) muhalefete
“tek adam” rüzgârını salarak
ve oluşan Erdoğan nefretine
dalgakıran pozları vererek
Erdoğan’a sahadan mobbing
denemesi yapıyor. Kuşkusuz
bunu usta bir kelime sihirbazı edâsıyla yapıyor, her yerinden barış güvercini çıkarıyor.
Oysa gerçekte olup bitenin
perde arkası bambaşka; çünkü sonuçta “sihir” dediğiniz
şey, “el çabukluğu ile algı
boşluğundan yararlanmak”
sanatıdır. Arınç’ın yakaladığını düşündüğü boşluk
ise tek adam metaforudur.
Peki, Erdoğan gerçekten “tek
adam” kurallarını işleten biri
midir?
Tek adam, tek
tabanca
“Tek adam”, kendi içinde
bir ironi taşır. Çünkü “tek” ve
“adam”dan terkiplenir. Yani
“adam olarak tek”… Bu ironiye metfun Erdoğancıların
varlığını inkâr edemeyiz.
Nitekim Arınç da “trol ve
troliçeler” adresini bu ironiden duyduğu rahatsızlık
sebebiyle işaret eder.
Ancak “tek adam” sıfatını
bir kişinin hak etmesi için
veya başkasını “tek adam”
olduğu yönünde suçlamak
için (suçun delili ve gereği
ayrı bir tartışma konusu) üç
ayrı “tek” özelliğinin örtüşmesi/buluşması gerekmektedir. Yani metafor olsun diye
ironileştireceğim bir “tek
teslisi”nin olması lâzım. Nedir bunlar?
Diktatörlük, narsisizm ve
atanmışlık
Diktatörlük: Dudak hareketiyle yasama, yürütme ve
yargı erki olabilme gücüdür
dikatatörlük. Dolayısıyla
diktatörlük ile resmî alandaki
sistemle birebir etkileşim/
ilişki vardır.
Narsisizm: Kendini kutsama ve kutsama törenlerinde
tatmin olma, bunun için
sevici-tapıcı kitleyi organize
etme veya “tek başına tören”
sekansları düzenlemeyi anlatır bu kavram. Adını yere
göğe kazımak panikliğidir.
Dolayısıyla beden ve özel
yaşam dili ile örülen bir psikolojik eşikten bahsediyoruz.
Atanmışlık: Neredeyse
bütün görevlere bir güç
tarafından atanmak ve seçilmişlerin devre dışı bırakılması durumunda her koşulda
yedekte devreye sokulmaktır
atanmışlık. Dolayısıyla iradeseçmek kültüründen doğmayan “kukla yönetim figürü”
demektir.
İşte bu üç ayrı “tek adam”
boyutu bir kişide buluşursa,
biz ona “tek adam” diyebiliriz. Kuşkusuz bu özellikte
biri yeryüzü için başlı başına
bir zulüm ve fesat kaynağıdır.
Ve bu kişiye “adam” demek
bile “adamlığa” hakârettir.
O zaman soralım: Erdoğan “tek adam” mıdır?
Sistem açısından tek adam:
Mevcut Cumhurbaşkanlığı
yetkileri dururken başkanlık
sistemini isteyerek bu yetkileri azaltmayı talep etmek
ve üstelik de bütçe ve kanun
yetkisi Meclis’te olan bir
sistem için çabalamak, yani
diktatörlüğün aslî koşullarını
reddeden bir yapıda ısrar
etmek açıkça gösterir ki Erdoğan, “tek adam” sıfatının
birinci boyutu olan özellikte
değil.
Psikolojik açıdan tek adam:
Erdoğan’ın kendi heykelini
diktirmek, şehir-bölge isimlerinde isminin baskın olmasında ısrar etmek veya şahsına
yönelik kutsayıcı törenler
düzenlemek, îtiraz edenleri
cezâlandırmak ve dahası eleştiri/şerh düşme durumlarında
öldürmek veya zarar vermek
gibi çabaları var mı? Bizce
yok! Yani narsisist değil…
Hak ediş açısından tek
adam: Bulunduğu görevleri
seçilerek, hak ederek ve hakkını vererek mi dolduruyor,
yoksa güce tapan ve sürekli
atanan bir yöntemle mi aynı
makamda duruyor? Çok açık
ki, bu Erdoğan için söylenecek en son şey olur!
Dolayısıyla Erdoğan için
“tek adam” iddiası, politik
suçlama ve farklı hedefler
için bir malzemedir. Ve
maalesef arkadaşları ile desteklediği ciddî bir kitle, artık
bu malzemeyi kullanıyorlar.
İster kendi kişilik boşluklarını doldurmuş olsunlar, ister
Sedat Servet Hocaoğulları
sosyal bir boşluk riski gerekçesiyle, ama sonuçta artık
“tek adam” etiketi politik
sahadadır ve mantar gibi su
değdikçe çoğalmaktadır.
O zaman gerçekçi soruyu biz soralım: Erdoğan,
“tek adam” değilse nedir?
(Ve bu soruyu besleyelim:)
Erdoğan’ın duruşu/tutumu
içindeki hata, boşluk, çatışma
kaynağı nerededir? Örneğin
AK Parti’yi birlikte kurduğu
arkadaşlarından özellikle
Gül, Arınç ve Davutoğlu
gibi ön safta duranlarla yaşanan sorunlar, Gezi Parkı
ve 17 Aralık operasyonları
sonrası toplumun belirli bir
kesimini de içine alan radikal politik mobbing iddiası
taşıyan dil ve uygulamaları
nereye koyacağız?
Şahsî gözlem ve yorumumuz odur ki, tüm bunların
kökeninde Eski Türkiye’yi
“Eski Türkiye” yapan “güç
hiyerarşisi” dokusunu (ki bu
doku hem toplumda, hem
de onun devletinde vardır)
değiştirmekte Erdoğan bir
“yetersizlik” içinde kalmıştır/
bırakılmıştır. Ve asıl önemli
olanı ise, güç hiyerarşisini
eskilerde bırakacak “kurumsal kimlik” yapılanmasındaki
“başarısızlık gerçeği”dir. Yani
Erdoğan, güç hiyerarşisi ile
mücadelede yetersiz kalmış
ve kurumsal kimlik yapılanmasında da istenen noktaya
ulaşamamıştır.
Kuşkusuz bu yetersizlikbaşarısızlık-eksiklik karnesi
sebebiyle sürecin lideri olduğu için gündem onun adı ile
açılabilir. “Erdoğan dönemi”
gerçeğiyle bundan birinci
dereceden Erdoğan sorumlu
tutulabilir ve hatta bir daha
seçilmeme gerekçesi olarak
Şahsî gözlem ve yorumumuz odur ki, tüm bunların kökeninde Eski
Türkiye’yi “Eski Türkiye” yapan “güç hiyerarşisi” dokusunu (ki bu doku hem toplumda, hem de onun devletinde vardır) değiştirmekte Erdoğan bir “yetersizlik”
içinde kalmıştır/bırakılmıştır. Ve asıl önemli olanı ise, güç hiyerarşisini eskilerde
bırakacak “kurumsal kimlik” yapılanmasındaki “başarısızlık gerçeği”dir.
millî iradenin önüne götürülebilir. Nitekim Erdoğan’ı
“bir daha seçmemek” imkânı
hep vardı, fakat ne toplum,
ne de AK Parti bu imkânı
kullandı. Çünkü ne toplum,
ne de devlet, “güç hiyerarşisinden kurumsal kimliğe geçiş” için hazır. Belki niyetli de
değil. Kim bilir, belki de bu
geçiş sadece “yeni anayasa”
değil, bir “yeni toplum” arayı-
şıdır. “Yeni Türkiye” bir “yeni
toplum” hedefindeyse eğer, ya
toplum farkında değil ya da
Erdoğan bunu anlatamadı.
Erdoğan’ın mîrası
“yeni anayasa” mı,
“yeni toplum mu”
olacak?
Ara başlığa taşıdığımız
sorunun cevabını “Yeni
Türkiye-Yeni Vizyon Za-
manı Geldi: Recep Tayyip
Erdoğan” adlı kitabımda
aramış ve “2023 Kuşağı”
kitabımla da “Yeni anayasa
yetmez, yeni toplum şart!”
söyleminde bir projeksiyon
geliştirmeye çalışmıştım.
Dolayısıyla Erdoğan’dan
kalacak mîrasa ilişkin sadece
kritik eşik özelliği taşıyan
bazı spotları paylaşmakla
yetineceğim.
temmuz 2016
27
haberajanda
Siyaset
olanı “yeni kuşak”tır. Bugün
bile liseli gençlerimizi kışkırtan hareketler vardır. Geçmişimiz acı örneklerle doludur.
Bu noktada 1 Kasım sonrası
politikalar ulaşım ve sağlıkta
olduğu gibi âcilen gençlikkültür-eğitim-teknoloji alanlarında da reform-devrim
niteliğinde büyük hamlelere
ihtiyaç vardır.
Sonuç
1- Yeni topluma geçişte
son viraj “başkanlık sistemi”:
Başkanlık sisteminin yeni
anayasa tartışmasının önüne
geçmesi büyük bir avantajken, dolayısıyla sadece devleti
yenileyecek anayasa ile yetinmeyip yeni toplum fırsatını
inşâ edecek içerik ve sistem
değişiminde bir anayasa başlangıcı yapma fırsatı vardır
ve bu tarihî fırsatı “Erdoğan”
isminde boğmak, bir gelecek
katili olmaktır. Bu noktada
Erdoğan’ın “yeni toplum”
ufkuna işaret eden bir usûle
değilse de bir üslûba ihtiyacı
vardır. Biliyoruz ki usûl, bir
takım işidir. Üslûp ise bir
paslaşma… Erdoğan’ın sözlerinin altını dolduracak ve
sözün şerefesinden şereflice
mesajı iletecek kadro sahibi
olması, birinci derecede kendi
sorumluluğundadır. Erdoğan
hayattadır ve bu imkân duruyor.
2- Güç hiyerarşisinden kurumsal kimliğe geçiş için son
28
temmuz 2016
viraj “2023 Kuşağı”: Hangi
siyâsî parti mensubu olursa
olsun, bu ülkede güç hiyerarşisinden kurumsal kimliğe
geçiş için elini taşın altına
koyacak ve AK Parti’ye oy
vermese de Erdoğan’a karşı
kişisel tutumlara girmeden
bu geçişe katkı sağlayacak
milyonlar var. Çünkü diğer
siyâsî partiler kendi teşkilatlarına hâkimler, kemikleşmiş
oyları var, ancak kendi seçmenlerinin aklına hükmediyor değiller. Hatta AK Parti
bile böyle. Bu nedenle “toplumsal mutabakat” eksenli
(siyâsî partilerle mutabakat
olmasa da) bir sivil ve doğal
alan hareketine ihtiyaç var.
Erdoğan bunu bir “millî hedefler mutabakatı” ekseninde
örgütleyebilir; yani Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni
siyâsî partilere açmayabilir,
ama seçmene açabilir. Bunun
için Külliye’de güç hiyerarşisi
hücreleri değil, “kurumsal
kimliğe geçiş ofisleri” şeması
(ki bize göre bu yapılma çabasındadır) etkinleştirilerek
kamuoyuna açılmalıdır.
3- AK Parti teşkilatının
başkanlık sistemine uygun
dönüştürülmesinde son viraj
“âkil koordinatörler”: Bu
çalışmayla Gül, Arınç ve
Davutoğlu başta olmak üzere
“Türkiye’nin birikimi” özelliği taşıyanların enerjilerini
“güç hiyerarşisini” kırmak
ve “kurumsal kimliğe geçiş”
noktasında “âkil koordinatörler” olarak (bir zamanlar
yaptıkları gibi) ülkede basılmadık yer bırakmayacak
şekilde “yeni anayasa-yeni
toplum” çalışmalarına öncülük etmeliler ve başkanlık
sistemi noktasında siyâsî
parti yapısında gerekli değişikliklerin ilk örneğini AK
Parti içinde pratize etmeliler.
4- Kışkırtılmış yüzde 50
için son viraj “gençleşen Türkiye”: Erdoğan sonrası oluşacak boşluk içinde en tehlikeli
Güç hiyerarşisine dayalı
(ki bu hiyerarşide askerbürokrasi-parti-meyda en
güçlü halkalardır) Eski
Türkiye’den Yeni Türkiye’ye
geçişin tek yolu olan kurumsal kimliğe her alanda geçiş
yapılmalıdır. Bunun “tek”
sorumlusu ve kudretli kişisi
Erdoğan değildir. Bu, millî
bir sorumluluk ve toplumsal
kudretle mümkündür. Kuşkusuz bu süreci koordine
edilmesi için seçilen lider
“Erdoğan”, parti de “AK
Parti”dir. Tartışırken ve suçlarken “eşitler arasında önde
duran sorumlu” Erdoğan’dır,
kabul, ama hani eşitler?!
Arınç gibi sadece “liderlikte eşitler” gündemi
üzerinden “Erdoğan’dan izin
almadan da ben konuşurum!” demek değildir mesele.
Mesele, Erdoğan’ı “eşitler
arasında öndeki sorumlu”
diye analiz ederken, “Sana
düşen eşit sorumluluk adına
ne yapıyorsun?” noktasında
konuşmaktır.
“Konuşan Türkiye” demek,
sorumlulukları hakkında
konuşan Türkiye demektir.
“Erdoğan aşağı, Erdoğan
yukarı” konuşmaya konuşma denmez; belki kendi
boşluğunu doldurmak için
“boş(luğa) konuşmak” denir!
haberajanda
Siyaset
K
Cüneyt Akar
[email protected]
URULDUĞUNDAN
beri tüm seçimleri ve
kongrelerini zamanında
yapmakla ünlenen AK
Parti, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı oluşuyla
mecbûrî bir olağanüstü
kongre yapmış, ardından
Davutoğlu ile girdiği ilk
seçimin Meclis’te bir
sonuca ulaşamamasıyla
da genel seçimi yenilemek zorunda kalmıştı. Bu
mecbûriyetlerin ardından
beklenmedik şekilde
Davutoğlu’nun Başbakanlık koltuğundan ferâgat
etmesi, AK Parti’yi yeni
bir olağanüstü kongreye
sürükledi.
Bu son kongrede Ahmet Davutoğlu, kendisini
sevenleri mahcup etmedi
ve bir dâvâ adamı olduğunu ispat etti. Vedâ konuşmasını yaparken, görevi
bırakmasına üzülmemizde ne kadar da haklı
olduğumuzu bir kez daha
görmüş olduk. Hoca, daha
önce Erdoğan’la yolları
ayrılanlara bir ders verircesine, partinin ve kutlu
dâvânın zarar görmemesi
için elinden ve dilinden
gelenin en iyisini yaptı. Ve
tüm partililerin gözleri dolarak helâlleştikleri, avuçları patlayıncaya kadar
alkışlarla vedâlaştıkları o
sahneler yaşandı.
Davutoğlu, Erdoğan’ın
ardından belki de beklenmedik bir biçimde partiye
kendi damgasını vuran
Başbakan olarak tarihe
altın harflerle yazılacak.
Ahmet Hoca’yı özleyeceğiz!
Binali Yıldırım,
Davutoğlu’nun arkasından o koltuğa en çok
yakışacak isimlerden
biriydi kuşkusuz. Hatta
Davutoğlu’ndan önce bile
Başbakanlığı hak ettiği iddiası tartışılabilir. Yıldırım,
bugüne kadarki bakanlık
görevlerinden dolayı
Türkiye’nin en büyük
şanslarından biri olmuştur. Ama onun en büyük
şanssızlığı, görevi Ahmet
Davutoğlu’ndan devralmış
olmasıdır.
Yeni Başbakan’dan
beklentimiz, Erdoğan’ı
başkanlığa taşıması ve
bakanlık tecrübelerini
icraatına yansıtmaya
devam ettirmesiyle sınırlı
kalacak gibi. Zira son kong-
Başbakan yeni,
Başkan ve hedef aynı
BENİM 2023 hedefim, Erdoğan’ın önüme koyduğu hedeftir.
Türkiye’nin ekonomik, siyâsî ve askerî olarak dünyanın çatısında var olduğunu görmek istiyorum. Bunu bana yaşatabilecek kişininse Erdoğan’dan başkası olmadığını artık daha iyi
görüyorum!
renin ardından iyice anlaşılmıştır ki, AK Parti’nin
tartışılmaz tek hâkimi ve
“icrâ başkanı” Recep Tayyip Erdoğan’dır. Buradan
hareketle diyebilirim ki,
Yıldırım’ın sarf ettiği “79
milyonun hükûmetiyiz”
sözü, doğru ve makamının
gereğidir. Ancak AK Partililerin Başkanı olmadığı ve
olamayacağı da kesindir.
Kendinize muasır medeniyet hedefi koyarsanız,
muasır medeniyete de bir
örnek bulmanız gerekir.
Sonra da “O hedefe yürüyorum” diye o örneği taklit
eder durursunuz yanlışıyla doğrusuyla. Sümerler
çivi yazısıyla medeniyet
kurdular da medeniyeti
benden öğrenenlerin yazısına mı muhtaçtım ben?
bir makale çıkar ortaya.
Şimdilik bu kadarla yetinelim.)
Yıldırım, Türkiye
üzerinde bir birleştirici
güç rolü oynamaya da
çalışmamalıdır bence.
Bu rol ona birkaç numara
büyük gelecektir. Meselâ
Anıtkabir ziyaretinde,
“Atatürk’ün 2023 hedefine
yürüyoruz” dedi ya hani,
doğru mudur bu hedef?
“Bugüne kadar AK Parti
ve Erdoğan’ın önümüze
koyduğu 2023 hedefinde
Atatürk vurgusu yokken
bu da nereden çıktı?” diye
afalladık birden. Tahminimce özellikle CHP seçmeni üzerinde bir sempati
arayışından kaynaklandı
bu açıklama. Zor tabiî...
Zira bu tür açıklamalar
her zaman “riyakârlık”
olarak adlandırılmıştır
sokakta.
Son Osmanlı Sultanı
Vahdettin’in cenazesini
vatan toprağına almayarak sahipsiz bırakacak
kadar köklerinden korkan
birinin hedefleri, benim
hedeflerim olamaz. Hele
ki Osmanlılık vurgusunu
her fırsatta gururla dinlediğim Erdoğan gibi bir
liderim varken…
Meselâ, Sultan Abdülhamit Han’ın hayâliydi
Boğaz’ın altından iki yakayı
birleştirmek, gerçek oluyor.
Sultan Abdülmecid’in
rüyâsıydı demiryoluyla
iki kıtayı birleştirmek,
gerçek oldu. Kanunî Sultan
Süleyman’ın akıl oyunlarından biriydi İstanbul’a
ikinci bir boğaz, projelendiriliyor.
“Gökten indiği varsayılan” kitaplar ifâdesiyle
ilâhî dinleri toptan yok
sayan birinin hedefleri,
benim hedeflerim olamaz.
Hele ki İslâm’ı ve Kur’ân’ı
bir an olsun aklından ve
hayatından çıkarmadığına inandığım Erdoğan gibi
bir liderim varken…
(Bu örnekler çoğaltılabilir ve sayfalar dolusu
Velhâsıl, ben bir AK
Parti seçmeni olarak,
Yıldırım’dan Atatürk
güzellemeleri dinlemek
istemiyorum. Benim duymak istediklerim, Ecdadımın aklından geçenler ve
daha iyileri…
Benim 2023 hedefim,
Erdoğan’ın önüme koyduğu hedeftir. Türkiye’nin
ekonomik, siyâsî ve askerî
olarak dünyanın çatısında
var olduğunu görmek
istiyorum. Bunu bana
yaşatabilecek kişininse
Erdoğan’dan başkası
olmadığını artık daha iyi
görüyorum!
temmuz 2016
29
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
Müslüman coğrafyadaki farklı
hareketlenmeleri analiz etmek
adına “siyâsal”,
“sivil”, “kültürel”,
“demokratik” sıfatlar kullanılabilir. Ancak bu, yeryüzündeki tüm
hareketler için de
kullanılmalıdır.
Mesela bize
göre AK Parti
“muhafazakâr
demokrat” olarak
Gülenci cemaatine göre çok daha
fazla “sivil” bir
harekettir. Asıl
“siyâsal” karakterli hareketse
Gülencilerdir. Üstelik kullandıkları
yöntem ve araçlar sebebiyle de
“anti-demokrat”
çizgidedirler. Yine
CHP, Türkiye’de
siyâsal ve antidemokrat hareketlerden bir
diğeridir. Çünkü
doğal ve sivil
alanı üst perdeden ve toplum
mühendisliğiyle
yönetmekte ısrar
etmektedir.
İslâm’ın Truva atlarını Müslüman
mahallesine hediye diye gönderen
zihniyetler, kuklacının (Batı’nın)
“yeni insan” ipleriyle kullandığı
atlardır. Kabul
edilemez!
30
temmuz 2016
Siyâsal-demokratik-sivil -
İslâm’ın Truva
“ONLAR ASAMADILAR. ONLAR, ASTIKLARINI
SANACAK KADAR ŞAŞIRDILAR.”
(KUR’AN)
İ
SLÂM, artık bir “coğrafya” atlası! Yeryüzündeki seçeneklerden sadece
biri! “Müslümanım” diyenlerin yaşam tarzlarını meşrûlaştırdıkları “kaynak/dipnot” bibliyografyası… Dolayısıyla İslâm, “orijinal/tek” içeriğinde
“Tanrı’nın hitabı” veya “insanlık için mesaj” olarak bilinmiyor. Doğu’da
İslâm, Hz. Muhammed’i Son Peygamber olarak kabullenmiş bir coğrafyanın gelenekli kültürü, yani “turistik dinî hayat” olarak tanınıyor. Müslümanların tüm iddia ve hedeflerine rağmen olan ve oldurulan gerçeklik bu!
>> Kuşkusuz bu gerçeklikten Hıristiyanlık ve Yahudilik de payını alıyor. Çünkü
artık din, “bir coğrafya atlası”
çizgisinde. Âdetâ Hıristiyanlık, Yahudilik ve “Hz.
Muhammed’e inananlar”
anlamında kullanılan “İslâm”,
artık yeryüzünde “son sınırına ulaşmış bir mesaj”
hükmünde kaldı. Neredeyse
yüzlerce yıldır bu sınırlarda
bir kıpırdanma yok. Bir başka ifâdeyle, “kendi sınırında
tutsak” hükümlü gibiler.
Dinlerin kendi sınırlarında
tutsak kalışının nedenleri
hakkında çok şey söylenebilir. Ancak iki neden, “sınır
çizen etken” özelliği taşımaktadır: “Medeniyetin sonu” ve
“yeni insan” arayışı…
Suya düşen taş etkisi gibi,
dinler de son halka olan
“sanat tarihi” finalini yaptılar
ve artık yeryüzünde “medeniyet inşâ eden yürüyüşleri”
son buldu. Dinlerin sanat
tarihinde ise, artık tarihî
kültürel mîras olarak “mum-
yalanmış medenîlik” olarak
“câmi-kilise-havra” formu
içinde coğrafî bir imgelem
olarak var. Bunun anlamı
çok açık: Yeni bir insan arayışı mevcut ve bu arayışta
din, sadece bir “han”; kültür
kervansarayında bir “geçici
tecrübe” hükmünde uğrak
yeri ve kuşkusuz ikramları
ve misafirperverliği dillere
destan…
Din mensupları (dindarları kastediyoruz), “medeniyetin sonu” travmasını
HABER AJANDA
- kültürel
Atları
atlatamadıkları için “devam
eden medeniyet” kurgusu
ile yaşanmamış, yaşamayan
ve yaşanacak da olmayan
“kıyamet öncesi son vuruş”
senaryolarıyla meşgûller. Bu
senaryoda başaktör olarak bir
“kurtarıcı” var, bir de yardımcı oyuncu rolündeki “Bütün
dünya tek din mensubu kalacak” repliğini seslendirecek
“büyük devlet” fikri.
Dinlerin -çok ilginçtir,
kendi lehlerine olmak kaydıyla aynı senaryoya sahip-
“Barbar” metaforu, özellikle Batı hafızasında oldukça “uy-
kudan uyandıran bir kâbus” etkisi yapmaktadır. Nitekim Batı, siyâsal İslâm
haberlerinde üç şeyi ısrarla kendisine uyandırmak için kullanmıştır: Peçeli
kadınlar, şiddetin her türlüsünü kullanırken tekbir getiren cihatçılar ve moderne ait şeylere saldıran sosyal örnekler (özellikle cinsellik eksenli kadın
profillerine yönelik saldırılar)… Batı’nın haber yaptığı bu örneklemelerin
önemli bir kısmını organize ettiğinin ve habere konu olacak câhil ve barbar
dindarlar bulmakta zorlanmadığının özellikle altı çizilmelidir.
temmuz 2016
31
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
ler- bu “gelecek simülatörü”
hayâlleri önemli bir kriz
yaratmaktadır: Tanrısallaşan
insan; yani tanrıyı oynayan
insan...
Dinlerin tanrıyı oynayan
insan yedeği ile modernleşmenin, yani medeniyetin
sonunu ilân eden sürecin
plânladığı “yeni insan” kurgusu arasında ortak bir iksir
var: Kendini yücelten insan…
Yani insan, kendisi için
yine insan olarak Truva atını
hazırlıyor. Çünkü medeniyetin sonunu getiren/getirdiğini düşünen modern düşünce,
İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin ait olduğu ileri sürülen sonu gelen medeniyetten
sonra, “yeni insan” dönemini
başlatmıştır. “Yeni insan” iddiası iki temel ödevle başlar:
Tanrı’yı gözden geçirmek ve
de sonu gelmiş medeniyete
ihtiyaç duymadan ve onun
devamına izin vermeyecek
bir “modern yeni medeniyet”
inşâ etmek…
Modern düşüncenin bu
“yeni” atağına îtiraz edebilecek ve “kendini yenileyen
medeniyet” karşı atağıyla
dalgakıran görevi görecek
ve belki modern düşünceyi
“bir düşünme şekli” ile sınırlı
tutacak/değerlendirecek tek
özne İslâmken, Müslümanlar
bu imkânı geciktirmektedirler. Çünkü İslâm’ı sadece
Hz. Muhammed sonrası
başlatmak gibi İslâm’ın
“özüne aykırı” bir “kronolojik
zihin” yöntemiyle “tarihî ve
coğrafik” zindanda tutmaktadırlar. Oysa İslâm, söz
konusu ettiğimiz bağlamda
bir enerji/özne/imkân olarak
Hıristiyanlık ve Yahudilik
kültürünü de içinden süzerek
değerlendiren bir “kurucu
32
temmuz 2016
Kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanıtan,
öyle algılanmak isteyen ve “Biz İslâmcı bir parti değiliz” ısrarında olan
AK Parti, 14 yıllık iktidarı boyunca tüm çaba ve târif ısrarına rağmen,
“sözde muhafazakâr, özde İslâmcı” yaftalamasından kurtulamadı. Çünkü
“siyâsal İslâm” ve her türlü tercümesi, Batı tarafından kullanılan bir Truva atı etkisi ile kullanılıyordu.
HABER AJANDA
medeniyet öznesi” özelliği
taşımaktadır. Çünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliğin medenî
kurucu aktörleri olan Hz.
İsa ve Hz. Musa da “İslâm”
peygamberleridirler ve İslâm
çizgisi bu aktörleri de kuşatan bir tabloya sahiptir.
Ancak artık bir realite
var: İslâm (yeryüzündeki
İslâm algısı kastedilmektedir), Müslüman’ın esiridir.
Müslümanlar, İslâm’ı tarihî
kronoloji ve coğrafî atlas
içinde bir çeşit “zihin kölesi/
câriyesi” hükmünde tutmaktadırlar. Oysa İslâm’ın
özgürleşmesi için “sonu
gelen medeniyetin devamını
sağlayacak başaktör” rolüne
geri dönmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz İslâm’ın sahibi
Allah’tır ve Müslümanın,
İslâm’ın kendisini köleleştirmesi mümkün değildir.
Ancak insanlığın “İslâm” denildiğinde karşılaştığı dil ve
görüntü, algı-iletişim aşamasında bir “tutsaklık” durumu
ile karşı karşıya olduğumuzu
bize açıkça göstermektedir.
Nitekim Müslüman coğrafyanın her açıdan durumu
ortadadır.
Modern düşünce (moderniteyi temsil eden zihin ve
onun inşâ ettiği küresel güç
kastedilmektedir), sonunu
getirdiği (sonunu ilân ettiği)
medeniyete ait olan dinler
içinde en güçlü rakip olarak
gördüğü İslâm’ı, Müslümanların mevcut durumundaki
âcziyet ve travmaya rağmen,
bir daha hiç uyanmayacak
şekilde, yani uykusundayken
öldürmek için bir hamlede
bulunmuştur: İslâm’ın kıpırdayan, canlılık belirtisi
taşıyan bir tarafı varsa, onu
“siyâsal İslâm” olarak yafta-
lamış ve modern dünyanın
“yeni insan” tipine ispiyonlamıştır. Peki, neden “siyâsal
İslâm” isimlendirmesi tercih
edilmiştir?
Bir siyâsal dejavu
olarak “siyâsal
İslâm”
Batı, “din-iktidar” ilişkisine dair hafızada olan iki
“tehlike”yi (modern düşünceye göre tabiî) fırsat buldukça hatırlatır: Biri Kilise
iktidarı, diğeri de Avrupa’nın
içlerine kadar gelen “cihat
iktidarı”…
Kilise iktidarına karşı “kesin zafer” elde eden modern
düşünce medeniyetin sonunu
ilân ettiğinde, böylelikle
“cihat iktidarı”nın da son
bulduğunu iddia etmiştir.
Çünkü modern düşünceye
göre din, artık “kurucu etkisi
geçmişte kalan bir insanlık
(aklı) tecrübesi”dir. Modern
düşünce, iktidarı artık iki
kanatla uçuracaktır: Ulusalcılık ve liberallik…
Ulusalcılık; din yerine dilin
iktidarını esas alan, yalnız
aynı dili konuşan dindarlar
arasında din kardeşliğini
değil de ırk kardeşliğini esas
alan bir iktidar biçimidir.
Kabuğu dil, özü ırk olan bu
iktidarda dine sadece kişinin
özel hayatında ve sadece özel
hayatının sınırları içinde yer
verilecektir. Zaten modern
düşünceye göre zamanla din,
artık kişilerin sadece hatıralarında kalacaktır.
Liberallik; özünde Tanrı
buyruklarına dayalı yapılanma ve kilise-saray paylaşımını sonlandıran, anayasal
hareketlerle serbest ticareti
(özü kapitalizmdir) sentezleyen “ideolojisiz iktidar” pro-
jesidir. Bu bağlamda “siyâsal
İslâm” etiketi, modern
düşüncenin algı yönetimiyle
sunduğu formuyla, içinde
Matruşka gibi bir tehlikeler
zinciri barındırıyordu: Kilise
iktidarını aratacak cihat iktidarı; toplum mühendisliğine
soyunmuş halkın iradesine
rağmen Tanrı şeriatını ve asıl
önemli olan eski medeniyeti
canlandırmak için modern
düşünceye, yani “yeni insan”
fikrine düşmanlık…
Dolayısıyla modern düşünceye göre siyâsal İslâm,
modernlikle gelen hiçbir
şeyle bağdaşmayan, uzlaşmayacak olan ve her fırsatta
modern kazanımlara saldıracak olan eski medeniyetin
barbarlığıdır.
“Barbar” metaforu, özellikle Batı hafızasında oldukça
“uykudan uyandıran bir
kâbus” etkisi yapmaktadır.
Nitekim Batı, siyâsal İslâm
haberlerinde üç şeyi ısrarla
kendisine uyandırmak için
kullanmıştır: Peçeli kadınlar, şiddetin her türlüsünü
kullanırken tekbir getiren
cihatçılar ve moderne ait
şeylere saldıran sosyal örnekler (özellikle cinsellik eksenli
kadın profillerine yönelik
saldırılar)… Batı’nın haber
yaptığı bu örneklemelerin
önemli bir kısmını organize
ettiğinin ve habere konu olacak câhil ve barbar dindarlar
bulmakta zorlanmadığının
özellikle altı çizilmelidir.
Kuşkusuz dünya savaşlarından mağlup ayrılan ve
daha önemlisi modernlik
karşısında “tam yenilgi”
alan Müslüman dünyanın
saymakla bitiremeyeceğimiz
sorunlar, çatışmalar, travmalar içinde olduğu âdetâ
“zihinsel bataklık” içinde
debelendiği bir gerçek. Nitekim neye el atılsa elde kalan
sorunların bunaltıcılığı karşısında tek çarenin “savaşmak”
ve “doğrudan iktidarı ele
geçirmek” olduğu tezi zamanla güçlenmiş oldu. Batı
bu yönelişi işini kolaylaştırıcı
buldu; tabi kontrol altında
tutmak ve günü geldiğinde
provake ederek deşifre etmek
şartıyla…
“Siyâsal İslâm” ifâdesi,
ülkemiz için “İslâmcılık” diye
tercüme edildi. İslâmcılığı
“hayatın her alanında ve sosyal tüm aşamalarda İslâm’a
uygunluk ve İslâm’ın hedeflerine yönelik örgütlenme”
diye târif edenler açısından
bu tercüme veya etiketleme
îtiraz görmedi. Ancak küresel aklın ve endüstrinin
“siyâsal İslâm”a ilişkin değerlendirme ve düşmanlığından
da nasibini aldı.
Çok ilginçtir, ülkemizde
de “İslâmcıların iktidarı” diye
bir yaftalamayla AK Parti
dönemi etiketlendi ve tüm
olup bitenler “İslâmcılar”ın
hanesine/karnesine yazıldı.
Öyle ki, yine İslâmcı etiketiyle hedef gösterilen Necmettin Erbakan’ın Avrupa
Birliği için “Hıristiyanlar
Kulübü” iddiaları ile AK
Parti’nin AB üyeliğine ilişkin
ısrarı arasındaki çelişki bile
“İslâmcılar değişiyor mu?
Yoksa İslâmcılar taktik mi
kullanıyor?” gündemlerine
gerekçe oluyordu.
Kendisini “muhafazakâr
demokrat” olarak tanıtan,
öyle algılanmak isteyen ve
“Biz İslâmcı bir parti değiliz”
ısrarında olan AK Parti, 14
yıllık iktidarı boyunca tüm
çaba ve târif ısrarına rağtemmuz 2016
33
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
men, “sözde muhafazakâr,
özde İslâmcı” yaftalamasından kurtulamadı. Çünkü
“siyâsal İslâm” ve her türlü
tercümesi, Batı tarafından
kullanılan bir Truva atı etkisi ile kullanılıyordu. Batı,
ulusalcılık-liberallik kanatları
ile uçurduğu yeni iktidar
sosyolojisinde “İslâmcı parti”
kurulmasına izin verilmesi
gerektiğini dillendirirken,
öte yandan da “İslâmcılık
moderne ait hiçbir şeyle
bağdaşmaz!” propagandasını
sürdürüyordu. İslâmcı partilerin beyânlarını esas almak
yerine niyet okumalar ve gizli
ajandalardan bahsediliyor ve
sonuç alınıyordu.
İslâmcılık “hayat” ile değil,
“iktidar” ile burun farkıyla koşan iki at gibi siyâsal
parkurda koşturuluyordu.
İslâmcılığı benimseyenler
açısından “Allah adına iktidar olmak ve O’nun hükmüyle hükmetmek” ve de
“toplumu İslâmîleştirmek”
müthiş heyecan verici bulunuyordu.
Özellikle hayata müdâhil
olamayan veya modernliğin
kuşattığı hayattan çıkamayan
psikoloji için “adanmak ve
ölmek”, bir çeşit “Cennet’e
gönderen tören” kurgusunu
güçlendiriyordu. Bu tören
bazen “intihar saldırısı” şekilde akıllara donukluk getiren
“anlık bir cihat iktidarı” gibi
metaforlarla coşturulabiliyordu. İslâmcılık buna îtiraz
ettiğinde de, bu sefer iç ayrışma/çatışma hızlanıyordu.
Batı, âdetâ bir “kuklacı” gibi,
bu süreçlere müdâhil çok
aktör bulabiliyordu. Çünkü
hayata karşı ezik kalmış,
çâresizlik içinde ölmeye aday
çok ama çok insan vardı
34
temmuz 2016
Müslüman coğrafyada.
Asıl ilginç olan, Batı’nın
İslâmcılıkla baş edemediği
veya kontrol dışında olduğunu düşündüğünde yedeğe
aldığı diğer Truva atlarını
“yönetme poligonu”na sokma başarısıydı. Bunların en
etkileyici gösterileni (ve gösteri yaptırılanı), “sivil İslâm”
etiketli ve özünde liberal
karakter taşıyan sosyal örgütlenmelerdi.
Nitekim Türkiye’de AK
Parti iktidarına göre kendilerine farklı pozisyon alarak
“Gülenciler” diye bilinen
bir cemaatin kendisini “sivil
İslâm” olarak târif etme/ettirme gayretleri de çok ciddî bir
Batı desteğini alması açısından önemli bir tecrübeydi.
Öyle ki, gün geldi 17 Aralık
operasyonuyla bu cemaat
“siyâsal İslâm’dan sivil İslâm’a
geçiş” gibi oldukça provoke
edici formatta, bir Truva
atından diğerine koşturucu
bir dil ve pozisyon alabildi.
Hatta bu cemaat, “İslâmcılar
iktidar oldu; hem İslâm’a,
hem Müslümanlara kötü
örnek oldu” propagandasıyla
siyâsal İslâm’ın özünde ve
hedefinde rant olduğunu
Batı’ya ikrar ederek kendine
yeni rol alanları açmaya çalışıyordu.
Asıl ilginç olan gelişmeyse,
uzun yıllar “İslâmcılık aydını”
sıfatıyla ortalıkta dolaşanların bu cemaatle işbirliği içine
girerek “Sivil İslâm, özünde
gerçek İslâm” gibi safsatalarla
propaganda yapmaya başlamalarıydı.
Oysa ortada “siyâsal İslâm
ve sivil İslâm arasındaki
mücadele” tespitini haklı
çıkaracak hiçbir gelişme,
olgu ve hatta ipucu yoktu.
Çünkü böylesi bir mücadeleden bahsedebilmek için
aralarındaki fikrî, sosyal ve
en önemlisi de moderniteye
karşı geliştirilen tezler noktasındaki nüansı somutlaştıran
entelektüel çaba ve örgütlenme farkları üzerinden bir
mücadele örneği olmalıydı.
Ancak bunların da hiçbiri
yoktu. Olan biten, tipik bir
“iktidar payı” mücadelesiydi.
Üstelik “sivil” kelimesi de
çarpıtılarak kullanılıyordu.
Fakat bu çaba bile Müslüman coğrafyadaki psikolojiyi
anlatmaya yetiyordu: Gerçekten Müslümanlar çâresiz
ve bilinçsizce güç sendromuna düşmüşlerdi. Sivillik mi?
Bir cemaatin saçmalamasıyla
kirleniyordu. Veya kuklacı,
yeni bir kuklayı sahneye
alıyordu.
İktidarın sivilcesi:
Sivil İslâm
“İslâm” kavramının önüne
sıfat-vurgu-algı seçiciliği için
bir takı iliştirmek oldukça
sorunlu tartışmaları kışkırtan
bir yöntem. İslâm’ın önüne
neden bir “ek” yerleştirme
ihtiyacı duyulur?
“İslâm sosyalizmi”, “sivil
İslâm”, “demokratik İslâm”,
“modern İslâm” ve daha
listelenebilecek yüzlerce
kullanım... Tüm bunlar,
özünde “iyi niyet” taşımayan
kullanımlardır. Çünkü İslâm
kavramının aldığı ekler, sıfatlar, takılar hem İslâm ile aynı
cinsten değil, hem de bir
eksikliği veya fazlalığı işaret
etme gücünde değildir. Öyle
olsaydı, bu târif ve tamlamalar Hıristiyanlık ve Yahudilik
başta olmak üzere diğer dinî
anlayışlara ve hatta modernliğe de uygulanmalıydı. Fakat
ısrarla İslâm’a uygulanıyor.
Ayrıca bir kavramın
târifinde ve etki alanı olarak
sınırını belirlemede, kavramın orijinali ve tarihsel
süreçte aldığı algı-yorum
kronolojisi arasındaki farkı hesaba katmadan bir
“etiketleme-ispiyonlamaindirgeyerek suçlama” aracı
yapılması, zaten Truva atı/
kuklacı yöntemlerini hatırlatmaktadır.
Örneğin “sivil” kavramının
da orijinal anlamı ve kronolojisindeki sınır değişiklikleri dikkate alındığında, onu
İslâm ile tamlamak (sanki
İslâm tamamlanmış olacak)
abesle iştigâldir. Bu, mitolojideki “yarı insan yarı at”
metaforunu uydurmak gibi
bir şey olur. Kaldı ki, bu tarz
eklemlemelere gerek yok!
Eğer bununla anlatılmak
istenen bir süreç, sınır, nitelikse eğer, bu işlem, tamlamadaki iki kavramdan kopuş
sağlanarak veya “üçüncü tür
denemesi” heyecanında yapılmamalıdır. Çünkü ortaya
çıkan ne “İslâm”, ne de “sivil”
olacak ve kalacaktır.
Modern zamanların ve
geliştirilen düşünce dokusunun insanlığa yaşattığı en
önemli krizlerden biri de
“kavram kıyâmeti” diyebileceğimiz kavram kargaşasıdır.
Modernlik, sonunu ilân ettiği medeniyete ait kavramları kullanmadan yeni insan
projesini gerçekleştirmeye
kalkıştığı için ve kendi iddiasıyla geçmiş medeniyete ait
sözlüğün içeriğini boşaltıp
kendisine hizmet ettirecek
şekilde yeniden tanımlamaya
kalktığı için, ortaya, kendine
yabancılaşarak yol alan veya
kendini inkâr ederek var
HABER AJANDA
olmaya çalışan yöntemler,
diller, kültürler, anlayışlar
üredi ve türedi.
Örneğin “millî” kavramı,
bu çirkin kullanımdan en
fazla zarar gören kavramlardandır. Artık milliyetçilik,
ulusçulukla eşanlamlıdır.
Veya “din” kavramı, sınırları
Tanrı tarafından çizilmiş ancak insan tarafından yapılandırılan yaşam tarzıyken, artık
sadece “Tanrı ile ilgili olan”
anlamında kullanılmaktadır.
İslâm, orijinalinde vahiy
alan tüm nebîlerin kaynaklık
ettiği bir medeniyet atlasıyken, artık Hz. Muhammed
ve sonrasındaki coğrafî ve
tarihî bölge olarak kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu
çarpık ve kasıtlı kullanımın
yaygınlaşma sebeplerinden
biri de Müslümanların zihin
dünyasının bunu kabullenmesi ve kullanmasıdır.
Kavramların kullanım
bağlamı ve içerik sınırları
noktasında en önemli köprü
“iletişim”dir. Yani kavramı kullanan yaka ile onu
dinleyen, anlamaya çalışan
yakanın bir araya getirilmesini sağlayan köprü... Eğer
kavramlara sıfat-ek-takıvurgu ekleyerek kullanmanın
amacı bu iletişimi/köprüyü
kurmaksa, o zaman bu köprünün iki yakadan başlayan
ve gelen anlayışı buluşturması gerekir. Aksi hâlde ya iki
ayrı yarım köprü ortaya çıkacaktır veya birbirine benzer/
paralel ama iki ayrı köprü var
olmuş olacaktır. O zaman
da her bir köprünün ulaştığı
karşı bir yaka olacaksa da
başka bir nokta olacaktır.
Bu betimlemede, eğer
İslâm kavramı bir yakadan başlayacak ve karşı
“İslâm sosyalizmi”, “sivil İslâm”, “demokratik İslâm”, “modern İslâm” ve
daha listelenebilecek yüzlerce kullanım... Tüm bunlar, özünde “iyi niyet”
taşımayan kullanımlardır. Çünkü
İslâm kavramının aldığı ekler, sıfatlar, takılar hem İslâm ile aynı cinsten
değil, hem de bir eksikliği veya fazlalığı işaret etme gücünde değildir.
yakadan başlayan bir başka
gelişle buluşturulacaksa, o
zaman bu ancak “İslâm ve
sivil” eşleşimi değil, “İslâm
ve Hıristiyanlık” şeklinde
karşılaşan bir karşı yaka
cinsinden olmalıdır. Çünkü
burada İslâm’ın köprü kurmak istediği, yani iletişim
içine girmek istediği yaka,
Hıristiyanlık veya Yahudiliktir. Nitekim iletişim amaçlı
kullanımda da rahatlıkla fark
edilecektir ki, İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasında bir tamlama kurmak
mümkün değildir. Örneğin
“Yahudileşen İslâm” veya
“İslâmlaşan Hıristiyanlık”
denemez!
Bu noktada “sivil”,
“siyâsal”, “demokratik”,
“kültürel” gibi nitelemeler
“din” değil, “hareketler” için
kullanılabilir. Hatta bu nitelemeler “düşünce” ile bile
kullanılamaz. Çünkü “siyâsal
düşünce” veya “demokratik
düşünce” diye bir tanım veya
târif yapılamaz. Nitekim
“siyâsal, sivil, demokratik,
kültürel” gibi nitelemeler
gerçekten de “hareket” ile
ilişkili ve hatta etkileşim
içinde olarak “iletişim” noktasında oldukça kullanışlı-
dırlar. Dolayısıyla dünyanın
her yerinde olduğu gibi,
Müslüman coğrafyada da
bazı hareketler ile iletişim
kurmak için “sivil cemaat”,
“siyâsal platform”, “kültürel
örgütlenme” gibi nitelemeler
yapılabilir.
Örneğin Türkiye’de AK
Parti için gerçekten de en
doğru/iletişim kurucu niteleme, “muhafazakâr demokrat hareket” tanımıdır. AK
Parti’nin iktidarı boyunca
seçmenle kurduğu köprü,
“muhafazakârlık” ve “demokratlık” içeriğinde olmuştur.
Bu nedenle Batı’nın kasıtlı
temmuz 2016
35
HABERA JANDA KAPAK DOSYASI
kullandığı “siyâsal İslâm” ile
yakından uzaktan hiçbir ilgisi
yoktur. Buna karşılık, başka
yakalarda kurulan ve Gülencilerin iddia ettiği şekildeki
“İslâmcı-siyâsal İslâm-sivil
İslâm” karşılaştırmaları tamamen operasyoneldir ve
hükûmet devirmeye yönelik
kurulan saz grubunda bir
enstrüman işlevindedir.
Sivil kelimesinin orijini
medenî/şehirli ve özgür birey odaklıyken ve de doğal
olarak “resmî alan” dediğimiz
devlet otoritesine nispetle bu
özelliklerini koruma çabasında olan devletin örgütlemediği resmî alan dışı dokulara
işaret ederken, “sivil İslâm”
vurgusu ise din-iktidar ilişkilerini reddeden veya belirsizleştiren hamlelerin iki farklı
niyetini işaret eder: İslâm’ın
resmî alana ilişkin ölçü, sınır,
hedef koymadığı iddiası ve
resmî alandaki payını arttırmak için kamuoyu algısını
manipüle etmesi…
İslâm (düşüncesinde) ve
sivil alan dokusu arasında
kurulması öngörülen bir
iletişim-köprü için iki ayrı
yakadan başlayacak yol alış
için şu soru, mâkûl bir sorudur: “Müslümanlar resmî
alan (yani devlet örgütü alanı), sivil alan (yani devletin
örgütlemediği/resmî bağı
olmayan toplumsal örgütlenme alanı ve hatta aktif olarak
bir sivil alan örgütüne kayıtlı
olmayan bireylerin özel yaşamı) ve doğal alana ilişkin ne
tür bir “hareket” içindedirler?
Müslümanların doğal, sivil
ve resmî alan hakkındaki
düşünce, duygu ve eylemleri
ne durumda? Müslümanlar
arasında farklı örgütlenmeler
var mı?
36
temmuz 2016
Evet, var! Olmalı da…
Çünkü Müslüman olmak,
insan olmanın getirdiği her
şeyi içinde barındıran bir
“insan yorumu”dur. Modernleşme iddiasındaki gibi bir
“yeni insan” projesi değildir.
Kaldı ki, İslâm da “yeni
insan” projesine sahip değildir. Aksine, İnsanı Yaratan
tarafından gönderilen hitabın ve hitaptaki mesajların
muhatabı olduğu için, yeryüzü var olduğundan beridir
“insan”dır söz konusu edilen.
Fakat modernleşme,
insanın düne göre “değişengelişen” bir varlık olduğu
iddiasını (biyolojik olarak da
böyle görmek ve göstermek
istiyor) “yeni insan” projesiyle
olgunlaştırmak istiyor. Bu
noktada da İslâm’ı tehlikeli
buluyor. Çünkü sonu geldiği
iddia edilen medeniyetin insan projesi her şeyiyle İslâm’a
ait. Buna Hıristiyanlık ve Yahudilik kültürünün kaynakları da dâhil. Hatta son vahiy
Kur’ân’a göre yeryüzünde
her yerde seçilmiş nebîler
sebebiyle tüm yeryüzündeki
medeniyetin temelini ve
direklerini İslâm yapılandırmıştır. Belki coğrafya farkına
ve zamanla kültürel öğelerle
binanın içindeki odaların
dizaynı ve dekorasyonu değişmiştir, o kadar!
Dolayısıyla bir “medeniyetler çatışması”ndan söz
açılacaksa, bu çatışma modernlik ve öncesine ait medeniyet arasındadır. Üstelik
çatışmayı tek taraflı başlatan
da modern düşüncedir. Değilse, medeniyet zaten özü
îtibâriyle kendini yeniler.
Müslüman coğrafyadaki bazı hareketleri “siyâsal
İslâm” diye boğmaya çalı-
şan Batı’daki üst aklın yer
yer “sivil İslâm” övgüsüyle
“siyâsal İslâm” etiketli hareketlere saldırtması, Truva atı
metodunun ikinci sekansıdır.
Sözde “sivil İslâm” etiketli
hareketler, daha özgürlükçü,
demokrat ve ılımlı hareketlerdir. Oysa Gülenciler
hareketinde görüldüğü gibi,
güç temerküzü için her şeye
saldıran “barbarlık”, sivillik
maskesi de takabiliyor.
Özellikle AK Parti iktidarını devirmek için Gülencilerden sonra AK Parti
içinden kopan(ların) dillendirdiği bir üçüncü Truva atı
devreye sokulmak isteniyor
gibi: “Demokratik İslâm”…
Özellikle Arap Baharı
ikliminde Tunus örneği ön
plana çıkarılarak ve özelde
Tunus entelektüellerinden
Raşid el-Gannuşî’ye atfen
“Siyâsal İslâm’dan demokratik İslâm’a geçtik” sözüyle/
sloganıyla oldukça sorunlu ve
maksadı aşan bir “kurgu” dillendiriliyor. Üstelik bu kurgu
da, yine AK Parti’nin kendi
çizgisinden saptığı ithamının
yanında, olması gereken çizginin de “demokratik İslâm”
olduğu vehmidir. “Vehim”
diyoruz, çünkü demokrasi bir
“seçerek yönetme” kültürünün sistematik resmî alana
geçiş ve resmî alanı yönetme
sistemidir.
“Demokratik İslâm”, herkesin istediği gibi demokrasi
ile değil de İslâm kavramıyla
oynanacak nitelemeleriyle
kendi içinde onlarca sorun
barındırıyor. Her şeyden önce
demokrasiyi, “değerleri ve
Tanrı’yla ilişki seçeneklerini
belirleme referandumu” gibi,
demokrasiyle hiç ilgisi olmayan, demokrasiye “olmayan”
bir misyon biçme hamlesi
özelliği taşıyor. Eğer kasıt
doğal ve sivil alana rağmen
resmî alanı direkt ele geçirip
daha sonra sivil ve doğal
alana hükmetmek isteyen
hareketlerin demokratik olmadığını göstermek amaçlı
bir vurgu ise, bu harekete
herkesin anlayacağı ortak
dille “otoriter, baskıcı, buyurgan ve hatta zâlim hareketler”
dersiniz ve mücadele edersiniz. Bu hareketleri “demokratik İslâm olmayanlar” diye
yaftalarsanız, o zaman “demokrasiye tâbi din” gibi tuhaf
modernitik ayak oyunlarından birini sahnelemiş olursunuz. Nitekim buna karşılık,
yani demokrasiyi çarpıtarak
kullanan zihniyete mukabil
“Demokrasi şirktir” gibi daha
çarpık ve kavram kargaşasına
yol açan cehâletlere yuvalık
yapmış olursunuz.
Tüm bu kargaşa içinde,
modern düşüncenin (kastımız, modernliği tanımlama
ve uygulama gücünü elinde
bulunduran akımlar/hareketlerdir) son kozu, “kültürel
İslâm” kartıdır. Hatta bunu
“dinler arası diyalog” ve “medeniyetler ittifakı” formunda
uygulamak gibi bir hinlikleri
de mevcuttur. Özellikle “medeniyetler ittifakı” derken
kastedilen şey “modernliğin
saldırısı karşısında sonu geldiği söylenen medeniyetlerin
ittifakı” ise, bu, ilk bakışta
oldukça yerinde bir pozisyon
alıştır. Ancak bu da kendi
içinde iki önemli sorun barındırmaktadır: “Medeniyetler” diyerek sanırım kastedilen, Hıristiyanlık, Yahudilik
ve İslâm kaynaklı medeniyetlerdir. Haydi iletişim, yani
köprü proje olarak karşılıklı
yakaları ve köprü ayaklarını
HABER AJANDA
konuştuk diyelim, peki neye
ve ne kadar ittifak?
Ayrıca kastedilen, tarihî
kültürel mîrası korumak
adına bir işbirliği ise eğer, bu
zımnen medeniyetin sonunu
kabullenmektir. Çünkü bir
sanat tarihi ittifakını aşmaz.
Hatta bu, “kültürel İslâm” dilinin yaygınlaşmasına hizmet
eder. Nitekim bu proje yürümemiştir. Çünkü yürümeden
önce ayaklarının üzerinde
bile duramamıştır.
Ayrıca Hıristiyanlığın ve
Yahudiliğin İslâm dışı ve
İslâm’a rağmen kurulmuş
medeniyetlere kaynaklık
ettiği iddiası, tartışmaya açık
konulardandır. Müslüman
hafızasındaki Hıristiyanlığı
ve Yahudiliği her koşulda
“yabancı ve düşman” belleyen yaklaşım, devlet aklının
ve modern düşüncenin gaz
verdiği cinsten bir ötekileştirici övünçtür. İslâmîliği de
tartışılmalıdır.
“kültürel”, “demokratik”
sıfatlar kullanılabilir. Ancak
bu, yeryüzündeki tüm hareketler için de kullanılmalıdır.
Böylelikle yeryüzünde olup
bitenleri anlamak ve yorumlamak noktasında iletişim
dili yaygınlaştırılmış olabilir.
Mesela bize göre AK Parti
“muhafazakâr demokrat” olarak Gülenci cemaatine göre
çok daha fazla “sivil” bir harekettir. Asıl “siyâsal” karakterli hareketse Gülencilerdir.
Üstelik kullandıkları yöntem
ve araçlar sebebiyle de
“anti-demokrat” çizgidedirler. Yine CHP,
Türkiye’de siyâsal
ve anti-demokrat
hareketlerden
bir diğeridir.
Çünkü doğal ve sivil
alanı üst
perdeden
ve toplum mühendisliğiyle
yönetmekte ısrar etmektedir.
İslâm’ın Truva atlarını
Müslüman mahallesine hediye diye gönderen zihniyetler, kuklacının (Batı’nın)
“yeni insan” ipleriyle
kullandığı atlardır.
Kabul edilemez!
Sonuç
Müslüman coğrafyadaki
farklı hareketlenmeleri analiz
etmek adına “siyâsal”, “sivil”,
“Medeniyetler ittifakı” derken kastedilen şey “modernliğin saldırısı
karşısında sonu geldiği söylenen medeniyetlerin ittifakı” ise, bu, ilk bakışta oldukça yerinde
bir pozisyon alıştır. Ancak bu da kendi içinde iki önemli sorun barındırmaktadır: “Medeniyetler”
diyerek sanırım kastedilen, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm kaynaklı medeniyetlerdir. Haydi
iletişim, yani köprü proje olarak karşılıklı yakaları ve köprü ayaklarını konuştuk diyelim, peki
neye ve ne kadar ittifak?
temmuz 2016
37
haberajanda
Dosya: Portre-Analiz
“Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin çok yüksek
çıkıyor. Biliyorum ki sesinin
bu kadar yüksek çıkması, bir
suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar
yüksek çıkmayacak, bunu
da böyle bilesin! Öldürmeye
gelince, siz öldürmeyi çok
iyi bilirsiniz! Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü,
nasıl vurduğunuzu çok iyi
biliyorum. Ülkenizde Başbakanlık yapmış olan iki kişinin
bana önemli lâfları vardır.
‘Tankların üzerine çıkıp da
Filistin’e girdiğim zaman
kendimi mutlu addediyorum’ diyen Başbakanlarınız
olmuştur… Ve bana sayılar
veriyorsunuz… İsim de veririm, merak edenleriniz vardır
belki… Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum!
Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri
kalkıp da alkışlamak, öyle
zannediyorum ki o da ayrı
bir insanlık suçudur.”
***
“Haçlı seferlerini derin hafızalarından silemeyenler, kendi
toplumlarına da, bölgelerine
de, dünyaya da barış ve hoşgörü vaat edemezler…”
***
“Uluslararası toplumun da,
Birleşmiş Milletler’in de
tarihî bir sınavdan geçtiği
dönemdeyiz. Açık söylemek
zorundaydım ki Birleşmiş
Milletler, bugün insanlığın
umutlarını, insanlığın geleceğini tehdit eden korkulara
galip kılacak bir liderlik sergileyemiyor. BM, belli ülkelerin çıkarları ve vesâyeti isti-
38
temmuz 2016
Muhsin Selçuk Bayındır
[email protected]
kametinde değil, bütün insanlığın hukukunu korumayı
esas almak üzere yeniden
yapılanmak ve vizyonunu
yenilemek zorundadır.”
***
“Niçin biz Müslümanlar
olarak aramızdaki bu tür
ihtilaflarda, bu tür terör
eylemlerinde başkalarından
yardım bekliyoruz? Biz bunu
kendimiz çözmeliyiz, bunlara
kendimiz müdahale etmeliyiz. Biz etmiyoruz, başkaları
müdahale ediyor. Onlar müdahale ederken, oralardaki
petrol için müdahale ediyorlar, aramızdaki huzuru sağlamak için değil. Onun için
de burada hassas olmamız
lâzım. Bu girişimin herhangi
bir ülkeye değil, tüm ülkelerin ortak sorunu olan teröre
karşı olduğunu özellikle ifâde
etmek istiyorum.”
***
H
ER şey farklıydı âlemde. Kimi mağrurdu, kimi mağrurun uşağı...
Kimi de parya olup sayılmıyordu “şey”den. Şey… “Eşya” kelimesinin
tekil olan hâli “şey”… İşte kimi, ondan dahi sayılmıyordu! Mağrur
veriyordu kararı, uşakları uygulayıcı yapımcılar olarak aksiyona
döküyorlardı olup bitecekleri.
>> Kafes gibiydi dünya,
mahpus gibiydi. Bir adam,
başını dayamıştı gölge
gömülü duvarlara, monşer
höpürtülerinden diplomasi
damıtıyordu. “Şey” bile sayılmayanların çığlıkları tokat gibi patlıyordu suratında
âdetâ; zira onları ancak o
duyabiliyordu. Çok sevdiği
Üstâdının dizeleri geçiyordu
beyninin herhangi birkaç
milimetrekarelik hattından:
“Somurtuş ki bıçak, nâra ki
tokat…/ Zift dolu gözlerde
karanlık kat kat!/ Yalnız
seccademin yününde şefkât…/
Beni kimsecikler anlamaz
mâdem,/ Öp beni alnımdan,
sen öp seccâdem!”
Kimseciklerin anlamayacağı, anlasalar da işlerine
gelmeyeceği bir dâvâydı
tutturduğu, ilkin soğuk ve
karlı dağda patladı volkan…
“Davos benim için bitmiştir!” diyerek kalktı yerinden.
Senelerdir beklenen muştuyu kucakladı insanlık en
coşkun hisleriyle. Davos…
Bizim için… Bitmişti…
Fakat dâvâ, sonuna kadar!
Sonuna kadar gidilecek
yolda bir şeyler yeni mi başlıyordu? Ancak bir şey vardı
ille de… Bir efsuna tutulmuş gibi yedi kat gökten bir
mucize bekleyen insanlığın
üzerindeki ölü toprağını
tepeden aşağı silkelemesini
başlatacak titreyiş, Davos
Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nde dünya nüfusunun 4’te 1’ni teşkil eden
Müslümanların tek bir dâimî
temsilcisi var mı? Yok! Geçici
üye olmanın bir anlamı var
mı? Yok! Kararda 5 üyeden
bir tanesi olumsuz davransa
iş bitti. Diyorum ki, ‘Dünya 5’ten büyüktür!’. Artık
dünya, 1. Dünya Savaşı’nın
şartlarında değildir. Dünyada şartlar değişti. Öyleyse
Birleşmiş Milletler’in reforme edilmesi şarttır! Âdil bir
dünya istiyorsak bunu beklemek hakkımızdır. Kendisi
adâletsizlik üzerine kurulu
bir sistemin küresel adâlete
katkı sağlayabilmesi mümkün değildir!”
temmuz 2016
39
haberajanda
Dosya: Portre-Analiz
artık çivileri yerine çakmanın
zamanı gelmiştir…”
Surda bir gedik açmıştı
adam, mukaddes mi mukaddes…
Ocak 2009, Dünya
Ekonomik Forumu
30 Ocak 2009… Dünya
Ekonomik Forumu, Davos…
İsrail Devlet Başkanı Şimon
Peres, yalnız birkaç gün
önce İsrail’in Gazze ve Batı
Şeria’da uyguladığı katliamlara rağmen barıştan (!) bahseder şekilde konuşuyor…
Oturum moderatörü David
Ignatius, süresini aşmış
olan Peres’ten cümlelerini
tamamlamasını dahi istemiyor… Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan, “diplomasi” diye
inleyen monşerlerin başlarından aşağı âdetâ kızgın yağlar
boşaltıyor:
“Davos benim için bitmiştir!” diyerek kalktı yerinden. Senelerdir beklenen muştuyu kucakladı insanlık en coşkun hisleriyle.
Davos… Bizim için… Bitmişti… Fakat dâvâ, sonuna kadar!
tepelerinin karlı zirvesinden
bir çığ kopartmıştı. Ve bu
çığ, zâlimi ve de zulmü alkışlayanı buz kalıplarının içine
sokmuştu. Orada bulunan
herkes bu sebeple donup
kalmıştı.
Geceyi gündüze çeviren
ve binlerce kişiyi ayazın ortasında yollara döken isyandı
bu. Yıllardır kendi boynuna
vurduğu prangayı parçalayan
millet, mâliki olduğu kuvvetin kıymetini anlamıştı.
Aşağılık kompleksleri ve
hayâl yoksulu fikriyatı ile
yoğrulmaya çalışılan hamur
-çok şükür- ekşimiş ve tutmamıştı.
Yıllardır mukaddes
emâneti çamurlu ayakların
40
temmuz 2016
altına kırmızı halı gibi seren
ve ihânet tasmasının ipini
ne idüğü belirsiz zâlimlerin
ellerine tutuşturan satılmış
zihniyete inat Filistin’in
harâbe sokaklarında, Cuma
namazı çıkışında, ellerinde
Türk bayrakları, gözleri yaşlı,
başlarını zâlimlerin infaz
sehpalarından kaldırır gibi
secdelerden göğe doğrultarak
duâ duâ yükseldiğini görüyordu insanlık.
Huzurdan kovulmuş iblis
ıslıklarını ille birileri döndürecekti dudaklarında. Döndürdüler de... O günlerde
terörist İsrail’in Devlet Başkanı Peres’ten özür dilenmesi
gerektiği söyleniyor, “Tüh,
şimdi ne yapacağız?!” diyen
monşerler dişlerini gıcırdatıyorlardı.
Hâlbuki adam, bir tuğ
olup yükselmişti bütün bir
karanlığı deler gibi… İnsafsızlığın karnına saplanır
gibi… Bir yanardağı patlatır
gibi…
Mazlumlar niyâza durmuşlardı onu görünce: “Artık
Davos’un karlı dağları bu
lavlarla erisin! Artık yıllardır
süren sükûtun sonuna gelinsin! Artık birtakım kapıları
kapamanın zamanı gelmiştir!
Ve tepetaklak olmuş dünyayı
şimdi doğru tekmil düzenine
sokmanın vakti gelmiştir!
Hani o dünya tepetaklak olunca aşağılıklar yukarı gelmişti
de üstünler altta kalmıştı güya,
Moderatör (David Ignatius): “Evet, gerçekten de çok
ateşli bir konuşmaydı...”
Erdoğan: “One minute!
One minute! One minute! Olmaz, one minute!”
(Erdoğan’a alkışlar yükseliyor.)
Moderatör: “Peki Sayın
Başbakan, size de söz veriyorum ama lütfen bir dakika
sürsün!”
Erdoğan: “Sayın Peres,
benden yaşlısın. Sesin çok
yüksek çıkıyor. Biliyorum
ki sesinin bu kadar yüksek
çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim
sesim bu kadar yüksek
çıkmayacak, bunu da böyle
bilesin! Öldürmeye gelince,
siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz! Plajlardaki çocukları
nasıl öldürdüğünüzü, nasıl
Muhsin Selçuk Bayındır
vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde Başbakanlık
yapmış olan iki kişinin bana
önemli lâfları vardır. ‘Tankların üzerine çıkıp da Filistin’e
girdiğim zaman kendimi
mutlu addediyorum’ diyen
Başbakanlarınız olmuştur…
Ve bana sayılar veriyorsunuz… İsim de veririm, merak edenleriniz vardır belki…
Şu zulme alkış tutanları da
ayrıca kınıyorum! Çünkü bu
çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da
alkışlamak, öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık
suçudur. Bakınız, ben burada
çok not aldım, ama notların
hepsini cevaplayacak vaktim
yok. Fakat ben buradan sadece size iki söz söyleyeceğim.
Bir...”
Moderatör: “Sayın Başbakan! Sayın Başbakan! Tartışmayı... Tartışmayı yeniden
başlatamayız…”
Erdoğan: “Excuse me!
excuse me! Bir… Tevrat...
Excuse me! Bir... Sözümü
kesmeyin!.. Tevrat, altıncı
maddesinde der ki, ‘Öldürmeyeceksin!’. Burada öldürme var. İki… İsrail ordusunda askerlik görevini yapan
Oxford Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü
Avi Şalom, İngiliz gazetesi
Guardian’da şunları söylüyor:
‘İsrail, haydut devlet vasfını
kazandı.’”
Moderatör: “Sayın Başbakan! Sayın Başbakan, ev
sahibimiz (Forum’un kurucusu Klaus Schwab) teşekkür
konuşması yapacaktı… Sayın
Başbakan, çok teşekkürler,
ama...”
Erdoğan: “Sana da (moderatöre) çok teşekkür ediyorum(!)… Sana da çok teşek-
kür ediyorum(!)… Benim
için de bundan böyle… Bundan böyle Davos bitmiştir!
Daha Davos’a gelmem, bunu
da böyle bilin! (Ignatius’a)
Siz konuşturmuyorsunuz!
(Peres’i gösteriyor) 25 dakika
konuştu, (kendini gösteriyor)
12 dakika konuşturuyorsunuz, olmaz!”
Mazlumlar, derin ahlarıyla Hakk’a teslim ettikleri
mektuplarının mağrurlardan
aheset aheste geri döneceği
günleri beklerken patlamıştı
Davos volkanı. O gece yollara dökülmüştü gün bekleyenler, yaşlı gözlerden îman
damlalarıyla bezeli gurur
akıyordu. Zira bu çığlığı
bekleyenler, artık gerçekten
gurur doluydular, gurur duyuyorlardı. Evet, onunla…
Bundan sonra onun başına
ne gelirse gelsin, niyazıyla
da, vücuduyla da yanındaydı
“bekleyenler”. “Beklenen”,
kendisinden bekleneni yapmıştı ya, daha ne olsundu?!
“Eder tedvîr-i âlem bir
mekînin kuvve-i azmi/
Cihan titrer sebat-ı pay-ı
erbâb-ı metanetten./ Kaza
her feyzini, her lutfunu
bir vakt için saklar/ Fütur
etme sakın milletteki za’f
u betaetten./ Değildir şîr-i
der-zencire töhmet acz-i
akdamı/ Felekte baht utansın
bînasib erbâb-ı himmetten./
Ziya dûr ise evc-i rif ’atinden
iztırâridir/ Hicâb etsin tabiat
yerde kalmış kabiliyetten./
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i
Osmaniyânız kim/ Muhammerdir serâpâ mâyemiz
hûn-ı hamiyetten./ Biz ol
âl-i himem erbâb-ı cidd ü
içtihâdız kim/ Cihangirâne
bir devlet çıkardık bir aşiretten./ Biz ol ulvi-nihâdânız
ki meydân-ı hamiyette/ Bize
hâk-i mezar ehven gelir
hâk-i mezelletten./ Ne gam
pür âteş-i hevl olsa da gavgâyı hürriyet/ Kaçar mı merd
olan bir can için meydân-ı
gayretten./ Kemend-i cangüdâz-ı ejder-i kahr olsa
cellâdın/ Müreccahtır yine
bin kerre zencîr-i esaretten./ Felek her türlü esbâb-ı
cefasın toplasın gelsin,/
Dönersem kahbeyim millet
yolunda bir azimetten!”*
Nisan 2011,
Avrupa Parlamenter
Meclisi Genel Kurulu
Peki, her şey Davos’ta mı
kaldı? Asla! O, âdetâ dünyaya diplomasinin nasıl bir işe
gelme ürünü olduğunu öğretiyordu. Kendi nevi şahsına
münhasır konuşma tarzı,
dünyanın her yerinde konuşuluyordu. Gittiği Avrupa
ülkelerinin hakkaniyet perspektifli insanları da kendilerine bir kılavuz bulmuşlardı.
13 Nisan 2011 günü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan,
Strasbourg’daki Avrupa
Parlamenter Meclisi Genel
Kurulu’nda konuşuyordu.
“Bugün Haçlı seferlerinin
bir başka boyutunu görmek,
artık farklı şekilde değerlendirmek durumundayız.
Haçlı seferleri, iki kültürün,
iki medeniyetin, iki dinin
karşı karşıya gelmesinden
ziyâde, birbirini tanıması,
birbirini anlaması ve birbirinden etkilenmesi sonucunu
da doğurmuştur. Tarihi artık
savaşlar, çatışmalar, kampalaşma ve kutuplaşmalar üzerinden okuyamayız. Tarihi
savaşlar üzerinden okuyanlar,
geleceği barış üzerine inşâ
edemezler. Haçlı seferlerini
derin hafızalarından silemeyenler, kendi toplumlarına
da, bölgelerine de, dünyaya
da barış ve hoşgörü vaat
edemezler…
Bir kesimin sınırsız ölçüde
zenginleştiği, refahını arttırdığı, yaşam standartlarını
yükselttiği ve bunun karşısında bir başka kesimin giderek yoksullaştığı bir dünya,
yaşanabilir bir dünya değildir.
Kuzey Afrika’dan yükselen
özgürlük ve hak taleplerine
Avrupa kulağını tıkayamaz!
Eğer evrensel değerler diyorsak, eğer insan ve insan
hakları diyorsak, Ortadoğu
ve Kuzey Afrika’dan yükselen haykırışları duymak
ve desteklemek zorundayız.
Özellikle vurgulamak istiyorum: Halk hareketlerinin
meşrûyetinin korunması
bakımından dışarıdan askerî
müdahelede bulunulması,
müdahelenin tamamen
insanî boyut taşıması son
derece önemlidir. Yeni Afganistanlar, yeni Iraklar görmek
istemiyoruz! Libya’da ve son
günlerde Filistin’de yaşanan
olaylara Avrupa’nın vicdan
ölçeğiyle bakması, evrensel
boyuttan bakmasını arzu
ediyoruz…”
Bu konuşmanın sorucevpa bölümünde bir parlamenter şöyle sordu: “Bütün
dinî azınlıkların eşit bir şekilde ibâdet yerlerine erişim ve
ibâdet haklarını, ibâdetlerini
nasıl garanti edebilirsiniz?”
O gün Başbakan olan Erdoğan, şöyle başladı cevabına:
“Sizi Türkiye’ye dâvet etmek
isterim. Türkiye’yi yakından
takip etmiyorsunuz…” Ve
bir Türk esprisi ile şöyle devam etti: “Sanırım arkadaş
temmuz 2016
41
haberajanda
Dosya: Portre-Analiz
Fransız… Ama Türkiye’ye de
Fransız…”
“Ortodoks Patriği seçimi,
Lozan Antlaşması’na göre
Sensinot Meclisi’nde yapılır. Sensinot Meclisi’nin
seçtiği kişi, anlaşma gereği
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak zorundadır.
Bugün Türkiye vatandaşı
olmamasına rağmen biz
buna göz yumuyoruz… Önceki Başbakan’dan da, sevgili
dostum Yorgo’dan da ricâ
ettim, dedim ki ‘Vatandaşlığa
alalım, anlaşmayı ihlal etmeyelim, vatandaşımız yapalım’.
En son Patrik’ten istedim.
Sonunda vatandaşlık verdik… Kimse ‘Biz ibâdetimizi
yapamıyoruz’ diyemez! Derse
bize karşı saygısızlık yapar.
Kim derse bizzat ilgileneceğim!”
Bu konuşmadan çıkarılacak en önemli nokta şu:
Uluslararası platformlarda
alelade bir konuyu dahi
sonuna kadar, dibine kadar
irdeleyen ve ardını takip
eden bir devlet adamı var
karşımızda.
Eylül 2011, BM
Genel Kurulu
Yine tarihî konuşmalarından biri… 22 Eylül 2011,
Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu… Türkiye’de yaşayıp
vicdan sahibi olan, dünya
mazlumlarının dertleriyle
dertlenen herkes, BM’yi
duvar duvar titreten bu
konuşmada kendi derdinin
ortağını buldu...
“Uluslararası toplumun
da, Birleşmiş Milletler’in de
tarihî bir sınavdan geçtiği
dönemdeyiz. Açık söylemek
zorundaydım ki Birleşmiş
Milletler, bugün insanlığın
42
temmuz 2016
umutlarını, insanlığın geleceğini tehdit eden korkulara
galip kılacak bir liderlik
sergileyemiyor. BM, belli
ülkelerin çıkarları ve vesâyeti
istikametinde değil, bütün
insanlığın hukukunu korumayı esas almak üzere yeniden yapılanmak ve vizyonunu yenilemek zorundadır.
BM’nin ve uluslararası toplumun âcil sorunlar karşısında ne büyük acz içinde olduğunu geçtiğimiz ay Somali’de
bizzat gördüm. Somali’de
gördüğüm yoksulluğu ve acıyı
târif etmem imkânsızdır. Bir
lokma ekmek ve bir damla su
ihtiyacı karşılanmadığı için
on binlerce çocuğun öldüğü
Somali faciası, birkaç kelime
yahut birkaç cümleyle geçiştirilecek bir konu değildir. Ve
bu, uluslararası toplum için
yüz karasıdır!
Bugünkü Somali gerçeği, Afrika’yı yüzyıllarca
hegemonyası altında tutan
sömürgeci zihniyetin açtığı
derin yaraları da ortaya çıkarmıştır. O eski sömürgecikolonyalist anlayış, ne yazık
ki bugün ise menfaatinin
olmadığı yere adımını atmayarak milyonlarca çocuğun
bir lokma ekmeğe muhtaç
olarak ölmesini seyrediyor.
Açık söylüyorum: Somali’nin
feryâdını duymayan dünyada
kimse barıştan, adâletten,
medeniyetten söz edemez!
(…)
Birleşmiş Milletler, Filistin
halkının yaşadığı insanlık
dramının sona ermesini sağlayacak hiçbir adımı atamayacak kadar aciz kalmaktadır.
Soruyorum: Acaba Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi,
farklı ülkeler için bu tür yaptırım kararları aldığı zaman,
bu kararlara uymayanlara,
aynen İsrail’e uyguladığı gibi
sessiz mi kalıyor, yoksa yaptırımları Sudan’da yaptığı gibi
sonuna kadar uyguluyor mu?
Rahatlıkla fosfor bombasını kullanan İsrail’dir. Atom
bombasını bulunduran da
İsrail’dir. Ne var ki, buna
karşı bir yaptırım yok. Ama
çevrede böyle bir havayı hissettikleri anda, ‘Nasıl yaptırım yaparız?’ gayreti içerisine
giriliyor. Adâlet bu mu? Bu
sorulmaz mı?
(…)
Bizim için en öncelikli
ülkelerden biri olan komşumuz Suriye’deki gelişmeleri
özellikle yakından takip
etmekteyiz. Suriye’de halka
karşı yapılan ve hepimizi
derinden kaygılandıran,
kabul edilmesi mümkün
olmayan eylemler üzerine
Suriye liderliğine defalarca
gerekli îkazda bulunduk.
910 kilometre sınırımız
var. Akrabalık bağlarımız
var. Fakat ilkelerle ters düşen bu uygulamalara karşı
îkazlarımızı yaptık. ‘Dost
acı söyler’ prensibinden
hareketle, Suriye halkının
demokrasi yönündeki çağrılarına ve sesine kulak vermelerinin gerekli olduğunu,
kendi halkına karşı silah
doğrultan rejimlerin ayakta
kalamayacağını, zulumle
âbâd olunamayacağını açıkça bildirdik. Ancak Suriye
liderliği, bu îkazlarımızı
duymamakta maalesef ısrar
etmiştir. Ülkede dökülen her
damla kan, Suriye liderliğiyle halkının arasındaki bağı
koparmaktadır.
(…)
Libya, Libyalılarındır.
Libya’nın zenginlikleri
Libyalılara aittir. Libya’da
demokrasinin inşâ edilmesi
sürecinde, Libya’nın yurtdışındaki mal varlıklarının
serbest bırakılması gerekir
ki bir an önce kendi ayakları
üzerinde doğrulsun, varlık
içindeki Libya halkı yokluk
çekmesin. Zira Libya’nın
şu an yurtdışında yaklaşık
170 milyar dolar nakit parası var. Ama bu paranın
nemasından Libya istifade
edemiyor. Dolayısıyla bir an
önce 2009 sayılı karar yürürlüğe girmeli ve Libya halkı
bu imkânlarından istifade
etmelidir. Libya halkı kendi
geleceğini belirleyecek kudrettedir. Tercihlerine saygı
gösterilmelidir.
(…)
Azerbaycan topraklarının
yıllardır süren haksız işgâli
artık sona ermelidir! Yukarı Karabağ sorununun bu
şekilde çözümsüz kalması
kabul edilemez! Uluslararası
sorunlar kangren hâline gelmeden çözümler bulunması,
hepimizin siyâsî ve ahlâkî
sorumluluğudur. Aynı şekilde Keşmir ve şu anda adını
sayamadığım pek çok dondurulmuş ihtilafın barışçıl
çözümü için daha ciddî çaba
gösterilmelidir. Öte yandan
Balkanlarda barış ve istikrarın yolu, Kosova’nın tanınmasından geçmektedir.”
Eylül 2014,
Birleşmiş Milletler
69. Genel Kurulu
Genel Görüşmeleri
24 Eylül 2014 günü,
BM’ye son darbeyi indirdi
Erdoğan. Dedi ki, “Dünya
beşten büyüktür!”…
“Birleşmiş Milletler’in 69.
Muhsin Selçuk Bayındır
Bu konuşmadan çıkarılacak en önemli nokta şu: Uluslararası platformlarda alelâde
bir konuyu dahi sonuna kadar, dibine kadar irdeleyen ve ardını takip eden bir devlet
adamı var karşımızda.
Genel Kurulu’nu, 1914’te
başlayan Birinci Dünya
Savaşı’nın 100. yıldönümünde gerçekleştiriyoruz. Birinci
Dünya Savaşı’na sahne olan
coğrafyanın aradan geçen bir
asırlık süreye rağmen istikrar,
huzur, barış ve refahtan hâlen
yoksun olduğunu üzülerek
müşahede ediyoruz.
Irak’tan Suriye’ye,
Filistin’den Yemen’e,
Mısır’dan Libya’ya,
Afganistan’dan Ukrayna’ya
kadar geniş bir coğrafya, derin krizler içinde, insanlığın
vicdanını yaralayan görüntülere sahne oluyor. 21. yüzyılda hâlâ insanlar açlıktan,
salgın hastalıklardan ölüyor.
Çocuklar ve kadınlar savaşlarda hunharca katlediliyor.
Dünyanın zengin ülkeleri
refah içinde yaşarken, fakir
ülkeler açlık, kötü beslenme,
salgın hastalıklar, eğitimsizlik
sorunları ile boğuşuyor.
İklim değişikliği, dünyamızın ve çocuklarımızın
geleceğini tehdit eden bir
unsur olarak, insanlığın
karşısında önemli bir sınav
olarak duruyor. Bu manzara,
insan onuruna yaraşır bir
manzara değildir. Ortada
bütün insanlığı ve elbette
Birleşmiş Milletler’i doğrudan ilgilendiren bir sorun
var demektir. Burada, Birleşmiş Milletler’in 69. Genel
Kurulu’nda bir kez daha vur-
gulamak isterim: Çocukların
öldüğü ve öldürüldüğü bir
dünyada hiç kimse mâsum
değildir, hiç kimsenin can
güvenliği yoktur! Hiç kimse
sürdürülebilir barış ve refah
içinde olamaz!
Sadece geçtiğimiz yıl dünya genelinde beş yaşın altında 6 milyon 300 bin çocuk
hayatını kaybetti. Suriye’deki
savaşta 17 bin çocuk hayatını kaybetti. 375 bin çocuk
temmuz 2016
43
haberajanda
Dosya: Portre-Analiz
“Zirve toplantımızın temasını oluşturan ‘adâlet ve barış’ kavramlarının içini doldurmakta, bunları müşahhas hâle getirmekte acele
etmeliyiz. Çünkü dünyanın dört bir yanından mağdurların, mazlumların çığlıkları yükseliyor.”
yaralandı. 19 bin çocuk en
az bir organını kaybetti. Bu
yıl içinde Filistin’in sadece
Gazze Şeridi’nde en modern
ve ölüm saçan silahların
doğrudan hedefi olarak 490
çocuk katledildi, 3 bin çocuk
yaralandı. Kameraların ve
objektiflerin karşısında, yani
dünyanın gözü önünde sahilde oynayan, parklarda koşuşturan, okullara, câmilere
sığınan, en güvenli yer bildikleri annelerinin kucağına
kıvrılan çocuklar acımazsızca
yok edildiler.
Filistin’de çocukların, kadınların, hatta engellilerin
katledilmesine dünyanın
dikkatini çekmeye çalışanları susturmak için birtakım
yaftaların kullanıldığını
da ibretle izliyoruz. Irak’ta,
Suriye’de işlenen cinâyetlere,
Mısır’da demokrasinin katledilmesine îtiraz edenler, yine
44
temmuz 2016
birtakım haksız ve asılsız
ithamlara maruz kalıyor,
anında teröre destek vermekle itham ediliyorlar.
Çok açık söylüyorum:
Çocukların öldürülmesine,
mâsum kadınların alçakça
katledilmesine, halkın oyları
ile gelmiş iktidarların silah
ve tanklarla, darbe yoluyla
devrilmesine seyirci kalanlar, sessiz kalanlar, tepkisiz
kalanlar, bu insanlık suçuna
alenen ortak olmaktadırlar.
Daha da önemlisi, modern
dünya tarafından sergilenen
bu çifte standart, çok geniş
halk yığınları nezdinde ciddî
bir güvensizlik oluşturmaktadır.
(…)
Bir günde yüzlerce, binlerce insanın öldürüldüğü bir
ortamda hâlâ konuşuluyor
olmakla gerçekten Birleşmiş
Milletler’deki sorumluluk
duygumuzun nerelere vardığını göstermesi bakımından
tekrar soru işaretleri arka
arkaya gelmektedir. Daha
fazla gecikmeden, daha fazla
mazlum insan, mâsum insan hayatını kaybetmeden,
küresel vicdan daha fazla
yaralanmadan, Birleşmiş
Milletler sorunlara ağırlığını
koymalıdır.
Altını çizerek ifade etmek
isterim ki, dünya 5’ten büyüktür!
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Dâimî Üyesi
5 ülkenin dünya gerçekleri
ile bağdaşmayacak şekilde
Birleşmiş Milletler’i etkisiz
hale getirmesi, küresel vicdanın kabul edebileceği bir
durum değildir. Tüm alınan
kararlar, bakıyorsunuz, bir
ülkenin iki dudağı arasında.
Eğer ‘Hayır’ derse hayır…
‘Evet’ derse, o zaman icraata
geçilebiliyor.
Filistin’de sadece birkaç ay
içinde 2 binden fazla mâsum
insan katledilirken, Birleşmiş
Milletler beklenen çözümü
üretememiştir. Suriye’de 4
yıldır 200 binden fazla kişi
katledilirken, 9 milyona yakın insan yer değiştirirken,
Birleşmiş Milletler yine
etkili çözümler sunamamıştır. Bakınız, ben şunu
da garipsiyorum: Kimyasal
silahlarla 2 bin kişi ölürken,
konvansiyonel silahlarla 200
bin kişi ölüyor. 2 bin kişinin
kimyasal silahlarla ölmesini
suç telakkî eden zihniyet,
konvansiyonel silahlarla 200
bin kişinin öldüğü yapıyı,
anlayışı suç telakkî etmiyor.
Bu nasıl bir anlayıştır, nasıl
bir zihniyettir?!
(…)
Mısır’da halkın oyları ile
seçilmiş Cumhurbaşkanı
darbe ile indirilirken, verdikleri oyun hesâbını sormak
Muhsin Selçuk Bayındır
isteyen binlerce mâsum
katledilirken, Birleşmiş
Milletler de, demokratik
ülkeler de bunu sadece izliyor ve bu darbeyi yapan
kişi meşrûlaştırılıyor. Eğer
demokrasi diyorsak, sandığa
saygı duyalım. Yok demokrasi değil de darbe ile gelenleri
savunacaksak, o zaman ‘Bu
Birleşmiş Milletler niye var?’
diye merak ediyorum.”
Nisan 2016, İslâm
İşbirliği Teşkilatı 13.
İslâm Zirvesi
Sadece Batı adamına değildi bu tavır, evvelâ çuvaldız
olup kendine batırmayı hep
bildi. Bunun en keskin nüvesinden bazı kesitleri İslâm
İşbirliği Teşkilatı 13. İslâm
Zirvesi’nin açılış töreninde
14 Nisan 2016 tarihinde
gösterdi:
“Zirve toplantımızın temasını oluşturan ‘adâlet ve
barış’ kavramlarının içini
doldurmakta, bunları müşahhas hâle getirmekte acele
etmeliyiz. Çünkü dünyanın
dört bir yanından mağdurların, mazlumların çığlıkları
yükseliyor. Maktullerin yürek
parçalayan görüntüleri geliyor. Maalesef bu çığlıkların
ve görüntülerin kahir ekseriyeti Müslümanlara aittir.
İslâm dünyasının şu an yüzünü İstanbul’a, bu Zirve’ye
dönerek buradan çıkacak
güzel haberlere kulak verdiğini ben görüyorum, buna
inanıyorum.
Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken
sorunlarımızın başında mezhepçilik fitnesi geliyor, ırkçılık fitnesi geliyor. Her zaman
ifâde ettiğim gibi, benim
dinim Sünnîlik de değildir,
Şiîlik de değildir. Benim
dinim İslâm’dır. Ben, tıpkı 1
milyar 700 milyon kardeşim
gibi sadece ve sadece bir
Müslümanım. Diğer tüm
farklılıklar bu inancımın, bu
sıfatımın gerisindedir.
Sözümona İslâm adına
her gün mazlumlara saldıran,
onların canlarına kasteden,
mallarını yağlamayan terör
örgütleri asla bu mukaddes
dinin temsilcisi olamazlar!
Çünkü bizim dinimiz barış
dinidir, sulh dinidir ve bizim
Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) Barış Elçisidir.
Bizler Müslüman olarak,
İslâm ülkeleri olarak ne
kadar birbirimize düşersek,
umudunu bizlere bağlamış
olan mâsumlar daha çok
sıkıntıya kalacaklardır. Böyle bir vebali üstlenemeyiz.
Bunun için bölücü değil,
birleştirici olmalıyız. İhtilafları değil ittifakları, husumeti
değil muhabbeti güçlendirmeliyiz.
(…)
İslâm ülkeleri içinde yaşanan terör olaylarına ve
benzeri krizlere karşı başka
güçlerin müdâhil olmalarını
beklemek yerine, teröre karşı
İslâm İttifakı Girişimi aracılığıyla çözümü kendimiz
üretmeliyiz. Niçin biz Müslümanlar olarak aramızdaki
bu tür ihtilaflarda, bu tür terör eylemlerinde başkalarından yardım bekliyoruz? Biz
bunu kendimiz çözmeliyiz,
bunlara kendimiz müdahale
etmeliyiz. Biz etmiyoruz,
başkaları müdahale ediyor.
Onlar müdahale ederken,
oralardaki petrol için müdahale ediyorlar, aramızdaki
huzuru sağlamak için değil.
Onun için de burada hassas
olmamız lâzım. Bu girişimin
herhangi bir ülkeye değil,
tüm ülkelerin ortak sorunu
olan teröre karşı olduğunu
özellikle ifâde etmek istiyorum. Şâyet bu girişim arzu
ettiğimiz etkinliğe ve kapasiteye ulaşırsa, İslâm dünyasının önünde yeni bir dönem
açılacağına inanıyorum.
Bugün Müslümanlar,
dünyanın birçok yerinde
adâletsizliğe ve çifte standarda maruz kaldıkları duygusu
içerisindedirler. Kendi ülkelerinde zulüm gören, baskı
altında yaşayan, haksızlığa
uğrayan Müslümanlar, Batı
ülkelerine gitmenin yollarını
arıyorlar. Batı ülkelerindeyse
İslâm’ı ve Müslümanları
hedef alan İslamofobi ve
yabancı düşmanlığı gibi
nefret suçlarında tehlikeli
bir artış gözleniyor. Küresel
karar alma ve uygulama
mekanizmalarındaki temsil
adâletsizliği de Müslümanlar
arasında önemli bir rahatsızlık sebebidir.
Burada önemli bir örnek
veriyorum: Örneğin Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nde dünya nüfusunun 4’te 1’ni teşkil eden
Müslümanların tek bir dâimî
temsilcisi var mı? Yok! Geçici üye olmanın bir anlamı var
mı? Yok! Kararda 5 üyeden
bir tanesi olumsuz davransa
iş bitti. Diyorum ki, ‘Dünya 5’ten büyüktür!’. Artık
dünya, 1. Dünya Savaşı’nın
şartlarında değildir. Dünyada
şartlar değişti. Öyleyse Birleşmiş Milletler’in reforme
edilmesi şarttır! Âdil bir
dünya istiyorsak bunu beklemek hakkımızdır. Kendisi
adâletsizlik üzerine kurulu
bir sistemin küresel adâlete
katkı sağlayabilmesi mümkün değildir!”
Vicdanca konuşmak
onun işi
Recep Tayyip Erdoğan,
yurtiçi ve yurtdışı konuşmalarında olağan diplomatik
lisan formunun her zaman
dışına çıkmasını bildi. Asla
politik geçiştirmelere sapmadı, topu taca atmadı. Serde
tuttuğu futbolculuğundan
mülhem, her zaman direkt
kaleye yöneldi. Dilediğinde
bile isteye direklere nişan alıp
o kaleleri titretti, dilediğindeyse sonuna kadar abanıp
fileleri yırtmayı da başardı.
Çektiği her şutta, attığı her
çalımda dünya hop oturup
hop kalktı. Onu hayran gözlerle izleyenler gâlibiyet ve
zaferlerden de geçtiler; onun
gösterdiği her onurlu duruş,
onunla gülmeyi bekleyen her
mazlumu sokaklara dökmeye
yetti. O hep mazlumların
sesi oldu, zira her zaman
vicdanca konuştu…
Biz gayretlerini gördük,
şâhit olduk, Allah da kendisinden râzı olsun!
*Hürriyet Kasîdesi, Namık Kemal.
Sadeleştirme: “İktidar sahibi bir kişinin
azim gücü, dünyanın bir düzene girmesini
sağlar;/ Metanet sahibi kişilerin ayaklarını
sağlam basması ile cihan titrer./ Kader her
feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar;/
Milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın
korkma!/ Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü töhmet değildir./ Bu
dünyada nasipsiz himmet sahiplerinden
talih utansın!/ Işık yüksekliğin doruğundan
uzaksa, çaresizliktendir;/ Tabiat, yerde sürünen kabiliyetten utansın!/ Biz o Osmanlılar boyunun ulu soyundanız,/ Mayamız,
bütünüyle şehadet kanıyla karılmıştır./ Biz
o yüce hamiyetli, çalışkan ve güçlü kişileriz
ki/ Bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden
bir devlet meydana getirdik./ Biz o yüce
yaratılışlı milletiz ki,/ Hamiyet meydanında
ayaklar altında toprak olmaktan bize ölüm
daha iyi gelir./ Hürriyet mücadelesi korkulu
ateş olsa ne dert!/ Yiğit olan bir insan
gayret meydanından kaçar mı?/ Cellâdın
can yakan kemendi acımasız bir ejder de
olsa,/ Yine bin defa esaret zincirinden
daha iyidir./ Felek her türlü eziyet yollarını
toplasın gelsin,/ Millet yolunda hizmetten
dönersem kahpeyim!”
temmuz 2016
45
haberajanda
Kripto
1923 tarihi hem İran, hem de
Türkiye için mühim. Zira bu
tarihte, İstanbul’u başkent ilân
eden Osmanlı Hanedanlığı da,
Tahran’ı başkent ilân eden Kaçar
Hanedanlığı da son noktayı koymuştu. Garip! Her iki devletin
son hükümdarları aynı tarihte,
aynı ülkeye ve aynı kasabaya
sürgün edilmişlerdi: Vahdettin
Han ile Ahmet Şah, kalan ömürlerini İtalya’nın San Remo şehrinde ve komşu olarak geçirdiler.
Hatta dost oldular ve sohbetlerini Türkçe olarak yaptılar. Çünkü
her ikisi de Türk soyluydu.
***
Bugünkü İran Şiî İslâm’ının
başlangıç noktası (1501) ve 250
yıl sürecek olan Safevî iktidarının (tâbiri câiz değil ama) bir
nevi kurucu yalvacı İsmail Şah’ın
ırkî orijininden günahı kadar
hazzetmez bir Pers İran’ı var
bugün iktidarda. İsmail zamanında da bu vardı, ondan sonraki
dönemlerde de. Nedeni şu: Ateş
kültünden gelen bu kavim, ateşi
de, maşayı da çok iyi biliyordu.
Hatta “maşa”, onların îcâdıydı!
46
temmuz 2016
Sünnî blokun “Kösem”i
Mısır mı, Suudî Ara
Ahmet Yozgat
[email protected]
Türkiye mi, 2
bistan mı?
016 yılının Ekim ayında yayına giren “Muhteşem
Yüzyıl” dizisinin ikinci bölümü, uzun bir koşturmacanın ardından birinci sezonunun finalini yaptı.
İlk Muhteşem Yüzyıl’a damgasını vuran Hürrem’in
bitmeye yüz tuttuğu aylarda medyada yer almaya
başlayan Kösem haberleri, bir yıldan uzun bir süre
diziseverlerin zihnini meşgûl etmişti. Böylece uyandırılan merak, nihâyet on aylık bir maraton koşusuyla karşılığını
bulmuş oldu. Tarih dizilerini kaçırmamaya özen gösteren sâdık bir
seyirci olarak fakir, Kösem’i de ilgiyle takip etti. Hâddizâtında bir
“Genç Osman hayranı”ydım. Dizi bu yanıyla da cezbetmişti beni. Sonuçta doyurucu bir “muhteşem mevsim” yaşattı bize TİMS Yapım.
Diziyle ilgili magazinel değerlendirmeyi daha sonraya bırakarak
gelelim Ortadoğu kazanında kaynatılan “dünya savaşı”na. >>
temmuz 2016
47
haberajanda
Kripto
21. yüzyılın başında “Humeyni Dosyası” bir kez daha açılıyordu. Galiba bu sefer
maya tutacaktı. Zira İran, daha önceki denemelerinde olmadığı kadar güçlü ve
emniyetteydi. Zira “nükleer devlet” olma yolunda epey mesafe kat etmişti. İlâveten,
nükleer İran, ülke dışındaki Şiîleri de umutlandırıyor ve İran’a bel bağlamalarına
neden oluyordu.
Aynı İngilizler, Hüseyin’in ipini çekme zamanı geldiğinde 1700’lerden beri hazırlayageldikleri
Vehhabi kuklalarının kulağına “Halîfelik” konusunu üfleyerek Deriyye bedevîlerini dünya İslâm
siyâsasına yönlendirdiler. İşte oradan üredi Rabıta örgütü! Petro-dolarları arkasına alarak uluslararası
sahneye çıkış yapan Rabıta’nın medreselerinde istihsal edildi “siyâsal mücâhitler”. Onların eylemi
olarak ortaya konan “siyâsi cihat”tan fışkırdı El-Kaide, IŞİD, DAEŞ ve türevleri. Ve bu örgütlerden ortaya
döküldü “İslâmî terör” diye yaftalanan garabet. Onca çabaya rağmen Suudî Arabistan, Sünnî blokun
Kösem’i olmayı başaramadı. Ve Saudia, rölantiye alındı.
>> Malûm olduğu üzere
Körfez Savaşı’yla başlatılan
“Katastrof çağı”nın ikinci evresinde, yani takvim,
2000’den 2010’a gelirken,
savaş da Körfez Savaşı
olmaktan çıkmış ve bölge
olarak “Ortadoğu Savaşı”na
dönüşmüştü. Son olarak
Suriye bu savaş alanına dâhil
oldu, coğrafya yanmaya
başladı. Zavallı Suriyeli garipler, başta Türkiye olmak
üzere Lübnan ve Ürdün’e
dağıldılar. Bu durum onlar
için zoraki bir muhacirlikti.
Türkiye ve birkaç ülke içinse
ensarlık...
Dolayısıyla Türkler ve
diğer Araplar da savaşın pasif
tarafı olmaya başladılar. Bu
arada ABD, Irak’tan çekildi.
Devlet idaresini “Arab-ı
İran” bölgesi insanlarına, yani
Güney Irak Şiîlerine verdi.
Böylece İran da harbe taraf
olan bir devletti artık. Zaman içinde İran, Irak’ın yeni
sahipleri olan mezhepdaş-
larını “teopolitik” bir icraata
kışkırttı ve böylece “Şiî bloku” oluşmaya başladı. Elbette
Şia’nın hâmîsi ve blokun
lideri Tahran’dı.
Kendi kendisine verdiği bu
göreve îtiraz eden olmayınca,
Tahran, nüfuz alanını genişletmeye soyundu. Bu kalem-
Ahmet Yozgat
nunda “Şiî biraderliği”, îman
gücüyle yardımına gelmişti.
Böylece İran, oluşturmaya
çalıştığı bloka bir üye daha
katmış ve liderliğini daha da
pekiştirmişti. Bunun üzerine
Tahran, işi büyütmeye karar
verdi. Periferisinde yer alan
ülkelerde yaşayan Şiî azınlığı,
ajandasının birinci sayfasına
yazdı ve üzerlerine yeniden
eğildi.
Humeyni ihtilâliyle birlikte başlayan “Büyük Şiî
Devleti” hayâlinin dosyası
tekrar indirildi derin İran’ın
kozmik odasının manyetik
raflarından. Ki bu dosyanın bir de tarihî arka plânı
vardı ve plânın ilk sayfası,
ta Türkmen Kızılbaşı Şah
İsmail’e kadar uzanıyordu.
İsmail’in Büyük Şiî İmparatorluğu hayâli, “dâi” denen
casuslar aracılığıyla komşu
Osmanlı’ya sirâyet etmiş
ve İstanbul’un başını epey
zaman, hem de çatlatırcasına ağrıtmıştı. En son imza,
Dördüncü Murat’ın didiyle
1639’da atılmıştı. Ondan bu
yana durgundu o yaka.
den olmak üzere, dogmatik
Şia’nın laikleri sayılabilecek
Suriye idaresini kayıtsız
şartsız desteklemeye başladı.
Dünyada yapayalnız kaldığını günbegün yaşamaya duran
ve şimdilik zavallı halkına
değen bu ateşin sonunda
kendisini de yakacağına inanan ve de giderayak “kıymetini bilmeyen Sünnîler”den
geçici bir intikam peşinde
olan Esad Nuseyriyanı, bir
anda mal bulmuş mağribiye
döndü ve yeniden canlandı.
Tam bir ruhsal “U” dönüşüyle Suriye’de ilelebet pâyidar
kalacağı sanısıyla işe daha
ciddî olarak sarıldı. Zira so-
Ancak dosya, daha sonra
Humeyni ile birlikte bir daha
ortaya getirildi. Üzerinde çalışılmıştı da. “Devrim ihrâcı”
adı altında yapılan “Büyük
Şiî Devleti” kurma faaliyetlerindeki alan, bu sefer Osmanlı ardılı Türkiye’yle sınırlı kalmamış, Afganistan’dan
Yemen’e kadar tüm İslâm
haritası üzerinde “ajan-dâi”
istihdam edilmişti. O yıllarda
bölge devletlerinde ortaya
çıkan “Humeyniciler” adlı
akım, İran-Irak Sekiz Yıl
Savaşı’nın sonunda tekrar
ortadan kaldırılan “İsmail
dosyası” ile birlikte erimeye
yüz tutmuştu.
21. yüzyılın başında “Humeyni dosyası” bir kez daha
açılıyordu. Galiba bu sefer
maya tutacaktı. Zira İran,
daha önceki denemelerinde
olmadığı kadar güçlü ve
emniyetteydi. Zira “nükleer
devlet” olma yolunda epey
mesafe kat etmişti. İlâveten,
nükleer İran, ülke dışındaki
Şiîleri de umutlandırıyor ve
İran’a bel bağlamalarına neden oluyordu.
Her hamlesinde, geleceğe
olan umudu daha da artan
Tahran, sonunda vardı dayandı Yemen’e. Birkaç yıldan
beri zaten Lübnan’da vardı.
İran yanlısı Hizbullah, Beyrut siyâsasının başaktörlerinden olmuştu.
Artık herkes bir “Şiî
Hilâli”nden söz ediyordu
Ortadoğu’da. Hilâl, İran’dan
başlıyor, Irak üzerinden
Suriye’ye, oradan Lübnan’a
geçiyordu. Tabiî diğer ucu
ta Yemen’den çıkıyordu.
Hemen söyleyelim: Bu
hilâlde yeri olmayan, sadece
Azeri Türklerinin ülkesi olan
Azerbaycan’dı. Ancak nice
zamandan beri Güney Azerbaycanlı İran molla-dâileri
işbaşındaydılar. Azerbaycan’ı
içten çökertmek için ha bire
“İran Şiîliği” öğretiyorlar gizli
medreselerinde.
Hülâsa, 2016 yılı îtibâriyle
İran, dünya Şiîlerinin
“Kösem”i olarak tescillenmiş
durumda bir “din devleti”.
Ya da “mezhep devleti” mi
deseydik?
Sanırım yazıya neden
Muhteşem Yüzyıl paragrafıyla başlanmış olduğumuz
anlaşılmış oldu. “Şiî Kösem”i
izah etmek için...
Dizide, Saray tarafından
takılan adıyla “Haseki MâhPeyker Sultan”ın asıl ismi
“Anastasia”… Her ne kadar
Rum ya da Bosna orijinli
dilber kabul etmese de,
“Mâh-Peyker” adı epey bir
süre kullanılıyor Harem’de.
Ne zaman ki Kuzey Kafkasyalı Mahfiruz Hatice
Sultan’ın Birinci Ahmet’e
verdiği, ancak annesinin genç
ölümüyle kendisine emânet
edilen “sütoğlu” genç şehzâde
“İkinci Osman” adıyla tahta
doğru yürümeye başlıyor,
o zaman Mâh-Peyker’in
siyâset kavgasındaki azmi ve
hırsı, cesâretiyle birlikte oyun
kuruculuğa dönüşüyor. O
andan sonra Mâh-Peyker’in
hızla Kösemleşmeye başladığını gördüklerini yazmakta
tarihçiler. Dizide bu süreç bir
bölümde kotarıldı; Anastasia
ve Mâh-Peyker şeklindeki
iki kimliği yaşamakta olan
gözde, bir anda Kösem oluverdi. E film îcâbı…
İşte o zaman seyirci,
Kösem’in bir isim değil, unvan olduğunu öğrendi. Meğer Kösem, “lider ve yol gösterici” mânâsına gelmekteydi.
Aslında Kösem o da değildi;
“yaylaya çıkmak üzere yol
alan koyun sürüsünün başında bulunan ve sürüyü yeden
koç” (ya da kısır koyunlara
verilen ad) olarak biliniyordu.
Sürünün önünde giden
kılavuz olarak Kösem,
hâddizâtında bir lider sayılmazdı; sadece sürünün
“koyunluğu” sâyesinde sorgusuz sualsiz takip edilen
bir başka koyun, haydi koç
olsundu… Son cümlede
dikkat çeken şey “koyunluk”
oldu, değil mi? Kanaatimizce
“koyunluk” özelliği bir lider
gerektirmiyordu. Sadece öne
temmuz 2016
49
haberajanda
Kripto
PEKİ, BU ARADA
TÜRKİYE NE YAPTI?
Hiç! Onun gündeminde ne Türklerin Kösem’i,
ne Sünnîlerin, ne de bölgenin koçu olmak vardı.
Zira Lozan’la girilen “Yeni Türkiye” yolculuğunda
yollar doğuya, kuzeye ve güneye kapalıydı. Tek
yön açıktı ve o açıklıktan ancak batıya doğru
yol alınabiliyordu. Bu bağlamda Ankara’nın
tek amacı da “Galya’da baş olacağına, Roma’da
ayakaltı olmak” idi. Bu uğurda yıllarını hovardaca
harcadı Ankara’nın Türkiye’si. Ve 20. yüzyıl, tam
bir hüsranla bitmek üzere kapıyı çalmıştı. Ki 20.
yüzyılın son çeyreğinin başlangıç senesi olarak
1975’te yeni bir dosya şekillenmeye başladı:
“Kösem Dosyası”…
Eğer Sultan Selim’in hayatında bir “Siyâsal Sünnîlik” olsaydı, Çaldıran Savaşı’nın
ardından askerî yolculuk İran içinde devam eder ve Kum kentine kadar giderdi. Yani
Yavuz, yönünü güneydeki Sünnî Mısır Türkiyya’sına çevirip Mercidabık ve Ridaniye
Savaşlarını kendisi gibi düşünenlere karşı yapmazdı.
çıkıp “baş çeken” bir hemcins
yetiyordu bu husûsiyet için.
Sürü arkadan geliyordu. Nereye? Nereye olursa… Zaten
sürü varıp çay kıyısına dayandığında, Kösem de “Yahu
ben ne yapıyorum?” der gibi
duruyordu kıyıda. Tabiî sürü
de onunla beraber…
Ancak sürünün asıl liderinin kim olduğu o an
belli oluyordu. O âna kadar
arkada yer alan “çoban” çıkageliyordu sonunda; ikincilliği
bir yana atarak… Çobanın
amacı “sürüsünü karşıdaki
adrese çıkarmak” olduğu
için, Kösem’e asıl patronun
kim olduğunu elindeki çomağı kaldırıp zavallı “çakma
lider”in kuyruğuna indirdiğinde ortaya çıkarıyordu. Ve
bizim Kösem, o kuyruk acısıyla kendisini kaldırıp çaya
atıyordu. Can havliyle karşı
kıyıya doğru çırpınırken,
arkadaki sürü de kösemini
taklit edip kuyruğu acıtma-
50
temmuz 2016
dan birer birer dökülüyordu
suya. Artık hangisi ölür, hangisi kalırdı, Allah biliyor. İşte
Kösem ve Kösem’in hikâyesi
buydu!
Biz geçelim asıl konumuza…
Şia karşısındaki
Şiavârî tez: Sünnîlik
En son ne denmişti
yukarıda? “Hülâsa, 2016
yılı îtibâriyle İran, dünya
Şiîlerinin Kösem’i olarak tescillenmiş durumda…” “Peki,
kimdi mevcut durumu tescilleyen?” sorusunun karşılığı
ise “Elbette Batı!” şeklinde.
Bir yıl evvel ABD öncülüğünde, Viyana’da 5+1 ülkelerinin “İran ve nükleer” konulu görüşmeleri Almanya’nın
îtirazına rağmen “tatlı”ya
bağlanmıştı. Hatırlayacaksınız tartışmalarla geçen
görüşmeler serencamını.
İşte tescil, o Viyana Nükleer
Antlaşması!
Zaten o antlaşmanın ardından İran’ın Ortadoğu’daki
faaliyetleri, vekâlet aşamasından asâlete evirilmiş ve İran
silahlı güçleri hem Irak, hem
de Suriye’de, hatta Yemen’de
doğrudan müdahaleye
başlamıştı. “Söz konusu
asâlet durumunun boyutu
ne âlemde?” diye sorulacak
olursa… Cevap: “Günbegün
artarak devam etmekte…”
Ve bu fiilî duruma kimsenin
gıkının çıkmıyor olması da
cabası…
İslâm dünyasının Şia cephesinde durum bu. Şimdi
geçelim “Sünnî sektör”e…
Bu hususta düğmeye
1979 yılı îtibâriyle basılmış
ve “Sünnî-Şiî bloklaşması
plânı” başlatılmıştı. Adres
Fransa’ydı ve plânın arkasında “Deutsce Welle” vardı;
yani “derin Cermen Devleti” olarak Almanya. Plâna
İngo-Amerika’nın destek
verdiği ve Paris’ten yola çıkan
Humeyni’nin önünden kendi adamı olan Şah’ı çektiği
de sır değil artık. Bununla
kalmadı, Sam Amca ve
Washington’a şikâyete koşan
Rıza Pehlevî’yi kabul etmedi
ve Mısır’a indirdi. Kanaatimiz o ki, Kahire’de de telef
edip ayakaltından çekti.
Plânın ikinci aşaması,
kendini “Şiî Kösem” olarak
konuşlandıran İran’ın antitezini oluşturmaktı. Ve o
antitezin adı “Sünnîlik” idi.
Elbette ümmetin o sektörü
Sünnî’ydi ve Sünnîler, Sünnî
Ahmet Yozgat
olduklarının bilincindeydiler.
Lâkin Sünnîlik kendini Şiîlik
gibi ne diğer kefede târif ediyordu, ne de “siyâsallaşmış”
bir bilince sahipti.
Şia’nın gündeminde, ta
İsmail Şah’tan beri var olan
“siyâsal Şiîlik” vardı ki bu
anlayışın uyanışı, “Safevî
dosyası”nın raftan indirilişiyle başlayıvermişti. Yani
uykudaki Şia’nın uyanması
o kadar kolay olmuştu ki…
Humeyni’nin ortaya atılmasıyla yeni Rey olarak Tahran,
kendini hemen “Çaldıran”
düzleminde konuşlandırmıştı.
Ancak Sünnîlik için aynı
şeyi söylemek o kadar kolay değildi. Zira yukarıda
çıtlatıldığı gibi, Sünnîliğin
tarihinde “İsmailvârî bir
siyâsallaşma”dan söz edilemezdi. Hatta siyâsallaşmaya
15. yüzyıl îtibâriyle karar
veren ve meşreben Şiî olmayan Erdebil Şeyhleri ekolü,
bu kararla birlikte kendilerini
“Şiî sektörü”nde bulmuşlardı.
Şeyh Haydar, Şeyh Cüneyt
ve Şah İsmail tarihçesi içerisinde olup tamamlanmıştı
işlem.
Evet, Şiî İsmail’in karşısında bir Yavuz’dan söz edilebilirdi tarihi gerçeklik içinde.
Ancak o Yavuz’un siyâsalitesi
inanç bağlamında değil, “Pax
Osmanlı” düzlemindeydi.
Eğer Sultan Selim’in hayatında bir “siyâsal Sünnîlik”
olsaydı, Çaldıran Savaşı’nın
ardından askerî yolculuk İran
içinde devam eder ve Kum
kentine kadar giderdi. Yani
Yavuz, yönünü güneydeki
Sünnî Mısır Türkiyya’sına çevirip Mercidabık ve Ridaniye
Savaşlarını kendisi gibi düşünenlere karşı yapmazdı. Yaptığına göre, Sultan Selim’in
bir “Şia düşmanlığı”ndan
da söz etmenin olanağı yok
Sünnîperverliği olmadığı
gibi.
Yavuz’dan sonra da
Osmanlı’nın hem Kanunî,
hem Dördüncü Murat devrinde sultanlar seviyesinde
yaptığı Bağdat, Revan ve
İran Seferlerinde de “siyâsal
Sünnî” gibi davrandığı görülmüyor, pâdişahlar “siyâsal
Osmanlı” gibi davranıyorlardı. Çaldıran’la başlayan
Doğu seferlerinin amacı, ne
Şia’yı, ne de İran’ı ortadan
kaldırmaktı. Sadece tecâvüze
uğrayan sınırlarını düzeltmek olarak yapılmaktaydı
bu. Yani siyâseten Sünnî bir
Osmanlı’nın Şiî İran’ı tarihten süpürmesinin önünde
çok da büyük engeller bulunmamaktaydı hâddizâtında.
Yani bu konuya dair son söz
olarak söylemek gerekirse,
belki “Osmanlı zaman zaman İran Devleti’nin düşmanı gibi davranmıştı” denebilir,
fakat hiçbir zaman “Şiîliğin
can düşmanı gibi davranmıştı” demenin imkânı bulunmamakta. Çünkü -beğensin,
beğenmesin- İslâm’ın bir
şubesi olarak Şiîliğin de bir
hayat hakkı olduğunun farkında olan bir Osmanlı’dan
söz ediyoruz bu satırlarda.
Yeri gelmişken hemen
soralım: Tarihteki sıkleti
Osmanlı’ya denk ya da
Çaldıran’ı kazanmış olan bir
İran neler yapardı? Hiç! Sadece tüm Sünnîleri kılıçtan
geçire geçire Macaristan’a
kadar giderdi, o kadar! Ve o
durumda bugün dünya yüzeyinde ne bir tek Sünnî’den,
ne de Sünnîlikten söz edilebilirdi.
Devam edelim… Dördün-
cü Murat’ın imza altına aldığı 1639 tarihli Kasr-ı Şîrin
Antlaşması’ndan sonra İran’a
karşı konuşlanmış bir Sünnî
siyâsetinden bahsetmek
mümkün mü? Hayır!
Takiyye: Genetikle
oynama faaliyetleri
1923 tarihi hem İran, hem
de Türkiye için mühim. Zira
bu tarihte, İstanbul’u başkent
ilân eden Osmanlı Hanedanlığı da, Tahran’ı başkent
ilân eden Kaçar Hanedanlığı
da son noktayı koymuştu.
Garip! Her iki devletin son
hükümdarları aynı tarihte,
aynı ülkeye ve aynı kasabaya
sürgün edilmişlerdi: Vahdettin Han ile Ahmet Şah, kalan ömürlerini İtalya’nın San
Remo şehrinde ve komşu
olarak geçirdiler. Hatta dost
oldular ve sohbetlerini Türkçe olarak yaptılar. Çünkü her
ikisi de Türk soyluydu.
İran’da kurulan Pehlevî
Hanedanlığı ve Anadolu’da
kurulan Türkiye Cumhuriyeti, gerek Atatürk ve Rıza Şah
dostluğu ve gerekse “Sâdâbat
Paktı” müttefikliği sebebiyle
ne siyâsal Şiîlik, ne de siyâsal
Sünnîlik yaptılar birbirlerine
karşı.
Nasıl ki 1979 Humeyni
Devrimi nedeniyle İran
siyâsal Şiîliği hatırladı,
Türkiye’de de ona muvazi
bir siyâsallaşmanın başladığından söz edilebilir. Lâkin
bu siyâsallaşmanın müsebbibi de “siyâsal Şia” olmuştu.
“Devrim ihrâcı” göreviyle
Anadolu’ya giren Savama’nın
ajan-dâileri, Anadolu’nun bir
kısım insanını “İslâmcı” adı
altında teo-politik düzleme
çekmekte son derece başarılı
oldular. Bu operasyonda ga-
rip olan, Sünnî İslâmcıların
“Şia dostu” bir târifle kendilerini yapılandırmalarıydı.
Temel îtibâriyle bu durum,
ümmet adına pozitif bir
gelişme sayılabilirdi eğer İran
samîmi olsaydı. Lâkin İran’ın
İslâm demekle Şiîliği kastettiği, hatta Şiî derken de Pers
yayılmacılığından söz ettiği
Irak operasyonunda uç gösterdi. Gelinen hat îtibâriyle
kronik ikiyüzlülüğün îmanı
târifi olan ezelî meşrebi
“takiyye”yi sonlandırarak
gerçek niyetini beyân etti.
Buna rağmen Türkiye’deki
“siyâsal İslâm” kendini yeniden târif edip Şia’nın antitezi olarak İran’ın karşısında
konuşlandıramadı ve bu
“içten pazarlıklı” savaşa karşı
konum alamadı. Ya savaşa
karşı ya da Sünnî Irak’a retorik destek vererek bina etmeye çalıştığı İslâm siyâsetini
iç politikayla sınırlı tuttu.
Bu tutuşun en garip yanı da
kendi devletine kafa tutmak
olarak gösterdi kendisini.
Yani Türkiye İslâmcıları, bu
bağlamda İran Şia’sına karşı
herhangi bir tavır almadılar
ve onlar için sınırların dışındaki Sünnîliğin yanında
konuşlanmadan söz etmek
de mümkün olmadı. Ne yazık ki, ne Anadolu’daki Alevî
azınlığa karşı bir konumlanma daha da belirginleşerek
bir garip tercih oldu! İşte
bu sebeplerle, Türkiye’deki
siyâsal İslâm ulemâsı arasından ne bir Mevdûdî, ne de
bir Seyyid Kutub çıktı. Çünkü ne deve, ne kuştu.
Hemen söyleyelim: İran
siyâsalitesi, bidâyetten
îtibâren teolojik düzlemde seyrederek gelişmişti.
Sıffin Savaşı’ndan îtibâren
temmuz 2016
51
haberajanda
Kripto
ortaya çıkan ve spektrumu
geniş bir siyâset olan AliMuaviye kavgası asla dinî
değildi, politikti. İran, bu
politikadan inanç üretti.
Zira Sasani ülkesi ölmüş,
ancak “Sasani ruhu” (ya da
daha geniş anlamda “Psikopersiyan”) dipdiriydi.
İllegal Şuubiye örgütü bu
ruhun hem teoriğini, hem
pratiğini pompalıyordu coğrafyaya. “Aryanik ülke”nin
“acer Müslümanlığı”na
“ateşperest” bir dinamikti bu
ve hâddizâtında ancak toz
duman arasında takiyye öğrenilmişti.
Böylece ta oradan başlayarak, “megola-nasyonik”
Persler arasında bir teopolitik din anlayışı, isyancı
ve kindar bir inanç standardı
oluştu. Bu standardın adı
“İmamcılık” idi. Doğurgan
bir rahimdi İmamcılık. Önce
“Beş İmamcılar” dünyaya
geldi, ardından “Yedi İmamcılar” şekillendi. Netîcede
“On İki İmamcılık”ta durdu.
“Madem doğurgandı da niye
durdu?” sorusunun cevabı
henüz yok kanaatimizce.
Lâkin meselenin “on iki” sayısının ezoterik arka plânıyla
ilgili olduğunu söyleyelim.
Zira dünya inanç sistemlerinde yer tutan “on iki” sayısı
sadece 12’nin matematiğinden ibâret değildi. Husus
derin ve içrek, geçelim…
Takvim olarak 640-1501
arasında kimi tarihçilerin
dediği gibi “İran, bir Sünnî
ülkesiydi” saptamasını yanlış
bulanlardanız. Sünnîliğe
karşı pasif bir duruş olarak
niteleyebileceğimiz özelliği
sebebiyle bu aradaki 850
yıllık suskunluk, Perslerin
siyâsal güçsüzlüklerinin
52
temmuz 2016
eseriydi ve bir güç toplama
sükûneti olarak, fakat aynı
zamanda da “teolojik yapılanma” faaliyetleri içerisinde
geçmekteydi. Bir nevi takiyye
gereği, Şia’nın uyku yüzyılları olarak kayıtlı bu zaman
dilimi. İslâm’ın siyâsala
evirilmesi ve o coğrafyada
siyâsalite, sadece derinliklerde saklı olan “Persiyanizm
ve Zoroastralyanizm” lehine
gelişebilirdi. Bu noktaya
bir hakîkati düşerek devam
edelim: Bu 850 yılın 750
yılı, coğrafyada Türk etkisinin hissedildiği, hatta Türk
egemenliğinin olduğu süreç
olarak geçmekte. İşte hakikat
de bu nedenle uykudaydı
Persiyan-Astralyan teopolitiği!
söylemekte bir mahsur
yoktur kanaatimizce: Bugünkü İran Şiî İslâm’ının
başlangıç noktası (1501) ve
250 yıl sürecek olan Safevî
iktidarının (tâbiri câiz değil
ama) bir nevi kurucu yalvacı
İsmail Şah’ın ırkî orijininden
günahı kadar hazzetmez bir
Pers İran’ı var bugün iktidarda. İsmail zamanında da bu
vardı, ondan sonraki dönemlerde de. Nedeni şu: Ateş
kültünden gelen bu kavim,
ateşi de, maşayı da çok iyi
biliyordu. Hatta “maşa”, onların îcâdıydı.
1501 yılında ve yine bir
Türk/Türkmen eliyle, yani
Şah İsmail’le uyandı bu teopolitik. Ancak bu uyanış,
gerçekten siyâsal Şia’nın
dirilişi ve bidâyetteki ismiyle
“Şuubî Şia siyâsalitesi” değildi. İlk kıvılcım çaktığında,
bunun adı “Erdebil Sünnîliği”
idi. Ancak bu uyanışı Şia
kendi lehine çevirmesini
bildi kıvrak Aryan aklı ve
komplocu Fars meşrebiyle.
“Aklıevvel Türkmenliğin”
beynine nüfuz etmek, “Ezoterik Ateş Rahipleri” için
çocuk oyuncağıydı. Türkmenler de çocuk saflığındaydılar
hâddizâtında. Fakat savaşçı
çocuklardı dünün Şamanist
“kızıl börklüleri”. “Kızılelmalarına” ölümüne sâdık olan bir
kültürden süzülüyorlardı. İşte
bu nedenle coğrafyada dirilen
Şia’nın kokusu keskin, nüfûzu
derin, ideali dünyeviydi!
Yüzyıllar sonra ilk kez ve
1923’te başlayan özgün Fars
idaresi, bidâyette tedbir gereği siyâsal Şia düzleminde
değildi. Çünkü Kaçarların iktidardan düşmesine
rağmen “İsmail’in ruhu”
coğrafyada dolaşıyordu. İşte
Pehlevî Hanedanı elli yıllık
iktidarı süresince “İsmail
ve etnisitesi”nin etkisini
yıkmak ve yerine tavşan
uykusundaki Farisî damarı
faal hâle getirmekle uğraştı.
Bu uğraşının ikinci aşaması
Humeyni Devrimi ile başladı
ve Şia gömleği, uyanan Farisî
kavmiyetçiliği ile birleştirildi.
Yani inanç “Türkmen İsmail
Şia’sı” kimliğinden “Persî
Humeyni Şiası”na evrilirken,
ekstradan bir şey yapılmasına gerek yoktu. Zira ta
Sıffin’den beri zaten siyâsal
bir karaktere sahipti.
Şimdi soru şu: Peki, ne
zaman uyandı?
Buradan hareketle şunu
Sözde İsmailci İran’ın
kırılma noktasının 1923
Pehlevî Hanedanlığıyla birlikte başladığı biliniyor. Tabiî
1750’deki Zend Hanedanının 40 yıllık geçici denemesini adamdan saymaz isek…
Yazının ilk bölümünde
durup son bölümü formülize
etmek gerekirse… Tahran,
1923’ten îtibâren Farisî
ve pasif Şiî’ydi, 1979’dan
îtibâren İslâm oldu, Sekiz
Yıl Savaşı sürecinde Şiî İran
ve 2001 yılından îtibâren de
Persiyan Şia… Şimdilerde
ise derin İran Devleti, Şiî
politiğini bir argüman olarak
kullanarak Pers İmparatorluğu idealine doğru yürüyor.
Yani asıl amaç, “Büyük Şiî
Devleti”nden ötede (tekraren
söyleyelim) “Darius’un Persiyan Emparie”sini kurmak…
Araya girelim: Yahudilerin
en sevdiği yabancı kral kimdir, biliyor musunuz? Tabiî ki
Darius! Bizden söylemesi…
Sünnî Kösem
namzetleri
“Derin İran, nihâî idealine doğru ilerlerken ‘Şiî
tezi’nin karşısında bir antiteze muhtaçtı” dedik ya
yukarılarda bir yerde, tabiî ki
o antitez Sünnîlik olacaktı.
Ancak Sünnîliğin siyâsalite
zafiyeti, mezhebin antitez
düzleminde konuşlanmasını zorlaştırmaktaydı. İşte
bu durakta Sünnî ekolünü
siyâsallaştıracak bir “salt
siyâsal güce” ihtiyaç vardı!
Yani nasıl ki Şia’nın hâmîsi
“İran” olarak deklare edilmişse devletler segmentinde,
aynı deklerasyonu açık edecek bir siyâsal Sünnî devlet
de gerekmekteydi dünya
lorduna.
Siyâsal Sünnî devleti gereğine ilâç olsun diye, ilk teklif
Suudî Arabistan’a yapıldı.
Hem de yeni meni değil, ta
1700’lü yılların ilk yarısında. İşte o yılların Osmanlı
Arabistan’ının doğusunda,
Deriyye bölgesinde İngilizlerce formatlandığı ve “Veh-
Ahmet Yozgat
habiyye” adıyla ortaya salındığı bilinen öğretinin genel
karakteri siyâsal oluşuydu.
Zaten bu nedenle mezhebin
kurucusu sayılan Muhammed Abdülvehhab, 1740’ta
bölgenin siyâsal hâkimi olan
Suud’a giderek inancının
siyâsal sahaya çıkışını sağladı. İşte bu evlilikten doğdu
Suudî Arabistan Krallığı.
Bu evlilikle Vehhabilik,
Suudî Hanedanlığını Hicaz
hâkimiyetine taşıdı; Suudiler
de Vehhabiliği MekkeMedine kutsallığına...
Osmanlı can çekişirken
ağzına bir parmak Londra
balı çalınan hâinler babası
Şerif Hüseyin’in ayazda
kalmasını sağlayanlar da
aynı İngilizler olacaktı. Ama
“fitneci Majestik akıl”, bölgenin yeni sahiplerini ortaya
atmadan önce bir “ara adam”
kullandı ve işi bitince de
çöpe attı. O ara adam Şerif
Hüseyin için, “Kıbrıs’ta serili
ölüm döşeğinde, ihânet ettiği
Abdülhamid Han’dan özür
dileyerek öldü” dense yalan
olmaz. İşin altındaki fahişeliği anlamıştı ama artı tavşan
yamaçtaydı.
bu örgütlerden ortaya döküldü “İslâmî terör” diye yaftalanan garabet. Onca çabaya
rağmen Suudî Arabistan,
Sünnî blokun Kösem’i olmayı başaramadı. Ve Saudia,
rölantiye alındı.
Aynı anda Sünnî Kösem
unvanına birçok talip çıktı
Ortadoğu Arap coğrafyasından. Bunlardan ilki Mısır
oldu. Müslüman Kardeşler
Hareketi, bidâyette bu arzunun eseri olarak doğmuştu.
Ancak söz konusu damarda
bir eksik buldu plân kotarıcıları. Yani mühim bir
zafiyet… Ne hikmetse “Kar-
deşler”, İran Şia’sının öfkesini kuşanıp politik arenaya
atamıyorlardı kendilerini.
Sanki aynı yıllarda ortaya
çıkmış olan Hindistan Brahmanistlerinin Kösem’i sayılan Gandhi’yi ve onun “Pasif
Direniş” yöntemini benimsemiş gibiydiler. Hâddizâtında
İslâm da böyle bir vasat
öneriyordu müntesiplerine.
Hatırlayınız, Haccın bir eylemi olarak hâlâ yapılagelen
“hervele” bile barışa dönüktü.
İşte Mısır’dan neşet eden
“vasat hervele kardeşliği” de
bu nedenle tutmadı ve Mısır
da rölantiye alındı!
Ortada kalan siyâsal
Sünnîliğin Kösem ihtiyacını karşılamak için birkaç
hevesli daha çıktı Arap
coğrafyasından. Bunlardan
biri, Libya’nın “Deli Albay”ı
Kaddafi oldu. Albay, “Yeşil
Kitap” diye yazdırdığı siyâsal
İslâm önerisinin propagandası için etek etek para döktü.
Hatırlıyorum da, o yıllarda
Türkiye’de bile tabloid haftalık gazete bile yayınlattı. Kim
bilir, Arap ülkelerinde neler
yaptı neler. Lâkin sonuç fos
çıktı. Baktı ki olmuyor, Deli
Albay boş verdi İslâmlığı
filan ve kendi hanedanlığını
Petro-dolarları arkasına alarak uluslararası sahneye çıkış yapan Rabıta’nın medreselerinde istihsal edildi “siyâsal mücâhitler”.
Onların eylemi olarak ortaya konan “siyâsi cihat”tan fışkırdı El-Kaide, IŞİD, DAEŞ ve türevleri. Ve bu örgütlerden ortaya döküldü
“İslâmî terör” diye yaftalanan garabet. Onca çabaya rağmen Suudî Arabistan, Sünnî blokun Kösem’i olmayı başaramadı. Ve
Saudia, rölantiye alındı.
Aynı İngilizler, Hüseyin’in
ipini çekme zamanı geldiğinde 1700’lerden beri hazırlayageldikleri Vehhabi kuklalarının kulağına “Halîfelik”
konusunu üfleyerek Deriyye
bedevîlerini dünya İslâm
siyâsasına yönlendirdiler. İşte
oradan üredi Rabıta örgütü!
Petro-dolarları arkasına alarak uluslararası sahneye çıkış
yapan Rabıta’nın medreselerinde istihsal edildi “siyâsal
mücâhitler”. Onların eylemi
olarak ortaya konan “siyâsi
cihat”tan fışkırdı El-Kaide,
IŞİD, DAEŞ ve türevleri. Ve
temmuz 2016
53
haberajanda
Kripto
54
temmuz 2016
Ahmet Yozgat
kurup “altın banyolarda”
kendini ılık sulara bıraktı ve
sazan oldu. Hırslı adamdı
rahmetli. İslâm Kösemliği
olmayınca, hem altın banyoda duşunu aldı, hem de Kara
Afrika’nın liderliğine soyundu. O cihette de kalburla para
saçtı. Lakin Afrika Kösemliği
de yedirilmedi Albay’a. Ama
şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Kaddafi, Çağrı
ve Ömer Muhtar gibi iki şah
film kazandırdı dünyamıza
finansör olarak!
Sünnî Kösemliğinin en
hırslı tâliplerinden biri de
Irak’tan çıktı. Tikritli Saddam Huseyn çok uğraştı
bu uğurda. Kuveyt’i işgâl
etmeden önce, doğrudan
doğruya siyâsal Şia’ya savaş
açarak “Şiî-Sünnî Savaşı”nı
plânlanandan on yıllar önce
başlattı. Ve tabiî başlattığıyla
kaldı. Bu arada ümmetin
parasını çarçur etti. Erken
öten hırslı horoz olmanın,
bu anlamda derin dünyanın
plânlarının şaşmaz takvimine
tecâvüze yeltenmenin ve
kalkıştığı delilikte başarılı
olamamanın cezâsını kellesiyle ödedi.
Kösem serüveni devam
etti. Namzetlerin en ilginciyse Suriye’den neşvünema
etti. Üstelik o Sünnî de değil,
galat-ı Şia’ya mensup bir
kimseydi. Adı “Hafız Esad”
olan bu adamın mensubiyeti, Nuseyriyan galatıydı.
Bu galat ekol, bizim Amanosların Doğu Akdeniz
sahili boyunca güneye inerek
Translübnan’a eklemlendiği
dağlarda bir nevi “kalebend”
hayatı yaşayarak yüzyıllarını
harcamıştı. Bağlıları, binli
yıllarda bölgeye inen Oğuz
Türklerinin elden ele geçen
“amcaoğulları iktidarları”
boyunca efendilerle arası
hiç iyi olmamış ve hep itilip
kakılmışlardı. Belki de en
mutlu yıllarını Haçlı Fransız
kontlarının “Levanten coğrafyası” adıyla kutsadıkları
kıyı şeridinde kurdukları bir
dizi Hıristiyan devletçiğin
hükümranlığı sırasında yaşamışlardı. Hatta o yıllarda
coğrafyanın Müslümanlarına
karşı “kont ordularında hâin
çerilik” yaptıkları da ihtimâl
dâhilindeydi. Çünkü yüzlerce sene sonra Osmanlı’nın
çökmesiyle birlikte Suriye ve
Lübnan’a “mandatör” olarak
dönen Fransa’yı karşılarında
gördüklerinde neredeyse
zil takıp oynayacak kadar
sevinmişlerdi. Kontluk ordusundaki yarım kalan askerliklerine “mandatör ordu”da
da devam edebilirlerdi artık.
Ettiler de zaten…
Hülâsa, Nuseyriyan’ın ilk
Haçlılarla olduğu gibi “son
Haçlı Fransızlarla” da arası
hep iyi oldu. Onların en
sâdık müttefikiydiler. Bu sebeple teorik de olsa Paris’ten,
“Devlet-i Aleviyye”yi kaparak en büyük başarılarını
kaydettiler mezhep müktesebatı adına. Tıpkı bölgenin
bir diğer galatı olan Dürziler
gibi…
1930’lu yılların ortasında,
yaklaşan İkinci Savaş’ı karşılamak için Mösyö coğrafyayı
terk ederken, Suriye’ye kısmî
bir bağımsızlık vermiş ve
Suriye ordusunu da Nuseyrî
subaylara emânet etmişti.
O subaylar büyüdü zaman
içinde ve general oldular.
O generallerden Hafız
Esad, Mösyö’nün işaretiyle
bir darbe yaptı; yüzde 90’ı
Sünnî olan ülkenin başına
geçtiğinde takvimler 1970’i
gösteriyordu.
Ömür boyu Sünnî Osmanlı ve bölge sakinleriyle
inanç çekişmesi ve oradan
kaynaklanan isyanların sahibi
olan bir mezhebin mensubu
olarak General Diktatör Hafız Esad, liderliğinin Ehl-i
Sünnet tarafından kabul
edilmeyeceğinin farkındaydı.
Lâkin onun Kızılelma diye
bellediği şey Sünnî blok Kösemliği idi. Düşündü, taşındı
ve bu idealin gerçekleşmesi
uğruna, o yıllarda “Arap
dünyasının koçu” Mısır ve
Nasır’la işbirliğine gitti. Hafız, Nasır gibi Sünnî değildi.
Ancak “Sovyet tarafgirliği”
üzerinden bir yandaşlıkları vardı. Henüz Suriye’ye
hâkim olmamasına rağmen,
kafasındaki saklı plânın gereği olarak girdiği yer o kapıydı
ve iki ülke arasında “Birleşik
Arap Cumhuriyeti” adlı yapay birliktelik kurulduğunda
takvimler 1958 yılını gösteriyordu. Birlik dağıldığındaysa
1961’di.
Bu kısa süre içerisinde,
“iki cambaz” olarak Suriye ve
Mısır bir ipte oynayamayacaklarını anlamışlardı. Çünkü her iki devletin de nihâî
hedefi aynıydı. Bu îtibârla
Birleşik Arap Cumhuriyeti,
Suriye’de yaşanan bir darbe
netîcesinde Kösem dosyasını
rafa kaldırmak zorunda kaldı. Mısır’ın ve birliğin Devlet
Başkanı olarak Cemal Abdül Nasır ve Suriye Hava
Kuvvetleri’ne hâkim, hırslı
General Hafız Esad’a bıraksalar “Birlik Hareketi” devam edecekti. Lâkin onlara,
özellikle de Hafız’a kalmadı.
Buna rağmen iki adam,
öncelikle kendi “diktatoryal
ulus devletleri”nin inşâsına
giriştiler. Yeni amaçları, öncelikle ülkelerinin “ulu önder
ata Arap”ı olmaktı. Ondan
sonra sıra Kösemliğe gelirdi.
Hafız bu amacına kısmen
ulaştı. Kurduğu hanedanlık,
ölümünden sonra da ülkedeki hâkimiyetini korudu.
Ancak Arap Baharı’nın
sonunda avcıya yakalandı.
Hâlen kavga berdevam…
Bu arada Nasır da ülkesinin tek hâkimi olmayı
başardı. Ancak 1970’de hasta
kalbi onu krizle devirdiğinde
henüz hanedanlığını kuramamıştı. Bu yüzden 21. yüzyıla “unutulanlar” listesinde
girebildi ancak.
Peki, bu arada Türkiye ne yaptı? Hiç! Onun
gündeminde ne Türklerin
Kösem’i, ne Sünnîlerin, ne de
bölgenin koçu olmak vardı.
Zira Lozan’la girilen “Yeni
Türkiye” yolculuğunda yollar
doğuya, kuzeye ve güneye
kapalıydı. Tek yön açıktı ve o
açıklıktan ancak batıya doğru
yol alınabiliyordu. Bu bağlamda Ankara’nın tek amacı
da “Galya’da baş olacağına,
Roma’da ayakaltı olmak”
idi. Bu uğurda yıllarını hovardaca harcadı Ankara’nın
Türkiye’si. Ve 20. yüzyıl, tam
bir hüsranla bitmek üzere
kapıyı çalmıştı. Ki 20. yüzyılın son çeyreğinin başlangıç
senesi olarak 1975’te yeni bir
dosya şekillenmeye başladı:
“Kösem Dosyası”…
Ne olmuştu 1975 yılında?
Dosyayı kimler, neden açmışlardı?
Yer darlığı sebebiyle yazının Türkiye ile ilgili bölümünü ikinci yazıya bırakıyoruz.
Allahualem!
temmuz 2016
55
haberajanda
Siyaset
Çaplı ana mu
B
İktidar
partisine
karşı gösterilen
tepkiler anlaşılabilir, çünkü
memlekette ne
olup bitiyorsa
faturanın kesileceği mercidir.
Hâllerinden
memnun olmayanlar, gidişatı
iyi görmeyenler, iktidar partisinden muhalefete sığınırlar
ve ondan bir alternatif ortaya
koymasını beklerler. Ancak
ülkemizdeki
ana muhalefet
partisinin öyle
uygulamaları
var ki, insanlar
iktidar partisinden önce ana
muhalefet partisine tepki gösterebiliyorlar.
56
temmuz 2016
İR yönetim biçimi olarak demokrasilerde
muhalefet partilerinin
önemli bir fonksiyonu
vardır. İktidarı denetlemenin, yanlışlarını
düzeltmenin yanında,
iktidarın uyguladığı politikalara sürekli
alternatifler üretmek durumundadırlar.
Bir ülkenin yönetim kalitesi, aynı zamanda muhalefet partilerinin kalitesiyle
de değerlendirilir. Türkiye, son 15 yılda
birçok alanda önemli gelişmeler kat etti.
Ancak bu başarısı kötü bir ana muhalefet partisine rağmendi.
>> Türkiye’de ana muhalefet mantığı,
iktidarın yaptığı ne varsa hepsine toptan
“Hayır!” demek olarak kendini gösterdi.
İktidarın şimdiye kadar toplum nazarında tasdik edilen birçok icraatında ana
muhalefet partisi tam ters noktada kendini konumlandırdı. Eğer düzgün bir
muhalefet yapılabilseydi, şimdiye kadar
iktidar partisinde düşme, ana muhalefette de bir yükselme trendi görülürdü.
2002’den bu yana öyle bir temâyül ortaya çıkmadı. Bunda iktidar partisinin
başarısı kadar muhalefetin de başarısızlığı rol oynamıştır.
İdeal bir muhalefet
partisi nasıl olur?
Her şeyden önce, iktidarın
ufkuna hâkim şekilde muhalefet
olunur. Hatta iktidarı da aşacak
perspektif ortaya koyar. Yeri geldiği zaman iktidarın yaptıklarına destek çıkar.
Değişen durumlara karşı iktidar partisinden daha hızlı adapte olur, politika
ve strateji üretir. İktidarı basit konularla
Prof. Dr. Serhat Atabey
[email protected]
halefet ihtiyacı hâd safhada!
değil, ülke yönetimini ilgilendiren meselelerde sıkıştırır. Toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren problemlerle
ilgili çözümler üretir, onların
güvenini kazanır. Böylelikle
her zaman yönetime hazır
bir görüntü verir.
Ülkemizde ana muhalefet
partisi üzerinden manzaraya
baktığımızda (gerçi diğer
muhalefet partileri açısından da durum neredeyse
farksız), durum pek iç açıcı
değil. Fark etmişsinizdir, son
günlerde şehit cenazelerinde
CHP liderine karşı gösterilen bir reaksiyon var. Son
bir yıldır PKK terör örgütü
birkaç yıllık sessizliğinin
ardından tekrar sahne aldı ve
buna karşı güvenlik kuvvetlerimiz bazı il ve ilçelerde ciddi
mânâda temizlik harekâtına
giriştiler. Bu esnâda da birçok asker ve polisimiz şehit
oldu. Şehitlerimizin cenaze
merâsimlerinde önce çelenkler üzerinden, sonra da fizikî
olarak ana muhalefet partisi
liderine tepkiler gösterilmeye
başlandı. Bu tepkiler kısa
zamanda kesilecek gibi de
görünmüyor.
İktidar partisine karşı gösterilen tepkiler anlaşılabilir,
çünkü memlekette ne olup
bitiyorsa faturanın kesileceği
mercidir. Hâllerinden memnun olmayanlar, gidişatı iyi
görmeyenler, iktidar partisinden muhalefete sığınırlar
ve ondan bir alternatif ortaya
koymasını beklerler. Ancak
ülkemizdeki ana muhalefet
partisinin öyle uygulamaları
var ki, insanlar iktidar partisinden önce ana muhalefet
partisine tepki gösterebiliyorlar.
Şehit cenazelerinde CHP
liderine tepki gösterilmesinin
arkasında, kendisinin zannettiği gibi ne Melih Gökçek
var, ne de iktidar partisi. Bir
televizyon programında, “Biz
hapiste hasta yatan PKK’lıya
da gittik, DHKP-C’liye de gittik. Hiç ayrım yapmadık” demesi, aslında olayın sebebini
anlatıyor. Mesele sadece, ilk
duyanların “Yine gaf mı yaptı
acaba?” şeklinde tepkilerine
yol açan bu açıklamasından
ibâret değil. Partisindeki bir
kısım milletvekillerinin terörist cenazelerinde boy göstermesi gibi, HDP ile benzer
eylem ve söylemleri, kendisiyle birlikte partisinin karar
verici organlarında oluşan
etnik ve mezhepsel kümelenme de bu sebeplerden.
Bunlar gösteriyor ki, son
yıllarda CHP, gittikçe HDP
çizgisine doğru yol almakta
ve toplumda terör örgütlerine destek veren bir parti
algısı oluşmaktadır.
CHP lideri Kemal
Kılıçdaroğlu’nun siyâseten
beceriksizliği sadece burada
değil, hemen her durumda
kendini göstermektedir.
Kendisi CHP’nin başına
geçtiği günden bugüne
tartışılmaya devam ediyor.
Bu tartışmalarda partinin
başına seçilmesi sürecinde
yaşananların da etkisi büyük.
Daha önce herhangi bir
başarısı olmayan, SSK Genel
Müdürü olduğu zamanlarda
bile başarısızlığı tescillenen,
ancak bir kesim tarafından
allanıp pullanıp “Gandi
Kemal”e dönüştürülen Kılıçdaroğlu, tartışmalı bir hamle
ile CHP’nin başına geçirildi.
Deniz Baykal’ın bir
kaset tuzağı ile devrilmesinin ardından Türk toplumunun yapısı açısından
CHP’nin tarihî ve ideolojik
olarak problemli olan pozisyonuna bir de Kemal
Kılıçdaroğlu’nun tartışmalı
kişiliği eklenince, yukarıda
bahsettiğimiz ana muhalefet
manzarası ortaya çıkıyor.
İktidar partisi, iktidardan
hiç düşmeden ve onca seçim
başarısına rağmen 14 senede
dört Başbakan değiştirdi,
ancak muhalefet partilerinde
böyle bir değişim dinamizmi
ortaya çıkmadı. Tek değişim,
Kemal Kılıçdaroğlu’nun
Deniz Baykal’ın yerine
geçmesi oldu; bu da partiyi
ıslah etmek bir tarafa, daha
da marjinalleştirdi. CHP’nin
geleneksel Kemalist, laikçi
ve elitist kimliği ötelendi,
mezhepçi özelliği alttan alta
beslendi. Oluşturulmaya
çalışılan “sosyal demokratik”
parti imajının ise hiçbir zaman altı dolmadı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun
eylem ve söylemlerine bakıldığında, Türkiye gibi büyük
bir ülkenin ana muhalefet
partisinin başına geçebilecek
kapasite ve kalibrede bir lider
olmadığı dışarıdan rahatlıkla
gözlemlenebilmektedir. Kendisi de insanların bu farkındalığını fark ettikçe, kendini
ispatlayabilmek adına farklı
tavır ve davranışlar içerisine
girmektedir. Daha önce bir
kadın Bakan için yaptığı
“önüne yatma” polemiği, başkanlık sistemi tartışmalarıyla
ilgili “kan dökme” söylemi,
bu türden gündeme gelme
yöntemleri olarak görülebilir.
Netîce olarak, Türkiye’nin
toplumu tanıyan, geniş
kesimleri kucaklayan, kutuplaşmayı azaltan, değişim
dinamiklerini analiz edip
geleceğe dair öngörülerde bulunan çaplı bir ana
muhalefet liderine ihtiyaç
vardır. Türkiye’nin başka
sorunlarından dolayı pek
göze batmasa da önemli bir
problemdir bu. Kemal Kılıçdaroğlu, şu an bir ana muhalefet partisi lideridir, lâkin
şu âna kadar gösterdiği tarz,
tavır ve eylemleriyle partisine
ve Türkiye’ye katkı yapacak
bir yetenek ve yetkinliğinin
olmadığı anlaşılmıştır.
temmuz 2016
57
haberajanda
Tarım
Sabri Öğe
[email protected]
Bu problemin çözümü şarttır! Yok sayarak, erteleyerek yahut palyatif tedbirlerle
geçiştirerek ancak kendimizi kandırmış oluruz, millet fukarâlıktan kurtulamaz,
2023’ler, 2071’ler hayâl olur. Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, yıllardır duyarız,
güya arazi toplulaştırması yapıyormuş… Bugüne kadar ülkenin yüzde kaçını toplulaştırmış ve acaba kaç yıl sonra tamamlayacakmış?! Nihat Erim hükûmetinin
Dünya Bankası’ndan transfer ettiği Atilla Karaosmanoğlu adında bir Başbakan
Yardımcısı vardı da, Türkiye’nin ekonomik olarak Avrupa’yı 2 bin 343 sene sonra
yakalayacağını hesap etmişti. Bunlarınki de herhâlde öyle bir şey…
Tarım Bakanımız
bizi duyar mı?
T
ARIM Bakanı Sayın Faruk Çelik, bu yılın ilk beş ayında çiftçiye 6 milyar lira destek sağladıklarını, yıllık toplam desteğin
12 milyar, eski hesapla 12 katrilyon lira kadar olacağını beyân
etti. Bu rakamlar gerçekten büyük miktarlardır. Esâsen AK
Parti iktidarları baştan beri tarım sektörüne ciddî miktarlarda
kaynak aktarıyor; ancak, acaba bu ödemelerin üretim miktarı
üzerine ne ölçüde etkili olduğu, yapılan yatırımın getirisinin
tatmin edici olup olmadığı biliniyor mu?
>> Bakanlığın bu konuda
bir çalışması var mı, bilmiyoruz; ama eskiden beri bildiğimiz şey, bunun diğer sektörlere göre oldukça düşük, en
azından mümkün olanın çok
gerisinde kaldığıdır. Bu durum, zaten yetersiz olan millî
tasarrufun önemli bir bölümünün verimli olarak kullanılamadığını ifâde ediyor.
Peki, bu neden böyle oluyor?
Tabiatı gereği bu durum,
58
temmuz 2016
sektörün kaderi midir?
Evet, tarım, diğer sektörlerden farklı olarak mevsimlere ve tabiat şartlarına çok
fazla bağımlı olduğundan,
üretimi hızlandırmak gibi bir
imkândan mahrum olduğu
gibi, risk faktörünün en fazla
etkisi altında bulunan sektördür. Buna rağmen tarım
sektörünün oldukça geniş
atıl potansiyeli sebebiyle, bu
durumu kader olarak kabul
etmek mümkün değildir.
Sektörün potansiyeli nedir?
Neden gerektiği kadar kullanılamamaktadır? Nasıl yapılırsa kullanılabilir? İşte işin
can alıcı noktası, dolayısıyla
bu yazının konusu budur!
Temel yanlışlık, tarım sektörüne bakıştadır. Türkiye’de
yönetim seviyesinde tarıma
bilimin istikâmetinde, doğru
olarak yaklaşım maalesef
mümkün olmamıştır, hâlen
de öyledir. Bir ülkenin kalkınıp zenginleşmesinde
ana kaynağın tarım sektörü
olduğu, bu gerçeğin bütün
gelişmiş ülkelerde kabul
görüp apaçık ortada olduğu
hâlde, her nedense bizde
bunun tam tersine, millî
ekonominin sırtında bir yük
olarak mütalâa edilegelmiştir.
Bu zihniyetin oluşmasının
kaynağı, Demokrat Parti’nin
devrilmesinden sonra sözde
iktisatçılar tarafından ortaya
atılan ve bütün tartışmalara
zemin olan zehirli bir sorudur: “Ekonomik kalkınmada
tarım mı, sanayi mi?” “Yaşam
için ekmek mi, su mu?” sorusu kadar saçma olan bu ifâde,
maalesef kalkınma söz konusu olduğunda her seviyede
kabul görmüş, birbirlerinin
tamamlayıcısı olan bu iki sektör rakip hâle getirilince de,
tabiatıyla tercihte sanayi sektörü kazanmış, tarım gözden
düşüp arka planlara atılmıştır.
Bunun netîcesi, çiftçiye yapılan desteğin tarım sektörünü
topyekûn ayağa kaldırma
fikrinden ziyâde, fukarâya
sosyal bir yardım anlayışına
dönüşmüş olmasıdır.
Bu yargıya nereden varıyoruz? Her şeyden önce,
yapılanların bir modelden
mahrum, bölük pörçük şeyler
olduğundan, en nadide tarım arazilerimizin hunharca
katledilmesine fütursuzca
imkân sağlanmasından ve
Tarım Bakanlığı’nın başına
vizyonsuz, tarımla hiçbir
ilişkisi dahi olmayan gelişigüzel kişilerin getiriliyor
olmasından anlıyoruz. Tarım
sektörünü en iyi bilen devlet
adamlarının başında geldiğine inanılan merhum Demirel, Adapazarı’ndaki birinci
sınıf tarım arazisi üzerine
otomotiv fabrikası kurulmasına îtiraz edenlere, “Orada
şimdi patates üretiliyor, yarın
Corolla üretilecek” diyerek
karşı çıkmış, patatesi küçümsemişti.
Tarımın ana sorunu, “yapısal bozukluklar”dır. Tıpkı
ayağı köstekli bir atın koşamayıp tökezlemesi gibi, bu
yapısal bozukluklar ortadan
kaldırılmadıkça, ne ciddî
mânâda bir üretim patlaması
sağlanabilir, ne de üreticiye
yapılan desteklerden umulan sonuçlar alınabilir. Bu
sorunlar 1960’ların konusu
olduğu hâlde, bugün maalesef daha da geri bir noktada
bulunuyoruz. O yıllarda aynı
sorunlara sahip olan İspanya
ve Portekiz konuya doğru
yaklaştıkları için meselelerini
çoktan hâlletmiş olduklarından, topyekûn kalkınmada da
bizden ileriye geçtiler.
Bütün dünyada buna “toprak
reformu” veya “tarım reformu” deniyor. 1960’larda ve
70’lerde ülkemizde harâretle
tartışılan bu konu acaba
neden unutulup gitti? Yoksa
reform yapıldı, her şey yoluna
girdi de bizim bundan haberimiz mi olmadı?
“Yapısal bozukluk” olarak
ifâde ettiğimiz konu, toprak
tasarruf sistemidir. Dünyadaki hemen bütün az gelişmiş
ve gelişmekte olan ülkeler
aynı soruna muhataptırlar.
Bu sorunun çözümü için
Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekmiyor, bilim
dünyasının çözüm teklifi ve
ülkelerin başarılı uygulamaları ortadadır. Gerekli olan,
arazinin kullanımını rasyonel
hâle getirecek bir reformdur.
Hayır! Bu konu üzerinde
bir dünya zaman, enerji ve
para sarf ettikten sonra, işi
elimize yüzümüze bulaştırıp
sonunda pes edip unuttuk gitti. Toprak reformu, Türkiye’de
“irticâ”dan sonra üzerinde en
çok konuşulan, dövüşülen
konudur. Bunu 27 Mayıs
Darbesi’nden sonra ilk defa
solcular gündeme getirdiler
ve ilk Toprak Reformu Kanunu, Birinci Ecevit hükûmeti
tarafından çıkarıldı. Ancak
temmuz 2016
59
haberajanda
Tarım
2023’ler, 2071’ler hayâl olur.
Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, yıllardır duyarız,
güya arazi toplulaştırması
yapıyormuş… Bugüne kadar
ülkenin yüzde kaçını toplulaştırmış ve acaba kaç yıl sonra tamamlayacakmış?! Nihat
Erim hükûmetinin Dünya
Bankası’ndan transfer ettiği
Atilla Karaosmanoğlu adında
bir Başbakan Yardımcısı vardı
da, Türkiye’nin ekonomik
olarak Avrupa’yı 2 bin 343
sene sonra yakalayacağını
hesap etmişti. Bunlarınki de
herhâlde öyle bir şey…
Faruk Çelik
Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanı
solcuların reform anlayışı ve
çıkardıkları yasa, Marksizm
kokan, tarımı kalkındırmak
bir yana, iyi kötü verimli
çalışan üç beş işletmeyi de
paramparça edip verimsiz hâle
sokacak nitelikteydi. Buna
mukabil sağ çevreler ise, doğru
bir teklif sunmak yerine Toprak Reformu’na kökten karşı
çıktılar. Başlangıçta doğrudan
Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık iken, zamanla genel
müdürlüğe düşürülüp Tarım
Bakanlığı’na bağlanan Tarım
ve Toprak Reformu Teşkilatı,
bugün sözde arazi toplulaştırması yapan göstermelik bir
kurum durumunda bulunuyor.
1960’lı yıllarda Türkiye’deki
toplam zirâî işletme sayısı 3
milyonun altında iken, tarım
sektöründeki nüfusun yarıya
düşmüş olmasına rağmen
bu sayı bugün 4 milyonun
üzerindedir. Bunun sebebi,
tarım arazilerinin mîras
yoluyla bölünmesidir. Tabiatıyla bu durum, zaten küçük
olan işletmelerin daha da
küçülmüş olması demektir.
Sektörün en önemli yapısal
sorunu, toplam işletmelerin
60
temmuz 2016
sayıca yüzde 96’sını, işlediği
arazi genişliği bakımından
yüzde 80’ini oluşturan bu
“cüce işletmeler”in varlığıdır.
Bu işletmelerin geliri ailenin
karnını doyurmaya dahi yetmediği için, ilâve yatırım yapamıyor, toplam üretimlerini
arttıramıyorlar. Dolayısıyla
sektörün büyümesine hiçbir
katkıları bulunmuyor. Çiftçi,
devletten aldığı desteğin
çoğunu kendisi tüketiyor, az
bir kısmını da üretime tahsis
ediyor; doğal olarak, sonuçta
beklenen üretim artışı sağlanamıyor. Tarımsal büyümenin yükü, geride kalan yüzde
4’lük “ekonomik işletmeler”in
sırtındadır. Şu hâlde en başta
yapılması gereken şey, ekonomik işletmelerin sektör
içindeki payının mümkün
olduğunca yükseltilmesidir.
***
İkinci çok önemli yapısal
bozukluk, “çok parçalılık”tır.
Eski sayımlara dayanarak sarf
edilen ifâdeyle, işletme arazilerinin yüzde 60-70’i, beş-on
parçalı ve amorf şekillidir. Bu
kadar ufalanıp küçülmüş ve
eğri büğrü parseller üzerinde
verimli üretim yapmak teknik
olarak mümkün değildir.
Tarım Bakanlığı’nın çiftçiye
desteği, işte böyle bir yapı
içerisinde eriyip gidiyor! Yerimizin darlığı sebebiyle diğer
önemli dört yapısal bozukluktan bahsedemiyorum.
Hükûmet güya mîras yoluyla
bölünmeyi önlemek için yasa
çıkarmış mı, çıkaracak mıymış? “Basra harap olduktan
sonra” çıkarsa ne olur, çıkarmasa ne olur?!
FAO’nun çeşitli ülkelerde
yapmış olduğu araştırmalardan elde ettiği sonuçlara göre,
arazi parçalanmasının üretim
miktarı üzerindeki negatif
etkisi yüzde 70’lere kadar
çıkabiliyor. Bir başka ifâdeyle
sadece arazi toplulaştırması,
üretim miktarını neredeyse
ikiye katlayacaktır. “Atın
ayağındaki köstek”, sanırım
şimdi daha iyi anlaşılmıştır.
Bu problemin çözümü
şarttır! Yok sayarak, erteleyerek yahut palyatif tedbirlerle
geçiştirerek ancak kendimizi
kandırmış oluruz, millet
fukarâlıktan kurtulamaz,
Benim teklifim gayet
basit ve masrafsızdır. Bu iş
için destekleme programları
fevkalâde bir enstrümandır.
Bakanlık, bugüne kadar
kullanmayarak israf ettiği bu
enstrümanı mahâretle ele
alarak çiftçilerimizi kendi iradeleriyle işletmelerini büyütmeye, parselleri birleştirmeye
ve bu parsellerin şekillerini
düzeltmeye etkin bir şekilde
teşvik edebilir, yönlendirebilir.
İşletme büyüklüğü, parsel
sayısı ve parselin şekline göre
üç ayrı puan tablosu geliştirilmeli! Buna göre, işletme
arazisi mâkul genişlikte bir
tabandan belli bir tavana
kadar büyüdükçe, parsel sayısı
azaldıkça ve parsellerin şekli
kare ve dikdörtgene yaklaştıkça puanlar artmalıdır.
Bu, entegre bir proje olarak
düzenlenmeli, içerisinde uygun şartlarda arazi satın alma
kredisi tahsisi bulunmalıdır.
Bizim çiftçimiz gâyet uyanık ve pratik olduğu için bu
uygulamaya süratle olumlu
tepki verecek, kısa zamanda
mutlaka çok iyi sonuçlar elde
edilebilecektir.
haberajanda
Gündem
Ahmet Fidan
[email protected]
>> Başından beri PKK,
çocuklar, kadınlar, yaşlılar olmak üzere câmiler,
imamlar, dinî değerler
ve kısaca başından beri
topyekûn tarih ve din ile
savaşmaktadır. PKK, asla
bir Kürt hareketi değil,
maskeli bir “Haçlı” hareketidir. İslâm ile savaştığını
alenen ifâde etmektedir.
Sadece dağdaki eşkıya mı? Kılık değiştirip
Ankara’ya taşınan kravatlı
sözcüleri de gerçek niyet
ve düşüncelerini seslendirmektedir.
Haçlı seferleri PKK maskesiyle
devam ediyor
O
TUZ beş yıldan beri birliğimizi, varlığımızı, bütünlüğümüzü tehdit eden, kandan beslenen PKK,
hangi ad, hangi isim, hangi kimlikle anılırsa anılsın
bir “Haçlı hareketi”dir. Amacı, niyeti ve öncelikli
hedefi, Anadolu’dan İslâm’ı ve Müslümanları yok ederek
Haçlılara hizmet etmektir.
anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir!
Bin yıldan beri bizi
bir arada tutan ve üç
kıtada hükümran kılan,
sadece İslâm gerçeğidir.
İslâm’la savaşmayı asıl
amaç kabul eden PKK,
iç yüzünü, Haçlı kırması
olduğunu gizlememektedir. PKK, ABD Kilisesi
eliyle plânlanmış, programlanmış ve hayata
geçirilmiştir.
Allah rızası için olsun,
aklımızı başımıza toplayalım! Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak
elimizde kalan şu bir avuç
toprağı da verecek olursak,
çekip gitmek için arka
tarafta bir karış toprağımız
yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca
koca memleketlerin halkı
hicret edecek yer bulabilmişlerdi, neuzubillah, biz
öyle bir âkıbete mahkûm
olursak başımızı sokacak
bir delik bulamayız!
Aslında ABD laik değildir, bir “Kilise devleti”dir.
ABD tamamen Kilise tarafından yönetilmektedir.
PKK, ABD Başkanı (maktul) Kennedy’nin önerisi
üzerine uygulamaya
konulmuştur. “Barış Gönüllüleri” adıyla tohumları
ekilmiştir.
Dönemin İnsan Hakları
Derneği’nin Diyarbakır
Şube Başkanı olan Selahattin Demirtaş ile yapılan
bir görüşmede Demirtaş,
Uluslararası Ziyaretçi Liderlik Programı’nın (IVLP)
eski bir katılımcısı olduğunu ifâde etmiştir. Söz
konusu program, ABD’nin
“siyâsetçi devşirme ve yetiştirme programı” olarak
biliniyor.
2005’te ABD Ankara
Büyükelçiliği’yle görüşen
Demirtaş, kara propaganda ile yetkilileri kandırmaya çalışmıştır. Öyle ki,
Demirtaş’ın, ABD’nin tüm
dünyada siyâsetçi devşirip yetiştirdiği bir programın eski üyesi olduğu
deşifre edilmiştir.
Son yüz yıllık tarihimizde Haçlılar değişik ad ve
maskelerle saldırılarını
sürdürmüşlerdir. Kurtuluş
Harbi de aslında bir Haçlı
mücadelesidir.
İstiklâl Harbi’nde Haçlılara karşı, İslâm’ın yüce
Ey cemaat-i Müslimîn!
ve kutsal bir kurumu olan
“cihat” ile karşı konulmuştur. Yeni bir Haçlı seferi
olan PKK belâsına karşı
da İslâm’la karşı koymak
durumundayız. O sebeple
topyekûn bir “cihat ilânı”
zamanı gelmiştir.
İstiklâl Harbi’nin büyük
kahramanı, yiğit insan,
ölümsüz simâ Mehmed
Âkif’in Haçlılara karşı sözleri ve vaazları yeniden
seslendirilmeli, tüm yurt
genelinde ve özellikle
bölge halkına dağıtılmalıdır. Çünkü vaazlarında
Âkif’in o gün söyledikleri,
bugün bile ayrı bir öneme
sahiptir ve günceliğini
korumaktadır.
25 Kasım 1920 tarihinde, Kastamonu Nasrullah
Câmiî’nde verdiği vaazda
sanki bugünü görmüş
gibi haykırmaktadır Âkif.
Sadece haykırmıyor, yol
gösteriyor ve uyarıyordur:
“Ey cemaat-i Müslimîn!
Gözünüzü açınız, ibret
alınız! Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi
kurutan dâhilî meseleler
yok mu, Havran meselesi,
Yemen meselesi, Şam
meselesi, Kürdistan meselesi, Arnavutluk meselesi,
bunların hepsi düşman
parmağıyla çıkarılmış
meselelerdir. Onlar böyle
olduğu gibi, bugünkü
Adapazarı, Düzce, Yozgat,
Bozkır, Biga, Gönen, Konya
isyanları da hep o mel’un
düşmanın işidir. Artık
kime hizmet ettiğimizi,
kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı
Milletler topla tüfekle,
zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve
yıkılmaz. Milletler, ancak
aralarındaki râbıtalar
çözülerek, herkes kendi
başının derdine, kendi
hevâsına, kendi menfaatini temin etmek sevdâsına
düştükleri zaman yıkılırlar” (Mehmed Âkif, Kastamonu Nasrullah Câmiî,
19 Teşrinisani 1336 -1920-,
Cuma vaazından.)
Tarih tekerrür ediyor.
Yüz yıl önceki şartlarda
Haçlılara karşı mücadele,
İslâm’la kazanılmıştı.
Bunun inkârı tarihe karşı
hem saygısızlık, hem
nankörlüktür. Bugün aynı
süreç devam etmektedir.
Asker, polis, kısaca bütün
güvenlik güçleri tek vücut
emperyalizme, yani Haçlılara karşı kanını ve canını
vermektedir.
PKK ile yapılan mücadelede başlangıçtaki hata
terk edilmiştir ve doğru
teşhis ile sonuca gidilmektedir. Emperyalist Haçlılara anladıkları dilden
cevap verilmektedir.
Sonuç ve başarı
Allah’tan ve yakındır…
temmuz 2016
61
haberajanda
Toplum
BAYRAMDA
BARIŞ
“B
ARIŞ”, İslâm dininin en önemli özelliği ve mutlak yerine
getirmekle ödevli
olduğu konuların
başında gelmektedir. Kardeşlik hukukunun bir görev olarak tüm Müslümanlara
salık verilmesi, bu niteliğinin vazgeçilmez bir ilke olduğunun karinesidir.
>> Barış, tüm ülkede
yaşayanların, özellikle de
ötekilerin, yani iktidarın
dışında tutulanların mutlaka
inanmaları gereken bir politik realite olmalıdır. Bu, iki
açıdan önemlidir.
Bir… Ülkenin duyduğu
birlik ve huzurun temini ve
ulusal hedeflerin ulaşılabilir
olmasını sağlaması açısından…
İki… İktidarın alternatifi
olması bakımından yarın
iktidara geldiklerinde uygulanan reel politiğin yeni
çatışmalar yaratmaması açısından…
62
temmuz 2016
Doç. Dr. Bülent Kara
[email protected]
İkinciyi biraz açmak ve altını çizmek, siyâsal hayatımız
ya da idrâk ve algı açısından
elzemdir.
Ülkeyi yönetmenin devamlılığını ve demokrasinin
varlığını, adına “muhalefet”
dediğimiz ya da gündelik
jargonda söyleyecek olursak
“iktidar dışında kalanlar”
(ötekiler, yönetemeyenler)
oluştururlar. Bu, aynı zamanda konsensusun sağlanmasının toplumsal sözleşmeye
dönüşme sürecinin de siyâsal
fenomenini oluşturur. Ülkeyi
birlik ve beraberlik içinde
barışın ilkeleriyle yönetmek
tek tek (bireylerle) mümkün
olmayacağına göre, beraberliği, huzuru, barışı ancak
ötekilerin (yönetmeyenlerin
örgütlülüğü üzerinden kurulacak) sosyal-siyâsal bağ ile
mümkün olacaktır. Buradan
hareketle, siyâsal mesajlar
ve ilişkiler, bu panoramayı
tamamlayan dikotomiyi
ortadan kaldıracak ve olumsuzlukları bertaraf edecek
kanalları yeniden ihyâ ve
îmar etmek üzere dizayn
edilmelidir. Bu bayramda
barışı sağlayacak birinci yol,
bu olmalıdır.
Bayramda barışı sağlamanın ikinci ve önemli tedrisatı
ise, devleti ve iktidarı temsil
edenlerin yüce İslâm dininin
ritüellerini idrâk ederken
söylem ve eylemlerini bu
dinin birinci kutsallarına
yönelmeleri ve ilhamını bundan almalarıyla mümkündür.
Eğer bir örnek şahsiyet üzerinden yeni bir yenileşme ve
kitleleri yöneltme geliştirilecekse, bu kaçınılmaz olarak
mutlaka ve mutlaka “Hz
Muhammet (sav)” olmalıdır.
Ya siyer-i Nebî’nin kutsal
mîrasının başka örneklere
amacından uzak dağıtılarak
temsil edilmesinin yaratacağı insanî kusurlara azamî
dikkat edilmeli ya da O’nu
örnek alan tüm farklı ritüelleri uygulayanlar aynı bakış
açısıyla mümkün olduğu
kadar eşitlikçi bir anlayışla
kucaklanmaya çalışılmalıdır.
Yukarıda izah etmeye
çalıştığımız iki politikekonomik-sosyal-kültürel
olgu, tarihsel arka plânı ve
birlikte olumlu-olumsuz
nitelikleriyle birlikte genelde
İslâm dünyasında ve özelde
ülkemizde reel politiği oluşturmaktadır. Bu oluşum bir
“fay hattı” gibi düşünülebilir.
Tarihsel birikimler ve hareketler nasıl sonunda fayın
çatlamasına/kırılmasına
sebep oluyor ve “deprem”
dediğimiz şey gerçekleşiyorsa (nasıl ki depremi ne
tespit etmek mümkün, ne de
önlemek), bu problemlerin
ortaya çıkardıkları derin
yaraları ve acıları ortadan
kaldırmak veya azaltmak da
mümkün değil. Zira bu tür
olgular da toplumda deprem
gibi, telâfisi mümkün olmayan sosyal-siyâsal hareketlere
yol açmaktadırlar.
Toplumda bunu söylemenin tek ve kaçınılmaz ulviyeti şöyle sağlanabilir: Genelde
İslâm dünyasında merkezde
olanlar, yani onu temsil eden
iktidar sahipleri, özelde ise
ülkemizin iktidar sahipleri,
toplumu yönetirken kırılmalara/çatlamalara sebep
verecek tarzda bir anlayışı
yaygın olarak amaç edinmemelidirler. Sanırım İslâm
dünyasında kavganın genel
olarak ortaya çıkmasının
ana dinamiği, merkez-çevre
ilişkisinin iyi kurulamamasından kaynaklanmaktadır.
Karşılıklı olarak mutlaka bu
sorun, sınırsız ve ön şartsız
tartışılmalı ve sonuca bağlanmalıdır.
Ülkemizdeki durum,
İslâm dünyasından farklı değildir. Cumhuriyet dönemi
tüm iktidar sahipleri, özelikle 1946 sonrası hâkimiyet
ve mutlak iktidar kurma
izdivâsıyla hareket etmişler,
bunu sağlamak için iktidar
dışında kalanlara her türlü
siyâsal olumsuzluğu yapmayı
kendilerinde hak görmüşlerdir. Günümüzü bir eleştiri
konusu yaparken “dün” örnek
verilmekte ve dünde kalan
toplam kötülükler üzerinden
bir haklılık elde edilmeye
çalışılmaktadır. Bu durum,
tüm yönetenlerde bir yanlış
davranış oluşmasına dönüşmektedir. Mutlaka dünkü
kötüyü örnek almaktan vazgeçilmeli, bugün ve yarının
daha iyi olması için gayret
sarf edilmelidir. Çünkü bu
anlayış, barışın tüm çıplaklığı ve yalınlığı ile ülkemizi
kuşatmasını olumsuzlamaktadır.
Gözlemlerime dayanarak
söylüyorum ki, Anadolu’da
kırgınların sayısı artmaya
başladı. “Bunu Ramazan’ın
barışıyla azaltmak gerekir”
diye düşünüyorum.
Ortadoğu coğrafyasının,
özellikle de Anadolu’nun en
belirleyici yanı, ilk insanın
ortaya çıktığı, toplumsallaştığı/kentselleştiği ve medeniyet oluşturduğu bir tarihsel
serüvenidir. Bu serüven, aynı
zamanda bir haklı gurur, bir
üstünlük, izahı az mümkün
olan bir ulvilik makamı sağlasa da, aynı zamanda Kalü
Belâ’dan kalma insanlığın
ortak mirası, sorunlarıyla
aynı oranda (hatta artan
oranda) günümüze ve geleceğe bırakılmaktadır. Bu
sorunsalı azaltmanın yolu
aynı zamanda barışı tesis
etmekten geçmektedir.
Bayram, bunu hemen, şimdi
yapmakla sağlanır
Yukarıda izah ettiğimiz
ve açıklamaya çalıştığımız
sosyal-politik sorunların
varlığı hem bizim barışın
ışığında gelişmemizi engellemekte, hem de “büyük
biraderin” işini kolaylaştırmaktadır. Büyük emperyalin
ya da büyük biraderin (çok
uluslu şirketler, ordular vs.)
bu toprakları yönetmesini
sağlayan en önemli faktör,
toplumdaki bu ikiliği tespit
ederek, bunu kendi lehine
kullanmasıdır. Coğrafyada
yaşayan kültürlerin nifaka
dönüşmesini sağlayan en
önemli belirleyici ise, nefsini
terbiye etmemiş insanların
varlığıdır. Nefsin varlığı,
tarihsel reel politiğin ikilemi
ile birleşince büyük birader
için doyumsuz hazlar oluşturmaktadır. Ölenin de, öldürenin de “Allah-u Ekber!”
diye niyâzını sağlayan temel
faktör budur!
Yine ölenin ve öldürenin
“Allah-u Ekber!” dememesinin (birbirini öldürmemesinin) temel faktörü ise, bu
olguların farkına varmak ve
bayramda barışı ihyâ ve tesis
etmektir.
Bayramda kimse, ama hiç
kimse iyilik meleklerinin
kanatlarını yolmasın, bayramınız bayram tadın da
geçsin!
Gününüz, Anadolu gibi
aydınlık olsun!
temmuz 2016
63
haberajanda
Çerçeve
Yarımadanın
bütününde
rastlanan
ortak putların
yanı sıra, her
kabîlenin de
kendi putu
vardı. Hicaz
bölgesinin en
önemli putları
Hubel, Lat,
Menat, Uzza
adlarını taşıyordu. Bugün
“Allah’ın Evi/
Beytullah”
olarak da bildiğimiz Hac
yeri Kâbe, ne
yazık ki tam
bir puthâne
hâline getirilmişti. Kutsal
evin içinde
tamı tamına
360 put bulunuyordu. Yılın
her gününün
ayrı bir putu
vardı; bu
nedenle her
putun ziyaret
günü farklıydı. Bu farklılık
sebebiyle
Mekke, yılın
her gününde
işlek bir yerdi.
Kentin sokakları “günlük
putları” ziyarete gelen hacılarla dolup
taşıyordu.
64
temmuz 2016
O gelmeden önce
Câhiliye Cezire’si
Y
IL, Milâdî 570… Gül Yüzlü Peygamberimiz, Efendimiz, Arabistan yarımadasının batı yakasında yer alan Hicaz bölgesinin Mekke şehrinde şereflendirdi
dünyayı ve insanlığı. Bu noktada, “Yüce Yaratıcı neden bir peygamber ihtiyacı duymuştu o coğrafyada?” sorusunun cevabı çok önemli. Yine bu bağlamda şu sorulara da bakmak lazım kanaatimizce: O’nun dünyaya geldiği devir,
nasıl bir devirdi? O’nun yaşadığı bölgenin psiko-sosyal durumu nasıldı?
İnsanlar ne şekilde yaşıyorlardı, nelere inanıyor, kimlere bağlanıyorlardı?
Yusuf Kemal Bozok
[email protected]
>> Sevgili Peygamberimizi
tanımak için bu soruları
cevaplamak önemli, o hâlde
soruların cevaplarını arayarak
mevcut duruma bir bakalım
mı?
“Ceziretü’l-Arab” ya da
“Arabistan”… Neredeyse
tamamı çöllerle kaplı olan
bir ülke olarak yer tutmakta
haritalarda. Bu kurak çöllerin
fotoğrafında, çakırdikenlerinin peşinde dolaşan deve
sürüleri ilk göze çarpan
canlılar olarak görülüyor.
Onların arkasında kara yanık
deveciler ve deve yavrusu
potuklar… Fotoğrafın fonu
basit ve solgun... Nüfusu
seyrek ve insanları konargöçer bir hâlde yaşayan, bu
nedenle şehir sayısı pek az
olan bir yarımada düşünün,
işte Arabistan böyle bir yerdi
o zamanlar!
Ortalıkta ne bir devlet
vardı, ne de herhangi bir
idare. Kıran kırana bir yaşam
hâkimdi mülke. “Bedevî”
deniyordu çöl Araplarına. Ve
Bedevîlik, bir nevi “ilkellik”
anlamını da barındırıyordu
terminolojisinde.
Çoğunlukla çöllerde yaşayan Bedevî Araplar, kabîleler
şeklinde hareket ediyorlardı.
Aynı soy ve kandan meydana
gelen insanların geleneksel
birliğine “kabîle” adı veriliyordu. Yaşadığı arazide kendi
hukukunu meri kılmış olan
her kabîle küçük bir devlet
gibiydi ve benzerlerinden bağımsızdı. Bu bağımsız toplulukların her birinin kendine
has yaşantıları, kültürleri,
toplumsal kuralları ve hatta
kanunları vardı. Çoğunluğu
çöllerde yaşayan bu kabîleler,
başlarına buyruk hareket
etmeleriyle ünlüydüler.
Çölleri yurt tutan kabîleler
konargöçer oldukları için,
grubu oluşturan insanların
evleri barkları yoktu. Aileler
yün ve kıldan örülmüş büyük
çadırlarda oturuyorlardı. Ailelerin reisleri olan erkekler,
neredeyse tüm yaşamlarını
deve sürülerinin arkasında
geçirmeye alışkındılar. Kadınların işleri ise çadır içiyle
sınırlıydı.
Her vaha bir sınır taşı
gibi, kabîlelerin arazilerinin
yüzölçümünü belirliyordu. Onca kuralsızlıklarına
rağmen bu kabîleler, her ne
kadar kendi hudutları içinde
kalmaya ve diğer toplulukların yaşam alanına sarkıntılık
etmemeye özen gösteriyor
idiyseler de bu çoğu zaman
mümkün olmayabiliyordu. Çünkü geçmişi çağlar
öncesine uzanan dâvâların
kökeninde vaha kültürü ve su
kıskançlığı yatmaktaydı.
Bedevî göçerlerin sabit bir
mekânları yoktu: Bu vahadan
o vahaya… Yani su kaynaklarının arasında mekik dokur
gibi göç edip duruyorlardı.
Su… Çölde altından daha
kıymetli tek şey su idi. Kurak çöl ikliminin husûsiyeti
gereği, su yalnızca vahalarda
bulunuyordu. Vaha ise, sayıları oldukça kıt olan kuyular
ve su kaynaklarının bulunduğu yerlere verilen addı. Bu
bakımdan vaha sahibi olmak,
her şey demekti çölde.
Yüzlerce yıldan bu yana
kabîleler, birbirlerinin elinden vaha kapma mücadeleleri veregeliyorlardı. Bu nedenle babadan/atadan beri süre
gelen “vaha kavgaları”, kan
dâvâları şekline bürünmüştü.
Hemen hemen her kabîlenin
diğer kabîlelerle arasında
sayısız kan dâvâsı vardı.
Bedevîler arasındaki bir
başka kavga nedeni de arazi
parçalarıydı. Kabîlelerin deve
sürülerini yaydıkları otlaklar,
zaman zaman kum fırtınalarının istilasına uğruyor ve
ölüm sessizliğine bürünüyordu. Hudut taşları kayboluyor,
vahalar araziden siliniyordu.
Bu nedenle kabîleler arasında mâzisi eski sınır anlaşmazlıkları vardı.
“Gerek vaha, gerek otlak nedeniyle çöller kavga
yurduydu ve bir bakıma
kabîleler arasında kan ve
kin savaşları hiç eksik olmuyordu” dedik. Ama… Bu
durumun bir istisnâsı vardı:
Mübârek aylar…
Kıvrak Arap atların toynak seslerinin, kıvrık kılıç
şakırtılarının ve Davudî
hançereli savaşçıların dehşetengiz nâralarının eksik
olmadığı çölde, yalnızca yılın
dört ayında savaş kesiliyordu.
Çünkü bu aylar, herkes tarafından “mübârek/hürmetli
aylar” olarak kabul ediliyordu. Zor şartlar altında yaşam
mücadelesi veren çöl insanları, ancak bu aylarda rahat
edebiliyorlardı. Tüccarlar,
yalnızca bu aylarda güvenlik içinde yolculuk yapma
imkânına sahiptiler. Ailelerin, başta giyecek kumaş ve
yıllık yiyecek olmak üzere
çeşitli ihtiyaçlarını karşıladıkları pazarlar/panayırlar
sadece bu aylara mahsustu.
Bu nedenle yarımadada gözler, her dâim mübârek ayları
gözlüyor, kavgadan bıkan
kadınlar dahi kocalarını yanlarında görmek için bu ayları
bekliyorlardı.
Panayır zamanları
Arabistan için “konargöçer
Bedevîlerin yurdu” dedik…
Vahalar arasındaki yersiz
yurtsuz Bedevî yaşantılarının
yanında, çöllerin uygun yerlerine bazı şehirler de kurulmuştu. Meselâ Gül Yüzlü
Peygamberimizin yaşadığı
Hicaz bölgesinde üç önemli
şehir vardı. Bunlar Mekke,
Yesrib (ya da Medîne) ve
Taif ’ti.
Bu üç şehrin en büyük
özelliği, üçünün de mübârek
aylarda kurulan panayırlara
ev sahipliği yapıyor olmalarıydı. Özellikle Mekke… Panayır, “yıllık pazar” anlamına
geliyordu. Sevgili Peygamberimiz dünyaya gelmeden
önce yarımadanın en önemli
kenti konumundaki Mekke
ve çevresi, aynı zamanda
mübârekti de. Buna rağmen
orası da genelden hâlli değildi. Hatta tuhaf karanlıklar
içinde bocalayıp duruyordu
kutsal yapı Kâbe’ye ev sahipliği yapan kent. Bütün
Arap diyârının en büyük
panayırları burada organize
ediliyordu. Mekke panayırlarına dört bir yandan gelenler
oluyordu. Bunlardan Suriye
ile Yemen arasında gidip
gelen kervanlar baş sıradaydılar. Kervanlara dâhil olmuş
kumaş tüccarları, her türlü
kişisel ihtiyaca cevap veren
esnaflar, şarkıcı ve dansçı kadınlar, konuşmacılar, kâhinler
ve şâirler bulunuyordu.
“Şâir” dendi de… Hem şehirlerde yaşayan “Medenîler,”
hem de çöllerde yaşayan
“Bedevîler”, şiir yazmayı ve
okumayı çok seviyorlardı.
Bu bakımdan panayırlar,
ünlü Arap şâirlerinin yıllık
buluşma yeri gibiydi. Panayır
günlerinde, Kâbe avlusunda
temmuz 2016
65
haberajanda
Çerçeve
çekişmeli şiir yarışmaları
yapılıyordu. Dinleyenler
tarafından beğenilen şiirler
alkışlarla kutsal Kâbe’nin
duvarlarına asılıyordu. Şiiri
Kutsal Ev’e asılan şâirler
ödüllendiriliyorlardı.
Yarımadadaki inanç
Yazının burasında, “Yarımadadaki inanç nasıldı ve
insanlar kime, neye inanıyordu?” suâline cevap arayalım.
Arabistan’ın genelinde olduğu gibi, Hicaz bölgesinde
yaşayan insanların çoğunluğu
da putlara inanmaktaydı.
Yani putperesttiler. Bunlar
Yarımada jargonunda “müşrikler” diye biliniyorlardı.
Peki, “put” ne demekti?
Aslında put, insanların
kendi elleriyle yaptıkları
heykellerdi. Her kabîlede (ki
özellikle Mekke şehrinde)
mahâretli put yontma ustaları yaşıyordu. Bunlar çeşitli
âlet edevatın bulunduğu
atölyelerinde tahtadan, taştan
ve madenden putlar yapıyorlardı. Yaptıklarını pazar ve
panayırlarda satılığa çıkardıklarında, “mallarının” kutlu
mahâretlerini, uğurlarını ve
sahip olana getireceği şansı
anlata anlata bitiremiyorlardı. Yontuculuğun kârlı bir iş
olması nedeniyle “put ustası”
ve put sayısı o kadar fazlaydı
ki…
Yarımadanın bütününde
rastlanan ortak putların yanı
sıra, her kabîlenin de kendi
putu vardı. Hicaz bölgesinin
en önemli putları Hubel,
Lat, Menat, Uzza adlarını
taşıyordu. Bugün “Allah’ın
Evi/Beytullah” olarak da
bildiğimiz Hac yeri Kâbe,
ne yazık ki tam bir puthâne
hâline getirilmişti. Kutsal
66
temmuz 2016
evin içinde tamı tamına 360
put bulunuyordu. Yılın her
gününün ayrı bir putu vardı;
bu nedenle her putun ziyaret
günü farklıydı. Bu farklılık
sebebiyle Mekke, yılın her
gününde işlek bir yerdi. Kentin sokakları “günlük putları”
ziyarete gelen hacılarla dolup
taşıyordu.
Yarımadada yalnızca putlara inananlar yoktu tabiî.
Başka dinlerin inananları da
bulunuyordu. Yahudiler ve
Hıristiyanlar bunların başında geliyordu. Az sayıda insan
da Hazreti İbrahim’in tek
tanrı inancındaydı. Bunlara
“Hanif ” adı veriliyordu. Gerek Yahudilik, gerekse Hıristiyanlık, hâddizâtında bölgeye
has bir inanç değildi. Her ikisinin çıkış yeri de Filistin’di.
Daha sonra bazı Yahudi
kabîleleri bölgeye göçmüş ve
belli yerleri yurt tutmuşlardı.
Kale geleneği olmayan Arap
yarımadasındaki sınırlı sayıdaki kale Yahudilere aitti. Ve
bu kaleler içinde en meşhuru,
Hayber Kalesi idi.
Gerek müşriklerin, gerekse Haniflerin inançlarının
kutsal kitapları ya da yazılı
kaynakları yoktu. Zaten yazı,
kitap, kalem gibi kültür meseleleri soylu sınıfın uğraşısıydı coğrafyada. Halk içinde
okuyup yazma bilenlerin
sayısı yok denecek kadar
azdı. Bu yüzden her bilgi
kulaktan dolma ve babadan
duymaydı.
Gün doğmaya
hazırlanıyor!
Henüz Müslümanlığın
teşrif etmediği Yarımada,
yoğun müşrik nüfusunun
etkisiyle oldukça çirkin geleneklerin yaşandığı bir yer
olarak biliniyordu. Meselâ
Arap şehir kültüründe
önemli bir yer işgâl eden
köleler, insan bile sayılmıyorlardı. Çoğunluğu Siyahî
Afrikalılardan müteşekkil
köleler, sahiplerinin malları
mesabesindeydiler. Efendi
isterse kölesini döver, isterse
öldürebilirdi bile. Öylesi
ayaklar altındaydı insanlık.
Sadece köleler mi? Kadınlar da bu noktada farksızdılar. Erkekler istedikleri sayıda
kadınla evleniyor, istemediklerini de boşayabiliyorlardı.
Tıpkı köleler gibi kadınların
da hiçbir kıymeti ve hakkı
yoktu Arap insanının yanında. Öyle ki, dünyanın hiçbir
zamanında, hiçbir yerinde ve
hiçbir kültüründe olmayan
bir görenek cariydi Yarımadada: Kimi babalar, yeni
doğan kız çocuklarını asla
istemiyor ve diri diri kumlara
gömerek öldürebiliyorlardı
bile.
İşte Sevgili Peygamberimizin gelişinin yaklaştığı
o yıllarda Arabistan böyle
bir yerdi, Araplar da böyle
bir halk! İnsanlık tarihinin
dibe vurduğu bir yer olarak
Arabistan, bu kabil sıradışı
işlerin olageldiği en meşhur
yerdi. Ancak “Tek yerdi!”
denirse doğru söylenmiş
olmaz. Yukarıdan beri fotoğrafını çekmeye çalıştığımız o
karanlık devirdeki insanlık,
bütün dünyada, tarihin belki
de en kötü dönemini yaşamaktaydı.
O zamana kadar Yüce
Yaratıcı, Hazreti Âdem’den
başlayarak İsa Peygamber’e
kadar, bir tahmine göre 124
bin peygamberle dünyaya
ve insanlığa istikâmet belirlemişti. Lakin o insanlık,
gönderilen peygamber sayısı
kadar ihlâsı bozmuş, perişan
etmişti. Ancak “Merhameti
Sonsuz olan Yüce Rahman”
her seferinde ve bir kez daha
târif etmişti kendisini. Bir
kez daha anlatmıştı iyiliği,
güzelliği ve Tevhîd’i. Lâkin
sonuç hep hüsran olmuştu.
Son üç büyük Resûl olarak Hz. İbrahim, Hz. Musa
ve Hz. İsa teşrif etmişlerdi
“insanın yurdu”nu. Arada
gönderilen İsrailoğullarının
bir dolu nebîsini saymıyoruz.
Yaklaşık iki bin yıl içinde
üç ayrı şeriat... Hazreti
İbrahim’in şeriatı neredeyse
sıfırlanmış ve sadece Hicaz
bölgesinde hayatta kalmaya
çalışan bir avuç Hanif ’le
sınırlı kalmıştı. Musa
Peygamber’in şeriatı, son Babil sürgününden beri “Azer”
adlı bir hahamın kaleme
aldığı “Babil Tevratı”na îman
ediyordu. “Ruhullah İsa’nın
şeriatı” diye bir şey yoktu
zaten. Kaybolup giden özgün
İncil’in yerinde yeller esiyor,
“İncil” adıyla dört kitap elden
ele dolaşıyordu. Hem de İsa
Peygamber’i ilâh mesabesine
çıkararak.
Hülâsa, karanlıklar içinde
pusulasız gemi gibi rota
belirlemeye uğraşan kavimler, toplumlar ve insanlar,
kendilerini kurtaracak bir
“Kurtarıcı Kahraman” bekliyorlardı. Tarihlerde adı
“Câhiliye Devri” olarak geçen bu zamanın ilacı uzakta
değildi. Yüce Rahman, son
bir şans daha lütfetmişti insanlığa. Ve o lütuf, insanlığın
dibe vurduğu yerden, câhilî
Arabistan’dan ha doğdu,
ha doğacaktı bir güneş gibi
Yarımada’nın, hatta dünyanın üzerine; gün sayıyordu!
Yusuf Kemal Bozok
O zamana kadar Yüce Yaratıcı, Hazreti Âdem’den başlayarak İsa Peygamber’e kadar, bir
tahmine göre 124 bin peygamberle dünyaya ve insanlığa istikâmet belirlemişti. Lakin o insanlık, gönderilen
peygamber sayısı kadar ihlâsı bozmuş, perişan etmişti. Ancak “Merhameti Sonsuz olan Yüce Rahman” her
seferinde ve bir kez daha târif etmişti kendisini. Bir kez daha anlatmıştı iyiliği, güzelliği ve Tevhîd’i. Lâkin
sonuç hep hüsran olmuştu.
temmuz 2016
67
haberajanda
Dünya Postası
“Seninki benden
kara” dediğiniz
anda, kendi “dibinizin zaten kara”
olduğunu kabullenmiş oluyorsunuz! İki yüz küsur
devletin parlamentosu münferiden böyle bir karar
çıkarsa ne olur?
Almanya için neler kabul edildi de
ne oldu? Herkes
“das auto”ya binip
binip geziyor…
Biraz sakin olun,
akl-ı selim ile hareket edin!
***
Van depremi olduğunda ilk haberleri
TRT değil, Fransız
devlet kanalı olan
TV2 verdi. Hem
de naklen! Fransız
TV’sinin o sırada
orada ne işi vardı
yahu?! Depremin
olacağını biliyorlar mıydı? Yoksa
zaten o bölgede
konuşlanmış vaziyette miydiler?
Bilhassa mahallî
vatandaşın Fransız TV’sine kendi
devletini şikâyet
etmesini, kendi
devletini tahkir ve
tezyif etmesini,
Fransız devlet
kanalı TV2’nin
de bu haberi bu
görüntülerle yayınlamasını hâlâ
unutamam.
68
temmuz 2016
Bayramın bereketi
IMA ve Araplar
H
AZİRAN ayı sayısının makalesi için gönderim tarihi hususunda her zamankinden biraz farklı talimatlar gelince, Paris’te, Mayıs ayında vukuu bulan bazı
önemli haberlerin nakli bu Bayram sayısına sarkmak durumunda kaldı. Oldukça önemli olduklarından dolayı bu haberleri atlayamayacağım.
>> Twitter üzerinden de
paylaşmış olduğum gibi, 20-22
Mayıs tarihlerinde, IMA’da
çok önemli toplantılar yapıldı.
Önceki sayılarda IMA’dan
bahsetmiş, bilgi vermiştim.
Tekrarda faide olabilir. IMA,
“Institut du Monde Arabe”nin
kısaltılmışı. “Arap Dünyası
Enstitüsü” olarak tercüme
edebiliriz. Paris’in en mutena semtlerinden birinde,
gayet stratejik bir konumda
ve muhteşem bir mimari ile
inşa edilmiş muazzam bir
bina… Haziran sayısındaki
makalemde böyle bir merkeze
sahip olmayışımız sebebiyle
Mehmet Ziya Üsküdarlı
[email protected]
tık bu durumu garipsemiyorum, zira Dışişleri’nin muhterem mensupları ve bilhassa
mensubeleri, Arap denince
tüyleri diken diken olan vatandaşlarımızdan oluşuyor.
25 yaşındaki Katolik Fransız çatır çatır Arapça öğrenip
konuşur, bizdeyse Arapçayı
sadece dinî hususlarla alakadar olan vatandaşlarımız
öğrenmeye çalışırlar; o Arapça da hiçbir vakit yüksek
seviyede değildir. Böylece
rakip devletler Ortadoğu’da
bize nisbetle bir üstünlük
kazanmış olurlar.
20 Mayıs’taki toplantıda
Hubert Védrine ve Dominique de Villepin, Fransa’nın
Arap politikasını analiz edip
tartıştılar. Fransa açısından
son derece güzel ve faideli bir
toplantı oldu.
hayıflandığımı, Araplarla
geçmişi kısa ve kanlı olan
Fransa’nın böyle bir merkeze
sahip olmasını kıskandığımı
yazmıştım.
Oysa Arap kardeşlerimizle
olan tarihî, dinî, kültürel ve
hatta aile bağlarımız bize
böyle bir merkezin sahibi
olma hakkını fazlasıyla vermekte…
IMA’da yapılan 20 ila
22 Mayıs tarihlerindeki
oturumlarda Fransa’nın
Arap siyaseti ele alındı. Bu
toplantılara iştirak eden tek
Türk olmaktan dolayı üzüntü
duyuyorum. Benden başka
resmî zevattan kimseler yoktu. Bazı oturumlara ait bilgi,
fotoğraf ve videoları bizzat
Twitter’e ben paylaştım. Ar-
Esas muazzam oturum
21 Mayıs günü yapıldı. Bu
toplantı, Sykes-Picot anlaşmasının yüzüncü yıl dönemine atfen tertib edilmişti.
Toplantıyı yöneten gazeteci
Minassian, Ermeni asıllı biri
olarak hayli tarafgir bir tutum takındı.
Oturumun ağır topu,
Filistin eski Büyükelçisi
Leila Shahid idi. Sabık İsrail
Büyükelçisi Elie Barnavi’yi
bir defa daha “evire çevire
dövdü”. Elie Barnavi’yi televizyon programlarından
da bilirim, Leila Shahid’den
sopa yemeye öyle alıştı ki,
galiba artık bırakamıyor.
Önemli bir şahıs, Fransız
tarihçi Profesör Henry Laurens idi. Laurens, yakın tarihe son derece vâkıf ve hâkim
bir bilim adamı. Diğer bir
iştirakçi ise Profesör JeanPaul Chagnollaud, mode-
ratör Minassian ile beraber
Türkiye’yi hedef alan bir tavır
sergiledi.
Leila Shahid ve Henry
Laurens’in Türkiye’yi savunmaları, Sykes-Picot’u ağır
şekilde suçlamaları görmeye
değerdi. Değerdi ama yukarıda belirttiğim üzere bizden
tek bir resmî yetkili dahi
yoktu. Bu oturuma ait video
bandını Twitter hesabımdan
paylaştım.
Bunların yanı sıra son
derece teknik oturumlar da
vardı. Mesela bunlardan bir
tanesi Arapçanın bidayetine
ait imla kaidelerini ele alıyordu. IV. yüzyıla ait arkeolojik
bulguların ışığında son derece kapsamlı analizler yapıldı.
Kimler mi yaptı? Aktaralım
efendim: Christian Robin,
Eléonore Cellard ve Michel
Mouton. Nasıl? “Bunlar
Müslüman değiller” mi dediniz? Dersiniz elbette.
Arap da değiller, Türk de…
İşte Resulullah Efendimizin
emrettiği “beşikten mezara
ilim” budur! Kültür Ajanda
Aralık 2015 sayısında bu
bahsi işlemiştik. Bizim üniversitelerimizde bu seviyede
Arapçaya hakim kaç hakiki
bilim adamı vardır acaba?
Arapça, kökeni itibariyle ilk
semitik toplumlara, Akadlara
ait çivi yazısına kadar dayanan son derece zengin bir
dildir. Sadece Kur’an ezberlemekle ancak hafız olunur,
bilim adamı değil.
Ayrıca hemen her sayıda
tekrar tekrar usanmadan, bıkmadan yazdığım çok önemli
bir hususu bir defa daha yazacağım:
Türkiye, 2023 için hazırladığı projelerinde, Arap mema-
liki ile olan münasebetlerini
İmparatorluk dönemimizdeki
seviyesine çıkarmayı birinci
sıraya koymalıdır. Bunun için
gereken her türlü altyapı
hazırdır.
Bir defa her şeyden önce
din kardeşliği vardır ki, bu
kardeşlik mesihi olan Arap
kardeşlerimiz için de geçerlidir. Hakiki Müslüman
olanlar ne demek istediğimi
anlamışlardır. Aksi takdirde
yurdumuzda ikamet eden
Keldaniler, Süryaniler, Fransıza, Amerikalıya hizmet
ederler.
Siyonist politikaların sayesinde “Arap” denince tüyleri
diken diken olan nesiller yetiştirildi. Bu siyaset sebebiyle
Türkiye yapayalnız bıraktırıldı. Bize asla faidesi olmayan
ve olmayacak yatırımlar
yaptırtıldı. Artık bu Siyonist
mefkureye hizmet eden yatırımlara bir son vermelidir.
Haber Ajanda Mayıs sayısında Mısır ve Ortadoğu’yu
tahlil eden bir makale yazdım. Bu makalede İsrail’in
Mısır ve Suudi Arabistan
ile yakınlaşmasını sarahaten
izah ettim. İsrail’in dahi yakınlaşmak istediği Arap kardeşlerimize biz neden uzak
durmaya devam edelim?
Bundan kim kazançlı, kim
zararlı çıkar?
Bu sualin cevabını hepinizin rahatlıkla verdiğini duyar
gibiyim.
Haber Ajanda Ağustos 2014
sayısında, Arap devletleri ve
Rusya ile son derece özel bağlarımızın olduğunu, bu bağların
büyük bir titizlikle korunması
gerektiğini açıkça yazmıştım.
Makalemin üzerinden iki
sene geçmiş. Hamdolsun
temmuz 2016
69
haberajanda
Dünya Postası
Binali Bey fevkalade stratejik
açılımlar yapmaya başladı.
Allah muvaffak etsin.
Cihanşümul bir din olan
İslâm’a vurulan her darbenin
zararı ümmetten çıkar.
Televizyonlarda, medyada,
basında, orada burada fetva
verip aslında ümmetin bölünmesine sebebiyet veren
muhteremlere (!) dikkat
edelim ve müteyakkız olalım.
Kimin mümin olduğuna
“Din Gününün Sahibi” karar verir; bu iş bize düşmez.
Binaenaleyh “Kim oruçlu,
kim namaz kılıyor?” gibi dedikodu menbalarını bırakın,
düşmana ve düşmanın ülküsüne karşı kim mücadele veriyor,
siz ona bakın. Edepsizliğin
gereği yok, evvela edep!
Yukarıda zikrettiğimiz din
kardeşliği, cihanşümul bir
din olan İslâm sayesindedir.
Bakın burası da çok önemli!
İslâm’ın mahallî olanı olamaz! Öyle “Anadolu İslâm’ı”
filan gibi garip kavramlarla
uğraşmayın. Kur’an okurken
eğer tüm İslâm âleminde
sadece siz “Ü”; “Ö”; “P”; “Ç”;
“G” harfleri kullanıyorsanız
terslik sizdedir. Kur’an’ın
“İstanbul ağzı” olamaz! Eğer
zorla böyle bir şey yaparsanız, bu defa Erzincanlı
da kendi “ağzıyla” okumak
ister. Televizyonlarda yüzük
takıp gerdanını kıra kıra
fetva veren “çokbilmiş”(!)
mutasavvıflardan ve şarkıcı
refiklerinden uzak durmakta
faide vardır. Bunların ilmi
sadece kendilerini bağlar.
Ümmetten kopartılmak, ayrılmak, Arap kardeşlerimize
tağayyür ettirilmek bir hile, bir
mekr idi. Lûtfen artık buna
karşı duralım; bu hile ve mekr
manialarını aradan kaldıralım!
Soykırım ve
tavrımız
Hepinizin bildiği gibi,
Alman parlamentosunda
Ermeni soykırımı ele alındı.
Bizim cenahtan ilk tepki,
“Kahrol düşman!”, “Alman
arabası kullanmam gayrı!”,
“Onlar kendilerine baksın,
soykırımın feriştahını yaptılar!” vs.
Değerli kardeşlerim, düşman “Kahrol emi!” demekle
bertaraf edilemez. Bizzat
“das auto” kullanan arkadaşların “Alaman arabası almam
ben” demeleri dahi tepkiyi
tahfif ediyor.
Arkadaş, kendi arabanı kendin yapıyorsan, onu almayan
namerttir. Bu hususu da Haber
Ajanda’nın 101. özel sayısında
yazmıştık.
Gelelim doğru tepkiye…
“Soykırım”, bir uluslararası hukuk terimidir ve
Yahudilere yapılmış olan
“Holocauste”den itibaren
tesis edilmiştir. Bundan evvel
yapılmış olanlar, soykırım
kapsamına girmezler.
Şöyle sadeleştirelim: Kapalı yerlerde sigara içme yasağı
vardır. Kapalı mahalde sigara
içmek suçtur. Lâkin sigara
içme yasağı konmadan önce
kapalı alanda içilmiş sigara
suç teşkil etmez! Ancak yasak konduktan sonra sigara
içmek suçtur.
Eğer soykırım kavramının
başlangıcını Holocauste’den
öncesine çekmek gafletinde
bulunurlarsa, o vakit düğün
bayram! Biz en az on dosya
ile derhal müracaat ederiz.
Yani o, o kadar kolay değil.
O halde neden mi böyle
yapıyorlar?
70
temmuz 2016
İşte sizleri bu panik haline
sokmak, kıymetli vakit ve
dikkatinizi başka taraflara
çekmek için!
Bir ikinci husus da, “tencere dibin kara, seninki benden
kara” edebiyatı… Bırakın
yahu bunu!
“Seninki benden kara” dediğiniz anda, kendi “dibinizin
zaten kara” olduğunu kabullenmiş oluyorsunuz! İki yüz
küsur devletin parlamentosu
münferiden böyle bir karar
çıkarsa ne olur? Almanya
için neler kabul edildi de ne
oldu? Herkes “das auto”ya
binip binip geziyor… Biraz
sakin olun, akl-ı selim ile
hareket edin!
Nümayişler,
taşkınlar ve futbol
Fransa bir ara neredeyse
bloke oldu… Bir yandan Çalışma Bakanı El Khomri’nin
yasa tasarısı sebebiyle yapılan
nümayişler, grevler, sokaklarda tedhiş, çalışmayan işlemeyen tirenler, havalimanları,
şehir toplu taşımacılığı, metrolar, otobüsler… Tıkanan
trafik, aşırı yüklenen otoyollar… İşçi sendikalarının
engellemesi sebebiyle yakıt
istasyonlarına nakledilmeyen
yakıt, bu sebebden dolayı
yakıtsız kalan taşıtlar… Derken bir yağmur, bir yağmur…
Tufan mübarek…
Akarsular kabardıkça kabardı, nihayet taşkınlar oluştu. Önemli otoyollar sular
altında kaldı. İnsanların evleri, köyleri, hatta kasabaları su
baskınlarına uğradı.
Nehirler, ırmaklar bir
memleketin can damarları
gibidir ama çok dikkatli
olmak gerekir. En ufak bir
Mehmet Ziya Üsküdarlı
gaflette acımadan can alırlar.
Velhasıl ölümler oldu. Yüz
milyonlar ile ölçülen maddi
zararlar… Bir diğer taraftan
ise asayişi korumak ve tesis
etmek çaba ve çalışmaları…
Bizden derhal “yurttan sesler
korosu” yanık türkülere başladı: “Fransız polisine baak,
kadın dövüyoo…” “Aaa!
Hani ya bunlardaki demokrasiii?” “Gezi olaylarında
bunlar bizi çok ayıplamışlardı kiiii!”
İlkokulda böyle “çamur
şekvacılar” vardı: “Örtmeniiim, Necla beni çimdiklediii…” “Örtmeniiimm, Halil
kafama kalemtraş attı…”
Bunları bırakın bir yana
artık. Artık büyüdünüz. Koskoca adam oldunuz yahu!
Böyle üç beş gazetecinin
üslupsuz şikayetiyle bir yere
varılmaz. Ya nasıl varılır?
Şöyle varılır:
Dışişleri Bakanlığı nezdinde Fransız Büyükelçisi
“bilgi vermeye” davet edilir;
basın örgütleri, gazeteciler
birliği gibi dernekler ve sivil
toplum kuruluşları, bu durumu “şiddetle kınadıklarını”
belirten yazılı basın ve medya
bildirisi yayınlarlar. Meclis’te,
“Avrupa’da demokrasi ölüyor
mu?” başlıklı oturum tertip
edilir. Fransa’ya on on beş
muhabir refakatinde birkaç
televizyon kanalı gönderilir.
Onların verdiği haber ve
görüntüler TRT gibi ciddi
devlet kanallarında neşredilir.
Devletin televizyon kanallarında bu durumu “şiddetle
kınayan” açık oturumlar,
yuvarlak masa toplantıları
düzenlenir.
Van depremi olduğunda
ilk haberleri TRT değil,
Fransız devlet kanalı olan
TV2 verdi. Hem de naklen!
Fransız TV’sinin o sırada
orada ne işi vardı yahu?!
Depremin olacağını biliyorlar mıydı? Yoksa zaten
o bölgede konuşlanmış
vaziyette miydiler? Bilhassa
mahallî vatandaşın Fransız
TV’sine kendi devletini
şikâyet etmesini, kendi devletini tahkir ve tezyif etmesini, Fransız devlet kanalı
TV2’nin de bu haberi bu
görüntülerle yayınlamasını
hâlâ unutamam.
Misilleme yapılacaksa, işte
böyle yapılır!
Gönderin üç televizyon
kanalını, kendi devletini tezyif edecek üç beş kanı bozuk
Fransız bulsanız kafi… Artık
bir hafta, on gün yayınlayın
görüntüleri, şikayetleri…
Gerçi bu kadarcık kanı bozuk bulmakta bile güçlük
çekilebilir; zira bunlar kendi
devletlerini, bizim kendi
devletimizi sevdiğimizden
daha ziyade seviyorlar maalesef!
Bu arada yiğidi dövelim, ama hakkını da teslim
edelim; bunca hengamenin
arasında Fransa, bir de
Avrupa Kupası’nı organize
etti. Hatta bu akşam Milli
Takımın İspanya karşısında
darmadağın olup kemal-i
afiyetle yemiş olduğu 3
adet golü, abonesi olduğum
BEIN televizyonu kanalından naklen seyrettim.
Burada, Paris’te mağrip ezanı
saat 22:02’de okunuyor. Yani
iftar, saat 10’dan sonra… İlk
iki golü iftardan evvel yedik.
Allah affetsin.
BEIN TV kanalı Qatar’a
ait. Bu sebebden normal
Fransız medyasında pek gö-
rülmeyen “Omar’lar, Ali’ler”
moderatör olarak karşımıza
çıkıyorlar. Yahu bu bile
Fransız’a atılmış ciddi bir
goldür. Helal olsun Qatar’a!
Futbol bahsini şu haberle
bitirelim: Milli Takım kafilemiz Fransa’nın Var vilayetinin Saint Cyr sur Mer
kasabasında konuşlandırıldı.
Türkiye’den gelen özel bir
tim, Milli Takım kafilemizi
koruyor. Fransızlar, eksik
olmasınlar (!) bir de özel
güvenlik (!) şirketi görevlendirmişler. Şirketin ismine
bakın bir: P2K!
Yapılacak en iyi tepki
umursamazlık olacaktı. Hatta “Türk konukseverliği” adı
altında bunlara meşrubat
filan ikram edilebilirdi. Bu
meşrubatlar bazen müshil
etkisi de yapabilirdi(!).
Yok! Bizimkiler yine
yaygarayı bastılar. Hep ayağına basılınca ayılıp bağırıp
çağıran tipler vardır ya, bir
sonraki hamleyi asla hesaplamazlar. “İstemezük” dediğin
zaman, kendini büyük bir
risk ve tehlike altına atmış
oluyorsun. Olabileceklerden
sadece sen mesul duruma
düşüyorsun.
Bu işler Fransa’ya gelmeden evvel karara bağlanıp
yazılı anlaşmalarla sabitlenir.
Bu işleri de normal olarak
Dışişleri yapar ya da yapması
ve yapmış olması gerekir(!).
Hamdolsun güvenlik açısından şu ana kadar bir terslik, bir aksilik olmadı. Hatta
bu akşamki İspanya maçını
seyredince, keşke özel tim
Milli Takım’ın yerine sahaya
çıkmış olsaydı pek muhtemelen daha iyi bir netice
alınabilirdi diye düşündüm.
Muhammad Saleh
Hepinizin bildiği veçhile
geçtiğimiz 19 Mayıs günü,
Mısır Havayolları’na ait
Paris-Kahire seferini yapan
bir uçak düştü. Uçakta çeşitli
milliyetten yolcular vardı.
Biri de -merhum- arkadaşım
Muhammad Saleh…
Muhammad Saleh, Sudanlı idi. Neredeyse iki
metreye takarrüb eden boyu
ile aslan gibi bir adamdı.
Kahire’den Hartum’a devam edecekti. Rahatsız olan
annesini ziyarete gidiyordu.
UNESCO’da çeşitli projelere
imza atmış, kültürlü, bilgili
biriydi Muhammad Saleh.
Dimdik duruşuyla adeta
İslâm’ın bir neferiydi.
Arkasında gözü yaşlı hanımını ve küçük çocuklarını
bıraktı. Allah rahmet eylesin.
Yine de aklıma bir soru
takılıyor: Uçaktaki yolcuların
milliyetleri açıklandığında
Sudanlı bir yolcudan bahsedilmedi...
Neyse… Aklımıza ziyan
etmeyelim.
Makalemi Behçet
Necatigil’in “Temmuz Tikleri” adlı şiirinden iki kıta
iktibas ederek bitirirken,
hepimize sıhhat ve sürur içerisinde nice güzel ve hayırlı
bayramlar temenni ederim.
“Yanda, altta, üsttekiler/
Yirmi yedi daire apartman/
Yatmış sanki ölüm uykusuna/ Donmuş zaman.
Çıt yok/ Eriyen camlardan/ Kavrulmuş perdelerde/
En ufak bir kıpırtı./ Ne
sokaktan geçen taşıt,/ Su
saatlerinde tıkırtı…/ Ne kapı
önündeki ağaçta/ Kuş sesleri./…”
temmuz 2016
71
haberajanda
Bosna’da Temmuz
alımlı ve nazlı sükûnetleriyle
Bosna Millî Parkı’nda (Vrela
Bosna). Şehitlikte sükûnetle
uyuyordu Aliya… (Ruhu şâd
olsun!)
Srebrenitca’da, Bosna
şehitlerinin beyaz endamlı
kabir taşları haykırıyordu bir
hakîkati sessiz çığlıklarla:
“Küllü nefsin zaikatün mevt.”
(Her nefis ölümü tadacaktır.)
(Sırplar da, zalimler de...)
Bosna soykırımının mimarları ve
Vahşetlerini gizleme makyajları
“N
EDEN büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı/ Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak?” >> Böyle diyor şâir; muhtemel içindeki tutkunun,
sadâkatin, heyecanın hesâbını
soruyor kendi kendine. O
ihtimâle tutunup ben de aynı
soruyu soruyorum Bosna’ya
her yolum düştüğünde...
İgman dağlarında karlar
çoktan erimişti Bosna’yı
“karlı bir gece vakti” değilse
de tedirgin hatıralarımızda
uyandırdığımızda. Can dostumuza gider gibi heyecanla
düşmüştük yine yollara. Çünkü candı bize Bosna! Özlemi
düşünce içimize, özleyenlerle
birlikte küçük bir ekip kurup
hasret gidermeye, dostun hatırını gözbebeklerine bakarak
72
temmuz 2016
sormaya, suyundan içip eski
yaşanmışlıklarına bizâtihî
dokunmaya gittik. Bosna
sevdâlısı canlarla, dinmeyen
heyecanlarla vardık Osmanlı yadigârı bu coğrafyaya.
Ajanda Dergiler Grup Başkanımız Yavuz Selim Bey’in
organize ettiği bu ahde vefâ
seferimizde Balkan Tur’un
sahibi Selim Dilek ağırladı
yine bizleri.
20 yıl öncesinde yaşanmış
acıların sızısı “Davulun sesi
uzaktan hoş gelir!” tınısında
olsa da içimde, ırmaklarının
heyecanı ile bu coğrafyanın
geleceğini yeşertsem de düşüncelerimde, bir yetinemeyiş
girdabında savrulurum “Bosna” denince. Bu yüzdendir
bitmez ona varışlarım, son
bulmaz canıma can yapışım.
Ve büyük bir ırmak olup coşkuyla akar, geçer aklımızdan,
canımızdan Bosna. Şâirin
heyecanına kapılışımız da
bundan…
Evet, karlar çoktan erimişti
ve mevsim yaza evirilmişti
minâreleriyle, göğe yükselen
ezan sesleriyle, beyaz tülbentli
Boşnak anneleriyle âşinâsı
olduğum bu diyâra gittiğimde. Gürül gürüldü Bosna’nın
koynundan süzülüp geçen
ırmakları. Yeşile kesmişti
dağlar. Kuğular süzülüyordu
Yeni kabirler eklenmişti
Srebrenitca Şehitliği’ne. Fakat şehit sayısını aynı gösteriyordu girişteki büyük kayanın
üzerine yazılmış rakamlar:
8372...
“Srebrenitsa Anneleri”nin
yaslı bakışlarıyla buluştu
gözlerimiz bir kez daha.
Sırpların BM kontrolündeki
esir kampı Akü Fabrikası’na
uğruyoruz. Sırp zulmünün
belgesi olan orijinal videolar
gösterimden kaldırılmış.
İşkence odaları ziyarete kapatılmış, Boşnaklara yapılan
eziyet fotoğrafları azaltılmış.
Yani zâlim, zulmünü makyajlamış! Esefle kınıyor, onları
Rabbimize havâle ediyoruz!
Vezirler şehri Travnik
Kalesi, bir Osmanlı menkıbesini sunuyordu panoramik
seyrimizde. Şehrin tam ortasından geçen Lasva nehri en
az benim kadar heyecanlıydı.
Kahve kokusuna karışıyordu
geleceğin umudu Boşnak
gençlerin şen sesleri. Girişken, özgüvenli ve savaştan
habersiz, göz bebeklerimize
dokunuyordu bakışları. Bir
dik duruş manzûmesi emânet
almıştı onlar savaştan sağ
çıkan atalarından. Belliydi...
Bir Sırp çocuğu doğduğunda, yastığının altına
keskin bir hançer konur, 9
Nesrin Çaylı
[email protected]
gün bekletilirmiş bir gün
bir Müslümanın kalbine
saplaması temennisiyle...
Büyüdükçe Sırp çocuk, tazelenirmiş zihninde bu zâlim
niyet…
Acaba Boşnak gençlerinin
yastığının altına anneler bir
şey koyuyorlar mı, bir niyet
tutuyorlar mı din savaşları ile
gözü bürümüş cânîler için?
Çocukların tertemiz fıtratlarını böyle ölümcül, böyle
cânîce niyetlerle bozamaz bir
Müslüman Boşnak elbette!
Ancak duâya duruyorlardır
zâlimin zulmünden, kötülerin
şerrinden Allah’a sığınarak…
Mostar Köprüsü’nün çıkışında “Don’t Forget 93!” yazan taş yerli yerinde duruyordu. Şen kahkahalar geliyordu
kahvelerinden ve turistler
fotoğraf çekiyordu…
Saraybosna çeşmelerinden
dostluk ve kardeşlik bağını
kuvvetlendiren sular hâlâ
akıyordu. Yine değil, yeni
besmelelerle yudumladım
suyunu Bosna’nın. Moriça
Han yine buram buram
kahve, yine buram buram
tarih kokuyordu. Su sebili
Saraybosna’nın meydanında,
ışıltısıyla zamana ve yanından
geçen Sırplara sessiz sedâsız
meydan okuyordu.
Yeni acılarla
yırtıldı yüreğimiz
Bu gidişimizde yeni isimlerle tanış olduk. Yeni acılara
dokunduk. Ahmiçi köyünde
Sırplar tarafından yakılarak
şehit edilen 116 Boşnak şehidin ruhlarına Fâtihâ-yı Şerif
okuduk.
Savaşın hüznü, onurun
güzü Gorajde’ye düştü yolumuz. Necad Kurtoviç’in se-
sinden, gözlerinden geçmişte
kalan fakat bir türlü geçmeyen savaşın sancısını hissettik.
Acıdı içimizde bir yer ve
nemlendi gözlerimiz.
Kurtoviç, savaş yıllarında
20’li yaşlarda bir delikanlı...
Fakat bir müsabakaya girer
gibi girmiş savaşa. Savaşın
en fecî vaktinde arkadaşlarıyla bir kahvede otururken
yurdunu savunmak, sevdiklerini korumak için karar
almışlar ve Sırpların târiflere
sığmayacak cânîliklerine
kalplerindeki îman ve inançla
direnmişler.
Kurtoviç, geçen yıl dünya
evine girmiş. Eşi anlatırken
gözleri doluyor hanımının.
Hüzünlü bir şiir geçiyor
gözlerinden. “Benim gövdem yıllar boyu sevmekle
tarazlandı./ Öyle çalımlarla
gecenin çitlerinden atlardım,/
Bir güneş sayardım kendimi
denizin karşısında./ Çünkü
çam kokularına sürtünüp
ağırlaşan ruhların/ İnanmazdım dosyalara sığacağına./
Gittikçe ışıldardım dükkânlar
kararırken,/ Hüznün o
beyaz etrafına sakallarım
batardı” dizelerini okuyoruz
hüzünlü bakışlarından.
Yine Kurtoviç’ten işittik;
Sırpların ağaç tepelerindeki
beyaz insanlarla savaştığını
ve sessiz sözsüz anlayıverdik
kalbi “Allah” diye çarparak
savaşanlara Rabbin gökten
yardım orduları indirdiğini.
Cânî Sırpların
cinneti
Yine bu seferimizde
öğrendik ki, bebek katili
Sırpları terk etmiyormuş
öldürdükleri çocuklar. Onların rüyâlarına giriyor, ölüme
dâvet ediyorlarmış. Günlük
Savaşın hüznü, onurun güzü Gorajde’ye düştü yolumuz. Necad Kurtoviç’in sesinden,
gözlerinden geçmişte kalan fakat bir türlü geçmeyen savaşın sancısını hissettik. Acıdı
içimizde bir yer ve nemlendi gözlerimiz.
tutan ve yaşadıkları bu vicdan muhasebesini kayda alan
Sırplar cinnetin eşiğinde
kıvranarak intihar ediyorlarmış. Artlarında bıraktıkları
notlar, şimdi Müslüman
Boşnakların arşivlerinde
saklıymış.
Kurtoviç, “Drina nehri,
Bosnalı Müslümanlar için
‘kutsal’ bir nehirdir. Karadağ
ve Sırbistan Çetnikleri 20.
yüzyılda defalarca bu nehirde
Boşnak Müslümanları katlettiler. Bu nehir, I. ve II. Dünya
Savaşları’nda ve en son 19921995 yılları arasında devletimize ve milletimize karşı
yapılan soykırımda öldürülen
binlerce kadın, çocuk ve yaşlının isimsiz mezarıdır” diyor.
Yüreğimiz yırtılıyor mâzide
kalsa bile bu yaşanmışlıkla…
Vişegrad’ın tam ortasından
geçiyor Drina. Bir zamanlar
kızıla boyanmış yüzünde
hâlâ bir hüzün saklı; kendi
kendini kandan arındırmanın
yorgunluğu var akışlarında...
Üzerinde 445 yıldır ihtişamla geçitlik yapıyor Sokullu
Mehmet Paşa Köprüsü.
Osmanlı mührü vurulmuş
Vişegrad’ın göğsüne bu köprüyle. Muhkem ve kavi bir
bağ kuruyor nehrin iki yakası
arasında. Ceddimizin yâdı
düşüyor hâfızalarımıza ve acı
ile onuru yoğuruyoruz aldığımız her nefes ve attığımız her
adımda.
Bir vedâ bûsesi koyuyoruz
Bosna’dan ayrılacağımız son
gece secdelerimizde Boşnak
kardeşlerimizin alnını öper
gibi. “Unutmadık, unutmayacağız ve unutturmayacağız
20. yüzyılda Avrupalı Sırpların modern cellatlıklarını!”
diye kasem ediyoruz.
Son gün, havalimanına
gitmeden önce dindaşlarımızın vatanlarının özgürlüğü
için verdiği mücadeleyi özetle
anlatan “Hayat Tüneli”ne
uğruyoruz. Bir yıl önce gördüğümüz, ABD’nin Vietnam
Savaşı’ndan kalma tarihi geçmiş gıda yardımları kaldırılmış. Savaş döneminde Necmettin Erbakan Hoca’nın ve
Milli Türk Talebe Birliği’nin
yaptığı yardımların belgeleri
ve teşekkür notları da yok
edilmiş. Dahası, Boşnak
Müslümanlar savaşmamış da
piknik yapmışlar gibi, camdan vitrinlere kırmızı “Coca
Cola” kutuları ve tablet Amerikan çikolataları konulmuş.
20 yıl önce yaptıkları insanlık
dışı vahşete bir kat daha
makyaj yapmış Hıristiyan
dünya!
Tünelden çıktığımızda gün
çoktan batmış, Bosna mâzisi
kadar karanlık bir gecenin
koynunda kalmıştı. Gökyüzündeki hilâlle baş başa bıraktık Bosna’yı ve Rabbimize
emânet ettik Boşnak kardeşlerimizi...
temmuz 2016
73
haberajanda
Portre
“Tayyip Kardeşim,
duâlarımız sizinle...
Bu topraklar evlâd-ı
Fâtihân ve Osmanlı bakiyesidir. Bosna’mı koruyun, Bosna’ma sahip
çıkın! O size emanettir...” (Bosna-Hersek
Kurucu Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç)
***
Aliya, kendisini hep
bir evlâd-ı Fâtihân ve
Osmanlı torunu olarak
gördü. Bosna’yı da
Balkanların batı ucunda kalmış bir Osmanlı
toprağı... Onun için
İstanbul’dan, Fatih Sultan Mehmed’in türbesinden toprak getirilip
mezarına serpilmesi,
köklerinin yaslandığı
yeri göstermesi bakımından büyük bir anlam ifâde etmektedir.
Düşmanlarını çatlatırcasına, bütün dünyaya
karşı “Ben beş asırlık,
böylesine muazzam bir
mîrasın üzerinde oturuyorum!” demektir bu.
***
O, Balkan coğrafyasının batısında Boşnakların inancını yeniden
mayaladı. İstikbâl vadeden bu mayanın tuttuğunu bugün bütün
dünya görüyor. Aliya,
halkını arkasına alarak
ayaklarına takılmak
istenen prangaları kırmış, dünya âleme “Ben
de varım!” diyebilmiş
bir liderdir.
74
temmuz 2016
İzzetbegoviç-Erdoğan
25
NİSAN 2016 tarihli Yeni Şafak gazetesinde Nil Gülsüm’ün,
Aliya İzzetbegoviç’in oğlu ve hâlen Bosna-Hersek Başkanlık
Konseyi Başkanı Bakir İzzetbegoviç ile yaptığı bir röportaj
yayımlandı.
>> Bu konuşmada oğul
İzzetbegoviç, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’la
olan dostluğunun kendisine
babasından tevârüs ettiğini,
nezdinde onun diğer bütün
devlet adamlarından ve politikacılardan farklı bir yere
sahip olduğunu söyledikten
sonra şöyle devam ediyor
konuşmasına:
“Aliya, Tayyip Bey’le
görüştüğünde tecrübeli ve
akıllı bir devlet adamıydı.
Gerek hapishane döneminde, gerekse savaş sırasında
çok farklı insanları tanıma
ve inceleme imkânına kavuşmuştu. İnsanların ruhunu
iyi tanıyan ve ilk bakışta iyi
ve kötü yönlerini, karakterlerini, güçlü ve zayıf noktalarını çıkarabilen biriydi.
Erdoğan’ın inancını, liderlik
kapasitesini ve içindeki gücü
ilk bakışta keşfetmişti. Ölüm
döşeğinde Erdoğan’ı çağırıp
Bosna-Hersek’i ona emânet
etmişti. Bunu gerçekten
ölüm döşeğinde, hasta yatağında yapmıştı.
Erdoğan’ın son ziyaretinde, bütün gücünü toplamaya
çalışmış ve istediği etkiyi
bırakmak için gayret göstermişti. Nitekim Erdoğan,
ziyaretinin ardından son
derece mutlu ayrılmış ve
rahmetli Aliya’nın iyileşiyor
olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu ziyaret, Cumartesi
öğleden sonra gerçekleşti ve
babam ertesi gün öğleden
önce ruhunu teslim etti.”
Aliya
ve Tayyip
Yakın dönem siyaset tarihimizde, biri Türkiye’de,
öbürü de Bosna’da olmak
üzere önadıyla hitap edilen
herkesin âşinâ olduğu iki
lider ön plana çıkmıştır:
Aliya İzzetbegoviç ve Recep
Tayyip Erdoğan... “Bey” ve
“efendi” gibi tazim sıfatlarının yanında, “Başbakan”
ve “Cumhurbaşkanı” gibi
bulundukları makamı ifâde
eden unvanlar kullanılmakla
beraber, genel olarak halkın
bu iki lidere sevgi ve saygısının bir yansıması olarak
önadlarıyla hitap edildiğini
görüyoruz.
Her ikisi de kendi sınırlarını aşmış, Filistin, Bosna,
Pakistan, Mısır, Somali,
Suriye başta olmak üzere
Endonezya’dan Fas’a kadar
bütün bir İslâm dünyasına
mensup ümmetin sembolü
olmuştur. Aynı zamanda insanın en yakınları ve samîmi
buldukları kimseler için
kullandığı önadıyla anılmak,
Erdoğan ve İzzetbegoviç’in
halkı tarafından kendilerinden biri olarak algılandıklarını göstermesi bakımından
da üzerinde durulmaya
değer bir özelliktir.
Kader, çağdaş olan bu
iki lideri 20. yüzyılın ikinci
yarısında aynı coğrafyada
buluşturdu. Tarih: 18 Ekim
2003, Cumartesi... Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan,
İngiltere’nin başkenti
Londra’daki görüşmelerini
bitirmiştir. İstanbul’a dönmek üzereyken, 38 günden
beri hasta yatağında yatan
Aliya İzzetbegoviç’in durumunun oldukça ağırlaştığına
dair bir haber ulaşır kendisine. Hiç hesapta yokken,
bunun üzerine Erdoğan yolunu değiştirerek doğrudan
Saraybosna Havalimanı’na
iner. Türk Başbakan’ın amacı, Bilge Lideri ölümünden
Hüseyin Yorulmaz
[email protected]
buluşmasının son perdesi
önce hasta yatağında bir kez
olsun görebilmektir.
Erdoğan, Boşnak liderin
konuşamayacak kadar ağır
hasta olduğunu biliyordur.
Çünkü günlerdir bilinci kapalı olarak yattığını ve kimseyle konuşamadığı haberini
almıştır. Buna rağmen dünya
gözüyle son bir kez olsun
görüp helâlleşmek ister ve
yolunu Bosna’ya düşürür.
Ancak bu ziyaret,
Erdoğan’ın üzerine başka
bir görev daha yükler: Kendi
ülkesinin sorumluluğuna
ilâveten, bir de Bosna’nın
sorumluluğu… Konuş-
malarında Saraybosna’dan
Semerkant’a, Kahire’den
Mekke-Medîne’ye sık sık
selâm göndermesinin nedenlerinden biri de budur.
İşin ilginç yanı, günlerdir
bilinci kapalı olarak hastanede yatan İzzetbegoviç’in
şuuru, Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanı gelince açılır.
Bugünün Bosna-Hersek
Cumhurbaşkanlığı Konseyi
Üyesi Bakir İzzetbegoviç’in
anlattığına göre Aliya’nın,
Recep Tayyip Erdoğan’ın
geleceğini duyunca mavi
gözlerine fer gelerek sararmış
yüz hatlarında tebessüm
belirmeye başlar. Belli ki ona
temmuz 2016
75
haberajanda
Portre
söyleyecekleri vardır ve o da
yanına geliyordur.
Erdoğan’ı odasının kapısında âniden görünce
hafif meyilli yastıktan biraz
kıpırdanarak kalkmak ister
Aliya. Bu hareketi yaparken
zorlandığı görülür. Erdoğan
buna engel olup rahatsız
olmaması gerektiğini yakınlarına söyleyerek hemen yanı
başındaki bir sandalyeye oturur. Bir süre öylece karşılıklı
bakışırlar. Bilge Lider, âdetâ
uzun zamandan beri ölüm
döşeğinde Türk misafirini
bekliyordur ve söylenmesi
gereken bir vasiyeti vardır da
onu iletecektir.
Aliya, dermansız kollarını
uzatarak Erdoğan’ın ellerini iki elinin içine alır ve
söze sanki saatlerdir süren
doyumsuz sohbetin ardından yarım kalmış cümlesini
tamamlar gibi kesik kesik şu
kısa sözleri kurar:
“Tayyip Kardeşim,
duâlarımız sizinle... Bu topraklar evlâd-ı Fâtihân ve
76
temmuz 2016
Osmanlı bakiyesidir. Bosna’mı
koruyun, Bosna’ma sahip çıkın!
O size emanettir...”
Hepsi bu kadar! Burası
sözün bittiği yer…
Artık merâmı anlatmak için kurulacak başka
cümlelerin bir anlamı da
kalmamıştı. İçinde bulundukları atmosfer ve yaşadıkları yoğun duygu seli çok
şey anlatıyordu zaten. Bilge
Lider bu sözü o güne kadar
görüştüğü tüm liderlerden sır saklar gibi esirgedi,
kimseye söylemedi. Belki
de bu sözü Erdoğan’dan
başka kimsenin kaldıramayacağını bildiği için, o âna
kadar içinde saklamıştı. Ya
da onun istikbâlini okumuştu. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ndeki başkanlığından beri takip ettiği ve
zaman zaman görüştüğü
Recep Tayyip Erdoğan’ın
Başbakanlığı’nın ardından
daha 7-8 ay kadar ancak
geçmişti.
Aliya, üzerindeki en değer-
li emâneti Tayyip Erdoğan’a
yükleyecek kadar onda bir
damar bulmuş ve kalpten
kalbe köprü kurarak âdetâ
geleceğini okumuştu. Artık
emânet emin ellerdeydi ve
ruhunu teslim edebilirdi.
Üsküdarlı Sıdıka Hanım’ın
torunu ile yine Üsküdar’ın
yamaçlarında, Karacaahmet
Mezarlığı’nda medfun Tenzile Hanım’ın oğlunu, kader
son olarak bir araya getirmiş
ve her iki taraf için de maksat hâsıl olmuştu. BosnaHersek Cumhuriyeti’nin
ilk Cumhurbaşkanı Aliya
İzzetbegoviç, bu tarihî randevudan bir gün sonra, 19
Ekim 2003 Pazar günü ebediyet yurduna göç etti. Allah
rahmet eylesin!
Gökyüzünün
ağladığı
gün
“Aliya İzzetbegoviç” deyince, her zaman şöyle bir
fotoğraf karesi gözümüzün
önünde canlanır: Bakışlarındaki derinlik ve duruşundaki
vakar, âşinâsı olduğumuz
ricâl-i devlet arasında onu
hep yalnız kalmış bir insan
gibi gösterir. Simasındaki
kendine özgü tebessüm,
ağlamaklı yüz hatlarının
hüzne karışmış ifâdesi gibi
durmakta, çivit mavisi gözle-
Hüseyin Yorulmaz
ri hikmetli bakışına derin bir
anlam katmaktadır.
Bu fotoğrafın sahibi, âhir
ömründe iki kez kalp krizi geçirdi. İlki, Bosna’nın
ameliyat masasına yatırıldığı
Dayton Antlaşması’nın hemen sonrasına, 1996 yılının
ilk aylarına rastlar. O tarihten
sonra birkaç yıl daha aktif
görevde kalabildi. 10 Eylül
2003 tarihinde evinde âniden
bayılması ve düşerek dört
kaburga kemiğinin kırılması
üzerine hastaneye kaldırıldı.
Bu kriz fenâ idi ve atlatılacak
gibi durmuyordu. 78 yaşındaki Aliya İzzetbegoviç iç
kanaması geçirmiş ve yolun
sonuna gelmişti. 40 gün sonra da Koşeva Hastanesi’nde
vefât etti.
Bosna’da vefât eden
Müslümanlar için gazetelerde ve sağa sola asılan
duvar ilânlarında öteden beri
“irtihâl-i dâr-ı bekâ” (ölümsüzlük yurduna göç) ifâdesi
kullanılır. Bosna’da yüzyıllardır kullanılan bu kalıp,
bir Osmanlı ifâde tarzı olup
Arap harfleriyle yazılır. Bu
ifâde Aliya İzzetbegoviç için
de kullanılmış ve ülkenin en
küçük yerleşim birimlerine
kadar her tarafa gönderilmişti. Bu ilânlar Müslümanlar için yeşil basılırken,
gayrimüslimler için siyah ve
ateistler için açık mavi basılmakta, ölen kişinin kimliğini
belirtmesi bakımından bir
anlam ifâde etmektedir.
İzzetbegoviç öldüğünde,
herkes onun Gazi Hüsrev
Bey Camii’nin hazîresine
gömüleceğini sanıyordu. Meğer vasiyetnâmesinde, “Beni
şehitlerin yanına defnedin!”
demiş. Yıllardır onların
yanında olmayı arzu ettiği
şehitlerin yanına... Sevdiği
ve özlediği mücâhit arkadaşlarının arasında, Kovaçi
Mezarlığı’nda yatıyor şimdi.
Aliya, kendisini hep bir
evlâd-ı Fâtihân ve Osmanlı torunu olarak gördü.
Bosna’yı da Balkanların
batı ucunda kalmış bir Osmanlı toprağı... Onun için
İstanbul’dan, Fatih Sultan
Mehmed’in türbesinden
toprak getirilip mezarına serpilmesi, köklerinin yaslandığı
yeri göstermesi bakımından büyük bir anlam ifâde
etmektedir. Düşmanlarını
çatlatırcasına, bütün dünyaya
karşı “Ben beş asırlık, böylesine muazzam bir mîrasın
üzerinde oturuyorum!” demektir bu.
Aliya’nın toprağa verildiği
gün Saraybosna’da âdetâ yer
gök ağladı. Bilge Lider’e karşı son görevini yerine getiren
yerli yabancı bütün insanlar buna tanıklık etti. Şâir
Mehmet Aycı’nın dizeleriyle
belirtirsek, “Şimdi burada
rüzgâr deli Boşnak esiyor/ Yeryüzünün acılar denizi saçlarına./ Ellerine dökülen bütün
ırmaklar Boşnak./ Asırlar var
ki, yağmur hiç böyle yağmamıştı,/ Hiç böyle ıslanmamıştı
çocuklar!/ Böyle yaslanmamıştı
tarih Saraybosna’ya”.
Gökyüzünün
Saraybosna’ya tarih düşürmesi anlamına geliyordu bu.
“Yıldızların parladığı an”dan
sonra “kayan yıldız sırrı” da
diyebilirsiniz buna. Yahut
20. yüzyılın ufûnet dolu
karanlığından kurtuluşun
yıldönümü olarak 21. yüzyıla
parlak bir giriş yapmak…
Çünkü tüm dünyanın gözleri
önünde sergilenen Sırp katliamının, Çetniklerin döktüğü
kanı ancak böylesi bir yağmur temizleyebilirdi.
Ali
İzzet Paşa
Tarihte iz bırakmış birtakım kişileri, gelişmekte
olan önemli olayların ortaya
çıkardığı kabul edilir. Nâdir
görülen toplumların kırılma
ânlarında, olayların akışını o
kişi belirler ve kalabalıkları
açtığı çığırdan yönlendirerek
ustalıkla yürütür. Akıp giden
mecrâda selin önünde bir
çerçöp olmaz, çığır açarak
olaylara yön verir bu kimseler. Sanki o kişinin, arkasındaki kitleye yön vermek için
o zamanda dünyaya gelmesi
gerekirmiş gibi, tarih onu
bu belirleyici özelliğinden
dolayı kendiliğinden kahraman yapar. “Kaderin tecellisi”
denilen şey de galiba budur.
Aliya İzzetbegoviç, Bosna
Savaşı’nda varlığını tüm
dünyaya kabul ettirmiş,
halkının kaderini belirleyen
ender devlet adamlarından
biridir. Bilindiği gibi Dayton Antlaşması ile BosnaHersek birtakım kantonlara
ayrılmış ve bu kantonları
oluşturan çoğunluğun yanında diğer unsurlara da söz
hakkı verilmiştir. Aliya kendi
kantonlarında bu hakkı
tanımasına rağmen, diğer
kantonlarda, özellikle Sırp
Cumhuriyeti’ne ait bölgelerde Boşnaklar bu haktan
mahrum bırakılmışlardır.
Aliya’nın içine oturan ve
Dayton’dan kalan en büyük
ukdelerden biri de budur.
Zaten söz konusu antlaşmayı
“yüreğinden kan damlayarak”
imzalamak zorunda kaldığını
bizzat kendisi söylemiştir.
Dört yıl boyunca dünyanın
yok etmek istediği sistemler
anaforunda Bosna’nın bir dal
bulup can havliyle tutunması
idi bu. O dalın gövdeden
koparılmak istendiğini,
Bosna’da her an budanmakla
karşı karşıya olduğunu yıllardır hep beraber gözlemliyoruz.
Ülkesinin bu hâlde olması
Aliya’nın duruşuna bir halel
getirmez. O bütün bunların
başına niçin geldiğini, halkının sahip olduğu kimliği
yüzünden olmadık sıkıntılara
katlandığını çok iyi biliyordu.
Ya bu kimliğinden vazgeçecekti ya da ülkesinden! Onun
için ilkinden vazgeçmesi demek, halkının tarih sahnesinden çekilmesi ile eşdeğerdi.
Kimliğinden taviz vermediği
için, ülkesini bu kadar da olsun koruyabildi. Ondan vazgeçseydi, ülkesinin bir Sırbistan yahut Hırvatistan’dan
farkı kalmayacaktı. Bunu
en iyi bilenlerden biriydi
çünkü. İşte Bosna’da, Boşnak
halkının bile bir kısmının
anlayamadığı Aliya’nın büyüklüğü buradan gelmektedir. Mareşal Tito döneminde
uyutulmuş ve uyuşturulmuş
Boşnaklardan bahsediyoruz.
Üsküdarlı bir zâbit kızının torunu olarak, Türkiye
ile yüz yıl önce koparılmış
tarihî bağı yeniden kurmak
Aliya’ya nasip oldu. Dolayısıyla biz onu, Rumeli’den
yetişmiş paşaların ve beylerin
devamı, hikmetli devlet
adamlarından bir Koca Ragıp Paşa ve Ahmed Cevdet
Paşa silsilesinin uzantısı olarak görüyoruz. Balkanların
yüz yıl önce Anadolu’dan
zoraki olarak koparılmış bağını yeniden sağlamlaştıran
sembol bir isim olarak…
Duvarların yıkıldığı 1989
temmuz 2016
77
haberajanda
Portre
yılı sonrasında Aliya gibi
bir siyasetçinin Bosna’nın
başında bulunması, Boşnak Müslümanları adına
büyük bir kazanç olmuştur.
Aliya İzzetbegoviç, nicedir
emsâline az rastlanan devlet adamlarımızdan biridir.
“Devlet adamlarımızdan”
diyoruz, çünkü 300-400
sene önce dünyaya gelseydi,
Osmanlı’nın anlı şanlı paşalarından biri olabilirdi.
Belki de aynı bölgeden
gelip Osmanlı tarihinde
pâdişahlıktan sonra en büyük makam olan sadârete
oturmuş Sokollu Mehmed
Paşa, Damat İbrahim Paşa,
Koca Mustafa Paşa veya
Hersekzâde Ahmed Paşa
gibi ünlülerin safında yer
alacaktı. Kim bilir, tarihe Beyoğlu Ali İzzet Paşa olarak
geçecekti belki de… Ya da
bilge ve düşünce adamlığını
göz önünde bulundurursak,
Saraybosna’dan kalkıp gelerek İstanbul medreselerinde
78
temmuz 2016
ders görmüş ve kısa zamanda
bilgi ve görgüsüyle temâyüz
etmiş Müderris Ali İzzet
Efendi olarak tanıyacaktık
onu… O zaman da muhtemelen büyük bir kadı ya da
şeyhülislâm olabilirdi. Bu
arada belki bir “dîvan” da düzenleyebilirdi. Çünkü eskinin
medreselerinde şiir ve edebiyatla uğraşmak o kişiye farklı
bir rüçhâniyet kazandırıyordu. Bu imtiyazlı özelliğinden
dolayı muhtemelen pâdişah
saraylarının, sadrazam konaklarının aranan bir şâiri
de olabilirdi. Böylece yine
o bölgenin topraklarından
gelmiş Bosnalı Sabit gibi,
Priştineli Mesîhî gibi, Vardar
Yenicesi’nden çıkmış Hayâlî
Bey gibi Dîvan şiirinin büyük ustalarından biri olarak
tanıyacaktık ve şiirlerini
bugünkü Türk üniversitelerinin edebiyat bölümlerinde
okutacaktık.
Üsküdarlı Sıdıka Hanım’ın
torunu olan Aliya, bir İstanbullu kadar bize yakın ve
içimizde yaşamış biri sanki.
Siyasî ihtirasları uğruna
rakiplerinin omuzlarına basarak yükselmiş bir politikacı
değildir o. Doğuştan tevârüs
etmiş “Beyoğlu” bir liderdir.
En tepe noktada kayd-ı hayat şartıyla bulunmak ve ne
pahasına olursa olsun, ille de
insanları yönetmek gibi bir
şiarı olmamıştır. Ölümünden
birkaç yıl önce sağlık nedeniyle başkanlıktan ayrılması
da bunu gösterir. Görev
başında ölerek tarihe geçmek
gibi bir derdi de yoktur. Bütün bu hasletlerinden sıradan
bir siyasetçi olmadığını çıkarıyoruz.
Yıldızların nâdiren parladığı anlar vardır. 1989 tarihi,
o anlardan biridir. Berlin
Duvarı’nın yıkılmasından
sonra dünyanın gidişâtı, hapishaneden yeni çıkmış Aliya
İzzetbegoviç’i siyasetin içine
çekmiş, kendisini politika
kazanının içinde bulmuştur.
Ya işe el atacak ya da olup
bitenleri eli böğründe oturup
seyredecektir. Sadece buğzetmeyi inancının en zayıf
noktası olarak gördüğünden,
eliyle ve diliyle haksızlığa
karşı savaşmak için yola çıktı.
Böylece Soğuk Savaş’ın bittiği bir dönemde, Balkan coğrafyasının Bosna kesitinde
üzerine düşen görevi yerine
getirdi.
Aliya, tarihe çentik atmış
bir isimdir. Selefleri Mahmud Paşa gibi, Hersekli ve
Köprülü Paşalar gibi... Aliya
olmasaydı, dünya sisteminin
o bölgedeki Müslümanları
Sırplaştırmak ve Hırvatlaştırmak için elinden gelen
tüm imkânların kullanıldığı
bir zamanda, olmadı büyük
bir soykırımla tarih sahnesinden silinmek istendikleri 20.
asrın son yıllarında bağımsız
bir Bosna kurulamayabilirdi.
O, Balkan coğrafyasının batısında Boşnakların
inancını yeniden mayaladı.
İstikbâl vadeden bu mayanın tuttuğunu bugün bütün
dünya görüyor. Aliya, halkını
arkasına alarak ayaklarına
takılmak istenen prangaları
kırmış, dünya âleme “Ben
de varım!” diyebilmiş bir
liderdir.
haberajanda
Gündem
Müzeyyen Taşçı
[email protected]
>> Özellikle Dağlık
Karabağ’a yerleştirilen
Ermenilerin işgâl sonrası
gerçekleştirdikleri tehcir
bir genosit niteliğinde,
uygulanan katliamlarsa
soykırım boyutundadır.
Ki nüfus dağılımına
bakıldığında, Karabağ
topraklarında 12 bin aile
yaşıyorken bunun sadece
2 bin 550’si Ermeni aile idi.
Ermeni nüfusunun yüzde
8,4’ü Ermeni meliklerinde,
büyük bir çoğunluğu İran
ve Osmanlı topraklarında
ikâmet etmekteydi.
Ermeni Soykırımı (!)
G
ÜNEY Kafkasya’da bulunan Azerbaycan toprakları, tarih boyunca Rus işgâlleri ve Ermeni isyanları tehdidi altında kalmıştır. 1813 yılına kadar Azerbaycan toprakları hanlıkla yönetilmekteyken,
Rusya, 1813 Gülistan Anlaşması ile beraber bu hanlıkları
kaldırmıştır. Söz konusu hanlıklardan olan İrevan, Nahcivan, Karabağ ve Şuşa toprakları, işgâl yoluyla alınarak Ermenilere yurt yapılmıştır.
çuları görevden almış,
“Kristal Gece” olarak
adlandırılan 9-10 Kasım’da
Alman halkını Yahudilerin sinagoglarına, mekân
ve dükkânlarına saldırmaları için kışkırtmış ve
bu şiddetli ayaklanma
sonucu 400 Yahudi’yi öldürmüş, 36 bin Yahudi’yi
döverek ve aşağılayarak
toplama kamplarına
götürmüştür.
1920’ye kadar Rusya
eliyle 114 bin kilometrekare olan Azerbaycan
topraklarından 29,8
kilometrekare keserek
Ermenistan arazisi yapılmış ve Ermenistan Devleti
kurulmuştur.
Ermeniler ilk olarak
1903 yılında Türklere karşı ayaklanmaya ve nefret
sergilemeye başlamışlardır. Türkler Ermeni çeteciler tarafından evlerinden
çıkarılıyor, sürülüyor ve
yerlerine Ermeni aileler
yerleştiriliyordu. Bütün
bunlar yaşanırken tarihler
1905’i gösterdiğinde, bu
kez Ermeniler kitlesel
olarak silahlanmaya başlamışlardı. Rus ordusundan ayrılan Ermeni asker
ve generaller, bu çeteleri
organize etme sûretiyle
Türklere yönelik saldırı ve
katliamlarını şiddetlendirmişlerdi.
Bu süreçte Müslüman
Türkler de Rus garnizonundan destek alınarak
kendilerine yönelik
sürdürülen kitlesel saldırılara karşılık vermeye
başlamışlar ve çatışmalar
savaşa dönüşmüştü.
işgâlin ardından Ermeniler, İmparatorluk dışına
gönderilerek “tehcir”
edilmişlerdir.
1918’de yüz binlerce
Azerbaycan Türkü, Ermeniler tarafından yaşadıkları kasaba, şehir, ev ve
ocakları yakılarak, kafa
derileri yüzülerek, vücutlarına çiviler çakılarak
işkence edilmek sûretiyle
soykırıma uğratılmıştır.
1915’te Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler, Azerbaycan’daki
ayaklanma ve katliamlardan cesaret alarak ve
Fransa’nın desteği ile
“Ermeni Devleti” kurma
sevdâsına kapılıp Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı
isyan başlatmışlardır.
Erzurum ve Van’ı işgâl
ederek İmparatorluğu
yıkma eylemini bütün
Anadolu’ya yaymaya
çalışmışlardır.
1917-1920 yılları arasında Ermeniler, Müslüman
Türklerin sistemli bir
şekilde katledilmesi
siyâsetini topyekûn yürüterek, terör yoluyla Azerbaycan topraklarını ele
geçirmeye çalışmışlardır.
Buna göre de Kafkasya’da
yaşayan Müslümanlara
ait her şey yakılıp yok
edilmeye çalışılmıştır.
Sadece 1917’de 400 köye
saldırılmış, kırk ev tamamen yakılmış, 130’u ise
kısmen tahrip edilmiştir.
Bu durum üzerine
Osmanlı’nın müdahalesi
ile son bulan isyan ve
Çok değil, daha 19911992’de topa tuttukları
şehir ve köylerde 3 bin
mâsum sivil Azeri’nin
katli de Ermeniler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Ermenilerin işgâl ettikleri
Karabağ’da tam anlamıyla
bir soykırım uygulandığı
tüm delilleri ile ortaya
konulmuştur.
Ancak bütün bunları
yok sayarak Almanya,
Ermenilerin “Türklerin
kendilerine soykırım uyguladığı” iddiasına sarılarak, resmen kabul ederek
âdetâ kendi “soykırım”
geçmişini örtmeye çalışmaktadır. Nitekim tarihin
karanlık sayfalarından
birini daha oluşturan soykırımlardan en büyüğünü
yine Yahudiler üzerinden
Almanlar tarafından
gerçekleştirmişlerdir.
1933’te Almanya’nın
başına geçen Adolf Hitler,
“Nürnberg Kanunları” ile
ırkçılığın fitilini ateşlemiş
ve o ateşin başta Yahudiler olmak üzere tüm farklı
ırkları yakıp kül etmesine
yol açmıştır. Önce bütün
Yahudi memur ve hukuk-
Nefrette sınır tanımayan Naziler, mâsum
sivilleri kurşuna dizmek
ile yetinemeyerek, bu kez
toplama kamplarını “ölüm
kamplarına” çevirmiş, gaz
odaları oluşturmuş ve buralarda neredeyse 1 buçuk
milyon insanı korkunç bir
şekilde zehirlemiştir.
Adolf Hitler’in
Almanya’sı, ırkçı politikaları ile başlattığı kin ve nefret
üzerinden korkunç bir soykırım örneği sergilemiştir.
Keza 1939’da da 6 milyon
sivil ve mâsum insanı toplama kamplarında işkenceyle öldüren, fırınlarda
yakan ve tam anlamıyla
bir soykırım uygulayan
Adolf Hitler’in Almanya’sı,
bugün “soykırım” hâmisi
olmaya kalkışmıştır.
Öte yandan, Osmanlı
topraklarında isyan
başlatan ve Anadolu’da
bir Ermenistan Devleti
kurmak üzere kan döken
Ermeniler kendilerinin
tehcir edilmiş olduklarını
iddia ederlerken, tarihin
sayfalarında fâili oldukları
soykırımların hesabını
vermeliler!
Almanya’nın bu kararını da, insanlık üzerinde
uygulanan bütün soykırımları ve fâillerini de
şiddetle kınıyor, nefretle
anıyoruz!
temmuz 2016
79
haberajanda
Gündem
Ermenilerden Almanya’ya Na
A
LMANYA’NIN Ermeni meselesiyle ilgili aldığı karar, Türkiye’de
büyük bir öfkeye sebep oldu. Ancak bu öfke, gâyet haklı bir zeminde kendisini gösterdi. Çünkü öfkelenmemek ve bu karara
şaşırmamak elde değildi.
>> Almanya’nın ve
tüm Avrupa’nın özellikle
mültecîler konusu başta olmak üzere pek çok hususta
Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu
böylesi hassas bir dönemde
akla zarar bir karar alarak
Türkiye’yi gücendirmeleri,
akıllarda soru işareti oluşturdu. Atılan adımın bir karşılığı
yoktu.
Fakat meseleye büyük
pencereden bakarsak,
Almanya’nın yüz yıldır buna
benzer girişimlerde bulunduğunu görebiliriz. Talat Paşa
dâvâsında katil Soğomon
Tehlirian’ı akıl hastası gibi
gösteren uyduruk mahkeme
kararlarından bugünlere geldik. Değişen fazla bir şey yok!
Almanya, Ermeni lobisinin
çıkarlarını Türkiye ile çıkarlarından üstün tutmayı tercih
etmiştir. Kendi kararıdır.
Türkiye’nin de öz menfaatlerini buna göre uyarlaması,
Almanya’yı ikinci plâna itecek çeşitli girişimlerde bulunması gerekir.
Örneğin, Türkiye’ye ziyarete gelip Türkiye aleyhinde
propaganda yapma özgürlüğünde bulunan isimlerin
ülkeye girişlerine kısıtlama
getirerek işe başlanabilir.
Maalesef bu konuda gerekli
80
temmuz 2016
takibi yapamayan bir ülke
konumundayız. İstediği
zaman Türkiye’ye gelip en
ücrâ köylere kadar gezdikten
sonra Avrupa ve Amerika’da
Türkiye aleyhine yazılar
yazan, gözlemlerini Türkiye
karşıtlığı üzerinden şekillendiren isimlere gerekli işlemler
yapılmamaktadır. Fakat aynı
ülkeler Türklere farklı davranabilmektedirler. Akdamar’a
gidip elindeki oyuncak kuru
kafayı göstererek, “Türklerin
katlettiği zavallı Ermenilerden geriye kalanlar” şeklinde
saçma, ancak ilgili ülke okuyucularının rağbet gösterdiği
yazıları yazan isimlerden
başlanabilir!
karşı savaşmış, Ermenistan
bağımsızlığı için eşkıyalık
başta olmak üzere militanlık
ve terörizm gibi her alanda
boy göstermiş bir isim. Tam
Ermenistan’da hâkimiyet
kurma hayâlindeyken, Bolşeviklerle savaşıp daha sonra
batıya kaçan Njdeh, epey
maceralı bir hayata sahip.
Heykel konusu epey tartışıldı
Ermenistan’da. Karşı olanlar
kadar, bunu Rusya’ya düşmanlık olarak algılayanlar da
oldu.
Ermenilerin Nazi
selâmı
“Garip bir şahsiyetti Garegin Njdeh. Nahcivan’da
dünyaya gelip Tiflis ve St.
Petersburg’da eğitim hayatını devam ettirmişti. Sonra
bir süre askerî eğitim için
Bulgaristan’da bulunan
Njdeh, 1908’de Daşnaklara
katılmıştı. Bu dönemde Sivaslı Murad ve Yeprem Han
gibi önemli Ermeni fedâileri
ile tanışmış, 1912’de Ruslar
tarafından verilen üç yıllık
hapishane cezâsı biter bitmez, Andranik Ozanyan ile
birlikte Osmanlı güçlerine
karşı savaşmak için Bulgar
Almanya’nın aldığı kararın bir hafta öncesinde, 28
Mayıs tarihinde, Erivan’da
ilginç bir tören yapıldı ve
ismi solcu Ermeniler arasında hâlâ nefretle anılan Nazi
işbirlikçisi Ermeni fedâisi
Garegin Njdeh adına bir
heykel dikildi. Erivan’ın merkezine dikilen bu heykelin
açılışını ise Cumhurbaşkanı
Serj Sarkisyan yaptı. Garegin
Njdeh, Osmanlı döneminde Bulgaristan ve Rusya
ordusu saflarında Türklere
2015’te yayınlanan “Fedailer Devrimi: Ermenistan’daki
Kayıp Emanet” adlı romanımda Njdeh’i şöyle anlatmıştım:
himâyesinde mücadele etmişti. Dünya Savaşı başlar başlamaz kendisini Kafkasya’da
gördüğümüz Njdeh, bu sefer
Ermeni-Yezidi askerî birliğine liderlik yapmıştı.
1920’de Ermenistan’ı işgâl
eden ve ülkedeki milliyetçileri
ortadan kaldıran Bolşeviklere
karşı gelmiş ve diğer Daşnak
fedâileriyle birlikte Karabağ
bölgesinde bir devlet kurmuştu. Bir ayı aşkın mücadeleler sonrasında İran’a kaçan
Njdeh, buradan ABD’ye
giderek ilk diaspora örgütlerinin temelini atmıştı.
İkinci Dünya Savaşı
başlayınca Nazilerin safına geçip onlara Türkiye’ye
yönelik işgâl plânı sunan
Njdeh’in önerisi kabul gördü
ve gelişmeleri beklemesi için
Kırım’a gönderildi. Burada
Almanlar tarafından oyalandığını düşünüp, bu sefer
Stalin’e bir mektup gönderdi.
Mektupta Türklerin Nazilerle
işbirliğinin Sovyetler için
kabul edilemez olduğunu, bu
yüzden kendisinin Türkler
tarafından işgâl altında tutulan doğu illerini alabileceğini
yazdı. O dönemin en büyük
kurnaz tilkisi Stalin ise bunun mektupla detaylandırılamayacak kadar önemli bir
konu olduğunu ve kendisini
Moskova’da misafir etmek
istediğini bildirdi. Fakat
Moskova’ya gelir gelmez
kendisini hapishanede bulan
Njdeh, 25 yıl hapis cezasına
Mehmet Fatih Öztarsu
[email protected]
zi selâmı
Njdeh’le birlikte bu suçlara iştirak edip Hitler yalakalığı yapan epey
Ermeni bulunuyor. Fakat bu Nazi cânîleri, bugün Ermeniler tarafından
halk kahramanı olarak adlandırılıyor, adlarına heykeller dikiliyor. Bir
başka savaş suçlusu olan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’sa, böyle birinin
heykelini açma şerefine ulaştığını söylüyor.
çarptırılmıştı. Hapishanede
de Türkiye düşmanlığı devam
eden Njdeh’in yeni hazırladığı Doğu Anadolu’yu işgâl ve
Sovyet Ermenistan’ıyla birleştirme plânı da hemen reddedilmişti. 1955’te öldüğünde
ise, Türkiye’yi işgâl plânlarıyla
ilgili muazzam çalışmaları
yarım kalmıştı.”
Görüldüğü gibi ciddî bir
karakter bozukluğu olan
Njdeh’in Nazilerle olan ilişkileri ve Yahudi soykırımı başta
olmak üzere işlenen korkunç
cinâyetlerdeki rollerine dair
sayısız kaynağa ulaşmak
mümkün.
Njdeh’le birlikte bu suçlara
iştirak edip Hitler yalakalığı
yapan epey Ermeni bulunuyor. Fakat bu Nazi cânîleri,
bugün Ermeniler tarafından
halk kahramanı olarak adlandırılıyor, adlarına heykeller
dikiliyor. Bir başka savaş
suçlusu olan Cumhurbaşkanı
Sarkisyan’sa, böyle birinin
heykelini açma şerefine ulaştığını söylüyor.
Almanya’nın kararı için
Ermenilerin uzun uğraşlar
verdikleri apaçık ortada.
Verilecek kararın sonucunu
da önceden bildikleri, Nazi
cânîsinin heykelini dikmelerinden belli oluyor. Yani
Ermeniler, Almanya’ya Nazi
selâmı çakmadan edemediler.
Amaca ulaşmak ve Türkiye
düşmanlığını sergilemek için
her yol mubah nasıl olsa…
temmuz 2016
81
haberajanda
Gündem
B
AŞLIĞI iddialı bulanlar olabilir, ama
yazıyı bitirip iddiasını öyle konuşalım...
Almanya’nın aldığı “soykırımı tanıma”
kararıyla gündemimiz bir anda değişiverdi. Almanya, Türkiye gibi tarihsel dostluğu (!)
bulunan bir ülke için Bismarck’tan bugüne yüzünü çevirdiği tüm Ermeni taleplerine 2016 yılında
destek kararı alıyorsa, bunu tarihsel bir değişim
olarak mı, dönemsel siyasal değişim olarak mı
değerlendirmek gerektiği sorusunun cevabını
öncelikle aramamız gerekiyor.
>> Devletlerin aldığı
kararlar insanî ve duygusal
refleksler içermez, stratejik
gerekçeleri vardır. Mültecî
konusunda Avrupa’nın göç
endişesiyle yaşadığı değişim
gibi… Henüz Merkel’in
Türkiye ziyaretinin fotoğrafları arşive kalkmadı. Suriyeli
mültecîlerin Türkiye’yi aşıp
Avrupa’ya göç etmelerinin
önüne geçmek için yoğun
bir diplomatik süreç işlettiler.
Hedefleri, Müslüman göçmenlerin yine Müslüman bir
ülke olan Türkiye’de kalmalarını sağlamak…
Avrupa stratejik odaklı kararlar alır. Sonucu her zaman
istedikleri gibi çıkmayabilir.
Bunun karşısında derhâl
tavır geliştirirler. Avrupalı
şirketlerde de aynı hızda bir
tavır geliştirme refleksi vardır.
Bu nedenle Avrupalı şirketlerde de duygusal kararlar
göremezsiniz.
Yine, yeniden Ermeni meselesi
Almanlarla it ifak etmeseydik
Ermeni tehciri olmazdı!
82
temmuz 2016
Bismarck’ı
etkileyemediler
Ermenilerin 1876’lı yıllarda özerk yönetim için
Berlin Kongresi’ne Patrik
Varjabedyan başkanlığında
bir temsilci heyetiyle geldiklerinde kongre yöneticisi
Bismarck, söz konusu Ermeni isteklerini önemsemedi,
gündeme bile almadı. Patrik
Varjabedyan’ın buna tepki
olarak, “Hakkımızı ancak
mücadele ederek alacağımızı
bize öğrettiniz” dediği yazılır.
Amaçları Lübnan gibi bir
statüde özerk bir Ermeni
Devleti kurmaktır.
Bismarck, Osmanlı
hükûmetine karşı Ermeni
taleplerini hiçbir zaman
siyasal bir araç olarak kullanmamıştır. Ancak şu da bir
gerçektir ki, Rusya, bu konuda 1. Dünya Savaşı’yla birlikte karşı cephede yer alınca,
Ermenilerin bu hayâllerine
kavuşmalarını askerî bir stratejik hedefe dönüştürmüş ve
onlara “özerk devlet” kurma
konusunda destek vadederek
Ermenileri Osmanlı’ya karşı
silahlandırmıştır.
Tehcir kararı,
ordunun güvenliği
için alındı
Almanya ile ittifak ederek
1. Dünya Savaşı’na girdik.
Doğuda Osmanlı Üçüncü
Ordusu’nun Sarıkamış’ta
tamamen erimesi sonucu
Ruslara karşı direnecek
ciddî bir askerî gücümüz
kalmamıştı. Bu nedenle 1915
baharında Anadolu’ya doğru
ilerleyen Rus ordusu, Nisan
ayında, Van’da Ermeni çetelerin ayaklanmaları ve yine
Ermeni milislerin girişimi
netîcesinde Van’ı ele geçirmiş
ve İç Anadolu’ya ilerlemeye
Fatih Bayhan
[email protected]
başlamıştı. Aynı dönemde
İngiliz-Fransız gemileri ve
askerleri de Çanakkale’ye
saldırı plânı içindeydi.
Rus ordusunun ve Ermenilerin hedefi, öncelikle Erzurum, Erzincan ve Ermenilerin güçlü olduğu Sivas’tı.
Rus ordusunun asıl stratejik
hedefi ise Almanların inşâ
ettiği Bağdat demiryoludur.
Almanlar
ittifakı, Osmanlı
mâdenlerini ele
geçirmek için
yaptılar
Almanya, yeni dönemde
Avrupa’nın güçlü bir devleti hâline gelme plÂnını
Osmanlı bâkiyesi üzerinden
yapma fırsatını kullanmak istiyordu. Rusya, İngiltere, İtalya ve Fransa, Osmanlı’daki
birçok mâden sahasıyla ilgili
stratejik plânlar yapmışlardı.
Büyük çaplı ihâlelerdeyse
ortalık kızışıyordu.
Osmanlı Devleti’ni kıskaçta tutmak, küçültmek, bazı
bölgelerini sömürge hâline
getirmekse büyük devletlerin
ana hedefleriydi. Almanya bu
paylaşımda İngiltere ve Rusya ile anlaşamayınca, zaten
kendine bir ittifak arayan
Osmanlı’nın yanında savaşa
girdi. Osmanlı askerinin
silah teçhizatı Almanya’dan
geliyordu. Buna askerî destek
ilâve edebilir ve bir yandan
Osmanlı’nın yeni bâkir sahalarının ortağı olabilir, bir
yandan da güç savaşına girdiği İngiltere ve Fransa’ya bir
karşı hamle geliştirebilirdi.
Almanya, kendi iç politikasında zorlanmasına
rağmen Osmanlı’nın yanında
savaşa girdi. Bu durum, Osmanlı için de avantaj getirdi.
Ancak askerî alandaki ittifakta, özellikle idarî anlamda
sürekli çatışmalar (yetki karmaşası) yaşanıyordu.
Genelkurmay
Alman, asker
Osmanlı
Yapılan ittifak netîcesinde
Genelkurmay Başkanı ve
karargâh komutanından emir
erine kadar idarî anlamda 73
Alman asker ve komutan,
bilfiil Osmanlı karargâhında
görevlendirildi. Bunların
başında, 1. Prusya Süvâri
Orgenerali ve Türk Mareşali
Otto Viktor Kral Liman von
Sanders vardı.
Sanders, Alman Askerî
Heyeti Başkanı, 1. Ordu
Komutanı, Gelibolu’da 5.
Ordu ve Suriye-Filistin
Cephesi’nde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı yaptı.
2. Prusya Piyâde Albayı ve
Türk Korgenerali Fritz Friedrich Wilhelm Brinsart von
Schellendorff, Genelkurmay
1. Kurmay Başkanı ve Genelkurmay Başkanı (Aralık
1914- Kasım 1917) olarak
görev yaptı.
Her ne kadar Enver Paşa
Harbiye Nâzırı olsa da, onun
bu ittifak için ne kadar gayret
gösterdiğini herkes biliyor,
Almanların aldığı kararları
bu nedenle Osmanlı askerî
yönetimi de uygulamak zorunda kalıyordu.
Bu iki isme dikkat etmenizi istiyorum! Bu iki isim,
Ermeni tehciri kararını alan
ve imzalayan Alman komutanlardır.
Ermeni tehciri,
Rusya tehdidine
karşı önlem
Bir başka nokta daha var:
Ermeni tehcirinin askerî bir
karar oluşu…
Devletlerin askerî karar-
ları askerî şartlarda aldığı
tartışılmaz. Savaş ortamı, hiç
alışılagelmemiş kararların
alınmasına neden olabilir.
Nitekim Ermeni tehciri de
böyle bir karardır. Almanların Osmanlı’yla ittifakının
karşısında Rusya da vardı.
Rusya, Ermenilere özerk bir
devlet kurmalarına yardımcı
olacağı vaadinde bulunuyor
ve bu sâyede Osmanlı tebaasından Ermenileri silahlandırarak Alman-Osmanlı ittifak
askerlerinin Erzurum, Van
ve Ağrı bölgeleri başta olmak
üzere içeriden ayaklanma
başlatıyordu. Bu nedenle
Osmanlı Genelkurmay’ının
başlında bulunan Alman
Brinsart von Schellendorff,
Ermenileri sivil bölgelerden
çekerek kendi askerinin
güvenliğini sağlamayı hedeflemişti. Enver Paşa’ya da,
Berlin’de bulunan Alman
karargâhına da tehcir teklifini yapan odur.
Ancak bir başka detay
var ki, o da aynı Alman
generalin, Belçika’nın göç
dalgasını oluşturan ve binlerce Belçikalıyı ülkelerinden
tehcir eden süreci yürüten
aynı komutan olmasıdır. Osmanlı’nın asırlarca
“millet-i sâdıka” diye adlandırdığı bir kavim, böylece yerinden yurdundan edilmiştir.
Talat Paşa’nın
mahkemesinde
gerçeği îtiraf etti!
Bu detayları nasıl öğreniyoruz? Tabiî ki bir taraftan
dönemin Alman komutanı
Liman Paşa’nın mahkeme
heyetine yaptığı açıklamalarından, bir yandan da bir
Ermeni komitacı tarafından
Almanya’da öldürülen Talat
Paşa’nın mahkemesine tanık
olarak çıkan bu Alman ko-
mutanın yayınlanan kendi
hatıralarından…
İşin aslını öğreniyoruz
ki, aynı Alman komutan
Brinsart von Schellendorff,
İzmir’den de Rumların tehcirini teklif etmiş, ancak Talat
Paşa tarafından bu teklif
reddedilmiş.
Velhâsılıkelâm
Ermeni tehcirini
Osmanlı’nın başına bir dert
olarak açan Almanya, bugün
Köln’deki arşivlerini araştırmacılara kapalı tutuyor.
Dönemin Alman komutanlarının yazılı telgraflarının
tehcirle ilgili taleplerinin
belgeleri de orada. Alman
ve dünya kamuoyu, ilerleyen
yıllarda bu gerçeği öğrenecektir. Zira hiçbir gerçek gizli
kalacak kadar zayıf değildir!
O hâlde Almanya neden
böyle bir karara yeltendi?
Nedeni gâyet açık! Zira Türkiye artık kabına sığmıyor.
Almanya’da bir türlü bitirilemeyen merkez havalimanının tüm uçuş bağlantıları
da Türkiye’ye kaydı. Bunun
Alman ekonomisi için anlamı büyük.
Bu karar, Almanya’nın
Türkiye’yi, dolayısıyla Tayyip
Erdoğan’ı siyâsî olarak sıkıştırma hamlesi olarak tarihe
geçti. Ancak Tayyip Erdoğan
bu hamleyi Bismarck’ın politikasıyla Merkel’e iade ederse
hiç şaşırmayın! Zira mesele
tehcirse ve Türkiye’yi suçlamaksa, bunu yapabilecek en
son ülke Almanya’dır! Çünkü
o kararda Alman generallerin
imzaları vardır. Peki, ya Türkiye kendi elindeki belgeleri
açıklar ve Alman generallerin
imzalı önergelerini dünya kamuoyuna sunarsa ne olacak?
Bunu da Merkel ile diaspora
düşünsün!
temmuz 2016
83
haberajanda
Afganistan
İslâmî bir hareket
iddiasındaki bu
örgütün sivil halka
saldırması veya
Müslüman bir ülkenin kolluk kuvvetlerine saldırması, aklıselim ile izah edilebilecek bir hâdise
değildir. Bu eylemde, Taliban’ın iddia
ettiği gibi NATO
birlikleri kapsamında Afganistan’da
bulunan yabancı
güçlerden bir tek
asker bile hayatını
kaybetmemiştir.
Kabil, Taliban ve m
Y
ÜCE Mevlâ biz kullarına yılın aylarını on iki, bunlar içinden de dördünü
haram aylar olduğunu bildirmiş ve haram aylarda savaşılmamasını bildirmiştir. Bu aylar içinde kendimize zulmetmememiz gerektiğini, yani
haram kılınan ve yasaklananı çiğneyerek kendimize zulmetmememizi
emretmiştir. Haram aylar ise Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb
aylarıdır. Bu ayların ilk üçü Hac, dördüncüsü ise Umre ayıdır. Bu aylar,
Hicrî takvimin 11 (Zilkade), 12 (Zilhicce), 1 (Muharrem) ve 7. (Receb) ayıdır. “Üç aylar”ın ilki
Receb’dir (Receb-Şâban-Ramazan).
>> İslâm toplumu içinde
“mübârek üç aylar” olarak bilinen bu aylar için
Resûlullah’ın (sas), “Allah’ım!
Receb ve Şâban’ı mübârek
kıl ve bizi Ramazan’a eriştir”
diye duâ ettiği rivâyet edilmiştir. Bir başka hadîs-i şerifte Resûlullah (sas), “Receb,
Allah’ın (cc) ayı; Şâban Benim ayım; Ramazan da ümmetimin ayı” buyurmuştur.
Hz. Ayşe’nin (rz) rivâyet
ettiğine göre Receb,
Resûlullah’ın Ramazan
ayından sonra en çok oruç
tuttuğu aydır. Savaşmanın
yasaklandığı, barış, emniyet
ve güvenliğin teşvik edildiği
aylardan olan Receb ayında
Müslümanlar, huzur içinde
ibâdetlerini yapmaları, barış
içinde günahlarından arınma
yollarını aramaları ve kendilerini Ramazan’a hazırlamaları bakımından önemli bir
fırsat yakalamış olurlar. Bu
aylarda savaş yasaklanarak
barış içinde insanların işlerine
odaklanmaları istenmektedir.
Böylelikle savaşın yasaklandığı bu aylarda insanlar
barışa alıştırılmakta, huzura
teşvik edilmekte ve emniyetin ehemmiyeti gösterilerek
diğer aylarda da aynı tutumu
sürdürmeleri için fırsatlar
sunulmaktadır. Barış, huzur
ve emniyet içinde yaşamamız
için hem bu dünya, hem de
öteki dünyayı kazanma adına
her türlü kolaylıkları bizlere
sunan Allah’a (cc) şükretmeli
ve de emir ve yasaklarına
harfiyen uymalıyız. Bu, kulluğumuzun gereğidir.
Taliban, İslâmî
doktrine ne kadar
âşinâ?
Muhammed Naim Naimi
[email protected]
ahrem ayında terör
19 Nisan 2016 tarihinde, Afganistan’ın başkenti
Kabil’de fecî bir terör olayı
“Taliban” adlı terör örgütü
tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu hâdisenin mağdurlarının tamamı, Afganistan
vatandaşı devlet kolluk kuvvetleri ve sivil halk olmuştur.
Taliban mensubu eylemci
terörist, ilkin patlayıcı madde
dolu arabasıyla Afganistan
İslâm Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı binalarından
Devlet Ricâlini Muhafaza
Başkanlığı binasına girmiş ve
kendisini patlatmıştır. Ardından bir rivâyete göre bir, bir
başka anlatıya göre de birkaç
saldırgan bu binaya girmiş ve
Afganistan emniyet güçleri
ile çatışmıştır. Emniyet güçlerinin iki saat gibi uzun bir
süreye yayılan çabaları sonucu bu teröristler etkisiz hâle
getirilmiş ve bölge kontrol
altına alınmıştır.
Teröristlerin bu mel’un
hâdisenin ardında bıraktıkları ise dehşete düşürecek
cinstendir. Resmî makamların açıklamalarına göre
Kabil’deki bu terör hâdisesi,
64 Afganistan vatandaşının
hayatını kaybetmesine ve
347 kişinin de yaralanmasına yol açmıştır. Bu terör
hâdisesinde hayatını kaybedenlerin çoğu, içinde kadın
ve çocukların da bulunduğu
sivil vatandaşlardır. Resmî
makamların açıkladığının
aksine, bu rakamların maalesef daha fazla olabileceği
düşüncesindeyiz. Bu düşünceden yola çıkarak Kabil’deki
Afgan kardeşlerimizin birkaçına bu hâdise ile ilgili soru
yönelttiğimizde, onlar da bu
fecî olayın faturasının daha
fazla olduğunu iddia etmişlerdir. Sivil halkın söylediğine göre, sadece Afganistan
kolluk kuvvetlerinden en az
100 kişinin hayatını kaybettiği ve bu rakamın birkaç
katı da yaralı askerin olduğu
belirtiliyor. Tabiî sivil halktan
da belirtilen rakamların çok
çok üstünde can kaybının
yaşandığı ve yaralanmanın
olduğu ifâdelere yansıyor.
Bu mel’un hâdiseyi, kendilerini İslâmî bir hareket
olarak tanıtan ve bu iddiayı
her fırsatta yenilemekten
kaçınmayan Taliban üstlendi. Bu olayı dinî açıdan ele
aldığımızda, Müslümanlık
iddiasındaki bir örgütün
haram kılınan aylarda savaşı
durdurması gerekirken en
fecî biçimiyle sürdürdüğüne
şâhit olduğumuzu not etmeliyiz. Bu hâdisede can veren
ve yaralananların tamamı
Afganistan vatandaşı olup,
çoğunluğunu kadınlar ve çocukların da içinde bulunduğu
sivil halk oluşturmaktadır.
İslâmî bir hareket iddiasındaki bu örgütün sivil
halka saldırması veya Müslüman bir ülkenin kolluk
kuvvetlerine saldırması,
aklıselim ile izah edilebilecek bir hâdise değildir. Bu
eylemde, Taliban’ın iddia
ettiği gibi NATO birlikleri
kapsamında Afganistan’da
bulunan yabancı güçlerden
bir tek asker bile hayatını
kaybetmemiştir. Elbette hiçbir insanın öldürülmesinden
yana değiliz, ama kendisini
her fırsatta Müslümanlar için
mücadele eden ve İslâm için
savaşan bir hareket olarak
lanse eden bu örgütün sivil
halka ve devlet görevlilerine
saldırması başlı başına bir
faciadır. Hele bu hâdisede
şehit düşenler ve yara alanların tamamı (asker-sivil fark
gözetmeksizin belirtmeliyim
ki) Müslümandır.
Taliban’ı sırf bu olaya bakarak değerlendirdiğimizde,
bu yapının bir terör örgütü
olduğunu buradan bile rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü
Müslümana saldırması ve
Müslüman kanı akıtmasına
baktığımız takdirde, iddia
ettiği gibi İslâm’ı savunan bir
hareket değil, cânî, katil ve
dini kullanan bir terör örgütü
olduğunu kanıtlar nitelikte
hareket etmekte olduğu görülecektir.
Kabil’deki bu terör eylemi,
Afganistan’ın dört bir köşesinde eylemlerini sürdüren
Taliban’ın son dönemlerdeki
en fazla can kaybının ve
yaralının olduğu bir eylemdir. Hâlbuki İslâm’ı savunduğunu iddia eden Taliban,
mahrem aylara riâyet etmediği gibi, dinî günleri ve de
Müslüman, günahsız ve sivil
halkı gözetmeksizin terör
eylemlerine devam etmektedir. Kendisini İslâmiyet’in
savunucusu ve İslâm adına
savaşan medrese talebeleri
olarak gören bir örgütün,
öncelikle dinin emirlerine ve
yasaklarına uyması beklenir.
Dünden bugüne terör
örgütlerini incelediğimizde,
izledikleri yol ve takip ettikleri yöntemlerin başında günahsız ve sivil halkın kurban
seçilmesi gelmektedir. Terör
örgütleri bu tip eylemlerle
mesaj göndermek ve isteklerini karşı oldukları devlete
kabul ettirmek için asıl
amacın çevresinde ve yakınında olay çıkarmayı tercih
etmektedirler. Eylemlerinde
bu yöntemi kullanmalarının
gâyesi ise asıl hedefin yok
edilmesi değildir. Bu sebeple
hedefin haberi olacağı şekilde
eylemlerini gerçekleştirmektedirler. Taliban’ın yaptığı
diğer eylemlerde de olduğu
gibi, Kabil faciasında izlenen
yol, bu türden bir tertiptir.
Bu eylemin hedef kitlesi,
yine kadın-erkek, çocuk-yaşlı
demeden günahsız ve mâsum
sivil vatandaşlar olmuştur.
temmuz 2016
85
haberajanda
Doğu Türkistan Ajandası
DOĞU TÜRKİSTAN’DA ORUÇ
ÇİN
, işgâli altındaki Doğu
Türkistan’da Uygur
Türkü işçiler, öğrenciler
ve devlet memurlarına
yönelik yıllardır uygulamakta olduğu oruç tutma
yasağını bu sene de yeniden yürürlüğe koydu.
Orucu yasaklayan genelgeler okullarda ve internet sitelerinde yayınlandı.
>> Çin’in işgâlden sonra
‘’Şincan’’ diye adlandırdığı
Doğu Türkistan’da okullara ve idarî binalara asılan
genelgede, resmî dairelerde
çalışan herkesin ve öğrencilerin oruç tutma ve namaz
kılmak gibi dinî aktivitelere
katılmasının yasaklandığı
belirtildi.
Almanya’da yaşayan Dünya Uygur Kongresi Sözcüsü
Dilşat Raşit, Komünist
Parti çalışanlarının, Uygurların oruç tutup tutmadığını
sınamak için halka bedava
yiyecek içecek dağıttığını
söyledi. Raşit, “Uygurların inançlarını bastırmaya
yönelik bu adımlar Çin’de
daha geniş çatışmalara yol
açar” uyarısını yaptı. Doğu Türkistan’daki bazı
kentlerde ise ibâdethanelere
esnaf dışında resmî daire
çalışanlarının, öğretmenlerin ve öğrencilerin girmelerini engellemek için câmi
kapılarında nöbetçi polisler
yerleştirdiği, câminin imam
86
temmuz 2016
ve müezzinlerine de esnaf
dışında gelenlerin kimlikleri
hakkında haftalık rapor
hazırlamalarının zorunlu
kılındığı gelen bilgiler arasında.
AFP’nin haberine göre,
Doğu Türkistan’da yer alan
Korla kentinin internet
sitesinde yapılan duyuruda,
“Parti üyeleri, kadrolar, sivil
memurlar, öğrenciler ve
çocuklar Ramazan boyunca oruç tutmamalı ve dinî
aktivitelerde yer almamalı,
yiyecek ve içecek satan
dükkânlar kapanmamalıdır”
ifâdeleri kullanıldı.
Tiekeqi kasabasının
yetkililerinden Ahmetcan
Tohti, parti üyeleri, kadrolar,
sivil memurlar, öğrenciler ve
çocukların Ramazan boyunca câmilere girmemeleri
gerektiğini ifâde etti.
Çin Komünist Partisi’ne
bağlı (sözde) Dinî İşler
İdaresi Başkanı Pida, Ramazan öncesi düzenlediği
basın toplantısında ülke
genelindeki bütün restoran
ve lokantaların Ramazan ayı
boyunca sürekli açık tutulması gerektiğini belirtti.
Çin’in geçen yıl olduğu
gibi bu yıl da işgâlinde
tuttuğu Doğu Türkistan’da
oruç ve Ramazan
ibâdetlerini yasaklaması
ve de lokanta ve restoranların açık tutulması yolundaki uygulamalarına
ilk tepki Dünya Uygur
Kurultayı’ndan geldi. Yasak, engel ve kısıtlamaları
eleştiren Almanya merkezli
Dünya Uygur Kongresi Sözcüsü Dilşat Reşit,
“Çin’in engel, kısıtlama ve
yasaklamaları, BM İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi ile temel insan
haklarına karşı bir saldırıdır.
Müslüman Uygurlara karşı
bir hakaret ve aşağılamadır. Çin, Uygurların inancının Pekin’in liderliğini tehdit ettiğini düşünüyor. Çin
yönetimini bu ırkçı, dışlayıcı
ve ayrımcı tutumundan
dolayı şiddetle kınıyoruz!”
açıklamasında bulundu.
Çin Komünist Partisi,
yıllardır bölgede Uygur
çocukların Kur’an eğitimi
almalarını engellemek için
velîlerine, hatta çocukların bizzat kendilerine ağır
cezâlar uygulamaktadır.
Çin Komünist Partisi din
ve eğitimin tamamen ayrı
olmasını savunurken, bu
politika Çin kökenli Huy
Müslümanları ile Budist,
Hıristiyan ve Daoist olan
Çin’in ana etnik grubu Hen
Çinlilerine nâdiren uygulanıyor. (Kaynak: AFP)
Çin yönetiminden Uygur vel
D
OĞU Türkistan’ı işgâl altında bulunduran ve ülkenin tarihi özbeöz yerel sakinleri ve asıl sahipleri
olan Müslüman Uygur Türklerini kendi mânevî
değerlerinden uzaklaştırarak en kolay yoldan
asimile etmek, asimile edemediklerini ise şiddete yönlendirerek soykırıma tâbi tutmak ve böylece bir an evvel bölgenin
asıl hak sahiplerinden kurtulmak için hiçbir baskı, şiddet ve
devlet teröründen kaçınmayan Çin işgâl yönetimi, Ramazan öncesi öğrenci velîlerine birer şantaj ve tehdit mektubu
göndererek “Çocuklarınızı namazdan ve dinden uzak tutun!”
uyarısında bulundu.
Mir Kâmil Kaşgarlı
[email protected]
YASAĞI VE NEDENLERİ
îlere tehdit:“Çocuklarınızı dinden uzak tutacaksınız!”
Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’deki 46. Lise
Müdürlüğü, 4 Haziran
2016 tarihinde bu liseye
devam eden öğrencilerin
velîlerine birer mektup
göndererek uyacakları ve
yapacakları işlemler hakkında îkazda bulundu.
Mektupta okul yöne-
timi, aileleri âdetâ tehdit
ediyor ve çocukların
namaz kılmaları, câmiye
gitmeleri, oruç tutmaları
ve dinlerini öğrenmelerinin devamlı olarak
yasaklandığını hatırlatarak, “Aksi takdirde velî
sorumlu olacak!” seklinde
şantaja başvuruyor.
Bir çeşit taahhütnâme
niteliği taşıyan mektubun son kısmında, velînin
adı, soyadı ve imza yeri
bulunuyor. Aile mektubu
okuduktan sonra altına
imzasını atarak okul
yetkililerine teslim ediyor.
(Kaynak: uyghurorg.net,
RFA)
temmuz 2016
87
haberajanda
Doğu Türkistan Ajandası
Dinî baskının tırmanışına Çin
Devlet Başkanı Xi Jinping’in Çin
Devlet Din İşleri İdaresi 2. Ulusal Konferansı’nda Uygurlara
yönelik yaptığı sert uyarılarının
sebep olduğu ileri sürülüyor.
Devlet Başkanı, “Doğu Türkistanlı Müslümanlar İslâm’ı bırakıp
devletin tek ideolojisi olan
komünizmi benimsemeliler”
çağrısında bulunmuştu.
Pakistan’ın Daily Pakistan
gazetesinin Hindistan’ın en
prestijli gazetelerinden The
Indian Express’e dayandırdığı
haberine göre, Çin Devlet
Başkanı Xi Jinping, aynı konuşmasında Müslümanların İslâmî
terör ve aşırılıkların etkisinden
uzak durmaları konusunda sert
uyarılarda bulundu ve ekledi:
“Özellikle Çin’in kuzeybatısında
yer alan Şincan’da (Doğu Türkistan) yaşayan Müslümanlar,
İslâm’ı bırakıp devletin tek
ideolojisi olan komünizmi benimsemeliler.”
İşgâlci Çin, Doğu Türkistan’da
Ramazan tutuklamaları ile gözdağı veriyor
R
AMAZAN arefesinde Çin Devlet Konseyi
Basın Ofisi tarafından resmî belge olarak
açıklanan Beyaz Kitap’ta, Ramazan’da Doğu
Türkistan ve Çin genelindeki Müslümanların
Ramazan ve diğer dinî ibâdetlerini özgürce yapabilecekleri iddia edilmesine rağmen, bu konuda da diğerleri
gibi tam tersi bir icraat uygulandığı görülüyor.
>> Çin işgâl yönetimi, Ramazan arefesinde mescit, câmi ve
ibâdet mekânlarına karşı gözetim ve kontroller yaptığı, Müslüman halka ise baskı, şiddet
ve yasaklamaları olağandışı bir
88
temmuz 2016
şekilde arttırdıkları denetimler
netîcesinde sudan bahanelerle
gözdağı, şantaj ve tehdit amaçlı
olarak Kaşgar ve Aksu şehirlerinde toplam 17 kişiyi tutukladığı açıklandı.
Geçen Ramazan’da da oruç
yasağına uymamak bahanesiyle Kaşgar’da 18 Uygur
Türkünün polisler tarafından
öldürüldüğü ileri sürülüyor.
(uyghurorg.net)
Peki, Çin’de kanun niteliği
taşıyan Beyaz Kitap’ta Çin
genelindeki Müslümanların
Ramazan ayı boyunca oruç ve
diğer dinî ibâdetlerini özgürce
yapabilecekleri iddia edilmesine
rağmen, özellikle işgâl altındaki
Doğu Türkistan’da neden dinî
baskılar tekrar tırmandırıldı?
Pakistan’ın en büyük gazetesi olan Rozname Pakistan’da
yayınlanan 30 Mayıs 2016 tarihli makalede Pakistan’ın usta
gazetecisi Mucibur-Rahman
Şamı, Çin Devlet Başkanı’nın
bu açıklamalarından duyduğu
üzüntüyü dile getirerek şöyle
dedi: “Çin, Pakistan’ın en yakın
dostudur. Ancak Çin Devlet
Başkanı Xi’nin Çin’deki Müslümanlara yönelik dinlerini terk
edip dinsizliği seçmeleri konusundaki telkin ve uyarılarından
Pakistan halkının ciddî rahatsızlık duyduğunu belirtmek
isteriz. Yine aynı şekilde, yakın
komşumuz olan Şincan’daki
dinî baskılar ve yersiz yasaklamalardan tesettür duymakta
ve câmiye giriş yasakları başta
olmak üzere her Ramazan’da
artarak devam eden ibâdet
engellemelerinden ötürü ortaya çıkan gerginliklerden de
haberdar olmaktayız. Ancak
Çin Devlet Başkanı Xi’nin Çinli
Müslümanları, özellikle Uygur
Müslümanlarını dinlerini terk
etmeleri konusundaki açıklaması kabul edilemez ve çok endişe
verici bir durumdur. Bu telkin
ve uyarılarından ciddî rahatsızlık duymaktayız!”
Mir Kâmil Kaşgarlı
YORUM
HİNDİSTAN’DA Doğu Türkistan’daki zulmün tek sebebi, halkın gerçek toprak sahibi ve Müslüman olmasıdır
ÇİN’İN DOĞU TÜRKİSTAN’DAKİ
RAMAZAN YASAKLARI
PROTESTO EDİLDİ
D
OĞU Türkistan’da,
geçmiş yıllarda olduğu gibi bu Ramazan’da da Müslüman
Uygur Türklerinin bu aya özgü
ibâdetlere kısıtlama, engelleme ve yasaklamalar getiren
Çin işgâl yönetimi, Hindistan’da şiddetle protesto edildi.
Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Uttra Pradaş
eyaletinin merkezi Loknow
kentinde toplanan Hintli Müslümanlar, 9 Haziran 2016’da,
kentin en büyük meydanında
toplanarak hazırladıkları
pankart ve sloganlarla Çin’e
tepkilerini ortaya koydular.
Reuters-India Ajansı tarafından hazırlandığı belirtilen,
Youtube ve diğer sosyal medya platformlarında paylaşılan
video görüntülerinde Hindistanlı Müslümanlar, Çin lideri
Xi’nin posterlerini yerlerde
sürükleyerek ve daha sonra
da yakarak çeşitli sloganlarla
Çin’i protesto ettiler.
Sosyal medyadaki videoda
ve Hindistan’ın “Hint Ölçüsü”
adlı internet sitesine konuşan
protestocu bir Hint Müslüman
şunları söyledi: “Komünist
Çin yönetimi, işgâl ettiği Doğu
Türkistan’da Müslüman
Uygur kardeşlerimize her yıl
orucu yasaklıyor ve Ramazan ibâdetlerine kısıtlama ve
engeller çıkarıyor. Çin’in bu
temel insanî ve ibâdet özgürlüğüne karşı saldırılarını kabul
etmemiz mümkün değil. Çin’i
uyarmak ve tepkilerimizi ortaya koymak için bu protesto
eylemlerini düzenledik. Önümüzdeki günlerde bu engel
ve yasakların kaldırılmaması
hâlinde Çin mallarını meydanlarda yakarak tepkilerimizi daha da sertleştireceğiz.
Çin mallarını de satmayacağız.
Duyarlı bütün Hindistan halkının bizi destekleyeceğine
inanıyorum!” (Kaynak: uyghurorg.net)
Ç
İN’in son yıllarda Doğu Türkistan’daki Müslümanlara getirdiği oruç yasakları bu yıl da yürürlüğe girdi. Bu yasaklar halkın
infialine, şiddete yönelmesine ve dolayısıyla hükûmetin
büyük çaplı tutuklama ve katliam uygulamasına neden oluyor.
Doğu Türkistan halkına yaşatılan zulüm gün geçtikçe büyüyor ve
yaşamını yitirenlerin sayısı her geçen gün yükseliyor.
>> Çin Devleti, bölge
üzerindeki hâkimiyetini
kuvvetlendirmeye karşı
en büyük engel olarak
halkın İslâmî kimliğini
görüyor. Uluslararası Af
Örgütü’nün bu konudaki
özel yayınında belirtildiği
gibi, Uygur Müslümanları işkence ve infazlarla
yok edilmek istenmektedir. Halkı İslâm’dan
vazgeçirmek için her
türlü yıldırma ve baskı
yönteminin kullanıldığı
Çin’de, komünist diktatör
Mao’nun 1966-1976
yılları arasındaki Kültür
Devrimi esnâsında en acı
dönem yaşanmıştı.
Çin tarafından işgâl
edilen veya dâimî bir
işgâl altında yaşatılan
halklar da kızıl vahşetin hedefi oldular.
Bunlardan biri, Çin’in
batısındaki Uygur
Özerk Bölgesi’nde, bir
diğer ifadeyle Doğu
Türkistan’da yaşayan
Uygur Türklerine yapılan
baskılardı.
Bu dönemde câmiler
yıkılmış, toplu ibâdet
yasaklanmıştı. Kur’an
kursları kapatılmış ve
bölgeye yerleştirilen
Çinliler, Müslümanları
tâciz etmek için her
yolu denemişlerdi. Dinî
ilimlerin öğrenilmesi ve
dini bilgilere sahip öncü
kişilerin halkı eğitmeleri
de tamamen yasaklanmıştı.
Hem Müslüman oldukları, hem de Doğu
Türkistan’ın asıl sahipleri ve tarihsel bir millet
oldukları için Pekin
rejiminin hedefi hâline
gelen Uygur Türkleri,
Mao’nun iktidara geldiği
1949 yılından îtibâren
sistemli bir soykırımla
karşılaştılar. Uygur Türklerinin dinî vecîbelerini
yerine getirmelerine izin
verilmedi, ibâdet yerleri
ve okulları kapatıldı,
bölgenin birçok yerinde
din adamları tutuklandı, büyük bir kısmı ise
öldürüldü.
Çin, Uygur Özerk
Bölgesi’nde hiçbir önlem
almadan nükleer denemeler yaptı. 1964 yılından bu yana 46 nükleer
deneme gerçekleştirildi.
Bu nükleer denemelerin sonucunda Uygur
Türkleri arasında kanser
oranı olağanüstü derecede arttı, pek çok çocuk
sakat veya ölü olarak
doğdu. 1949-1952
yılları arasında 2 milyon
800 bin, 1952-1957
yılları arasında 3 milyon
509 bin, 1958-1960
yılları arasında 6 milyon
700 bin, 1961-1965
yılları arasında 13 milyon 300 bin Müslüman
Uygur Türkü, Çinliler
tarafından çeşitli yöntemlerle öldürüldü.
Müslüman Uygurların
2’den fazla çocuk sahibi
olmalarının yasaklandığı
Doğu Türkistan’da, bu
yasağa uymayanların
çocukları anne rahminde
kürtajla katledildi.
Günümüzde Müslüman halka uygulanan
sindirme ve baskı
yöntemlerinden biri de
eğitim alanında kendini
gösteriyor. Otuz yılda
dört kez alfabelerinin
değiştirilmiş olması da
yine Müslüman halka
yapılan asimilasyon
uygulamasının çirkin
yüzünü ortaya koyuyor.
Bölge üniversiteleri, okul
ve anaokullarına kadar
Uygurca müfredatlar
kaldırılmış olup, eğitim
Çince görülüyor. Bu
üniversitelerde eğitim
imkânı olan Müslümanların oranı ancak yüzde 20
civarında. Birleşmiş
Milletler’in soykırım için
yaptığı tanım Doğu
Türkistan’da yaşanan
duruma tam olarak uysa
da, Doğu Türkistanlıların
Birleşmiş Milletler’in
koruması altına girebilmesi şimdilik mümkün
görünmüyor. Çünkü
veto hakkına sahip BM
Güvenlik Konseyi’nin
beş dâimî üyesinden biri
olan işgâlci Çin, bunu
müsaade etmeyecektir.
Komünist Parti yetkilileri, Doğu Türkistanlı
Müslümanlar üzerindeki
baskıyı her geçen gün
arttırıyorlar. Her gün
bölgenin değişik şehirleri, ilçe ve köylerinde yeni
yeni, akla hayâle gelmeyecek yasaklar üretiliyor.
Çin Devleti, bölgeye başörtüsü, namaz ve oruç
gibi kısıtlamaları ardı
arkası kesilmeksizin getiriyorken, şehir duvarlarına yazılan ve okullara
asılan resmî yazıda da,
“Öğretmenler hiçbir dinî
aktiviteye katılamaz
ve öğrenciler herhangi
bir dinî aktiviteye katılmaya teşvik edilemez”
ifâdesi kullanılıyor. Aynı
zamanda oruç yasağının
getirilmesinin ardından,
oruç tutan kişileri tespit etmek için bedava
yemek dağıtılıyor, içki
yarışması yaptırılıyor
Uygurların oruç tutup
tutmadıklarını sınamak
için halka bedava yiyecek içecek dağıtan Çin,
bu psikolojik savaş niteliği taşıyan baskıcı uygulamalar ve ağır cezâlarla
korku psikolojisini
hâkim kılarak İpek Yolu
Projesi’nin güvenliğini
garanti altına alabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla Çin, bölgenin asıl
sahiplerinin ileride hak
iddia etmelerinin önüne
geçebilmek için Uygurları bütünüyle asimile
ederek Çinlileştirmek ya
da en azından hak iddia
edebilecek potansiyeldeki kişileri ön tespitler,
sudan bahaneler ve toplu tutuklamalarla, ağır
işkence ve ekonomik
cezâlarla tâbi tutarak
mankurtlaştırmak (köleleştirmek), geri kalanları
da terörize ve radikalize
etmek sûretiyle daha
kolay, yasal yoldan yok
edebilmek siyâsetini
onlarca senedir tâviz
vermeden ve acımasızca
yürütmektedir.
Bütün bunlara karşı
Türk Hükûmeti’nin
yapabilecekleri çok
sınırlı olsa da, özgür Türk
basınının üzerine büyük
görevler düştüğünü ve
bu Çin’in sinsi asimilasyon politikası altında var
olma mücadelesi veren
kardeşlerinin seslerini
duyurmak ve uluslararası kamuoyu oluşturmak
adına çok şey yapabileceklerini düşünüyorum.
temmuz 2016
89
haberajanda
Afrika
Mısır, Sudan ve Etiyopya
arasında Mart 2015’te imzalanan
“İlkeler Bildirgesi”, barajın yıllık
çalıştırılması ve ilk dolumla ilgili
mekanizmalar hakkında varılan
anlaşmaları içeriyor. Bildirgeye
göre, barajın bulunduğu Mavi Nil
bölgesindeki su kullanılmayacak.
Çalışmalar tamamlandığında,
nehrin su havzasındaki Ekvator ve
Etiyopya platosunda bulunan üç
ülkenin ve nehrin aşağı bölgesindeki ülkeler olan Mısır ve Sudan’ın
paylaştığı ana Nil nehrinden gelen suyun âdil ve uygun biçimde
kullanımı konusunda görüşmeler
başlamak zorunda. Nil havzasındaki bütün ülkelerin görüşmelere
katılımıyla sorun daha da karmaşık hâle gelecek.
90
temmuz 2016
AfDrika’nın can
ÜNYA genelinde birçok ülkenin sınırından geçerek
akan 260 civarındaki nehirden bir tanesi de dünyanın
en uzun nehri olan Nil nehridir. Nil nehri Mısır, Sudan,
Güney Sudan, Etiyopya, Eritre, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda, Tanzanya, Kenya, Ruanda ve Burundi
gibi 11 kıyıdaş ülkenin arasında akıyor. Ancak Nil havzasının üzerinde
en fazla kazanıma sahip olan ülke Mısır.1
>> Geçmişe bakacak
olursak, nehrin sularının
paylaşımı, 1929 yılında
Nil havzası ülkelerini
sömüren İngilizler ile
Mısır arasında, 1959
yılında ise Mısır ve Sudan arasında imzalanan
anlaşmalar çerçevesinde
şekillenmiştir. Mısır ve
Sudan arasında yapılan
anlaşmayla Nil sularının
yüzde 80’ini kullanma
hakkı bu ülkelere tanınmış ve netîcesinde
Mısır’a yılda 55 buçuk
milyar metreküp su
sağlanırken, Sudan’a ise
18 milyar metreküp su
verilmiştir.
2010 yılında yukarı
kıyıdaş ülkelerin katılımıyla Uganda’da imzalanan Entebe İşbirliği
Çerçeve Anlaşması’nda,
Nil üzerinde yapılacak
baraj, set ve diğer çalışmalar için Mısır’ın
muvâfakatine gerek
olmadığı belirtilmiştir.
Uganda, Etiyopya,
Tanzanya ve Ruanda
arasında yapılan bu
anlaşma hâricinde, Nil
nehri havzasındaki
tüm girişimler Mısır’ın
çıkarları doğrultusunda
gerçekleşmiştir. Mısır ve
damarı: Nil
Sudan’ın boykot ettiği Entebe Anlaşması, Etiyopya’nın
Rönesans Barajı’nı inşâ etmesinin önünü açmıştır.
Kurak bir iklime sahip
olan Mısır’da, ülkedeki
kullanılabilir suların yüzde
90’ından fazlası Nil nehrinden sağlanıyor. Hatta sulama
imkânları nedeniyle tarıma
uygun arazilerin büyük bir
bölümü de nehir etrafında
toplanıyor.2 New York Times gazetesi yazarı Lester
R. Brown, bir yazısında
“Mısır’ın ekmek seven bir
millet olduğunu, vatandaşlarının yılda yaklaşık 18 milyon ton buğday tükettiğini ve
Mısır’ın, dünyanın en büyük
buğday ithâlatçısı olduğunu”
belirtir.3
Mısır, ülkedeki tek yerüstü
su kaynağı olan Nil nehrinin
akımını engelleyebilecek
olan projelere karşı çıkıyor ve
yukarı kıyıdaş kullanımları
engellemeye çalışıyor. Aslında Mısır, geçmişten bu yana
en çok da nehrin sularının
ülke topraklarına girmeden
önce engellenmesinden
endişe ediyor.4 Öte yandan
Nil nehri üzerinde kurulacak
projelerin, nehrin havzasında
bulunan ve ulaştığı 9 ülkenin oybirliği ile sağlanması
gerektiğini, ayrıca Mısır ve
Sudan’ın her konuda veto
hakkına sahip olduğunu da
sıklıkla dile getiriyor.
Büyük Etiyopya
Rönesans (Hedasi)
Barajı
Mısır’ın konuyla ilgili
gündeminde öncelikli olarak
Etiyopya’nın Nil üzerinde
inşâ ettiği baraj bulunuyor.
Etiyopya toprakları içerisinde
kalan Mavi Nil üzerinde hidroelektrik üretmek amacıyla
inşâsı başlatılan Rönesans
(Hedasi) Barajı (eski adıyla
Milenyum), Sudan’ın yaklaşık 40 kilometre doğusundaki Benishangul-Gumuz
bölgesinde kuruluyor.
Yapımına resmen 2 Nisan
2011’de başlanan baraj projesinin inşâsını Salini Costruttori adında bir İtalyan şirket
üstleniyor. Yaklaşık 5 milyar
dolar değerindeki barajın
finansmanı Dünya Bankası,
Avrupa Yatırım Bankası, Çin
İthalat-İhracat Bankası ve
Afrika Gelişim Bankası gibi
kuruluşlar üstleniyor. Haziran 2017’de tamamlanması
beklenen baraj, 170 metre
yükseklikte ve bin 800 metre genişlikte olacak.5 Baraj
inşaatında 500’ü mühendis
olmak üzere 22 ülkeden
uzmanın yer aldığı 7 bin kişi
çalışıyor. Tamamlandığında
Afrika’nın birinci, dünyanın
Zehra Ulucak
[email protected]
onuncu büyük barajı olacak
olan Rönesans Barajı’nın
2017 Haziran’ından îtibâren
yıllık 15 bin gigawatt enerji
üretmesi bekleniyor.
Etiyopya’nın söz konusu
baraja ilişkin temel sorunu,
Mısır’ın, barajın inşâsı için
gerekli yurtdışı finansmanını engellemesi olmuştur.
Bu sebeple Etiyopya, ülke
içinde tahviller çıkararak
barajın finansmanını kendi
kendine karşılama yoluna
başvurmuştur.6
Şubat ayı îtibâriyle yarısı
tamamlanan Hedasi Barajı
sebebiyle nehrin kollarından
biri olan Mavi Nil’in yatağını değiştirmeye başlaması
Mısır ile Etiyopya arasında
gerginliğe neden olup, proje
hakkında karşılıklı yapılan
açıklamalar iki ülke ilişkilerini olumsuz etkiledi.7 Ancak
Hedasi Barajı Proje Müdürü
Simegnew Bekele, çalışmaların aralıksız devam ettiğini,
su depolama işleminin Sudan ve Mısır’ın sudan aldıkları paya etki etmeyeceğini,
aksine bölgeye pek çok fayda
sağlayacağını vurguladı.8
Diğer yandan, Anadolu
Ajansı’nda yer alan haberde,
“Etiyopya ile düşman durumundaki Eritre, Nil’in geleceği konusunda Etiyopya’nın
rakibi olan Mısır’a açık
destek veriyor. Nil ile ilgisi
olmayan fakat su ihtiyacının
bir kısmını Etiyopya’dan
karşılayan Cibuti ise Nil
konusunda Etiyopya’nın
tezini destekliyor. Etiyopya,
Hedasi Barajı’nın Mısır ve
Sudan’a ulaşan su miktarında
azaltma oluşturmayacağını
ısrarla vurgulayarak bölgenin
elektrik ihtiyacını karşılayacağını ve tarım anlamında
yeni bir döneme girileceğini
dile getiriyor” ifadelerine yer
verildi.9
Aynı haberde Mısır‘ı
destekleyen tezlerin,
Etiyopya’nın yaptığı barajın
arkasında İsrail’in olduğu
ve İsrail’in baraj yapımında
Mısır’ı zor durumda bırakmak için Etiyopya’ya destek
verdiği iddiasını gündeme
getirdiği belirtildi. Baraj
inşaatının başlamasından
sonra Mısır, Nil havzasındaki
ülkelerin İsrail ile iyi ilişkiler geliştirdiğini söyleyerek
Ortadoğu’dan destek aradı.
Ancak Etiyopya, Mısır’ın
Nil sularını İsrail’e sattığını
iddia etti.
Nil nehri konusunda 30
yıl boyunca Mısır’a destek
veren Sudan ise, Etiyopya’nın
Sudan sınırına 30 kilometre
mesafede inşâ ettiği Rönesans Barajı’nın bölge istikrarı
ve barışına katkıda bulunacağını savunarak daha çekimser
bir pozisyon belirlemiş durumda.
Diğer taraftan Mısır’daki
askerî darbenin ardından
Mısır medyası, sık sık
Etiyopya’da yapılan Rönesans Barajı’nın arkasında
İsrail ile birlikte Türkiye’nin
de desteğinin bulunduğunu
söylemeye başladı. Dönemin
Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’na atfedilen
“Türkiye’den Etiyopya’ya
baraj için açık destek” şeklindeki iddialara Etiyopya
Dışişleri Bakanlığı’ndan,
“Türkiye ile ilişkimiz Mısır’ı
ilgilendirmez” şeklinde bir
yanıt geldi.10
Geçen yılın Mart ayında,
Sudan’ın ev sahipliğinde
bir araya gelen Mısırlı ve
Etiyopyalı liderlerin Nil
temmuz 2016
91
haberajanda
Afrika
Mısır Sulama Bakanlığı yetkililerinin yaptığı açıklamaya göre Mısır, söz konusu barajla birlikte Nil nehrindeki su payını yüzde 20
ila 30 oranında ve Aswan Barajı’ndan elde ettiği elektrik enerjisinin de yaklaşık üçte birini kaybedecek.
nehri üzerine yapılan baraj konusunda el sıkıştığı,
ancak varılan anlaşmanın
detaylarına ilişkin bilgi verilmediği kaydedilmişti.11
Ancak bu yılın başında
Etiyopya, Mısır’ın Nil nehrinde su seviyesinin düşük
olduğu zamanlarda Kahire
ve Hartum’a yeterli miktarda
su akışını sağlamak için baraj
üzerinde inşâ edilen kapak
sayısının 2’den 4’e çıkarılması
yönündeki önerisini kabul
etmedi.
Tartışma kızışıyor
Etiyopya’nın Nil sularını
Büyük Etiyopya Rönesans
Barajı’nın duvarları ardında
toplama plânlarındaki belirsizlikler Mısırlıları endişeye
sürüklüyor. Al-Monitor’un
haberine göre, Mart ayında
yayınlanan uydu fotoğraflarını değerlendiren Birleşmiş
Milletler’e bağlı Uzay Çalışmaları Yerel Merkezi Başkan
Yardımcısı ve Uzayın Barışçıl
92
temmuz 2016
Amaçlarla Kullanımı Komitesi Mısır Temsilcisi Alaa
el-Nahry, Etiyopya’nın, özellikle ülkenin elektrik üretme
amacıyla iki tribüne su pompalamaya başlamasından bu
yana su toplama hazırlıkları
yaptığını söyledi.
Addis Ababa’nın Haziran
ayında rezervuarda su toplamaya başlamasını beklediğini
söyleyen Nahry’in iddialarına
tepki gösteren Mısır Su Kaynakları ve Sulama Bakanı
Hossam Moghazy, yaptığı
açıklamada, barajda su toplanmadığını ve Mısır, Etiyopya ve Sudan arasındaki
teknik çalışmalar sona erene
kadar da toplanmayacağını
söyledi. Kahire Üniversitesi
Ziraat Fakültesi’nde su ve
sulama uzmanı olan Nader
Noureddine, Moghazy’nin
açıklamasında yer verdiği su
toplama işleminin, çalışmaların bitimine kadar askıya
alındığı iddiasına karşılık Al-
Monitor’a yaptığı açıklamada, Addis Ababa’nın elektrik
üretimine Ekim ayında başlayacağını ileri sürdü.
Nahry ise şu âna kadar
Etiyopyalıların toplamaya
başladığı suyun ana rezervuar gölünü oluşturmadığını,
toplanan suyun Mavi Nil
tarafında olup yeni çalışmaya
başlayan tribünlere su sağlamayı amaçladığını söyledi.
Mısır, Sudan ve Etiyopya
arasında Mart 2015’te imzalanan “İlkeler Bildirgesi”,
barajın yıllık çalıştırılması
ve ilk dolumla ilgili mekanizmalar hakkında varılan
anlaşmaları içeriyor. Bildirgeye göre, barajın bulunduğu
Mavi Nil bölgesindeki su
kullanılmayacak. Çalışmalar
tamamlandığında, nehrin
su havzasındaki Ekvator ve
Etiyopya platosunda bulunan
üç ülkenin ve nehrin aşağı
bölgesindeki ülkeler olan
Mısır ve Sudan’ın paylaştığı
ana Nil nehrinden gelen
suyun âdil ve uygun biçimde
kullanımı konusunda görüşmeler başlamak zorunda. Nil
havzasındaki bütün ülkelerin
görüşmelere katılımıyla sorun daha da karmaşık hâle
gelecek.
Eski Mısır Su Kaynakları
ve Sulama Bakanı Mohamed Nasr Allam, “Rönesans
Barajı’nın Mısır üzerinde
yaratacağı etkilere ilişkin
çalışmalar tamamlansa
bile sonuçlar hakkında uzlaşmak zor olacak. İlkeler
Bildirgesi’ne göre baraj,
üç ülkenin âdil ve uygun
biçimde su kullanımını etkilemiyor. Ancak bildirge ne
kadar miktarın âdil ve uygun
sayılacağını belirlemiyor”
açıklamasında bulundu.
Al-Monitor’da yer alan
makalede, “Mısır, Sudan
ve Etiyopya’nın katıldığı ve
Ağustos 2014’te oluşturulan
‘Ulusal Üçlü Komite’, barajın
Mısır ve Sudan üzerindeki
hidrolik, toplumsal ve çevresel etkilerini araştırmak üzere
iki ayrı çalışma hazırlayacak
olan firmalarla sözleşmeyi
henüz imzalamadı. Yetkililer
çalışmaların sekiz ila on beş
ayda tamamlanmasını bekliyorlar” denildi.
İlk bakışta barajla ilgili anlaşmazlıklar sadece
Etiyopya’nın inşâ ettiği bu
yapının Mısır ve Sudan’da
yaratacağı zararla ilgili teknik
anlaşmazlıklarmış gibi görünseler de, gerçekte üç ülke
arasındaki politik anlaşmazlıklar görüşmeler sırasında da
baş gösteriyor. Suyun paylaşımı konusundaki anlaşmazlıklar Şubat başında Üçlü
Komite’nin Hartum’daki
toplantısı sırasında ortaya
Zehra Ulucak
çıkmış, bu toplantıda Mısır,
baraj çalışmalarını sürdüren
Fransız şirketlerine sınırları
gösteren haritaları vermeyi
reddetmişti. Haritalar, Mısır
ve Sudan arasındaki sınırları,
yani anlaşmazlık konusu olan
Halayeb-Shalateen üçgenini
Sudan sınırları içinde kalacak
şekilde gösteriyor. Toplantı
Mısır’ın, sınırları gösteren
haritalara değil, sadece topografik haritalara başvurularak yapılması talebiyle sona
ermişti.12
Mısır’ın asıl
korkusu ne?
Biraz daha geriye bakacak
olursak, Mısır’ın o zamanki
Cumhurbaşkanı Muhamed
Mursi, Haziran 2013’te,
Etiyopya’nın Nil nehri üzerine barajlar inşâ etmeye
devam etmesi hâlinde -askerî
müdahale dâhil- “tüm seçeneklerin” masaya yatırılabileceğini ifâde ettiğinde, onun
bu politik duruşu birçok
kişi tarafından kınanmıştı.
Ancak uzmanlar, Kahire’nin
kendi tarihî su kaynağı paylarının savunmada ölümcül
derecede ciddî olduğunu ve
Etiyopya’nın, Afrika’nın en
büyük hidroelektrik barajı
olacak inşaata devam etmesi
hâlinde bir askerî müdahalenin gerçekleşmesi ihtimâlinin
göz ardı edilemeyeceğini
ifâde etmişlerdi.
Geeska Africa web sitesinde yayınlanan bir haberde,
Mısır’ın korkusunun, 2017’de
faaliyete geçmesi plânlanan
bu barajın, 85 milyon Mısırlının neredeyse tüm su
ihtiyaçları için bağımlı olduğu Nil nehrinin akışını
azaltması olduğu belirtildi.
Mısır Sulama Bakanlığı yet-
kililerinin yaptığı açıklamaya
göre Mısır, söz konusu barajla birlikte Nil nehrindeki su
payını yüzde 20 ila 30 oranında ve Aswan Barajı’ndan
elde ettiği elektrik enerjisinin
de yaklaşık üçte birini kaybedecek.
Kahire’deki Amerikan
Üniversitesi (AUC) Politika
Araştırmaları Enstitüsü’nde
su kaynakları yönetimi uzmanı olan Richard Tutwiler,
konuya ilişkin olarak, “Yüksek düzeydeki bu endişenin
bir sebebi, bu barajın, aslında
Mısır’ın su kaynaklarını
nasıl etkileyeceğini kimsenin
bilmemesidir” dedi ve ekledi:
“Mısır tamamen Nil’e bağımlıdır. O olmadan Mısır
olmaz!”
Onlarca yıldır büyük
ölçüde uluslararası toplum
tarafından evrensel dikkatin
kıyısında kalan Etiyopya, birden ilgi odağı olmaya başladı.
Nil sularının yüzde 80’inin
kaynağını barındıran ülke,
şimdi kendi su kaynakları
vizyonunu ve sularının farklı
bir şekilde bölüm politikasını uygulamaya başlamayı
plânlıyor. 200 yıldır bölgenin
baskın gücü olan Mısır, hâlâ
son zamanlarda vukû bulan
siyâsî çalkantıların, ekonomik zayıflığın ve kalkınmanın esaslı tenakusunun -ki
bunlar Mısır’ı hiçbir yaptırım
gücü olmayan birçok Nil
ülkesinden biri yapmaktadırsarsıntısını yaşamaya devam
ediyor.
Mısır, neredeyse tamamı
Nil nehrinden sağlanan
su kaynakları bakımından
komşu ülkelere bağımlı
durumda. Ana kaynakları
Mısır’ın güney sınırının birkaç yüz kilometre ötesinden
doğmakta. Mavi Nil, Sobat
ve Etiyopya sınırları içerisindeki kolları, su kaynaklarının
yüzde 80’ini, Uganda’daki
Beyaz Nil ise geri kalanını
sağlamaktadır.
Etiyopya’nın, şimdiye
kadar eksikliğini çektiği
varlıklarından aldığı güçle
gerçekleşecek Rönesans’ı
yolda! Kendi etki alanlarında, Nil havzasında ve
Doğu Afrika’da kilit bir
jeopolitik rol oynayan güçlü
bir Etiyopya’nın doğuşuna
tanıklık etmekteyiz.
Mısır, nehrin akışına etkisi
belirleninceye kadar baraj
inşaatının durdurulması için
Etiyopya’ya yaptırım uygulanması konusunda uluslararası organlara başvurdu.
Yetkililerse krizin diplomatik
yoldan çözülmesini umut
ederken, güvenlik kaynakları,
Mısır’ın askerî komuta merkezinin su kaynaklarındaki
payını korumak amacıyla zor
kullanmaya hazırlandığını
açıkladılar.
Wikileaks’te yayımlanan
ve uluslararası istihbarat
örgütü Stratfor’dan sızan
e-postalara göre, eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarak,
Etiyopya’nın Nil nehri üzerinde kurabileceği herhangi
bir baraj inşaatına karşı
hava saldırı plânları yaparak
2010 yılında, yalnızca böyle
bir operasyonda üs olarak
kullanılmak üzere Sudan’ın
güneydoğusunda bir hava
üssü kurdu.
Etiyopya ve Mısır arasında
uzun süre önce “suyu kaynamaya başlayan” su kaynakları
çekişmesinde, ülkelerin dışişleri bakanlarının, Nil sularını
paylaşmak konusunda bir ön
uzlaşıya vardıkları çözüme,
yeni açıklamalarıyla birlikte
bir adım daha yaklaşıldı.
Her ne kadar anlaşmanın
ayrıntıları kamuoyuyla paylaşılmamış olsa da, uzmanlar
Mısır, Etiyopya ve Sudan
hükûmetleri tarafından imzalanması gereken anlaşmanın önemli bir dönüm noktası olacağını söylüyorlar.13
Dipnotlar
Erin Cunningham, “Egypt is losing its
grip on the Nile”, http://www.globalpost.com/dispatch/news/regions/
middle-east/egypt/120406/egyptlosing-its-grip-the-nile, 9 Nisan 2012
– Akt: İlhan Sağsen, OrtadoğuAnaliz
Mayıs 2013 – Cilt 5, Sayı: 53 syf:42
2. Onur Öztürk, “Nil Havzasında Su
Savaşları”. SDE. 18.05.2010 Web:
http://www.sde.org.tr/tr/newsdetail/
nil-havzasinda-su-savaslari/2190
3. Kaynak: KÜRESEL ÇATIŞMALAR, “Nil
Nehri Üzerinde Mısır-Etiyopya Çekişmesi”. Web: http://www.kureselcatismalar.com/nil-nehri-uzerinde-misiretiyopya-cekismesi/
4. Dr. Seyfi Kılıç, ORSAM Su Araştırmaları
Programı Uzmanı, “Mısır’da Değişim
Süreci ve Nil Sularına Yansımaları”.
ORSAM - 07 HAZİRAN 2012
Web: http://www.orsam.org.tr/tr/
SuKaynaklari/analizgundemgoster.
aspx?ID=3537
5. Büyük Etiyopya Rönesans Barajı
Kaynak: http://goo.gl/BfwMl6 - Akt:
KÜRESEL ÇATIŞMALAR, “Nil Nehri
Üzerinde Mısır-Etiyopya Çekişmesi”.
Web: http://www.kureselcatismalar.
com/nil-nehri-uzerinde-misir-etiyopyacekismesi/
6. Dr. Seyfi Kılıç, ORSAM Su Araştırmaları
Programı Uzmanı, “Mısır’da Değişim
Süreci ve Nil Sularına Yansımaları”.
ORSAM - 07 HAZİRAN 2012
Web: http://www.orsam.org.tr/tr/
SuKaynaklari/analizgundemgoster.
aspx?ID=3537
7. ANADOLU AJANSI, “Nil sularının
paylaşımı”.
8. Gülşen Topçu, “Nil sularının paylaşımı”.
AA – 06.02.2016
9. Mehmet Kemal Firik, “Nil sularının
paylaşımı”. AA - ANALİZ HABER
13.02.2015
10. Mehmet Kemal Firik, “Nil sularının
paylaşımı”. AA - ANALİZ HABER
13.02.2015
11. “Mısır, Sudan ve Etiyopya Hedasi
Barajı Konusunda Anlaştı”. Enerjihub.
24.03.2015 Web: http://www.
enerjihub.com/newsdetail/misir/
misir_sudan_ve_etiyopya_hedasi_baraji_konusunda_anlasti_2543.aspx
12. Walaa Hussein, “Water wars intensify between Egypt, Ethiopia”.
03.03.2016. Web: http://www.almonitor.com/pulse/originals/2016/03/
egypt-ethiopia-renaissance-damwater-storage-nile-dispute.html
13. Malcolm Dash, “The Coming War:
Egypt, Ethiopia, & The Nile”. Public
Diplomacy & Regional Security News.
31.03.2016. Web: http://www.
geeskaafrika.com/17118/the-comingwar-egypt-ethiopia-and-the-nile/
1.
temmuz 2016
93
haberajanda
Gündem
Fatih Sultan Meh-
med, İstanbul’u fethe
gelmiş, Bizans ise kiliselerde neyi tartışıyor, biliyor musunuz?
Bizim bu Almanlar
gibi bir tartışmaya
kaptırmışlar kendilerini: “Acaba melekler
erkek mi, dişi mi?” 29
Mayıs 1453 tarihinde
Topkapı’daki surlarda
açılan delikten Osmanlı askeri dalmış
içeri, işte o zaman
Bizans meleklerin
cinsiyetini değil ama
kendi sokaklarında
Osmanlı’yı görmüş!
Eğer bir ülke bu tür
kararlarla uğraşmaya
başladıysa, anlaşılmalı ki önlenemez
bitiş ve son başlamıştır!
94
temmuz 2016
Bir şerden bir
B
İR şerden bir hayır… Böyle bir şey olabilir mi? Tabiî ki olur! Şerden de, hayırdan da hayır çıkar. Yeter ki niyet edelim, yeter ki kafaya koyalım, yeter
ki bunları artık alışkanlık hâline getirelim!
>> Kişisel hayatımızda,
eğitim ve iş yaşantımızda,
ülke siyasetinde şerden hayır çıkarmayı bir alışkanlık
hâline getirmek lâzım. Ramazan ayında “aç kalmak”
gibi insanlığın en çok korktuğu bir durumdan ibâdeti,
ibâdetle zenginleşmeyi
nasıl elde etmeyi başarabiliyorsak, Almanya Federal
Parlamentosu’nun kararından da bir medeniyetin
kilometre taşını meydana
getirmeyi de başarabiliriz.
Ramazan’da oruç tutuyoruz. Ne yalan söyleyeyim,
her Ramazan kendimi
çok iyi hissediyorum. Bu
Ramazan’da da öyle oldu.
Yemeye, içmeye, bilimum
nefsî arzuya o kadar da bağımlı olmadığımı anlamak
beni acayip mutlu ediyor,
güçlü hissettiriyor.
Özgürleşmek... İnsanların Ramazan atmosferinde
daha az kırıcı, daha az bencil olmaları ve buna karşılık
daha cömert, daha merhametli, daha müsamahakâr
olmaları beni heyecanlandıran bir durum. Temelinde
“aç kalmak” gibi bir özellik
olan Ramazan, sadece insana faydası yönüyle bile
pek çok güzelliği meydana
getirebiliyor. Bunlar da
yetmiyor, hemen peşinden
bayram geliyor ve kalben,
zihnen ve de sosyal olarak
bayram ediyoruz. Networkler oluşuyor, bağlar güçleniyor ve duygu, akıl, gönül ve
Lokman Ayva
[email protected]
hayır
hatta ruh olarak yeni ufuklara yelken açıyoruz. İyi de
bunu ülke siyâsetinde niçin
yapamayalım?
Yaşadığım şartlar
îtibâriyle hayat bana çok
güzel nîmetler, imkânlar,
fırsatlar sundu. Bana sunulan nîmetleri, imkânları ve
fırsatları tek tek sıraladığım
zaman birçok insan bunları
dert, sorun, sıkıntı gibi görüyor ve bana “Polyannacılık
oynuyorsun” diyor.
Benim nîmetlerimden biri
fakirlikti. Biri, köy şartlarında yetişmemdi. Bir başkası,
çevresi olan bir aileden gelmeyişimdi. Belki en çarpıcı
olanı da, 11 yaşından îtibâren
kör olmamdı. Bilmiyorum,
acaba bunları nîmet olarak
gören bana mı hak verdiniz,
yoksa sıkıntı, sorun, çile olarak gören dostlarımıza mı?
Bunları teferruatlı bir şekilde
anlatmak isterdim. (Birçok
dostumuzun ilgisini çektiği
ve anlatmamı istedikleri için
ben de bu konuyu “Ezbere
Yaşamlar” başlığı altında bir
seminere dönüştürdüm. Fırsat
oldukça bu yaşadıklarımızı
paylaşıyoruz.) Kime hak verilirse verilsin, âkıbet ortada!
Bunun gibi, hizmet verdiğim kuruluşlarda da aynı
şekilde yapıyoruz, şimdiye
kadar da bir zararını görmedik. O hâlde ülke siyâsetinde
neden olmasın?
Ülke siyâsetindeki
önemli gelişmelerden biri,
malûmunuz Almanya Federal Parlamentosu’nun aldığı
karar… Bu karara göre Osmanlı olarak biz, 1915 yılında
Ermeni vatandaşlarımıza
karşı güya soykırım yapmışız.
Güya müttefikimiz Almanya
da buna engel olmamış. Bundan sonra Almanya’da hiç
kimse buna “Soykırım değildir” diyemeyecekmiş. Almanya eyalet parlamentolarına,
okuttukları ders kitaplarında
bu “soykırım”a (!) yer vermelerini de öneriyorlar ayrıca.
Almanlar bu kararda
“Türkiye’ye tank satmayalım”
diyorlar mı? Demiyorlar!
Yine bu kararda “Türkiye’ye
borç para vermeyelim.
Türkiye’den ürün ve hizmet
almayalım. Türkiye’ye araba,
bulaşık makinesi, televizyon, buzdolabı satmayalım.
Dünya ülkelerinin uçakları
Frankfurt Havaalanı’na insin,
fakat Atatürk Havaalanı’na
inmesin. PKK’lı teröristleri
affettik” diyorlar mı? Demiyorlar, diyemezler! Niçin
diyemesinler? Borç para
vermeseler ne kaybederiz?
Yahu kardeşim, biz
IMF’ye borç veren bir
ülkeyiz. Tank satsalar ne,
satmasalar ne?! Bizim Altay
tankları ne güne duruyor?
Sanıyor musunuz ki ürün
ve hizmeti bize iyilik olsun
diye bizden alıyorlar? Tabiî
ki hayır! Bizden daha uygununu bulamadıkları için
bizden alıyorlar. Bize araba,
elektronik ev eşyası satmasa
nereye satacak, kimden ve
nereden para kazanacaklar?
Bu işler öyle kolay değil! Alman şirketlerinin temsilcileri
satış yapmak için fellik fellik
dolaşıyorlar. Biz de işimize
gelirse alıyoruz, gelmezse
almıyoruz. Bu kadar!
Havalimanı meselesi…
Rakamlara rastladınız mı,
bilemiyorum; Atatürk
Havalimanımız, Frankfurt
Havalimanı’ndan daha
fazla yolcunun inip bindiği
bir havalimanı hâline geldi. Frankfurt Havalimanı,
âmiyâne tâbirle ardımızdan
nal topluyor. Teröristlerle
ilgili neler çevirdiklerini artık
dünya âlem biliyor. Gazeteci
kılığında yardıma adam gönderdiler, başaramadılar. Silah,
bomba verdiler, yapamadılar.
Avrupa’da çadır diktirdiler,
olmadı. Yakında o teröristlerin yüzünden ocaklarına incir
ağacı dikilecek, haberleri yok!
Şimdi bu kararı bir daha
düşünelim!
Pişman etmek
Fatih Sultan Mehmed,
İstanbul’u fethe gelmiş,
Bizans ise kiliselerde neyi
tartışıyor, biliyor musunuz?
Bizim bu Almanlar gibi
bir tartışmaya kaptırmışlar
kendilerini: “Acaba melekler
erkek mi, dişi mi?” 29 Mayıs
1453 tarihinde Topkapı’daki
surlarda açılan delikten Osmanlı askeri dalmış içeri, işte
o zaman Bizans meleklerin
cinsiyetini değil ama kendi
sokaklarında Osmanlı’yı
görmüş! Eğer bir ülke bu tür
kararlarla uğraşmaya başladıysa, anlaşılmalı ki önlenemez bitiş ve son başlamıştır!
Bize düşen şudur: Bu tür
ülkelerin bizim canımızı
bu şekilde bile sıkmalarına
izin vermeyecek bir tanıtım,
lobi, pazarlama çalışmasına
girmemiz lâzım! Bunu devletin değil, bizzat vatandaş
olarak bizlerin, derneklerin,
şirketlerin yapması önemlidir.
Şirketlerin ve derneklerin
işleri daha bitmedi! Saçma
sapan yanlış bilgileri öğretmek üzere hazırladıkları
kitapları basma işini de bizim
şirketlerimiz almalı. Daha
çok ürün ve hizmet satmalıyız. Hatta o kararları aldıkları
parlamentoların işlerini de
bizim şirketlerimiz yapmalı.
Kafalarını kaldırıp etraflarına
her baktıklarında bizim şirketlerimizi görmeliler. Derneklerimiz, vakıflarımız hiçbir zaman düşmanlık hissine
kapılmadan Almanya’daki
mağdurlara, üstelik Ermeni
mağdurlara da yardım etmeli,
sahip çıkmalı ve sorunlarını
çözmeli. Teferruata daha
fazla girmeye gerek yok, şu
âna kadar gelebilmiş kişiler
ve kuruluşlar olarak gerisini
zaten getiririz.
Ülke siyâsetindeki böylesi
durumlar psikolojik atmosferi de çok etkiliyor. Eğer
bu psikolojik atmosferi iyi
yönetebilirsek, bu çok iyi bir
fırsattır. Zira dünyanın en
önemli ekonomilerinden birine sahip olan bir ülke bizimle
bu şekilde uğraşmaya başlamış. Bu gelişmeyi Türkiye’nin
geldiği duruma bir örnek
olarak düşünebiliriz. Bakınız,
Rusya bizimle uğraşmaktan
çok da memnun değil. “U”
dönüşü yapabilmek için
fırsatlar arıyor. Aynı şekilde
Almanya’nın da bu kararı
aldığına alacağına pğişman
edilmesi lâzım! O yüzden
birlik içinde, el ele, omuz
omuza çalışmamız gerekiyor.
Bunu başarabilirsek, bundan
sonra üzerimize gelecek Çin
veya ABD gibi ülkeleri iyi bir
şekilde göğüsleyebiliriz. Bundan sonra başımıza şer gelirse
de hayrolur… Hayrın gelişi
zaten hayırdır…
temmuz 2016
95
haberajanda
Toplum
Cemal Ceylan
[email protected]
>> Hem Doğu, hem
de Batı toplumlarında
kadınlar ve çocukların
statüsü maalesef kendi
geleceklerini belirleyebilecek bir etkinlikten uzak ve
karar vericiler için “öteki”
kavramı içinde edilgen
durumdalardı. Kaderlerini
yaşayan, râzı olan, sınırlı
alanda söz hakkı olsa da
yaptırımı olmayan, fiziksel olarak zayıf ve şiddete
mâruz kalma ihtimâli olan
“ötekilerdi” maalesef.
Yakın tarihte gerçekleşen ve yüz yıl öncesinin
en büyük felâketlerinden
olan 1. Dünya Savaşı,
insanlık adına çok büyük bir yıkım olmuştu.
Milyonlarca insan cephe
savaşlarında ölmüş, bir o
kadarı da cephe gerisindeki hastalık, açlık ve göç
gibi zor şartlardan dolayı
kadın, yaşlı ve çocuk olarak hayatını kaybetmişti.
Bu vahşet ve insanlık dışı
ortam, benzer şekilde 2.
Dünya Savaşı’nda da yaşandı. Milyonlarca insan
ölümle yüz yüze geldi.
1. Dünya Savaşı’ndan
sonra kurulan Türkiye
temmuz 2016
Türkiye için önemi
“G
EÇMİŞİN ötekileri”, çocuklar ve kadınlardı
aslında. Ekonomik hayatta ve aile yaşamında
çok etkin olmalarına rağmen, 100 yıl öncesinin siyâsal ortamında maalesef aktör olmaktan çok figürandılar. Karar verici olarak erkeklerin kurguladığı hayatı, olayları ve işleri yaşayan birer figürandılar.
Siyâsetin “ötekileriydi” çocuklar ve kadınlar.
İslâm Peygamberi Hz.
Muhammed’in çocuklar
hakkındaki hoşgörüsü,
kadınlar ve çocukların hukukuna verdiği değer ile
toplumsal hayata yeni bir
kitle olarak dâhil olmuşlardı kadınlar ve çocuklar.
Bin 500 yıl öncesinin
“ötekisi” bile olamayan
ve diri diri gömülen kız
çocuklarının ve alınıp satılan kadınlarının kaderi,
Hz. Muhammed’in gelişiyle değişmişti. Allah’ın
Kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in
anlattığı İslâm, tüm insanların (tabiî ki kadınlar ve
çocuklar dâhil) hukukunu
ve özellikle de zayıfın,
mağdurun hukukunu
korumaktaydı.
İslâm, insan haklarının
yanında tabiatın, hayvanların ve tüm canlıların
haklarını da koruyan ve
kollayan bir hukuk inşâ
etmekteydi. Ancak sonraki zamanlarda cehâlet,
toplumsal gelenekler
ve savaşlarla sosyal ve
siyâsal olaylar üzerinden
bu değerlerin tüm dünyada ve insanlığın tamamında egemen olması
mümkün olmamıştır.
96
Eskinin ötekisi olarak kadınlarımız ve çocuklarımızın
Cumhuriyeti Devleti, tüm
bu zor şartlara rağmen
tarih boyunca “öteki”
olmuş kadın ve çocuklar
için çok önemli iki adım
atmıştır. “Öteki” olmaktan
“asıl aktör” olma yolunda
elde edilen çok önemli
kazanımlar, “kadınlar için
seçme seçilme hakkı ve
Medenî Kanun” gibi konular olurken, çocuklarımız
içinse “23 Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk
Bayramı” adıyla özel bir
günün kendilerine ithaf
edilmesi olmuştur.
Bütün savaşların
kaybedenleri çocuklar,
yaşlılar ve kadınlardır.
Her savaşta olduğu gibi,
1. Dünya Savaşı ve İstiklâl
Savaşı süresince, Osmanlı
Devleti ve milletinin döneme ait koca bir neslinin en
eğitimli kadroları cephelerde şehit düşmüştür.
Ancak yeni kurulan Cumhuriyet, bu kaybın farkında olarak yine en önemli
gücü ve umudunun “dünün ötekisi ve mağduru”
olan kadınlar ve çocuklar
olduğunu görmüştür.
“Küllerinden doğmak”,
tam anlamıyla bu dönemde başarılmış, Osmanlı
Devleti büyük bir yıkımın
ardından, küllerinden
“Türkiye Cumhuriyeti
Devleti” olarak doğmuştur! Büyük bir milletin,
savaş sonrası “yetim ve
öksüz çocuklarını” devletin ve kendisinin geleceği
olarak görmesi ve bu yönde farkındalık üretmesi,
çok önemli bir devlet aklının varlığına işaret eder.
İşte Türk devletlerinin en
sonuncusu olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin
kurucu aklı, sınırlı sayıda
insan kaynağını tüm
unsurları ile birlikte en
önemli gücü ve potansiyeli olarak görmüştür!
Bu sebeple 23 Nisan
Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramı, dünün
ötekisi ama geleceğin
sahibi olan çocuklarımıza
moral, neşe, umut ve
heyecan aşılamıştır. Dünyada tek olmasıyla da son
derece özgün ve yerli olan
bu bayram, bu toprakların
ve bu medeniyetin çocuk
sevgisinin dışavurumudur.
Ayrıca Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
ile topluma ve çocuklarımıza, yani geleceğin
sahibi olan nesillere çok
büyük bir emânetin sahibi oldukları mesajı da
verilmiştir ki en önemli
mesaj da burada saklıdır.
Bu bayramla aslında
millî iradenin, TBMM’nin,
egemenlik hakkının kime
ait olduğunun vurgusuna
dikkat çekilmiştir. Öyle
kuru kuru, “Çocukların
da bir günü olsun” gibi sığ
bir bakışın ürünü değil,
tam aksine, son derece
derinlikli, çocuklarımıza
ve milletimize egemenlik
hakkının sahibini hatırlatan özel bir gündür
23 Nisan. Bizlere, yani
bugünün yetişkinlerine
çocuklarımızın değerini
hatırlatan bir gündür. “Eskinin ötekisinin” yönettiği
bugünün Türkiye’si, çok
şeyler başarmış ve geleceğe güvenle bakan bir
Türkiye’dir. Sevgi ve saygılarımla…
haberajanda
Toplum
>> Bizim için gelişmeleri takip etmek internet
sâyesinde mümkün olabiliyordu. Aynı anda çok
farklı kanallardan, birinin
ak dediğine diğerinin kara
dediği sitelerden takip
etmek daha sağlıklı geliyorken bana, bir diğerine
“Dünyadan haberi yok!”
yorumu yaptırabiliyordu
durumumuz.
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
“Neydi bu kadar mühim
olan?” diye düşündüm
sonrasında. Birkaç kanalın haberi, yorumu,
dünya algısını vermesiyle
dünyam aydınlanacak,
olan bitenden (hem de
onca süzgeçten ve kadrajdan geçmiş hâli ile)
haberdar olup her şeyi
bildiğimi sanacağım... Bu
bir kabullenme mi, hayat
algısı mı, hayatta durduğu
yerin garantisini görme
ihtiyacı mı? Bir sürü şey
söylenebilir sanırım, ama
hakîkaten incelenmeye
değer bir düşkünlüğümüz
var haberi ve günceli takip etmeye duyduğumuz
ihtiyacın.
Özellikle çocuklarımdan kaynaklı şekilde
zaman zaman güncelin
ve gündemin uzağında
kalmışlığım olsa da, bugünlerde sürenin uzamış
olmasından belki de
tekrar düşünüyorum
bunu. Neden birileri olana
bitene hâkim olamadığında, bir şeylerden habersiz
kaldığında bir felâket
olmuşçasına geriliyor,
kendilerini eksik hissediyorlar? Sosyal medyadan
uzak kalmak hâlâ anlaşılır
değil pek çok arkadaşım
için; ne anlaşılabilir, ne
mümkün... Çok mu dolu
dolu bir hayat yahut sosyal bir hayat mı yaşıyorlar
bütün sosyal ağlarda yer
alan arkadaşlarımız?
Hayır, çoğunlukla değil!
TV başından ayrılmayan
onca insan, daha az izleyenlerden daha mı kültürlü oluyor? Çoğu zaman
hayır! Kişisel dertleri yok,
mâişetleri mükemmel
olmalı? Hayır, çoğunun
öyle de değil!
Geldiğimiz noktayı
anlatabiliyor muyum?
Yaşamak değil göstermek,
bilmek değil anlamak,
duyumsamak değil duymak... Bugünün geldiğimiz
nokta bu işte! Sosyal
Gündemden uzak
“S
ULARA zehir koysalar haberiniz olmayacak!
Deprem olsa en son siz duyarsınız!” diye eleştiriyordu bizi bir yakınım. Çocukları koruma
adına onların yanında televizyon açılmayınca
renkli kara kutu ve ondan gelebilecek karanlık, bizim eve
açılmaz oldu. Eleştirinin kaynağı buydu.
yorumlamaya çalışanlara
sözüm yok ki… Onun bile
ne denli yanıltıcı ve eksik
olduğunun en iyi örneği,
sızdırılan belgelerin
ardından yaşananlardır
sanırım. Ama CNN yahut
Ülke TV izleyip her şeyi
bildiğini sanmak, “Yan
yana duran iki zıt, güncel
gerçeği” demek bizim için
sadece.
“Yeni bir hükûmet
kuruldu”, “Bugün îtibâriyle
katilimiz yakalandı”, “Dünya futbolu sahada”, “Kılıçdaroğlu cehâlette zirve
yapmaya devam ediyor”,
“Terör ülkemde ve dünyada kan dökmeye devam
ediyor”, “Trump, gerçek
Amerika profilini ortaya
koyuyor”, “Suriye’de savaşın bu yılsonunda da
bitmeyeceği açıklanmış”...
Kısacık bir sürede, günlerce konuşulan bir aylık
onca gelişmenin neler
olduğunu öğrenmek çok
kolay işte!
medya paylaşımlarının ne
kadarının yenilen, içilen,
gidildiği gösterilen yerlere ait olduğuna dair bir
istatistik çıkarılsa sonuç
nasıl olur sizce? Konforuna çok düşkün insanların
dahi içindeki maceracı (!)
ruhu yansıtmak için neler
ettiklerini yine ancak bu
kanallardan öğreniyoruz,
değil mi?
Eşyaya gerçek bir
nüfûzumuzun olmadığından, hayatımızın hakîkate
açılan anlamları giderek
azaldığından sanırım bu
hâlimiz. Gittikçe daha çok
yaklaşıyorum bu fikre. Eskiden olsa sohbetlerin ana
konusu gelişmeler, “İki lâf
edebilmek için bile eksik
kalmamak istiyor insanlar” der, geçerdim. Ama
öyle böyle değil insanların
kendileri gibi davranma-
yan birini gördüğündeki
tepkileri. Birkaç kişiye
ünlü katilimizden yeni haberimin olduğunu söyleme gafletinde bulundum,
bakışlarını görmeliydiniz!
Oysa biliyoruz ki, bize
yansıyan şeyler hangi
perspektiften bakıldığına
göre değişirler. Yakın
tarihimize ilişkin pek çok
olayın gerçekliği hâlâ ortaya çıkmamışken, bugüne
dair her şeyi sadece haberleri izleyerek bildiğimizi sanmak, nasıl bir aldanma isteğinden ileri geliyor? Okuduğumuz tarih,
eli kanlı Batı’nın, geçmişi
daha dün olan süper güç
ABD’nin istediği formatta,
ya bugünün haberleri?
Satır aralarını okumaya
çalışarak, tüm dünyadan
gelişmeleri yine dünya kanallarından takip ederek
Bilmek çok kolay dostlar! Okumak, seyretmek
hayli kolay! Bilginin doğruluğu ölçüsünde elbette…
Ama ya hakîkatler?
İşte en çok ihtiyacımız
olan, hakîkat ve hikmete
yaklaşmak! Bedenimizi
oruç ile güçlendirdiğimiz,
sınadığımız bugünlerde
ruhumuzun dirençli
olmasına, kendini ortaya
koyabilmesine, anlamaya, hissetmeye en yakın
olduğumuz günlerde bir
de hikmete niyet edelim.
Umulur ki aydınlanırız,
umulur ki merhamete
gark olur yüreklerimiz.
Yûnusça bakıp hissetmek
vaktidir şimdi! “İlim kendin bilmektir...”
Bulunduğumuz hâlden
hep daha iyiye olsun
hâlimiz; aksini görmeye
yok artık mecâlimiz!
temmuz 2016
97
haberajanda
Mercek
Yezdigerd
Hanedanının soyluları münafık birer sahte
dindar olarak ülkelerine geri döndüler. Rutûbetli mahzenlerde toplantı üstüne toplantı yaparak kendi aralarında
“Şuubiye” adını verdikleri bir gizli örgüt kurdular. Bu illegal
örgütün amacı, “İran Şahlığı”nı yeniden diriltmek ve ebediyen söndürülen kutsal ateşi tekrar canlandırmaktı. Canla
başla çalışmaya başladılar “Şuubî amaç” uğruna. Başarmak
kolay değildi tabiî. Ama çok inatçıydı Şuubiler. Her fırsatı
değerlendiriyor ve bu arada dindar Müslüman takiyyesini
dibine kadar yapmaktan geri durmuyorlardı…
Şuubiye’den Kandil katil erine
KÖRÜKDAR VE ATEŞ
H
ENÜZ element sayısının 102 olmadığı zamanlarda, yüz yıl evvelki devirlerde, klasik fizik temel madde sayısını dört olarak
sabitlemişti: Toprak, su, hava ve ateş… İçlerinden en çok, hayatın
dört temel malzemesinden biri sayılan ateş önemsenirdi. Hatta
“Bu yüzden kutsanırdı” da denilebilir. Bunun en başat misâli olarak İran kültürü bu kutsamayı zirveye taşımış ve ateşe perestiş
eden bir din formatlamıştı: Mecûsilik…
98
temmuz 2016
>> Mevzubahis dine resmiyet kazandıran İranî imparatorluk ise Sasanilerdi ve
ateşsever bu kavim, 400 yıl
kendi coğrafyasında hükümran oldu.
350 yıl, “Ateşgede” adını
verdikleri tapınaklarında
kutsal ateşi biteviye yanar
tutan “Ateşgidiler”, kutsallarının takvimler 570 yılını
gösterdiğinde birdenbire
söndüğünü, bununla da kalmayıp şahları Nuşirevan’ın
sarayının fil ayaklarının
paldır küldür yere yığıldığını
gördüler de gözleri patladı.
İmkânsızı yaşayarak şaşkınlığın zirvesine tırmandılar.
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
Kutlu Doğumun neden
olduğu bir başka olay da Taberiye gölünün kurumasıydı.
Aynı anda havada olağanüstü patlamalar, ışıklanmalar
ve dalgalanmalar olmuştu.
Yani hayatın ana unsurunu
oluşturan dört temel element
olan toprak, su, hava ve ateş,
“Kutlu Bebeğin” dünyaya
teşrifiyle hücrelerine kadar
sarsılıyor, teslim oluyordu
O’nun kutuna ve kutsal öğretisine.
Böyle bir şey olamazdı, olmamalıydı…
Ama olmuştu. Zira bütün
bunlara sebep olan bir doğumdu. Adı “Yerde ve Gökte
Övülmüş” anlamındaki
“Muhammed” olan bir Kutlu
Bebek dünyaya gelmişti.
Dünya, yani arz, bu doğumun
şiddetiyle zelzele geçiriyordu. Onun için Sasanilerin
kutsalları birdenbire sönüyor,
bununla kalmayıp şahları
Nuşirevan’ın sarayının fil
ayakları paldır küldür yere yığılıyordu. Olağanüstü bir hâl
yaşanmaktaydı. Sadece Sasanilerin ateş ülkesinde değil,
tüm dünyada ve semâda…
Şah’ın tebaasını şaşkınlığa
sevk eden ikinci ve son dalga,
doğumdan tam 58 yıl sonra
geldi. Bu arada Kutlu Çocuk
büyümüş, zengin bir tüccar
olmuş, yaşadığı kentin en
zengin ve soylu hanımıyla
evlenmişti. Vakit erince Hira
mektebinde okumuş, Cibril
Melek’e muhatap olmuş,
vahiy almış, on üç yıl dinini
vazetmiş, Mekke’den çıkartılınca komşu Medîne’ye hicret etmiş, can düşmanı müşriklerle kıran kırana savaşmış
ve Arabistan’ı kaplayan bir
“Müslümanlar Birliği” kurmuştu.
Bu arada ülkesinin dört
bir yanındaki imparator,
kral, melik, emir ve şahlara
da “dine çağrı” mektupları
göndermiş olan Kutlu İnsan,
Efendiler Efendisi, en büyük
hakâreti “Mecûsi Şah”tan
görmüştü.
Şah, “Peygamber
Nâmesi”ni okur okumaz
sükûnetini koruyamamış,
terbiyesini muhafaza edememiş ve çok sinirlenmişti.
O öfkeyle “Kutlu Nâme”yi
yırtarak kalan parçalarını asla
zeval olunmaz mâsum bir
elçinin yüzüne savurmuştu.
Efendiler Efendisi, Şah’ın
bu edepsizliğini duyunca,
“Devleti parça parça olacak!” diyerek bir öngörüde
bulunacaktı. Çok sürmedi,
Efendimizin vefâtının ardından gelen iki yıllık Hz.
Ebubekir hilâfetinin akabinde “Emirü’l-Mü’minîn” olan
Hz. Ömer, Şah’ın ülkesini
paramparça etti, tacına ve
tahtına el koydu. Son Şah
Yezdigerd, yurdunu yüzüstü
bırakarak komşu Türk illerine kaçtı. Bir süre oralarda
dolaştı. Bu arada kendine
müttefikler aradı lâkin bulamadı. Bunun üzerine üzüntüsünden kahrolup gitti.
Yezdigerd Hanedanının
soyluları münafık birer sahte
dindar olarak ülkelerine geri
döndüler. Rutûbetli mahzenlerde toplantı üstüne toplantı
yaparak kendi aralarında
“Şuubiye” adını verdikleri
bir gizli örgüt kurdular. Bu
illegal örgütün amacı, “İran
Şahlığı”nı yeniden diriltmek
ve ebediyen söndürülen
kutsal ateşi tekrar canlandırmaktı. Canla başla çalışmaya
başladılar “Şuubî amaç” uğruna. Başarmak kolay değildi
tabiî. Ama çok inatçıydı
Şuubiler. Her fırsatı değerlendiriyor ve bu arada dindar
Müslüman takiyyesini dibine
kadar yapmaktan geri durmuyorlardı…
Takiyyeci Münafık Şuubiyan, aradığı fırsatı kısmen
de olsa Hz. Ali ile Muaviye
çekişmesinde yakaladı. Ve
getirip son ihlâs ve Tevhîd
dini olan İslâmiyet’in ortasına yaktılar perestiş ettikleri
ateşlerini. O ateşle, yüzyıllardan beri insanların îmanını
göğündürmeye devam
ediyorlar. Günümüzde ise
hedeflerinde Sünnîlik var. Bu
bağlamda Batı’yı da arkalarına almış durumdalar. Müttefiklerinin kışkırtmasıyla
şimdilerde hedefe Türkiye’yi
koyup ölümüne saldırılar
gerçekleştiriyorlar. Hem de
en süflî savaş yöntemi olan
terörü kullanarak!
Bizim için bu terör yuvalarının başında elbette
“Kandil” gelmekte. Burası,
İran-Irak sınırında bir dağ
silsilesi… Kuş uçmaz, kervan
geçmez bir tenha bölge…
Burada soralım hemen:
“Kandil’in patronu kim?”
Tabiî ki bu soruya verilecek cevapta geçen adres tek
değil elbette. Fakat cevapta
sıralanan başkentlerin arasında “Tahran”, önemli bir alan
işgâl etmekte. Özellikle 2011
yılından beri…
1999’dan îtibâren bölgenin hâmîsi durumundaki
ABD “yallamak”taydı söz
konusu tayfayı. Lâkin 2011
yılı îtibâriyle “Yankee”lerin
Irak’tan çıkması îcâb etmişti.
Çünkü sırada Suriye vardı.
Bu sebeple Vaşington’un terk
ettikleri arasında Kandil de
vardı.
Ancak kanlı “Alamut”
dağı bir gün bile patronsuz
kalmadı; İran, ordusuyla
girdi bölgeye. Bir hafta süren operasyonun ardından,
İranlı Kürtlerden müteşekkil
PJAK kamplarının köküne
kibrit suyu döktü ve Türkiyeli Kürtlerin oluşturduğu
PKK’nın yeni patronu ilân
etti kendisini. Dağda bulunan ve Suriyeli Kürtlerden
mürekkep olan grubu da
daha sonra “Rojova” adını
alacak olan Kuzey Suriye
arazisine yerleştirdi. Bizden
söylemesi!
temmuz 2016
99
haberajanda
Toplum
Köyden,
sevdiğinden,
eşinden, anne,
baba ve çocuklarından
gelen kaseti
alan gurbetçi,
kasetteki sesleri dinleyerek
hasret giderir,
özlemini bu
şekilde dindirmeye çalışırdı.
Daha sonra
kendi de bir kaset kaydı yaparak hasret ve
özlemini dile
getirirdi. Üstelik her zaman
bunu yapma
imkânı yoktu.
Eşler, çocuklar,
anne ve babalar yılda bir kez
gurbete gönderdikleri ciğerpareleri ile
ancak iletişim
kurabiliyordular. Bu nedenle
özlem gibi duygular o yıllarda
çok değerliydi.
O yıllarda bu
manzaralar
sıkça yaşandığı için, hasret,
özlem, gurbet
gibi temalar
şarkı sözlerinde çokça yer
bulabiliyordu.
“Halk edebiyatı bu temalar
üzerine kuruluydu” dersek
çok yanılmış
olmayız sanırım.
100
temmuz 2016
Dijital yaşamın kıskacında gelişen
dijital duygular ve insan
İ
LETİŞİM teknolojilerindeki gelişmeler, hayatımızı kolaylaştırma, işlerimizi hızlandırma ve sair konularda hayatımıza çok fazla pozitif şeyler kattı. Ancak gelişen bu
kitle iletişim teknolojileri hayata yeni anlamlar yükledikleri gibi, bazı değerlerin ve
duyguların da içeriklerini değiştirdi. Hatta bazılarının içini boşalttı, bazılarını sığlaştırdı
ve başkalaştırdı. Yani kitle iletişim teknolojilerindeki gelişmeler hayatımıza çok şey kattığı
kadar, çok şeyi de değiştirdi.
>> Günümüzden 30 yıl önce,
Anadolu’nun birçok yerindeki
evlerde telefon az bulunurdu.
Hele taşra ve köylerde ya hiç
yoktu ya da sadece köy muhtarı
veya bakkalında bulunurdu.
O yıllarda ülkemiz bugünkü
gibi kalkınmamış olduğu için
köyden veya taşradan gurbete
çıkan çok insan olurdu. Aylarca,
hatta yıllarca gurbette kalanlar
bulunurdu. Gurbetçilerimiz genellikle inşaatlarda çalışırlardı.
İnşaatın bir odasına bir ranza,
üzerine döşek serilir, o döşekte
gecelenirdi. Bazen ranzasız
olarak köşede bir yere serilen
yataklarda uyunurdu. Öyle ki,
aylarca, hatta yıllarca sevdiğini,
çoluk çocuğunu, anne ve babasını göremeden, sesini duyamadan hayat mücadelesi verenler
olurdu. Zor yaşam koşulları ve
işlerin ağırlığından dolayı ailesinin medâr-ı mâişetini karşılamak için gurbete çıkan Anadolu
insanının sılaya, anne babaya, eş
ve çocuklarına özlemi çok derin
olurdu. Çünkü içinde filizlenen
özlemi, yüreğinde katmerleşen
hasreti giderecek bir yol yoktu.
Telefon olmadığı için aylarca
anne, baba, eş ve çocuklarıyla
konuşamayan pek çok çilekeş
Anadolu insanı vardı.
Köy bakkalında ya da muh-
tarda telefon olanlar bir nebze
de olsa şanslı idiler. Çünkü onlar
3-5 dakika da olsa yakınları
ile hasret giderebilme, onların
seslerini duyabilme imkânına
sahip olabiliyordular. Ama o bile
selâm ve hal hatır sormanın ötesine geçemiyordu. Zira bakkalda
insan eşiyle ne konuşabilirdi ki?
Fakat Anadolu insanı, bu
imkânsızlıklar içerisinde bile
bir çözüm bulmuştu. Günümüz
genç neslinin pek bilmediği teyp
kasetleri vardı o yıllarda. Günümüzün CD’leri, DVD’leri idi o
kasetler. Genç Anadolu insanı,
sevdiğine olan aşkını bu kasetlerle dile getirir, mâşukunun
sevdiği şarkıları ve türküleri bu
kasete doldurarak sevdiğine
aşkını anlatırdı. Çok yerde, içindeki şarkı ve türkülerden dolayı
eğlence aracıydı bu kasetler.
Fakat Anadolu insanı için türkü/şarkı dinleme ve bir eğlence
aracı olmaktan ziyâde, gurbete
uğurladığı eşiyle, sılada bıraktığı
çoluk çocuğuyla hasret giderebilme faydası vardı. Sılada olan,
gurbete gönderdiği sevdiğine
duyduğu hasreti bu kasetlerle
gideriyordu. Gurbettekiler için
de durum aynıydı. Bu kasetlere
60 veya 90 dakikalık ses kaydı
yapılabiliyordu.
İşte bu kasetlere anne, baba,
eş ve çocuklar sırayla, gurbete
uğurlanan kişiye hasreti dile
getirerek kayıt yaparlardı. Kayıt
yapılan bu kasetler gurbette olan
kişinin yanına giden başka bir
gurbetçiye emânet edilirdi. O
gurbetçi de bu kaseti sahibine
ulaştırırdı.
Köyden, sevdiğinden, eşinden, anne, baba ve çocuklarından gelen kaseti alan gurbetçi,
kasetteki sesleri dinleyerek hasret giderir, özlemini bu şekilde
dindirmeye çalışırdı. Daha
sonra kendi de bir kaset kaydı
yaparak hasret ve özlemini dile
getirirdi. Üstelik her zaman
bunu yapma imkânı yoktu.
Eşler, çocuklar, anne ve babalar
yılda bir kez gurbete gönderdikleri ciğerpareleri ile ancak
iletişim kurabiliyordular. Bu
nedenle özlem gibi duygular o
yıllarda çok değerliydi. O yıllarda bu manzaralar sıkça yaşandığı için, hasret, özlem, gurbet
gibi temalar şarkı sözlerinde
çokça yer bulabiliyordu. “Halk
edebiyatı bu temalar üzerine
kuruluydu” dersek çok yanılmış
olmayız sanırım.
Zaman içerisinde gelişen
iletişim teknolojileri bu tür
duyguların içini boşalttı. Çünkü
artık insan birini özleyemez
oldu. İnsan bir şeye hasret du-
Aytekin Atasoyu
[email protected]
yamaz oldu. Çünkü bir şeye
hasret kalmak için o şeyden
uzak kalmak, bir şeye özlem duymak için o şeyden
ırak olmak gerekliydi. Ama
gelişen iletişim teknolojileri
sâyesinde zaman ve mekân
mefhumu ortadan kalktığı
için insanlar bir şeye hasret
duyamaz, bir şeyi özleyemez
oldular. İnternet, cep telefonu, 5G teknolojisi, görüntülü konuşma gibi iletişim
kanalları sâyesinde insan
biriyle konuşmak istediğinde,
biriyle görüşmek istediğinde
ânında bunu yapabiliyor.
Yani bir bakıma hasret ve
özlemlerimiz anlık olarak
ortaya çıkıyor ve ânında da
giderilebiliyor.
Bunun diğer bir anlamı şu:
İnsanlar artık bu gibi duyguları ânında tüketebiliyorlar.
“Ânı yaşamak” dedikleri şey
belki de bu olsa gerek.
Ânı yaşamaya başlayan
insan, duygularını da ânında
tüketme yoluna gidiyor.
İnsanı insan yapan temel
duyguların bu şekilde, anlık
olarak tüketilmesi, insanın
özünü tüketmesi anlamına
da geliyor.
Tekrar yukarıdaki örneğe
dönecek olursak… İnsanlar,
60 dakikalık bir ses kaydıyla
yaşadıkları hasret, özlem
gibi duyguları aylara yayarak
tüketirken, iletişim teknolojilerinde meydana gelen
gelişmelerle birlikte aylarca
tüketemedikleri duyguları
ânında tüketir hâle geldiler.
İnsan da, duygular
da dijitalleşiyor
İletişim teknolojilerindeki
gelişmeler sadece duyguların sığlaşmasına sebebiyet
vermedi. Aynı zamanda duy-
guların da dijitalleşmesine
neden oldu.
Klasik iletişim yöntem ve
araçlarının kullanıldığı dönemlerde dokunarak ve fiziksel temas kurarak iletişim
kuran insanlar ve de dokunarak ve fiziksel temas kurarak
oyun oynayan çocuklar hem
kendi duygularını tanıyabiliyor, hem de fiziksel temas
kurulan kişilerin duygularını
anlayabiliyorlardı. Fiziksel
teması asgarîye indiren
iletişim teknolojilerindeki
gelişmeler, kişilerin birbirleriyle olan duygusal bağların
da kopmasına neden oldu.
Büyükler artık tokalaşmadan,
uzaktan bir baş hareketiyle
birbirlerini selâmlarlarken,
dijital iletişim teknolojileri
ile büyüyenlerde Facebook
gibi sanal iletişim ortamlarında birbirlerini dürterek
selâmlaşıyorlar.
Fiziksel temas kurmadan
dijital oyunlarla büyüyen çocuklarda arkadaşlık, dostluk,
yardımlaşma gibi duygular
yerli yerinde olmayacaktır.
Boş bir arsada oynanan futbol oyununda çelme takılıp
düşen bir çocuğunu ayağa
kaldırıp soyulan diz kapağına
üfleyerek duyduğu acıyı hafifletmeye çalışan diğer çocuk,
arkadaşlık ve yardımseverlik
duygusunu bu fiziksel temaslarla keşfedecekken, dijital bir
futbol oyunu oynayan çocuk,
fiziksel temas kuramadığı için
bundan mahrum kalacaktır.
Dijital oyunlarla büyüyen
bir çocuğun yardımlaşma,
arkadaşlık ve ortak bir bilinç
oluşturabilme duygusu, boş
bir arsada futbol oynayan,
mahalle aralarında fiziksel
temas kurarak oyun oynayan
bir çocuktan çok gerilerde
kalacaktır.
Aslında örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat yukarıda bahsettiğim iki temel
örnek bile iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin -dikkatli olunmazsa- duygularıyla var olan ve duygularıyla
kendileşen insanı ve insanlığı
dijitalleştirecek bir forma
sürükleyeceğini gösteriyor.
Bunun önüne geçmek için
dijital yaşamı olması gerektiği kadar hayatımıza entegre
etmeliyiz. Aksi hâlde, bir
zaman sonra sadece duygular değil, insanın kendisi de
dijitalleşecektir.
temmuz 2016
101
haberajanda
Bilim
Y
AZININ hemen başında, bu çalışmanın insanoğlundaki “korku”
duygusunun kökeniyle ilgili
olduğunu söyleyelim. Birazdan
ayrıntılarıyla bahsedeceğim çalışma 1920 yılında “The Journal
of Experimental Psychology” dergisinde yayınlanana kadar, “korku” duygusunun kökenine
ilişkin birbirine zıt birçok görüş ileri sürülmüş.
olmadığı ve kamerayla kayıt
altına alınan boş bir odaya
alınmış. Odanın zeminine
beyaz bir örtü serilip, Albert
örtünün üzerine oturtulduktan sonra, düzeneği hazırlayanlar odayı terk etmişler.
Odada yalnız başına bırakılan çocuğun yanına beyaz
bir laboratuvar faresi salınıp
nasıl bir davranış sergileyeceği izlenmiş. Albert’in
fareden korkması bir yana,
onu yakalamaya çalıştığı ve
neşesinin yerinde olduğu
belirlendikten sonra deneyin
diğer aşamasına geçilmiş.
***
>> “Korkuya” ilişkin ortaya konulan tartışmaların
ana eksenindeki problemin
kaynağında “korkunun
sonradan edinilen şartlı bir
refleks mi, yoksa doğuştan
gelen koşulsuz bir dürtü mü
olduğu” görülüyor. “Küçük
Albert Deneyi” sonuçlarının
konuya ilişkin tartışmaları
sona erdirdiğini söyledikten
sonra yavaş yavaş çalışmayı
anlatmaya başlayayım.
***
Asıl deneye geçilmeden
önce, 8-9 aylık Albert’e birkaç duygusal test yapılmış.
Çocuğa pamuk, beyaz fare,
beyaz tavşan, yanan kâğıt
parçaları, peruk ve maske
gibi objeler gösterilip nasıl
tepki verdiği değerlendirilmiş. Albert, gösterilen
eşyalara karşı deneyi kurgulayanların “öngörüleri” doğrultusunda tepki vermiş.
Çocuğun sözü edilen eşyalara karşı daha önceden
koşullu bir şartlanması bulunmadığı için herhangi bir
“korku davranışı” sergilemediği gözlenmiş.
***
Deneyin ikinci aşamasında
çocuk, içinde hiçbir eşyanın
102
temmuz 2016
Çalışmanın bu evresinde,
bir tek fark hâriç, önceki uygulamanın aynısı gerçekleştirilmiş. Albert’in fareye her
dokunuşunda, sesin nereden
geldiği ona fark ettirilmeksizin, iki demir çubuk şiddetli
biçimde birbirine vurularak
rahatsız edici bir gürültü
oluşturulmuş. Sesleri duyan
çocuğun ürktüğü, ağladığı
kayda geçilmiş.
Devamında, ağlayan ve
sakınma davranışı sergileyen çocuğun sakinleşmesi
beklenip, yeniden fareye
dokunmak istediğinde demir
çubuklar birbirine vurularak
ürkütülmesi sağlanmış.
Son bahsettiğim işlem birkaç kere daha tekrar ettirildikten sonra sonlandırılmış.
***
Birkaç gün sonra, çalışmanın geriye kalan kısmını
tamamlamak için deneye
devam edilmiş.
Çocuk aynı deney odasına
alınıp herhangi bir gürültü
çıkarmaksızın, odaya öncekinde olduğu gibi beyaz fare
salınmış. Albert’in beyaz
fareyi görür görmez ona karşı
irkilme davranışları sergilediği ve ağladığı gözlemlenmiş.
***
Prof. Dr. Bünyami Ünal
[email protected]
“Çocuğun gelinen noktada
sakınma ve korkma davranışı
sergilemesinden daha doğal
ne olabilir ki?” veya “Bu
sonucu elde etmek için bir
deney kurgulamaya neden
ihtiyaç duyulsun ki?” dediğinizi duyar gibi olduğumdan,
araya girip bir uyarı yapmam
gerektiğini düşünüyorum.
Haklısınız, Küçük Albert
Deneyi “bu sonucu görmek
için” kurgulanmamış. Tespit
edilmeye çalışılan “davranışın” başka bir şey olduğunu,
deneyin devam eden aşamalarından anlıyoruz.
***
Çalışmanın son aşamasında küçük Albert’in, deneyin
ilk günü temas ettirilen eşyalarla yeniden karşılaştırılması gerçekleştirilmiş. Hiçbir
gürültü çıkarılmaksızın
çocuğa pamuk gösterilmiş…
Gözlenen tepki sakınma ve
ağlama… Beyaz tavşan…
Sergilenen davranış aynı…
Beyaz olmayan diğer tüylü
nesneler gösterildiğinde de
çocuğun pamuk ve beyaz
tavşana karşı sergilediği tutumu gösterdiği belirlenmiş.
Vardıkları sonuçla yetinmeyen bilim adamları, beyaz
sakallı ve tüylü kostümler
giyerek odaya girdiklerinde
Albert’in aynı refleksleri
verdiğini görmüşler.
***
Bir gün internette dolaşırken, rastlantısal olarak, biraz
önce anlatmaya çalıştığım
çalışma gözüme ilişti. İlgimi
çekti ve bir solukta okudum.
Deneyin kurgusu ve sonuçları sanki zihnime demir bir
balyoz gibi indi. Yaşayıp tecrübe ettiğim birçok hâdiseyi
yeniden değerlendirmem
gerektiğini düşündüm: Ben
kimden ve niçin “korkuyordum”? Birilerinden hangi
sebeple “nefret” ediyordum?
Bu “korku ve nefretimin”
kökeni neydi? Bugüne kadar
hangi tür “şartlandırmalara”
mâruz bırakılmıştım?
Bulduğum şeyin özeti,
koskocaman bir “kandırılmışlık hissi ve hayâl kırıklığıydı”. Zihnimde oluşan
birçok korku veya buna
bağlı gelişen nefretlerimin
neredeyse çoğunun gerçekle
hiçbir ilişkisinin olmadığını
fark ettikçe, içime engelleyemediğim bir irkilme hissi
geldi. Hayatta herhangi bir
temasım ol(a)mayan filanca ırka karşı nefretim veya
filanca millete karşı hissettiğim korkularımı gözümde
canlandırdıkça, bu defa da
“korkularımdan korktum”.
Hissettiğim yersiz nefretlerimden dolayı kendimden
utandım. Başkalarının oyuncağı olduğuna karar verdiğim
kendi “zihnimden” iğrendim.
“Benlik saygım” sarsıldı.
Her neyse… Kendi açımdan konuya ilişkin çetin bir
yüzleşme yaşadıktan sonra,
büyük oranda problemi
çözdüm. Problemimin kalan
kısmı ile mücadele etmeye
devam ettiğimi söyleyip
konunun bir başka yönü ile
ilgilenme vaktimizin geldiğini düşünüyorum.
***
Toplumlar “korku ve nefret” üzerinden kutuplaştırılıyorlar. Tıpkı Albert ve beyaz
fare ilişkisinde olduğu gibi,
milletin dikkati, özenli bir
ustalıkla “seçilen bir odağa”
yoğunlaştırılıyor. “Hedefe
konulan odağa” ilişkin gündemler oluşturulup milletin
projeksiyonları “seçilen
kurbana” yöneltildiği an,
basın veya benzeri araçlarla
insanların zihninde “korku
ve nefret” mekanizmalarını
tetikleyecek “büyük bir gürültü” çıkartılıyor. Benzeri iş-
lem defalarca tekrar ediliyor.
Böylece insanların “seçilen
odağa” karşı “olumsuz klasik
şartlanmaları” gerçekleştirilmiş oluyor. Bundan sonrası
basit! Yapılacak iş, milletin
zihninde “klasik koşullanma”
metodu ile kötülüğün merkezi olarak “kodlanmış olan
odak (beyaz fare)” ve “seçilen
kurbana benzer (beyaz tavşan)” diğer yapıların örtüştürülmesi…
Sonrası, kendiliğinden
ilerleyecek işlemler serisi…
Milleti korkutmak için
“beyaz sakallı” birini bile
nazara vermek yeterli olacak!
***
Çalışmaya
ilişkin olarak
yazarın öngörü ve
tavsiyeleri
Filan objeye karşı “şartlandırılan” kitleler, eğimi
önceden dizayn edilmiş
düzeneğin bir tarafına doğru
yönlenirken, filan nesneye
karşı “duyarlılaştırılan” kalabalıklar, başka bir tarafa
savrulacaklar.
Sonuç: Birbirinden “korkan” ve doğal olarak “nefret”
eden kutuplaşmış topluluklar…
“Abartmıyor musun?” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Eksik bile söylediğimi düşünüyorum. İşte ispatı!
Sizce Batı dünyasında
“İslâmofobi” nasıl oluşturuldu?
Bu örnekte mi seni ikna
etmedi?
Hangi düşünce dünyasının
ferdisin bilemiyorum; bildiğim, her birimizin diğerimizden “korkup nefret” ettiği…
Sence bu olumsuz gerçeklik,
öyle durup dururken mi
oluştu? Yoksa küçük Albert’e
yapılanlara benzer “sosyal
psikoloji” denemelerine mi
mâruz bırakıldık? Yok, “Bana
kimse bunu yapamaz!” mı
diyorsun? İradeni, tercihlerini
kimsenin yönlendiremeyeceğini mi iddia ediyorsun?
Kimden korkup kimden nefret etmen gerektiğine “özgür
aklınla” mı karar verdiğini
düşünüyorsun?
Ben yine de bir daha “Düşün!” derim.
***
Bir hatıramı anlatıp konuyu kapatma vakti geldi.
Üniversite okuduğum
yıllardı… Ahlâken doğru
bulmadığım için, o güne
kadar hiç “piyango bileti”
almamıştım. Nedenini tam
hatırlayamıyorum, “içimde
kulağıma fısıldayan bir ses”,
beni bilet almaya ikna etmişti. Evet, yapacaktım…
Birkaç gün sonra, çarşıda
dolaşırken bir büfe gördüm.
Kararımı hayata geçirmek
için harekete geçtim. Tam
büfenin önüne gelmiştim ki,
gözüm, orada asılı bulunan
afişe takıldı. Afişte, ünlü bir
sinema oyuncusu “piyango
bileti” reklâmı yapıyordu.
Reklâmdaki “İçindeki sese
kulak ver!” sloganını fark
edince, kendimi görünmez
bir duvara toslamış gibi hissettim. Bu, “benim içimdeki
sesti”!
O an ya gördüğümü
“verdiğim kararın metafizik
teyidi” gibi kabul edip bilet
alacaktım ya da beklenenin
aksine davranacaktım…
Birkaç saniyelik analizimin
ardından bilet almaktan
vazgeçtim!
Gittiğim yoldan geri dönerken, “bana ait olduğunu
sandığım sesin bile” birileri
tarafından yönlendirilebileceğini düşünüyordum…
temmuz 2016
103
SINEMA
haberajanda SİNEMA
104
Acaba mahşerde en büyük ve en gerçek beyaz perdeyi mi
göreceğiz? Ve en eski sinema kuramcısı Yaradan mı? Zamanı bize bir malzeme
olarak sunan ve yanı sıra “malzeme olana malzeme olacak” kadar “düşebilen”
bir algıyı da yaratan Allah, sinemaya nasıl bir rol biçmiş? Kâinatı “tasarlayan”
O, sinemayı tasarlarken nasıl bir paye lütfetti, acaba?
Senaryodan kıyamete:
En büyük beyazperde
temmuz 2016
Yeşim Tonbaz // [email protected]
K
IYAMET senaryosuyla doldurulan nice film, hayata dokunamadan geçip
gidiyor bu dünyadan. Korkutmak üzerine kurulu bir kıyamet algısı, vahşi
görüntülerle süslenmiş efekt şovlar, bir ettiğini bulma, bir karşılığını alma,
bir pişmanlık çekme duygusundan bahsetmek şöyle dursun; kendi kıyametinden kaçan ve kendilerine kıyametten bir hayat devşiren “kahraman”lar türetti.
Bu tür bir türeme elbette insanî bir üretimden çok uzaktır.
Ne filmler gördüm,
aslında öldüler!
“28 Days Later”da insanlığı kıyamete götüren şey, bir
laboratuvardan sızan virüstür. “2012” filminde Mayaların
tutmayan kehanetinin ancak
beyazperdede tutturulabilen uyarlamasını görürüz. Animasyon devreye girer bazen,
“9” ismini alır ve ironik dille be-
şer aklının sınırlarına hapsolmuş kıyamet algısının perişan hâline şahitlik ederiz. bir
de zombiler var ki, evlere şenlik... “Zombieland”den “Shaun
of the Dead”e uzanan ve peşinin gelmeyeceğini bildiğimiz
filmler, yok olamayan insanlığın, insanlıktan çıkmışlığın kısır döngüsünde debelenir durur. Kıyamet dediğimiz olguyu
dünya gezegeni ile sınırlı tutan tutarsızlık ile birçok film de
kıyameti yaşamış yeryüzünden kaçıp yeni gezegen keşfetme ya da “yaratma” ile kendince çözüm bulur.
“Planet of the Apes” evrim iddiasına secde edercesine dünyalık tapınağında tepinirken, “Deep Impact”te dev bir
kuyrukluyıldız kıyameti elimize
getirir. Aynı gedikten bahsederken “Armageddon”u anmamak olmaz. Yine meteor, yine
kıyamet senaryosu...
Kıyamet filmlerindeki
mahşer sahnesi
İlginçtir, bütün bu filmlerde
kıyametinin ilk, dünyanın son
gününü yaşama evresine gelenler ABD’lilerdir. Bize “Amerikan Rüyası”nı öğreten, kendi şehirlerimizden bîhaberken
eyaletlerini ve kritik bölgelerini neredeyse ABD’li oranında
bildiren bu filmlerde kurtarıcımız hep ABD’dir. ABD Başkanı, mutlaka ama mutlaka kendini feda etme merhalesinde
tereddütsüz dünyayı kurtarma karşılığında gerekeni yapar.
İdeal insandır zira ABD’li. İşgalci uzaylılardan katliamcı zombilere kadar her türlü düşmanın
itina ile üstesinden gelir birkaç ABD askeri. Silahla değil de
doğaüstü bir güçle sorun çözülecekse de mutlaka bir rahip
ya da budist çıkagelir ve küresel sistemin inancını tazele-
mek istercesine ritüelleri gerçekleştirir.
Bu filmlerin en somut ortak
yanı, bitişe yakın bir sahnedir.
İstisnasız, hepsinde ABD’nin bir
şehrinin yerle bir olmuş hâlinde
toplanan yüz binlerce insan,
aynı bölgenin yüksek bir yerinde mağrur ve dik duruşuyla
onlara bakan kurtarıcısına biat
eder. Bundan daha bariz tapınma ya da tanrılık tanımı olabilir
mi? Mahşer günü denince zihnimizde canlanan ve bütün insanlık tarihinin mensuplarının bir arada bulunacağı devâsa
düzlük resmi, bu filmlerin zihnimize kazıdığı görselle ne kadar
da benzeşir!
Hollywood’un
kıyameti: Tanrı insana
yenilir!
Hollywood kalabalığındaki bu
filmlerde kıyamete çok yaklaşılır ancak olmaz. İnsanoğlu oldurmaz. Tanrı’ya meydan okur
insanlık ve yine Tanrı’ya karşı
otoritesini ispat edercesine kıyameti yener!
Oysa bir musibetten ziyade, bir hesap günü olan kıyamet, alt üst olan insanlığımızın,
alt üst olan dünyanın tenhasında gizli-saklı, kıymetli, sevgili hiç bir şey kalmadan kendimizle yüzleşmenin günü olan
kıyamet acaba en büyük ve en
gerçek beyaz perdeyle yüzleşeceğimiz gün müdür? Ve en
eski sinema kuramcısı Yaradan mı?
Beşerî acizliğe mahkûm, en
yaratıcısı zombi zımbırtısından
başka bir şey olamayan kıyamet senaryolu filmlerden mülhem, sinemanın ne olduğu ve
Müslümanlar tarafından nasıl
algılanması gerektiği konusunu
düşünmek lazım.
İnsan, uzun süre düşündü-
ğü bazı şeylerin nereye varacağını tahmin bile edemiyor. Geçmişte size saçma, saplantı gibi
gelen garip tahayyüller ve zihin törpülerinin bir gün sinemaya varacağını nereden bilebilirsiniz ki?
Bu dünyada yapıp/ettiklerimiz kaydediliyorsa, mahşer zamanı önümüze geldiğinde, en
küçük iyiliğimiz de en küçük
kötülüğümüz de yeniden resmedilecekse, bu nasıl olacak!?
Hayâlinde resmedebilecekleri somut tecrübesiyle sınırlı olan bir beşer olarak aklıma
sinema perdesinden başka bir
şey gelmiyordu.
Mahşerde sinema
perdesi mi?
Sinema adına Türkiye’de kuramsal olarak ciddi şekilde
kafa yoran isimlerden olan Sadık Yalsızuçanlar, “Rüya Sineması” diye bir kavramı temellendirmek için defaatle yazılar
neşretti. Bu yazıları “Rüya Sineması” adında bir kitapta da
toplandı. Sanat sineması ve
Müslümanların sinema algısının yerinden koparılarak hakkı ile yeniden oluşturulması adına büyük önemi olduğuna
inandığım bu eserde Yalsızuçanlar, kafamı yıllarca meşgul
eden sorularla ilgili Bediüzzaman Said Nursi’nin bir notunu
aktarıyor.
“İnsanın yapıp ettikleri nasıl bir hardal büyüklüğündeki belleğinde şifrelendiriliyorsa, levh-i mahfuzda da tüm
evrenin öyküsü kaydedilmektedir” diyen Yalsızuçanlar,
Mektubat’taki dikkat çeken şu
notu aktarıyor:
“Dar-ı saadet ve menzil-i
saadet olan cennette dünyevi maceraların muhaveresi ve dünyevi hadisatın manzaraları bulunacaktır. İşte bu
güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi,
menâzır-ı sermediyeyi teşkil etmek için bir fabrika destgahları hükmünde görünüyor.
Mesela nasıl ki, ehl-i medeniyet fani vaziyet lere bir nevi
temmuz 2016
105
haberajanda Sinema
beka vermek ve ehl-i istikbale yadigar bı rakmak için güzel
veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle
istikbale hediye ediyor. Aynen
öyle de, şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra onların
Sani-i Hakimi, âlem-i bekaya
ait gayelerini o âleme kaydetmekle...”
Mahşerde, yapıpettiklerimizi tıpkı sinema perdesindeki gibi izleyecek oluşumuzun, bugün için sinemaya
nasıl bir önem atfettiğine özellikle dikkat çekmek isterim.
Şeklen ne kadar beyaz perdeye
benzediği çok önemli değil. An-
106
temmuz 2016
cak sinema dediğimiz olgunun
mahşerde bir araç olarak kullanılma ihtimali bile başlı başına
heyecan verici bir durum. Müslümanların sinemaya bakışını yeniden gözden geçirmeleri
için tek başına yeterli bir sebep.
Zaman, sinemada tarzları ve
dili belirleyen başlıca olgudur.
Zamanı anlamaya ve resmetmeye çalışmanın ne kadar güç
olduğu da böylece ortaya çıkıyor. Ve sanat sinemasını tercih
edenlerin neye cesaret ettikleri
de anlaşılıyor, zannedersem.
Sinema, “mimesis” (yansıtma) yani doğadakini/olanı/olguyu filme almak kadar kof bir
sanat tercihi ile icra edilirse, tü-
ketim toplumunun iştahını kabarttıktan sonra sofrada meze
olmaktan öteye geçemeyen ve
tükenen olmaya mahkûmdur.
Ve dönelim “mahşer-sinema
ilişkisine”...
Acaba mahşerde en büyük
ve en gerçek beyaz perdeyi mi
göreceğiz? Ve en eski sinema
kuramcısı Yaradan mı? Zamanı bize bir malzeme olarak sunan ve yanı sıra “malzeme olana malzeme olacak” kadar
“düşebilen” bir algıyı da yaratan Allah, sinemaya nasıl bir rol
biçmiş? Kâinatı “tasarlayan” O,
sinemayı tasarlarken nasıl bir
paye lütfetti, acaba?
Emin olun bunun bir öne-
mi yok. Bütün bu bahsedilenler teşbihden ibaret de olabilir. Lakin insan düşünmekle
mükellef. Sadece somut olan
üzerine düşünmenin ne kadar
geçici olduğunu, daha geçmeden anlıyorsunuz. Soyut olan
ise Müslümanın asıl soru alanı olmalı. İşte bu sebeptendir
ki sinema, eğlenceye/algıya/
zevke/nefse indirgenmemeli. Sırf bu yüzdendir ki sanata ve sinemaya burun kıvıran
Müslüman, başını ellerinin arasına alıp yeniden düşünmeli.
Sadece bu sebep bile Müslüman olan yapımcının elini taşın altına koymasının lütuf değil zaruret/görev olduğunu
ifşâ eder.
haberajanda
Altyazı
Abdulhamit Güler
[email protected]
>> Sözün güç olmaktan
çıkıp silaha dönüştüğü ve
sakıncalı alanların Makyevelist bir yapıyla mubah
sayılarak genişlediği
şu zamanda kelimenin
namusunu korumak da
mesele.
Sık sık ortaya atılan bildiriler ile diri diri gömülen
hakîkate şâhitlik ettik.
Herkesin kendi doğrusu istikâmetinde bildiri
yayımlaması, açıklama
yapması, tarafını belli
etmesi kadar doğal bir şey
yok. Memlekette böyle
yapılmasının önünde
mânî de bulunmuyor.
Fakat işin içine yalan
girdi mi, orada durulmalı!
Kimsenin, ama hiç kimsenin hakîkate leke düşürmeye hakkı yok!
Böyle bir durumda
hakîkatin hakkı ve kelimenin namusu için ses etmekse hepimizin vazîfesi.
Hatırlarsınız, bin 128
akademisyenin ortak
olmayacakları bir suç îcâd
ederek yayımladıkları
bildiri tam olarak buydu.
Taraflı değil çarpık, hatalı
değil yalanla dolu metindeki ifâdelere kısa zaman
sonra sinemacılardan da
destek verenler oldu. Ve
sonra bu iki bildiriye karşı
bir bildiri yayımlandı.
Bildirilerin havada
uçuşması bile memleketin
ne kadar değiştiğinin ve
diktatorya ithamının ne
denli saçma olduğunun
göstergesi.
Bin 128 imza alan ve
sonrasında 400 sinemacının desteklediği
bildirideki en bâriz yalan,
“devletin başta Kürt halkı
olmak üzere bölge halklarının bilinçli bir şekilde
katletmesi” idi. İnsan biraz
utanır! 90’ların devleti
olsa bunu söyleyebilecek
miydiniz?
Bu nasıl bir halk katletmektir ki, ölenlerin tamamına yakını PKK militanı…
Ve bu nasıl bir devlet
katliamıdır ki, hayatını
kaybeden sivillerin çoğunun katili PKK… Roketle,
havanla, ağır silahla ölen
çocukların katili PKK’dan
tek kelime ile söz etmeden,
sadece ve sadece “devlet”
adını verdiğiniz/bir türlü
Değişmeyen bir deri: Hakîkati diri diri
gömen bildiri
İ
NSANLIĞIN en kadim evrensel hakîkatlerinden biri
“yalan” olsa gerek. Neyse ki var, yoksa doğruyu nereden bilecektik?! Eşya zıddı ile kaim. Düzenin Sahibine
hamdolsun!
gönderemediğiniz iktidarı
katliamla suçlamak mı
sizin aydın bakışınız?
Ortak olmak istemediğiniz ve adına “suç”
dediğiniz şeye “PKK ile
mücadele” desek yeridir.
Yersizliğinizin yeri tam
da bu!
Sur’da, Silvan’da,
Nusaybin’de, Cizre’de,
Silopi’de ve daha pek çok
yerde hendekler açan,
esnafı ve halkı tehdit
ederek baskı altına alan,
yüzlerce evi cephaneliğe
çevirerek halkı tehlikeye
atan PKK değilmiş gibi,
yalan söyleyerek hedef
saptırmayı vicdanınıza
nasıl sığdırıyorsunuz?
“Ambulansların yaralıları almasına engel olunuyor” yalanını sokağın
başından ayrılmayan 2
ambulans yalanlarken hiç
mi içiniz cız etmiyor?
Avrupa’nın ortasında,
Paris ve Brüksel’de sokağa
çıkma yasakları günlerce
uygulanıp sokaklarda askerler nöbet tutarken halk
mağdur edilmiş olmuyor
da teröristin bilinen adresine yönelik operasyon
mu halka yönelik katliam
sayılıyor?
Tek derdiniz Erdoğan,
hepimiz biliyoruz. Ve
bu basit sancınızla daha
uzun seneler yaşayacağınızı da…
Ve bu bildiriye destek
veren 400 sinemacı!
Artık ezbere imzaladığınız bildirileri okuma
zamanınız gelmedi mi?
Birbirinize ve birilerine
yaranma adına “sektör”
adını verdiğiniz bir kısım
emekçiyi mahalle baskısı
ile yanınızda tutmanızın
fayda vermeyeceğini ne
zaman anlayacaksınız?
Karşı bildirinin geç de
olsa açıklanmış olması
tam da bunun göstergesi,
artık tekel değilsiniz!
Bütün sinemacıları temsil
etme iddiasıyla ortaya
attığınız o saçma metin,
sadece ve sadece sesi
yüksek çıkan azınlığınıza
ait.
Sanatçının, her daim
memleketinin sıcak gündemine karşı söyleyecek
sözü olduğuna inananlardanım. Etliye sütlüye
karışmadan, akmadan
kokmadan yaşayan
sanatçı olmaz. Öncelikle
eseriyle konuşur. Sadece
eseriyle de konuşabilir.
Lâkin bildiri imzalamak
da sanatçılar için doğru
bir tercih olabilir. Bunda
bir beis yok.
Mesele şu ki, zaten
yalana batmış dünyamızda bari sanatçılar dürüst
olsunlar! Yalan yanlış bildirilere imza atmasınlar!
Kimsenin ideoloji sahibi
olması bizi ilgilendirmez;
sanatına ve tavrına bunu
yansıtması, doğruluktan
sapması kabul edilemez!
Sanatçının eli vicdanında olmaz. Zira sanat, zaten
vicdan ile yapılır. Kalbi
ve zihni ile sanat üreten
insanın eserine ve söylemine yalan bulaşırsa,
dünyayı kurtaracak hiçbir
güç kalmaz.
O yüzden -sesini her ne
şekilde çıkaracak olursa
olsun- şu ortamda (yangına su damlası taşıyan
karınca misâli) hakîkate
yardımcı olmalıyız.
Hakîkatin bize ihtiyacı
yok, biz ona muhtacız.
Kendi elimizle inşâ edeceğimiz yalanla soslanmış
çarpık putu birileri yarın
acıktığında yerse açıkta
kalan da biz oluruz.
Bu metni ister bildiri
kabul edin, ister serzeniş! Sadece ve sadece
doğruya, dürüst olana ve
hakîkate sahip çıkın!
temmuz 2016
107
KITAP AJANDA
Kitap Ajanda
108
Merhum Kabaklı Hoca’dan bir akım kaynağı:
Temellerin Duruşması
temmuz 2016
Sungur İnci // [email protected]
“B
U kitap, kendisinden bir yıl sonra doğduğum Cumhuriyetimize
adanmıştır. Yakın tarihimizi yalan ve yanlış okutmanın felâketli
çelişkileri ve millî birliğimizde yaptığı çatlak ortadadır. Önceki (Osmanlı) devletimizle, Türklüğün son ve sonsuz (ebed müddet) devlet olmasını dilediğimiz Cumhuriyet’in mânevî temelleri burada karşılaştırılacaktır.
Türkiye’de esâsen başlamış bulunan restorasyon (onarım) çağına bu kitapta bazı
fikir kapılarının açılmasına çalışılacaktır.”
>> İşte böyle diyerek sunmuştu kendi yüzyılımıza kaynaklık
edecek eserini merhum Ahmet
Kabaklı Hoca. Atatürkçülük
maskesiyle yapılan istismar ve
zorbalıkları bütün çıplaklığıyla
gözler önüne seren “Temellerin Duruşması”, halkı baskı
altında tutmanın insan şeref ve
haysiyetine tecavüz olduğunu
vurguluyor.
“Şeyhülmuharrirîn” unvanıyla Türk fikir ve sanat tarihinin
ana akım unsurlarını kurumsal
çerçevelerle süsleyen Ahmet
Kabaklı’nın bu şaheseri, birbirini tamamlayan iki ciltten
oluşuyor. Önsöz veya bir
takdim yerine “Birkaç Cümle”
başlığıyla en öne yerleştirilen
iki sayfalık not, merhum Kabaklı Hoca’nın, bu ülkenin nasıl
bugünlere geldiğini bilmeyen
ve kaba, kulaktan dolma dogmalarla sıkıştırılan yeni nesline
net çağrılarda bulunuyor.
“Büyük emeklerle ancak üç
yılda çıkardığımız bu kitap, yakın tarihimizi yanlış aksettiren
bazı kaba yalanları gidermek,
doğruları araştırma fikrini milletimize arz etmek maksadıyla
yazıldı.
Nitekim Temellerin Duruşması, bulabildiğimiz belgeler,
okuyabildiğimiz kitaplar ışığında yakın tarihimize tutmaya çalıştığımız bir meşaledir. Bu yolda
yazılması beklenecek doğrucu
ve ‘objektif’ kitapların ilkidir. Her
türlü taassuba ve gerçek korkusuna karşı Allah ve millet huzurunda söylemeyi vicdan borcu
bildiğimiz gerçeklerdir.
(…) İlim çağında ve demokrasi iddiasında olan Türkiye’nin
yalan ve menfaat karanlığına
daha fazla terk edilmesi, ona
zulümdür. Türk milletinin
geleceğe dönük bütün tasarıları, halkçılığı, insancılığı, ahlâkı,
kalkınması, ancak yakın ve
uzak tarihimizi tanımamız
sâyesinde gerçekleşir.”
Unutulmaması ve üzerine
sürekli tahlillerin yapılması
gereken Temellerin Duruşması,
Cumhuriyet’in 66’ncı yıldönümünde (1989) okura sunulmuş
olmasına rağmen, hâlen tartışılan günümüz fikriyatına önemli
veriler aktarıyor. O başlıklardan
ikisini buraya not edelim…
CHP ölü yıkayıcısı
arıyor
“İmam-hatip okullarını
1949’da yeniden açan devrin
Millî Eğilim Bakanı Prof. Dr.
Tahsin Banguoğlu, 25 yıl sonra
bu yeniden açışı söyle yazmaktadır:
‘1946 seçim kampanyasından çoklukla seçilip gelen CHP
milletvekilleri bozuktular.
Parti, ilk defa milletten bir zılgıt
yemiş, sarsılmıştı. Uzun bir
tek parti devrinin biriktirdiği
hoşnutsuzluk yaygındı. Denilebilir ki, ‘Halkın bir numaralı
yakınması, din hizmetleri ve
din öğretimi bahsindeydi’.
Vatandaş, ‘Ölü yıkayacak adam
bulamıyorum’ diyordu.
İmam-hatip mektepleri kapatılmış, uzun yıllar din adamı
yetişmez olmuştu. Beş âyet
ezberleyen din adamı geçiniyor, onlara da ‘hademe-i hayrat’
adı veriliyordu. Nihâyet, uzun
yıllardan beri okullarımızda
din öğretimi yoktu. İşte bu bahiste, 1946 seçimlerinden sonra
CHP Meclis Grubu ürkmüş,
âdetâ paniklemiş görünüyordu.
Mutlaka bir şeyler yapılmalı idi.
Yoksa millet rey vermeyecekti.
İlk teşebbüs, Meclis’teki eski
adamlarından geldi. Başta Raif
Hoca, Fatin Hoca, Rasih Hoca
ve onlara katılan Hamdullah
Suphi Bey ve arkadaşları bir
kanun teklifi getirdiler. Burada
din eğitiminin iâdesi ile birlikte
medreselerin yeniden açılması
yönünde hükümler vardı.
Oysa bu hususta Cumhurbaşkanı İnönü suskundu. Recep Peker hükûmeti ise zaten
demokrasiye, dolayısıyla bu
türlü tedbirlere taraftar değildi.
Ancak grupta rahatsızlık artıyordu. Çünkü Demokrat Parti,
Meclis’te üzerine varmamakla
beraber, halk arasında bu konuda geniş tahrikler yapmakta
idi. Grup yeniden toplandı.
Geniş bir komisyon kurularak
ilkokulların son iki sınıfında din
dersi okutulması, imam-hatip
okullarının açılması, Ankara’ya
İlâhiyat Fakültesi kurulması,
Türk büyüklerine ait türbelerin ziyarete açılması kararları
alındı.’”
Halide Edib
Adıvar’ın laiklik
üzerine bir hatırası
“Edinburg Muharirler
Kongresi’nde bizimle çok
alâkadar ve çok kuvvetli Hıristiyan ve dindar olan biri demişti
ki, ‘Sizdeki laisizm, nihâyet
İslâm dinini kaldıracak ve hepiniz Hıristiyan olacaksınız’. Ben
gülerek, ‘Müslümanların Hıristiyan olmaya ihtiyaçları yoktur.
Çünkü Hıristiyanlığın insanî
yüksek tarafı esâsen İslâm’da
da vardır’ demiştim.
O da dedi ki, ‘Laisizm, ruhunu İncil’deki bir hikâye ile
ifâde eder. Musevilerin sofu ve
riyakâr bir zümresi olan Phariseeler, Museviliği yıktığına
inandıkları ve düşman bildikleri İsa’nın ayağını kaydırmak ve
onu Romalılara yok ettirmek
maksadıyla ona ajanlar gönderiyorlardı. Bunlardan biri Hz.
İsa’ya, ‘Sen doğru bir adamsın
efendim, insanlara Allah’ın
yolunu gösteriyorsun. Bu hâlde
Sezar’a (Kayser’e, Roma hükümdarına) vergi vermek doğru mudur?’ diye sormuştu. İsa,
‘Vergi parasını bana gösterin’
demiş, sonra da Sezar’ın resmini işaret ederek, ‘Sezar’ınkini
Sezar’a, Allah’ınkini Allah’a
verin!’ demişti. Bana öyle geliyor ki hanımefendi, siz Türkler, laisizmi yaparken yalnız
Sezar’ınkini değil, Allah’ınkini
de Sezar’a verdiniz!’…”
NÖROFİNANS:
Küresel Para Savaşları ve
Davranış Ekonomisi
Dr. Ramazan Kurtoğlu
“KÜRESEL para savaşları”, 2008 Wall Street
merkezli küresel mâlî krizin
küresel ekonomiyi getirdiği
noktayı en iyi anlatan tanım. Amerikan ordusu, Mart
2009’dan îtibâren 60 ekonomi ve finans uzmanının
rehberliğinde küresel finans
savaşı tatbikatı yapıyor.
Gelecek 20 yılda önce kur
savaşları, ticaret savaşları
ve topyekûn küresel bir
finans savaşı ile birlikte
konvansiyonel silahların
kullanıldığı bir
savaş ihtimâli
hayli yüksek.
Vahiy dinleri, mitolojik
dinler ve seküler dinlerin
inananları ütopik “Yeni
Dünya Düzeni” projesi için
para oyunlarıyla dönüştürülmeye çalışılıyor. Bilime
dayandıkları iddiasındaki
komünizm ve Nazizm ile
başarılamayan, “dünyanın
tek bir yönetim biçimi ve
ekonomik düzende -evrensel demokrasi ya da küresel
serbest piyasa- birleşeceğini öne süren -soldan sağa
evirilen- yeni muhafazakâr
teoriler ile varlığını sürdürüyor.
John Gray’in dediği gibi,
“İnsanlığın yeni bir çağ
eşiğinde olduğu yolundaki
bu inanç her ne kadar sosyal bilimler kisvesi altında
sunulduysa da basbayağı
çok eski çağlara dayanan
apokaliptik inançların en
son biçimidir”. Açıkçası
“finansal Armageddon” ile
post-apokaliptik bir cennet
vaat ediliyor.
temmuz 2016
109
Kitap Ajanda
Sudan Sebepler: Türkiye’de Neoliberal
ŞEHİRLER Su/Enerji Politikaları ve Direnişleri
MEDENİYETLER VE
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu
“Ş
EHİRLERİN kaderi, tarihî
akış içinde ait oldukları
medeniyetlerin kaderi
ile özdeştir. Bu bağlamda medeniyetler ile şehirler arasındaki
ilişkiyi ele alan bu kitabın temel kavramı ‘eksen şehirler’dir.
‘etkileşim şehirleri’,
‘dönüşen/dönüştüren
şehirler’…
Medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin mihenk taşlarını
oluşturan bu şehirler,
bazen mimarî formda
veya mûsikînin ritminde, bazen entelektüel
geleneğin sürekliliğinde
ya da ticaret yolları
üzerindeki bereketli bir
pazarda ve
bazen de politik düzenin
merkezinde
durarak
medeniyet
parametrelerinin
tarihî gerçeklik içinde zaman ve mekâna
yansımasını sağlarlar.
Bu bakımdan eksen
şehirler, diğer tasniflerin
tamamına yol gösterir:
‘Medeniyete öncü kurucu şehirler’, ‘medeniyet
tarafından kurulan
şehirler’, ‘aktarılan şehirler’, ‘hayalet şehirler’,
‘tasfiye edilen şehirler’,
110
temmuz 2016
Medeniyetler ve
Şehirler’in ilk bölümü,
ilerleyen bölümlerindeki
teorik tahlillerin arka
plânını oluşturan, daha
önce gidip gördüğüm ve
bizzat tecrübe ederek
hissettiğim şehirlerin bendeki izlerini
yansıtmaktadır. İkinci
bölümde, Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir
tarihi yazımının kritik
bir değerlendirmesi
yapılmaktadır. Üçüncü
bölümde, aynı zamanda
kitabın da adını taşıyan
‘medeniyetler ve şehirler’ arasındaki ilişki,
yukarıdaki tasnif çerçevesinde dokuz başlık
altında incelenmektedir.
Her kitabın kendine
has bir zihnî serüveni
vardır. Gözlem ya da
tahayyül ile başlayan,
sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak
derinleşen ve açıklayıcı
kavramsal/teorik çerçevelerle bütünleşerek
ete kemiğe bürünen ya
da kelâma/yazıya dökülen bir zihnî serüven...
Medeniyetler ve Şehirler, böylesi bütüncül bir
zihnî serüvenin parçası
olarak görüldüğünde
gerçek anlamına kavuşacaktır.” (Prof. Dr.
Ahmet Davutoğlu)
Kolektif
İLK kez 1990’lı yılların ikinci yarısında
Bergama ve Artvin
Cerrattepe’de siyanürlü
altın madenciliğine karşı
gelişen mücadeleler
ile görünürlük kazanan
yerel çevre hareketleri,
son 10 yılda talepleri,
yöntemleri, mekânsal
dağılımı ve bileşenlerinin
niteliği îtibâriyle olağanüstü bir çeşitliliğe ulaştı. Nükleer, termik ve
rüzgâr santrallerinden
taş ve mermer ocaklarına, yol, tünel ya da
elektrik iletim hattı
inşaatlarından ormanlık alanların îmara açılmasına dek neredeyse
her gün, en az bir projenin yeni bir protesto ya
da dâvâya konu olmasına tanığız. Vadi vadi,
kasaba kasaba, hatta
köy köy örgütlenen
“yaşam alanı savucunuları”, 2000’lerin
başından beri doğanın
ve müştereklerin daha
önce görülmemiş ölçüde piyasa ilişkilerine
açılmasının toplumsal,
ekolojik ve ekonomik
etkilerine direniyor.
Sudan Sebepler,
bu sürecin bir kolunu
neoliberal su/enerji
politikalarının ekopolitiğini ve hidroelektrik
santralleri (HES) ile
büyük barajlara karşı
yirmi yıla yakın bir zamandır sürmekte olan
mücadele deneyimlerini
şekillendiren saikleri,
süreçleri ve fâilleri birçok boyutuyla kayda
geçirmeyi hedefliyor.
Doğu Karadeniz’den
Hasankeyf’e, Ege’den
Munzur vadisine uzanıyor, Türkiye taşrası ve
kırsalının hangi “sudan
sebepler” nedeniyle ayağa kalktığını sorarak devlet, toplumsal
mücadeleler ve iktisat
arasındaki açık çatışma
noktalarını gözler önüne
seriyor.
Fikret Adaman, Meral
Akbaş, Bengi Akbulut,
Mustafa Akçınar, Cemil Aksu, Murat Arsel,
Özlem Aslan, Mehmet
Bozok, Nihan Bozok,
Atakan Büke, Dilşa
Deniz, Zeynep Ceren
Eren, Sinan Erensü,
Erdem Evren, Ahmet
Kerim Gültekin, Arif Cem
Gündoğan, Mine Işlar,
Akgün İlhan, Alp Yücel
Kaya, Umut Kocagöz,
Sıla Pelin Oğuz, Yakup
Şekip Okumuşoğlu,
Fevzi Özlüer, Caterina
Scaramelli, Ethemcan
Turhan ve Özge Yaka’nın
katkılarıyla.
(Gezi Parkı eylemleri üzerinden piyasaya
sürülen kışkırtıcı kitapların diğer tarafta yankı
bulmadığını bilince, bu
tür entelektüel yaklaşımların üçüncü bir yol
oluşturabileceğini düşünmemek elde değil.)
ORTA ASYA’NIN
STRATEJİK SULARI
Dursun Yıldız
DÜNYANIN özellikle
su sıkıntısı olan bölgelerinde su kaynaklarının
stratejik önemi artmaktadır. Orta Asya’daki
Aral gölü havzası, bu
önemin arttığı bölgelerden biridir. Bu nedenle
bölgenin petrol ve doğalgaz rezervlerinin yanı
sıra stratejik suları da ilgi
odağı olmuştur.
Orta Asya’nın su kaynakları ve su sorunları,
iki kitaplık bu çalışmada
incelenmiş ve bölgenin
jeopolitiğindeki değişme
ve bu havzadaki su kaynakları kapsamlı olarak
ele alınmıştır.
Sungur İnci
R A F T A K İ L E R
MÜHRÜN GÜCÜ TAŞLAR
Necati Gültepe
YERİNE
OTURDU
Talha Uğurluel
BU kitap, Osmanlı
Devleti’nin sevk-idare
ve yönetim tekniği
(bürokrasisi) üzerine
bir incelemedir.
Osmanlı bürokrasisi, kendinden önceki
Türk-İslâm devlet
yönetimlerinin asırlarca süren birikimlerinin
özetidir. Osmanlılar bu
birikimle üç kıtada 20
milyon kilometrekarelik coğrafya üzerinde,
sonradan içinden kırk
ayrı devlet çıkmış,
farklı din, dil ve etnisiteye sahip milletler
topluluğunu 600 yıl
başarı ile yönetmişlerdir.
Kitapta yönetim
tekniğini, yani bürokrasiyi formüle eden
onlarca belgenin analiz
ve açılımları yapılarak
bu sırlı oluşum çözümlenmeye ve anlaşılır
hâle getirilmeye çalışılmıştır. Yönetimin ve
yönetimle ilgili teşkilatın mihenk taşı, kamu
görevi yapan bürokrasi
içinde yetişmiş, bugün
“memur” diye bazen
küçümseyerek baktığımız kâtiptir.
Kâtip, Osmanlı bürokrasisinin temeli,
devlet adamı modelinin
prototipidir. Kâtiplik,
geçmişte devlet yönetiminin her alanında
aranan geçerli tek
kariyerdir.
Eski büyük tarihçiler, “Devletlerin kuruluş ve kriz dönemlerinde ehl-i seyf (askerî
sınıf) öne geçerse de
devleti ayakta tutan
asıl zümre ehl-i kalemdir” derler. Ehl-i kalem,
yani bürokrat sınıf, her
işi, her resmî eylemi
kanunlar ve gelenekler
çerçevesinde, sıkı bir
hiyerarşik disiplinle
kayda geçiren, devlet
işlerini kanunlara,
evraka ve kayıtlara
istinâden yürüten ve
nesilden nesle aktaran
zümredir. İşte bunlar
hakkında ilgililerin faydalanacakları ve belki
de hayranlık duyacakları bol malzemeli bu
çalışma, meraklısına
arz ediliyor.
BİZE hep aynı masalları
anlatarak kendi kültürümüze
uzak durmamızı sağladılar.
“Orta Asya’da çobanlık yapıyor, ata biniyor, koyun güdüyor, çadırda yaşıyordunuz.
Tamam, iyi savaşıyordunuz
ama yağmacıydınız, kültürsüzdünüz, medeniyetten
uzaktınız, heykelleriniz, balballarınız, kurganlarınız vardı
ama bunlar hep geçici oldu,
kalıcı bir şey bırakamadınız”
dediler ve
bu göçebe
edebiyatını
Anadolu’ya
göç sürecine
bağladılar. Hatta
“Anadolu’ya
geldiklerinde
doğru dürüst İslâm’ı
bile bilmeyen yarı Şamanist bir duruşları vardı” dediler.
Bunun gibi, sonu gelmeyen
iftira ve iddialara lâf kalabalığı
ile cevap vermeye gerek
yoktur. Onlara verilecek en
güzel cevap, bizim hem Orta
Asya, hem de Anadolu’da
ortaya koyduğumuz eserlerdir. “Çadırda yaşadığınız için
taş ile hiçbir işiniz olmadı”
diyenlere inat, devâsâ bir
medeniyetin yapılarıyla kapı
gibi cevabımız olsun istedik.
“Taşlar Yerine Oturdu”
adlı eser, Talha Uğurluel’in ilk
sanat tarihi kitabı özelliğini
taşımakta. Taşın hayatımızdaki yerini ve taşı ruhlarıyla
yontan atalarımızın eserleri
bu kitapta en etkili şekilde
ortaya koymaya çalışıldı.
Bu Delileri Bir Araya
GetCeyhunirmeyecekt
i
n
i
z
Bozkurt, Mete Yarar
ÜLKEMİZ ve bölgemizdeki gelişmelerin
büyüttüğü ve âdetâ
devlet yapılanmasına bürünen bir terör
örgütü, Güneydoğu
Anadolu topraklarını
kopartmak için son
hamlesini yaptı. Şehir
merkezleri cehenneme dönerken, 500’e
yakın şehit verdiğimiz
bir mücadelenin içinde bulduk kendimizi.
Terör örgütü, hiç bilinmeyen yöntemlerle
saldırıyor, güvenlik
güçlerimiz bu saldırılara karşılık veriyordu.
Peki, örgüt silahları
nereden getirmişti?
Saldırı taktikleri neydi? Arkasındaki güçler
hangileriydi?
Kitabımızda bu
sorulara yanıt aradık,
ancak bu kitabı yazdıran, mücadelenin
kahramanları oldu.
Onları sadece şehâdet
mertebesine ulaştıklarında, televizyonda
geçen altyazılardan
tanıdık. Oysa orada
vatan vardı. Orada
aşklar, sevinçler,
hüzünler vardı. Orada
Seyit Onbaşı, Kambur Kerim, Bedir’in
Aslanları, Ulubatlı
Hasan, Attila, Mete
Han, Alparslan, Fatih
Sultan Mehmet, Mustafa Kemal Atatürk ve
bütün tarihimiz vardı.
Orada babalarını asker
selâmıyla son yolculuğuna uğurlayan
sınıf arkadaşlarımız
Yusuf, Ahmet, Efe,
Sevcan, Ertan, Halenur
ve daha nicesi vardı.
Orada eşlerini “Vatan
sağ olsun!” diyerek
ebediyete uğurlayan
komşumuz Ayşe Koca,
Birgül Uygun, Özlem
Efiloğlu, Kadriye Düzova, Pınar Özdemir,
Sibel Kulaksız ve daha
niceleri vardı. Orada
evinin önüne barikat
kurulan, silahla esir
edilen, güvenlik güçlerinin önüne siper olan
Ahmet Amca, Bekir
Dede, Kürt Mehmet,
Berivan, Rojda vardı.
Orada insan vardı…
Bu kitap, o insanların birer altyazı değil,
ana, baba, kardeş, akraba, komşu, hemşeri
olduğunu anlatmak
için, vatanı ve milleti
delicesine seven insanlar için yazıldı.
“Şehitler tepesi boş
değil,/ Toprağını kahramanlar bekliyor./ Ve
bir bayrak, dalgalanmak için/ Rüzgâr bekliyor!” (Arif Nihat Asya)
temmuz 2016
111
haberajanda
Karikatür
112
temmuz 2016
Ahmet Yozgat - [email protected]

Benzer belgeler