Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
E
E : Bk.: Ee
Ebabil kuşu : ‘Çobanaldatan’ ve ‘keçisağan’ diye de adlandırılan dağkırlangıcı. Sınıf itibariyle
“Gökkuzgunumsular” familyasından, kısa gagalı, alaca çizgili; yumuşak, esmer benekli tüylü, ötücü bir kuş
“SİNEK
-------sermeye başladı yumurtalarını
tek gözü üstüne
Kraliyet Tüfekçisi
Johann Uhr’un.
Ve nitekim bu nedenle
yedi onu ebabil kuşu
kaçan
Estress’nin alevlerinden.”
(Miroslav Holub-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,, 06.08.09)
‘Each Day I rise! : (MUS.,CHRİST,COLL.) : <İç Day Ay Rayz> : Hz. İsa’ya telmihen, İNCİL’den alınmış bir
ilahi. Çev.: ‘Her gün Yücelerim!’
“Zil çalınca yemek salonuna sıra halinde bir asker taburu gibi yürür, her bir staf üyesini selamlar ve
masanın etrafında ayakta ‘Her Gün Yücelerim’i okurduk. Kahvaltı, suda pişmiş yulaf ve bir bardak çay’dan
ibaretti. Eğer on beş yaşından büyükseniz, bir bardak daha çaya izin vardı. Bunun yanında, yarım dilim ekmek
de gelirdi. Öğle yemeği listesi de çorba, çok büyük bir banyo küvetinden getirilirdi.”
(Jimmy Laing, “Sistemde Elli Yıl”, sa:17-8)
Ebedi ışığa sığınmak : Tanrı’yla birlikte olmak, ölmek
“Saygıdeğer ana: ‘Hoş geldiniz!’ dedi. Barones de bir şeyler söyleyecekti ama, elinden gelmedi ve
gözünden yaşlar boşandı. Pavel de ancak şunları kekeleyebildi: ‘Aman Yarabbim, aman Yarabbim, kızkardeşime
ne oldu? Yoksa hasta mı?”
Başrahibe; ‘Şifa buldu,’ dedi, ‘ebedi ışığa sığındı.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:263)
Ebediyen minnettar kalmak : Eski devirlerden kalma, kendine çok iyilik etmiş ya da edecek birine söylenen
şükranlık ve minnettarlık sözleri
“EUGENIO - Memnuniyetle. Gidelim, size refakat edeceğim. Misafirhane sahibini tanırım, bana saygı
gösterir, size elinden geldiği kadar iyi muamele edeceğinden eminim.
PLACIDA - Size ebediyen minnettar kalacağım.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:36-7)
Ebemkuşağı : Gök kuşağı, alaimisema; Hanım kuşağı
“Kimi dağdaki evin üstünde
Bir ebemkuşağı parlayıp yanar
Ama göçüverdi işte
Sevdiğim kız diyar diyar.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Çobanın Ağıdı’, sa:85)
“Yağmur durulmaya başladı, herhalde atmosferin üst katlarında rüzgar çıkmış da, bulutlar seyrekleşmiş,
biraz güneş görünmüştü; hala gözyaşlarıyla yıkanan toprak birden gülümsedi ve güneşle birlikte, çok solgun bir
ebemkuşağı havaya asıldı, gökle ıslak toprağı yine birleştirdi. İki keşiş:
-Hanım kuşağı! diyerek istavroz çıkardılar.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:189-90)
“Aşk Şiiri
----------Ayaklarım parlayan altın şelalenin
Ritmiyle dans eder
Romantik dumanlar içinde ışıldar
Yanıp sönen ateş
Yayılan hüzünlü seslerle.
----------gölgen hızmanın süsü
ebem kuşağı renginden
eritilip işlenmiş altın gibi
güneşe doğru alabildiğine yükselen
bu sesin içinde.”
(Talat Mahmud<1924-1998>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.02.06)
“ ‘Nereye gidiyorsunuz şimdi?’
‘Şimdi kız kardeşimle birlikte, yıllar sonra büyük bir nehir haline gelecek küçük bir akarsu yaratmaya
gidiyorum. Uzun süre nehir olarak yaşayacağım, bir ebemkuşağı beni içip yeniden yağmur damlasına
dönüştürene dek…”
(J.M. Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:34-5)
Ebleh : Budala, ahmak, aklı kıt kimse
“Cetlerinin ve cetlerinin babalarının can sıkıcı silsilesini durmadan size yinelerler, ağızlarında eski ad
ve lakaptan başka birşey yoktur ve bütün uzun sözlerine karşın onlar ancak heykeller kadar ebleh ve
sergiledikleri görünüşlerinden çoğu kez daha da değersiz kimseler olarak sayılırlar.”
(D. Erasmus, “Deliliye Methiye”, sa:76)
“Şvayk’ı göstererek, ‘Komutanım,’ dedi, ‘bu herifin huyudur, sürekli geri zekalı ayağına yatar,
rezilliğini gizlemek için ebleh numarası yapar. O kağıtta ne yazdığını bilmiyorum, ama bu alçağın bu sefer çok
faha büyük bir suç işlediğinden eminim. Kağıdı okumama izin verirseniz, bu pisliğe ne yapılması gerektiği
konusunda sizi aydınlatabilirim, komutanım.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:251)
Ebru : (OSMANLI MYTH.): Osmanlı Türkçesinde kaş; Kağıt süsleme sanatında, neftyağıyla sulandırılmış
yağlıboyayı, kola ve kitre ile yoğunlaştıtılmış su ile karıştırarak yapılan süs. Aşağıdaki kıt’a,Vezir-Damad ve
Muhasib olmıuş Kuloğlu Mehmet Paşa’ya ait olup, İzmirli Lemi Atlı tarafından Uşşak makamında ve Aksak
usulünde bestelenmiştir
“Siyah ebruların duruben çatma
Gamzen oklarını aşıka atme
Sana gönül verdim beni ağlatma
Benim gözüm nuru gönlüm süruru”
(duruben: durup durup; gamze: bakış; nur: ışık; sürur: sevinç)
(Kul Mehmet-Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler <IV)”, sa:19)
(Sadun Aksüt; Türk Musikisi Güfteler Hazinesi Cilt:II, sa:1425)
Ebu Hüreyye : ‘Kedi babası’; Asıl adı Abdurrahman’dır. Söylenceye göre kedileri çok sevdiği için, bu ad ona
Peygamber tarafından verilmiştir
“Ebu Hüreyre, her Allahın günü Muhammed Mustafa’nın (Selam olsun ona) huzuruna gelirdi. Bir gün
Peygamber ona şöyle dei:
‘Ya Ebu Hüreyre, gelmesen her gün,
Muhabbetin artığını görürdün!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:111)
Ecce agnus Dei, qui tollit peccata mundi :
kuzusu’
(LAT.), (MYTH.): ‘İşte, dünyadan günahları kaldıran Tanrı’nın
“Bir an içe daldı ve resmi biçimde dedi ki:
-Oğlum, bildireceğiniz bir şeyiniz yok mu?
Rahip Coignard güvenli bir sesle:
-Var beyefendi, dedi. Katilimi affediyorum.
Bunun üzerin ayin papazı kudas kabından mayasız ekmeği çıkararak şunu söyledi:
-Ecce agnus Dei, qui tollit peccata mundi’.’ ”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:104;196)
Ece : Güzellik kraliçesi, kraliçe; Tanrıça
Ben büyük şarkıları severim; büyük olsun,
Deniz gibi, gökyüzü gibi her şey ve mahzun.
Seviyorsam seni aşk ölümsüzdür gönlümce,
Aşıksam kadınım değil, tanrıçasın, ece.”
(A. Muhip Dranas<1909-1980>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:273)
Ecel; Eceli gelmek, gelmemek : Alınyazısının belirlediği Ölüm anı; Ölüm anı gelmiş, gelmemiş olmak
“Ecel geldi cihane,
Baş ağrısı bahane.”
(Anonim)
“Ela gözlerine kurban olduğum
Ecelim gelmeden öldürme beni
Gizlice uğrunca severim seni
Sırrımı kimseye bildirme beni”
(Öksüz Dede-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:27)
“Ağlayıcılar mersiyeler söylediler. Çelebi hazretleri, Paşa hatunun cenazesinin bulunduğu odaya girip
büyük heyecanlar gösterdi. Paşa hatun tahtın üzerinde uyumuş gibi yatıyordu. Onu kucaklayarak günahını affetti
ve af dileyip şu rubaiyi söyledi:
‘Ecel kılıcına karşı bütün siperler hiçtir. Bu ululuk, bu gümüş ve altınlar hiçtir.’
‘Ecel, dermanı olmayan bir derttir. Şah ve vezir de onun fermanı altındadır.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:293)
“E c e l, Allah tarafından her canlı için takdir edilen hayat süresi ve bu sürenin sonu olan ‘ölüm’
vaktidir. Her ne şekilde olursa olsun, hayat süresi tamanlanan varlığın yaşamı sona erer. Yaratan, yaşatan ve
öldüren Allah’tır. Ecel, kader planı ile çizilen hayatın sona ermesidir.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:143)
“Rüzgar ıslık çalarak esiyordu. Ahırın damında henüz kıramadığı buz salkımları her an biraz daha
katılaşır gibiydiler.
-Aaa... Hafız bu be?
-Hafız ya. Dedi Şaban. Sonra:
-Az kaldı donayazmış... diye ekledi. Köyün alt başında bulduk. Eceli gelmemiş anlaşılan.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:8)
“MARİA KADIN
-------------------Ve ölmeden önce, dışarıya çıkıp, büyük bir dikkatle
parlatacak tozlu ayakkabılarını - eceli bekletmeden
Sonra kaz sürüsünün peşinde göğe yükselşecek süratle
kapı eşiğinde kalan adama veda bile etmeden”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Ah, sen keşki sen olsan! Ne var ki, canlar canı,
Sen değilsin sen, ne de burda yaşayan sensin.
Dilerim şu yaklaşan ecele hazırlanmanı;
Güzel yüzünü başka birine vermelisin.
---------------------------------------------Kimse canım bir evi bırakmaz çürümeye
Görkemini şerefle ayakta tutmak varken,
Kış günlerinde azgın boğa öldüresiye,
Sonsuz ecel ayazı, onu yaman sarsarken.”
(W. Shakespeare<156444-1616>, “Tüm Soneler”, no:13, sa:67)
Eceline susamak : Hayatını tehlikeye sokacak şekilde hareket etmek
“Bir aralık aşağıda kapı açıldı, taşlıktan ve kıvrıntılı merdivenden hafif adımlar duyuldu. Sonunda
Knulp gelmişti. Güzel kahverengi şapkasını başından çıkarıp selam verdi. Usta şaşkınlıkla: ‘Nak hele, nereden
geliyorsun?’ diye sordu. ‘Hem hasta, hem de gece vakti sokaklarda sürtmek! Eceline mi susadın?’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:28)
Ecel kapıya gelmek : Ölmek
“ ‘İnsanın kendisine yararı dokunmayan bütün işleri berbattır, -yalnızca para getirenler örneğin- hem
bunlar az olduğu için sürekli aynı işi yapmak gerekir. Ne durgun bir yaşam! Peki, ecel kapıya geldiğinde ne
yapacak bu insanlar? Onlar da sıralarını savacaklar. Eminim! Kendileri kadat önemsiz bulacaklar bunu! Batak’ı
yazdığım için bana göre hava hoş, yoksa benim de onlardan farklı kalır bir yanım olmayacaktı. Doğrusu, biraz da
olsa, yaşantımızı renklendirmeye çalışsak iyi olacak.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:34)
Ecelle pençeleşmek : Amansız bir hastalıktan ıstırap çekmek, sonu yaklaşmak
“Anlatılmaz derecede saçma buldu bunu, karısının onca zaman kendisinden esirgediği şeyi şimdi onu
geri vermek istemesini değil yalnız, daha çok tam ecelle pençeleştiği bir sıra Pierre’e sahip olmasını. Bu
durumda bir değil, iki kez yitirmiş olacaktı Pierre’i”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:159)
Ecel saatı : Ölüm anı
“DIEGO - Bana bak şom ağızlı, kötü şeyler söyleyip durma! Senin doğruyu görme saatı dediğin, ecel
saatı galiba!
NADA - Elbette. Hem de bütün dünyanın ecel saatı!.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:15)
Ecel terleri boşanmak, dökmek : Amacına zorlukla, güçlükle varmak; korku ve tehlikelere göğüs germek; o
anda çok sıkışık, kararsız ve zorlu duyumsayıp çok ıstırap çekmek
“Bayan Franke’nin kalpsizliğinden koruyamıyorum onları. Bayan Franke her sabah kiliseye ayine gider
ama, çocuklarımdan biri helaya girip çıksa çalışma odasından fırlar, helanın kirlenip kirlenmediğine bakar, duvar
kağıtlarına bir damla su sıçramış olsa sofada bağırıp çağırmaya başlar. Su damlalarından korkuyordum, helada
çocukların sifonu çektiklerini işitince ecel terleri döküyorum. Nasıl söylesem bilmem ki; ama neden bu kadar
dertli olduğumu işte sen anla artık.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa112)
“Hayvanların ikisi de, rengarenk ve tuhaf görünüşlü şeritlerle süslenmişti. Dişlerini gıcırdatıyorlar,
ağızlarını sürekli olarak açıp kapıyorlardı. Gözlerini öylesine vahşice bir biçimde devire devire bakıyorlardı ki,
bunu görenin sırtından ecel terlerinin boşanmaması olanaksızdı.”
(E. Canetti, “Körlük”, sa:57)
“Sanık keseciğini dikerken ev halkından saklamıyordu, birisi içeri girip onu elinde iğneyle yakalamasın
diye korkudan, utancından ecel teri döküyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:370)
“Sandığı Ohngelt’in duracağı yere koydular, Ohngelt’ciği sandığın üzerine çıkardılar. O da böylece en
uzun boylu arkadaşları kadar görmekten, görülmekten faydalanır oldu. Yalnız, bu şekilde ayakta durmak
zahmetli ve tehlikeli bir şeydi. Dengeyi kollaması gerekiyor, düşebileceğini, ayağını sakatlayarak korkuluk
kenarına dizilmiş kızların arasına yuvarlanabileceğini düşündükçe ecel terleri döküyordu.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:94-5)
“Emine kalkmak istemiyor, boyuna hıçkırıyordu. Ötekiler hep bir olup onu karga tulumba edince yanıma
geldiler ve zorla ona elimi öptürdüler. Ve bana da zorla onun ipek saçlarını okşattılar. Fakat bu sahne karşısında,
Gülizar’ın ecel terleri döktüğünü ve Nazlı’nın, sırtındaki kanarya sarısı cepkenden daha ziyade sarardığını
farkediyrodum.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:234)
“Topal Ali:
‘Eden bulur,’ dedi. ‘O, bana etti, Allah da ona... Daha çok sürüm sürüm sürünür inşallah el
kapılarında. Daha çok ecel teri döker.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:253)
“GÜZEL
--------Adam düşünüyordu
Bir kundura almalı diyordu
Hayrı kalmadı bunların
Su alıyor bunlar diyordu
Nasıl etsem diyordu
Çocuk zıpzıp oynuyordu
Kedi sıçan tutuyordu
Kedinin tuttuğu sıçan
Ecel terleri döküyordu.”
(Oktay Rifat<1914-1988>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:390)
Ecinni : Cinler; Folklor’a göre, göze görünmeyen kimisi iyilik kimileri de kötülük yapan, göze görünmeyem
yaratıklar
“Porbus, delikanlıya, yavaşça:
-Bir ecinnisi vardır, dedi; yine onunla konuşuyor.
Bu söz üzerine Nicholas Poussin’i pek güçlü bir sanatçı merakı, ne olduğu anlaşılmaz o merak
kavradı. Ak gözlerini bir noktaya çevirmiş, dikkatle, sanki alık alık bakan o yaşlı adam, şimdi ona insandan
üstün bir varlık, bilinmez bir alemde yaşıyan şaşırtıcı bir melek, bir şeytan gibi görünüyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:29)
“İsa derin düşüncelere daldı. Bu kaygı kaç kez sarmıştı benliğini, kaç kez ihtilaçlar içinde, ağzı
köpürereek secdeye varmıştı! Halk onu kafadan kontak, ecinni biri sanmış, yanından korku içinde uzaklaşmıştı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:236)
“Çocuklar, yerlerde yuvarlanır, güreşir, böcek yuvalarını kurcalar, ‘iguana!lara tuzak hazırlarlar; ya da
hiç kımıldamadan, gözlerini kırpıştırarak, büyüklerin anlattığı masalları dinlerler: Yolcuları soymak, kimi zaman
da gırtlaklamak için Chanchaque, Huan cabamba ve Ayabaca boğazlarında pusuya yatan haydutlar; içinde
ecinnilerin, ruhların fink attığı evler; hastaları mucizelerle büyücüler…..köyleri kasabaları basan, sürülere el
koyan, insanları kementle yalalayan, aldıklarını ‘Hükümet bonosu’ adını verdikleri kağıt parçalarıyla ödeyen
çeteler…”
“(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:36-7)
“Ben onları kendi hallerine bırakırdım. Kadınlar birbiriyle, erkekler birbiriyle. Hiç el
karıştırmamalıdır. Fakat ketenli bücür, ecinni gibi kalktı ve karımın üzerine zıplamak istedi.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34)
Eciş bücüş : Eğri büğrü, ufacık tefecik, çarpık çurpuk
“ ‘Bizler cüceleriz,’ diye onayladı William, ‘ama bu devlerin omuzlarına çıkmış cüceler. Küçüğüz, ama
kimi zaman ufukta onlardan daha uzağı görebiliyoruz.’
‘Onların yapabildiklerinden daha iyi yapabildiğimiz ne var, söyle!’ diye bağırdı Nicola. ‘Manastır
hazinesinin saklandığı mahzene inersen orada öyle ince işçilikle yapılmış şeyler görürsün ki, benim şimdi
beceriksizce çatmakta olduğum bu eciş bücüş şeyler,’ başıyla tezgahın üstündeki işini gösterdi, ‘onların bir
taklidi gibi kalır.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:133-4)
“Bundan böyle kimbilir daha neler öğreneceğimi düşününce de bir dehşet duygusu kapladı içimi. Nasıl
da her şey bu aynalarda yerinden oynuyor, değişiyor ve eciş bücüş bir durum alıyordu!”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:91)
“Bir kilisenin kulesi, bir balıkçı kulübesinin yanında nasıl daha yüksek ve yüce durursa, bu eciş bücüş
yaratığın yanında sahibesi de öylesine endamlı ve gösterişli duruyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:8)
“Kendi elinden çıktığı belli olan, yarı kasap tezgahını yarı laternayı andırır korkunç lagısıyla, kendi
yaralarının acısına benzer bir acıyı herkeste uyandırmaya çalışan tahta bacaklı bir ihtiyar. Eciş bücüş topal bir
çocuk kemanıyla sarmaş dolaş olmuş, gelişmemiş göğsünün hasta telaşıyla bitmek bilmez bir vals tutturmuştu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:20)
“ ‘Eksiksiz bilgi sahibi adam: Çağdaş ideal işte budur. Eksiksiz bilgi sahibi adamın zihniyse ürkütücü
bir şeydir. Elden düşme züccaciye satan bir dükkan gibi, baştan aşağı toz ve eciş bücüş nesneler, canavarlar.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:21)
“ ‘Derken Chopin’e geçiyor Maria. Kristal narinliğinde, ürkek çekingen tonlar, düşlerde gezinen silik
ritmler, olağanüstü güzellikte sarmaş dolaş zarif figürler, eciş bücüş olduğu kadar duygulandırıcı akortlar, uyum
ve uyumsuzluk birbirinden ayrılacak gibi değil artık.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:70)
E contra : (LAT.,DAVR.,KOLL.) <e kont’ra> : Diğer yandan = On the other hand (İNG.)
E contrario : (LAT.,KOLL.) <e kont’rario> : Tam tersine = On the contrary (İNG.)
E converso : (LAT.,KOLL.) <e kon’verso> : Aksine olarak : Conversely (İNG.)
Edebiyat yapmak : Ağdalı sözlerle gösteriş yapmak, gereksizce parlak sözlerle konuşmak
“Bilindiği gibi, günlük dilimize yerleşmiş olan ‘Edebiyat yapma!’ deyişi, ‘artık sadede gel’ ya da
‘gerçeklere dön’ gibi anlamlarda kullanılır.”
(A. Cemal, “Sanat Üzerine Denemeler”, sa:101)
“-Köyün hala duruyor mu?
-Orada ona benzeyen bir şey kalmış. İki buçuk kişi. Ölünecek bir köşe de var. Sen belki de şu anda,
‘Burada da edebiyat yapmadan olamadı,’ diye diye düşüneceksin. Edebiyat yapmak, beni gerçekten yıktı batırdı;
beni yedi bitirdi, ölünceye dek ondan kurtulamayacağım.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:99)
Edebiyle durmak : Edepsizlik etmemek, duruma uygun olmayan bir münasebetsizlikte bulunmamak
“... Miusov yeniden:
-Son olarak söylüyorum Fedor Pavloviç, dedi, edebinizle durun, yoksa ilerde burnunuzdan getiririm.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:50)
Edememek : Dayanamamak, yapamamak
“... Aşık Ali, Memet, Memet çocuk, hepsi içtiler. Yusuf boyuna yalvardı. ‘Zehir,’ dedi, ‘ölüm’ dedi.
‘Çoluk çocuğumuz var,’ dedi. Para ettiremedi.
Arkalarını dönüp hendeğin kıyısına oturdular. Yusuf edemedi en sonra, o da hendeğe yatıp pança
pança içmeye başladı.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:31)
Edepsiz : Toplumun genel ahlak, edep kurallarına uymayan, serseri ruhlu kimse, kendini bilmez
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin. Çanak yalayıcı seni! kof, küstah, bayağının
bayağısı herif.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
Edep yeri : İnsanın cinsiyetinin dışa açık bölgeleri, kıç ve tenasül <cinsiyet> organları
“JONES - (Artık adamakıllı ileriye çıkmıştır. Karaltısı hayal meyal farkedilebilecek bir yerdedir.
Pantalonu o derece yırtılmış ve kopmuştur ki, geriye kalan parçaların edep yerini örten bir bezden farkı
kalmamıştır. Kendini boylu boyunca yüzükoyun yere atar. Sıfırı tüketmiş bir halde, nefes nefesedir. Kapalı yer
ağır ağır aydınlanır gibidir.)
(E. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:56)
Edinmek : Sahip, malik olmak; Satın almak; Bir şeyi sürekli yineleyerek onu rutin-adet haline getirmek
“Ucu çatal biçiminde iki dal edinmiştik ve aklımız sıra yılanı bunla yere saplayacak ve öldürecektik.
Suyun kenarında pek çok çocuk olmuş olabilir, ama o yamacı yalnız ikimizin tırmandığı çok iyi aklımda. Pale benim tam tersime- taşların ve dikenlerin üzerinde yalınayak yürüyor ve bunu umursamıyordu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:12)
E; Ee; Eee; Eeee : Peki öyleyse, yani, o halde, hey, yeter artık, ne dersin, ne yaparsın
“Onlar eski güzel günlermiş, diyor Mavi kendi kendine, sokağın karşı tarafında Siyah’ın ışığı
söndürüşüne bakarken şimdi. Garip gelişmeler, eğlenceli rastlantılarla doluydu. Ee, her vak’a da heyecanlı
olmaz. Böylesi de olacak, öylesi de.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:13)
“Üçümüz bir kelime söylemeden yedişer kadeh daha içtik.
-E, bana müsaade! dedim. Karı,
-Müsaade sizin efendim, dedi”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:16)
“-Ben... Ben... Ben...
-Ben ben ben. Ben ne? Söylesene...
-Yahu sen beni şaşırttın be! Sorunu anlamadım.
-Dedin ki Balıkçı Kalafat da bir, Nimar Dağdiken de...
-E?”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:11)
“ ‘Analarınız, babalarınız nasıl? Heç görünmüyorsunuz?’
‘Vallla iş kayıt, köy yüklü, biliyorsun...’
‘Yük olsun, alemin yükü yok mu?’
‘Kusura bakman, gelemedik işte...’
‘Eee, düğünleri yapıyonuz mu? Bizi çağırmayı unutmayın...’ ”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:58)
“Aklı suya erdi: ‘Ulan İbiramı sevkettiğim yetmemiş mi?’
Öğretmenle Muhtar dediler ki: ‘Asiye’yi de yollayacak...’
‘Ne yapacaklar Asiye’yi?’
Bekçi güldü: ‘Okutacaklar!..’
‘Ee ulan, bütün gızların okuması kanunda var mıdır?’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:12)
“Haceli bakındı:
‘Bir yirmi komşunun var.’
‘Ee, Haceli, bu yirmi komşunun içinde evi önüne ev yapılacak tek enayi beni mi buldun?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:63)
“Ama o, kapıyı asansörle yukarı çıktıktan sonra çalmıştı. Korkmuştum. Ne berbat bir herif olduğunu
derhal anladım. Aynı zamanda yakışıklı olduğunu da hemen fark etmiştim. Fotoğraflarından siz de biliyorsunuz.
Bana, ‘Ee, söyle bakalım yavrum, şimdi ikimiz baş başa ne yapacağız?’ diye sordu. Tek kelime söylemeksizin
oturma odasına doğru geriledim.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:124)
“Çünkü şimdi, karımla çocuklarımın yüzleri, sanki bir projeksiyonla, gözlerimin önüne devcileyin
yansılamıştı. Çaresiz, gözlerimi yumarken mırıldandım: ‘Ee, sonra? Kesirler nasıl çarpılır?’ ”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:18)
“-Çok gururlusun, Kaptan.
-Gururluydum, şimdi yalnızım. Peki, söylesene bana, senin şu iyiliksever İsa’n hep karşılık verdi mi
çağrılarına?
-Hayır, Kaptan, her zaman karşılık vermedi.
-Ee?”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:58)
“ ‘Tamam, demişti ötekilere. Ama akşamları derslerden sonra benimle çalışmanız gerekecek. Bunu
ayarlarım, gidebilirsiniz.’ Onlar çıkınca, M. Bernard bir koltuğa oturmuş ve onu yanına çekmişti.’ ‘Ee?’
‘Büyükannem fazla yoksul olduğumuzu söylüyor, gelecek yıl çalışacakmışım.’ ”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:130)
“NADA - Ee, Diego, ne diyorsun bu işe? Harika bir buluş değil mi?
DIEGO - Budalalık derim! Yalan söylemek budalalığın ta kendisidir.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:15)
“... Önünde, örtünün üzerinde bezelye dolu iki tencere duruyordu. Doktorun içeri girdiği sırada
yatağında yarı doğrulmuş yaşlı astımlı öksürüğünü yeniden yakalamak için kendini geriye atıyordu. Karısı bir
leğen getirdi.
-Ee doktor ortaya çıkıyorlar, gördünüz mü? dedi iğne sırasında.
-Evet, dedi kadın, komşu üç tane bulmuş.”
(A. Camus, “Veba”, sa:14)
“SEVEN BİR KADIN -... Bütün kabahat bende.... Evet, evet.... Versay’da geçirdiğimiz pazarı, telgrafı
hatırla.... Eee.... Öyleyse?.... Gelmek isteyen bendim, senin ağzını kapayan, sana hiçbir şey umurumda değil
diyen bendim....Hayır.... Hayır....”
(J. Cocteau, “İnsan Sesi”, sa:13)
“ ‘.... Tanrı’yla bir tür bahse tutuşuyorum: Eğer sütuna kadar gitmeyi ve buz çatlamadan geri dönmeyi
başarırsam bu doğru yolda olduğuma dair bir işaret olacak ve onun eli bana gitmem gereken yolu gösterecek.’
‘Suya düşeceksin.’
‘Ee? En kötüsü biraz üşürüm...”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:215)
“-E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz?
-Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:16)
“KAPLUMBAĞA - Eee, nerde o eski aslanlar… Bir höt dediler mi, orman yerinde oynardı…
Oynarmış tabi, çok eskiden. Ormandaki tüm hayvanlar tir tir titrermiş aslanın karşısında.”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:6)
“-Tanrım, Tanrım! Acaba oraya mı gitsek?
-Nereye?
-Şu Babınitsın mı ne; işte ona...
-Hayır, olmz...
-Niçin?
-Eee, elbette giderim; ama, ben malımı bilirim; beni görünce o zaman hanım başka bir şey söyler;
dalaverecinin biridir o, onu bilirim!”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:23)
“Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak
kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız?’ Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi, ‘Ee,
nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki’ vb. der
gibidirler.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12-3)
“Rutubetlenir a! Etkisi? O da artacak... Doğal bir şey... Eee, sonra bu herif adama neler yapmaz? Ne
sitemler etmez? Şimdi bile duruşu değişti. Kıskanç değilim, hamd olsun, ama ne yalan söyleyeyim, gönlüm de şu
herifin böyle bir devlete ulaşmasını hiç istemiyor.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23)
“Birçok Avrupalı doktor geldi ve peşlerinden de dakikalarca elimi sıkıca tutarak oturan Harold:
‘Ee, eski dostum? Ee eski dostum? diye tekrarlayıp durdu, gözlerimi yüzümden ayırmadan. Beni
eğlendirecek yüzlerce hikayesi vardı. Gertie, onu, koltuğu üç rupi sekiz anan’dan sinemaya götüren, zar zor
öpmeye cesaret etmiş, kesesi hayli dolgun, Middle Bank yöneticilerinden biriyle çıkıyordu.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:30)
“Ahmet Bey eniştemin de bana arada bir ‘Sultanaziz Cücesi’ dediğini iftiharla anımsadım. Sonra
halama döndü,
-Ee, biz yaşlandık gari. Gençler geliyor arkadan.
Sonra, durumu biraz kıskançlıkla izleyen İhsan’a döndü:
-Torun paşa, dikilip durma orda, şu dörtlük cezveyi sürüver de, birlikte bir yorgunluk giderelim.
Kahveler içildi, hoş beş edildi...”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:72)
“Çeyizleri yerleştirilirken bahçe pencerelerinin önünde sabahtan yatsıya dimdik camlara yapışıp
duruyordu. Eee, bir de geldik ki buraya ne görelim, sultanlara vergi kurulu düzen... Bir de erkek, yeni taydan
aşmış aygır gibi soluyor. Henüz otuz sularında, eller aslan pençesi kavrayışında.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:8)
“-Ee, dön de göreyim boyunu posunu, oğul! Aman, böyle de giyinme mi olurmuş? Bunlar mı papaz
cüppesi dedikleri? Sizin okulda hep böyle mi giyinirler?”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:15)
“Masal şu: Solon, Krezüs’ü ziyaret eder. Krezüs, kendisinin dünyanın en mutlu adamı olduğunu
sanarak, Solon’a dünyanın en mutlu adamının kim olduğunu sorar. O da .....‘Atinalı filan feşmekan vardı; çalıştı,
çocukları, torunları oldu, sonra yurdu uğruna öldü, işte o en mutlu adamdı’ der. Krezüs, ‘Eee, ikinci mutlu adam
kimdi?’ diye sorar. Solon yine bir sürü uzun sakallı palavralar döker. Sıra üçüncüsüne gelir. O da öyle..... Varılan
sonuç şudur: İnsanın mutlu olup olmadığı, ömrünün nasıl sona erdiğine bağlıdır.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:37)
“ULI - Burada bir şey olacağı yok.
LEOPOLD - Öyle de, ben bunu, burda değil de, başka bir yerdeyken nasıl bilebilirim? Ya tam o
zaman gelecekleri tutarsa?
ULI - Ee, ne olmuş? Seni evde bulamayacaklar.”
(V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk Ezgi-, sa:19)
“FOUSTKA - Kusura bakma, ben de bir fincan kahve istesem.
MAGGIE - Hayhay efendim.
FOUSTKA - Sağol!
(MAGGIE çıkar. LORENCOVA, KOTRLY ve NEUWIRTH gözlerini FOUSTKA’dan ayırmadan
kahvelerini karıştırırlar..... Sessizliği sonunda Kotrly bozar.)
KOTRLY (FOUTSKA’ya.) - Ee, anlat bakalım...”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:27)
“PAL -... Eh, güle güle! (İçeri girer..... eliyle, ‘adam sen de!’ der gibi bir işaret yaparak öne gelir.) Cili,
kuzum. (Lencsi’yi görünce yüzü güler.) Ay.. sen misin, Lencsi?
LENCSI - Evet. Cecile değil... Yalnızca benim!
PAL - Ben de karım sanmıştım... E, nasılsın bakalım, hanım kız? Çoktan beri yüzünü görmedim,
küçük vefasız!”
(F. Herczeg, “Mavi Tilki”, sa:14)
“PRENS : (Pencereden başını çevirerek) Eee?
MABEYİNCİ : Salık veremeyeceğim, efendimiz.
PRENS : Neden?
MABEYİNCİ : Sakıncalarını şu anda tek tek açıklamayacağim. Ancak, bütün diyeceklerimi
anlatmasa da, herkesin bildiği bir sözü burada tekrarlamak isterim: Ölüleri rahat bırakmalı.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Mezar Bekçisi”, sa:268)
“ ‘Al sana bir tane daha!’ diye homurdandı Zebedi, kudurmuş gibi. ‘Kahrolasıca! Güya Partizanmış da,
İsrail’i kurtaracakmış, pis suratlı mendebur! Dilerim cehennemde cayır cayır yanar, piç oğlu piç! Eee?’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:195)
“Karşısında dikiliyordu, sıraya yanına ilişti:
-Demek siz de bizim gibi güneşe karşı işediniz bey?
Güldü:
-Güneşe karşı işediğimi nerden anladın hemşerim?
Adam da güldü:
-Kalıbına kıyafetine baktım da herhalde dedim kendimce, adam vurmaktan içeri düşmemiştir. Sonra...
Hırsızlık, yankesicilik, uğursuzluk sürsen bulaşmaz. E? Başka ne kalıyor?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:52)
“Alacakaranlıkta bir kayık gördüm belli belirsiz. Bu yana geliyordu. Sonra da gözden yitti, gitti. Belki
de sisin içinde kaldı.
‘Eeee, ne olmuş yani?’
‘Senin gelişine benziyordu.’
Kürekler bir iniyor, neden sonra bir kalkıyor muydu? Kürekleri çeken adam çok mu yorgundu,
yorgunluktan ölüyor muydu, kolları kopuyor muydu, gözlerinden uyku akıyor muydu, gözleri mavi, saçları sarı,
omuzları geniş, yüzü gamzeli, burnu kartal gaga mıydı? Bu adam adaya çıkmasaydı nereye gitmiş olabilirdi?”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:13)
“Yukarı çıkıp da koridoru döndüğümüzde, ben 6 No.lu odama, o da 3 No’lu odasına yönelirken,
adamcağızın ayakları kaydı ve yüzükoyun yere kapandı. Tabii limonata da onun başını ve beni baştan aşağı
yıkadı. Allahtan bir yerini incitmemişti ve hala elinde boş ‘mug’<içki bardağı>’ı tutuyordu. Ee, ben kendimi
tutamadım ve gülmeye başladım.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:125)
“Stanley topuklarının üzerinde dönüp kasaya doğru ilerledi. Uzaklaşırken arkadaşına göz ucuyla şöyle
bir bakınca, Julia’nın kısa bir tereddütten sonra telefonu eline aldığını gördü...... Fişi cebine yerleştirdikten sonra
telefonu yeni kapatan Julia’ya döndü.
‘Eee? Geliyor mu? diye sordu sabırsızlıkla.
Julia boynunu büktü.
‘Bu kez ne bahane öne sürdü?’
Julia derin bir nefes alıp Stanley’e baktı.
‘Ölmüş!’
İki arkadaş bir süre birbirlerine öylece bakakaldılar.”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:17)
“ ‘Kimya sınavının sorularının çalındığını anlamışlar. Camlardan biri kırılmış. Dün albay geldi.
Yemekhanenin ortasında subayları azarladı. Yanlarına yaklaşılmıyor. Cuma günü nöbetçi olanlar da…’
‘Ee,’ dedi Alberto, ‘ne olacakmış?’
‘Kimin çaldığı ortaya çıkıncaya kadar hepimiz cezalıyız.’
‘Allah kahretsin!’ dedi Alberto. ‘Pislik herif’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:124-5)
“Sabah altıda muhrip, ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Altımdaki ranzada yatan Luis Rengifo
uyumuyordu:
-Eee toraman, daha miden dönmedi mi?”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:25)
“ ‘Senyör, ne zamandan beri bu adada olduğunuzu sorabilir miyim?’
‘Ee, ancak bir iki gün oldu, Don Benito!’
‘En son hangi limana uğramıştınız?’
‘Canton.’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:47)
“BİRİNCİ KADIN - Hayırdır inşallah? Hıı, hıı, eee? Bak yediği naneye. Eee? Hadi ordan. Bak
görüyor musun. Aman komşum, aman komşum, sen sen ol, mahallenden dışarı adımını atma. Bana bak kızım,
git söyle sen ona, ee? Hoşt köpek! Ben onun ağzının kaşığı değilim.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“ ‘O kadar çok adam döven biri, nasıl olur da erkek sever hiç anlamıyorum,’ diye ekliyorum.
‘Ee, erkek dediğin döver de, sever de,’ diyor Gönül.
Daha yüksek sesle gülüşüyoruz.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:255)
“ ‘Ben yalnızca kaçıp durarak sorumluluklardan uzak duran bir adam olmaktan kurtulmak istiyorum,’
dedi Bird, teslim olmaksızın.
“ ‘Ee, benimle Afrika’ya gitme sözüne ne oldu?’ diye Himiko hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:228)
“MARTA -... Ya benim o canım fesleğen saksılarım, pencerede... Ya Annuzza kadın, komşumuz
Annuzza kadın ne oldu, nasıl?
MICUCCIO - Eh! (‘Öldü!’ anlamına, kutsama işareti yapar iki parmağıyla.)
MARTA - Öldü mü? E, tahmin de ediyordum... İhtiyarcık, benden yaşlıydı... Zavallı Annuzza
kadın... Bir diş sarımsak isterdi, anımsıyor musun? bu bahaneyle gelirdi... tam iki lokma bir şey yemek için
oturduğumuzda, ödünç bir diş sarımsak... ya... Zavallıcık! Ee, kimbilir daha kimler öldü ha...”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:36)
“Sonunda Kirila Petkoviç polis şefine sert bir tavırla:
-Ee? Dedi. Sabahı burada edecek değilsin herhalde, benim evim meyhane değil! Eğer o Dubrovski’yse
bile, sen bu hantallığınla Dubrovski mubrovski yakalayamazsın aslanım! Haydi yallah! Bir daha da gözünü dört
aç.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:85)
“Bir avcı için, iyi bir silah ve yeterince barutu olması, ama kurşunu olmaması kadar büyük bir şanssızlık
olamaz; neden kurşun almadınız öyleyse; param yoktu, o yüzden; peki ne yaptınız; önce hiç bir şey yapmadım,
düşünüp taşındım; eee, bir şey bulabildiniz mi; insan düşünürse her zaman bir şey bulur.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:243)
“‘Ee peki, bir patavatsızlık yüzünden!...’ diyordu. Guigard’ın içni neredeyse dayanılmaz bir sevinç
kapladı: Bu güçlü ve sağlam sırt kendisininkiydi!”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:226)
“PETRUCHIO - E deneriz görürsünüz. Rüzgarlar durmak nedir bilmeden estikleri halde, dağlar nasıl
bana mı demiyorsa, ben de öyleyim.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:49)
“PAGE - Eee, küçük hanım. Nasıl oldu da bay Slender ile gitmediniz?
PAGE’İN KARISI - Niye bay Doktorla birlikte gitmediniz ha?
FENTON - Onu şaşkına çeviriyorsunuz. İşin içyüzünü dinleyin. Pek yüz kızartacak şekilde başgöz
edecektiniz kendisini..... Onun işlediği suç kutsaldır. Bu hile fettanlık, dikbaşlılık, saygısızlık olmaktan ne kadar
uzak. Zoraki bir evlenme ile ister istemez katlanacağı o binlerce uğursuz üzüntü ve sıkıntı saatlerinden böylece
yakasını kurtarmış oluyor çünkü.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:142-3)
“Çocuk babasının kollarında kıpırtısız yatıyor ve sanki rüzgarlı havada soluk almakta zorluk çerkiyor
gibiydi. Babası ona başını eğerek, ‘Eee, Wienke?’ diye sordu.
Çocuk ona bir süre baktıktan sonra, ‘Baba, sen biliyorsun! Sen her şeyi biliyorsun değil mi?’ dedi.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:127)
“KIZ (Başı göğsü üzerine düşer.) - Dan diye söylemece yoktu, Aksel!
AVUKAT - Dan diye söylemedim ki!
KIZ - Söyledin, söyledin!
AVUKAT - Eee, söylemedim dedik ya!
Kız - Bu ne biçim konuşma!
AVUKAT - Bağışla, Agnes! Ama sen pislikten ne denli rahatsız oluyorsan, ben de senin bu
düzensizliğinden öyle rahatsız oluyorum”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:42)
“... O zaman babam sağa doğru eğildi, -Bir yandan Bay Sommer’in yanı başında ilerlerken- arabanın
sağ kapısını açıp bağıırdı: ‘Ee, hadi binsenize artık, Allah aşkına! Bakın, sırılsıklam olmuşsunuz. Bu yaptığınıza
ölüme meydan okumaktır derler!’ ”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32)
“‘Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? diye üsteledi Firmino.
‘E, neden olmasın,’ diye gülümsedi Catarina, ‘Porto dünyanın bir ucunda değil ki.’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:205)
“ ‘Sonuçta, sizi arayan adam bulmayı başardı,’ dedi Christine.
‘Tam değil,’ dedim. ‘Pek öyle sayılmaz. Uzun süre beni aradı, ama şidi bulduktan sonra, artık beni
bulmayı arzu etmiyor, sözcük oyununu bağışlayın, ama durum böyle. Ben de, onun beni bulmasını istemiyorum.
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz ve birbirimize bakmakla yetiniyoruz.’
‘Eeee sonra?’ dedi Christine. ‘Başka ne oluyor?’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:105)
“-Ee, yarın ne yapıyoruz? Dolli, yemeğe davet et onu! Onu Moskova’nın aydınlarıyla ağırlamak için
Koznişef ile Pestsof’u da çağırırız.
Dolli:
-Geliniz lütfen, dedi, saat beşte, altıda bekleyeceğim sizi. Ee, benim sevgili Anna’cığım ne yapıyor?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:707)
“İstasyonun arkasındaki engebeli alandan geçerek düz yola çıktılar.
-E, anlat bakalım, köyde ne var ne yok? diye sordu Korney.
-Hiç, ne olsun! İşler kötü.
-Neden öyle?... Benim yaşlı ana sağ mı?
-Sağ, sağ... Geçenlerde kilisede gödüm. İhtiyarın sağlığı yerinde gözüküyordu. Genç karın da iyi...
Yeni bir yanaşma tuttu.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:105)
“Tarih 20 Mayıs 1859. Geniş caddedeki hanın alçak eşiğinden:
‘Ee, Pierre, daha gelen giden yok mu?’ diye uşağına seslenen kel kafalı adam 40 yaşının biraz
üzerinde olmalıydı; sırtında tozlu bir palto, ayağında kareli pantolon vardı.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:5)
“-Güzel gözlerimmiş, benimle alay edin bakalım!.. Ben çirkinim, kendimi bilirim ben!
Sonra kalktı, silkindi, para gözlü ve soğuk kız yapmacığını çok ileri götürerek:
-Ee, bitti ha! dedi, artık bıktımdı; omuzlarımdan yaman bir yük eksildi!”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:140)
Ebemkuşağı : Gökkuşağı, alaimi sema, alkım
“BİR MAPUSANE TÜRKÜSÜ
------------------------------------Her bahar göğün kapılarında
Şarkılar okudu tarla kuşları,
Apak bulutlar geçti habersiz
Aşıklığımdan, şairliğimden.
İlkyaz yağmurları bensiz yağdı
Ve ebemkuşağı açtı bensiz.”
(Hasan İzzettin Dinamo<1909-1989>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:40)
Eciş bucüş : Çarpık, eğri büğrü, düzensiz
“Tahtaların, çatı padavralarının <Yun.: Köknar’dan ve ladin’den elde edilen, çatı örtüsü olarak
kullanılan ince tahta>, ağaç dallarının havada uçuştuklarını; düşen taşları, harç parçalarını gördüm; hepsini aynı
dakikada gördüm. Hepsi, çok geçmeden, üzerlerine fırlatılan, silme dolu taneleriyle örtüldüler. Sanki çabuk
çabuk inen çekiçlerle kiremitlerin kırılıp düştüğünü, camların tuz buz olduğunu; saçaklardan, yağmur oluklarının
yamru yumru, eciş bücüş yere yuvarlandığını duyuyordum.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:23)
“Ancak çok geçmeden Orlando, yalnız bu tür bir yaşam biçiminin rahatsızlığından ve o dolayların eciş bücüş
sokaklarından değil, insanların kaba saba davranışlarından da bıktı. Çünkü, unutmamalıyız ki suç ve yoksulluk
Elizabeth dönemi insanına bizlere geldiği gibi çekici gelmiyordu. Onlarda şu bizim çağcıl kitabilik utancımızdan eser
yoktu; kasap çocuğu olmanın bir nimet, okuma yazma bilmemenin bir erdem olduğu inancımızdan da...”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:28)
Edinmek : Sahip olmak, üstlenmek
“Siyam kedisi örneğini alalım. Laura boşandıktan sonra koca bir dairede kendini yapayalnız buldu ve
üzgün hissetti. Küçük bir hayvanla da olsa yalnızlığını paylaşmak istedi. Küçük bir hayvanla da olsa yalnızlığını
paylaşmak istedi. İlk aklına gelen bir köpek oldu ama köpeğin ondan gücünün ötesinde bir bakım isteyeceğini
çabuk anladı. Bu yüzden bir kedi edindi. Bu, güzel ve huysuz, iri bir Siyam kedisiydi.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:123)
Edition a tirage restreint : (FR.,EDEB.) <edi’siyon a tiraj restreyn> : Limitli baskı = Limited edition (İNG.)
Editio princeps : (LAT.,EDEB.) <edi’tio prin’keps> : Birinci baskı = First edition (İNG.)
Efelenmek : Sesini dikleştirmek, yükseltmek, kabadayılık etmek, kafa tutmak
“Bir kere daha göz kırptı. ‘Seyfi Ağa! Ulan Dörtkol’ sesine doğru bakıp gözlerini kısarak efelendi. Kuru
suratından gülmeye benzeyen hain bir buruşma geçti. Öksürüğü uzayınca cıgaranın izmaritini koridora fırlattı:
-Çıfıt doktor ‘Cıgara yok’ diyor. Ulan kayarto! Biz hiç mi doktor görmedik? Sen çıfıtlığınla bizi mi
kandıracaksın! Bunlar hep Hayganoş orospusunun öğretmeleri... Karı, cıgara içmemizi, esrar çekmemeizi
aklınca yasaklatacak...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:239)
“Mr. Ve Mrs. Browning altı kollu şamdanla balkonda durup el salladılar da salladılar. Bir süre Flush da,
ikisinin arasında, patilerini balkon korkuluğuna yaymış, coşkuya katılmak için elinden geleni yaptı. Ama
sonunda -gizleyemiyordu artık- esnedi. ‘Sonunda, çok uzattıkları düşüncesinde olduğunu belirtti,’ dedi Mrs.
Browning. Bir bezginlik, bir kuşku geldi üzerine, bir efelenme aldı Flush’ı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:101)
Efelik taslamak : Kendinden daha ufak ya da savunmasız birini dövmek, dövmeye yeltenmek
“Haçça, Ahmet’i alıp yukarı çıktı. Götürüp ocağın başına oturttu. Kandilin ışığında baktı gördü ki,
çocuğun eli yüzü kan. Al kan. ‘Abuuvv, avuvv... Abu kadın anam Amadım... Abu ben nerelere gideyim, abu?...’
Yağmur gibi döke döke ağlamaya başladı. Irazca, göğsünü körük gibi indirip çıkararak geldi:
‘Südü sümüü bozuk! El gadar çocuğa efelik mi taslıyon?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
Efendi; Efendice : Hindistan gibi ‘kast’ sisteminin olduğu yerlerde kişinin sahibi, üstü; Okumuş, çelebi adam;
Evin erkeği; Kılık kıyafeti düzgün, çalışan, davranışında sosyal kuralları izleyen kimse; Patron, iş sahibi,
buyuran; Efendi’ye layık şekilde
Bk.: Efendimiz
“Kıtlık yıllarından birinde kendisini David’e halayık olarak almışlardı. Şakayık o zamanlar kendisinin
bu evde bir köle olduğunu bilmezdi. Şimdi biliyordu. David’in ondan iki yaş küçük olmasına karşın, onunla
dertleşmeye o kadar alışmıştı ki bundan bir türlü vazgeçemiyordu. İki çocuk arasındaki bağın büyük yaşta da
devam edebileceğini sanmak aptallık olurdu; hele bunlardan biri efendi, diğeri halayık olursa.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:11)
“-Yani, hiç kimse çalışmıyor, hiç kimse acı çekmiyor?
-Yoo, milyonlarca kişi çalışıyor ve acı çekiyor.
-İşte onlar halk öyleyse.
-Bu türlü düşünürsen, evet, halk var. Ama onun şimdiki efendileri polisler ya da tüccarlar.’
Yerli kırmasının iyilik dolu yüzü karardı. Sonra homurdandı: ‘Hımm! Alım-satım ha! Ne rezil iş!
Polise gelince, demek köpekler buyuruyor şimdi.’ ”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:55)
“Ben önüne geçilmez bir büyücüydüm. İlkbaharda kalemim ve kağıdımla her şeyi döllüyordum, bütün
dünya boğulur gibi oluyordu: Baş veremiyordu, ben yaşayamıyordum. O zaman çok mutluydum çünkü her yere
ölüm tohumlarını ekiyordum ve benim içimde erdem boy veriyordu. Ben bitkilerin, arıların, dağların, balıkların
efendisiydim - yürüyen, yerde sürünen, toprağa kök salmış her şeyin: havada ya da denizde.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:324)
“Tek beyaz adam olarak şantiyede yegane efendiydim. Köprünün yakınındaki işi denetleyen
Anglohintliler benimle aynı nüfuzu kullanamıyorlardı. Üçüncü sınıfta yolculuk eder, geleneksel haki giysileri kısa pantolonlar ve geniş cepli ceketler- giyer ve işçileri mükemmel bir Hintçe’yle aşağılayabilirlerdi.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:12)
“Birinci katta önce ‘Hanım’ın solmuş çiçekli kağıtlarla bezeli ve duvarda şık koztümüyle ‘Efendi’nin
portresi asılı kocaman odası bulunuyordu. Burası içinde şiltesiz iki çocuk yatağı görülen daha küçük bir odanın
bitişiğindeydi.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:6)
“O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir
ahla onu duvar kenarına çekerek:
-Bugün bir hale rastladım. Söylemesem maazallah boynumda vebal kalacak.
-Söyle Efendi... Söyle kardeş... Vebal tutma, söyle.
-Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım.
-La vallah, benden izinsiz çıkmaz.
-Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü.
-Çıktı ha! Ya melun avrat, lanete gelesi iblis.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359)
“Bezginlik verir
aynı efendilere çalışmak
onlarca yöneltilmek”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:127)
“Krala katılmış olan şövalyelerin yardımcıları, gün boyunca sokaklarda, efendilerinin rengarenk
bayraklarıyla dolaşıp kenti renklerle dolduruyorlardı. Soylular, renkli giysiler giymiş silahtarlar, yeşil giysili
okçular, renkli giysileriyle hizmetkarlar, kentin renklerine yeni renkler katıyorlardı.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27)
“Baas
Sen efendisin
Tarihin kazaları ve bir kuru darbesi
benim efendim yaptı seni.
Sen bütün topraklara sahipsin
ben talihsizliğe.
Senin çiftliğin var,
tayın, zeytin ağacın, uzun namlulu
tüfeklerin
benim, talihsizliğim.
<Baladas para un sueno>dan
(Nancy Morejon<doğ.1944>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.03.10)
“PERDE I, SAHNE I
SMITHERS (daha sıkı tutarak, kaba.) - Rahat dur! Hiç böyle işe gelemem, canımın içi. Kıvrıla
kıvrıla yakanı kurtarmazsın artık. Çengeli taktım sana.
KADIN (Çabalamanın fayda etmeyeceğini görmüştür, korkuyla yere çöker.) - Sakın söylemeyin ona..
Ona söylemeyin, efendi.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11)
“KEENEY, hoşnutlukla. – Zaten benim de bundan pek korkum yoktu, Tom. Hemen hemen on yıldır
hep benimle berabersin. Balina avcılığını sana ben öğrettim. Belki sert bir efendiyim ama iyi bir efendi
olmadığımı kimse söyleyemez.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:20)
“BULUT : Bilyorsun yasayı. Yazgın, sınır...
İKSİON : Benim yazgım avucumun içinde, Nephele. Ne değişti? Bu yeni efendiler zevk olsun diye
bir taşı fırlatmamı engelleyebilir mi? Ya da ovaya inip, bir düşmanın hakkından gelmemi? Bezginlikten ve
ölümden daha mı korkunç onlar?”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:11-2)
“AYRILIKLARIN TANIĞI
----------------------------------efendi göç eder
sonra tekrar beyaz şehre geri döner
ona yönelen insanlar
köprüde karanlıkta kalır
ellerinde arıların çığlığı
meyve
ve bitkiler
efendi gelir
şeref buyurdular, bereket getirdiler
her şeye, azıcık dinlenir
bizimle bir bardak şarap içer
ve esmer şehrimize girer
ancak efendi göç eder”
(Abdelmanum Ramdan-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.12.04)
“Yaradan, kadın yüzü çizmiş sana eliyle,
İstek dolu sevgimin efendisi dilberi;
İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir hile,
Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri;”
“Ah, nasıl efendice övgüler sunsam sana?
Hep senin değerindir bende varsa bir değer,”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:20, sa:81 & no.39, sa:119)
“SALARINO Aklınız okyanusta dalgaya baş vuruyor;
Kadırgalarınızın, dolgun yelkenleriyle,
Akar suyun Beyleri, Efendileri gibi”
(W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:17)
“KRALİÇE ELİZABETH I VE İMPARATOR MAXIMILLLAN’IN
SARAY ŞAİRİ PAUL MELISSUS ARASINDA GEÇEN TARTIŞMA
<Kraliçe Eizabeth’in şiiri> (1557)
---------------------------------Siz, özgür bir adam, bir köle olmak istediniz?
Şairler zincirlenmez bizim ülkemizde,
Haklarını ellerinden alıp eziyet etmeyiz onlara.
Aksine, daha da özgür olursunuz, çözdüğünde efendiniz
Kölelik günlerinde taktığınız zincirleri.
Fakat siz, şairlerin efendisisiniz, banse yalnızca bir köle...”
(I. Elizabetha Regina<Tudor>(1553-1603)-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 05.08.04)
Efendi efendi : İnsan gibi, sakin sakin (Hanımcık hanımcık’ın erkili)
“Adam bence çok hızlı sürüyor ve yırtıcılıkla klaksona basıyordu. Kasıtlı bir şekilde yayalara sürünerek
geçtiği izlenimine kapılmıştım, yüzündeki ne idüğü belirsiz gülümseme de hoşuma gitmiyordu. Sağ elinde siyah
bir eldiven vardı, bu da hoşuma gitmemişti. Marine Drive’a saptığında, sakinleşir gibi oldu ve efendi efendi
denize paralel giden arabaların arasına karıştı.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:15)
Efendim : Birinin büyüğü, hamisi, iş vereni vb.; Bir hitaba kibarca başlamak, karşısındakine saygı göstermek;
Okulda, kışlada tekmil alınırken, verilmesi gereken yanıt
“ ‘Bu konuda söylenecek çok şey var. Şimdi biraz uyuyalım. Ondan sonra duruma göre davranırız. Siz
de çok iyi bilirsiniz ki, efendim, insanın göz göre göre kendini kırbaçlaması, hele bu işi boş mideyle yapması
epey acımasızca bir şeydir. Senyora Dulcinea <katırı> biraz daha beklesin, hiç beklemediği bir anda kırbaç
yemekten kevgire dönmüş halde bulacak. Ölünceye dek her şey canlıdır. Yani verdiğim sözde durmak istiyorum
fakat daha ölmedim ve epey zamanım var bunun için.’ Şövalye teşekkür etti ona. Kendisi azıcık, Sancho ise tıka
basa yedi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:760)
“Bağırıp çağıranlar mı arasın, şaşkınlıktan donakalanlar mı arasın? Tartarin de kaldırıyor başını, bir de
bakıyor ki: deve! Deve efendim, deve, trenin ardından var gücüyle koşup duran, trenle atbaşı giden başa çıkılmaz
deve! Tartarin’in birdenbire keyfi kaçtı. Gözlerini kapayarak köşeye büzüldü.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:136)
“Adam yüzüme dik dik bakarak: ‘Ne dedin?’ diye sordu. ‘Şunu doğru söyle!’
‘Pip, efendim. Pip.’
‘Evin nerede senin? Göster bakalım!’ ”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:7)
“-Evet! Lakin, şerefim üzerine, namus çevresinde konuştuk. Ah! Bu ne üzücü! Bin kez özür dilerim
efendim, ne söylediğimi, ne söyleyeceğimi de bilmiyorum... Evet! Topu topu bir defa konuştuk.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:304)
“İHSAN BEY (Gizlice.) - Ama bu da yalanda benden aşağı değil, hem de iyi kubbe veriyor. Ne ise bu
kadar eğlendim ya. (Açıkça.) Eee, efendim, kulunuza müsaade buyurursanız gideyim?
AZMİ EFENDİ - Yoo! Bu kadar çabuk gidilir mi? Sizinle birlikte olmaktan doğrusu memnun
oldum.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:31)
“Aldı beriki:
‘Efendim, dünyada türlü türlü allahlar var: yemek allahı, gezmek allahı, uyku allahı; giyinmek,
kuşanmak, mide allahları ve ilah. Ben de bütün bunların...’
-Beyler, Hoca gelecek, lütfen koğuşa girin.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Laf Salatası”, sa:14-5)
“Şube Müdürünün kapısını çalıp beni içeriye bırakıverdi genç asker. Arenaya çıkan gladyatör gibi
hissettim kendimi bir an. Saçları kırlaşmış, gözlüklü, emekliliği yaklaşmış bir albay, kuru ve sert bir sesle sordu:
-Buyur, ne istiyorsun?
-Efendim, ben askere gitmek istiyorum.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:272)
“Teğmen gittikten sonra, Şvayk ortalığı süpürdü, eşyaların tozunu aldı, evi bir güzel toparladı. Akşam
teğmen geri döndüğünde tekmilini verdi:
‘Her şey yolundadır, komutanım. Yalnız kedi bir yaramazlık yaptı, kanaryanızı mideye indirdi,
efendim!’
‘Sen ne diyorsun ulan?’ diye böğürdü teğmen.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
“-Bozkırdan esen yel öldürecek beni
-Dediğni anlamıyorum, Marton.
-Anlamazsın, efendim, çünkü sen Almansın. Ama ben bu bozkırda doğdum.
-Günahlarını dök, oğlum, Piskopos öyle istiyor.”
(F. Herczec, “Paganlar”, sa:15)
“ ‘... Kutsal kitabı geniş anlamda ele almak gerekir. Onu bir sembol olarak ele almalıyız ya da ilgimizi
kesmeliyiz. Efendim, siz Adem ile Havva’nın gerçekten yaşamış olduklarına mı inanırsınız, bir sembol
olduklarına mı? Peki öyleyse Tanrı’yı gizli düşüncelerimize siper etmenize izin vermeyeceğim. Ben size
yapacağımı bilirim!’
‘Hiçbir şey yapamazsınız!’ dedim ve herifi nezaketle kapı dışarı ettim.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:19)
“-Efendim bu parçada aşırı bir sulu gözlülük hisettim ben. Muharrir, okurlarının duygusunu
sömürüyor. Yetmiş altı yaşındaki ihtiyar bir kadının bir ayağı çukurdayken, bir de torunundan ayırmış onu.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:182)
“Şevketli efendim Sultanım Vezir
Altmış bin kılınçlı yanında hazır
Deryalar üstünde boz atlı Hızır
Benli Boz’a binmiş o da geliyor”
(Karacaoğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:318)
“Araştırmasını bıraktı. Kibar olmanın bir insanın tüm zamanını alacağını ve nasıl kibar olunacağını
öğreneceği bir önyaşam yaşaması gerektiğini öğrenmişti.
‘İstediğinizi bulabildiniz mi?’ ayrılırken masadaki adam sordu.
‘Evet efendim,’ diye cevapladı. ‘İyi bir kütüphaneniz var.’
Adam başıyla onayladı. ‘Sizi burada sık sık görmekten memnun olacağız.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:56)
“EL ŞAFKİİ <1977 Ürdün>
4
Efendim
Ey El Şafii
ellerin mağdur
gökyüzünün elediğiyle mağdur olursa,
Cilad’dan uzaklaştığında
toprak güneye uçar
neden uzaklaştığını bilmeden
bu köyün adı”
(Cilkad: Ürdün’de bir dağ)
(Amcet Nasır-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.02.05)
“ZİYARET
Bu ziyaretle neyi söylesem
Zor ve yokuş bir yoldan sonra görünen yol çizgileri
Gözlerimin tek tesellisi
Onlara bakmaktır
Şoföre daha hızlı sürmesini nasıl söylerim
Bu hüznü taşırken
Ağır adımlarla,
Sözcüklerin üstündeki kusan boşluğu sildim,
(Çağdaşım efendimin yaptığı gibi
Anlatılanlarla yüzleşirim).”
(Hilmi Selim<d.1952>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08)
“ONU TANIK GÖSTEREBİLİR MİYİM
---------------------------------------------------Kanayan, kırmızı bir renl içinde
ÖZGÜRLÜKÇÜ MANDELA
Sordum
Bir annenin gözyaşları ve yukarısı
Arasındaymış gibi
Niçin Efendim
Niçin insan çığlıkları dolaşıyor
boydan boya tüm yüzünü
Yeryüzünün”
(Sydney Sipho Sepamla-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.01.08)
“PERDE I, SAHNE I
FLAVIUS - Haydi eve, sizi tembel mahluklar, evinize; bayram günü mü bu? Bilmiyor musunuz ki
işçi kısmı, mesleğinin nitelik göstergelerini takmadan iş gününde gezinemez. Söyle, sen necisin?
-----------İKİNCİ VATANDAŞ - Efendim öyle bir iş ki tam bir gönül ferahlılığıyla yapmak kaygısındayım;
doğru doğru dosdoğru. Efendim, tabansızlara taban yaparım ben.
MARULLUS - Gördüğün iş nedir ulan, zevzek herif? Ne iş görürsün?”
(W. Shakespeare, “Julius Caesar”, sa:3-4)
“EDGAR - Kendini kaybetti; efendimiz, efendimiz...
KENT - Parçalan yüreğim, n’olur parçalan!
EDGAR - Gözlerinizi açsanıza efendim!”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:158)
“Sade kitaplardan teori bilirler, bunu ise harmanili devlet adamları da onun kadar ustalıkla becerir.
Onun tüm askerliği, bir işgörmeden gevezelik etmektir. Yine de, efendim, o seçildi.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:4)
“SEZAR (Oturarak.) - Pothinus, şimdi işleri yoluna koyalım. Benim fena halde paraya iihtiyacım var.
BRITANNUS (Resmi olmayan bu açıklama biçimini onaylamaz.) - Efendim, demek istiyorlar ki,
Mısır’ın Roma’ya yasal bir borcu var. Kral’ın ölmüş babasının Üçler Yönetimi’ne ödemeyi üstlendiği bir borç.
Derhal ödenmesini sağlamak da Sezar’ın kendi ülkesine borcudur.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:58)
“Efendim? Bir oyun okuyordum. Bu, sanat yönetmeni olarak görevimdi. Getto’daki yaşantıyla ilgili bir
oyun için yarışma düzenlemiştik. Ha? Tabii, tabii. Pek çok oyun almıştık. Herkes kaleme sarılmıştı.”
(J. Sobol, “Getto”, sa:15)
“Bugün, 30 Ağustos 1753’te, sevgili efendim Maitre Mussard altmış altı yaşındayken öldü..... Ölülerin
alışılagelmiş kaskatı kalma süresinin bitiminden sonra bile efendim oturur durumda dimdik kaldığı için ölü
yıkayıcı onu binbir güçlükle giydirebildi.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - S. Manet’nin Sondeyişi”, sa:75)
“DENİZDE YENİLGİ
-------------------------‘Şimdi sende küstahlık sırası,
oysa önceden
bir prangan vardı kendirden
zorba boynunda.
Ama efendim; evet, efendim,
Çılgına çevirecek seni
Dağlardan gelecek çamlarla’ ”
(Timotheos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:43)
“ ‘Merhaba Obancuk!’ dedi Kozeltsov trampetçiye. ‘Sen hala postu deldirtmedin mi?’ Sonra sesini
yükselterek, ‘Merhaba çocuklar!’ diye bağırdı.
‘Sağol, efendim!’ diye inledi sığınak.
‘Nasılsınız çocuklar?’
‘Kötü, efendim, kötü. Fransızlar bizi hiç rahat bırakmıyor. Basıyorlar ateşi, ama hep siperden. Öyle
bastırıyorlar ki, bazen insan nereye gideceğini şaşırıyor. Ama hep siperden, şöyle bir meydana çıksalar!..’ ”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:77)
“Hourdequin:
-Haydi oradan efendim, dedi. Bir kere, küçük mülkiyet, 89’dan evvel de vardı, hem de, hemen hemen
aynı geniş oranda.. Sonra da, toprağı parçalamak usulünün lehine de aleyhine de çok söylenecek şey var.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:203)
Efendicazıma söyleyeyim; Efendime söyleyeyim : Efendi yerine sanki daha özel ve ‘biricik’ kapsamında bir
aidiyet hissi vermek için: ‘Efendicağızım!’ denirdi; Ne deneceği kat’i olarak bilinmediğinde tümceler arasında
araya sıkıştırılan, kendine özgü bir anlamı olmayan, fakat “Hımmm, ne söyleyecektim?” bağlamında bir köprü
oluşturan ek sözcükler
“Paşa, soran bakışlarını yüzüne dikince Çerviakov:
-Efendimiz, dün buyurduğunuz gibi kesinlikle sizinle alay etmek gibi bir niyetim yoktu, diye
mırıldandı. Aksırırken üstünüzü berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Sizinle alay etmek ne haddime?
Bizler de alay etmeye kalkarsak, efendime söyleyeyim, artık insanlar arasında saygı mı kalır?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23)
“-Bırak şimdi felsefeyi, hikmeti de anlat bakalım bize, bu devletli Süleyman Efendi kimmiş?
-Abe hani var imiş dokuz yüz doksan dokuz tane karıcığı!
-Amma yaptın ha?...
-Ya ya... Bunu atmam ben kendi işkembeli torbamdan, işkembei kübradan. Bunu yazarlarmış bütünce
kitaplar... Sonra efendicazıma söyliyeyim, bunun en sevgili karısı olan dokuz yüz doksan dokuzuncu karısının
adı da Bal kızmış!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:123)
“ESMA’NIN HİKAYESİ
----------------------------Efendime söyleyim, bir gün
Kızı bırakmadılar dışarı.
Cihanda tek başıma kalmıştım
Düşünerek Esma’yı...”
(Cahit Külebi<1917-1997>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:471)
Efendilikle külhanbeyliliği bir koltuğa sığdırmak : Eski İstanbul, batılaşmaya başladığında, bir yandan
efendi gibi pırıl pırıl giyinen, diğer taraftan hal ve tavırları, bakışları külhanlıklarını belirten ‘post modern
entel’ler
“Kadının beni süzmesi pek arttığı br sırada birahanenin kapısından içeriye iki delikanlı girdi. Biri orta
boylu topluca, biri uzunca boylu zayıftan olan bu iki delikanlının kılıklarından, efendilikle külhanbeyliği bir
koltuğa sığdırmak isteyenlerden oldukları anlaşılıyordu. Üstleri, başları çok temiz, tirendaz <okçu gibi basit
fakat derli toplu>, rugan iskarpinleri pırıl pırıl yanıyordu. Fakat feslerinin duruşu <herhalde çarpık?>, yürürken
omuzlarının aldığı biçimler <bir, bir yana sarkık, bir sanki vatkalı-omuz destekli>, kendilerinin efendiden bıçkın
olduklarını gösteriyordu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:261)
Efendim(iz) : Hükümdarlara, aynı düzeydeki sadrazam, kont, prens gibi devlet büyüklerine, peygamber gibi
dinin en yüksek temsilcilerine edilen hitap; Bir kölenin efendisine günlük doğal hitabı; Tanrı
“ ‘Ah, ah, Efendimiz İsa Mesih’in büyüsü hoşunuza gidiyor! Ve sevinç acı verir bize. Şeytandan sakın;
<o> her zaman üstüme atılmak için bir köşede pusu kurmuş. Ama Salvatore aptal değil! Burası iyi manastır,
burada yiyip içip dua edilir Efendimize. Gerisi incir çekirdeği doldurmaz. Amin. Değil mi?’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:78)
“Bu arada, kızına öylesine büyük bir dikkatle bakıyordu ki, Salambo heyecanlanarak kekeledi:
‘Sana söylediler demek, efendimiz...’
Babası alçak sesle, ‘Evet! Biliyorum!’ dedi.
Bu itiraf mıydı, yoksa kızı Barbarlardan mı söz ediyordu?”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:162)
“2. KONUK - Efendimiz...
MACBETT - Efendimiz, Efendimiz, Efendimiz... E, sonra? Sonrasını öğrenmek iistiyorum ben.
Hepiniz diliinizi yuttunuz birdenbire. Benim şimdiye kadar gelmiş, geçmiş, gelecek tüm hükümdarların en iyisi
olmadığımı düşünmeye cüret edecek biri varsa içinizde, ayağa kalksın ve söylesin bunu yüzüme.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:323)
“PRENS : Tabii, tabii! Beni çok ilgilendirdi söylediklerin. Görev dağıtımında bir hataya düşülmüş
bakıyorum. Senin sırtına pek fazla iş yüklemişler:
BEKÇİ : (Yere diz çöker.) İşimi elimden almayın, efendimiz. Bunca zaman sizin için yaşadım,
bırakın şimdi yine sizin için öleyim. Kavuşmak için o kadar uğraşıp didindiğim mezardan beni ayırmayın. Seve
seve hizmet ediyorum yanınızda ve daha hizmet edecek gücüm var.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:274)
“Çöle daldıkça kafam kızıyordu, ortaya çıksın da benimle konuşsun diye Tanrı’yı çağırıyordum. Beni
insan olarak o yaratmadı mı? İnsan soru soran hayvan değil midir? Öyleyse soruyorum, cevap versin. Kızgın
hava içersinde ona: ‘Efendim,’ diye itirafta bulunuyordum. ‘Efendim, güç bir an geçiriyorum; ne yapayım?
Ağzıma yanan bir kömürü, bir sözü koy; kurtuluşu getirecek basit bir sözü; fazla ışıktan kör olmuş bu kuyuya
bunun için, seninle karşılaşmak için indim; görün!’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:239)
“LORD - Sen delisin. Eğer echo da o kadar çevik olabilseydi, öylelerinin bir düzinesine değişmezdim
onu. Gene sen karınlarını iyi doyur. Yarın gene niyetim ava çıkmak.
1inci AVCI - Baş üstüne efendimiz.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“AŞK İÇİN ŞARKI
Bulutlar yuvalarına gitse
Karanlığın dehşeti uzaklaşsa, yıldızlar gecesiyle
Mutlu olsa, ölüm efendimiz göçse.
----------------------Kadınların zor yollarını sevmiyorum
Adımlarıma rüzgarın resmini çizen
Ama bütün kadınları
Severim.
O dağı sevmiyorum”
(Hasan El Vezzani<d.1970>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 19.07.07)
Efendim nerede, ben nerede :
‘Ben ne söylüyorum, siz ne anlıyorsunuz?” bağlamında bir sözcük
“Fakat, efendim nerede, ben nerede dedikleri gibi, öteki çergeciler <derme çatma, göçebe Roman
obaları>, harmancılar nerede? Hele bunların erkekleri prk kibar insanlar. Misafirlerle hiç ‘bendeniz’siz,
‘zatıaliniz’siz konuşmuyorlar. Hepsinin de elbiseleri, ayakkabıları yeni ve son moda.. Hepsinin de yeleklerinin
cebinde altın ve gümüş birer saat. Parmaklarında pırıl pırıl yanan elmas yüzükler.... İçtikleri cıgaralar, hep birinci
sınıf cıgaralar... Çalgılarının kutu ve kılıfları hani, diyebilirim ki benim çok kıymetli kemanımın kutusundan
daha şık...Bunlardan kemani Raif isminde birinin kemanına baktım, sokağa atsanız elli lira eder su içinde...
Kadınlardan da Ayvansaraylılar, pek kalontor şeyler...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:166)
Eferim; Eferin : Aferin
(Anadolu şivesi)
“Cemile, Esme’yi bırakıp yerine oturdu.
Öteki karılar: ‘Eferin!’ çektiler. ‘İkinize de eferin. Zorlu pehlivanlarsınız. Doğuran kısraklar
yenilmesin. Akşamları döşşekte de böyle güleşiyorsanuz pıravo!’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:19)
“ ‘Kızını okula yollamıyor dürzü! Öğretmen bu sefer gatti istiyor. Okul harici tek döl gomamaya azmi
cezmi kast etti herifçioğlu. Vallahi eferim! Biz olsa yılarız Durana’dan. O yılmıyor. Aşkolsun!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:5)
Efil efil : Narin narin, serin serin yelin esmesi; Yılankavi dalgalar yaparak <Ef’a-Ef’i: Engerek yılanı>
“Teyzesinin yattığı odaya gitti Bayram. Kapıyı açtı. Baca başındaki küçük kandil efil efil yanıyordu.
Ocaktaki ateş sönmüştü. Bulgur pişmiş, yavaş yavaş soğuyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:44)
“Ses çıkarmadan onun arkasına düştüler. Yürüdükçe efil efil esen serin bahar yeli onları bir hoş ediyor,
içlerinde belli belirsiz bir sevinç, bir umut inceden yeşeriyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:67)
“... Vakit yaz vakti demiştik. Dağların tam misafir olduğu sıralar... Ormandan efil efil bir yel eser.
İncecik, okşayan bir yel.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:48)
Efkar basmak; Efkarlanmak : Hüzünlü, kederli hissetmek; deprese olmak
“Kendi kendinden utanıyor. Canlanıyor. Keçilerini toparlayıp, otlağa iyi bir yere götürüyor... Bu uzun
sürmüyor. Efkar basıyor.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:40)
“Bir gece, kahvede oturuyorum. Sizden saklamam, kafa tütsülü... Bizi bir efkar basmış, delikanlılık bu,
çekmişiz pırnayı... Bir kere ağzınız bulaştı mı, gayrı dur, durak aramayacaksın.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:109)
Efkar dağıtmak, Efkar etmek : Kederini, üzüntüsünü gidermek
“.. Zamanla Gruşenka alıştı ona, Mitya’dan gelince, (henüz iyileşmeden, ayağa kalkar kalkmaz gitmeye
başlamıştı) efkar edebilmek için ‘Maksimuşka’yı karşısına alıp çene çalardı..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:93)
“Akşam yemeğinden sonra, bir kadeh Armagnac ve bir puroyla neşesi yerine gelen dostum, başka iki
Gezici Şövalye’ye rastladı, beni bir süre hayat üzerine düşüncelere dalmaya bırakarak onlarla biraz efkar
dağıtmak için 21 oynadı, hileler ve tartışmalar sürdü gitti. Ben de doğruca yatağa.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:500)
Efkarlı olmak : Gamlı, kederli olmak
“Kamil Bey, gönülsüz gönülsüz gülümsedi. Osman Ağa elini salladı:
-Uzattın gavuroğlu! Zati efkarlıyım. Zarzar, dünden beri milleti toptan söğüşlemiş... Mangizleri
borçlulara dağıtmadan, bir de bize soyunacakmış... Şunu al gel de hırboyu yırtıvereyim.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:121)
Efradını cami, ağyarını mani : ‘asıl olan içeriği esas alan ve gereksizleri de dışarda bırakan’ tür yazı stiline
Osmanlılarda verilen ad
Bk.. Novella
“Novella olarak da adlandırılan, mücevher gibi kısa romanlara bayılırım. Osmanlı deyimiyle ‘efradını
cami, ağyarını mani’ <as olanı anlatan, gereksiz ögeleri de ayıklayan> romanları okumaktan zevk alırım.
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:183)
Efsane : Mit, gerçeğe dayanmayan, söylence, gerçek olmayan öykü; Çok ünlü
“Sakıya camında nedir bu esrar
Kıldı bir katresi mestane beni
Şarab-ı lalinde ne keyfiyet var
Söyletir efsane efsane beni”
<Sakıya: Sakiler, içki dağıtanlar; Cam: Kadeh;
Katre: Damla; Mestane: Mest olmuş, zevkten dört köşe olmuş;
Şarab-ı lal: Kırmızı renkli şarap; Keyfiyet: Nitelik>
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:660)
Efta :
R o m a n dilinde yedi sayısı
(Argo)
“-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler
var.
-Üyle <öyle> ise dinle sayayım!
-Kulağım sende, başla! ............
-Yedi’ye süyleriz <söyleriz): efta!
-Bu tastamam Rum’ların ‘efta’sı... Ve Fars’ların ‘hafta’sına benzer!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:162)
Eften püften : Uydurmaca, gerçek bir yazın değeri olmayan; küçük, önemsiz, yüzeysel şeyler
“Dünya beni zeki bir genç, yıldızı parlayan yeni bir eleştirmen olarak görüyordu, ama ben kendimi
yaşlanmış, tükenmiş hissediyordum. Şimdiye kadar yaptıklarım devede kulaktı. Öylesine eften püften şeylerdi ki
bir üfleyişte yıkılırdı.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlüsü 3-, sa:15-6)
“Müthiş etkilenmiştim, yaşamım o ana dek bana çok sıradan görünmüştü; evet, zorluklar olmuştu, ama
eften püften zorluklardı bunlar, uçurumdan çok birer gençlik hendeğiydi. Sonra büyüdüm, eş, anne, dul ve nine
oldum, hep bu normal çizgide ilerledim. Olağanüsütü denebilecek tek olay, annenin trajik ölümüydü.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:41)
Egli e povero come un topo di chiesa : (İTA.,KOLL.) <egli e povero un topo di kieza> : O, bir kilisenin
faresi kadar fakirdir = He is as poor as a church mouse (İNG.)
Ego : (PSYCH.) İnsan’ın ruhsal varlığının temel yöneticisi, ‘ben’ ve ‘benlik’ duygularını simgeleyen psişik
yapının merkezi ve idarecisi
“FREUD, ‘Psikanalizin Bir Özeti’ <An Outline of Psychoanalysis – En avtlayn of sayko-analisis>
adlı kitabında (1938), Ego’nun niteliklerini şöyle sıralıyor:
‘ İşte e g o’nun en temel özellikleri: evvelden yerleşmiş bulunan duygu, algı ve kas hareketleri
arasındaki ilinti sonucu, ‘isteğe bağlı’ (volunteer) hareketleri kontrol altında tutmak; dış olaylardan gelen
‘uyarılar’ın önce farkında olma, sonra depolama (memory -hafıza); gerektiğinde kuvvetli uyarıları ‘engelleme’
(avoidance -avoidıns; flight -flayt -kaçış); orta dereceli uyarılarla ‘pazarlık yapma’ (compromise
<kompromayz>=ödün) ve (‘uyum sağlama’ : adaptation -adapteyşın) ve sonuçta, kendi yararı için, dış dünyada
gerekli değişiklikleri yapmayı öğrenme (activities - faaliyetler).
‘ İç olaylara gelince... Ego, İd’den gelen içgüdüsel arzuları ‘kontrol etmeyi’ öğrenir ve onlardan
bazılarının doyumluluk kazanıp kazanmadıklarını konusunda karar verir. Aynı şekilde, zaman ve dış dünya
koşullarına göre, ya o doyumluluğu erteler ya da o dürtülerin tümünü bastırır. Bu işlevsellikler, uyarıların
yarattığı gerilim (tension)dolayısıyla oluşurlar. Bu gerilimler ya eski zamanlardanberi mevcutturlar, yahut da
ego’ya ilk kez sunulurlar.
‘E g o’nun nasıl geliştiği konusunda da, Freud, aynı eserinde şöyle diyor: ‘Bizi kuşatan gerçek dış
dünyanın etkisiyle, özbenliğin (İd) bir parçası özel bir gelişim gösterir. Başlangıçta, uyarıları algılayan organlar
ve aşırı duygulara karşı bir korunma sistemi ile bezenmiş olan bu ‘dışsal’ bölgeden, yavaş yavaş özel bir yapı
oluşur. Bu yeni oluşum, İd ile dış çevre arasında bir arabuluculuk görevini üstlenir. Ruhsal yaşantımızın bu
bölgesine e g o (benlik) adı verilir.
‘Freud, yeni doğmuş bir bebekte pek ilkel ego taslağı bulunduğunu, zamanla bunun gelişmesi ile,
başlangıçta İd ve dış dünya arasındaki çatışmanın, İd ile Ego arasına kaydığını varsayıyor. Ego’nun yardımıyla,
İd’in h a z i l k e s i (pleasure principle - plejür principıl), g e r ç e k l i k i l k e s i’ne (reality principle realiti prinsıpıl) dönüşmeye başlar.
‘Özetle, ego’nun fonksiyonlarını, şu başlıklar altında toparlayabiliriz::
1. İçgüdüsel Dürtülerin Düzen ve Kontrolleri;
2. Gerçeklik (Realite) İle İlişki, Gerçeklik Sınaması (Reality Testing – realiti testing), Gerçeğe Uyum
(Adaptation to Reality - Adapteyşın tu realiti);
3. Nesne İlişkileri (Object Relationships – Obcekt röleyşıns)
4. Ego’nun Sentetik Fonksiyonu (H. Nunberg 1931, Maturation = matüreyşın – olgunluk;
5. Ego’nun Birincil Otonom <kendi başına> İşlevsellikleri, Hartmann, 1937;
6. Ego’nun İkincil Otonom İşlevsellikleri, Hartmann (Yücelme: Sublimation <süblimeyşın>, ve,
7. Yaşamın düzenini, biçimini şekillendiren: Ego’nun Savunma Mekamizmaları; Anna Freud, 1936
(Defense Mechanisms of Ego – Difens mekanizms of Ego).
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa::204-209)
Ego’nun Savunma Mekanizmaları : (PSYCH.) (The Ego and the Mechanisms of Defense) – Anna Freud
tarafından 1936’da klasifiye edildi ve ayrıntılı olarak izah edildi, yayımlandı. One göre,bu mekanizmaların en
popüler olanlarının niteliklerini, işleyiş şekillerini, alfabetik sırayla özetleyeceğiz.
“ ‘Analist’in görevi, bilinçötesi materyali, b i l i n ç a l a n ı n a getirmektir.Bu, aydınlatıcı bir
çalışmadır (Work of enlightenment). Bildiğimiz gibi, İ d’den, impulse’lar sürekli olarak bilinç alanına girmeye
çalışırlar. E g o ve s u p e r e g o’ya gelince, analist, gerçekte sözüm ona varolan barajı çözmeye çaılışıyor:
analiz esnasında,barajda bastırılan ‘repression lar çözmeye çalışıyor. Özet olarak, analist ile üç iş yapılmış
oluyor: 1) Ego, ‘kendi-gözlem’i (self-observation) yapıyor;
2) Ego, başlangıçta, analize antagonistik <karşıt) olarak başlıyor; kendi-gözlem’in ötesinde bazı
gerçekleri kaydediyor, bazılarının ‘gerçeklik alanı’na girmesini engelliyor;
3) Ego, kendisini analize bir ‘obje-nesne’ gibi teslim ediyor.
‘İ d’in analizinde, ondan kaynaklanan dürtülerin, veya ‘onların düşünceler haline dönüşmüş,
sergilenen temsilcilerinin’ ) <ideational representatives) bilinç alanına taşınmalarını engelleyecek bir d i r e n
ç (resistence) oluşturulur. Analiz ile o fikirler, ‘s e r b e s t ç a ğ r ı ş ı m’ (free association> yönetimini
kullanarak gün ışığına çıkarlar. Mamafih, bazen çıkmamakta inat ederek, analist’e karşı direkt bir kızgınlık ya da
düşmanlık (hostility) sergilenebilir.
‘Savunma, d u y g u’lara (affect) karşı da olabilir. Sevgi, nefret, kıskançlık, acı, yas vb. gibi ego’ya
atfedilen davranışların altında İd dürtüleri vardır. Yani, yukarda sayılan ‘affect’lerin aktında cinsel arzular,
kızgınlık, şiddet (aggression) yaratabilir. Bu dürtüsel karakterler o şekillere ancak savunma mekanizmaları
sayesinde büyük bir değişime (metamorphosis) tabi tutulduktan sonra dönüşebilirler.
‘Diğer bir tip savunma, ‘daimi’ (permanent) olanıdır. Bazı şahısların sert, alaycı, kabadayı oluşları
veya daimi gülümsemeleri, hayat boyunca devamedegelen bir davranış şekli olabilir. Wilhelm Reich bunlara
‘K a r a k t e r z ı r h ı’ (Armor-plating of character – character panzerung) diyor. Bu tip vak’alar hayatboyu
analiz gerektirebilir.
‘Başlangıçta, savunma mekanizmaları’ terimi, ‘dürtülerin bastırılma olayı’ (respression) ile eş
tutulmuştu. N ö r o z da, “represe edilmiş material’in dönüşü = neurosis is the return of the repressed” olarak
nitelendirilmişti. Freud, 1926’da yayımladığı: ‘Inhibition, Symptoms and Anxiety’ (İnhibisyon - Bastırma-,
Semptomlar ve Sıkıntı) adlı makalesinde, genel savunma mekanizmalarını aydınlatırken, r e p r e s s i o n’u
<bastırma> ilk ve en önemli bir araç olduğunu açıklamıştı. Zamanla, Histeri’de gözlenebilecek ‘repression’un
yanında, Obsesyonal Nöroz’larda ‘reaction formation <karşıt tepki kurgusu> – ve undoing’ (İptal, yaptığını
bozma), ‘Paranoya’<şüphecilik> ve ‘Eşcinsellik’te: introjection, identification ve projection’ (Freud, 1922,
‘Jealousy, Paranoia and Homosexuality = Kıskançlık, Paranoya ve Eşcinsellik makalesi), ‘turning against self
ve reversal = Kendine karşı dönüş ve tamamen tersine dönüş (Freud’ün 1915 makalesi) ve ‘sublimation’
<yüceltme> mekanizmalarının ta baştanberi mer’iyette oldunun farkına varılarak, baba Freud tarafından analizi
yapılmış Anna Freud tarafından seri, tamamlanmış bir şekilde yayımlanarak psikoloji tarihinde final tanınımı
yapıldı. <Not: Freud, 1938’de kızı Anna gibi göç ettiği gittiği Londra’da vefat etti, külleri, vasiyet ettiği
üzereThames’in üstüne döküldü; bir çok analist’ler geldi gitti; ben şahsen 1952’denberi işin içindeyim, daha
başka tanımlanmış bir ‘defense mechanism’in ortaya konduğunu ne okudum, ve ne de işittim! (İ.E.)>
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:214-262)
ALTRUISM (Altrüizm, Ö z g e c i l i k) :
“Bu savunma mekanizmasını kullanan kişiler, kendi içgüdülerini ‘başkalarına yararlı olma’ yolu ile
doyururlar. Dolayısıyla bu kişiler toplumda çok değer görürler. Toplumumuzda buna en klasik örnek, kendileri
bekar veya dul kalmayı yeğledikleri halde başkalarına ç ö p ç a t a n l ı k yapanlardır.
Anna Freud, ünlü kitabında, ablasının beraber çıktığı erkekte gözü olmasına karşın, ablasını
güzelleştirmek için elinden geleni yapan bir kızdan bahseder. Sözüm ona fedakarlık yapılmıştır ama, içten gelen
içgüdüsel dürtüler, sergilendiklerine şu veya bu şekilde bir problem doğuracaklarından, dürtüler bir tür ‘Reaction
Formation’ ile bastırılmışlar ve ‘başkalarının iyiliğini isteyen’ bir davranışa dönüşmüşlerdir.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:217)
ASCETICISM (Asetizm - Ç i l e c i l i k, zahitlik)
:
“Bu, özellikle e r g e n l e r’de görülen bir savunmadır. Düşünülebileceği gibi, bu evrede, kişisel veya
sosyal baskı ve ‘inhibisyon’ <inhibition- içe bastırma>lardan gerçekten etkilenen bir gençte, cinsel dürtüler
dayanılmaz bir kerteye gelince, cinsiyet başta olmak üzere tüm haz verici faaliyetlerden bir el çekme gözlenir.
Bu tablo, mid<orta>adolessans’tan sonra kendiliğinden kaybolur. Bu gibi kimseler kolaylıkla tarikat ve mezhep
avcılarının kurbanı olurlar.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:217)
COMPENSATION (Kompanseyşın - D e n g e s a ğ l a m a k, Ödünleme)
:
“Kompansasyon, kişinin ister gerçekte, ister fantazide hissettikleri eksikliklerin, bilinçötesi kanallarla
giderilmesi veya tamamlanması amaçlarına hizmet eden bir savunma mekanizmasıdır. Aynı zamanda ‘aşağılık
hissi’ = (İng.) inferiority <inferioriti>, Fr.: inferiorité <enferioriyete> duyan kimselerde, ‘dikkat edilme’ ya da
‘tanınma’ arzularına da yardım edebilir.
Halk arasında küçük boylu insanların, ‘bodur’ olmalarından nedenlenen bir aşğılık duygusu
taşıdıkları hakkında bir inanç mevcuttur: ‘Kıçı yere yakın olanlardan kork!’ diye bir mesel vardır. Hitler ve
Napolyon bu tarife uyduklarından, kudretli liderler olmalarına karşın ne denli ihtirasların emrinde hareket
ettikleri de tarihçe bilinir. Hayatta başarılı olmuş birçok kısa boylu erkekler, kendilerinde çok daha uzun boylu
kadınlarla mutlu bir evlilik yaşayabilirler. Amerika Birleşik Devletlerinde analitik eğitimim esnasında minyon
tipte Filipinli bir hanım doktorun, içinde hemen hemen tamamen kaybolduğu görünümü veren bir Plymooth
araba sürmesinin yanında, dağ gibi yüce boylu poslu, başasistanımız İzlanda’lı bir hekim arkadaş ile, milletin
akıllarından ne geçerse geçsin, gayet mutlu bir hayat sürdüklerine tanık olmuştuk. Hekim bey kardeşimiz de,
eşinin tam tersine, sanki ona uymak istermiş gibi, başının tavana değdiği tıfıl bir Volkswagen sürerdi. Tüm
bunlar, kişilerin bilinçli olmadıkları, zararsız dengeleyici mekanizmalardır.
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:217)
DENIAL (Dinayl - Y a d s ı m a, inkar) :
“Bu, ego’nun, en basit ve ilkel savunma mekanizmalarından biri olup, bilinç alanına girmesine
tahammül edilemeyen his, fikir veya anılar, otomatik olarak, sanki ‘yok, olmadı, yaşanmadı!’ addedilirler.
Buna en önemli örnek, ‘ölüm’ tema’sıdır. Normal yaşam’da, hemen hepimiz genellikle ‘ölüm’ü, tüm boyutlarını
düşünmekten kaçarak, yadsırız. Aile içinden birinin ölümü, yaşlarıyla göreceli olarak, çocuklara ‘o hala
uyuyor.... seyahata çıktı v.s. ifadelerle, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz, yarı ‘avuntu ve keşke doğru olsaydı’ gibi
karmaşa duygular yaşanır. Bu, ‘sanrı’ya, yani gerçek inanca kadar gidebilir.
‘Freud’ün 1909’da yayımladığı ‘Analysis of a Phobia in a Five-Year-Old Boy’ – öyküsünün, bu
savunma mekanizması ile nasıl tamir edildiğini izleyelim. Little Hans’da hayvan korkusu vardı: At. O
zamanların Viyana’sında posta servisi at ile yapıldığından, çocuğun tüm şiddetiyle yaşadığı Oedipal Complex,
önce ‘displacement-yer değiştirme’ mekanizmasıyla baba’dan at’a transfer edilmişti. Koca gözlükleriyle ağzında
geviş getirerek küçük çocuğa kızgın kızgın (?) bakan gözleriyle babaya ne kadar da benziyordu. Bu bakışlar,
onda ‘castration anxiety’ <kastreyşın engzayeti – iğdişlik sıkıntısı> da yaratmıştı. Terapi esnasında, Little Hans,
iki adey ‘gün-düşü’ = day-dream <dey-drim> yaşamıştı: a) Kendisinin bir sürü çocukları oluyordu, ve o, onları
banyoda yıkıyordu; b) Bir tesisatçı (baba?), aletleriyle Hans’ın popo’sunu ve ‘penis’ini alıp yerine daha büyük
ve nitelikli olanları takmıştı.
‘Bu fantazi’ler, ona, ‘gerçek’ (reality) ile bağdaşmasında çok yardımcı oldu. Şöyle ki: Birçok çocuğa
sahip olmak, artık onunn ‘iğdiş edilmiş olmak’ olasılığını tamamen ortadan kaldııryordu. Ö d i p a l korkusu,
yani babasının -olası ve gerçekte- kendisininkinden dahan büyük bir penis’e sahip olması, tesisatçının ona daha
büyük bir penis takmasıyla berta
raf edilmişti. Böylece Hans, ‘gerçeği fantazi içinde yadsımış ve onu, yeni koşulları içinde kabul etmişti.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:219-21)
DISPLACEMENT (İng.: Displeysmınt = Y e r D e ğ i ş t i r m e; Fr.: Deplacement - Deplasman)
“D e p l a s m a n’da, duygusal bir his, halihazırdaki ‘içsel nesne’den bir yedeğine veya dışarıya transfer
edilmiştir. ‘Fobik-nörotik- patern’in gelişiminde en önemli bir mekanizmadır bu. Bilinçötesinde saklı orijinal
korku veya tehdit, dışta, görünüşte, hiç ilgisi olmayan bir nesne’ye otomatik olarak havale edilmiştir. Bu
savunma, genellikle : s u b s t i t u t i on (sabstitüyşın – yerine koyma) ile birlikte çalışır.
D e n i a l’da bahsettiğimiz Freud’un ‘Little Hans’ vak’asında, onun dinamiklerini kısaca yinelersek,
orada baba’ya karşı hissedilmiş ve eksternalize edilmiş (dışlanmış) korku, baba’nın ‘yedeği’ olan ‘a t’a transfer
edilmişti. Sonuçta ‘korku’, ‘yer değiştirmişti.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:221-2)
DISSOCIATION (Ing.: Disosieyşın = A y r ı ş ı m; Fr.: Disosiasyon) :
“Psikiyatri’de d i s s o c i a t i o n hem bir ‘savunma mekanizması’ ve hem de bir grup rahatsızlıklar,
örneğin : ‘dissociative reactions: fugue states, multiple personalities, conversion (Hy.), de-realization, depersonalization, somnambulism (uyurgezerlik), psikojenik amnezi vb. klinik sendrom’ların bulunduran bir
kimseyi simgeler. Daha doğru bir deyişle, bu savunma mekanizması, o klinik entite’lerin oluşumlarında esaslı bir
rol oynar. Bir savunma mekanizması olarak, dissociation, acı veren herhangi bir anın, his veya fikrin, kişinin
‘duyarlılığı’(affect) ndan ayrışımıdır.
‘1960’larda Boston Hastanelerinden birinde çalışırken, 21 yaşında Musevi bir hastanın çeşitli klinik
gösterdiği bir vak’a görmüştüm. Annei yıllar önce ölmüştü ve ona, yaşlı babası bakıyordu. Bir gün, ihtiyar baba
da anide ölünce, hasta başlangıçta buna hiç bir duygusal tepki göstermemişti. Ölümden bir ay sonra babasının
mezarını ziyaretinin akabinde bir bunalım geçirmiş, hepten dağılmış, hatta kendini öldürmek istemiş,
başaramamış ve bize tedaviye gelmişti.
‘Hastayı, babasının ölümünde hiçbir his duymayışını bir ‘dissociation’ olarak değerlendirmiştik.
Mamafih, vak’a o kadar basit değildi. Hasta, kriz’in ötesinde iki yıl in-patient olarak hastanede yattı. Teşhis:
Şizofreni. Demek ki bahis konusu savunma, zaten çözüşmekte olan ego’yu kısa bir süre daha ayakta tutabilmişti.
O zaman da, babasının mezarında gerçirdiği ‘panik’ atağını, babasına karşı beslediği ‘gizli eşcinsellik’ (latent
homosexuality) olarak değerlendirdik. Uzun süre terapi (ilaç ve rehabilitasyon, analiz değil, psikoz’lara analiz
yapılmaz, daha çok dağılırlar!), dışarda çalışabilecek bir dengede hastaneyi terketti.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:221-2)
FANTASY (Fantasy; Phantasy - fantazi) = Gün düşleri
:
“F a n t a z i’ler insan zihni tarafından çatışmaları çözmek, daha doğrusu onlardan kaçmak için
yaratılmış y e d e k ’lerdir (substitute - sabstitüt). Bunlardan ‘bilinçli’ olanlara: gündüşleri (day-dreams) denir.
Bizim burada konu ettiğimiz, ‘b i l i n ç ö t e s i’ olanlardır. Erken çocukluk yıllarında fantaziler
zihinsel fonksiyonların pekçok yüzdesini kaplarlar ve hemen hemen bilinçötesine eşdeğerdirler. Bunların i l k e l
b a s t ı r m a l a r ı (repression) büyük bir kısmını oluşturdukları düşünülebilir.
R ü y a’lar da fantazi grubuna girebilirler, fakat onlar çok daha sembolik ve çok daha az
gerçekçildirler. Mamafih rüyalar da fantaziler gibi ‘arzu doyurucu’ = wish fulfillment nitelikleri taşırlar.
Bazı roman ya da film kahramanlarıyla, bilinçsel olarak farkında olmaksızın, kolay bir ö z d e ş i m
(identification) yaptığımızı ve onları tekrar tekrar seyretmek ya da okumaktan sonsuz bir haz almamızı
kolaylıkla yorumlayabilir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:224)
IDEALIZATION :
(Ing.: Aydializeyşın, Fr.: İdealizasyon - İdealleştirme, Ülküleştirme)
“İ d e a l i z a s y o n, gerçekte veya hayalde, kişinin ‘sevgi nesne’sini g e r e k t i ğ i n d e n ç o k
fazla miktarda yaptığı libidinal yatırım’dır. Hiç şüphesiz bu hayranlık, bilinçsel düzeyde de olabilir ve
büyümekte olan çocuğa, identification sürecinde çok yararlı olabileceği gibi, kimliğini bulmuş ve çizgisini
çizmiş kişilerde bile yaşam ve yaratıcılık ivmesini artırabilir. Örneğin Freud’un idealize ettiği kimseler arasında
Meynert, Breuer, Charcot ve Fliess vardı.
‘İdealization’un b i l i n ç ö t e s i kullanılımına gelince:
1) Kişi’nin kendi ego’su ile olan doyumsuzluğu, libido’nun yeni bir ‘i d e a l’e transferiile tatmin
edilebilir;
2) İ d e a l i z a t i o n, İ d e n t i f i c a t i o n’ın , superego’nun oluşumuna ileri bir kademedir;
3) Bu savunma, bir tür y a d s ı m a (denial) olarak kullanılabilir; yani, cinsel ve agresif kaynaklı
dürtüler, kişinin ‘daha az önemli’ olarak algılanması ile önemlerini kaybederler. İdealize edilmiş nesne’nin
aslında kabul edilemeyecek kısımları bile bu inkar sayesinde daha fazla kabul görürler.
4) İç gereksinimler, gerçekçil olmamalarına karşın, idealize edilmiş nesne tarafından, hayali bir ‘dış
heyecan kaynakları’ (external emotional supplies) garantisine alınmış olurlar;
5) Garip, daha ziyade nörotik bir şekilde, bu mekanizma ile, bir ‘kendi-cezalandırma’ (self-punishment)
durumu gelişir. Tabiatıyla, idealize edilmiş nesne kaybolursa, bir ‘kayıp ve suçluluk’ hissi yaşanır;
6) Eskiden kaybolmuş bir nesne bu şekilde doldurulabilise, örneğin ölmüş, yakın kimse bu vesile ile
yeniden yaşatılabilir, hiç olmazsa, gerektiği gibi anımsanabilir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:225)
IDENTIFICATION: (İng.: Aydıntifikeyşın; Fr.: İdantifikasyon = Özdeşleşme )
“Laughlin, ‘Nöroz’ kitabının bu savunmaya ait bölümüne, William Blake’in (1757-1827) ‘The Little
Black Boy’ (Küçük Zenci Çocuk) şiirinden şu mısraı alarak başlıyor:
‘... And then I’ll be like him, and he will then love me...’
= ‘... Sonra ben... onun gibi olacağım ve ondan sonra, o beni sevecek!’
‘Bu, kişinin, bilinçötesi bir seçenekle kendini ‘başka biri gibi yapma’ gayretidir. Tabiatıyla ö z d e ş l e
ş m e, fiziksel bir yapıdan çok, düşünce, davranış, tavır, alışkanlıklar, sevgi, kabullenme vb ögeleri içerir.
Bilinçsel olarak da, hayran olunan kişi ya da kişiler, her yönden taklit edilirler.
‘İ d a n t i f i k a s y o n, ‘iyi’ veya ‘kötü’ seçeneklerle olur. ‘İyi’ nesnelerle yapılan özdeşleşme, tutarlı
bir ego için elzemdir.
‘Nesne İlişkileri Kuramı’nın kurucularından Melanie Klein, bebeğin anne memesini -süt verdiği ve
vermediği zamanlara gönderme olarak- ‘iyi meme-iyi dünya’ ve ‘kötü meme-kötü dünya’ şeklinde kısmi (partial)
bir özdeşleşme ile, ruhsal yaşamın b ü t ü n l e ş m e yolunda ilk savaşını verdiğini iddia eder. Zamanla bu
göreceli ‘iyi’ ve ‘kötü’ kutuplar bir araya gelerek (fusion), ego pekişir (integration). Bu evrede bebek, kendini
annenin vücudundan ayrı-farklı olduğunu algılar (differentiation-farklılaşma). Bu,aşağı uyukarı üçbuçuk-dört
yaşlık evreye rastlar.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:226)
IDENTIFICATION WITH AGGRESSOR : (Aydıntifikeyşın Wit Agresır = Saldırgan ile Özdeşim)
“Anna Freud diyor: ‘Agresör ile Özdeşleşme’, s u p e r e g o’nun gelişiminde normal bir evredir.
Çocuklar gelişirlerken, genellikle büyüklerin kendileri hakkındaki kritik’lerini enternalize ederler. Bu, ilk fazdır.
Enternalize olmuş bir kritik, henüz kendini kritik etmeye: ‘self-criticism’ dönmemiştir. Birçok küçük çocuklar
annelerinin veya terapistlerin sır sakladıklarından şikayet ederler. Bu, gerçekte, çocuğun kendi ‘cinsel’
merakından başka bir şey değildir. Çocuğun da ‘kendi kendini tatmin’ (mastürbasyon) içlerinde yatan temel
problemdir. Bu ‘meraklılık’ ile birlikte gösterdikleri ‘şiddet-aggression’, büyüklerin sırlarına karşı gösterdikleri
‘bastırma-repression’dan ötürüdür. ‘Eleştiri-Kritik’ enternalize edildiği anda ‘hücum’ sergilenir. Buna da
‘suçluluk hissi’ eşlik eder. Bu ‘eleştiri’ ,çselleştirildiği ve ‘öz eleştiri-self criticism’ başladığı zaman, gerçek
superego gelişiyor demektir.
‘Saldırgan ile Özdeşim’, s u p e r e g o’nun başlangıç devresini işaret ettiği gibi, p a r a n o y a’nın
oluşumunda da bir ara faz gibi gözükür. Tabiatıyla, bu ikincisinde, bir projection bahis konusudur. Superego
gelişiminin ortalarında bir yerde durakladığı kimselerde, ‘kendi kendini kritik etme’ sürecinin ‘içerikleştirilmesi’
(internalization) tamamlanamaz. Bu kimseler, bir yandan suçluluklarını kabul ederken, diğer yandan da diğer
kimseler e karşı agresif olmaya devam ederler. Bu gibi kişilerde superego’nun diğerlerine karşı davranışı,
‘melankoli’ de gözlediğimiz superego’nun kendine olan davranışına eşdeğerdir. Bu it,ibarla, bu kişiliklerde
melankoli’nin gelişebileceğini bekleyebiliriz.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:228)
INCORPORATION : (İng.: Inkorporeyşın; Fr.: Enkorporasyon = Birleşme)
“Inkorporeyşın, en ilkel ve temel savunma mekanizmalarından biridir. Bunda kişi, bilinçötesi bir
çalışma ile diğer ‘kişi’yi ‘tümü veya parçaları ile kendi içine alır’, sembolik olarak asimile eder. İster ilkel
kabilelerin yendikleri düşmanlarının kalplerini yiyerek kendilerini kudretli hissetmelerinden, ister bebeğin anne
memesini yutarcasına içine atmaya savaşmasından olsun (incorporation), bu kanibalistik özelliğinden dolayı bu
süreç ‘oral inkorporation’ olarak tanımlanır.
Mit, (Hurafe-Myth), Hazreti Hamza’nın bir cenkte, başı düştüğü halde, kahramancasına savaşa
devam etmesinden ve en sonunda şehit düşmesine hiddetlenen eşinin, kocasının düşmanını döş kemiğini elleriyle
parçalayıp kalbini çıkardıktan sonra onu çiğ çiğ yediğinden bahseder. Eski Yunan Mitolojisi’ne göre de, Zeus’un
Titan’lar tarafından parçalanıp üç ayaklı kazanda kaynatılan oğlu Dyonisos’un kalbini kurtarıp onu getiren kızı
Athena’dan alıp yediğini ve onu yeniden doğurduğunu (re-incarnation) anlatan bir pasaj vardır.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:232-3)
INTERNALIZATION :
(İng.: İnternalizeyşın; Fr.: Enternalizasyon = İçerikleştirme)
“İnternalizeyşın, ‘Incorporation’ ve ‘Introjection’a benzer bir fonksiyon görür; yani, ‘dışsal değerler’
‘davranış’ ve ‘standard’lar, bnilinçötesi bir mekanizma ile kişi’nin ‘içine alınır’lar. Bu üç savunma, mekanizma
itibariyle birbirlerine benzer görünür iseler de, i n t e r n a l i z a t i o n diğer ikisinden daha genel ve yerleşmiş,
özdeşleşim, kavram ve niteliklerin temsilcisi olarak kabul edilir, yani, daha organize ve kapsamlıdırşar.
‘İntrojection’ ve ‘İncorporation’ da ise, yutulan, iça alınan parça parça şeyler, veya izlenimler, kısmidirler
(partial). Mamafih, ‘entrojekte’ olmuş bir nesne, pratik olarak ‘enternalize’ edilmiş demektir.
‘İnternalizasyon’a en iyi örnek, bebeğin başlangıçta ‘iyi’ veya ‘kötü’ ‘içe-atık’larını (introject) ileri
geri yansıtma (projection) ve (projective identification) sonunda anneyi tümü ile i ç e r i k l e ş t i r m e s i d i r.
Enternalize edilmiş ‘iyi nesne’, daha sonraları, ‘idealize’ edilerek çocuğu superego kavramına bir adım daha
yaklaştırır.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:235)
INTROJECTION : (İng.: İntrocekşın; Fr.: Entrojeksiyon = İçe atma) :
“I n t r o j e c t i o n, Projection’ın (‘İng.: Procekşın; Fr.: Projeksiyon = yansıtma) zıddı olup, bilinçötesi bir mekanizma ile, sevilen veya nefret edilen dış nesne’lerin (obje), i ç e a t ı l m a l a r ı’dır. Bu savunma
mekanizmaları normal olabildikleri kadar patolojiktir de.
‘Introjection, prensip olarak ‘Incorporation’dan daha az ilkel ve daha az regresif’tir. Bir nesne’nin
‘parçaları’ veya ‘tümü’, sembolik olarak ‘enterojekte’ edilmiş olabilirler. Bu mekanizma, özellikle bilinçli olarak
tanınabilecek, dayanılmaz hostil(düşmanca) – agresif dürtülerin içe atılmalarında başarılıdır. Aynı şekilde
depresyon’da, düşkırıklığı doğuran veya kayıp olan nesne’lerin içe atılması ve cezalandırılmasında en önemli
dinamizm’dir. Freud ve Abraham’ın ‘Mourning and Melancholia’sında analiz edildiği üzere, i n t i h a r
(suicide) vak’alarında da, turning against self (kendine dönüş; tersine dönüş: reversal) savunma mekanizmaları
da kullanılarak, ikilemli olarak ‘enternalize edilmiş) sevgi nesnesi öldürülür, şahsın kendisi değil. Her ciddi
intihar girişimi, Nirvana ilkesi (sevdiği ile Cennet’te buluşma arzusu) ile paralel gider. Buna, intihara kalkışan
kişinin bastırılmış agresif gücü de eklersek, gerçekten hayatını yitirmeye kararlı bir kişiyi durdurmanın hemen
hemen imkansız olduğunu anlayabiliriz.
‘Nirvana ya da Nibbana, B u d i s t öğretilerine göre ‘hayatın gayesi’ demektir. Bu, arzudan uzak,
mükemmel bir serbestlik halidir. Dahlke, ‘Budistik Denemeler’de yazar: ‘Kalp, son gayesine ulaşmıştır. Kalpte,
hiç bır arzu olmayınca, hayata hiç bir bağlantı kalmaz. Bağlantı olmayınca da ne ayrılma, ne hüzün.’ Oldenberg,
‘Buddha’sında kaydeder: ‘Her kim havari kişi ki şehvet ve arzuyu sinesinden uzaklaştırır, dünyadaki ölümünden
sonra kazandığı zengin erdemle Nirvana’ya, ebedi yaşama kavuşur.’
‘Karl Abraham’dan, Freud’un ‘Mourning and Melancholia’ <Yas Tutma ve Melankoli>sından,
intiharda başarılı olanların geride bıraktıkları notlardan öğrendiğimize göre, bir kimsenin m e l a n k o l i k
olması için, onun, sevdiği ‘obje’nin kaybı’, o kişinin sevilen hakkında çok ‘ikilemli’ olması, o sevgiyi tamamen
‘enternalize ediip libidinal bağlılıkları ego’nun içine geri çekmesi’ (de-cathexis) koşullarını izlemesi gerekir.
O takdirde, büyük bir gerilim içinde olan süje, yeni bir dengeye dönüşmek zorundadır. Bir ölüm-kalım savaşı
içinde, kişi, şiddetli ambivalans ve içe dönük agresyon’un birleşiminden oluşan kudretli bir dürtü ile i n t i h a r’ı
seçebilir. O takdirde, görünüşte kendini öldürmesine karşın, aynı zamanda ‘enternalize’ ettiği ‘sevgi nesnesi’ni
de öldürmekte ve ‘sonsuz hayatta’ (Nirvana), bir tür Cennet hulyası içinde, ona kavuşmayı ümit etmektedir.
Faust da, ‘mikrokosmos’dan ‘makrokosmos’ a seyahatinde,, i ç s e l l e ş t i r d i ğ i ve hayat boyunca aradığı
kadına, en sonunda ‘intihar’ yoluyla kavuşmaktadır. Böylece, tüm bunlar, ö l ü m’ü, kat’i bir bitiş, bir mahvolma
değil, fakat kişinin ‘t i n s e l b i r b ü t ü n l e ş m e y e’, yeni bir aşamaya, geçici olarak yeni bir dengeye
girmesi olarak niteleyen çağdaş felsefe ile de uyumlu düşmektedir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:233)
PROJECTION :
(Ing.: Procekşın, Fr.: Projeksiyon; Yansıtma) :
“Bu savunma mekanizması ile kişi, kendinin kabul edilemez arzularını, duygularını veya
motivasyonlarını başka birine yansıtır. Bu yamsımalar, onları yapan kimse tarafından doğru olarak algılanır. Bu
terim, externalization (dışlama) sözcüğüne eşdeğer olarak da kullanılır. Mamafih, her ‘projection’un bir
‘externalization’ olmasına karşın, bunun tersi doğru değildir.
Sağlıklı yönde p r o j e k s i y o n, ‘identification’ ile birlikte, kişiliğin gelişiminde önemli rol oynar
ve birilerini ‘başkaları gibi olmak’ sürecine hazırlayabilir. Patoloji alanında ise, ‘yansıtma’, ‘delüzyon’ ve
‘halüsinasyonlar’ın, dolayısı ile p a r a n o i d durumların oluşumuna hizmet eder.
Projeksiyon’ların esas gayesi, ‘r e p r e s s i o n’ mekanizmasının devamı ve korunmasıdır. Tabiatıyla
bu, b a s t ı r m a’nın kalkarak kişiyi rahatsız edebilecek his ve düşüncelerin kontrolünden çıkıp bunalım
yaratmasının engellenmesi demektir. Özel olarak, bilinçötesinde gizlenmiş ‘latent homosexuality’ = gizli
eşcinsellik duuyguları da bu mekanizma ile biraz karmaşık bir şekilde bağdaşabilir; şöyle ki, aynı cinse
yönebilecek ve dolayısıyla çok tehlikeli olabilecek ‘Ben onu seviyorum!’ duygusu, ‘reversal’ ve ‘projection’ ile
‘O bnden nefret ediyor!’ hissine döndürülür. Kişi, bu konuda ses de işitebilir.
Laughlin, ‘Nörozlar’ kitabında, (sa:114), ‘projection’un ‘repression’, ‘identification’ ve
‘rationalization’ ile birlikte, İncil efsanelerindenbiri olan ‘King David’ (Hz. Davud) vak’asında nasıl
kullanıldığını şöyle anlatıyor:
‘Kral Davud (İsraili’lerin ikinci kralı ve Hz. Süleyman’ın babası), savaşçılarından Uriah (Uriya)’nın
karısı ‘Bathsheba’ (Batşeba)yı çıplak yıkanırken görür ve ona aşık olur. Ardından da, kocasının savaş alanında
öldürülmesini sağlar, sonra da kadınla evlenir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa:236-7)
PROJECTIVE IDENTIFICATION : (İng.: Procektif Aydıntifikeyşın, Fr.: Projektif İdantifikasyon;
Yansıtmalı Özdeşim ) :
“ ‘Yansıtmalı Özdeşim’, çok özl bir ‘projection’ olup, ‘kendi’ hakındaki istenmeyen nitelikleri başka bir
kimseye aktarılması ve projeksiyon yapılan kimseyle ‘birlikte’ hissedilmesi, yani ö z d e ş i l m e s i’dir.
Böylece, istenmeyen nitelikler değiştirilmiş ve ‘alıcı’ tarafından tekrar benimsenmiştir. Yine bu savunma ile,
kişinin kendisi ile nesne arasında bir mesafe bırakılmış ve diğerine baskı koyarak kwndisinin basılmasını
sağlamıştır.
‘Freud, ‘Totem ve Tabu’ adlı eserinde iki tür i d e n t i f i c a t i o n’dan bahsetmiş fakat aralarındaki
farkı pek açıklamamıştı. Klasik psikanalizde ‘identification’un ‘introjection’dan kaynaklandığına inanılır, fakat
‘projection’ yoluyla ‘identification’ pek net olarak açıklanmamıştır.
Bu savuna mekanizmasını ayrı bir başlık altında ve gerçekten ayrıntılı olarak ik sunan analist
Melanie Klein (1945) olmuştur. Klein, agresif şekillerdeki ‘projective identification’un, bebeğin erken
dönemlerine ait bir a r z u (envy) modalitesi olduğunu ileri sürmüştü. Terapi’de de bazı hastalar analist’e karşı
‘onu y o k e t m e’ hissini duyabilir ve sanki o sayede terapist’in kudretinin üstünde bir kuvvete sahip
olunabileceği fantazisini taşıyabilir: Tıpkı ilkel kabilelerde kişilerin rakiplerini öldürüp kalplerini yemekle
kendilerin onlardan kuvvetli hissedebilecekleri düşündükleri gibi (Bundan evvelce bahsetmiştik: O r a l k a n ib a l i s t i k wish - Oral cannibalism). Klein, Fransız asıllı bir İngiliz yazarı Julian Green’in ‘İf I were You Eğer Ben Sen Olsaydım’ romanının şaheser bir analizini yaparak bu mekanizmayı bir ‘ihtiras’ olarak açığa
çıkarmıştır. <Özel not: Bu analizi ben Amerika^da okumuştum, Türkiyeye döndükten sonra, yayımladığım 20
kadar kitap arasında, gabii orijin’ini de belirleyerek, “Eğer Ben Sen Olsaydım’ (ve ‘Kompü Kid’, bir engelli
çocuğun öyküsü)ınü, bir piyes olarak yayınlamıştım. Arzu edenlere mükemel bir kaynak olabilir’ (CİNİUS
Yayınları, Babıali-İstanbul, 2009; ya da Ankara Caddesi, Vilayet Karşısı, ‘ÖZGÜR Kitabevi’ndan temin
edilebilir. İ.E.)
Son analist hocalardan Henry P. Laughlin, ‘The Ego and İt’s Defenses’ (Ego ve O’nun
Savunmaları) adlı kitabında ‘Projection’ ve ‘Projective İdentification’u çok daha kapsamlı ve net olarak şöyle
anlatıyor:
‘L a u g h l i n, önce projection’u şöyle tanımlıyor: ‘Çok önemli ve büyük bir savunma veya zihinsel
bir makenaizmadır... Bu süreç ile,bir kimse, diğer kimsenin düşünceleri, hisleri ve davranışları ve diğer birçok
nitelikleri sanki k e n d i s i n i n m i ş g i b i davranır....’
‘L a u g h l i n, identification’u iki geniş bölüme ayırır :
A) COMPATY : (Kompati : Duygusal, emosyenel, Afektif İdentifikasyon): Bunda esas, ‘hastayla
birlikte’ (feeling with) hissetme ve hisleri paylaşmaktır.
B)
PROJECTIVE IDENTIFICATION (Projective İdentification) – Entellektüel İdantifikasyon.)
a) Rapport (rapor) :
‘İki nesne arasındaki ‘aynı şekilde’ düşünme, hissetme ve
hareket etme’ özellikleri’,
b) Sympatico (sempatiko) : ‘Daha ziyade Latin Amerika terimi. ‘Beraberce mutluluk,
görüş noktalarında harmoni’,
c) Sympathy (sempati) : ‘Bir kişinin güç durumlarında, örneğin, acı, ıstırap, hastalık vb.
onunla birlikte hissetmek, birlikte yakınmak’.
d) Empathy (empati) :
‘Başkalarının hislerini anlamak ve değerlendirmek için kullanılan
objektif bir yöntem. Hislerin, entellektüel bir içerikle anlaşılmaları
ve paylaşılmaları. İnsanlık ve bunun Sosyal Hizmetler alanlarına
uygulanması, özellikle doktor-hasta ilişkileri için en ideal yaklaşım.’
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri’, 7. baskı, sa:238-43)
RATIONALİZASYON :
Aklamak) :
(İng.: Reyşonalizeyşın; Fr.: Rasiyonalizasyın; Uslamlama, Haklı Çıkarmak,
“Bu yüksek düzeyde bir Savunma Mekanizması olup, daha ziyade, kişinin, normalde kabul
edemeyeceği bir düşünce veya davranışı ‘kendini haklı çıkaracak’ bir surette, bilinçli olarak, belirli bir şekilde
davranasıdır. Bu savunma, çoğu zaman, ‘idealization’ mekanizması ile birlikte çalışır. Yapılan veya söylenen
şey, kendi değer yargıları içinde mantıken kabul edilebildiği halde, o kimseye, o şartlarda uygun değildir. Bu
itibarla, çoğu kez, günlük yaşamda bu tür kimselere: ‘sen, kendi kendinlen şaka yapıyorsun - You are kidding
yourself’’ diye takınıldığı olur.
‘Rationalization, özellikle t a b o o - cinsel bazlı ilişkilerde, suçluluk hissetmemek için kulanılır.
Torunları ya da üvey kızları ile ‘encest-ensest’ ilişkisinde bulunan dede veya üvey babalar, kurbanlarına, ‘ilerde
erkelerle olacak cinsel ilişkilerinde yardımcı olmak, alıştırmak, dört-dörtlük bir mutluluk sağlamak’ arzularını
samimiyetle (?) ve inandırıcı bir şekilde söylerler. Gerçekler önlerine serildiinde, ‘ne yapayım, sevgi sevgidir,
kötülük olsun diye yapmadım ki!’ diye r a s y o n e l i z e ederler. Bu gibi vak’alarda ‘denial’ da bir savunma
olarak el ele çalışmaktadır.!”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:244-5)
REACTION FORMATION : (İng.: Reakşın Formeyşın, Fr. Reaksiyon Formasyon; Karşıt Tepki Kurgusu)
“Bu savunmada, kişinin bilinçli olarak kabul edemeyeceği gereksinmeler, çatışmalar, motif ve
davranışlar tamamen t e r s i n e ç e v r i l e r e k yaşanırlar. Klasik ders kitaplarında bu savunmaya en tipik
örnek olarak, bebeğini daha doğmadan reddeden, kabul etmeyen annenin onu, doğumundan sonra delicesine
sevmesi ve gereğinden fazla koruyucu olması gösterilirç
‘1970’lerde, Amerika’daki pratik yıllarımda, bir gün ofisime otuzbeş yaşlarında, gözleri yaşlı, klasik
depresyon tablosunu sergileyen bir kadın gelmişti. Kadıncağız bana, eyaletlerarsı taşımacı şöförlük yapan
kocasının, uzun gece yolculukları nedeniyle bir kazaya kurban gideceğinden korkarak, onu sabahlara kadar
pencerelerde üzüntü içinde beklediğini hikaye etti.
‘Birkaç aylık analitik tedavi, kadının, esasında çok çapkın ve hemen her gittiği yerde bir sevgilisi olan
kocasından bıkıp, onun yollarda ölmesini’ arzu ettiğini ortaya çıkardı. Koyu bir Katolik olması dolayısıyla,
kocasından onu ancak ölüm ayırabilirdi. Aynı nedenle duyduğu duyduğu suçluluk hislerini bir süre bastırmış
(repression), fakat bu mekanizma yeterli olmayınca, daha kolay kabul edilebilecek, aynı zamanda
suçluluğundan dolayı cezasını ödeyecek bir klinik tablo oluşmuştu: d e p r e s y o n. Kullanılan savunma
mekanizması da tabiatıyla r e a c t i o n f o r m a t i o n idi.
‘R e a c t i o n f o r m a t i o n, klinikte ‘agresif’ ve bazen ‘eşcinsel’ hislerin bastırılmasında çok
önemli bir rol oynar. Amerikan Filimlerinin klasiklerinden biri olan ‘Godfather’da gangsterlerin bir yandan, atı
kesip rakiplerinin yatağına koyarken, veya makineli tüfekle insanları biçerken, diğer yandan kilisede dua
etmeleri ya da fakir fıkaraya yardımda bulunmaları, yine bu mekanizma ile yorumlanabilir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri, 7. basım, sa:245-6)
REGRESSION : (İng.: Rigre’şın; Fr.: Regresyon; Gerileme)
“R e g r e s y o n, kişinin, ‘bastırma’ ya da ‘yadsıma’ mekanizmalarının işleyemeyeceği şiddetteki bir
konumda, yaşam savaşı veremeyerek, çok daha erken psiko-seksüel gelişim düzeyine tüm varlığıyla geri
çekilmesidir. Klasik eğitimde buna yakın tarihten örnekler gösterilir, örneğin Napolyon veya Hitler’in Rusya
yenilgisi ve daha iyi savunabilecek – savaşabilecek, evvelden siperleri kazılmış geri mevzilere çekilimleri. R e g
r e s y o n, psikoz’larda en çok kullanulan bir savunmadır ve Ş i z o f r e n i bunun klasik bir örneğidir.
‘G e r i ç e k i l i ş’ ve belirli bir gelişim düzeyinde ‘sabit-emin, güvenli’ kalış, o bireyin, bebek iken
gelişim düzeylerini nasıl aştığına bağlıdır. O gelişim düzeylerini kısaca tekrarlayalım.
‘Bebek, o r a l stage’de iki dönemden geçer: a) O r a l e r o t i k phase : Emme, bağırma, çok yeme;
b) O r a l s a d i s t i c phase: yeme, bağırma, ısırma.
Keza, a n a l s t a g e’de benzer iki dönemden geçer: a) A n a l e r o t i k phase: İnatçılık,
egzibisyon-gösterge, gösteri yapma, çok konuşma; b) A n a l s a d i s t i k phase : kavga, küfür, saldırganlık
(Karl Abraham). Sonuçta, kişi çocukken hangi evrede kendini en güvenceli hissetmişse, r e g r e s e olup
psikotik bir duruma geçeceği zaman, o dönemin özelliklerini gösterir.
Bu psikotik – major regression’un yanında, daha ergenliğe erişmeden çocukluğun l a t e n c y
(duraklama) devrinde, bazen ‘bening (binayn) - selim regresyon dediğimiz ‘gerilemeler’ görülebilir. Bunun
nedenleri, aile içinde yeni bir bebeğin doğumu, Ödipal karmaşanın çözümlenmemesi, okul ve çevre ile
bağdaşamama olabilir. Bu hallerde çocuk, örneğin, başparmağını emebilir (thumb sucking), altını ıslatabilir
(enuresis) veya dışkısını kaçırabilir (encopresis), hırçınlık nöbetleri (temper tantrums) ve mastürbasyon
sergilenebilir. Bunlar anlayışla ve tedavi ile kısa zamanda giderilebilir ve gelecekteki fırtınayı önleyebilir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa:246-9)
REPRESSION : (İng.: Ripre-‘şın; Fr.: Represyon; Bastırma)
“R e p r e s y o n, en çok kullanılan savunma mekanizmasıdır. Nöroz’ların oluşumunda en önemli rolü
oynaması ve p s i k a n a l i z’i başlatması nedeniyle de özel bir değer taşır.
R e p r e s y o n, dayanılmaz, acı veya hüzün veren fikirler, anılar, çatışmalar veya gereksinimlerin,
irade dışı, otomatik olarak b a s t ı r ı l m a l a r ı, dolayısı ile de unutulmalarıdır. Bu savunma, hayatın ilk
yıllarından itibaren başlamakla beraber, hayat boyunca sürer, yalnızca operasyon yaptığı gibi, diğer
mekanizmaların da bileşimine girer. Bunun, mutlaka patoljik olduğu da söylenemez. İnsanlar, hayat boyunca
doğal olarak yeni konumlara uyum sağlamak zorunda kalırlar ve bazı şeylerin de ‘unutulması’ (bastıtırlması) ya
da ‘üstesinden gelinmesi’ gerekir.
Freud, ‘repression’ı iki büyük gruba ayırdı:
a) A r c h a i c ya da P r i m a l R e p r e s s i o n : Bunlar, hayatın daha ilk yaşam anlarından
kaynaklanmış ve olası, hiçbir zaman bilinç alanına girmemiş içgüdüsel duygular ve dürtülerdir;
b) R e g r e s s i o n P r o p e r : Sonradan kazanılan, yani bilinçli olarak edinilmiş yaşantıların, örneğin
duygular ve dürtülerin dayanılmazlığı ile bilinçötesine itilmeleri.
Laughlin, bir ‘primary repression’ örneği veriyor:
Bir çocuk, hayatının erken yıllarında, özellikle tuvalet eğitimi esnasında çok sıkı kurallara tabi
tutulmuştu. Annesi, gerçekten de çok katı ve acımasız idi. Çocuğun ona karşı duyduğu hisler, orijinal olarak,
bilinç alanına girmeksizin bastırılmıştı. İlerde, bu çocuk büyüyünce, annenin aşırı koruyuculuğunun, ona hayat
problemlerini sağlıklı bir şekilde çözme şansını bırakmadığı gerçeğiyle karşılaşmıştı Sonunda, bastırılmış
materyal, kendini ilk kez ‘kronik konstipasyon-kabızlık’ olarak sergilemiş, problemler arttıkça da, vak’a bir
‘ülseratif kolit’e dönmüştü.
Kendimden bir örnek:
Eski İstanbul’da, köşk devri yaşamının yarattığı yakınlığın ve özdeşleşmenin kurbanı, 43 yaşındaki
bir hanım, maddi ve manevi tüm güvencelere sahip olduğu halde, maruz kaldığı depresyon’dan ıstırap çekmesi
nedeniyle bana terapi’ye başvurmuştu. Hanımefendi, eşi ve iki çocuğu ile mutlu bir aile hayatı yaşıyordu.
Analitik bir çalışma, hanımın, küçük çocukluk çağında babasına çok yakın bağlarla bağlandığını ve
onun, daha Ödipal karmaşası çözülemeden, 43 yaşında aniden öldüğünü ortaya çıkardı. Hasta o günlerde ‘keşke
ben de babamla birlikte ölseydim’ diye düşünmüş ve yas’ını tümüyle yaşayamamıştı. Şimdi kendisi aynı yaşa
gelince, ö l ü m arzuları yine depreşmişti..’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:249-51)
RESTRICTION : (İng.: Restrikşın; Fr.: Restriksiyon; Sınırlama, Kısıtlama)
“Bu savunma mekanizması, ilk kez, Anna Freud tarafından kullanılmış ve tarif edilmiştir. Kitabının
101. ve 102. sayfalarında bundan, ‘Yasaklanmış bazı içgüdüsel dürtüler, bir harekete dönüştürülememeleri
yerine, dıştan gelen uyarılara (external stimuli) karşı ego’nun kullandığı bir savunma’ olarak bahsetmiştir.
R e s t r i c t i o n - Sınırlama, dıştan duyulan nesnel sıkıntı veya mutsuzluk hislerine uygun olarak
gelişir. Çocuk (veya ergin), başaramayacağını hissetiği bir tür faaliyeti bırakır ve artık onunla uğraşmaz. Bu,i bir
çeşit avoidance (e n g e l l e m e) yoludur, Bu arada, ego enerjisi farklı ya da tam zıddı konu ile faaliyetlere
yönelebilir. Anna Freud’un verdiği örneklerde, top oynadığında düşkırıklığına uğrayan küçük bir erkek çocuk,
edebiyata merak sarmış, bale performansında düşkırıklığına uğrayan küçük bir kız çocuk da, ödül kazanan
çalışkan bir ‘scolar’ olmuşlardı. Görülüyor ki, ekonomik ilkelere de uygulanabilecek bir savunmada, e g o, yeni
kapasite’ler yaratmıyor, ‘zaten sahibi olduğu diğer yetenekleri kuvvetlendiiriyor.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri’, 7. baskı, sa:251)
SOMATIZATION : (İng.: Somatizeyşın; Fr.: Somatizasyon; Bedenselleştirme)
“S o m a t i z a s y o n, psiişik sorunların bedensel bir dille sergilenmeleridir denilebilir. Genellikle
sembolik, gizli, gerçekten uzak ve yoğun şekillerde görünebilirler. Psişik semptomlar veya klinik ile berabe
görüldüklerinde anlaşılmaları güçleşir.
Literatür’de s o m a t i c c o n v e r s i o n, ‘histeri’ye eşdeğer olarak geçer. S o m a t i z a s y o n
ise, fiziksel hiçbir bulgu bulunmaksızın, hastanın sübjektif (öznel) birtakım ağrı, sızılardan yakınmasıdır.
Örneğin başağrısı, yorgunluk, bayılma hissi, karın ağrısı, baş dönmesi, diyare, kalp çarpıntıs vb., klinik
pratiğinde ‘psikosomatik şikayetler’ (psychosomatic complaints) olarak geçerler. Bu yakınmaları, fiziksel
organik bulgularla kanıtlanabilen ‘Psikosomatik Hastalıklar’dan (Psychosomatic Diseases) ayırdetmek
gerekmektedir.
Somatizasyon hastalarında, şikayetlere neden olmakla beraber, esasında onun ‘koruyucu’ bir savunma
mekanizması olduğu unutulmamalıdır. Ben kendim, asistanlarıma öğretimimde, tüm savunmaların saygıya değer
bir gösteri olduklarını, evvela anlamlarının anlaşılmalarını, ‘rüya analizi’ gibi sembolizm’lerin -olabildiği kadarolaı yorumlarını ve sonuçların çok kez hastalara da açıklanmalarını yeğlerim. Eğer bu savunmalar olmasalardı,
hastalar herhalde çok daha yoğun bir şekilde ruhsal ve zihinsel şikayetlerle yakınacaklardı. Bir hastanın gayet
akıllıca bana dediği gibi, ‘galiba vücudum, sıkıntılarımı, ruhumla böyle paylaşıyor!’ çoğu kez ne kadar doğrudur.
Bu bapta, somatizasyon’un koruyucu rolü hakkında klasik bir örnek verelim: Birçok depresif kişiliklere eşlik
eden y o r g u n l u k hissi. Topluma girmek için zaten isteksiz ve ikilemli olan bir kimsenin, davet edildiği bir
dans partisine gitmeyi düşünürken duyduğu ‘yorgunluk’ hissi nedeniyle, ‘yorgunum!’ diye uslamlaması (r a t i o
n a l i z a t i o n) , eğer gitmiş olsaydı, duyacağı ‘ah, ben herkes gibi eğlenemiyorum, zaten bitmişim, herhes bana
yahu sana ne oldu?’ diye hayıflanmasından daha çok yararlıdır sanıyorum.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:252-3)
SPLITTING :
(İng.: Split’in; Fr.: Spliting; Bölünme)
“Bu, ilkel bir bir savunma mekanizması olup, bebeğin hayatının ilk aylarında, nesne’leri (o periyotta
özellikle annesini) ‘çok iyi’ ya da ‘çok kötü’ olarak algılanmasından esinlenilmiştir (Melanie Klein). Bu dfansı
kullananlarda, hisler abartıldığı gibi, tümüyle trs yöne de bir dönüşüm olabilir. Bahis konusu olan his ve
düşünceler, ‘dış nesneler’ hakkında olduğu kadar, kişi’nin ‘kendisi’ hakkında da oluşabilir ve algısal bir takım
saptırmalara neden olabilirler: S e l f - c o n c e p t d i s t o r t i o n s.
Bu savunma mekanizması, Psikanaliz’in ilk gelişim evrelerinde yalnızca kısaca bahsedilmesine
karşın, ancak son on yıllarda yeni bir entite olarak önem kazanan : B o r d e r l i n e K i ş i l i k B o z u k l u k
l a r ı’nın gerek dinamik ve gerekse tedavileri konularında gitgide artan bir önem kazanmaktadır.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa:253)
SUBLIMATION : (İng.: Sablimeyşın; Fr.: Süblimasyon; Yüceltme)
“S u b l i m a t i o n , Lat.: ‘sublimare = yüceltmek, yükseltmek, temizlemek, rafine etmek’
sö<cğünden gelir. Bu, ego’nun en beğenilen ve arzu edilen savunma mekanizmalarından biridir; zira, tahrik
edici, mahvedici bir dürtü, en arzu edilebilir psiko-sosyal veya profesyonel bir aktivite’ya veya profesyonelliğe
dönebilir.
A.B.D.’de yayımlanmış ‘Psychology of the Surgeons’ (Cerrahların Psikolojisi) adlı bir kitap,
cerrahların klinik yapılarının çok agresif bir nüve etrafında geliştiklerini ayrıntılarıyla anlatır. 1950’lerde mezun
olmuş bizler, o zamanın, esasında her devrenin, çok değerli kimseler olmalarına karşın, ameliyathanelerde
sünger ve bistüri’lerin havalarda uçuştuğunu da anımsar. <Bence Tıbbın en hayati, en önemli branşı. Allah’tan,
benim de en zayıf olduğum bölüm! İst.Üniv.’nin Bakırköy’de konaklandığı devirlerde, o zamanların en ilkel
sayılabilecek ameliyathanesinde bir Dr. Ertuğrul Bey var idi ki, yeni pazara çıkmış ‘lobotomi’leri dudaklarında
bir Viyana valsi ile yapardı. Amerika dönüşümde kendisinin Beyin Tümörü’nden vefat ettiğini duydum, çok
üzüldüm. Allah rahmet eylesin!>
Üstad Henry Laughlin de, ‘The Neurosis in Clinica Practice, sa:138, vak’a no:67’ de, küçük yaşlarda
çok agresif ve hostil dürtülere sahip bir çocuğun büyürken bıçak ve keskin aletler oynadığından bahseder.
Sonraları bu çocuk, çok başarılı ve saygıdeğer bir cerrah olmuş.
San’at ve Yaratıcılık’ta, s ü b l i m a s y o n’un çok yapıcı rolü vardır.Bunu cidden takdir eden Freud,
1906’lardan başlayarak kendini bir aralık Müziğin etüdüne vermişse de, Wagner’in die Walküre’sini
dinledikten sonra, ‘bu müzziğin onun için olamdığını, derinlerde pek de hoş olmayan bazı hislerin mobilize
oldukları’ beyanla müziğin analizinden elini çekmiş, mamafih çok yakın asistanı Otto Rank’ı bu işe memur
etmişti. Benim Ameri’kadaki analistime, müzikle çok yakından ilgilendiğimi, Türkiye’de, Tıbbiyeyle birlikte
Tepebaşındaki İstanbul Belediyesi (sonra Üniversitesi) Konservatuvarı’ndan, hem de (radyoda ve Üniversite
Korosu’nda) Kanun çalarak, Amerikada’da ‘New York Sdchool of Music’den hem de piano çalarak mezun
olduğum halde, diğer mesleki başarılarıma bakarak, ‘neden müzik alanında hatırı sayılır bir eser bırakamadımı’
sorduğumda, o da bana, ‘olası, müzik, sizin ruhsal enerjinizin temel kaynağı, onu süblime ediyorsunuz
herhalde!’ demişti. Haklı olabilir, 1990’da Amerikadan emekli olarak İstanbul’a geldim, 17 yıl Psikiyatri pratiği
yaptım, 20 eser yazdım-çevirdim, 5000 sayfalık Ansiklopedik Sözlüğü yazdım; bu satırları da 85 yaşımda
karalıyorum. Demek ki ruhsal enerjimin kaynağı m ü z i k. Darısı herkesin başına.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, sa:253)
SUBSTITUTION :
(İng.: Sabstitüyşın; Fr.: Sübstitüsyon: Yerine koyma, Yedekleme)
“Bilinçli olarak s u b s t i t u t i o n, bir nesne’nin veya duygu’nun, başka biri ile y e r d e ğ i ş t i r m e
s i d i r., örneğin futbol maçları. Psikanalitik literatür’de ise, ‘substitution’, basitçe kolaylıkla kabul edilemeyecek
bir davranış, his veya düşüncenin, daha kolaylıkla kabul edilebilecek bir b e n z e r i i l e y e r d e ğ i ş t i r d
i ğ i n i simgeler.
S u b s t i t u t i o n, genellikle diğer savunma mekanizmalarıyla birlikte hareket eder. En önemli
yoldaşı, ‘displacement - yer değiştirme’dir. Tipik örnek, daha önceden bahsettiğimiz Li t t l e H a n s
vakasında (at’tan korkma fobi’si), at!ın baba yerine bir yedek olarak kullanılmasıdır. S u b l i m a t i o n ile
beraber çalıştığı zamanlar, örneğim boksör’ler, öldürücü, normalde kabul edilemez agresif dürtüleri, herkes
tarafından takdir (ve hatta idantifiye-özdeşleşme) edilebilecek bir işlevsellik haline getirebilir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:259-60)
UNDOING : (İng.: An’duin; Fr.: Anduing; İptal etme, Yaptığını Bozma, Yap-Boz)
“U n d o i n g, daha önceden yapılmış bir akt ya da düşüncenin silinmesi veya ö d ü n (compromise=
kompromayz) vererek daha kabul edilebilir bir şekile sokulmasıdır. Bu, göreceli olarak ilkel bir savunma
mekanizmasıdır ve m a g i c a l (sihirli) bir nitelik taşır.
Wasserman, u n d o i n g’i, ‘içinde anksiyete-sıkıntı saklı bir akt’ın, savunmalı bir şekilde ‘tam
tersinin yapılması’ olarak tarif etti.
Fenichel ise, ‘..bazen, daha evvelden yapılmış bir akt’ın tam tersinin değil, şu veya bu şekilde
aynısının tekrarıdır..’ demişti. Yani, ilk davranış bilinçötesi bir d i k t u m ile belirlenmiş olabilir! Bunu -sözüm
ona- silecek ikinci davranış, ilkinin bilinçötesinde gizli olan anlamını kaybettirerek onun aynı ya da tam tersi
biçimde sergilenebilir. Aynı tür içgüdüler eğer devam ederlerse, üçüncü, dördüncü veya beşinci kez tekrarlayan
davranışlar görülebilir.’
Fenichel, şöyle bir vak’a sunuyor:
‘Bir hasta, dua okuduktan sonra ağzını tokatlıyordu. Onun obsesif olarak okuduğu dualar, hasta
olan annesi içindi; fakat bu dualar, aynı zamanda onun için -bilinçötesinde- bestelediği ölüm arzularını
örtüyordu. Ağzını tokatlama kompülsiyonu, o kötü arzuları kafasından uzaklaştırmak için oluşmuştu. Burada, u n
d o i n g ve s u b s t i t u t i o n beraberce operasyonda bulunmuşlardı.
Birçok kimseler, özellikle suç işleyenler, ‘g ü n a h ç ı k a r m a’yı (confession) ‘temizlenmek’
niyetiyle kullanırlar, fakat bu a r ı n m a, suç işlemeyi yinelemeye yer hazırladığından, ‘yapma - yapmama’
(doing-undoing) kısır bir döngü halinde devam eder.
Birçok n ö r o t i k vak’alarda sık sık ve çokcana ‘e l y ı k a m a’ olayını, sembolik bir ‘u n d o i
n g’ olarak görürüz. Özellikle ergenlerde bu, hemen her kez, ‘mastürbasyon’ sonucu oluşan ve ‘kirliliğin
temizlenmesi’ne hizmet eden bir savunma olarak yorumlanır.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı, sa:260-1)
Ego’ları okşamak : Varlık, benlik; insanda ruhsal aygıtın yöneltmekle yükümlü olduğu işlevsellikleri tutarlı bir
şekilde sergileyen organizasyon; Ünivers’ <evren>te aleyhinde gerçek olmayan bilgileri verenleri düzeltmek ve
doğruya yöneltmek
“Biz bu hareketi yapanları tek tek arar, üniversitemize davet eder, bilgi verir ve egolarını okşardık. Hiç
laf anlamayanlara da mahkeme eliyle tekzip edip gönderirdik. Ama ben tekzip işlerini takip etmezdim. O yönde
karar alındıktan sonra, iş benim alanımın dışına çıkmış olurdu. Esas olarak işim gücüm buydu. Gazeteleri hiçbir
zaman gözden kaçırmamam gerekiyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:186)
“Ego Adında bir Köpek, Öpücük Gibi Kar Taneleri
Ego adında bir köpek, öpücük gibi kar taneleri
Çırpındı, koştu, benimle birlikte geldi Aralık’ta
Soğuk havayı koklayarak, yer değiştirerek ve durarak
Saat yediye doğru durduğum yerde,
Koklayarak saklı ve açık uğraşlarını,
Fırıl fırıl dönerek, aniden saldırarak ve tartarak, dikkatle
Huzurlarını arayarak, yabancı, bilinmeyen,
Benimle, yakınımda, öptü beni, yarama dokundu,
Çıplak yüzüm, saplantılı ve zevk bağımlısı.”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
Egoist :
(PSYCH.) Kendisinin çıkarını herkesinden ilk ve üstün gören, bencil
“Doğrusu bunu beklemeliydim. Ama aslında bekliyor muydum? Hayır. O derece egoisttim, insanları
öyle hiçe sayıyordum ki Liza’nın bunu yapacağı aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Buna dayanamadım. Bir
an sonra deli gibi giyinmeye başladım. Elime geçenleri bakmadan sırtıma geçirerek Liza’nın peşinden dışarıya
fırladım.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144)
Egun : (AFRİK.MYTH.,DİN) <E’gun> : UMBANDA (Bk!)(Afrika- BANTU’ların) kut-töreninde, ataların
ruhları, sunak’ları süsleyen alçıdan yapılmış heykelcikler, ya da t r a n s <ektazi-dünyadan ilişiğini kesmekteki
suskunluk>durumundaki medyumların giyim ve ve devinimiyle temsil edilirler.
“U m b a n d a, Brezilya’da, XX.y.y.’ın başındanberi alevlenen ve yayılan bir t a p ı m’dır. Kimileri
buna, ‘Tanrısal başlangıç’, ya da ‘Yaşamın kaynağı’ anlamına gelen ‘m b u n d a’ya, kimileri de BANTU
dilinde: ‘rahip’ ya da ‘tapım yeri’ ‘m b a n d a’ya bağlarlar. Ak-Büyü’ye inanırlar. Umbanda’nın bir değişkeni
olan QUİMBANDA ‘lar ise Kara-Büyü’ye inanırlar, bu sayede, Medyum’ların bile ruhlarını ele geçirebilirler.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 607;625)
Egzorsizm - Exorcism : (TIP,DİN) XVIII. y.y.’da, Tıbbın önemli adımlar atmasına karşın, özgür
devletlerin kurulmaya başlaması nedeniyle, kudretini kaybetmeye yüztutmuş Kilise’nin başlattığı, ayin ve cin
çıkartıcı dua’larla, ayinlerle hastalığı yaratan cini, yapılan büyüyü vücuttan dışarı çıkarma tekniğini kullanan
cereyan.
“Modern-Dinamik Psikiyatri’nin başlangıcı, 1775 yılında bir hekim olan Mesmer ile, hastalık yapan
ruhları çıkartıcı: Egzorsizm arasında bir yüzleşmeye maruz kalma ile başlamıştır denebilir. O yıl, yüzlerce fakirzengin, asil-köylü vatandaş, aralarında bir sürü hasta, Württemberg Eyaletinin küçük Ellwangen kentine,
zamanının en ünlü ‘şifacı’larından biri olan Peder <Papaz> Johann Joseph Gassner’ <1727-1779>i görmeye
gelmişti. Grasser orada, her tür kilise mensubu ve doktorların huzurunda, ruhsal dualarla <exorcism> birçok
hastaları şifaya kavuşturdu. Peder’in sözleri ve hareketleri kelime be kelime saptanmış, şahitler tarafından
imzalanmış ve noterlikçe onaylanmışlardır. O cübbesini giyip koltuğuna oturduğunda, ve hasta onun önünde diz
çöktüğünde, olmayacak mucizeler yaratırdı. Abbé Bourgeois şu notları yazıyor:
‘İlk grup hastalar, epileptik <sar’a> nöbetleri nedeniyle kiliselerinden ayrılmak zorunda kalmış iki
rahibe idiler. Grasser, onlardan birincisinden önünde diz çökmesini istedi; ismini, hastalığının türünü ve
kendisine ne emrederse, yapacağına rıza gösterip göstermeyeceğini sordu. ‘Evet’ cevabını alınca, Gassner
latince konuşmaya başladı: ‘Eğer bu hastalıkta ‘doğa ötesinde’ (preternature) bir hastalık varsa, Hazreti İsa
namına, onun kendini göstermesini emrediyorum.’ Hasta derhal konvülziyon’lar sergilemeye başladı. Peder
ondan sonra hastaya üzüntü, saflık, titizlik, hiddet ve hatta ölümün dış göstergelerini akswetmesini emretti.
Hasta, tüm bunları yerine getirdi. Gassner ilave etti: ‘Eğer bir şeytan bunu aynen böyle yapmaya şartlanmışsa,
bunları ortadan yok etmek çok kolay olacaktır..’ diye de telkinde bulundu. İkinci rahibeyi de aynı şekilde tedavci
etti ve ona sordu: ‘Hiç ağrı duydun mu?’, ‘hemen hemen hiç birşey’, dedi öteki. Sonra Gassner, ileri derecede
melankolik olan bir hastayı da, onun melankolisini ortaya dökerekten tedavi etti......... 1774’de Countess Maria
Bernardine von Wolfegg’i tedavisi, onu şöhretinin doruğuna çıkardı..”...................
(Ek not: Peder Gassner Pondorf, 4 nisan 1779’da, pek de ileri olmayan bir yaşta (52), olası düşkırıklığından öldü.
Mezartaşı latince uzun bir övgü ve zamanının en meşhur egzorsisti olarak tanımlayan bir yazı taşır. “Aydınlanma
-Enlightenment” <anlaytınmınt> periyodunda gelnnesi onun için bir talihsizlik idi. Bu da kanıtlıyor ki, ‘hastayı
tedavi etmek’ yalnız başına yeterli olmuyor, tedavi yöntemlerinin o toplum tarafından da kabulü gerekiyor.
İkinci talihsizliği de, Mesmer ile aynı zamanda yaşamış olması idi. İ.E.)
Görülüyor ki Gassner, hem Ortodoks katolik kilisesi ve hem de hekimlik açısından, dürüst, hilesiz ve
hürmete değer bir ödev yapmıştı.....” <Not: ‘Egzorsizm’i “Manyetizm-Animal Magnetizm, onu hipnoz
izleyecek, böylece modern, dinamik psikiyatri’ye geçilmiş olacaktı. Lütfen bu sözcüklere bakınız! Dr.İ.E.>
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, sa:77-9)
Egzotik : Yabancı, garip, acayip, dikkat çekici
“Bütün bunlar bir yana, <Esso Florence>’ta çalışmanın açık denizlerde yaşanan serüvenlerle uzak yakın
hiçbir ilgisi yoktu. Tanker yüzer bir fabrikaydı ve beni egzotik bir yaşantıya sürükleyeceği, delikanlılığıyla
övünen bir kabadayıya dönüştüreceği yerde, kendimi endüstri işçisi gibi hissetmeme neden oluyordu. Artık
milyonlarca işçiden biriydim; sayısız böceğin yanında çalışan bir böcektim ve yaptığım her iş Amerikan
kapitalizminin o görkemli, o öğütücü çarkının bir parçasıydı.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:57)
Eğer bir maniniz yoksa : Eski günlerde, bir yere misafirliğe gidileceği zaman, önceden haber verme geleneği
“Bu ziyaretlerde gözetlenmesi gereken seremoni de şu idi: Bir aile, diğer aileye ziyaret yapmak için
haber iletmek istediğinde, genellikle ailenin en büyük kızı, bizim ailede Nisa ve ben, apar topar komşunun zilini
çalar, örneğin: ‘Meziyet teyze, halam selam söylüyor, eğer bir maniniz yoksa, bu akşam yemeğinden sonra
sizlere bir kahve içmeye gelmek istiyoruz.’ ”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:22)
Eğleşmek : Oyalanmak, boşuna vakit geçirmek; Bir yerde oturmak, yaşamak
“Kimi kentlerin halkı: ‘Türkler bizde yüz, iki yüz yıl oturdu, çok çile çektik!’ diye sızlanır; delidir
bunlar. Beri yanda, söz gelimi Kecskemet gibi kentler de vardır, buralarda ne Türk oturmuştur, ne Labancz, ne
de Kurucz. Öyleyken asıl çile çekenler bunlardır, çünkü savaşçı taraflardan birinin eğleştiği bir yerde yalnız
onun sözü geçer, haracı o keser, ötekiler de onların semtine bile uğramazdı.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:15)
Eğleyip durmak : Oyalamak, vakit geçirmek
“TRANIO - Ha göreyim seni, biraz daha bağır… Bağırdıkça işin düzeliyor.
TEFECİ - Yahu, ben kendi paramı istiyorum. Ne zamandır beni böyle eğleyip duruyorsunuz.
Canınızı sıktımsa kolay, verirsiniz paramı, kurtulursunuz benden.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:42)
Eğreti : Eğri büğrü; Yüzeysel, şöylecesine, laf olsun diye; Ödünç verilen şey
“Kadın kuzuya şöyle eğreti bir göz atıp söylenmesine devam etti:
‘Ne bileyim gayri!.. İki ayağımı bir pabuca soktunuz, çırpınıp durayım artık akşama kadar...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:151)
Eğretileme : Gerçek bir anlamı, ona yakın, benzerliği olan başka bir anlamla anlatma, diğer anlamı eğreti
olarak kullanma
“Bir Çek atasözü onların tatlı aylaklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın pencerelerini
seyrediyorlar (Gökteki yıldızları!). Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı sıkılmaz; mutludur. Günümüz
dünyasında işsizliğe dönüştü aylaklık; aynı şey değil kuşkusuz.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:9)
Eğri büğrü : Bükük, çarpık çurpuk, kıvrım kıvrım
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
I
-----------------------perdede ve üzerinde ‘Fabrika’, ‘Berber’, ‘Polis’
tabelaları olan
eğri büğrü sokaklarda açlığın üstesinden gelip şiddete
karşı çıkarak
sokağa düşmüş sıradan bir insanın kulağına bir giz
fısıldarcasına
sevgiyi ölümsüzleştiren ve böylece soytarılığı ve
yaşamayı sürdüren serseriler dahil dünyanın öbür halklarına benzediğini söylemeye gelen
biri”
(Carlos Drummond de Andrade<1903-1988>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“RUSYA
<1908>
İşte o altın yıllarda olduğu gibi
Aşınmış üç eyer kayışı sallanıyor yine
Ve renk renk üç tekerlek dingili
Dalıp çıkıyor eğri büğrü izlere...”
(Aleksandr Blok<1880-1921>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:40)
“Girişteki oda da öyle yoksul döşenmiş. Birkaç eğri-büğrü sandalye, bir banko, yarı yırtık, parçalanmış
kağıdı andıran bir halı. Willi sigarasını tüttürüyor. Yüzü hiç tıraş görmemiş gibi, çıkınında yeni sigara arıyor.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:115-6)
“... Kamyonun üstünde: Rıhtımın eğri büğrü taşlarında zıplama. Ve bembeyaz, tebeşirimsi tozlarda,
güneş ve kan, limanın uçsuz bucaksız ve olağanüstü manzarasında, aceleyle uzaklaşan ik genç adam, sarhoş gibi
solukları tıkanırcasına gülüyorlar.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:31)
“Derinlik III
Eğri büğrü yazıyorsunuz
Sözcük dedikleriniz kim ki
En derin çizgileridir onlar
En eski sevgilerin”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:21)
“Yedi sekiz dakika -ki bu gibi durumlarda her dakika bir saat kadar uzun gelir- eğri büğrü bir patikayı
takip ettikten sonra; sağ kenarını büyük, yaygın ağaçların ve sol yanını ise bir kare gibi, köşeli ufak bir tepenin
işgal ettiği bir yol kavşağına geldik.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:131)
“Bu düşünceler aklımdan bir saniyeden az zamanda şekillendi ve hemen o an bu iki meçhul kişiden
kaçmak üzere, bu Napoli kalabalığının en yoğun noktasına doğru kendimi attım. Bir Madonna heykelinin
oyuntusu önünde yanan bir lambadan başka bir şeyin aydınlatmadığı eğri büğrü bir patikaya girdim. İşte orada
daha rahat düşününce, bu güzel kadının (eminim ki güzeldi haspa) benim hakkımda şükranla karşılamam
gereken iyi niyetli bir düşünce dile getirdiği sonucuna vardım.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:34)
“Hacı Kalfa, fotoğraf karşısında poz alır gibi sopasına dayandı, gözlerinde tatlı bir gülümseme ile
cevap verdi:
-Çocuk aldatıyorsun, Hacı Kalfa kaç baharın yoğurdunu yemiştir, bilirsin sen? Onlar ki hattat gibi
sülüs yazılar, iki para etmez yazdıkları. Onlar ki böyle karınca ayağı gibi eğri büğrü bir şeyler karalarlar, ne
çıkarsa onlardan çıkar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:118)
“Yükseklik, gökte bir çığlık olmuştur. Bin yüz metrelik uçurumun kıyısındaki, cin çarpmış gibi eğri
büğrü çamlar, ahtapot kolları gibi köklerle kaya çatlaklarına dolanıp yapışarak, aşağıya korkuyla bakarlar.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:38)
“Tren, Medzilabortse’de, yerle bir edilmiş istasyon binasının arkasında durdu. Binanın yanık duvarları
arasından eğri büğrü kirişler fırlamıştı. Yıkılan istasyon binasının yerine çarçabuk yapıldığı anlaşılan uzun ahşap
kulübenin duvarları, çeşitli dillerde ‘Avusturya’nın savaş giderlerine katkıda bulun!’ yazılı afişlerle kaplıydı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134)
“Büyük Bahçenin ışıkları söndürülmüş, meydandaki banklar gece serserileriyle dolmuştu. Bu adamlar
öyle eğri büğrü uzanmışlardı ki, onların yanında Dore’nin ‘Cehennemde Kıvrananlar’ tablosundaki figürler terzi
mankeni gibi dimdik kalırdı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:168)
“Issız bir kenar mahalle meyhanesinde biraz dinlenip su ve konyak içtim, sonra yeniden şeytan
kovalarcasına istasyon meydanını geçerek kentin eski semtlerindeki dik ve eğri büğrü sokaklarda, yollarda
dolaştım.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:82)
“SONBAHAR YAĞMURU
--------------------------------işte sesini duyuyorum bir cenaze peşinde
eğri büğrü sokaklarda sürünen yaşlıların.
Ve badanalı kilise ufkun derinliğinde
çene gibi parlamakta arasında dalların.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Yaşlı, köhne bir asma kütüğüne yaslanan tahta bir sıranın üstüne oturur, meyve ağaçlarının cılız ve
eğri büğrü siluetleri arasından yıldızlara bakardı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:103-4)
“Tam o sırada İsa’nın ilk kez insanlarla konuştuğu yeşil tepenin doruğunda Yahuda yalnız başına
göründü. Yolda meşe ağacından kopardığı eğri büğrü değneğini yere vura vura yürüyordu. Ardından üç yoldaşı
geliyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:239)
“Bu arada kızlar sıvıştılar, doğru nar bahçesine… Çalılıkların, otların arasından zorlukla koşuyorlardı.
Deniz kıyısına indiler. Kumların, çakılların üstünde daha çabuk koşuyorlardı… Edemediler, geriye döndüler, bir
sel yarığı bulunca yarı tırmanıp yukarıya çıktılar, yürüyerek nar bahçelerine geldiler, elli adım kala önlerinde,
orada tek başına bitmiş, dalları çiçekten yere sarkmış, gövdesi eğri büğrü, yaşlı, yaşlılığına karşın gür, geniş, üç
dört nar görüntüsünde bir ağacın altında durdular. Tetikteydiler, gözleri de yılanda.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, sa:66)
“Fötr, gümüşi şapkası eğri büğrü, kenarları çökmüş, başında her zaman uçacakmış gibi durur. Hep
yalınayak gezer. Bacakları da çemrektir. Ben onu bildim bileli, tanıdım tanıyalı derenin kıyısına çekilmiş bir eski
motorda yatar.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:130)
“Diyarbakır caddeleri, cadde denilir mi bilmem, bir alem. Şehrin en kalabalık caddesi Gazi Caddesi,
günbatıdan gündoğuya uzanıyor. Kaldırımsız, eğri büğrü...”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:7)
“ ‘Durmadan Sigara İçen’ de aramızdaydı: Burada bile ceplerinden ara sıra eğri büğrü, tuhaf, zorla
tutturulmuş kağıt parçaları ya da yüzünü alevine bir yırtıcı kuş iştahıyla eğdiği bir kibrit çakıyordu, bazen
geceleyin bile bunu yapıyordu.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:64)
“O, ‘Evet, Bremen’e gitmiştim,’ diye yineledi. ‘Akşam üstü birkaç saat için. Eski, dar bir sokak
anımsıyorum. Saçaklarının üstünde eğri büğrü, garip bir ay parlıyordu. Orada şarap ve küf kokan bir bodrum
lokaline gittim. Bu hiç unutmadığım bir anıdır.’ ”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:29)
“İnsan burada, dar keçi yollarından, geceleri içlerinden çağlayanların derin, boğuk uğultularının
yükseldiği eğri büğrü girdaplara hakim dağların bir kenarına asılmış ufak köylere doğru tırmanır...”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:12)
“Kötü Düşler
---------------Rüzgar dikenleri savururken ovada
birdenbire dehşet içinde duraksadığı
o küflü gömütlüğün ortasına;
eğri büğrü haçların altında belleğimizin
dinlendiği;
gizli bir delikten ölüm akıtan o yere,
azgın namluların narin geleceğimize göz
diktiği
o yere gideceğim.”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Ev, sanki gelenler umurunda değilmiş gibi hep öyle hareketsiz, ilgisiz duruyordu. Avluda kimsecikler
yoktu. ‘Aman Yarabbi, acaba hepsi sağ salim mi?’ - diye Rostof uyuşmuş yüreğiyle bir dakika durup, sonra
bildik avluda, eğri büğrü merdivenlerden hemen koşmaya başlayarak düşünüyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:7)
“ ‘İstifçi değilim -öldüğümde yalnız bir dolap dolusu eski giysi bırakacağım ardımda- ve Louis’e bu
kadar çok işkenceye patlayan yaşamın ufak tefek kendini beğenmişliklerine karşı hemen hemen ilgisizim. Ama
birçok şey kurban ettim. Böyle demir, gümüş ve bayağı çamurun eğri büğrü çizgileriyle damarlanmış olduğum
için bir uyarıcıya bağımlı olmayanların sıktıkları o katı yumruğun içine büzülemem.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:101)
“Terapide korkuyordum, çünkü zihnimin benden sakladığı korkunç bir sırrım olduğundan emindim.
Hayatımın neden çocukların çizim tahtaları gibi olduğunun bir açıklaması: kağıdı kaldırdığınızda basit, komik
suratlar, eğri büğrü çizgiler yok olur, geride hiç bir iz kalmaz.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:23)
“Hoffmann’ın masallarındaki Şövalye Gluck’u hatırlatan biri, renk renk tüylü bir kuşa benzeyen, altın
düğmeli kadife bir ceketi, sarı ve yıpranmış bir dantel yakası, ipek çorapları, çiçekli jartiyerleri ve beyaz tüylü
bir gala şapkası olan bir adam, güpegündüz, orada, yavaş adımlarla ilerliyor, Dux Şatosundan aynı adı taşıyan
şehre giden eğri büğrü kaldırımlardan iniyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:93)
“Bazı binaların yoksulluğunu ve kirliliğini görünce, içinde hafif bir sıkıntı belirdi. Eskimiş ve nemli
merdivenlerden tırmanarak çıktığı bu binalar, bu küçük, eğri büğrü, yıkık dökük kenar mahalle evlerinin dış
yüzü ardında gizlenmiş olan büyük dertlerin bir tür ilk habercisiydi.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Kızıl Hastası”, sa:5-6)
Eğri eğri bakmak : Bir kimseye pek de iyi olmayan niyetlerle bakmak
“Kendine kızmıştı. Madem öyle düşünüyordu, bunu kendine de söyleyebilmeliydi. Söylemişti iki üç
kez. Dönüp bakmışlar, gülmüşler, sert bir iki çıkışla savmışlardı yanlarından. Ama daha sonra, kendisine eğri
eğri bakmışlardı.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:21)
Eğri oturup doğru konuşmak : ‘Günlük yaşamın normal sayılabilecek, ya da kabul edilebilecek eğrilik ve
doğruluklarunun ötesinde, eğer muhakememizi derleyip de bazı özel konularda mümkün olsuğu kadar objektif,
nötr, gerçeğe yakın, tarafsız tartışma yapabilirsek...’ bağlamında
“Eh, şimdi eğri oturup doğru konuşalım; bu düşünce alışkanlığı gülümsememi berbat ediyor olmalı...
Oysa berikinin gülüşü ne kadar sevimli! İlk gençlik çağında pek kolay olan mutluluğu soluyor ve o bunu
yaratıyor da.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:168)
Eh : Merak edip sormak, ya da hepsi bu kadar bağlamında bir ünlem
“KATİLİN ŞARABI
Karım öldü, artık bir başımayım!
Eh, içebilirim bütün içkimi.
Çığlıkları parçalardı içimi
Eve meteliksiz dönmüş olmayım.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa.197)
“BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE
(LOMOF fraklı ve beyaz eldivenli olarak içeri girer.)
ÇUBUKOF (Karşılayarak.) - Ooo, azizim, siz misiniz! İvan İvanoviç! Pek memnun oldum! (Elini
sıkar...) İşte sürpriz buna derler, anacığım.. Eh nasılsınız?”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:11)
“Başrahibe, ‘Halinize bakın hele! Sizin kadar bedbaht biri görülmemiştir herhalde. Korkutuyorsunuz
beni. Babanız beyefendi ya da anneniz hanımefendiyi mi kaybettiniz yoksa?’ diye sordu. İstediğim halde yabıt
veremedim, kollarına atıldım. ‘Eh! Tanrı’ya şükür,’ dedi. Ben de, ‘Ne yazık ki, ne annem, ne de babam var
benim, nefret edilen ve buraya diri diri gömülmek istenen mutsuz biriyim,’ diye bağırdım.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:23)
“Yanımda birkaç kitap ve çocukla bu adaya sığındım - Melissa’nın çocuğu. ‘Sığınmak’ sözcüğünü
neden kullandım bilmiyorum. Buralılar, yarı şaka yarı ciddi, böylesine ıssız bir yeri ancak hasta bir adamın
seçeceğini söylüyorlar, sağlığına yeniden kavuşmak için. Eh, dedikleri gibi olsun, ben de buraya iyileşmeye
geldim...”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:13)
“Othello’yu ürkütücü hareketi yaparken izlemiş, ama öyle uysal, minik bir eşin neden yastığın üstüne
değil de altına konduğunu hiç bilememiş. Eh, uzun lafın kısası, Paolo’yla ben bilgilerimizi değiş-tokuş ettik ve
şunu fark ettik ki önümüzde harika bir yaşlılık uzanıyor.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:105)
“KAPALI MEKTUP
------------------------Eh, şimdilik yürüyelim bakalım, umudum benim, aşalım
şu köprüyü - çift boynuzlu yaşlı aydedenin talikası peşince.
Dünyanın sonuna erişelim ve tramplenden atlayalım.
Gerekirse tanrının kapılarına dayanalım bir gece.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“ ‘... Üstelik pek parlak bir öğrenci de değildim, okuldan ayrıldığıma doğrusu üzülmedim fazla. Belki
buradaki okullar daha da sıkıdır. Hemen tek kelime İngilizce bilmiyorum. Zaten yabancılara burada pek yüz
vermiyorlar sanırım.’ ‘Bunu da anladınız demek? Eh, o zaman sorun yok.’ ”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:9)
“TOINETTE - Sizin içiniz azarlamakla rahat ediyorsa, benim içim de ağlamakla rahat ediyor... Herkes
kendini düşünür... ah!
ARGAN - Eh, ne yapalım, bunu da sineye çekeceğiz. Kaldır şunu aşifte, kaldır.”
(Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18)
“Ve ancak o zaman ötekilerin sıkıldığını fark ederek, konuyu değiştirdi. ‘Sizi yorgun görüyorum, Sayın
Savcı.’
‘Eh, öyle,’ diye iç geçirdi Scalambri.
‘Sizi ise dinlenmiş, Komiser Bey,’ dedi hınzır bir ifadeyle.”
(L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:127-8)
“FALSTAFF - Oh, içim yağ bağladı. Bana çevirdiğiniz ok, dönüp dolaşıp kendinize saplandı ya.
PAGE - Eh, ne çare. Fenton, Tanrı neşeni eksik etmesin. Bükemediğin eli öpmeli.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:143)
“... Otuz yıl hizmetten sonra. Akşamları mangalın yanında oturarak Thodori Enişte’yle hesaplar
yaparlardı. Tuğlalar şu kadar, çimento şu kadar: Zorlukla tuttururlardı hesabı.
‘Eh başta iki küçük oda yapalım, banyo ve tuvalet, sonra bakarız.’
Ötekiler Perama’da kalmışlardı. Ev bittiğinde, oturulur hale geldiğinde getirecekti onları.
‘Bu ay temeli atarız. Bahar geldiğinde de örmeye başlarız.’ ”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:182)
“Harlov, bayağı canı sıkılarak:
-Eh, Natalya Nikolayevna, bunun için de insan övülür mü hiç? dedi. Biz soylular, başka türlü
davranamayız ki! Bize bağlı herhangi bir köylünün bizim için kötü şeyler düşünmemesi gerekir.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:14)
“Basamaklara baktı; bomboş duruyorlardı; tualine baktı; busbulanıktı; ani bir hareketle, her şeyi bütün
açıklığıyla görüvermiş gibi, oraya tam oraya bir çizgi çekti. İşte olmuştu; tamamlanmıştı. Yorgun argın fırçasını
bırakarak, ‘Eh’ diye düşündü, ‘düşlerimin gerçekleştiğini gördüm.’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:336)
Eh bien : (FR.,KOLL.) <E biyen> : (Söz arasında, bir ünlem-nida olarak) Ee peki, şimdi... : (a mild interJection) Well! Well now! (İNG.)
Ehli keyif :
Keyif ehlileri, zevk sahipleri
“Keşke bu ülkeye karşı daha hoşgörülü olmaya, onu olduğu gibi kabullenmeye, seni ikna edebilseler.
Burası her zaman bir hizipleşme, kargaşa, iltimas, adam kayırmacılık, rüşvet ülkesi olacak. Ama ayni zamanda
ehli keyifliğin, insan sıcaklığının, gönül zenginliğinin ülkesi. Ve senin en sahici dostlarının ülkesi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:60)
Ehliz ehliz : Sümsük sümsük, utangaç, aşağılık duygusuyla, özür dilercesine
“Çopur Mehmet’i, ertesi günü ilçeye indiğinde gördüm. Kaymakamın önünde ehliz ehliz baş eğiyor,
seyrek keçi sakalını sıvazlıyor ve yüzyıllardır öşür yasasıyla savaşmış olanlara özgü zekasıyla:
‘Cahalız, bağışlayın, dün siz köye yanaşırken, bizi bir korkudur aldı. Sormayın halimizi.’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71)
Ehveni şer : Kötülerin en az kötüsü
“Bütün bu nedenlerden ötürü, Kfaryabda insanları, kendi şeyhlerini ehveni şer olarak görüyorlardı.
Hatta gerçek bir nimet olarak da görülecekti ama bir kusuru vardı ve bu kusuru yüzünden, bazı köylülerin
gözünde en soylu yönleri bile bir değer ifade etmiyordu.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:20)
“LAURA : Doğru. Sadece dolaşıyordum.
AMANDA : Dolaşmak mı? Dolaşmak ha? Hem de kışın? Şu ince pardesünün içinde, zatürree olmaya
mı niyet ettin? Nereleri dolaşırdın, Laura?
LAURA : Neresi rastgelirse... çoğunlukla parklarda.
AMANDA : Hatta şu soğuk aldığından sonra bile mi?
LAURA : İki beladan ehvenişer olanı, anne.”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:21)
Ejustem generis : (LAT.,TİCA.,KOLL.) <Eyus’tem ge’neris> : Ayni cinsten = Of the same kind (İNG.)
Ekabir; Ekabir sınıfı : Devlet ve kudretli mevkilerin başını tutanlar, zengn, tahsilli ve söz sahibi, ayrıcalıklı
kimseler; Bu konuma uygun ve layık olmayanlara da şaka yollu ve alaycı bir tonda bu sözler sarfedilebilir
“Ekabir meclise geç gelir!”
(Anonim, halk arasındaki inanç)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
---------------------------sesli, görüntülü, taşınabilir neye el atsan
sivri zeka bir aceminin korna sesi geliyor
ve milletin seçkin fikir adamları
ekabir sınıfında arz-ı endam ettiklerinde
göğüslerinde 678 elektrikli ısgara ile
ve iki bileklerinde 678 Navzer saat diziliyken
anlıyorlar ki
güçsüzlüğün nedeni kesenin boşluğudur, cahillik değil”
<Arz-ı endam etmek: Boy göstermek, beklenilen bir yere gitmek>
(Furuğ-Ferruhzad-<İ.Ö.610-580>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
Ekelemek : Serpiştirmek, ekmek
“Sağa saptı. Biraz sonra da dikenlikten çıktı. Dikenliğin kıyısına dizleri üstü çöktü. Baktı ki dikenliğin
üstünden başı gözüküyor, kıçı üstüne oturdu bu sefer de. Bacakları kanıyordu. Kan sızan yerlere toprak
ekelemeye başladı. Toprak yaralara düşünce yaktı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:12)
Ekin, Ekini belli etmemek : Hile hurda dolu, kusurlu bir işi sanki başarılı gibi göstermek
“-Bütün ters işler otel müdürü olan o hergelenin başının altından çıkmıştı, ama kimdi o? Beni nerden
tanıyordu? Ekini de hiç belli etmemişti... Fakat bırak onu bunu, bizim Deve kıyaktı!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:39)
Ekmeğinden etmek : İşine son vermek - verdirmek
“... Zavallı Lamairette, korka korka:
-Ekmeğimden edersiniz beni, dedi, ama doğrusunu isterseniz, sizin ve markizin paylamaları arasında
ne yapacağımı bilemiyorum ben.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:32)
Ekmeğinden olmak : İşini kaybetmek
“Ekmeğimden olacağım. Fakat hiç kederlenmiyorum. Peki ne zıkkımlanacağım? Ne tuhaf, hiçbir
derdim yok. Julius Caesar’a rastlamış olduğum barı hatırlıyorum. Pahalı yer değildir. Fakat sızmayacağım.”
(Ö. von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:124)
Ekmeğine, Ekmeklerine yağ sürmek : Amaç o olmadığı halde bir davranış ya da kazancın birinin çıkarlarını
beslemesi
“Sexton uzaklardan gelen bir helikopter pervanesinin sesini duydu. Bir an için Balkan’ın basın
konferansını durdurmak ümidiyle, panik içinde Beyaz Saray’dan oraya geldiğini sandı. Sexton neşeyle,
‘ekmeğime yağ sürer,’ dye düşündü. Asıl o zaman daha suçlu görünür.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:495)
“Olivetti, ‘Ekmeklerine yağ mı sürelim?’ dedi. ‘İnanın bana, yüzlerce kiliseyikontrol altına almak için
Vatikan Şehri’ndeki tüm korumayı çekmemiz İlluminati’nin yapmamızı umduğu şey... aramak yerine kıymetli
zamanımızı ve işgücümüzü harcamak...’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:183)
“KONUŞMACI - Sevgili hemşerilerim..... Bu ölümler siyasaldır. Biz yalnızca, ellerinde oyuncak
olduğumuz zorba yöneticilerimizin ekmeklerine yağ sürüyoruz.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:209-10)
“... Çok güzel saçları olan zavallı Papaz Clément için bu denli aşağı görülerek söylenen ‘papaz parçası’
sözcüğü, Lamiel’in yüreğinde, onun ekmeğine yağ sürdü.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:105)
“DÖRTNAL GİDEN ATIN TÜRKÜSÜ
----------------------------------------------Ne oldu bana böyle, ben neler istiyorum?
Düşmanın ekmeğine yağ sürüyorum sanki.
Neden aşamıyorum içimdeki engeli.
Bu yarışı kazanmak olanağı hiç mi yok?
(Vladimir Visotsky <1938-1980> - Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 12.05.05)
Ekmeğini kazanmak : Çalışarak hayatını temin etmek
Bk.: Ekmeğini taştan çıkarmak
“Annemin tanıdıklarından bir kadın bizi yanına almıştı; kendisi iyi bir terziydi, dikişlerine yardım
ederek ekmeğimi kazanmamı önerdi. Yalnız yaşıyordu, eli biraz sıkıydı, sık sık hüzünlenirdi, ama gerçekte iyi bir
insandı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:122)
“Oysa başka hayat bilmeden manastıra girmiş olan, çekirdekten yetişme keşiş olan Andronikos için,
kendine başka bir meslek bulmak, başka yoldan ekmeğini kazanmak, evlenip çoluğa çocuğa karışmak yolları
kapalıydı.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:39)
“Ama bir iş bulabilmek için, önce çalışma izni gerek, çalışma izni için de bir yerlerde çalışmak şart.
Eeee? Dünyanın en inatçı iyi niyetiyle bile iş bulamam ben. Ekmeğimi kazanamam.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:101)
Ekmeğini taştan çıkarmak : Hayatını yoktan kazanmak, en güç işleri bile başarabilmek
“SÜRGÜN ADASI LEROS
-------------------------------Yıllarca yuvalarını yağmalamışlar onların
yıllarca ekmeklerini almışlar ellerinden
bıkıp usanmadan onarmışlar yuvalarını
ekmeklerini taştan çıkarmayı bilmişler.
İçlerinden en çalışkan olanı
kurşuna dizmişler
elinde beyaz bir karanfille.”
(Erdal Alova<d.1952>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:474)
“MICUCCIO - Ben hiçbir şey söylemiyorum: Buradayım. Her şeyi kasabada bıraktım: ailemi,
bandoyu, her şeyi..... para hiç önemli değil! Micuccio Bonavino için para hiç! Ben nerede olsa, dünyanın öbür
ucunda da olsam yaşarım, ekmeğimi taştan çıkarır, yaşarım. Elimde sanatım var. Flütüm yanımda...”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:29)
“Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı.
Ekmeğini taştan çıkardı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:171)
Ekmek : Atlatmak
“-İnsan iyi bir iş bulunca eski dostları ekmeli mi yani? Bobby küskün bir sesle konuşuyordu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:140)
“Dixonne devam etti:
-Kalktın, seninle gelmek isteyen Paulo’yu ektin ve Charlier’lerin evine yolladın. Şimdi de bize bu
safsataları dinletiyorsun. Sana nasıl inanalım?
-Ya!.. Demek öyle? Sizinle beş sene çalıştım. Birliği ben kurdum...
Renaudel masanın başından kalkarak sözünü kesti:
-Anladık. Bize hayatını anlatma. Sana Charlier’lerde ne aradığını soruyoruz?”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:116)
“Ona ‘yetiş!’ diye bağırdı, alnına bir korkunç darbe daha yedi ve burun üstü, kaldırımın kenarındaki
ince, pis suya doğru yıkıldı. Philippe hala koşuyordu. Kanada Oteli. Durdu, soluk aldı, ardına baktı, ekmişti
herifi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:181)
Ekmek elden su gölden : Başkalarının sırtından geçinerek, hazır yenen hayat türü
“Yanılıyorsunuz Ivich, başımı alıp gitmek istediğim günler çok olmuştur. Ama şimdi artık geçti. Çünkü
bu kaçışın çok budalaca bir şey olduğunu anladım. Bu hikaye, hele kırk yaşına kadar bir koltukta ekmek elden,
su gölden rahat rahat oturmuş bir Gaugin söz konusu olunca, daha da saçma geliyor insana.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:80-1)
Ekmek kapısı : Geçim kaynağı, gelir
“Aşık Ali:
‘Hösük, etme kardaş,’ dedi, ‘etme. Ekmek kapısı. Bir iki kuruş kazanamayaz mıyım diye canını dişine
taktı da geldi. Kendi bilmiyor mu ne halde olduğunu? Ne bok yesin, yokluk...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:30)
“Keyif çubuklarının dalgınlaştırdığı gözler, dumanlandırdığı kafalar devletin işini kolaylaştırıyor,
kolluk görevlileri içinse birer ekmek kapısı oluyordu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:74)
Ekmek kaygısı; kaygusu : Yaşam savaşı, geçimini temin etme
Bk.: Ekmek parası peşinde olmak
“Ekmek, senin elinde güvenilir bir zafer bayrağı olurdu, vereceğin ekmek uğruna insanlar önünde
eğilirdi. Gerçekten, ekmek kaygusundan daha önemli bir dava düşünülemez.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:158)
Ekmeklik etmek : Bir kuru ekmeğe muhtaç bırakmak
“Zarzar sinirli sinirli güdü:
-Şeşbeş... Bayıl tekliği Ağa! Seninkiler paraysa, bizimkiler keçi boku değil.
-Şeşbeşse şeşbeş... Liramızı göz göre göre tırtıkladınız. Ulan bunlar bizi ekmeklik ettiler Pandeli...
Haydi yuvarla şunları Kesik Süleyman!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:125)
Ekmek parası; Ekmek parasını kazanmak; Ekmek parası kazanmak peşinde olmak : Yaşamda günlük
azık, geçim, kazanç parası; Toplumun gerçekten çalışmak zorunda olan emekçileri
“Büyük umutlarla işe başlamıştım, roman yazarı olacaktım, öyle bir kitap yazacaktım ki inanları
gerçekten etkileyecek ve yaşamlarını değiştirecekti. Ama zaman yavaş yavaş geçip gitti ve bunun
gerçekleşmeyeceğini anladım. Böyle bir kitap çıkmayacaktı benden ve bir noktada düşlerimden vazgeçtim.
Zaten makale yazmak daha kolaydı. Çok çalışarak, bir yazıdan başka bir yazıya geçerek, bir şekilde ekmek
paramı kazanıyordum.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:15)
“Gerçi hepsi, kendilerini öteki hemcinslerinden üstün görürlerdi; ama bunu tanıtlamak için onların
arasına karışma güdüsünün önüne de geçemezlerdi. Hafta içindeki günler ekmek parası uğruna ter ve dil
dökmekle geçirilirdi. Pazar günleri ise boşuna gevezelik edilirdi.”
(E. Canetti, “Körlük”, sa:53)
“Evdeki neşe dolu yaşamı bittiğinde, hiç düşünmeden orada kalmıştı, çünkü dürüst yapısı yüzünden,
yaşamın zor yolları ve ekmek parasını çıkartmak, sarayın hüzünlü ve yalnız havasından daha çok ürkütüyordu
onu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:28)
“-Ya ben? Benim ekmek paramı da yarının Avrupası verecek herhalde.
Longin güneşe baktı, sonra barışçı elini göğe kaldırarak:
-Hadi,dedi. Korkma! Senin gibiler nerede olsa paçayı kurtarır.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:90)
“Burada ilginç olan bir şey var. Sayısız düş ve özlem dolu anılarla kentin üzerine düşen sessizlik sadece
akşamları yaşanmıyor…..Güneşin vurduğu sokaklarda yaşam yine de çok ölmüş değil. Atlı arabalar ve el
arabaları arnavutkaldırımlı yollarda sallana sallana geçiyor; ekmek parası peşinde insanlar oradan oraya gidip
geliyor, kafeler, lokantalar ve küçük Fransız kahvehaneleri rahatına düşkünlerle dolu. Fakat yine de kentin
üzerinde ne de karşılaştığınız insanların yüzünde bir gülümseme var.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:16)
Ekmek teknesi :
At arabalarına Eski İstanbulda verilen isim
“ ‘Fakirin ekmek teknesi diye at arabalarının şehrimizin en müstesna köşelerine girmelerine hala göz
yummak İstanbul’u hiç hak etmediği manzaralara mahkum etmektir.’ ” -Ahmet Rasim’in ‘Şehir Mektupları’
(1956)ndan alıntı(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:136)
Ekmek yediği sofraya bıçak sokmak : İhanet etmek, kadir kıymet bilmemek
“Kellesini vurun bu seyisin. Kellesini vurun şunun! Mademki bize düşmanlık eder, mademki ekmek
yediği sofraya bıçak sokan odur, kellesini vurun, koltuğunun altına koyun ki ağzının tadını bellesin.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:23)
Eko : Yankı (echo)
“MEVSİM KARGAŞASI
Çiçekler doğunca kuş sesleriyle,
Çınlar tuhaf sesin ciddiyetiyle.
Ve sonbahar ormanlarında eko gibi,
Koşar iliklerime kadar önsezi.”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
Ekose :
Kare desenli, türlü türlü renkli kumaş. İskoç erkek etekleri klasik örnektir.
“Irmağın yirmi arşın <68 cm. uzunluğunda bir ölçü, artık kullanılmıyor> derinliğine kadar donduğu
Londra köprüsü’nün yakınında geçen sonbahar tıkabasa elmalarla dolu bir halde battığı yerde, ırmak yatağında
yatan bir kayık açıkça seçiliyordu. Meyvelerini Surrey yakasındaki pazara götürmekte olan yaşlı satıcı kadın,
çemberli eteği ve ekose şalıyla, kucağında elmalar, tıpkı bir müşteriye hizmet vermek üzereymişçesine oracıkta
oturuyor, ancak dudaklarının çevresindeki belli bir morartı gerçeği ima ediyordu.”
(V. Wolf, “Orlando”, sa:31)
Ekphrasis :
(EDEB.YUN.) Görsel sanat eserlerini, yani heykelleri, resimleri, şiirlerde tasvir etme sanatı
“Edebi metinlerle resmin ilişkisini gözden geçirmek, kelimelerin görsel hayal gücümüzü nasıl
çalıştırdığını örneklerle tartışmak için arkadaşım Profesör Andreas Huyssen ile Columbia Üniversitesi’nde iki yıl
verdiğimiz bir seminerde, konu, kaçınılmaz olarak eski Yunanlıların ‘ekphrasis’ dediği şeye geldi. Dar ve ilk
anlamıyla ekphrasis, genel görsel sanat eserlerini, resimleri-heykelleri şiirlerle tasvir etme işidir. Şiirdeki
resimler-heykeller, gerçek ya da hayli olabilir, tıpkı romanlardaki ayrıntılar gibi, bunu sormanın fazla bir anlamı
da yoktur. En klasik anlamıyla en bilinen ekphrasis örneği, Homeros’un ‘İlyada’sının 18. Kitabında
ayrıntılarıyla anlattığı Akhilleus’un yeni kalkanıdır.”
Sayın Pamuk, İlyada’daki orijinal metni bizlere özetlemediği için, ben sizlere toparlayacağım (İ.E.):
Truva savaşında Akha’ların kahramanı ACHILLEUS’un seyisi ve çok sevgili arkadaşı PATROKLOS,
karşı kahraman HEKTOR tarafından öldürülmüş ve vücudunun nasıl parçalanacağı tartışılmaktadır.Bu kara
haber, ayakları çabuk ANTILOKHUS tarafından Akhilleus’a ulaştırılır:
“Vah, yiğit PELEUS’un oğlu, vah sana,
Patroklos öldü, çıplak ölüsü için başladı kavga,
tolgası ışıldayan Hektor da aldı senin silahlarını.”
Derin yaslanan Achilleus, acı içinde inlerken anası ona erişir:
“Ne diye ağlarsın oğul, yüreğine giren yas ne?”
“Can yoldaşım Patroklos’um öldü,
gitti başı başıma denk Patroklos’um.
Hektor kargımla vurulup can vermezse,
Patroklos’u öldürmenin cezasını ödetmezsem ona,
insanlar arasında yaşamak benim neyime?”
Ve hemen, intikamını almak için Telamanoğlu AIAS’ın kalkanını kuşanarak Hektor’la savaşmak için
yola çıkmak ister, ama annesi engeller. Achilleus ısrar edince, anası onu bekletir:
“Ben şimdi gidiyorum koca Olympas’a, usta HEPHAISTOS’a,
bakalım oğluma pırıl pırıl silah vermek ister mi?”
ve geniş ayaklı Tanrıça THETIS Olympos’a gider,
sevgili oğluna ünlü silahlar alıp getirmeye.
O, bir çaylak gibi atladı karlı Olympos’tan
ışıldayan parlak silahları ulaştırdı oğluna.
ZEUS’un sevdiği Achilleus da kalktı yerinden;
ATHENE attı onun çalımlı omuzlarına püsküllü kalkanı
altın bir bulutla sarmıştı başını, çepçevre,
gövdesinde ışık saçan bir alev gelmişti.
Yıldız gibi parladı yeleli tolga,
altın kıllar sallanıyordu saçak saçak
Hephaistos’un sorguçtan aşağıya akıttığı.”
Uzun maceralardan sonra, Achilleus, kargısını Hektor’un boynuna, açık kalmış biricik yer olan
köprücük kemiğinin omuzu boyundan ayıran noktaya saplayarak öldürür ve intikamını almış olur. <Can
Yayınları, ‘İlyada’, Çev.:Azra Erhat-A. Kadir, 18.-20. Bölümler, 12.Basım, İstanbul 2001>
(O. Pamuk, “Saf ve Düşünceli Romancı”, sa:77-8)
Ekselans, Ekselanları : Batı aristokrasisinde yüksek mevki ya da makam sahiplerine edilen hitap (kardinal,
kont, papa, prens, sefir, yüksek yargıç)
“ ‘Ekselans.’ diyor. Sesi çatlıyor; genzini temizliyor. ‘Ekselans, soygun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.
Askerler bizi durdurup bağladı. Durup dururken. Yolda gidiyorduk, buraya doktoru görmeye geliyorduk. Bu kız
kardeşimin oğlu. İyileşmeyen bir yarası var. Biz hırsız değiliz. Ekselansa yaranı göster.’ ”
(J.M. Coetzee, “Barbarlar Gelirken”, sa:8)
“İvan Andreyiç çıkar çıkmaz dedi ki:
-Tanrı aşkına, Tanrı aşkına, Tanrı aşkına efendim, uşakları çağırmayın! Ekselans, uşakları çağırmayın,
buna hiç de gerek yok! Ben öyle yaka paça dışarı atılacak bir adam değilim! Ben kendi kendime... Ekselans, bir
yanlışlık oldu. Size şimdi anlatırım ekselans.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:60)
“Yakalıktan bahseden sarışın genç, muhabirin sözünü ağzından aldı ve bu yüzden ötekinin kendisine
nefret dolu bir bakışla bakmasına neden oldu. Delikanlı neşeli neşeli konuşuyordu.
-Asıl komikliğin bunun neresinde olduğunu biliyor musunuz, ekselans? Kitabın yazarı, bay
Krayevski’nin ‘tenkid’i ‘telkit’ şeklinde yazmasının, kelimenin aslını bilmediğinden ileri geldiğini sanıyor. Ama
zavallı gencin lafı ağzında kaldı, generalin anlatılanı çoktan bildiğini fark etti.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42)
“SANIK -... Yargıçlık öyle bir meslektir ki, yaşamımda bir kez olsun yargıç rolü oymaöak için neler
vermezdim... İste Temyiz Mahkemesi Yargıcı: ‘Ekselansları... buyrun, susun, ayağa kalkın mahkeme heyeti
geliyor...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:13)
“ ‘Öyle demeyin, Bayan Müller. Öyle çakaralmazlar vardır ki, kıçını yırtsan ateş almaz! Ama
Ekselansları’nı vurmak için, kalıbımı basarım, altıpatların hasını bulmuşlardır. Bahse varım, bu haltı yiyen herif
en kıyak elbiselerini giyip gitmiştir oraya. Ekselansları’na kurşun sıkmak öyle her babayiğidin harcı değil.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:28)
“Mosca kontu da atıldı:
‘Bu imzasız mektuplar zemzemle yıkanmış günahlarıdır onların. Yüz kızartıcı, alçakça ihbarlar
<gizlice yapılmış şikayet sözleri> sanayiini işletirler bunlar. Bütün o güruhu tam yirmi kez mahkeme huzuruna
çıkarabilirdim,’ diyen kont, sonra da Fabrice’e dönerek: ‘Ekselansları pekala tahmin edebilirler,’ diye ekledi,
‘Benim iyi yargıçlarımın onları nasıl mahkum edebileceklerini.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:203)
ex falso quodlibet : (LAT.) <eks falso kol’dibet> : Yanlıştan her şey çıkar!
Eksiği, gediği olmak; olmamak : Mal, iaşe, düğün v.b. hazırlıklarda bazı eksiklikler olduğunun bilincinde
olmak; ya da olmamak
“-Efendi! Sayende, dedi, hiçbir eksiğim, gediğim yok... Ne açım, ne açığım, halime şükrederim. Ama
kürklü mantom yokmuş. Baloya gitmezmişim. Haftada bir defacık sinemaya da gidemiyormuşum. Bunların
ziyanı yok!..”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:14)
“Ertesi sabah asker helallaştı. Herbiri bir tarafa dağıldı. Kavlak bir de baktı ki, bir ben, bir Hamo dayı,
iki de kendi köyünden delikanlı... ‘Siz ne beklediniz ulan?’ dedi, ‘bizim de eksiğimiz, gediğimiz var.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:46)
Eksik etek : Kadın (Argo)
“Ne var ki artık havalanabildiğim için Yehudi Usta tanrısal niteliklerini yitirmeye başlamıştı gözümde,
artık onun etkisinden sıyrıldığımı hissediyordum. Onu bir erkek olarak görüyordum, öteki erkeklerden ne daha
iyi ne de daha kötüydü; zamanını Wichita’lı sıska bir eksik etekle oynaşarak geçirmek istiyorsa, kendi bileceği
işti bu.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:61)
“ ‘... karım Mari gutiérrez Kraliçe, çocuklarım da Prens olur, bu durumda değil mi?’
‘Ona ne şüphe!’ dedi Don Quijote.
‘Ha, ben şeyden bir parça kuşkuluyum da,’ diye uzattı Sancho, ‘hani ne derler, gökten taç yağsa, biri
bile gidip bizim eksik eteğin kafasına düşmez. İnanın efendim, Kraliçe olarak beş para etmez. Ama Tanrı yardım
eder de kontes olursa, buna bir şey demem.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:47)
“Matmazel Gillenormand onu kucakladı:
‘Seni bilirim Théodule,’ dedi. ‘Sen böyle haylazlıklar dünyada yapmazsın. Disipline bütün varlığınla
itaat edersin, emirlerden dışarı çıkmazsın. Görevine düşkün vicdanlı bir insansın. Her şeyi inceden inceye
araştırmadan harekete geçmezsin. Örneğin, Marius gibi eksik eteği görmek için aileni evde bırakıp gitmezsin.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:106)
“Tamam da kadını ne demeye yarattın Tanrım? Bu kirli eksik eteği, bu günah makinesini, bu püsküllü
belayı niçin başımıza sardın?”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:37)
“ ‘Bir kadının bileklerini gördünüz diye direğin tepesinden düşersiniz,’ diye düşündü. ‘Kadınlar sizi övsünler
diye kukla gibi süslenir püslenir, sokaklarda geçit yaparsınız; siz gülmesin diye kadını eğitimden yoksun bırakırsınız;
en çelimsiz eksik etek tazelerin bile esiri olup, yine de dünyaları siz yaratmışçasına kasılırsınız; Aman tanrım!’ diye
düşündü, ‘bizi amma aptal yerine koyuyorlar; amma aptalız!’ ”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:108-9)
Eksik gedik : Tümüyle oluşmamış, daha organize olmamış, bölük pörçük
“Bu belirsiz, eksik gedik düşünceler, Jean’ın kafasının içinde, uzun müddet döndü durdu. Fakat o sırada
bir boru öttü; bu, iş işten geçtikten sonra koşar adım yangın yerine gelen Bazoches-Doyen itfaiyesinin borusu idi.
Jean, bu sesi işitince, birden doğruldu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:407)
Eksik olma(sın) : Allahtan, Allah razı olsun; Bin teşekkürler
“Ufo, on bir yaşının sonuna kadar Ortadoğu’daki bu Yetiştirme Yurtlarından birinde sessiz sedasız
büyüdü. Babası, dedesi, amcaları, tüm büyükleri ve kardeşleri yerel çatışmalarda öldüğünden kendisinin hiçbir
ziyaretçisi olmamıştı. Devlet Baba, eksik olmasın, yatağını, yiyeceğini ve giyeceğini temin etmiş, üstelik ilkokul
eğitiimini de vermişti.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:162)
“ ‘Eksik olma oğlum’ dedi kadın. Uzun boylu ve zayıf. Kırkını geçkin. Dirseği yırtık nefti bir örme
ceket giymiş. Ferid’e kapılmadan bakan, biri ötekinden daha büyük, çipil ve nemli gözler, sola doğru hafif
çarpılmış ağız. Sağındaki karyolada oturmuş, yüzü sapsarı bir oğlan çocuk.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:9)
Eksik püksük : Eksik, tamamlanmamış
“Çoğu zaman kağıt en hayati tümcesinin tam orta yerinde koyu kahverenginde dağlanmıştı. Biz tam
tarihçilerin yüz yıldır aklını kurcalayan bir gizi aydınlatacağımıza inanırken, belgede içinden parmak geçecek
büyüklükte koca bir delik vardı. Geride kalan kömürleşmiş kırıntılardan eksik püksük özetimizi oluşturmak için
elimizden geleni yaptık.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:85)
ex post facto : (LAT.,HUK.) <eks-post fek-to> : Sonradan yapılmış ve evvelki şeyleri işeren <şamil>;
yasanın kabul tarihinden evvel işlenmiş suçlara uygulanan yasa
Ekşi ekşi bakmak : Tuhaf, ters, beyenmemiş bir şekilde bakmak
“İstanbul’un sınırlı sayıdaki müzelerinin bütün bekçileri gibi bize ‘niye geldiniz sanki!’ ifadesiyle ekşi
ekşi bakan iki ihtiyara artık sormamalarına rağmen öğrenci kartlarımızı gösterirken yapay bir neşeyle her
seferinde hal hatır sorar...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:313)
Ekşimek : Başına tebelleş olmak, bela kesilmek, etrafında ısrarla dolanmak (Argo)
“Günün birinde başımıza bir müfettiş ekşise, yapılan işleri bir gözden geçirse, ‘Be herifler, siz eşek başı
mısınız? Bu iki yüz elli kuruşun gideri niçin hesaba geçirilmemiş? Sizin bu usulsüzlüğü niye gözünüz görmedi?’
dese, herif, hepimizi mahkemeye gönderse hakkıdır.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:238)
Ekşi suratlı : Bir kimsenin beyenilmediğini, kendisinden hoşlanılmadığını anladığını belirten mimikri
Bk. : Yüzü sirke satmak
“Hemen atıldım. Bir toplum adamı serbestliğiyle ‘Sayın Emniyet Amirimiz, ne olur, bizim
Napravnik’imiz olun!’ dedim. -‘Ne Napravnik’i?’ diye sordu. Daha ilk andan işin çıkmaza girdiğini anladım.
Adam ekşi bir suratla kazık gibi karşımıza dikiIdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, s.54)
Ektiğini biçmek : Ne yaparsan onu bulursun meselince
“Mrs. HARDCASTLE - Evet, evet, o çamurlu göl, ömrüm oldukça aklımdan çıkmayacak! ……
Demek utanmaz çapkın, bütün bunları başıma getiren sensin ha! Annene böyle işler yapmayı sana öğreteceğim,
göreceksin!
TONY - Anne, bütün komşular, herkes beni senin şımarttığını söylüyor, onun için ektiğini
biçiyorsun!”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:104)
Ektoplazma : Herhangi bir doku hücresinin, çekirdeğin içindeki ‘endoplazma’ya mukabil, çekirdek dışındaki
dış-‘ekto plazma’; (Fig.) Bir medyum’un <gizemli oluşumları önceden okuyabilen kişi> vücudundan ışınlandığı
sanılan uçucu madde, aura
“ ‘Peki’, dedi. ‘Ver elini; eğer ikimizden biri ölüm tehlikesiyle karşolaşırsa…’
Utanmış gibi durdu. Biz ki, yıllarda bu ruh ötesi hava seferleriyle alay etmiştik ve ot yiyenleri,
ruhçuları, sofileri ve ektoplazmacıları aynı çukurun içine atardık.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:17)
Ekü :
(FR.): ‘Ecue’;
Eski bir Franszı para birimi: ‘avoir des ecues’=paralı, zengin olmak; Bir tür kalkan
“..Opera dansözlerinden Bayan de Saint-Ernest’in hizmetine girdim. Kadın hünerimi öğrenince beni, bir
nedenden dolayı yakındığı Bayan Davilliers hakkında, kendi diktesi <yazdırısı> altında bir yergi <hiciv>
yazmakla görevlendirdi. Oldukça iyi bir yazmanlık yaptım ve bana söz verilen elli ekü’yü hak ettim.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:23)
Ekümenik : (MYTH.): Bütün Hıristiyan topluluklarını birleştirmeyi amaçlayan idare tarzı
“.... Bu bilgi gnostik <bilgi bilimsel>, ekümenik ve ruhsaldır. Eğer bu sayısız kagıt parçalarıyla
parşömenlern üzerine çizilmiş olan bütün satırlar beyninize doğru düxgün girmiş olsa, beyefendi; her şeyi bilir,
her şeye gücünüz yeter, doğanın efendisi, nesnelerin biçimlendiricisi olur; dünyayı, benim şu tütün tanelerini
tuttuğum gibi iki parmağınızın arasında tutarsınız.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:53)
Ek yerini kollamak : Zayıf noktasını gözetmek, Aşil’in topuğunu gözetlemek
“-Bodur İmam, kaç zamandır ek yerimizi kollarmış. Bu kadar bir ilmek eline geçince yakamıza yapıştı.
‘Eteği temiz avratlarımızın göbeğine döl duası yazmak bahanesiyle oyluklarını dişlediğinden...’ diye ispatlık
ederek bizi suçsuz günahsız buraya düşürdü. On dört aydır yatmaktayız.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:68)
El : Yabancı; Kağıt oyununda her oynama durumu
“... Deli Haceli’nin Fatma zorlu gancık. Gaya gibi. Değirmen alt daşı. İnsanı döndürüyor. Gara...
Gözelin adı var, garanın dadı... demiş elin oğlu, boşa mı demiş? Gara emme gaya gibi. Değirmenin alt daşı. Bu
dert bizi iflah etmez öldürür.’ Aklı gene türküye gitti: ‘Çay taşı, çakmak taşı’nı tersinden düşündü: ‘Gözelinen
bal yenir,çirkininen daş daşı.’ dedi. ‘Kim? Fatma mı çirkin? Fatma’ya çirkin deyenin anasını satayım.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49-50)
“LEANDRO - Bravo, bravo; paraları kazandı; eğer oyunu bırakmamış olsaydım, ortalığı silip
süpürecekti.
EUGENIO - Sahi mi? Ben de ne adammışım. Üç elde meseleyi çözdüm.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:74)
“Aşık Ali:
‘Etme bunu, Hösük,’ dedi. ‘Günah, kardaşım. Görmedin mi adamın halini? Hık dese canı burnundan
çıkacak. Ne istersin elin fıkarasından?’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:29)
“O gün gelsin, hazırım; el gibi geçersin ya,
O güneş gözlerinle, selam bile vermeden;
Aşk bürünmüştür artık bambaşka bir kılığa,
Asık suratın için bulursun birçok neden.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:49, sa:139)
“AFRİKA <1954>
Afrika dediğin bir garip kıta
El bilir alem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in
Hala eskisi gibi çizilir
Haritalarda”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:52)
El açmak : Başkalarından yardım dilenmek; Çiçek ve ağaçların büyüyüp açılmaları
“ne kötüye yalvarmalı
ne de el açmalı yoksul bir dosta,
başını dik tutmalı talihsizliklere karşı,
ve yüce insanların izinden yürümeli.
Bir kılıcın çıplak yüzü kadar keskin
bu yemini kim etti azizlere?”
(Bhartrihari<5.y.y.>-Begüm Baştürk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.04.09)
“LONGOZ ORMANININ KESİMİ
-------------------------------------------Sadece tek tük bazı yaşlı dişbudaklar
acımasızca budanıp yakıldıktan sonra
kendi mezar çukurlarının önünde onlar
el açarak başladılar belki son dualara.
Anlaşılan işini bitirememişti sert balta
onların güçlü bedenini kökünden kopararak.”
(Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.01.10)
“O vakit, tekrar döndüm. Yağmur altında sokaklardan geçenlere el açan bir fukara gibi başım önüme
düşmüş, sesimde bir korkak dilenci ahengiyle:
-Beyefendi, beklemeye vaktim yok, dedim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:240)
“Limanda unutulmuş bir sabun sandığı bulan oğlanlar, aylarca otomobille yıldırım hızıyla dolaşan
prensler gibi yaşarken, bir zamanın varlıklı kişileri olan ana-babaları, bir lokma ekmek için el açar durumdaydı.
Hamallar bankerliğe başlıyor ve her çeşit yabancı para üzerine hava oyunları çeviriyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:387)
Elalem : Halk, tüm diğer insanlar, herkes, başkaları
“Üç hafta önce bizim Dmitri Fedoroviç onu sakalından tutarak lokantadan sokağa çekmiş, elalemin
önünde basmış sopayı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:105)
“Tren daha yakınlarda yeniden öttü.
Akılları yatmıştı. Olur olurdu. Başımızdakilerin dubarasına dubara mı yeterdi? Boş yere ağrımaz
başlarını ağrıya sokmamaları akıllıca olurdu. Nelerine gerekti elalemin keçisiyle koyunu?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:10)
“VALERE - A! Bana gösterdiğiniz ilgide korkulacak ne var, Elise?
ELISE - Ne olacak! Bir sürü şey: babam kızabilir, akrabalarım paylar; elalem dedikodu eder, ama
hepsinden çok, sizin değişeceğinizden korkarım; erkekler saf bir aşkın fazla ateşli ilgisine hemen daimaa zalimce
bir soğuklukla tepki verirler.”
(Moliere, “Cimri”, sa:31)
Elaleme maskara - Elalemin maskarası olmak : Ele güne rezil, alay konusu olmak
“Gerald kızını çok seviyordu, fakat çocukça hevesler ve tutumlar yüzünden kendisini güç durumda
bırakmasını hoş karşılamıyordu. Scarlett ona tüm dertlerini ve sıkıntılarını açmalıydı.
-Demek sen kendini elaleme maskara ettin! Öyle mi? Hepimizi maskara ettin! diye üzüldüğünde her
zaman olduğu gibi sesini yavaş yavaş yükselterek bağırdı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:52)
“KAPTAN - Dunn’ın kızıyla evlenecekmişsin. Evlenme, çok yaşlısın.
MANGAN, sendeler. - Bu pek tepeden inme oldu, kaptan..... Benden yaşlı adamlar...
KAPTAN, cümlesini tamamlar. - Elalemin maskarası olmuşlardır. Bu da doğru.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:35)
Elaleme rezil rüsvay olmak : Konu komşuya mahcub düşmek
Bk.: Ele güne
“Kız :
-Etme Halil Ağam, dedi. Halil:
-Olmaz. Ya bu, ya da elaleme rüsvay olurum!”
“Karacaoğlana bunu söylemeli miydi? Çok çok kötü. Elaleme rüsvay olmak ya? Sıcak terler
döküyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:146-7)
El altından : Gizlice, belli etmeden, karaborsa
“ ‘Büyük’ devletlerin, daha da zenginleşmek ve büyümek için el altından sattıkları silahlarla çıkan
savaşlara sözde çare bulmak için göstermelik toplantılar düzenledikleri bir toplum!”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:16)
“Gecenin kitabı olurdu bu, her aşırılığın temsil edileceği, sınır tanımayan bir kitap. Kendisiyle arasında
asla ilişki kurulamayacak bir kitap. Müsveddesi Dresden’den Paris’teki Paillard’a postalanacak, gizlice basılacak
ve Rive Gauche’da el altından satılacak. ‘Bir Rus Soylusunun Anıları’. Gerçek kaynağı olan Anna
Sergeyevna’nın hiçbir zaman görmeyeceği kitap.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:151-2)
“Sınırda, uyanık gümrük görevlilerinin saldırısına uğradım, adamlar iç çamaşırlarıma varıncaya kadar
bavullarımı ve kişisel eşyamı denetlediler, sonra da beni İsviçre’ye el altından bir karton filtreli MS sigarası
sokmakla suçladılar. Sonunda da, bavulumun yan cebinde nereden geldiği belli olmayan elli Frank gizlediğimi
keşfettiler, bu parayı bankadan satın aldığım konusunda belge de gösteremedim.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:29)
“ ‘Ne imiş?’
‘Efendim bu elektrik işi için Parti başkanı ile Belediye reisi zatıalinizi el altından bakanlığa şikayet
etmişler...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:43)
“CLEANTE - Gizlice öğrendiğime göre halleri vakitleri pek yerinde değilmiş, kıt kanaat geçindikleri
halde gene de gelirleri bütün gereksinimlerini karşılamaktan uzakmış. Düşün kardeşim; sevdiği bir kimsenin
durumunu düzeltmek; temiz bir ailenin gösterişsiz giderlerine el altından ufak tefek yardımda bulunmak ne
büyük bir mutluluk olur.”
(Moliere, “Cimri”, sa:37)
“Kardeşlik adıyla anılıyordu örgüt. Ayrıca bir de, el altından orada burada dolaştırılan, yazarının
Goldstein olduğu, egemen siyasal doktrinlerin karşıtı olan düşüncelerin özetlendiği müthiş bir kitabın öyküsü
kulaktan kulağa dolaşıyordu.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:19)
“KIRAL - Sevgili Gertrude, siz de çekilin. Çünkü Hamlet’i tesadüfmüş gibi Ophelia ile karşılaşsın
diye, el altından buraya çağırttık. Polonius ile ben, meşru bir casuslukta bılunacağız.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:80)
“Markiz yazı masasının gözünü çekti:
-İşte vasiyetnamem burada, dedi. Elmaslarımı sana bırakıyordum ama, bir şartla: Bunların satışından
gelecek para bitinceye dek senin bir atın olacak; sen de benim isteğim üzerine, bu ata bineceksin. Şimdi, senin
güzel bir atın olduğunu sağlığımda görmek mutluluğu uğruna, bu elmaslardan ikisini el altından sattırdım.”
(Stendhal, “Armance”, sa:21)
“Patron harbden kuşkulanmış, işi ortağına bırakıp Avrupa’ya geçmişti. Ortak işten anlamaz bir
mirasyedi paşaoğluydu. Eski hamalla bir olup el altından top top kağıt okutmuşlar, Yahudi katiple ‘birlik olarak’
kırtasiye mağazasını yarı yarıya aşırmışlardı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:133)
“Resmi makamlar bu tuhaf gece manevralarıyla pek ilgilenmiyordu. Acaba gerçekten uykuda mıydılar,
yoksa göz mü yumuyorlardı? Hareketi umursamıyorlar mıydı? Yoksa daha yayılmasını el altından destekliyorlar
mıydı?”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:445)
El altında olmak, tutmak : Hemen erişilebilecek bir konumda olmak
“Birden karanlığın içinde yatağının yanında bitiverdi, çocukluk günlerinden beri onun derdiyle
savaşırken kullandığı bir ilaçla birlikte tanıdık bir yüz getirmişti. O ilacı yatağının yanındaki dolapta hep el
altında tutuyordu. Mum ışığında bir çay kaşığında ısıtılmış zeytinyağı.”
(F. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:111)
“Çok sevilen bir resimdi kuşkusuz; ne hüzün ne de yalnızlık izlenimi uyandırıyordu, sanki asıldığı
yerde yatağın sıcaklığının bir partçası olmuş gibiydi. Birkaç gün öncesine kadar burada biri yaşıyormuş, bu
odayı bana döşeli ve çarşafları el altında olduğu için vermişler, diye düşündü doktor.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:107)
El aman : Tövbe, eline düştüm, bir daha yapmam
“Deli Fahri ayağa kalkıp boyun bükmüş, iki büklüm olup ellerini de göğsüne kavuşturmuştu.
‘Aman Ağam, aman eline ayağına düştüm, elaman Ağam... Tövbe, tövbe...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:27)
L’ élan vital : (FR.,FELS.) <L’elan vi’tal> : Hayati (Yaşamsal) güç = The life force (İNG.) The term is
central to BERGSON’s philosohy (İNG.)
Elapso tempore : (LAT.,ZAMAN,KOL.) <E’lapso tem’pore> : Bir zaman süresi geçtikten sonra = After
a certain amount of time has elapsed (İNG.)
El arabası : Özellikle -inşaat- yapılarda çalışan işçilerin alet ya da harç veya öteberi malzeme taşımaya
yarayan, bir tekerlekli ve iki kollu, şahsen yönetilen, demirden ya da tahtadan yapılı araç
“En sonunda, (Şair) son yazıtına varıncaya kadar bütün o yapı tamamlanınca, onca yıl kendisini hiç
yalnız bırakmamış olan sadık dostu el arabasına da bir mezar yapmış. Üstüne üstlük, (özdeyiş yaratacak bir
kafaya sahip görünen) el arabasının kendi manzumesini, kendi mezar yazısını yazmasına da izin vermiş. Araba
da
kendini
şöyle
dile
getirmiş
-------------------------------İşte artık tamamlandı eseri
Keyfine diyecek yok şimdi
Onun sadık dostu olan bana gelince
Baş
köşeye
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:396)
kuruldu
gönlümce.”
El atmak : Kontrolü kendi eline almak, işin başına geçmek; Elini kullanmak, karışmak
“Tim büyük olasılıkla bunun bir uyuşturucu baskını olduğunu düşünecekti. Kuşkusuz, Strathmore işe
bizzat kendisi el atacak ve basılan yerdeki ıvır zıvırın içinde altmış dört karakterli geçiş anahtarını kendisi bulup
yok edecekti.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:58)
“Doğanın gözlemlenmesinin yerini ruhun tragedyasının alması ilk Hıristiyanlıkta görülür. Ancak hiç
olmazsa, ruhsal bir doğaya da el atıyor, onunla belirli bir aynılığı devam ettiriyordu.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:59)
“Bildiğimiz gibi, bizden sonrakiler aç gözlüdürler, kolayca da tatmin olurlar. Yazılacak bir şey bulmak
için başkalarının yazdığı her şeye el atarlar. Bu yüzden siz yazarlar, gelecek kuşakların yapıtlarınızı
kullanmasından sakınmalısınız.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:169)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
---------------------------sesli, görüntülü, taşınabilir neye el atsan
sivri zeka bir aceminin korna sesi geliyor
ve milletin seçkin fikir adamları
ekabir sınıfında arz-ı endan ettiklerinde
göğüslerinde 678 elektrikli ısgara ile
ve iki bileklerinde 678 Navzer saat diziliyken
anlıyorlar ki
güçsüzlüğün nedeni kesenin boşluğudur, cahillik değil”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>-, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
“Dini imanı, halifeyi padişahı kaldırmışlar, Allah-ü Taala’yı kızdırmışlardı. Kızınca da elini eteğini
çekmişti dünyadan. Şimdi işler değişecekti. Yeni parti sayesinde. İnsanlar dinlerine dönecek, Allah-ü Taala da
onları affedip yeni baştan el atacaktı!”
(O. Kemal, “Üş Kağıtçı”, sa:243)
“ ‘...keseyi verene aşkolsun!’ demesiyle Selim Nuri, önce pantolon cebindeki servetine el atıp yüz on
iki buçuk kuruşu çıkarıp, ‘Buyurun yiğitler! Varlığımız budur. Ve de ananızın ak sütü gibi helaldir!’ diye
şakalaşmaya dökeyim derken, nursuz herif, ‘Uzatma, boşalt!’ diye kükredi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:265)
“Keman çalan bir kadın varmış da, kalın kalın bıyıkları varmış, beş tane akrabasıyla birlikte
oturuyormuş, bir tanecik kart tavuklarının gıdaklayarak yumurtladığını haber vermesini duyabilmek için kulak
kabartarak..... duyar duymaz da, kahvaltılarının yoksulluğunu giderebilmek için, tavuğun duyurduğu şeye ilk
önce kim el atacak diye bir koşu giderlermiş.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:141-2)
El ayak çekilmek, elini ayağını çekmek : Ortalıktan çekilmek, uykuya gitmek; ilgi ve katılışımı kesmek
“Köprünün üstünde el ayak çekilmişti. Üstünden başından amele olduğu anlaşılan bir adamla, yine aynı
yaşlardaa elbisesinden gemicişiği dökülen bir başka adam hiç konuşmadan yan yana cıgaralarını tüttürerek
Üsküdar’a doğru bakıyorlardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Mavnalar”, sa:38)
“Bu odayı yılda birkaç kişiye verdiğine, ayrıca her sabah toplanan paraları el ayak çekildikten sonra
çekmeceden alıp demir kasaya koyarken otelin hesabından kendi hesabına aktardığı bir liralara karşılık on beş
günde bir yataklardan birini ya da ikisini boş gösterdiklerine göre bunun önemi yoktu.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:20)
“Gecenin sessizliği içinde, atların kırma yerken ya da eşinirken çıkardıkları sesler, Ren sularının şırıltısı
ve dolu bir handa el ayak çekildikten sonra beliren anlatılması güç birtakım sesler işitiliyordu. Kapılar,
pencereler açılıp kapanıyor, belirsiz sözcükler fısıltıyla yükseliyor ve odalardan konuşmalar yankılanıyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:66)
“Irazca:
‘Bu gece bunlar burasını beklesinler,’ dedi. ‘Gözünüzü açın, biz de sergi yerine gidip kerpiçleri
kıralım! Hep beraber! El ayak çekilince. Millet yatıp uykulara varınca.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:117)
“...Şu Monsieur-le-Prince Sokağı da bitmek bilmiyordu. Ancak, o saatte el ayak çekilmiş Pantheon
Meydanını geçip de asansöre bindiğinizde rahat bir nefes aldınız ve yeniden kavuştunuz güven duygusuna.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:160)
“BEREKET
-------------Huysuz sanırdık annemi. Boş verilen işler,
tırtıklanmış bisküviler - en güzeli
el ayak çekildiği zaman
sakızımsı, değerli bir şey aşırırdı”
(Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07)
“ROSA - Yok, üzgünüm profesör, kocam terkettiğinden beri fotoğraf bile çektirmek istemiyor canım...
en merkezi bu yerdeki kuaförde çalışmama rağmen! Yeter, dedim! Hayattan tamamen elimi ayağımı çektim...”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:2)
“Oğluyla iftihar etmek isteyen babanın bu maaş saptayımı, bilmem neden, bana hep hüzünlü bir şey gibi
gelmişti. İşin tuhafı, maaş meselesiyle birlikte, esrarengiz kadın olayı unutuluyor, esrarengiz kadın pek uzun bir
zaman için Vedad’ın serüveninden el ayak çekiyordu.”
(S. İleri, “Kırık Deniz Kabukları”, sa:110)
“Bu sıkı göz hapsi içinde, defterimi ancak gece yarıları el ayak çekildikten ve belki de nöbetçi er
uykuya daldıktan sonra yatağıma sokulup yazabiliyorum. İhtiyaten lambamı da söndürüyorum. Ve İtalyan şairi
d’Anunzio’nun ‘Nocturno’yu yazdığı gibi bütün bu yazıları el yordamıyla karanlıkta karalıyorum. Okuyabilene
ne mutlu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:160)
“Düşün ki, her akşam dükkandan el ayak çekilince baş başa kalıyordum onunla! İster iyi havalarda
limana kadar uzanalım; ister kötü havalarda eve kapanıp çene çalalım, mutlaka baş başa kalıyorduk.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:115)
“Bir düştü. -Önümde bitimsiz uzanıyor
Solgun deniz ve el ayak çekilmiş kıyıdan
Fırtına kasıp kavurmuş, bulanık gün ışığı
Ve kırlara doğru uçuşuyor katar katar bulutlar.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:39)
“Bir çeşit lonca gibiydiler. Gürültülü günümüzün ortasında yaşıyan keşişlere benzerlerdi. Günlük
olaylardan bile bile el ayak çekmişlerdi.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:175)
El ayak öpmek : Hayati bir konum için (Af dilemek, hayatı bağışlanmak, yaltaklanmak vb.) ve Eski Osmanlı
İmparatorluğu saray adetlerinde Hünkara gösterilen saygı olarak; (Mec.) Birine yaranmak için yaltaklanmak,
biat etmek
“Sancho defalarca temennalar etti <ellerle yerlere kadar eğilmek, öpücükler göndermek>, el ayak öptükten sonra,
ata binmesine yardım etti. Kendisi de eşeğine bindi, arabadaki hanımlardan izin falan istemeden, tek kelime
etmeden, atını sürüp oradaki ormana dalan peşine düştü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:60)
El basmak : Yemin etmek; ‘Kutsal Kitap’(lar) <İncil, Kuranı Kerim, Tevrat> üzerine and içmek ya da yemin
etmek
“Teveles, tümen mahkemesindeki savunmasında, ‘kitaba el basarım, bölük komutanı gümüş madalya
alacağımı söylemişti,’ demişti. ‘Ama son çarpışmadan kimse sağ çıkmayınca, ben de hastanede bir Bosnalıdan
bir gümüş madalya satın aldım.’ Gönüllü pırpırlarına gelince, onları koluna sarhoşken dikmiş, hiç ayık
dolaşmadığı için de bir daha çıkarmamıştı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:426)
“JOHANNA - Nedir o ?
LENI - Kutsal Kitap. Aile toplantılarında kesinlikle bulundurulur. (Johanna hayretle bakar. Leni
bezgin, ekler.) Hani… belki…yemin etmemiz gerekebilir diye…..
JOHANNA - Yemin edecek ne var ki ?
LENI - Belli olmaz.
JOHANNA (Emin olmak isteyerek ve gülerek.) - Ama sizler ne Tanrı’ya inanırsınız ne de Şeytan’a.
LENI - Doğru. Ama kiliseye gidip Kutsal Kitaba el basarız.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:21)
El bebek gül bebek : Nazlı, şımarık, el üstünde her isteği söylenmeden yapılarak yetiştirilen çocuk; o tür hayat
“-Haklısınız. Bu durumda sizinle evlenecek olursam kendi kendimizi aldatmış oluruz. Size uygun biri
değilim. Zengin aile kızıyım, el bebek gül bebek yetiştirildim. Hep arabalarda gezer, çulluk eti, ballı börekli
yerim ben...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:34)
“Dahası yeni evimde ertesi gün hayata hüzünle alışmaya çalışırken, pijamalar giydirilerek, el bebek gül
bebek yatırıldığım öğle uykusundan uyandıktan sonra, Pamuk Apartımanı’ndan edindiğim bir alışkanlıkla,
evdeki hizmetçiye ‘Emine Hanım, gel beni kaldır, giydir’ diye buyurduğumda beklenmedik bir şekilde
terslenmem beni sarsmıştı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:86)
“Bütün bu serüven bir dakika bile sürmemişti. Fabrice’in yaraları önemli değildi. Albayın gömleğinden
biçilen sargılarla kolunu sımsıkı bağladılar. Hanın ilk katında ona bir yatak hazırlamak istiyorlardı. Fabrice de
başçavuşa:
‘İyi ama, ben burada birinci katta el bebek gül bebek nazlandırılırken, ahıra kapatılan atım tek başına
sıkılıp bir başka efendiyle gitmeye kalkarsa?’ dedi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:91)
“Bu muydu ona verilen emeklerin karşılığı? Bu muydu el bebek gül bebek büyütülmenin mükafatı?
Kime çekmişti bu kız? Tamam annesi şöyleydi böyleydi, ama Allah için bu taraklarda bezi yoktu. Efsun nasıl
yapmıştı bunu?”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69)
Elbette : Mutlak surette, kat’iyetle, kuşkusuz
“-Ama, kasıtlı olarak yapmadı herhalde, değil mi?
-Elbette kasıtlı olarak yaptı, hem de herkesin gözü önünde! Bir şeye sinirlenmiş. Zaten çılgının teki!
Beni havaya atıp tuttuktan sonra, öfkeden küçük parmağını kırdı.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:23)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ II
Şöyle bir baktı papaz bekleyen kurbanlara;
Kimi işçi çocuğu, kimi zengin çocuğu
Kaçın kurrası papaz, elbette bula bula
Bir bekçinin zavallı, yoksul kızını buldu:
‘Tanrı bu kızı uygun gördü büyük gün için
Rahmetini kar gibi yağdıracak alnına.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:109)
El birliği etmek : Birleşmek, aynı fikirde olmak, bir antant <Fr. anlaşma> imzalamak
“Herkes onun çetin ceviz ve çok canavar ruhlu olduğunu söylemekte el birliği etmişti, herhalde bunda
bir gerçek payı olmalı idi? Peki o benim dostluğumu neden istemişti? Çok genç olduğumdan, yararlı bir sonuca
varamıyordum ve onun gerçek nedenini bir türlü anlıyamıyordum. Benim kaba veya zarif olmam onun için
neden önemli sayılırdı?”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:19)
El çabukluğu marifet : Hile hurdasını çabuklukla kimseye sezdirmeden yapabilme
“HJALMAR - Onlarda hizmet ettiğin vakit Werle ile aranda bir ilişki olduğu doğru mu, söyle, olası
mı?
GINA - Hayır, doğru değil… O zaman yoktu… O zaman Werle peşimden koşardı. Bu doğru. Karısı
da bunu bir şey zannetti, el çabukluğu marifet, rezalet çıkardı, beni azarladı, dövdü, ben de çıktım gittim.”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:116)
“Konu Binbir Gece Masalları’ndan açıldığı için, adını taşıyan hikayenin, aslında binbir gecenin
hiçbirinde anlatılmadığını ama Antoine Galland tarafından kitap iki yüz ell yıl önce Batı’da ilk yayımlanırken,
sayfaların arasında el çabukluğu marifet sıkıştırılıverdiğini anlattım.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:46)
“Auguste babasının fedakarlığını hemen taklit etti: Ticarete atıldı ve başarılı oldu. Geriye, belirgin bir
yatkınlığa sahip olmayan Louis kalıyoru. Baba, bu sakin oğlanın yakasına yapıştı ve bir el çabukluğuyla papaz
yaptı onu. Daha sonraları Louis, uysallığı, ünlü Albert Schweitzer’in bu dünyaya gelmesine neden olacak kadar
ileri götürdü.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:9)
“... insan soyunun düşmanı, bizim güzel nutuklarımıza katiyen aldırmamış oluyor ve Prusyalıların
üstüne, başladıkları geçit resmini bitirmelerine vakit bırakmadan, terbiyesiz ve vahşi usuliyle atlıyor, el
çabukluğu marifet, onları bir temiz pataklıyor ve gidip Potsdam sarayına kuruluyor.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:185)
El çekmek : İlgisini kesmek, uzaklaşmak, artık yapmamak
“Baha Veled’in hükmü altında olsun diye, Baha Veled’i padişahlık tahtına oturtmak için söz birliği
ettiler, fakat Baha Veled kabul etmedi ve hiç razı olmadı. Bir gün babasının kütüphanesine girdi. Kitapları tetkik
ederken dünya kraliçesi olan annesi ‘Bizi babana bu bilimler ve hikmetleri bildiği için vermişlerdi’ dedi. Bunun
üzerine Baha Veled kendini tamamiyle dini ilimler eğitimine verip çalıştı ve dünya mülkünden tamamiyle el
çekti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:4)
“Davud da müzisyen olarak kalsaydı bie yine yaşlanmaktan, çirkinleşmekten, yüreği tasayla dolup
taşmaktan yakayı kurtaramayacaktı. Oysa müzisyenlikten el çekmekle yüce Davut’luk makamına ulaştı, büyük
işleri başardı ve mezmurları kaleme aldı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:56)
“Dinleyiciler arasında, M. Géborand adında, işten el çekmiş, tefeci zengin bir tüccar vardı. Kaba yünlü
kumaş, şayak, çuha ve bir tür kasket satarak iki milyon kazanmıştı. M. Géborand ömründe hiçbir yoksula sadaka
vermemişti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:30)
“Kurnaz memur:
-Bu demek oluyor ki, diye yanıtladı: Biz burasını Kirila Petroviç Troyekurov’a devretmeye, işi
olmayanların da kuzu kuzu çekip gitmelerini bildirmeye geldik.
-Fakat siz herhalde, köylülerimden önce bana başvurabilir, derebeylik haklarımdan el çekmem
gerektiğini bildirebilirdiniz...”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:42)
Elçiye zeval olmamak : Aradaki kişiye halel-zarar getirmemek, dokunulmazlığı olmak
“Öyle söyle, öyle söyle, hadi kızım. ‘Masume Hanım Teyzem, öyle bir şey söylememiş’ de. Hadi.
Tabii, tabii, elçiye zeval mi olurmuş! Hadi güle güle, hadi bakayım kızım güle güle... Mahalle karısı bunlar
komşum mahalle karısı.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“Hakim sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
-Pekala öyleyse... dedi, bu habis (Şah İsmail) ‘elçiye zeval yok!’ kaidesini kabul etmez. Bizimle
rekabet davasındadır.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:86)
Elde avuçta bir şey kalmamak, ne varsa, olmamak : Bütün varlığı, malı mülkü, servetini kaybetmek
“Yaşadıklarım, beni bunun tam tersi bir yöne itti. Parayı hüçbir zaman sevmedim. Ona heğ bir araç
gözüyle baktım. Elimde avucumda ne varsa başkalarıyla paylaşmak, çoğu zaman da onlara payın büyüğünü
ayırmak, benim için artık bir yaşama biçimi olup çıktı.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:186)
“Çelkaş nefretle tükürerek sırtını delikanlıya döndü. Oğlan konuşmasını sürdürüyordu:
-Beni ele alalım... Babam öldü.. Elde avuçta bir şey yok. Anam yaşlandı. Toprak desen, işlemek için
para ister!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:68)
“Bir yıl Cumberlands’e felaket bulutları çöktü. Ürün o yıl çok verimsiz olmuş, hemen hemen elde
avuçta hiç bir şey kalmamıştı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:147)
“Annem artık sızıltılarını artırmaya başladı. Kadın haklı ama, ben ne yapayım? Bir kere kendimizi
akıntıya kaptırdık. Zavallı hatun diyor ki:
-Ben göçüyorum, oğlum, ben göçüyorum... Yalnız, göçen ben değilim, bu koskoca ev de benimle
beraber göçüyor. Sen ise, gün günden işi azıtıyor, gün günden terelelli oluyorsun.... Senin bu hoppalığın,
şımarıklığın yüzünden elde avuçta olanlar da yavaş yavaş suyunu çekiyor. Rahmetli babacığın mezardan başını
kaldırsa da şimdi senin bu haline bir baksa, sana neler demez?”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:258-9)
Elde etmek : Sahip olmak, karşıt cinsi kendine ilişki ya da nikahla bağlamak
“İhtiyar kadın:
-Seni gidi sarhoş diye haykırırdı, aşık olduğunuz süre kızı elde etmek için diliniz bir karış dışarıda
peşinden koşarsınız ama bir kez onu nikahladıktan sonra bir köpekten farksız olur gözünüzde!..”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:92)
“Madam dul kaldı kalalı, evin tüm müdavimleri (müşterileri) onu arzuluyor ama bir türlü elde
edemiyorlardı. Madamın aklı başında bir kadın olduğu söyleniyordu ve evin pansiyonerleri de şimdiye kadar pek
bir şey öğrenmiş değildi.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:34)
“Sesini kesti.
-Hadi Rosacığım, böyle durma, bağışla beni, dedi Gertrudis bir öpücük kondurarak.
-Ya yine başlarsan...
-Yok, yok, başlamayacağım!
-Peki, ne diyeyim ona?
-Evet de!
-Ya kolayca elde ettiğini sanırsa...
-Öyleyse hayır de...”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:19)
El değer etek değmez : Çarçabuk, göz açıp kapayıncaya dek
“Azığı, el değer etek değmez, hazırlayıverdi. Ocakta kaynamakta olan çorbadan da çorba koydu
Memed’in önüne. Memed, çorbayı bir anda sümürdü. Gözle kaş arası azığı beline bağladı, keçileri önüne kattı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:26)
El değmedik; El değmemek, El değmemiş : Temiz kalmak, yeni olmak; Issız, bakir, kimselerin uğramadığı,
keşfetmediği, dokunmadığı, işlemediği (Kız, toprak)
Bk.: El sürmemek
“Luisa Porto’nun Kayboluşu
1.
----------------------------Artık bırakın aramayı. Susturun radyoları.
Kalplerin dertlerden arındığı
ve eldeğmemiş bir bakire hayalinin belirdiği
mavi bir bahçede açan taç yapraklarının erinci
içindeyim.
Hissederek anlıyoruz.
aramanın artık bir yararı yok
sevgili kızım Luisa’yı.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 04.08.05)
“SARI MASKE
-----------------El değmedik gölgeler
Su gidiyor
sade ve güzel
sarı maskesinin ardında
gidiyor güneş daha ileriye
ve bu saat
çoktan kayboldu”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“Güven ve dostluk, güneş ve beyaz evler, belli belirsiz fark edilen küçük ayrımlar, oh! El değmemiş
mutluluklarım yoldan çıkıveriyorlar ve akşam vaktinin hüznünde, genç bir kadının gülümsemesi ya da her şeyin
bilindiği bir dostluğun zekice bakışıyla yakama yapışıyorlar.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:25)
“İlkbaharda, Tipasa’da tanrılar oturur ve tanrılar güneşin ve pelin kokularının, gümüş zırhlı denizin, el
değmemiş mavi gökyüzünün, çiçeklerle kaplı yıkıntıların ve taş yığınları arasında kabar kabar kabarmış ışığın
içinde konuşur.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:15)
“İçindeki bu karanlıkta, şu aç ateşlilik, benliğinde hep yaşamış olan, varlığını bugün bile el değmemiş
durumda koruyan şu yaşama çılgınlığı doğmaktaydı, yalnız -yeniden bulduğu ailenin ortasında ve çocukluğunun
görüntülerinin karşısında- gençlik çağının geçip gittiği düşüncesini, bu birdenbire korkunç görünen düşünceyi
daha bir acılaştırıyordu.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:217)
“AÇIK DENİZLER
-----------------------Düşünürüm bir başka boyutuBir karşıtlık merkezi bir Weymouth rıhtımında,
Açık bir vaftiz evi, ıslak saçlar yanağımın üstünde;
Ve kıyasların yetersiz gönül borcuyla
Gizlice soktuğu hep inananların
Her zaman tehdit edilmişş, ancak
el değmemiş bir dünyaya.”
(Jack Clemo<1916-1994>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.09)
“Dirseklerimin altındaki küpeşte demirinin tuzlu yapışkanlığını hissederken dürbünü deniz çizgisine
ayarladım, yavaş yavaş kuş yuvası limanıyla Kouloura’nın Agni’ye doğru kaydırdım. Kuşkusuz beyaz evi
arıyordum... ama acaba şimdiye kadar çoktan yağmurlar yüzünden pas lekeleriyle kararmamış mıdır? Hayır,
eskiden olduğu gibi pırıl pırıl ve el değmemiş halde görüş alanının içine girdi; üstelik orada hiyeroglif biçimleri
gibi duran köylü dostlarım vardı. Athenaios evin önündeki gri kayanın üzerindeydi, eskiden hep yaptığı gibi
güneşin doğuşunu seyrediyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:360)
“Eğer gerçek bir hanımın ya da el değmemiş bir genç kızın gönlü fethedilirse, er veya geç kocalar ve
babalar durumu fark eder ve kavga çıkardı, hatta bazen silahlar konuşurdu, hatta ölenler ya da yaralananlar
olurdu, ama hemen hemen her zaman koca ya da baba kaybederdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:74)
“Kitaplığı kuşatan suskunluk ve karanlığın nedenleri burada yatıyor dedim kendi kendime; burası bilgi
dağarıdır; ama bu bilgiyi, ancak onun kim olursa olsun bir başkasına, hatta rahiplere bile ulaşmasını
önleyebilirse, el değmemiş olarak koruyabilir.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:284)
“Ruhum lambaların değişken sisine dalmak için tramvay camlarını siliyordu. Sis, el değmemiş kız
kardeşim benim... Kalın, donuk, gürültüleri saran ve şekilsiz hayaletler yaratan bir sis...”
(U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:9)
“TUTSAK
seni istiyorum ve biliyorum ki
gönlümce kucaklayamayacağım
sen, aydınlık ve el değmemiş gökyüzünün
ben, bu kafesin köşesinde bir kuşum, tutsağım”
(Furuğ-Ferruhzade<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri”, sa:32)
“Bu da Abram Strong’un Aglaia adına diktiği ikinci anıttı. Belki bir ozan konuya güzellik açısından
bakar ve sadece bir işe yarayan çuvallarca unu küçük bir kızın anısına yakıştıramaz. Ama bazılarına göre saf, el
değmemiş, ak unun sevgi ve iyi niyet elçisi olarak uçuşması, küçük çocuğun ruhunu anılarda yaşatacak bir
güzelliktedir.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:147)
“YAŞLI KADIN - İlk günden beri değişmedi bu, benim sevgim de durmadan kendini yeniliyor..... Her
şafakta dünya yeniden doğuyor, tertemiz, el değmemiş. Bu kadar hüzünlüysen, beni yeterince sevmiyorsun
demektir.”
YAŞLI ADAM - Hiçbir şeyi sevmiyorum. Ama seni seviyorum.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:226)
“Türküler Vardır...
Dağkızı 3
Gemsiz bir kısraktır saçlarım
Ayçalı otlağında gecenin.
Tahıl tarlasına kokar tenim,
Çiy kokar el değmemiş soluğum.”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“Ellinci Gün
-------------Okşa estikçe,
yavruların yüğzündeki
masum gülücükleri;
yay, o saf pembeliği
tüm yüzüne genç kızların;
gönder karanlıktaki el değmemişlere
o saf ve el değmemiş mutlulukları;
kutsal, utanıp da açamadıkları
aşklarını utangaç gelinlerin.”
(Alessandro Manzoni <1785-1873>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“YAĞMURLAR
I
-------------------Ve serilmiş yatağımı, ey tuzak! Kıyısında öyle
bir düşün,
Canlandığı ve büyüdüğü ve çevrinmeye durduğu
yerde şiirin açık saçık gülü.
Ürkünç Tanrısı gülüşümün, işte av etleri tadıyla
tüten yeryüzü,
El değmedik suyun altındaki ıssız kil,
uykusuz kişilerin adımlarıyla yunup yıkanmış”
(Saint-John Perse-Sait Maden, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.06.02)
“Hiç kimse, bu uçsuz bucaksız,
el değmemiş ormanında
<1931>
Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş
ormanında
Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez
Kendi bildiği Tanrı’yı.
Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır
duyulan.
Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız,
Geçer giderler, bizim gibi.”
(Ricardo Reıs-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04)
“Fransa’da bir yerde Pierrette tarzında pırıl pırıl bir genç kız vardı, çiçek gözlü, taşralı bir kız, kendini
onun için el değmemiş olarak saklıyordu; bazı bazı gelecekteki efendisini, bu tatlı sert adamı düşlüyordu.
Kızoğlankızdı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:229)
“Şimdi en mutlu çağın doruğu senin yerin;
Bak, can atıyor nice el değmemiş bahçeler
Erdemle sana canlı çiçekler vermek için:
Bu düzmece eşlerden sana çok daha benzer.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:16, sa:73)
“Evin neresine bakılırsa bakılsın uzun zamandan beri el değmemiş olduğu anlaşılıyordu. Kapının ne
tokmağı, ne de zili vardı; boyası yer yer kabarıp dökülmüştü.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:17)
“İşte dünyaya böyle bir hırsla açılmış olan duyularının aracılığı ile, Balzac’ın özel hayatına kadar
sokulan ve ruhunun henüz el değmemiş dünyasını binbir canlı ve renkli hatıra ile dolduran olağanüstü vakalar!”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Balzac’, Cilt:II, sa:6)
Elden ağıza yaşamak : Eliyle ne kazanırsa ağzıyla onu yemek; sınırlı, mütevazı bir hayat sürmek
“ELLIE -... Çok yaşlı, çok zengin bir adamla evlenmek isterdim. Sizinle evlenmek isterdim. Mangan’a
varacağıma size varırım seve seve. Çok zengin misiniz?
KAPTAN - Hayır. Elden ağıza yaşıyorum.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:108)
Elden ayaktan düşmek : İhtiyarlamak, günlük yaşam için başkalarının yardımına muhtaç bir hale gelmek
Bk.: Elden koldan düşmek
“O, ölüm haberini nasıl karşılıyordu acaba, diye düşünmüştüm. Ölümlerin en korkuncunu ölmeden önce
yaşamıştı. Ölümden değil, yaşlanmaktan, elden ayaktan düşmekten korktuğunu anlatmıştı dostları.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:138)
Elden bırakmak, bırakmamak : Vazgeçmek, boş vermek, gücü yetmeyerek tutmakta olduğu (fiziksel ya da
zihinsel) dayanak, amaç, ihtiyatı gözden çıkarmak; Tutmak;Yapmakta olduğu şeyi yapmaya devam etmek;
İhtiyatlı olmak
“Ortak, parayı da çıkarıp verdikten sonra, gene gülmeyi elden bırakmayarak, ‘Sizi bir yerden gözüm
ısırıyor,’ dedi. ‘Benimki de sizi ısırıyor,’ diye yanıtladı onu satıcı kabaca. Kendisine gülünmesinden bıkmıştı; bu
iş arkadaşı ya onunla alay ediyordu, ya da deliydi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:300)
“Daha gece on haberleri bile okunmamıştı, ama Jim Beam şişesini neredeyse boşaltmıştı. Bourbon’un
ona yalnızlığına katlanma gücünü verdiğini hissediyordu. İçinden bir ses, her şeye boş verip kendini tutmayı
elden bırakmasını söylüyordu. Düşündüklerine hiç itirazı yoktu. İçindeki sesin düşündüklerine. Öyle olsun.
Hepinizin kellesini uçuracağım. Hemen değil. Sonra. O zamana kadar size dalkavukluk edeceğim.”
(M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:188)
Elden çıkar(t)mak : Değerinden aşağıya satmak, satmak zorunda kalmak
“... öne kocaman siyah karpuzlardan koyacağız. Bunlar kalın kabukludur, hep kırmızı çıkarlar. Ama
çabucak kof cevizlere dönerler. Vodina kavunları en yi cinstir. Kokuları dışında değil, içindedir. Bu çitili,
üzerleri çentikli kokulu kavunlar yumuşayıverirler, eziliverirler, onları çabuk sürmelidir. Ne pahasına olursa
olsun elden çıkarmalıdır.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Bir Karpuz Sergisi”, sa:34)
“Yaptıkları işe çöpleri temizlemek deniyor; Miles da söz konusu emlakın şimdiki sahibi yerel bankalara
‘ev bakımı’ taşeronluğu yapan Dunbar Emlak Şirketi’nin iş verdiği dört kişilik bir ekiple çalışıyor. Güney
Florida’nın uzayıp giden düzlükleri bu öksüz yapılarla dolu ve bunları olabildiğince çabuk elden çıkarmak,
bankaların içine geldiği için, boşlamış evlerin hemen temizlenmesi, onarılması, alıcı adaylarına gösterilebilecek
hale getirilmesi gerekiyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:11-2)
“... Bud anlatmaya koyuldu. ‘O zamanlar çiftliğin sahibi New York’lu zengin Sterling’ti. Adam çiftliği
elden çıkartmaya karar vermiş ve satın almak isteyen sendika üyelerine çiftlik hakkında bilgi vermem için beni
New York’a çağırtmıştı.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:135)
“Bu yılki hasat şöyle böyleydi. Üzüm kıttı iyice, fazla armut da yoktu, ama limon pek boldu, ister
istemez sudan ucuza elden çıkarmak zorunda kaldık.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:134)
“Sidarta kaybettiği zamanlar serinkanlılığını eskisi gibi koruyamıyor, eli ağır borçlulara karşı eskisi gibi
sabır gösteremiyordu artık; dilencilere karşı iyi kalpliliğini elden çıkarmış, bağış için gelenlere bağışta
bulunmaktan, borç istiyenlere borç vermekten zevk almaz olmuştu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:95)
“Çok basit bir şey yapıyor, sonra diyor ki:
‘Bunun’ hiçbir zaman yapılmamış, düşünülmemiş, söylenmemiş olduğunu anladım, - Sonra birden hiç
el değmemiş gibi gördüm her şeyi. (Yeryüzünün bütün geçmişi, tümüyle erimiş şimdiki dakikanın içinde.)
(A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:97)
“ ‘İçimdeki dünyayı elden çıkarmayayım, zamanla kavrulup gitmeyeyim diye her Allahın günü dua
ediyorum,’ diye yazar Kapff’a yolladığı bir mektupta...”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:42)
“İkisi de annelerinden güzellik yanında ticaret ruhunu da aldıkları için, ikiz kardeşler bu altının hepsini
elden çıkarmadılar; hayır, herkesten daha akıllı davranarak, paralarını tefecilik ve faizcilik yoluyla işlettiler,
çoğalsın diye parayı Hıristiyanlara, dinsizlere ve Yahudilere verdiler.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:181)
Elden düşme : İkinci el, kullanılmış meta (araba, elbise, ev eşyası, giysi, kitap vb.
“Maria Holyoke, Massachusetts’de büyümüştü. Kendisi altı yaşındayken boşanan ana babasının tek
çocuğuydu. 1970’te liseyi bitirince, sanat okuluna girip ressam olmak düşüncesiyle New York’a gelmiş, ama
birinci sömestrin sonunda ilgisi tükenmiş, okulu bırakmıştı. Sonra elden düşme bir Dodge pikap alıp Amerika
turuna çıktı. Her eyalette ikişer hafta kalıyor, garsonluk, mevsimlik tarım işçiliği gibi işlerde çalıp bir yerden
ötekine gitmeye yetecek parayı kazanıyordu.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:64)
“CALVIN KLEIN’ın Obcession’u
------------------------------------------Çünkü adı olmayan anılar vardır; bilmezsiniz ne
isteyeceğinizi.
Güneş ışığının en saf dokunuşu, ani bir meltem,
çağırabilir
O ana dek hiç bulunmadığınızı düşündüğünüz
yaşamınızın bir köşesini
Annesi, örneğin, sahipti bu elden düşme
dükkanına,
Kürkün geldiği, başka birinin izleriyle adsız. Altüst
edip
arayarak
Manto ve elbise yığınları içinde, rast geldim bir şeye.”
(Ciaron Carson<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.06.05)
“Bilim adamlarının bu açıdan edebiyata yaklaşımları konusunu ise Nermi Uygur, şöyle değerlendiriyor:
‘Bazıları elden düşme diye varsın hoşgörsün edebiyattaki bilgiyi, en titiz bilim adamları, bir de bakıyorsunuz,
kendilerinden etkilensin etkilenmesin, edebiyat yazarlarını anıyorlar.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:172)
“Kırtasiye kısmı iyice oturmuş durumda ve dükkan onunla yaşıyor; ama bence eski ve yeni, özellikle
seyahat elkitapları olsa sessiz sessiz, bir kararda satar. Arkadaşıma ne önereyim? Daha büyük bir stok için ne
kadar sermaye yatırması gerekir? Ya elden düşme kitaplar? İndirim ya da iade sistemi var mı?...”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:149)
“Annemin ailesinin birçok işi vardı, güzel ve temiz evlerde yaşamışlardı ve henüz otuzlarında olan bir
amcasının arabası bile vardı ki, bu az buz bir şey değildi o günlerde. Onların çocukları hep yeni ve güzel
elbiseler giyerdi, bizimkiler ise elden düşme idi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:9)
“Kern, en yakın köşebaşındaki bir kahvede kendini bekleyen Ruth’un yanına gitti. Kızın önünde bir
şehir planıyla Fransızca bir sözlük vardı. ‘İşte,’ dedi, ‘bu arada bir kitapçıdan ben de bunları satın aldım. Ucuz,
elden düşme. Paris’i fethetmek için bu iki silaha ihtiyacımız olacağını sanıyorum.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:392-3)
“İvan İlyiç evin düzenini de üzerine aldı. Duvar kağıtlarını kendi eliyle seçti, evin mobilyasını elden
düşme eşyalarla alarak beğendiği döşemelik bir kumaşı kaplattı, bunları günün anlayışına uygun bir hava verdi.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:47)
“ ‘Eksiksiz bilgi sahibi adam: Çağdaş ideal işte budur. Eksiksiz bilgi sahibi adamın zihniyse ürkütücü
bir şeydir. Elden düşme züccaciye satan bir dükkan gibi, baştan aşağı toz ve eciş bücüş nesneler, canavarlar.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:21)
“Yazarın sözleri ya saldırganlık doludur ya da büyük bir boyun eğmişlik ifade ediyordur. Yazar ya
‘yalnızca bir kadın’ olduğunu kabul etmekte ya da ‘bir erkek kadar iyi’ olduğunu ileri sürerek karşı çıkmaktadır.
Eleştirileri, huyuna göre ya yumuşak başlılık ve çekingenlikle ya da öfke ve direnmeyle karşılamaktadır. Ne gibi
bir tepki gösterdiği hiç fark etmez; önemli olan asıl konudan başka şeyleri düşünüyor olması. Ve kitabı başınıza
iner. Tam orta yerinde bir aksaklık vardır. Ve elden düşme kitap satan dükkanlarda, bir elma bahçesindeki
üzerleri kabarcık dolu hastalıklı elmalar gibi etrafa saçılmış yatan kadın yazarların kitaplarını düşündüm. Onları
çürüten tam orta yerlerindeki aksaklıktı. Kadın yazar kendi değer ölçütlerini, başkalarına uymak adına
değiştirmişti.”
(V. Woolf, “kendine ait bir oda”, sa:89)
Elden ele (dağıtmak, dolaştırmak, geçirmek, vermek) : Çok sevilen ya da arzu edilen bir şeyi, meraklıları
arasında elden ele geçirmek
“Tekrar dışarı çıkmak istiyordum; makinelerden nefret ediyor, sodalı suyun kokusundan nefret
ediyordum... Kızlar kıkırdayarak sapıklıkları herkesçe bilinen bir erkek film yıldızının yatak çarşafını elden ele
dolaştırıyorlardı.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:59)
“O GÜNLER
--------------biz sokağın tozunda aşkımızı okurduk
biz, güneğiklerin saf diline
aşinaydık
kalplerimizi masum sevgiler bahçesine götürür
ağaçlara ödünç verirdik
ve top
buse sözleriyle dolaşırdı
elden ele
ve aşktı, o tanımlanamaz duygu”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:74)
Elden geçirmek : Düzenlemek, onarmak, düzeltmek
“Benim için kurtuluş yoktu. Bu işin yapılması gerekiyordu, yapacak başka biri de yoktu. On gün
boyunca babamın eşyalarını elden geçirdim, evi boşaltıp temizledim, yeni sahiplerine hazırladım. Berbat, ama
aynı zamanda da garip bir biçimde gülünçtü o günler, insanın gözünü karartıp olmayacak kararlar aldığı bir
dönemdi: Onu sat, bunu at, şunu ver.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:19)
“İşte o işlemler sırasında kitaplığımı da iyice bir elden geçirmiştim. Aradan geçen dört yıl ,çersinde,
evde odamın dört duvarındaki raflardan taşıp önce koridora, oradan da -kendilerince sinsice!- oturma odasının üç
duvarına ‘sıçrayan’ kitaplarımı bir daha düzeltmedim.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Oturmuyor”, sa:90)
“İlk işi, en büyük dedelerinden birinden miras, asırlardır evin kimselerin uğramadığı bir yerlerinde
küllenip duran pas tutmuş zırhı elden geçirmek oldu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:14)
Elden geldiği kadar, elden geldiğince : Yeteneği dahilinde; Yapabildiği kadar
Bk.: Elinden geldiğince
“ELDEN GELDİĞİNCE
İstediğin gibi yön veremiyorsan hayatına,
hiç değilse kalabalıklarla yüz göz olup
her yere koşuşturup türlü gevezeliklerle
onu rezil etmemeyi dene
elden geldiğince.”
(Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.07.03)
“Prens, ülkesine döndüğünde, Rusyada görüp görmediği sorulabilecek en küçük bir şeyi görmeden
geçmek istemiyordu. Ayrıca, Rus eğlencelerinin hepsinden de elden geldiğince yararlanmak istiyordu. Vronski
bu iki alanda da arkadaşlık etmek zorundaydı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:671)
“‘Biraz eğitimimle ilgili nedenlerden kaynaklanıyordu bu, çünkü o zamanlar evdekilere kök söktüren
pek huysuz bir çocuğa dönüşmüştüm, annemle babam benimle başa çıkamaz olmuştu. Bu bir yana, “eyalet
sınavı”na elden geldiğince iyi hazırlanmam gerekmekteydi.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:23)
Elden gitmek : Kaybetmek, kaçırmak
“Ama kaçtı bütün rahatım artık
Sevincim, neşem gitti elden.
Kulaklarımda, hala bugün de
O tatlı nağme bana seslenen,
La, la, la! Le ralla! Ve ilh...”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘İmana Gelen Kız’, sa:38)
“Antoine Richis’in kızıyla şehirden çıkışı insanların üzerinde derinliği garip bir etki yaptı. Bir ilkçağ
kurban törenine katılmış gibi duygular içindeydiler. Richis’nin Grenoble’a, yani kız katili canavarın bir süredir
gezdiği şehre gittiği haberi yayılmıştı..... Pek belirsiz bir duyguyla kızıl saçlı güzel kızı az önce son kez
gördüklerini, Laure Richis’nin elden gittiğini seziyorlardı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:206-7)
Elden koldan düşmek : Fiziksel, bedensel olarak yetersiz olmak, hasta ya da yaşlı olup çaresiz kalmak
“BİR KALKAN KONUŞUYOR
Derken, attı beni bir gün yazgım
korkunç savaşın dışına; dinledim
şarkılarını kızların çepeçevre sarmış,
dans ederken, tapınağını Artemis’in.
Epiksenos bırakmıştı beni oraya
elden koldan düştüğü bir zaman.”
(Nikias, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:48)
Elde yok, avuçta yok! : Vere vere elimizde artık hiç bir şey kalmadı
“Yörük Hoca :
-Bu gidişle bizim de olacağımız o... dedi. Ver, ver, ver. Elde yok, avuçta yok! Sonumuz n’olacak?”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:225)
Ele almak : Gözden geçirmek, konu yapmak, incelemek
“Yalnızca üç-beş sayfalık yayımlanabilir türden bir düzyazı yazan bir yazar, ne kadar alçakgönüllü de
olsa, okurdan bir duyarlılık beklemenin ötesinde, en basitinden bir romanı ya da Bild-Zeitung’da yer alan bir
baş yazıyı farklı bakış açılarıyla inceleme yeteneğini ele alacak olursak, bu duyarlığı şart koşmak zorundadır.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:11)
“Basının gösterdiği olağanüstü ilgiyi burada belirtmemiz gerekiyor. Çünkü yalnız GAZETE değil, onun
yanı sıra başka gazeteler de bir muhabirin öldürülmesini inanılmayacak kadar korkunç bir olay, sanki ortada kör
bağnazlık yüzünden bir insanın kurban edilmesi olayı varmış gibi ele almışlardı.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:15)
“David bir başka yol deniyor. Yazdığı notaların olduğu sayfaları bir kenara bırakıyor, o şımarık,
zamanından önce gelişmiş yeni gelini kendisine tutkun İngiliz soylusuyla baş başa bırakıp Teresa’nın dönemini
ele almaya çalışıyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:209)
“Nitekim birinci bölümde yer alan denemeler aynı olayı, her seferinde farklı algılayıcı araçlar
kullanarak farklı bakış açılarıyla irdelemektedir; ikinci bölümde ele alınacak olan Joyce’un poetikaları hakkında
ise, çok özel bir sanatçının estetiksel oluşumunda belirleyici rol oynayan tema olarak görülen, benzer bir
problemin odak noktasına konulumasına çalışılmaktadır.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:31-2)
“Kanımca yalnızca Avrupa halkları için değil, herkes için büyük önem taşıyan bu soruyu (Kıta
Avrupası’nın yazgısı!) ilerde uzun uzadıya ele alacağım. Burada, özellikle açıklayıcı olması için bu soruya
değindim; çünkü bu, bütün halinde ve her bir bileşeni içinde insanlığı etkisi altına alan o kaybolma, yönünü
şaşırma, çığırından çıkma halinin bir göstergesidir.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:18)
“Herkes ele alınca Yaradanın gücünü
Çirkini güzel yapan takma yüz yaratılır,
Ne kutsallığa kalır güzelliğin, ne ünü,
Utanç içinde yaşar, bir köşeye atılır.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:127, sa:295)
Ele avuca gelir : Hatırı sayılır derecede, önemli miktarda
“Katharina Blum’un malvarlığı, pek küçümsenebilecek türden değildi; genç kadın beş yıllık bir süre
bouyunca yüz bin mark değerinde bir kat için yetmiş bin mark biriktirmişti. Yani ortada -kadının kısa süreli bir
hapis cezasızı çekmek üzere hapiste bulunan erkek kardeşinin deyimiyle- ‘ele avuca gelir bir şeyler’ vardı.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:16)
Ele avuca sığmaz : Afacan, çok hareketli, zeki ve yaramaz (çocuk)
“Irazca’nın da içi çalkanıyordu:
‘Bir gün önceki ele avuca sığmaz çocıuk! Bir gün önce gülüp oynayan, başı göklere değen çocuk! Bir
gün önce evin içini gırıp geçiren çocuk! Beytullah Hocanın taklidini yapan, künyeler okuyan, askerler gibi
bubasına selam veren çocuk!’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:62)
“Bütün komik şeylere kah kaba, kah ince kokularını sindiren ve hep aynı kalan özü hangi imbik
verebilir? Aristo’dan beri en büyük fikir adamları ele avuca sığmayan, kaçan, direnen ve bütün felsefe
spekülasyonlarına küstahça meydan okuyan bu küçük meseleyi ele almışlardır.”
(H. Bergson, “Gülme”, sa:13)
“-Beni dinleyin Dmitri Fedoroviç, gerçi biraz vahşi, ele avuca sığmazsınız ama nedense öteden beri
hoşlanırdım sizden.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:67)
“... yaratığın kendi kendisi üzerinde edindiği bilgi, onu, onun gelişmesini sınırlandırır gibi geldi bana;
çünkü, ileride de kendi kendine benzemek kaygısıyla, insan kendini nasıl buluyorsa öyle kalırdı, oysa olabilecek
şeyleri ele avuca sığmaz, sürekli bir oluşu söndürmek daha kolaydı.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:181)
“AŞK SÖZLERİ
<Aralık 1912, Sankt Petersburg>
Aşk... onu değil, daha doğrusu
Sözlerini sevmekteydim ben aşkın.
Farklı bir varlığın korkusuydu bu,
Ele avuca sığmaz, öyle coşkun.”
(Zinaida Gippius<1869-1945>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 23.01.03)
“Ben price, Jimmy’nin nasıl çalıştığını biliyordu. Jimmy hızla uzak yerlere kaçıyor, ortak
kullanmıyordu. Yüksek sosyeteye pek düşkündü. Bu sayede de yakalanıp yaptığının cezasını görmekten
kurtuluyordu. Ben Price’ın ele avuca sığmayan soyguncunun izini sürdüğü açıklandı ve kasa sahipleri biraz
ferahlar gibi oldular.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:151)
“Küçükken fön rüzgarından korkar, hatta nefret ederdim. Biraz büyüyüp de oğlan çocuklarındaki ele
avuca sığmazlık sesini içimde duyurmaya başlayınca kanım kaynadı kendisine, o asi, o hiç kocamayan, o arsız ve
kavgacı varlığı, o ilkbaharın müjdecisini sevdim.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:12)
“Sidarta’nın gözü ormanın kubbemsi tepesinde dolaşan bir maymun topluluğuna ilişti ve ele avuca
sığmaz, aç gözlü öttüğünü işitti kuşların. Bir koçun bir koyunu kovalayıp onunla çiftleştiğini gördü.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:58)
“Yahuda kaygıyla içini çekti. Yakalanması güç bu adamın, ele avuca sığar cinsten değil, ölümden
korkmuyor ki... Çenesini avuçları içine koyup İsa’ya bakarak bir karar vermek için kendini zorldı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:181)
“Babası, harbe girmiş, bir daha da dönmemişti. Azıcık akraba oldukları için Süleyman ona, anasına
yardım etmişti. Daha doğrusu açlıktan ölmemelerine sebep olmuştu. Çocukluğunda da ele avuca sığmaz itoğlu
itin biriydi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:110)
“Ağaçların tersine, yollar rastgele atılmış tohumlarla topraktan fışkırmaz..... hiçbir zaman bir yolun
gerçek bir başlama noktası yoktur; birinci dönemeçten önce, orada, hemen arkasında başka bir dönemeç daha
vardır ve ondan önce bir tane daha.. Ele avuca sığmaz bir başlangıçtır bu...”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:9)
“Elinde daima altın başlı bir baston taşırdı. Çok sevdiği gotik tarzda yapılmış yüksek koltuklara
oturduğu zaman da yanından hiç ayırmadığı bastonu, yelpazesi ve saplı gözlüğü, ele avuca sığmayan bu üç parça
eşya kucağında durur, arasıra da bunlardan birisi düşer, konuşmasına engel olurdu.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:124)
“Gilgameş, kırda büyüyen, gür saçlı, ele avuca sığmaz Engidu’ya baktı; kendi kendine yol açtı ve
üstüne yürüdü. Şehrin meydanlığında birbirleriyle karşılaştılar.”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:31)
“Lamiel’i yaratma düşüncesi onda nasıl gelişti?…. Kesin olarak söylenebilecek tek nokta şu: Bu ele
avuca sığmaz kızın görüntüsü, Vanina Vanini adlı yapıtında, bu adı taşıyan kahramanına romanlardaki gibi
birçok gözüpek iş yaptırdığı günden beri kafasından çıkmıyor olmalıydı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:11)
“Neredeyse ağlayacak... Bir değnek daha istedi. Murat getirdi. Bir teneke parçası istedi. Murat bulup
aldı geldi. Değneğin ucunu yardı, bir şeyler yaptı. Bu kez biraz daha yükseliyor duvara sürütereek ama,
ıslandığından... Bir de, lastik top olduğundan ele avuca sığmıyor.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:308)
“HIDOUX -... İnan bana dostum, nereye gitsen hep aynı şey. İnsanoğlu özgürlüğü, gerçek özgürlüğü
içinde duymalı. Mesela ben, tamamiyle özgür bir insanım. Gençken arkadaşlarım bana yılan balığı derlerdi. Ele
avuca sığmazdım. Bugün bile hayatımı kazanmak için, özgürlüğümün ufacık bir parçasını satarım.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:42)
“Mrs. Ramsay’i ele avuca sığmaz bir şey yapan o hafif tertip alaylı ses, Lily’ye, ‘sende ilim adamlarının
kafası var, çiçekleri seversin, öyle dikkatlisin ki, ‘derdi. Lily sehpasının önünde gidip gelerek, ‘Ondaki bu
evlendirme merakı ne idi acaba?’ diye hayretle düşündü.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:279)
“Baba Johannes Hesse’nin 14 Kasım 1883 tarihli bir mektubunda şu satırları okuruz: ‘Okulda
erdemlilik örneği gözüyle bakılan Hermann, bazen ele avuca sığmıyor. Biliyorum, bizi küçük düşürecek bir
davranış ama yine de oğlanı bir yurda yerleştirsek veya yabancı bir ailenin yanına versek daha iyi olmaz mı diye
doğrusu ciddi ciddi düşünmüyor değilim.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:19)
“Ne Werther’i ile Goethe, ne Kohlhaas’ı ile Kleist, ne Saint-Preux ve Héloise’i ile Jean-Jacques
Rousseau, ne Casanova’nın çağdaşlarından herhangi biri, ne de başka bir yazar Casanova gibi ele avuca
sığmayan bir adamın kendi portresine verdiği bu somut canlılığı hiçbir kahramanına vermeyi başaramamıştır...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:117)
Elebaşı : Oyunda önderlik eden, oyun kuran kişi, kaptan; Fesat çıkaran, kargaşa ve uyumsuzluk çıkaran
ayaktakımının başı
“Ne var ki, dıştan bakıldığında tepetaklak yuvarlanıyordum. Meyhanelere giden ve yakışıksız
davranışlar sergileyen bir sürü çocuk vardı okulda. Ben, en küçüklerinden biriydim bunların; kısa süre sonra
acıdıkları için aralarına aldıkları bir ufaklık olmaktan çıkarak bir elebaşı, bir yıldız aşamasına yükselmiş, gözünü
budaktan esirgemeyen ünlü bir meyhane müdavimi kesilmiştim.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:99)
Ele geçirmek : Sahip olmak, zaptetmek, kontrolü altına almak
“Ele Geçirme
Apansız atladı yaşlılık gözlerime
Yundu yıkandı sularında
çocukluğumun son kalıntılarını arıtma niyetiyle.
Ancak bakakaldı gerilere...
Teslim olmayacağım!
Şiddet uygulaması gerekecek
beni ele geçirmesi için...”
<Yunmak: Arınmak, yıkanıp tertemiz olmak>
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“ ‘Eğer geri çevirseydin, kılıç sana geri verilecekti çünkü yüreğinin temiz olduğunu göstermiş olacaktın.
Ama korktuğum başıma geldi, en can alıcı anda sendeleyip düştün. Hırsın yüzünden artık kılıcını yeniden
aramak zorundasın. Gururun yüzünden onu sıradan insanların arasında araman gerekecek. Mucizelerin büyüsüne
kapıldığın için, sana cömertçe verilmek üzere olan şeyi yeniden ele geçirmek amacıyla uğraş vermen gerekecek.’
”
(P. Coelho, “Hac”, sa:19)
“Kent karışıyordu ve Haçlılar ani bir emirle ordugaha çağırılıyor, tetikte bekletiliyorlardı. Örneğin
Murtzuflos’un kıyıdaki Filea’ya saldırdığı söyleniyordu, Haçlılar karşı koymuştu, bir savaş olmuştu, ya da bir
çarpışma; ama Murtzuflos kötü yenilmişti, ordusunun Meryem Ana simgeli bayrağını ele geçirmişlerdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:491)
“Şiir:
‘Sen, Mustafa’nın, miskinlerinden dua talebinde bulunduğuna inanmıyorsun.’
Kendini ele geçirdiğin zaman, başka birini bulursan, onun boğazına sarılırsın, yoksa sen ele
geçirilirsin. Deve, karıncaya yol arkadaşı oldu, bir suya ulaştılar. Karınca ayağını suya sokmadı. Deve: ‘Ne oldu?
Gel, kolaydır. Su dize kadar çıkıyor’ dedi. Karınca: ‘Evet, su senin dizine ancak çıkıyor, fakat benim üzerimden
altı gez (belli uzunlukları düğümlerle belirtilmiş mesafe ölçüsü) aşacak’ dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:86)
“Bir ara Rusya, İkinci Dünya Savaşı’nda yandaşımız olunca, tarihin kuyruğu kıstırılır gibi olduysa da,
bu birleşmenin özdeki aykırılığı, savaştan sonra korkunun büsbütün artmasına yol açmıştı; birçok insan,
Rusya’nın Batı Avrupa’yı ele geçireceğini sanıyordu.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Ateş gelecek
Her şeyi yargılayıp
ele geçirecek”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:45)
“Amacımız, Josef Knecht’in, Boncuk Oyunu arşivlerinde geçen ismiyle Ludi Magister III. Josephus’un
yaşamöyküsüne ilişkin ele geçirebildiğimiz az buçuk malzemeyi bu kitapta bir araya toplamaktır. Böyle bir
girişimin düşün yaşamının yasa ve gelenekleriyle çeliştiğini ya da çelişiyora benzediğini göremeyecek kadar kör
değiliz.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:11)
“Mamafih, zaman geçtikçe, eski gardiyanlar yavaş yavaş hapishane sistemine gönderildiler ve bizler,
erkek hemşirelerle kalmaya başladık. Onlar, çoğunluğu ele geçirinceye dek, herhangi bir şekilde hemşirelik
yapma konusunda kudretsiz idiler. Gardiyanların onlardan nefret ettiği ayan beyan belliydi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:98)
“ ‘Ve vaaz esnasında gözünüzü açık tutun. Çevrenizi iyice bir araştırın, bakın bakalım cemaatte ele
geçirebileceğimiz küçük kızlar var mı. Olası görünen kız görürseniz vaazdan sonra papazla görüşün ve
isimlerini, adreslerini alın.’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:281)
“YANMIŞ KÖY
Köyü sabah ele geçirdik,
Ateşini esirgememiş düşman,
Her yer taş ve küldü, gördük:
Hiçbir şey kalmamıştı, inan.”
(Kerim Otarov<1912-1974>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 30.12.04)
“Konuşan adam ateşlenmişti..... ‘Bu meseleyi çözmek pahalı iştir bayım. Az önce mezara konmuş
birisinin az sonra pasaportunu ele geçirebilmek için mangizleri tıkır tıkır peşin saymak gerek. Sadece peşin para
gözyaşlarını kurutur ve yası unutturur.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:124)
“ ‘Kim bilir,’ dedim. ‘Bilmesi zor, yazan benim ve bunu bilmiyorum. Belki de geçmişin peşindedir, bir
şeyin yanıtını arıyordur. Belki zamanında kaçırdığı bir şeyi ele geçirmek istiyordur. Bir anlamda, kendi kendini
arıyor. Yani, söylemek istediğim beni ararken, sanki kendini arıyor; kitaplarda sık sık olur, edebiyat işte.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:102)
“... belki birleşik ruhlarınızın güdümünü ele geçiren bir üstün ben vardır içinizde, siz de onun yüzeye
çıkmasına izin vermiyorsunuzdur, zaten elinizden başka bir şey gelmez, engelleyemezsiniz...”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:98)
“Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır,
kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini
almamış kaba saba insanlar değildir, dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır. Her şeyin yazılı olduğu harita ve
cetvelleri, yıldızları ve yıldızların hareketlerini belirleyen, yasaları bilen bilgeleri vardır. Ülkeler, denizler
fethetmişler, tüm zenginlikleri, ticareti, var olmanın bütün keyfini ele geçirmişlerdir.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:18)
Ele güne (rezil olma) : Herkese, eşe dosta, çevreye ( mahcub, rezil olma)
“Uykusuz dirliksiz üç gün de böyle geçti. Koca Yusuf atın içinden üç at seçememişti. Ele güne karşı
rezil olacaktı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:22)
“İÇERLEK
------------Evcek, uzaktan da olsa, yüzlerine tutulan ayna
Yansıtmaz mı hiçbir şey onlara?
Yaldızlı süslerle örttüğümüz oyuklarda
Yalnız en eski çorapları asıp ele güne karşı
Tesbih böcekleri gibi kaçınık yaşamak!”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:48)
“Gözünün içi gülen bu yaratıklar katar
Güzelim çiçeğine iğrenç ot kokusunu.
Ama yakışmıyorsa kokun görünüşüne:
Nedeni, orta malı olmandır ele güne.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:69, sa:179)
“HIRSIZ - Ben haddimi bilirim Kaptan. Ele güne üstünlük taslamam. Tanırsın beni a canım, öyle
herze yer miyim?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94)
“Gene de suçunu itiraf etmek ele güne karşı mahçup olmak, cezasını çekmek de boynunun borcuydu.
İnsanların günahlarının hesabını yalnızca öbür dünyada değil, bu dünyada da vermesini isteyen bir tanrı vardı.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:250)
Elekle su taşımak : Bahis mevzuu işin, en az bunun kadar güç olduğunu simgeleyen bir deyim
“Seyis ve karısı Tereza Cascajo bunları <seyahatin zorlukları, Kral’dan yardım isteme> konuşurken,
şövalyenin yeğeni ve Kahya kadın boş durmuyordu. Birinin efendisi, diğerinin dayısı olan Şövalye’nin üçüncü
kez evden ayrılmayı, herkese zarar veren şu kahrolası gezgin şövalyeliğe devam etmeyi düşündüğünü
anlamışlardı. Ne pahasına olursa olsun, onu bu düşüncesinden caydırmak istiyorlardı; gelgelelim, bütün çabaları
nafileydi; onu bu işten caydırmak, elekle su taşımaya, çölde vaaz vermeye benziyordu.”
(M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:446)
Elekten geçirmek : Taramak, gözden geçirmek
“Salonda çıt çıkmıyor. Z.: ‘Evet,’ diyor, ‘buna çok pişmanım.’ Fakat bu pek de doğruya benzemiyor.
Başkan gürültüyle burnunu temizledi. Sorgu, cinayet gününe doğru ilerlemektedir. Çoktan herkesin bildiği
ayrıntılar yine bir elekten geçiriliyor.”
(Ö. von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:105)
Elektronik posta :
İnternet’ten, e-posta <e-mail> ile iletişim, haberleşme oluşturmak
“Kağıt üzerine yazışmalarımızın izlerini sakladım; aldığım mektupların hepsi duruyor, ama kendi
gönderdiğim mektuplarda bu kadar titiz davranamadım, postaya vermeden önce fotokopisini çektirdiklerim oldu.
Elektronik postaların saklanması ise biraz daha keyfe keder oluyor. İlke olarak, aslında tüm yazışmalar saklanıyor;
ama işin aslı, bilgisayarlarımdan biri ne zaman ruhunu teslim etse ve ne zaman elektronik posta kullanıcımı
değiştirmek zorunda kalsam, birçok belge uçtu gitti”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:145)
ELEKTROŞOK - E.C.T. = E l e k t r o c o n v u l s i v e t h e r a p y : 55 yılık praktisimde burada ve
U.S.A.’da binlercesini uyguladığım bu tedavi yöntemi, bugünün ileri derece etken olan ‘nöro-leptik’lerin
piyasayı istila etmesiyle pek az sıklıkla, uygulansa bile, birden fazla hekimin aynı zamanda konsültasyonuna
gidecek kadar sınırlandırılmışsa da, 1940 ve 50’lerde, bizim asistanlık zamanlarında, en pratik ve efektif tedavi
şekli idi. Bunun icadı, İTALYA’da, 1938’de CERLETTİ ve BINI tarafından, mezbahada hayvanları testere
yerine elektro-kotarizasyon’la bayıltma deneyimlerinden, akıl hastanelerinde -o zamanlar- çok daha fazla
görülen ajite şizofrenik ve manyak’larda, zincire vurmadan, sakinlik ve akıl düzelmesi görülmeye başlanmıştı.
Aynı semelerde Avusturya-Macaristan’da, 1932 de Dr. SAKEL tarfından Tıp alemine sunulan ‘insulin koma
terapisi’ ile, tüm dünyada muteber bir terapi yöntemi daha kullanıma sunulmuş oldu.. Olumlu etki eden yalnızca
bayıltıcı, yavaşlatıcı etki ve Psikolojik oyunların bu yöntemlere boyun eğmesi miydi, hayır. Tibet ve Himalaya
bölgelerinde yaşayan insanlarda hemen hemen hiç akıl hastalığı görülmemesi, araştırıcıları bilimsel olarak
düşünmeye yöneltmiş ve, şiddet’in ötesinde, yüksek yerde yaşayan ahalinin, yükseklikten dolayı daha az oksijen
kullandıkları tesbit edilmiş ve acaba E.C.T.’nin beyinde bu etkiyi yaratmasının ana tedavi unsuru olduğu mu
düşünülmüştü. Bu, yalnış olmamakla beraber, fizyo-şimik dengede fayda sağlıyor, fakat terapinin başka
psikolojik olumlu etkileri var ki, bunu incelemek, sonuçlarını burada tartışmak korkarım pek fayda sağlamaz. Bu
terapiyle, ‘sun’i bir sara yaratıldığı’ doğrudur, ama 100’de 90-95, kafa ya da vücutta bir beyin bozukluğu, kemik
kırılması v.s. olmuyor. Ben 1957’de Kanada’ya gittiğimde, Montreal’de olan bir konferansta, Profesör, 80
yaşında bir hastaya bile bunun tercih edildiği ve iyi sonuçlar alındığı rapor edilmişti. 1943’de İspanyol doktor
MONIZ, ‘Beyin Ameliyatı’nı sunmuş ve birkaç yıl içinde o da Bakırköy’e gelmiş ve birçok hastalara
uygulamıştık. Ama bugün, çok daha güvenli, bizlerin değil, hastaların kendi dozlarını kendilerinin kontrol
edebileceği çok daha sosyal ve psikolojik düzeye gelinmiştir. (Prof.Dr. İsmail Ersevim)
El ele (Gitmek, tutuşmak, vermek, yürümek) : Eli elinin içinde olmak; Birlikte hareket etmek, birlikte
çalışmak yardım desteği (vermek)
“Şarap, çocuk ve hakikat giderler el ele”
(Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:135)
“İlk kez sahici aşıklar gibi el ele yürüdük sokaklarda. Güneşin batışını nehrin kıyısında, öğrencilerin
ayaklarını sallayıp oturdukları bir duvarın üstünde izledik.”
(K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:317)
“Denizde bir yolculukları, o görkemli kıyı kentlerinin sokaklarında geçen bir serüven, yüksek tavanlı
salonlarda, dizi dizi sütunların arasında, ya da o debdebeli evlerin bahçesinde, ulu ağaçlar altında bir gezinti,
Virgile’in nefesiyle dopdolu olan ve bambaşka bir ruh taşıyan bu tablolardaki yapılar Antik Çağın havasına ne
güzel uyuyordu, yüzyıllardır el ele vererek, antik anıtların benzeri diye bir yığın ruhsuz ve anlamsız yapıyı bize
yutturan o sözde mimarlar kuşağı, ne vakte kadar sürdürecekler bu yalanı?”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:71)
“Aynı güç, zor zamanlarda, gazeteci dostlarımın alaycılığına karşı koymamı, Athena ve yaptıkları
hakkında yazmamı sağladı. Athena öldü, artık tek istediğim gördüklerimi ve öğrendiklerimi unutmak, ama o aşk
ölmediği için o güç de ölmedi. O dünyayı ancak Athena’yla el eleyken gezip keşfedebilirdim.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:16)
“Gözler Yunuslarda
-----------------------Çocuklar görür diye onlara bakıyorlar. Günlerce
Ya da bu onlar için son fırsatmış gibi hepsi kararsız
Bakıyorlar acaba durgun bir deniz mi elverişli.
Yoksa deniz, güneş ve rüzgarın yunuslara benzer
Bir şey yaratmak için el ele vermesi mi diye
Gökten
Çığlıklarla inen, ya da önemsiz bir yerde, sessiz bir okulda
Tüneyen martılar bir işaret olabilir mi?...”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“GÜZEL YAZ
---------------El ele nasıl koşardık denize,
köpüklere, Temmuz’da?
Saçlarında ağustosböceklerinin sevinci,
kollarımda zincir sesi
zeytinlik yamaçlardan,
avlular, duvarlar, telörgüler
üstünden?”
(Cevat Çapan<d.1933>; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.04)
“Alay Edilen
Sevgi bir çocuk
Kıskanmak öbür çocuk
El ele tutuşurlar alay ederler
Benimle gece gündüz”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:98)
“EVLİLİĞİN CENAZE MERASİMİNDE
Evliliğin cenaze merasiminde
Karım ve ben ağır ağır yürüdük
İki yanında cenaze arabasının,
Çocuklarımız yarışırken onun ardından...
Tabut boşaltıldığında
Dipsiz gömüte
Yarım daire oluşturdu çocuklarımız
Flütler ve blok flütler çalarak.
Karım ve ben el ele tutuştuk.”
(Paul Durcan<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.05.06)
“Sıraların arasındaki koridordan ikisi birlikte el ele yürüdüler çünkü kız şimdiye kadar hiç ölü
görmemişti, oğlansa ölen bir kişinin bedenine konuk olan taş kımıltısızlığından hala korkuyordu. Yeni
süpürülmüş ve sulanmış olan büyük yassı yer taşlarının üzerinde yürürken çıkardıkları ses, mihrabın çevresine
egemen olan yumuşak suskunluğun yanında hiç kalıyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:299)
“Onun elini tutabilmek hiç olmazsa altı ayı aldı, o da kısa kısa süreler için. Onun sınıfından ve araları
çok daha sıcak olan başka bir arkadaş çiftiyle, bir yılda topu topu iki kez sinemaya ya gittik ya gitmedik, orada
bile el ele tutuşmaya pek izin yoktu.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:207)
“Sessiz sakin durdum, en sevgili anılarımın barınağını, anlatılamayacak kadar harap, bir enkaz yığını
halinde gördüm. Gölgelerinde bayram günlerimizi yaşadığımız, gövdelerini el ele tutuşarak ancak
kucaklayabildiğimiz çok yaşlı kestane ağaçları, kırılmış yarılmış yere seriliydiler; kanırılmış, koparılmış
köklerinden, toprakta koca koca oyuklar, yarıklar ortaya çıkmıştı.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Kasırga”, sa:27)
“Sığır sidiği kokan ayakkabı ve çizmelerle dolu tezgahların arasında dolaştılar; pek de ilgilenmeyen
gözlerlr, hayvanın neresinden oldukları belli olmayacak şekile doğranıp çengellere asılmış et parçalarını
incelediler hayretle. Birer külah dondurma alıp birbirlerini kaybetmemek için el ele tutuşarak gezinmeye devam
ettiler.”
(P. Highsmith,”Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:142)
“Emekçiye Yakarı
---------------------Kalk ayağa, kendi ellerine bak
Büyüsünler diye uzat onları kardeşine.
Birlikte yol alırız bir olup kan bağımızla
Gün bu gündür el ele verip
Yarını yarın edebileceğiz”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“Bir süre telefonda sessizlik oldu. Sonra devam etti:
‘İstersen birlikte basın toplantısı yapalım. Nişanlımdır, ona inanıyorum, böyle bir şey yapmadı
diyeyim. El ele tutuşur, objektiflere tatlı tatlı gülümseriz.’
‘Aman,’ dedim, ‘kalsın. Her şey daha beter olur. Boyu devrilesiye karı bir de nişanlıymış derler.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:373)
“Çoğu zaman Derin Su’da çocuklaşır, iki ayrı yerden suya dalar, sonra derinliklerde birbirimizi bularak
el ele tutuşur ve bir zafer kazanmış edasıyla suyun yüzüne fırlardık. Sudan, önce birbirine tutunmuş dört el
çıkardı, sonra da biz. Akşamüstleri ya onun ya bizim bahçede iki kadeh patlatırken, edebiyattan, hayattan,
insanlardan konuşurduk.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:26)
“<Daha iyi bir gelecek için> Bana umut veren üçüncü nedense, çağdaş Avrupa’nın yaşadığı
deneyimden kaynaklanıyor. Çünkü bu deneyim, gönülden dilediğim, şu ‘tarihöncesinin sonu’na işaret edebilecek
bir başlangıcı somut biçimde simgeliyor: Birbirine eklenen nefretleri, bölgesel çatışmaları, yüzyıllık
düşmanlıklaru geride bırakmak; birbirlerini öldüren kişilerin kızları ile oğullarının el ele tutuşmalarını ve gelecek
üstüne kafa kafaya verip düşünmelerini sağlamak..... asla kültürleri kaldırmaya çalışmadan onları aşmak; ta ki
günün birinde, birçok etnik yurttan hareketle, etik bir yurdun doğması için çalışmak, işte budur benim dileğim.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:211)
“Delikanlı aklımla güzel Semi’nin etrafında eksiksiz bir aşk senaryosu kurmuştum. Onunla bir plajda,
yalınayak, el ele dolaştığımı görüyordum. Onu karuyacağım, avutacağım ve hayran bırakacağım bin bir durum
icat ediyordum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:178)
“... eğer milyonlarca Fransız, boş kavgalarla tükenecek yerde el ele verse, bir araya gelip karşı koysa,
hükumete: ‘Südet Almanları, Almanya’nın koynuna mı girmek istiyorlar? Buyurun girsinler! Bundan bize ne?’
diye haykırsa..”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:111)
“Kanlı bıçaklı iki düşman değiller sanki
Elele verip bana başlarlar işkenceye.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:28, sa:97)
“Şiir Ne? Karda Bir Çığ... <Nisan 1927>
***
Ben şiir yazmam. O yazar beni uzun bir öykü gibi
hayatla el ele yürüyen
Şiir ne? Karda bir çığ aşağı yuvarlanan
Ölmeye, yaşayanı gömmeye. Budur şiir işte.”
(Titsian Tabidze-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.03)
“Kondüktörle konuşup treni Engenho de Dendro’da iki dakika fazla beklemek için izin kopardılar.
Herkes, bu ortak mutsuzluğa çare bulmak için el ele vermişti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:116)
“İki rakip el ele tutuştu. İki demirden yumruk birbirini kavradı.
İki adam da bıçaklarıyla masanın öbür iki yanında yerlerini aldılar. Bıçakların ucu yukarıya dönüktü,
bıçaklardan biri az sonra iki elden birini oyacaktı….. Çevredekiler büyülenmiş gibi bakakaldılar bu sahneye,
soluklarını kestiler. ‘Bir… iki… üç!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:43)
“El ele, acele etmeden sokakta yürüyorduk. Totoca bana hayatı öğretiyordu. Ben de, ağabeyim elimden
tuttuğu ve bana birtakım şeyler öğrettiği için durumumdan hoşnuttum. Nesneleri bana evin dışında öğretiyordu.
Çünkü ben evde keşiflerimi tek başıma yaparak kendi kendimi eğitirken; yalnız olduğum için, yanılıyordum.
Yanılınca da eninde sonunda hep dayak yiyordum.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa: 13)
“Gramofon bangır bangır çalmaya başladı. Dükler, papazlar, çobanlar, hacılar ve sahne yardımcıları el
ele tutuşup dans etmeye başladılar. Deli, ortalıkta koşuşturuyordu. El ele tutuşarak, başlarını tokuşturarak sabun
sandığının üstünde dikilip olanca görkemiyle Elizabeth dönemini canlandıran tütün-ruhsatlı Mrs. Clark’ın
çevresinde dört dönüyorlardı.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:84)
El eli yunar, iki el yüzü : (Yunman: Yıkamak) Bir el (bir kimse) diğerini yıkar (yardım eder), ama iki el (yani
iki kişi bir olunca, sen bana ben sana) yüzü yıkadıklarında ‘sonuç daha iyi olur’
“ADAM - Öğleye mi? Pekala sağdıç! Şimdi dostluk zamanı geldi. Bilirsiniz, el eli yunar, iki el yüzü!
Siz de köy yargıcı olmayı pek istersiniz, bilirim! Bu da, Allah bilir ya, başkaları kadar hakkınızdır. Ama bugün
zamanı değil. Bugünlük bırakın, bal çanağı siz tutmadan geçiversin, parmak yalamayıverin!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:9)
Eleni; Elenais : Yunanlıların memleketlerini ve kadınlarını göklere çıkardığı, adeta sihirli hatta kutsal bir
anlam verdikleri sözcük: Yunan, Yunanlı. Elenler: Yunanlılar, Elenya (Hellen): Yunanistan; Elenais: Yüzyıllar
önce Yunanistanda yapılan güzellik yarışmaları
“..... Eğer üzerinden Homeros’un soluğu geçmemiş olsaydı, Eleni ne olurdu? Dünyadan geçip kaybolan
sayısız, diğerleri gibi güzel bir kadın. Dağ köylerimizde hala güzel kıızları sık sık kaçırdıkları gibi, onu da
kaçırmış olurlardı. Hatta bu kaçırma savaşa yol açmış olsa bile, şair elini uzatıp onları kurtarmasaydı, kadın,
savaş, katliam ve her şey yok olurdu. Eleni kurtuluşunu şaire borçludur. Euratos’un şu dalgalanışı ola
ölümsüzlüğünü Homeros’a borçludur. Eleni’nin gülümseyişi bütün Sparta havasına dağılmıştır. Bir de şu var:
Eleni kanımıza girdi; onu bütün erkekler vaftiz etti; bütün kadınlar hala onun ışığı ile parlıyor. Eleni aşk çığlığı
oldu, yüzyılların içinden geçiyor ve her erkeğe öpücükle sonsuzlaşma isteğini duuyuruyor ve Eleni,
kucakladığımız en anlamsız kadıncağızın biçimini değiştiriyor..
Sparta’nın bu kraliçesi yoluyla arzu; yüksek nezaket unvanları kazanıyor ve kaybolmuş bir
kucaklaşmanın mistik özlemi, içimizdeki hayvanı yatıştırıyor. Biz ağlıyor, bağırıyoruz; Eleni, içtiğimiz bardağın
içine büyülü bir bitki atıyor, biz de acıyı unutuyoruz. Elinde bir çiçek var, bunun kokusu yılanları
uzaklaştırıyor... O kurbanlık boğanın sırtına biner, çözük sandallı ayağını sallar ve bütün dünya bağ olur. Bir
gün, ihtiyar şair Stisihoros’un ağzından, bir şarkısında, onunla ilgili kötü bir söz çıktı ve şair derhal kör oldu; o
zaman pişman bir halde, titreyerek lirini aldı, büyük bir şenlik sırasında Elenler’in karşısına dikilerek ünlü
reddiyesi’ni <karşıt yanıtı> okudu:
Doğru değil Eleni, sana karşı olan son sözüm
ve sen ne hızlı gemilere bindin,
ne de asla varmadın, Truva kalesine... <Truva Savaşı’na, Kral Menelas’ın karısı, güelliğiyle
ünlü Helena’nın -‘H’ okunmaz- neden olduğu bilinir. İ.E.>
Ve ellerini havaya kaldırarak ağladı; birden göz yaşlarına boğulmuş görüşü göz çukurlarına indi.......
Dünya bir arena’dır, Eleni de hayatın ötesinde, belki var olmayan, belki de hayalet olan büyük bir
eserdir...”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:150-1)
El ense etmek : Punduna getirip alavera dalavera birinin hakkından gelmek
“-Peki ağam neden böyle yaparsın?
Yanıt vermezdi. Gülerdi. Bu onun en büyük zevki idi. Sinemasız, tiyatrosuz, kadınsız ve kumarsız bir
kasabada hırslar elbette böyle tatmin edilirdi. Birini alaşağı etmek için evvela kendisiyle boy ölçüşebilecek bir
vaziyete çıkarmak, sonra el ense etmek. Ardından bir kahkaha salıverip su başında bir alem düzenlemek.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:28)
Elephantinum (rengi) : Fildişi rengi (Fr.: ‘Elephant’ = Fil)
“Hiçbir Şey Siyah Değildir,
Gerçekten Hiçbir Şey
<nada es negro, realmente nada - Frida Kahlo>
2
Sonra elephatinum rengi,
şu fildişi siyahı.
Çünkü Büyük İskender’in soylu saray ressamı,
İ.Ö. yaklaşık 350’de doğan
Plinius’un Apelles’le ilgili öyküsünde
anlattığına göre,
elephantinum denen rengi
fildişini yakıp
ilk yaratan oymuş.”
(Sujata Bhatt-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.07.04)
El etek çekilmek : Ortalıkta kimse kalmamak
“Artık Koca Yusuf her gece, şehirden el etek çekilince soluğu tavlada, tayların yanında alıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:29)
El etek çekmek : O işi artık bir daha yapmamak için karar vermek; dünya ile ilgisini kesmek
Bk.: El etek silkmek
“Kafka’nın bilinmeyen günahların cesareti ve kefareti <cezasını çekme> olarak giderek yoğunlaşan bir
biçimde kendine uyguladığı dünya nimetlerinden el etek çekme disiplini, uygun karşılanmayan dürtüleri
bastırmaya yaradı, ama sonuçta bu disiplin kendisi öç alırcasına tahrip edici bir nitelik aldı. Kafka’nın belirli
yiyecekleri yemeyişinden kendini zorladığı açlık diyetine geçişinde giderek artan bir vahşet ögesi vardı; ölümüne
yol açan hastalığın -gırtlak veremi- yutmayı olanaksızlaştırması yüzünden, bir bakıma gerçekten açlıktan ölmesi,
bu diyete acıklı bir ironi yükledi. <John, 15 Aralık 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar, 2008-2011, sa:127)
“ ‘Evliliği ya da herhangi bir şeyi beklediği -başarısızlığını ve korkaklığını doğrulayan, her şeyden el
etek çekme felsefesini oluşturduğu kuşkuyla dolu bu korkunç yıllar.’ ”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:125)
“Pek çok erkekle birlikte olmuş ama kendi arzularının en gizli köşe bucaklarına varamamış, dolayısıyla
yaşamının yarısını tanımadan yaşamdan el etek çekmeye kalkmış bir kızcağız.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:133)
“Biliyorum, Herkül yarı-tanrılar arasında yalnızdır, devlere, canavarlara, insanlığı boynu eğik tutan
bütün o iğrenç güçlere karşı gelmenin kaygısını taşır alnında. Biliyorum, yenilecek çok ejderler var hala, belki de
her zaman... Ama sevinçten vazgeçişte de yıkılış var, el etek çekmeye benzer bir şey var, korkaklık var.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:179-80)
“İnsana sevdiği insanla yaşama ve aşkı her şeyden üstün tutma olanağı verilmemişse, Yaratıcı’dan
kurulması için bir çare daha vardır: bir manastıra girmek. Agnes bir cümle hatırlıyor: ‘Parma Manastırı’na
çekildi.’ Metnin içinde, o ana kadar hiçbir manastırdan söz edilmemiştir ama son sayfadaki bu cümle o kadar
önemlidir ki, Stendhal buradan yola çıkarak romanına ad koymuştur; çünkü Fabrice del Dongo’nun bütün
maceralarının sonu manastırdır: dünyadan ve insanlardan el etek çekmiş yer.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:308)
“GÜLLER
X
-----------Yaşamaktan el etek çeker, inkara kalkarsa insan
eğer başa geleni ve gelebileceği,
yanımızda o meleksi işini sürdürüp duran
vefalı dostu hiç akla getirmemek olur mu?”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
El etek öpmek : Osmanlı devrinden kalma bir saygı göstergesi; mecazi anlamda: yaltaklıkta bulunmak
“SETH (Kızgınlıkla.) - Senin gibi bir ayağı çukurda olan budala ihtiyarlar kendi işlerine bakarlar.
Başkalarının işine burunlarını sokmazlar. Asıl acayip olan bu senin yaptığın.
MACKEL (Kızgınlık sırası ona gelmiştir.) - Ya! Ama bana kalırsa, eğer bunlar kasaba halkının el
etek öptüğü Mannon’lar olmasalardı, ortaya kim bilir ne acayip işler çıkardı!”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:240)
El etmek : El sallamak, elle işaret vermek
“Kalkmak, yolculuğuna devam etmek üzere hazırlanırken arkasından bir boru sesi işitti. Oradan
geçenlerden biri adıyla çğırıyordu onu. Akşamın alacakaranlığında dönüp baktı, sırtında koca bir yük, yokuşu
çıkmakta olan biri ona el ediyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:150)
‘İyi ki burada buluşmamaızı söyledim ona!’ diye düşündü Muhittin. ‘Biraz da benim çöplüğümde ötsün
bakalım! Onun salonlarından bıkmıştım ben.’Sonra arkadaşına el etti. Yaklaşan Refik’in yüzünü yakından
görünce şaşırdı. ‘Bir şey mi var onda?’ diye mırıldandı. Duygulanıyordu. ‘Keşke başka yerde buluşsaydık. Ne
oldu acaba ona?’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:230)
Eleusis şenliği : (YUN. MYTH.) : Esk. Yunan’da Tanrıça Demeter ve Persephone ( ya da Proserpina adına
‘Eleusis Mysteries = Elevsisiyan Esrarları’ adı altında düzenlenen ayin. Demeter (Ya da Ceres), Kronos ve
Rhea’nın kızı olup, doğurganlık ve bereket tanrıçası olarak, insanlığa çok önemli olan hububat ve yeşillikleri
yetiştirirdi insanoğluna. Mamafih, bir mevsim, tohumlara iyi bakamadı ve onlar çürüdü, tüm dünya ıstırap
çekti.Persefon ise,(ki ayni zamanda Grek’ler traafından Kora, Roma’lılar tarafından Libera diye çağrılır)Zeus
ve Demeter’in kızı ve Aides’in karısı idi. Yani anne-kız o kadar yakınlaşmış ve adeta ‘iki kişi bir gibi hareket
ediyorlardı. Kızı, başarısızlıktan dolayı yeraltı dünyasına kaçınca, anne de onun ardından koştıu, tüm yer-gök
ilahlarına kızı Demeter’, vermesi için ağladı, yalvardı. Nafile. Artık ona ölmüş gözüyle bakıyorlardı, zira zaten
Gök ve Güneş ilahları tarafından gözleri kör, kulakları sağır edilmişti. Böylece, anne’nin de yeryüzüne çıkma
şansı kalmamıştı. Kızıyla beraber, arada bir, ifrata varan, ve sanki ölmemiş gibi görünerek tanrıçaların
ÖLÜMSÜZLÜĞÜNÜ kanıtlayan bir gösteri olarak, yılda bir, ifrata varan, yani orji’ye dönen cinseliği de içeren
alemler (Hades’in karısı da olmak zorundaydı artık!) içkili, cümbüşlü, esrarengiz <Elevsis Esrarları” adı
altında hayatlarını sürdürdüler. Roma’lılar da bu miti kendi memleketlerine adapte etmek istediler, ama
başaramadılar
“İşte benim çocukluk ve ilk gençlik öyküm. Üzerinde düşününce, bana öyle geliyor ki, bir yaz gecesi
kadar kısaydı. Biraz müzik, biraz düşünme, biraz sevgi, biraz büyüklenme – ama güzeldi, bir Eleusis şenliği
kadar zengin ve renkliydi. Ve rüzgarda, bir mum alevi gibi çarçabuk ve hazin bir şekilde sönüp gitti.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:81)
Ele vermek : Yabancıya vermek (şey, kız); İhbar etmek, yakalatmak; gizlenen bilgi konusunda bazı ipuçları
vermek
“... alçak sesle Tevfik’in başına gelenleri anlatmaya başladı. Bir başlangıç yapmaksızın, hiç ayrıntıya
girişmeksizin, hep o, Saray’ı ve Selim Paşa’yı ürküten mektuptan bahsediyordu.
-Tevfik’i sorgulamaya memur olan Göz patlatan Muzaffer, henüz bizi ele vermedi. Aman sen ağzını
sıkı tut, yüzünden bir şey belli etme...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:205)
“ÇİNGENE AŞIĞIN GÜNLÜĞÜ
----------------------------------------Boğuldu
sözcüklerin gözkapakları
yapraklar arasında
beş duyum
çözülerek beni ele verir
söz beni hüzünlendirir
susuzluk
arzumla çoğalır
rüzgarla.”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
“Mösyö Hermann öyküsünü anlatmayı keserek:
-O zamanlar tutukevindeydim, dedi. Herkes gibi ben de yirmi yaşın verdiği coşkunlukla yurdumu
savunmak istemiştim..... Bir gece sekiz yüz kişilik bir Fransız birliğinin içine düşmüştüm. Bizse en fazla iki yüz
kişiydik. Düşmanın arasında gönderdiğim adamlarım beni ele vermişti. Andernach tutukevine tıkılmıştım. O
zaman ülkeyi yıldırmak için, ibret olsun diye kurşuna dizilmem söz konusuydu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:79-80)
“KİRİLLOV (Karanlıkta.) - Şatov’u öldürdün, öldürdün onu, öldürdün! (Işıklar çoğalır.)
PETER - Yüz kez söyledim sana Şatov’un bizi ele vereceğini.
KİRİLLOV - Sus! Cenevre’de yüzüne tükürdüğü için öldürdün onu.”
(A. Camus, “Ecinniler”, sa:155)
“Herkes güldü ve yardımına koştu. Ön sıradaki şanslılar heyecanlı anlar yaşıyorsa, onlar da biraz
eğleniyordu hiç değilse. Altı polisten hiçbiri onu fark etmedi; görülmeyecek denli alçaklardaydı, kamburu kırk
yılda bir işe yaramıyor, onu ele vermiyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:334)
“Mari’ya, sekse ilgi duymadığını itiraf etmişti. Maria’nın içinden aynı durumda olduğunu söylemek
geçti, ama kendini tuttu; zaten kendini yeterince ele vermişti, susmak daha akıllıca olurdu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:107)
“Athenaios iki yıl önce küçük bir felç geçirmiş, bir omzu yarı felçli kalmıştı; ama Niko’nun beyaz
saçları altmışını geçmiş yaşını ele verse de, o hala eskisi gibi esmer tenli, sağlam yapılı, hala kemikleri çıkmış bir
Herkül’dü, ağzında tek beyaz dişi bile eksik değiildi. Kadınlar bizim konuşup gülüşmelerimizi seyrediyor,
zamana meydan okuyuşumuzdan belli belirsiz bir haz alıyorlardı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:369)
“CLAIRE - Beyefendiyi polise yakalattırdım, onu ele verdim diye sana kul köle mi olayım? Daha
beterini yapabilirdim.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:9)
“... ve fırsat bu fırsattır deyip ortaya çıkmanın tam zamanı olduğuna karar vererek, Rydal Keener’in
karısını öldürdüğünü, Rydal Keener’in Yunanca konuşmadığının doğru olmadığını çünkü bülbül gibi
konuştuğunu, fırsatını bulur bulmaz Rydal Keener’î ele vermek için hemen bir telefona koşmayı düşündüğünü
söylemiş olabilirdi bal gibi.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:199)
“Yazdığını elinden çekiyorum. Hınzır oğlan gülümsüyor. Kağıt parçasına bakıyorum. Bütün sözlerim
stenografi ile not alınmış.
‘Ya, demek beni ele vermek istiyordunuz?
Sırıtıyorlar! İstediğiniz kadar sırıtın! Ben hepinizden nefret ediyorum.”
(Ö von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:23)
“O zaman, kıskançlıktan çılgına dönen kadın, aşığını itiraflarıyla ele verdi ve her şey kanıtlandı. Adam
mahvolmuştu. Yakında, suç ortağıyla birlikte Aix şehrinde yargılanacaktı. Olay dilden dile dolaşıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa34-5)
“Memed:
‘Hoş geldin,’ dedi, içeri çekildi, girince kapıyı örttü. ‘Şu senin arkadaşın Ümmet yok mu Ali Ağa, çok
yiğit bir adam. Çok iyi bir adam. Başkası olsa, çoktan bizleri ele verirdi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:257)
“Jean-Marc’ın ona eskiden yazdığı birkaç mektubu bulup, C.D.B. imzalı olanlarla karşılaştıracak. JeanMarc’ın yazısı hafifçe sağa yatıktır, harfleri de küçük yazar, oysa yabancının mektuplarındaki yazı sola yatık,
harfler de iri. Ne var ki, bu yutturmacada ele veren, aslında iki yazı arasındaki bu çok belirgin fark. Kendi
yazısını gizlemek isteyen birinin düşüneceği ilk şey, yatıklığı ve iriliği üzerinde oynamaktır.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:102-3)
“Uzun bir sessizliğin olmasına izin verdim; sonra şöyle dedim: ‘Ne pahasına olursa olsun, lastikleri
kestiğini itiraf etmezdin, öyle mi?’
Başıyla hayır dedi.
Beni tuhaf bir heyecan sarmıştı: ‘Sırf kendini ele vermemek için tecavüzcü olarak tutuklanmaya
hazırdın.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:410)
“Ufak tefek adam <Dr. Balaguer>, yuvarlak yüzünde iyiliksever ifadeyle, gülümser gibiydi. Bir radyo
sunucusu ya da bir fonetik hocası gibi sözcükleri özenle telaffuz ediyordu. Trujillo bütün dikkatini toplayarak
adamın yüzündeki ifadede, konuşurken ağzının aldığı şekilde, kaçamak gözlerinde gizli işler karıştırıp
karıştırmadığını ele verecek en ufacık bir belirti, herhangi bir işaret olup olmadığını inceledi. Tüm şüpheciliğine
karşın hiçbir iz bulamadı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:266)
“Frer <Fr.: Frere: Din kardeşi, keşiş> Basile’in çağrısıyla hepsi dindeki isimlerinin, doğum yerlerini,
yaşlarını , asıl mesleklerini .... sayarak, kendilerini tanıtmaya girişmişlerdi. Hiçbiri katettiği güzergahı
kendiliğinden anlatmadı veya hangi nedenden ötürü oraya (manastır) düştüğünü açıklamayı denemedi. Ama
herbirinin öyküsündeki bir şeyler, onun da dua etmek üzere dünyadan el etek çekmesine neden olan dramı üstü
örtülü biçimde ele veriyordu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:355)
“İvan:
-Bir umarımız daha var, dedi; bir Çeçen evi bulalım, sözler vererek sahibini elde edelim. Bizi ele
verecek olursa, hiç olmazsa içimizde bir ukde kalmamış olur. Böyle birini buluncaya dek, biraz daha çaba
gösterin.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:113)
“... ekşi bir suratla, ‘doksan yaşında hayatın nasıl olduğunu birinci elden öğrenmek okuyucuların
hoşuna gider.’ Sekreterlerden biri lafa karıştı: ‘Belki de hoş bir sırrı vardır,’ dedi, sonra da hınzır bakışlarla baktı
bana:’ Yoksa yok mu?’ Yakıcı bir esinti kavurdu yüzümü. Allah kahretsin, diye düşündüm, utangaçlık nasıl da
insanı ele verir.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:46-7)
“Nesnelerin ve hayatın görünüşü çiğdir. Nesneler de gizlenir, esinler de. Kelimelerin yalnızca bir
anlamı vardır gündelikte. Oysa, dünyanın uykulu olduğu saatlerde, dünya da, doğa da, nesneler de, kendilerini
daha çabuk ele verirler.”
(M. Mungan, “Elli Parça-Koku”, sa:11)
“HEY JOE!
-----------Sonra tenime indirdiğin yemin:
sol omuzumda adının baş harfi
mor dövme
tam günah meleğinin durduğu yerde
gölgesi hala düşer yazdığım bazı şiirlere
inzibatlar gündüzümüzün yolunu kestiğinde
ya da karartma zabitlerinin hayatımızın vampirlerine
romanın en heyecanlı yeriydi
birbirimizi ele vermeden ihanet ettik birbirimize”
(M. Mungan, “Oyunlar İntiharlar Şarkılar”, sa:88)
“Birçok kişinin dedikodusunu yaptığı aralarındaki ciddi yaş farkına karşın, Sinan’ı sevdiği belli
oluyordu. Çekingen, saygılı, temkinli bir hali vardı. Gene de kişiliğinin bir yanı gölgedeydi. Az konuşan, çok
susan, kendini fazla ele vermeyip sıkıştığında hınzır hınzır göz altından gülümseyen ketum erkeklerdendi.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443)
“Giriş Bölümü
Özgürlüğün bir tür ezaya
Dönüştüğü yerde
Gecenin biri bizi ele veriyor.
Bir gece aşıp umudun öte yanına
Suretiyle o eski aşkların
Hani şu örselenen aradaki uzaklıkta.”
(Kepa Murura<d.1962>-Ali Karabayram; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.01.03)
“Winston’un her yanını sıcak bir ter basmıştı. Yüzündeyse hiçbir anlam yoktu. Dehşete düştüğünü
gösterme! Öfkeni belli etme! Gözlerindeki en ufak bir kıvılcım bile seni ele vermeye yetebilir.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:37)
“Yolda karşılaştığımız Meksikalı’yı ele veren işte bu havadır. Uzun süre aynı kentte yaşamış, aynı
elbiseleri giymiş, aynı dili konuşmuşlardır. Yine de kimse, Meksika kökenli olmaktan utanç duyan bu insanları
Kuzeyliler’le karıştırmaz. Görünüş ve davranış özelliklerinin sanıldığı kadar ayırıcı olduğuna inanmıyorum.
Onları ötekilerinden ayıran başlıca özellik, Meksikalı kimliklerini saklı tutmaya çalışan tedirgin havalarıdır.”
(O. Paz, “Yalnızlık Dolambacı”, sa:15)
“YAĞMURLAR
IV
-------------------... Pek şüpheli Sütanneler, çiçek tozları, tohumlar ve hafif
türler Saçıcılar,
Hangi düşük yüksekliklerden ele veriyorsunuz bizim için
hangi yolları,
Boralar altında taşa tutulmuş en güzel yaratıklar
gibi kanatlarının çarmıhı üstünde?
(Saint-John Perse-Sait Maden, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.06.02)
“... annemi ne kadar üzdüğümü bile bile bana göstermediği, sadece beni üzmekle acı vermek arasında
bocalarken büründüğü ciddi, kaygılı tavrının, ilk kez Combray’de, geceyi yanımda geçirmeye karar verdiğinde
şahit olduğum ifadesinin, o esnada, büyükannemin, konyak içmeme izin verdiğindeki tavrına inanılmaz derecede
benzeyen havasının ele verdiği üzüntüyü göre göre...”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:545)
“Gecelikli adam sessizce kapıyı açtı: ‘Haydi!’
Polonyalı gargara yapar gibi, ‘Matka boska,’ diye bir şeyler mırıldandı.
‘Kapa gaganı. Bizi de ele verme!’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:19)
“Ama ziyaretimde üzerimde oldukça iyi bir giysi vardı, içeriye kartımı göndermiştim. Yine de, bir
şekilde anlamış olacaktı, belki de kendi kendimi ele vermişimdir. Ne yapalım, gerçek bu olduğuna göre o kadar
da kötü bulmuyordum; insanlar sessizce oturuyor ve bana aldırış etmiyorlardı.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:84)
“PENCERE
------------eşsiz güzellikte bir el fotoğrafçının stüdyosundaki
zarif masanın ya da dizlerinin üzerinde dururken
yakalarında (tabii) solmayan bir çiçek,
ne kendini beğenmişliklerini ele verecek kadar yaygın,
ne de yazgılarına boyun eğmişçesine büsbütün tutuk
belli belirsiz bir zafer gülümseyişi dudaklarında.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:75)
“JOHANNA - Üç hafta evvel konsültasyona katılan katılan doktorlardan biriyle mavi salonda
konuşuyordunuz.
LENI - Evet, Doktor Hilbert. Ne olmuş?
JOHANNA - Doktor yanınızdan ayrıldıktan sonra sizinle koridorda karşılaştık.
LENI - Sonra?
JOHANNA - Hepsi bu. (Ara.) Yüzünüz her şeyi ele veriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:17)
“Yazdıklarım benziyor birbirine tıpatıp,
Bütün şiirlerimde niçin urbalar aynı?
Basmakalıp sözlerim beni ortaya atıp
Ele verir adımı, sanatımın aslını.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:76, sa:193)
“Bu oda Octave için bir tiksinti konusuydu ama, burada anasıyla babasının önünde belki yirmi kez
övmüştü. Ağzından kaçıracağı bir lafın kendisini ele vermesinden bu oda ile bütün bu evin kendisi için me denli
çekilmez olduğunu açığa vurmasından korkuyordu çünkü.”
(Stendhal, “Armance”, sa:19)
“Fabrice bir çeşit kahramanca azametle:
‘Annem kız kardeşlerime söyler ve bu hatun kişiler haberleri olmadan beni ele verirler!’ diye haykırdı.
Kontes gözyaşlarının arasından gülümseyerek:
‘Sizin yüzünüzü güldürecek olann cinsiyetten biraz daha saygıyla söz edin kuzum,’ dedi. ‘Çünkü,
basit, incelikten uzak ruhlar için fazlaca ateşli olduğunuzdan, hiçbir zaman erkekler sizden
hoşlanmayacaklardır.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:45)
“Az kalsın, bu işi yapacaktı da... Saniyenin yüzde biri içinde bir karardan bir ötekine sıçrayarak nihayet
durakladı: Peki! Ahmet’i kurtarmak için ne söylemeli? Nedime Hanım’ı ele mi verecek?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:243)
“Güneş, odaya keskin kamalar biçiminde düştü. Işığın dokunduğu her yer tutucu bir varoluşa büründü.
Tabak, ak bir göl gibiydi. Bıçak, buzdan bir hançere benzedi. Işıktan çizgilerle yukarı kaldırılmış büyük
bardaklar, ansızın kendilerine ele verdiler. Suyun altına batmış da çıkmışlar gibi masalar, iskemleler, olgun
meyvenin kabuğu üzerindeki buğuya benzer kırmızı, turuncu, morla incecik örtülü olarak yüzeye yükseldiler.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:83)
“Şurada burada ölgün bir ışık huzmesi ıslak dumanlarla boğuşarak parlak bir tabelayı aydınlatmaya
çalışıyor ama yalnızca kaskatı olmuş gırtlaklardan çıkan belli belirsiz sesler ve kahkahalar soğuktan donanların
ve havadan ötürü keyfi kaçanların toplandıkları meyhaneleri ele veriyordu. Ara sokaklar bomboştu ve geçip
giden tipler de, siste hızla kaybolan çizgilere benziyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:11)
Elf (çoğul: elves) : Cin. Masallara ve kimi inançlara göre göze görünmeyen yaratık; peri; doğaüstü güçleri
olduğuna inanılan, düşsel dişi varlık; cin gibi çocuk, yaramaz kimse; yaramazi ufak tefek kimse. Elf lock:
cinlerin yaptığına inanılan, bozulması hayra yorulmayan saç lülesi; elfin: Cin ya da perilere ait; cin gibi; küçük.
Elfish: cin gibi, yaramaz. İskandinav miti, iki cins ‘elf’ tanır: Beyaz ve siyah, onların barındığı mahal: Alfheim,
dünyanın 9. kıtası sayılır. Sessizdir ve görünmezler. Mitolojideki diğer canavarlar gibi büyük ve tehlikeli
değildirler, maamafih, ‘ölüler’ ile temastadırlar. Hava da uçabilirler. Bir kralları vardır: Gudmund; onun
yaşadığı yerde ölüm yoktur; Kralı yılın çeşitli zamanlarında dünyanın ötesinden gelen ziyaretçiler ziyaret eder
ve onları Kralın, on iki iri yapılı, her bakımdan güzel kızları, kırmızı renkli atları üzerinde karşılar ve misafir
ederler. Aynı şekilde, etrafta serbest dolaşan ‘toprak-ruhları’=‘land spirits’ balıkçı ve avcılara şans getirir.
“Kabalist’lerin ‘silf’ler, ‘semenderler’, ‘elf’ler, ‘gnom’lar ve ‘dişi gnom’lar hakkındaki genel
düşüncelerinin, bunların bedenleri gibi ölümlü bir ruhla doğdukları ve büyücülerle düşüp kalkmaları sonucu
ölümsüzlüğe eriştikleri yönünde olduğunu biliyorum. Benim kabalist’im, tersine, ister yersel ister göksel olsun,
sonsuz yaşamın hiçbir yaratığın payına düşmediğini öğretiyordu. Ben hakemlik savında bulunmaksızın onun
yolunu izledim.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:9-10)
Elgin elgin bakmak : Gariban, yabancı, yad ellerden gelmiş birinin hüzünlü bakışı
“Karşımda durur, sarı gözlerini gözlerime dikerdi. Susardı baktığında. Kurt da öldükten sonra eve
gelmişti. Köpek kokularının dolaştığı bütün köşeleri dolaşmış, koklamış, sonra elgin elgin mutfağın ortasına
oturmuş, bakmıştı bana. O ilk günden beri sesi çıkmamıştı evde.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:83-4)
El Greco, Domenicos Theotokopoulos : (YUN.BİOGR.SAN.) <Domenikos Teokopulos El Greco> (15411614) Özellikle din konusu üüzerinde portre ve resimler yapan ünlü ressam. Girit adasında doğdu, İtalya2da
eğitim gördü ve 1577’den itaibaren de Toledo-İspanya’ya yerleşti. (Spa.: El Greco = The Greek <di Grik>
Yunanlı)
”GRECO’YA DİLEKÇE
GRECO’ya Dilekçe’m bir biyografi değildir; benim kişisel hayatımın, kendim için biraz, başka birisi
için çok basit bir değeri vardır; bu hayatta benim tanıdığım biricik değer şudur: Kişinin basamaktan nasamağa ve
güçleriyle azminin kendisini götürebileceği kadar yükseğe çıkma mücadelesi: bu benim keyfi olarak GİRİT
BAKIŞI adını verdiğim doruktur. ................. Benim, yukarı doğru çıkışımda dört tane basamak olmuştur ve her
birinin kutsal birer adı vardır: İsa, Buddha, Lenin, Odysseus. Güneşin battığı şu anda, bu büyük ruhların
birinden diğerine geçen kanlı ilerleyişimi, bu Yolum’da belirtmek istiyorum; canı burnunda bir insanın,
kaderinin kötü ve kayalıklı dağında ilerleyen bir insanın gidişini... Benim bütün ruhum bir çığlık ve bütün eserim
bu çığlıktaki nottur...............Hatırlasın diye hafızamı çağırıyor; havayı, hayatımı toparlıyor, generalin
karşısındaki asker gibi dimdik duruyor ve Greco’ya Dilekçe’mi yazıyorum; çünkü o benimle, aynı Girit
toprapından yoğrulmuştur ve yaşayan yaşamış olan mücadeleciler içinde beni en iyi o anlayabilir. Kendisi de
taşların üzrinde aynı kırmızı çizgiyi bırakmadı mı?”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:9)
Elhamdülillah : Allaha şükür
“OKYAY - Sustum... Sustum...
NECMETTİN - Bitti mi tartışma? Elhamdülillah... Şimdi rahat rahat konuşabiliriz... Reis bey, bu
bahçıvan Ahmed’i nasıl bulacağız?”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:91)
“Hayrullah Bey, çocuk gibi seviniyordu. Beyaz kirpiklerinin içinde masum mavi gözleriyle gülerek:
-Ah, gençlik! Elhamdülillah onu da yendik. Bak, rengin gibi neşen de gelmeye başladı, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:357)
“Kaymakam her zamanki neşesini hiç bozmadan, soğukkanlılıkla onlara sormuştu:
‘Ulan siz müslüman değil misiniz?’
‘Elhamdülillah müslümanız Kaymakam bey.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:31)
“-İnsan Türk olur da, nasıl Mustafa Kemal Paşa’dan yana olmaz?
-Biz Türk değiliz ki, beyim.
-Ya nesiniz?
-Biz İslamız elhamdülillah... O senin dediklerin Hymana’da yaşarlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:153)
Eli açık : Cömert, herkese yardımcı kimse, yardımsever, alicenap
“Onu <Slim amca> böyle görmek beni tiksindiriyordu, ama aynı zamanda onun acımasızlığının etkisini
dolu dolu hissetmeme de engel oluyordu. Bütün kozlar elinde olduğuna göre, Slim eli açık davranabilirdi; bana
olan tutumunda beklediğim kadar yabanıl olmadı. Tabii ara sıra bana vurmadı değil; canı istediği zaman ağzımın
ortasına bir tane indiriyor ya da kulaklarımı çekiyordu; ancak kötü davranışının büyük bölümü, iğneli sözler ve
dokundurmalar biçimindeydi.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:127)
“Soylu, eliaçık ruhlu kadınlar vardır; büyük bir adamın yanında acılara katlanır, onun yoksulluğunu
paylaşır, türlü huylarını, heveslerini anlamaya çalışırlar; bazı kadınlar nasıl pervasızca süslenir,
duygusuzluklarını nasıl pervasızca gösterirlerse, onlar da sevmekten, çile çekmekten öylece çekinmezler.
Gillette, işte o kadınlardandı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:34)
“-Tabii, tabii, dedi Priscilla kitabın sayfalarını ilgisiz bir biçimde çevirerek, zehirlerden sık sık söz eden
bir kitap öyle dğil mi? Şuraya bak, bütün bir bölüm bu konu üzerine. Kitaplarına iyi bakıyorsun Lollis... yeni
gibi... Hatta şuna bak, yeni! Bu yılın baskısı... Çok eli açıksın Lollis... eski kitapları ödünç alıp geriye yenilerini
getiriyorsun!”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:139)
“Onunla bir buluşma ayarlayabilirdi. Ama her zaman eliaçık davranmış olan eski dostu Maykov’un
adını tehlikeye sokmak istemiyor, anlayacaklar diye düşünüyor. Yastayım ve yas tutan insanlar da yalnız kalmak
isterler.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:61)
“Bağış
Eli en açık olan
Benim sevgimdir
Ala ala bitiremediğim
Verdiğini”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:206)
“‘Surlara yapılacak ilk saldırıda, yürekli bir avuç insan kente girebilir, kapılara doğru gidip onları
açabilir, yeter ki dışarda içeri girmeye hazır bir başka grup olsun. Talihim yaver gitti. Ama sen bu gece neler
gördüğünü hiç kimseye söylememelisin, çünkü bir başkasının benim keşfimden yararlanmasını istemiyorum’
dedi. Eli açık bir adam havasıyla ona para verdi ve susmanın bedeli o kadar gülünçtü ki, Ditpold’a olan
sadakatinden değil, sırf intikam için, casusun hemen koşup ona her şeyi anlatacağı açıktı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:195)
“-Buna olsa olsa incelik ve nezaketimiz, soydan gelme kültürümüz engel olur, dedi. Pittsburg’lu
milyonerler gurursuz, büyüklenmeleri olmayan, sıradan, eli açık insanlardır. Tavir ve davranışlarında kaba ve
nezaketsizdirler. Gürültücü, patırdıcı oldukları gibi yontulmamışlardır. Kaba saba davranışlarının arkasında bir
hayli nezaketsizlik ve saygısızlık gizlidir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:96)
“1. POLİS - Şimdi ikimize de bir tane oldu! (POLİSLER ayakkabıları paylaşırlar.)
BİR KADIN - Peki, bize bir şey yok mu? (Yukarıdan sigaralar, AMEDEE’nin ceketi düşer.)
BİR ADAM - Sigaralar! Bir ceket! (Sigaralar ile ceket paylaşılır)
MADO - Çok da eliaçık bir adam! (Gökyüzü alabildiğine aydınlanmıştır; kuyruklu yıldızlar, kayan
yıldızlar vb...) Donanma fişekleri!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:148)
“Herkes seviyordu genç öğretmeni. Kirila Petroviç avda gösterdiği gözüpeklik ve çeviklikten; Marya
Kirilovna bıkıp usanmadan çabalamasından ve çekingen yakınlığından, Saşa yaramazlıklarına göz yumuşundan,
ev halkıysa iyi yürekliliği, bir de maddi durumuyla bağdaşmaması gereken eli açıklığından ötürü.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:77)
“Joaquim Sassa akşam yemeğinin parasını ödedi, içeridekilerle veda etti, kıza kendisine verdiği bilginin
karşılığı olarak yüklüce bir bahşiş bıraktı, han sahibi onu cebine atabilirdi, açgözlülükten çok küskünlük
yüzünden, insanların eliaçıklığı ne kadar iyi olduklarıyla doğru orantılıdır...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:60)
“ELLIE -... çok soyluca bir harekette bulundu. İstediği kadar sermaye verdi. Ödünç filan değil, düpedüz
bağışladı. Ne eliaçıklık değil mi?
Mrs. HUSHABYE - Seni almak şartıyle mi?
ELLIE - Yo, yo! Ben daha bacak kadar çocuktum. Yüzümü bile görmemişti.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22)
“Papa hazretlerinin ülkelerinde, bütün yollarda onu (Francesco Cenci) tanımayan yoktu; para
konusunda eli açıktı; fakat bir hakarete uğradıkları iki üç ay sonra, paralı katillerinden birini gönderip hakaret
eden adamı öldürtecek yaratılışta idi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:73)
“-Yo, diye ekledi, bana aşkını ilan edenler oldu; ilk sevgilimin adı Jean Barville idi, para der başka şey
demezdi. Leduc adındaki bir başkası çok eliaçıktı, ama beni görme olanağını elinden aldığım gün, en mutlu günü
oldu yaşamımın.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt: II, sa:83)
“Fabrice Napoli’ye orta halli bir araba ve halasının kendisine gönderdiği Milano’lu dört sadık uşakla
geldi. Bir yıllık öğrenimden sonra, hiç kimse onun akıllı bir insan olduğunu söylemiyor, herkes ona pek eli açık
ama, biraz hovarda, titiz, ciddi bir büyük senyör gözüyle bakıyordu. Fabrice yönünden oldukça eğlenceli geçen o
yıl düşes için perk korkunç oldu. Kontun üç dört kez durumunu yitirmesine ramak kaldı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:148)
“Kahveci Kel Hasan, eski eşkiyalardan İskender Ağa’nın ne kadar eli açık olduğunu herkesten iyi
biliyordu. Zarara karşı telaşlanmaması da bundan...”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:115)
“Bir esnaf, büyük tüccar, bir hekim, gerçek araştırıcı ve iş adamı da, eski yüzyılların öncüleri soyundan
gelme gözü pek, eli açık, gözünü budaktan sakınmaz bir kişi olurdu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:229)
“Bir yerlerden doğru sesler geliyordu. Ben bunları benim için şarkılar sanıyordum. Göğsümün
çevresindeki kabuğu parçalıyalı beri her şey benim oluvermişti; kendini verişin, eli açıklığın sevinci beni her
şeylere sürüklüyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:170)
Eli ağır olmak : Çok sert vurup yere yıkmak; Çok yavaş iş görmek
Bk.: Eli sakar olmak
“ ‘Daha önce de söylemiştim ya, Barbara’nın dairede çörek satarken sırnaşan birine attığı tokatın
hikayesini arkadaşlar anlatırlardı. Ufak tefek sayılan bu kızın elinin ağırlığına dair söylenenler, alay olsun diye
fazlaca şişirilmiş gibi gelirdi bana. Ama gerçekmiş, söylenenler azmış bile.’ ”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:58)
“Ben, ‘Yahu bir dakika dur,’ dedim, ‘belimi incittim, yerimden kalkamıyorum!’
O, kapıyı büyük bir gürültüyle kapattı. Biraz sonra yerimden biraz kımıldamayı becerince zili çaldım
ve o ağır elli hemşire yine kapıda belirdi ve gürledi: ‘Allah için, şimdi ne isitiyorsun?’
-Kahvaltımı alabilir miyim, lütfen?”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:103)
“Sonra da sert ve kararlı bir sesle devam etti: Evi altüst etmemizi mi istersiniz yoksa anlaşmayı mı
yeğlersiniz? Burada bir yerde, dedi Pereira, çalışma odasında ya da yatak odasında. Kısa boylu sıska iki hödüğe
buyurdu: Fonseca, dedi, eline dikkat et, fazla ağır olmasın, sorun çıksın istemiyorum, küçük bir ders vermek ve
öğrenmek istediğimiz bilgiyi almak yeterli.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158)
Eli armut toplamak : Onun da eli boşta mı yani; boşta kalmamak, bir şeyler yapmak
“ ‘Bu senin yaptığın iş değil arkadaş,’ dedi. ‘Kan dökme devri geçti. Onlar da seni öldürürler. Onların
eli armut toplamıyor ya.’ ”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:197)
Eli ayağı bağlı olmak : Hiç birşey yapamamak, çaresiz olmak
Bk.: Eli kolu bağlı olmak
“ELLIE - Ne hakkın vardı ona büsbütün el koymaya? (Kendini toplar.) Affedersin, elinde değildi
başka türlü davranmak. Onun da eli ayağı bağlıydı. Bana da düşen eli böğründe kalmak.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:81)
“Temel düşüncesi şudur: Her insanın bir hayat planı olmalıdır ve bu delilik onu ölünceye kadar rahat
bırakmaz. ‘Özgür, düşünen bir insan, tesadüfün onu engellediği yerde eli ayağı bağlı kalmaz... insan, kaderinin
üstüne çıkabileceğini hisseder..’ ”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, sa:26)
Eli ayağı boşanmak, çözülmek : Heyecan ya da korkudan, eli ayağı gevşemek, mecalsiz bir hale gelmek
“-Benden elli bin almadın mı be? Bir kısmını Savcı’ya, üst yanını da Ankara’ya göndereceğim demedin
mi?
Müdür’ün eli ayağı çözülmüş, titriyordu:
-Merhamet! Diye ellerini uzattı, Allahınızı severseniz...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:113)
“Onların konuşmalarına uyanan Memed, Çardaktan aşağı atladı:
‘Kim o?’ diye bağırdı.
Seyran hemen titreyerek yere yattı. Memedin sesini duyunca eli ayağı boşanmıştı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:379)
“Öylesine eli ayağı çözülmüştü ki Ruşen’in, bir türlü ata binemiyordu. En sonunda canını dişine taktı,
ata atladı, gözlerini yumup atı mahmuzladı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:33)
Eli ayağı kesilmek; buz kesmek : Heyecandan donmuş hissetmek, kanı çekilmek, etken davranamamak
“Kien renkten renge girdi. Therese’nin geldiğini gördü. Kaçmıştı demek. Mavi etekliği parlıyordu. Deli
kadın, etekliği çivitlemiş, kolalamıştı, kolalamış ve çivitlemişti. Kien’in yüzü de çivit mavisine döndü, eli ayağı
kesildi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:296)
“SOLANGE - Çünkü yüzünü göremedim, Claire. Uyuyup uyumadığını anlamak isterken kendimi
birdenbire yanında buluverdim. Elim ayağım kesildi. Gırtlağını bulmak için göğsünün şişirdiği örtüyü de açmak
gerekiyordu.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:36)
“Gavrila’nın eli ayağı buz kesildi. Düşünme yeteneğini büsbütün yitirdi. Bir daha ne ağzını açtı, ne de
Çelkaş’ın yüzüne bakmaya cesaret etti.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:80)
“Soğuktan elim ayağım buz kesmişti, kafamda düşlerimin ışık yolu, içimde de yalnız delilere göre
tılsımlı bir tiyatronun özlemi, yürümeye koyuldum.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:33)
“Rahibelerin, bilhassa mektepten hiç ayrılmayan Sör Süperiyör’ün beni çok merak etmiş olduklarını
tahmin ediyor, kaygımdan elim ayağım kesiliyordu. Fakat köşkten herhangi bir yadigar götürmeye karar
vermiştim; bir türlü kalkamıyordum.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:81)
“Engin tanımadığı, hiç bir şeylerini bilmediği insanlar içinde eli ayağı kesilmiş kalakalıyor.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:122)
“Ruşen Ali derenin kıyıcığına bir çalının içine yumuldukça yumulmuş, korkusundan eli ayağı buz
kesilmiş, tir tir titriyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:49)
“Artık kendini dizginleyemedi, gözleri yarı kapalı, elleri başının arkasında, memelerini öne fırlattı,
altında onun ritmine uyarak anlaşılır amlaşılmaz sözler mırıldanan, gidip gelen kösnül atı sürmeye başladı. Ta
ki,ölür gibi, bayılır gibi oluncaya, eli ayağı kesilinceye kadar.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:16)
“Kahyanın bu sözleri üzerine elim ayağım buz kesti. Ah göklerdeki babamız, şimdi Vanyuşam ne
olacak diye düşündüm. Çaresiz, oğluma bir mektup yazarak anlattım durumu. Yanına on para katamadan sadece
hayır duaları gönderdim ona.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:63)
“-... ben içeri girdiğim zaman, ne sende pes ettirmiş pelvan (pehlivan) hali vardı ne de kadında, koçu
beğenmiş marya gevşekliği... Sakın Kocamustafapaşalılar’ın namusunu iki paralık etmeyesin elin ayağın kesilip?
-Eli ayağı kesilene, ‘Yarın ben seni ararım’ derler mi?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:155)
“Vaktiyle papazın karısından birçok hırsız hikayeleri dinlerdim. Bu kadının anlattığı, yalan yahut doğru
hikayeler aklıma geldi. Elim ayağım buz kesildi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahatı”, sa:18)
“Odasına çekilerek yatağa uzanır, ‘onunla’ baş başa kalır. Hem de göz göze... Oysa ‘onunla’ yapacak
bir şeyi yoktur, bakıp bakıp korkudan buz kesilecektir...”
(L. Tolstoy, “İvan llyiç’in Ölümü”, sa:73)
Eli, Elleri ayağına dolaşmak : Telaş ve heyecandan ne yapacağını bilememek, karışık ve düzensiz işler
yapmak
“Fabrice’in ‘whist’ masasında yer değiştirmek zorunda kaldığı an gelip çattı. İşte o zaman tam
Clélia’nın karşısısna düştü, böylece birkaç kez onu doya doya seyretme mutluluğuna erdi. Onun kendisine
baktığını hisseden zavallı markiz, ne yapacağını bilemiyor, adeta eli ayağına dolaşıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:527)
“Karakol subayıyla polis komiserinin, ki aslında şimdi görevleri hükümlüyü idam sephasına çıkarıp
cellada teslim etmek olan demir gibi adamlardı, elleri ayaklarına dolaşıyordu. Ağlıyorlar, şapkalarını
çıkarıyorlar, ellerini ovuşturuyorlar, Kore hastalığına yakalanmış gibi sarsılıp yüzlerini buruşturuyorlardı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:234)
“Siroe düşünceli duruyordu. Eşyalarını kayığa yerleştirirken eli ayağına dolaşır gibiydi.
‘Bilmiyorum. Çünkü geceleri karanlıkta görüşüyorduk.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:171)
Eli ayağı titremek : Korku ya da heyecandan tüm etrafı titremek, son derece ürkmek
“Önemli kararlar alması gerektiğinde ışığın savaşçısının eli ayağı titrer ‘Bunun altından kalkamazsın,’
der bir arkadaşı. ‘Haydi, cesaretini topla,’ der bir başkası. Böylece iyice kararsız kalır savaşçı.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:88)
“LOPAHİN - Dunyaşa, neyin var senin?
DUNYAŞA - Elim ayağım titriyor. Kendimi tutmasam bayılacağım...
LOPAHİN - Pek çıtkırıldım olmuşsun. Giyimin küçük hanım giyimi. Saçın başın desen öyle. Olmaz.
İnsan kendini bilmeli.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:104)
“ ... sabahleyin, Clélia, Fabric’e o akşam mermer kaplı kiliseye geleceğini söyledi.
Genç kız içeri girer girmez:
‘Sizinle çok kısa konuşacağım,’ dedi. Eli ayağı öylesine titriyordu ki, oda hizmetçisi kadına yaslanmak
gereksinimini duydu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:404)
Eli ayağı tutmak : Tam sağlıklı olmak, hastalıksız yaşayıp çalışabilerek ekmek parasını kazanabilmek
“Adam sen de, daha gencim, dincim, elim ayağım tutuyor: sonra bileğimde keman gibi altın bilezik var.
Bir eyyam daha şöyle yuvarlanıp gidelim; elbet günün birinde, çingenelerden alacağım ilhamlarımı,
sermayelerimi tamamlayınca annemle birlikte yine atarız kapağı bizim sessiz, sakin Topçular’a...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:180-1)
Eli ayağı tutmamak, tutulmaz olmak; Eli ayağı tutmaz, gözü görmez olmak : Felç olmak; çok zayıf ve
hastalıklı olmak; (fig.) Yaşlanmak, kocamak, kuvvet ve kudretten kesilmek
“Hummalı bir bekleyişle masanın başında taburede oturuyor, rahibin yardımını sağlamak için ona neler
söyleyeceğini tek tek zihninde tasarlıyordu, çünkü işe buradan başlaması gerekmekteydi. Beri yandan, kapının
altından sızan ışığın azar azar güçlenişini açgözlülükle izliyordu. Birkaç saat önce kendisini korkudan eli ayağı
tutmaz duruma sokan an’a şimdi özlemle yanıp tutuşarak kucak açıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:314)
“Aralık ayında bir gece, her taraf karla kaplıyken, geç vakit baba evine geldi. Kendisini bekleyen kahya,
kızının koluna tutunarak dışarı çıktı; Hans’ın dedesine bile hizmet etmiş, eli ayağı tutmayan ihtiyar bir adamdı.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:115)
“Selma Hanım, ona doğru gitti:
‘Hanım nine, nasılsın bakalım?’
‘Nasıl olacağım? Kocadım, kocadım, ayol. İşte elim ayağım tutmaz, gözüm görmez oldu. Hele dur
bakayım sana...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:165)
“Gençliğindeki gibi ilk ekinini o biçer, ilk döğenini o sürer, ilk tohumunu ambarına o kormuş. Eli ayağı
tutmaz olmuş. Yine de aynı minval üzere işi devam etmiş...”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:179)
“Elif Ana: ‘Gittiğin yerlerde hiç onu görmen olur mu? Görürsen de ki, Elif’in eli ayağı tutmaz olmuş...
Bir ayağı çukurda da...’ ”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:158)
“Sivri kafasını omuzlarının içine iyice çektiğinden boyun damarları ağrıyor, solukları yüreğinin
atışlarına yetişemiyordu. Aklına art arda hücum eden fikirlerle eli ayağı tutmaz olmuştu.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:345)
“Daha uçmasını öğrenmeden yuvalarının önünde öldürülmüşlerdi. Anne ve babaları hiçbir şey olmamış
gibi daldan dala atlayarak ötüşüyorlardı. Nasıl olur, diyordum, nasıl olur böyle bir şey? Oracıkta elim ayağım
tutulmuş, taş kesilmiştim.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:31)
“Sahne boşalmıştı. Miss La Trobe ağaca yaslandı, eli-ayağı tutmuyordu. Gücü çekilmişti içinden.
Alnında boncuk boncuk terler birikti. Hayal, yıkılıp gitmişti. ‘Ölüm bu işte,’ diye mırıldandı, ‘düpedüz ölüm.’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:122-3)
“ ‘En tuhafı da, ikisi de ötekinin yaşlı ve eli ayağı tutmaz olduğunu söyleyip, onu engel görmesi. En az
anladığım da tabii annemin davranışları. Ağabeyim Alfred de hep dertli ve davranışları çekingen. O da günün
birinde kendi bildiğini okuyan biri olacak gibime geliyor. Günlük yaşamı işiyle kadınlar arasında sürüp gidiyor.
Sanata ve edebiyata olan ilgisizliği neredeyse utandırıcı...’ ”
(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:113)
Eli başkasının cebinde : Cimri, pinti, dostluğu kötüye kullanarak müşterek masrafları başkasının cebinden
ödeten kimse; Hırsız (Argo)
“İYİ BİR ARKADAŞTI
---------------------------Ne dili cebindeydi
Ne eli başkasının cebinde.
Başını göğsüne koyup ağlamazdı
Arkadaştı işte
İyi bir arkadaştı.
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:31)
Eli bayraklı : Edepsiz, gözü pek,isyankar, hırçın ve kavgacı (özellikle kadınlar hakkında)
“Meğer fincancı katırlarını ürkütmeyenlerin bu kadarcık olsun mükafatı varmış. Hem ne hoş... Bu işin
batakçı defteri, eli bayraklı kadınları da yok.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:157)
Eli bıçaklı : Eli bıçak tutan, sabıkalı serseri
“Bak, dinle beni; burada uğraşmamız gereken şey insan, namussuz, yedi kere kurnaz insan. Bir kere her
şeyden önce Kızılsakal Yahuda’dan sakın. Nasıra’dan ayrılmadan, çarmıha gerilen Partizan’ın annesiyle, sonra
Barabbas ve Kardeşlik Derneği’nden eli bıçaklı üç kişiyle daha fısıldaştığını gördüm. Adının geçtiğini duydum,
aman dikkat et Meryem’in oğlu; manastıra gideyim deme.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:151)
Eli bol : Eli açık; para, yiyecek, giyecek vb konularda cimrilik etmeksizin bol bol cömertlik gösteren insan
“Gelenek haline getirdikleri gibi, anneleri mutfakta gayretle çalışmış, iki çocuğuna yemek pişirmekten
keyif almıştı. Yetmiş beş yaşındaki Isabel Solomon eli bol bir aşçıydı ve bu akşam fırında geyik etinin, hayır
turbu sosunun ve sarmısaklı patates püresinin ağzı sulandırannn kokuları bütün eve yayılmıştı.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:224)
Eli boş (ayrılmak, çevirmek, çevrilmek, çıkmak, dönmek, gelmek) : Umduğunu elde edemeden geri
dönmek; bir şey getirilmesi beklenen sosyal durumlarda (yıldönümü, kutlama vb) bir hediye getirmemek; Ya
parası olamamaktan ya da çevrede satın alınacak bir şey bulunamamasından evebir şey satın alamadan dönmek
“İkinci paragrafta, lafı uzatmadan konuya giriyordu. Frashawe ortadan yok olmuştu ve altı aydan fazla
bir süredir onu görmemişti. Onca zamandır Fanshawe’den ne bir haber almıştı, ne de nerede olduğuna ilişkin bir
ipucu vardı. Polis hiçbir yerde izine rastlamamıştı ve kendisinin tuttuğu özel detektif de eli boş dönmüştü.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:7)
“Eğitmen, Öğretmene baktı. Öğretmen, ‘Ne var heybede?’ dedi.
‘Biraz ceviz, cerez getirdim. İnsan eli boş gelemiyor. Gönlüm sizi çok çekiyor emme, işte anlattığım
gibi.’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:25)
“Toz sabun ya da muşamba cilası, tıraş bıçağı ya da fotin bağı satardı onlar. Annemi daha görmeleriyle
duydukları mutluluğa, bu yaslı yüzler, korkunç birşeyler katardı. İyi bir kadındı annem: Kapıdan kimseyi eli boş
çevirmezdi; dilencilere ekmeğimiz varsa ekmek, paramız varsa para verirdi; hiç değilse bir fincan kahve içirirdi.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:14)
“Sophie’nin oradan eli boş ayrılmaya niyeti yoktu. ‘Onlara çoktan gelip gittiğimizi söyleyin. Bankayı
aramak isterlerse, arama emrini sorun. Böylece biraz zaman kazanırız.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:209)
“İvanoviç, hırsızın peşinden koştu, on dakika sonra soluk soluğa eli boş döndü. Adam kaçıp
kurtulmuştu.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:74)
“İlk sözü şu oldu: İyi yürekli Bey, ah, Hans’ım öldü! - Oğullarının en küçüğüydü. Sessiz kaldım. Kocam da, dedi, İsviçre’den eli boş döndü, iyi insanlar olmasaydı, dilenmek zorunda kalacaktı.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:105)
“ ‘Talihin orada da yaver gitmezse, piyanoyu rehine veririz ya da başka bir çözüm buluruz. Ben şimdi
bir pusula yazıp vereceğim sana. Ama, bana bak, sakın atlatmaya kalkmasınlar. Çok ihtiyacım olduğunu,
meteliğe kurşun attığımı söyle. Ne halt edersen et, sakın elin boş dönme, yoksa seni cepheye sürdürürüm.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:140)
“Komşular biraraya gelerek ormanı aramışlar, kilometrelerce yol gidereek dağ tepe taramışlardı.
Bentleri, su oluklarını ve dereleri ana yatağa varıncaya kadar gözden geçirmişler ama elleri boş köye
dönmüşlerdi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:145)
“En iyisi açıkça yanıma almadım, demek. Balığa çıktık derim. Laf olsun diye zaten birer balık çektik
Suat’la. O, eli boş dönmesin diye aldı yanına. Eve götürür, tel dolabının orta yerine yerleştirir. Ailece paylaşacak
olsalar, bir tadımlık bile düşmez her birine.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:30)
“Uzak akraba evlerinden de eli boş döndü. Aldığı cevaplar birbirinin aynıydı. Sokak arasındaki
kahvelerin birinde soluklanmak istedi.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:49)
“ ‘Ama sen de benim gibi birini öldürüp katil olmaya değer mi, onu düşün.’ / ‘Peki.’ (Bir sessizlik)
‘Ben düşündüm hocam, bakın aklıma ne geldi.’ / ‘Ne?’ / ‘Ben seni bulmak ve cezanı infaz etmek için iki gün bu
sefil Kars şehrinde eli boş dolaştım. Tam kısmet değilmiş diye Tokat’a dönüş biletimi almış, son bir çay
içiyordum ki...’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:50)
“ABİT İLE HIRSIZ
Hırsızın biri, bir abidin evine girdi. Aradı, taradı, br şey bulamadı! Canı sıkıldı... Abit, olan biteni
anlayınca, üzerinde yattığı kilimi, eli boş dönmemesi için hırsızın yoluna attı...
İşittim ki Hak yolunun erleri,
Hırsızı da eli boş çevirmez geri...
Sen ki dostlarınla çekişiyorsun,
Sana nasip olur mu bu Hak yeri?”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:89)
“Sokaklar yiyecek peşinde koşan körlerle dolu. Mağazalara girip çıkıyorlar, içeri eli boş giriyor, çoğu
kez de eli boş çıkıyorlar, sonra da oturup o semti terk edip kentin başka yerlerine gitmenin gerekli ya da avantajlı
olup olmayacağını tartışıyorlar birbirleriyle.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:232)
“... ve son olarak şöyle dedi: ‘Dinle, Sophia, belki gerçek sınav şu olabilir. Yarın akşam ülkenin en
güzel delikanlısı, bugüne kadar hiçbir kadının karşı koyamadığı ve hepsinden çok da beni arzulayan Sylvander
bana gelecek. Benim için yirmi sekiz mil uzaktan atla geliyor ve yalnızca benim yanımda gecelemek için yedi
libre saf altın getiriyor. Eli boş gelseydi bile, onu geri çevirmezdim...’ ”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:174)
Eli boş olmamak : İş sahibi olmak, işi olmak
“Çermaşnaya’ya gidersin, ben de gelirim sana, hem elim boş değil… Sana orada bir kızcağız
göstereceğim: çoktandır gözüm var. Kız şimdilik yalınayak başı kabak ama hor görme - cevherdir şu
pabuçsuzlar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:209)
Eli boş oturmak : Çalışmamak, işi olmamak
“Ataları Lübeck’li olan Carl Hermann Hesse ilçe doktoru, aynı zamanda Rus imparatorluğunda devlet
danışmanıydı. Yeğeni Monika Hunnius, anılarında kendisinden söz açarak onu son derece orijinal, neşeli, eli boş
oturmayı sevmeyen, hoşsohbet, dindar ve kişilikli biri olarak tanımlar.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:10)
Eli böğründe beklemek; bırakılmak, bırakmak : Yarım kalmış bir iş için endişeyle beklemek; Başkalarının
vadettiği yardımı yarıda kesmek, ayaz’da kalmak
“Kızlardan biri bile gelip onu kutlamamış ya da iyi şanslar dilememişti, ama bu normaldi; Maria bir
rakibe, bir hasım değil miydi? Hepsi aynı ganimetin peşinden koşuyordu. Maria üzülmek şöyle dursun, kendiyle
gurur duyuyordu; eli böğründe bekleyeceğine savaşıyor, mücadele ediyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:69-70)
“Kuzguncuk
-------------Aynada bir kartpostal :
Bir manzara Nis şehrinden.
İskemle, karyola, konsol...
Denize nazırdı pencereleri...
Güneşte tavana suların ışıltısı vurur,
Karanlık şilepler geçerdi geceleri
insanı olduğu yerde
eli böğründe bırakarak...”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:28)
Eli böğründe kalmak : Apışıp kalmak, iş yapamaz durumda olmak, beklentisi boşa çıkmak
Bk.: Eli boş dönmek
“Murat yavaşça:
‘Bilirim...’ diye devam etti. ‘Sözüm kimseye karşı değil, diyeceğim büsbütün başka... Ekilen toprak
bizi doyurmaz. İneğin biri ölmüş. Haydi bu yılı yarı aç yarı tok çıkardık diyelim, gelen yıl elimiz büsbütün
böğrümüzde kalacak.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:141).
“ ‘Ağzını bozma, yavrum. Konservelerinizi aldınız mı? Bizim bölükten depoya gittiler, ama elleri boş
döndüler. Depo kapalıymış.’
‘Bizimkilerin de elleri böğürlerinde kaldı.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:417)
“Tanrıya, yaşam denen şeye, ağza alınmayacak çirkin sözlerle veriştirdim, ağladım, kıyametleri
kopardım. Beraber olduğumuz yıllarda elimdeki güvenebileceğim tek şeyin Richard’la aramdaki dostluk
olduğunu düşünmemiştim hiç. Elim böğrümde kalakalmıştım.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:82)
“On kat büyük bir görkem doğar gür benliğinden
Ortaya senin eşin on tane sen çıkar da,
Ölüm, eli böğründe kalırdı göçünce sen Bırakırdı, yaşardın gelecek kuşaklarda.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:6, sa:53)
“ELLIE - Ne hakkın vardı ona büsbütün el koymaya? (Kendini toplar.) Affedersin, elinde değildi başka
türlü davranmak. Onun da eli ayağı bağlıydı. Bana da düşen eli böğründe kalmak.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:81)
Eli çabuk olmak : Çabuk iş yapmak; Çalmak, elleriyle çok kısa bir an içinde hırsızlık yapabilmek
“Papaz, suçüstü yakalanmak korkusuyla hindiden bir iki lokma ya alır ya almazdı. Sayın Avukat
Carrega’ya gelince, onun temeldeki sahtekarlığını keşfetmiştik. Bağda gizlenir gizlenmez yalayıp yutmak üzere
koca koca butları Türk işi cüppesinin altına gizlerdi. Eli öylesine çabuktu ki onu hiç suçüstü yakalayamazdık.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:13)
“Tüm ülkede ondan daha neşeli, daha çalışkan, daha çok una bulanmış ve daha mutlu bir değirmenci
yoktu. Değirmenin yanından geçen yolun karşısında, ufak bir kulübede otururdu. İşi ağırdı ama eli çabuktu.
Dağlılar uzun ve taşlı yola kulak asmaz, ürünlerini hep ona getirirlerdi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:143)
Eli daralmak, darda olmak : Para bakımından sıkıntıda olmak
“Efendim, evvelsi gün buralı koca tüccar Samsanov’a gittim. Gayet sağlam bir karşılık göstererek 3 bin
ruble ödünç isteyecektim. Birdenbire elim daralmıştı, ansızın lazım oluverdi…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:175)
“Bing, hepsinin eli darda olduğu ve olabildiğince az masraf yapmaya çalıştıkları için genellikle
kahvaltıları ve akşam yemeklerini birlikte yediklerini anlatıyor. Paralarını katıştırarak geçinip gidiyorlar…”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:119)
“Bayan Raquin, Laurent’in elinin darda olduğunu bildiğinden, biriktirdiği beş yüz frangı bir keseye
koyarak, daha nikahtan bir hafta önce ona vermişti. Genç adam, hiç itiraz etmeden parayı cebe indirdi, kendisine
yeni giysi aldı.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:161)
Eli değmek : İşe el atmak, temasta bulunmak
“Fischerle için çalışırken, yaptığı pasaportun Japonya’da uyandıracağı hayranlığı düşünüyordu. Bu ülke
yeniydi henüz kendisi için, bu kadar ileri gittiği, daha olmamıştı. Eli değmişken, iki kopya yapmıştı Bunların
içinden, taklit edilmesi olanaksız düzeyde başarılı olanını, kuralının dışına çıkarak müşteriye vermeyi
kararlaştırdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:385)
Eli dolu dönmek : Bir misyondan birtakım hediye ya da kazançlarla geri dönmek
“Böyle üç ayda bir devletten bir maaş alamaz öyle herkes; işte bunun için de yaşdaşları arasında işini
bilenin biridir o. Ötekilerden biri, falanca veya filanca, arasıra ringa avından köye eli dolu döner; parasına,
gördüğü itibara böbürlenir böbürlenmesine; ama uzun sürmez bu.”
(K. Hamsun, “Benoni”, sa:3)
“Chastelar papazevinde Matmazel Baptistine ile Madam Magloire’ı kendisini bekler buldu ve kız
kardeşine, ‘Bak, haklı değil miymişim?’ dedi. ‘Yoksul rahip, yoksul dağlarına eli boş gitti, oradan elleri dolu
dönüyor. Giderken Tanrı’ya inancından başka bir şey götürmüyordum, dönerken bir katedralin hazinesini
beraberimde getiriyorum,’ dedi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:56)
Eli ekmek tutmak : Çalışmak, çalışacak yaşa gelmek
“ELLIE -... Borçlarını bir hayli eksiğine ödemesini hoş gördüler. O zaman Mr. Mangan işi devralmak
için bir şirket kurdu. Babamı da müdür yaptı başına. Yoksa açlıktan ölürdük. Daha elim ekmek tutmuyordu.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:24)
Eli erişmez : Eli gelişmemiş; elinden pek bir iş gelmeyen, başkalarına yardımdan aciz kimse
“Gıdısı, damar damar şişmiş çenesinin altında düğümlediği örtüsünü aşacakmış gibi iterdi. ‘Paraları
sarnıca gömdüler,’ diye bağırırdı bazı geceler karanlıkta. ‘Zeynep Hanımın konağının sarnıcına. Ya da İbrahim
Ağa Mahallesindeki Gavur İmamın sarnıcına.’ Çekinir, korkardım Edadil kalfadan. Çocukluk işte... Zavallı, eli
erişmez bir ihtiyarcıktı oysa.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:8-9)
Elifbeden başka birşey okumamak : Cahil olmak, tahsil terbiye görmemişlik, ancak alfebeyi okuyabilmek
“Ali, Elifbeden başka birşey okumamıştı. Ama bu korkak rumlar bu kadar yaparsa, Türkler’in evvel
zamanda İstanbul’u, Çanakkale’yi almak için almak için neler yapmış olacaklarını düşünüyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:152)
Elifi elifine : Tamamı tamamına, baştan sona kadar, tüm kurallara uyarak
“ ‘Elbette, ben de elifi elifine aynı şey söylüyorum,’ diye sürdürdü Sancho. “Söz size, Bu olmazsa
olmaz kurala, Pazar törenlerine uyduğum gibi uyacağım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51)
“Prens Andrey, Prenses Zubova’ya dair elifi elifine aynı cümleyi aynı kahkaha ile yabancıların yanında
karısından beş defadır duyuyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:253)
“Lise:
-Hangi iş bu? diye sordu. Delhomme’lar paranızı vermiyorlar mı?
Rose cevap verdi:
-Yoo, veriyorlar. Her üç ayda bir, elifi elifine on ikide. Para şurada, masanın üstünde hazır...”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:184)
Elifi görse mertek sanmak; Elifi mertekten ayıramamak : Osmanlı İmparatorluğu zamanında cahil
kimselere, özellikle okuma yazma bilmeyenlere yapılan itham (Elif: Arapça’da, ‘a’,’e’, ‘i’ yi simgeleyen ilk harf;
Mertek: Yapıda kullanılan dört köşe ya da yuvarlak direk -gerçekten elif’e benzer-)
“Şvayk, yatıştırıcı ve inandırıcı bir sesle, ‘Ama, komutanım,’ dedi, ‘herkes akıllı olacak diye bir kanun
da yok. Hayatta aptallara da ihtiyaç var; herkes akıl küpü olsaydı bı dünyada sağduyudan geçilmez olurdu ki, o
zaman da hepimiz deli çıkardık valla. Mesela, komutanım, herkesin doğa yasalarını bildiğini, herkesin
gökcisimlerinin uzaklıklarını ölçebildiğini düşünebiliyor musunuz, canımıza okunurdu! Bizim Kupa
meyhanesine gelen Çapek adında bir adam vardı, hepimizi zıvanadan çıkarırdı. Herif meyhanede güzel güzel
otururken birden kalkar, dışarı çıkar, gökteki yıldızlara bakıp geri döner, karşısına ilk çıkana, ‘Bu gece Jüpiter
ışıl ışıl,’ derdi. ‘Ama sen, cahil herif, elifi görürsen mertek sanırsın, enayi dümbeleği! Dünyadan haberin yok
senin, o kadar uzaklara nasıl aklın ersin! Seni bir top mermisine koyup mermi hızıyla göğe fırlatsalar,
milyonlarca yıl sonra varırsın oraya, kaz yumurtası!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:188-9)
“ ‘Ya arkasındaki topluluk?’
‘Bağbozumunun ertesi, kalan üzümleri toplayan yoksullar. Bir bakış yetti onları ona bağlamaya.
Onlarla konuşmak için galiba tepeye çıkıyor.’
‘Ne diyebilir ki? Elifi mertekten ayıracak durumda değil daha.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:208)
Elif kuşu : Guguklu saatin üstündeki, zamanı gelince onu dakikası dakikasına bildiren kuş
“ÇİNGENE AŞIĞIN GÜNLÜĞÜ
----------------------------------------Düşün kanatları
kalbimin kafesine girmez
elif kuşu gibi
özgür özgürdü
yüksek yükseklere uçan
ancak şimdi ben
mümkündür sana aşık olmam”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
Eli hamura sokmak : Fırıncılık işinde sabah erken kalkıp hamuru hazırlamak
“Gündüzleri çene çalar, ufak gezintiler yapar, uyuklarlar ve satışlar yaparlardı, ama geceleri çok çetin
bir çalışma gerekiyordu. Sabahın dördünde yataktan kalkıp eli hamura sokmak gerekirdi. Aslında, Kir Nicolas,
çırağına böylesine erken kalkmasını şart koşmamıştı ama Adrien, ihtiyar dostuna beslediği sevgi yüzünden bunu
seve seve yapıyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:139)
Eli kalem tutmak, tutmamak: Okur yazar olmak; yazı yazabilme yetisi olmak; şu ya da bu medikal
nedenlerden yazı yazaamak
“ ‘... Bir adamın İngilize gumanda edebilmesi için çok kafalı olması gereğir. Eli kalem tutması gereğir.
Biraz lögat bilmesi gereğir...’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:7)
“Eli kalem tutmadığı zaman zihni daldan dala atlıyor, fikirleri ehlileştiremiyor veya bir mantık inşa
edemiyordu. Düşüncelerinin bir düzene girmesi için yazmaya başlaması şarttı. Onun için düşünmek, elle yapılan
bir etkinlikti.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:17)
“Makinede ilerlemeyi, traktörleri, Dinyepr barajını, Moskova’daki en son somon konservesi fabrikasını
daha az konuşalım. Bu çeşit şeyler Sosyalist öğretinin içsel bir parçası değildir; ve eli kalem tutanların çoğu da
aralarında olmak üzere, birçok insanı Sosyalist davanın gereksinimlerinden uzaklaştırır.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:296)
“-İngilizlere çatalım öyleyse...
-Yoook... ‘vur’ dedikse ‘öldür’ mü dedik? Bu hafta Mustafa Kemal’e çatarsın, öbür hafta sadrazama...
Benim elim kalem tutmalı da, gazeteyi görmeli bu yokuş... Hepinize top attırırdım alimallah! Sizi iadenin
(Musabakadan dolayı, satılamayıp da geri getirilen nüshalar: iade)altında ezerdim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:137)
Eli kan(l)a boyanmak, kana bulanmak : Birini öldürmek
“Çaresiz. Çaresizce ihbar edilmeyi istiyor. Çaresizce kendisini ihbar edecek bir baba bulmak isitiyor.
‘Bir şey kanıtlamayabilirler, ama senin masum olmadığını biliyorlar, sen de biliyorsun bunu, ben de.
Liste düzenlemekten çok daha ileriye gittin, öyle değil mi? Elin kana bulandı, öyle değil mi?’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:217)
“‘Bir katilin vicdanı üstünde işleyerek onu nasıl yola getirebilirim? Bunun için insanın kendisi kusursuz
olmalı. İnsan kusursuz değilse ve kendi elleri de kanla boyanmışsa, hiç olmazsa düzeltmeye uğraşacağı eski
meslektaşının önünde bir tövbekar rolü oynamalı ve yaptıklarına pişman olduğunu iyice kanıtlayabilmelidir.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:132)
Eli kanlı : Elini kana bulamış, katil, adam öldürmüş kimse
“Herkes birbirini canilikle suçluyor: Böyle bir dünyada yaşamaktansa ölmenin ya da öldürülmenin daha
iyi olacağını düşünüyor insan. Bu ülkede çok sayıda eli kanlı katil özgürce ve küstahça dolaşıp duruyor, onların
işledikleri cinayetler hiçbir zaman kanıtlanamayacaktır.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:8)
“... evet, gözlerini o donuk karanlığın içine gömdü, adamların yüzlerini tanıyabilmek için karanlığı
zorluyor gibiydi, zira Germat’ın da orada olup olmadığını bilmek istiyordu. Germat! Kalbi duracak gibi oldu!
İşte o zaman vay başına geleceklere. Germat o bölgenin en kurnaz iz sürücüsü, eli kanlı en büyük canavarıydı!
Neredeyse olağanüstü içgüdüsel bir yeteneği vardı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Kaçak”, sa:37)
Eli kolu bağlanmak, bağlı olmak : Çaresiz olmak, hiçbir şey yapamamak
“10. Arşiv Kasası’nın iç düzenlemesi Langdon’un umduğu kadar tertipli değildi ve Galileo’nun benzer
yayınlarıyla birlikte Diagramma da ortalarda yoktu. Bilgisayara aktarılmış fihriste girmeden ve müracaat
kaynağı olmadan Langdon ile Vittoria’nın eli kolu bağlıydı.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:221)
“Yine yanında olabilmek için çok fazla şefkat gerek... Bu tür bir özveri, bu özverinin yararlı olduğu
inancı varsayar. Bunun tersini hissediyorum ve benim elimi kolumu bağlayan bu.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:173)
“Georges elinde olsa, bu asistanların hepsini işten atacaktı; gelgelelim selefinin yapmış olduğu
sözleşmeler yüzünden eli kolu bağlıydı. Asistanların hastalara yaklaşımlarının iyi niyetten yoksun olduğunu
biliyordu ve kendisi ansızın öldüğü takdirde, hastaları bekleyebilecek yazgıdan korkuyordu.”
(E. Canetti,” Körleşme”, sa:458)
“Maria elinin kolunun bağlandığını hissetti; adam tahrike kapılmamıştı. Onun tek derdinin, kendisini
baştan çıkarmak olduğuna inanmak istedi. Kendine -en azından önündeki doksan gün boyunca-, şu dünyada ilgi
çekici adamların var olabileceğini düşünmeyi yasaklamıştı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:102)
“Doğduğu ülkede işler gerçekten böyle mi yürürdü? Adam pek emin değildi. Ama öne sürülen gerekçe
karşısında eli kolu bağlanmıştı. Her göçmen pot kırmaktan çekinir ve ülkede kalmış olanlar onda gülünç düşme
korkusunu ve sıradan bir turiste dönüşmenin utancını kolayca uyandırmayı başarabilirler. Adam parasını cebine
koydu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:47)
“Pazartesi akşamı ateşim arttı, kırka kadar çıktı. Gece yatağa yattım. Doktor İzak geldi. Kötü bir grip
geçiriyormuşum. Burada yatakta eli kolu bağlı yatmak felaket!”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:241)
“BURADA KALACAĞIZ <Haziran 1940>
-------------------------------Yüreklerimiz şimdi - ey, artık bilmiyoruz
nereye döneceğimizi! Nereye? Ve kime?
-‘Buraya’ olmalı. Kalplerimiz bütünüyle
burada olacak, yöremizde,
tümüyle bütün yörelerde ve
acı çekip dayananın ülkesinde.
Çokuz biz, hey çok, boyun kıvırmalı
ve şimdi keder içinde, acı içinde eli kolu bağlı.”
(Halldis Moren Vesaas<1907-1995>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.12.02)
“Candish, bir bahçıvan ve bir hizmetçi şezlong taşıyorlardı içeriden seyircilere. Seyircilerin
yapabileceği bir şey yoktu. Mrs. Manresa esnemesini güç tuttu. Çıt çıkarmıyorlardı. Gözlerini karşılarındaki
manzaraya dikmişlerdi, sanki şu uzak tarlaların birinde, onları kalabalık içinde sessiz, eli kolu bağlı kalmanın
inanılmaz yükünden kurtaracak bir şey patlak verebilirdi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:62)
“Aslında, küçük gördüğü birtakım insanlarla muhatap olmuştu. İş dedikleri, Brancoric’in cepheden ya
da yurtdışından kaçakçılıkla temin etttiği şeylerdi, yasak olan şeyler. Bunu suç ortaklarıyla yapıyordu.
Brancoric’in rahat ve pervasız tutumu nedeniyle dehşete kapılmıştı. Ne yapmalıydı? Ama hiçbir şey yapamazdı.
Taşıdığı soyadı nedeniyle eli kolu bağlıydı.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:169)
“Ona dostlar ve dostların şaşmaz görüşü yeterdi. Ömrünün en yüksek noktasında ele geçen ‘ün’ denilen
tehlikeli baştan çıkarıcıyı da boşverdi. Her anlamda apaçıktı. Hiç bir engelle eli kolu bağlı değildi.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:156)
Eli kolu tutmak : Hastalıksız, sağlam-normal bir vücuda sahip olmak
“Şu anda tabancası yanında olsa çekip vurabilirdi. Tabancası yoksa, eli, kolu tutuyordu, yumruk, ya da
hiç olmazsa tokat atabilirdi, ama gözü kesmedi.. Başgardiyan dehşetli güçlü bir adamdı. İş tokat, ya da yumruk
atmaya kalırsa, katip kaybedeceğini biliyordu. Velhasıl bir çuval incir berbat olmuştu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:63)
Eli kolu uzun olmak : Çalmak, hırsızlık etmek; Yardım uzatabilecek kadar eli, kolu uzun olmak
“Smerdyakov ses çıkarmıyor, sadece kızgınlığından sararıyordu. Fedor Pavloviç de vazgeçip onu kendi
haline bırakıyordu. En önemlisi, Smerdyakov’un namusuna, elinin uzun olmadığına son derece güveniyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:193)
“Mevlana Hazretleri de o sırada mübarek medresesinde sema’a gark olmuştu. İki şehadet parmağını
kulaklarına sokarak zurna ve beşaret getirmelerini emretti. Zurna ve beşareti kulaklarına koydu, naralar attı ve bu
gazeli (şiir) okumaya başladı.
‘Sana, senin bildiğin benim oraya gitme demedim mi?
Bu yokluk serabı içinde hayat çeşmesi benim.’
Arkasından da başka bir gazel (şiir) okudu:
‘Sana oraya gitme, başına bir bela getirirler demedim mi?
Onlar da eli uzun kimselerdir. Senin ayaklarını bağlarlar.”
(Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:158-9)
“ ‘... Köprünün yapılmadık iki ayağı kalmış. Azıcık bir şey kalmış. Yazık değil mi Urfa’ya! Yazık değil
mi şu boğulan adamlara! Birazcık gayret.’
Seksen birlik türkücü:
‘Hükumetin eli uzun, kolu uzun,’ diyor. ‘Ne vardır yani. Yapsa bitirse şu işi... Kaymakamını da
götürüyor su. Ne vardır yani.’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:111-2)
“ ‘... egoizm’le ‘bencillik’’i karıştırmamaya çok dikkat etmek gerekir. Bencillik, başkasına ait şeyleri
hiçbir kural tanımadan kendine mal etmek ister, eli uzundur onun, başkalarının malını çalmak ister, yüzü hasetle
kırışmıştır. Kötü yüreklidir, cimridir, doymak nedir bilmez ve birtakım düşünce zevkleri olduğu zaman bile
bayağı duyguların kabalığından kendini kurtaramaz.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:176)
Eli kulağında olmak : Nerdeyse gelmek, olmak üzere; yakın beklenti
“REQUİEM V
On yedi aydır bağırıyorum
Seni eve çağırıyorum.
-----------------Ne kadar zaman bekleyeceğim idamını?
Yalnız toza batmış çiçekler var,
Bir de buhurdanların titremeleri ve izler
Bir yerlerde, hiçbir yere varmayan,
Ve gözlerime bakıyor dimdik
Eli kulağında bir ölümün gözdağıyla,
Koskocaman bir yıldız.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:83)
“ESTRAGON - Bize bir şans daha verin.
VLADIMIR (Güven verici bir tonla) - Akşam oldu Efendim, gecenin eli kulağında.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:116)
“ ‘Fakat Tanrı izin verirse, eli kulağında, çok büyük bir İmparatorluğu ele geçirir, krallıklarından birini
bağışlar, Kral yaparım seni. Ve sen hiç şaşırma bu sözlerime, gezgin şövalyeler böylesi şeyleri öyle umulmadık
zamanlarda, öyle olmayacak yollarla sağlarlar ki, belli mi olur, Kral’dan da fazla bir şey yaparım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:47)
“Yoksa boşuna ZAMAN KAYBI, DEFOL, ÇIK GİT ŞURADAN. Bunca sinir gerginliğine karşın
stratejik açıdan aslınca orası yeterince önemli değil. Tabii bu da sizin ya da benim aslında en son isteyeceğimiz
bir şey - yani kişisel olarak. Bir gün orada yaşayacağımı düşünüyorum hala -belki de gelecek savaştan sonra- eli
kulağında görünüyor, öyle değil mi?”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:120)
“Yüz çizgileri bir gülümseme taslağıyla gerildi, belki de bütün umudunu yitirmediğini anladım.
-Baharın da eli kulağında, diye ekledim çabucak, yüzümü pencereden yana çevirdim, çünkü gözlerim
yaşlarla doluyordu, gözyaşlarımı ondan gizlemek istiyordum. Yakında bahçede de oturabilirsin.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:176)
“O gün akşama kadar Poyraz eve girdi çıktı, narlığı dolaştı, incirliğe indi. İncirler neredeyse
olgunlaşacaktı. Şeftaliler de öyle. Amma da iri şeftalilerdi. Eli kulağında, olgunlaştı olgunlaşacak. İncirler,
şeftaliler olgunlaşınca ne yapacaklardı, bir araya gelip satmaları gerekti. Şunun şurasında hiç kimsenin parası
yok.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:174)
“-Bana bak bakkal eskisi!
-Vallahi şaka yapmıyorum ha, şerefsizim aramış.
-Aramışsa benim evim var, yerim var... Sen bırak onu bunu da, ne oluyor kızın askı işi?
-Oğlanın kaatları gelmemiş daha. Malum ya? Taa Erzurum’dan gelecek kayıtlar. Ama eli kulağında,
bugün yarın gelir!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:143)
“Halası Fabrice’e:
‘Prensin sana öyle büyük bir hayranlığı, sevgi ve saygısı var ki,’ diye yazmıştı, ‘pek yakında gözden
düşebilirsin, sakın şaşırma, eli kulağındadır. Öyle sık sık seni görmemezlikten gelmeye başlayacaktır,
saraylıların acımasız hor görmeleri de onunkileri izlemekte gecikmeyecektir. Bu küçük despotlar, ne kadar
namuslu ve dürüst olurlarsa olsunlar, tıpkı moda gibi ve aynı nedenler yüzünden çok değişkendirler: Bunu da can
sıkıntısından yaparlar.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:536-7)
“Bir an sustular, çünkü üçü de bu facianın boyutlarını biliyorlardı.
-Eli kulağında, bugün de olabilir, yarın da... İşin en üzücü yanı da, zavallının, sahip olamayacağı o
bebek için giysiler işlemiş olması, artık yürüyemeyecek hala gelene kadar.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:150)
Elimde kala kala : Herşey gitti; elimde kalan biricik şey
“ ‘Vazgeç tabii, vazgeç! Yıllar ve yıllarca karınla savaşıp duracaksın, Pierre’i de zor alacaksın elinden.’
‘Olabilir. Ama biliyor musun Otto, elimde kala kala bir Pierre kaldı! Yıkıntılar ortasında
pinekliyorum; bugün ölsem senden ve bilemedin birkaç gazeteciden başka kimsenin umurunda olmayacak.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:69)
Elimden geldiğince : Elimden geldiği kadar
Bk.: Elinden geldiğince
“Saldırılarımı tek başıma ya da bağbozumu sonucu benimle birlikte ormana sığınan birkaç Ombrosalı
arkadaşın yardımıyla yapmayı sevdiğimi size söyledim. Fransız ordusuna elimden geldiğince az işimin
düşmesine çalışıyordum.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:214)
“Öfke hissettiği an kendisini kapattığını elimden geldiğince açık bir şekilde gösterdim. Öfkeyi sadece
pasif olarak gösterebiliyordu, örneğin, evi temizlemeyerek ya da elbiselerini sandalyenin üzerinden
kaldırmayarak. Evi hiç bir zaman temizleyemediğini söyleyerek cevap verdi. Bunun saçma olduğunu söyledim,
bunu istediği her zaman yapabilirdi.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:133)
Elim sende oynamak : Çapkınlık etmek; Koşarak dokunulduğunda ebe olunan bir çocuk oyunu
“Ömrümde böyle azgın delikanlı görmedim. Bizimle elim sende oynamaya kalktı.. Yakaladığını öptü.”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:155)
Elin ağzı torba değil ki bağlayasın, büzesin : El istediğini söyler, dedikodu uydurur, birşey yapamazsın
“Abdi çökmüştü. Zayıflamıştı. Avurdu avurduna geçmişti. Kahvede akşamlara dek kulağının dibinde
İnce Memed lafı ediliyordu. Buna ifrit oluyordu ama, ne gelirdi elden. Elin ağzı torba değil ki çeke bağlayasın.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:373)
“Bir alime sordular:
‘Bir kimse, bir ay yüzlü ile baş başa kalsa; kapılar kapanmış, rakipler uyumuş olsa; nefis arzulu, şehvt
de üstün gelse; kısacası Arab’ın: ‘Hurma olmuş, bağcı engel olmuyor!’ dediği gibi... Bir insan biliyor musun ki,
günahtan sakınsın da, o güzele dokunmasın?’
‘O güzele hiç dokunmasa bile, kötü söylentiden kurtulamaz!’
Kimin uğranda ki işin, düzenin?
Elin ağzı torba değil, büzesin!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:180)
Elinde avucunda (ne varsa harcamak, sarfetmek, yitirmek) : Bir gaye (ya da hastalık) uğruna varını
yoğunu yitirmek
“On altıncı gün sokağa çıkan Stavro yirmi beşinci gün yine aynı hastalıktan ölüvermişti. Küçük kızı; bu
kocaman kollu, sert başlı delikanlıyı unutmamaış, verem olmuştu. Büyük oğlu ise Yunanistan’da ne yaptığı
meçhuldü. Dört senedir haber alamıyordu. Küçük kızı da öldükten sonra, Stelyanos’un elinde avucunda
Trifon’dan başka insan kalmamıştı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:17)
“…Lillian beş parasız olduğu için, Maria’nın vereceği parayla birikmiş faturaları ödemenin daha doğru
olacağında karar kıldılar. Böylece Maria, Lillian’a üç bin dolar (yani elinde avucunda ne varsa hepsi) postaladı
ve New York gezisi daha sonraki bir tarihe ertelenip rafa kaldırıldı. Aradan iki yıl geçmesine karşın, gezi hala
gerçekleştirilememişti.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:158)
“Dünyada, iş çevirmesini bilen iki kişi vardır. Bunlardan biri kadındır; her şey ona aittir. Ötekinin adı
Puda’dır. Puda’nın hiçbir şeyi yoktur, ama kadın yönetme hakkı vardır. Analar, tanrı rahmet eylesin,
mezarlarında bile rahat durmazlar. Elinde avucunda ne varsa alırlar.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:318)
“TRAPPOLA - Evet sinyora. Gemisini rüzgara göre kullanıyor.
VITTORIA - Daima böyle hayat mı sürecek? Onun gibi akıllı ve yetenekli bir adamın vaktini böyle
sefilce bir şekilde geçirmesi, elinde avucunda ne varsa feda etmesi, evini yıkması mümkün mü?”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:44)
“Çelkaş nefretle tükürerek sırtını delikanlıya döndü. Oğlan konuşmasını sürdürüyordu:
-Beni ele alalım... Babam öldü. Elde avuçta bir şeyimiz yok. Anam yaşlandı. Toprak desen, işletmek
için para ister.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:68)
“Oradan birincilikle mezun olan delikanlının bu yeni başarısı, ana ve babanın başını iyice döndürmüş.
Bu kez de fedakarlıklarda bulunarak ellerinde avuçlarındakini harcayıp onu Almanya sonra da Fransa’ya
göndermişler.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:117)
“-Nasıl keşiş oldun, Peder Agapios?
-Nasıl mı oldum? Ben istemiyordum, Tanrı istiyordu; yirmi yaşıma geldiğimde keşiş olma isteğine
kapıldım; ama Şeytan önüme engeller çıkarıyordu. Ne gibi engeller? Diyeceksin. Şey işte, işlerim yolunda gidiyordu,
para kazanıyordum. Ve para kazanmak ne demektir bilir misin? Tanrı’yı unutmak demektir. Müteahhittim. Köprüler,
evler, yollar yapıyordum; kürekle para kazanıyordum. Paramı kaybedince, diyordum, gidip keşiş olacağım; Tanrı bana
acıdı, Borsa’da oynamadım, elimde ne var ne yok hepsini kaybettim. Şükürler olsun Tanrı’ya, dedim, ipi koparıp
kaçtım.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:269)
“ ‘... Onun adamı asılzade. Ne parada ne de pulda gözü var. Benimki niye elimde avucumda nem varsa
çekip çekip aldı?’diyemeyeceği için:
-Talih, dedi, ne deyim talih gözün çıksın!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:97)
“Kaldığı otelin sofrasında tasarılarını ve özverisini hiç de gizlemedi. Sevimli, tatlı, kendisinden daha da
coşkulu gençler buldu, bunlar kısa bir süre içinde elinde avucundaki bütün parasını çalmakta gecikmediler.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:47)
“Yaşadığı kent Weissenstein’da öksüzler için bir yurt açtı, şenliklere katılıp Ren şarapları içti,
doğaçlama şiirlerden örülmüş konuşmalar yaptı, dinsel içerikli yazıların, kitapların okunduğu saatler düzenlendi,
servetini yoksullarla paylaştı, ‘elindeki avucundakini başkalarına dağıtan doktor’a çıktı adı...”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:11)
“... bu yaşlı tilki, insanı hayran bırakan bir gurur ve kendini beğenmişlikle şu satırları yazıyor: ‘Eğer
bugün zengin durumda olsaydım, kendimi suçlu görürdüm. Ama elimde avucumda hiç bir şey yok, her şeyi
harcadım.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:43)
Elinde kalmak : Ölmek, özellikle döve döve öldürülmek; İş bitirilmeden yarım kalmak
“Bu değişiklikten hemen sonra Pfaff’ın karısı yorgunluğa dayanamayıp ölüp gitti. Yeni mutfağın işiyle
başa çıkamamıştı..... Pfaff, çoğu kez tam beş dakika yemeğin gelmesini beklerdi. Ama bu beş dakika geçince,
sabrını yitirir ve daha karnını doyurmadan karısını döverdi. Günün birinde karısı, elinde kaldı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:414)
“Hangi ümide sarılsam elimde kalıyor, neyi seversem ölüyor. İşte üç yıl evvel bir sonbahar akşamıyla
beraber ölen genç kızlık rüyalarım, kendi küçüklerim, sonra Munise, onun arkasından belki kalbimin
öksüzlüğünü avuturlar diye ümit ettiğim öğrencilerim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:376)
Elindeki silahı düşürmek : Kozunu küçümsemek, değerini azaltmak
“Adamcağızı çekinmekten çok, sevmiş, katibin ne için yaltaklandığını anlamıştı. O mademki
yaltaklanmıştı, kendisi de aynı şeyi yapmak suretiyle, katibin elindeki silahı düşürmeliydi.
-Estağfurullah, dedi. Yatağınız falan vardır herhalde?
-Maalesef yok. Yok ama...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:64)
Elindeki son kartı oynamak : Elindeki son kozu oynamak
“Kadın, kendini yere atarak engizisyoncunun ayaklarına sarıldı.
‘Yalvarırım size’ Kızım, kucağınızda büyüdü!’
Kocası da elindeki son kartı oynadı:
‘Bütün topraklarımı, bütün servetimi hemenşimdi Kilise’ye bağışlayacağım. Verin bir kağıt kalem,
derhal imzalayayım. Kızımla el ele çıkmak istiyorum burdan!’ ”
(P. Coelho, “Elif”, sa:166)
Elinde kozu olmak : Elinde başarıya ulaştıracak elverişli fırsatı bulundurmak
“Tanrı’nın bana verdiği sağlam özyapının ister bir iyiliği, ister bir kötülüğü olsun, bu Madame de SaintServe’e yaptığınız iltifatlarınızla sanki yarışırcasına beni şımarttığınız bu az görülür güzelliğe pek pabuç
bırakmam ben; onun burnunu sürtecek güçlü kozlarım var elimde.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:114)
Elinden bir kaza çıkmak : (Çoğu kez nedeni elinde olmaksızın, zorlanarak, mecbur bırakılarak) Birini
incitmek, öldürmek; Yasadışı hamile kalmak
“Kendi yerime oturttum. Ben de karşısına geçtim. Gittim çocuğu yatıştırdım. İhtiyara rakı ısmarladım.
-Olmaz, sen de içeceksin, diye tutturdu.
Yatışan delikanlılara bir şişe rakı göndermek istedi.
-Bırak, başka akşam görürsen gönderirsin. Varma üzerlerine. Delikanlı bunlar, ellerinden bir kaza
çıkar.”
(F S. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Kafa ve Şişe”, sa:75)
“SİNCAP - Evet, senden çekinir, seni dinler o.
TİLKİ - Yooo, olmaz. Ben sinirliyimdir. Çok sinirliyim ben. Bakarsınız bir kaza çıkıverir elimden.”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:9)
“Müritler çığlıklar kopardılar ve: ‘Ne çıkacak’ diye beklediler. Biraz sonra Kira Hatun, insan yüzlü,
elleri ve ayakları bizimkilere benzeyen, baştan tırnağa kadar tüylerle kaplı korkunç bir kimsenin çadırın
kapısından içeri girip yere baş koyduğunu gördü. Bu su canavarı, gayet açık bir dille selam verip: ‘Biz de
Mevlana hazretlerinin muhiplerinden ve kullarındanız. O, kaç defa bulunduğumuz suyun dibine şeref verdi, bize
iman ve irfan öğretti. Ben iki defa adam kapmamak için tövbe ettim. Fakat bundan sonra nasılsa gene elimden
bir kaza çıktı. Bir genci öldürdüm. İşte şimdi Mevlana bu kusurumu bağışlayıp bana acısın diye sizi şefaatçi
yapıyorum. Sizden şefaat dilemeden doğrudan doğruya Mevlana’ya göstermeyi terbiyeye uygun bulmadım’
dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:29)
“Filozof, nihayet Anadolu’nun ücra bir köşesinde ilkokul öğretmenliğine tayin edilmiş, o da gitmemiş.
Gitmez a, elinde kapı kadar diploma. Kızla mercimeği fırına vermişler, sevişme filan fişman derken bir gün
ellerinden bir kaza çıkmış, müşterek bir günah işlemişler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:48-9)
“EUGENIO - Çekilin gidin buradan, akılsızlık etmeyin.
VITTORIA - Öldürün beni, daha iyi.
EUGENIO, kılıcı ile tehdit ederek. - Allah kahretsin, çekilin diyorum, yoksa elimden bir kaza
çıkacak.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:89)
Elinden bir şey gelmemek : Koşullar altında, sorunu çözmeye gücü yetmemek
Bk.: Eli kolu bağlı olmak
“Hasta, ayağını kestirmeye razı olmamış. Bitlis’teki şeyhe gitmiş:
‘Şeyhim senden imdat!’
Şeyh, akıllı bir şeyh olacak:
‘Doktora,’ demiş, ‘benim elimden bir şey gelmez.’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:39)
“Günün birinde Jean-Marc’ da böyle yitirdiğini düşlüyor. Ondan hiç haber alamamak, olup biten
hakkında düş kurmaktan başka elinden bir şey gelmemek. Canına bile kıyamazdı, çünkü ihanet olurdu bu,
beklemeyi reddetmek, sabrını yitirmek anlamına gelirdi. Sonuçta, yaşamının sonuna kadar hiç yakasını
bırakmayacak bir dehşet içinde yaşamaya mahkum olurdu.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:9)
“Düzen, düzensizlik, yaşam, ölüm, ışık, gölge. Varlığımın bilincine vardığım andan başlayarak bunu
düşünmekten başka bir şey gelmemişti elimden, hiç kimsenin yanıtlayamayacağı sorulara yoruyordum kafamı.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:12)
“Nininha, sesleri işitmemek için kulaklarını tıkamak isterdi ama korku elini kolunu bağlıyordu.
Kollarını büken ve küçücük kuru dallarını koparıp atan bu acımasız rüzgara karşı elinden bir şey gelmiyordu.
Hala üzerinde kalmış olan yapraklar amansızca koparılıyor, bu arada rüzgar ıslık çalıyor ve yaprakları ulu
gövdelere doğru savuruyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:64)
Elinden çıkarmak : Satmak
“ ‘Ah, Harry, Dorian Gray’in benim gözümde neyi simgelediğini bir anlayabilsen! Hani bir peyzajım
vardı, Agnew dünya kadar para verdiydi de elimden çıkarmadıydım. En iyi eserlerimden biridir o.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa.19)
Elinden geldiğince : Elinden geldiği, yapabildiği kadar
Bk.: Elden geldiğince
“Yaşadıklarından sonra elinden geldiğince kazayı eksiksiz anlattı. Axelos yanına uşaklardan ikisini
alarak onu orada, alçak şezlongda başını arkaya yaslamış, gözleri kapalı otururken bırakıp labirentin yolunu
tuttu. Yürek çarpıntısının dinmesini bekliyordu. Eli ayağı buz kesmiş, tükenmişti.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:183)
“Derken bir gece saat on birde uyandırıldı. ‘Giyin,’ dedi gardiyan. Ses tonu yaşlı adamı sorgulamak
üzere kaldırmış olduğu diğer defalara kıyasla daha saygılıydı. ‘Elinden geldiğince çabuk giyin.’ ”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:73)
“REILLY :
-------Hoş gerçi biliyordunuz içten içe,
Bir sevgi bağı olmadığını size,
Bu duruma sizin sürüklediğinizi biliyordunuz onu
Bundan utanç da duyuyordunuz.
---------Sakladınız bu gerçeği kendinizden. Oysa belki
Ondan da önce anlamıştınız bunu.
Elinizden geldiğince sanırım
Kandırmaya çalıştınız ki kendinizi.”
(T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:119-120)
“Bir de altmışdokuz yaşındaki Angela Hala vardı. Gordon, Angela Hala’yı elinden geldiğince aklına
bile getirmemeye çalışırdı. Zavallı, sevgili, iyi yürekli, nazik, sıkıcı Angela Hala! Yoksul, cansız, buruşuk yüzlü,
sarı kağıt ciltli, bir deri bir kemik Angela Hala!”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:71)
“Firmino elinden geldiğince derdini anlatmaya çalıştı: Kazandığı bursu, Sorbonne’dan bir profesörle
Paris’te araştırma yapma olanağını, elbette maaştan feragat edecekti, orası malumdu, ama işten çıkarsa sosyal
sigortadan mahrum kalacaktı.”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:204)
Elinden geleni ardına (geriye) koymamak : Var gücüyle engellemek; İçtenlikle uğraşı vermek
Bk.: Elinden geleni esirgememek
“KRALİÇE : Günlük yorgunluklarınızdan sizi sıyırmak için elimden geleni ardıma koymayan ben...
SARAY BAKANI : Gerçeğinizde ve düşünüzde sizi izlemeyi ödev saymış bu alçakgönüllü gölgeniz..
KRALİÇE : Çorbanızın sıcaklığı, giysilerinizin kokusu...
KRAL : (Kayıtsız) Teşekkür ederim.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Kral Üşümesi”, sa:492)
“Bob (kedi) leziz lokmalara bayılıyorduu, onlardan almak için elinden geleni ardına koymayacağını
öğrenmiştim. O nedenle diyelim ki küçük bir bisküviyi başının bir metre kadar yukarsında tutarsam, yiyeceği
elimden kapma niyetiyle arka ayaklarının üstünde doğruluyordu. Dengesini sağlamak için patilerini bileğime
dolar, sonra bir patisini çekip bisküviye hamle ederdi.”
“ ‘... çünkü, elindeki büyü kitabının yazdığına göre, bir gün, himayesine aldığı bir şövalyeyle bire bir
çarpışacak, kendisinin araya girmesine gerek kalmadan, bu şövalyeyi altedecekmişim. Bu nedenledir ki, elinden
geleni ardına komaz bana karşı; fakat şunu kafasına koysun ki, bunu yapmakla hataya düşüyor...’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:45)
“Hemen ertesi gün, uygun bir zamanda yaşlı Bay Cadorin’i küçük güzel sarayında ziyaret etti; onun
gözüne girmek ve güvenini kazanabilmek için elinden geleni ardına koymadı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:15)
“Sağ taraftaki evde oturan komşumuz, annemin çocukluk arkadaşıydı. Ev kendisine aitti, bize iki oda
kiralayan o iyi yürekli ev sahibesiyle birlikte annema yardıma gelmişlerdi. Çevrenin korkunçluğunu öğrenmem
için, ellerinden geleni ardına koymadılar.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:9)
“Koca Osman ağrımış belini tuta tuta evine doğru yollandı:
‘Olsun,’ diyordu, ‘Varsın elinden geleni ardına koymasın.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:250)
“Gerçekten Bolu Beyi onu tanısaydı onu öldürmek için elinden geleni geriye koymazdı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:70)
“İnan bana Stanley, bu işte Tanrı’nın parmağı yok; bunu yapan babam, tarihi bizzat o seçti.”
‘Yalnızca düğününü berbat etmek için dün gece Paris’te ölmeye karar vermiş olacağını sanmıyorum,
ama mekan seçimi konusunda titiz davrandığını kabul ettimi söylemeden geçemeyeceğim.’
‘Sen onu bilmezsin, canımı sıkmak için elinden geleni ardına koymaz.’ ”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:19)
“ ‘... Nasıl bir adam olduğumu sen bilirsin. Fena biri değilim değil mi? Pek akıllı değilim, ama
gayretliyimdir. Parti için elimden geleni ardıma koymadım, değil mi? Belki beş yılla kurtulurum, ne dersin?
Belki de on yılla? Benim gibi bir adamın, çalışma kampında da Partiye yararı dokunur, değil mi? Bir kez raydan
çıktım diye beni öldürmezler, değil mi?’ ”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:190)
“(Müthiş, bir Yarı-ölü dev’in başını koparmış) Argalia, tarihi geçmiş bilgilerle yola çıktığını, Altın
Alay’ın Fransızları çoktan püskürttüğünü bir süre önce öğrenmiş, sonrasında, Doria’nın Türk’le savaşmak için
elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti….. denizci kamaları, piştovlar, adam boğmak için kullanılan,
garotte denen çelik teller, hançerler denizlere açılmak üzere olduğunu öğrenince, onun askerlerine katılmak için,
, kamçılar ve pis laflarla tepeden tırnağa silahlanmış, azgın, paralı askerlerle dolu sekiz Genova kadırgası beş
gündür denizlerde yol almaktaydı…. Andrea Doria’ya gelince; iyi huylu bir adam olduğunu söylemek mümkün
değildi. Hiçbir ahlak ilkesini tanımaz, fil gibi kin güder ve intikamını mutlak alırdı. Zalim ve kibirliydi. Kana
susamış askerleri ellerinden gelse uzun zaman önce ona isyan ederlerdi, ama Andrea Doria müthiş bir kumandan,
büyük bir strateji ustasıydı ve korku nedir bilmezdi.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:188-9)
“Her şey bir çatışmada bozguna uğrayacağından matematiksel olarak emin olması gereken, yine de bir
an önce eyleme geçmek için elinden geleni ardına koymayan portekizli yüzbaşının ardı sırası kesilmeyen
kışkırtmaları karşısında aniden havlu atmaya yeğdi.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:114)
“Neden bununla beni üzüyorsun, ya da, bunun benimle ne ilgisi var, ya da, seni aracı yapan kimdir, ya
da bu bizi ilgilendiriyor mu, ya da neden bu işi bana bırakmıyorsun, ya da ne istediğini söyle ben de elimden
geleni yapayım ve hatta, seni memnun etmek için elimdem geleni ardıma koymayacağımı bilesin.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:310)
“Mrs. HUSHABYE, azametle kalkarak. - Ellie; sen aşağılık bir tilkisin, tilkinin kancığısın..... Yalnız
şunu iyi belle: bu iğrenç evliliği yaparsan bir daha Hector’un yüzünü göremezsin. Engel olmak için elimden
geleni ardıma koymam. İşte o kadar!”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:79)
“-Lennie yüksek sesle:
-Unutmazdım işte, diye bağırdı.
-Unutmazmış, laf! Zaten sen beş para etmezsin. Allah da bilir ya, George seni hayatın çirkefinden
kurtarmak için elinden gelen hiçbir şeyi geri koymadı. Fakat bütün bunlar sana bir fayda vermedi.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:173)
“Doktor, dolaylardaki papazlara gerçeği böyle kabul ettirmek için elinden geleni ardına koymadı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt: I, sa:77)
“Eğer o Richis, katil kendisi olsaydı da aynı tutkunun emrinde olsaydı, katilin şimdiye kadar çalışmış
olduğundan başka türlü çalışmaz, gene onun gibi çılgınlık yapıtını harika Laure’u, eşsiz Laure’u öldürerek
taçlandırmak için elinden geleni ardına koymazdı.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:204)
“TEFECİ - Ana parayı da bırakacak değilim, isteyeceğim onu da; ama önce faizi isterim. Vereceksiniz
benim paramı!
TRANIO - Sen de can sıktın hani! Bir şeycik vermeyeceğiz sana: Elinden geleni ardına koma. Yani
bu yeryüzünde borç verecek tefeci bir sen mi kaldın?”
(Terentius, “Hortlak”, sa:42)
Elinden geleni esirgememek : Gücü yettiği kadar yardım etmek
Bk.: Elinden yeleni yapmak
“LİZA - Teşekkür ederim. Sizden büyük bir rica... Bunu yalnız size söyleyebilirim,
VİKTOR KARENİN - Elimden geleni esirgemem.
LİZA - Tabii, her şeyi biliyorsunuz.
VİKTOR KARENİN - Evet.”
“L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:21-2)
Elinden geleni yapmak : Koşullar altında, yapabildiğini yapmaya gayret etmek
“Yazarların sahneye çıkardıkları hemen bütün Almanlar gibi, onun adı da Hermann’dı. Hiçbir şey,
üstünkörü yapmasını bilmeyen bir adam gibi bankacının sofrasına iyice yerleşmiş, Avrupa’da ün salmış olan o
Alman iştahıyla yemek yiyor ve Careme perhizine (Katolik Hıristiyanların Paskalya’dan önceki oruç zamanı)
hoşçakal demek için elinden geleni yapıyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:55)
“Elbette yanlış bilgilendirme geleneğini sürdüren Vatikan, bu yazmaların duyulmasını engellemek için
elinden geleni yaptı. Neden yapmayacaklardı ki? Yazmalar, tarihi uyuşmazlıklarla uydurmasyonları gün ışığına
çıkararak, yeni İncil’in siyasi çıkarlar güden insanlar tarafından derlenip düzenlendiğini açıkça ortya
koyuyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:262)
“‘Bruno, denedim! Yemin ederim Bruno, elimden geleni yaptım!’
‘Seni pis kancık!’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:26)
“Bilmek bir şey değiştirmiyor. İnsanlar hatırlamak ve sahip oldukları uçsuz bucaksız büyülü potansiyeli
kabul etmemek için ellerinden geleni yapıyorlar; çünkü bu, derli toplu küçük evrenlerini altüst edebilir.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:54-5)
“‘Acıyın Sarhoşlara’
-----------------------Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp
Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler; Walkden’e,
Cumberwelle’e ya da Leeds’e gitmek için
Ellerinden geleni yapanlar...”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“SOLANGE - Elimden geleni yaptım. Kelimeleri ağzımda tutmaya çalıştım. Yoo, suçlamaları evirip
çevirmeye kalkma. Ben her şeyin başarıyla sonuçlanması için uğraştım.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:63)
“Evet, Robert son derece gururlu ve alçakgönüllü, daha doğrusu halkın ilgisini önemsemeyen
Bourgweilsdorf’un yeteneklerini ortaya çıkarmak için elinden geleni yaptı. Ama Bourgweilsdorf’un ölümünden
sonra kurnazca bir planla, daha önce yok pahasına elde ettiği dairesindeki iki tabloyu, çok yüksek fiyatlarla
sattı.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:72)
“... buna sahip olabilmek fikri de iyice içime işlemişti. Bu olayı, yerinde bir raslantı; ilahların beni
Roma’ya bağlamak için bir tür işareti olarak yorumlamaya başlamıştım. Yüksek bir kuvvetin beni seyahat
planından caydırmak için elinden geleni yaptığını kuruyordum.
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:308)
“EUGENIO - Şu halde siz gidin de getirin.
D. MARZIO - Ben gidersem, tabii gelir. Ama daha iyisi, sofra hazır olunca onu almaya gidin ve
hiçbir şey söylemeden yukarı çıkarın.
EUGENIO - Elimden geleni yaparım; fakat gelmek istemediğini açıkça söyledi.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:81)
“İhtiyar adam, biraz öteden beriden bahsettikten sonra, sözü Ferhunde’ye getirdi: ‘Allah şahittir
Şevket,’ dedi, ‘karına senin yokluğunu duyurmamak için annen de, ben de elimizden geleni yapıyoruz.’ ”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:102)
“Gene durdular; ayrılamıyorlardı. Her ikisi de sanki bu geçen olay üzerine birbirlerinden açıklama
isteyeceklerdi. Gene işçi başı Hasip Efendi söze başladı:
-Ben, elimden geleni yaptım, dedi. Doktor getirdim, ilaçlarını verdim; Nafakalarını yolladım.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Sus Payı”, sa:135)
“Bir gün <Hacı Eşkıya> Memedi çağırdı:
‘Oğlum Memed,’ dedi, ‘büyüdün, adam oldun. Senin için elimden gelen her şeyi yaptım. Senden hiçbir
şeyi esirgemedim. Yiğitsin.”
(Y. Kemal, Çakırcalı Efe”, sa:22)
“-Evet, biliyorum, diye onayladım.
-Ama bir erkek bir kadınla ilgilenirse, onunla en azından dolaylı olarak ilişki kurmak için, uzaktan
onun dünyasına dokunup onu sarsmak için elinden ne geliyorsa yapar.
-Yani sözün kısası, Bernard’ın su katılmamış eşek olması, senin Laura’dan hoşlanman yüzünden
gerçekleşmiş.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:290)
“Markiz oğlunun garip tasarısını öğrenince gözyaşlarına boğuldu. Kadıncağız bu davranıştaki
kahramanlığını sezinleyemiyordu, onu alıkoymak amacıyla elinden geleni yaptı.” Bir tutukevinin duvarları
dışında, dünyada hiçbir şeyin onun gitmesine engel olamayacağını kesinlikle inanınca da elinde bulunan azıcık
parayı oğluna verdi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:46)
“Mr. Ve Mrs. Browning altı kollu şamdanla balkonda durup el salladılar da salladılar. Bir süre Flush da,
ikisinin arasında, patilerini balkon korkuluğuna yaymış, coşkuya katılmak için elinden geleni yaptı. Ama
sonunda -gizleyemiyordu artık- esnedi. ‘Sonunda, çok uzattıkları düşüncesinde olduğunu belirtti,’ dedi Mrs.
Browning. Bir bezginlik, bir kuşku geldi üzerine, bir efelenme aldı Flush’ı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:101)
“Çoğu zaman kağıt en hayati tümcesinin tam orta yerinde koyu kahverenginde dağlanmıştı. Biz tam
tarihçilerin yüz yıldır aklını kurcalayan bir gizi aydınlatacağımıza inanırken, belgede içinden parmak geçecek
büyüklükte koca bir delik vardı. Geride kalan kömürleşmiş kırıntılardan eksik püksük özetimizi oluşturmak için
elimizden geleni yaptık.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:85)
Elinden öpmek : İnanç gereği büyüklerin, uluların elini öpmek; Birinin kulu kölesi olmak; İş beklemek
“Natanael içini çekti. ‘Bak Filipus, durumum öyle iyiydi ki, o kadar çok sipariş almıştım ki. Bak şu
iskarpinlere, sandalların hepsi de elimden öpüyor. İşim pupa yelken gidiyordu, şindiyse...’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:383)
Elinden tutmak : Yardım etmek
“Amerika’da yeni bir akımın yerleşmesi için elverişli bir dönem başlamıştı, onlar da siyasal fırsatları
gündelik çıkarlar açısından değerlendirerek önlerine çıkan her şeye, herkese çamur atarak bu akımın elinden
tuttular. Ne var ki yeni akım, pek de yeni sayılamazdı. 1917 Rus Devrimi’yle başlamıştı.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:37)
“Eyice talimlediler çünkü. Onun için, bu seferki hücumları korkunç olacak. Öküzü bıçaklayacaklar.
Yedi köye rezil edecekler seni. İtten rezil olacaksın. Şan olacaksın. Heç elinden tutanın olmayacak.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:369
Elinden uçanla kaçan bile kurtulamaz : Keskin nişancı
“Bir gün (Hacı Eşkıya) Memedi çağırdı:
‘Oğlum Memed,’ dedi, ‘büyüdün, adam oldun. Senin için elimden gelen her şeyi yaptım. Senden
hiçbir şeyi esirgemedim. Yiğitsin. Elinden uçanla kaçan bile kurtulamaz.”
(Y. Kemal, Çakırcalı Efe”, sa:22)
Elinde olmamak : Bilincinin kontrolünde olmamak, istem dışı
“-Demek sahiden istiyorsun? ‘Çocukluk anılarını canlandırmak’... boşuna kendini zorlama, gerçek bu!
-Haklısın, elimde değil, çok istiyorum, neden bilmem...”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:5)
“Gelgelelim, madam Ştal’ın kişiliği ne denli yüce, hayatı ne denli dokunaklı, konuşması ne denli sevgi
dolu, parlak olursa olsun, Kiti onu şaşırtan bazı özellikler fark etmişti onda elinde olmadan. Madam Ştal’in, ona
akrabalarını sorarken küçümser bir tavırla gülümsediği Kiti’nin gözünden kaçmamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:432)
Eline ayağına dolaşmak : Yapamamak, başarılı olamamak, yüzüne gözüne bulaştırmak
“ANGUS - Artık gizli cinayetleri eline ayağına dolaşıyor; artık ikide bir çıkan isyanlar,
sadakatsizliğini yüzüne vuruyor. Emrindekiler sade emirle hareketteler, sevgiyle değil. Artık ünvanı ona bol
geliyor: tıpkı cüce bir hırsızın üstündeki dev elbiseleri gibi.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:83)
Eline ayağına düşmek : Muhtaç olmak, ona sığınmak
“Belediye reisi Hacı Yakup efendi ise biraz daha nazik davranmıştı. Tilki gibi kurnaz olduğu için
hakimlerle dima iyi geçinmeyi çıkarlarına uygun buluyordu. Ahmet’i gücendirmek işine gelmezdi. Ne olur ne
olmaz, insan hali bu... Her gün onun eline düşmek olasılığı vardı. Çevirdiği dolaplarla Belediyenin küçücük
bahçesini içinden çıkılmaz bir hale koymuştu.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:26-7)
“Deli Fahri ayağa kalkıp boyun bükmüş, iki büklüm olup ellerini de göğsüne kavuşturmuştu.
‘Aman Ağam, aman eline ayağına düştüm, eleaman Ağam... Tövbe, tövbe...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:27)
Eline bakmak : Birine, günlük geçimi için gereksinimi, ihtiyacı olmak
“..... Çektiği sıkıntıları başkalarının başına kakarak yaşayanlardan değildir. ‘Her şey dünya hali’dir ona
göre. ‘Her şey gelir geçer.’ ‘Dokuz yaşındaydım ana olduğumda. Bir gün hiç sebepsiz anam öldü ve geride
kalanlara analık etmek düştü bana. Ama. Yenge, dayı, hala evlerinde bölük pörçük büyüdü Nerminim. Derde
yanmak da, sızlanmak da vakit kaybı, çaresine bakacaksın, hep çaresine bakacaksın, herkes senin eline bakar.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:211)
“Taştan yapılmış bir sandukayı andıran bu kocaman, soğuk ve hava cerayenı ile dolu şatoda kalmak ve
daha arabaların kaldırdığı toz yatışmadan, yeniden, yerli yersiz, bıyık altından budalaca gülmeye başlıyan
hizmetçilerin eline bakmak zorunda kalıyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:98)
Eline birkaç kuruş sıkıştırmak : Genellikle kamu hizmetinde ya da özel sektörde işin görülmesi için yardımcı
elemanların eline biraz harçlık sıkıştırılması
“İyi ama, hapisten nasıl kurtarmıştı kuyruğu? ‘Sormak olmaz. Şehre girelim, şunlar insin. Arabacının
eline birkaç kuruş sıkıştırıp.. yahut da hayır, forsunu bozmamak lazım.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:213)
Eline erkek eli değmemek : Bir kız için, hiçbir erkekle, değil cinsel ilişkide bulunmak, öpüşme gibi en masum
bir ilintide dahi bulunmamak
“Noel tatillerinde (annem) arkadaşlarıyla gergef işler, hayır kermeslerinde klavsen çalar, göz kulak
olsun diye yanına katılmış bir teyzeyle pısırık yerel aristokrasinin neşeli dans partilerine katılırmış, ama ana
babasının rızasına karşı gelerek köyün telgrafçısıyla evlenene kadar eline erkek eli değdiğini gören olmamış.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:13)
Eline geçirmek : Yakalamak, elde etmek, tutsak yapmak
“Maksimov kıkır kıkır gülüyor, ‘İsteğinizi yerine getirmemem için en sağlam, en iyi nedeni
veriyorsunuz elime Fyodor Mihayloviç, şu içinde bulunduğumuz havada Neçayev’in (Rus devrimcilerinden biri)
ruhu sayfadan fırlayıp sizi eline geçirebilir.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:57)
Eline kalem kağıt almak : Bir şeyler yazmak, not tutmak için kalem ve kağıdı hazırlamak
“Elime kalem kağıdımı aldım çünkü iş işti. Şehrin en yaşlı kişilerinin ziyareti saygıyla anılacak, kayda
geçirilmesi gereken büyük bir olaydı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:81)
Eline sağlık : Yaptıkların için teşekkürler (elle yapılmış yardım için), sağ ol
“Aferin oğlum. Kahve istiyormuş. Isıtsak mı acaba? Yo, istemez, hala kaynıyor… Kahvemize söz yok
doğrusu, Smerdyakov’un eline sağlık.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:188)
“Babam nasıl olduysa damın onarımıyla ilgilenmişti. Kendisini tutup dama çıkaramadığım için, yapılan
işi ayrıntılı bir şekilde anlattım çaresiz, değiştirdiğim her lata üzerinde ona hesap verdim, bu arada biraz
böbürlenmediğimi de söyleyemem. ‘Eline sağlık,’ dedi babam, ‘eline sağlık. Doğrusu bu işi bu yılın içinde
bitireceğini sanmazdım.’ ”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:164)
“Koca Osman bal hızmanını okşuyor:
‘Hızmana da ne güzel nakışlar vurmuşsun Selverce,’ diyordu. ‘Ne de parıl parıl. Dünyayı, Cenneti
getirmişsin de bu hımanın üstüne donatmışsın. Eline sağlık.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:328)
“‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’
‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle.
‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4)
Eline su dökememek : Daha yüksek sosyo-kültürel düzeyde olmak; ona layık olmamak; daha becerikli olmak
“Brick ağzına yayılan gülümseyişi daha fazla tutamayarak, Bırak da anlatayım Molly, diyor. Dünyada
gezip dolaşmadığım yer kalmadı, birinci sınıf kalite deyince, yani konfor ve şıklığın en üst noktası deyince,
hiçbir otel Wellington’daki Exeter Otel’in dört yüz altı numaralı odasının eline su dökemez.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:43)
“Kimse beni rahatsız etmeden beş dakika daha yatabilirsem burda, kendimde kalkabilecek gücü
bulabilecek, evime doğru yürüyüp içeri girebilecektim. Kanunsuzların sonuncusuydum ben. Billy the Kid elime
su dökemezdi.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:21)
“Sen de benim gibi düşünüyorsun, değil mi? Yarın akşam bize yemeğe gelir misiniz? G. Size mayonezli
av etini yapacak. Bu yemekte kimse eline su dökemez.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:94)
“SADAKATSİZ KADINLARA KARŞI
------------------------------------------------Elinize su dökemez doğrusu kimse,
Dalyda, Cresyde ne de Candace,
Kim değişebilir ki her an sizin gibi?
Kalbinizden silemez kimse bu özelliği,
Bir aşık kovulurken ikisi koşar size,
Hafifsiniz yaz gibi, hani ya anlarsınız,
Mavide oyalanmaz, koşarsınız yeşile.”
(Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler;
“Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05)
“Bir şapka avcısı olarak, kimseler Tarascon’lu Tartarin’in eline su dökemez. Her Pazar yepyeni bir
şapkayla yola çıkar, delik deşik bir paçavrayla dönerdi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:15)
“‘Kim bana Crampas’ın haklı olduğuna ilişkin güvence veriyor? Crampas, dedikoducu olduğu için
insana hoş zaman geçiren bir adam; ama güvenilebilecek bir kimse değil ve sonunda Innstetten’in eline su
dökemeyecek bir çılgın.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:58-9)
“VALENTIN (Asker, Margarete’nin kardeşi) - Bir içki aleminde bulunduğum zaman, orada birçokları
övünüp dururken ve arkadaşlar genç kızların güzelliğini yüksek sesle methederek.... gülümseyerek sakalımı
okşar ve dolu olan kadehi elime alarak: ‘Herkesin kendine göre bir zevki var! Fakat acaba bütün bu ülkede,
benim sevgili Gretchen’ime benzeyen, benim kız kardeşimin eline su dökebilecek bir tek kız var mıdır?’
derdim.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Vol:I, sa:193)
“Şvayk, onbaşıya sataşmadan edemedi: ‘Sende iş yok, kardeşlik. Bizim orada bir bodrum katında
oturan çöpçü Makaçek’in eline su dökemezsin.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:248)
“Sonra bana baktı ve bu bomboş gözlerden hiç bir şekilde anımsamadığımı sezdim. Yargıçla birlikte
dışarı çıktık ve yolumuza koyulduk.
-‘İhiyar Mike yine coşmuş galiba... Ayda bir kafayı iyice çeker. Ama iyi bir kunduracıdır, bu konuda
kimse onun eline su dökemez.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:92)
“Aşk dalgaya benzer, bizi alır götürür. Karşısında direnemeyiz. Ama üzülme, soylu bir ailenin kızıyla
evleneceğimin bilincindeyim. Orada burada güzel kadınlarla beraber oldum, bazılarına da aşık oldum, ama
hiçbiri senin eline su dökemez.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:19)
“....Hele yine Reha Bey vasıtasıyla yeni tanıştığım Sulukule’li Çakır Emine adlı genç, sarışın bşr kız var
ki, hani İstanbul kırlarındaki bütün çergelerin <çingene obası> bir araya gelseler, Emine’nin eline bir damla su
dökemezler!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:190)
“Jackson konuğunun beğenisini istem dışı belli edişine bakarak güldü:
-Nasıl, kötü değil mi? Kızıma ben öğrettim; eski Chicago günlerimde elime su dökecek barmen yoktu.
Cezaevinde yapacak bir şey bulamayınca kendi kendime yeni kokteyl karışımları düşünüp zaman öldürdüm.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:86)
“Ne saçma şey.. Senin eline su bile dökemez!.”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:171)
“ ‘Dişlerini, giysilerini, tırnaklarını ve vücudunu ağartma, boyama, cilalama ve renklendirme sanatında
kimse eline su dökememeli,’ dedi sesi arzuyla uyuşmaya başlayan Hükümdar. Altın ve cam sürahilerle getirilen
şaraptan büyük, umarsız yudumlar alıyordu. Bir çubuk getirildi ve Hükümdar’ın gözbebekleri afyon dumanıyla
doldu.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:174)
“FEDYA -... Herkes rahat yaşıyor. Birdenbire şantajcı, alçak bir herif beliriyor, bu kirli işi bana teklif
ediyor, hiç olmazsa katılmamı istiyor. Onu kovuyorum, size koşuyor, adalet ve erdem bekçilerine koşuyor. Ve
siz yaptığınız alçaklık için ayın birinde iki mecidiye alan sizler resmi elbiselerinizi giyip, ellerine su
dökemeyeceğiniz insanları, istediğiniz gibi oynatıyorsunuz. İşte elinize geçirdiniz, mutlusunuz.”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:162)
Eline vur, lokmasını al : O kadar korkak ve çekingen becereksiz bir kimse ki
Bk.: Ağzına vur lokmasını al
“Zeynel:
‘Çok cesur bir adam,’ diye karşılık verdi. ‘Gözüpek. On beş tane harbe girmiş çıkmış. Bedeni tüm yara
içinde...Git gel akıllı bence... Bir, çok korkak oluyor, eline vur lokmasını al, bir, çok cesur oluyor, öfkesinden
yanına yaklaşılmaz...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:104)
Eline yüzüne bakılır : Oldukça güzel, yakışıklı
“Adam, sözünü tamamlamadan sazın sesi geldi, hemen sonra da çalan çıktı ortaya: yirmi iki yaşlarında,
eline yüzüne bakılır bir delikanlı. Arkadaşları, aç olup olmadığını sordular.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:66)
Elini atmak : Bir işe koyulmak, başlamak
“Hırsız, çabucak pencereden içeri atlayıp, bir süre çevresini kolladı. Sanatına saygısı olan bir hırsız,
telaş etmeden işe koyulur, bir şeye elini atmadan önce bulunduğu yeri tanır. Hali vakti yerinde birinin özel
eviydi bu..”
(O. Henry, “viski soda”, sa:12)
Elini ayağını çekmek : Bir yere artık uğramaz olmak; İlgisini kesmek (kişiden, yaşamdan)
Bk.: Elini eteğini çekmek
“DOKTOR -... bu arada signora, fotograf getirmelisiniz. Son çektirdiklerinizden bir tane var mı?
ROSA - Yok, üzgünüm profesör, kocam terkettiğinden beri fotograf bile çektirmek istemiyor
canım... en merkezi bir yerdeki kuaförde çalışmama rağmen! Yeter, dedim! Hayattan tamamen elimi ayağımı
çektim..”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:23)
Elini cebe (cebine) atmak (sokmak) : Bir ödeme yapmak için para çıkarmak; Bir masrafın sorumluluğunu
üstlenmek; fakir, kimsesizlere, dilencilere, sakatlara vb. hemen yardım için para çıkarmak
Bk.: Pamuk eller cebe
“Dünyada Denetçi’nin muhafızları kadar rüşvet alan kimse yoktu; yani bir öğrenci yakalandığında,
muhafızların onu bırakmasını sağlamak için herkes elini cebine atmalıydı. Bu da Paris zevklerini daha da pahalı
hale getiriyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:73)
“Sanki doksan altı yaşındaki annesinin aile sorunlarıyla uğraşacak hali kalmıştı. Tıpkı kardeşleri gibi
karısı da dertlerine derman aramak için hep Büyük Hanım’a koşuyordu. Barışmak için bir kez daha elini cebine
sokması gerekmişti. Dominiklilerin alçak sesle söyledikleri gibi bu sözde ‘yazar ve ahlakçı’, can sıkıcı uyuzun
tekiydi. Sevgili oldukları günlerden beri öyleydi.”
(G.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:28)
“Durum ölümcüldü. Yüzlerine baktıktan sonra yapacak bir şey yoktu. Hay allah! Ne yapabilirdi? Bunlar
da insandı, onlara hakaret edemezdi. Bir dilenci gördüğünde elini cebine sokmasına neden olan güdü onu şu
anda çaresiz bırakmıştı. Yoksul, sefil kızlar! Onları apar topar gecenin karanlığına salacak yürek yoktu onda.
Ansızın Gordon’un kendisini sürüklediği bu berbat serüvene katılma zorunda kalacağını anladı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:197-8)
“Ne yazık ki babanın elini cebine atmayacağı kesindi. Clotilde’i evlendirirken seksen bin frank çeyiz
parası vermeye söz vermiş, ama Duveyrier yalnızca on bin frank görebilmişti.”
(E. Zola; “Apartman”, Cilt:II, sa:13)
Elini çabuk tutmak : Acele etmek
Bk.: El çabukluğu marifet
“ ‘Ne var ki Tanrı elini çabuk tutmuyor; kuraklık etkisini göstermeye başladığında, Prenses Yezavel,
Tanrıya sadık kalanların hepsini ortadan kaldırmış olacak.’ ”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:17-8)
“Maria saatine baktı; bunun üzerine Heidi, bu güzel kıza kadınların da mutlu olmaya, açılmaya hakkı
olduğunu öğretmek için elini çabuk tutması gerektiğini düşündü; tabii tek kaygısı gelecek kuşakların, bu
olağanüstü bilimsel keşiflerden yararlanmasıydı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:214)
“Aman Tanrım!.. Yemeklerin dumanı tütüyor, şaraplar mis gibi kokuyor ve küçük çıngırak, azgın
azgın:
-Aman, elini biraz daha çabuk tut, diye bağırıyor.”
(A. Daudet, Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:39)
“Mitya onu kapıda yakaladı. Adam, karşısındakine, kana bulanmış yüzü görünce,
-Aman Yarabbi, bu ne hal? diye çığlığı bastı.
-Şey, tabancalarımı almaya geldim, paranızı da getirdim. Teşekkür ederim. Acelem var Piotr İlyiç,
lütfen elinizi çabuk tutun.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:57)
“ROSA - Ah, Lucia canım, afedersiniz... nasıl üzüldüm. Uzun süredir mi bekliyordun?
LUCIA - Yarım saat kadar oldu..
ROSA - Hay allah.. bilseydim, elimi çabuk tutardım.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:55)
“İlk çocuğunu doğuruyor! ‘Elini çabuk tut doktor, çıkart şu çocuğu... Hemen koşup dağdaki çiftliğin
sahibi ile konuşmam lazım... Ben gitmezsem Marino yine her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır.’ ”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:44)
“ROSA - Ah, Lucia, affedersin.. Ne kadardır bekliyordun?
LUCIA - Bilmem. Bir, bir buçuk saat oldu sanırım..
ROSA - Ah, canım.. Eğer burada olduğunu bilseydim elimi çabuk tutardım. Şu dağınıklığa baksana,
peruka bile masanın üstünde..”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:40)
“HANIM - Elini çabuk tutsun! Özür dilerim Solange’cığım..... Ah, siz çok şanslısınız! Claire’le senin
dünyada kimseniz yok. Hayatınızın çerden çöptenliği sayesinde öyle felaketlerden kurtuluyorsunuz ki..”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:45)
“RIDOLFO - Gayret çocuklar, elinizi çabuk tutun ve müşterilere nezaketle ve temiz bir şekilde
hizmete hazırlanın; çünkü bir dükkanın itibarı çok kez orada hizmet edenlerin iyi davranışlarına bağlıdır.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:3-4)
“ ‘Kutuma dokunacak olanı geberteceğim.’
Bu cümleyi iki defa okuyorum ve gülüyorum. Çocukluk… Ve okuduklarımı kafamda canlandırmak
istiyorum. Fakat başaramıyorum. Ormanın kendarından boru sesleri geliyor. Elimi çabuk tutmalıyım. Alay
talimden dönüyor.”
(Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:79)
“CANDOR - Yok, geçirmiyorum aklımdan. İnn olsun, aklımdan öyle bir şey geçirmiyorum. İnan
olsun, bana güvenebilirsiniz. Evet, evet, evet.
GLAMISS - Öyleyse elimizi çabuk tutalım. Silahlarımızı temizleyelim, parlatalım; adamlarımızı
toplayalım. Güneş doğarken saldıracağız. Yarın akşam Duncan yenilmiş olacak, biz de tahtı paylaşacağız.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:253)
“... şimdi oltayı nasıl kullanacağımı bilirim; bazıları hiç zarar görmeden başlarını sudan çıkarırlar, işte o
zaman önlerinde ileri geri oynatırım, o anda oltaya takılırlar; bu kader anının kısalığı evde, masanın başında bile
beni büyüler; diğer bazıları karınlarına varıncaya dek sudan dışarı fırlarlar, şimdi elimi çabuk tutma zamanıdır,
bazılarını hala yakalayabilirim..”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:19)
“Kemerimi çözdüm, soyundum ve annem beni nasıl dünyaya getirdiyse, öyle durdum Tanrı’nın
karşısında. Ne kadar yaşlandığımı göstermek istiyordum ona.... Beni görmesini, bana acımasını ve elini çabuk
tutmasını istiyordum.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:68)
“DAMAT - Kollarım güçlü benim. Seni kırk yıl saracak kadar.
GELİN, damadı kolundan tutar, acılı bir sesle. - Kırk yıl değil, bütün bir ömür.
BABA - Hadi elimizi biraz çabuk tutalım. Atlar, arabalar hazırlansın.”
(F.G. Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:38)
“‘Bir şey söylemedi mi?’
‘Evet adımı sordu, sesimin tonunu dymak için besbelli.’
‘Oh. Oh, hadi Tanrı kolaylık versin Rozcuğum. Elini çabuk tut!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:104)
“SUE, samimi ve ciddi. - Hiçbirinize zarar gelmez. Size söz veriyorum. Bunu tek başıma ben
tasarladım. Babama, bütün suçun bende olduğunu anlatacağım.
HORNE, pazarlığı uydurmuş bir adam tonu ile. - Öyle ise… Göze alalım denemeyi. (Uyararak.) Ama
işi usturuplu çevirmek gerek, efendim. Elinizi çabuk tutarsanız iyi olur.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:85)
“VİKTORİA (Girer.) - Güzelliğim, bütün derdim! (Çıkar.)
EDİTH (Girer.) - Çirkinliğim, bütün derdim! (Çıkar.)
KÖR (Girer, elini ateşe sokar.) - Gözümün yerine elimi veriyorum! (Çıkar.)
DON JUAN (Tekerlekli sandalyeye oturmuş, arkasında Yosma girerler.) - Elini çabuk tut, yaşam
kısa! (Gerikalanlarla birlikte çıkar.)”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:94)
“ ‘...Ve de pirelendi mi çerçiliği filan şuraya bırakır da elindeki parayı kuyuların dibine sokuverir.
Kafasını kessen iki kuruş hasıl edemezsin. İyisi mi? Biz elimizi çabuk tutalım.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:126)
“Mme. CORDIER, soldaki kapıdan girer. - Haydi Thérese, biraz elini çabuk tut... Geç kaldık...
Nasılsınız bakayım Ségard?
SEGARD - Biraz daha iyice... Ama yine sancı eksik değil... Kendimi yorgun hissediyorum, biraz da
ateşim var.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:36)
“‘Evet, Christine,’ diye yanıt veriyor eniştesi, ‘sıcak bir şey hepimize iyi gelir. Ancak elini çabuk
tutmalısın, fazla vaktimiz yok, trenimiz saat beşte kalkıyor.’ ”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:156)
“ ‘Olacak şey değil! Hala iç çamaşırlarınlasın. Meyhanede herkes gözlerini kapıya dikmiş yolunu
gözlüyor...... Sende burada durmuş mektup okuyorsun... Haydi, haydi, elini çabuk tut, yoksa albay ikimize de
dünyanın kaç bucak olduğunu gösterir.’ ”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:296)
Elini değdiği her şey (altın olmak, eriyip gitmek, kurumak) : İşler o yolda gidiyor görünmek
“Yirmileri devirip otuzlardan gün almaya başladığım yıllarda, elimi değdiğim her şeyin kuruduğu bir
dönem geçirdim. Evliliğim boşanmayla sonuçlandı, yazdıklarım beş para etmedi. Parasızlık canıma tak etti.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:7)
Elini eteğini çekmek : Bu yaşamda toplumda herşeyden uzaklaşmak, faaliyetlere iştirak etmemek
Bk.: Dünyadan elini eteğini çekmek
“... ben huzurumu her zaman mücadelede buldum. Entelektüel olsa da olmasa da, meslek olarak
entelektüel biri, özellikle de, kamusal olaylara yalnız yazarak karışan biri, bir korkak gibi yaşar. Bu yetersizliği
söz kalabalığıyla telafi eder. Yalnızca tehlike düşünceyi haklı çıkarır. Üstelik her şey, o her şeyden elini eteğini
çekmiş Fransa’dan, kötülüklerin Fransa’sından, boğulduğum o bataklıktan daha iyidir.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:180)
“ ‘Bazı insanlar haksız yere acı çektiğinde,’ derdim kendi kendime, ‘acılarına tanık olanların kaderi
bunun utancını hissetmektir.’ Ama bu düşüncenin verdiği sahte avuntu beni rahatlatmıyordu. İstifa etme, kamu
yaşamından elimi eteğimi çekme, küçük bir bostan alma fikrini birden çok kez yarı ciddi bir şekilde düşündüm.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:183)
“Savaştan dönen tek oğul, yirmi işçi çalıştıran bir doğramacı olarak, biriktirmek zorunda değil artık,
biriktirmek yerine yatırımlar yapıyor, istediğince içki içebildiği gibi, kumar da oynayabiliyor..... Yalnızca
belediye meclisinde büyük bir geçmişe dayanan ve büyük bir geleceği özleyen ama küçük, unutulmuş bir partiyi
temsil etmek için de olsa, yaşamboyu herşeyden elini eteğini çekmiş, dilsizleşmiş babasına karşılık kendine özgü
bir dil bile oluşturmuş oğlu üstelik.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15)
“Pek çok kişinin yayan yapıldak yollara düşmüş, ölüm döşeğindeki Buda’ya gittiği bu günlerin birinde
Kamala da, bir zamanın bu en güzel yosması da çıkageldi. Önceki yaşamından elini eteğini çekeli hayli zaman
olmuştu; koruluğunu Gotama’nın keşişlerine bağışlamış, Gotama’nın öğretisine sığınmış, hacıların dostları
arasına, onları kollayıp gözetenlerin arasında karışmıştı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:130)
“Dini imanı, halifeyi padişahı kaldırmışlar, Allah-ü Taala’yı kızdırmışlardı. Kızınca da elini eteğini
çekmişti dünyadan. Şimdi işler değişecekti. Yeni parti sayesinde. İnsanlar dinlerine dönecek, Allah-ü Taala da
onları affedip yeni baştan el atacaktı!”
(O. Kemal, “Üş Kağıtçı”, sa:243)
“İhtiyar Kadın, kocası öldükten sonra her şeyden elini eteğini çekmiş bir durumdaydı. Evine eskisi
kadar misafir kabul etmiyordu. Çocukları ona, fabrikaya bitişik küçük evi vermişlerdi. Kızları, gelinleri ve ticaret
gereğince ilgili bulunduğu kimselerle, noterin karısı Madame Pelletot; doktorun karısı Madame Guerin ve birkaç
dostu ona sadık kalmıştı.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:234)
“Gelip geçen olmamasının da şaşılacak hiçbir yanı yoktu, insanların böyle sokaklardan günün belirli
saatlerinde elini eteğini çekmesine sık rastlanır. Evinin kapı numarası kaç, diye sordu dokorun karısı, Yedi, ikinci
katta sağ tarafta oturuyorum. Dairenin pencerelerinden biri açıktı, başka koşullarda bu, evde mutlaka birinin
yaşadığına işaret ederdi, oysa şimdi her şeyden kuşkulanmak adet haline gelmişti.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:216)
“-Ama yapmak istediğin, ‘anılarını canlandırmak’... bu demek olmuyor mu ki...
-Yo, lütfen...
-Evet, evet. Bir düşün bakalım: bu, bir köşeye çekilmek olmuyor mu? Elini eteğini çekmek, çevrenden
kopmak... o çevre, senin bugüne kadar, zor da olsa...”
(N. Sarraute, “Çocukluk”i sa:5)
“<Erwin Nyiregyhazy> dört yaşından önce beste yapmaya başlamış, olağanüstü bir piyano çalma
yeteneği ve müzik belleği varmış. Oysa 1920’li yıllarda konser dünyasından elini eteğini çekerek ondan
bekleneni yerine getirememiş.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:46)
“Bütün bunlar şiddetli bir zevki ya da şehveti, hatta şehvetten de daha fazla bir şeyi ifade etmeseydi,
yani her türlü güçlü olma imkanından elini eteğini çeken insanın -kendini olanca kuvvetiyle sanata veren bir
tutkulunun- yaşama iradesini dile getiren biricik tutku olarak görünmeseydi, devlere yaraşan böyle bir çalışmayı
anlamamız mümkün olmazdı.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Balzac’, Cilt:II, sa:29)
Elini ılıktan (sıcaktan) soğuğa vurmamak : Hayatta hiç bir zorluğa uğramadan, şans ya da kurnazlıkla
yaşamak
Bk.: Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak
“Köse Emmim ne yapmışsa hayatında, aklıyla kurnazlığıyla yapmıştır. Köse Emmim bu dünyaya geldi
geleli elini ılıktan soğuğa vurmamış, işini hep kurnazlıkla görmüştür.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun meydana çıkışı”, sa:82)
Elini kana bulamak, bulaştırmak : Öldürmek
Bk.: Ellerini kana bulamak
“Irazca, arkada, hem yürüyor, hem de yavaş sesle sokurdanıyordu:
‘Ağzına sıçtığımın herifi. Bu yaştan sonra benim elimi kana bulayacak! Muhtarım diye geçmiş köyün
başına, işi gücü fırıldak! İşi gücü adam kayırmak!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:130)
“-Belki de, diye söylendi, belki de öldüm ben, belki de deli değilim ben, belki de yalnızca öldüm, o
kadar. Ama bu canavar ne oluyor?
-O senin içindeki canavardı. Yıllar boyu çıkmadı ortaya. Şimdi seni yok etmeye geliyor. Öldür
kendini. Benim elim kana bulanmasın. Yoksa ben öldüreceğim seni.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:158)
“Topal Ali:
‘Vallahi,’ dedi, ‘senin meselenden sora ben iz sürmemeye yemin ettim. Öldür beni. Yemin ettim
Süremem. Elimi bir daha kana bulaştıramam.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:247)
“Bu arada Mustafa birkaç kez daha geldi. Esme’ye, gece yarıları, kimsecikler görmeden. Yalvarıyordu
Esme’ye... Elimizi kana bulama, diyordu. O kadar kan döküldü ki bu köyde..”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:42).
Elini kısmak : Parasını idareli kullanmak, pinti olmak
“Bu yüzden ülkenin çeşitli yörelerinde rahatlıkla barınıp yemek yiyebileceği, atını besleyip, iki gözünü
birden kapayarak mışıl mışıl uyuyabileceği dost evlerine ihtiyacı vardır. Soygun sonrası, paranın bir kısmını bu
kimseler arasında dağıtır, hem de elini kısmadan, cömertçe...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:250)
Elini kolunu bağlamak : Düşünemez, iş yapamaz hale getirmek, engellemek, kösteklemek, mani olmak
“Nininha, sesleri işitmemek için kulaklarını tıkamak isterdi ama korku elini kolunu bağlıyordu.
Kollarını büken ve küçücük kuru dallarını koparıp atan bu acımasız rüzgara karşı elinden bir şey gelmiyordu.
Hala üzerinde kalmış olan yapraklar amansızca koparılıyor, bu arada rüzgar ıslık çalıyor ve yaprakları ulu
gövdelere doğru savuruyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:64)
“Yaşlı adamın elleri titremeye başladı; kekeliyor ve gözlerinden yaş geliyordu. Demek kızı da ömrünü
borç ve sürekli aile kavgaları içinde geçirecekti! Talihsiz yaşamı çocuğunda yineleniyordu! Ayrıca diğer bir
korku adamın elini kolunu bağlıyordu: Damadının her an söz verilen parayı istemesinden korkuyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:126)
Elini kolunu sallaya sallaya dolaşmak, yürümek : Kendine güven dolu, serbestçe gezip dolaşmak; Sanık ya
da suçlu olduğu halde serbest yaşamak
“Olivetti, ‘Blöf yapıyorsun,’ derken soğukkanlılığını geri kazanmıştı. ‘Birini kilisede öldürdükten sonra
elini kolunu sallayarak çıkıp gidemezsin.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:171)
“Kendisine hiçbir hırsızlık, hiçbir dilencilik suçu yüklenmemişti. Her yanda saygın dostları vardı.
Böylece her gittiği yerde elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyordu.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:23)
“Kaşlarına rastık çeker ve ellerine kına yakar. Başka kadınlar gibi erkekten ürküp kaçmaz. Herkesin
içinde, hatta benim bulunduğum yerlerde bile elini kolunu sallayarak, göğsünü gere gere dolaşır.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:51)
“Memed:
‘Belki daha iyi olur. İsterseniz gidelim. Kulaksızın değirmenine...’
Cabbar:
‘Böyle daha iyi. Bence, hiçbir yere, hiçbir köye elini kolunu sallaya sallaya girmemeli.’ ”
(Y. Kemal, “İnce memed”, Cilt:I, sa:225)
Elinin altında tutmak : Alıkoymak
“Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için
beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız
ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de
istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101)
Elinin emeğiyle geçinmek : Alnının teri ile kazandığı parayla geçinmek
“ Dört kardeşin en büyüğü olan Zoitza Ana ile biricik oğlu Adrian, üç günlük paskalya yortusunu
geçirmek üzere şehirden gelerek ailenin en küçüğü Dimi Dayı’nın kulübesinde buluşmuşlardı. Zoitza Ana,
oğlunu dünyaya getirdikten birkaç ay sonra dul kalmış, elinin emeğiyle geçinerek bir daha evlenmemişti.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:5)
Elinin körü : Beni kötü söyletme, kes artık (Argo)
Bk.: Eliyin körü
“Kızgınlıktan burnundan soluyor Mitya,
-A, elinin körü!.. Sizinle konuşulmaz baylar! diye bağırdı. Yüzü kıpkırmızıydı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:182)
“Denize, gökyüzüne bakıp düşünceye daldım. Böyle sevmek, keseri almak, kesmek ve canı yanmak…
Ama sakladım heyecanımı. Gülerek,
‘Kötü bir yol bu, Zorba,’ dedim. ‘Azizlerin hayatını anlatan bir kitaba göre, vaktiyle bir havari, bir
kadını görüp baştan çıkmış ve bir balta kapıp…’
Ne söyleyeceğimi bilip sözümü kesti:
‘Elinin körü! Onu kesmek ha! Yok olasıca aptal! Yahu, o mübarek hiçbir zaman engel olmaz ki…’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:27)
“-Nereye gidiyoruz? dedim. Herif kızdı:
-Elinin körüne! Komiserin yanına çıkacaksınız! dedi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:166)
“-Ama Don Juan, ne siz ne de başkası benim çocuk yapamayacağımı söyleyemez. Kimse kısır
olduğumu ileri süremez. Bir daha bu eve ayak atmayacaksınız.
-Neden Gertrudis?
-Elinin körü için.
Ve böylece, bir daha karşılaşmamak üzere ayrıldılar.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:105)
Elini okutmak : El falı baktırmak
“ ‘... Hepsi küçük parmağımda ya da avucumun içinde yazılı; hangisi olduğunu unuttum.’
‘Ama bu, Tanrı’yı açıkça hatalı yola yönlendirmek, baştan çıkartmak değil mi, Gladys?’
‘Sevgili Düşes, Tanrı buna herhalde karşı koyabilir. Bence herkes elini ayda bir kere okutmalı ki, ne
yapmaması gerektiğini bilsin.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:8)
Elini sallasan ellisi : İstediğin zaman, istediğin kadar kadın (ya da erkek) bulabilirsin
“-Peki, Şeykin zengin mi?
-Taşeronluk yapıyor. Tam bin beş yüz ruble pey akçesi yatırmış bu işe. Yetmez mi, iki gözüm? Her
neyse, olan oldu bir kere, geri dönemeyiz. Makarcığım, sen kendine başka bir kız ra. Elini sallasan ellisi gelir
sana.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:18)
“Biz garibiz. Sen koskocaman bir Ağa yiğenisin. Sana kız mı yok? Elini sallasan ellisi.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:144)
“Mrs. HUSHABYE - Aklı sıra bana gözdağı verecek. Sindirecek beni. Haydi oradan, koca avcısı sen
de!
ELLIE - Parası olmayan her kadın koca avcısıdır. Bunu söylemek kolay senin için. Ömründe
parasızlık nedir bilmemişsin. Erkeğe gelince, elini sallasan ellisi.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:76)
Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmemek (sokmamak) : Refah içinde, hizmetçilerle, bakıcılarla yaşamak
(Bulaşık yıkamamak bağlamında)
“... elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, bir de insan
soyunun tükenmemesine çalışması için önüne bütün zenginlikleri yığın; bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği
yüzünden başınıza ne püsküllü belalar açacaktır! Balı-kaymağı gözü görmez; bile bile en zararlı, çıkarına en
aykırı yaramazlıklar, saçmalıklar yapar.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:45)
“EMEL - Karısına şahane bir hayat sürdürüyordu. Bu benim gözlerimi kamaştırıyordu. Mutluydular..
Karısının eli sıcak sudan soğuk suya değmiyordu.. Sıra sıra hizmetçileri, model model otomobilleri vardı..”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:78-9)
Elini sürmemek : Bir hanıma cinsel enüendo’da bulunmamak, cinsel temasta olmamak; Birşey yememek
“İnce bir ses duyan ayakkabıcı, kapıda bir kadının durduğunu sanarak zili çalacak mı diye bekledi. Ama
hiçbir ses çıkmadı. Kapıcı, yanıldığını anladı; dışardan biri geçmişti yalnızca. Adam evine girdi; duyduğu sesten
ötürü tahrik olmuştu; aylardanberi elini sürmediği karısının yanına yattı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:407)
“Fyodor Mihayloviç bir eliyle kadının dudaklarına dokunuyor, ‘Sesini yükseltme. Korkunç bir suçlama
bu. Sana neler söyleyip duruyor kızım? Ona elimi bile sürmem, yemin ederim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:258)
“Pencereye doğru yürüdü, ama dizlerinin bağı çözülmüştü, durdu ve havada denge bulmak istermiş gibi
ellerini ileri doğru uzattı. Çocuk ona destek olmak için koştu, ama Başrahip kızdı, elini sürmemesi için başıyla
işaret etti.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:120)
“Az sonra yemek geldi. Çavuş elini bile sürmedi. Efe ısrar ettikçe o, ‘ben kahrımdan ölüyorum,’
diyordu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:11)
:
“Bak, benim karım örneğin; ikimiz de arzudan geberiyorduk, ama düğün olup bitmeden elimi bile
süremedim ona.
Eliyle karanlıkta belirsiz bir hareket yaptı:
-Kül yutmam ben, dedi. Bilmem neresi kaşınıyordu karının, ben ona iyilik ettim. İşte o kadar.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:194)
“Başım dönüyordu, bir sonsuz boşlukta yüzer gibiydim. Nasıl, bilmiyorum, ama her şey silinivermişti
birden, çevremdeki uğultu da kesilmişti: yeryüzünde yapayalnızdım. Bu kitabı görüyordum yalnız, başka bir şey
görmüyordum. Onu da başka türlü görüyordum anlaşılan, başka bir şey gibi görüyordum: kitap olduğunu bilsem,
elimi bile sürmezdim.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
“Garsonun bana servis yapması tamamen gereksizidi. Yemeklere elimi bile sürmüyordum. Bu ‘kendimi
dinleme’ durumu, beni gözleri açık uyuyormuşçasına gibi bir uyuşukluk içine soknuştu. Sağımdan solumdan
bana atılan lafları duyuyor, ancak ancak anlamıyordum. Çevremdekiler başka bir dille konuşuyor gibiydiler.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yüeek”, sa:297)
El(ler)ini tutmak : Kaza geçiren ya da yaşlı bir kimseye el vererek yardım etmek; sevgiyle ya da korkuyla
birinin ellerine sarılmak; birini engellemek; birine vururken kendini kontrol ederek artık eliyle vurmamak
“S. ANTIPHOLUS - Ne? Bütün söylediklerime karşın böyle yüzüme karşı alaya devam mı
edeceksiniz? Al öyle ise soytarı herif!.
E. DROMIO - Ne demek istiyorsunuz, efendim? Allah aşkına ellerinizi tutun biraz. Siz ellerinizi
indirmezseniz ben tabanları kaldırırım.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:19)
Elini uzatmak : Birine yardım etmek
“Çerçevenin süslü oluşu yüzünden resim son derecee cüsseliydi. Bütün gerçek zanaatçılar gibi, kibar
bayların yararlı bir iş yaptığını görmekten zerrece hoşlanmayan Bay Hubbard’ın aşırı saygılı itirazlarına karşın
Dorian arada onlara yardım etmek için elini uzatmak zorunda kalıyordu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:141)
“Kralın Paris’e dönmesine yardım ettiği doğru. Fransa’nın en değerli kişilerini suçlamak için o kalleş
elini uzattığı da bir gerçek. Ama şimdi onu defetmenin zamanı geldi artık. Paris’e girebilmek için sabırsızlıkla
beklediği günlerde Kralı sıkıştıran, kan dökülmeden kente girebilmesi için Otranto Dükünün, bakan
yapılmasında direnen aynı soylu kişiler, şimdi Fouché’nin adını bile duymak istemiyorlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:210)
Elini veren kolunu kurtaramaz : Öyle bir oyun oynarım ki, sen biraz ver ben hepsini yutarım
“-Çok güzel! Birlikte yer, içer, sonra kalkar gideriz..... Kah-kah! Eskiden gerçekten kurnaz, açıkgöz bir
adamdım. Elini veren kolunu kurtaramazdı. Ama şimdi çoluk çocuğa karıştım, iyice duruldum.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:140)
Elini vicdanına, vicdanının üstüne koymak : İnsaflı, adil olmak; tarafsız, hakça söylemek
“LOMOF - Amma benim Ugaday daha iyi değil mi? Elinizi vicdanınıza koyarak söyleyiniz!
ÇUBUKOF - Sinirlenmeyiniz, kıymetli dostum... Müsaade buyurun... Sizin Ugaday’ın özellikle,
birakım güzel nitelikleri var... Cinstir, bacakları kuvvetlidir, gergin kalçalıdır, falan filan. Fakat bu köpeğin,
doğrusunu isterseniz yavrucağım, iki kusuru var: ihtiyarlığı ile bastıbacaklığı.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:32)
“Sana çoktandır bir şey sormak istiyorum Alyoşa: bir hafta önce bana, İvan’ın Katka’ya aşık olduğunu
açıkladı; sık sık gidiyormuş ona… Söylediği doğru mu değil mi? Elini vicdanına koy da söyle, acıma.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cit:IV, sa:103)
“ ‘Elinizi alın da vicdanızın üstüne koyun köylülerim, kardaşlarım... Bir karış çocuk öldürmeye kalksın
beni... Beş tane koca köyün ağasını... Sahibini...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:141)
“Barlinnie’den Gartloch’a gelirken kendi kendime, Murthly’den ayrıldığımdan beri başıma gelenleri
düşündüm. Elimi vicdanıma koymak gerekirse, olan bitenler için kendimden başka herkesi suçlamak çok
kolaydı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:69)
“Elimi vicdanıma koyup da söylemem gerekirse, o zamanki çevremizde hep yarım yamalak öğrenim
görmüş çocuklar vardı. Felsefe, sanat, bilim ve yaşam..”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:104)
Elini yüreğinin üzerine koymak : Şövalye sözü vermek, ahitte bulunmak, dürüst olmak, vicdan muhasebesi
yapabilmek
“Elini yüreğinin üstüne koy da söyle şimdi bana: bu kadarcıkla yetindikten sonra, ünmüş, paraymış,
koltukmuş, hepsine boşverdikten sonra, ne diye katılacaktım aranıza, yalanlarınızı ne diye paylaşacaktım?”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:141)
“Ve kadın acılı bir sesle durumu anlattı; kızının hatasını, kocanın fırsatçılığını bildirip, tüm aileyi
lekeleyen bu rezaletin temizlenmesi için gerekli elli bin frankı istedi. Sonra kardeşine çıkıştı:
-Verdiğin sözü anımsa, Narcisse.... Sözleşmenin yapıldığı akşam, elini yüreğinin üstüne koyup
Berthe’in dayısına güvenebileceğini söylemiştin. Nerede şimdi o yürek? Sözünü tutmanın zamanı geldi.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:115-6)
Elin yalancısı olmak : Söylediğim yalansa, ben elden duydum, benden günah gider, esas yalancı o
“Deli Durdudan sonra Memedin adı söyleniyor. Ünü sardı dört bir yanı. İnce Memed diyorlar da bir
daha demiyorlar. Ben ne bileyim kızım? Ben de elin yalancısıyım.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:216)
Eli para görmek, tutmak : Eline, uzun bir yokluk süresinden sonra bir yerlerden para geçmek
“Tohumluk paçoz da kendini bir anda dışarda buluyordu. Cüreti akıl alacak gibi değildi doğrusu! Ne
sanıyorlardı bu zamane kadınları kendilerini? Birinin eli biraz para görmesin, hemen en yakışıklı erkeği kafese
koyabileceğini düşünüyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:161)
-“Madam Şarlot gidip Adrian’ın alnından öptü:
-Sen iyi çocuksun. Bundan böyle benim şnaps’ımı <alkollü bir içki> sen getirirsin, olmaz mı?
-Tabii, hem de en iyisinden. Böyle leş gibi kokanından değil.
-Eh! Söylemesi kolay. Bakalım ‘leş gibi kokmayanından’ almak için Anna’dan yeteri kadar para
koparabilecek misin? Eli para tutalıdan beri Anna’nın ne pinti olduğunu bir bilsen.”
(P. Istrati, “uşak”, sa:17-8)
Eli sakar olmak : Eli ağır ve beceriksiz olmak, vurduğunu yıkmak
“KOMİSER - Haydi haydi bu ağızları bırakın. İçinizden bir tek kişi milyonerin has kardeşi... Ötekiler
sahtekar... Bu, gün gibi aşikar... Ne diye beni sıkacak, üzeceksiniz? Belki sizin hakkınızda da hayırlı olmaz.
Malum ya... Elim sakardır. İndiği yerden haber getirir.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:31-2)
Eli sıkı olmak : Para sarfetmekte hesaplı olmak, cimrilik
“Babamın eli sıkıydı, annem ise savurgan. Annem harcar, babam harcamazdı. Yokluğun, yoksulluğun
anılarından kurtulamamıştı ve koşullar değişip durumu düzeldiği halde, buna bir türlü kendini inandıramıyordu.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:10)
“OKUR’A
Elisıkılık, sersemlik, günah, yanılgı
Gövdemizi işler, yer tutar içimizde,
Besleriz o canım pişmanlıkları biz de
Bit beslediğince dilencilerin tıpkı.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:19)
“Ernest’in kardeşini bir Muzabit’e benzetmesi ile Harpagon’a benzetmek anlamına gelmekteydi.
Gerçekte, büyükanneye göre, ‘eli hep yüreğinin üstünde’ olan Ernest’in tersine, Joséphine’in eli sıkıydı. Şu var
ki, kızdığı zaman da para tutamamakla suçlardı onu.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:100)
“Dahası, bir köy rahibi Digne’ye geldiği zaman Madam Magloire’ın elinin sıkılığı ve Matmazel
Baptistine’in kusursuz yöneticiliği sayesinde piskopos, misafirini ağırlayıp mutlu edecek olasılığı buluyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:23)
“Annemin tanıdıklarından bir kadın bizi yanına almıştı; kendisi iyi bir terziydi, dikişlerine yardım
ederek ekmeğimi kazanmamı önerdi. Yalnız yaşıyordu, eli biraz sıkıydı, sık sık hüzünlenirdi, ama gerçekte iyi
bir insandı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:122)
“Dolabını açmakta geciken bir kadın olduğunda da şöyle bağırıyordu:
‘Niçin bu denli elin sıkı hanım? Yarın, öbür gün, kimbilir, belki de bu gece gökler yarılacak, ateş
yağacak, neyiniz var, neyiniz yoksa, yanıp kül olacak...’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:375)
“Dergilerde okuduğu acıklı haberlere ağlar, ama yirmi yıldır tanıdığı bir tüccara borç vermeyi kesinlikle
geri çevirirdi. Eli sıkıydı. Bir keresinde Macintosh ona şöyle dedi: ‘Kimse seni parayı sokağa atmakla
suçlayamaz.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:26)
“LA FLECHE - Affedersiniz ama sen daha senyör Harpagon’u tanımıyorsun; o, bütün insanlar içinde
insanlıkla en az ilgisi olan insandır; ölümlüler arasında ondan daha katı yüreklisi, ondan daha eli sıkı olanı
yoktur..... İltifat mı dedin, pohpoh mu, sevgi mi, laftan ibaret kalmak koşuluyla canının istediği kadar. Ama iş
paraya geldi mi, hava alırsın...”
(Moliere, “Cimri”, sa:65)
“CİMRİ SULTAN
Eskiden, sultanın biri ülke idaresinde gevşeklik gösteriyor, askerlerine sıkıntı çektiriyordu. Bir gün,
zorlu bir düşmanla karşılaşıldığında bütün ordu sırtını çevirdi. Bu hükümdara sırt çevirenerden biri de benim
dostumdu. Kınayınca bu davranışını, o kendisini şöyle savundu:
‘Atım arpasız kalırsa, eyerimin altındaki keçe rehinde kalırsa nasıl olur? Yakışık alır mı? Para verirken
eli sıkı davranan bir sultan için can pahasına cömertlik edilir mi?’
Askere para ver, o da baş versin,
Ona para vermezsen, o n’eylesin?
Karnı tok savaşçı yürür düşmana
Aç ise sıvışır, bakmaz ardına.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:55-6)
“-Açık saçık fıkralar anlatmaya meraklı insanlar vardır. Bu işe bayılırlar da beceremezler.
-Evet.
-İşte onlardan... Biraz da eli sıkı galiba... Bir garip... Dilediğiniz kadar şakalaşabilirsiniz. Hiç kızmaz!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:220)
Eli silahlı; Eli silah tutan : Bir yurdun, yörenin savunmasında, askere gidecek yaşta, silah kullanabilecek
kimse
“Kasaba (ya da kent) minareleri, ağaçlı, geniş sokakları, parkları, arsaları oluşunun nedeni ‘Yangın’dır.
1922 yılı eylül ayı başlarında Yunanlılar giderayak burayı yaktılar. Yaşlı adamlar ‘Her mahalleden eli silahlı bir
tek erkek çıksaydı yanmazdı burası’ derler.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:9)
“Birkaç gün sonra İvan kulübesinden çıktığı zaman ortalıkta in cin bulamadı. Eli silah tutabilen bütün
erkekler, daha geceden çıkıp gitmişlerdi. Haber almak için köyü dolaştığı zaman, kendisi için kötü niyetler
beslendiğini daha iyi anladı.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:95)
“Ülkede yer yer çatışmalar çıkıyor, kardeşler kardeşlerini, oğullar babalarını öldürüyordu. Kentler
yanıyor, tarlalar kuruyordu.
Merlin, bu kargaşayı önlemek için, Canterbury Başpiskoposuna ülkedeki tüm lordları, eli silah tutan
tüm soyluları, yılbaşı töreni için Londra’nın en büyük kilisesine çağırmasını söyledi..... Tüm soylular Londra’ya
geldi. Kilisede büyük bir tören yapıldı. Törenden sonra bahçeye çıkan soylular, mermerden yapılmış büyük bir
taş ve üzerinde demirden bir örs gördüler. Örse bir kılıç saplanmıştı. Kılıcın üzerinde altın harflerle, ‘Tüm
İngiltere’nin gerçek kralı, bu kılıcı buradan çekip çıkaracak olan kişidir,’ yazıyordu.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:10)
Eli taş kesilmek : Masum kişilere el kaldıran, taş atan, silah kullanana karşı söylenen ilenç
“Öfkeli pejmürde kılıklılar Zebedi Baba’ya baktılar, aralarından biri, en sıskası ileri atıldı.
‘Hey, Zebedi,’ diye seslendi, ‘Tanrı’ya inanıyorsun değil mi? Elin taş kesilecek şimdi, korkmuyor
musun? Bir daha düşün.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:203)
Eli tetikte olmak : Her an olası bir tehlikeye karşı hazır bulunmak
“... arka arkaya dizilerek uzayıp giden sıralar oluşturan bu İspanyol saldırı ordusu, yerlilerin ani
baskınlarına karşı koymak için elleri her an tetikte, kulakları kirişte çevreyi gözetleyerek gece gündüz hiç
dinlenmeden yol alıyor.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:21)
Elit tabaka : Fr. ‘élites’=asil, aristokrat, yüksek tabakadan alıntı
“Marks’ın babası, ..... Saarlautern’de doğmuş bir hahamın oğlu Heinrich Marks adında bir avukattı.
Henrich Marks, Ren bölgesinin küçük kentlerinde daha uzun süre elit tabaka diye nitelendirilecek olan bir
kesime mensuptu, kültürü çevreye yayıp gelişimine katkıda bulunmak amacıyla kurulmuş derneklerin üyesiydi.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:42-3)
Eli varmamak : Eli gitmemek, şu ya da bu nedenle yapmaktan, yazmaktan kendini alıkoymak
“Babamın onun söylediklerini duymasını isterdim. Robert hakkında o kadar inat ediyor ki: onun bu
sözlerinde, kendi ifadesince... Hayır! Bunu yazmaya elim varmıyor.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:13)
Eli yatmamak : El becerisi olmamak
“İlkbahar kapıdaydı, iyileştikten bir hafta sonra eli yüzü kir içinde, kuş beyinli, kaba saba bir köylü gibi
tarlalarda didiniyor, toprağı sürüyor, tohum bile ekiyordum. Ellerimle çalışmaktan nefret ediyordum, bu işlere
elim yatmıyordu.”
(J. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:35-6)
Eliyin körü : Elinin körü; beni kötü kötü konuşturma, neyse ne
(Anadolu lehçesi)
“Bayram durakladı:
‘Ne gayaya möhürlüyorum bunu onbaşım?’
Onbaşı gene kızdı:
‘Hükelaya bak!’ dedi. ‘Ulan burada sahtekarlık mı yapıyoruz? Ne gayaya möhürlüyormuş? Eliyin körü
gayasına möhürlüyorsun. Savcılık soruyor dedik ya!’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:133)
Eliyle koymuş gibi bulmak : Aradığı şeyi ya da yeri çok kolay bulmak
“Parasızlıktan doğuyor sanılan yoksulluğun ta kendisi bile, para yok olunca, yok olacak. Bunun apaçık
kanıtı da şudur: Diyelim ki, bir kıtlık oldu, binlerce insan korkunç bir açlıktan kırıldı. Elimle koymuş gibi
biliyorum ki, o kıtlık yılı sonunda zenginlerin ambarları aranacak olursa, çuvallar dolusu zahire bulunur.”
(Th. More, “Utopia”, sa:156)
“Adam sahafın yerini o kadar iyi tarif etmişti ki, Akhbar eski bedestene vardığında eliyle koymuş gibi
buldu sahafın izbe dükkanını.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:44)
Eli yüzü düzgün : Güzel görünümlü insan; kurallara, mantığa, usa, estetiğe, alışılagelmiş beklentilere uygun
görünen kişi, giysi, sistem, şey ve olgular
“Bu işi tamamlamam kaç gün sürdü, bilemiyorum, ama sonuna geldiğinde, sanki ömrümde bundan
başka iş yapmamış gibiydim. Çizdiğim desen yüz akı bir şey değildi, ama grafikerlikte ne deneyimim, ne de
yeteneğim olduğu için, başka bir sonuç zaten beklenemezdi. Benim derdim eli yüzü düzgün bir şey ortaya
çıkarmak, ilk bakışta anlaşılabilen, kimsenin aklını karıştırmayacak bir sonuca ulaşmaktı.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:110)
“Uzunca bir dönem, Ernest’in uzak bir tanıdığı, Mösyö Antoine diye biri, başına hep koyu renkli bir
melon şapka giyip boynuna da gömleğinin içinen kareli bir mendil bağlayan, Malta kökenli, pazarda balık satan,
eli yüzü düzgün, ince uzun bir adam, düzenli olarak, akşamları yemekten önce eve gelmişti. Daha sonra,
düşününce, Jacques önceleri dikkatini çekmeyen bir şeyi, annesinin azıcık daha şık giyindiğini, açık renk
önlükler taktığını, hatta yanaklarında varla yok arası bir allık göründüğünü ayrımsamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:101-2)
“İki aylık çalışmanın sonunda, Maria bir sürü evlilik teklifi almıştı bile, içlerinden en az üçü de gayet
ciddiydi: bir mali müşavirlik şirketinin müdüründen, ilk akşam çıktığı bir pilottan ve bir çakı ve bıçak
mağazasının sahibinden. Üçü de Maria’ya ‘onu bu hayattan kurtarmaya’, eli yüzü düzgün bir ev, bir gelecek,
belki çocuklar ve torunlar sunmaya söz vermişti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:85)
“Şaşkınlık içinde, ‘Nasıl isterseniz,’ dedim. Gidebileceğimi söyledi, ben de bodruma inip eski püskü
sandığımı deşip içinden eli yüzü düzgün birkaç kent kılığı ayırdım.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü”, sa:40)
“Daha föytonun altın çağında dört bir yanda birbirinden ayrı ve küçük öyke gruplar vardı ki, usa
sadakatten ayrılmamayı ve eli yüzü düzgün gelenekten, disiplin, yöntem ve entelektüel vicdandan oluşan bir özü
dişlerini tırnaklarına takıp söz konusu dönümün hışmından kurtarmayı kafalarına koymuşlardı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:24)
“Şapşal da olsa
Eli yüzü daha düzgün
Mnasidika’nın
bizim tatlı Gyrinno’dan”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:33)
“Çekmecemi karıştırmaya koyuldu. Çok uğraştı. Ama karıştırdıkça işe yarar bir şey bulması
güçleşiyordu. Bütün pantolonlarım eskilikten ya delik deşikti ya da örülmüş ve yamanmış durumdaydı.
‘Kimseyi yanıltamazsın. Ne korkunç bir çocuk olduğunu anlamak için bu çekmeceyi açmak yeterli.
Şunu giy, en eli yüzü düzgün olanı bu,’ dedi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:70)
El kadar : Küçücük, ufak
“Rabia gülerek iki gün evvel geçen Sabit Beyağabey macerasını anlattı. Bu, Hanımefendi’yi pek
eğlendirdi, fakat Paşa, gene kaşlarını çattı. İçinde merhamet, takdir, isyan hep birbirine karışmıştı. Onu, dini ve
cinsiyeti, kadınları korumaya zorluyordu. El kadar bir kızın bir erkek sorumluluğu yüklenmesi içine
dokunuyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:140)
“Haçça, Ahmet’i alıp yukarı çıktı. Götürüp ocağın başına oturttu. Kandilin ışığında baktı gördü ki,
çocuğun eli yüzü kan. Al kan. ‘Abuuvv, avuvv... Abu kadın anam Amadım... Abu ben nerelere gideyim, abu?...’
Yağmur gibi döke döke ağlamaya başladı. Irazca, göğsünü körük gibi indirip çıkararak geldi:
‘Südü sümüü bozuk! El gadar çocuğa efelik mi taslıyon?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
“‘Bundan elli altmış yıl öncesine kadar,’ diye başlardı Koca İsmail. Başlar susmazdı. Bir aşk gibi, bir
türkü gibi konuşurdu. ‘Çukurova salt bataklıktı, büklüktü. Yalnız tepe eteklerinde el kadarcık tarlalar...
Çukurovada in yok, cin yok o zamanlar.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:279)
El kaldırmak : Özellikle kendinden büyüğüne vurmak, vurma girişiminde bulunmak
“Oğlunun bir mevkii var. Onlar Pris’ten geldi. Gelin onları istemedi. Kavgalar. İhtiyar, ‘ona el
kaldırmak zorunda kaldı.’ Oğlu onları huzurevine koydu.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:87)
“Grigori başını öne eğmiş, üzgün bir halle masanın yanında duruyordu.
-Bana el kaldırdı! dedi.
Ivan Fedoroviç dudak büktü:
-Yalnız sana mı, babasına da ‘el kaldırdı’.
-Leğende yıkardım onu… bana el kaldırdı!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:216)
“Ama kendisini koruyan Meryem’e, her akşam uyumadan önce bakıp göğüs geçirdiği, her sabah uyanır
uyanmaz gülümsediği Meryem’e el kaldırmaya gelince!... Anthime öğüde de, baştan çıkarmaya da, sertliğe de,
tehdide de baş vurabilir, yalnız reddedilir, başka şey geçmez eline.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:21)
“... annem beni anneannem Josefa’ya emanet ederek gençlik arkadaşlarıyla hasret gidermeye koşar,
onlara uygarlıkla ilgili olarak kendi deneyimlerini anlatır, hatta gururu ve utancı konuşmasına engel olmazsa,
Lizbon gibi büyük bir metropolde erotik eğlencelerle doğru yoldan sapmış bir kocanın kötü muamelesini de
bunların arasına katardı. Öyle tahmin ediyorum ki bu üzücü sahnelerin şaşkın ve korkmuş tanığı olduğumdan
ben ömrümde asla bir kadına el kaldırmamışımdır:”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:44)
El Kızartmaca Oyunu
Bk.: Avuç İçi Oyunu
El kon(ul)mak : Birisinin ya da bir şirketin, özel bir toplumun, genellikle yasal olarak, mal ve mülküne, değerli
eşya ya da taşınılmazlarına, olası bir borç için koruma altına alınması
“Tapınak Şövalyeleri’nin belli başlı önderleri şatolarında ele geçirilerek hapse atılmışlardı. Gizli
törenler düzenlemekle, şeytana tapınmakla, Hz. İsa’ya küfretmekle, topluca cinsel ilişkiye girilen ayinler
yapmakla, çıraklarıyla eşcinsel ilişkilerde bulunmakla suçlanıyorlardı. Üyeleri ağır işkencelerden geçirildikten,
Kilise’den kovulduktan ve heretiklikle (klasik inanç sistemlerinin tersine inanmak ve o eğitimi yaymaya çalışmak)
suçlandıktan sonra, Tapınak Şövalyeleri tarikatı ortaçağ tarihinin haritasından silinmişti. Tarikatın bütün
mülklerine el konulmuş, üyeler dünyanın dört yanına dağılmıştı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:189)
“...tüm yazlık villalar ve çiftliklerde anahtarlara el kondu ve demirbaş eşya kaydedildi, biz işçiyiz,
soygun yapmaya gelmedik, üstelik bunun tersini savunacak kimse kalmadı; çünkü hiçbir yerde, ne avlularda ne
salonlarda ve şarap mahzenlerinde, ne ahırlarda ne tavuk kümeslerinde, ne sarnıçlarda ne sulama tanklarında,
hiçbir yerde Norberto’lar ve Gilberto’lar yok, sırra kadem bastılar, kimbilir nereye kaçtılar, kraliyet taburu
kışlalardan kıpırdamıyor, melekler gökyüzünü süpürüyor, bugün devrim var, katılan o denli çok ki.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:313)
El koymak : Sahiplenmek, kendi tasarrufuna geçirmek; Zaptetmek; Genellikle ödenmemiş borçlardan ya da
yerine getirilmemiş sözleşmelerden dolayıbanka hesaplarına ya da gayrımenkule haciz koymak; Çalışma ya da
incelemeye almak, çalmak
“Yine de babam, annemin harcamalarına ipin ucu kaçmış gözüyle bakıyordu. Sonunda duruma el
koydu, ama ipin ucunu en olmayacak yerden tuttu ve hiçbir erkeğin karısına yapmaması gereken bir şeyi yaptı:
Annemi görevinden azletti.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:21)
“Sophie, bir ya da iki kez duruma el koyup, Fanshawe’un müsveddelerini gizlice yayıncılara götürmeyi
düşündüyse de bir türlü becerememiş. Evlilikte bozulmaması gereken kurallar varmış ve Fanshawe’ıun kararı ne
denli yanlış da olsa, kendisinin buna uymaktan başka yapabileceği bir şey yokmuş.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13)
“Yasa, belli bir değerin üstündeki, kurtarılabilen eşyanın bankaya verilmesini öngörüyor; banka da
bunları sahiplerine iade etmekle yükümlü; oysa iş arkadaşları hoşlarına giden her şeye el koyuyor ve gerisini
düşünmüyorlar. Miles bu yağmaya -şişelerce viskiye, radyoya, CD çalarlara, okçuluk gerekçelerine, açık saçık
dergilere- sırt çevirdiği ve sadece resimlerin, eşyanın kendisinin değil eşyanın resimlerinin peşinde olduğu için
ona aptal gözüyle bakıyorlar.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:13)
“Şimdilik Mısır üzerinde duracak olursak: Görünüşe göre barışçı ayaklanma laik bir yapıdaydı, iyi
eğitim görmüş ama yıllardır yapılan yolsuzluklar ve diktatörlük rejimi yüzünden işsiz kalan … yirmili otuzlu
yaşlardaki genç insanlar başı çekiyordu, eylemin destekçileri de kadınlar, memurlar, yoksullaşmış işçiler hatta
askerlerdi. Herkes isyancıların olağanüstü coşkusuna ve adanmışlığına övgüler yağdırdı, ama aradan sadece
birkaç hafta geçtikten sonra şimdiden çatlaklar oluşmaya, şiddetli çatışmalar -en son olay Hıristiyanlarla
Müslümanlar arasında oldu- yaygınlaşmaya başladı….. Gerçek bir siyasal yaşam olmadan, örgütlenmiş siyasi
partiler olmadan, tutarlı bir siyasal muhalefet yapma olanağı olmadan geçen onlarca yıl, toplumsal eğitime aç bir
kitle yarattı, ama bu değişimi gerçekleştirecek siyasal enstrümanlar yoktu - öyle olunca da, en azından şimdilik,
ordu yönetime el koydu. <Paul, 10 Mart 2011>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011)
“Kongre Binası’nın polisleri, çılgına dönmüş turistleri ayakaltından uzaklaştırmaya çabalarken, bir
yandan da Rotunda’yı kapatıyorlardı. Küçük çocuk hala ağlıyordu. Parlak bir ışık patlayınca -bir turist, elin
fotoğrafını çekiyordu- görevliler hemen adamı gözaltına alıp kamerasına el koydular ve onu oradan
uzaklaştırdılar.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:62)
“Hayır, bu olağandışı halsizliğin tek sorumlusu henüz ağarmakta olan tanın erken saatleri değil,
uyaşınız bu, bundan böyle bedeninize el koyduğunu anlatmak istiyor size, oysa kırk beşinize yeni girdiniz.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:13)
“Yurtseverler, kollarını açıyor, gözlerini gökyüzüne kaldırıyor ve yanıtlıyorlardı onları:
‘Ne yapalım! Eninde sonunda bunlar asker! Bu işin sonunu gelmesini dileyelim!’
Napolyon’un askerleri, ahırları ziyaret ediyor, koyun, inek, keçilere bile el koyuyorlardı.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:219)
“Yalnızca kitapların çok küçük bir bölümü bu el koyma işleminin dışında bırakıldı ki, bunların da nasıl
yapıtlar olduğunu herhalde kolayca tahmin edebilirsiniz: Tıp bilmine, eczacılığa, falcılığa, tarıma ve ormancılığa
ilişkin kitaplar, yani günlük yaşamın konularını içeren bir alay ıvır zıvır.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:118)
“Katolik krallar, tarikatların ayaklanmasını önlemek için duruma doğrudan el koymak zorunda
kalıyorlardı. Bunun sonucunda, Santiago Yolu yavaş yavaş unutulup gitmişti; ara sıra Bunuel’in ‘Samanyolu’ ve
Juan Manoel Serrat’ın ‘Gezgin’ adlı tabloları gibi sanat yapıtları ortaya çıkmasa, sonradan Yeni Dünya’ya
yerleşecek olan milyonlarca insanın bu yoldan geçtiğini hiç kimse hatırlamayacaktı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:28-9)
“İmparator Ludwig’in, Yüce Tanrı’nın tasarımlarına uygun olarak ve Avignon’da havarinin kutsal
adına leke süren, tahta zorla el koyan, kutsal rütbeleri alıp satan, o adı kötüye çıkmış sapkını şaşırtarak..... ,
Efendimizin doğumunun 1327. yılının sonuna doğru, şimdi adını vermemenin yerinde ve dindarca olacağı
manastırda meydana gelen olayların açık bir tanığı olma lütfunu Tanrı esirgemesin benden.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:30)
“Taşralı durmadan horluyordu. Arabayı yavaşça arkadan, köylüyü de önden, yani ayaklarından çekti.
Adam bir dakika sonra, aynı rahatlık içinde kaldırıma serilmiş uyuyordu. Küçük kabadayı el arabasına el
koymuştu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:542-3)
“İstediği miktarı tasarruflarımın geri kalanıyla tamamlamış ve geri çevrilemez bir öneriyle Rosa
Cabarcas’a götürmüştüm.: ‘İster al, ister alma.’ Bu tam bir intihardı, çünkü sırlarımdan yalnızca birini bile satsa
adımı lekeleyebilirdi. Ama burun kıvırmamış, yalnızca tartışma gecesi rehin olarak tuttuğu tablolara el
koymuştu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:97)
“Servetinin -kendine düşman bildiği- akrabalarına geçeceğini görerek çırpınmaya başlamış ve önemli
bir bölümünü onlardan kaçırmak için bazı girişimlerde bulunmuş. Varisler bunu haber alınca çok sinirli oluşunu
bahane ederek deli diye onu kapatmışlar ve servetine el koymuşlar.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:139)
“Bu olaylardan ve yerlerden uzakta yaşayan ve Tanrı’nın evlere, barınaklara, hastanelere, barakalara,
ambarlara ya da el konulabilmiş veya ordu tarafından terk edilmiş tüm ordu çadırlarına ya da kulübelere tıkış
tıkış doluşan ve daha da büyük bir kesimi evsiz barksız yaşayan, köprüleri ve ağaçların altında, sahipsiz
arabaların içinde ve hatta dışarıda, açık havada kıvrılarak yatan İberyalı sığınmacıların, bu meleklerin yanına
gelip onlarla yaşadığını düşünen kişiler Tanrı ve melekler hakkında bir sürü şey biliyor olabilir, ama insanoğlu
hakkında pek az şey bilmektedirler.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:241)
“Tanrı beni ilkbaşta sana köle yaptı, sonra
Keyfine el koymayı kurmamı yasak etti.
Ya da özlem duymamı hesaplı zamanlara:
Kölenim ya, boş vaktin olsun diye bekletti.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:58, sa:157)
“Kardinal, başbakandı ve amcasının isteklerini uyguluyordu; Dük de Palliano, kutsal kilise güçleri
komutanlığına atanmıştı. Saray muhafızları komutanı olan Marki de Montebello, saraya, kendi uygun gördüğü
insanlardan başka kimseyi sokmuyordu. Çok geçmeden, bu gençler, aşırı gitmeye başladılar. Yönetimlerini
istemeyen ailelerin mallarına el koyuyorlardı. Halk, hakkını almak için kime başvuracağını bilemiyordu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:111-2)
“Yüz yüze geldiğim bir insanın salt varlığı öylesine büyüleyiciydi ki, izin verirsem benim tüm
benliğime, ruhuma, giderek sanatıma el koyabilirdi.”
“O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:14)
“Bununla birlikte, çok geçmeden vicdanı işe el koydu ve Sybil ağlayarak kollarına atıldığında bile geri
adım atmadı. Duygularını harekete getiren güzellik, aynı zamanda vicdanını da etkilemişti.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:34)
“Kulelerde çanlar yeni çalmaya ve yeni şölen yemeğinin gümüş bardakları yeni yeni şıngırdamaya
başlamıştı ki, birden Herilunt’un ayaklandığı ve yok edildiği haberi geldi; hemen ardından kralın yürülükteki
yasa uyarınca isyancının evine ve varlığına, hazinesine katmak üzere elkoyduğu haberi ulaştı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Benzer Benzemez Kızkardeşler”, sa:161-2)
Elle est diablement laide : (FR.) <El e diyabl’man led> : O <kadın> -şeytan gibi- dehşetli çirkin
Elleri boş dönmek : Bir iş yapmaya teşebbüs etmek ve başarılı olamamak
“Hapishanenin Soğanlık’ta olduğunu öğrenmişlerdi. Burası, İstanbul’un Kartal ilçesinde, acımasız bir
F-tipi cezaeviydi. Oğlunun güvenliğinden endişe eden Peter Solomon, onu almak için Türkiye’ye gitmişti.
Katherine’in perişan haldeki ağabeyi, Zachary’yi ziyaret etmesine müsade edilmeden, elleri boş dönmüştü.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:225)
“Rahipler elleri boş bir şekilde manastıra dönmeden önce artık tembel adımlarla nefes nefese kilisenin
etrafında dolanmaktaymış. Bu arada diğer rahipler hırsızın kurnazca bir hileyle kilisenin içinde saklanmış
olabileceği düşüncesiyle koro yerinden rahip odasına kadar her yeri didik didik aramış, öfkeli arama tarama
çalışması bouyunca, sandaletli ayaklarını yere vura vura askıda duran her cübbeyi aramışlar, sandıkları
yoklamışlar...”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:18)
Elleri böğründe kalmak; seyirci olmak : Kendini çaresiz hissetmek, malını mülkünü kaybedip hiçle kalmak;
Bir kişi daha kuvvetli ve iri birinden dayak yerken, sözüm ona arkadaşlarının seyirci kalması
“(Hans) derslerde elde ettiği sonuçlardan duyduğu hoşnutsuzluk büyüdükçe, Heilner’in etkisiyle, sınıf
arkadaşlarından kendini daha bir kesinlikle soyutlamıştı Örnek bir öğrenci, yarının sınıf birincisi olarak öbür
öğrencilere yukardan bakmak için bir neden yoktu artık..... En çok da kusursuz öğrenci Hartner ve küstah Otto
Wenger’le sık sık kapışıyordu. Otto Wenger bir gün yine alay edip kendisini kızdırmış, Hans da çileden çıkıp bir
yumrukla karşılık vermişti. Bunun üzerine fena halde dayak yemişti Otto Wenger’den. Wenger, ödleğin biriydi
aslında, ama Hans gibi güçsüz biriyle de başa çıkması zor değildi, hiç acımadan yumruklayıp durmuştu Hans’ı.
Heiner o sıra olay yerinde yoktu, ötekiler de elleri böğürlerinde kavgaya seyirci kalmış, Hans’ın yediği dayağı
ona hiç de çok görmemişlerdi..... Utanç, acı ve öfkeden gece gözüne uyku girmemişti. Dostu Heilner’e olaydan
hiç söz açmadı, ama o günden sonra oda arkadaşlarından iyice soyutladı kendini, onlarla artık pek konuşup
görüşmedi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:115)
4
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
VI
-----------------------sert sözler, taşlar, çimento, bımba
ve suçlamalar biriktirdin;
gizli bir kurşun kalemle binlerce
ölünün, binlerce kanayan ağzın,
binlerce elleri böğründe insanın
kaydını tuttun.”
(Carlos Drummond de Andrade<1903-1988>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“-Başka ağı yoktur değil mi?
-Ne gezer? Onu da borçla almıştı. Daha parasını ödeyemedi.
-Şimdi ne yapacak?
-Ha! Elleri böğründe kalmış. Akşam gördüm, çok üzgündü. Dokunsan ağlayacak.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:327)
Elleri buz gibi olmak, buz kesmek : Heyecandan, soğuktan elleri buz kesmek, parmakları donacak gibi soğuk
olmak
“Selim Paşa’nın vicdanı hakikaten biraz rahatladı. Öteki sürgünlerin kusuru Hilmi’ninki kadar bile
meydana çıkmamıştı. Fakat buna karşın boğazı kurumuş, elleri buz gibi olmuştu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:216)
“Clarissa sessiz kaldı. Birden elleri buz kesmişti. Kanı çekilir gibiydi. Doktorun öylesine söylediği şey,
bir düşüncenin uyanmasına neden olmuştu. Bu düşünceden kurtulamıyordu. Dinlenmeksizin çalıştığı haftalar
boyunca kendisiyle ve bedeniyle ilgilenmemişti; şimdi ise bedeninin işleyişinde bir aksaklık olduğunu
hatırlamaya çalışıyordu.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:109)
“Ve ansızın çılgınca bir düşünceye kapıldım: Kitabı çal! Belki becerirsin bunu, onu hücrene gizleyebilir
ve sonra okuyabilirsin, en sonunda yeniden bir şey okuyabilirsin! Bu düşünce aklıma gelir gelmez, güçlü bir
zehir etkisi yaptı; bir anda kulaklarım uğuldamaya ve kalbim küt küt atmaya başladı, ellerim buz kesti,
titremelerini engelleyemiyordum.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:52-3)
Elleri kolları bağlı : Çaresizlik içinde, o koşullar içinde elden bir şey gelmemek
“Bugün İtalya’da, Direniş’in manevi ve psikolojik anlamını hemen kavramıştık. Avrupalıların elleri
kolları bağlı kurtuluşu beklemediğini bilmek bir gurur kaynağıydı bizim için. Kanımca, özgürlüğümüzü yeniden
kazanmamızın bedelini kanlarıyla ödeyen genç Amerikalılar için de, ateş hattının gerisinde kendi paylarına
düşeni yapan Avrupalıların bulunduğunu bilmek önemsiz bir şey değildi.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:30-1)
Ellerinde avuçlarında : Ellerinde ne varsa, tüm varlıkları
“O toplum ki, insafsız bencilliği içinde, daha fazla iş, daha fazla çıkar sağlamak için, emekçi insanların
gençlik gücünü kıyasıya harcar; zavallılar yaşlandılar hastalandılar mı, ellerinde avuçlarında bir şey kalmadı mı,
iş başında sabahladıkları günler, gördükleri bunca işler unutulur, bütün bunlara karşı toplumdan gördükleri ödül
açlıktan ölmektir.”
(Th. More, “Utopia”, sa:154)
“Sergey İvanoviç,
-Kimseye bir şey söylemeye gereksinmem yok, dedi. Her şeyini bırakıp hak yolunda hizmet etmek
için Rusya’nın dört bir yanından gelen, düşüncelerini ve amaçlarını açık açık anlatan yüzlerce insan görük,
görüyoruz da. Ellerindeki avuçlarındaki birkaç kapiği de getiriyor, ya da kendileri gelip, niçin geldiklerini
doğrudan doğruya söylüyorlar. Ne demektir bu?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:717)
Ellerin dert görmesin : Eline sağlık, sana minnettarım bağlamında bir iyi dilek sözcüğü
“Ahmed’in sesini duyunca Aşık Ali şöyle bir doğruldu.
‘Size türlü yapayım mı?’ diye sözlerini tekrarladı Ahmet.
‘Sağol kardaş,’ dedi Aşık Ali. ‘Ellerin dert görmesin. Sana bir yardımımız dokunamaz mı? Bak buraya
beş kişiyiz.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:90)
Ellerine sağlık : El ile yapılan herhangi bir yardımdan sonra edilen teşekkür
“Bu sessizlik Kamil Beye daha sıkıntılı geldi.
-Osman Ağa’yı tepeleyen bu mu?
-Buymuş, ellerine sağlık...
-Kalıbından da mı bilememişler fırtınaya uğradıklarını?..”
(K. Tahir, “Eski Şehrin Mahpusu”, sa:192)
Ellerini kana bulamak : Cinayet işlemek, eliyle adam öldürmek
“ ‘Ama yapmadığın ne kalıyor geriye? Şimdi de suçsuz olduğunu mu söylüyorsun? Vah kuzucuk vah,
yumuşakbaşlılık örneği! Anlattıklarını işittiniz; bir zamanlar ellerini kana bulamış, ama şimdi masummuş! Belki
de biz yanıldık.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:539)
“Üstelik geçici olarak kullanılan elemanlar değildi bunlar. Hepsi kadroluydu. Hepsinin görevi belliydi.
Sol gruplara sızıyorlardı. Provokasyon yapıyorlardı. Ellerini kana buluyorlardı. Ve korunuyorlardı.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:17)
Ellerini kollarını sallaya sallaya : Sanki suçsuz, serbest kişilermiş gibi; Hiç aldırmaksızın
“... Sizin gibi asker kaçakları ise ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta dolaşıyorlar. Daha geçen
hafta buraya gelip sizi sordular gene. Sizden daha çok dikkatli olduğumuz halde, başımız dertten kurtulmuyor.
Kedi gibi dört ayak üstüne düşüyorsunuz hep.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:144)
Ellerin tutmaz olsun : Eline bir dert gelsin, felç olsun da bir daha kullanamasın bağlamında bir ilenç
“... a kaltak, benim adımı ne karıştırırsın. Ne sokarsın beni kavgaya. Ben şurada ekmek param için...
Allah, yaktı beni bu Hayriye karısı yaktııı. Bu yaşımda mapusanelerde mi sürüneyim a orospu! Ya o Masume
Teyzenin gelini. Ah! Ah! O etmiş telefonu o. Telefon eden ellerin tutmaz olsuuuun.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
Elle tutulur, gözle görülür, dille söylenir : Çok belirgin, açık seçik, kanıtlanabilir
“Özür dileyip yazdığım kitaplardan hiçbirini okumadıklarını söylediklerinde de bir proje üzerinde
çalıştığımı anlatıyordum -ki yalandı. Gerçek olan param olduğu, ilişkilerim olduğuydu, sahip olmadığım şey bir
kitap yazacak kadar cesaretti. Hayallerim şimdi daha bir elle tutulur hale gelmişti.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:32)
“O gecenin sessizliği içinde boğuk boğuk uyuldayan denizin, garip ıslıklar çalan gece rüzgarının,
hayaletlerin dokunup titrettikleri dev bir orgun çıkardığı ezgileri andıran seslerini, çok kez şangırdayan kemerli
pencerelerden içeri bakan devler gibi parlak ve aydınlık bulutların geçişini düşünün; beni tepeden tırnağa titreten
hafif bir ürperme içinde, yeni bir dünyanın artık elle tutulur, gözle görülür biçimde doğabileceğini
duyumsuyordum.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:27)
“BRAND -… Büyük günahının yalnız elle tutulur, gözle görülür, dille söylenir; yani, öz evladına karşı
işlediği cinayeti biliyor. Ya diğer ikisi! Tiril tiril titreyerek sobanın yanına sinmişler, neye uğradıklarını
bilmeksizin, damdan aşağı bakan iki kuş yavrusu gibi, birbirine sokulmuş, gözlerini ona dikmişlerdi!”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:51)
“Bu yaşlı adamların orada bulunuşu, dedemin anısını daha elle tutulur kılmak yerine, sanki bir
gerçekdışılık bulutu seriyordu bu ziyaretin üzerine. Sahne epeyce gülünçtü ve başka koşullarda olsa eğlenceli
bile görülebilirdi.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:32)
“Gerçekten, XVIII. yüzyıl filozoflarının gözünde, sosyal sorunlar, ‘Aydınlıklar’ın yayılışıyla çözüme
kavuşacaklardır bir yerde. Ne var ki, insan, ekmekle yaşar önce; Robespierre’in sık sık unuttuğu da budur.
Paris’li Sankülot’lar, Jironden’lerin düşüşünden, elle tutulur hiçbir yarar sağlamamışlardır; zorunlu bir
diktatörlüğü kabul edeceklerse, iç ve dış tehlikeler onu haklı kıldığı sürece olacaktır.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:59)
“Onu coşturan ve ‘ateşlendiren’ özellikler gerçek güneylilerde rastlandığı şekilde, hep aynı şeylerdir:
Kadınlarda bir köylünün bile fark edebileceği, elle tutulabilecek, gözle görülebilecek kadar belirgin olan cinsel
unsurlardır, her zaman ve (bıkkınlık verecek kadar) hep şu ‘bembeyaz göğüs’, şu ‘tanrısal yarı-küreler’ vb.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:72)
Ellinci Gün : Hz. İsa’nın dirilişinin kutsandığı, “Paskalya” sonraki ellinci günde, “Kutsal Ruh” un <Spirito
Santo> havarileri göreve çağırması
“Ellinci Gün
“Azizlerin anası
aynası gökteki memleketin,
koruyucusu oldun sen sonsuza dek,
bozulmayacak kanın;
sen ki açtın çadırlarını
yüzyıllardır, acı çekip savaşarak
bir denizden ötekine.
-------------O gün ki yenilik muştuladı Kutsal Ruh,
iniyordu senin üzerine,
ve yanıyordu sağ elinde,
hiç sönmeyecek olan meşale.”
(Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
ellipitcal : (İNG.,YAZI,KOLL.) <elip’ti’kıl> : Yazının herhangi bir kısmında, bilerek kaydedilmemiş kısım
= Having a part omitted .
El okumak, okutmak : El falına bakmak, baktırmak
“Bay Podgers, Lord Arthur Savile elinin okunması için yanıp tutuşuyor. Ona, Londra’daki en güzel
kızlardan biriyle nişanlı olduğunu söylemeyin, çünkü bu haber ‘Morning Post’da bir ay önce çıktı.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:15)
Elpençe divan durmak : Emre amade, eller göğüste, hürmete şayan bir konumda durmak. İnsanlarda olduğu
kadar, sadık bir hayvan olan köpekler için de kullanılır.
“Ağaligilden sonra Sultancagile gitti. Sultanca, aşağı evde, el pençe divan, namaz kılıyordu. Ocağın
başına oturup bekledi. Sonra, bacı kardeş, yukarıya, Şükrü’nün odasına çıktılar. Cemile el öptü. Hoşu beşi
bıraktılar.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:172)
“EMEL, kızmış. - Seni götürmek istedim. Gelmedin. Kızmaya hiç hakkın yok. Oradan sana mektuplar
yazdım. Gelmen için uğraştım..... Ben hayalperest bir kadınım. Evlenecektim. Çifte çifte hizmetçiler karşımda el
pençe divan duracaklardı. Evimin prensesi, dışarısının parmakla gösterilen kadını olacaktım. Her bulunduğum
çevrenin hem güzellik, hem de incelik perisi olacaktım.”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:32)
“Sabahın ilk ışıklarıyla beraber annenin feryatları da çoğalmıştı. Dokuz ay on gün karnında taşıdığı
‘mihnet yolunun yolcusu’ bu saatlerde neredeyse gelecekti. İki gündür el pençe divan duran ev halkı, sabır ve
metanet dilenircesine ebeye bakıyor.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:7)
“Bir de ötede beride avukatlık ve arzuhalcilik ederek ve köylülere, ‘kaleminden kan damlar’ yollu bir
izlenim vererek onlardan habire para sızdıran Alyanak Nazif’in oğlu Kamil vardı. Adamın mırıldana mırıldana:
‘Abdiaciz’ diye, ‘hakipayiniz’ diye bir elpençe divan durup boynunu döküşü vardı ki, insanın şakkadak ense
köküne bir tokat patlatası gelirdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199)
“Sözde soyguncular ölü veya diri bir kaç saate kadar ele geçeceklerdi. Bu haberi okurken ben,
Washington’un en gösterişli evlerinden birinde kahvaltı ediyor, koltuğumun arkasında el pençe divan duran
hizmetkara arada bir şeyler buyuruyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:251)
“Konuklar, Emir’in karşısında el pençe divan durmuşlardı. Geceki baskını, ölenleri dilleri döndüğünce
anlattılar ve bu çadıra giren kovaladıkları adamın, katillerin başı olduğunu, onun ya dirisini, ya ölüsünü istediler.
‘Demek benden, evime sığınmış bir insanın ya ölüsünü, ya dirisini istiyorsunuz?’
Ak libaslı delikanlılar boyun kırıp sustular.”
(Y. Kemal, “Bir Adanın Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:253)
“Ona Beylere Paşalara davrandığından da daha saygılı davranıyor. Her vakit, her vakit karşısında el
pençe divan duruyor.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:143)
“Bu kabul ünitesi H7’ye bitişik bir HS vardı, özel odalarıyla lüks bir otele benziyordu. Bunlar şirket
müdürleri ve benzerleri, daha yüksek nitelikli kimseler için ayrılmıştı. Onlara hizmet için millet elpençe divan
duruyordu, benim gibi bir ‘İskoç askerciği’ için ise yapacakları çok bir şey yoktu.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:70)
“Sevdiğim,
Meyil verdiğim; elpençe divan,
Ben dizinin dibinde
Samanlık seyran,”
(M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:51)
“-Demek bu Kirila Petroviç’in buralarda astığı astık kestiği kestik, öyle mi?
-Ne diyorsunuz efendimiz? Yargıcı, anlarsın ya, hiçe sayıyor. Polis şefi dersen, karşısında el pençe
divan. Beyler saygılarını sunmak için ayağına kadar geliyorlar.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:32)
“Koca Ali bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu:
Efendisinin karşısında el pençe divan durdu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:181)
“Sen neden yapılmışsın, varlığının özü ne?
Sayısız garip gölge, el pençe divan sana.
Herkes tek bir kez yansır, herkeste tek bir gölge;
Tek olan senden düşer her gölge dört bir yana.”
(W. Shakespeare<1564-1990>, “Tüm Soneler”, no:53, sa:147)
El sürmemek : Dokunmamak, yapmaya başlamamak; cinsel tacizde bulunmamak; almamak, çalmamak
“Bunu düpedüz cinayet olarak yorumladım. Harry’ye kimsenin el sürmemiş, ateş etmemiş, göğsüne
hançer saplamamış, onu arabasıyla ezmemiş olması fark etmiyordu.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:185)
“... Ama o yaşlı, kız genç, hala Jessica’yı ve ona duyduğu aşkı seviyor. Susuyor. Vazgeçiyor. Yaşam
yeniden başlamıyor. Kızı sevdiğini anlar anlamaz ya da sevdiğini sandığını anlayınca, dehşete kapılıp ona asla
el sürmemeye karar veriyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:192-3)
“Emma güç beğenir, onu bunu tutturur bir kadın olmaya başlıyordu. Kendisi için yemekler pişiriyor,
sonra bunlara el bile sürmüyordu. Bütün bir gün sadece süt, daha ertesi gün de fincan fincan çay içiyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:75)
“HJALMAR, bir makas alır. - Arka tarafına yapıştırmak için bir uzunca parça kağıt yetişir. (Keser ve
yapıştırır.) Yabancı mala el sürmek benden uzak olsun. Hele muhtaç bir iihitiyarın malına? Tabii bir
başkasınınkine de el sürmem … hah şöyle… Şimdilik orada dursun, kuruyunca kaldırırsın. Sonra o kağıdı bir
daha gözüm görmesin… Bir daha…”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:163)
“İki oyalı boyalı kadın geçiyordu, bir an durdular ve dört adama göz kırptılar.
‘Kadına da el sürmez misin?’ diye sordu Simun şaşkın şaşkın.
‘Kadınlara da el sürmem,’ dedi Yahuda öfkeyle.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:265)
“Andrees, o zamana kadar el sürmediği küçük bal şarabı şişesini anımsadı. Tıpayı çekip açtığı zaman,
belki yüz yıl önce arıların, çanaklarından bu şarap için bal topladığı binlerce çiçek açmış gibi bir güzel bir koku
yayıldı.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:34)
“Oysa hala burada, eski evimdeyim ve sanırım sonbaharın sonunda dek de burada kalacağım. Mimar
bana bu durumu bildirdiğinde bir an yıkıldığımı hissettim: Yakın gelecekte evden çıkacağım düşüncesiyle evi
neredeyse bütünüyle kendi haline bırakmıştım ve hatta yaşlı bostanıma bile el sürmemiştim.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:103)
Elti : İki erkek kardeşler evlenen hanımların birbirlerine karşı olan konumu
“‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
El uzat(ıl)mak : Elini uzatmak, yardım etmek; Çalmak; dokunmaya, almaya yeltenmek; Malı elinden alınmak,
gaspedilmek
“... Herkes ve her şey, beni yok etmek için, durmaksızın paylarını isteyerek, hiçbir zaman, ama hiçbir
zaman bana el uzatmadan yardımıma gelmeden, böyle olduğum için ve böyle kalayım diye beni severek, üstüme
geliyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:46)
“EILEBEUTE - O’ Burada ne muazzam bir servet yığılı duruyor! Bunun neresinden başlasam!
Neresinde bitirsem?
HABEBALD - Her taraf öyle tıklım tıklım dolu ki! Neye el uzatacağımı bilemiyorum.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:281)
“Ne var ki, realite dünyasının kasvetli ortamından bana el uzatan, yalnızca benim aptalca kendimi
beğenmişliğim, şahsımın kendimi kanıtlamak için duyduğu o hayvanca, ama öyleyken esprili açgözlülük
değildir. Dinleyiciler de, benim dinleyicilere karşı tutumum da yardımıma koşuyor. Bu da, benim
meslektaşlarımın pek çoğundan daha güçlü sayılacağım bir noktadır. Dinleyicilerin dinleyici olarak benim için
varlığıyla yokluğu arasında hiç fark yok.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk-Nürnberg Yolculuğu”, sa:163-4)
“Mozart: ‘Ne?’ diye bağırdı, ‘el uzatmak mı?’
-Vay canına, benim bunu çalıp yemek istediğimi mi sandınız?”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:37)
“Yeğenlerim ve başka akrabalardan kötü haber aldım Sinyor Rahip Agamedes, demek ki Tanrı
dualarınızı duymadı, böyle büyük bir mutsuzluk yaşamak için yaşlanmışım meğer, atalarımın ülkesinin
hırsızların eline düştüğünü görmek için beklemişim, dünyanın sonu geldi, mala mülke el uzatılıyor...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:311)
“... gençler ona ne yapacaklarını bilemez bir halde, dilenciler ise umutsuzluk içerisinde sesleniyorlar;
herkes alçakgönüllülükle ona başvuruyor, kendi deyimleriyle, kendilerine yardım edebilecek biricik insan olarak,
dünyanın vicdanı sanki oymuş gibi, ona el uzatıyorlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:363)
El üstünde taşımak, tutmak, tutulmak : Bir kimseye çok sevgi ve saygı göstermek
“Bunu söyleyen, serbest tavırlı, hiç de sıkılgan görünmeyen bir gençti. Eldiven, beyaz yelek giymişti....
Resmi bir tavır takınmıştı. Düğünde, tesadüfen bulunuyor, Pseldonimov onu el üstünde tutuyordu.
Pseldonimov’la senli benli konuşuyordu...”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42)
“CLAIRE - Aşığına, beyefendiye eşlik ediyordun..... Sevgilin için her şeyi göze almaktan, uğrunda
küçük düşmekten, mendilinle onun terini silmekten, ona destek olmaktan, sevgilini el üstünde tutsunlar diye
gardiyanlara kendini peşkeş çekmekten mutluydun.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:26-7)
“Yapma çiçeklerden bir buketi yakut renginde bir içki kadehi, yürek biçiminde hayli zaman öncesinden
kalıp bayatlamış bir çörek ve bunun gibi daha başka kimi şeyler; her birinin de bir öyküsü vardı, her biri bir
zaman kendisi için önem taşımış, el üstünde tutulmuştu. Ama artık sıkıntı veren ıvır zıvır nesnelere dönüşmüştü
hepsi, çünkü hiçbirini yanına alıp götüremeyecekti. Hiç değilse ev sahibine gidip kristal kadehi bir av bıçağıyla
değiş tokuş etmiş, sonra da bıçağı avludaki bileği taşında bilemişti.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:231)
“HELMER -… Belki de bu işin arkasında benim olduğumu, seni bu yola benim yönelttiğimi sanırlar.
İşte bunlar senin sayende oluyor. Senin gibi, evlendiğimiz günden beri ellerimin üstünde taşıdığım bir kadının
sayesinde oluyor. Bana ne yaptığını şimdi anlıyor musun?”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:161)
“‘Üstelik, vazo kırmış bir çocuk gibi kendini becereksiz hissediyordur. Ama içi, vicdanı rahattır,
biliyorum. Kendi kendine, bundan böyle beni el üstünde tutmaya karar vermiştir.’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:73)
“Kocan eşsiz bir insandır bir bakıma. Seni el üstünde tutar. ‘Bugün yemek yapacağım diye yorma
kendiini e mi, biz oğlanla istavrit getiririz sana’ diyebilen bir koca. ‘Kalk artık bak, güneş ışıkları odamıza kadar
girdi’ diyebilen çocuk yaratılışlı bir adam. ‘Bak gülüm, sen halana git istersen bugün, kaç gündür bir yere
çıkmadın’ diyebilen düşünceli bir adam. Nice kadın vardır senin yerinde olmak isteyecek.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:8)
“‘Her yaşamın kendi burcu vardır, benimkisi kahramanlık, vatanseverlik ve askerlik gibi özellikleri
içermiyordu, bu özellikleri el üstünde tutup onların uğruna savaşmak değil, bunun tam tersi borç kılınmıştı
boynuma; benim savunmam gereken, teknolojinin, savaşın ve devletin ve kitle ideallerinin tehdidi altındaki
‘kişisel yaşam’, bireysel yaşamdı. Şunu da belirteyim ki, kahraman değil, sadece insan olmak çokluk daha fazla
yüreklilik isteyen bir şeydi.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:99)
Elvan elvan (renklere boyanmak, bürünmek) : Rengarenk olmak (Gündoğumunda gökyüzü ya da gökkuşağı
gibi)
“Zaten bu süre içinde talihim bana yardım etti diyebilirim. Çünkü kulağıma hiçbir ayak sesi gelmedi.
Anacığım sık sık, ‘İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olmaz,’ der dururdu. Gökyüzü elvan elvan renklere
boyanıp da, yeni bir günışığı hücreme sızıverince, ona hak veriyordum.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:107)
“Gel dediğim yere gelen erinmen
Beni görüp elvan elvan bürünmen
Neden ikide bir bana görünmen
Kafeslerde besli misin sevdiğim”
(Erinmek: Gayretsiz olmak, ihmal etmek, nazlanmak)
(Elbistan’lı Derdi Çok-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:768)
“Ama canım kuşların söylediği şarkılar,
Elvan elvan çiçekler, burcu burcu, alaca,
Bana bir yaz masalı anlattıramadılar,
O soylu çiçekleri ben kesemem haraca.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:98, sa:237)
Elveda : Allahaısmarladık (Bir daha dönmemek üzere); ‘Ben gidiyorum, şen kalsın Halep şehri’ bağlamında
“MEDEİA
----------Elveda utanç! Elveda iyi adım benim! Varsın
korusun güçlerim onu, gitsin gönlünün çektiği yere,
gitsin hiç incinmeden. Bana gelince, yarışmadan
galip çıktığı gün ölüp gideyim; ya ilmeği geçirip
boynuma sarayda, ya da içerek ölümcül ilaçlardan.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:20)
“L. ANDREYEVNA - On dakika sonra arabaya yerleşmiş olmalıyız... (Odaya göz atar.) Elveda
sevgili evim, yaşlı dedecik. Kış geçecek, ilkbahar gelecek, ama sen olmayacaksın artık, yıkıyorlar seni. Bu
duvarları ne kadar çok gördük! (Kızını hararetle öper!)”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:166-7)
“TÖREN MARŞI (Titreşimler’den)
Elveda uyuşuk yurdum, elveda!
yeni bir yaşam var önümde benim,
yeni bir hevese yenik yüreğim,
ve ruhum dörtnala koşar şu anda
mutluluk, heyecan, coşku peşinde:
sarhoşuyum gençlik denen ilhamın
çığlık atan can evimde, derinde:
salt kadın ve şarap, şarap ve kadın!”
(Kiril Hristov<1875-1944>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.08.06)
“ ‘Elveda kardeşler. Ben gidiyorum. Tanrı’ya gidiyorum. Göndereceğiniz bir haber var mı?’
Cevabını beklemeden koşarak çıktı ve yandaki eve girdi.
O sırada meyhaneci, elinde tepsiyle gelmişti, odayı hoş bir koku doldurdu. Gözü mecnuna takıldı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:329)
“... Paravan kaldırıldı; ve, koskocaman bir kitabın sayfaları gibi katlanınca, çıplak odanın durağan
işgalcisini ortada bıraktı. İçimden bir şey beni paylarken, girişte durup ona baktım.
Ellerim cebimde -ve- ve yüreğim ağzımda, yine içeri girdim. ‘Elveda, Bartleby; ben gidiyorum elveda; ve Tanrı bir şekilde yanında olsun; bunu da al’ diyerek eline bir şey sıkıştırdım.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:63)
“Elveda Deniz - Denize Veda
Elveda denizim, denizim elveda!
Henüz sıcak, henüz yaz sayılır ama
bir saattir dönmekte durmadan
ilk leylek sürüsü havada.”
(Valeri Petrov<d.1920>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.06)
“... ama yine de herhangi bir yerde durma riskimiz var, o zaman yolculuğumuz gerçekten sona erer,
dedi Joaquim Sassa, sonra birden anımsayıp sordu, Neden sığırcıkların herhalde gitmiş olduklarını söyledin,
Elvedayla hoşça kal arasındaki farkı herkes ayırt edebilir, benim gördüğüm kesinlikle bir elvedaydı...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:135)
“LENI - Nereden gideceksiniz?
FRANTZ - Elbe Irmağı’nın kıyısındaki yoldan. (Dışarıda iki far yanar. Farların ışığı kapı-pencereden
girerek odayı aydınlatır.)
LENI - Anladım. Babam seni çağırıyor. Elveda!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:361-2)
“Kış Şiirleri
Nakahara, Dostum!
Dünya kış gibi soğuk ve karanlık
Öyleyse Elveda”
“Kusano Shinpei-Jale Erzen, “Haikulardan Örnekler”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.11.07)
“KRALİÇE ELİZABETH VE SIR WALTE RALEIGH
ARASINDA GEÇEN ŞİİR TARTIŞMASI
<Raleigh’den Elizabeth’e > (1587)
-------------------------------Ve yalnızca kralları devirdiğinde sevineceğim Talih.
Yeryüzünü ve dünyaya ait olanları yöneten Talih,
Aşkımı alıp götürdü, erdemin gücüne rağmen:
Nasıl adil olabilir böylesine kör bir tanrıça?
Bilgeliğin gözleriyle anlaşılır bu kör talih,
Sonra aşkım görünür, her zaman var olan aşkım.
Fakat şimdi elveda, sevgilim - talih ele geçirse de seni,
Güçsüz ve kahpe talih, asla değiştirmeyecek beni.”
(I. Elizabetha Regina<Tudor><1553-1603>-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 05.08.04)
“SÜRGÜNLER
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
-----------------Ve biz yaş dolu gözlerle
feryadıyla bakışların
yaşıyoruz öle öle
yitişini öz vatanın.
Kelepçeli mahkum eller
ona selam yollamada...
her yürekte zehir keder.Elveda yurdum, elveda!”
(Peyo K. Yavorov<1878-11914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
El vermek : Yardım etmek; Tiyatrolarda, sahnede kullanabilecek yapma el
“Öğleden sonra iki olmuştu; Petrus yüksek sesle dua etmeye başladığında ortalıkta çıt yoktu:
‘Yüce Tanrım, bize merhamet et, çünkü biz Compostela yollarına düşmüş hacılarız ve burada
bulunmamız bir kusur olabilir. Bilgimizin bize sırt çevirmemesi için, sonsuz merhametinle el ver bize.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:131)
“1. POLİS - Komiser, bilezikleri geçireyim mi?
DOKTOR (2. POLİS’e) - Bana bir el versene. (Masaya çıkar, çantasının içindekileri boşaltır.)”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:46)
El yakan, El yakmak : Ateş pahası yükselen fiyatlar, çok pahalı şeyler
“Yankeeler, Birlikçiler’i tam bir ablukaya almışlardı. Çay, kahve, ipek, korse, kolonya, moda dergileri
çok az bulunabildiği için ateş pahasına satılıyordu. En adi kumaşlar bile el yakıyordu. Bu yüzden kadınlar
üzülerek bir yıl önceki lbiselerini giyiyorlardı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:289)
“1916, on sekiz yaşında. Günlük yaşamlarına yeni bir sözcük giriyor: Çok pahalı. Annesi, babası, kız
kardeşi, yengesi, hepsi de geçim kaygısıyle el yakan fiyat etiketlerine bakıp neyi nasıl ve nereden alacaklarını
hesaplayarak günlük yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:26-7)
El yalamak : El öpmek, yalakalık etmek (Argo)
“MÜDÜR - Bakalım, pazarlık etmedikleri ne kalacak, bu solucanların. Önceleri el yalamaya
gelirlerdi... ‘Aynasız teslim oldu!’
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:36)
El yazısı : Matbaa’nın icadından evvel ve sonra, çok değerli bir sanat olan ‘hattatçılık’ın hünerlerinden biri
olan ‘el yazısı ile kitap, Kuranı Kerim yazma’, böylece yazılmış bir eser
“DUMAN
Bir dumanla dolmuş dünya
Boğucu bir duman
El yazması bir kitapta
Bir hikaye okudum:
Bakırcılar bir zaman
Bir koca kazan yaptılar.
Bakırcılar gece oldu, evlerine gittiler
----------Kazan bekler
Saatler geçer gece
Bir büyücü gelir girer içeri
Çalıp gider bu kazanı gizlice.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:28)
El yordamıyla : Elle yoklayarak, el yardımıyla
“Arada eksik kalan sözleri ben kafamdan tamamlayabilirdim. Bence bütün konuşmalar gerçekte
böyleydi; insanlar düşüncelerini hiçbir zaman tam olarak anlatamıyorlardı, çünkü tam olarak düşünmüyor,
düşünemiyorlardı. Onları çaba harcıyarak, el yordamı ile anlıyorduk. Anlaşmazlıkların doğması da bundan
oluyordu çoğu zaman. Dinlemek bir yorumdan başka bir şey değildi.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:19)
“Anlaşılıyor ki, çok kez, toplanmış örnekler çok fazla olursa, ayıklayıp atma yönteminin düşünceye
dayanmadan sürüp gidebileceğini ve tümüyle el yordamıyla ayrıntıların kapsadığı gerçeği de çıkarıp
atabileceğini sanıyordu.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:20)
“NAGG : ...Evet, o zamana kadar yaşayacağım ve küçük bir çocukken, karanlıkta kaldığında
korktuğun, tek umudunun ben olduğum sıralardaki bağırışını duyacağını umuyorum. (Susar, NELL’in kutusunun
kapağına vurur. Kısa bir süre geçer.) NELL! (Susar, daha hızlın vurur.) NELL!
HAMM : Eğlence bitti. (El yordamıyla köpeği arar.). Köpek gitmiş.”
(S. Beckett, “Oyun Sonu”, sa:195)
“Saklambaç Oyunu <sözsüz piyes>
---------------------N-mekanda
(yedi bölümlük dinamik bir süreç)
7.
filoloji tuzu
buharlaşır kelamdaki suyu
sonuç - gönül yarası
kağıt yaprağı patlatan
kavramda ikiyüzlülük varsa
orada estetik körleşir
el yordamıyla, dilsiz elyazısıyla
bölümler ayırır, bölümler bağlar”
(Sergey Biryukov<d.1950>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.07.07)
“Susan Fletcher’i gördüğü rüyadan uyandıran şey telefonun sesiydi. Soluk soluğa yatakta doğruldu ve
el yordamıyla ahizeyi arayıp buldu. ‘Alo?’
‘Susan, Ben David. Uyandırdım mı?’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:2)
“Langdon karanlıkta el yordamıyla aranarak, demir parmaklığı buldu.
‘Şimdi izle.’ Peter’ın bir şey arandığını duyabiliyordu. Aniden el fenerinin keskin ışığı karanlığı deldi.
Işık yere doğrultulmuştu, bu yüzden Langdon henüz etrafında neler olduğunu göremeden Solomon el fenerini
parmaklığın üzerinden, aşağıya doğrulttu.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:498)
“Langdon şimdi, korkunun kuvvetli bir dinamik olduğunu anlıyordu. Karanlıkta nefes nefese, el
yordamıyla döner kapıya doğru ilerliyordu. Duvardaki düğmeyi buldu ve avucuyla üzerine vurdu. Hiçbir şey
olmadı. Tekrar denedi. Kapı kımıldamıyordu.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:353)
“Kadın, odanın kapısına el yordamıyla gitti, sanki çok yavaş yavaş gidiyormuş gibi. Burası artık
Therru’nun odasıydı. Daha önce de, çocukların odasıydı. Çocuk odası. İşte bu yüzden içten bir kilidi yoktu.
Çocuklar kendilerini kilitleyip sürgü sıkışırsa korkmasınlar diye.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:160)
“... ve işte dalgalara kapıldı, sürüklenip gidiyor, hızla giden bir şey içinde, sonra kayalıklarda buluyor
kendini, sürüne sürüne, bir mağaranın ağzına varıyor, ıslık gibi bir ses ve şiddetli bir hava akımı geliyor
mağaradan. Uzanıp yatacak bir düzlük arıyor el yordamıyla, ama dayanmakta olduğu köşeyle yetinmek zorunda,
hiç de uzanıp yatamıyor, yalnızca şakağını dayaybiliyor dikey kıyıya...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:206)
“Yemek yemesini seyrediyordum. Kör biri gibi, uzaklara bakarak, el yordamıyla yiyor. İştahı yerinde,
gürbüz bir köylü kadının iştahı bu. ‘Görebildiğine inanmıyorum.’ Diyorum. ‘Evet görebiliyorum. Doğrudan
baktığımda hiçbir şey göremiyorum...’ (önündeki havayı cam temizler gibi siliyor.)”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:40-1)
“‘Karanlık basana kadar çitlerin altında yağmurdan korunmaya çalıştık. Gece gizlice bir samanlığa
sığındık. Islak elbiselerimin içinde titriyordum. Karanlıkta el yordamı ile ilerlerken temiz samanla dolu bir çocuk
beşiğine rastladım. Giysilerimi çıkarıp bir köstebek gibi samanların arasına daldım, ama hala üşüyorum.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:82)
“Bu yüzden, kendi kendine gülümseyerek merdivenlerden aşağı koşuyor ve el yordamıyla o adamın,
para ile tutulmuş o adamın, casusun yuvalandığı köşeye kadar gidiyor: ‘Gel,’ diyor, karanlığın içine doğru, ‘sana
verecek bir yatağım var.’
‘Burası benim görev yerim,’ diyor adam dokunaklı bir sesle, ‘yerimden ayrılamam.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:98)
“Koyu mu koyu göz gözü görmez bir karanlık vardı. Sokak fenerleri yanmadığı için önümü seçemiyor,
neredeyse el yordamıyla yolumu buluyordum.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:53)
“ANA DİLİ
Benim annem sözcüklerini unuttu.
Dilsizleşiverdi bütün dünya.
Bir şey söyleme derdinde annem.
El yordamıyla boğulacak sanki,
bir şey söylemeli kesin söylemezse, ölecek gibi.
Tanrım, benim annem karanlıkta
sözcüklerini yitirdi.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“Utanç <1988>
------Biz ne yaralıyız, ne ölüyüz.
‘Daha çok eğlence, kadın ve ekmek!’
diyorsa eğer zenginimiz, fakirimiz, ünlümüz
mümkün mü hiç körün yönünü bilmek
eğer el yordamıyla yürüyorsa o,
gerekeni hiç görmeden görüyorsa o.,
ama bizim kanamamışsa bile burnumuz
o halde biz kör, sağır ve ruhsusuz!”
(Ahmet Eminov<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.12.04)
“Hatun kişi sigarasını bitirdi, ‘Soyun paşam!’ dedi ve sıradan bir iş yapar gibi soyunup elbiselerini
duvardaki çiviye astı. Brasiyer’lerini üzerinde bırakmıştıı. Ben göğüslere biraz düşkün olduğumdan, ‘Onu da
çıkarmayacak mısın?’ diye sordum; ‘Hayır,’ dedi, ‘Dik kalsın istiyorum, pek elletmiyorum!’ Bu oyunun kuralları
böyleydi demek. Neyse, yatağa tırmandık ve ben, mal bulmuş Mağribi gibi kadıncağıza sarıldım. Hiç şüphe yok
ki, deneyimsizlik ve heyecan içinde, onun el yordamıyla yolumu buldum ve çabucak boşaldım.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:270)
“Nazan dümdüz perdeye bakıyordu. Elindeki kağıt para tomarını geri dönmeden, yanında oturan adamı
el yordamıyla seçmeye çalışarak uzattı.
-Bunları alın. İstemem ben. Sinemayı çok severim. Keşke başlamadan girseydik...”
(Füruzan, “Kuşatma”, sa:110)
“..... ve diyelim ki isterseniz, inbsanla yazgı arasındaki bu uyumsuzluktan, bir bunalım doğar; benim
bildiğim kadarıyla, ne bu eserden <La Minör Prelüd> önce ne de sonra, müzik, bu bunalımı daha güzel ifade
edebilmiştir. Bu karşı durulmaz ‘bas’ partisi iki ayrı sesten oluşur; yorumcunun bu ikisini sürekli olarak
birbirinden ayrı tutması önem taşır. Biri, onlu ya da on birli aralıklarla diğerinin üzerinden aşar; öteki, majör ve
minör arasında hep kararsızlık içinde ve çoğunlukla el yordamıyla gider gelir.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:35)
“... bir kibrit çakıp da yatağın baş ucunda koltuk değneğini, sakatın zorunlu yoldaşını görünce daha çok
şaşırdı. Kibrit parmaklarının arasında yandı tükendi, çünkü Anthime çıkarken mumu götürmüştü; Véronique el
yordamıyla üstünkörü giyindi, sonra o da ayrıldı odadan, tavanarasının kapısı altından kayan ışık çizgisine doğru
gitti.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:24)
“Penceremde ışık görüp gelmelerinden korkarak karanlıkta hemen el yordamıyla, ona bırakılacak birkaç
satır yazdım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:120)
“Gözümü ne kadar açarsam açayım, hiç açmamış gibi oluyordum. Tam babafingoyu (Yelkenlilerde,
direklerin en üstte bulunan üçüncü parçası) sararken, yağmur boşandı. Kalın ve iri bir suydu. En tepede olduğum
halde, damlaların güvertede cevizler gibi çatırdaya çatırdaya kırıldıklarını duyuyordum. Direkte, biribirimizi el
yordamıyla arıyorduk.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:161)
“Veraguth, el yordamıyla düğmeleri bulup elektrikleri yaktı. Atelyenin içi göz kamaştırıcı bir ışığa
boğuldu. ‘O zaman güzel bir şişe şarap daha açıp içelim seninle.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:56)
“Odasına giden merdiveni çıktı. Yukarı vardığında, şamdanını merdivenin son basamağına bırakarak
sessizce kapısını açtı, gidip el yordamıyla penceresini ve kepengini kapattı, sonra dönüp şamdanını aldı ve
odasına girdi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:476)
“Adrien, yüreği küt küt çarparak, Mihail’in yatağında olup olmadığını anlamak üzere gitti; kulübesi
boştu! Çantasını bulmak için elyordamıyla araştırdı; yoktu!”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:179)
“... kavrulmuş soğan ve çirkef suyu kokan bir karanlık avludan geçecek; başını, ayağını oraya buraya
çarparak yattığı odaya çıkacak ve uzun bir müddet el yordamiyle kibriti, lambayı bulup nihayet, kirli bir ışığın
bulanık aydınlığında kendine mukadder olan şüpheli bir rahata kavuşacaktı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:137)
“Bu sıkı göz hapsi içinde, defterimi ancak gece yarıları el ayak çekildikten ve belki de nöbetçi er
uykuya daldıktan sonra yatağıma sokulup yazabiliyorum. İhtiyaten lambamı da söndürüyorum. Ve İtalyan şairi
d’Anunzio’nun ‘Nocturno’yu yazdığı gibi bütün bu yazıları el yordamıyla karanlıkta karalıyorum. Okuyabilene
ne mutlu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:160)
“Söylenmeden Bırakılmış
söylenmeden bırakılmış.
güneş hakkında ne söylenebilirdi ki.
ve şimşek için o bir tek sözcük.
aşkı hiç hesaba katmadan.
el yordamıyla aranışlar, özleyişler.
hatalı tanımlamalar.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“... Bir karanlık vardı!... Silme karanlık.. Döne, Abdi Ağa’nın evine doğru yola düştü. El yordamıyla
yürüyordu. Bir el kadar pencereden ışık sızıyordu. Işığa vardı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:28)
“Karanlıkta, biraz soluklanmak için duvara yaslanıyor; sonra, kapının yanındaki elektrik düğmesini el
yordamıyla bularak ışığı yakıyor. Burası küçücük bir malzeme odası: bir elektrikli süpürge, normal süpürgeler,
temizlik bezleri.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:156)
“Hızlı adımlarla Başkan’ın odasına giderken bir baş dönmesi geçirdi. El yordamıyla kenarda duran bir
koltuğa kadar gidebildi ve hemen oraya çöküverdi. Birkaç saat sonra uyandığında buz gibi bir karabasan
anımsadı. Karla kaplı bir bozkırda tir tir titriyordu, bir kurt sürüsü üzerine geliyordu. Sıçrayarak yerinden kalktı
ve koşar adım Başkan Balaguer’in bürosuna doğru seğirtti. Kapılar ardına kadar açıktı. Yetkesini göstermeye
kararlı bir tavırla girdi bu her şeye burnunu sokan bücürün odasına.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:394)
“Bu değişimi <teknolojik gelişim>daha yakından incelemek için, onun kökenlerini ve işleyişlerini
anlamaya çalışmak içn, bu ölümcül labirentte el yordamıyla bir çıkış bulabilmek için ‘fener’ görevi görebilecek
kavram, meşruiyet kavramıdır. Geçerliliğini yitirmiş, unutulmuş ve belki de bazı çağdaşlarımızın gözünde
oldukça şüpheli bir hal almış ama iktidar sorunu ortaya konduktan sonra vazgeçilmez olan bir kavramdır bu.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:76)
“Telefon saat sabahın beşinde çalmıştı. Adam el yordamıyla telefonu almış, ışıklı tuşlardan birine
basmış ve ‘Hayır, emin ol uyumuyordum,’ diye cevap vermiş veya buna benzer başka bir yalan uydurmuştu.
Telefonun diğer ucundaki kadın daha sonra ‘Onu veriyorum,’ demişti. Ölüm döşeğindekini dinleyebilmek için
soluğını tutmak zorunda kalmıştı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:13)
“Ortada hiç -neredeyse hiç- tanık bulunmadığına göre, el yordamıyla ilerlemek, akıl yürütmek ve
olayların anlatımında düşgücü, söylence ve soyağacı verilerini birbirine karmak zorundaydım.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:40)
“Albay el yordamıyla tıraş olduktan sonra -uzun zamandır aynası yoktu- sessizce giyindi. Bacaklarını
neredeyse uzun bir don kadar sıkı duran pantolonu..... pantolonla aynı kumaştan iki askı yardımıyla belinde
duruyordu.”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:8)
“Parayı kuşağımın arasındaki gizli bir cebe sakladım ve Lanman & Kemp-Barclay & Co. Firmasının
Florida Kolonyası’nı püskürteçle üstüme başıma sıktım. İşte o sırada paniğe kapıldığımı hissettim ve saatin
sekize vurmaya başladığı ilk çan sesiyle, korkudan terler dökerek, karanlık merdivenlerden el yordamıyla aşağı
indim, yaş günümün arife gecesinde pırıl pırıl açık havaya çıktım.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:23-4)
“... ama artık pusulayı şaşırmış durumdaydı, okyanusun neresinde olduğunu bile bilemeden, görünmez
kanalı el yordamıyla arayarak, ama aslında sığ kayalıklara sürüklenerek (gidiyordu).”
(G.G. Marquez, “İyi kalpli Erendıra”, sa:66)
“JONES - Ah, Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?... Tanrım, karanlık burası... Nerede ay? Yarabbi, bu
gecenin sonu hiç gelmeyecek mi? (Seslerden el yordamı ile ve ihtiyatlı ihtiyatlı ilerlemekte olduğu anlaşılır.)
Hah... Burası açıklık bir yer galiba... Uzanıp dinlenmeliyim... O zenciler yakalansınlar beni, vız gelir...”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:55)
“Saat beş buçukta kalktı ve her zamanki gibi el yordamı ile ayakkabılarını buldu. Dışarı çıktı, ateşi yaktı
ve kaynaması için sıcak közlerin üzerine bir teneke su koydu. Tam o sırada, ilgisiz görünen bir anı aklında çıktı.
On beş gün önce, Wale’deki köy çayırında verdikleri molaydı...”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:141)
“El yordamıyla alnımda, bütün gece su taşa karşı savaşır,
sözler geceye karşı, gece geceye karşı, donuk savaşçıyı hiçbir
şey aydınlatmaz.
silahların vuruşları taşa tek bir parça ışık bile koparamaz.”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:27)
“Merdivenlerin kahverengi korkuluklarını tutarak, el yordamıyla, usul usul yukarı çıkıyoruz. Gizemli,
ağır bir hava çöküyor üstüme.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:56)
“GÜNEŞ VE ÖLÜM
-----------------------Beni yemek yemeye zorlayan bedenim neye gerek,
Ve uyumaya ve tat almaya? Eğer her şey indirgenecekse
alacakaranlıkta el yordamıyla zevk almaya,
Memelerden ve dudaklardan ısırmaya
Ölümün türlü biçimlerini.”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.05.04)
“Politikanın çamurlu yollarında el yordamıyla ilerlendiği oranda, özellikle de pragmatizmin şefliği ele
alarak, konseri, notaları hiç umursamadan yönetmeye koyulduğu durumlarda, mantık her zaman kötülük yolunda
insanları çukura doğru indirecek birkaç adım daha kaldığını gösterir.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:59)
“-Bırak, ne gereği var? Hepsini biliyorum.
-Öyle mi? Gerçekten nasıl olduğunu unutmadın mı? Orada nasıl her şey hep dalgalanır, değişir,
yenilenir, kaybolur... Sen el yordamıyla körlemesine yol alırsın, hep arayarak, hep birşeylere doğru... Neye
doğru? Aradığın ne?”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:6)
“Yalınayak, taşlara basıyordu, aksırdı, ‘soğuk alacağım’, elektrik düğmesi kapının yanındaydı,
söndürdü, sonra el yordamıyla yatağa doğru gitti, yerde böceklere basıvermekten korkuyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:186)
“Körlerin Elleri
------------------Peki ya körlerin bizdeki yarısı, sadece kendi çevrili
bahçesindeki
Çiçeklerin boyunu bosunu sunabilen ışığın
gerçekliğine
El yordamıyla ulaşmaya çalışmalarımız? İşte bu yüzden
İnanıyorum ben bizimkinden başka dünyaların da
olduğuna”
(Edith Joy Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.07.04)
“Senden ayrı düşeli, ben aklımla görürüm:
Bana göstersin diye yöneldiğim yerleri
El yordamından medet umarım, yarı körüm;
Gözüm görür gibidir, ama sönmüştür feri.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:113, sa:267)
“Titredi. El yordamıyla ileri doğru yürümeye çalıştı. Attığı her adımda cesetler bulacağını
zannediyordu. Gemi sallanıp yuvarlanmaya devam etti ve nefes almak için çabalarken, Anna-Frederika’nın
içinde pusuda bekleyen bir cehennem olduğu fikrine kapıldı lostromo.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:289)
“IŞIĞIN ÖZELLİKLERİ
Barnes’da bir öğleden sonrası
Gördüm nasıl da ışığın esas sorun, ama
Açıklama olmadığını hiçbir zaman
Tüm şeylerin çığlık çığlığa yanıtladığı
Yanlışlıkla oluşturarak
Yaşamlarını ve adlarını nasıl umursamaz
Yüreğin gidecek yeri olmasa da
Karanlıkta el yordamıyla öğrendiği.”
(Kit Wright<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap”, 10.11.05)
“Rose, nihayet gönlü olup lambayı yaktığı sırada la Grande, elinde örgüsüyle içeri girdi. O uzun
günlerde, geceleme adeti yoktu; fakat la Grande bir parçacık mum bile yakmamak için ortalık karardıktan sonra
kardeşinin evine geliyor, biraz oturuyor, sonra gidip el yordamıyla yatıyordu. Hemencecik oturdu, daha
kapkacakları da temizleyecek olan Palmyre, büyük anasını görünce donup kaldı, artık bir kelime konuşamadı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:283)
“Güneş batmasıyla koyu bir karanlığa gömülmüştük. Ampuller ya kırılmış, ya da çalınmıştı. Bir şey
aramak için, kibrit çakıp el yordamiyle yoklamak gerekiyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:367)
“... mantığın alanının dışınba çıkamayan gereksiz sözlerin arasında sendeliyoruz ve ayağımız sürçüyor;
bir çıkış yolu bulabilmek için el yordamıyla, güçlükle ilerliyoruz.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:285)
“El yordamiyle yoklıya yoklıya güverteye çıktım. Kimseler yoktu: Bakışlarımı bacaların duman duman
kulesi ve hayaletler gibi parıldayan seren direkleri üzerinde dolaştırınca, büyüleyici bir aydınlık doluverdi..”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:5)
Emanet : Birine geçici olarak bırakılan kıymetli şey, kişi; Bir kimse aracılığıyla gönderilen meta
“MEZARLIK
Dün akşam gün batmadan,
Yaşlı ölülerin arasına
Bir küçük misafir geldi.
Çocuk bahçesinde kovası kalmış,
Kumların üstünde küçük küreği,
Besbelli çok yorgun, hemen uyudu.
Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü
Örttü örtüsünü:
Mademki burda annesi yok,
Bu küçük kız bize emanet.”
(B. Süha Ediboğlu<1915-1972>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:417)
“-Duyarsınız da... Gücenirsiniz diye korkmuşum!..
-Hayır efendim! Bize kötülüğü yok bu işin... Tersine, iyiliği var! Hadi Allahaısmarladık Madam
Agavni... Teşekkür ederim! Selim size emanet!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:301)
ember : (PSYCH.,DİN) <ember> Kor, köz, canlı hatıra, unutulmayan his; (R.C.& PROT.) : Senenin dört
mevsimindeki orüç ve dua günlerine ait
Embesil : Orta derecede geri zekalı kimse (Belki bir aile kuramayan, bir iş tutamayan, kendi başına hayatını
idame ettiremeyen, fakat şurada burada, evde hizmet görebilecek, okuma yazmayı çatpat öğrenebilecek kısmen
sosyal kimse; IQ’su ortalama 30-60 arası)
“... kafası başka yerde olan han sahibi genç kızın, ‘Okulun yanındaki öğretmen evinde kalıyor, geceleri
penceresinde hep ışık vardır,’ deyivermesini engelleyemedi.. kızın sesi kederli gibiydi. Tepesi atan han sahibi
zavallı kızı azarladı, ‘Kapa çeneni embesil, en iyisi git de bak, domuzun karnı aç mı...’ Daha ahmakça bir emir
düşünülemezdi, çünkü domuzlar bu saatte yemek yemez, genellikle uyur...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:60)
E meglio esser mendicante che ignorante : (İTA.,SOCY.,EDU.) <<E meg’lio eser mendi’kante ke
igno’rante> : Cahil olmaktansa fakir olmak yeğdir = Better be poor than ignorant (İNG.)
E meglio il cuor felice che la borsa piena : (İTA.,KOLL.) <E meg’lio il ku’or fe’lise ke bor’sa pi’ena> :
Kese dolu olmaktansa, mutlu bir kalp daha yeğdir = Better a happy heart than a full purse (İNG.)
E meglio tardi che mai : (İTA.,ZAM.,KOLL.) <E meg’lio tardi che mai> : Hiç gitmemektense, geç kalmak
daha evladır = Better late than never (İNG.)
Emekçi, Emekçi sınıfı : İşçi; Dar gelirli işçi sınıfı; Vasıfsız işçi
“Dolmuş orada indirdi beni nedense. Sabah ayazında yırtık ceketli, gömlekli bir yığın emekçi. İş arama
yeri burası. Her sabah burada toplanırlar onlar. Beklerler, bir iş, bir ekmek kapısı bir günlüğüne, hatta iki-üç
saatliğine... Bunlar ‘vasıfsız işçi’ tanımına girenler.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Sabah Çiyleri”, sa:103)
“Emekçiye Yakarı
--------------------Kalk ayağa, kendi ellerine bak
Büyüsünler diye uzat onları kardeşine.
Birlikte yol alırız bir olup kan bağımızla
Gün bu gündür el ele verip
Yarını yarın edebileceğiz”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“Emekçi sınıfın çektiği ıstıraplar konusunda yoz bir edebiyat yapılır. Bense proleterlere o kadar da
üzülmem. Siz hiç işten atılanı düşünerek gözüne uyku girmeyen bir amele duydunuz mu? İşçi kesimi fiziksel
olarak ıstırap çeker, fakat çalışmadığı zamanlarda o hür bir insandır.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:15)
Emekli; Emeklilik; Emekli maaşı, Emekli takımı : Herhangi bir özel ya da kamu sektörde, yasanın
belirlediği yılları tamamlayıp, yine yasaların belirlediği yaşta (genellikle 20-30 yıl hizmetten sonra) belirli bir
aylık (tekaüdiye) ve sağlık sistemlerinden yararlar ile ayrılmış kadın veya erkek; Emektar; Emeklinin içinde
bulunduğu durum; Birinin yapagelmekte olduğu işi ya da yürüttüğü ilişkiyi askıya alması (Argo)
“DEVRİM AŞKINA
------------------------Kulübesi yerle bir oldu sel günlerinde
Kurtardı canını Granny, odun topluyordu çünkü fundalıkta
Emekli aylığını bekledi altmış yaşına dek
Kuyruklarda dikiliyor, itiş-kakış atılarak ileri
Onun yaşında biri bayılır boğucu güneşlerde
Kapatıyor gözlerini, burunotu çekiyor
Hapşırıyor, dökülüyor gözyaşları yanaklarından
Alıyor aylığını, bir çek”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“Teresa kendisini bir tutuklu gibi hissediyor; öfkeyle yanan kadın kendisini alıp götürmesi, bir başka
hayata başlamaları için Lord Byron’un başının etini yiyor. Byron ise kuşkular içindedir, ama bunları dile
getirmeyecek kadar ürkektir. İlk baştaki coşkunluklarının bir daha yinelenmeyeceğini düşünmektedir. Hayatı
dinginleşmiştir; için için, sessizce emekli olmayı ummaktadır.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:207-8)
“Adamcağızın yazgısı böyleymiş demek ki. Generallik rütbesini verdikleri gün ansızın katıldı kaldı.
Yüzünün sol yanına, sağ koluna, iki bacağına birden inme inmişti... Bizim gösteriş düşkününe sırmalı general
apoleti takmak nasip olmadı, istemeye istemeye emekliye ayrıldı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:45)
“İÇİM ACIYOR BAHÇEYE
---------------------------------baba anneye diyor ki:
‘lanet olsun balığa da kuşa da
ben öldükten sonra
bahçe ha olmuş ha olmamış
neye yarar
emeklilik maaşım bana yeter”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:95-6)
“‘... Zamanın düşüncesine pek ala da karşı durabilir ve bir ekmekçi tarfından hapse tıktırılmaya
katlanabilirdim. Yerimi de bırakabilirdim. Fakat gitmek istemiyorum. Tam emekliliğimi elde etmek için yaş
sınırını beklemek niyetindeyim!’
‘Ne parlak düşünce! diye aklımdan geçirdim. Bir baba gibi yüzüme bakarak:
‘Beni pısırıklıkla suçluyorsunuz,’ diye devam etti. ‘Hayır, hiç de böyle düşünmeyiniz. İnsanlığın yüce
kıyılarına ulaşmak için didinen bizler bir şeyi unuttuk; çağı, içinde yaşadığımız çağı unuttuk.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:20)
“Yazın bütün daireler doluyor, evlerin önündeki kumsal şenleniyor, çoluk çocuk denize girilip çıkılıyor,
akşamüstleri beş çayıyla sıcak simitler yeniliyor, akşamları balkonlarda rakı sofraları kuruluyordu. Ama kışın
sitede ancak beş altı aile kalıyordu. Bunları da çoğu bizimkiler gibi emekli takımıydı.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:422)
“Tıklım tıklım dolu Loma Fresca otobüsünde, bindiğini görmediğim ve yanımdaki koltukta oturan bir
kadın kulağıma şöyle fısıldadı: ‘Hala düzüşüyor musun?’ Casilda Armenta’ydı bu, ateşli bir kız olduğundan
itibaren sürekli müşterisi olarak bana katlanmış, önemsiz eski sevglililerimden biriydi. Yarı hasta ve dikili bir
ağacı olmaksızın emekli olduktan sonra Çinli bir bostancıyla evlenmişti.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:94)
“MÜZİK
---------Bastonlarıyla kumları sürekli oyan
Emekli bakkallar yeşil sıralarda oturur,
Yine bütün konuştukları ortaklıklar falan,
Dönüp dolaşıp aynı söz: ‘Bize kaça mal olur?’ ”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
“SUBAY - Bakın, şuradan bir emekli gidiyor ve ömrünün sona ermesini bekliyor. Kesinlikle bir
yüzbaşıdır bu..... müdürlüğe yükselememiş... Çağrılan çok ama seçilen az... Kahvaltı saatini bekler.
EMEKLİ - Hayır, gazeteyi.. sabah gazetesini..
SUBAY - Elli dört yaşında; daha yirmi beş yıl yemek saatiyle gazeteciyi bekleyebilir... Tüyler
ürpertici, değil mi?”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:55)
Emektar : Uzun yıllardır emeği geçen, sadık hizmetli (İnsan, hayvan ya da araç)
“Taş zemini, karafatma tuzakları, demir ocak siperi ve döküm ocağıyla annemin mutfağını gözümde her
zaman canlandırışımda, etsineklerinin vızıltısını ve çöp tenekesinin kokusunu duyar gibi oluyorum. Tabii, gayet
keskin bir köpek kokusu taşıyan emektar Nailer’ın (Bir nevi haşere ilacı) hakkını da yememek lazım. Dahe ne
kötü kokuların ve seslerin olduğunu Tanrı bilir. Siz hangisini duymak istersiniz? Bir atsineğini mi, yoksa bir
bombardıman uçağını mı?”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:63)
“Emektarlar kendi oturma odalarında dedikodu yaparken, Orlando eline gümüş bir şamdan aldı ve bir
kez daha salonlarda, galerilerde, avlularda, yatak odalarında gezintiye çıktı; bir kez daha ataları arasındaki şu
Baş Mabeyincinin, bu Hazinecibaşının esmer yüzünün kendisine yukardan heyula gibi baktığını gördü; kah şu
görkemli koltuğa kuruldu, kah bu rahat sayvana uzandı;kapıya asılı nakışlı halıyı, sallanışını izledi...”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:116)
“Hamdi en iyi arkadaşımdı benim. O da küçük bir memurdu benim gibi, ama benim gibi yolsuz değildi:
emektar bir arabası vardı, sıkıltı mı birkaç saat dolmuş yapıp düzeltirdi durumunu, gittiği yerlere de kıral gibi
kendi arabasıyla giderdi. Şimdi çok uzaklarda zavallı.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:8)
Emi : Söz ver bana, öyle yapacaksın değil mi? Öyle olur, di mi?
“-Çok kalma emi, vallahi dört gözle yolunuzu bekliyeceğiz.
-İnşallah... İşlerimi yoluna koyayım da... Eylül sonuna kalmaz, dönerim.
-Enişte, enişte, n’olur, mektup yazmamazlık etme.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68)
“-Evet, ben artık işten eve, evden işe. Giyimimden utanıyorum. Dedim ya, senin çalışman drahoma için,
Filistin için, üstün başın benden iyi. Bana kızma n’olur, e mi?”
(Füruzan, “Kuşatma”, sa:100)
Emin; Eminim; Emin olmak : Kat’i, kararım kesin, öyle olduğuna güveni olmak
“ ‘Dinledim. Karanlık koyulaştı. Bana, doğru desteyi vermiş olduğundan dahi emin değildim. Aslında
ölümünden sonra müdürün, ışığın altında incelediğini gördüğüm bir başka kağıt destesine sahip çıkmamı
istediğinden şüpheleniyordum.’ ”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:172)
“Tüm bu ayrıntıları hatırlamıyorum. Ama emin olduğum bir şey var, hiç de senin cesaretini kırmaya
çalışmıyordum. Tam tersine, binanın girişinde beni öpmeni istemiştim, bunu yapacağına emindim ve
yapmayınca hüsrana uğradım. Bunu unutmadım işte.’
‘İçimde hala pişmanlık sancısı duyuyorum. Düşünebiliyor musun? Kaç yıl sonra?’
‘Saymayı boş ver! Geçen sadece yıllar olmadı, ömürler, peş peşe ömürler geçti...’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:105)
“Eğer hayvanların emin oldukları bir tek şey varsa o da Jones’un geri gelmemesini istememeleri idi. İş
bu suretle önlerine getirilince diyecek bir şeyleri kalmamıştı. Domuzların sağlıklarının korunmasının gerekliliği
ve önemi açıktı.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:40)
“Adam başını kaldırıp karısına baktı.
-İyi anlamış olduğuna emin misin?
-Ortada kuşkulacak hiçbir şey yoktu. Bende senin gibiyim, diye canla başla ekledi. Ona
inanamıyordum. Zaten onu anlamıyorum. Bana göre, bu zavallı bahtsız adam tarafından etkilenmek düşüncesi
yalnızca…”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:46-7)
“Ama şuydu buydu derken oradan oraya atlayıp duruyorum, çünkü, yanılmıyorsam, sana adadan söz
etmekteydim. Gelelim konumuza: şöyle göz kararı çapı elli kilometreyi aşmadığına göre, bence her on
kilometreye bir kişiden fazla nüfusu da yok. Yani gerçekten bir avuç insan. Galiba keçi sayısı daha fazla, eminim
öyle.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:27)
éminence grise : (FR. ‘eminans griz’ okunur): Perde arkasında büyük bir nüfuz <erk> icra eden
<sergileyen> gölge şahsiyet
“Biz altı ‘éminence grise’ dişimizle tırnağımızla, en yüksek doruğa çıktık; çıktık ta ne gördük?”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:30)
Emir büyük (yüksek) yerden : Tanrının buyruğu; Büyük Şef ya da Başkan’ın yapılması kaçınılmaz emri;
yazgı
“Şu zavallı gövdemi nereye sürükleyecek olursam, orada fırtınalar kopar, devrimler, ayaklanmalar
gelişir, veba salgını ve sefalet gırla gider. Emir büyük yerden, n’apalım.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:88)
“Polislerden biri -tıfıl komiser yardımcısı- altına çektiği bir arkalıksız iskemlede, bir şeyler yazıyordu.
(Herhalde tutanak olmalı.) ‘Emrin büyük yerden geldiği’, bir yanlışlık yapmamak için, her sözcükte dilini
ağzının sağ yanından sarkıtarak ıkınmasından belliydi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:293)
“Bu ölümlü adı, <Amerigo-Amerika> ölümsüzlüğe taşıyan bir insan olmamıştır; haksız göründüğü her
yerde eninde sonunda haklı olanı savunan yazgı seçmiştir bu adı. Emir böylesi yüksek yerden geldiğinde boyun
eğmekten fazlası gelmez elimizden. Bu nedenledir ki, kör talihin eğlenceli bir oyunla bulduğu adı, bugün
mümkün olan en uygun ve hakiki isim olarak kullanıyoruz: o çınlayan ve titreşen ‘Amerika’ sözcüğünü.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:120)
Emir eri : (ASK. MYTH): Yakın zamanlara kadar, dünya tarihinde -bilebildiğimiz kadar-, resmi askerlik
görevinin ötesind, her ‘subay’ mertebesinde olan bir askeri zatın, askerliği boyunca evinde de özel olarak, çocuk
bakımına kadar, her türlü işe koşan, hizmet eden emirber-emireri vardı. Emirerliğ kurumunun kökeni çok
eskilere dayanır. Söylenenlere bakılırsa, Büyük İskender’in bile bir emireri varmış. Ama feodalizm döneminde
şövalyelerin uşaklarının bu işi üstlendiği kesindir. Sancho Panza, Don Quijote’nin emireri değildi de neydi?
Emirerlerinin tarihi bugüne kadar neden yazılmamıştır, bilmem. Yazılmış olsaysı, Toledo kuşatması sırasında
açlıktan gözü dönen Almavira Dükü’nün, emirerinihapır hupur nasıl yediğini okumuş olurduk. Dükhazretleri,
anılarında, emirerinin yumuşak, körper etinin tavuk etiyle eşek eti arasında bir tadı oldğunu anlatır
“Almanca yazılmış eski bir savaş sanatı kitabında, emirerlerine ilişkin bazı açıklamalara rastlanır. O
zamanlar emirerinin, dindar, erdemli, özü sözü bir, alçakgönüllü, yiğit, gözüpek, dürüst ve çalışkan olanı
geçerliymiş. Sözün kısası, örnek bir insan olması gerekirmiş emirerinin. Oysa çağımızda bu yaklaşım büyük bir
ölçüde değişikliğe uğramış bulunuyor. Günümüz emirerlerinin çoğu ne dindar, ne erdemli, ne de dürüst.
Bugünün emireri yalan söyler, efendisini aldatır, çoğu zaman komutanının hayatını cehenneme çevirir. Emireri
dediğin, subayın hayatını zehir etmek için her türlü dolaplar çeviren kurnaz bir köleden başka bir şey değildir.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:181)
Emir kulu : Asker ya da memur, işçi, başkasının-amirinin-şefinin buyruğu altında olan
“Sanki sonun nasıl da ondan yana gelişeceğinden yüzde yüz emin, sabırla bekliyora benziyordu.
-Bırak şimdi, dedi. Ne zat olduğum daha sonra meydana çıkacak. Arkadaşlar da emir kulu. Madem
beni savcılığa teslim emrini almışlar, zatlığım matlığım onları ilgilendirmez.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:12)
“Yalıdan çıktığında, polisin telsizle konuşmakta olduğunu gördü. ‘Baş üstüne komiserim!’ diyordu.
Konuşması bittikten sonra Leyla’yı kaba bir şekilde kolundan kavradı ve kaldırmaya yeltendi. Esnaf
homurdanmaya başlayınca da, ‘Söz anlamıyor ki kardeşim,’ dedi. ‘Kesin emir aldım, eğer kalkıp gitmezse
karakola götürmekten başka çarem kalmayacak. Ben de emir kuluuyum.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:26)
Emirler yağdırmak : Etrafa buyruk saçmak
“‘Burası muhteşem görünüyor Bay Fields.... muhteşem. Ama siz benim için her zaman Old Corner’da
yeşil perdenizin arkasında sıkış tıkış oturarak sağa sola emirler yağdıran küçük bir hissedar olarak kalacaksınız.’
”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:27)
Emir subayı : Orduda, yüksek rütbeli subayların hizmetine verilen daha küçük rütbeli subay; Reisicumhurun
yaveri
“Düşes hiçbir zaman bu kafar hafif, kıvrak ve güzel olmamıştı. Yirmi beş yaşında bile göstermiyordu.
Halılara belli belirsiz dokunan hafif, hızlı adımlarını görünce zavallı emir subayı iyiden iyiye pusulayı şaşırdı,
aklını laçıracak gibi oldu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:278-9)
Emme : Ama, fakat (Anadolu lehçesi)
“ ‘... Biraz lögat bilmesi gereğir. Halbuysam Durana domuzluktan başka bir şey bilmez! Evet, ben de
fazla lögat bilmem, bilsem bile zarfedemem, emme, kafam çalışır. Hökümetin verdiği gararı gabul ederekten,
evladımı daha gün doğmadan okula salarım. Derim ki, hadi gızım. Öğretmenine hörmet et. Derslerine gayret
et...’ ”
(F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:7)
“‘Keyfinden demiyorsun emme, ben de meteliğe kurşun atıyorum. Güz gelince bir tosun alayım
diyorum. Yedi yıldır borç ödeye ödeye imanım gevredi.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:90)
“-Benim bir evim var emme, viran; dedi.
-Tamir edilmez mi?
-Edilir, edilir emme, çok para lazım.
-Ne kadar? diye sordum. ‘Otuz kırk bankonot’ dedi. Gittik, birlikte evi gördük.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:93)
Emmi : Kardeş, dost, amca, amcaoğlu, yeğen
“ ‘Yok emmi... biz valla bir şey yapmadık. Sabahtan beri orak tarlasındayız. Görüüyorsun...’
‘Bir şey mi çaldınız?’
‘Yok canım.’
‘Hele hele?’
‘Yok emmi, valla çalmadık.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:104)
“Anası inledikçe şöför emmisi kızarı bağırırmış, ‘Kes sesini!’ diye, anası güç bela susarmış. Çocuk
şoföre çok kızmış ama küçükmüş, elinden bir şey gelmezmiş. Kamyon gelmiş gelmiş, Eğribel diye bie yere
varmış. Anasında ses soluk kesilivermiş, hiç kıpırdamaz olmuş.. Çocuk sarsmış onu, ‘Ana, ana!’ demiş ama ses
yok, ‘Şöför emmi ne yaparız, şöför emmi anam gitti’ demiş, korkmuş.”
(Ö.Z. Livaneli. “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:40-1)
Empedokles : Agrigente-Sicilya’da yaşamış Eski YUNAN filozofu ve düşünür. (M.Ö.:493-435). Yaşamını,
Etna dağının kraterine atlayarak <ya da Poleponneus’ta bir sürgün olarak> yitirdiği söylenir. Empedokles,
diğer İonya fizikçileri Pisagorcular, Hrrakleitos, Empedokles ve Anaksagoras gibi, Pre-sofistik devre ait olup,
dünyada olup biten fenomeni, mitsel oluşumlara başvurmadan, ‘doğal’ nedenlerle açıklamaya giren ilk
düşünürlerden biridir. Bu dönemde daha önceki sorunların doğal olarak ortaya çıkardığı her bir sorun ve olası
çeşitli çözümler, hemen hemen dizgisel bir biçimde keşfedilmiştir. Felsefe tarihinde, sorun vee çözümlerin
neredeyse eşzamanlı olarak, mantıksal bir ilkeyle, ‘mantıksal’ bir çözüm arandığı başka bir devir yoktur.
Problemler için temel olarak sorulan soru nedir? Dünyayı oluşturan temel özdek <madde> nedir? Ve yanıt, su,
hava ya da başka bir varsayım kitlesinde aranmaktadır. Öge’leri birleştiren ve ayıran nedenler ise iki mitsel
güçle aydınlanabilir: Sevgi ve nefret.
“Modern Girgenti, loş bir İspanyol katedralinin hakim olduğu dar ve sıkışık evlerini antik Agrigente
akropolünün olduğu yerde inşa etmiştir. Penceremden, denize doğru yarısı kıyıda yer alan yıkık dökük beyaz
mabetler dizisini görüyordum. Yalnızca bu yıkıntılar bir parça serinliğe sahiptir. Onların dışında her şey kuraktır.
Su ve yaşantı, Agrigente’yi terketmiştir. Agregente’li Empedokles’in ilahi iksiri olan su, yaşayan varlıklar için o
denli gerekli ki nehirlerden, çeşmelerden uzakta olan hiçbir şey hayatta kalamaz.” ...........................
“Oğlum Rafaello Paris^te Lafitte sokağında bir antika mağazası açmak üzere gitmek istediğinde, baba
olarak orada yapacağım kutsamayı orada, Empedokles’in heykelinin ayaklaı dibinde yaptım. ‘Empedokles’i
hatırla’ dedim ona. Ah! Sinyor, bugün şu bahtsız vatanımıza yeni bir Empedokles gerekli! Sizi onun heykeline
götürmemi ister misiniz, Ekselans?”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa.42;46)
EMPRİMİZM :
(FEL.) Bk.: KUŞKUCULUK
Emre amade olmak : Üstüne ya da saygıdeğer bir kimseye itaat ve sadakat gösterisi olarak her tür hizmete
hazır olmak
“HAKİM - Onun haşinliği, mantara benzeyen kuruluğu; sonradan halkı azarlamak zorunda kaldığım
zamanlarda hep Pinkbell’i hatırladım! (Bu durumun zevkle farkına varır.) Benim kürsüdeki halim, Pinkbell’in
halidir.
MAITLAND, parlamaya hazır. Dimdik durur ve hiddetle sözcükleri patlatırcasına boşaltır.) Her şey
şimdi emrinize amadedir. Madam! Büfenin üstünde.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:69)
Emzirmek : Bebeğe (insanda ve memeli hayvanda) meme yoluyla süt vermek
“Kiti ablasına döndü:
-Gidip ilgilileniver onlarla canım. İstasyonda Stiva’yı görmüşler, iyiymiş. Ben de Mitya’ya gidip
bakayım bir. Aksi gibi, çaydan beri emzirmedim onu. Demin uyandı. Allah bilir ya bar bar bağırıyordur şimdi...”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:671)
En ami : (FR.,SOSY.,PSYCH.) <an ami> : Bir dost, arkadaş olarak = As a friend (İNG.)
Enayi; Enayi dümbeleği; Enayilik etmek; Enayi yerine konmak, koymak : Avanak, bön, kolay
aldatılabilen kimse; İnanılmayacak derecede kolay hatalar yapmak, yanlış kararlar vermek (Argo)
“Ayının inine kaçırdığı köykü kızı gibi büzüldü:
-Enayi, dedi, eşek hoşaftan ne anlar.
-Oh, ne ala! Küçükhanım Karagümrüklü Bitirim İsmail gibi konuşsun. Biz şöyle lise dörtten herhangi
bir Turgay Bey gibi laf edelim; terbiyesiz olalım, iyi vallahi!”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor-Kalorifer ve Bahar”, sa:10)
“Kimi, sinemanın bir kocaman balık olduğunu, kimi çingene gırnatası, kimi bir genç kız, bir parlak
oğlan olduğunu söylemişti. Sonra bütün mahallle Capon’la alay etmişti. O:
-Enayiler, demişti. Sanki ben bilmiyor muyum sinemayı? Hödük’ü denemek için sordum.
-Nasıl ulan, demişlerdi. Söyle bakalım?
-Nasıl olacak, demişti, karanlık bir yer.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:19)
“<Kosinski’nin öyküleri>nin ana teması aldatmak, insanları enayi yerine koymak temeline dayanıyordu
ve bunları gülüşle gülerek anlatıyordu ki, benimle oyun oynadığını, beni hangi noktaya kadar kandırabileceğini
sınadığını düşündüğüm anlar oluyordu. Belki gerçekten öyle yapıyordu, belki de yapmıyordu. Kesin olarak
bildiğim tek şey, Kosinski’nin labirent kadar karmaşık bir kişi olduğuydu.”
(P.Auster, “Cebi Delik”, sa:97)
“Cemal, Ömer’in boynunu sarılı görünce güldü:
‘Doldur bakalım, Allahın avanağı! Geç de doldur.’
Ömer, eşeği içeri çekti: ‘Hastir ula!’ dedi. ‘Bir de sen bulaşsan da tanısaydın, enayi! Şimdi böyle,
Allahın avanağı demesine ne var?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:56)
“Haceli bakındı:
‘Bir yirmi komşunun var.’
‘Ee, Haceli, bu yirmi komşunun içinde evi önüne ev yapılacak tek enayi beni mi buldun?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:63)
“Susan güçlükle konuşabildi. Sirenler çalarken, boğazına bir şey düğümlenmiş gibii ‘Dijital Kale diye
bir şey yok,’ dedi. Ağır ağır, gücü çekiliyormuş gibi, terminaline dayandı. Tankado enayi avına çıkmıştı... ve
NSA da yemi yutmuştu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:309)
“Dürüst bir kaptan Cuma gibi güvenirliği kuşkulu bir güverte tayfasını almak istemiyordu. Yalnızca
daha vicdansız olanlar -daha sonraki günlerde onlara çok rastladım- bizi güleryüzle karşılıyorlar. Olasılıkla beni
kolay aldatabilir bir enayi, Cuma’yı da tanrının onlara gönderdiği bir av olarak görüyorlardı.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:88)
“Akşam kendisine bir çay bardağı uzattım. Canım sıkılıyordu, redingot olayını yeniden alevlendirmek
için:
-Bizi de, dedim, enayi yerine koydular, Astafiy İvaniç.
Öykü öyle çok yönleniyor, Astafiy İvaniç de öyle yana yıkıla anlatıyordu ki, olay bana gülünç
gelmeye başladı.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:75)
“Şvayk, yatıştırıcı ve inandırıcı bir sesle, ‘Ama, komutanım,’ dedi, ‘herkes akıllı olacak diye bir kanun
da yok. Hayatta aptallara da ihtiyaç var; herkes akıl küpü olsaydı bı dünyada sağduyudan geçilmez olurdu ki, o
zaman da hepimiz deli çıkardık valla. Mesela, komutanım, herkesin doğa yasalarını bildiğini, herkesin
gökcisimlerinin uzaklıklarını ölçebildiğini düşünebiliyor musunuz, canımıza okunurdu! Bizim Kupa
meyhanesine gelen Çapek adında bir adam vardı, hepimizi zıvanadan çıkarırdı. Herif meyhanede güzel güzel
otururken birden kalkar, dışarı çıkar, gökteki yıldızlara bakıp geri döner, karşısına ilk çıkana, ‘Bu gece Jüpiter
ışıl ışıl,’ derdi. ‘Ama sen, cahil herif, elifi görürsen mertek sanırsın, enayi dümbeleği! Dünyadan haberin yok
senin, o kadar uzaklara nasıl aklın ersin! Seni bir top mermisine koyup mermi hızıyla göğe fırlatsalar,
milyonlarca yıl sonra varırsın oraya, kaz yumurtası!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:188-9)
“Geçmiş hikayelere bakarsak, benim bu yaptığımdan sonra yeni yeni ‘tedavi’ uygulamalarına geçmeleri
gerekirdi, ama gerçekten tamamen tersi oldu. Benim bir enayi olmadığım anlaşıldıktan sonra, biraz daha ‘itina’
ile muamele edilmeye başlandı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:108)
“İster istemez girdim içeri. Gerçi enayilik ettiğimi belli belirsiz seziyordum; birkaç ay bir yalnızlık
içinde Dante ve Machiavelli okumayı, Rönesans resimlerini incelemeyi tasarlamıştım; oysa kılı kırk yararcasına
düzenlediğim ve o ana kadar büyük bir başarıyla sürdürdüğüm tatilimi tehlikeye düşüreceğimi sezinliyordum.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7)
“GLUMOV -... Ama geçim derdine düşünce anladım ki, bu şehri yönelten aptallarla alay etmek karın
doyurmaz. Hüner, onların enayiliklerinden yararlanmayı bilmek. Ne yazık, Moskova’da bir meslek sahibi olmayı
düşünemezsiniz. Burada çene çalmaktan başka iş yapılmaz. Ancak zengin bir kız alıp işi az, maaşı dolgun bir
göreve atandın mı, sırtın yere gelmez.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2)
“MANGAN, şen bir kahkaha atarak. - Benimdi ne demek! Hala benim, Miss Ellie. Üstelik, öbür
enayilerin kaybettiği paralar da benim cebime girdi. (Ellerini cebine koyup dişlerini gösterir.) Faka bastırdım
topunu birden. Buna ne dersiniz küçük bayan? Fena çarpıldınız değil mi?”..... “(Birden duygulanır. Mrs.
Hushabye’ye hitaben.) Bahçede bana baygın baygın göz süzerken, beni enayi yerine koyduğunuzu ömrüm
oldukça unutmayacağım.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:60;82)
En azından : Hiç olmazsa, en az yapabileceğin şey
“Ya da en azından Cité Adası’nda umursamaz havalarda, ama çapkın bakışlarla gezip tozarak, iyi
tabakadan hanımları baştan çıkarabilmek gerekirdi. Greve meydanındaki kasapların karıları aşırı arzulu olurlardı,
kocaları mesleklerinde şerefli bir kariyer edindikten sonra hayvanı kesmez, bir senyör gibi davranıp et pazarını
yönetirdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:74)
“Onu hiç sevmediğimi söyledim. En azından, aşk denen şeyden en ufak bir kırıntı bile duymuyordum
onun için, fakat bununla sevecenlik, bir çeşit acıma ve epey büyük bir saygı anlaşılması gerekirse onu
seviyordum.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:16)
“Kadın olarak böyle koşullarda doğmak daha baştan ölümcüldü. Ama rahatlatıcı diye de
nitelendirilebilir: en azından gelecek korkusu yoktu. Falcı kadınlar kilise günlerinde ciddi ciddi oğlanların
yazgılarını okuyorlardı ellerinden; kadınlar için ise gelecek, bir şakadan başka bir şey değildi.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15)
“Bu sessiz antika oğlanın ne mal olduğu ancak yavaş yavaş öğrenilebilmiş, cimrinin ve bencilin teki
diye nitelendirilebileceği, bu kötü huylarda işi mükemmelliğe vardırmasıyla çevresindekilere saygınlık
uyandırmaya ya da en azından bir hoşgörü havası yarattığı sonradan anlaşılabilmişti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:71-2)
“Sana baskı yapmaya çalışmıyorum, ama buraya bir daha ayak basmak istemediğin doğruysa, en
azından bunu bana söyle ki seni savunacağım diye kendimi gülünç duruma düşürmeyeyim, çakal! Alp’leri
buradaki dağa tercih ediyorsan en azından bunu bana yazma cesaretini göster!”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:58)
“Annem ölüm döşeğindeyken, beyaz tenli bir kızla genç yaşımda evlenmemi, en azından üç çocuğumuz
olmasını, içlerinden birinin de kendisinin ve büyük annesinin adını taşıyacak br kız çocuğu olmasını vasiyet
etmişti bana.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:37)
“Belki on sene boyunca maaşsız papaz yardımcılığı yaptıktan sonra, okul öğretmenliğine geri
dönecekti... kuşkusuz kendine daha iyi bir yer bulabilirdi. Ama en azından üç aşağı beş yukarı pespaye, üç aşağı
beş yukarı hapishane gibi bir okul olurdu; ya da belki daha kasvetli, daha da az insanca bir tür angarya.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:327)
“Benim öyküm burada bitiyor. Sıradan bir öyküydü. Umarım, herhangi bir yolculuk güncesi kadar
ilginç bulunmuş olsun. En azından şunu söyleyebilirim ki, beş parasızsanız, karşılaşacağınız, işte böyle bir
dünyadır. Gün oluyor, o dünyayı daha iyi keşfetmek istiyorum ki, Mario gibi, Paddy ya da Beleşçi Bill gibi
kimseleri öyle gel geç karşılaşmalarda değil, yakın arkadaşlıklarla tanıyayım.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:155)
En can alıcı : En önemli, en hayati
“ ‘Eğer geri çevirseydin, kılıç sana geri verilecekti çünkü yüreğinin temiz olduğunu göstermiş olacaktın.
Ama korktuğum başıma geldi, en can alıcı anda sendeleyip düştün. Hırsın yüzünden artık kılıcını yeniden
aramak zorundasın. Gururun yüzünden onu sıradan insanların arasında araman gerekecek. Mucizelerin büyüsüne
kapıldığın için, sana cömertçe verilmek üzere olan şeyi yeniden ele geçirmek amacıyla uğraş vermen gerekecek.’
”
(P. Coelho, “Hac”, sa:19)
Encik, Enciklemek : Roman dilinde: Bebek, bebek yapmak, çocuk doğurmak (Argo)
“Sen süt be süt <ana sütünden gelme, kandan geçme> çingene değilim diyorsun, sonra çingene ananın
sütü ile büyüyorsun!
-Yok... haşa!
-Nasıl haşa?
-Annem beni enciklediği <doğurduğu> zaman zavallı hasta düşmüş, sütü çekilmiş, beni hiç
emzirmemiş..... O zaman var imiş bizim obada bir dişi eşek... O da anamla birlikte yavrulamış ortaya güzel bir
sıpacık... Hem de hayvanın sütü o kadar bol imiş ki sıpa emer, emer, yine bitmezmiş... Bunun üzerine tutmuşlar,
sıpadan geriye kalan süt ile birkaç ay beni beslemişler.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:164)
enclisis : (YAZI,İNG.,KOLL.) <enk’lisis> : Bir sözcüğün, onun özgür aksan’sız olarak telaffuzu. Bu, hemen
öndeki kelimenin nedeniyle olur. Birçok dillerde, ‘enklitik sözcük’, önündekiyle birlikte yeni ve tek bir sözcük
olarak kullanılır = The pronunciation of a word without its independent accent, as a part of the immediately
preceding word. In many languages, the enclitic word is often writ ten as forming one word with the preceding
one; enclitic : Böyle çağrılan sözcüğün kendisi aksan taşımaz, fakat önündeki ünit ile, sanki aksanlı imiş gibi,
bir fonetik ünit oluşturarak telaffuz edilir = Said of a word which bears no accent of its own, but it is
pronounced as forming a phonetic unit with the accented word proceding it .
en congé :
en cueros :
(FR.,SOSY.,KOLL.) <an kon’je> : Tatilde = On leave (İNG.)
(İSP.,DAVR.,PSYCH.) <en kue’ros) : Çıplak = Naked, nude (İNG.)
Endakse : Tamam; İşler tıkırında gidiyor, ‘okey’, ‘status ko’
“Bu ışıkları yavaş yavaş yanan birahanede işler her zamanki halini muhafaza ederse, patron
değişmezse, ihtiyarın terzi çırağı oğlu havaileşmezse... Endakse! Endakse: Tamam! Oldu! Ha işte! Her iş
tıkırında manasına geliyor herhalde. İhtiyar garson da şimdi sesleri çoğalmış, tıkırtıları artmış birahanede öteki
garsonların yaptığı her harekete bir endakse yapıştırıyor. Bu kendi endaksesidir...”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Bekar”, sa:93)
Endaze : Eski Osmanlılarda: Arşın (Bir uzunluk ölçüsü, bugünkü altmış beş santimetre)
“-.İçerisi eski zamanın Yeniçeri batakhanelerinden farksızmış... Endaze endaze kamalar... Çeşit çeşit
sustalı çakılar... Bursa bıçakları... Sürmene saldırmaları... Burada esrar içilirmiş ki dumanı yedi mahalleyi
zehirlermiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:227)
Engerek yılanı : Çok kuvvetli zehiri olan bir yılan; Bakışı, tavrı ve sözleri engerek gibi sokan kötü ruhlu insan
“Taktılar takıştırdılar ve erkeklerin ardından bir sıra halinde dizildiler.
‘Nesin o halde?’ diye sordu yaşlı engerek yılanı bir kez daha. İsa üşür gibi oldu, ellerini ateşe tuttu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:311)
Ende gut, alles gut : (ALM., DAVR.,PSYCH.) <ende gut, alles gut> : Herşey iyi gidiyor, iyi btiyor =
All’s well that ends well (İNG.)
En effet : (FR.,PSYCH.) <An ef’e> : Gerçekte, hakikaten = In reality; in fact; quite so (İNG.)
Enfant gaté : (FR.,DAVR.,PSYCH.) <An’fan ga’te) : Şımartılmış çocuk = Spoiled child (İNG.)
Enfant terrible : (FR.,DAVR.,PSYCH.) <An’fan ter’ibl> : İdare edilmesi güç çocuk, cidden facia =
A child hard to menage; a holy terror (İNG.)
Engizisyon : (HIRİS. MYTH.) : Batı ülkelerinde, Orta Çağlardan başlayarak, Katolikliğin katı-mutlak
inançlarına karşı gelenleri şiddetle cezalandırılmak için kurulan dini kilise mahkemeleri
“İspanya’da Engizisyon ortalığı kasıp kavurmakta, en güvenilir insanlara bile huzur vermemektedir.
İtalya’da, Fransa’da savaş rüzgarları esmektedir. Bunun gibi günlük sıkıntıların pençesinde kıvranan binlerce,
yüz binlerce insan, bu gerilimli dünyadan tiksinti duydukları için zaten manastırlara kaçmıştır. Kendi küçük
dünyasında yaşamayı arzulayan ‘sıradan’ insanın, huzur, sükunet ve barış bulabileceği hiçbir yer yoktur.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:36)
En grand toilette : (FR.,GİYSİ,KOL.) <an gran tuva’let> : Giyinmiş kuşanmış = In full dress (İNG.)
En(i) boy(u) : Bu işin ‘boyutları’, yani her tarafı, ölçüleri belli; Bir şeyin, eşyanın, evin, arazinin ya da
kimsenin dış görünüşünün tasviri
“İÇERLEK
-----------Onlar hep ev dışında mı, şaşıyorum.
Sırlı küplerden sızan iplik-ince bir su iken ömrümüz
İçerdeki seslere nasıl tıkanır kulak, şaşıyorum.
Ah, bu çılgın oyunlardan uzaklara da kaçsak
Değil mi ki odaların eni boyu belli”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:48)
Enik : Köpek yavrusu; Gelişmemiş insan
“<Bayram’ın> yüreği koz gibi kavruluyordu. Zehirli hamur yemiş enik gibi inliyor, çırpınıyordu:
‘Niye, niye aldın bıçağı? Niye aldın aynayı? Niye gandın a eşşek? A sıpa, a it, a ağzı açık ayran
delisi?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:80)
“NATALYA STEPANOVNA - Evlenme teklifi mi? Bana? Niçin buna bana daha önce söylemedin?
ÇUBUKOF - Onun için zaten frak giymiş ya! Seni gidi enik seni! Bak şu mantara!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:25)
“Bir sabah Ayşe kız bana seyirtti, soluk soluğa:
‘Elifbemi çaldılar,’ dedi.
‘Kimden şüpheleniyorsun?’ dedim.
‘O Esma Dudu’nun kara eniği Amet’ten’ dedi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199)
“ÖDİP KOMPLEKSİ
iki domuz eniği
bütün dikkatlerini verip
bir sidik torbasını tekmeliyorlar.
---------------------------Bir sidik torbası o
annelerine ait,
sabahleyin köylülerce kesilen.”
(Konstantin Pavlov-Kemal Özer/Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.04.03)
“Kirila Petroviç’in arkasından, Dubrovski sarardı, fakat hiçbir şey söylemedi. Bu sırada bir sepet içinde
yeni doğmuş enikleri getirdiler Kirila Petroviç’e. İki tanesini seçip ayırdı, ötekilerin öldürülmesi buyruğunu
verdi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:15)
“Kızcağız korkudan donakaldı. Telaşla gizlenmeye kalkması, korkmuş bir eniği hatırlattı bana. Sonunda
yakaladık kendisini, çocuklar gibi katıla katıla gülmekte olan rejisörün önüne götürdük. Yüzünü elleriyle kapadı,
o ünlü yalvarmalarını tekrarlamaya başladı: ‘Ah, zorlamayın beni, yapamam ben! Ah, ne olur, korkuyorum.’ ”
(K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:57)
“BOYUTLAR
----------------Ama burada ne olursa olsun, nerede
durduğumuuzu biliyoruz.
Neyin bundan sonra geleceğini az çok biliyoruz.
Dayanıyoruz.
Bir zaman bir rüya enikler gibi sallayacak bizleri,
bir kırıklık
saracak, biz, biz olamayacağız ya da aşk burup
sıkacak
ama biz süregeleceğiz, biz onaylayacağız, devam
edeceğiz.”
(C.K. Williams<d.1935>-Efe Murat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.07.05)
Eni konu : Oldukça fazla, yeterinden çok
“Güncel’e gerçek gözüyle bakanlar, çokluk gerçeği tanıyabilmekten enikonu uzak kişilerdir. Güncel’in
hayli ötesinde yaşayan, bir profesör bozuntusu denebilecek miyop ve dalgın bir adam, dili bir karış dışarda,
güncel’in ardında koşup güncel’e gerçek gözüyle bakan birinden gerçeğe daha yakın olabilir.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:80)
“ ‘Evet, bu iyi yürekli dul Bayan Chauvet, dağda küçücük bir köyde enikonu ilginç bir hayat yaşayan,
yetmişli yaşlarının sonunda, kocamış, hoş bir kadındı. Heybetli ve saygın dış görünüşüyle yine de, kendi halinde,
renkli bir kişiydi. Saçları örneğin...’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:452)
“Düş falan değildi. Odası, biraz küçük olmakla birlikte tastamam bir insan odasıydı ve enikonu aşinası
bulunduğu dört duvar arasında sessiz sakin oturuyordu.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Olası Ormanlar”, sa:90)
“GÜLTEN - Seni... Seni... Eee, peki, sonra?..
TEKİN - Annemin evlenmesi, sonra Avrupaya gitmek üzere olması beni eni konu sarsmıştı.
Çocukluk ama, annemin yalnız benim olacağını sanıyordum.”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:13)
“Bayan Aubain koşmaya başlamıştı. Félicité: ‘Hayır, hayır acele etmeyin!’ diye sesleniyordu. Öyleyken
hepsi de adımlarını açıyorlar ve arkalarında, yaklaşmakta olan hayvanın homurtulu soluyuşunu işitiyorlardı.
Tırnakları, çekiç gibi toprağı dövüyor, boğa gitgide hızlanıyor, enikonu tırısa kalkıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:13)
“Bergeret’ler Paris’te, ileride yıkılacak bir binaya yerleştiler. Bu binada uzun süre oturamayacaklarını
bilen Bay Bergeret evden enikonu hoşlanmaya başlamıştı. Başka bir eve taşınacaklarını bildiği için Bayan
Bergeret evde en ufak bir onarım yapılmasına karşı çıkıyordu.”
(A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:15)
“Monoton esiş, bildik ağaçlar, taşlar beni aşıyor; garip bir minnet duygusuyla doluyorum; her şey
benimle dost oluyor, kaynaşıyor, hepsini seviyorum. Oracığa oturmuş, kendi düşlerimi düşünürken yerden kuru
bir dal kaldırıyor, elimde tutuyor, seyrediyorum. Dal çürümüş, enikonu; kabuğun zavallılığı içime dokunuyor.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:27)
“Dışarı çıkar çıkmaz, anlaşılan enikonu bir neşeye kaptırmıştım kendimi. Sanki bir dostum köşeyi
dönmüş de kayıplara karışmış gibi sokak içerisine bir isim haykırdım. Sıçrayıp havaya fırlattım şapkamı ve
çalımlı bir pozla yeniden yakaladım.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:7)
“Samuel, daha şimdiden enikonu senli benli oldu kızla. Hatta onu bizimle trenin restoranına gelmeye
razı etti ki, doğrusu bunu hiç aklımdan geçirmezdim. Restorandan içeri, tanımadığımız yolcuların arasına her
üçümüz, daha şimdiden nerdeyse inanılmaz bir birlik ve bütünlük oluşturarak dalıyoruz.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:210)
“Durup dururken hep bir yan çizme, hep bir anlatamama kaygısı vardır diyordum. Ve ben bunu yalnızca
kendime söylüyordum. O hikayeyi senden sonra düşünmek meseleydi bu yüzden eni konu yürekli olmayı, bir az
da kendi çıkmazımın ayrımına yeniden varmayı gerektirirdi.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:10)
“Bir kış günü, eni konu düzgün görünümlü bir ceketimi Hindi’ye takdim ettim - insanın içini ısıtan,
dizden boyuna kadar düğmeli, vatkalı, gri bir ceket. Hindi’nin bu armağanın değerini bilip, özensiz
aceleciliklerini ve öğle sonrası şamatalarını azaltacağını düşünmüştüm.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:22)
“Yıldızlardan derlemem vardığım yargıları,
Oysa müneccimliği enikonu bilirim;
Ama anlatmam iyi ve kötü yazgıları:
Ne afet ve kıtlıklar, ne altüst olan mevsim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:14, sa:69)
“Enikonu dayattığı, sahiden yalvardığı halde, Kamil Beyi gene kendi isteğine bırakmamışlar, Osman
Ağa’nın sofrasına oturtmuşlardı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:105)
“İlk defa Celalettin Bey’in hanımı olan ablasıyla beraber gelmiş, anlayıp anlamayacağını umursamadan
ablasına Franszıca, ‘Enikonu yakışıklı bu oğlan’ demişti.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:143)
“Balkonda, Aleksandra Pavlovna’nın yanında, eskiden tanıdığımız Pigasov oturuyordu. Onu görmeyeli
beri, Pigasov’un saçı başı, eni konu ağarmış, vücudu hafifçe kamburlaşmış, zayıflamış ve tek bir dişi düştüğü
için, konuşurken sözcüklerin söyleyişi değişmişti.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:66)
“ ‘İçten içe onu acı acı kınayacaksın, onun sana karşı çok kötü davranmış olduğunu düşüneceksin.
Kapına bir daha geldiğinde tümden soğuk, ilgisiz davranacaksın ona. Çok yazık olacak doğrusu, çünkü bu seni
değiştirecek.. Senin bana anlattığın enikonu romantik bir öykü, bir sanat romantizmi, diyebiliriz. Böyle romantik
bir öykü yaşamanın en kötü yanı şudur ki bittiği zaman kişiyi romantiklikten tümüyle uzaklaştırır.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:21)
Eninde sonunda : En sonda, hangi yoldan gidersen git, ne şekilde düşünürsen düşün, iş olacağına varır;
yazgı; Çeşitli evrelerden sonra varılacak mutlak sonuç
“O pek tatlı sonbahar güneşinde, pencereden sarkarak aşağıdan geçmekte olan, tepeleme kok kömürü
dolu bir at arabasının köşeyi güçlükle dönüşüne bakıyorsunuz. Kış Roma’ya da geliyor eninde sonunda, ola ki
önümüzdeki günlerde havalar geçen hafta sonu gibi iyi gitmez ve size ayrılacak olan oda buz gibi soğuk olur o
zaman, ama Cécile’in odasında gün boyu ateş yanacaktır çıtır çıtır.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:139)
“Bizleri sürekli ‘geçmiş’ ile ‘gelecek’ arasında tutan saniye göstergesinin üzerine kurularak,
çocuklarımızın yapabileceği gibi balonları ölümsüz parlak renkli horoz şekerlerini sonsuz görebiliriz; ama biliriz,
ne yazık biliriz ki, sürekli asılamaz okul, eninde sonunda kuşu vurmak zorundayız, ancak ‘Gerçek’ içinde
gerçekleştirebiliriz yaşamımızı ve bu da bizler için ölüm kalım sorunudur.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:80)
“Yurtseverler, kollarını açıyor, gözlerini gökyüzüne kaldırıyor ve yanıtlıyorlardı onları:
‘Ne yapalım! Eninde sonunda bunlar asker! Bu işin sonunu gelmesini dileyelim!’
Napolyon’un askerleri, ahırları ziyaret ediyor, koyun, inek, keçilere bile el koyuyorlardı.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:219)
“İyi bilirim ki, nitelikli çamaşır zevki insanın ayaklarının ille de kirli olmasını gerektirmez. Biçem de,
poplin kumaş gibi, mayasılı <egzema, cilt hastalığı>gizler çoğu zaman. Eninde sonunda kem küm edenler de temiz
değildir diyerek avutuyorum kendimi. Elbette, ardıç rakısı <cin> içelim yine.”
(A. Camus, “Düşüş”, sa:8)
“Faust’la Don Quichotte sanatın seçkin yaratımlarıysa, bize yeryüzünün malı olan elleriyle gösterdikleri
ölçüsüz büyüklükler nedeniyledir. Gene de, eninde sonunda, bir gün olur, bu ellerin dokunabileceği gerçekleri
düşünce yadsır.”
(A. Camus, “Sisyphos Söyleni”, sa:146)
“Therese hırsından kanın beynine sıçradığını, yüzünün kıpkırmızı kesildiğini hissetmişti. Kendisi gibi
bir kadın dururken Grob’un başka sevgiliye ne gereksinimi vardı? O da bir insan değil miydi eninde sonunda?”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:127)
“... çocuklar dış dünyada gördükleri değerleri benimser, sonra da bunları kalıtımsal kişilik eğilimleriyle
birleştirirler. Onların yaşamlarını -eninde sonunda- bu etkenler şekillendirir ve bu süreçte ana-babalar sadece
‘çocuklarının yolculuğuna eşlik edip,’ onları çaresiz bir biçimde izlerler.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:86)
“O an, Maria bazı şeylerin ebediyen kaybedilebileceğini keşfetti. Aynı zamanda, ‘uzak’ diye bir yerin
varlığınından haberdar oldu; dünyanın büyük, yaşadığı kentinse avuç içi kadar olduğunu, en ilgi çekici
varlıkların eninde sonunda çekilip gittiğini de öğrendi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:16)
“İşte o zaman, gerçekler konusunda ne kadar katı olursam olayım, yalana istemeden de olsa katkıda
bulunduğumu; senaryomla efsaneyi yıkmayı amaçlasam da, insanların inanmak istediklerine inandıklarını;
rehberin haklı olduğunu, eninde sonunda efsanenin biraz daha yaygınlık kazanmasına yardımcı olacağımı
anlamıştım.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:15)
“Özgürüm, hapishaneden çıktım, karım gizemli bir biçimde ortadan kayboldu, belirli bir çalışma saatim
yok, yeni insanlarla tanışırken zorlanmam, zenginim, ünlüyüm ve eğer Esther gerçekten beni terk ettiyse, onun
yerini tutacak birini eninde sonunda bulurum. Özgürüm, bağımsızım. Ama özgürlük nedir?”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:23)
“ ‘Sorusunu geçiştirdim. ‘Zamanı gelince, gideceği yeri bileceğine eminim’ dedim, ‘herkes eninde
sonunda evinin yolunu bulur... Bu içgüdüyü hiç yitirmeyiz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:87)
“EVDE KALMIŞ KIZLAR <1923>
---------------------------------Ne ister bu evde kalmış hüzünlü kızlar?
Onlara seslenen hangi umut?
Bir sevinçle bile uğramadan yanlarına
ölmeleri mi gerekir yoksa?
Ah bu evde kalmış kızların beklediği
bir nişanlıdır eninde sonunda,
hele bir gelsin de o
koparsın eğirdikleri ipliği.”
(Atanas Dalçev<1904-1968>-Kemal Özer/Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.04.03)
“Şimdi aramızda öyle bir güvene imkan olmadığını açıkça görüyorum, çünkü eninde sonunda o uğursuz
duvara gidip çatacaktım. Geldik de işte!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:196)
“Sonra okuyucunun böylece içimi dökmemle ilgilenmeyeceğini düşünerek, bu ön sözü çıkardım. Ama,
eleştirmen, belki… İşte bu sebeple bunu size yazıyorum, eninde sonunda dikkate alıp almamakta tamamıyla
serbestsiniz ve yazınıza zarar verecek bunları, bilmemezlikten gelirsiniz.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:210)
“DELİ -... Gerçeği söylemek gerekirse, bir anarşiste her yerde rastlamak mümkün... Eninde sonunda
küçük burjuvalar hepsi...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:32)
“MEPHISTOPHELES - Sen neysen, eninde sonunda da gene osun. Başına milyonlarca bukleli iğreti
saçlar taksan, ayaklarına en uzun çizmeleri geçirsen, gene hep olduğun gibi kalırsın.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:85)
“D. MARZIO - Serseme döndüm, rezil oldum.. Ben mi casusum? Ben casus ha! ..... Kimse beni
istemiyor, herkes beni kovuyor. Ah evet, hakları var. Bu kuruyasıca dilim eninde sonunda beni büyük bir
felakete sürükleyecekti. Artık itibarımı kaybettim ve onu bir daha elde edemeyeceğim.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:122)
“Öyle ya, şimdi bulunduğun yer, eninde sonunda öteki dünya gökleri. Nasıl, rahat mısın? Buna ne
kuşku. Orada hep tribünün ilk sırasında ve tam orta yerinde otururlar. Oysa buradayken, o Allah’ın gazabı
stadyum adamları seni bir türlü kalenin arkasında durdurmazlardı.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:41)
“MADAM BORKMAN - Sen ne dersen de. Hepsi bir kapıya çıkar… İşte eninde sonunda böyle
yıkıldık. Sonuç bu oldu. Artık o saltanatın yerinde yeller esiyor.”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:12)
“Hiçkimse eninde sonunda kendisine zarar verecek bir şeyi isteyemez. Kimi insanda böyle şey
görünüyorsa -belki herkeste var bu görünüm- nedeni, o insanın içindeki iki ayrı kişiden birinin kendisine yararlı
bir istekte bulunmasına karşın, bu isteğin karar verilirken yarı düşüncesine başvurulan ötekisine zarar vermesidir.
İnsan, ancak karar sırasında değil, daha başlangıçta içindeki ikinci kişinin tarafını tuttuysa, ilk kişi ve onunla
birlikte söz konusu istek de silinip gider.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:81, sa:53)
“ ‘Evet, ilkokul çocukları için yazılmış güzel yazı kitabı değil elbette,’ dedi gülerek ve mahfazayı yerine
kaldırdı. ‘Uzun süre okumak lazım. Eminim ki, okul çocukları bile eninde sonunda sökeceklerdir yazıyı.’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:42)
“Ama bu sabah da aynı şeyi yaptığı halde neden gelmedi yemeğe? Bir şey mi oldu, gene bir şey mi
hatırladı, kızdı mı yoksa... (bütün ömrüm böyle geçti hep onu düşündüm böyle elimde ne kalıyor eninde
sonunda...)”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:141)
“İsa gözlerini kapadı. Düştü düşecekti, zor duruyordu ayakta. ‘Yahuda,’ dedi titreyen sesiyle, ‘sen hep
ele avuca bir türlü sığmayan vahşi biriydin, insan sınırı diye bir şey kabul etmezdin. İnsanın ruhunda bir ok
olduğunu unuturdun: O, göğe elinden geldiği kadar atılabilir, ama eninde sonunda yeniden yere düşer.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:564)
“Peder Yannaros, iyice şaşkın, koca kafasını sallayarak uzaklaşıyordu. ‘Sağ ol Ulu Tanrım! Beni
savaşın en amansız yerine yerleştirdiğin için sağ ol. Hepsini seviyorum, içlerinde beni seven tek kişi yok, ama
dayanamıyorum. Yine de Tanrım, bana pek yüklenme; ne meleğim, ne de hayvan; insanım, eninde sonunda bir
insanım; daha ne kadar dayanacak güç bulabilirim?’ ”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:13)
“ ‘Bana destur Emir Sultanım.’
‘Biliyorum, kalmayacaksın. Biliyorum, benim yanımdan da hiç ayrılmak istemiyorsun. Biliyorum o
kuşu buluncaya kadar benimle birlikte aramayı da kuruyorsun. Ben de senin gibi düşünüyorum, tıpkı senin gibi.
Ama kalamayacaksın burada. Aşağıda çadır kurmuş Bedevilerin seni beklediklerini, eninde sonunda seni
öldüreceklerini biliyorsun. Haklısın.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, sa:266)
“Ama bütün bunlar yıllar önceydi, yıllar sonrasına sanki her geçen günü kimi eklemeler ya da
unutkanlıklarla hep şekil değiştirerek aktarıldı ve ben suskunluğumla ve kendimden hiç mi hiç memnun
olmamaklarımla o günleri eninde sonunda bir yerinden yaşamış gibi oldum.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:46)
“MACBETH - Eğer yapmakla olup bitse, bu işin bir an önce yapılması yerinde olurdu. Eğer cinayet
ardından sonucunu derleyip toplayabilse de sona ermekle başarıya erse de, işin eninde sonunda bu vuruş olsa,
şuracıkta zamanın şu sığlık kıyısında öbür dünyayı gözden çıkarırdık.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:21)
“Hautemare’cığın aklına, bu okuyuculuk görevi için ilk gelen, Lamiel oldu. Kendi kendine, ‘Kasabada
bu işi yapabilecek başka kimse yok doğrusu,’ dedi. ‘Düşes akıllı bir kadındır; eninde sonunda onu düşünecektir.’
”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:61)
“Taşlar havaya yükselseler de eninde sonunda yere düşerler. Merdivenleri nasıl indiğini bilmiyordu.
Birinci kattan da aşağıya inmiş, zemin kata gelmişti. Karşısına duvar çıkmasaydı daha da inecekti. Duvara
gelince dizleri titredi, bilekleri büküldü ve oraya yıkıldı.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:159)
“Günlerden bir gün, Blanchefleur, Dük Morgan’ın Rivalen’i haince öldürdüğünü haber aldı. Hiç
ağlamadı..... Ölmek istedi, gerçekten ölmek. Rohalt onu avutmaya çalışıyordu:
‘Kraliçem,’ diyordu, ‘Üzüntüyü artırmanın bir yararı yoktur; eninde sonunda hepimiz ölecek değil
miyiz? Tanrı geride kalanlara ömür versin, ölenlere de bağışlayıcı olsun.’ ”
(“Tristan ve Iseut”, sa:12)
“ ‘Ve hayatınız boyunca yağmur tanesi olarak mı kalacaksınız?’
Yağmur tanesi hüzünlendi ve daha değişik bir sesle karşılık verdi:
‘Bir hayvan beni yutabilir, o zaman her şey biter. Bu olaydan sonra bir daha konuşamam. Beni eski
düşüncelerime döndürüyorsun: Niçin doğduğumu ve nereye gideceğimi bilmiyorum. Eninde sonunda hepimiz
böyleyiz ya…’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:35)
“El ele, acele etmeden sokakta yürüyorduk. Totoca bana hayatı öğretiyordu. Ben de, ağabeyim elimden
tuttuğu ve bana birtakım şeyler öğrettiği için durumumdan hoşnuttum. Nesneleri bana evin dışında öğretiyordu.
Çünkü ben evde keşiflerimi tek başıma yaparak kendi kendimi eğitirken; yalnız olduğum için, yanılıyordum.
Yanılınca da eninde sonunda hep dayak yiyordum.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa: 13)
“Yapmaya kalktım bunu! Ama kimse para ödemiyor. Hem ben de çok budalayım. Hayvanları
salıvermeye gönlüm elvermiyor. Eninde sonunda, bu olanlar onların suçu değil.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:99)
“Ginny’ye sürekli olarak, ‘Birlikte yaşamak istediğin erkek tipi bu mu?’ diye sorup duruyordum. Ginny
ise buna gerek kalmayacağını, çünkü Karl’ın eninde sonunda kendisini terk edeceğini söylüyordu. Onu
zorlamaya devam ettim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:133)
“Bu ölümlü adı, <Amerigo-Amerika> ölümsüzlüğe taşıyan bir insan olmamıştır; haksız göründüğü her
yerde eninde sonunda haklı olanı savunan yazgı seçmiştir bu adı. Emir böylesi yüksek yerden geldiğinde boyun
eğmekten fazlası gelmez elimizden. Bu nedenledir ki, kör talihin eğlenceli bir oyunla bulduğu adı, bugün
mümkün olan en uygun ve hakiki isim olarak kullanıyoruz: o çınlayan ve titreşen ‘Amerika’ sözcüğünü.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:120)
“Her yeni düşünce, kalın bir kevgirden geçiyormuş gibi içindeki duyarlığa damlardı. Ancak yeni bir
şeye eninde sonunda sahip olunca, onu dirençle ve hırsla sımsıkı tutardı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Leporella”, sa:67)
Enine boyuna : İnceden inceye, derinden derine
“İKİNCİ ŞİİR : Henüz yeryüzündeyiz. Akşam olmaktadır. Şimdi hava iyiden iyiye kararmıştır.
Dante’de sabahki iyimserlikten eser yoktur. Enine boyuna düşünüp taşınmış, atılmak üzere olduğu serüvenin
güçlükleri karşısında cesareti kırılmış ve Cehennem yolculuğundan vazgeçmiştir.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:80)
“Mrs. St. MAUGHAM - Prensip sahibi adamların güvenilemeyecek bir tarafları oluyor.... Ama işler
şahıslarını ilgilendirdiği zaman... Mesela, katibin perukanı giyse, kim bilir neler söylersin.
HAKİM, sıkıntılı bir durumda. - Enine boyuna düşünürüm herhalde. Ve bir şey yapmamaya karar
veririm.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:100)
“R.C. İşgal treninde gün doğuyor. Almanlar. Bir kadın bir altın para düşürüyor. C. Parayı ayağıyla
kapatıyor ve onu kadına veriyor. Kadın teşekkür ediyor. Adama bir sigara ikram ediyor. Adam kabul ediyor.
Kadın Almanlara da sigara ikram ediyor. R.C.:‘Enine boyuna düşündüm, Madam, sigaranızı size iade ediyorum.’
”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:200)
“İndigo Çocukları disipline sokmakta, cezayı uyguladıktan sonra, sorunu çözmek için enine boyuna
konuşun.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:98)
“Gülmeye çalıştı ama pek beceremedi. Söyledikleri ciddi sözlerdi.
‘Bravo delikanlı,’ dedi Mösyö Nazarie coşkuyla. ‘Korkudan düşünemeyecek hale geldiğimi sanmanızı
istemem. Her şeyi enine boyuna inceleyince, size kalmanızı tavsiye etmem. Şunu da ekleyeyim: Kendime de
tavsiye etmiyorum kalmayı.’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:43)
“FAUST - Hele bak bir kez! Bu kalabalık nasıl hızla bahçelere ve kırlara yayılıyor, bazı eğlence
sandalları, nehrin üstünde, nasıl enine boyuna dolaşıyor, suya gömülecek kadar dolmuş olan şu son kayık da,
nasıl uzaklaşıyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Vol:I, sa:48)
“Her gün yeniden açılmak ırağa
Ülkeler boyunca, deniz üstünde
Ve türlü hayaller, enine boyuna
Oynaşır kıyıda, suyun yüzünde.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Sabırsızlık’, sa:98)
“Olacak şey değildi. Dine küfretmek gibi bir şeydi bu. Öte yandan, her şeyi enine boyuna
düşündüğümüzde, dine saygısızlık edenlerin her zaman olağanüstü parlak bir yazgıları olduğu da gerçek değil
miydi?”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:246)
“Bir yeri yurdu olup güvenilir küçük bir cemaatin üyesi olmasının zor durumlarda insanı ne çok
rahatlattığını ilk kez açık seçik duyumsamıştım. Ertesi gün bu konuyu enine boyuna düşünmem yerinde olacaktı
belki.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:38)
“Konuşmanın bir yerinde İsrail savaşı kaybetseydi sürgüne gitmek zorunda kalıp kalmayacağımızı
sordum. Beni avutmak istercesine elini kolumun üzerine koydu. ‘Boşuna arama Naim, hiçbir çözüm yok, ben
konuyu kafamda bin kez enine boyuna düşündüm. Bizim kaderimiz, sen doğmadan, hatta ben doğmadan çok
önce mühürlenmiş. İsrail son savaşı kaybetseydi daha da kötü olurdu, hem zulme uğrar hem aşağılanırdık.”
(A. Maaloof, “Doğu’dan Uzakta”, sa:253)
“Bu, 26 mayıs’ı 27 mayıs’a bağlayan gecede olmuştu. Senatör Buddenbrook ertesi gün konuyu mizahi
bir biçimde kız kardeşine açtı, bu işi enine boyuna düşündüğünü, Bay von Maiboom’un önerisini geri
çeviremeyeceğini ve onun öteki vurguncuların eline düşmesine izin veremeyeceğini söyledi.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:417)
“Konunun daha az hoş olmayan bir yüzü de, kuşkusuz her gerçeğe karşı bıkkınlık, ilgisizlik ve alaycı
yorgunluktur. Zeki, her şeyi enine boyuna inceleyen kimselerin, toplumlarından daha sessiz, daha üzgün bir şey
olmadığı da bir gerçek.”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:98)
“Madam Darbédart’nın biraz canını sıkıyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa her şeyi enine boyuna ona
açıklamak gerekiyordu. Madam Darbédart, leb demeden leblebiyi anlayan ince duygulu kişilerin arasında
yaşamayı hayal ediyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:46)
“GÜZELLEME <1954>
Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:14)
“Binder baronunun yanıtını öğrenince, markiz son derece üzüldü. Ağlayarak:
‘Fabrice tutuklanacak,’ diye haykırdı. ‘Bir defa cezaevine girerse, Tanrı bilir artık ne zaman
çıkacağını! Babası onu reddeder!’
Bayan Pietranera ile yengesi, yakın iki üç dostlarıyla konuyu enine boyuna tartıştılar, hepsi ne derse
desin, markiz oğlunu hemen ertesi gün akşamı göndermek istedi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:107)
“Sabah olunca kalkıp, çabucak giyiniyor, salona iğrenç çayını içmeye gidiyorum. Oysa yurdumuzda
böyle miyiz? İstediğimiz zaman uzanırız, bir şey bulur sinirleniriz, söyleniriz, iyice geliriz kendimize, her şeyi
enine boyuna düşünür, hiç acele etmeyiz.”
(L. Tolstoy, “Anna Carenina”, Cilt:I-II, sa:451)
“Yani trajik eylem, belli bir insan karakterini ve düşünme tarzını yaratır.....Şimdi bu motif’lerin
belirledikleri trajik eylem somut olarak nasıl bir eylemdir? Her korku ve dehşet yaratan eylem trajik midir? Bu
çok önemli soruyu Aristoteles, enine boyuna araştırır.”
(İ. Tunalı, “Grek Estetik’i”, sa:119)
“Burada yalnızca İstanbul’u yeğlediğini söyler, ev sahipleri de elbet hiç görmedikleri halde Londra’yı
yeğlediklerini söylerlerdi. Bundan sonraki odada Kral Charles’la Sultan’ın sağlıklarının enine boyuna
tartışılması gerekiyordu. Daha sonrakinde Büyükelçi’nin sağlığıyla ev sahibinin eşininki, ancak daha kısaca
konuşulurdu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:87)
“Hatta, mucizeler alanının ötesinde, yazı makinesi ve elektrik ışığı çağında, ışığa garkolmuş ve
kalabalık insan yığınlarının gezip dolaştığı enine-boyuna gelişmiş şehirlerimizde, vicdanın etten ve kemikten bir
tanığı olarak, düşünce bakımından kutsal olan birine rastlamak da hala mümkündür..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:349)
En iyisi : ‘Şimdi yapacağım en doğru iş’ (vereceğim en iyi karar bağlamında)
“İşten dönmem bir azap, hep birinin yanına takılmak.. En iyisi onlarla yüzyüze gelmek. Sormak. Ayten..
Ayten’le hiç yüzleşmedin ama.. Hala bilmezsin, neden... Saldırganlar, gerçekten de çıkıp geldiklerinde, bir de ne
göreyim! Çocuk bunlar.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler - II” ‘Dar Odanın Karanlığı’, sa:21-2)
“Yarı kapalı gözleri onun sürekli uyukladığı izlenimini veriyor, yüzünde ise masum, baykuşvari bir
gülümseme etkisi yaratıyordu. Methuen içkisinden bir yudum alırken ‘Kahretsin,’ diye hırsla söylendi. ‘En iyisi
gidip ne istediğini öğreneyim.’ Archdale bir kez daha budalaca kıkırdadı ve ‘Siz Tuhafiyeci Dükkanı’ndaki
çocukların nasıl bir hayatı var böyle? Tanrı’ya şükür ben hiç bu tür kılık değiştirme işleriyle ilgilenmedim. Basit
bir topçuyum. Bana çok daha uygun,’ dedi.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:10)
“Semyon, delik deşik kasketini de çıkarıp giydirecekti adama, ama başının üşüdüğünü hissetti ve
‘Benim kafa tamamen kel, onunsa kıvırcık, uzun saçları var,’ diye düşünerek şapkasını geri giydi. ‘Ben en iyisi
şu çizmeleri giydireyim ona.’ ”
(L. Tolstoy, İnsan Ne İle Yaşar”, sa:21-2)
Enki :
(MEZOPOTA.MYTH.)
<Enki> Su Tanrısı
Bk.: Anu
Enlil : (MEZOPOTA.MYTH.) <Enlil) Baş Tanrı Anu’nun himayesinde, mamafih daha ziyade toplum
içinde ve gökte değil de yerde cereyan eden günlük doğa ve sosyal faaliyetlerinde, facialarda, bazem olumlu
bazen de olumsuz olarak hükmettikleri ‘Kral’ Tanrı.
Bk.: Anu
Enosis :
(YUN. MYTH.) : Yunanlıların ‘Tüm Kıbrıs Adası bizim olmalı!’ konusundaki siyasi istekleri.
“Çok ilginç bir gençti, hafifçe sesleri kaydırsa da, kusursuz İngilizce konuşuyordu. Dmitri’nin
dükkanında birer kadeh şarap içtik, bu sırada o kendi tezini açıklamaya devam etti. Besbelli ki düşüncelerini
kağıda dökmeden önce kafasında evirip çeviriyordu, ‘Buradaki hükümete gelince,’ dedi, ‘hükümet derin uykuda.
Siyasetten Sorumlu Görevli dedikleri memurla bir söyleşi yaptım. Enosis’i sorduğum zaman ne dedi biliyor
musunuz? ‘Bakın Bayım,’ dedi. Gayri resmi olarak biraz baş ağrıtsa da, resmen böyle bir şey yok.’ ….. ‘Yine de
bu noktada, ne kadar ağırdan alırsak alalım, er ya da geç bu sorunu yerleştireceğimiz bir çerçeve bulacağız
düşüncesiyle avunuyordum. Bizim için her etmen olumluydu. Tanınıyor ve seviliyorduk; bizim tarafsızlığımıza
ve siyasal dürüstlüğümüze karşı insanların sarsılmaz inancı vardı; hatta bana öyle geliyordu ki, bir süre kendi
kendilerini yönettikten sonra referandum yapılsa, maçın sonu, hele beşte bir Türk oylarını düşünürseniz,
beraberlik olur. Benim gördüğüm kadarıyla durum bize yalnızca Yunanistan ve Türkiye’ye daha fazla yaklaşma
şansı tanıyordu.’. …. ‘Ama bu kaygıları şimdi tembellik edip bir kenara itersek, bunların şu ya da bu kılıkta
yeniden karşımıza çıkması uzun sürmeyecekti. Örneğin, Pearce’in evindeki öğle yemeğinde, eski bir devlet
görevlisiyle tanıştım, adam bana öyle sorular sordu ki, nutkum tutuldu ve sonra aynı derecede olağandışı
iddialarda bulundu. Örneğin, Kıbrıslıların Yunanlıların mirasçısı olduklarını iddia edemeyeceklerini çünkü
Yunanca konuşmadıklarını, onların Anadolu melezi olduklarını söyledi Enosis duygusunu birkaç fanatik din
adamı kamçılıyordu, arkasında gerçekten samimi bir halk desteği yoktu.’ ”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:130-1)
ENOŞ : (MYTH.): Tevrat’ta adı geçen bir peygamber olarak kayıtlıdır. Maamafih, A. France’ın aşağıda
ismi geçen eserinde, Adem’in ağabeyini öldüren- oğlu Kabil’in oğlu- olarak zikredilmektedir. Başka kayıtlardan
gerçeği buluncaya kadar, onu şimdilik gerçek olarak kabul edeceğiz.
“Kabalist’lerin <Bk!>, Kabil’in oğlu Enoş’tan sonra gelen en büyüğünü çatımın altında barındırmakla
şereflenmek istiyordum, beyler. Fakat din kuruntuları onun <Mosaide>, çok şereflendireceği halde, Hıristiyan
olarak tanıdığı soframa oturmasını engellemiştir.” ...................... “Bay d’Astarac tekrar söze başladı:
-Mosaide yalnızca Musa’nın kitaplarını yorumlamakla kalmıyor, ondan daha da önemlisi;
Hıristiyanların -bir Arap masalında, yemine düşen inciyi hor gören horoz gibi- anlamını kavrayamadıklarından
bir kebara attığı o Enoş’u da yorumluyor. Enoş kitabı, rahip Coignard efendi, o kadar değerlidir ki, insan
kızlarının silflerle söyleştiği ilk onda görülür. Çünkü Enoş’un bize kadınlarla aşk ilişkisi kurduklarını gösterdiği
melekler, anlayacağınız gibi, silf’lerle semenderler’dir.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:69)
En route : (FR.,KOLL.) <an rut> : Tüm hızla ileri! = Full speed ahead! (İNG.)
Enselemek : Yakalamak (Argo)
“KOMİSER - Tamam.. Anlıyorum. Bu işçinin iş başında bulunmama nedeni tamamen Fiat’ın yaptığı
bir şeydir, diyorsunuz.. Peki, hangi küçük atölyede oldu bu?
ROSA - Nereden bilebilirim ki? Bunu Fiat’a sorun.. Bu rezil herifleri enselememiz lazım.. Agnelli’ye
gidin!”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:23)
“VALENTIN -... Şu gelenler kim acaba? Kim böyle sessizce bu tarafa doğru yaklaşıyor?
Yanılmıyorsam, onların ikisi olacak. Eğer oysa, hemen enselerim. Buradan sağ olarak kurtulmamalı!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:194)
“Anthony, adam kapıya yaklaşınca arkadan bağırdı:
-O kargaşada çıplak, topluca bir oğlan çocuğu gördün mü, acaba? Ok atan biri!
Kelly afallayarak:
-Hayır, fakat dediğiniz gibi çıplak idiyse, görmeye vakit kalmadan polisler enseleyip içeri tıkmışlardır,
yanıtını verdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:147)
“III
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?)
----------------------------------------Yaşam karmaşık tutkularla gelir,
Loş meclislerde nutuk bile atarsın.
İstediğin hedef önündedir,
Ama kader bir enselerse seni.
Görürsün büyük, küçük, fakir mi zengin mi?
Fırtınalarda ruh misali,
Yığınlarla debelen dur.”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“VEIT - Çeneni tut diyorum sana!
RUPRECHT - Dur hele! Bugün ben seni enselerim! Bugün gözlerime kum atamazsın!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:87)
“Mone ve Mulloch, üzerlerinde hemşire üniformaları, altlarında polis arabası ile Biggar’a yönelmişti.
Orada bir çiftlik evine gitmişler ve zorbalıkla onların arabalarını gaspetmişlerdi. Bu zaman boyunca da polis
toparlanmış ve onları takibe başlamıştı. Nihayet Carlisle yakınlarında polis onları yoldan çıkmaya zorlamış ve
kıskıvrak enselemişti.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:165)
“ ‘…..Elbette’, diye yanıtladı üsteğmen…. ‘Şimdi anlıyorum, <kılavuzun> hasta numarası yapıp da
bizimle gelmemesinin nedenini. Bizim Santa Maria de Nieva’dan ayrıldığımızı görür görmez tüymüş olmalı.
-Ama er geç onu enseleriz, dedi çavuş Delgado. ‘Şu aptalın yaptığına bak, adını bile değiştirmemiş.’ ”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:365)
“On beş gün böyleydi: Okuldan gelir gelmez Daniel’in kapısına bir kucak çiçek bırakıyordu.
Karanfilleri bir tekmede merdivene kadar savurdu. ‘Bir gün ya öğleye kadar kapının arkasında bekleyeceğim.
Onu başka türlü enseleyemem.’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:85)
“Otomobil altında kalmış ya da kolerada ölmüş olan o kendi yaşındaki miskin zavallı çoluk çocukla
kıyaslanınca, şanslı olduğunu kabul etmesi gerekti. Onu haince, sinsice enselemişlerdi; insan yaşamını, basit bir
kaza gibi altüst eden, o beklenmediği anda geliveren savaşlardan biri değildi bu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:338)
“ ‘Hani nöbetçiler nerede? Gerçekten tutsak olsaydık, görürdün o zaman nasıl götürülerdi bizi.’ ‘Niye
enselediler bizi öyleyse?’ diye soruyor Moulu. ‘Enselemediler ki. Onlar yürürken ayaklarının altında
dolaşmayalım diye bir yana kaldırdılar bizi.’ Sarı, kıvırcık çocuk içini çekiyor: ‘Öyle de olsa,’ diyor, ‘çabuk
bitmez bu iş.’ ‘Ne olacak yani? kıçlarına neftyağı sürülmüş gibi koşacak değiller ya.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:257)
“HIRSIZ - Ben haddimi bilirim Kaptan..... Dalıyorum eve, birkaç kaşık, bir iki parça elmas, Allah ne
verdiyse, indiriyorum cebime. Sonra biraz şamata ediyorum. Enselendim mi tamam. Aralarında para toplayıp
azad ediyorlar”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94)
“Kalabalık itişip kakışırken, sarı üniformalı polisler, iş kavgaya dönüşür de birini enseleyebilirler mi
diye heyecanla bekliyorlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:38)
“Bu sırada arkamda bir hışırtı oldu. Bir dal çatırdadı. Geriye sıçradım. Kalın ve bayağı bir erkek
kahkahası duyuldu: ‘Enseledik’. Zaten biliyordum.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:164)
Enselenmek : Polis tarafından yakalanmak (Argo)
“Benim 62 model Comet aarabamdayız ama ben kullanamıyorum - sigorta yok, iki kez alkollü araba
kullanmaktan enselenmiştim ve zaten sarhoş olmaktayım.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:7)
“Haberin yok, anlatmadım sana - bir hikaye bu. Kafir! Üç hafta önce bana bana takılmaya başladı: ‘Sen
diyor üç bin yüzünden ahmakça enselendin. Ben de dul bir hatunla evlenip yüz elli bini cebe indireyim.
Petersburg’da kagir bir ev alırım.’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:139)
“Sofri :
- Eylem kararı yok! Enselenirsen, ağzından böyle bir şey çıkmasın sakın. Lotta Continua’nın bu olayla
bir ilgisi yok!”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:52)
“CLAIRE - Yani para mı çalalım? Yoo, asla! Biz hırsız değiliz...... Eşyaların sırlarımızı bir bir açığa
vurduğunu gördükten sonra korktum, eşyalardan korktum Solange! En küçük bir hata bizi polise enselettirir.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:65)
“Bitkindi. Sağında ve solunda birer uçurum vardı. Hiç kımıldayamadan, her an aşağıya
yuvarlanabileceği düşüncesinin verdiği dehşetle iki düşünce arasında çırpınıyordu. Şu iki düşünce arasında
mekik dokuyordu aklı: ‘Düşersen öldün, kalırsan enselendin!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:254)
“Gazetelerin yazdığına göre, İstanbul’da Boğaz’da, yeni açılmış bir otelin lokantasında arkadaşlarıyla
kafayı çekip keyif çatarken enselenmişti. Oh olsundu. Şimdi bir de hapse atılır görürdü gününü!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5)
“Murad kaçağın yüzüne bakıyor.
‘Olağanüstü bir şey yok. Yakalanacaksın.’
‘Adını biliyorlar.’
‘Kimliğim yok.’
‘Buraya gelip enselerler seni.’
‘Kesin şunu. Moralimi bozmayın.’ ”
(K. Yacine, “Nedjme”, sa:13)
Ensesi kalın : Zengin, yağlı müşteri (Argo)
“Memiş de, ‘Geçen gün Yamuk’ların Dursun Ağa, elifi şalvarla geldiydi ya’ dedi. Öteki, ‘Satrançlı biti
kara olacak. Senin aklın ermez, göbeği iri, ensesi kalın, cebi dolu, lafı cart-curtlu mutayit, müfettiş olacak. Sen
dağ başında sığır güderken adam mı gördün sanki?”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:55)
“Haller’in düşüncelerine karşı çıkan gazetenin yazdıklarına bir aydın gibi değil de sersem, ensesi kalın,
doğru dürüst bir iş beceremeyen bir asker gibi katılmıştı.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:80)
Ensesinde hissetmek : Hemen ardında, izlendiğini hissetmek
Bk.: Enseye binmek
“ ‘Ardından bütün adamları acımasızca öldürdüler, cesetleri, İllüminati’ye katılmayı düşünen
diğerlerine gözdağı vermek için Roma sokaklarına atıldı. Geri kalan İllüminati üyeleri kiliseyi enselerinde
hissedince İtalya’dan kaçtılar.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:49)
Ensest : <incest, İng. insest, inceste, Fr. ensest, Bluschande, Alm. bluşande -f-> -Aile ya da kabile içinde,
birinci derecedeki akrabalarla seks yapma ya da evlilik tabusu
“Son gün geliyor. Tam yetmiş iki saattir sürekli bir karmaşa içinde, sürekli tırmanan bir korku içinde
yaşadın. Yolculuğu iptal edip New York’ta ablanla beraber kalmak istiyorsun; ama aynı zamanda bunun söz
konusu olamayacağını; bir günah evliliği yaşadığınızı ayın sadece bir aylık süre olduğu için yaşanabildiğini,
ensest’i sürdürmenin de bir sınırı olduğunu biliyorsun ve bu ilişkinin bittiği gerçeğiyle yüzleşemediğin için de
perişan bir durumda, acıdan kanının donduğunu hissediyorsun.”..... “Kardeşimi severdim Jim. Gençliğimde o
bana herkesten daha yakındı. Ama onunla hiç yatmadım. Çocukluğumuzda da öyle büyük bir deneyim
yapmadık. 1967 yazında ensest macerası yaşamadık. Evet, o dairede iki ay beraber oturduk ama yatak odalarımız
ayrıydı ve seks diye bir şey hiç söz konusu değildi. Adam’ın yazdıkları düpedüz uydurma.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:118;197)
“…yıllar önce çevirdiğim Pierre Clastras dında bir Fransız antropoloğun: ‘Chronicles of the Guayaki
Indians-Guayaki Yerlilerinin Kroniği’ kitabında, Güney Amerika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ufak,
ilkel bir kabilede Krembegi adında bir eşcinsel vardır; onun yatabilecği insanlar ve gerekçesi şöyle anlatılır:
‘Atchei (Guayaki) sosyal yaşamının temeli, aile grupları arasındaki bağlara, karşılıklı evlilerle, kadınların
sürekli takasıyla biçimlenip oluşan ilişkilere dayanır. Bir kadın dolaşıma sokulmak; babası, erkek kardeşi ya da
oğlu olmayan bir erkeğin karısı olmak için var olur: İnsanlar bu yolla pitcha <müttefik, dost> kazanırlar. Oysa
kadın gibi yaşasa bile bir erkek nasıl ‘dolaşıma’ sokulabilir? Örneğin, armağan edilecek Krembegi’ye karşı ne
verilebilirdi? Eşcinsel olduğu için böyle bir şey hayal bile edilemezdi. Bütün toplumların temel kuralı, ensest’in
<kan akrabaları arasında cinsellik> yasaklanmasıdır. Krembegi, ‘kyrypy-meno’ <anüssever> olduğu için toplum
düzeninin dışına düşüyordu… ‘Krypto-meno’ olan bir erkek, müttefikleriyle seks yapmaz. Bu kural, erkeklerle
kadınlar arasındaki ilişkilere egemen olan kuralların tam tersidir. Eşcinsellik ancak ‘ensest’ biçimde olabilir;
‘Oğlancılık’ sadece erkek kardeşler arasında olur, ensest’in bu metaforu, toplum yapısına zarar vermeden -bir
kadınla erkek arasında- asla mevcut bir ensest olamayacağını bildiren bir kesinliktedir. <Paul>”
(Auster, Paul-Coetzee, J.M.; “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:73-4)
“Burada tabu konusu devreye girmektedir. Moravia, katı kabile içi evlilik yasası olumsuz sonuçlar
verdiği için insanlığın yüzyıllar sonra ensest tabusunu geliştirmeye karar verdiğini söylemişti; biz de insanların
savaşı tabu ilan etme yönünde içgüdüsel bir gereksinim duyduğu noktaya gelmiş olabiliriz.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:25)
“Jung devam etmeden önce güldü:
‘Fransızların çözümü Üç Sayısında bulduklarını düşünüyorıum. Üç sayısı sizin Seba Melikenizde de
olduğu gibi, büyülü evliliklerde sık görülür. Bu, Freud’un cinsel yorumlarından veya D.H. Lawrence’ın
fikirlerinden çok farklıdır. Örneğin, Freud ensest yorumunda yanılıyordu. Ensest Mısır’da özünde dinseldi ve
birleşme süreci ile ilintiliydi. <Cesar, Mısıra geldiğinde, Kleopatra erkek kardeşi ile resmen evliydi! İ.E.>
Gerçekte Firavun bireydi ve insanlar sadece özelliği olmayan bir kalabalıktı. Bu nedenle ülkede bireyliği
korumak ve muhafaza etmek için Firavunun annesi veya kardeşi ile evlenmesi gerekiyordu. Lawrence seksin
önemini abartmıştı, çünkü annesinden çok etkilenmişti; kadınları aşırı vurguluyordu, çünkü kendisi hala bir
çocuktu, kendisini dünyayla bütünleştiremiyordu.’ ”
(Miguel Serrano, “C.C. Jung & Hermann Hesse:İki Dostluğun Anıları”, sa:84)
Ense yapmak : Tembellik yapmak, yiyip içip keyfine bakmak (Argo)
“Nasıl senin soskiroslar bugünlerde, mahalle aralarından aşırdıkları tavukları şalvarlarını içine tıkıp
sana bunlarla güzelcenem tavuk çorbasını pişiriyorlar mı? Oooh! Pişiriyorlarsa afiyetlen ye de, güle güle ense
yap İrfancığım!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:275)
“Artık bütün yerleri, hele İstanbul’u bütün bütün unutmalı.. Akşamları birer tek atmalı. Ense yapmalı.
Gülüp oynamalı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:163)
Enseye binmek : Ta yanıbaşına gelmek, eli kulağında olmak, ensesine oturup eşekoyunu oynamak; Başına
gelmiş, ağırlığını koymuş; Esir almak
“Elini kolunu sallayarak konuşan göbekli, kırmızı yüzlü bir adam vardı. Ufarak bir çocuğa bağırıyordu:
-Savaş ensemize binmiş, sen tutmuş bana sendikadan söz ediyorsun.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:45)
“LUCIANO - Eğer şeklini değiştirmişsen eşek olmuşsundur.
S. DROMIO - Doğru.. Hanım enseme biniyor, ben de ot için can atıyorum. Evet, muhakkak eşeğim.
Eşek olmasaydım onun beni tanıdığı gibi ben de onu tanıyacaktım.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:36)
“Onbaşı buyurgan bir sesle;
‘Ver,’ dedi. Sonra da ekmeği beş parçaya böldü, en küçüğünü kendisi aldı. Ekmeğini yerken:
‘Şafak sökmeden daha bir saat önce, düşman süvarileri ensemize binecek,’ dedi. ‘Bütün sorun
süngülenmemeye gayret etmekte. Bu engin ovalarda, ense kökünde düşman süvarileriyle, yalnız bir insan yandı
demektir, tersine beş kişi kurtulabilir: Tek beden halinde benimle birlikte kalın ve ancak çok yakından ateş edin.
Ben yarın akşam hepinizi sağ salim Charleroi’ya ulaştıracağımdam eminim.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:74)
Enseye patlatmak : Sille tokat girerek kalabalığı dağıtmak, birini cezalandırmak
“-... ‘Dağılın!’ diye bağırdım. Ne hakla oraya toplanmışlardı? Yasada böyle bir şey yazılı mıydı? Bunca
insanın orada ne işi vardı? İşte o yüzden kalabalığı itip kakmaya, evlerine gitmelerini söylemeye başladım.
Korucu Yefimov’a da dağılmayanların ensesine patlatmasını buyurdum...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:117-8)
Enseye tokat (kişilik) : Gayet rahat görünen, şakacı, ‘vur ağzına al lokmasını’ tipinden, herkesle geçinen,
kolaylıkla samimi hatta laübali olabilen tip
“Vanyek..... Şvayk’a dönüp, ‘Bizim teğmen de telefonda amma bağırıyor haa!’ dedi. ‘Seninle
konuşurken bile duyuyorum söylediklerini. Hani nerdeyse, enseye tokat g.te parmak...’
‘Canciğer kuzu sarmasıyızdır. İçtiğimiz su ayrı gitmez. Başımızdan ne maceralar geçti.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:425)
“Bunu bu ceza evindeki tutuklulardan çoğu bilmiyordu. Yeniydiler. Ama eski, yatkın tutuklular gayet
iyi biliyorlardı. Herif böyle avurlu zavurlu değil, güler yüzlü, şakacı, enseye tokat biriydi. Ekini hiç belli
etmemiş, zamanı gelince de karşılarına olanca gaddarlığıyla dikilivermişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:65)
En somme : (FR.,KOLL.) <an som> : Kısa, kısacası, kısadan = In short (İNG.)
Entartate Kunst : (ALM. MYTH.): ‘Yozlaşmış Sanat’. İkinci Dünya Savaşı (1938-1945) sırasında,
Almanya’da Hitler rejiminin tüm değerli sanatları böyle adlandırması ve yasaklaması
“Bu ideolojik baskı döneminin aynısını Adolf Hitler de uyguladı. 3. Reich’ın iğrenç politikalarını
övmeyen her sanat türünü Entartate Kunst <yozlaşmış sanat> ilan ett. Yüzlerce değerli Alman sanatçı ülkelerini
terk etti.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 72)
Entel : Yeni kuşak aydını; laf üreten, entellektüel geçinen kimse
“Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman, ..... kanlarını bu yaban topraklarına akıtmış binlerce ve
binlerce insanoğlunun hunharca savaşmalarına sahne olmuştur. Sonuç? Niye tarih yazımını; sıcak, şömineli,
koloniyel tip evlerinde pipo içen veya şımarık çocuklarıyla yad ellerde tatil yapan entellere bırakmıyoruz?
Haydi, biraz aksiyona girelim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:123)
“Ulusal müziğe temkinli olarak ve yalnız vals düzeyinde yer veriliyordu. Entel havalı programlar da
vardı: Geçmişten Portreler, Uluslararası Olaylar ve Yorumlar, gibi, Soru-Yanıt yarışmaları, Şöhret Merdiveni
gibi magazin programlarında bile fazlaca aptallık ve bayalığa düşmemeye özen gösterildiği fark ediliyordu.”
(MV. Llosa, “Julia Teyze”, sa:7-8)
Entente cordiale : (FR.,ENTER.,İLETİŞ.) <an’tant kor’diyal> : Samimi anlaşma (iki kişi ya da uluslar
arasında) = A cordial understanding, especially between two government
Enternasyonal : (SOVY. MYTH.): Esasında ‘Stalin Marşı’ olarak bilinen, Sovyet Cumhuriyetleriyle
Birliği’nde, 1944’ e kadar kullanılmış Ulusal Marş. Marş’ın sözlerini Eugene Pottier (Fr.-Paris) şiir olarak
yazdı <1871>, bir süre sonra Pierre Degeyten (Fr.-Lille) bestesini yaptı. Başlangıç dizesi: ‘Debout les damnés
de la terre!=Ayağa kalkın, ey dünyanın lanetlenmiş kişileri!’ diye başlar ve şöye biter: ‘Nous n’étions rien
donc, soyons tout=Dün, bir hiç idik, şimdi her şey olalım’. Bu, 15 Mart 1944’de, Sovyetler Birliği Ulusal Marşı:
‘Gimn Sovetskogo Soyuza’ ile değiştirilmişti. Enternasyonal, başlangıcınan bu güne, zaman zaman, solcu ve
karşıt gruplar tarafından bir sembol olarak hala çalınır; Uluslararası (Alm: zwischenstaatlich; Fr., Ing:
international).
“Ve geldiler meyhaneden doğru fabrikaya. Teğmenin o güne kadar duymamış olduğu bir şarkı, onlara
bir bayrak örneği eşlik ediyordu. Bu, o yörenin şarkısı değil idi, Enternasyonal idi, üç dilde söylüyorlardı...
Bölge komutanı Horak bu şarkıyı tanıyordu. Teğmen Trotta ise tek kelimesini olsun anlamıyordu. Fakat
melodisinden hissediyordu, o sabah meyhanede sırtında hissetmiş olduğu hırs şimdi şarkıya dönüşmüştü.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:260)
Entipüften : Eski püskü, uydurmaca, ucuz şeyler
“... şöminenin üstünde yine o kolsuz Venüz ile Arles Venüsü, yine şairin Hebert tarafından yapılmış o
yağlı boya tablosu, Etienne Carja’nın çektiği fotoğrafı ve bir köşede, pencerenin yanında, yine o üstü eski
kitaplar ve sözlüklerle tıklım tıklım yazı masası, sanki entipüften bir tahsildar masası...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:25)
“Miss NEVILLE - Sevgili halacığım, size ne kadar şükran duyacağımı bilseniz.
Mrs. HARDCASTLE - Canım bu elmaslar birtakım entipüften eski moda şeyler. Onları takınırsan o
kukla oyunlarında gördüğümüz, Kral Süleyman’ın sarayındaki kadınlara döneceksin!”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:65)
“Zili çalıp sordular. Misis Snyder adında biri bulunmadığı yanıtını aldılar. Son altı aydır yeni bir kiracı
da gelmemişti. Gerisin geriye dönüp kaldırıma vardıklarında Meleks kız kardeşinin odasından ipucu diye
aldıkları entipüften şeyleri bir inceledi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:80)
“Gene de çocuğun başka birine çılgınca tutulmuş olması genç kızda zerrece kıskançlık ya da can
sıkıntısı vermiyordu. Tersine, hoşuna gidiyordu onun. Bu tutku Dorian Gray’i daha ilginç, incelemeye değer
kılıyordu. Lord Henry oldum olası doğa bilimlerine karşı derin bir merak beslemiş, gelgelelim bu bilimlerin
sıradan konularını önemsiz, entipüften bulmuştu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:69)
Entoksikasyon : (Fr.: Toksike olma, zehirlenme, genellikle alkolle.), (Koll.): Bir savunma mekanizması
“ ‘Şaşılacak bir şey değil.’ dedi Başkan gülümseyerek, hiç istifini bozmadan. ‘Katillerin en kolay
savunma mekanizması, herkesi suçlarına ortak etmektir. Özellikle de Velinimet’e <Başkan> yakın kişileri.
Fransızlar buna ‘entoksikasyon’ derler.’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:441)
entre nous : (FR.,İLET.) <ant’r nu> : söz aramızda, aramızda kalsın = Between us, a private understanding (İNG.)
Ent(i)rika : Çoğu kez siyasal dolap, düzen ve oyunlar; bir işin gerçekleşmemesi için kurulan tuzaklar
“Bunun üzerine yeğen:
‘Öyleyse,’ dedi, ‘size amcamın tuttuğu yıllığı vereyim. Parma maddesinde, düşesin astığı astık, kestiği
kestik olduğu dönemlerde o sarayda geçen entrikalardan birkaçını bulabilirsiniz. Ama dikkat edin! Bu öykü hiç
de törel olmayıp, şimdi siz Fransa’da İncil’e bir temizlik, namusluluk gayretine girdiğinize göre, size katil
damgasını vurabilir.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:16)
En ufak : En küçük, küçücük
“ ‘Onu öldürtemeyince onurunu beş paralık etmeye çalıştılar. Bir yığın iftira attılar. Kalleşçe vaatlerde
bulundular ve Zola Davası’nda konuşmasına engel olma uğraşısına girdiler. Başaramadılar. Haklı, kişisel çıkar
gözetmeyen, korkusuz bir insan nasıl konuşursa öyle konuştu.. Sözlerinde ne en ufak bir güçsüzlük belirtisi ne de
en ufak bir aşırılık vardı. Orada konuşmanın nasıl bir cesaret gerektirdiğini umursamadan, gündelik yaşamında
nasıl konuşuyorsa öyle konuştu. Ne tehdit, ne zulüm onu geriletti.’ ”
(A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:79)
Envai çeşit : Her türden , çeşit çeşit
“İstanbul’un üç yüz yıllık Mısır Çarşısı, dünyadaki en büyük kapalı alışveriş mekanlarından biridir. L
şeklinde inşa edilmiş olan yapının, yüzlerce dükkana bölünmüş seksen sekiz kemerli odası bulunur. Yerli esnaf
burada tüm dünyadan getirilen envai çeşit yenilebilir lezzeti coşkuyla satar: baharat, meyveler, bitkiler ve
İstanbul’un her yerinde bulunabilen b,r tür şekerleme olan, Türk lokumu <Turkish delight> (İ.E.)
(D. Brown, “Cehennem”, sa:524)
En vérité : (FR.,KOLL.) <an verite> : Gerçekte, gerçekten, işin doğrusu = In truth, indeed (İNG.)
Enya : Roman dilinde: dokuz sayısı
(Argo)
“-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler
var.
-Üyle <öyle> ise dinle sayayım!
-Kulağım sende, başla! ............
-Dokuz’un adı: enya!
-O da öyle!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:162)
Eosforos : (HIRİS. MYTH.): Başmelek, Hıristiyan Kilisesinin dilinde: Şeytanların reisi; aynı zamanda ‘Sabah
Yıldızı!nın da adı
“Yarı karanlıkta parlayan çıplak dizine dokundum; elim dondu:
-Pederim, dedim; ben buraya seni üzmek için gelmedim; ben Günah değilim; köylü dedemin inandığı
gibi, sade bir biçimde, soru sormadan inanmak isteyen bir gencim; inanmak istiyor, ama yapamıyorum.
-Yazık sana, yazık sana zavallı; seni ‘beyin’ yiyecek, seni ‘ego’ yiyecek. Senin savunduğun ve
kurtarmak istediğin başmelek Eosforos’un ne zaman cehenneme yuvarlandığını bilir misin? Tanrı’ya dönüp de
‘Ben’ dediği zaman.. Evet, evet, dinle delikanlı ve kafana iyice sok: BEN’e lanet olsun!.
Ben inatla kafamı salladım:
-İnsan, bu BEN’le hayvandan ayrıldı. Başlangıçta her şey Tanrı’yla birdi, onun zirve’sinde
mutluydular. Ben sen ve o yoktu; senin ve benim diye bir şey yoktu; iki yok, bir vardı. BİR, BİR olan şey,
işittiğin cennet budur, başkası değil biz oradan hareket ettik, ruh orayı hatırlayıp oraya dönmek istiyor; ölüm
kutsaldır! Ölüm nedir sanıyorsun? Bir katır... Biz sırtına atlayıp gidiyoruz...’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:216)
Epey(i), Epey bir süre; Epeyce; Epeyden beri, Epeydir : Çok, oldukça çok; Uzun zamandanberi
“Trifon, kışa girerken hastalanmıştı. Köyde ilaç pahalıydı. Şehre inmek bir meseleydi. Trifon gerçi
mektebe gitmiyordu. Ama kendi kendine çalışıyordu. Kitap, defter bile epey para tutmuştu. Stelyanos yarın
balığa gidecekti.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:14-5)
“Gitgide hırçın, neşesiz bir duruma girerler, çünkü kendi yakışığına, doğal eğilimine ulaşamamış bir
insan, mutsuzdur; acı çeker, acı da kini ve kötülüğü doğurur. Açıkçası, dünya evine girmemiş bir kadın,
yalnızlığından ötürü kendisini ayıplamadan önce, bu suçu epey bir zaman, başkalarının sırtına yükler.
Suçlamaktan, öc almak isteğine geçmek için yalnızca bir adımlık yol vardır.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:74)
“YOL
-----Git, git, bu yol kimsesiz,
Ne yapmam gerekiyor?
Epey yürüdüm, derken
Taa uzaklarda bir köy,
Belli belirsiz görünüyor.
Eşsiz bir sevinç içimde”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:70)
“Karşınızda oturan oturan ihtiyar İtalyan ayağa kalktı, kocaman siyah valizini indirirken epey güçlük
çekiyor, sonra dışarı çıkıyor, arkasından gelmesini işaret ediyor karısına. Ellerinde eşyalarla yolcular, alay alay
koridordan geçmeye başladı. Az sonra kapının önü tıklım tıklım dolacak.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:271)
“Kasabaya ulaştığımda görünürde kimseler yoktu. Arabadan inip epey bir süre dolaştıktan sonra ortaçağ
tarzında yapılmış eski bir evde küçük bir bar buldum. Barın sahibi televizyonda bir programa dalmıştı; başını
bile çevirmeden siesta vaktı olduğunu söyledi, o sıcakta ortalıkta dolaştığıma bakılırsa deli olmalıydım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:29)
“Yolculuk ve araştırmalarım için epey para harcamış olmama karşın, projemden hemen vazgeçtim.
Yine de Transilvanya yolculuğum hayatımda derin bir iz bırakacaktı, çünkü Athena’yla orada tanıştım.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:16)
“Fedor Pavloviç’in epey, yüzden fazla kitabı vardı ama kimse onun birini bile eline aldığını görmemişti.
Hemen kütüphanenin anahtarını Smerdyakov’a verdi.
-Avluda aylak aylak dolaşacağına otur, oku; kütüphanemizin memuru olursun.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:191)
“Epeydir böyle yaşıyorum, belki yirmi yıldır. Şimdi kırkındayım. Eskiden çalışırdım, şimdi görevi
bıraktım. Ters bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan zevk alırdım.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:13)
“Sonra daha düşünceli bir halde ve bu haline uyan daha tetik adımlarla örümcek ağı kokan merdivenleri
tırmandı, önünde üniformalı kapıcıların kol gezdiği büyük salonun mazgal deliklerine vardı. Vakit epeyce geç
olmuştu, Pursewarden’ın hep ‘Merkezi Güvercinlik’ diye söz ettiği yerdeki görevlilerin çoğu anahtarlıklara takılı
anahtarlarını teslim edip gitmişlerdi.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:95)
“Gün ışığı arttıkça etrafını daha rahat görmeye başlayan Methuen, neden bu dağın zirvesinde
konakladıklarını anladı; zirve Sırbistan’ın anayollarından birini tepeden görüyordu. Bulunduğu yerden yolda
epey hareket olduğunu, geçen arabaların ve kamyonların kaldırdıkları toz bulutunu görebiliyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:158)
“Tytyre, gün ağarırken, ovada beyaz kozalakların yükseldiğini fark eder; tuz ocakları. Nasıl işlediklerini
görmek için aşağıya iner. Etkisi olmayan bir görünüm; iki tuzla arasında epeyce dar inişli yollar.”
(A. Gide, “Batak”, sa:26)
“Bir yan sokakta, tütüncü dükkanı buldum. Burası ufacık bir dükkan; artık iyice ihtiyarlamış bir karı
kocanın. Kocanın kutuyu açması ve karısının da on sigarayı sayması epeyce sürüyor. Birbirinin işine engel
oluyorlar, fakat birbirlerine güleryüz gösteriyorlar.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109)
“Yüzünün çizgilerini iyice unutmuştum Nihat Giray’ın. Bununla birlikte o kurşuni yeşil, kimileyin de
epey açık gözlerde -gölgeler ve güneş- güya elem, ayrılık, daima ıstırap görüyordum.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:42)
“ ‘Bir şey soracağım, Bay K., acaba Pazar sabahı kotramdaki partiye katılma zevkini verir miydiniz
bana? Epey kalabalık olacak ve gelenler arasında hiç kuşkusuz tanıdıklarınız da vardır. Örneğin Savcı Hasterer
gibi.’ ”
(F. Kafka, “Dava”, sa:49)
“Gazeller
----------Pencereyi açıp bakarsan dışarı
Epeyden beri bekliyor bizi orada
Bütün şehir uyudu Nasir
Sen hala niçin uyanıksın”
(Nazir Kazimi-Asuman Belen Özcan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.02.03)
“Mahkemede olup biten çok şey var, bunlar açığa çıkarılmalı ve eğer ‘hasta’ mahkeme huzuruna
getirilmişse, konuşmasına izin verilmeli. Ama olaylara, ‘bir an evvel bitirilmesi gereken bir iş’ olarak
bakılıyor..... Bu, benim ve benim gibi diğerlerinin kalpten hissettikleri şey. Eğer bana bir şans verilseydi, kendim
hakkında herhalde epey şeyler söyleyebilecektim ama her şeyin önceden tezgahlandığı gün gibi besbelliydi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:83)
“Ölümünden üç-dört gün önce, güneşin tam tepede olduğu bir öğle vaktinde, koşmaya başlayacağını
söylemişti bana. ‘Kilom epeyce arttı,’ diyordu, ‘bu durum tehlikeli. Yakında kıpırdamakta güçlük çekeceğim.
Oysa bak ihtiyar martılar uçmayı bırakıyorlar mı? Sürekli olarak gökyüzünde süzülüp duruyorlar, denize dalıp
çıkıp yiyecek buluyorlar. İnsanoğlu, bu akıllı yaratıkları örnek almalı. Ben de her gün koşacağım artık.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:14)
“ ‘Ve o gün, Boa gizemli bir tavırla bana yaklaştı, yıkanırken, aynı türde bir başka öykü yazsana bana,
satın alayım, dedi, kıyak herifsin, otuzbircilerin en iyisisin, ilk müşterimdin, seni her zaman hatırlayacağım,
sayfa başına elli alırım dediğimde karşı çıktın, ama yazgına boyun eğdin ve taşındık ve böylece mahalleden ve
arkadaşlarımdan, gerçek Milafores’ten uzaklaşmış ve yazarlık hayatıma başlamış oldum, epeyce de para
kazandım, yığınla beleşçi olmasına karşın.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:160)
“Madam Roland iyiden iyiye uyanmıştı, deniz ve kayalıkların kapladığı ufka süzgün süzgün bakarak
yavaşça:
Ama yine epeyce avlamışssın, dedi.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:30)
“Hafifçe baş eğdi. Sigarasını benimkinden yaktı. Gene bir baş işaretiyle teşekkür etti. Sonra, görünürde
büyük bir keyifle, başladı tüttürmeye. Çektiği ilk nefesin dumanını ağzıyla burun deliklerinden yavaş yavaş
çıkararak: ‘Eeeey!’ dedi. ‘Epey var yaprak sigarası içmeyeli!’ ”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:43)
“Epeydir aradığın bir şeyi bulmuş olmanın hem sevinç, hem keder veren gizli bir an için bulandırmıştı
yüzündeki tedirginliği, kırıklığı. Sis ışığa çıkmıştı. Sonra yavaşça çevirip başını yüzüme baktın kuyuya düşmeye
benzeyen derin bir korkuyla.”
(M. Mungan, “Aşkın Cep Defteri- Bilardo Topları”, sa:13)
“O güne dek onca şarkıyı ezbere bildiğinin, çok iyi bir sese ve kulağa sahip olduğunun neredeyse
ayırdında bile değildi. Müzik kendisinden habersiz gelip yerleşmişti ona. Babasının ağız mızıkasıyla çaldığı
ezgileri anımsar, içlenirdi yalnızca. Bu alandaki yeteneğini ve olanaklarını kabullenmekte epey güçlük çekti
Alice.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22)
“Gezmek için ilk aklıma gelen yer, bir alışveriş merkezi olmazdı doğrusu. Bir kere sormuş
bulunmuştum. Geri alamazdım. Sonunda kendime de mazur gösterebileceğim gerekçeler bularak Akmerkez’e
yollandık. Epeydir hiç çarşı gezmemiş, vitrin bakmamıştım, benim için de bir değişiklik olurdu.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:31)
“Ayrıca epeydir zaman zaman aklıma düşen bir iş daha vardı. Kimsenin -yani aileden kimseninhaberdar olmadığı bir on yedi papelim vardı. Bu da şöyle oldu. Bizim firmada Mellors diye bir herif
‘Astrolojinin At Yarışlarına Uygulanması’ diye bir kitap ele geçirmişti. Bu kitapta, bütün davanın, gezegenlerin
jokeyin giysisinin renklerine olan etkisi olduğu iddia ediliyordu.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:9)
“KUŞ
------.
Bugüne dek etrafımda ne kuşlar uçtu benim,
neyse biri -şansıma- yanımda epey kaldı.
Onunla ısındı sanki en soğuk kış günlerim
ama bugünler o da kendi dünyasına daldı.”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“Ben de binerek sandalcıya yola çıkmasını söyledim. Sular dalgalıydı; gidiş epey uzun oldu; her
zamanki gibi kötü bir davranışla karşılaşma korkusuyla yaşlı askerle konuşmuyordum. Ama, görmüş geçirmiş
görünümü beni yatıştırdı. Konuştuk. Aklı başında, namuslu bir adam izlenimi verdi.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:134)
“Tereddüt ediyordu: ‘Yol epeyi, sıcaktan pişeceğim,’ diye söylendi. Flanel ceketini giymek isterdi, ama
zararı yok, zaten her istediğini yapmaya alışık değildi, üstelik bu sıcakta, elinde koca bir sepet ve o kalın ceketle
kan ter içinde yürümek gülünç olurdu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:87)
“O sırada sağdan soldan çın çın öten kadın, kız sesleri gelmeye başladı. Çilek toplamaya onlardan sonra
çıkan komşuların sesleriydi bunlar. Aralarında Akulina Teyze de vardı. Bu sırada kuşluk vakti olmuş, kızların
çömleklerinde epey çilek birikmişti.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:112)
“EN SON GÜN
-----------------Sevdiğim kadının jartiyeri
Solmuş sonbahar yaprakları.
Ettiğim sohbetler
İspinozların şarkısı gibi çınlıyor kulaklarımda.
Bilmiyorum neydi en büyük hatam.
Düşünüyorum da daha fazla yüzmeliydim,
Daha çok müzik dinlemeli, epey bir yürümeliydim.
Hiçbir şey yapmamalı, hiçbir yere gitmemeliydim,
Kimseyi beklememeliydim, güvenmemeliydim kimseye.
Kendimi sevmeliydim daha fazla
En zor olanı bu...”
(Nebojsa Vasovic<d.1953->-Songül Doğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.07.08)
“Candide Pérgord’lu rahiple birlikte dönerken Matmazel Cunégonde’a ihanet ettiği için biraz vicdan
azabı duydu. Abbé de onun acısını paylaştı. Candide’in oyunda kaybettiği elli bin frankla, yarı armağan edilen,
yarı aşırılan iki elmasta onun da ufak bir payı vardı. Niyeti Candide’in saflığı yüzünden elde edeceği çıkarları
elinden geldiğince artırmaktı. Ona epeyce Matmazel Cunégonde’dan söz etti.
”Voltaire, “Candide”, sa:98)
Ephebikoi :
(YUN.,PEDAG.,KOLL.) <Efe’bi’koi> :
Genç, gençlere ilişkin
“Yolculuk esnasında Rahip Williams’ın bazan onun bir çayırlığın kıyısında, bir ormanın eteğinde
durup bir bitki (sanırım hep aynı) topladığını saklamayacağım; sonra dalgın bir bakışla onu çiğnemeye
koyulurdu. Birazını alıkoyar, büyük gerilim anlarında yerdi. Bir kes, ona bunun ne olduğunu sorduğumda,
gülümseyerek iyi bir Hıristiyanın bazan imansızlardan da bir şey öğrenebileceğini söyledi; tadına bakmama izin
vermesini isteyince de, tıpkı konuşmalar için olduğu gibi, basit insanlar için, paidikoi <çocuksu>, ephebioki ve
gynaekeioi <kadınsı, kadınca, kadına özgü> söz konusu olduğunu, böylece yaşlı bir Fransisken’e iyi gelen
otların, genç bir Benedikten’e iyi gelmeyeceğini söyledi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:29)
epigraphy :
Epinal resim : 18. ve 19. yy.’larda yapılması moda olan basılı renkli resimler. Bunlar, müze olarak,
Fransa’nın doğusunda, Lorraine planlama bölgesindeki <région de programme> Vosges ilinin <Department>
merkezi olan Epinal kentinde halen korunmaktadır. Nüfusu 40.000 civarında olan kent, Orta Çağlardan kalan
antik yapılarla -en önemlisi 11. yy.’da inşa edilen Saint-Maurice Bazilikası- meraları ve sakin akan Moselle
Irmağı ile, her tür natür sevenleri cezbeder.
“Ardından sessizlik. Anny sessizliği bozmaya da niyetli değil. Ne kadar çıplak bir oda! Bir zamanlar,
bütün yolculuklarında Anny, şallarla, atkılarla, başörtüleriyle, Japon maskeleriyle, Epinal resimlerle dolu koca
bir bavul taşırdı yanında. Otele iner inmez -isterse tek bir gece kalsın- ilk işi bu bavulu açıp, nesi var nesi yok
çıkararak duvarlara, lambalara asmak, değişik ve karmaşık bir düzenle, masalara ya da yere yaymak olurdu.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:183)
Epiphania : ‘Epiphany’ : Mecusi’lerin <Zerdüştçü’lerin> Hz. İsa’yı görmek için Bethlehem’e <Kudüs
yakınlarındaki Hz. İsa’nın doğduğu şehir: Beytüllahm> geldiklerinin 6 ocak’ta yıldönümünü kutladıkları yortu
“O gece, on dokuzuncu yaşgünüme rastlayan o Epiphania gecesi, gökyüzünü insanın iliklerine ilişken
bir sulusepken akıtır ve dondurucu bir rüzgar Kraliçe Pédaque’ın <restoran> tabelasını gıcırdatırken; içerde kaz
yağıyla mis gibi kokan bir ateş yanıyor, çevresinde Jérome Coignard, babam ve benim oturduğumuz beyaz
örtülü masanın üzerinde çorba kasesi tütüyordu.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:27)
Epistemoloji : Bilgibilim; Ahmet Cevizci’nın ‘Felsefe Sözlüğü’, Epistemoloji’nin kapsamı içinde kalan klasik
problemleri dört temel başlık altında toplar: 1) Bilginin imkanı problemi, 2) Bilginin doğruluğu problemi, 3)
Bilginin kaynağı problemi ve 4) Bilginin sınırları problemi.
“Epistemolojik açıdan, Amerikalıların Ay’a gittiğinden emin olamayız (oysa Flash Gordon’un Mongo
gezegenine gittiğinden eminiz). Biz de aşırı şüpheci ve hafif paranoyak olmayı deneyelim: Küçük bir düzenci
grup (Pentagon’dan ve çeşitli televizyon kanallarından bazı kişiler) büyük bir sahtekarlık düzenlemiş olabilirler.
Biz, yani olayı televizyondan izleyen herkes, bize Ay’ın üzerindeki bir insandan söz eden o görüntülere
güvenmiş olabiliriz.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, sa:106)
E pluribus unum : (U.S.A.,KOLL.) <E plu’ribus unum> : Çok içinden bir tane – U.S.A. koin’lerinin üzerinde
ki basılı motto = ‘One from many’ – Mortto on the great seal of the United States. Adopted from VERGIL,
Moretum, 104. (İNG.)
E-posta : E-mail <i-meyl>: Elektronik yolla bilgisayardan bilgisayara yapılan iletişim
“ ‘… Mikroskop ve teleskop eskiden göremediğimiz birçok şeyi görmemizi sağladı ama günlerimizi
hala normal görüş ortamında geçiriyoruz,’ der. ‘E-posta’lar postayla gönderilen mektuplardan daha çabuk
geliyor ama sonuçta onlar da mektup yazmanın bir başka türü değil mi,’ der. Bing böyle örnekleri peş peşe
sıralar.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:74)
Eprimek : Eskimek, yıpranmak, çürümek, lime lime olmak, pelteklenmek (sebze ya da giysi)
“Delos.. Tasviri hayvanlar adasını içeren, aslanlar ve boğalar adsı..... Aslanların yapıldığı mermer,
aşınma nedeniyle eprimiş ve delik deşik olmuş, kaya tuzundan yapılmış gibi, hayaleti andırıyor...”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:166-7)
“O günlerde, Kungshamra öğrenci bloklarındaki küçük odasında, yıpranmış, yüzü eprimiş koltukta
oturuyor; küçük bir aynada sağlıksız gözkapaklarını inceliyor; elini karnına koyup sağ tarafına yayılan, sonra bir
topluiğne ucu gibi kendini duyurup şiddetlenen ağrıyı düşünüyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:14)
Erdem; Erdemli : Basiret, iye, akıl dolu düşünce ve davranış, bilgelik; Yüce Erdem: Tanrı; Bilge kişi, erdem
sahibi
“Kendisine bir soru sorulan görüntü şöyle yanıt verdi:
-Bilmiyorum. Ne var ki bu vadinin adı yerin dibine geçse iyi olur. Çünkü Polero’nun kendisinden
koparak ayrıldığı Apenin dağının tepesinde (İspanya’nın kuzeyinde) bulunan ve pek az yerde bu kadar bol su ile
beslenen kaynağından tutun da, gökün denizden alıp buhara çevirdiği şeyi yenilemek ve nehirlerin akarken
taşıdıkları bu şeyi bulmak için vardığı noktaya kadar olan mesafe boyunca..... herkes kendisine düşman saydığı
erdemden, bir yılandan kaçar gibi kaçmaktadır.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:105-6)
“Luisa Porto’nun Kayboluşu
1.
-----------------------------------Erdemine de kimse toz konduramaya kalkmasın:
Yoktu, diyorum size, erkek arkadaşı yoktu onun.
Olağanüstü bir şey olmuş olmalı:
bir deprem ya da bir kralın gelişi;
yön değiştirmiş olmalı caddeler
bu kadar geciktiğine göre, hava karardı!”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 04.08.05)
“ÇALARSAAT
------------------Saat nerdeyse çalar ve tanrısal Yazgı
Ve yüce Erdem, o daha kız olan karın,
Ve Pişmanlık bile (ah! sonuncu durağın!)
Derler: Geber, koca ödlek! beklemez yargı!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:163)
“Karanlık ormanlarda, savaşta,
düşmanların, sellerin ya da yangınların ortasında,
engin denizlerde ya da yüksek tepelerde
uyumak ya da pervasız bir coşkuyla
tehlikeyi çağırmakönceki hayatlarda kazanılmış erdemler
korumaya yeter sahiplerini.”
(Bhartrihari<5.y.y.>-Handa Ataözden; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.04.09)
“İblis yanıtladı: Aptalı, buğday tanesini değirmen taşında dövdüğün gibi döv, aptallığı geçmeyecektir.
İsa Mesih en yüce kişiyse onu en yüce sevgiyle sevmelisin. Şimdi, ‘on emir’ yasasını nasıl onayladığına kulak
ver. Sebt günüyle ve dolayısıyla sebt gününün Tanrısı’yla dalga geçmedi mi? Onun yüzünden öldürülenleri
öldürmedi mi? Zina işleyen kadının cezasını yasalardan kaldırmadı mı? Kendisini geçindirenlerin emeğini
çalmadı mı? Pilatus <Bk!.>’a karşı kendini savunmayı reddederek yalancı tanıklığa göz yummadı mı? Havarileri
için dua ederken ve onları evlerine almayı reddedenlerin karşısında, sandallarının tozunu silkmelerini
buyurduğunda imrenmedi mi? Bu on emri yıkmadan hiçbir erdemin var olamayacağını söylüyorum sana. İsa,
baştan aşağı erdemdi ve kurallara göre değil, içinden geldiği gibi davrandı.
(William Blake, ‘Cennet ve Cehennemin Evliliği”, sa:57)
“ŞAİRE
-------Çevir bakışını dünyaya,
Soğuk bir tanığı ol her şeyin.
Ateşe hazır ol tırmanmayaBu senin olsun erdemin.”
(Valeri Bryusov <1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02)
“Oturduğunuz köyden hiç dışarı çıkmadığınız halde, bilmem hangi papaz okulunu bitirdiniz diye
şövalyeliğe kara sürmeye, gezgin şövalyeleri lekelemeye hakkınız var mı sanıyorsunuz? Keyif için değil de, iyi
insanları ölümsüz kılan şeyler uğruna dünyayı dolaşmak, boşuna vakit kaybetmek oluyor öyle mi? Eğer bir
şövalye, asil, yüce gönüllü, erdemli biri bana ahmak deseydi, bir hakaret; fakat sizin gibi şövalyeliğin zahmetli
yollarından birini geçmemiş, tıfıl, eğitimli insanların sözlerine aldırmam ben. Şövalye doğdum, yüce Tanrı izin
verirse, öyle de öleceğim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:599)
“İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstem dönemine değin süren, alnının
kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri
geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir. İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın, bakın neler göreceksiniz. Görkem
mi?”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:44)
“Ben önüne geçilmez bir büyücüydüm. İlkbaharda kalemim ve kağıdımla her şeyi döllüyordum, bütün
dünya boğulur gibi oluyordu: Baş veremiyordu, ben yaşayamıyordum. O zaman çok mutluydum çünkü her yere
ölüm tohumlarını ekiyordum ve benim içimde erdem boy veriyordu. Ben bitkilerin, arıların, dağların, balıkların
efendisiydim - yürüyen, yerde sürünen, toprağa kök salmış her şeyin: havada ya da denizde.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:324)
“ ‘....... çoğu zaman, basit insanların gerçeği, güçlülerin gerçeğine dönüşmüş oluyor: yoksul yaşam
süren rahipten çok, imparator Ludwig’in işine yaryan bir gerçeğe. Onların yaşantısına nasıl yakın olunabilir,
sözgelimi onların işevuruk erdemi, çalışma yeteneği, onların dünyasını dönüştürmek ve daha iyi kılmak için
nasıl korunabilir? Bacon’ın sorunu buydu. ‘Quod enim laikali ruditae turgestic non habet effectum nisi
fortuito’ <Kuod enim layikali ruditate turgestik non habet efektum nizi fotuvito = Laiklerin kabaca şişirdikleri,
şans yardım etmezse, etkili olmaz>, diyordu. Basit insanların yaşantılarının yabanıl ve denetlenemez sonuçları
vardır. ‘Sed opera sapientiae certa lege vallantur et in fine debitum efficaciter diriguntur.’ <Sed opera
sapienti certa lege valantur et in fine debitum efikasiter diriguntur = Ancak, bilimsel yapılar belli bir yasayla
geçerli kılınır ve etkili bir biçimde zorunlu sonuca yönelebilir>. Yani, pratik sorunlarla uğraşırken bile, ister
mekanik ister tarım, ister bir kentin yönetimi olsun, bir çeşit tanrıbilime ihtiyaç vardır........... Bugün ben ve
arkadaşlarım, insancıl soruların yönetimi için, yasa yapmanın kilieye değil, halk meclisine düştüğüne
inanıyoruz.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:237-8)
“Sabahın Basamaklarında
--------------------------------Başlayan gün
biten gün
yağmur gibidir
sessizlikle dolu
kuşku ve arayıştır bu
sözcükler içinden
dışındaki
hep daha yükseklerde
aşağılarda belki, erdemlerle
toprağın ilk gelenden
gizlediği”
(Claude Estaban<1935-2006>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.05.06)
“Bir kuruluş savaşı vermiş olmanın erdemi içinde düşmana kurşun atmak savunabilir, savaşın bütün
barbarlığı güzel bir anıya dönüşebilir de, haksız bir savaşın erleri bütün dünya ve hatta kendileri tarafından bile
siyasal dayatmalarla da olsa lanetkenmiş bir zamanın hangi anılarını yakınlarına anlatırlar, nasıl anlatırlar?”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:63)
“..... Chopin’in <Barkarol>ünün bayan filancanın ya da herkesin çaldığından çok daha yavaş çalınması
gerektiğini biliyorum, seziyorum, ama başkalarının önünde bu yapıtı gönlümce çalabilmek için, onu çok daha
hızlı çalabildiğime emin olmalıyım ve özellikle dinleyicinin buna inandığını duyumsamalıyım. O hızla
çalındığında Chopin’in müziği parlıyor, kendine özgü değerini, erdemini yitiriyor...”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:50)
,
“HAKİKAT
***
Muhammed’in gençlerini gördüm,
Ne mükemmel erdemli delikanlılar.
Yıllardı ayak altında eziliyorlar,
Ama bu, Allah’a bir kat daha bağlıyor onları.”
(İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:62)
“NEFRET BİLDİRİSİ
-------------------------O anlaşılmaz kent, haset yuvası,
anında yok edilen erdemin kaynağı,
boğucu çoraklık, içinde yanan, duyulmamış
bir kelime gibi var olduğumuz,
karanlık bir geçit gibi geçtiğimiz yüzey,
kötülük soluduğumuz çöl,
yakıcı gözyaşlarının suladığı uçsuz bucaksız
orman,
tiksinti gözyaşlarının, aşağılayan gözyaşlarının.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“HER ZAMAN
-------------------
Sarhoş ol sanat ve erdemle,
Taşı aklını ve yüreğini yukarıya,
Erguvan kırmızıyı sev bir kral gibi,
Tanrı olamazsann, dene şairliği.”
(Jean Lahor<1840-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.08.05)
“Kısacası onu erdemleri mahvetti, beni ise kusurlarım kurtardı.Yakınlarını korumak, atalarının ona
miras bıraktıklarını elinde tutmak için yırtıcı bir hayvan gibi savaştı. Ben bunu yapmadım. Benim yetiştiğim
sanatçı ailesinde aşılanan erdemler bunlar değildi….. İlk katliam başlar başlamaz çekip gittim, kaçtım; ellerim
temiz kaldı. Namuslu bir kaçak olarak kazandığım tabansızca bir imtiyazdı bu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:18)
“Ellinci Gün
-------------İn, aşka sarılı, in, yumuşat,
ruhlardaki gururlu öfkeleri
öyle düşünceler ver ki yüreklere,
değiştiremesin hesap-kitap günü olan son gün;
yarasın erdemin, beslesin
verdiğin armağanları
tıpkı güneş gibi,ki yeşertir çiçeği,
açmak stemese de tohum.”
(Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“YOKSUL ÜLKELER ZİRVESİ; GAO
--------------------------------------------------------------
Burada Gao’da
Gururlu Nigerler tarafından sulanmış
İmparatorluklar bir kez parlayınca
Timbuktu’nun altını oyuncak oldu
kraliyet ailesinde
Bilim Ticaret’le takas etti erdemleri
Güneş doğdu, gürbüz, Mali göğünde
O zaman ortaya çıktı Çöl
O zaman göründü Deniz.”
(Niyi Osundare<d.1947>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.04.09)
“İSMENE
Eğilmeyi
büyüklüğün ölçüsü sayarım ben. Korkaklar (örneğin
kız kardeşim)
eğilmek gücünden yoksundurlar, onların büyüklüğü
soğuk bir kasılmadır sadece.
Öyleyse nedir o gururları? Erdemleri nedir?”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:173)
“Yaşadıkça anlıyoruz:
Hiç de zararsız
değil zenginlik
Erdemsiz olunca”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:112)
“Ama bu dalaşmalar, kahverengi parmaklıklarla ve kurumuş kan renginde incecik kübik binalarla
çerçevelenmiş Manhattan sokaklarında, boş arsalarda gerçekleşiyordu. Bütün bunlar büyülüyordu beni; mekanın
adeta yiyip yuttuğu ve altındaki bozkırı zar zor saklayabilen püriten ve kanlı bir kent hayal ediyordum: Cürüm ve
erdemin ikisi de kanun dışıydı orada; her ikisi de özgür ve egemen olan katil ve adalet adamı, akşamları bıçak
darbeleriyle anlaşıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:160)
“Erdemlerin sonsuzdur, varlığın gür ve kutlu:
Sana ermek zaferdir, sensizlik umut dolu.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:52, sa:145)
“Ben evlenmeden az önce halam -ruhlarla dost olan-, astrolog bir arkadaşıma yıldız haritamı
çıkartmıştı. Günün birinde elinde bir kağıtla karşıma dikilmiş, ‘işte, bu senin geleceğin,’ demişti. O kağıtta
geometrik bir desen vardı, bir gezegenden ötekine uzanan çizgiler açılar oluşturuyorlardı. Buna bakar bakmaz,
burada uyum, süreklilik yok, sıçramalar, düşmeye benzer inişler var diye düşündüğümü anımsıyorum. Astrolog
kağıdın arkasına şöyle yazmıştı: ‘Zor bir yürüyüş, yolun sonuna kadar varabilmek için bütün erdemlerini
seferber etmelisin.’ ”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:41)
“KRALİÇE ELİZABETH VE SIR WALTE RALEIGH
ARASINDA GEÇEN ŞİİR TARTIŞMASI
<Elizabeth’ten Raleigh’e > (1587)
Ah, aptal Pug, bu kadar korkak mıydın sen?
Üzülme sevgili Wat, yitirme cesaretini hemen.
---------------------------------------------------Hayır, hayır, sevgili Pug, gözleri görseydi bile talihin,
Emin ol hükmedemezdi aklına sevdiğinin.
Talih bazen ele geçirir kralları, bilirim,
Bazen de hükmeder dünyaya ve fani zenginliklere.
Fakat emin ol asla dayanamaz Talih,
Eğer erdem dikkat eder ve boyun eğmezse.”
(I. Elizabetha Regina<Tudor>(1553-1603)-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 05.08.04)
“Ancak çok geçmeden Orlando, yalnız bu tür bir yaşam biçiminin rahatsızlığından ve o dolayların eciş bücüş
sokaklarından değil, insanların kaba saba davranışlarından da bıktı. Çünkü, unutmamalıyız ki suç ve yoksulluk
Elizabeth dönemi insanına bizlere geldiği gibi çekici gelmiyordu. Onlarda şu bizim çağcıl kitabilik utancımızdan eser
yoktu; kasap çocuğu olmanın bir nimet, okuma yazma bilmemenin bir erdem olduğu inancımızdan da...”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:28)
“ÖZGÜRLÜK... DİYE HAYKIRIYORUM
<23 Eylül 2004>
---------------ne seçme ne de seçilme
hakkım var;
erdemli olmak gibi
günah işlemeye de hakkım yok,
özgürlük...
diye haykırıyorum”
(Abir Zeki<d.1965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.06.07)
Erdenlik : İffet, saffet, bekaret
“Angélique’le Félicien, bu arada diz çökmüşler, İsa ile kilisenin gizemli evliliğinin tamamlanışı demek
olan kurban ayinini sofuca dinliyorlardı. İkisinin eline de, vaftizden beri korunan erdenliğin simgesi olan yanar
birer mum verilmişti.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:142)
Ergeç, er-geç : Eninde sonunda, ne zaman olsa
“Mösyö Guillaume, özellikle bu acınacak tutkuya içerliyordu. Şu gerçekleri pek beğenirdi; bir kadın
mutluluğa ermek için kendi düzeyindeki bir erkekle evlenmeliydi, insan er geç gözünün yükseklerde olmasının
cezasını görürdü...”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:67)
“Belli ki daha hızlı yürümem olanaksızdı. Uzaktaki dağlar daha da yüksekti, er geç onları da aşmam
gerektiğinin farkındaydım. Bu arada yorgunluktan hiçbir şey düşünemez olmuş, kendime karşı daha acımasız
davranmaya başlamıştım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:204)
“Yalnızca bizim için çok önemli olan insanlardan değil, düşüncelerimiz ve düşlerimizden de söz
ediyorum: Bir gün, bir hafta, birkaç yıl daha dayanabiliriz, ama eninde sonunda yitirmeye yazgılıyız. Bedenimiz
sağ kalır, ama ruhumuz ergeç ölümcül darbeyi yer.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:17)
“
***
<2001>
-----Yaşam denen ırmağa akar
er geç anılar
Anılar akıp gider
yaşam ırmağının suyunda sessiz
Ve biz zamanın mangalında
gün gün küllenmekteyiz”
(Saffet Eren-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.12.04)
“... Ev de elden giderse halimiz ne olur? dedim. Peki, istediğinize razı oluyorum. Biliyorum ki bir şeyi
pençenize taktınız mı bırakmayacaksınız. Onu er geç nasıl olsa koparaıp alacaksınız. Böyle olduktan sonra niye
kendimi de, sizi de beyhude yere yorayım?”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:85)
“BRAND - Sadede gelelim.
B.M. - Her ne ise. Onun yaşında… Allah korusun. Bu ergeç hepimizin başına gelecek, çare yok.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:93)
“ ‘Demek dostluğun varlığına inanmıyorsun?’
‘Öyle bir şey söylemedim; dostluğa seyrek rastlanır, ama onu inkar etmek güneşi çamurla sıvamaya
kalkmak olur….. Dostluğa köle olan, ancak bu efendisinin ciğerleriyle nefes alır. Sen de bana bu kölelerden biri
gibi görünüyorsun, ben de öyleydim, bugün de bir özleme bağlı olarak öyleyim, çünkü er geç efendimiz bizi terk
eder. Her insan, yüreğinin bağlı olduğu değişmeler sonucunda bizden ayrılır, çok kere de yürekten daha güçlü
olaylar, bazen de kendi hatalarımız buna yol açar. İçli insanların sevgisi ölçü bilmez, fazla sıkarken boğabilir.’ ”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:111)
“Cezaevi müdürüyle Savcı iyice huzursuzdular. Şayia’nın er geç Akara’nın kulağına gideceğini, hiç
ummadıkları anda da müfettiş, ya da müfettişlerin baskına gelebileceklerini düşünerek, ayaklarını denk
alıyorlardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
“O zaman nasıl oldu da bizi istila edip, boyun eğdirip, aşağılabildiler? Bana diyeceksin ki çünkü biz
zayıfız, bölünmüşüz, örgütsüzüz, teçhizatımız yetersiz. İyi de niye zayıfız? Niye Batı’nınki kadar güçlü silahlar
üretmekten aciziz? Sanayimiz niye geri? Sanayi devrimi niye bizde değil de Avrupa’da gerçekleşti? Niye biz az
gelişmiş, zayıf ve bağımlı ülkeler olarak kaldık? Başkalarının suçu, başkalarının suçu diye hiç durmadan
yineleyebiliriz. Ama er geç kendi eksiklerimizle, kendi kusurlarımızla, kendi sakatlıklarımızla yüzleşmemiz
gerekecek. Er geç kendi yenilgimizle, bizimki gibi bir medeniyetin uğradığı devasa tarihsel bozgunla
yüzleşmemiz gerekecek.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:321-2)
“Savaştan sonra Macondo’ya geldiğimizde toprağın verimliliğini görüp, bir gün er geç yaprak
fırtınasının geleceğini düşünmüştük, ama pek güçlü olacağına inanmıyorduk. Bir çığın yaklaştığını duyduğumuz
zaman oturup yeni gelenlerin bizi tanımalarını sabırla bekledik.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:10)
“O anda ellerin ifadesi öyle amansız ve sertti ki, ben de bütün umutlarımı onun güçlü olduğu izlenimi
veren iradesine bağladım. Ama burada iradenin sözü mü olurdu? Gücünün tükendiği an er geç gelecekti.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:97-8)
“Bay Fleurier, Lucien’e fabrikanın işleyiş biçimini anlattı. Götürüp ona önemli binaları gösterdi. Lucien
uzun uzun işçilerin çalışmalarını inceledi. ‘Ben ölürsem,’ dedi Bay Fleurier, ‘hemen ertesi gün fabrikanın
yönetimini eline alabilmelisin.’ Lucien babasını payladı ve ona, ‘Babacığım, böyle konuşmasan iyi olur!’ dedi.
Ama er geç kendi sırtına yüklenecek sorumlulukları düşünerek sonraki günler daha ağırbaşlı davrandı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:197)
“Bütün bu hareketlerin, Ahmet’te, kararsızlığı gösterdiğini, bir şeye karar veremediği sıralarda, böyle
çocuk gibi huysuzlandığını biliyorlardı. Gene biliyorlardı ki, bu kararsızlık, buraya gelmeden önce sona ermiş,
karar verilmiştir. Ahmet derdini er-geç söyleyecek. Söylemeyecek olsa, hiç uğramaz.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:186)
“Oysa o da yaşamdan er geç kendi payını alacaktır. İnsanın başına nasıl bir yıkım gelirse gelsin, o, ya
aynı gün ya da en çok ertesi gün, deyişimin kabalığını hoş görün, karnını tıka basa doyuracaktır ve işte size ilk
avuntu...”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:65)
Ergenlik, Ergenlik çağına geçmek : Gençlik, yeniyetmelik, adolesan <adolescent> çağı
Bk.: Yeniyetmelik
“PAYLAŞIYORUZ YAŞAMIMI SİZİNLE
----------------------------------------------------Karar verdim 1955’te taraflı bir şair olmaya
Bu öyküyü anlatmamın
Budur nedeni
Paylaşıyorum yaşamımı
Sizinle...
1996’da Moulin Rouge Uluslararası Oteli’nde
Son verdi bir fahişe ergenliğime
Evet, paylaşıyorum
Yaşamımı sizinle.”
(Mbongeni Khumalod.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.08)
“Çocukluk ve yaşlılık birbirine benzer. Her iki durumda da, değişik nedenlerle, insan oldukça
savunmasız olur; hala -ya da artık- etkin yaşantının bir parçası değildir, bu da korunaksız, açık bir duyarlılıkla
yaşamaya yol açar. Bedenimizin çevresinde görünmez bir zırh oluşması, ergenlik döneminde başlar. Bu zırh bu
dönemde oluşur ve ergin yaşam boyunca kalınlaşır. Gelişimi biraz da incininkine benzer, yara ne denli büyük ve
derinse, çevresinde oluşan zırh da o kadar güçlü olur.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:14)
“Çocuğun yazgısı daha iyi olmalıydı. Eğer bu olanaksızsa, Tanrı, rahibelerin o korkunç Tanrısı onu
kendisine almalıydı, böylesi daha iyi olacaktı. Sa Lua büyüyüşünü, çocukluktan kızlığa geçişini hatırlıyordu.
Göğüsleri büyüyor, yuvarlaklaşıyordu. Rahibeler anlayacaklar diye ödü kopuyordu. Varlığına bağlı her şey gibi,
erginlik çağına geçmesi de sorun oluyordu ona.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:56)
Erginlenme :
Bk.: Initiation
Erguvan : Kurak Akdeniz ikliminde yetişen, Baklagiller sınıfından, yüksek boylu, pembe çiçekler açan, sağlam,
yamru yumru gövdeli bir bitki, ağaç
“Ancak konuklar arasında bulunan bir İngiliz deniz subayının, John Fenner Brigge’nin günlüğünden her
ulusa ait kişilerin ‘bir fıçıya istiflenmiş sardalyeler gibi’ avluyu doldurduklarını öğreniyoruz. Kalabalık öylesine
sıkış sıkışmış ki bir süre sonra Brigge olan biteni daha iyi görmek için bir erguvana tırmanmış.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:89)
Erik Erikson’ın gelişim evreleri : Freud sonrası modern psikanaliz ve özellikle gelişim psikolojisi üzerine
kuramlarıyla dünyaya ün salmış psikolog, çocuk analisti. 15 haziran 1902’de Almanya’da doğan bu
Danimarkalı alim, Anna Freud’un davetiyle bu işlere sarıldı, çocuklarıyla Amerika’ya göç etti; California’da,
Boston Harvard Üniversitelerinde çalıştı ve Profesörlük derecesini aldı. Ben, onu ve eşini, 1980’lerde,
Cambridge’in meşhur peynirci dükkanında sık sık görür ve selamlaşırdık. Orada emekli olduktan sonra, 12
mayıs 1994’de öldü. Freud’ün sunduğu ‘ergin’ klassifikasyonuna karşılık, sunduğu ‘Çocuğun sekiz gelişim
evresi’, dünyaca kabul edilir.
Bk.: Oyun
“Erik ERIKSON’a göre, tüm insanların gelişim evre ve çatışmaları şöylece eşleştirilebilir:
1. evre:
2. evre:
3. evre:
4. evre:
5. evre:
6. evre:
7. evre:
8. evre:
(İ. Ersevim, Özel Notlar)
a)
b)
c)
d)
e)
f)
g)
h)
“İnisiyatif” vs. “Suçluluk Duygusu”,
“Benlik Bütünleşmesi” vs. “Kuşkulanma”,
“Başarma” vs. “Aşağılık Duygusu”,
“Üreticilik” vs. “Durağanlık”,
“Yakın İlişkiler” vs. “Kendini Soyutlama-Yalıtma”,
“Özerklik-Otonomi” vs. “Utanma, kuşkulanma”,
“Güven” vs. “Güvensizlik”,
“Özdeşleşme” vs. “Rol Dağınıklığı”.
Erik gibi yağdırmak : Pıtır pıtır dökülmek, yıldız gibi yağmak
“... şişko karı, karımın üzerine şemşiyeyle yürümüştü. Pat! Pat! Melie iki tane yedi. Fakat Melie’nin
kızması korkunçtu. Kızınca da vurur. Şişmanı saçlarından bir yakaladı ve şırak, şırak, şırak, tokatları erik gibi
yağdırmaya başladı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34)
Erini taze yitirmiş yeni avratlar gibi : Erkeğini ya savaşta ya da hastalıktan yeni yitirmiş gelin
“BEŞİNCİ TÜFEKLİ - Sanki kara yas tutmaktalar; Erini taze yitirmiş yeni avratlar gibi başlarına kara
çatkı çatıp gönül dindirmekteler. Köylünün fazla sükutu hayra alamet değildir Havvas Ağam.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:41)
Erinmek : İhmal etmek, nazlanmak, gayretsiz olmak, tenbellik etmek
“Gel dediğim yere gelen erinmen
Beni görüp elvan elvan bürünmen
Neden ikide bir bana görünmen
Kafeslerde besli misin sevdiğim”
(Elbistan’lı Derdi Çok-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:768)
eris sacerdos in aeternum : (LAT.) <eris saserdos in eternum> : ‘Sonsuza dek papaz kalacaksın!’
“ ‘Size söyleyebileceğim başka bir şey yok.’
‘Söyleme yetkisine sahip olduğunuz başka bir şey yok mu demek istiyorsunuz?’
‘Lütfen, Frate William, Fratello William,’ dedi Başrahip, Frate’yi de, Fratello’yu da vurgulayarak.
William kıpkırmızı kesildi ve ‘eris sacerdos in aeternum,’ dedi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:50)
Eriyip suyunu çekmek : Çoğu kez, verasetten ya da açıktan edinilen para, mal mülk, servetin, kısa zamanda
eriyip yok olması
“Bu noktada Trotta’nın göğsünde atan her iki yürek de, hem baba hem de imparatorun memuru yüreği,
birbirleriyle anlaştı. Şu anda en önemli şey, mektupta yazan yedi bin iki yüz elli kronu temin etmekti! Bir
zamanlar imparatorun Solferino Kahramanı’na oğluna harcasın diye bağışlamış olduğu beş bin kron ile
babasından miras kalmış paralar tabii ki çoktan eriyip suyunu çekmişti.”
(Joseph Roth, Radetzky Marşı”, sa:331)
Erkek; Erkek erkeğe konuşmak, Erkek olmak : Biyolojik olarak ayrımına varılabilen insan varlığının bir
cinsi: kendine mahsus yapısı, boyu bosu, saçı sakalı, fizyolojik fonksiyonları kendine özgü, ‘kadın’ karşıtı cins;
Kadın, cinsiyet, para vb olaylarda sözüm ona harbi ve mert tartışma için, kadınları ekarte ederek bir erkeğin
diğer erkekle konuşması;Şu ya da bu şekilde bir gencin kendini ‘gerçek olarak ne gibi bir nitelikle hakiki erkek
olabileceği’nin değerlendirilmesi
“Marguerite üzgün bir sesle:
-Dua etmektense hasta kalmayı mı yeğlersşniz siz? dedi.
Neden karıştı söze? Çoğu zaman, genel konuşmalara hiç katılmaz. Julius ağzını açınca da ortadan
silinmiş gibi davranır. Erkek erkeğe konuşuyor onlar!”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:18)
“Üç gün sonra gidecektik; ana-babamı görmek, içimden onlara veda etmek istedim; sırrımı onlara
açmayacaktım; ama Kardinal bırakmadı:
-Sevdiklerine ‘sağlıca(lı)kla kalın!’ demeden onlardan ayrılan adam, gerçekten erkektir, dedi.
Gerçekten erkek olmak isteyen ben de, yüreğim burkula burkula sustum. İnzivaya giden çilecilerin
böyle yaptıklarını, aziz tarihlerinde kaç kez okumuştum! Analarını görmek için geriye dönmezler, ellerini
sallayıp ona, ‘Sağlıcakla kal! Ben de şunu yapacağım’ demezlerdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:94)
“Ergenlik çağım yaklaşıyordu, macera ve romantik düşlerle dolu, o çılgın erkek dünyasının çılgın
yaşantısının özlemini duyuyordum. Bu erkek dünyasının alkolle ne denli içiçe olduğunu bilmiyordum o
zamanlar.”
(J. London, “İntihar”, sa:51)
Erkek kokmak : Erkek gibi hareket eden, onun yaptığı şeyleri yapan kadın
“-Ne yapıyorsun sen? Mutfakta her şey dökülüyor, sen beyefendiyi kollamakla uğraşıyorsun. Evet, evet,
bu işler önce erik çalmakla başlar, başka yollara sapar. Bir süredir sende bir haller var, kızım sen erkek
kokuyorsun.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:107)
Erkek kurusu : Zayıflamış bitmiş, bir kuru kemik kalmış erkek
“Nasıl yaptı? Bunu nasıl başardı? Bir taze dişi, bu erkek kurusuna, daha on yedisine varmadan dişleri
dökülmüş, yüzü buruşmuş bu garip doğa yaratığına nasıl dayanabilir?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:81)
Erkekliğe gölge düşürmemek : Mertliği bozmadan, verilen sözden esasta vazgeçmeden
Bk.: Yiğitliğe bok sürmemek
“Yirmi gün grev, evde üzgün kadınlar, aralarından iki üçünün cesareti kırılmıştı, sonunda da sendika
boyun eğmelerini öğütlemişti, bir hakemlik ve ek saatlerle grev günlerinin açığını kapatma vaadiyle iş başı
yapmaya karar vermişlerdi, elbette erkekliğe gölge düşürmeden, daha işin bitmediğini, konuyu yeniden gözden
geçireceklerini söyleyerek.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:50)
Erkeklik; Erkeklik damarları kabarmak : Sözüm ona erkeklerin hakkını korumak için yiğitlik yapmak,
mertlik göstermek
“TİRAT
---------
Oysa yaşlanıyor hızla takvimler!
Kendime ‘Nasılsın’ deyip rüyamda,
Kendim yanıtlıyorum ‘İdare eder.’
‘Kadınsın! diyorum rüyada yine,
savul git buradan, erkeklik budur.’ ”
(Ivan Dinkov<d.1932>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.08)
“Kitap sattığını, erkeklerle gülerek, cilvelenerek konuştuğunu, onları tahrik ettiğini, heyecanlandırıp
baştan çıkardığını görüyordum. Benim de erkeklik damarlarım kabarmıştı! Ben de Tremolen gibi onun boğazını
sıkmaya, parmaklarını ateşte kebap yapmaya hazırdım.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:119)
“Chicao, Fabiano’nun tam arkasında durdu, elini rakibinin burnuna doğru uzatıp meydan okuyarak
sordu:
‘Bunu hatırlıyor musun, alçak herif?’
Chicao’nun bakışlarına pabuç bırakmayan Fabiano, tepeden tırnağa bir süzdü onu; çiğnediği tütünden
bir parçasını kumlu toprağa tükürdü, elinin tersiyle ağzını sildi, sordu:
‘Ya sen oğlum, hala öğrenemedin mi? Gerçek bir erkeğe küstahlık edilemeyeceğini anlamadın mı
hala?’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:40)
Erkek milleti : Ah siz erkekler yok mu
“BAY MARTİN : Ah siz kadınlar yok musunuz, hep birbirinizi tutarsınız.
BAYAN SMİTH : Tamam, şimdi göreceksiniz. Dikkafalı olduğumu sanma, ama kimsenin olmadığını
şimdi göreceksin! (Bakmaya gider. Kapıyı açıp kapar.) Görüyorsun ya. Kimse yok. (Yerine döner.)
BAYAN MARTİN : İşte bu kadar! Hep haklı olmaya çalışır şu erkek milleti ama nedense hep haksız
çıkarlar. (Zil yine çalar.)”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 2 - Kel Şarkıcı”, sa:57-8)
“-Ama ben daha çok şey biliyorum.
-Bildiğin de neymiş?
-Başından savdığını.
-Bu da doğru.
-Senin mektubunu gösterdi bana.
-Nasıl? Bunu yapacağını ummazdım. Onu başımdan atmakla iyi etmişim. Ne olacak, erkek milleti!”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:58)
Erkek(lik) organı : Erkek cinsiyet organı, penis
“Denizin üstündeki balkonumuzda durup baktığımızda, sanki orası dünyanın sonuymuş gibiydi. Dağ
yamacının bir yanağı bulutun içindeydi, serviler çiyden dolayı dimdik, erkeklik organı gibi dikleşmişlerdi..
Bahçede çocuklar ağlıyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:72)
“... kadınları o denli sevmediğimden değil, ama bir erkek organı, bir giysi altındayken, yumuşacıktır, iri
bir çiçek gibidir. Ama gerçekte hiçbir zaman bu biçimde ele gelmez, böylesi yalnız dingin kalınca olur, ama bir
hayvan gibi kıpırdar, sertleşir, bu beni ürkütür, sertleşmesi, dimdik havaya kalkması, hoyratça bir şey; pis olan
bu aşk. Bense Henri’yi seviyordum, çünkü, küçük zımbırtısı hiç sertleşmiyordu, başını hiç kaldırmıyordu,
gülüyordum, bazen onu öpüyordum...”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:103)
Erkeksen : Birisini kavgaya davet, kızdırmak ve provoke etmek için söylenen kışkırtmacı sözcük (Argo)
“‘Herif bana, ‘Erkeksen tramvaydan inersin,’ dedi. ‘Ben de, ‘Haydi işine, belanı arama,’ dedim. ‘Erkek
değilsin,’ dedi bana. O zaman ben de indim aşağı ve, ‘Kes sesini, yoksa tepelerim,’ dedim.’ ”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:34)
Erkenci olmak : Sabah erken kalkmak; camiye, okula, toplantılara herkesten önce gitmek
“Kapı hafifçe vuruldu. Hacı Kalfa’nın sesi:
-Sabah şerifler hayrolsun hocanım, sen yine erkencisin bugün, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:142)
Erkenden zıbarmak : Yatağa erken gitmek (argo)
“Ekibin de onunla ilgilendiği yoktu zaten. Öyle biri yokmuş gibi davranıyorlardı. Bu kasıntı zengin
kızının canı cehennemeydi. Paraya ihtiyacı olmadığı halde bu işi yaptığı için ayrıca kızgındılar. ‘Amaan! Ne hali
varsa görsün’ diyorlardı aralarında, ‘kendi bileceği şey, gidip zıbarsın erkenden, tavuk gibi.’ ”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:72)
Erkete : Gözcü, kollayıcı; yasadışı bir eylem esnasında polisi gözleyen kimse
“ ‘Ortica Çetesi’ şarkısını bilir misiniz? Enzo Jannecci söyler. İlk iki dizesi şöyledir:
‘Ortica Çetesi’nde erketeyim,
Çünkü erkekliktir mesleğim.’
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, Öndeyiş)
Ermek : Erişmek, ulaşmak, varmak; Kemale ermek, ululaşmak, ‘eren’lerden olmak; ‘Aş’ ermek: Gebeyken,
bazı yemek türlerinin her an gözünde tütmek
“Hayır, sevgi besbelli sağlam bir nirengidir,
Boraları gözler de sallanmaz, göğüs gerer,
Gemilere yön veren yıldızların dengidir,
Değeri bilinmeden başı ta göğe erer.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:116, sa:273)
Ermeni gelini edalı, gibi : Şen, şuh, kırıtarak, sırıtarak (1930’lu, 40’lı yıllarda, İstanbulda, özellikle kırıtan
nişanlıya, ya da yeni geline, ‘Ermeni gelini gibi ne kırıtıyorsun?’ demek adetti.)
“Bir aralık, Müjgan’ı yalnız bularak kolundan yakaladım:
-Ne anlıyorsun bu Ermeni gelini edalı hanımlardan? Gel sen de benimle beraber, dedim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:70)
Ermiş : Eren, evliya
“ ‘Chiara... Kadının, doğuştan öylesine ters olan yapısı, ermişliğe yücelince sevecenliğin en soylu aracı
olabilir. Yaşamımın nasıl en arı bir erdenlikten esinlendiğini bilirsin, William.’ (Üstadımın bir kolunu sımsıkı
tuttu,’, ‘bilirsin nasıl... yabanılca -evet, yabanıl sözcüğü doğru- nasıl yabanıl bir tövbe susuzluğuyla içimde etin
çağrısını köreltmeye, kendimi yalnız Çarmıha Gerilmiş İsa’nın sevgisine açık bir duruma getirmeye çalıştım...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:92)
“Bir akşam, uyanınca, pencereden giren ay ışığında kımıldayan bir gölge gördü. Yanında tespihi ve
omuzunda heybesi, abadan bir keşiş cübbesi giymiş yaşlı bir adamdı bu. Dış görünüşüyle bir keşişi andırıyordu.
Yatağın baş ucuna yaklaştı, dudaklarını aralayarak:
‘-Sevin ey ana!’ dedi. ‘Oğlun bir ermiş olacak!’ ”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:53)
Eros : Sevgi, aşk (şehevi); Eski Yunanlılarda ‘Aşk’ tanrısı
“ ‘Ne tür bir sevgiden bahsediyorsunuz? Eros <şehevi> mu, Philos <beğenme, sevme> mu, Agape <uhrevi,
mi?’
Adamcağız Petrus’a boş boş baktı. Petrus yerinden kalkıp bardağını doldurdu, kendisiyle birlikte
yürümemi istedi.
‘Yunanca’da sevgi anlamına gelen üç sözcük vardır,’ diye söze başladı. “Bugün (Kilisedeki
düğünde!) iki insan arasındaki Eros’un, aşkın bir belirtisini görüyorsun.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:98)
Tanrısal>
“ÖLÜLERİ HATIRLAMAK
‘ölüleri hatırlamak, sevgili ölüleri’ Kavafis
----------------------------------düşünüyorum bütün isteklerimizi:
Eros! Eros! Eros!
sadece kentlerde yaşadığını sanıyorum Eros’unhatırlatıyor bana kente gitmekkimseyi aptal göstermez bu yırtık pırtık elbise;
Eros’u aldatmaya hayır
çıplak istiyor seni, yalnız”
(Joan Metelerkamp <d.1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.06.06)
Erotik, erotizm : Şehevi; Kaynağını cinsi duyumlardan alan
“Benim için erotizm töresel, filozofik, cinsel, psikolojik ya da politik bir sorun olmaktan çok estetik bir
sorundur. Bu ayrımı yapmaya bile gerek yok aslında, çünkü asıl önemli olan zaten estetik. Pornografi, erotizmin
sanatsal içeriğini yok ediyor, örgenseli <organisite, organik> ruhsal ve ussaldan üstün tutuyor……. Oysa erotizm her
şeyimizi, tüm varlığımızı, cinsellikle bütünleştiriyor. Öyle ki sizin için, porno düşkünü bey, sevişmek, tıpkı bir
köpek, bir maymun ya da bir atın yaptığı gibi yalnızca boşalmak demek.”
(M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:228)
“İşte o zaman bütün sevgisini çocuğa verdi. Bütün hislerini bu küçük, çaresiz bedende şekillendiriyor, o
bedeni öyle ateşli bir coşkuyla, öyle bir hararetle kendinden geçerek sarıp öpüyordu ki, çocuk genellikle yalnızca
bu sarılmanın acısını hissedip ağlamaya başlıyordu. Bunun üzerine Esther kendini tutuyor, koruyucu ve
sakinleştirici bir tavır takınıyordu ama nasıl ki duyguları annelikten kaynaklanmayıp erotik ve körü körüne
ihtiraslı güçlerin korkak bir arayış içinde ayaklanmasından ibaretse, bu ürkeklik de bir esrimeydi.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:65)
errare humanum est : (LAT.) <e’rare humanum est> : yanılma insana mahsustur
Er veya (ya da) geç : Eninde sonunda, zamanı geldiğinde
“‘Zaten zorbaydılar, şimdi Konstantinopolis onların eline geçtiği için yanlarına artık hiç yaklaşılmaz
oldular..... ilahilerimizi kendi uydurdukları bir Yunanca’yla, kendi dillerinde kim bilir hangi yakışıksız sözleri
araya katarak söylüyorlar, kutsal kaplarımızda yemek pişiriyorlar, ve orospularını soylu kadınlar gibi giydirip
dolaştırıyorlardı. Er veya geç, bu da geçecek, şimdilik buradan, evimden bir yere kıpırdamayın.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:370)
“‘Bunca senedir yokluğuna alışmıştım. Onsuz yaşamayı öyle iyi öğrendim ki.’
‘Canım, gerçek ailelerini hiç tanımamış olan çocuklar bile, er ya da geç, kökenleriyle bağ kurmak
isterler. Bu, onları yetiştirmek ve sevmiş olan insanlara zalimce gelir çoğunlukla, ama insan doğası öyledir işte.
Varacağı yeri bilmezse hayatta yol alırken zorlanır insan. Uzun lafın kısası, nihayet gerçekte babanın kim
olduğunu anlaman, geçmişlerinizin uzlaşmasını sağlaman için bir keşif yolculuğuna çıkman gerekiyorsa hiç
durma git.’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:76)
“Böylece Martin’in saatini ve paltosunu rehine bırakacak kadar yoksul olduğunu bilmek onu rahatsız
etmedi. O hatta bunu, bunun er ya da geç onu harekete geçireceğine, ve yazılarını bırakmaya zorlayacağını
inanarak, durumun ümitli bir yanı olarak değerlendirdi.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:247)
“... adının Pereira, Doktor Pereira olduğunu, ‘Lisboa’nın kültür sayfasını yönettiğini, ‘Lisboa’nın
şimdilik bir akşam gazetesi olduğunu, yani başkentin öteki gazeteleriyle aşık atamayacağını bildiğini, ama er
veya geç yol alıp kendine bir yer edineceğine inandığını söyledi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:8)
Esame(i)si okunmamak; Esame(i)si olmamak : Hakkında kim ya da nerede olduğu hakkında hiçbir bilgi
olmamak; Ortada görünmemek
“Langdon buradan tek başına çıkabileceğini hiç sanmıyordu. <Burası bir labirent.> Tek fark edebildiği,
Senato veya Temsilciler Meclisi tarafında bulunmalarına bağlı olarak ofis numaralarının S ya da H harfleriyle
başladıklarıydı. ST ve HT diye adlandırılan yerler, Anderson’ın Teras Katı dediği yerde olmalıydı.
Hala SSB’nin esamesi yok.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:139)
“Gerçi öteki vagonlarda da benzer sohbetlere giriliyordu, ama bizimkilerin vagonunda konuşılanlarınnyanında esamisi okunmazdı bunların. Subay vagonunda bile büyük bir hoşnutsuzluk sürmekteydi: Füzesaboni’ye
vardıklarında, alay karargahtan, subaylara verilen bir litrelik şarabın seksen santilitreye indirildiğini bildiren bir
emir gelmişti. Emirde, kuşkusuz, erler de unutulmamış; eratın sagu istihkakında <günlük kullanım>adam başı on
gramlık bir indirime gidilmişti.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:107-8)
Esas duruş : Dimdik, eller vücuda yandan yapışık, askeri hazırol vaziyeti
“‘Gız ninee, bubam geliyor!’ diye bağıırdı. İndi. Avlunun çatma kapısını açtı. Önden inek girdi. Ahmet,
rap diye ‘esas duruş’a geçti. Elini şapkasına getirerek selam aldı... Ahmet, gözünün kuyruğuyla babasını
izliyordu. Babası, saban okunu kaldırmış, eşeğe yardım ediyordu. Ahmet’in esas duruşa geçtiğini görünce ‘İt!’
dedi içinden. ‘İt oğlu it! Dalga geçiyor benimlen.’ Bozmak istemedi. Eşeği içeri sokup tam önünde durdu.
Tepeden tırnağa bir süzdü. ‘Iraat!..’ dedi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:9-10)
Esenlik evi : Cennet
“Padişah, şeyhin (Bahaaddin Veled) mübarek türbesinin etrafına, Kabe’nin çevresindeki duvarlar gibi,
bir duvar çekmelerini ve mermerden bir taş üzerine de ölüm tarihini kazarak tesbit etmelerini buyurdu. Bir kaç
yıl sonra da İslam sultanı da esenlik evine (Cennet’e) göçtü.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:30)
Eser bulunmamak, kalmamak, olmamak, yok olmak : İz bırakmamak, ardında birşey kalmamak; Az
miktarda bile mevcut-var olmamak
“Ey bahtsız ülke, denizlerinin çevrelediği sahillere bir göz at ve sonra gözlerini çevir de bağrının içine
bak, bir köşende olsun rahattan, huzurdan eser var mı, gör.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:47)
“O gece oldukça geç döndüm, saat neredeyse on olmuştu. Hemen koridorda bizim sarmanı gördüğüm
yere doğru yöneldim ama ondan eser yoktu. Hafif bir hayal kırıklığına uğradım. Ona bir parça kanım kaynamıştı.
Fakat ekseriyetle rahatladım. Sahiplerinin, her nereye gittilerse dönüp, onu içeri aldıklarını düşündüm.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:10)
“Garip bir açlıkla parıldayan gözlerinde iyilikten eser kalmamıştı. Bir yabancıyla konuyormuş gibi,
sözünü sakınmadan: ‘Vakit geç oldu, Kaptan,’ dedi. ‘Bunlar bütün gece dansedecekler, ama senin burda kalmanı
istemiyorlar artık.’ D’Arrast, kafası kazan gibi, ayağa kalktı, duvar boyunca kapıya doğru ilerleyen aşçısının
ardına takıldı.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:65)
“Sulama kanalı, neredeyse iki mil boyunca uzanan ve göl suyunu yükselince kontrol altında tutan alçak
çamur duvar onarılmış, ama suyu tarlalara dağıtan karmaşık sistemi oluşturan kanallar ve geçitler yerle bir
olmuş. Göl kıyısındaki bent ve sudolabı hasar görmemiş, ama genellikle çarkı döndüren attan eser yok.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:132-3)
“Alnında, kaşları arasında ince, dikine bir çizigi belirmişti. Bu onun sevimli yüzüne, içine kapanık hatta
ilk bakışta ağır, düşünceli bir hal veriyordu. Eski hoppalığından eser kalmamıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:91)
“Sonra bir gece bütün bu ailevi erdemlerini uykusunun derinliklerinde bırakmış ve yeni güne gaddar bir
canavar olarak uyanmış. Ailesine beslediği sevgiden eser yokmuş artık. Burjuva hırslarından ve saygınlığından
eser yokmuş. Resim yapmak için yanıp tutuşuyormuş.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:5)
“Robert’ta hayran olduğum bir özellik de onu herhangi biri gibi konuşmayışı ve davranmayışıdır.
Böyle olduğu halde onda kendini beğenmişlik ve yapmacık hareketlerden eser yok. Onun duruşunu, giyim
kuşamını, konuşmalarını, davranışlarını hakkını vererek anlatacak sözcükleri uzun bir süre aradım...”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:17)
“Öyle konuşmalar ki, dinleyiciyi düpedüz edilgin konumda tutuyordu, konuşmanın içeriğiyle
dinleyicinin herhangi bir şekilde ilişkisini, dinleyicide bir ön formasyonunu, bir ön hazırlığı ve algılama
yeteneğini üstü kapalı varsayıyor, oysa pek çok durumda dinleyicide söz konusu nesnelerden eser
bulunmuyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:22)
“Törenden sonra sessizce dağılıp evlerimize gittik. Başkan’ın saldırı nöbeti dindiğine göre adadaki
şiddet dönemi sona ermiş demekti. Her şey sessizliğe gömülmüş gibiydi. Görünüşte değişen bir şey olmamıştı,
gündelik yaşam eskiden olduğu gibi devam ediyordu; insanlar yine birbirine selam veriyor, havadan sudan
konuşuyordu ama adanın havasında, neredeyse elle tutulur bir değişiklik olmuştu. Eski neşeden, dostluktan,
düşüncesiz, hesapsız kitapsız arkadaşlıktan eser kalmamıştı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:131)
“İkilinin ilişkisinde artık günlük yaşamın dinginliği ve düzen havası oturmuş, Bird Himiko’yla
yüzyıllarca seviştiği hissini yaşamaya başlamıştı. Himiko’nun cinsel organı, Bird için basit ve netti, orada
korkudan eser kalmamıştı. Artık ‘ne olduğuna anlam veremediği bir şey’ olmaktan çıkmış, yumuşak kauçuktan
yapılmış cep gibi bir şeye dönüşmüştü. Oradan cinlerin çıkıp üzerine yürümesi gibi bir olasılık kalmamıştı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:191)
“Son nefesini verir vermez, her şeyin altını üstüne getireceklerdi. Bedeni soğur soğumaz, dört bir yana
bir koşuşmadır başlayacak, her yeri kazıp solucanlardan ve kırık şişe parçalarından başka bir şey
bulamayacaklardı; paradan eser olmayacaktı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:46)
“Ancak asıl endişe verici olan yüzünün bütünündeki ifadeydi. Bu yüzde soyluların yüzlerine bakmayı
zevkli kılan o azametli dinginlikten eser yoktu; iyi eğitilmiş hizmetkarların yüzündeki vakur itaaatkarlık da
bulunmuyordu orada; kırış kırış, bumburuşuk, büzüşük bir yüzdü.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:63)
Esfelissafiline gitsin : Yerin dibine, cehenneme gitsin (Hades’e yollamak)
“LAERTES - Nasl oldu da öldü? Aldatılmaya gelmem. Sadakatin cehenneme kadar yolu var!
Yeminleri şeytan alsın! Vicdanın sesini dinlemek de, Tanrıya boyun eğmek de esfelissafiline gitsin! Lanete
uğramaktan korkum yok..”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:141)
Es geçmek : Müzikte olduğu gibi belirli bir zaman için sessiz kalmak; Hiç söz konusu etmemek; Unutmak
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
II
-----------------------Artık korkmuyoruz geceden,
ölüm es geçiyor bizi, sanki sihirli değneğinle
bize dokunmuşsun da, küçülüyoruz bu yüzden
ve bütün çocukların uyuduğu o gizli ülkeye dönüyoruz.”
(Carlos Drummond de Andrade<1903-1988>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“Okumuş olduğunuz bu hikayeye benzer şeyleri sevenler bu kitabın yazarı Seyyid Hamid Badincani’ye
kesinlikle büyük bir teşekkür borçludur; yemin ediyorum ki böyledir bu. Gördüğünüz gibi, en önemsiz noktayı,
en sıradan görünen ayrıntıyı bile es geçmiyor, her şeyin üzerinde özenle duruyor.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:643)
“1. POLİS - Bu denizci giysisin de yazayım mı amirim?
KOMİSER - Yok canım. Bu saçmalıkları es geç... anlamsız şeyler.
BENZER - Futbolu severdim.... Juventus’u tutardım...”
(D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar”, sa:38)
“Başpiskopos ilk oturuma
başkanlık yapıyor
<Gerçek ve Uzlaşma Kurulu
Nisan 1996, East London, Güney Afrika>
----------------------Önemli değil ne düşündüğünüz
onun hakkında önce ya da sonra,
yerleşim yerleri, kurul hakkında,
önemli değil kasıtsız suçları,
pişmanlıkları
es geçen insan bilimcilerin
karşılıklı neler söyledikleri
ya da kaç tane uzmanlık tezinin,
kitabın, yönergenin örnek gösterildiğii,
hatta bu şiirin basitleştirdiğini,
abarttığını”
(Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06)
“Sorularla beni sıkıştırdıklarında, o sırada yanında yaşadığım büyükanneme ertesi gün Paphos Adası’na
giden gemiye bineceğimi ve oradan da Paris’e uçacağımı bir akşam sakin sakin bildirdiğimi anlatıyordum. Bu
söylediğim yalan değildi, yanlış hiçbir yanı yoktu, ama işin özünü es geçiyordum.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa54)
“AŞKA KARŞI
------------------Soy arabulucuları çırılçıplak, fırlatıver pencerelerdensarılmış, üzümlü çörekleri önce! Es geçiyorum üçüncü yolu.
Ayrılalım. Atomu parçalama konusunda hoş olan
senin güvenebilmendir aşka,
bir milyon kereden fazla.”
(Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06)
“OTOPORTRE <Kasım 1916, Moskova>
Wilde’in profili. Çocuğun pelerin yakasını
görüyorum salondaki çerçeveli aynadan.
Yakanın altındaki bu omuzları öpüyorum,
Sakinleşmiyorum.
***
Ne olacaksa olsun, ama hayat
es geçiyor ve hayat seni zaptediyorum
ve karanlıkta kaybolmana izin vermiyorum.
(Titsian Tabidze-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.03)
“Aleksey Aleksandroviç üşümüş bacaklarını sardığı battaniyeyi kaldırdı, arabadan inip karlardan
geçerek Dorya Aleksandrovna’nın yanına yürüdü. Dolli gülümseyerek:
-Ne o Aleksey Aleksandroviç, dedi, es geçiyorsunuz bizi?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:706)
“Gece güzeldi; kalabalıksa muazzam. Elçiliğin pencereleri ışıl ışıl aydınlatılmıştı. Yine ayrıntılar eksik,
çünkü yangın bununla ilgili bütün kayıtları silip süpürdü ve yalnızca en önemli noktaları esgeçen umut kırıcı
kırıntılar bıraktı geride.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:89)
Esin; Esin perisi : İlham; İlham perisi
“Yazı yaşamı hakkında, boş sayfanın karşısında oturmanın yarattığı umutsuzluk hakkında, bir türlü
gelmek bilmeyen esin perisinin verdiği acı hakkında, beklenmedik -ve düzensiz- uykusuzluk nöbetleri, hararetli
yaratım süreci, yazdıklarını bir türlü beğenmemek, özgüveninden kuşku duymak vb. hakkında bir sürü saçma
sapan laf edilir. Ama bunların hepsi de zırva sayılmaz, öyle dğil mi? Yazmak, soluklanmak için pek de ara
vermeden sürekli vermek ve vermek ve vermek demektir. Shakespeare’in çok sevdiği o pelikanı, yavrularnı
kanıyla beslemek için kendi göğsünü yaran o kuşu anımsıyorum. -Ne tuhaf bir masal!- <5 Mayıs 2011, John>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011, sa:259)
“EY AŞK ACILARI
-----------------------Uyandığımda hazırdınız, ey aşk acıları, ey çölün esin
perileri, en çok şey isteyen esin perileri.
Kahkaham ve sevincim çevrenizde billurlaşıyordu”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:32)
“GENÇ OZANA HİÇ YAŞLANMASIN DİYE
YAZILAN MEKTUP
-------------------------Şemsiyesiz gülerek
Ne otopsi masası, ne de beş para etmeyen
yazgı dediğimiz şey! Oyun başkadır
ama bilinmez hangisi, yoktur
Sarsıcı bir güzellik, hemen hiç yoktur
İyilik perisi filan, hiç ama hiçbir şey kestirilemez,
gelmez hesaba kitaba, tahmin
dışında, bayım siz
kendiniz hamletinki gibi kral pabucu giymiş bir
esin perisisiniz”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.05.04)
“Esin Perilerine
Borçluyuz bu onuru:
bana ustalıklarını öğrettiler”
“Yakındığım yok
Bir düş değildi
Esin Perilerinin
bana bağışladıkları zenginlik:
ben ölsem de,
adım hiç unutulmayacak”
(Sappho<İ.Ö. 610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:124;126)
“İçinden geliyorsa bana şöyle şunları:
‘Güçlenseydi dostumun Esin Perisi hele,
‘Yaratışı aşardı aşkından doğanları,
‘Allı pullu yürürdü yüksek rütbelilerle.’ ”
---------------------“Çeker mi benim Esin Perim konu kıtlığı
Sen şiirime sebil ettikçe soluğunu,”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:32, sa:105 & no:38, sa:117)
Esip gürlemek : Bağırıp çağırmak, yüksekten konuşmak, fırça çekmek
Bk.: Esip savurmak, kuvvetli esmek
“Gökyüzünde kurşuni bulutlar toplanmıştı, dışarıda rüzgarın esip gürlediğini duyuyordum. Tam da evde
oturup sıcak battaniyelere sarınacak gündü. Ne yazık ki, böyle bir lüksüm yoktu.”
(J. Bowen, “Bob’un Dünyası”, sa:119)
“Ama nasıl şaşırmıştı. Şaşırırsın. Aptal karı.
Ben kurtarmışım kendimi. Evem var, param var. Çocuklarıma karşı ödevimi yaptım. Ben şaşıracak
değilim ya.
Amaaaaa, ne haber DOKTOR DA ŞAŞIRDI.
YAA!
Bakmayın öyle esip gürlediğime. Teselli arıyorum kendime.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:105)
Esip savurmak : Uzunca bir süre eleştirerek, azarlayarak, küçük düşürerek fikir beyan etme
“‘... Bence acıklı bir zaaftır ki, Köpek hırsızı Taylor’a arka çıkıyorsa, rehberden rastgele seçtiği isimlere
kara çalarak zavallıların gırtlaklarını kesmelerine ya da ülkeden kaçmalarına sebep olan Mr. Bernard Gregory
gibi bir şantajcıya da dolaylı olarak arka çıkıyor demekti. Ayrıca durum tartışma kaldırmayacak kadar açıkken
neden felsefe yapıp duruyoruz?’ Mr. Browning işte böyle esip savuruyordu New Cross’dan, günde iki posta.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:77-8)
Esirgemek : Saklamak, kayırmak, vermemek, korumak, sakınmak
“Kızlığını mı esirgiyorsun? Neye yarar!
Boyladığın zaman Hades’i, ne aşık
bulacaksın orada, ne maşuk! Yaşam denen
şu toprakta yatıyor Aşk’ın sunduğu
bütün sevinç. Ama Akheron’da, sevgili bakire,
yatacağız tozlar, küllerle koyun koyuna.”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:57)
Eskaza : Bir kaza eseri olarak, yalnışlıkla
“Sakinleşmişti sakinleşmesine, ama evde Efsun’un sözünün edilmesini yasakladı. Kız kurusu hala zeten
pek etmiyordu da. Efsun’u seven hizmetçilerden biri kahvaltı sofrasını hazırlarken eskaza ‘Küçük hanım çilek
reçelini de pek sever,’ diyecek olsa deliriyor, boyun damarları patlayacak gibi şişiyor, hala kurdeleli beyaz bluzu
ve kazık gibi kolalı, lacivert plili eteğiyle, elinde bir ilaç şişesi, ‘Ağabeyciğim! Sakin olun ağabeyciğim!’ diyerek
peşinden koşturuyordu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69-70)
Eski adam : Yaşlı, aklı başında, görmüş geçirmiş, güvenilir adam
“ ‘Vilayet candarma kumandanı geliyor mu?’
‘Yarın öğleden evvel burada.’
‘Konuş onunla, her şeyi anlat.’
‘Anlatırım. O eski bir adam, baba adam. Belki derdimizi anlar.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:181)
Eski bohça : Etrafta çok dolaşmış, şunun bunun olmuş yaşlanmış orospu (Argo)
Kızcağız söylenir: ‘Yapma Yani, anamdır vre! Yüzüne söyleme.’ Yani, komşulara da söylerdi: ‘Kirya
Maria mı? Bakmayın sızlanmalarına siz onun. Domuz gibidir be. Öyle değil mi kokona? ..... Eski Bohça ha?’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:89)
Eski çamlar bardak oldu : Devir, zaman ve onlarla birlikte kurallar, değer yargıları değişti
“MADAM G. (Styopka’yı izleyerek.) - Ceketini düğmele, o ay çiçeği çekirdekleri çıkar ağzından. On
yıl önce olsaydı bir temiz dayak yerdin...
STYOPKA (Hole giderek.) - Ama on yıl öncesinde değiliz. Eski çamlar bardak oldu.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:23)
Eski çöplükte eşelenmek : Eski yerin yurdunda, yine eskiden yaptığın şeyleri yineleyip durmak
“İngiltere’de arkadaşlarının dediği şeyleri yapmıştı. Sonra bir ara bir kıza tutulmuş, evlenmeyi, orada
yerleşmeyi de tasarlamıştı. Garsonun getirdiği şarap şişesine bakarken: ‘İşte bizde de iyi şeyler yapıyorlar!’ diye
düşündü. Bir ara Türkiye’ye döndüğü, eski çöplükte gene eşelenmek zorunda kalacağı için pişman olmaya
başlamıştı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:94)
Eski dostluğu tazelemek : Bir zaman ara verilmiş dostluğu yinelemek
“Son dakikada çocuk korkmuştu, o da bütün o genç çocuklar gibiydi, hiçbir şey vermeden her şeyi
almak istiyordu. Şimdi Pitteaux’ya, eski dostluğu tazelemesi için yalvarıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:64)
Eski düzen : Yıllardanberi süregelen, eskiden adet olduğu gibi düzenlenmiş halini muhafaza eden
“…yaslı evimize döndük, eski düzen büyük sandık odasının boşaltılmasında ona yardım ettim. Annemin
yıllar yılı gezgin satıcılardan almış olduğu öte beriyi çıkardık, ortaya döktük: Yığın yığın paslanmış tıraş
bıçakları, sabunlar, böcek öldüren tozlar, yarı çürümüş bel lastikleri, kutu kutu çengelli iğneler. Babam
ağlıyordu.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:97)
Eski günahlarının kefaretini ödemek : Dinbilimcilere göre, gençliğinde, dinin esaslarına pek de uygun tarzda
yaşamayan ve dini vecibeleri yerine getirmeyenler, ölüm anında, ya da ölümden sonraki ‘hesaplaşma’da,
Tanrı’ya önceki hesapların bedelini pahalıya öderler
“LENI - Tüm kadınlar ondan hoşlanırlardı... (Ara.) Eski günahlarının kefaretini ödüyor şimdi. Bir
zamanlar onca beğenilen o ağız... artık... (Johanna’nın anlamadan baktığını fark eder.) Belki bilmiyorsunuzdur,
gırtlak kanserinin en kötü yanı...
JOHANNA (Anlayıp sözünü keser.) - Susun, susun lütfen.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:20)
Eski hamam eski tas : Her şey eskiden olduğu gibi, hiçbir şey değişmemiş
Bk.: Eski tas eski hamam
“Yine bir pazar daha geçti gitti, anacığım şimdi topraklar altında yatıyor, yine işimin başına döneceğim
ve sonunda, her şey eski hamam eski tas, diye düşündüm.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:30)
“LADY UTTERWORD, öfkeyle kanepeye oturur. - Halinizden anlıyorum. Ah bu ev, ah bu ev! Yirmi
üç yıl sonra geri alıyorum. Eski hamam, eski tas! Bavullar merdivenlerde sürünüyor. Hizmetçiler şımarık, arsız,
kendi havasında.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:11)
“STAHOV - Maşa ise onu çağır. Şarkı söyletiriz. Canım nerede o eski çingeneler. Tanyoşa yok mu ne
yaman şeydi.
BUTKİYEVİÇ - Eski hamam eski tas. Değişen ne?
STAHOV - Hayır. Eskiden ne güzel şarkılar vardı. Şimdi hep saçma sapan romanslar.”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:59-60)
Eski hava : Eskilerden, hayatı görmüş geçirmişlerden, deneyimli kurtlardan bir kişi
“Baba Hauchecorne şaşırıp kalmıştı. Gittikçe de meraklandı. Kendisine neden ‘koca kurt’ diyorlardı?
Jourdain’in hanında sofraya oturduğu vakit yine işi anlatmaya başladı. Montivilliers’li bir cambaz
kendisine:
-Haydi, haydi, eski hava, diye seslendi; senin sicim masalını biliyoruz.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:76)
Eski kafalı : Geri kafalı, muhafazakar, yeniliğe karşı olan
“MARLOW -... yalnızca kendisi peşime düşmekle kalmıyor, eski kafalı karısını da arkama takıyor.
Akşam yemeğini de bizimle birlikte yiyeceklerinden söz ediyorlar. Sonra da bütün aile halkıyla uğraşmak
zorunda kalacağız sanıyorum. Ne büyük belaya çattık?”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:46)
“Bayan Lydia evde kalmış, otuz beş yaşında, tombul bir kızcağızdı. Arkaya doğru tarayıp ensesinden
sıkıca burduğu saçları onun da yaşlı gözükmesine neden oluyordu. O da eski kafalıydı gerçi ama babasının her
yanından fışkıran savaş öncesi hayranlığından onda pek iz yoktu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:97-8)
“KAPTAN - Seninle tartışamam. Çok yaşlıyım. Bu kafa değişmez artık. Bende iş bitmiş. Yalnız şunu
söyleyeyim, ister eski kafalı ol ister yeni kafalı, kendini satarsan ruhuna öyle zorlu bir darbe çndirirsin ki,
yeryüzünün bütün kitapları, resimleri, konserleri, manzaraları derdine derman olmaz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:102)
“Leydi Windermere’in evinde kahramanlaştırılan veya adının banal sosyete gzaetelerinde yer aldığını
görme fikrinden nefret ediyordu. Ayrıca Sybil’in babası ile annesini de düşünmek zorundaydı, bunlar, oldukça
eski kafalı insanlardı, skandal gibi bir şey olursa, evliliğe itiraz edebilirlerdi.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:29)
ESKİ MISIR PİRAMİT’leri : Eski Mısır İmparatorluğun zamanında, III. ve IV. hanedanların hükümdarları,
büyük yapım çalışmalarına girişmişti. Bunların başında da, eski Yunanlıların daha sonra ‘D ü n y a n ı n Y e d i
H a r i k a s ı’ arasına soktukları eserler, p i r a m i t l e r’dir.
“P i r a m i t l e r <Keops, Kefren, Mikerinos>, büyük taş bloklarından yapılmış dev kral mezarlarıdır.
İçlerinden en büyüğü de, Gize yakınlarında K e o p s’un yaptırdığı. Bu piramitt 230 metre genişlikte ve 146,5
metre yüksekliğindedir. Her biri 2,5 ton ağırlığında iki milyon bloktan oluşur. Bu dev yapının içind, koridorlar
ve odalar da vardır.
İçinde firavun’un mumyasının da bulunduğu piramit, O s i r i s’e ayrılmıştı. Mısırlıların inanışına
göre, Osiris, hükümdarın dirilişini, sonra da gökteki tanrılar arasına girişini sağlıyordu. Piramitin yanında,
rahiplerin kendilerini büyülü törenlere verdikleri tapınaklar yükseltiliyordu. Piramitleri, m a s t a b a adı
verilen senyör mezarları çevrelerdi. Piramitleri yapmak için, hükümdar mağazalarından yiyip içip geçinen işçi
ekipleri kullanılırdı. Başlarında sarayın mimarı ve kalfaları bulunurdu. Yardımcı olarak da, tarlalarından sökülüp
getirilmiş binlerce el işçisi kullanılırdı.
Piramitlerin yapımı korkunç çabaları gerektiriyordu. Bunlardan halkın hoşnut kalındığı sanılmasın.
Tarihçilerin dediğine bakılırsa, bir başkaldırıda, firavunların mumyaları, görkemli mezarlardan çıkarılıp ortaya
atılıyordu.
Ne olursa olsun, V. Hanedanın firavunları, büyük piramitler yapmaktan vazgeçtiler: Onların
Sakkara’daki mezarları, Gize’dekilerle boy ölçüşemez. Bununla beraber, bu hükümdarlar, Helipolis tanrısı R a
onuruna 70 metre yüksekliğinde dikili taşlarla süslü tapınaklar yaptırıyorlardı.”
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt: I, “İlkçağ”, sa:88)
ESKİ MISIR Uygarlığı : (TARİH) İsa’dan önce IV. bin yıllarında, Mısırlı kabileleri, Nil sayesinde,
ekonominin çeşitli alanlarında gelişmeler sağlamışlardı: Vadinin çevresindeki vahaların <yeşillik alanları>
azalnası, sellerin seyrekleşmesi, vadiye girmeyi ve Nil’in suları toprakları ekip biçmeye zorladı onları.
(Herodotus demişti: Mısır, Nil’in bir hediyesidir!.) Halkların etnik grupları ise: Libyalılar, Negroid’ler, belki
Filistin’in güneyindeki Sami kabileleri. Alet ve süs olarak, madenler: altın, bakır kullanılmaya başlanıyor.Tüm
bunlar, bir yandan nüfusu çoğaltıp klanları güçlendirirken, öte yandan da servet, giderek sosyal durumlarda
eşitsizliği ortaya çıkarıyor ve toplumu k ö l e’lere, ö z g ü r insanlara ve s o y l u l a r’a bölüyor.
M ı s ı r köleci devleti, iki bin beş yüze yakın yaşadı: İsa’dan önce IV: bin yılından, P e r s’lerce
elegeçirildiği 525 yılına kadar. Mısır Devleti tarihi, genellikle beş devreye ayrılabilir: (1) TİNİT İmparatorluğu;
(2) ESKİ İMPARATORLUK; (3) ORTA İMPARATORLUK; (4) YENİ İMPARATORLUK, ve (5) AŞAĞI
İMPARATORLUK.
T i n i t şafağında, Nil’e ilkel kanallra ve bbentler yaplıp ekonomi düzene konuluyor. Komşu
devlerlerle, Sümerliler’le iyi ilişkiler düzenleniyor. Kölelik, IV. bin yıllarından yerleştiği gibi, özel mülkiyet de
meydana çıkıyor. Üretim yüceldikçe, kadının da rolü gitgide azaldığından, a t a e r k i l ve k o m ş u ortaklığı
doğuyor. Bu ortaklılara ‘nom’ adı verilir. Her nom’un kendine özgü bir dili, mitosları ve efsaneleri vardı En
büyük nomlar, güneyde: ‘Hiyerakonpolis’, ‘Abydos’, ‘Memfis’ ve ‘Buto’ nonları idi. Nom’ların başında şef’ler
vardı. Onlaredan biri, kendine kral adını veren S k o r p i o n, Hiyeralkonpolis’ten Memfis’e kadar geniş
atazilerin kaimi idi, ama daha bir devlet kuruldu denemezdi; mamafih ‘Kuzey’ ve ‘Güney’ Mısır’ın idari
oluşumları gerçekleşmişti. Devlet, bu hükümdardan az zaman sonra, Birinci ve İkici Hanedan zamanında
kuruldu..Birleşme, uzun ve kanlı mücadelelerden sonra oldu. İlk hanedan kurucusu ; M e n e s idi. .Ekonomi,
gücünü artırmakta, savaş esirleri köleler çoğalmakta, alım-satım berdevam. Mamafih onlar, ‘üretim’de ayrı bir
yer tutmuyorlardı. Toprağın ve hayvanların satılabildiği ve miras yoluyla bırakılabildiği kesin....
Toplumda, a t a - e r k i l nitelikte küçük ve büyük aileler var. Asıl mirasçı: ‘B ü y ü k o ğ u l.’
Ailenin başının da mallarını bir başkasına bırakmak hakkı vardı. A n a ‘nın büyük saygınlığı vardı evde: Mısırlı,
filan erkeğin değil, filan kadının oğlu idi. Mısır tahtı, anadan kıza geçiyordu. Tarlalarda ve hükümdarın,
tapınakların ve senyörlerin işyerlerinde, yalnız köleler değil, ö z g ü r insanlar da çalışıyorlardı. Ekonomik
yaşam, kalabalık bir g ö r e v l i ve k a t i p topluluğunca yönetilirdi. Bu görevlerin bir bölümü, babadan oğula
geçerdi; s o y l u l a r, hükümdardan hizmetlerinin ödülü olarak toprak da alırlardı. Yüksek soylular bir yana, iki
ya da üç kölesi olan küçük memurlar ve rahipler de vardı. Görkemli mezarlar yaptıramazlardı onlar; sadece
yazılar ve heykellerle süslü aile mezarlıkları olurdu.
İdari şekil olarak, Eski İmparatorluk, doruk noktasında, k ö l e c i s o y l u l a r ın çıkarlarını savunan
bir despotluktu. Merkez, Aşağı Mısır’da M e m p h i s idi. Başta, F i r a v u n (anlamı: ‘Büyük Ev’) diye
adlandırılan hükümdar vardı. Yetkileri mutlaktı: Yüksek görevlileri seçiyor, n o m başlarını değiştiriyor, vergi
koyup kaldırıyor, başka ülkelere asker gönderiyordu. Uyruklarının mallarına el koymakk ve yargılamasız ölüme
mahkum etmek de yatkileri arasındaydı. O, hatta tanrılaştırılmış, ve ‘büyük tanrı’ da ilan edilmişti. Çok gösterişli
bir ‘kült’ vardı çevresinde; ‘ayakkabısını öpmek’ büyük bir onurdu. Firavun, ‘v e z i r’ adı verilen bir
başyardımcısının yönettiği büyük bir görevliler kitlesine dayanırdı. Vezir, ordularının başı ve en yüksek yargıçtı;
vergilerin toplanması, sulama çalışmaları, kısacası tüm karmaşık hizmetler ona bağlydı. Emri altında, adalet
dağıtan ‘Altı büyük kurul’ ile ve ekonominin çeşitli dallarının başına konmuş öteki ‘kurullar’ vardı.
M ı s ı r o r d u s u, nomların donattığı milislerle, Etyopyalı ücrtli askerlerden oluşuyordu. Fazlaca
bir disiplini olduğu söylenemezdi. Askerlerin silahları yay ve taştan bir tokmaktı; daha sonra hançer ve tunçtan
baltayla donandılar ve bir de kalkanları oldu. Kaleler, güçlü savunma eserleriydi.
Eski İmparatorluk’ta, III. ve IV. Hamedanların firavunları, birer fatihtiler. IV: Handean’dan S n e fr u’nun Etyopya’ya yaptığı bir seferen yığınla savaş esiri ve 200,000 baş hayvanla döndüğü yazılıdır. Libya’yı
da yendiği gibi, bakır madenlerince zengin Sina Yarımadasını Mısır’a kazandırdı ve sedir keresteleri sağlamak
için Fenike’ye bir heyet yolladı. Mısır sınırlarında, ülkeyi istilalara karşı savunmak için istihkamlar yaptırttı.
Onın fetih savaşlarını oğlu K e o p s sürdürdü.
III. ve IV. hanedanların hükümdarları, büyük yapım çalışmalarına girişti. Bunların başında da, eski
Yunanlıların daha sonra ‘Dünyanın Yedi Harikası’ arasına soktukları p i r a m i t l e r <Bk.: Eski Mısır
Piramit’leri> geliyor.”
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt: I, “İlkçağ”, sa:82-88)
Eski mi eski : Alabildiğine, oldukça eski; çok yıpranmış
“Az ötede -burada yaşanan karşıtlıklar çok ilginç- fanatik Müslümanların saldırısına uğramamış, eski mi
eski iki Jain tapınağı duruyor. Belki de duvarları iç içe geçmiş, piramit gibi yükselen yapıları ele geçirmek zor
olduğu için bu tapınaklar yüzyıllardır ayakta kalabilmişler.
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:98)
Eski Okul’dan olmak : Yeterli derecede bilgili ve özellikle görgülü, kadın haklarına saygısı olup bunu sosyal
temaslarda açıkça belli eden centilmen (Yeni zamanın saygısız zamparalarının tam tersi bir karakter.)
“Albay Laporte:
-Vallahi, dedi, yaşlıyım, damlalıyım <Gut hastalığı> ve bacaklarım kazık gibi kaskatıdır ama bir kadın,
güzel bir kadın bana iğne deliğinden geçmemi buyursa, tıpkı bir cambaz çemberden geçer gibi atılıvereceğimi
umarım. Ben öyle öleceğim işte. Kanımda var, ne yapayım? Ben yaşlı bir çapkın, eski okuldan yaşlı bir
çapkınım. Bir kadın, güzel bir kadın görmek, beni çizmelerime kadar titretir.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64)
Eski püskü : Yıpranmış, eskimiş, döküntü (giysi ya da eşya; ev)
“Walter bavuluyla daktilo makinasını karyolanın ayak ucuna bırakırken, günde en az dört saati
yazmakla geçirmeye, şiirlerini her zamankinden daha özenli ve dikkatli yazmaya içinden yemin ediyor. Odada
telefon olmaması; koridorun dibinde ortak bir tuvalet olması, hiçbir yerde duş ya da banyo olmaması,
çevresindeki her şeyin eski püskü olması hiç önemli değil. Walter daha genç ve burası kendini yeniden
yaratacağı yer.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:131)
“Ev, ayrıntılarına girince biraz eski püsküydü ama derli topluydu ve oldukça rahattı. Öyle görünüyordu
ki, Fanshawe zamanını para kazanmakla geçirmemişti. Ama ben zaten evin eski püskü oluşuna burun kıvıracak
biri değildim.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:9)
“Külleri soğumuş bir ocağın önüne oturduk. Yaşlı kadın, elimi öyle güçlü sıktı ki, yerimden
kıpırdayamadım. Dikkatle yüzüne baktım ve ortasına çömelip oturduğu eski püskü eşyayı inceleyerek bu kadının
yaşamını kestirmeye çalıştım.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:98)
“SONSÖZ TASLAĞI
------------------------Küçük söylevcilerin, ki aşkı salık verirler
Çarpık abartılarıyla, ve kan dolu lağımların ki
Orenoklar gibi Cehennem’e boşanır gider,
Meleklerin, yeni soytarıların, üstleri eski püskü.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:327)
“Ertesi gün taşındı; tüm eşyası eski püskü siyah bir bavuldan ibaretti. Beni rahatsız etmemek için
valizinden yalnızca bir tiyatro kostümü çıkarmakla yetindi: Eflatun renkli geniş bir muslin eteklik ve gümüş
payetlerle bezenmiş bir korsaj.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:22)
“Ama sabahın bu saatindeki koridora karşılık oda, bar, çok daha parlak, aydınlıktı. Bir randevuevinin
kötü niyetli, soğuk, gri koridoru; saat dört. Bütün bu oda kapıları kışladaki kapılar gibi birbirini andırıyor. Hepsi
aynı eski püskü kapılar. Bu sefil yoksulluk.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:114)
“ ‘Rahatsız mısınız?’
‘Hayır,’ dedim. ‘Aklıma bir şey geldi de, düşünüyorum.’ Ve Serge’nin tertemiz yüzü gerisinde her
şeyi bir daha gördüm; Kaete’yi, karımı gördüm; bir adamın ‘Paltolar, mantolar!’ diye seslendiğini duydum; yine
Kate’yi, Grün sokağında geçen şeyleri, karımın eski püskü kahverengi ceketini gördüm.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:166)
“... şaka malzemeleri satan vitrinlere komşu üç renkli para cüzdanları satan mağazaların bulunduğu
kaçık kent -orada, kirle parlamış tezgahların üstü sinek ayaklarına ve sinek kanatlarına bulanmış, içkilerin eski
püskü bardaklarla verildiği tuhaf kahvelere rastlanabilir.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:146)
“Yabancının dış görünüşü, Berta’nın sık sık kafasında canlandırdığına hiç uymuyordu. Üstü-başı eski
püskü, saçları gereğinden uzundu, bir karış da sakalı vardı. Ama yanında birini getirmişti: Şeytan’ı.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:13)
“Bacağının birinde kocaman bir demir parçası paçavralarla sarılı olan bir adamdı bu! Ayakkabıları
param-parça olmuş, şapkasız başına eski püskü bir bez sarmıştı. İliklerine kadar sırılsıklam ıslanmış, baştan aşağı
çamurlara bulanmış, taşlardan, kayalardan bacakları yara-bere içinde kalmış, dört bir yanına dikenler yapışmış,
sırtındakiler çalı-çırpıya takılmaktan parça parça olmuş bir adam...”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6)
“Şaşkınlık içinde, ‘Nasıl isterseniz,’ dedim. Gidebileceğimi söyledi, ben de bodruma inip eski püskü
sandığımı deşip içinden eli yüzü düzgün birkaç kent kılığı ayırdım.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü”, sa:40)
“Fransızları çok daha makul buluyorum. Giyeceğe ya da göz boyamaya tek kuruş harcamıyorlar; eski
püskü şeyler giyiyorlar – ama dövüş horozları gibi yemek yiyor ve Pomeranyalılar (Avrupa’nın kuzey doğu
ülkelerine verilen isim. Alm.: ‘Pommern’. Slavca ‘Po’: boyunca, ‘morze’: deniz. İki Almanya’nın 1990’da
birleşmesinden sonra: Mecklenburg) gibi içki içiyorlar.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:177)
“Çektiği üzgüye karşılık hiçbir şey dilemiyordu. Yolculardan bazıları heybelerinden çıkardıkları
yiyecek kırıntılarını ya da artık giymek istemedikleri eski püskü giysilerini ona veriyorlardı. Kaba olanlar ise
bağırıp çağırıyorlar, tatlılıkla azarlanınca da, onu aşağılamaya başlıyorlardı.”
(G. Flaubert, “Konuksever Ermiş Julien’in Efsanesi”, sa:81)
“Bir tutam enfiye çektikten sonra Petroviç iki eliyle ‘sabahlığı’ iyice gerdi, havaya kaldırdı ve ışığa
doğru tutarak baktı, yine başını salladı. Sonra astarı dışarı gelecek şekilde ‘sabahlığı’ tersyüz etti ve yine başını
salladı. Tekrar üzerine kağıt yapıştırılan general resminin olduğu kapağı kaldırdı, burnunu tabakayla
yaklaştırarak bir nefes daha çekti, kapağı kapattı, kutuyu elinden bıraktı.
‘Hayır, bunu onarmak mümkün değil: Eski püskü bir süprüntü bu!’ dedi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:32-3)
“MARGHERIYA - Ne dersin kızım, çok eğlendik, değil mi?
LUCIETTA - Aman ne eğlendik! Eski püskü bir güldürü bile görmedik.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:15)
“Zavallıların kıyafetleri öyle sefil ve perişandı ki, hemen hiçbirisinde çorap, fotin yoktu. Başları, eski
püskü bez parçalarıyla sımsıkı kundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınları şakırdata şakırdata dershanenin
kapısına kadar geliyorlar, orada nalınlarını çıkartarak yan yana diziliyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:182)
“-... Khafra adındaki Mısırlı bir oymacı, Kral İkinci Ramses için M.Ö. bilmem kaç yılında böyle iki baş
oymuş. İkinciyi bulmak bir türlü mümkün olamamış. Avrupayı baştan aşağıya dolaşmışlar, bir türlü
bulamamışlar. Scudder eski püskü eki için iki bin dolar vermiş.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:98)
“Sonunda, kenti çılgınlık sarmış, gelmeyen kalmamıştı. Düşleri gerçekleşen aşıklar kol kola yürüyor,
yoksul aileler o sabah giydikleri eski püskü giysileriyle güzel arabalarda dolaşıyor, akılsızca dileklerde bulunmuş
olanlar hüzünlenip ortadan yok luyor ya da unutmak için eski Pazar meydanındaki çeşmeden kana kana
içiyorlardı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:124)
“ ‘Burası neden bu kadar soğuk?’ diye sordu, uzun, eski püskü eldivenlerini çıkarıp masanın üstüne
fırlattı, başını eğip gözlerini kırpıştırarak beni süzdü.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:14)
“Günde en az yarım düzine dizi geçiyordu kanallardan; ben de bunları oynayan (daha doğrusu konuşan)
‘yorumları’ kayıt sırasında çaktırmadan gözetliyordum: meslek yaşamlarının sonuna gelmiş aktör ve aktrislerdi
bunlar; eski püskü giysiler içinde, bir deri bir kemik zavallılar...”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:8)
“ ‘Ne yazık ki genç şövalyemiz o eski püskü zırhlarla dövüşmek zorunda. Zırhı dağılıverecek diye
korkuyorum,’ dedi Enid titreyen bir sesle.
‘Korkma kızım,’ dedi annesi, ‘bu kadar kısa sürede sevdiğine göre sevilmeye değer biri o. Onun
yüreğindeki sevgi, genç dükün gururunu alt edecektir mutlaka.’ ”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:70)
“Barranquilla’dan Aracataca’ya varmanın tek yolu, eski püskü motorlu ahşap bir tekneyle, sömürge
döneminde kölelerin bileğinin gücüyle kazılmış bir kanalda ilerlemek, sonra da çalkantılı ve girdaplı bir balçık
çukurunu geçerek Ciénaga’ya varmaktı.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:12)
“Kendisiyle ilgilenen o iki kişinin, onları kaçıran aynı insanlar olmadıklarını fark etmişti. Giysileri eski
püskü ve kirliydi; boyu bir altmış yedi olan Maruja’dan daha kısa boyluydular; bedenleriyle sesleri genç
olduklarını gösteriyordu.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:12)
“Eski püskü giysili yaşlı bir gemici, (istiridye) kabukları(nı) bir bıçakla açarak baylara veriyor, onlar da
hemen onları bayanlara uzatıyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:40)
“Ungaratti Dizisi
(ITA.)
4. ‘E’Sopravvivere Alla Morte,
Vivere?’ <Ve ölümden arta kalmak,
yaşamak mıdır?>
Yabancı bir parmakla
kaşının üzerindeki
yara izi üzerinde gezdiriyorum elimi
--------------------eski püskü giysilerin altında
anlatılmaz incinmişliğinin
yara izlerini seziyorum.
Yaralarınla soluyorsun sen.”
(Hans Raimund<d.1945>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.11.06)
“Arif’lerin dışı: eski bir hırka,
Bu kadarı, kuşkusuz yeter halk’a!
Yeter ki amelin olsun çok iyi,
Fark etmez o zaman giydiğin giysi...
İstersen başına altın taç geçir,
Dervişliğe yeter mi eskin püskün?
Derviş ol, istersen atlasa bürün...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:90)
“Yağmur yağıyor, rüzgar yaprakları dökülmüş ağaçları sallıyor ve geçmiş zamanlardan bir görüntü
çıkıp geliyor, uzun boylu, zayıf, yaşlı bir adam, şimdi daha yakından bakınca görülüyor sellerin bastığı bir
yoldan yürüyüp geldiği. Omzunda bir çoban asası var, çamur içinde, eski püskü kabanının üzerinden gökyüzünün
tüm suları süzülüyor. Önü sıra domuzlar yürüyor, kafalarını öne eğmişler, burunları yere sürünüyor.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68)
“Şapkasını giyiyor, ayakkabılarını bağlıyor, eski püskü koyun postunu sırtına geçiriyor, görüşürüz,
diyor kadına, beni sorarlarsa hiçbir şey bilmiyorsun. Bu uyarıya gerek yoktu, çünkü her zaman aynı şey, ayrıca
Joana Canastra zaten pek bir şey söylemezdi, gerçi kocasının neden gittiğini bilmiyor ve öleceğini bilse
söylemez...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:172-3)
“Burası, düpedüz, eski paşa konaklarındandı. Hem de öylese israfa girip, değerli eşyaları okutmuş da,
eskici Yahudi’nin metelik vermediği eski püsküye, çul çaputa kalmış paşa konağı değil.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:270)
“Bizim köydeki papazın evi çok düzgün ve temizdi. Bulunduğumuz odanın eşyasını ise biraz önce
anlatmıştım. Bizim keşişin evinde böyle eski püskü eşya bulunmazdı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahatı”, sa:247)
“Uşak, saygısızlık etmemek, efendisinin gözünden düşmemek için kapıdan çıkmış, piposunu öyle
yakmıştı. Nicholas Pétrovitch başı öne eğik, peronun eski püskü basamaklarına bakarken hayallere dalmıştı.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:8)
“Keman çalan bir kadın varmış da, kalın kalın bıyıkları varmış, beş tane akrabasıyla birlikte
oturuyormuş, bir tanecik kart tavuklarının gıdaklayarak yumurtladığını haber vermesini duyabilmek için kulak
kabartarak, bütün bir günü eski püskü bir iskambil destesiyle oyun oynamakla geçiren beş başıboş serseriymiş
bunlar...”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:141)
“Dorian Gray odayı hemen hiç değişmemiş buldu..... İşte, içinde sayfalarının köşeleri kıvrılmış okul
kitaplarının durduğu sarı Hint ağacından yapılma kitap dolabı. Bunun ardındaki duvarda gene o eski püskü
Felemenk işi duvar halısı asılı duruyordu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:141)
“Adam ona çok kötü bir İngilizce ile, ne istediğini sordu. Lord Arthur, ona Kont Rouvalof’un kendisine
vermiş olduğu kağıdı uzattı. Adam kağıdı gördüğünde eğildi ve Lord Arthur’u zemin katta ön cepheye bakan çok
eski püskü bir oturma odasına davet etti.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:41)
“... her tarafı örümcek ağlarıyla kaplı eğik çatı kirişlerine bakarken, çalar saat, insanı soluk soluğa
bırakan bu acımasız haberci, çalmaya başlıyor ve Christine o nefret ettiği eski püskü yataktan kalkıyor, nefret
ettiği eski elbiselerini giyiyor ve nefret ettiği günlük yaşamına başlıyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:167)
“Kendininkilerden atılmıştır, kendi içine geri gönderilmştir, bağrındaki o cehenneme: yıkılmış ruhuyla,
iliklerine kadar utandırılmış, aşağılanmış olarak Berlin’e döner. Birkaç ay ayağında eski püskü ayakkabılar, üstü
başı perişan sürünür ortalarda..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:62)
“Ufak tefek, çarpık çurpuk, kemik hastalıklı bir kadındı. Şapkasızdı. Biçimsiz giysilerinin altından eski
püskü balo iskarpinleri görünüyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:157)
“Adamın yıllardan beri vatanından uzak yaşadığını, büyük bir serveti bulunmadığını ve öyle para
getirecek bir iş de yapmadığını, ev sahibi kadın, yedikleri yemeklerden ve taşınırken yanlarında getirdikleri hepsi bir araya gelse küçük bir bavulu ancak doldurabilen- eski püskü giysilerinden çok iyi biliyor.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:230)
Eski sakızları çiğnemek : Yine aynı şeylerden bahsetmek, aynı konuları tartışmak
“Hanımlardan biri ayapa fırlayıp öfkeyle adamın sözünü kesti: ‘Ninelerimiz belki Atatürk kızlarıydı, biz
başarıya aklımızla, gücümüzle kendimiz ulaştık,’ dedi. Ne karı ama! Sonra bir başkası söze karıştı. Adamı adeta
payladı: ‘Lütfen eski sakızları çiğnemeye başlayıp Atatürk’ü işe karıştırmayın...’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:40)
… Eskisi : Bozuntusu, kopyası, emekli, uzun süre birlikteliği olan (Albay, bakkal, boksör, büyükelçi, komiser,
mendil, oğlan ,Osmanlı, pehlivan vb.) (Argo)
“Tehlikeli, siyasi sanıkları sorgulamaya atanan bu şişman adam, hiç de korkunç görünmüyordu. Daha
çok, güreş meydanından çekildikten sonra, kendinei yemeğe içmeye veren bir pehlivan eskisine benziyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:194-5)
“Babam, birlikte durduklarında daha canlı, daha yakın görünürdü bana. Bu ayrım bence Perran
Hanımefendinin sık sık kullandığı sözlerden geliyordu babamı anlatırken: ‘Azıcık taşra havalıdır. Oysa
aldanmamak gerek.’ derdi. ‘Dürrüzadeler bilinir ki Osmanlı eskisidirler. Yani iki yüzyıla yakın bir aile kütüğüne
sahiptirler.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:115-6)
“Karşılarından şayak şalvarı dizlerine kadar püskül püskül yırtılmış, yalınayak, başına bir mendil eskisi
sarmış, sırtındaki yorganın altında iki büklüm, ayağını yere değdikçe kızgın saça basmış gibi birden kaldıran, bir
tuhaf yürüyüşlü, kupkuru bir adam geliyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:28)
“-Bana bak bakkal eskisi!
-Vallahi şaka yapmıyorum ha, şerefsizim aramış.
-Aramışsa benim evim var, yerim var... Sen bırak onu bunu da, ne oluyor kızın askı işi?
-Oğlanın kaatları gelmemiş daha. Malum ya? Taa Erzurum’dan gelecek kayıtlar. Ama eli kulağında,
bugün yarın gelir!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:143)
“Saçlarıyla bıyıklarını her sabah boyayan, Paris’i, Berlin’i, Roma’yı, Viyana’yı, Beyoğlu gibi tanıdığı
ile kasılan bir büyükelçi eskisi vardı ki, her söze: ‘Bilirsiniz’ diye çok kibar başlamakta..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:35)
“-Beni iyi dinle Tango Ömer, ‘Murat bu meseleyi nasılsa duymuş’ dersin Paytoncu’ya... ‘Canı sıkıldı
biraz’ dersin... Diyor ki, ‘Paytoncu gibi oğlan eskisine, kıyamet kopsa, İstanbul’un haracını yedirmezler!’ diyor
dersin!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:119)
Eski tas eski hamam : Hiçbir şey değişmemiş, eskisi gibi
Bk.: Eski hamam eski tas
“ ‘Üç bin yılı aşkın zamandır, sanatçılar heykeller, tablolar yapar ya da kitaplar yazarlar. Fahişeler de
dünya hep eski tas eski hamam gidiyormuş gibi mesleklerini icra ederler. Ayrıntı ister misin?’
Maria başıyla, evet dedi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:183)
“TREPLEV - Epey kalacak mısınız burada?
TRİGORİN - Hayır, yarın Moskova’ya dönmem gerek. Bitirmem gereken bir hikaye var. Bir yıllığa
da bir şey yazmaya söz verdim. Yani eski tas, eski hamam...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:86)
“Evin bu mitik sessizliğinin bozulduğu yegane an, küçük kızları Lucia’nın doğduğu ilk haftalarda
etrafın kahkaha tufanına boğulduğu zaman idi. Ondan sonra yine eski tas, eski hamam idi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:90)
“NEREUS - Şu kulağıma yansıyan şeyler insan sesi mi?.... Nice yıllardan beri tanrısal bir rahata
kavuşmuşken, tekrar en büyük bir iyilikte bulunmak hevesine kapıldım ve en son tertiplenen işlere baktığım
zaman, sanki ben hiçbir öğütte bulunmamışım gibi, her şeyin eski tas, eski hamam olduğunu gördüm.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:159)
Eskitaş Çağı : İnsanoğlu’nun, dünyada var olduktan sonraki gelişiminin ilk perdesi. Eski ismiyle: Y o n t m a
T a ş devri. Evriminde geçirdiği çağların en uzunudur: takriben yarım milyon yıl.
“İ n s a n , bu çağ içinde ‘insan’ oldu. İnsanın, Doğa’nın sahnesine çıktığı Dördüncü Zaman’ın
başlarında, iklim tatlı ve ılıktır. Avrupa, gür ormanlarla kaplıdır ve soyu bugün tükenmiş hayvanlar
yaşamaktadır. Ne var ki, bu iklim değişir sonra: Kuzeyden gelen buzullar Avrupa’yı ve Kuzey Amerika’yı
kaplar; çok kıllı mamut’ların, Ren geyiklerinin ve yabani otların otladığı tundra’lar alır o ormanların yerini.
İnsanoğlu’nun yaşamı da çetinliklerle doludur. Ne belli bir yeri vardır kalacak, ne giysisi hemen
hemen. Ağaç kovuklarına, mağaralara sığınır; hayvan derilerine bürünür. Elinde, biraz yontarak kullandığı bir taş
parçası vardır. Ve bir sopa! Ancak, yüzyıllar ilerledikçe, deneyim birikir; teknik de yetkinleşir: Delmek, kesmek,
öldürülen hayvanların derisini soymak iöçin, taşa çeşitli biçimler vererek a l e t yapar. Çok öenmli bir şeyi de
keşfeder : A t e ş.
Eskitaş Çağı’nın başlarında, ‘i l k e l s ü r ü’ halinde yaşarlar insanlar. Bir sürüden ötekine geçer
dururlar, başlarında bir erkek ya da kadın bir güdücü vardır. Hayvansal bireycilik hakimdir duruma, zira
hayvanlar, atalardan kalmışlardır. <Bazıları, ölmüş ataların dönen ruhlarıdır da!’> Yamyamlık da görülebilir,
<zira kışlar çok güç geçer.>. Ama, Çağın sonlarına doğru, daha gelişmiş bir örgütlenme belirir: K l a n
doğmaktadır.
‘İ l k e l s ü r ü’ den, ‘k l a n’a geçiş, üç doğrultuda olur: Önce, ‘ortak üretim’in artması, d a h a k ü
ç ü k g r u p l a r’da birleşmeye götürür insanları. Bu gruplar, asıl sürüden çıkmışlardır ve onunla, iktisadi
<ekonomik> ilişkilerini süürdürürler yine de.
Daha sonra, aynı grup içinde k a d ı n - e r k e k i l i ş k i l e r i’ne bir değişiklik gelir: E x o g a m i
(Dışardan evlilik - Egzogami) doğar. İktisadi gelişmeye pek sıkıya bağlı bir değişikliktir bu. E v l i l i k, yalnız
ve yalnız biyolojik bir olay değildir atrık; toplumun düzenlediği bir kurumdur o. Ancak, klan içinde ‘dışardan
evlilik’ yerleşirken, kal’ın da dahil olduğu kabilede ‘içerden evlilik = endogami’ kuralı uygulanacaktır.
Son olarak, doğal bir i ş b ö l ü m ü gerçekleşir. Başlarda, kadın erkek yanı rolü oynuyorlardı
üretimde. Onun yerine, c i n s a y r ı l ı ğ ı n a dayanan bir çalışma düzeni geçer: erkekler ava giderken,
kadınlar ve çocuklar yiyecek toplayıcılığı yaparlar.
Özetle, Eskitaş Çağı’nın sonlarına doğru, insan topluluğu, ilk sürüsel yapısını bitirmiştir; üretici
güçler geliştikçe ve işbölümü arttıkça, ilkel sürü, daha gelişmiş bir sosyal örgütlenmeye bırakmuştır yerini.
(Sonuç olarak,) Biyolojik olarak bugünkü insan tipi de doğmıştur: H o m o S a p i e n s .
Bir yandan e m e k, böylece, r u h s a l y a p ı m ı z ı da biçimlendirip yetkinleştirmiştir. İnsan
düşünce ve bilinci, ‘ s o y u t l a m a’ yetisi ile donatılmıştır; başka bir deyişle, ‘çevre’ gerçeğini kelimelerle
anlayabilen kavramlarda yansıtmak ve bireşime gitmek olanağına sahiptir. Bu soyutlama yetisi insanlara,
düşüncelerini ve duyularını kelime-sözcüklerle anlatma olanağını vermiştir. Böylece, ortaklama çalışmanın
sonunda, ilişki kurmanın en üstün aracı olan d i l doğmuştur.
Yazısız tarihten yazılı tarihe geçiş ise ki İsa’dan önce 12 bin ile 5 bin yılları arasında bir ara dönemi
yaşanır: İklimdeki yumuşama sonucu Ren geyikleri kuzeye, Baltık bölgesine çekilince, avlanmanın başlıca
kaynağı kurur ve insanlar bir tür tembelleşir, balık avcılığı ve balık toplayıcılığı ile yetinir olurlar. San’at da,
gerçekçi niteliğini yitirir bu arada; kuru bir sembolizme varır. Yazıya doğru gelişimin yolu açılmıştır. Böylece,
büyük ölçüde eskiyi süürdüren ve köklü hemen hiçbir yenilik getirmeyen bir ara dönemdir bu. ‘Taşın Ortaçağı’
diye adlandırılması da bu yüzdendir. Asıl büyük yenilik ondan sonra gelir.” Not: ‘Eskitaş’ı, ikinci evre olan
‘Yenitaş devrimi’ izleyecektir.
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I: İlk Çağ, sa:15-20)
Eski yazı : Osmanlı Türkçesi, Arap alfabesini kullanarak yazılan Türkçe yazın. Atatürk tarafından 1928 ‘Harf
devrim,i’ ile latin harfli alfabe’ye başlanmıştır.
“Geçmiş yılların defterleri merdiven altındaki bir sandıktaydı; babasının kalın, eski yazı birkaç tarih
kitabıyla birlikte. İlkokulu bitirince ona da öğretmişti eski yazıyı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:34)
“Ötekisi, yani sol kolunun üstünden koluna doğru uzanan dövmede de eski harflerle şu yazı yazılıydı:
‘Ah minel’aşk!’ <Ah, aşık olduğumdan beri!>
Ve düzgünce bir sülüs <Bir nevi tezyini yazı biçimi, Arapça> ile yazılmış olan bu yazının başındaki
ah’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Sonra, herifçi oğlunun açık kıllı göğsünün sol memesi tarafına gelen yerde de
yarımyamalak bir yılan resmi gözüküyordu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:24)
Eski Yunanlılar denen soydan : Sert, kavi, kuvvetli
“Ve boşalmış bardağını ters çevirdi; bu, artık içmek istemediğine işaretti. Tıpkı, sağlam erkeklerin
sigarayı, şarabı, zarı kestikleri gibi: yiğitçe!
‘Şunu bilmelisin ki, babam sapına kadar erkekti; sen bana bakma, ben üfürüktüm; onun önünde dikiş
tutturamam! O ‘Eski Yunanlılar’ denen soydandı; elini tuttu mu, kemiklerini kırardı.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:287)
Eski zamanların ruhu : Geçmiş zamanlar konusunda hissedilen nostalji, özleme
“FAUST - Evet, biz yıldızlara kadar yükseldik! Geçmiş zamanlar bizler için yedi mühürlü bir kitaptır,
dostum. Sizin eski zamanların ruhu dediğiniz, gerçekte, o devirleri ayna gibi yansıtan, eski insanların kendi
ruhlarından başka bir şey değildir.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:33)
ESMAÜL HASNA : (AR.,DİN) = ALLAHIN (diğer )GÜZEL İSİMLERİ : Bk.: ALLAH
Esmek : O anda aklına öyle gelmek, arada bir usul dışı hareket etmek, esinlemek, malum olmak
“MARGHERITA - Yaşları uyuyor.
MARINA - Şunu da söyleyelim ki iyi bir gençtir.
MARGHERITA - Doğrusunu söyleyelim, Lucietta hiç kötü değildir; yalnızca.. öyle.. zaman zaman
eser. Bazen gelir okşaya okşaya canımı çıkarır, bazan da kızdırır.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:66)
“Kamran, sözlerime de jestime de gülmeye başladı:
-Bu, nereden esti birdenbire Feride? dedi.
Nereden eserse essin. Durulacak zaman mı? Aynı ateşle:
-Ne yapayım, böyle... Seviyorum işte, dedim. Bana bir şey vaat edeceksin... Eve gider gitmez bu
zavallı küçüğe bir souvenir (anı) olarak... Bir souvenir olarak... Anlıyor musun, bir souvenir d’amour (aşk anısı)
olarak?...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:58)
“Eğildi, ocağa biraz daha odun attı. Biraz sonra,
‘Yarından tezi yok,’ dedi, ‘hava yolunun açılış töreni olacak; artık yerde yürüyemiyorum,
havalardayım. Omuzlarımda makaraları hissediyorum.’
‘Pire’deki kahvede, beni oltaya takmak için nasıl tuzak kurduğunu hatırlıyor musun, Zorba? Ananın
yiyip çocuğuna vermeyeceği çorbaları yapmasını bildiğini söylemiştin ve benim sevdiğim yemek de, rastlantı bu
ya, tıpatıp o çıkmıştı, nasıl anlatmıştın bunu?’
‘Ben de biliyor muyum, patron? Öyle esti işte! Senin, o kahve köşesinde uslu uslu, derli toplu oturmuş,
küçük yaldızlı bir kitaba eğildiğini görünce, neden bilmem, çorbaları seveceğini düşündüm. Öyle esti diyorum
sana; ara da bul!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:261)
“Cevdet Bey: ‘Nasılsın?’ diye sordu. Kenardaki bir sandalyeye oturdu.
Ağbiysi cevap olarak: ‘Ee, nereden esti bakalım senin aklına buraya gelmek?’ dedi. Sonra şüpheyle
sevgilisine baktı. ‘Mari sen mi çağırdın onu yoksa?’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:25)
“Masaya sokulmuş, ağır vazoyu kaldırmış ve yere bırakmıştı: Bu, bir anda esmişti ve hemen sonra
kendini şeytanörümceği kadar hafif hissetmişti.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:53)
Esnek : Daha anlayışlı ve anlaşabilir, yumuşak, daha kolay kabullenebilen durum ya da kimse; Esneme
“Kıskanç adamın biri evine bir gece bir misafir davet etmiş. Zaman geçmiş, konuşacak konu
kalmayınca, misafir ve kendi karısı karşılıklı esnemeye başlamışlar. Bundan son derece rahatsız hisseden adam,
göz işaretiyle karısını dışarıya davet eder ve ahırda baltayla işini bitirir. Hiçbir şey olmamış gibi bir süre oturur
ama o da misafirle birlikte esnemeye başlayınca, yaptığı hatanın farkına varır ve hayıflanır:
‘Esnek esneği atana,
Yazık gübrede yatana!’ ”
(Anonim. Eski bir Rumeli söyleşisi)
E.S.P. (Extra Sensory Perception - Ekstra sensori pırsepşıyon); Telepathy <Telepati>; Clairvoyance
<Kler-voyans> (Olacağı önceden görme yetisi)
“Bu yetiler, tarih boyunca varlığını ve etkinliğini korumuş ve bugün hala Kuzey ve Güney Amerika’da,
Okyanus Adalarında varlığını sürdüren şamanistik performans arasında gayet doğal sayılıyor. Resmen deklare
edildiğindenberi de, İndigo Çocuklarının bu nitelikleri gösterdikleri söyleniyor. Normalde de insanlar bu
yaşantıları sergileyebiliyor. Her ne olursa olsun, bu performans’lar, insan’ın karmasını niteliyor.
K a r m a sözcüğünü irdeleyelim evvela.. Bu, çok ünlü medyum Edgar Cayce tarafından 1933’te
verilen bir bildiride karma hakkında şöyle denmişti:
“Karma, vücuda alınan bir besi maddesine karşı vücudun göstereceği bir tepki gibi yorumlanabilir.
Nasıl besi vücudun her bir hücresinin içine girerek vücut ve zihin sağlığını etkilerse, ruh da, yeryüzünde bir
‘deneyim’ sahibi olmasını arzuladığı zaman o vücuda girerek o yaşantıyı yaşar. Bu geri dönüş, böylece bir
‘izleme’ süreci olduğu kadar, izlediği arzu nedeniyle bir ‘talih’ ve ‘kader’i de beraberinde getirir. Kişinin
düşünceleri, ruhun tohum verdiği besi ve bu düşüncelerden oluşacak aksiyonlardır. (Aksiyonlar kaderi belirliyor!
İ.E.) Bu düşünce ve aksiyonlar, dönüşümlü olarak, düşünceler ve onların sergiledikleri aksiyonlar tarafından
yaratılmışlardır. Bu ‘döngü’, ruh’un ilk doğuşuna kadar geri gidebilir” (Karma Yasası = Law of Karma!).
Yine Edgar Cayce, 1925’te, bir trans halinde, “Clairvoyance-Olacağı önceden görme” olayı, bu tür ruh
fonksiyonları ve karma hakkında şöyle demişti: “Siz (kişinin ismi, doğum yeri ve diğer kişilik bilgileri), kendi
vücudunuzun huzurunda, kendi varlığınızın evrenle ilişkilerini, var olan evrensel kuvvetleri, bu hayatınızda
sergilenmiş gizli ya da açık, malik olduğunuz kişilik niteliklerinizi bulacaksınız. Bunlar, bu planet üzerindeki
daha önceki görüntülerinizin ne ve nerede olduğunu da içerecektir. Ruhunuz, vücudunuzun gözüyle dişarıya
bakar ve her tür duyguları hisseder. Bu farkındalığını da, günlük yaşamlarla ve her tür fakültelerle daha da
geliştirir.
Ruh, birçok ‘hayat sürelerini’ yeryüzünde geçirebilir, diğer zamanını ise t i n s e l d ü n y a da , bu
dünyaya tekrar dönünceye dek. Her dünyaya dönüşte, ruh, Tanrı’ya dönmeye değer bir hale gelmek için gerekli
olan mükemmeliyete erişmeye çalışır. Bu dünyaya dönüş sikl’lerinin hem kazanç ve hem de kayıpları vardır.
Kazanç: Spiritüel gelişim, beklenilen mükemmelliyete doğru atılan olumlu adımnlar; Kayıp: Vücut günah
işlemeye devam ederse, geri dönüşlerle, cezalandırılır. Ruh, yeni bir vücuda girince, sanki alınyazısını
tamamlaması için ona bir şans veriliyor demektir. Tanrı ruh’u yarattı, ama ona “serbest arzu - free will” kudreti
verdi. Ruh, bir yandan Tanrı’ya yoldaş olma arzusunda, bir yandan ‘arzuladığını yapmak’. Seçenek onun.
Ben, bir bilim adamı olmama karşın, esas konum ruh olması dolayısıyla, bu doğaüstü yaşantıları,
bugününün ilerlemiş teknolojisine karşın hala mantıki ve bilimsel (ki ‘bir konu, deneyimlerle yeniden yaşanabilir
ve dolayısıyla kanıtlanabilir’ prensibi demektir bu) olarak yineleyememek çaresizliğini kısmen olsun yeneyim
diye, Amerika’da bulunduğum yıllarda, elimden geldiği kadar boş zamanlarımı ve hafta sonlarımı
değerlendirerek, hiç olmazsa bilimsel bazı yorum olasılıklarını öğrenmek istedim. Bunun için Yale
Üniversitesi’nin “Şamanlık” kurslarına katıldım; University of Massachusetts’in Amherst’deki kampusu bizlerin
hafta sonu ziyaret mekanı olmuştu artık. Dünyaca meşhur medyum’ları orada dinledik ve inanılmaz şeylere tanık
olduk.Hala izah edemediğimiz çok şey var, ama işte size iki olmuş vak’a.
Bilirsiniz ki, gece ve gündüzün yıl boyunca birbirne eşit sürede olduğu iki tarih vardır: 21 mart (vernal)
ve 21 eylül (automnal). Buna “Ekinoks = Equinox” derler. 1985 yılının 21 eylül’ünde Amherst’e davet
edilmiştik. Gün batımında, sekiz üniversite genci, Amerikan yerlilerini andıran kıyafet ve törensel hava içinde,
ellerinde bir tür bitkiler ve sözlerini anlayamadığım (duasal sözcükler!) bir mırıltıyla, çember halinde
dönüyorlar. Güneş tam batmak üzereyken, ellerinde (temizlenmiş, hiçbir zamk ya da yapıştırıcı madde ile
sıvanmış olmayan) yumurtalarla bir beton oluşuma yaklaşıp, yumurtaları dikine oturtmaya çalışıyorlar. Seremoni
on dakika kadar devam etti ve üç yumurtadan üçü de, düşmeden, beton bir zeminde dimdik durabildi. Ertesi
sabah kontrole gittiğimizde, iki tanesi hala dimdikti, bir tanesi ise düşmüştü. Christopher Columbus’un yaptığı
gibi yumurtayı betona çakmadan dik tutamayacağınızıa göre, bu olayı nasıl açıklayabilirsiniz?
İçerde ise, amfide (yayınlayıp yayınlamadıklarını bilemediğimden ismini veremeyeceğim bir kişi),
ilkokul mezunu, güney Massachusetts çiftliklerinden gelmiş, imam kılıklı bir medyum, sahnede, on dakikalık bir
hazırlıktan sonra, gözleri kapanık bir halde, antik bir İngiliz aksanıyla, felsefi bir tartışmaya giriyor.
(Konuşmasını kaydettiğim teyp elimde) Salonu dolduran bizler, hocalar, asistanlar, talebeler, halktan kişiler,
huşu içinde onu dinliyoruz. Kırk, kırk beş dakikadan sonra, gözlerini açıyor ve bize soruyor: “Ben kimi getirdim
buraya?” Belli ki, eski büyüklerden birinin ruhu gelmiş, kişinin ağzından konuşmuş. Öndeki sıralardan bir hoca
yanıt veriyor: “Siz, Bertrand Russell’ı getirdiniz efendim!”. Dikkat buyurun, medyum, Bertrand Russell olmadı,
onun ruhunu temsil etmedi, onunla kişisel anılarını söylemedi, yalnızca ve yalnızca “onun sesiyle konuştu”, hem
de mealini anlamadan.
Yıllar boyu, bilimin bizlere bu konularda verebileceği kat’iye yakın en akla sığar kanıt şu: Bildiğimiz
gibi, yayımlanan fiziksel olgular içinde “güneş ışığı”nın bir hızı (saniyede 300,000 km.) ve, eğer
kaydedebilirsek, bir “frekans”ı var. Ha keza ses. Hızı, saniyede 340 metre ve, “frekans”ı çok daha kolayca
saptanabiliyor. Yağmurlu günlerde bir şimşek çaktığında, saniyelere eşit derecede sayı saymaya başlayın,
örneğin üç saniye sonra gök gürlemesini işitirseniz, çakan şimşeğin ya da düşen yıldırımın yerinin,
bulunduğunuz yerden olan mesafesini bir saniye içinde hesaplayabilirsiniz: 3 x 340 = 1020 m. Yani 1 km. kadar.
Bilim, insan duygularının da, henüz ölçülememiş bir frekansı var diyor. İki taraflı radyo - walkie talkie gibi,
yakın ilişkisi olan insanların duygularının, birbirlerine özel bir frekansı olduklarını düşünürsek, iki taraf da
birbirlerini düşündükleri anda, hatları aynı frekansa açık bırakıyorlar demektir. Çoğumuzun birçok defalar
yaşadığımız gibi, birisini düşündüğümüz anda ondan zaten gerçekten bir telefon kol’u gelmek üzeredir, zira
karşılıklı düşünce frekansları-titreşimleri (görünmez bir uydu aracılığıyla) verici-alıcı hattının açıklığı nedeniyle
sesten önce bir ‘algı-vizyon’ olarak duyumsanıyor. Benim kendimin, 60 yıldır ruhlar alemiyle alışverişte
olduğumu hesaba katarak ve hiçbir zaman medyumluk iddiasında bulunmayarak, zaman zaman geçirdiğim
yaşantıları size bir özetleyeyim, bunlardan bazılarının yukarıda açklanmış “frekans” kuramına, bazılarının
“reenkarnasyon” (Fransızcamın inanılmaz mükemmelliği ve 1957’de yaşanmış, Kanada’daki ‘Üç Nehirler’
kasabası olayı) olasılığına yakınlığının ötesinde “tesadüf”, “aşırı duyulanmış hisler”in ötesinde yakından uzaktan
bir ilişkisi yok. Bir istinası var tabii: Eğer, bilincimin dışında, bir “İndigo Çocuğu” isem, bu başka bir olay.
Örnek 1: Boston’da, bir akşamüstü, hastane dönüşü saat 18.oo sıralarında, genç bir hastamın babası
olan, bir ortaokul müdürünü görüyorum. Telefon tele-sekretere bağlı. Prensip olarak hasta görürken telefonlara
hiç yanıt vermem. Başladıktan bir kaç dakika sonra telefon çalıyor, daha ilk zilinden sonra, ben, adetim dışında,
hastamın babasından özür dileyerek elimi telefona uzatıyorum: “Affedersiniz,” diyorum, “oğlum telefon ediyor!”
Oğlum o sırada Ann Arbor-Michigan Eyaletinde, kolejde. Oğlum telefonda şöyle diyor: “Baba, özür dilerim,
biliyorum şimdi hasta görüyorsun, ama bana bir araba çarptı, şu anda hastanenin acil kısmındayım, merak
edilecek pek bir şey yok, ayak bileğim kırılmış olabilir, akşama gene ararım!” Adamla konuşmamızın
başlangıcında oğlumla ilgili olarak aklıma gelen birkaç saniyelik tek anektot, geçen yaz, adamın oğlu, onunla
yaşıt olan oğlum ve benim, hep birlikte Avustralyalı ‘Weather Report’un konserine gittiğimiz idi. Adamcağız
yüzüme şöyle bir baktı, durum hakkında kısa bir özet verdim. O, bana mutat olarak bu sabah, okula gitmeden
oğluyla kavga ettiğini söyledi. Ben nedenini sorunca, “Ondan bir miktar para ödünç almıştım, oğlan gitarını
yenileyecekmiş, benden geri istedi. Ben de bugünlerde çok fazla para harcadığından söz ederek onun
beklemesini söyledim, hepsi bu.”
Ben de adamcağıza, aile problemlerine girmeye hakkım olmadığını, fakat bu derece kültürlü olan bir
babanın, başka yollarla problem çözeceğine, çocuğun hakkını inkar edecek bir şekilde yanıt verdiğine hayret
ettiğimi ve kendinden harçlık alan bir çocuktan ödünç para almayı biraz tuhaf bulduğumu söyledim. Ek olarak,
“Mesela eğer 200 dolar borç almışsanız, yine örneğin, eğer bu cuma maaşınızı alıyorsanız onun yarısı olan 100
doları bu cuma, diğer yarısını da gelecek cuma ödersiniz, olur biter,” diye basitçe, özür dileyerek, öğüt verdim ki
genellikle yapmam. Adam, hayretler içinde şöyle yanıt verdi: “Nereden biliyorsunuz? Bu sabah oğlumla
görüştünüz mü? Aynen öyle oldu: Ondan 200 dolar almıştım, her iki cuma bu şekilde ödemeyi planladık.
Şaşırdım doğrusu!” Gerçekten de daha beş dakika önce vuku bulmuş telefon konuşmasının da etkisiyle, adam
korkulu bir havaya girmişti. Benim ailede olup bitenlerden hiçbir şekilde haberdar olmama imkan yoktu,
önceden düşünmemiştim bile. Kaldı ki onun maaşını ne şekilde aldığını tahmin bile edemezdim. Düşünmek için
bir neden de yoktu, oğlan, muayenehaneme gelmekte olan otuz, kırk hastamdan biriydi, biraz özel ilgi
göstermiştim ama, nadiren seans dışı görüşürdük ve o gün yukarda bahsettiğim anektotun dışında bir iletişimim
olmamıştı.
Örnek 2 :
Otuz beş yaşlarında bir kadın hastam, bir öğleden sonra ofisime herzamanki deprese görünüşünün
tersine, neşe içinde geldi: Ayrı bulunduğu kocası ile barışıyormuş... ve işinden de nihayet izin alabilmiş, yıllardır
gözünde tüten bir Avrupa ziyareti için bu sabah bir seyahat acentasına gitmişmiş. Bir saniyede dudaklarımın
ucuna gelen bir ülkeyi, kontrol etmeden ağzımdan üfleyiverdim:
“Ne o, Yugoslavya’ya mı gidiyorsunuz?”
Kadın şaşkınlıkla, “Evet, ama bunu nereden biliyorsunuz?”
Sık sık seyahat eden ya da varlıklı bir kimse için seçimler İngiltere, İtalya, Yunanistan, Paris, Londra,
İskoçya, Portekiz her yer olabilirdi; böyle ortanın altı sınıf ve Katolikler için ilk ziyaret seçeneği hemen hemen
Roma’dır, Papa dolayısıyla. Her ne hal ise. Nedenini bilmediğimi, fakat geçen hafta gazetede Yugoslavya’da bir
yerde Meryem Ana’nın “yeni” bir kabir yeri bulunduğunu okuduğumu, kendisinin de “Yeniden Doğmuş
Hıristiyan” olması dolayısıyla belki orayı ziyaret etmek isteyebileceğini, yine de bilinçli olarak düşünmeden,
öyle bir otomatik bağlantı yapmış olabileceğimi söyledim. Bu kez, hasta, daha da artan bir merak ve heyecanla:
“Evet, size bahsetmemiştim ama, pazar günü kilisede de konuşuldu. Ben de onu düşünüyordum,” dedi.
Örnek 3 :
Terapide oyun oynadığımız, çizgilerle duygularını anlatan sekiz yaşlarında bir kız, bir gün bana:
“Anladığıma göre siz insanın zihnini okuyorsunuzdur herhalde, baksaıza, bir psikiyatr olmuşsunuz.
Şimdi ben kafamdan bir numara geçirsem, ne olduğunu bilebilir misiniz?”
Ben, bildiği gibi işimin bu olmadığını, bazen bazı kimselerin kafasından, önceki konuşmalarımıza göre,
neler geçebileceğini tahmin edebileceğimi ama öyle özel bir yetim olmadığımı söyledim. Israr etti, ben de
dayanamadım, “Peki, dedim, bir ile on arasında bir rakam tut!” “Tuttum,” dedi. “dokuz!” dedim, “yoo, sıfır, idi!”
dedi. Ben de, sıfırdan bahsetmediğimizi, ama tahmin için gözlerimi kapayınca önüme bir ‘yuvarlak’ geldiğini, ve
altıyla, onun gelecek yıl yaşı olacak 9 arasında bir seçenek yapmış olabileceğimi söyledim.
İnatçı kız, “Peki, haklısınız. Ama bu sefer 1 ile 100 arasında olacak, hem de yanlışlık olmasın diye bir
kağıda yazacağım, hadi bakalım!” diye güldü ve minnacık elleri arasına koca bir kalem kağıt alarak arkasına
dönüp birşeyler yazdı. İki üç saniyelik bir düşünce anından sonra, ben gözlerimi açarak söyledim: 63. Kız kağıdı
bana gösterdi: tamı tamamına 63.
“Nasıl da bildiniz?” diye hayretle haykırdı kızcağız. Ben ise, biraz düşündükten sonra:
“Bilmiyorum, ama sen sordun diye ben şimdi düşünürsem, ilk aklıma gelen şu: Bak, senin minnacık,
cici cici avuçların var. Aç bakayım! (Avuçlarını açtı, ben de onları kibarca kavrayarak, ona, önce sol avucunu
sonra sağ avucunu dikkatle inceledim. Soldaki derin izler, eski Osmanlı’da, Arap harfleriyle 81’, sağ avuçtaki –
tersine çevrilmiş 18; ‘Bak bunlara, şu 81, bu 18; birbirinden çıkarırsak ne kalır?’ Kızcağız kalemiyle kağıdının
üzerinde yazdı, 63’ü görünce hayretlere boğuldu. Ben de ilave ettim: Görüyorsun ki senin zaten taşıdığınn yanıtı
ilk kez sana söylüyorum. Gerçekten garipti.
Örnek 4 :
Bir Yılbaşı yortusu zamanı ve kilisedeki arkadaşların evinde, içkisiz aile partisi. Mutad üzere yalnız
gittim. Aşağı yukarı yirmi kişilik gençler topluluğu. Hafif yemeklerimizi yiyip, süt ya da kolaları içtikten sonra
sıra sosyal oyunlar-eğlence saatine geldi. Küçükken, yatılı orta eğitim yıllarında, Anadolu’da bir İstanbul çocuğu
olmanın çığırtkanlığıyla kolayca yapardım: Taze (ya da bayat) espriler, şarkılar, fıkralar ve dans. Amerika’da,
hastanelerde nöbetçi kaldığımız zamanlar on sentine Amerikan pokeri oynardık, sabaha kadar iki dolar ya
kazanırsın ya kaybedersin. Sosyalliğim hemen hemen hiç olduğundan “musical chair” dışında hiç oyun, şaka
bilmem. Ama, seanslardan birinde olacak -sonra Televizyon’da da görmüştüm-, genç bir hanım hastam bana
“shrade” (Şıreyd- Türkiye’de de adının ‘sessiz film’ olduğunu sonradan öğrendiğim) eğlence oyunu öğretmişti:
Üçer dörder kişilik iki gruba ayrılıyorsunuz; birer ebe seçiliyor, bir tarafın ebesi diğer grubun odasına çağrılarak
ona bir film ya da kitap-roman ismi söyleniyor, sonra salona geliyorsunuz ve siz kendi grubunuza, o filmin ya da
kitabın ismini işaret ve sembollerle anlatmaya çalışıyorsunuz. Konuşma yok. Üç dakika içinde anlatamazsanız,
el değişiyor. Bir saat sonunda hangi grup daha çok bilmişse, onlar kazanıyor ve ev hediyeleri alıyor.
Benim grubumda tesadüfen kimse bu oyunu bilmiyormuş, doğal olarak ben ebe oldum. Genel kuralları
her iki gruba da açıkça anlattıktan sonra, ben kendi grubumla bir odada toplanarak, onlara ‘nasıl anlatacağım’ın
bir örneğini verdim. O günlerde, Hawaii’li ünlü bir aktör olan Tom Selleck’in de oynadığı bir komedi filmi
gözdelerden biriydi: “Three Men and A Baby” (Üç Adam ve Bir Bebek). Sol avucumu açarak ve sağ elimin iki
parmağıyla, sol elimin beş parmağını, beş kelimeyi ayrı ayrı temsil edecek şekilde, teker teker tutarak ve her biri
için olası yüz ve vücut hareketi yaparak kısa bir gösteri yaptım: “Üç”, üç sol el parmağını yukarı kaldırarak,
“Adam”, ikinci sol el parmağımı kavradıktan sonra, yüz, hayali sakal, kaslı bir imajla kendimi de örnek
göstererek, “Ve” için havada bir virgül işareti koayarak, “Bir” için aynı şekilde kolayca havada “bir” rakamını
göstererek ve en kolayı olan, beşinci “Bebek” sözcüğü için kollarımı açarak ve beşikte sallar göstergesi yaparak
şovumu bitirdim. Hepsi mutluydu, çünkü hem isim ve hem göstergeler göreceli olarak kolaydı. Sonra, öteki
grubun kapalı odalarına, onlardan şifre ismi almaya gittim. Bana söyledikleri cümle şu idi: “Üç Adam ve Bir
Bebek!” Güler misin, ağlar mısın. Lahavle çekerek hep birlikte salona döndük, iki taraf karşılıklı oturdu ve saat
de ortaya kondu. Ben başlama işaretinden sonra malum numaraları tekrarlamaya kalktım. Yüzüm çok gülüyordu
ve bir az da endişeli idim, ama bu bir bahane olmamlıydı. İlk iki işaretimden sonra, bizimkiler mızmız etmeye
başladı: “Geç baba, biraz evvel anlattın, o kadar da moron değiliz, zaman geçiyor!” diye bir de beni terslemeye
kalkmasınlar mı? Sessiz sedasız yakarışlarla onları ikna edebilmiş olmalıyım ki, birisi nihayet dedi: “Yahu,
galiba hoca bize gerçeği söylüyor. Ben şifreyi söylüyorum,” deyince alkışlar koptu ama bizimkilerin
yüzlerindeki hayret nidalarını sizlere anlatamam.
Örnek 5 :
Bunu, belki de hayat kurtaran bir olay olması dolayısıyla her zaman, biraz titreyerek anımsarım. Fakat
oldu işte. 1985 yılında, görev yerimi Manchester-New Hampshire’e çevirdiğimde, bir yerde evimi satıp diğer
yerde ev alıncaya kadar kalmak üzere, Boston’un kuzeyindeki meşhur plaj alanları olan “Revere Beach”in
uzantısında, geçici olarak eski bir deniz kaptanının evini kiralık olarak tutmuştum. Sonbahardı. Oğlum Kole’de
yatılı olduğundan kedim ve ben yalnızdık. Hayatımda hiç bu kadar suya yakın olmamıştım. On adım kumsal ve
Atlantik. Geç vakitler uzaklardan geçen gemiler, balıkçı motorlarının yakamozlaşan ışıkları, içimde gitgide
kabaran İstanbul hasreti, gerçekten gizemli bir yer. Ev, belki yüzyıllık, ama sağlam ahşap. Bir de koskocaman
kütükleri içine rahatça alan ve kapıyı açtığınızda salonla denizi yüzyüze getiren muhteşem bir şömine var. Bütün
gün muayenehanede çalıştıktan sonra, akşamın serinliğinde bir saate yakın bir yolculuktan sonra arabanızı
evinizin yanına park edip denizle şöyle bir özdeşleşmek, bazen söyleşiler ve yıldızlara kur yapmak aman ne
güzel.
Amma velakin son üç gündür içimde çok özel bir sıkıntı var, sanki çok kötü bir şeyler olacakmış gibi.
Şu anda yazamayacağım, Harvardlı bir hastamın baktığı yıldız falı’mdan okuduğu, önleyemediğim bazı kötü
şeyler oldu, bazı masum hatalar, fakat onları çözdüm... Onlar geride kaldı. Çalışma-nöbetler hariç, zaten tüm
geceler evde mutlu mutlu oturur, okur, müzik dinlerim.
Müziğim ve kitaplarım artık yeterli gelmiyor. İçki ya da sigara gibi kaçamaklarım da yok. Sanki bu
yerden gitmeliyim, uğursuz bir şeyler olacak. Altı aylık kontratı yeni imzalamışım, binlerce kitabı yarım
yamalak da olsa paketleme çözme, gençlik kuvvetinin ötesinde birşeyler istiyor.
Her neyse, iki gün daha geçti. Şiddetli yağmurlar yağmıştı. Evden çıkmak için bir bahane aramaya
başladım ama bulmak çok zor. Pek de kullanmadığım bir yöntemi kullanmaya karar verdim: Yalan söylemek, ev
ile bir bahane bulmak ve buradan çıkmak. Ev sahibini çağırdım, ona, yağmur yağdığında odadaki prizlerden
birinden birkaç kıvılcım çıktığını ve bundan çok korktuğumu söyledim. Ev sahibi, Amerika’daki ev sahiplerinin
hemen hepsi gibi, bu konuda çok titiz bir adamdı, elektrik sistemini daha yeni değiştirdiğini, ama hemen o gün
ustayı davet ederek evi baştan aşağı bir daha taratacağını söyledi ve sözünü o gün de tuttu. Elektrik sistemi
sapasağlamdı. Ben, tatmin olmayarak, Belediye’ye telefon ettim, kendimi tanıttım ve korkumu söyledim. Hemen
üç kişilik bir teknik heyet geldi, şüpheli bir priz olduğunu ama bunun dışında bir şeyler bulmadıklarını
söylediler. Ben de onlardan, hata ne denli küçük olursa olsun, basit bir raporla bunu tespit edip bana yazılı olarak
vermelerini rica ettim. Amerika garip bir memlekettir, herkes ödevini aynı gün yapar. O gün elime raporu
verdiler. Günlerden cuma idi, hafta sonunda rahat ederim diye düşünmüştüm ama, uyuyamadım bile. Yağmur
dinmişti, ama yine, kötü birşeyler olacaktı.
Hafta sonu, cumartesi ve pazar, kuzeye, New Hampshire’e uzanarak, Manchester şehri içinde, ana
cadde üzerinde, beş katlı bir binanın üçüncü katını ivedilikle kiraladım. Eve döndüm. Karanlık ve depresyon
yaratan, sinsi bir yağmur başlamıştı. Kedim de ortalıkta yoktu, aradım bulamadım. Bu, benim için son ihtar oldu.
Sabahı zor ettim, hafif yağmur altında, beni birkaç hafta evvel oraya taşımış olan firmayı çağırdım ve taşınmak
için yardım istedim. Önce şaşırdılar, ama böyle pazartesi sabahı, palas pandıras hazır kamyonları olmadığını,
herkesin işe gittiğini söyleyip, salı sabahı muhakkak geleceklerine söz verdiler. İki misli para önererek, -bir daha
gidip gelmek olmasın diye- çift arabayla gelmelerini tekrar tekrar rica ettim. Amerika acayip bir memleket
demiştim, orada olabilecek her şey olur. İki saat sonra evimin önündeydiler ve zaten yarıdan fazlasının
açılmadığı kitap paketlerini, yatağı, tası tarağı toplayıp arkama bile bakmadan iki saat mesafedeki yeni ofisime
eşyaları yığdık. Üstümden çok ağır bir yük kalkmıştı, ama hala göğsümde bir ağırlık ve başımda bir hafiflik
vardı. İçimden bir ses bana ‘geçmiş olsun!’ diyordu. Niye geçmiş olsun? Dudak büktüm. Sokaklarda melul melul
dolaştım. Manchester zarif bir şehir, daha evvelden bir iki kez gelmiştim, yabancı sayılmam. Zaten Amerikanın
her yeri birbirinin kopyası gibidir. Bir günde alışırsınız gider.
Salı sabahı, dışarda yaptığım bir kahvaltıdan sonra -ki enderdir, ben hemen her zaman evde yemeği
severim, soframı kendim kurarım kendim kaldırırım-, emekli Mercedes’imle beraber 93 No.lu High-Way’den
güneye yöneldim. Ofisim Melrose’da idi, yarısı derlenmişti ama, bir süre daha devam etmeyi planlıyordum.
Hastalarımdan bazıları New Hampsire’e de gelebilirlerdi. Her neyse, o gün defterimde üç kişi vardı. İlk ikisiyle
helallaştık ve defteri kapadık. Üçüncü hastam, 30 yaşlarında, Revere civarında yaşayan, Amerikan yerlisi
soyundan gelen ve bana ‘Brother’ (Kardeş) diyen, her zaman saçı sakalına karışmış, dürüst ama çoğu kez polisle
problemleri olan yabanıl bir insandı. Kapıdan içeri rüzgar gibi girdi, görür görmez de, “Meryem Ana’ya ve
Oğlu’na çok şükür” diye bir dua da söyleyerek bana öyle bir sarıldı ki, ne oldu diye şaşırdım. Elindeki “Revere”
gazetesinin o sabahki nüshasını bana uzatarak, bir “yangın” haberini bana gösterdi. Benim evim, evet benim size
bahsettiğim deniz kıyısındaki kiralık evim, dün yağan yağmurda, bilinmez bir şekilde, gece yarısından sonra,
olası, bir prizden çıkan şerarelerle yanıp kül olmuştu. ‘Brother, bana niye telefon etmedin? Yardıma gelirdim!’
diye sitem ediyordu arkadaş. Gülümsedim, şaka olduğunu bildiği halde, evi kumarda kaybettiğimi, kimselere
bırakmaya kıyamayarak ateşe vermek zorunda kaldığımı, ama “kardeş”imin bu sırrı saklayacağına emin
olduğumu söyleyerek ona bir daha sarıldım. Onu yemeğe götürdüm, sonra birlikte evin küllerini ziyaret ettik.
Tekir’imi bulmak için gece ikilere kadar dolaştık, komşulara sorduk, gören olmamıştı. Rüya gibi hayaller
dünyasında, ağır ağır yeni evime döndüm. Olayın yorumunu sizlere bırakıyorum, ben yanıtını bilmiyorum
çünkü.
(Prof. Dr. İsmail Ersevim, Bibl.’sı metnin içindedir. Prensip itibariye, ‘İndigo Çocuklar’ adlı
eserimden yararlanılmıştır., )
Espri; Espri yapmak; Espri patlatmak : (Fr. L’ésprit; Şakacı, parlak, ince anlamlı söz ya da fikir;
Hayatlarını sözüm ona espri yapmaya vakfederek üstünlüklerini ya da zekalarını herkese göstermek merakı
“Üstelik o espri anlayışı, her an kahkahasını maskeleyen haşin ifadesi ve gür, daima çatık kaşlı çingene
suratı ile çok çekici bir adamdı. En beklenmedik anda bir şaka yaparak çevresindekileri güldürürdü.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:95)
“Kız, tezgahın öte yanında bir sandalyeye çıkmış, bira şişelerini terleştiriyor, omuzunun üzerinden de
yapış yapış laf yetiştiriyordu. Ne söyledikleri anlaşılmıyordu, ama tahmin edebilirdiniz. Flazman unutulmaz
espriler patlatıyor olsa gerekti.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:88)
“Uşağın bu küstahça çıkışı Kirila Petroviç’i kahkahayla güldürdü. Konuklar ise bu esprinin ucunun
kendilerine de dokunabileceğini duyumsamakla birlikte, onlar da kahkahayla güldüler.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:15)
Esrar kumkuması olmak : Sır saklamak, gizemli olmak
“Süreyya, Suad’ın kusurlarını sayıp dökerken birdenbire, ‘Ha, asıl büyüğünü unuttum... Bilsen Necib,
Suad artık esrar kumkuması olmuş... Meğer benden neler gizliyormuş...’ diye anlatmaya başladı.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:132)
Esriklik; Esrime : Vecit hali, kendinden geçme, aşırı coşku; Alkol ya da madde bağımlılığıyla kendinden
geçme
“EKİM’İN AÇIKLAMASI
Taşlarımızın sıcaklığıyla baltalanmış
düşsel meşeler kanlar içinde dikiliyor
göğün kuzeyinde------ Soluduğumuz,
esriklikten bile ötede, bir saksağan
yön değiştirir gölgemizin üstünde.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:28)
“ ‘Eskilerin gözünde coşku, kendinden geçme de ya da esrime demekti, Tanrı’yla bağlantı kurmaktı.
Coşku, belirli bir düşünceye ya da belirli bir şeye yönelmiş Agape’dir.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:108)
“Eski ev, içeriye postu atan, ölünün odasına doluşup sessiz cesedin etrafında toplanan, tüyler ürpertici
ölüm çığlıklarını yineleyen, dayanılmaz, hayvanca bir esrikliğe girmiş acuzelerin acı feryatlarıyla çınlıyordu.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344-5)
“İçelim! Başlar belki şaraptan sonra
yeni, soylu, baldan tatlı bir sohbet.
Küplere batırın beni Khios şarabıyla dolu
ve deyin: ‘Keyfine bak Hedylos!’
Tiksinirim çünkü yaşamaktan, esrimeden şarapla!”
(Hedylos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:58)
“Yüreği coşkuyla kabarmış, o çiçek çiçek sevgi esrikliğiyle öyle bir saatte kalkıp dostu Narziss’e
gelmişti ki, dostu murakabeye dalmış, riyazet ve uykusuzluktan iğne ipliğe dönmüştü; gençliğini, yüreğini ve
duyularını çarmıha geriyor, feda ediyor, kendini en sıkı itaat sınavından geçiriyor ve bütün bunları us adına, tam
anlamıyla minister verbi divini <Bk!> olmak için yapıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:98)
“ ‘Kilo aldığım doğru, ama Raquel yüzünden edğil….. Röportaj için biryerlere gittiğimde, en büyük
zevkim iyi bir restorana oturup, mükellef bir yemek ve kocaman bir bira söylemek, yazımı yemek yerken
yazmak. Üç satır, bir lokma, üç satır daha, bir yudum. Fikirler aklıma daha kolay geliyor ve bir esrime duygusu
içinde çalışıyorum.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:375)
“Bir kılıç, bu duvarları tuzla buz edecek hiçbir şey yok muydu; bu korumayı bu çocuklar ortaya
çıkarmayı, perdeler ardında yaşamayı, kitaplar ve resimlerle her gün her şeylerin içine biraz daha dalmayı
bağlanmayı. Louis gibi yetkinlik istiyerek yaşamını yakıp yıkmak daha iyi, ya da Rhoda gibi bizleri
bırakıvermek, üzerimizden uçuvermek çöllere doğru; milyonlar içinden birini, yalnızca bir kişiyi seçmek Neville
gibi; Susan gibi olmak daha iyi, güneş ısısından ve don yeniği çimenlerden nefret etmek, sevmek onları; Jinny
gibi olka, doğru, hayvansı. Hepsinin kendilerine özgü bir esriklikleri vardı: ölümle duygudaşlıkları, kendilerini
ayakta tutan bir şeyleri.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:207)
“İşte o zaman bütün sevgisini çocuğa verdi. Bütün hislerini bu küçük, çaresiz bedende şekillendiriyor, o
bedeni öyle ateşli bir coşkuyla, öyle bir hararetle kendinden geçerek sarıp öpüyordu ki, çocuk genellikle yalnızca
bu sarılmanın acısını hissedip ağlamaya başlıyordu. Bunun üzerine Esther kendini tutuyor, koruyucu ve
sakinleştirici bir tavır takınıyordu ama nasıl ki duyguları annelikten kaynaklanmayıp erotik ve körü körüne
ihtiraslı güçlerin korkak bir arayış içinde ayaklanmasından ibaretse, bu ürkeklik de bir esrimeydi.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:65)
Essah mı? : Sahi mi?
“Yüzü korkudan apak kesilen Katır Adil, dudaklarını zorla yalayıp zorla yutkunarak, kekeledi:
‘Essah mı kardaşlar? Arif Ağa bize arka çıkar mı?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:316-7)
Esselamü aleyküm : Bk.: Selamün aleyküm
Est modus in rebus :
(LAT.) <est nodus in rebus> : ‘Bilmecede ölçü var(dır)’
“...Kardeşlerim, tekrar ediyorum, taraf tutmak yok, patırdı gürültü yok, aşırılıklar yok, hatta ince
nükteler, neşede, sevinçte, kelime oyunlarında bile. Dinleyin, bende Amphiaraus’ün ihtiyatlığı ve Sezar’ın
dazlaklığı var. Her şeyin sınırı olmalı, bilmecenin bile: Est modus in rebus.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa: 228-9)
Estağfurullah : Aman efendim, rica ederim, teşekküre değmez kapsamında Osmanlılardan kalma kibarca bir
deyim
“LISAURA - Çok teşekkür ederim, zahmet etmeyiniz.
EUGENIO - Estağfurullah, ne demek? Hey çocuklar, sinyoraya kahve, çikolata; her ne isterse
götürünüz, parasını ben vereceğim.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:31)
“LELIO - Benim söylediklerime doğru demek o kadar zor mu sanki?
ARLECCHINO - Yok, estağfurullah! Ama ben şaşırıp karıştırıyorum. Ne zaman susmalı, ne zaman
söylemeli, bir türlü kestiremiyorum.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:39)
“Yabancı kadın, bu kez ayağa kalkmaya mecbur oldu. Eldivenli ellerini ovuşturarak:
-İşte bunu söylemek güç, dedi. Münevver, bugün sizin düşmanınız konumundadır.
-Estağfurullah.
-Öyledir, Feride Hanım. Fakat hiç fena bir insan değildir. Gayet içlidir.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:113)
“ ‘Teşekkür ederim. Çalışıyorsunuz, sizi işinizden alıkoymak istemem.’
‘Estağfurullah, buyurun rica ederim.’
‘Başka bir zaman gelirim. Allahaısmarladık.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:45
“-Herhangi bir şeye ihtiyacınız olursa, bendeniz emrinize amadeyim!
-‘Estağfurullah’ falan demeğe lüzum görmedi. Tam tersi:
-Bir şey lazım olursa haber gönderirim.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:61)
“Öyle ise karı nedir? Şimdi insana edepsiz edepsiz sözler mi söyleteceksin. Estağfurullah efendim!
Edepsizce söylenen sözleri söyleyen olsa bile namuslu adamlar dinlemez ki! Zerafet yolunda latife (şaka) başka,
yanlış edep başka.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:125)
“Çok muhterem, okumuş, münevver bir insan, bir ziraat profesörüsünüz. Biz maalesef okuyamadık.
Ama bu konuda çok okumuşumdur. Sizinle konuşmak istediğim konu da odur. Hocam, afedersiniz, vaktinizi
almıyorum değil mi? / ‘Estağfurullah,’ / ‘Afedersiniz, izninizle oturabilir miyim hocam?’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:44)
“-Çerkes aklı, ne olacak! Aslına bakarsan Murat oğlum, doktorların hemen hepsi hastadır ama, hastalık
gövdelerinde değil, kafalarındadır.
-Estağfurullah!..”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:322)
Estaizubillah :
(DİN)
Allah’a sığınırım bağlamında
“İki ihtiyar komşu bir gün İmam’ı köşebaşında yakaladılar. Emine’nin rengini beğenmediklerini, ne
olur, ne olmaz, kadını biricik evladıyla barıştırmanın sevap olacağını anlattılar. İmam: ‘Estaizubillah!’ diye
mırıldanarak kadınlara arkasını çevirdi, gitti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:124)
Estek köstek : Sudan nedenler, oyalama, uyduruk bahameler, şu bu
“RUPRECHT -... Eve de: ‘Sen de canımı fazla sıkmaya başladın,’ dedi. Sonra herife estek köstek bir
şeyler söyledi. Ben de gittim, keratayı tutunca dışarı attım.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:44-5)
Estet : Hayat yaşam felsefesinin odağı ‘güzellik’ olan, ‘güzel’i hemen her şeyin merkezi sayan entel kimse
“İnsanların hayvan, benim gibi ılımlı estetlerin de çocuktan farksız olduğunu, dünyanın temel
gerçeğiyle karşı karşıya gelmemek için kılı kırk yaran sanat ve edebiyat felsefeleriyle uğraştığımızı söylüyordu.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:40)
ESTETİK : (FEL.,SAN.,EDEB.,KOLL.,GREK.) E s t e t i k sözcüğü (Aesthetica), Grek’çe : ‘duyum,
duyulur algı’ anlamına gelen: aisthesis, ya da ‘duyu ile algılamak’ anlamına gelen: aisthanesthai
sözcüklerinden gelir.
“E s t e t i k dediğimiz ‘bilim’i kuran ve ona bu adı veren, Christopher Wolff’un bir öğrencisi olan :
Alexander G. Baumgartner’ (1717-1762) dir. Baumgartner, 1750-1758 yılları arasında yayımladığı ‘Aesthetica’
adlı yapıtıyla ilk kez böyle bir bilimi temellendirir, onun konusunu belirtir ve sınırlarını çizer.
E s t e t i k , ‘duyusal bilgi’nin temelidir <LAT.: Aesthetica est scientia cognitionis sensitivaee>.
Estetik, açık ve seçik olmayan bir bilgi’nin, duygusal ‘sensitive’ bilginin ölçüsüdür. Bundan anlaşıldığı üzere,
estetik, bir çeşit bir ‘mantık’tır, Baumgartner’in dediğine göre ‘Mantığın küçük kızkardeşi’dir. İkisi arasında bir
’k a r ş ı o l u m’ vardır. Biri; ‘zihni bilgi’nin yetkinliğine, öbürü, ‘duyulur bilgi’nin yetkinliğine- erişmek ister.
M a n t ı k’ın aradığı yetkinlik- <adequato intellectos ad rem> ‘zihnin nesne’lere uygunluğu, E s t e t i k’in
aradığı yetkin bilgiye: d o ğ r u l u k’a gelince, artık ‘g ü z e l l i k’ adını alır. Güzellik <pulcritudo> o halde,
<cognitio sensitiva>’nın yetkinliğidir <perfectio>. Mantığın küçük kızkardeşi olan e s t e t i k, güzelliği yani
sensitiv (duygusal) yetkinliği kendine konu olarak alır, güzellik üzerine düşünür, onun ne olduğunu araştıırır. Bu
Anlamda estetik, bir <ars pulcre cogitandi> ‘güzel üzerine düşünme sanatı’ olur.
Estetik yalnızca -ve dar bir anlamda- ‘güzellik’ dediğimiz değeri inceleyen bir bilim değildir; bu arada,
sözgelişi, yüce, hoş, çekici, çocuksu, naiv, soyluluk, çirkinlik gib konularında birer estetik anlamı vardır. Estetik
gerçekten, heterojen bir niteliktedir ve bu da onun, birbirlerinden farklı yapı elemanlardından oluştuğunu
gösterir. Yani, araştırılacak şey basitçe ‘güzellik’ değil, onu bulduktan sonra alınacak ‘haz’ fenomenidir. Bundan
dolayı olaya psikoloji açısından bakan G. Theodore Fechner (1801-1887), böyle bir bilime: h e d o n i k(Grekçe)
: Haz adıne vermiştir. Süje, -güzel ya da çirkin-, hareket eden bir estetiğin sübjektivist – psikolojik bir estetik
olmasına karşılık, e s t e t i k o b j e’den hareket eden bir estetik, sonunda o b j e k t i v i s t bir estetik olur.
Böyle bir estetik, bir “sanat felsefesi”dir, bir “sanat ontolojisi”dir.
Estetik yapının, o n t i k bütünlüğünde, böylece dört temel yapı elemanı bulmuş oluyoruz. Bunlar
sırasıyla, 1) e s t e t i k s ü j e, 2) e s t e t i k o b j e, 3) e s t e t i k d e ğ e r, ya da g ü z e l, ve 4) e s t e t i k y a p ı’dır. Estetik fenomen, ya da e s t e t i k v a r l ı k, bu dört öge’nin bir ontik bütünlüğü olarak
meydana gelir. İşte f e s e f i - e s t e t i k’in konusunu, bu ontik bütünlük oluşturur.”
(İsmail Tunalı, “Estetik”, Giriş, sa:13-22?
Eşcinsel, eşcinsellik : (Ing. Homosexuality): Cinsel partner olarak aynı cinsten bir bireyi seçmek
Bk.: Homoseksüel, Lut, Pederast
“…yıllar önce çevirdiğim Pierre Clastras dında bir Fransız antropoloğun: ‘Chronicles of the Guayaki
Indians-Guayaki Yerlilerinin Kroniği’ kitabında, Güney Amerika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ufak,
ilkel bir kabilede Krembegi adında bir eşcinsel vardır; onun yatabilecği insanlar ve gerekçesi şöyle anlatılır:
‘Atchei (Guayaki) sosyal yaşamının temeli, aile grupları arasındaki bağlara, karşılıklı evlilerle, kadınların
sürekli takasıyla biçimlenip oluşan ilişkilere dayanır. Bir kadın dolaşıma sokulmak; babası, erkek kardeşi ya da
oğlu olmayan bir erkeğin karısı olmak için var olur: İnsanlar bu yolla pitcha <müttefik, dost> kazanırlar. Oysa
kadın gibi yaşasa bile bir erkek nasıl ‘dolaşıma’ sokulabilir? Örneğin, armağan edilecek Krembegi’ye karşı ne
verilebilirdi? Eşcinsel olduğu için böyle bir şey hayal bile edilemezdi. Bütün toplumların temel kuralı, ensest’in
<kan akrabaları arasında cinsellik> yasaklanmasıdır. Krembegi, ‘kyrypy-meno’ <anüssever> olduğu için toplum
düzeninin dışına düşüyordu… ‘Krypto-meno’ olan bir erkek, müttefikleriyle seks yapmaz. Bu kural, erkeklerle
kadınlar arasındaki ilişkilere egemen olan kuralların tam tersidir. Eşcinsellik ancak ‘ensest’ (Bk!) biçimde
olabilir; ‘Oğlancılık’ sadece erkek kardeşler arasında olur, ensest’in bu metaforu, toplum yapısına zarar
vermeden -bir kadınla erkek arasında- asla mevcut bir ensest olamayacağını bildiren bir kesinliktedir. <Paul>”
(Auster, Paul-Coetzee, J.M.; “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:73-4)
Eş dost : Yakın dost, tanıdık ve arkadaşlar; birinin çevresindeki en yakın insanlar
“ŞEMSİYE
------------Karatavuk gibi, havadan
yapılmış bir muhafaza içinde
korurum gövdemi, dolaşırken yeryüzünde
Bütün alabalıkların gözünde
şüpheliyimdir, derede yabancı bir nesne.
Ben okurken burada
cevap vermek için kıpırdayan
dudaklarını görüyorum, sağırım oysa
tüm cevaplara.
Eşim dostum yok kendimden başka.
Okları ve yayları hiçbir manaya
gelmeyen Kızılderililerden oluşuyor Dünya.”
(Donald Hall<d.1928>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.01.05)
“III
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?)
Yaşarsın, konuşursun, başının üstünde
Gök durur, bulutların olur.
Yaşlı bilgelerin kitaplarından haz duyarsın,
Virgil’i, Dante’yi okur,
Hoş yerlerde eş dost, turlarsın.
Meyhanede kahkahadan kırılır,
Bir kadının bakışından sarsılırsın,
Seversin, sevilirsin, keyfin krallarda yoktur!
Gülistanda bülbül sesleriyle mest olursun.”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Bu arada yalnızlıktan canı sıkıldığı için olsa gerek birkaç tanıdığını çağırıp ev yapmaları için teşvik
etmiş. İnsanlar gelip, onunki kadar büyük olmayan evler yapmışlar. Adam, gelenlerden arazi parası falan
istememiş. Zaten doğal malzemeler kullanılarak imece usulü yapılan, adanın ormanlarından yararlanılarak ortaya
çıkarılan kütükten evler için dışarıdan çok az malzeme getirilmiş. Herkes eşine dostuna söyleye söyleye ada kırk
eve ulaşmış.”
(Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:9)
“Annem evi satmasında ona yardımcı olmamı istedi. Eşe dosta sora sora aramaya başlamış. Mundo
Kitapçısı’na ya da günde iki kez yazar dostlarımla buluşup sohbet etmeye gittiğim kahvelere bakmasını
önermişler, bir de tutup uyarmışlar kadıncağızı: ‘Dikkatli ol ha! Hepsi kaçık bunların!’ ”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:9)
“Pek duygulu değildi; zayıf yapılı, uzun boylu, donuk yüzlüydü. Ama bezgin görünmesine karşın yine
de sevimli bir görünüşü vardı. Eş dost toplantılarında, hele şarap da sevdiği şaraplardan olursa, gözlerinde iyilik
parlardı.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:15)
“Ulm’da bir okuma saatine katılır, eşi dostunu ziyaret eder, kentteki kışlaları, istasyonları ve katedrali
gezip görür, ‘olduğu haliyle gerçeğe uyum sağlama’ işine geç kalıp kalmadığı üzerinde kafa yorar.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:133)
Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek : Aklına takmak, sürekli düşünür olmak
“ ‘Bir aklına düşerse köylünün, önüne geçilmez. Öldürüleceğimden değili bundan korkuyorum. Siz
bilirsiniz Ali Safa Bey. Bana kalırsa, hemen, gün geçirilmeden ölmeli bu oğlan. Bu oğlan eşeğin aklına karpuz
kabuğu düşürdü.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:375)
Eşeğin biri: Birini aşağılamak için kızgınlıkla söylenmiş ilenç
“Bobby devam etti:
-Ralph’la görüşüyorum diye bana tebelleş oldu.
-Seni Ralph’la görüşme diye uyarmıştım. Eşeğin biri o.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:140)
Eşek; eşek adam, herif : Malum binek ve hizmet hayvanı; Alçakgönüllülüğün, aşırı çalışıp istifade edilmenin
örneği. Birini aşağılamak için söylenen en popüler sözcük
“Araba çamurların içine daldı. Yolcular, uzakça şehre doğru çekip gittiler. Neden sonra kadının aklına
geldi.
-Ah, dedi, ne eşeğim. Hamalın parasını vermeyi unuttum. Erkekler, kadın, ‘ne berbat bir hava,’ demiş
gibi kafalarını salladılar ve sersemliklerine daldılar. Arabacı atlarına homurdanıyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Meserret Oteli”, sa:24)
“Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e:
-Bana bak ulan, dedi, numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım
denize seni.”
,
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:13)
“Gerçi, onu kendisi göndermişti ama ettiği korkunç yemini Fischerle’ye açıklamaya utanırdı. ‘Paketini
de burada bıraktı demek eşek adam! Bana verin! Nasılsa her şeyi ben taşıyorum, bunu da taşırım.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:302)
“Gördüğümüz insanların alışveriş konusunu daha küçük hayvanlar, yani eşekler oluşturuyordu, oysa
zaten eşekten geçilmiyordu kent; bütün yük eşeklerin sırtına vuruluyor, bu hayvancıklara o denli acımasız
davranılıyordu ki, eşek görmeyi içi götürmüyordu insanın.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“ ‘Benden asıl istediğin ne? Beni kudurtup çileden çıkartmak, polise gidip seni ihbar etmemi sağlamak
mı? Petersburg’dan niye ayrılmadın? Aklını başına toplayıp buradan kaçmaktansa Kudüs önündeki İsa gibi
davranıyorsun, seni cellatların eline teslim edecek eşeği bekler gibisin. Benim bu eşeğin rolünü oynamamı mı
bekliyorsun?’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:209)
“Sahtekar, bir haftadır atın ayağı incinmiş de haber vermiyor. Ben görmesem, kimbilir, zavallının
toynağı ne hale gelirdi! Bunlar insan değil, eşek!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:89)
“-Felsefe yapma, eşek!
-Ne felsefesi, sağ yanım tutulmuş inim inim inliyorum. Gezmediğim doktor kalmadı.”
(F. Dostoyveski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:221)
“Şehrin bütün ahalisi düşündüler, Çelebi hazretlerinin aleyhinde taşkınlıklar gösterip ona: ‘Mutlaka bu
şehirden çıkıp gitmesi lazımdır. Arkadaşlarınızın terbiyesizliği yüzünden bütün sahra yanıp kavruldu. Yüce
Tanrı kahretmiş yağmur göndermiyor’ dediler. Bunun üzerine Çelebi hazretleri büyük bir hiddet gösterip: ‘Ey
mayası bozuk eşekler! Sizin bizimle ve müritlerimizle ne işiniz var? Sizin maksadınız yağmurun yağması ve
onun semeresini elde etmemektir. Siz kendi işinize gidiniz.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:274)
“Anladığıma göre, yaşlılık ve zayıflıktan gözleri sulanmış olan, benim ve anamın sahibi Memiş Ağa’yı
kutluyorlardı. Bana ‘sıpa’, anama da ‘eşek’ diyorlardı. İhtiyarcağıza:
‘Çok zarplı bir hayvan olacak. Kıbrıs cinsi olduğu daha şimcikten besbelli,’ diyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Atılmış Bir Çiçek”, sa:87)
“Salkımlar kırıldıkça ihtiyarın vücudu kızışıyor; beline, göğsüne doğru rahatlatıcı bir ılıklık yayılıyordu.
Terleyeceği zaman durdu. Ahırın kapısını itti. İçeri girdi. Yerde, toprağa serpilmiş kuru ot yığınlarının üstünde
iki inekle bir eşek, başbaşa yatıyorlardı.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:6-7)
“Eşek
samanı
altına yeğler”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:130)
“ ‘Eşşek bulaaan, eşşek bulaaan..’
Genç kadın, ağır ve derin uykusunun içinden helecanla uyandı. Sokaktan gelen bu çığlığı şaşkın
şaşkın dinledi. Bir şey anlamıyordu ve zaten, henüz, nerde olduğunun da farkında değildi. Çıplak bir oda. İki dar
yol karyolası.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:13)
“... ve sen, yüreksiz sofu seni; adam öldürmeyişiniz, hırsızlık yapmayışınız, kadınlarla düşüp
kalkmayışınız hep korkaklığınızdan. Bütün erdemliğiniz hep korkaklığınızdan... Ve sen, gık demeden sopaya
katlanan zavallı eşek: Dayan bakalım...”
,
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15)
“SESSİZ MÜŞTERİ - Doğru! Gülünecek bir şey biliyorum. Elim o paketlerle, paketçiklerle dolu
olmasaydı, Tanrım, yeterdi! Bir eşeğinkinden çoktu yüküm! Ama kadınlar -sipariş... sipariş.... -bitmek tükenmek
bilmez.”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Ağzı Çiçekli Adam”, sa:82)
“KLEOPATRA (Öfkeyle.) - Sezar, merhametin bu kadarı saçma.
POTHINUS (Sezar’a.) - Benimle özel konuşmaz mısınız? Hayatınız buna bağlı olabilir. (Sezar
azametle kalkar.)
RUFIO (Yavaşça, Pothinus’a.) - Eşek! Şimdi gene bize nutuk çekecek.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:128)
,
“Tam o sırada, hayvanların bulunduğu çadırdan dört tane görkemli beyaz at ve zavallı, yorgun bir eşek
çıktı. Dans eden kadın kırbacını şaklattı ve atlar şaha kalkarak hızla dönmeye başladılar. Eşek maymunların
kafesine yakın bir yerde durmuş, ağır ağır kuyruğunu sallayarak sinekleri kovuyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşlerin Düşü”, sa:22)
“Cehennemlerin taşları bireylerin iyi niyetiyle döşenmiştir. Her zaman bir radyo oyunundan replikler
seçilir ve bu değişmeden sürdürülür. Bu biraz da değirmen taşını döndüren eşeklerin öyküsüne benzer,
çevresinde dönmenin tekdüzeliğiyle, eşek, bundan daha iyi bir çıkış yolu olmadığına ikna olur.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:24)
Eşek ahırını beller gibi : Alışkanlıkla hep aynı şeyleri yapmak
“Namık efendi haksız davaları alamazdı. Ali Hoca’nın vekalet teklifini reddetmek istiyordu. Fakat
‘Bozöyük’ köyünün halkı otuz senelik müşterileriydi. Eşek ahırını beller gibi onun dükkanını bellemişler,
hükumetteki her işleri için ona müracaati adet edinmişlerdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:152)
Eşek başı : Beni sen ne sanıyorsun, sorumsuz, işsiz güçsüz biri mi? Bu işler olurken bana niye sormuyorsunuz?
Bk.: Eşşek başı
“Günün birinde başımıza bir müfettiş ekşise, yapılan işleri bir gözden geçirse, ‘Be herifler, siz eşek başı
mısınız? Bu iki yüz elli kuruşun gideri niçin hesaba geçirilmemiş? Sizin bu usulsüzlüğü niye gözünüz görmedi?’
dese, herif, hepimizi mahkemeye gönderse hakkıdır.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:238)
Eşek beyni yemek : Ahmaklığın nedeni olarak eşek beyni yemenin söylentisi
“Şeyh Çelebi birdenbire bağırarak: ‘Ey soysuz eşek, sen onun mahallesinin köpeklerinin sırrı bile
değilsin. Sen nerede bu yalan nerede’ dedi. Ve şu beyti okudu:
‘Sen, eşek beyni mi yedin de ahmaklığından sivrisineği hümanın <Hazreti Peygamber> sırdaşı yerine
koyuyorsun?’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:256-7)
Eş(ş)ek cennetine atmak, göndermek, yollamak : Hapishaneye atmak; öldürmek, öbür dünyaya göndermek;
Doğrayıp eşek etinin kesilip etinin satıldığı mezbahaya göndermek
“ ‘Sen şaka etiğin için ben ciddiyim ya,’ dedi Don Quijote, ‘gelin buraya sayın Bay Dalgacı; şunlar bir
çırpıcı değirmeni değil de, tehlikeli ejderler olsaydı, bu maceraya atılmayacağımı ve üstesinden gelecek cesareti
gösteremeyeceğimi mi sanıyorsunuz? Şövalyeyim ben..... Behey sefil dangalak! Siz ki hayatınızı böyle şeyler
arasında geçirmişsiniz, asıl sizin işinizdi bunu bilmek. Ama isterseniz şu anda şu altı değirmeni dev haline
getirin; sırayla ya da toptan karşıma çıkarın; hepsini eşek cennetine yollamazsam, o zaman dilediğiniz kadar alay
edin benimle.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:133)
“Şimdi paralı bir adam çıksa karşımıza, (yüzüme yandan bir göz attı, sözcüklerin üstüne basa basa
tekrarladı) hem de çok paralı bir adam; şu dünyada biraz da insanca yaşamak için eşekler cennetine gönderir
miydin onu?”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:46)
“Vaktiyle yangınlarda tulumba kaldırdığımız zamanlar, meraklısı çoktu. ‘Abdullah’ın narası’ diyerek
bir saatlik yerden bilirlerdi. Tahsin Bey güldü. ‘Bırakın!’ dedi. Dayağı kestiler, Mahkemeye verdiler. Sabıka
filan, iki yıl on ayı sardılar sırtımıza, bizi attılar eşşek cennetine...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:111)
“-Suçu ne bu İbrahim Efendi’nin?
-Suçu avanaklık... El yüzünden eşek cennetini boylayana ben ‘avanak’ derim. Bu herif Ayvansaray’da
kömürcüymüş. İşleri de yolunda... Bir gün, Fener komiserini birkaç sarhoş Rum delikanlısı çevirmiş. Oraların
edepsiz takımından... Komiser, elini silaha atmasıyla, Laternacı Niko palayı çekmiş...... Niko’yu bir vuruşta
gebertmiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:91)
Eşekçi : Eski devirlerde, özellikle Arap devletlerinde, eşeğiyle gelip birilerini, bugünün talksi şoförü gibi, işne
götüren kimse
“O gün eşekçim, her günkü gibi beni kente götürmek için eşeğiyle birlikte kapının dışında belirdi. Oğlan
bana biraz da alayla, eve gelirken yolda bir Memluk askerinin kafası yüzünden tökezlendiğini anlattı.
Ben anlattıklarına gülmeyince, her şeyi çok ciddiye aldığım görüşünde olduğunu açıklamaktan çekinmedi.
Bunun üzerine suratına bir tokat indirdim.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:280)
Eşek gibi çalışmak, çalıştırmak : Pek çok, gece gündüz, -çoğu avanta- çalıştırmak
Bk.: Eşek gibi koşturmak; Eşşek gibi çalışmak
“... eline bir kova kireçli suyla bir de süpürge vererek oranın her geçenin ardından merdiven
basamaklarını kireçlemesi ni söylemişlerdi. Eşek gibi çalışması gerekiyordu.”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:112)
“.... hepsi konuşmadan önüne bakıyordu, böyle sürüp gidemezdi, gıkını çıkarmayarak mantar meşesinin
altında oturan beş adam; aklına başka bir şey gelmediği için şöyle dedi sonunda, eğer iş varsa gece gündüz eşek
gibi çalışırız, cimri yaşamın bize çektirdiği işkenceyi hiçbir şey hafifletemez...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:180)
“Evet, işte üç yıldan beri, konsolos, o bataklık yuvasında oturacak yerde, sakin ve rahat bir şekilde
Paris’te oturuyor, kendisinin yerine o düzenbaz Yunanı eşek gibi çalıştırıyor ama yalığını almaya devam
ediyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:159)
Eşek gibi dayak yemek : Haksız yere ve çokcana dayak yemek
“Haçça, daha fazla dayanamadı: Atmaca gibi atıldı oğlunun üstüne. Kapandı: ‘Yeter gayri! Esirin mi bu
çocuk senin? Ayna deye bir şey diyoruz, anlamıyor musun?’ İyice kapandı Ahmet’in üstüne: ‘Eşşek döğer gibi
döğdüğün yeter gayri!...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
“Charlot bir çeşit sarhoşlukla kendinden geçmişti:
-Kepaze olmaktır bu, dedi. Islak sıçanlar gibi kapana kısılmaktır, dayak yemektir, eşekler gibi
dayak yemektir bu. Eşekler gibi.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:86)
Eş(ş)ek gibi içmek : Pek çok içmek
“Koca, koca değildi ki. Gece içer eşşekler gibi, gündüz içer. Geberdi gitti o yüzden vakitsiz. Ne bok
yiyecektim bohçacılık etmeyip. Üç oğlan, iki kız başımda.
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
Eşek gibi koşturmak : Beyhude yere durup dinlenmeksizin oraya buraya koşturmak
“Bir oraya bir buraya koşuşturup durdular beni; çalmadığım kapı, çıkıp inmediğim merdiven, içine
tükürmediğim tükürük hokkası kalmadı. Hayır, dostum, yeniden bir resmi daireden ötekine eşek gibi
koşturmaktansa, geberirim daha iyi.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:184)
Eşek hırsızı olmak : Adi hırsızlık yapan küçük adam (Adam olan at çalar, yakalanırsa cezası ölümdür!)
“... o İnce Memed, o sümüklü çocuk diyormuş ki ben öyle bir eşkıyayım ki Bayramoğlu bile benim
yanımda eşek hırsızı kalır. Her gittiği yerde, her gittiği...’
‘İnce Memedle bu dünyada ben değil, kimse başa çıkamaz.’
‘Demek senin için bütün söyledikleri, Bayramoğlunun benim yanımda bir sinek hükmü kadar hükmü
yok dediği doğru öyleyse.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:402)
Eşek hoşaftan ne anlar : İnce sözleri ya da kinayeyi, hicvi anlamayanlara söylenen biraz kabaca sözcük
“Ayının inine kaçırdığı köykü kızı gibi büzüldü:
-Enayi, dedi, eşek hoşaftan ne anlar.
-Oh, ne ala! Küçükhanım Karagümrüklü Bitirim İsmail gibi konuşsun. Biz şöyle lise dörtten herhangi
bir Turgay Bey gibi laf edelim; terbiyesiz olalım, iyi vallahi!”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:10)
Eşek inadı; Eşek kadar inatçı : Keçi gibi, belki ondan da daha fazla inatçılık örneği olan hayvan
“BANCO - Duncan inatçıdır.
MACBETT - Hem de çok inatçı... (Sağına, soluna bakınır.) Tıpkı bir eşek kadar inatçı. Fakat bütün
inatların, bütün direnmelerin üstesinden gelinebilir, eğer gerçekten kuvvetle istenirse.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:304)
“Kadınlar arasında sadece Meryem’in doğumu yakın, çilesi o kadar büyüktü ki eğer Tanrı ona eşeğin
inadını ve dayanma gücünü bağışlamış olmasaydı, çoktan vazgeçip yanındakilere onu yol kenarında terk
etmeleri için yalvarmaya başlamıştı, oracıkta başlayabilirdi pek yakın olduğunu bildiğimiz doğumu, lakin kim
bilir ne zaman ve nerede doğacaktı bebek, bizimkilerin yanında Yusuf’un çocuğunun ne zaman doğacağını
önceden bilebilecek kimse yoktu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:43)
Eşeklik etmek : Birinin gönlünü, hatırını kıracak bir hata etmek; enayilik etmek (Çoğu kez, karşısındakinın
küçük hatalarını affeden biri, artık abrı tükenince, kendini sorumlu tutarak hiddetle bu fiili kendine çevirir, i.e.
‘Eşekklik bende idi... bende kalsın vb.’
“General bu düşünceye hararetle hak verdi.
-Mu-hak-kah; yüzde yüz böyle olmalı. Çünkü siz de söyleyin! Psevdonimov, Psevdonim’den geliyor.
Ama Pseldonimov’un hiçbir anlamı yok.
Akim Petroviç:
-Eşekliktir bu efendim, diye atıldı.
-Yani neymiş eşeklik olan?
-Rus halkı, bazan eşekliğinden kelimlerdeki harflerin yerini değiştiriyor.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:43)
“Burkhardt, dostu Veraguth’un yanıbaşında dikiliyordu, tıpkı avutulması gereken bir çocuk gibi
dostunun kulağına eğilip: ‘Sana yardım edeceğim Johann,’ diye fısıldadı. ‘Bana inanabilirsin, sana yardım
edeceğim. Eşeklik ettim, kör gözüm bir şey görmedi, aptalca davrandım! Bak, her şey düzelecek yine, hiç kuşkun
olmasın!’ ”
“H. Hesse, “Rosshalde”, sa:66)
“... Aması var... İp orta yerde duruyordu. Düğümü ertesi gece bağladı. (her zaman öyle yapar bunu
kusur sayacak mıuyım ki?) Yolda giderken. Sustuktu bir ara. Birden karanlığa doğru Talha dedi, dün gece her
zamanki gibi eşeklik ettim sana...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:140)
“-Hiddetle ağzımdan öyle bir şey çıktıysa bunda beni mazur görün; çünkü onun kırdığı cevizler artık
haddini aştı!...
-Aştıysa bize ne söylüyorsun? Biz Feridun’un kahyası değiliz ya! Aranızda halledilecek kozunuz
varsa, git kendisini bul, karşı karşıya, dobra dobra konuş!...
-Yaaa... Latif Bey, demek şimdi böyle? Eşeklik bende ki, sizi büyük, söz anlar kimseler yerine koyup
da buraya gelmişim!’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:280)
Eşekoğlueşek : Kültürümüze kızılan bir kimseye edilen en popüler küfür (Argo)
Bk.: Eşoğlueşek, Eşşoğlueşşek
“Müzik birden kesildi ve kız, yüzünü salona döndürerek durdu. Gülümseyen dudakları üstünde güzel ve
çaresiz gözleri vardı. Kimse alkışlamadı ve alaycı gülüşmeler duyuldu.
Boris:
- Eşekoğlueşekler! dedi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:181)
Eşek postuna bürünmüş bir kuzu kadar sabırlı olmak : Pek çok sabırlı, cefakar olmak
“Isocameron’u, bu ütopik roman canavarını, sonuna kadar okuyabilmek için, eşek postuna bürünmüş
bir kuzu kadar sabırlı olmak gerekir ve bizim şu safdil Glacomo’muz felsefe yapmaya kalktığı zaman da
esnememek için, insanın çenesini sıkıca kapamasından başka yapacağı bir şey yoktur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:3)
Eşek sıpası : Küçük çocuklara, bazen şaka yollu bazen de sövgü tarzında söylenmiş bir sözcük
Bk.: Eşşek sıpası
“Irazca böyle deyince Ahmet bir zaman sustu. Sonra birden gözlerini belertip: ‘Üüüüüüüü!...’ diye
kocakarının üstüne atıldı. Tıpkı Irazca’nın kendisine çıkıştığı gibi: ‘Eşek sıpası!’ dedi. ‘Dadında bırak şunu!
Ellerin yanında filan yaparsın da, ninesi öğretiyor derler. İş açarsın başıma...’ Tıpkı, ama tıpkı Irazca’ya
benzetiyordu. Taklitte birinci...”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:5)
Eşek sudan gelinceye kadar (çalışmak, dövmek, pataklamak) : Uzunca bir süre, adamakallı (Daha ziyade
“dayak yemek” için kullanılır; ‘Eşek gibi çalışmak’ daha evrenseldir. Burada zaman kavramı, eskiden eşeklerin
çeşmelerden, menbalardan su almaya gittiklerine bir göndermedir)
“- ... Ama yine de elimize bir şey geçmeyecek!...
-Niye?
-Niye ha?.. Orada bizi dört gözle beklediklerinii, varır varmaz: ‘Hoş gelip safalar getirdiniz Yemelyan
ve Maksim efendiler; eşek sudan gelinceye kadar çalışın ve paracıklarınızı alın!... diyeceklerini mi sanıyorsun?”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:42)
“Avnussalah daha ‘yumurcak’ iken onu babası döver, anası severdi. Bu dövüş ve seviş terbiyesi
arasında çocuk bütün bütün arsız oldu. Kabahat işlediği zaman anasının vücudunu kendine siper yaparak çok
defa dayaktan kurtulurdu. Bir gün daha erken yumurtlatmak için tavuğun gerisine koca bir çivi soktu. İçini
kurcalaya kurcalaya hayvanı öldürdü. Babası onu eşek sudan gelinceye kadar patakladı.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:24)
“Bu Pale’ye -at suratlı bir oğlandı- babası kötek attı mı evden kaçar ve iki üç gün ortalıkta görünmezdi;
yeniden ortaya çıktığında babası kayışını çoktan eline almış olurdu ve onu yeniden eşek sudan gelene kadar
döver, o da bir kez daha kaçardı.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:11)
“On beş güne kalmadan işler Arap saçına döndü. Üçüncü ay, hesap görülürken, hamallar birdenbire
kudurdular. Haklarının yenildiğini, kahyanın kendilerini dolandırdığını ileri sürerek Ebuzer Ağa’yı eşek sudan
gelinceye kadar döğdüler. ‘Allah yarattı’ demediler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:135)
Eşek suratlı : Asık, uzun yüzlü, yüzünde meymenet olmayan
“Yukarıdaki rezilin biri kendini asmış. ‘Hocaya haber verin, şunu yıkasın!’ demişler. ‘Kendini öldüren
imansız gider. Yıkanması yoktur!’ diyerek diretmiş. Herifi gavur leşi gibi yıkamadan gömdüler.
Gardiyan İbrahim lafa karıştı:
-Bir de nursuz!! Suratında iman nuru kalmamış... Eşek suratına benzemiş suratı... Dili dışarı sarkmış
da, kırmızı para kesesi gibi şişmiş...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:265)
Eşek şakası : Gerektiğinden kaba ya da beklenmedik, kötü sürprizli şaka
“Susan on yılı aşkın bir süre önce NSA’ya katıldığında, Strathmore yeni şifrecilerin (yani erkek
şifrecilerin) eğitim yeri olan Kripto Geliştirme Bölümü’nün başındaydı. Strathmore, yapan kim oklursa olsun
eşek şakalarını hiçbir zaman hoşgörüyle karşılamazdı zaten..”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:27)
“ ‘Cinayeti üstlenen grup kendilerine İlluminati <Bk!>diyor.’
Vittoria bunun bir çeşit eşek şakası olup olmadığını anlamak için önce Kohler’e, sonra Langdon’a
baktı. ‘İlluminati mi?’ diye sordu.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:116)
“Abi’nin yaptığı eşek şakası, onun tahmininden fazla tepkili olmuştu bu kez. Evin babası, tüm
pasifliğine rağmen müslüman, mesleği dolayısıyla namaz kılamayan -hiç olmazsa kendini bu şekilde inandıranfakat bu dinin rızka, özellikle ekmeğe verdiği değeri gerçekten takdir eden bir insandı.”
(İ Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:173)
“Yüzümde acı bir gülümseme, düşünüyordum. Adam acaba kaçığın biri mi? Aklına esti, girdi içeri?
Birisi kötü bir oyun mu oynuyor? Ben çok ciddi bir adamım, hayatımda kimseye eşek şakası yapmadım, ama
kim bilir. Binanın ikinci katındayım ve arkam pencereye dönük. Elimi daha telefona atmadan herif beni iki
gözümün arasından vurabilir.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:281)
“ ‘Tanrı aşkına! Çocuk, neredeydin ?’ dedi Bay Otis, oldukça öfkeli, kızın onlara aptalca bir şaka
yapmış olduğunu düşünerek. ‘Cecil ile birlikte her tarafta atla dolaşıp seni aradık ve annen korkudan öldü. Bir
daha böyle eşek şakaları yapmamalısın.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:92)
“FRAU FAHRENKOPF - Bu gece şampanya. (Verandanın köşesini hoplaya zıplaya dönerlerken
bağırışmalar, coşkulu eşek şakaları devam eder.)
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:51)
Eşek şansı olmak : Cefakar bir hayvan olmasına ironi, istediğini hemencecik bulabilen, şanslı varlık
“Rüyamda çellonun sızlanıp durmasını çekip giden hüzünlü bir geminin sesiyle karıştırdım. Neredeyse
aynı anda telefonun sesi uyandırdı beni ve Rosa Cabarcas’ın paslı sesiyle gerçek hayata geri döndüm. ‘Sende
eşek şansı varmış,’ dedi bana. ‘İstediğinden ala bir piliç buldum.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22)
Eşek yükü : Çok ağır, pek fazla, çok
“Bizi hep bilirler. Kahvecilikten aldığımız bizi geçindirmedi. Bir efkarlı zamanımda gavur oğlu zihnimi
çeldi. ‘Üç seferde, bir eşek yükü para kazanırız, aptal Türk!’ dedi. Bu dalgada kandisine yardım edeceğim.
Basiretim bağlanmış. ‘Peki’ dedim. Bizde erkeklik var. Bir kere ‘Peki’ dedik mi, bitmiştir.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:336)
Eşiğinde (olmak), eşiğine (gelmek, getirmek) : Neredeyse, olmak üzere, handiyse, az kalsın
“Bir başka üniversite öğrencisi iğneli keçe kemerini tavsiye edilen günlük iki saatten çok daha uzun
kullanmış ve sebep olduğu enfeksiyonla kendini ölümün eşiğine getirmişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:39)
“Machado, Teodoro’ya çok borçlanmıştı ve bu borcunu teşvik önlemleri kararnamaleri ile ödeyecekti.
Teodoro bekledi, bekledi ama bir kuruş bile alamadı. Machado ile özel olarak görüşmeye karar verdiği zaman
birçok projeye olağanüstü yatırımlar yapmıştı ve iflasın eşiğindeydi. 1939 yılında bir gün, Teodoro, Havana’ya
ve oraya ayağını basar basmaz da başkanlık sarayına gitti.”
(O. Hijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:13)
“Adam kıvranıyor, sarhoş kafasıyla bulabildiği kaçamakları sıralıyordu:
-Veremem... İşlerim iflasın eşiğinde... Olsa vermez miydim... Ant içiyorum...
Kadın sert bir hareketle onu durdurdu:
-Yeter, kes. En kısa zamanda aile meclisini toplayıp seni herkesin evinden aforoz ettireceğim. Dayılar
bunayınca hastaneye yatırırlar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:117)
Eşiğini aşındırmak : Sık sık ziyaret etmek
“Bu sözlere ikimizin de gözü yaşarırdı.
Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil
miydi? Her gün, her saat aynı hocayı görmez miydik? Senelerce aynı mektebin eşiğini aşındırmamış mı idik?”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:12)
“Ama doktorlara gittiği zaman durumunun kötüleştiğini, hem de yıldırım hızıyla kötüleştiğini
düşünmeye başlıyordu. Bütün bunlara karşın doktorların eşiğini aşındırmaktan geri kalmadı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:59)
Eşi menendi olmamak : Benzersiz, dünyada sayılı
“Böyle nadir bulunan bir şövalyenin o eşi menendi bulunmaz serüvenlerini yazacak bilgili birini
bulamamış olması imkansız, bir parça da uygunsuz bir iş gibi görünüyordu: bu, ‘durmadan yeni maceralara
koşan’ gezgin şövalyelerden hiçbirinin başına gelmemişti.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:55)
“Bolu Beyi’nin şu dünyada iki övüncü vardı. Birisi, dünyada eşi menendi bulunmaz atları, öteki de onun
Reyhan Arabı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:39)
Eşkin : Atın bir tür hızlı yürüyüşü
“KORO
Taşların yanında kişner,
düşünde, eşkin atlarla geçerken
yoncaların işgal ettiği
savaşçı tarladan.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:18)
Eşkiya : Osmanlı devrinde hükümete, otoriteye başkaldırarak dağa çıkan haydut; bazı kere halk kahramanı;
Şirretlik, haydutluk, zulüm yapan kimseye verilen sıfat
“Koca Ahmet bu iki duyguyu yıllar yılı bu dağlarda yan yana götürebilmişti. Bunun ikisini bir arada
götüremezse bir eşkiya, dağlarda bir yıldan fazla yaşayamaz. Eşkiyayı korkuyla sevgi yaratır. Yalnız sevgi tek
başına zayıftır. Yalnız korkuysa kindir.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:67)
Eşlik etmek : Yanında olmak, refakat etmek
“Ansızın kıpkırmızı kesilmişti Hogarth. Her çarşamba Hogarth’la birlikte öğle yemeği yedikleri geldi
Baird’in aklına, sonra da Hogarth tek oğlu ve orta yaşlı kahyasıyla birlikte yaşadığı Balham’a kadar kendisine
eşlik etmesine izin verirdi. Birlikte yemek yerler, aralarına aldıkları çocuğun kir pas içindeki küçük ellerinden
tutarak parkta dolaşırlardı. Onun yanında en canayakın davranışını gösterirdi.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:90)
“... ormanın derinliklerinde ise öylesine uzaklaşıyordu ki, Carolina’yı yanındaki öbür çocuklardan ayırt
edemez oluyordum. Yalnızca gülüşü duyulurdu bazen öbür yoldan bu yana. Belli hava koşullarında, rüzgar
güneyden esiyorsa, bu gülüş uzaklardan, tarlaları aşarak bana ulaşır, eve dönüşüme eşlik ederdi.”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:45)
Eşoğlueşek, eşşeoğlu, eşşoğlueşşek, eşşoğlusu : Birini azarlamak, küçük düşürmek için kullanılan bir ilenç
(Argo)
“Polis bir daha gösterdi fotoğrafı.
-Buydu değil mi? diye sordu.
-Evet. Emekli Subay bu.
-Emekli Subay olduğunu söylemiş eşşeoğlu.
-Değil miymiş?”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:86)
“Hökümetten üç adam gelip ölünü parçalayacaklar. Açıp karnına bakacaklar. Ne yemişsin, ne içmişsin,
tevtere yazıp gidecekler. Düşmanların şımardıkça şımaracak. Heç bir şeye elin yetişmeyecek. Bütün fırsatlar
kaçmış olacak. Eeeey eşşek oğlu eşşek Kara Bayram, bütün bunlar olup bittiği zaman mı aklın başına gelecel?
Korkak Bayram!...’ ”
(F. Bayburt, “Yılanların Öcü”, sa:269)
“... Gözleri yanıyor, burnu karıncalanıyordu. Ağlamak istiyordu. Oturduğu yerden:
‘Ne taşlıyorsun kız?’ diye sızlandı.
Sorusuna karşılık dizinin dibine bir taş daha düştü. Taşla beraber bir de söz gelmişti:
‘Eşşoğlueşşek.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:170)
“1. ÖLÜ GÖMÜCÜ - Deh!
2. ÖLÜ GÖMÜCÜ - Deh! Yürü eşşoğlusu!
1. KADIN - Mağazada.
1. ÖLÜ GÖMÜCÜ - Cesetler nerede?”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:232)
“Latif’in bağırarak savurduğu bu çok ağır hakaret üzerine bence artık yapılacak bir şey kalmıştı ki onu
da hemen yaptım; etrafta oturanlara döndüm:
-Şahitsiniz ya, beyler! Duydunuz ya, bey bana ‘Eşşoğlu eşşek!’ dedi. Yarın hakkında dava açacağım.’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:280)
“Deve hayatında belki de ilk, aklını yatırdı bu sözlere. Gerçekten de, yeniler eskilere yüklenirken
veryansın ediyorlardı ama, iktidara gelince vaatlerini tutmuyorlardı. Gene de, ‘Boşveeer...’ diye geçirdi. ‘Bana
ne? İtler gibi boğuşan eşşoğlu eşşekler. Yeter ki huzur çabucak gelsin. Ben dümenime bakayım.’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:157;217)
“Lambert okuyor ve kalçasının üstünü kaşıyor; Brunet ellerini ceplerine sokuyor, kaşınmıyor. Gassou
kapıda görünüyor, korkunç bir öfkeyle: ‘Alay mı ediyorsunuz ulan benimle?’, diye bağırıyor. ‘Hani yemek?’
‘Yemek mi? Eşoğlueşek, aşağıda bir Allahın kulu yok, mutfaklar açılmamış bile.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:325)
Eşraf, eşraftan olmak : Bir yörenin, çevrenin tanınmış, kudretli ve zengin kişilerinden olmak
“Hiç değişmeyen şeylerden konuşuyorduk: Ekinlerden, bağlardan ve yağmurdan. İhtiyar eşraf iyi
işitmediği için bağırmaktaydık; kendine sorarsanız, olağanüstü bir kulağı varmış. Barba Anagosti’nin sohbeti
tatlı, hayatı rüzgarsız bir çukurdaki ağaç gibi dingin. Doğmuş, büyümüş, evlenmiş; çocukları, torunları olmuş;
birkaçı ölmüş, ama öbürleri yaşıyor; böylelikle soyunun sürekliliği garanti altına girmiş.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:64)
“Bu Halil Bey eşraftandı. Büyüktü ailesi. Dedesi mütesellimdi (teslimat memuru). Ailesi kuruldu kurulalı o
bölgelere hükmetmişti. Eşkıyayla, parayla, hükümetle hükmetmişi, hükmetmiş oğlu hükmetmişti.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:31)
“Ve böyle düşünürken hiçbir kötü niyetleri de yoktu; o sıcak ortamı, güzel puroları kıskanmıyorlardıı
da, hatta onlara layık olduğumu bile düşünüyorlardı sevgili iyi arkadaşlarım. Ve hiç kuşkusuz, benim gidip
kendimi ‘köklü’ aile tarafından ağırlatmamda -belki beni asıl üzen de buydu- hiçbir kötü niyet, art düşünce
sezmiyorlardı. Onların görüşüne göre bir süvari subayının eşraftan birinin sofrasına oturması ancak o kişiyi
onurlandırmak anlamına gelirdi.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:95-6)
Eşref saati : Bir işin, bir arzunun olabileceği en uygun zaman; ‘İyi saatte olsunlar’ın seçtiği zaman
“Meğer eşref saati değil miymiş? Herhalde, her yerde hazır ve nazır, Büyük Yaratıcı, uhrevi alemin
başmeleğine emretti: ‘Bu dünyalığın arzusunu istediği sürece yap!’ ” ..... “... ‘kaderde ise, kaşığımda gelecek
sefer çıkar’ diye uzaklaşmış, sonra da kederimden tırnaklarımı yemişimdir. Uzun yıllar bu ‘gelecek sefer’, hiç
olmazsa aynı insan için gerçekleşmedi; ama bu kez, eşref saati gelmiş çatmış olacak ki, yapılan bir teklifi size
ayrıntılarıyla anlatacağım.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Rüyalarımın Kraliçesi;Aysel Hanım”, sa:36;146)
“Ömrün dörtte üçü mutluluğu hazırlamakla geçer; ama buna bakarak geri kalanın dörtte birinin tadını
çıkartmakla geçtiği sanılmalı. Bu çeşit hazırlık alışkanlığı insanda o kadar çok yer etmiştir ki, kendi hazırlıklarını
bitirince, başkalarınınkine başlar, böylece o eşref saati ölümünden sonrasına kadar geciktirilmiş olur.”
(A. Gide, “Günlük-1895”, sa:43)
Eşşek; Eşşekleşmek; Eşşeğin sıpası : Halk arasında birine hakaret etmek için en çok kullanılan sözcük (Aptal,
yaptığını bilmez, tembel, inatçı bağlamlarında) (Argo)
“Dediler ki: ‘Bu iş ırza (riza) bazarlığı!... İşi zora bindirmesin. Bir hesap yaptık, yanlış çıktı. Yanlış
hesap Bağdat’tan döner. Köy bizim ise, o da bizim. Koysun mühürü önümüze, işte bu gadar!..’
Geldi, bir dudağı yerde, bir dudağı göğde:
‘Bana sorgu soramazsınız!’ dedi, ‘eşşeğe bak!’ ”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:98)
“Haceli avucunda sıkıp durduğu toprağı savurdu yere:
‘Sen bin şu kağnıya!’ dedi. ‘Övendereyi al, yollan taşocağına. Ben dünkü işçileri getireyim. Açsınlar
temelleri yeniden. Son haddine kadar uğraşacağım ben de. Dönersem eşşeğim!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105)
“Ailede, kardeşler arasında en kötü ‘eşek’ diyebilirsiniz diyeceksiniz ama, iki şartla; bir, ‘eşek’ yerine
iki ‘ş’ ile ‘eşşek’ diyeceksiniz, böylece sanki farklı bir nesneden bahsetmiş oluyorsunuz; iki, özür dileyeceksiniz.
Ona ek olarak, kendinizin de bir ‘eşşek’ ya da ‘eşşeğin sıpası’ olduğunuzu üç kez, kapı ardında, komşulara
duyuracak şekilde avaz avaz bağıracaksınız!’ ”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:18)
“FELSEFE FAK. DEKANI (Tıpçıya.) - Bravo, diyorsun, büyütecinde burnundan ötesini görmeyen
sen.. ancak sapık duyularına inanan, örneğin gözlerine... Oysa gözün uzak göreni var, körü var, şaşısı var, renk
görmeyeni, kırmızıyı, yeşili seçemeyeni var, tepe göz var, tek göz var!
TIP FAK. DEKANI - Ahmak!
DİNB. FAK. DEKANI - Eşşek!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:84)
“Paytoncu Osman Ağa ortaya dert yanıyordu:
-Bu bizim eşşek milletimize hiç acımayacaksın!.. ‘Ay başında toplanmasın da bayramda toplansın.
Elleri bolanır,’ dedik. Neyine gerek senin? Topla!.. Nerden bulurlarsa bulsunlar. Ulan hergeleler!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:119)
Eşşek başı olmak : Genellikle, birinin otoritesi atlanarak bir üst makama gidildiğinde, kendini küçük düşmüş
hisseden kimsenin azar ya da şikayet babında söylediği sözcük
“Onbaşı ufacık boylu, etli kanlı, karaca, bıyıklı bir adamdı... Muhtar girdiğinde, manyatolo telefonu
çevirip duruyordu.
‘Ben bu sizin köy gibi kepaze köyü az gördüm arkadaş!’ diye parladı. ‘Ne demek oluyor? Burada bizi
çiğneyip de doğrudan doğruya nasıl Savcıya gidiyorlar?... Biz burada yoğsam eşşek başı mıyız? Ben o Bayram
Gara’nın guyruğunu bir kıstırırsam anasını bellerim emme!’ ”
(F. Baykurt, “Iraca’nın Dirliği”, sa:123)
Eşşek gibi çalışmak : Çok ağır koşullar altında, ömürboyu çalışmak
“Harika vallahi! Oysa ben, eşşek gibi çalıştım ömür boyu hanımefendiciğim. Eşşek gibi.
Ah ah ah, müdüroğlu müdür kocanız, sizi Avrupalarda gezdirdi. Ne güzel!”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
Eşşek herifin dölü : Eşşek oğlu eşşek bağlamında kullanılan bir küfür (Argo)
“ ‘Ahmet!’ dedi, Ahmede. ‘Ocaktaki kül küreğini al.’
‘Bunu mu?’ dedi Ahmet.
Irazca gene parladı:
‘Onu ulan eşşek herifin dölü, onu!.. Evin içinde kaç tane kürek var da ‘Bunu mu?’ diye soruyorsun,
nalet!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:73)
Eşşek sıpası : Azarlama, hakaretamiz konuşma hitap (genellikle küçüklere denir)
“ ‘Hay yarabbi!’ diye bağırdı Haceli. ‘Ulan senin nineni de, ananı da, babanı da... Ulan eşşek sıpası!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59)
Et beyinli : Aptal, sersem, kafası işlemeyen (Argo)
Bk.: Et kafalı
“ ‘Bu işin tekniğini sonra konuşuruz,’ dedi Usta. ‘Öğrenmesi kolay bir hüner değildir bu, ama beni
dinler, söylediklerimi yaparsan sonunda ikimiz de milyoner oluruz.’
‘Siz zaten milyonersiniz,’ dedim. ‘Beni n’apıcaksınız?’
‘Ne mi, sefil küçük serseri? Cebimde beş param bile yok benim. Senin gözüne hırsızlar kralı gibi
görünmüş olabilirim, ama bunun nedeni senin et beyinli olman.’ ”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:8)
et cetera : (LAT.,KOLL.) <et ketera> : Ve saire = And so forth (İNG.)
Eteğine yapışmak (annesinin) :
Ayrılamama, bağımlı olma
(Genellikle çocuk) birinin korkudan sıkı sıkı eteğine imdat diye tutunması;
“Elbisesi tenine iyice yapışmış... Öylesine yapışmış ki çırılçıplak sanırsın. Göğsü, kalçaları her bir yanı
besbelli... Yedi yaşlarında gösteren bir çocuk da eteğine yapışmış, habire mızmızlanıyor.
‘Ana! Kız ana! Beni götür buradan.’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:83)
Eteği peteği şaşırmış : Şaşkınlıktan aptala dönmüş, yuvasını bulamayan arı gibi
“Daniel eşikte, ayaklarının arasında bir demet çiçek buldu; yüksek sesle: ‘Kuş beyinli Yumurcak,’ diye
söylendi. Kapıcının kızıydı mutlak. Selam verdiği zamanki o eteği peteği şaşırmış hali yeterdi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:85)
Eteği temiz avrat : Namuslu kadın (Etek: Edep, namus yeri)
“-Bodur İmam, kaç zamandır ek yerimizi kollarmış. Bu kadar bir ilmek eline geçince yakamıza yapıştı.
‘Eteği temiz avratlarımızın göbeğine döl duası yazmak bahanesiyle oyluklarını dişlediğinden...’ diye ispatlık
ederek bizi suçsuz günahsız buraya düşürdü. On dört aydır yatmaktayız.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:68)
Etek dolusu : Pek çok (genellikle para sarfetmek için kullanılır)
“Grisostomo’nun babası yakın zamanlarda ölmüş, kendisine bir yığın taşınmaz, büyük ve küçükbaş
hayvan, etek dolusu da para bırakmıştı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:71)
Etek etek para vermek : Etek dolusu, pek çok para sarfetmek
“Irazca söylenenleri hep duyuyordu.
‘Duşmanlık bu!’ diyordu Haceli. ‘Adam olan adam, bunu yapmaz adama! Etek etek para verdim
işçilere! Kolaylan eşilmedi bu kadar toprak! Böyle bok yenir mi? Bir Müslüman bir Müslümana bunu yapar mı?’
”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:98-9)
Eteklemek : Yaranmaya çalışmak, dalkavukluk etmek (Argo)
“Tam bu sırada, başmakinist içeri girip Asım Bey’i etekledi:
-Başlığı renkli yapayım mı bayım?
Çoruh milletvekili Asım Bey iadesiz altmış bini düşündüğü, iyice de bıunaldığı için bir şey
anlamamıştı. İrkilerek sordu:
-Ne renklisi? Hangi başlık?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:32)
Etekleri tutuşmak : Telaşlanmak
“Grubun bir diğer üyesi Dave Reilly, kapıyı açar ve başını tuvaletten içeri uzatır. Hafiften etekleri
tutuşmuş gibi bir hali vardır.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:15)
“Sonra birden Şvayk’a dönerek, ‘Ne o, yoksa kazanacağımıza inanmıyor musunuz?’ diye sordu.
‘Siz de savaşa taktınız kafayı,’ dedi Şvayk. ‘Elbette kazanacağız. Başka yolu yok. Ben artık evin yolunu
tutsam iyi olacak.’
Şvayk, hesabını ödeyip meyhaneden çıktı, evinin yolunu tuttu. Kapıyı anahtarla açanın Şvayk olduğunu
görünce, yaşlı hizmetçi Bayan Müller’in etekleri tutuştu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:73)
“Abdi Ağa da çarşının ortasına düşmüş, dört dönüyordu. Etekleri tutuşmuş. Konuşmuyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:373)
Etekleri (sevinçten) zil çalmak : Sevinçten havada uçmak
“ ‘Siz iyisi mi, savaştan sonra ermesini bekleyin ve kervanla birlikte yolunuza gidin. Vaha’nın hayatına
girmeye çalışacağım,’ diye bağladı konuşmasını, yanlarından ayrılırken. Ama İngilizin etekleri zil çalmaya
başladı. Demek ki iyi iz üzerindeydiler.”
(P. Coelho, “Simyacı”, sa:102)
“Tistet Védene’in bekleme salonundan çıkarken, eteklerinin sevinçten nasıl zil çaldığını, ertesi günkü
töreni nasıl sabırsızlıkla beklediğini söylemeye gerek yoktur elbette!”
(A. Daudet, ”Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:59)
“Monsieur Mesurat kızına baktı, iki defa omuz silkti. Boğuk boğuk:
-Aptal, dedi, burada serbest olmak istiyorsun. Aklın sıra, istediğin zaman göreceksin sevgilini. Her
akşam ona gideceksin eskisi gibi! Ama beni unutuyorsun. Öldüğümü görsen eteklerin zil çalacak, değil mi?
Korkma, sapasağlamım ben.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:143)
“Bu açıdan bakıldığında, Altı Gün savaşının parlak bir şekilde taçlanan bir Pearl Harbor’a benzediği
söylenebilir pekala. İsraillilerin etekleri zil çalarken Araplar öfkeden kuduruyor ve biz de onların şamar oğlanı
oluyoruz. Savunmasız sivil nüfusa saldırmak alçaklıktır, ama küçük düşürülmüş kalabalıklardan da gönül
yüceliği ve şövalyelik beklenemez.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:252)
“Başını kaldır: Bir tahta köprü var, kemerli; Samarie kentinin son bostanları bunlar; bunlar soğuk
gecenin kamçıladığı fener altındaki ışıklı yüz kalıpları; etekleri zil çalan aklı kısa su perisi, ırmağın kıyısında;
şimşir kafatasları bezelye karıklarında, -ve başka kır oyunları. - Kır.”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:82)
“Mrs. HUSHABYE - Haa, şimdi anlaşıldı. Söyle bakalım, kimmiş gönlünde yatan arslan? Mutlaka
hayatında bir erkek var diyordum. Yoksa Mangan yüzünden bu kadar üzülür müydün? Onunla evleneceğin için
eteklerin zil çalardı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:26)
“Düşes kont’a:
‘İyi ama,’ dedi, ‘iyi yürekli başpiskoposun Fabrice’e bu ani tutkusunun nereden geldiğini tahmin
edebiliyor musunuz?’
‘Tahmin etmeme hiç gerek yok. Erkek kardeşi, yüzbaşı olan piskopos naibi <onun yerine vekaleten
idare eden kişi> dün bana: ‘Peder Landriani’nin şöyle bir şaşmaz ilkesi vardır: Ona göre, ‘asil vekilden üstündür’
diyordu. Şimdi artık emirleri altında bir del Dongo’nun bulunuşundan ve onu kendine minnettar bıraktığından
etekleri sevinçten zil çalıyordur”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:214)
Etek öpmek : Yaltaklanmak, yalaklık etmek; Osmanlı saray adeti
“Hele o eskiden etek öpmek gibi fırsat bekleyenlerin bugünlerde yan gözle bakıp bıyık altından
gülmelerini görüp de kalbler sızlamamak kabil değildi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:156)
Etek peşinde koşmak : Kadın arkasından gitmek, kadınlara düşkün olmak
“Boşanmak için kadının varlığı şart değil. Mezarında rahat olmasın. Ama mezarlıkta bile değil zaten.
Mezar bile çoktur ona. Onun yeri cehennemdir! Neden yok cehennem diye bir yer? Bir cehennem kurmam
gerek. Kadınlar ve senin gibi etek peşinde koşanlar için.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa.497)
“ ‘-Ah! Demek aileniz çok kutsal, öyle mi? Babanızın Clermont’da avukatlık yazıhanesini bir
hizmetçiye kapılıp batırdığını herkes biliyor. O yetmiş iki yaşında etek peşinde koşmasaydı, siz şimdi kızlarınızı
evlendirmiş olurdunuz. Ah! Beni kandıranlardan biri de o.’ ”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:42)
et hoc (ya da id) genus omne : (LAT.) <et hak genus omne> :
Ve bütün böyle şeyler vs.
Eti budu yerinde, Etine buduna : İyi yapılı, etine dolgın, gösterişli bayan
“ ‘Vay canına! Toboso’lu Dulcinea, Lorenzo Corchuelo’nun yani Aldonza Lorenzo’nun kızı ha?..’
‘Ta kendisi! Fakat bütün dünyanın kraliçesi olmaya değer biridir.’
‘Bilmem mi! Köyedki en güçlü oğlanlar kadar cirit atar. Hey Tanrım! Hiç de soğuk, huylu kız değildir
hınzır; neşelidir, eti budu iyidir; ister gezgin olsun, ister olmasın, şövalye değil, kim olsa gider.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:179-80)
“Kent <Belize> yetişkinler için tıklım tıklım ve boğucu, ama gençler için inanılmayacak kadar ilginç.
Denize inen ara sokaklar, meydancıklar, balkonlu evler ve gürültücü ve renkli bir kalabalığın doldurduğu
kemerli caddeler; Jamaica’dan ya da Haiti’den gelmiş Antil adalılar, panama şapkalı melezler, mini etekli kızlar
ve eti budu yerinde bayanlar…”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:193)
“2. ÖLÜ GÖMÜCÜ - Ödül verilmiyor buna! Açılın! Yerinizden de kımıldamayın!
1. ÖLÜ GÖMÜCÜ - (İkinciye) Uf! Amma da etine budunaymışlar.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:232-3)
Etiketleme, etiketlendirme : Ön yargı ile bir fikirde ısrar etmek, yaftalamak
“Çocuklarımızı herhangi bir biçimde ‘bozulmamış’ olarak etiketlemememiz ya da yargılamamamız
önemlidir. İndigo Çocuk terimini kullanırken bile dikkatli olalım ve bu etiketin bize çocuklarımızın özel ya da
farklı olduklarını düşündürmesine izin vermeyelim.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:174)
Etinde duymak : Yaşanmış cinselliği duyumsamak
“Son tramvaylar geçiyor, mahallenin uzaklaşmakta olan gürültüsünü de alıp götürüyorlardı sanki.
Raymond devam etti: Onun canını sıkan şey ‘kaltağı hala etinde duymasıydı.’ Ama yine de onu cezalandırmak
istiyordu.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:36)
Eti ne budu ne : Kendisini ne, kim zannediyor? Nesi var ki bu, neye güveniyor ki bu denli masraflı girişimde
bulunuyor?
“ ‘Yüreğinin derinliklerinde, parasız erkeğin sana layık olmadığı şeklinde mistik bir duygu var. Eti ne
budu ne, bir tür yarım-adam- böyle sanıyorsun. Güç ve para tanrısı Herkül Lempriere’de var bu. Bütün
mitolojileri canlı tutan kadınlardır. Kadınlar!’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:133)
Etine dolgun : Balık etinde, şişman olmayan tombul hanım
Bk.: Etli butlu
“Kızlarımız öyle istek uyandırıcı cinsten değildir. Daha çok etine dolgundurlar. Bot giyer ve
başörtülerini çenelerinin altında bağlarlar. Kan kırmızı yanakları, ışıltısız gözleri vardır ve ağır yük taşımaktan
gözlerinin feri sönmüştür. Ama erkekler zor beğenir cinsten değildir.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa.18)
“Adı Agafya idi. Agafya İvanovna. Rus zevkiyle fena kız sayılmazdı, boylu boslu, etine dolgundu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:168)
“İKİNCİ PERDE - (Birinci perdenin bittiği yerden başlar. Kırk beş yaşında etine dolgun pek şık bir
kadın girer. Kapıda duralar. İçerdekilere bakar. Tekin şaşırmıştır. Ne yapacağını bilmez. Sevinip sevinmediğini
kestiremez.)”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:29)
“Bu madam Thénardier kızıl saçlı, etine dolgun, iri kemikli, bütün sevimsizliğiyle asker tipte bir
kadındı. İşin tuhafı, okuduğu romanlardan alınma özenti bir romantik havası vardı. Yapmacık tavırlı, erkeksi bir
kadındı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:251)
“Beni uzun boylu, etine dolgun, güzel bir kadın karşıladı.
‘Yoksa beni tanıyor musunuz?’ dedi. Mırıldandım:
‘Yoo... hanımefendi... tanımıyorum.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:291)
“... zata soracak olsan o zaman da şöyle der: Kara kaşlı, kara gözlü, küçücük ağızlı, mini nimi burunlu,
uzunca boy, uzunca gerdan, püskürme ben, etine dolgun, akça pakça, beyazca meyazca, işveli mişveli, çıtı pıtı,
fındık kurdu gibi bir şey olmalı.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:123)
“Ocak ayının başıydı; hava çok bozuktu. Üzülmüştüm: Ben, hayalci bir insanımdır; bu akşam
çıkaracağım zevki canlandırmıştım kafamda. Odessa Caddesi’nde sık sık gözüne çarpan, biraz geçkince, ama
etine dolgun bir esmer vardı. Biraz geçkin kadınlardan nefret etmem: Soyundukları zaman ötekilerden daha
çıplakmış gibi olurlar. Ama benim huyumu suyumu bilmiyordu, açık açık ona anlatmak da beni biraz
utandırıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:79-80)
Eti kemiği; Etiyle kemiğiyle (görmek); Eti senin kemiği benim : Fiziksel varlığı, vücudu; İçini dışını, tüm
varlığını (sezmek, okuyabilmek); Bir okul çocuğunun fiziksel ve ruhsal, eğitimsel gelişimini <okulla> paylaşmak.
Osmanlılar devrinde, okul yöneticilerine çocuk bu şekilde sunulurdu.
“Eti senin, kemiği benim!”
Bizim çocukluğumuzda, ilköğretime başladığımızda (1930’lar), ebeveynlerimizin, çok yakın hissettiği
okul öğretmenlerine sevgi ve saygı dolu devir teslim edilişimiz. (Anonim)
“Babam ona:
-Bu oğlumdur, dedi.
Elim babamın avucundan kurtuldu ve babam beni öğretmene teslim etti:
-Eti senin, kemiği benim, dedi. Ona acıma, döv, adam et.
Öğretmen:
-Sen merak etme, Kapetan Mihalis! Dedi; innsanı adam eden aletim burada! Ve değneği gösterdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:47)
“Etiyle kemiğiyle görmüştü, gezgin kılığındaydı.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:16)
“<Kocasının> ölümünden dolayı biraz suçluluk duyan Sara da Conceiçao, durmak bilmeden öğüt
veriyordu, ‘davranışlarına dikkat et, kendini tutmazsan sopayı yersin’..... Bumları söylüyordu annesi, Lameirao
da kendine özgü tarzıyla, ‘hey, Mau-Tempo, kaldır kıçını, annenle eti senin kemiği benim’ diye konuştuk.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:47)
“Düşünceye dönüşse benim etim kemiğim
Yolum kurban gidemez hoyrat mesafelere;
Ben, tüm uzaklıkları aşıp erişeceğim
Sınırsız ötelerden, senin olduğun yere.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:44, sa:129)
Et kafalı : Ahmak, sersem, kafası işlemeyen (Argo)
“AKILLI GEÇİNEN VE
ŞİİR SANATI
-----------------ama aptalın dudakları tüketecek aptalı,
karartacak kuluçka yumurtalarını hiçliğe
doğru:
‘et kafalı, yutabilir misin ki bir şemsiyeyi,
açılabilir mi ki barsaklarında senin.’ ”
(Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07)
“ELIZABETH - Ne olduğunu sen açıklayacaksın. Kim bu soysuz? Tek başına mı yazıyor bu
alçaklıkları, yoksa et kafalı biri mi sadece? Kimden alıyor bilgileri? Anlayabilmek için bütün gece gözümü
kırpmadım.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:10)
“General, binbaşıya dönüp, ‘Bu adam su katılmadık bir geri zekalı,’ dedi. ‘İnsanın göl kenarına kimbilir
kimin bıraktığı bir Rus üniformasını sırtını geçirip kendini Rus esirler arasına bulması için tam bir et kafalı
olması lazım.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:245)
“ELLİSİNDE BABAM
---------------------------Tohuma kaçtın Üçüncü Dünya diktatörleri gibi,
Devletin et kafalıları, acı çeken fena halde
adı lejyon olan batılı sayrılıklardan...”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
Et kümeleri, yığınları : Avlanıp bırakılmış ya da sel gibi bir felakete uğramış hayvan ölüleri; Epidemiye
uğrayıp bir anda tüm topluluğu ağır kayıplara uğrayan ya da meydan savaşından sonra yığınlar halinde
kaybedilmiş insan cesetleri
“Şimdi avların bir parçası var önümde; şimdi bu parçayı ileriye taşıyıp götürmek daha kolay; ama
burada, daracık dehlizler içinde, o bol et yığınları ortasında öylesine sıkışıp kalmışım ki, tek başıma bile
aralarından bir yol bulup geçmek her vakit kolay değil…”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Yuva”, sa:175)
Etleri hallaç pamuğu gibi darmadağan olmak : Haini güzelce bir falakaya yatırıp cezalandırmanın abartılı
bir ifadesi
“-Devlete hiyanet eden kim olursa olsun alimallah tabanlarına öyle bir sopa çekerim ki etleri hallaç
pamuğu gibi darmadağın olur. Değil kendi oğlum, hain olan Padişah Hazretlerinin gözbebeği bir şehzade bile
olsa Fizan’a <Libya’nın güneybatısında bir yöre> yaya yollamaktan çekinmem.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:186)
Etli butlu : Etine dolgun, balık etinde, tipik Doğulu kadın tipi
“Kocama da öfkeleniyorum bazı. ‘Pilicim, pilicim deyip durma şimdi,’ dedim bir gün. ‘Sinirlendim
zaten,’ dedim... Öyle ya, diyecekse ‘yavrucağım’ falan desin. Öyle etli butlu değilim ki. Birazcık bacaklarımın
üst yanı kalın, o kadar. Onu da epey incelttirdim işte. Daha da incelttireceğim. Aklıma birşeyi taktım mı
yaparım.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“David’in çevresinde oturan al yanaklı, etli butlu tatilciler, oyundan keyif alıyorlar. Melanie-Gloria’dan
hoşlanmışlar. Açık saçık şakalara kıkır kıkır gülüyorlar, oyuncular birbirlerine sövüp saydıkça kahkahayı
basıyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:221)
“Para karşılığı aşkla fazla keyif sürülemezdi, çünkü pahalıya mal oluyordu; bu yüzden meyhanede veya
handa çalışan etli butlu bir kızın ya da mahalleden bir kızın peşine düşmek gerekirdi, ama mahallede körpe
kızlardan çok öğrenci vardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:73-4)
“Uzun boylu, etli butlu, alımlıydı Madam. Hep kapalı duran bu evin karanlığından solgunlaşmış olan
teni, üzerine kalın bir cila sürülmüşçesine parlıyordu. Delişmen, kıvırcık takma saçlarının altına dökülen ufak
perçemi kendisine beden ölçülerinin olgunluğuyla bağdaşmayan genç bir hava veriyordu.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:34)
“Chica Doida, tehlikeli mulher-dama (Port.: ‘Sokak kadını’), yalnızlığına döndü. Ertesi sabah,
kamaranın kapısı etli butlu bedenine kapalıydı. Fenerlerin ve cep fenerlerinin ışığında kızın parasını aramaya
yardım eden kadınlar, aynı kadınlar değildi sanki.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:107)
Etli canlı : Ele avuca gelir, balık etinde (kadın)
“Şükran hanım tam yirmi dokuz yaşındaydı. Bunu noterde nüfus kağıdının suretini çıkarırken
öğrenmişti. Aşağı yukarı yedi yaş... ‘Halt ettin! Altıyaş!’ Kendinden büyük... Etli canlı... Güleç, sarı saçlı, mavi
gözlü... Kaç yıldır dul...’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:143)
Etlice : Etine dolgun, balık etinde kadın; Semiz kurbanlık koyun
“PENCEREDE KADINLAR
İlkin bir sarışın açtı pencereyi
Sonra bir hallicesi bir dillicesi
Daha sonra güldü kaçtı
Kadınların en incesi
Derken sıra esmere geldi
Bir etlicesi bir sütlücesi”
(Salah Birsel<1919-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:482)
Etli kanlı : Canlı, sağlıklı, iyi besili
“Onbaşı ufacık boylu, etli kanlı, karaca, bıyıklı bir adamdı... Muhtar girdiğinde, manyatolo telefonu
çevirip duruyordu.
‘Ben bu sizin köy gibi kepaze köyü az gördüm arkadaş!’ diye parladı. ‘Ne demek oluyor? Burada bizi
çiğneyip de doğrudan doğruya nasıl Savcıya gidiyorlar?... Biz burada yoğsam eşşek başı mıyız? Ben o Bayram
Gara’nın guyruğunu bir kıstırırsam anasını bellerim emme!’ ”
(F. Baykurt, “Iraca’nın Dirliği”, sa:123)
“-Başka bir anne mi? Var ya!
-Evet, ama... Ya o giderse...
-Benim gitmem mi? Etli kanlı bir anneleri yaşasaydı, bu çocuklara neler yapacaktıysa ben de onları
yapmayı görev sayıyorum.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:77-8)
Etlisine sütlüsüne; Etliye sütlüye karışmamak : Kimsenin özel işlerine, toplumun akımlarına katılmamak
“... İzime basarak dolaş! Bize danışmadan hiçbir iş tutma! Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayalım.
Namazlarımızı kılıp yataklarımızda oturalım. Bak, Fayrap denilen kahpe dölü ne yaptı? Parayı elimizden çekip
aldı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:47-8)
“Kimi ceplerini çalınmış nesnelerle doldurmuştur tıka basa, üstelik asker kaçağıdır, ama bir polis gördü
mü dayanamaz, gider, bir ‘Merhaba!’ çeker, birşeyler sorar, punduna getirip bir şaka yapar; kimi de dünyanın en
sağlam adamıdır..... etliye sütlüye karışmaz, gazete bile okumaz.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:8)
Etmediğini bırakmamak : Eziyet çektirmek, baskıyla zulüm etmek
“Gruşenka kendinden geçmiş, barbar bağırıyordu:
“ -Ne budalaymışım, ah ne budalaymışım!… Tam beş yıl kendime etmediğimi bırakmadım. Hoş bunu
onun yüzünden yapmadım, hırsımdan yiyip bitirdim kendimi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:116)
Etme eyleme : Aman dilemek, rica ve niyaz etmek
“Yola çıkarken bütün obası başına birikmiş, de demişlerdi. ‘Etme eyleme, uyma şeytanın sözüne.
Gurbet elin kahrı zehirden acıdır.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:93)
Etmek : Yapmak Eziyet çektirmek; Ender olarak: ‘mahrum ettirmek’ anlamında; S.çmak, si.mek (Argo)
“YOLCU - Demek Lisette de onu buldu? Ve benim dikkatsizliğim bütün bu karışıklığın nedeni, bütün
suç benim dikkatsizliğimde! (Christoph’a.) Size de çok ettim! Bağışlayın beni!”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:61)
“-Bağırma ulan! Sen bugün kendine sövdüreceksin de bizi orucumuzdan edeceksin. Sahibini
unutmalısın ki ben sana sormalıyım!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:23)
Et nune dimittis nevrum tuum Domine :
(LAT.): ‘Ve şimdi, senin bu kulunu gönderebilirsin, Ulu Tanrı.”
“Jeanne, çeviklikle çıkıyor merdiveni, beni öpüyor ve kulağıma, işitmekten çok ne olduğunu
keşfettiğim birkaç sözcük fısıldıyor. Ve ben ona şöyler yanıt veriyorum:
-Tanrı sizinle olsun, Jeanne, sizinle ve kocanla olsun, en son gelecek kuşaklarımıza kadar. Et nune
dimittis sevrum tuum, Domine.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:183-4)
Etol : Hanımların omuzlarına attığı yün ya da itina ile seçilmiş kumaşlardan veya kürkten yapılmış uzun atkı
“ ‘Garson! Garson!’ Breuer parmaklarını şaklattı. ‘Hanımefendiye bir kahve. Café latte?’ Fraulein
Salomé’ye doğru baktı. Kız başıyla onaylayıp sabahın soğuğuna rağmen etolünü çıkardı.
‘Evet, bir café latte.’ ”
(I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:12)
Etrafa bir çeki düzen vermek : Ortalığı derleyip toplamak
“HAMM (Öfkeli) - Tanrı aşkına ne yapmaya çalışıyorsun sen?
CLOV(Doğrularak) - Etrafa bir çeki düzen vermeğe çalışıyorum.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Oyunun Sonu’, sa:196)
Etrafı(nı) kolaçan etmek : Araştırmak, şöyle bir dolanıp dikkatlice bakmak
“Roma’nın aşağısında bir yerde, karanlık bir figür etrafı kolaçan ederek, taş rampadan yeraltı tüneline
iniyordu. Eski geçit, havayı sıcaklaştıran ve ağırlaştıran meşalelerle aydınlatılmıştı.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:226)
“Ömer’e ‘Hepsi bu!’ dediğimde, o, cevap vermeksizin, fakat geldiğimizden çok daha ciddi bir yüz ve
tavırla cib’i geri hatlara sürmeye başladı. Otomatik tüfeği dizlerinin üzerindeydi ve kartal gözleri sanki üç yüz
altmış derecelik dönüşlerle etrafı kolaçan ediyordu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:133)
“Naim sanki onu duymamış gibi, biraz da kuşku katılmış bir bakışla etrafını kolaçan ederek sordu:
‘Peki, otel seni geçindiriyor mu?’
‘Şöyle diyelim: Beş, altı yıldır artık fazla zarar etmiyorum. Ama bununla da geçinmiyorum.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:373)
“Sokak kapısından savuşmak mümkün değildi. Belki bahçe tarafından kaçabilirim düşüncesiyle etrafı
kolaçan ettim.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:134)
Etrafında dört dönmek : Bir menfaat ummak ya da korumak arzusuyla birine çok yakın olmak
“Son dakikaya kadar tüm kuşkularına karşın oğlunun iyileşeceğinden bir an olsun şüphe etmemişti.
Küçük misafirleri adeta sevgi ve saygı ile karşılıyordu. Etraflarında dört dönüyor, hizmetlerine koşuyor, bir
sırtında taşımadığı kalıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:48)
Etrafı yaygaraya vermek : Bağırıp çağırarak, ağlayarak inliyerek çevreyi etkilemek
“Ve eğer bunu yaparsa, artık dayanamayacaklar, avaz avaz bağıracaklardı; içinde fıkır fıkır kaynayan o
heyecan bu sefer de patlarsa, artık dayanamayacaklardı. Ama, hayret; ağzından bir ‘Ah!’ çıkmıştı, o kadar. Sanki
kendi kendine, ‘Böyle bir şey etrafı yaygaraya vermeye değer mi?’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:331)
Et sic porro : (LAT.,KOLL.) <Et sik po’ro> : Ve devam, şöyle böyle = And so on (İNG.)
Et Tapınanağının Tanrıçası : Vücudu tapınak gibi (?) çok kullanılan bir kimseye (olası bir sokak kadını)
yapılan alaylı bir gönderme
“ALVIN (Coşkusu hepten artmış halde) Bu posteri asmalıyız! (Posteri CANDY’nin elinden kapar) İşte
burada ihtiyacımız olan şeyi bulduk, biraz dekorasyon, hepsi bu! Böyle bir resim bize ilham verecek! Et
tapınağının... tanrıçası! (Kahkaha atar)”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:140)
Et tırnak gibi olmak : Birbirlerinden ayrılmayacak kadar yakın, içli dışlı olmak; destek olmak
“Memlekette hep tekrarlanan bir laf vardır, Jackson’lı Reeves’lerle King’ler et tırnak gibidirler,
birbirlerine destek olurlar...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:270)
Et tribuit eis petitionem eorum :
(LAT.): ‘Ve <Tanrı> onlara istediklerini verdi!’
“Kabalist’ (Bk!) in sofrasına son kez oturuyor olmamın hüzün verici düşüncesiyle her zamanki yerimi
aldım. Yahel’in ihaneti içimi karartıyordu. ‘Yazık bana!’ diyordum, ‘onunla kaçmak en yakıcı dileğimdi.’
Görünüşte bu dileğim hiç kabul edileceğe benzemiyordu, ama oldu, hem de en acımasız biçimde. Değerli
üstadımın bilgeliğine bu kez de hayran kalıyordum; bir işin başarıyla sonuçlanmasını yürekten istediğim bir gün
bana Kitabı Mukaddes’in şu sözüyle yanıt vermişti: Et tribuit eis petitionem eorum. Üzüntüm ve kaygılarım
iştahımı kesmişti, yemeklere sadece dudaklarımın ucunu dokunduruyordum. Oysa, sevgili üstadım hiç değişmez
affediciliğini korumuştu.”
(A. France, “Kraliçe Pédoque Kebapçısı”, sa:145)
Et tu, Brute : Brutus : Roma İmparatoru Caesar (SEZAR)’ı bıçaklayarak öldüren üvey oğlu. Shakespeare’in
Julius Caesar adlı piyesinde, Sezar’ın ağzından çıkan son söz: S e n d e m i B r u t u s ? (Bak also: Kai su ei
Ekeinon, kai su, teknon?) = And thou, too Brutus? (İNG.)
Et ux (at uxor) : (LAT.,AİLE,SOSY.) <at yuks – at yuk’sor> : Ve karısı = And wife (İNG.)
Et vir : (LAT.,AİLE,SOSY.) <et vir> : Ve kocası : And husband (İNG.)
Et yüzü görmemek : Hastalıklı, cılız bir bünyeye sahip olmak; fakirlikten protein cins besinlerle
beslenememek
“Kansızlıktan kurumuş asma kabağına dönen kadınla kocasının et yüzü görmedikleri meydandaydı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:376)
(Yeni Redhouse Lügati)nden bazı inciler :
Eucharist : (HIRİS.DİN) <Yu’karist> : Hıristiyan Kilisesine mahsus Aşai Rabbani Ayini; Komünyon,
Şarap ve ekmek yeme ayini; bu ayin için takdis edilen <kutsanan> şarap ve ekmek, şükran
Euchre : (KOLL.) <yuk’r> : İki ya da dört kişi ile oynanan bir Amerikan iskambil oyunu, ‘koz’ diyen
oyuncunun üç el kağıt alamayışı; plan ve hile ile yenmek
eugenic : (SOSY., FİLO.) <yu’cenik> : Gelecek nesillerin daha iyileştirilmesine dair; asil, asilzade;
eugenics : beşer ırkını veya hayvan cinsini düzeltecek-ıslah edecek şartları bulma ve uygulama bilimi
eleusis :
(MYTH, GİZ) <e’lösis> :
Gizemcilikte ‘sır’ dolu toplantılar
eulogium : (KOLLO.) <yu’lociım> : Methetme; eulogy <yu’loci> : Methiye, sena, sitayiş, kaside
eunuch :
(TIP) <yu’nak> :
Önik, hadım, hadım edilmiş kimse; Osmanlı Sarayında harem ağası
euphemism : (KOLL.) <yu’femizm> : Hüsnütabir: kaba veya ağır bir söz yerine, aynı anlamda kullanulan
daha ince söz; kendince iyiye yorma
euphonium : (MUS.) <yu’fonium> : Cam borular ve çelik parçalarından ve bakırdan yapılı, ıslak parmakla
çalınan bir tür nefesli saz; euphony : Tatlı ses, hoş telaffuz; sesi ahenkli
eureka : (TAR.,KOLL.YUN.) <yu’riko> : Ünlü Yunan fizikçisi Archimedes’in, hamamda, su dolu kabın
değiştirdiği yerin hacmi kadar ağırlığından kaybettiğini keşfettiğinde, ‘Ben buldum!’ diye çıplak sokağa
fırlaması. Bu buluş, bilimsel olarak y e r ç e k i m i’nin keşfedilmesine neden oldu
eurhythmy : <YUN..MUS.) <yu’ritmi> : Seslerin iyi bir ritm ve ses uyarlığı içinde bulunarak dışarıya latif
bir izlenim vermesi; bunu bir eğitim metodu olarak, vücut beden hareketleriyle çeşitli durumları ve konuları
öğretim
Euterpe :
(MUS., YUN MYTH.) <Yu’terpi> : Eski Yunanlılarda Musiki mabudesi
Euxine Sea :
(COĞR:,YUN.) <Yuk’sayn Si> :
Eski devirlerde Karadeniz’a verilen ad
Ev; Ev’e girmek : Tarikat; Tapınak Şövalye’sinin inisiasyon (başlangıç-erginleme) seremonilerinin yapıldığı
kutsal yer; mabet; Öyle bir yere girmek
“Şövalyelerden biri -Avustralyalının rehberi olsa gerekti- dedi ki:
‘Biraderim, Ev’e girmek istiyor musun?’
‘Evet,’ diye yanıtladı Avustralyalı. İşte o zaman hangi Hıristiyan ayinine tanık olduğumuzu anladım:
bir Tapınak Şövalyesi’nin inisiasyonu.<tanınma merasimi>” ..... “Avustralyalı, ‘Ev’e girmek için yanıp
tutuşuyorum,’ diye karşılık verdi. Şatoda eski çağlardan beri yaşamış tüm Tapınak Şövalyeleri erginleme
törenini mutluluk içinde izliyorlarmış gibi geldi bana; meşalelerin çatırdısı duyuluyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:195)
evacuate : (DAVR.) <i’vakü’et>: Boşaltmak, tahliye etmek; (TIP) Vücuttan çıkarmak, boşaltmak (müshil)
evade :
(DAVR.) <iveyd> : Kaçınmak, sakınmak, sakınıp tutulmamak, kaçamaklı yol bulmak, yakayı
kurtarmak; e. a law : kaçamak yolu ile yasal bir sonuçtan kurtulmak
evaginate :
(DAVR.)
<iva’cineyt> ters çevirmek, içini dışına çevirmek
evangel : (HIRİS.,DİN) <i’vencıl> : İncil’in getirdiği haber; İncil’lerden biri; iyi haber, müjde; evangeliccal : Dört İncilde bulunan veya onlardan birine ait; İncile uygun; radikal olmayan ve İncile sadık Protestan
kilise üyesi; evangelism <ivencelizm> : İncilli kaideler ya da onlara itaat; evangelism : İncil müjdesini
va’zetme; evangelist : dört İncili yazanlardan biri; İncil vaizi, İncil va’zına ait; evangelize : İncil öğretmek
Ev bark, Ev bark sahibi : Mal-mülk; Aile, bir toplumda yaşayan kimse
Bk.: Evli barklı
“Ağzını açtı ve sövdü. Uzun kafiyeli, düzenli bir küfür silsilesi: Çoluk çocuk, kadın ihtiyar, sürü sürü
çaresizleri, kimsesizleri seher vakti görkem deryasına sürükleyenlere; kara çarşaflı matem kümesinin evladını,
eşini, babasını, kardeşini dünyanın dört bucağına saman çöpü gibi dağıtanlara; ev bark yıkmayı, ocak
söndürmeyi iş edinip onunla para kazananlara!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:222)
“Oysa ben, canımı kaybetmek için değil, bir şeyler kazanmak için evimi barkımı, çoluğumu çocuğumu
bırakıp hizmetinize girdim; fakat çok doğru söylemiş atalarımız: az tamah çok ziyan getiriyor. Açgözlülüğüm
yüzünden, ikide bir vereceğinizi söylediğiniz şu kahrolası adayı ele geçirme umudunu da kaybettim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126)
“Ey çekici, kara gözler
Bir işaret verince siz,
Yıkılır ev bark, yere geçer
Yerle bir olur şehirler.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Sicilya Şarkısı’, sa:95)
“ ‘... Bir haftadan beri bu şehirdeyim ama böyle Allahın belası yerlerde insan eski dostlarını bulamıyor.
Haydi artık ev bark sahibi bir kocamış teke olmuşsun. Bari işler nasıl?’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:46)
“Köy bir Rum köyüydü. Onlar gittikten sonra köyü Anadolu göçmenlerine vermişlerdi. Bunlar sürgün
değillerdi Bunlara ev bark vermişlerdi. Asık sürgün Çerkeslerdi. Onlara ne ev ne tarla vermişlerdi. Onları
Anadolunun dağlarına, Arabistan çöllerine çırılçıplak sürmüşler, başınızın çaresine bakın demişlerdi. Onlar da
Emir saraylarının muhafızları, Arap Şeyhlerinin silahşörü olmuşlardı. Böyle işleri bulamayanlar da açlıktan,
yokluktan ölmüşlerdi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:11)
“Ana aynı şiddetle:
‘Sen delirdin mi?’ dedi. ‘Ben yurdumu yuvamı, evimi barkımı bırakır nereye giderim? Hem sen elin
kızını alır nereye götürürsün?’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:87)
“İşte o günlerde başladığını belirttiğim tartışma da böylelikle yapılmış oldu. İşgal ordusunu tuzağa
düşürmek için, köylülerin hayatını, ev ve barklarını ve hatta değerli ormanı hiçe saymaya hakları var mıydı? On
beş genç, firari kahraman mıydı, cesur birer direnişçi miydi yoksa akılları bir karış havada çeteciler miydi?”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:183)
“AŞK DEĞİŞTİRME HAKKI VARSA
GENÇ İNSANLARA
ŞAİR KUŞKULUDUR
---------------------------------------------Ağustos böceğinin halini kulak ardı eden sen,
Gerçeğin maliyetini bir bilsen!
Düşlerdeki mutluluk için evi barkı terk eden
Şimdi arpacık kumrusu gibi düşünen.”
(Catulle Mendes<1841-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.04)
“Ha! Karı ne olduğunu nu soruyorsun? Bunu henüz bana sorma! Yine karı ne olduğunu bilmek
davasında bulunan erkeklere sor. Hem de demincek sorduğumuzu sorma! Evcüment mi derler, ercüment mi
derler karılar, haniya şu ev bark sahibi ve familyasına <ailesine> bağlı olan erkeklere ne derler? İşte onlara sor.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:124-5)
“BASTIEN - Sitem etmiyorum dostum, sitem etmiyorum. Ama sen de kabul et ki, karakter itibariyle
bir değiliz. Evinden, barkından, ailenden, yurdundan ayrıldığın için benden daha çok üzülüyorsun.
SEGARD, ilgisiz. - Adam sen de!...”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:19)
“Her türlü bağdan özgür kalabilmenin karşılığını burjuva mutluluğunu ve çoluk çocuk, ev bark gibi
değerleri gözden çıkararak öder.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:94)
Evcilik oynamak : Henüz gelişmekte olan okul öncesi küçük çocukların, evde (ya da balkon veya bahçede)
arkadaşları ya da kardeşleriyle bir köşe yaratarak sözüm ona yemek pişirme, bebek bakma -doktorlukoynadıkları eylem. Psikolojik bakımdan çok sağlıklı olan bu ‘özdeşim’: gibi olma, kopyacılık işlevi, yerini,
maalesef çok daha mekanik olan televizyon izleme, gerçek cep telefonlarıyla ‘mesaj çekme’ ya da ‘çat’ yapmaya
terketmektedir.
“Kızgın güneşin altında, mavi, yeşil, sarı ve mor ışınların içinde tek başıma ya cennette ya da
masallardaki sırça sarayların birinde sanırdım kendimi. Oraya kimsenin gelmesini istemezdim. Tek başıma
düşler kurardım, ışınlarla oynayarak. Ama içerde evcilik oynamaya bayılırdım, masanın altına girer, masa
örtüsünü yere kadar çeker, ne kadar karanlık olursa o kadar hoşlanır, mika fincanlarımla kahve ikram ederdim
gelene.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:28)
Evde kalmış (kız) : Evlenmek için yaşı geçmiş, hiç evlenmemiş (kız)
“-Ha, şu bizim küçük gavur. Herif için din değiştirmekten kolay ne var? Zaten kilise kaçkını!
-Seni hasetçi cüce, seni. Sana bir daha Amca dersem iki olsun.
-De, Rabia. Her vakit Amca, de. Sevindim. Şaka ediyorum. Söz aramızda, sen çok kartlaştın. Yirmi
biri geçiyorsun, değil mi? Bal gibi evde kalmış kız.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317)
“EVDE KALMIŞ KIZLAR <1923>
Yavaşça uzanıyor elleri
ve başlıyor şarkıya eski çıkrık,
arasında o kuru, incecik parmakların
akıp gidiyor iplikler
ıssız bir güz bahçesinde
kuru dallardan süzülen ışınlar gibi:
Kayıtsızca sıralanmışlar işte
iplik eğiriyor evde kalmış kızlar.”
(Atanas Dalçev<1904-1968>-Kemal Özer/Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.04.03)
“Bayan Lydia evde kalmış, otuz beş yaşında, tombul bir kızcağızdı. Arkaya doğru tarayıp ensesinden
sıkıca burduğu saçları onun da yaşlı gözükmesine neden oluyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:97-8)
“-... O bir düşeş yahu, düşeş!
-Doğru.
-Kız ne diyor?
-İdris Efendi için mi? Ne desin? Etekleri zil çalmaya başladı. Evde kalmış bir kız...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:100)
“Şaşırma sırası hiç ona geçmiyordu. Şimdi şu yaşıma geldim, ‘o mağazanın önünde orada çalışan biri
gibi durmanın’ nasıl bir şey olduğunu hala bilmem. Ben boşuna evde kalmamışım.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:37-8)
“Birbirinden çok ayrı sınıfların gerçek bir Sosyalist partiyi oluşturması kaçınılmaz; bunlar birbiri
hakkında değişik duygular besleyeceklerdir. O zaman belki bu aşağılık sınıf önyargısı zayıflayacak ve gerileyen
burjuvazinin üyeleri -özel okul öğretmeni, verdiği yazı başına para alan ve yarı aç geçinen gazeteci, bir albayın
yılda eline 75 sterlin geçen evde kalmış kızı, işsiz Cambridge mezunu, gemisiz gemi kaptanı.....- bizler de, ait
olduğumuz işçi sınıfının içine daha fazla savaşım vermeden düşebiliriz...”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:297-8)
“Mrs. HUSHABYE - Boş ver! Yaran iyileşir. Yuvan filan yıkılmış değil.
ELLIE - Elbet iyileşir. Yürek yarasından öleceğimi mi sanıyordunuz? Hele Yoksullara Yardım
Derneğinden bağış bekleyen evde kalmış bir kız olmaya hiç niyetim yok. Ama yüreğim kan ağlıyor gene de.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:78)
“Kongreler, birlik toplantıları, uzmanlık kursları, atılan çelmeler, tırmanılan basamaklar. Ve beden
çizgileri gibi değişen giyim tarzları. Bundan sonra rota evde kalmış kıza yöneliktir, saygın ve düzgün bir yol
izleyen evde kalmış zeki bir kız. Son durakta, herkes gibi onu da bekleyen en pahalı ahşapla kaplı çinko bir
kutuydu.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:63)
Evden bir gırtlak eksilmek : Evden, babanın beslemekle yükümlü olduğu bir kimsenin (oğul ya da kız), kendi
kazancını kendi (askerlik, evlilik, iş sahibi olma, ölüm) temin ederek o yükü -sayı hesabıyla- azaltması
“babam Galiaudo ne demek oldunu anlamadı ama evden bir gırtlak eksileceni ve artık benimle
uraşmayacanı anladı çünki ben tembelin tekiydim...”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:16;)
Evden ölü çıkmış gibi : Hüzün dolu, ağlamaklı
“Ertesi gün Memet keçiyi öteki köydeki Duran Efendiye sattı. Evden ölü çıkmış gibiydi. Kadın hüngür
hüngür ala keçi için ağlıyordu. Memet de eve gelemiyordu. Kadının yüzüne bakamıyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:7)
Eve hırsızlama girmek : Kişinin kendi evine kapıdan ya da haberli girmek yerine habersiz ya da başka
yollarla, örneğin arka kapı veya pencereden girmek
“Alyoşa her şeyden önce babasına gitti. Eve yaklaşırken, gelişini İvan’ın görmemesi için babasının bir
gün önce üstüne nasıl düştüğünü hatırladı. ‘Ama neden?’.. diye düşündü. Sonra, ‘Yalnız bana söylemek istediği
bir gizlisi varsa, bunun eve hırsızlama girmemle ne ilgisi olabilir?..’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:18)
Evelallah : Allahın izniyle, O’nun inayetiyle (hakkından gelirim)
“Bekir:
‘Karı, kızan topu topu seksen kişi kadar varız...’ diye söze başladı. ‘Kışı çıkarırız evellalah...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:151)
“Ulan bir baktım herife, dedim bunda töbe hacı gözü yok! Koştum Emniyet Müdürlüğüne, dedim böyle
böyle beyim. Sabret Mıstık efendi dedi, ekini belli etme. Az zamanda evelallah...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6)
Eveleme geveleme : Boş yere lakırdı etme, gerçeği söylemeden sarfedilen bir araba laf
“MÜDÜR - Şimdi, bakın sayın meslekdaşlarım, lafı eveleyip gevelemeden, doğrudan doğruya konuya
geleceğim..... Kurumumuzun şimdiki durumla başa çıkamadığı yolunda bazı yakınmalar var.
NEUROWIRTH - Hangi durumla?
MÜDÜR - Şimdi, aziz dostum, bin dereden su getirmeyelim...”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:30)
“(Burada dayanılmaz biçimde eveleyip gevelemeye başladı)‘Çünkü Orlando,’ dedi Arşidük, ona göre
her zaman kadıbnlarının en Mükemmeli, Mücevheri, Medarı iftiharıydı. Üç M’ler aralarına en tuhafından
birtakım he-ler, ha-halar girmese daha inandırıcı olacaklardı. ‘Eğer Aşk buysa,’ dedi Orlando kendi kendine,
şöminenin öte yanındaki Arşidük’e bu kez kadın gözüyle bakarak, ‘aşkta ipe sapa gelmez bir şeyler ver.’ ”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:121)
Evel-eski : Ezelden, eskilerden beri bilinen, mutad
“-Osman Ağa’yı tepeleyen bu mu?
-Buymuş, ellerine sağlık...
-Kalıbından da mı bilememişler fırtınaya uğradıklarını?..”
-Bilememişler! Osman evel-eski avanaktır.”
(K. Tahir, “Eski Şehrin Mahpusu”, sa:192)
even : <i’vın> : Düz, eşit, doğru, muntazan; çift numaralı, temkinli, değişmez; (EDE.) : Akşam; e. color :
her tarafı aynı renk; e. dollars : tam dolar (yuvarlak hesap); e. handed justice : bitaraf-tarafsız hakkaniyet
e.minded : temkinli, kendine hakim; e. with the roof : dam boyunda; be (or get) e. with : intikam almak,
hakkından gelmek, eşitlenmek; break e. : kar ve zararı eşit gelmek, ancak masrafını kapatmak; of e. date :
bugünkü tarihli, aynı tarihte; odd and e. : tek ve çift; evenly, evenness : eşitlik.
(Yeni Redhouse Lügati)
Evermek : Evlendirmek
“Babası, anası ölmüş. Yanlarına almışlar kızı. On yedisinde evermişler. Gerdek gecesi sabaha karşı
‘bozuk çıktı’ diye geri göndermiş kocası. ‘Hele sürtük, kim bozdu seni kız?’ ‘Bilmiyom’ der bu, söylemez.
Dövdük falan, ‘valla bilmiyom’ der.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:15)
“ ‘Sana bir diyeceğim var amma...’
‘De bakalım.’
‘Sırası değil dersin.’
‘Neymiş o sırasız?’
Mehmet önüne baktı. Sonra usulca:
‘Murat’ı eversek artık...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:128)
“Kocaman bir kedi esneyişine benzeyen bir gülümsemeyle sırıttı:
-Bu, hani şehit sandığımız Şerif be... Emine’nin babası Şerif. Sonra dönüp:
-Kızın burada, bili misin? Kızını biz, burada everdik.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:135)
“Köy, yası içinde Kezban’ı düşünüyordu. O, n’olacaktı? Hısımı, akrabası yoktu. ‘Everelim’ diyorlardı.
Yörük Hoca’nın ölümünden bir ay daha geçmemişti. Hacı Durmuş, öksüz kalan kızı eve çağırttı.Ona bin dereden
su getirerek, evlenmesi gerektiğini anlattı. Ama Kezban, soğukkanlılıkla:
‘Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam,’ dedi.”
”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:59)
Evet efendim, sepet efendim; Evet efendimiz, hazretleri : Mürailik, yaltaklanma, el-etek öpme sözcükleri;
Sıradan, yasalara itaat eden, şikayet etmekten çekinen, edilgen, saygın orta sınıf insanı
“-... Ama bu, yalnız yargıcın karşısında böyle. Hayatta ikisini birbirinden ayırt edip konuşmazsan aç
kalırsın. Para kimde ise düdük ondadır.
-O başka lakerda! Bana vız gelir. Balık tutarsam balıkhaneye götürürüm. Kimseye beyefendimiz, evet
efendimiz demem.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:12)
“Hesperides <İnşaat Şirketi> ve benzeri yerlerdeki biz zavallı ahmaklar, Crum’ın <sahibi> ebediyen
sadık köleleri olmuş durumdayız. Saygın ev sahipleriyiz -yani birer Tori, birer evet efendimci, birer kıç yalayıcı.
Aman, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyelim! Ve aslında ev sahibi filan olmadığımız için, yarısına
geldiğimiz taksitlerin sonuncusunu yatırmadan önce bir aksilik olur diye ödümüz koptuğu için, iyice boka batmış
bulunuyoruz.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:17-8)
Evetlenmek : ivedilenmek, acele etmek
“Babamın, resmi elbisesi üstünde bir ileri bir geri yürüyüşünü hatırlarım kabul odasında. Ona şöylece
bir baktım ve, ‘Merhaba, baba!’ dedim. O bana içi şeker dolu bir paketçik uzattı. Ben yatağıma hemen dönmek
için evetleniyordum. Ziyaret, Tanrıya şükür, yalnızca beş dakika sürdü.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:24)
Evhamlanmak : Endişelenmek, merak etmek
“Katherine fazla hızlı bir şekilde, ‘Evhamlanmıyorum,’ dedi.
Doktor, ona gülümsedi. ‘İnsanların ne zaman evhamlandıklarını bilmek benim işim.’
‘Anlayamadım?’
‘Ben pratisyen psikiyatrım Bayan Solomon. Mesleğim bu. Ağabeyiniz bir yıldır bana geliyor.
Terapistiyim.’
Katherine bakakalmıştı. ‘Ağabeyim terapiye mi geliyor?’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:109)
Evh(k)aristya ayini : (HIRİS. MYTH.) : Yun.: Eukharistia : Şükran’dan gelir. Arapçada: ‘Rabbin Akşam
Yemeği : Aşai Rabbani.
Katolik Kilisesinde, Tanrı’ya tapınmanın en önemli parçası. Büyük Sanatkar
Leonardo Da Vinci’nin şaheser tablosu’nun da canlandırdığı: ‘Son Yemek’=Abendmahl’ de denen ayinde, Hz.
İsa’nın çarmıha gerilmeden havarileriyle yediği son yemek, ve onlarla vedalaşırken, İsa’ nın, şükran duası
ettikten sonra ekmek ve şarabı, kendi bedeni ve kanı olarak havarilere, İsa’nın bütün insanlığın kefaretini
ödeyerek, Tanrı ile insan arasında gerçekleştirdiği ‘Yeni Ahit’i sürekli kılan temel ayin simgesel olarak
saptanmış ve her zaman yinelenmiş sayılır. Öte yandan, Lat.: communio <’Komünyon=paylaşma’ da bu
Kutsal ayinle eşdeğer sayılır. Katolik Kilisesinde, Evharistya ayinini oluşturan ibdet ve törenlerim bütünü :
M i s s a olarak adlandırılır. Bilindiği gibi, Katolik Kilisesinde, Katolik öğretisine göre, Tanrının inayetine
kavuşmak için Hz. İsa tarafından belirlenen yedi çare, örneğin vaftiz, tövbe, evharistya (Abendmal-GERM.)
bunlar arasındadır. Protestan Kilisesi, Vaftiz ve Evharistya olarak iki sacrament <Fr.: Kutsallaştırma; Le
saint sacrement : Şaraplı ekmek ayini; Les derniers sacrements : Ölmek üzere olan kişiye yapılan son dini
hizmetler) tanır. Thomas von Aquin’e göre (M.S. 1225-1274)sakrament’ler, kutsayıcı inayetin, insanın içerisine
aktığı kanallardır
“Sana bir şey söyleyeyim mi, her din güzeldir aslında. Din, ruh demektir; ister Hıristiyanlıktaki gibi
evharistya ayinine katılsın, ister hac için Mekke’ye gitsin, fark etmez.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:142)
Evini başına yıkmak : Kafasını kırmak, dünyasını dar etmek
“O bir kötülük yapacak adam değildir. Ona kötülük yapacak adam Bey de olsa... Evini başına yıkarım.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:115)
Evin (kapısının) eşiğinden (içeri) adım atamamak : Eve kabul edilmemek
“MUNİSE - Bu gece saat 21’de gelecektik... Kocam acele etti... Biraz sonra o da gelecek...
EMEL , (Munise’ye öyle bir bakar ki, kadın susar. Sonra Gülten ile Tekin’e bakar. Tekin gözlerini
kaçırır.) - Ben burada iken, bu adam bu evin eşiğinden adımını atamaz... (Munise’ye) Kendisine böyle
söyleyin...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:59)
Evin kızı : Türk-İslam kültüründe, eve hanıma yardımcı olarak taşradan getirilmiş ve yatılı olarak evda
barındırılan, maamafih her bakımdan ailenin bir ferdi gibi muamele gören yardımcıya verilen isim
“Hafta sonu dolayısıyla evin kızı izinli olduğundan, tuvalet, Hasan’ın kullanımından sonra
temizlenmemişti. Büyük abi de tesadüfen hacet görmek için içeri girdiğinde yine küplere binmiş, fakat akabinde
sinsi bir gülüşle, ‘Ulan kürdo... Ben bugün senin hakkından geleceğim!’’ demişti.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:170-1)
Evin yolunu tutmak : Süklüm püklüm eve dönmek
“Fakir, fakat asil görünüşlü, yenilmez neşesi, bütün çaresizliğine rağmen sönmek bilmez sanat ateşi,
ötekiler tam para toplamaya başlamışken evinin yolunu tutması, nihayet kusursuz bir aksan ve tam bir açıklıkla
söylediği Latince sözler...”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:22)
Evi pislik götürmek : Bakımsız, silinmemiş, süprülmemiş, temiz olmayan ev
“Yine kulağına çalınan konuşmalardan, Yusuf’un gazeteden çok az maaş aldığını, müzik grubunun ise
iş bulamadığını anlamıştı. Çocukların üstleri başları dökülüyor, evi pislik götürüyordu. Alafranga tuvaletin
kapağı kopup kimbilir nerelere gitmiş, taşı kahverengiye kesmişti. Musluklar açıldığı zaman sinir bozucu bir flüt
sesi gibi tek notada ötüyor, gece boyunca vınlıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nun Evi”, sa:144)
“PHILOLACHES -… kölelerinin hepsi birbirinden tembel, efendilerinden ne görüyorsa onu yapıyorlar,
bir yere bakmıyorlar.. Evi pislik götürür.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:10)
Evire çevire; Evirip çevirmek : Tetkik kastıyla her yanından bakmak; bir konumu farklı yorumlamak için
açılardan bakmakİ Ataeşte bir şeyi kızartmak için eldeki eti, sürekkli iki yana çevirmek; Evire çevire dövmek:
Birini yumruk ya da tekme ile döverken aynı hareketi yapmak
“Quinn, tam bu cümlelerin anlamını zihninde tartmaya, taşıdıkları kesin ifadeleri kafasında evirip
çevirmeye başlamıştı ki telefon çaldı.”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:10)
Salak çocuk sobanın yanına çökmüştü, soğuktan hafifçe titriyordu. Bir şeker vardı ağzında; şekerin
tahta sapını elinde tutuyor; insanı sinirlendiren bir ısrarla çiy kırmızı şekeri evire çevire yalıyor, belli belirsiz iki
ince şerit halinde ağzının iki yanından aşağı yapış yapış ağdalar sızıyordu.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:37)
“Sevilla’da ise Becker zihninde bir şeyler evirip çeviriyordu hala. Kendi kendine mırıldandı, ‘Bu iki
izotopun ne olduğunu söylemişlerdi? U238 ve U...?’ Derin bir nefes aldı -sorun değildi. O bir dil öğretmeniydi,
fizikçi değil.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:426)
“Doktor Trelawney ile benim geçmekte olduğumuz patikaya da birkaç yarım kağıt geldi. Doktor
uçmakta olan bir kağıdı yakaladı, evirdi çevirdi, başı sonu olmayan dizeleri çözmeye çalıştı..”
(I. Calvino, “İkiye Bölünen Vikont”, sa:93)
“ ‘Kaç para vereceksin bana?’ Kien’in yüzü kızardı. Fischerle hemen kadına atıldı. ‘Aptal aptal
konuşma! Dostuma hakaret edilmesine izin vermeyeceğim. O kafalı bir adamdır. Saçma sapan konuşmaz. Her
bir sözcüğü, yüz kez evirir çevirir, kafasında konuşmadan önce.’ ” ..... “ ‘Koca ispiyoncu. Hayvanoğlu! Eğer şu
anda karşımda olsaydı o, sevgili dostum, gözleriniz yerinden fırlardı, onu nasıl evire çevire döverdim, serçe
parmağımla nasıl paramparça ederdim, görürdünüz!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:223;305)
“... kendi hali değiştiğine göre, atının da isim değiştirmesi ve yeni haliyle icra edeceği mesleğe uygun,
yeterince ünlü ve muhteşem bir isim alması epey isabetli olurdu. Bütün isimler üstünde uzun süre kafa
yorduktan, tümünü evirip çevirdikten, birleştirip kısalttıktan, defalarca yapıp bozduktan sonra, nihayet ona
Rocinante ismini verdi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:14)
“Brezilya’ya dönme olanağını daha büyük bir dikkatle evirip çevirmeye koyuldu. Oldukları yerden bir
adım öteye geçemeyen lise arkadaşları, uluslararası çapta bir yıldız olmaya yeteneği elvermediği için işten
çıkarıldığını anlatacaklardı yemeyip içmeyip.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:62)
“Çok ilginç bir gençti, hafifçe sesleri kaydırsa da, kusursuz İngilizce konuşuyordu. Dmitri’nin
dükkanında birer kadeh şarap içtik, bu sırada o kendi tezini açıklamaya devam etti. Besbelli ki düşüncelerini
kağıda dökmeden önce kafasında evirip çeviriyordu, ‘Buradaki hükümete gelince,’ dedi, ‘hükümet derin uykuda.
Siyasetten Sorumlu Görevli dedikleri memurla bir söyleşi yaptım. Enosis’i sorduğum zaman ne dedi biliyor
musunuz? ‘Bakın Bayım,’ dedi. Gayri resmi olarak biraz baş ağrıtsa da, resmen böyle bir şey yok.’ ”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:130)
“Komedyanın nihayet beşinci perdesine gelince, -ki burada artistin bütün hüneri göze çarpmalıdır‘Tarih Ayinesi’nden yahut ‘Romalıların Kahramanlılıkları’ndan alınmış herhangi bir anlamsız, gülünç masalı
size naklederler, onu evirir, çevirirler, simge, değişmece,benzerlik yönlerinden yorumlarlar, böylece nutuklarını
sona erdirirler. Yani Horatius’un “Art Poetica”nın başında betimlediği ejderden bin kere daha acaayip bir ejder.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:118)
“SOLANGE - Elimden geleni yaptım. Kelimeleri ağzımda tutmaya çalıştım. Yoo, suçlamaları evirip
çevirmeye kalkma. Ben her şeyin başarıyla sonuçlanması için uğraştım.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:63)
“Çingeneler de onlara karşılık göbek atarak bellerine sardıkları kuşaklarının öndeki düğümünü tribüşon
gibi helezonlarla evirip çeviriyorlardı. Gözlerinde bu pazarlık alavere ve dalaveresine karşı, gururlu bir olay
vardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66-7)
“VILMA - Geç kaldığım için özür dilerim, efendim. Ama başıma geleni bir bilseniz... Bindiğim
otobüsün...
MÜDÜR - Evet, evet işittim. Buyrun oturun. (VILMA kanapeye oturur. FOUSTKA’ya işaretler
yaparak birşeyler anlatmaya çalışır.) Şimdi beni iyi dinleyin arkadaşlar. Lafı evirip çevirmeye gerek yok.
Hepimizin işi başından aşkın.”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:31)
“Gazeteler, yaklaşmakta olan bu heyecanlı olay üzerine haberleri, günlerdir yazıyorlar..... Bu yazılarda
çeşitli olasılıklar ve olaylara değiniliyor. Kahramanı gençler olan eski cinayetler tazeleniyor, özellikle gençlikten
ve yeni olayın kahramanlarından söz ediliyor. Sözü evirip çevirip ölen N. ile katili Z.’ye getiriyorlar.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:95)
“Mösyö Gillenormand, bu konuda hiçbir şey belli etmemekle birlikte, Marius’ün eve getirildiğinden ya
da kendine geldiğinden beri ona bir kez olsun babacığım dememiş olduğunu görüyordu. ‘Mösyö’ demiyordu,
doğru, ama konuşmaları evirip çevirerek, ne birini ne de ötekini söylememeyi başarıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:261)
“Gecenin boğucu sıcağında ikisi de ses çıkarmadan yürüyordu. Adrian, arkadaşını inceliyor ve bu
cümleyi kafasında evirip çeviriyordu:
‘Dünyayı görmeye çıkmış! Oysa benim gibi haytanın teki olacak! Vay canına! Haytalar böyle,
dünyayı görmeye çıkarlarmış demek!’ ”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:12-3)
“Bundan on beş yıl evveldi, bir gün eline damadının okuduğu kitaplardan biri geçti; kırmızı kaplı ve
üstünün yazıları beyaz bir kitap... Epeyce bir süre parmaklarının arasında evirdi çevirdi; sonra gözlüklerini taktı,
yazarın adını, kitabın başlığını, basın tarihini okudu...”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:12)
“Bunu kabul etmeliyim artık. Akşamdan beri aklımda evirip çevirip durduğum, kendi kendime bir türlü
kabul etmeye yanaşmadığım şeyi kabul etmeliyim. Müşfik’i sevdim, daha doğrusu istedim.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:133)
“ ‘Söyleyeceklerimi iyi dinle Filipus, ağzını da kimseye açayım deme yoksa hapı yutarsın! Şmdi ben
çöle, manastıra gidiyorum. Keşişler bazı aletler yapmam için çağırdılar. Birkaç gün sonra yine burdan geçerim.
Aramızdaki sözleri kafanda evir çevir. Dilini tut, kimseye bir şey çıtlatayım deme.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:135)
“Soluğu kesilmişti sanki. Sonra bir çırpıda hepsini okuyup Komutana uzattı gazeteyi. Komutan
gözlerine inanamıyor gibi baktı bir an. Elindeki gazeteyi evirip çevirdi; sonra üç kez üst üste okudu yazılanı.
Karısı: ‘Lorenzo! Ne diyorsun bütün bu olanlara... yanıt ver allahaşkına! Bir şey söyle!’ diye üsteledi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:44)
“Bunu evirip çevirip anlamaya, tekrar uysal bir kadın gibi olmak için mazeretler bulmaya çalışıyordu
ama bışuna! En basit köylü kadını bile, böyle bir hakarete uğrasa, intikam almayı düşünürdü. O, ünlü ve güçlü
bir derebeyin kızı, o mu kendini ezdirecekti?”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:41)
“Açık avuçlarıma, yatay bir biçimde aldım mektupları, birbiri ardından evirip çevirdim, uzun uzun
tarttım; ağır ve kalın olduklarını görmek çok sevindiriyordu beni ama kağıtları zarftan çıkarmaya cesaret
edemiyordum henüz.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:23)
“Jean duraksar gibi oluyor, tümcelerini toparlıyor, evirip çevirip aynı konuya gelmeye çalışıyordu.
Konuşmayı sürdürdü:
-Kısaca söyleyeyim mi? Bu kocaman transatlantikte sürülen yaşam pek hoş bir şey. Ayların yarısından
çoğu karada New York ve Havre gibi çok güzel kentlerde geçiyor, geri kalanı da sevimli insanlar arasında
denizde.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:163-4)
“Kaptan Delano, kaba görünmek istemeyerek, hatta bu yaptığı kaba kaçsa bile, önemsiz bir özür
gösterip uzaklaşırken, zihninde Don Benito Cereno’nun bu gizemli tavrını evirip çeviriyordu.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:50)
“İçini ateş basmıştı. Buzdolabından soğuk su almak için yerinden kalkıp mutfağa yöneldi. Tezgahın
üzerinde kurumaya bıraktığı ‘Leonardo’ bardaklarından aldı eline, birdenbire durdu, bir süre dalgın gözlerle
evirip çevirdiği bardağı var gücüyle duvara fırlattı. Bardağın duvarda tuzla buz oluşunu, mutfak karoları üzerine
saçılışını seyrederken bir çocuk gibi bütün vücuduyla ve yüksek sesle ağlamaya başladı.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:63)
“Şiire bir daha bakmaksızın kağıtları küçük parçalar halinde yırttı, yırttı, çöp sepetine fırlattı. O şiiri bir
daha anımsamamak üzere aklından silecekti. Ama ret notunu daha yırtmamıştı. Evirdi, çevirdi, kağıdın ve
yazının tiksinti veren parlaklığını, düzgünlüğünü parmaklarıyla yokladı. Ne kadar şık bir şeydi bu, harika bir
hurufatla basılmıştı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:90-1)
“Jeannine yanıt vermedi, elini adamın elinden kurtararak tekerlekli sedyenin arkasına geçti ve iterek
yürümeye başladı. Charles, bedeninin bir kısmıyla doğrulmuştu, parmaklarının arasında örtünün köşesini evirip
çeviriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:39)
“Daniel onu şiddetle sarsarak gülmeye başladı;
-Deneyeyim, ha? dedi Ya denersem? Seni şimdi şuracıkta altıma alıp evire çevire bir dövsem, bana
engel olabileceğini mi sanıyorsun, ha?”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:154)
“Karnı öyle açtı ki! ‘Ne olur ne olmaz’ diye dün gece yemeyip sakladığı ekmek parçasını torbadan
çıkardı. Şosenin kenarına çöktü. Kocaman bir altın parçasına bakıyormuş gibi bu kaba mısır ekmeğini evirdi
çevirdi, ucundan ısırdı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:145)
“Stendhal romanının dengesini, onu genel olarak kafasında yeterince evirip çevirdikten sonra, esinin
etkisiyle bulurdu ancak. Bu yüzden, açık olmak için karanlıkta hareket etmekten başka yolu olmadığını
bildiğinden, Lamiel’i yazmaya bir az da körü körüne koyulmuştur böylece..”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:12-3)
“Üşüyordu.. Yalınkat giyindiği için... Yüreği üşüyordu. Bir şeyi önceden tasarlamak başka, tepesi üstü
içine atlamak başka... Tasarlamanın yazı yazmak gibi, yeniden evirip çevirerek düzeltilmesi var. Yaşamak gibi
ham, abullabut, karmakarışık değil...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:161)
“Irmağa düşen artıkların arasında küçük balıklar oynaşıyordu, ara sıra da kadının suyun içinde kalan
bacaklarını ısırıyorlardı. Tilde kimbilir kaç kez aynı düşünceleri kafasında evirip çevirmişti. Boşveriyordu her
şeye şimdi. Yaşama önem veren de kimdi? Gece bastırıyordu ve onlar bu sessiz yolculuklarına devam etmek
zorundaydılar.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:50-1)
“Dorian, ‘Keyfin ne olduğunu ben biliyorum!’ diye atıldı... ‘Birine tapınmak.’
Lord Henry meyveleri evirip çevirerek, ‘Evet, bu tapılmaktan yeğdir,’ diye yanıtladı. ‘Tapılmak can
sıkıntısıdır. İnsanoğlu tanrılarına nasıl davranırsa kadınlar da bize öyle davranırlar. Tapınırlar bize, ille onlar için
bir şeyler yapalım diye dürtükleyip dururlar.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:94)
“Köylücük, korkuyla, kasketini ellerinde evirip çeviriyor; sonunda acele acele birtakım sorular soruyor:
Toprak bundan böyle sahiden köylülerin mi olacak, kendisine düşen tarlayı ne zaman alabilecek vb.?”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:372)
“Fakat farkında olmadan adımımı ileri atınca unutulmuş mavi biletin yerde durduğunu farkettim.
Uzanıp aldım ve ne yapacağımı kestiremeden parmaklarımın arasında evirip çevirdim.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:126-7)
Evla : Yeğ, tercih edilir, daha iyi
“Savaş bir kez başladı mı
Her soylu sadece düşünmeli
Kırmayı kafalarla kolları, çünkü sağ kalıp
Yenilmektense, evladır ölmek.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:25)
“... Hiç durmadan, soluk almamış gibi söylenip duruyordu. ‘Evimi yaktılar. Evimi yaktılar. Böyle
evladın ölüsü dirisinden evla. Tövbe, tövbe, ettikleri saygısızlık yetmedi, evimi de yaktılar. Yarabbi, bak şu
Hasan kuluna da acı. Al şu kızın canını da Çuhacı’nın kızı demesinler artık. Yüzüm kalmadı...’ ”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:49)
Evladım; Evlat : Arapça tekil ‘Velet=çocuk’in gramer bakımından, ‘çocuklar’ anlamında çoğulu olmasına
karşın, tekil olarak güncel konuşmada ifade edilen, gerçek ya da evlat edinilmiş, bir ya da başka şekilde çok
yakın birine hitap tarzı olarak benimsenmiş şefkat dolu, sahiplenen, samimi, içtenlikli bir sözcük
“Üstadım, bunun üzerine:
-Zaten ben de bunu düşünüyordum, diye yanıt verdi ve anlatmaya başladı: Evladım, bu kayaların
içinde, geride bıraktığın dairelere benzer derece derece daralan üç küçük daire daha vardır. Hepsi de
cehennemliklerle doludur. Fakat sonradan kendi gözünle görüp anlayabilmen için, onların neden ve nasıl böyle
balık istifi edildiklerini öğrenmen iyi olur.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:157-8)
“Manson, bavulunu arabaya yükledi; sonra içeri girerek atın hareketini bekledi. Thomas da yerine
atlanmış, dizginleri ele almış ve ata seslenmişti:
-Hadi evladım!”
(A.J. Cronin, “Citadel”, sa:8)
“APOLLODORUS - Yavaş evlatlarım, yavaş gözünü seveyim. (Birden korkuya kapılarak.) Ulan
yavaş dedik, itoğlu itler. Kıç altına yatırın. Tamam”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:97)
Evladiyelik : Uzun ömürlü; Babalardan evlatlara ve hatta diğer kuşaklara -dayanıklılığından dolayı- kalıcı
olabilen meta
“Dinin şartlarını ezberlemiş gibi tekrarladım. ‘Evi istemiyorum. Evi kesinlikle istemiyorum.’
Gelgelelim kafamda o koca kapıların hayali vardı. ‘Vay canına,’ demişti Sabri, ‘bunun tahtası çok iyi.
Anadolu’dan gelmiş. Eskiden büyük keresteleri teknelerin arkasına bağlar, yüzdürerek getirirlerdi. Bu Anadolu
kerestesi, evladiyeliktir.’ ”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:68)
Evlek : Bir dönümün ortalama dörtte biri kadar alan ölçüsü; Tarlada, sabanla tohum ekmek için saban iziyle
bölünen küçük parçalardan her biri; Bahçe ve tarlalarda suyun akması için açılan oluk gibi su yolu
“Melek ve baykuş süslü gömütü araya araya, yavaş yavaş geçeneği tırmandı. Herhalde libeccio
<bizdeki Lodos fırtınasına benzer>’nun savurduğu, konacakmış gibi evleğin üzerinde dengede duran, yalnız bir
martıyı fark etti. Libeccio’nun şiddetle estiği böylesine günlerde, martılara kentin göbeğinde bilr sık rastlanır:
Döküntülerle dolu su yolunu grup halinde aşar, sonra yiyecek arayışında, anakaranın üzerinde fır dönerler.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:81)
Evlenmek; Evlenmek barklanmak : Evlenip çoluk çocuk sahibi olmak
“Stelyanos Hrisopulos hem balık ağlarını örüyor, hem şarkı söylüyordu. Büyük kızını dokuz sene evvel
kaçırmışlardı. Küçük kızı daha akıllı uslu çıkmış, evlenmiş barklanmıştı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:17)
“Girit’de tek başına yaşayan ve yanına dişi sokmayan kır bekçisi Kostandi’yi hatırlıyorum. Bir gün
Kostandi’nin ansızın evlendiği duyuldu. ‘Bre Kostandi,’ dedim; ‘nedir bu duyduğum? Senin evlendiğini
söylüyorlar!’ ‘Ee, ne yapayım patron?’ diye karşılık verdi; ‘Soğuklarsam sırtıma kim bardak vurur?’ diye
düşünüyorum’ Evlenen bir başkası da evlilik konusunda kendini haklı göstermek için bana şunları söylemişti:
‘Ee, ne olsun oğlum? Ben de yastığımda saç örgüsü bulunmasını istedim!’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:171)
“Babamın biraz canı sıkıldı ama bana lakırdı anlatamadılar. Onlar da razı olmak zorunda kaldılar.
Evlendim, barklandım. İki de çocuk sahibi oldum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:352)
Evlere şenlik : Ne sen sor ne ben söyleyeyim; Aman Allahım (Beğenilmeyen şeyler için alaylı deyim)
“Evli isen boşa benim kızı al. Bir gözü kör, öteki gözü Yaradana yan bakar. Bir burnu var. Enfiye
mendili dayanmaz. Sümüğü kokar. Mendili kokar, kendisi kokar. Yanından geçemezsin. Buram buram aybaşı
kokar. Bir oğlum var. On dokuz yaşında, sidik kokar. Ayak kokar, cıgara kokar. Ev desen, evlere şenlik apteshne
kokar.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:12)
Evlerinde oturacak bir minder (sofa bile) yok : Fakirliği tasvir eden bir sözcük
“ ‘Ayol, evlerinde oturacak bir minder yok,’ diyordu. ‘Hepsi gelip şu bizim külüstür misafir odasını bir
harika gibi seyrediyor.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:29)
Evli barklı : Evli; evi, yaşayacak bir yer yurdu olan
“Valiz elinizde Monsieur-le-Prince Sokağını yaya geçtiniz, sanki yabancı bir kente ayak basmışsınız da,
kimseyi tanımıyordunuz, henüz ne zengin (buna zenginlik denebilirse) ne de evli barklı olduğunuz zamanlara
geri dönmüştünüz sanki ve kendinize kalacak bir yer arıyordunuz, artık yoluna girmiş işinizi, güven verici ve
size toplumda bir yer sağlayan tüm olanaklarınız yitirmiştiniz gibi geliyordu size, tıpkı sıfırdan başlayan bir genç
gibi...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:161)
“Polis ve Sağlık Bakanlığı, kızların bulaşıcı cinsel hastalık taşımadığından emin olmak için, her ay kan
tahlili isterdi. Gerçi kıstasa uyulup uyulmadığını denetlemenin hiçbir yolu yoktu ama, prezervatif kullanmak da
zorunluydu. Kızlar asla skandala yol açmamalıydılar; Milan, evli barklı, çocuk sahibi bir aile babasıydı, hem
kendi adının, hem de Copacabana’nınkinin üzerine titrerdi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:68-9)
“Etraftan kopan kahkahalar içinde: ‘Yapma, enişte!’ diye haykıran Feride’yi zorla çenesinden tuttu, bu
eski şakayı tekrar etti. Sonra dikkatle Feride’nin yüzüne bakarak, ‘Ne yapalım, Çalıkuşu? Kabahat senin, evli
barklı oldun, hala doğan çocuk, hatta yüzün bile çocuk. Kim bu yüze genç bir kız yüzü der?’ deri.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:395)
“Üstünde yalnızca bir gömlek olan evli barklı bir adam kapısının önünden:
-Hapı yuttun Mitu! diye seslendi ona.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:57)
“Boris bir çeşit korkuyla: ‘Ivich evli bir kadın artık,’ diye düşündü. ‘Evli barklı, kaynanası,
kayınbabasıyla, cephede kaybolmuş kocasıyla, hatta kapıda bekleyen özel arabasıyla evli bir kadın.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:73-4)
Evlilik çanları çalmak : Hemen tüm Hıristiyanlar kilisede evlendiğinden, bu sözcük, evlenme niyetinde ya da
hazırlığında olan öyle birini anımsatır
“Bir gün öğleden sonra en sıkı biçimde çalışmakta olduğumuz bir sırada -ben bir dolarlıklarla iki
dolarlıkları ayırıyor ve ayrı ayrı iki puro kutusunu yerleştiriyordum, Andy de ıslıkla ‘senin için evlilik çanları
çalmayacak’ havasını tutturmuştu- ufak tefek fakat işini bilir biri belirdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdim?”, sa:16-7)
Evlilik Kontratları : -ya da Kontrat Evlilikleri- Son on yıllarda, yasal olarak, boşanma arzusunda bulunan
evli tarafların haklarını korumak için, daha baştan, sanki bir iş kontratı gibi, resmi olarak (avukat ya da
noterlik) dairelerince hazırlanan kontrat. Bu iş, evlilik-aile hayatının öz ruhuna aykırı gibi görünürse de, bu tür
kontratların birçok problemleri ortadan kaldırdığından, yeni yeni tercih edilmektedir
“2. Dünya Savaşını izleyen sıkıntılı günler, toplumların şimdiye dek yaşadıklarından farklı hayat stili
arama gayretleri, ‘geçmiş kötü olaylardan öğrenme ve bunları günlük yaşama uygulama’ ve benzeri düşünceler,
‘kadın’ın toplumda değişen rolü’, -hiç şüphesiz, kendisi ve geleceği hakkında daha kudretli söz sahibi olma arzu
ve gerçeğinin farkındalığı-, aile ve toplum hayatını yeniden bir düzene sokma çabasını dile getirdi. Modern aile,
eskiye nazaan daha küçük, daha özgür ve fonksiyonlarında daha belirgin olmasına karşın, bazı değişikliklere
uğramalıydı. Evli-nikahlı olmadan b i r l i k t e y a ş a m a k, üniversite dormitorilerinden dışarıya taşıp dış
hayatta da, özellikle gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla bağdaşmak için bir m o d a halini alırken, 1971’de
New York’ta, bir toplantıda rastgele söylenen bir öneri, 1971’de ‘Family Process’ de yayımlanan bir makale ile
hayatiyet kazandı: ‘Kontrat Evlilikleri’. Sager’in de, New York’ta, 1976’da bir kitabı yayımlandı: ‘Marriage
Contract and Family Therapy’......
1789 Fransız Devrimi kahramanlarından, fizikçi Lavoisier, 1793’te giyotine’e giderken şöyle
diyordu: ‘Bu dünyada hiç birşey kaybolmaz ve yeniden de yaratılmaz!’ B,iz 1971’de Evlilik Kontratından
bahsederken, M.Ö. 449 yılında, Mısır’da, Nil nehri üzerinde Elephantine <Fil’imsi> adasında, bir papirüsün
üzerine yazılmış, bozulmuş, yeniden yazılmış ve çizilmiş, düzeltilmiş ve evlenme hazırlığındaki çift için,
önceden köle olan “TAMUT” ve Museviliğe henüz dönmüş bulunan kocası ANANIAH bar AZARIAH arasında
bir kontrat düzenlenmiş. Bu kontrat, yakın zamanlarda ‘infra-red’ fotoğraf tekniği ile çözülmüş. Kontrat’ta
birçok düzeltmeler de yer almış. Her düzeltme, TAMUT’a bir kez daha hak tanımış.
Bugün uygulanmakta olan e v l i l i k k o n t r a t l a r ı, Amerika’da, 1973’de, sosuyolog ve hukuk
uzmanları olan SUSSMAN, COGSWELL ve ROSS’un disiplinlerarası bir çalışmaları sonucu saptanmıştır.
Onlara göre, öyle bir kontrat, mutlak surette aşağıdakileri içermelidir:
1) Ev işlerinin bölümü;
2) Yaşanılacak yerin saptanması;
3) Her ‘partner’in, çocuk yetiştirme ve sosyalizasyon için göstermesi gereken sorumluluk;
4) Mal-mülk, borçlar, yaşam giderlerinin idare ve ödeme şekilleri;
5) Yasal bağlılık ve yasal ikametgahlık haklarının açıklanması;
6) Çocukların miras bölümü;
7) Soyadları’nın kullanımı;
8) ‘Diğerleri’ ile kullanılabilecek ilişkilerin sınırları;
9) Çalışma-iş, çevre ve sosyal yaşamda, ‘evli çift’in birlikteliğinin uygulanış biçimi;
10) Ayrılma ya da boşanma için temel nedenler;
11) Başlangıçta ve daha sonraları kontratı yeniden gözden geçirerek gereken değişikliklerin
yapılabilmesi konusunda tartışma koşulları;
12) Partnerliğin ötesinde, cinsel sadakat ve başkalarıyla ilişkiler;
13) Kendi çocuklarını yetiştirme ya da evlat edinme.
(İ. Ersevim, “Aile Tedavisi”, sa:436-439)
Evliya gibi adam : Çok dürüst, kimsenin tasına tarağına dokunmayan, cinsel düşkünlüğü olmayan kimse
“İmam nefes aldı ve Emine’ye sert sert bakarak:
-Anlamadığın işe burnunu be sokarsın, be kadın? Vehbi Efendi evliya gibi bir adamdır, Mevleviler
tefi, dünya zevkine bir araç olsun diye çalmazlar, diye başlayarak uzun açıklamalara girişti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:70)
“Böylesi daha iyi: demek ki konuya büsbütün yabancı değilsin, şehvetle ilgilenmişsin. Seni gidi
anakuzusu seni !.. Sinsisin Alyoşa, evliya gibi adamsın ama saman altından su yürütürsün.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:117)
Evliyayı baştan çıkarmak : Çok çekici, sihirli bir kişiliğe sahip olmak
“Kadın bacaklarının arasından demir bir kilitle kapalı bir hasır sepet çekti :
-İçin rahat etsin, küçük edepsiz, şimdi yiyeceksin.
Başını Mathieu’ya çevirdi :
- Evliyayı baştan çıkarır bu çocuk, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:317)
Ev ocak (sahibi olmak) : Ev-bark; Evlenip çoluk çocuğa karışmak
“ ‘... Dedim ya, ev-ocak dağılmış, bizde burnunu öpecek kedi bile kalmamış. Mübarek ahır, yıllar yılı,
sözüm burdan dışarı, eşek yüzü görmediğinden ayna gibi... Şu İbrahim Efendi bal döksün yalasın..’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kapadı”, sa:88)
“Bu yüzden de onların hakikate karşı bağlarında biraz evcil, biraz idareli bir şey vardır hep ve gerçekten
onlardan her biri ev ocak sahibi olmuştur. Kesin bir sistem yani. Ve bu kendi bögelerini, kaosun dünya kadar
eski balta girmemiş ormanından insanlık için elde ettikleri düşüncenin fethedilmiş tarlasını tırmık ve sabanla
ustaca işlemişlerdir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:91)
Evren : Kainat, Sonsuzluğu içeren tüm varlıklar, Kozmos
“ ‘Benim iyi Adso’m,’ dedi üstadım, ‘yolculuğumuz boyunca, dünyanın tıpkı kocaman bir kitap gibi
bizimle konuşurken kullandığı belirtileri tanımayı öğretiyorum sana. Alanus de Insulis diyordu ki:
(LAT.) omnis mundi creatura
(TR.) Dünyadaki tüm yaratıklar
quasi liber et pittura
kitap ve resim gibi
nobis est in speculum
aynadaki gibidir bizim için
Tanrı’nın, yaratıkları aracılığıyla, ölümsüz yaşamdan bize söz ettiği sonsuz simgeler alayını
düşünüyordu. Ama evren, Alanus’un sandığından daha konuşkandır; yalnızca en çok şeylerden değil, daha
yakındaki şeylerden de söz eder; hem de çok açık seçik olarak.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:37-8)
“Meteor
Tam başımın üstünde
upuzun bir meteor ipliği
parlayarak salındı.
Dikkat!
Evren altından oltasını
atıyor bana.
Hayır,
yutmayacağım zokayı!
Dünyanın gecesinde
yüzmeye devam...”
(Georgi Konstantinov<d.1943>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.10.05)
Evrendoğum :
Bk.: Kozmogoni <Cosmogonie (Fr.)>
Evrim Teorisi – İnsanın Yaratılışı : (KOZMOGONİ) : Charles Robert DARWIN (1809-1882) İngiliz
doğabilimci; 1859’da yazdığı (ING.&FR.): “Natural selection” <Ne’çırıl selek’şın – Natürel seleksiyon>
‘Doğal Ayıklanma Yoluyla Türlerin Kökeni’ adlı eseriyle, modern zamanların , bugün hala en geçerli (din’lerin
kavramları hariç) organizmaların ilk oluşumu ve gelişimi üzerine kuramlardan birinin temelini atmıştır. Bu
kurama göre organizmalar, ebeveynlerinden az farkedilir farklılıklarla gelişen canlılar, <yaşamın gayesi olan>
üretme temayülü <eğilimi> içindedirler, bunun için biyolojik olarak donanımlıdırlar da; bu arada, ‘doğal
ayıklanma!’ tezgahından geçerek, en iyi uyan canlıların yaşamda kalma esasına göre yaşam savaşı vererek,
kendilerinden ve atalarından farklı türler oluşurlar.
Bk.: İnsanın Yaradılışı, dini inançlar
“İnsanın yarattılışı ile ilgili bilimsel tartışmalar, Darwin’in “Türlerin Menşei” <Türlerin Geldikleri Yer>
isimli kitabı yayımladıktan sonra yeni boyutlar kazanmıştır. Darwinci’lere göre:
‘Evren’in ve hayatın yaratılışındaki temel öge ‘tesadüf – raslantı’ dır. Evren ve dünya, kendiliğinden
ve kör bir tesadüfle oluşmuştur. Canlıların hayatı da tesadüfen başlamıştır. Bir raslantı sonucu, kendiliğinden
oluvermiş basit canlıdan yüksek canlılara doğru uzun asırlar süren doğal bir değişme ve gelişme sonunda, evrim
yoluyla akıl sahibi, düşünen ve bugünkü insana benzeyen ilk insan meydana gelmiştir
‘İnsan, bir memeli hayvandır ve atası maymundur. Maymun, milyonlarca yıl süren bir evrimle
değişmiş ve insan olmuştur. Varoluş gibi evrim de tesadüfün sonucudur. Önce bir ‘tesadüf’le ilk canlı hücre, bu
hücreden de; önce en basit canlı, daha sonra da evrim yoluyla daha yüksek canlılar meydana gelmiştir. İnsan, bu
evrimin maymundan türeyen son halkasıdır.’ ”
(Kemal Güran, Müslümanın El Kitabı”, sa:55-6)
Ev sahiplerinin kıçına hizmet etmek : 19. yüzyılın ilk yarısında, Fransa’da, evlerde hizmetçilik edenlerin
kendilene taktıkları nitelik (çoğu kez oturak getirip götürmekten şikayet!)
“Bu, inekleri peşinde koşan köy kızlarına, yani vahşilere göre uygar, burjuva ailelerin evlerinde ‘ev
sahiplerinin kıçına hizmet etmek’ zorunda bulunan hizmetçi kızlara, yani kölelere göre özgür olmak gibi bir
şeymiş.”
(A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:22)
Ev sahipliği yapmak : Olayların oluştuğu mekan; Misafir ağarlamak
“Midesi ağzına gelen Langdon bakışlarını uzaklara yöneltti. Roma Açık Hava Tiyatrosu’nun
kalıntılarını gördü. Langdon her zaman, Açık Hava Tiyatrosu’nun tarihteki en büyük ironilerden biri olduğunu
düşünürdü. Şimdi kültürün ve medeniyetin yükselişinin sembolü olarak kabul edilen stat, yüzyıllar boyunca
barbarca olaylara ev sahipliği yapması için inşa edilmişti.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:134)
Evsiz barksız : Eşsiz; içinde yaşayacak belirli bir yeri yurdu olmayan
“En büyük artı, elbette yeniden annemi görebilecek olmamdı. Ne yaşamış olursak olalım o benim
annemdi ve onu özlemiştim.’ ............ ‘Ona bir ton yalan söylediğim için kendimi iyi hissetmemiştim, ama evsiz
barksız ve eroin bağımlısı olduğumu, kısacası hayatımı boşa harcadığımı itiraf etmeye ne cesaretim vardı ne de
gücüm.’ ”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:191)
“GÖÇMENİN SİTEMİ
Ekmeğimi kazandım ve tükettim sizler gibi.
Bir doktorum ben, doğrusu: bir doktordum.
Saçlarımın renginden mi, şeklinden mi burnumun
Bir gün evsiz barksız ve aşsız kodular beni.”
(Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02)
“Göçebelerin kamp yerine bakıyordu.... Evsiz barksız, dünyadan kopmuş durumda, bakışıyla
bulguladığı, gene de daha büyük olan, baş döndürücü kaçışı ancak binlerce kilometre güneyde, ilk ırmağın en
sonunda ormana can verdiği yerde son bulan uzamın ufacık bir parçası olan bu geniş topraklarda dolaşıp duran
bir avuç insandılar.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:22)
“Sonradan, rakamlar çok güvenilir olmasa da, o iç savaş yıllarında yaklaşık 45,000 kişinn öldüğünü,
180.000 kişinin yaralandığını, binlerce kişinin de evsiz barksız kaldığını öğrenecektim. Savaş türlü nedenlerle
sürdü, ülke yabancı birlikler tarafından işgal edildi ve cehennem bugün de sürüyor. Şirin, ‘Bu iş çok, ama çok
uzun sürecek,’ demişti. Ne yazık ki haklıydı.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:33)
“K., işe gitmek için her gün kenti baştan başa katederken son yıllarda kent merkezini bile istila eden
evsiz barksız ayaktakımı ordusuyla hep omuz omuzaydı. Bu insanlar dileniyor, çalıyor, yardım ocaklarının
önünde kuyruk oluyor, ısınmak için kamu binalarının koridorlarında öylece oturuyorlardı.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:22)
“UYUMAKTA KENT
***
Seni hep böyle anmak istiyorum ben;
evsiz barksız, umutsuz ve sonsuz yılgın,
ellerin ellerime kenetlenirken
kalbime kapanıyor kederli alnın.
Yan tepede ağaçlar titriyor tir tir
donuk duman içinde kent uzaklarda
ve aşkımız çok daha kutsal şu anda”
(Dimço Debelyanov(1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.06.07)
“UZAKTAN BAKINCA
----------------------------O ise
uzaktan ışıldayan pencereme bakarak
evsiz barksızların özlemiyle
kim mi o sıcacık odada
lambanın üzerine eğilmiş
o denli rahat okuyor,
diye soruyordur kendine.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.12.02)
“İhtiyar bu gülümsemeden sarsıldı, dudakları titredi, minnetinden ağlamaya başladı. O günden sonra
evsiz barksız ihtiyar sığıntı Gruşenka’ya postu serdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:92-3)
“Ev saygın ailelere kiralanmıştı, bana yabancı olan kişilerin ince elenip sık dokunmuş örf ve
adetlerinden kaçan yalnız ve evsiz barksız birinin, benim gibi bir Bozkırkurdunun oturmak için neden hep böyle
evleri seçtiğini hiçbir zaman çözemedim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:27)
“Aynı gece Siddhartha bahçesinden, kentten çıkıp gitti; bir daha da hiç dönmedi. Kamaswami
haydutların eline düştüğünü sanarak uzun süre arattı onu. Kamala’ysa onu hiç aramadı. Siddhartha’nın ortadan
kaybolduğunu öğrenince hiç şaşmadı. Her zaman beklememiş miydi bunu? Bir samana değil miydi Siddhartha,
evsiz barksız bir hacı?”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:106)
“Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini, tarlalarını, hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi
ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin
evleri, bu evsiz barksız kalmış, ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları
tarlaları sürmeye başlamışlar.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:8)
“Beyaz Bayrak
beyazdır benim bayrağım
içinde hayata gözlerimi açtığım
çocuk bezi gibi beyaz
dilin bahçesinde
kitabın çatısı altında yaşadım
evsiz barksız kaldım”
(Yosip Osti<d.1945>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, “10.03.05)
“Kış gecelerinde, yollarda, evsiz barksız, urbasız, ekmeksiz aşsız yürürken, sarılıp kucaklardı bir ses
buz tutmuş yüreğimi: ‘Ya güçsüzlük ya da güç: Seç bakalım, güç dedin. Ne nereye gittiğini, ne niçin gittiğini
biliyorsun; her yere git, her şeyi yanıtla. Ölmüş eşek kurttan korkmaz.’ ”
(A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:116)
“İkna olmayan hükümdar, merhametli davranmaya meyilliydi. ‘Darıdünyada kendine ait hissedeceği bir
yer arayan evsiz barksız bir adam,’ dedi vezirlerine, ‘Tepenin aşağısında, Skanda Köşkü denen umumhanede bir
türlü aile hayatı kurdu ve iskeletvari bir fahişeyi kendine eş olarak aldı. Sevgiye nasıl da aç olmalı!”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:225)
“Bu olaylardan ve yerlerden uzakta yaşayan ve Tanrı’nın evlere, barınaklara, hastanelere, barakalara,
ambarlara ya da el konulabilmiş veya ordu tarafından terk edilmiş tüm ordu çadırlarına ya da kulübelere tıkış
tıkış doluşan ve daha da büyük bir kesimi evsiz barksız yaşayan, köprüleri ve ağaçların altında, sahipsiz
arabaların içinde ve hatta dışarıda, açık havada kıvrılarak yatan İberyalı sığınmacıların, bu meleklerin yanına
gelip onlarla yaşadığını düşünen kişiler Tanrı ve melekler hakkında bir sürü şey biliyor olabilir, ama insanoğlu
hakkında pek az şey bilmektedirler.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:241)
“Bir kez daha Edward Hyde olmuştum. Bir dakika önce seçkin, zengin, herkesin saygısından emin bir
adamdım. Yemek salonunda hazır sofram beni bekliyordu. Ama şimdi, bütün insanlığın peşime düştüğü bir av
olmuştum. Evsiz barksızdım ve idam hükmü giymiş bir ünlü gibi bir katildim.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:106)
“Nikita yakın bir köyden, yaşamını daha çok şunun bunun yanında uşaklık ederek geçirdiği için evsizbarksız sayılan, elli yaşlarında bir köylüydü. Çalışkanlığı, işe yatkınlığı, güçlü kuvvetli oluşu, en çok da uysallığı
yüzünden aranan bir işçiydi. Gelgelelim, yılda bir kaç kez zil zurna kafayı çekerek nesi var, nesi yok sattığı için
hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:12)
“Akrepler
----------evsiz barksız
taşların altına sıkışmış
yarıklarda çatlaklarda
üzerlerine yuvarlanan ağırlıkla
yassılmıştırlar
(Dane Zack-Nazmi Ağıl, “Cevat Çapan-Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 13 Aralık 2007)
Ev tutmak : Ev kiralamak
“Abla:
-Yarın ev tutarlar, herif de geceleri gelir kızın koynuna girer, oooh. Biz? İzinnamemiz, nikahımız
varken...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:97)
Ev(v)el Allah : Allah seçerse, Allah izin verirse
“-Keşke alsalar da ben de gitsem, dedim. Bu sözü, o kadar candan söyledim ki, önümde Mehmet Ali ile
gidecek olanların gözleri parladı. İçlerinden biri:
-Evvel Allah, biz düşmanın hakkından geliriz ama, silahımız, cephanemiz yok, diyorlar, dedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:54-55)
Evvel eski : Evvellerdenberi, eskidenberi, önceden de
“İngiliz içmeye başlamıştı domuzuna... Bardağını her defa Kamil Beye doğru kaldırıyor, adeta
yarışmaya zorluyor, meydan okuyordu. Nermin içmezdi evvel eski, içkinin hiçbir çeşidini sevmezdi. Halanımın
gözleri baygınlaşmış, Enişte Beyin yüzü morarmıştı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:45)
Evveli Şam, ahiri Şam : Ezelden ebede Şam’da (Lütfen metni okuyunuz!)
“Primo hiddetleniyordu:
-Niçin edemeyiz? Bizim topumuz, tüfeğimiz yok mu, bizim askerimiz yok mu?
-Ne olursa olsun, eğer muharebe olursa, yine muhacirlik olur.
Primo daha ziyade hiddetleniyordu:
-Ne biliyorsun canım ?
-Biliyorum. ‘Evveli Şam, ahiri Şam,’ bunu büyük ulema efendilerimiz söylemiş…
-Ne demek, ‘Evveli Şam, ahiri Şam?’
-Yani mutlaka birgün gavur gelecek, İstanbul’dan, Anadolu’dan, bizi sürecek. Bütün müslümanlar
Şam’da toplanacak.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:229)
ex abrupto :
(LAT.,COLL.) <eks abrupto> : Hazırlıksız, birdenbire = Suddenly (İNG.)
“Piskopos, orada bir taşın üzerine oturdu. Konuşmanın ilk kısmı ex abrupto oldu.
‘Sizi tebrik ederim,’ dedi azarlar gibi bir tavırla. ‘Yine de kralın idamına oy vermediniz.’ ”
Kovansiyoncu bu ‘yine de’ sözünün sakladığı acı imayı fark etmemiş göründü. Yüzündeki bütün
gülümseme kaybolmuştu.
‘Beni kutlamayınız efendim, ben zalimin yok edilmesi için oy verdim.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:I, sa:75)
ex cathedra : (LAT.,DİN,DAVR.) : <eks ka’tedra> : Harfi harfine: ‘İskemle’den. = Dogmatic utterances of
the Pope on matters faith and morals. The term is sometimes applied to the arrogant, positive expressin of the
uninformed (İNG.)
ex comitate : (LAT.,DAVR.,KOLL.) <eks komi’tate> : Nezaket, kibarlık dışı = Out of courtesy (İNG.)
ex concesso : (LAT.,DAVR.,KOLL.) <kon’keso> : zaten kabul, ikrar edilmiş = From what alredy been
conceeded; an argument based on what has already been granted by an opponent (İNG.)
excribano :
(LAT.): <eks’kri’bano> : Katip, sekreter, kayıt eden
“Normalde bu macera gemilerine mürettebat namına doluşanlar kendi adını bile yazmaktan aciz, okuma
yazması olmayan, su çulluğu misali öbek öbek dolaşan asker ve tayfalar olur, bir de olsa olsa olayları kuru bir
üslubla arka arkaya sıralamak dışında bir şey bilmeyen bir excribano, yani bir katip ya da enlem ve boylamları
kaydetmekle yetinen bir kılavuz bulunurdu.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:33)
ex curia :
ex dono :
(LAT.,HUK.) <eks’ku’ria> : Mahkeme dışında = Out of Court (İNG.)
(LAT.,KOLL.) <eks do’no) : Bir hediye olarak = As a gift (İNG.)
ex imo corde : (LAT.,PSYCH.) <eks imi korde>: Kalbimin ta dibinden = From the bottom of the heart (İNG.)
Ex libris : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <eks lib’ris> : Sahibinden başkasına hediye verilen kitap; Kitabı, kend,i
kütüphanesinin sahibini göstermek için atılan kayıt notu : A book plate; from the books of...., Followed by the
name of the owner - (İNG.)
Ex mere motu : (LAT.,PSYCH.,HUK.) <ex mere motu> : Kendi arzusu ve açık zihinle (bedava bağış vb.) =
Of one’s own free will; without compulsion or restraint (İNG.)
Ex nihilo nihil fit : (LAT.,PSYCH., KOLL.) <eks ni’ilo ni’il fit> : Hiçbirşeyden ancak hiçbirşey çıkar =
From nothing, nothings comes. XENOPHANES’ axiom, basic to the doctrine of the e t e r n i t y of
Matter. This Latin proverb, is found with slightly different wording in LUCRETIUS, Tha Nature of Things,
I,1555 and 206 (İNG.)
Exodus : (YUN. MYTH.) : Egzodus, çıkış, terkediş, göç <Antik Yunanda Xenophon’un (Anabasis’i) ‘On
binlerin Dönüşü’ bir klasiktir: Kardeşi II. Artakserkes’i devirerek Pers tahtını ele geçirmeye çalışan Kyros
(Genç) için savaşan Yunanlı paralı askerlerin öyküsünü anlatır. Keza, Hz.Musa’nın asasıyla yol açarak Kızıl
Denizi Musevi dindaşlarıyla beraber Mısır’ı terkedişi de bir egzodus’tur >
“Ama bu parantezi kapatıp, yola çıkışımızın, küçük exodus’umuzun, göçümüzün -annem ‘çıkış’ımız
demeyi tercih ediyor- arifesinde, babamla şafak sökene dek bir konuşma değil, mesajın başında da
belirttiğim gibi, bir söylev söz konusuydu; sadece beni ikna etmek için değil, öncelikle kendisini ikna
edip bir karar alabilmek üzere uuzun süredir hazırlandığı bir söylev.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:253)
experimentum crucis : (LAT.,TIP,KOLL.) <eksperi’mentum kru’kis> : Önemli, karar verdirici bir test =
A crucial test; a decisive experiment (İNG.)
Explicit : (LAT.,KOLL.) <eks’pli’kit> : Burada biter. Latin kitaplarının basılış ve şartnamelerinin kaydı) =
This word found at tyhe end of Latin manuscripts is followed by the title of the work, often the name of the
scribe, and the place and date of the copying or publication - a colophon (İNG.)
ex post facto : (LAT.,HUK.) <eks’post’fakto> :
kabul tarihinden evvelki suçlara uygulanan yasa
ex voto : (ZOO.,PSYCH.)
Sonradan yapılmış ve evvelki şeyleri de içeren; yasanın
<eks voto> : Adağına göre
Ey; Eeeey, Eyy, Eyyy : Dolaysız bir hitap; kalabalık bir gruba konuşmaya başlamadan önce genellikle
kullanılan hitap i.e. ‘evet sonra?’
“Onları uyandırmak gerekliydi. Ama nasıl? Aklıma bir şey geldi, bunu gidip teğmene açtım. Tam o sıra
aya karşı şiirler okuyordu:
‘Ey ay! Bir ateş ağzı, bir top güllesi gibi yuvarlak barutun itici gücü tükenince göklerde sessizce
yuvarlanıp ağır ağır yoluna devam eden ay!..... Ey Kurucu Meclis! Ey kurbağalar! Ey genç kızlar! Ey yaşamım!”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:215)
“SELAM
---------Ey, pembe akşamların karasevdaları!
Güzelliklerine doyulmamış zamanlar!
Ergen yastığının ateşten rüyaları!
Ey, saf kalbimizde doğmuş ve ölmüş anlar!..”
(A. Muhip Dranas<1909-1980>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:267)
“RÜYA
-------ey gözleri aydınlık bir yol, güzellik ülkesine
ey bakışları şarap, mineli kadehte
ah, koş ey, dudakları çöl laleli, kan renginde
yol, çok uzundur
lakin yolun sonu nurdan saraydır”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:41)
“ ‘Hemşire hanımı ilk defa görüyorum,’ dedi. ‘Biraz evvel şerefyab oldum...’
‘Öyle mi? Kapıyı sana o açtı galiba!’
‘Evet.’
‘Eyyy... nasıl buldun benim kızımı bakayım?’ ”
<Şerefyab olmak: Şerefe nail, duçar olmak>
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:49)
“BEN SAĞIM
---------------Ben sağım.
Ey insanlar, acıyor duran dakikalarım.
Ben sağım.
Yitirdiğim yollarda çığlıklar atmaktayım.
Ben sağım.
Ey insanlar,”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“Hafifçe baş eğdi. Sigarasını benimkinden yaktı. Gene bir baş işaretiyle teşekkür etti. Sonra, görünürde
büyük bir keyifle, başladı tüttürmeye. Çektiği ilk nefesin dumanını ağzıyla burun deliklerinden yavaş yavaş
çıkararak: ‘Eeeey!’ dedi. ‘Epey var yaprak sigarası içmeyeli!’ ”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:43)
“Ey Felek bir derde düşürdün beni
İşim, gücüm aldın kar senin olsun
Aklım baştan alıp şaşırdın beni
Terkettim namusu, ar senin olsun”
(Ar: Şeref, utanma hissi)
(Tokadlı Nuri-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:491)
“Buteau, köylü kadına sordu:
-Ey, söyle bakalım analık! İneği kaça veriyorsunuz?
Kadın, deminki fiskosu görmüştü, fütursuzca yanıt verdi:
-Kırk pistol.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:233)
Ey Allah : Ey yüce Tanrım, sana hitap ediyorum
Bk.: Ey Tanrım
“Ey Allah, yücelerin yücesi, uluların ulusui kerim, diğergam, şefkatli, arş-ı alaların master’ı; eğer Sen
tüm evrenin salt sahibiysen, niye biz fani insanlarla bu oyunu oynuyorsun?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:88)
Eye : (İNG.,BİYO.)
<ay> : Göz, nazar, bakış, görüş; ince farkları görme yeteneği; dikkatla bakmak;
ilmek, ilik; iğne deliği; eyeball : göz yuvarlağı, küresi; eyebeam : nazar, bakış; eye-bolt : gözlü civata,
mapa : teknenin güvertesine ya da küpeşteye çakılmış, tepesinde palanga takmaya yarayan bir halka bulunan
çivi; gemi içi aydınlatmalarında kullanılan, zeytinyağla çalışan siperli fener; eyebright (BOTAN.) : göz otu,
lobelya, frengi otu; eye-brow : kaş; eyebrow pencil : kaş boyası, kreyon <kalem>; eyedrop : gözyaşı;
eyeflap : araba beygirinin göz siperi; eyes front! : öne bak!; eye-full : toplu bakış, göze batan şey; eyeglance
: nazar, bakış; eyeglass : dürbünde göz camı, gözlük; eyehole : göz çukuru, göz evi; delik, göz; eyelash :
kirpik; eyelet : göz, delik,delik halkası, göz deliği; eyelid : göz kapağı; eye-opener : aydınlatan ya da
şaşırtan haber veya olay; (U.S. slang : Özellikle sabahları -gözlerini açar açmaz- içilen, mahmurluk bozan içki;
eyepiece : gözlük merceği; dürbünün göz merceği; eye rhyme : yaızsı kafiyeli-uyumlu, fakat ses bakımından
uygun olmayan, örneğin ‘move’ vs. ‘love’; eyesalve : Göz merhemi; (SLANG) Göz boyama; eye-servant :
yalnız göz önünde iken ödevini iyi yapan işçi; eyeservice : göze görünsün diye yapılan iş; hayranlıkla seyretme
; eyeshot : bakış, nazar; gözün görebildiği uzaklık; eyesight : görme yeteneği, göz nuru, nazar, bakış; eyesocket : göz çukuru; eyesore : göze çirkin görünen şey, pek çirkin şey; eye-spot (ZOOL.) : bazı aşağı cins
hayvanlarda bulunan basit göz; eyestrain : göz yorgunluğu; gözde yorgunluk alameti olan kırmızılık - kan;
eyestring : gözü hareket ettiren sinir ya da kas; eyetooth : köpek dişi, göz dişi; eyewash : göz banyosu;
(SLANG) : Göz boyama; eye-water : göz banyosu, göz damlası; göz yaşı; eyewinker : kirpik; eyewitness :
gözüyle gören, tanık; a black eye : morarmış göz; a glass eye : cam göz; a jealous eye, a green eye : kıskanç
göz; gıpta eden göz;An eye for an eye : göze göz, yapılan zarar ziyana oranla ceza; be all eyes : gözünü dört
açmak; bulle’s eye :nişan tahtası, hedef merkezi; cast sheep’s eyes : aşıkane bakmak; catch one’s eye :
dikkatini çekmek; gave him a black eye : bir yumrukla gözünü mosmor etti, patlattı; (FİG.) : İtibarını bozdu;
have an eye to : - da gözü ol, kolla!; in the eyes of : gözünde, nazarında; in the mind’s eye : hayalinde,
ümidinde; keep an eye on : (onun üzerinde) dikkatli ol! make eyes at : aşıkane bakmak; my eye ! :
maşallah! Aman aman! ; Open one’s eyes to : hakkında aydınlatmak, açıklamak; red eyes : kızarmış gözler;
see eye to eye :aynı fikirde olmak; set eyes open : gözünü açık tutmak, dikkatli olmak; the eye of day : güneş;
up to the eyes in work : işi başından aşkın olmak; çok meşgul; with an eye to : hesaba alarak, katarak,
düşünerek; with half an eye : kolay tahminle, bir bakışla
(Yeni Redhouse Lügati)
Eyi : İyi
(Anadolu lehçesi)
“ ‘Bak, gözel söyledin. Madem halin eyi değil, bırak hali eyi olan alsın. Emme sen buna da razı
olmuyorsun.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:91)
Eyi kötü : Bk.: İyi kötü
Ey Tanrım : Ey Ulu Yaratıcı; Tanrıya dolaysız hitap
“MEPHISTOPHELES - Ey Tanrım, mademki sen bir kere daha bize yaklaşarak, evrende herşeyin ne
durumda bulunduğunu soruyorsun ve başından beni herzaman görmekten hoşlanıyordun, işte ben de
hizmetkarlarının arasında karşına çıktım.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:19-20)
Eyüb’ün sabrı :
(DİN)
Din kitapları, çok sabırlı olması dolayısiyle, Hazreti Eyüb’ü örnek gösterirler
“GÖLGENİN HÜKMÜ
----------------------------Tanrılar Eyüb’ün
sabrını verdi.
Peygamberlerin hikmetini.
Kokusuyla saçılanı
verdi,
bir de kaç kişi
aldılar?”
(Ayşe Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.09.05)
Eyüp Sultan’a adak adamak, kurban kesmek : Müslüman kültüründe, bir dertten kurtulmak, işlerin sağlıklı
olması için (sünnet vb.) adak adanan en meşhur kaynaklardan biri
“... Gerçi oğlunun hiyaneti belli olursa herhangi bir Genç Türk’e yapacağı cezayı -hatta fazlasıyla- ona
yapacaktı. Bununla beraber oğlan bu işten alnı açık çıkarsa Eyüp Sultan’a kurban kesecekti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:189)
Eyvah; Eyvahlar olsun : Yazıklar olsun, şimdi ne yapacağım ben
“Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:
-Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının ekmeklerine sürüp yemekten
bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın
diline düşmüştüm, ne ayıp, Yarabbi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:286)
“Eyvah, fukaranın beli büküldü
Meded ticaretin gücüne kaldı
İyiler alemden göçtü, çekildi
İşler zemanenin piçine kaldı”
(Meded(t): Çare, ilaç; Zemane: Zamanımızın gününü gün eden insanı)
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:479)
“Maren gözlerini açınca: ‘Eyvah, kedi gibi ıslanacağız!’ diye bağırdı.
Trude gülüyordu. ‘Sen yalnızca biraz ellerini çırp; ama dikkat et, bulutları parçalama!’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:46)
Eyvallah demek, etmek : Haklı da olsa tartışmadan mağdur durumu kabullenmek, boyun eğmek; Teşekkür
etmek; Allahaısmarladık demek
“O kürklü pardesüsünü çıkarmamıştı. Kürk hala serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı.
Kürkün dudakları öpüyordu onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu
dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinde kazanmıştım.
-Gemici paranı verdi mi?
-Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
-Gemiciye eyvallah!”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Yalnızlığın Yarattığı İnsan”, sa:22)
“Erkekler ilk defa seyahate çıkmışlara mahsus acemilik ve sersemlikle dolu idiler. Kadın, hamala:
-Eyvallah, dedi. Araba hareket etti. Hamalın elleri açık kalmıştı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Meserret Oteli”, sa:23)
“Dış kapı açıldı: gazeteciydi. Gazeteyi bıraktı. Pazartesi günleri bir haftalık fişleri bununla gönderirdi
polise. Sağdaki çekmeceyi açtı, aradı.
-Yarın götürsen olmaz mı?
-Olur. Haydi eyvallah.
-Güle güle.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:22)
“Maskeli Beşler yerinden seyiirtip paketten bir tane (cıgara) çekti; dudağının kenarına iliştirdi. Ateş için
de etrafına bakınırken Kargaburun’un uzattığı çakmakla onu afillice bir tutuşturdu, derin derin içe nefes
çektikten sonra çakmağı iade ederken babacan bir tavırla ‘eyvallah’ dedi, sonra da eski yerine oturdu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:52)
“DELİ -... Ohoo, benim dördüncü kattaki kahraman kardeşim, bu ne alınganlık? Bu emniyette şaka da
yapılmıyor artık! Tamamdır, merak etme, hepsini yukarı yollarız.. Eyvallah...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:18)
“‘Kolay gelsin baba.’
‘Eyvallah beyim.’
‘Ne ekeceksin buraya?’
‘Allah izin verirse susam ekeceğiz.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:88)
“Yüzüme sert sert baktıktan sonra elini uzattı.
-Eyvallah ağabey, diye başladı. Geçen yaz seni Missouri’de gördüm. Kaşığı yarım dolara renkli kum
satıyordun. Petrol lambalarının harlamasını engeller diye yutturuyordun.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:104)
“İş sadece sefalet çekmekle kalsa eyvallah! Onunla tanışıklığım var, gözüm korkmaz ondan. Ama
salataya gelince iş değişir! Bir hafta tuzlu morinanın ardından bir hafta domuz derisi, sonra da bir hafta yeşil
salata! Buna sefalet demezler, bu daha fazla bir şey.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:103)
“Şarapçı Kel Mıstık’a baktı. Kel Mıstık, ne şöyle dedi, ne de böyle. Altıncı bardağı usul usul içip,
üçüncü yumurtanın da yarısını ağzına attıktan sonra:
-Haydi bana eyvallah! dedi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:21)
“Bir önceki, elli iki ay sürmüştü. Tam elli iki ay subaya, çavuşa, o postal kokulu heriflere, o nefret ettiği
katır kafalı heriflere eyvallah demek, boyun eğmek zorunda kalacaktı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:116)
“Konuşurken, hepsinin yüzünde bugünün karartısı belli oluyordu. Hacı Durmuş, içerlerinin
haraplılığını, perişanlığını anlattıkça hep bir nakarat gibi:
- Bu bizim ‘herşeye’ eyvallah deyip boyun eğmemizdendir.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:225)
“‘Yalnızca şunu sizden saklayamayacağım; mesleğimde kendimi yetiştirmek amacıyla uğraştığım
bilimler, yitirecek öyle az zaman bırakıyor ki bana, gerçeği çok duru ve kesin olarak söylüyorum ara sıra.
Yaldızlı salonlarda, kimseye eyvallah etme zorunluluğu olmayan dürüst bir adamın bu yalın dilinin duyulmaktan
hoşlanılmadığını da bilenlerdenim.’ ”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:75)
“Selim Nuri, Murat’ın aklından geçenleri bilmiş de suçluluğundan utanıyormuş gibi, gülümseyerek
kalktı:
-Ben gideyim... Tashihler birikmiştir.
-Kalsaydın, çay içerdik.
-Eyvallah!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:21)
Eyyam; Eyyamcı; Eyyam efendisi : Günler, ‘o zamanlar’; Başkalarından yararlanmak ve günlerini gün etmek
için, ‘zaman’ı kötüye kullanan yararcılar; İyi iş yapmaya, herşeyin ‘efendisi’ olmaya çalışan gayretkeş
“‘... Hazırlanmaya başladığımızda trenin kalkışına topu topu iki saat kalmıştı, ama hiçbir aksaklık
yaşanmadı. Biraz oturmaz mısın, kardeşlik?’
‘Yok, oturamam,’ dedi Aslan Asker Şvayk ürkerek. ‘Hemen bölüğe gitmem lazım. Ya birileri telefon
ederse?’
‘Keyfin bilir, koçum; ama bana sorarsan, yanlış yapıyorsun. Posta eri dediğin, arandığı zaman asla
bulunmayacak. Sen biraz gayretkeşsin anlaşılan. Senin gibi eyyam efendilerine hep gıcık olurum zaten.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412)
“Az mı gördük, ikbalde tantanayla yaşarken
Nimetlerin bedeli yüzünden kimler bitti;
Yalın zevki bırakıp debdebeye koşarken
Zavallı eyyamcılar okka altına gitti.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291)
Ezbere bilmek : Ne olacağını önceden kestirmek, görmeye gerek kalmaksızın
“İyice kavrayamıyordu Ivich, ama onun şu anda, dudağını çarpıtan yarım gülüşü, kabarık
gözkapaklarının altından bakan gözleri, dudaklarındaki yapmacık mutluluk ifadesiyle yüzünün aldığı anlamı
ezbere biliyordu, görmeden.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:397)
Ezelden beri, ezelden kalma : Ta dünya varolduğu günden beri, eskilerden kalma
“Adadaki günler yağmur, rüzgar, yağmur düzeni içinde seyrediyordu. Sanırım ezelden beri de bu düzen
değişmemişti. Bedeli ne olursa olsun, kaçma kararımı pekiştiren yaşadığımız hayatın ilkelliği ve tekdüze
yemeklerimiz değildi asla.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:14)
“ ‘Amma da mantıksız bir düşünce Fyodor Mihayloviç! Elbette ki hiçbir listede yoksunuz. Siz çok
değerli birisiniz. Aramızda kalsın, listelere kimin adının gireceği hiç önemli değil. Önemli olan onların öç
alınacağını bilmeleri ve korkudan tir tir titremeleri. Halk böyle bir şeyi anlar ve onaylar. Halk tek tek vakalarla
ilgilenmez. Ta ezelden beri acı çekmiştir halk...’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:197)
“... orada bulunan nazik bir bayan benim durumumla ilgilenmeye hazır olduğunu söylüyor. Bu nazik
bayan elini telefona atmayı düşünmüyor bile, cesurca kalkıp sürücü belgesi bürosuna gidiyor, zındıkların asla
alınmadığı, girilmesi yasak o yere girip kuralları çiğniyor ve ezelden beri orada duran dosyaların bulunduğu
dolambaçlı raf sıraları arasında ilerliyor.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:22)
“Rosa kahkahayı bastı: ‘Ay benim akıllım, senin tam bir erkek olduğunu, hem de ezelden beri öyle
olduğunu hep bilirdim, düşmanların hep silahlarını teslim ederlerken senin hala öyle kalmana sevindim.
Tevekkeli değil, seni dillerinden düşürmüyorlar.”..... “İçeri girdiğimizi görünce okullu kızlar gibi yerlerinde
doğruldular, müdür ezelden kalma düğme dikme sanatına getirdiği yenilikleri anlatıp dururken hepsi yan gözle
bizi izliyordu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69;87)
“Rüzgara Hazırlık
Uçurtma uçurmayı öğrendim
dünden beri, ezelden beri,
on üç yıldan beri
bir anne olmayı öğrendiğim gibi.
Yapamadım-ne kitaplar,
ne de insanların öğütleri yardım etti.
Hızla ipi çek
onları bırakırsan
uçurtmanın kuyruğunu yakacak
güneş.”
(Aksinia Mihailova<D.1963>-Zeynep Köylü, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.02.10)
Ezile büzüle; Ezilip büzülmek : Sanki suçluymuş gibi aşırı utangaçlık ve çekingenlikle davranmak
“‘Anneniz köpeğimi çok severdi,’ dedi. Onun sözünü ederken, ‘Zavallı anneciğiniz,’ diyordu.
‘Öldüğünden beri herhalde çok üzgünsünüzdür,’ dedi. Ses çıkarmadım. O zaman, annemi yurda koymamı,
mahallede hoş görmediklerini ezile büzüle bir anda söyledi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:49)
“Biraz önceki davranışından dolayı kitaplarından ezile büzüle özür diledi. Programı sevincinin etkisiyle
bozmuştu. Sevdiklerine gelişigüzel dokunmak, ancak aşağılık varlıklara özgü bir davranış olabilirdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:117)
“Kimi zaman kaputunun altında bir gömleği olup olmadığını bile düşünürsün; eline ne geçerse içkiye
verir. Kavgacı da değil; sessiz sedasız, şöyle sevmli, iyi bir adam.. bir şey istemez, ezilir büzülür; o zaman
anlarsın ki zavallı içmek istiyor; ona içki sunarsın.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:76)
“Belediye başkanı ezile büzüle bir şeyler söylemek istedi.
Köşk sahibi bayan ‘birşey söylemeseniz daha iyi olur’ diye adamın lafını kesti. ‘Ben hepsini
biliyorum. Okul paraları derneğinizce verilecek olan çocuklar on iki yaşına geldikleri halde A harfi ile Z harfini
bile ayırdedemiyorlar.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:12)
“Gavrila güçlükle soluk alarak, ezile büzüle:
-Yok... Ben... Gitmeyeceğim... Ben... diye mırıldandı.
Çelkaş onu tepeden tırnağa süzerek:
-Ne oluyor? Niçin ezilip büzülüyorsun? Diye sordu.
-Hiiç...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:96)
“ ‘Hasta nasıl oldu?’
Süleyman ezile büzüle anlattı:
‘Hali kötüye benziyor Büyükağa. Çok yangını var bu akşam...’ ”
O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:20)
“Hiç beklenmedik bir anda Mahmud jilet gibi parıldayarak geçen bir Fatih tramvayına atladı. Caddede,
bir izmarit gibi yapayalnız bıraktığı adam, arka sahanlığın camlarında ezildi büzüldü, ufaldı gitti.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:7)
“Gözden kaybolunca, küfürler, böğürtüler işitti, sert kayalar ile firavun incirleri ardından insan
sürülerinin çıktığını gördü, tamamiyle değişmiş, tanınmayacak hale gelmişlerdi. Devler nasıl da ezilip büzülmüş,
nasıl da iğri büğrü biçimlere girmişlerdi!”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:12)
“Döne ezile büzüle içeri girdi. Abdi Ağa, ocağın başına, bir sedirin üsütüne bağdaş kurmuş oturuyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:29)
“WALTER, Licht’e - E? Kimi söylemek istiyorsunuz?
MARTHE - Ayaklarınıızı dışarı çıkarsanıza! Öyle ezile büzüle neden masanın altına
saklanıyorsunuz? İnsanın adeta izleri sizin bıraktığınıza inanacağı geliyor.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:84)
“Beethoven’in alnına kadar geçirdiği şapkası ne ifade ediyor? Goethe’nin ezile büzüle elinde tuttuğu
şapkası dünyaya olduğu gibi kalması için yalvarırken, Beethoven’in gerici ve adaletsiz diye aristokrasiyi aşağı
gördüğünü mü?”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:252)
“ANNE - Gelsene kızım, yaklaşsana biraz. Nasıl, hoşnut musun?
GELİN - Hoşnutum madam.
ANNE - Ezilip büzülmeyi bırak şimdi kızım. Yarın annen olacak?
(F.Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:24)
“Valentine, ‘evde’ cevabını verdi. Onu yanımızdan ayırmak istemedik. Edebiyat ve tarihi özel hocadan
aldı. Fen dersleriyle de babası meşgul oldu.
-Bakelorya verdi mi?
Valentine ezile büzüle:
-Hayır, kızlar diplomayı ne yapacak, dedi.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:129)
Eziyete katlanmak : Sıkıntıya, üzüntüye, olumsuz olaylara tahammül, sabır göstermek
“İyi tanınmış bir kadının bir toplulukta bacak bacak üstüne atması, elbise kenarının altından ayak
bilekleri görülebilir diye pek büyük bir saygısızlık sayılırdı. Hatta güneş, su ve hava gibi doğa ögelerinin çıplak
kadın derisine değmesine izin yoktu. Tepeden tırnağa ağır giysilerle sımsıkı olarak denize giren kadınlar,
güçlükle biraz yüzebilmek için eziyete katlanırlardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:97)
Ezoterik : <Fr. Ésoteric’den gelir> Belirli bir gruba hitap eden; gizli, saklı, özel; batıni, içrekçi
Bk.: Esoterik
“Langdon sabırlı bir sesle konuştu. ‘Ekibinizin araştırmalarında masonların çıkmasına şaşırmadım.
Masonluk, Peter Solomon’la herhangi bir ezoterik konu arasındaki en belirgin bağ.’ ” ...................
“Gül Haçlılar öğretisine göre, tarikat ‘eskilerin ezoterik gerçekleri üzerine kurulmuştur.’ Manevi
dünyaya ışık tutan bu gerçeklerin, ‘sıradan insanlardan saklı tutulması’ gerekiyordu. Yıllar içinde kardeşliğin
sembolü süslü bir haçın üstündeki gonca güle dönüşmüş olsa da, ilk başta sade bir haçın üstündeki noktalı bir
çemberdi, yani en basit haç betimlemesinin üstündeki en basit gül betimlemesiydi.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:115;340)
Ezrail : Azrail, ruhun teslim edildiği inanılan melek (Anadolu şivesi)
“Şükran Hanım çıkıp kapıyı çekince Murat önce, göz kırptı, sonra yavaşça damağını şaklattı:
-Kim bu dişi ezrail, Allasen? Ben bittim.
-Bu mu? -Kadir yumruğunun üstüyle ağzını sildi- İyi buldun, dişi ezrail.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:152)
-Tüm Hakları Saklıdır-

Benzer belgeler