Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
D
Dadacılık : Dadaizm; 1.Dünya Savaşı sıralarında, 1916’da Fransa’da, şair Tristan Tsara tarafından bir akım
haline getirilen, savaşın kahredici acı sonuçlarıyla başaçıkabilmek için, çocukların en ilkel konuşuş hecelerini
bir araya getirerek, psiko-sosyal bir savunma olarak dil ve resim sanatlarıana aksetmiş, alaycılık, herşeyi hor ve
aşağı görme, değerleri hiçe saymayı esas alan bir psiko-sosyal davranış. 1920’lerden itibaren yavaşlamaya,
izlerini silmeye başlamakla beraber, 21. y.y.’ın bu günlerinde tekrar canlanacağa benziyor.
“BÖCEKLERLE SOLUKSUZ SAVAŞ
<Jackstraws-Mikado’nun
Çöpleri’nden>
---------------------------------------------İntikal halindeki minik dadacılar(*),
Kurnazsınız, çok da nüktedan.
Ender yaşadığım sakin anlarımı
Mahvediyorsunuz, şekilden şekle giriyorum
Yakışıksız bir delilik nöbetinde
Elimde terlikle uzanırken ardınızdan.”
(*) Dadacı: Hayata karşı müstehzi, alaycı, kuralları hiçe sayan
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
Dadanmak : Alışkanlık ya da çıkar ereğiyle bir kimseyi sık sık ziyaret etmek, şu ya da bu şekilde aşırı
kullanmak
“Can alacak noktayı bulmak budur işte: Komşularımızdan Belyavski adında yakışıklı, zengin bir herif
vardı, bizimkine göz koyduğu için eve dadanmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:210)
“Meryem artık düşünsel yaşamı sevmiyor. Marta artık etkin yaşamdan hoşlanmıyor. Leah kısır, Raşel
tensel açıdan bakıyor her şeye, Cato genelevlere dadanmış, Lucretius kadınsı olmuş. Her şey, çığırından çıkmış.
O günlerde, Tanrı’ya şükür, üstadımdan öğrenme isteğini ve yollar engebeli de olsa varolan doğru yol
duygusunu öğrendim.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:35)
“Köşk sahibi bayan, donuk bakışlarını belediye başkanı üzerinde dolaştırarak: ‘Ne istiyorsunuz?’ dedi.
‘Ne istediğinizi biliyorum, fakat buna olanak yok! Zavallı rahipçiğimizi öldürmüş olan serserinin çocuklarıyla
ilgilenemem. Oğlan da buradaymış! Şu haline bir baksanıza. Hem ben onu tanırım; kiraz ağaçlarına dadanmıştı.’
”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:10-11)
“Ben, bu Neriman’ın köşke dadanmasındaki nedeni sezer gibi olmuştum. Galiba bizim budala kuzeni
gözüne kestirmişti. Evlenmek için mi? Zannetmem.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:37)
“Bacaklarım titreye titreye ayağa kalktım. İlk iş olarak, ‘eşşek’ adlı anamın burcu burcu çiçek kokan
memelerine dadandım. Birkaç kez acemi acemi çekiştirebildim. Anam beni emzirmek için ötemi-berimi
dişleriyle kaşıyordu. Ama, bende hal kalmamıştı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:87)
“I (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine? 4 eylül 1844)
---------------------------Akşam, mumun alevinde,
Tıpış tıpış cıvıldardı.
Kızarmış çama dışardan,
Pervaneler dadanırdı.”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“PRELÜD : Düşüncelerimin
üstünde bir gölge asılıydı.
-----------Düşüncelerimin üstünde bir gölge asılıydı,
Issızlık diyelim, ya da düpedüz terk edilme.
Hiçbir tanıdık şekil kalmadı benimle,
Ne ağaçların hoş görüntüleri,
Ne denizin, gökyüzünün, yeşil kırların rengi;
Ama insanlar gibi yaşamayan devasa,
Güçlü şekiller usul usul kımıldanıyordu
Gün boyu kafamda,
Geceleri ise dadanmıştılar rüyalarıma.”
(William Wordsworth<1770-1850>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.11.09)
“Zar zor bir yıl geçirir Hesse, derken bu okul deneyimi de fiyaskoyla sonuçlanır. İçkili lokallere
dadanır Hesse, sağda solda sürter, ona buna borçlanır, ne var ki, pek sevdiği tavanarasındaki odasında gece geç
vakitlere kadar oturur.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:36)
Dadı : Eski Osmanlı konaklarında, çocukların bakıcısı ve refakatçısı hanım
“Küçük Hanım etrafına bakındı ayrı ayrı yokladıktan sonra:
-Sokak dar, kapanık, pencereler sık kafeslerle sıvama örtülü. Ev değil mezara benziyor. Büyük sözüme
tövbe, ben burada oturamam. Ruhuma sıkıntılar basıyor. Haydi kalk dadı, beraber bir parça sokağa çıkalım. Seni
arabaya bindireyim, hava alırsın, için açılır.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358)
Dağa çıkmak : Eşkıya olmak
“Bazı işlere karışmak zorundaydı. Buna da razıydı. Başka bir felaket çıkmasın, kimse kendisine
dokunmasın, herhangi bir sebepten gene dağa çıkmak zorunda kalmasın.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:106)
“Ali Safa Bey geldi yanına oturdu. Sakalını okşadı:
‘Aman Abdi Ağam sen bu kasabayı yaktıracaksın. O arzuhaller ne öyle? Hükümet bir ordu
gönderecek. Günah değil mi bizim kasabamıza? Yazık değil mi? İki sütsüz dağa çıkmış diye adı kötüye mi
çıksın?’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:374)
Dağarcığında bir şeyler olmak, Dağarcığını doldurmak : Bilgi birikimi olmak
“LAUREL - Senin de dağarcığında bir takım laflar vardır ya! Hiç mektup alıyor mu? Gözetliyor
musun onu?
MAITLAND - Kimi?
LAUREL - Bizim Dük’ün kızını canım. Ücretli arkadaşımızı.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:46)
“Her gün, kitaplardan ya da konuşmalardan ‘dağarcığını doldurabilecek bir takım yeni fikirler’
toplamaya dikkat etmekte, kendi kendini eğitmektedir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:169)
Dağarcığında nesi varsa tükenmek; Dağarcıkta bir şey kalmamak : Bilgisi, sermayesi, söylenecek sözü
bitmek
“MEZARCI - Böylece atışma bir saat kadar sürdü. İki rakip, şarkı konusunda memleketin en güçlü iki
adamı oldukları ve dağarcıkları tükenmez gibi göründüğü için bu durum bütün gece sürebilirdi.”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:138)
“Bu sözler, La Vernaye’e, kibar iltifatı olarak dağarcığında nesi varsa hepsini unutturuverdi; belleğini
yitirtti sanki..”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:116)
Dağ başı; Dağbaşında yaşamak : Köy ya da bir kasabada, şehirden uzakta yaşamak; Issız, az mekanlı bölge
Birileri kabaca, hakaretamiz, tacizkar davrandığında, etraftan biri diyebilir: Yavaş ol, sinirlerine hakim ol,
burası dağ başı değil!
“-Beyim, bu dağın başında sabah akşam dişlerini fırçalamak neyine gerek.
-Beyim, bizde saçlarını kadınlar tarar.
-Beyim, geceleri, sabahlara dek mırıl mırıl ne okuyup duruyorsun? Seni büyü yapar sanarlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:21)
“Peki Rana, sen şimdi git bakalım, bir çaresine bakarız!...
-Nasıl çaresine? O sulu oğlan, ya kızı yolda çevirip pataklar, yahut yaralarsa?...
-Burası dağ başı mı yahu, hiç böyle şey olur mu?
-Ey, olur, olur! Neler oluyor ki... Zaten onun sarhoşluğu çok çamurdur. Ona sebep, sana çok
yalvarırım; bir zaman ne Emine seni görsün ne de sen Emine’yi!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:268)
“Koca Ahmet aldığı parayı har vurup harman savurmazdı. Zaten nereye harcasın? Dağ başı... Gezdiği
bölgenin hastalarına ilaç, öküzsüzüne öküz, fıkarasına unluk alırdı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:68)
“O zamanlar için bile dağ başı sayılabilecek Sarıyer sırtlarında, gayet ağaçlıklı ve kuytu bir yerde,
akşam vakti gene öyle ‘full makyaj’, ayağında yüksek topuklu ayakkabılar, gerdanı salkım saçak inci-boncukla
dolu, hafif bir dekolte giysiyle otostop yaparken kaçırılmış.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:302)
Dağ bayır dolaşmak : Çok gezegen olmak, seyahat etmek; Üzüntüden ortalıktan kaybolup Doğa’da dolaşmak
“Günlerden beri dağ, bayır dolaşan genç avcı, uçsuz bucaksız Ren Vadisi’ne bakan çorak tepede
durdu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:51)
“Ertesi gün odasından çıkmak istemeyen Giulio, prense haber gönderip Petrella’ya dönmek üzere izin
istedi ve kendisini birkaç gün görmemesini rica etti. Fakat, prensin ve askerlerinin ortadan kaybolduğu haberini
getirdiler. Prens, gece on üçüncü (Papa) Gregorio’nun öldüğü haberini almıştı; dostu Giulio’yu unuttu, dağ bayır
dolaşıyordu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:135)
Dağdağa (açmak, içinde yaşamak) : Problem, sorun; Kavga, patırdı gürültü, mücadele, ya herru ya merru
içinde yaşanan bir hayat biçimi
“HAKİM - Ben kalbe önem vermem Miss Madrigal. Adaleti yerine getiririm. (Masaya dönmekte olan
Mrs. St. Maugham’a.) Yüzümdeki her çizgiyi hayat değil, yasa çizmiştir.
Mrs. St. MAUGHAM, oturur. - Delikanlı, eskiden olduğu gibi gene hep bu işlerin içine
sürüklenmek... Hep dağdağa içinde yaşamak...”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:77)
“‘Papazın işine gelmedi; arası çok geçmedi, gelip olur olmaz şeyler sordular, olur olmaz ricalarda
bulundulkar, başıma türlü dağdağa açtılar. Her yıl fukaraya iki üç yüz frank dağıtmak istedim; yok bunu bir
takım papaz kurumlarına vermeli imişim, razı olmadım, türlü hakarete uğradım.’ ”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5)
Dağdağa : Telaş, patıırdı, telaş
“Bayram dağdağası yavaş yavaş dindi, balonun açılışı yaklaştı. Pek çoğu güzelleşmek üzere evlerinin
yolunu tuttu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:51)
Dağılmak : Çözüşmek, dikkat ya da konsantrasyonu azalmak, düzeni bozulmak
“Üç ay önce, Fontaine Komutan Strathmore’un eşinin onu terk etmek üzere olduğu haberini almıştı.
Strathmore’un akıl almaz ssatler boyu çalıştığını ve baskı altında dağılacakmış gibi göründüğünü söyleyen
haberler de almıştı.”
(D. Brown, “Dijital Kule”, sa:267)
Dağlamak : Kızgın bir metal (demir) ile bir yarayı sağıltmak, bir hayvanı markalamak; Acısı yüreğine işlemek
“... sitem ettiğim için saldırıya geçip bu huyumun kötü olduğunu, gereksiz yere büyüttüğümü söylüyor.
Ama beni en üzen şey, benim için çok değerli olan bir şeye önem vermemesi oldu. Ve benim yüreğimi dağlayan
bir şeyden böyle önemsizmiş gibi söz edişi...”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:59)
“Türküler Vardır...
Dağkızı 2
-----------Ah, benim gibi çılgın atlarım, gözler gibi kaçak atlarım,
Kanın lavı dağlıyor yüreğimi, kar ile örtün işitimimi!
Varsın tahrik etsin havanın fırfırları burun deliklerimi,
Koparsın dişlerini saçlarıma karışan mısır püsküllerini!”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“Aphrodite’ye Yakarış
“Ey tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite
Ulu Zeus’un düzenci kızı
yalvarırım yüreğimi acılarla dağlama!”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:55)
Dağlara taşlara : Aman nazar değmesin, ‘dağlara taşlara tık tık’, tüm dünya tanıktır onun çok iyi bir insan
olduğu konusunda
“-Öyle ama, kadınların gölge sahibi olmaları çoğunlukla kötü sonuç verir.
Bu konuşmaları duyan prenses Myahkaya birden seslendi oturduğu yerden:
-Dağlara taşlara... Çok iyi bir insandır Karenina. Kocasını sevmiyorum ama, ona bayılıyorum.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:262)
Dağlar kadar (ayrım, fark olmak) : Çok, pek çok (Nitelik bakımdan fark olmak)
“ROSINA - Doğrusunu isterseniz, şu berbat evle yazlıktaki köşk arasında dağlar kadar fark var.
COSTANZA - Fark şundadır ki, öbürünü ben kendi zevkime göre döşedim bu evse kocamın yaban
dehasının eseridir.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:89)
“Bu kadınsı geleneklerle Fransız ordusunun umulmadık gelişinin verdiği derin heyecanlar arasında
dağlar kadar ayrım vardı. Kısa zaman sonra yepyeni ve coşkulu davranışlar beliriverdi ansızın. 15 Mayıs
1796’da bütün ulus o zamana değin saygı duyduğu şeylerin hepsinin son derece gülünç, kimi zaman da iğrenç
olduklarının ayrımına vardı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:17)
Dağ taş mal bırakmak : Kırlık yörede bir sürü tereke (miras) bırakmak
“Bir ana babadan doğmuşlardı. Kendi talihsizliği yanında kız kardeşininki... Nefise’nin ikinci kocasıydı
bu. İlki de bunun gibi, hatta şimdi konduğu tarlaların anlı şanlı ağasıydı. Gözlerini yumunca karısına dağ taş mal
bırakmıştı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:96)
Dah; Deh : Yüklü eşeğe, ata ya da çift süren öküze ‘Haydi gidelim!’ çağrısı
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
--------------Tarlana çabuk git, yitirme zaman;
sabanı zorluyorsa taş gibi toprak
öküzlere darıl... Uzaklaşarak
sis çekilip, güneş göründüğü an
biraz olsun dur,
çok derin bir ah
hal ahval budur;
Dah...
Dah, öküzüm, dah!”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
Daha : Henüz, şu anda
“Babası Tahsin Ağa’nın karısı, ilk çocuğu olan Meryem’i doğururken öldüğü, ikinci karısı da kısır
çıktığı için yıllar boyunca başka çocuğu olmamıştı. Daha sonra evlendiği Döne ona arka arkaya iki bebe vermişti
ama onlar da çok küçüktü daha.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:21)
Daha anasından doğmamış : Bk.: Anasından daha doğmamak
Daha bıyığı sakalı çıkmamak : Daha çocuk olmak, delikanlı olup askere gidecek ya da evlenecek yaşa
gelmemek
“-Evlenmek mi? Sen ha, olacak iş mi bu İsmail?
-Neden olmasın? Ben üç aydır yavukluyum bile. Bu kez iyi ürün olursa mutlaka evleneceğim.
-Daha bıyığın, sakalın çıkmamış. Daha on beş yaşına bile basmadın. Şu boyuna bosuna ba k.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:65)
Daha bir fırın, çok ekmek yemek : Bir şeyi başaramayanlara yapmaları gerektiği söylenen şaka sözcükleri
“Ama sonuçta, gelişme sürecinde yalnızca bir sonraki aşamaya varmış olduğum çıktı ortaya. Her
zamanki gibi dolambaçlı ve kurnaz davranan Usta benden çok ilerdeydi, kendimi afili biri sanıyordum, ama öyle
olana kadar daha çok fırın ekmek yemem gerekti.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:61)
“Walker oyun üsütüne oyun kazandı ve spnunda kazandıklarını keyifle cebine attı:
‘Beni yenmek için daha bir fırın ekmek yemek gerekir, Mac. Benim kağıt oyunlarına doğal bir
yeteneğin var.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:49)
Daha doğrusu : Gerçekte
“Ezra’nın annesi Çinli’ymiş zaten; ama, Bn. Ezra’nın hoşuna gitmeyen bir şey olduğu için, evde kimse
bundan söz etmezdi. Kadını avutan bir şey vardı: Oğlu David, babasından çok kendisine, daha doğrusu kendi
babasına benziyordu. ‘Babama çekmiş.’ derken büyük bir kıvanç duyardı. Oğluna dedesinin adını da koymuştu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:11)
Daha iyisi, dahası can sağlığı : Bundan daha iyisi olmaz
“BRIGHELLA, yavaşça Florinda’ya (Gondol’daki şarkı faslından sonra.) - Memnun oldunuz mu?
FLORINDO - Çok, çok memnun oldum.
BRIGHELLA - İyi söylediler mi?
FLORINDO - Daha iyisi can sağlığı.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:11)
“-Tanrı’nın yazgısı, Senyora...
-Tanrı’nın yazgısı açık, aydınlık olur, oysa bu sorun karanlık. Öteki olasılığı da kafanızdan çıkarın. O
baba olmak için doğdu, ben de anneanne olmak için!
-Daha!
-Dahası can sağlığı!”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:116)
Daha neler (neler) : Öyle şey olur mu yahu; Oo, daha ne bilmediğiniz şeyler var
“Daha neler neler,
Maydonozlu köfteler.”
(Halk tekerlemesi, Anonim)
“Sıcak bir haziran sonu. Güneş var. Kuzeyin güneşi parlak ya, yine de Akdeniz güneşinin en küçük
gölgeleri silen, yorulmaz gücü yok gibi onda. Alandan terminale değin yürünerek gidilecek. Ve bir şarkı çalıyor
uçaktan iner inmez. Lili Marlene. Yok, daha neler! Bu kadarı da tuhaf doğrusu.”
(Füruzan, “Yeni Konaklar”, sa:25)
“-Daha başka Tula?
-Daha neler neler. Yavuklu olmaya hevesliymişsin, doğru değil mi bu? Yoksa Tanrı seni ne diye
bunca güzel yaratmış?
-Alay ediyorsun ha!”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:19)
“Tabii savcıya anlattığı öykü de inanılacak gibi değildi: yok bir erkek onu baştan çıkarmış, sokaklarda
işsiz gezerken çocuğunu besleyemiyormuş, daha neler! Fakat topluma bir öernek gerekiyordu. Duveyrier
duruşmayı tereyağından kıl çeker gibi ustaca yönetmişti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:149)
Daha olmadı : Üstüne üstlük; hem de, bir de
“Kadınlar Portekizce konuşuyor, durmadan erkeklerden yakınıyor, bağıra çağıra tartışıyor, çalışma
saatlerini protesto ediyor, işe geç geliyor, patrona dikleniyor, kendilerini dünya güzeli sanıyor ve beyaz atlı prens
hikayeleri anlatıyorlardı; buldukları prensler ise genellikle uzak yerlerde yaşıyorlardı ya da evliydiler, daha
olmadı parasızdılar ve kızların sırtından geçiniyorlardı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:44)
Dahası (var) : Dur, bekle, daha bitmedi; daha çok söylenecek şey (var)
“Bu konuda kararlı olduğunu kanıtlamak için de, Sophie’ye eğer kendisi herhangi bir nedenden dolayı
sözünde duramazsa bütün müsveddeleri getirip bana teslim etmesini söylemiş. Ben onun yapıtlarının
koruyucusuymuşum ve onlara ne olacağına karar vermek benim bileceğim işmiş, böyle demiş. Dahası, bu arada
ona bir şey olacak olursa, müsveddeleri hemen bana vermesini ve benim gerekenleri yapmama karışmamasını,
hatta kitap ne kazanırsa yüzde yirmi beşini benim almamı istemiş.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13-4)
“Bir gün, yine böyle, kağıdım önümde, kulağımda kalem, dirseğim masaya yaslı, elim şakağımda,
yazacağım şeyleri düşünürken, arkadaşlarımdan biri çıkageldi; aklı başında bir adamdı; beni böyle düşüncelere
dalmış görünce, nedenini sordu; ona açıkça, Don Quijote için bir önsöz yazmam gerektiğini, fakat bu iş epey
zoruma gittiği için önsözden, dahası bu asil şövalyenin serüvenlerini yayımlamaktan vazgeçmek üzere
olduğumu söyledim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:6)
“Dahası yeni evimde ertesi gün hayata hüzünle alışmaya çalışırken, pijamalar giydirilerek, el bebek gül
bebek yatırıldığım öğle uykusundan uyandıktan sonra, Pamuk Apartımanı’ndan edindiğim bir alışkanlıkla,
evdeki hizmetçiye ‘Emine Hanım, gel beni kaldır, giydir’ diye buyurduğumda beklenmedik bir şekilde
terslenmem beni sarsmıştı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:86)
“Celile’nin bu yanında yaşayan köylüler, Nasıralı bir adamın, ancak Tanrı’nın lutfu olabilecek bir takım
güçlerle etrafta gezindiğini yaydılar, dahası adam bunu reddetmiyordu, halk arasında böyle bir adam
belirmesinin yersizliğien ve sebepsizliğine rağmen, halk yaşadığı bolluktan istifade etmeye çabalıyor, hiç soru
sormuyordu. Simon ve Andreya böyle düşünmüyordu tabii, Zebedi’nin oğulları da, ama onlar İsa’nın dostları ve
canından olmasından korkuyorlar. Her sabah uyandığında İsa sessizce soruyordu, ‘Kim bilir, belki bugün,’ bazen
yüksek sesle soruyordu bu soruyu, Mecdelli Meryem onu işitiyordu, ama bir şey söylemiyordu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:312-3)
“S. ANTIPHOLUS - Sevgili Bayan, -zira sizi hangi adla çağıracağımı bilmiyorum; benimkini de nasıl
bir mucize ile öğrendiğinizi de anlayamadım.- ..... Fakat ben, ben isem çok iyi biliyorum ki ağlayan
kızkardeşiniz karım değildir. Onun yatağına hiçbir saygı ve sevgi borcum yoktur. Hatta, hatta dahası var: Asıl
sizin için bir ilgi, bir bağlılık duyuyorum.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:47)
“Tüm sevgililer abartır ve Peter Claire de bir istisna değil. Beni sinirlendiren, Emilia ve kendisini
‘kralın karısıyla ayrılmasının karanlık gölgesinin’ masum kurbanları olarak görmesi, dahası, eğer ben olmasam,
beraber mutlu ve tarlakuşları kadar özgür olacaklarına inanması.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:324)
“Titreşim, garip bir biçimde, ‘Hayır’ der gibiydi, bu yetmez (Unutmayın ki burada insan ruhunun en
karanlık dışavurumlarıyla uğraşıyoruz); dahası, bu boşluğun, bu anlaşılmaz ihmalkarlığın ne anlama geldiğini
sorarmışçasına sorgulayıcı bir havaya bürünüyordu; o kadar ki, sonunda zavallı Orlando nedenini hiç anlamadan
sol elinin yüzük parmağından fena halde utanır oldu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:158)
Dahi : Deha sahibi; erişilemeyecek yükseklikte zeki insan, yaratıcı
Bk.: Deha
Dakik; Dakiklik : Dakikası dakikasına, tam zamanında; Bunu harfiyen uygulayan, her yerde tam zamanında
‘Bing Bang’ gongunu vururken tam zamanında var olabilme
“‘..... O zaman buraya gelmek için yola çıktığınızı anladım, kocamı arayıp çocukları yedirmesini
söyledim, ben de sizi beklemek için burada kaldım. Belki farkında değilsiniz ama zili saat tam yedide çaldınız.’
‘Öyle anlaşmıştık,’ dedim. ‘Saat tam yedide burada olacağıma söz vermiştim. Dakikliğim babanın
hoşuna gider diye diye düşünmüştüm.’
Rebecca, hüzünlü bir sesle, ‘Eminim, hoşuna giderdi,’ dedi.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:124)
“Nancy salon kapısına doğru davranınca sert bir tavırla ekledi. ‘Hayır, onu çağırmana gerek yok. Ona
akşam yemeğinin kaçta olduğunu söyledim ve şimdi bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak. Dakik
olmayı hemen öğrense, iyi olur. Aşağı indiğinde, mutfakta yalnızca ekmek yiyip süt içebilir...’
‘Peki, hanımefendi.’ ”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:48)
Dakika kaçırmamak : Hemencecik, hiç vakit kaybetmeden
“MARCELLUS - Ey, o şey bu gece yine gözüktü mü?
BERNARDO - Ben bir şey görmedim.
MARCELLUS - Horatio bunu kuruntumuza veriyor. Bize ikidir görünen bu korkunç hayalete
inanmaya bir türlü razı olmuyor. Ben de, bu gece gelip dakika kaçırmadan bizimle beraber nöbet beklemesini
rica ettim.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:7)
Dakikası dakikasına; Dakik davranmak, olmak : Tam zamanında olmak
“Cimriliğimi örtbas etmek için cömert gibi göründüğümü, akılsız oldğum halde ihtiyatlılık tasladığımı,
içimde bastırdığım öfkelerime yenik düşmemek için uzlaşıcı olduğumu, sırf başkalarının vaktini ne kadar az
umursadığım anlaşılmasın diye dakik davrandığımı da anlatmıştım.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67)
“‘Günaydın, baba.’
‘Gerçekten de, Dorothy,’ dedi papaz anlaşılması güç bir şekilde (takma dişlerini takana kadar sesi hep
boğuk ve ihtiyar çıkardı), ‘sabahları Ellen’ı yatağından çıkarmak için çaba göstermeni diliyorum. Ya da senin
biraz daha dakik olmanı.’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:11)
“<Ibsen> Başkalarında dakik olmamayı hoşgörmezdi; kendisi de dakikliğe özen gösterir, treni kaçırma
korkusu yüzünden istasyona hep çok erken giderdi. Para konusunda da titizdi; kazancını kuruşu kuruşuna
kaydeder, tedbirli yatırımlar yapar ve tutumlu yaşardı.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:131)
“Üç aydan üç aya elli frank parayı yalnız Delhomme’un getirdiğini, hem de, dakikası dakikasına, belki
yirmi defa anlattı. Buteau hem geciktiriyor, hem de getirdiği paradan tırtıklamak istiyordu.. Nitekim, bu taksit
zamanı geçeli on gün olduğu halde, daha onun gelmesini bekliyorlardı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:282)
Dalamak : Kurt, köpek gibi hayvanların ısırığı ya da sert, kaba kumaş ya da dikenli çiçek ve çalıların cildi
tahrişi
“Bahar Yağmuru
<Azer Yaran’a Saygı>
--------------------Taşta su birikintileri. Gözyaşıyla dolu.
Gırtlak gibi geçkin güller, dalayan
Nemli elmaslarda. Islak kırbacı
Mutluluğun üzerlerinde, kirpiklerinde, bulutlarda.”
(Boris Pasternak<1890-1960>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.10.05)
Dalap Arap kısrağı gibi : Çok şehvetli, önüne gelenle yatan.
“Erkeksiz de duramam, demiş.”
“Duramaz o.”
“Dalap Arap Kısrağı gibi o.”
“Bir köyün bütün erkeğini elinin altından geçirir de bir gecede.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:112)
Dalaş; Dalaşa dalaşa; Dalaşmak : Tartışma, münakaşa, ağız kavgası yapmak; sözle atışmak
“Yaşlı Büyükannenin Düşü
--------------------------------Bağıırtılar beni kusturan.
Savaş gemileri cirit atıyor bulanık
yüzler arasında. İnsanlar ağız
dalaşında.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“Zaten buraya gelinceye kadar, hatta son günlerde, belki de bugüne kadar babamla aramızdaki şu para
dalaşmasına akıl erdiremedim. Neyse, cehennemin dibine gitsin, bunların sözünü sonra ederiz.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:169)
“O zamanlar bedenimin her bir köşesi, gençliğin harcanmadan kalmış enerjisiyle fıkır fıkır kaynıyordu.
Arkadaşlarla dalaşıyor, akla hayale gelmedik kavga dövüşlere girişiyordum; okulda en iyi güreşen, en iyi
beyzbol oynayıp koşan, herkesten iyi kürek çeken biri olmak gururumu okşuyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:26)
“Tam o anda, ilkbahar güneşinden yararlamak için prispa’ya çıkmakta olan gencin anasına:
-Bana mı surat asıyor; diye sordu alçak sesle.
-Suratı size değil, bana, diye karşılık verdi iyi yürekli ana. Dün akşam döndüğünden beri dalaşıyoruz.
Ah, ah, şeytan çocuklar! Çocuk isteyenin aklı yok...”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:6)
“Calinus <Eski Yunan hekimi Galen(os), M.S.131-201>, bir ahmağı gördü: Bir danışmanın yakasına
sarılmış, saygısızlık ediyordu. Dedi ki:
‘Bu adam gerçekten bilgin olsaydı, işi bir cahille dalaşacak duruma getirmezdi.’
‘Akıllılar birbirleriyle dalaşmaz
Bilgin olan akılsızla uğraşmaz...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:163)
Dalavere; Dalavere çevirmek (döndürmek) :
yapmak; İşin püf noktası, can alıcı hüneri
Karanlık, şaibeli işler çevirmek; Hile hurda, yalan dolan
“Eskicizade’nin dişlerini platin yaptırdık. O bana İstanbul’da bir iş buldu. Ateşkesimi ilan edildi.
Kendisi memlekete döndü. Ara sıra yine ismini işitir, dalaverelerini duyar, servetinin hesabından dem vurulurdu.
Fakat çokluk yanna uğramazdım.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:31)
“Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden .
Onun için dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir. Onun ustası İstanbul’da bir tek
elektrikçi idi. Bir Alman’dı. Ali’yi çok severdi, işinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:10)
“Öyle ya, iki gözüm Padişah’ım hiç böyle şeyler ister mi? Hep etrafındaki adamlar onun kuruntularını
körüklüyor. Kimbilir ne dalavereler var? Gözlerini toprak doyursun, ne rütbeye, ne nişana, ne paraya
doyuyorlar!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:200)
“Ne korkunç bir yüzü ve açık kanatlarıyla, insana yere değiyormuş sanısını veren ayaklarıyla ne zalim
bir görünüşü vardı!..... Üzerinde bulunduğumuz köprüden:
-Malebranche’lar! (Fr.: male=kötü, branche=dal, pençe, özel isim olarak, cehennemdeki tüm ‘kötü
pençeliler, yani zebaniler’) diye seslendi. İşte size Santa Zita (Gerçekte, Lucca şehrinin azizesi)
kodomanlarından (halk idarecilerinden) birini getirdim! Hele şunu atın dibe! Ben yine oraya gidiyorum; iş mi
istersin, tümen tümen! Bonturo’dan (Lucca’nın meşhur dalaverecisi) başka herkes dalavere ile meşgul; para
hatırı için ‘hayır’, ‘evet’ oluveriyor orada.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:236)
“SONSÖZ TASLAĞI
------------------------Bombalar, hançerler, yengiler ve şenliklerin,
İç karartan varoşlarınla
Dayalı döşeli konakların hep,
Bahçelerin, ah-vahlarla, dalaverelerle dolu,
Dua kusan tapınakların müzik halinde
Çocuk mutsuzlukların, kocakarı oyunların çılgınca,
Bezginliklerin.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:325)
“LOMOF - Ay sol bacağım tutuldu... Siz de dalavericinin birisiniz... Ay kalbim!.. Seçim zamınında
yaptığınız rezaleti bilmeyen yok... Of. Gözlerim yanıyor... Nerede şapkam?
‘NATALYA STEPANOVNA - Aşağılık! Şerefsiz! Murdar herif!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:24)
“-Tanrım, Tanrım! Acaba oraya mı gitsek?
-Nereye?
-Şu Babınitsın mı ne; işte ona...
-Hayır, olmz...
-Niçin?
-Eee, elbette giderim; ama, ben malımı bilirim; beni görünce o zaman hanım başka bir şey söyler;
dalaverecinin biridir o, onu bilirim!”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:23)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------yarından itibaren
Haçik’in dükkanındaki zulada
birkaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip
birkaç kase dalavereli Pepsi cola içtikten sonra
ve birkaç ya Hak ya Hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra
mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler
ve lay lay lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:59)
“Ertesi hafta, Aşağı-Britanya’da, bir handa Bourais’nin öldüğü öğrenilmişti. Bir intihar söylentisi ortaya
çıkmış, adamcağızın dürüstlük ve doğruluğuyla ilgili kuşkular doğmuştu. Nitekim, Bayan Aubain hesaplarını
yeniden gözden geçirince onun zimmetine para geçirmek, gizlice odun satmak, sahte makbuzlar düzenlemek gibi
bir yığın yüzkarası dalaveresini öğrenmekte gecikmemişti. Üstelik, yasa dışı bir çocuğu ve ‘Dozuléli bir kadınla
ilişiği’ olduğu da anlaşılmıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:43)
“VITTORIA - Öyleyse neye söylemedin ?
CECCO - Bağışlayın. Neredeyse serseme döndüm. Bu sabah ne çok dalaverenin döndüğünü bir
bilseniz?”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:23)
“Jeff Peters:
-Daha önce de söylediğim gibi kadınların dalaverecilikteki yeteneklerine hiçbir zaman
inanmamışımdır. Kadına en masum dolandırıcılıkta bile ortak olarak güvenmek doğru değildir, dedi.”
-Bu iltifatı hak etmişlerdir. Namustan yana sağlam olduklarını söyleyebiliriz, yanıtını verdim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:11)
“ ‘Bu şekilde dalaveralarla efendim, yüzbinlerce metreküp orman kesilip yok edilmiştir. Ormancılar
bunu kabul etmiş midir? Hayır. Onlar da mücadele etmişlerdir bununla. Bu ağaçları kesenler mahkemeye
verilmiştir.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:66)
“HARPAGON -... utanmıyor musun ananın babanın bunca alın teriyle biriktirdiği serveti har vurup
harman savurmaktan?
CLEANTE - Ya siz utanmıyor musunuz böyle dalavereli işlerle adınızı lekelemekten, para isitif
etmeye doymak bilmeyen hırsınızla, şerefi, namusu hiçe saymaktan.....
HARPAGON - Defol, edepsiz, gözüm görmesin seni.”
(Moliere, “Cimri”, sa:64)
“JONES (Alaylı alaylı burun çeker) - Ben senin gibi ödlek değilim... Ağaçlarla dostum... Hem ay da
bedir halinde olacak... beni aydınlatır..... Uğraşacakları adamın Vaftizciler Mezhebinin seçkin üyelerinden birini
olduğunu bilmiyor musun? Yataklı vagonlarda hammal iken başım derde girmeden önce öyle idim ya.. Putatapar
dalaverelerini bir denesinler bakalım...”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:31)
“MÜZİK
---------Askeri bandomızıka orta yerde durur,
Çatlak, cırtlak ezgiler ve sallabaş kelleleri...
-En öndeki sıralara kodamanlar kurulur,
Noterin kafasında vergi dalavereleri...”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
“Bu el çabukluğu dalaveresi başarılı oldu: Ölümü, şan ve şeref kefeni içine sardım; yalnızca şan ve
şerefi düşündüm ve ölümü aklımdan bile geçirmedim; ikisinin bir tek ve aynı şey olduğunu da hiç düşünmedim.
Şu satırları yazdığım sırada, önümde yaşanacak pek az zaman kaldığını biliyorum.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:144)
“Bu, Mösyö Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti. Mesleklerinin bir olması, ahbaplıklarının çabuk
ilerlemesine sebep oldu. Mösyö Vitalis’in hükumette görülecek işleri, memlekette çevrilecek birçok dalavereleri
vardı. Bu Genç Türk’e mal bulmuş mağribi gibi sarıldı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:195)
“Soyluluk diyorsun. İzin ver de bir şey sorayım sana: Vronski’nin ya da başka birinin soyluluğu, ona
beni küçük görme hakkını veren soyluluğu aslında nedir? Sen soylu sayıyorsun Vronski’yi, ben saymıyorum.
Bence, babası bir hiçken çeşitli dalaverelerle kendine bir yer edinmiş, annesi de Tanrı bilir kimlerle düşüp
kalkmış bir insandır Vronski...”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:333)
“Bütün önemli hareketlerinin, en budalaca atılımları kadar en başarılı dalaverelerinin de, hiçbir zaman
kafasında yaptığı bir hesaptan değil, her zaman birdenbire patlak veren bir ruh halinden kaynaklandığına
‘Hatıralar’ında belki yüz kere rastlayabiliriz.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:50-1)
Dal budak salmak; Dal dal olmak; Dallanmak budaklanmak : Ağaç gibi dallanıp büyümek, genişlemek,
yayılmak
Bk.: Dallı budaklı
“... kapının yanında, derin kemarlerin altında, bazan onları hem destekleyen hem de süsleyen ince
sütunların arasındaki boşlukta yer alan pervazların, bazan da her sütun başlığının sık yapraklarının üstünde
yontulmuş, oradan da çok kemerli gümüşsü tonoza doğru dal budak salarak uzanan, bakması ürkütücü ve orada
bulunmaları ancak parabolik ve alegorik güçleri ya da ilettikleri ahlak dersiyle haklı çıkarabilen başka görüntüler
gördüm.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:74)
“Dışardakilerin meraklı bakışlarını kesmek için kenarlara bir örnek dikilip gereği gibi büyümüş, dal
budak salıvermiş salkım, aylandoz, atkestanesi gibi gölgeli ağaçlarla orta yerlerde yer yer gururlu çınar, kavak,
manolya, salkımsöğüt ağaçlarını..... fazlasıyla gönül çekici bulursunuz.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:29)
“HELENA -... Zira ben, kutsal ödevimin gereği Cythere’in mabedini ziyaret etmek üzere, bu eşiği
üzüntüsüz bir halde bıraktığım ve fakat orada Phrygia’lı bir haydutun peşine düştüğüm günden beri o kadar çok
şeyler oldu ki, bunları insanlar anlata anlata bitiremiyorlar. Lakin öyküsü böyle dal budak salarak bir destan
haline gelen, bunları işitmek bile istemiyor.”
(J.W. von Goethe”, Faust”, Cilt:II, sa:180)
“Anlatılanların gazetenin ‘Aramızdakiler’ sütununa sığmayacak kadar dal budak sardığı ortadaydı. Akıl
hastalıkları uzmanı olsam bu anlatılanları ilginç bulabilirdim. Fakat canım iyice sıkılmıştı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:89)
“Söylentiler dallanıp budaklanınca Andreas’ın tutumunu daha iyi anladığını sanmıştı. Andreas yalana
sapmadığınaa, inandığını söyleyip inanmadığını söylemediğine göre resimler karşısında tapınmanın puta
tapıcılık diye görülmesi gerektiğine inanıyordu. Puta tapıcılığa da kötü bir şey diye bakıyordu.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:27)
“ ‘.... biz hemen çoraplarımızı çıkarır, sırt üstü yere yatar ve çıplak tabanlarımızı dövüştürürdük. Hiç sesimiz
çıkmazdı; ben gözlerimi yumarr, Emine’nin sıcaklığının, tabanlarından benim tabanlarıma geçtiğini, yavaş yavaş
dizlerime, karnıma, göğsüme doğru çıktığını, içime dolduğunu hissederdim; o anda öyle bir haz duyardım ki,
bayılacağımı sanırdım. Kadın bana, bütün hayatım boyunca, bundan daha kekre bir haz vermemiştir; kadın vücudunun
sıcaklığındaki sırrı hiç bir zaman bu kadar derinden hissetmemiştim ve şimdi, yetmiş yıl sonra hala gözlerimi yumar,
Emine’nin sıcaklığının tabanlarımdan bütün vücuduma, bütün ruhuma yükselerek dalbudak saldığını hissederim.’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:41)
“Bu arayı yol yol işlemişler. Bu ara Çukurova... Ne derler? Çok eskiden bir adam elindeki değneğini
toprağa sokunca, değnek yeşerivermiş, dallanıp budaklanmış. Dünyanın en bereketli topraklarından biri.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:84)
“Başka biri olsaydı, ‘kökler’den söz ederdi... Benim sık kullandığım bir sözcük değil bu. ‘Kök’
sözcüğünü sevmem, imgesinden daha da az hoşlanırım. Kökler toprağa gömülür, çamurun içinde kıvrılıp
bükülür, karanlıklarda dal budak salar; daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder...”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:9)
“SARMAŞ DOLAŞ
<Epik Şiirler, 1902>
----------------------bu yüzden son mekanımız bu ıssız sahil oldu...
O bir çınar olup çıktı, ben yanında Kartopu;
O ki beni dal dal sardı, ben onu bedenimle.
İki gerçek aşık kalbi ayırmaz ölüm bile...”
(Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.02.06)
“Korkuluk
Acımasızca çakılmış duruyor
tarlanın ortasında günbegün
gözü kuşlarda ancak konan yok
Hiçbir zaman çaputlarına.
Kim bilir ne düşünüyor: dal budak
yetişir gövdemden, çiçekler açar
mis kokulu yuvalar kurar
ilkbaharda kuşlar...”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“T K
<1956>
Atlarla. Uzun bacaklı evrensel atlar
Bunlarla gelişiyor sevdamız anlatılmaz
Çocuklarla, kuşlarla, ağaçlarla.
Büyüyen, uçan, dal budak salan.
Yalnız aşkta rastlanan o seçkin nokta.”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:55)
“Ağaç, 1588 yılı içinde onu ilk gördüğü günden bu yana büyümüş, daha gürbüzleşmiş, daha bir
dallanıp budaklanmıştı, ama hala altın çağını yaşıyordu. Küçük, keskin tırtıllı yaprakları hala dallarının üstünde
olanca gürlükleriyle titreşiyorlardı. Kendini yere atıp altında bir omurgadan çıkan kaburgalar gibi sağa sola
uzanan ağacın kemiklerini duyumsadı. Dünyanın sırtına bindiğini düşünmek hoşuna giderdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:210)
“ ‘... ve ne kadar sınırlı nitelik taşısa da, ben şu sıra böyle görüyorum sanatı; sanat uzayıp giden, çok
yönlü, kıvrım kıvrım bir yola benzer; öyle bir yol ki amacı kişilik denen şeyi, sanatçının ben’ini öylesine
eksiksiz, bütün dallanıp budaklanmaları kapsayacak gibi, tüm ayrımlaşma ve bölünmelerine kadar tam
mükemmellikle dile getirmek, böylece sanatçının ben’inin sonunda adeta bir makaradaki iplik gibi tümüyle
çözülmesini ve bütün kurdunu döken ben’in bir alev gibi yana yana sonunda sönmesini sağlamaktır.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:120)
Dal dal : Parça parça, kısım kısım, uzantılı, ayrık
“AĞAÇSIZ KÖY
------------------Bayırdan inince dal dal akşam,
Fakirlik, kimsesizlik bir kez daha artar.
Kara toprak sevmemiş bizi be,
Göndermemiş bir muhabbet, göndermemiş.
Bayırdır inince dal dal akşam,
Dal dal olduğum anlatamam.”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:345)
Daldan dala atlamak (konmak) : Tutarsız bir şekilde iş, eş ya da arkadaş değiştirmek; konuşuken, ilgili
olamayan başka konularda dolaşmak
“Ondan sonra daha bir hayli konuştuk, hemen hemen bir saat kadar daldan dala atlayarak sohbet ettik.
Vietnam ve giderek yayılan savaş karşıtlığı, New York’la Paris arasındaki farklar. Kennedy suikastı. Küba ile
ticareti engelleyen Amerikan ambargosu...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:14)
“Bununla birlikte serseri ruhla yaşadığı geçmişini anımsatan bu dengesizliğe yeni, temel bir özellik
damgasını vurdu. Yeri, evi, işi ne olursa olsun - Istrati yaşamın içinde daldan dala atlarken bir amaca dört elle
sarıldı: Fransızca öğrenmeye.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:20)
“Corcoran silahı koltuğunun altında, dişi kaplanın arkasından, bomboş kitaplıkta sezdirmedem avına
yaklaşıyordu. Vahşi ormanın sık çalılıkları çevresinde hemen yerlerini alıyorlardı; ta uzaklara ağaçlar dikmiştim;
maymunlar daldan dala atlıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:182)
“... Bir değişimin olması kaçınılmazdı, dedi kendi kendine, yoksa Babacığımın sakalıyla Anneciğimin
örtüleri uzadıkça uzardı, kilometrelerce. Şimdilerde damadı, sinekkaydı tıraş oluyordu. Kızının bir buzdolabı
vardı... Kafam nasıl da daldan dala atlıyor, diyerek toparlanmaya çalıştı. Aslında demek istediği, düzen tıkır tıkır
işlemiyorsa değişimin mutlaka gelip çatacağıydı.... Değişmezlik, Tanrı katına özgüydü.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:150)
“Kalan sürede Thelma bir yığın eski malzemeyi tekrarladı: Matthew’ye karşı duygularından, bunların
transferans olmadığından, Matthew’nun ona hayatının en güzel günlerini vermiş olduğundan söz etti. Bitmez
tükenmez bir vızıltıyla daldan dala atlayarak konuşuyor, üstelik her şeyi bana ilk kez söylüyormuş gibi
söylüyordu. Onun ne kadar az değişmiş olduğunu ve ne çok şeyin gelecek seansta çarpıcı bir şeyin
gerçekleşmesine bağlı olduğunu fark ettim.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:61)
Dale : Roman dilinde: Baba
(Argo)
“Şopar (Roman çocuğu) ,
Şoparlar oynar hampor...<bir çocuk oyunu>
Dale’min <baba> sırtı kambur,
Ha versin Odel <Allah> sana:
Çil çil altın bir kalbur!...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:38)
Dalga : Söz konusu iş, içinde bulunulan durum; kavil-anlaşma; şey, nesne (Argo)
“Seyislik, şövalyelik gibi dalgalara kafaları basmayan keçi çobanları sessizce yemeklerini yiyor; bir
yandan da, eşsiz bir nezaket ve iştahla, kocaman lokmaları mideye indiren konuklarına bakıyorlardı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:64)
“BİR ADAM - Julie... Kalk da gel bak! (ADAM’ın yanında bir KADIN’ın başı belirir.)
BİR KADIN - Ne oluyor? Polislik ne var?
BİR ADAM - Bay Amédée’nin başı dertte! Amma da matrak iş ha! İyi dalga!
MADO - (AMERİKALI ER’e) Gel, seyret!
MADELEİNE - Yağla tabanlarını!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:143)
“Bizi hep bilirler. Kahvecilikten aldığımız bizi geçindirmedi. Bir efkarlı zamanımda gavur oğlu zihnimi
çeldi. ‘Üç seferde, bir eşek yükü para kazanırız, aptal Türk!’ dedi. Bu dalgada kandisine yardım edeceğim.
Basiretim bağlanmış. ‘Peki’ dedim. Bizde erkeklik var. Bir kere ‘Peki’ dedik mi, bitmiştir.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:336)
“... Gerisi faso fiso... Benim gördüğüm, bu parti dalgası aynalı dalga! Paytoncunun işi iş.. Bu seçimi
kazandık mı, İstanbul’un haracını biz yiyecekmişiz... Kahveye, beyden, paşadan adamlar geliyor ki, dayının
kalantoru, kalontorun finosu... Her biri ipten adam alır kodamanlar...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:119)
Dalgacı : Hiçbir şeyi ciddiye almayan, düşük motivasyonlu, yavaş ve alaycı, tembel
“REQUİEM IV
Eğer sene söylendiyse o dalgacı kız,
Dostlarının gözbebeği,
Çarskoya Selo’nun neşeli günahkarı
Yaşamında bir yeri olurdu-”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:82)
“Çalışkan fakat çok çekingendim..... Aslına tıpatıp uysun mu yoksa kendiliğinden bir sözcük katayım
mı endişeleri içinde vakit geçip giderdi. Bu yüzden, dairede herkesten çok çalıştığım halde yine de bana dalgacı
adını takmışlardı.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:37-8)
Dalga dalga : Dalgalar halinde, dalgalar birbiri ardından gelmek
“Tercüman bu garip soruları Türkçeye çevirdikçe benim kanım dalga dalga tepeme çıkıyor. Ortaya
atılıp her sorguya çekilen köylü yerine cevap vermekten kendimi güç zaptediyorum. Hele köylünün açıkça,
dobra dobra söylemeye başlarken tercümanın, yavaş sesle büsbütün başka şekilde anlatması beni çileden
çıkardı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:185-6)
“Kilise kulelerinden yükselen çan sesleri akşamın çöktüğü kente dalga dalga yayılırken, her evin tahta
kapısındaki yer yer yıkılmaya başlamış tarihi duvarlarının taşlarındaki gizem dolu anılarınızla sizi de
beraberlerinde sürükleyip götürüyorlar.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:15)
Dalga geçmek : Sırtüstü yatıp hayal kurmak; arkadaşıyla alay etmek, şaka yapmak; Sevgi ilişkisinde bulunmak
“Hayatın benle dalga geçtiği ve benim hayatla dalga geçtiğim zamanlar oldu.
Hayal kurmaktan bile korktuğum günler gördüm. Hayallerimi bile aşan günler bazen.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:26)
“‘Dinle kardeş. Burada ne diyorsa onu diyorum. Stillman dün gece ayrıldı. Gitti.’
‘Bu duyduğum en saçma şey.’
‘Ne olduğu umurumda değil. Defter yalan söylemez.’
‘Bir adres falan bıraktı mı?’
‘Dalga mı geçiyorsun?’ ”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:98)
“Dalga mı geçiyorsun?
Ne münasebet. Hangi yıldayız?
İki bin yedi.
Tuhaf.
Tuhaf olan ne?
Çünkü yıl doğru da geri kalan her şey yanlış. Dinle beni Molly...
Dinliyorum arkadaş. Can kulağıyla dinliyorum.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:34-5)
“Ahmet, gözünün kuyruğuyla babasını izliyordu. Babası, saban okunu kaldırmış, eşeğe yardım
ediyordu. Ahmet’in esas duruşa geçtiğini görünce ‘İt!’ dedi içinden. ‘İt oğlu it! Dalga geçiyor benimlen.’
Bozmak istemedi. Eşeği içeri sokup tam önünde durdu. Tepeden tırnağa bir süzdü.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:11)
“Haçça:
‘Bu Fatma’nın kalbi çok saf Bayram!’ dedi.
‘Ne bildin?’ dedi Bayram.
‘Ne bilmesi var mı? Saf olmasa seninle böyle dalga mı geçer? Daha dün kanlı bıçaklı olduk. Evimize
çıkıp gelmesi yetmiyormuş gibi bir de kalkmış seni maytaba alıyor.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:227)
“SU ÇARKI
Bu toprağın büyüklerini
Anlatır bize koçaklamalar.
Yıldızlar gibi çıkarlar
Düşerler yıldızlar gibi
Tek avuntu bu dalga geçme
Yükümlüyüz onları beslemekle
Gelene ağam deriz gidene paşam”
(Bertolt Brecht<1898-1956>-Teoman Aktürel, “Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.07.07)
“Geldikleri kapı dışında başka bir çıkışı olmayan minik bir taş bölmede duruyorlardı. İçerde sadece
tahta bir masa vardı. Tepedeki, tavan fresklerine çizilmiş grotesk figürler dalga geçerek onlara bakıyor gibiydi.
Burası bir çıkmazdı.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:243)
“Yeniden şiire bakan Sophie, ‘Şifre,’ dedi. ‘Eski bir hikmet sözüne ihtiyacımız olduğu belli.’
Gözlerini kırpıştıran Teabing, ‘Abrakadabra olabilir mi?’ diye dalga geçti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:334)
“Onu nasıl tanıdığımı bilmiyorum. Ama onu görmek için evine gittiğimi biliyorum. Bizi görünce,
babasıyla annesi dalga geçerdi.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:105)
“Ben okul kasasını çalmış, dinsel giysiyi atmıştım, Atlas’ı, Yüksek kayaları ve çölü geçtim,
Transsaharienne’in şöförü dalga geçiyordu benimle: ‘Oraya gitme,’ diyordu..”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:33)
“Prometheus, haykırır; ‘Ey adalet, ey ana, çektirdiklerini görüyorsun bana’. Hermes ise onunla dalga
geçer. Bilici olduğun halde gördüğün işkenceyi önceden farketmemiş olmana şaşırdım. Prometheus,
‘Biliyordum,’ der. ‘Bahsettiğin insanlarda adaletin çocuklarıdır. Onlar da, bilecek herkesin acılarını içlerinde
hissederler.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:42)
“Seyis kendisini görür görmez, Trifaldi’yle yüz yüze geldiğini sandı, hemen şövalyeye döndü ve:
‘Efendim, dükün kahyasının yüzü Dolorida’nınkinin aynısı değilse, kalıbımı basarım, ne dersiniz?’ Şövalye,
adamı ilgiyle inceledikten sonra: ‘İlahi Sancho! İki yüzün aynı olması demek, bunların aynı insan olduğu demek
değildir ki!..... Tek yapabileceğimiz her ikimizi de büyücülerden kurtarması için Tanrı’ya yalvarmaktır.’ ‘Dalga
geçmiyorum ben, efendim. Demin sesini duydum, Trifaldi konuşuyordu sandım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:666)
“Okuldan soğumuştu, hatta arkadaşlarından da. Bütün çocuklar onunla dalga geçiyorlardı. “O bize
benzemez,” diyorlardı. Yenilmekten korktuğu için bizimle oyun oynamak yerine oturup denizi seyretmeyi
yeğliuyor.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:14)
“Maria’nın on yedisindeyken tuttuğu günlükten bir bölüm:
‘Eskiden benimle ve masumiyetimle dalga geçerken, şimdi erkekleri bu kadar iyi yönetmeyi nasıl
becerdiğimi soruyorlar bana. Gülümsüyor ve susuyorum, çünkü ilacın acısının kendisinden de beter olduğunu
biliyorum.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:24)
“‘Twer halkının Maria’nın bu hikayesiyle ve hayalet sevgilisiyle nasıl dalga geçtiğini tahmin
edebilirsiniz. Ama ben sana Pavel’den söz edeyim. Pavel bu hikayeyi duyar duymaz gidip kendine güzel beyaz
bir elbise ısmarlamış.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:85)
“‘Aileniz yok mu?’diye soruyor gece hemşiresi Janet, onunla sohbet eden tek hemşire. ‘Arkadaşlarınız
yok mu?’ Hemşire konuşurken burun kıvırıyor, sanki Paul hepsiyle dalga geçiyormuş gibi.
‘Bir sürü arkadaşım var,’ diye karşılık veriyor Paul. ‘Robinson Crusoe değilim. Hiçbirini görmek
istemiyorum, o kadar.’ ”
(J.M. Coetzee, “Yavaş Adam”, sa:19)
“‘Örnek var,’ dedi Boron, ‘Kutsal Kudüs, Vahiy’de Havari Yuhanna’nın düşündüğü gibi. Yüksek
surlarla çevrili, İsrail’in on iki kabilesi gibi on iki kapılı olmalı, güneyde üç kapı, batıda üç kapı, doğuda üç kapı,
kuzeyde üç kapı...’
‘Evet,’ diye dalga geçiyordu Şair, ‘ve Rahip birinden girip öbüründen çıkar ve fırtına çıktığında hepsi
birden çarpar.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:134)
“Arkadaşlarım bir siyahı selamlarkenki saygı ve sıkıntım üzerine bayağı dalga geçtiler. ‘Bir sonrakinde
herhalde Ganj Nehri’nde yıkanmak için koşuyor olacaksın,’ dedi Gertie muzipçe.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:22)
“Hafif utanarak gülmeye başladı, sonra görünmez birtakım yaraları yokluyormuş gibi ellerini yüzüne
götürdü. Ama hemen toparlandı. Hasta evinde dalga geçilmeyeceğini hatırlamıştı.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:103)
“MÜDÜR - Ve ifadesini aldım!
DELİ - İyi gidiyor! Devam.
MÜDÜR - ‘Koçum, hem demiryolcuyum, hem devrimyolcuyum benim’ benimle dalga geçmeyi
bırakın ama yargıç bey!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:30)
“KOMİSER - Özür dilerim doktor, biraz gelir misiniz. Şimdi de daha zırzop şeyler anlatıyor.
Agnelli’yi onun kurtardığını söylüyor. Kişilik bölünmesiymiş, bu hepimizle dalga geçiyor.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:63-4)
“Kendisiyle dalga geçildiğini anlayan Marino büyük bir öfkeye kapılır. Avukata hakaretler yağdırır.
Yargıç yatıştırmaya çalışır Marino’yu. Ama Marino neredeyse ağlamaklı olmuştur. Sonra özür diler, yargıcı
öper.”
(D. Fo, “Marino Sebest! Marino Masum!”, sa:35)
“MAMA - Dalga geçme, dedikoducu! Sen ne olduğunu nereden biliyorsun? Bu bir mucize! Dün
gecenin sabahı mıydı, bu sabahın gecesi miydi, bilmiyorum... Elizabeth, bahçede minik bir kuşun sesini duydu.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:67)
“ROSA - Evet.. Biliyorsunuz Agnelli takımın maçlarını kaçırmaz. Prezarvatitifin içinden..
KOMİSER - Benimle dalga geçmeyin bayan. Eğer beni işletiyorsanız sizi de salamura yaparım, ona
göre..”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:72)
“Hayatı kötüleyenlerden değilim. Acı da çekersiniz, haz da duyarsınız; aldığınız keyif ne kadar kısa
sürerse sürsün hatırladığınız bu olur. Beni sıkmadıkları veya bilgiçlik taslamadıkları sürece filozofları severim.
Kadınları da severim, şişman ve hafifmeşreplerse hele. Her zaman şişman bir metresim olsun istemişimdir, fakat
hiç bulamadım. Benimle dalga geçercesine, hep hamile olmuşlardır.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:12)
“Hastası gittiğinde Dr. Fried..... masasının üzerindeki randevu defterine baktı. Ah, evet, seminer vardı.
Ama sanki bir mucize gibi, daha bir saati vardı. Schumann’ın plakları üç haftadır plak dolabının üzerinde,
açılmamış bir halde duruyordu. Belleğinde Beethoven’in çağrısını duydu. Zaman neden hep bu denli az oluyordu
acaba? Gerindi ve küçük küçük ezgiler mırıldanıp kendi kendisiyle dalga geçerek oturma odasına girdi.
Schumann mı Beethoven mı?”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:143)
“O halde, o halde? O haldesi var mı? Mutlu dul, lüksüne, fantazisine uşaklık edecek yeni bir kısmet
avlayıncaya kadar benim kuzenle dalga geçecek, gönül eğlendirecek...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:38)
“Böylece, gönüllüyle Televes tutukevinden çıkamadılar. Zwiebelfisch de aralarına katılınca, başladılar
sabahtan akşama kadar kağıt oynamaya. İskambilden sıkıldıklarından, ‘Gelin de, şu bizim şiltelerdeki pireleri
temizleyin!’ diye gardiyanlarla dalga geçiyorlardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:427)
“Üstelik bayırlarda, veya yularlarından bağlandıkları kazıkların dibinde bekleşen kovboy atları zaman
zaman Sam’ın midillisiyle dalga geçmiş olacaklardı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:258)
“AMEDEE - (Kızmış) Bu koşullar altında çalışmak öyle sanıldığı kadar kolay değil. Bir de
ilerleyemeyişime şaşarsın. Sonra da bana çıkışırsın. Çalışamam, çalışamam! Bir aydının çalışması için gerekli
ortama sahip değilim.
MADELEINE - Peki, şimdiye kadar niye dalga geçtin öyleyse? Zaten senin çalışma hevesin hep son
dakikada uyanır!
AMEDEE - Hiç de değil!...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1 - ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’ ”, sa:54-5)
“... benim dalgın bir çocuk olduğumu bilirdi ama kendi düşlerine dalıp suyuna dönen balık gibi büyük
kuyruk vuruşlarıyla karanlıklarına daha da saplandığında benim dalgınlığımı da unuturdu, dalga geçmeme kızan
babamdı yani Reşit o istemezdi dalga geçmemi o engel olurdu bir köşede sessiz oturmama dayanamazdı...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:101-2)
“ ‘Gelecek cumartesi ne bahasına olursa olsun çıkacağım,’ dedi Köle. ‘Kaçmak zorunda kalsam bile.’
‘İyi,’ dedi Alberto. ‘Ama şimdi, Paulino’ya gidelim. Her şeyden bıktım. Kafayı çekmek istiyorum.’
‘Sen git,’ dedi Köle. ‘Ben koğuşta kalacağım.’
‘Korkuyor musun?’
‘Hayır, ama benimle dalga geçmelerinden hoşlanmıyorum.’
‘Kimse dalga geçmeyecek seninle. Gidip kafalarını çekeceğiz. Biri sana bulaşırsa, suratını dağıtırsın
biter. Hadi kalk, gidiyoruz.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:132)
“Akşamın daha geç bir saatinde, aileden kalma bir söylenceyi daha anımsadım ve tam onu Luis
Domingo’ya anlatacakken, geri adım atıp sustum. Öyküyü düpedüz inanılmaz bulmasından, dahası benim ona
inandığımdan kuşkulanırsa, beni de biraz küçümsemesinden korkuyordum. İkimiz de akıldışı şeylerle ve onların
meraklılarıyla dalga geçerdik her zaman.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:19-20)
“PANTOLONLU BULUT’tan
<Giriş>
Pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatmış
semiz bir uşak gibi
pinekleyen düşüncenizi,
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim,
dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dili.”
(Vladimir Mayakovski<1893-1930>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:88)
“Nitekim Alice ilk 45’liklerinden birini bu eski sevgilisine adamıştır: ‘Her başarılı kadının ardında
şaşkın bir adam vardır’ adlı bu ironik şarkıda kendiyle dalga geçer. Alice, bunca yıl niye zaman yitirmiş
olduğunu soranlara, ‘Hep şu Allahın belası kilise korosu yüzünden,’ diye yanıtlamıştır.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22)
“Artık elli yaşını geçmişti ve hala trajik hikayeler yaşamaya pek müsaitti. Tennessee Williams’ın
oyunlarını iyi biliyor olmak, insanı, onun kahramanlarının sonunu yaşamaktan korumaya yetmeyebilir. Allahtan
mizah duygusu vardı Sinan’ın, kendiyle dalga geçmeyi biliyordu.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443
“Yolda benden başka pek kimse yoktu. Erkekler 8.21 trenini kaçırmamanın telaşındaydılar, kadınlar ise
gazocaklarını yakmanın. Eğer etrafı kolaçan etmeye vaktiniz varsa ve ruhsal durumunuz da uygunsa, bu
sokaklara girip çıkmak ve buralarda yaşanan hayatlarla için için dalga geçmek gibi bir istek duyarsınız.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:15)
BÜLBÜLLER ÖTÜYOR
Batı Park bülbüllerine atanmıştır.
-------------------------------Kendimle dalga geçercesine
saygıyla selam verip balıklar meclisine
dedim ki:
-İzninizle, bir şiir okuyabilir miyim size?”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
“‘Evet, bugünkü derse kadın vücuduyla başlıyoruz,’ diye devam etti Holmes.
En ön sıradaki utangaç bir delikanlı olan Alvah Smith kızarıp bozarınca arkadaşları onunla dalga
geçmeye başladı. Smith profesörün dersi doğrudan anlattığı yarım düzine zeki öğrenciden biriydi.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:55)
“Nice acımasız akşamları borçlu olduğum zavallı kardeş! ‘Tutkuyla yapmıyordum bu işi. Dalga
geçmiştim güçsüzlüğüyle. Benim hatam yüzünden yine sürgün ve kölece bir yaşama dönebilirdik.’ ”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:70)
“DENİZE AĞIT
-----------------Ey Deniz, mahkumiyetimizle dalga geçiyorsun,
Sensin düşmanlarımızla işbirliği yapan zalim gardiyanımız.
Kayalar anlatmıyor mu sana burada işlenen cürümü?
Mazlum Küba’nın başına gelenler hatırlatmıyor mu sana öykülerini?”
(İbrahim er-Rubeyş; “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:84)
“Bugün yine çadırımda arkası üstü yatıyor, dalga geçiyordum. Agah Usta, karagöz gibi başını içeri
uzattı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:162)
“Fabrice bir keklik palazı <yavruluk’tan ergenliğe erişmiş keklik> ayağa kalktı, asker ürktü.
Kahramanımızın gözünden kaçmadı bu ve bir an hafif süvari rolü oynama zevkine kapıldı.
‘Bu atlardan biri benim, anlıyor musun?’ diye haykırdı. ‘Ama, onu buraya kadar getirme zahmetine
katlandığın için sana beş frank vereceğim.’ Asker:
‘Sen benimle dalga mı geçiyorsun?’ dedi.
Fabrice altı adım öteden adama nişan aldı: ‘Atı bırak, yoksa ateş ederim!’
Askerin tüfeği de çaprazlama omzunda asılıydı, silahını eline almak için omzunu şöyle bir oynattı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:83-4)
“Hiç duymamazlığa gelerek, su neredeyse göbeğime gelinceye kadar ilerledim, şu aptala bak, uyur gibi
yapıyormuş, diye düşündüm, şimdi de kalkmış benimle dalga geçiyor.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26)
“Osman Ağa çok şaşmış gibi gözlerini kırpıştırarak Kamil Beyin yüzüne baktı:
-Dalga mı geçiyorsun hemşerim? Bu ağızlarla bizi mantara bastıramazsın. Bu yollarda gezesin de ,
barbut bilmeyesin!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:121)
“Senin anlayacağın, bankada ne tür bir çalışmanın geçer akçe olduğunu öğrenmiştim. Fakat bizim
serviste bankanın güpegündüz dalga geçen ve hiç kimseyi sallamayan bir memuruna hayret etmekten kendimi
alamıyordum. Giyinişinden hali vakti yerinde, hatta zengince bir genç olduğuna şüphe yoktu.”
(C. Sıtkı Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
“-Tuzsuz denizler de varmış baba.
-Tuzsuz denizler de mi varmış? Göl denir onlara yavrum, göl. Tuzsuz deniz okutmadılar lisede. Belki
şimdi vardır, bilemiyorum. Çünkü denizin topu suyla tuz. Bu kerata dalga geçiyor galiba benimle.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:13)
“ ‘Yetki sözcüklerini, onları söyleyenler çürütüyor. Beyaz, incir ağaçlarıyla gölgelenmiş, çocukların,
çıplak çocukların, tozlar içinde yayıldıkları, şarapla gerilmiş keçi derilerinin içki evi kapısına asıldığı bir yoldan
inen, bu ürkek, üzünçlere kapılmış, yaralı, ölü gibi sararmış biçimlerle, bu acıklı dinle, dalga geçerim ben, vız
gelir bunlar bana.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:27)
“Sevgili Fritz; Haftalardır Annem de ben de senden bir haber alamadık. Bugünlerde ortadan kaybolman
senin için hiç de iyi değil. Senin şu Rus maymunun, etrafa seninle ilgili yalanlar saçıp duruyor. Senin ve o
Yahudi Rée’nin olduğu ve sizin dizginlerininizi elinde tuttuğu o ahlaksız fotoğrafı herkese gösteriyor ve
kırbacının tadından çok hoşlandığını söyleyerek seninle dalga geçiyor. O resmi geri alman için seni uyarmıştım,
hayatımız boyunca bize şantaj yapacak! Her yerde seninle alay ediyor, yanındaki o gayri meşru aşığı Rée de ona
katılıyor.... Biricik ablan, Elisabeth”
(I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:102)
“Kendi nefretlik bedenine pek az kıymet veriyordu ve bu alçakça tecavüzü özel bir durum olarak
göremeyecek kadar çok aşağılanma tecrübesi olmuştu ama gömleği, yeşil eteği ve önlüğü yırtılmış, üstüne üstlük
bu şerefsizler pahalı küfesini de parçalamışlardı. Karmanyolacıları derhal ihbar etmek üzere şehre dönmeyi
düşündü ama şehirdekiler olsa olsa onunla dalga geçecekler ve <kimse> ona yardım etmeyecekti.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:240)
Dalgası bozulmak : Fikir düzeni, düşüncesi bozulmak
“Karacaoğlan’ın yurdu yuvası ormanlardı. Geldi geleli ormandan çıkmıyordu. Tek başına, yalnız. Birisi
yanına varsa, dalgası bozuluyor, onun yanından kalkıp ormanın derinlerine gidiyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:108)
Dalgasını bulamamak : Yetersiz ya da hiç uyuşturucu madde (Morfin, heroin, kokain) kullanamayan alışmış
kimsenin bulunduğu ruh hali
“Yeni müdür geldi geleli ceza evi ısrarla afyonun sokulmaması yüzünden, iki adem baba’nın ikisi de
harmandı, yani esrar içemiyor, afyon atamıyor, dalgalarını bulamıyor, krize tutuluyorlardı ki, bunu da arada ceza
evi revirinden uçlanabildikleri ‘Lavdanom’la (Lavdonom: İshallerde kullanılan, az miktarda morfin içeren damla)
geçiştirmeye çalışıyorlardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:290)
Dalgaya düşmek : Bir ruh haletine dalmak, özellikle mahzun olmak; Dalgınlıkla unutmak (Argo)
“Razlığa gidecektim. Demek bu geceki milli şenliği orada görecektim... Hemen giyindim. Giyinirken,
otelcinin getirdiği sütlü kahveyi bir yudumda içtim. Tekrar deminki garip ve mahzun dalgama düştüm.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:233)
“-Mahpusa güldü- Aklında mı, bir gün Osman Ağa sallasırt ettiydi de, cebren bahçeye çıkarttıydı?... Birdenbire bir şey hatırlayarak ceplerine saldırdı. Tuu...Dalgaya düştük ağabey! Cigara vermedik...
-İstemez, şimdi attım.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:91)
Dal gibi : İnce ve uzun yapılı kimse
“B. REİSİ - Ne tuhaf rastlantı, onu da hatırlıyorum. Vak’a aynı yıllarda oldu. Yalnız öyküde ufak tefek
farklar var. Babanın adı Mustafa değil İbrahim, buna karşın büyük oğlanın adı da İbrahim değil Mustafa.....
Babana söğüt İbrahim derlerdi. Dal gibi bir adamdı. Ne oldu, kim bilir... ”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:88)
“Kardeşi hala derin bir uykudaydı. O zayıf, dal gibi vücuduyla boydan boya uzanmış yatıyordı. Hele o
çirkin, solgun yüzü ablasının kalbine o kadar dokundu ki gözyaşları kirpiklerinin ucuna kadar geldi. Kardeşine
şimdi kim bakacak?”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:79)
Dalına basmak : Asabını bozmak, zayıf noktasına ağırlık koymak, kızdırmak, baskı koymak
“Suvenir, hemen ellerini arkasına atar, korkuyla mırıldanırdı: ‘Nasıl isterseniz, hanımefendi, nasıl
isterseniz.’ İşi gücü kapıları dinlemek, dedikodu etmek, en çok da başkalarını alaya almak, onların dalına
basmaktı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21)
Dalına binmek : Bir kimseye bir işin yapılması konusunda ısrar etmek, başına musallat olmak
“Neden bize bir haber uçurmadın? Bak işte, buna içerledim. İnsan bir haber uçurmaz mı? ‘Şipşak,
göreyim seni!’ desen yeterdi. Herifin dalına binerdim. Biz öldük mü yahu? Beğenmedim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:92)
Dalıp (dalıp) gitmek : Çok dalgın ve düşünceli olmak
“Augustine’in dalgınlaşmasına, evin bütün kurallarına boyun eğmekle birlikte, gidip bir saksı çiçekle
işaret koymak için odasına çıkmasına, göğüs geçirmesine ve dalıp dalıp gitmesine karşın hiç kimse, annesi bile,
işin farkında olmadı.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:48)
“Az sonra Memet çocuk onların yanına geldi. Yusuf hiç konuşmalara katılmıyor, küçücük, bir avuç
kalmış diken diken sakallı yüzünü kaşıyarak düşünüyordu. Bir düşleme içinde olduğu her halinden belliydi,
dalmış gitmişti.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:95)
Dalkavuk; Dalkavukluk etmek : Yalakalık eden, yavşayan, daima birinin arkasını sıvazlayan kimse;
Yalakalık etmek, yaranmak için elinden gelen her şeyi yapmak
“Artık hiç sevmiyorum o güvercinleri!.. Beleşçi yaratıklar, asalak, çıkarcı, dalkavuk! Bir avuç yem
serpeceksiniz, yiyecekler. Göbek şişirecekler, köşe bucak aramadan öpüşecekler, yol ortasında ayıp işler
becerecekler.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Ağustos Pazarı”, sa:42)
“ ‘Her vicdanı sızlatan hileyi insan kendisine güvenenlerle güvenmeyenlere yapılabilir. Hilenin bu
ikinci şekli, doğanın verdiği sevgi bağlarını sadece koparmakla kalır. Bu nedenle mürailer, dalkavuklar,
büyücüler, kalpazanlar, hırsızlar, haram yiyiciler, sefahat düşkünleri, devleti soyanlar ve daha buna benzer bir
sürü aşağılık yaratıklar inlerini ikinci dairede kurarlar.’ ”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:160)
“ÇUBUKOF -... Ben sinirli bir adamım, buı konuyu artık bırakalım. Siz, katiyen, özellikle avcı
değilsiniz.
LOMOF - Ya siz, avcı mısınız? Siz de ava yalnız konta dalkavukluk etmek, dalavere çevirmek için
gidiyorsunuz... Ay kalbim!.. Siz bir dalaverecisiniz!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:34)
“Mektup biraz da o topraklarda hüküm süren erdem üzerinde durarak devam ediyordu, her ziyaretçi
Tanrı sevgisiyle karşılanıyordu, hiç yoksul yoktu; hırsız, soyguncu, hasis, dalkavuk yoktu. Hemen ardından
Rahip, dünyada bu kadar zengin ve bu kadar çok kulu olan hiçbir hükümdar olmadığını söylüyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:154)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------yarından itibaren
kendimi 678 devre için kadife kaplı bir makamda
toplanma ve geleceği garantileme meclisine
ya da hamdü sena meclisine
sarsılmaz bir güvenle
konuk edebilirim
zira ben
kültür-sanat-dalkavukluk dergilerinin bütün içeriğini okurum”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:60)
“Nazmiye, kötü bir yaratıktır. Okulu onun şerrinden kurtarmak için başvurularda bulundum, çok
uğraştım. Fakat beyhude. Onu yerinden oynatmak mümkün değil. Çünkü mutasarrafından (Sancak yöneticisi),
alay beyinden, tabur imamlarına kadar hesapsız koruyucuları var. Nazmiye buradan giderse kibar hanımlarakim
dalkavukluk edecek? Büyük memeurların gece eğlencelerinde kim ut çalacak?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:314)
“Atatürk’ün yaptığı iş, en aşırı dalkavuklarının pehpehlerinden çok ötedir. Ne yazık ki, Amerika’yı
keşfettiğinin farkında olmayarak ölen Kristof Kolomb gibi, Atatürk de, Üçüncü Dünya’yı açtığının farkında
olmayarak aramızdan ayrıldı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:13)
“Bir de ötede beride avukatlık ve arzuhalcilik ederek ve köylülere, ‘kaleminden kan damlar’ yollu bir
izlenim vererek onlardan habire para sızdıran Alyanak Nazif’in oğlu Kamil vardı. Babası, dalkavukluk
okulundan birinci çıkmıştı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199)
“Uluslara hayran olmamı mı istiyorsunuz? Hangi ulusa, söyler misiniz lütfen? Eski Yunanlılara mı?
Atinanılar, geçmişin bu Parislileri; o zamanın Coligny’si olan Phokion’u öldürüyor ve tiranlara dalkavukluk
ediyorlardı; Anakephorus, bir seferinde Pisistratos hakkında, ‘Adamın sidiği arıları çekiyor.’ demişti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:149)
SEÇİM KOROSU
-----------------------Tenor: Hemşerilerim!
Beni başkanınız seçerseniz
Ustaları olacaksınız
Dalkavukluk sanatının.”
(Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06)
“İkinci olarak da aynı adamlar, gerçeksiz ve başarısız olarak herkesten üstün sayarlar kendilerini. Başını
kaldıran ve alçakgönüllü diz çöken bir dalkavuk karşısında duyduğumuz zevk doğal ve sahici bir zevk midir?”
(Th. More, “Utopia”, sa:101)
“MÜZİK
---------Ve sonra tefeciler gözlüklerine gizlenmiş,
Göbekli koca işyarlarla şişko karıları,
Dalkavuklar efendilerinin yanında sinmiş
Hepsinin üstünden akıyor bayağılıkları.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
“Sen aklıma taç oldun: kandırdı mı beni, ne,
Dalkavukluk adlı şu hakan kemiren veba?
İnansam mı gözümün doğru söylediğine
Sana olan aşkım mı tılsım verdi acaba.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:114, sa:269)
“ ‘Hiç kimseye dalkavukluk etmek istemediğim için şu noktayı gizlemeyeceğim. Hücresinde, San Paolo
gibi, yerden birkaç ayak yükselmiş olarak pek çok kez görülen ve bu garip durumda, sırf Hakkın yardımıyla
duran Monte Cavi manastırındaki keşişlerden bir kutsal kişi, Campireali senyörüne, soyunun kendisiyle
söneceğini, iki çocuğu dünyaya geleceğini, ikisinin de kazada öleceklerini haber vermişti.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:27)
“Suvenir, yarı sığıntı, yarı dalkavuk, herkesin aşağı gördüğü bayağı bir adamdı; tek sözcükle söylersem,
çanak yalayıcıydı. Ağzının bir yanında hiç diş yoktu. Bu yüzden buruşuk, küçük yüzü bir yana eğilmiş
görünüyordu. Durmadan oraya buraya seğirtirdi.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
“Daha gece on haberleri bile okunmamıştı, ama Jim Beam şişesini neredeyse boşaltmıştı. Bourbon’un
ona yalnızlığına katlanma gücünü verdiğini hissediyordu. İçinden bir ses, her şeye boş verip kendini tutmayı
elden bırakmasını söylüyordu. Düşündüklerine hiç itirazı yoktu. İçindeki sesin düşündüklerine. Öyle olsun.
Hepinizin kellesini uçuracağım. Hemen değil. Sonra. O zamana kadar size dalkavukluk edeceğim.”
(M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:188)
Dallı budaklı : Yeşerip dal budak salmış, dallar halinde çıkıntılar yapmış; Birçok alternatif içeecek şekklilde
büyümek; Büyümek, genişlemek; Açılmak
Bk.: Dal budak salmak; Dallanıp budaklanmak
“... ve dağ eteklerinin kapkara çöllerinde cılız koyunlar birer damla ot peşinde, boş yere koşuyorlardı.
Bir tutam yeşillik, bir yığın çalılık göze çarpmamakta idi. Ortalığı kaplayan boşluk içinde hayal meyal beliren
ağaçlar, dallı budaklı birer sopadan farksızdı.”
(A.J. Cronin, “Citadel”, sa:7)
“Ilık güneş ışığının ve yan pencereden gelen hafifçe kirli olmasına karşın tatlı esintinin etkisiyle
gevşeyip uyukladım. Kuzeyde Cévennelar’ın etekleri parlıyordu. Uzes’e ve Pont du Gard’a giden dallı budaklı
uzun yol ağı üzerinde ilerliyorduk.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:424)
“KORO - En azgın dalgaları bile yatıştırabilmesi için, biz Neptün’e iç dişli bir yaba yaptık. Fırtına
ilahı dolgun bulutları gökyüzüne gerince, bunların korkunç gümbürtüsünü Neptunus karşılar. Yukarda dallı
budaklı şimşekler çakarken, aşağıda da dalgalar, köpükler biribirini kovalar.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:168-9)
“Daha sonra yanına bir gazeteci çağırarak ‘hımmm’ın gerisindeki yorumu iletti.
-‘General Ludlow’la görüşüp mümkünse bundan dallı budaklı bir hikaye çıkartmanızı tavsiye ederim.
Elmas masalları artık kimsenin ilgisini çekmiyor ama bu, yerleri silen hizmetçi kadın tarafından bir gazete
kağıdına sarılı olarak koridor muşambasının altında bulunacak bir irilikte bir parçaymış...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:213)
“Dallı budaklı kocaman bir ağaca benzeyen bu Rus (Tolstoy), evren içinde ayrı bir evren olan bu adam,
kendi Moskova toprağına kök salmıştı.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:255)
Dalmak : Bodoslamasına (suyun) içine atlamak; Bir an için, sanki rüya görür gibi düşüncelere, anılara
gömülmek, gerçekten uzaklaşmak
“<Yusuf> Bir telaşla açtı gözlerini, uyuya kaldığını ve ustabaşının işaretini kaçırdığını sanmıştı, ama
aslında sadece bir an için dalmıştı, ahbapları hala yanı başındaydı, bazısı sohbete kaptırmıştı kendini, bazısı tatlı
tatlı uyuklamaktaydı, sanki merhametli ustabaşı bugün işçilerin huzurunu bozmamaya kararlıydı, daha işaret
falan vermemişti.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:86)
Daltaşak :
Vücudu çırılçıplak ve erkeklik torbaları açıkta (Argo)
“İçerde daltaşak yatıp da, utançlarından dışarı çıkamayanların sayısını, kaç erkek, kaç kadın
olduklarını, kaç metre şalvarlık, fistanlık , gömleklik, donluk, ne kadar pazen, ne kadar işliklik alacaklarını,
renklerinin ne olacağını bir bir yazdırdı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”,Cilt:2, sa:109)
Dalyan gibi : Boylu boslu (kadın ya da erkek)
“ANNE - İnsan vücudunu deşebilecek her şeye lanet olsun. Dalyan gibi, filinta gibi bir erkek.”
(F.G. Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:3)
Dam; Dama girmek, gitmek : Mapusane, ağ, tuzak; Mapusa gitmek, hapishaneye girmek
“... Emme ben de eyi korkuttum ha! ‘Öldür ulan beni!’ dedim. ‘Öldür de gir dama! Benim oğlum da
çeksin senin karıyı alsın!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:64)
“Haraba kul olduk bezm-i Adem’de
Abad olsak da bir, olmasak da bir
Düştük çare nedir dame alemde
Azad olsak da bir, olmasak da bir”
(Harab: Issız, yıkık; Bezm-i Adem: İnsanlık meclisi;
Dam: Tuzak, ağ, hapishane; Azad olmak: Serbest bırakılmak)
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:674)
Damağı çağ olmak : Tad duymak, zevk almak
“Olsun deminiz, olmasın gamınız, hayra dönsün serencamınız. Bir dahaki hikayeyi daha güzel
söyliyelim. Dinliyenlerin damağı çağ olsun.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:90)
Damak tadı, zevki : Yiyecek ve içeceği, özellikle şarabı bilerek seçen, gurme sahibi kimse; Normalde, kararlı
tuz ve baharatıyla alışılagelmiş bir şekilde pişirilen taamdan alınan haz
“.....ne var ki, içinde bulundukları koşullarda en büyük sorun, akar su ve elektrik olmaması, havagazı
olmamakla birlikte evlerde ateş yakmanın çok tehlikeli oluşu, dolayısıyla da tuz, yağ ve baharat bulunsa bile eski
damak tadı iyi kötü yakın bir yemek pişirmeye olanak bulunmayışı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:232)
“Şehvet konusunda böylesine bir devekuşu midesiyle, insanın damak zevki gelişmiş, incelmiş biri
olamayacağı, yalnızca açgözlü ve obur bir insan olarak kalacağı açıktır. Bunun içindir ki, Casanova tarafından
sevilmek için özel bir tavsiye gerekli değildir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:62)
Damarına basmak : Birinin üzerine gitmek, duyarlı olduğu bir konuda ısrarla onu kızdırmak
“ ‘... Evinin önüne ev yapmaya kalktılar da sen bile kudurdun bak! Kendin pek mi yüreklisin aslında?
Yüreğe bakmaz o! Yürek diye bir şey yoktur! Damarına basarsan herkes yüreklenir, herkes Bolu beyine kafa
tutan bir Köroğlu kesilir.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:150)
“Direktör, ‘Sen reddedemezsin,’ dedi, ‘Ama ben ederim.’
Ağzından çıkan kelimelerin gürlemesi Rachel’a, ona ‘Serdengeçti’ denmesinin başka bir nedenini
hatırlatmıştı. William Pickering ufak tefek bir adam olmasına karşın, damarına basıldığında siyasetin içinden
deprem dalgası gibi geçebilirdi.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:30)
“Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla şap! Şap! diye tapu senedi
damgalarcasına, adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince, Kocadağ
düştü. Patavatsız taşlar kuştüyü kesileceklerine, kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Bırakılmış Bir çiçek”, sa:81)
“Nedime Hanım, karşısındakinin damarına basmayan bir yumuşaklıkla gülümsedi:
-Elbet! İster istemez...
-Her gidişte, ağlıyorsunuzdur.
-Nerede? Mahpushanede mi? Hayır, ağlamıyorum.
-İnanmam. Ağlanmaz mı?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:144)
“Rudin, ateşli, yiğit ve yaşam dolu bir adamdı. Onuruna dokunulmadıkça soğuktu; ve çekingen bile
sanılabilirdi. Ama damarına basınca, küplere binerdi.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:103)
“-Ya benimkiler?
-Seninkiler mi Caridad? Seninkiler ayı beyininki gibi!
-Çok güzel! Teyze de daha iyisini söyleyemezdi!
-Ama Ramiro’da Rosa’nın dediği eksikler yok ki. Ne kendini beğenmiş, ne bencil, ne de ilgisiz.
-Öyleyse senin dediğin gibi ne diye damarına basayım?”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:141)
“Hayvan henüz çok genç ve toydu; biraz eğitilip sahibine alıştıktan sonra herkes onun ne kıymetli bir
safkan olduğunu görecekti. O heyecanlandıkça çevresindekiler daha da çok damarına basarak kızdırıyorlardı.
Aldatıldığını, yanlış ata para yatırdığını söyleyerek onu kışkırtıyorlar, deliye döndürüyorlardı.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa: 367)
Damarlarındaki kan(ı) donmak : Korku ya da heyecandan, sanki kanı donmuş gibi kaskatı kesilmiş hissetmek
“ ‘Doktor Bey, damarlarımdaki kanın donduğunu hissediyorum. N’olur bırakalım bu provayı. Eğer
sınırlarımızı aşarsak, Tanrı bizi affeder mi?’
‘Peki Helaine, seansımız bitti. Kilisede yaptığımız bu provadan ben çok memnunum. Eğer daha sonra
da tedirginliğin devam ederse, Pazartesi sabahı ofisime bir telefon ediver.’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Prova”, sa:112)
Damarlarında piliç kanı olmak : Ürkek, korkak, cesur olmayan
“Sırtımda bir üşüme duydum. Bayan Renard habire yineliyordu: ‘Sen adam değilsin, sen adam değilsin.
Damarlarında piliç kanı var.’ ”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:32)
Damat beyler gibi süslenmiş : Olağanüstü itina ile giyinip kuşanmış erkek
“Az sonra koltuğunda tüfek, ava çıkmaya hazır bir halde Glahn aşağı indi. Düşünceli görünüyordu,
selam vermedi. Ama üstüne başına çekidüzen vermiş, tuvaletine her zamankinden çok dikkat etmişti. Damat
beyler gibi süslenmiş! diye düşündüm.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
Damat traşı : Damat olunurken yapılan sinek kaydı traş; böylesine özenle yapılan traş
“BERBER - O zamanlar Hazer Bey’in berberiydim, Mustafa Bey’in ilk traşı benim elimden çıkmadır.
Hazer Bey’in damat traşını, Mustafa Bey’in ilk traşını, hem damatlık traşını, Kasım ile Nasır Bey’lerin ilk
traşlarını, gene Kasım ile Nasır Bey’lerin damatlık traşlarını ben yaptım.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:38)
Damdan düşercesine; Damdan düşer gibi : Hemenceci,; sırasız, yersiz, birdenbire, hazırlanmadan
“Laf olsun diye bekçiye sordu:
‘Bu sakal işine bir çare bulamadı gitti cavırlar, he mi Mustafa?’ Bekçi:
‘Damdan düşer gibi!’ diye düşündü. Sonra, ‘Alaman’ın kıralı bulmuş’ dedi.”
(F. Bayburt, “Yılanların Öcü”, sa:143)
“ ‘Böyle konuştuğunuz için utanmalısınız,’ diyor Neçayev. ‘Pavel İsaev bizim yoldaşımızdı. Ailesi
yokken biz ona aile olduk. Siz yurtdışına gidip onu burada bıraktınız. Onunla ilişkinizi kopardınız, ona bir
yabancı oldunuz. Şimdi damdan düşer gibi ortaya çıkıyor, dünyada sahip olduğu tek gerçek akrabasını saçma
sapan suçluyorsunuz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:135)
“Önce birlikte kahvaltı ediyorlar, sonra iki dobermanı alıp yürüyüşe çıkıyorlar.
‘Burada, dünyanın bu ucunda yaşayabilir misin?’ diye soruyor Lucy damdan düşer gibi.
‘Neden? Köpeklerine bakacak birine mi ihtiyacın var?’
‘Yo, düşündüğüm o değil. Ama Rhodes Üniversitesi’nde bir iş bulabilirsin -orada bağlantıların olmalıya da Port Elizabeth’de.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:104)
“... kiralanan ayağı kırık avize konukların toplandığı odayı öylesine parlak ışıklarla aydınlatıyor ki,
yemek yiyenler arasında bir telgrafçı kırıtarak gözlerini süzüyor, ikide bir damdan düşercesine bol ışıktan söz
ediyor.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:73)
“Kendini tutamayan Miusov,
-Kıral değilsiniz ki… diye mırıldandı.
-Orası öyle, kıral değilim. Böyle diyeceğinizi zaten biliyordum Piotr Aleksandroviç, vallahi
biliyordum! Zaten ben hep böyle damdan düşer gibi laf ederim.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:53)
“FERDINANDO - Sinyora, düğün dernek ne zaman?
VITTORIA - Bizim pek soylu Sinyor Guglielmo ne zaman dilerse.
GUGLIELMO - Sinyora, benden daha iyi bilirsiniz ki, öyle damdan düşer gibi evlenilmez.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:50)
“ ‘Eveet...’ dedi Yurayda damdan düşer gibi. İskemlenin üzerinde doğru dürüst oturamıyor, leş gibi rom
kokuyordu. ‘Albay mahfele gelip de haşlanmış patatesten başka yemek kalmadığını görünce ‘gaki’ durumuna
düştü. ‘Gaki’ nedir bilir misin? Ruhun aç kalmış halidir. Ben de kendilerine dedim ki: ‘Komutanım, dana rosto
kalmadı. Bilmem, böylesi bir yazgıyı hükümsüz kılabilecek kadar dayanıklı mısınız? ‘Karma’da, bugün
harikulade bir ciğerli omletle yetineceğiniz yazıyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:413)
“MADELEINE - Şuraya bak!
(MADELEINE bu repliği kuşkusuz kaygı ve korkuyla, ancak aşırılığa kaçmadan, kendini biraz
denetleyerek söylemelidir. Durum hiç kuşkusuz dehşet vericidir.....bunun için de oyuncuların oyunu çok doğal
almalıdır; bu olay, ‘damdan düşer gibi gerçekleşiveren bir olay’dır...)”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:69)
“ ‘Buraya <İbrail> varır varmaz Kozma ile Eli, bir akşam ansızın bizden ayrıldılar, Tuna’yı geçtiler ve
beş gün görünmediler. Geri döndükleri zaman, Kozma damdan düşer gibi haykırdı:
‘-Mehtabın on beşinde üçüncü defa ateş ettim ve kurşunumu isabet ettiremedim. Bundan böyle, beni
canlılar arasında saymayın.’ ”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:126)
“Halime bu kadarına inanmadı. Gülmedi de. Arkasını duvara dayayıp uzun uzadıya İstanbullu hanımı
süzdü. Derken damdan düşer gibi bir soru:
‘Hayvanla mı gittiniz oraya?’
‘Evet.’
‘Hiç utanmadın mı?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:66)
“Dilaver Hanım, pencerenin önüne oturmuş, yanıbaşında kitap okuyan Müşfik’in saçını karıştırıyordu.
Silkindi birden, ‘Buyurun çocuklar,’ dedi. Müşfik, kitaptan başını kaldırdığında kıpkırmızı kızarmıştı. Yaptığını
sandığımız işten bambaşka bir işle uğraştığı anlaşıldığı, dersine çalışırken damdan düşercesine bambaşka şeyler
sorduğu zamanlarda gördüğümüz gibi bir kırmızılık. Gözleri büyümüş...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:55)
“Ansızın, damdan düşercesine böyle bir kanıya vardığı kabul edilse, bunun sonuçlarını sonuna dek
düşünmek, ona göre davranmak gerekirdi. Oysa o günün akşam ayininde Andreas’ta en ufak bir değişiklik
gözlemleyememişti.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:26)
“Köpek biraz fazla karşı çıkmış, Jaguar da demiş ki: ‘Eğer biraz daha konuşursan, donunu çıkarıp
onunla hedef alıştırması yaparım, çeneni kapasan iyi olur.’ Sonra da Kıvırcığa dönüp damdan düşer gibi demiş
ki: ‘Şair okula gelmediğine göre herhalde ölmüştür. Bu yıl ölüler yılı, bana sorarsan, bizim takımın bu yıl
çıkaracağı cesetler daha bitmedi.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:318)
“Beş dakika geçmeden beline bir havlu sarıp varendaya oturmuştu. Uyanmış ve kurt gibi acıkmıştı.
Semiramis sırtına ince bir elbise geçirmişti. Kuvvetli ışık karşısında Adam, Semiramis’in güneş gözlüğünü taktı.
Kadın belirgin bir neden olmadan, damdan düşer gibi, ‘Paris harika bir kent’ dedi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:115)
“Kendisini tanımam, hatta görmüş bile değilim. Neyse, güzel yazar. Sonra bir kadın için pek damdan
düşercesine şeyler söyler. Ben, hoşlanırım. O tür yazı yazan çok kimse yoktur.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:32)
“Gazi Hazretleri her zaman yaptığı gibi, burnunu çekerek ve gülümseyerek, ‘Serbest Parti Reisi Fethi
Bey’ diye, beni Fethi Bey’e takdim etti ve bana hitaben, ‘Tabii, Fethi Bey’le beraber çalışacaksınız!’ dedi.
-Böyle apansız damdan düşer gibi mi?
-Evet!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:36)
“Ama Thelma benim sözlerimle ilgilenmiyor ve konuşmaya devam ediyordu. ‘Ancak sizin ona telefon
etme planının iyi bir fikir değildi. Sizden damdan düşer gibi bir telefon gelmesi onun için bir şok olurdu.’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:60)
“ ‘Hayır, karşı çıkmayın. İçten içe böyle düşündüğünüzü biliyorum. İçinizdeki bu korkudur bunu akıl
eden, iyi akıl eden. Korkunun neden olduğu bir düş. İlk anda gücenmiştim. Öyle damdan düşmeydi ki. Şimdi
bunu daha iyi anlıyorum. Sakin sakin düşündüm. Size teşekkür ederim. Başka türlü yardım edebilirsiniz, ancak
bu sizi doğrudan ilgilendiren bir şey değil.’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:155)
Dame d’honneur : (FR.,SOSY.) <Dam d’o’nör> : Gelin’in nikah ya da düğünde yandaşı; bir randevü’de
bekleyen kadın = Maid of honor; bridesmaid; lady in waiting (İNG.)
Dames de la halle : (FR.) <Dam de la hal> : Pazarcı kadınlar = Market women (İNG.)
Damgasını taşımak; Damgasını vermek, vurmak : Kimliğini vermek; Bir şeyin hangi çağda, kim tarafından
ilk kez kurulduğunu ya da yaratıldığını saptamak, iz bırakmak
“Biz, eğitici kadrolarımızın ve entelektüel yaşamımızın temelinde yatan anonimliği onaylıyor ve baş
tacı ediyoruz. Ne var ki, düşünsel yaşamamızın tarihine, özellikle Boncuk Oyunu’nun oluşum sürecine bir göz
atıldığında, buradaki her evrenin, her atılımın, her değişikliğin, oyunun gelişimindeki ilerici ya da tutucu diye
değerlendirilecek duraklardan her birinin, buna ön ayak olmuş asıl kişinin değil, değişikliği gerçekleştirenin,
değiştirme ve mükemmelleştirmede araç rolünü oynayanın damgasını taşıdığı anlaşılacaktır.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:11)
“George Orwell, edebiyat dünyasına damgasını vururken bir yandan da, çevresindeki mutsuzluğa
mahkum dünyayı düzeltmeye çalışıyordu. Gerçek bir liberal olduğundan, küçük şeyler aracılığıyla düzeltmeye
çalışıyordu dünyayı.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:7)
“Tarih, Devrim’in ilk üç yılı boyunca, filozofumuzun (Condorcet) özlemleri yolunda akar; ve topluma
damgasını vurmanın arzusundaki bilim çevresini genel olarak mutlu kılar. Çarpıcı olmak mı isteniyor? İşte,
‘metrik sistemi’n kuruluşu! Bu büyük tasarı, bir sonuca varmak için yıllarca çabayı gerektirecek; gitgide devrim
serüveninin içinbe giren bir on kadar bilgini seferber edecektir.”
(S. Tanilli, “Fransız Dverimi’nden Portreler”, sa:240)
Damla; Damla hastalığı (Fr.: Goutte’dan), Damlalı olmak : Gut; Kulak memelerinde ve vücudun el ayak
oynak yerlerinde ürik asit birikimiyle nitelenen ağrılı, sancılı sistemcil bir hastalık. (Eski ismiyle ‘Nikris’; Yavuz
Sultan Selim’in bundan ıstırap çektiği bilinir. ‘Sefiller’de alaycı bir not da, Fransa Kralı XVIII. Louis’nin de bu
hastalıktan ıstırap çektiğini belirtiyor.Aynı şekilde onun adeta yürüyemeyecek kadar kötürüm olduğu söyleniyor,
onun için de arabasını dlivcesine, uçarcasına sürdürürmüş, şehirden her gün saat iki’de Choisyle-Roie’ya
<Özel gezinti parkı>dörtnala geçişi ‘hızlı ama görkemli’ olarak nitelenirmiş.
“Eski Muhafiz alayının yaşlı bir astsubayı, Austerlitz lejyonerlerinden kartal gibi Bonaparist bir
adamdı...... Şeref lejyonu nişanında artık imparatorun profili görünmez olduğundan beri, nişanını aşımak zorunda
kalmamak için, kendi deyişiyle, artık iç kıyafet talimatnamesine göre giyinmiyordu. Napoléon’un kendisine
vermiş olduğu nişandaki imparator suretini dindarca bir huşu ile bizzat oradan çıkarmış ve yerini delik
bırakmıştı, onun yerine hiçbir şey koymak istemiyordu. ‘Kalbimin üstünde üç kurbağa taşımaktansa ölmeyi
tercih ederim,’ diyordu. XVIII. Louis ile yüksek sesle, yürekten gülerek alay ediyor, ‘İngiliz tozluğu takmış
damla illetli pinpon!’ diyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:93)
“Albay Laporte:
-Vallahi, dedi, yaşlıyım, damlalıyım ve bacaklarım kazık gibi kaskatıdır ama bir kadın, güzel bir kadın
bana iğne deliğinden geçmemi buyursa, tıpkı bir cambaz çemberden geçer gibi atılıvereceğimi umarım. Ben öyle
öleceğim işte. Kanımda var, ne yapayım?”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64)
“İtalya’daki pekçok kilise gibi bu katedral de bir sokaktan öbürüne geçit görevi görüyordu. Kont
uzaktan, kubbenin altından geçen başpiskoposun naiplerinden <asistan, yerini dolduracak insan> birini gördü..
Ona:
‘Sizi gördüğüm iyi oldu,’ dedi. ‘Bacaklarımdaki damla hastalığını monsenyör başpiskoposa kadar
çıkma yorgunluğundan kurtarma iyiliğinde bulunursunuz. Eğer lütfedip de aşağı inerlerse kendilerine son derece
minnettar olurum.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:332)
Damla damla; Damlamak : Bir yerden damla damla su sızmak; az az <Damka damla göl olur!>;Yağmur
başlangıcında gökten inen ilk damlalar: Ahmak ıslatan; Fig.: Uğrayıvermek, beklenmedik anda gelivermek
“Senin anlayacağın amca na şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası Ankara’ya gitmiş.
Bizi çağırdı. Gittik, beraberce içtik. Herif gece yarısı damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya görünce
bir tek kelime söylemedi. Bir kenara oturdu.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan”, sa:15-6)
“Sofya İvanovna’nın ölümünden tam üç ay sonra, general karısı birdenbire şehrimize, doğruca Fedor
Pavloviç’in evine damladı. Şehirde topu topu yarım saat kaldı ama epey iş gördü.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:14)
“Viyahir annesini ‘Benim Mordovlum’ diye çağırırdı, biz bunu gülünç bulmazdık.
‘Dün benim Mordovlum eve yine zil zurna sarhoş damladı, kapıyı fayrap edip eşiğe yan geldi, oturdu,
üstelik bir de şarkı tutturdu bizim kuş!’ ”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:241)
“Bizim arkadaşı artık, her gün, ikindiden sonra koydunuzsa bulun... Eskiden yaz akşamları, arasıra gittiği
harman yerine şimdi her akşam damlıyordu. Zavallı artık başka gezme yerlerini, civardaki başka bağları, bahçeleri, su
başlarını hep unutmuştu. Varsa Toskaların harman yeri, yoksa Toskaların harman yeri...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:18-9)
Dananın kuyruğu kopmak : Problem, sürpriz çözüm noktasına yaklaşmak; beklenilen korkunç sonuç belirmek
“CELİLE - (Büyük bir ilgi ile yanına yaklaşarak.) Ey ey aman efendiciğim.
OKYAY (Aynı ilgi ile.) - Dikkat monşer...
A. BULUR (A. Hamlet’e.) - Galiba dananın kuyruğu kopuyor.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:85)
Dana suratlı : Aptal, bön yüzlü
“GECE YARISININ SINAVI
---------------------------------Çattık, biz taş yürekliyiz,
Haksız yere hor bakılana;
Alkışladık Bönlüğü, dana
Suratlı koca Bönlüğü biz;
Öptük saçmasapan Nesne’yi
Bağrımıza basarcasına
Ve kutsadık taparcasına
Çürüyerek kokuşan şeyi.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:273)
Dan diye (söylemek) : Damdan düşer gibi, beklemeksizin, hemencecik, ‘şıp’ diye düşünmeksizin (söylemek)
“KIZ (Başı göğsü üzerine düşer.) - Dan diye söylemece yoktu, Aksel!
AVUKAT - Dan diye söylemedim ki!
KIZ - Söyledin, söyledin!
AVUKAT - Eee, söylemedim dedik ya!
Kız - Bu ne biçim konuşma!
AVUKAT - Bağışla, Agnes! Ama sen pislikten ne denli rahatsız oluyorsan, ben de senin bu
düzensizliğinden öyle rahatsız oluyorum”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:42)
Danae : (YUN.MYTH.,KOLL.) : <Da’ne> ; Argos kralı Akrisios’un kızı. Kral, kendinden sonra tahtını
bırakacak bir erkek oğlu olmadığı için çaresizce yakınıyordu. Delphi’de bir büyücü-kahin, onun yakında bir
oğlan yerine kızı olacağını, ama ondan doğacak çocuğunun, yani torunu’nun tahtına varis olacağını bildirdi.
Kısa zamanda karısı hamile kalıp Danae’yi doğurdu. Kahine inanan kral, onu gözü gibi korumak için tunçtan
yapılı bir kalede sakladı. Kız büyüdü, o zaman ZEUS, tunçtan kaleyi delecek bir ‘altın yağmuru-hüzmesi’ içinde
JUPİTER’i gönderdi ve Danae ondan hamile kaldı, yakın zamanda da bir oğlu oldu: Perseus. Karanlıkta bu
işler yürüdüğü için, yine ZEUS ve Karanlıklar Tanrıçası olan LETO’dan doğmuş olan APOLLO ile mukayese
Edilir. P e r s e u s, resimlerinde, belinde bir peştemal ve elinde bir kılıç ile temsil edilmiştir. Büyüyünce
Gorgon MEDUSA’yı öldürmeye kalktı; Yeraltı Tanrısı HADES (RHEA ve KRONOS’un oğlu; zaten kardeşleri
ZEUS ve ve POSEIDON ile dünyanın altını ve üstünü sulh içinde paylaşmışlardı , PERSEUS’a yardım etmek
istediler, Onun birtakım alet edavat’a gereksinimi vardı: HADES, Perseus’u ‘görünmez’ kılacak miğferinihelmet’ini, winged shoes - kanatlı ayakkabılarını, bıçağını ve ‘baş’ı kestikten sonra saklayacak bir torba’yı
almak için bunları saklamakla yükümlü Yeraltı NYMPH’leri ile buluşmasını temin ettiler. HERMES de
Gorgon’un yaşadığı yeri buldurttu. Helmet, Perseus’u görünmez yapmıştı; üstüne üstlük ZEUS’un kızı ATHENE
de ona bir ayna görevini yapacak cilala bir tabak verdi, GORGON’a nasıl yaklaşacağını salık verdi. Perseus,
böylece Gorgon’a görünmeden ustalıkla bir kuş gibi havalanıp onun omuzuna kondu, başını kesip torbaya
koydu, ve Gorgon’un kendini izleyen iki kızkardeşinden uzaklaşarak başarılı olarak dünyaya döndü.
(Not.: Mitoloji’nin bu detayları için, Alexander S. Murray’nin “Who ‘s Who In Mythology”, N.Y., 1988)
adlı kitabından yararlanılmıştır (Dr.İ.E.)
Dangalak : Aklı kıt, ahmak, düşüncesiz (Argo)
“Şövalyeyim ben..... Behey sefil dangalak! Siz ki hayatınızı böyle şeyler arasında geçirmişsiniz, asıl
sizin işinizdi bunu bilmek. Ama isterseniz şu anda şu altı değirmeni dev haline getirin; sırayla ya da toptan
karşıma çıkarın; hepsini eşek cennetine yollamazsam, o zaman dilediğiniz kadar alay edin benimle.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:133)
“-İzin verin ama... gene sövmeye başladınız.
-Ne sövmesi? Ben sana öğüt veriyorum, yol gösteriyorum... Biz artık barıştık. Şunu son kez
söyleyeyim ki, sana kesinlikle küfretmek niyetinde değilim. Velinimetini şikayet eden senin gibi bir dangalakla
neden uğraşacakmışım? Cehenneme kadar yolun var!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:69)
“ALTINCI MİMOS
METRO
Sevgili Koritto, aynı boyunduruk, seni de beni de
bezdiren. Ben de havlayıp duruyorum köpek gibi,
hırlıyorum gece gündüz, şu salak kölelere.
Neyse, niye geldim ben sana? -Defolup git
ayak altından, seni dangalak!”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33)
“ ‘... N’apalım yani! Ben işime bakarım. Tanrının verdiği kuru ekmek kabuğunu kemiririm.’
‘Hangi kuru ekmeği?’
Kambur güldü:
‘Anlamıyor musun dangalak? Ruhumu!...’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:177)
“ADAM -... Bir üç köşeli şapkayı sopasının ucuna geçirin, mantomu sopanın etrafına sarın, altına da bir
çift çizme koyun, böyle dangalaklara bunu, kimi isterseniz o diye yutturabilirsiniz.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:7)
“PETRUCHIO -... Nerde önden yolladığım aptal kerata!
GRUMIO - Burdim efendim; gene eskisi kadar budalayım.
PETRUCHIO - Seni yabanın dangalak köylüsü, seni kahbenin piçi, seni hantal değirmen beygiri,
sana bu alçak kerataları da alıp beni bahçede bekle demedim mi ben?”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84)
“-Dinler toplum için lazım... Bütün avadanlıkları, takımları taklavatlarıyla lazım... Hele bunalmış
insanlar için mutlaka lazım.
-Ulan bu kapıyı sen mi açtın açtın dangalak?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:98)
Dangı(u)l dungul : Kaba, görgüsüz, kaba-saba, hödük, nezaketten yoksun, özellikle konuşma stili (Argo)
“Oraya benden önce başka bir kadın getirmişler, dangul dungul konuşmuş. Köyüne döndüğümde
muhtar yapmışlar kadını. ‘Neredeyse milletvekili olacakmış.’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanım’ın Düzenli Yaşamı”, sa:38)
“Sana bizim gibi nazik, nazenin dilberler yaramaz; biz anladık biz, sana öyle dangıl dungul şalvarlılar
yarar!”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:274)
“Burada gerçekten psikoloji, kendisinin istediği gibi ‘vücudun ayrıştırılmasıdır’, bir sinir çarpıklığının
beyne doğru uzatılmasıdır. Bütün öteki filozoflar, onun bu sezen duyarlılığı yanında her nasılsa dangıl dungul
kalırlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:101)
Danışıklı döğüş : Karşılıklı anlaşarak oynanan oyun
“Kaptan Delano’nun hayal gücü, İspanyol’un tavrında ve uşağın karanlık suskunluğunda belirgin bir
ortak sahtekarlık havası sezinleyince..... Don Benito’nun tüm organlarının titremesi dahil, söylemde ve eylemde
birlikte rol yapıp, kendisine hileli bir oyun sergilemeleri olasılığı zihninde şimşek gibi çaktı. Daha önce değinilen
fısıltılı görüşmeler de göz önüne alınırsa, danışıklı dövüş kuşkusu da dayanaksız değildi.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:85)
“-Ya, öyle ha? dedi noter. Sizin kurayı çağırdılar demek...
-Evet ya!
-Hadi, hadi, dedi noter.Yakında gene kavuşuruz size; bütün bunlar danışıklı döğüş.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:140)
Daniskası : En büyüğü, dik alası
“ZOR KARAKTER
----------------------seni bende taşıdım ben
bin bir zorluk yaratsan da,
atamadım yüreğimden
kah acıtıp kah yaksan da!
Sen ki büyülerin hası,
kor şifası tüm dertlerin
sen, rakının daniskası,
en son zarı kör feleğin-”
(Miryaba Başeva<d.1947>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.09.08)
“KOMİSER (Okyay’ı bırakıp A. Bulur’un önüne gelerek.) - Demek sensin!...
A. BULUR - Siz delinin nasıl olduğunu bilir misiniz?
KOMİSER - Oooo, hem de daniskasını.
A. BULUR - Hayır... Hayır... Hayır...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:107)
“Hasan aileye bu olaydan hiç bahsetmemişti..... Bu gibi olayların daniskasını kendi küçük özel
hayatında yaşamıştı, sonra, herkes kendi yazgısını yaşamalıydı, küçük İloş hariç.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:166)
“Şu son birkaç günde ne tuhaf olaylar geçmişti başından!
‘Baltayı taşa vurmanın daniskası!’ diye mırıldandı. Şimdi İstanbul’da kalmış ‘Melanet arkadaşları’nı
düşündü.” ..... “Yanında Nefise, İdris, birkaç partili, haftalardır dolaşıp nutukların daniskasını çektiği köylerden
toz içinde yorgun geldi çiftliğe. Seçimler dolayısıyla satın aldıkları spor araba da tozlara bulanmıştı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:35;242)
“Yapacak hiçbir şey yoktu kesinlikle, çocukluğundan beri böyle davranıyordu, doğum anında
zedelenmişti ya bunun gibi bir şey. Ömrünün sonuna dek böyle davranacaktı.
‘Bu tür insanları hayatta tutmak,’ demişti Andrea, o pavyonun önünden geçtiğimiz bir sabah,
‘ikiyüzlülüğün daniskası. Onu muıtlu etmek için bir iğne yeter!’ ”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:59)
Danke schön : (ALM.,KOLL.) <Danke şön> : Teşekkür ederim = Thank you (İNG.)
Danse Macabre : (FR.,RİTU.,MYTH,ART,MUS.) : Ritüalistik ölüm dansı : DANS MAKABR. XIV.y.y.
moral oyunu. Onu izleyen sanat eserleri ve şiirlerle, hayatın çeşitli yaşlarında ölüme giden kişilerin liderlik
pozisyonları. Bestekar SAINT-SAENS bu tema’dan duyulanıp bu isimle bir kompozisyon bestelemiştir =
A ghoulish dance, the dance of death. A popular theme starting with fourteenth century morality play. In
subsequent art and verse, Death was often pictured as leading men of various stations of life to the grave.
SAINT-SAENS (Sen-San) has a composition inspired by this theme (İNG.)
Dans le doute, abstiens-toi : (FR.,DAVR., KOLL.) : Eğer şüphe ediyorsan, kendini geri çek! = When in
doubt, don’t! (İNG.)
Dans terapi : (SPOR,MUS.) - <Dans terapi> : Dans Terapi
Bk.: Oyun
Dantel : İnce ipliklerle örülen el örgüsü, dantela
“Dantel dedim de, dantel bugün bile el sanatlarının başında gelir birçok kentlerde, Bruges, Malines,
Typres dantelleri dünyaca ünlüdür. İhtiyar kadınlar sokak ortasında, pencerelerinde çiçek saksıları duran evlerin
önünde iplik büküp dantel örerler. Neymiş, ne canlıymış bu ortaçağ kentlerinin loncaları ki, bugüne dek
sürdürebilmişler sanatlarını!”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:85)
Daphne : (YUN.MYTH: ‘Daphnis and Cloe’den) <Defni> : Tanrı Apollo tarafından kovalanan peri; Defne
ağacı
Dara düşmek : Sıkıntıya düşmek, gereksinimi olmak
“Öteki dişin takılı olduğu çekülün de doktora kalmasına hoşnutluklla ve hiçbir kıskançlık duymaksızın
razı oldu. Yalnızca bunu pek dara düşmeyince kullanmayacağına..... söz aldı.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:47)
“İcabında yirmi kayma borç bulabildiği için bu herif hiç dara düşmez. Borcuna doğru ama, dul
kocakarıların, saçı bitmemiş yetimlerin iki meteliğini fırsat düşürünce aşırması neyin nesi?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341)
“ ‘Din kardeşine acımak diye bir şey yoktur onda. Fokanıç dayı (Fyodor, ihtiyar köylü Platon’dan da
böyle sevgiyle söz ediyordu.) yapar mı hiç öyle? İnsanın derisini yüzer mi? Bazan da dara düşer de gene
yapışmaz kendisine borçlu olan birinin yakasına. Çok iyi bir insandır.’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:692)
Darağacı; Darağacına (darağacında) çıkmak, sallandırmak : Adam asılan idam sehpası; Adam asmak
“Sofia Peroskaia, kavga yoldaşlarıyla darağacına çıkarken onlardan üçünü kucaklıyor (Jeliabov,
Kilbatchiche ve Mihailov) ama iyi mücadele ettiği halde sağ kalmak için bir adres açılklayan ve başka üç
yoldaşın ölümüne neden olan, dördüncü yoldaş Ryssakov’u kucaklamıyor. Ryssakov, yalnızlık içinde asılıyor.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:195-6)
“EGERTON - Kraliyet dokunulmazlığı mı?
ELIZABETH - Evet, bu kardeşim Edward’ın fikriydi.. Önce mahkuma darağacını göstererek ödünü
koparırsın, sonra da ona özgürlük ve para teklif edersin. Konuşursa herkese bok atmaya başlar.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:15)
“Kezban asıl katilin Eseoğlu olduğunu imanı gibi biliyordu. Fakat asıl vuranı yakalattırıp onun teşvik
ettiğini söyletecek, ikisini darağacına sallandıracaktı. Ya sallandırmazlarsa..”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:242)
“Geri kalan on dokuz kişiyi yortuya raslamayan ilk gün öbür dünyaya yollamak için, darağaçları hala
duruyor. Fakat cellat son derece yorgun, halk da bu kadar ölü gördüğünden dolayı kendinden geçmiş bir
durumda olduğundan, idamları iki gün geri bıraktılar.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:52)
Dar(d)a koymak : Sıkıntıya sokmak
Bk.: Dara salmak
“Sonra sözü onun ağzından Ferhat Hoca aldı:
‘Yusufu kuyudan çıkaran Mevla, hiçbir zaman iyi kullarını darda koymaz. Seni köye çağırıyorsak,
elbet bir bildiğimiz var.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:94)
Dara salmak : Sıkıntıya sokmak
“CUDANA - Düş gördüm. Kara bir düş.
MUSTAFA - Hayırlara tebdil olsun. Hayırdır. Ne gördün ki bu kadar dara saldı seni?
CUDANA : Düşümde, düşümde annenle, babanı gördüm.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:61)
Darbe; Darbe üstüne darbe indirmek : Vuruş; Herhangi bir ülkenin siyasal dengesi bozulduğunda ve bir iç
savaş tehlikesi belirdiğinde, anti-sivil birimler ya da askeri kudret tarafından hükümeti devirmek kastıyla
yapılan harekat; Aralıksız hücumlarla <baskı, boks, silahlı müdahale> kişi ya da toplum üzerine hakimiyet
temin etmeye, hatta onu mahvetmeye çalışmak
“Otobüsün sesi, ateş eden bir makineli tüfeğin sesine öylesine benziyordu ki, darbe oluyor sandık, ama
Dublin’de darbeyi düşünen yoktu, kahvaltıyı düşünüyordu herkes, at yarışlarını ve dua etmeyi.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:134)
“SUBAY - Evet; serçeler kartalları, tavşan aslanı ürküttüğü kadar. Her şeyi olduğu gibi
söyleyeceksem, onlar üstüste çifte gülleye doldurulmuş toplar gibiydiler demem gerek. Düşmana darbe üstüne
darbe, darbe üstüne darbe indirdiler.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:7)
darbies : (HUK.,ARGO) <darbiz) : Kelepçe
Darby and Joan (MYTH) : <Darbi end Jon> :
Birbirlerine çok bağlı ihtiyar karı koca
Dar çıkmak : Acele acele, adeta kaçarak çıkmak
“Dükkandan dar çıktım. Meyhanecinin söylediklerini işitmiyordum. Hava hakikaten çok bozuktu.
Donduran, buz kesen bir rüzgar esiyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:183)
Darda kalmak : Parası kısıtlı olmak; herhangi bir zorluğa uğramak, birisine gereksinimi olmak
“Bizim evde dirlik düzenin, huzurun ve vicdanın rahatlığının, bağışlama ve sevginin bulunması
harikulade bir şeydi ama bütün diğer şeylerin, bütün o gürültülü ve çığırtkan, insanın darda kaldığında hemen
koşup annesine sığıınabileceği o kasvet verici, karanlık, zorba ve hoyrat nesnelerin varlığı da harikuladeydi.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:15)
Dar gelirli : Ekonomik yönden kısıtlı, sabit ve küçük gelirli aşağı sosyo-ekonomik klas, emekçi mensubu
“Tutunmayı başardılar. Semt, emekçi semti oldu. Banyolu, tuvaletli yeni konutlara yerleşmeye giden
orta halli memurların yerine şimdi dar gelirli genç işçi karı kocalar, kendilerine bir kooperatif evi verilmesini
bekleyen kalabalık aileler vardı.”
(A. Ernaux, “Bir Adam”, sa:68-9)
Darı darına : Kılı kılına, zorlukla, tam zamanında
“Doğu Berlin’in beni etkileyen yanlarından biri tramvaylarıdır..... Tramvaylarda çoğunluk sakin
Almanlar vardır. Ve işte böyle hoş bir yolculuktan sonra Brecht’in son yıllarında oturduğu ve şimdi arşiv ve
müze olan evinin önünde inilir. Brecht’in şiirlerini anımsarken, okur, çalışma odasının penceresinden, onun
mezarlığa baktığını düşünecektir...... Ben edebiyata ve sanata büyük katkılarda bulunmuş kişilerin yakınında,
evlerinde... elldikleri, oturdulkları her şeye yaklaştığım zaman artık yazar filan değilimdir. Hayranlıkla dolu salt
bir okur, salt bir izleyiciyimdir... Eskilerin deyimiyle derin bir ‘huşu’ içinde kalırım. Ve görün işte... Brecht’in
evine giriyorum. Üstelik nasıl da darı darına yetiştim.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:38)
Darı ekmek : Bitirmek, içini boşaltmak
Bk.: Dibine darı ekmek
“Et yendikten sonra, ortaya bir yığın yumuşak meşe palamuduyla kaya gibi sert bir peynir getirdiler. Bu
sırada şarap kasesi de sürekli dolup boşalıyor; ondan ona geçiyordu, ve bu iş o kadar sıkı yapılıyordu ki, hemen
sonra, iki tulumdan birine darı ekildi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:64)
Darısı (senin) başına : Aynı iyi şeyin (evlilik, mezuniyet vb.) senin de başına gelsin dileği
“KORO , neşeyle bağırarak Fakat bizi ısırırlarsa,
Ezip gebertiriz onları.
FROSCH - Bravo! Bravo! İşte bu güzeldi!
SIEBEL - Darısı bütün pirelerin başına!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:108)
“İmdi: (Aman Yarabbi, bu imdi sözcüğünü ne tuhaf bir eda ile söylüyordu!) Sana bir kısmet de çıkar
inşallah. Burada bir hanım öğretmen vardı. Arife Hocanım. Ceza Reisi kendisine nikah etti. Şimdi, bir eli yağda,
bir eli balda. Darısı senin başına.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:149)
Dar kafalı : Anlayışsız, kavraması kıt kimse
“Ne yapsın, titiz, ters ama gene Tevfik’e hakim; kalbi kuru, kafası dar, dili zehir, fakat Tevfik henüz
ona doymamış. Tevfik evlilik hayatının bilançosunu yaparken, bu noktaya gelince duruyoe.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:16)
“Karısı bu sefer başka bir itirazda bulundu:
-İşittiğime göre o miller çok darkafalıymış.
-Darkafalı mı?
-Evet. Onu yemezlermiş, bunu yemezlermiş, her gün dua ederlermiş. Taptıkları Tanrı’yı gören yokmuş
ama, onlara göre bizim tanrılarımız uydurmaymış. Belki bizim kızı da kendi Tanrı’larına taptırırlar.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:151)
“Pavel’e söylediği son sözler, hem de ne dar kafalıca sözler! Maksimov’un gördüğü bu işte. Tevekkeli,
okuma, diye uyardı. Ne rezalet! Mektubu yakmak, tarihten silmek istiyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:168-9)
“FAUST - (Kendi kendine.) Ancak sürekli anlamsız şeylere yapışıp kalan, haris elleriyle toprakları
kzarak define arayan ve br solucan bulunca sevinen dar kafalılar, bütün ümitlerin kaybetmiyorlar!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:34)
“BRAND -… Bir genel felaket ancak hayatımıza mal olabilir. Fakat o…Ne kadar fikir öldürüyor, ne
kadar mağrur iradeleri yıkıyor. Bu dar kafalı adam, ne kadar gür sesleri boğuyor.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:103)
“Üstelik, Thüringerler’in yanında yaşamış olduğu acı tecrübe hayatın sınıflar içinde hapsedilemeyecek
kadar çapraşık olduğu hakkındaki eski kanısını kuvvetlendirmişti. Mihail’in hakkı vardı. ‘Bu bayrak altında körü
körüne savaşmak için insanın çok dar kafalı olması gerek,’ derdi o.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:118)
“Gerçi burasının bir ceza sömürgesi olduğunu, burada özel önlemlerin alınması ve her konuda sonuna
kadar askeri yöntemlerle gidilmesinin gerektiğini, gezginin kabul etmesi gerekiyordu. Ama aynı zamanda, bu
subayın dar kafasının alamayacağı, açıktan açığa ama yavaş yavaş ilerleyen yeni bir mahkeme usulü getirmek
isteyen son komutandan biraz ümitliydi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:39)
“ ‘Herkesin gözünde delilik sayılan bu öfke nöbetlerinin beni başkalarına benzemeyen bir insan kılığına
sokar gibi bir halleri var. Görünürde en yoksul, en dar kafalı en mutsuz gençlere rastladığım oluyor. Onlar da
benim yaşımda..... birlikte gezmeye gittiklerini görüyorum, kendilerini ilgilendiren her şeyi anlatıyorlar
birbirlerine. Yalnız ben tek başımayım yeryüzünde.’ ”
(Stendhal, “Armance”, sa:42)
“... hatta ona ilk defa bakan, bu yüzde, köy belediye başkanı ağırbaşlılığiyle kırk sekiz, elli yaşındaki
kimselerde de bulunabilen şu bir soy güzelliğin birleştiğini söyleyebilir. Fakat onun kendisi beğenmek ve
ukalalıkla karışık dar kafalılık ve beceriksizlik hali, arası çok geçmeden, Paris’li yolcunun betine gider.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:4)
“Ama doğa o kadar da hızlı adımlar atamaz; tuhaf ve sapkın bir tutkunun baskısıyla bu kuru, yavan
yaratıkta belli ölçüde bir zihinsel hareket sağlanabilmiş olsa da, Crescenz’in yeni öğrendiği bu dar kafalı
düşünce tarzı, daha sonraki durumlarda yetersiz kaldı; bu açıdan onun içgüdüleri hala hayvanlar gibi kısa
erimliydi.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:167)
“Henri Beyle’nin babası, ya da oğlunun ve can düşmanının deyimiyle “soysuz babası”, kelimenin tam
anlamıyla dar-kafalı, taşralı bir burjuva, cimri, katı bir mantıkla hareket eden, paranın büyüsüne kapılmış,
Flaubert’in ve Balzac’ın bize bütün çıplaklığı ile anlattığı taşralı burjuvanın tipik bir örneğiydi.
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:165)
Darlık içinde olmak : Maddi sıkıntı içinde olmak
“... çocuklardan birinin ayakkabısını yenilemek gerekti ve ananın işi kaldı. Zarar yok karıcığım. Şu
arabanın tamirini tamamladıktan sonra seni şahane bir şekilde madamı ziyarete götürürüm.
Sonra Manson’a döndü ve en tabii bir tavır ile anlattı:
-Ne yapalım Manson! Darlık içindeyiz!”
(A.J. Cronin, “Citadel”, sa:138)
Darmadağan; Darmadağın; Darmadağınık : Herşey altüst, karman çorman olmuş, karmakarışık
“Chicago’dan gelen bir başka kadın, büyükannemi sık sık ruhsal bunalım nöbetleri sırasında başını
duvara vururken gördüğüne tanıklık etmiş. Konoshalı bir polis memuru, ‘bir seferinde Bayan Auster’ı sokakta
deli gibi koşarken gördüğünü söyledi. Saçları oldukça darmadağınıkmış ve tıpkı aklını kaçırmış bir kadın gibi
davranıyormuş.’ ”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:60)
“Saçları darmadağan olmuştu, yüzünü doğaüstü bir coşkunluk alevlendirmişti, gözleri parlıyordu, aşkla
sarhoş bir delikanlı gibi soluk soluğaydı. Bağırırcasına:
-Bu kadar güzel bir şey göreceğinizi ummuyordunuz, değil mi? dedi. Önünüzde bir kadın var, sizse bir
resim arıyorsunuz.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:46)
“İhtiyarın yüzü kızardı, pastadan maketin üstüne atıldı, öfkeli bir tempo için gücünü toplayan bir
davulcu gibi yumruklarını kaldırdı, bir an şekerli unlu mamulü darmadağın edecek gibi göründü ama kaldırdığı
yumruklarını indirdi, elleri gevşek bir biçimde iki yana sarktı; usulca güldü.”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:259)
“Yüzü bir ölünün yüzünden daha da solgundu, çünkü yaşıyordu, siyah saçları darmadağınıktı. Bir
köşeye oturdu ve böğürerek bir kadın istedi, çıldırmış gibiydi. Onu kollarıma aldım ve başkalarının alay etmesini
önlemek için odama götürürdüm, çünkü o an onun çaresizlikten aklını yitirmek üzere olduğunu anlamıştım.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:13)
“İşte bu nedenle onu yakınınıza taşımak için tekbaşınıza uğraştığınız bu çağ, daha ilk adımlarınızda
darmadağınık bir görünüm alıverdi, öyle ki bambaşka bir göğün aydınlattığı Cécile, Paris’e ayak basar basmaz,
daha loş bir ışığın altında, herhangi bir kadın olup çıkıyor.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:270-1)
“BABAMA
------------Ey kardeşim Flaij, anlat misafirlerimize,
Bir zamanlar nasıl yaşadığımı.
Duydukça ruhumun acılar içinde kıvranan sesini,
Biliyorum, düşüncelerin girdaba kapılmış gibi
darma dağınık.”
(Abdullah Sani Faris el-Enezi, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:42)
“GAZEL
--------ilkyaz sağanağı gibisin ve pencerenin uykusunu
vesvese darbeleriyle darmadağın ediyorsun”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:62)
“Vadinin dibinde darmadağın olmuş bir sahra mutfağı göze çarpıyordu. Şvayk fırsatı kaçırmadı,
Balon’a önerek, ‘Bak kardeşlik,’ dedi, ‘yakında başımıza neler geleceğini kendi gözlerinle gör. Karavana hazır,
erat ellerinde tabakları sıraya girmiş, ansızın bir bomba geliyor, ortalık mahşer yerine dönüyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:134)
“İnciklerinde altın pazıbentleri parlıyordu, bunlar oraya dökülmüş olduğundan yitemezlerdi. Çıplak
yerleri bir düziye yağızlazmıştı, gür saçı ise darmadağındı. Çektiği yokluğun ve güz havasının üzerindeki izi bu
kadardı.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:302)
“Çocuğun ense köküne elimin tersi ile bir yapıştırdım. Vay canına vay, sen misin bunu yapıştıran?
Öteki çocuklar hep birden yaygaraya başlayıp bana hücuma kalkışmasınlar mı? Bereket versin oradaki köy
kahvesinden yetişen bir kaç delikanlı bu haşarıları darmadağın ettiler, sonra beni alıp kahveye oturttular, kahve
ısmarladılar, hal hatır sordular.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:89)
“-Aşık, aşık, aşık diye bağırdı. Hepsi bundan ibaret. Öldürücü hastalık buymuş. Ne hoş şey. Amma
eğlence ha... ve bir şarkı tutturdu:
Bilge adam, ah bilge adam,
Ne de ağırbaşlı düşüncen var!
İpin ucunu kaçırınca,
Bilgeliğin de senden kaçar.
Güzel kızın göz süzmesi,
Aklını etti darmadağan”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:47)
“İNZİVA
----------Bazen başım darmadağın,
Ve bir sevinç alır beni,
Hafifletmez şehvetini
Göğsüme çöken ağırlığın.”
“Eduard Mörike<1804-1875>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.07.03)
“KUŞ.
Kafesin bir köşesinde birkaç günden beri
gizlenip durdu kuş,
tüyleri diken diken.
Ne birşeycikler yedi,
ne de şarkı söyledi
ve geçen gece ölüverdi aniden.
-----Adreslerini istemeyerek seçmeyişime karşın
yıkım listesine alınmış evlerin
karşısında yaşadım ben çoğu zaman.
Aylarımın, yıllarımın kimileri de
darmadağınık inşaat(lar)ın karşısında geçti.”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“Sebokeng Kuşatması
--------------------------savaş zamanıdır şimdi
ki orada
zamanı ölçülür gelgitlerin
yanışı ayarlanır bir yürek ateşinin
bir kanat darbesinin rüzgarı tartılır
darmadağın şarkılar, kırıyor camları
sabah şarkılarının sıkıntısında
ışığında akşamın”
(Lesego Rampolokeng<d.1965>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.04.08)
“Gördüm anıtlarını nice görkemli çağın
Zamanın zalim eli yıkıp etmiş yerle bir,
Başları göğe değen kuleler darmadağın
Ve sonsuz tunç ölümün gazabına köledir.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:64, sa:169)
“Ben de çıktım, çevreye bakındım; Martin Petroviç görünürde yoktu. Bendin bir yanı boyunca
yürümeye başladım; sonunda bendin başında, küçük bir koy dibinde, düz, ayak altında ezilmiş, çürümüş
kamışlar arasında, kocaman, kurşuni bir yığın gördüm. Yakından baktım. Harlov şapkasız, saçları
darmadağınıktı, her yönü sökük bir kaftan giymiş, ayaklarını altına almış, hiç kımıldamadan kuru toprak
üzerinde oturuyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:69)
“Ve bir kez sokağa çıktı mı, bir yüzücünün köpük köpük kabaran suya atlaması gibi kendini tutkusunun
kollarına atıyor, sakin sakin yürüyen insanların arasından ümitsizliğe kapılmışçasına, deli gibi koşarak geçiyor
ve ancak, gitmeyi iple çektiği evin kapısına kıpkırmızı bir yüz ve darmadağın saçlarla vardığında duruyordu. Bu
dönüşüm döneminde bir denetimsizlik ve tutkulu ve serbest davranışlardan alınan zevk kıza bütünüyle hakim
olmuştu; bu da ona vahşi ve arzu uyandıran bir güzellik veriyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:64)
DARWIN, Charles : (DOĞABİL., EVR.,GEN.) (1809-1882) : Canlılarda evrim’in d o ğ a l a y ı k l a m a
yoluyla gerçekleştiğini öne süren kuramıyla, bilim ve düşünce tarihinde bir devrim yaratmış İngiliz Doğa
bilimcisi. Bu konudaki önemli eseri: ‘On the Origin of the Species by Means of Natural Selection’ idi.
Dünyayı şaşırtan buluşları, Kızıl Deniz’de yaptığı iki yıllık zorlu araştırmadan sonra yayımlandı, ve bir gün
içinde hepsi kapışıldı gitti
“Darwin’in yaklaşımı, insanı da içine alan Canlı Doğa’nın, e v r i m’le oluştuğunu, bu evrimin itici
gücünün, y a ş a m k a v g a s ı ve bunun sonucu olarak da, d o ğ a l a y ı k l a n m a <Natural SelectionGüçlü olan yaşamaya devam eder!> olduğunu; d o ğ a l t ü r l e r i n y a r a t ı l m a y ı p, doğal etkenlerle
birbirlerinden çıkarak oluştuğunu öne sürer. Bunun için de tüm yaşayan birimler, üç evreden geçer :
(1) D e ğ i ş i k l i k , (2) K a l ı t ı m , ve (3) V a r o l m a savaşı.”
(Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa: 217-8)
Daskala :
(YUN.) : Kadın öğretmen), Bk.: Kolivadaskala
Daş : Taş
(Anadolu lehçesi)
“... Deli Haceli’nin Fatma zorlu gancık. Gaya gibi. Değirmen alt daşı. İnsanı döndürüyor. Gara...
Gözelin adı var, garanın dadı... demiş elin oğlu, boşa mı demiş? Gara emme gaya gibi. Değirmenin alt daşı. Bu
dert bizi iflah etmez öldürür.’ Aklı gene türküye gitti: ‘Çay taşı, çakmak taşı’nı tersinden düşündü: ‘Gözelinen
bal yenir,çirkininen daş daşı.’ dedi. ‘Kim? Fatma mı çirkin? Fatma’ya çirkin deyenin anasını satayım.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49-50)
Daşımak : Taşımak
(Anadolu lehçesi)
“... Deli Haceli’nin Fatma zorlu gancık. Gaya gibi. Değirmen alt daşı. İnsanı döndürüyor. Gara...
Gözelin adı var, garanın dadı... demiş elin oğlu, boşa mı demiş? Gara emme gaya gibi. Değirmenin alt daşı. Bu
dert bizi iflah etmez öldürür.’ Aklı gene türküye gitti: ‘Çay taşı, çakmak taşı’nı tersinden düşündü: ‘Gözelinen
bal yenir, çirkininen daş daşı.’ dedi. ‘Kim? Fatma mı çirkin? Fatma’ya çirkin deyenin anasını satayım.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49-50)
Daşşak, Daşşaklı herif : Haya, taşak; Sözünün eri, güvenilir, dürüst, sapına kadar erkek
“Bayram başladı:
‘Bu senin Gaymakam daşşaklı herif ana!’ dedi. ‘İnsanlıklı, gonuşuklu adam. Dırnak kadar çocuk
olduğu halde benim Amatla bile şakalaştı. Bizim arzuhali kendisi yazdı.... Çok insanlıklı...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:110)
datum :
(EDE.) <dey’tım - genellikle çoğul : data> : Bilinen(ler), muta, bilgi-malumat, teferruat
daub : (ZAN.) <do’b> : Sürmek, bulaştırmak, acemice boyamak; harç, çamur, kireç; sürmekle bulaştırılmış
leke; acemice yapılmış resim; dauber : boyacı, acemi ressam; dauby : sulu ve yapışkan, acemice yapılmış
resim
daunt :
(DAVR.) <dant, dont> : Yıldırmak, korku vermek; nothing daunted : yılmadan
dauphin : (FR., SOSY.,DEVL.) <do’fen> : Eski Fransa krallığında veliaht en büyük oğul; Yunus balığı;
Ardıl kişi; dauphiness <dofines> : Veliahdın zevcesi
davenport :
(KOLL.) : Küçük ve ekseriyetle süslü yazıhane; sedir, divan
Davete icabet etmek : Davet edilen yere gitmek
“Davete icabet etmez olmuşlardı. Kasım sabahtan gece yarısına kadar dükkanda ayaküstü durmak
yüzünden ayaklarına karasu indiği için artık yukarı katlara çıkmıyordu. Canına tak dedi. Odabaşılığı bana
devretmek istedi.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:96)
Davetiye çıkarmak : Bir gayeye ulaşmak için gereken önyolu, fırsatı dolaylı yoldan hazırlamak; Bir tür
işaretle istenci ya da yapılacak şeyi göstermek, ima etmek
“Orada öylece oturmuş, ‘Peki şimdi ne yapacağım?’ diye düşünüyordum. Bereket içgüdülerim bana bir
ilham verdi. Gözüm çantasına -çalınmış, hayli hırpalanmış çantaya- ilişti ve’Şanssızlığa sözüm yok,’ dedim,
‘ama bu kadar büyük bir şeyi taşıyıp gezmekle sen de ona davetiye çıkarmıyor musun?’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:171-2)
“Korkuları ve duygularını bastırması gerektiğini, çünkü Karl’ın böyle istediğini söylüyordu. Ve şimdi
Karl açık sözel konuşma için şüphe götürmez bir davetiye çıkarmıştı. Buna nasıl cevap vereceği konusunda
öneriler getirerek bu konuda rol yapma çalışması yaptık; gerçekten korktuğu şeyi dile dökmesine yardımcı
olmaya çalıştım.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:232-3)
Davetsiz konuk, misafir : Herhangi bir eve, resmi bir toplantıya davet edilmeksizin, kendiliğinden gelen
kimse; beklenmedik şahıs
“Çetenin başını çeken adam o sırada Cabir’in üzerine eğilmiş durumdaydı; doğruldu, burnunu
başkalarının işine sokan bu davetsiz misafirin karşısına gelip dikildi. Sakalının altında sağ kulağından çenesinin
ucuna kadar uzanan derin bir bıçak yarası görülüyordu ve yüzünün bu oyuk tarafını karşısındakine dönüp bir
hüküm açıklar gibi konuştu:
-Bu adam sarhoşun, zındığın, feylesofun teki!”
(A. Maalouf, “Semerkant”, sa:17)
“VEDALIK
-karımaBazen ziyaret edeceğim düşlerini
davetsiz konuk gibi, hiç istenmeyen.
Dışarda yol ortasında bırakma benikapını sürgüleme, lütfen.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
DAVRANIŞÇILIK : (FEL.,KOLL.) : İNG.: behaviorism, FR.: behaviorisme, ALM.: behaviorismus
Amerika’lı psikolog John B. Watson tarafından 1910 yılında ortaya atılan psikolojik-psikiyatrik davranış
“Yüzyılın başlarında, Psikoloji’ye hakim olan i ç e b a k ı ş ç ı ‘lığa bir tepki olarak doğdu.
Psikoloji’nin tam anlamıyla ‘emprik’ veya ‘deneysel’ bir bilim olması gerektiğini, onun sadece ve sadece,
organizmanın yaptığı ve dışa vurduğu şeyi araştırması gerektiğini dikte eder.
İçebakıma güvenilemez, zira, kişinin kendi ‘ben’ine ilişkin kayıt, bildirim ve bilgiler müphem
<belirsiz) ve öznel <sübjektif> olup, nesnel <objektif> bir tarzda doğrulanamaz. Doğrulukla ve kesin bir
biçimde bilinebilecek şeyler, yani g ö z l e m l e n e b i l e c e k d a v r a n ı ş l a r, duyularmız yoluyla içeri
alınabilirler. G ö z l e m de, en iyi şekilde, ‘kontrollü d e n e y’ yoluyla gerçekleşebilir.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:219)
Davy Jones : (İNG.MYTH., DEN.) <Dey’vi Co’ns> : Denizcilerin inancına göre denizde görülen cin; D.J.’s
locker : enginler; denizde ölenlerin kabri
day : (ZAM.) <dey> : Gündüz, gün; (ASTR.) devir müddeti; bir gündeki iş saatleri; vakit, devir, zaman, asır;
daybook : günlük hesap-not defteri; daybreak : seher, şafak, fecir; d. by d. : her gün, daima; day-dream :
hulya, kuruntu; d. labor : gündelik iş; d. laborer : gündelikçi; d. nursery : kreş, gündüz bakım evi; d. school
: gündüz çalışan okul; dayspring : fecir, doğan güneş; daystar : sabah yıldızı; daytime : gündüz; dd. of grace
: izin günleri: ödeme için borçluya verilen üç gün uzatma; all d. : bütün gün; better dd. : daha iyi günler; by
d.: gündüzün; call it a d. : o günlük işe nihayet vermek, artık çalışmamak; every dog has his d. : herkesin bir
şans günü var; every other d. : gün aşırı, iki günde bir; from d. to d. : günen güne; in dd. to come : ilerde
gelecek zamanlarda; p. day : ücret verildiği gün; solar d. : yirmi dört saat, dünyanın güneş etrafında bir
günde yaptığı devir; some fine d. : Allahın bir gününde; the last d. : Mahşer günü, Hüküm Günü; the other d.
: geçen gün; this many a d.: hayli zamandır, çoktan beri; twice a d.: günde iki kere
(Yeni Redhouse Lügati, sa:251)
Dayak çekmek : Bir güzel dövmek, pataklamak
“Babamın vekili, şu kıdemli yüzbaşının imzamı taşıyan borç senedini bana ödetmek üzere Gruşenka’ya
verdiğini işitmiştim; böylece beni dize getirmek istiyorlardı. Sözde korkutacaklardı. Gruşenka’ya iyi bir dayak
çekmeye hazırlandım.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:180)
“Melunu yakalayıp temiz bir dayak çekmeliydim ama... Vakit bırakmadı ki... Kahkahalarla gülerek
kendini denize attı. Deniz domuzu mu nedir? Öyle bir yüzüş yüzüyor ki dünyada görmedim.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:33)
Dayak düşmanı : Dayak yemeği seven, dayak yemek için elinden geleni yapan kimse
Bk.: Dayak tiryakisi; Kötek düşmanı
“BELBOY - Tam beş kişi efendim. İkisi de kadın... Erkeklerin hepsi Ahmet ismini taşıyorlar.
KOMİSER - Gördün mü dayak düşmanlarını...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:27)
“Aklından geçirdiklerine gelince, Rus müjiği genel olarak dayak düşmanıdır. Bunu öteden beri
söylerim. Köylümüz düzenbazdır, hiç acımaya gelmez. İyi ki şimdi bile sopadan vazgeçmemiş olanlar var. Rus
toprağı gücünü kızılcık sopasından alır.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:203)
Dayak faslı : Bir kusurdan dolayı dayaktan geçirmeyi adet edinmek
“Odanın bir köşesinde saman bir döşeğin üzerinde yatıyorum ve her gün iki öğün yemek veriliyor:
sabah soğuk tahıl çorbası, akşam sade suya çorba ve katıksız ekmek. Hesaplarıma göre kırk yedi gündür
buradayım. Ama bu çetele hesabı yanlış olabilir. Hücredeki ilk günlerim birkaç dayak faslıyla bölünüyordu ve
kaç kez bilincimi kaybettiğim için..... bir yerlerde sayıyı şaşırmış olabilirim.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:17)
“Bizde bilirsin, daha çok dayak, sopa, kırbaç geçer, ulusallaşmıştır bunlar. Bizde kulaktan çivilemek
yoktur, ne de olsa Avrupalılıyız ama sopa, kırbaç özbeöz malımızdır, elimizden alınamaz. Dış memleketlerde
dayak faslı kalkmış galiba; ahlak mı düzelmiş, yeni yasalar mı insanları birbirlerini dövmek için izin
vermiyormuş ne…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I , sa:131)
“O, sabahları lavabo odasında da işlev yapan gece hemşiresi idi. Sabah kahvaltısına inmeden önce, gece
yataklarını ıslatanlara çok sert muamele edilirdi. Eğer yatağınızı ıslattıysanız, bir dayak faslından geçerdiniz.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:17)
Dayaklamak : Yıkılmasını önlemek için (genellikle eski bir yapının) ona destek yapmak
“GÖĞÜ DAYAKLAMAK
İSTEYENE ÖĞÜTLER <2004>
------------------------------Gök fısıltıyla da dayaklanabilir aslında,
Bazen ıslak sigaranın tütsüsüyle de.
Söylenmiş sözler tersyüzün yutulurlar.
İnsan bir kuruntu ustasıdır kendi gözünde.
Şimdilik bu kadar!
Eline geçen her şeyle dayakla göğü,
Ben tekrar dönene kadar.”
(Fehim Hüseyinov <d.1954>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.12.04)
Dayaktan canını çıkarmak : İleri derecede incitecek şekilde dövmek
“Babaları, <Francesco Cenci> güçlü bir kişiye yüklü bir para vererek hapisten çıktı. Üç büyük oğlunun
garip girişiminin çocuklarına karşı beslediği kini daha da çoğaltacağı doğaldır. Büyük küçük, hepsine her an
ileniyor, sarayında kendisiyle birlikte oturan iki zavallı kızının, her gün dayaktan canlarını çıkarıyordu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:73)
Dayaktan pestilini çıkarmak : Bayılıncaya, yere serinceye dek dövmek
“Her kapıdan bir erkek başı uzandı. Ben onları görünce daha çok koşmaya başladım. Çünkü herifler
beni yakalarlarsa, dayaktan pestilimi çıkaracaklardı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:97)
Dayak tiryakisi : Dayak düşmanı; Dayak yemeden rahatlamayan, kendine işkenceden hoşlanan kimse
“Yok; Hamlet gibi başladım. Hamlet gibi bitireceğim. Benim için, bu, bir ‘kariyer’ meselesidir.
Birdenbire, yüzümün kara sarı boyasını silip, dayak tiryakisi bir topal uşak, bir kambur aşık, bir korkak ihtiyar
makyajı yapamam.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:133)
Dayak yemek : Döğülmek, saldırıya maruz kalmak
“O zaman Coco yürüdü. ‘Dur, biraz dur,’ dedi. Öteki de, ‘Ne var?’ dedi Coco da o zaman, ‘Seni
pataklayacağım,’ dedi. ‘Beni mi pataklayacaksın?’ O zaman elini arkasına attı. O zaman Coco, ‘Elini arkandan
çek, çünkü 6-35’i kaparım, ama gene de dayağı yersin.’ ”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:55)
“Boğazına sarılıp yumrukluyorum, onu Esther’in önünde rezil ediyorum; ya da iyice dayak yiyip onun
için nasıl da kavga ettiğimi, acı çektiğimi Esther’in görmesini sağlıyorum.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:83)
“Onun da, başkaları gibi bir aşk hikayesi vardı. Bir dülger olan babası iskeleden düşerek ölmüştü.
Ardından annesi göçmüş, kız kardeşleri dağılmış, bir çiftçi onu yanına almış ve küçük yaşta inekleri gütmeye
başlamıştı. Paçavralar altında tirtir titriyor, yüzükoyun yatarak durgun sulardan içiyor, hiç yoktan bol bol dayak
yiyordu. Sonunda, kendisinin yapmadığı bir hırsızlık yüzünden çiftlikten kovulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7)
“Bu küçük şer feylesofu tavuğu vakitsiz yumurtlatıp sabahleyin kendisine bir ‘alakok’ ziyafeti
çekecekti. Beceremedi. Yumurta yerine sunturlu bir dayak yedi. Fakat bu acıyı bir türlü sindiremiyordu.
Babasından öc almak hırsıyla zangır zangır titriyor ve buna gücü yetmeyeceğini düşündükçe sinirleri geriliyor,
çıldırıyor, öfkesinden yine kendi kendisini ısırıyordu.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:25)
“‘İşte, heriften dayağı yiyesin, ta öylesine gülesin geliyordu. Elini tutayım dedim ama, maşallah herif
ayı gibi. Bense a oğul, seksenime basarak artık çakallaştım...’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:74)
“Beşlere dönerek yine soruyorum: ‘Kendi kendinizden de utanmıyor musunuz?’
Kendi kendilerinden de utanmıyorlar. Başka bir dil konuşuyormuşum gibi tuhaf tuhaf yüzüme
bakıyorlar; sadece, dayak yiyen oğlan gülümsüyor, benimle alay ediyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:15)
“Anam ve babam gün boyu beni döverler ve beş para etmez şeyleri çaldırırlardı. Limandan bir kese
buğday ya da komşulardan bir tavuk. Karşı koyacak olsam yine dayak yerdim. Bana çok çirkin olduğumu
söylerler, bu kusuru durmadan başıma kakarlardı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:60)
“ ‘Beni henüz çağıran olmadı,’ diye düşünüyordum; Pale’ye dönüp, ‘Neden seni çağırdıklarında
gitmiyorsun?’ diye sordum, ‘Bu akşam dayağı yiyeceksin yine.’
Pale omuzlarını silkti ve yüzünü buruşturdu. ‘Kadınlar bir şeyden anlamaz ki.’ ”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:13)
Dayak yemiş kedi gibi belini kısmak : Beli kısılmış, sinmiş kimseleri niteleyen bir sözcük
“-Bu yaşta evlenebiliyorsun da neden askere gidemiyorsun bakalım? Evlenmesini bilen adam, pekala
askere de gidebilir. Şimdi nizam böyle...
İsmail, dayak yemiş bir kedi gibi belini kısarak sessizce aşağıya sıvıştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:84-5)
Dayalı döşeli : Baştanbaşa dayanmış, döşenmiş, bezenmiş, yeniden düzenlenmiş
Bk.: Döşeli
“SONSÖZ TASLAĞI
------------------------Bombalar, hançerler, yengiler ve şenliklerin,
İç karartan varoşlarınla
Dayalı döşeli konakların hep,
Bahçelerin, ah-vahlarla, dalaverelerle dolu,
Dua kusan tapınakların müzik halinde
Çocuk mutsuzlukların, kocakarı oyunların çılgınca,
Bezginliklerin.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:325)
“Kendimi pis bir aşevinde oturtup her gün aynı içkiyi ısmarlayamam, kendimi tümden emdiremem bir
tek sıvıda, bu yaşamda. Tümcemi kuruyorum, düzinelerce mumla aydınlatılacağı dayalı döşeli bir odaya
koşuyorum onunla. Bu cicili bicili süsleri, saçakları dışarı çıkarmam için üzerimde gözlere gerek duyuyorum.
Kendim olmam için (not ediyorum), öbür insanların gözlerinin beni ışıklandırmasına gereksinim duyuyorum;
öyleyse kendimin ne olduğu konusunda tümden kesin bir yargıya varamam.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:89)
Dayamak, dayatmak : Zorla vermek, zorlamak; Israr etmek
“... şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası Ankara’ya gitmiş. Bizi çağırdı. Gittik,
beraberce içtik. Herif gece yarısı damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya görünce bir tek kelime
söylemedi. Bir kenara oturdu. Karı da pişkinmiş, o da sanki odada kimse yokmuş gibi bir bana bir kendisine, bir
herife dayadı rakıyı.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan”, sa:15-6)
Dayamak, döşetmek : Bir evi baştan aşağı tefriş etmek; yeni eşyalarla dayayıp döşemek
“Efsun aldığı avansla hemen bir ev tuttu, gönlüne göre dayadı, döşedi. Cihan Ablasına birlikte oturmayı
teklif ettiyse de kadın kabul etmedi. Efsun’un aklı başında bir kız olduğunu, yalnız yaşamayı pekala
becerebileceğini söyledi. Efsun’un babasıyla duvar gibi küs annesi kızının bu yeni haline pek sevinmiş gibi
değildi. Daha doğrusu pek aldırmıyordu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:70)
Dazlak; Dazlaklar; Dazlaklık : Kafası kabak: tıraşlı ya da kel olmak; 2000’lerde Avrupa’nın kuzey
ülkelerindeortaya çıkan, çoğu Neo-Nazizm’i simgeleyen, maçlarda ya da o ülkelere yabancılara her tür ırk
düşmanlığı ve saldırganlık gösteren gençler; Düşüncesizlik, aptallık etmek
“Gil arabayı Belediye’ye sürdü, binaya girince doğruca Belediye Başkanı’nın ofisine gittik. Elli beş,elli
altı yaşlarında, şişmanlamaya yüz tutmuş, götü göbeği yerinde, dazlak kafalı Hugh Addonizio masasında
oturuyordu. Savaş kahramanı olmuş, altı devre senatörlük yapmış, ikinci kez belediye başkanı seçilmiş olan bu
koca adam ne yapacağını bilmez bir durumda hüngür hüngür ağlıyordu..”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:78)
“Görünüşe bakılırsa İngiliz, yeşil maroken kanepede çizgi gibi uzanan siyah ipek kılıflı şemsiyenin
sahibi olsa gerek, tamam, işte alıyor şemsiyeyi, üstteki fileye değil de, onun altındaki, demir çubuklardan
örülmüş etajere koyuyor, şimdi kompartmanda sizden biraz yaşlıca sadece bu kişi var, tepesi de daha dazlakça.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:17)
“GÜNEY AFRİKADA GAZOZ
Amerikan şekerli suyunun kutusu
çarmıhıdır İsa Kola’nın
taşınır ışıltılı okyanuslar üzerinden
dazlak milyonerlerle
bu barbar ülkelere.”
(Michael Cope<d.1952>-İlyas Tunç”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.03.06)
“İki adım ilerideki pencereye çarpıp duruyordu yaprakları çoktan dökülmüş dazlak ağacın dalları.
Rüzgar ağaca, ağaç pencereye, pencereyse ona fısıldıyordu. Saat de bir hayli geçmiş olmalı, havaya bakılırsa. Ne
kadar da aheste okuyor, halbuki yalnızca iki sayfa kaldı geriye.”
(Samet Çamoğlu, “Mübadele öyküleri-Kıyıya Vuranlar”, sa:55)
“O sırada evin girişinde dazlak kafalı, çizme yerine lastik ayakkabılar giymiş, ufak yapılı bir adam bir
an görünüp kayboldu. Oradan sıçanların çıkardığı hışırtıya benzer birtakım sesler duyulmaya başladı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:158)
“ALTINCI MİMOS
---------------------KORİTTO
Söylediklerinin ikisi de değil, Metro. Khios’tan mı
Erythrai’dan mı ne gelmiş. Dazlağın, bodurun teki;
hık demiş, Preksinos’un burnundan düşmüş...”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:35)
“Bu karabasandan korkan Pelayo, çocuğun bedenine ıslak bezler koyan karısı Elisande’ye koştu, onu
avlunun arka tarafına götürdü. İkisi de yerde yatan adama aptallar gibi bakakaldılar. Adam dilenci gibi
giyinmişti. Dişleri dökülmüş, dazlak başında sadece birkaç beyaz tel kalmıştı.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:104)
“YIKILIŞ SURESİ
yılan kandırmış, elma yenmiş bir defa
geçelim.. ve sabah olmuş ve akşam olmuş onuncu gün
aysel terketmiş beni, beşiktaş motoru batmış
dazlaklar yine dövmüş şalvarlı türkleri
yılan kandırmış, elma yenmiş n’apalım
sekiz tane satılmış ilk kitabımdan
katedralin duvarına işerken yakalanmış
istiklal marşı’nda göğsü kabaran ozan”
(Altay Öktem<d.1964>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:639)
“Bu gibi çareler ve ufak tefek hileler size ancak bir parçacık yardımcı olabilir ve çeki-düzen
verebilirler; yaşı, şişmanlığı ve dazlaklığı gizleyebilirler.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:131)
D-Day : Dİ-DEY ; İkinci Dünya Savaşında, Müttefiklerin Avrupayı Alman istilasından kurtarmak için
Normandiya’ya (Fransa) yaptığı ‘Çıkarma Günü’, 6 haziran 1944
“Talihli lakabıyla tanınan bu Jack Lohrke’nin tek ilginç özelliği, her talih kötü talih değildir yaşam
felsefesinin canlı örneği olmasıydı. Sakın bunu unutma. Lohrke 2. Dünya Savaşı’nda askerlik yaparken sadece
D-Day çıkarmasından ve Bulge Muharebe’sinden <16 aralık 1944’den 1945 ocak sonuna kadar süren Alman
karşı taarruzu. Almanların yenilmesiyle sonlandı.> kurtulmakla kalmadı, bir öğleden sonra iki yanında ikişerden
dört askerle yürürken bir bomba patladı. Askerlerin dördü de oracıkta öldü ama Lohrke’ye bir şey olmadı.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:38-9)
De : Söyle!
“YİYİP BİTİRME KENDİNİ...
---------------------------------Ve kulu-kölesi ol senin
En belalı düşmanının,
Ve yabanıl bir hayvana, kardeşim de,
Tanrı’dan da birşey dileme.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:49)
“De bana,
Yeryüzünde
sevdiğin biri var mı
beni sevdiğin kadar?”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:82)
Debdebe; Debdebeli : Şaşaa, saltanat, vur patlasın çal oynasın hayat tarzı
“Denizde bir yolculukları, o görkemli kıyı kentlerinin sokaklarında geçen bir serüven, yüksek tavanlı
salonlarda, dizi dizi sütunların arasında, ya da o debdebeli evlerin bahçesinde, ulu ağaçlar altında bir gezinti,
Virgile’in nefesiyle dopdolu olan ve bambaşka bir ruh taşıyan bu tablolardaki yapılar Antik Çağın havasına ne
güzel uyuyordu, yüzyıllardır el ele vererek, antik anıtların benzeri diye bir yığın ruhsuz ve anlamsız yapıyı bize
yutturan o sözde mimarlar kuşağı, ne vakte kadar sürdürecekler bu yalanı?”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:71)
“İnsan, Tarquin ile birlikteyken nasıl da kolayca çok eski çağlara, geleneklere, debdebelere, renklere,
törenlere dönüveriyordu, onların yanında kendi çağı nasıl da sefil, bağnaz ve aşağılık görünüyordu. Tarquin
ilginç biriydi çünkü olağanüstü iyi bir aracıydı: Onun aracılığıyla tarihe dönebilirdiniz. Hayır, bundan daha
fazlası söz konusuydu çünkü Tarquin tarihin kendisiydi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:268)
“Eski toprak sahiplerinin o debdebeli neredeyse saltanatlı günlerini anarken atını tutan zencinin ismini
hatırlayıncaya kadar susar, bazı küçük olayların kesin tarihini, ya da belirli bir senede elde edilen pamuk balye
sayısını anımsayana dek konuşmasına ara verirdi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:99)
“İyi bir adamla birlikteydi. Onu seviyordu. Penceresinin önündeki ağaçlarda Japon fenerleri asılıydı.
Onların aşağısında ve ötesinde, şehrin alev alev ışıkları vadiden yükseliyordu. Bütün o elektrik sadece onun
keyfi için, yatmadan önce bu debdebeli gösterinin keyfini çıkarmak için sarf ediliyordu.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:472)
“Az mı gördük, ikbalde tantanayla yaşarken
Nimetlerin bedeli yüzünden kimler bitti;
Yalın zevki bırakıp debdebeye koşarken
Zavallı eyyamcılar okka altına gitti.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291)
Debelenmek : Yuvarlanmak, tepinmek, uğraşmak; problemlerle sarmaş dolaş olup çözümlerine -acıyla- gayret
göstermek
“III
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?)
---------------------------------------Yaşam karmaşık tutkularla gelir,
Loş meclislerde nutuk bile atarsın.
İstediğin hedef önündedir,
Ama kader bir enselerse seni.
Görürsün büyük, küçük, fakir mi zengin mi?
Fırtınalarda ruh misali,
Yığınlarla debelen dur.
Her şey gelir geçer, kah bayramlarda güler,
Kah matemde solarsın.
Bir ileri bir geri çabala.
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
De bonne grace : (FR.,DAVR.,KOLL.) <Dö bon greys> : Büyük bir nezeket ve zarafetle = Wit good grace
(İNG.)
Deccal : Yalancı peygamber; Dini inanışlara göre kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacak olan yalancı ve
kötü yaratılışlı yalvaç; Kutsal Küfürcü
“Covent Garden’dan dünyalar kadar farklı olan bir diğer şey de, metro istasyonundaki personelin
tavrıydı. Covent Garden’deyken (bir) Deccal, neredeyse nefret edilecek bir kimseydim. Sokak müzisyenliği
yaptığım veya ‘Big Issue’ sattığım yıllar içinde, iyi arkadaşlık kurduğum insanların sayısı bir elimin
parmaklarını geçmezdi. Hatta bunu bile yapmama gerek yoktu. Aklıma en fazla iki kişi geliyordu.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:173-4)
“ ‘Biliyor musun, Başrahip Joachim gerçeği söylemişti. İki Deccal’in ortaya çıkacağı, insanlık tarihinin
altıncı dönemine ulaştık biz: gizemli Deccal ve gerçek Deccal..... Bonifacio gizemli Deccal’di ve Celestinus’un
tahttan feragat etmesi geçerli değildi; denizden gelen hayvandı; yedibaşlı ejderdi; başları, ölümcül suçları, on
boynuzun, On Emir’in çiğnenmesini temsil ediyordu; çevresindeki kardinaller çekirgeler, gövdesiyle
Zebani’ydi...... XI. Benedict, Deccal’in ta kendisiydi, topraktan çıkan hayvan! Ardılı olan kimsenin erdemi pırıl
pırıl parlasın diye, Tanrı onun gibi bir kötülük ve eşitsizlik canavarının kilisesini yönetmesine izin verdi.’ ” .....
“ ‘Açık seçik bir biçimde Deccal’dan söz eden, dünyanın yozlaşmasında ve bilimin gerilemesinde onun
belirtilerini sezen. Ama, Bacon, kendimizi onun gelişine hazırlamamızın tek bir yolu olduğunu öğretti: doğanın
gizlerini öğrenmek, bilimden insan türünün gelişmesi için yararlanmak. Otların iyileştirici erdemini, taşların
yapısını inceleyerek, hatta senin güldüğün o uçan makineleri tasarlayarak Deccal’la savaşmaya
hazırlanabilirsin.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:101;102)
“ ‘Onlar uzaktan alaca-bulaca birşeyler yaklaştığını gördüler. Dereler-tepeler gürültüyle
gümbürdüyordu. Babam, ‘Mutlaka Deccal çıktı, kıyametin kopacağını ilan ediyor, evrene yuf borusu çekiyor,
aman kızanlar, dağlara kaçalım,’ dedi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71)
“Karada ve havada, suda ve ateşte
Sözünden çıkmaz onun tüm ruhlar
Manzarası korkutur, dize getirir en vahşi canavarları,
Deccal bile titreyerek yaklaşır yanına...”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:12)
“Hiç düşünmüş olmadığım halde iki şekill, İsa ile Deccal, yavaş yavaş birleşmekteydi. Peki ama, bu
ikisi birbirinin ezeli düşmanı değil miydi; Sabah Yıldızı, Tanrı’nın rakibi değil miydi? Hiç, ‘Kötü’ olan şey
‘İyi’nin hizmetine girip onunla işbirliği yapabilir mi? Zamanla, karşıt peygamberin eserini okudukça, basamak
basamak esrarengiz bir gözüpek birliğe doğru çıkıyordum: İyiyle Kötü birbirine düşmandır, diyordum; işte
nefretin ilk basamağı. İ y i v e k ö t ü i ş o r t a ğ ı d ı r.; bu, nefretin daha yüksek olan ikinci basamağıdır.
İ y i y l e K ö t ü b i r d i r! Bu, şimdiye kadar ulaşabildiğim en yüksek basamaktır. Bu, basamağın üstünde
ürpererek duruyordum; kafama korkunç bir kuşku giirdi: Acaba bu Kutsal Küfürcü beni de küfre itiyor muydu?”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:305-6)
Deceptio visus : (LAT.,KOLL.) <De’keptio vi’sus> : Hayal görme; yanlış objeler görme; İllüzyon = Optical
illusion (İNG.)
Decessit sine prol : (LAT.) <Deke’sit sine prole> : Hiç konu olmadan öldü = He died without issue (İNG.)
Decipit frons prima multos : (LAT.,KOLL..,PSYCH.) <De’kipit frons prima multos> : İlk görüntü - tanışma
sık sık yanlış yorumlanır = The first appearance decevies many. First appearances are often deceiving (İNG.)
Decori decus addit avito: (LAT.,lSOSY.,PSYCH.) <De’kori de’kus adit avito> : O, atalarının şerefine şeref
katıyor = He adds honor to the honors of his ancestors (İNG.)
Dede; Dededen sürme : Anne ya da babnın babası; Dededen kalma, ailevi Coll.: Çok yaşlı adam
“Yılda iki defa, Paskalya ile Noel’de, ta uzaktaki köyden dedem yola çıkar, torunlarıyla kızını görmek
için Megalo Kastro’ya gelirdi. Her zaman hesaplar ve canavar damadının evde olmadığı saatte gelip kapıyı
çalardı. Kesilmemiş, uzun ak saçlı, güleç mavi gözlü, boğum boğum kocaman elleri olan, çıkık kemikli bir
ihtiyardı; beni okşamak için elini uzatır, okşadığı zaman derilerim soyulurdu. Üzerinde, pazar gününe mahsus
koyu çividi şalvarı, siyah çizmeleri, iri mavi benekli baş mendili vardı. Her zaman da, limon yapraklarına sarılı
aynı hediyeyi getirirdi: Fırında pişmiş bir domuz yavrusu; güler, onu açar ve evin içi mis gibi kokardı.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:28)
“-Yaşlı değilse tapu kayıtlarını kafasına nasıl doldurmuş?
-Bunlar soy-ocak tapucu... Tapuculuk bunlarda dededen sürme... Babası bunu şuncacıktan tapu
dairesine götürürmüş. Osmanlının tapu defterini, aklına bir bir alırken, yaprakları çevirmeye bunun gücü
yetmezmiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:75)
Dede(ler) yadigarı : Dedelerden, atalardan kalma hediye, mal mülk
“FAUST -... Tırtılların delik deşik ettiği şu tozlu kitap yığınlarıyla darlaşan bu odada, isli kağıt desteleri
tavanın kubesine kadar yükselmiş, şişeler, kutular ve aletler her tarafa tıka basa doldurulmuş, dedeler yadigarı ev
eşyası da buraya tıkılmış. İşte senin görüp göreceğin dünya budur! Hem de ne dünya!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:25)
Dedemin zamanından kalma : Çok eski zamanlardan kalma, antika, eski, külüstür, geçmez
“Sonunda bayan görünüyor, elinde incecik kağıttan sarı bir form var, hani şu otopark bekçilerinin
sileceklerinin altına sokuşturduğu türden, on dokuza on üç santimetre boyutunda bir form. Üzerinde fotoğraf
yok. El yazısıyla doldurulmuş; dedemin zamanından kalma nürekkep hokkalarına batırılmış kalem uçlarından
bulaşan mürekkepler var üzerinde...”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:22)
De die in diem : (LAT.KOLL.) <De die in di’em> : Günden güne = From day to day (İNG.)
Dediği(m) dedik, çaldığım düdük, koduğum koduk : Sözünde kesin, kendine güvenen ve her istediğini
yaptıran, inatçı kişilik yapısı
“Dediğim dedik
Kı.ım iki delik.”
(Anonim, Eski İstanbul tekerlemelerinden.)
“YOLCULUK VI
Kadın, o iğrenç köle, burnu havada, ahmak,
İğrenmeden bayılan kendine, gülmeden tapan;
Erkek, dediği dedik, pisboğaz, azgın, yalak,
Kölenin de kölesi, akan dere lağımdan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:263)
“Kahrolsun bütün bu kuvvetli sesler.
Kırmızı kasketli adam, uysal, dediği dedik kuvvetli sesi bekliyor, sonra birkaç kahramandan yoksun
kalmış, birkaç kahramanla zenginleşmiş tren kalkıyor. Ortalık aydınlık, ama daha çok erken. Saat yedi.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:13)
“Kimseden El Terrible <Spa.: Müthiş, korkunç, ürkünç> lakaplı şu Iban kadar nefret etmemişimdir
sanıyorum. Zorbalığı bütün bölgeye yayılan, pezevenk, iskenceci, zindancı….. Geriye atılmış kovboy şapkası,
zenginleçmiş ablak köylü suratı, terden alnına yapışmış kıvırcık saçları, ufacık gözleri, koca burnu, çenesi,
kendinden emin ve dediğim dedik tebessümüyle İban.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:141)
“GÜLTEN - Eyvah bayıldı... Aman yarabbi!...
HALA - İçeri alalım..
TEKİN, kucağına alır, götürür.
HALA , Kamil’in yanına gelir. - Üzülme Kamil... Ne kadar sinirli, dediğine dedik bir kadın olduğunu
bilirsin..”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:66)
“O gün kaymakama mızıkacılar:
‘Aman, bu sıcakta gitmeyelim. Bu cehennem havasında doğru soluk alamıyoruz. Nerde kaldı ki, zortzarta soluk yetişelim,’ dedilerse de, kaymakamın dediği dedik, koduğu koduktu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:69)
“Ertesi günü Codine’le ava çıkacağımı kendisine açıkladığım zaman, ilkin annem hafifçe direnir gibi
oldu ama sonra boyun eğdi. Aklı başında kadın, huyumu çok iyi bilirdi; uslu bir çocuk olmama karşın, birçok
konularda dediğim dedikti ...”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:54)
“Gelecek vapuru çok beklemediler. Sabah erkenden İstanbuldan gelen vapur koya demir attı. Nişancı
telaş içindeydi, şu Sultana ne olmuştu. Kuzu kuzu ardına düşmüş geliyordu. Sultan dediğim dedik çaldığım
düdüktü. Kafasına bir şey takmışsa ölür de o işi yapardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:209-10)
“LADY UTTERWORD, kanapeye doğru yaklaşarak. - Bırak son sözü o söylesin, canım. Önemli olan
laf altında kalmamak değil, bildiğini okumaktır.
MANGAN - Bu kız hem dediğim dedik, hem çaldığım düdük, diyor.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:84)
“Du Saillard, dibinde Carville halkının gösterişsiz yıkama yerini gördüğümüz bir burun üzerinde
yükselen senyör şatosunda dediği dedik bir adamdı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:51)
“Koliazine soyundan gelen annesinin kızlık ismi Agathe idi; general hanımı olunca ismi Agathoclée
Kouzminicha olarak değişmişti. Dediğim dedik bir kadındı. Şatafatlı başlıkları, hışırtılı ipek elbiseleriyle kasıla
kasıla dolaşırdı.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:6)
“Genç adam, ‘Öf, modellik yapmaktan bıktım, boydan portre falan da istemiyorum,’ diyerek huysuz,
dediğim dedik bir ifadeyle, piyano taburesinin üzerinde gelenlere döndü. Lord Henry’yi görünce yanaklarına bir
an hafif bir renk yayılarak ayağa kalktı.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:24)
“Shaw <G.Bernard>’un göz kamaştırıcı bir sataşkanlığı vardı; saldırı noktalarını ustalık ve çabuklukla
değiştiriyordu. Ötekisi <H.G.Wells> güçte bir savunma taktiği kullanıyordu; inanç ve kanısı olan insanlar gibi,
dediği dedikti.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:487)
Dediğine de diyeceğine de bin pişman olmak : Sözde sevinçli bir haberi verdikten sonra, mutlu olacağına,
türlü nedenlerden dolayı pişmaknıl hissetmek
“Arkadaşları geliyorlar, oyun oynamak için masaya oturuyorlardı..... Daha ne isterdi! Şlem diyebileceği
için sevinmesi, kıvancından hop oturur hop kalkması gerekmez mi? Ama hayır, birden böğründeki ince ağrıyı,
ağzındaki tatsızlığı hissederek şlem dediğine de, diyeceğine de bin pişman oluyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:62)
Dedikodu; Dedikodu çıkarmak, çıkmak, etmek, üretmek, yapmak : Arkasından konuşmak, birinin aleyhine
haber yaymak
“Her üç lisanın kolay, tarafsız, gerekli parçalarını ve argosunu öğrenmiş olanlar da çoktur. Sefil
kulübelerin, ucu bucağı görünmez yangın yerlerinin ortasında işlenen her suç, o kenar mahallelilerin sessizliğini
özlemeye, uzletini (yalnız başına yaşama) sevmeye, sefaletini incelemeye gelen meraklılara karşı olduğu için
fazla dedikodu yapılmazdı.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:16)
“Muhakemeyi dinleyenlerden, Tevfik’e tatlı saatler borçlu olanlar bile, İmam’ın sözlerinin etkisiyle
Tevfik’e kızdılar. Tevfik, Emine’yi boşamaya mecbur oldu. Fakat vak’a bununla kapanmadı, dedikodu çoğaldı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:23)
“Telefon sabahın köründe çalmaya başlar; annesi ya menajeriyle, bir yapımcıyla, bir rejisörle, bir
oyuncuyla görüşür ya da röportaj vermek, fotoğraf çektirmek, televizyon programına çıkmak, şu ya da bu ödül
töreninde kazananlara ödülü sunmak önerilerini kabul eder ya da reddeder; dahası o gece hangi lokantaya, ertesi
hafta hangi partiye gideceğini, kimin kim hakkında dedikodu yaptığını konuşur dururdu.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:63)
“Kadınlar akşama doğru çay saatinde de gelirlerdi otele. Bazen çay içilir, bolca dedikodu yapılır, bazen
de kağıt oynanırdı. Yirmi yaşlarının başındaki bir kız için garip bir hayat, biliyorum. Ama öyleydi. Kimse birşey
yapmıyor, kimse de buna şaşırmıyordu.”
(K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:80)
“şiir oteli
<poetry africa durban 2003>
çevirisi yapılmamış bir odada kalırdı bir şiir
duyardık kaçınılmaz dedikodusunu onun
diğer şiir dokunuşlarla doluydu
omurlardan inen hatlar boyunca”
(Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05)
“...komşu kadın geldiğinde, evi baştanbaşa gezdirirler, evde değilsek, özellikle bizim odalarımızı
gösterirler, ona, büyükanne olsun, kızkardeşi olsun, bir punduna getirip, kuzenim olduğunu ve bitişik odadaki şu
yatakta yattığını, gözlemleribnin de bunu doğruladığını söyleyebilmek ister, kurcalayıcıdır, dedikodu yapmaya
hazırdır.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:150)
“Selviye Hanım’ın her zaman anlatacak bir şeyi vardır. Kocası, çocukları üstüne. Dedikoduyu sever.
Evine döndüğünde beni de onlara anlattığını biliyorum.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:37)
“İlk hafta koyunlardan biri ölüyor ve çok uzaklardan gelip anneme büyük bir zenginlik vaat ettikten
sonra bize hiçbir şey bırakmadan giden bir adamın oğlu olduğum için benim lanetlenmiş olduğum hakkında
etrafta dedikodu çıkıyor.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:186)
“TREPLEV - Yeni biçimlere gereksinim var. Yeni biçimler bulunamıyorsa eğer, hiçbir şey olmasın
daha iyi. (Saatine bakar.) Annemi seviyorum, hem de çok. Fakat anlamsız bir hayat sürdürüyor, adı ayyuka çıktı
bu yazarla birlikte, gün geçmiyor ki, gazetelerin dedikodu sayfalarında ondan söz edilmesin.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:30)
“GENÇ KIZIN SEVİNCİ
Susturdu dedikoduyu
Sesi çiçek selinin
Dedi kodu bile
İkisi oldular seviştiler”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:8)
“ ‘Ioannes beni hiçbir zaman sevmedi, ama bna hep saygı duydu. Gerçekten, on yıl önce Bendikten
tarikatına girmemi öğütleyerek yargılanmaktan kurtulmam için bir yol gösteren odur; böylece düşmanlarımı
susturuyordu. Uzun uzun dedikodu yaptılar; bir yoksulluk öncüsünün böylesine zengin bir tarikata girmesiyle ve
Kardinal Orsini’nin sarayında yaşamasıyla alay ediyorlardı...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:89)
“Çamlıca Bahçesi bundan önce şimdiki gibi hüzünlü, ıssız ve sessiz sedasız bir yer değil, gürültülü
patırdılı bir coşkunluk ve fitne dolu bir eğlence yeriydi. Gerçekten de, o yaşlı ağaçlar bir zamanlar gençti; gelip
geçici hevesleri önünde kararsız olan gençler gibi, bunlar da en hafif bir rüzgarla hemen titrerler; coşku ve
umutla ilgili dedikoduya başlarlardı.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:32)
“Kesinlikle yalan! Kesinlikle dedikodu! Yok, yok! Hiç öyle bir şey mi olur? Amma kaymakamın kızı
güzelmiş... bir şey bile değil... Ben görmedim a, diyorlar... Diyelim ki bir şeymiş... dünyada bir tane olamaz a...
yok, yok! Yalandır inşallah!”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:24)
“Baş Kahraman <1986>
Sadece dedikodularda baş kahramanım ben,
Bayat sohbetlerdeyse haberin şahanesi.
Bellenecek iki şey var meyhane pirlerinden:
öksürük -tepki demek, tebessüm- suç ifadesi.”
(Naci Ferhadov<d.1940>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.12.04)
“George Sand, Chopin’e gelinceye dek daha nicelerinin Paris salonlarında aşka tutulduğu Sand’i. Bir
taşra kasabasının doğasındaki güzellikleri iştahla dile getiren aşk ürünü bir evliliğin küçük kızlığından geçip,
‘Aurore’ adıyle tesmiye edilip <isimlendirilip, adlandırılıp>, ardından erkek adıyla anılarını yazan, dedikodu
düşkünlerince aşkları ve aşıklarıyla ünlü, oysa asıl yazdıklarıyla seçkinleşen George Sand. Erkeksi davranışları
seçerken bunun, o erkekler dünyasının ‘benmerkezci’ dışarlak ortamında yer almayı kolaylaştıracağını
düşünmemiş olabilir mi?”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:58)
“Pazar akşamı
----------------Nehirde denklere sarılmış elma taşıyor sallar.
Kasvetli bir tanyeri vardı bu sabah;
Borçlarla, dedikodularla, başarısızlıklarla ilgili
Neler söylemiyoruz neler.”
(Barbara Guest-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.03)
“Müjgan beni kolumdan tutarak, sürükler gibi koştururken: ‘Allah cezanı versin. Niçin böyle yaptın?’
diyordu.
-Ne bileyim, dedim... İstanbul’daki teyzeler, ‘Dilini sıkı tut. Saçmasapan konuşma... Oraları dedikoducu
yerlerdir,’ diye tekrar tekrar tembih ettiler bana.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:65)
“Hasan efendi bir az duraksayan bir tavır takındı. Dilinin altındaki baklayı çıkarmak istiyor fakat
cesaret edemiyordu:
‘Bir şey daha var ama... sizi biraz üzer diye korkarım...’
‘O nasıl şeymiş öyle?’
‘Vallahi dedikodu... mahalle dedikodusu beyefendi...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:42)
“LEOPOLD - Severek hiçbir zaman mektup yazmadım.
OLBRAM - Elbette, yazmak zorunda değilsin. Ama yazık! Böylelikle, gereksiz yere bir yığın
dedikoduya neden oluyorsun.
LEOPOLD - Ne gibi dedikodular?
OLBRAM - Önemli mektupları yanıtlıyorum. Belki de bazı mektuplar postada takılıyordur.”
(V. Havel, “Largo Desolato”, sa:31)
“KENDİMLE KONUŞMALAR
Büyük bir tımarhanesi
İki üç doktoru ve küçük kilisesiyle
Fısıltılı dedikoduların dolaştığı bu ufak şehirde
Doğalı uzun zaman olmadı”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“DEDİKODU
Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü?
Yüksekkaldırım’da, güpegündüz?
Melahat’i almışım da sonra
Alemdar’a gitmişim, öyle mi?”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:366)
“... az zaman içinde Seniha ile Faik Bey arasındaki bu ateşli samimiyet İstanbul’un bu iki büyük
ailesine ait bir namus ve haysiyet davası halini aldı ve evvela Ada’nın Türk çevresinde başlayıp İstanbul’un
bütün evlerine bulaşarak kadın, erkek, genç ve ihtiyar herkesi başka türlü işgal eden hummalı <ateşli> bir
dedikodu konusu olmaya başladı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:71-2)
“ ‘Sen vardın eskiden..... o Noel gecesinden sonra, evden çıkarken beni bir daha görmeyeceğini
söylediğinde, inanamamıştım. Sonralarıysa, dedikodudan kaçtığını sandım. Anlayamadıkları bir şey olunca,
ağızları durmayan insanlardan korktuğunu, beni yalnız bıraktığını sandım...’ ”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:37)
“Kayınbiraderinin bu kararlı ve katı tutumu karşısında, ayrıca kentte alıp yürüyen dedikodulardan gözü
korkan Düşes, olayın dışında kalmayı yeğleyerek, yasal soruşturmanın Kral huzurunda yapılmasını istediğini
bildiren bir mektup gönderdi. Bu karışık ve zor davanın çözümlenmesi işini tamamen Krallık Yargı Meclisine
bırakarak kenara çekildi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Düello”, sa:138)
“Rugan Kundura
Düşündü şair:
Hay seni, bıktım bu pılı pırtıdan!
Yosmalar ve tiyatrolardan, şehirayından,
Gömlekler ve sokaklardan,
dedikodulardan.
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“... ülkemin ormanlarında dolaşarak, dört bir yana dağılmış insanları topluluğa dönüştüren, aralarındaki
birlik duygusunu canlı tutan, kardeşlik ve dayanışmayı pekiştiren masalları, yalanları, öyküleri, dedikoduları,
şakaları oradan oraya taşıyan atalardan biri olmayı gerektirir.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:232)
“Ancak, bir saat sonra elinde kağıtlarla ayağa kalktı ve bazı bölümleri not defterine kopya etmeye
koyuldu. ‘Ülkede, senin bir daha geri dönmemek üzere gittiğin dedikodusu dolaşıyor...’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:57)
“Breite Strasse’de oturan bu Bayan Buddenbrooklar, bir fırsatını bulup sözü Tony’nin başarısızlıkla
sonuçlanan evliliğine getiriyorlar, Madam Grünlich’e bazı büyük sözler söyletip iğneli bakışlarıyla onu
süzüyorlardı... ya da Bayan Grünlich’in saçını boyamasının ne büyük bir ayıp olduğunu söylüyorlar ve Bayan
Konsül’ün yeğeni Jakob Kröger hakkında dedikodular üretiyorlardı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:243)
“Scarlett istemeyerek onunla göz göze geldi. Butler’ın gözlerinde tıpkı küçük çocukların gözlerinde
olduğu gibi parıltılı izler gördü. Birden kahkahayla gülmeye başladı. Bu sorun o kadar önemsizdi ki, incir
çekirdeğini bile dolduramazdı. Şimdi Butler da gülüyordu. Hatta öyle gülüyorlardı ki, salondaki kadınlar dönüp
onlara baktılar. O ne? Dul Hamilton, bir yabancıyla fıkırdıyordu. Hemen biribirlerine sokuldular ve dedikodu
yapmaya başladılar.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:245)
“VALERE - A! Bana gösterdiğiniz ilgide korkulacak ne var, Elise?
ELISE - Ne olacak! Bir sürü şey: babam kızabilir, akrabalarım paylar; elalem dedikodu eder, ama
hepsinden çok, sizin değişeceğinizden korkarım; erkekler saf bir aşkın fazla ateşli ilgisine hemen daima zalimce
bir soğuklukla tepki verirler.”
(Moliere, “Cimri”, sa:31)
“Birçok kişinin dedikodusunu yaptığı aralarındaki ciddi yaş farkına karşın, Sinan’ı sevdiği belli
oluyordu. Çekingen, saygılı, temkinli bir hali vardı. Gene de kişiliğinin bir yanı gölgedeydi. Az konuşan, çok
susan, kendini fazla ele vermeyip sıkıştığında hınzır hınzır göz altından gülümseyen ketum erkeklerdendi.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443)
“KAMAROT, kekeleyerek. - Eveeeevet, efendim.
KEENEY - Kendi işini görecek yerde burada şu çocukla kocakarılar gibi dedikodu yapıyordun.
(Korkunç bir öfke ile Ben’e.) Defol buradan. Harita odasını temizle.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:14)
“ ‘Sana hürmette kusur etmem, merak etme,’ dedi. Arkamdan karşıma geçerken bir kahkaha attı, ama
çok acıklı bir yanı vardı bunun. ‘Şimdi olduğu gibi işte,’ dedi. ‘Bir şey yapıyorum, ama onu yapan sanki ben
değilim. İçimde kıpır kıpır bir şey var sanki ve bütün kötülüğü bana o yaptırıyor. Ama çok da ihtiyacım var ona.
Nakşetmek için de öyle.’
‘Bunlar Şeytan hakkında uydurulmuş kocakarı dedikoduları.’ ”
(O. Pamuk, “Benim Adım Kırmızı”, sa:193)
“Onlar için senin gibi birinin ressam olacağım diye üniversiteyi bırakması anlaşılacak bir şey değildir.
Kaçırdığını düşünürler, dedikodu ederler.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:339)
“Bir söylentiye göre basit bir belediye sorunu, kaçak bir balkonun yıkılması yüzünden vurulmuştu
başkan. Katil, cinayetten sonra kaçtığı köyündeki evinin samanlığında silahıyla birlikte olaydan üç gün sonra
yakalanmıştı. Bu üç gün boyunca o kadar çok dedikodu yapılmıştı ki suçu onun işlediğine önce kimse
inanmamış, cinayet nedeninin bu kadar basit olması hayal kırıklığı yaratmıştı.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:17)
“Yine de , koskoca bir ailenin bu ortak yüz hatları, M. de Charlus’ün çehresinde daha manevi ve
özellikle de daha tatlı bir incelik kazanıyordu. Mme de Villeparisis’nin evinden çıkarken yüzüne safça
yayıldığını gördüğüm munisliği, iyiliği, genelde onca şiddetle, tatsız tuhaflıklarla, dedikoduyla, katılıkla,
alınganlıkla ve kibirle çarpıtmasına, sahte bir acımasızlığın ardına gizlemesine, onun adına üzülüyordum.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:10)
“Yeni yıl girdikten sonra, hatta daha kesin bir dille ifade etmek gerekirse içinde bulunduğumuz bir ocak
gününün sıfırıncı saatinden itibaren, tüm ülkede herhangi bir ölüm vakası kaydedilmediğine dair dedikodular
dolaşmaya başladığında, akşamüzeri olmuştu bile. Dedikoduların temelinde ana kraliçenin kalan azıcık
yaşamından vazgeçmemek için ortaya koyduğu şaşırtıcı direncin bulunduğu düşünülebilirdi.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:12-3)
“Büyücülük
Yazan bir kadın çok hisseder,
o esrimeleri ve kehanetleri!
Döngüler ve çocuklar ve adalar
yetmezmiş gibi; yaslar ve dedikodular
ve sebzeler hiç yetmemiş sanki.
Uyarabileceğini düşünür yıldızları.
Casustur aslında bir yazar.
Sevgili aşkım, ben o kızım.”
(Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06)
“Markiz: ‘Yalnız, dikkat et, sevgilim’ dedi, ‘sen bu önemli haberlere böyle çabucak inanıyorsun ya, bu
halin yüzünden hısmımız Ancre Düşesi^nin çevresinde bulunanların birtakım ufak tefek dedikodularıyla
karşılaşmayasın sakın.”
(Stendhal, “Armance”, sa:30)
“Bir ay sonra ilk dedikodular kocamın kulağına gelmeye başladı. ‘Alman kadın,’ diyorlardı, ‘bütün gün
kendi başına sokaklarda geziyor.’ Dehşete kapılmıştım. Bambaşka alışkanlıklarla yetişen ben, bu masum
yürüyüşlerin böyle bir skandala yol açacağını hayal bile edemezdim.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:98)
“-... Haydi bakalım, gidecekseniz toplanın. Gidin bakın sayın dedeniz neler yapıyor. Partiye yazıldıysa
onda çok dedikodu var demektir. Bizim gibi sıradan insanlar onun anlattıklarını anlayabilir mi...”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:150-1)
“Konser kral olmadan başlayamazdı, fakat o da Kirsten baygınlık geçirdiği zaman ziyafeti karısıyla
birlikte terk etmiş ve daha dönmemişti. Ön sıradaki yaldızlı sandalyesi boştu. İzleyiciler esnediler, gerindiler,
dedikodu yapıp hayran hayran güllere baktılar; sonra tekrar esneyip en sonunda uyuklamaya başladılar.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:144)
“-Başka bir anne mi? Var ya!
-Evet, ama... Ya o giderse...
-Benim gitmem mi? Etli kanlı bir anneleri yaşasaydı, bu çocuklara neler yapacaktıysa ben de onları
yapmayı görev sayıyorum.
-Hem dedikodu oluyor...
-Olsun peder, dedim ya size, umurumda değil...”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:77-8)
“Emektarlar kendi oturma odalarında dedikodu yaparken, Orlando eline gümüş bir şamdan aldı ve bir
kez daha salonlarda, galerilerde, avlularda, yatak odalarında gezintiye çıktı; bir kez daha ataları arasındaki şu
Baş Mabeyincinin, bu Hazinecibaşının esmer yüzünün kendisine yukardan heyula gibi baktığını gördü; kah şu
görkemli koltuğa kuruldu, kah bu rahat sayvana uzandı;kapıya asılı nakışlı halıyı, sallanışını izledi...”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:116)
“Kocasını bir defadan fazla değiştirmişti; aslında Debrett onun üç kez evlendiğini söylüyordu, ama
aşığını hiç değiştirmediği için, dünya uzun süredir onun hakkında dedikodu yapmaktan vazgeçmişti.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:6)
“Mrs. Ball’un kır evi pek temiz sayılmazdı doğrusu. Geçen savaşta, kocası siperlerde çarpışırken, Mrs.
Ball, bir erkekle birlikte yaşamıştı. Miss La Trobe bütün bunları biliyor, ama dedikoduya karışmaktan
kaçınıyordu. Bu seyrek dokulu söylenti ağına foş diye daldı, nilüferli havuza yuvarlanan koca bir taş gibi. Çapraz
fiskoslar kesildi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:61)
“Görüşmede kendi kendine gurur dolu tek bir hisse sahip olma izni veremedi. Yaratıcı yazma
programından söz eder etmez aceleyle bu programa tembellikle giridiğini hatırlattı bana; bu program hakkında
dedikodu yoluyla bilgi almış, iki yıl önce yazdığı bazı hikayeleri göndermek dışında resmi bir müracaat
gerekmediği için başvurmuştu.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:12)
“Fransız dükleri, ricacılar, sevgililer, arkadaşlar, bunların hepsi de ondan lütuf bekler, armağan
getirirlerdi: coşkulu bir neşeyi. Herkes güler, gevezelik eder, dedikodu yapar, en son haberleri getirirdi onun
yatağına.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:11)
“1912 yazı – Viyana tren garında ağabeyi onu bekliyordu. Daha tam sarılmadan ağabeyine sordu:
‘Babamın nesi var?’ Eduard tereddüt etti. ‘Henüz benimle konuşmadı. Sanırım senin de gelmeni bekliyor. Ama
aslında ben olayın ne olduğunu tahmin edebiliyorum. Korkarım ona mavi yayı verdiler.’ ‘Mavi yay mı?’ Clarissa
ağabeyine anlamadan baktı. ‘Evet, bizde emekli edilenler için böyle denir. Uzun zamandır bununla ilgili
dedikodular duyuyordum. Ordu gazetesi kuşkusuz yukardakilerden destek bularak kitabına saldırdığından beri
bakanlıkta ya da Genelkurmay’da istenmediği bilinen bir şey.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:34)
Dedikodu kumkuması : Dedikodu etmeyi bir hayat biçimine döndürmüş kişi (genellikle yaşlı, evlenmemiş
kadın)
“Amos Ames, çenebaz ve dedikoducu bir kasaba halkı tipidir. Dedikodu dinlemeye bayılır..... Karısı
Louisa kendisinden daha uzun ve daha toplucadır. Aynı yaşlarda görünmektedir. Dedikodu kumkuması, şirret bir
kadındır.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:17)
“Üç Maria’lar. Kız kurusu azizecikler. Cadılar. Erkeksiz bakireler. O lanet olasıca dedikodu
kumkumaları, bakirelik gemisinin içinde cennete gideceklerdi. Bir solucan bile onlara acımazdı...”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28)
Dee, De-ha : Orada
“-Okula gidiyor musun?
Yarı öfke, yarı hayretle omuzlarını kaldırıyor:
-Ne okulu be. Ben okula gideyim de burada işe kim bakacak? Hem bu köyde okul yok. Dee, imamın
evinde oklurlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:24)
De facto : (LAT.,KOLL.) <De fak’to> : Gerçekte, gerçekten de, olduğu veçhile = In fact, actually, as a
matter of fact (İNG.)
‘de faire le mal pour le plaisir de faire’: (FR.) <dö fer le mal pur lö ple’zir dö fer> : “Yapmış olma hazzı
için (kötü) bir şey yapma” -Fransız atasözüDefensor Fidei : (LAT.,DİN,KOLL.) : Dinin, imanın koruyucusu. İngiliz madeni paraların üzerindeki bu
başlık, Papa Pope Leo X tarafından hükümdar Henry VIII’in ‘Yedi Kutsal Ayin’ üzerine yazılmış Latin tekstleri
koruduğu konusundaki basiretini işaret etmektedir = Defender of the Faith. This title on British coins was
conferred by Pope Leo X on Henry VIII for his Lain tract on the Seven Sacraments (İNG.)
Defetmek; Deflemek : Kapı dışarı etmek, kovmak, hayatından çıkarmak
“Çocuğun bir sorusu üzerine, babası, annesinin velayeti almak için diretmediğini söyledi. Kadının o
zaman söylediklerini aynen yineleyerek, annesinin paramparça olduğunu, Miles’dan vazgeçmenin hayatındaki
en zor, en korkunç karar olduğunu ama o koşullarda elinden başka bir şey gelmediğini anlattı. O gün Abington
Meydanı’nda, babası ona, bir başka deyişle, annesinin ikisini de sepetlediğini söyledi, ‘Seni de beni de def etti
oğlum. İkimize de haydi vira, çekin arabanızı’ dedi.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:61)
“-Kardeşim Jeff, sana bir şey söyleyeyim mi? Artık bu ıvır zıvırları defleyip kazançlı ve besleyici bir
işle uğraşmamız zorunlu oldu. ‘Gratciel’ ülkesine dalıp etli yağlı bir boğa boğazlasak kötü olmaz.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:94)
“Bir gün Bekir Çavuş Cennet’e çeşme başında rastgeldi. Dişlerini gıcırdatarak üstüne yürüdü: ‘Ya o
herifi deflersin, yahut karışmam’ diye homurdandı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:57)
“Bunun üzerine ömrünün uzun yılları Bulgar komitacılarıyla savaşta geçmiş olan paşa tepki gösterdi; bu
adamı evinde görmek istemediğini, varlığına bir dakika dahi tahammül edemeyeceğini, eğer icabını yerine
getirmezlerse komitacıyı bizzat def edeceğini söyledi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:118-9)
“Fatiha ‘hayrı ve şerri’ çekip def etmede tektir, ama onu bizzat fatiha bu yana çekiyordu. Başka türlü
görmesi yine onun farklı göstermesinden; başkasının gözden yitip gitmesi de onun uyarışından.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
“Polis şefi sesini yavaşlattı ve yatıştırıcı şeyler söylemek istediyse de kalabalık arasından:
-Ne bakıp duruyoruz onun suratına, diye bir ses yükseldi. Çocuklar! Defedelim şunları!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:43)
“Mathieu kapıyı kapadı ve Brunet’in yanına döndü. Ellerini oğuşturarak:
-Tamam, dedi, oğlanı defledin. ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:122)
“Kralın Paris’e dönmesine yardım ettiği doğru. Fransa’nın en değerli kişilerini suçlamak için o kalleş
elini uzattığı da bir gerçek. Ama şimdi onu defetmenin zamanı geldi artık. Paris’e girebilmek için sabırsızlıkla
beklediği günlerde Kralı sıkıştıran, kan dökülmeden kente girebilmesi için Otranto Dükünün, bakan
yapılmasında direnen aynı soylu kişiler, şimdi Fouché’nin adını bile duymak istemiyorlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:210)
Defihacet etmek : Büyük abdestini yapmak
“Uzaklaşıp evin önünde sigara içerken, onun dişlerinin arasından bir küfür ve hakaret teranesi halinde
homurdandığını işitiyorum: chingada, chingada vaina, hembra, perra <Spa: Düzülmüş, düzülmüş vajina, dişi,
köpek>. Ya da onun kalkıp mutfakta arandığını duyuyorum. Defi hacet için bir perdenin arkasındaki kovayı
kullanıyor.”
(J.M.G. Le Clezio, “Ourania”, sa:110)
“Saat beşte kalktım, tedirgindim, çünkü Pazar yazımın saat on ikiden önce yazı işlerinde olması
gerekiyordu. Her zaman dakik olan defihacet ihtiyacımı yine mehtaplı gecelerdeki yanmalarla giderdim, sifonun
zincirini çekip bıraktığımda geçmişten gelen kızgınlıklarımın çirkef çukuruna gittiğini hissettim.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:32)
“Bu çitin yakınlarında, iki-üç kere, yılanların içine sığmadıklarında attıkları kurumuş yılan
gömleklerinden bulmuştum. Bu deriler domuzların bilmem hangi hastalığına iyi gelirmiş. Sonuna doğru
yaklaştıkça arazi daralır, en sonunda da kaplumbağa kuyruğu gibi sivrilirdi. Anneannemle ben, sıkışıp da
zeytinliklerin içine dalmaya vakit olmadığında işte orada defi hacet ederdik.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:72)
Deflemek : Kovmak, evden ya da işten atmak
“Bir gün Bekir Çavuş Cennet’e çeşme başında rastgeldi. Dişlerini gıcırdatarak üstüne yürüdü: ‘Ya o
herifi deflersin, yahut karışmam’ diye homurdandı. Kadın, taştan Diana tavrını aldı:”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:57)
Defol, defol git; Ayak altından defolmak : Bir yerlerden hakaretamiz bir şekilde kovma, uzaklaştırma
“-Sen kim oluyorsun?
-Aşçı başının yamağı bendeniz. Aşçı başı su istedi, oğlana, bir iki kova su çek dedim...
-Defol herif... Git kendi suyunu kendin çek!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:128)
“EJDERHA
--------------
Önceden de demiştim dağ perisi gibisin.
Mağara duaları ürkütür bedenimi...
Ko günahkar papazın mutluluktan gebersin,
Tanrı korusun beni!...
Sen başımın belası, çek git, defol buradan!
Çekici bir ejderhasın -başım dertte bu yüzden...”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“Irazca inadından döneceğe benzemiyordu. ‘Ik’ diyor, ‘mık’ demiyordu. İkide bir ‘Defol!’ çekiyor,
‘Gidecek olana yollar açıktır!’ diyordu. Bozup atıyordu Bayram’ı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:211)
“Ama başka birisi anlatmıştı; çünkü birdenbire arkasından kısık bir ses: ‘Çabuk buradan defol!’ diye
söylendi. Kim olduğuna bile bakmadan hemen uzaklaştı asker. Ancak birkaç yüz adım sonra arkasına bakmaya
cesaret edebildi ve en aşağı düzeyde iki tane dilenci gördü. Hala onu izliyorlardı.”
(B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:6)
“Gaipten Gelen Ses, Enerji’nin kendisidir ve işte bu nedenle sadece her iki taraf da tam annlamıyla
hazır olduğunda insanları bir araya getirir. Bu, hiç duymak istemediğimiz ‘Defol’ sözcüğünü duymak anlamına
gelse de, hepimiz henüz denemeyi sürdürüyor ve şartları zorluyoruz.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:144)
“Kendini kurtarıp göğsüme öyle sert vuruyordu ki nefesim kesiliyor ve geri geri sendeliyorum. ‘Seni
orospu çocuğu’ diye bağırıyor. ‘Seni yaşlı kaçık! Defol! Git de bir yerlerde geber!’ Dönüp giderken arkasından
‘Beni ne zaman duruşmaya çıkaracaksınız?’ diye bağırıyorum. Aldırmıyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:166)
“Suratı mosmor kesilip zangır zangır titreyen paşa:
-Defol! diye bağırdı.
Korkudan Çerviakov’un beti benzi atmıştı. Ancak:
-Ne? Ne dediniz? diye fısıldayabildi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23)
“VARYA (Öfkeden kendini yitirerek.) - Hemen defol buradan! Defol! (Epihodov kapıya doğru gider,
Varya da arkasından.) Yirmi iki musibet seni! Bir daha görünme buralarda! Gözüm görmesin seni!”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:156)
“KOMİSER - Defol! (Kapıya doğru ilerler.)
DELİ - Tanrım! Sizin hepinizde, nevrasteni başgösterdi anlaşılan.Yeter, ama önce şu deli, deminden
beri döne dolaşa sizi arıyor ‘ille de suratının ortasına patlatacağım’ diye fır dönüyor.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:20)
“ELIZABETH -... Bu da nesi?.. Marta neden her yeri kapalı tutuyorsun?..... Ah! Stuart, lanet olasıca!
(Masanın üzerinden kamayı alır.) Defol! Korkmuyorum senden... (Elindeki kamayla kıpırdayan perdeye doğru
atılır.) Senden de. Gördüm seni piç kurusu. Deşeceğim seni. (Kamayı perdeye batırır)”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:8)
“Çelkaş kendine geldi; Gavrila’yı iterek, hırıltılı bir sesle:
-Defol git!.. diye inledi.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:100)
“Nesip, hazırladığım yemiş kabuklarından bir avuç aldı. Bembeyaz kesilmş kısık dudaklarına götürdü.
Şüphesiz yiyecekti. Zaten artık intikamım alınmış, kinim sönmüştü. Bir el hareketiyle:
-At onları... Haydi, defol git! dedim.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:163)
“ALTINCI MİMOS - KADIN KADINA
METRO
Sevgili Koritto, aynı boyunduruk, seni de beni de
bezdiren. Ben de havlayıp duruyorum köpek gibi,
hırlıyorum gece gündüz, şu salak kölelere.
Neyse, niye geldim ben sana? -Defolup git
ayak altından, seni dangalak!”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33)
“Bunun üzerine yaşlı amcam, ..... gittikçe artan bir şiddetle duvarın tırmıklanmakta olduğu yerin tam
önünde kımıltısız durdu ve hiç işitmediğim kadar güçlü ve görkemli bir sesle: ‘Daniel, Daniel, bu saatte burada
işin ne?’ dedi. Bunun üzerine korkunç, tüyler ürpertici bir çığlık koptu..... ‘Varlıkların en yükseğinin tahtı
önünde bağışlanma ve acıma dile! Senin yerin orasıdır. Bir daha dönmeyeceğin bu yaşamdan defol git!’ ”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:34)
“Onu götürüp sarhoş ederim, çok geçmeden bulut olur. Zaten daha önceden mutlaka bir iki tek atmıştır.
Onu masasının başında bırakır, mezarlığa girmek için kartını alır ve sizin yanınıza yalnız gelirim. Sarhoşsa,
‘Hadi defol,’ derim, ‘ben senin işini yaparım!’ Kalkıp gider, ben de sizi çukurdan çıkarırım.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:388-9)
“Kozma kımıldamadan, sözünü kesti:
-Defol buradan!... Beni iğrendiriyorsun!... Biz-fa-kir-in-san-la-rız! Siz hayvansınız. Mev-lam-öy-leyaz-mış! Hay Mevlanıza da!...”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:126)
“ ‘Matta, yazıcı. Neredesin?..... Ya şimdi bu halin ne, tüyü yolunmuş horoz gibi inleyip duruyorsun:
‘Yeryüzünde hayat, kanat dökmektir’ diyorsun. Hıh! defol, gözüm görmesin!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:564)
“Komutan kızını görünce hemen arkasını döndü ona, hızla yatak odasına kaçtı. Bir yandan da eliyle
kapıyı göstererek, ‘Defol... gözüm görmesin seni!..’ diye bağırıyordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:37-8)
“Pantolonumu yere düşürdüm ve çürükleri ona gösterdim. ‘Bakın bunlara! Gece yatağımı ıslattığımdan
çekiçlendim,’ dedim.
-‘Buradan defol!’ diye gürledi, doktor, ‘yoksa diğer tarafa aynını yaparım!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:28)
“Kapris No: SON
Yürüyorum.
Babamı da kolundan tutmuş yürüyorum.
O ise gittikçe küçülüyor.
Evin anahtarını yitirmiş.
--------------------Bağırıyorum:
Oksijen,
Çabuk yanayım, daha çabuk, yardım et!
Çekilir bir ağırlık değil bu!
Demir,
Defol, seni de istemem!
Canın cehenneme, katılık!”
(Lyubomir Levçev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.02)
“Ve göklerin derinliklerinde Tanrı dile geldi:
‘İşte bunlar için. O dediklerini bunlar için yarattım. Senin işin ne burada ukala dümbeleği? Çık
dışarıyaaaa! Defol buradon, defol!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:42)
“HARPAGON -... utanmıyor musun ananın babanın bunca alın teriyle biriktirdiği serveti har vurup
harman savurmaktan?
CLEANTE - Ya siz utanmıyor musunuz böyle dalavereli işlerle adınızı lekelemekten, para isitif
etmeye doymak bilmeyen hırsınızla, şerefi, namusu hiçe saymaktan.....
HARPAGON - Defol, edepsiz, gözüm görmesin seni.”
(Moliere, “Cimri”, sa:64)
“KAMAROT, kekeleyerek. - Eveeeevet, efendim.
KEENEY - Kendi işini görecek yerde burada şu çocukla kocakarılar gibi dedikodu yapıyordun.
(Korkunç bir öfke ile Ben’e.) Defol buradan. Harita odasını temizle.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:14)
“Peaslee başını çevirip bakınca, arkasında bir adam durduğunu gördü. Peaslee’nin etrafındaki adi
hırsızlar ve cepçiler sessizce kalkıp barın dört bir yanına dağıldılar, geride sadece penceresiz barın boğucu
havasında salınan puro dumanları bırakarak. Yalnızca şaşı hırsız yerinden kımıldamamıştı.
‘Defol!’ dedi Peaslee öfkeyle. Sonuncu hırsız da kalabalığa karıştı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:462)
“LENI - Kapını vuracak, sen de açacaksın. Sana ne diyecek biliyor musun?
FRANTZ - Umurumda bile değil.
LENI - Aynen şöyle diyecek: Kendini tanık yerine koyuyorsun ama sen sanıksın! (Kısa bir sessizlik.)
Ne cevap vereceksin?
FRANZ - Defol burdan! Satılmış! Benim moralimi bozmayı asıl isteyen sensin!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:138-9)
“KAPTAN - Kara hırsızlarıyla deniz hırsızları aynı soydandır. Haydi, defolun ikiniz de!
HIRSIZ - Başüstüne Kaptan! (Süklüm püklüm çıkar.)
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:95)
“ACHILLES (Hemen Pothinus’tan sonra, bir tehdit edasıyla.) - Dört bin kişiyle ne yapabilirsiniz?
THEODOTUS (Hemen Achilles’in ardından cırlayarak.) Hem de on parasız. Gidin işinize.
SARAYLILAR (Bağırıp çağırarak Sezar’ın çevresine üşüşürler.) Gidin işinize. Mısır, Mısırlılarındır.
Defolun buradan!”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:63-4)
“Parkta olanlardan sonra annemle aramız biraz soğumuştu..... Genellikle hep yalnız yerdim yemeğimi.
Bazı bazı yine öfkelendiği olurdu. Özellikle bana değil, başka şeylere kızınca da başlardı bağırmaya: ‘Defol
karşımdan, gözüm görmesin. Seni yatılı okula kapatacağım. Orada öğrenirsin dünyanın kaç bucak olduğunu!’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:16-7)
“Canavar her zaman olduğu gibi durduğu yerde tepiniyor, köpek gibi havlıyor, onun üstüne yürümeye
hazırlanıyordu. Defol dedi canavara, korka korka bir taş aldı yerden, fırlattı. Taş canavarın hiçbir yerine gelmedi.
Canavar yavaş yavaş doğruldu. Pis hayvan, dedi adam, ikide birde karşıma çıkıyor.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:153)
“Defolun bayan. Defolun gidin, hemen. Kötü bir insan değilim, ama başkalarının hayatına karışan
cadalozların dilini kesmek igibi bir huyum vardır.
Kocakarı kaskatı kesilip uzaklaştı. Biraz ötede döndü, öfkeli bir hareketle şemsiyesini salladı.
‘Göreceksiniz!..’
‘Defolun, seni zardalozun cadalozu!..’
Kadın şemsiyesini açtı ve uzaklaştı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:91)
De fond en comble : (FR.,KOLL.) <Dö fon an kobl> : Tabandan tavana kadar! = From bottom to top (İNG.)
Defterden silmek : Aradaki ilişkiyi, dostluğu kapamak; artık yakınlık göstermemek, artık güvenmemek
“Diyelim biri vardır da dağları, ormanları yurt edindi, yıllar yılı buralarda yaşayıp felsefeyle ya da
doğabilimle düşüp kalktı ve sonunda Tanrı babayı sildi defterden..”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:13)
“DOST
Sıradan biri için, yıllar, fırtınaya bedeldir;
yıllar sıradan biri için: Rüzgarınoluklarında ve ufkun üzerinde eser,
aralıksız ve uzun.
-------Bir hiç onlar. Bir hiç.
Sil onları defterden. Gökyüzü,
kavrıyor onları...
içimin gökyüzünde de yittiler.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
Defterde (yazılı) olmamak : Hesapta olmamak, önceden düşünülmemiş olmak
“-Vay canına!... Bizim defterde işte bu yoktu. -Sol kaşını kaldırarak Kadir’in yüzüne şüpheyle baktı-:
-Atmıyorsun ya?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:155)
Defter(i) dürülmek; Defterini dürmek : İşi, ilişkisi bitirilmek; öldürülmesine karar verilmek, ölmek
“ ‘Bir sone’m daha var, fakat bunun ilki kadar değerli olduğunu sanmıyorum,’ demiş Lotario, ‘zaten siz
de anlarsımnız öyle olduğunu:
Biliyorum, defterim dürüldü benim: sen huzurundan kovunca,
Bir an bile yaşayamayacağımı adım gibi biliyorum;
Ama kabul ediyorum ah, vefasız! Ayaklarının ucunda ölmeyi,
Aşkından bıktığım günü görmektense.! ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:267)
“Telgrafı eline almış, okumuş, sarı kağıda sersem sersem bakmış o Fransızca sözcükleri, yazıldığından
farklı bir şey söylemeye zorlamıştı adeta. Ölmüş. Işıkların dünyasından geçmişin hapishanesine gitmiş, sonsuza
kadar. Dönmemecesine. Cenaze merasimi çoktan yapılmış. Hesap kapanmış, hayatla olan hesap. Defter
dürülmüş. Matbaacıların dediği gibi, iş bitmiş.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:140)
“Baudolino o yıl sarayda fazla kalmadı (sarayda olduğunda hem korkarak dolaşıyor, hem de Beatrix’le
karşılaşmaya can atıyordu, bir işkenceydi bu). Friedrich önce Polonyalıların defterini dürmek zorundaydı mart
ayında, İtalya üzerine yeni bir sefer düzenlemek için, Worms’de bir diyet (dini kurul) toplamıştı. Milano yine aynı
Milano’ydu, yardakçılarıyla birlikte gitgide daha isyankar oluyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:60)
“Gel gelelim, kocası olacak adam, namusuyla çalışacak biri değildi ki! Şu güneşin altında yaşamış en
büyük serseriydi o herif. Günün bitinde polis, yakasına yapıştı. Ardından da soğuk bir kışla, soğuk rutubetli bir
zindan, onun defterini dürmeye yetti. Burada, Margarida kısa bir ara verip, dinleyicilerin kulaklarına bas bas
bağırırdı: ‘Zebaniler cehennemin dibinde kızartsınlar o serseri herifi!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz”, sa:32)
Defteri kapatmak : İşi, ilişkiyi bitirmek
Bk.: Defterini dürmek
“-----------Bir gün bana somurtarak:
‘İnsan bir melek sevdim sanır,
Maymunu melek sanır aldanır.
Takarsın bir kaç değersiz boncuk
Birkaç yapay süs, biraz allık,
Kandırırsın Aşk’ın kendisini bile,’ dedi.
Bilirsin yeğeniyle nasıl,
Defterini kapattığımız bu hesabın.”
(M. de Cervantes<1547-1616>, “Don Quijote”, sa:68)
“Soraya var hala. O defteri kapatmak gerek. Bunu yapacağına, onun izini bulması için bir detektif
tutuyor. Birkaç gün içinde onun gerçek adını, adresini, telefon numarasını öğreniyor. Sabah dokuzda, çocukların
ve kocasının evde olmayacakları bir saatte telefon ediyor, ‘Soraya?’ diyor. ‘Ben David. Nasılsın? Seni ne zaman
görebilirim?’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:17)
De gaieté du coeur : (FR.,PSYCH.) <Dö gey’te dü kör> : Kalpten gelen bir sevinç ile, safi neş’e = From
cheerfullness of heart; out of sheer gaiety (İNG.)
D’égal a égal : (FR.,PSYCH.,KOLL.) <d’egal a egal> : Eşit olarak = Equally (İNG.)
Dégénéré supérieur : (FR.,PSYCH.) <Deje’nere süpe’riör> : Sapık kimse (üstat, alim, başkan) = A person
of superior mental ability with degenerate tendencies (İNG.)
Değeri küllenmemek : Kıymetinden hiç birşey yitirmemek
“Bu biçim yaşayış, somut bakımdan hoştu: Tadına doyulmaz yemekler, hızla giden içi rahat arabalar,
zengince döşeli, yepyeni kumaşlar ve moda yastıklarla süslü sıcak odalar.. bunlar değeri küllenmeyecek
keyiflerdi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:113)
Değil : O olasılık bir yana
“Babası ömrünün en büyük idealini gerçekleştirmeye hazırlanıyor ve yalının üst kattaki paşa odasının
kendisine ayrıldığını sanıyordu ama karısı böyle bir şeyin konuşulmasına bile razı değildi. Değil adamın paşa
odasında oturması, o yalıya sokulması fikrine bile tahammül edemiyordu. ‘Uşak’, diyordu. ‘Uşak işte, ne olacak.
Bu asil yalıda bir uşakla mı yaşayacaksın?”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:99)
Değirmenden geçmiş buğdaya dönmek : Ezilmek, unufak olmak
“Tacirlerin yanındaki seyisinden fazla nazik olmayan biri, attan düşmüş bu zavallının kafa tutmalarına
tahammül edemedi, böğürlerine bir karşılık yolladı. Kargısını elinden aldı, unufak etti, bu parçalardan biriyle
Don Quijote’yi öyle bir ıslattı ki, zırhına rağmen, değirmenden geçmiş buğdaya çevirdi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:32)
Değirmeni fitillemek : Piromani; Fransız aşağı kültüründe bir evi ateşlemek, yakmak (Argo)
“Gavroche’lla konuşmaya cesaret edebilen büyük oğlan:
‘Sonra da,’ dedi, ‘belki de bir kıvılcım düşer samanın içine, kimbilir! Evi yakmamaya dikkat etmek
gerekir.’
‘Evi yakmak denmez ona,’ diye çıkıştı Gavroche. Biz ona ‘değirmeni fitillemek’ deriz.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:239)
Değirmentaşı gibi omuzları olmak : Çok geniş, yuvarlak omuzlu, kuvvetli, gelişmiş kaslı çiftçi
“Ya ellerine ne dersiniz: her biri yztık gibiydi. Ya parmakları, ya ayakları! Anımsıyorum, Martin
Petroviç’in iki arşın enindeki sırtına, değirmen taşını andıran omuzlarına saygılı bir korkuyla bakardım, ama en
çok kulakları tuhafıma giderdi.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:12)
Değiş tokuş etmek, yapmak : Aşağı yukarı eşdeğerli şeyleri, en önemlisi,insanları-halkları karşılıklı
değiştirmek, mübadele
“... ancak ben neyi resmettiğini pek anlayamadım, çünkü karanlık etrafı iyice sarmıştı... fakat birdenbire
bana döndü ve sert bir şekilde sordu: ‘O ekmeği nerede buldun, it herif...’ Sonuçta itiraf etmek zorunda kaldım.
‘Dolmakalemimle değiş tokuş yaptım,’ dedim biraz çekinerek, ‘bir Amerikan askeriyle.’ ”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Amerika”, sa:165)
“Bu aletlerin eşzamanlı çalışması için çok hassas bir zamanlama gerekli olduğundan, akım deşarjları,
internet telefon hatları üzerinden birbirine bağlanmıştı. İki günlük bir geriye sayma süreci boyunca, eşgüdümü
sağlamak için deşarjörlerin dahili saatleri sonsuz bir şifrelenmiş veri akımı değiş tokuşu yapmıştı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:40)
“Langdon’ın endişeyle nefes alıp verişini dinlemekten zevk alan Mal’akh telefonu kulağına dayadı.
‘Şimdi yapman gereken işler var profesör. Sizin de öyle. Haritayı çözer çözmez beni arayın. Saklandığı yere
birlikte gidip değiş tokuş yaparız. Tüm çağların bigeliğine karşılık... Peter’in hayatı.’ ”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:195)
“Castel Gondolfo’dan ayrılan armasız Fiat sedan, Ablan Dağları’ndan aşağıdaki vadiye doğru kıvrılarak
ilerliyordu. Arka koltukta oturan Piskopos Aringarosa, kucağının evrak çantasının içinde bulunan bonoların
ağırlığını hissederek gülümsedi. Öğretmen ile değiş tokuş yapmasına ne kadar zaman kaldığını merak ediyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:237)
“İşlerine yaramazdım artık. İnsanlık iğrendirmiştir beni hep. Aslında, onları özellikle iğrenç kılan o
akraba-ilişkisi hastalığıydı, ki buna evlilik, güç değiş tokuşu ve yardımlaşma, mahalleniz, bölgeniz, şehriniz,
ülkeniz, devletiniz, milletiniz de dahil...”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:20)
“On beş günde bir, Cuma akşamları Emperio’nun kapıları Vadi sakinlerine açılıyordu. Bu Don
Thomas’ın amacını daha iyi anlatmak için bulduğu bir fikirdi: Önyargıların ve kastların zincirlerini kırmak,
köylülerle halktan insanları kültürler buluşturmak, kültürü liberalleştirmek, halkın anlayacağı bir dile sokmak,
değiş tokuş etmek.”
(J.M.G. Le Clezio, “Ourania”, sa:48)
“ ‘Bir zamanlar servet bu hanımların giydikleri şeylerdi,’ diye devam etti. ‘Nakliyesi, sayması ve
paylaşması kolay, ender maddelerden üretilen süsler. Elmaslar, altın külçeleri, değerli taşlar. Hepimiz servetimizi
görünür bir yere taşıdık. Bu gibi şeyler sırasıyla sığırlar ve tahıl taneleriyle değiş tokuş edildi, çünkü kimse sığır
ve tahıl çuvalları taşıyarak caddelerde yürüyemiyordu.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:278)
“En istemediğim şey kasabanın etrafında sert içkilerin kölesi olmuş dilencilerle ve evsizlerle dolu bir
parazit yerleşim merkezinin büyüdüğünü görmek. Eskiden bu insanların dükkan sahiplerinin oyununa geldiğini,
mallarını değersiz süslerle değiş tokuş ettiklerini, kaldırım kenarlarında sızıp kaldıklarını ve böylece
kasabalıların önyargılarını doğruladıklarını görmek bana acı verirdi.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:52)
‘Severinus, ‘Bitkiler üzerine seninle açıkyürekli bir konuşma yapmaktan sevinç duyarım,’ diye sözünü
bağladı.
‘Ben, senden çok isterim bunu,’ dedi William, ‘ama tarikatımızın kabul ettiği suskunluk ilkesini
çiğnemiş olmaz mıyız?’
‘Bu ilke, dedi Severinus, ‘yüzyıllar boyu, çeşitli toplulukların günlük gereksinimlerine uydurulmuştur.
Başlangıçta bu ilke, lectio divina’yı <Lat.: leksiyo divina = Kutsal Okuma> öngörüyordu, araştırmayı değil......
Kural susku konusunda çok katıdır; bizde de, yalnız elleriyle çalışan rahiplerin değil, yazıp çizenlerin de öteki
rahiplerle konuşmamaları gerekir. Ama manastır her şeye karşın bir araştırmacılar topluluğu olduğundan,
rahiplerin çoğu kez topladıkları bilgi hazinelerini aralarında değiştokuş yapmaları yasal ve yararlı sayılır.’ ”
(U. Eco, “Gülün Ada”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa.:89)
“Othello’yu ürkütücü hareketi yaparken izlemiş, ama öyle uysal, minik bir eşin neden yastığın üstüne
değil de altına konduğunu hiç bilememiş. Eh, uzun lafın kısası, Paolo’yla ben bilgilerimizi değiş-tokuş ettik ve
şunu fark ettik ki önümüzde harika bir yaşlılık uzanıyor.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:105)
“Hakaret ettiği sırada, her zamanki sakin halini bırakıp bağırıyordu: ‘KABA HERİF! Keşke seni
olduğun yerde bıraksaydım.’ Haftalık söz değiş tokuşu: Beş para etmez adam! - Manyak kadın! Sıkıcı herif! Kartaloz karı.”
(A. Ernaux, “Bir Adam”, sa:57)
“İKİZ - Tabii anlayacaklardır. Ama bahse girerim ki bu fırsatı kaçırmayacaklardır. Gerçekten önemli
bir değiş tokuş teklif ettim ortaya. Beni tutuklu birkaç teröristle değiştirmelerini teklif ettim. Müebbetlik otuz iki
teröristle..”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:65)
"COSTANZA - Her zaman giydiğiniz bir giysiniz yok mu?
TOGNINO - Yok, Sinyora.
COSTANZA - Ne yaptnız ki?
TOGNINO - Babamdan bunu almama yardım etmesi için, uşağa verdim.
COSTANZA - İyi bir değiş tokuş yapmışsınız!”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü ”, sa:91)
“Kuşkusuz, gelişigüzel açıklamalar bunlar, daha başka, yine gelişigüzel açıklamalarla değiş-tokuş
edilebilirler. Kısa süren dilsizlik anları oluyordu ve onları dile getirme gereksinimi -yazma nedenlerim- oldum
olası hep aynı kaldı.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:12)
“Yeni bir alfabe, yeni entelektüel yaşantıların kayda geçirilip birbiriyle değiş tokuş edilebileceği yeni
bir simge dili düşlenmekteydi. O yıllarda Paris’te bir bilginin kaleme aldığı ‘Çın Uyarısı’ isimli bir deneme,
bunun apaçık bir kanıtını oluşturuyor.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:35)
“Çünkü benim mutluluğum, doğrusu düşlerdeki mutluluk gibi aynı gizden oluşuyor, akla gelebilecek
her şeyi aynı zamanda yaşama, dış ve iç’in oyunsu bir davranışla değiş tokuşuna gitme, zaman ve mekandan
kulis olarak yararlanma özgürlüğünden oluşuyordu.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:25)
“Yapma çiçeklerden bir buketi yakut renginde bir içki kadehi, yürek biçiminde hayli zaman öncesinden
kalıp bayatlamış bir çörek ve bunun gibi daha başka kimi şeyler; her birinin de bir öyküsü vardı, her biri bir
zaman kendisi için önem taşımış, el üstünde tutulmuştu. Ama artık sıkıntı veren ıvır zıvır nesnelere dönüşmüştü
hepsi, çünkü hiçbirini yanına alıp götüremeyecekti. Hiç değilse ev sahibine gidip kristal kadehi bir av bıçağıyla
değiş tokuş etmiş, sonra da bıçağı avludaki bileği taşında bilemişti.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:231)
“Değiş tokuş günlerinde, mallarını satmak istiyen yöre köylülerinin, kasabanın Rumları da mallarını
Cafere getiriyorlar, yok pahasına veriyorlardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:238)
“Ben, bu elbiseyle ilgili olayları anında anımsadım. Bir hemşie bir kilerciden yeni bir siyah takım elbise
istemiş ve o da bana gelerek elbiseyle diğer bir takım giysiyi değiş tokuş yapmak arzusunda bulunmuştu. Ceket
tam uyuyordu ama pantolonun ölçüleri tutmadı. Sonra, değiş tokuşu yaptık. Sonunda o, dört ons tütün almış ve
bunu yarı yarıya paylaşmıştık. Ama o anda bu bilgileri detektiflerle paylaşacak durumum yoktu.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:174-5)
“Güzel otomobil, bir aralık sabahı, Albert’in yaşadığı eve yakın bir sokakta bulunmuştu; içinde kimse
yoktu. Daha kaçıranların kimliği belirlenmeden, tamircinin akrabaları olan milisler suçun işlendiği mahalleden
birini kaçırmaya yönelmişler ve yolda karşılarına ilk çıkan adamı almışlardı. Hesaplarına göre, dostumuzun
yakınları da bu iğrenç oyunun kurallarına uyarak arabulucularla temas kuracak ve her şey bir değiş tokuşla
sonlanırken, rehineler kendi ailelerine kavuşacaklardı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:95)
“İki genç arasındaki dostluk, her birinin ötekine göz koymasına neden olan benlik ve mülkiyet
duygularının farkına dayanıyordu. Çünkü ruhun vücuda girmesi tekleşmeyi, tekleşme farklılaşmayı, farklılık
kıyaslamayı, kıyaslama tedirginliği, tedirginlik şaşkınlığı, şaşkınlık hayranlığı doğurur; hayranlık da değiş tokuş
etme ve birleşme isteğini yaratır.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:16)
“ ‘Her neyse, ben senin için yaşı biraz daha büyük, çok güzel ve yine bakire olan başka birini buldum.
Babası onu bir evle değiş tokuş etmek istiyor, ama indirim konusunda tartışılabilir.’ Yüreğim buz gibi oldu. ‘Lafı
bile olmaz,’ diye itiraz ettim korku içinde, ‘ben aynı kızı istiyorum.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:62)
“KAYBEDECEK ŞEYLER
Ne zaman karşılaşsak seninle,
Eskilerden konuşmak istiyorsun,
Oysa bambaşka hayatlar seçtik, bunu biliyorsun
Dünyayla değiş tokuş ettiğimiz şeyler aynı değil”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:12)
“DEĞİŞMELER
Pulluğu tarlaya götürdüler,
tarlayı eve getirdiler bitmeyen bir değiş tokuş başlamıştı
eşyanın anlamını belirleyen.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-alıştırmalar”, sa:98)
“Trotta bir ay sonra tekrar sağlığına kavuştu. Güney Macaristan’daki garnizonuna döndüğünde yüzbaşı
rütbesine, rüm nişanların en büyüğü olan Maria Theresa Nişanı’na ve bir de asalet payesine sahipti. Bundan
böyle adı,Yüzbaşı Joseph Trotta von Spolje’ydi. Sanki yaşamını yabancı, bir atölyede üretilmiş yepyeni bir
yaşamla değiştokuş etmişlerdi.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:11)
“Komiser, onu izlemesi gerektiğini düşündü, şu anda polis memuru ile müfettişin yaptıklarını yapmak
utanılacak bir şey değildi, onlar nasıl şüpheli kişilerin peşi sıra kenti arşınlıyorlarsa, bir komiser olarak o da aynı
şeyi yapmalıydı, yani o kadını izlemek göreviydi, tanrı bilir şimdi nereye gidiyordu, köpeğini yanına olasılıkla
değiş tokuş yapmak için almıştı.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:259)
“Haykırışlar duyuldu, ama kucaklaşmalar olmadı ve annem ağlamak için odasına kapandı. Küçük kızı
bir oğlan çocuğuyla değiş tokuş edilmişti. İşin daha kötü bir yanı vardı: Güzel buklelerim kulaklarımın
çevresinde dalgalanırken, annemin, benim apaçık çirkinliğimi kabul etmesini sağlıyordu. Oysa daha şimdiden
sağ gözüm yarı yarıya kararmıştı. Annemin bunu kabul etmesi gerekiyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:78)
“Bense senin gönlünde yaltaklanırım sana,
Al şu armağanını, yoksul ama yürekten;
Düzmece, düşük şeyler karışmamıştır ona,
İşte değiştokuş bu: sana karşılık sırf ben.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291)
“MANGAN, şakaklarını tutarak. - Aman Allahım, burası ev değil, tımarhane. Yoksa ben mi keçileri
kaçırıyorum? Mrs. Hushabye ile takas mı yapıyorsunuz? Kocaları değiş tokuş mu edeceksiniz?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:65)
“İç haberleri gibi dış haberleri de incir çekirdeği doldurmaz; Anadolu Ajansı bültenleri... Çoğu telefonla
alınmış, kahve köşelerinde değiş-tokuş edildikten sonra, birrbirine benzemesin diye zorla karıştırıldığı için
anlamaz hale gelen özel(!) havadisler...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:9)
“Üçü de sıska, sapsarı, kemikli; üçü de aynı boyda. Gerçek birer ütü tahtası; tam birer süpürgesiz cadı.
Birinin giysisi öbürünkinin eşiydi. Giyinirken hiç kavga etmiyor olsalar gerekti, çünkü üçü de aynı biçimde
giyiniyordu. Giysilerini, hiç sinirlenmeden, hiç farkına varmadan değiş tokuş ettiklerine kuşku yoktu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28)
“ADADA
Tüm çevresinde Ulusal Galeri’nin
Polonyalılar satıyor kalıtlarını Türkler’e
----------bir yandan bir yana casusların değiş tokuş
edildiği Brücke der Einheit’ımsın,
benim yaz evimsin Friedrich Schinkel’in
tasarladığı.”
(John Hartley Williams<d.1942>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.04.07)
“Öbür dünyadaki mutluluğumuz için, bugünkü hayatımızın göz kamaştırıcı zenginliğini, ne idiği
belirsiz, dar ve sınırlı bir basitlikle değiş-tokuş etmek istemiyoruz.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:338)
“Olgunlaşırlar, birbirlerini merak ederleri araştırıp dururlar. Bazı çok yürekli insanlar bir başlangıç
yapar. Yabancı toplumları ziyarete giderleri oradan yeni yeni haberlerle evlerine dönerler. Zamanla toplumlar
birbirleriyle dostluk kurar. Biri ötekinden öğrenir, karşılıklı bilim ve değer değiş tokuşu yaparlar.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:51)
“Birdenbire istasyon bir hareketle dalgalandı; insanlar bekleme salonlarından akın ediyor, kadınlar
bağırarak ve itişip kakışarak koşturuyor, İsviçreli askerler onları aceleyle sıraya sokuyordu. Birdenbire müzik
çalmaya başladı. Ferdinand kulak kabarttı, şaşırdı; inanamıyordu. Fakat ses yüksekti, ne çaldığı anlaşılıyordu:
Marseillaise. Alman topraklarından gelen bir tren için düşmanın milli marşı!
Tren gürleyerek geldi, nefes nefese yaklaştı ve durdu. İşte şimdi kıyamet kopuyordu; vagonların kapısı
ardına kadar açılıyor, solgun yüzler yalpalayarak dışarı çıkıyordu, kor gibi yanan gözlerle kendinden geçmenin
verdiği bir ışık vardı; üniformalı Fransızlar, yaralı Fransızlar, düşmanlar, düşmanlar! Rüya gibi geçen birkaç
saniyenin ardından Ferdinand bunun, esaretten, savaşın deliliğinden tam burada kurtulan yaralı değiş tokuş
esirleriyle dolu bir tren olduğunu anladı.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Mecburiyet”, sa:183)
“Telefonda seslerimizi duymakla mutlu olup olmayacağımızı bilmiyorum. Ne de olsa onlar uzak, belki
de rahatsız bir yolu geride bırakacaklar. Haftaya sizi Viyana’dan arayabilirdim, fakat ne yazık ki siz orada
olmayacaksıznı. Huzurlu yaşamanızı bir kez daha iyisi ile değiş tokuş edeceksiniz...”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:17)
“Toledo’da dar Tajo köprüsünü geçmek isteyen bir an korkar, yoluna devam etmeye çekinir.
Gwalior’daki son kapıdan içeri adımını atmadan şöyle bir duran da taşlardan gelen kan kokusunu alıyor sanki;
ıssız kayalıklardan aşağıdakilere hükmetmek uğruna mücadele vermiş olan halkların burada yaşamı ölümle değiş
tokuş etmiş olduğunu anımsıyor bir an.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa97-8)
Değme : Üstün, seçkin
“ÜVERCİNKA <1956>
----------------Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil.”
(C. Süreya,<1931-1990> “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:61)
Değmek : Herhangi bir nitelikte olmak, nitelikçe işe yarar olmak
“Burada bir rezalet kopmuş, yemeği kimsenin düşündüğü yok. İster misin başrahibi pataklamış
olsunlar? Yahut kendileri dayak yedi. Değerdi doğrusu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:124)
“... içimde öyle bir acı duydum ki, Gratien’in kalmak istediği çiftlikte, ikisinin de bir arada yaşamasını
sağlamaya karar verdim. Oranın şimdi benim olduğunu bilmiyor muydunuz? Ne yaptığını düşünmeden
arttırmaya katıldım; çılgınlıktı bu; ama zavallı çocuğun hüzünlü sevinci buna kat kat değdi.”
(A. Gide, “Isabelle”, sa:117)
Değnekçi : İstanbul’da, dolmuş ya da (çoğu kaçak) araba park yerlerinin gayrı resmi görevlisi
“Dışardan kış sabahının ilk sesleri geliyordu: Tek tük geçen arabalar ve eski otobüsler, poğaçacıyla
işbirliği eden salepçinin kaldırıma konup kalkan güğümleri ve dolmuş durağının değnekçisinin düdüğü.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:11)
Deh : Genellikle hayvana, bazan şakayla insana, kendine ‘yürü’ demek
“Köylü hiç istifini bozmadı.
-Korkmayın, beyim, gideriz. Kısrağım hem genç, hem de çeviktir...Hızını alsın da görün siz onu. O
zaman isteseniz de durduramazsınız. Deh, kahrolası!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:133)
“1. ÖLÜ GÖMÜCÜ - Deh!
2. ÖLÜ GÖMÜCÜ - Deh! Yürü eşşoğlusu!
1. KADIN - Mağazada.
1. ÖLÜ GÖMÜCÜ - Cesetler nerede?”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:232)
Deha : Dahi; İnsan zekasının erişebileceği en yüksek düzey, yaratıcılık
“Fontaine’le konuştuğumuz sırada, Baudelaire’e olan hayranlığını açıklayan sözleri kulağıma geliyor.
Mithouard Claudel’e ayak uydurarak beceriksizce Baudelaire’in sağlığından bahsediyor ve o anda, sağlığı
yerinde bir deha gördüğünü söylüyor. Kendisinde, ona hayran olma yetkisini bulmak için buna lüzum var mı?”
(A. Gide, “Günlük”, sa:119)
“Dehanın işleyişi daha çok bir ışık hüzmesi <demeti> gönderip sonra bir süre ara veren bir deniz
fenerinkine benzer; ancak daha kendini gösterirken çok daha keyfi davranır ve art arda altı, yedi kez çakıp (Bay
Pope’un o gece yaptığı gibi) sonra bir yıl boyunca da sonsuzca karanlığa gömülebilir. Bu nedenle onun ışığına
göre dümen tutman olanaksızdır; hem kararma nöbetine tutulduklarında dahilerin öbür insanlardan farksız
oldukları söylenir.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:138)
Deha : Bir işaret sıfatı: Ta orada, işte orada (Özellikle Batı Anadolu köylerinde)
“Nefer, otuz iki dişini birden göstererek sırıttı:
-‘Deha, orada,’ dedi.
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:61)
De haute lutte : (FR.,DAVR.) <Dö hot lüt> : Ateşli silahların kudretiyle, çok büyük bir kavga = By forces of
arms; after a great sttrugle (İNG.)
De haut en bas : (FR.,KOLL.) <Dö ho’tan ba> : Yukardan aşağıya = From top to bottom; disdainfully (İNG.)
Dehetmek, dehlemek : Hayvana deh diyerek yürütmek (genellikle merkep), baştan savmak, atlatmak, kovmak;
Salıvermek, bırakmak; Gözden, gönülden ırak etmek
“Ahmet, elini hemen şakağına getirince, başını havaya dikti ve ilçede pek ünlü olan o gür sesiyle,
‘Amaaan! Amaa..an!.. Elamaaan!.. Yandım ama..aa.aan’ diye Seyit Battal Gazi’nin, kırk bin kafirin birden
ödünü patlatan naralarından birini dehetti.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:70)
“Artık gözümde ne Emine var, ne bilmem ne! Hatta Nazlı’yı filan da bu sefer gözümden tamamen
dehledim. Ve şimdi öyle duruldum, öyle duruldum ki, arasıra Etem’le kahvede filan buluştuğumuz zamanlar hiç
çingenelerden değil de hep başka şeylerden konuşuyoruz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:281)
“-Hangi oğlanı?.. Pandeli tayıncısını mı? Şunun lafını bana açmayın demedim mi yahu?
-Yemeği yesin, dehleriz! Kumarda temizlenmiştir. Zildir. Sabahtanberi cıgarasızdır.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahkumu”, sa:51)
Dehşete düşmek, düşürmek : Çok üzüntüden paniğe kapılmak, çok korkmak
“Aşağıda, salondakiler derin bir dehşete düşmüş gibiydiler.
‘Burada neden bu kadar çok insan var?’ diye sordu çocuk.
İlyas daha cevap vermeden, dul kadın çocuğunu kollarının arasına alıp ağlayarak öptü.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:65)
“Fyodor Mihayloviç yana çekiliyor, gelenler kızı önlerine katıp içeri giriyorlar. Finlinin görünümündeki
değişiklik Fyodor Mihayloviç’i dehşete düşürüyor. Yüzü kağıt gibi bembeyaz, kolları bacakları iplerle oynatılan
bir kukla gibi yürüyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:189)
“İsa dehşete düşmüştü. Günün birinde İblisi bağışlayıp onu ülkesine yeniden kabul edecek kadar
Tanrı’nın rahmetinin büyük olup olmadığını hiç sormamıştı kendi kendine.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:257)
“Bazan Julia’ya Arşiv Dairesindeki düzenbazlıklardan söz ederdi. Bu tür şeyler onu dehşete
düşürmüyordu. Yalanların gerçek olması onda, ayaklarının dibinde bir uçurumun açıldığı duygusunu
uyandırmıyordu.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:127)
Dei judicium : (LAT.,DİN,HIRİST.) <Dei yudi’kium> : Tanrı’nın hükmü, Kader; = The judgment of God
(This was the name given to the ordeal, sometimes of fire or of water; a superstitious methos of determining guilt
by exposing a person to serious bodily harm or even death. If he survived, heconsidered innocent! ) (İNG.)
De integro : (LAT.,KOLL.) <De in’tegro> : Tekrar, yeniden, bir daha = Beginning anew (İNG.)
Dei plana sunt omnia : (DİN,FELS.,KOLL.) <Dei plana sunt omnia> = Herşey ‘ululuk, uluhiyet’ ile doludur
= All things are filled with divinity (İNG.)
Déja vécu : (FR.,PSYCH.) <De’ja ve’kü> : Sanki daha evvel edinilmiş bir deneyimi hissetme = An
impressin that something had been experienced previously (İNG.)
Deja-vu : (PSYCH.) <deja-vü> Fransızca ‘Deja’: Evvelce, zaten’ ve ‘vu’: Voir-görmek- fiilinin olumlu
geçmiş zamanının bileşimi, ‘daha evvelden görmüştüm’<already seen> zannını veren haleti ruhiyeyi ifade eden
sözcük. ‘Jamais-vu!’: ‘Asla görmedim’in tersi. Size, bu sırrı hala çözülmemiş zihinsel fonksionda, kendimin de
bir çalışmasını eklediğim genişçe bir özeti, ve onun Re-enkarnasyon’la olan olası ilişkisini sizlere aşağıda
sunuyorum (Dr.İ.E.)
“Deja-Vu, orijinal olarak Fransızca bir sözcük olup (Deja=Evvelce, zaten; Vu= Voir: Görmek fiilinin
olumlu geçmiş zamanı), sanıldığından çok daha fazla olarak, “Aa, ben daha evvel buradaydım,” ya da “Ben bunu
zaten görmüştüm!” gibi hisler ve yakınlık ifadeleriyle, ama aslında -hiç olmazsa kişinin bu yaşamında- asla
olmamış bir geçmiş beraberliğin kliniğidir. Bunların bir kısmı, “reenkarnasyon” ile çok daha kolayca
açıklanabiliyor, ama çok daha geniş bölümlerinin ise izahı güç oluyor. Yakın geçmiş asırların ünlülerinden Sir
Walter Scott, Edgar Allan Poe, Nathaniel Hawthorne, “Memory Hold the Door = Bellek, kapıları tutuyor”
diyen İrlandalı siyaset adamı ve şair John Buchman (1875-1940), neredeyse “yeniden doğuş”u inandıracak
şekilde, bulunduğu yerleri daha öncelerden ziyaret ettikleri konusunda anılarını yazmıştır.
David Christie-Murray’nin, bu özete temel aldığımız “Re-Incarnation” adlı kitabında çok ilginç vak’a
takdimleri var. Ben, kendi hesabıma, Amerika’ya ilk seyahatimde, 1957’de, 29 haziran gece yarısı New York
Central Station’dan Ottowa-Canada’ya giderken yaşadığım bir olayı anlatayım. Sabaha doğru, tren, Montréal’
den dakikalar uzakta “Trois Rivieres-Three Rivers” kasabasında birkaç anlık duruş yaptığında, vagonda bulunan
eşim ve Kanadalı yerli kişilerin şehadetinde, vagondan hiç inmeden, daha evvel hiçbir şekilde ziyaret
edemeyeceğim bu küçük şehiri, sanki biliyormuşum gibi bir hayret nidasıyla, “Aa, köşede bir ‘drug-store’,
karşısında bir kilise... İkişer katlı, yanları bahçeli ahşap evler. Upuzun ‘maples’<İsfendan-Akçaağaç> ağaçları,
dikine.” diye yarı şaşkınlık ve yarı coşkunluk (elation), bir yakınlık (familiarity) hislerinin de refakat ettiği
duygulu bir epizod yaşamıştım. Yerli refakatçilerimiz, gerçekten de tarif ettiğim yapıların varlığını teyit ettiler.
Birlikte çalışmaya gittiğim Ottawa Univ. Psychiatry Profesörü Dr. Rhodese Chalke bunun sadece ve basitçe bir
“Deja-vu” olayı olduğundan bahsetmiş ve fakat başka bir yorumda bulunmamıştı. Ertesi sene Buffalo-New
York’taki New York Üniversitesi şefi Prof.Dr. Mouchly Small’a sorduğumda, o şu yorumu yapmıştı: “Bu bir
Deja-vu, hiç şüphe yok. Nedenine gelince, sizler gibi uzak diyarlardan, yurtlarını yuvalarını bırakmış ve olası
sıla hasreti çekebilecek kimselerde çok gördüğümüz bir olay. Bu şekilde, buradan on bin kilometre mesafedeki
anayurdunuzu özleyip de acı çekmektense, sanki yakınlarınızda, bir iki saat mesafede, daha evvelden var
olduğunuz, yaşadığınız ya da ziyaret ettiğiniz bir kasaba, size huzur verebilir ve birçok anksiyete’leri (sıkıntı)
bertaraf edebilir.” Cidden makul geliyor, ama oluş-seçim mekanizmasını açıklamaya imkan yok. Bir şeyin
anılanıp ya “bilinçöncesine” (pre-conscious) ya da “bilinçaltına” (unconscious) atılıp sonra tekrar “bilinç”
(conscious) alanına gelebilmesi için, önce yaşanması gerek. Psikanalizin yasası böyle diyor. Diğer bir olasılık,
doğal olarak, reenkarnasyon; yani benim eski yaşamlarından birinde burada yaşamış olma olasılığım. Başka
hiçbir yerde aynı hissi duymadım, ama bir yıl Kanada’da yaşadıktan ve daha sonra U.S.A.’ya geçtikten sonra,
orada da yaşadığım 32 yıl esnasında, Kanada’yı ziyaretten daima çok mutlu oldum. Oğlumu Michigan
Üniversitesi’ne bıraktğımda, dönüşü Queen Elizabeth High-Way’den <Canada> yapardım 10 yaşında leyli
meccani olarak gittiğim ve 1939-42 yıllarında üç yıl sınıf ve okul birincisi olduğum Manisa Orta okulunda,
Fransızca derslerinde sırada değil de, öğretmenimiz Diş Hekimi Vehbi Kutengin’in seçimiyle haftada beş saat
öğretmen masasında oturabilecek, sınıf arkadaşlarımın ödev ve imtihan kağıtlarını tashih edebilecek ve
imtihanlarda daha ‘dictée’nin ikinci okunuşu bitmeden benim Türkçe çeviriyi tüm sınıfa kopya iletecek kadar
Fransızca bilebilmem, basitçe, daha önceki yıllarda Anadolu’dan İstanbul’a orta tahsile gelen akraba kızlarının
sakallı bir papaz’dan Fransızca ders alırken odada, 6-7 yaşında bir çocuğun, bir yılda, haftada iki-üç kez “body
guard” gibi oturmasıyla o denli Franszıca öğrenebileceğine inanmak gerçekten zor. Kimya derslerinde de aynı
şey olduğundan, sanırım ben, daha önceki yaşamımda, Trois-Rivieres’de bir kimya mühendisi olarak yaşamış
olabilirim. Yoksa, 1945-6’da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde F.K.B.’de okuduğum inorganik kimyadaki
elemanların atom ağırlıklarını, aradan geçen neredeyse 70 yıla karşın, hemen hemen yüzde doksanını, o
zamandanberi üzerinde hiç durmamama rağmen nasıl olur da doğru olarak anımsayabilirim? Şimdiki eşim de bir
kimya mühendisi, o da bir tesadüf mü acaba?” <Prof.Dr.İsmail Ersevim- Bibl. içindedir>
“ ‘Deja-vu’: Aaa, ben bunu daha evvel görmüştüm’ ya da ‘buradaydım!’ gibi his ve yakınlığı ifade eden
sözcük, kişinin, hiç olmazsa bu yaşamında asla olmamış bir beraberliğin kliniği olarak gözlemlenir. Bunların
bazıları, ‘reenkarnasyon’ ile kolayca açıklanabilirse de, birçokları “arzulu düşünme: (wishfull thinking) nin bir
savunma mekanizması’nın olarak kullanılmış olabileceği bir depresif durum olarak açıklanabilir.”
(İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar”, sa:235)
Dek : Kadar
“KÜÇÜK SAVAŞLAR - 2
Ey çocuklarım kaldırın
Olduğu gibi bu dağı
Ve bırakacağınız tarlayı ziyaret edin
Savaştıklarınızla
Kırmızıyı yaratana dek”
(Fethi Abdullah (d.1967>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08)
“BİR KUYUNUN...
--------------------
Tanrılar, biliyorum dönüştürürler
İnsanları nesneye-bilinçlerini yok etmeden,
Güzelim hüzünleriyle yaşasınlar diye sonsuza dek
Sen de benim için bir anıya dönüştün.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:38)
“YAY VE TEL
Nasıl ağır, saçmasapan!
Bu yükseklikler, donuk ve ak!
Kemanı çalmak onca zaman
Ve tellerini tanımamak
----------------Ama insan tuttu elinde
Sabaha dek mumu... Tel çaldı...
Yatağın kare kadifesinde
Güneş güçsüz düşeni buldu.”
(İnnokentiy Annenskiy<1856-1909>-Kanşaubıy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.08.02)
“MEDEİA
----------Öyle acıyordu ki ona, yaşlar boşanıyordu gözlerinden,
yiyip bitiriyordu Medeia’yı yüreğinde yer eden acı,
yakarak geçiyordu derisinden, yumuşacık kaslarından,
en keskin dalışını yaptığı ense kökünden
ta diplere dek, yorulmak bilmez Aşk tanrıları
saplar saplamaz oklarını yüreğine...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19)
“DİNGİN YAŞAM
---------------------Sonsuza dek
amaçsızca yürürdüm seninle.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:24)
“ÇİNGENE AŞIĞIN GÜNLÜĞÜ
--------------------------------------Ruhunun penceresinde
çözülerek gelir
bir naz gibi
ruhun penceresine girer
avlanışını ister
avlanışımız bitene dek
hayatın penceresinde
sevgilim!”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
“Evlenmeden kocamış ‘kız kurularının’ hepsinde de kin duygusundan esinlenerek yaptıkları ve
söyledikleri şeyleri daha etkili kılma hususunda bambaşka bir hüner yok mudur? Kediler gibi tırmık atarlar.
Üstelik yalnızca yaralamakla kalmaz, yaralamaktan ve ellerine düşmüş zavallıya, ‘Oh, seni yaraladım ya!’
demekten haz duyarlar. Dünya işlerine alışkın bir erkeğin, kendisine ikinci tırmığı attırmayacağı bir konuda,
babacan Birotteau’nun, ortada kötü bir niyet olacağını anlayıncaya dek, suratına birkaç pençe yemesi
gerekliydi.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:46)
“FENERLER
--------------Boksör öfkesinden fauna kabalığına dek,
Hoyrat güzelliğini toplamayı bilen
Sarı, argın dişi, övünçten taşan yürek,
Puget, forsaların kederli sultanı, sen.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37)
“DEVRİM AŞKINA
-----------------------Kulübesi yerle bir oldu sel günlerinde
Kurtardı canını Granny, odun topluyordu çünkü fundalıkta
Emekli aylığını bekledi altmış yaşına dek
Kuyruklarda dikiliyor, itiş-kakış atılarak ileri”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“İSKENDERİN ASKERLERİ
<Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-1>
----------------------------------Yabancı kokularla dolu bir kent adının mührünü
basacak zevkle bacaklarının arasına sonsuza dek
erkeklerin gözleri yüzünün sönmeyen
aynaları oluyor: İskenderi unutmuyorlar”
(Yorgos Çuliaras-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04)
“Analık
Uyandı minik kuzu
Sürü gitmiş
Kurumuş ağzındaki süt
Yalağı doldurdu
Ovayı doldurdu
Bütün inlerine dek
Dağı doldurdu melemeler”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde olmak”, sa:74)
“... neyse, yarına dek bekleyebilirdi. Saatin dolmasıyla birlikte kapı dışarı edilmek istenmesine
içerlemişti biraz. ‘Pekiyi, Doktor Hogarth,’ dedi. ‘Çok teşekkür ederim.’ Hogarth eline aldığı çeki ikiye katlayıp
cebine koydu. Kafasını sallayarak piposundan bir-iki nefes çekti.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:83)
“Naruz’un ölümüne herkesin aklı yatmaya başlamıştı. Balthazar başını eğmiş, kendi kendine, yavaşça
Yunanca dizeler okuyordu:
‘Artık ayrılma zamanı gelince keder
Gezinir rüzgar gibi gemisinin iplerinde
İnsanın ölümünün, beyaz gövdenin pruvası,
Dolar yelkenleri ruhun
Soluğun Hayaletiyle, alabildiğine ve sonsuza dek.’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344)
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN
BAŞLANGICINA
---------------------niçin bakmadım?
bütün mutluluk anları biliyordu
ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki
saatin penceresi açılıp o kederli kanarya
dört kez ötene dek”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:107)
“SUNU
--------
Ah, dünya yeniden yaşanmalıdır,
doğmalıdır sende her nesne tekrar
onları sil baştan yeniden yarat,
her yüzü, her şeyi keşfedip tek tek,
artsın istiyorsan değerin kat kat,
kalmak istiyorsan ta sonsuza dek.”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“İKİ KEZ GUANAJUATO
Sürekli dönebilirim pek az aynı yere
hüzünlenene dek; dönüşene dek
José José’ye
onun yeni plak albümü What is Love’ın
kapağının üstündeki;
sevimli bir asık surat ve eskitilmiş bir kot
pantolonla.”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
“Denize dimdik inen iki kayanın önünden geçer yolun biri,
çarpar durur bu kayalara gürleye gürleye
lacivert gözlü Amphitrite’nin kocaman dalgaları,
Kıranlar denir ölümsüz tanrılar katında bu kayalığa,
aşamadı bir tek kuş bu kayaları şimdiye dek,
Zeus’un tanrı balı taşıyan ürkek güvercinler bile aşamadı.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:203)
“AKŞAM TROMPETİ
---------------------------Kopsun hele kızgın rüzgar, gürlesin istiyorum,
aralasın sonuna dek kapıların hepsini.
Ve dünyamız yeni baştan izlemeli diyorum
çırçır haçlıların o muzaffer sesini.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Angelita Huenuman
-------------------------Huenuman damarlarından akar
gelinciğin kan kırmızısı
Oturmuş pencerenin ışığında
Ömrünü dokuyor Angelita.
Elleri dansediyor kenevirde
Kanat çırpıyor kuşlar gibi
Sanki bir tansık nasıl da dokuyor
ta kokusuna dek çiçeği.”
(Victor Jara-<d.?-1973>Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“AYI
2
----Ve o gözden kaybolduğunda
Çıkarım ayıların yolu üstüne,
başıboş gezinerek çevrede
varana dek ilk, belirsiz, koyu
kan izlerine toprağın üstünde”
(Galway Kinnell<d.1927>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.07.04)
“ÇİFTLİK <5 Eylül 1839>
-----------
Dayanamadı yiğit bu hale,
Ruhu yandı kavruldu!
Göz açıp kapayıncaya dek,
Tutuştu kulübe kül oldu...
Ve günden güne çiftlikte
Yaşamıyor artık hiç kimse;
Yalnızca bir tek bülbül
Şarkı söylüyor seslice...”
(Aleksey Vasilyeviç Koltsov<1809-1842>-Mehmet B. Perinçek; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 09.06.05)
“Bu ani ve esrarengiz katliam bütün Dominik Cumhuriyeti’nde kısa zamanda duyulmuştu. Haber birkaç
saat içinde ağızdan ağıza, evden eve ülkenin en uzak köşelerine dek yayılmıştı. Bu tür haberlere gazetelerde tek
bir satırla yer verilmişse de, insan tamtamlarıyla renkleniyor, öyküler kısalıyor ya da uzuyor, neredeyse olayla
hiç ilgisi olmayan yeni yeni efsaneler, mitler, kurgular doğuyordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:169)
“Şimdiye dek dünyayı dünya olarak, olduğu gibi kabul etmişti, ama şimdi onun örgütlenişini, güçlerin
ve maddelerin rollerini ve karşı rollerini kavrıyor, olayların açıklamaları sürekli olarak kendiliğinden kafasında
beliriyordu.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:115)
“O arada uzun dakikalar boyunca bayağı bir gürültü patırdı yaşandı, sonunda ben konuyu şöyle
bağladım:
‘Şu ana dek, hikayemi bilenler sadece anneannem ve dedem, yaşlı mürebbiyem, avukatım ve
bankacıydı; onların da hepsi öldü. Bunu bugüne kadar hiç anlatmamıştım. Bu ilk seferdi ve son sefer olacak.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:394)
“Saldaki ilk gecemden sonra bana da öyle oldu. Şafağın söküşünü kayıtsızlıkla karşıladım. Ne içme
suyunu ne de yiyeceği düşünüyordum. Rüzgar ılıklaşıp, deniz kaygan ve yaldızlı oluncaya dek kafamın içi
bomboştu. Gözümüm kırpmamıştım ama, uyandığımı sandım. Gerinince kemiklerim acıyla kütürdedi. Derim
ateş içindeydi. Fakat sabah ışıl ışıl ve tatlıydı…”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:44-5)
“... ve o sonu gelmeyen ilginç buluşlarını gerçekleştirmek için günde yirmi altı saat çalıştırmaya
başlayıncaya dek sürdü mütevazı yaşamı. Alice, şarkı söyleyip para kazanmaya bir çeşit avanta gözüyle
bakıyordu.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:23)
“ŞİİR
<1972>
Benim için başka devlet yoktur
şiir sonsuza dek kentimdir benim.
Şimdi de onun için hazırlanıyorum
dizelerle çarpışıp genç ölmeye.
Patlamaya hazır atom çekirdeği
mezar taşı gibi üstümde durmakta.”
(Yanko Ninov-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
“Beş kişinin tek yatakta yattığı ve biri öldüğünde, ceset gömülünceye dek geçen her gece ölüyle
yatıldığı kiralık evler; onaltılık delikanlıların onbeşinde kızları sefil badanalı duvarlara dayayıp bozduğu çıkmaz
sokaklar oradaydı. Ancak Willow-bed Sokağı az da olsa aşağı-orta sınıf adabını korumayı başarmıştı. Evlerden
birinde sarı pirinçten bir dişçi tabelası bile vardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:31)
“Kızların Şarkıları
---------------------YÜRÜYÜNCE sokak arasından,
oturuyor orda güneş yanığı
kızlar ve bakıp şaşıyorlar bayağı
adımlarımın arkasından.
Biri şarkı söyleyinceye dek
ve hepsi susmalarından çıkıp
eğilip gülümseyip kalkıp:
Kardeşler, gösterelim ona bakıp
kimiz biz diyerek.”
(R.M. Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.11.05)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ
--------------------------------Ya papaz efendimiz? Duası bittiği an
Rüzgar taşırken uzak ezgisini dansların
Özlemiyle tutuşur kudas çocuklarının,
Günah demez, ürperir parmak uçlarına dek.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:108)
“PHARES’TE GEÇEN HAYATIMIZ
-------------------------------------------Ve yeniden başlıyor bu sıkıcı yürüyüş tapınak, kandiller, adak, çarşı, ta dükkanlar
kapanıncaya, ışıklar sönünceye dek,
ve biz, sokakta, yalnız, duvar diplerinden yürüyüp
harf harf hecelerin yerlerini değiştirerek
tekrarlayıp duruyoruz duyduğumuz sözü...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:221)
“Kutsal Müziğin Yanında
-------------------------------Şimdi şef müzisyen söylesin:
‘Şehvet ve öne geçme arzusu içimizde yaşadı
Barbar krallar gibi: Fethetti bizi:’
-------------------------------Sonra şef müzisyen bildirecek:
‘Anka kuşlu meyvenin anlamı,
Ta ki düş bilgi ve bilgi düş olana dek.’ ”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
“Bir gün övüneceğim sevdiğim için seni,
O güne dek görünmem sınarsın diye beni.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:26, sa:93)
“Saban
-Konstantin Pavlov’aGererler insanı buradan sonsuza dek
Sonsuzluğun bir ucuna bir deri parçası
bağlarlar
(kendin de bilmezsin hangi vakitte
yüzüldüğünü.)
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Müthiş etkilenmiştim, yaşamım o ana dek bana çok sıradan görünmüştü; evet, zorluklar olmuştu, ama
eften püften zorluklardı bunlar, uçurumdan çok birer gençlik hendeğiydi. Sonra büyüdüm, eş, anne, dul ve nine
oldum, hep bu normal çizgide ilerledim. Olağanüstü denebilecek tek olay, annenin trajik ölümüydü.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:41)
“İçerde <tuvalet> bulunan küçük bir kız, çıkmak bilmiyor, dışardaki diğer ikisi gülüşüyor, karşılıklı
şakalaşıyorlardı. Bacaklarımı hırsla sıkıyor, sıkıyordum. Sıkarak bir sağa, bir sola çaprazlaşmıştım, ta ki sıcak
sular şar şar dökülüp ben de utancımdan bayılana dek... Bu oldu. Bir daha beni okula göndermediler.”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:11)
“ALDATIN BENİ
Aldatın beni...
ama hep sonsuza dek...
Hatırlamayayım,
ne zaman, diyerek...
Yalana inanayım
hiç düşünmeden,
Ardısıra gideyim
karanlıkta ben...”
(Maksimilian Aleksandroviç Voloşin<1877-1932>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”,
Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.07.02)
“ORFEUS
<Hart Crane’in anısına>
-----------Gölgeye dek ulaştı müziği
Ürpermiş, duraklamadanİzin vermezdi kalmasına sessizlik kadının.
Tek bir yolu gidebilirdi o;
Irmağın yanında, hüznüyle güçlü,
Verdi gövdesini inancın ötesine.”
(Yvor Winters-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.02.03)
“HER GECE
-------------Karanlıkta salt bir gölge görünür.
Ne gördüğüm, ne bildiğim birisi,
ama beni ateşiyle öldürür
duvar ötesinden gelen nefesi.
Karışınca düşlerinin seyrine
fırlayıp yataktan sabahlara dek
süslü püslü bez dokumak yerine
art arda kitaplar okumam gerek.”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.07.09)
“A
4
-Bir değirmentaşı-Un akar.
Şarkı sürüklenir tıkırlarından.
‘Nazlı büyüttüğüm kuşlarım ölü.’
‘Birleştireceğim papatyalardan
Bir kolyeyi, kızıl dağ lalesi koparacağım,
Her bir düşman anlayana dek
Asla bir anının kalmayacağını.”
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
“Böylece, sonsuza dek veda etmiş olduğu dünyayla yeniden ilişki kurma olnağı bulmuştu; gözetleme
kulesindeki teleskopla saatlerce, oyuncak gibi görünen trenin düdüğünü çalıp dumanlarını savurarak ovada
gezinmesini seyrediyor, caddeden geçen tek bir araba bile onun meraklı bakışlarından kaçmıyordu.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:103)
Dek; Deke düşmek : Hile, oyun düzen; aldatılmak, oyuna gelmek
“Ey! Rabbimin her iişinde akıl ermez bir neden var; elbet de sebepsiz değil.... Dediler ki, hakim efendi,
kaymakamın kızını dekle bir bayağı adama verdirmiş; eğer aslı varsa?”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:115)
Dekan’lar : (ASTR.) : ‘B u r ç l a r k u ş a ğ ı’nın bölündüğü onar derede yaylar.
“B u r ç l a r kuşağını oluşturan her burcun üç dekanı bulunur. Otuz altı daha vardır.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe,607)
Dekave olmak (Fr.) : Kumarda bir oyuncunun tüm parasını yutmak
“Pozzi baştan çok kazanırsa, öteki ikisi kavlarını (kumarda ortaya konan para) en çok otuzar bin dolara
çıkarabileceklerdi. Ortaya beş yüz dolardan fazla sürülmeyecekti ve oyun, oyunculardan biri dekave oluncaya
kadar sürecekti.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:91)
Dekolte : Vücudun güzelliğini ortaya koyan: açık yaka, kısa etek vb. gözalıcı ve cinsel enüendosu olan
“Yemek hazır olunca, sadece bir kere seslenmem bile, mutfağa gelmesi için yeterli oldu.
‘Hepsini bitireceksin ama’ dedim. ‘Ne de olsa savaşa hazırlanıyoruz.’
İtiraz etmeden yemeğe başlayınca, koşar adım odama gittim. Dolabımdan siyah, omuzlarımı açıkta
bırakan elbisemi çıkardım. Biraz dekolteydi ama göğsümü gerdanlıkla örtünce sorun kalmaz diye karar verdim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:64)
Del dicho al hecho hay gran trecho : (İSR.,KOLL.) <Del diço al eço ay gran treço> : Söylemekle yapmak
arasında epeyce bir fark vardır = There is a big gap between saying and doing (İNG.)
Deli; Delinin biri : Akli dengesi bozuk, gerçekle ilişiği olmayan kişi
“Mavinin canı sıkılmıyor da, daha çok yolundan saptırılmasına kızıyor. Siyah’ın ne yazdığını
okuyamadığı için her şey bomboş şimdilik. Belki delinin biri, diye düşünüyor Mavi, dünyayı havayı uçurmayı
planlıyor. Belki de o yazdıklarının gizli bir formülle ilgisi var.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:10)
“-Birşey, birşey yok!.. Ben buna on yıl çalıştım ha!
Oturup ağlamaya başladı:
-Demek ben bir budalaymışım, bir deliymişim! Demek benim sanatım da yokmuş, elimden bir şey
gelmezmiş! Demek ki ben bundan sonra yalnızca yürürken yürümekten başka bir şey yapmayan zengin bir
adamım!”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:50)
“Deli değilim ben, kardeşim. Kendini kurtarmanın bir yolunu bulursa deli değildir insan. Aç bir hayvan
gibi kurnazdır. Delilikle ilgisi yok bunun. Dahiyane bir şey bu, tam da öyle işte. Geometridir bu. Mükemmellik.”
(A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:59)
“SES
----Ve o gün bugündür, yalvaçlar gibi ben de,
Çöle ve denize ta gönülden vurgunum;
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler,
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken.
Ama avutur Ses: ‘Sakla dişlerini,’ der
‘Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinden!’ ”
(Ch. Baudelaire<1564-1616>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:315)
“Dediler ki: ‘Varalım kaymakama, anlatalım. Anlamazsa savcıya anlatalım. O da anlamazsa dönüp
gelelim. Köyün bir delisi var eyi kötü. Bir tüfek doldurup verelim eline: Böyle böyle Delioğlan, muhtar olacak
soysuzdan zar ağladık, al şu tüfeği dom!”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:99)
“Fyodor Mihayloviç sesini son bir kez yükseltmeye çabalıyor. ‘Yo, bu doğru değil, safsata bu. Sen
Rusya’nın yalnızca bir parçasısın, Rusya’nın deliliğinin bir parçası. Deli olan,’ bir elini göğsüne koyuyor, sonra
bu hareketin yapmacık olduğunu görüp yanına düşürüyor ‘deli olan benim. Delilik benim kaderim. Benim
sorunum, sizin değil. Bu ağırlığı henüz taşıyamayacak kadar çocuksunuz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:225)
“Ayağa kalkıyor, köpekler havlamaya başlıyor; çocuklar yere atlıyor, heyecanla bağrışarak kaçıyorlar
oradan. Ne biçim bir öykü anlatacaklar evlerine dönünce: delinin biri köpeklerin arasında oturmuş kendi kendine
şarkı söylüyor! Gerçekten de deli! Teresa ile aşığının bu dünyaya geri dönmeyi hak etmek için ne yapmış
olduklarını bu çocuklara, onların ailelerine, D Köyü’ne nasıl açıklayabilir?”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:244)
“SAATÇİ
<Petır Petkov’a>
---------yürüyor adan,
içler açıcı gerçekleri
kabullenemeyen adam.
Yürüyor ve konuşuyor kendi kendine
Deliliği olağan
ve tıpkı deliler gibi zevk alıyor
şansına sadece karası düşen
bayağı alacalardan.”
(Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)
“Taştın yine deli gönül
Sular gibi çağlar mısın
Aktın yine kanlı başım
Yollarımı bağlar mısın”
(Y. Emre, “Seçme Şiirler”, sa:79)
“Bayan Baez Kahve Servisi Yapıyor
Üçüncü Katta
---------------Alevler akıyor
merdivenlerden
çırılçıplak bir deli
sesleniyor komşularına
isimleriyle
kesik kahkahalarla salonda.”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
“PROMETHEUS
-------------------Ve duaların solukları
Ve ölürdünüz açlıktan
Eğer umut peşinde olmasaydılar
Delilerle çocuklar.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:2)
“Bu kadar basitti demek. Ne var ki, Deborah şu anda aklından geçirdiği ve hiçbir zaman ağıza
alınmayıp hep dolambaçlı yollardan anıştırılan ‘deli’ sözcüğünün verdiği dehşetin yanı sıra, doktorun
sözlerinden süzülüp gelen ve geçmişin pek çok köşesini aydınlatan bir ışığın varlığını da seziyordu. Evi, okulu
ve bütün doktorların muayenehaneleri neşeli bir suçlamayla çınlıyordu: Senin Hiçbir Şeyin Yok. Oysa Deborah
yıllardır bie şeyin olduğunu – körlük anlarının, şiddetli ağrıların, topallığın, korkunun ve bellek yitiminin
belirtebileceğinin ötesinde, daha derin boyutlu, daha ciddi bir sorunu olduğunu – biliyordu. ‘Hiçbir şeyin yok
senin, yalnızca...’ diyorlardı ona hep. İşte sonunda, bütün muayenehanelerde duyduğu öfke burada
doğrulanıyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:26-7)
“Boşuna arıtıyorlar üstlerindeki kanı
yıkanarak kanda
Çamura batmışın
yıkanması gibi çamurda
Gören
deli der böylesine”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:86)
“Ah! Mutsuz maceraperest, önce seni hapseden bu üç ayak kalınlığındaki duvarları yık! Ölüm! Ölüm!
Düşünüyorum da, buraya, Bicetre’e büyük kuyuyu ve delileri görmek için küçükken geldiğim aklıma geliyor!..”
(V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:72-3)
“Karım Véra konuşuyor: ‘Fransa’da her elli dakikada bir insan ölüyor yollarda. Şunlara bak, hepsi deli
bunların, nasıl sürüyorlar. Sokak ortasında yaşlı bir kadını soyarlarken gıkları çıkmayan, tedbiri elden
bırakmayan insanlar bunlar.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:7)
“Bu yüzden, boyuna karısının ne kadar fedakar bir eş olduğunu söyleyip duruyor. Yani, deliyken tekrar
kendisiyle yaşamayı kabul etti diye.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356)
“Kadınlar ansızın kapıda bir insan başı belirdiğini görme korkusuyla titreyerek camların arkasındaki
karanlık geceye bakıyorlardı. Kötü raslantıların korkunç öyküleri, bir hızlı trende delilerle başbaşa kalışlar,
kuşkulu bir adamın karşısısında geçirilen saatler anlatılmaya girişilmişti.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Yolculukta”, sa:77)
“ÖLÜ ÇİZGİ
--------------Yaşamışım kaç para
Mezar taşları neci?
Deli gibi sarılsam da hayata
Kalacak nesi var ki?”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:31)
“ ‘O deli herif olduğu yerde kalsa daha iyiymiş,’ diyor birden Vinverra, başını kaldırmadan. ‘Onun
talihsizliği, çıkması ve köye dönmesi oldu. Ben daha geldiği anda kokuyu almıştım.’ ”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:110)
“GECENİN GÜRÜLTÜLERİ
------------------------------------Bir köpek uluyor ölüme karşı
Bir kedi miyavlıyor
Sokakta gitmiş ayyaşın biri
Bir deli davul çalıyor çatıya çıkmış
Bir kızın gülüşünü duyuyorum
Müşteriyi memnun etmek istiyor
Sahte cilveler sahte hazlar içinde
Ve devrilmiş yatağa öyle uluyor”
(Jacques Prévert<1900-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.05.02)
“İSMENE
----------Kadınlar sokakta toplandılar; diz çöküp ağladılar.
Mahallenin delisi
göğsünü açıp bir taşla döğdü. ‘Anacığım, anacığım!’
diye bağırdı.
‘Anacığım, ölmek istiyorum, ölmek.’
Örtülü bir kamyon geçti yoldan; herkes dağıldı; flüt
sustu.
Sokağın ortasına işedi deli. İnsanlar uzaklaştılar -”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:197)
“Servetinin -kendine düşman bildiği- akrabalarına geçeceğini görerek çırpınmaya başlamış ve önemli
bir bölümünü onlardan kaçırmak için bazı girişimlerde bulunmuş. Varisler bunu haber alınca çok sinirli oluşunu
bahane ederek deli diye onu kapatmışlar ve servetine el koymuşlar.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:139)
“ ‘Haydi, yut şunu, bu aptalca oyundan vazgeç, o çocuğa bakma, taklit etmeye de kalkma, o çocuk
deli... çekilmez bir çocuk, delinin biri...’
-O yaşta bu sözleri biliyor muydun?
-A tabii, evet, yeteri kadar duymuştum...”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:10)
“HERKES AYNI ŞEYİ SÖYLER <1927>
-S.V. Rahmaninov’aManastır bahçesi bülbülleri,
Başka bülbüller gibi öter.
Herkes bir tel aşkla olur deli
Ve bu haz yalnız aşktadır, der...”
(Igor Severyanin<1887-1941>-Kanşaubiy Miziev,Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 12.06.03)
“LORD - Sen delisin. Eğer echo da o kadar çevik olabilseydi, öylelerinin bir düzinesine değişmezdim
onu. Gene sen karınlarını iyi doyur. Yarın gene niyetim ava çıkmak.
1inci AVCI - Baş üstüne efendimiz.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“Ağlamaktan hiçbir lahza gülemem
Akşam bu çeşmimin yaşını silemem
Bir aceb sır vardır bunda, bilemem
Deli gönül böyle mahzun kalır mı” (Lahza: An; Çeşm: Göz; Aceb: Acaba; Mahzun: Hüzünlü)
(Aşık Şermi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:365)
Deli aklına uymak : Aklına eseni yapmak, sıradışı birşeyler yapmak, deli gibi hareket etmek
“Diyelim ki verdi beni Deli Niro, deli aklına uydu da verdi beni sana. Bacısını namus uğruna verdiğini
unuttu da verdi.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:21)
Deli bozuk : Akli dengesi pek de yerinde olmayan, aklına eseni yapan, sözü sözüne uymayan, garip-delice
davranışlı kimse
“Anneleri ölünce iki kardeş tıpkı ağabeyleri Mitya’nın durumuna düştüler, babaları onları da yüzüstü
bırakıverdi. İki çocuk mahut Grigori’nin ellerine, kulübesine düştü. Annelerinin velinimeti, onu büyüten deli
bozuk general karısı yetimleri orda buldu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:13)
“-Ben deli bozuk bir herifim. Yapar mıyım, yaparım; sen git, öyle söyle...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:207)
“ ‘Bütünlüğü anlayan, seven ve yaşayan.’ Bugün, bütün gün rüyadaki bu sözleri söylüyor, tekrarlıyor
ve onlara doyamıyorum. Acaba bu, geceleyin geveze beynin ağzı kapandığı zaman duyulabilen Tanrının sesi
olmasın? Daima gecenin bize verdiği öğütlere inanmışımdır; muhakkak ki o deli bozuk gündüzden daha kutsaldır
ve insana acır!...’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:352)
“Piyer, Dolohof’un elinden tutuyor, Petersburg’a evine çağırıyor, sonra işte… Kadın buraya geldi, deli
bozuk ta peşinde.. - diye Anna Mihailovna, Piyer’in acısına katıldığını belirtmek isteyerek sözüne devam etti,
fakat elinde olmayan edalar ve yarım gülümsemelerle daha ziyade, deli bozuk diye adlandırdığı Dolohof’tan
yana olduğunu açığa vuruyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:27)
Delicesine sevinmek : Pek çok sevinmek, sevinçten havaya uçmak
“Deniz aygırı sudan çıktığı gibi, durmuş onu seyreden boz kısrağa doğru koştu. Bunu gören Koca Yusuf
delicesine sevindi. Mucize gerçekleşiyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:17-8)
Delici nazarla bakmak : İnsanın vücuduna nüfuz eden, delip geçen ve içini okumak isteyen bakışla bakmak
“Karşısındakinı tuzağa düşürmek istercesine, arada bir aniden başını kaldırarak, kağıtlarda bulamadığı
bir cevabı Akhbar’ın yüzünde bulacakmış gibi delici nazarlarla bakıyor; belli ki, yurda girişte az kullanılan bir
sınır kapısının kullanılmış olmasının olası kuşkuları tartıyor içinde.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:8)
Deli dana gibi ortada dolaşmak : Sıkıntı ve kızgınlıktan saldıracak yer aramak
“Ama bu sefer Yusuf’a yetişemedi. Yusuf çoktan bulunduğu yeri terk etmiş ve koşmaya başlamıştı,
başta koşarken sağına soluna dikkat ediyordu, sonra çılgınca bir telaşla koşmaya başladı, deli dana gibi, geçtiği
yerlerde dört bir yana çakıllar saçıyordu. Yusuf’un ne yazık ki şahit olamadığı ama askerlerce dile getirilmiş olan
felsefi yorumun özgün olup olmadığından şüphe duymaya hakkımız var, hem şeklen hem de içerik açısından,
açık ki hissiyatın dokunaklı ve yersiz müdahalesi ile bunu dile getirenin içinde bulunduğu mütevazı koşullar bir
çelişkiye vesile olmakta.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:89)
“Josserand’ların evinde hiç kimse yoktu, öyle ki deli Saturnin tezgahların altında kardeşini arayıp
göremeyince yukarı çıkmış, fakat Madam Josserand ‘Berthe evde yok.’ diyerek kapıyı oğlunun yüzüne
kapamıştı. O zamandan beri genç adam deli danalar gibi ortada dolaşıyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:82)
Deli divane olmak : Çıldırasıya sevmek, aklı başında olmamak
“Gwyn on sekiz ay kadar önce hayatına giren ve geçen nisanda, hemen hemen senin Born’la ilk kez
tokalaştığın sırada hayatından çıkan otuz yaşındaki doçent Timothy Krale ile yaşadığı aşkı anlatmaya başlıyor.
Modern şiir dersinin hocası olan adam onun peşine düşmekle işini tehlikeye atmış, Gwyn de ona fena vurulmuş;
özellikle ilk başlarda, gizli buluşmalarla, New York’un kuzeyindeki küçük kasabaların uzak motellerindeki hafta
sonu kaçamaklarıyla dolu ilk aylarda onun için deli divane olmuş.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:112)
“Kendisi, kıza inandığı için daha başarılı bir sonuç alabilirdi, kıza hem güveniyor, hem de onun için deli
divane oluyordu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:191)
“Deli Davut ise, adalar karasevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar tüter, adalar
titrerdi. Tanyeri ağarırken, ‘adalarla birlikte uyanacağım’ diye, çok geceler göz yummazdı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:79)
“Ersilia’nın koluna girdi Klingsor, keskin hatlarla bezenmiş yüzünün şemsiyenin mavi-yeşil gölgesine
daldırdı yumuşacık, deli divane olduğu şemsiyenin, göz kamaştıran tatlı rengiyle kendisini büyüleyen
şemsiyenin. Ersilia şarkı söylemeye koyuldu:
‘İl mio papa non voule
TK.:
Ch’io spos’un bersaglier!”
“H. Hesse,, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:163)
İTA.:
<Babam hiç istemiyor,>
<Kocası bir nişancı olan evliliği>
“ ‘... O arada senin odanı her türlü konforla yeniden düzenleriz, klima koyarız, kitaplarını ve müziğini
de.’
‘Sence o da kabul eder mi?’
‘Ay benim zavallı akıllım, yaşlı olmana bir diyeceğim yok da, salak olma,’ dedi Rosa Cabarcas,
gülmekten katılarak. ‘Ayol bu zavallı çocuk senin aşkından deli divane.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:109)
“SOFRA
Şu Varna deli etti beni
divane etti.
Domates, yeşil biber, kalkan tavası,
radyoda ‘Ha uşaklar!’ Karadeniz havası,
rakı kadehte aslan sütü, anason,
uy anason kokusu;
ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim...
A be islah be be, islah be halim...
Şu Varna deli etti beni,
divane etti.”
(N. Hikmet Ran; “Yeni Şiirler”, sa:85)
“Onunla yaptığımız ilk görüşmede ruhum deli divane olmuştu. Düzgün konuşabiliyor, ağlıyor, yardım
isteyip bundan utanmıyordum. Bana eve kadar eşlik edecek şikayetlerim yoktu. Bütün soruları doğrudan
beynime işlemiş gibiydi. Odasına gelerek kendim olma ruhsatına sahip olmuş gibiydim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:24)
Deli dolu : Düşünmeksizin, patavatsızca, dikkatsizce, rastgele
“EMEL - Ücretle çalıştığını yazmıştın. Pek fark yok... (Anlamlı gülümser.) Ne yapacaksın bana?...
TEKİN - İstediklerini...
EMEL, azımsar. - Yanında belki birazcık dinleneceğim... Hepsi o kadar... (Duralar.) Kimi zaman
böyle deli dolu konuşurum. (İçini çeker.) Artık kendi köşemde yaşamalıyım.. Başka ne isteyebilirim!... Beni hoş
tutarsınız değil mi?”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:37)
“Hey gidi deli dolu yaşamak! Hey gidi gönlümüzdeki baharın Tuna’sı!”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:65)
“Vezneciler’e döndü. Ardındaki de. Şöyle bir elli adım kadar gerisinden. Çıtır çıtır çıtırdıyan, adeta
elektrikli bir rüzgar. Şapkasını tutmasa, uçacak. Ya bu rüzgar, delidolu, bu homurtulu bulutları dağıtır,
gökyüzünü silip süpürür; ya da bu bulutlar bütün heybetiyle bu rüzgarın gırtlağına çöküp boğar.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:7)
“ŞAİR SEVDİĞİNE BİRKAÇ SATIR YAZ DİYOR
-------------------------------------------------------------Üzgünüm ne de olsa. Paraladım da
damarladım bir pas bir güvercin olup, belin üzre
savaş verdim diş dişe, zambak zambağa.
Yetişir, ya bir son vereyim deli dolu sözlerime
ya da bırak yaşayayım gönlümün
o hep karanlık ve yangın gecesinde.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer”, “aşk şiirleri”, sa:106)
“Topluluğun başını hukuk mezunu olmasına rağmen deli dolu, kavgacı, yirmi beş yaşında bir genç
çekiyordu. Hafızam beni yanıltmıyorsa, adı Şamil’di, kendisine ‘Jaguar’dedirtiyordu.”
(A.Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:157)
“Sol kıyısında, Madame de Miossens’ın buyruğuyla yakınlarda onarım gören güzel bir yolun kesme
taşlarla yapılmış korkuluğu, yüksekliğiyle göze çarpar; bu korkuluğun ödevi, burada yoldan on ayak aşağıda deli
dolu ırmağa düşecek şaşkınları korumaktır.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:41)
“Baldini günün birinde, bu delidolu uğraşıyı denetlemek için olmasa bile hiç değilse kavrayabilmek için
Grenouille’dan, her ne kadar gereksiz görünüyorsa da, karışımlarını hazırlarken terazi, ölçü bardağı, pipet
kullanmasını istedi...”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:94)
“DELİ PAVLETA İLE ONUN GENÇ KARISI
<Penço Slavevkov’a>
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
Henüz çekip bağlamadan doru atı bir yere
delidolu bir yabancı yumruklayıp habire
Bir avlunun kapısınıııııııııı, coşkuyla geldi dile:
‘Ey Aglika, hadi uyan, kapıyı aç acele!’
Kim o? -‘Korkma, güzel gelin, İstanbul’dan gelmişim,
sana senin Pavleta’ndan çok selam getirmişim.’ ”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“Deli dolu şeyler yaptı, saçlarına açık renkli kurdelalar taktı, bembeyaz giysisiyle, içinde çoktan ölmüş
olduğunu sandığı o küçük kız çocuğuna uyup ağaçlıklı yollarda koşarak, çitlerin üzerinden atlayarak, vızıldayan
kelebeklerin peşinden koşarak eğlendi.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:9)
Deli etmek : Aklını kaçırtmak, kaybettirmek; Kızdırmak, üzerine çok gitmek, usandırmak
“Her gece iş sonrası kafayı çekiyordum. ‘tanrım,’ derdim, ‘bak ne yaptım, gerçek bir köylü ile
evlendim.’ Bu onu deli ederdi. Bir milyon dolar için kıç yalamıyordum, içimde yoktu kıç yalamak.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:144)
“Onu deli ettim, böylece de aklının başına gelmesini sağladım. Benden yanıt almak için anımsamaya
başladı. Pek bir şey çıkmadı bundan, fazla bir şey anımsamadı, ama havaya kalkmış balta gözünün önüne geldi,
düşünde de tekrar tekrar görmüştü olayı.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:97)
“Ama siz, Angaire, Ydier, Tityre, bilmezsiniz, bilemezsiniz, dedi Ménalque (ben de şimdi bunu sana
kendi adıma yineliyorum, Nathanael), gençliğimi yakıp kavuran tutkuyu bilmezsiniz, bilemezsiniz. Saatlerin
kaçıp gidişi deli ediyordu beni.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:50)
“O gün piyanonun başından apar topar kalkmıştı, babam, elinde gazetesi, içeri girince. ‘Mi fa proprio
imazzire, oggi.’ (Beni bugün gerçekten deli ediyor! İ.E.) Kendisini deli eden bendim, besbelli. Ne var ki başka
şeylerin de, bize gelmeden önce, onu deli etmiş olduğunu anlamıştım, daha kapıdan içeri girdiğinde.”
(B. Karasu, “Uzunca Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:125)
“İçki alemi bir aylık bir hapis cezasıyla sonuçlanmış. Lağımcılığa işte ondan sonra başlamış. Hiçbir şey
Henry’yi konuşturamazdı. Neden lağım içinde çalıştığı sorulunca hiç yanıt vermez, yumruklarını yan yana
getirip kelepçe işareti yapar, başını sertçe güneye yani hapishanenin bulunduğu yöne çevirirdi. Sanki kötü talihi
adamı bir günde deli etmişti.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:22-3)
Delifişek : Yerinde duramayan, atılgan, delişmen, zıpçıktı (at, çocuk, genç)
“Seyredip haz duyar ya çökmüş bir baba hani
Kabına sığamayan delifişek oğlandan,
Ben de, kaderim yaman sakat edeli beni,
Huzur duyarım senin erdeminden, vefandan.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Soneler”, no:37, sa:115)
“DELİFİŞEK <Epik Şiirler’den, 1902>
Yaşlı kadı, dişli kadı
en sonunda gürledi:
Delifişek bu köy için
gerçek bir bela, dedi.
Başka gençler var ama,
o çok farklı onlardan
kalçasında tamburuyla,
yapılmış has çınardan.”
(Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.02.06)
“Biri vardı… Bir adam; ama gerçekten bir adam olduğu söylenemezdi. Neredeyse bir çocuk; daha
sakalı çıkmamış. İlk delifişek kıllar, çirkin sarı lüleler halinde ancak belirmeye başlıyordu. Cılızdı, konuşmayı
bilmiyordu. Yalnızca anlaşılmaz sesler çıkarıyordu. Göğsü içeriye çökük, yürüyüşü sarsak. Bakışsız gözler, çok
büyük bir kafa. Öbür insanların kendisinde uyandırdığı korkuyu hafifletmek için gülümsemekten başka bir şey
bilmiyoru. Adı Pedrinho’ydu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:182)
Deli gibi (acele etmek, bağırıp çağırmak, gülmek, koşmak, nefret etmek, sevmek): Kontrolünü
kaybederek, alabildiğine heyecanlı ya da sıkıntılı
“Chicago’dan gelen bir başka kadın, büyükannemi sık sık ruhsal bunalım nöbetleri sırasında başını
duvara vururken gördüğüne tanıklık etmiş. Konoshalı bir polis memuru, ‘bir seferinde Bayan Auster’ı sokakta
deli gibi koşarken gördüğünü söyledi. Saçları oldukça darmadağınıkmış ve tıpkı aklını kaçırmış bir kadın gibi
davranıyormuş.’ ”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:60)
“Toman, ansızın birkaç kere havlayarak deredeki sessizliği bozdu. Muhtargilin köpek de havladı.
Köpek havlayınca Ahmet ürperdi. Boz Ömer:
‘Susadın mı halaloğlu?’ dedi. Deli gibi bağırıyordu.
‘Susadım.’ dedi usulca. Hem öyle susamıştı ki!”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:27)
“Peki kendisi neden, sanki kadın bulması zormuş gibi bu tehlikeli, saçma ilişkiyi sürdürüyordu? Zengin,
genç, ünlü, yakışıklıydı. İşine deli gibi bağlıydı, evlendiği kadınları sevmiş, onlar tarafundan sevilmişti. Sonuç
olarak, avazı çıktığı kadar, ‘Mutluyum!’ diye haykırması için bütün kıstaslar tamdı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:147)
“Doğrusu bunu beklemeliydim. Ama aslında bekliyor muydum? Hayır. O derece egoisttim, insanları
öyle hiçe sayıyordum ki Liza’nın bunu yapacağı aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Buna dayanamadım. Bir
an sonra deli gibi giyinmeye başladım. Elime geçenleri bakmadan sırtıma geçirerek Liza’nın peşinden dışarıya
fırladım.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144)
“ ‘Her şeyi itiraf edip geçmişin üzerine bir sünger çekmek. Bak, hatta ilk kez, sana geldiğim o ilk
öğleden sonra var ya - anımsıyor musun? Bir defasında onun ne kadar önemli olduğunu söylemiştin. Sen güneş
çarpmasından yatakta yatıyordun, anımsadın mı? İşte o gün onun otel odasından yaka paça dışarı atılmıştım,
öfkeden deli gibiydim.’ ”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:67)
“ ‘Her delilik için bir müddet sonra şifa bulmak vardır. Ey Mecnun! Sana ne oldu da bu hastalıktan
kurtulamadın.’
Şeyh Sinaneddin: ‘Mevlana’nın bu ateşli sözlerinin heybetinden bana, öyle bir hal geldi ki,
huzurundan deli gibi çıkıp dağların yoluunu tuttum, bir yıl kadar kendime gelemedim. O ulu kişinin hakkı için
söylüyorum ki, kendime geldiğim vakit yine kendimden geçmiştim ve hala o durumda yaşıyorum’ dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:27)
“-Beyefendi! Beyefendi! Böyle nereye koşuyorsunuz?
-Postaya bir mektup atacağım, Thérese.
-Ulu Tanrım! Böyle başı açık, deliler gibi fırlayıp gitmek size yakışır mı!
-Deliyim ben, Thérese. Ama kim deli değil ki? Ver çabuk şu şapkamı.
-Ya eldivenleriniz, beyefendi! Ya şemsiyeniz!”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:28)
“Hoca Efendi, hiddetle gözlerini açarak mebusa bakıyor, mebus, dudaklarını bükerek hocayı alaya
alıyordu. Bu manzara o kadar güzeldi ki, sayfayı çevirmemesi için Sabahat’in elini tutuyor, deli gibi
gülüyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:331)
“Peki şimdi ne yapacaktı? Bundan sonraki tren saat yedide kalkıyordu; o trene yetişebilmek için deli
gibi acele etmesi gerekirdi, üstelik kumaş örnekleri de daha sarılmamıştı ve Gregor Samsa kendini hiç de çok
dinlenmiş, çok canlı duyumsamıyordu.”
(F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:12)
“Madam Krosnki yine sordu:
‘Demek ki birbirinizi yeterli derecede sevmiyorsunuz, o halde bu kadar skandala ne gerek vardı?..’
Seniha:
‘O beni deli gibi seviyor,’ dedi, biraz düşündü, ‘ben de onu...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:98)
“Arkalarından geliyorlardı o adamlar. Onlar da artık sapmak, gitgide karanlıklaşan sokaklara dalmak
zorundalardı. Araba yoktu ortalıkta. Olsa bile ne ölçüde yarayabilirdi işlerine? İlk sokağa saptıkları zaman Gigi
Giulia’nın elinden çekerek deliler gibi koşmaya başlamıştı. Giulia, ayakkaplarını çıkarmıştı daha kolay
koşabilmek için.”
(B. Karasu, “Uzunca Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:135)
“Bu sırada sokak kapısını biri salladı, sonra tırmalamaya başladı. Ayşe deli gibi pencereye koştu.
Ölenin köpeği iki ayağı üzerine kalkmış, sahibini arıyor, sabırsızlık gösteriyordu. Kız, cesareti bütün bütün
kırılarak donakalmıştı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşe’nin Yazgısı”, sa:174)
“O BENDEN ÖNCE 2
------------------------Bakamıyorum yola
Buradaki herkese, her şeye
Gitmesi gerek
Gitmesi gerek
Onu hala deli gibi sevsem de
Gitmesi gerek
Gitmesi gerek”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:32)
“BUTLER -… Düşün bir kez… Bütün gün güneşin altında su olmayan yerde su bulacağız diye boş yere
dolaşıyor; haşlanıp duruyorlar. Sen olsan çıldırmaz mısın? (Birden tuhaf bir gülüşle güler.) Sen buraya gelmeden
az önce onların deli gibi bağırıp çağırdıklarını duymadın mı?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:8)
“ANIŞ
------Bir odamız vardı etrafı sarmaşık
Bostanlara bakan penceremiz
O güller kadar taze
Ben ona deli gibi aşık.”
(Oktay Rifat<1914-1988>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:389)
“JOHANNA - Genelde partizanlar da konuşmaz.
FRANTZ - Genelde, evet! (Israrlı ve deli gibi.) Almanya bir cinayet işlemeye değer, öyle değil mi?
(Nazik ve alaycı.) Bilmem, beni anlayabiliyor musunuz? Siz başka bir kuşaksınız. (Ara. Sert, katı ama içten, ona
bakmadan, gözleri sabit, tetikte bekler gibi.) Seçilmiş bir ölümle noktalanan kısa bir yaşam. Yürümek!
Yürümek! Cehennemi aşıp, dehşetin doruğuna varmak!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:304)
“ ‘Pierrette ne dedi?’ ‘Deliler gibi güldü,’ dedi Guigard berbat bir halle. ‘Ya adam?’ ‘Anladı. Elimden
geldiğince bir şeyler söyledim, ama bir çeyrek sonra yaylandı gitti.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:224)
“Deli gibi alışveriş yapmak sayılmazsa, çok ölçülü, hatta sıkıcı bir hayat yaşıyordu. Herkesle
mesafeliydi. O kadar mesafeliydi ki, ‘aysberg’ (buzdağı) diye adı çıkmıştı.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:70-1)
“Şu yanık, kavruk topraktan nasıl da iğreniyordu! Güçlü ellerini yumruk yapıp yerleri yumrukladı, elleri
kan içinde kalana dek deli gibi yumrukladı toprağı, sonra sıfırı tüketip olduğu yere çöktü. Yavaş yavaş kendine
geldi. Yüzünü kanlı elleriyle yıkayıp ağladı. Deliler gibi ağlayıp inledi, ağzından akan salyası duygudan yoksun,
ölü toprağa damladı…”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:105-6)
“Miss Mitford aşağı inerken Flush’ın yüzüne birbiri ardınca kapılar kapanıyordu; özgürlüğün üzerine
kapanıyorlardı; çayırların; tavşanların, otların; taptığı, deli gibi sevdiği hanımının -onu yıkamış, dövmüş, kendisi
zar zor yiyecek bulurken tabağındakileri onunla paylaşmış olan o tatlı, yaşlı kadının- mutluluk, iyilik, insanların
iyiliği adına ne biliyorsa üzerine kapanıyorlardı!”
(V. Woolf, “Flush”, sa:25)
“Anasını öyle sert itti ki, kadıncağız geri geri gitti, sırtı duvara dayanarak yere çöktü. Boğuk boğuk
inlemişti. Buteau, paçavra gibi oracığa yığılan anasına bir lahza baktı; sonra deli gibi fırladı, kapıyı küttedek
kapatıp:
-Vay anasını sattığımın be! diye söylene söylene çıktı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:294)
“... çünkü Daponte’nin hevesli suç ortağı gibi bir sevgi yoksunu, kemik çuvalı kız kurusu da efendisinin
serüvenlerinden müthiş keyif alıyordu. Deli gibi nefret ettiği kadının yatağını her sabah kah şu kah bu genç
beden tarafından karmakarışık edilmiş, namusu lekelenmiş bulmanın verdiği tatmin duygusu muydu bu
yalnızca...”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:163)
“Ve bir kez sokağa çıktı mı, bir yüzücünün köpük köpük kabaran suya atlaması gibi kendini tutkusunun
kollarına atıyor, sakin sakin yürüyen insanların arasından ümitsizliğe kapılmışçasına, deli gibi koşarak geçiyor
ve ancak, gitmeyi iple çektiği evin kapısına kıpkırmızı bir yüz ve darmadağın saçlarla vardığında duruyordu. Bu
dönüşüm döneminde bir denetimsizlik ve tutkulu ve serbest davranışlardan alınan zevk kıza bütünüyle hakim
olmuştu; bu da ona vahşi ve arzu uyandıran bir güzellik veriyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:64)
Deliğe girmek : Hapishaneye girmek (Argo)
“Bir yerinden Kien’in cüzdanını çıkardı ve törenli bir sunuşla ona verdi. ‘Aptal değilim ben! Onların
kellesini kurtarmak için deliğe girecek değilim.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:229)
“Ben, işi başçavuşa anlatmak ve jandarmaya haber vermek isitiyorum. Yoksa acaba Z.’yle yalnız olarak
mı konuşsam. Z. Tencerelerin önünde durmuş, ne yiyecek var, diye soruyor. İkisi de deliğe girecek. Sevgili Z.,
hayal dolu yarınlara Allahaısmarladık!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:80)
Deliğe tık(a)mak, tıktırmak; Deliği boylamak: Hapishaneye koymak; Hapse gitmek (Argo)
“ ‘Adam da alıyor ha! Parayı alıyor!’ diye atıldı ordan Fischerle. “Şantajcı! Bakın haksız mıymışım?
Düpedüz şantajcı! Deliğe tıkmalı bunu hemen! Deliğe tıkmalı, tamam deliğe!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:304)
“Bu arada vur patlasın, çal oynasın alemlerine hiç aralık vermiyordum. Sonunda yarbay beni üç gün
için deliğe tıktı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:169)
“D. MARZIO - Bu herif hapse girmeye aday.. Biri çıkıp da onun hilekarlıklarının yarısını olsun
meydana çıkarsa, herifi hemen deliğe tıkarlar.
JANDARMA ÇAVUŞU, köşe başında duran ve geri çekilen jandarmalara. - Şuralarda dolaşın,
seslendiğim zaman hemen gelirsiniz.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:108)
“Polis:
-Dilencilik yaptığım için seni deliğe tıkacağım, dedi.
Pembe yanaklı, gepegenç bir adamdı; sert görünmeye çalışıyordu. Gene de güvensiz bir sesle, devam
etti:
-Gelip geçeni rahatsız ediyorsun.
Mathieu telaşla: ‘Dilenmiyor,’dedi; ‘konuşuyorduk.’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:5)
“Pierre, milisin, omuzuna dokunmakta olan eline vurdu:
-Bana dokunulmasından hoşlanmam. Hele dokunan sen olursan!
Tepesi atan milis gürledi:
-Deliği boylamaya niyetin mi var yoksa?”
(J.P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:99-100)
“FALSTAFF - Bana mı söylüyorsun karardı, morardı diye? Ben kendim yediğim dayaktan,
gökkuşağının ne kadar rengi varsa hepsini sıraladım. Az kalsın Bradford cadısı diye yapışıyorlardı yakama.
Aklımı başıma toplayıp, zararsız bir ihtiyar kadın taklidini mükemmel becerdim de kurtuldum bereket. Yoksa
güvenlik görevlisi olacak herif büyücü diye deliğe tıktığı gibi, kastıracaktı bacaklarımı cendereye.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:123)
Delikanlı; Delikanlılık : Yeni yetme, ergenleğe ermiş genç (Genellikle erkek); Yeniyetmelik çağı
“Kendi yerime oturttum. Ben de karşısına geçtim. Gittim çocuğu yatıştırdım. İhtiyara rakı ısmarladım.
-Olmaz, sen de içeceksin, diye tutturdu.
Yatışan delikanlılara bir şişe rakı göndermek istedi.
-Bırak, başka akşam görürsen gönderirsin. Varma üzerlerine. Delikanlı bunlar, ellerinden bir kaza
çıkar.”
(F.S. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Kafa ve Şişe”, sa:75)
“EY MAHPUSHANE KARANLIĞI
-----------------------------------------Vatan, sararıp tükensin dünyanın güzellikleri.
Yeter ki esirgesin bizleri Tanrı.
Bir delikanlı sıkıntıya düşüp bunalabilir
sorunlar karşısısında.
Ama biliriz biz, elbet bildiği vardır Tanrı’nın.”
(Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:38)
“Eminönü Alanı’ndaki merdivenler ise ayrı bir dünya. Her basamağında bir işportacı. Kaç bin işportacı
var bu kentte? Sayısını kimbilir? Kim ilgilenir bunlarla? Çocuk tarak satacak. Delikanlı mendil satacak. Kadın
çorap satacak. Yaşlı adam su satacak. İtişecekler, dövüşecekler, birbirinin elinden ekmek parasını alacaklar...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Ağustos Pazarı”, sa:42)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
I
-----------------------çok eskiden, daha yirmi yaşında bir delikanlıyken
senin pandomimlerine, sevecenliğin ve kahkahanın
zaman zaman kopan iplikleriyle bağlanan
ve sonunda, epeyce olgunlaştığı için, sana şiir diliyle
bir şiir söylemek için ziyarete gelen biri.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“SOKRATES - Bakın hele! ‘Seni assalar’; bu sözleri ağzını bir karış açarak, nasıl ahmakça söyledi!
Bu delikanlı bir tutukluluktan kurtulmak sanatını, celpname göndermeyi, hakimleri yumuşatacak şekilde sesini
yumuşatmasını nasıl öğrenecek?”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:71-2)
“DEVRİMLERDEN SONRA
-----------------------------------nefes alıyor elli yıldır
tekrarlanan anılarla
acımasızca belirgin. Yürüyorken arkasından,
düşünüyorum
içinde bu kusursuz, sözel gösterişli
delikanlı olduğu bir dünyayı, kendi
atmosferini, ışığını, önerilen
kurallarını, biçemini taşıyan bir dünyayı.”
(Gabeba Baderoon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.09.06)
“Bir zamanlar IV. Henri’nin başressamlığını yapmış, sonradan <onun eşi> Marie de Médicis’in
Rubens’i kendisine yeğlemesi üzerine gözden düşmüş sanatçının içerdeki resim işliğinde çalıştığına kuşku
yoktu; ama delikanlı o işliğin kapısını süsleyen acayip tokmağa dokunmaya bir türlü karar veremiyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:12)
“Opera’daki maskeli balo demek ancak rol almış olanların bildiği üç kişilik oyun demektir. Çünkü ‘Ben
de gördüm’ diyebilmek için, gelen kadınlar için, taşralılar için, toy delikanlılar için, yabancılar için opera bir
yorgunluk, cansıkıntısı sarayı olur gider.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16)
“AVLUYA ÇIKAN PENCERELER
<Ekim 1906>
-----------------------------------------Delikanlı, çal penceremi!..
Ne ki durmaz gidersin sen.
Kış güneşi sanırsın beni,
O aptal güneş gibiyken.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.02.05)
“O zaman inanmamış, pürüzsüz, heyecanlı delikanlı sesi ile beni savunmuştu; o sırada bana -ayına
varıncaya dek aynı yaşta olduğumuz halde- benim hak ettiğim dayağı yiyip içine sindirmiş bir küçük kardeş gibi
gelmişti. İhtiyar onu azarlamış, sonunda da tokatlamıştı.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:66)
“David boyca Lea ile birdi. Güzellik bakımından ise Şakayık onu kızdan daha üstün buluyordu. David
on dokuzuna basmış, delikanlılık, olgunluk çağına yaklaşmıştı. Üzerindeki geleneksel Yahudi elbiseleri de ona
çok yakışıyordu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:13)
“ARJANTİN’DE
------------------genelde hiç kimse yok sokaklarda
ve tüm çevremdeki toprak
rüzgarla dolu
ve balçık rengi uğultusuyla
kovboyların.
Gündüzün, bu hiç böyle değil:
yapılar ve insanlar var,
gözleri alev alev kadınlar
ve delikanlılardan bir ırmak”
(John Burnside<d.1955>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.06.08)
“Mahallenin kızları, başları açık, kol kola girmişlerdi ve öbeklerin birini onlar oluşturuyorlardı. Öbür
yandan, delikanlılar, kızların başlarını döndürüp güldükleri matrak şeyler söylüyorlardı.”
(A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:37)
“... kendisine ilkgençliğinden beri hayal ettiği biçimde sarılacak biriyle dans etmek istiyordu. Gözü,
beyaz giysisiyle arkadaşının arasında hemen göze çarpan şık bir delikanlıdaydı. Oğlanlar sohbete daldıkları için
valsin başladığının farkında bile değillerdi. Birkaç adım ötedeki mavi giysili genç bir kızın içlerinden birine
özlemle baktığını da fark etmemişlerdi.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:100)
“Delikanlı onu tekrar kollarına aldı, bu sefer coşkusu biraz sönmüştü. Ardından, gene durdu, kıpkırmızı
kesilmişti ve Maria yolunda gitmeyen bir şey olduğunu anladı, ama sormaya korktu. Delikanlının elini tuttu,
sanki hiçbir şey olmamış gibi bambaşka konulardan konuşarak kente döndüler.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:19)
“Yürekli ol
Gönlünün sesini dine Aklını başına
topla
Geleneği örnek al Gir nikaha
Kumu gör Suyu kokla
Ah delikanlı, değil mi hayat harika”
(Robert Creely<d.1926>-Evrim Yalınalp; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.09.03)
“ÇUBUKOF - Böyle bir hakka sahip olup olmadığınızı anlamama, herhalde izin verirsiniz. İşte
özellikle, delikanlı, ben kimsenin benimle, ne derler ona, bu şekilde konuşmasına alışık değilim. Ben, delikanlı,
sizin babanız yaşında bir adamım. Benimle, ne derler ona, böyle senli benli konuşmamanızı rica ederim.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:22)
“FİNCAN ŞİİRİ 2
Delikanlılara yakışır kelepçeler.
Bilezik, dullarla, genç güzel kızlara.”
(Şeyh Abdürrahim Müslim Dost, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:51)
“Yakalıktan bahseden sarışın genç, muhabirin sözünü ağzından aldı ve bu yüzden ötekinin kendisine
nefret dolu bir bakışla bakmasına neden oldu. Delikanlı neşeli neşeli konuşuyordu.
-Asıl komikliğin bunun neresinde olduğunu biliyor musunuz, ekselans? Kitabın yazarı, bay
Krayevski’nin ‘tenkid’i ‘telkit’ şeklinde yazmasının, kelimenin aslını bilmediğinden ileri geldiğini sanıyor. Ama
zavallı gencin lafı ağzında kaldı, generalin anlatılanı çoktan bildiğini fark etti.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42)
“Yarın, bana kalırsa, siz bunu okuduğunuzda, ilkbahar ya da yazsa, gidip Dolly ile o pembe yanaklı
delikanlıyı hala orada, buğday tarlasının yanında, hiç kımıldamadan, sus pus, sığırların sessizliğine ve
bağırtılarına şaşmış halde, yere çakılmış gibi ayakta dikilirken görebilirdiniz. İlk titreksinekler kızın pembe
kollarını ısırmaya başlayıncaya kadarr orada kalacaklar. Daha sonra tahta bebekler gibi buğdayların yanında
birbirlerine iyi geceler dileyecekler.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:261)
“... Akdeniz kromozomlarından gelen bir melankoli taşıyan, yetenekli bir delikanlıydım. Karşılaştığım
genç kızlar beni yapayalnız gecelerinin dünyevi acılarına götürerek, yeni tomurcuklanan döl yataklarının bütün
şiddetiyle arzu ederlerdi. Kendim de bambaşka bir tutkunun korkunç pençesinde olduğum için, pek anımsama o
kızları; gözlerim, batan günün eğik ışığında, ipek gibi, belli belirsiz ayva tüyleriyle pırıl pırıl yanaklarını okşayıp
geçerdi yalnızca.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17)
“Orada, bir eli bağrında, diğeri kapı pervazında durur ve şiirleri okurdu. Erkeklerin çoğu onu yanlış
anlayarak kıskanır ve ona öfkelenirdi, zira yakışıklı bir delikanlı olmuştu ve onu kapı sahanlığında, solgun ve toz
içinde, mahzenin küfü ellerinde olduğu halde Eminescu ve Camoens’den şiirler okur gördüklerinde yüreklerini
ona daha da kaparlardı.”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:89)
“Bu delikanlı geçen hafta Miss Arabelle ve Romulus adlı atları geride bırakmış, İngiltere’de de bir
hendekten atlayarak iki bin altın kazanmıştı. Biri, koşu atlarının şişmanlamaya başladıklarından yakınıyor; bir
başkası ise atının adını anlaşılmaz hale sokan dizgi yanlışlarından yakınıyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:59)
“Süklüm püklüm bir yanda dururken, dirseklerini bir yük arabasına dayanmış, piposunu tüttüren
gösterişli bir genç adam yanına gelerek onu dansa çağırmıştı. Elma şarabı, kahve, galeta ikram etmiş; ipekli bir
mendil satın almış ve artık Félicité’nin kendisini anladığını sanarak ona birlikte yürümeyi önermişti. Bir yulaf
tarlasında onu kabaca yere yıkmış, fakat kız korkusundan bağırmaya başlayınca, delikanlı kaçmıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7-8)
“Delikanlılar atlarından ineli çok olmamıştı. Okulu yeni bitiren papaz yamağı utangaçlığıyla kızarıp
bozarıyorlar, babalarının yüzüne bakamıyorlardı. İkisi de babayiğit delikanlı oldukları halde yüzlerine ustura
değmemişti daha, sıksan kan damlar yanaklarında çocukluğun ayva tüyleri vardı.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:15)
“-Beni gece haremde kadınların odasına girip saldıracak kadar adi, alçak bir adam mı sanıyorsun?
-Benim ne sanışım para etmez. Ben sana gerçeği anlatıyorum. Eğer dün geceye kadar selamlıkta sana
benzer Hasan adında bir delikanlı bulunduğundan haberim var idiyse iki gözüm su gibi önüme aksın. Tanrı’nın
gazabına uğrayayım.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani”, sa.100)
“HAKİKAT
***
Muhammed’in gençlerini gördüm,
Ne mükemmel erdemli delikanlılar.
Yıllardı ayak altında eziliyorlar,
Ama bu, Allah’a bir kat daha bağlıyor onları.”
(İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:63)
“Aklıma geçmiş seneler geldi: Çiçeği burnunda bir delikanlıyken baba evimdeki hayatı esirlikten farksız
bulur, haince ve bir serüven düşkünü gibi kendi kafamın dikine, geceleri evden sıvışır, gidip geç saatlere kadar
açık bir meyhanede bir şişe bira içerdim.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:55)
“Hank de 25 yaşında, yakışıklı bir delikanlıydı; ama Colette’in onunla yatmadığından emindi Chester.
Bu konuda Colette’le yüzleşmiş; genç kadını kollarından yakalayıp dişleri takırdayana dek sarsmıştı. Gerçekten
başka hiçbir şey söyleyemeyecek kadar ödü kopan Colette de kocasına Hank’le yatmadığını söylemiş, bu
olaydan sonra da bütün bir gün boyunca ağlamıştı.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116)
“DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden>
Şanlı Semele’nin oğlu, Dionysos’tan söz edeceğim,
gençliğinin baharını süren bir delikanlı gibi
nasıl göründüğünden, çıplak denize uzanan
bir burnun üstünde. Uçuşup duruyordu güzelim
mavi-siyah perçemleri, vişne rengi bir pelerin
atmıştı güçlü omuzlarına...”
(Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:100)
“Ben, işi başçavuşa anlatmak ve jandarmaya haber vermek isitiyorum. Yoksa acaba Z.’yle yalnız olarak
mı konuşsam. Z. Tencerelerin önünde durmuş, ne yiyecek var, diye soruyor. İkisi de deliğe girecek. Sevgili Z.,
hayal dolu yarınlara Allahaısmarladık!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:80)
“Bu, genç kız simasına sahip, yaklaşık on yedi yaşlarında bir delikanlıydı. Tam sekiz gündür kapalı
bulunduğu hücreden yeni çıkmıştı. Kendisi için saman saplarından bütün vücudunu kaplayan bir kıyafet yapmıştı
ve bir yılan kıvraklığıyla taklalar atarak avluya girdi. Bu delikanlı, hırsızlık suçundan hüküm giymiş bir ortalık
soytarısıydı.”
(V. Hugo, “Bir İdam Mahkumunun Son Günü”, sa:57)
“Tam o sırada sokağın ucunda çıtkırıldım bir adam belirmişti, yolunu şaşırmış olsa gerekti.
Barikattakiler birdenbire bu şıklığı yadırgadı. Gavroche, adama seslendi:
‘Ne duruyorsun orada delikanlı? Sen de katılsana! Şu zavallı yurdumuz için küçücük bir fedakarlık da
mı yok?’ Çıtkırıldım hızla uzaklaştı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:454-5)
“GENÇLEŞME
-----------------Delikanlılık çağının kaba şakalarına
ve halen şimdi de mesuliyet duyulan şeylere
sanki büyük bir dağın gölgesi düşüyor,
senin dünyada var olmanın gölgesi.”
(Paolo Iaşvili<1895-1937>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.04.03)
“Ne denli dayak yemiş olsa da, delikanlı kalktı:
-Evet, yahudiyim ben! diye bağırdı. Ama isyancı değilim! Sizin köylü uşaklarınız isyancı! Elebaşı ve
isyancı olmayan ulu Kosbuk’un yüce sözlerini anımsıyor musunuz.”
(P. Istrati, “baragan’ın devedikenleri”, sa:107)
“Tıraştan sonra yakamı düzeltiyorum, kravatımı, tıpkı benim de bir insan olduğum günlerde yaptığım
gibi özemle düğümlüyorum. Sonra bıyık fırçamla elbisemi ve paltomu iyice bir temizliyorum, potinlerimi
parlatıyorum. Oldum mu sana iki dirhem bir çekirdek bir delikanlı!”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:101)
“ÇOK ENDER
----------------Şimdi onun şiirlerini okuyor delikanlılar.
Onların gözlerinde canlanıyor onun düşleri.
Onun hayal ettiği güzellikle ürperiyor
sağlıklı, şehvet düşkünü beyinleri,
güzel biçimli, dipdiri bedenleri.”
(Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.07.03)
“Tanrı’yı uyarıyordu. İsrail’e verdiği sözü hatırlatıyordu ona. ‘İsrail’in Tanrısı, daha ne kadar
bekleyeceğiz?’ diye bağırdı haham; delikanlı, dizlerinin zemin tahtalarına zangır zangır vurduğunu duydu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:20)
“Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş
yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla
simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine
çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım,
yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına,
‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim.
Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak,
‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp
oynamak için iner.’ İçini çekti:
‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için,
kasabaları basardım be!
Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı:
‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’
Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233)
“Deniz Kızı
<Azer Yaran’a Saygı>
-------------Ve orada yastığında ışıltılı kumların
Gölgeliğinde yoğun kamışların
Bir yiğit uyuyor, kıskanç dalganın şikarı,
Uyuyor bir yiğidi yaban diyarın
İpek saçlarının halkalarını taramayı
Bizler seviyoruz gece karanlığında.
Ve bir öğlen vakti dudaklarını ve alnını
Uzun zaman öptük delikanlının.”
(M.Y. Lermantov<1814-1841>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.10.05)
“Alacakaranlık
-----------------Bir pencereye yapışık bir şişko.
Bir delikanlı bir hoş hatuna gider.
Çizmelerini giyer gri bir palyaço
Bağırır çocuk araba ve söver itler.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“Güçlü şövalyeler de katılıyordu yapılan yürüyüşlere parlak zırhları, ucu püsküllü mızrakları ve
kollarında her an fırlayıp avını vurmaya hazır şahinleriyle. Gün boyu müzik çalınıyor, genç kızlar ve delikanlılar
şarkı söyleyerek dans ediyor, masalcılar kralı öven ya da eski kahramanlarla ilgili masallar anlatıyorlardı.
Delikanlılar güçlerini güreşerek gösteriyor, kızlarla oğlanlar zarafetlerini dans ederek sergiliyorlardı.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27)
“...Buna karşılık Nanda’da vücut ana öğe, kafaysa sevimli bir ayrıntıdan ibaretti. Özetle ikisi, çifte
kişiliğe girerek, kah sakallı çilekeş kılığında tanrıçanın ayaklarına kapanan, kah taptaze bir delikanlı kılığında
önünde dimdik duran Şiva’ya benziyorlardı.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:18)
“Büyükanne, Ulises’in elinde bıçakla içeri girdiğini görmüştü, olağanüstü bir çaba harcayarak asasının
yardımı olmaksızın toparlandı ve kollarını havaya kaldırdı.
-Delikanlı! -diye bağırdı-. Çıldırdın mı sen?”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:146)
“Her akşam, kahveye gider gibi oraya giderlerdi. Altı ya da yedi kişi buluşurlardı; hep de aynı kişiler.
Eğlence düşkünleri değil, saygıdeğer kişiler, tüccarlar, kentin delikanlıları. Ya biraz kızlara takılarak
‘Chartreuse’ likörü içilir, ya da herkesin saygı duyduğu ‘Madam’ ile ciddi ciddi sohbet edilirdi. Sonra, gece
yarısından önce, eve yatmaya dönülürdü. Delikanlılar kimi zaman orada kalırlardı.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:33)
“Orta boylu, sağlam görünüşlü bir delikanlıydı. Sert, gururlu bir bakışı vardı. Teni eskiden güzel olsa
gerekti ama, güneşin etkisiyle saçlarından daha koyu bir hal almıştı. Bir eliyle atının yularını tutuyordu, öbür
elinde, namlusu bakırdan, iri bir tüfek vardı.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:41)
“Gelelim delikanlılara... Burada kural tamamen değişiktir. Onlara bakarak belli belirsiz gülebilirsiniz.
Delikanlılar neden güldüğünüzü anlamak için yanınıza sokulurlar. Siz bir açıklama yapmak zorunda olmadığınız
gibi, bu sefer kahkaha atarak gülmekte de serbestsiniz. Gözlerinizle onlara birçok vaatte bulunursunuz. Bu da
onları sizinle başbaşa kalmak için çare aramaya tahrik eder. İçlerinden biri amacına ulaşıp sizi öpmeye
kalkıştıysa siz gücenebilir ve hatta bir hayli kızabilirsiniz. Her çareye başvurup ikinci bir kez öpmeye de
çalışırlar. İşte o zaman ağlarsınız, sızlamaya başlarsınız. Kendinizi bir kaza sonucu öptürdüğünüzü ve bundan
sonra size saygı göstermeyeceğini söylersiniz. Çoğunlukla delikanlı mendiliyle gözyaşlarınızı kurular ve sizinle
evlenmek ister. Bunu size saygıda kusur etmediğini kanıtlamak için yapar.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:234)
“CLEANTE - Birdenbire başım döndü, gidiyorum ben.
HARPAGON - Bir şey değildir. Hemen koş, mutfakta bir bardak saf su iç. Şu çıtkırıldım züppeye
bakın hele, koskoca delikanlı olacak, kuş kadar da canı yok.”
(Moliere, “Cimri”, sa:49)
“GEORGETOWN’DA YÜRÜRKEN ERKEK
KARDEŞİMLE
<Ağustos 1984>
------------------Ah duyuyorum çığlığını pop müziğin
Ah görüyorum rock yapışını delikanlıların
Sokaklarda kendinden geçmiş
Rock yapıyorlar ritmiyle kendi ölümlerinin
Temposuna kilitlenmiş bir dükkan önünün”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“Beş kişinin tek yatakta yattığı ve biri öldüğünde, ceset gömülünceye dek geçen her gece ölüyle
yatıldığı kiralık evler; onaltılık delikanlıların onbeşinde kızları sefil badanalı duvarlara dayayıp bozduğu çıkmaz
sokaklar oradaydı. Ancak Willow-bed Sokağı az da olsa aşağı-orta sınıf adabını korumayı başarmıştı. Evlerden
birinde sarı pirinçten bir dişçi tabelası bile vardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:31)
“Brooker’ların birçok oğlu, kızı vardı ama, çoğu epeyce zaman önce evden ayrılmış. Birkaçı
Kanada’daymış. Yakında oturan bir tek oğulları vardı, bir garajda çalışan şişman, domuza benzer bir delikanlı.
Sık sık yemeğe geliyordu. Karısı bütün gün iki çocuğuyla zaten oradaydı.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:28)
“KRUTİTSKİ - Sana ihtiyacımız yok, delikanlı. Biz dürüst, namuslu insanlarız.
GLUMOV - Öyle mi? Ya benim namussuz olduğuma kim karar verdi? Hanginiz? Siz mi Bay
Krutitski? Ben makalenizi yeniden yazarken mi o keskin zekanız namussuzluğuma kanaat getirdi? Yoksa dürüst
bir insanın böyle iğrenç bir işe alet olmayacağına mı karar verdiniz?”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:124-5)
“Benim gençliğimde delikanlıların komşu köylerdeki eğlencelere gitmeleri, dans etmeleri, içki içmeleri,
kavga etmeleri, evlerine bayraklarla, kırık kollarla dönmeleri gibi, insanlar denizlerde, karalarda dolaşıp
duruyorlar.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:12)
“HIPPOLOKHOS - Sonunda geldin, delikanlı.
SARPEDON - Babanı gördüm, Hippolokhos. Dönmeyi hiç düşünmüyor. Çirkin ve inatçı, yağmur
çamur demeden kırları dolaşıyor, yıkanmıyor da. Yaşlı ve derbeder, Hipplokhos.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:19)
“Münzevi türbesini suladı azizin
Sakalı bulutlardan daha beyaz
Yüzü dut ağacına dönük
Akıntının ağrısında
Adımı yinelersin
Hecelerin dağılışı
Yeşil gözlü bir delikanlı sana
Bir nar sundu”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:73)
“Beaupré’nin asıl mesleği berberlikmiş. Sonra bir ara Prusya’da askerlik yapmış. Sonra da ne anlama
geldiğini pek anlamadan ‘pour etre outchel’ (öğretmen olmak için) kalkıp Prusya’ya gelmiş. İyi bir
delikanlıydı. Fakat çok uçarı, çok derbederdi.”
(A. Puşkin, “Yüzbaşının Kızı”, sa:18)
“Geçeceğim Kayda
---------------------Siz, genç kızlar, delikanlılar
Gezinirken caddelerde umutsuzca,
Geçirirken günleri,
Aç karnına, haftaları hatta,
Bir çıkış bulmadan
İyileştirmek için durumu
Yiyecek veremeyeceğim size,
Okula gönderemeyeceğim sizi,
Ama, geçeceğim kayda.”
(Mpho Ramaano <d.1981>- İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.09)
“GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ
-----------------------------------------Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!..
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neşemiz sıcak!
kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
o ‘an’
kadar sıcak”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:119)
“KENDİNE YETERLİK
Sırtına aldı güneşi bu sabah
akordeonu omuzunda bir delikanlı gibi
Atina tepelerine tırmanan.
Geride kaldı geçirdiğimiz gece, zevkleri
ve o zevklerin korkusu. O bitmek umudu olmayan
hüzün de geride kaldı.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:59)
“Beni seviyorsan, sen kendin gibi
taze bir bahar bul yatağına
katlanamam gayrı sen’le yaşamaya
sen delikanlı, ben geçkinin tekiyken.”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:127)
“Bir insanın önünde yaya olarak elli kilometre varsa, rahat rahat düşünebilir, yaşamı tartacak zamanı
olur, daha dün toy bir delikanlıyken kısa bir zamanda acemi er oldu, ama yolda emin adımlarla yürüyen bu genç,
birlikte mantar ayıklama zanaatını öğrendiği dokuz gencin arasında bu işi en işi yapan..... belki de kıtada
onlardan birine ratlar.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, a:170)
“Pierre’in yüzü canlanmıştı. Eve’in yüzüne daldı, sanki onu arzu eden bir hali vardı. Pierre de Eve’in
elini alıverdi. Delikanlı:
-Sizi seviyorum, dedi. Genç çift öpüştü.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:66)
“Mesaj
Gelecekte bir gün
Dünya’da sadece köylüler yaşıyor olacak.
--------------------Olmayacak şey değil.
Delikanlılar kimonoya benzer
Beyaz giysiler giyecek.
Çimen kaplı tarlalarda oturacaklar
ve ben yakındaki ahırdan çıkıp gelirken,
hala aşktan başım dönerek,
onlara el sallayacağım.”
(Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08)
“DELİFİŞEK <Epik Şiirler’den, 1902>
--------------Tamburayı düzenlerken delikanlı cin gibi
yaşlı kadı sakalını okşuyor ciddi ciddi;
o çılgın el çılgın tele vurur vurmaz mızrabı
bıyığının uçlarını yokluyor yaşlı kadı.”
(Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.02.06)
“KULÜBEDE BİR KUŞ
-----------------------------Delikanlı! titriyorsun. İhtiyar! sen de;
Korkuyla... İşte böyle avuçlamışsınızvahşi kuşu sımsıkı; elmas tutarcasına,
aranızda, burada, burada.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“ASLAN HEYKELLERİ <1957>
-----------------------------En olmayacak günde geldin tazeledin ortalığı
Alıp kaldırdın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden
Bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda
Olsa yüreğim yanmayacak aslan heykelleri
Ama yok aslan heykelleri var köpek
Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:45)
“Saatlerce uzağındaki bir süvari bölüğünün kokusunu mu duydu, hemen tarlalara daldı, fazladan
millerce yol dolaşmayı yeğledi. Başka zanaatçı delikanlılar, serseriler gibi denetlenmek, kağıtlarını göstermek
zorunda kalmak ya da askere alınıp savaşa sürüklenmekten korktuğu için değil -savaş olduğunu bilmiyordu bile-,
ama yalnız süvarilerin yaydığı insan kokusundan iğrendiğinden.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:119)
“Ancak yirmi yaşlarında gösteren bu delikanlı da, başındaki kasketi ve çantasındaki kitapları unutmuş,
tramvayda bir bomba gibi tehlikeli duran genç kızı kuş uçurtmaz bir göz hapsine almıştı.”
(C. Sıtkı Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Tramvaydaki Adamlar”, sa:77-8)
“Önemli konuk, Harlov’la hemen hemen yaşıttı. Ama bu dev adam, herkesi delikanlı yerine koyuyordu.
Kendisine pek çok güveni vardı, kimseden de korkusu yoktu. Arada bir:
-Bana bir şey yapmak kimin haddine düşmüş, öylesi daha anasından doğmamıştır, der, kısık ama
insanı sağır edecek denli gür bir sesle gülmeye başlardı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:15)
“Dipteki Taş
---------------Babamın soluğu kesilirken
pencere camlarının saydamlığı
dışarıda bir dünyanın olduğunu hatırlatıyor bana.
Pırıl pırıl ışıyan şehri düşünüyorum,
gelip geçen arabaları,
köşede sevgilisiyle buluşan delikanlıyı,
geçmekte olan bisikletliyi”
(Manuel Ulacia<d.1955>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.04)
“Margarida da mutlu ve sevinçliydi….. Delikanlıya hayranlık duyuyordu. Öncelikle çok güçlü olduğu
için; ikincisi, gençliğinden, üçüncüsü de gözü pek girişiminden dolayı….. Üstelik bugün, çok kazanç sağlayacak
bir gündü: Santa Lucia Bayramı. Özellikle Margarida için, çünkü bayramlar rahat, güvenceli yaşlılık günleri için
bir sigorta gibidir.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:46)
“Bununla birlikte, Trevor, Hughie’yi daha iyi tanıdıktan sonra, delikanlıdan canlı, neşeli ruh hali ve
cömert, atak huyu yüzünden de hoşlanmış ve ona atölyesine her zaman ‘entrée’ (giriş) izni vermişti.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:113)
“Gelir gelmez kız kardeşine sarılır ve onu bilinçli olarak öyle şefkat ve abartılı bir gürültüyle öperdi ki,
sessiz muzip gülüşmeler bastırılmış öksürük şeklinde duyulurdu; kümesteki tek horoz gibi delikanlı gururuyla
onca kızın kendisini incelemesinden aldığı zevk kadar, onları da incelemek hoşuna giderdi; bu hapsedilmiş
zavallı varlıklarının hepsinin kendisine biraz aşık olmasını istediğini arkadaşça sevdiği kız kardeşinden hiç mi
hiç saklamazdı.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:21-2)
“... kopyalarını çıkarmadan daktiloda kendi ellerimle yazıyordum, her önemli belgeyi kendim eve
götürüyor ve gizli görüşmeleri yalnızca manastırın başrahibinin odasında ya da amcamın kabul odasında
yaptırıyordum. Bu önlemler sayesinde bu casusun önemli olaylardan haberi olmadı; ama şanssız bir rastlantıyla
bu hırslı ve boş kafalı delikanlı, ona güvenilmediğini ve arkasından bir sürü dolap çevrildiğini anladı galiba.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:40)
Delik delik aramak : İnceden inceye arayıp taramak, her tarafa bakmak
“Bütün Anavarza kalesinin kayalıklarını delik delik aramıştı. Bütün Akçasazı köşe bucak, sazlık
büklük, ormanlık, batak, düzlük bir bir taramış, yağız atla günlerdir karşılaşmamıştı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:269)
Delik deşik : Her tarafı delik dolu, delik delik, eski püskü; kurşunla vurulup delik deşik edilmiş
“-Ne var Bilal? Evde biri hasta mı? Yoksa annem mi hasta?
Hilmi rıhtımda arabanın kapısını açan Bilal’in yüzünü gözleriyle delik deşik ediyor, oradaki kapanık
ve karanlık ifadenin manasını anlamaya çalışıyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:205)
“DEVLET GEMİSİ I.
----------------------canımızı dişimize takmış fırtınada.
Sular geldi direğin ta ayağına
yelkenlikten çıktı yelkenler,
delik deşik olmuş, sarkıyor halatlar
dümen gitmiş...”
(Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:131)
“YAZICI
---------elinde kışın delik deşik ettiği
küçük kara
bir bayrak tutacak
o öksüz çocuğu.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:17)
“Dolambaçlı merdivenlerden çıktık. karanlık bir kapıya vurdu. Engizisyon döneminden kalmışa
benzeyen dilsiz bir adam gelip kapıyı açtı. Biraz sonra, delik deşik olmuş halılar ve perdelerle süslü, eski örtüler,
solmuş ipekliler, kırmızı bakırlarla dolu bir odaya girdik.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü ”, sa:99)
“ELEJİ <1870>
Söyle, yoksul halkım, söyle, kim seni
Köle beşiğinde böyle sallayan?
O mu, hani çarmıh üstündekini
delik deşik etti çivilererek
ya da seni masallarda tavlayan
‘Sabrın sonu selamettir!’ diyerek.”
(Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.02.06)
“Rachel suratına sıcak kahve fırlatılmış gibi hissetti. Soru onu tamamen hazırlıksız yakalamıştı.
Babasına bakınca, onun yapmacık tebessümünde sorunun önceden hazırlandığını hissetti. Masanın üstüne çıkıp
onu delik deşik etmek istedi.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:21)
“DİYELİM
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1912>
Diyelim kader sadece acı alay,
Gönül meyhane ve gök delik deşik,
Şiir, aşınmış yosma bir şey,
Güzellik ise hor görme ve pislik”
(David Burlük<1882-1967>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.04.04)
“...işte o zaman, çemberi yarıp geçen polisler sizi yakalayacaklar, ama hiç de hırpalamadan, adeta
acıyarak, ayaklarınızı sürüye sürüye, güçlükle yürüdüğünüzü, delik deşik köseleden fırlayan etlerin, pütür pütür
ve ateş gibi yanan toprağa sürttüğünü görecekler çünkü, omuz vererek, yürümenize yardım edecekler, ikide birde
önünüze düşen başınızı doğrultacaklar, ama yine düşecek, anlaşılmaz bir tonda ve tatlı sözler söyleyerek teselli
etmeye bile kalkacaklar.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:236)
“Yemek masası, büyüklerle rastlaştığımız tek yerdi. Günün geri kalan bölümünde dairesine çekilen
annemiz, dantel örer ve iş işlerdi. General, geleneksel birer kadın işi olan bu tür şeyler yapmayı bilirdi ancak.
Ama iş işlerken, savaş tutkusunu kapıp koyverirdi. Danteller ve işlemeler genellikle birer haritaydılar: Yastık ya
da halıların üzerine gerili, annemizin ezbere bildiği Avusturya tahtı için verilmiş savaşları gösteren küçük
bayraklar ve iğnelerle delik deşiktiler.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:14)
“Delos.. Tasviri hayvanlar adasını içeren, aslanlar ve boğalar adası..... Aslanların yapıldığı mermer,
aşınma nedeniyle eprimiş (çürümüş, eskimiş, pelteklenmiş) ve delik deşik olmuş, kaya tuzundan yapılmış gibi,
hayaleti andırıyor...”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:166-7)
“Yazar sözcüğü, birçoklarının gözünde delik deşik olmuş bir sözcükse eğer, bunun nedeni yapaylığa,
ciddiyetten yoksunluğa, güçlükten kaçınmaya ilişkin bir tasarımın bu sözcüğü sarmış olmasıdır.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:270)
“Kendine bir baksana, zavallı çocuk! Şu delik deşik mintanına, şu hapı yutmuş pantolonuna, şu açım
diye haykıran sıska suratına bir baksana! Güzel uyaklar bulmak tutkusu, işte bak, seni ne duruma getirdi!”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:29)
“Bir şapka avcısı olarak, kimseler Tarascon’lu Tartarin’in eline su dökemez. Her Pazar yepyeni bir
şapkayla yola çıkar, delik deşik bir paçavrayla dönerdi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:15)
“THE NİGHT OF LOVELESS NIGHTS
<Aşksız Gecelerin Gecesi>
-----------------------------------------------Bir hayaletten ve düşen bir kuştan söz ediyorduk.
Düşüm yitiriyor ağzımın kullandığı sözcükleri.
Üzerinde konuştuğum çayırlık mezarlarla delik deşik
Ve tokmakların duru gürültüsünün yankısı çınlamakta.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:105)
“BULGARİSTAN
Upuzun anayolda gıcırdayan bir eşek arabası.
Altında güz, penes (*) saçıyor ve güneşin altında
bir dilenci.
Kilise mihrabı ve yüzüstü ikona hırsızları.
Bir çocuk ve ağzından diş yerine düşen sigara.
Sonsuzluğa dönük veranda - büsbütün delik
deşik
Çöp kovasını eşeliyor bir çocukla bir dede.”
(*) Altın taklidi sarı teneke pul
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“Onlar törensel yas danslarına başladıklarında, Nessim’le Balthazar sandalyelerinin üzerinde, başları
önlerine eğilmiş, elleri kenetlenmiş, sessizce oturuyorlardı - insan başarısızlığının gerçek bir tablosu. Kendilerini
bu keskin titreşimli çığlıklarla delik deşik olmaya bırakmışlardı.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü”, sa:345)
“bir şeyler
ıv.
korkuyorum gelecek tepkilerden. Keskin
sirke
zarar veriyor küpüne. Delik deşik etsem
duvarı, yumruklasam tekme tokat,
kanatlar koparsam uçan karıncalardan.
Komşularım bilmeli bir omzumda
kızgın bir yağ kabı, diğerinde
barış mıknatısı olduğunu.”
(Alan Finlay <d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06)
“Sonra vandal herif küstahça aptallıklarını parlak tuvalin üzerine saçıyor. Doğu ipeklerini kirli griler
kaplıyor. ‘Çok mutlu olmalısınız, Mösyö!’ diye haykırıyor Cézanne. ‘Portre yaparsanız kuşkum yok ki,
sandalyenin bacaklarına koyduğunuz gibi burnun ucuna da pırıltılar koyarsınız.’ Cézanne paletini kapıyor,
bıçağıyla Mösyö’nün pis çamurunu delik deşik ediyor. Sonra bir an sessizliğin ardından, son derece harika bir
biçimde dönüp, ‘Ah, nasıl da rahatladım!’ diyor.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170)
“FAUST -... Tırtılların delik deşik ettiği şu tozlu kitap yığınlarıyla darlaşan bu odada, isli kağıt desteleri
tavanın kubesine kadar yükselmiş, şişeler, kutular ve aletler her tarafa tıka basa doldurulmuş, dedeler yadigarı ev
eşyası da buraya tıkılmış. İşte senin görüp göreceğin dünya budur! Hem de ne dünya!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:25)
“-Adamın biriyle konuşuyordum..... gönlünün dilediği gibi değil de, Tanrı’nın buyurduğu gibi
yaşamalıymış. Tanrı’ya yakarırsan, dilediği her şeyi verirmiş sana. Oysa kendisi delik-deşik, yırtık-pırtık giysiler
içindeydi.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:23-4)
“Eskilikten delik deşik olmuş kirli kaplamalar, yağmurdan çürümüş, tahtaları sarkmış simsiuah bir
tavan, bir köşede içine kırık dökük konmuş ocak, ötede çarpık bir kerevet. Demek bundan sonra, hayatım bu
odada geçecekti.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:174)
“Aşağı sofa ile taşlık arasındaki camekan kaldırılmış, delik deşik duvarlar sarı yaldızlı bir kağıt ile
kaplamıştı.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:67)
“ ‘... Bu hareketiniz vatana yöneltilmiş bir sabotajdır. Sakın ukalalığa kalkışmayın, sizin hümanizma
uyuşukluğunuzun hangi gizli yollarla, hangi sinsi hilelerle, masum çocuk ruhlarını delik deşik ettiğini hala
biliyorum.’
Fakat artık gözüm karardı ve:
‘Ama rica ederim, yeter!’ diye haykırdım. ‘Bütün insanların kardeş olduğunu İncil yazmaz mı?’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:18)
“AKŞAM TROMPETİ
----------------------------Yetsin artık savrulduğum bu duvar diplerinde
sesi gibi delik deşik bir çanın, hurda malı.
Trompetini çalmalıyım olanca şiddetiyle
ki sessizlik yıkılmalı, salt bu çığlık kalmalı.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Ellerini uzattı. Ama tam o sırada tırmık, eskiden ancak on ikinci saatte yaptığını şimdi gerçekleştirip,
subayın delik deşik olmuş gövdesiyle birlikte havaya kalkıp yana kaydı. Kan, suyla karışmadan oluk oluk
akıyordu, çünkü bu sefer su boruları da çalışmamıştı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:67)
“Ama yabancı adam gerçekten zarar vermek istemiyor gibiydi, büsbütün kendini koyvermişti, hatta
öylesine koyvermişti ki başı belli belirsiz sallanıyordu. Bu yüzden Hans, kendisini adamdan ayıran delik deşik
olmuş eski bir soba siperini kenara itmeye cesaret etmişti..
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:112-3)
“Selma Hanım, kerpiç duvarın delik deşiklerine tutunarak bu tuhaf köprüyü geçti. Nihayet, bundan beş
yıl evvelki evinin önüne gelmişti. Burada değişmiş hiçbir şey yoktu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:163-4)
“İlk geldikleri gün, silah arayacağız diye benim oturduğum evin altını üstüne getirdiler. Silahları
bulduktan sonra da gene aramaya devam ettiler. İki üç defa paramın bulunduğu çekmeceyi açıp kapadılar. Süngü
ucuyla yatak, minder gibi ne kadar pamuklu eşya varsa, delik deşik ettiler. Kitaplarımı, kağıtlarımı darmadağınık
odanın ortasına yığdılar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:159)
“Bedenin Bölümleri
----------------------yürekler akabilir gizli kaynaklara
mısırı tanele, tanı damgalı sığırları
kırılmış oynak kemikler
çözülebilir eklem yerlerinden
uzanırken şimdi bir lades kemiği gibi
bozkırda
noktacı karıncaların delik deşik ettiği
bize yeni kerterizler aç.”
(Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06)
“Sonra, annesinin ilk gelgitleri başlamıştı. İlk kez, her Pazar gittikleri sinemada hissetmişti annesinin
rahatsızlığını; annesi, filmin ortasında ışıkları neden kapattıklarını sormuştu ona. Kevgir gibi delik deşik olan
zihninde, önceleri küçük, sonraları gitgide büyüyen daha başka delikler hiç durmadan açılmaya devam edecekti
bundan böyle.”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:21)
“Karanlık bir evin önünde durdular. Tony arabadan indi. Görünürde kimsecikler yoktu. Pedro Livio
Antonio’nun söylediklerini duydu: Zavallı Chevrolet’si kurşunlarla delik deşik olmuştu, bir tekerlek de
patlamıştı. Pedro Livio farkındaydı, takur tukur çok kötü gıcırdıyordu, zıplattıkça darbeleri midesinde
duyuyordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:296)
“Ateşböceğini Aramak
--------------------------Sersemlemiştik
bizi ağır buhranlara sürükleyen aydan
büyülenmişçesine
dolaşmaktaydık öylece yıldızlarımıza çarpa çarpa
Ancak uzaktaydılar, geceyse-her yanda
hulyalı gözlerimizin çiyinden
delik-deşik endamı da.”
(Mateya Matevsky<d.1929>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.02.09)
“Scarlett kucağında bebek, etekleri arasında Wade ile birlikte eve doluşan Yankeeler’i zliyordu. Bu
sırada Yankeeler tüm odalara girmişler, mobilyaları deviriyorlar, depoları karıştırıyorlar, minderleri, yatakları,
kanapeleri süngüleriyle delik deşik ederek değerli şeyler arıyorlardı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:605)
“... bir gemi dolusu mülteci, Akdeniz’de bir yerlerde bombalandı. Şişman, iriyarı bir adamın, ardında
helikopter, yüzmeye çabalayan görüntüsü izleyicileri pek eğlendirdi; önce adamın yunus balığı gibi
debelendiğini, sonra helikopterlerin silah atış alanı içine girdiğini gördük, sonra delik deşik oldu ve çevresindeki
deniz suyu pembeye boyandı...”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:15)
“Alışık değillerdir yüzleri idareli kullanmaya, sonuncu suratları sekiz günde aşınmıştır. Delik deşik
olmuştur, çoğu yeri kağıt gibi incelmiştir ve onun altından da astarı görünür; yüz olmaktan çıkar yüz, bununla
dolaşırlar.”
(R.M. Rilke, “Malta Laurids Brigge’nin Notları”, sa:36)
“GÖRÜLMEMİŞ BİR ÇİÇEK AÇMA
--------------------------------------------Birden,
havaya uçtu gövdesinin parçaları. Özenle, sessizce,
toplayacaktı bu parçaları,
hepsini bir bir yerlerine yerleştirecekti delikleri
kapamak için.
Ve rastgele bir gelincik, bir sarı zambak bulursa,
onları da toplayacak,
kendisinin bir parçasıymış gibi gövdesine
yapıştıracaktı böyleydi, delik deşik, görülmemiş bir şekilde çiçek
açıyordu işte.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-parmaklıklar”, sa:223)
“Ve acı, çok acı bir ses. Bir ses ki, şu tahta bölme gibi önüne çıkan her maddeyi bir tül kadar inceltip
delik deşik ederken açtığı ince boşluklardan içeriye, cevheri örselenmeden, elenmiş bir halde giriyor.
Rüyadakinin tıpkısı. Bir ses ki yapışkan ve sürekli. Hala ayni şiddettle haykırıyor. Bir ses ki unutulmaz.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:8)
“Derken, ancak romanlarda geçen ve onlar olmasa kımsenin bu romanları yazma zahmetine
girişmeyeceği o inanılmaz rastlantılardan biri sonucunda, Maria’ya aşık olan, ondan da büyük bir sevecenle
karşılık gören kibar bir beyefendi, sevgilisinin orada mahpus tutulduğundan ve zindanda oturup iş işlemekten
parmaklarının delik deşik olduğundan habersiz, kalkıp o şatoyu ziyarete gider.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:52)
“... hey, siz sırtınızda ne taşıyorsunuz; yağ tenekesi; ama her yanı delik deşik, içine ne su ne başka bir
sıvı konur, taş taşımak için olmasın; patronlarım Alberto ve Angilberto’nun hedef tahtası bu, onlar ateş eder, ben
de isabet eden atışları saymak için tenekeleri götürürüm, sonra yine aynı yere getiririm.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:234)
“FRANTZ’IN SESİ (Teyp’ten.) - Yüzyıllar, işte benim yüzyılım. Yalnız, çirkin ve suçlu. Müvekkilim,
kendi elleriyle kendi karnını deşiyor. Bu akıp giden, beyaz lenf sandığımız şey onun kanı. Alyuvarlar kalmamış.
Sanık açlıktan ölüyor! Yüzyılların bağrı niçin delik deşik, anlatacağım. Onu böylesine kötü ve acımasız yapan
insanoğludur.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:365)
“Tekerlek dönüyor, tanıdık düşünceler dönüyor, dönüyordu, ama vızgeliyordu ona, sonunda, en
sonunda! Sonunda vızgelebiliyordu; sekiz güne kalmaz, kurşunlarıyla delik deşik ederler beni.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:184)
“O zamanlarda ünlü bir romancı, piyes yazarı, tenkitçi, rejisör ve Flarmoni Derneği Drama Okulu’nda
sahne öğretmeni bulunan, ayrıca amatör bir toplulu
ğun idarecisi olan Nemirovç - Dançenko, ‘İkimiz de,’ diyor, ‘Şu tek düşünceye aşıktık: uydurma tabiat dışı,
tiyatromsu, aşınmış, basmakalıp ne varsa hepsine karşı idik... Eski tiyatroda amansız tenkit süzgecinden
geçirmediğimiz hiçbir şey yoktu. Zehirli oklarımızla hepsini delik deşik ettik.’ ”
(K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:6-7)
“I. François’nın İspanya Kralı V.Carlos’a yenildiği Pavia savaşı’nda, akşama doğru, her şeyin
kaybolduğunu görünce, ‘Yo, böyle bir yenilgiden sonra yaşayamam ben!’ diye bağırmış, tolgasının siperini
kaldırarak düşmanlarının arasına atılmış, delik-deşik edilerek ölmeden önce bunlardan birkaçını öldürmek gibi
bir avuntu elde etmişti.”
(Stendhal, “Armance”, sa:27)
“GÖZYAŞLARIN KASİDESİ
-----------------------------------Sevgilim eller delik deşik
Tutulamaz göz yaşlar
Gözler birer çiçek
Göz yaşlar ilk bahar
Sevgilim göz yaşlar tutulmaz.”
(Musa Şekip-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
“Çoktan beri üstüne başına bakmaz olmuş, tıraşların arasını gitgide seyrekleştirerek derbederliğe
vurmuştu. Şapkası yağlı, kunduraları boyasız, hatta delik deşikti. Giderek giyimi o kadar hırpanileşmişti ki, bu
yaz eski yağmurluğu sırtından çıkaramamıştı.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:113)
“Yalnızca kocasının ölümünden sonraki ilkbahar sabahlarından birinde kepenkleri açtığında, güzeller
güzeli çim halısının ayrıkotlarından oluşan bir tundraya dönüştüğünü ve bahçesinin köstebek yuvalarıyla delik
deşik olduğunu fark etti.”
(S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:84)
“Ona bakıyor, onu besliyor, onun bana asla yapmadığı şeyleri yapıyordum. Nefret de, öfke de ortadan
kalkmıştı. Benim davranışlarımda ve düşüncelerimde yalnızca acına vardı, o adama, onun kısacık varoluşundaki
çılgınlık ve kararsızlığa acıyordum. Onun beyni artık delik deşik bir kağıttı, birbiri ardına tüm bilinç bölgeleri
yok olmuş, yaşlılığın getirdiği bunamayla silinmişti.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:195)
“Semyon, delik deşik kasketini de çıkarıp giydirecekti adama, ama başının üşüdüğünü hissetti ve
‘Benim kafa tamamen kel, onunsa kıvırcık, uzun saçları var,’ diye düşünerek şapkasını geri giydi. ‘Ben en iyisi
şu çizmeleri giydireyim ona.’ ”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:21-2)
“Ananias, yanıt vermeden önce yerinden kalktı; iskemlesini konsolun yanına çekti, konsolun kenarına
tutunarak hasırı delik deşik olmuş iskemleye tırmandı. Eski saatin kapağını açtı, anahtarı alıp saati kurmaya
başladı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:176)
“Çekmecemi karıştırmaya koyuldu. Çok uğraştı. Ama karıştırdıkça işe yarar bir şey bulması
güçleşiyordu. Bütün pantolonlarım eskilikten ya delik deşikti ya da örülmüş ve yamanmış durumdaydı.
‘Kimseyi yanıltamazsın. Ne korkunç bir çocuk olduğunu anlamak için bu çekmeceyi açmak yeterli.
Şunu giy, en eli yüzü düzgün olanı bu,’ dedi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:70)
“Frenk inciri, ‘... Onu gördükçe vücudum diken diken oluyor, yanıma yaklaşırsa dikenlerimle delik
deşik ederim.’ diye cırladı.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:21)
“MAXINE - Ayağındaki ayakkabılar delik deşik, doğru hatırlıyorsam sen sadece bir çift ayakkabıyla
yolculuk edersin. Fred’den kalan şeyler arasında iyi bir çift ayakkabı var, senin ayağına uyacak gibi görünüyor.
SHANNON - Dost Fred’i severdim ama onun ayakkabılarına konmak istemiyorum, güzelim.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:26)
“Güneş artık, tam tepede değildi. Yana yattı, eğildi döküldü ışığı. Burada bir bulutun kıyısını yakaladı,
onu yakarak ışık dilimine, ayak basılmaz alev alev bir adaya dönüştürdü. Sonra bir başka bulut yakalandı ışığa
ve bir başkası ve bir tane daha; aşağıda dalgalar, titreşen maviden düzensiz fırlatılan ateş tüylü kargılarla delik
deşikti.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:127)
“Havı dökülmüş ve yırtık pırtık giysileri, çökük omuzlarından düşüyordu. Oturma yerlerini de,
soyguncu ellerin bıçak ve kasaturaları delik deşik etmişti.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:354)
“Di’az’ın ülkeye nasıl barış grtirmiş olduğunu ve onu nasıl pekiştirdiğini, zekice bir devlet yönetimiyle
Meksika’ya nasıl milletlerarası bir saygınlık kazandırmış olduğunu kitabın biliamadamı yazarı kanıtlayarak ve
coşku dolu bir anlatımla okura sunuyor. Ancak aradan iki ay geçtikten sonra bütün bunlar devrimcilerin
kurşunlarıyla delik deşik ediliverdi.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:10)
Deliksiz bir uyku çekmek, uykuya dalmak, uyumak : Pürüzsüz, hiç uyanmadan rahat bir uyku uyumak
“VLADIMIR - Bütün gün boyu kendimi çok iyi hissettim (Susar). Deliksiz bir uyku çektim
geceleyin.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1” ‘Godot’yu Beklerken’ , sa:90)
“Birkaç kere yanlış yere saptıktan sonra, kalkmasına bir saatten az kala bağlantı uçuşunu buldum.
Uçakta koltuğuma çökünce rahat bir nefes aldım, bitkin düştüğümden Melbourne’a giderken deliksiz uyudum.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:196)
“Daha o gece kocası gene üstündeydi. O pis, rakı kokulu ağzi ağzının içinde! Çırpınıp duruyordu
Melahat Hanım, adamın altında. Sonra kendini bırakıverdi ‘Ne olacak, kocam değil mi?’ diye. Çok da iyi yaptı.
O gece Melahat Hanım deliksiz bir uyku uyudu.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:21)
“Fakat Sancho hiç de onun yaptığı gibi yapmadaı. Karnını doyurmuş olduğu için, sabaha kadar deliksiz
uyudu; efendisi uyandırmasaydı, ne yüzünde gezinen gün ışığı, ne de yeni günü hoşnut karşılayan kuş cıvıltıları
onu uyandırabilecekti.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51)
“Kendime geldiğimde hanın kapısındaydık, Petrus beni içeriye buyur ediyordu.
‘Şaraplar benden,’ dedi. ‘Ama erken yatalım, çünkü yarın seni büyük bir büyücüyle tanıştıracağım.’
Hiç rüya görmeden deliksiz bir uyku çektim.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:50)
“Mektubu ağır ağır katlayıp zarfa koydu, istavroz çıkarıp yattı. Kalbindeki huzursuzluk ansızın
geçmişti. İstavroz çıkararak deliksiz uykuya dalarken, ‘Tanrım, deminkilerin hepsine merhamet eyle!’ diye
mırıldanıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:247)
“Pasaportumu ve üzerimde taşıdğım birkaç yüz Frankı titizlikle kaydetmiş olduğum bir gümrük
bildirimini kondüktöre verdikten sonra deliksiz bir uyku çektim, çünkü görevini yapmış olma duygusu kadar
insanı dinlendiren bir başka şey yoktur.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:28)
“İstasyon isimlerini birer birer okudu. Bütün dünya, küçük kadranın üzerinde toplanmıştı. İşte
Balkanlar, orta Avrupa, kuzey memleketleri, sonra doğu... Bu esrarlı kutuyu hemen konuşturmak için çocukça
bir sabırsızlık duyuyordu. O gece sevincin ve yorgunluğun kollarında rahat, deliksiz bir uyku uyudu.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:82)
“Dağlara alışkın olan doktor hiç yorulmak bilmiyordu. Bense eve döndüğümde yorgunluktan
kımıldayamıyor, kendimi yatağa attığım gibi, sabaha kadar deliksiz bir uyku tutturuyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:131)
“SÜRGÜN
Güneş sınır taşımaz,
Adamlar sınırları hiçe sayıp
Hiçbir nöbetçi ateş açmaz.
Sabah akşam öter bülbül,
Deliksiz bir uyku çeker
Yahudi kibutzlarının kuşları gibi”
(Salım Jabran<d.1938>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04)
“Genç kadın avluya bakan pencerenin önünden çekildi. Kocasının yatağına doğru gitti.
‘O kadar yorulmuşuz ki, hiçbir şey hissetmeden sabahı ettik,’ dedi.
‘Evet deliksiz bir uyku. Ama hakettik değil mi?’
‘Ben daha uyuyacaktım, fakat...’
‘Fakat, bu gürültü... Allah belasını versin.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:23)
“ ‘Yeynidim, <kendimi yeniledim, toparladım>’ dedi gülerek, ‘yundum <yıkandım>, arındım. Yunmuş
arınmış yatağa girdim, ömrümde böyle deliksiz bir uyku uyumadım.’
‘Ben de senin bu kadar genç olduğunu bilmiyordum.’
Nişancı onun elinin üstüne elini koydu; öyle bir sıcacık, yumuşacık okşayarak sıktı ki, Poyrazın
bedenine tırnaklarından saç teline kadar bir sevgi yayıldı. Poyraz, böyle bir sevgiyi, bedeni tepeden tırnağa
çımgışarak <uyuşmak, ürpermek> ilk olarak duydu, o da onun elinin üstüne elini koydu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”,Cilt:2, sa:109)
“Tüm gün odamda okudum. Yemeğim odama başka bir hasta tarafından getiriliyordu. Ağustosun yirmi
altısında, yani son gün, hayrettir ki uyuyabildim. Hemen hemen gece yarısı başımı yastığa koydum ve tüm gece,
sabahın yedisine kadar deliksiz uyudum.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:194)
“ ‘Bana öyle geliyor ki bu para hiç gelmeyecek,’ dedi kadın.
‘Gelecek.’
‘Ya gelmezse?’
Albay yanıt vermek için sesini bulamadı. Horozun ilk ötüşünde gerçek kafasına dank etti ama sonra
bir kez daha deliksiz, rahatsız, amansız bir uykuya daldı.”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:72)
“Takdir edersiniz ki, böyle bir günün gecesinde, deliksiz bir uyku çekmem, mışıl mışıl uyumam, ya da
renkli rüyalar görmem asla mümkün değildi. Tuğde’yle de bu gala gecemizi, sabahlara kadar pençesinde
kıvranacağım kapkara bir kabus taçlandırdı.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:73)
“Trende okumak için gazeteciden günün bütün gazetelerini, haftalık bir aile mecmuasını aldı. Tren
kalktıktan sonra boş kompartmanda bunları hiç de aptalca bulmadan, gönül rahatlığıyla okudu. Sonra gene,
huzur dolu, deliksiz bir uykunun yaklaştığını sezerek bacaklarını uzattı, başını hafifçe büktü ve kendini bıraktı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:449)
“Vantilatörün yanına oturdu ama o gün vantilatör çalışmıyordu. Çalıştırmıyoruz, dedi Manuel, yaz bitti
sayılır, bu gece fırtınayı işittiğiniz mi? Hayır, işitmedim, diye yanıtladı Pereira, deliksiz bir uyku çektim ama
bana göre hava hala sıcak.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:133)
“Ama değişen yalnız konuşması değildi. Artık, mesela, bir kadeh porto şarabını yudumlayıp
başağrılarından yakınacağına, bir sürahi Chianti’yi deviriyor, üstüne de deliksiz bir uyku çekiyordu.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:94)
“LADY U.K. (yatıştırırcasına) Ne demek istediğinizi anlıyorum Sir. Hem de nasıl. Ben de
hayıflanıyorum sizin gibi elbette. Ama gençlik her şey değildir. Size bir sır vereyim, ben de yarı yolu aştım. İniş
başladı. Geceleri sağa sola dönmeden deliksiz uyuyorum. Ateşli günler geride kaldı... Yine de Sir. Bana
sorarsanız, vasiyet varsa, vaziyet kurtulur.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:126)
“Her biri için yaptığı şeyin aslında bir tek kişi için olduğunu biliyordu. Her şey oydu, Léonard’dı. İlk
izin gününde biraz etrafı düzenlemeye, babasına, ağabeyine ve tanıdıklarına yazmaya, Hofrat Silberstein için
gözlemlerini not etmeye karar vermişti; fakat yirmi iki saat boyunca deliksiz uyumuştu.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:108)
Deliliği tutmak; Delilik; Delilik nöbeti tutmak : Hafifmeşrep olmak, saçma sapan konuşmak, büyük bir
cesaretle şans alıp beklenenin ötesinde konuşmak ya da davranmak
“Pek kıymetli ve muhterem Beyefendi <Francis Bacon’a>
Kocam Philip’ten 22 Ağustos tarihli bir mektup alacaksınız. Nasıl olduğunu sorgulamayın, ama bu
mektubun bir kopyası benim gözüme ilişti ve ben de onun sözlerine kendi sözlerimi eklemeye karar verdim.
Kocamın bu mektubu size bir delilik nöbeti geçirirken yazdığını düşüneceksiniz, çoktan geçmiş olması gereken
bir nöbet.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:251)
“Sonradan Adem sakinleşir. O delilik anında, o deli deneyimi sırasında dilin düzeninin mutlak
olmadığını aşağı yukarı kavrar..... En sonunda da kodlamayla şimdi yok edilen dizzgiler sisteminde
eşleştirilmekte olan kültürel birimler evreninin kendisi sorgulanmaya başlar.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:306)
“Bu nutuk, beni Zeyniler’e gönderdiği vakit verdiği nutkun aynı idi. Birdenbire deliliğim tuttu, gülerek
sözünü ağzından aldım:
-Yorulmayın beyefendi, sizin yerinize ben söyleyeyim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:321)
“Karılarını amanlarının kolları arasında yakalayan kocaların tutuldukları ani bir delilikle sahneyi bir kan
buharı kaplıyor. Kızıl divane kesilen bu zavallılar, hayvani asıllarına dönüyorlar. Hemen yüreklerinin yırtıcı
vahşetinden gelen ‘öldür!’ emrinin sürüklemesine kapılıyorlar.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:198)
“ESKİ ÜÇ NOKTA ALTI
Varsayın üç kapı var:
Din, Delilik, İntihar.
Varsayın televizyondasınız,
soruyor hostes hangi kapıyı seçeceğinizi.
Varsayın on milyon izleyici var
ve düşmanlardan oluşan stüdyo seyircileri
tümü bağırıyor seçilerini
ve patırtıda yanlış duyar hostes:
Din istersiniz, Delilik alırsınız
Bir yandan öteki yana itilirsiniz ve kapanır kapı.”
(Geoff Hattersley<d.1956>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 18.01.07)
“YEDİLİNİN TOZU
<Fantastik bir halk hikayesi>
Amcamın çocukları yedinin yedisi, kan içer,
ölümle konuşur
Amcamın çocukları delilikle dolaşır
Amcamın çocukları rüzgarın, fırtınanın
ve ateşin sesidir.
------------------------Amcamın çocukları delirir...
Amcamın çocukları fırtınanın şiddetli uğultusu
ve ateşiyle eserler”
(Muhammed Hüseyin Hitam<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.10.05)
“SEÇİM KOROSU
----------------------Alto:
Başkanının yaparsanız beni
Açacağım sizin için
Delilik bahçelerinin
Kilitli kapılarını.”
(Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06)
“BÖCEKLERLE SOLUKSUZ SAVAŞ
<Jackstraws-Mikado’nun
Çöpleri’nden>
---------------------------------------------İntikal halindeki minik dadacılar(*),
Kurnazsınız, çok da nüktedan.
Ender yaşadığım sakin anlarımı
Mahvediyorsunuz, şekilden şekle giriyorum
Yakışıksız bir delilik nöbetinde
Elimde terlikle uzanırken ardınızdan.”
(*) Dadacı: Hayata karşı müstehzi, alaycı, kuralları hiçe sayan
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“Delilik
Şairliğindeki delilikle şaşkına döndüm
Şiirinden bir şey arzulamadım, duruldum...”
(Handıc Ümrülkays <Cahiliye Dönemi>-Metin Fındıkçı; Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.01.03)
Delinin zoruna bak : Şaşırdın mı sen? Deli misin sen? bağlamında
“Eşikte dikilmiş, sevgili oğullarına sarılmak için sabırsızlanan saz benizli, zayıf bir kadın, evin hanımı,
sızlanmaya başladı.
-Aa, şu delinin zoruna bak. Sen hepten mi kaçırdın, be adam? Çocuklar eve yeni geldiler. Bir yılı aşkın
görmedik birbirimizi. Dövüşmek de nerden esti aklına?”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:16)
Deli olmak, Deli olup çıkmak; Delirmek : Kızmak, çıldırmak, aklını kaçırmak
Bk.: Deliye dönmek
“CELİLE - Kocamın kardeşini yalnız mı bırakayım istiyorsun Ayşe! Tuhafsın vallahi kızım..... zavallı
o pis otelde deli olup çıkacaktı. Kaynım bu benim... Elbette yardımına koşmak vazifem... Hatta icabederse daha
ağır işlerini da görürüm. Düşünün ayol bizim Hilton’u beğenmiyordu.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:76)
“Trenin tam saatiydi. ‘Neden binmiyorsun?’ diye sordu Katolik rahip, ere korkuyla.
‘Neden mi?...’ dedi er hayretle: ‘Belki de kendimi tekerleklerin altına atmak istiyorum da ondan. Belki
de askerden kaçmak istiyorum... Olamaz mı? Ne zorun var benimle?.. Belki de delirmek istiyorumdur... hakkım
değil mi yani: Delirmek hakkımdır.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:5)
“Bu tarafta, padişahın yakınları onu iki gün iki gece görmeyince deli oldular. ‘Halep padişahı
birdenbire kayboldu’ haberi şehirde yayılınca, padişahın hacipleri (kapıcıbaşıları) durumu medrese kapıcısından
anladılar. Sabahleyin bütün askerler şehrin kapısından dışarı çıktılar. Padişahı aramak üzere o sahraya dağıldılar.
Birdenbire Mevlana hazretleri ile karşılaştılar.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:82)
“IPHIGENIE --------------Evet, dinle ey kral, bir tuzak kurulmada
Gizlice ve boşuna sürgün tutsaklar için
Onlar gittiler bile, arıyorlar kıyıda,
Gemilerde sessiz bekleyen dostlarını.
O ikiden büyüğü, burda delirip sonra
Yeniden iyileşen - Orestes, kardeşim benim.”
(J.W. von Goethe<1749-1852>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:121)
“ ‘Konuş onunla, her şeyi anlat.’
‘Anlatırım. O eski bir adam, baba adam. Belki derdimizi anlar. Şu Zülfüye deli oluyorum.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:181)
“Her şeyime karışıyor, her işime burnunu sokuyor, evde otursam adım kül kedisi, sokağa çıksam sürtük,
hayatımı bana zehretmek için elinden gelen her kötülüğü yapıyor, ama dövmeye bir türlü yanaşmıyor. Deli
olacağım!”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:100)
“Aynı anda nöbetçi gardiyan da geldi. ‘Bu gürültü de ne be?’ Delirdiniz mi yoksa?’ diye bağırdı.
‘Burada biri kendini astı.’
‘Aman Tanrım! Durup dururken al sana sıkıntı işte. Yaşıyor mu bari?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:239)
“Perrin: ‘Adamların kafasına bir şey sokmaya olanak yok,’ diyor. Brunet gene bir şey demiyor, Tipo
renksiz bir sesle: ‘Daha dün,’ diyor, ‘biriyle kavga ettim, Almanların bizi Almanya’ya götüreceklerini söyledim,
herif deli oldu.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:344)
“Sana
Al sana bir kondom. Tamam, hoşuna gitmedi.
Ama ihtiyacın var. Al. Öyleyse.
-----Hiç kuşkun kalmadı. Kondom boşluğunda
Biri var ve pekala biliyorsun ki
Kimsenin bulunmadığı yerde yalnızca Tanrı olabilir.
Şaşkınlık içinde geri çekiliyorsun,
Bunu beklemiyorsun çünkü, aklına bile gelemedi.
Ve sadece şimdi gerçekten çıldırıyorsun.
Dahası korkudan deliriyorsun.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
“ ‘Onu görmek, ona tapmak demektir, onu tanımak da ona güvenmek demek.’
‘Sybil, deli oluyorsun onun için.’
Sibyl gülerek onun koluna girdi. ‘Benim bir tanecik Jimim, yüz yaşındaymış gibi konuşuyorsun.
Günün birinde sen de seveceksin...’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:82)
Deli saçması (gibi) : İpe sapa gelmez, delinin tutarsız sözleri (gibi)
Bk.: Deli zırvası
“Hepsi buydu. Kanımca çok azdı, hiçbir şey değildi; neredeyse bir delinin saçmalarını andırıyordu;
bunu William’a söyledim.
‘Olabilir. Benim çevirimden ötürü kesinlikle daha da deli saçması gibi görünüyor..... Gene de,
Venantius’un ya da kitabın yazarının deli olduğunu varsaysak bile bu, bunca insanın daha önce kitabı
saklamalarını, sonra da ortaya çıkarmalarını açıklamaz; hepsi de deli değil ya bu insanların...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:402)
“AMEDEE - Her şey düzelecek diyorum sana, her şey düzelecek... Eminim buna... Düzelmemesi
olanaksız...
MADELEINE - Acaba düzelebilir mi, dersin? (Sonra, birden sesinin tonunu değiştirerek) Deli
saçması bu! Nasıl kendiliğinden düzelebilir... Bir şeyler yapmam gerek! Bak, beni şundan kurtarmazsan,
boşanırım.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:77)
“KIRAL - Aşk mı? Aklı o işlerde değil. Sözleri de, gerçi biraz rastgeleydi ama, deli saçması değildi.
Yüreğine bir şey dert olmuş, melankolisi onu gittikçe büyütüyor.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:87)
“İyileşmem artık; yoktur aklıma derman,
Zıvanadan çıkmışım: göremem rahat yüzü;
Düşüncem de, lafım da çılgınca, karman çorman,
Rastgele söylerim her deli saçması sözü.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:147, sa:335)
Delişmen : Delidolu, zıpçıktı, birbirini tutmayan söz ve davranışlı
“Benden sekiz yaş büyük kızınınnn kucağına bile vermezmiş düşürür diye. Meserret ablam delişmen,
haşarı bir kızdı; uyurken tava karasıyla yüzlerimizi boyar, hasır koltuklara iğneler bayırır, sokaktan geçenlerin
üsütüne tavanarası penceresinden su döker, merdiven korkuluklarından kayardı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:127)
“SABAH PAZARINA GAZEL
-----------------------------------Reva mıdır ettiğin yaygara
çarşıda diklenip de!
Neyin nesi o delişmen karanfil
buğday yığınlarında?
Nasıl uzağım yanıbaşında bile,
nasıl yakınım koyup gittiğinde!”
(F.Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:60)
“Uzun boylu, etli butlu, alımlıydı Madam. Hep kapalı duran bu evin karanlığından solgunlaşmış olan
teni, üzerine kalın bir cila sürülmüşçesine parlıyordu. Delişmen, kıvırcık takma saçlarının altına dökülen ufak
perçemi kendisine beden ölçülerinin olgunluğuyla bağdaşmayan genç bir hava veriyordu.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:34)
Deliye döndürmek, dönmek : Aklını kaybetmiş gibi hissetmek, aklı başından gitmek, ne yapacağını bilememek
“II
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
4 eylül 1852)
Ah! İlk anlarda deliye döndüm.
İniltilerle üç gün ağladım durdum.
Siz analar babalar hanginizin ruhu acıda?
Hiç duydunuz mu duyduklarımı?
Hanginizin umudunu çaldı Tanrı?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
“Neden sonradır ki çocuk, söylenmeyi bırakıp kendini toparladı. Birden aklına düştü ki, arkasından
geliyortar. Deliye döndü. Güneşe bir göz atmayı da unutmadı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, C,ilt:I, sa:13)
“Fabrice uşağı sıkı bir sorgulamadan geçirince, kontesin bunu kendisine söylememesi için ısrarlı
tembihlerine karşın en sonunda ağzından kaçırıverdiği bir ayrıntı adamı adeta çileden çıkarmıştı. Fabrice’i
Milano polisine ihbar eden, ağabeyi Ascagno idi. Bu acı sözler, kahramanımızı adeta deliye döndürdü.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:98)
“Antao, bir hafta boyunca ateşler içinde yandı; Ananias, ağabeyinin ölmek üzere olduğu düşüncesiyle
deliye dönmüştü. Ama sonra yavaş yavaş iyileşti. Sokağın bütün kadınları, gece gündüz başında nöbet
tutuyorlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:155)
“Hayvan henüz çok genç ve toydu; biraz eğitilip sahibine alıştıktan sonra herkes onun ne kıymetli bir
safkan olduğunu görecekti. O heyecanlandıkça çevresindekiler daha da çok damarına basarak kızdırıyorlardı.
Aldatıldığını, yanlış ata para yatırdığını söyleyerek onu kışkırtıyorlar, deliye döndürüyorlardı.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa: 367)
Deli zırvası : Bir delinin saçmaladığı mantıksız sözler
“Fakat durun canım: bence, eksik dediğiniz bu şeylere hiç ihtiyacı yok kitabınızın, çünkü o, Aristo’nun
yüzünü bile görmediği, San Basilia’nın değinmediği, Ciceron’unsa aklına bile getirmediği şu şövalye romanıyla
eğlenen uzun bir hikaye. Ayrıca, içindeki deli zırvasına benzer sahte olayların Gökbilim, Geometri, Mantık gibi
şeylerle hiç ilgisi yok.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:9)
Dellenmek : Hiddetinden köpürmek (Argo)
“Saldan inerlerken salcıya para vermek istediler. Salcı:
‘İstemez,’ dedi. ‘Sizden para alamam.’ Suya kocaman bir tükrük attı. ‘Bu Çukurova’nın anasını
avradını...’ diye de öfkeden dellenerek sövdü.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:74)
De lunatico inquirendo : (LAT.,TIP,PSYCH.,HUK.) <De luna’tika in’kui’rendo> : Mahkemenin bir kişinin
akli dengesinin incelenmesi için heyete göndermesi = A commissin appointed by a court to determine the
mental competence of a person (İNG.)
Dem : Nefes, çağ, zaman, hoşça geçirilen vakit
Bk.: Devran
“UYUSUN DA BÜYÜSÜN
-------------------------------Uyu benim maviş kızım
Dem geçecek devran geçecek
Keloğlan murada erecek
Sökülecek Has bahçe’nin çitleri
Ağlayan nar gülecek”
(Rıfat Ilgaz<1911-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:307)
Demagog : Konuşma ustası, çok ve etkili konuşan, lafazan, lafbaz, demagoji yapan
“Katip yanına geldi, ne olduğunu sordu. Cevap verecek durumda değildi. Herif korkunç bir demagogtu
ama, ne yapabilirdi? Hiç istemediği halde üye de olmuş, işin kötüsü, yönetim kurulu arkadaşları herifi
bağırlarına basıvermişlerdi bile.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:195)
De mal en pis : (FR.,KOLL.)
<dö mal an pi> : ‘Kötü’den ‘En kötü’ye = From bad to worse (İNG.)
... demeden : aldırmaksızın, göz önüne almaksızın, hiç bahane bulmaksızın, sorgu sual etmeksizin
“Bol bol kitap okuyor, resim galerini geziyor, sinemaya gidiyordu. Yazın televizyonda beyzbol
maçlarını seyrediyor, kışın operaya gidiyordu. Ancak, her şeyden çok yürümeyi seviyordu. Hemen her gün, sıcak
sopuk, yağmur kar demeden kentte gezmeye çıkardı.”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:7)
“... kilometreler boyunca uzanan dere kıyılarını izledik, çam ormanları arasında her yeri tarayarak
dolaştık. Yol kenarı, dağ yamacı, nehir kıyısı, tepe kenarı demeden bu olağanüstü bitkiyi aramadık yer
bırakmadık.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:131)
“HIPPOLOKHOS - Sonunda geldin, delikanlı.
SARPEDON - Babanı gördüm, Hippolokhos. Dönmeyi hiç düşünmüyor. Çirkin ve inatçı, yağmur
çamur demeden kırları dolaşıyor, yıkanmıyor da. Yaşlı ve derbeder, Hipplokhos.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:19)
“Kimi zaman ipi keser, kelle yere düşer ve onu yeniden bağlaması gerekirdi; yücegönüllülükle
neredeyse erişilmez bir yüksekliğe bağladığından, düşmanı büzüşmüş kara dudaklarıyla utkulu bir biçimde
sırıtırdı yüzüne. Kurukafa bir ileri bir geri sallanırdı, çünkü üst katında yaşamakta olduğu ev öyle uçsuz
bucaksızdı ki sanki rüzgar onun içine tıkılmış, yaz kış demeden bir o yana bir bu yana esmekteydi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:18)
Demediğini, demedik laf bırakmamak : Ağzına geleni söylemek, kafa şişirmek
“LUNARDO - İyi ama onlara işkence edeceek nir erkek var mı? Sonra, hele akrabalarının kulağına
giderse, alimallah dünyanın altını üstüne getirir, elimizden kurtarıverirler. Üstelik.. ayı.. hödük.. köpek..
demediklerini bırakmazlar.
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:91)
“İzin verirse aynı fikirde olmadığımı söylemeye hazırlanıyordum ki, odasına girmiş olduğunu fark
ettim. Kendimi toparlayıp masama gittim. O günden sonra amir, benim için demedik laf bırakmadı, ne dalgacı
memurluğum kaldı ne de baştan çıkmış bir insan olduğum.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:46)
Deme gitsin : Söylenecek bir şey yok, eklenecek bir şey yok, o kadar güzel
“YEPİHODOV - Sabah ayazı, eksi üç, ama vişnelik baştan aşağı çiçeğe kesmiş. Şu bizim iklimi
beğenmiyorum. (İçini çeker.) Beğenmiyorum..... Ha, Yermolay Alekseyeviç, izninizle ekleyeyim, şu çizmeleri
alalı üç gün oldu, bir gıcırtı bir gıcırtı, deme gitsin. Neyle yağlamalı dersiniz?
LOPAHİN - Yeter. Kafa şişirdin.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:104-5)
“Dedim ki:
‘İnsaf et bire Ali Gülmez. Bu sizin köylerden de...’
Ali Gülmez kızdı:
‘Söyleyeyim de dinle öyleyse... Geçen yıl Zerke gittim... Hani Zerkin yanında da bir gavur tiyatrosu,
bir gavur şehri var ki, deme gitsin...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:35)
Demek; Demek ki : O halde, şu halde, öyle ise, durum gösteriyor ki
“-Birşey, birşey yok!.. Ben buna on yıl çalıştım ha!
Oturup ağlamaya başladı:
-Demek ben bir budalaymışım, bir deliymişim! Demek benim sanatım da yokmuş, elimden bir şey
gelmezmiş! Demek ki ben bundan sonra yalnızca yürürken yürümekten başka bir şey yapmayan zengin bir
adamım!”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:50)
“Sonra yine uzanıyor, her şeyi baştan düşünüyordum. Demek ki Scarpa kaçtı, diyordum. Kaçtı mı,
kaçamadı mı? Nerede oturduğumuz Giuseppe’den başka biri var mıydı? Aklıma yağmurun yağdığı gece ve
sarhoş meyhaneci geldi. Keçi suratlı herif. Olsa olsa, beni değil Carletto’yu tanırdı. Binbaşı? Hiç kuşkusuz
kendini tehlikeye atmazdı o.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:172)
“HECTOR - Bir saniye gecikseydim, kadıncağız öbür dünyayı boylamıştı.
MAZZINI - Vah vah. Demek ölmesine ramak kalmıştı. Bereket tam zamanında imdadına yetiştiniz.
Ellie’ciğim, Mr. Hushabye bana akıllara zarar...”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:33)
“Demek ki toplum <sosyete> hem bir şeydir hem de hiçbir şey. Toplum, dünyanın en güçlü iksiridir ve
toplum diye bir varlık kesinlikle yoktur. Bu tür acayip yaratıklarla ancak şairler ve romancılar başedebilirler;
onların eserleri böyle bir şey-hiçbir şeylerle tıka basa doludur ve bu konuyu en iyi dileklerimizle onlara havale
etmekten mutluluk duyarız.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:130)
Demet demet : Sanki bir deste halinde, aralıklarla ve küçük kitleler halinde; Çok sayıda derlenmiş taze çiçek
ya da hasat
“Naruz’un göğsünde şimdi de büyük bir savaş başlamıştı - içinde kavgaya tutuşmuş olan güçlerin
arasındaki dengeyi sürdürme savaşı. Belkleme çabasının etkisiyle kasları demet demet kasılıyordu, kendini
sıkmaktan abanoz gibi siyahlaşmış, istenciyle denetlediği damarları dışarı fırlamıştı.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiyte Dörtlüsü 3”, sa:342)
“İntihar
--------Yüzünü kaldırınca, kalın kaşları görünüyordu
Bir sağa bir sola yalpalıyordu yol boyunca
Bulutlar gibiydi erkekler. Her şeyi görüyor,
Gördüğü her şey biçilip demet demet toplanıyordu,
Ama onun ağzını bıçak açmıyordu,
Belki de bir bıçağın açtığı yarık kadar
Bir yer bulup oraya sığınıyordu.”
(E.J. Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
Deme yahu : Yok canım, sahi öyle miymiş bağlamında
Bk.: Demeyin gitsin
“ ‘Ondan sonra... Elektrik işi için bir dinamo satın alındığını, birkaç güne kadar proje yapmak üzere bir
su mühendisinin kasabaya geleceğini işittim efendim.’
‘Deme yahu... Bütün bunları kimden duydun?
‘Bizim Hafızın oğlu vilayete gitmişti.. Bu sabah geldi de...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:41-2)
Demeye bin şahit ister : Söylenenden o kadar farklı ki, hiç benzemiyor valla
“Kapıdan içeri bir adım attıktan sonra durdu, nutuk verir gibi elini sallayarak:
-Monşer, şuraya bak, dedi. Ne mizer <misere: sefalet-Fr.>, ne mizer!... Okul demeye bin şahit ister.
Nasıl radikal olmak lazım? ‘Ya hep, ya hiç!’ dediğime bir kere daha hak veriyorsun ya!”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:221)
Demeyin gitsin : ‘Öylesine...’ bağlamında ya çok methedici ya da çok şikayet edici bir deyim
“Yazık ki Mustafa Caddesi dünden beri bir hayli uzamış gibiydi. Bir güneş, bir toz ki, demeyin gitsin!
Sefer çadırı da taşınacak gibi değildi. Tartarin kente kadar yürümeyi göze alamadı. İlk gelen atlı arabaya el
sallayarak bindi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76)
Demin : Bir az evvel
“B. KATİBİ - Tabii... Tabii... Buyurun oturun. Demin pencereden gördüm, üç otomobil ile geldiniz.
Arkadaşlar neredeler?
NECMETTİN - Bir kısmı nüfus memurunun yanına gittiler. Bir kısmı da çamların altındaki çeşmede
yüzlerini yıkıyorlar. Hava çok sıcak.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:66-7)
“Bir gün bize balık çorbasına gel ama önceden haber ver. Şey… dur, dur, ben sana demin, pılınla
pırtınla hemen bugün buraya taşınmanı söylememiş miydim?
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt: I, sa:188)
“Derken hayli yüksek bir sesle kendi kendine konuşmaya başladı:
‘Daha demin o odada biz bizeydik Annerl’le. Ve onu öptüm, öptüm -onu-ağzından-omuzlarından
öptüm. Aman Yarabbi, aman Yarabbi!’ ”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:6)
“GENÇ BAYAN - Demin, vahşi görünüşlü, ihtiyar bir adam pencereden başını uzattı. Sonra avaz avaz
haykırdığını işittim: ‘Dadı, pupada bekleyen genç, alımlı bir dişi var. Sor bakalım ne istiyor?’ Dadı siz misiniz?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:5-6)
“Kuşun kokusunu giderek daha kuvvetli hissediyor, beklemenin hazzını tadıyordu. Kuyruğu dümdüz
gerilmiş, yalnızca ucu kıpırdıyordu. Ağzı hafif açık, kulakları dimdikti. Bir kulağı demin koşarken ters
dönmüştü. Sessizce sık sık soluyor, başını çevirmeden, daha çok gözlerini çevirerek sahibine bakıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:307)
Deminde olmak : Keyfinde olmak, zevkini çıkarmak
“Köylüyü kimin ayaklandırdığını bilmiyordum. O cadının hakkından gelirim. Sen deminde ol. Canını
sıkma hiç.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:201)
Demir almak : Denizcilikte bir geminin çıpasını denizden geri çekerek harekete hazırlanması
“Tanios söylenenleri eğlendirici buldu, içtenlikle güldü, İrlandalı şeytanı da öyle. Sonunda, delikanlı:
-Sizinle geliyorum, dedi. Bunu söylerken gülmesi, gülümsemesi durmuş, ciddileşmişti.
-Memnun oldum. Ama, hiç şaşırmadım. Dağ’ı ve insanlarını artık tanıyorum. ‘Courageous’ gemisi iki
saate kadar demir alacak.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:182)
“Bir gemi demir alırken, ‘herkes görev yerine’ komutu çınlar bütün gemide. Herkes gemi limandan
çıkana dek görev yerinde kalır.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:21)
“Demir alınmış, bir buçuk yüzyıl önce Akdenizdeki uzak geçmişinden Portekizli denizciler tarafından
koparılıp getirilmiş, daha sonra da Latin adları almak zorunda kalmış üçgen yelkenler direklere çekilmiş, yelken
takımının ilk gıcırtısının ardından gemi, yaşlı denizcinin söylediği gibi, pruvasını doğuya, Cenevize çevirmişti.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:136)
“Limanda demirli motorlu tekneler ve Vermello Irmağı’ndan gelen deli suyun üzerinde sallanan, bir
yığın bağlanmış küçük kayık gördü. Bütün büyük motorlu tekneler demir almaya hazırlanıyordu. Uçak tepeden
tırnağa silahlı bir yığın turist getirmişti, her şeyi yiyip yutmaya hazır bir yığın çekirge.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:206)
Demir atmak, demirlemek : Bir yerde uzun zaman kalmak, yerleşmek; Gemilerin limana bağlanma işlemi
“Bayram:
‘Çok çirkin demir attılar, bu işin tadı olmaz.’ dedi.
‘Onları buraya geldiklerine pişman ederiz inşallah.’ dedi Irazca. ‘O zaman, kendi gönülleriyle kalkıp
giderler...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:118)
“Büyük yangın dindi, ben de bir çeşit durulmuş ateşe döndüm; ocağın başında tortop oluyorum., karım
çocukların yemeklerini pişiriyor. Dünyayı ele geçirmek için yelken açmıştım ama bu minik yuva teknesinde
demir attım.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:546)
“Gelecek vapuru çok beklemediler. Sabah erkenden İstanbuldan gelen vapur koya demir attı. Nişancı
telaş içindeydi, şu Sultana ne olmuştu. Kuzu kuzu ardına düşmüş geliyordu. Sultan dediğim dedik çaldığım
düdüktü. Kafasına bir şey takmışsa ölür de o işi yapardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:209-10)
“Ve hayatta hiçbir şey öğrenmemiş bütün yabancı kadınlar gibi, Margarida da, Dio’daki Mangue
Sokağı’na demirledi sonunda. Burada pezevenkliğe kadar varan bütün fahişelik mesleğinin basamaklarını
tırmandı. Tam da onun için biçilmiş kaftandı bu iş. İşini iyi biliyordu! Hem pek zorlanmıyordu, hem de bol bol
para kazanıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim deniz”, sa:32)
Demirbaş (eşya) : Resmi bir kamu kurumuna ait ya da kişinin kendi üstüne kayıtlı eşya, alet (tabanca v.s.); Bir
sosyal kurumun: cami, kilise, kütüphane; kahvenin, sinemanın vb. eğlence yerlerinin müdavimi (sık sık geleni,
izleyicisi)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ I
--------------------------------Kızlar kiliselerin demirbaşı gibidir
Akşam duası ile, görevler biter birmez
Gençlere cilve yapar, kırılıp dökülürler,
Oğlanlara gelince; yanlarına varılmaz
Kahvelerde tanınmış evleri çekiştirir
Ve acayip şarkılar söylerler avaz avaz.
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:109)
“...tüm yazlık villalar ve çiftliklerde anahtarlara el kondu ve demirbaş eşya kaydedildi, biz işçiyiz,
soygun yapmaya gelmedik, üstelik bunun tersini savunacak kimse kalmadı; çünkü hiçbir yerde, ne avlularda ne
salonlarda ve şarap mahzenlerinde, ne ahırlarda ne tavuk kümeslerinde, ne sarnıçlarda ne sulama tanklarında,
hiçbir yerde Norberto’lar ve Gilberto’lar yok, sırra kadem bastılar, kimbilir nereye kaçtılar, kraliyet taburu
kışlalardan kıpırdamıyor, melekler gökyüzünü süpürüyor, bugün devrim var, katılan o denli çok ki.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:313)
Demirci körüğü gibi solumak : (ZAN.,DAVR.,TIP) : Çok derinden, nefes almaya çalışmak tüm gücünü
sarfetmek
“Thénardier sustu. Nefes nefese kalmıştı. Küçük, dar göğsü demirci körüğü gibi soluyordu. Korktuğunu
yere sermeyi, kendisini pohpohlayana hakaret etmeyi nihayet becerebilen zayıf, zalim, ödlek bir yaratığın
aşağılık mutluluğuyla doluydu gözleri.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:349)
Demir gibi : Sapasağlam, sağlıklı bünye
“İşin tuhafı, tüm bu yaşadıklarına, açlığa, kötü beslenmeye, yaşadığı hüsranlara, fiziksel yıpranmalara,
sağdan soldan aşırarak içtiği onca sigaraya karşın hala demir gibidir.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:177)
“Yakıcı içkiyi boğazımdan aşağı dikerken Louis’in kaderi bile önlemedi beni. John Barleycorn Louis’i
çok kötü bir duruma düşürmüştü ama ben gençtim. Kanım kıpkızıl ve canlıydı. Demir gibi bir bünyem vardı.
Gençlik zaten ilerlemiş yaşın haline hep alayla bakar.”
(J. London, “İntihar”, sa:119)
Demiri sıcakken (tavında) dövmek : İşi, çocuğu zamanında gerektiği gibi yapmak, yetiştirmek
“ ‘Yan masadaki kadın çok beğendi seni,’ dedi Mathieu.
Gomez, güzel kirpiklerinin arasından sola doğru baktı;
-Öyle mi? dedi. Demiri sıcakken dövelim öyleyse. Bu pist dans etmek için yapılmış herhalde.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:285)
Demirkırat; Demirkıratlık : Demokrat, Demokratlık
“-Ne münasebet? Dedi. Suç olur mu (Partiye üye olmak)? Demokrasi bu. Sen sensin, ben ben. Öyle
değil mi?
Adam az daha sokuldu:
-Hay ağzını öpeyim. Hem Demirkıratlığı icat ediyorlar, hem de... Milletnen oyun mu oynuyorlar?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:52)
Demir parmaklıkların ardına düşmek : Hapse girmek, hapishaneyi boylamak
“Therese bu sözlere hiç gecikmeksizin karşılık vermişti. Hayır, o böyle şeyler yapabilecek bir kadın
değildi. Ne kadar titizlikle işlenirse işlensin, cinayetin ortaya çıkması olanağı her zaman vardı. Bu durumda da
yapan, derhal hapishaneyi boylardı. Öyle demir parmaklıkların ardına düşmek, dürüst bir kadın için yakışık
almazdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:130)
Demie-tasse : (FR.,KOLL.) <demi’tas> : Yrım kap; küçük kap (bardak) = Half a cup; a small cup (İNG.)
Demiurgos : (YUNAN MYTH.,FELS.) <Demi’urgos> : PLATON’un kozmolojisi’ni ortaya koyduğu T i m a
e o s adlı diyaloğunda, ‘fiziki’ ya da ‘maddi’ dünyayı yaratmış olan T a n r ı ya da T a n r ı s a l g ü ç
“PLATON’un i d e’ler kuramı’na göre, Demiurgos, ‘biçimden yoksun maddeye, i d e’lere göre biçim
vererek d ü n y a y ı y a r a t m ı ş t ı r. Bu nedenle, Demiurgos, bir yaratıcıdan çok, öncesiz sonrasız i d e a r k e t i p’leri madde’ye uygulayan bir zanaatkardır. GNOS öğretisinde de, Demiurgos’tan söz edilir.
Hermes Trismegistes’e göre, katıksız aşık olan N o u s - T a n r ı, tek sözcükle, Nous-Demiurgos
’u = ‘Yaşamsal Soluğun Tanrısını’ yaratır, o da, öteki t a n r ı s a l i l k e l e r ve d u y u l a r l a algılanabilen
D ü n y a’yı biçimlendirir.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 607)
Demlenmek : İçki içmek; Yorgunluk gidermek için dinlenmek; Söz ya da saz ile başkasına eşlik etmek;
Kaynattıktan sonra kokusunu suyuna geçirmek için biraz bekletmek <çay>; Pişirdikten sonra kıvamını bulmak
için bir müddet dinlendirmek <pilav>
“Burkhardt’ın bir ikinci şişe şarabı açmasını önlemek istemesi karşısında şöyle sürdürdü konuşmasını:
‘Nasıl olsa bu gece artık uyku girmez gözüme. Üzerimdeki bu sinirli hal nerden kaynaklanıyor, Tanrı bilir!
Bırak, biraz daha demlenelim, sen eskiden bu kadar nane molla değildin.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:67)
“Dün akşam, Reha Bey bana oturduğumuz birahanede muharrir <yazar> Ahmet Rasim Beyi de tanıttı;
köşede bir arkadaşı ile ağır ağır, vakur, fakat pek babacan bir tavırla demlenmekte olan, burnundan takma
gözlüklü, kırçıl saçlı, kırçıl ve pos bıyıklı, tıknaz ve çok sevimli bir adamı göstererek:
-İşte, dedi, bu, muharrir Ahmet Rasim Beydir. Kendisi ile henüz muarefemiz <görüşme, arkadaşlık,
temas> yok... Yok ama, dikkat ediyorum, ikide bir, yan gözle bizim masayı süzüyor. İster misin yarınki ‘Şehir
Mektupları’nda bizim masa da aynen çıksın.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
demoiselle de compagnie : (FR.) <dö’muva’zel dö kam’pani> : Nedime (düğünde)
Demokles’in kılıcı gibi : Tepende, her an inmeye hazır kılıç (Tarihçilere göre, Demokles, hayatta her an ne
denli tedbirli ve uyanık olmak gerektiğini sembolize etmek için, yatağının üstünde, tavana ilişik, ucu aşağıya
dönük bir kılıçla yatarmış!) Tetik ol, hazır ol!
“Buraya kadar tıkır tıkır yürüyüp gelen işler, bundan sonra, hele seçimlerde otomobile, tayyareye
binmeyecek mi? O zaman? O zaman Deve’den kurtulmak gerekirse? Kurtulamazsın ki! Herif çamur. Elinde el
yazınla yazılmış mektup, Demokles’in kılıcı gibi her an tepende. Ha indi, ha inecek...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:163)
Demon : Şeytan, zalim, günahkar, kötü kişi
“Şiir Ne? Karda Bir Çığ... <Eylül 1926>
***
Demon ve kaderin yanından çıkış yolu yok.
Aşk, hakkını vermişim.
Geveze bir saksağan değilim,
kendisini senin dehşetinde teselli eden.”
(Titsian Tabidze-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.03)
Dem sürmek : Zevku safa sürmek, zevk almak
“Bre ağalar, bre beyler
Ölmeden bir dem sürelim
Gözümüze kara toprak
Girmeden bir dem sürelim”
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:318)
Dem vurmak : Bir şeyin sözünü etmek, bir konudan bahsetmek; yetisini aşan bir konudan bahsetmek
“Eskicizade’nin dişlerini platin yaptırdık. O bana İstanbul’da bir iş buldu. Ateşkesimi ilan edildi.
Kendisi memlekete döndü. Ara sıra yine ismini işitir, dalaverelerini duyar, servetinin hesabından dem vurulurdu.
Fakat çokluk yanna uğramazdım.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:31)
“Don Quijote,yanında kuruşu bulunmadığını söyledi, çünkğ okuduğu kitaplarda bir gezgin şövalyenin
para taşıdığına rastlamamıştı.
‘İşte bu konuda aldanıyorsunuz,’ diye karşı çıktı hancı, ‘kitaplarda buna dair bir şey yoktur, çünkü
yazarlar para ve temiz çamaşır gibi acil şeyleri taşımaktan dem vurmayı boşuna saymışlardır. Gerçekten, şuna
emin olun ki, bütün gezgin şövalyelerin dolgun bşr kesesi, yaralarına sürmek üzere de, bir kutu da merhemi
vardı…”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:23)
“-Babacığım, ben de sizinle aynı kanıdayım, diyor. Ama şimdi bilimsel konuları tartışmanın sırası değil.
Ben de türlü türlü keşiflerden, bilimsel buluşlardan dem vurabilirim, ama bunun yeri mi burası?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:74)
“Bir gün Şems hazretleri, Hüdavendigar hazretlerinin hizmetinde oturmuştu. Şehrin büyükleri de
hazırdılar. Şems buyurdu ki: Bana öyle bir mürit lazımdır ki bütün olgun şeyhler ve eren arifler onu,
olgunlaştırmaktan aciz kalsınlar..... ‘O anadan doğma kör olanları ve lepra illetine tutulanların sağaltırım ve
ölüleri diriltirim’ (K., III., 43) ‘ol deyince olur’ ayetinin hükmü karşısında hiç kimse kabiliyetten dem vurmaz.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:71)
“Kniep’le konsolos, bu maceranın bizi düşürebileceği sıkıntıdan bahsederlerken, bekçi, iyi korunmuş
hazinelerden dem vuruyordu. Ben’se, katmerli bir sevinç içindeydim: Bir yandan, işin içinden sıyrılmış
olduğuma sevinirken, bir yandan da Sicilya dağlarının beni öteden beri meşgul eden taşlarının mimariye nasıl
uygulandığını görmek bana büyük bir haz veriyordu.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:201)
“Albayın odasındaki toplantı uzadıkça uzuyor; Albay Schröder, savaş alanında uygulanacak taktiklerle
ilgili yeni geliştirdiği kuramları anlatıyor, özellikle de siperlere yerleştirilecek havan toplarının öneminden dem
vuruyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:414)
“İrfan’ın not defterinde okuduğum bu yazılar da beni o gün bir hayli düşündürdü. Oğlan hala musikiden,
bilmem neden dem vuruyordu amma, sözlerinden işin artık yavaş yavaş çığrından çıkmaya başlamış olduğu
anlaşılıyordu.”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:120)
“... bu mektup, gayet kibar bir tarzda evlenmekten, şayet evlenirlerse tekmil ‘Emval-i menkule ve gayri
menkulesiyle, tahvil ve nukutu’nu <tüm nakit paraları> ‘Efendisine seve seve verip, gereken ferağ <tapu
işlemleri> ve devirleri derhal!’ yapacağından dem vuruyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:147)
“... hep kendine dönmenin kırgınlığından, bir nesnenin durup dururken bir anıyı çağrıştırmasının neden
olduğu sıkıntıdan, ayrılıklardan, aldanmalardan, alçaklıklardan ve tüm kabalıklardan, korkuyla beklenmedik
anlarda karşılaşıvermekten, boşvermekten, ‘arkaya atmaktan’, akşam yemeklerini erteleyebilmekten ve hedefe
hiçbir zaman ulaşamamaktan dem vuruyor..”
(M. Levi, “Bir Şehire Gidememek”, sa:51)
“Sanki ortak tanıdıklarından değil de, geçmişin kayıtsız bir biçimde söz alınması gereken unutulmuş
olaylarından, çoktan zamana karışmış kişilerinden dem vuruyordu. Akhbar’ın üstüne çölde kaybolmuşların
boğuntusu çöktü; sarı hummaya benzeyen boğuntusu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:38)
“Bunun suçluluk duygularını ruhunda hisseden yazar, şehrin yıkıntı ve hüznünden dem vurduğunda
bunların kendi hayatına düşürdüğü esrarlı ışıktan söz etmeli, şehrin ve Boğaz’ın güzelliklerine kendini
kaptırdığında, kendi hayatının sefaletini ve şehrin geçmişte kalmış muzaffer ve mutlu havasına kendisinin hiç
yakışmadığını hatırlamalı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:62)
“Brunet sabırsız:
-Tabii, dedi. Hepiniz böylesiniz, siz, aydınlar! Her şey yıkılsın, dünyanın anası ağlasın, tüfekler kendi
kendilerine savaşa gitsinler, siz orada oturmuş, gülümseyerek, rahat rahat, inanma hakkından dem vurun.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:127)
“POLONIUS -... Kısacası, onun yeminlerine inanma, Ophelia. Çünkü onlar göründükleri gibi
değildirler: daha iyi aldatmak için sofu kılığına girmiş aracılar, dinden dem vuran ahlaksızlardır.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:29)
“PERDE I, SAHNE I
IAGO - Şehrin üç büyüğü, beni kendine asistan yapsın diye ona gittiler, yüzsuyu döktüler. Hem,
dinim hakkı için değerimi biliyorum, layık olduğum yer bundan aşağı değildir. Ama o sade kendi bildiğini
okuyan biri. Savaştan filan dem vurdu, bir sürü ağız kalabalığı ederek ricalarımı atlattı, sonları onları boş
döndürdü.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:3)
“ ‘Her sınıf, kendi yaşamları açısından bir zorunluluk olmayan erdemlerin üstüne atıp tutacaktı.
Zenginler tutumluluğun değerinden dem vuracak, tembeller emeğin yüceliğini delip göklere çıkaracaklardı’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:22)
Dengbej :
(KÜRT.)
Halk ozanı
“ ‘…buralar bize göre değil. Benim kılamımı <beste,nağmeler> Türkçe söyleyen bir Türk degbej’i olsa
kim bilir nasıl söyler, nasıl güzelleştirirdi benim kılamımı….. Pek yakında Türk degbejler… Zarık akılen
<Çocuktan al haberi!> Ben çocukların akıllarına, temiz, yıpranmamış yüreklerine güveniyorum. Bundan sonra
herkes savaş üstüne kılamlar söyleyecek, yetmiş iki milletin dengbejleri. Yetmiş iki milletin insanları da onları
dinleyecek, savaş yapmak isteyen insanlıktan çıkmış insanları yetmiş iki milletten kimse insandan saymayacak.
….. insan öldürmek, ne için olursa olsun, insan öldürmek kimsenin aklından bile geçmeyecek. İşte böylece insan
insan olacak.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:266)
Dengesiz : Ruhsal durumu bozuk, düşünce ya da davranış bozukluğu olan kimse
“Lucy konuşmaya başlıyor: ‘Bu böyle süremez David. Ben Petrus’la ve ‘annhanger’leriyle başa
çıkabilirim. Seninle başa çıkabilirim, ama hepinizle birden başa çıkamam.’
‘Pencereden seni dikizliyordu. Bunu biliyor muydun?’
‘Dengesiz o. Dengesiz bir çocuk.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:239)
Dengi dengine : Herkes, kendi psiko-sosyal konumuna benzer kişilerle ilişki kurmal, yaşantısını öyle
ayarlamalı (Halk arasında bir deyim vardır: Düğünde davul bile vurulurken her tokmak sesinde yineler: ‘Dengi
dengine!’)
“Irmağa sordum, ah dostım, pek çok kez sordum ırmağa. Ama ırmak güldü her seferinde, benimle
eğlendi, benimle ve seninle eğlendi, bizim aptallığımıza kahkahayla güldü. Her şey dengi dengine, senin oğlunun
gelişip serpilebileceği bir yer değil burası. İstersen sen de bir sor ırmağa, sen de kulak ver söyleyeceklerine.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:139)
“Dünyadan elini eteğini çeken herkes herkesi sevmelidir, onların dünyasından da elini çekmektedir
çünkü. Böylece gerçek insan doğasının içyüzünü sezmeye başlar; bu varlık sevilmez de ne yapılır; ama bunun
tek koşulu vardır: sevilenin dengi olmak.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:60, sa:43)
Denial (Dinayl - Yadsıma, inkar ) :
(PSYCH.) : Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları
Denizde balık gibi olmak : Kaybolmak, ne yapacağını bilememek; ele geçirilip geçirilemeyeceği belli
olmayan, güç olan şey
“Gözlerim inanılmaz bir şekilde olgunlaşıyor, ellerimin de geri kalmaması gerek. Dünyada tek bir
Roma şehri var ve ben burada tıpkı denizde balık gibiyim.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:14)
Denizde kum (onda, sende, sizde para) : Kum tanelerinin sayısı kadar çok
“MEDVEDENKO - Sizin için hava hoş! Denizde kum, sizde para.
DORN - Para mı? Otuz yıl gece gündüz, anamdan emdiğim süt burnumdan gelircesine çalıştıktan
sonra, iki bin ruble artırabilmişim. Onu da geçenlerde yurt dışında harcadım. Şimdi meteliğim yok.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:80)
“Kedi! Haşin kalbli yaratık… O gün Mokroye’de, ‘öfkesi yaman’ kadın olduğunu onun için söylediğini
biliyor. Yetiştirmişler. Tanıklar da - denizde kum misali; arttıkça arttı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:146)
Denizden çıkmış balığa dönmek : Ne yapacağını bilemeden çırpınmak
“Ben, bu su alemine o kadar alışmışım ki, tekrar Musul’a döndüğüm zaman denizden çıkmış balığa
dönmüşüm. Durmadan huysuzluk ederek çırpınır, fırsat buldukça üzerimdeki elbiseleri atarak çırılçıplak sokağa
koşarmışım...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:11)
Denize düşen usturaya sarılır : ‘Denize düşen yılana sarılır’ın bir başka versiyonu
“Kadir koştu, numarayı söyledi. Deli Celadet, denize düşenin usturaya sarılması gibi telefona yapıştı.
Hırıltılara kendi hırıltılarını katarak, ‘Alo! Alo! dedim matmazel... Kulağından başlatma!’ diye böğürerek
numarayı söyledi. ‘Allahu ekber! Ya bu da mı gelecekti başa Farmason!’ diye kıvranarak bekledi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:103)
Deniz kurdu : Denizle yakından aşina, her türlü macera ve kazalarla bağdaşmasını gayet iyi bilen deneyimli
denizci
“ ‘Caldas’daki gemicilerden hiçbiri yurda dönüş sevincini başçarkçı Elias Sabogal kadar gürültülü
biçimde göstermiyordu. Ufak tefek, kırışık yüzlü, sağlam yapılı, kırkına yaklaşan bu deniz kurdu iflah olmaz
<adam olmaz> bir gevezeydi, adım gibi biliyorum ki yaşamının büyük bir bölümünü gevezelikle geçirmiştir.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:22)
Deniz kuşu gibi yapayalnız, tek başına (yaşamak): Yalnız, yalıtımda (yaşam zorunluluğu)
“Şükürler olsun yalnızlığa! Şimdi yalnızım. Şu hemen hemen hiç tanımadığım kişi, bir treni
yakalamaya, bir arabaya binmeye, bilmediğim bir yere ya da bir başka kişiye gitti..... İşte boş masalar; artık
onlara oturup yemek yemek için kimse gelmiyor bu gece..... Nasıl da kat kat iyi sessizlik; kahve fincanı, masa.
Kazığın üzerinde kanatlarını açan yapayalnız deniz kuşu gibi kendi kendine oturmak nasıl da kat kat iyi.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:227)
Deniz tutmak : Deniz yolculuğunda mide bulantısı, baş ağrısı, kusma vb. şikayetleri olmak
Bk.: Deniz yemek
“Ama ne susup kalacak kadar yoğun duygular içindeydi, ne de deniz tutmasından dolayı
kamaralarından dışarıya çıkamayacak durumda olan insanların bol bol gösterdikleri bağlılık duygusunun en
küçük bir yankısını yüreğinde bulabiliyordu. Ara sıra boş bir sesle bir nakaratı yineliyordu. Çevresine aptal aptal
gülümsedi, yüksek sesle sümkürerek bitirdi nakaratı. Keyfi çok yerindeydi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:221)
“Beni yavaş yavaş deniz tutmaya başlıyordu. Bu gemide gelirken olduğu gibi, uzanacak rahat, ayrı bir
yer yoktu; fakat birkaç kişi alabilecek genişlikteki kamaralar oldukça rahattı ve şilteler de fena değildi.” .....
“Gemi gitgide daha fazla sallanıyordu. Dalgalar sanki artmış gibiydi. Beni o sırada tekrar deniz tuttu . Kamaraya
inip uyumaya karar verdim.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:206;214)
“Radyoda haberler başlamak üzereydi.
‘Deniz mi tuttu?’
‘Hayır. Girit’te mikrop kaptım,’ diye İtalyanca konuşmaya devam ederek yanıt verdi Rydal.
‘Umarım yarına bir şeyiniz kalmaz,’ deyip delikanlının yanından ayrıldı adam.
Rydal yanıt olaral el salladı adama.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:198)
“SESLER - Burnu geçiyoruz galiba.
Altı gün cehennem, sonra Southampton.
Allahıma birisi benim ilk vardiyayı alsa!
Deniz mi tuttu, odun kafalı?”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:9)
“... sonra şakaklarını mengene gibi sıkan o demir çember ve o doymayan esneme arzusu vardı. Ama çok
rahattı, insan ancak kendi isterse deniz tutardı adamı.” ..... “Valize elinin tersiyle vurarak savurdu ve boylu
boyunca yatağa serildi. Kıvamlı, yapış yapış bir şey, bir şurup. Şekerli bir şurup. Artık korkmuyordu, artık utanç
duymuyordu, deniz tutması ne güzel şeydi!”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:153;154)
Deniz yemek : Deniz tutmak
“Sonra valizini açtı, valizden bir lavanta, diş macunu ve pipo tütünü kokusu yayılarak midesini altüst
etti, düşündü: Kamarot söylemişti zaten, adamakıllı deniz yiyeceklerdi yolda.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:152)
Denk düşmek, gelmek, getirmek, olmak; Denkleştirmek : Uygun gelmek;Uygunluk yaratmak, bir yolunu
bulmak, nitelik ve değerce eşleştirmek; Eşit kılabilmek, karşılığını bulabilmek, ödeyebilmek
“Oysa seyahat etmek para değil, cesaret işidir. Hayatımın büyük bir kısmını hippiler gibi dünyayı
dolaşarak geçirdim: Sanki o zaman param mı vardı? Tek kuruşum yoktu. Yol paramı zor denkleştirirdim. Yine
de bence gençliğimin en güzel yıllarıydı onlar - yarı aç yarı tok dolaştığım, tren istasyonlarında uyuduğum, dil
bilmediğimden derdimi anlatamadığım, gece başımı sokacak bir yer bulmak için başkalarından medet umduğum
yıllar.”
(P. Coelho, “Elif”, sa:22)
“Ertesi yıl İspanya’da Ano Santo Compostelano denilen kutsal yıldı. Compostelalı Aziz James günü
de 25 Temmuz’du ve Pazar gününe denk geliyordu. Santiyago’da katedralde açılan özel kapı 365 gün boyunca
açık kalıyordu ve geleneklere göre kapıdan geçen kişi bir dizi özel törende kutsanıyordu.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:68)
“Bununla birlikte, yabanıl hoşgörüsüzlüğe farklılık öğretleri yol açmaz; aksine, bu öğretiler daha
önceden var olan yaygın bir hoşgörüsüzlük temelinden yararlanır. Cadılar avını düşünelim. Cadıların
kovuşturulması, ‘karanlık’ Ortaçağ’ın değil, modern çağın bir ürünüdür. Malleus Maleficarum, Amerika’nın
keşfinden kısa bir süre önce yazılmış olup, Floransa hümanizmasıyla aynı döneme denk düşer.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:101)
“ ‘Bernardo da tutuklularla birlikte gidecek mi?’ diye sordum cılız bir sesle.
‘Artık burada yapacak iş kalmadı. Michele’yi Avignon’a yollamak isteyecektir; ama bunu, Michele’in
oraya varışını, bir Minorit, sapkın ve katil olan kilercinin duruşmasıyla aynı zamana denk getirecek bir biçimde
ayarlayacak. Kilercinin darağacı, yatıştırıcı bir meşale gibi Michele’in Papa’yla ilk buluşmasını aydınlatacak.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:566)
“Mesel
-------Kardeş olabilirdik onunla; benden
az büyük ablam olabilirdi.
Arkadaş olabilirdik; onun belleğiyle
benimki denk düşüyor
ikimizin de genç olduğu bir zamana.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“CEVAP VER
Cevap ver kartoncu usta, niçin
Ve neden yaptın bu albümü sen
Aşk ve tutku dolu şiirler için
Kalınlığı bu cilde denk düşen?”
(Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 31.07.03)
“917 Rebiülevvel (Arabi ayların üçüncüsü) ayının sondan bir önceki günü, Hıristiyan takviminde 1511
yılının 16 haziran Çarşamba gününe denk geliyordu.
Tanca önlerinde şehit düşen üç yüz askerin cesetleri toplandı. Bu görünüm yüreğimi parça parça etti.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:214)
“... sen genç kadınsın, bak kocan tüccarlıkla dolaşır dışarlarda. Bu Hayriye’nin ne bok olduğu belli
değil. Her şeyi denk olmasa, ne o kahkaha kihkihi?..... Ne dedin, doğru muyum Ayşe Teyze? Hani senin öksüzler
neye gülmüyor? Dedim ya, denk karınınkiler.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
“Bir beyin soylu bir atı vardı. Sultanın sürüsünde ona denk bir tek at bile yoktu. Bey, sabahleyin ata
binip alayına katıldı. Derken Harezmşah’ın birdenbire o atı gördü. Atın ihtişamı ve rengi padişahın gözünü aldı.
Geri dönene kadar gözü atta kaldı.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
“KALBİMİ YARALADI YABANCILIK
-----------------------------------------------İstediğin gibi olmayacak her şey,
Kimi zaman denk düşecek, kimi zaman
yakınından geçmeyecek.
Umut başkalarının dediklerini, kimsen osun,
bu yetsin sana.
Sabır, iğneyle kuyu kazarcasına ereceksin muradına.
(Abdullah Mecid en-Nueymi, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:81)
“Bütün çağdaşları gibi o da <babası> saçma sapan şeyler okuyordu. Sayfa kenarlarında, doğduğum
zamana aşağı yukarı denk düşen canlı ve parıldayan, ufak bir ışığın kalıntıları olan, okunması güç yazılar
buldum.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:17)
“HORTENSIO - Benim bu hocayı gözetlemem gerek ama, bana öyle geliyor ki üstünde bir aşık hali
var. Lakin eğer Bianca düşüncelerin her yeme, şaşkın gözlerini çevirecek kadar alçak gönüllüyse kimi istersen
onu seç: Tutarsızlığını bir kere görecek olursam Hortensio, <bu> başka birini bulmakta sana denk olur.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:67)
“Birbirimizin merhem sürersek yarasına
Dağlanmış yüreklerin tez iyileştiğini!
Senin suçun denk geldi kendi kefaretine:
Seninle karşılıklı ödüyoruz rehine.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:120, sa:281)
“Parayı ne çok seviyor ama. Bana ne zamandır ceket pantolon alacak. Unutmuyor da. İkide bir
anımsıyor bana ceket pantolon alacağını. Sözde bir gün denk getirip çarşıya birlikte çıkacağız.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:16-7)
“Ginny’nin kolejdeki bursu bitmiş ve birikimleri azalmıştı, iş bulması gerekiyordu. Bulduğu yarım
günlük iş telafi edilemez bir program çakışması yaratmıştı. Ginny acı dolu karar haftasının ardından grubu
bırakmak zorunda kalacağını fark etmişti. Bu karar, yardımcı terapistimle birlikte Ginny’nin gruptan faydalanma
olasılığının çok az olduğuna karar vermemizle hemen hemen aynı zamana denk gelmişti.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:17)
Denli : Kadar
“UYKUSUZ GECE
Ah! kapamadım kapımı,
Yakmadım mumlarımı,
Bir bilseydin, nasıl bitkindim,
Döşeğe uzanamayacak denli bitkin.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:21)
“... dünya işleri bakımından kör acemi denecek denli deneyimsiz bulunan, kentin kız yatılı okullarıyla,
kendisini beğenen birkaç soylu ruhlu kadının günah çıkarma papazlığını yaptığı için, ömrü dua kürsüsüyle günah
hücresi arasında mekik dokumak, en basit şeylerden de doğsa, ‘vicdan sorunlarını’ çözümleyeceğim diye uğraşıp
paralanmakla geçen rahip Birotteau’ya..... bir çocuk gözüyle bakılabilirdi.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:48)
“O denli yalın ve kendi erdem listesi kadar kusursuzdu, sadece ara sıra çok öfkelendiği anlara denk
gelen bir insan sarrafı, Yüzbaşı Trotta’nın ruhunda dipsiz uçurumlar olduğunu, oralarda pusuya yatmış kimi
fırtınaların beklediğini fark edebilirdi.”
(Joseph Roth, “Kadetzky Marşı”, sa:16)
“Talihi yaver giden herkese gıpta eder,
Şu denli güzel olsam, dostlarım olsa derim;
Şunda sanata, bunda dehaya içim gider,
Oysa solda sıfırdır yapmak istediklerim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
“İşte nasıl da herkes Percival’ın peşinden gidiyor. Ağır o. Salınarak geçiyor alanı, uzun çimenlerin
arasından, kocaman karaağaçların olduğu yana doğru. Bir ortaçağ komutanı denli görkemli. Arkasından
çimenlerde ışıktan bir iz bırakıyor sanki. Bir de bize bak, ona bağlı köleler; o mutlaka umutsuz bir girişime
kalkışıp savaş alanında ölürken vurulmak için sürü sürü peşine takılmışız koyunlar gibi.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:28)
Dense dense : Bir şey söylemek gerekiyorsa, denebilir ki; Ancak bu denebilir
“Oysa Nestorios, İsa’da iki doğa, insani ve tanrısal doğalar olduğunu kabul ediyor, ama iki de insan
olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla Meryem yalnızca insan doğurmuştu, onun için ona Tanrı Anası değil, ancak
insan İsa’nın anası denebilirdi, yani Teotokos ya da Deipara, yani Tanrı’yı doğuran denemezdi; dense dense
Hritotokos denebilirdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:61)
Dense yeri : Öyle demek doğru olur
“Sular kararıyor ansızın. Yeşil, karalarla, sarılarla kararıyor. Kürekler siya. Andronikos denizci değil.
Andronikos kürek çekmesini bu gece öğrendi dense yeri. Ama sular kararınca siya yapmak, yapılacak tek şey.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:11)
Densiz; Densizlik : Saygısız, patavatsız, yakışık almaz davranışlarda bulunan kişi; O tür davranış
“Neyse, zar zor tepeye çıktım. Allaha çok şükür, değirmenin kapısını kapalı buldum. Çünkü; ıssızlıkta
ağacı, taşı, dağı, soyunan bir gelin gibi, iç ve gizli güzelliklerini verirler. Fakat; densizin biri geldi miydi, ağacı,
taşı, dağı her günkü ağaç, dağ ve taş olur.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:72)
“Çocuk arabası çimenlikten geçiyordu. Isa o yana baktı. Ne sevimliydi şu ihtiyar kadın! Çocukları
böyle candan karşılayışıyla; bütün bu belirsizlikleri; ayrıca ihtiyarın densizliklerini cılız yumrukları, gülen
gözleriyle dize getirişiyle! Bart’a ve havaya meydan okuma cesaretiyle.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27)
Deo gratias! : (LAT.) <Deo gra’sias> : Tanrıya şükürler olsun!
Deprem, (Zelzele)
Bk.: Minautoros
Derakap, derakap tardedilmek :
Derhal, derhal çıkarılmak, kovulmak
“Bu sırada, kumandan Poyrazla uğraşırken Ağaefendi usullacık, ayaklarını ucuna basa basa aralık
kalmış kapıyı açtı, dışarı çıktı, gitti uzun koridorun öbür ucunda durdu.
‘Bir Yunan köpeğini, muhibbi <seveni, taraftarı> bana getirdiğin, cennet ve öz vatanını beğenmeyip
Yunan uşaklığını tercih eden bu soysuzu bana getirdiğin için seni insanlıktan derakap tardediyorum. Bak, bak
seninki kaçtı.’Şahadet parmağını kapıya uzattı, ortalığı zangır zangır titreten sesiyle:
‘Defooool, vatan haini, çıııııık dışarıya.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:45)
Derbeder, derbederlik : İtinasız, baştan savma görüntülü; Üstünkörü görünüş, giyim, kuşam ve bakımsızlık
“DİRİ DOĞA
--------------Az ötede mezarlığı gezmişti kimimiz.
kimimiz çiçek toplamıştı mavi badanalı evin
çardaklı bahçesinden.
Sonra bir ney sesi ve Neyzen Tevfik’in görüntüsü,
havuzlu Beyazıt Meydanından aheste beste
Şehzadebaşına inerken:
‘Aksırıyorum, tıksırıyorum, bir türlü geberemiyorum’
diye yakınıyor
kendi gibi derbeder bir arkadaşına.”
(Cevat Çapan<d.1933>, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.04)
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN
BAŞLANGICINA
---------------------ve pörsümüş tecrübelerin köhne meclisinde
ve sessizliğin bilgisiyle donanmış bu gurup vakti
yola koyulup giden
sabırlı
vakur
derbeder
o adama
nasıl dur emri verilebilir”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:104)
“KAPALI MEKTUP
Sert topuklarla ilerliyorum yollarımda bugün de,
-------------------------------buz nefesli ayakkabılar ve piyango biletleri,
acımasız güncelliğin yamaları -afişler ve gülücükler,
zevzek gazeteler, boşaltılmış şarap şişeleri
ve, ortalarda bir yerde, saatin ilerleyen adımları -derbeder;”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“SAVAŞ KAPIDA
Daha ne kadar böyle aylak dolaşacaksınız? Ne zaman
çatalyürek olacaksınız, ey gençler? Utanmıyor musunuz?
sonra ne der, diye komşu kentler? Ey derbederler!
Size kalsa her şey güllük gülistanlık; oysa savaş kapımızda.”
(Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70)
“Reha Bey, yine dün gece bana orada Neyzen Tevfik’i tanıttı. Aman yarabbim, o ne garip adam o!... Tam
manasıyla kalender, derbederin biri... Yalnız o kadar mı ya? Ağzı, insanla konuşurken gözleri başka alemlerde, başka
şeylerde meşgul gibi... Bakıyorsunuz, bazen ağzından lakırdı dirhemle değil de miskalle <Osmanlılarda, değerli
madenleri tartmada kullanılan bir buçuk gramlık dirhem ölçüsü> çıkıyor, bazen de bir şeye kızıp yumruğunu masaya
vurarak,
-Bana lüzumu <gereği> yok gülün de, gülşenin <gül bahçesi> de... hepsinin yuh ervahına!’ <Arapça:
Ruhlar> diye bar bar bağırıyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
“Devrin ejderha misali azgın zorbalarından Kara Tahsin’in civeleği <Yeniçeri ocağına yeni kaydolmuş
genç> olan Poyraz İsmail’e, en namlı çengi’ <dansöz>lerinden Tırnavalı Benli Behiye adında bir kıbti <Roman,
çingene> aşık olmuş. Yeniçeri Ocağının kanlı bir şehir muharebesi ile kaldırıldığı Vak’ai Hayriye’de, bu dilber,
oğlanın uğruna hayatını feda etmiştir...... Galata’lı Hüseyin Ağa’nın ‘Poyraz İsmail Destanı’ndan:
Gel bir derbeder uykudan ayıl
Tura’lı altını tıraş ol bayıl
Bir berber civanı nam verdi bu yıl
Adıyla sanıyla Poyraz İsmayıl.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:46)
“HIPPOLOKHOS - Sonunda geldin, delikanlı.
SARPEDON - Babanı gördüm, Hippolokhos. Dönmeyi hiç düşünmüyor. Çirkin ve inatçı, yağmur
çamur demeden kırları dolaşıyor, yıkanmıyor da. Yaşlı ve derbeder, Hipplokhos.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:19)
“Beaupré’nin asıl mesleği berberlikmiş. Sonra bir ara Prusya’da askerlik yapmış. Sonra da ne anlama
geldiğini pek anlamadan ‘pour etre outchel’ <Fr.: öğretmen olmak için> kalkıp Prusya’ya gelmiş. İyi bir
delikanlıydı. Fakat çok uçarı, çok derbederdi.”
(A. Puşkin, “Yüzbaşının Kızı”, sa:18)
“Çünkü,, Sarayın şofor zagonunda yukardan ‘hayda’ bağırtısı ulaştı mı, arapa kapıya şipşak
dayanacak... Özür sökmez. Çünkü, derbeder taksi şoforunun külüstürü gibi şurasını burasını kurcalamak
gerektirmez.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:62)
“BİZİM YÜZYIL
***
Ey sevgili can kardeşim, yolda yoldaşım benim,
uyuyorsun hepimizin gideceği mekanda,
bilemezsin yapayalnız ne kadar derbederim
korku veren kapkaranlık ve ıpıssız ortamda.”
(F.İ. Tyutçev <1803-1873> - Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.05.05)
“ ‘Doktor!.. Doktor!..’
Doktor hamaktan aşağı atladı. Madrinha Flor kılığının derbederliğini unutarak telaşla kapıyı açtı. Çok
önemli bir şey olmuştu.
‘Doktor!.. Doktor!..’
Gribel’in gözleri yuvalarından dışarı uğramak ister gibiydi. Terden parlayan yüzü sapsarı kesilmişti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:82)
“Bundan sonraki yıllar hakkında herhangi bir bilgimiz yok ve bu hazin enkaz yığınının, tam bir
derbederliğe düşmeden önce hangi kirli yollardan geçtiğini kimse bilmiyor..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:90)
Derde; (Derdine) deva olmak : Bir hastalık ya da sorunun üstesinden gelmek, şifa bulmak, iyileşmek
Bk.: Derdine derman olmak
“Köşenizde bir sorunu ele aldığınızda bunu, sorunun çözümüne bir katkı olur diye yaparsınız. Ama
aradan yılların geçmesine karşın sorun varlığını -üstelik çoğu zaman daha da bir sorun niteliğini kazanarak!sürdürüyorsa, ‘Ben demiştim...’ söylemi hiçbir derde deva olamıyor.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:20)
“-Angélique, hasta mısın?
Genç kız, soluğunu tuttu, ses çıkarmadı. Sonsuz bir yalnızlıktan başka istek bulmuyordu, derdine
yalnızca o deva olabilirdi. Bir avuntu, bir okşama, isterse annesinden gelsin, onu incitecekti.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:12)
Der demez : Söyler söylemez, olur olmaz
“Sabah der demez dışarı çıkıyorum, dolaşıyorum; hiçbir şeye bakmıyorum, her şeyi görüyorum; içimde
dinlenilmemiş duyulardan, çok güzel bir senfoni doğup düzenleniyor. Saat geçiyor; coşkunluğum yavaşlıyır,
batmaya yüz tutmuş güneşin ilerlemesi nasıl yavaşlarsa öyle.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:111)
Derdest etmek; Derdest olmak : Elini kolunu bağlayarak huzura getirmek
“KOMİSER (Kapıya bakar.) - Ne yapıyorsunuz siz orada hala?
POLİS (Dışardan.) - Kendini bir türlü toparlayamıyor. Sürekli düşünüyor.
KOMİSER - Öyleyse bağlayıp derdest edin de öyle getirin. Bir işi beceremezsiniz be.. Durun ben
geliyorum. (Çıkar.)”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:71)
“Tam o sırada, korkunç Drasner acımasız adamlarıyla birlikte içeri girmesin mi? Milletin yüreği
yerinden oynamış, akı bokuna karışmıştı.. Aynasızlar herkesi derdest edip götürmüşler, Şvayk da kendini
karakolda bulmuştu. Çünkü, kimliğini göstermesi istendiğinde, Komiser Drasner’e her zamanki patavatsızlığıyla,
‘Arama izniniz var mı?’ diye sormak bahtsızlığında bulunmuştu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:127)
Derdi başından aşmış : Çok problemli kimse
“-İvan’ın yapısı sağlam, ağabey. Benim de iyi olacağına umudum var.
-Öyle, iyileşecek. Ama öteki öleceğine emin… Derdi başından aşmış onun…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:436)
Derdi günü para olmak : Para canlısı, haris kimse, paradan başka bir şey düşünmemek
“MAZZINI, kanapenin öbür ucuna oturur. - Yo. Para yapmak benim harcım değil. Para canlısı
değilim, herhalde. Ama para gözlülükte Mangan’ın üstüne yoktur doğrusu. Derdi günü paradır.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70)
Derdine derman olmak : Derdine çare, şifa bulmak
“Bu durumda ona ne diyebilirlerdi ki? Bir iki öğüt, yatıştırıcı sözler, umutlandırmalar... ‘Her şeyin sonu
boştur’, ‘boş ver canım’, ‘aldırma’ gibi filozofça ya da peygamberce sözlerin ne anlamı olabilirdi? Bunca insan
arasında derde derman konuşmayı, şişman, sıracalı bir adam olan bilet satıcısı yaptı:
-Prokl Lloviç, dedi, Çok beğendiniz bu adamı tedavi etmeyi niçin denemiyorsunuz?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:124-5)
“KAPTAN - Seninle tartışamam. Çok yaşlıyım. Bu kafa değişmez artık. Bende iş bitmiş. Yalnız şunu
söyleyeyim, ister eski kafalı ol ister yeni kafalı, kendini satarsan ruhuna öyle zorlu bir darbe çndirirsin ki,
yeryüzünün bütün kitapları, resimleri, konserleri, manzaraları derdine derman olmaz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:102)
“Ama onu kovduktan sonra, bu adama karşı aşağılayıcı bir acınma, acıklı bir aşağılama duygusu
girmişti içine. ‘Ona çok sert davrandım mı?’ diye soruyordu kendine. ‘Bu adam sinirlerimi bozuyordu, orası
kukusuz; bakışları sözlerinden de çok yaralıyordu içimi, ona başka türlü de davranabilirdim. Zavallıcığın derdine
derman gerek, ama aradığı bu değil, bir başka, yürekli ve kökten bir çare.’ ”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:105)
Derdine dert katmak : Derdini artırmak, ziyadeleştirmek
“Yağız yüzlü geceyi över, diller dökerim:
‘Yıldızlar kör olunca sevgilimdir nur döken.’
Ama gün, işte her gün çilemi uzatıyor;
Gece, işte her gece derdime dert katıyor.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:28, sa:97)
Derdine düşmek : Tasalanmak, kaygı duymak
“ ‘Şu Morin domuzunun işini yola koyabildiniz mi bari?’
Tüm La Rochelle, işin derdine düşmüştü. Keyifsizliği yolda geçmiş olan Rivet, şu sözleri söylerken
gülmemek için kendini zor tutuyordu:
‘Tabii, Labarbe’ın sayesinde, çözümledik işi.’ Ve Morin’in evine gittik.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
Derdine yanmak : Çok üzülmek, ardından yanıp yıkılmak; Elindeki fırsatı kaçırdığına ahü vah etmek
“ ‘... Biz Bursa’ya ılıcalara gidiyoruz. Bunu al da derdine yan’ diye masaya bir zarf bırakıp savuştu.
Açtım ki anadan çıplak resmi... Saçlarını, deli kısrak yelesi gibi, dökmüş. Gözleri baygın ama nasıl baygın...’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:255-6)
“Onun <Gribojedof> cenaze arabasına tesadüfen Kafkasya’da Alexander Puschkin, Rusya’nın bu yeni
dahisi, onun düşüncesindeki şafak yıldızı rastlar. Ama erken göçenin derdine yanacak vakti çok olmaz onun,
yalnız birkaç yıl, düelloda kurşun onu öldürür.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Hölderlin’, Cilt:I, sa:153-4)
Derdini dökmek : Derdini anlatmak, paylaşmak
“Elimle arkamdaki duvara yaslanmaya çalışırken gözüm bakkal dükkanının kapısına ilişti. Barbara
,içerdeydi. Elinde bir mektup vardı. Yanı başındaki tezgahta ışık yanıyor, babası da tezgahın başında ayakta
duruyordu. Bir şeyler konuşuyorlardı. Hayatım bahasına da olsa oraya gitmeliydim. Derdimi dökecek, derdime
ortak olacak kimsem yoktu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:53)
“HAMLET - Nedamet <pişmanlık> bilmez, hain ruhlu, zevk düşkünü, soysuz alçak! Ah, intikam! Ben
de ne eşeğim ama! Sevgili babası öldürülen bir oğul, cennetin de cehennemin de öç almaya sevkettikleri ben,
kahpeler gibi, lafla derdimi döküyor; sokağa düşmüş kadınlardan, ahçı yamaklarından farksız, küfürbazlığa
kalkıyorum!”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:78)
Derdini kime, kimlere yanmak : Derdinden birilerine bahsetmek, paylaşmak
“Hey ağalar derdim kime yanayım
Gönül yoldaşını bulana kadar
Kişi sevdiğinden ayrı düşerse
Yanar ateşlere, ölene kadar”
(Ruhsati-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:496)
Derdini tazelemek : Üzüntüyü yaratan olaydan bahsederek anılarını ve kederini yinelemek
“THEUROPIDES - Kendi evinmiş gibi mi? Gibisi ne oluyor?
TRANIO, yavaşça Theuropides’e - Adamcağız zaten üzgün, bir de sen derdini tazeleyip üzme. Evini
satın aldığın yüzüne vurulmaz ya! Bak, görmüyor musun? Burnuna dokunsan ağlayıverecek.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:55)
Derede boğulmak; Denizi (okyanusu) geçip de derede boğulmak : Çok daha önemli, tehlikeli durumları
atlatmak, ama çok daha önemsiz bir nedenden dolayı (sığ bir suda) boğulmak
“‘Hem İstanbul’dayız, hem değil gibi. Bir de onun sık sık yurtdışına çıkmak durumunda olması, ilişkiye
soluk alma payı bırakıyor. Kaygılısın biliyorum, ama iyiyiz biz, gerçekten iyiyiz. Şaka maka üç yılı geçtik, epey
fırtına bora atlattık, artık derede boğulmayız. Ancak okyanus ayırır bizi.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443)
Dereden tepeden konuşmak (söz açmak, etmek) : Şundan bundan bahsetmek, geyik muhabbeti yapmak
“Onları benim yerime, kendi anan babanmış gibi bütün sevginle kucakla! Sonra dereden tepeden
konuşursunuz; sana incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü şey anlatırlar.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:90-1)
“Annem söze karıştı. Misafirim şuradan buradan konuşarak, utancını gidermek için dereden tepeden söz
açıyordu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:350)
“Bu ağaç kütüğüne oturmuş, denize bakarlarken, dereden tepeden konuşuyorlardı. Genç adam,
aralarında konuşulması yasak olan konuya birazcık dokunacak olsa teyzenin ağzından, ‘Ramirin!’, ‘Rosa!’ ya da
‘Elvira!’lar dökülüyordu hemen. Gertrudis, denizden söz ediyordu.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:72)
“THERESE, önem vermeyen bir eda ile. - Öyle; ama bana karşı çok nazik, çok kibar. Karşı karşıya
oturuyor, dereden tepeden konuşuyoruz. Sözü sohbeti yerinde; üstelik son derece iyi bir kalbi var; patron da aynı
şeyi söylüyor.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:48-9)
“Bayan de Tracy, kanapeye oturmuş, bir markiz ve arkadaşı ile dereden tepeden konuşuyor. Ama ev
sahibesi kendini tam olarak konuşmaya veremiyor ve her an kulağını kabartıyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:154)
Dere tepe (dolaşmak, düz gitmek) : O diyar senin, bu diyar benim dolaşmak (dolaşmak)
“Şöförün biri: Atikali, Atikali! diye bağıırdı.
Gider miyim Atikali’ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik.
Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı, sarı, yeşil, türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde
Atikali’ye vardık.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:9)
“Cura oradan ayrılırken, her yol dönemecindeki çalıya mavi şalvarından bir parça iliştirmişti. Böylece,
her dilediği zaman kendisini bulması için, kocasına, dere tepe dolaşan mavi bir iz bırakmış oluyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66)
“Yaşlı doktorun dediği, bitkinin kökü kurumuş, ya da iyice azalmıştı. Bulmak kolay olmayacaktı. Ama
biz yılmadık. Gün be gün vadileri aşıyor, dere tepe düz gidiyor, mucizeler yaratan bitkiyi gözlüyorduk.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:131)
“Ertesi gün erkenden, karnı şöyle böyle tok, sırtı pek, gücünü toplamış fritz ev sahiplerinin
konukseverliğine teşekkür ederek hala ilgilenecek bir fili olup olmadığını görmeye gitti. Düşünde muhteşem
süleymanın gecenin sessizliğinde bolzanodan çıktığını ve ancak karın etkisi olarak açıklanabilecek bir esrikliğin
pençeseinde dere tepe dolaştığını görmüştü.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:168-9)
“PRELÜD : Düşüncelerimin
üstünde bir gölge asılıydı.
-----------Ya da seğirtirdim kumluklarda
Sarı kanarya çiçeği kaplı korularda atlaya zıplaya;
Ya da dere tepe, korular ve uzaktaki
Skiddow’un dorukları kızıla kestiğinde,
Tek başıma dikilirdim göğün altında,
Sanki kızılderili ovalarında doğmuş da
Annemin çatısı altından kaçmışım gibi
Yaramazlığımdan, çıplak bir vahşiydim o an
Yıldırımlar yağdıran fırtınada.”
(William Wordsworth<1770-1850>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.11.09)
Derin bir düşünceye dalmak; Derin derin düşünmek : Uzun süre düşünmek; yaptığından, yapacağından pek
emin olmamak
“Afallamış bir halde masama geçtim ve oturup derin bir düşünceye daldım. Denetimden çıkmış kötü
alışkanlığım geri döndü. Bu cılız, meteliksiz insan - parayla tutulmuş elemanıma, kendimi alçakça geri çevirtmek
üzere yapabileceğim başka bir şey daha yok muydu?”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:36)
“Ağzı iple bağlanmış olan torbası önünde duruyordu; yolcu sopasını da yana koymuştu. Ancak bu güzel
oğlan, nedenini pek de bilmeden, başını önüne eğmiş derin derin düşünüyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:16)
Derin (derin) bir soluk almak : Korku ya da heyecandan sonra, alınan derin, rahatlık nefesi
“Panihidin derin bir soluk aldı, bir bardak su içtikten sonra anlatmasını sürdürdü:
-Yüreğimi dolduran, kaynağı belirsiz, ama hepinizin çok iyi anlayacağı korku, Trupov’un oturduğu
apartmanın dördüncü katına çıktıktan, benim kaldığım odanın kapısını açıp içeri girdikten sonra da yakamı
bırakmadı. Bekar odam zindan gibi karanlıktı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:54)
“Mama yanımda, sırtı kapalı kapıya dönük oturuyor. Derin derin soluk alıyor ve aceleyle giydiği
şapkanın altından çıkan saçlarını arkaya itip duruyor. Dedfem, adamlara, tabutu yatağın yanına yere koymalarını
söyledi.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:12)
Derin derin göğüs geçirmek, iç çekmek : Üzüntü ya da heyecanla derin derin –sesli- nefes almak
“Kız susuyordu ve onun, başının üstünde, derin derin göğüs geçirdiğini duydu. Kendini yastıklara
bıraktı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:39)
“Hava, iyiden iyiye ısınmıştı. Bulutlar yok olmuştu. Varsa yoksa güneşti. Güneşin gözler önüne serdiği
manzara, tatsız, tuzsuz, durgundu. İnekler kıpıırtısızdı; gölgeliği kalmamış tuğla duvar, ısı taneciklerini hızla geri
püsküürtüyordu. İhtiyar Mr. Oliver, derin derin iç çekti. Başı yana düştü; eli kucağından kaydı; yanıbaşında
çimenlerde yatan köpeğin başına birkaç santim kala durdu. Çekip yine dizine koydu elini.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:62)
Derisi kemiğine yapışmış : Bir deri bir kemik kalmış
“Adını aklıma getirmek istemediğim, Mancha ilinin bir köyünde, bundan biraz önce, silahlığında
mızrağı dedesinden miras kalkanı, ahırında derisi kemiğine yapışmış bir beygiri ve bir av köpeği de bulunan asil
bir bey yaşıyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:11)
Derisini (diri diri) yüzmek : Amerikan Kızıl Derililerin adam öldürme usulleri; adam öldürmek bağlamında
“Cücenin gözleri evlerinden fırladı:
-Galip Bey, Padişah’a dil uzatma, yoksa hepimizin derisini diri diri yüzerler, içine saman doldurur,
kuruturlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:118)
“Lık-lık-lık... İç babam içerdim... Oğlum Yemelyan, yutkun bakalım... Nehoş olurdu be!.. Köylü
milletine, o toprak sahiplerine de bilirdim yapacağımı... Soyup soğana çevirir, derilerini yüzer yüzer de içine
saman teperdim!..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:44)
“ ‘Parayı alan da burnu sümüklü Tazıcık Tahsin.’
‘Birazcık koştu diye bir insana o kadar parayı verirler mi?’
‘Mahmut Ağa derisini yüzer onun.’
‘Onbaşı Kertiş Ali Paşa gözlerini oyar onun.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:288)
“SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği
yer burası... Ne de işinize yarayacak ya... Şimdiye kadar millerce yol aldı, sağ salim deniz kıyısına vardı...
Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size?”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63-4)
“Kirila Petroviç:
-Pekala, dedi. Bir yere kapatın bunu, kaçmaması için bir de nöbetçi dikin başına. Yoksa topunuzun
derisini yüzerim!
Stepan çocuğu götürüp güvercinliğe kapattı, yaşlı kuşçu kadın Agafiya’yı ona göz kulak olmakla
görevlendirdi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:102)
Derken : Sonra, işler böyle giderken, olup biterken; sonracıma; Öyle konuşurken birden...
“Derken bir kavga... Başı örtülü bir kadın yakalamış esmer, çirkin mi çirkin bir delikanlığının su
güğümünü... ‘Ya sen ölürsün ya beni öldürürsün, o güğüm bizim!’ diyor. Delikanlı tutmuş bırakmıyor güğümü,
kadın bir yandan, halk de bir yandan bakıyor şaşkın, ilgisiz, kayıtsız, bezgin. Teneke bir güğüm bu. İçi terkos
suyu dolu.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Ağustos Pazarı”, sa:42)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
III
-----------------------dünyada fazla akşam yemeği yok: sen bilirsin bunu;
en lezzetli tavuklar da porselen tabaklarda,
kalın cam kapaklar altında korunurlar.
Her zaman bir kapak vardır ve o hiç kırılmaz.
Sonra çelik, amyant, ve yasalar;
koca bir ordu vardır tavuğu koruyacak.
Derken bir açlık gelir taa Kanada’dan, bir rüzgar,
dondurucu bir ses, bir esinti, bir yaprak”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA
----------------------------------------------------Zorluyordu bordadan Argo’yu sert akıntılar
dört yanda kabaran öfkeli dalgalar
patlarken kayalıklarda; dokundu bir an tekne
gökyüzüne dev bir sarkıt gibi, derken
boyladı denizin dibini...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:22)
“Bir aşk sınavıdır şarap. Bize, aşık olmadığını
söyleyen Nikogoras’ı üst üste devrilen kupalar.
Düştü başı, bir damla yaş damladı gözünden
sonra yere dikti gözlerini, derken düştü yere
boynuna sıkı sıkıya bağladığı çelenk.”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:54)
“-Satılık değil demiş adam önce, nazlanmış; bunun gibisini bir daha bulamam demiş. Olurdu olmazdı
derken sonunda yumuşamış. Herif bir at parası aldı benden diyor Tahsin Bey.
-Ne adam be!
-İlle yenecek.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:116)
“Yer New York, zaman şu an, ikisi de sonuna kadar değişmeyecek. Mavi her gün bürosuna gidiyor,
masasına oturuyor, bir şeyler olmasını bekliyor. Uzun süre hiçbir şey olmuyor, derken Beyaz adında bir adam
kapıdan içeri giriyor, böyle başlıyor işte.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:7)
“GÖRÜNÜM
---------------Ne güzeldir, doğarken, sislerle karışık
Gökyüzünde yıldız ve pencerede ışık,
Kömür dumanları havaya yükselirken,
Aydan aşağı soğuk bir büyü gelirken.
İlkyazları görürüm, yazları, güzleri;
Derken usul karlarla örtünce kış yeri,
Kapatırım pancuru, perdeyi gider de,
Sırça saraylarımı kurarım içerde.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:167)
“YOL
-----Git, git, bu yol kimsesiz,
Ne yapmam gerekiyor?
Epey yürüdüm, derken
Taa uzaklarda bir köy,
Belli belirsiz görünüyor.
Eşsiz bir sevinç içimde”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:70)
“Meleklerin Kanatları
------------------------Derken büyük bir kapı açıldı
ve gölgesi kadar karanlık,
saçı elektrik gibi ak bir adam
bizi içeri çağırdı.
Görmemizi istediği bir şey varmış.”
(Sujata Bhatt-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.07.04)
“PENCEREDE KADINLAR
İlkin bir sarışın açtı pencereyi
Sonra bir hallicesi bir dillicesi
Daha sonra güldü kaçtı
Kadınların en incesi
Derken sıra esmere geldi
Bir etlicesi bir sütlücesi”
(Salah Birsel<1919-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:482)
“N’EYLERSİN (1916)
Her şeyin önce şakaydı adı,
Derken başladı sitem etmeye,
Güzelce kafasını salladı,
Başladı gözyaşı tüketmeye.
Dişleriyle kızdırdı, çok güldü,
Ansızın unutup her şeyi.
Birden hatırladı, gözleri doldu,
Masaya düşürüp on firketeyi.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 27.06.02)
“... derken o da söndü, sonra yine arkasındaki, yanındaki o gri karanlık, önünde hepsi de sessiz, hepsi
de kara bir sürü eviyle kapkara gece. Yalnızca uzaklarda göğü tarayan ışıldakların o suspuş olmuş, dehşet
uyandıran uzun ceset parmakları.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:8)
“Grün Sokağına saptı, çok hızlı yürüyordu; onu bir süre gözden kaybedince korkmuştum; derken bir
oyuncakçı dükkanının vitrini önünde durdu. Şimdi üzgün profilini seyredebiliyor, vücuduna, boyuna posuna
bakıyordum; yıllar yılı geceleri yanımda yatmıştı.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:163)
“Derken, çatapat gürültüleri arasında halk yola düzüldü; bu sırada uçak, büyük bir homurtuyla, yeniden
insan kümelerine doğru geliyordu. D’Arrast, şu anda, sokağın köşesini dönmekte olan ve ansızın omuzları
çökmüş gibi gözüken aşçıya bakıyordu yalnız.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:70)
“Derken aklıma br çare geldi. Odamın önündeki terasta nicedir eski bir çanta vardı.”.....“Derken ikinci
yaz gelip çattı. Çok, ama çok sıcak bir yazdı. Ufalanıp dökülmeler, o yazla, yani geride bıraktığımız o yazla
başladı.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:188)
“Derken, bir sabah, oğlan ona yaklaştı ve ödünç kalem istedi. Maria karşılık vermedi, bu uygunsuz
yanaşma manevrasına sinirlenmiş gibi davrandı ve adımlarını hızlandırdı. Oğlanın yanına geldiğini görünce
korkudan taş kesilmişti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:14)
“Derken bir gün hemşirelerden biri kendisine armağan edilen, ama çok kalın olduğu için
okuyamayacağını düşündüğü bir kitap getirdi. O kitap Eduard’ın hayatının yönünü değiştirdi.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:176)
“Arabayı gerisin geriye yola çıkardı ve yavaşça annesini onlardan uzaklaştırdı. Adamlar bir süre
peşlerine takıldı, bıçaklı olan eliyle, diliyle, dişleriyle açık saçık hareketler yapıyor; K’yı öldüreceğini işaret
ederek gözdağı veriyordu. Derken ortaya çıktıkları gibi, bir anda, çalıların içine dalıp yokoldular.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:36)
“Derken toz ve ter içinde bir garip hayvan belirdi Tartarin’in ardında. Garın basamaklarından yıldırım
gibi indi. Halkın neşesine diyecek yoktu artık. Tarascon, ‘Tarasque’ınnın döndüğünü sandı bir an. Sonra Tartarin
hemşerilerini yatıştırdı:
-Benim devem! dedi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:138)
“AÇIKLIKTA
‘Üşüdün mü?’ diye sordun ve sonra
kollarına alıp ısıttın beni.
Huzur bulan tam vücudum bir ara
açıverdi tek tek çiçeklerini...
Derken denizlerin ötelerinden
Gelen kuşlar çınlattılar içimi.
Lodosa tutulmuş ürkek vişne, ben
verdim sana bütün çiçeklerimi.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“TETİKTE <Ann ve Harwood için>
------------Derken başlardı Annem evdeki
gündelik işlere, kırbaçlayarak kapalı
perdeleri,
sonra güneşe karşı sürgülenmiş
panjurları,
susamış, sürüne sürüne bahçeden
gelince ben,
serin, karanlık bir mağaraya dönüşürdü
evimiz.”
(Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07)
“Derken bir gece saat on birde uyandırıldı. ‘Giyin,’ dedi gardiyan. Ses tonu yaşlı adamı sorgulamak
üzere kaldırmış olduğu diğer defalara kıyasla daha saygılıydı. ‘Elinden geldiğince çabuk giyin.’ ”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:73)
“BİLİNMEYEN KONUK :
-----------------------------Bir partiye gitmek için giyinmişsinizdir örneğin,
Aşağı iniyorsunuzdur. Her halinizle,
Seçtiğiniz role uydurmuşunuzdur kendinizi,
derken,
Sonuna geldiğinizde merdivenin,
Bir basamak daha vardır, fark etmezsiniz onu,
Boşlukta kalır ayağınız, sendelersiniz.”
(T.S. Eliot, “kokteyl parti”, 33-4)
“Gün geldi, o zamanlar adet olduğu üzere, hayalinde yaşattığı bir sevgiliye birkaç kez çeşmebaşında
rastladı. Önce kızarıp bozarma, bir iki atılan laf, koparılan ilk söz, derken ahırlığın ardında ilk buluşma...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:24-5)
“Etütteydik. Derken içeri lise müdürü girdi. Ardında, şehir elbisesi giymiş yeni bir öğrenci, bir de
kocaman bir sıra taşıyan, sınıf hademesi vardı. Uyuyanlar uyandı, herkes sanki çalışırken baskına uğramış gibi
ayağa kalktı.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:5)
“Birbirlerine yaralarını gösteriyorlar; savaşlarını, yolculuklarını, yurtlarındaki avları anlatıyorlar; yırtıcı
hayvanlar gibi bağırıp sıçrıyorlardı. Derken, sıra pis pis bahis tutuşmalarına geldi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:16)
“Bütün yüzü kulaklarının arkasına kadar yanmıştı. Derken, arabadan çıkmaya çalışan diğer üç kişiyi
gördüm. Bağırdım onlara: Haydi, bana yardım edin. Bu adam nalları dikiyor, onu bir an evvel hastaneye
götürmeliyiz.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:11)
“Düdük, tuvalet kağıdını bile getirmişti yanında. Bize vereceği tayının umurumuzda olmadığını
söyledik. Bir gün sıktık dişimizi, iki gün, derken üç gün. Alçak herif, jambonları mideye indiriyor, ekmekleri
dilip tereyağını sürüyor...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“... birçok insan, Rusya’nın Batı Avrupa’yı ele geçireceğini sanıyordu. Derken, Çin’deki devrim,
kapitalist toplumlarda korkunç bir kargaşa yaratıyordu ve bizlerde bir yerde bu gidişe ancak bizlerin dur
diyebileceği inancını yerleştiriyordu. ‘Ancak bizler’in anlamını doğru dürüst açıklayabilen çıkmadı ama o
dönemde mantık pek geçerli değildi zaten.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Derken alacakaranlık ve ıssız sokaktan içeri ihtiyar Zaman Dedenin biraz daha genç sayılan küçük
kardeşi girdi, masanın bir ucuna ilişti. Tüysüz yüzü yaşlı bir ceviz gibi düğüm düğüm olmuştu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:80)
“PAL - Özür dilerim, Bay Kucsera, profesörsem her halde budala olmam gerekmez ya. Anladınız mı?
Hem bir daha onur vermek istemiyorsanız... Eh, güle güle! (İçeri girer, derken aklına Bay Kucsera’ya söylenecek
bir şey daha gelir, alaycı bir tavırla döner, fakat sonra eliyle, ‘adam sen de!’ der gibi bir işaret yaparak öne
gelir.)”
(F. Herczeg, “Mavi Tilki”, sa:14)
“... beri yandan anlatılmaz derecede dost bakışlarıyla Knecht’i süzerek, ‘İki insanı birbiriyle her şeyden
kolay dost kılacak bir şey varsa, o da müziktir,’ dedi. ‘Güzel şeydir bu müzik. Umarım seninle aramızda dostluk
sürekli olur. Bakarsın ilerde füg yapmasını öğrenirsin., Josef.’ Derken, Knecht’in elini sıkıp yürüdü yaşlı adam,
kapıda bir kez daha arkasına dönüp şöyle bir baktı, başını hafiften eğerek nazikçe selamladı Knecht’i ve
salondan çıkıp gitti.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa.51-2)
“Derken yolculukta ilk mucizeler gerçekleşti, kısmen gözlermizin önünde açığa vurdular kendilerini,
kısmen de menkıbe ve söylence olarak ansızın karşımıza çıktılar. Günlerden bir gün -ben henüz çiçeği burnunda
bir üyeydim- durup dururken herkes konuşmaya başlamıştı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:14)
“Andreas ümitlerini kah zarif, yeni ayakkabılara, kah şık bir boyun atkısına bağlıyor; hele gitgide
gürleşen, gözbebeği gibi sakındığı bıyıklarından çok şeyler bekliyordu. Derken gezgin bir tacirden büyük bir
opak taşlı bir de altın yüzük aldı. Yirmi altı yaşındaydı o sıralarda.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Nişanlanma”, sa:87)
“Daha ertesi gün durumu ağırlaşmıştı Lene’nin. Geceleyin Goldmund zaman zaman kendisine bir
yudum su içirmiş, arada topu topu bir saatçik kestirmişti. Derken ortalık ağarmış, Goldmund Lene’nin yüzünde
giderek yaklaşan ölümü açık seçik görmüştü.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:261)
“Ama derken o kaçınılmaz başarısızlık çıkagelir, babam kızıp içerleyerek dayımı alay ve hakaretlere
boğar, bir daha aylarca ne yüzüne bakar ne de tenezzül buyurup kendisiyle bir çift laf ederdi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:19)
“Derken gördüğü bir düş uyardı kendisini. Akşamı Kamala’nın yanında, onun güzelim koruluğunda
geçirmişti.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:96)
“SİRENLER
Bir bir yineledim bunları, açıkladım yoldaşlarıma.
Derken geldi dayanıklı tekne hızla Sirenlerin adasına
sürüklenip tatlı bir meltemle. Sonra kesildi rüzgar,
sütliman oldu her yan, ninni söylüyordu tanrılardan biri
dalgalara...”
(Homeros <Odysseia’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:97)
“Derken hayli yüksek bir sesle kendi kendine konuşmaya başladı:
‘Daha demin o odada biz bizeydik Annerl’le. Ve onu öptüm, öptüm -onu-ağzından-omuzlarından
öptüm. Aman Yarabbi, aman Yarabbi!’ ”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:6)
“Başta bir düzen vardır, bir aile düzeni, birbirini seven iki kişi, huzurlu bir kasaba, yolunda giden
gündelik hayatın göbeğinde bir iş ilişkisi vb... Derken ortaya çıkan beklenmedik bir durum (kişi/etmen) bu
düzeni bozar, sarsar, dağııtır.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:17)
“Derken bir bayan göründü: şapkası kurdelalar, tokalar ve çiçeklerle bezenmişti. İnce bastonlu genç bir
adam, hızlı adımlarla yürüyüp geçti kaldırımdan: sanki sol eli felçliydi de, göğsünün üstüne dümdüz bastırmıştı.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:5)
“İSTANBULU DİNLİYORUM
------------------------------------İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:381)
“Halime bu kadarına inanmadı. Gülmedi de. Arkasını duvara dayayıp uzun uzadıya İstanbullu hanımı
süzdü. Derken damdan düşer gibi bir soru:
‘Hayvanla mı gittiniz oraya?’
‘Evet.’
‘Hiç utanmadın mı?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:66)
“Derken, yeni dostlar ortaya çıktı. Altı ay geçmemişti ki ayaklarında mantar ökçeli iskarpinler,
başlarında tüllü şapkalar, Beyoğlu kalabalığına gülünç bir anakız daha katılmıştı.”
(H.R. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180)
“Derken birdenbire Ethem ortaya çıktı; beni görünce çocukları azarlayarak oradan kovdu; sonra
yanımızdaki hanımefendiyi görünce utanır gibi oldu. Sade uzaktan eli ile bir selam verip köye dğru hızlı hızlı
uzaklaştı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:140)
“Ama uçup gitmeden başı ağırlaştı, yeniden derin uykusuna daldı. Dağ eskisi gibi kayalaştı, bulutlar ete
kemiğe bürünerek katılaştı. Soluk soluğa kalmış birinin sesi geliyordu, derken hızlı yürüyen birinin ayak sesleri
duyuldu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:11)
“Gayet iyi biliyordu ki, kadına eski ilgiyi gösterse kadın hastalıktan yeni kalkmışçasına düzelecektir.
Ama olmuyordu, içinden gelmiyordu. O zaman kadın kocasında yitirdiği şeyleri başkalarında aramış, çirkin
olduğu için bulamamış, derken karşısına çıkan Ebanım’a teslim olmuştu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:108)
“Vardık ki, müdür bir kayanın üstüne oturmuş, ölü gibi donmuş duruyor.
‘Dört yanını çevirdik ateşin. Allah vere de atlamasa. Atlarsa bütün dağ yanar.’
Derken efendim, biz böylece konuşurken, gün batısındaki suyun aktığı koyağın ötesindeki dağda da üç
dört yerden gene ateş vermesinler mi?”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:9)
“LİSEDE VE ÜNİVERSİTEDE
------------------------------------Söyle,
hava sana bunu dediyse.
Soğuk seher vakti
çekiyorum kederimi
ve derken,
bir gülmedir tutuyor beni.
Ben çıkaramadım.
Ama sen tanıdın beni.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:128)
“Kitabım için çalışmaya başlayalı beri, aklıma alegorik bir imge geliyor durmadan: Bir yalıyara
tırmanan ve bir sarsıntı yüzünden dengelerini yitirmeye başlayan bir grup dağcı. Bu adamların neden
‘düştüklerini’ ve yeniden tırmanmayı sürdürebilmek için duvara nasıl ‘tutunabileceklerini’ anlamaya
çalışıyorum, derken çok geçmeden uçurumdan yuvarlanırlarsa başlarına ne geleceği geliyor gözümün önüne.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:205)
“... büyük bir vurdumduymazlıkla beni bekleyen yüzyılın müthiş ağırlığını hissettim üzerimde. Derken
annem Florina de Dios’u, ölene kadar onun olan yatağımın içinde bir kez daha gördüm, ölmeden iki saat önce
onu son gördüğümde yaptığı aynı hareketle kutsadı beni.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:107)
“Kentlerin acı aşklarının artıkları bile geldi bize kasırgayla, küçük tahta evler yaptılar, başlangıçta,
yarım bir kulübecik, bir gece için kederli bir yuva oldu; sonra gürültülü, gizli kapaklı sokaklar belirdi, derken
kasabanın ortasında vurdumduymaz bir köy çıkıverdi.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:9)
“Yemek odasının önüne gelince, Pierre, önce mi girsin, sonra mı diye duraksadı, derken sarsak sarsak
kapıyı açtı, annesiyle babasını masada karşı karşıya oturmuş gördü. Annesine yaklaştı, eskisi gibi, onu
yanaklarından öpeceği yerde, birkaç zamandan bu yana yaptığı gibi, ona yine alnını uzattı.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:162)
“Bir beyin soylu bir atı vardı. Sultanın sürüsünde ona denk bir tek at bile yoktu. Bey, sabahleyin ata
binip alayına katıldı. Derken Harezmşah’ın birdenbire o atı gördü. Atın ihtişamı ve rengi padişahın gözünü aldı.
Geri dönene kadar gözü atta kaldı.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
“Derken alemde ne kadar kap kacak varsa ortaya koymasınlar mı? ‘Cüzdan’ dediler çıkardılar. ‘Çanta’
dediler çıkardılar. ‘Kasa’ dediler çıkardılar. ‘Dolap’ dediler çıkardılar. ‘Çekmece’, ‘konsol’, ‘sandık’ dediler
çıkardılar.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:18)
“SALINCAKTAKİ ÇOCUK
Kımıldıyor usulca
ileri geri, sağa sola,
derken daha hızlı, daha hızlı
sürtünüyor yukarı aşağı.”
(Mbuyiseni Oswald Mtshali<d.1940>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.11.07)
“LEANDROS’UN ÖLÜMÜ <Hero ile Leandros’tan>
--------------------------------Güçlü çekimiyle dalgaların bir oraya bir buraya
sürükleniyordu Leandros; derman tükeniyordu bacaklarında,
bitmişti gücü çırpınan ellerinin. Nice su aktı
boğazından bütün gücüyle; içti Leandros acımasız
denizin yararsız suyunu. Derken, söndürdü birdenbire
acı rüzgar vefasız lambayı, söndürdü yaşamını, aşkını
sabırlı Leandros’un...”
(Trakyalı Musaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:159)
“ÖLÜ ÇİZGİ
--------------Derken kalkar perde:
Bu ırmaklar benimçin bir daha akar mı?
Özledim hani nerde
Yaşamak gibi var mı?”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:32)
“BİR KALKAN KONUŞUYOR
Derken, attı beni bir gün yazgım
korkunç savaşın dışına; dinledim
şarkılarını kızların çepeçevre sarmış,
dans ederken, tapınağını Artemis’in.
Epiksenos bırakmıştı beni oraya
elden koldan düştüğü bir zaman.”
(Nikias, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:48)
“Kartaneleri Yavaşça Süzülüyor Aşağılara
-----------------------------------------------------Ama palmiyeleri üzerinde
dengelediler göz kamaştıran göz kürelerini,
ve somurttular, kaşlarını birbirine çatarakçünkü ulaşmamıştı güneş
altın rengi parlaklığına!
Derken uyandım. Fark ettim
usulca yağan karlar, kamburu çıkmış
karaağaçların eğildiğini ve sallandığını kış rüzgarında
akşam namazında selam veren beyaz cüppeli
Müslümanlar örneği...”
(Gabriel Okara <d.1921>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.01.09)
“Winston, güçlükle yataktan kalktı, çıplaktı. Dış Parti üyeleri, yılda ancak üç bin giyim kuponu
alıyorlardı, bir pijama ise altı yüz kupondu. İskemlenin üzerine fırlatılmış fanilasıyla donunu giydi. Beden
hareketleri üç dakika içinde başlayacaktı. Derken, hemen hemen her sabah kalktıktan sonra gelen şiddetli bir
öksürük nöbetine tutuldu.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:33)
“... birden o gölgeler içinden, tıpkı bir rüyadaki gibi babam belirir, Pazar günü hep birlikte arabayla
Boğaz gezintisine çıkardık. Derken karşı apartmanın penceresi açılır, bir hizmetçi elindeki toz bezini silkeler,
sonra o da benim gibi oturduğum yerden göremediğim sokağı dalgınlıkla seyrederdi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:121)
“Beni görünce martı bir an kalkmaya çalışıyor. Ayakları gövdesinin altında umutsuzca kıpırdanıyor.
Karnı yukarı doğru yükseliyor, ama gövdesi çakıltaşlarından kalkmıyor. Bu gayret sırasında da gözlerinde bir
anlam beliriyor. Derken gövdesi çakıltaşlarına sanki daha da yayılarak ölümcül şekline dönüyor. Gözlerinin
anlamı bulutlar ve dalgınlıklar arasında kayboluyor. Besbelli, martı ölüyor.”
(O. Pamuk, “Öteki Renkler”, sa:56-7)
“Matematiği kenara kaldırdım, İngilizceyi açtım, ama kafam bozulmuş bir kere: Allah belasını versin
gene şu Mr. And Mrs. Brown’ın diye düşündüm; aynı resimler, her şeyi bilen ve düzgün yapan aynı insanların
soğuk ve mutlu suratları, İngilizmiş bunlar, ütülü ceketleri ve kravatları var, sokakları da tertemiz. Biri oturuyor,
öteki kalkıyor, derken bizim kibritlere benzemeyen bir kibrit kutusunu masanın üstüne, altına, içine, yanına
koyup koyup duruyorlar.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:109)
“Oradan bir yolu takip etmeye başladım ve daha önce hiç görmediğim sokaklar çıktı karşıma ve derken
başka sokaklar. Bazen ışıl ışıl tramvaylar sert ve çınlayan çan sesleriyle yaklaşıp uzaklaşıyordu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:90)
“O olaydan bir süre sonra biz üçümüz, kızın <Alice> ailesinin taşınmış olduğu Vale de Cavalos’a gittik,
hatta eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, Onları evlerinde ziyarete gittik. Derken, bir-iki hafta sonra orada bir
şenlik kutlanıyordu, ben de ne yapıp edip Alice’i görmem gerektiğine karar vermiştim. On beş yaşımdaydım, o
yaz on altımı doldurmama az kalmıştı.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:45)
“Kadın koridorda ilerledi ve ben o manastır atmosferinde beklerken sandal ağacı aura’sıyla
sarmalandığımı hissettim. Derken bir kapı açıldı ve gölgeler içinden, beyazlar giyinmiş ince bir silüet belirdi.”
(Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:23)
“... <Bertrand Russell> Hiçbir zaman doğru bir şey yazamama korkusuyla içim içimi yerdi. Birbiri
ardısıra içime sinmeyen bir sürü girişimde bulunur, derken hepsinden vazgeçerdim.’ ”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:62)
“HÜR HAMAMLAR DENİ
------------------------------------Az daha biraz daha derken sonunda
O güzelim bacak sudan çıkacak
Bacakla beraber bir mesele önemli
Acap şimdi Süleyman nerden öpecek
Dur bakalım”
(C. Süreya<1931-1991>, “Üvercinka”,<1957>-50 yaşında-, sa:47)
“Köpek durdu ve yine çeniledi. Federico Garcia Lorca da durdu. Derken duvarın arkasından askerler
çıkıp onun çevresini kuşattılar. Kahverengi üniformalar giymişlerdi ve başlarında üç köşeli şapkalar vardı. Bir
ellerinde silah, ötekinde birer şarap şişesi tutuyorlardı. Komutanları, kafası yamrı yumru şişlerle dolu korkunç bir
cüceydi. Cüce ona bakarak, sen bir hainsin ve seni geberteceğiz, dedi.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:67)
“Derken bir pazar günü garip bir şey oldu: amca spor arabasıyla geldi ve beni gezmeye götürdü. Yolda,
doktor olduğunu ve annemle hastanedeki koğuşlardan birinde tanıştıklarını anlattı. Hiç fena değil bu iş, diye
düşündüm.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:17)
“..... suya ve rüzgara dayanıklı bir naylon örtü alıp üzerlerini kapatıyor, sonra tırtıllardan ve zararlı
böceklerden korumak için bol bol ilaç sıkıyor. Hiç dur durak bilmeden uğraşıyor; gece gündüz, bostanını nasıl
koruyacağını düşünmediği bir an bile yok. Derken bir sabah naylon örtüyü kaldırdığında tüm bitkilerin çürüyüp
solduklarını görüp hayretler içinde kalıyor.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:69)
“Üzerinden günler geçti, başlangıçta biraz sızlıyordu, sonra ağrı fazlalaştı, sonra doktorlar ortaya çıktı,
umutsuzluk, üzüntü,, gene doktorlar. Derken, adım adım uçurumun kenarına geldim. Güçten düştüm, bir deri bir
kemik kaldım, gözlerimin feri kaçtı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:68)
“Lorenz’in mektubu bumburuşuk, ceplerinin birinin dibinde unutulup gitmişti. Laetitia ona cevap
yazmayı bir türlü göze alamamıştı. Franziska’nın ölümünden sonra birkaç hafta boyunca salon pencerelerinden
köknarlı yola dalgın bakışlarla bakıp durmuş, hayalinde o görüntüye Lorenz’in yüzünü oturtmuş, derken o yüz
büyümüş, büyümüş, kendi yüzüne kapanmış, Laetitia her seferinde bayılır gibi olmuştu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:11)
“ANI
----İşte böyle,
yaşamımız altüst oldu bizim de.Motor sık sık bozulur oldu.
Hırıltılar çıkarıyordu arada birde
derken... tamamen durdu.
Nedenini bilmiyorum,
Öteki, yani dostum, öldü diye
belki de.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
“Derken, gece iniverdi. Pedro Azevedo evine girdi. Çiftlikte kala kala yalnızca Donana kalmıştı.
Çocuklar, Natal’deki evindeydiler. Onlardan yoksun kaldı mı, kendini yalnız hissediyordu. Ama hiç değilse
çocuklar çile çekmemeliydiler. Yıkanabilecekleri suları olmalı, Sertao’nun büyük çaresizliğini
görmemeliydiler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:101-2)
“Derken art arda birçok kez kesik kesik, hızlı hızlı, pes perdeden havladı. Belki de Dr. Mitford’un
tazılarını ava sürmek için kışkırttığını duymuştu. Sonra kuyruğu sallandı alık alık.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:130)
“Kar durmadan yağıyordu ve artık karın çatıdan düşerken çıkarttığı kayma sesiyle şaplamayı
duyuyordu. Duman binlerce bacadan yükselmekteydi. Her şey öylesine net ve ayrıntılıydı ki, karları gagalayarak
solucan arayan bir kargayı bile seçebiliırdu. Derken, zamanla mor gölgeler koyuşaltı, arabaların, çayırların ve
malikanenin kendisinin üstüne kapladı. Her şey yutulup yok oldu. Artık yeşillikli oyuktan hiçbir şey kalmamıştı
geriye ve yeşil çayırların yerinde sanki binlerce akbaba tarafından didiklenip cascavlak kalmış alev alev yanan
yamaç vardı. Orlando göz yaşlarına boğuldu ve soluğu Çingenelerin kampında alıp onlara hemen ertesi gün
İngiltere’ye yelken açması gerektiğini bildirdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:104)
“Terapide duygularım ve benim aynı deri koltukta oturuyor olduğumuz noktasına kadar ilerleme
kaydetmiştim. Derken sıradışı bir olay hayatımı, en azından yerimi değiştirdi. Saçma bir arzunun etkisiyle
California’daki bir yazarlık programına başvurmuş ve kabul edilmiştim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:23)
“SÜRGÜNLER
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
-----------------Ama gemi hiç durmadan
hep, hep daha uzaklara
uçuruyor bizi yaman...
Derken gece, o kapkara
kanadıyla örttü yeri
mosmor ufuklarda sessiz.
Aton’un dalgın devleri
tamamen belli belirsiz.
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“ ‘Derken Chopin’e geçiyor Maria. Kristal narinliğinde, ürkek çekingen tonlar, düşlerde gezinen silik
ritmler, olağanüstü güzellikte sarmaş dolaş zarif figürler, eciş bücüş olduğu kadar duygulandırıcı akortlar, uyum
ve uyumsuzluk birbirinden ayrılacak gibi değil artık.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:70)
Derlemek; Derlenip, derleyip toparlanmak; toplamak : Dağınıklıktan kurtarıp parçaları arasında bir
bütünlük yaratmak;Biriktirmek, toplamak
“ ‘Yeter!’ dedi Hubert, ‘Anladım; yazabilirsin sevgili dostum.’ Çıkıp gitti.
Hava iyice kararmıştı. Kağıtlarımı derleyip toparladım. Akşam yemeğini bile yemeden dışarıya
çıktım.”
(A. Gide, “Batak”, sa:22)
“Kendimi çok yalnız hissettim. Çünkü şu anda, dünyada beni düşünebilecek olanlardan hiçbiri, beni
burada aramayı aklından geçiremez. Şimdi buradan da eşyalarımı derleyip toplayacağım, yoluma yarın su
üzerinden, Brenta’dan devam edeceğim.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:85)
“Sabah uyandığında oda derlenmiş toplanmış, süt ısıtılıp bırakılmıştı. Yaşlı kadınsa gitmişti. Yanında
yatan küçücük oğlu uyanmış, aç olduğu için avaz avaz bağırıyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:66)
“Yıldızlardan derlemem vardığım yargıları,
Oysa müneccimliği enikonu bilirim;
Ama anlatmam iyi ve kötü yazgıları:
Ne afet ve kıtlıklar, ne altüst olan mevsim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:14, sa:69)
“Adamın o solgun ve sofu kocaman yüzü kibarlık tasladığı zaman görülmeye değerdi. Marki’nin
Milano’ya dönüşünün ertesi günü altı milyonluk yardım üzerinden bana üç arşın çuha ile iki yüz frank verdiler:
Yeniden palazlanıp derlenip toparlandım ve hanımlara kavalyelik ettim çünkü balolar başlamıştı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:22)
“Köyden yaşlı bir dul yemeklerimizi pişirir, evi derleyip toplar. Bu enflasyon döneminde yapıtlarına
karşılık Almanya’dan yollanan para hiç denecek kadar azalmıştır...”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:122)
Derli toplu : Düzenli, itinalı, tertipli
“Yine beyazlar giyinmişti: Takım elbise, yaka düğmesi açık gömlek ama bu sefer temiz ve kırışıksızdı,
tam bir İspanyol soylusu görünümündeydi. Tıraş olmuş, saçlarını taramıştı, her zamankinden daha şık, daha derli
toplu, daha bakımlı bir hali vardı.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa.49)
“Ev, ayrıntılarına girince biraz eski püsküydü ama derli topluydu ve oldukça rahattı. Öyle görünüyordu
ki, Fanshawe zamanını para kazanmakla geçirmemişti. Ama ben zaten evin eski püskü oluşuna burun kıvıracak
biri değildim.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:9)
“Giysileri geçen seferkinden daha aklıbaşındaydı-beyaz balıkçı yaka kazak, blucin, yün çorap ve o hiç
eksik olmayan sivri topuklu pabuçlar-ekimde giydikleriyle karşılaştırılacak olursa, bu sefer daha derli topluydu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:186)
“Piyangodan kumarhaneye terfi etmiştim, 1936 yılı geldiğinde Locust Sokağındaki bir bahis salonunun
yöneticisi olmuştum. Burası bir kuru temizleyicinin arka odasına gizlenmiş, sigara dumanı içinde, derli toplu bir
yerdi. Müşteriler buruşuk gömlekleri ve pantolonlarıyla geliyorlar, bunları girişteki tezgahta bırakıyorlar, sonra
askıdaki giysilerinin arasından kendilerine yol açıp arkadaki gizli odaya geçiyorlardı.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:201-2)
“Bilmek bir şey değiştirmiyor. İnsanlar hatırlamak ve sahip oldukları uçsuz bucaksız büyülü potansiyeli
kabul etmemek için ellerinden geleni yapıyorlar; çünkü bu, derli toplu küçük evrenlerini altüst edebilir.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:54-5)
“Aslında, evin bir parçası olan oğlunun odasının kapısı ayrı, pemceresi de sokağa bakıyor. Yatak derli
toplu, odada ayrıca bir şifoniyer, üzerinde lamba duran br sehpa ve bir iskemle var. Yatağın ayakucunda,
üzerinde P.A.I. harfleri okunan bir bavul duruyor. Yabancı hemen tanıyor bavulu. Pavel’’e kendisi hediye
etmişti.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:9)
“TİRAT
Hep bu derli toplu yatak odası,
hep bu bulaşık mutfak masası,
hep bu mobilyalar, vitrin kap kacak
hep bu bildik örtü, çatal ve bıçak -
hep bu dayanılmaz ve korkunç alem
ve hep bu cehennem, hep bu cehennem.”
(Ivan Dinkov<d.1932>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.08)
“Böylece, ikinci ayın sonunda, güneşin hepimize her zamankinden daha hoş göründüğü bir sonbahar
sabahı, üstü başı derli toplu, efendice tavırlarla, Maskeli Beşler hepimizle ayrı ayrı vedalaşarak gitti.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:54)
“Eğildi, ocağa biraz daha odun attı. Biraz sonra,
‘Yarından tezi yok,’ dedi, ‘hava yolunun açılış töreni olacak; artık yerde yürüyemiyorum,
havalardayım. Omuzlarımda makaraları hissediyorum.’
‘Pire’deki kahvede, beni oltaya takmak için nasıl tuzak kurduğunu hatırlıyor musun, Zorba? Ananın
yiyip çocuğuna vermeyeceği çorbaları yapmasını bildiğini söylemiştin ve benim sevdiğim yemek de, rastlantı bu
ya, tıpatıp o çıkmıştı, nasıl anlatmıştın bunu?’
‘Ben de biliyor muyum, patron? Öyle esti işte! Senin, o kahve köşesinde uslu uslu, derli toplu oturmuş,
küçük yaldızlı bir kitaba eğildiğini görünce, neden bilmem, çorbaları seveceğini düşündüm. Öyle esti diyorum
sana; ara da bul!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:261)
“Modern romanın temel eseri olarak Cervantes’in Don Quijote’si gösterilir. Ondan önce de ‘hikaye
anlatan’, ele aldığı konuları derli toplu biçimde aktaram eserler vardı elbette.”
(Ö.Z. Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:9)
“Marchas, olağanüstü bir ciddiyetle:
‘Ben gülmüyorum,’ dedi. ‘Git, rahibi bul,durumumuzu ona anlat. Herhalde feci şekilde canı sıkıldığı
için muhakkak gelecektir. Ama ona, hiç olmazsa bir kadına, şöyle derli toplu, eli ayağı düzgün kibar bir kadına
ihtiyacımız olduğunu, çünkü hepimizin kibar insanlar olduuğumuzu söylersin.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:1689
“Doğrusunu söylemek gerekirse, ben belki elimde bulunan birkaç satırlık tarih verintisine fazla bağlı
kalmışımdır. Böyle yapmasaydım öyle gerçekten daha düzgün, daha derli toplu, ne bileyim, estetik bakımından
daha yetkin olabilirdi.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:138)
“Yazık ki konuşma istediği biçimde gelişmiyordu. Scarlett elini kurtarmaya çalışarak:
-Doğru değil! dedi. Ben terbiyeli ve derli toplu adamları severim. Sürekli terbiyeli davranacaklarına
güvenmediğim…
-Yani keyfinize göre sürekli acı çektireceğiniz erkekleri mi seversiniz?
Butler, Scarlett’in avucunu öptüğünde genç kadın kalbinde öyle güzel bir titreşim hissetti ki…
-Ama beni seviyorsunuz? Scarlett beni her zaman sevebilir misin?”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:1, sa:449)
“Evini her zaman yalnızken daha çok sevdi. Tek başınayken. Engin ve İrem’le birlikte olduğu zamanlar
bile, onun için ‘ev mutluluğu’, yalnız olduğu zamanlar demekti. Bencilliğin sinsi yüzü, suçlu keyfiydi bu. Her
eşyanın yerli yerinde durduğu, her şeyin yerini bildiği derli toplu bir görüntünün ona verdiği huzurun yerini
hiçbir şey tutmuyordu. İkinci bir kişinin varlığı, bu düzenin altüst olması demekti.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:57)
“SETH - Haydi sen koş içeri gir. Ben seni onlardan kurtarırım.
LAVINIA (Kendini toplayarak kısaca.) - Yok, yok, onları kabul edeceğim. (Bir kaç saniye sonra
Hazel ile Peter Niles araba yolu boyunca, soldan ön taraftan girerler. Hazel on dokuz yaşında, sevimli, sağlıklı,
kara saçlı, kara gözlü bir kızdır. Hatları ufak fakat belli bir şekildedir. Kuvvetli bir çene kemiği ve derli toplu
gülümseyen bir ağzı vardır.)”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:28)
“Nasıl oluyor da bu kız Atatürk şiiri okurken gerçekten ağlıyor, öteki herkesin anlayacağını bile bile
yalan söyleyebiliyor, bu üçüncüsünün çantası, defteri, önlüğü, saçları, sözleri, her şeyi bu kadar derli toplu
olabiliyor?”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:121)
“Ginia’yı uyandırmak için geldiğinde, çok geç olmamışsa Rosa da içeri girerdi ve Ginia, ortalığı
toplamasına onun da yardım etmesini isterdi, bir yandan da bütün erkekler gibi evi derli toplu tutmak nedir
bilmeyen Severino’ya gülerdi kıs kıs.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:8-9)
“Kadın dedi ki, ‘Bu yarayı iyileştirmek için sudan fazlasına ihtiyaç var.’ İsa da şöyle karşılık verdi,
‘Senden tek isteğim yaramı sarman, Nasıraya gideceğim.’.....“‘Nasıra pek uzak buraya,’dedi kadın, ‘ama eğer
istediğin buysa, bekle biraz, yağ alıp sarayım ayağını.’ Sonra içeri gitti ve sanki nu kez geri dönüşü daha uzun
sürdü. İsa şaşkın şaşkın bakınıyordu etrafına, hiç bu kadar derli toplu avlu görmemişti.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:248)
“Saçını tekrar tekrar düzeltme zorunluluğu duyarak saatlerce dışarı çıkamayan bir kadın aslında
beğenilmeyeceği duygusunu sergilemektedir. Derli toplu olmak, makul bir davranıştır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:121)
“Bütün bunları anlatmamın bir nedeni var. Yıldız falında da sabrım, inatçı titizliğim, düzene ve
çevrenin derli toplu olmasına büyük düşkünlüğüm, altı çizilerek beliritiliyordu.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:8)
“Yaklaşık bir saat sonra -güneş hızla batmaktaydı, ak bulutlar kızarmışlardı, tepeler menekşe, ormanlar
mor, vadiler siyahtı- bir boru öttü. Orlanda ayağa fırladı. Tiz ses vadiden geliyordu; derli toplu, planlı bir nokta;
bir labirent; bir kasaba ama duvarlarla sarılı; vadideki kendi büyük evinin merkezinden geliyordu...”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:21)
Derman : Çare, kudret, ilaç, çözüm, çıkar yol
“Aşk ehline derman sordum alemde
Ne Eflatun bilir, ne Lokman yazar
Erbab-ı aşk olan kalır matemde
Anların ahvalin perişan yazar”
(Aşk ehli: Aşıklar; Erbab-ı aşk: Sevgi ustaları;
Anların: Onların; Ahval: Durumlar)
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:668-9)
Dermanı kesilmek, tükenmek : Hiç bir fiziksel kudreti kalmamak, varlığını yitirir gibi olmak, mecali
kalmamak
“Bu sözler, Prosper Magnan’ı kendisine getirdi. Ayağa kalktı, birkaç adım attı; ama, kapı açıldığında,
dışardaki havanın yüzüne çarptığını duyumsadı, halkın içeri girdiğini anladığı anda dermanı kesildi; dizleri
bükülerek sendeledi. Onu kollarından tutan iki asker:
-Bu çömez çoktan ölümü hak etti. Yürüsene be! diyorlardı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:79)
“LEANDROS’UN ÖLÜMÜ <Hero ile Leandros’tan>
--------------------------------Güçlü çekimiyle dalgaların bir oraya bir buraya
sürükleniyordu Leandros; derman tükeniyordu bacaklarında,
bitmişti gücü çırpınan ellerinin. Nice su aktı
boğazından bütün gücüyle; içti Leandros acımasız
denizin yararsız suyunu. Derken, söndürdü birdenbire
acı rüzgar vefasız lambayı, söndürdü yaşamını, aşkını
sabırlı Leandros’un...”
(Trakyalı Musaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:159)
Derman kar eylemez : Elden hiçbir şey gelmez, çaresiz
“HAMM - Her taraftan çıkıyorlardı, yığınlar. (Susar. Sertçe.) Ama bir düşünün, iyi düşünün, yer
yüzündesiniz, derman kar eylemez buna.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Oyunun Sonu’, sa:201-2)
Derme çatma : Üstünkörü, baştan savma; basit, şöyle böyle bir gayretle inşa edilmiş bir yapı
“Sahildeki çaycının derme çatma büfesinin tahta kepenkleri imdirilmişti, yazın küçük bir söğüdün
gölgelediği bahçesindeki masaların üstüne ters çevrilip konmuş sandalyeler, kar yığınlarının altında, unutulmuş
ölüler gibi duruyordu.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:88)
“Yangından sonra dağıldılar çoğu. Bizim ev de yandı ama ben ayrılmadım. Köylüler ekmek getiirirdi
arabalarla. Hanlara, hamamlara, camilere, yanmamış evlere, kaçan, öldürülen yerli rumların evlerine, bağ
damlarına, çadırlara doluşuldu. Yangın yerlerinde derme çatma evler yapılıyordu.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:99)
“Oka kıyısında, ya da Peski’deki odun depolarından kereste çalmak eskicilikten daha kazançlı işti.
Peski bir adacıktı. Panayır zamanında derme çatma barakalarda demir satılırdı. Panayırdan sonra barakalar
sökülür, sırıklar, tahtalar stok edilir, baharda suların taşmasına kadar öylece bırakılırdı.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:238)
“Çocuklar ondan korkar, büyükler de bu denli içine kapanık yaşıyorsa bir bildiği vardır diye
düşünürlerdi. Onu uzun süre ortalıkta gören olmaz, yalnız arada sırada derme çatma evinden birçok müzik
aletinden çıktığı belli olan güzel bir ezgi duyulurdu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:65)
“Zavallı Zincoutza’yı tanıdığım günlerde, her yaptığım, her söylediğim onun hoşuna giderdi.
Beceriksizliklerim, şakalarım, derme çatma konuştuğum o yarımyamalak Rumencem bile, onun için bir zevkti.
Her şeyim onu eğlendiriyor, güldürüyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:146)
“Bağ boyunca belirli aralıklarla serpiştirilmiş derme çatma kuleler, ihtiyar dut ağaçlarının ardında
görünen beyaz badanalı bağevi, nihayet öğretmenlerin oturmakta olduğu bahçeden gelen uzak, uğultulu sesler
muhakkak ki bambaşka bir atmosfer yaratıyordu. Fakat ben hep İstanbul’da, solan gençliğimde... genç
kızlığımda yaşıyordum.”
(S. İleri, Hayal ve Istırap”, sa:191)
“Kaptan merdivenlerden inerek geldi, Bay’ı selamladı, alıp yukarı çıkardı onu; zemin kattaki avluyu
çevreleyen derma çatma, ama zarif galerilerden geçirdi; sonra her ikisi, peşlerinde saygılı bir uzaklıktan itişip
kakışarak kendilerini izleyen çocuklar, evin arka cephesindeki serin ve büyük bir salona girdiler.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Avcı Gracchus”, sa:89)
“Genellikle, tahtadan derme çatma kulübemin çatılı varendasında otururdum. Kulübemin ön kısmında,
bir duvarın yerine, olağanüsütü güzel örtülmüş bir cibinlik geriliydi, bir ustabaşından, demiryolumuzun
topraklarından geçeceği bir kabile şefinden almıştım.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:18)
“Şimdi betondan ve kara Ankara taşından, stadium’un sade ve gündüz yapısının yükseldiği yerde, o
vakit, çam tahtalarından, derme çatma birtakım tribünler vardı. Şimdi, yeşil çimenle örtülü saha, o vakit, boş,
çıplak ve yalçın bir çöl parçası idi ve üstünde civar köylerden, kasabalardan gelmiş bir alaca halk yığını
kaynaşıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:171)
“Subaylar, Bekir Çavuş’un işaret ettiği yerde derme çatma bir çadırda oturmuşlar, bir şeyler yiyorlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:183)
“-Nerede şimdi Şişko Ahmet aga?
Reha bey, sanki onların kahyası imiş gibi cevap verdi:
-Nerede olacak, zavallıcık ihtiyarladı. Beş, on yıl öncesine gelinceye kadar rahmetli Kavuklu
Hamdi’nin ortaoyunu takımı ile dolaşıyor, onlara zurnacılık yapıyordu. Fakat şimdi, derme çatma köy
düğünlerine, pehlivan güreşlerine gidiyor; arada sırada da yanına bir macuncu alıp sokak sokak sürükleniyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:168-9)
“Annemlerin oturduğu yer, orta halli bir siteydi. Babam kıt kanaat maaşıyla bir yapı kooperatifine üye
olmuş ve uzun yıllar para ödemişti. Onca yıl sonunda da derme çatma bir daire sahibi olabilmişlerdi. Ev ilk
teslim edildiğinde, ıslak duvarlarından dolayı elektrik düğmeleri çarpıyor, tuvalet tıkanıyor, odaları karıncalar
basıyor, doğramalar şiştiği için kapanmıyor, kapılar arasından böcek geçecek kadar çatlıyor, mutfak dolabının
altından su geliyordu. Ama balkona çıkınca önünde uzanan deniz manzarası insana her türlü sıkıntıyı
unutturuyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:422)
“En aşağı yetmiş yaşında vardı. İri yapılı, kuru ve eski modaya göre şakaklarında lüle lüle örülmüş ak
saçlarıyla çirkin bir kadındı. O diyar senin, bu diyar benim diye gezip tozan bir İngiliz karısı gibi, ne giydiğine
aldırmaz bir durumda, tuhaf ve derme çatma bir giyimle omlet yiyor ve yalnızca su içiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:132-3)
“Derma çatma yeni inşaat(lar)la yaralarını sarmaya çalışan mahallenin her şeyiyle yeni, fazla boyalı, bu
yüzden de inandırıcılıktan uzak kahvesinde, sevgilisinin ailesini tanıyan birilerine rastlayabilmek ümidiyle
saatlerce oturup onunla bununla gevezelik etti.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:69)
“Yedi ay önce karla kaplı olan toprağı şimdi dikenler, yaban otları sarmıştı. Barakalar gene aşağıda,
kıpırdanan insanlar arasında duruyorlardı, ama artık sarıya boyanmış tahtaları, derme çatma damları ve küçük
pencereleriyle yüzleri Refik’e yabancı gelmiyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:342)
“Yüzyıllardır akmayan orası burası kırık eski çeşmeler, kenar mahallelerdeki eski camilerin ya da artık
farkına varılmayan büyük camilerin çevresinde kendiliğinden oluşuveren derme çatma dükkanlar...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:45)
“Şalimar Bahçesi’ndeki insanlar paniğin pençesine düşerken, Abdullah karısı ve oğullarının yanına,
Firedevs’in bahçenin bir köşesine kurduğu küçük, derme çatma, gözlerden uzak doğum alanına koştu. Mahzun
yüzlü karısı yere oturmuş bebek Numan’ı emziriyor, Yanındaki Pandit Pyarelal Kaul ve Hoca Abdül Hekim de
başlarını eğmiş, Pampoş’un cesedinin başında dikiliyorlardı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:112-3)
“Pierre’le Eve, basamakları derma çatma, tozlu bir merdiveni tırmanıyorlardı. Yandaki duvarlar perişan
haldeydi. Böylece iki kat çıktılar. Eve bütün cesaretini toplamıştı. Pierre onun tepkilerini yan gözle kontrol
ediyordu.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:105)
“Tam karşıdan tek atlı acayip bir araba geliyordu; görünüşe göre, askerlerin ellerine geçirebildikleri
derme çatma araçlarla yaptıkları, talika, kabriole ve kaleska arası bir araba.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:387)
“Hiçbir şey öğrenemeyeceğini anlayan doktor, sigarasını tüttürerek sessizce yürüdü. Şimdi Beyazların
topraklarını geride bırakmışlar, Kızılderililerin bölgesine girmişlerdi. Derme çatma, dağınık, sayısı çok olmayan
kulübeler. Hepsinin içi boştu. Bir tek kulübenin girişinde, yere oturmuş, eciş bücüş parmaklarıyla bir hasırın
samanlarını ören yaşlı bir kadın gördü. Belirli bir ustalıkla, hiç bakmadan yapıyordu bunu. Ağzında sönmüş bir
pipo. Ve lifleri ayırıp birleştiren parmakları.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:26-7)
Dermek : Toplamak, bir araya getirmek
“Ofelya / Arthur Rimbaud <Tk.:1958>
III
Ozan der: Gündüz derdiğin çiçekleri gece,
Gelip ararmışsın yıldızların ışığında;
Görmüş: Salınır durur uzun tüller içinde
İri bir zambak gibi sularda ak Ofelya”
(Louis Aragon <1897-1982>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.06.05)
“DÜŞMAN
Üç beş yerine parlak güneşler vuran
Karanlık bir fırtına oldu gençliğim;
Bitik bahçemde yıldırımla yağmurdan
Tek tük pembe yemiştir bütün derdiğim.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:43)
“Gene görünüyor yarin illeri
Başımızda esen sevda yelleri
Yarin bahçesinde gonçe gülleri
Dermesem incinir, dersem incinir”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:602)
“RÜYA
-------lakin yakışıklı şehzadenin gözü sanki
görmüyor onların arzulu gözlerini
o, bu ıtırlı bahçeden
tek bir taze yaprak dermeden
yine öyle sakinlik ve dinginlikle
geçip gidiyor yoluna sevinçle”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
“Çocuk, dererim seni dedi
Kırlardaki nazlı güle;
Gül de ona cevap verdi;
Batırırım dikenimi
Kalır sızısı elinde,
Katlanamam bu acıya,
Küçük, küçücük, pembecik gül
Bir küçük gül kırlarda.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Yaban Gülü’, sa:35)
Dersiz topsuz : Derli toplu olmayan, düzensiz, darmadağınık
“O yaz’ın bu denli dersiz topsuz bir maceraya yol açacağını elbette bilemezdim. Hoş, bilseydim de,
kapılıp gittiğim gençlik aylaklığına yine bağlanacak, yine yenik düşecektim.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11)
Dersleri asmak : Tembellikten ya da aşka düşmüş olmaktan dersleri izleyememe, onları ihmal etme
Bk.: Okulu kırmak
“Öte yandan halktan kızları tavlamak da o kadar kolay bir iş değildi ve uzun süre peşlerinden koşmayı
(dersleri asma pahasına) ve ayrıca günlerce pencereden gözetlemeyi gerektiriyordu, bu da çok sıkıcıydı. Bu
nedenle kızları tavlama hayalleri bir kenara bırakılır ve yoldan geçenlere su atılır ya da kadınlar hedef alınarak
ağza yerleştirilen bir boruyla bezelye fırlatılırdı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:74-5)
Ders mers olmamak :
Ders de yok, benzeri şeyler v.b. de yok
“Yanına yaklaştığımda, artık ders mers yok, dedi, başka bir söz çıkmadı ağzından. Sonra geldi, sofrayı
kurdu...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:93)
Ders vermek : İntikam almak, hıncını almak; Göstermek, öğretmek
“Bay Gross, küçük patron, kadının oğlu, bu arada kadının arkasında duruyor, ona bir şey söylemeye
çabalıyordu. Onu dinleyen yoktu. Kendinden geçmiş bir halde kadının kolunu çekeledi. ‘Ve annesi’ onu bir
kenara itti ve boğuk, erkeksi bir sesle bağırdı: ‘Ona bir ders vereceğim. Burada kimin borusu öter göstereceğim
ona!’”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:315)
Dert dökmek : Birine derdini yanmak
Bk.: Dert yanmak
“Bunun üzerine anasına babasına derdini dökmek niyetiyle kalktı, Colombier sokağındaki eski eve
gitmek yürekliliğini gösterdi; artık o her bulduğu ilacı deneyen, dahası, kocakarı ilacından bile yardım uman
umutsuz hastalara dönmüştü.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Sokağı”, sa:85)
“Yemeğin ortalarında Prens Andrey dirseğini masaya dayadı, çoktan beri içinde taşıdığı bir derdi
birdenbire dökmeye karar vermiş bir kimse gibi Piyer’in onu hiç görmediği sinirli bir tavırla söylemeye başladı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:65-6)
Dert etmek, etmemek : Gereksiz yere, olayları büüyütüp kendine sorun yaratmak, yaratmamak
“Annene anaokulunun aptalca bir zaman kaybı olduğnu söyledin, o da bir daha oraya git diye ısrar
etmedi. Sonra ailen Irving Caddesi’ndeki eve taşındı, ertesi eylülde anaokuluna başladığın zaman artık okula
gitmeye hazırdın ve annenden uzak kalmayı hiç dert etmedin.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:118)
“Sonra sadede gelip, el yazmalarını oradan nasıl götüreceğimi konuştuk ve sonuçta iki büyük bavula
koymaya karar verdik. Bir saate yakın zamanımızı aldı ama sonunda her şeyi bavullara tıkıştırmayı başardık.
Kuşkusuz bütün bunları gözden geçirmenin biraz zaman alacağını söyledim. Sophie bunu dert etmememi
söyledikten sonra bana zahmet verdiği için özür diledi.”
(P Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:16)
“Cosimo, çok inatçı olduğundan, verdiği kararı değiştirmek istemiyordu: Fransızları dostça karşılamıştı,
bunca değişikliğe ve umulandan çok uzaklaşılmasına karşın onlara ihanet etmeyi kabul edemiyordu. Hem,
söylemem gerek, yaşlanmaya başlamıştı ve ne bir yanı, ne de öbürünü kendine pek dert etmiyordu.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:219)
“GÖLGESİNİ YİTİREN ADAM
---------------------------------------Ama bu iş neden rahatsız ediyor seni?
Bence gölge öylesine yararsız ki.
Değmez dert etmeye.
-Anımsamaya çalışıyorum
Ama gücüm yok, isteğim de yok belki.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:163)
“Hernan paketle dışarı çıktı.
‘Bir şey değilmiş,’ dedi. ‘İstersen seninle birlikte eve gidip yerleştiririm.’
Albay Hernan’ın önerisini reddett.
‘Borcum ne kadar?’
‘Onu dert etme albay,’ diye yanıtladı Hernan, grubun içindeki yerini alarak. ‘Ocakta horoz ödeyecek
onu.’ ”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:41)
“Köylerden söz ettiler ve Cate Dino’yu bu yaz köye götüremediği için üzüldüğünü söyledi öylesine.
-Hiç dert etme, -diye sözünü kesti Pippo,- daha dün oğlan bana çok sıkıldığını ve okula gitmek
istediğini söyledi. Çocuktur bunlar...”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:190)
Dert kumkuması : Dertlerin toplandığı yer, dert yumağı
“Şimdi siz sabır taşı olacak, bizim derdimizi dinleyeceksiniz. Bizde dert bir çok, bir çok ki, başımızdan
aşkın. Ormancı demek, dert kumkuması demektir. Ormancıya köylü düşman, keçi düşman, partiler düşman,
ocaklar, bucaklar düşman, hele bizim gibi küçüklere herkes düşman...”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:26)
Dertlenip ofla(n)mak : Şikayet, ahüvah etmek; oflanmak
“Gene yürekten dertlenip oflandı taze:
-Büyük bir uygarlığın çöplüğe dönüşü, ah.
Kimler ne buldular diye gözlerini üstümüzden almadan bizi bir sınadılar.”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:12)
Dertleri şeytan başına : Allah derdinin üstesinden gelsin, şeytana havale edilsin
“Tanrı korusun seni! Hele sevgilinden, en çok ondan; ne kadar suçlu olursan ol! Kadınlar öyledir ki
birader, dertleri şeytan başına, hiç değilse bunları bilirim ben!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt IV, sa:147)
Dertleşmek : Başbaşa oturup birbirinin problemlerini konuşmak, paylaşmak
“Anlaşıldığına göre, o da benim gibi meteliksizdi. Başbaşa vererek dertleştik. Bill usta bir ev hırsızının
niçin bazen furgonlarda yolculuk etmeye gerek duyduğunu açıkladı. Little Rock’da bir hizmetçi kızın ihanetine
uğradığından alealecele sıvışmak zorunda kalmıştı. ”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:105)
Dertop edilmek, olmak : Vücutça içine çekilmek, tostoparlak yusyuvarlak olmak
“Aslanlar göğüslerini yere dayayıp iki ayaklarını uzatmış, dinleniyorlar; bir yandan da, beyaz
kayalardan yansıyarak güçlenen gün ışığının parıltısı altında, gözlerini kırpıştırıyorlardı. Başka aslanlar
sağrılarının üstüne oturarak gözlerini önlerine dikmişler, öylece bakıyorlardı. Ya da gür yelelerinin içinde yarı
kaybolmuş, dertop olmuş, uyumaktaydılar.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:381)
“Deborah bir süre sonra kendine geldiğinde uyuşmuş bir haldeydi. Bir yatakta yattığını, çıplak
gövdesinin altında buz gibi soğuk, ıslak bir çarşafın serili olduğunu ayrımsadı. Üzerine de bir başka çarşaf
örtülmüş ve o da sımsıkı gerilmişti. Sonra iki çarşafın arasında dertop olduğunu, gövdesini saran başka çarşaflar
da olduğunu gördü.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:61)
“Ama bu sabahki kadar üstüne abandığını hatırlamıyordu. Tezgahın altında dertop oldu ve başını
göğsüne yaslayıp bir süre öylece kaldı. Dünya batmıştı. İçindeki vızıltıdan ve üstündeki korkunç kanat
çırpmasından başka bir şey duymuyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:36)
“Bazen yüreği sıkışıp, dertop olup boğazına kadar yükseliyor ve nefes almasını engelleyecek bir
yoğunluğa erişiyordu. Sankş bir an daha geçerse patlayacakmış gibi hissediyordu kendini, sanki bir yanardağ
oturuyordu göğsüne.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:13-4)
“... geceliği içinde o vurdumduymaz haliyle kapıda Rosa Cabarcas belirdi. Hiçbir şey söylemedi.
Bakışlarıyla felaketin bilançosunu çıkardı ve kızın kafasını kolları arasına gizleyerek bir salyangoz gibi dertop
olduğunu gördü: Kız dehşet içindeydi ama sapasağlamdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:90)
“Bunun bir soygundan başka bir şey olmadığı inancıyla, sağ elindeki iki yüzüğü güçlükle çıkararak
arabanın penceresinden dışarı fırlattı; ‘Alın, başınıza çalın’ diye geçiriyordu aklından. Ama sol elindeki iki
yüzüğü çıkarmasına fırsat kalmamıştı. Koltuğun arkasında dertop olmuş olan Maruja ise, küpeleriyle takım
oluşturan elmaslı ve zümrütlü bir yüzük takmış olduğunu aklına bile getirememişti.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:9)
“Duvarın dibinde, dizlerini yukarıya doğru çekmiş, garip bir biçimde dertop olmuş bir halde yan
tarafına yatmış olarak buldum harcanmış Bartleby’i. Ama hiç kıpırtı yoktu..... derin bir uykuda gibiydi.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:73)
“Ama ben, annemin gösterdiği Balbec sahilinin, denizin ve güneş doğuşunun ardında, annemin
gözünden kaçmayan bir acı içinde kıvranarak, şişko bir kedi gibi dertop olmuş, pespembe, muzip burunlu
Albertine’in, Mlle Vinteuil’ün arkadaşının yerini aldığı..... Montjouvain’deki odayı görüyordum.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:544)
“Hafifçe öksürerek boğazını temizledi. Astım başlayacak gene, diye düşündü. Marcelle, yatağın üzerine
dertop edip bırakılmış, en ufak bir kıpırdanmayla yayılan, buharlaşan ağır, tatsız bir kokuydu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:159)
“Baldini’nin atölyesinin arka tarafında bir kerevet gösterilmişti kendisine; eski velinimeti soğuk
Seine’in sularına öyle boylu boyunca uzanmış giderken de işte burayı yer edinmeye başlamıştı. Haz içinde
dertop olmuş, kene gibi büzülmüştü. Uyudukça içinin derinliklerine daldı, daldı, bir tören geçidiyle gönlünün
kalesine girerek orada kendi şerefine verdiği, kokulardan oluşan bir zafer cümbüşü, tütsü dumanlarının mür
ağacı buhurlarına karıştığı devasa bir şenlik düşledi.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:91)
“Seringel, işini bırakıp hızla döndü:
-Sus ulan Kaşalot!.. Uyuyor.
-Ne uykusuymuş bayram sabahı? Nerde uyuyor? Sakın şu dertop yatan ayı, senin Osman Ağan
olmasın?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:81)
“ ‘Yaz tatilinin ilk günü bu,’ dedi Susan. ‘Ama gün hala dertop edilmiş durumda. Akşam üzeri
platforma <tartışma odası, toplantı> adımımı atana dek onu incelemeyeceğim. Tarlalardan gelen serin yeşil
havanın kokusunu alana dek onu koklama iznini bile vermeyeceğim kendime.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:44)
“Kendimi iyi hissediyorum. İyileşmek için bana A vermeniz için ne kadar sıradan olabileceğimi merak
ediyorum. Sıcacık, kıvrılıp dertop olmuş benliğimden dışarı çıkmak istemiyorum. Kendimi heyecanlı bir hatıraya
dalarak sakinleştirmeyi yeğlerim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:274)
Dertsiz başını derde sokmak : Hiç yoktan başına dert almak, bela sarmak
“<Sancho>Çok merak ettim şu hayvanı; görmek istiyorum. Fakat eyere ya da terkiye bineceğimi
ummak karağaçtam armut beklemeye benzer; ben kendi eşeğimin üstünde güç bela duruyorum, hem de semeri
kuştüyü gibi yumuşak olduğu halde; bunlar kalkmışlar yastıksız, mindersiz, tahta bir atın terkisine binmemi
istiyorlar. Olur iş mi? Tanrı da biliyor ya, bilmem kimin sakalını yok edeceğim diye dertsiz başımı derde
sokamam doğrusu. Herkes kendi başının çaresine baksın, kendi sakalını kendi tıraş etsin.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:645)
Dertsiz tasasız olmak : Mutlu yaşamak; bir derdi, problemi olmamak
“ ‘Dertsiz tasasız kim var? İnsanın ‘bu konu da çok canımı sıkıyor’ demediği gün olur mu? Benim de
kendime göre derdim olduğunu bilirsiniz; sizinkine benzemez ama, sizinkinden kolay da değil. Dünyadan el etek
çekip balta girmemiş ormanlarda dolaşmak ya da beyaz karıncaların yuvalarında gecelemek deliliktir’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:133)
Dert yanmak : Acı acı şikayet etmek, derdini dökmek
“Komiser, bir gün onu mahalle karakoluna çağırdı..... Birinci defaya mahsus olmak üzere karakolda
Tevfik’e temiz bir sopa çekti. Bir daha İmam’ın kapısında görür, kadınlara dert yandığını işitirse, vücudunda
kırmadık kemik bırakmayacaktı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:22)
“-Sevgili kuzenim, bakıyorum, bugün keyfiniz yerinde. Neşeli olmak iyidir, dedi Lidiya Yegorovna.
-İyidir, iyidir... Ha, ne diyordum? Güzel perimiz sabah sefası yapıyor, demek ki. Profesör ile ben de
banyomuzu aldık, kahvaltımızı yaptık, dostları ziyarete çıktık. Bizim profesörle başım belada, kuzenim, size
biraz dert yanayım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:43)
“Fedor Pavloviç hiç vakit kaybetmeden evinde bir harem kurdu; içki alemleri yapıyor, boş
zamanlarında ili bir baştan öbür başa dolaşıp gözyaşları içinde, sağa sola kendini terkeden Adelaida
İnavovna’dan dert yanıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:6)
“Victor yatmaktan hoşlanıyor, şarkı söylüyordu. Bir gün, kitaplıkta eski bir hindistan cevizi buldu, tam
kırmaya başlayacağı sırada, Pécuchet çıkageldi:
‘Hindistan cevizim!’
Dumouchel’in anısıydı! Paris’ten Chavignolles’e getirmişti, öfkeyle kollarını kaldırdı. Victor gülmeye
başladı. ‘Dostum’ dayanamadı artık, oturaklı bir şaplakla odanın ta dibine yolladı onu, sonra heyecandan
titreyerek, Bouvard’a dert yanmaya gitti.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:282)
“MEPHISTOPHELES, etrafına bakınarak. - Ben şimdi kime dert yanayım? Kazanılmış hakkımı bana
kim geri verecek? Sen ihtiyarlık demlerinde aldatıldın ve bunu hak ettin. İşlerin son derece fena gidiyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa.327)
“Burada ağladım gizlice
Mutsuz, yalnız talihime
Dert yanarak doğan güne,
Beni bilmeyen kalabalıktan
Çekildim bir kıyıcığa.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Sevdalı’, sa:56)
“Hani denilebilirdi ki: ‘Sen kendin köpek soydaşlarından dert yanıyorsun, pek önemli sorulara ilişkin
susmalarından yakınıyorsun, onların itiraf ettikleri ve pratikte değerlendirmek istediklerinden daha çok bilgi
sahibi olduklarını ileri sürüyorsun, nedenini ve hikmetini de kuşkusuz açığa vurdukları bu susuşları yaşamı sana
zehir ediyor, senin için kullanılmaz duruma sokuyor, bu yaşamı değiştirmek ya da onu terketmek zorunda
görüyorsun kendini…’ ”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:228-9)
“Çerçi Halil işin farkında idi; ikide bir karısına dert yanıyordu:
-Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim
yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği
yetmiyormuş gibi şimdi de bağrımı bit yiyor.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183)
“Herkes dert yanıyor. Kahvedekilerin hepsi bir ağızdan, ‘bu ölümdür’ sözünü söylüyorlar.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:109)
“Alberto istemeye istemeye içiyordu, gaz midesine dokunuyordu. Konuşmaktan kaçınıyordu, adamın
yine dert yanmaya başlamasından korkuyordu; çevresine bakındı. Lama ortalarda görünmüyordu, stadda
olmalıydı. Öğrenciler serbest olduğu zaman, hayvancağız Kolejin öbür ucuna kaçardı. Dersler sırasında, ağır,
uyumlu adımlarla çimenlerde gezerdi. Arana’nın babası hesabı ödeyip, Paulino’ya bir bahşiş bıraktı. Derslik
binası seçilemiyordu, yolun ışıkları hemüz yanmamıştı; sis yere kadar inmişti.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:260)
“Bay Brooker’ın para ve malvarlığı soruşturmasından neden kaçtığını, neden Kamu Yardım
Dairesi’nden bir yardım parası aldığını anlamıyordum. Başlıca zevkleri, önlerine gelene dert yanmaktı. Bayan
Brooker saatlerce yakınırdı; sanki sedirin üzerinde üst üste aynı şeyleri dile getirerek mızırdanan yumuşak bir
yağ yığını gibiydi.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:29)
“Bir fakih, babasına dert yanıyordu:
‘Vaizlerin o güzel sözleri beni hiç etkilemiyor. Çünkü onlarda, sözlerine uygun davranışlar
göremiyorum. Kur’anda buyurulmuştur ya: ‘Halka iyilik etmeyi emreder de, kendi kendinizi unutur musunuz?’
............... Hani körün biri, bir gece çamura düşüp: Müslümanlar!’ demiş, ‘yoluma bir kandil tutun!’ Yolsuz bir
kadın da bunu duyunca:
‘Ey kör,’ demiş, ‘kandille neyi göreceksin?’. İşte tıpkı bunun gibi, va’az meclisi bezci dükkanına
benzer, para vermeyince mal alamazsın.’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:120-1)
“Paytoncu Osman Ağa ortaya dert yanıyordu:
-Bu bizim eşşek milletimize hiç acımayacaksın!.. ‘Ay başında toplanmasın da bayramda toplansın.
Elleri bolanır,’ dedik. Neyine gerek senin? Topla!.. Nerden bulurlarsa bulsunlar. Ulan hergeleler!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:119)
Derviş : (FARS MYTH.) : Fakir, zavallı; Tarikatlerden birine girmiş kimse; (Mec.) İşini Tanrıya bırakmış,
kanaat sahibi kimse (Çoğul: Dervişan); Derviş-i abapuş; aba giyinmiş derviş; Derviş’i dilriş : Gönlü yaralı
derviş; tuvanger ü derviş : Zengin ve fakir herkes
“Neyine cüppe, mest, yamalı hırka?
Kötülükten sakınman yeter sana...
Külahın Azeri, Tatari olmuş,
Gerekmez bu kaygı derviş olana!”
“Hükümdarın biri dervişlere aşağılar bir gözle bakardı. Dervişlerden biri de sezdi bunu:
‘Ey sultan!’ dedi. ‘bizim bu dünyada ordumuz, askerimiz yoktur, ama dirlik bakımından sizden rahatız.
Ölümde de eşitiz, ahrette de üstünüz.’ ” .................... “Dervişlerin yolu zikir <Hatırlatmak, dilden ve gönülden
Tanrı adını ve hakikatini yakın tutmak>, şükür <Tanrı nimetlerine teşekkür>, hizmet <Tanrıya kulluk,
büyüklere karşılıksız hizmet>, ibadet <Tanrı’ya kulluk etmek>, cömertlik <(İyilik için mal, mülk vermek>,
kanaat <Az’la yetinmek>, tevhid <Tanrı’yı ‘bir’ bilmek; tevekkül <tedbirle birlikte Tanrı’ya güven ve
bağlılık>, teslim <İkinci derecede tevekkül: itiraz etmeden Tanrı’ya boyun eğmek; ve tahammül <Maddi
manevi her tür acıya katlanmak> yoludur. Bu nitelikleri taşıyan kimse, zenginler gibi kaftan da giyse gerçek bir
derviştir. Ancak boşboğaz, beynamaz, havasından hevesinden vazgeçmeyen, gününü şehvet peşinde geceye
ulaştıran, gecesini gaflet uykusunda gündüze bağlayan, önüne konanı yiyen, ağzına geleni söyleyen insan, yoksul
abası da giyse, derviş olmaz!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:99;126-7)
Deryadil : Çok konuşkan, hoşsohbet
“Bu çiftliğin sahibi Mister Pilkington, mevsimin gerektirdiğine göre vaktini kah balık tutmakla, kah
avla geçiren çok deryadil bir adamcağız idi.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:41)
Deryalarda gemisi batmak : Çok derin düşüncelere dalındığında, o kişiye dışardan söylenen sözcük
“Gitmesi gerekti. Şayet bir aksilik çıkarsa malları bırakır kaçardı. Kaldırdı mı tabanları, tazı gibi
koşardı. Sıkıysa yetişsinler. ‘Emme de o zaman da dile düşerdi. Mallarını goyup gaçmış derler’... İki ucu batık
bir değnek...’
‘Deryalarda gemin mi battı ula?’ dedi Boz Ömer. ‘Ne düşünüyon goyu goyu?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:26)
DESCARTES, René : (FEL.) (1591-1650) C a r t é s i a n S c h o o l : Modern Düşünce’nin kurucusu ve
temsilcisi; ‘Aklın İdaresi İçin kurallar’ <Regulae ad Directionen Ingenii>, ‘Felsefenin İlkeleri’ <Principio
Philosophiae>; ‘Yöntem Üzerine Konuşma’ <Discours de la Methode> ‘Metafizik Düşünceler’ <Méditation
Metaphysique> adlı kitapların yazarı
“Prensip ve gayeleri;
(1) Bilim’lere bir t e m e l kazandırmak;
(2) Geleneksel dini öğretilerde yeni ‘bilim’ görüşünü uzlaştırmak;
(3) Ö r n e k : F e l s e f e de, Matematik gibi sağlam bir ‘yöntem’ ve ‘temellere’ sahip olmalıdır.
F e l s e f e s i n i n t e m e l y ö n l e r i : ‘Y o ğ u n b i r e y s e l a ç ı’ :
‘Ben,’ diyerek konuşmalı; k u ş k u’dan ......kesinliğe gidilmeli; ‘Varlık’tan değil, özne’den alın!
Metafiziği : A k ı l c ı’dır. Ona göre, insan aklının iki yetisi-gücü vardır:
(a) Sezgi : Özel’dir; akıl yürütenlere yol gösterir, Matematik’te olduğu gibi birtakım d o ğ r u’lar,
açık ve seçik öyle algılanır: Cogito er go Sum! = Düşünüyorum, öyleyse varım!
(b) Tümdengelim : ‘Tam k e s i n l i k l e b i l i n e n, d o ğ r u’lardan yapılan zorunlu çıkarımdır.
K u ş k u l u o l a n h e r ş e y r e d d e d i l i r.
Y e t k i n l i k düşüncesi = Tanrı : Y e t k i n V a r l ı k. : “Nedenle sonuç kadar gerçekçil
olduğundan, T a n r ı v a r d ı r!’ Y e t k i n l i k düşüncesini insan kendi yaratamaz. İ n s a n zihnine bunu
veren, kendisi yetken bir varlıktır.”
Dış dünyada mevcut d ü ş ü n c e, ‘duyum’ ve ‘izlenimlerin nedeni’i , sırasıyla : i n s a n, T a n r ı
ve dış dünyada mevcut n e s n e’lerin bizzat kendileridir. R u h , her zaman d ü ş ü n m e ile özdeştir.
VARLIK , Aralarında hiçbir ortak nokta olmayan iki töz: m a d d e ve r u h’den ibarettir; madde : yer kaplar,
düşünmez; ruh: yer kaplamaz, düşünür. DAVRANIŞ : 3. şahıs açısından gözlemlenebilir -ya da olmayabilir-:
D a v r a n ı ş’ın, s e ç m e, k a r a r v e r m e, ve i s t e m e gibi entellektüel bir temeli de vardır.
‘Davranışsal’ olmayan zihin halleri de var olabilir , maamafih bunların, insanın davranışı üzerine ‘n e d e n s e l’
bir etkisi olamaz ( e p i - f e n o m e n a l davranışçılık’) . Descartes’ın felsefesi , m e t a f i z i k s e l bir öğreti
olarak, i k i c i l i ğ e (düalizm), yani içsel - dışsal : z i h i n s e l - f i z i k s e l dünyalarına karşı çıkar.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:237)
Despot :
Monark, müstebit, bir topluluğu ya da devleti tek başına, yumruk altında idare eden kişi
“Halası Fabrice’e:
‘Prensin sana öyle büyük bir hayranlığı, sevgi ve saygısı var ki,’ diye yazmıştı, ‘pek yakında gözden
düşebilirsin, sakın şaşırma, eli kulağındadır. Öyle sık sık seni görmemezlikten gelmeye başlayacaktır,
saraylıların acımasız hor görmeleri de onunkileri izlemekte gecikmeyecektir. Bu küçük despotlar, ne kadar
namuslu ve dürüst olurlarsa olsunlar, tıpkı moda gibi ve aynı nedenler yüzünden çok değişkendirler: Bunu da can
sıkıntısından yaparlar.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:536-7)
Deste deste : Desteler dolusu, çok sayıda
“Benim dostum gelişinden bellidir
Ak elleri deste deste güllüdür
Güzel seven yiğitler de bellidir
Melil, mahzun gezer iller içinde” (Melil: Melül, neşesiz, kederli)
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:275)
Desteksiz atmak : Rastgele konuşmak, tam kanıt veremeksizin ithamda bulunma, palavra atma (Argo)
“DELİ -... Sol partiler, faşist örgütlerin yasaklanmasını istiyor... Göreceğiz... Emniyet Genel Müdürü
cesur operasyonları nedeniyle övgülere boğuluyor... Ve kısa bir süre sonra da emekli ediliyor.
MÜDÜR - Hayır yüzbaşı... Bunlar sizin yüklediğiniz anlamlar... Bırakın da ben anlatayım... Biraz
desteksiz attınız...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:82)
Destur : Geçmek için izin istemek; yakın dostlar, büyüklerle yapılmış bir aile toplantısından ayrılmak için izin
rica etmek; Bir yere bulaşık suyu dökerken ya da idrar yaparken, cin çarpmasın diye ondan izin isteme sözcüğü
“Aynalı Küp, yine kahkaha savurarak:
-Vay anam, vay... Ulan, gece yarısı, destursuz <abdestsiz, izinsiz> harmancı çadırlarına uğradık diye bu
kadar kıyamet koptu be!... Ya yanlışlıkla Sulukule’ye uğramış olsaydık... Kimbilir kaç araba kötek yerdik!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:247)
“ ‘Bana destur Emir Sultanım.’
‘Biliyorum, kalmayacaksın. Biliyorum, benim yanımdan da hiç ayrılmak istemiyorsun. Biliyorum o
kuşu buluncaya kadar benimle birlikte aramayı da kuruyorsun. Ben de senin gibi düşünüyorum, tıpkı senin gibi.
Ama kalamayacaksın burada. Aşağıda çadır kurmuş Bedevilerin seni beklediklerini, eninde sonunda seni
öldüreceklerini biliyorsun. Haklısın.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, sa:266)
“ ‘Destur ağam! Destur bacım!’
Destur’u duyanlar, birbirine daha fazla yapışıyorlar, zorla yanlarından bir ayak basacak kadar yer
açıyorlar.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:78)
Deş : ROMAN’ların dilinde on rakkamı
(Argo)
“-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler
var.
-Üyle <öyle> ise dinle sayayım!
-Kulağım sende, başla! ............
-On’a çıktık mıydı, deriz: deş
-Pekala... anlaşıldı... Sizin dil, gerçekten şuradan buradan devşirme bir dilmiş...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:162)
De temps en temps : (FR.,ZAMAN,KOLL.) <dö tan, an tan> : Zaman zaman, fıesat düştükçe = From time
to time, occasionally (İNG.)
DETERMİNİZM : (FEL.) (İNG: Determinism, FR.: Determinisme, ALM.: Determinismus)
Modern Türkçesi : BELİRLENİMCİLİK
“E v r e n’de olup biten herşeyin bir n e d e n s e l l i k bağlantısı içinde gerçekleştiğini, fiziksel
evrendeki ve dolayısıyle de insan’ın tarihindeki tüm olgu ve olayları mutlak olarak nedenlere bağlı olduğunu,
o nedenler tarafından k o ş u l l a n d ı r ı l d ı ğ ı n ı savunan anlayış. Evrendeki her sonucun, her olayın
gerçekte bir nedeni ya da nedenleri bulunduğu görüşü; doğa’nın nedensel yasalara tabi olduğu ve evren’de hiçbir
şeyin nedensiz olmadığı düşünce.
Sonucun, ‘dış’ ya da ‘fail’ tarafından belirlenmesinde olduğu gibi: ‘nedensel belirlenim’den; bir
organın fonksiyonu’nun kısmen, bütün bu organizmanın ihtiyaçlarıı tarafından yani parçaların ‘bütün’ tarafından
belirlenmesinde olduğu gibi: yapısal belirlenim’den; araçların amaçlar ya da erekler tarafından belirlenmesi
anlamında : teleolojik belirlenim’den; bir sürecin onu meydana getiren karşıt, fakat özsel bileşenlerin iç
çatışması ve sonrası sentezi tarafından belirlenmesi anlamında: diyalektik belirlenim’den söz edilebilir.”
DESCARTES, ‘bilgi görüşü’nde, gerçek bir akılcı, hatta ‘apriorist’ ve ‘doğuştancı’dır. Tasarımsal bir
a l g ı t e o r i s i benimsedikten ve algılanan her ne ise ‘zihinde’ olduğunu söyledikten sonra, ide’leri, fikir ya
da düşünceleri, ‘dışardan gelen olgusal ide’ler’ <ideae adventitiae), zihin tarafından, ‘imgeleme dayanarak
oluşturulan ide ya da düşünceler’ <ideae factitiae> ve ‘doğuştan getirilen düşünceler’ <ideae innateae) olarak
üçe ayrılır. Bunlardan açık ve seçik olan, bizi bilgi’ye götüren ide’ler, yalnızca ‘doğuştan’ düşüncelerdir.
Y a n l ı ş problemi söz konusu olduğunda ise, Descartes, insanda yanlış’a neden olabilecek iki yeti
olduğunu söylemiştir: A n l a m a yetisi ve i r a d e .”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:124;240)
De trop : (FR.,KOLL.) : <dö tro> : Çok fazla = Too much, too many (İNG.)
Deukalion : (YUN. MYTH.): “Tanrılar tanrısı Zeus, insan soyunu yok etek amacıyla yeryüzünü sular altında
bıraktığında, yalnızca Deukalion ve karısı Pyrrha, bu cezanın dışında tutulabilecek kadar dürüsttürler. Karı
koca bir gemi yapar ve dokuz gün sular üzerinde dolaştıktan sonra Teselya’da bir tepede karaya çıkarlar.”
ZEUS’un bu kadar gaddar olamayacağını ima eden başka bir mit de şudur: Prometheus’un oğlu Deukalion,
Epimetheus’un kızı Pyrrha ile evlenir. JUPITER’in, insanlığın bozulmasıyla öfkelenip yarattığı tufan’dan,
Parnassus’’un tepesine çıkarak kurtulan Deucalion ve Pyrrha, Themis’e, insanlığın yok olmaması için ne
yapmaları gerektiğini sormuşlar ve Themis’in <12 orijinal Titan deiti’den en sulh ve düzen sevicisi, Japetos’un
eşi> arkalarına taşlar atmalarını salık vermesi üzerine karı-koca bunu yapmışlar ve insanların geri
dönebilmelerini sağlamışlardır: Deucalion’un attığı taşlar e r k e k, Pyrrha’nın attığı taşlar insanları k a d ı n
şeklinde geri döndürtmüştür.
“Henüz umut kesilecek derecede şarap buharına karışmamış aklını bir süredir topluyor gibi görünen
sevgili üstadım, kadehini doldurup ayağa kalkarak:
-Filozof efendi, dedi, şerefli önerilerinizi bütün yüreğimle kabul ediyorum. Siz olağanüstü bir
ölümlülüsünüz. Emrinize hazır olmaktan onur duyarım, efendim. Çok değer verdiğim iki şey var, sofra ve yatak.
Sırayla, bilgin kitaplar ve lezzetli yemeklerle dolu sofra, ruha ve bedene destek görevi görür; yatak, zalim aşka
olduğu gibi tatlı dinlenmeye de yakışır. Deucalion’un oğullarına yatağı ve sofrayı veren kişi kesin olarak
Tanrısal bir adamdır. Evinide, beyefendi, bu iki değerli şeyi bulursam, bana babalık eden kişi olarak ölümsüz bir
övgüyle adınızın ardından gider, değişik ölçülerde Grekçe ve Latince şiirlerle kutlarım sizi.”
(A. France, “Kraliçe Pédoque Kebapçısı”, sa:41)
deus est in pectore nostro : (DİN,KOLL.) <De’us est in pek’tore nostro> : Göğsümüzde-kalbimizde daima
bir uluhiyet - tanrılık vardır = There is a divinity in our hearts (OVID, ‘Epistles from the Pontus,Vol.III, sa:93)
(İNG.)
deus ex machina : (LAT.;COLL.) <Di’ıs eks mekina> : Makinadan ilah; (EDE.) Çok olumsuz bir
durumda doğal olmayan şekilde gelen yardım. Eski Yunanlıların dramalarında, herhangi bir düğümü çözmekte
zorlanılmış idiyse, bir tanrı ya da tanrıça, bir makine üzerinde yeryüzüne indirilirdi, böylece, problemi çözmek
için süpernatürel bir kudrete başvurulurdu
“ ‘Makina’dan Tanrı’ diye ifade edilebilecek olan ve bir güçlüğü, bir problemi çözmek için, yapay ve
gereksiz bir biçimde, Tanrı’ya da doğru olmayan bir nedenin gündeme getirilmesi tavrı ve özellikle de,
gündeme getirilen g ü ç için kullanılan ve eleştirel bir anlamı olan Latince bir terim.”
(Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:241)
deus sive natura : (FEL.) <Di’ıs sive natu’ra> : SPINOZA tarafından savunulan p a n t h e i s t görüşte,
T a n r ı ile D o ğ a’nın özdeşliğini dile getiren Laince deyim: T a n r ı y a d a Doğa’
deuteragonist :
ouynayan aktör
(YUN.,TİYAT.)
<diyu’ter’agonist> : Eski Yunan tiyatrosunda, ikinci önemli rolü
deuterai ousiai : (FEL.,YUN.) <diyu’terai osiai> : ARİSTOTELES Felsefesinde, i k i n c i d e r c e d e n
t ö z’lere, t ü r’lere, yani b i r i n c i dereceden t ö z’leri şu ya da bu t ü r’den kılan ö z’lere verilen Yunanca
isim.”
deuterocanonical : (DİN; HIRIST:,MUS.) <diyu’tero’kanonikıl> : Kilisece, sonradan ya da ikinci
derecede muteber sayılan kitaplara dair; Deuteronomy : <diyu’terenomi> : Tevratta beşinci kitap: ‘tesniye’ :
övme ya da yerme kitabı
Deuteronomi : (MYTH.): Hıristiyanlıkta ‘on emir’i içeren kitapların beşincisi; ‘Ahdi Atik-Eski Ahid’de 2.
kitabın 21-23 ve 24. bölümlerinin tekrarının olduğu kitap
“A
4
-Şapkalarımızı nereye koyarsak orası evimizdir
Yaşlı başlarımız evimiz,
Kendi yakamozuna göz kırpan gözler,
Ne Venedik Işıkları’nın şöleni ne de
Son Yemek’in ışığı
Sakallarımızın tanıdıklarıdırlar ; Onun
Deutoronomi Yıldızları bizimledir,
Hep bizimledir”
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
DEUTSCHLAND, Deutschland über Alles : (ALM..COĞR., TAR.,MUS.) <Doyç’land; Doyç’land über
Alles> : ALMANYA; Alman milli marşı (HAYDN’ın bestesi)
Dev; Devasa, Devcileyin : Gayet iri, bazen iyilik bazen kötülük yapan masal kahramanı. ‘Çok büyük, iri,
yüksek, yüce’ eşdeğerliklerinde kullanılır; Deve benzer, dev gibi
“SEN MAVİ KITASIN
Sen mavi kıtasın, yeşil şiir
benim aşkımı kırmızı gülümsemeyle bana anlatan
benim aşkımın şarkısını söyleyen
Devasa bir ruh ve kara parmaklarla.”
<El Sueno oscuro, 1994>
(Blanca Andreu<d.1959>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.98)
“ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA
----------------------------------------------------Zorluyordu bordadan Argo’yu sert akıntılar
dört yanda kabaran öfkeli dalgalar
patlarken kayalıklarda; dokundu bir an tekne
gökyüzüne dev bir sarkıt gibi, derken
boyladı denizin dibini...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:22)
“Tolstoy ve Dostoyevski’yi, Hawthorne ve Melville’i, Flaubert ve Stendhal’i ikiniz de seversiniz; ama
Gwyn, Henry James’in devlerin devi olduğunu, onun yanında bütün öteki romancıların cüce gibi kaldığını
savunurken sen yaşamının bu dönemecinde James’e tahammül edemiyorsun.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:101)
“YOLCULUK IV
--------------------Büyür müsün hep, selviden çok yaşayan, taze
Kalan dev ağaç? - Ama, özene bezene biz,
Birkaç taslak derledik doymaz defterimize
Uzaktan gelen şeye hayran kardeşlerimiz!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:261-3)
“Robert Langdon ayağa kalkıp, adım atmaya başladı. <Washington D.C.’de... yerin yüzlerce metre
altına inen sarmal bir merdiven.> ‘Ve bu merdiveni şimdiye dek gören olmamış?’
Langdon içini çekti. Devasa bir taşla kapatılan mezar. Kitab-ı Mukaddes’te geçen İsa’nın mezarı
tanımına giriyordu. Bu karmaşık arketip hepsinin atasıydı.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:236)
“Bu sözlerden sonra, üstüne yürüyeceği şeylerin dev değil yeldeğirmeni olduğunu anlatmak için
yırtınan seyisine kulak vermeden Rocinante’yi mahmuzladı; gözleri o kadar dönmüştü ki, seyisinin
söylediklerini dinlemiyor, tam önlerine geldiği halde, yeldeğirmenleri göremiyordu.
‘Durun hain ve alçaklar!’ diye bağırdı avazı çıktığınca. ‘Sadece bir şövalyedir karşınızdaki!’ O sırada
usul bir rüzgar başladı, kanatlar harekete geçti. Şövalye bağırmayı sürdürdü:
‘Dev Briareos <Eski Yunan mitine göre ‘Gök’le ‘Yer’in oğlu, elli başlı, yüz kollu dev. İsyan ettiği için Deniz Tanrısı
Poseidon tarafından denize atılmış, tanrılar tanrısı Zeus tarafından da Sicilya’daki Etna yanardağına bağlanmıştır. > gibi yüz kolunuz
olsa da, layığınızı bulacaksınız.’ ” ….. “Şövalyeyim ben.. Behey sefil dangalak! Siz ki hayatınızı böyle şeyler
arasında geçirmişsiniz, asıl sizin işinizdi bunu bilmek. Ama isterseniz şu anda şu altı değirmeni dev haline
getirin; sırayla ya da toptan karşıma çıkarın; hepsini eşek cennetine yollamazsam, o zaman dilediğiniz kadar alay
edin benimle.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:48-9;133)
“Paylaşılan emzik
Kardeşim İsaac dahil, benden hoşlanan bütün bebekler emziklerini uzattılar bana. Kandırıyorlar insanı,
kollarını sallıyorlar, emzik tükürükle parlıyor havada, sonra birden bakmışsınız devasa kaygan lastik emzik
ağzınızın içinde, bebekse neşeyle kıkırdıyor.”
(Yu-Han Chao-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.20.08)
“Gemilerin ışıkları nehrin üzerinde bir aşağı bir yukarı oynaşıyordu. Daha Batı’da, nehrin iç
kesimlerinde dev kentin yeri gökyüzünde uğursuz uğursuz belli oluyordu; gün ışığında toplaşan, yıldızların
altında korku salan bir parıltı.” ..... “ ‘Aşağılayıcı yakarışlarını, aşağılayıcı korkularını, rezil arzularının devasa
boyutunu, ruhunun kötülüğünü, sancısını, fırtınalı ıstırabını hatırladım.’ ”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:34;168)
“İri Ev
------Karakışın dev soluğundan
Yediden yetmişe
Korur bizi
Dev yapılarımız”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:30)
“THE NİGHT OF LOVELESS NIGHTS
<Aşksız Gecelerin Gecesi>
-----------------------------------------------Biri anlattı bana, yitmişken buzlar içinde
Dağların kargaşasında, tüm okyanuslardan uzakta,
Bacası hiç tütmeden, hiçbir yere çarpmadan geçtiğini
görmüştü
Bayraklarla donanmış dev bir geminin.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:100)
“Atlantis
---------göğün keteni gibi açılan, dokunulmamış,
devasa, akışkan bir soluk. Baharın başı,
yeşil için henüz çok soğuk, çok erken
adam olması için”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“Karayel! Ventoux Dağı’ndan aşağıya her zaman beklenmedik ve olanca gücüyle esen, toz kaldıran,
ırmak vadisinde öfkeli bir boğa sürüsü gibi uğuldayan bu rüzgarın kükreyişinde ve öfkesinde, Olympos’lu
Zeus’u anımsatan bir şeyler vardır..... Bir anda üstünüze çullanır, sözcükleri ağzınıza tıkar, bağlar arasında derviş
gibi dönen pek çok toz burgacının oluşmasına yol açar. Ama bu doğagörünümüne aittir, nasıl devler peri
masallarının ayrılmaz bir parçasıysa o da buranın ayrılmaz parçasıdır; Provence’lılar bu rüzgara hiç pabuç
bırakmazlar.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:449)
“Scaccabarozzi Devlere at yakalamayı öğretiyordu, ama oradaki atlar sadece Müneccim Krallar’ın
atlarıydı, ve iki-üç talimden talimden sonra az kalsın hayvanlar ruhlarını Tanrı’ya teslim edecekti, onun için
eşekler üzerine talime geçilmişti. Hatta böylesi daha iyi olmuştu, çünkü anırarak çifte atıyorlardı, enselerinden
yakalamak dörtnala koşan bir atı yakalamaktan daha zordu, ve Devler artık bu sanatın ustası olmuştu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:429)
“ ‘Aferin Adso,’ dedi kütüphaneci. ‘Gerçekten de bu resimler, mavi bir kazın üstüne binilip gidilen bir
derede balık avlayan doğanların, gökyüzündeki atmacaların ardına düşen ayıların, güvercinlerle birlikte uçan
istiridyelerin ve üç devin tuzağa düşürülüp bir horoz tarafından yendiği o ülkeden sözediyor.’ ” ..... “ ‘Bizler
cüceleriz,’ diye onayladı William, ‘ama bu devlerin omuzlarına çıkmış cüceler. Küçüğüz, ama kimi zaman
ufukta onlardan daha uzağı görebiliyoruz.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:123;133)
“Derken, sıra pis pis bahis tutuşmalarına geldi. Kafalarını şarap küplerine daldırıp susamış
hecindeveleri gibi durmadan, habire içiyorlardı. Dev gibi bir Lusitanyalı, her kolunda bir adam taşıyarak,
masaları dolaşıyor, bir yandan da burun deliklerinden ateşler çıkarıyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:16)
“Siyah taş ocağın üzerindeki kahvedenlikte kahve suyu kaynıyor, yanı başında yanan içyağından bir
kandilin ışığı kömür ateşinin mavi aydınlığıyla birleşerek insanla hınca hınç dolu loş odayı bir tuhaf titreşimlere
boğuyor, dinliyecilerin gölgelerini devcileyin boyutlarda duvarlara ve tavana yansıtarak hayaletimsi devinimlerle
donatıyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:143-4)
“Yırtıcı bir kuşa benzemiş, sivri ve pervasız bir atmaca başıyla donatılmıştı: Bedeninin yarısı karanlık
bir yerküresinin içindeydi, sanki devcileyin bir yumurtaya benzer küreden sıyrılıp çıkmak için savaş
veriyordu; geri planda ise mavi bir gökyüzü seçilmektedyi. Uzun uzun resmi incelerken bu kuş bana gitgide,
düşümde gördüğüm o renkli armaymış gibi geliyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:116)
“Yaşamımı zorlaştıran, onu netameli duruma sokan, hatta çirkin bir soruna dönüştüren ne varsa, sabah
vaktinde işte öylesine yükseltir sesini, devcileyin karşıma gelip dikilir.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:30)
“SAVAŞ
--------Büyük bir şehir battı sarı dumana,
Attı kendini sessizce uçuruma.
Ama O, durur korlu enkazların üstünde devasa,
Kızgın göklere sallar meşalesini üç defa.”
(Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09)
“Kasımdan nisana kadar altı aylık mahpus hayatım sırasında sevgili Tuna’mı tek bir kere, Noel’de
görebilmiştim. Oysa ben, kışları, dondan taş kesilmiş ya da buz yığınlarıyla bir dev savaşına girişmiş o uçsuz
bucaksız beyaz kuşak üzerinde hüzünlü düşlere dalmayı ne kadar severdim.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:53)
“Nefsime hakim olacağım diye uğraşmıyorum. Nefse hakimiyet, tinsel varlığımdan saçılan sonsuz
sayıda ışınların rastgele bir yerinde etkili olmayı istemektir. Ama çevremde böylesi çemberler çizmem
gerekiyorsa, o zaman benim için en iyisi bunu bir eylemde bulunmaksızın, şaşkınlıkla devasa düzeni ağzım açık
seyrederim sadece ve bu seyrin bana e contrario <Ita.: Bütünlükle karşıt içinde> vereceği güçten faydalanırım, o
kadar.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:31, sa:25)
“Yaşlı kadın ulu bir çınarın altına oturmuş, iki gündür yerinden pek kıpırdamamıştı. Kimbilir kaç asırlık
dev ağacın altında, kahverengi deriden yapılmış sert valizinin üstüne tünemiş durumda, öylece bekliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:9)
“Kendimi Sunarım
---------------------Boğazda bir köprü. Manhattan.
-Manhattan sokaklarında çocuklar yok-.
Tikal’de sırtüstü bir gece.
Yerliler Puerto Plata’yı gözlüyor
Isabel tepesinden. O sesizlik.
Canon’un kızıl derisi altında
gizlenen devasa yerliler.
Bütün Hollanda’ya ışık saçan bisikletler.
Camide diz çökmüş bir adam.”
(Antonio Lopez<d.1981>-Olcay Öztunalı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.08)
“ ‘Otuz saniye içinde İslam’ın suçudur diyeceksin.’
‘Hayır Nidal, öyle demeyecektim. Din konunun bir unsuru <öge’si> sadece. Bence din sorun da değil,
çözüm de. Ama içini rahatlatmamı bekleme. Etrafımızda olup bitenler beni rahatsız ediyor. Tepeden tırnağa
örtünmüş tüm o kadınları, sarıklı şahsiyetlerin devasa fotoğraflarını ve şu sakal ormanını seyretmek hoş mu
sanıyorsun?’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:322)
“Tırtıl böceğine benzeyen güçlü bir romorkörün çektiği dev vapur, görkemli bir şekilde, ağır ağır
limandan çıkıyordu. Kıyıya, mendireğe, pencerelere biriken Havre halkı da, birdenbire kendini ulusal duyguya
kaptırarak, ‘Yaşasın Lorraine!’ diye bağırmaya başladı.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:188)
“EVİN HALLERİ
Evin yalın hali
İster cüce, ister dev
Camlarında perde yok
Bomboş, ev.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:30)
“Odanın kapıya yakın kısmındaki devasa masada ise, yemek sonrası olsa gerek, hafifçe yağlanmış ve
pembeleşmiş yanakları parlayan üç doçent oturmuş kahve içiyorlardı. Bird, üç adamı da sima <yüz, çehre>
olarak tanıyordu. Adamlar, Bird’ün üniversitesinde ondan daha kıdemli olan geleceği parlak araştırmacılardı.
Bird haftalar boyunca kendini içkiye vurduğu için raydan çıkmamış olsaydı, o üç adamla aynı kariyer
basamaklarını tırmanabilecekti.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Sorun”, sa:56)
“Mösyö Darbédar sigarayı tercih etti. Birazdan yapacağı konuşmayı düşünüyordu. Pierre’le
konuşurken, bir dev, bir çocukla oynarken nasıl zor duruma düşerse, aklı başında olduğundan dolayı sıkıldığını
hissediyordu. Kendinde taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt çeviriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:52-3)
“Baldini’nin atölyesinin arka tarafında bir kerevet gösterilmişti kendisine; eski velinimeti soğuk
Seine’in sularına öyle boylu boyunca uzanmış giderken de işte burayı yer edinmeye başlamıştı. Haz içinde
dertop olmuş, kene gibi büzülmüştü. Uyudukça içinin derinliklerine daldı, daldı, bir tören geçidiyle gönlünün
kalesine girerek orada kendi şerefine verdiği, kokulardan oluşan bir zafer cümbüşü, tütsü dumanlarının mür
ağacı buhurlarına karıştığı devasa bir şenlik düşledi.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:91)
“Sahilde dinsel bir tören ya da bir panayır vardı, dev bir kalabalık ne olduğunu çıkaramadığım bir şeye
doğru akıyordu. Ortalık, deniz kıyısında korkuluk duvarı üzerine uzanmış başıboşlar, ıvır zıvır satan veletler,
dilencilerle kaynıyordu. Ayrıca bir sıra da motorlu bisikletliler vardı.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
“Kentin bu eski mahallesinde, hastaneden geriye yalnızca kayıt odası ve morg kaldı. Buna karşın yıllar
da, belediye meclisleri gibi gelip geçiyor, çıkarlar dalgalanıyor..... kentin tehdit edici homurtuları başka yerlerde
de yükseliyor ve uzmanların dikkatlerini ‘üretken’ nüfusun yoğunlaştığı, dev gibi yatakhanelerin dikildiği başka
semtlere çekiyor.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizigisi”, sa:12-3)
“Gerçekten böyle bir anı kolay kolay unutulamazdı. Harlov’a benzeyen birine yaşamım boyunca bir
daha raslamadım. Gözlerinizin önüne dev gibi bir adamı getirin! Kocaman gövdesinin üstünde boyunsuz,
korkunç, bir az da eğri duran bir kafası vardı. Hemen gür kaşlarından başlayan sarımtrak kır renkte bir yığın saç,
kafasında dimdik duruyordu.” ..... “Üstü başı darmadağınık, giysileri paramparçaydı; öyle ıslanmıştı ki her
yanından dümen tütüyor, üstünden sular süzülüp döşemenin üzerine akıyordu. Karşımda, avludan fırlayan o dev,
diz çökmüş duruyor, ölecek gibi ‘Ah! Oh!’ çekiyordu. Bu korkunç dev kimdi? Harlov’du!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:12;75)
“Kocaman yelkenleri ve devasa ağırlığı ile gemi bu sularda görülen her şeyden daha muhteşemdi. Bu
yüzden de -tam da kralın istediği gibi- kralı simgeliyordu. İskoç gemi ustasına, ‘Senden güçlü bir gövdede, cesur
bir yürek isitiyorum,’ demişti Christian.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:75)
“PRELÜD : Düşüncelerimin
üstünde bir gölge asılıydı.
-----------Düşüncelerimin üstünde bir gölge asılıydı,
Issızlık diyelim, ya da düpedüz terk edilme.
Hiçbir tanıdık şekil kalmadı benimle,
Ne ağaçların hoş görüntüleri,
Ne denizin, gökyüzünün, yeşil kırların rengi;
Ama insanlar gibi yaşamayan devasa,
Güçlü şekiller usul usul kımıldanıyordu
Gün boyu kafamda,
Geceleri ise dadanmıştılar rüyalarıma.”
(William Wordsworth<1770-1850>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.11.09)
“A
4
Dev bir havai fişek
Irmağın ışıkları,
(Atlar dönüyor)
Gel, git
Ve rıhtım pırıldıyor
Tepenin bir ışığı altında”
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
“Bu arada Amerigo Vespucci’nin ünü devasa boyutlara ulaşmış durumdadır. Herkes hala yanıldığından
ve Hindistan’ı batıda keşfetme hayali gözlerini kör etmiş olduğundan, gerçeği ilk fark eden o olmuştur: Burası
bir Mundus Novus’tur, yeni bir dünya, başka bir kıtadır….. Zaman her şeyi gösterecektir. Kaldı ki diğerleri gibi
altın ya da para uğruna açılmamıştır denizlere, sadece keşfetmenin keyfi için açılmıştır.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:72-3)
Deve; Devede kulak kalmak; Deve yapmak : Çölde ‘olmazsa olmaz’ taşıt aracı; Bu problem, diğerlerinin
yanında ihmal edilecek derecede küçük kalır; Olayı büyütmek; Çalmak
“Dünya beni zeki bir genç, yıldızı parlayan yeni bir eleştirmen olarak görüyordu, ama ben kendimi
yaşlanmış, tükenmiş hissediyordum. Şimdiye kadar yaptıklarım devede kulaktı. Öylesine eften püften şeylerdi ki
bir üfleyişte yıkılırdı.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlüsü 3-, sa:15-6)
“Langdon, sekizgen şeklin estetikle değil, sembolizm’le ilgili olduğunu biliyordu. Hıristiyanlıkta sekiz
rakamı, yeniden doğuşu ve yeniden yaratılışı temsil ediyordu.. Sekizgen, Tanrının cennet ve cehennemi yarattığı
altı günü, Sebt için bir günü ve Hıristiyanlığın vaftizle ‘yeniden doğdukları’ veya ‘yeniden yaratıldıkları’
sekizinci günü temsil eden bir hatırlatmaydı (Re-enkarnasyon). Langdon’a göre San Giovanni Vaftizhanesi,
Fransa’nın en göz alıcı binalarından biriydi, ancak oraya yapılmış olması büyük bir haksızlıktı. Bu vaftizhane
dünyanın başka bir yerinde ilgi odağı olurdu. Ama burada, iki dev kardeşinin yanında devede kulak kalıyordu.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:293)
“ ‘Seni sevdiğimi biliyorsun, Chester. Bilmyor musun bunu?’
‘Evet tatlım; tabii biliyorum,’ dedi Chester. Doğruydu bu. Bundan gerisinin de önemi yok, diye
düşündü Chester. Rydal Keener’in o saçma sapan, devede kulak gözdağı çok gerilerde kalmıştı bile. ‘Hadi
soyun,’ dedi. Colette soyundu.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:158)
“Daha önce, belki de o başsağlığı mektubunda, son kez Geırg’u Rusya’ya göç etmeye ikna etmek
istemiş, hatta özellikle Petersburg’da Georg’un çalışma alanındaki başarı imkanlarını araştırmıştı. Verdiği
rakamlar Georg’un halizhaırdaki işinin kar oranına göre devede kulaktı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:96)
“Vakıa pek eskiden yollarda, mahalle aralarında, seyir yerlerinde oba çingenelerinden de arasıra, tek tük
çalgı çalan, türkü söyleyen ve göbek atanlar vardı, vardı ama onlar pek de devede kulaktı ve öz çalgıcı, İstanbul
çingenelerinin yanında, berikilerin adları bile okunmazdı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, önsöz)
“Bedevi’nin <çölde oturanlar, çöl sakinleri> büyük sevgilisi devesidir...... Eski bir Arap şarkısı,
Bedevi’nin sevgili arkadaşını şöyle över:
‘Çöle ayak basar, ilerler deve. Tabut tahtası kadar sağlamdır o; butları sıkıdır ve yüksek kale kapısına
benzer. Kaburgalarındaki ip izleri, çakıl dolu kuru gölleri andırır; ona dokundumu insan, törpüye dokundum
sanır. Yunanlı yapımcının yapıp da kiremitle örttüğü su bendi gibidir o...”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:256)
“Fakat Bird’ü karşılayan bebek yoğun bakım ünitesi doktoru, Bird’ü aşağıdaki sözcüklerle anında geri
püskürtüverdi:
‘Sen neden kendi çocuğunun ölümü için sabıırsızlanıyorsun? Bu hastaneye yatış ücreti devede kuılak
kalır. Sağlık sigortası var değil mi? Her neyse, çocuk biraz güşsüzleşti ama yaşamaya devam eiyor. Gerçek bir
baba gibi davranmayı bir an öğren!’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:151)
“Oratoryenlerin sultası altında geçirdiği on iki yıllık sert bir çatışmadan sonra, diplomalarla donanmış
olarak, Arras’ya döndü ve hemen baroya yazıldı. Teyzeleri evlenmişti, büyükbabası ölmüştü; devede kulak
kabilinden miras payını aldı ve kızkardeşi Charlotte’la, Saumon sokağına yerleşti, sonra Cizvitler sokağına
taşındı.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:18)
Deve’den büyük fil var : ‘Çok gubarlanma (böbürlenme) padişahım, senden büyük Allah var!’ misali,
herhangi makamdaki birinden daha yükseklerde daha başkalarının olabileceğine kinaye
“Bir ara:
-Terbiyesiz herif, diye homurdandı. Deve:
-Müdür mü?
-Savcı.
-Pardon. Herif kazık kaktı Müdüriyete be...
-Ama, deve’den büyük fil var!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:298)
Deve gibi göçmek : Ih’mak; tüm ağırlığıyla olduğu yere çökmek
“Hödük kaçmak üzere idi! Kanatlarını açamıyor, gagasını tutturamıyor, inen silleler altında nefes
alamıyordu. Şimdiye kadar meydanı bırakmayışına herkes şaşıyordu. Bu aralık yere bir deve gibi göçtü, oturdu,
dinleniyordu. Ömer’in kazı işi bitirivermek için tepesinde horozlanmış, kanat indiriyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Küs Ömer”, sa:93)
Deve inadı : Çok ısrarlı inat
“Dedi ki: ‘Deve inadıdır bu! Başa çıkılmaz. Bir inat etmesin, ölünceye kadar yerinden kıpırdamaz.
Gelecek yıl gelin, burada kemiklerini bulursunuz. Kes, öldür, kımıldamaz.’ ”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi”, Karacaoğlan, sa:97)
Devekuşu midesi : Her ne bulduysa çöplenen, sürekli yiyen, işkembe gibi midesi olan
“Şehvet konusunda böylesine bir devekuşu midesiyle, insanın damak zevki gelişmiş, incelmiş biri
olamayacağı, yalnızca açgözlü ve obur bir insan olarak kalacağı açıktır. Bunun içindir ki, Casanova tarafından
sevilmek için özel bir tavsiye gerekli değildir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:62)
devenir insipides : (FR.) <dö’vönir en’si’pid> : kabak tadı vermek
devil : (İNG., DİN) <de’vıl> : Şeytan, iblis, cin, ifrit; külhani; delicesine cesur ya da hiddetli kimse; zavallı
kimse; matbaa yamağı; kör şeytan; devil’s advocate : şeytanı korumak, müdafaa etmek, şeytan taraftarı;
devil’s darning needle : iri kanatlı at sineği; devil fish : ahtapot; büyük balık; devil-may care : pervasız,
başıboş; devil’s paint brush : (BOT): İki tür ‘Hieracium’ otu; d.’s tattoo : parmaklarla veya ayaklarla sinirli
sinirli bir yere vurma; devil worshipper : şeytana tapan; between the devil and deap sea : iki tehlike arasında;
give devil his due : kötü ya da sevilmeyen bir adama bile hakça muamele etmek; go to the devil : kahr ol!,
cehenneme git!; like the devil : şeytan gibi; çok çabuk, ayağına tez; printer’s devil : matbaa yamağı; raise
the devil (slang) : kıyameti koparmak; she-devil : çok kötü huylu kadın; şirret kadın, cadaloz; the devil! :
aman! Vay canına! Kör şeytan! The devil take the hindmost : altta kalanın canı çıksın!; there will be the devil
to pay : kıyamet kopacak
(Yeni Rehouse Lügati)
Devirmek : Çalışılacak kitapları ya da içilecek içki şişelerini bitirmek
“O kadar viskiden sonra Harvey’in yere yıkılacağını umuyordum. Boşuna bekliyordum. Benim her
içişime karşılık iki tane içmişti ve hala ayaktaydı. Pek sık olmaz bu. On dakika kadar süren mum yakma
seansında yarım şişe devirmiştik.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:12)
“Sıradan bir insanın bir içkiden aldığı keyfi elde etmek için benim üç dört tane devirmem gerekiyordu.”
(J. London, “İntihar”, sa:200)
Devlet : Rütbe, makam, başarı, zenginlik, kader, kısmet, talih, mutluluk
“Sabiha Hanım kaşlarını çattı.
-Ne demek iistiyorsun, Paşa?
-İstifa ettim.
-Hata ettin. Ne olursa olsun, insan başındaki devleti ayağıyla tepmemeli, Paşa.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:377)
“Rutubetlenir a! Etkisi? O da artacak... Doğal bir şey... Eee, sonra bu herif adama neler yapmaz? Ne
sitemler etmez? Şimdi bile duruşu değişti. Kıskanç değilim, hamd olsun, ama ne yalan söyleyeyim, gönlüm de şu
herifin böyle bir devlete ulaşmasını hiç istemiyor.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23)
“Tanrı bir kısmet <kader, talih> verir cahillere,
Bilginler şaşırır boşuna yere...
Devlete ve mutluluğa kavuşmak
Tanrı’nın yardımıyla olur ancak...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:84)
“ŞİİR
<1972>
Benim için başka devlet yoktur
şiir sonsuza dek kentimdir benim.
Şimdi de onun için hazırlanıyorum
dizelerle çarpışıp genç ölmeye.
Patlamaya hazır atom çekirdeği
mezar taşı gibi üstümde durmakta.”
(Yanko Ninov-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
“Olmaya devlet cihanda
bir nefes sıhhat gibi.”
<Dünyada, sağlıkla alınan bir nefesten büyük mutluluk yoktur!.>
(Kanuni Sultan Süleyman)
Devlet Baba : Halkının gereksinimlerini karşılayan, yaşlı, kimsesiz ve emeklileri koruyan ideal Devlet sistemi
“Ufo, on bir yaşının sonuna kadar Ortadoğu’daki bu Yetiştirme Yurtlarından birinde sessiz sedasız
büyüdü. Babası, dedesi, amcaları, tüm büyükleri ve kardeşleri yerel çatışmalarda öldüğünden kendisinin hiçbir
ziyaretçisi olmamıştı. Devlet Baba, eksik olmasın, yatağını, yiyeceğini ve giyeceğini temin etmiş, üstelik ilkokul
eğitimini de vermişti.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:162)
Devlet kuşu; Başına devlet kuşu konmak : Piyango, beklenmedik yerden gelen talih
Bk.: Cennetkuşu, Hüma
“Bunun üzerine dedi ki: ‘Hay Allah! Hayat fışkıran bir kalbiniz, sanki mermerden oyulmuş bir kafanız
var. Benim için devlet kuşu diyorsunuz; buna göre ne kadar mutlu olmalısınız.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:11)
“Deniz aygırı sudan çıktığı gibi, durmuş onu seyreden boz kısrağa doğru koştu. Bunu gören Koca Yusuf
delicesine sevindi. Mucize gerçekleşiyordu. Artık deniz aygırından bir kulun’u olacaktı. Ne, ne mutluluktu. İşte
devlet kuşu insanın başına konarsa böyle konardı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:17-8)
“Mağdurlar da bucak bucak aranıyordu ya... (!) Hele şu cilve-i kadere <kaderin cilvesine> bak. Meğer
devlet kuşu yakınlarına gelmiş de haberimiz yok.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:159)
Devran : Zaman, talih, kader, kısmet
“UYUSUN DA BÜYÜSÜN
-------------------------------Uyu benim maviş kızım
Dem geçecek devran geçecek
Keloğlan murada erecek
Sökülecek Has bahçe’nin çitleri
Ağlayan nar gülecek”
(Rıfat Ilgaz<1911-1993>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:307)
Devrası gün : Ertesi gün
“-Ben uyurum, dostum! Uyuyamazsam devrası gün ayakta duramam be! Sen çocuk mu oluyorsun?
-Devrası gün ne demek?
-Bizim moruk ertesi güne devrası der de dilim alışmış. Sen ne tuhaf kızsın be! Uyurum uyumam sana
ne?”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:9)
Devreye girmek : Araya girmek, bir işi bitirme konusunda önemli rol oynamak, liderliği ele almak
“Konu komutan tarafından açılmazsa, ya da yeterince çabuk açılmazsa, bunun için ben devreye
gireceğim. Ayağa kalkacağım ve bugünkü infaz konusunda rapor vereceğim.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:57)
Devrim : İhtilal, başkaldırma, inkılap, ayaklanma, eylem
“Şimdilik Mısır üzerinde duracak olursak: Görünüşe göre barışçı ayaklanma laik bir yapıdaydı, iyi
eğitim görmüş ama yıllardır yapılan yolsuzluklar ve diktatörlük rejimi yüzünden işsiz kalan … yirmili otuzlu
yaşlardaki genç insanlar başı çekiyordu, eylemin destekçileri de kadınlar, memurlar, yoksullaşmış işçiler hatta
askerlerdi. Herkes isyancıların olağanüstü coşkusuna ve adanmışlığına övgüler yağdırdı, ama aradan sadece
birkaç hafta geçtikten sonra şimdiden çatlaklar oluşmaya, şiddetli çatışmalar -en son olay Hıristiyanlarla
Müslümanlar arasında oldu- yaygınlaşmaya başladı….. Gerçek bir siyasal yaşam olmadan, örgütlenmiş siyasi
partiler olmadan, tutarlı bir siyasal muhalefet yapma olanağı olmadan geçen onlarca yıl, toplumsal eğitime aç bir
kitle yarattı, ama bu değişimi gerçekleştirecek siyasal enstrümanlar yoktu – öyle olunca da, en azından şimdilik,
ordu yönetime el koydu. <Paul, 10 Mart 2011>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011)
“Devrimin anlamını bilmiyorsunuz. Devrim bütün eski şeylerin sonudur, babalarla oğullar dahil.
Devrim, hanedanların, babadan oğula geçen şeylerin sonudur. Ve eğer gerçek bir devrimse kendini sürekli
yeniler. Her yeni kuşakla birlikte eski devrim silinir ve tarih yeniden başlar. İşte yeni fikir bu, gerçek yeni fikir.
Yıl bir. Carte blanche. Her şeyin yeniden icat edildiği, her şeyin silinip yeniden doğduğu: yasalar, ahlak, aile
her şey. Bütün tutukluların serbest bırakılacağı, bütün suçluların bağışlanacağı.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:210)
“...tüm yazlık villalar ve çiftliklerde anahtarlara el kondu ve demirbaş eşya kaydedildi, biz işçiyiz,
soygun yapmaya gelmedik, üstelik bunun tersini savunacak kimse kalmadı; çünkü hiçbir yerde, ne avlularda ne
salonlarda ve şarap mahzenlerinde, ne ahırlarda ne tavuk kümeslerinde, ne sarnıçlarda ne sulama tanklarında,
hiçbir yerde Norberto’lar ve Gilberto’lar yok, sırra kadem bastılar, kimbilir nereye kaçtılar, kraliyet taburu
kışlalardan kıpırdamıyor, melekler gökyüzünü süpürüyor, bugün devrim var, katılan o denli çok ki.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:313)
Devriye gezmek : Geceleri, bir kentte güvenliği sağlama çalışan kolluk kuvvetleri: Asker, Jandarma, Polis vb.
“Hastalığı, kafasının içini kaplayan bir sisten ileri geliyormuş, doktorlarla, papaz efendi de çare
bulamamışlar. Hastalığı arttığı zamanlar zavallıcık başını alıp yapayalnız, deniz kıyısına gidiyordu. Sonunda da
gümrük teğmeni devriye gezerken onu çakılların üstüne yüzükoyun yatmış, hüngür hüngür ağlarken bulmuş.
Evlenince bu hali geçti dediler.”
(G. Flaubert, “Madam Bovari”, sa:122)
DEWEY, John : (FEL.) <Jan Duvi> : (1859-1952) A l e t ç i l i k felsefe akımı’nın kurucusu ve eğitimci.
Başlıca eserleri: ‘İnsanın Sorunları’ <Problems of Man>, ‘Mantık Teorisi’yle İlgili Araştırmalar’ <Studies in
Logical Theory>, ‘Özgürlük ve Kültür’ <Freedom and Culture>, ‘İnsanın Doğası ve Davranışı’ <Human
Nature and Conduct>, Nasıl düşünüyoruz?’ <How we Think?> . C. Sanders Peirce ve William James ‘in
görüşlerinin bir sentezini yapmış olan D e w e y P r a g m a t i z m’i, mantıksal ve ahlaki bir analiz teorisi
olarak gelişmiştir.
“DEWEY, kariyerine HEGEL’ci bir idealist ıolara başlamış, felsefesi. ‘mutlak idealizm’den ‘Deneysel
Pragmatizma’ya doğru kaymıştır. D o ğ a y ı ve bilen i n s a n z i h n i n i biirbirinden ayıran geleneksel b i lg i anlayışına karşı çıkmış; d e n e y i m’in, çözülecek problemi ortaya koyduğunu, ‘pasif olmayan insanın
Doğa’yı Değiştirme ve Dönüştürmeyi öğrendiğini’ savunmuştur. Onun felsefesinde, d e n e y i m kavramı
esastır; bu, e t k i n, s o s y a l, n e s n e l, d i n a m i k ve s ü r e k l i’dir. Daha ilk deneyimde insan, isitikrar
ve kesinsizlik , fiili olanla ideal olan kutuplarıyla karşılaşır; o aynı zamanda n i t e l i k l e r i, t a r i h l e r i ve
o l a y l a r ı yakalar; bu Doğa’nın temel nitelikleridir. İ n s a n z i h n i Doğa’nın bir parçasıdır; d ü ş ü n m e
insanı b i l g i e d i n me’ye yöneltir. T a s a r ı m, v a r s a y ı m l a r problem çözümü için araçtırlar
DEWEY, ‘Kültürel değerlerin eleştirisi’ olarak gördüğü FELSEFE’yi, METAFİZİK’ten ayırır. Bu
eleştiri için gereken haritaların: Varlık’ın, Varoluş’un genel özelliklerini ortaya koymuştur.
Ona göre DİN, değişmez doğmalar ve ahlak kurallarını, inançları, bir görüşe bağlamak, hapsetmektir.
Din’in dogmaları, Doğaüstü olmasalar bile, ‘Doğalcılığa’ ayjırı olabilir. DİNDARLIK, ‘Doğa’nın, her tür ideal’
in kendisinden çıktığı kaynak ve o olmaksızın amaçlar peşinde koşmanın başarıya ulaşamayacağı koşullardır.
SİYASET : ‘F a ş i z m’ ve ‘K o m ü n i z m’ başaşağı edilip, D e m o k r a s i’nin, geleneksel l i b e r
a l i zm’i r e f o r m’dan geçirilerek, ‘Laissez faire, laissez passer’ : <Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin>
ekonomik prensipleri yeniden inşa edilmelidir.
EĞİTİM’de, çocuğun yaratıcılığı ve bağımsızlığı, d e n e y’lere yöneltilmelidir. Esas, f o r m a s t i k
ve r o m a n t i k bir form ve içerikte olmalıdır: ÖĞRETMENLİK, öğrencilerle birlikte çalışan bir rehberlik
olarak benimsenmelidir zira, e ğ i t i m = g e l i ş i m. BİLGİ görüşleri : ‘Dışardan gelen bilgi ve fikirler’
<ideae adventitiae>; ‘beynin imgelerinin yarattığı bilgiler’ <ideae factitiae> ve ‘Doğuştan gelen fikirler’
<ideae inatae>, insanı ‘doğru’ya götürür, ama bu ‘a n l a m a y e t i s i’ de herkes için sınırlıdır, i r a d e
ise sınırsız bir güçtür. YAŞAMADA AMAÇ : Esas, m u t l u l u k’tur. Bunun iki türü vardır :
(1) : Salt kendine bağlı şeyler: b i l g e l i k, e r d e m, ö l ç ü l ü l ü k;
(2) : Dış Dünya’nın sınırlandırması : ş a n, ş e r e f, z e n g i n l i k . Bunu üç yolda yapar :
I. Kişi, ne yapıp yapmaması konusunda ‘sağlam’ bilgisine ulaşmak için bir çaba sarfeder;
II. K a r a r l ı olması, o l u m s u z arzulara boyun eğmemesi;
III. T ü m i y i l e r i g ö r ü p, benimseyip, ‘k ö t ü l e r i istememeyi öğrenmesi’ ”.
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:246)
Deyim(i) yerindeyse : Eski Osmanlıcadaki ‘Tabir caizse’nin karşılığı: ‘Eğer bu terimleri kullanabilirsek’, ‘bu
anlamda’, ‘başka bir deyişle’ bağlamında
“Mavi artık şu noktada Siyah’ın varlığını kabul edemiyor, bu yüzden de yadsıyor onu. Siyah’ın odasına
girdi, orada tek başına Siyah’ın, deyim yerindeyse, yalnızlığının mahremiyetinde durdu ya, artık o noktanın
karanlığına gösterebildiği tek tepki, onu kendi yalnızlığıyla takas etmek.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:67)
“Adamın biri, Hölderlin’in deliliğinin düzmece olduğunu, Fransız Devriminden sonra Almanya’yı
etkisi altına alan sersemletici siyasal tepkiye karşılık ozanın dünyadan elini eteğini çektiğini ileri sürmektedir.
Kulenin içinde, deyim yerindeyse, yer altında yaşamıştır.
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:122)
“Müthiş bir lüks, böylece Cézanne ülkesini dolaştık: hemen hemen her köşesi hazırda bekleyen birer
Cézanne tablosu. Cézanne, deyim yerindeyse, tablolarını doğadan tuvaline geçirmeden önce, o resimleri habersiz
yakalayarak ben onun bizzat başlattığı teknik sorunları daha iyi anlamaya başladım. Ama Aix -nasıl desem,
yozlaşmış demeyeyim, ‘ressam’ dolu - yani turist.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:176)
“Gezgin dilenciden serseriye kadar, bu ırk saflığını katıksızlığını korur. Ceplerdeki keseleri keşfederler,
yelek ceplerindeki saatlerin kokusunu alırlar. Altının, gümüşün onlar için bir kokusu vardır. Bazı saf
burjuvaların, deyimi yerindeyse, keriz gibi bir görünüşleri vardır. Bu adamlar, bu burjuvaları sabırla izlerler. Bir
yabancı, bir taşralı önlerinden geçerse bir örümcek gibi titrerler.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:244)
“Bunun yerine, çatışmalar başlar başlamaz yerel ihtilaf <anlaşmazlık>, deyim yerindeyse, daha geniş
çaplı ihtilaflarla iç içe geçti. Muradın hasımları < düşman, karşıt, muhalif> silahlandılar, hızla gelişen
bir siyasal harekete katıldılar ve bir gün, ülkeye hakim olan kaos ortamından faydalanıp, eski evi işgal
ettiler.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:157)
Deyu deyu; Deyü deyü : Diye diye, diyerekten
“Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyü deyü
Çıkmış İslam bülbülleri
Öter Allah deyü deyü
Ne dilersen Hak’tan dile
Kılavuz ol doğru yola
Bülbül aşık olmuş güle
Öter Allah deyü deyü”
(Y. Emre, “Seçme Şiirler”, sa:27)
De(y)yus : Pezevenk, karısının diğer erkeklerle düşüp kalkmasına göz yuman (Argo)
“Durana: ‘Ağzına tükürdüğümün gavatı!..’ diye yerlere tükürüyordu. Karılar anlamadan bakıyorlardı.
Böyle tükürmeye başladı mı, birkaç gün yüzü gülmezdi. Bir tatlı yemek yenmezdi evde...” ..... “İkide bir,
‘Ağzına tükürdüğümün gavatı’ diye sövüyordu giderken. ‘Adamım diye gezer köyün içinde! Halbuysam,
adamlık kim o kim? Böyle deyyusları bir de köyün başına geçirirler! Ağzına tükürdüğümün gavatları!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:16-7)
“Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende
olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum.
Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı. Pis
ellerini, ceplerine soka çıkara bana yalan söyledi.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179)
“ ‘Memleketi mantara bastıran kalontor’u, candarmalar arasında, kelepçeli elleriyle görmek istiyordu.
Yalnız görmek mi? Yanlarında getirdikleri çürük domates, yumurta, patates, çakıl taşlarıyla bir güzel
donatacaklardı. ‘Deyyus, kendine müfettişler müfettişi süsü verir miydi?’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5)
“Spiker ‘Miraflores çıyanına’, ‘Venezuelalı pislik’e sövüp sayıyordu, hem de bir ibne’den söz ederken
vermesi gereken tınıyı vererek. Başkan Romulo Betancourt’un Venezuela halkını açlığa sürüklemekle kalmayıp,
üstelik ülkesine uğursuzluk getirdiğini söylüyordu. Daha geçenlerde, Venezuela Hava Yolları’nın bir uçağı kaza
yapıp altmış iki kişinin ölümüne neden olmamış mıydı? O deyyus istediğini yapamayacaktı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:33)
“FORD - Ne nimet benim için sizinle tanışmış olmak. Ford’u bilir misiniz efendim.
FALSTAFF - Bırakın şu kaltabanı. Tanımam zavallıyı. Zavallı demek de hata ya. Söylediklerine göre
kıskanç boynuzlu para babası imiş. Karısı bu yüzden pek hoşuma gidiyor. Karıyı deyusun kasasına anahtar
olarak kullanacağım. Ondan sonra başlayacağım sömürmeye.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:59)
Dezabiye (Fr.: Déshabillé) : (GİYSİ) İnce ve süslü sabahlık
“Görüyorsunuz ya, yalnızca kötü kalpli değil, aynı zamanda sömürücüymüş de. O arada Maria’nın
zindana kapatıldığı bütün o süre boyunca işlediği dünya güzeli parçalar arasında muhteşem bir déshabillé vardı
ki hınzır İspanyol dilber onu kendine ayırmaya karar vermiştir.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:52)
dharma : HİNDU dininde, insan davranışlarını yöneten dinsel ve ahlaksal yasa; ‘içlendirilimiş’ <enternalize
edilmiş> değer yargılarının düşünce ve davranışlara sinmiş olan psişe
“Sonra Dr. Jung duraksadı, ben devam ettim: ‘Hindular insanın kendi dharma’sında kısmen doyum
sağlamasının yabancı bir dharma’da tamamen doyum sağlamasından daha iyi olduğunu söylerken aynı şeyi
kastediyor gibi görünüyorlar..... Prof. Jung, sizin sisteminizin Batı dışında, yani psişe<ruh>’nin o kadar
bölünmediği yerlerde işleyebileceğini düşünüyor musunuz? Örneğin Hindistan’da nevrotikler yoktur. Bildiğim
kadariyle Burma’da, Endonesya’da, Tayland ve Çin’de de yok. Sanırım bunun nedeni bu ülkelerin insanlarının
Batılı, Hıristiyan anlamda ‘kişi’ olmamaları.’
Jung, sessiz ve düşünceli ‘Evet,’ dedi. ‘Ve sanırım bu kişilik eksikliği nedeniyle Doğu’nun, her şeyden
önce ‘kişilik’ fikrini yok etmeyi hedefleyen, Komunizm gibi kolektif sistemleri ve Budizm gibi dini sistemleri
kolaylıkla kabullenmesi mümkün oluyor.’ ”
(Miguel Serrano, “C.G. Jung&H. Hesse-İki Dostluğun Anıları”, sa:125)
Dımdızlak (kalmak) : Çırılçıplak, kel; parasız, pulsuz, çulsuz; tek başına, yapayalnız (kalmak)
“Avlunun ortasına atılmış öteki eşkıyalar da aşağı yukarı böyle giyinmişlerdi. Ölülerden birisinin başı
keldi, dımdızlak... Ünlü Kel Eşkıya dedikleri bu olsa gerek...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:226)
“ ‘Kaç para?’ dersiniz, ‘Üç peni,’ der satıcı kız. Sonra cebinizi arar, tarar, nihayet o saçma küçük şeyi
dımdızlak, bir gazoz kapağı gibi tutarsınız parmaklarınız arasında. Satıcı kız burnuyla yoklar durumu. Dünyadaki
son üç peninizi elinizde tuttuğunuzu şıp diye anlar...... Burnunuz havada dükkandan çıkarsınız, oraya da bir daha
adım atmazsınız.’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:10)
“SHANNON (Bir bardak daha su doldurur.) - Para yönünden de biraz kurusunuz galiba.
HANNAH - Öyle. Dımdızlak, üstelik patron da bundan kuşkulanıyor galiba.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:40)
Dırdır etmek, söylenmek : Baş ağrıtacak, can sıkacak şekilde devamlı ve ısrarlı konuşmak
“ADAM : Bütün gece... Ömrüm bir gecedir bayanlar; gece derken şimdi bu sözcüğü bu anlamda
kullandığımı unutmamanızı özellikle rica edeceğim... Evet..... Bütün gece, o... karım... mır mır mır mır mır
konuşur dururdu kulağımda.....hiç boş bırakmazdı beni, çevremde döner dururdu fır fır fır fır, çat önümde çat
arkamda.....dır dır dır dır anlatırdı o gün gelen ya da gittiği arkadaşların yediklerini, içtiklerini, gezdiklerini,
tozduklarını..... dinlerken uyku bastırsa da biraz dalsam, geçsem kendimden, aşkımız öldü mü artık diye zır zır
zır zır ağlar.... ben bütün bütün susunca da, dayanamaz balkona çıkar, ayazında karanlığın hır hır hır hır hırlardı
sabaha dek!”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Sonsuzluk Kitabevi”, sa:655)
“Sonra binadan dışarı çıkar, bir taksiye atlayıp gara giderdi. Yukarı çıktığı zaman, binanın giriş
kapısının anahtarını da bulurdu; kadının dırdırına öfkelendiğinden, son defasında anahtarı bir köşeye fırlatmıştı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:407-8)
“DOKUZ TÜR SUSKUNLUK
Dırdır ederim ha bire şiddetli fiziksel ağrılardan.
Üstlenirim katılığın sır vermezliğini.
Çaresini bulurum tükenmiş solukla soluksuz, yaralı
Kalp-krizlerinin.
Bırakırım bekleme odası suskunluğunda gövedemi.”
(Finuala Dowling<d.1962>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.07.06)
“Ayrıntılarını bilmiyorum ama, işittiğime göre, general karısının sessiz, yumuşak başlı evlatlığı günün
birinde velinimetinin dırdırlarına dayanamamış, kilerin duvarına çivi çakıp bağladığı ipi boynuna takarak
kendini asarken kurtarılmıştı…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:12)
“ ‘Hey, ne dır dır edip duruyorsunuz orada,’ dedi Zebedi. Kulağına çalınan birkaç söz kuşkulandırmıştı
onu. ‘Siz işinize bakın, bırakın Tanrı’yı kendi haline. Ne yaptığını sizden iyi bilir herhalde. Ya Rabb‘im! Daha
neler duyacağım!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:137)
“Bu olay da ayrıca, Kudret Yanardağ lehine iyi bir puvan olmuş, şehir, kadınlar bile, beyefendiye
yerden göğe kadar hak vermişlerdi:
-Doğrusu çok sabırlı bir insanmış!
-Ben olacam da, kürsüde konuşacam da, zilli gelip dırdır edecek ha?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:275)
“RUPRECHT - Vallahi Bayan Marthe, vicdanımız gırtlağımıza basarken açık konuşmak çok güç!
ADAM - Sus artık ukala, dırdır edip durma!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:53)
“BARTLETT, başını sallar. - Arada pek çok şey var. En uygun olan yine benim tasarladığımdır.
Sefere çıkmak… sonra… aradığım şeyle birlikte geriye dönmek… O zaman, eğer insan kadınsa, o inatçı
dırdırlarından vazgeçer…”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:77-8)
“Ve Tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. Haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam
sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden
çocuklar. Ama benim asıl ağrıma giden, Aşağı Bienfield’e gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl
erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:267)
“AZLEDİLEN VEZİR
Bir vezir görevinden alındığında dervişler topluluğuna katılmıştı. Onların sohbetiyle görüşü açılan
vezir sonunda gönül rahatlığına ulaştı. Sultan, bir süre sonra vezirin gönlünü almak isteyip ona yeniden iş önerdi.
Ama vezir kabul etmedi. ‘Azledilmiş olmak, iş başında olmaktan iyidir!’ diye yanıt verdi.
Esenlikle yerinde oturanlar
Köpeklerin ağzını bağladılar.
Kağıdı kalemi atıp bir yana,
Boş verdiler dır dır edip durana!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:56)
“Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini hakime saydığı gün, Koca Ali’yi arkasına taktı. Dükkana getirdi.
Bu adam gayet titiz, gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dırdır söylenirdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:180)
Dırlamboz : Bunak, ne yaptığını bilmeden ukalalık taslayan (Argo)
“TONY, kendi kendine - Üvey babam altı aydan beri bana köpek, köpek yavrusu diye atıp tutuyor.
Eğer istesem şimdi bu yaşlı dırlambozdan öcümü alabilirim. Ama korkuyorum…”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:27)
Dışarda olmak : Yurt dışında, yabancı memleketlerde olmak
“Ömer, ‘Ben de dört yıldır dışardayım!’ diye düşündü. Trenin gürültüsünü dinliyor, sallanıyordu. ‘Dört
yıldır Türkiye’ye adımımı atmadım. Avrupaya kaçtım...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:92-3)
Dıvar : Duvar
“Eski kale, yahutçuğuma, Kabe dıvarı diye bilinmektedir. Kabe dıvarı dememiz şundandır ki, bu dıvar,
Alaeddin-i Keykubat babamızın burada ilk ayak bastığı yere temel alınmıştır. Ayağının tozu temele sıvanmıştır.
O gün bugündür buraya ilk gelen kadir mevlamın her kulu, ayağının tozunu dıvarın dibine çalar. Adet
olmuştur...... Çalmasıylan, bir gelen bir daha gelir.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Duvar Öyküsü’, sa:39)
Dibek : Taştan ya da ahşaptan yapılı büyük havan. Tahıl mamüllerini ve özellikle kahve tiryakileri için ithal
edilen kahve çekirdeklerini kavurduktan sonra dövüp un ufak edimesini sağlamakta kullanılırdı. Sonra, elde
öğütülen, bakır yapılı kahve değirmenleri geldi, en sonunda da elektrikli ya da ‘push-button’ modern aletler.
“ ‘Kusura bakmayın Tanrı misafirleri, misafir umduğunu değil de bulduğunu yer. Bir, ekmeğimiz yok,
hepsini askerler aldı, iki, bulgurumuz, üç, kahvemiz de yok. Harpten önce bir eve misafir geldiğinde bu evde
çifte dibeklerde kahve dövülürdü. Bu evin içi gece gündüz kahve kokardı. Şimdi çay var ama şeker yok. Ekmek
de yok. Ne unumuz, buğdayımız, bulgurumuz, ne de… Neyimiz varsa askerler aldı.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:171)
Dibe vurmak : Yitirmek, deprese olmak, aşırı yorulmak, parası kalmamak, iflas etmek
“Bugün, akıl hastalarının sağlıklı gelişimlerini ve bakımlarını sağlamayı üstlenmiş birçok grup var. Bu,
ileriye dönük çok büyük bir adım. Ruh hastalarının, özellikle hislerinin en aşağı en aşağı olduğu devirlerde
onların takviyelerine gereksinimleri var. Bir kez o denli dibe vurmuşsanız, size gösterilen en ufak bir ilgi, yaşam
gücü sağlıyor.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:211)
“... ne yaptığını bilen bir şefin iki dudağı arasından çıkacak bir emir onları rahatlatacaktı. Onları, içinde
bulundukları bu ciddi durumda, üzerinde iyi düşünülmesi gereken nedenlerle Trujillo’nun kaçırılmış ya da ölmüş
olmasının Cumhuriyet’in yenilenmesi için bulunmaz bir fırsat olduğunu söylemesi yeterliydi. Her şeyden önce
kaos’u, anarşiyi, komünizmin gelişini ya da onun karşıtı ama benzer sonuçlar doğuracak Amerikan istilasını
önlemek gerekti. Eğilimleri ve meslekleri icabı birer vatansever olan onların harekete geçmeleri gerekti. Ülke
dibe vurmuştu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:385)
“Ama artık paramızın sonunda geldik. Öyle diyor annem. ‘Dibe vurduk Bambim. Başka çaremiz yok. O
boktan yere gidip satacağız o arsayı. Hem çok değer kazanmıştır artık. Bizi bir kaç yıl geçindirecek para, bak
işte, gökten zembille geldi. Yine tabii anneannenin zembiliyle.’ ”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:150)
“Sonra okumaya Perraullt’un ‘Öyküler’iyle, Kutsal Tarih’le ve Binbir Gece Masalları’nın çocuklar için
daha arındırılmış bir versiyonuyla devam ettik. Her biri arasındaki değişikliklerden, okuduklarıma karşı duyduğu
ilgiye göre uykusunun farklı derinliklerde olduğunun ayrımına varmıştım. Dibe vurduğunu hissedince ışığı
yakıyor, ona sarılıp horozlar ötene kadar uyuyordum.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:76)
Dibi boylamak : Nehirde, denizde vb. yüzerken, kaza ya da tedbirsizlik yüzünden boğulmak, suyun dibine
gitmek; gemi veya denizaltı batması
“Üniformalarından anlaşıldığı kadarıyla bir grup kayıkçı ya da posta tatarı, delikanlıca bir meydan
okumayla avaz avaz avaz avaz en yakası açılmadık meyhane şarkılarını söylerlerken bir ağaca doğru savrulup
dudaklarında küfürlerle sulara gömüldüler. Yaşlı bir asılzade -kürklü kaftanından ve altın kösteğinden
anlaşılıyordu asil olduğu- Orlando’nun durduğu yerin yakınında, son nefesinde bu şeytanlığı planlamakla
suçladığı İrlandalı asilere lanetler okuyarak dibi boyladı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:48)
Dibi delinmek : Suyu çıkmak, vazgeçilmek, gerçekleşmemek
“RUPRECHT - Bırak baba! Buraya gel! Ah cadı ah! Onu böyle küplere bindiren kırık testi değil.
Bizim düğünün dibi delindi de burada onu zorla yamatmak istiyor. Ama ben bir defa ayak bastım. Eğer bu
kaltağı alırsam Allah belamı versin.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:24)
Dibine darı ekmek : Yitirmek, harcayıp bitirmek
“... kadına gidip hesabından alacağını istemeyi kendine bir türlü yediremiyordu. Bu yetmiyormuş gibi o
güzelim cüce armağanı çöreğinin de dibine darı ekilmişti.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:111)
“Paris’te ‘çelebi’ olarak kabul edilen gençlerden biriydi kont ve Napoléon’un açtığı savaşlarda çok ün
kazanmış yiğit General d’Aubigné’nin ona bıraktığı seksen bin franklık akarının, eğlence dünyasında dibine darı
ekmekle ömür sürüyordu.’ ”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:84)
Dibini boylamak (Cehennemin, denizin, uçurumun) : Ölmek; suda batmak; uçurumdan düşmek
“ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA
----------------------------------------------------Zorluyordu bordadan Argo’yu sert akıntılar
dört yanda kabaran öfkeli dalgalar
patlarken kayalıklarda; dokundu bir an tekne
gökyüzüne dev bir sarkıt gibi, derken
boyladı denizin dibini...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:22)
Dibini bulmak : Çok derin düşünüp sorunları çözmeye çalışmak; Problemleri çözemeyip kötü, deprese
hissetmek: Dibi vurmak
“Bayram karşılık vermedi. ‘(Ah ana aah!)’
‘Vazgeç tosun oğlum, vazgeç. Dibini mi bulacaksın düşünüp düşünüp de? Baban herif de elini senin
gibi çenesine kor, düşünür Allah düşünürdü. Emme, öldü gitti, o bile bulamadı dibini!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:149)
Dibini kazımak : Tabağı ya da çanağı, aşırı açlık nedeniyle nerdeyse sıyırarak yemek
“Baltaların üstünde oturmakta olan üç siyah oğlanla iki İspanyol çocuk, içinde bulaşık, bulamaç gibi bir
yiyecek olan düz bir tabağın dibini kazıyorlardı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:36)
di bravura : (İTA,MUS.) <di bravura> : Müzik eserinin çok parlak çalınma işareti = With brilliance
(İNG.)
Dictum (verbum) sapienti sat est : (LAT.,KOLL.) <Dik’tum - verbumsapi’enti sat est> : Akıllı olma için bir
kelime yeter = A word to be wise sufficient (İNG.)
Didik didik (aramak, etmek, olmak); Didiklemek : Çok sıkı bir araştırma yapmak; ufak ufak parçalara
ayırmak
“Düzgün, allık maskesi artık tamir kabul etmeyecek kadar çökmüş, eski bir binanın badanasını
hatırlatıyordu. Fakat hala canlı ve genç kalan ela gözlerindeki acı ve korku Hilmi’nin yüreğini didik didik
ediyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:207)
“Önemli olan hem ondan kaçmak, hem de aynı zamanda tutuklamaktı. Kaçışının başarılı olması için,
kadın, onu dışarı atanın kendsi olduğunu sanmalıydı. Bu nedenle banka defterini gizledi. Therese haftalarca evi
didik didik etti, defteri aradı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:211)
“Bir şeyi anımsamaya çalışarak geçmişi didik didik ettiğinde, örneğin, birkaç gün kaldığı bir kentin
adını, bir arkadaşının doğum gününü ya da bunun gibi bir şeyi anımsamaya çalıştığında aklına büsbütün değişik
bir şey geliyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:188)
“Ölmüş bir çakalın leşinin kumsalda uzanmış yattığını gören Sidarta’nın ruhu ölü çakalın vücudundan
içeri süzülüyor, ölü çakal oluyor, kumsalda uzanmış yatıyor, şişiyor, pis pis koku saçıyor, çürüyor derken,
sırtlanlar tarafından didik didik ediliyor, atmacalar tarafından yüzülüyor, derisi, bir iskelete dönüşüyor, un ufak
oluyor giderek, kırlara bayırlara savruluyor.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:21)
“ANLAMIN ANLAMI
--------------------------Bağa bir tarak,
iğne işi nakış,
Çatlak.
Sevimli bir güve.
‘Hemşire çok can sıkıcı bir kişi’
... kızın gizemlerini didikleyen
Allah’a emanet ol, Tatlım.”
(Selima Hill <d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06)
“Eskiden babam gözü dönmüş boş tehditler savurur, seni balık gibi didik didik ederim, derdi -gerçekte
bir fiske bile vurmadı bana- şimdi tehdit ondan bağımsız bir şekilde bütünüyle gerçekleşiyor.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:89)
“Her vakit, her vakit bu cılız, soluk ve raşitik insanlar için kendi kendime sorduğum budur. Zeyney
kadından yüz kat daha haşin ve merhametsiz olan bu doğa’nın sürekli dayakları altında didik didik olmuş bu
insanları koruyan ve hayatlarını devam ettiren gizli kuvvet nedir?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:37-8)
Meserret kahvesinde gazeteleri didik didik edişleri, iş yerlerindeki iş kazalarına koşup gidişleri,
ceplerinde on para yokken iki, üç taksiye doluşup baskınlara adeta uçuşları, baskınlardan vurduklarıyla geceleri
eğlenişleri, ceplerindeki paraları son meteliğine kadar ezip, ertesi gün kahve parası bulmayışları...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:161)
“ ‘Korkunç bir şey bu. Ve hiçbir iz yok. Hiç. Televizyon sözü edildi.’ Öteki: ‘Başına ne gelmiş olabilir?
-İnsan düşünemiyor bile. İşin dehşet veren yanı da bu zaten. -Bir cinayet mi? -Civardaki her yer didik didik
arandı.’ ”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:7)
“Örneğin eğer bir -metal kesebilen- çelik kalem kaybolmuşsa, bunun üzerinde pek durulmazdı. Ama
Olay’dan sonra atölyede kullanılan her bir alet, bir tezgah üzerindeki özel yerinde muhafaza edilerek tüm girişçıkışlar kontrol altına alınmıştı. Eğer en küçük bir alet bile eksik olursa, bulununcaya kadar her yer didik didik
aranırdı. Acayip, sanki at kaçtıktan sonra ahırın kapısını sürmelemeye benziyor.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:167)
“Geriye bakmaktan, geçmişi didiklemekten hiç hoşlanmazdı. Geçmiş onun için her zaman ölü bir şey
olmuştu. İnsana zaman kaybettirmekten başka bir şeye yaramazdı. Ama tam da şimdi ihtiyacı olan tek şey,
dönüp geçmişe bakmaktı sanki.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:58)
“OT
<Siyah at can veriyor
beyaz kar’ın üstünde.>
K. Kuliyev
Ocak’ın el değmedik
ve güneşli bu günü
vakitsiz didik didik
didikliyor gönlümü.”
(Pavel Matev <1924-2006>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.04.06)
“Bird, küçüklük ve acizlik hissi içerisinde, olabilecek en toplum dışı cinsel ilişkiyi arzuluyordu. O an
her tarafını didik didik eden utanç duygusunu iz kalmayacak ölçüde içinden söküp atabilecek bir cinsel ilişki.
Bird otobüs kuyruğundan ayrılarak gözlerini açtığında maruz kaldığı güneş ışıklarıyla, çevresindeki meydanın
manzarasını siyahı beyazı ters dönmüş negatif bir film gibi görerek taksi aradı. Aklından Himiko’nun öğlen
ışıklarını kesen odasına gitmek geçiyordu. ‘Eğer Himiko beni reddedecek olursa,’ dedi içinden, ‘ben de onu
döverek bayıltır, düzerim.’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:118)
“BİR ÇİFT AYAKKABI
-----------------------------Yaşamımı didik didik ettim ben,
Ruhumu da düğümlere ayırdım.
Tanrı’m, inan ki bıktım bendeki ‘en’den,
usandım, usandım, usandım Tanrı’m!
Hep en yüksek dalgalarda tepenin
doruğunda, en kıyıda, kıl payı...
Oldum olası hep jarse giyerim,
‘artık yıl’ demektir her şubat ayı.”
(Margarita Petkova<d.1956>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.03.08)
“PAYLAŞMAK
------------------Hırsızlığın ayak izlerini sabırla izliyor köpekler
parlamentolar, resmi daireler arasında.
Bu belgeler yasalarla didik didik edildi,
tanık olarak gösterildi bu bahçeler.
Getirin yiyecek ve süt kamyonlarını
bu tarafa.”
(Karen Press<1956-1999>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.09.05)
“Rahipler elleri boş bir şekilde manastıra dönmeden önce artık tembel adımlarla nefes nefese kilisenin
etrafında dolanmaktaymış. Bu arada diğer rahipler hırsızın kurnazca bir hileyle kilisenin içinde saklanmış
olabileceği düşüncesiyle koro yerinden rahip odasına kadar her yeri didik didik aramış, öfkeli arama tarama
çalışması bouyunca, sandaletli ayaklarını yere vura vura askıda duran her cübbeyi aramışlar, sandıkları
yoklamışlar...”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:18)
“O yokken, ardından yargılamışlardı, onu sökmüşler, parçalamışlar, didik didik etmişlerdi ve o kendini
savunamamıştı bile...”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:155)
“Uzun, iriyarı sarışın güldü:
-Gezelim de iştihamız açılsın.
-İyi eğlenceler, dedi Mathieu.
Güldüler: Hepsi köyde, ağza atılacak bir lokma bile kalmadığını biliyorlardı. Levazım’ın erzak
depoları sabah, erkenden didik didik aranmıştı.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:177)
“Bütün bunları güzel güzel okumuştum. Otuz Yıl Savaşları hakkında ne biliyorum? Hiçbir şey. Bir
alttaki raf, baştan sonra Bavyera Kralı II.Ludwig ve dönemi üzerine yazılmış kitaplarla tıka basa dolu. Bunları
okumakla kalmadım, bir yıl boyunca didik didik inceledim, sonunda bu konuda üç tane senaryo yazdım. Şimdi
II.Ludwig ve dönemi hakkında ne biliyorum peki? Hiçbir şey.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - ve bir görüş”, sa:84)
“Çok garip olan bu davranışın nedenini anlayamayan annem, biraz sonra Natalya Savişna’nın odasına
girdiği zaman, onu ağlamaktan gözleri şişmiş bir durumda, sandığın üstüne oturup elindeki mendili didik didik
ettiğini ve yerde parça parça olan özgürlük belgesine gözlerini ayırmadan baktığını görmüş.”
(L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:69)
“Lord Henry, papatyayı o uzun, duyarlı parmaklarıyla didik didik ederek, ‘Evet, güzelliği dışında her
şeyiyle tavuskuşudur,’ dedi.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:15)
Didinip durmak; Didinerek; Didinmek : Fedakarane çalışmak, zorlukla yaşamını sağlamak; çok uğraşı
vermek
“‘Kralcıların gece gündüz didinerek Tito’ya karşı bir devrim başlatmaya çalıştıklarını biliyoruz.
Karargahları Paris’te ve Yugoslavya’ya insan sızması operasyonlarını yönetiyorlar. Buraya kadarı anlaşılabilir.
Ama, son zamanlarda, Methuen, oldukça ağır silahlar taşıyan küçük gruplar göndermeye başladılar. Kuşkusuz,
bunların Tito’nun OZNA örgütü karşısında fazla şansları yoktu ve tavşanlar gibi avlandılar.’ ”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:15;36)
“ ‘... Zamanın düşüncesine pek ala da karşı durabilir ve bir ekmekçi tarfından hapse tıktırılmaya
katlanabilirdim. Yerimi de bırakabilirdim. Fakat gitmek istemiyorum. Tam emekliliğimi elde etmek için yaş
sınırını beklemek niyetindeyim!’
‘Ne parlak düşünce! diye aklımdan geçirdim. Bir baba gibi yüzüme bakarak:
‘Beni pısırıklıkla suçluyorsunuz,’ diye devam etti. ‘Hayır, hiç de böyle düşünmeyiniz. İnsanlığın yüce
kıyılarına ulaşmak için didinen bizler bir şeyi unuttuk; çağı, içinde yaşadığımız çağı unuttuk.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:20)
“Bütün kuzenlerim içinde en sevdiğim oydu, onu kendime örnek almak için didinir dururdum, ve daha
sekizime bile basmadan ben de Seder’de kuzen Chaskel gibi oynamaya başlamıştım.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:120-1)
“En çamurlu, en çetin, en belalı, insanların çoğunu tiksindiren, ürküten işleri candan ve yürekten
yüklenirler; başkaları rahat etsin, dinlensin diye kendileri didinip dururlar ve bunun karşılığını beklemezler.”
(Th. More, “Utopia”, sa:144)
“Ama Hamdi tuhaf çocuktu, tuhaf bir doğruluk anlayışı vardı, sözümü dinlemedi: ‘Hayır, gitmeliyim,’
diye diretti. ‘Ülkemizin koskoca bir yazarı aylar boyu bunun için didindi, koskoca valiler, genel müdürler bunu
işedindi. Benim de emeğe saygım vardır: bunca emeği boşa çıkaramam,’ dedi, çekti gitti, bir daha da dönmedi.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:9)
Didişmek : Çoğu kez sözle, bazen elleri de araya katarak sürekli tartışmak; Zor hayat koşullarıyla boğuşup
durmak
“Gel gelelim, V Dom Joao, ah ne yazık, bir kızla yetinmek zorunda. Kişi her istediğini elde edemez, ve
çoğu zaman bir şey diler, başka şey elde edersin, bu da duayı gizemli kılandır zaten, özel bir niyetle açarız
ellerimizi göğe, ama dileklerimiz kendi bildikleri yoldan gider, bazen gecikirler ki bu yüzden diğer dualar
onların önüne geçer, bazen de itiş kakış sırasında üst üste binip ne olduğu belirsiz dilekler oluverirler, kendi
kendilerne didişip dururlar.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:74)
Didon, Didona; Didon bozması; Didon sakal : Eski İstanbul’da, özellikle Mütareke yıllarında <1914-18>,
yabancılara, -çok özellikle Fransız’lara- hitaben kullanılan ‘züppe’ niteliğini yansıtan bir sözcük;Yangın
tulumbası’nın yalnızca tulumba kısmına verilen ad; Yalnızca çenede büyütülen sivri sakal
“İstanbul Yangın Tulumbacılar Ocağı’nın başına getirilen Davud Ağa’ın yaptığı ilk yangın tulumbası,
halen İstanbul Belediyesi İtfaiye müzesinde saklanmaktadır. Suyu, arka <sırt> sakaları ve atlı sakalar ile
doldurulan ve işi sadece su basmak olan 130 kilo ağırlığında bir tulumbadır. Bu, gayet battal , basit bir alettir.
Üst kısmı, ‘Çardak’ tabir olunan 120 kilo ağırlığındaki madeni borulardan ibaretti. Bu ilkel tulumbaya ‘Didon’,
ve onun yine tarihe malolmuş ilerlemiş şekillerine ‘Didon bozması’ denirdi.
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:21)
dieb. alt. (diebus alternis’den gelir.) : (LAT.,ZAMAN,KOLL.,TIP) <die’bus alter’nis> : Gün aşırı (ilaç) =
Evey other day (İNG.)
Dies faustus : (LAT.,MYTH,KOLL.) <di’es faustus> : Fal günleri, iyi günler, azru edilir gün = A day of
good omen; a favorable day (İNG.)
Dies infaustus : (LAT.,MYTH.,KOLL.) <di’es in’faus’tus> : Talihsiz, kötü bir gün = An unlucky day (İNG.)
Dies irae : (LAT., DİN) : <Diez i’ray> : Bu şekilde başlayan Latin ilahisi : Day of wrath = Gazaplı day;
Cenaze için düzenlenen ayinlerde okunur, Celano’lu Thomas’ın yazdığı söylenir..
“Kilisenin arka kısmında, soğukla savaşabilmek için kıvrılıp ourdum. Biraz ısınıncaa, dya eden
kardeşlerin korosuna katılmak için dudaklarımı oynattım..... Uzun dakikalar geçti; sanırım en çok üç dört kez
uyanıp uyandım. Sonra koro ‘Dies irae’yi söylemeye başladı... İlahi tıpkı bir uyuşturucu gibi etkilerdi beni. Tam
anlamıyla uyuyakaldım. Ya da belki uykudan daha çok, hala anasının karnındaki bir döl gibi ikiye katlanmış,
biitkin, tedirgin bir sayıklamaya daldım. Ve ruhun o sisi içinde, kendimi başka birdünyadan olmayan bir diyarda
buldum; birgörüntü gördüm ya da bir düş.
‘Dar bir merdivenden alçak bir geçite iniyormuşum, hazine mahzenine giriyormuşum gibi... Mutfak
olduğuna şüphe yoktu; ama içerde yalnız fırın tencereleri değil, körük ve çekiç telaşı vardı. Sobaların ve
kazanların şavkında her şey kıpkırmızı parlıyordu; kaynayan tencerelerden buhar çıkıyor, ,içlerindeki sıvıların
yüzlerine koca koca kabarcıklar beliriyor, sonra bu kabarcıklar ansızın boğuk, yinelenen bir sesle patlıyorlardı.
Aşçılar şişleri havaya kaldırıyor, yamakların hepsi akkor haline gelmiş demirlere dizilmiş tavukları ve öteki av
hayvanlarını yakalamak için sıçrıyorlardı. Ama demirciler çekiçlerini öyle hızlı vuruyorlardı ki, ortalık sağır
oluyor, örslerden yükselen kıvılcım bulutlaruı, iki fırının püskürttüğü kıvıcımlara karışıyordu.’ ................
‘Başrahib’in neşeli bir işareti üzerine, bakireler alayı içeri girdi. Zengin giysili ışıl ışıl bir kadınlar
alayı; içlerinde annemi tanır gibi oldum önce; sonra, yanıldığımı anladım; çünkü bu korkusuz, savaş düzeninde
bir ordu gibi korkunç olan kızdı. Yalnız başında, iki sıra beyaz inciden bir taç vardı; yüzünün iki yanından ikiinci
çağlayanı dökülüyor, boynundaki iki sıra inciye karışıyordu; her inciye erik büyüklüğünde bir elmas asılıydı.
Bundan başka kulaklarının her birinden bir dizi mavi inci sarkıyor, bu iki dizi onu boğacakmış gibi sımsıkı
birleşişiyordu. Tan gibi güzel olan bu kadını öteki dişi karaltılar izliyordu........................ Tam o sırada başrahip
bağıırdı: ‘İçeri girin orospu çocukları!’ ve yemekhaneye sert görünüşlü ve görkemli giysiler içinde, çok iyi
tanıdığımm bir dizi kutsal kişi doldu; grubun tam ortasında çok iyi tanıdığım.bir dizi kutsal kişi doldu; grubun
tam ortasında bir tahta oturmuş biri vardı; Efendimiz’di bu, aynı zamanda Adem’di........... Kimileri yeşil,
kimileri kırmızı giymiş, üstğünde İsa’nınn harflerinden oluşan bir desenin seçildiği soluk zümrüt rengi birer
kalkanları olan Fransa Kralı’nın bir okçular ordusuyla birliktte,çok kutsal kişiler etrafını sarmışlardı...Ordunun
başı Başrahip’e saygılarını sunmaya gitti, ona kupayı uzatarak, ‘Sao ko kelle terre per kelle fini ke ki kontene
otuz yıl le possette parte sancti Benedicti,’ dedi. <?Afrika latincesi, her dille karışık>. Bunun üzerine Başrahip,
‘Age primum et septumum de quatuor,’ dedi ve herkes, ‘In finibus Africe, amin’ dedi. Sonra hepsi sederunt!
<Oturdular) .......... Sonra, kilisede son cenaze şarkıları söylendi :
(LAT.) Lacrimosa dies illa
(TURK.)
Gözyaşlarıyla dolu o gün
qua resurget ex favilla
Kızgın küllerden doğacak
iudicando homo reus:
Yargılanacak suçlanan kişi;
huic ergo parce deus!
Esirge öyleyse onu Tanrı!
Pie lesu domine
Merhamet et, Efendimiz İsa
Dona eis requiem.
Erinç bağışla onlara.
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev. Şadan Karadeniz, sa:489-492)
dies natalis :
(LAT.,KOLL.) <di’es nata’lis> : Doğm günü = Birthday (İNG.)
differendum est inter et inter :
mealinde bir sözcük.
(LAT.) <dife’rendum est iner et inter> = ‘Çalışmaktan çalışmaya fark var!’
“ ‘Sen kendin de farketmiş olacaksın ki, sevgili dostum, son zamanlarda derslerde gösterdiğin başarı
grafiğinde bir düşüş var. En azından İbranicede durum böyle. Şimdiye kadar bu derste bizim belki en iyi
öğrencimicdin, böyle bir düşüşü görmek üzüyor beni. İbraniceden eskisi gibi zevk almıyor musun yoksa?’
‘Alıyorum müdür bey. ......... Bilmem ki ödevlerimi her zaman yapmaya çalıştım...’
‘Kuşkusuz, sevgili dostum, kuşkusuz. Ama differendum est inter et inter. Ödevlerini tabii yaptın, bu
nihayet görevindi. Ama eskiden daha çok başarılıydın!’ ”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:109)
Difficilia quae pulchra : (LAT.,KOLL.) <Difi’kilia kuay pulk’ra> : Güzel şeyler zordur (da) = Beutiful
things are difficult (İNG.)
Di grado in grado : (İTA.,KOLL.) <di gra’do in gra’do> : Bir adimdan öteskine, adım adım = From step
To step (İNG.)
Diğerbin (kalmak) : Tarafsız, nötral (kalmak)
“Ama toklar adamakıllı tıkınıyordu. Zeka diyordum ve aptallaşıp oturuyordum. Eskicizade bana yaptığı
bu ikramda tamamen diğerbin kalırdı. O, ya birisini batırmak, yahut da kafese koymak için ziyafet çekerdi. Bana
ise, yaptığı kurnazlıkların, zekasının hesabını vermek için yemek yedirirdi.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:25)
Dik; Dik dik (Bakmak, bakışmak, dikilmek, durmak, konuşmak) : Eğilmeksizin, sağlamca, dosdoğru,
taptaze ve canlı; Sert, öfkeli bir şekilde sürekli olarak gözlemlemek, konuşmak
“Şimdi dört amele nefes nefese idiler. Salih’in arkadaşı, sarı yulaf saçlı Abdurrahman, Salih’e dik dik
baktı. Deminki duraklamanın nedeni oydu. İşi büsbütün açığa vurmuştu.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:14)
“YEDİ İHTİYAR
-Victor Hugo’ya------------------Bir ihtiyar gördüm. Gözbebeği sırsıklam
Sanki acıdan; bakışıyla keskindi kış,
Ve bir kılıç gibi dik, uzun sakalı, tam
Yuda’nınkine benzer, ileri fırlamış.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:171)
“Gülümsedi, gözüpek bir tavırla yüzüme dik dik baktı. Oturup onu seyretmekten sıkılmıştım artık. Bir
öneride bulundum:
-Bir kahve içmeye vaktiniz var mı?”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:20-1)
“Öyle dikelip durmanızdan canı sıkılan adam, ayakları tam sizinkinin dibinde, tedirgin, dik dik bakıyor.
Oturmanızı söyleyecek oluyor ama, sözler çekingen dudaklarına ulaşamıyor bile ve pencereye doğru dönerek
üzerine S.N.C.F. <Fransız Demiryolları Ulusal Ortaklığı> simgesi işlenmiş mavi perdeyi işaret parmağıyla
aralayıp koridora bakıyor.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:14)
“ ‘Ama Santiago Yolu’nda bana rehberlik yaparak sen de beni bir şeye inandırmaya çalışıyorsun,
Petrus.’
Petrus, dik dik baktıktan sonra, ‘Ben sana yalnızca RAM alıştırmalarını öğretiyorum,’ dedi. ‘Ama
ancak Yol’un, gerçeğin ve hayatın senin yüreğinde olduğunu keşfedersen bulursun kılıcını.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:96)
“ ‘Han sahibi masamıza geldi. Kibar bir tavırla iki bira ve bir tabak ekmek ve peynir istedim. Hiç yanıt
vermedi, ama dik dik önce Cuma’ya sonra bana bakmaya başladı. ‘Bu benim uşağım,’ dedim. ‘Sizin ya da benim
kadar temizdir’ dedim.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:83)
“Adam yü züme dik dik bakarak: ‘Ne dedin?’ diye sordu. ‘Şunu doğru söyle!’
‘Pip, efendim. Pip.’
‘Evin nerede senin? Göster bakalım!’ ”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:7)
“Bu fotoğraflarla birlikte her şey biraz daha inanılmaz görünmeye başladı. Elinde balık zıpkınıyla bana
dik dik bakan yakışıklı, kendinden biraz fazla emin şu genç adam da kimdi? Bunca emin olduğu şey de neydi
Tanrı Aşkına? Bunu söylemek güçtü. Onun yaşadığı dünya, tıpkı bizim dünyamız gibi, birden yok olma tehdidi
altında var olmuştu. Bunu herkes biliyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:370)
“Çok yorgun bir ifadeyle gülümseyip Sanda’nın yatağına doğru gitti.
‘Peki, siz, siz niye susuyorsunuz?’ diye sordu, daha da anlaşılmaz bir şaşkınlıkla, ‘Neden hiçbir şey
söylemiyorsunuz?’
Sanda dik dik baktı, Madam Mosco yatağa, Sanda’nın yanına oturdu. Egor’un birkaç saniye önce
bıraktığı eli tuttu.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:64)
“İnce bir bağ yolundan, eşkıya gibi korkunç kıyafetli, uzun bıyıklı iki jandarma geliyordu. Yapımızdan
geçerken arabacıya:
‘Selamünaleyküm,’ dediler, dik dik bana baktılar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:170)
“-Cevap versene. Niçin öyle dik dik yüzüme bakıyorsun?
Ali Rıza Bey, gözlerini kısıp gülümseyerek:
-Dünya değişti. Dünya ile çocuklarımızın da değişmesini bir dereceye kadar anlıyorum. Fakat sana ne
olduğunu, senin niye bu kadar değiştiğini bir türlü anlayamıyorum.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:84)
“ROBESPİERRE
Söylenip duruyor. Dik dik bakıyor gözleri
Kağnı samanına. Çiğniyor beyaz tükürük.
Yanaklarından çekiyor onu yutkunarak.
Çıplak ayağı çıkmış aralardan dışarı.”
(Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09)
“Böyle konuşup oturdu o, kalktı hırsla
gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu,
kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği,
yanıyordu iki gözü yalım yalım.
Dik dik baktı Kalkhas’a, dedi ki;
‘İyi bir söz duymadım senden, yomsuz haberci,
hep kara haber verir, gönül eğlersin.”
(Homeros, “İlyada”, sa:75-6)
“AKŞAM TROMPETİ
--------------------------Ölülerin başucunda dik durmak istiyorum
sabahlara kadar tutmak nöbetlerin zorunu.
Uykucuların hepsine duyurmak istiyorum
uyumak için daha çok vaktimiz olduğunu”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“ELLA RENTHAM, içeri girdikten sonra kapıyı kapayıp yaklaşır. - Ben’im Borkman. (Şamdanı
piyanonun üzerine koyar ve olduğu yerde ayakta durur.)
BORKMAN, yıldırımla vurulmuş gibi ona dik dik bakar ve hafif sesle mırıldanır. - Yoksa… Ella mı?
Ella Rentheim galiba?”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:76)
“Naim Efendi, hiç cevap vermiyor, dik dik yere bakıyordu. Zavallı ihtiyar, kaç zamandan beri gönlü ile
pençeleşmektedir. Seniha’nın hasreti, onun için, bütün ömründe duyduğu ıstırapların en büyüğü oldu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:156)
“... inanılmaz bir sevgi gücü içinde hem ağzı durmak istemiyordu hem de kolumu sıkıyordu sözlerin
güçsüzleştiği yerde başka bir şey yapamıyordu, sustuk ikimiz de (neden sonra ikimiz de sustuk bakıyorduk.) Bir
daha yapma, hakkın yok dedi bir daha. Dik dik bakıştık.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:111)
“Will’in Scarlett’in eteğini bir kerpeten gibi tutan parmakları gevşemedi ve yine sakin bir sesle şöyle
dedi:
-Onun kocasıdır!
Mutluluktan sarhoşa, öfkeden de çılgına dönen Scarlett, Will’e dik dik baktı. O da, genç kadının ateş
saçan gözlerinin derinliklerine anlayış ve acıma duygusu ile bakmaktaydı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:669)
“NAT - Öyle ise… belki de altı ay sonra geri dönebileceksin… Şeyle birlikte…
BARTLETT - Evet… Şeyle… (Birden durur, döner, oğlunun gözüne dik dik bakar, öfkeli.) Ne ile?
Yine ne çocukça saçmalar yumurtluyorsun?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:72)
“Brunet sandalyede bükülerek oturmuş, Boris’e dik dik bakıyordu. Mathieu tuhaf bir memnunlukla: O
da Boris’in gitmesini istiyor, diye düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:121)
“Saçlarını okşadı, ama ağzında o acı tat duruyordu. Korku değildi bu, hayır! Gerektiği zaman dik
durmasını bilirdi, bilirdi ki asla, ne olursa olsun, korkmamak gerektir.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:56)
“SEZAR - ... (Rufio ile Britannus karşıt yönlerden hole girerler. Sezar bir an merdiven yanında kalıp
askerle görüşür.) Arkadaş, buyruğumu ilet. Askerler kumsalde toplanıp gemilere yaklaşsınlar. Yaralarına da
baktır. Haydi koş! (Asker hızla çıkar. Sezar, hole inip Rufio ile Britannus arasında duru.) Rufio, batı limanında
birkaç gemimiz var. Kundakla onları.
RUFIO (Dik dik bakar.) - Kundaklayayım mı?”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:76)
“Rejisör, gözlerinin içine dik dik bakarak, ‘Sakin olun,’ dedi. ‘Küçük bir piyes oynayacağız şimdi.
Piyesin konusu şu. <Genç kadının heyecanını görmezlikten geliyordu.> Perde açılıyor, siz sahnede
oturmaktasınız. Yalnızsınız. Oturuyorsunuz, oturuyorsunuz ve oturuyorsunuz...’ ”
(K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:25)
“Ticaret üzerine yapılan en ufak bir şaka, hatta onun önünde, ‘Bir şapka satın aldım,’ ya da ‘Castain’in
şapkacıları Carton’undakileri bastırdı,’ denmesi, onu, böylesine şaşırtıcı bir sözü söylemeye kalkışan kimsenin
yüzüne dik dik baktırır ve çileden çıkarırdı bütün bir gece.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:108)
“AVUKAT - Evet biz, bir biz yapabiliriz bunu! Biliyor musun, bugünkü gazetede ne okudum? Sahi,
nerde gazete?
KIZ (Utanmış.) - Hangi gazete?
AVUKAT (Kabaca.) - Eve hangi gazeteyi alıyorsam.
KIZ - Hadi gülümse, hem de öyle dik konuşma... Gazetenle sobayı tutuşturdum.
AVUKAT (Hırslı.) - Vay canına!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:43)
“Pörsük, biraz da sararmış derisi yüzünün ince, biçimli girinti çıkıntılarını gevşek bir biçimde sarıyor;
yanaklarında, elmacık kemiklerinin üzerinde hafifçe kızarıyordu. Dudakları kuruydu, kıpır kıpır ediyordu
durmadan. Seyrek kirpikleri kıvrılmaksızın dik dik duruyordu.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:80)
“Bu yaranın da ortaya atılacağından korktu, hemen atıldı:
-Böyle anlamsız şeyler için kendini üzüp durma!... Mademki halimizden memnunuz, üst tarafından
sana ne? İnsanın parası yetiyorsa, artık başka şey aramaz.
Kocasına hiç böyle kafa tutmamıştı. Fouan karısına dik dik baktı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:185)
Dik alası : (Aptallığın, ahlaksızlığın, aptallığın, budalalığın, rezaletin) Zirvesi, en son perdesi
“Sinopsisi, Hollywood filmlerinin en abartılı, ağdalı diliyle yazdım. Madem bayağılık istiyorlardı,
bayağılığın dik alasını yazacaktım. O filmlerde kullanılan üslubu kavrayacak kadar çok fragman seyretmiştim.
Aklıma gelen her türlü basmakalıp sözü abartarak sıralayıp öyküyü yedi sayfalık bir vurdulu kırdılı, kan deryası,
teknikolor özet haline getirdim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:79)
“Tantanası ve soğuk görünümü bir yana, bu bina görkemi ve kunt <sağlam, dayanıklı> yapısıyla seni her
zaman etkiliyor; ancak binanın cephesine yontulmuş olan ünlü ölülerin adlarını -Herodotus, Homeros, Platon ve
daha başkaları- budalalığın dikalası, büyük ayıp olarak görüyor ve her sabah gelirken, üzerinde başka adlar yer
alsa kütüphane nasıl görünürdü diye düşünüyorsun.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:79)
“NAGG - (Müşterinin yüzü ve sesi.) ‘Tanrı canınızı alsın Beyefendi, hayır olmaz. Rezaletin dik alası
bu!”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Tüm Düşenler’, sa:176)
“Hele bugün, olan olaylar nedeniyle özellikle duyarlı olduğundan, bir de, varlığının rezaletini bir bavul
ve bir kışlık palto gibi gözardı edilemeyecek nesneler biçiminde yanında taşıdığından, Madam Rocard’ın
bakışlarına yakalanmak özellikle yaralayıcı olmuş, her şeyden önce de ‘Günaydın, Mösyö Noel!’ diye seslenişi
alayın dikalası gibi gelmişti.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:30-1)
Dikbaşlı, dikbaşlılık : Asi, isyankar, inatçı; Asilik, isyankarlık; Kendinden ve ödevini dürüst yaptığından emin,
‘başı dik’
Bk.: Dikkafalı; dikkafalı olmak
“KORO Seni bu sonsuz acılar içinde görmek,
İnsanları korumada çok ileri gittin,
Zeus’tan korkmadın, dik başlılık ettin, Prometheus.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:64-5)
“DÖRT ANA ÖĞE <Ebedi ve Kutsal, 1927>
----------------------Ya nasıl durduracaksın beni -o dikbaşlı, göçebe,
kabına sığmazrüzgarın, suların ve şarabın öz kardeşini,
enginlere, ulaşılmaz olana bunca tutkun,
düşlerinde geçilmemiş yollar gören sürekli
ya beni nasıl durduracaksın?”
(Elizaveta Bagriyana-Kemal Özer/Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.04.03)
“BARTLETT -... Ölüyor musun Sarah? Hayır, yaşamalısın da geminin altın yükü ile buraya döndüğünü
görmelisin. Bu dünyada istediğin ne varsa sana hepsini alacağım. Hayır, amber değil Sarah. Altın, elmas, hep
öyle şeyler… Artık biz de zenginiz. (Sonra büyük bir acı içinde.) Ne dikbaşlı kadın lakırdıları bunlar!”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:107-8)
“Hüsniye Hanım kimi zaman kendi de alıverirdi tozları, süpürgeye elini sürmese de. Zamanında çok
yapmıştı on yedi yaşında gelin geldiği evde. Sırasını savmıştı. Artık kenarda oturup denetleme vaktiydi. Saniye
Hanımla konuşurken hep dediği gibi. Bu kıızı, Makbule’yi görüp seçip almıştı oğluna Türkiye’ye göçtükten iki
yıl sonra. İyi huylu, güzel kızdı ama, asıl yumuşak başlılığıydı onda karar kılmasının nedeni. Aracılar bir başka
kızı göstermişlerdi. Pek güzeldi ama dik başlıydı. Sessiz oğlanın tepesine çıkardı.”
(Saba Öymen, “Mübadele Öyküleri-Unutulmayan”, sa:191)
“İkisi de miyoptu; ayakta, karşı karşıya, birbirlerine çok yakın konuşuyorlardı. Yaşları aynı, boyları
aynıydı ve iki kardeşe benziyorlardı: uzun boylu, zayıf, her şeyi harfi harfine, vesveseyle yapan insanların dar
çerçeveli dikbaşlılığında iki insan.”
(L. Pirandello, “Seçme Hikayeler-Siyah Atkı”, sa:13)
“BAPTISTA - Pekala, bir kere amaç elde edilsin de, yani onun sevgisi, asıl iş onda.
PETRUCHIO - O, işten bile değil; babacığım size şunu söyleyeyim ki o ne kadar dik başlıysa, ben de
o kadar inatçıyım; felaket gibi iki afet karşılaştı mı, hiddetlerini besleyip büyüten şeyi silip süpürüverirler.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48-9)
“PAGE - Eee, küçük hanım. Nasıl oldu da bay Slender ile gitmediniz?
PAGE’İN KARISI - Niye bay Doktorla birlikte gitmediniz ha?
FENTON - Onu şaşkına çeviriyorsunuz. İşin içyüzünü dinleyin. Pek yüz kızartacak şekilde başgöz
edecektiniz kendisini..... Onun işlediği suç kutsaldır. Bu hile fettanlık, dikbaşlılık, saygısızlık olmaktan ne kadar
uzak. Zoraki bir evlenme ile ister istemez katlanacağı o binlerce uğursuz üzüntü ve sıkıntı saatlerinden böylece
yakasını kurtarmış oluyor çünkü.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:142-3)
“A
4
-Dua ettik, Açın, Mezmur (*) Okuma Kapısı’nı
Ki Mezmurlarımız ulaşabilsin ancak
Senin ışığının bir gölgesine,
Ki sen görebilesin dikbaşlılığımız üzerinde
bir andıçı (**).
Sen kendi tohumuna onun sözünü,
Onun sözünü bağışladığın gün,
Güneşini başka yana çevirme”
(*) Davud Peygamberin teganni ettiği-şarkıyla seslendirdiği
Zebur-Kutsal Kitap surelerinden her biri
(**) Muhtıra, bildirge
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
“Hiçbir öfke ve gözdağı böylesine buz gibi soğukkanlı Fouché’nin kılını kıpırdatmaz. Robespierre ve
Napoléon’un ikisi de, bu kaya gibi sakin yaradılışa çarpar ve kayalara vuran deniz dalgaları gibi parçalanırlar.
Üç kuşak tutkuyla saldırır ve gücünü yitirir de, tek bir insan, tutku nedir bilmeyen bu insan, buz gibi bir
dikbbaşlılıkla direnir.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
Diken diken (kabarmak, olmak) : Dikenleri andıracak şekilde kabarmak
Bk.: Saçları diken diken olmak; Tüyleri diken diken olmak
“Işık yansımalarıyla morumsu olmuş diken diken sakallarının örttüğü yüzünde göz diye bir şey yok,
yalnızca iki gözçukuru görülüyor, ıslık gibi öten alev alev bir ateşin yanmakta olduğu iki gözçukuru, gazla
çalışan bir ocağın alev kusan noktasını andırıyor her biri, göz kamaştıran parıltıda başka bir şey görmek
olanaksız.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:214)
“KUMSALDAKİ PENGUEN
---------------------------------Hatırlamalı geçmişi penguen, bu kadar
dikkate rağmen;
İzle yürüyüşünü dalgalara doğru. Diken diken
oluyor tüyleri
Köpükler altında; kayıyor, kayboluyor
ıslak kumsalda”
(Ruth Miller <1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“YAĞMURLAR VI
-----------------------Ey yağmurlar ki sizinle yaban buğdayları sarıyor Kenti, ve taş döşeli yollar diken diken kabarıyor
öfkeli kaktüslerle,
Yeni bin ayak altında yeni dolaşılmış siz binlerce taş... Görülmez bir tüyün serinlemiş sergilerinde
tutan hesaplarınızı, elmas yontucular!”
(Saint-John Perse-Sait Maden, “Şiir Artlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.06.02)
Dikenli : Istıraplı; Kanatarak, can acıtarak
“Bu yüzden, sizlere çocukken fark edilmek için söylediğim şarkılardan, kanıma işleyen müzik
ateşinden, kurduğum şarkıcılık düşlerinden, harçlıklarımı biriktirip aldığım ilk müzik aletinden, arkadaşlarımla
kurduğumuz ilk müzik topluluğundan, şarkıcı olmak için yana tutuşa geçtiğim tutkunun dikenli yollarından ne
yazık ki söz edemeyeceğim.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22)
Diken üstünde olmak, oturmak (tutmak, uyumak) : Vesveseli, endişeli, her an kötü bir şey olacakmıış gibi
“Sieghart, bizi haftalarca diken üstünde tuttu. Aramızda usta bir fotoğrafçının bulunduğunu duymuştu.
Hund’un konularını bütün ayrıntılarıyla anlatmamızı istedi.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:185)
“Şvayk, ağır ağır yürüyerek köye girdiğinde diken üstündeydi, ama tabur karargahını bulmakta güçlük
çekmedi; hiç de küçük olmayan köyde doğru dürüst tek bir bina vardı, o da Galiçya yerel yönetiminin bu katıksız
Ukrayna bölgesinde halkı daha da Polonyalı kılmak için yaptırmış olduğu büyük ilkokul binasıydı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:255)
“Yeniden yemeğe başlandı. Fakat herkes diken üstündeydi. Olayın bitmiş olmadığı, şimdi bir şey
çıkacağı, neredeyse çanın yine çalınacağı duyumsanıyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:147)
“BEŞİNCİ TÜFEKLİ - Bir gölgeye sebep köyü telaşa vermenin bir alemi yoktur. Zati köylü diken
üstünde uyur.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:66)
“Baldızıysa, kucağındaki yeğeninden gözlerini ayırmaksızın, -birinden birini eksik etmezdi kucağından-Senin içinde mi, diyordu.
-Benim için de, evet, hep bir diken üstünde oturuyorum, her şey korkutuyor beni.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:42)
Dikili ağacı olmamak : Bk.: Bir dikili ağacı olmamak
Dikilip durmak, kalmak; Dikilmek : Başının ucunda ya da karşısında, boylu boyunca, bir şey söylemeden
durmak
“Horozlar, gürültülü bir cümbüş ile ötüyorlardı. Vardı, karısının başucuna dikildi: ‘Haççaa!’ dedi.
Haçça içini çekti. Döndü. Gözünü açamadı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:50)
“Kız içeri girip kapıyı arkasından kapatıyor. ‘Pavel’in arkadaşıydım,’ diyor. Fyodor Mihayloviç,
başsağlığı sözcüklerinin gelmesini bekliyor. Ama gelmiyor. Bunun yerine kız tam karşısına dikiliyor, kolları iki
yanında, adamı ölçüp biçiyor; duygusuz, dikkatli bir serinkanlılık var üzerinde...”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:103)
“Şaşkın, görkemli bir bitkinlikle hastabakıcının gösterdiği özeni kabul eden tanımadığım bir adama
bakarak tam bir dakika orada hayret içinde dikilip kaldım. Nöbetçi hemşire kulağıma şöyle fısıldıyordu:
‘İyi ki geldiniz. Hiç ziyaretçisi gelmiyordu. Bazen kendini kaybeder ama ayılır ayılmaz hemen
insanları sorar. Bir akrabası mısınız?’ ”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:111)
“John hafifçe küserek ve ayıplayarak karşısında dikilip durması, kafası karışık Alice’e inanılmaz
geliyordu; daha belirgin bir tepki gerektirdiğini düşündüğünden olsa gerek suçu iyice büyümüştü gözünde. Ama
yok. Baird bunca olayın ortasında orada durmuş, Kipling’in ‘Eğer’ şiirinde dile getirdiği beyefendilik sınırlarının
ötesine geçmemekte kararlıydı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:56-7)
“Üst basamakta önünde eğilerek selam verirken karşıma daire amiri dikildi. Beni işimin başına dönmem
için uyardı, kızı da azarladı. Ona göre bu kız sağlam ayakkabı değilmiş.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:46)
“Yola çıktığından beri, bu kızla herhangi insani bir yakınlık kurmaması gerektiğini hissediyordu; bir
yırtıcı hayvan içgüdüsüydü bu ve zalimlik bir tercih değil, yapılan işin gereğiydi..... Şimdi de çelimsiz
gövdesiyle sırtı kendisine dönük önünde dikilen kızın nefesinin ağzından taştığını duyuyor, ensesindeki
ürpertileri izliyor ve ondan kendisine doğru gelen tarçın, gül kurusu karışımı kokuyu duyabiliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:222)
“Çetenin başını çeken adam o sırada Cabir’in üzerine eğilmiş durumdaydı; doğruldu, burnunu
başkalarının işine sokan bu davetsiz misafirin karşısına gelip dikildi. Sakalının altında sağ kulağından çenesinin
ucuna kadar uzanan derin bir bıçak yarası görülüyordu ve yüzünün bu oyuk tarafını karşısındakine dönüp bir
hüküm açıklar gibi konuştu:
-Bu adam sarhoşun, zındığın, feylesofun teki!”
(A. Maalouf, “Semerkant”, sa:17)
“Utandım sonra, iyice dalmışım, utancı unutmak için seni düşündüm Nilgün. Sen suçsuzsun. Biraz daha
büyüleyici kalabalığa bakayım, matematiğe döneceğim diyordum ki,
‘Ne dikiliyorsun sen burada?’ dedi plaja bakan herif.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77)
“ONU TANIK GÖSTEREBİLİR MİYİM
---------------------------------------------------Dikilip durmuştunuz, görkemle yükselen
Alpler’in kuşattığı
Koeberg nükleer canavarından uzaklarda
Baba Nelson Mandela”
(Sydney Sipho Sepamla-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.01.08)
“GEYİK
--------Arabanın ardında, farın ışığı, aydınlatıyorduHenüz ölmüş bir geyik cesedini; sendeledim.
Dikildim başucunda. İyice soğumuştu ve kaskatı...
Kenara sürükledim, şaşılası irilikteydi karnı.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap,22.10.07)
Dikiş tutturamamak : Bir baltaya sap olamamak, her nedenle olursa olsun yaşamda başarı sağlayamamak
“Anadolu’da nüfus çoğaldıkça tarla ve tarım için ormanları yakıyorlardı. Orman yangını sonucu sırayla
erozyon, kıtlık ve göç zoru oluyordu. Etrüsk’lerin göç edenleri, önce Mısır’da yerleşmek istediler. Dikiş
tutturamadılar. İtalya’ya gittiler; dilleri Lidya diline pek yakındır.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:29)
“Perşembe günü Richard’la kalkıp gittik, üç beş sanatçı çayda bir araya gelmiş, küçük bir topluluk
oluşturmuştu. Neredeyse hepsi de tanınmamış, unutulmuş ya da kendi alanlarında dikiş tutturamamış kişilerdi;
her ne kadar hallerinden pek memnun ve neşeli görünüyorlarsa da, kendilerine acımak geldi içimden.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:57)
“Ve boşalmış bardağını ters çevirdi; bu, artık içmek istemediğine işaretti. Tıpkı, sağlam erkeklerin
sigarayı, şarabı, zarı kestikleri gibi: yiğitçe!
‘Şunu bilmelisin ki, babam sapına kadar erkekti; sen bana bakma, ben üfürüktüm; onun önünde dikiş
tutturamam! O ‘Eski Yunanlılar’ denen soydandı; elini tuttu mu, kemiklerini kırardı.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:287)
“Ancak, işin asıl acı yanı, Eşref Bey’in bunca umutla bağlanmış göründüğü şairlikte de kelimenin tam
anlamıyla ‘dikiş tutturamamış’ olmasından kaynaklanıyordu.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:45-6)
“TERÖRİST 2003
--------------------Soruyorlar, n’apacaksın çıksan hapisten?
Dikiş tutturacak mısın, çıktın artık düzenden,
Bir anda meşhur oldun, bakalım n’apacaksın şöhretinle,
Acaba çıkar mısın tekrar cihad eylemine?”
(Martin Mubanga, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:74)
“Hiçbir işte dikiş tutturamamıştı. Anasının Rize’deki avuç içi kadar çay bahçesinin kazandıklarından
gönderdikleriyle idare edip gidiyordu.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:96)
“İki yaşamı var Mirabeau’nun: Biri Eski Rejim’de sürdüğü, öteki Fransız Devrimi ile başlayan. İlki,
içinde deha kıvılcımları da taşısa, dikiş tutturamamış bir insanın yaşamıdır; ikincisi, kabul edemeyeceğimiz
yalpalamalarına karşın, onur verici olanı.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:115)
“Nikita yakın bir köyden, yaşamını daha çok şunun bunun yanında uşaklık ederek geçirdiği için evsizbarksız sayılan, elli yaşlarında bir köylüydü. Çalışkanlığı, işe yatkınlığı, güçlü kuvvetli oluşu, en çok da uysallığı
yüzünden aranan bir işçiydi. Gelgelelim, yılda bir kaç kez zil zurna kafayı çekerek nesi var, nesi yok sattığı için
hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:12)
“Theophile ona Valerie’nin dün yine bir kriz geçirdiğini anlattı: Kadın soluk alamıyor, boğazının
düğümlendiğinden yakınıyordu. Kendisi de pek sağlıklı sayılmazdı. Hangi işi tutmuşsa, karısının bu
hastalıklarından bunaldığı için, dikiş tutturamıyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:63)
Dikiz; Dikiz aynası; Dikizlemek : Bakış, erkete; Motorlu araçlarda, sürücünün göz hizasına, ön pencereye
yerleştirilmiş geriden gelenleri gözleyebilmeye yarayan ayna; Çaktırmadan gözetlemek (Argo)
“Lucy konuşmaya başlıyor: ‘Bu böyle süremez David. Ben Petrus’la ve ‘annhanger’leriyle başa
çıkabilirim. Seninle başa çıkabilirim, ama hepinizle birden başa çıkamam.’
‘Pencereden seni dikizliyordu. Bunu biliyor muydun?’
‘Dengesiz o. Dengesiz bir çocuk.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:239)
“Bir keresinde, yandaki dikiz aynasında göz göze geldiği genç kıza sordu: ‘Evlendiğimde budalanın
tekiydim -nasıl çocuk yetiştirileceğini, nasıl baba olunacağını bilmeyen, lanet olası bir budalaydım- bunu
biliyorsun değil mi?’ Savunması yarı saldırı biçimindeydi, ama genç kız ne savunmaya ne de saldırıya hiç
karşılık vermedi. Anne kahve içmek için bir yerde durmalarını önerdi. Güz mevsiminde, genç ve güzel kızlarıyla
birlikte, böylesine güzel kırları seyrede seyrede sürdürdükleri bu yolculuğun gerçekten zevkli bir gezi olduğunu
söyledi.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:11)
“Kız daha ağzını açmadan Etem atıldı:
-Yo, yo, yo!.. Düşmez onun şanına ki, otursun beyzadelerin yanında sofraya... O duracak şinci
<şimdi> ayakta sofra bitesiye kadar... Ha, bulaşalım <başlayalım> biz habe kaymaya <yemek yemeğe> o
dikizlesin bizi ayak üstü!..”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:33)
“Kadınlardan biri göğsünü İsa’nın dizlerina dayadı, öteki elini aldı, bırakmak istemiyordu. Ocağın
başında küçük zenci yanaklarını dizlerine dayamış, uyur görünüyordu. Ama iki uzun kirpik arasından kara gözlü
İsa ile iki kadını dikizliyordu, kurnaz, memnun bir gülümseme yüzüne yayılmıştı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:528)
“Arabayı ben kullanıyorum, arkamdan gelen arabayı dikiz aynasında izliyorum. Soldaki küçük ışık göz
kırpıp duruyor ve arabada sabırsızlık belirtileri. Beni geçmek için bir fırsat kolluyor sürücü; alıcı kuşun serçeyi
pusuda beklemesi gibi o anı bekliyor.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:7)
“Bir seferinde, kriz geçer geçmez, ani bir fren yaparak iyice kaymış ve buzda fırıl fırıl dönen araba
durduğunda dikiz aynasında beliren yüzünün yaşlarla sırılsıklam olduğunu görmüştü. Bilincini yitirme
noktalarına sürüklendiği ve aklının sınırlarına savrulduğu bu yolculukların tehlikeli olduğunu biliyordu
bilmesine, ama bu ona garip bir yürek dinginliği sağlıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:14)
“Marmara’dan Boğaz’a girmekte olan bir gemiden, İstanbul’un, o gemiyi ve Boğaz’ı dikizlemek için
açılmış ve birbirinin görüşünü kesen, birbirinin önüne acımasızlıkla çıkan milyonlarca açgözlü pencere olarak
gözükmesidir.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:194)
“Köylü piyade erleri gülleri gübreliyor ve hanımları tavlamak için bebeklerini okşuyorlar. Az ötede
çocuklar toz toprak içinde yuvarlanıyor. Anasının gözü kızlar ağaçların altında gülüşüp oğlanları dikizliyor.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:49)
“HAYVAN HASTANESİNİ GEÇİNCE
<Jackstraws-Mikado’nun Çöpleri’nden>
Maria, aşk böceği Perez,
Altından rüzgarın dikiz ettiği
Kısa, kırmızı elbisesiyle,
Karanlık bir kapı eşiğinde,
Ölü TV’ler ve ölü güvelerle dolu
Bir dükkanın yanında.”
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“... evden eve bir sürü çamaşır ipi gerilmişti ve sabah havasında beyaz çarşaflar dalgalanıyordu. Lord
Arthur çıkmaz sokağın sonuna kadar yürüdü ve küçük yeşil bir evin kapısını çaldı. Biraz bekledikten sonra, -bu
sırada bütün pencereler dikizleyen yüzlerle dolmuştu- kapı oldukça hoyrat görünüşlü bir yabancı tarafından
açıldı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:41)
Dik kafalı : İnatçı, başkalarının özellikle kural, otorite ya da büyüklerin sözünü dinlemeyen, asi
Bk.: Dik başlı
“Muhtar, evinin hayatında oturuyordu. Altında bir döşek, ardında bir yastık. Duvara doğru dayanmıştı.
‘Gayri hökümet yanında gıradomoz etyice yükseliyor Musdava!’ diyordu..... Bizim Reyiz çok köylü
dostu Musdava. Köylü diyorum emme, uyar köylü demek istiyorum tabii. Kosa gibi, Ağali gibi, Gara Bayram
gibi dikkafaları demiyorum. Reyiz Beyin böyle aykırı pezevenklerle elakası yok.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:75)
“Yağlama ve ovalama, uyuklama, kendimden geçme ritüeline köle olmaya başkaldırdığım zamanlar da
oluyor. Onun dik kafalı, soğukkanlı bedeninden nasıl zevk alabileceğimi artık anlayamaz oluyorum, hatta içimde
öfke kıpırtılarına bile rastlıyorum. İçime kapanıyor, sinirli oluyorum, kız sırtını dönüp uyuyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:56-7)
“DORN - İnsanın altmış iki yaşında hayatından hoşnut olmadığını belirtmesi, kabul edersiniz ki yüce
gönüllü bir davranış değil.
SORİN - Ne dik kafalı adam bu! Yahu, ben yaşamak istiyorum, anlasanıza!”
(A. Çehov, “Martı”, sa:82)
“... utanç verici bir dava bir kez daha cinsel sapıklık gibi irkiltici bir konuyu ortaya çıkardı. Sekiz gün
süreyle salonlarda, kahvelerde başka bir şey konuşulmadı. Bilgisizlerin, dikkafalıların ve ahmakların bu konuda
gelişigüzel bağırıp çağırmalarını ya da öne sürdükleri kuramları dinlemekten bezmiştim.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi” -Corydon-, sa:11)
“ ‘Peter Camenzind’, dedi bir gün Yunanca öğretmenim, ‘sen dik kafalısın, ayrı baş çekenin birisin, gün
gelecek bu inatçılığınla bir kayaya toslayacaksın başını.’ ”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:23)
“BAY MARTİN : Ah siz kadınlar yok musunuz, hep birbirinizi tutarsınız.
BAYAN SMİTH : Tamam, şimdi göreceksiniz. Dikkafalı olduğumu sanma, ama kimsenin olmadığını
şimdi göreceksin! (Bakmaya gider. Kapıyı açıp kapar.) Görüyorsun ya. Kimse yok. (Yerine döner.)
BAYAN MARTİN : İşte bu kadar! Hep haklı olmaya çalışır şu erkek milleti ama nedense hep haksız
çıkarlar. (Zil yine çalar.)”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 2 - Kel Şarkıcı”, sa:57-8)
“Ancak, maddi durumu büyük çapta deneylere girişmesine olanak sağlayacak gibi değildi: diyelim
deneyleri için satın aldığı at dik kafalı bir şey çıktı ki bu da en sıkı çalışmalarda bile ancak haftalar sonrası
saptanabilirdi, o zaman uzunca süre yeni deneylere girebilme şansını yitirecekti.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:338)
“Ve sen, kötü niyetli, bağnaz, dikkafalı derviş; kendi yüzüne bakıp bakıp ona secde ediyor, kendine
benzediği için ona tapıyorsun.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16)
“Komutan tam kapının eşiğinde durmuş ağlıyordu. ‘Senden özür dilemesi gerek...’ diye söylendi Bayan
G... ısrarla. ‘Nedene böylesine katı yürekli ve dik kafalı? Onu çok severim... ama kızımı da çok seviyorum. Ona
saygı duyuyorum.’ ”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:50)
“CLEANTE - O yaşta adamın evlenmek nesine? Hiç sıkılması yok mu? Yakışır mı ona böyle
sevdalanmak? Bu işi gençlere bırakmalı değil mi?
JACQUES USTA - Hakkınız var, münasebetsizlik etmiş. Durun ona bir çift laf söyleyeyim.
(Harpagon’a gelir.) Yok canım! Oğlunuz söylediğiniz kadar dikkafalı değil, yola geliyor.”
(Moliere, “Cimri”, sa:106)
“Dik kafalı olur can çekişenler ve eskici Madam Legrand arabasıyla Martyrs Caddesi’nden çıkagelip o
meçhul Cité meydanına girerken bütün trafik durur.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:37)
“PETRUCHIO - Yok, şimdi konuyu daha iyi hak edip, size, bağlılığını, daha başka kanıutlarıyla
yepyeni yetilerle işlenen itaatini göstereceğim. Bakın işte geliyor, sizin dik kafalı kadınlarınızı da kadına özge
konuşma sanatı becerisiyle esir etmiş getiriyor. (Kartharina, Bianca, Dul girerler.) Katharina, o başındaki hotoz
sana hiç yakışmamış, çıkar o zırıltıyı da fırlat ayak altına.”
W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:126)
“Verrieres’de halkın saygısını kazanmak için başlıca yapılacal şey, birçok duvar ördürmekle beraber,
baharda Jura sıradağlarından geçip Paris’e giden duvarcıların getirdikleri planlara kapılmamaktır. Böyle bir
yeniliğe heves edecek olan tedbirsiz mal sahibinin ölünceye kadar dik kafalı diye anılacağı ve Franche-Comté’de
kimlere saygı gösterilip gösterimeyeceğini kestiren akıllı uslu kimseler yanında hiçbir değeri kalmayacağı
kesindir.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:6-7)
Dikkatini çekmek : İlgi uyandırmak, ayrıcalık sunmak
“Başarıyor, şansı yaver gitti. Şimdi ayakta duruyor. Bu yaratıklar da nerede? İyisi mi hiç sağa sola
bakınmamalı; birinin dikkatini çekebilir.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:229)
“Yaşlı ve çirkin bir üniversiteli bir kız dikkatimi çekti özellikle, bende tiksinti uyandırdı; kırpılmış
saçlarının üzerine hasır bir erkek şapkası oturtmuştu, sigaralar tüttürüyor, bol bol şarap içiyor, bağırarak
konuşuyor, laf ebeliği yapıyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:63)
Dikkatini toplamak : Olabildiğince dikkatine konsantre olmak
“Ufak tefek adam <Dr. Balaguer>, yuvarlak yüzünde iyiliksever ifadeyle, gülümser gibiydi. Bir radyo
sunucusu ya da bir fonetik hocası gibi sözcükleri özenle telaffuz ediyordu. Trujillo bütün dikkatini toplayarak
adamın yüzündeki ifadede, konuşurken ağzının aldığı şekilde, kaçamak gözlerinde gizli işler karıştırıp
karıştırmadığını ele verecek en ufacık bir belirti, herhangi bir işaret olup olmadığını inceledi. Tüm şüpheciliğine
karşın hiçbir iz bulamadı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:266)
Dikkat kesilmek : Tüm dikkatini vermek, konsantre olmak
“... Orada ağaçların yeşil gölgesinde duruyorlardı, dikkat kesilmiş halde yere mıhlanmış gibiydiler;
ellerini önlerinde kavuşturmuşlardı. Ama benim seslenmem üzerine büyü bozuldu ve Kerkira birden bir deniz
kuşu gibi çığlık attı... ‘Sen ha?’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:369)
“Sarayın kapısından içeriye girdiğimizde toplantı salonuna doğru akın halinde süzülüyorduk ki, birden
bir duraklama oldu, bir irkilme, herkes bir tekvücutmuş da o vücut içten bir heyecanla sarsılmış gibi, gözler bir
anda gökte yeni doğan bir cisim görmüş de donakalmış gibi...
Atatürk geliyor!... Haber bir alev gibi sıçradı sıradan sıraya.
Atatürk! Dikkat kesildik, göz kesildik.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:176-7)
“Çocuklar, eğer size büyüğünüz, hocanız,
Yahut babalarınız bir öğüt verirlerse,
Dinleyin sözlerini, tam yapın ne derlerse,
Bütün dikkat kesilip tutun dillerinizi.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Eckart Amca’, sa:123)
“HARDCASTLE - Gevezelik istemez, Diggory. Konukların yanında baştan aşağı dikkat
kesilmelisiniz. Bizim konuştuklarımızı işitin, ama konuşmayı aklınıza getirmek yok.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:32)
“Oltasına balık yaklaştığını gören bir balıkçı gibi baştan aşağı dikkat kesilmiştim. Oturduğum yerde bir
gürültü yapacağım diye ödüm kopuyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:39)
“Nal sesleri şakırdamalı, dükkanında alış verişindeki esnafı, evinin nevalesini düzmeye çıkmış aile
babasını, şunu bunu ilgilendirmeli, safi dikkat kesilmeliydi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:187)
“Bizi son derecede dikkat kesilmiş bir hale getiren o oburluk sessizliği içinde sakin sakin dururken,
birdenbire, açık pencereden bir silah sesi geldi.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:179)
“Denize saldığı oltayı ara sıra hafif dokunuşlarla yoklayan Roland Baba, bir çeyrekten beri, gözleri suda
dikkat kesilmişti. Birdenbire ‘Tu... Tanrı cezasını versin’ dedi. Balık avına çağrılı olan Madam Rosémilly’nin
yanında uyuklayan Madam Roland o sırada uyanıverdi ve kocasına dönerek:
-Ne o, ne oluyor Gérome? diye seslendi. Yaşlı adam öfkeyle:
-Artık balıklar oltaya vurmaz oldu. Öğleden beri bir şeycik tutamadım.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:29)
“Tertipli kız şarkının ortasında kalem kutularının, defterlerinin yerini bir daha denetler, bahçeden sınıfa
giderken ikişerli sıra olmak için “Eşim olur musun?” diye her soruşumda yalnızca sessizce elimi tutan çalışkan,
zeki kız şarkıyı daha iyi söylemek için dikkat kesilir...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:125)
“Uyuyup uyuyamadığımı bilemiyorum. Beni konuşturmaya gelmelerini bekliyordum. Dayağı gece
attıklarını düşünürdüm hep, bir şey olacak mı diye dikkat kesilmiştim. Almanya’da, İspanya’da olanları
düşünüyordum; ‘Kızılların gözlerinin yaşına bakmazlar,’ diyordum. Bir ara uyandım, kapıyı tıklatıyorlardı. Ben
daha bakamadan gardiyan kapıyı kapattı - gece denetçisiydi.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:173)
“Bachi başını salladı. ‘Pek konuşmazdı Senyor Longfellow. Salak br öküz gibiydi. Bunların
üniversitenin çevirinize karşı açtığı savaşla bir ilgisi var mı?’
Lowell birden dikkat kesildi. ‘Bu konuda ne biliyorsun?’ ”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:410)
Diklenmek, Dikleşmek : Kafa tutmak, sesini yükseltmek, hiddetlenmek, itiraz etmek (Argo)
“-Havlu falan görmedim ben, dedi.
-Sarılı kırmızılı karalı bir havluymuş; beye söylemiş.
-Görmedim dedim ya.
Oğlan diklendi.
-Bana bak, yalan söylemez o, dedi.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:82)
“Kadınlar Portekizce konuşuyor, durmadan erkeklerden yakınıyor, bağıra çağıra tartışıyor, çalışma
saatlerini protesto ediyor, işe geç geliyor, patrona dikleniyor, kendilerini dünya güzeli sanıyor ve beyaz atlı prens
hikayeleri anlatıyorlardı; buldukları prensler ise genellikle uzak yerlerde yaşıyorlardı ya da evliydiler, daha
olmadı parasızdılar ve kızların sırtından geçiniyorlardı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:44)
“Arkamızda oturan o küçük kötümser şöyle dedi: ‘Fotoğraftan hiçbir şey belli olmaz. Fotoğrafta takma
bacak görünür mü? Belki de kamburdur?’
‘O durumda bu iş burada biter,’ dedi. Raoul diklenerek. ‘Her gece vidaları sökülecek ve duvardaki bir
çiviye asılacak bir karı istemiyorum. Elbette her olasılığa karşı ince eleyip sık dokumalıyız.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:424)
“Katip yarı kızgın, yarı alaylı:
‘Hele bak, hele bak...’ dedi. ‘Bilememişiz, İsmail ağamız bizi bekliyormuş da haberimiz yokmuş.
Kabahat etmişiz. Bileydik her işi bırakır, Yediviran’a koşardık. İsmail ağamızı bekletir miydik hiç?’ ”
İsmail ağa, onun bu alayından duyduğu güvenle, bir parça daha dikleşmeye çalıştı:
‘Ya yağmur boşansaydı...’ diye söylendi. ‘Çürürdü buğdaylar.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:124)
“SABAH PAZARINA GAZEL
-----------------------------------Reva mıdır ettiğin yaygara
çarşıda diklenip de!
Neyin nesi o delişmen karanfil
buğday yığınlarında?
Nasıl uzağım yanıbaşında bile,
nasıl yakınım koyup gittiğinde!”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:60)
“Yanıt olarak kullandığı sözcükler ve sei her haliyle bürokratik doktorun karşısında, o ufak tefek adam
diklenerek büyükleniyor, tartışmayı kendi istediği şekilde sonlandırmak için çabalıyordu. Fakat, arada sırada
hemşirelere ve Bird’e fırlattığı hızlı bakışlarla yenilgiyi kabullenmişlik, sağlığının bir daha asla eski haline
gelmeyeceğini kabullenen insanları andıran bir hava vardı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:110)
“Kaba ruhçuların içinde oluşturduğu bir aile içinde yolunu şaşırmış olan bu kurnaz ve gerçekçi kadın,
Voltaire’den bir satır okumadan diklenerek Voltaire’ci oldu. Çıtı pıtı, tombul, sinik ve neşeliydi; sonunda
katışıksız bir olumsuzlaşma haline geldi.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:10)
“Düşes Fabrice’e:
‘Diklenmeden önce kontun senden ne istediğini anlamaya çalış,’ dedi. ‘Rahip Blanes gibi, az çok
erdemli ve örnek alınacak zavallı, yoksul bir rahip olman söz konusu değil. Parma başpiskoposluğu yapan büyük
amcalarının ne olduklarını anımsa; soy kütüğünün ekinde, onların yaşamları konusundaki notları oku bir kez
daha. Her şeyden önce, senin adındaki bir erkeğe soylu, eli açık, adaletin koruyucusu, çok önceden tarikatın
başında bulunmak için adanmış...’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:145)
“Baktım şakası yok, ‘Gözüme çay fincanı kadar görünüyorsun herif! Defol!’ diye diklendim. Elini
tabancasına atmaz mı? İşte o zaman cinler başıma toplandı. Palaskasından yakaladığım gibi yallah ettim,
pencereden dışarı... Cam, çerçeve kalmadı. Herifin leşi caddeye serildi.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110)
“-Kafamı bozmayın, yoksa tokadı yersiniz! diye dikleniyordu ufak tefek adam.
Bachelard sesini daha da yükseltip meydan okudu:
-Bakın kötü olur sonra!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:19)
Dil, lisan; Dilin başlangıçları ve tarihçesi, Roman Dillerinin ve Alfabe’nin gelişimi : (KÜLTÜR, EDE.,KOLL.)
<-Başlangıçtan R o m a n d i l l e r i’ne kadar gelişim için yazdığım bir iki makale sunuyorum: Dr.İ.E.>
ROMAN DİLLERİ
(DİL’in başlangıçları ; Yazılı ve Sözlü Dil -Latince, İng., Fr., İta., İsp., Portekizce, Rumanian
Dillerinin Gelişimi) Derleyen: Dr.İ.E.
Önsöz
Ben, mesleki olarak bir “dil bilimci - linguist” değilim, fakat küçük yaşlardanberi
önce Fransızca’ya olan merak ve bilgim, sonra, Tıp talebeliğim yıllarında Latince ve İtalyanca
ile uğraşılarım, örneğin, Tepebaşında, eski Şehir Tiyarolarının binasının yanında ahşap bir
binada “Türk Musikisi Konservatuvarı”na devam ederken, sokağın karşısındaki “Casa
d’Italia”dan, “Fransızca lisanında İtalyanca dersler almak gibi!”; Amerika maceramda da
İspanyolca, Arapça, Sanskritçe ve Almanca ile değişen zaman ve derinliklerde verdiğim
uğraşılar, tüm bu dilleri net (fluent) konuşup yazamamama karşın beni bir tür “dil hobicisi”
yaptı. Eski Türkçe okuma yazmayı, Denizli’de lise yıllarımda (1942-45), Türkiyenin medarı
iftiharı büyük hoca, Edebiyat öğretmenimiz, folklor duayeni muhterem Prof. Dr. Şükrü
Elçin’den öğrenmiş, o zaman bile yeni Türkçe’ye bazı çevirmeler yapmış ve hatta Reşat Nuri
Güntekin’in “Bir Gazeteci Düşmanı”’nı sahnede oynamış -bir yandan Goethe’nin
<Hamlet>inde Fortinbras’ı canlandıran- on beş yaşında bir çocuktum. Tarih öğretmenimiz
Pakize Hanım’ın –daha sonraları, 1955-70’lerde İst., Çamlıca Kız Lisesi öğr.-Fen kolunda
olmamıza karşın, bizlerin kapıya “Tarih Kolu” diye ilan verecek kadar derin tarih bilgisiyle
yarışabilmek için, onun esas kaynak aldığı Eski Türkçe “Osmanlı Tarihi”ni yeni Türkçeye de
ben -gizlice- çevirerek derslerde ‘uyanıklık” yapmayı da beceriyorduk. Daha sonraları, büyük
tarihçi rahmetli Reşat Ekrem Koçu ve Muzaffer Esen’le, İstanbul Ansiklopedisi için
yaptığımız çalışmalarda, İstanbul içi mezar ve eski eser deşifraj’ı ile sanırım, bir ruh hekimi
çin gerektiğinden fazlasını öğrendim. Son olarak, İstanbul’da ihtisas yıllarımda fahri asistan
iken, “La Press Medicale”’den “Aylık Tıp Dergisi”ne yaptığım çevirilerle cep harçlığı temin
ediyordum. Herhalde bu yakınlıklar, Amerika’ya hiç İngilizce bilmeden gittiğim halde, kısa
zamanda o lisanı da temelinden kavrayıp sırası geldiğinde ustalıkla kullanmayı bana hediye
etti, o dereceye kadar ki, 1989 yılında, “American Poetry Association”ının açtığı Şiir
yarışmasında, tüm Amerika’da ikinciliği kazanarak “Silver (gümüş) Poet” ilan edilmiştim.
Şiirim, sekiz antolojide yayımlanmıştı. Bugüne kadar şiir, öykü, piyes ve roman alanlarında
Amerika ve İngiltere’de basılmış dört İngilizce kitabım var.
Peki, kendimi yeterinden fazla methettikten sonra, internetteki bu s i t e’min bu
kısmında ne yapmak istiyorum? Plan şu: Önce, tarihsel olarak, insanoğlunda “d i l - l i s a n”
denen yeti’nin nasıl geliştiğini ve “y a z ı”nın nasıl, hangi kollardan yayıldığını, sırf bilgi
olsun diye, özetle aktaracağız. Daha sonra da, hiç olmazsa beş lisanda, günlük konuşmalar,
gramer’in ana hatlarını: benzerlikler ve aykırılıklar’ı açıklayan bilgiler verip, dile yatkın
kardeşlerimizi hiç olmazsa “başlangıç derecesinde” “multilingual” (çok dilci) bir kişiliğe
sahip olabilmesi için yüreklendirmiş ve desteklemiş olacağız. Gayemiz, lider Türk gençlerini
kültür bakımından desteklemek. Söylemeye gerek yok ki, hiç bir zaman, maddi bir istekte
bulunmayacağız.
*
Konuşmadan - Dili Kullanmadan İşlevsellikte bulunan İLETİŞİM Sistemleri
DİL’in, en doğal ve en etken bir iletişim sistemi olduğuna hiç şüphe yoktur. Canlılar arasında
konuşabilen yegane yaratık olan insanoğlu, -tahminlere göre- kırk bin yıldanberi, ne kadar ilkel
nitelikte olursa olsun, jest, mimik, el-kol, vücut hareketlerinin de yardımıyla, dertlerini birbirlerine
anlatabilmişlerdir. “Bir mesaj vermek” için, iki insanın karşı karşıya gelmesine de gerek yoktur;
örneğin, hepimizin bildiği ve başından geçtiği gibi, gündüz ya da gece, arabanızı sürerken, öndeki
sürücünün, sağa ya da sola sapacağını basit bir sinyal ile belirtmesi ne kadar kolay ve pratik bir
yardımdır. Işığın sürekli yanıp sönmesi, yavaşlamak, belki de sezilen bir tehlikeyi hasbi olarak diğer
vatandaşlara da iletmek, ya da yardım istemek, veya onu geçmenize izin verdiğinin bir simgesi olarak
yorumlanabilir. “Sarı” ‘yavaşlama’ ve ‘dikkat’, “kırmızı”, kat’i ‘durma’ işaretidir. ‘Yeşil’i görünce,
nedense, içimizde bir rahatlama hissederiz: Sanki biri, zincirlenmiş özgürlüğümüzü bize geri veriyor
gibi gelir. Ya uluslararası kabul edilmiş y o l i ş a r e t l e r i : Demiryolu kavşak geçme; Kayalardan
çığ düşmesi; Yol’daki iniş ve çıkışlar; Baklava biçiminde ‘dikkat, okul!’ sinyali¸ana yoldan “cattlesığır” geçen kırsal alan ve benzerleri gelişen toplum iletişim psikolojisinin günlük yaşamımıza girmiş
‘gizli lisanları’dır. Örnekler daha çoğalabilir: A r a b a p l a k a l a r ı n ı n kimlik ve milliyet bildiren
değerleri; a s k e r i erkanın yalnızca omuzuna bakmakla ait olduğu düzeyi anında görebilmek ve ona
göre kimin önce selam vermesi gerektiğini bildiren apuletler; erbaş’ın k ı d e m -uzatma düzeyi etc.,
etc. Trafik’teki yeşil-kırmızı sabit yol ışık sisteminin Birinci Dünya Savaşı sonunda (1918) ilk kez
Romanya’da başlatıldığı söylenir.
İlk icat edidiği zamanlardaki kadar geniş kullanım alanı olmayan, ama günlük ‘acele’
bildirilerde, savaşta, ölüm-kalım hallerinde çok önemli kullanılmış olan MORS (Morse) alfabesini
saygıyla analım. Yalnızca ‘nokta’ (kısa) ve ‘çizgi’ (uzun) darp-vuruş ya da ışık sinyalleri ile: “İmdat!”
demek olan “S.O.S. = . . . _ _ _ . . .”, Amerikalı -telgrafı da icat eden- Samuel Finley Breese <17911872>’in bu dahiyane buluşu, çocukken izcilik talimlerimizde hepimizin alfabe gibi ezberden bildiği
ve el fenerleriyle oynadığımız oyunlara esas oluşturduğu gibi, bugün bile, kapalı yerlerde kalan
kişilerin darp’larla duyurmaya çalıştığı ya da dağlarda, ormanlarda kaybolan kişilerin el fenerleriyle,
çakmaklarla, ateş yakarak üstünü örtüp açarak, hatta, inanması zor: kilometrelerce uzaktan bile
farkedilebilecek yanmış sigara ile yer belirtmede kullanılmaktadır. Gemicilerin “bayrak konuşması” da
klasik, halen meriyette olan eski bir iletişim mod’dur.
Bugünkü yaşamımızda, on yıl kadar önceki yakın geçmişimizdeki -ve kısa bir süre evvel pek
de sistemli olmayarak tekrar sahneye koyulan- ı ş ı k l a r ı (beş dakikalığına) s ö n d ü r m e eylemi,
çok uygar, anlamlı ve sosyal duygu mesaj göstergesi idi. Bugün bile evde geceleyin elektrikler kesilse,
o günleri yaşayan seniyor kedilerimiz, o kadar geçmiş yıllara karşın, gözlerini açarak pencereye
bakarlar. Keşke düşkırıklıklarımızı, sosyal itirazlarımızı böyle uygar yollarla yalnızca simgelerle
birbirimize anlatabilsek ve “birlik” içinde olduğumuzu hissedebilsek. Bir ruhbilimci olarak açıkça
söyleyebilirim ki, yüzyılımızda, insanlığı tehdit eden “kuş” ya da “tavuk, domuz” virüsü değil,
hepsinden daha sirayi (contagious), öldürücü (mortar) ve tamiri kabil olmayan tahripler yapan “şiddetaggression” virüsüdür. FREUD’un zamanında, onun öğrencilerinden biri demiş, “Agresyon’unu
kontrol edebilen ulus, dünyada en uygar ulustur!”
İberya yarımadası ile Afrika’yı birbirinden ayıran Cebelitarık (M.S. 711’de, geldikleri gemileri yakan
ve “Arkanız deniz, önünüz düşman, ileri!” diye tarihi komut veren, Afrika’dan İspanya’ya geçip Endülüs
Emevileri saltanatını kuran Tarık-bin-Ziyyad’ın adına atfen, “Tarık dağı”) Boğazı’nın dışındaki K a n a r y a A
d a l a r ı yerlileri, on kilometrelik bir mesafe içinde duyurabildikleri ı s l ı k’la birbirleriyle temasta bulunurlar.
Dilciler, mamafih, bu ıslığın İspanyol diline özgü ritim ve ‘ses tizliği’ni (pitch) içerdiğini söylerler.
Kuzey Amerika Yerlileri’nin bilinen iletişim sistemi, “i ş a r e t d i l i” (sign language) olup,
bu işaretlere bir ya da iki kolun (body language) ve yüz işaretlerinin (mimicry) eklenmesiyle, saatlerce
birbirleriyle konuşabilirler. Hepimizin bildiği gibi bu sistem, hemen hemen hiç değiştirilmemiş olarak,
sağır-dilsiz hastaların tedavilerinde ve onlarla iletişimde; televizyon haberlerini bu tür vatandaşlara
iletmede kullanılan, çok geçerli bir haber özetleme-iletişim sistemidir. Bu gün gibi hatırlarım,
Amerika’da Çocuk Psikiyatrisi ihtisasında iken ve bu dili de öğrenmeye çalışırken, bir gün, terapi
olarak, gitar çalan ve mutlu mutlu gülümseyen bir ergen kıza sormuştum: “Nasıl ve ne
hissediyorsun?”; yüzünde derin bir gülümseme, ellerini vücudunda gezdirerek şu yanıtı vermişti:
“Gitar’dan çıkan sesler, parmaklarımın uçlarından tüm vücudumu ve kalbimi dolaşır, zihnime oturur!”
Yahya Kemal Beyatlı’yı nasıl anmazsınız: “İnsan alemde hayal ettiği nisbette (müddetçe?) yaşar!”
R o m a İmparatorluğu zamanının popüler eğlencelerinden biri olan “Gladyatör” oyunlarında,
bu yaşam-ölüm möücadelesinin sonunda, düello’yu kazanan esir’in ya öldürülmesi ya da hür, serbest
bırakılması İmparator’un el-parmak işaretine teslim edilmişti. Konuşulan dil’de, “pollice verso!”
(Lat.) “parmaklar aşağı-thumbs down” olarak geçtiği halde, eğer İmparator sağ kalan esir’in ölümünü
işaretlemek istiyorsa, başparmağını yukarı kaldırırdı. Aynı şekilde, Romalılar, kendi aralarında
“alkışlama- to applaud” için “pollicem premere” (parmağı bastırmak - to press the thumb) dedikleri
halde, pratikte, eller birbirleriyle çırpıştırılarak, parmaklar şıkırdatılarak ve toga’larının (hür erkek
vatandaşların sarındıkları, sağ kolun dışında tüm vücudu örten, uzun ve dikişsiz giysi) püsküllerini
sallayarak ifade edilirlerdi.
DİLİN
BAŞLANGIÇLARI:
Ünlü dilbilimci Mario PEI, dünyaca tanınan “L i s a n’ ı n Ö y k ü s ü” (The Story of
Language) <Mentor Books, N.Y. 1949> adlı kitapçığında, bu konuyu, QUANTILIAN’ın (*) şu veciz
sözleriyle açıyor: “Tüm Doğa’nın yaratıcısı ve yeryüzünün kudretli mimarı olan Tanrı, insanı, diğer
hayvanlardan, en ayrıcalıklı bir nitelik olan k o n u ş m a yetisini vermekle değerlendirdi.”
-----------------(*) Marcus Fabius QUINTILIANUS : İnsanlık tarihinin en ünlü retoric (rhetoric: belagat-söz sanatlarını
inceleyen bilgi dalı) ustalarından biri. M.S. 35(AD) yılında Calahorra, İspanya’da doğdu; Latin diline derinden
vakıftı ve meşhur eseri “Institutio Oratora”yı yazdı. Babası ilk ve en değerli öğretmeniydi. İmparator
GALBA’nın tahta geçmesine çok yardımcı oldu. Hatipliğiyle Kraliçe BERENICE’ mahkemelerden kurtardı.
Evli ve iki çocuğu vardı. Roma-İtalya’da M.S. 96’da (AD) öldü.
_____________
İnsan’ın, konuşma yeteneğinin başlangıcının nasıl ve ne zaman olduğunu bilmedikleri konusunda tüm
dilbilimciler müttefiktirler. Geleneksel olarak, birçok ilkel kabile halklarının inancı, yukarıdaki vecizede de
belirtildiği gibi, bunun, Tanrının bir hediyesi oluşudur.On Yedinci Yüzyılda İsveç’li bir filolojist, ciddi olarak,
Cennet’te konuşulan dilin İsveçce; Adem yaratıldığında Danimarka dilini, yılan’ın Fransızca konuştuğunu iddia
etmişti. Türkiye’de 1934’de toplanan bir konferans’ta (maalesef daha ayrıntılı bir bilgimiz yok!), Türkçe’nin tüm
dillerin ana kaynak dili olduğu, g ü n e ş sözcüğünün en büyülü ve çekici bir jeneratör olduğu, “Doğa’da olup
biten herşeye bir isim takma”nın konuşma’ya bir başlangıç olduğu konusu üzerinde görüş birliğine varıldığı
söylenir.
Diğer kavramlar, yarı-bilimsel olarak nitelendirilmişlerdir. DARWIN’e göre, konuşma, bir
“ağız-pantomim”inden ibaret olup ses sürecine hizmet veren organların, bilinçdışı bir ivmeyle el
hareketlerini taklit eden bir dizi işleve koyulmalarının doğal bir sonucudur.
Bugün, daha pratik esaslara dayanan d o ğ a l o l u ş u m l a r ı n, dilin oluşum ve gelişimini
ortaya çıkardığı yolundadır. Yani, Doğa’da oluşan sesler, kendine özgü bir stil ile yinelenmektedir.
a) “bow-wow” Kuramı : Köpek havlar. Bu havlayış, insanın kulağını “bow-wow” olarak
çınlatır; dolayısıyla, ‘köpek’in niteliği ‘bow-wow’dır. Bu açıklamaya itiraz edilen nokta,
Doğa’daki aynı sesin, farklı insanlar tarafından farklı şekilde algılanmasıdır. Örneğin bir
İngiliz’in “cock-a-dooodle-doo” algısı bir Fransız’a “cocorico” ve bir İtalyan’a ise
“chicchirichi” olabilir.
b) “ding-dong” Kuramı : Buna göre işitilen ‘ses’ ile onun ‘anlam’ı arasında mistik bir ilinti
vardır. Diğer konularda olduğu gibi, böyle mistik bir duygu, ciddi olarak bilim alanında
incelenilemez.
c) “pooh-pooh” Kuramı : Ses-lisan’ın insan üzerindeki temel etkisi, yaşamdaki sürpriz, korku,
haz ya da acı duyumlarının geriye yansımasıdır.
d) “ye-he-do” Kuramı : Dil, insanın, yaşamın getirdiği fiziksel zorunluluklar sonucu çalışmak,
birşeyler yapmak işlevselliğinin karmaşa haline getiirdiği durumu başkalarıyla paylaşmak,
üstesinden gelmek arzusunun bir sonucudur.
e) “sing-song” Kuramı : Konuşma, herbiri ilkel ve brbirleriyle tutarlı olmayan hareket ve
davranışlar sonucu kendiliğinden oluşur.
Benim bir hekim, dolayısıyla bir bilim adamı olarak bu konudaki inancım, Eski Yunan
bilgeleri Pythagoras, Plato ve Stoik’çilerle hemfikir olup, -onların o zamanlar daha Darwinist’çi
görüşlere sahip olamadığı- insanoğlu’nun sürekli olgunlaşma, gelişim ve değişim (evolution) süreçleri
ile daha karmaşa psikolojik ve fiziksel-genetik yetilerini kullanabilme, adeta kendi-kendini
yaratabilme düzeylerine gelebildiğinin kanıtı olduğudurYine bana göre, eğer Psikanalitik bilgilerimiz
üzerine bir k u r a m inşa etmek istersek, insanın doğal yaşaması ve hayat deneyimleri sonucu oluşan
‘banka hesabı’nın, yani “Kültürel Bilinçaltı”ndan kaynaklanan bir çıkış noktası bulmamız ve öyle
yorumlamamız gerektiğine inanmamız gerekir. Bu konudaki temel prensipleri içeren şu satırları,
kendimin: “YARATICILIK ve Diğer Söyleşiler” (Assos Yayınları, İstanbul 2004) adlı telif eserimden
ödünç alıyorum (sa:315-319):
“H a r e k e t, kişinin tüm kimliğini (varlığının anlamını) yansıtır. Bu, kişinin hem bilinçli ve
hem de bilinçsiz düzeylerinden gelir. Psikolojik yönden, hareketlerin beş ayrı kaynaktan geldiğini
kabul ederiz.
I. EGO’NUN YÖNLENDİRDİĞİ BİLİNÇLİ HAREKETLER :
Bu kategori, her bilinçli, istiyerek yapılan hareketi içerir. Hareket, yavaş ya da hızlı, ani ya da
yavaş yavaş gelişerek oluşur. Bu esnada mekan, ağırlık, basınçlı dokunma, akış ve yarış yaşantıları
gözlemlenir. Bu yeti, çocuk ego’sunun gelişiminin 16-18. aylarına karşılık gelir. Bebekte, o zamanda
gelişen “kendini tanımlama-taklit etme” (pretending) yeteneğinin bizlerce farkına varılması ve
saptanmasıdır. Konuşma yeteneği bir dereceye dek gelişmiş olmakla beraber, taklit, çoğu kez
mim’lerle olur
II. GÖLGE’DEN (Shadow= Sevmediğimiz, istemediğimiz tüm “kişisel bilinçdışı-personal
unconscious”): KİŞİSEL BİLİNÇÖTESİNDEN GELEN HAREKETLER
Bunun ayırt edilmesi zordur. Hareket, aktif bir imajinasyon olarak, sembolik bir süreçtir.
Bunun kaynağı da çocuğun gelişiminin erken yıllarında, ebeveyn-çocuk ilişkisidir. “İdiyosenkratik”
(Huy, mizaç ile ilgili) dediğimiz hareketler, örneğin öfke nöbetleri (temper tantrums), ilk kez tuvalet
eğitimi: 2-3 yaşlar zamanında başgösterir, ilerde ergenliğe yaklaştıkça yinelenir.
III. KÜLTÜREL BİLİNÇALTINDAN NEDENLENEN HAREKETLER
PIAGET’ye göre, bu tür ‘nedenli’ d a n s a d ı m l a r ı, “ıstırap”ın göstergesidir. Tek bir
kişinin günlük acısı, yalıtılmış bir vak’a olarak görülebilir. Ama, geniş bir perspektif’ten bakıldığında,
bu kişisel yaşantı, tüm insanoğullarının milyonlarca yıl süresince çektiği evrensel sıkıntılarla şu ya da
bu şekilde ilintilidir.
San’atta, dinsel ritüel’lerde, filozofik konuşmalar’da ve sosyal etkileşim’de gözlemlenen
“formal gesture”ların hemen hepsi, hurafe ve masalların da kaynağı olan k ü l t ü r e l b i l i n ç a l t ı’
dan gelir. İnsanların vücut ifadeleri, kültürel bilinçaltı’nından, kültürel kimliklerle okunabilir. D a n s
a d ı m l a r ı (steps), kültürel kollektif bir göstergedir. Jean PIAGET, kültürel davranışların
temellerinin erken çocukluk yıllarında başladığına inanılır. Bu inancı da, kendi kızı Lucienne’i yıllarca
bilimsel olarak gözlemleyip onun gelişmesini adım adım izlemesinden kaynaklanmaktadır.
IV. EN ESKİ-İLKEL BİLİNÇALTINDAN (Primordial Unconscious) KAYNAKLANAN
HAREKETLER
Bilinçaltı’nın en derin katmanlarında, insan topluluklarının en ilkel ve aşırı duygusal
durumlarını saptayabiliriz: Aşırı mutluluk, kendinden geçme (ektazi-esrime: ecstasy), çok büyük
boylardaki sıkıntı ve acılar, aşağılanma, korkma ve ürkme vb. Bunlar o denli şiddetli olabilir ki, kişisel
öykü ya da kültürel değerlerinden söz bile edilmez. Hareketler, gerek kişi’de ve gerekse izleyici’de
derin izlenimler bırakır.
Bu tür hareketlerin nicelikleri, onların o t o m a t i k ve i s t e k d ı ş ı oluşlarıdır. Sözcüksüz
olarak ifade edilen ses, genellikle fiziksel aksiyona paralel gider. Gülme, ağlama, inleme, derin derin
nefes alma, hapşırma, öksürme, hatta şaka yapma, genel görüntülerdir. Bunlar, kısa anlardan
dakikalara kadar uzayabilir. Gülme, ileri geri sallanma (rocking) ve gürültülü gülme, hep izlenebilir.
Kişi, belirli bir kıvanç içinde hoplayabilir, zıplayabilir, hatta ayakları üzerine düşmekten bir haz
alabilir. Bunun tersi, sıkıntı ve ağlama krizleri de izlenebilir. Uyarılma hali çok daha ilerleyerek,
‘dehşet’ (terror) haline vardığında, artık durma zamanı gelmiştir. Bunun işaretleri de kalbin kudretli
çarpması, kasların gerilim ve titremeleri, omuzların yukarı kabarmasıdır. Kişi, yaklaşmakta olan
fırtınanın farkındadır.
Kişi, özbenliğinde (ego) bir “gerileme” (regression) sonucu bir “çözüşüm” (dissociation) ve
hatta “trans” haline geçebilir ve bu ruhsal durum, onu yakından izleyen gözleyicinin de aynı çözüşme
anlarını yaşaması sonucunu getirebilir (Özdeşim, aktarım: Transference; Karşıt-aktarım: Countertransference). O anda ‘bomboş’ bir iç hissedilir; ayrıca, tümüyle tarif edilemeyen bir ‘keder’ ve
‘kayıp’ hissi de mevcuttur.
Eski devirlerde ARISTOTELES, bu tür “katarsis”i (catharsis: Başka bir nesne’ye psişik
yatırım ve sonucu oluşumlar), iki tür olarak tarif etmişti:
a) Temizlemek, yok etmek, paklamak (purging),
Bu, duyguların dışa vurulması (discharge) ile ruhsal gerilimin sakinleşmesi esasına dayanır. Kişi,
ruhunun en derin katmanlarında uyuyakalmış büyük heyecanların ifadesinden bir tür rahatlık hisseder.
b) Arıtmak (purification).
Bunun değeri, bir tür “ego kontrolü”nün gelişiminden dolayıdır; ifade edilen hislerin getirdiği rahatlığın
ötesinde, genellikle bir “yücelme” (sublimation) de oluşur. Bu, yüksek derecede bir savunma mekanzması olup,
prensip itibariyle, zararlı olabilecek ilkel dürtülerin faydalı, estetik ve hayranlık uyandıran değerlere
dönüşümünden ibarettir. Tüm bunlar, gerçek dünyaya olan “uyum” (accomodation) ve “gerçeklik” (reality)
prensiplerini çiğnemeden bir denge içinde yapılaşırsa, amaçlarına ulaşmış ve yeni bir ‘homeostasis’=ruhsal
denge kurulmuş olur.
V. EGO-BEN (Fr.: Moi) EKSENİNDEN GELEN HAREKETLER
Bunların nitelikleri farklı olup, patern’lerini (kalıp) şekil bakımından ya ‘spiral’ ya da
‘geometrik’ olup, hareket eden bir vücut içersinde, sağlıklı bir beyin ekseninden, z ı t l ı k l a r ı n d i
n a m i k e l e m a n l a r ı n ı devreye sokar. Örneğin dansçı, sanki emir veren bir ruh sistemi
tarafından idare ediliyor gibi görünür. Bu tür hareketlerde, r i t m i k dalgalanmalar esastır. Bunların
aşağısında ya da yukarısında, sağında ve solunda, ilerisinde ve gerisinde birbirlerine zıt ivmelerle
gelen ikincil ritmik dalgalanmalar da olur. ‘Kendi-Ego’’dan kaynaklanan hareketler, dışardan, vücut
uzay içinde tüm yönlendirilmiş olarak kolayca fark edilir. ‘Torso’ (gövdenin üst kısmı) bir yöne ve
hemen akabinde diğer yöne gideceği kadar gider. Her yöndeki araştırmaların sonunda, bir
“mastery=üstesinden gelme” hissi gelişerek, sanki spiral’lerle, ritmik bir harmoni içinde, etrafındaki
boşluğu adeta yontarak kendine bir mekan yaratır.
Kendi’nin “Self” gelişiminde, bebeklik çağından itibaren geçilmesi gereken beş temel
“kilometre taşı” vardır:
1) İlk GÜLÜMSEME : Ortalama 2. ay. Bu ‘başkaları’nın ilk tanım ifadesidir.
2) İlk GÜLME : Ortalama 3. ay
3) Çevredeki NESNELERİN KAYBI ve sonra YENİDEN ORTAYA ÇIKMA. 9. ayç
4) SÖZCÜKSÜZ - Sembolik Oyun’lar. Genellikle ‘mim’ gibi olup bebek bunun farkındadır.
5) KENDİ’NİN YAPIŞTIĞI: Elinde tuttuğu (Uroboric) hareketler; Vücudunun keşfi.”
*
Peki, bunların bazılarını biliyorduk, bazılarını öğrendik. Ne işimize yarayacaklar?
Hiç şüphe yok ki, insanoğlu, ister kilden yaratılsmış olsun ister maymun cinsinden
“Evolution” ile gelsin, hayvanlarla bir kıyaslama yaparsak, hayvan yavrularıyla aralarında pek
benzerlikler göremiyoruz. Siz hiç gülen kedi ya da köpek yavrusu gördünüz mü? Bir dereceye
kadar anıları, hafızaları var, ama bilinçaltıları var ya da yok olsun, farkında değiller.
Bebeklikleri çok kısa sürüyor, bacakları üzerine doğan zürafalar, filler var, annelerinden de
birşeyler öğreniyorlar ama insanlar kadar birbirleriyle ölesiye temasta ve taklitte değiller.
Birçok bakımlardan genç hayvan yavrusu, insan yavrusundan daha ilerde, ama gelişim ve
değişim bir sınırın ötesine geçemiyor, hayat boyu fikse-sabit olarak kalıyor. Onlar çok daha
içgüdüsel hareket ediyorlar: Açlık-tokluk ve yaşamda kalabilme temel sorunlar. Hayvanların
öğrenmeleri sınırlı; insanlarda beyin hacmi zeka ve uyum sağlamada rol oynuyor, kedi-köpekatlarda öyle değil. Binlerce yıl evvelki mağara çizimlerine bakın, hayvanların dış şekli bile
değişmemiş. Gen’leri mütasyon’a uğrayıp da değişen hayvanlar var mı? Belki var, ama
insanlar onları farkedemiyor, ya da bir insanın yaşam süresince bu değişimler göze çarpıcı bir
şekilde oluşmuyor. İklim-yaşam koşulları değiştiği zaman nesilleri tamamen ortadan kalkıyor,
insan ise, uyum sağlayabilme, sosyal dayanışma ile daima değişiyor ve yeteneklerinde
yüceliyorlar, hatta kendilerini aşacak bir konuma geliyorlar. DİL İÇİN GEREKEN AYGIT
SİSTEMLERİ GELİŞEMEMİŞ, hem fiziksel hem ruhsal; ama, yukarıda söylendiği gibi,
konuşma sistemleri sun’i kontrolla bastırılmış çocuklar, ya da sağır dilsizler,
konuşamamalarına karşın hayvanlardan çok daha yüksek bir düzeyde. Yüz yıl evvel aya
gitmek ya da bilgisayar ile insan beyninin bile anlayamayacağı derinliklerde üç boyutlu
gelişimlere ulaşmak hayal ürünü idi. İnsan, somut’tan soyut’a geçebiliyor, hayallerini
gerçekleştirebiliyor, sosyalizasyonu sayesinde, sulh ya da savaş, bilgileri, yeni kazançları ve
değişimleri paylaşarak daha ilerlere gidebiliyorlar. Tabii hayatın temel sırrını, yaratılış
nedenimizi bilmiyoruz; ama insan çok özel bir tür, önceden belirli bir gen yapısına sahip ve
değişime-mütasyon’a duyarlılığı var. Bunların ötesinde diyebileceğimiz pek çok şey yok.
Yine psikanalitik ‘dil’i kullanabilisek, diyebiliriz ki, insanoğlu, pek özel fiziksel ve ruhsal
bakımlardan ‘dizayn’ edilmiş çok özel bir varlık olup, hareketlilik-taklitçilik-sosyalleşme-hareketfantazilerini gerçekleştirecek ivmelerde bulunma gibi, gen’lerinde taşıdığı ve hayatta bol bol sergileme
gösterisinde bulunduğu yaşam şekillerini, aslında, “öleceğini belirli bir yaştan sonra radikal olarak
bilen yegane hayvan olması” dolayısıyla, PIAGET’nin terimleriyle “assimilation-dissimilation”
(içselleştirme, özümseme - dışsallaştırma, salgılama) ve, ARISTOTELES’in iki bin yıl evvel sezdiği
“ruhunu, ölüm sıkıntısından arıtma, pürifiye etme yöntemleriyle, yani bu savunma mekanizmalarını
(defense mechanisms) kullanarak ayakta kalabilmeye, hayatına bir anlam vermeye çalışmaktadır.
Sözüm ona, ‘ölmemek için sürekli olarak yeni buluşlar yaratmak” zorundadır; ölüm’ün kendisi bile
yeni bir hayat için yeni bir başlangıçtır. Maamafif, bu son ’seçim’, onun kendi iradesinde değildir, bu
yaşam mekanizma’sını başından beri kuran Büyük Varlığın, Sistem’in, Doğa’nın -ne derseniz deyin-,
“Olmazsa olmaz!” (non sine qua) prensibidir. Bu sırrın şifresini, -hiç olmazsa yaşadığımız bu hayattabilmiyoruz.
R o m a n (s) dilleri: Latince, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca ve
Rumanyacadan ibarettirler. Bunlar, kendilerine çok yakın olan ve milli olmayan: Provençal, Catalan,
Sardinian ve İsviçre’nin Rumansch lehçelerini de içerirler. LATİNCE, iki eski ‘akrabası’nı da içerir:
OSCAN ve UMBRIAN. Latince, bunları da içererek, “Indo-European” dillerinin ITALYANCA
branşını oluşturdu. Amma, ‘Oscan’ ve ‘Umbrian’, Roman dillerinin büyümesi ve gelişmesi süresince
arada eriyip gittiler. Bugün merkezi SARDINIA’da kullanılan <Logudorese>, eskiden kullanılan
Roman(s) Dillerine en yakın olanıdır. Bu dile, yanlış olarak, ‘Rumanian’lar ve -İsviçreli
‘Rumansch’lar tarafından sahip çıkılmıştır. ROMANYA, beşinci y.y.’da, eski Roma İmparatorluğunda
kullanılan dili tarif ve tavsif eden bir terimden başka bir şey değildi. Bugünkü R o m a n y a’ya
gelince, bynlar, Latince konuşan kardeşlerinden ayrılıp, batıya göç edip, Slav’ların Balkanları istila
ettikleri kimselrin bulunduğu -sonradan kurdukları- devlettir. Orada Romanyalı’ların kullandıkları dil,
gerçekten de hala Eski Latin’in’den üretilmiş, TRAJAN’ın lejyonerleri tarafından M.S. 100 yılları
civarında Dacia kenti ve civarına getirilmiş ve fakat, pek çok slavik sözcüklerle karışmış ve eski
kimliğini kaybetmiş, farklı bir stil kazanmış farklı ve yeni bir dildir.
S ö z s e l i l e t i ş i m i ebedileştiren y a z ı t ü r ü iletişime geçmeden önce, elkol-vücut ve kaş-göz-yüz işaretlerinin, yani j e s t’ler (gestures) hakkında da bir iki cümle söyleyelim.
Bunlar, en aşağı bir milyon yıldan fazla bir zamandanberi kullanılmaktadır. Araştırmalar, bu tür
iletişim kalıplarıyla yedi yüz bin (evet, 700.000) birbirinden farklı mesaj iletilebilir olduğunu
saptamıştır. D u d a k o k u m a k da bir nevi mesaj yayınlamanın yorumu sayılabilse de, dudaklar,
içten gelen sözlerin dışa yayın yapan organları yani, konuşma dilinin bir faz’ını oluşturma görevini
yapıyor sayılırlar.
Y a z ı’nın büyüsüne girmeden önce de, sizlere, psiko-sosyal konumlarda oldukça sık
konuşulan, ama bu hususta yayımlarda net bir yorum-anlatım sunulmayan iki bilimsel-antropolojik
olgu-kavram’dan söz etmek isterim.
FREUD‘un parlamaya başladığı on yıllarda (1880′ler), onunla eş zaman yaşamış,
HOBART adlı psikiyatrist’in kalıplaştırdığı çok önemli bir kaziye: “O n t o l o j i (ontogenesis-kişisel
büyüme ve gelişim), onun ait olduğu f i l o g e n e s’inin (philogenesis-tür’e özgü büyüme ve gelişim)
tekrarından ibarettir. Bu ne demek oluyor?
Bildiğimiz gibi, insanlar ve hayvanlar, cinsel birleşme ile çoğalır ve yaşamlarını
devam etirirler. Bu ya ‘direkt’ (dolaysız) temas ile ya da cinsel temsilcilerin (gamet’ler),
yumurtlanmak suretiyle çevrede bir yere -genellikle suya, balıklar gibi- ‘endirekt’ (dolaylı) şekilde
tesadüfe bırakılmalarıyla temin olunmaktadır. Her halu karda, karşıt iki cinsi temsil eden ’sperm’ ve
‘yumurta’, tek hücre olarak birleşir. Bu demektir ki, her iki tür’de de, geleceğin yavrusu, yani
“döllenmiş gamet”, t e k h ü c r e’den ibaret bir başlangıç alır. Bu küçük yaratık, korumalı ve besleyici
bir ortamda, -bilinen biyolojik isim ve fazları atlıyorum-, birtakım biyolojik evre’lerden geçerek, “çok
hücreli” bir faza girer. İnsan’ınki, çoğalmaya ve şekillenmeye başlayarak, organları ve organ
sistemlerini oluşturur. Bu, “ontogenes“dir. Büyüme aylar alır (Hayvanlarda çok daha kısa!) ve belirli
bir süre sonunda, ait olduğu grubun küçük, minyatür bir temsilcisi olarak, dünyaya gelir. İnsan’dan
insan, at’tan at, kediden ise yalnızca kedi gelişir. Bu tüm temsilli gelişme, “filogenes“inin bir
kanıtıdır.
<-8 Mayıs 2009- de yazıldı.>
Tekrar “yazı”nın tarihçesine dönersek:
S ü m e r yazısı, Mezopotamya vadilerinde, M.Ö. 4000-300 yılları arasında, devlet
olarak varoldukları sürece, hatta ASUR ve BABİLLİ’ler tarafından M.Ö. 3000 yıllarında işgal
edilmelerine karşın, hükümranlığını sürdürdü, sonra kayboldu. Bu istilaların yaşadığı yıllarda, M.Ö.
2000 yıllarında, Mısır ve Çin, kendi yazılarını kullanıyorlardı. Ayni şekilde ETRÜSK’ler,
GİRİTLİ’ler, İspanya-İberik Yarımadası sakinleri ve GALLİ’lerin lisanları İSA’nın doğumunda
kaybolup gitmiş gibiydiler. Kuzey Amerika ‘Hintliler’inden Manhattan-Delaware ve IRAQUOIS
kavimlerinin dillerinden bazı sözcükler, bu gün bile, o zamanlardan kalma sikke ve mezar taşları
üzerinde okunabilmektedirler.
Bugünkü dillerimizin anası olan “INDO-EUROPEAN” dilleriyle yazılmış orijinal
kalıntılara rastlamak, bugün için hemen hemen imkansızdır. Sanılıyor ki, yazı’nın icadeından evvel, bu
ana dil, olası, birçok küçük yeni yerel dillere dönüştü.
Pratik olarak, I n d o - E u r o p e a n ailesinin, bizlere yazılı vesikalar bırakmış üç
büyük ‘kızları’ vardır. Bunlar da, tarih sırasıyla, 1) SANSKRİT (M.Ö: 2000 yılları ve sonrası); 2)
ESKİ YUNAN (M.Ö. 800 yılları ve sonrası), ve 3) LATİN (M.Ö. 500 yılları ve sonrası)dırlar.
Indo-European dilinin ana vatanının Doğu’da İRAN, kuzeyde Baltık yerleşim alanları
alanları olması muhtemeldir. Zaman, M.Ö. 2500 yılları; Devir: Bakır-Taş Devri. Bu dili konuşanların
bildikleri ve hakkında yazdıkları konular şunlardı: Kar, Söğüt ağacı (willow), Huş ağacı-gürgen
(birch), At, Ayı, Tavşan ve Kurt; madenlerden Bakır ve Demir.
En eski S a n s k r i t kayıtları, V E D İ K İlahileri (VEDIC Hymns: H i n d u
mezhebinin en eski kutsal kitapları: ‘Veda’lar!). HOMEROS’un bize bıraktığı hediye ise: ” I l i a d
and O d i s s e y” : İLİAD ve ODİSE: Truva (Trojan) Savaşlarının epiğidir ki, bugün bile bizleri
heyecanlandırmaktadır.
L a t i n (Roman’ca) kayıtları ise, en çok bilimsel ve kesiksizi olup, çok zengin edebeifelsefi kişilikleri ve onların eserlerini içermektedir. LATİNCE, M.Ö. 500′den başlayarak Roma
İmparatorluğunun sonuna, hatta İlk Çağların ömrü boyunca ve sonraları -hiç olmazsa akademik
merkezlerde ve tabiatıyla Roma Kilisesinde- yaşar. FRANSIZCA varlığını M.S. 842 yılında,
İSPANYOLCA M.S. 950 ve İTALYANCA M.S. 960 yılında varlıklarını resmen tescil ederler.
Anglo-Saxon’lar ve ESKİ İNGİLİZCE, “synonymous - eşanlamlı” dırlar. Anglo-Saxon
Period, xıı. yy.’da, “Orta İngilizce Devri” (Middle English Period) başlayaıncaya kadar devam etti.
MODERN İNGİLİZCE ise, aşağı yukarı 1400 yıllarında başladı. Aynı klasman, aşağı yukarı, “Eski,
Orta ve Yeni ALMANCA” devirlerine de uygulanabilir. Hayret uyandıracak gerçek şudur ki, xvı. y.y.
İngilizcesi’nin, yani William SHAKESPEARE devrinin lisanının, bugün hemen hemen tüm dünya
tarafından -en aşağı iki milyarlık bir nüfus kitlesi, değişik niteliklerde- kullanılmasına karşın, o
zamanlar yalnızca beş milyon konuşanı vardı. Bu da, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca
konuşanların toplamından daha azdı.
Bugün modern dillerde konuşulan bazı sözcükler, d o l a y s ı z olarak, eski: preklasik devirdeki lisandaki sözcükleri anımsatmakla beraber, sayısal ve göreceli olarak azdırlar.
Örnekler:
Şarap: “wine“, Lat. ve Etrüsk dillerinde: “vinum” idi.
Ev terlikleri: “mules“, eski Sümerli’lerde: “mulus” idi.
Sakız:”gum“, Eski Mısırlılar’da: “qmit“, Eski Yunanlılar’da: “Kommi” olarak
adlandırıldı, oradan da İngilizce’ye geçti.
Eski Yunanlılar’daki “chrisma”, Galli’lerde ve Akitanyalı’larda (Aquitanians)
“krama” oldu, en son İngilizce’de “cream” (krem) oldu.
Indo-European’larda “two“(iki) ve “hand” (el) biribirine katılarak, “ten” (on) oldu.
İngilizce “baba” (dad) sözcüğü, diğer aile dillerinden olan GALL’ce de “tatula“,
Gothic konuşmada “atta” (?baba ile ?atta’ya gidilir?), Welsh’lerde “tad“, Rusça’da “otyets” ve İtalyan
diyaleğinde “tata” idi.
Görülüyor ki, “konuşmanın başlangıcı”nı tümüyle kavrayabilmek için, en eski tarihsel
kayıt ve antropolojik gerçekleri yakından ve derinden incelemek gelecektir; lakin, en iyi koşullarda
bile, bu gerçek bir bilimsel çalışma olmayabilir, zira, tüm evren hakkında pek çok şey biliyoruz, amma
yaşamın kendisi bir çok şeyleri değişime-mütasyona tabi tutmaktadır. Bir Çin atasözü bu değişimi ve
tarihsel kayıtları bulmanın güçlüğünü ne nefasetle izah etmektedir: “En soluk mürekkep izi, en
mükemmel hatırlanabilen anılardan daha iyidir (muteberdir)!”
*
D i l - L i s a n, tamamen kişisel arzuya bağlı bir düşünce sembolüdür.Y a z m a k ise,
dil’den çok daha az arzuya bağlı bir işlevdir. Yazı yazma sistemlerinin çoğunda, sanki seslere karşı
yazının karakteri seslere yanıt verir. Bir yazma sistemi, ’sembol’ün sembolü’ sayılabilir; örneğin bir
çek, kağıt paranın sembolü olduğu gibi, aynı zamanda altın’ın da sembolü olabileceği varsayılabilir.
Çok ilerlemiş sistemlerde, yazının sembolik karakteri kısmen kaybolmuştur; daha ilkel sosyal
etkileşimde, aracı konuşma dili kullanılmadığından, yazı karakteri ’ses’ten ziyade bir “düşünce
kavramı” sembolüdür. Aynı şekilde, ilkel kavimlerde konuşma dili yazılmadığı için, konuşulan
sözcükler, birçok diyalektler halinde, değişik biçimlerde ve özellikle standart sayılabilecek bir şekilden
uzak, süratle değişen ve dalgalanan bir form halinde sergilenirler. Yazının yapısında mevcut olan
‘fikirsel’ (ideografik) sistem, konuşma sistemini biçimlendirmek yönünden hemen hemen hiç etken
değildir.
Birçok kimse, kullandıkları dil ya da yazı’larının ulvi=ulu bir başlangıcı olduğuna inanır.
SANSKRİT alfabenin ismi: Devanagari : Tanrıların Kenti idi. Eski MISIRLILARIN ünlü
Hieroglyphs‘leri de, “Tılsımlı Taş Yazıları” anlamına gelir ki, genellikle ahali, taşlar yerine papirus’u
yeğlerlerdi. Bunlardan bazıları “kahramanlık menkıbeleri”, bazıları “sihir ve büyü” bazıları ise “resmi
evrak” idi. Halkın inancı şu idi ki, “erdem Tanrısı THOTH“, bu yazıların süpervizörü idi. “Yazma”
sözcüğünün karşılığı “ndw-ntr” = ‘Tanrıların konuşması’ idi. ASURLULAR, NEHO ismindeki
tanrılarının insanları etkileyen, hareketlerini yönlendiren, dolayısıyla kaderlerini tayin ettiren bir
kudrete sahip olduğuna inanıyorlardı. Dalgalı hareketler, ‘kama’ şeklindeki (wedge) yaş, killi yazı
taşlarına bastırılarak, mitik bir şekilde, insanların niyetlerini, motivasyonlarını belli ederek, onların
kontrollerini sağlıyordu.
Bu pratik, Sumer’liler, Asur’lular, Babil’liler ve Pers’ler tarafından Mezopotamya
yöresinde, M.Ö. 4000 yıllarından, Hz. İsa’nın doğumuna kadar devam etti. MAYA’lar da, yazılarını i t
z a m n a adını verdikleri en önemli ‘ulu’larına (deity) ithaf ederlerdi.
JAPON’lar, tarih-öncesi, gizemli ama hala kayıp olan yazılarını “kami no moji“: ‘ulvi
karakterler’ ile şereflendirmişlerdir.
Eski MISIRLILAR, ASUR ve BABİLLİ’ler, bugünkü ÇİNLİ’lerin yazı stil’leri,
temelde terü pak ve sade resimlere dayanıyordu. Böyle bir çizi (pictograph), basitçe, daha aşağı sosyal
yaşam tarzları olan Amerikalı ’Hintli’lerin ve Avusturalyalı Yerlilerin (Aborigins) yaptıkları gibi,
mutlak surette bir ağaç, balık, ağaç ya da insanı tasviri içerirdi. Eğer sürekli bir düşünce ya da olayı
tasvir etmek isteselerdi, ‘güneş’ ya da ‘ay’ resmini eklerlerdi.
Mamafih bu uluslar, zaman geçtikçe, kullandıkları sembolizmin düşünce ve duygulara
hitap etmekte çok sınırlı ve yetersiz olduğunun farkına varıp, daha karmaşa resim kombinasyonları:
“ideographs” geliştirdiler. Örneğin eğer ‘doğu’yu ifade edeceklerse, güneşi ağaçların ardından
yükselttiler. Güneş ve ay birlikte resmedilmişlerse, bu, “ışık” yerine geçiyordu. ‘Gözyaşı’ için bir
‘göz’ resmi ve yanına ’su’ koymak gerekiyordu. ‘Kadın ve çocuk’ birlikte, “iyi”yi temsil ediyordu.
“Yeşil” ve “yıl”, beraberce “gençlik” demekti. ‘Erdem’, ‘inanç-dua’ ve ‘dindarca davranış-saygı’
“piety“; “temperance= itidal, ılımlılık” ve “adalet, hakkaniyet=justice” ile temsil edilirdi. Doğal
olarak, bunların anlaşılmaları, görme yetisine ve duygulara hitap ettiğinden daha kolay oluyordu.
Bugün bile, $10.oo işareti, hangi dilde olursa olsun, “ten” ya da “diez” dolar(s) olarak çok kolaylıkla
ifade edilir ve anlaşılabilir.
MISIRLI’larda ‘güneş’ için sembol, basitçe bir güneş resmi idi. Bu zamanla yavaş
yavaş değişti. Güneş tanrısı “Ra” ya da “Re” idi. Bir hiyeroğlif içinde bir ‘güneş’ resmi görüldüğünde,
bu, güneş’in kendisi olabileceği gibi, daha karmaşa bir şekilde, “re” hecesini de simgeleyebileceğini
de düşünmemiz gerekecektir. Elini ağzına götüren bir insan, “yemeği” kastetmektedir.
Ansiklopedilerin de bollukla sergiledikleri gibi, kullanılan işaret sayısının iki bin civarında kaldığını
biliyoruz. İ.S. 2. ve 3. yüzyıllarda Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla, Eski Mısır Dini (Çok tanrılı) ile
birlikte önemini kaybetti. En son, İ.S. 394 tarihli yazılmış bir kitabe bulunmuştur.
Hiyeroğliflerin çözümü ise modern dünyanın ilgisini sürekli olarak çekmiştir. İlk
girişim, 1600 yıllarında Alman bilgin Athanasius Kircher tarafından yapıldı ki o yalnızca tek bir
simgeyi tanımlayabildi. 1799′da “Rosetta Taşı”nın üstünde ‘hiyeroğlif’, ‘demotik yazı’ <’Halkla ilgili,
halka ait” anlamında; eski Mısır’da İ.Ö. 500 - İ.S. 5. y.y. arasında, hiyeroğliften farklı, çağdaş
Yunancaya benzer bir yazı türü> ve ‘Yunan alfabesi’ olmak üzere üç ayrıyla yazılmış bir metin vardı.
Fransız bilgin A.I. Silvestre de Sasy ve İsveçli diplomat J.D. Akerblad demotik metinde bir kaç
motifi çözebildiler. Thomas Young isimli bir İngiliz de beş hiyeroğlifi doğru olarak tanımladı; zafer,
Yunanca ve Latince’den başka beş doğu dilini de hatmeden dilbilimci, 16 yaşındaki bir Fransız: JeanFrançoise CHAMPOLLION‘a aittir. Ondan sonra şifre tümüyle çözüldü.
Nihayet FENİKELİLER ve MUSEVİLER, fonetik değer içeren tek hece ya da
harflerle, “ideographic connatations” (düşünce bazlı çağrışımlar) sisteminden, “phonetic”
(seslendirilebilen) bir alfabe sistemine geçebildiler. A l f a b e sözcüğü (Alphabet), S e m i t i k (Sami
dilinden-İbranice) alfabenin ilk iki sözcüğünden: ‘aleph‘ ve ‘beth‘ gelir. ‘Aleph‘, anlam itibariyle
‘öküz’ (ox) demektir. Öküz resminin aynen ona benzediğini iddia revaçtaydı. ‘Beth‘ ise, <Beth Israel
Temple, Hospital vb.>’de kullanıldığı gibi, ‘ev’ (house) demektir. İbrani alfabesinde, tüm Semitik
harflerin resimsel imgeleri vardır. Bu yeni sistem böylece, yerleşmiş nesne ya da fikirleri temsilden
ziyade, “ses”lerin yerine geçmeye başladı. Eski Yunan efsanesi “Thebes’li CADMUS‘un, alfabeyi,
İsa’dan önce 1500 yılları civarında Yunan topraklarına getirdiğini müjdeler. Bu figürler önce
“Etruscan” (Etrüsk stilinde), sonra da tüm Batı’lı uygarlıkların kullandığı ROMAN (Roma stili) alfabe
şekline dönüştü.
Eski Yunan alfabesinin başka bir değişik (variant) şekli, G o t’lar tarafından, 4. yy.’da,
bişop WOLFILA’nın mahremiyetine verilmişti; ama bu gayret ve gizem uzun sürmedi; Got’lar
(Vizigot’lar), kısa bir zamanda Roma İmparatorluğu tarafından yenilip yutuluverdiler.
Aynı alfabe’nin bir diğer versiyonu, İstanbul (Constantinopolis) şehrinin iki bişobu olan
CYRIL ve METHODIOS tarafından, ıx. y.y.’da, Hıristiyanlığı kabul ettirdikleri Sırp’lara
uygulanmaya başlamıştı. Tabii ki, Slav sözcüklerinin bir kısmı Yunanca’da mevcut değildi; sonuç
olarak, Eski Yunan alfabesini kaydırabildikleri kadar Sırplara kaydırmaya çalışırken bir iki Musevi
karakter’ini de onlara katıştırdılar, gerektiğinde yenilerini de icat ettiler. Sonuç:
“Doğu” Kilisesi’ni izleyen S l a v i k uluslar, yani “Rus”lar, “Ukrayna”lılar, “Sırp”lar ve
“Bulgar”lar, bugün “Cyrilic Alphabet” denilen karakterleri pratiğe başladı. Hıristiyanlığın “Batı”
modelini kabul eden “Hırvat”lar (Croats), “Leh”ler, “Check”ler, “Slovak”lar, “Slovya”lılar (Slovenes),
Batı Roma Alfabesini adopte ettiler.
R o m a A l f a b e s i’nin de uzun ve bir az da entrikalı olarak geliştiğini not edelim.
Bugün, büyük harflerle, örneğin A,B,C,D… vb ile genelleşmiş yeni alfabe, ilk ana hamlesini “çabuk
yazma” nedeni ile kullanılmaya başlandı. Böylece, bugün elimizde var olan bol ve çeşitli e l - y a z ı s
ı, bu gayretin bir sonucudur. Roma Alfabesinin türlü harflerinin temeli, İRLANDALI’lardan ve
ALMAN GOTİK <Gothic=Got’lara ait mimari tarzı: Destekli tonozlar, sivri kemerler, küme halinde
sütunlu bina tarzı> Doğu GERMAN-Germanic dil grubundan, piskopos WULFILA tarafından ıv.
y.y.’da yapılmış bir İncil çevirisiyle tanınan, kaybolmuş bir dil> tarz karakter’lerden geldi. ıx. y.y.’da,
ilk olarak İmparator ‘Great’ CHARLEMAGNE (742-814), dilde yavaş yavaş olagelen
transformasyondan belki bilinçsiz, ölümünden bir yıl evvel, çıkardığı fermanla, papaz ve bişop’ların,
dini bildiri vb. günlük faaliyetlerinde, çok daha doğru, gramatik bir Latince kullanımı hususunda
zorladı, “Lingua Latina“, “Lingua Romana Rustica“ya döndü (İ.S. 813). Bu, daha ‘rüstik’ (Köylülerin,
kır hayatı yaşayanların dili gibi sade ve temiz; “Romance: aşk, meşk değil, “Eski Ana Latinceye sadık
kalsın kalmasın, Latinceye benzer” anlamında bir deklarasyon idi. (’Romance’ sözcüğü, Latince
‘romanic loqui‘den gelir; ‘Roman usulü konuşmak’ <to speak in Roman fashion> demektir.) Zaten, 9.
yy.’ın sonlarından başlayarak 11. y.y.’ın ortalarına kadar, eski, natürel Fransız dili edebi alanı istila
etmeye başladı. -Tüm bunları, biraz aşağıda, FRANSIZCA Bölümümde, daha ayrıntılı olarak
göreceğiz.
Evet, sanırım klasik Latince’nin Gotik etkisi altında kaldığından bahsediyorduk. Bu
etki altında, “Carolingian” yazı tarzı ön plana çıktı: Koyu siyah (bold) renk, İngiliz dilinde 16. y.y.’a
dek kullanıldı; sonra da bu zarif ve gösterişli harfler, Latin’cenin gösterişsiz, düz çizgili şekillerine
yerini bıraktı. Bazı İskandinavya ülkeleri xıx. y.y.’a kadar, önce geniş anlamda, sonraları da yer yer,
bunları sürekli olarak kullanmaya devam etti.
*
F e n i k e l i’lerin ve İ B R A N İ’lerin ebeveyn s e m i t i k alfabesi, Batı’nın Yunan,
Roma ve Krilik (Cyrillic), plus Gotik (Gothic) alfabelerinin toplamından daha fazla insan kitlelerine
yazın iletişim karakterleri sundu. Güneye ve Doğu’ya yönelen bu yayılım, sessiz harfleri (consonants)
içeren İslam ve Musevi yazılarına başlangıç verdi.
Arap Yazısında (Eski Türkçe), sesliler ve bunların telaffuzu için gereken değerler, noktalar ve
çizigiler halinde, sessiz harflerin altına konulmak suretiyle belirtildi. Zaman zaman bu, tabiatıyla, bazı
zorluklar sundu. Örneğin “kalp” (heart) yazılmak istendiğinde, kullanılacak olan -sessiz- harfler HRT,
“ağrı, incinme” (hurt) için kullanılması gereken tümüyle aynen üç harften ibaretti. Mamafih, eski
yasıyı okuyup yazanlar bilir, sesli harfler; başta, ortada, sonda, satır çizgisinin altına konan nokta ya da
küçük, kısa, uzun çizgilerle varlıklarını belli ederler. (Mesela: Benim adımı, “İsmail” yazmak için,
önce bir ‘elif’ tepeden aşağı direk gibi bir çizgi koyduğunuzdan öte, (s) harfine -ki kendisi düz, yalın
bir çizgidir, başlangıcına, aşağı doğru küçük bir tırnakçık yapıp <ki, hem ‘i’nin ve hem de ‘y’nin
temsilcisidir>, (m)’yi sözcük başında kalın bir nokta olarak (Mim, Muhammed) kancalı bir şekilde
ifade edebildiğiniz halde, sözcüğün ortasında, sağa doğru ağzı açık bir (>) işareti ile ifade ettikten
sonra, bunun sol ucuna yukarı doğru bir direk çıkarsınız; bu ‘Elif’tir, baştaki ayni işaretin temsil ettiği
‘i’ yerine, burada ‘a’ sesi verecektir. Son kısım, (i), boğazın derinliğinden telaffuz edilmesi
gerektiğinden, ördek kafasında benzer yarım yuvarlağı sağa doğru çizdiğinizde (ayın), bunu sola
uzatarak, tersine çevrilmiş bir ‘le’, ya da düz -çizgi üzerinde kalan bir ‘j’ ile sözcüğü esas olarak
bitirirsiniz, ama yine de bu son kompozisyonun altına, “i-y”yi temsil eden ‘iki nokta’ ya da ‘kısa bir
çizigi’ eklersiniz, olur biter. Kolay değil mi?
ERSEVİM yazmak daha kolay: Yine uzun, düz bir direk -elif- çizeceksiniz başa, ama
tepesine küçük bir virgül işareti koyacaksınız ki, ‘e’ okunsun bu elif. Sonra -sola doğru- bir yarım
yuvarlak, orta boyda ve sağa hafifçe yaslanmış, bu ‘r’, baştaki ‘Elif’le bağlantısız; ’s’ için, yukarıda
söylendiği gibi düz bir çizgi çizeceksiniz, aşağı yukarı ‘elif’in boyu kadar; sonra bunun ucuna
‘virgülü’ ekleyeceksiniz; bu ‘v’ demektir ki arada sesli ‘e’yi atlıyorsunuz. Alta bir işaret koymaya
gerek yok. Şimdi “im”i nasıl bitireceğiz? Satır çizgisinin biraz yukarısına, aşağıya daha fazla
yaslanmış ufak bir çentik ‘i-y’ yapıp, bunun sol ucunu, ‘ters çevrilmiş yedi’ şeklinde ve sola aşağıya
meyilli inen kısmının yarısı çizgi-satırın yukarısında ve diğer yarısı da altında olmak üzere, kuzeybatıdan, güney doğuya doğru, çentiği düğümler gibi yapıp, yani önce sola gidip, sonra sağaaşağıyksiniz, bu da “satır sonundaki m”, ortasındakini söylemiştik, sağa yönelmiş açık bir üçgendi
‘m’, bazen ortada bir ‘düğüm’ de olabilir; böylece bu resim dersinden sonra koltuğunuza yaslanarak
derin bir başarı “Oh!”u çekebilirsiniz. Atatürk’e teşekkürü de unutmazsınız
Hiç şüphesiz, nasıl Roman alfabe İngiliz, İrlanda, Çek ve İsveçliler arasında kendine
özgü değişmelerele yayılmaya devam etti, Arap alfabesi de, özellikle Kuran dolayısıyle, Merkezi
Afrika’da: Fula, Heusa ve Swahili’de; Doğu Hint Adaları’ndaki (East Indies) Hollanda
sömürgelerinde, Filipin’lerin Moro kısımlarında; Hindistan’da Urdu ve Pencap (Punjabie); İran’da
Pers’te; Gerek Türkiye Anayurdunda ve gerekse Eski Sovyet İmparatorluğunun himayesinde kalmış
çeşitli Türk topluluklarında Arap harflerinin şu ya da bu şekillerde kullanılması gerçekleşti ve hala da
devam ediyor.
A r a p ve M u s e v i yazılarının sağdan sola seyirleri (Orijinal olarak alındıkları
FENİKE yazısı gibi!), başlıbaşına bir özelliktir. Bunun tamamen tersi olan ‘Batı’ yazısı, soldan sağa
gitmekle Doğu’nun tam zıddı gibi görünürse de, birtakım ara form’lar zihinleri karıştırmaktadır.
HOMEROS zamanında, Eski Yunanistan’da, “b o u s t r o p h e d o n” (öküzün harman sürdüğü gibi)
denilen ara bir tip, buna en güzel örnektir. Bu stil’de, önce, soldan sağa gideceksin, ikinci satırı,
birincinin hemen bitimindeb başlayarak sağdan sola, üçüncü sırada yine soldan sağa yazacaksın.
Özellikle gözler için çok natürel ve rahat gibi görülen bu tarzın niye daha fazla benimsenmediği, dil
gelişiminin çözülmemiş sırlarından biridir.
S t e n e o ğ r a f i (Eski Yunanca’da: ‘dur - yazma’) <shorthand> benim
çocukluğumda (1930′lar ve ‘40′lar) sekreterlerin (katibe), özellikle mahkemelerde ve her tür görüşmemülakat’ta, çabuk konuşan, üniversitede ders veren kişilerin söylediklerini kaçırmadan not etmede çok
önemli pratik bir değeri vardı ve sanki ikinci bir dil ayrıcalığını ve özelliğini haizdi. Bugün, son otuz
yıldanberi iletişim tekniklerinin akıl almaz süratle gelişimi ve her tür ekonomik klas tarafından
kullanılabilir bir hale gelmesi, steno’yu unutturdu.
Z a m a n’ın, ekonomik ve sosyal gelişim ve iletişim-seyahat-küreselleşme
zorunlulukların da katkılarıyla, dil’de, tarihte olduğundan çok daha hızlı gelişim ve değişim
kaydediliyor. Cumhuriyet’ten evvel yazı stili, dolayısıyla sözcükler, bir sürü Arapça ve Farsça
eşdeşleriyle doluydu. Bugün ise, başta İngilizce olmak üzere, Fransızca, İspanyolca, Almanca,
İtalyanca günlük yaşamda kullanılan yemek isimleri ve tarifleri, giysi çeşitleri, basit konuşum iletişimi
sözcük hazinelerimizi dolduruyor. Bugünlerde Dil Kurumu tarafından yayımlanmış resmi ve ciddi bir
çalışmanın olup olmadığını bilmiyorum; ama 1949′larda, PEI, kitabında, bize bazı genel istatistikler
sunmuş:
Türkiye’de konuşulan 551 Türkçe sözcüğün yalnızca 251′i Ana Türkçe ile ilintili olup,
235′i Arabik, 51′i Pers ve 14′ü Roman dillerinden alınma bulunmuş. Bugün için, benim tahminim,
yüzde on-on beşi’nin İngilizce, Kürt dilinin yüzde on ve Arabik, Alman İspanyol, İtalyan dil ve
sözcüklerinin yüze beş ile on, ve Japonca, Urdu’ca ve Afrika dillerinin de yüzde sıfır ile beş arasında
biryerlerde olabileceğidir: Bu hem yazı dili ve hem de konuşma dili için geçerli sayılabilir sanırım.
Böylece, şimdiye kadar, üstünde yaşadığımız dünyada, en önemli iletişim aracı olan d i l l
e r i n gelişim ve dağılımı konusunda, pek çok detayı bilerek ihmal ederek, tarihsel bir gezi yaptık.
Gözlemlediğimiz gerçek şu ki, 18. y.y.’da şiddetlenen “Milliyetçilik”, “Özgürlük” hareketleri, bugün
de, farklı diversiyonlarda da olsa, devam ediyor. D i l, tarihsel ve kadersel birliğini belirli bir jeografik
alanda sürdürmeye çalışarak, belirli bir isim altında bağımsız yaşayan -ve yaşamaya savaşantoplumların, yani m i l l e t l e r i n, çok gelişmiş ve yaygınlaşmış enternasyonal dil kullanılımına
karşın, hala bir ulusun kimliğinin çok önemli bir niteliğini simgeliyor.
Rönesans’tan sonra, bilimin ve seyahat tekniklerinin yaygınlaşması ve
mükemmelleşmeleriyle, Siyasi güçler tüm varlıklarını dünya yüzeyine yaymışlardı. Çocukken,
hatırlarım, “Güneşin batmadığı İspanyol İmparatorluğu”, İngiliz ve Hollanda, Fransa, İtalya
sömürgeleri, bilgi yarışmalarımızın ana materyalleri idi. Tılsımlı sözcük ‘Militer Kudret’ idi.
Şimdiki tılsımlı sözcük “Ekonomi”. Milletler ve Devletler bir gün gelip kardeşçe sulh ve refah içinde
yaşayacaklar ve “Esperanto” gibi bir dili hep birlikte kullanacaklar mı bilmiyoruz. Halihazırda
gençler, Oscar Wilde‘ın geçen asır söylediği, “Bir insan kaç lisan biliyorsa, o kadar kere insandır!”
sözünü geçerli olarak kullanmakta ve dilleri öğrenmektedir. Ne güzel şey. Yabancı bir ülkede seyahat
ederken, yarım yamalak da olsa, yerli lisanla soracağınız bir soru ya da konuşmaya katılmanız, ne
farklı bir empati yaratıyor değil mi. Yabancı dil, en büyük zenginliktir, çünkü esasında o ‘yabancı’
değil, 40,000 yıllık toplum tarihi olan insanın, işaretlerden, mimiklerden, jest’lerden başlayıp
duygularını, heyecanlarını, fikirlerini anlatmaya kadir olmuş varlıkların ’aynı’ aleti kullanma yetisidir.
Keşke gözlerimizle konuşabilmeyi becerebilseydik!…
*
D İ L İ O L U Ş T U R A N Ö Ğ E ‘ LER
Genellikle, d i l - l i s a n nedir? diye bir soru sorulduğunda, bazıları, “…Bir seri
insan organları tarafından çıkarılan bir dizi sesler…” olarak nitelendirir. Bazıları da, daha
bilimsel olarak, “… sesin, anlamlı olarak yarattığı bir iletişim aracıdır…” diyebilir. ‘Gramerciler’
için dil, …“bir seri şekiller, temel ‘kök’ler ve düzenli tekrarlayan ‘son’lar…” olabilir.
S e s’
s ler, yalnız başına bir “dil” yapılandırmaya yetmez. A n l a m l ı olmak,
olmak dil
ve sesi kullanmadan da şu ya da bu şekilde düzenlenebilir. Demek ki, yalnız başına,o da
yetersiz kalıyor. İlkel toplumlar ne şekilde konuşurlarsa konuşsunlar, onların tümceleri
sistematik bir gramerden yoksundular.
İnsanın ses çıkaran organları, bu işlevi yaptıktan sonra, ürün, diğer bir varlığın
duyu organları (işitme) reseptörleri tarafından alınır, tıpkı telefon, telgraf gibi. Y a z ı
dediğimiz şey de, “konuşma” dediğimiz fonksiyonun ortak bir üyesidir. Sesler, bazı fikir ve
düşünceleri yansıtan sembollerle ifade edilmişlerdir; onlar da, mamafih, başka bir duyu
organı (görme) tarafından alınırlar. Hiç şüphe yok ki, bu sonuncu örnekler, olayları mekanik
bir şekilde yapılandırıyor. Belki de, en başta yaptığımız tarifleri, özel şekillerde
sınırlandırmamız gerekecek; zira, aynı alıcılar, diğer insanlar -ya da yaratıcılar- tarafından,
hiç bir şey ifade etmeyen görsel ya da işitsel sinyalleri alabilir ama bizler bunlara “dil”
diyemeyeceğiz, çünkü alıntılar, içlerinde anlamlı bir mesaj olmayan, sadece mekanik bir
takım izlenimler olarak kalacaklardır.
Peki, herhangi bir “iletişim” malzemesinin, “olmazsa olmaz” <sine
sine qua non>
non
temel öğeleri neler olmalıdır?
S Ö Z C Ü K (Word) . Sözcük, ‘dil’in gerçekten en temel öğesidir.
Sözcük,(harflerin sembolize ettiği) birtakım seslerden oluşmuştur:
<The spoken word is the foundation of all language! -Lingaphone motto->
(Konuşulan sözcük, tüm lisan’ın temelidir. -Lingafon motto’su.) ama onların da
bir “anlam” ifade etmek gayesiyle, belirli bir “dizi” halinde sokulmaları gerekecektir.
Diğer yandan, ‘sözcük’ de, yalnız başına sınırlı bir anlam-tarif-tasvir’in ötesinde,
pek bir şey ifade etmeyebilir. Örneğin, “çocuk” dediğimizde, herkesin aklında, ‘herhangi’ bir
çocuğun ‘genel nitelikleri’: ufak ya da büyük, zayıf ya da iri, oturan ya da oynayan veya
uyuyan küçük, canlı bir varlık olarak bir imge oluşabilir. Amma, “Zavallı çocuk… Yağan karın
altında, paltosuz ve fotinsiz, kaldırımın kenarına oturmuş, parmaklarını onun kenarından
akan sulara batırmış, fütursuzca, taştan bir heykel gibi duruyordu..” dediğimizde, sınırları çok
daha geniş, hemen herkesi derin (ve farklı) boyutlarda düşünmeye sevkedecek bir panaroma
çizmiş oluyoruz. Bu işi yaparken, farkında olayım ya da olmayayım, dilin dil olması için
gerektirdiği öğe ve yöntemlerden dördünü birden infaz etmiş olmaktayım. Nedir bunlar?
I. S E S (Söyleyeceğime yazmış olsaydım: Y A Z I), II. S Ö Z C Ü K, III. T Ü M C E L E R
ve, IV. G R A M A T İ K Ş E K İ L ! < Who climbs the grammar tree, distinctly knows,
Where noun and verb and participle grows. DRYDEN.>
(Gramer ağacına tırmanan kimse emin olarak bilir ki,
İsim, Fiil ve Ortaç -sıfat fiil- nerede büyür.)
<The minimum grammar is no grammar at all!>
Guiseppe PEANO.)
(En az gramer, gramer hiç yok demektir!
V. Tüm bunların üstüne eklenebilecek, değerli ve soyut bir öğe de: A N L A M’dır.
Benim yaptığım; ses, sözcük ve tümceleri kullanarak imgeleyebildiğim bir “anlam”ın, başka
birilerine yaptığım n a k l (transfer’i ) dir.
D i l’in terminolojisinde, bu “anlam transferi”ne s e m a n t i k (semantics) denir.
Bu, Eski Yunanca’daki <s e m a i n o> (to mean = bir anlam vermek)’dan gelir. Semantik
olmadan gerçek dil de olmaz. Bu işlev konuşmakla, yazmakla, jest’lerle, işaretlerle, ‘anlam’ı
niteleyebilecek herhangi bir şekilde hizmete sunulabilir. Başka bir açıdan, semantik, dilin
etimolojik tarifinin, “ağızdan konuşmak” olarak ifadesinden daha üstün, kapsamlı bir nitelik
oluyor sayılabilir; ama bu varsayım, dilin bir “iletişim aracı” olduğunun tarifinden daha varsıl
sayılamaz.
Yukarıda anlattıklarımızı şimdi daha kapsamlı ve kompoze bir şekilde yinelersek,
insan organları tarafından alınan ‘ses’lerin, ‘anlamlı’ bir şekilde ‘nakli’nin (transfer) öğe
olduğunu gözlemlemiş oluyoruz. Dil’in en küçük ünitesi de, sözcüğün içindeki ses’lerin
kendine özgü bir ‘düzen’ halinde dizilenmesi sayesinde mümkün olabilmektedir. Bu t e r t i p
ancak,
“Sözcükler Lügatı” <Vocabulary> ya da “Sözcüklerin ‘anlam’larını ve kullanılımlarını kendine
amaç edinmiş” bilim dalı <Lexicology>, ve, “Söz konusu sözcüklerin alınış orijin’i ve gelişimi
ile uğraşan” e t i m o l o j i ‘yi <Etymology> içerdiği takdirde başarılı olur.T ü m c e (cümle),
sözcüklerin belirli bir düzen içinde yapılanmaları sonucu oluşur. Bu sistemin ismi de s e n t a
k s’ dır <syntax>.
G r a m a t i k şekiller ya da tekil sözcüklerin sayı, cins, zaman, aksiyon şekli vb.
ifade tarzları dil’in y a p ı s a l - morfolojik <morphologic> bölümü’nün konusudur.<M o r p h e
Eski Yunan’da: şekil, biçim anlamına gelir.>
Son olarak, l i s a n’da bir “estetik” <esthetics> bulunup bulunmadığı üzerinde
gereğinden fazla fikir yürütülmüştür. Gerçekten de bazı diller ince, kibar; bazı diller ise kaba
olarak nitelendirilebilir. Bu, ‘semantik’ bir problemdir. “Kuzgun’a yavrusu şahin görünür”
atasözümüz çok değerlidir bence, zira, her kültür, insan topluluklarının kendilerine özge
hazineleridir, onlara paha biçmek kimselere düşmemelidir.
*
*
Bu şekilde, “başlangıç” bölümümüzü bitirmiş oluyoruz. Bundan öte çalışma
planımız şu olacaktır: LATİNCE’den başlayıp, gramer’lerini, cümle teşkillerini, fiil çekimlerini,
günlük konuşmaları, her altı dil’de küçük küçük dersler-bölümler halinde sahneleyeceğiz;
aradaki gramer yapıları, cümle teşkilleri mümkün olduğu kadar aynı metod’larla incelendikte
sonra, mümkün olduğu kadar, 3-4-5 lisanda, tekst’leri aynı zamanda yanyana koyarak
çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Ümit ederim, hep birlikte biryerlere varacağız. Bu çalışma,
hiçbirimizi bülbül gibi bir lisanı konuşturtmayabilir, ama eminim ki, eğer öğrenciyseniz ne dili
öğrenirseniz öğrenin daha içgörülü (insight) ve bilgili olup o lisanı daha derinden
kavrayacağınız gibi, diğer bir lisanı da öğrenmenize çok yardımcı olacaktır. Şaşacaksınız, bir
lisan, otomatik olarak yüzlerce -bedavadan- sözcük sunup sizi manen zenginleştirecektir.
Bence en büyük kazanç, kültürlü, kendisine güveni ve saygısı yerinde bir kişilik yaratması, ya
da olanı geliştirmesidir. Bol şans’lar.
Not: İnternet Site’mde, herhangi bir konuda, belirli bir hacimden fazlasına izin
verilmediği için (Bakıyorsunuz, direkt olarak buraya yazdığınız yazı buhar olmuş! Latince’nin
son kısmında öyle oldu, ara verdim o yüzden!), herbiri, karınca kararınca ROMAN DİLİ’nin bir
uzantısı olan FRANSIZCA, İSPANYOLCA, İTALYANCA, LATİNCE ve PORTEKİZCE için,
eğer otomatik olarak bu bölümden gelmiyorlarsa, onların herbirine özel olarak ayrılmış,
örneğin: “ROMAN DİLLERİ-Fransızca” seçeneklerini ekrana getirmenizi rica edeceğim.
<İsmail ERSEVİM, 12 Ağustos
2009>
*
*
*
Dil alışkanlığı : Aileden, toplumdan gelen, anlamı pek kurcalanmadan, sözcükleri tekrarlamak
“-Ben uyurum, dostum! Uyuyamazsam devrası gün ayakta duramam be! Sen çocuk mu oluyorsun?
-Devrası gün ne demek?
-Bizim moruk ertesi güne devrası der de dilim alışmış. Sen ne tuhaf kızsın be! Uyurum uyumam sana
ne?”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:9)
Dilaltı olmak : Kümes hayvanlarında görülen bir tür hastalık
“ADAM - Namusum hakkı için! Affediniz. Hintten gelen bir seyyahtan bir beç tavuğu almıştım.
Dilaltı oldu, zorla yem yedirmek lazım.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:29)
Dilber : Hoş, latif, çekici kadın
“PİŞÇİK - Bir valsçik lütfeder miydiniz, güzeller güzeli... (L. Andreyevna onunla gider.) Büyüleyici
dilber, ne pahasına olursa olsun bir yüz seksen rublecik koparacağım sizden... Koparacağım... (Dans eder.) Yüz
seksen rublecik...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:154)
“Gönül, gurbet ile çıkma
Ya gelinir, ya gelinmez
Her dilbere meyil verme
Ya sevilir, ya sevilmez”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:632)
“-Ya İshak, ben de merak ettim. Yanında bir delikanlı peyda oldu. Kafir dilber mi dilber..... karınız
yalnız değildi yanında yüzleri çıplak, kolları çıplak, göğüsleri çıplak genç genç hanımlar vardı.
-Neuzübillah... Neuzübillah...
-Canım, dedim, söyle nereye çıktı bu kadınlar?
-Ficehenneme zümera.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:360)
“PERDE I, SAHNE I
VALERE - Nedir bu hal, dilber Elise, neden böyle hüzünlü duruyorsunuz? Sevdiğinizi söyleyerek
bana dünyaları bağışladınız diye mi? Yazık! Ben sevincimden ne yapacağımı bilemezken sizi dertli görüyorum.”
(Moliere, “Cimri”, sa:31)
“Pencereden melül melül
Bakan dilber kiminsin sen
Yarin koyup yad illere
Yakan dilber kiminsin sen”
(Melül melül: Kederli kederli)
(Muhibbi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:542)
“UYUYAN GÜZEL
Ah, ne dilber kızdım, ne prensestim ben!
Prensler hep kölemdi, aşkıma tutsak!
Düşüncesiz, kaygısız ve delişmen
yaşıyordum öyle - kirmenden uzak.
Bakışlarım kalp avlardı her seher,
Hem çılgındım, hem zekiydim - her zaman.”
(Margarita Petkova<d.1956>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.03.08)
“Paris’te Mme Lebrun tarafından yapılmış iki portre asılıydı duvarlarda. Bunların birincisi, kırk
yaşlarında, al yanaklı, tombul, parlak yeşil üniformalı ve göğsü nişanlı bir adamdı; ötekisiyse, kartal burunlu,
şakaklarından arkaya doğru taranmış pudralı saçlarında bir gül bulunan genç bir dilberi canlandırıyordu.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:135)
“Görüyorsunuz ya, yalnızca kötü kalpli değil, aynı zamanda sömürücüymüş de. O arada Maria’nın
zindana kapatıldığı bütün o süre boyunca işlediği dünya güzeli parçalar arasında muhteşem bir déshabillé vardı
ki hınzır İspanyol dilber onu kendine ayırmaya karar vermiştir.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:52)
“Yaradan, kadın yüzü çizmiş sana eliyle,
İstek dolu sevgimin efendisi dilberi;
İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir hile,
Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri;”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:20, sa:81)
“Besteye söz yazmak yerine, büyük Şair’in şu dizelerini bestelemek daha iyi mi olur diye düşündü:
Ah, nasıl daha da alımlı görünür dilber
Hakikatin süslediği o tatlı havanın içinde
Güzel olsa da gül, daha da güzel görünür
Çünkü o tatlı kokunun içinde hayatını sürdürür...”
(R. Tremain<d.1943>, “Müzik ve Sessizlik”, sa:145)
Dil bir karış (dışarda) : Herkese çata çat yanıt verme, dil uzatma, kontrolsuz; Aşırı sıcaktan, yorgunluktan
dilini dışarda tutmak
Toman ile Ağaligilin köpek, yan yana, ön ayaklarını karılara doğru uzatmışlar, dillerini de birer karış
dışarı çıkarıp yatmışlar. Har har soluyorlardı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:18)
“DADI - Anlaşıldı nonoşum. Herkese ilan edeyim de seni Ms. Lady diye çağırsınlar. (İstifini
bozmadan tepsiyle çıkar.)
LADY UTTERWORD - Dil bir karış kadında. Böyle yol yordam bilmeyen hizmetçileri tutmak neye
yarar sanki?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:14)
Dilden dile dolaşmak, gezmek, yayılmak : Ağızdan ağıza dolaşmak, hakkında dedikodu yapılmak
“O zaman, kıskançlıktan çılgına dönen kadın, aşığını itiraflarıyla ele verdi ve her şey kanıtlandı. Adam
mahvolmuştu. Yakında, suç ortağıyla birlikte Aix şehrinde yargılanacaktı. Olay dilden dile dolaşıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa34-5)
“Ne var ki, adam, motor açıldıktan sonra seni, ayağına ağır bir demir parçası bağlayıp denize attıklarını
söylüyordu. Hem de bunu pek bir üzüntü duymadan, sanki doğru bir işi bildirir gibi anlatıyordu. Güya Başkan’ın
adamlarından biri bunu ağzından kaçırmış, oradan da dilden dile yayılmış.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:170)
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
--------------‘Anadan çocukla, açtan mücevher
almıyor sadece!’ diyor cümle halk,
sanırsın ki korkunç bu günde bile,
şakalar geziyor hep dilden dile:
‘Şu kadar para bul!’ vay be, ne emir,
keşke başımda şu mini miniler
bit değil de para olabilseler!”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
Dil dökmek : Yalvarmak; ikna etmeye çalışmak; yaranmak için karşısındakinin hoşlanacağı şekilde konuşmak
“Birdenbire hararetlenir:
-Küçük bir çırak tutmalıyız, derdi. Çıraksız iş görülmez..... Karpuz sergisinin bütün işi o çocuktadır.
Yalnız böyle bir çırak bize daha iyi çalışmanın, dil dökmenin, geniş olmanın, iş bittikten sonra, türkü çağırıp
cıgara savurmanın lezzetini verebilir.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Bir Karpuz Sergisi”, sa:35)
“Gerçi hepsi, kendilerini öteki hemcinslerinden üstün görürlerdi; ama bunu tanıtlamak için onların
arasına karışma güdüsünün önüne de geçemezlerdi. Hafta içindeki günler ekmek parası uğruna ter ve dil
dökmekle geçirilirdi. Pazar günleri ise boşuna gevezelik edilirdi.”
(E. Canetti, “Körlük”, sa:53)
“Yirmi dört saatlik bir günün içinde bu on bir dakika yüzünden (hepsinin her gün karılarıyla
seviştiklerini varsayarsak, ki bu da bir saçmalık ve çelişkidir) evlenir, ailenin ihtiyaçlarını karşılar, çocuklarının
ağlamalarına katlanır, eve geç döndüklerinde bir sürü dil döker...”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:84)
“Adamın, çocuklarının bakımı için para yollamaya hiç niyeti olmadığını hemen anladı. Aslında Fedor
Pavloviç hiçbir zaman açıktan açığa reddetmezdi, yalnız işi sürüncemede bırakırdı, bazan, duygulu duygulu dil
de dökerdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:15)
“Bu duruşmanın en gülünç sahnesini bir çavuş, bir yüzbaşı bir de albaydan oluşan jandarma üçlüsüne
borçluyuz. Bu üçlü, 18 gün boyunca Versilia’da bir kışlaya kapanıp, bildiklerini söyleyip, cinayeti itiraf etmesi
için Marino’ya nasıl dil döktüklerini anlatır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:8)
“EUGENIO - Bu müşteri ne veriyor?
PANDOLFO - Bir sürü dil dökerek metresini sekiz liraya ikna ettim.
EUGENIO - Ne söylüyorsunuz? Metresi sekiz lira mı? Ridolfo iki parça kumaşı bana on üç liradan
sattı.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:59)
“Miss HARDCASTLE -… artık kafa yormayalım. İşi olayların gidişine bırakalım. Fakat senin işlerin
ne durumda? Annem seni kardeşim Tony’ye almak için gene diller döküyor mu?”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:23)
“Monolog kendine özgü gariplikleri bulunan kurnazca hazırlanmış tatlı ve kısacık bir konuyla son
buluyordu. Hargraves bir yandan cülap hazırlıyor bir yandan da cülap hazırlama sanatı üstüne dil döküyordu.
Binbaşı Talbot’un kıvrak ve gösterişli cülap tekniği tıpı tıpına taklid edilmişti. O zarif bitkiyi usta parmaklarla
ufalamaktan...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:105)
“Ev sahipleri, misafir hanımın bu tavrını kendilerinin onu ziyarete gitmemiş olmalarına nedenlediler.
Biri susup öbürü özür diliyordu. Hele Murat Bey’in haremi kızara bozara şöyle bir kekeliyor, öyle bir ne
diyeceğini şaşırıyordu ki... Selma’ya adeta bir acımak hissi geldi ve düğümlenmiş kalbi çözülerek sağa sola tatlı
diller dökmeye başladı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:51)
“-Süylemesi <söylemesi> kolay, ille velakin şinci <şimdi> sesim kısıktır; ister ki içeyim yarın
sabahlayın biraz süt ile yumurta, açılsın birazcık sesim, yarın avşam <akşam> gelesin gene buraya, süyleyeyim..
Anlaşılıyordu ki, kız, benden yarın sabah da hatır sormalık olarak sütle yumurta istiyordu.
Kendisine, bu sütle yumurtayı vadettim. Ancak, ninniyi de şimdi mutlaka söylemesi için ona bir sürü
dil döktüm. Nihayet çadırların birinden getirttiği kara zağ cücüğü gibi altı aylık bir çingene yavrusunu kucağına
aldı ve bakalım ne söyledi?...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:101)
“Hayır, yapamayacağım, ben böyle bir şey yapamam. Böyle bir şey yapmaktansa, ölünceye dek burada
yaşamasına izin verir, sonra da kalıntılarının üstüne duvar örerim daha iyi. Pekala, o halde ne yapacaksın? Ne
kadar dil dökersen dök, o yerinden kıpırdamayacak.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:62)
“Şairin İflası
-------------umursamaz sığınaklar aradık
serinlemek için dudaklarımızı
gönül almaya çalışırdık diller dökerek
acımasız kasırgaların ayak izleri boyunca”
(Mxolisi Nyezwa<d.1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.05)
“BAPTISTA - Pekala, bir kere amaç elde edilsin de, yani onun sevgisi, asıl iş onda.
PETRUCHIO - O, işten bile değil; babacığım size şunu söyleyeyim ki o ne kadar dik başlıysa, ben de
o kadar inatçıyım; afet gibi iki yangın karşılaştı mı, hiddetlerini besleyip büyüten şeyi silip süpürüverirler..... Ben
çetinim, ben, ben öyle ağzı süt kokan bebecikler gibi aşk ilan edip dil dökmem.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48-9)
“Günü hoş tutmak için ‘Sevgilim parlak’ derim,
‘Aydınlatır gökleri bulutlar kararmışken.’
Yağız yüzlü geceyi över, diller dökerim.”
(W. Shakespeare, “Tüm Soneler”, no:28, sa:97)
“MAZZINI - Bizim patron, makineden falan anlamaz ki. Adamlarının semtine bile uğramaz. Korkar
onlardan. Mangan nerede, adam idare etmek nerede? Fabrikalarla ilgilenin diye o kadar da dil dökerim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70)
“-... Nasıl imzalattın katır inatlı hemşerime?.. Yola nasıl getirdin şunca zamandır ‘Olmaz’ diye direten
rezili?
-Laf aramızda, Dadal Efendi, imzalamadı, ne dersin! Önce diller döktüm, ‘Yahu, sadaka istemiyoruz,
hakkımızı arıyoruz! Diretti ki katır kaç para?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:281)
“AY’A DAİR
--------------Mutluluğu ararım kaygı duyarak,
Güzelliği ve günahı soluyarak,
Her dem ölür... son nefesimi veririm,
Titrek ayı öpücük gibi içerim...
Ah, vazgeç artık boşuna dil dökmekten!
Bu geceyi seninle geçiremem ben!”
(Nadejda Teffi<1872-1952>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 18.12.02)
“Ama onların döktükleri bütün dillere rağmen, Levin herşeyin mahvolduğunu biliyordu şimdi. Bitişik
odada başını kapının pervazına dayamış duruyor; birinin, o zamana kadar duymadığı çığlığını, bağırmasını
dnliyordu. Bu bağıranın, eskiden adı Kiti olan bir varlık olduğunu biliyordu. Çocuk falan istemekten çoktan
vazgeçmişti.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:539)
“İçeri girip kocasını öptü; yataktan kalkalı çok olduğunu, doktorun gelişi sırasında burada
bulunamamışsa, bunun bir anlaşmazlıktan geldiğini anlatmak için bir sürü dil döktü.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:84)
“Fazla çaba gösteren ve öteberi taşımak için durmadan odaya girip çıkan Vasily, bize göz kırpıyor, türlü
diller dökerek bir an önce yola çıkmamız için Marya İvanovna’ya yalvarıyordu. Koşulan atlar ara sıra
çıngıraklarını çınlatarak sabırsızlık gösteriyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:13)
“Korkuları ve duygularını bastırması gerektiğini, çünkü Karl’ın böyle istediğini söylüyordu. Ve şimdi
Karl açık sözel konuşma için şüphe götürmez bir davetiye çıkarmıştı. Buna nasıl cevap vereceği konusunda
öneriler getirerek bu konuda rol yapma çalışması yaptık; gerçekten korktuğu şeyi dile dökmesine yardımcı
olmaya çalıştım.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:232-3)
“‘Burada niye söylemiyorsun?’ diye sordu, köşedeki iskemleye ilişti. ‘Kulağıma söyleyeceksen, burada
niye söylemiyorsun?’
‘Burada diyemem dedim ya.’
Yanına gelip çömeldi, dizlerinin üstüne öylece duran ellerini tuttu, Uzun zaman dil döktü.”
(T. Yücel, “Bıyık Söylencesi”, sa:145)
Dile benden ne dilersin : Genellikle masal gereği, birinin dev, padiah ya da benzeri kudretli birinden
istenilebilecek dileği
“Salomé, sonra büyücülerin topacı gibi, Antipas’ın maması çevresinde döndü ve şehvet dolu
hıçkırıkların yarıda kestiği bir sesle ona: ‘Gel! Gel!’ dedi. Durmadan dönüyordu. Santurlar patlarcasına çalıyor,
kalabalık uluyordu. Tetrarque daha kuvvetle bağırıyordu: ‘Gel! Gel! Capharnaum ve Tibérias ovası senin olsun!
Kırallığımın yarısı, kalelerimin hepsi feda olsun sana! Gel! Dile benden ne dilersin.’ ”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:126)
“ ‘Sarhoşmuş, utanmaz üvey kızı Salome de önünde çırılçıplak raksediyormuş. Güzelliği kart
zamparanın aklını başından almış. Kızı kucağına oturtmuş ve dile benden ne dilersin demiş. Ülkemin yarısını
sana vereyim mi?..... Vaftizci Yahya’nın başını. O da, peki senin olsun demiş, bir gümüş tabak üstünde başı
getirtmiş.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:315)
Dile düşmek : Kötü şöhreti çıkmak, yaptığı kötülükler herkesin ağzında olmak
“Gitmesi gerekti. Şayet bir aksilik çıkarsa malları bırakır kaçardı. Kaldırdı mı tabanları, tazı gibi
koşardı. Sıkıysa yetişsinler. ‘Emme de o zaman da dile düşerdi. Mallarını goyup gaçmış derler’... İki ucu batık
bir değnek...’
‘Deryalarda gemin mi battı ula?’ dedi Boz Ömer. ‘Ne düşünüyon goyu goyu?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:26)
“Emrah derki düştüm dile
Bülbül figan eder güle
Güzel sevmek bir sarp kal’e”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:633)
“Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:
-Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının ekmeklerine sürüp yemekten
bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın
diline düşmüştüm, ne ayıp, Yarabbi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:286)
“IAGO -... eğer ben Mağriplinin kendisi olsaydım Iago olmazdım. Tanrı şahidim olsun, sevgi yahut
görev hatırı için değil; öyle göstererek kendi çıkarıma bakmak için! Yoksa hereketlerim, içimi ve niyetlerimi
dışarıya vursa, çok geçmeden alemin diline düşüp rezil olurdum.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:5)
“Gurbette düştüm dile
Dilerem hayır ola
Ta ezelden yazılmış
Nasibim garip ile”
(Aşık Zülali-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:539)
Dile (söze) gelmek : Dile düşmek, hakkında konuşulmak
“... bir yanım burada, kar tanelerinin uçuştuğu, suyun taşa döndüğü, ağaçların billur kadehleri andıran
gövdeleriyle dile gelecek gibi durduğu kimsesiz sahilde kalmak, içindeki görüntülere ulaşmak, onları görmek,
onların sesini duymak, gerçeklerin gerçekliklerini kaybettiğine tanıklık etmek, bütün duygularını unutarak kendi
varlığıyla baş başa kalmak istiyor.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:88)
“ÇİÇEK
-------ve keder içinde
zor farkediyorum olan biteni,
ışık artıp çiçek dile gelince,
sarı saçları ve benim kaşlarımka
bana dönüp şunları söyleyince:
Düşün bir kere, senin sevgin için bile
burada kalsaydım,
o zaman ne olurdu yaza?
Ya da meyvesine?”
(Eavan Boland-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
“<Devrimci eylemin> ayaklanışını doğrulayan şu ortak varlığı sürdürdü böylece. Özelllikle de hukukun
sürekli olaraak dile gelme olanağını sürdürürdü. Adalet ve özgürlük karşısında bir davranışı tanımlar bu.
Özellikle de hukukun sürekli olarak dile gelme olanağını sürdürürdü. Adalet ve özgürlük karşısında bir davranışı
tanımlar bu. Doğal hukuk ya da yurtdaşlık hukuku bulunmayan topraklarda adalet de bulunmaz. Bu hukuk dile
getirilmeyince de hukuk yoktur.”
(A. Camus, “Başkaldıran İnsan”, sa:277)
“... çığlıktan, terden, tozdan oluşmuş kaba dünyalarında ince, hoş, aynı zamanda söyledikleri kaba
sözlerin bile kendilerini uzaklaştırmadığı, çekiciliği dile gelmez bir dünyayı gözlerinin önüne seren bu yavan
bergamut (trunçgillerden bir meyve) ve krem kokusu olduğunu tasarlayarak kokladıkları dudak boyasının
kokusundan..... oluşmuş bir ikinci yaşam gibi olmuş olan bu gece.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:216-7)
“THE NİGHT OF LOVELESS NIGHTS
(Aşksız Gecelerin Gecesi)
-----------------------------------------------Yatmak onunla
Dile gelmez deniz kazası
Birbirimize vermek kendimizi
Birbirimize karışmak için.
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:105)
“Toplu gençlere rastlayınca,
Suratsızlar böbürlenir.
Mağrur kızlar dile gelir
Benim şarkım duyulunca.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Müzlerin Oğlu’, sa:43)
“O ana kadar sesini kimsenin duymadığı kara elçi şimdi birden dile geldi. Kemik yığınlarını seyrederken
asık suratı yumuşamış, dudaklarında keyifli bir gülümseme belirmişti. Gırtlaktan gelen bir sesle:
-Aşkolsun! diye homurdandı.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:301)
“Çaresiz adam kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşmak normal bir
şeydir. Güçlü heyecanlar, genel olarak, yüksek sesle dile gelirler.”
(V. Hugo, “Sefiller, “Cilt:II, sa:403)
“Işık Külü V
Hangi iblistir ki
bu dünyanın temelinde
som mutluluktan bir gömü bulunduğu
söylentisini yayan?
Sfenkslerden,
kutsal kaselerden,
dile gelip konuşan yazıtlardan
simyacı büyülerinden söz etmiyorum...
ancak yine de
zaman kervanı
sırlarla yüklü değil midir?”
(Lyubomir Levçev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07)
“Adanın dingin doğasında, dile söze gelmeyen bir yaşam sırrı gizliydi sanki. Sabahları denizin
üstündeki süt beyaz sisi, akşamüstü insanın yüzünü yalayan hafif esintiyi, martı çığlıklarına eşlik eden rüzgarın
fısıltısını, lavanta kokularını nasıl anlatmalı?”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:7)
“Üstümüze alacakaranlığın tatlı hüznü çökmüştü; ruhlar dokunaklı duygularla dalgalanıyor, kah tok bir
erkek, kah ince bir kadın sesinde dile gelen aşk sözcüğü, küçük salonu dolduruyor, bir kuş hafifliğiyle havada
uçuyor, kanatlarını gererek bir rug gibi boşlukta salınıyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:9)
“Kral sordu, Piskopos hazretlerinin söyledikleri doğru mu, eğer Mafra’da bir manastır yaptırırsam
soyumu devam ettirecek varislerim olacağı doğru mu, ve rahip yanıtladı, ‘Doğru majesteleri, ama ancak
manastırı Francisken Tarikatı’na adarsanız,’ ardından kral sordu, ‘Peki sen bunları nasıl bilebiliyorsun,’ ve Rahip
Antonio yanıtladı, ‘Biliyorum, nasıl bildiğimi açıklayamasam da biliyorum. Ben sadece gerçeğin dile gelmesi
için bir aracıyım, majestelerinin de yalnızca inançla karşılık vermesi gerekiyor, manastırı yaptırın ve
çocuklarınız olsun, eğer reddederseniz, ondan sonrası da Tanrı’ya kalmış.’ ”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:8-9)
“İlkşiir
-------Kıpırtısız, bekliyorum sular maviye kessin
ve dallardaki kuşlar dile gelip söylesin neden
bunca uzun ve tellidir kavaklar ve
fısıldamakta yapraklar.”
(José Saramago<d.1922>‘Pial del Rio’-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 13.04.05)
Dile getirmek : Bir olay ya da durumu anlatmak, suskun birini konuşturmak, anımsamak
“Ah, fikrimi dile getirmek için lisanım ne kadar zayıf, ne kadar yetersiz! Fikrim ise gördüklerime
kıyasla o derece sönük ki, ‘az’ demek bu hali anlatmaya yetmez.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:248)
“Erkeklerin bekledikleri, kadınların ‘üşümeleri’ ya da ‘acıkmaları’ değil, erkeğin yanında soğuğu ve
açlığı hissetmeyecek kadar kendinden geçmiş bir aşka kapılmaları ve bu aşkı, arzularını dile getirmeyerek
göstermeleridir.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:96)
“Ablan doğum kontrol hapı alıyor, ayrıca çekmecesinde sperm öldürücü kremler ve jeller, senin de
prezervatiflerin var; ikiniz de korunduğunuzu, o ağza alınmaz olasılığın söz konusu olmadığını, bu yüzden de
hayatlarınızı zehir etmeden birbirinize her istediğinizi yapabileceğini biliyorsunuz. Bunu hiç dile
getirmiyorsunuz.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:115)
“Brick, bunların tümüne kuşkuyla bakıyor. On beş yaşındayken yüreğini hoplatan Virginia Blaine
sınıfın en güzel kızıydı ve ne zaman salına salına yürüyüp gitse bütün oğlanlar dile getirmedikleri bir arzu ve
şehvetle kıvranırlardı. Brick ona buluşma teklif edeceğini söylerken doğruyu söylemiyordu. Hiç kuşkusuz bunu
teklif etmeyi isterdi, ama o yaşta bunu göze almaya yüreği yetmezdi.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:42)
“... yine de büyükanne ile sık sık karşılaştığı olurdu. O zaman kadının boğuk sesi, holde yankılanırdı:
‘Ne o? açgözlü herif? Bu saatte hala daha zıkkımlanmayı mı düşünüyorsun?’ Bolda, tiz sesiyle gülerdi: ‘Evet, leş
kargası, daha karnım aç. Var mı bir diyeceğin? Bunu gene Bolda’nın tiz gülüşü ve büyükannenin, sanki bir
tiksintiyi dile getirircesine, boğuk sesle çıkardığı ‘Pöh!’ sesi izlerdi. Çoğu zaman da yalnızca fısıltı halinde
konuşurlardı.”
(H. Böll, “Babasız Evler”, sa:10)
“İçinde yaşadığım çağa ve bu çağın insanlarına, bir kuşağın yaşadıklarına, deneyimlerine, gördüklerine
ve duyduklarına bağlıyım: otobiyografik olarak bakıldığında bunları dile getirmeyi ancak pek ender durumlarda
gerekli görüyorum.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:7)
“Koyun Çobanı”ndan:
XIV. Uyakların hiçbir anlamı yoktur benim için
Uyakların hiçbir anlamı yoktur benim için
Pek ender aynıdır yan yana duran iki ağaç.
Renkli çiçekler gibidir düşünmem ve yazmam.
Ama daha az yetkindir kendimi dile getirmem
Yoksun olduğum için tanrısal uyalınlıktan
Ve sadece göründüğüm gibi olduğumdann.” <Uyak: Kafiye>
(Alberto Caeıro-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.01.04)
“... yosun kokuları, ağaçkavunu kokularından ayırt edilemeyecek, kehribar ile rezeda çiçeği, bergamut
ile aselbent cam şişelerin sakin uykusuyla mühürlenmiş suskun duracaklar. Kokulardan seçkin bir sözcük
dağarcağının o kokulara karşılık gelen sözcüklerini üreten koku duyusu alfabesi unutulunca, kokular sözsüz dile
getirilememiş, okunamaz kalacaklar.”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında -Ad, Burun”, sa:11)
“Bazen, o şenlik geceleri geç vakitlerde, içki, dans, herkesin yüz üstü bırakması, hızla, mutlu bir
bezginliğe sürüklerdi, yorgunluğun sınırında bana, en azından bir an, nihayet varlıklarıın gizin çözmüşüm ve bir
gün bunu dile getirecekmişim gibi gelirdi. Ama yorgunluk yitip gidince, yorgunluk ile birlikte, giz de giderdi.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:60)
“Yaşamak, hiç kuşkusuz, dile getirmenin tersidir. Toskanalı büyük ustalara bakılırsa, üç kez tanıklık
etmektir, sessizlikte, ateşte ve kımıltısızlıkta.”
(A. Camus, “Düğün-Çöl”, sa:59)
“Üç dört yolcunun ABD’ye sermaye ihracatı için gittiği belli oluyor..... ‘Dikkat edin, diyor birisi, ben
devlete karşı bir şey yapmıyorum. Onun niyetleri yerinde de, ticaretten bir şey çaktığı yok.’ Onlar bunu, alım
satım işlerini biliyorlar. Hep sevimli bir yol arkadaşı olan R. ile çağın tek sorununun para sorunu olduğunu dile
getiriyoruz.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:21)
“İnsanlığın gelişmesini, düzelmesini, kamçılanmaya bağlı görmem yönündeki fanatik ve dogmatik
savım ve bu kamçılama işini gerçekleştirme görevini kendime verdiğimi hiç çekinmeden dile getirmem ona ters
geldi.”
(E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:29)
“Hitler’in dünyasında ansızın bir başka kitle ortaya çıkar: bu, köklerinin kurutulması gereken
Yahudi’lerin oluşturduğu kitledir. O güne değin onları toplamıştır; şimdi ortadan kaldırabilir. Yahudi’lere ilişkin
niyetini daha önce yeterince açık seçik dile getirmiştir; ama iş ciddi olarak ortadan kaldırmaya vardığında, Hitler
bunun gizli kalması için önlem alır.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:116)
“Gerçek, bir yalanı yaşamanın, yaşatmanın ve savunmanın, ahlakla ilintisiz bir iğrençliğe dönüşmüş
olmasıydı. İnsanları, çektikleri sıkıntıları açıkça dile getirdiklerinde ayıplamak, sıkıntılarını saklamalarını bir
onurun gereği saymak.....”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:28)
“Ülkemizde her alanda yasalara ve yasa değişikliklerine duyulan gereksinim, epey sık dile getirilir.
Yeni bir yasanın çıkarılmasıyla ya da yasa değişikliğinin yapılmasıyla her şeyin de çözümlenmiş olduğuna
neredeyse ‘iman’ edilmiştir.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:26)
“Kafamda gelişmekte olan kavramı artık dile getirmeye yaklaştığımı sezdikçe kandimi daha iyi
hissediyordum. Dua ettim, Petrus’un egzersizlerinden bazılarını yaptım ve Astrain’i çağırmaya karar verdim.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:203)
“ ‘... Normal bir hayatımız oldu, o kadar normal ki, işsiz kalınca kendini yararsız, anlamsız hissetti ve
bir yıl sonra kanserden öldü.’
Harfi harfine gerçeği dile getiriyordu, ama sözleri karşısındaki genç kızı olumsuz yönde
etkileyebilirdi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:92)
“ ‘Sana ihtiyacım var. Sevginin önemi hakkında bir şeyler yazmanı istiyorum,’ dedi Mikhail.
‘Herkes sevginin ne kadar önemli olduğunu bilir. Kitapların çoğu bunu anlatır.’
‘Tamam, isteğimi başka şekilde dile getireyim öyleyse. Yeni Rönesans hakkında yazmana ihtiyacım
var.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:139)
“Uzun süre yatıp zifiri karanlığa bakıyorum, oysa çadırın tepesinin bir kol mesafesinde olduğunu
biliyorum. Tutkumun kaynağına ilişkin, açıkça dile getirilmiş hiçbir düşünce, ne kadar ters olursa olsun ben
altüst etmiyor, ‘Yorgun olmalıyım.’ diye düşünüyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:87)
“Kızın konuşmasını bekliyor. Onun konuşmasını istiyor. Bir çocuğa yöneltilmeyecek kadar acımasızca
bir dilek bu ama yine de dile getiriyor isteğini. Gözlerini kaldırıp kıza bakıyor. Gizlediği bir şey yok. Gözlerinde,
aancak çıplaklık denebilecek bir ifade var.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:31)
“Bu yüzden gerçekçilik, burada olduğu gibi, fikirler üzerine tartışılması gerektiğinde, durumlar
türetmeye yönelir -kırda gezintiler, sohbetler- ve karakterler, bu durumlar aracılığıyla, çakışan fikirleri dile
getirir.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:17)
“Teresa kendisini bir tutuklu gibi hissediyor; öfkeyle yanan kadın kendisini alıp götürmesi, bir başka
hayata başlamaları için Lord Byron’un başının etini yiyor. Byron ise kuşkular içindedir, ama bunları dile
getirmeyecek kadar ürkektir. İlk baştaki coşkunluklarının bir daha yinelenmeyeceğini düşünmektedir. Hayatı
dinginleşmiştir; için için, sessizce emekli olmayı ummaktadır.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:207-8)
“John hafifçe küserek ve ayıplayarak karşısında dikilip durması, kafası karışık Alice’e inanılmaz
geliyordu; daha belirgin bir tepki gerektirdiğini düşündüğünden olsa gerek suçu iyice büyümüştü gözünde. Ama
yok. Baird bunca olayın ortasında orada durmuş, Kipling’in ‘Eğer’ şiirinde dile getirdiği beyefendilik sınırlarının
ötesine geçmemekte kararlıydı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:56-7)
“Amacı hem dünyasal hem dinsel konuları ve işlemleri karara bağlamak olan kilisede yapılan yıllık
toplantılarda olumlu ya da olumsuz görüşler dile getiriliyordu.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:133)
“Hemen hemen her yıl, genellikle sonbahara doğru, yolculuktan geri dönen en az bir kişiden böyle bir
kart alıyorum; dile getirilen hayal kırıklığında, ağlamaklı bir suçlamadan çok daha fazlası var. ‘Bizi uyaramaz
mıydınız, St. Juan’ın (ya da Bevalo’nun, ya da Kalamas’ın) çok sıcak ve tozlu olduğunu, bizim milletimizden
insanlarla dolup taştığını söyleyemez miydiniz?’ diye yazıyorlar hep. Bunları iç geçirerek okuyor ve her zaman,
acaba neden hiç kimsenin aklına seyahat acentesinin allı pullu laf kalabalığına karşı Yolculuğun Tehlikeli
Elkitabı hazırlamak gelmez diye merek ediyorum.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:528)
“ ‘Şiir mi yazıyorsun?’ diye sormuştu Baudolino.
‘Şanson’lar (şarkılar) söylüyorum. Hissettiklerimi dile getiriyorum. Ben, uzaklardaki bir prensese
aşığım.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, s:77-8)
“Entelektüel işlev duygusal açıdan katlanılması olanaksız sonuçlara da yol açabilir, çünkü kimi zaman
bazı sorunları çözümsüz olduklarını ortaya koyarak çözmek zorunda kalır insan. İnsanın vardığı sonucu dile
getirmesi ahlaksal bir seçimdir, dile getirmemesi de (belki de yanlış olduğunu umarak). Bir anlığına bile olsa
‘insanlık görevlisi’ görevini üstlenen kişinin dramı budur.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:16)
“... onunla yüzyüze gelmeden önce, dünyanın yanılgısı içinde, parça parça gösterir kendini.(yazık ne de
okunaksız); bu nedenle, bize karanlık ve kötülüğü yönelik bir istemin alaşımı gibi göründüğü zaman bile, onun
(Tanrı’nın, Söz’ün) güvenilir belirtilerini dile getirmeliyiz.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:29)
“Mevlana ona: ‘Arif, Allah, Allah de’ buyurdu. Hemen söylemek ve yaşamak duyusunu veren
Tanrı’nın dile getirmesiyle İsa’nın dili açıklıkla ‘Allah’ demeye başladı.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:239)
“Sen, bensin, ama ben sen olayım diye uğraştım durdum. Sen ben nasıl öğreneceğiz kim olduğumuzu?
Yüzyılların bunca çabası bizi dile getirmek için. Bilincimize varalım diyoruz. Varılır mı gökte ışıldayan
yıldıza?”
(A. Erhat, “İşte İnsan” <Ecce Homo>, sa:13)
“Kalple aklın ebedi ikiliği, aynı şekilde, Dostoyevski’nin eserini de etkilemiş ve böylece, tasarı ile tutku
arasında karşıtlığa yol açnıştır. Dostoyevski, objektif olmaya, gerçekleri dile getirmeye, duyguları tahlil etmeye,
destan tarzında uzun yazılar yazmaya boşuna uğraşıp durmuştur; kendisini, yaratmış olduğu dünya ile
kaynaşmaya, kendi eseri olan bu dünyaya sempati duymaya sevk eden tutkusuna karşı koyması mümkün
değildi.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:19)
“Yukarıda daha bazı eksikler vardı; ama rahat bir ev izlenimi yaratmak için çalışılmıştı: Innstetten
bundan duyduğu sevinci dile getiriyordu.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Vol.III, sa:11)
“Bu düşünceler aklımdan bir saniyeden az zamanda şekillendi ve hemen o an bu iki meçhul kişiden
kaçmak üzere, bu Napoli kalabalığının en yoğun noktasına doğru kendimi attım. Bir Madonna heykelinin
oyuntusu önünde yanan bir lambadan başka bir şeyin aydınlatmadığı eğri büğrü bir patikaya girdim. İşte orada
daha rahat düşününce, bu güzel kadının (eminim ki güzeldi haspa) benim hakkımda şükranla karşılamam
gereken iyi niyetli bir düşünce dile getirdiği sonucuna vardım.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:34)
“Hep biliriz, bir başka ülke, bir başka dil içinde kendinizi kısmi koşullarda daha özgür duyarsınız.
Üstelik inandığınız şeyleri ülkenizin iki ayrı sistemle yönetilen iki yanında da yaşayıp gözlemleyip, hataları dile
getirdinizse, aldığınız karşılıklar duyarsızlık, aldırmazlık, suçlama olmuşsa ağır bir kırgınlıkla kalakalır,
yurtsuzluğun belki de çağımızda en büyük özgürlük olduğunu düşünmeye başlarsınız.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:15)
“Sessizliğin içinde, gün ışığı sütunundaki toz zerrecikleri ağır ağır yere inerken, yaşamının belki de ilk
kez gerçek duygularını dile getirmiş olduğunu düşündü Deborah. Söylediği şeyler doğruysa, öyle olsundu; hiç
değilse, bütün bu karanlık ve üzünç-kaynağı dünyaya karşı bıkkınlığını ve nefretini dışa vurmuş olarak çıkacaktı
bu bürodan.”
(S. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:26)
“Gözlerini önüne indirdi, uzun kirpikli göz kapakları yarım ay biçiminde kapandı. O güzelim yüzü de
eğilmiş, yanaklarında bir pembelik belirmişti. Yüreğindeki ateşli duyguları dile getirmek için yanıp tutuşan
Andrey’in dili tutuldu birden.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:90)
“Betimlerken, yaşamın kapanmış bir evresiymiş gibi onları hemen anımsamaya başlıyorum, ve bu
anımsama ve dile getirme çabası beni öylesine yoruyor ki, son haftaların kısa süren düşleri bana şimdiden
yabancılaşmaya başlıyor. Arasıra, öyle ‘durumları’ yaşıyordum işte: günlük düşler.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:11)
“Ne ki, kimsenin konuştuğu yoktu. Çavuş, belli ki, aklından bir şeyler geçiriyordu. Sonunda,
dayanamadı, onbaşıya dönüp kafasına takılanı dile getirdi: ‘Bana sorarsan, casusların asılması doğru değil.
Görevi uğruna kendini feda eden, yurdu uğruna kellesini koltuğuna alan bir insan daha onurlu bir şekilde idam
edilmeli; barut ve kurşunla mesela. Ne dersin onbaşı?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275)
“LUSI - Hani bana sevgi denen şey, varlığımızın temel nedenidir, demiştin. Yaşamımızın özü, kaynağı
olduğunu anlatmıştın?
LEOPOLD - Bu kadar ilkel bir biçimde söylediğimi sanmıyorum.
LUSI - Tabii çok daha akıllıca dile getirmiştin.”
(V. Havel, “Largo Desolato”, sa:29)
“Ama Jeff Peters dulların, yetimlerin korkacağı bir insan değildi. O yalnızca fazlalıkları tırtıklar!
Savurganların veya paralarını tehlikeli işlere yatırmaya hevesli atak paralıların önemsiz birkaç dolarını ele
geçirerek dolaplar çevirmek sevdasındadır. Tütün, Jeff’i kolayca dile getirir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:45)
“İhtiyar dertlerini en ufak ayrıntılarına kadar dile getirdi. Çekinerek fakat büyük bir içtenlikle
üzüntülerini anlattı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:270)
“Oyun konusunda eklenebilecek fazla bir şey yok. Eşsiz oyun bazen şu, bazen bu bilim ya da sanat
dalının hegemonyası altında gelişip evrensel bir dil niteliği kaznmıştı; oyuncular bu dil aracılığıyla anlamlı
simgelere başvurarak çeşitli değerleri dile getirebiliyor ve birbiriyle ilişkili duruma sokabiliyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:38)
“Doğal olarak, söylenen bu şarkılar, ‘Derde uğrayanlara yardım elini uzatmak sevaptır,’, ‘Yürekler
kuraklıktan sonra düşen ilk yağmur gibi bu yardımı kana kana içer’, ‘Sana minnet çiçekleriyle yanıt verirler,’ ya
da ‘Beraber çalışanları Tanrı ödüllendirir,’ gibi yüce sözleri de dile getiriyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:101)
“Ama bir şey kalmıştı geride, dile getirilemeyecek bir şey, tüyler ürpertici, beri yandan değerli bir şey,
bir yaşantı, bir tat, kalbi saran bir halka. İki yıldan daha kısa sürede yersiz yurtsuz bir yaşamın haz ve acılarını en
uç noktasına kadar yaşayıp tanımıştı: Yalnızlığı, özgürlüğü, ormanların ve hayvanların sesine kulak verip
dinlemeyi, göçebe vefasız aşkları, ölümcül acı çaresizliği.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
“Ara sıra kölesine bir acıma bakışı fırlatma ve tehlike anında beni düşünme lütfunda bulunursa, ne
büyük mutluluk! Heyhat! Yaşamamı, o daha dile getirmeden, tüm arzularını, tüm kaprislerini karşılamaya
adamama rıza gösterir..... yaşamın zorlukları karşısında bana dayanmayı kabul ederse, can attığım tek mutluluğa
kavuşmuş olurum.”
(V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:22)
“KONUŞMACI - Sevgili hemşerilerim..... (Yöneticilerimiz) sağlıklı bir biçimde başkaldırmamızı
engellemek istiyorlar, haklı isteklerimizi dile getirmemizi engellemek istiyorlar, toplanmamızı engellemek
istiyorlar, bizi güçsüz kılmak için..”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:209-10)
“Şimdi de işte ‘Adrian Zograffi’nin yaşamı karşısında iki kolum yanıma sarkmış, şaşkın şaşkın
bakınıyorum, şaşırtıcı bir eser olacaktı bu, oysa yorgun gözlerle süzüyorum onu. Bu adamcağıza acımak geliyor
içimden. Artık flütüm yok onu dile getirmek için.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:6)
“Arkadaşı, Georg’un annesinin yaklaşık iki yıl önce öldüğü, onun bu tarihten beri yaşlı babasıyla ortak
bir ekonomik hayat sürdürdüğü haberini ancak alabilmiş ve başsağlığı dileğini, kuru bir mektupla dile
getirmişti.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:95)
“Başkanın yanındaki bay: ‘İşinizden çıkarıldınız mı?’ diye sordu ilkin. Bu soru hemen bütün öbür
sorular gibi pek yalındı, karşıdakini faka bastırıcı bir yanı yoktu; üstelik verilen cevaplar başka ara sorularla
denetlenmiyordu; ama yine de bay gözlerini açarak bu soruları dile getirişi..... insanı dikkatli ve çekingen
davranmaya zorluyordu.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:313)
“Tanrı’nın Jack Derida’ya Söyledikleri
---------------------------------------------İşte şimdi soluğun tükenecek ve bir sözcüğe dönüşeceksin
(aslında ölümünle söyleyeceklerini dinlemeye gelmiştim)
kendi ölümünü özlü ve akıllıca dile getirmek zor olsa gerek;
daha da zor olanı - onu belleğinde bir metne dönüştürmek.”
(Dimitır Kalev<d.1953>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 12.06.08)
“Seherden uğradım bülbül sesine
Ötüşen bülbülü dile getirir
Yiğit olan kimse saklar sırrını
Kötü kalbindekin dile getirir”
(Seher: Sabah vakti; Uğramak: Rastlamak, karşılaşmak)
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:160)
“Bunu söyler söylemez de son kurtuluş zamanının geleceği, cehennem ateşlerinin söneceği ve
Kurtuluşu Olmayan Oğul’un, yani şeytanın göğe çıkacağı, Peder’in elini öpeceği ve gözlerinden yaşlar akacağı
şeklindeki, belki de suçlu olan üçlü düşünce, kafamda şimşek gibi çaktı. Şeytan: ‘Günahkarım!’ diye bağıracak,
Peder de kucağını açıp ona:
-Hoşgeldin! diyecek; hoşgeldin oğlum! Sana bu kadar işkence ettiğim için beni bağışla!
Fakat düşüncelerimi dile getirmeye cesaret edemedim.”
(N. Kazancakis, “El Grego’ya Mektuplar”, sa:215)
“BROWN SİYAH’SA
-------------------------Siz değil misiniz, yumruğu
yeniden doğan ortak gücümüzün
tutkusunu dile getirmenin
Siz değil misiniz
ritimli kahkahalarımızın,
öfkeli anılarımızın”
(Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07)
“Kleist, benliğinin bilincine varmanın acısıyla, ardına gizlendiği her şeyden arınarak çırılçıplak,
kanayan, yanan ve yenik düşen bir savaşçı gibidir. ‘Ruhumun Öyküsü’ adlı elyazmasında, ikiye bölünmüşlüğünü
ve tutkularını hiç çekinmeden dile getirmiştir. Ancak bu elyazması ne yazık ki kaybolmuştur.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:15)
“Dahası, Gracinda’nın, aradan yıllar geçtikten sonra az da olsa yabancıladığım üslubunun ve
duygularını dile getiriş biçiminin bile kendi içinde bir ‘anlam’ı yaşattığını ve böyle bir içtenlik adına gösterilen
özeni, birçok şeyi kısa ve yalın tarafından dile getirmeyi tercih edenlerin safsatalarına hiç duraksamaksızın tercih
ettiğimi söylemeliyim.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:29)
“Evde bilgisayar olması, bilgiye ve araştırmaya önem vermenin göstergesi kabul ediliyordu. Başta
arama motorları olmak üzere çeşitli araçlardan ve bilgi kaynaklarından hep olumlu şekilde söz ediliyordu. Ama
geçen yıl üniversitede, bu konuyla ilgili bir sohbet sırasında, hocalarımızdan biri kaygılarını dile getirmişti.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:81)
“Sedat,..... ülkesinin karşılığını almadan yeterince sıkıntı çektiğini düşündüğünden, onun belini büken
ve Batı’yla olan ilişkilerini berbat eden şu İsrail-Arap çatışmasına artık bir son vermek istiyordu. Araplardan söz
ederken, ‘biz’ değil, ‘onlar’ diye düşünüyordu; bunu açıkça dile getirmiyordu belki, ama konuyla ilgili herkes ne
demek istediğini anlıyordu. Araplar bunu sahiplenmiyordu..... Hatta yaşamının sonunda, birçok arap onu apaçık
biçimde düşmanlardan ve hainlerden biri olarak saymaya başlamıştı. Yahudi devletiyle uzlaşmasına öfkelenen
ulusalcı ve İslamcı kamuoyunun yanı sıra ılımlı ve Batı yanlısı liderlerin birçoğu da, onu, İsrail’in en önemli
Arap komşusunu çatışmadan çekerek bölgedeki barış olasılığını hepten ortadan kaldırmakla suçluyordu.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:121)
“... ‘Biz, atalarımızın göremediklerini görüyoruz; ama onları gördükleri ve bizim göremediğimiz şeyler de
var; en önemlisi, bizim de ‘kör noktalar’ımız var olduğuna göre, henüz göremediğimiz ama torunlarımızın görecekleri
sayısız şey var.’ .... ‘(örneğin) Çevre kirliliği, Sanayi devrinin başından itibaren, kentsel yerleşimlerin yakınında
fabrikaların varlığını sağlık için ciddi bir tehlike oluşturabileceği hiç görülemedi; başka kaygılar, başka öncelikler
vardı. Bu konu sadece kırk yıldır görüş alanımıza girdi. Aynı alandan bir başka örnek, denizdeki kaynakların sonsuz
olmadığı ve tükenebilecekleri fikridir.’..... ‘Sömester sonunda öğrencilere dönem sonu ödevinin konusu olarak bir tek
soru sordum. Aşağı yukarı şöyle dile getirmiştim: Her çağın kendi kör noktaları vardır, bizimki de bu bakımdan bir
istisna değildir. Gerçekliğin göremediğimiz yönleri var ve kaçınılmaz bir şekilde birkaç yıl içinde her birimiz şöyle
diyeceğiz: Ben bunu nasıl göremedim?’ ”
(A. Maalouf, “Doğudan Uzakta”, sa:143-4)
“CLEMENCE (Beyaz ve bol giysisi içinde, rüzgarın oradan oraya savurduğu bir yelkenli gibi dolaşır.) .....................
Nasıl sevebilirim ki bundan sonra?
Nasıl kadırırım örtüsünü bedenimin?
Nasıl açarım göğsümü, gözleri önünde bir sevgilinin?
GEZGİN (Arkadaşının ölümünden etkilenmiştir ama Clémence’a göre daha sakindir; o da, gözleri
gökte, pişmanlığını dile getirir.)
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:74)
“Dünya dünya olalı gelmiş geçmiş bütün düşkün kadınların adları dile geliyordu onun ağzında.
Hayvanlar gibi erkeğin yaşlısını, gencini ayırt etmeden kendilerini teslim eden, düşük, pespaye dişiler kafilesi.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:122-3)
“Bununla birlikte, çoğu bakımdan benim için çok değerli bir kişi olduğu ve saat on ikiden, öğle
vaktinden önce daima en hızlı ve düzenli kişi olmanın yanısıra, kolay kolay benzeri bulunmayacak çalışmayla
hatırı sayılır miktarda işin üstesinden geldiği için - bütün bu nedenlerden dolayı onun garipliklerini görmezden
gelmeye istekliydim; ancak gene de arasıra hoşnutsuzluğumu dile getiriyordum.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:18)
“TÜKÜRSEM Mİ YUTSAM MI
Kentlerimizin kokuşmuş cehenneminde
gerçek, tersyüz oluyor bulanık mazgallarda
---------------------------------------Ama nasıl bulurum nefretimi dile getirecek dili
öfkemi dışa vuracak çekici
zavallı savsözlerle kum gibi kaynayan bir gökyüzünün
sıradan taklitleri içinde yetişiyorken biz”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“Bayan Creevy’nin ‘pratik okul eğitimi’ hakkında söylediklerine gelince, gerçeklerle yüzleşmekten
başka bir şey değildi. Kadın yalnızca onun konumundaki pek çok insanın düşündüğü ama dile getiremediği
şeyleri söylemişti. Sık sık tekrarladığı, ‘Benim peşinde olduğum şey ücretler,’ deyişi, İngiltere’deki her özel
okulun kapısına asılabilecek bir düsturdu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:270-1)
“Bay Brooker’ın para ve malvarlığı soruşturmasından neden kaçtığını, neden Kamu Yardım
Dairesi’nden bir yardım parası aldığını anlamıyordum. Başlıca zevkleri, önlerine gelene dert yanmaktı. Bayan
Brooker saatlerce yakınırdı; sanki sedirin üzerinde üst üste aynı şeyleri dile getirerek mızırdanan yumuşak bir
yağ yığını gibiydi.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:29)
“Bir anda kendilerini karlı kaldırımda buldular ve hızla yürümeye başladılar. Ka ‘oradan çıktığımızı
kimse görmedi’ diye düşünüyor, bu da onu rahatlatıyordu, çünkü cinayeti kendisi işlemiş gibi hissediyordu. Dile
getirdiği için utanç ve pişmanlık duyduğu evlilik isteği sanki hak ettiği cezayı bulmuştu. Kimseyle gözgöze
gelmek istemiyordu.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:42)
“Ben tek tek her şiirde dile gelen küçücük bir buluşla yetinmeyi bilmeli, kendi doğamın bana kabul
ettirdiği yazgıyla alçakgönüllülükle boyun eğmekten duyduğum ruhsal dirilişi göstermeliyim. Bu da gene
oldukça akla yakın bir şey. Tembellik ve korkaklık değilse tabii.”
(C Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:22)
“Yeni, tam olarak modern anlamına gelmese de -bazı yenilikler modern değildir- bu başlık, zamanımız
sanatı ile şiirinin kökenindeki paradoksu, onları haklı çıkaran ve yadsıyan entelektüel ilkeyi, onların besiniyle
zehrini net ve özlü olarak dile getirmektedir. Zamanımız sanatı ile şiirinin yaşam ve ölüm nedeni modernliktir.”
(O. Paz, “Çamurdan Doğanlar”, sa:14)
“Ama bu sefer Yusuf’a yetişemedi. Yusuf çoktan bulunduğu yeri terk etmiş ve koşmaya başlamıştı,
başta koşarken sağına soluna dikkat ediyordu, sonra çılgınca bir telaşla koşmaya başladı, deli dana gibi, geçtiği
yerlerde dört bir yana çakıllar saçıyordu. Yusuf’un ne yazık ki şahit olamadığı ama askerlerce dile getirilmiş olan
felsefi yorumun özgün olup olmadığından şüphe duymaya hakkımız var, hem şeklen hem de içerik açısından,
açık ki hissiyatın dokunaklı ve yersiz müdahalesi ile bunu dile getirenin içinde bulunduğu mütevazı koşullar bir
çelişkiye vesile olmakta.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:89)
“Kimse yanıt vermedi; oradakiler ne olacaklarını düşünmüyorlardı artık, anasını satmışlardı her şeyin;
bir başka kaygıları vardı şimdi, dile getirmekten korktukları, karanlık, kahredici bir düşünce.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:122)
“LEAR - Hiçten hiç çıkar; bir şey söyle.
CORDELIA - Ne talihsizim! Kalbimi dile getiremiyorum. Efendimizi evlatlık bağının gerektirdiği
kadar seviyorum. Ne daha fazla, ne daha az.
LEAR - Nasıl... Nasıl? Cordelia, sözlerine dikkat et, mutluluğunu yok edebilirsin!”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:15)
“Dile getir ilkyazı, hasadın bolluğunu,
Sendeki güzelliğin gölgesi olur biri,
Önce isbat eder ne cömert olduğunu Ve biz sende buluruz tüm kutsal biçimleri.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:53, sa:147)
“AĞIT ÜZERİNE
Bir ağıt, daha çok ‘şey’dir aslından:
Bir çiçeğin soluşunu da bir taşın düşüşünü dedile getirir, ve -nasıl da- geçip gittiğini yılın...”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“Giulio, şeytana uymamak için yanık yanık Ave Maria duaları okumaya koyuldu. Vaktiyle, Meryem
Ana’nın ruhuna sunulan sabah Ave Maria duasının çalındığını işiterek hevese kapılmış, şimdi yaşamında yaptığı
yanlışların en büyüğü saydığı bir cömertliğe sürüklenmişti. Fakat saygıda daha ileri gitmeye ve bütün bildiklerini
dile getirmeye cesaret edemiyordu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:79)
“<Jean Cocteau> Bazı çocukları aptala dönüştüren birtakım obsesif ritimlerin hala kurbanıyım... sofrada
tabakların belli bir düzene göre yerleştirir ya da kaldırım taşları üzerindeki çukurların üzerinden atlarlar.
Çalışmamın ortasında bu semptomlar yakamı bırakmıyor, kapılıp gittiğim hıza ayak uydurmamı engelliyor,
tuhaf, sakat bir yazı biçemi edinmeme yol açıyor, istediklerimi dile getirmemi önlüyor.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:120)
“Kimbilir neden, benimle İspanyolca konuşmayı seçti ve ‘eşiniz’ sözcüğünü gereken saygıyla dile
getiriyor, o bile biraz gülünç kaçıyor, aslında yanıt olarak kahkahayı basmak yerinde olurdu doğrusu. Ne eşi
canım, boş versenize!, ve omuzuna şöyle iyi bir şaplak indirmek.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Güç Olmakta”, sa:29)
“Şimdi bu söz, ısrarla yerine getirilmeyi istiyordu ve bir anlamda bu arayışta kendini gerçekleştiriyordu;
bilinmeyen bir geometri gibi amansız nir mantığa uyan, farklı ve anlaşıldığı kadarıyla yersiz bir biçim;
algılanabilen, ama ussal terimlerle veya basit bir niçinle dile getirilmesi olanaksız bir şey.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:84)
“Andrea gezinirken, ‘Bir zencinin orkestra idare ettiğini gördün mü hiç? Aslında atletizm
yarışmalarında hiç kimse onlar kadar hızlı koşamaz ve atlayanaz. Bu sana ne düşündürüyor? Onların filozoftan
çok aslanlara yakın olmasını değil mi? Bu doğal bir tepki, mantıklı, dilinin ucuna geliyor, ama bu asla dile
getirilemez bir şeydir.’ ”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:62)
“Benim, ‘Tek Ses İçin’ adlı kitabımı okuduysan, bu korkumu öykümün kahramanının kızında dile
getirdiğimi anımsarsın. Şu düşünceyi bir an olsun aklımdan çıkartamıyordum: Geri gelirlerse, nasıl bir tutum
izlemeli? Saklanmalı mu? Canı kurtarmak için onlardanmış numarası mı yapmalı? Karşı mı koymalı? Ya
sevdiğim bir kişiyi alıp götürürlerse?”
(S. Tamaro, “Daha çok ateş, daha çok rüzgar”, sa:96)
“‘Ben, yalnızca bana ait olan bir gül istiyorum, ona bakmak, onu büyütmek istiyorum.’ Doğal olarak
gülün yanısıra bir de tilki istiyordun. Çocuklara özgü kurnazlıkla, basit arzunu, o neredeyse olanaksız olanından
önce dile getirmiştin. Bir güle olur dedikten sonra seni bir tilkiden nasıl yoksun bırakabilirdim ki? Bu noktada
uzun uzadıya tartıştıktan sonra bir köpek edinme konusunda anlaştık.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:7)
“Gerçekten, <Robespierre> anayasa düşmanlarının, onu devirmek için bir dış savaş bahanesi arkasında
koştuklarına yürekten inanmıştı; çıkmazda olan karşı-devrimcilerin elinde pek güzel bir oyalama aracı olacaktı
bu. Kaygıları yeni değildi: Kurucu Meclis, savaş ve barış hakkını kullanılması konusunu tartıştığında, 15 Mayıs
1790’da dile getirmişti onları.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:43)
“Sedat ne düşündüğünü kesinlikle bilemiyor. Onda hep öyle olur; duygu ve düşünce yumakları hep
birbirine karışır. Düşünür düşünmesine, hem de derin düşünür, gelgelelim düşündüğünü açıklıkla yakalayamaz,
anlatamaz, dile getiremez.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:12)
“Sergey İvanoviç, sahip olduğu son şeyi savunuyormuş gibi sinirli,
-Ben sana yüzlerce kişiden, birtakım çılgınlardan değil, halkın en iyi temsilcilerinden söz ediyorum!
dedi. Bağışlara ne diyeceksin peki? Bütün halk doğrudan doğruya kendi iradesini dile getirmektedir burada.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:718)
“Flush, Mrs. Browning’in dizlerine uzanmıştı. Yaylı gitti de gitti, gitti de gitti, Apeninlerin tepelerini
ağır aksak tırmandı. Mrs. Browning zevkten kendinden geçmişti. Onu pencereden söküp almak mümkün değildi.
Tüm İngiliz dilinde, duygularını yeterince dile getirecek sözcük bulamıyordu. ‘...o dörtbaşı mamur neredeyse
önümüzde bir rüya gibi açılan Apeninler manzarası...’ ”
(V. Woolf, “Flush”, sa:106)
“Manzara da müziğin dediklerini yineliyordu kendince. Güneş batmak üzereydi; renkler soluyordu;
manzara da, insanların zorlu bir günden sonra yorgunluklarını nasıl attıklarını, serinliğin inişini, aklın egemenlik
kuruşunu dile getiriyordu; beygirlerin koşumlarını çıkaran bahçelerini nasıl çapaladıklarını, köy evlerinin alçak
çitinden nasıl sarktıklarını.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:118)
“Eşimin edebiyata olan ilgisi yüzünden, bu plandan ona da söz ettim ve beim de her seansın ardından
klinik olmayan ve izlenimlere dayanan notlar almamı önerdi. Eşiminkinden tamamen farklı bir nedenle, bu fikrin
ilham verici olduğunu düşündüm......... O beni hatasız, her şeyi bilen, problemsiz, mükemmel bir bütünlük
içinde olan birisi olarak görüyordu. Bana karşı olan ve dile getiremediği isteklerini ve duygularını bir mektupla
bana gönderdiğini hayal ettim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:19)
“Dolayısıyla, coşkulu bir havadan uzak bu yeni yapıtta da sanatçı yaşamının sorunsallığı, üretime
yönelik, yararlı çalışma dünyasıyla yazar ve sanatçının öylesine yararsız görünen, belli bir amaçtan yoksun
dünyası arasındaki gerilim mecazi olarak, gerçekten dile getirilmekten çok, ima yollu açığa vurulur.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:94)
“Bu daha ziyade tesadüfi konuşmadan Clarissa!nın aklında bir tek cümle kalmıştı kendisini ilgilendiren,
hatta gizliden gizliye huzursuz eden. ‘Varlığınız hemen hiç hissedilmiyor, belki siz de kendinizi yeterince
hissetmiyorsunuz’, cümlesiyle deneyimli gözlemci, Clarissa’nın kendisinin de tüm bu yıllar içersinde belli
belirsiz sezdiği bir şeyi dile getirmişti.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:58-9)
“İnsanlara karşı şiirden başka gerçek bir dili yoktur: yalın sözde, konuşmada varlığından hiçbir şeyi dile
getirmez, yalnız yukardan bir melek uçuşu gibi sarabilir onu ruh.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Hölderlin’, Cilt:I, sa:189)
Dilenci : Geçimini temin edemiyerek sokaklarda, camilerde el açıp para ya da yiyecek isteyen-dilenen fakir
fıkara. Aç bilaç, yardıma muhtaç kimselere kolayca el uzatan Müzlümanlıkta tabii bu şefkati kötüye kullanan,
yalandan sakat, hasta olup hatta şirket halinde çalışanlara da açılan savaş biteceğe benzemez. Batılı
memleketlerde ise, bu sosyal gereksinim, daha ziyade sosyal kurumlar tarafından yasalarla ve kurumlarla, iş
veren müesseseler ile işbirliği edilerek daha kabul edilebilir şekillere bürünmüştür. Bizde de, vapurlarda,
meydanlarda müzik aleti çalarak, gösteri yaparak bir nevi ‘hak etme’ pensibini görmek, ilersi için daha fazla
ümit veriyor
“Bütün kadınlar daha cırtlak bir sesle hep bir ağızdan:
‘Ahh! Ekselans, yoksul kadınlar için de bir Napoléon altını verin!’ diye bağırdılar.
Fabrice adımlarını sıklaştırdı, kadınlar bağırışarak peşinden gittiler, bütün sokaklardan koşarak
fırlayan pek çok erkek dilenci de küçük bir ayaklanma gibi bir şey oluşturdu. Bütün bu son derece pis ve son
derece kararlı kalabalık: Ekselans diye bağırıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:240)
Dilenci çorbası : Alman kültüründe, Eski Çağlarda, manastırlarda pişirilip fakirlere dağıtılan ve bol olsun diye
pek sulu olarak yapılan bir çorba
“MEPHISTOPHELES - Amma, benim en çok hoşlandığım konuşma şekli (maymununki gibi) işte tam
budur! (Hayvanlara.) Söyleyin bana bakalım, keratalar, böyle karıştırarak köpürttüğünüz şey nedir?
HAYVANLAR - Bol bir dilenci çorbası pişiriyoruz.”
(J W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:120-1)
Dilencinin piçi : Dilencinin kimden belli olmayan, daima beraberinde taşıdığı çocuk; babası belirsiz piç
“E. DROMIO - Eşek olduğumdan benim de şüphem yok. Uzun kulaklarımla bunu kanıtlayabilirsiniz.
Doğduğum günden bu ana kadar kendisine hizmet ettim de bütün yaptıuklarıma dayaktan başka karşılık
görmedim..... sokağa çıkarken onunla dışarıya fırlatır; eve dönünce onunla karşılar, Dilencinin piçi gibi onu
daima sırtımda taşırım. Beni sakat bıraktığı zaman da her halde kapı kapı onunla dileneceğim.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:73)
Dilenci vapuru : 1930’ların İstanbulunda, gerek Haliç’in ve gerekse Boğazın her iki Anadolu ve Rumeli
iskelelerinin hemen hepsine uğrayarak, ‘her kapıyı çalan’ dilencilere kinaye, hedefine geç giden Şirketi Hayriye
vapurlarına verilen isim
“Kalabalık tramvayda, sabah çalışmaya gidenlerin arasında sıkışmış kalmıştık. Tramvay durup
kalktıkça düşmemek için beybamın paçalarına sarılmıştım. Ablam Nisa ise çoktan ayakta uyuklamaya başlamıştı
bile. Ne de çok uykuyu severdi o. Dilenci vapuru gibi dura kalka, dura kalka, en sonunda bir yerlere geldik.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:7)
“Sarayburnu ile Üsküdar burnunun tam ortalarına Kız Kulesi’ni alarak, denizin ortasında buluşur gibi,
birbirlerine sokulmaları, Boğaz’a bir iç deniz havası verir. Ben en çok bu iç deniz havasını deverim.
Eminönü’nden kalkan ‘dilenci vapurunun’ 18.00 seferini oradan seyrederim; erken inen kış akşamlarında kül
rengi iskeleye kısık ışıklı bir hayal gibi yanaşır, insanı uzak yolculuklara çağırır, hayata ilişkin hüzünlü bir
kamaşmayla yaşama sevinci uyandırır.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:138)
Dile sığmaz : Dille anlatılamaz, anlatılması güç
“İşini bitirdiğinde, ev değişmiş gibiydi; Sara’nın hoşuna giderdi kesinlikle, zavallı bu dile sığmaz
dağınıklığa o kadar uzun süre katlanmıştı ki.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:86)
Dili bağlı durmak : Konuşmak gerektiği halde konuşamamak
“LADY MACBETH - Aman, bana yardım edin de buradan gideyim!
MACDUFF - Lady’ye bakın.
MALCOLM, yavaşça Donalbain’e. - Bu davayı en çok benimseyecek bizler neden dilimiz bağlı
duruyoruz?
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:36)
Dili bir karış dışarda, sarkmış : Koşma, sıcak ya da had yorgunluktan dili dışarda solumak
“Güncel’e gerçek gözüyle bakanlar, çokluk gerçeği tanıyabilmekten enikonu uzak kişilerdir. Güncel’in
hayli ötesinde yaşayan, bir profesör bozuntusu denebilecek miyop ve dalgın bir adam, dili bir karış dışarda,
güncel’in ardında koşup güncel’e gerçek gözüyle bakan birinden gerçeğe daha yakın olabilir.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:80)
“İhtiyar kadın
-Seni gidi sarhoş diye haykırırdı, aşık olduğunuz süre kızı elde etmek için diliniz bir karış dışarıda
peşinden koşarsınız ama bir kez onu nikahladıktan sonra bir köpekten farksız olur gözünüzde!..”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:92)
“İyi geceler dilemek üzere kardeşine döndü. Cam gözleri buğulu, dili bir karış sarkmış bir durumda
havaya bakarak konuşmak için didinip duruyordu. Meryem başını salladı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:77)
Dili çözülmek : Sıkıntısız rahat rahat konuşmak, dili açılmak, itiraf etmek
“OKTAY (Tik’leri artmış durumda.) - Korkunç monşer!... Dehşet!
KOMİSER - Dehşet ya... Öyledir. Benim karşıma gelecek suçlu, saçları kirpi gibi olup derhal bülbül
misali konuşmazsa suratı bir dakika içinde perşembe pazarına döner, aklı başına gelir, sonunda yine dili çözülür.
Tabii bu dil eğer dişleri arasına sıkışıp iki parça olmadıysa...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:103)
“Birdenbire dili çözüldü:
-İşte efendim, size bir şey söylemeye geldim; siz o odacığı kiraya verseniz.
-Hangi odacığı?”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:71)
“Marino’yu Savcı Pomarici’nin bürosuna götürürler. Sonunda dili çözülür Marino’nun. İtirafını yapar.
Üç gün sonra da Sofri, Bompressi ve Pietrostefani göz altına alınır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:75)
“Kendimi gayet iyi hissediyor, serin kanlılığı elden bırakmıyordum. Az sonra dilim çözülmüş, onlara
bizim Batı’dan, çiftlikten ve Kızılderililerin yedikleri çekirge yahnisi ve yılan çorbasından söz ediyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:136)
“... Şaşkınlıktan dili tutulmuş, ‘ne, ne, ne...’den başka bir şey çıkmıyordu ağzından. Bütün bedenini ter
basmış, alnında boncuk boncuk birikmişti. Epeyce bir çabadan sonra Pire Durmuş Ağanın dili çözüldü:
‘Ben atımı, ben atımı dünya malı için kurşuna dizdiremem...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:205)
“Ve parmaklarını, kor halinde kızgın bir ısgaraya bastıracak ve parmaklarının uçlarını ağır ağır kebap
yapacaktım. ‘Söyle! Söyle diyorum! İtiraf et!’ Nihayet bu işkenceye dayanamayacak, dili çözülecekti.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:119)
“Bu kadar güzel olacağını ummadığı bir kızla sohbet etmek ve eğlenmek onu canlandırıyor ve dilinin
çözülmesini sağlıyor; Christine’in görüntüsü hakkında uzman gözüyle yaptığı saptamalar, gösterdiği aşırı ilgi ve
merak, teyzenin dikkatini çekiyor ve..”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:63)
Dili damağı kurumak : Susuzluktan ağzı kurumak, dili damağına yapışmak
“Orta yerde, bavulum elimde öyle bunaldım kaldım. Susumdan da dilim damağım kurumuş.
Duyardım... Urfa’daki Halilrahman gölünü duymayan yok. Anzelha’yı duymayan yok.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:97-8)
Dili damağına yapışmak : Ağzı, dili ve damağı kurumuş hissetmek
“Kara redingotlarına bürünmüş olan ilçe kaymakamı vee donanma derneği üyelerinden kasap Hacı
Süleyman, berber Ahmet ve tahsildar Tevfik’inse feslerinden ve şakaklarından ayağına lohusa şerbetleri gibi
kırmızı terler akıyor, bayraktarların susuzluktan dilleri damaklarına yapışıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:70)
“‘Garson da, benzini tükenmiş motor gibi çalışıyor,’ diyen Topaz’lının dili damağına yapışmıştı
susuzluktan. ‘Bizim kasabada da değeri 400,000’i bulan adamlar vardır. Bil Withers, Albay Metcalf ve...’ ”
(O. Henry, “viski soda’, sa:40)
“Genç kral söz söylemeye çalıştı, fakat dili damağına yapışmış gibiydi, dudaklarını kımıldatamadı.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:87-8)
Dili (diline) dolanmak : Yalan söylemekten ya da sarhoşluktan, sözcükleri birbirine karıştırmak, bloke etmek
Bk.: Dili dolaşmak
“ ‘Sorun nedir, Phil?’ diye sordu Strathmore, buzdolabını açarken. ‘İçecek bir şey?’
‘Hayır, -şey-hayır, teşekkür ederim efendim.’ Dili dolanıyor gibiydi.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:86)
“Vanyek sıkıntıdan patlamak üzereydi ki, kapı açıldı ve subay mahfelinin aşçısı Yurayda içeri girdi. Bir
iskemle çekip otururken, ‘Bugün bir emir geldi,’ dedi dili dolanarak. ‘Yolculuk için rom bulup getirin dediler.
Baktık, tek bir rom damacanası bile boş değil, biz de birini boşaltalım bari dedik. Mutfakta ayık adam kalmadı
tabii!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412)
“Para sözüne kulak kabartan Bachelard sarhoşluğunu abartmaya başladı. Bu her zamanki kurnazlığıydı:
göz kapakları ağırlaşır, dili dolanırdı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:52)
Dili (diline) dolaşmak : Korku ya da heyecandan ne söyleyeceğini şaşırmak, kekelemek
“Bir pazar sabahı ‘La Bagel Delight’ diye tuhaf adı olan kalabalık bir şarküteriye gittim. Niyetim
tarçınlı-üzümlü ekmek istemekti, ama dilim dolaşınca ‘tarçınlı-reagan’ deyiverdim. Tezgahın başındaki delikanlı
anında cevabı yapıştırdı: ‘Kusura bakmayın onlardan yok. Onun yerine ‘çavdarlı nixon’ versek olmaz mı?’
Saniye sektirmeden patlatılan bu espri yüzünden az kalsın altıma kaçırıyordum.’ ”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“Konuşma biçimi: Yalnızlığından çıkmak için çok uğraşırmış gibiydi, sesi de paslanıp konuşma
alınganlığını yitirmişe benzerdi. Durmadan kem küm eder, boğazını temizler, cümlenin ortasında dili dolaşırdı.
Huzursuz olduğunu çok belirgin olarak duyumsardınız.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:40)
“İçeceğimden bir yudum aldım, karanlık gökyüzündeki yıldızlara baktım, esnedim, ‘Kimmiş bu?’ diye
sordum, can sıkıntımı gizlemeye çalışmadan.
‘Kim olduğunu sanıyorsun, sidik torbası? Dili dolaşıyordu, ne dediği güç anlaşılıyordu. Onu daha iyi
tanımasaydım, beyninin içi su dolu şaşkolozun biri olduğunu düşünürdüm.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:96)
“-Sizi bu kadar bekledim; çünkü gerçeği sizden, yalnızca sizden öğrenebilirim - başka kimseden değil!
Alyoşa dili dolaşarak,
-Ben geldim… şey… ben, o beni yolladı…, diye kekeledi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:224)
“Kamala, gözlerinin içine baktı Sidarta’nın. Yılanın zehirinden dili diline dolaşarak: ‘İhtiyarlamışsın,
sevgilim,’ dedi. ‘Saçın sakalın ağarmış. Ama o genç Samanaya benziyorsun yine, bir zaman adeta çırılçıplak,
ayakları toz toprak içinde benim koruluğa gelen Samanaya. Beni ve Kamaswami’yi terk edip gittiğin
zamankinden daha çok benziyorsun ona.’ ”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:132-3)
“Kadının boşluktaki gözleri ağır ağır geldi. Hatçenin üstüne dikildi kaldı. Hatçe şaşırdı. Kıvrandı.
Gözlerin altından kaçmaya çalıştı. Bir şeyler söylemek istedi. Dili diline dolaştı, beceremedi. Sahanı orada,
kadının önünde bırakıp kendisini dışarı attı. Soluğu tutulmuştu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:207)
“-Princess, au revoir, diye bağırdı. Dili de bacakları gibi dolaşıyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:55)
“Konsolosluğun kapısı kapalıydı. Zili çaldı. Cevap yoktu. Birdenbire yerinden sıçradı: Geri dön, çabuk
koş, merdiveni in! Fakat tekrar zili çaldı. İçerden biri ağır ağır, şıpıdık adımlarla yaklaşıyordu. Bir görevli zar zor
kapıyı açtı; gündelik giyimliydi, elinde toz bezi vardı. Belli ki büroları topluyordu. ‘Ne istiyorsunuz?’ diye
terslendi sinirli bir tavırla. ‘Ben... ben... konsolosluğa çağrıldım,’ diye kekeledi. Ferdinand, görevlinin önünde
dili dolaştığı için hemen utanca kapılarak.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:159)
Dili (dişi) kitlenmek : Artık konuşmaz olmak
“Selim Nuri’yle fakülte arkadaşları, Canbaz Kadı Medresesi harabesine işte böyle yerleştiler. Polisin
ağzında bakla ıslanmadığından, oğlanların Saray’la ilintisi mahalleye hemen yayıldı. ‘Bekar takımı, mahalle
içinde hiç olur mu? Körpe kız var, körpe gelin var’ demeye hazırlananların dili dişi kitlendi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:78)
Dili döndüğü kadar : Anlatabildiği kadar
“‘Çocukların için dua ederim. Seni de o günden sonra her gün dualrımda nıyorum Afanasi Pavloviç,
çünkü her şeyin başlamasına sen neden oldun…’ Dilim döndüğü kadar hayatımdaki değişikliği anlattım.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:260)
Dili kerpetene gelesice : Çok konuşan, gevzelik ve dedikoduculuk yapan bir kimse için söylenen bir ilenç
“VITTORIA - Bunlar yetişmiyormuş gibi benim eşyalarımı rehine vermek, bana haber vermeden bir
çift küpemi almak. Bütün bunlar benim gibi namuslu, saygılı ve sizi seven bir kadına yapılacak muameleler
midir?
EUGENIO - Küpeleri kimden öğrendiniz?
VITTORIA - Sinyor Don Marzio söyledi.
EUGENIO - Dili kerpetene gelesice herif.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:47)
Dili keskin olmak : Hazırcevap, sert ve eleştirici bir dil kullanan kimse
Bk.: Sivri dilli
“... Blaese’nin dizinin bağı tümüyle çözüldü. Yavaş sesle karısına: ‘Bu iş kötüye benziyor, kadın!’ dedi,
‘yanılmıyorsam bu işin arkasında bana karşı olan çok güçlü biri var!’ ve ona Karagün Dostu’ndan söz etti. Başka
zaman çok keskin bir dili olan karısı, bunu işitince birdenbire suspus oldu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:82-3)
Dili kopasıca : Hay konuşmaz olaydı, hay söylemez olaydı
“FERDINANDO - Montenero’da olup biteni merak edenler beni bekliyor. İki hafta durmadan
anlatacak konu elimde hazır. Livorno’yu eğlendireceğim. Herkesi güldüreceğim. (Çıkar.)
VITTORIA - Hay dili kopasıca! Bundan beterini işitebilir miydim?”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:30)
Dili kuruyasıca : Ha dili kurusaydı da konuşmasaydı, o sözleri söylemeseydi
“D. MARZIO - Serseme döndüm, rezil oldum.. Ben mi casusum? Ben casus ha! ..... Kimse beni
istemiyor, herkes beni kovuyor. Ah evet, hakları var. Bu kuruyasıca dilim eninde sonunda beni büyük bir
felakete sürükleyecekti. Artık itibarımı kaybettim ve onu bir daha elde edemeyeceğim. Bu şehirden de de
gideceğim. İstemeye istemeye gideceğim. Sırf bu kötü dilim yüzünden...”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:122)
Dilim dilim (doğramak, kesmek) : Kesmek (Ekmek vb.), Kılıçtan geçirmek
“Ekmek
-------Gökyüzü kocaman bir ekmek
Dilim dilim kesilir
Dağıtılır dilim dilim
Sana bana”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:32)
“Alışılmış bir görkemi sürdürüp durmaktan bıkmıştı bir hükümdar…. Değerli hayvanları zevk için
boğazladı. Sarayları yaktırdı. Üzerlerine yürüyüp dilim dilim doğradı insanları.”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:50)
Dilinde kemik olmamak : Dili rahat dönebilmek; Ağzına geleni rahatça söyleyebilmek, eleştiriyi kale
almaksızın hemen her konuyu rahatça konuşabilen kimse
“Buna karşılık Radio Central, bir sürü iç avlular ve kuytu köşelerle dolu eski bir eve tıkışmıştı; halka,
alt tabakaya, hatta ayaktakımına yönelik bir görev üstlenmiş olduğunu anlamak için, ağzından argo düşmeyen,
kemiksiz dilli spikerlerini duymak yeterliydi.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:8)
Dilinden düşmemek; düşürmemek : Sürekli olarak bir kişi ya da konu hakkında konuşmak
“Konferanslarımın başlığında ‘toplum’ sözcüğünü kullanmaktan kaçındım. Bu sözcüğü son zamanlarda
kimse dilinden düşürmez oldu -ancak bu, onun hala iyi tanındığı anlamına gelmez-, anlamaya başlamadan
neredeyse eskimiş, moda bir sözcük.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:9)
“Akşam yemeğinde bu cinayet Matriyona’nın dilinden düşmüyor. Kendini iyice kaptırmış: Gözleri
parlıyor, ağzından sözcükler birbirine dolanarak dökülüyor. Fyodor Mihayloviç’e gelince, onun da anlatacak bir
hikayesi var, ama annesi küçük kızı sakinleştirip yatağına yatırana kadar beklemesi gerek.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:125)
“Bize Manhattan ve orada yaşayan garip kişileri anlatır dururdu Bud. New York’da bir defasında bir ay,
başka zamanlarda da bir iki hafta kalmış, başına gelenleri dilinden düşürmez.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:134)
“Rosa kahkahayı bastı: ‘Ay benim akıllım, senin tam bir erkek olduğunu, hem de ezelden beri öyle
olduğunu hep bilirdim, düşmanların hep silahlarını teslim ederlerken senin hala öyle kalmana sevindim.
Tevekkeli değil, seni dillerinden düşürmüyorlar.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69)
Dilinden kurtulamamak : Sürekli olarak bir kişinin eleştirilerine, iğnemelerine muhatap olmak
“Öteyandan Fedor Pavloviç’le ahbaplığı oldukça uzaktandı, kapıyı vurup kendini duyurur ve bir şey
olmadığı anlaşılırsa ertesi gün Fedor Pavloviç’in dilinden kurtulamazdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:143)
Dilinde tüy bitmek : Tekrar tekrar söylemekten yorulmak, usanmak
“L. ANDREYEVNA - Ne yapalım peki? Akıl verin, ne yapalım?
LOPAHİN - Size durmadan bunu anlatıyorum ya. Her gün aynı şeyi söylemekten dilimde tüy bitti.
Vişne bahçesini de, çiftlik arazisini de yazlık evler yapımı için kiraya vermelisiniz ve bunu hemen, bir an önce
yapmak zorundasınız...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:131)
“Neden falanca kişi dün Maocu, Gueveracı ve Leninist olduğunu ileri sürüyordu? Çünkü ‘Amerikan
emperyalizm’ne karşı etkin biçimde savaşmak istiyordu. Bugün, müslümanlık adına aynı amacı kovalıyor;
üstelik bu kez mahallesindeki insanlarla uyum içinde, oysa eskiden Rusçadan çevrilmiş küçük broşürlerle ve
kimsenin okumak istemediği Küçük Kızıl Kitaplarıyla kendini yalnız hissediyordu. Güçleri tükenen gençlere bir
devrimcinin ‘sudaki balık gibi’ olduğunu yinelemekten dilinde tüy bitmemiş miydi?”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:149)
“MAZZINI - Azizim, Kaptan, şu eve geldiğimden beri dilimde tüy bitti. Size anlatamadım. Ben
William Dunn değilim, Mazzini Dunn’ım.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:93)
Diline atak : Ağzından çıkanı sakınmayan, düşündüğünü rahatça ifade edebilen
“Bunu çok kibarca yapıyordum, çünkü her ne kadar insanların en terbiyelisi, hayır, sabahları son derece
uysal ve saygılıysa da, öğleden sonraları kışkırtıldığı takdirde, biraz diline ataktı - aslını söylemek gerekirse,
küstahlaşma eğilimindeydi.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:18)
Diline dolamak : Bir kimse hakkında kötü konuşmak; Bir konuyu sık sık yinelemekmek, diline pelesenk etmek
“... onu dansa kaldırdı, pek iyi dansetmese de kızdaki çekingenliği ve hareketlerini felce uğratan
kendine güvensizliği gidermeyi bilmişti, öyle ki herkesin ilgisini çekti bu; buna güldü genç kız; konuyu dillerine
dolamışlardı arkadaşları; kızarmamaya çalışıyordu ama yamaklarının alev alev yandığını duyuyordu.”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:135)
“İçerisi öyle kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmez! Baktım, bu dürzü de orada, yazıcı arkadaşlarıyla
birlikte birlikte bir şeyler zıkkımlanıyor. İki dirhem bir çekirdek, cakası da yerinde ha! Ellerini havaya kaldıra
kaldıra konuşup duruyor. Neler söylediğini merak edip kulak kabarttım. A, bizimki bu sefer de kolerayı diline
dolamış, felsefe yürütmüyor mu?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“Sonra, herkesin kendine göre bir derdi olduğunu söyleyerek sızlandı. Mesela kocasıyla kendisi, iyi
kalpli davranıp, çocuklarının hatırı için mallarını mülklerini vereli beri çekmedikleri sefalet kalmıyordu!
Arkasından, çenesi açıldı, susmak bilmedi. O bitmez tükenmez, aynı şikayeti diline dolamıştı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:281-2)
“Kadınların yanındaki fiyaskosu, hayatının gizli umutsuzluğu buradan ileri geliyor ve sonunda
arkadaşları da bunu fark edip dillerine doluyorlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:213)
Diline düşmek : Herkesin ağzına düşmek, kendinden kötü olarak bahsedilmek
Bk.: Dillerde gezmek
“HAMLET - Güzel. Gerisini birazdan okursun da dinlerim. Rica ederim, efenfim oyuncuların
rahatlarını temin edin. Kendilerine iyi muamele edilsin, anladınız mı? Çünkü onların zamanımızın özeti,
tarihçesidirler. Sağlığınızda adınız onların diline düşmektense öldükten sonra mezar taşınıza fena şeyler yazılsın,
daha iyi.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:76)
“ELLIE -... En seçme kişilerle düşüp kalkıyor. Kendisine aşık olan şık, kibar kadınlar tümen tümen.
Ama hepsinden kaçıp beni görmek için galeriye geldi. Sonra da Richmond Park’ta taksiyle dolaşmak için
kandırdı beni.
Mrs. HUSHABYE - Sen almış yürümüşsün, canikom! Şu namuslu aile kızlarına bak; kimsenin diline
düşmeden neler de kıvırıyorlar!”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:27-8)
Diline düşürmek : Sürekli o şeyi yinelemek, gelen geçen herkese anlatmak, dedikodu konusu olmak
“Genç adam her şeyi yadsımıştı; mahkeme, görünümüne de bakarak onun suçsuzluğuna inanabilirdi.
Ama Ruzena hamileydi, bu yüzden delikanlı ona tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Bu çaresizlik onu
herkesin diline düşürmüştü. Herkes onun masum olduğunu düşünüyordu, bu kadar gürültü koparılmasının nedeni
de buydu zaten. Viyanalılar, baştan çıkarma ve vaatle kandırma suçlarından mahkum edilecek son kişinin bu
adam olduğunu düşünüyorlardı.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:170)
“Yüz yüze gelip tanışmadan aylarca önceden beri onları uzaktan tanıyordum - kentteki herkesi
tanıdığım gibi. Ayrıca ünlerini de duymuştum: Dikkat çekici, herkesten üstün, göreneklere uymayan yaşam
biçimleri onları bizim taşralıların dillerine düşürüyordu.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30)
“MEHMET - Gerçekten rahatlatmıştı beni... Demek ki sadece beni değil, sevenlerini de üzmüş Sururi.
NEŞET EFENDİ - Sururi işte . Allah kimseyi diline düşürmesin.”
(Y. Kenan Işık, “Aşk Hastası”, sa:27)
Diline pelesenk etmek : Sık sık aynı şeyleri söylemek
“Son yıllarda da diline pelesenk etmişti. ‘Karacam gelecek. Ben ölmeden onun yüzünü göreceğim.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:156)
“Koca Ali gece uyumadı. Gündüz koştu: Efendisinin karşısında el pençe divan durdu. Yine;
-Kolunun diyetini ben verdim.
-Şimdi çolak kalacaktın, ha...
-Benim sayemde kolun var.
Hacı Kasap, adeta bu sözleri ‘aferin’ tarzında diline pelesenk etmişti.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:181)
Diline sağlık : İyi bir söylev ya da temenni söylendikten sonra kişiye yöneltilen takdir sözcüğü
“Nefise:
-Kudret’in konuşmasını duydunuz öyleyse?
Kocası gibi tombulca abla:
-Tüylerimiz asbablarımızdandan fırladı vallaha, dedi.
-Diline sağlık oğluuum, içim içime sığmadı. Seninle iftihar ettik tekmil!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:203)
Dilini ısırmak : Söylememek için kendini zorlayarak susmak, içine bastırmak
“Onu oracıkta parçalayabilirdim. Dilimi ısırdım. Tam o sırada Gabriella seke seke koridordan geçti;
bize acele bir merhaba deyip aşağı koştu.
‘Bir bu eksikti,’ diye homurdandım. ‘İkinizden hanginiz baştan çıkardınız bunu?’
‘Ne diyorsun, kim onu baştan çıkarmış? O çapkın daha anasından doğmadı.’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:135)
Dilinin altında bir şey(ler) olmak : Kişinin sözlerinden açıkça söylemediği bazı gerçekleri hissetmek
“ ‘... Ben de o güzel şahini evimize çağırdım, ağırladım balla kaymakla... Şimdi de koçlar kurban
edeceğim onun yoluna.’
‘Ana sizin dilinizin altında bir şey var. Hepiniz sevinç içindesiniz. Ana, bunca yıldır, babam
öldüğünden bu yana ben seni hiç böyle şenlik şadımanlık içinde görmedim.’
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:66)”
“Salih Efendi’nin dilinin altında bir şey vardı.
‘Nesi var bu mancınıkların? Atom neresinde bunların? Bildiğimiz basbayağı iki sütun...’
‘Öyle değil arkadaşım, öyle değil. Kazın ayağı öyle değil. Hey bre oğul, dünyada neler var, her bir
taşın altında neler var, bilinmez.’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:101)
“TRANIO - Bilmem ama, bana öyle geliyor ki, sen de adamların da ne yapsanız bu günahınızı
temizleyemezsiniz.
THEUROPIDES - Yahu, ne söylüyorsun? Ne var senin dilinin altında?”
(Terentius, “Hortlak”, sa:33)
Dilinin altında birşeyler olmak; Dilinin altındakini çıkarmak : Söylediklerinin altındaki gizemi sonradan
ortaya dökmek
Bk.: Dilinin altındaki baklayı çıkarmak
“NAHİDE HANIM : (Birden SİNAN’a) Sinan, senin dilinin altında birşeyler olabilir. Hatta var gibi
geliyor bana.
SİNAN : (Müstehzi-Alaylı gülümseme ile) Üzgünüm anne, babamın sizi aldattığına dair hiçbir şey
bilmiyorum.
NAHİDE HANIM : Yok canım, ben de böyle bir şey sormuyorum zaten. Sadece söylemek
istediğim...”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Şakacı”, sa:110)
“Ferhat Hoca, Koca Osmanın söylemek isteyip de söyleyemediği şeye, ışığa, Hızıra meraktan deli
oluyor ama, üstüne varınca Koca Osman huyundaki insanların da iyice kapanacaklarını biliyordu. Böyle hallerde
Koca Osman gibisilerin üstüne varmayacaksın, onlar dilinin altındakini nasıl olsa çıkaracaklar.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:109)
Dilinin altındaki baklayı çıkarmak : Ötedenberi gizlediği ama söylemek için gevelediği sırrı açıklamak
Bk.: Ağzından baklayı çıkarmak; Baklayı ağzından çıkarmak; Dilinin altındakini çıkarmak
“VLADİMİR - (Parlar.) Utanç verici bir şey bu. (Sessizlik. Estragon şaşkınlıktan donakalmış,
kemirmeye ara verir, sırasıyla önce Viladimir’e, sonra Pozzo’ya bakar. Pozzo çok sakindir. Vladimir gittikçe
hırçınlaşır.)
POZZO - (Viladimir’e) Çıkarın dilinizin altındaki baklayı.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları : 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:60)
“Gözlerinde Kalypso, Nausikaaa ve Penelope adlarını okuyorum. Ama bu kadınların, eleştirmenlerin
birbirlerine bakarak ve denetlemeye gerek görmeksizin yazdıkları güzelliklerinin iç yüzünü anlatacağım sana;
başka deyişle dilimin altından üç baklayı birden çıkaracağım. Önce şunu söyleyeyim ki, Kirke, yani bir kadın,
tüm erkekleri domuza döndürür.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:493)
“ ‘Dilinin altındaki baklayı çıkar kızım!’ dedi otelin sahibesi. Chantal da devam etti...”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:83)
“TEKİN - Anne...
EMEL - Eee...
TEKİN, tereddüt içinde. - Anne!
EMEL, oğluna sert bakar. - Çıkar dilinin altındaki baklayı... Geveleyip durma öyle...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:35)
“Hasan efendi bir az duraksayan bir tavır takındı. Dilinin altındaki baklayı çıkarmak istiyor fakat
cesaret edemiyordu:
‘Bir şey daha var ama... sizi biraz üzer diye korkarım...’
‘O nasıl şeymiş öyle?’
‘Vallahi dedikodu... mahalle dedikodusu beyefendi...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:42)
“-Demek isterim ki biraz garipçedir işleri?
-Ne gibi garipçe?
-Yani ya yüreği temiz bir çocuk ama, içinde var bir kurdu onun ki o kurt onu daima yer, durur...
-Nasıl kurt acaba?
-Bilirsiniz siz daha iyicesini... Zere biraz tanıdık kendisini yeni... Siz ise tanıyorsunuz belki
çocukluğunuzdan...
-Etem, çıkar şu dilinin altındaki baklayı da ne demek istiyorsan söyle, ben de anlayayım!...’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:62-3)
“Ekber gürültülü bir kahkaha koyuverdi. ‘Seni biraz daha bekletseydik dilinin altındaki baklayı
çıkaramadığın için boğulup ölecektin,’ diye kıkır kıkır güldü. ‘Son bir saattir patlatılması şart olan bir çıbana
benziyordun.’ ”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:101)
Dilinin ucuna (kadar) gelmek; Dilinin ucunda olmak : Neredeyse söyleyecek olmak ama söylememeyi
yeğlemek; bilinçsel zorlamaya karşın istediği sözcüğü tümüyle anımsayamamak
“Chantal az daha altın külçelerinden söz edecekti, yaşlı kadının bu konuda bir şeyler bildiğini
hissediyordu. Dilinin ucuna kadar geldi ama ağzını açmadı.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:57)
“Şimdi söyleyeceği sözler dilinin ucuna geldiğinde onları durdurmaya çalışmayacağını bir süredir
biliyordu adam. ‘Oğlumdan söz etmek için büyük bir istek duyuyorum,’ diyor...”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:32)
“ ‘Adınız ne peki?’
‘Bir dakika, dilimin ucunda.’
Her şey böyle başladı.
‘Sanki derin bir uykudan uyanmıştım, ama hala sütümsü bir grilikte sallanıyordum. Ya da henüz
uyanmamış, rüya görüyordum.”
(U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:9)
“Gerçek bir araştırmaya kalkışmanın gereği yoktu; yalnızca Beyrut’a telefon edip seksen dokuz yaşında
ve belleği hala yerinde olan bir kuzinime, o güne dek ne dilimin ucuna ne de aklıma gelen bir iki basit soruyu
sormayı düşünüyordum.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:22)
“Bu dilek, her gün dilimin ucuna geliyordu. Charles Schweitzer, yaşadığı sürece benim fark etmediğim
ve yalnızca sezinlemeye başladığım bir üzüntüyü her yerde saklama durumundaydı. Onun bütün meslektaşları,
dünyayı sırtlarında taşıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:69)
“Andrea gezinirken, ‘Bir zencinin orkestra idare ettiğini gördün mü hiç? Aslında atletizm
yarışmalarında hiç kimse onlar kadar hızlı koşamaz ve atlayanaz. Bu sana ne düşündürüyor? Onların filozoftan
çok aslanlara yakın olmasını değil mi? Bu doğal bir tepki, mantıklı, dilinin ucuna geliyor, ama bu asla dile
getirilemez bir şeydir.’ ”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:62)
“Kendi kendine ‘evet, Kiti’nin iniltisiydi bu,’ diye geçirdi içinden, başını ellerinin arasına alıp koşarak
indi merdiveni. Hiç beklenmedik bir biçimde dilinin ucuna gelen sözcükler döküldü ağzından:
-Tanrım! Sen acı bize! Bağışla, yardım et!”
(L: Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:527)
Dilinin ucunda bir şeyler olmak : Söylemekle söylememek arasında tereddüt etmek, biraz cesaret ya da
ısrarla söylenebilecek bazı gizem
“Birkaç dakika sonra da ben onun karyolasına gitmiş, başını yastığından kaldırarak kollarıma almış
bulunuyordum. Fakat o zavallı gerçekten uyumuştu. Gözlerini açmadan: ‘Yapma, Feride’ diye yalvardı.
-Peki, dedim. Yalnız dilinin ucunda bir şey var ki mutlaka söylemezsen bu sefer ben
uyuyamayacağım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:75)
Dilini tutamamak, tutmayı bilememek : Gereğinden fazla konuşmak, sır vermek, sınırları aşmak
“Neden sonra kendimi toparladığımda başıma ne işler açtığımı anlamaya başladım. Ben ne halt
etmiştim? Hepsi şu dilimi tutmasını bilememektendi! Neredeyse ağlayacaktım. Arkasından bakıp ‘ne olur, geriye
dön!’ diye bağırmak istedim ama kızın yerinde yeller esiyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:34)
Dilini (sıkı) tutmak : Konuşmamak, sır vermemek
Bk.: Çenesini tutmak
“Sözlerine dikkat et geçerken yanımdan Echo,
çalçenenin biriyim ben, hem de değilim,
bir söz duymayagöreyim, aynısını söylerim,
sana da geri dönerim senin sözlerinle.
Dilini tutarsan, çıtım çıkmaz benim de.”
(Antiokheialı Arkhias, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:165)
“O bir duvar. Ve duvar ölümdür.
Mutsuzluğun
okunaksız elyazısı, imgesinde
ve ardıl imgesinde yaşamın--------------------------------Bu yerin sözlerini öğrenecek o,
Öğrenecek dilini tutmayı.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:50)
“Ona karşı çıkmalı, sana bağırmaya başlayacak olursa sen de ona bağırma yürekliliğini
göstermeliydin….. O anda neden tavır koymadığın hakkında hiçbir fikrin yok, babanın ani ölümünün yarattığı
şok da da buna mazaret olamaz. Harekete geçmeliydin, ama yapmadın. Ömrün boyunca itilip kakılan insanların
yanına yer aldın, her şeyden çok inandığın bir ilkeydi bu, ama işte o gün dilini tuttun ve hiçbir şey yapmadın..”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa.147-8)
“ ‘Evet,’ dedi Midge. ‘Bir de yirmi saattir çözülmemiş bir dosya var!’
Fontaine kaşlarını çattı. ‘Ya da senin verilerin öyle söylüyor.’
Midge itiraz etmek üzereydi ama dilini tuttu. Bunun yerine öldürücü darbeyi indirdi. ‘Kripto’da
elektrik kesintisi de var.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:265)
“Ana ve babalarının direnişine karşı gizlice evlenecek kadar şirazeden çıkmış, ama ar damarları evliliği
bir arada yaşamanın koşulu saymayacak kadar çatlamamış gençler, çoğunlukla da kızlar, zaman zaman onun
yardımına başvururlardı. Başka zaman ağzında bakla ıslanmayan ayakkabıcı, bu konularda dilini tutmasını
bilirdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:68)
“Kıyılarda dolaşırken kumsala vurmuş yosunların tüm kıyıyı kapladığı bir bölgeye geldim. Çürümekte
olan yosun tabakalarının üzeri her adımımda bir bulut gibi havalanan sinek sürüleri ile kaplıydı. Orada
durakladım..... Yıllar süren tartışmasız ve yalnız egemenliğinden sonra ülkesi işgal ediliyor ve kendisine bir
kadın tarafından birtakım işler yükleniyordu. Dilimi tutma konusunda kendi kendime söz verdim.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:23)
“Staretz gözlerini ona çevirerek gülümsedi.
-Bunu kendiniz de biliyorsunuz; yeteri kadar zekisiniz; kendinizi içkiye, şehvete kaptırmayın, dilinizi
tutmayı bilin ve en çok, paraya tapmaktan vazgeçin.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:59)
“Anthime bir rüya gördü bu gece. Odanın küçük kapısı vuruluyordu; koridor kapısı değil, komşu kapı
da değil, başka bir kapı vuruluyordu, o zamana kadar uyanıkken farkına varmadığı, sokağa açılan bir kapı.
Bundan korktu, ilkönce bütün yanıtı dilini tutmak oldu.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:23)
“Müjgan beni kolumdan tutarak, sürükler gibi koştururken: ‘Allah cezanı versin. Niçin böyle yaptın?’
diyordu.
-Ne bileyim, dedim... İstanbul’daki teyzeler, ‘Dilini sıkı tut. Saçmasapan konuşma... Oraları dedikoducu
yerlerdir,’ diye tekrar tekrar tembih ettiler bana.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:65)
“ ‘Söyleyeceklerimi iyi dinle Filipus, ağzını da kimseye açayım deme yoksa hapı yutarsın! Şmdi ben
çöle, manastıra gidiyorum. Keşişler bazı aletler yapmam için çağırdılar. Birkaç gün sonra yine burdan geçerim.
Aramızdaki sözleri kafanda evir çevir. Dilini tut, kimseye bir şey çıtlatayım deme.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:135)
“Dilini tutmayı da hiç öğrenmediği için, yardımcısı hakkındaki düşüncelerini açıkça söylemekten geri
kalmıyordu. Macintosh giderek adamın gerçek yüzünü görmeye başlamıştı; neşeli, gürültücü görüntüsünün
ardındaki bayağı ve kurnaz kinciliği, büyüklenme ve zorbalığı okuyabiliyordu.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:21)
“Babasının son sözleri üzerine Scarlett bir öfke nöbetine kapıldı. Ama Gerald’ın verdiği bir sır gerçeği
öğrendiği için Scarlett’i biraz sakinleştirdi.
-Dilini sıkı tut kızım! Kimseye söyleme! John Wilkes bana yemin vererek gizlice söyledi: Ashley,
Melanie ile evlenecekmiş. Nişanları yapılacak.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:52)
“KAMAROT, tehdit edici bir kımıldama yapar. BEN ürkerek geri çekilir. - Dilini tut, çocuk! Yoksa
sana gösteririm. (Daha şefkatlice.) Nerede vakit geçirdin? Başaltında mı?
BEN - Evet.
KAMAROT - Koca herif seni tayfa ile gevezelik ederken bir yakalarsa... öyle bir dayak yersin ki
acısını güç unutursun.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:9)
“WERNER (Oturduğu koltuğun koluna vurarak.) - Yeter! (Öfkeyle onlara bakar.) Babam gerçekten
ölecek olsa bile dilinizi tutma inceliğini gösteremez misiniz? (Leni’ye.) Nesi var? (Leni yanıt vermez.) Sana
soruyorum, nesi var babamın?”
LENI - Biliyorsun.
WERNER - Yalan!
LENI - Benden yirmi dakika önce öğrendin.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:17)
“I. PERDE, I. SAHNE
“SLY - İnan olsun tepelerim!
MEYHANECİ KADIN - Hadi ordan körkütük, küfelik külhani.
SLY - Hadi kirli çamaşır sepeti; Sly’lardan bir tane bile külhani çıkmamıştır: kütüklerde kaydına
bakın; biz fatih Richard’la beraber geldik. Anlaşıldı ya paucas pallabris, yani palavra istemez, dünya bana vız
gelir: ‘sessa!’ Dilini tut!”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7)
“EMILIA - Yalan söyledin öyleyse; iğrenç, melunca bir yalan; ruhumun selameti hakkı için yalan,
zalimce bir yalan! Cassio ile sadakatsizlik etmiş ha! Cassio ile mi dedin?
IAGO - Cassio ile güzelim. Hadi, dilini tut artık.
EMILIA - Dilimi tutmayacağım, söylemek boynuma borçtur. Hanımım burada yatağında öldürülmüş
yatıyor.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:126)
“Onun gibi dilimi tutarım işte böyle,
Çünkü sıkmam istemem seni türkülerimle.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:102, sa:245)
“MEMUR - Aman efendim, sabırlı olun!
E. DROMIO - Sabır bana lazım.. Belaya çatan benim.
MEMUR - Haydi sen de dilini tut!”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Konedyası”, sa:72)
“Yine de birkaç gün daha, belli bir ölçüde resmiyeti korudu, ama sonunda bütün ihtiyatı elden bıraktı.
Kızın dilini tutacağını belli eden sayısız işaretten cesaret alarak ve bekarlık günlerine geri dönmüşçesine, kendi
evinde rahatça hareket etmeye başladı.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:162)
Dilini yutmak; Dilini yutmuş gibi : Sanki dili yokmuş, ya da korkudan dilini yutmuş da konuşamıyormuş
bağlamında; ani heyecandan konuşamayacak hale gelmek
‘Senin gibi dilini yutmuşlar için yetersiz, değil mi? Ne düşündüğünü biliyorum! Haklısın!’ İşte gene
çok eskiden, kendisinden Almanca öğrenirken duyduğum azarı işitiyordum.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:106)
“Gruşenka birdenbir kızdı. Tiz bir sesle,
-Geçmiş, yapamazlarmış… Ne biçim adam bunlar! diye bağırdı. Kendileri somurtur, başkalarının
yüzünün gülmesini istemezler. Sen gelmeden önce de Mitya, hep böyle dilini yutmuş gibi duruyor,
kasılıyorlardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:107)
“TEKİN, olağanüstü bir şaşkınlık ve heyecan içinde. - Anne... (Emel onlara hoşa gitmeyecek şekilde
bakar.) Bu hanım... (Munise’yi gösterir.) Bu hamfendi... (Sonunu getiremez. Etrafına bakınır.)
EMEL - Dilini mi yuttun?... Gelin hanım siz de mi?... (Munise’ye.) Kiminle teşerrüf ediyorum?...
(S. Engin, “Suçlu”, sa:58)
“MARINA - Öyleyse hemen birini göndereyim.
FELICE, Riccardo ile Canciano’ya. - Ne oldu? Dilinizi mi yuttunuz?
RICCARDO - Sinyor Cancione’nun konuşmaya istekleri yok.....”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:44)
“Gel gör ki, Şvayk’ın inadı tuttu. Daha önce de muhafızlar eşliğinde yolculuk yaptığını, ama hep keyifli
çocuklara düştüğünü anlattı. Onbaşı ağzına klilit vurmuştu, ama Şvayk susmak bilmiyordu:
‘Biliyor musun onbaşı, dilini yutmuş gibi öyle oturduğuna bakılırsa başına bir bela gelmiş olmalı.
Dünyasından geçmiş çok onbaşı gördüm, kızma ama senin kadar felaketini görmedim.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:247)
“Ve sonra bana, ‘hey oğlum’ dedi, ‘Dilini mi yuttun, soluğunu mu tuttun? Düşündüğün nedir; o
okuyucular, o seçkinler, o leş yiyiciler, o dizmenler, o densizler, o us çelenler, o kılıç bileyenler mi?’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:206)
“2. KONUK - Efendimiz...
MACBETT - Efendimiz, Efendimiz, Efendimiz... E, sonra? Sonrasını öğrenmek iistiyorum ben.
Hepiniz dilinizi yuttunuz birdenbire. Benim şimdiye kadar gelmiş, geçmiş, gelecek tüm hükümdarların en iyisi
olmadığımı düşünmeye cüret edecek biri varsa içinizde, ayağa kalksın ve söylesin bunu yüzüme.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:323)
“Hemen benim için aydınlık bir hale gelen birkaç söz, zekamı harekete geçirdi, zihnime açıklık, içime
haz doldurdu. Yalnızdık. Kaptan bana bakıyordu, mutluluktan dilimi yutmuş bir halde, sağ elini aldım ve bir oğul
sevgisiyle öptüm, sonra yatağıma koştum, kitabı yastığımın altına, bir sürü çamaşırın arasına iyice gizledim.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:46)
“Onu yatıştşracağıma büsbütün şaşırtıp ürküttüğümü görüyorum. Ağzı Açık, öylece durup gözlerini
kırpıştırıyor. Dilini yutmuş sanki.”
(M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:300)
“Hadi hadi al götür bunu uyusun! Yanında otur biraz, lambayı söndürme, çünkü bunu da kendilerine
benzetmişler: Karanlıktan korkar. Korkar mısın oğlum? Sana diyorum, dilini mi yuttun?”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:77)
“Ufalmış, solgun, oturuyordu Baldini taburesinde, nezleli bir kocakarı gibi burnunu bastırdığı
mendiliyle gülünç bir görünüşü vardı. Artık bütün bütün dilini yutmuştu. ‘İnanılır gibi değil,’ bile diyemez
olmuştu, bir yandan başını sallayıp harmanlama şişesinin içindeki sıvıya bakadururken tekdüze bir, ‘Hm, hm,
hm... hm, hm, hm... hm, hm, hm...’ sesi çıkarıyordu. Bir süre sonra Grenouille bir gölge sessizliğiyle masaya
yaklaştı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:87-8)
“Ve işte mükafatını <ödülünü> almaya başlıyorsun! Bugün atılan büyük adım, birbirimize ilk
isimlerimizle hitap etmemiz oldu. Bunu teklif ettiğimde neredeyse dilini yutacaktı; kahkaha atmamak için
kendimi zor tuttum. Ne kadar hür düşünceli biri olursa olsun, onda Viyanalı kafası var, şahsen hitap etmeyi
sevmese de kendi titrlerine <isim, hitap başlıkları> aşık. Ona Friedrich <Nietzsche> diye seslendikçe o da aynı
şekilde karşılık vermeye başladı.”
(Irvin D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:217)
Dilin kemiği yok : ... konuşur durur, istediğini söyler
“Neler söylediğini merak edip kulak kabarttım. A, bizimki bu sefer de kolerayı diline dolamış, felsefe
yürütmüyor mu? Siz olsanız ne yaparsınız? Sesimi çıkarmadım, dişimi sıktım... ‘Anlat bakalım, anlat, dilin
kemiği yok nasıl olsa...’ dedim kendi kendime.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
Dilin kurusun : Dilin kurusa, dilin tutulsa keşki de böyle konuşmasan
“GIACINTA - Ben de bilmiyorum. Hiçbir zaman bu kadar neşeli olmadım, adeta içim gülüyor.
FERDINANDO - Kesinlikle bir nedeni vardır.
GUGLIELMO - Herhalde neden, yakında yapılacak düğündür.
GIACINTA (Kendi kendine.) - Ah! Dilin kurusun inşallah!”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:66)
Dili paslanmak : Konuşmaya konuşmaya sanki konuşmayı unutmak, ne diyeceğini bilememek
“-Artık biz de dükkanı açacağız. Belki Rakım Amca ile para biriktirir de ikilik bir orta oyunu topluluğu
yaparız. Bu Ramazan geceleri Karagöz oynatacağız. İnsan biraz gevezelik etmezse dili paslanıyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:92)
Dili peltekleşmek : Genellikle aşırı heyacan ve korku ya da aşırı içmiş olma sonucu, sarhoş olan kimsenin
konuşmasının anlaşılmasının güç olması
“Margot yemek odasına geldi ve Born’un ne halde olduğunu -gözlerinin kan çanağına döndüğünü,
dilinin peltekleştiğini ve gövdesinin sandalyeden düşecekmiş gibi sola kaykıldığını- görünce, elini onun sırtına
koydu, Fransızca konuşarak, sevecen bir tonda akşamın sona erdiğini, artık yatağa girmesi gerektiğini söyledi.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:41)
Dili tutulmak :
Korkudan ya da heyecandan konuşamamak
“Cico’nun fısıltıyla anlattığı hikayeden dilim tutulmuştu. Eğer altın sazanı görmeseydim belki ona
inanmazdım. Ama bugün ondan şüphelenemeyeceğim kadar çok şey yaşamıştım.
‘Yemin ederim, Tony, müzik beni aşağıdaki karanlık sulara çekiyordu! Beni suya atlamaktan kurtaran
tek şey altın sazandı. O ortaya çıktı ve müzik durdu.’ ”
(Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:142)
“Walter başını kaldırıyor, tam karşısında Rudolf Born duruyor. Walker’ın bir şey söylemesine ya da
yapmasına fırsat kalmadan Hélene Juin’in müstakbel kocası yanındaki sandalyeye oturuveriyor. Walker’ın
yüreği güm güm atmaya başlıyor. Soluğu kesiliyor, dili tutuluyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:142)
“Becker çocuğu bir az daha tuttu, sonra bıraktı. Gözlerini korku içinde çocuktan ayırmaksızın eğilip
yerdeki şişeleri topladı ve masanın üzerine bıraktı. ‘Evet, ne diyorsun?’ diye sordu.
Çocuğun dili tutulmuştu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:211)
“Dili tutulan Robert pencereden dışarı baktı. Bakışları, gecenin karanlığında gezindi, bir kilometreden
uzun boşlukta gidip geldi, sonra aşağıya... daha da aşağıya... karanlığa doğru indi ve muhteşem bir şekilde
yadınlatılmış Kongre Binası’nın sade, beyaz kubbesi üzerinde durdu.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:499)
“Gerçekten şu anda fırsatı var David’in; konuşabilir, konuşabilir. Ama, dili tutulmuş gibi duruyor,
kulakları uğulduyor. Zehirli bir yılan o: Bunu nasıl yadsıyabilir?
‘Özür dilerim,’ diye fısıldıyor, ‘İşim var.’ Kazık kesilmiş gibi, arkasını dönüp çıkıyor oradan.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:47)
“Olanlar oldu o gece. Korkudan dilim tutulmuştu, konuşmak istediğimde ancak kekeleyebiliyordum.
Çok korkunç bir histi o; konuşmaya kalkıştığımda, dilim sanki gerilere gidiyor gibiydi. Göğsümde de bir ağrı
vardı. Üstelik çok sevgili halam, o günlerde ağzımın biraz bozuk oluşu nedeniyle, bunun belki de Tanrıdan bir
ceza ya da uyarı olduğunu söyleyince benim tüm yedek cankurtaran filikalarım battı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13)
“Gözlerini önüne indirdi, uzun kirpikli göz kapakları yarım ay biçiminde kapandı. O güzelim yüzü de
eğilmiş, yanaklarında bir pembelik belirmişti. Yüreğindeki ateşli duyguları dile getirmek için yanıp tutuşan
Andrey’in dili tutuldu birden.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:90)
“Bizim için değerli olan bir insana, öleceği anda, sanki ona yapışan, onu tutmak isteyen gözlerle
bakarız. Marius, Cosette’in ellerini tutmuştu, acıdan dilleri tutulmuş, ölüme söyleyecek söz bulamayarak, ikisi de
üzüntü içinde öylece duruyorlardı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:440-1)
“ ‘Şu mücevherleri çalan kahyayı hatırlıyor musunuz?’ ”
‘Elbette hatırlıyorum. Siz Gerona’ya gittiniz, o gece suçunu itiraf etmişti. Neden?’
‘Hayır, yani, bilmiyorum. Belki haberiniz yoktur, ama onu olayın ardından hemen kovmadım.’
Şaşkınlıktan dili tutuldu. Gözleri faltaşı gibi açıldı, elinin bir işaretiyle, faltaşı gibi açık gözlerinin
boyutlarında bir değişiklik olmadan, bana devam etmemi belirtti.’ ”
(R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:241)
“Haydi, kapı kapanacak, dediler; içeri gir.
Kuru Dadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi salına salına hisara girdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:14)
“HORATIO- İki gece üstüste bu efendiler, Marcellus ile Bernardo, nöbet bekledikleri yerde.....
babanıza benzeyen, baştan aşağı her tarafı zırh kaplı bir şekil belirmiş, haşmetle ağır ağır yanlarından yürüyüp
gitmiş..... onlarsa korkularından adeta dona kalmışlar, dilleri tutulmuş, birşey söyleyememişler.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:22-3)
“ANTONIO : Benim dilim tutuldu.
BASSANIO : Demek alim sizdiniz, ben tanıyamadım ha?
GRATIANO : Bana boynuz taktıran katip sizdiniz demek?
NERISSA : Evet gelişip erkek çağına gelmedikçe
O işi becermeyi hiç kurmayan bir katip.”
(W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:180-1)
“... baştan aşağı her tarafı zırhlı bir şekil belirmiş, haşmetle ağır ağır yanlarından yürüyüp gitmiş,
dehşetten açıla gözleri önünde bir asa <deynek> boyu uzaklarından üç defa geçmiş; onlarsa korkularından adeta
dona kalmışlar, dilleri tutulmuş, bir şey söyleyememişler.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:23)
“FİLİSTİNİ SAVUNMAK
ulunun yaptıklarıyla, dilim tutulur donakalırım,
onsan sonra serabın konuştuğu dil,
feryatlarla değişti, tepemize çıkıp suyu döktü
değiştirdiği duayla
suskunluğumuzu nasıl infilak edeceğimizi öğretti
açıklayarak satır aralarında”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04)
“Clarissa bir şey söylemek istedi ama dili tutulmuş gibiydi. Huzursuzluk hissediyordu. Ama bir
tartışma çıkmasını da göze alamadığı için onunla gitti. Huber kulübeyi kontrol etti, kilidini, anahtarını. ‘Evet,
burası iyi. Burada kimse bir şey görmez. Üstüne de bir iki çul atarım ya da biraz toprak.’ Clarissa korkmuştu.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:168)
Dilini uzatmak; Dili uzun : Sivri dilli; şu veya o kimseyi her zaman acı, olumsuz sözlerle inciten kimse
“Gerisini biliyorum, koğuştan çıkarken gördüm onu, pijamasını bir kolundan tutmuş yerde
sürüklüyordu, diş fırçasını da ağızlık gibi dişlerinin arasına sıkıştırmıştı. Onu görünce şaşırdım, yıkanmaya
gidiyor sandım, oysa Jaguar, Vallano gibi değildir, Vallano her hafta yıkanır, hatta üçüncü sınıftayken ona
‘Balıkadam’ derdik. Dilin sıcak, Taşaksız, cayır cayır ve uzun.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:319)
“Adam acıdı bana, on dinar verip beni Frenklerin zincirinden kurtardı, aldı Halep’e göstürdü. Bir kızı
vardı. Yüz altın mehr <evlenirken kadına verilen para> ile bana nikahladı onu. Aradan bir süre geçtikten sonra,
huysuz ve kavgacı olan kız dilini uzatmaya, huzurumu bozmaya başladı. Ne demişler:
‘Bu dünya evine kötü bir kadın
Aldın ise cehennemdesin, yandın! -Not: Bu sözün, Hz.Ali’ye ait olduğu söylenir.Koru bizi cehennem azabından,
Aman Tanrım, kötü yoldaştan sakın!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:113)
Dili varmak, varmamak : Söyleyebilmek; söyleme cesaretini bulmak (bulamamak)
“Sürekli atılımlarla, umutlarla dolu olması, bu nedenle de içinde karamsarlığaa ve yalnızlıklara yer
bulunmaması gereken yaşlarda kimilerimiz -dilim varmıyor ama, belki de çoğunuz!- kendini çoğu kez
nedenlerini deşmekte yetersiz kaldığı yalnızlıkların içinde, nasıl aşacağını kestiremediği duvarların önünde
buluyor.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:26)
“-Ah! Pardon efendim! Mil (Fr.:Bin kere) pardon!
-Niçin? Ne var pardon diyecek?
-Ah! Nasıl söyleyeyim? Dilim varmıyor... ama zorunluluk... Ah! İki aydır ne kadar sufrans (Fr.:acı
çekme) içinde olduğumu bilseniz, bana merhamet ederdiniz.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:303)
“‘Canım anneciğim, seni üzdüm galiba,’ dedi, ‘bana hiç kızma. Ama şunu bil, sana karşı hiç yalan
söylemiyorum, söylemeye de dilim varmıyor. Beni anladığını biliyorum.’ ”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:97)
“Leyla’nın eski neşe ve sıhhati yavaş yavaş yerine geldi. Fakat Ali Rıza Bey, ona hala bir hasta gözüyle
baktığı için hatırını kıracak bir şey söylemeye bir türlü dili varmıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:116)
“Anasının hiçbir şeyden henüz haberi yok. Kadına durumu söylemeye dilim varmadı. Oğlum ancak ara
sıra kendine geliyor. Bunun dışında, ateşler içinde sayıklıyor, fakat kendine olduğu zamanlar, hep birisini
görmek istiyor. Hem de pek çok!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:33)
“-Çok şaşırmış bir haliniz var, dedi. Ama ben sizin fikrinizi uygulanaktan başka bir şey yapmadım. Bu
görmüş olduğunuz şey... Madde demeye dilim varmıyor... İsterseniz öyle diyelim, hayvanın ölümünden bir saat
yirmi dakika sonra, fanusun tepesinde, ultra violet altında görünen ışıklı akışkandır. Zihnim altüst olmuştu, o
anda görmüş ve işitmiş olduklarıma inanmakta güçlük çekiyordum.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:59)
“... İstanbul’un her köşesinde bugün de olduğu gibi çeşit çeşit kıyafet, sehpa ve yiyecekler ve yüzlerinde
bezgin bir ifadeyle gözüken seyyar satıcıları Beşiktaş’ta yalı iskelesinden oltasını sakin denize sallandıran
delikanlıyı (Melling’i o kadar severim ki Beşiktaş sahilinde denizin hiçbir zaman bu kadar sakin olamayacağını
söylemeye dilim varmaz.)...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:75)
“Bana karşı dostça davranmasına, evet, hatta beni çağırırken ismimi şakacı bir vurgunla telaffuz etmeye
çalışmasına rağmen ona büyükbaba demeye dilim varmamıştı bir türlü.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:58)
“Kıbrıslı, beni seviyorsan
Öyle ürküt ki onu
övünmeye dili varmasın:
‘Ben, Dorikha,
sevdiğimi yeniden
kul ettim kendime,’ diye
kurumlanamasın”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:105)
“-Ah, Daniel! dedi. Nasıl dilin varıyor? Bu... Bu çok müthiş bir şey olur.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:134)
“BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE GLOUCESTER - Bu delikanlının annesiyle iyi anlaşmıştık, öyle ki, az sonra karnı büyüdü ve
koynuna koca girmeden beşiğe bir oğlan giriverdi. Anlıyorsunuz değil mi yaptığım hatayı.
KENT - Doğrusu sonucu öyle sevimli ki keşke yapmasaydınız demeye dilim varmıyor.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:11)
Dillerde gezmek : Meşhur olmak, herkesin ağzında olmak, dillere destan olmak
Bk.: Dillere düşmek
“Siz ressamlar, ne tuhaf kişilersiniz? Ün kazanmak için her şeyi yapıyorsunuz. Kazanır kazanmaz da
ününüzü heba etmek istemiyorsunuz. Saçmalık bu yaptığınız, çünkü şu dünyada, dillerde gezmekten daha kötü
bir şey varsa o da dillerde gezmemektir.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:10)
Dillere destan olmak : Çok meşhur olmak, nitelikleri dünyaca bilinmek, herkesin dilinde olmak
“Fakat ne de olsa, gene selamlıkta biraz dedikodu olmuştu. Uşakların hepsi kız hafızın ciddiyetinden
emindiler. Onlara geldi ki, Paşa’nın ve Hanımefendi’nin gözünde, yeri olan ve şöhreti dillere destan olan hafız
kızı elde etmek için sadece bahçıvanın yeğeni, kızın peşinden koşuyor. Kızın gönlü olursa oğlana ne mutlu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:156)
“Doğu göğünde şafak perisi belirdiği an, beş keçi çobanı ayağa fırladı; hemen gelip Don Quijote’yi
uyandırdılar; o dillere destan Grisostomo’nun cenaze törenine gelip gelmeyeceğini sordular.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:74)
“Bir zamanlar dillere destan olan eski belediye binasından geriye kalan taş yığını yine de görkemli ve
yüksek görüntüsünü yitirmemişti.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:44)
“SİRENLER
--------------
Bir çağ’rımlık uzaktayken adaya, doluştular kıyıya
hızla yol alan tekneyi gören Sirenler
ve başladılar söylemeye saydam şarkılarını:
‘Gel buraya, dillere destan Odysseus,
büyük onuru Akhaların, durdur tekneni duymak için
sesimizi. Geçmedi çünkü kimse bu yoldan siyah teknesiyle
dinlemeden dudaklarımızdan dökülen tatlı sesi,
haz duymadan ondan; sonra gittiler gidecekleri yere,
daha bilgeleşmiş...”
(Homeros <Odysseia’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:97)
“Macerası beter. Köyleri Of’un okıraç, kayalıklı dağlarında.
‘Bizim köylerdeki halimiz beterin beteri,’ diyor. ‘Sana bir macera söyleyim ki, dillere destan olsun,
yaz da...’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:78)
“Günlerden beri Çukurova çalkalanıyordu. İnce Memed adı, dilden dile dolaşıyordu. Köy yakan,
ocaklar söndüren İnce Memed! İnce Memed, Aktozlu köyü yandıktan sonra dillere destan olmuştu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:303)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ V
---------------------------------------Yiğitlerin bir gece yemek yedikleri harman yerlerinde
zeytin çekirdekleri kalmış,
ayın kurumuş kanı ve tabancalarının
dillere destan on beş hecesi.
Ertesi gün serçeler yemiş yerde kalan kara ekmeğin
kırıntılarını.
Çocuklar oyuncak yapmış cıgaralarını ve yıldızların
çalılarını yaktıkları kibrit çöplerinden.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:44)
“Rahip Michael’in ölümünün dillere destan hikayesini düşünelim. Aziz Francisco’nun üçüncü
tarikatının başı seçilmişti. Ne kadar adilane geçtiği bilinen o seçim, Santa Maria Magdelana muhitinin yoğun
muhalefetine sahne olmuştu. Sebebi bilinmeyen bir küskünlük vardı ortada, öylesine ciddi bir ihtilaftı ki, Rahip
Michael öldüğünde, davalar hala devam ediyordu ve hiç kimse bu davaların ne zaman sona ereceğini.....
kestiremiyordu.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:14)
“Ömrümüz kısacıktır: biz o yönden hayranız
Önümüze eskidir diye serdiklerine;
Tam gönlümüze göre yaratılmış sanırız
Dillere destan olmuş gibi görmek yerine.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:123, sa:287)
“Fabrice Clélia’nın sonsuz alçakgönüllülüğünü iyi biliyordu. Eğer ortaya çıkarılırsa, olağanüstü ve
dillere destan olabilecek her türlü girişimin ne kadar hoşuna gitmeyeceğini de çok iyi biliyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:514)
“Özlemin ne kadar güçlü olduğunu….. imparatorluğun bütün yörelerindeki insanların Kayser Franz
Joseph’e beslediği sonsuz sevgide görmekteyiz….. İmparatorluğun dört köşesindeki değişik toplumlardan
insanların ortak coşkusu ulusa değil de kaysere. Franz Joseph altmış yıldan bu yana imparatorluğun başında, hem
de dillere destan bir kayser.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:7)
Dillere düşmek : Meşhur olmak, ardından dedikodu yapılmak, dillere destan olmak
“Amcası ona çok titizce bakıyor, gözünün önünden ayırmıyordu; fakat güzelliği öyle dillere düşmüştü
ki, köyün ve o yörenin en zenginleri, yalvar yakar, taciz bile ederek amcasından istiyordu kızı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:72)
“Bazen, köylüler işi fazla ileri götürdüler mi, onları susturmak istiyordu ama kendini tutuyor hatta
gülüşmelere katılmak için kendini zorluyordu. Onları tek bir kez susturacak olsa, onlar için yabancı olurdu ve
adı, dillerine düşerdi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:28)
Dilleri döndüğünce : İfade edebildikleri kadar
“Konuklar, Emir’in karşısında el pençe divan durmuşlardı. Geceki baskını, ölenleri dilleri döndüğünce
anlattılar ve bu çadıra giren kovaladıkları adamın, katillerin başı olduğunu, onun ya dirisini, ya ölüsünü istediler.
‘Demek benden, evime sığınmış bir insanın ya ölüsünü, ya dirisini istiyorsunuz?’
Ak libaslı delikanlılar boyun kırıp sustular.”
(Y. Kemal, “Bir Adanın Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:253)
Dillice : Konuşmasını seven, diline düşkün (genellikle kadın), dilbaz
“PENCEREDE KADINLAR
İlkin bir sarışın açtı pencereyi
Sonra bir hallicesi bir dillicesi
Daha sonra güldü kaçtı
Kadınların en incesi
Derken sıra esmere geldi
Bir etlicesi bir sütlücesi”
(Salah Birsel<1919-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:482)
Dil sürçmesi : Söylenmesi gerek olan sözcük yerine, olası bilinçötesinden başka bir sözcük-deyim kullanmak
Bk.: Dili dolaşmak
“Bu kasıtsız dil sürçmesinden sonra, aklıma Rachel’ın da onaylayacağı bir şey geldi. Belki müthiş
parlak bir fikir değildi, ama hiç yoktan iyiydi; bu işe niyetlendiğim gibi dört elle sarılacak olursam, projemi
gerçekleştirecek, beni uyuşuk hayatımın tembelliğinden koparsın diye aradığım meşgaleyi bulmuş olacaktım.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13)
Dil uzatmak : Karşılık vermek, tenkit etmek, olumsuz eleştirmek
“Cücenin gözleri evlerinden fırladı:
-Galip Bey, Padişah’a dil uzatma, yoksa hepimizin derisini diri diri yüzerler, içine saman doldurur,
kuruturlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:118)
“YARGIÇ CASADO - Tanrı’ya dil uzatma, Nada. Nicedir çizmeden yukarı çıkarak söz ediyorsun
yukardan.
NADA - Aman yargıç, Tanrı adını ağzıma aldım mı hiç? Bütün yaptıklarını onaylarım. Ben de
kendime göre bir yargıcım.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:13)
“İNGİLİZ EDEBİYATI DOKTORA SINAVI
İÇİN, BİR ARKADAŞA
-------------------------------Bilge bir incelik
Ve bilge çizgiler yüzünde,
Bir tin yorgun ama, düzenli
Doğru algılamalarla iyi kalpli,
Yumuşak bir ses ve tarihsel bir anlatım
Tudor günleri söylemine çalan,
Hiçbir bilgisizliğin dil uzatamayacağı
Ya da şaşırtamayacağı günlük yeni modanın,
Kesin ayrıntılarla doğrulanmış bilgi.”
(J.V. Cunningham<1911-1985>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.04)
“Ne cevap veren var, ne hal soran... Bir acayip iştir kardaşlar, bu hükümet işi. Bu kadar vatandaşını
Torosun dağında bir eşkıyanın elinde bırakmış. Gönder bir alay asker, kesin kökünü şunların. Haşa, sümme
haşa! Hükümetimize dil uzatmıyorum. Uzatamam efendim.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:373)
“ELLIE - Parası olmayan her kadın koca avcısıdır. Bunu söylemek kolay senin için. Ömründe
parasızlık nedir bilmemişsin. Erkeğe gelince, elini sallasan ellisi. Ben hem fakir, hem namuslu bir kızım.
”Mrs. HUSHABYE - Ay, hiç güleceğim yoktu. Namusluymuş. Mangan’ı nasıl tavladın? Kocamı
nasıl tavladın? Bir de utanmadan bana dil uzatıyor.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:76)
“Kadın soyunurken sesini daha da yükseltiyordu:
-Annem her zaman görevini yaptı. Sizin onu eleştirmeye hakkınız yok. Anneme dil uzatmadığınız
kalmıştı!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:51)
Dimdik : Kendinden emin, iki ayağı üzerinde dengede ve sabit durabilmek
“REQUİEM V
On yedi aydır bağırıyorum
Seni eve çağırıyorum.
-----------------Ne kadar zaman bekleyeceğim idamını?
Yalnız toza batmış çiçekler var,
Bir de buhurdanların titremeleri ve izler
Bir yerlerde, hiçbir yere varmayan,
Ve gözlerime bakıyor dimdik
Eli kulağında bir ölümün gözdağıyla,
Koskocaman bir yıldız.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:83)
“Ve yine coşar taşarım
Saldıran askerlerin başında bir baron varsa,
Dimdik atının üstünde, silahlı ve yürekli
Adamlarına güç veren
Yiğitliği ve bahadırlığıyla.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:24)
“Her gün odama kapanıyor, yere uzanıyor, havalanmayı diliyordum. Bu işi öyle çok denedim ki çok
geçmeden istediğim zaman havalanmaya başladım, birkaç saniyede yerden kopup yükseliyordum. Birkaç hafta
geçince, yere uzanmama gerek olmadığını fark ettim. Gerektiği gibi kendimden geçebildiğim zaman ayakta
dururken de havalanabiliyor, yerden on sekiz santim kadar yüksekte dimdik bir durumda havada
süzülebiliyordum.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:60)
“KAHVE
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den>
‘Ölülerin zeytinyağı’,
der ona César Vallejo.
Yine de kahve gecenin bir parçasıdır.
----------Kara sıvı.
Gönlünde şansa mutluluğa yer yok.
Kahve ile içilir, dimdik uyanıklığı
boğuk sesi
kara yüreği.
Kahve ile içilir, işbitiriciliği.
Bir fican kahve, bir küçücük tiryaki fincanı
höpürdetilen bir yudumcuk.”
(Rafael Courtoisie<d.1958>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“CHE GUEVERA
--------------------Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevera
Sağ çıkmış güneşsiz taş odalardan
Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş
Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi
Eğilmeden dimdik geçmiş demir kapılardan
Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevera”
(Metin Demirtaş<d.1938>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:285)
“DÖRT BOYUNSUZLAR
------------------------------Oturdular mı krallardan da görkemli otururlardı
Ve dimdik geçerken onlar önlerinden
Putlar haçlarının arkasına saklanırlardı.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:123)
“Sokak sessizdi. Hızını artıran ve dimdik düşen kar tenha sokağı kaldırımlara kadar kabarık minderlerle
döşemişti. Yollarda tek bir canlı yoktu, etrafta çıt çıkmıyordu. Hüzün dolu, faydasız yol fenerleri göz
kırpıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144)
“Arkasını dönüp bir kıyafet balosu için Kraliçe Elizabeth kılığına girmiş bir çocuğu anımsatan, dimdik,
kaskatı, duygularını dışa vuran bir yürüyüşle önüme düştü. Yorgun, gergin, ama acayip derecede kibirli bir
görünüşü vardı.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:205)
“Denizin üstündeki balkonumuzda durup baktığımızda, sanki orası dünyanın sonuymuş gibiydi. Dağ
yamacının bir yanağı bulutun içindeydi, serviler çiyden dolayı dimdik, erkeklik organı gibi dikleşmişlerdi..
Bahçede çocuklar ağlıyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:72)
“Yemek bitince rahipler akşam duası için koro yerine yöneldiler. Kukuletalarını yeniden yüzlerine
indirdiler; kapının önünde dimdik dizildiler. Sonra uzun bir sıra halinde gömütlüğe geçerek kuzey kapısından
koro yerine girdiler.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:146)
“Aralarında mücevherlerin parıldadığı, tavuskuşu tüylerinden yapılmış bir başlık giymişti. Kar gibi
beyaz, geniş bir harmani, arkasına doğru sarkıyordu. Dirseklerini vücuduna yapıştırmış, dizlerini bitiştirmiş,
kollarının yukarılarına elmas halkalar takmıştı; dinsel bir törendeymiş gibi dimdik duruyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:387)
“Yüzü zayıf ve sesi keskindi, yirmi beş yaşında iken insan onu kırkında sanıyordu. Ellisine bastıktan
sonra ise hiçbir yaş göstermiyor; dimdik boyu ve ölçülü hareketleriyle, sessiz sedasız otomatik biçimde işleyen
tahtadan bir kadına benziyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7)
“SEN ÖLDÜĞÜNDE
2.
--------------------------
Gözlerim erimişti
kederin bitmek bilmez özünü saçarak.
Bedenim eriyip akmıştı
sandalyelere, yataklara
boşluğunu ve acısını da alarak.
Bu korkunç düşüncesizliği atmak için kafamdan
içime gömülmüştüm kendimi dimdik tutarak.”
(Pamela Gillihan<1918-2001>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.10.02)
“Karanlık suda kırmızı yakamozlar gördü, güneşin yarattığı garip ışıkları gördü. Okyanusa dimdik
inerek gözden kaybolan oltalarına baktı, yakamoz gördüğüne sevindi, çünkü balık demekti bu. Güneş
yükselmişti artık.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:30)
“Bir bankın üzerine çökmüş tam dalmak üzereyken, sağlam ve esnek adımların sesine uyandı Klein.
Ayaklarında kırmızımsı kahverengi, yüksek bağlı çizmeler, ince ajurlu çorapların üstünde kısa bir eteklik, bir
kadın, bir kız önünden geçti, güçlü ve sağlam adımlarla, dimdik ve meydan okuyarak, şık, burnu havada...”
(H. Hesse, Klingsor’un Son Yazı”, sa:70)
“Denize dimdik inen iki kayanın önünden geçer yolun biri,
çarpar durur bu kayalara gürleye gürleye
lacivert gözlü Amphitrite’nin kocaman dalgaları,
Kıranlar denir ölümsüz tanrılar katında bu kayalığa,
aşamadı bir tek kuş bu kayaları şimdiye dek,
Zeus’un tanrı balı taşıyan ürkek güvercinler bile aşamadı.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:203)
“Kaçabilseydim eğer. Ah! Nasıl da koşardım kırlarda! Hayır, koşmamalıyım. Dikkat çeker, insanları
şüphelendirebilir. Tam aksine, ağır adımlarla yürümem gerek. Kafanız dimdik olacak ve şarkı mırıldanacaksınız.
Üstünüze kırmızı desenli ya da mavi renkli eskimiş gömlek türünde şeyler giyeceksiniz. Bunlar insanı iyi
kamufle eder. Ne de olsa civardaki manavların tümü böyle giyinir.”
(V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:72)
“SAVAŞ KAPIDA
--------------------Varsın fırlatsın mızrağını son kez, ölürken herkes.
Onurlu ve yüce bir şeydir çünkü bir erkeğin katında
yurdu için, çocukları için, karısı için dövüşmek.
Gelir ölüm Kader Tanrıçaları eğirince onu iplik iplik;
öyleyse, herkes ileri, dimdik mızraklarıyla,
aslan gibi yürekleriyle kalkanlar arasında.”
(Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70)
“Mutluluktan boğuluyordum; arkadaşıma döndüm, ona: ‘Bu ne mutluluktur!’ demek için ağzımı açıyor,
fakat konuşmaya cesaret edemiyordum; biliyordum ki, konuşursam büyü dağılacaktır. Bir zamanlar, Sparta
üstündeki Taygetos’da, güneşin batmasına doğru, hafif adımlarla, fakat boynunu uzatmış olarak dimdik yürüyen,
püsküllü kuyruğuyla taşlar üzerinde menekşemsi renkli gölgeler bırakan bir tilki görmüş olduğumu hatırlarım.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:195)
“SAVAŞTAN SONRAKİ İLK GÜN
------------------------------------------El ele tutuştuk bir yabancıyla
Haykırdık çağlayanlarda karşıdan karşıya
Geldiler tüm ülkelerden,
Barışın ilk günüydü.
Gördük, dimdik geziniyordu Atalarımız ufuklarda.”
(Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07)
“Saaarburg’daki savaş
--------------------------Binlerca bakır serçeleri düşmanın
Vınlıyor etrafında kalp ve kafanın
Dimdik dayanıyorum gri’ye
Ve germişim ölüme göğsümü.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“Ve iki günü aşın süredir üzerinde oturmakta olduğu bavuldan kalktı. Önce tehlikeli bir biçimde
sendeledi, düşecek gibi oldu, sonra herkesin şahit olduğu bir gayretle dimdik durmayı başardı. Vakur bir tavırla,
kendisine yardım etmek istemiş olan esnafa, ‘Hepinize teşekkür ederim komşularım. Hakkınızı helal edin,’ dedi.
‘Allahaısmarladık.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:26)
“Ex marine <emekli, terhis olmuş denizci> rahatsız olmuş gibi bir dikişte konyağını içiverdi. Generalisimo
bu adamın seksenine merdiven dayamış olduğunu düşündü. Olağanüstü iyi görünüyordu. Düz kesilmiş kısa
saçlarıyla dimdik, sırım gibiydi, ne bir dirhem yağ ne de boynunda sarkmış bir deri vardı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:209)
“...Buna karşılık Nanda’da vücut ana öğe, kafaysa sevimli bir ayrıntıdan ibaretti. Özetle ikisi, çifte
kişiliğe girerek, kah sakallı çilekeş kılığında tanrıçanın ayaklarına kapanan, kah taptaze bir delikanlı kılığında
önünde dimdik duran Şiva’ya benziyorlardı.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:18)
“AŞKA KARŞI
------------------Aldatmıyor dimdik göğüslerin beni, yine de
kuşanıyorsun zırhını.
Mecazlar askerler oluyor, mimikler sedyeler
derken sen de sonu gelmez Napolyonların
babuşka-bebeği oluyorsun, biri
diğerinden küçük.”
(Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06)
“POTHINUS - Aklının başından gitmesini mi isterdin? Nasıl olur?
KLEOPATRA - Aklım başımda değilken, aklıma eseni yapardım
“SMITHERS (Jones’un hissettiklerini sezerek, haince) - Bu gece ormanda zifiri karanlık basınca
gözde cinlerini, hortlaklarını senin peşine takacaklar... Yarın sabaha çıkmadan geçmişi kandilli saçlarının dimdik
olduğunu göreceksin.....”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:31)
“YILDIZIM, SÖNÜP GİTTİN KARANLIKTA
-------------------------------------------------------Bak şimdi, yeniden kalktım, dimdik ayakta durabiliyorum;
sevinç dolu bir ışık, yiğit oğlum, yerden kaldırdı beni.
Sen şimdi bayraklardan bir kefene sarıldın, artık uyu yavrum,
ben de sesini içimde taşıyarak kardeşlerine gidiyorum.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:19)
“... kadınları o denli sevmediğimden değil, ama bir erkek organı, bir giysi altındayken, yumuşacıktır, iri
bir çiçek gibidir. Ama gerçekte hiçbir zaman bu biçimde ele gelmez, böylesi yalnız dingin kalınca olur, ama bir
hayvan gibi kıpırdar, sertleşir, bu beni ürkütür, sertleşmesi, dimdik havaya kalkması, hoyratça bir şey; pis olan bu
aşk. Bense Henri’yi seviyordum, çünkü, küçük zımbırtısı hiç sertleşmiyordu, başını hiç kaldırmıyordu,
gülüyordum, bazen onu öpüyordum...”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:103)
“O <Pierre> konuşurken, Dixonne masanın etrafını sessizce dolaşmıştı. Gelip Pierre’in dimdik yüzüne
baktı:
-Bana bak, Dumaine, daha bu sabah, ‘Ayaklanma yarın’ diye atıp tutuyordun. Sonra bizden ayrıldın,
meçhul birisi sana ateş etti. Havaya ateş etseydi farketmeyecekti. Evet...
Ellerini cebinden çıkaran Pierre, öfkesinden dişlerini sıkarak dinliyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:116)
“Ama o gaddar ele rağmen, seni över de
Dimdik durur şiirim umut dolu günlerde.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:60, sa:161)
“Bu yanda her şey, boş gemiler, dolu gemiler, kayıklar, yayvan balıkçı sandalları, kirli kahverengi su,
altın köpüklü su, her şey akıp gidiyordu, yavaş yavaş, geniş ve önüne geçilmez biçimde. Ve Baldini, dimdik
aşağı, evin duvarının dibine baktığında, sanki akıp giden su köprünün temelini içine emiyormuş gibi geliyor, başı
dönüyordu.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:62)
“Bugün, 30 Ağustos 1753’te, sevgili efendim Maitre Mussard altmış altı yaşındayken öldü..... Ölülerin
alışılagelmiş kaskatı kalma süresinin bitiminden sonra bile efendim oturur durumda dimdik kaldığı için ölü
yıkayıcı onu binbir güçlükle giydirebildi.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - S. Manet’nin Sondeyişi”, sa:75)
“Derken davullar durdu, yorgun eşek görünmeyen bir yerden gelen bir buyruğa uyar gibi sırtüstü yere
yatıp bacaklarını kaldırdı ve dimdik organını gözler önüne serdi. Kadın ortada dönerek, gösterinin sonunu ancak
peşin para ödeyenler görebilirler, diye bağırıyor, bekçi kılıklı iki cambaz ellerinde kırbaçlarla çocukları ve
dilencileri kovalıyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:22)
“Elbruz dağları
Yükseliyor dimdik
kesiyorlar Kafkaslar’dan gelen soğukları,
engel oluyor Hazar Denizi’nin balıklarına
Bir zamanlar, Swen Hadin, şaklatarak kamçısını,
koştururdu atını vadileri boyunca bu dağların
toy bir Kuzey Avrupalı olarak”
(Cai Tianxin <d.1963>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.08)
“Kuşun kokusunu giderek daha kuvvetli hissediyor, beklemenin hazzını tadıyordu. Kuyruğu dümdüz
gerilmiş, yalnızca ucu kıpırdıyordu. Ağzı hafif açık, kulakları dimdikti.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:307)
“Gerçekten böyle bir anı kolay kolay unutulamazdı. Harlov’a benzeyen birine yaşamım boyunca bir
daha raslamadım. Gözlerinizin önüne dev gibi bir adamı getirin! Kocaman gövdesinin üstünde boyunsuz,
korkunç, bir az da eğri duran bir kafası vardı. Hemen gür kaşlarından başlayan sarımtrak kır renkte bir yığın saç,
kafasında dimdik duruyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:12)
“HASTA GEYİK
Hasta geyik
saklanmış güçsüz yaprakların arkasında.
Yatıyor sanki yaşamıyor,
ayakları dimdik gerildi
-sonra gövdesi, halen sağır ve kör,
aniden seğiriyor:
Bir komut geldi,
bir duyu hala nöbette.”
(Halldis Moren Vesaas<1907-1995>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.12.02)
“ ‘Gecenin içinde, birden o iç çekmesini duymayacağım, karanlığın içinden birinin geldiğini. Karanlık
tünellerdeki pencere camlarında hiçbir yansıma olmayacak. Yüzlere bakacağım, onların başka bir yüz
aradıklarını göreceğim. Kolları bağlı ve korkunç biçimde düşen ölülerden bir ordu gibi dimdik bedenlerin
yürüyen merdivenlerden aşağı sessiz uçuşları, bizi, hepimizi, acımasızca önlerine katarak ilerleyen koca
motorların çalkantısı korkuttu beni.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:150)
“Madem onun evladı idiler, daha çocuk yaştan öğrenmeliydiler ki hayat çetindir; en parlak
ümitlerimizin söndüğü, çürük teknemizin karanlıkta yokolduğu o efsane ülkesine geçiş de (bunları söylerken
Mr. Ramsey dimdik kesilir, küçük mavi gözlerini süzerek uzaklara dalardı) her şeyden önce cesaret, doğruluk,
bütün acılara dayanma kuvveti isteyen bir iştir.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:5)
“Miss Mitford yürüyüşüne başlar başlamaz her keresinde kendiliğinden ileriye doğru atılmaz mıydı?
Burada neden tutsaktı? Durdu. Burada, diye düşündü, çiçekler eski evde olduğundan çok daha sıkışık; dar
tarhlarda yan yana dimdik duruyorlar. Tarhlar sert, kara patikalar halinde bölümlenmiş. Parlak silindir şapkalı
adamlar bu patikalardan bir aşağı bir yukarı uğursuz uğursuz yürüyorlar.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:31)
“Öteki ağaçlar, ulu ve dimdiktiler. Çok düzgün aralıklı sayılmazlardı, yine de bir kilsenin sütunlarını
andıracak kadar; çatısız bir kilisenin, bir açık-hava katedralinin; kırlangıç uçuşlarının, ağaçların düzeni yüzünden
bir çizim oluşturduğu bir mekanın sütunları kadar düzgündüler; tıpkı Ruslar gibi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:61)
“Ne gazete, ne dua kitabı, hiçbir şey okumaz, yazmak da ona zahmet verirdi. Mutfakta tuttuğu deftere
yazdığı eğri büğrü harfler, kadınlığın elle tutulabilir tüm biçimlerden iyice yoksun, kütük gibi kalın, her yerde
dimdik görünen bedenini garip biçimde anımsatıyordu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Leporella”, sa:67)
“Her güzel şey geçmişe dönmüyor; kendini Tanrı’da ve Katolik kilisesinin simgelerinde buluyor. Bu
kentte inanç hüküm sürüyor, kiliseler gibi karanlık, güçlü ve buruk duruyor Tanrı’nın karşısında, kendi halinde
fakat dimdik, bükülmeden… Dükkanların vitrinleri dua kitapları ve azizlerin tasvirleriyle dolu. Çan sesleri sanki
insanlara dua etmelerini sürekli anımsatan sofu çağrılar.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:18)
Dime con quien andras, decirte he quien eres : (SPA.,KOLL.) <Dime kon ki’en andras, de’sirte e ki’en eres>
(CERVANTES) : Bana arkadaşlarının kim olduğunu söyle, sana ne olduğunu söyleyeyim = Tell me who your
friends are and I’ll tell you what <who?> you are (İNG.) (Benser atasözü Fransızcada da var : “Dites moi qui
tu hantes, je te dirais qui tu es!” = Kimle konuştuğunuzu söyleyin, size kim olduğunuzu söyleyeyim! – İ:E.)
Di mi : ‘Değil mi?’nin kısaltılmışı
“Babamın göğsüne sokulup o küçücük ve loş evimizin alışılagelmiş sessizliğinde, gözyaşlarımla hıçkıra
hıçkıra ağladığımı bir ben bilirim bir de Yüce Tanrı. Kilise ve gömülme törenlerini hiç hatırlamıyorum. Eminim,
annem, doğrudan doğruya Cennete gitmişti, hem de Büyük Köprü’den geçerek. Di mi?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:119)
Dinamik tiyatro : Klasik <Konstrüktif-Yapısal> tiyatro ile, modern-dinamik tiyatroyu biirbirinden ayırab en
önemli etken, sözlü dil ile görsel dilin etkinlik alanlarının saptanması ve insan varlığının sürekli çatıştığı şeyler
dünyasından, mümkün olduğunca çok anlam üretilmesidir. Genel bir anlamda söylersek, ‘konsrüktif’ tiyatro’nun
ereği, önce öğretmek, eğitmek ve mesajı vermektir. Bu pek değişmeyen özelliğini, insanın kültürel boyutlarından
ve yalnızca ‘toplumsal’ boyutunu d ön plana alarak geliştirir ve bunu, her seferinde, başka bir zaman ve mekan
boyutunda yinelerken, insanın evrensel ve bireysel boyutlarını çoğunluka işlevsiz bırakarak, silik ve renksiz bir
hale getirir. Bu nedenle, ‘konstrüktif tiyatro’, s a l t t o p l u m s a l bir kimlik taşır
Bk: Aktör
“Oysa, Dinamik Tiyatro’nun kapsamı içinde asal işlevi arıtıcılık olan aktör, bir nesne üzerinde
eylediğinde, o nesneyi kopya etmez; o nesne üzerinde yoğunlaştırdığı aksiyon katmanlarından, o nesneye özgü
anlamlar ve bu anlamlara dönük çağrışımlar üretir. Bu da, ‘dinamik tiyatro’nun yoğunlaşma, anlamlandırma ve
çağrışımlar dizgisi içinde, aktörün seyirciyle buluşması ve onunla bütünleşmesi demektir. Bütün bu
nedenlerle, doğasında varolan özellikleriyle, d i n a m i k tiyatro, insan varlığının kültürel boyutlarını meydana
getiren evrensellik, bireysellik ve toplumsallık toplam değerleriyle, aktörün yaratıcılığı açısından, salt i n s a n s
a l bir kimlik taşır.
Bir yaratma ürünü olan her sanat yağıtı gibi, her a k t ö r de, hem bir yaratma ürünüdür, hem de
kendinde var olan bir sanat yapıtıdır. Bu organik ve canlı sanat varlığı, zamansallığa karşı bir direnci, ölüme
karşı bir meydan okumayı bir töz olarak varlığında taşır ve ifade eder. Ayrıca, ‘konstrüktif tiyatro’da,
“yabancılaşma” kavramının değişik anlam ve görünümleri içinde umarsız kalan aktör, “dinamik tiyatro”nun
evreninde, “bütünleşme” kavramı doğrultusunda, yok oluşa, ölüme karşı etkin bir bütünlük kazanarak karlı
koyar. “Bütünlük kazanmak”, ise, “yaratmak” ile eşdeğerlidir.
Ö z e t olarak, D i n a m i k T i y a t r o’ da ; oyuncular yalnız çalışırlar; verilen ‘tema’ ya
yaklaşımlarını bulurlar, sonra bunları birleştirirler.
1.
2.
3.
4.
5.
6.
‘Emprovizyon’ları, a) serbest, b) durum içinde, c) ‘fiksasyon’ içinde yaparlar. Burada tek koşul
‘psişik’ değil, ‘fizikal’ aksiyon’dur.
‘Emprovizyon’lardan gelen ve ‘fenomen’lerden oluşan durum, kanallara ayrılır. Örneğin: Mekan, kişi;
eylem, obje (nesne), duyu, ses, söz;
‘Durum fenomenleri’, önce ayrıştırılarak, tek tek çalışırlar. Sonra birleşirler ve ‘fikse’ edilirler. Durum,
sonraki her aşamada ‘kondane’ edilir <yoğunlaştırılır>. Değişen ‘dirim’, yeniden fikse edilir.
Baştanberi devam eden çalışmalarda, y ö n e t m e n, kendi yaklaşımını oluşturur, bütünllüğü
oluşturan fenomen’ler arası montajı yapar. Yönetmenin oyuncularla çalışma biçimi ‘uzlaşma’ değil,
‘çatışma’dır;
Fikse edilmiş durumuun montajı bitince, ‘an’ lar saptanır;
‘Boş alanlar’ belirnenir. Tüm bu çalışmalar ‘ontik’ performans <Velioğlu!> ve ‘dinamik düşünce’
bağlamında gerçekleştirilir.”
(İ. Ersevim, “Şamanizm” -basılmamış eser-, sa:3-4)
Dinar : (LAT.): Altın para; Şeriatça, ‘on dirhem <okka’nın 400’de biri; Şeriat bakımından 70 tane orta boy
arpa ağırlığı, 3 gram; çoğul: denanir> saf gümüş değerinde olan altın’ Bugün İran, Irak, Tunus, Cezayir ve
Yugoslavya’nın para birimi
“Bir gün bazı büyüklerle bir gemide idim. Arkamızda bir sandal battı ve iki kardeş bir girdab’ <su
çevrintisi, akıntısı>a düştü. O büyük zatlardan biri gemiciye seslenerek:
‘Şu iki kardeşi kurtarırsan sana her birisi için ellişer dinar veririm,’ dedi.
Gemici suya daldı, ancak birini kurtarıncaya kadar diğeri ölmüştü. Ben de: ‘Ömrü bu kadarmış,’
dedim. Gemici bana gülümseyerek dedi ki:
‘Doğru söylüyorsun, ama benim gönlüm bunu kurtarmayı daha çok istiyordu. Çünkü, vaktiyle çölde
kaldığımda, bu adam beni devesine bindirmişti; oysa öbüründen çocukluğumda bir kamçı yemiştim!’
Şöyle dedim kendi kendime:
‘Ulu Tanrı doğru söyler: Kişi iyilik etse de, kötülük de etse, kendi içindir.’ <Kur’anı Kerim, 45:15>”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:81)
Dinç kafa : Salim kafa; Yeterli dinlenmiş, enerjisini toplamış, tekrar yoğunlaşmaya hazır zihin
“ ‘Sevgili Friderike,
Bu mektubu sana trende yazıyorum. Bugünden yola çıktım, çünkü pazar günleri tren yok. Pazartesi
trenle gitseydim, ancak salı günü çalışmaya başlayabilirdim. Şu sıralar sabırsızlıktan neredeyse patlayacağım.
Viyana’daki kimi işlerimi hallettikten sonra dinç kafayla ve içim rahat yine Salzburg’a döneceğim.’ ”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:88)
Dinden imandan etmek, ettirmek : Tüm sabır ve inanç sistemlerini yitirecek derecede bezdirmek
“Kadın sert bir sesle:
-Bunu sadece ağzın söylüyor, dedi. Sen her zaman bunu söylüyorsun, fakat pekala sen de domuz gibi
biliyorsun ki, hiçbir zaman yapacak değilsin. Bir yere ayrılmak istemeyeceksin, durmadan George’u dinden,
imandan edeceksin.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:172)
Dinel(e)mek : Ayakta durmak; yerde yatarken ayağa kalkmak; Karşı gelmek, kafa tutmak
“FENERLER
--------------Michel-Ange, o pusarık yerde Herküller
Görülür İsa’lara karışan ve yarı
Karanlıkta dev gölgeler dinelir yer yer
Kefenlerini yırtıp gergin parmakları.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37)
“ ‘Sana şu eski pabuçlarımın kötü olduğunu hep söylerdim ya, baba’ demiş. O zaman da rahat
yürüyemiyordum. Pabucun kötülüğünden dinelemediğini sanmış, oysaki gücü yok.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:23)
“Çiçeközüyle doyan böcek, cesur bir atılımla göğe yükseldi. Elimden geldiğince güzel güzel kalktım ve
ayaklarım üzerinde dineldim.
-Elveda, dedim çiçeğe ve arıya. Hoşça kalın. Aranızdaki uyumun gizini keşfetmeye yetecek kadar
yaşamaya vaktim olacak mı acaba? Çok yorgunum. Ama insan dediğin öyle bir yapıdadır ki, bir işten
yorgunluğunu ancak bir başka işle atar. Filolojinin ve diplomatlığın yorgunluğunu atmama da, Tanrı isterse,
çiçekler ve böcekler yardım edecek. Yaşlı Anthée’nin söylencesi ne kadar anlam yüklü’ Toprakla temas ettim ve
yeni bir adam oluverdim; işte yetmiş yaşımda, yaşlı bir söğüt ağacının oyuk gövdesinden taze filizlerin sürmesi
gibi ruhumda yeni meraklar doğmakta.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:115)
das Ding an sich : (ALM.,EGZİST.,KOLL.) <das ding an zih> : Varolan ‘şey’, kendi içinde, bir ‘metafizikal
gerçek’ olarak, mevcuttur (KANT) = The thing in itself, the metaphysical reality (İNG.)
Dingil : Kaba saba; Taşralı; Kaba vücut, popo, kadın vücudunun kalça çıkıntıları (Argo)
“MAMA - Sen bilirsin kraliçeciğim. Şöyle elbiseni biraz düzeltirsek dingilin daha ufak görünür.
ELIZABETH - Hey, ne biçim konuşma bu. Seni sille tokat kovarım biliyorsun.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:29)
Dingin (kalmak, olmak); Dinginlik : Kımıltısız, hareketsiz, atıl; huzurlu, kendinden emin ve mutlu (hissetmek)
“ALAZANİ IRMAĞI KIYISINDA
----------------------------------------Duyuyorum, kayabaşında neyi çığrıştırıyor buzullar,
Çavlanların neden akar yüreği ovaya doğru.
Biliyorum neden huysuzlaşıyor Nisan’da yağmurlar
biliyorum, neden daha dingin Kasım’ın tavşan uykusu.”
(İrakli Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“DİNGİN YAŞAM
Kar, beyazlığın
en derin madeninde
bir anı, adımlarını
ekler kayboluşa.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:24)
“Rebecca’nın yumuşak, dingin sesiyle biraz avunmuş olarak, ‘Ben de seviniyorum,’ dedim. Baban bir
şey yazıyordu, diye sözmü sürdürdüm.
‘Bahsetmişti. 1967 adında bir kitap.’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:125)
“Bununla brlikte, içinde bu öfke -sanıyorum ki- hep vardı. Düzenli görünen, ama aslında içinden yıkılan
evi gibi, bu adamın kendisi de ağırbaşlılığı içinde dingin, neredeyse doğaüstü biriydi, ama yine de içindeki
kuduran, durdurulamayan öfkenin gücüne yeniliyordu. Bütün yaşamı boyunca bu güçle karşılaşmamak için
uğraşmış, onu sollamasını sağlayacak bir tür otomatik davranış biçimi geliştirmişti <Klişe sözleri önceden
hazırlamıştı>.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:41)
“Sanırım korkmam, başıma başka belaların da gelme olasılığına karşı uyanık olmam gerekirdi, ancak
tasalanmayla zaman harcamıyordum. Cape Cod, bütün bunları düşündürmeyecek kadar dingin bir yerdi, dayımın
hakkından bir kez geldiğime göre bunu bir kez daha başarabileceğime güveniyordum, ama ölümden kıl payı
kurtulduğumu unutuyordum.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:147)
“Poussin Gillette’i dinlerken, Frenhofer, karşıssında kurnaz hırsızlar bulunduğunu sanan bir
kuyumcunun ciddi dinginliğiyle, Catherine’in üzerine yeşil bir örtü örtüyordu. İki ressama da hafifsemelerle,
kuşkularla dolu, pek sinsi bir bakışla baktı; onları sessizce, titrek bir telaş içinde işliğinden kapı dışarı etti; evinin
kapısında da onlara:
-Uğurlar olsun, küçük beylerim! dedi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:50)
“GÜZEL GEMİ
-----------------O yuvarlak boyun, dolgun omuzlar üstünde
Başın bilinmedik bir alımla süzülür de,
Sen görkemli çocuk, gidersin
Öyle dingin bir görünüşle yolunda, yengin.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:111)
“ADALAR I
--------------Doğuya doğru yola çıktıkKoyu ve uykulu bir yeşillikti
Uzayıp giden kıyı
Olmayan bir rüzgarın altında dingin bir yeşillik
Saydam suların yıkadığı
Pembe beyaz bir kumsalda sona eren”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.07.00)
“AKILLI GEÇİNEN VE
ŞİİR SANATI
-----------------------------oldukça sakindi orası (göz ya da da ağızla
kirletilmiş),
tıkırdayan bir dinginlik, huzurlu bir
çağrışımı şap şapların,
anne sütününün, oh, ay seslerinin;
denizdeydi,
yoksundu tak-tara pusulasından,
haritasından,
kemikli kara bölgenin üzerinde süzülen
gözleri”
(Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07)
“Rachel içini çekti. O ve babası daha önce bu konuyu tartışmışlardı. ‘Baba, ben Başkan için
çalışmıyorum. Başkan’la karşılaşmadım bile. Tanrı aşkına, ben Fairfax’da çalışıyorum!’
‘Siyaset algılama meselesidir Rachel. Başkan için çalşıyormuşsun gibi görünüyor.’
Rachel dinginliğini bozmamaya çalışarak içini çekti. ‘Bu işi almak için çok çalıştım baba.
Bırakmayacağım.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:18)
“SUNAĞIN ÖNÜNDE
AKHİLLEUS
-----------------Annem dingin bir yazgıya çağırırdı...
Ama hayır! mutluluğu seçmedim!
Uğuldadı gitti savaş alanında
Asi yaşamım benim.”
(Valeri Bryusov<1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02)
“Yüreğimde tuhaf bir sevinç vardı, dingin bir bilinçten doğan sevinç. Rollerini iyi yaptıklarının, yani,
en kesin anlamda, devinileriyle somutlaştırdıkları ülküsel kişinin devinilerini rastlaştırdıklarının..... ve birden
onları kendi yürekleriyle yaşattıklarının bilincine vardıkları zaman oyuncuların yaşadıkları bir duygu vardır.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:23)
“Senin ruhun yumuşak, dingin ve nazik
Senin ruhun özel, bizim İndigo Çocuğumuz.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:191)
“Onun varlığına gerek duyuyorum. Tanrının, aracılarından biri olduğumu, belki de seçtiği aracıların en
zayıfı olduğumu unutmayacağını biliyorum. Yardım et bana Tanrım, çünkü savaşların ortasında dingin kalmayı
başarmalıyım.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:154)
“Gövdemin, kollarımın hareketini izlemeye başladığını hissediyordum. Her saniye bir sonsuzluktu
sanki, ama tohumun doğması gerekiyordu; ‘yukarıdaki şey’in ne olduğunu bilmesi gerekiyordu. Önce başım,
ardından bedenim büyük bir güçlükle yükselmeye başladı. Her şey çok yavaştı; beni, daha önce dingin olduğum,
başı ve sonu olmayan bir düş gördüğüm toprağın karnına doğru iten güce karşı koymak zorundaydım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:40)
“Devlet’in muhafızları, isyanların daha az bilinen hareketleri konusunda uzmanlaşmış kişiler, gerçeğe
gönül vermiş insanlar, sorgulama doktorları. Yani anlaşılan rahat yıllarım sona eriyor, oysa arada sırada sağdan
soldan gelen dirsekler sayılmazsa dünyanın yolundan sapmadan ilerlediğini bilerek dingin bir gönülle
uyuyabilirdim.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:15)
“Bruno ile ben de tıpkı öyleydik. Aramızdaki bağları koparıp birbirimizi bırakmamız, kayıplara
karışmamız gerekirdi; belki o zaman Hintlilerin dediği gibi başka bir yerde yeniden doğardık, düzenli ve dingin
bir yaşamımız olurdu. Yorgunduk. Birbirimize ne söyleyeceğimizi bilemiyorduk ve zorbela akşamı edecek
gücümüz vardı.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:100)
“Teresa kendisini bir tutuklu gibi hissediyor; öfkeyle yanan kadın kendisini alıp götürmesi, bir başka
hayata başlamaları için Lord Byron’un başının etini yiyor. Byron ise kuşkular içindedir, ama bunları dile
getirmeyecek kadar ürkektir. İlk baştaki coşkunluklarının bir daha yinelenmeyeceğini düşünmektedir. Hayatı
dinginleşmiştir; için için, sessizce emekli olmayı ummaktadır.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:207-8)
“BİR KADEH ŞARAP
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den>
--------------------------Alışkanlık pek zoruna gider. Yoğundur, yeğindir
belli belirsiz ve karamsar. Adım adım ilerler taştan bulutlar
arasından, dudaklardan kadehin kıyısına, kadehten
sıra sıra yıldızlara.
Düşünmeden ilerler, kendi içinde, bedeninin sıvıdan
yönlendirmesiyle, sanki uykunun güçsüzlüğünü taşırmış gibi.
Çoğunlukla kızıldır, yakut tonunda, dingin, ya da düpedüz
kızıldır.”
(Rafael Courtoisie<1837-1885>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“SON SÖZ
Duy beni, ihanet ettiğim
Kaldığımda bu büyüde,
Öfke, arındırıcı yol,
Duy ve onayla şarkımı.
Bak bu korunaklı koydan
Büyümün sembolüne
Serüven girişimine
Sevginin dinginliğine delişmen,
Bir kabuğun üzerinde açık denizlere giden
Islak bir düşte.”
(J.V. Cunningham<1911-1985>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.04)
“LOPAHİN - Geçen yıl tam bu sırada kar yağıyordu, anımsıyorsanız eğer. Şimdiyse hava dingin,
güneşli. Yalnız soğuk biraz... Eksi üç.
VARYA - Termometreye bakmadım... (Bir sessizlikten sonra.) Zaten bizim termometre kırıldı.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:171)
“KÖR
-----Hiçbir zaman unutmayacağım o budala hekimi ki
Onu körlüğün gecelerinden kurtardıktan sonra
Tombul yanaklı bir meleğin kendini kutlamasını
Dingin mi dingin beklerken ölmüştü”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:50)
“Ama biz bu sessiz ağaçlıklardan yaprakları çatırdatarak kaplumbağa hızıyla geçerken ben zaten alıp
başımı bambaşka yerlere gitmiştim. Hayalimde hızla yol alıyor, bir kayanın tepesinden ötekine atlıyor, bir
kerkenez gibi yoldan saparak dingin havada aşağıya, Athenaios’un ayakta dikildiği ve yirmi yıl önce ıslak betona
yerleştirmesine yardım ettiğim demir korkuluğu tuttuğu sessiz balkona gidiyordum.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:368)
“Dışarıda olağandışı bir şey görülmüyordu, uzun ve sessiz bir bekleyişin ardından Methuen, girişi
kapatan çalı çırpıyı mimkün olduğu kadar sessizce kenara iterek, büyük ağacın siyah gölgesiyle kararttığı kayaya
doğru süründü. Tepenin etekleri dingin gökyüzünün altında hala masumca uyuyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:98)
“PASTORAL ŞİİR
----------------------geceyi; yetkinler
ırmak akıyor öteden pırıldayarak.
boru hattı yitiyor içinde ormanın.
çok uzakta değil, otoparkta
bir adam oturuyor direksiyonunda
arabasının.
oldukça dingin. ölü sabahtan beri.”
(G.F. Dutton <d.1924>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.01.10)
“Denizin yakınındaki o yılan dolu, palmiyelerin ağır kokulu çalılarla birbirine sarıldığı kuş konmaz
kervan geçmez ovayı, o küçük araziyi severdim. O sakin gün doğuşlarını, içimde sevinç çığlıkları koparan
dinginliği severdim.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:12)
“Sevdiğimiz Kadınlara
---------------------------onları yansıtır
göller
kıyılarındaki kavaklar ezgileriyle
içimizdeki hüznü yok edilen birer lirdirler
sevinçle ve dingin
taşıyarak üstümüze geldikçe
sevdiğimiz kadınlar
güldürler”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“Einstein’da, tek tek kişilere duyulan sevginin yerini insanlık sevgisi almıştır. Kısmen günlük
yaşantının sağlayamayacağı bir uyum ve barış bulabilmek için olağan yaşamdan kaçma arzusu, yaratıcılığı
harekete geçirmiştir. ‘İnsan kendi duygusal yaşamının ağırlık merkezini hareket ettirir ve kendi kişisel yaşamının
fazla dar olan döngüsünde bulamayacağı dinginliği ve dengeyi arar.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:14)
“RÜYA
-------lakin yakışıklı şehzadenin gözü sanki
görmüyor onların arzulu gözlerini
o, bu ıtırlı bahçeden
tek bir taze yaprak dermeden
yine öyle sakinlik ve dinginlikle
geçip gidiyor yoluna sevinçle”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
“<Aziz Mael> Manastır bahçesini de kendi elleriyle yeşertiyor, metal işliğinde çalışıyor, çırakları
eğitiyor ve böylece yaşamı, gökleri yansıtan ve kırları yeşerten bir ırmak gibi dingin akıyordu.”
(A. France, “Penguenler Adası”, Cilt:I, sa:23)
“Ve işte Brecht’in odası. Gürültü etmemeye bakıyorum. Ama niçin, bilmem.
Pencere: bildiğim gibi mezarlığa açılıyor. Menekşelerle, çamlarla, kara ağaçlarla dolu bir mezarlık.
İnanılmaz bir dinginlik mezarlıkla bu oda arasında paylaşılıyor. Brecht’in koltuğu. Ayva rengi deri kaplı, sırt yeri
bir oturma içerleği oluşturmuş ve yırtılmış. Yuvarlak bir masa, çevresinde kara, bej, ayva rengi, eskimiş altın
sarısı, koyu kahve renklerden oluşan Japon estampları <Estamp: metal, tahta, muşamba vb şeyler üzerine kazıldıktan sonra
boyanarak kağıda basılmış resim ya da tezyinat> asılı.... Mezarlık, açık pencere, sapsarı menekşeler ve sanatçının ‘yıllarca
örüp ardında bıraktığı’ dokunulmaz dinginliği. Bu, sanatçı tarafından ölümün susku dolu duruşu ile yaratılıp
okuruna sunulmuşsa okur o dinginliği hiçbir gürültüyle bozamaz.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:39)
“Hatta <Sol Major Prelüd>’de bu notalar, o uçucu eşlik partisinde incelikli ve üstü örtük bir çağrıyla
verilenlerin, biraz daha aralıklı yazılmış aynılarıdır. Bunun farkına varmak ve neredeyse belli belirsiz biçimde
duyurmak iyi olur; buysa, virtüözlerin yaptığı gibi, bu prelüd katlanılmaz bir hızla çalındığında mümkün olmaz.
Ne kolaylık! Ne dinginlik!”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:41)
“Ertesi sabah aile yeniden yola koyuldu. Araba motelden ayrılıp güneşli güne katılırken, bu yolculuğun
sonsuza değin sürebileceği, duyduğu bu dingin ve olağanüstü özgürlüğün, Yr.’in genellikle çok buyurgan olan
tanrılarıyla yönetim birimlerinin yeni bir armağanı olabileceği geldi Deborah’ın aklına.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:14)
“Beklentinin olduğu yerde bir ikirciklenme olur, aşırı bir özdenetim meditasyonun asıl amacı olan
dinginliğe zarar verebilir. Ama gene de bir yolculuğa çıkacak kimsenin gidip göreceği yerler konusunda
kabataslak bir planı olması gerektiğini söyleyebilirsiniz.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:23)
“Çavuş, piposunu yaktıktan sonra, Şvayk’a da tütün ikram etti. Onbaşı bu sobaya birkaç odun atınca,
jandarma karakolu şu yalancı dünyada sevimli bir mekana, dingin bir köşeye, kış akşamının karanlığı inerken
tatlı tatlı sohbete dalınabilecek sıcak bir yuvaya dönüşüverdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275)
“Kamala, Gotama’dan söz etmesini istemişti Sidarta’dan, Gotama’nın gözlerinin ne kadar berrak,
ağzının ne kadar sessiz ve güzel, gülümsemesinin ne sevecen, yürüyüşünün ne dingin olduğunu dinlemeye bir
türlü doyamamıştı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:96)
“I
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
4 Eylül 1844)
-------------------------------------------------Ay dingin ve berraksa,
Parlayan göklerde, güzel anlarda,
Biz kırların yolunu tutardık,
Koşardık hep korularda!”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Tam o anda, önceki görüntünün garipliğini farkettim; iki serçe duvarın tepesine konmuştu. Onların
neşeyle cıvıldaşmaları içime bir dinginlik getirdi. Ötekinin üstüne atlayan hep aynı kuştu. Ardarda tam on iki kez
atladı. Gerçekten bir erkeklik miydi bu -bu durumda, harika bir şeydi- ya da yalnızca şaklabanlık mı?”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:177)
“Onu çabucak bıraktım ve bizim avluya geçtim. Dürüstçe birbirimizin gözlerine baktık. Onunkiler
nerdeyse fal taşı gibi açılmıştı. Yüzü tümüyle kımıltısız ve dingindi, hiçbir heyecan belirtisi göstermiyordu.
Benim… Benim soluğum kesilmişti.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:42)
“GENÇLEŞME
------------------Ve çünkü ben dinginlik duyamıyorum,
bu yüzden benimle kal kaygılı saatlerimde.
Gümüş renkli saç telinin parıltısısadece içtenliğin yeni parıltısıdır.”
(Paolo İaşvili<1895-1937>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.04.03)
“Uyurken <Kaş Şiir Akşamı, 7 ekim 2004>
Hepimiz çocuğuz uyuduğumuzda
İçimizde savaş yok o zaman
Ellerimizi açıp soluk alırıuz
Cennetin bize verdiği dinginlik içinde”
(Rolf Jacobsen<1907-1994>-Sezer Duru/Orhan Duru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.01.05)
“GENÇLİK AŞKI
---------------------Bugün vergi memurusun iki çocuklu,
Sade yaşamın çerçeveli, sıradan.
Değişik arzuların vardı eskiden;
Şimdi dingin yaşamın uyumlu.”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“Birden bıraktı, uzaklaştım. ‘Git şimdi, git, gelirsen bir gün memnun olur, seviniriz. Git oğlum, güle
güle, annene çok selam söyle. Yolunuz açık olsun. Güle güle evladım, güle güle’ diyen sesi dingindi; dingin, çok
uzaktan, utancın içlerinden gelen bir ses.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:71)
“Hiç değişmeyen şeylerden konuşuyorduk: Ekinlerden, bağlardan ve yağmurdan. İhtiyar eşraf iyi
işitmediği için bağırmaktaydık; kendine sorarsanız, olağanüstü bir kulağı varmış. Barba Anagosti’nin sohbeti
tatlı, hayatı rüzgarsız bir çukurdaki ağaç gibi dingin. Doğmuş, büyümüş, evlenmiş; çocukları, torunları olmuş;
birkaçı ölmüş, ama öbürleri yaşıyor; böylelikle soyunun sürekliliği garanti altına girmiş.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:64)
“DÖRTLÜKLER
-------------------Can verdi her uğultu kentin düşünde,
Örttü iri beyaz bir kuş gibi sessizlik,
Kışın engin yalnızlıkların ansızın,
Aydınlatırken kar dingin geceyi gizlice.”
(Jean Pourtal de Ladeveze<d.1898-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
09.10.03)
“BİTKİLERİN HUZURU
-------------------------------Zira Tanrı sadece kısır kederler,
Ve zihnimizde boş işler yaratmış gibi.
Şu kahrolası dünyada bitki ve hayvanlara
Bahşedilmiş, rehavetin huzurlu dinginliği.”
(Jean Lahor<1840-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.08.05)
“YOLLARDAYIM YALNIZ, DİNGİN
Yollardayım yalnız, dingin,
sabah hoş bir tazelikte
ve önümde mavi engin
aydınlık bir ağ sermekte.”
(Nikolay Liliyev<1885-1960>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.03.09)
“Bir seferinde, kriz geçer geçmez, ani bir fren yaparak iyice kaymış ve buzda fırıl fırıl dönen araba
durduğunda dikiz aynasında beliren yüzünün yaşlarla sırılsıklam olduğunu görmüştü. Bilincini yitirme
noktalarına sürüklendiği ve aklının sınırlarına savrulduğu bu yolculukların tehlikeli olduğunu biliyordu
bilmesine, ama bu ona garip bir yürek dinginliği sağlıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:14)
“Biraz yürümek istediği için Süleyman’ı gönderip kapıdan içeri girdik. Büyük bahçeyi geçip rektörlük
binasına yöneldik. Bahçe kızlı erkekli yüzlerce öğrenciyle doluydu. Profesör, hareketli, canlı bir ortamda, dingin
bir şekilde yürüyordu. Yol boyunca yaptığı gibi, dikkatle etrafını seyrediyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:48)
“Adanın dingin doğasında, dile söze gelmeyen bir yaşam sırrı gizliydi sanki. Sabahları denizin
üstündeki süt beyaz sisi, akşamüstü insanın yüzünü yalayan hafif esintiyi, martı çığlıklarına eşlik eden rüzgarın
fısıltısını, lavanta kokularını nasıl anlatmalı?”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:7)
“Tuvaletlerden çıktılar. Koğuş karanlığa gömülmüştü ama Cava ışık olmadan da iki sıra halinde
dizilmiş yataklar arasından yolunu bulabiliyordu; bu upuzun koğuşu avucunun içi gibi bilirdi. Şimdi koğuş,
arasıra, horultu ve mırıltıların bozduğu sessiz bir dinginlikle kaplıydı.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:10)
“ ‘Sessizlik, dağ, ışık, ufuktaki deniz, fıstıkçamlarının temizlediği hava...’
‘... ve iyi yürekli bir tanrıçanın tutsağı olma duygusu.’
Kadın elini onun üstüne koydu. ‘Bu söylediklerinin beni ne kadar mutlu ettiğini biliyor musun?’
‘Kendimi tutsak hissetmemin mi?’
‘Evet, onun bile! Burasının bir dinginlik ve temiz su adacığı olması için elimden gelen her şeyi
yaptım, sen de bunu başardığımı söylüyorsun.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:102)
“Ancak ertesi gün, kapıları kapalı kitaplığımın dinginliğinde, üstündeki ıvır zıvırdan özenle
arındırılmış, dikkatle tozu alınmış çıplak ahşap masamın üstünde, artık bu kırılgan tanıkları konuşturacak
durumda olduğumu hissettim.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:23)
“Buraya dek dinginlik içinde yaşadım ben. Mutluluk ve erinç içinde, her mevsim biraz daha göbek
bağlıyor, biraz daha zenginleşiyordum; elimin ulaşamayacağı hiçbir şeye göz dikmiyordum; komşularım
kıskanmaktan çok pohpohluyorlardı beni.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad -Baldassare’nin Yolculuğu”, sa:11)
“Ellinci Gün
-------------Sen ortaktın onun iç ağrılarına,
bilirdin gizlerini,
sen ki kızım oldun, ölümsüz utkunun,
neredeydin?
bir tek yaşadığın dehşete karşı uyanık kaldın,
bir tek unutulmuş olmaktan dingin,
girdin saklı duvarlar arasına,
o kutsal gün gelinceye dek.
(Alessandro Manzoni<1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“Türkü
-------İyi bir türküm var yalnızca
bu uykusuz yere dinginlik veren
Umutlar sürüsünü bekleyen
uysal kaval gibi iyi türküm”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.04.05)
“Zavallı taze, üzüntüyle yıldırım çarpmışa dönerek yatağa düştü, altı hafta sayıkladı. Sonra bu şiddetli
bunalımın yerine dingin bir kesiklik gelince ancak yemek yiyebilerek, yalnızca gözlerini oynatarak kımıltısız
kaldı.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Kaçık”, sa:72)
“Kum rengi geniş L kanapenin yastıklarının kabarıklığını yumruklarıyla patpatlayarak aldıktan sonra
arkasına yaslanıp iyice kanapeye yerleşti, evin sessizliğini dinledi. Bu sessizlikten içini yatıştıracak bir dinginlik
duygusu almayı umdu. Halbuki bu kez ürkütücü, sinsi, ölü bir şey vardı bu sessizlikte. Sessizlik kendisine
yardım edeceğe benzemiyordu. Dışarıda da çıt çıkmıyordu.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:56)
“Çalışma odamı çok seviyorum. Bazen düşünüyorum da, bütün bir hayatımı bu çalışma odasını
kazanmak için yaşamışım gibi geliyor. Yeryüzünde mutlu olduğum tek yer burası. ‘Mutluluk’ dediğimse, pek
büyük bir şey değil, yalnızca huzur ve dinginlik... Virginia Woolf’un deyişiyle, ‘kendine ait bir oda’nın dünyanın
yarısı demek olduğunu zaman geçtikçe çok daha iyi anlıyor insan.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:107)
“GEORGETOWN’DA YÜRÜRKEN
ERKEK KARDEŞİMLE (Ağustos 1984)
------------------------------Ölüyor kent
bize yeni kan gerekli
bir iskelet
pek çok ölüme yas tutulmuyor
Jonestown, Walter
zaman sanki dinginliği öğütmüş”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“İkilinin ilişkisinde artık günlük yaşamın dinginliği ve düzen havası oturmuş, Bird Himiko’yla
yüzyıllarca seviştiği hissini yaşamaya başlamıştı. Himiko’nun cinsel organı, Bird için basit ve netti, orada
korkudan eser kalmamıştı. Artık ‘ne olduğuna anlam veremediği bir şey’ olmaktan çıkmış, yumuşak kauçuktan
yapılmış cep gibi bir şeye dönüşmüştü. Oradan cinlerin çıkıp üzerine yürümesi gibi bir olasılık kalmamıştı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:191)
-Gidip balkonda oturalım bari, dedim Pale’ye. Köyün tüm kadınlarının birbirlerine seslenmeye
başladıkları saat gelmişti, ama henüz ortalığa olağanüstü bir sessizlik ve dinginlik egemendi; sadece bir iki
ağustosböceğinin sesi işitiliyordu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:13)
“Ne var ki, uçurumlar, kırlar ve patikalar her zamanki gibi ve dingin bir sabaha uyanacaklardı. Meyve
bahçelerine açılan pencereden ben gene sabahı görecektim. Bir yatağın içinde uyuyacaktım, bu kesindi.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:7)
“Her şeyi büyüleyiciydi; yaradılışı dingin
Devinimleri uyumlu, diri
Ve gözleri derinlik mavisiydi.”
“Her şey dingin, ay parıldıyor
Bir başına yücelerinden gökyüzünün
Ve sessiz obayı aydınlatıyor.”
(A. Puşkin<1799-1837>, “Bakır Atlı”, sa:30;49)
“O YER
--------Çünkü yaşamak çok zor, zor da olsa
bir dinginlik vardır eskimediyse, duruyordur
orada, yerli yerince.”
(A. Püsküllüoğlu<1835-2008>, “zamansız”, sa:32)
“PENCERE
-------------‘Duvarla cam arasına sıkışma’ konusunda
söylediklerime gelince
bir ilkbahar abartmasıydı o, her yerden fışkıran
gür yeşilliklerin abartması. Oysa işe yarayan,
dört köşe bir dinginlik, bir saydamlıktır bu pencere.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-pencere”, sa:89)
“ÇALIŞMA
-------------Direnen evimiz
Neredeyse erinçli,
hiç olmayacak kadar dingin.
Kafayı bulmuşuz tütün ve İrlanda çayınla”
(Stephen Romer<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.08)
“Sonunda, çabamın yararsızlığını, boşuna üzüldüğümü görüp, geri kalan tek karara vardım ki, o da
yazgıya başkaldırmaden boyun eğmekti. Acı ve boşuna bir karşı koymanın yorgunluğuyla uzlaşamayan ve o her
şeye katlanmanın verdiği dinginlikle derdimi unutabildim. Bu dinginliğe bir etken daha karıştı. Acımasız
düşmanlarım, bana çektirme konusunda daha başka düzenler düşünürken birini unuttular ki, o da her seferinde
yeni bir darbe indirerek acımasızlıklarının etkisini sürekli tazelemekti.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:12)
“Bu kaba davranış, doktorda bir şamar yemiş etkisi bıraktı. Karısına, kendisine ne büyük bir kabalıkla
davranıldığını dinginlik içinde anlatabilmesi için, birkaç dakika kendine gelmesi gerekti. Sonra, aklına uzun süre
önce keşfetmesi gereken bir şey gelmiş gibi, hüzünlü bir sesle mırıldandı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:36)
“... kadınları o denli sevmediğimden değil, ama bir erkek organı, bir giysi altındayken, yumuşacıktır, iri
bir çiçek gibidir. Ama gerçekte hiçbir zaman bu biçimde ele gelmez, böylesi yalnız dingin kalınca olur, ama bir
hayvan gibi kıpırdar, sertleşir, bu beni ürkütür, sertleşmesi, dimdik havaya kalkması, hoyratça bir şey; pis olan
bu aşk.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:103)
“Kardinal, yüzünde hiçbir değişiklik olmadan, en ufak bir heyecan göstermeden, çabucak giyindi,
canını ve böylece gafil avlanan zavallı ruhunu Tanrı’ya emanet etti. Sonra, yeğeninin evine gitti, evin her yerinde
çınlamaya başlayan kadın çığlıklarına, imrenilecek bir ağırbaşlılık ve derin bir dinginlikle son verdi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:26)
“Akşam, bu iyi insanlar hanımefendinin Hautemare’a yüklediği sadaka dağıtma işinin altından en iyi
nasıl kalkacaklarını dingin kafayla konuşurlardı aralarında.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:39-40)
“Eski dostları artık yaşamıyordu, yenilerini kazanacak durumda değildi. Ama çatısının altında dinginlik
vardı ve sessiz sedasız çocuk bile bunu bozmuyordu. Az konuşuyor, uyanmakta olan çocukların yaptığı gibi çok
soru sormuyor, sorduğu zaman da yanıt vermek zor oluyordu. Dingin ve masum yüzü, hemen hemen her zaman
hoşnut görünüyordu.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:123)
“Bundan böyle onu hiçbir şey sarsamazdı, hiçbir kuşku sendeletemezdi. Bir sfenks dinginliğine
kavuşmuştu. Clochard’a <Fr.: sokak serserisi> karşı -yolda karşılaşınca ya da herhangi bir yerde oturur görünceartık yalnızca, genellikle hoşgörü diye tanımlanan o duyguyu duyuyordu: iğrenti, horgörme ve acımadan oluşan,
cıvık mı cıvık bir duygu kayırımı.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:51-2)
“Sanıyorum ki bu iki yol (felaket tellallığı ve aşırı dincilik) arasında bir üçüncüsü de var, bu belki daha
az gösterişli ve kesinlikle daha az rahat ve daha az dingin bir yol. Bu yol, arayıcıların yoludur.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:13)
“GÖLGE VE KARALTI
-----------------------------Uygun bir adının olmadığı yerde hiçbir şeyin
Havanın o dingin ögenin dışında
Yanmış denizin evrensel yapının
İçinde şimdi bizim kapatıldığımız”
(Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02)
“İkisi de güzel, yakışıklı, tatlı yüzlü, kara gözlerinden sevinç ve sevgi okunan iki kızı vardı, bir de
oğlu... Oğlan biraz babasına benziyordu ama gene de pek hoş bir çocuktu. Çiftlik sahipleri arasındaki
konuşmalarda Anna Martinovna, dingin, ağırbaşlı duruyor, söylenenlere ne ayak diriyor, ne de açgözlülük
gösteriyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:103)
“Yüksek, biçilmemiş otlar arasında kendilerine yol açmaya çalışan ya da sere serpe frenk asmalarının
tozlu, yaldızlı boynuzlarının çevresinde tekdüze bir ısrarla dönüp duran arıların donuk mırıltısı, ortalığın
dinginliğini büsbütün sıkıcı kılar gibiydi. Londra’nın hafif uğultusu uzaktaki bir org melodisinin pes sedasını
andırıyordu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:9)
“KUTSAL TİNE
-------------------Sınırsız pus;
Yayılır çöl vadisi
Yukarı altın renkli ırmak yataklarına
Öteki günlerdeki gibi.
Ağaçlar yükselir ve seyrelir,
Ve önünden ağaçların, tepelerin,
Saf çizgisi ve gölgesi tozun,
Gösterir irademizi;
Onları görürüz, çünkü gerekli:
Aldatıcı bir dinginlikle, kalırlar onlar.”
(Yvor Winters-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.02.03)
“Her şey dingindi. Neredeyse gece yarısıydı. Ay kırların üstünde ağır ağır yükseldi. Işığı toprağın
üstüne bir hayalet şato dikti. Malikane bütün pencereleri gümüşe bulanmış duruyordu. Ne duvar vardı ne varlık.
Her şey hayaldi. Her şey dingin. Her şey ölü bir kraliçeyi karşılamak üzere ışıklandırılmıştı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:213)
Dini bütün olmak : Sözde değil, tüm beklentileri ve yapılması gereken ödevleri eksiksiz yapan bir dindar
olmak, Tanrıya inanmak
“... konuşkan ve dindar manav, Santo üzerindeki birkaç söyleşimize dayanarak benimle içten bir dostluk
kurdu ve çevrede dini bütün bir Katolik olarak tanınmamı sağladı. Her ne kadar böyle bir şeyi haketmemişsem
de, söz konusu onurlandırıcı durum buradaki insanlarla daha senli benli görüşüp konuşabilmek için bir avantaj
sağladı bana...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:112)
“BEN <28 Ocak 1922>
İnsanlığı saate dönüştürürsem ben,
Gösterirsem yüzyıl okunun nasıl devindiğini,
Acaba, bizim zaman kesitimizden
Savaş, gereksiz bir şey olur, çekip gitmez mi?
İnsanın basuru hakettiği yerde,
Binyıllarca yaylı savaş koltuğuna çökerek,
Gelecekten neyi sezdiğimi, derim size,
İnsan-öte düşlerimi tek tek.
Bilirim, dini-bütün kurtlarsınız siz,
Benimkileri sıkarım beş atışınızla sizin,
Kader iğnelerini işitmez misiniz
Bu şahane terzinin?”
(Velimir Hlebnikov <1885-1922> -Kanşaubiy Miziev,Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.02.02)
“OPHELIA, şarkı söyler - İpek gibi saçları.
Gitti bir kerre gitti,
Boş göz yaşı bizimki
Tanrım ruhuna acı.
Dini bütün olanların hepsinin ruhuna da yarabbi. Tanrıya emanet olun.”
(W. Shakespeare<1564-1832>, “Hamlet”, sa:144)
“Hazreti İsa’nın tam sünnet gününe raslayan günde, Dük de Pallino’nun sekreteri Andrea Lanfranchi,
Kardinal Karafa’ya görkemli bir şölen verdi ve boğazına düşkünlüğünün yanı sıra, eğlencenin de eksik
kalmaması için, o şölene, soylu Roma’nın en güzel, en ünlü ve en zengin fahişelerinden Martuccia’yı getirtti. Bu
olayın, o güne raslaması, pek dini bütün bir hükümdar olan Papa’nın gözünde, suçu büsbütün büyütmüştü.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:114)
Dini kırık : Tanrıya inanmayan, dinsiz, imansız
“‘Ulan, soyu bozuk! Temelin içine ayakyoluna mı oturulur ulan?’
‘Ne yapacaktım? Nere gidecektim?’
‘Vay namussuz vay! Vay dini kırık vay!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:128)
Dinim (rabbena) hakkı için, Dinim hakkına : Allah bilir ki, Allah aşkına, Hıristiyanlık-Müslümanlık yoluna
“Ellerim benim olmaktan çıktı. Kafam huzurlu bir iklime çekildi. Düşünmekten durdum. Neden sonra
sevilmeye alışmamış bir insan ruhuyla ellerimi yanaklarından çektim.
-Yok, dedim. Heyecanlanma! Bu paranın, sana verdğim bu paranın ne önemi olabilir. Bırak, yapma,
utanıyorum.
-Bana verdiğin para için değil. Vallahi para için değil. Dinim hakkı için! İnan vallahi para için değil.
Dinim hakkı için!’ ”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Bir Karpuz Sergisi”, sa:33)
“Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş
yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla
simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine
çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım,
yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına,
‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim.
Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak,
‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp
oynamak için iner.’ İçini çekti:
‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için,
kasabaları basardım be!
Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı:
‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’
Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233)
“ADAM - Dinim hakkı için!... Şey, ne diyecektim, ortalıkta ne var ne yok?
LICHT - Ne mi var? Hay Allah cezasını versin, as kalsın unutacaktım.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:6)
“PERDE I, SAHNE I
RODERIGO - Bana ondan nefret ettiğini söylemiştin.
IAGO - Eğer etmiyorsam beni alçak bil. Şehrin üç büyüğü, beni kendine asistan yapsın diye ona
gittiler, yüzsuyu döktüler. Hem, dinim hakkı için değerimi biliyorum, layık olduğum yer bundan aşağı değildir.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:3)
“LUCE, içerden. - Bu ne gürültü! Dromio, kim kapıdakiler?
E. DROMIO - Efendimi içeriye al, Luce.
LUCE, içeriden - Dinim hakkı için olmaz. Pek geç kalmış.. Efendine öyle söyle.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:41)
“Bir an durup sonra İhsan’a sordu:
-Bey ağabey de gazeteci mi?
-Evet!..
-İsterse Yazsın... Yaz valla... Benim pervam yok... Dinim Rabbena hakkı için ben feleğe minnet
etmem. Üç yıl da siyasetten versinler... Var mı ötesi?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:109)
“Kendisinin iki büyüklüğünde bir oğlanın beline yılan gibi sarılmıştı.
-Bırak ulan kayarto!..
-Kayarto babandır.
-Çiğnerim ulan!.. Çiğnerim, dinim rabbena hakkiçin!..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32)
“PHILOLACHES, kendi kendine. - Satmak gerekirse, dinim hakkı için! Babamı satarım, gene de sağ
kaldıkça senin bir şeyini eksik etmem, kimseye avuç açtırmam sana.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:16-7)
Dinine yandığımın : Ah ben sana güvenirdim ama sen beni yalnız bıraktın (Argo)
“Şoför parladı:
-Dinine yandığımın arabası, korna da çalamazsın ki... (Korna yasağında!) Yahu, yolun ortasında hıyar
gibi ne duruyorsun?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:40)
“KENNEY, hafifseme ile. - Buna inanacaklarına mı sanıyorsunuz? Bütün seferlerde üst üste yendiğim
o kaptanlar inanırlar mı buna? Onların nasıl güleceklerini, alay edeceklerini kestiremiyor musun?..... Dinine
yandığımın... Yağı mutlaka elde etmeliyim, anladın mı? Bu buz meselesini önden görmeme imkan var mı idi?”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:21)
Dinini seversen : Müslümanlık hakkı için, Allah aşkına
“Belki iki saat sonra, tekrar uyumaya hazırlandığım sırada Hacı Kalfa, hafifçe kapıma vurdu: ‘Bak
bakasın, hocanım, otelde başka kadın yok. Fakir hatuncağız bayılıp duruyor. Salt gülmek olmaz. Gel dinini
seversen şuna biraz bak. Adımız erkeğe çıkmış diye yanına giremiyorum. Sonra ölür, mölür de başımız derde
girer he!’ dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:168)
“Laz Ali başta olmak üzere, birkaç mahpus, kapıyı kesince cüce herif yerinden sıçradı.
Melik işi anlamış, ‘Bırakın yahu! Bırakın dinini seversen Ali Ağa...’ diye debelenmeye başlamıştı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:101)
Dios le da confites a quien no puedo roerlos : (İSP.) <DİN,KOLL.) <Tanrı, şekerlemeleri, onları
çiğneyemeyecek insanlara verir = God gives candies to those who cannot chew them Alarcon, ‘The Three
Cornered Hat’, XXI, last sentence.. (İNG.)
Dio vi benedica : (İTA.,DİN) <Dio vi bene’dika> : Tanrı seni takdis etsin = God bless you (İNG.)
Dip bucak; Dipsiz bucaksız : Sınırı, kıyısı köşesi belli mesken; Sonsuz denecek kadar, sınırları belli olmayan
“Ama artık böyle bir aşamaya gelip yaşamım dipsiz bucaksız bir karanlığın kenarında dururken
haksızlık edip yalan söyleyemem.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:76)
“Uzun, geniş bir avluyu katettikten sonra isli kandillerin aydınlattığı, zaman zaman kör bir kılıcın asılı
olduğu kesme taştan yapılma duvarları da dahil olmak üzere dip bucak her yanı yıkanmış gibi kokan uzun bir
koridordan geçtiler.”
(M.. Mungan, “Çador”, sa:95)
Dip dibe : Kıç kıça, dizinin dibinde, çok yakın temasta, samimi
“‘Dip dibeydiniz hanımefendiyle,’ diyor annesi, ‘hoş kadın, öyle değil mi?’
‘Öyledir herhalde.’
Annesi bir an düşünüyor. ‘Ama grup olarak, sence de biraz...’
‘Hafif mi diyeceksin?’ Başını sallar.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:16)
Dipdiri : Dimdik, taptaze, gencecik, enerji ve hayat doludolu
“O ÇOK ŞEN KADINA
---------------------------Acı çeken yolcunun biri
Sana değip geçse yolundan,
Gider omuzundan, kolundan
Taşan parıltıyla dipdiri.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:305)
“Orgazm! Haz! Sanki gökyüzüne kadar çıkmış, şimdi de bir paraşütle, ağır ağır tekrar yeryüzüne iniyor
gibiydi. Bedeni kan terlere batmıştı, ama kendini dolu dolu, ışıl ışıl, dipdiri hissediyordu. Demek seks buydu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:21)
“‘Dediğin gibi hala güçlüysen bütün balıklar vız gelir sana.’
‘Belki de sandığım kadar güçlü değilimdir.’ dedi ihtiyar adam. ‘Ama bu işin hilelerini bilirim; üstelik
inatçıyımdır da.’
‘En iyisi, sen yat şimdi, sabahleyin dipdiri kalkarsın. Ben bunları Terrace’a götürürüm.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:20)
“ÜSTÜME VARMA İSTANBUL
<Acılar Denizi’nden>
---------------------------------------Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak
Göğün, bulutların, denizlerin kalır
Oynama İstanbul, benimle oynama
Bir gün öldürü beni bu dert, bu kahır”
(Ü.Yaşar Oğuzcan<1926-1984>, Ataol Behramoğlu, “Son Yüzyıl Büyük Şiir Antolojisi”, Cilt:2, sa:79)
“Geçmiş Zaman, yapsan da en şom kötülükleri,
Şiirimde sevgilim sonsuz yaşar dipdiri.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:19, sa:79)
“Aysel, her okşayışı, her dokunuşu çok güzel ve zorunlu bir yazgıyı karşılar gibi karşılardı. Bu dipdiri
canlılık, yaşamın geldigeçti sallantılarına sessizce karşı koymuş, yaşamın sıradan güçlüklerini belli belirsiz
kırışıklıklarla atlamış bu güzellik, şimdi durur bekler, uyanacak giibi yapar, uyanmaz...”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:6)
“Biz kopartılmışız, biz düşmüşüz. Biz, göz kulak kesilmiş dipdiri dururken uyuyan, uyuduğumuzda
kıpkızıl yanan o duygusuz evrenin bir parçası olmuşuz. Durağımızdan ayrılmışız ve şimdi dümdüz uzanıyoruz,
aklanmış ve ne de çabuk unutuluvermişiz.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:217)
Diplemek : Sonuna kadar bitirmek (genellikle içki kadehi)
“Zen üstadı çok sakin görünüyordu. İçkimi dipleyip tazelemeye gittim ve döndüm.” ..... “İçkimi
dipledim. Her yerde içkiler dipleniyordu. Sonra Zen Üstadı küçük ve boktan gülümsedi.”
(Ch. Bukoswki, “Büyük Zen Düğünü”, sa:11;13)
Diploması çerçevelenmiş olanlar : Diplomalı, kolej ya da üniversite mezunu olanlar; Üst orta sosyal klas
“Köylüler
<Gaithersburg, Maryland>
----------Bekliyorduk favorili köylüyü
saçları arkaya taranmış.
Bizler, diplomaları çerçevelenmiş olanlar,
hiç beklemiyorduk kadını.
Yangının hilkat garibesine çevirdiği
yüzünü, başını gizleyen, plastik, mor
bir maske takıyordu sanki,
liseli gençlerin göz ucuyla bakıp
geçtikleri bir eğlenceye bıraktık onu.”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
Diplomat traşlı : Favori’li, temiz kıyım traşlı kimse
“Kapıcı dairesinde dikilen, yüzü diplomat traşlı bir adam ciddi bir yüzle Moniteur gaztesini gözden
geçiriyordu. Ama kapısı önünde yığılan üç sandıkla iligilendirmeye gönül indirdi; dışarı gelip kendi deyimiyle
üçüncü katın mimarını sordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:16)
Dipnot : Yazılan yazıların altına konan özel açıklama
“ ‘Bir gün gizli görevi bittiği zaman gelip beni okuldan alacak. Belki de kırmızı şeritli falan büyük
üniformasını giyip gelir. O zaman herkes babamın kim olduğunu görecek, ama şimdilik kimsenin bilmemesi
gerekiyor, çünkü gizli görevlidir ve yaşamı hep tehlikededir.’ Dipnot olarak da şu sözleri yazdım: ‘Bu ödev
okunduktan sonra yakılmalıdır.’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:14)
Dipsiz bucaksız : Dibi, genişliği ve diğer boyutları sınırsız; Çok büyük, gizemli ve ürkütücü (çöl, deniz,
mağara vb.)
“DEPREM
Sardeis; Gyges’in, Alyattes’in kentiydin bir zaman
sen ki gözünde büyük kralın, ikinci bir Persia’ydın
Anadolu’da.
Altın tuğlalı bir salon yaptın kendine geçmişten,
suyundan Paktolos’un. Ey bahtsız kent! Şimdi bir felaket
örtmüş üstünü, yuvarlanmışsın derinliklere, dipsiz
bucaksız bir mağara yutmuş seni....”
(Bianoros, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:148)
Dipten doruğa : Ayaktan başa , oysa <Baştan aşağa, ayağa> anlamında kullanılıyor
“Duyarsızlaşmış Mısırlı kesimevi işçilerinin Avustralya’dan gelen sığırları ayırıp yeryüzündeki son
saatlerinde onlara özel bir merhamet göstermelerini beklemek saçma olur. Nitekim sağduyu işçilerden yana. Bir
hayvanın boğazı kesilecekse ayak kirişlerinin de kesilmesinin ne önemi olabilir? Öldürme işini merhametle
yapma fikri dipten doruğa mantıksız.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:73)
Direk gibi karşısına dikilmek : Genellikle hiç bir şey söylemeden başucunda direk gibi dikilmek
“Kien, iyice düşünüp taşındıktan sonra, bunların açık-saçık kitaplar olabileceği sonucuna vardı. Adamı,
paketinin incelenmesinden kaçıran bu utanmaz acelenin tek nedeni bu olabilirdi ancak. Lağımcı göründüğünde,
direk gibi karşısına dikildi ve gürleyen bir sesle 400 şilin istedi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:309)
Direksiyon sallamak : Araba sürmek
“Sachs….. gülümseyerek, ‘Bugünlerde hangi puroyu içiyorsun?’ diye sordu.
‘Her zamanki gibi Schimmelpenninks.’
‘İyi. Öyleyse birer tane tüttürelim. Belki birşeyler de içeriz.’
‘Yorgun olmalısın.’
‘Tabii yorgunum. Dört yüz mil direksiyon salladım, üstelik sabahın ikisi oldu.’ ”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:208)
“Otobüs yola devam ediyor, uzun bir yolculuk, saatlerce direksiyon sallamak gerekiyor, gecenin bir
yarısı yağmur başlıyor. Dağ başında bir yerlerdeler, zifiri karanlık, bir de üstüne yağmur, şoför direksiyon
kontrolünü kaybediyor, otobüs bir uçuruma yuvarlanıyor, dokuz oyuncu ölüyor. Korkunç bir şey. Ama bizim
adam yine yırtıyor. Şu işe bak Pili. Azrail üç kez onu almaya geliyor ama o üçünde de yakayı sıyırmayı
başarıyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:39)
“Nashe aralıksız yedi saat yol aldı, benzin almak için durakladıktan sonra bir altı saat daha direksiyon
salladı ve sonunda bitkin düştü.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:10)
Direktuvar <FR.: Directoire> : Fransa’da 26 ekim 1795 – 9 kasım 1799 arasında etkinlik gösteren hükümet.
Halk yığınlarını iktidardan uzaklaştırarak burjuvazinin yeniden hizmetine giren Direktuvar, geniş yetkilerle
donatılmıştı. Yönetim, yasama ve yürütme görevlerini üstlenen iki meclise, ‘Beşyüzler Meclisi’ ve ‘Yaşlılar
Meclisi’ teslim edilmişti
“Praz, 19. y.y.’ın ortasında yeniden parlayan gotik alevlerin hala sönmediğini kanıtladıktan sonra,
Fransız Devrimi’nin ‘Direktuvar’ döneminden ilginç bir tesbitle çıkıyor karşımıza. Direktuvar yönetimi, dönemi,
iki ünlü ve çarpıcı modasıyla iki kavram armağan ediyor kültür dünyasına: ‘Merveilleuses’ <harika, muhteşem>
ve ‘incroyables’ <inanılmaz, akıl dondurucu, müthiş>, Birincisi, Direktuvar döneminde modaya aşırı düşkün ve
abartılı giyinen kadınları biraz da gırgıra alan bir kavram. İkincisi ise, şu bildiğimiz yanlardaki iki ucu da sivri
olan Direktuvar dönemi şapkası: inanılmaz kavramının kaynağı bu......... Praz, döneminin çok daha belirleyici bir
özelliğini, bu abartının aşırılığın bağlamına oturtuyor: Efemine, kadınsı, ince, kibar, nazik bir dönem...”
(Mary Shelley, “Frankestein ya da Modern Prometheus”, sa:11)
Dir(h)em : ARAP para sisteminde, 2.97 gr. Ağırlığında, gümüş para birimi. Başlangıcı Eski Yunanlılardan
gelmedir. 3.14 gramlık bir ağırlık sistemi de aynı adı taşımaktadır.
Bk.: Dirhem dirhem
“Hüdavendigar’ın son günlerinde elli iki direm tutarında borcu vardı. Kendisi alacaklıya birkaç altın
kırıntısı verilmesini ve ondan helallik istemelerini emretti. Alacaklı bunu kabul etmeyip Mevlana’ya bağışladı.
Bunun üzerine Mevlana: ‘Alemlerin Rabbine hamdolsun, bu korkunç beladan kurtuldum’ dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:3-4)
“Markize gelince, tam tersine, beni zoraki inceliğiyle eziyordu; gözlerindeki sabırsızlık kıpırtılarını
pekala görüyordu. Uzun sözün kısası, pek aptal bir görünüşüm vardı, hor görülmeyi yutuyordum, bir Fransız için
bunun olanaksız olduğu söylenir. En sonunda gökten inen bir fikir beni aydınlatıverdi: Bu hanımlara sefaletimi,
beyni sulanmış, yaşlı sersem generalerin iki yıldan beri bizi tuttukları Cenova ülkesinin dağlarında neler
çektiklerimizi anlatmaya koyuldum. Orada, diyordum, bize ülkede geçmeyen kağıt paralar ve günde on dirhem
ekmek veriyorlardı. Ben daha konuşmaya başlayalı iki dakika bile olmamıştı ki, iyi yürekli markizin gözleri
yaşardı...”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21)
“Palmyre, aşırı çalıştırılan bir hayvan gibi, daha ziyade dermansızlıktan ölüyordu; biçilmiş başakların
ortasında öyle kupkuru görünüyordu, öyle bitmişti ki, vücudunda bir dirhem eti, cinsiyetini belli edecek hiçbir
alameti bulunmayan bir paçavradan ibaretti, ekinlerin özlü bereketi içinde, son nefesini veriyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:340)
Direnmek : Israr etmek, direnç göstermek, karşı koymak, kendini müdafaa etmek, muhalefette bulunmak
“NOEL GÜNÜ KAHKAHALARLA GÜLEN
YEDİ ASKER
----------------Eğildiler okşamak için morarmış kalçalarını.
Donundan kopan kanlı bezlerle
tıkanmıştı ağzı. Tecavüz etmişti
silahıyla, direnen kadına.”
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08)
“Kralın Paris’e dönmesine yardım ettiği doğru. Fransa’nın en değerli kişilerini suçlamak için o kalleş
elini uzattığı da bir gerçek. Ama şimdi onu defetmenin zamanı geldi artık. Paris’e girebilmek için sabırsızlıkla
beklediği günlerde Kralı sıkıştıran, kan dökülmeden kente girebilmesi için Otranto Dükünün, bakan
yapılmasında direnen aynı soylu kişiler, şimdi Fouché’nin adını bile duymak istemiyorlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:210)
Diretmek : Israr etmek, tekrarlayıp durmak
Bk.: Ayak diremek
“Constantia tecrit odasından çıkmıştı ama hala bir köşede sessizce mırıldanarak yalıtılmışlığını
sürdürüyordu. Lee Miller dişlerini sıkıp sıkıp gevşetiyordu; yatakhaneden çıkıp gelen Miss Cabot, ‘Ben Amerika
Birleşik Devletleri’nin Suikaste Uğramış Sabık Başkanı’nın Karısıyım!’ diye diretip duruyordu. Linda, Marion
ve Sue Jepson’la ötekiler her zaman yaptıkları şeyleri yapıyorlardı.. Ne var ki, havada geçmek bilmeyen bir
huzursuzluğun varlığı seziliyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:99)
Dirhem dirhem : Son derece ölçüyle, dakik, milimi milimine
“İKİ YIL
Sen öldüğünde
tüm kapılar yüzüme kapandı
İki yıl sonra dirhem dirhem
açılmaya başladılar.
Şimdi küçük karşılaşmalardan
mutlu olabiliyorum.”
(Pamela Gillihan<1918-2001>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.10.02)
“Gittim, baktım, Vekil (Bakan) yok. Sordum, Başvekil’in yanındaymış. E, işim var, uçakla derhal
dönmem lazım. Ne yapayım? İki satır bir pusula odacının eline, koşturdum Başvekile. Sağ olsunlar, hepsi de
hatırnazdır, hatırımı dirhem dirhem sayarlar...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:87)
Diri diri (Ateşe atmak, derisini yüzdürmek, mezara gömmek, gömülmek, parçalamak; yakmak) : Canlı
canlı; Amerikan Hintlilerin tarihte yaptıkları gibi canlı canlı derisini yüzmek; cellat etmek
“Karımın hıçkırıklarını duyuyorum ve benim de gözlerimden yaşlar boşanıyor. Arkadaşlarım şu anda
tabutumu açsalar; gözyaşlarımı görürler ve beni kurtarırlar. Oysa birden tabutun toprağa indirildiğini fark
ediyorum. Birden her şey karanlığa gömülüyor. Az önce tabutun kenarından azıcık da olsa ışık sızıyordu, oysa
şimdi içerisi kapkaranlık. Mezarcılar kürekleriyle toprak atıyorlar, ama ben yaşıyorum! Diri diri gömülüyorum!”
(P. Coelho, “Hac”, sa:128)
“Başrahibe, ‘Halinize bakın hele! Sizin kadar bedbaht biri görülmemiştir herhalde. Korkutuyorsunuz
beni. Babanız beyefendi ya da anneniz hanımefendiyi mi kaybettiniz yoksa?’ diye sordu. İstediğim halde yabıt
veremedim, kollarına atıldım. ‘Eh! Tanrı’ya şükür,’ dedi. Ben de, ‘Ne yazık ki, ne annem, ne de babam var
benim, nefret edilen ve buraya diri diri gömülmek istenen mutsuz biriyim,’ diye bağırdım.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:23)
“ ‘Eğer bu birleşmeden çocuk olursa, cehennemi bir tören başlıyordu; hepsi birden varil dedikleri
şarapla dolu bir fıçının çevresinde toplanıp sarhoş oluyorlar; bebeği parçalayıp kanını bir maşrapaya
dolduruyorlar; diri diri ateşe attıkları bebeklerin küllerini bu kanlarla karıştırıp içiyorlardı.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:96)
“Düşünmeden konuşmuştu, ama sesi uzun uzun düşünüp öyle konuşmuş gibi sert ve ciddiydi. Yüzü de
birden garip şekilde solmuştu. Bu arada gözleri öfkeyle, çaresiz bir nefretle parlıyordu. Egor tekrar canlanarak,
profesör hedefi on ikiden vurdu, dedi kendi kendine. Elinden gelse küçük cadı bizi buracıkta diri diri yakardı...”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:72)
“VEDA
-------alıp götürüyorum, senden uzak kalsın diye
senden, ey boş umudun cilvesi
alıp götürüyorum onu, diri diri gömeyim diye
bundan sonra konuşmayı hatırlamasın diye”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:31)
“KRATES - Lizander her gün sultana bir bayram kasidesi yazıyor ve beyitlerini küt uçlu oklara
bağlayıp Türk ordugahına atıyordu. Bu değersiz şiirler Mehmet’i öyle kudurtmuş ki, kente girip bu yeni
Marzias’ın diri diri derisini yüzdürtmeden rahat etmeyecekmiş.
(F. Herczeg, “Bizans”, sa:43)
“Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu’nun bu ücra köşesinden daha uygun neresi
bulunabilir? Ben, burada, diri diri, bir mezara gömülmüş gibiyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar
iradeli, bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:17)
“Ah, varacağım sonu önceden nasıl anlayabilirdim; beni pençesine aldığını bugün bile anlayamıyorum.
Hiç değişmeyen, hala ne idiyse o olan benim, bir gün gelip bir canavar, zehir saçan bir adam, bir katil
sayılacağımı, insanoğlunun nefret ettiği ayak takımının oyuncağı olacağımı,..... bütün bu kuşağın söz birliğiyle
beni diri diri gömmekten hoşlanacağını kestirmeye sağduyum izin verir miydi?”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:12)
“O yılın son gününden bir öncekine denk gelen Pazartesi günü, içlerinde birçok soylu kimse olan on
üçünü de astılar. Komutan Splendiano denilen bir tanesi ve Kont Paganello isimli diğer biri, alana götürülüp
hafif kerpeten işkencesinden geçirildiler. Sonra, kafaları topuzla kırıldı; adeta diri diri parçalandılar.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:51)
“Bir önsezi Kanau’yu sarsıyor, kadına anlatmakla anlatmamak arasında bocalıyordu. Söylemeye karar
verdi:
-Tapirapes’lerin <Bir Brezilya Kızılderili aşireti> tarlalarının yakınındayız. Bu bağırma da bir
Amanon gibi geldi bana!
-Amanon nedir?
-Bir çılgınlık ve ölüm dansı… Görmüştüm bir kez. Bir kadını diri diri toprağa gömüyorlardı, tıpkı
böyke bağırıyordu.
Tilde titredi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:212-3)
“Daha önemsiz şeyler yüzünden kentler yağmalanmış ve milyonlarca şehit burada tartışılan konulardan
herhangi birinde bir santim geri adım atmaktansa diri diri yakılmayı göze almıştır.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:102)
“ ‘He was despised’ <Horlanmıştı> Handel, bu sözcükleri okuyunca içindeki bütün anılar, karanlık ve
sıkıcı bir uyumla geri geldiler. Bunlar, onu yendiklerini, onu diri diri mezara gömdüklerini sanmışlar, onu alay
ederek izlemişlerdi.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:73-4)
Dirilmek : Canlanmak
“Yazı salonuna çıkmadan önce bir şeyler atıştırmak için mutfağa uğradık; çünkü kalktığımızdan beri
ağzımıza hiçbir şey koymamıştık. Bir çanak sıcak süt içer içmez dirildim. Güney yönündeki büyük ocak tıpkı bir
demirci ocağı gibi gürül gürül yanıyor, fırında günün ekmeği pişiyordu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:178)
Diri veya (ya da) ölü : Tehlikeli haydut ya da katiller için tutklama emriyle birlikte verilen seçenek (dead or
alive); neye mal olursa olsun
“Noel arifesinde, gece yedi sularında (24 Aralık, gece yarısına doğru) Aloise Bragadin, senato
tarafından verilmiş geniş yetkiyi ve Prens Luigi ile bütün adamlarını, diri veya ölü olarak, neye mal olursa olsun
tutuklatmak emrini Venedik’ten getirdi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:43)
Dirlik düzenlik : Geçim, erinç , sağlıklı yaşam tarzı
“Yemekten sonra hepsi gene eski cevizin altında toplandılar. Vehbi Efendi nargile istedi, sırtını ağacın
köküne dayadı, gözleri yarı kapalı nargilesini içti. Fakat kafasının gözleri dört açılmış Rabia’nın evlilik hayatının
açık ve kapalı yüzlerini inceliyordu. Herhalde aralarındaki dirlik düzenliğe diyecek yok. Kızın her tavrından
halinden memnun olduğu hissediliyor.”
(H.E. Adıvar, “Çalıkuşu”, sa:355-6)
“HÜZÜNLÜ MADRIGAL
Bana ne sendeki dirlik düzenlik?
Hem güzel ol, hem de acı duy! Ekler
Gözyaşı yüzüne başka güzellik,
Yeşillikte bir su gibi üstelik;
Borayla canlanır çünkü çiçekler.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:277)
“... bu dünyaya en gerekli insanın gezgin şövalye olduğunu, onun yardımıyla, dünyanın yeniden dirlik
düzenliğe kavuşacağını iddia ediyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:45-6)
“Bizim evde dirlik düzenin, huzurun ve vicdanın rahatlığının, bağışlama ve sevginin bulunması
harikulade bir şeydi ama bütün diğer şeylerin, bütün o gürültülü ve çığırtkan, insanın darda kaldığında hemen
koşup annesine sığıınabileceği o kasvet verici, karanlık, zorba ve hoyrat nesnelerin varlığı da harikuladeydi.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:15)
“EVLER
--------Evlerin çoğunda dirlik düzen,
Kalan bir hatıra oldu geçmişte.
Gönül almak, hatır saymak arama.
Evlatlar aileye asi işte,
Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:19)
“İşte öz sevgim, dirlik düzenliğimi bozar
Senin uğruna bana hep nöbet tutturarak.
Ben bekçinim, sen başka yerlerde uyanıksın:
Benden uzaksın, sana başkaları çok yakın.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:61, sa:163)
“Ama terslik bu ya, karnındaki rahatsızlık arttıkça arttı; henüz bir ağrı haline gelmediyse bile, böğründe
bir ağırlık hisseden İvan İlyiç’in keyfi kaçmaya başladı. Bu keyifsizliği günden güne artıyor, bir süredir ailede
kurulmuş olan karşılıklı anlayış ve huzur havası gitgide bozuluyordu. Çok geçmeden karı koca sık sık kavga
etmeye başladılar; evde ne dirlik kaldı, ne düzen.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:53-4)
Dirsek atmak : Çoğu kez dikkatini çekmek, uyarmak kastıyla, yanında oturanın koluna ya da karnına şöyle sert
bir çıkış yapmak
“O an bile bu şarkı, nedenini anlamadığım bir hüzünle doldurdu içimi. Totoca bana bir dirsek attı.
Ayıldım”
‘Nen var Zézé
‘Hiç. Şarkı söylüyordum.’
‘Şarkı mı söylüyordun?’
‘Öyleyse ben sağır olmalıyım.’ ”
(J.M. deVasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:14)
Dirsek çürütmek : Okullarda yıllar yılı emek vermek, çalışmak
“Ben de Brezilyalıydım
Ben de Brezilyalıydım
hem de ‘moreno’ sizin gibi.
Gitar tıngırdattım, Ford kullandım,
milliyetçiliğin erdem sayıldığı kahvelerde
dirsek çürütmeyi başardım.
Ama saati gelince kapanırdı barlar,
insan vazgeçerdi bütün erdemlerinden.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap; 25-09-08)
“-Her şeye aklınızın erdiği nasıl da belli; okullarda boşuna dirsek çürütmemişsiniz, iyi efendim benim.
Tanrım kime akıl vereceğini bilir. Nasıl da şıp diye anlayıverdiniz.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:114)
Dirsek dirseğe : Yanyana, omuz omuza, o kalabalık içinde
“Sonunda artık vitrinlerden iyice başım dönmüş, mukavva bardaklardaki yıvışık kahvelerden içim
kıyılmış, her katta yeniden ve yeniden tuvalet aramanın sonsuz labirentinde yolculuk etmekten yılmış, Tuğde’ye
verdiğim hatırladığım ve hatırlamadığım bütün sözleri yerine getirmiş, dirsek dirseğe itişerek yürüyen
insanlardan sersemlemiş bir halde Akmerkez’den çıktık.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:61)
Di salto :
(İTA.,KOLL.) <di sal’to> : Dudaklarla (sessiz dua eder gibi) = By leaps (İNG.)
Diskur, Diskur geçmek : Fr.: Discours’dan alıntı: Söz, konuşma, lakırdı, gevezelik; Adresser un discours :
Bir konuşma yapmak; Öğüt, gizli ya da açık bir ihtar vermek kaygısıyla ‘nutuk çekmek’ (Argo)
“Bütün bu maceraları Reha Beye anlattım; o bunlara bir hayli meraklandı ve bir hayli güldü. En sonra
da, ‘Sen, dedi, o Etem’i bir gün bana gönder; ben ona bir diskur geçeyim; yahut bizimkilere geçirteyim; bak bir
daha senin yanına uğrar mı?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:177)
Displacement : (Displeysmınt – Yer Değiştirme) (PSYCH.) : Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları
Diş bilemek : Düşmanlık beslemek, kötülük yapmak için fırsat aramak
“Daha çok Nevin’in babasına diş biliyorlardı. Gavurluğundan, alafrangalığından, kızını böyle
yetiştirdiği için ahlaksız babalığından, daha ileriye giderek kodoşluğundan söz açarlardı. Ama kimsenin dili
Nevin’e orospu diyememişti.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:14)
“ÖDÜL
Nerene dönsen - sancı...
Karşında diş biliyor,
sırıtıyor, ıssızlığı soyuyor,
usulca yürüyor,
sonra küstah bir zıplayışla
kendine erişiyor.”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
09.03.06)
“Masada oturan diğer adamların ona diş bilediğini hissettim. Onların bardaklarına dikmemişti gözünü
ama sesi iyice duyuluyordu. Alkole karşı çektiği nutuk giderek daha şiddetli, daha yüksek sesli bir hal alıyordu.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:199)
“İYİ BİR ARKADAŞTI
---------------------------Yağladı mı tabanları
Her yere sokardı burnunu
Çok hoş bir arkadaştı
Etienne’e diş bilerdi
Sağlığına Etienne sağlığına dostum
Can mı can bir arkadaştı.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:31)
“MEPHISTOPHELES - O böyle değil. Bizzat kendisi zevk ve safaya daldı, hem de nasıl! O sırada
ülke anarşi içinde kaldı: Büyük küçük, herkes sağa sola saldırıyor, kardeşler birbirlerini kovuyor, öldürüyor;
kaleler kalelere, şehirler şehirlere, avam tabakası da asılzadelere karşı diş biliyor, piskoposlar ruhani meclislerle
gırtlak gırtlağa geliyor...”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:256)
“Gazeteler çalınan para konusunda çeşitli sayılar bastılar ve sonunda zararın sokuz binle on bin dolar
arası olduğu kanısına oybirliğiyle vardılar. Hükümet bize diş biliyordu. İşte ben size insanlık tarihinde ilk defa
olmak üzere doğru miktarı yazıyorum. Tam kırk sekiz bin dolar.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:249-50)
“Allah’tan başkasında ihtiyar yoksa, suçluya karşı niye öfke doluyor içine?
Niye düşmana karşı diş bileyip duruyorsun? Suçu, günahı nasıl oluyoır da onda görüyorsun?”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:5, sa:287)
“Pazartesi günü, cenazeleri görmek için, halk, Vittoria’nın sarayına ve Ermites Kilisesi’ne akın akın
koştu. Hele düşesin bu kadar güzel olduğunu görünce, meraklıların yürekleri sızlıyordu. Felaketine ağlıyorlar,
katillerine diş biliyorlardı; fakat katillerin adları henüz belli değildi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:41-2)
“Böylece, tutukluya olan tüm bağımlılıklarına karşın, düşesle başbakan onun için pek az bir şey
yapabilmişlerdi. Prens öfkeliydi, sarayla kamuoyu Fabrice’e diş biliyordu, o nedenle başına felaket gelmesine
pek seviniyorlarrdı. Fabrice pek fazla mutlu olmuştu, talih hep yüzüne gülmüştü. Avuç avuç saçtığı altınlara
karşın, düşes kaleden içeri bir adım bile atamamıştı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:349)
“Darağacından duyduğu korku, onu sık sık canına kıyma girişimlerine sürüklüyor ve bir kişilik olacak
yerde, onu bu yaşamda ikinci derecede kalmak zorunda bırakıyordu. Ama o bu zorunluluktan, Jekyll’in şimdi
düşmüş olduğu umutsuzluktan iğreniyordu. Kendisine karşı beslenen nefrete diş biliyordu.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:110)
“Üstünde açık giysisiyle körpe vücudunu tüm çıplaklığıyla sergileyen kızı girdi içeriye. İvan İlyiç’in
bedeni sonsuz acılar içinde kıvranırken kızı körpe bedenini gözler önüne seriyordu. Sağlam yapılı, güçlü, üstelik
aşık olduğu gözden kaçmayan Liza, mutluluğunu gölgeleyen her türlü hastalığa, ıstıraba, ölüme diş biliyor
olmalıydı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:87)
Dişe dokunur : Önemli, kayde değer; Yenmeye layık güzel yiyecekler
“Sözü edebiyatçılara getirerek, ‘Bugün birçoğunu gördüm,’ dedim. ‘Bu kendi halindeki insanları
seviyorum. Sürekli çalışırlar, yine de kimse onları rahatsız etmez; buluştuğumuzda, sizinle konuşmayı yeğleyip
yalnızca sizin için çalışacaklar herhalde….. Dişe dokunur bir şey yapmadıklarından, insan, insan onların
zamanını almaktan doğabilecek bir vicdan azabına da uğramaz.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:44)
“Ne Prusyalıların gövde gösterileri, ne halkın sessiz protestosu, ne de kara bayraklar dikkatini çeker
Rimbaud’nun. O kitapçıların önünde, yeni yayınlara bakıyor. Dişe dokunur bir şey yok.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:23)
Diş geçirememek : Buyruğu altına alamamak, söz geçirememek, gücü yetmemek
“‘Yörüt!’ dedi muhtar. ‘Kaşla göz arasında kondur şu evi. Elini çabuk tut, bitir at vaktiyle. Yapılmış bir
evi de kolay kolay yıkamazlar. Hökümet bile diş geçiremez o zaman.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:92)
“Nefes aldırmıyordu, bereket kuvvetli bir pistonum vardı, ayrıca bütün şehir beni tutuyordu. Bu yüzden
bana pek diş geçiremiyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:167)
“Uyumak istemiyordu. Vücudunu bir ağırlığın kapladığını hissediyor, artık yorgun kafasına da diş
geçiremiyordu. Aklından olmayacak düşünceler, hayaller geçiyordu. Sanki iradesi büyülenmişti.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:228)
“... kuduruyor şimdi, bu sırf namussuzluğundan, biliyor musunuz? Beni, Lola’nın elinden almak istiyor,
çünkü Lola’ya diş geçiremiyor başka türlü.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:191)
Diş göstermek : Güçlü olduğunu, her an saldırıya geçebileceğimi ima etmek
“... yani din, politika, kapitalizm, edebiyat, sanat; hepsi Osmanlı İmparatorluğuna bir düşmanlık
besliyorlardı. Kimi diş gösteriyor, kimi vampir gibi kanımızı soruyor, kapitalizm de yüzümüze gülüyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:24)
Dişi ezrail : Çok dişli, ısrarlı, kontrolcu, dediğini yaptıran kadına verilen ad, ‘dişi azrail’-can alan kadın!
“Şükran Hanım çıkıp kapıyı çekince Murat önce, göz kırptı, sonra yavaşça damağını şaklattı:
-Kim bu dişi ezrail, Allasen? Ben bittim.
-Bu mu? -Kadir yumruğunun üstüyle ağzını sildi- İyi buldun, dişi ezrail.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:152)
Dişinden tırnağından (dişten) artırma : Hesaplı, iktisatlı bir para idare sistemiyle gıdım gıdım artırılan para
“Bu haber, karnıma bir kılıç saplanmış gibi canımı yaktı. Hemen İbrail’e koştum, dişinden tırnağından
artırıp saklaması için Angel Dayı’ya vermiş olduğu yüz frankı anamdan kopardım ve bir sonraki gün öğleden
sonra, hemen vapura binecek olan Mihail’i kucaklayabilmek için Köstence’ye döndüm.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47)
“Gün geçmiyordu ki bir kadın, altı ay önce en nefis yemeklerin piştiği, şimdiyse her şeyden yoksun
olan bu mutfağa dişinden tırnağından arttırdığı bir şeyler taşımasın. Anna artık onlara kahve ya da çay ikram
edemiyor ve bu sefaletten yüzü kızarmıyordu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116)
“Ölürken, sana birkaç kuruş bırakabiliyorum Müesser, demişti, dişten artırıp bugüne getirebildiğimiz
birkaç kuruş. Bilmem bu seni kaç yıl idare eder, sonra ne yaparsın.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:75)
“MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Bir yılın sonunda ya iflas
bayrağını çekerler ya da işi başkalarına devrederler..... Dişinden tırnağından artırdığını kor sermaye diye. İki üç
yıl da ha babam, de babam çalışır.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61)
“ERKEK, kalkar. - Tim geldi... giysiler için...
EPIFANIA, amirce. - Otur sen. Tim’le ben görüşeceğim. (Çıkar. Adam bir an kararsızlık geçirir.
Sonra, çaresizlik içinde yerine oturur.)
KADAIN, ağlayarak. - Ah, Joe... Dinleme bu kadını. İşlerimize karıştırma. Dişimizden,
tırnağımızdan arttırdığımızı bir hafta içinde bitirecek.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:73)
Dişine göre : Kendi sıkletinde, üstesinden gelebileceği bir düzeyde, kendi ayarında, kendi zevkine göre
“Patron ona masa başı işi verdi mi, Kahverengi’ye, ben Sherlock Holmes tipi detektif değilim, derdi
hep. Dişime göre bir iş ver bana. Şimdi kendi kendisinin patronu olduğunda, başına gelene bak: Hiçbir şey
yapmamayı gerektiren bir vaka.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:12)
“‘Para yatırdın da niye gidip daha güzel bir yerden almadın? Beni tam dişine göre buldun tabii.
‘Ötekiler dayatırlar, Bayram dayatmaz, Bayram sesini çıkarmaz’ dedin tabii.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:64)
Dişini, dişlerini sıkmak : Sabırlı olmak, sıkıntıya katlanmak, sesini çıkarmamak, şikayet etmemek
“Herkes gibi, değerli bedenini, değerli ruhunu bir türlü gelmeyen bir gelecek uğruna feda ediyordu.
Herkes gibi, henüz yeterince para biriktiremediğini iddia ediyordu. Herkes gibi, birazcık daha dişini sıkıyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:201)
“Neler söylediğini merak edip kulak kabarttım. A, bizimki bu sefer de kolerayı diline dolamış, felsefe
yürütmüyor mu? Siz olsanız ne yaparsınız? Sesimi çıkarmadım, dişimi sıktım... ‘Anlat bakalım, anlat, dilin
kemiği yok nasıl olsa...’ dedim kendi kendime.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“BALÇIKTAN YARATILDI İNSAN
---------------------------------------------Diş sıkarak susmaktayım ben şimdi
Öfkeden yumruğa dönüşmüş elim,
Yaşadıkça iyilikçi kalbimi
Kötülük yönünde eğitmekteyim.”
(Atanas Dalçev<1904-1968>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.05.08)
“Delikanlı:
-İşitiyor musunuz? diye mırıldandı, öyle patırdı ediyorsunuz ki, o bile işitti.
-Başıma neler geldiğini bilseniz. Burnum kanadı.
-Kanasın, susun; adam gidene dek sıkın dişinizi!
-Delikanlı, durumumu anlayın; yanımda yatanın kimin nesi olduğunu bile bilmiyorum.
-Bunu öğrenirseniz, burada yatmak daha kolay mı gelecek?...”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:47)
“Ama ergeç, biliyorum, ben de boyun eğerek quadrilyonumu tamamlayacak, o sırrı öğreneceğim.
Şimdilik bunlar olana kadar dişimi sıkarak kös kös ödevimi yapmaktayım..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:245)
“MAMA - Hayır, biraz daha... dayan tatlım, görüyor musun, bak şişmeye başladı.
ELIZBETH - Doğru... bak Marta, gerçekten şişiyor, gözle görülür bir şekilde... off... ne acı ama!
MARTA - Biraz daha sık dişini... sonra ne kadar olağanüstü olacağını düşün. Neredeyse ben de
yaptıracağım. Peki ya o kavanozdaki arı?”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:54)
“Dişlerimi sıkıp kendi sefaletimle alay ediyorum, bana bu sevdadan vazgeçmemi söyleyecekler varsa,
onlarla da iki kat, üç kat alay ederdim.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:64)
“Constantia tecrit odasından çıkmıştı ama hala bir köşede sessizce mırıldanarak yalıtılmışlığını
sürdürüyordu. Lee Miller dişlerini sıkıp sıkıp gevşetiyordu; yatakhaneden çıkıp gelen Miss Cabot, ‘Ben Amerika
Birleşik Devletleri’nin Suikaste Uğramış Sabık Başkanı’nın Karısıyım!’ diye diretip duruyordu. Linda, Marion
ve Sue Jepson’la ötekiler her zaman yaptıkları şeyleri yapıyorlardı.. Ne var ki, havada geçmek bilmeyen bir
huzursuzluğun varlığı seziliyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:99)
“Bu mevsimde kocaman bir Karadeniz seyahatine nasıl tahammül edersin? Sonra, Trabzon’dan
Erzurum’a kadar kara yolculuğu da ayrı bir mesele. Beş altı ay dişini sık. Yazın nasıl olsa seni de, anneni de
birkaç ay buraya aldıracağım.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:7)
“Çenemi teyzemin elinden çekmeden eteklerimi parmaklarımla iki yanından tuttum ve hafif bir
reveransla dizimi büktüm:
-Üzülmeyin teyze, dedim. Çok değil, üç güncük dişinizi sıkmanız lazım. O zaman benim için, teyzeden
başka bir adınız ve sıfatınız olacak.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:106)
“Sigara içmemize izin yokmuş, gardiyan bize sigara verdiğini görürse onu hücreye atarmış. Dedim ya,
üç gün dişimizi sıkıp dayandık, ama dördüncü günün gecesi pes ettik, nefsimize uyduk.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“Ama senin de yatmayı ve bakılmayı kabul etmen gerekiyor. Bir süre burada benim yanımda
kalabilirsin. Bu arada ben sana en yakın sayrılar evinde bir yer bulurum. Durumun iyi değil dostum.
Kalkınabilmen için dişini sıkman lazım.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:82)
“Eve geldiğinde, gür sesi merdivenlerde yankılanmaya başladığında, köpek uluyarak kaçacak delik
aramaya, kuş da dövünmeye başlar, cüce de sabırla dişini sıkıp susmayı yeğlerdi.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:17)
“Gülizar’ın mektubunu birkaç kere üst üste okuduktan sonra onu cebime yerleştirip Topçular’ın yolunu
tuttum... İşte şimdi döndük iki cami arasında kalmış beynamazlara!... Meğer Gülizar’ın bana bu mektubu
yazmasına sebep, o gün benim yanımda gördüğü şık küçük hanımefendi(!) imiş... Gülizar, bu şık küçük hanımı
o gün benden o kadar kıskanmış ki, az kalsın, kadının yanında benim başıma bir bayrak açacak, beni orada
maskara edip bırakacakmış. Bereket versin, dişini sıkmış... Şimdi artık benim yakamı bırakmayacakmış...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:146-7)
“Üstyanı bir portatif masayla biraz kağıt vesaire kalıyordu ki önemi yoktu. Kudret Yanardağ hiç
düşünmesindi. Dişlerini birazcık sıktılar mı, yaşayışları eskisinden çok, ama çok daha iyi olacaktı!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:75)
“Efe ilk olarak yaralanıyordu. Yaranın acısını ilk olarak çekiyordu.
‘Yürürüm,’ dedi. ‘Yürümeliyim.’..... Yürümeye çalıştı. Bir zaman dişini sıkıp yürüdü de. Sonra durdu,
soluk aldı.Hacı işi anladı. ‘Efem,’ dedi, ‘iznin olursa seni sırtıma alacağım.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:128)
“Kerem’i yolladıktan sonra Tarık’ı aradım. Olup biteni, gazetenin tutumunu anlattım. Bir avukata
ihtiyacım olduğunu söyledim. Bu işlerle yalnız başa çıkamazdım.
Sakin olmamı, pamiğe kapılmamamı söyledi. Avukat bulacaktı, hem o gazetede de arkadaşları vardı.
Haberi düzeltmelerini rica edecekti.
‘Biraz dişini sık’ dedi. ‘Burası öyle bir ülke ki, en büyük skandallar bile bir haftada unutulup gidiyor.
Emin ol, kimse hatırlamayacak bile.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:372)
“Bütün bunlara dişimizi sıkarak katlanıyor, sabrediyorduk ama bir gün bu sabır sona erdi ve birinin
suratına yumruk attım. Evet, ben; yumruk attım. Bu satırları okurken ne kadar şaşıracağını biliyorum, benim gibi
biri böyle bir şeyi nasıl yapar?”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:170)
“O gece eve dönünce, Delgadina’ya ne olduğunu anlayayım diye Rosa Cabarcas’a telefon ettim, ama
telefona dört gün boyunca cevap vermedi. Beşinci gün dişlerimi sıkarak gittim evine. Kapılar mühürlenmişti,
ama polis tarafından değil, Sağlık Bakanlığı tarafından. Konu komşudan kimsenin bir şey bildiği yoktu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:80)
“BARTLETT, güçlü bir küçümseme ile. - Çocuk musun sen? Hasta bir kadın gibi mızmızlanıyorsun;
bulunmadığını bildiğin nesne için ağlıyorsun. Küçük bir susuzluğa erkek gibi dayanamaz mısın? (Azimle.) Eğer
az daha dişinizi sıkabilirseniz, yakında suya kavuşacağız.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:13)
“Günlük hayatı sürdürebilmek için herkesin öyle kafayı fazla takmadan, -belki de hiç takmadanyapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da ‘poz yaptığım’ için kendimden nefret etmem
gerekiyordu?”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:300)
“/ ‘... Bu türban meselesinde ne yazık ki boy hedefi olduğum, çok sıkıntı çekip üzüldüğüm, iftiralara,
tehditlere, sizin gibi haklı olarak öfkelenenlerin ve düşmanlarımın kızgınlıklarına muhatap olduğum zamanlar
kızım bana çok destek olmuştur. Ankara’dan telefon edip...’ / ‘Aman baba, dişini sık da ben de artist olayım mı
der?’ / ‘Hayır oğlum, öyle demez...’ / ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:48)
“Kendini toparladığında birlikte masaya doğru yürüdüklerini fark etti. O sırada piyanistin bir adamla
konuşmasını fırsat bildi, Cate’yi elinden yakaladı ve dişlerini sıkarak şöyle dedi:
‘Yarın değil öbür gün gidiyorum. Bu arada seninle konuşmak istiyorum. Yarın sabah seni evimde
bekliyorum.’ ”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:190)
“Ağlamayacaksın, Marie ağlamayacaksın. Şimdi ağlamak zamanı değil, dişleri sıkmak zamanı!”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:84)
“Vartan’ın Ölümü <Şah zamanında öldürülen
Ermeni Aydın Vartan Sahaniyan>
‘-Bak!! Gülümsedi bahar, erguvan tomurcuk verdi
evde, pencerenin altında, çiçeklendi yaşlı yasemin
boş ver hayalleri
var olmak yok olmaktan iyi
baharda hele....’
Vartan konuşmadı
başı dik
öfkeli
sıktı dişini
ve
gitti”
(Ahmed Şamlu<1925-2000>-Ayşegül Sütçü/Hamit Toprak; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 05.04.07)
“-... Parayı verirken, ‘Oh, deli pezevengin canına değsin’ diyeceği de cabası... dedim!
-Biraz daha dişini sıksan hani söktürecektin!
-Sıkası kalmadı. Bunaldım! Gavurların yüzüne bakamaz oldum.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:100)
“O kadar çok yemişim ki, pantolon belimi sıkmaya, rahatsızlık vermeye başladı. Fakat uygunsuz bir iş
yapmamak için dişimi sıktım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:45)
“Rachel en ağır işleri sesini çıkarmadan yapıyor, kuru ekmeğe razı oluyor ve yavaş yavaş ailenin her
işini üzerine alıyordu. Gözlerini her zaman açık tutan ve dişlerini sıkan bu kız, madamın kendisine mecbur
kalacağı günü sabırla bekliyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:122)
“ ‘Bu yüzden bir çaresiz gibi, kah mantık kah matematik, kah deneysel fizik öğrenir, sonra yine Latince
ve Yunanca ve bütün bunları en zahmetli bir gayretle.’ Açıkça görülüyor ki dayanmak için dişini sıkmak
zorundadır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Kleist’, sa:27)
Dişinin kovuğuna bile gitmemek, gidecek bir şeyi olmamak, kovuğunda kalmak : Yenilen yemeğin azlığına
kinaye söylenen söz; (Mec.: Çok az istifadesi olmak)
“Kış yaklaşıyordu, ortada ise dişin kovuğuna gidecek bir şey yoktu. Hatta komşularının sebze
bahçesinde de sıfırı tüketmişlerdi. Oysa nohut, mısır unu, pirinç ve daha birçok yiyecek olmadan yaşamak
mümkün değildi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:572)
“Şimdi İsa dar, kalabalık sokaklarda yürüyor, tapınağa gitmek için henüz çok erken; alimler her yerde
ve her çağda olduğu gibi, tapınakta sonradan çıkarlar ortaya. İsa artık üşümüyor, bu mide kazınmakta, incirler
dişinin kovuğunda kaldı.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:177)
“MANGAN - Ne yemek doğrusu! Ağza tat, boğaza feryat! Dişimin kovuğuna bile gitmedi.
ELLIE - Biz alışkınız Mr. Mangan, bulduğumuza kanaat ederiz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:58)
Dişini tırnağına takmak : Tüm gücüyle yaşam savaşı vermek, büyük sıkıntılara katlanmak
“Daha föytonun altın çağında dört bir yanda birbirinden ayrı ve küçük öyke gruplar vardı ki, usa
sadakatten ayrılmamayı ve eli yüzü düzgün gelenekten, disiplin, yöntem ve entelektüel vicdandan oluşan bir özü
dişlerini tırnaklarına takıp söz konusu dönümün hışmından kurtarmayı kafalarına koymuşlardı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:24)
“Ağlıyoruz, umarsızlığa kapılıyoruz, korkuyla haykırıyor, acıyla uluyoruz. Yine de durmuyor, yürüyor,
acı çekiyor, dişimizi tırnağımıza takarak yolumuzda ilerlemeye çabalıyoruz.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:147)
“Batmamızın iyice yaklaştığı o haftalarda ve aylarda, hepimiz dişimizi tırnağımıza takmıştık. Ne
millette, ne de kendimde böylesine güçlü yaşama isteği olmadı, hiç bir zaman.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:367)
Dişlek : Büyük kesici dişleri üst dudaktan pırtlamış kişi
“Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya’ya bile gidemezken, topu topu üç beş
kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist
hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15)
Dişleri birbirine kenetlenmek : Korkudan ya da soğuktan, çenelerin birbirine kenetlenmesi, konuşamamak
“ ‘Korkmayın, dönebilirsiniz,’ dedi Simina; eliyle öteki tarafı işaret etti. ‘Siz erkeksiniz, korkmazsınız...
benim gibi,’ derken gözlerini yere eğdi.
Sonra birden eve doğru yürümeye başladı. Egor, dişleri birbirine kenetlenmiş, soluk soluğa onu
izledi.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:38)
Dişleri iki sır sedef taneleri gibi parlamak : Bembeyaz, lekesiz, çürüksüz, inci gibi dişler
“Karanlığın içinden Emine’nin beyaz dişleri iki sır sedef taneleri gibi parlıyor. Bunlar İsmail’in mi
olacak? Narin ve alımlı, endamlı, bir körpe söğüt dalı gibi üzerinde salınıyor. İsmail’in bütün vücudu, bir tırtıl
gibi bu dala mı tırmanacak?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:81)
Dişlerine kadar silahlı : Tepeden tırnağa kadar silahla donanmış kişi, eşkıya, haydut
“Helikopterler havalanmaya hazırlanıyor, polis arabaları stratejik yerlere konuşlanıyor, dişlerine kadar
silahlı, deneyimli adamlar harekete geçmek için işaret bekliyorlardı.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:74)
“Battal Ağa hep gülüyordu.
Dışarıya çıktılar, dişlerine kadar silahlanmış, başında mor püsküllü bir kırmızı fes. İlk bakışta, sarı,
posbıyıkları göze çarpan kısa boylu birisi, elinde görkemli, Çerkez eyerli bir atşa onu bekliyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:257)
Dişlerini bilemek : Sanki bıçakla keser gibi etki yapması ve daha rahatça ve kolaylıkla yemesi için, mecazi
olarak, birinin (dev, haydut, sinek vb) dişlerini bileyerek hazırlık yapması; Düşmanlık-husumet göstermek, kin
gütmek, bir kötülüğe hazırlanmak
“Üşüştü kokuya elliden çok bokböceği
vızıldayarak. Kimi saldırıyor,
kimi pikeye geçiyordu (?)...,
kimisi de (dişlerini biliyordu?)...,
berikiler de kapıların üstüne düşüyordu...
Cephanelik’te...”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:65)
Dişlerini gıcırdatmak : Bir kimsenin, öfke ve nefretini gösterme yollarından biri
“Aşçı sinirli halime dişlerini gıcırdatarak sırıttı ve elime buharı tüten bir maşrapa uzatarak, ‘Şey, bu
size iyi gelir,’ dedi. Mide bulandırıcıydı geminin kahvesi ama sıcaklığı insanı canlandırıyordu.”
(J. London, “Deniz Kurdu”, sa:26-7)
Dişleri ve tırnaklarıyla savunmak : Eline ne geçerse kendini canı bahasına savunmak
“Evler boşalmıştı. Süpürgeyi, bıçağı, orağı, taşı, tuğlayı, hatta sopayı kapan koşuyordu. Siyahrenkli,
pırıl pırıl otomobil, Rio-Sao Paolo yolunu geçip ermişlerin bulunduğu tarafa yönelir yönelmez, insanlar sokağı
doldurup her şeye hazırlanmışlardı. O iki adamın evlerini kuşatarak, onları dişleri ve tırnaklarıyla savunmaya
hazırdılar.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:169)
Dişli :
Kumlu, sert doku; Kaba kuvveti kullanmakta usta, kavgacı, kuretli, zengin, sözü geçer (Argo)
“ ‘Yanılmış olabilirim,’ dedi. ‘Yıpranma koşulları yüzünden renk farkı bu kadar belirgin olmaz, ayrıca
arka tarafın dokusu dişli.’
‘Dişli mi?’
Langdon ona arka tarafın <yüz maskesi> dokusunun ön taraftan çok daha sert ve kumlu olduğunu
gösterdi, zımpara kağıdına beniyordu. ‘Sanat dünyasında bu sert dokuya dişli denir ve ressamlar dişli bir yüzeyin
üzerine resim yapmayı tercih ederler, çünkü boya bu yüzeye daha iyi yapışır.’ ”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:313)
Dithyrambos :
(YUN. MYTH.):
Eski Yunanlılarıda dans ve koro şarkılar
“HERMOGENES - Azizim Sokrates, bu ad dithyrambos’ları hatırlatıyor. Fakat ayla yıldızların adları
için ne düşünüyorsun?”
(Eflatun, “Kratylos”, sa:63)
Divane : Deli, aklını yitirmiş, aşırı düşkün, budala
“VEDA
gidiyorum; yorgun, solgun, ağlamaklı
viraneme doğru
sizin şehrinizden Tanrı’ya götürüyorum
perişan ve divane gönlümü”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:31)
“Karılarını amanlarının kolları arasında yakalayan kocaların tutuldukları ani bir delilikle sahneyi bir kan
buharı kaplıyor. Kızıl divane kesilen bu zavallılar, hayvani asıllarına dönüyorlar. Hemen yüreklerinin yırtıcı
vahşetinden gelen ‘öldür!’ emrinin sürüklemesine kapılıyorlar.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:198)
“Etem bu sefer benden cesaret aldığı için ayıyı hemen oracıktaki bir kazığa tutturup yerden kaptığı bir
odunla zavallı Aynalı Küp’ün üzerine atıldı. Atıldı ama, ben hemen bileğinden yapıştım.
-Kendine gel Etem, bırak, o divanenin biridir!
-Divane ise, kör müdür gözü tımarcıyı <Akıl hekimi, psikiyatr>!... Ne arar burada gece vakti çadırlar
arasında?... Yatar içerde birtakım kibar familyalar! Bunun burası diyil <değil> at, ya eşek pazarı; burası herkesin
mekan <ev, oturulacak ev, ikamet> yeri...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:247)
Divit : Özel kalem ve hokkasıyla birlikte mürekkep takımı
“ÇİMME (1942)
Tüküreceğim eşekotlarının içine.
Geceyarısı sonrası öpüşleri pas kokuyorsunuz
Demir kokuyorsunuz erkek kokuyorsunuz
Kokuyorsunuz. Kadın kokuyorsunuz.
Bir yığın şey kokuyorsunuz daha:
Dört yaşında çiğnenmiş divit
Yazı öğrendiğiniz sıralarda.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:142)
“IV
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
Kasım 1846)
----------------------------------------Çocuk çağlarında nerdeyse her sabah,
Alışıktı odama gelmeye.
Işığı bekler gibi beklerdim onu.
Girince ‘günaydın babacık’ der, başlardı söze,
Divitimi alır, kitaplarımı kapar,
Yatağıma kurulup, kağıtlarımı savurur,
Gülücükler dağıtıp, bir kuş gibi uçar giderdi.
Yorgun başım ellerimin arasında kalır,
İşime sekte vurur ve notlarımın arasında,
Sık sık çılgın arabesk çizgileriyle çıkardı karşıma.
---------------------------------------En sevinçli balolarda bile üzgünüm yine
Giderken, biraz gölge düştü mü gözlerine?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
Diyakos(z) :
(YUN. MYTH.):
Yun. Kilisesi’nde -Protestan- papaz yardımcısı
“Ertesi gün, Moskova’nın büyük Katedralinin önünden geçiyordum; içeri girdim. Sonsuz büyüklükteki
tapınak, Çarlık Rusya’sının bu iftihar vesilesi boş, ıssız ve soğuktu. Renkli uzun dualar, azizler, kışın ıssız
karanlığı içinde donuyordu. Peykede <Alçak, duvara yaslanmış, ahşaptan yapılan oturmaya mahsus sedir>,
içinde metelik bulunmayan bir tepsiyi tutmuş bir kadıncağız, ağız ve burun deliklerinden duman gibi çıkan
soluğuyla tir tir titreyen bu kutsal sürüyü ısıtamıyordu.
Merdivenin başına çıktım, kendimi sıcak bir köşede, baştan aşağı yaldızlı küçük bir kilise, yanan
meşaleler, diz çökmüş insanlar, sırma ve ipekliler giymiş diyakoslar, papazlar ve despotlarla <Ortodoks
Hıristiyanların başı> dolu minberle karşı karşıya buldum...”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:397)
Diyalektik : Eytişimsel, mantıklı; Doğa’nın, toplum ve düşünce’nin sürekli bir dönüşüm ve değişim içinde
bulunmaları ve bu etkileşim ve iç çatışmalar sonucu ortaya çıkan mantıki yorumlamalar; Hegel’in felsefi
kuramında, tez-antitez-sentez aşamaları sonucu ortaya çıkan çözüm
“Düşünün: modern sanatta ne zaman bir başkaldırı ivme kazansa..... irdelenen konu hakkında sayısız,
doğru, ses getirecek ama suya sabuna pek de dokunmayan, gerçekten de her düzeyde tutucu çeşitlemeler kurmak
için benimseyen, ancak geleneksel kuralların dışına da pek çıkmayan birilerinin çalışmaya başladığını gözleriz.
Bu, dün olduğu gibi bugün de edebiyat için böyle olmuştur, resim için böyle olmuştur, müzik için böyle
olmuştur. Ancak durumun üretkenliği de işte bu diyalektiktedir. Olanaklar işte bu öneri ve geri tepmelerin, karşı
çıkma ve benimsemelerin çatışmasında gizlidir.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:43)
Diyalektik Materyalizm (Eytişim) : Doğanın, toplumun ve düşüncenin durmayan bir devinim ve değişim içinde
bulunmaları; bunlardaki evrimin her şeyde var olan iç çekişmelerin çatışması sonra ortaya çıkma olgusu,
mantıki yorumlama. Hegel felsefesinde tez-antitez ve sentez aşamalarından olan çözümleme.
Bk.: Sınıflı Toplumlar
Diyalogu açık tutmak :
Söz ya da aksiyonla karşısındakiyle iletişimini devam ettirmek
“ ‘Onlardan kat kat üstünsün, neden böyle bir zahmete giriyorsun?’ diye sorar bir yolcu.
‘Çünkü bana meydan okurken asıl istedikleri benimle konuşmaktır ve benim diyalogu açık tutma
yolum da budur,’ diye yanıtlar onu savaşçı.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:27)
Diyar diyar dolaşmak : Memleketinden çıkıp tüm dünyayı dolaşmak
“Belki de kusurlar erdemlerden daha iyidir. Belki de diyorum. Halkın, çalışanın, serseri olmuşun, başını
alıp çekip gitmiş, diyar diyar dolaşmışın.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:131)
“İşte o sıralarda Stuttgart’ta yaşayan Seppe adındaki bir kunduracı kalfası, hoşlanmadığı ustasına
işinden ayrılacağını bildirmişti. Artık ne anası, ne babası kalmıştı, ne de kardeşleri yaşıyordu; o zamana kadar,
doğduğu kentten pek uzaklaşmamış olduğu için de şimdi diyar diyar dolaşmak istiyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:15-6)
Diyecek bir şey olmamak; Diyecek yok : Hakkında söyleyecek söz yok, mükemmel, söz götürmez
“Derken toz ve ter içinde bir garip hayvan belirdi Tartarin’in ardında. Garın basamaklarından yıldırım
gibi indi. Halkın neşesine diyecek yoktu artık. Tarascon, ‘Tarasque’ınnın döndüğünü sandı bir an. Sonra Tartarin
hemşerilerini yatıştırdı:
-Benim devem! dedi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:138)
“CANCIANO - Doğrusunu söylemeli; Karıma diyecek yoktur.
SIMON - Aklınız yattı mı, Sinyor Lunardo?
LUNARDO - Ya sizin?”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:108-9
Diyet : Şişmanlık ya da özel hastalıklardan <örn.: Diyabet> dolayı seçici perhiz yapmak; Eski dönemlerde,
yok edilen organa karşılık verilen ceza
“Bir adamcağızın gözü ağrıyordu. Baytara gidip, ‘Bana bir ilaç yap!’ dedi. Baytar, dört ayaklıların
gözüne sürdüğü şeyden onun göüne de sürdü, adam kör oldu! Davayı kadıya götürdüler. O da:
‘Baytarın hiçbir diyet vermesi gerekmez, dedi, ‘çünkü bu adam eşek olmasaydı, baytara gitmezdi.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:216)
Diyelim : Söz gelişi, mesela, örneğin
“Kendisini traş eden uşağa nasıl davranıyorsa, diyelim muz alırken kendisinden üç beş kuruş fazla para
sızdırmasına bilerek ses çıkarmadığı sokak satıcısına nasıl davranıyorsa, yabancı ülkelerden gelmiş varlıklı iş
adamlarına da öyle davranıyordu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:85)
Dizbağı çözülmek : Bk.: Dizlerinin bağı çözülmek
Dizboyu : Diz yüksekliğinde (çamur, kar, su); Alabildiğine fazla, pek çok
“Theo ile ben ve bizimle birlikte 5-6 başka değerli insan şimdi tencere kaynatma savaşında baş başa
yarışıyoruz. Bu arada resmi budalalıklar diz boyu. İngiliz propogandası insanın yüreğini sızlatmaya yeter de
artar; ‘Times’ diliyle yazılmış o koca koca kılavuzlar, aç ama cahil halk için sindirilmesi olanaksız deve
hamurundan farksız...”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:75)
“Her yerde mantar gibi biten şu müzikallerde sahne arkasında kaybolduğunu düşün. İşte muz bahçesi de
insana böyle bir duygu verir. Muz ağaçlarının yapraklarından gökyüzünü göremezsin. Yerde çürümüş yapraklar
diz boyuna gelmektedir.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:226)
“Irak İçin Yirmi Beş Ağıt
Bir akbalıkçılla
Siyahlar içinde bir kadın
Birlikte dizboyu
Dicle’nin yeşil sularında.”
(Robert Minhinnick<d.1952>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.03)
“Rüyada, Kula’daki sübyan mektebinde hocanın karşısında oturuyordu. Başını ıslak yastıktan kaldırıp
doğruldu. ‘Evet, hocanın karşısında oturuyorduk. Bütün okul diz boyu suya gömülmüştü’ diye söylendi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:11)
“Prens Andrey:
-Ben bir şey anlıyorum, dizboyu kepazelik, ve yine kepazelik! diyerek başkomutanın bulunduğu eve
gitti.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:392)
Diz çökertmek : Manen ya da maddeten, örneğin kılıç zoruyla, segilisini ya da hasmını dize getirmek;Eski
devirlerde kraliyet ya da imparatorluk saraylarında huzura her gelenin yapmakla mükellef ilk ödev:Huzurda diz
çökmek
Bk.: Dize getirmek
“<İmparator> yatağının başucunda haberciye diz çöktürmüş ve kulağına fısıldamıştır haberi; hatta pek
önem verdiği bir haber olduğundan, haberciye tekrarlatıp kulağına söyletmiştir…..Haberci, hemen yola
koyulmuştur; güçlü kuvvetli, yorulmak bilmez biridir…..Ancak, kalabalık da işte öylesine büyüktür, odaların
sonu gelmez bir türlü. Kalabalıktan bir kurtulsa, nasıl da bir kuş gibi uçacak ve sen de Allah bilir çok sürmeden
onun şahane yumruk seslerini kapında duyacaksın.”
(F. Kafka, “Hikayeler: İmparatorun Haberi”, sa:92)
“Ama gördükleri aklını iyice karıştırmıştı. Sürekli olarak resimdeki adamın kim olabileceğini
düşünüyordu. Merak bütün benliğini sarmıştı. Elvire’yi önünde öylesine diz çökertebilen bu adam, anlaşılan çok
önemli bir insandı. İçi içine sığmıyordu Nicolo’nun. Sonunda dayanamadı; Xaviera Tartini’ye giderek bu garip
olayı ona anlattı. Eskidenberi Elvire’yi pek sevmeyen kadın, bu durumu fırsat bilerek ona kötülük yapmayı
düşündü.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:114)
Diz (Dis) çökmek: Kutsal değerler önünde diz çökerek saygı göstermek; Af-özür dilemek için, yüksek
makamlar önünde eğilmek
Bk.: Dizüstü çökmek
“3- Ölüm Ağacı
Minnetimde, ey ulu, dalları uzun ağaç
Ben ve mızrağım fışkıran dallarına ulaşırım Ey ulu, minnetin suretisin
Yarın önünde eğilip diz çökeceğimsin...”
(Anter El Abasii-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.09.04)
“BİLGELİĞİN...
----------------Nice bomboş yollarda taban teptim
Sevmediğim adamla,
Kaç kez diz çöktüm kilisede
Beni seven için...”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:36)
“Üstadım, ilk gördüğüm beyazlıklar kanat şeklini alıncaya kadar tek söz söylemedi, fakat kayıkçıyı
tanır tanımaz:
-Çabuk diz çök, Allahın meleği geliyor! diye haykırdı. Ellerini birleştir. Bundan sonra göreceğin hep
bunlar olacak.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:14)
“İsyanı bilen, başkaldıran, korkuyla diz çöken biziz, tanrının zeki, sivri dilli, isyankar soytarısıyız, onun
sarayının kahkahası ve gözyaşıyız biz.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:117)
“Bazen, akşamüstü okul sonrası tek başıma kiliseye gidiyor, diz çöküp yoğun olarak dua ediyorum.
Tanrı’ya sorularıma cevap vermesi için rica ediyordum ama tek duyduğum ses boş mekanı dolduran rüzgarın
ıslığı oluyordu. Gitgide Kutsal Bakire’nin mihrabında daha fazla dua eder olmuştum çünkü O’nunla konuşurken
tıpkı annem gibi beni dinliyor duygusuna kapılıyordum.”
(Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:222)
“OLAĞANÜSTÜ MANDALİNALAR 4
Aylardan kasım.
Karşıdan karşıya bulut gölgeleri sürüklenir
Sığ göl suyunda
ve Duke hüzünle ilerler
plaj kabinlerine doğru.
Yüzme mevsimi için çok geç
ama bu niyeti değil onun.
O, yaklaşır soluk, eskiden koyu mavi
yıpranmış bir plaj kabinine
ve girer. Diz çöker
ortasında küçük odanın”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“PAZARLAR
<Gördüm artık, Tanrım
bir an önce beden prangalarından kurtar beni.>
Yoan Ekzarh
-9. ve 10. yüzyıl Eski Bulgar edebiyatçısı-
---------------Almadan vereni kutsayın.
Almış olmasına rağmen
vereni de kutsayın.
Hiçbir şeyi olmadan vereninse
diz çökün önünde.”
(Anton Baev<d.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cımhuriyet Kitap, 06.04.06)
“Ressam, kızın önünde diz çökerek:
-Bağışla beni Gillette’im, dedi. Ünlü bir adam olmaktansa, sevilen bir adam olayım, daha iyi, bin kat
daha iyi. Benim için zenginlikten de, ünden de güzelsin. Hadi, at fırçalarını, yak şu resimlerini. Yanılmışım ben.
Benim dünyada asıl göreceğim iş, seni sevmek. Ressam değilim ben; aşığım. Sanat da, bütün gizler de yok
olsun!” ..... “Bu iç savaşımından dürüst, güçlü ve gururlu olarak çıktığı zaman mutluluk ve esriklik içinde diz
çökerek Tanrı’ya şükretti. Kendini bütün gün düşünce ve eylem olarak bir günah işlemediği için meleklere layık
sandığı ilk Communion günündeki gibi hafif, hoşnut ve mutlu duyumsadı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:36;75)
“SAİNT PİERRE’İN YADSIMASI
-----------------------------------------Ah! İsa, Zeytinler Bahçesi’ni bir kez an!
Diz çöker, sadelikle yakarırdın yine
Ona ki sefil cellatlar canlı etine
Çivi çakarken gülüp dururdu yukardan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:233)
“Eşeği Ferhat’ın hana bağladılar. Hancı Ferhat, kapının önüne bir sandalye atıp oturmuştu. Çipil
gözleriyle gelip geçenlere bakıyordu. Sandalyenin üstüne diz çökmüştü. Hafif yere kapanmıştı. Şapkasını
kulağına yıkmıştı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:94)
“Yukarı katta gidip gelen Glum ise, o tuhaf kitaplarını okurdu: ‘doğmatik’ ve ‘ahlak teolojisi’. Saat tam
onda ışığını söndürür, banyoya gidip yıkanırdı. Suyun şırıltısının yanı sıra, kibrit şofbenin ufacık ve sayısız
alevlerini tutuşturduğunda çıkan ‘puf’ sesi duyulurdu. Daha sonra Glum, odasına döner, dua etmek üzere,
karanlıkta yatağının önünde diz çökerdi.”
(H. Böll, “Babasız Evler”, sa:10)
“Hemen yanına koşan Langdon, üstüne kazılmış yazıyı inceledi: HENRICUS DANDOLO
Diğerleri de peşinden gelince, Lngdon korunma kordonu üzerinden ayağını aşırıp, mezar taşının tam
önünde dikildi.. Mirsat yüksek sesle bunu yapmamasını söylese de Langdon devam etti ve sanki hain dükanın
ayaklarının dibinde dua edecekmiş gibi diz çöktü.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:493)
“SUNAĞIN ÖNÜNDE
AKHİLLEUS
-----------------İvedi diz çöküyorum,
Değil yılgın bir yalvarıyla ama.
Polyksene, seninle sözüm
Benim kesilmiş aynı zamana!”
(Valeri Bryusov <1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02)
“-Ya dünya batarsa...
-Hayır, arslanım, hayır. Dünya batarsa batsın, ama İspanya kalsın!
-İspanya da batabilir.
-Diz çök!
-Kötülük habercisi bu yıldız!
-İspanya batmasın aslanım, İspanya batmasın!”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:9-10)
“... birkaç dinleyici, bir saniyelik bir duraksamanın ardından, oturdukları yerden dua taburesine doğru
kendilerini kayarcasına bıraktılar. Ötekiler bu örneği izlemek gerekir diye düşündüler, öyle ki birkaç sandalye
çıtırdısı dışında hiç bir ses çıkmadan tüm dinleyici topluluğu çok geçmeden diz çöktü.”
(A. Camus, “Veba”, sa:89-90)
“İbni Hamit, Don Carlos’un önünde diz çöktü. O da kılıcının yüzüyle omzuna üç kez vurarak Magripliyi
şövalye yaptı. Sonra Don Carlos, İbni Sirac’ın belki de göğsüne saplayacağı bir kılıcı onun beline kuşattı. Bir
zamanlar onura böyle değer verilirdi.”
(F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:53-4)
“Usta, hala kınında duran yeni kılıcımı havaya kaldırdı. Açık havada yakılan ateşin alevleri
çatırdıyordu; törenin sürmesi gerektiğini gösteren hayırlı bir işaretti bu. Diz çöktüm ve ellerimle toprağı
kazımaya başladım.” ..... “Sanki yer ayaklarımın altından çekiliyordu. Oracığa diz çöktüm, sersem gibiydim.
Toprağa verdiğim eski kılıcımı geri alamazdım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:17;19)
“Işığın savaşçısı şükran duyması gereken çok şey olduğunu bilir.
Savaşırken melekler ona yardım ettiler; ilahi güçler her şeyi yerli yerine yerleştirdi, böylece o da
elinden gelenin en iyisini yapabildi. Bu nedenle, günbatımında diz çöker ve onu çevreleyen Koruyucu Pelerin
için şükreder.” ..... “‘Batıya dön ve giysilerini çıkart,’ dedi Dos. Söylediğini yaptım, neden olduğunu sormadan.
Üşümeye başladım, ama benim iyi olup olmamam onları pek ilgilendirmiyormuş gibiydi. Mikhail diz çöktü ve
dua ediyormuş gibi yaptı. Dos gökyüzüne, yeryüzüne, bana baktı, sonra ellerini omuzlarımın üstüne koydu.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:266;298)
“İhtiyarın önünde diz çöküyorum. ‘Beybaba, dinle beni. Seni buraya bir stok baskınından sonra
yakaladığımız için getirdik. Bu çok ciddi bir medele. Bu yüzden cezalandırılabilirsin, biliyorsun!’
Dili dudaklarını ıslatmak üzere dışarı çıkıyor. Yüzü kül rengi ve bitkin.”
(J.M. Coetzee, “Barbarlar Gelirken”, sa:8)
“‘İlk kez adınızı duyduğumda, sizin en çaresiz tövbekarların en gizli itiraflarına işiniz icabı tanık olan
çok gizemli bir kişilik, bir tür vaiz olduğunuzu söylediler. Kendi kendime, sizin önünüzde o sizin ipten kazıktan
kurtulmuş haydutlarınız gibi diz çöküp ağıza alınmayacak saklılıkta itiraflarda bulunmayacağıma söz verdim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:94)
“Önünde diz çöküp son parasını kumarda kaybettiğini itiraf ederek göğsünü yumruklayan, eteklerini
öpen kocasını ayağa kaldıran, onun gözyaşlarını silen, kocası herkesi kurtaracak son parti kumarı oynamak üzere
kumar salonuna gidebilsin diye tek kelime etmeden nikah yüzüğünü rehine veren ve elinde parayla ‘Al, işte!’
gelen kadında mutlaka ilahi bir şey vardır.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:97)
“ARKADİNA - Öylesine yaşlı ve çirkin miyim ki başka kadınlar hakkında utanıp sıkılmadan
konuşuluyor benimle? (Trigorin’i kucaklayıp öper.) Oh, sen çılgına dönmüşsün! Güzelim benim, olağanüstü
sevgilim! Sen benim hayatımın son sayfasısın! (Önünde diz çöker.)”
(A. Çehov, “Martı”, sa:72)
“ROBERTO - Daha başka ne istiyorsunuz? Bu ülkedeki tüm kurbanların elde edebileceğinden
fazlasını elde ettiniz. İtiraf etmiş bir adam, ayaklarınıza kapanmış, utanç içinde (diz çöker.) hayatını
bağışlamanız için yalvarıyor. Daha başka ne istiyorsunuz?”
(A. Dorfman, “Ölüm ve Kız”, sa:68)
“‘Gelelim özel sorunlara. Siyasal yaşamımın daha başında Savunma Bakanlığı’nın genel haberalma
konusunda uzman bir şubesiyle çatıştım. Adı geçen bölümün yöneticisi tuğgeneral kendi dairesinin bizim
önümüzde diz çökmesi düşüncesine çok içerledi. Kıdem sorunu, belki ücret sorunu, belki de bunun gibi başka bir
saçmalık!’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:117)
“ve yürüken orduga göründü koşumtakımlarıyla bir gurup şovalye bizi görüp dis çöküp mısraklarını ve
bayraklarını indirip kılıçlarını kaldırdılar ne oluyor böyle dedim kendi kendime” ..... “Baudolino bayılacak gibi
oldu, gözlerinin karardığını ve kulaklarında Paskalya çanlarının çaldığını hissetti. Otto’nun, ensesine inen ağır eli
uyandırdı onu, dişleri arasından, ‘Diz çök, hayvan!’ diye fısıldıyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:17;58)
“ ‘Ben sana burası iyi bir yer değil diyorum, sen tutmuş burayı tanımak istediğini söylüyorsun. Hıh!’
dedi Ubertino başını sallayarak.
‘Bu arada,’ dedi, gene yolu çoktan yarılamış olan William, ‘bir hayvana benzeyen ve Babil dili
konuşan o rahip kim?’ dedi.
‘Salvatore mi?’ diye döndü, çoktan diz çökmüş olan Ubertino. ‘Sanırım onu bu manastıra ben
armağan ettim. Kilerciyle birlikte...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:103)
“Bir sahranın içinde büyük bir çadır kurmuşlar, içiner de bir yaygı sermiş ve yastık koymuşlardı.
Peygamber o yastığa yaslanmıştı. Baha Veled de onun sağ tarafında oturmuştu. Arda kalan din müftü ve
bilginleri de uzakta edeble diz çöküp oturmuşlardı.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:5)
“Şişli’de oturuyorduk. Anacaddeyle Küçükbahçe Sokağı’nın kesiştiği köşede üç katlı büyük bir evdi
evimiz. O ev daha bir on on-beş yıl öncesine değin duruyordu da, şimdi oraya çirkin bir apartman oturttular.
Caddeye bakan yanında ufacık bir bahçesi vardı evin, bir demir parmaklık, birkaç gülfidanı ile bir sarmaşık, ama
her nedense hiç gitmezdik o bahçeye. Giriş kapısına sağlı sollu beş-altı basamaklı bir merdivenle çıkılırdı. Üst
katta da bir cumba vardı, önündeki sedire diz çöker, pencereden caddeye bakardır.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:15)
“Kendimizi daha toparlayamadan bir yaylım daha ve bu kez Dick,dünya dışı bir haykırışla yere
uzanıverdi. Thompson’u rasgele, ürkek yıldızlara ve hala saklambaç oynayan aya lanet okurcasına kurşunlar
yağdırdı, ama nafile..... Tam harekete geçecektim ki, birden Ömer’in kibarca omuzuma dokunduğunu ve
kulağıma şöyle fısıldadığını hissettim: ‘Diz çok ve kımıldama!’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:130)
“Félicité, kapıda diz çöktükten sonra, çift sıra halinde dizilmiş iskemlelerin arasından mihraba doğru
ilelrliyor; Bayan Aubain’in sırasını açıyor ve oturarak çevresini gözden geçiriyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:18)
“Büyük Göç
1.
-------------Kilise rahlesini andıran sokaksa orada.
Ancak dua ederken diz çöktüğü yeri getirdi
beraberinde.
(İlk kız kardeşim doğana dek
ağartacak silmekten zemini.)
İki kanatlı giriş kapısı orada.”
(Lidiya Vadkerti-Gavornikova <1932-1999>- Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.03.05)
“Onun önünde diz çöktüm ve yüzümün kırmızılığını ellerimin arasına gizledim. Başımı kaldırdığımda
onun gözlerinde de yaşlar gördüm, gerçekten acı duyduğunu anladım.”..... “Ağlayarak onun yatağının yanına diz
çöktüm. Tanrı’ya, ahlaksız şikayetlerimi dinlemeyerek, Robert’ı bana bağışladığı için şükrettim. Tüm kalbimle af
diliyorum.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:80;86)
“Anthime’ciği orada, karşısındaydı; ne oturuyordu, ne ayaktaydı; başının üzeri masanın hizasındaydı,
kenara koyduğu umumun ışığını tamamiyle alıyordu; bilgin, tanrısız Anthime, kötürüm dizi de, iradesi gibi,
yıllardır hiç eğilmemiş, bükülmemiş olan Anthime diz çökmüştü. Diz çökmüştü, Anthime diz çökmüştü; iki elinde
ufak bir mermer hamuru kırıntısı tutuyor, gözyaşlarıyla ıslatıyor, coşkun öpüşlere garkediyordu.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:24)
Çevremdeki hava bir kendinden geçişle dolu gibiydi. Avludan gelen şarkıyla, parmaklarından çıkan
sesler yalnızlığının iki yoldaşı olmuştu. Diz çöktüm. Yüksek sesle dua etmeye başladım.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:40)
“Ağlayan Yüz
----------------Hatta meyvelerle ben süslerim dallarını
Adsız seninle konuşurum
Benliğin dolar o ana ve süs
Ağlayan yüzde bilinecek, sonsuz, olanda
Ne yaptı o saatlerde gecede
Sen bihaber, oysa, seninle ne yaptım:
Kilitli ömürden ruh çıkana kadar
Yalnızlığın itilişini çektin
Diz çöken suskunlukta yıllarca yaşadın
Cesaretin otlanıırdı yasın ekibinde”
(Zabi Hamis<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.03)
“Ne yapacağını bilemeyen Teğmen Dub, ‘Rahat!’ demekten başka çare bulamadı. Uzaklaşmakta olan
Şvayk’ın arkasından bakarken, dişlerini gıcırdatarak, ‘Elimden kurtulamayacaksınn,’ diye homurdandı. ‘Yakında
madara edeceğim seni, bir gün önümde diz çökeceksin...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:252)
“İpi çekemez oldu sonra, güneşte ipten suların damladığını görünceye kadar gerdi onu. Sandal
ilerlemeye başladı, ihtiyar adam diz çöküp yeniden karanlık sulara bıraktı istemeyerek.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:69-70)
“-... babamın çadır-sarayının bezini kabartan ve cenk atımın yelesiyle oynaşan bu başıboş bozkır yelinin
fısıltısını duyuyorum ve bu sesi duyalı beri artık bana, başımın üstündeki göklerin kapıları kapandı...
-İbadette kuvvet ara!
-Confiteor pater! (LAT.: İtiraf ediyorum, pederim!) Haçın önünde diz çökerken hep sazlıkların
hışırtısını duyuyorum. İlahi okurken, aklımdan hep Peçenek savaş türküleri geçiyor.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:15)
“KENTİN TANRISI
------------------------Akşam ışığıyla parlıyor Baal’ın al karnı,
Diz çökmüş büyük kentler O’nun etrafına
Varır korkunç sayıda kilise çanı
Kara kuleler denizinden yanına.”
(Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09)
“Fransızca, ‘Hoşgeldin’ demelerinin garip, yabancı bir görünüşü vardı; insanın düşgücü, bu görünüşe o
korkunç hortlağın yanında ister istemez yer veriyor ve Barones, önünde kötü cinlerin diz çöküp yere baş
koydukları ışık meleği oluyordu.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:37)
“Bulut çok büyük değil, gümüşten bir halesi var. Ay yine görününce ben de onların yanına gideceğim.
İşte ay yine görünüyor. Genç kız çıplaktır. Oğlan da kızın önünde diz çökmüş. Kızın vücudu kar gibi.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:85)
“Delikanlı ölünce, cenaze töreninin kendi köyünde yapılmasını ve oğlunun oraya gömülmesini istedi.
Töreni bütün köy halkı izledi ve tabut mezara konulacağı sırada tüfekler havaya boşaltılınca, hepsi göz yaşları
içinde yere diz çöktüler. Saygı duruşunu yapan askerlerle subay ağlıyorlardı.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:16)
“Bereket versin, Romanya gelenekleri bu kabullenme işini kolaylaştırıyordu: bir yandan papaz, öte
yandan ‘yüzsüz’ baba çağrıldı ve çardak yavuklular, papazın önüne diz çöküp tanrısal kutsamaya ulaştılar.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:124)
“PRENS : Tabii, tabii! Beni çok ilgilendirdi söylediklerin. Görev dağıtımında bir hataya düşülmüş
bakıyorum. Senin sırtına pek fazla iş yüklemişler:
BEKÇİ : (Yere diz çöker.) İşimi elimden almayın, efendimiz. Bunca zaman sizin için yaşadım,
bırakın şimdi yine sizin için öleyim. Kavuşmak için o kadar uğraşıp didindiğim mezardan beni ayırmayın. Seve
seve hizmet ediyorum yanınızda ve daha hizmet edecek gücüm var.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Mezar Bekçisi”, sa:274)
“Bir zamanlar bir kilise vardı, her gün oraya giderdim; gönlümü kaptırdığım kız akşamları bir yarım
saat burada diz çöker tapınır, ben de rahatlıkla kendisini seyrederdim.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınak’la Söyleşi”, sa:9)
“Primo Levi’nin Duası
Ben Tanrı olsaydım
başında takkesi
diz çökmüş, ellerini açmış
kendisi seçilmediği için
Tanrısına övgüler yağdıran
Kuhn’un yüzüne tükürürdüm.”
(Meave Kelly-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04)
“İYİLİK
***
Tanrının önünde diz çöktüm,
ama böylece aramızdaki mesafe
daha da açıldı...”
(Zdravko Kisyov<d.1937>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.04)
“GEYİĞİN ÖLÜMÜ
-----------------------Gökten gelen donuk mehtab,
Sıcak kürküne solmuş, kiraz çiçekleri saçıyor,
Vah, babamın tüfeğinin, ilk kez isabet etmesini
Asla istemiyordum.
Fakat, vadiler uğuldadı. Diz çökmüş,
Kaldırdı başını, yıldızlara bakarak salladı,
Oynak, kara boncuklar
Hemen su üstünde dizildi.”
(Nicole Labiş<1935-1956>-Altay Kerim; “Çağdaş Romanya Şiiri-Geyiğin Ölümü”,sa:80-81)
“Sanık bu hileyle H dairesine girmeyi başarır başarmaz kapıyı kapatır ve diz çöküp ellerini kavuşturarak
Sanita Huanca Salaverria’ya ilan-ı aşk etmeye başlar. Kız ancak o zaman kaygılanır. Gumercindo Tello, kız
tarafından romantik diye nitelenen bir dille, ondan arzularına ramolmasını <boyun eğmesini> istemektedir.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:102)
“Kendimi Sunarım
--------------------Boğazda bir köprü. Manhattan.
-Manhattan sokaklarında çocuklar yok-.
Tikal’de sırtüstü bir gece.
Yerliler Puerto Plata’yı gözlüyor
Isabel tepesinden. O sesizlik.
Canon’un kızıl derisi altında
gizlenen devasa yerliler.
Bütün Hollanda’ya ışık saçan bisikletler.
Camide diz çökmüş bir adam.”
(Antonio Lopez<d.1981>-Olcay Öztunalı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.08)
“Lamia ne tespihe ne de Efendi’nin küçük parmağındaki mühüre bakıyordu. Sadece göz ucuyla, kalın,
erkeksi parmakların kımıldamadıklarını görebiliyordu. Bunun üzerine hızlandı, iki adım attı, yere diz çöktü ve
sepeti koydu. Kalkacağı sırada yüreği ağzına geldi: Narlardan biri yere düşmüştü.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:34)
“Rahibe yeniden diz çöktü. O dua ederken, ölmek üzere olan genç kız zaman zaman haç çıkarıyordu.
Gece iyice karardı. Rahibeler ellerinde ışıkla döndüklerinde, Praskovi artık yaşamıyordu. Sağ eli göğsünün
üzerinde kalmıştı; parmaklarının durumundan, son nefesini haç çıkarırken verdiği anlaşılıyordu.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:76)
“Bunun üzerine Sir Hector artık gerçekleri bilmesinin zamanının geldiğini söyleyerek Arthur’a, öz oğlu
olmadığını, onu yetişmesi için Merlin’in kendisine getirmiş olduğunu ve gerçek babasının Kral Uther olduğunu
bir bir anlattı. Sonra da gidip Başpiskoposa, kılıcı Arthur’un yerinden çekip çıkardığını haber verdiler.
Sonunda soylular ve halk Arthur’un krallığını kabul edip önünde diz çöktüler.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27)
“Tonio, onun ölüm yatağının ayak ucuna, gözleri ateş içinde, sessiz ve güçlü bir duyguya, sevgiye ve
acıya içten ve bütünlüğüyle kendini vererek oturmuş; annesi de, güzel ve ateşli annesi de, sıcak göz yaşları
içinde boğularak bu yatağın yanında diz çökmüştü. Ama sonra da o Akdeniz’li sanatçıyla birlikte uzak mavilere
doğru yola çıkmıştı.”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:113)
“Ellinci Gün
-------------Ey Kutsal Ruh! Görkemli sunaklarının
önünde diz çökmüş;
balta girmemiş ormanlarda yalnızız,
uçsuz bucaksız denizlerde başıboş,
soğuk And’lardan Lübnan’a,
Erina’dan dik yamaçlı Haiti’ye dek,
sağa sola savrulmuşuz;
ne ki bir bütün olduk senin yolunda.”
(Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“Pınarın kıyısında diz çökerek başımla ellerimi suya daldırdım. Sonra, Kutsal Kitap’ta sözü geçen, Kral
Gedeon’un kötü askerleri gibi, yüzükoyun yatarak kana kana su içtim. Beri yandan da, kılavuzumla kimliği
belirsiz adamı gözlüyordum.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:42)
“Kadın ölmüş olan çocuğu kucakladı, öptü; sonra yatağın yanına diz çökerek minimini yastığa kapandı
ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Macun Birliği’nin yazmanı, Pal Sokağı’ndaki Alan’ın yüzbaşısı Nemeçek
Ernö ise, sonsuz sessizlik içinde, duvar gibi beyaz bir yüzle ve kapanmış gözlerle, yatakta arka üstü yatıyordu.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:199)
“İkinci olarak da aynı adamlar, gerçeksiz ve başarısız olarak herkesten üstün sayarlar kendilerini. Başını
kaldıran ve alçakgönüllü diz çöken bir dalkavuk karşısında duyduğumuz zevk doğal ve sahici bir zevk midir? Diz
çökmek insanı sıtmadan ya da kol bacak ağrılarından kurtarır mı?”
(Th. More, “Utopia”, sa:101)
“ ‘Sylvie, burada duralım, olmaz mı?’ deyip ayakları önünde diz çöktüm, sıcak gözyaşlarıyla ağladım,
kararsızlıklarımı,, yersiz tutkularımı açıkça ortaya döktüm, kapıldığım boş hayali anlattım ve yalvardım:
‘Kurtarınız beni Sylvie, ömür boyu sizin olmak için geldim.’ ”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:48)
“Bir elli metre daha yürüdükten sonra şiirin son kıtasının kafiyesi geldi aklına. Şiiri içinden
tekrarlayarak eve doğru yürüdü:
---------------------------------Çünkü güzel yaz günlerinde
Sattık bedenlerimizi Ashtaroth Ormanı’nda
Pişmanız şimdi ayazı yediğimizde
Büyük tanrı, diz çökeriz şimdi önünde...”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:173)
“Saatin şifoniyerin üzerinde durmasının sebebi de susturmak için Dorothy’yi yataktan kalkmaya
zorlamaktı zaten. Hava hala karanlıktı, Dorothy yatağının yanına diz çöktü ve İsa’nın Duası’nı tekrarladı, ama
ayakları üşüdüğü için aklı oradaydı.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:7)
“HİÇ KİMSE DİZ ÇÖKTÜREMEZ
-----------------------------------------Seni avutacak sözüm yoksa da,
Dert çok, mutluluk geliyorum demez.
Beni öldürebilirler burada,
Ne var ki hiç kimse diz çöktüremez.”
<1941 -Alman cephesi, savaş alanı->
(Kerim Otarov<1912-1974>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 02.09.04)
“ ‘Üçüncü gün ise kavga merakla beklediğimin aksine, bir anda biter. Rüstem Suhrab’ı atından düşürür
ve kılıcını bir hamlede göğsüne daldırıp öldürür onu. Olayın hızı, dehşeti kadar şaşırtıcıdır. Bilekliğinden
öldürdüğünün oğlu olduğunu anlayınca Rüstem yere diz çöker, oğlunun kanlı cesedini kucağına alır ve ağlar.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:81)
“Pembe benekli, beyaz toynaklı iki at ona doğru koşuyordu. İkisi de sallanan yük arabaları çekiyorlardı.
Holmes diz çöküp ayak bileklerini tuttu. Başını kaldırınca atların birini Fanny Longfellow’un (kızıl saçı havada
titreşiyordu), diğeriniyse Küçük Wendell’in sürdüğünü gördü (sanki doğuştan sürücüydü). Atlar iki yanından
geçip gittiklerinde ufak tefek doktor bayıldı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:415)
“LUCA (Gözlerinde tetiği çekme isteğinin yaktığı delice bir parıltıyla.) - Dur! Dur! Diz çök!
PARONI (Diz üstü düşerek.) - İşte... İşte... Acı bana! Yapma!
LUCA (Sırıtarak.) - E, biri yaşamından bıkarsa... Soytarı! - Sakin ol, öldürmeyeceğim seni. Kalk
ayağa, uzak dur yalnızca...”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:72-3)
“Ve şimdi bir daha yazmak istiyorum, burada, masamın önünde diz çökerek yazmak istiyorum; çünkü
bu şekilde onlara okurken olduğundan daha uzun süre sahip oluyorum ve böylelikle her kelime uzuyor,
yankılanacak vakit buluyor.”
(R.M. Rilke, “Malte Lurids Brigge’nin Notları”, sa:81)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ V
---------------------------------------zor olacak bizim için onların ellerini unutmak,
zor olacak tetiklerde nasırlaşan o ellerin
bir papatyayı incitmeden diz çökmeleri
ya da soru sormaları kitap üzerinde yemin ederek
yıldız aydınlığında
gönül borcu ödemeleri.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:43)
“Solferino Meydan Savaşı’nda piyade teğmeni rütbesiyle bir müfrezeye komuta ediyordu. Çarpışma
başlayalı yarım saat olmuştu. Üç adım ötesinde, askerlerin beyaz sırtlarını görüyordu. Müfrezenin ilk sırası diz
çökmüştü, ikinci sıraysa ayaktaydı. Savaştan yenilgiyle çıkacaklarından çok emin olan askerlerin keyfi
yerindeydi.”
(Joseph Roth, “Rodetzky Marşı”, sa:9)
“Enis’in babası gururla oğlunun başına diz çöktü, çarpılmış ellerini birleştirdi ve ilahiler okumaya
başladı. Subay hiç etkilenmemişti. ‘Elleriniz dua etmeyi bile bilmezken,’ dedi Abdullah’a, “karın niçin eller
uğruna yaygara koparıyor?’ Sonra eliyle bir işaret yaptı ve iki asker serpençin bileklerini yakalayıp ellerini yere
yapıştırdı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:367-8)
“KARNAVAL <Duvardaki Yüzle -1952->
---------------sıpacık ıssız yollarda dolaşıyordu
kimselerin soluk almadığı yerlerde
ölü çocuklar bir bir yükseliyordu göğe
uçurtmalarını almak için bir an iniyorlardı.
ki unutmuşlardı onları
camdan bir konfeti yağıyordu
yürekleri kanatıyordu
diz çökmüş bir kadın
ölü gibi çeviriyordu gözlerini”
(Miltos Sahturis<d.1919>-Ahmet Yorulmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.09.02)
“Dom Joao, Dona Maria Ana’yı elinden tutup yatağa götürüyoor, tıpkı eşini dansa, sahneye götüren
centilmen gibi. Basamakları çıkmadan önce, her biri yatağın kendisine ait tarafında diz çöküyor ve tenbih edilen
dualar dudaklarından dökülüyor, sebebi ise cinsel ilişki esnasında tövbe etmeden ölme korkusu.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:10-11)
“Beş-altı kör, yatakların arasından tepinerek ilerledi, koyu renk gözlüklü genç kızı bileğinden yakalayıp
neredeyse sürükleyerek götürdüler, ‘Önce ben, önce ben,’ diyordu her biri. Tabancalı kör, yatağın üsütüne
oturmuş, inik organı şilteye yapışmıştı, pantolonu da ayaklarına dolaşıyordu. ‘Buraya, bacaklarımın arasına diz
çök,’ dedi. Doktorun karısı diz çöktü. ‘Al ağzına,’ dedi. ‘Hayır,’ dedi kadın, ‘Ya ağzına alırsın ya da sopayı
yersin, ayrıca sana yemek de vermeyeceğim,’ dedi......Kadın, ‘istemem, onu öldürebilirim,’ diye düşündü. Oıysa
bunu yapamazdı. Onu şu anda öldüremem diye düşündü. Başını uzattı, ağzını açtı, sonra kapattı, görmemek için
gözlerini yumdu ve adamın söylediğini yaptı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:162-3)
“Yokuş aşağı koşuyorum, yeşilliklerin btiminde, ulu ağaçların arasında pırıl pırıl görünen Isere’e doğru
inen, küçücük dağ çiçekleriyle beneklenmiş, kısa ama sık çimenlerde yuvarlanıyorum... ırmağın kıyısında diz
çöküyorum, ellerimi berrak sularına daldırıyorum, yüzüme su çarpıyorum, sırtüstü uzanıyorum...”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:211)
“Bergere ona sık sık Rimbaud’dan ve ‘bütün duyguların sistematik düzensizliği’nden söz ediyordu.
‘Concorde Alanı’ndan geçerken isteyerek ve bilinçle görebildiğiniz zaman bir Zenci kadını diz çöküp dikilitaşı
emmeye koyulmuş olarak görünce, kendinize dekoru geberttiğinizi ve kurtulduğunu söyleyebilirsiniz.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:180-1)
“Eve onu artık hiç birşeyin zaptedemeyeceğini biliyordu, fakat yine ısrar etti:
-Pierre, onlar sena sövdüler, seni öldürmek istediler, artık onlara hiçbir şey borçlu değilsin.
Önüne diz çöktü ve yalvardı:
-Pierre, artık senin bana görevlerin var…
Pierre sokaktan gelen gürültüye kulak veriyordu. Dalgın dalgın cevap verdi:
-Evet… Kısa bir sessizlikten sonra kararını verdi:
-Oraya gitmem gerekiyor….. Onları başıboş bırakamam.”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:126)
“Piera Della Francesca’nın Meleği
O artık ışık getiren
değil.
Kendisi nesnesi oldu
ışık ve
gölge
oyununun.
Maddi dünyanın
kanunlarına yakalanmış:
Diz çöküyor
af dileyen biri gibi.
----------------------kararlılıkla diz çökmüş
sert, mermer zemine,
yüzünü
gölgede tutuyor.”
(Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08)
“ALBANY - Yıkılsın her şey, son bulsun.
LEAR - Bakın, tüy kımıldıyor... demek yaşıyor... Ah, gerçekse bu bütün çektiğim acılar karşılanmış
olur.
KENT (Diz çökerek.) - Benim iyi yürekli efendim!”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:156)
“OTHELLO - Ah, kan istiyorum, kan, kan?
IAGO - Sabırlı olun diyorum: Belki fikriniz değişir.
OTHELLO - Asla Iago..... asla kuvvetten kesilip alçalarak aşka doğru gelmeyecek: Ta büyük ve
kudretli, büyük bir intikam, ne var ne yok hepsini birden yutuncaya kadar. Nur içinde parlayan şu gök hakkı için.
(Diz çöker.) Kutsal bir yemine gereken saygıya söylediğimi yapmaya ahdediyorum.
IAGO - Daha kalkmayın. (O da diz çöker.)”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:75)
“Şu şahin başıma bakın da Ra olduğumu anlayın, bir zamanlar Mısır’ın güçlü tanrısı Ra. Huzurumda ne
diz çökebilir, ne de secdeye varabilirsiniz. Orada, tıkış tıkış sıralarda kımıldamanız bile zor.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19)
“ORTAÇAĞDAN MİNYATÜR
<Jackstraws-Mikado’nun
Çöpleri’nden>
-------------------------------------Birkaç acemi görünüşlü şeytan,
Uzun yabalar sokuyor vücudunuza.
Bir başkası diz çökmüş,
Ateşi canlandırıyor üfleyerek.”
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“Papa, hepsinin itiraflarını içeren belgeyi görünce, suçluların azgın atların kuyruklarına bağlanarak bu
biçimde öldürülmelerini emretti. Bu korkunç kararı işitince, bütün Roma titredi. Birçok Kardinal ve prens,
Papa’nın huzurunda diz çöküp bu zavallıların kendilerini savunmalarına izin vermesi için Papa’ya yalvardılar.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:86)
“O zaman çocuk diz çökerek bağırdı: ‘Bırak beni yaşayayım; sana küçük Nordland atımı ve o güzel,
kırmızı eğer takımımı armağan ederim!’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:97)
“Sabah güneşi vuruyordu karşı taraftaki evlerin çatılarına, sıcak sıcak Baldini’nin yüzüne.....
Grenouille’un gözden kaybolması hiç tadına doyulur bir zevk değildi!-, ardından, kabına sığmayan bir şükran
duygusuyla hemen bugün karşıdaki Notre-Dame’ı ziyaret edip bağış sandığına bir altın atmaya, üç mum
yakmaya ve diz çöküp Tanrısı’na onu böyle bir mutluluğa boğduğu ve intikamdan koruduğu için teşekkür
etmeye karar verdi.”..... “Herhalde birkaç dakika geçmişti böyle, Grenouille arabanın açık kapısında dikiliyor,
kımıldamıyordu. Yanındaki uşak diz çökmüş, bununla da kalmayıp eğildikçe eğilmiş, Doğu’da sultanın ve
Allah’ın huzurunda adet olan toprağı öpme durumunu almıştı.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:114;234)
“TAŞRADA GECE <Haziran 1928>
***
Eğer kardeşsen bana şarkı söyle kadehin yanında,
ve ben önünde diz çökeyim.
Ah hayat ne güzel, selam, selam,
ilelebet seninleyim, ayrılmayacağım hiçbir zaman.”
(Titsian Tabidze-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.03)
“Tam o sırada, hayvanların bulunduğu çadırdan dört tane görkemli beyaz at ve zavallı, yorgun bir eşek
çıktı. Dans eden kadın kırbacını şaklattı ve atlar şaha kalkarak hızla dönmeye başladılar. Eşek maymunların
kafesine yakın bir yerde durmuş, ağır ağır kuyruğunu sallayarak sinekleri kovuyordu. Kadın bir daha kırbacını
şaklatınca atlar durdular ve diz çökerek uzun uzun kişnediler.”
(A. Tabucchi, “Düşlerin Düşü”, sa:22)
“İlkbahar Gecesi
--------------------Ah, burada olmak yeterli mi
Üzerimdeki bu güzellikle?
Boğazım övmekten ağrımalı ve ben
Göğün altında diz çökmeliyim sevinçten.”
(Sara Teasdale<1884-1933>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.06.06)
“Karyolanın önünde diz çökmüş, karısının elini dudaklarının üzeründe tutuyor, öpüyordu; karısının eli
de, parmaklarının güçsüz kıpırdanışlarıyla yanıt veriyordu ona.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:541)
“Doktor divanın üstünde diz çökmüş, başka yerlerine vururken kapıdan Praskovya Fiyodorovna’nın
ipekli giysisinin hışırtısı işitildi. Praskovya Fiyodorovna, doktorun geldiğini haber vermediği için Piyotr’a
çıkışıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:84)
“Joseph, Will’in kolunu arkasında tutarak onun kemerini, pantolon düğmelerini açtı, pantolonunu da
indirdi. Will’i çamur üzerinde diz çökmeye zorluyordu. Güneş bir-iki metre ötede, coşkun nehir üzerinde
parıldıyordu.”
(R. Tremain, “Renk”, sa:230)
“Üstü başı darmadağınık, giysileri paramparçaydı; öyle ıslanmıştı ki her yanından duman tütüyor,
üstünden sular süzülüp döşemenin üzerine akıyordu. Karşımda, avludan fırlayan o dev, diz çökmüş duruyor,
ölecek gibi ‘Ah! Oh!’ çekiyordu. Bu korkunç dev kimdi? Harlov’du!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:12;75)
“Ama aslında hiçbir şey üç Maria’ların umurunda değildi. Üçü aynı anda diz çöktüler, aynı anda
ıstavroz çıkardılar ve dudakları aynı anda aynı duayı fısıldamaya koyuldu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:29)
“Testi görünüşe göre bir zamanlar suyla doluydu, çünkü içi yeşil küf ile kaplanmıştı. Tabakta bir toz
yığınından başka bir şey yoktu. Virginia iskeletin yanına diz çöktü ve küçük ellerini birleştirerek sessizce dua
etmeye başladı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:93)
“Öyleyse değişme hastalığına karşı bağışıklık kazanmış bir yeryüzü var. Beni kekeleterek, bana
yalanlar söyleterek bıçak gibi kesen dillerle titreşen bu konuk odasını geçtiğim zaman, organlarından kurtulmuş,
güzelliğe bürünmüş yüzler buluyorum. Sevgililer çınar ağacı altına gizlice diz çöküyorlar. Polis köşede nöbetçi
duruyor.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:78)
“Onlar da onuu bütün ruh halleriye, bütün değişimleriyle tanıyorlardı. Onlardan hiçbir şey
saklamamıştı; onlara bir çocuk olarak, bir erkek olarak, ağlayarak, dans ederek, kara kara düşünerek, neşeyle
gelmişti. Şu pencerenin içinde yazmıştı ilk dizelerini, şu kilisecikte evlenmişti ve oraya gömülecekti, diye geçti
aklından, uzun galeride pencerenin eşiğine diz çöküp İspanyol şarabını yudumlarken.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:206)
“Angélique’le Félicien, bu arada diz çökmüşler, İsa ile kilisenin gizemli evliliğinin tamamlanışı demek
olan kurban ayinini sofuca dinliyorlardı. İkisinin eline de, vaftizden beri korunan erdenliğin simgesi olan yanar
birer mum verilmişti.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:142)
“İMRENİRİM BEN ONA
-----------------------------Bütün dünya kızları
Bana sahip çıksalar,
Erkeklerin tekmili
Önümde diz çökseler,
İmrenirim ben ona,
Sana sahip olana.”
(Tanzila Zumakulova<d.1934>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 04.11.04)
“Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar
içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler
tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde
mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi
kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17)
“Ruzena’nın içi öyle daralmıştı ki, bağırması şarttı. Buna dayanamayacaktı ama zaman bir yük gibi
sırtına binmişti. Bu sonsuzluk. Titredi: Kendini adamın önüne atmak, diz çökerek ona yalvarıp yakarmak,
ayaklarını öpmek istiyordu, neticede o da bir insandı; ama üniformalı, yanına yaklaşılmaz, etrafı iktidarın o akıl
sır ermezliğiyle çevrili... düşman tarafından gönderilmiş. Fakat kendisi onun foyasını kesin meydana çıkarırdı.
Belki de oğlunu bulamamışlardı...”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri - Wondrak”, sa:258)
Dizdar : Eski devirlerde kale komutanı
“MEYHANECİ KADIN - Kırdığınız kadehlerin parası?
SLY - Hayır, bi’metelik bile verecek değilim. Yürü aslan yarim, yürü; başını hangi taş sertse oraya
vur.
MEYHANECİ KADIN - Ben yapacağımı bilirim; varayım üçüncü Dizdara gideyim de getireyim
buraya.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7)
Diz dize : Dizleri birbirine değerekten
“Vedalaşma Roma Garında olacağına ve birkaç dakikada atlatılacağına, yolculuk boyunca sürüp
gidecekti, uzadıkça uzayacaktı, nitekim ayrılıyordunuz, olup biten şeyin bilicinde olmaksızın, yavaş yavaş, acı
acı, lif lif koparak ayrılıyordunuz bibirinizden, gerçi diz dize oturuyordunuz ama, geçen her istasyon, Culoz,
Bourg, sonra Macon ve Beaunne, tıpkı evvelki yolculuklarınızda olduğu gibi, gittikçe büyüyen uzaklıklardı
aranıza giren.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:147-8)
Dize : Şiirin her bir satırı, mısra; Şiir nev’i
“SUNU
Yaralar içinde yanarken canım
Bana gelme cüreti gösterdiğin için
Yaşamıma farklı tat verdiğin için
Kutsasın Tanrı seni kadınım!
Sözcükleri keşfettirdiğin için sil baştan
Tazelediğin için ruhumu gıdım gıdım
Yüzün için dizelerime nur gibi akan
Kutsasın Tanrı seni kadınım!”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“Kıza çabucak bir göz atıyor. Başı önünde, dikkatini metne vermiş ya da öyle görünüyor.
‘Gasp etmek’ sözcüğü birkaç dize sonra yine yineleniyor. Gasp etmek, Alpler bölümünün derinde
kalan izleklerinden biridir. Zihnin en önemli arketipleri olan yalın fikirler, duyusal imgeler tarafından gasp
edilmiş bulurlar kendilerini.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:29)
“... köy şiiri, doğaçlama olarak uyaklı şiir söylemeye dayanır ve her yıl Trodos dağlarında bir tür Kıbrıs
Eisteddfod’u (Klasik olarak bilinen, Galler’deki edebiyatçılarla saz şairlerinin yıllık yarışması. İ.E.) gibi bir şey yapılır, bu
yarışmaya her köyün en iyi şairleri katılır. Halk huzurunda yapılan on altı geceli uyaklı şiir yarışmasında
yarışırlar, bir yarışmacı ilk dizeyi söyler, rakibi hiç gecikmeden bu dizeyi tamamlamalıdır. Kimin kazandığını
halkın alkışları belirler. Bazen bu hazırcevaplık yarışmaları bütün gece sürer, ta ki kazanan belli oluncaya
kadar.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:349)
“Sinemada ağır çekimde gösterildiğinde, insanın ya da hayvanların kimi devinimlerinin şaşırtıcı
güzelliğini görebiliriz; oysa hızlı gösterilerde bunlar fark edilmez. Burada söz konusu olan Chopin müziğinin
temposunu aşırı ölçüde yavaşlatmak değildir (aslında bu da yapılabilir): Söz konusu olann sadece onu
hızlandırmamak, nefes alma gibi rahat, doğal devinimine bırakmaktır. Ben, Chopin’in yapıtının başına, Paul
Valéry’nin şu eşsiz dizelerini koymak isterdim:
Daha ince sanat var mıdır,
Bu yavaşlıktan?”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:32)
“FRANK O’HARA BEŞ,
GEOFFREY CHAUCER SIFIR
----------------------------------------tümüyle küçük, kabız bier odada
bir kadının domates dolgunluğuyla,
çekerek geçmişteki İngiliz fiillerini.
Bir dize yazdım, çok kısa bir dize,
dostça tavırlarla ve pantolonumda
bir düşünce şekil alıyor...”
(Geoff Hattersley<d.1956>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 18.01.07)
“DİZELERİM
Dizelerim, kanımın çocukları.
Onlar konuşur, ama ben sağlarım
kalbimin parçaları olan sözcükleri,
gözlerimden akan yaşlar gibi sunarım onları.
acı gülümseyişlerle giderler
ben bunca ayrıntıyla anlatırken hayatı.
gece bana yetiştiğinde, güneşle,
günle, güneşle kulatırım onları.”
(Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.02)
“UMUTSUZLUK DOLU
Umutsuzluk dolu benim sözlerim,
umutsuzluk dolu benim sevim de,
ben ki her dizeme çılgınlık derim,
ben gamlı şarkıyım çağrı dilinde.”
(Nikolay Liliyev<1885-1960>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.03.09)
“Evcil
Sol elim
bir kağıt parçasının üstünde;
silsen
başparmağım ve işaretparmağımı
değiştiresen onu dizelerle,
elim kesilir ve yukardan görünen kemik
benzer
kapkara ufak halkalarla
kağıt parçasına zincirli
bir kuşun adımına.”
(Aksinia Mihailova<D.1963>-Zeynep Köylü, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.02.10)
“Ev
--Bu dizeleri dinliyorum kendi kendime.
Havayı içime çekerek yanıyorum.
Gözlerim yaz elmalarında.
Evet eli görüyorum, evet saksıyı görüyorum, evet
ateşli görüyorum.
Ama evet yetmiyor.”
(Jose Miranda-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 20.06.09)
“ŞİİR <1972>
Benim için başka devlet yoktur
şiir sonsuza dek kentimdir benim.
Şimdi de onun için hazırlanıyorum
dizelerle çarpışıp genç ölmeye.
Patlamaya hazır atom çekirdeği
mezar taşı gibi üstümde durmakta.”
(Yanko Ninov-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
“Olası Öteki Ritim
<Poesia practicable’den>
Güzel bir dize
karın doyurmaz.
Güzel bir dize
bir bahçe inşa etmez
----------------------ve onun ritmi
olası öteki ritmi uyandırır
senin kanın ve gezegenler için.”
(Jorge Richmann <d.1962->-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.12.06)
“NASIL İSTİYORUM BU DİZELER
Nasıl istiyorum bu dizeler
Unutsunlar sözcük olduklarını
Ve gök olsunlar, damlar, rüzgar
Nemli bulvarların ağaçları!”
(Vladimir Sokolov<d.1933>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:171)
“KRALİÇE ELİZABETH I VE İMPARATOR
MAXIMILLLAN’IN SARAY ŞAİRİ PAUL MELISSUS
ARASINDA GEÇEN TARTIŞMA
<Melissus’un şiiri> (1557)
Elizabeth’e, İngiltere, Fransa ve İrlanda kraliçesine,
Ah kraliçem, size yalnızca adamıyorum
Artık daha fazla ışık saçan kitaplarımıİster şiir olsun ister şarkı ya da bilmediğim başka dizeler,
Hepsi de yalnız sizinler. Size yalnızca,
Kitaplarımı verip adamıyorum:
Kendimi sunuyorum tanrıça, sizin dehanıza,
Ataları Fransız olan bir Alman olarak,
Yüce boyunduruğunuza sokuyorum kendimi.”
(I. Elizabetha Regina<Tudor><1553-1603>-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 05.08.04)
“Ürküntü ve korku içinde hiçbir şey geri çevrilmemeli. Bu (konuşan kişiler arasında okuduğum) sayfayı
yazmış olan ozan pes etmiş. Ne nokta var ne de noktalı virgül. Uygun uzunluklarda gitmiyor dizeler. Çoğu
düpedüz saçmalık. Kişi kuşkulu olmalı, ama rüzgarlara uyarılar yollamalı; kapı açıldığında da ne gelirse gelsin
tümden benimsemeli.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:154)
“Onlar da onuu bütün ruh halleriye, bütün değişimleriyle tanıyorlardı. Onlardan hiçbir şey
saklamamıştı; onlara bir çocuk olarak, bir erkek olarak, ağlayarak, dans ederek, kara kara düşünerek, neşeyle
gelmişti. Şu pencerenin içinde yazmıştı ilk dizelerini, şu kilisecikte evlenmişti ve oraya gömülecekti, diye geçti
aklından, uzun galeride pencerenin eşiğine diz çöküp İspanyol şarabını yudumlarken.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:206)
Dize gelmek : Kendinden daha güçlünün önünde eğilmek, yenilgiyi kabul etmek, diz çökmek
Bk.: Dize varmak
“Milletvekilleri içki üreticilerine sağladıkları milyarları, konut yapımına vermeyi reddettiler. Bir taşla
iki kuş. Alkol üretimiyle birlikte gecekondular da arttı. Altı yüz jakoben, özgürlüğün devleri, içkili lokantaların
karşısında dize geldi.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:66)
“Bu mistik mekanda boğucu bir hava vardı. Kapının ardından rüzgarla taşınmış olması gereken deniz
kumu, oyuklara yerleştirilmiş yuvarlak taşları biraz ağartmıştı. Hamilkar parmağının ucuyla taşları birer birer
saydı. Sonra, safran rengi bir örtüyle yüzünü kapatarak dize geldi, iki kolunu uzatıp secdeye geldi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:140)
“ ‘Bu irticadan kurtuluncaya kadar, daha çok çekeceğimizvar,’ diye başını salladı Taşkın Bey.
‘İrtica büyük kuvvettir ama, dize gelecektir. Çökmüş bir müessese değil. Anacık Sultan, hiç kimse,
bin tane İnce Memed de olsa ayakta tutamaz,’ diye sakalını sıvazladı Molla Duran.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:471)
“Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğlu kumandan, altın kılıçlı asılzadeler, zırhlı
şövalyeler, Arslan Bey’in önünde dize gelmişlerdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:29)
“Bunun mantıksl sonucu da şu oldu: Yalan ve nankörlük etkisini gösterdikçe, Cumhuriyetçi Parti
gerçek kurucularından uzaklaştıkça, siyasal örflerimiz arasında esmeye başlayan o ne üçkağıtçılık ve küçüklük
rüzgarıdır; en çetin dizegelişler karşısında o ne hoşgörülüktür; sert kararlar karşısında o ne tiksintidir; o ne
gevşeme alışkanlığı ve adam sendecilik; duruma uyma, yatıştırma, beceriklilik, bilgelik adı altında o ne tehlikeli
ve ahlak bozucu anlaşmalardır o!”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:273)
“ŞAİR DOĞDUĞU ZAMAN
<Miryana Başeva’ya>
Şair doğduğu zaman
eski kapısını açıverir gökyüzü
eşiğin önünde dize gelip başını eğer Tanrıçünkü yeni bir evren doğuyor demektir,
şair doğduğu zaman.”
(Stefan Tsanev<d.1936>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.07.07)
“Ertesi gün söz sırası Dostoyevski’deydi. Büyülü bir sarhoşluk içerisinde, büyük bir coşkunlukla
başladı konuşmasına. Kısık ve alçak bir sesle, ama derin bir heyecanla, Rus halkının birleşmesi gerektiğini ve bu
birleşmenin Rusya için kutsal bir görev olduğunu anlatmaya koyuldu. Toplulukta bulunanlar, duydukları
heyecandan dize geldiler önünde..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Dostoyevski’, sa:107)
Dize getirmek : Pes ettirmek; mağlubiyetini, kusurunu kabul ettirmek, diz çöktürmek
“KORO
Kaderine ağlıyorum, Prometheus,
Yürekler acısı kaderine.
--------Olacak şey mi bu?
Her dileğini bir yasa bilip
Eski zaman tanrılarını
Dize getirmek istiyor Zeus.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:59)
“Babamın vekili, şu kıdemli yüzbaşının imzamı taşıyan borç senedini bana ödetmek üzere Gruşenka’ya
verdiğini işitmiştim; böylece beni dize getirmek istiyorlardı. Sözde korkutacaklardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:180)
“Karada ve havada, suda ve ateşte
Sözünden çıkmaz onun tüm ruhlar
Manzarası korkutur, dize getirir en vahşi canavarları,
Deccal bile titreyerek yaklaşır yanına...”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:12)
“Olağanüstü ve inanılmayacak pek çok şey anlatılmaktaydı hakkında; kerametler göstermiş, şeytanı
dize getirmiş, tanrılarla konuşmuştu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:29)
“Bir sözlük açmak yeter. Savaşmak, kırmak, dize getirmek, belki de öldürmek amacıyla bir başkasının
iradesine karşı kendi irademizi koymamız anlamına gelir. ‘Hayat bir mücadeledir’, işte ilk kez telaffuz
edildiğinde herhalde hüzünlü ve mütevekkil <her olguyu Tanrı iradesine bırakma> bir iç çekiş gibi söylenmiş
olan bir deyim.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:183)
“Zamanın Süleyman’ı Türk bayrağını Viyana surlarına doğru dalgalandırırken... er meydanlarında
beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar beylerbeyleri, en asil düşmanları önünde dize getirirken, o,
kıymetsiz bir türedinin pususuna düşmüş, perişan olmuştu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:129)
“Kurucu Meclis, savaş ve barış hakkını kullanılması konusunu tartıştığında, 15 Mayıs 1790’da dile
getirmişti onları; ulusal muhafızların üstüne söylevlerinde de tekrarlamıştı bu kaygıları. Dışarda aristokrasiye
karşı mücadele etmeden önce, içerde dize getirmeyi istiyordu onu; ve, özgürlüğü dışarda yaymadan önce
Fransa’da güvenceye bağlamanın arkasındaydı.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:43)
“Çocuk arabası çimenlikten geçiyordu. Isa o yana baktı. Ne sevimliydi şu ihtiyar kadın! Çocukları
böyle candan karşılayışıyla; bütün bu belirsizlikleri; ayrıca ihtiyarın densizliklerini cılız yumrukları, gülen
gözleriyle dize getirişiyle! Bart’a ve havaya meydan okuma cesaretiyle.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27)
“Her ikimizin de çekinceleri olduğu açıktı. Marvin psikoterapiye ilişkin kuşkular taşımaya devam eiyor
ve bir iç yolculuğa pek az ilgi duyuyordu. Terapiyi kabul etmişti çünkü migreni onu dize getirmişti ve başka
çaresi kalmamıştı. Benim de kendi hesabıma çekincelerim vardı çünkü tedavi konusunda çok karamsardım:
onunla çalışmayı kabul etmiştim çünkü uygulanabilir başka bir terapi seçeneği görmüyordum.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:276)
Dize varmak : Dize gelmek, diz çökmek, baş eğmek
“KATHARINA - Kadınların barış için dize varacakları yerde kavgaya kalkışmaları; hizmete, sevgiye
ve itaate bağlanacakları yerde hükmetmeye, hakim olmaya, saltanat sürmeye göz koymaları beni utandırıyor.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:128)
Dizginleri akbabanın eline vermek : Dizginleri elden kaçırmak, başkasının, özellikle bilinen bir sahtekarın
eline terketmek
Bk.: Dizginleri elden kaçırmak
“MÜDÜR - (Sahte yüzbaşının kulağına.) Şimdi ne dümen çeviriyorsun?
S. KOMİSER - (Müdürle birlikte sinirlenir.) Dizginleri büsbütün bu akbabanın eline vermedik mi
sizce? Şimdi suçlu olduğumuzdan emin olacak.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:68)
Dizginleri elden kaçırmak : Tam kontrolü elinde tutamamak
“Zaten içindekileri nakletmeye ne kadar çabalasak, kolay olmayacaktı bu, çünkü kafası belirli
düşüncelerden çok, birtakım karma karışık, anlaşılmaz duygularla doluydu. Kendisi de dizginleri elden
kaçırdığını hissediyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:193)
“Evet, elimden geleni yapardım. Dizginleri tutan ben olduğumdan başarırdım da. Ama günün birinde
bir kadın -tandıklarımın en büyüğü, hayat arkadaşı bir kadın- çılgınca hızla giden bir arabanın dizginlerini
elimden aldı..... yakamı bırakması için ne kadar yalvarmıştım ona!
-Yok, yok, sensiz yaşayamam. Öldür beni! diye haykırıyordu.
O zaman boyun eğdim, dizginleri eline verdim.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:9)
“Günün birinde Emma’nın da kendisini Tanrı’ya adayacağını sanan iyi yürekli rahiberler ise, onun artık
kendi etkilerinden sıyrılır gibi olduğunu görünce büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Gerçekten, ona bir sürü ayin
harcamışlar, günlerce dünyadan elini eteğini çekip ibadetle uğraşmasını sağlamışlar, vaazlar dinletmişler…..
sonunda kız, dizgininden tutulup çekilen atlar gibi davrandı, zınk diye durdu.gem de ağzından çıktı.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:44-5)
Dizginleri ele almak : Gerek kendisinin kontrolünü ve gerekse işinin idaresini ele almak; Atlı arabanın yola
koşulmasında, atlara başlangıç işaretini vermek için dizginleri iki el arasına almak
“Manson, bavulunu arabaya yükledi; sonra içeri girerek atın hareketini bekledi. Thomas da yerine
atlanmış, dizginleri ele almış ve ata seslenmişti:
-Hadi evladım!”
(A.J. Cronin, “Citadel”, sa:8)
“Madame de Sévigné’nin mektupları gibi beklenmedik yerlerde karşımıza çıkar. Sévigné tehlikelerle
dolu bir yolculuktan sonra, ‘Şu tuhaf Rhone,’ <Ren nehri> der. ‘Şu Rhone denen iblis!’ Çünkü artık insanın ,içine
işleyen o başıbozuk karayel, dizginleri ele almıştır.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:404)
“Çünkü ben de, Ayşe Müdir’anım çocuklara beni tanıtıp sınıftan çıktığı andan itibaren, tıpkı onun gibi
dizginleri ele aldım. Bağırıp çağırıyorum. Sınıf üzerinde küçümen hükümdarlığımı ilan ediverdim. Astığım astık,
kestiğim kestikti. Hakimiyet ve otoritemden çıldırtıcı hazlar duyuyordum.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:179)
“Lord Arthur’a gelince, bu korkunç hayal kırıklığını atlatabilmesi günler aldı ve bir süre için sinirleri
tamamen bozuldu. Bununla birlikte, o mükemmel sağduyusu kısa zamanda dizginleri ele aldı ve sağlam pratik
zekası ne yapması gerektiği konusunda kendisini uzun süre endişe ve arayış içinde bırakmadı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:39)
Dizginleri ele geçirmek : Kontrolü ele geçirmek, işi kendi yönetmek
“Mühendis artık sadece Christine ile dansediyor, akşamları van Boolen’lerin masasında oturuyordu,
Mannheim’li kız eğer onu elden kaçırmak istemiyorsa, zaman kaybetmeden dizginleri ele geçirmeliydi.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:116)
Dizginleri elinde tutmak, eline almak : Herşeyi kendi kontrolünde bulundurmak
“Dağ’ın her yanında Mısır kuvvetleri artık savunmaya, hatta geri çekilmeye başlamıştı. Ancak
Kfaryabda’da ve çevresinde, komutan Adil Efendi, dizginleri elinde tutmaktaydı. Firarilerin hesabını görmeye
kararlıydı.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:182)
“Cumhuriyetçiler, halkı göreve çağırıyor, bireylerin üzerlerine düşen vazifeyi yapmalarını, kaderlerinin
dizginlerini ellerine alarak, yeni bir hayatın, aydınlık bir geleceğin ışıklı yollarını açmalarını istiyorlardı.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:84)
Dizginleri salıvernek :
Kontrolü elden bırakmak, Duygularını başıboş bırakmak
“Güzel olduğunu biliyordu, incecik ipekli örtüyü indirerek peçenin ardına gizlediği cazibenin
dizginlerini salıverdi ve Şah bir anda kayboldu gitti. ‘Bir delikanlının hayal etiği kadının memeleri büyük, beyni
küçüktür,’ diye mırıldandı. ‘Bir hükümdarsa, kendine bir eş hayal ettiğinde zihninde beni canlandırır.’ ”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:64)
Dizi dizi : Sıra sıra, saflarla
“Ayın görüntüsü, yine Agnes’in saçlarından kayarak, küçük bir limandaki dizi dizi kayıkları
canlandıran, ama şu anda görünmez olan fotoğrafın camına düştü, salkım saçak bir gece kuşunun gölgesini,
yalnızca gölgesini değil avını yakalama sabırsızlığıyla bir kasılıp bir gevşeyen pençelerini de anımsatıyor;
çerçevenin ucuna kayıyor görüntü, oradan da pencereye ve çkıp gidiyor, ama camdan dolunayı görebiliyorsunuz,
pencerenin tam ortasına gelmiş, titreyip duruyor...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:250)
“Anasonlu ekmekler, değirmen taşlarından ağır peynir tekerleri, şarap dolu yaslar, içlerinde çiçekler
bulunan telkari altın sepetlerin yanı sıra su dolu maşrapalar dizi dizi sıralanmıştı. Rahatça, tıka basa yemek
yiyebilmenin sevinciyle bütün gözler fal taşı gibi açılmıştı. Şurada burada şarkılar başlamıştı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:13)
Dizinde derman kalmamak : Yürümekten yorulmak, dizleri çözülecekmiş gibi hissetmek
Bk.: Dizleri kesilmek; Dizlerinin bağı çözülmek
“İki saat geçiyor, üç saat geçiyor, Enginin dizlerinde derman kalmıyor. Nerdeyse gece bastıracak. Daha
çok var geceye ama, bu gidişle gece de gelir, geceler de...”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:130)
“Bir büyü içinde kalıyor insan... Seyrederken bütün bunları, dünyayı unutuyorsun. Öteki, gerçek
dünyayı, ağacı, kuşu, tarlası, evleri ile bıçak gibi kesip, o dünyada hiç yaşamamışın gibi, bu peri bacaları
dünyasına kendini kapıp koyuveriyorsun... Belki asırlardır bu sarhoşluk içindesin. Dizlerinde derman kalmıyor
hayretten. Başın dönüyor.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:165)
“Fabrice o ağaçtan düşerken sol kolu hemen hemen çıkmıştı. Surlara doğru koşmaya başladı ama,
dediğine bakılırsa, dizlerinde hiç derman kalmamıştı; hiç hali yoktu. Bütün tehlikeye karşın, oturdu ve kalan
içkiyi içti. Nerede bulunduğunu bilmeyecek kadar şöyle birkaç dakika içi geçti. Uyandığında, odasında olduğu
halde ağaçları nasıl görebildiğini bir türlü anlayamadı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:433-4)
Dizini döğ(v)mek : Çaresizlikten, kızgınlıktan, pişmanlıktan dizlerini yumruklamak
“Kızını dövmeyen, dizini döver!”
(Anonim-Ata Sözü)
“Muhtar, köz gibi yanıyor, dizini dövüyordu:
‘Çok gaz kafalı imiş dürzünün tohumları! İnkar edin ulan! İnkar yiğidin galesidir. Ne demeye ikrar
ediyonuz? Sonra niçin Gara Bayram’ın oğluna tasallut ediyonuz? Gözünüz eyice gızardıysa bir gancık eşşek
dutup götürün dereye.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:121)
Dizini kırıp oturma : Çok gezen dolaşan birinin, artık o kadar yollara düşmeyip, karar vererek, bir yerde
daha temellice oturma kararı vermesi
“Bayram
<Dobromir Tonev’e>
Dizimi kırıp oturmadan daha, bakyollara düşmem gerekiyor yine
yükseğe, hep yükseğe - doğruca göğe.
Orada ağır ağır
şairin kanatlarını temizleyeceğim
küçücük bir fırçayla.”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
Dizinin bağı çözülmek : Ayaklarından, yürümekten pek yorgun olmak, bitkin hissetmek
Bk.: Dizleri boşanmak; Dizlerinin bağı çözülmek
“Hepimizin bildiği gibi zihindeki olumsuz düşünceler bedenimizde de olumsuz yansımalara neden
oluyor..... başımıza bir ağrı giriyor, boğazımız tıkanır gibi oluyor, ağzımızın içinde tükrüğümüz kuruyor,
kalbimiz sıkışıyor, nefessiz kalacak derecede soluğumuzu tutuyoruz, ya da burnumuzdan soluyoruz. Dizimizin
bağı çözülüyor, iştihamız kaçıyor, yüzümüz kıpkırmızı oluyor, ya da betimiz benzimiz soluyor.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:25)
Dizinin dibinden ayrılmamak : Sevdiğinin dizine yapışmak, yanından hiç ayrılmamak
“-Bari bu gece kalsalardı değil mi abla?
-Söyledim ama, dinletemedim. İşleri çok. Seçimlerden sonra dizimin dibinden ayrılmazlar!
-Yoksa o zaman da Ankara’dan mı sesleri gelir?
-Öyle yahut böyle. Hadi bize gidelim.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:249)
“HECTOR - Sizi büyülemişler, dostum. İhtiyar Shotover, Zengibar’da kendini şeytana satmış. Şeytan
ona kara bir ifrit vermiş karı diye..... Ben Hessiode’un dizinin dibinden ayrılmam ama kocasıyım; onun için
çıldırıyorum, hiç olmazsa karı koca olduk sonunda.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:116)
Dizleri boşanmak : Dizleri sanki çözülüverecekmiş gibi hissetmek
“CHARLIE : ‘Baksana, ne diyorsun?..... On iki paket sigara aldım, ama sonra suratlarımızı
görecektiniz. Köşeyi dolanıp paketleri açtık, ki içinde tek bir lanet sigara yok! Sahte kutuymuşlar. Ne güldük
ama!’
DOROTHY : ‘Dizlerim boşanıyor. Daha fazla ayakta duramayacağım.’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:192-3)
Dizleri kesilmek : Korkudan, yorgunluktan sanki dizleri çöküverecekmiş gibi olmak
Bk.: Dizlerinin bağı çözülmek
“Mitya birdenbire dizlerinin kesildiğini hissetti. Soluk bir gülümsemeyle,
-Ne yapayım şimdi Kuzma Kuzmiç, diye mırıldandı. Mahvoldum artık, değil mi?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:15-6)
“Vapur uzaklaşırken rıhtımda renk renk mendilleriniz sallanıyordu. Ben de size mendilimle cevap
verirken kulaklarım uğulduyor, dizlerim kesiliyordu. Düşmemek için adeta vapurun kenar parmaklığına
asılıyordum.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:29)
Dizlerinde derman kalmamak Bk.: Dizinde derman kalmamak
Dizlerinin bağı çözülmek, kesilmek : Eli ayağı titremek, halsiz ve güçsüz hissetmek, çok korkmak
Bk.: Dizlerinin dermanı kesilmek
“Dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Strathmore haklıydı. Apaçık ortadaydı. Bunu nasıl gözden
kaçırabilmişlerdi? North Dakota Amerikan eyaletine gönderme yapmıyordu hiçbir şekilde - Tankado’nun
yaraya tuz basmasıydı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:311)
“Langdon dipsiz bir kuyuya... yeryüzünün derinliklerine inen sonsuz bir sarmal merdivene bakıyordu.
Tanrım! Neredeyse dizlerinin bağı çözülmüştü, destek almak için parmaklığa tutundu. Merdiven geleneksel kare
spiral şeklindeydi. Langdon etraflarındaki mekan hakkında fazla bilgi sahibi olamıyordu... tek bildiği küçük bir
yer olduğuydu.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:498)
“Papa, şövalye gömmüş Londa’da.
Daire şeklindeki odada ilerlerken Langdon dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Burası, orası
olmalıydı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:381)
“ÇUBUKOF - Haydi öpüşün bakalım!
LOMOF - Ha kiminle? (Natalya Stepanovna ile öpüşürler.) Çok güzel... ;İzin verin, ne olmuş? Ah
evet anladım... Kalbim... Kıvılcımlar... Ben artık mutluyum Natalya Stepanovna... (Elini öper.) Dizlerimin bağı
çözüldü...”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:36-7)
“Beni içeri almayacağını, Marfa İgnatyevna’yı ayaklandıracağını, ya da başka bir aksilik çıkacağını
düşündüm, korkudan dizlerimin bağı çözüldü.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:209)
“-Beni korkutuyorsunuz, dedi Fleurissoire, ben de, geldiğim akşam, yani dün akşam, böyle bir rehberin
eline düştüm, valizimi ona verdim, Fransızca konuşuyordu.
-Aman Allah! dedi papaz, ürpermişti; adı da acaba: Baptistin miydi?
-Baptistin: o! diye inledi Amédée, dizlerinin bağı çözüldü.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:107)
“ÇÖMEZ -... Orada ne görüyorum! Bu ne korkunç şey! Faust’un eski postunun içinde, bir dev duruyor!
Onun bakışlarından, hatta göz kırpışından bile dizlerimin bağı çözülüyor. Buradan kaçsam mı?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:92)
“Sonra, Kunert’i öne itip, ‘Ispazmoza tutulmuş gibi titremesene ulan!’ dedi.
Yüzbaşı Sagner, Kunert’ten olup biteni anlatmasını istedi.
Ama korkudan zangır zangır titremekte olan Kunert, Teğmen Dub’un kendisine bir fiske bile
vurmadığını, bunu teğmene de sorabileceklerin söyleyverdi. Dizlerinin bağı çözülen hain, işi daha da ileri
götürüp, ‘Bütün bunlar Şvayk’ın uydurması,’ deyiverdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:147)
“Sandalcının parasını verip hızla tırmanıyorum yukarı. Ama gözlerim kararıyor, dizlerimin bağı çözüldü
çözülüveriyor, nefesim kesiliyor; evet, o dakikada adam öldürebilirim.
‘Biletiniz?’ Bir cenaze sükunetiyle, bezgin, cevap veriyorum:
‘Bir arkadaşı geçireceğim...’
‘Geçin, efendim.’ ”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:102)
“Pencereye doğru yürüdü, ama dizlerinin bağı çözülmüştü, durdu ve havada denge bulmak istermiş gibi
ellerini ileri doğru uzattı. Çocuk ona destek olmak için koştu, ama Başrahip kızdı, elini sürmemesi için başıyla
işaret etti.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:120)
“Umutsuzcasına arkasına gene baktı. Kan tere batmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü. Yere oturuverdi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:13)
“Kalfalar gelince sahne biraz değişti, onlardan en yüreklisi yukarıya çıktı ve oda kapısını hızla açarak
içerde kimse olmadığını anlayınca, Blaese’nin dizinin bağı tümüyle çözüldü. Yavaş sesle karısına: ‘Bu iş kötüye
benziyor, kadın!’ dedi, ‘yanılmıyorsam bu işin arkasında bana karşı olan çok güçlü biri var!..’ ”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:82-3)
“İSMENE
----------Herkes çok kızıyordu ona, sanki başlarına gelecek her
şeyden o sorumluymuş gibi.
O ise değneğini yere vurup gidiyordu arkasında siyah,
beyaz ya da pembe yaldızlı tüyler bırakıp.
Bir an sanki her şey anlamını ve ağırlığını yitirmiş gibi
büyük bir sessizliğe gömüldü.
Herkesin dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Kimse
Kovmuyordu masaya çıkıp
bir balığı yemeye başlayan kediyi.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:200)
“Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma arkasından birdenbire
zuhur etmiş olacaktı. Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:140)
“İdam yerinde dikilen adam, masumluğun ta kendisiydi. Bunu herkes biliyordu şimdi, piskopostan
limonatacıya, markizden küçük çamaşırcıya, mahkeme başkanından sokak çocuğuna kadar herkes.
Papon da biliyordu. Bildiği için de demir çubuğu tutan elleri titriyordu..... yüreğini öyle çocuksu bir
korku almıştı ki bu değneği kaldıramayacak, kaldırıp şu ufacık tefecik suçsuz adama vuracak gücü ömründe
toplayamayacaktı; ah ne korkunç olacaktı adamın seki’ye <idam sehpası> çıkarıldığı an, zangır zangır titriyor,
elindeki ölüm değneğine dayanmadan duramıyordu, değnek olmasa dizlerinin bağı çözülecekti heybetli, güçlü
Papon’un!”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:233)
“-... Hey babam! Nerede beni yağmalayacak yiğitler? Parayı görmeleriyle azıp kuduracak kabadayı
nerede? Dizlerinin bağı kesilir korkudan hepsinin...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:195)
“Ama ikinci tokatı indirememişti. Yere hiç basmıyormuş gibi sessizce biri yaklaşmış, Zenciyi kolundan
yakalamıştı. Kocaman, beyaz bir gömlek giymişti. Bir eliyle saçlarını arkaya attığı zaman Vesna’nı yüreği
ağzına gelmiş, dizlerinin bağı çözülmüştü. O’ydu işte, ta kendisii: ‘Acımasız’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:143)
“Kocaman ağızlı bir asker gülmemek için kendini zor tutarak:
-Gülle yanımdan geçince dayı, dizlerimin bağı çözüldü, dedi. Doğrusu o kadar ürktüm ki, felaket!”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:325)
“Elimden tutup beni bahçeye çıkardı. Hasekiler Kahyası görünce şaşakaldı. Haremağaları beni görünce
dizlerinin bağı çözüldü. Korkudan hep yere kapandılar.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:70)
“Tam o sırada, pencereden dışarı bir göz atınca, çocuğun, merakı nedeniyle, ayağını merdivenin alt
basamağına koymuş olduğunu gördü. Atıldı, onu bir uçurumun kenarında görmüş gibi, korkudan kısılmış bir
sesle:
-Elodie! Elodie! diye haykırdı. In, Allah aşkına oradan uzaklaş!
Dizlerinin bağı çözülmüştü. Bir koltuğa serildi.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:250)
Dizlerinin dermanı kesilmek : Ayaklarında adım atacak hal kalmamak; Dizlerinin bağı çözülmek
“Bu iki yüz vesti iki haftada zar zor alabildi. Köyüne dört yüz vest kala iyice hastalanmış, dizlerinn
dermanı kesilmişti. Ama işte burada, ne kendisinin tanıdığı, ne de onu tanıyabilen, kızı sayıldığı halde gerçekte
öyle olmayan, bir zamanlar kolunu kırdığı Agaşka ile karşılaştı.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:117)
Dizleri tutmamak : Sanki yürüyemeyecekmiş gibi zayıf, bitkin hissetmek
“Hayvanları ondan uzaklaştığı sırada Engidu, vücudu bağlanmış gibi, ürperdi. Dizleri tutmadı. Engidu
zayıf düştü. Yürüyüşü eskisi gibi değildi. Sonra, aklı başına geldi, işi anladı. Geri dönüp orospunun dizlerine
oturdu.”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:25)
Dizüstü çökmek : Dizlerinin üstüne çökmek, yalvarırcasına çökmek
Bk.: Diz çökmek
“Dizüstü çöktü bütün kızlar, umarsız;
havada dönüp duran şahinin altında kuşlar gibi”
(Alkman, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:114)
“Daha ne anlatabilirim ki? Dizlerimin üzerine çöküp tüm gerçeği çenem titreyerek, dişlerim birbirine
vurarak anlattığımı ve af dilediğimi mi? O günden sonra suçlamaları hep reddettim fakat şu anda suçumu itiraf
ediyorum.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Bir Hapishanede bulunan İtiraflar”, sa:80)
Dobiç : Şişko (Argo)
“İhtiyar kadın, dişlerinin arasından konuşarak, eğleniyormuş gibi:
-Duyuyor musun, diye tekrarladı dobiç? Taa saat on ikilere kadar uyuyorsun, şişko olup çıkacaksın
sonra.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:158)
Dobra dobra olmak, söylemek : Açıkça, dürüstçe davranmak; çekinmeksizin konuşmak
“-Sanki ben bunu düşünmüyor muyum? Fakat benim gibi sıska, çalı süpürgesi kılıklı kızı kim alır?
-Tevfik evlenirse sen görürsün!
-İşte o olamaz. Penbe Teyze’nin niyeti bozuk, fakat babama göz atarsa, gözünü oyacağımı dobra
dobra söyledim. Artık Tevfik’e yanık yanık bakmıyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:140)
“Kız zarif bir tavırla şampanyasını yudumlarken, ‘Eee, söyleyin bakalım çocuklar,’ dedi. ‘Üçlü grup mu
yapacağız, yoksa sizi teker teker mi alacağım?’
Nash, kızın dobra dobralığı karşısında biraz afallayarak, ‘Ben yalnızca aşçıyım,’ dedi. ‘Yemek bitti
mi, benim de işim biter.’ ”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:152)
“Arap ısrarcıydı: ‘Şuradaki masa, Federico Fellini’nin en sevdiği yerdi. Fellini filmlerini sever
misiniz?’
Maria, ‘Bayılırım,’ diye yanıtladı onu. Ancak Arap ayrıntılara girmeye kalkışınca, kültür sınavını
geçemeyeceğini anlayarak dobra dobra konuşmaya karar verdi: ‘Hile yapmayayım. Bütün bildiğim, CocaCola’yla Pepsi arasındaki fark. Defileden konuşsak olmaz mı?’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:55)
“Baird sıkılmaya başlamıştı. ‘Schwabe, İngilizlerin ne edebiyatı ne de penislerini hak ettiklerini söyler ikisine de pek önem vermezler,’ diye soğuk bir espri yapmaya kalktı. Campion gözlerini kocaman açmış ona
bakıyordu, bakışlarından aynı anda hem küstahlık, hem de dobralık okunuyordu. ‘İngiliz tarzı yetiştirilmenin
kurbanı olarak galiba kendimi savunmam gerekiyor,’ diye ekledi Baird. Campion artık ona kulak vermiyordu.
Sandaletin içinde ayaklarını gerdi. ‘Bir bağnazlar ve şapşallar dünyası,’ dedi usulca.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:61)
“Kahya’ya gelince, o da, iyi yürekliliği yüzünden ettiğini Barones’in yüzüne karşı dobra dobra söyledi.
Yapılan hediye pek çok önemliydi ve karşı, köylülerin hasedini, verene karşı da öfkesini uyandıracaktı.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:237)
“Papaz, Şvayk’ın üstüne yıkılırken, ‘Benim emirerim falan yok,’ dedi. ‘Üstelik muhterem efendiniz de
değilim ben.’ Sonra, sarhoşluğun verdiği dobralıkla, ‘Domuzun tekiyim ben,’ diye ekledi...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:131)
“Tam kapıdan çıkarlarken vatandaş bir şeyi unutmuş gibi geri döndü.
‘Parayı unuttum,’ dedi. ‘Dün gece komodinin üsütüne bırakmıştım.’
Hırsız onu sağ kolundan yakaldı.
‘Bırak bunları canım,’ dedi dobra dobra. ‘Bu gece içkiler benden.’ ”
(O. Henry, “viski soda’, sa:19)
“Tercüman bu garip soruları Türkçeye çevirdikçe benim kanım dalga dalga tepeme çıkıyor. Ortaya
atılıp her sorguya çekilen köylü yerine cevap vermekten kendimi güç zaptediyorum. Hele köylünün açıkça,
dobra dobra söylemeye başlarken tercümanın, yavaş sesle büsbütün başka şekilde anlatması beni çileden
çıkardı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:185-6)
“Hemen beynim attı; fakat yine kendimi tuttum:
-Hiddetle ağzımdan öyle bir şey çıktıysa bunda beni mazur görün; çünkü onun kırdığı cevizler artık
haddini aştı!...
-Aştıysa bize ne söylüyorsun? Biz Feridun’un kahyası değiliz ya! Aranızda halledilecek kozunuz
varsa, git kendisini bul, karşı karşıya, dobra dobra konuş!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:280)
“ ‘Koca Duran’da bir umut. O yalan söylemez, o babasını öldürseler de her şeyi dobra dobra söylerdi.’
”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:188)
“O zamanlar benim yaptığım şey, sorumlu millete, dosyamı çaldığımı ve okuduktan sonra onu imha
ettğimi, içine hakkımda gerçek olmayan çok kötü şeyler yazılmış olduğunu dobra dobra söylemekti.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:128)
“ ‘Yüzbaşı durumu açıkladı,’ dedi adam. ‘Olayı biliyoruz. Her şey bir yana, askerler açıksözlüdür.
Beyaza beyaz, siyaha siyah derler. Dobra dobra konuşurlar.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:261)
“Karşıdan bir kız geliyordu. Tipine bakılacak olursa, Orta Anadolu yöresinden bir türkü, hatta bir
bozlak... Kısa boylu, toparlak, değirmi suratlı, asla hoşlanmadığım ama tanımlama gücü nedeniyle kullanmak
zorunda kaldığım bir deyişle: ‘Gö.ten bacaklı’. Yüzünde, ‘hayatta artık hiçbir şey benim sırtımı yere getiremez,’
diye ödün veren bir ifade var..... Birçoğu yatılı kız okullarında ya da erken atıldıkları hayatta verdikleri
mücadeleyle kazanırlar bu ifadeyi. Bir daha da kimse silemez yüzlerinden. Hayatta kalmanın zalim sırrını
çözmüş olmanın güveniyle davranırlar, mangal yüreklidirler, kızdılar mı, erkek gibi küfrederler.....haklarını
kimseye yedirmemeye yeminlidirler... dobra dobra konuşurlar...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:49)
“DREW - Belki bir yardımım olur sanmıştım. Ama bu, aileniz dışından birinin karışabileceği iş değil.
(Sue başını sallar. Drew, bir duruştan sonra, gamlı gamlı devam eder.) Peki, Nat’ın nesi var? Babasının karşısına
geçse, dobra dobra konuşsaya.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:47)
“MANGAN - Ben Tanrının gazabına uğramış bir adamım!
KAPTAN - Evet, bana da öyle geliyor. Uzun yıllar senin gibiydim ben de. Zenci karım kurtardı.
MANGAN, zayıfça - Çok tuhaf! En iyisi çekip gitmeli bu evden.
KAPTAN - Neden?
MANGAN - Öyle dobra dobra konuşuyorsunuz ki, kim olsa gücenir.
KAPTAN - Laf! Kavgalara yol açan asıl öbür çeşit konuşmalardır. Kimse benimle kavga etmez.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:37-8)
“SEZAR - Yanılıyorsunuz, Pothinus, subaylarım sabahtan beri Kral’ın vergisini topluyorlar.
RUFIO (Dobra dobra.) - Ödeyin gitsin, Pothinus. Boşuna nefes tüketmeyin. Zaten canınızı ucuza
kurtarıyorsunuz.
POTHINUS (Acı acı.) - Koskoca dünyayı fetheden Sezar kalksın da bizim vergilerle uğraşsın.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:59)
“Kurul üyesine elini uzatarak:
‘Öp elimi,’ dedi. ‘Ve ayağa kalk. (Şunu bilmek gerekir ki, İtalya’da senli benli konuşmak daha tatlı
bir duygunun olduğu kadar içten ve candan bir dostluğun da belirtisidir.) Senden yeğenim Fabrice’în
bağışlanmasını istemeye geldim. İşte eski ve bir dosta söylendiği gibi, eksiksiz ve dobra dobra aslı şu: Fabrice
on altı buçuk yaşında akıl almaz, önemli bir çılgınlık yaptı...’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:109)
“Derpt’te üç yıl kaldım.. şu genel kanılar, kuramlar, dizgeler denen şeyler.. beni bağışlayın, taşralıyım,
dobra dobra konuşurum.. hiçbir şeye yaramıyorlar. Bunlar, insanların gözlerini boyayan bilgiçlikten başka bir
şey değil. Efendim, bana olaylardan söz edin, gerisi fasa fiso.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:51)
“Bazı bazı hafiften, fakat acı acı gülümserken, sık beyaz sakalı titriyordu. Başını hafifçe eğdiğinde,
fırlattığı oklar rasladı mı diye arkasından bakar gibiydi. Kırmızı yanaklı, durgun yüzlü ve yumak gözlü Wells,
daha keskin ve dobra dobraydı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:487)
“İçtenlik, doğruluk, saflık-insan birazcık şaşırıyor, bula bula ‘ahlak düşmanı’ Nietzsche’den başka bir
temel içtepi değil de, sıradan vatandaşların gururla erdemleri olarak andıkları şeyi keşfetmeye-içtenlik, soğuk
mezara kadar dobra dobra oluş, yani düşüncenin gerçek bir yoksul-erdemi, doğrudan doğruya ortalama ve
geleneksel bir duygu.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:99)
Doğaçlama, Doğaç : Kendiliğinden, ezberden, doğal olarak
“Süleymanın iyi huylu bir fil olduğunu kabul etmeyen yok ama terbiyecisi başka biri olsaydı, ırgatlara
veda ederken yaptığını yapar mıydı, sorarım. Burada açıkça belirtmek isterim ki bu öğrenilmiş bir davranış değil,
içinden geliyor, doğaçlama.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:113)
“Düşünüp taşınmadan, yalnızca duygunun raslantı rüzgarıyla, yani doğaçtan, resimler müzikal olarak
gözümüzün önünden gelir geçer, gerçeklik hakkında yalnızca renkleri ve sesleri, biçimlerin gevşek bağıntısını
bilen mutlu bir çocuğun oyunu.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Hölderlin’, Cilt:I, sa:253)
Doğasına aykırı (ters) düşmek : Yaratılışına, huy ve karakterine uygun düşmemek
“Yolculukta uyansam, bu uyanış trende uyumaların doğasına ters düştüğü için, her zamankinden güçlü
bir uyanış oluyor. Gözlerimi açıp, yüzümü bir an pencereye dayıyorum. Pek fazla bir şey gördüğüm yok;
gördüklerim, düşlerdeki birinin savsak belleğiyle algılanıyor.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:217)
Doğaüstü : Harikulade, çok üstün, olağanüstü
“ESİNLE YÜZLEŞMEK
----------------------------bu sonsuz ve doğaüstü yeşil
mavinin sayesinde olabilirmiş gibi. Tohum
açıklar bu bağlantıyı, dünyanın ve
göğün bu şans bolluğunun neresinde
patladığını tanımlar, ne gördüğümüzü”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:92)
“Poussin’in demin hayran baktığı, Mabuse’ün ‘Hazret-i Adem’ tablosunun yanında bile güzelliğini
belli eden Meryem başı, o yaşlı adamın sanat sultanlarından olduğunu, onda görkemli bir sanat bilgisi
bulunduğunu göstermiyor muydu? O doğaüstü insanı görünce Nicholas Poussin’in işlek düşleminin
kayrayabildiği biricik şey, sanatçı doğasının özü oldu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:30)
“Doruğa eriştiğimde, bir adam oturmuş bir şeyler yazıyordu. Bir an, başka bir yerlerden gönderilmiş
doğaüstü bir varlıkmış gibi geldi. Sonra öyle olmadığını sezdim, giysisine tutturulmuş denizkabuğunu görünce
de onun da benim gibi bir hacı olduğunu anladım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:209)
“ ‘Diyelim korkarlardı, biliyor musunuz... basit insanlara verilen buyruklar bazan bir tehditle, buyruğa
boyun eğmeyenlerin başına korkunç bir şeyin, hatta doğaüstü bir şeyin gelebileceğine ilişkin bir uyarıyla
pekiştirilmelidir. Oysa bir rahip...’
‘Anlıyorum.’
‘Üstelik bir rahibin yasaklanan bir yere kalkışması için başka nedenler de olabilirdi. Demek istiyorum
ki... kurallara aykırı olsa bile, akla uygun nedenler...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:60)
“Az sonra çalışma odamın karanlığıyla sarmalanmış buldum kendimi. Masamın altından bir şeyin kayıp
geçtiğini hissettim, canlı bir beden değil de doğaüstü bir varlığı andıran bir şey ayaklarıma sürtündü, çığlık
atarak yerimden fırladım.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:54)
Doğduğuna pişman etmek, olmak : Ona dünyayı dar etmek, her türlü eziyetle intikam almak; öyle hissetmek
“Aklım takılmıştı: Bu danışma bana kaça patlayacaktı? Korkuyordum. Hiç kuşku yok ki baştan sormam
gerekirdi. Umarım bir servet ödemek zorunda kalmazdım. Ödemeyecek olursam, büyü yapıp beni doğduğuma
pişman eder miydi acaba?”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:147)
“Bu belgeyi bir trafik polisine gösterip bununla araba kullanıp kullanamayacağımı sorduğunda polisin
yüz ifadesi beni karamsarlığa boğuyor: Adamcağız, elimde o kağıt parçasıyla beni direksiyonda yakaladığı an
beni doğduğuma pişman edeceğini kesin bir dille anlatıyor.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:20-21)
“ ‘Şaşılacak bir şey değil,’ dedi Başkan gülümseyerek, hiç istifini bozmadan. ‘Katillerin en kolay
savunma mekanizması, herkesi suçlarına ortak etmektir. Özellikle de Velinimet’e <Burada: Başkan!> yakın
kişileri Fransızlar buna ‘entoksikasyon’ derler.’
‘Eğer bir başka katil de bunu doğrulasaydı, şu sıralar doğduğuna pişman olan Pupo Roman’ın başına
gelenler sizin de başınıza gelirdi.’ Ramfis çevreye yaydığı alkol kokusuna karşın aklı başında görünüyordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:441)
Doğma büyüme : Bir yörenin yerlisi, orada doğup yetişmiş kimse
“General, reklama pek önem vermeyen eski bir New York ailesindendi. Doğma büyüme bir dünya
gezgini, eğilim olarak tam bir beyefendi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:215)
“... bu yıl kış zorlu geçiyordu, okulda rüzgarın girmediği köşe yoktu, geceleri tuvaletlere ulaşmayı
başarıyor ve gün boyu biriken pis kokuyu dağıtıp havayı soğuyuyordu. Ama Cava doğma büyüme dağlıydı, kışa
alışkındı, onun tüylerini diken diken eden soğuk değil, korkuydu.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:9)
“Yüz hatları yıllar içerisinde kocasının yüz hatlarına şaşılacak kadar benzemişti. Yalanızca gözlerinin
biçimi ve canlı siyahlığı onun yarı Latin asıllı olduğunu belli ediyordu. Büyükbabası tarafından Fransız
İsviçre’sinden bir aileden geliyordu ve doğma büyüme bir Hamburglu hanımefendiydi.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:10)
“Orada, Higjhgate’deki -adı da Briarbrae olan- küçük sefil kulübesinde, kuzey dağlardaki sarayında
Angela, yaşayan ya da gölgelere karışmış hiçbir erkeğin, dudakları üzerine bir aşığın sevgisini kondurmadığı,
doğma büyüme kızoğlankız Angela yaşardı. Tek başına yaşardı...”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:71)
DOĞMACILIK, DOĞMATİZM = İNAKÇILIK; (Felsefe akımı : OSM.: Nassiyye; FR.: Dogmatisme;
İNG.: Dogmatism, ALM: Dogmatisma; İTA.: Digmatismo, <İSP.: Dogmatisma>
“D o ğ m a c ı l ı k = İnakçılık, din ya da yetkelerce ileri sürülen düşünce ve ileleri kanıt aramaksızın,
incelemeksizin ve eleştirmeksizin ‘b i l g i’ sayan akım. Bunun, temelde skolastik bir anlayışı olupgünümüzdeki
değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Özellikle, metafizik öğretilerin tümü inakçı,
dogmatik öğretilerdir. D e n e y alanının dışında kalan bütün sorular, ‘inakçı’ olmak zorundadırlar: Tanrı
sözünden başlayıp, Aristoteles’in sözüne kadar.”
(Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü”, sa:185)
Doğru : Yakınlarında, bir az evvel (Mahal ya da zaman)
“Saat beşe doğru hava serinledi; penceremi kapatarak yazmaya koyuldum.
Saat altıda sevgili dostum Hubert içeriye girdi, at eğitim alanından geliyordu.”
(A. Gide, “Batak”, sa:21)
Doğru doğru dosdoğru : İşin tam doğrusunu söylemek gerekirse
“PERDE I, SAHNE I
FLAVIUS - Haydi eve, sizi tembel mahluklar, evinize; bayram günü mü bu? Bilmiyor musunuz ki
işçi kısmı, mesleğinin nitelik göstergelerini takmadan iş gününde gezinemez. Söyle, sen necisin?
-----------İKİNCİ VATANDAŞ - Efendim öyle bir iş ki tam bir gönül ferahlılığıyla yapmak kaygısındayım;
doğru doğru dosdoğru. Efendim, tabansızlara taban yaparım ben.
MARULLUS - Gördüğün iş nedir ulan, zevzek herif? Ne iş görürsün?”
(W. Shakespeare, “Julius Caesar”, sa:3-4)
Doğru dürüst; Doğru düzgün : Eli yüzü düzgün, kitaba uygun, kusursuz, yanlışsız; Usulü, adabı gereğince
“ ‘Aman canım, ben daha doğru dürüst bir mektup yazmayı bile beceremiyorum Sultan abla. Size abla
dememe kızmıyorsunuz değil mi? Tee ilkokuldan kalan çarpuk çurpuk bir yazı benimkisi işte. Şirkete telefon
edenleri bir kıyıya yazmama bile yetmiyor. Yoksa, belki çaycılık ettirmezlerdi, camları sildirmezlerdi.....
Telefonlara da, alooo, burada değiller beyefendi, bir diyeceğiniz varsa şuraya yazayım, gelince sizi arasınlar...’ ”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler - II”, ‘Dar Odanın Karanlığı’, sa:23)
“Kadının söyledikleri, çetin darbeler ve öldürücü manevralarla dolu mücadele yıllarındaki birikiminin
kalıp haline getirilmiş bir özeti gibiydi ve anlaşılan bunu standart iş konuşmasına dönüştürmüştü. İlk birkaç
dakika, nelerden söz ettiğini bile doğru dürüst anlayamadım. Sonunda kadın soluk almak için yaylım ateşine
benzer konuşmasına ara verdi ve ancak o zaman oyunumun ne olduğunu sordu.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:119)
“Paranın tamamını yarın eline sayabilirim tabii ama bu fazla işe yaramaz değil mi? Margot senin
geleceğin için kaygılanıyor, bu dergiyi yürütebilirsen, geleceğin güvende olur. Doğru dürüst bir işin, doğru
dürüst bir maaşın olur; boş vakitlerinde de istediğin gibi şiir yazarsın.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:27)
“Bana neden bu kadar iyilik yapıyorsun? Beni doğru dürüst tanımıyorsun bile?
Sana iyilik yapmıyorum. Kuzenimle bir anlaşmamız var. Ona yeni müşteri götürünce, bana ilk gecenin
parasından yüzde on veriyor. Allah’ın uzaylısı, senin anlayacağın bu düpedüz ticaret. Sana verecek boş odası
varsa, kendini bana borçlu hissetmene hiç gerek yok.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:35)
“Yıllardır doğru dürüst uyku uyuyamıyorum. Bir gece içinde dört saat uyuyabilirsem kendimi şanslı
addediyorum; aralıksız dört saat utku benim için mutluluk demek. Bunun sonucunda da, kimi zaman çalışma
masamda otururken başım düşüyor – genellikle birkaç saniyeden uzun olmayan, ama bazen beş, hatta on
dakikaya kadar uzayabilen bir süre dünyadan kaçıveriyorum. <John, 18 Nisan 2011>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011, sa:247)
“-En ünlüler arasında bile nicelerinde bu eksik görülür; ben ondan kaçındım, benim yapıtımda en koyu
gölgenin altında bile tenin beyazlığı sezilir. Bir sürü bilgisiz, çizgilerinde pürüz kalmadı diye doğru dürüst resim
yaptıklarını sanırlar. Ben onlara uyup da yaptığım insan resminin en küçük anatomi inceliklerini göstermeye
kalkmadım.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:28)
“Fischerle irkildi. ‘Ölmeyi hak etmişti. Bugün bile doğru dürüst okuyup yazdığını kesinlikle biliyor
değilim.’ Fischerle anlamıştı. ‘Benim karım da satranç bilmez. Bu işe ne dersiniz? Kanınızı beyninize çıkarıyor,
değil mi?’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:302)
“Yavaş yavaş bir cennete girdi, duygu şiddetlendi, artık doğru dürüst görüp duyamaz olduğunu fark
etti, her şey altın rengine bürünmüştü sanki, sonra zevkten inledi ve ilk orgazmını yaşadı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:21)
“SORİN (Islıkla bir ezgi çalar, sonra kararsızca.) - Bence... Ona biraz para vermen yapılacak en iyi şey
olurdu. Bir kere doğru dürüst giyinmesi gerek, vesselam... Baksana üç yıldır aynı ceketi taşıyor sırtında, paltosu
da yok... (Güler.) Sonra biraz gezip tozması da fena olmazdı delikanlının... Yurtdışına gitmesi filan...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:66)
“YAŞA (L. Andreyevna’ya.) - Lubov Andreyevna! Dinlemek lütfunda bulunursanız, bir dileğim var
sizden! Eğer yine Paris’e gidecek olursanız, yalvarırım size, beni de alın..... Söylemeye ne gerek, kendiniz de
görüyorsunuz, ülke cahil, halk ahlaksız, can sıkıntısından başka bir şey yok, mutfakta doğru dürüst karın
doymuyor, buradaysa ipe sapa gelmez şeyler homurdanarak Firs dolanıp duruyor. Beni de birlikte alın, ne olur!”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:154)
“Burada bir süre temsilcilikte çalıştım, bundan karım yapay bir statü ile hayli rastlantısal olarak doğru
dürüst bir maaş oldu; sonra hepimizi kapı dışarı ettiler.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:75)
“Çok istediğim halde bana bir bisiklet alınmamıştı, halamgillerin İhsan abimin bisikleti de bana çok
yüksek geliyor ve kasıklarımı acıtıyordu. Zaten doğru dürüst binmesini de öğrenmemiştim. Cesaretime hala
hayret ederim, bir gün, onun izniyle, amcalarının sokak başından istasyona inen yolda bisiklete binmiş ve iki yüz
metre aşağıda bir kaldırıma çarparak hayalarımı incitmiştim. Ağlaya sızlaya eve döndüm.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:89)
“DELİ -... Tamam... sana hazırlar, yollarız... Sorgu tutanaklarının kopyalarını da... var, var hepsi burada
arşivde. Tabii, ikiniz de bunu doğru düzgün hazırlamak zorundasınız. Yargıç dedikleri gibi; pattadanak gelirse...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:17)
“-Cinayeti kiminle birlikte işlediğini söyle bari!
-Cinayet değil ki, kazaydı!
-Yeter be! Ya doğru dürüst anlat, ya da defol git! Konuş hadi!”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:71)
“ ‘Ne oldu?’ dedi doktor; inen parmaklığın tangırtısını duymamıştı, ama yarattığı etkiyi sezmişti.
‘Sizi doğru dürüst göremiyorum ve işitemiyorum,’ dedi Deborah. ‘Parmaklığın arkasında kaldınız.’
‘Gene senin ortaçağ parmaklığın demek. Biliyorsun o parmaklıkların kapıları da vardır.’
‘Kapı da kilitli.’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:32)
“ ‘Gerçekten de o gün ve ondan sonraki günler doğru dürüst çalışamaz olmuştum. Aklım hep
şarkıdaydı. Kendimden geçmiş gibiydim. Aradan bir kaç gün geçmişti, ama ben notayı almaya gitmenin zamanı
mıdır, değil midir, bir türlü karar veremiyordum.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:46)
“Şvayk, ağır ağır yürüyerek köye girdiğinde diken üstündeydi, ama tabur karargahını bulmakta güçlük
çekmedi; hiç de küçük olmayan köyde doğru dürüst tek bir bina vardı, o da Galiçya yerel yönetiminin bu
katıksız Ukrayna bölgesinde halkı daha da Polonyalı kılmak için yaptırmış olduğu büyük ilkokul binasıydı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:255)
“... birçok insan, Rusya’nın Batı Avrupa’yı ele geçireceğini sanıyordu. Derken, Çin’deki devrim,
kapitalist toplumlarda korkunç bir kargaşa yaratıyordu ve bizlerde bir yerde bu gidişe ancak bizlerin dur
diyebileceği inancını yerleştiriyordu. ‘Ancak bizler’in anlamını doğru dürüst açıklayabilen çıkmadı ama o
dönemde mantık pek geçerli değildi zaten.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Sel ve ırmak sularının biriktirdiği topraklar üzerine kurulmuş bir kasabaydı bu. Soledad’dı adı.
Çevrede ne işlek bir liman, ne doğru dürüst bir gelecek ümidi, ne de yardım istenilecek bir kimse vardı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:224)
“Haller’in düşüncelerine karşı çıkan gazetenin yazdıklarına bir aydın gibi değil de sersem, ensesi
kalın, doğru dürüst bir iş beceremeyen bir asker gibi katılmıştı.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:80)
“Kamaswami tasa ya da öfke bildiren sözcükler sarf etmenin, kaşlarını çatıp surat asmanın, doğru
dürüst uyku uyuyamamanın yararlı olduğuna çalışma arkadaşı Sidarta’yı inandıramıyordu bir türlü.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:84)
“ ‘...Yalnız başınıza dönmek istemiyorsanız eğer, biraz daha benimle gelin ya da ben haberimi iletene
kadar burada bekleyin, o zaman memnuniyetle sizinle geri dönerim.’ ‘Hayır, hayır,’ dedi K., ‘beklemeyeceğim
ve siz şimdi benimle gelmek zorundasınız.’ K., bulunduğu odayı henüz doğru dürüst gözden geçirmemişti,
çevredeki bir sürü tahta kapıdan biri açıldığında, ilk kez oraya dikkatle baktı.”
(F. Kafka, “Dava”, sa:84)
“Gene öyle açıkça verilen bir söze göre, o da başkaları gibi işe kabul edilecekti. Bundan fazlasını da
istediği yoktu, dilediği nihayet doğru dürüst bir işte çalışabilmekti, bu fırsat da belki şimdi karşısına çıkıyordu.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:299-300)
“ ‘…..İki oğlu Mustafa Kemal Paşanın yanında şehit düşmüş. Şimdi de iki oğlu daha yanındaymış.
Poyraz diyor ki, duysa hükümet Lenanın bura olduğunu, hemen derakap onu gene sürer Yunan içine. Hiç sizi
Girite alırlar mı? Baban kendini avutuyor. Ben bunu, babanı da deşerek doğru dürüst sorar öğrenirim.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:70)
“Çakırcalı, taş yürekli Çakırcalı Efe oturmuş Posluoğlunun başucunda, ağlıyordu. Bir efe kızanlarının
karşısında ağlıyordu. Sonra elini, yüzünü yuyup, aptes aldı, namaza durdu. Namazı da doğru dürüst kılamadı.
Ağzını bıçak açmıyordu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:53)
“Robert bana viski ikram etti ve bir problemim olup olmadığını sordu. Ona, kendisini ve aileyi şu
andaki macerama karıştırmak istemediğimi söyledim ve daha fazla ayrıntılı bilgi vermedim. Yemeğe oturduk;
aşağı yukarı iki gündür doğru dürüst bir şey yemediğimden bu yemek canıma değdi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:147)
“YOLCU - Demek öyle? Üstelik de sallanıyorsunuz? Şimdi anlıyorum, neden böyle anlamlı
konuşuyorsunuz. Sabah sabah sarhoş olmanız şart mı?
CHRISTOPH - Daha doğru dürüst içmeye başlamadım bile, sarhoş olmaktan söz ediyorsunuz.
Birkaç şişe iyisinden köy şarabı, birkaç kadeh konyakla bir de saray simidi dışında, namusum üzerine yemin
ederim ki, ağzıma bir şey koymadım...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:26)
“Peki, madem bu konularda kafa yoruyordum, neden doğru dürüst inceleyip ilgili kitaplar
okumuyordum? İçinde bulunduğum akademik ortamların neden olduğu bir alışkanlık mıydı acaba benimki? Bir
hoca çıkıp merak ettiğim soruları yanıtlasa yetinecektim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:35)
“Daha sonra da siyasi değişiklikler ve dünyanın yozlaşması sonucu yönetimdeki hiç kimse artık sanatı
ve edebiyatı düşünmez olmuştu. Doğru dürüst bir çözüm yolu arayıp durmaktan yorgun düşerek, Delgadina’nın
bana vermiş olduğu mücevherleri cebime attım, halk pazarına çıkan kasvetli bir ara sokakta onları rehin vermeye
gittim.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:99)
“Çingenece üzerine şu az-buçuk bilgimi böylece ortaya dökerken, Fransız külhanbey ağzına geçmiş
birkaç deyimi de belirtmeliyim. Bunları bizim hırsızlar Çingenelerden kapmışlardır. ‘Paris Esrarı’nı okuyan
doğru-dürüst kimseler, chourin’in ‘bıçak’ anlamına geldiğini öğrenmişlerdir. Bu katıksız Çingenecedir; çünkü
çuri sözcüğü Çingenecenin tüm diyaleklerinde bulunur.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:134)
“Benimle evlenmek istediğini anladığımda çok şaşırdım, birbirimizi doğru dürüst tanımıyorduk bile.
Tamam, zayıf bir dönemimdi ama, sağduyumu da hepten yitirmemiştim. Hem bilebildiğim kadarıyla evliliğe
daha çok teşne olan her seferinde kız tarafıdır, ona ne oluyordu? Evlilik konusunda büyük bir telaşı vardı. Sanki
biri beni kapmasın diye acele ediyor, filmlerde olduğu gibi Mısır’daki uzak haladan kalma büyük mirası
kimselere kaptırmadan başımı bağlamak istiyordu.”
(M. Mungan, Yüksek Topuklar”, sa:125)
“Neden araya girdin sustursun türkümü?
Öğrenir süvari ata binmeyi, türkücü türkü söylemeyi;
ata binmeyi öğrenen, bir de isterse türkü söylemek
ne doğru dürüst ata biner, ne de söylediği bir şeye benzer.”
(Nikaialı Nestor, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:150)
“‘Biz de yalnız ekmek, peynir ve bira isteriz. Bunların fiyatı aşağı yukarı her yerde aynıdır.’
‘Ama bundan hoşlanmazlar. Doğru dürüst yemek yememiz için asılıp dururlar, görürsün. Kararlı
olalım, sadece ekmek peynir isteyelim.’
‘Tamam, kararlı olacağız. Haydi.’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:152)
“Bay Reilly teknisyen gibi bir şeydi; kömür kuyularından birinde ‘yeryüzü’ görevindeydi. Neyse ki,
sabahları saat beşte işe gitmesi gerektiği için, o çıktıktan sonra bacaklarımı uzatabiliyor, bir iki saat doğru dürüst
bir uyku uyuyabiliyordum.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:22)
“Gövdesi komşusunun üzerine düşen yolcu iyi niyetli, doğru düzgün bir insandı ve bu özellikleri
yüzünden özel hayatlarında hareketsiz ve başarısız olan Çehov kahramanları gibi kederliydi hep.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:10-1)
“AÇLIK GREVİNİN BEŞİNCİ GÜNÜNDE
<Mayıs 1950>
Kardeşlerim,
demek istediklerimi doğru dürüst diyemiyorsam
kusura bakmayın kardeşlerim,
azıcık sarhoş gibiyim, birazcık dönüyor kafam,
rakıdan değil
açlıktan hafif tertip”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:25)
“Ama yine de onda bana zayıf ve narin annemi hatırlatan bir şeyler vardı. Onu inceledikçe, yüzünde
annemin ölümünden beri hiçbir zaman doğru dürüst hatırlayamadığım bütün o zarif ve belli belirsiz hatlarını
görüyordum.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:56-7)
“Kaloriferin yanında, tembel tembel, yediklerimi sindiriyorum. Bir günün yitip gittiği nasıl da belli.
Doğru dürüst ne yapabilir ki insan? İyisi, akşam olmasını beklemeli. Bu ölgünlük, güneş yüzünden: Şantiyenin
üstündeki kirli, sisli, ak havayı, portakal rengine boyayıp, mavi, solgun ışıklarını odama akıtıyor ve donuk
düzenli dört ışık çizgisini yayıveriyor masama.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:23)
“Böyle yüce görevi zavallı aklım belki
Anlatamaz da doğru dürüst, cılız gösterir,
Ama sendeki ruh ve düşün öyle güzel ki,
Umarım, işte onu çırçıplak verir.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:26, sa:93)
“Bu dehşet verici düşünceye o kadar dalmıştı ki, tekrarlanan kısa bir klakson sesi bile bilincine doğru
dürüst ulaşamadı. Ancak dördüncü ya da beşinci seferinde -şimdi uzun uzun çalınıyordu klakson- işitti, tepki
gösterip başını kaldırdı.”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:43)
“... Siyah’ın eli bir atmaca gibi satranç tahtasının üstünde kayar, veziri yakalar ve çeker... hayır! Onu
ürkerek geri çekmez -oysa biz olsak öyle yapardık- sağ tarafa doğru bir kare ilerletir yalnızca! İnsanlar
hayranlıkla donakalırlar. Böyle bir hamlenin ne işe yarayacağını hiç kimse doğru dürüst anlayamamıştır, çünkü
vezir şimdi sahanın tam kenarında durmaktadır, orada anlamsızca durmaktadır ama çok güzel durmaktadır...”
(P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:29)
“Hep birlikte büyük odaya geçtiler.
-O kadar emek verdiğinize göre, dedi Aysel, doğru dürüst balık tutsaydınız.
-Bizim gücümüz istavrite yetiyor, dedi Can.
Can sedire uzandı. Sedat koltuğa oturdu. Bir süre sessiz kaldılar.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:19)
“Bir gün önce zabıta amiri bayramlarını kutlamaya eve geldiğinde, karısının onu doğru dürüst
ağırlayamadığını anımsadı. ‘Kadın milleti işte... Babasının evinde ne görmüş ki!’ ‘Kendi babanın zamanında siz
neydiniz?’ diyeceksin. Topu topu bir hanla ufak bir korusu olan zengince bir köylü parçasıydı benim babam.
Ama ben on beş yılda çok iş yapıp para kazandım.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56)
“Adına otel diyorlarsa da otel motel değildi kaldıkları yer; düpedüz bir handı. Ama filmciler gelecek
diye biraz çekidüzen verilmiş, sağı solu toplanmıştı. Odalarda banyo-tuvalet yoktu, ortak banyo kullanılıyordu,,
kapılar camlıydı, doğru dürüst kitlenmiyordu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:71-2)
“Yürüdüler. Hep aynıydı orman. Nehri özlüyordu Tilde. Ayakları kan içinde kalmıştı dikenlerden.
Yalnız ayakları olsa neyse!.. Açlık de etkisini göstermeye başlamıştı. On iki saatten beri doğru dürüst bir şey
koymamıştı ağzına. Kızılderili mezarlığından çalınmış birkaç muz ve biraz manyok unuyla yetinmişlerdi bütün
gün.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:212)
Doğrusu; Doğrusunu isterseniz; Doğrusunu söylemek gerekirse : İşin doğrusu, gerçek şu ki
“Mansona aşağıdan alan, özür dileyen bir sesle hitap etmiş ve Manson çayını dökmek tehlikesini
geçirmişti:
-Madam Manson’u ziyaret etmek niyetinde idim doktor! Fakat o kadar meşguldüm ki..
Kocası bir kahkaha atarak:
-Evet, dedi, meşgul olduğun kesin! Fakat doğrusunu isterseniz yeni bir giysisi yok.”
(A.J. Cronin, “Citadel”, sa:138)
“Sınıf öğretmeni ise derse başlamadan önce öğrencilerin karşısında şöyle konuştu: ‘Evet, işte şu sırada
Stuttgart’ta devlet sınavı yarın başlıyor. Bizim Hans’a şans dileyelim hep beraber! Doğrusunu isterseniz, bizim
bu dileğimize de ihtiyacı yok onun, sizin gibi tembel, miskin heriflerin on tanesini cebinden çıkarır.’ ”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22)
“Yaşlı kadın, bürosunda oturmaktaydı. Karşısında, yün kazak giymiş, beti benzi uçuk genç bir kız
duruyordu. Islak ve dağınık saçları yüzünün iki yanından dümdüz sarkmıştı. İhtiyar kadın ona kalemi uzatarak
üzgün ve müşfik bir edayla şunları söyledi:
-Bu yaşta boğulmanız, doğrusu yazık... İmzalayın... Şimdi sonuna gelmiş bulunuyorsunuz.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçmti”, sa:56)
“Doğrusunu söylemek gerekirse, her gün Corso’ya gelip kılıcını kaldırımların üzerinde şakırdatarak
istekli gözlerle kadınlara baka baka, bir aşağı bir yukarı dolaşacak yerde, Avusturyalıları Mincio’nun ötesine
sürmek için bölüğüyle birlikte olmalıydı.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:140)
Doğruya doğru, Eğriye eğri : Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekirse
“Fanshawe kendisine bir iki yıllığına verildiğine ve olup olacağın da bu olduğuna karar vermiş. Şimdi
ilgikenmesi gereken bir çocuğu varmış ve başka hiçbir şeyin de pek önemi yokmuş. Bunun biraz iddialı bir söz
olduğunun ayrımındaymış ama doğruya doğru, böyle düşünmezse yaşama amacı da kalmazmış.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:11)
“ ‘Öyle şeyler gelir ki aklınıza, yarısı doğru olsa, İmparator Hazretleri ömür boyu temizleyemez bu
rezilliği. Ama doğruya doğru, eğriye eğri, ihtiyar bu lafları hiç hak etmiyor. Düşünsenize! Oğlu Rudolf,
gencecik yaşında, erkekliğinin baharında göçüp gitti bu dünyadan...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:35)
Doktorculuk oynamak : Küçük çocukların -kardeş ya da arkadaş- , üç buçuk dört ile sekiz dokuz yaşları
arasında kendilerinin ve karşıt cinste olanların cinsiyetlerini yoklama konusunda oynadıkları masum aramatarama oyunları
“Bu tür yakınlıklar, ablanla ilişkinizin temelinde vardı. Ta baştan beri, kendini bildin bileli onun
yanında utandığın ya da çekindiğin bir an olmadı. Küçükken beraber yıkanırdınız, ‘doktorculuk’ oynayarak
merakla birbirinizin vücudunu keşfederdiniz, eve kapanmak zorunda kaldığınız fırtınalı ikindi vakitlerinde
Gwyn’in en sevdiği oyun çırılçıplak soyunup karyolanın üzerinde zıplamaktı.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:91)
Dokunaklı : Acılı, duyarlı, kasvetli, hisli
“Bu yüzden, kendi kendine gülümseyerek merdivenlerden aşağı koşuyor ve el yordamıyla o adamın,
para ile tutulmuş o adamın, casusun yuvalandığı köşeye kadar gidiyor: ‘Gel,’ diyor, karanlığın içine doğru, ‘sana
verecek bir yatağım var.’
‘Burası benim görev yerim,’ diyor adam dokunaklı bir sesle, ‘yerimden ayrılamam.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:98)
Dokundurma, dokundurmada bulunmak : Kinayeli, göndermeli, dolaylı konuşmak
“... kısacası, saat on ikiden sonra büroma gelmesinin gerekli olmadığını ve yemekten sonra pansiyonuna
gidip, çay vaktine kadar dinlenmesinin belki daha iyi olacağı yolunda bir dokundurmada bulunmaya karar
verdim.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:18)
Dokunmak : Duygusal olarak etkilemek; Bir kıza değişen düzeylerde cinsel uvertürde bulunmak
“Adam kızın elini sıkmıyor, sokakta yürümeye başlıyor. Arkasından yarı fısıldayarak söylenmiş bir
sözcük duyuyor. Ne acaba? Yahudi mi? Yahuda mı? Yahudi olduğunu tahmin ediyor. Olağanüstü: O sözcüğün
oradan doğduğunu mu düşünüyorlar? Peki kıza dokunmaktan neden kaçındı? Kız Pavel’i tanımış, çok yakından,
hatta beden bedene tanımış olabilir diye mi?”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:121)
“Çoğu rüyalar gibi, bu da, yaşanan olayların koşullarıyla, onlar gibi üzücü, sıkıntılı olmanın ötesinde
ilişkili değildi; ama onu etkiledi. Bu kabus ona öylesine dokundu ki, bir süre sonra bunu kağıda döktü.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:384)
“Evin içi düzene girdiğinde Rosa Carbarcas’ı aradım. ‘Aman Yarabbi!’ diye haykırdı sesimi duyunca.
‘Ben senin boğulduğunu sanmıştım.’ Geceyi nasıl olup da yine kıza dokunmadan geçirdiğimi bir türlü
anlayamıyordu. ‘Ondan hoşlanmama hakkına sahipsin, ama hiç değilse bir yetişkin gibi davran.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:62)
Dokunsan ağlayacak : Ağlamaya hazır, çok üzgün kimse
“-Şimdi ne yapacak?
-Hiç! Elleri böğründe kalmış. Akşam gördüm. Çok üzgündü. Dokunsan ağlayacak.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:327)
Dokunsan yıkılacak : Püf desen, parmağını değdirsen yıkılacak kadar eski, viranelik
“Beni o saat Peru cangıllarına alıp götüren, birkaç fotoğraf oldu. Geniş ırmaklar, dev ağaçlar, incecik
oyma kayıklar, kazıklar üzerine kurulmuş, dokunsan yıkılacak kulübeler, belden yukarıları çıplak, boyalar
sürünmüş kadınlar ve erkekler parlak afişlerden kıpırtısız bana bakıyorlardı.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7)
Dokunulmuş olmak : Ellenmek, tutulmak; özel olarak genç kızın bakireliğinin kaybolması
“Bizim köyde, bir Süleyman vardır. Mehmet Ali’den biraz sonra, o da civar köylerden birinden bir kız
almıştı. İşte, bu kız temiz çıkmamış, Süleyman: ‘Sana kim dokundu?’ diye sormuş. Kız, “’Ağam, demiş,
küçükken tarlada oynaşıyorduk. Beni omuzlarımdan yakaladı. Altına aldı. Sıktı, sıktı. İşte bu olduysa, o zaman
oldu.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:50)
Dokuz alan, mekan : Feng-Shui’nin olmazsa olmaz dördüncü ilkesi
“Mutluluğu ancak arzularımızın gerçekleşmesiyle
ve doğru arzulara sahip olmakla erişiriz.
- St. Augustine
Hsialı Wu’nun bir kaplumbağa kabuğunda keşfettiği işaretler, bugün bile feng shui açısından önemli
bir rol oynar. Bu sihirli karenin dokuz bölümünün her biri, yaşamamızın farklı bir alanıdır. Pa-kua’ya göre
evimizdeki konumlarını belirleyeceğimiz bu alanları harekete geçirerek, yaşamlarımızın hareketlenmesini
istediğimiz yanları üzerinde etkili olabiliriz.
Pa-kua gayeleri :
---------------------------------------------I
I
Servet I
Ün
I
Evlilik
I
I
---------------------------------------------I
I
Aile - I Şans I
Çocuklar
Sağlık I Merkezi I
--------------------------------------------I
I
Kılavuzlar
Bilgi I Kariyer I
ve
I
I
Yolculuk
--------------------------------------------Ana giriş her zaman karenin bu yanında olmalıdır
(Richard Webster, “Başarı ve Mutluluk İçin Feng-Shui”, sa:39)
Dokuz canlı olmak : Kediler gibi yedi canlı misali, kolay kolay ölmemek, çok eziyetlere katlanabilmek
“Poçeçuyev:
-Meğer adam dokuz canlıymış, dedi. Çektiği işkenceleri gördükçe beni hafakanlar bastı, ama adam
bana mısın demediği gibi, Fedya iblisine teşekkür üstüne teşekkür ediyor, üstelik Moskova’ya, yanında
götürmeye kalkıyor. Böylesi bir şey görülmüş değil!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:131)
Dokuz doğurmak : Bir işi bitirmek ya da başarmak için güç zamanlar geçirmek; sabırsızlıkla beklemek
“Çıktı, başını kaşıyarak düşündü. Marcelle şimdi dokuz doğuruyordur. Hazır buradayken ona da bir
telefon etsem iyi olur.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:230)
“MÜDÜR -... Bulaşıkçı kadın durumlarını bunların yüzlerine vurdu. Söylenen onları hemen tuz buz
etti; gerçekti de ondan; inkar edemezdim. İhtiyar (annem), pes etmek zorunda kaldı. Çünkü mülkünü karşılık
gösterip para kaldırmıştı. Şimdi paranın faizini ödemek için dokuz doğuruyordu.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:80)
Dokuz günlük yere kaçmak : Çok uzaklara gitmek, korkup kaçmak
“THERESE - Saat dokuzda zilzurna sarhoştunuz! Ama daha yıkanmamış, üstünüzü başınızı
değiştirmemiştiniz!
HIDOUX - Varsayalım ki...
THERESE - Buraya öyle bir geliş geldiniz ki... gören dokuz günlük yere kaçardı.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:9)
Dokurcun; Dokurcunu yerinde olmak : Demet, ışın, ot vb yığını; Hali vakti, maddi durumu iyi olmak
“Sabah
Kuru otlar üzerinde uyuyakalan güneşi
uyandırdı horozlar.
Kocaman dokurcundan
yola
yuvarlandı
güneş
ve daracık sokaklarda
kaçmaya başladı köpeklerin korkusundan
gizlendi durdu
küçücük pencereleri ardında evlerin”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.04.05)
Dolaba başvurmak : Aldatıcı oyuna, hileye sapmak
“Doktor kambur olmasa, budalaca davranışlara kalkışmazdı; herkesce akıllı bir adam olarak kabul
edilebilirdi de; ama bu sakatlık gülünç durumlara düşürüyordu onu; çünkü çeşitli dolaplara başvuruyordu
kamburunu unutturmak için.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:20)
Dolak :
parçası
(ÇEK MYTH.): Tozluk yerine, bacaklara ayak bileğinden dize kadar dolanan ensiz ve uzun kumaş
“Kapı açıldı ve Budyeyovitse’de Şvayk’la aynı koğuşta yatmış ve bir hücum bölüğünün mutfağına
atanmış olan gönüllü içeri itildi. Gönüllü içeri girirken ‘Yüce Tanrım, sana şükürler olsun,’ deyince, Şvayk da
içerdeki herkesin adına yanıtladı: ‘Amin!’
Gönüllü, Şvayk’a sırıttıktan sonra yanında getirdiği battaniyeyi yere bırakıp Çek tayfasının yanına
oturdu. Dolaklar’ını çözdü, bezlerin arasına ustalıkla gizlenmiş sigaraları çıkarıp dağıtt. Sonra çizmesinin
içinden bir kibrit kutusunun eczalı kenarı ile birkaç kibrit çıkardı. Sigarasını özenle yakıp kibriti öbürlerine uzattı
ve düşkün bir sesle,’İsyan çıkarmakla suçlanıyorum,’ dedi.”
Dolambaçlı yollardan gitmek : Birileriyle karşılaşmamak için ana yollardan çok yan sokaklara sapmak;
Dürüst yaşamayarak hileli, yasadışı yollara başvurmak
“Polise, kocasının her şeyi alıp kaçtığını, onu da meteliksiz bıraktığını söyleyecekti. Alışverişe
çıktığında, kapıcıya rastlamamak için dolambaçlı yollardan gidiyordu. Profesöre ne olduğunu sorabilirdi adam.
Evet, daha görünmemişti, ama ayın birinde, kendisini gösterecekti kuşkusuz.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:310)
Dolandırıcı; Dolandırıcılık, Dolandırmak : Önüne çıkan herkesi ticarette kafese koyan kimse; Ticari bir işte
aldatmak, kandırmak, kafese koymak
“‘Emelyan İliç,Dinle!’
‘Ne var Astafiy İvaniç?’
‘Sen,’ dedim, ‘bir hırsız, bir dolandırıcı gibi, benim iyiliklerime, ekmeğime, tuzuma karşılık
pantolumu çalmadın mı?’ Yani efendim adam önümde, diz üstü sürünmeye başladığı zaman içim burkuldu.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:84-5)
“Jeff Peters:
-Daha önce de söylediğim gibi kadınların dalaverecilikteki yeteneklerine hiçbir zaman
inanmamışımdır. Kadına en masum dolandırıcılıkta bile ortak olarak güvenmek doğru değildir, dedi.”
-Bu iltifatı hak etmişlerdir. Namustan yana sağlam olduklarını söyleyebiliriz, yanıtını verdim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:11)
“Pek çok da kişi vardı ondan mal alıp mal satmaya gelen, onu dolandırmaya, onun ağzını aramaya
gelen; pek çok kişi vardı merhametine sığınan, pek çok kişi, ona akıl danışan.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:86)
“Herif dolandırdıysa dolandırdı. Helal olsun. Beni dolandırmadı ya. İtoğlu itler... dünya kadar para
kazanıyorlar. Güzellikle istesen vermezler. Metazori olmaz. Eee...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:7)
“General korkunç bir tavırla:
-Seninle sonra hesaplaşacağım iki gözüm, dedi. Hanımefendi, siz de emir buyurun, bu dolandırıcının
sandığını arasınlar. Sonra bana teslim edin onu. Ben ona dünyanın kaç bucak olduğunu öğretirim.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:64)
“Böyle bir durumda hiç değilse bavulla paralar Ruth’a kalırdı. Ama işte kırk frank ortadan
kaybolmuştu. Bavulların yanına yere oturdu. Öfkesinden kendini kaybetmiş gibiydi. ‘Ulan dolandırıcı!’ dedi.
‘Ulan kahrolası dolandırıcı. Böyle nane yenir mi?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:308)
Dolanıp, dolaşıp durmak : Belirli bir hedefi olmaksızın rastgele tur yapmak; Konuşurken dönüp dolaşıp ayni
fikirleri yinelemek
“YOLCULUK II
---------------Arayan yelkenlidir gönül Ikarya’sını;
Güvertesinde bir ses çınlar: ‘Hey! Gözünü aç!’
Kızgın, delice bir ses dolanır gabyasını(*):
‘Aşk... onur... mutluluk!’ Vay canına, kayalık, kaç!”
(*) Gabya: Yelkenli gemide ikinci yelkenler
(Ch. Baudelaire<1821-1967>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:259)
“Sonra da dok’ların orada dolandı durdu. Ne kalacak yeri vardı, ne de bir dostu vardı, üstelik polisten
de kaçıyordu. Mary Swayer davasının sonucunu da bilmiyordu, hiç gazete okumazdı.”
(B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:262)
“YAŞA (L. Andreyevna’ya.) - Lubov Andreyevna! Dinlemek lütfunda bulunursanız, bir dileğim var
sizden! Eğer yine Paris’e gidecek olursanız, yalvarırım size, beni de alın..... Söylemeye ne gerek, kendiniz de
görüyorsunuz, ülke cahil, halk ahlaksız, can sıkıntısından başka bir şey yok, mutfakta doğru dürüst karın
doymuyor, buradaysa ipe sapa gelmez şeyler homurdanarak Firs dolanıp duruyor. Beni de birlikte alın, ne olur!”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:154)
“Bundan böyle entelektüel araştırmalara kendilerini atamak isteyen gençlerin amacı, gerekli otoriteden
yoksun, ün yapmış, çalçene profesörler tarafından bir zamanki kültür artıklarının kendilerine buyur edildiği
yüksekokulların çevresinde bir balözü toplamaya çalışan arılar gibi dolanıp durmak değildi.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:32-3)
“Gün akşam oluncaya kadar bostanın içinde böyle dolandılar durdular. Ötede, çardağın yanında
Ahmed’in tenceresinin altından yalımlar bir fışkırıyor, bir tencerenin altına çekiliyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:95)
“İşte yine böyle (Butros) gözden ırak dolaşıp duruken, Dayrun kasabasının varoşlarına kadar indi. Az
ötede bir kervanın yaklaştığını gördü. Adamın biri at üzerindeydi ve bir uşak atı dizginlerinden tutuyordu.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:61)
Dolap : Evliya Çelebi’ye göre: Dükkan
“-... Eskiden derlerdi ki, bu kuş ‘Kazanca güvenme, uçar gider haaa öğüdüdür’ derlerdi. Evliya Çelebi
zamanında bedestan altı yüz dolapmış... ‘Dolap’, yani dükkan... O zamanın ucuzluğunda, beher dolabın hava
parası beş bin kuruşmuş da, can ilacı gibi, alıcısı hemen hazırmış.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:167)
Dolap beygiri gibi dönmek : Olduğu yerde sürekli dönmek, biryerlerde uzun süre dolaşmak
“Bir kez zavallı katırın duyduğu o büyük korkuyu düşünün! Tam bir saat dolap beygiri gibi döne döne,
karanlıkta bilmem kaç basamaklı kule merdiveninden tırmandıktan sonra, birdenbire ışık içinde pırıl pırıl
sahanlığa çıkıveriyor...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:55)
Dolap çevirmek, çevrilmek; Dolap döndürmek; Dolap kurmak : Hile hurda yapmak, aldatmak
“Sesi tehditle doluydu, masanın üstündeki kağıtlara vurdu:
-Hilmi Bey’le arkadaşları odanda toplanıyorlarmış, gece yarılarına kadar Padişah’ın aleyhinde dolap
kuruyor, fesat ve bozgunculuk düzenleniyormuş. Anlarsın ya, bizim her yerde gözümüz, kuşağımız var.”
(H.A. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:177-8)
“Sonra onu yüzden fazla zıpkınla dürtüştürdüler:
-Burada kapalı yerde raksetmek zorundasın! dediler. Elindeyse gizlice dolap çevir bakalım!”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:236)
“Bu adam babam olduğunu söylüyor, ama bu doğru söylemek değil. Bir numara yapıyor olabilir, bir
dolap çeviriyor olabilir.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:45)
“‘Uzatmayalım, efendim, ortada bir dolap döndüğünü fark ettim,’ dedi. Kadına tam geçineceği kadar
para veriyormuş. Oda kirasını ödüyor, yiyip içmesi için de günde yirmi frank bırakıyormuş.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:35)
“Bu şakalar, geniş caddelerden çok, küçük, dar, karanlık ve eski şehirden inen basamaklı sokaklara
uygundu. Ama orada gölge, kemerlerin ve tırabzanların biçimi, tanımadık evlerdeki insan kalabalığı, gecenin
kendisi başlı başına bir oyundu, biz de sigaralarımızla dolap çevirmeye son verdik.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş-UNPA Geceleri”, sa:82)
“‘Alçak!’ dedi içinden Fischerle, ‘Bir dolaplar çeviriyorsun aklınca ama biz de burda armut
toplamıyoruz!’ Ve sesli olarak, ‘Otuz şilin kadar,’ dedi. Gerisini zulaya atmıştı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:259)
“Kadının yalan söylediğini anladılarsa da ısrar etmediler; onu tutuklamak, mahkemeye çıkartmak,
tutuklu kaldığı süre boyunca beslemek İsviçreli vergi yükümlülerine çok pahalıya patlardı. Milan olaya hızla
müdahale ettikleri için onlara teşekkür etti, sadece bir yanlış anlama vardı ortada ya da kıskanç bir fahişenin
çevirdiği bir dolap.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153)
“Kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler hep böyle midir: Biri dolap çevirir, ötekine dolap çevrilir.
Dolap çevirmek, zevkin bir öğesi midir: Bir başkasının entrikasının nesnesi olmak, bir köşeye kıstırılmak ve
teslim olmak için hafifçe zorlanmak? Kadın onun yanında yürürken, kendi usulünce adama karşı bir dolap mı
çevirmekte?”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:146)
“... ayaklarına da tokalı iskarpinlerini geçirdi ve kendisinden önce yalnızca soylu çocuklarıyla kardinal
yeğenlerinin alındığı ilahi okuluna girdi. İşte dolap çevirmek diye buna derler! Ama Tistet bununla da kalmadı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:54)
“İçip eğlenen, hovardalık eden Fedor Pavloviç bir yandan kazançlı işler yaparak elindekini artırmak için
fırsatı kaçırmazdı. Çoğu da boşa gitmez ama bunu bin bir dolap çevirerek başarırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov kardeşler”, Cilt:I, sa:11)
“Mal kıtlığına bağlı olarak fiyatlar fena halde dalgalanıyordu; konsinye olarak gönderilen Avrupa
mallarının akışı durur ve dükkanlarda o mal -sözgelişi badana boyası- bulunmazsa birkaç haftaya kalmaz malın
fiyatı iki kata çıkardı. Bu dolap yüzünden hammadde harcamalarınızı hemen yapmak zorundaydınız.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:97)
“ ‘Bütün bunlar nasıl oldu da değişti?’ diye sordu Mountolive yumuşakça. Hasta adam paçavraların
arasında dikleşerek titreyen parmağını konuğuna yöneltti: ‘İngilizler değiştirdi, onların Kıptilere olan nefreti
değiştirdi. Gorst, Hidiv Abbas’la diplomatik bir dostluk başlattı, onun çevirdiği dolaplar sonucu saray
çevresinde, hatta nezaret hizmetlerinde bile tek bir Kıpti kalmadı.’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü: 3”, sa:47)
“ ‘Özellikle de Christian, sizin basileus’unuzun bu buluşmayı bozmak için bir karışıklık yaratmasından
korkuyordu. Manuel Komnenos’un uzaun zamandır papayla dolap çevirdiğini bilmiyor olmaksızın, ve elbette
Alexander ile Friedrich arasındaki bu anlaşma onun planlarını altüst ediyordu.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:223)
“Piçler… O son kez hizmet ettiğim piçlerden birini hatırladım.. Gösterişli biri, milletvekili arabası, bir
sürü dolap çevirdiği bürosu, çift sekreteri, ayrıca kendi gibi domuz arkadaşları..”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:54)
“Burada kesebilirim oyunu. Söyleyecek sözüm biter! Ortada dönen bir dolap olduğunu, üç kişinin,
aklanma kararından sonra haksız yere cezaevinde yattığını anlamadınızsa, bu oyunu sürdürmenin gereği yok!”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:81)
“OTTAVIO - Kim bilir gene ne düzenler hazırlamıştır.
DOTTORE - Evli olduğu doğruysa zaten ister düzen hazırlasın, ister dolap çevirsin. Rosaura’yı
aklından çıkarsın o.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:138)
“Mrs. HARDCASTLE, yere kadar eğilip alayla diz bükerek. - Çok parlak söylediniz, madam! Adeta
şaşılacak kadar nazik ve çekicisiniz! Kibarlık ve terbiye örneğisiniz! (Tavrını değiştirerek.) Ya sen? ya sen, koca
eşek! Daha ağzını kapamayı öğrenmemiş olduğun halde, sen de bana karşı dolap çevirmek için bunlarla bir
oldun, öyle mi?”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:90)
“Aşağıdaki pazaryerinde alıcılar ve satıcılar biribirlerini faka bastırmak için pazarlık dolabını
çevirirlerken, Çingeneler de onlara karşılık göbek atarak bellerine sardıkları kuşaklarının öndeki düğümünü
tribüşon gibi helezonlarla evirip çeviriyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66)
“Belediye reisi Hacı Yakup efendi ise biraz daha nazik davranmıştı. Tilki gibi kurnaz olduğu için
hakimlerle dima iyi geçinmeyi çıkarlarına uygun buluyordu. Ahmet’i gücendirmek işine gelmezdi. Ne olur ne
olmaz, insan hali bu... Her gün onun eline düşmek olasılığı vardı. Çevirdiği dolaplarla Belediyenin küçücük
bahçesini içinden çıkılmaz bir hale koymuştu.” ..... “Yanyalı hararetle devam ediyordu: ‘Bu işin aslını muhakkak
öğreneceğim beyefendi. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. Hacı Yakup bana çaktırmadan dolap
döndürebilirmiymiş, görürüz bakalım...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:26-7;43)
“Örneğin, Cairo’da Andy Tucher’le ‘evlendirme bürosu’ adı altında kurduğumuz dolapta yardımcı
olarak kullandığımız dul bayanı alalım.” ..... “Jeff: -Bizim işin en zor yanı dolabı birlikte döndürecek dürüst,
güvenilir bir adam bulmaktır, dedi. Ortaklık ettiğiniz adamların en iyilerinin bazan hileye saptıklarını gördüm.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:11;45)
“Kentte olup biten skandallardan haberi vardı. Bu arsız ve açıkgöz oğlanın çevirdiği dolapların haddi
hesabı yoktu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:114)
“Bir tutanlar olduğu gibi, bu işin ardında bir oyun olduğunu düşünenler, bir dolap sezenler, bunun
muhakkak başka bir harekete bahane yerine geçeceğine söyleyenler vardı. Durup dururken, akşamdan sabaha
böyle bir şey çıkarmak akıl karı değildi.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:29)
“... Merkez Bankası Müdürlüğü sırasında ve kısa süreli Maliye Bakanlığı görevinde başarılı olmuştu.
Çünkü, şu son yıllarda dört bir yandan döndürülmeye çalışılan dolaplar karşısında bu görevde tam güvenilir,
ailenin kavgaları ve kargaşalarını idare edebilecek birine gereksinimi vardı Şef’in. Bu iş için de, bu alkole
yatırılmış yağ topu biçilmiş kaftandı.”
(M.V. Llola, “Teke Şenliği”, sa:142)
“Justiniana, başını öbür yana çevirip gözlerini pırıl pırıl parlayan parke döşemeye dikti, boğuk, hüzünlü
bir sesle, ‘Öyle bir dolap çevirdin ki, sonunda baban kadıncağızı köpek gibi kapının önüne koydu,’ diye
mırıldandı. ‘Yalan söyledin, önce Dona Lucrecia’ya, sonra da babana. Ayrılsınlar diye yaptın, oysa ne kadar
mutluydular.’ ”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:131)
“Ahmet’le birlikte benim için alışverişe çıkardı, hatta bir Müslüman kadının evime gizlice gelip
gittiğini bilirdi. Burdan ayrılacağım sırada, doğru, onu kovmuştum, bilmem ne dolap çevirdi diye, ama ne önemi
var, yeter ki bana yol göstersin.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:63)
“Beni her gün yemek odasında görüyorsunuz, selam veriyorsunuz, gülüyorsunuz, Afiyet olsun deyip
gülüyorsunuz. Günün birinde böyle anlamsız, saçma bir mektup gönderiyorsunuz. Hı, yazarken yüreklisiniz ha?
İş bu saçma mektupla bitse, yine neyse. Ama arkamdan birçok dolap çevirmişsiniz, bana karşı da ne dolaplar
çevirdiğinizi şimdi çok iyi anlıyorum.”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:54)
“... bastonuna yaslanmış olan bu kar beyazı saçlı ve saygıdeğer yaşlı bay, Belediye Başkanı Doktor
Oeverdieck’ti. Onun burada bulunması başlı başına bir olay, bir büyük başarıydı! Bazıları bunun nasıl olduğunu
bir türlü anlamıyor. Tanrım, arada bir akrabalık bağı da yok! Buddenbrooklar ihtiyarı zorla getirmişlerdi
herhalde... Gerçek şuydu: Konsül Buddenbrook ve kız kardeşi Bayan Permaneder birlikte küçük bir dolap
çevirdiler, bir oyun oynadılar.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:351)
“KIRALİÇE - Onunla görüşmek istemiyorum.
BEY - Israr ediyor, kendinde değil zaten. Haline bakınca insanın acıyacağı geliyor.
KIRALİÇE - Ne istiyormuş?
BEY - Sık sık babasından söz açıyor; dünyada bin bir dolap dönüyormuş diye işittiğini söylüyor, ah
edip göğsünü dövüyor..”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:134)
“Çünkü katil, orası kesindi, ne kadar zeki olursa olsun, kendini Richis’in yerine koyamazdı...Niyetlerini
anladığı bir rakibine karşı üstün duruma geçerdi insan, artık onun çevirdiği dolaba kanmazdı; hele insanın adı
Antoine Richis ise, feleğin her bir çemberinden geçmiş, doğuştan mücadeleci biriyse.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:204)
“Saray’ın Ekim’in başında çevirdiği dolaplar, <Robespierre’in> korkularını doğrular: ‘Bakanlar,
millete sormadan aşık atmak istiyorlar... ve kral, sizi karıştırmadan kanunlar yapıyor’ der Meclise; Meclisin
kararları ya uygulanmamakta ya da kötü uygulanmaktadır.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:37-8)
“Flerof tartışması yeni partiye bir oy kazandırmakla kalmamış, eski partinin çevirdiği dolaplarla
seçimlere katılmak olasılığı ellerinden alınmış üç soylunun getirilmesi için zaman da kazandırmıştı. Snetkof’un
adamları bunlardan içkiye düşkün ikisini sarhoş etmiş, birinin de üniformasını çalmışlardı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:423)
“Biraz sonra kral, tüm o kıskanç beyefendilerin ve edepsiz karılarının önünde, kalkmam için yardım
edilmesini ve yanına götürülmemi emretti. Bana kendi kadehinden su ikram etti; sonra ne yaparsam yapayım
saraydan kovulmam için dolap çevirmeyeceklerini, çünkü (Danimarka kraliçesi ünvanım olmasa da) kralın karısı
olduğumu ve beni hala deliler gibi sevdiğini herkese göstermek için omzumu, yüzümü öpüp bana övgüler
yağdırdı.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:21)
“ ‘Profesör Nietzsche, sözünü ettiğiniz o iki kitap bayağı ilgimi çekti. Bunları nereden satın alabilirim?
Viyana’da bir kitapçı da var mudur?’
Nietzsche bu ricadan aldığı keyfi saklayamamıştı. ‘Chemnitz’deki yayıncım Schmeitzer yanlış bir
meslek seçmiş. Onun için en uygun iş uluslararası diplomasi ya da casusluk olmalıydı. Gizli dolaplar çevirme
konusunda üstün bir dehadır ve kitaplarımı da sır olaarak saklıyor. Sekiz yıldır tanıtım için bir kuruş bile
harcama yapmadı. Ne birer adet dergilere gönderdi, ne de tek bir kitabımı kitapçılara verdi.’ ”
(I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:83)
“... yalnızca eski maceralarının son bir defa olmak üzere Avrupa’da başıboş dolaştığını, soylulara
yaranmaya çalıştığını, zenginleri pohpohladığını, eski hilelerine başvurduğunu biliyoruz: Sahtekarlık, gizli
kapaklı birtakım dolaplar çevirme ve aracılık gibi entrikalar...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:91)
“... kopyalarını çıkarmadan daktiloda kendi ellerimle yazıyordum, her önemli belgeyi kendim eve
götürüyor ve gizli görüşmeleri yalnızca manastırın başrahibinin odasında ya da amcamın kabul odasında
yaptırıyordum. Bu önlemler sayesinde bu casusun önemli olaylardan haberi olmadı; ama şanssız bir rastlantıyla
bu hırslı ve boş kafalı delikanlı, ona güvenilmediğini ve arkasından bir sürü dolap çevrildiğini anladı galiba.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:40)
Dolaşıp durmak :
Bk.: Dolanıp durmak
La Dolce vita : (İTA.,SAN.,KOLL.) <La dolçe vi’ta> : Tatlı hayat; lükse ve zevke vakfedilmiş hayat =
The sweet life – life devoted to luxury and pleasure (İNG.) ; Dolçe vita tipi adam : Meşhur film yapımcısı
Federico Fellini’nin başyapıtı, Marcello Mastroianni ve Anita Ekberg’in başrollerin oynadıkları “La Dolce Vita
- Tatlı Hayat” filminin kaba kuvveti, şehveti, sosyal kabadayılığı canlandıran erkek tipi
“KOMİSER - Bu dolçevita tipi herif niye bana yumruk atacakmış?
DELİ - Bırt yaptığın için...
KOMİSER - Ne bırtı?
DELİ - Evet, hatta iki defa, telefonda... bir de pis pis gülmüşsünüz ha, ha... hatırlayamadınız: ha, ha!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:20)
Doldurmak; Dolduruşa getirmek : Bir kimseyi, doğal olarak sahip olduğu niteliklerin üzerinde abartarak
özel bir gaye için tahrik etmek
“B. REİSİ - Harput delileri, bu katip ile öğretmen, sizi doldurmuşlar galiba... Bence probleme öyle
facia biçimi vermek yanlış... Dava ödevini rolünü kaybeden bir şehrin ölmesinden ibaret... Tıpkı insanlar gibi...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:81)
“Harold mevki ve maaştaki terfimi öğrenince, hemen Çin Mahallesi’nde küçük bir ziyafetle bunu
kutlamak istedi. Bizimle gelmek üzere birkaç kız davet ettik ve iki taksiyle yola koyulduk. Keyif ve uçarılıkla
taşan gürültülü bir gruptuk. Park Sokağı’ndan çıkıp Chouringhee Yolu üzerinde, bir takım dolduruşa getirmek
için sürücüsüne bağırıp sırtını sıvazlar bir halde, iki araba birbiriyle yarışıyordu.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:21)
Dolmuş : İstanbul’a özgü, İkinci Dünya Savaşı sıralarında zorunluluktan icad edilmiş, araba gibi bir nakil
vasıtasını diğer yolcularla paylaşma sistemi
“Aşağıya indiler. Dışkapıyı açtı adama; dönüp koltuğuna oturudu, gazeteyi aldı. Kadın on sekiz kırkla
gelirse Emekli Subay dışarda olacaktı; ama daha önce de gelebilirdi: beş-altı yıldır dolmuşlar işliyormuş o
köye.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:36-7)
“Yağmurlu bir gün… Babıali’den indim, Sirkeci’de bekledim, bekledim. Maçka’ya tramvay nedense
pek seyrek geliyor. Otobüsler de tıklım tıklım dolu, bari bir ‘dolmuş’a bineyim dedim. Tiz bir ses ortalığı
inletmekte: ‘Nişantaşı, Osmanbey, Şişli… Haydi, dolmuşa bir. Gidiyor bayım, beklemeden gidiyor!..’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:54-5)
“Taklitten sonra hep birlikte Galip, Rüya ve Celal gülerlerdi. Çok sonra, tıp tıp başlayan pis bir
yağmurla iyice ıslandıktan, bir itiş kakışla dolmuşa bindikten ve ıslak kumaş ve sigara kokan dolmuşta bir
sohbetin açılmayacağını anladıktan sonra...”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:22)
“Hamdi en iyi arkadaşımdı benim. O da küçük bir memurdu benim gibi, ama benim gibi yolsuz değildi:
emektar bir arabası vardı, sıkıltı mı birkaç saat dolmuş yapıp düzeltirdi durumunu, gittiği yerlere de kıral gibi
kendi arabasıyla giderdi. Şimdi çok uzaklarda zavallı.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:8)
Dolu : Çok; Ağzına kadar dolmuş, taşmak üzere
“Ne biçim gözümün içine bakmak değil mi? Evet, tutmuş, moda renkte bir ruj getirmiş bugün. Ama
çiçeklerim solmuştu. Çiçek de getirebilirdi. Dolu parası var. Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün
olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:35-6)
Doludizgin; Doludizgin gitmek; Doludizgin tozutmak : Dörtnala at koşturur gibi
“AMAZON KADINI
<Denizcinin Yıldızı, 1922>
------------------------Tıpkı bir kasırga atım
dur durak bilmez, doludizgin-
çiçeklenmiş bir dünya, baktım.
Önünde gözlerimin.”
(Elizaveta Bagriyana-Kemal Özer/Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.04.03)
“O akşam.... günlüğüne şunları yazdı Maria:
‘Hayat doludizgin ilerliyor: Bizi cennetten cehenneme itiyor ve bu, birkaç saniyenin içinde olup
bitiyor.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:19)
“Ne bir kimse yaralanır, ne bir kimse telaşlanır. Sanki Viyana’da arabalarla insanlar arasında gizli bir
anlaşma, dolu dizgin at sürsen de kimseyi çiğnememek, büsbütün dikkatsiz olsan da çiğnenmemek anlaşması
vardır.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:16)
“Gündüzler kısaydı, geceler kısa, her geçen saat denizde bir yelken gibi uçup gidiyordu altındaki tekne,
hazinelerden geçilmeyen, haz ve zevklerden geçilmeyen bir yelken gibi dolu dizgin.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:58)
“Mesela şu kıpkırmızı, kadife dokulu yıldız gelecek yıl da açacak ve kadifesi, ülgeri yine kan
pıhtısıymışçasına kıpkırmızı olacak. Oysa ben, yaşamadığım gençliğime bir daha geri dönmeyeceğim. Her şey
geçecek, şu tutku da. Sonra bir gün, ihtirasların ardına doludizgin takılmaya cesaretim kalmayacak...”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:142)
“Bu tümseğin hemen altında sarp duvarlarıyla bir çukur çıktı ortaya ve hafif bir rüzgarla sırt üstü
döndürülen K. bu çukurun içine gömüldü. Ama kendisi aşağılarda, başı henüz dimdik, dipsiz bir derinliğin içinde
kaybolup giderken, yukarıda ismi, şahane süslemelerle dolu dizgin geçti taşın üzerinden.” ..... “Geçmişteki
maymun yaşamıma ilişkin bir rapor hazırlayıp akademiye sunmaya çağırmakla bana şeref veriyorsunuz. Ne
yazık ki, bu çağrınıza uyamayacağım. Maymun yaşamım nerdeyse beş yıl geride kalmış bulunuyor. Belki
takvime göre kısa, ama sözkonusu zamanı dolu dizgin geride bırakan benim için alabildiğine uzun bir süre.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Bir Düş;Akademi İçin Bir Rapor”, sa:105)
“Birden ötelerden üç el silah sesi duyuldu, o yöne baktık. Bir atlı doludizgin tozutup gelir. Geldi, atını
ilk önce çakırdikeni yığını yanındaki Durmuş Ali Emminin üstüne sürdü. Durmuş Ali yere düştü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:143)
“ ‘Seni olduğun gibi sevmiştim, farklı olmanı da asla istemezdim, tam olarak sebeplerini bilmeden
sevdim seni, zamanla öğreneceğime inandım; belki bu aşkı doludizgin yaşarken kimi zaman, beni, bizi ayıran her
şeyi kucaklayacak kadar sevip sevmediğini sormayı unuttum sana.’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:153)
“FOTOĞRAF ARŞİVİ-A
Ne doludizgin gitmenin patırdısı
ne yaşa bağırtıları, ne batarya ateşleri.
Yollardaki kalabalıklardan
bir fısıltı bile. Biliyorum
çok eski yorganın altındaki
tozun prenseslerini, amiralleri
siyasilerini ve gerilla komutanlarını...”
(Yorgi Manousaki<d.1933>-Ahmet Yorulmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.10.02)
“... Adams tarafından korkunç şekilde öfkelendirilen zavallı Colt’un nasıl sakınmasızca kendini müthiş
bir heyecana kaptırarak farkında olmaksızın kaçınılmaz eyleme - kuşkusuz hiç kimsenin bunun uygulayıcısı
kadar kederlenmeyeceği eyleme dolu dizgin koştuğunu anımsadım.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:57)
“Bir saat var çalmayan
Bir su birikintisi var beyaz hayvanların yuva yaptığı,
İnen bir kilise ve çıkan bir göl var.
Küçük bir fayton var ormanda terk edilmiş ya da, kordelalarla süslü, inen doludizgin keçiyolunu.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Illuminations”, sa:47)
“DUNCAN - Cawdor Beyi nerede? Ardından dolu dizgin geldik, onun öncüsü olmaya
niyetleniyorduk.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:21)
“Şatonun tam karşısına düşen, gölün öbür kıyısında bulunan ve ona bir bakış noktası sağlayan Melzi
köşkü; onun yukarısında Sfondrata’ların kutsal ormanı ve gölün iki kolunu, o tadına doyulmaz Como’nun
koluyla, ağırbaşlılık dolu, Lecco’ya doğru doludizgin koşan kol: Dünyanın en ünlü ‘sit’i Napoli körfezi’nin eşit
olduğu ama, asla geçemediği yüce ve zarif görünürler.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:39)
“O müthiş yağmurda kapı aralığında put gibi duruyordu. Dakikalar geçtikçe dizleri hafifçe büküldüler.
Sağanak olanca hızıyla sürüyordu. En cıvcıvlı anında adeta ağır silahlar patlıyor, meşe ağaçları kırılıp
parçalanıyormuşçasına korkunç gürültüler duyuluyordu. Ayrıca vahşi çığlıklar ve insanlıkdışı iniltiler de
geliyordu. Ama Orlando St. Paul’ün saati ikiyi çalana dek orada öylece put gibi durdu ve sonra, müthiş bir
alaycılıkla, otuz iki dişini göstererek, ‘Jour de ma vie’ <Fr.: Hayatımın günü> diye avaz avaz haykırıp feneri
yere çarptı, atına atladı ve nereye gittiğine bakmadan doludizgin atıldı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:47)
Dolu dolu (duyumsamak, geçmek, yağmak, yaşamak) : İçi tamamen tatmin olmuş, doyumluğa varmış,
mutlu, gayesine ermiş; Çok çok
“Onu <Slim amca> böyle görmek beni tiksindiriyordu, ama aynı zamanda onun acımasızlığının etkisini
dolu dolu hissetmeme de engel oluyordu. Bütün kozlar elinde olduğuna göre, Slim eli açık davranabilirdi; bana
olan tutumunda beklediğim kadar yabanıl olmadı. Tabii ara sıra bana vurmadı değil; canı istediği zaman ağzımın
ortasına bir tane indiriyor ya da kulaklarımı çekiyordu; ancak kötü davranışının büyük bölümü, iğneli sözler ve
dokundurmalar biçimindeydi.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:127)
“Orgazm! Haz! Sanki gökyüzüne kadar çıkmış, şimdi de bir paraşütle, ağır ağır tekrar yeryüzüne iniyor
gibiydi. Bedeni kan terlere batmıştı, ama kendini dolu dolu, ışıl ışıl, dipdiri hissediyordu. Demek seks buydu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:21)
“Kar öylesine dolu dolu yağıyordu ki, alışmak olanaksızdı, acaba sonu gelecek mi diye göğe bakıyordu
insan durmadan. Mumlar birbiri ardına söndü ve bir daha yakan olmadı.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:70)
“Ben annem için hiçbir zaman beni evden uzaklara gönderdiği konusunda ithamlarda bulunmadım.
Ziyaretlerini kestiği zamanda da, ben kurum hayatına alışmış, kendi problemlerimi -olabildiği kadar- kendim
çözmeye çalışıyordum. Oradan olagelen iniş ve çıkışlara karşın, hayatım dolu dolu geçiyordu.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:35)
“Yaşlılığın trajedisi insann ihtiyarlaması değil de genç kalmasıdır. Kimi zaman kendi içtenliğime
şaşıyorum. Ah, Dorian, ne mutlu sana! Nasıl da nefis bir yaşam sürdün! Her şeyi dolu dolu yaşadın. Dünya
nimetlerini tattın. Hayatın gizlisi saklısı kalmadı senin için.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:243)
Dolunay : Ayın tüm boyutlarla yeryüzüne parlak bir daire şeklinde sergilenmesi, bedir hali
“İTHAF
-------Daha şimdiden koptu dünyasından,
Sanki yüreğinden koparıp aldılar yaşamı,
Ya da, sanki kaykılıp düşüverdi birden.
Oysa ayakta, yürüyor... sendeliyor... yapayalnız
Nerdeler şimdi nerdeler o karagün dostları
O yaşantımın korkunç iki yılının dostları?
Sibirya borasında gördükleri ne?
Dolunayda neyi düşlüyorlar?
Son selamımı gönderiyorum onlara.”
(Anna Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:77)
“AY
---Kainatın gizemi görünür gibi, belli belirsiz
O ayda insanoğlunun ayakizi,
Yani bize o kadar yakın.
Çocukken bize çok uzak gelen o yer
Dolunayken artık daha da güzel.
Bulut asılı duruyor, değermişçesine hafiften.”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:110)
“Ayın görüntüsü, yine Agnes’in saçlarından kayarak, küçük bir limandaki dizi dizi kayıkları
canlandıran, ama şu anda görünmez olan fotoğrafın camına düştü, salkım saçak bir gece kuşunun gölgesini,
yalnızca gölgesini değil avını yakalama sabırsızlığıyla bir kasılıp bir gevşeyen pençelerini de anımsatıyor;
çerçevenin ucuna kayıyor görüntü, oradan da pencereye ve çkıp gidiyor, ama camdan dolunayı görebiliyorsunuz,
pencerenin tam ortasına gelmiş, titreyip duruyor...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:250)
“YENİ GÜN
Tam üstündeydi gölün
Bu gece dolunay
Öylesine yansıyordu ki suların dibine
Oluşuyordu bin kez
Kıpkırmızı bir masal
Dedelerden kalma aydındlık”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Yeni Gün”, sa:22)
“ZAFİYET
1.
Korkusuzca üzerimden
yalnızlığı sıyırıyorum.
Dolunay,
rahmime uzan!
2.
Aşkın
beni uzaylı elbisesi gibi sarmalıyor:
yakında havam tükenecek.”
(Fedya Filkova<d.1950>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.08.02)
“ ‘Işığını yakmış bir tekne geliyor,’ dedi, iskeleye saptı. Poyraz ayaklandı, ‘Siz keyfinize bakın, şu
tekneyi karşılayalım,’ dedi, Nişancının yanına gitti. Vasili de arkasından gitti. Gökte kocaman bir dolunay
vardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:246)
“GUIMORE’A ŞARKILAR
<Poesias Completas’dan>
III.
---Çünkü bir tanrıçayla sevdalısı
kaçıyor birlikte soluk soluğa,
dolunay düşmüş peşlerine.
Tren yiter gözden, yankılanır sesi
dev bir dağın içinde.
Düzlükler çorak, gök yükselmiş.
Granit dağların ardında,
bazalt, dağların ardında,
işte oracıkta deniz ve sonsuzluk.”
(Antonio Machado<1875-1939>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.03.09)
“BAHÇE <Görüntü Ya Da Öteki
Yolda Mutluluk -1958->
Yüksek ateş kokuyordu
bahçe değildi o
bazı garip çiftler vardı içinde
yürüyorlardı
ellerine giymişlerdi ayakkabılarını
ayakları büyük beyazdı
ve çıplaktı
bazı başlar yabani sarılı dolunaylar gibi
ve birdenbire kırmızı güller
filizlendi”
(Miltos Sahturis<d.1919>-Ahmet Yorulmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.09.02)
“Ürkerek görkeminden
Örtüyor
kendi aydınlık yüzlerini
ayı çevreleyen yıldızlar
ay dolunay olup da
her yanı ışıtırken”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:39)
Dolup dolup da boşanmak : Sevincinden ne yapacağını bilememek
“Karacaoğlan böyle bir karşılanmayı hiç beklemiyordu. Sevincinden, utangaçlığından atın üstünde
büzülüp kalmıştı. Dolup dolup da boşanıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:141)
Dolup taşmak : Çok kalabalık olmak; Gereğinden fazla olmak; Sevinçten havalara uçmak
“Silahçı Costecalde’nın dükkanı her gün, saat üçten dörde kadar ayak üstü tartışmalar yapan şapka
avcılarıyla dolup taşardı. Bu gürültülü kalabalığın tam ortasında, dişlerinin arasında bir pipo, yeşil bir meşin
koltuğa oturmuş, ağır başlı, şişman bir adam göze çarpardı. Tarascon’lu Tartarin işte bu idi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:15)
“Sola sapıp Arap Mahallesi’nin dumanları tüten karınca yuvasına, yakılan çöp yığınlarının dumanlarına
boğulmuş ya da kızaran etlerin, taze ekmeklerin fırınlardan buram buram yayılan güzel kokusuyla dolup taşan
sokaklara girerken Clea’nın kolunun kolumu sıkıştırdığını duyumsadım.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:88)
“Hemen hemen her yıl, genellikle sonbahara doğru, yolculuktan geri dönen en az bir kişiden böyle bir
kart alıyorum; dile getirilen hayal kırıklığında, ağlamaklı bir suçlamadan çok daha fazlası var. ‘Bizi uyaramaz
mıydınız, St. Juan’ın (ya da Bevalo’nun, ya da Kalamas’ın) çok sıcak ve tozlu olduğunu, bizim milletimizden
insanlarla dolup taştığını söyleyemez miydiniz?’ diye yazıyorlar hep. Bunları iç geçirerek okuyor ve her zaman,
acaba neden hiç kimsenin aklına seyahat acentesinin allı pullu laf kalabalığına karşı Yolculuğun Tehlikeli
Elkitabı hazırlamak gelmez diye merek ediyorum.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:528)
“Nerde o eski infazlar! İnfaz başlamadan bir gün önce, bütün vadi insanlarla dolup taşardı; herkes
yalnızca seyretmeye gelirdi, sabah erkenden komutan hanımlarıyla birlikte boy gösterirdi, boru sesleri bütün
kampı ayağa kaldırırdı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:49)
“Hepimize Murthly’de yardım eden başka bir faktör, bol bol ziyaretçi günlerinin olmasıydı. Her hafta
çarşamba, cumartesi ve pazar günleri hastane ziyaretçilerle dolar taşardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:48)
“Aileler cümbürcemaat gelmişlerdi: Gençler, yaşlılar, birkaç da çocuk. İkinci kahvaltıda, (sofra tuzlu,
salamuralı ve kızarmış soğuk yemeklerle dolup taşıyordu) ‘Konuklar geldi,’ dedi balık taciri; ‘Helsingör’den
gezmeye ve dansa gelenler! Evet, Tanrı korusun bizi, bu gece hiç uyuyamayacağız; dans edecekler...”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:128)
“Aslında yüceliği biraz abartıyordu ve Victor Hugo da dahil olmak üzere kendini Victor Hugo sanan
19. yüzyıl adamlarından biriydi. Bence, bu gür sakallı güzel adam <büyükbaba>, iki şarap kadehi arasındaki alkolik
gibi iki melodram olayı arasında kalmış ve yeni bulunan iki tekniğin kurbanı olmuştu. Bunlar, fotoğraf sanatı ve
büyükbaba olma sanatıydı (Victor Hugo’nun bir eserinin adıdır da.> Fotojenik olmanın hem şansına sahipti, hem de
felaketine uğramıştı; evin içi fotoğraflarıyla dolup taşmıştı: Enstantane çekim henüz yapılamadığı için, poz
vermelere ve canlı tablolara düşkün olmuştu; her şey onun için, hareketlerini askıya almanın, güzel bir duruş
içinde donup kalmanın, kendini taşlaştırmanın bir vesilesiydi; kendi heykeli haline dönüştüğü bu kısacık anları
delice seviyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:19)
“Andrees: ‘Belki şimdi bir çare biliyorum!’ diye düşünceli bir tavırla yanıt verdi. ‘Bugün öğleyin
koyunlara yine su götürmem gerek. Dikenliğin arkasından Ateş Adam’ı belki bir daha gözetleyebilirim! Perinin
şarkısını nasıl açığa vurduysa, elbette yolunu da ağzından kaçırır; çünkü koca başı hep bunlarla dolup taşmışa
benziyor.’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:27)
“Lord Arthur uyandığında saat on ikiydi: öğle güneşi, odasının fildişi renkli ipek perdesinden içeri
sızıyordu..... Aşağıdaki meydanın titreşen yeşilliğinde bazı çocuklar beyaz kelebekler gibi oradan oraya gidiyor;
kaldırım, Park’a giden insanlarla dolup taşıyordu.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:24)
“Festival evine otomobillerin gidişi, İmparatorluğun geçmişteki saray balolarını hatırlatacak bir
parlaklıktaydı. İstasyon hep dolup taşıyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:429)
Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyor : Ne yaparsa yapsın çaresiz kalmak
“Kıvranıyordu, doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyordu. ‘Derdiyle sevincim yakışır dağlar,’
diyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:109)
“Şu Bolu Beyi’nden, şu kadir kıymet bilmez zalimden, şu en değerli adamını bir pula, küçük bir
kızgınlığa satan sütsüzden, şu gözlerinin ışığını çalan lanetlemeden öcünü nasıl alacaktı? Doluya koyuyor
almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:24)
domine frate magnificentisimo : (LAT.) <domine frate manyifikentisimo> : ‘Efendimiz, Yüce birader’
“.... Dili de, tıpkı başkalarının yüzlerinden alınan parçalardan oluşmuş yüzü, ya da kimi zaman kutsal
nesnelerin artıklarından doğmuş kalıntılar gibiydi. ‘Si lecet magnis componere parva.’, ya da şeytani şeylerden
kutsal şeylerin oluşturulmasına. Onunla ilk kez karşılaştığım anda, Salvatore, gerek yüzü, gerek konuşma
biçimiyle bana az önce, kapının altında görmüş olduğum tüylü ve pençeli melez hayvanlardan farklı görünmedi.
Daha sonra, adamın belki de iyi yürekli ve şakacı olduğunu düşündüm.............. daha konuşur konuşmaz, üstadım
büyük bir merakla onu sorguya çekti.
‘Niçin p e n i t e n z i a g i t e <Tövbe edin!> dedin?’ diye sordu.
‘Domine frate magnificentisimo’, diye yanıtladı Salvatore, bir tür reveransla, ‘Jesus venturus est et li
homini debent facere penitentia’ <İsa gelecek ve insanlar tövbe etmelidirler>. Değil mi?’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:65)
Dominikan tarikatı : ‘Vaizci Papazlar Tarikatı’ (Dominicans); St. Domingo de Guzman (1170-1221)
tarafından 1215’te kurulmuştur. ‘Dominical’: Hz.İsa’ya, Pazar gününe ait; ‘Dominican’: Tarikat ile ilgili;
Rahip. Vaazlarının esas prensibi bedenle ilgili her şeyin: yemek, içmek, evlenmek, çocuk sahibi olmak, dünya
nimetlerinden uzak durmak; olağanüstü sade bir hayat yaşamak... vaaz verecek rahiplerin yalınayak ve büyük
bir yoksulluk içinde yaşamaları, dilenmeleri vb. Bunun için ‘Dilenciler’, ‘Vaizciler’, ‘Kara Rahipler’ diye de
anılırlar
“ ‘Dominiken Tarikatı’ tam da bunun için kurulmuştur. Eski Engizisyoncular rüşvete tenezzül eder.
Fakat biz dilenci tarikatız, dilenmeye de devam edeceğiz. Gözümüz parada değil, tam aksine, bu utanç verici
teklifiniz durumu iyice çıkmaza sokuyor.’ ”
(P. Coelho, “Elif”, sa:166)
“.... Fransisken tarikatı büyüyüp en iyi insanları kendine çektikçe, çok fazla güçlü ve dünyasal işlere
bağlı bir duruma geliyordu; bu nedenle birçok Fransisken, hsreketi bir zamanlar sahip olduğu arılığa yeniden
kavuşturmak istediler....... Francesco’nun daha sağlığında benimsenen kurallara karşı çıkıldığını ve onun
sözlerine ve amaçlarına ihanet edildiği söyleniyordu. O sıralarda birçok rahip, kendisinde peygamberlik ruhu
olduğuna inanılani Citeaux’lu Joachim adında bir rahibin XII. yy. başlarında yazmış olduğu kitabı keşfetmişti.
.... Öyle olaylardan söz etmişti ki, onun, bilincine varmaksızın, Fransisken tarikatından söz ettiği herkese açık
görünmüştü. Öte yandan, yüzyılın ortalarında Sorbonne’lu din bilginleri, Joachim adlı rahibin öğretilerini
mahkum etmişlerdi. Öyle görünüyor ki, bunu yapmalarının nedeni, Fransa Ğniversite’sindeki Fransisken’lerin ve
Dominiken’lerin, gereğinden çok bilgili olmaları dolayısıyla sapkın olarak bir yana atılmalarının istenmesiydi
Bu tasarı gerçekleşemedi; bu da kesinlikle sapkın olmayan Aquino’lu Tommaso ve Bagnoregio’lu
Bonaventura’nın yapıtlarının yayılmasına izin verdiğinden, kilise için çok iyi oldu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:67-8)
Domino : Aile arasında da çok sayılan ve yirmi sekiz adet dörtgen biçiminde tahta, metal ya da kemiğe
işlenmiş takımla, ortadan bir çizgiyle ayrık, ‘boş-sıfır’dan ‘altı’ya kadar sayıları noktalarla belirten, 2-4 kişinin
yedişer ‘taş’çekerek oynadığı oyun. ‘Dört başlı domino’, “aznif” adını alıp, beş ve onun üstkatlarını dört bir
taraftan dengeleyerek sayı kazandıran gerçekten bir zeka oyunu; Hepsi bu! Bu iş burada biter! Oyun bitti!
(Coll.)
“Cami duvarı dibindeki Küllük kahvesi yükünü tutmuş... Kahve, çay içen hamgisi, gazos, ayran içen
hangisi... Şurda tavlaya kapanmış tavlacılar, cahar (cıhar-dört) atıp şeş (altı) oynamak çabalamasında... Beride
pastıraya, cimdallıya, altmışaltıya, başkaca pikete, prafaya ve de dört başlı dominoya yumulmuş kumarcı
takımı...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:56)
Dominus vobiscum – et cum spiriti tuo : (LATİN MYTH.): ‘Tanrı, spirit’i ile sizin yanınızda olsun!’ ile
Başlayan dua. Hıristiyan Rahiplerin, istenen her tür yardım için en çok kullandıkları bir deyimdir
“Papazın kafası önden gidiyor, ayakları arkadan geliyordu; sakat kalmış kediler gibi ayaklarını
sürürken, kendi kendine mırıldanıyordu: ‘Dominus vobiscum – et cum spiritu tuo’ ”
(Y. Haşek, “aslan Asker Şvayk”, sa:132)
Domur domur olmak : Boncuk gibi, damla damla kabarmak, terlemek
“Bunlar böyle konuşurlarken Koca Osman arkada öyle dikilmiş, yüzünde bir gülümseme, duruyordu.
Atı arkasındaydı. Her zananki gibi sağ ayağını karnına çekmişti. Atın tüyleri domur domur olmuştu. Islanmıştı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:339)
Domuz : Çok iri, çok kuvvetli, çok yer, inatçı, nankör (Argo); Hıristiyanlıkta başlıca et kaynağı hayvan; Çoğu
kez birine hakaret olarak –kısa hitap için- en çok seçilen sözcüklerden biridir
“Rabia, bayağı sevinmiş, yüreklenmişti:
-Bir şey mi istiyorsun?
-O nemrut suratlı, domuz oğlu domuz, dükkanı sordu. Arabasını köşede bıraktı. Belki lazım olurum
diye geldim.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:170)
“Eşeği üstünde düşüne düşüne gidiyordu Irazca:
‘Domuz Muhtar!.. Domuz, yardım edecekstin. İşlerin bir yanından dutacaktın. Deli Haceli’yi golundan
dutup atacaktın. Hep lümere! <lümere> diyorum da, ‘Deyil’ diyordun. Hemi de senin yardımın senin olsun!
Kim ister senin yardımını? Senden gelecek yardım allahtan gelsin. Domuz herif!.. Haceli’ylen de kafa kafaya
verip dolaşıyorsun... Fiskos fiskos...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:174)
“Okul defterinden bir yaprak koparıp cebinden bir kurşunkalem çıkardı, pencereden dışarı bakarken bir
yandan da birşeyler yazdı kağıda. ‘Domuz herifler,’ diye homurdandı, ‘domuzlar!’ ”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:154)
“…görevinin gereğini yerine getirip, üç kere yüzüme tükürdü ve üç kez de ‘Hain Domuz!’ diye bağırdı.
Tükürürken iyi nişan almıştı, ama herhalde o gün fazla sıcaktan boğazı kurumuş olmalıydı ki, ufak tefek bir iki
parça geldi yüzüme. Ben de bunları, yönetmeliğe aykırı olarak, mihaniki bir davranışta bulunup kolumun yeniyle
silmeye kalktım. O anda kıçıma bir tekme attı polis, belimin ortasına bir yumruk indirdi ve sakin bir sesle
‘Kademe I’ diye ekledi, ki bu bir polisin uygulama yetkisine sahaip olduğu cezaların en yumuşağı ve ilki
demekti.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-Üzgün Yüzüm”, sa:17
“Kızcağız söylenir: ‘Yapma Yani, anamdır vre! Yüzüne söyleme.’ Yani, komşulara da söylerdi: ‘Kirya
Maria mı? Bakmayın sızlanmalarına siz onun. Domuz gibidir be. Öyle değil mi kokona? ..... Eski Bohça ha?’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:89)
“ ‘... Bir çocuğun yardımıyla Petersburg’un sokakları kan emicilerden kurtarılabilir, hatta kan emen bir
bankacıdan bile. Çok geçmeden ölmüş adamın karısıyla çocukları da sokağa düşebilirler, böylece eşitlik bir
açıdan daha sağlanmış olur.’
‘Sizi domuz!’
‘Yo, sen beni hikayede yanlış yere oturtuyorsun. Ben domuz değilim. Ben dar sokağa domuz gibi
sıkışmış kişi değilim. Tekrar söylüyorum: Bu bir mesel değil, bir hikaye.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:205)
“-... Öyle ayini bitsin, ondan sonra konuş konuşabildiğin kadar. Sözün kısası, domuzun biridir o herif!
-Demek oluyor ki, ona daha önce de hakaret ediyordunuz?
-Ama eskiden gücenmiyordu ki...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“Ben domuz olmak isterdim: Tek başına insan gülünç olabilir. Bir zamanlar vahşi hayvanlar, heybetli
olanlar kükrerlermiş; şimdi içlerini dolduruyorlar. Dün on dokuzuncu yüzyıla aittim, bugün yirminciye aidim ve
yirmi birinci yüzyılı göremeyeceğiz.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:12)
“Onbaşı, palaskasını, bütün gücüyle bir kere daha İsmail ağanın kafasına indirdi:
‘Sus ulan domuz...’ diye bağıırdı.
Katip yerinden fırlamış, ayağa dikilmişti. Görevini gereği gibi yerine getirmenin inancı içinde, gözünü
yumdu, ağzını açtı...”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:19)
“... ekmekleri dilip tereyağını sürüyor, yumurtaları lüp lüp götürüyor; sizin anlayacağınız, sabahtan
akşama kadar domuz gibi tıkınıp duruyor. Sigaraları birbiri ardına tüttürüp bir nefes olsun çektirmiyor kimseye.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk, Cilt:1, sa:119)
‘Domuz çamurla yıkanır
kümes hayvanı toz toprakla”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:132)
“Gerçi, bizlere bıraktıkları bolluğu bazen pahalıya ödüyoruz. Çünkü iki sevgili kesin bir yenilgiye razı
olmadılar. On yılda bir eski düşlerini anımsarlar, hiçbir şeyin durduramayacağı bir kasırga gibi coşup taşarlar. O
zaman biz, pılıpırtımız, hayvanlarımız, kümeslerimiz, kedilerimiz, domuz yavrularımız ve yoksulluğumuzla işe
yaramaz insanlar gibi silinip süpürülürüz.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:6)
“Kızılsakal cevap vermeden çekicini savurdu. Ne diyebilirdi ki ona. Bu pis köpek ne istiyorsa o
oluyordu. Yanındakinin dertlerini nasıl anlayabilirdi ki? Bir pire sıçradı diye herkesi yeryüzünden silmiş olan
Tanrı bile bu domuzu, bu asalağı, bu para düşkününü pohpohluyor, üstüne titriyor, burnuınun bile kanamasını
istemiyor, kışın yünden, yazın ketenden bir örtü gibi üstünü kaplıyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:187)
“O öğleden sonra Brissenden gelip sandalyelerden birine gevşek bir biçimde çöktüğü zaman, Martin
yatağın üzerindeki tüneğinden, ‘Adam ya sarhoştu ya da canice kötü niyetli,’ dedi.
‘Ama neden aldırıyorsun?’ Brissenden sordu. ‘Kuşkusuz gazeteyi okuyan burjuva domuzların onayını
istemezsin.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:393)
“SESLER Allahıma bir geçireceğim çenesine!
Jenkins, Birinci Jenkins, pis domuzun biridir.
Sonra enselemiş onu aynasızlar, ben tüydüm.”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8)
“MARSDEN (Yüzünü birden bir acı ve bir tiksinme kaplar.) - Aman!... hep o anılar... neden hiç
unutamam acaba?.... işte Jack, bizim oyun kaptanı... ne hayranı idim... bir İtalyan kızını gösterdi... ‘haydi
bakalım, bu senin’ dedi... meydan okurcasına gittim... ürkmüştüm... halim perişandı... kız da amma domuzdu
ha!... hain bir yüz... kabuklaşmış, bir parmak pudra...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:8)
“Brooker’ların birçok oğlu, kızı vardı ama, çoğu epeyce zaman önce evden ayrılmış. Birkaçı
Kanada’daymış. Yakında oturan bir tek oğulları vardı, bir garajda çalışan şişman, domuza benzer bir delikanlı.
Sık sık yemeğe geliyordu. Karısı bütün gün iki çocuğuyla zaten oradaydı.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:28)
“Masada oturmuş bir şeyler yazan gümrükçü, ‘Delikanlıyı rahat bırak Françoise,’ dedi.
‘Buna hiç niyetim yok. Bu Alman domuzu da öte yandaki bütün çete gibi her şeyi çok iyi bilir.
Uzatma, çıkar şişeleri!’
Kern, ‘Ben domuz değilim!’ diye karşılık verdi.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:362)
“Katy oturdu. İkisi de kediye bakıyordu. Katy de okşamaya başladı. Tüyleri düğüm düğüm ve yağlıydı.
-Çok mu oldu kaçalı?
-Dün.
-O kadar olmamış.
-Domuz gibi pis olmuş değil mi?”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:174)
“LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun
oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar,..... ağzının suyunu akıtacak bir
sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“LAUNCELOT GOBO -
Doğru, biz eski Hıristiyanlar ne kadar çok olsak gene kendi yağımızla kendimiz kavruluyorduk. Bu
Yahudiyi Hıristiyan etme işi domuzun fiatını yükseltecek; eğer domuz eti yemeğe başlayanlar böyle artarsa bu
gidişle parayla bile incecik bir domuz dilim pastırmasının sıyrıntısını bulup külün üstüne koyamayacağız.”
(W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:124)
“Bir gün öğleden sonra br domuz avında, adamlarını almadan kontla birlikte yiyip gittikleri ıssız bir
koyağın dibinden albayın av borusu duyuldu; köpek başıyla avcılar, sesi izleyerek orada birleşince, yaban
domuzu ölüsünün çamların arasında yattığını gördüler; ama bunun yanında kont da kanlar içinde yatıyordu.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:95)
“Sana
-----Galaktik bir rüzgarın onları karıştırıp başka
Bir şeye dönüştürmesine izin veriyorlar.
İki çıplak bulut bakarsın başlar sevişmeye.
Yıldızlar arasından bir rüzgar esip onları vurulmuş bir
Yaban domuzuna çevirebilir.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
“ ‘... Ben aklımın erdiğini yapayım, sen bizi mahkemeden kurtar elverir demedim miydi? Dediğim
doğru değil miymiş?’ dedim. ‘Şimdi dediğime geldin mi?’ dedim.’
‘Geldim’ der mi? Ne domuzdur...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:124)
“-Kim bekar! Bu domuz mu? Şimdi bile bunun kırk tarakta bezi vardır!
-‘Yalan ama, söyle, hoşuma gidiyor’ demiş herif... Yaşlanmaya geldi mi, bizim gibi feleğin bütün
çemberlerinden geçmiş adamlar, isteseler de istemeseler de yaşlanmıyorlar. Cehennem, çünkü vakit
bulamıyorlar.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:187)
“Kiti ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi sustu. Kendisinde de bu değişiklik olalı beri Stepan
Arkadyeviç’ten nefret etmeye başladığını, onu görünce domuz görmüş gibi olduğunu söylemek istiyordu, ama
söylemedi.
-Herkesi domuz gibi görüyorum, diye devam etti. Hasralığım bu benim. Belki bir gün geçer...
-Düşünme böyle şeyleri....”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:243)
“ ‘Söylesene bana, bu Vasili Mihayliç güvenilir bir insan mıdır?’
‘Öyle diyelim öyle olsun, yalnız çok cimridir. Ayda en azından üç yüz ruble alır, ama sen de gördün
ya, bir domuz gibi yaşar. Hayır, benim dayanamadığım şu levazım subayı. Elime geçse bir güzel kırbaçlatırdım.”
......Kozeltsov tefecilik hakkında atıp tutmaya başladı. Bu konuda için için kaynayan öfkesinin nedeni, itiraf
edelim ki tefeciliği hor görmesinden çok, durumdan yararlanıp kazanan bu gibi insanların varlığına
katlanamamasıydı.”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:52)
“-Salaklar! Salaklar! Ahmaklar! Domuzlar! Pis herifler! Siz busunuz işte. Kentte saygın bir hayat
sürmektense bok yalamayı yeğlersiniz. Bizler zengin olduk, salaklar!..... Bu pisliğin içinde çıkıp benimle birlikte
kente geri dönmelisiniz.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:173)
Domuz gibi bar bar bağırmak : Rahatsız edecek derecede gürültü çıkarmak; bangır bangır bağırmak
“HASTINGS - Bana akıllı uslu, sessiz bir kız gibi görünüyor.
TONY - Konuk olunca öyledir, fakat arkadaşlarının yanında domuz gibi bar bar bağırır. ”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:58)
Domuz gibi bilmek : Pek ala bilmek
“Kadın sert bir sesle:
-Bunu sadece ağzın söylüyor, dedi. Sen her zaman bunu söylüyorsun, fakat pekala sen de domuz gibi
biliyorsun ki, hiçbir zaman yapacak değilsin. Bir yere ayrılmak istemeyeceksin, durmadan George’u dinden,
imandan edeceksin.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:172)
Domuz gibi boğazlanmak : Bir insanın diğer insan ya da insanlar tarafından, tıpkı domuz gibi çırpına çırpına
boğazlanarak can vermesi
“Evinden altıyı beş gece çıktığı, bir domuz gibi boğazlandığı gün karşılaştığı insanlar onu biraz dalgın,
ama neşeli görmüşlerdi. Oda onların her birine, fazla önemsemeden, çok güzel bir gün olduğunu söylemişti.”
(G.G. Marquez, “Kırmızı Pazartesi”, sa:10)
Domuz gibi inatçı : Çok inatçı ve ısrarlı
“ ‘... Duymuyor musun... Yahuda? Efendimiz seni selamlıyor. Sen de selamına karşılık versene.’
‘O domuz gibi inatçıdır, katır inadı vardır onda,’ dedi Petrus. ‘Konuşmamak için dudaklarını ısırıyor.’
”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:559)
Domuz gibi sağlıklı : İri, şişman yapılarına kinaye, domuzların görünümüne atfedilen nitelendirme
“Sabah kapım vuruldu. Uyandım. Yardımcımdı.
‘Ne çok uyudunuz!’ dedi. ‘Meraklandım. Doktor kötü bir şey mi söyledi yoksa?’
‘Domuz gibi sağlıklı olduğumu söyledi,’ dedim.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:31)
Domuzlara inci saçmak : Sonradan görme zenginlerin değersiz kimselere gereğinden fazla değer vermeleri
“-Yeni trenler için elektrik şebekesi döşemeye başladıkları yer burası değil miydi? Korkunç bir lüks
olacak bu.
-Saçmalığın daniskası. Domuzlara inci saçmak gibi bir şey. Daha düzenli ve temiz pak bir tren konur
konmaz insanlar hemen onu mahvederler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:111-2)
Domuzlarla domuz kesilmek : Hasımlarına onların taktiğinin aynını uygulamak
“Alyoşa gülümsedi:
-Bakın, şimdi daha canlı konuşuyorsunuz.
-Hımm!.. Seni konyak içmeden de severim ama domuzlarla ben de domuz kesilirim.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:23)
Domuzluğu tutmak; Domuzluk yapmak, Katmerli domuz : Bir hilekarlık, alçaklık yapmak
“BRANDER : Kabahat sende. Hiç bir şey yumurtlamıyosun. Ne bir budalalık, ne de bir domuzluk
yaptığın yok ki.
FROSH (Bir bardak şarabı başından aşağı dökerek.) Öyleyse al ikisini birden!
BRANDER : Katmerli domuz.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:98)
“Bana eziyet ediyordu, bu denli domuzluğunun tutabileceğini bilmezdim. Üstelik sanki domuzluk eden
benmişim gibi bakıyordu bana. Bir gün dayanamadım, başımı alıp çıktım sokağa, işte Müşfik’i o gün gördüm.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:127)
“ ‘Dede kendi boğazına yemez bir cimri herif olup bizim evin masrafını neden görür bakalım?’
‘Herhal bir domuzluğu vardır. Benim de param olsa, hiç durmam, senin gibi avanağın önüne bir
kemik atarım, icabında dilediğim oyunu oynatırım.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:293)
Domuz taşağı : Sevimsiz, zararlı, mikrop insan (Argo)
“ ‘Haşa efendim!’
‘Haşan maşan başına çalınsın, iki yüzlü, bin yüzlü adam! Sen kim oluyorsun! Ben de bu adadan
giderim. Bu Hacı Poyraz da senin gibi bir adamı adam sayıyor da, sana dost olmuş. Tuh onun kalıbına, tuh onuın
madalyasına, tuh onun muskasına, tuh onun teknesine, tuh onun tabancasına. Adası da başını yesin, kendi de
başını yesin. Ben de Hacı Poyrazı adam sanmıştım. Kendisi de adası da kendinin… O, adam değil, Hacı Remzi
olmuş. Hacı Remzi gibi domuz taşağı, gübre solucanı olmuş…’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294-5)
“Senin gibi eli bileklerine kadar kana batmış birisinin bir gün bile yaşaması insanlık için ayıp bir iştir,
çirkin adam. Çirkin oğlu çirkin adam. Kıytırık, domuz taşağı, kokarca oğlan.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:18)
Domuzuna (içmek, sataşmak, yapmak) : Alabildiğine, çokçana; İnadına, sırf kızdırmak, domızluk olsun diye
yapmak
“Sadece Radda hiç yüz vermiyordu delikanlıya. İş bu kadarla kalsa neyse ne, üstelik bir de alay
ediyordu onunla. Zobar’a çok sataşıyordu kız, domuzuna sataşıyordu!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:31)
“İngiliz içmeye başlamıştı domuzuna... Bardağını her defa Kamil Beye doğru kaldırıyor, adeta
yarışmaya zorluyor, meydan okuyordu. Nermin içmezdi evvel eski, içkinin hiçbir çeşidini sevmezdi. Halanımın
gözleri baygınlaşmış, Enişte Beyin yüzü morarmıştı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:45)
“-Kokain mi içerdi Meliha Hanım?
-İçerdi ki domuzuna... Ben Meliha Hanımı kokaine doyuramadım...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:252)
Don, dona çekmek : Hava ısısının sıfırın altına düşmesiyle, toprak, su ve bitkilerin üzerinde mevcut nemin
donarak ince bir buz tabakasına dönüşmesi; İç giysi, külot; suyu donduracak derecede havanın soğuması olayı
“Onunla ilk defa mart ayının kasvetli bir perşembe günü karşılaştım. Londra daha tam anlamıyla kışı
atlatamamıştı ve sokaklar hala dondurucu derecede soğuktu, özellikle de rüzgar Thames Nehri üzerinden
estiğinde. Gece don ihtimali bile vardı.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:7)
Donakalmak; Donayazmak; Donup kalmak : Korku ya da heyecandan hareketsiz, kalıp gibi kalmak;
yürüyememek, konuşamamak
Bk.: Taş gibi donup kalmak
“Sinema kalabalık; seyircilerin yarısı bu mucizevi diriliş sahnesini görünce kahkahayı basıyor. Onların
bu septik tarzına öfkelenmiyorsun ama senin için mantığı aşan bir an oluyor bu ve gözyaşların yanaklarından
aşağı süzülürken, ablanın koluna yapışıp öylece oturuyorsun. Olamayacak olan oluyor ve sen tanık olduğun
sahne karşısında şaşkınlıktan donakalıyorsun.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:106-7)
“Bir hayvandım belki, ama en aşağılık hayvanın bile duyguları vardır. Usta bana bunları anlattığında
yumruk yemiş gibi oldum. Slim Dayımla Peg Yengem sözünü etmeye değecek kişiler değildiler, ama onların evi
benim yaşadığım yerdi, beni istemediklerini öğrenince donup kalmıştım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:9)
“İhtiyar ürktü: bir ceset mi getiriyorlardı? Beyaz örtüyü sopa gibi geren sivri şey burun muydu; değerli
bir cesetmiş gibi dikkatle taşıyorlardı; çıt çıkmıyordu. Leonore’nin elleri bir buketi düzenlerken donakaldı, Ruth
altın çerçeveli bir kutlama kartını tutuyordu.”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:259)
“Adam kitapları elinden bıraktı.
‘Seks ve çiftlik idaresi. Her ikisi de son derece sıkıcı konular.’ .....
‘Ne tesadüf, ben de resimden daha sıkıcı bir şey yoktur diye düşünürüm: donup kalmış bir nesne,
yarıda kalmış bir hareket, aslına kesinlikle sadık olmayan bir resim. Miyadı dolmuş bir uğraş...”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:101)
“ŞAMRAYEV - Anımsıyorum da şimdi, bir gün Moskova’da, operadayız... Seninki ansızın,
şaşkınlığımızı tasavvur edin, bir perde daha aşağıdan ‘Bravo Silva!’ diye gürlemez mi... Tiyatro dondu kaldıydı.
(Sessizlik.)”
(A. Çehov, “Martı”, sa:41)
“YAZ
Ağaçların yapraklaeı sükutta,
gölet gibi yatışıyor gölgeler.
iki bulut donakalmış ufukta
ve oraya demir atmış gibiler.”
(Atanas Dalçev<1904-1968>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.05.08)
“Bağırıp çağıranlar mı arasın, şaşkınlıktan donakalanlar mı arasın? Tartarin de kaldırıyor başını, bir de
bakıyor ki: deve! Deve efendim, deve, trenin ardından var gücüyle koşup duran, trenle atbaşı giden başa çıkılmaz
deve! Tartarin’in birdenbire keyfi kaçtı. Gözlerini kapayarak köşeye büzüldü.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:136)
“Sarayın kapısından içeriye girdiğimizde toplantı salonuna doğru akın halinde süzülüyorduk ki, birden
bir duraklama oldu, bir irkilme, herkes bir tekvücutmuş da o vücut içten bir heyecanla sarsılmış gibi, gözler bir
anda gökte yeni doğan bir cisim görmüş de donakalmış gibi...
Atatürk geliyor!... Haber bir alev gibi sıçradı sıradan sıraya.
Atatürk! Dikkat kesildik, göz kesildik.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:176-7)
“LEYLANIN MEZARINDA
---------------------------------onda donup kalan benim bakışlarımdır
Leyla kimdi? Siyah gözlerin hikayesi neydi?
sakın düşünme şunu: benim gözlerim neden
Leyla’nın yaban gözleri gibi siyah değildir”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:39)
“Boğa, Félicité’yi bir parmaklığa kadar sürmüştü; salyası kızın yüzüne sıçrıyor, birkaç saniye sonra
karnını deşmeye hazırlanıyordu. Tam bu sırada Félicité iki tahta arasından süzülmeye vakit bulmuş ve iri hayvan
şaşkınlıktan donakalmıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:13)
“Çelkaş’ın boğazından bir inilti koptu; başını elleriyle kavradı, ileriye doğru sendeledi. Gavrila’ya
döndü ve yüzü koyun yere kapaklandı. Gavrila ona bakarken donup kalmıştı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:100)
“Rüzgar ıslık çalarak esiyordu. Ahırın damında henüz kıramadığı buz salkımları her an biraz daha
katılaşır gibiydiler.
-Aaa... Hafız bu be?
-Hafız ya. Dedi Şaban. Sonra:
-Az kaldı donayazmış... diye ekledi. Köyün alt başında bulduk. Eceli gelmemiş anlaşılan.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:8)
“Barakanın çevresinde herkes tansıktan söz etmeye başladı. Olup biteni gören genç bir işçi olduğu
yerde donakalmış, faltaşı gibi açılmış gözleriyle yabancıya bakıyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:121)
“MUSA BENİM PARNAS’IM
------------------------------------Ama masaya, benim Parnasıma, pancurları geçerek
sıcaklık küçük aralıktan dikenli tel çekiyor.
Şaşkına dönerek şair böylesine bir iyiliği görmekten
donup kalıyor.
Mürekkebin altın teli öylesine sarı ve akıcıdır
fener direğinin çevresinde,
öyle ki kalemin ucu bir süre susuyor,
bülbülün gagası kapanıyor.”
(Paolo İaşvili<1895-1937>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.04.03)
“Baykuşun peşinde sürüklendikçe; kırmızı yabangüllerini açmış yıkık mezar taşları; orada donup
kalmışken ve ölümü bekledikçe, yüreğimin ta derinlerinde sevinçlere kavuşmaktaydım. Çoktan razıydım
ölümlere aşık olmaya. Benim için yalnız ölümler aşkı olabilirdi: aydınlanış fısıldıyordu. Yüzünün çizgilerini
hatırlamadığım o esrarlı adam uğruna can vermeye gönüllüydüm.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:43)
“Hele Selma Hanım’ın köylü hizmetçisi, belinde bir beyaz önlükle gelip yemek dağıtmaya başlayınca,
denilebilir ki hepsi hayretten donakaldı. O vakte kadar ağzını açıp bir kelime söylemeye fırsat bulamayan Murat
Bey gözünün ucuyla köylü kadını işaret ederek:
‘İstanbul’dan mı?’ diye sordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:69)
“Bu sırada sokak kapısını biri salladı, sonra tırmalamaya başladı. Ayşe deli gibi pencereye koştu.
Ölenin köpeği iki ayağı üzerine kalkmış, sahibini arıyor, sabırsızlık gösteriyordu. Kız, cesareti bütün bütün
kırılarak donakalmıştı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşe’nin Yazgısı”, sa:174)
“Hepsi de donakaldılar, paylarını ellerinde tutuyorlardı; gözü çiğnemiş olan Petrus da tam yutmak
üzereyken boğulur gibi oldu. Yutması iğrenç bir şeydi, ama tükürmek de yazık olurdu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:331)
“İnsanlar az konuşuyor. Yani ağızlarını bıçak açmıyor. Donup kalmışlar. Her şey aklıma gelirdi de
insanoğlunun bu kadar sakin, bu kadar taş kesilmiş gibisini göreceğim aklıma gelmezdi. Gözleri bile bir şey
söylemiyor.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 70)
“... Bartleby’nin cılız yüzü belirerek, alçak bir sesle, şu sırada meşgul olduğunu ve beni içeriye
almamayı yeğlediğini söyleyerek özür dilediğinde, hayretler içinde donup kaldım. Ayrıca, kısaca birkaç
kelimeyle, çevrede bir iki tur atarsam daha iyi olacağını ve belki bu arada işlerini bitirebileceğini ekledi.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:39)
“... baştan aşağı her tarafı zırhlı bir şekil belirmiş, haşmetle ağır ağır yanlarından yürüyüp gitmiş,
dehşetten açıla gözleri önünde bir asa (deynek) boyu uzaklarından üç defa geçmiş; onlarsa korkularından adeta
dona kalmışlar, dilleri tutulmuş, bir şey söyleyememişler.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:23)
“Bir acemi oyuncu nasıl beceriksizse
Sahnede korkusundan donakalmış dururken
Nasıl fazla duyguya kapılınca bir kimse
Zayıflarsa yüreği gücünden kudururken,”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no.23, sa:87)
“Kızcağız korkudan donakaldı. Telaşla gizlenmeye kalkması, korkmuş bir eniği hatırlattı bana.
Sonunda yakaladık kendisini, çocuklar gibi katıla katıla gülmekte olan rejisörün önüne götürdük. Yüzünü
elleriyle kapadı, o ünlü yalvarmalarını tekrarlamaya başladı: ‘Ah, zorlamayın beni, yapamam ben! Ah, ne olur,
korkuyorum.’ ”
(K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:57)
“Başrahibe, epeyce düşündükten sonra bu müthiş sırrı, C... dükalarının soylu ailesinden manastır
müdiresi madam Vittoria’ya ve Marki P......’nin kızı, madam Bernarda’ya açmaya karar verdi. Kendilerine
vereceği sırla ilgili, ceza mahkemesinde bile tek sözcük söylemeyeceklerine dair, dua kitapları üzerine yemin
ettirdi. Bu kadınlar, korkudan dona kaldılar.”
(Stendhal, “İtalyan Hikayeleri”, Cilt:II, sa:126)
“SAHNE IV; Öncekiler, Anne ve Baba.
Fon bölmesinin arkasından sesler duyulur ve bölme hemen kalkar; Subay’la Kız donup kalmış olarak
gözlerini o yana dikerler. Anne bir masanın başına oturmuştur. Hasta gibidir.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:16)
“... Siyah’ın eli bir atmaca gibi satranç tahtasının üstünde kayar, veziri yakalar ve çeker... hayır! Onu
ürkerek geri çekmez -oysa biz olsak öyle yapardık- sağ tarafa doğru bir kare ilerletir yalnızca! İnsanlar
hayranlıkla donakalırlar. Böyle bir hamlenin ne işe yarayacağını hiç kimse doğru dürüst anlayamamıştır, çünkü
vezir şimdi sahanın tam kenarında durmaktadır, orada anlamsızca durmaktadır ama çok güzel durmaktadır...”
(P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:29)
“‘Durun burada,’ dedim. ‘Hemen şimdi.’
Adam donup kölece bir ifadeyle bana baktı. ‘Ama burada duramam,’ dedi. ‘Çok trafik var.’
‘Olsun, ben yine de iniyorum,’ diyerek bir elimle sıkıca kavradığım kapıyı açtım.
Adam aniden fren yaptı ve Marathi olması gereken bir dilde ağzına geleni sövüp saymaya başladı.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
“YALNIZCA BİR BIÇAK <Kraliçe Kapısı, 1998>
-------------------------------Uzun süren bir gecenin uykusu gibi,
penceredne içeriye süzülecek bir kanat,
gökyüzünden gelip en dipteki
zor görülen yerlere dokunacak.
Amansız bir soğuk kaplayacak ortalığı,
ama nabzım atıyor, ölmeyeceğim ben,
yaşayacağım kar içinde donup kalmış bir gül gibi.
(Pia Tafdrup<d.1952>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.10.02)
“Annuşka çıktı, ama Anna giyinmeye başlamadı. Biraz önce olduğu gibi başı önünde, kollarını
sarkıtmış oturuyordu gene; arada bir, bir hareket yapmak, bir şey söylemek istiyormuş gibi bütün bedeni
kıpırdıyor, sonra gene donup kalıyordu. Durmadan şöyle tekrarlıyordu kendi kendine: ‘Allahım! Allahım!’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:549)
“Ansızın döndü, bacakları arasında pantolonunun içinden taşmış kabarıklığı gösterdi.
‘Nasıl büyüdü, görüyor musun?’
Donakaldım. Nereye bakacağımı bilemedim.
‘Ne utanıyorsun? Daha önce görmedin mi?’ ”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:154)
“Sevgili Kirsten,
Ne? Senin ve Emilia’nın Tilsen’in evindeki casusu mu olacağım? Sevgilim, benden böyle bir şeyi
isteyebildiğin için donup kaldım! Hiç şüphen olmasın ki casusluk ucuz bir hizmet değildir ve eğer isteğiniz olan
bu ziyaereti gerçekleştirirsem, neden enden bunun karşılığında ben de bir şey istemeyeyim ki. Bir casusun
sorumlulukları tehlikeli ve çelişkilidir. Umarım taleplerimi geri çevirmezsin.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:132)
“FİLİSTİNİ SAVUNMAK
ulunun yaptıklarıyla, dilim tutulur donakalırım,
onsan sonra serabın konuştuğu dil,
feryatlarla değişti, tepemize çıkıp suyu döktü
değiştirdiği duayla
suskunluğumuzu nasıl infilak edeceğimizi öğretti
açıklayarak satır aralarında”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04)
“Donakaldım. Hiç böyle ölçüsüz bir öfke görmemiştim. Karşımda duran bir insan değil, yabanıl, yırtıcı
bir hayvandı. Donakaldım. Suvenir ise korkusundan masanın altına saklanmıştı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:85)
“Grup içinde gergin, içine kapanık ve sessizdi. Diğer grup üyeleri ondan etkileniyordu; konuştuğu
zaman diğerlerine karşı anlayışlı ve yardımcıydı. Gruptaki bir adam ona aşık olmuştu ve diğerleri de onun
dikkatini çekmek için yarışıyordu. Fakat düzelme hiç gerçekleşmedi. Ginny korkudan donmuş bir şekilde
kalmaya devam etti. Ne duygularını serbestçe ifade edebildi, ne de diğerleriyle etkileşimde bulunabildi.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:16)
“Rose, nihayet gönlü olup lambayı yaktığı sırada la Grande, elinde örgüsüyle içeri girdi. O uzun
günlerde, geceleme adeti yoktu; fakat la Grande bir parçacık mum bile yakmamak için ortalık karardıktan sonra
kardeşinin evine geliyor, biraz oturuyor, sonra gidip el yordamıyla yatıyordu. Hemencecik oturdu, daha
kapkacakları da temizleyecek olan Palmyre, büyük anasını görünce donup kaldı, artık bir kelime konuşamadı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:283)
“Bayan Irene, sevgilisinin evinin merdivenlerinden inerken ansızın anlamsız bir korkuya kapıldı.
Gözlerinin önünde önünde o an bir topaç vızıldadı, dizleri korkunç biçimde dondu, birden öne doğru düşmemek
için korkuluğa sımsıkı tutunmak zorunda kaldı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Korku”, sa:95)
“ ‘Dostumuz donup kalmıştı, kalbi duracakmışçasına çarpıyordu. Bu kadarı da çok fazlaydı! Buna hiç
hazırlıklı değildi. Kanitz o anda, öfkeyle zavallı bir köpeği dövdüğünüzde hayvan yanınıza sığınıp yalvaran
gözlerle elinizi okşamağa başladığı zaman hissettiğiniz türde bir pişmanlık ve acı hissinden başka hiçbir şey
algılayamıyordu.’ ”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:178)
Donanmak, Donatmak : Süslemek, püslemek, sağlamlaştırmak, kuvvetlendirmek, güzelleştirmek, döktürmek;
Bir güzel paklamak, pataklamak (Argo)
“... ben yaşayayım diye O’nun (Hz. İsa) canını feda etmesi, benim gini inanmış, iman etmiş olanların
bel bağladıkları şey, az yukarda bahsettiğim o canlı bilgi (Allah’ın en yüksek Nimet olduğu), hep birden beni
yalancı sevginin denizinden kurtarıp gerçeğin kıyısına ulaştırdılar. Ezeli bahçıvanın bahçesini bir baştan bir başa
donatan yaprakları ben, kapsadıkları nimeti, O’ndan aldıkları için severim.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:196)
“ ‘Memleketi mantara bastıran kalontor’u, candarmalar arasında, kelepçeli elleriyle görmek istiyordu.
Yalnız görmek mi? Yanlarında getirdikleri çürük domates, yumurta, patates, çakıl taşlarıyla bir güzel
donatacaklardı. ‘Deyyus, kendine müfettişler müfettişi süsü verir miydi?’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5)
“Fahri:
‘Kadınım,’ dedi, ‘başkasına olsa on beş liraya yazmazdım. Sen on lira ver. Arzuhali bir donattım ki
taşa geçer billahi.... Taşa geçer.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:149)
“Staf, sistemimizi nasıl kullanacağını gayet iyi öğrenmişti. Görevli hemşirelerden biri tatile gidiyordu,
ben onu tepeden tırnağa takım elbiseyle donattım. Döndüğünde bana Carnwath’da bir meyhaneye gittiğinde
diğer bir hemşirenin ona, ‘Aman Allahım, bu takım elbiseler içinde ne de şık görünüyorsun!’ diye iltifat ettiğini
söylemişti.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:117-8)
“Mrs. HUSHAYBE - Ya, adamcağızın günahına girmişim demek. Peki, para ne oldu?
ELLIE - Hepimiz tepeden tırnağa donandık. Yeni bir eve taşındık. İki yıl kadar yeni bir okula
gittim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22)
“Oratoryenlerin sultası altında geçirdiği on iki yıllık sert bir çatışmadan sonra, diplomalarla donanmış
olarak, Arras’ya döndü ve hemen baroya yazıldı. Teyzeleri evlenmişti, büyükbabası ölmüştü; devede kulak
kabilinden miras payını aldı ve kızkardeşi Charlotte’la, Saumon sokağına yerleşti, sonra Cizvitler sokağına
taşındı.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:18)
“ ‘Ama şimdi aynanın önünde beni donatan o belirsiz hazırlıkları bilinçle yaparken yemin ediyorum,
korkmayacağım. O olağanüstü güzel taşıtları düşün; kırmızı, sarı, düzen içinde; tam zamanında kalkan, duran.
Bir yürüyüş hızında giden, bir ileri fırlayan güçlü, hoş arabaları düşün; adamları düşün, kadınları düşün,
donanmış, hazırlanmış, arabalarda ilerleyen.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:150)
Donanımlı olmak : Eti budu yerinde, seksi olmak (Argo); Süslü püslü, iyi düzemmiş bezenmiş, gösterişli
“Kathy donanımlıydı, yanımızda oturan moruk onu gördüğünde ağzının salyaları akardı, sürekli kapıyı
çalıp duruyordu. ‘Kathy! Heyy, Kathy! Kathy!’ kapıyı ben açardım, üstümde sadece don.
‘aaa, şey sanmıştım...’
‘ne istiyorsun lan?’
‘sanmıştım ki Kathy...’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:75)
Donatist : (DİN) M.S. 311 yılında’da, Kuzey Afrika’da, Kartaca piskoposunun seçilmesi ile ilgili tartışma
sonucu, Donatus’un önderliğinde ortaya çıkan Hıristiyan ayrılıkçılar. Kendilerinin gerçek tek kilise olduğunu ve
diğer kiliselerin yaptığı vaftiz ve atamaların geçersiz olduğunu iddia eden bir mezhep. Donatist kilise, birbiri
ardından gelen Roma, Vandal ve Bizans baskılarına karşın, Ortaçağın ilk yıllarına kadar varlığını sürdürmüştür
“ ‘....Bir kez, bir şerh yazıcısına, Donatist sapkınlardan kaçınmak için, Ermiş Augustus’un düşüncesine
göre Tyconius’un metinlerinin özetlerinin nasıl yorumlanması gerektiği üstüne öğüt verdiğini işittim. Bir başka
kez, onun yorum yaparken, sapkınların ayrılıkçılardan nasıl ayırdedileceği konusunda öğüt verdiğini duydum.
Bir başka kez de, kararsız bir araştırmacıya kitaplık katologunda hangi kitabı araştırması gereketiğini..... çünkü o
kitabın Tanrı tarafından esinlenmiş bir yapıt olduğu konusunda güvence verdiğini işittim. Son olarak, başka bir
kez de, filan kitabın aranması gerektiğini, çünkü katalog’da bulunmakla birlikte, elli yıl önce fareler tarafından
kemirildiğini ve şimdi dokunanın parmakları arasında unufak dağıldığını söylediğini işittim. Kısaca, kitaplığın
belleği, yazı, salonunun ruhuydu o. Kimi zaman aralarında gevezelik ettiklerini işittiği rahipleri uyarırdı: ‘Çabuk
olun, kanıtlamayı zamana bırakın, çünkü az kaldı!’ Deccal’in gelişine imada bulunuyordu.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:154-5)
Donde una puerta se cierna, otra se abre : (İSP.,KOLL.) <don’de una pu’erta se sierna, otra se abre> :
Bir kapı kapandığında, bir diğeri açılır (CERVANTES) : Where one door closes, another opens (İNG.)
Dondurulmuş balık gibi karşısında durmak : Sırık gibi dikilip durmak, kımıldamadan öylece durmak
“ROSA - Sinir! Burada ben bütün üzüntüme rağmen dondurulmuş balık gibi karşımda duran kocamı
teşhis etmeye çalışıyorum. Umarım onu buraya getirip de tüy dikmezsiniz üstüne.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:24)
Donguz : Domuz
“Birisi Zeynep Kadın’ın önüne dikilip sordu:
-Yüzüme neden öyle öfkeyle bakıyorsun? Altınlarını aldık diye mi? Sende daha çok var. Biliyoruz.
Zeynep Kadın:
-Gözünüze dizinize dursun donguzlar... diyordu.
-Domuz mu? Biz domuz ha? Al sana, al sana...”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:182)
Donlarını doldurmak : Korkudan ya da heyecandan büyük abdestini altına kaçırmak
“Bir gün ona, ‘Baudolino,’ demişti, ‘siz burada zaman kaybediyorsunuz. Burada, Paris’te öğrenmemiz
gerekeni öğrendik. Bütün bu hocalar, ben yarın bir tartışmada belimde kılıcım, büyük bir gösterişle bir
ministeriales olarak karşılarına çıksam donlarını doldururlar. Sarayda dört şey öğrendim: Büyük adamların
yanında sen de büyük adam oluyorsun, büyük adamlar aslında çok küçükler, iktidar her şey ve bir gün iktidar
senin eline geçmeyecek diye bir şey yok, en azından kısmen. Beklemesini bilmek gerek elbette, ama fırsatları da
kaçırmamalı.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:134)
Donmak :
Bk.: Donakalmak
Don paça (atlamak, bas-ıl-mak) : Nerdeyse çırılçıplak, yarı çıplak: üzerinde don <külot> ve gömlekten başka
giysi bulunmamak
“CLAIRE - O ünlü çatı penceresi de şurda. Sütçü don paça yatağınıza buradan atlıyor değil mi?”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:11)
“Durud oğlan toy <acemi, saf>; kızının her şeyi göze alarak bu güzel oğlana kaçacağını kesin olarak
gören ağanın maksadını anlayamamış. Aradan üç beş gün geçmiş, bir sabah alaca karanlıkta köye gelen
jandarmalar Durud’u yatağında uyurken don paça basmışlar, yol için hazırladığı heybesini aramışlar; bir meşin
kese, kese içinde de on altın bulmuşlar. Durud’un ne keseden ne de altından haberi vardır. Oğlanın elleri
bağlanmış, heybesi omuzuna verilmiş ve bir hırsız olarak karakola götürülmüş...”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:145)
Don Quijote - Don Kişot; Don Kişotluk etmek : -İspanyolca ‘Don Kayoti’ okunur- Yeni çağın başlangıcında,
dünyanın en ünlü İspanyol yazarlarından Miguel de Cervantes <1547-1616>’in kahramanlık taslayan doğal,
temiz, ideal kahramanı; Yeteneği olmadığı halde başından büyük işlere kalkanlara tarih boyunca örnek olmuş,
ölmez bir savaşçı
“Don Quijote
Dulcinea’lar göremiyorum ben,
Don Quiote,
devler, adalar, yok aslında hiç biri,
çılgınca düşleklerinin.
Bir tek, değirmenler, kadınlar var ve
ucuza düşürülen Bararatia adaları,
Sancho’nun iyi bildiği bir sürü gerçek,
ve senin Küçümsediklerin.”
(José Saramago<d.1922> ‘Pial del Rio’-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 13.04.05)
La donna e mobile : (İTA.,MUS.,OPE.) : <La donna e mo’bile> = Hanım fingirder = Woman is fickle
(İNG.) (VERDİ’nin R i g o l e t t o’sundaki aynı isimdeki arya, buna en güzel bir örnektir.)
Donuk; Donuk donuk : Mat, pek parlak değil, sönük; cansız cansız
“GECE, SOKAK, FENER, ECZANE
<1908>
Gece, sokak, fener, eczane
Anlamsız, donuk bir aydınlık.
Yaşa, bir çeyrek yüzyıl daha istersen;
Çıkış yok. Değişen hiçbir şey olmayacak artık.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:42)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ II
----------------------------------Mayısta yağan doluların alnına çarpacağı,
güneşin bir nar gibi alacalı urbanın kucağında
parçalanacağı,
ve o nar tanelerini birer birer on iki yetimine
dağıtacağın,
ve denizin nisanda yağmış kar gibi, öç almaya susamış
bir kılıç gibi, donuk donuk parlayacağı,
ve kaya yengecinin gizlendiği delikten çıkıp
kıskaçlarını kavuşturarak güneşleneceği.”
(Y. Ritsos1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:37)
Donuna kaçırmak : Küçük çocukların, küçük (çiş) ya da büyük abdetslerini (kaka) uyurken donlarına
kaçırmaları.
Bk.: Yatak ıslatma; Çekiçlemek
Donunu doldurmak : Genellikle korku’dan, çocuklarda zamanlarını ayıramadıklarından, büyük abdestini
donuna kaçırma. Olayın gerçeğinden çok, tehdit ya da alay için birileri -sözüm ona- kuvvet ve kudretini
kendinden daha küçük yapıdaki birine bu şekilde göstermek isteyebilir de.
Bk.: Donuna kaçırmak
“Bir gün ona, ‘Baudolino,’ demişti, ‘siz burada zaman kaybediyorsunuz. Burada, Paris’te öğrenmemiz
gerekeni öğrendik. Bütün bu hocalar, ben yarın bir tartışmada belimde kılıcım, büyük bir gösterişle bir
ministeriales olarak karşılarına çıksam donlarını doldururlar. Sarayda dört şey öğrendim: Büyük adamların
yanında sen de büyük adam oluyorsun, büyük adamlar aslında çok küçükler, iktidar her şey ve bir gün iktidar
senin eline geçmeyecek diye bir şey yok, en azından kısmen. Beklemesini bilmek gerek elbette, ama fırsatları da
kaçırmamalı.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:134)
“İşçiler susuyordu. Zorba yine kızgın bir sesle bağırdı:
‘Neden anlamadınız? Donlarınıza doldurdunuz değil mi, babayiğitler! Aletlere yazık değil mi? Tuh
size!’
‘Şimdi kazmaları mı düşüneceğiz, Zorba?’, dedim. ‘Dua edelim ki insanlara bir şey olmadı. Sağ olasın
Zorba, hepimiz hayatımızı sana borçluyuz!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:115)
Donunu sıyırmak : Cinsel arzuda bulunmak, o arzuyu ifade etmek
“Eğer gitmen gerekiyorsa, pekala, git. Ama benim burada olduğumu unutma, İçin birinin donunu
sıyırmak isterse, aklına önce benim donum gelsin.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:19)
Donup kalmak : Bk.: Donakalmak
Dopdolu : Tümüyle dolu bir yer; Dört dörtlük bir yaşam
“HÜZÜNLÜ MADRIGAL
------------------------------Kökünden kopmuş o eski aşklarla
Dopdolu yüreğin yine bir fırın
Gibi alev saçar, bilirim, harla
Ve senin göğsünün altında hala
Az çok övüncü var kargışlıların.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:277)
“<Louvre Müzesinde> Karşı duvardaki pano ‘Yeniçağ Roma’sından Manzaralar’ diye adlandırılmış;
‘Musa Heykeli’ olanca heybetiyle kurulmuş salona, tablolarda ise, sıra ile Bernin’in yapmış olduğu çeşmeler
seçiliyor; Navona Meydanındaki Çeşmesinden Barberini Sarayının yanındaki Triton Çeşmesi’ne ve Saint-Pierre
Meydanından ‘Trinité des Monts Kilisesi’nin merdivenlerine kayıyor gözünüz, böylece Cécile’den ötürü daha
çok sevmeyi öğrettiğiniz, her köşesi Cécile’in yüzü, bakışıyla dopdolu olan bu yerlerde gezer gibi oluyorsunuz.”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:70)
“Adem ile Havva cennetlik dili çok iyi kullanmaktadırlar. Akıllarını karıştırdığından olsa gerek bir şeyi,
dizilerin yaratılma kuramını anlamamaktadırlar. Kabataslak sezinliyorlar..... Ayrıca yeni doğru diziler
yaratabileceklerini de bilmiyorlar, başkaca adlandıracakları bir şeyleri olmadığı için gereksinim de duymuyorlar.
Dopdolu, uyumlu, doyurucu bir dünyada yaşıyorlar ve ne krizlere, ne de başka şeylere gereksinimleri yok.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:295)
“O GÜNLER
o günler geçip gitti
o güzel günler
o dopdolu esenlik içindeki günler
o pul pul ışıldayan gökyüzü
o kiraz dolu dallar”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:72)
“BİR ANDA
-------------Güneş denli parlak iki kız dizi
kesmişler yolunu karanlığın.
Sabır bardağına dönüşmüşsün,
geçip gidiyorsun dopdolu.”
(Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.07.09)
“Aylak askerlerle ve koşturup duran işçilerle böyle yan yana, işsiz güçsüzlerle, uğursuzlarla, her türden
düzenbazla dopdolu bir cangıl’da, kapsül satıcısını arıyordum, daha doğrusu alık bir ifade takınarak,
olabildiğince gezmen gibi davranarak onu tavlayıp kendime çekmeye çalışıyordum.”
(A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:18)
“Ondandır yeryüzü ve gökyüzünün
kıskançlığı
-------------Oysa senin dalların dopdolu üstünden ipek
giysileri atarken
Oysa yiten zamanı beraberinde getirir
Korkusunu teninde izleyerek,
Abdullah kıskançlığına yenilecek bilirim
Attan inip eşeğe binerken
İki şekil arasında değişecek
Aslanı salyalı köpeğe tercih ederken,
Bütün beyazlığı açılan giysileriyle ortaya çıktı
Karanlıkta yakılan bir ateş gibi.”
(El Mütenebbi<915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.03.09)
“BEYAZ GÜVERCİN <Acılar Denizi’nden>
-------------------------Soğuk sularından içtim, serinledim
Çağlayan bir nehrin sesini dinledim
Belki buydu sevmek hayat belki buydu
Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu”
(Ü. Yaşar Oğuzcan<1926-1984>, Ataol Behramoğlu, “Son Yüzyıl Büyük Şiir Antolojisi”, Cilt:2, sa:81)
“GÜLLER
V
O dopdolu rüyandan senin,
içinde çokluğu taşıyan çiçek,
ağıtçı bir kadın gibi yaş dökerek,
sabahın üstüne eğilirsin.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
“O akşam kendimi Tanrı olarak görüyordum. Dünyayı ben yaratmıştım ve işe bakın ki, bu dünya
iyilikle, doğrulukla dopdoluydu. Bir insanı yeniden yaratmıştım, alnı yeni doğan gün gibi parlıyor, gözleri
mutluluktan gökkuşağının renklerini yansıtıyordu.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:395
DOR biçemi : (ESKİ YUN.,MİMARİ,SAN.,) : Eski Yunanda tapınaklar ve benzeri mimari eserler, iki biçemde
yapılırlardı : D o r ve İ y o n biçemleri
“Eski Yunan’da tapınaklar, taş ya da mermer bloklardan yapılıyordu. Bunlar öyle güzel yontuluyorlardı
ki, biirbirlerine bağlamak için bir çimentoya gereksinme kalmıyordu artık. Plan her zaman aynı değildi gerçi,
ancak sık sık belli planlar tekrarlanıyordu.
Bu plan üç bölümden oluşuyor: Önce bir h o l (pronaos), sonra bir t a n r ı s a l o n u (naos), son
olarak da h a z i n e. Bir düz tabanın üstünde yükselirdi tapınak ve bu tabana, dört bir yandan basamaklarla
çıkılırdı. Tapınağı sütunlar çevirirdi; dam da, bir pervaz aracılığıyla onlara dayanırdı. Çifte inişli damın önünde
üçgen, heykelli bir alanla karşılaşıyoruz.
Stil olarak, iki biçem görüyoruz : D o r biçemi ile İ y o n biçemi. D o r biçemi daha sert görünüşlü
olup, bodur sütunlar doğrudan doğruya tabana değer ve süslemesiz bir başlıkla sona erer. Pervazın üstünde, riz,
içinden bir yiv geçen belirgin taşlardan (triglif) ve yalın ya da süslü yüzeylerden (metope) oluşmuştur. Bu
biçime örnekler : Sicilya ve İtalya’daki tapınaklarla Olempiya’daki Z e u s tapınağı Dor biçemindeydi.
Daha sonraları bir üçüncü biçem, K o r e n t b i ç e m i çıktı ki, özelliği kenger yaprağı biçiminde
oymalarla süslü bir başlığı olmasıydı. Pers’lerin yerle bir ettiği A k r o p o l’ü, sitelerine ve sitelerini temsil eden
tanrıçaya değer anıtlarla süslemek için Atinalılar, bütün bir V. yüzyıl boyunca çslıştılar. En önemli anıtları,
özellikle P a r t e n o n’u yaptıran da Perikles olmuştur. Başyardımcısıı büyük heykeltraş FİDYAS’tı.
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:311-2)
Doruğa çıkmak, erişmek, gelmek, ulaşmak; Doruk noktasına varmak : En üst ifade ve performans
zirvesine, apoje’ye ulaşmak; Hedefe (örneğin bebek yapmaya) ulaşmak; Zirve; Bir oyunun, sanatın, başarının en
yüksek noktası
“Ne bir köylüsün sen, ne kaba saba biri
ne domuz çobanısın, ne Thessalialısın,
Erysikhailı de değilsin, bir sığırtmaç da,
Sardeis’densin sen, onun yüce doruklarından.”
(Alkman, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:112)
“BEYAZ
--------Bu yüzden
yine de bir haber alacak o,
dağların dorukları
dalgalara gömülürken
ve kırk gün,
kırk gecedir
hiçbir güvercin geri dönmemişken”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:33)
“Ben gittiğimde Sachs çoktan gelmiş. Lokantanın en dibindeki bölmelerden birinde oturuyordu.
Formika masanın üzerine New York Times’ı yaymış, ilgiyle bir şey okuyor, bir yandan da sigarasının külünü her
nefesten sonra yere silkeliyordu. 1980’lerin başındaydık, İran’daki rehineler krizinin, Kamboçya’daki Kızıl
Khmer saldırılarının, Afganistan Savaşının dorukta olduğu günlerdi. Sachs’ın saçının rengi California güneşinde
biraz açılmış, bronz yüzüne çil basmıştı.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:90)
“Estetik yaklaşımın göz ardı ettiği şey, kahramanlar görme ihtiyacı, onu da spor karşılıyor. Bu ihtiyaç,
fantezi dünyaları yeni gelişmeye başlayan çocuklarda doruk noktasındadır; yetişkinlerin spor merakını tetikleyen
şeyin, yeniyetmelikteki bu fantezilerin kalıntısı olduğunu sanıyorum. <John, 26 Ocak 2009)”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:50)
“Ayağım tökezlendiğinde tam doruktaydım, sonum tam bir maskaralık oldu, unutulmanın sularına
balıklama dalıverdim. Ama pişman olmak yok. Paramın karşılığını hakkıyla aldım, almadım demeyeceğim.
Kulübüm Chicago’nun en tutulan yeri oldu, kendi çapımda ben de oraya gelen kodamanlar kadar ün sahibi
oldum sayılır.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:215)
“4 -Sevgili
... Değişti zamanlar ondan önce değişmeden
Kızlar istediklerini doruklarına döker
Göz yaşlarını salarlar söndürmek için
Sevgilinin uykusunda bedeli ödeyen gözler mi?”
(Beşir Bin Hazım El Azdi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.09.04)
“YAKALADIM DÜŞÜMLE, UZAKLAŞAN
GÖLGELERİNİ <1894>
------------------Çıktıkça yükseğe ben, parıldadı daha bir aydınlıkta
Daha bir aydınlıkta parıldadı uyuklayan dağların
dorukları
Onlar sanki bir veda ışığıyla, usulca
Dumanlı bakışlarını okşuyorlardı”
(Konstantin Balmont <1867-1942>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:27)
“DENİZ
Deniz gibidir...
bana armağan verdiğin
yüzün
beni daldırdığın
son dorukta
unutulan bir beceriyle.”
(Ayşe Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.09.05)
“KUŞ
-----Derelere ve dallara konan
Bir kuş olacağım
Aşkın şarkısı
Ve yaşamak
Ve güzellik
Dorukta olduğunda
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:13)
“Helen’in Şarkısı
--------------------Dağ eteğinde, tepecikler üzerindeki
doruktagösterişsiz bir kilise, oldukça
etkileyici
yeşil ormana doğru beyaz,
Tanrı’yı gösterir.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“Saint-Salsa bazilikası Hıristiyan, ama bir açıklıktan baktığımız her seferde, bize dek ulaşan dünyanın
ezgisi: çamlar ve serviler dikili tepecikler, ya da yaklaşık yirmi metre ötede ak ak kabaran deniz. Saint-Salsa’yı
taşıyan tepe dorukta düz, ve revaklar arasından yel daha geniş esiyor. Sabah güneşinin altında, uzamda ağır ağır
büyük bir mutluluk salınmakta.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:18)
“Odysseus’un değişimleri kahramanın vatanına dilenci kılığında, başka deyişle düşünülebilecek en
önemsiz insan kılığında dönmesiyle doruk noktasına varır, buradaki kendini gizleyişin yetkinliğine sonraki
hiçbir yazar ulaşamamaıştır.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:272)
“AGBOR DANSÇISI (*)
-------------------------Görüyorum öylece girmiş
Müziğin tılsımlı dehlizine
Hipnoz halinde, doruktan doruğa
Figürler yapıyor karmakarışık, dalga dalga
Buluşmak için ormanın yeşil bulutlarıyla.”
(*) Agbor dansı: Nijerya’nın Agbor yöresinin bir dansı
(John Pepper Clark<d.1935>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.03.10)
“Küçük kilisede tek bir haç yoktu..... İnsanların gündelik hayatlarında mucizeler ve olanaksız şeyler
gerçekleştirebildiklerine bir kez daha inanmıştım. Dağların dorukları, orada yalnızca insanlara meydan okumak
için bulunduklarını ve insanların yalnızca bu meydan okumanın hakkını teslim etmek için var olduklarını söyler
gibiydiler.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:213)
“Sınıfta hala Wordsworth’ü işliyorlar, ‘Prelüd’ün 6. kitabını: ‘Alplerdeki Şair.’
‘Çıplak bir kayadan’ diye okuyor David yüksek sesle:
‘Mont Blanc’ın doruğunu gördük önce, apaçık,
Ve kederlendik, gözümüzde ruhsuz bir imge var diye,
Bir daha asla gelemeyecek,
Canlı bir düşünceyi gasp eden.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:28)
“Gözler Yunuslarda
-----------------------Kendine göre yalvarıyordu denize. Hepsi,
Şaşkın, bekledikleri görünsün istiyordu. Göm
Çınlasın ve onları öfkelendiren Ege zil, çan ve davul
Sesleriyle yankılansın diye yakarıyorlardı,
Başka dua gelmiyordu aklımıza eğer, yunuslar
Dalgalar üstünde, özlemimizin doruğunda”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“Kepez Dağı’nda Yansımak
Kepez’in
Doruğu
İki çataldır.
Biri söylediğim
Biri sustuğum
Biri düşündüğüm
Biri gördüğüm
------------------”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:13)
“... 4ve boyunlarını yabanıl bir dürtüyle büküyorlarmış gibi sağrıları çırpınıyor, eklemleri can çekişen
bir hayvanınkini andırıyor, ağızları gırtlağa dek açık, yılanı andıran kuyrukları halka halka kıvrılıyor, gittikçe
yükselerek alevden dillerle doruğa ulaşıyordu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:71)
“Günümüzdeki enformasyon sanayiinin tamam gibi bütün bu saatler de çok fazla şey gösterdikleri için
hiçbir şey iletememe tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bu saatler enformasyon sanayiinin bir başka özelliğini daha
gösterirler: kendilerinden ve iç işlevlerden başka bir şey yoktur ortaya koydukları. Bazı bayan saatlerinde bu
durum doruğa ulaşmıştır, akrep ve yelkovan görünmemektedir.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:58)
“YEŞİL EVHAM
-------------------hangi zirve, hangi doruk?
bu kıvrımlı yolların hepsi
o soğuğu emen ağızda son bulmuyor mu?
ne verdiniz bana ey aldatan, basit kelimeler
ve ey heveslerin, bedenlerin perhizi
saçlarıma bir çiçek taksaydım eğer”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:82)
“Bir zaman gençliğinin doruk noktasında, Govinda’dan ayrıldıktan, Gotama’nın vaazını dinledikten
sonraki günlerde yaşadığı o yüce, o yaman uyanış, o gerilimli bekleyiş, öğretisiz ve öğretmensiz geçen o başı
havada yalnızlık, gönlündeki tanrısal sesi işitmeye karşı duyduğu o yumuşak eğilim giderek bir anıya dönüşmüş,
geçmişse karışmıştı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:90-1)
“SABAH <1932>
---------Lakin nedir şimdiki mutluluğumun doruğuçiftçilerin tarlaya geldikleri o an,
ve karasabanla sürülmüş tarlalarda
huzurla çalışmaya başlayan, toprağı oya gibi işleyen.”
(Paolo İaşvili<1895-1937>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.04.03)
“SEÇİM
***
Dün doruktaydım,
bugün yeniden aşağıya iniyorum...
Evet, ben de bir Sisyphus’um...
Yüzyıllar boyu bir şeylerin değiştiğini,
her şeyin söylence falan olduğunu
sanma...”
(Zdravko Kisyov<d.1937>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.04)
“Bu onu paniğin doruğuna çıkarıyor, ne var ki, yaşamının söz konusu olduğunu, kendini savunmak,
savaşmak için, ne pahasına olursa olsun soğukkanlılığına yeniden kavuşması gerektiğini biliyor.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:163)
“26 HAZİRAN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
<Güney Afrika Özgürlük Günü>
----------------------------------------------------Haksız mıydım
Sülfür öksüzlerinin
Okyanuslardan doğacağını düşündüğümde?
Gerek olmadığını bağışlamaya,
kalkınmaya gerek olmadığını?
-----------------------------------------------------Haksız mıydım katıla katıla gülmekte,
Sönmemiş kireç gibi yükseldiğinde denizler
Kat kat küller rüzgarla savrulduğunda
Ufacık kılıçlar bırakıldığında bir başına doruklarda?”
(Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07)
“... haklı olduğum halde hatalı bulunmam, içimde birikmiş bütün düşkırıklıklarını ve düşmanlığı doruğa
getirdi ve hemşireye bir sağanak halinde ağzıma geleni ardıma bırakmadım.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:28)
“Bence şiir-müzik birlikteliğinin doruğu; Beethoven’in 9. Senfonı’sinin, Schiller’in şiiri üzerine
bestelenmiş olan ‘Neşeye Övgü” bölümüdür. Beethoven bu şiiri bestelemeyi daha 22 yaşındayken aklına
koymuş. Bugün ‘Avrupa Marşı’ olarak kabul edilen bu muazzam melodi, iki dâhiyi buluşturan bir mücevher.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:90)
“Kız kardeşi Marina’nın kızının bu kadar kötü bir subayla evlenecek kadar eksik akıllı olması onu çok
üzüyordu. Her şeye rağmen, hısım oldukları için bu adamı hiyerarşinin doruğuna getirmişti. Bu ayrıcalıklar onu
heveslendireceğine, uzatılan defne dalları üzerine yatıp uyumuştu. Trujillo’yu, ona gösterdiği güvenden dolayı
bin pişman etmişti...... sığır yetiştirmek için beyin gerekmezmiş gibi bir de hayvancılık işine bulaşmıştı. Sonuç
ne olmuştu? Boğazına kadar borca girmiş, bütün aileyi rezil etmişti.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:359-60)
“Ama Martin bulunduğu doruktan aşağı inmedi. Dokundurmanın hayvanca oluşu bile onu yere geri
getiremedi. Öfke ve incinme aşağıda, onun aşağısındaydı. O muhteşem bir düş görmüştü; o bir Tanrı olmuştu ve
o, bu solucan gibi adam için yalnızca derin ve korkunç bir acıma duyabilirdi.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:122)
“Eğer aklın varsa, başka bir akılla dost olup görüş alışverişinde bulun.
İki akıl sayesinde bir çok beladan kurtulur, göklerin doruğuna ayak basarsın.”
(Mevlana, “Mevlevi”, Cilt:4, sa:121)
“MUSHI
hamile ormanlar örneği
yüreğinde gümbürdeyen
doruklardan vazgeçmeni
isteyecekler senden
yarın”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.06.07)
“Bir Tılsım Yapmak İçin
-----------------------------yağmurla rüzgar soğuk mavi darbelerle
onu mermere dönüştürmeden ya da ikiye
bölmeden fısıldayarak kamçılarlar,
karanlık da bütün yaban hayvanlarla oyuklar açar,
böylece kalp de unutmaz.
Sonra onu sevgisinin doruğundan yoğun sisin
içine at.”
(Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05)
“BULUT - Korkuyorum. Dağların doruklarını gördüm..... Hepimiz daha güçlü bir elin boyunduruğu
altındayız. Yağmurun ve rüzgarın oğulları, Kentaurlar, derin vadilerin bucaklarına saklanıyorlar. Canavar
olduklarını biliyorlar.
İKSİON - Kim diyor bunu?
BULUT - O ele meydan okuma, İksion. Yazgıdır o. Kentaurlardan ve senden daha gözüpek olup,
sarp kayalıktan atlayanları ve ölmeyenleri gördüm.” ..... “Rüyanın artık sana yetmediğini görmüyor musun? Ve
sanki gerçekmiş gibi inandığını rüyana? Yalvarırım sana, İksion, doruğa çıkma. Canavarları ve cezaları düşün.
Onlardan başka bir şey çıkamaz.’ ”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:12;14)
“Yol veren barsaklarla karşı duran kemikler arasında bir geçit açarak ilerleyen acı gibi, bizi yaşama
bağlayan sinirleri törpüleyen bir törpü gibi, evet, fakat aynı zamanda ani bir sevinç gibi, denize açılan bir kapıyı
açmak gibi, aşağıdaki cehenneme bakmak gibi, doruğa erişmek gibi, kapıyı öğüten elmas ırmağı gibi...”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:32)
“YAĞMURLAR VIII
-----------------... Akan serinliktir bu dilin doruklarında, şiirin dudaklarındaki köpük gene,
Ve dört yandan kıstırılmış insan yeni düşüncelerle gene, boyun eğip kabarmasına büyük us
çalkanyılarının:
‘Güzel şarkı, yayılmasında suların o güzel şarkı işte!...’ ve işte, ey Yağmurlar! Daha yazılmamış
şiirim!”
(Saint-John Perse-Sait Maden, “Şiir Artlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.06.02)
“BİR ÇİFT AYAKKABI
-----------------------------Yaşamımı didik didik ettim ben,
Ruhumu da düğümlere ayırdım.
Tanrı’m, inan ki bıktım bendeki ‘en’den,
usandım, usandım, usandım Tanrı’m!
Hep en yüksek dalgalarda tepenin
doruğunda, en kıyıda, kıl payı...
Oldum olası hep jarse giyerim,
‘artık yıl’ demektir her şubat ayı.”
(Margarita Petkova<d.1956>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.03.08)
“MAVİ KIZLAR
Döndürerek mavi eteklerimizi, çimenlikte dolanan
Okulunuzun dorukları altında
Dinleyin hocalarınız yaşlı ve aksi
Bir sözcüğüne bile inanmadan.”
(John Crowe Ransom<1888-1974>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.05.04)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ IV
----------------------------------------Nasıl bir türküydü o dorukları titreten!
Dizleri arasına alıp ayı bir tepsi gibi yemek yerlerdi.
Yüreklerinin kerpeteniyle bükerlerdi acının belini
Kalın tırnaklarıyla bit kırar gibi.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:40)
“LIPP BİRAHANESİ
Kafamın arkası köşeli bir aynada.
Kendime saygım başlar burada,
umutsuz bir kafatasıyla. O, iner
doruktan oldukça alışkın”
(Stephen Romer<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.08)
“JOHANNA - Genelde partizanlar da konuşmaz.
FRANTZ - Genelde, evet! (Israrlı ve deli gibi.) Almanya bir cinayet işlemeye değer, öyle değil mi?
(Nazik ve alaycı.) Bilmem, beni anlayabiliyor musunuz? Siz başka bir kuşaksınız. (Ara. Sert, katı ama içten, ona
bakmadan, gözleri sabit, tetikte bekler gibi.) Seçilmiş bir ölümle noktalanan kısa bir yaşam. Yürümek!
Yürümek! Cehennemi aşıp, dehşetin doruğuna varmak!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:304)
“ONU TANIK GÖSTEREBİLİR MİYİM
Yurdumda nasıl anlatayım onlara
Sizinle karşılaştığımı, Grenoble’da
Dorukları karlı Alpler’in yamaçları dibinde
Baba Nelson Mandela.”
(Sydney Sipho Sepamla-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.01.08)
“Düzen, kural tanımaz; kendi başına buyruk,
Kısacık saatlerde bencil çıkarlar bulmaz,
Kendindedir iktidar, ondadır yüce doruk;
Isınmadan da büyür, sağanakta boğulmaz.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:124, sa:289)
“... eğer Vittoria’nın (Accoramboni) yakınlarından biri, daha fazla kazanç umarak, onu kocasından
kurtarmaya yardım etmişse, insan tutkusunun isteyebileceği en yüksek doruğa yükselmek alınyazısı olan iyice bir
talihin orta derece yararlarını yeterli görmenin akla yakın olacağını, çok geçmeden anlamıştır.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:24)
“Ve o, Pereira ölümü düşünüyordu. Bu güzel yaz gününde, Atlantik esintisi ağaçların doruklarını
okşarken, güneş ışıldarken ve kent parıldarken, evet kent penceresinin altında..... ölümü düşlemeye başladı.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:5)
“AKDENİZLİ
<Quem das finem, rex magne, dolorum?>
Tekneyle gittiğimiz uzun bir koydu
Bir taş atımı genişliğinde, yükselen taş duvar
ile kuşatılmışDoruklaşmış sınırı antikitenin
Ve gittik oraya zamanın tekdüzeliğinden çıkıp”
(Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02)
“BİZ
----Günahsız doruk karında
Donarız, yakın ve uzak...
O saf mavi renklerinde
Nikahlı çiçek olarak!”
(Nadejda Teffi<1872-1952>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 18.12.02)
“ ‘Yalnız olduğumda uyuşukluğa düşüyorum, ızgaranın çubukları arasından külleri itelerken kendi
kendime sıkıntıyla ‘Bn. Moffat gelecek’ diyorum. Gelecek ve hepsini süpürüp atacak. Louis yalnızken şaşırtıcı
bir kesinlikle görüyor, hepimizinkinden daha kalıcı olabilecek birkaç sözcük yazacak. Rhoda, yalnız kalmayı
seviyor. Yalnızlıkta öylesine doruğa ulaşan varoluş duygusunu parçaladığımız için bizden korkuyor, çatalını
nasıl kavradığına bak, bize karşı silahı.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:100)
“Sustu, durduğu yükseltiden, aşağıdakileri kurumlu, buyurgan, dik bakışlarla süzdü. Yakışıklı
görünüyordu doğrusui elinde salladığı jobu, üstünde uçuşan su gerçirmez yağmurluğuyla, bütün seyirciler
yakışıklığında birleştiler. Victoria döneminin bir polis memuruna cuk oturması için bir sağanak, başının üstünde
uçuşan güvercinler, St.Paul’un ve Abbey’nin çanlarını çalması yeterdi; tabii seyircileri de çıngırak sesleriyle
çanları Victoria dönemi görkeminin doruğunu vurgulayan sisli bir Londra ikindisine taşımak gerekiyordu.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:141-2)
“Akrepler
----------evsiz barksız
taşların altına sıkışmış
yarıklarda çatlaklarda
üzerlerine yuvarlanan ağırlıkla
yassılmıştırlar
----------yalnızlığın doruğunda
gece yağmuru altında
doğrulup boğuk bir çığlık atarlar.
(Dane Zack-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.07)
Dosdoğru; Dos dos dosdoğru : İşin en doğrusu bu, doğrudan doğruya, düpedüz
“KARA TEPEYE DOĞRU
------------------------------Savaşa gidiyor, kente gidiyor, gidiyor dosdoğru,
Gidiyor burnunun doğrusuna.
Parmak yelekte, şapka ensede,
İlk ağaç konuşuyor:
‘Nice zamandır buradayım işte.’ ”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:132)
“Kendini üstelik gerçekten yorgun hisseden K.: ‘Her şeyi görmek istediğim yok,’ dedi, ‘gitmek
istiyorum, çıkışa nasıl varılır?’ ‘Daha şimdiden yolunuzu mu yitirdiniz?’ diye sordu mübaşir hayretle, ‘buradan
köşeye kadar gideceksiniz, sonra sağdaki koridordan inip dosdoğru çıkışa geleceksiniz.’ ”
(F. Kafka, “Dava”, sa:84)
“’Doğru, o bir şahandır. Doğru, bir kartaldır. O Aanka kuşudur. O dağların yırtıcı kaplanıdır. O, adı
güzel, kendi güzel Muhammede eştir, doğru. Hepsi dos dos dosdoğru. Yalnız işin içinde başka iş var.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:39)
“Nasıl ki tahta çıkmış ecenin parmağında
Herkesi hayran eder en değersiz mücevher,
Ne aksaklıklar varsa senin öz varlığında
Hepsi dosdoğru olur, gerçek yerine geçer.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:96, sa:233)
“Pereira dişlerinin arasından teşekkür etti ve merdivenleri çıkmaya devam etti. Sorumluluğu ben aldım,
diye sürdürdü kapıcı kadın, ama gönderenin adı yazmıyordu, bu yüzden başımın derde girmesini istemem.
Pereira üç basamak aşağı indiğini iddia ediyor ve dosdoğru kadına bakmış.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:38)
“Kimsenin, eskiden Kayzer için dua ettiği gibi şimdi şimdi Hitler için dua edeceği yoktu. Ama Theodor,
cemaat arasındaki dostlarının tepkilerini merak etmekteydi. Duadan sonra normal olarak dışarda toplanır, biraz
çene çalarlardı; ama bugün insanların çoğu, hiç oyalanmadan, dosdoğru evlerine döndüler.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:133)
Dost, Dostluğa köle olmak : Samimi, yakın ve güvenilir arkadaş; kadın ya da erkek partner (Boy- or girlfriend)
Bk.: Karagün dostu
“HÜRRİYET KASİDESİ
-----------------------------Ve yalnız
Elleri sabunlu
İstanbullu
Bir çingene izinsiz girer
İzinsiz çıkar...
Kan tutuyor beni, bağıracağım;
Bu dağlar bizimdir alemin değil!..
Alnını karışlarım
Dostlarım;
Kardaşlarım
Sizden gayrinin!”
(Niyazi Akıncıoğlu<1916-1979>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:48)
“Merdivende yaşlı bir adam göründü. Delikanlı, giyiminin garipliğine, boynundaki dantelanın
görkemine, kendisine olan güveni belli eden yürüyüşüne bakarak, ‘Ressamın ya bir dostu ya da koruyanlarından
biri olacak,’ diye düşündü.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13)
“AKŞAM KARANLIĞI
---------------------------Doluyor masalar, ki zevk sunar kumarla,
Yosmalar ve dostları üçkağıtçılarla,
Ve amansız hırsızlar, dur-duraksız, yine
Başlayacaklar az sonra mesleklerine,
İşleri zorlamak kapıları, kasaları,
Birkaç gün geçinip giydirmek haspaları.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:179)
“KARDA AYAK İZLERİ VAR
------------------------------------En güzel ocak ateşleri
Artık ısıtamaz ellerini
İsimlerini en yakın tanıdık
Söylese işitmezler
Kurt mu, dost mu, düşman mı?
Bilmeyecekler baş uçlarına geleni
Artık ne tren, ne gemi
Onları getiremez bir daha”
(Necati Cumalı<1921-2001>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:542)
“Seviyordum, sevgili Okurum, aziz dostum! Ve sizin hantal bir düşüncesizlikle ‘yaşlı kadınlar’ diye
adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların damgasını yemiş,
seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik bıraktığı o
yaratıkları, sakalsız varlığımın sen derin labirentinden arzu ediyordum.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17)
“Sonunda bir gün onu başka bir ‘dost’uyla yakalamış, hemen çekmiş Bursa bıçağını, şişlemiş.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:49)
“Kişilerin Fotoğrafı
... Dostlarımın tuzağında yaşadığım yıllarda
Önce benşi kurtardı iki dost
Kendilerini feda ederek. Neşeden tutuşmadım
Mal bende otlandığı gün kazandı...”
(El Asa Faris <Cahiliye Dönemi>-Metin Fındıkçı; Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.01.03)
“ ‘...... Ah, Narziss, senden çaresiz ayrılmam gerekiyor! Seni seviyorum, bugün uykundan birazını
benim uğrumda feda ettiğin için teşekkür ederim. Seni bırakıp gitmem kolay olmayacak. Beni unutmayacaksın,
değil mi?
‘Ne diye hem kendi yüreğini, hem benimkini sızlatıyorsun bilmem. Seni hiç unutur muyum! Yine
geleceksin buraya. Bunu rica ediyor, bunu bekliyorum senden. Baktın ki günün birinde dara düştü başın, çık gel
bana ya da beni çağır! Şimdi güle güle, Goldmund, sevgili dostum, Tanrı yardımcın olsun!’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:97)
“ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
“MADELEINE - E, kim öyleyse?
AMEDEE - Acaba öldürdüğümüz... şey yani benim öldürdüğüm, senin dostun muydu? Bana değildi
gibi gekiyor. Belleğim felaket halde ama dostun galiba o zaman... yani cinayetteen önce gitmişti...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:83)
“OZAN I.
----------bir madenciydin ayağa kalkışınla
bir sabır yarattın köylü duyarlığınla
dostlar he zaman dost olmasa bile
metrelerle ölçülse de genişlik
bir işçi bir köylü gibi yaşadın günü - geceyi
umudun işçisi sabrın köylüsü
bayram yeri gibi onurlu yüreğin
dostlara pay ettin yıllar boyunca.”
(Ozdemir İnce<d.1936>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:247)
“ ‘Demek dostluğun varlığına inanmıyorsun?’
‘Öyle bir şey söylemedim; dostluğa seyrek rastlanır, ama onu inkar etmek güneşi çamurla sıvamaya
kalkmak olur….. Dostluğa köle olan, ancak bu efendisinin ciğerleriyle nefes alır. Sen de bana bu kölelerden biri
gibi görünüyorsun, ben de öyleydim, bugün de bir özleme bağlı olarak öyleyim, çünkü er geç efendimiz bizi terk
eder. Her insan, yüreğinin bağlı olduğu değişmeler sonucunda bizden ayrılır, çok kere de yürekten daha güçlü
olaylar, bazen de kendi hatalarımız buna yol açar. İçli insanların sevgisi ölçü bilmez, fazla sıkarken boğabilir.’ ”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:111)
“Kazım Ağa balıkçıdır. Menekşenin ilk yerlilerindendir. Yetmiş beş gösteriyor yaşı, yetmişinden az
değildir. Onu yıllardır tanırım. Yıllardır dostumdur. İnce adamdır Kazım Ağa, nazik, dost adamdır. Karıncayı
incitmez.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:129)
“Evet, çok saygıdeğer dostu ve velinimeti böyle şeyleri bilemezdi! Gerçek hayatın dalgalarını sırtına
yüklemiş ve mutluluğu yüzünden okunan birinin bu tür şeylere kafa yormasına gerek yoktu. Ancak
karanlıklarının derinliklerinde tek başına kalmış ve hayallere dalmış biri düşünürdü böyle şeyleri.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522-3)
“Vurup canıma kıyan, ölümsüzlük katında
Yazmayı hortlaklardan öğrenen dehası mı?
Hayır, ne kandi ne de gece karanlığında
El uzatan dostları yıpratmaz sanatımı.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:86, sa:213)
“Kış Şiirleri
Nakahara, Dostum!
Dünya kış gibi soğuk ve karanlık
Öyleyse Elveda”
“Kusano Shinpei-Jale Erzen, “Haikulardan Örnekler”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.11.07)
“-Mezin’i neden yakalamışlar? O da çini mi satmış?
-Hayır. Mezin saza söze düşkün... Çalgıdan, türküden baş alamayan bir gavur mezin...Cemile adında bir
dostu var.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:107)
“MARİNA TSVETAEVA’NIN
ANISINA
-----------Ne biliyoruz kardeş ve dost üstüne
sevgilimize dair ne biliyoruz?
Kendi babamızın hakkında bile
her şeyi bilip hiçbir şey bilmiyoruz.”
(Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.10.04)
“Yeni evlilere sevinçli ve değerli gelebilecek bir tek şey vermek istiyorlardı: Gelin olmanın ve sonuncu
gecenin yalnız sessizliği. Onların küçük bölmede tamamıyla yalnız kalabilmeleri için kendileri dış bölümde biraz
sıkışacaklardı. ‘Son birkaç saatten yararlanın,’ diye ekledi dostları, ‘tek solukluk yaşamı bile bir daha bulamayız,
böyle bir anda sevgiye kavuşan onun tadını çıkarmalı.’ ”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:192-3)
Dost başına; Dostlar başına : Başa gelen bir iyiliği genelleştirme yolunda söylenmiş sözcük
Bk.: Darısı dostlar başına
“Kont de Nerwinde’in yeniden doğuşu bir olay oldu. Operada, kont mutluluğun doruğuna ulaştı.
Madame Saint-Serve’in başarısıysa, dostlar başına…”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:103)
Dost(a) düşman(a) : Elalem(e), herkes(e)
“Kel Mıstığın kamçısı beygirlerin yeleleri üzerinde gururla şaklarken afilli bir nara attı dosta düşmana:
‘Deheeee, arslanlarım!..’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:11)
“-Kabul ediver... Oh Beyim, şimdi kabul ediver de, sonra bir yolunu bulursun.
-Hiç olur mu oğlum? Ben harbde bir kere tümen komutanlığı yapmışım. Şimdi alay komutanlığına
inersem dost-düşman ne der?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:277)
Dostlar alışverişte görsün(ler) : İş yapıyor görünmek sanatı
“BARTLETT -… Tanrı belası komşuların gözleri faltaşı gibi açılacak. Sana, Sue’ye, çocuğa arabalar,
ipekliler, sizlere yok yok. Yıllardan beridir ki bugünün düşünü görüyorum. Balina yağına kulak astığım yok.
Dostlar alış verişte görsünler.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:15)
Dostluk : Gerçek dostlar arasındaki yakın ilişki
“GÜLÜMSEMEK
2
önümdeki parmaklıklardan ruhumu çıkaracağım
bu inançla
sen ey açığa çıkan çocukluğum
rengi solana döndün
göz yaşlarımın ipi
o şeylerle sınırlı değil
bütün şeylerde avlanan
... oldum da onun olmadım
bütün şeyler birbirine karıştı
dostluklar bende karıştı düşmanlarımın sureti
suyun suyla karıştığı gibi
seninle birlikte çocukluğumu da kaybederim
şurada duran ve kaybolan”
(Abdelrezak Sbaiti<d.1956>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.08.02)
Dostluk başka alışveriş başka : Dostluk ve akrabalıkla işin karıştırılmaması konusunda söylenir
“Kaynata: ‘Haydi! Tanrı ne yazmışsa o olsun. Dostluk başka alışveriş başka! diyerek ayağa kalktı.”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:108)
Dost tutmak : Metres yaşamak
“BİR İKARUS’UN SIZLANIŞLARI
Doygun, mutlu dinçtir her zaman
Yosmanın dost tuttuğu kimse;
Şu kollarım koptu benimse
Bulutları kucaklamaktan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:287)
“-... Seferberlikte, mahallenin ekmek dağıtımı, Kadayıfçı’nın eline geçmiş. Herif yedi mahallede tadına
bakmadık güzel karı, ellemedik körpe kız bırakmamış. Sonunda Pamuk Zehra’yı dost tutmuş. Pamuk Zehra’nın
adı Pamuk, kendi Zehir...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:71)
Dostum : Kardeş kadar yakın arkadaşa yapılan hitap
“TUZ VE ACI
---------------Ölme
diye sesleniyordum
dostum, yardım getireceğim
melekler ve deniz tanrısı
suların içinde
yeniden soluk aldıracaklar sana
ölme”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“Dostumu yeni tıraş olmuş, gayet şık giyinmiş, işyerinin karanlığında, çevresinde çocuk arabalarıyla,
hiç kımıldamadan otururken buldum. Önündeki hesap defterinin üzerinde evin o büyük anahtarı duruyordu, ara
sıra azar kabilinden dürtüşlüyordu. Bir komplo havasıyla parmağını dudaklarına götürdü ve bir sandalyeyi işaret
etti. ‘Hepsi buradalar, canım,’ diye fısıldadı, ‘hazırlanıyorlar.’ ”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:68)
“Keselerimizi ayırdık. Ben paramı istediğim gibi çarçur edebildiğime memnundum, ama dostum, benim
yerime üzülüyor, her gün biraz daha mahzunlaşıyordu, günün birinde de ‘Imperatul Trajyan’ vapuruyla Mısır’a
gideceğini bana haber verdi.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47)
“Şövalye sanki ‘evet’ dermiş gibi başını sallıyor, seni anlıyorum, dostum. Seni başka kim anlayabilir?
Ve sonra, düşünüyor: Ağzı sıkı olmaya söz vermiş olduğu için, yaşamış olduklarını kesinlikle kimseye
söyleyemez. Ama iki yüzyıl sonra yapılan bir boşboğazlık hala boşboğazlık mıdır?”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:139)
“İhtiyar Kadın, kocası öldükten sonra her şeyden elini eteğini çekmiş bir durumdaydı. Evine eskisi
kadar misafir kabul etmiyordu. Çocukları ona, fabrikaya bitişik küçük evi vermişlerdi. Kızları, gelinleri ve ticaret
gereğince ilgili bulunduğu kimselerle, noterin karısı Madame Pelletot; doktorun karısı Madame Guerin ve birkaç
dostu ona sadık kalmıştı.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:234)
“ ‘... Neyse ne. Gordon ayvayı yemişti.
‘Umarım Wisbeach benim giysilerimi falan atmaz.’
‘Sen hiç merak etme. Kiranı falan hallederim.’
‘Sevgili dostum, kiramı ödemene izin veremem!’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:215)
“BİRİNCİ AVCI - Dostum, son gördüğü şey avlanan insanlar olan onun yeraltında bir insan gibi
çürümek umurunda mı sanıyorsun?
İKİNCİ AVCI - Ölümden öte bir huzur var. Ortak bir yazgı. Yaşayanlar içn de önemli, her birimizin
içindeki kurt için de.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:106)
“Lucien bir şampanya kupası aldı eline ve kupayı daha yeni bırakmıştı ki Guigard ve Weill’le burun
buruna geldi. Guigard’a öfkeyle baktı ve gerisin geri döndü. Ama Pierrette onu kolundan yakaladı. Guigard içten
bir tavırla ona yaklaştı: ‘Dostum Fleurier, dostum Weill,’ dedi rahatlıkla. ‘İşte tanıştınız.’ Weill elini uzattı ve
Lucien kendini çok mutsuz hissetti.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:222-3)
“-Bilerek yapmadım, dostum, gene de özür dilerim. Ne yaparsın, biraz fazla kaçırmışım bu akşam.
Başım dönüyordu, bir sonsuz boşlukta yüzer gibiydim.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
“Atölyenin Marmara’ya bakan penceresi önüne birer koltuk çekerek kahvelerimizi keyifle içerken,
Osman, yalnız resim yaparak hayatını kazanmak özerkliğine nasıl kavuştuğunu anlatmak istedi. Gerçekten, üç
yıl önce bir yerlerde çalışıyordu.
‘Sen dinliyorum dostum,’ dedim.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:146)
D’outre mer : (FR.,COĞR.,KOLL.) <d’utr mer> : Deniz aşırı = From overseas (İNG.)
Doya doya (ağlamak, bakmak, dinlemek, seyretmek) : İçtenlikle, büyük bir arzuyla
“... beri yanda, Mağriplilerin mimari biçeminde bir yıkıntı görülüyordu. Bütün bunlar İbni Hamit için
ayrı birer acı kaynağıydı. Katırından iniyor, bitki arama bahanesiyle, doya doya ağlayabilmek için bu yıkıntıların
arasına saklanıyordu. Sonra, kervanın çıngırak sesleriyle kılavuzun tekdüze türküsünü dinleyip düşlemlere
dalarak yoluna devam ediyordu.”
(F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:21)
“Bu soluk fotoğrafı ona borçluyum. (Çok daha sonra, hiç elden bırakmadığı budalılığı uğruna, çölde
öldürülecekti.) Her şeyi ölümsüzleştirmek, fotoğraflamak, kayda geçirmek manyaklığı uğruna! Galiba bu, hiçbir
şeyi doya doya yaşıyamadığını, içine çektiğ her solukla yaşamın güzelliğini soldurduğunu duyumsayan bütün
insanlarda görülüyor.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:29)
“Böylece romantiklikten uzak bir yaratığın böylesine düşünsel ayrımlar yapabilmesi beni şaşırttı. Hiç de
böbürlenmediğini görmek beni daha da şaşırttı çünkü Suriye’deki dağ geçitlerini andıran o olağanüstü güzel
boğaza girerken, bu harika harebeyi bir kez daha doya doya seyretmek için arabayı yavaşlattı. ‘Çıraklarına ne
diyorsun?’ diye sordum dalgın dalgın, o soylu su kemerinin sert ama nefis çizgilerini izleyebilmek için
bakışlarım geçide uzandı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:425)
“MEPHISTOPHELES - Doğal olarak, Tanrının biri, ilkönce altı gün uğraşır ve işin sonunda da kendi
kendine bravo derse (Hıristiyan inancına göre Tanrı’nın Havva’yı yarattığı altıncı gün), elbette iyi bir şey ortaya
çıkar. Sen hele bu seferlik bunu doya doya seyret.”
(J.W. von Goethe, “Cilt:I, sa:124)
“Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını,
tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler,
istersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızla geminin içinde iplerle bağlasınlar
kollarından bacaklarından orta direğe,
ondan sonra dinle Seirenleri doya doya.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:203)
“Gündelikte, bize geçmişi en kolay hatırlatan şeylerden biri şarkılar değil midir? Neden, nicedir, doya
doya ‘Akşam oldu hüzünlendim ben yine’ şarkısını sahici bir içtenlikle söyleyemez olduk. Ya da ‘Dönülmez
akşamın ufkundayız vakit çok geç’i... Her konuda repertuarı sığ olan kaba, kıyıcı ve yağmacı bir kalabalığın,
‘eski’ diye bilebildiği birkaç şarkıdan biri olarak, nostalji modasının gündelik tezgahında içi boşaltılmış birer
tüketim nesnesi oldular nicedir.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:273)
“Kumral, güzel, iri, kuvvetli bir kız, ahırın solundaki taraçadan bakıyor.. Beni gördü. Kaçmadı... İşte
altı aydır ilk rast geldiğim güzel. Fakat ne iri, ne canlı, ne taze, ne saf bir güzellik... Doya doya bakıyorum. Hem
şu satırları yazıyorum.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:167)
“KÜHEYLAN
Uçurumun ağzından uçurum kıyısına
Kamçıladığım bu at dört nala koşturuyor
Hava dar geldi bana göğsüme sığmaz oldu
Yudum yudum içime çekiyorum rüzgarı
----------------Uçurumun ağzında durabilseydi biraz
Doya doya su vermek isterdim küheylana”
(Vladimir Visotsky <1938-1980>- Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
Doymak bilmez : Kazandıkça daha da isteyen, haris, aç, doyuma erişemeyen
Bk.: Doyum olmamak
“Sereth Irmağının yatağı, doymak bilmez Tuna’ya yaşamını bağışladığı yere varmadan biraz önce,
İbrail’le Galatz arasında uzanan geniş ve verimli bir ovaya dönüşür. ‘Irmakağızlar’ denen yöre halkının burayı
bir baştan bir başa geçmek için, arabayla iki saat yol alması gerekir, öylesine geniştir işte.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:5)
Doyuma ermek; Doyuma ulaşmak, varmak : Cinsel ilişkide (ya da mastürbasyon’da) son haz zirvesine
ulaşmak, gelmek
“İbni Sina durumumu ne canlı bir gerçeklikle betimlemişti: Bir hastalık olarak doğmuyordu, ama
doyurulmazsa bir saplantıya dönüşüyordu. Peki öyleyse, ben niçin bir saplantıya kapılmıştım; ben ki, Tanrı
bağışlasın, doyuma ulaşmıştım? Yoksa dün gece olan şey, aşkın doyumu değil miydi?”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:457)
“HANNAH - ‘Sadece bir iki saniye sürer,’ dedi. ‘Ne bir iki saniye sürer?’ diye sordum. (Gene aynı
biçimde güler.) Ne olduğunu söylemedi, ama...
SHANNON - Doyuma varması?
HANNAH - Evet.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:120)
Doyum olmamak : Genellikle manevi-tinsel değerler konusunda, örneğin sanat eserleri, özellikle öldükten
sonra aranan eski dostluklar, güzel doğa manzaraları vb. hazza tümüyle varılamamak. Doyum eksikliğinden
farkı, olumsuzluğu hissetme yerine, olumluluğun devamı arzusudur, örneğin “Gelibolu’da gün batımına doyum
olmaz!”
“Gördüm de göçüp giden zamanın öyküsünde
Nasıl anlatılmıştır doyum olmaz varlıklar,
Ölmüş sevgililerle yiğitler övgüsünde
Şiirlere güzellik ne güzellikler katar.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:106, sa:253)
Döke saça : Dikkatsizce etrafa saçarak
“Hele babasının gülünç taraflarını bulup çıkarmaya koyulduğu günden beri sanki daha serbestlemiş,
daha rahat bir nefes almıştı. Ondan böylece öcünü alıyordu. Babası, öcünün hem aleti, hem kurbanıydı. Bu
gülünç halleri takınmaya, böyle ağzı açık paldır küldür yürümeye, döke saça yemek yemeğe onu zorlayan
kendisi değildi ya!”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:85)
Döktük düşündük : Oturup uzun uzadıya tartıştık
“Muhtar:
‘O olmaz, bu olmaz!’ diye bağırdı. ‘Ne yapalım öyleyse? Haa bakın, biz bunun çaresini bulduk
arkadaşlar. Geçen gün döktük düşündük. Bir köy belası gelirse elimizde metelik yok...’
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:85)”
Döktürmek : Çok kolaylıkla ve ustaca (müzik) çalmak, konuşmak, yazmak
“Küçük, karanlık kilisede Kien yavaş yavaş kendine geldi. Yumuşak sesli yaklaşımları için sıcaklıkla
dolduran bir başka varlığın yakınlığını hissediyordu. Söylenenleri anlıyor değildi, ama gene de sözcükler, onu
yatıştırmıştı. Fischerle canla başla çalışıyordu, amacına varmış da geçmişti bile. Bir yandan yatıştırıcı sözleri
döktürüyor, bir yandan da şu yanıbaşında oturan adamın ne biçim bir adam olduğunu tam olarak anlamaya
çalışıyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:284)
“Klingsor dikkatle ağzına baktı büyücünün, onun bir zaman şevkle yanıp tutuşan saatlerin birinde
içindeki hüznü boğup atan, onu dişleyip cehenneme yollayan pırıl pırıl dişlerine baktı. Bu büyücü müneccimin
üstesinden geldiği şeyin kendisi de üstesinden gelebilir miydi?.....Müşteri yıldızı kendisine bir başka türlü
bakıyor, Tanrı onun sazının tellerinden daha değişik nağmeler döktürmek istiyordu.”
(H. Hesse, “Klindsor’un Son Yazı”, sa:185)
“Pencerenin önünde duran Orlando’ya baktığımız an sanki ağızlarına kadar su dolmuş da onları
büyümüş gibi ipiri, ıslak menekşeleri andıran gözleri ve şakakları olan iki çıplak madalyonun arasına sıkışmış
mermer bir kubbenin kabartısını andıran bir alnı olduğunu itiraf etmeniz gerekir. Gözleri ve alnı görürüz ve işte
böyle döktürürüz.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:19)
Dökük saçık : Kırık dökük, düzensiz
“Karmakarışık çöplerle dolu, dökük saçık, cinlerin top oynadığı kırmızı topraklı bir yerdi. Bir köşede bir
türbe vardı, daha önce gözüme iliştiğini anımsamıyordum. Çevresi yeni yüksek demir parmaklıklarla çevriliydi.
Beyaz bir kubbe, kuru bir ağaçla çalım satıyordu, ikisi de birbirinden solgun.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:88)
Dökülmek; Dökülmek saçılmak; Her tarafı dökülmek : Üstü başı eski ya da yırtık, halsiz ve bitkin olmak;
her yanı eskimiş, tutsan kopacak nevinden eşya ya da araba; Saçılmak, yayılmak, aramak için yollara dökülmek;
Geride, yaya kalmak; Her şey nerdeyse işe yaramaz, yuiitirilmiş olmak; Darmadağınık olmak; Kötü bir durumda
olmak; Şikayet etmek
“Küçük kız, ‘Sen hacı mısın?’ diye sordu. Villafranca del Bierzo’nun bu kavurucu öğleden sonrasında
ortalıkta ondan başka kimse yoktu. Kıza baktım, ama yanıt vermedim. Sekiz yaşında var yoktu, üstü başı
dökülüyordu. Soluklanmak için oturduğum çeşmenin başına koşmuştu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:197)
“Yarım düzine kadar yarı çıplak Arap çocuğu, bir köşede cırlak cırlak bağrışarak zıp zıp oynuyor.
Ötede kılığı dökülen yaşlı bir Yahudi, dün aynı yerde bıraktığı güneş ışığını aramaya gelmiş, bulamayınca
çaçırıp kalıyor...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:55)
“Miusov’un arabasından hayli sonra yaşlı, baklakırı bir çift at koşulu, her yanı dökülen ama gene de
rahat bir kira arabasıyla oğlu Ivan Fedoroviç’le Fedor Pavloviç geldi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:44)
“... Ellerinde lambalar, şamdanlarla bahçelere, deniz kenarlarına dökülmüşler... Tavan arasından sokağa,
kayıkhaneden havuzun iki karış suyuna kadar her yeri arayıp taramışlar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:17-8)
“Papazın evine girdikten sonra üst kata çıktı, subayların seslerinin işitildiği odanın önünde dikildi.
Subaylar sohbete dalmışlar, oradan buradan laflıyorlar, en çok da tugaydaki kargaşalıktan dem
vuruyorlardı. Tugay komutanının emir subayı bile dökülüp saçılıyordu. ‘Dün o Şvayk denen adam için telgraf
çektik. Şvayk...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:260)
“İçeri giriyorum, bizim çıktığımız merdiveni çıkıyorum, garip döşenmiş biçimiyle vaktiyle pek hoş olan
küçük, şirin odamızı yeniden görüyorum. Şimdi hiç bir şey kalmamış; eşyalar dökülüyor, ortalık karmakarışık,
yerlerde sürünen paçavralar var.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:64)
“Hava pek güzeldi, saat sabahın altı suları olmalıydı. Fabrice yanına köhne bir tüfek almıştı, birkaç
tarlakuşuna nişan aldı. Yaralanan bir tanesi gidip anayolun üzerine düştü. Fabrice bakışlarıyla hayvanı izlerken,
uzaktan, Parma’dan gelip Casal-Maggiore sınırına yönelen bir araba gözüne çarptı. Fabrice tüfeğini yeniden
doldurmuştu ki, her tarafı dökülen köhne araba ağır bir biçimde yaklaşınca, içindeki Marietta’yı tanıdı. Yanında
o çam yarması Gilleti’yle, annem diye tanıttığı o yaşlı kadın vardı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:215)
“... olağanüstülüğünü hala koruyan gözleri, sanki parlaklığını yitirmişti; çektiği acıların, üzüntülerin
belirtisi olarak, dudaklarının çevresindne, yanaklarında ve şakaklarında hafif kırışıklıklar oluşmuştu. Giysileri
dökülüyordu, üzerinde Frenk gömleği bile yoktu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:81)
“DÖRTNAL GİDEN ATIN TÜRKÜSÜ
----------------------------------------------Hayat mücadelesi dediğimiz yarışta
En gözde at tek benim! Ötekiler dökülür.
Ama herkes atını rahvan bir at sanıyor.
Cokeyim ikircikli, bense aldırmıyorum.”
(Vladimir Visotsky <1938-1980>-Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
“-Ne yapıyorsun sen? Mutfakta her şey dökülüyor, sen beyefendiyi kollamakla uğraşıyorsun. Evet, evet,
bu işler önce erik çalmakla başlar, başka yollara sapar. Bir süredir sende bir haller var, kızım sen erkek
kokuyorsun.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:107)
“Salzburg’a varmam yine yedi saat sürdü. İstasyonda tek bir hamal yoktu. Sonunda, üstbaşları dökülen
birkaç asker yardım etti de, bavullarım arabaya taşındı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:356)
Döküntü : Süprüntü, aşağılık, sıradan, işe yaramaz, değersiz, eski püskü
“Böylece Brick, kendisine dostça davranan sıska kızla havadan sudan konuşmaya çabalayarak dört
çırpılmış yumurtasını sipariş ederken, bir taraftan da bu döküntü lokantada yumurtanın tanesi beş dolarsa,
Tobak’ın verdiği paranın bu fiyatlarla fazla dayanmayacağını hesaplıyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:32)
“ ‘Lütfen çeklerde yazılı paralarla bu zarftakileri bizim hesabımıza yatırınız. Hesap numaramızı
biliyorsunuz, değil mi?’
‘Biliyorum.’
‘Bu yük sırtımdan kalkarsa memnun olacağım,’ dedi, ‘neyse, Witsch öbür gün dönüyor; kurtulacağım
bu döküntü işlerden.’ ”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:160)
Döküp saçmak : Dikkatsizlikten, sarhoşluktan, yaşlılıktan eli titremek, tuttuğunu iyi kavrayamamak; kontrol
edilemez öfkeyle etrafı kaosa çevirmek
“Bay Gosch’un sağlık durumu kötüydü. Mutlu biri olduğumu sanmayın der gibi anlamlı bir el hareketi
yaptı. Artık iyice yaşlanmış ve sağlık şikayetleri artmıştı; biraz önce kendisinin de söylediği gibi artık bir ayağı
çukurdaydı. Akşamları aldığı özel içkisini içerken yarısını döküp saçıyordu, elleri öyle titriyordu ki! Lanet
okumasının hiçbir yararı olmuyordu...”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522)
Döl; Döllemek, Döl vermek : Meni; Soy-sop-sülale; Erkeklik, çocuk yaptıracak kaynak (erkek); Karakter, ıra;
Çoğalmak, topluma yeni kuşaklar yetiştirmek; (Fig.) Verimli olmak, beslemek
“ ‘Şu dürzünün oğlu, kafa tutmayı bıraksa da, kalkıp bir düğün yapsak, kurtarsak irezillikten. Ali’nin
oğlunu, Veli’nin gızını boşverse, kendini sevdirse... Damalı’da döl çoook! Gelenleri okutsa yeter. Hem de
kendini harabetmese!..’ dedi. İyice dondurdu ki buraya bir ‘kancık’ ister. Çekip çevirsin adamakıllı.’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:20)
“Ben önüne geçilmez bir büyücüydüm. İlkbaharda kalemim ve kağıdımla her şeyi döllüyordum, bütün
dünya boğulur gibi oluyordu: Baş veremiyordu, ben yaşayamıyordum. O zaman çok mutluydum çünkü her yere
ölüm tohumlarını ekiyordum ve benim içimde erdem boy veriyordu. Ben bitkilerin, arıların, dağların, balıkların
efendisiydim - yürüyen, yerde sürünen, toprağa kök salmış her şeyin: havada ya da denizde.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:324)
“DÜNYANIN ANAHTARI
(1937)
Ben hiçbir zaman evler kurmadım kendim için
dünyayı dolaşmak ve açmak için doğmuşum ben.
Uzunca oturdun mu, yer bitirir seni
Rüzgar, at, tomurcuk
durur mu hiçbir zaman?
Dinmez deniz de iki su arasında: deniz ve gök
İçlerinde anahtar ve adımlar.
Ve daima güçlüdürler
ağlamak ve döl vermek için.”
(Radovan Pavlovski-Erol Tufan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
Dölü döşü : Sülaleden gelmiş gitmiş kimseler
“SHALLOW - Öyle ya, üçyüz yıldır öyle atagelmişiz
SLENDER - Kendinden önce göçüp gitmiş ne kadar dölü döşü varsa onlar da öyle yaparmış;
kendinden sonra gelecek bütün ataları da öyle yapacaklar. Kalkanlarının üzerinde on iki tane beyaz turna balığı.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:8)
Dölyatağı : Canlıların, çiftleştiten sonra yavrularının dış dünyaya doğuncaya kadar geliştikleri organ; Rahim,
Uterus
“HAMİLE KADIN
----------------------şarkılar söylüyoruz hala zar kırmızısı, kan
şarkımızı,
ben ve dünkü günüm,
dünkü günüm asılmış duruyor altında kalbimin,
küçük hindim, sallanan dünyam,
sonra bir cırcırböceği gibi öten kalbim,
cırcırböceği-kalbim ötüyor bir cırcır böceği
gibi;
ama döl yatağı ah döl yatağı,
dölüm uzanıyor suda.”
(Ingrid Jonker <1933-1965>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.12.06)
Döne dolaşa; Dönüp dolaşıp; Dönüp dolaşmak : Eninde sonunda; Sağa sola giderek
“Göçler gitmiş olurdu. Banyolar sökülmüş; köşkler küskün ve hayatsız dururdu. Küçük sandallar yer
yer karaya çekilmiş bulunurdu. İşte balık zamanı bu zamandı. Kocaman gır gır kayıkları sahile başvururlar, torik
ve palamut adanın etrafında bütün gün döner dolaşırdı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:14)
“Benim ilk büyük matemim, Fatma’dan ayrılışım olmuştu. Döne dolaşa Kerbela’ya gelmiştik. Dört
yaşındaydım. Aşağı yukarı her şeyi hatırlayacak bir yaş. Fatma’ya iyi bir kısmet çıkmıştı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:11)
“Böylece yol adım dolaşa döne,
Kırlarda muhteşem ateşler yaktım;
Ateşe kemikler ve otlar attım
Yaptığım büyüler geldi yerine.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Hazne Arayıcısı’, sa:120)
“Ama her defasında dönüp dolaşıp yine Kamala’ya yollanıyor, sevişme sanatını öğreniyor ondan,
verme ve almaların başka her yerdekinden çok bir tek şeye dönüştüğü şehevi hazların okulunda öğrenciliği
sürdürüyordu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:87)
“İşte tam bu sıralarda Söke taraflarında gayet azgın bir Rum eşkiyası türer. Devlet bu haydutlara karşı
bir Nizamiye Taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa gelir.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:250)
“Markiz çok güzel bir İngiliz atı getirtip ahıra yerleştirdi. Bu atın gençliği, sevimliliği on iki yıldır evin
hizmetini görmekte olan iki emektar Normandiya atıyla acayip bir çelişki meydana getirdi. Octave bu armağan
yüzünden sıkıldı. Tam iki gün annesine teşekkür etti durdu. Üçüncü gün, annesiyle yalnız olduğu sırada, söz
döne dolaşa gene İngiliz atına gelince, annesinin elini alıp dudaklarına götürdü.”
(Stendhal, “Armance”, sa:20)
Döne döne (döndüre döndüre) dayak atmak (yemek) : Dönüp dolaşıp aynı yere gelmek; Mevlevi dervişleri
gibi etrafında ya da belirli yerlerde dönmek; Evirip çevirip sopa atmak, dayak yemek
“Daidalos boğulacak gibi soluk soluğaydı, temiz havaya gereksinimi vardı. Koridorlardan birine girdi
ama bunun sonunda bir duvar vardı. Bir başka koridora saptı, ancak o da bir duvarla sona eriyordu. Daidalos
yedi kez bütün koridorları denedi, ardından upuzun sekizinci koridora girdi ve köşeleri döne döne gittikten sonra,
yeni bir koridora ulaştı.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:15)
“-Eee, Bayan Mari, bu kadar münasebetsizlikten sonra, babanızdan döne döne bir dayak yemediniz mi?
-Hayır! Çünkü babam beni çok severdi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:346)
Dönüp dolaşmak; dönüp durmak : Şaşkın şaşkın aynı alanda dolaşıp durmak
“Trifon toprağı sevmez, ona hürmet ederdi. Çünkü birçok sevdikleri orada, onun altında, aklın durduğu
bir yerde yaşıyorlardı. Fakat toprağın üstünde koşan, onun üstünde beş on para kazanmak kaygısı ile dönüp
dolaşan insanlar ne tuhaf mahluklardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:19)
“Don Quijote, iki gün sonra yataktan çıktı, vakit yitirmeden kitaplarına bakmaya koştu; fakat onları
bıraktığı odada bulamayınca, her tarafı harıl harıl araştırmaya başladı. Dönüp duruyor, kapının eski yerine
geliyor, ifadesiz bakışlarla duvarı inceliyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:44)
“Yüksek, biçilmemiş otlar arasında kendilerine yol açmaya çalışan ya da sere serpe frenk asmalarının
tozlu, yaldızlı boynuzlarının çevresinde tekdüze bir ısrarla dönüp duran arıların donuk mırıltısı, ortalığın
dinginliğini büsbütün sıkıcı kılar gibiydi. Londra’nın hafif uğultusu uzaktaki bir org melodisinin pes sedasını
andırıyordu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:9)
“Halbuki, bir hektar toprağı ıslah etmek için yüz frangı gözden çıkaramazlar! Güvenleri kalmamış;
babalar, ayakları tutuk beygirler gibi, basmakalıp işler içinde dönüp duruyorlar; kızlarla oğlanlar, inekleri
bırakıp gitmekten, tarlanın toprağından silkinip şehre savuşmaktan başka bir şey düşünmüyorlar...”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:201-2)
Döpiyes : Fr.: ‘Deux-pieces’ten alıntı, aynı kuşaştan yapılı ceket ve etek, iki parçalı kadın giysisi
“Ama diğer yandan, burası daha ziyade bir iş merkeziydi; başka bir deyişle, daha çok üst sınıfa hitap
ediyordu. Her akşam yüzlerce takım elbiseli yahut döpiyesli tip, metro istasyonuna girip çıkıyordu. Kötü haber,
çoğunun istasyonun dışındaki bir sarmanın varlığını fark etmemesiydi.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:172)
“ ‘Benim hissettiğim gerçek ise, şu an senin evinde, elbise dolabının önünde durduğum ve hoşuma
giden bir döpiyes gördüğüm. Ya onu bir hırsız gibi çalacağım ya da seni arayıp bana ödünç verir misin diye
soracağım.’ Dolores bir an sessiz kaldı. Sonra sordu: ‘Döpiyesim üstüne uıyuyor mu bari?’ ‘Hokka gibi!’ Tabii
ki seni aradığımı bilmiyor, arkasından iş çevirdiğimi bilmiyor.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:117)
Dördüncü mevki; sınıf : 19. yy.da Almanya’da tren’lerde en düşük düzeyde yolcu oturma vagonu (Türkiyede
yalnızca üçüncü mevkiye kadar vardı.); Sosyal hayatta mevcut olabilecek en aşağı, bayağı insan
“ ‘12 numaraya bakmamda bir sakınca var mı?’
‘kimse yok orda efendim. size söyledim.’
‘aşığım moruk. kusura bakma. bir göz atayım, lütfen!’
4.sınıf salaklara nasıl bakılırsa, öyle baktı bana. kapı anahtarını önüme bıraktı.
‘beş dakika sonra burda ol, yoksa başın belaya girer.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:100)
“Kendiliklerinden on para vermezler. Berlin’e dönebilmem için elime yırtık bir beş marklık banknot
tutuşturdular; bu ancak dördüncü mevkiye yeter; herhalde bavulumun üstünde oturmak zorunda kalacağım.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:24)
Dört ayaklı
(Argo)
Dört ayaklı herhangi bir hayvan; Bazan bir hakaret olsun diye insanlara hitap şekli de olabilir
“Bu tatsız yolculuktan sonra kimselere görünmeden, sessizce evine gidecekti. Ama bu dört ayaklı bela
başında olduktan sonra, bunu yapmasına olanak yoktu. Kente nasıl girecekti? Ne bir kuruş para, ne bir tek aslan.
Hiç bir şey, hiç bir şey!.. Yalnızca bir deve.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:136)
Dört ayak üstü : Ellerini, ayaklarını, nesini bulursa kullanarak (kaçmak)
“Klim apar topar arabadan aşağı atladığı gibi dört ayak üstü ormana koşmaya başladı.
-Yetişin! Yetişin! diye bağırıyordu. Kahrolası, atı da al, arabayı da al! Yalnızca canıma kıyma, yeter!
İmdat!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:136)
Dört ayak (üzerinde durmak; üzerine çökmek, çömelmek; düşmek) : Doğal olarak çoğu evcil memelilerin
ayakta duruş şekli; (Dans, Amer. Futfolu) Yapılacak hareket için vaziyet almak; Tehlikeli yerlerde (Bataklık,
buzul, savaşta siperde) yürümeyi daha emin ve garantili olsun diye bu şekilde yapmak; (Cins.)Bir cinsel
pozisyonu; (Kollok.) Şansı yaver gitmek, sırtı yere gelmemek
“Doktor Horace Bianchon’u dostlarının gözünde iki kat değerlendiren eksiklikleriyle artamları, ünlü
cerrah Desplein tarafından anlaşılıp onaylandığı gün, Bianchon için mutlu bir yaşam başladı. Bir klinik şefi,
genç bir adamı yanına alınca, o delikanlı, deyim yerindeyse, dört ayak üzerine düşmüş demektir.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:113)
“Yatağımı, çekmeceli dolabımı, kitaplığımı ve iki bavulumu işaret ettim. Mühendis sevimli sevimli
gülümsedi.
‘Senin gibi enerjik bir çocuk her zaman dört ayağı üzerine düşer. Eğer hemen ayrılırsan, öğle
yemeğinden önce bir oda bulabilirsin. Khokha eşyalarını bu öğleden sonra bir kamyonetler getirecek.’ ”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:161)
“Sevişmeye başladıklarında, birleşmelerini her zamankinden yırtıcı, bir yangın kadar muazzam hale
getirmeye zorladı kendini. Ama sessiz bir sevişmeyle (çünkü soluk soluğa fısıldanmış birkaç coşkulu sözcük
dışında daima sessiz sevişirlerdi) nasıl yapılabilir bu? Evet, nasıl yapılmalıydı? Hızlı ve sert devinimlerle mi?
İnlemelerin ses perdesini yükselterek mi? Pozisyonları durmadan değiştirerek mi? Başka usulleri bilmediğinden
bu üçüne başvurdu. Özellikle ve kendi inisiyatifiyle her an pozisyonunu değiştiriyordu: Kah dört ayak üstüne
çömeliyor, kah erkeğin üzerine biniyor, kah hiç denemedikleri, tamamen yeni ve son derece zor yeni pozisyonlar
icat ediyordu.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:182)
Dört başı bayındır : Hali vakti yerinde, yerine iyi oturmuş, varlıklı
Bk.: Dört başı mamur
“Reha Beyin bana, ilk fırsatta şa

Benzer belgeler