Full Text - International Journal of Languages Education and Teaching

Transkript

Full Text - International Journal of Languages Education and Teaching
International Journal of Languages’ Education and Teaching
ISSN: 2198 – 4999, Mannheim – GERMANY
UDES 2015 p. 2605-2615
A LETTER FROM AN UNKNOWN WOMAN IN STRUCTURAL FACTORS
MEÇHUL BİR KADININ MEKTUBU ADLI ESERİN EDEBİYAT KURAMLARI ÇERÇEVESİNDE
İNCELENMESİ 1
Şule ERDEM2
Abstract
Stefan Zweig was Jewish originally Austrian citizen an done of the milestones of German literature. He was born in 1881 in
Vienna. He experienced difficulties like every Jewish during World War II. His home was raided by ‘’Gestapo’’and his boks were
burnt. He couldn’t stand these difficulties in time. His mood which was highly sensitive broke down and it brought him suicide.
‘’A letter of an unknown women’’, containing groundswell is only one of the Works of his art. A little girl with simple, pale life
suddenly comes into a writer’s life with colourfull and nippy character. They meet everyday because of being neighbour, sos he
starts to feel unrequited love. The writer is unaware of this condition. While is getting more and more place on the girl’s dream
and turning into passion for her. In the next course she is drawn to the man under disguises and waits for comming to the
writer’s attention and being reminded as a girl nextdoor. She is on the summit of despair due to losing her child. Character in his
work of art suicides like Zweig did in his real life. She left only a nameless letter. Character’s existential anxiety is observed while
examining the work of art. In this story, parallelism between the writer and character is exemined in accordance with
psychoanalytic and literary theories.
Key Words: Stefan Zweig, unknown women, love, structural factors
Özet
Alman Edebiyatının yaptıtaşlarından olan, 1881 Viyana doğumlu Stefan Zweig, aslen Avusturya vatandaşı bir yahudidir. II.Dünya
Savaşı sırasında her yahudi gibi çeşitli zorluklar yaşamış, ‘’Gestapo’’tarafından evi basılmış, kitapları yakılmış bir yazardır.
Zamanla bu zorluklara dayanamamış, zaten hassas olan ruh dünyası, iyice yıpranmış ve onu intihara kadar götürmüştür.
Zweig’in eserleri hasta psikolojisinin izlerini taşır. Duygu yoğunluğu taşıyan eserlerinden olan ‘’Meçhul bir Kadının Mektubu’’adlı
uzun hikayesi bunlardan sadece biridir.Küçük bir kızın sade, solgun hayatına aniden renkli ve hızlı karakteri ile bir yazar girer.
Komşu olmaları sebebiyle hergün karşılaşabilme olanağını bulan kızın ruh dünyasına karşılıksız bir aşkın temeli atılır.
Hayallerinde gittikçe daha fazla yer alan ve bir tutkuya dönüşen yazar, her şeyden habersizdir. Geçen yıllar içersinde kız farklı
kimliklerle adamla yakınlaşır ve daima fark edilmeyi hatta komşu kızı olarak hatırlanmayı bekler. Evladını kaybettiği gün
umutsuzluğunun da doruğundadır. Zweig’in kendi hayatını noktaladığı gibi, eserinde ki kahraman da hayatını intiharla
sonuçlandırırken geriye sadece isimsiz bir mektup bırakır. Eserin incelenmesinde, karakterin’’Varoluş kaygısı’’taşıdığı
görülmektedir. Bu hikayede, kahraman ile yazar arasındaki paralellik, psikoanalitik ve Edebiyat kuramları çerçevesinde
incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Stefan Zweig, meçhul kadın, aşk, yapısal unsurlar
Bu çalışma Nevşehir Hacı Bektaşi Veli Üniversitesi tarafından düzenlenen “1.Uluslararası Dil Eğitimi
ve Öğretimi Sempozyumu’nda” sözlü bildiri olarak sunulmuştur.
2
[email protected]
1
2606
Şule ERDEM
Evrende, her yerde ve sürekli ve sürekli hiçlikle çevriliydi
insan,boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukta.
Stefan Zweig
GİRİŞ
Eserin yazarı olan Stefan Zweig 1881 Viyana doğumlu, varlıklı bir sanayicinin oğludur. Aslen
Avusturya vatandaşıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda gönüllü olarak Viyana savaş karargâhında
‘’savaş arşivinde’’ memur olarak çalışan yazar, savaştan sonra Salzburg’a yerleşip 1920’de
Fredericke von Winternit ile 17 yıl süren bir evlilik yapar. 1933’de Nazilerin yakmaya
başladığı kitaplar arasında Yahudi kökenli Zweig’in de eserleri yer alır. ’’Gestapo’’nun rahat
vermemesi, evini basıp silah araması üzerine Zweig ülkesini terk edip Londra’ya yerleşmek
zorunda kalmıştır. 1937’de Fredericke von Winternit’ten ayrılan Zweig, ertesi sene sonradan
evleneceği ve intihara giden adımları birlikte yürüyeceği Lotte Altman ile Portekiz’e gider. O
dönemler, memleketi Avusturya Nazi yönetimindeki Büyük Alman İmparatorluğu’na
katılmıştır. Stefan Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve düş
kırıklarından dolayı, Hitler’in düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlıktan ve bunun
yanı sıra kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesinin neden olduğu
psikolojiyle, ikinci karısı Lotte Altman’la 23 Şubat 1942’de Rio de Janeiro’da intihar etmiştir.
Ardından ‘’kendi isteğimle ve bilincim yerinde olarak’’ yazılı bir not bırakmıştır. O dönem
Almanya’sı hatta Avrupası, birçok yazar ve şair için tarif edilemez acıların yaşandığı ve duygu
dolu eserlerin üretildiği bir süreç olmuştur. Stefan Zweig, “Satranç” adlı uzun öyküsünde
bunu net bir biçimde gözler önüne sermektedir. ‘’Alman Edebiyatı’nda ayrıcaklı bir yere sahip
olan Stefan Zweig, Satranç adlı hikâyesinde, satranç oyunundan yararlanarak savaş döneminde
bireylerin tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalma ve var olma mücadelelerine dair yaşanan
süreci aktarır. Satranç hikâyesi, karakterlerin davranışlarından hareketle psikolojik tahlillere
meydan veren bir hikâyedir. Eserde, savaş döneminde Naziler tarafından tutuklandıktan sonra
yurtsuzluğa mahkûm edilen bir karakterle dünya satranç şampiyonu olan bir karakterin
satranç mücadelesi ele alınır.’’ (Kırmızı, 2014:146).
Mevcut iktidarın hayata tutunma sancılarını işlediği ve Avrupa haritasını bir Satranç
düzleminde ele aldığı uzun hikâyesinde, yazarın başkarakterine yüklediği anlamlar
okuyucuya onun ruh dünyasını analiz etme fırsat tanır. Eserlerinin imha edilmesiyle başlayan
“Varoluş kaygısı” aslında, Zweig’in ölüm korkusundan çok eski Almanya’ya olan özleminin ve
çaresizliğinin bir göstergesi olarak algılanabilir.
2.ESERİN ÖZETİ
“Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması
Ne kötüdür an kadar yakın, bir asır kadar uzak olması
Ne bilir misin?
Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması
Ben deyip susması, sen deyip ağlamaklı olması…”
MEVLANA
“Hiç yaşanmamış, yaşanamamış Sevgili’ye ilk ve son sözler…”
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MEÇHUL BİR KADININ MEKTUBU ADLI ESERİN EDEBİYAT KURAMLARI
ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ
2607
Stefan Zweig okuyucuyu, gençliğe bu duygularla adım atmış, hayatının en güzel çağını yine bu
duygularla sürdürmüş ve sonunda yine bu hislerle ölüm yolculuğuna hazırlanan bir kadının
dünyasına, yaşadıklarına, sırlarına ve her ne pahasına olursa olsun sadâkatla bağlı olduğu
gizemli aşk macerasına sürüklüyor. Bu öyle karşılık beklemeyen, öyle sadık bir aşk ki, âşık
olduğu kişiye zarar verme endişesiyle varlığını hissettirmeyen, sadece ruhunun en derin
noktalarında yaşadığı coşkuyla, nesnel mutluluktan yoksun ama ruhsal mutluluğun en
zirvesine ulaşan bir kadının platonik aşk hikâyesidir. Bu eser, yüreği kan ağlayarak bir ömrü
biriktirirken kendini tüketen isimsiz bir kadının sessiz, sitemsiz çığlığıdır.
Alman Edebiyatının yapıtaşlarından olan bu uzun öyküde, eserin kahramanı olan kadın
yıllarca içinde büyütüp izini sürdüğü erkeğe yazdığı mektubuna ’’Beni hiç tanımamış olan
sana…’’ diye başlıyor. Eserin başkahramanı olan meçhul kadın mektubunda on üç yaşından
itibaren ölümüne kadar olan tutkulu aşkını anlatıyor. Bu öylesine bir tutkudur ki, zamanla
hayatının tek anlamı, tek amacı ve gayesi haline gelmiştir. Öyküde adı hiç geçmeyen
kahraman, önce küçük komşu kızı, sonra çocuğunun annesi ve tanınmamış olan ben diye
kendinden bahseder. Kahramanın bir adının dahi olmaması dönemin siyasi iktidarı
tarafından sindirilmiş ve silikleştirilmiş insan tipini temsil ettiği ve bunun yanında eserin
psikanalitik özellikler barındırmasından yola çıkarak kişinin kendinde kaybolması, erimesi
gibi bir durumdan da söz edilebilir. Hep yas kıyafetleri giyen annesiyle birlikte yaşadıkları
apartman dairesindeki sessiz hayatlarından bahseder. Kavgacı komşu ailenin birgün aniden
taşınmaya karar vermesi onlardan kaynaklanan tedirginlikleri ortadan kaldırmış ve böylece
daha huzurlu bir hayat yaşamaya başlamışlardır.
Bir kaç gün sonra o daireye bir yazarın taşınacağı duyulmuştur ve bu meçhul yazar, küçük
kızın o güne kadar maddi-manevi sessiz, fakir, solgun hayatının tek anlamı, zenginliği,
fırtınası ve aynı zamanda da sonu olacaktır. Kahraman o günden sonra dairedeki tüm
hazırlıkları hayranlıkla izler. O güne kadar görmediği kibarlıkta, her şeyi sakin bir biçimde
yöneten uşak Johann’ı tanır ve sever. Johann, insani yönü çok gelişmiş asil duruşlu, her zaman
kibar ve mesafeli olmasıyla insanların sevgi ve hürmet beslediği bir karakterdir. Sıradan
apartman hayatında, çevrelerinde görmeye alışkın olmadıkları bir kişidir Johann ve
hizmetinde olduğu beyefendisinden her daim bir hürmet ve saygıyla bahseder. Eserin isimsiz
kahramanı onu hem çok sevmiştir hem de çok imrenmiştir, çünkü Johann her zaman Bay
R.’nin yanında, yakınında ve ona hizmet etme şerefini elde etmiştir. Bu küçük apartman
dairesi bir anda hareketlenmiş, Johann’ın disiplinli, içtenlikle yaptığı düzenlemelerle yeni ve
güzel bir çehreye sahip olmaya başlar. Hamalların taşıdığı Hint işi dini biblolar, İtalyan
yontular, büyük tablolar daha önce küçük kızın görmediği tarz ve şıklıktadır, ama onu en çok
etkileyen Fransızca, İngilizce ve daha farklı dillerde yazılmış birçok deri kaplı kitaplardır. Bu
kadar kitabın sahibi olan ve okuyan kişinin yabancı ve gizemli dünyasını merak eder ve
onunla tanışmak ister.
“Bütün akşam seni düşündüm, henüz seni tanımamıştım. Benim sadece bir düzine ucuz, cildinin
kartonu yıpranmış, her şeyden çok sevdiğim ve tekrar okuduğum kitaplarım vardı. Ve şimdi
bütün bu harika kitapların sahibi, onları okumuş, zengin ve aynı zamanda bilgili adamın nasıl
biri olduğunu ısrarla bilmek istiyordum” (Zweig, 2013:15).
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
2608
Şule ERDEM
Yeni komşuyu daha görmeden hayalinde canlandırarak binbir düşünceyle uykuya dalar ve ilk
kez onu ruyasında görür. Gizemli yazara karşı duyduğu merakla bilinmeze karşı hayranlığı
iyice artar, ta ki üçüncü gün Bay R. evine gelene kadar. Küçük kız o güne kadar sadece düş
dünyasında canlandırdığı yazarı görmüş ve hayalindeki siluete hiç benzemediği için biraz da
şaşırmıştır. Beklediğinden daha genç, spor giyimli, şık ve yakışıklıdır.
“Seni hayal etmeyi denedim: Coğrafya öğretmenimiz gibi gözlüklü ve uzun beyaz sakallı, yaşlı
bir adamdın ama ondan çok daha iyi, daha güzel ve daha sevimliydin! Yaşlı bir adam olduğunu
düşündüğümde neden senin daha yakışıklı olduğundan bu kadar emindim bilmiyorum. O gece
seni henüz tanımadan ilk defa rüyamda gördüm” (s.15).
On üç yaşındaki kız, yirmibeş yaşındaki genç yazarın, hayatı hem hafife alan, uçarı, maceracı
yanını hem de sanatındaki son derece ciddi sorumlulukları, bilgi ve kültürle yoğrulmuş yanını
farkeder.
Bay R.’nin bu çok yönlülüğü ve fiziki görünümünün de etkileyici olmasıyla kızın gözünde
ulaşılmaz olur. Zweig’in bu uzun öyküsü 1948’de Max Ophüls yönetmenliğinde Beyaz
Perde’ye aktarılmıştır.
İnsanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini
ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz.
Stefan Zweig
3. KAHRAMAN VE YAZARIN PARALELLİĞİ
Stefan Zweig, hayatını intiharla noktalamış bir yazar olarak, bu öyküde umutsuzluğu,
çaresizliği ve suskunluğu yansıtmıştır. Bu yanını, kahramanı olan genç kızın adını dahi
vermeyişinden, tüm yaşadıklarını kabullenişinden anlamak mümkündür. Aynı zamanda Bay
R. karakterinin özel hayatındaki uçarı, sorumsuz tarafına karşın mesleği olan yazarlığı
disiplinli bir şekilde yürütmesi ve ciddiye alması da Stefan Zweig’in ruhunun anlaşılmasında
yararlı olacaktır. Hatta genç kadının Bay R.’den olan çocuğunun bir grip salgınına
dayanamaması ve sonunda ölmesi bile Zweig’in o dönem Avrupa’sında yaşanan “Savaş
salgınına” dayanamayışının ve aktif askerlik bile yapamayışının satırlara dökülmüş
sözcüklerin ruhu olabilir. Çocuğun hastalığa birkaç günden fazla direnemeyip ölmesini,
Zweig’in “kendi isteğiyle bilinci yerinde” olarak intiharı olarak algılayabiliriz. Hem hikâyede
hem de yazarın kendi hayatında yaşanan ontolojik problemler, dönemin bir yansıması olarak
okuyucunun karşısına çıkar.
Rus kökenli Yahudi asıllı Amerikalı psikiyatrist ve varoluşçu yazar İrwin D. Yalom’un Varoluş
Teorisinde değindiği “Kaderine razı olamama” görüşü Zweig’le ilişkilendirilebilecek bir
tespittir. Zweig, kaderini sanat yoluyla değiştirebileceğine dair inancını yitirdiği için intiharı
bir alternatif olarak görmüş, hayatın ona biçtiği rolü daha fazla oynamaya razı olamamış ve
memleketinden ayrı yaşadığı sürgünde yaşama gücünü kendinde bulamamıştır. Zweig,
dönemin siyasi iktidarı olan Nasyonal-Sosyalistler tarafından sürgüne göderilerek
vatanlarından koparılan isimlerden sadece birisidir. Kişileri intihara götüren bu yolda vatan
hasreti, dışlanma, ana dilinde eser verememe ve daha birçok neden vardır ama ölüm korkusu
belki de en son nedendir. Zweig’in eşi ile birlikte hayatını intiharla sonuçlandırması bu
nedenlerin ıspatı olarak yorumlanabilir. Dönemin siyasi oluşumunun baskı altına aldığı
Yahudi kökenli Alman vatandaşların bir kişilik yitimine uğradığı yadsınamaz bir gerçektir.
Zweig da bunlardan biridir ve yaşadığı trajik olayları eserlerine yansıtmaktan kendisini
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MEÇHUL BİR KADININ MEKTUBU ADLI ESERİN EDEBİYAT KURAMLARI
ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ
2609
alamamıştır. Dönem yazarlarında çok sık olmasa da görülen roman kişilerini sadece bir harf
ile adlandırma eğilimi, Kafka’da olduğu gibi Zweig’da da gözlemlenmektedir. ‘’Üretken bir
yazar olan Zweig, birçok konuda denemeler yaptı. Lirik şiirler yazdı, trajedi ve dram türünde
sahne eserleri denedi, özellikle biyografi alanında önemli eserler ortaya koydu. Freud ve
psikolojiye olan ilgisi onu bu alana yöneltti. Biyografi alanındaki çalışmaları, dönemin birçok
ünlü kişisinin hayatlarını gözler önüne serdi. Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski; Kendi
İçindeki Şeytanla Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche; Romain Rolland; Marie Antoinette;
Magellan, Stendhal, Erasmus, Fouche eserleri bu biyografilerden birkaçıdır.’’³
Zweig’ın, eserlerinde kişilerini Bay E. veya Bay R. olarak adlandırdığına tanık olunmaktadır.
Bilindiği üzere, Zweig diğer eserlerinde de karakterlerini bir isim yerine harfle adlandırmayı
tercih eder. Normal bir isim yerine kullanılan bu harflerin gizemini belki de hayatındaki ifade
edemediği, dışa vuramadığı duyguları veya hissettiği politik baskıdan doğan engeller olarak
algılamak mümkündür. Yazarın, bu tür isimler kullanarak varoluş kaygısı taşıdığı
düşünülebilir ve kaleme aldığı eserler incelendikçe bu kaygının temalara da yansıdığı
görülmektedir. Yazarın yukarıda bahsedilen türdeki endişeleri, çalışmaya konu olan “Meçhul
Kadının Mektubu” adlı eserinde pasif ve edilgen nitelikleri olan kahramanda da yansımalarını
bulmaktadır. Kitaba adını da veren meçhul kadın, her şey bitip ölüme doğru yol aldıktan
sonra yılların sessizliğini bozup Bay R.’ye itiraflarda bulunur. Bireyin varoluşundan
kaynaklanan, yok olma tehdidine karşı geliştirdiği savunma mekanizması. Böylelikle kişi
kendisine acı veren olguyu tanrılaştırıp acı çekmeyi sağlar. Bu durum Psikoterapistlerin
üzerinde çalıştığı kapsamlı bir alandır.’’Nevrotik birey kendisine acı veren olguyu bilinçdışı bir
şekilde adeta tanrılaştırıp kendisinin acı çekmesini sağlar.’’ (Yalom, 2013:355)
Eserin kahramanı olan meçhul kadın sevdiği adamı, sadece bir mektup yazarak olaylardan
haberdar eder fakat ne bir isim ne de bir resim bırakır. Böylece Bay R.’nin üzerindeki etkiyi
ve merakı gidermek istemediği anlaşılır, aksi takdirde tüm gizemin uçup gideceği endişesini
taşımaktadır. Böylece onun hafızasında ontolojik bakımdan bir yer edinmiş olur. Zweig,
intiharının ardından bıraktığı not ile yaşamla ilgili beklentilerinin yok olduğunu ve bunun
yanında izolasyon, anlamsızlık, anksiyete ve ölüm korkusunu yendiğini kanıtlamak ister
adeta. Yazar bunun yanında dünyanın artık yaşanılabilir bir mekân olmaktan çıktığını
göstermek için intihar neticesi ölümü seçmesi, eserindeki kahramanla paralellik gösterir.
Varoluş teorisinde, bireyin kendisini güvende hissetmesinin yolu aşağıdaki alıntıda da
belirtildiği gibi birilerine bağımlılıktan ve ölümsüzlük düşüncesinden geçmektedir.
 Mutlak başarıyı yakalamak ve asla unutulmamak, özel birisiyle birleşmek ve onun
sayesinde ölüme bağışık olmak. (baba, eş, sevgili v.b.)
 Kişisel olarak ölümsüz olduğuna inanmak.
(GÜRGEN, Can )
Zweig’in, eserlerinde olduğu gibi kendi hayatına da biçtiği son ile Varoluşçu ekole özgü bir
savunma mekanizması görülür. Korkuları gidermeye yönelik teşebbüslere rastlanır. Eserdeki
meçhul kadın gerçekten kurban mı yoksa varoluş teorisinde olduğu gibi masum kurban
rolünü üstlenen biri mi? Kendini tüm dünyadan, yeni duygulardan, hayattan izole eden
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
2610
Şule ERDEM
URL 3
Stefan Zweig Hayatı Ve Eserleri, (10.06.2015, 20.10)
kendisi değil midir? Ontoloji teorisine dayanarak yorumlandığında; eserdeki başkişinin,
zavallı ve soluk hayatına bir renk katması için küçük yaşlarda kendisini eser eden merak ve
far edilme beklentisi onun nazarında aşka dönüşmüştür.
Kitapta öncelikle Bay R.’nin uçarı, sorumsuz gibi yansıtılan özelliklerinden dolayı, olumsuz bir
tip olduğu yönünde bir izlenim oluşmaktadır. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında, kıza karşı
olan tavırlarındaki duygu yoksunluğunda yazarın aslında kabahatinin olmadığı, her şeyin
onun dışında, ondan gizli bir biçimde yaşandığı anlaşılmaktadır. Meçhul kadın, Satranç
romanında Bay B.’nin Metropol otelinde yaşadığı yalıtılmışlığa benzer bir durum yaşar, fakir
neredeyse hiçbir şeyi olmayan bir kızın ruhundaki uyanış birçok şeyin de başlangıcı olur.
’’Avusturya kökenli olan Dr. B önemli bir aileden geliyordu ve Hitler iktidarından sonra Gestapo
tarafından Nasyonel Sosyalistlerin önemli tutsaklarını toplama kampları yerine Metropole
Oteli’ne yerleştirdiği önemli tutsaklardanmış. Aylarca birkaç eşya dışında hiçbir şeyin
bulunmadğı bir hücrede kalan Dr. B bir gün sorgulama öncesinde bekletildiği odada asker
montlarından birinin cebinde bir kitap gözüne çarpar ve onu gizlice alır. O sorgulamadan sonra
tüm vaktini bu kitaba ayırır. Bu, içinde dünya şampiyonlarının kendi tekniklerini anlattığı bir
satranç kitabıdır.’’ (Kırmızı, 2014: 4).
‘’Bu kitabı çal! Belki becerebilirsin ve onu hücrende saklayabilir ve sonra okuyabilir, okuyabilir,
okuyabilir, yani nihayet yeniden bir şey okuyabilirsin! Bu düşünce aklıma geldiği anda kuvvetli
bir zehir etkisi yarattı; anında kulaklarım uğuldamaya ve kalbim güm güm atmaya başladı,
ellerim buz kesti ve kontrolümden çıktı. Ama ilk sersemlikten sonra sessizce ve kurnazca paltoya
daha da yanaştım, gözlerimi gardiyandan ayırmıyordum, arkama sakladığım ellerimle kitabı
cebin içinde aşağıdan yukarıya doğru ittirmeye başladım. Ve sonra bir hamle, hafif, dikkatli bir
hamle ve bir anda küçük, fazla kalın olmayan o kitap elimdeydi.’’
Zweig, 2012:44)
4.KARAKTERLER
Hiç yaşanmamış, yaşanamamış Sevgili’ye ilk ve son sözler…
Kitabın kahramanı olan genç kadın mektubuna ’’Ey Sevgili…’’ sözleri ile başlar. Defalarca
karşılaşmalarına rağmen içini açamadığı, duygularını anlatamadığı, tanıtamadığı kendisini ve
hayatını bir mektuba sığdırmaya çalışıyor. Henüz küçük yaşlarda bir çocuk için böylesi
harika, gizemli birini tanımış olmanın ne kadar olağanüstü olduğunu anlatmaya çalışır ve
itiraflarda bulunmaya başlar: ‘’Ey Sevgili, benim için, o çocuk için, ne kadar harika, ne kadar
gizemli olduğunu anlıyor musun? O yaşta, büyük âlemde kitap yazdığı, meşhur olduğu için saygı
duyulan bir insanın, birdenbire genç, şık, bir oğlan çocuğu gibi neşeli, yirmi beş yaşında bir
adam olduğunu keşfettikten sonra, evimizde, zavallı çocuk dünyamın tümünde beni senden
başka hiçbir şeyin ilgilendirmediğini, on üç yaşındaki bir kızın, müthiş bir inatla, delice bir
ısrarla senin hayatınla, senin varlığınla uğraştığını sana söylememe gerek var mı?‘’ (S.16).
Meçhul kadın kendi kahramanı olan yazarı nasıl izlediğini, alışkanlıklarını, ziyaretçilerini
nasıl incelediğini anlatıyor. Eve gelen misafir öğrencileri, kızları ve kadın ziyaretçilerini…
Bilinçsiz merakın, aşk olduğunu henüz fark edecek olgunlukta değildir ve içinde sürüklendiği
şeyin kendisini felakete götürecek bir kasırga olduğunu da hissetmez. ’’Henüz on üç
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MEÇHUL BİR KADININ MEKTUBU ADLI ESERİN EDEBİYAT KURAMLARI
ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ
2611
yaşındaydım, seni gözetlerken ve kapıda bacada seni beklerken beni saran tutkulu merakın
henüz aşk olduğunu bilmiyordum o çocuk halimle.’’ (S.17). Bir gün arkadaşıyla kapının önünde
sohbet ederken Bay R. ile ilk konuşması gerçekleşir. Meçhul kadın yaşadığı bu unutulmaz
zaman dilimini kendini ilk defa aşkta kaybetme anı olarak tarif etmektedir. Bu tutulma kendi
tarifiyle, köle gibi, köpek gibi tutkulu ve sadık bir sevda ve aynı zamanda masum bir kız
çocuğunun fark edilme heyecanı, tecrübesizce içinde yaşadığı hayalidir.
‘’Bu saniyeden itibaren sevdim seni. Biliyorum, kadınlar sana, sen şımarık adama, bu lafı sıkça
söylemiştir. Ama inan bana, hiç kimse seni bu varlık kadar, köle gibi, köpek gibi, böylesine
tutkuyla sevmemiştir; ben işte seni böyle sevdim ve senin için hep öyle kaldım, çünkü bu dünyada
hiçbir şey karanlıktan gelen bir çocuğun fark edilmeyen aşkına benzemez; çünkü o aşk öylesine
ümitsiz, öylesine emre amade, öylesine kul köle olan, öylesine bekleyen ve öylesine tutkuludur ki,
yetişkin bir kadının arzulayan ve bilinçsizce talep eden aşkına asla benzemez.’’ (S.18).
Bay R. ve tüm bu duygular küçük kızın hayatını değiştirmiştir. Hisleriyle düşüncesizce alay
eden arkadaşlarından ve babasının ölümünden beri hep yas kıyafetleri giyen annesinden
uzaklaştırmıştır. Tüm dünyası ve hayali komşusu olan yazar olur böylece. Aşkın itici gücü onu
bazı değişiklikler yapmaya zorlar ve kılık kıyafetine daha bir önem vermeye, dersleriyle daha
ilgili olmaya başlar. Tek gayesi Bay R. tarafından fark edilmek olan meçhul kız gece yarılarına
kadar kitap okumaya başlar.
‘’Sadece seninle ilgili olan şeyler vardı, varlığımdaki her şey eğer seninle ilişkiliyse anlamlıydı
benim için. Sen tüm hayatımı değiştirmiştin. O zamana kadar okulda ilgisiz ve vasat bir
öğrenciyken, birdenbire en iyi öğrenci oldum, gece yarılarına kadar sayısız kitap okuyordum,
çünkü senin kitap sevdiğini biliyordum.’’(S. 19).
Ama ne yaptıysa nafile, geniş bir çevreye sahip ve aynı zamanda zengin olan Bay R. hızlı,
eğlenceli ve umursamaz hayatının akışındadır. Çaresizce çırpınan, her tıkırtıda kapı
deliğinden bakan küçük kızı fark etmemiştir. ‘’Yaşam belirtisinin kökeninde duygulanma
vardır, duygulanmanın da temeli aşktır.\ Bir insanı unutabilirsin, bir insanın sana neler
yaptığını da unutabilirsin, ama o insanın sana neler hissettirdiğini asla unutamazsın‘’ ¹. Kapı
deliği, küçük kızın gözetleme kulesi, dünyaya açılan penceresi olmuştur. ’’Bütün günüm seni
beklemek ve yolunu gözlemekle geçiyordu. Kapımızda, yuvarlağından bakınca senin kapının
görüldüğü küçük, pirinçten yapılmış bir gözetleme deliği vardı. Bu gözetleme deliği- sevgilim,
hayır alay etme, bugün bile, bugün bile o anlardan utanmıyorum! – benim dünyaya bakan
gözümdü, o aylarda ve yıllarda, bütün öğleden sonraları buz gibi soğuk antrede, elimde bir
kitapla, annemin kuşkulanmasından çekinerek, varlığın ona dokunduğu anda tınlayan bir
müzik enstrümanı teli gibi gergin, pusuda beklerdim.’’ (S. 20). Her tıkırtıda merakla gözünü
dayadığı, merakını gidermeye çalıştığı, yazarı daha çok tanımaya ve ezberlemeye uğraştığı
noktadır. Böylece geçen üç yılı anlatırken kahraman, tutkusunun ve sevgisinin büyüklüğünü
tarif ediyor.
Mektubunda Bay R.’nin elinin değdiği kapı kolunu öptüğünü, attığı bir sigara izmaritini
çaldığını, seyahate gittiği zamanlar Johann’ın valizi aşağıya taşıdığını görünce kalbinin
yaşadığı korkuyu itiraf ediyor. Tüm bunları, çocuksu aşkın saf ve tutkulu hali olarak tasvir
ediyor. Artık hayatı sadece Bay R. olan kız, etrafındaki herşeyi ihmal eder. Hatta annesine
âlâka gösteren İnnsbruck’lu akrabayı bile fark etmez. Annesinin evlilik ve İnnsbruck’a
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
2612
Şule ERDEM
taşınma kararı karşısında çaresizce bayılır. Çektiği acı tarifsizdir, sırrını içine gömüp karara
uymak zorunda
URL 1
Sigmund Freud Sözleri, (10.06.2015, 15.15)
kalır. Fakat son kez onu görmeli, belki’de yanında kalabilmek içinyalvarmalıdır. Son
gece, soğuk iliklerine işlerken sabaha kadar kapının ardında yere uzanarak bekler. Sonunda
Bay R. bir hanım arkadaşıyla eve geldiğinde, karşı dairenin kapı arkasında onu bekleyenden
habersiz evine girer. Küçük kız o ıstırabı, o geceyi ölmeden nasıl geçirdim bilmiyorum diye
satırlara döker… Ertesi gün çaresizce İnnsbruck…Gittiği günden itibaren iki yıl boyunca her
anıyı tekrar tekrar düşleyip hafızasında canlı tutar. Artık on sekiz yaşına gelmiştir, etrafındaki
genç delikanlıların bakışlarına, tekliflerine kayıtsız, tek düşüncesi ve özlemi Bay R.’dir. Üvey
babasının varlıklı olmasına aldırmadan, kendi parasını kazanma isteği ile Viyana’da iş bulur
ve Viyana’ya geri döner. İlk gittiği yer eski apartmanıdır. O çok özlediği pencerenin altına
koşar ve yanan ışığı görür. Kalbi mutluluktan deli gibi çarpıyordur, çünkü ebedi hayaline
yakındır yine. Her akşam yoğun iş gününden sonra pencerenin altına koşar ve umutla evi
izler. Bir hafta sonra Bay R.’yi görür, dar sokakta yanyana geçmişlerdir, gizli sevdası onu
tanımamıştır. Kalbi hayal kırıklığı ve ıstırap doludur. Ama bu durumu çabuk kabullenir,
çünkü fedakârca, karşılıksız yaşadığı sadık bir sevdası vardır. Bir kaç gün sonra tekrar
karşılaştıklarında, tüm cesaretini toplar ve adımlarını yavaşlatır. Beklediği Sevgilisinin sesini
duyar. Bay R. kadını tanımaz ve nazik bir şekilde yemeğe davet eder. Birlikte yemek yedikten
sonra yine kibar bir şekilde vakti olup olmadığını sorar.
Kadın, yıllardır beklediği, adeta tapındığı o daireye gitmek için hayır diyemez.
Merdivenlerden çıkarken tarifsiz bir mutluluk, heyecan ve coşku duymaktadır. Tüm eski
anılar her basamakta beynine hücum eder; sokak kapısı, gözetleme deliği, kapıdaki paspas…
Bay R. onu tanımasa da, yıllardır hayatını sadece onun için yaşayan, ismi ve hayali ile nefes
alan kızın, yanındaki kadın olduğunu bilmese de, kadın kendisini mutluluğun zirvesinde
hissetmektedir. Tüm saflığıyla, sevdiğinin yanında, mabedindedir. Sabah erken evden
çıkarken Bay R.’nin masanın üzerindeki vazo’dan alıp ona hediye ettiği beyaz gül onun
simgesi olmuştur. Sonra tekrar ayrılık, Bay R.’nin uçarı hayatından o da diğerleri gibi gelip
geçmiştir. Ona bu kısa ilişkiden bir evlat kalmıştır sadece. Zorlu, ıstırap dolu, fakir bir şekilde
dünyaya getirdiği fakat bir elmas değerinde büyütmeğe çalıştığı sevgilisinin hatırası olan bir
evlat. Büyük aşkını özledikçe bakıp öpebileceği, koklayabileceği emaneti olan evladı. Evlattan
ziyade, en iyi ve en konforlu biçimde büyütmek istediği sevgilisinin parçası… Artık tüm amacı
bu doğrultudadır ve bu amacı için hiçbir fedakârlıktan kaçmaz. Sevgilisinin ona verdiği bu
çocuğun, dünyanın tüm zenginliklerini en iyi şartlarda yaşayabilmesi uğruna, bedenini
satmaktan çekinmez.
Zengin arkadaşları olur, saygı ve paraya kavuşma imkanı da olur kadının, fakat o hiç birine
bağlanmadan Bay R.’yi bekler. Zengin arkadaşlarıyla konser sonrası gittiği bir lokantada Bay
R.’yi tekrar gördüğünde on yıl geçmiştir. Bilinçsizce, düşünmeden her şeyi bırakıp ardından
gider. Onca yıl sonra yine mabetindedir, sevgilisiyledir, fakat sevgilisi onu yine tanımamıştır.
Ona her yıl doğumgününde gönderdiği beyaz güller masanın üstündeki vazodadır. Kadının o
evdeki bir izi, bir imzasıdır o güller. O evden ilk ayrıldığı zaman aldığı beyaz gül yerini bu
sefer paraya bırakmıştır. Çok kırılır ama bu aşağılanmaya ses çıkarmaz, çünkü bu sevgiyi her
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MEÇHUL BİR KADININ MEKTUBU ADLI ESERİN EDEBİYAT KURAMLARI
ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ
2613
şekilde ve her zorluğu ile kabul etmiştir. Gözlerinin dolduğunu farkettirmeden aceleyle evden
çıkarken Johann’a yakalanır. Defalarca beraber olduğu Sevgilisinin onu tanımamasına karşın,
uşağın yüzündeki ifadeden, Johann’ın onu hemen tanıdığını anlar. Bu farkedilme için Johann’a
minnettar bakışlarla son kez mabetinden ayrılır.
Stefan Zweig bu uzun öyküsünde bir kız çocuğunun merakını, gençlik çağındaki bir kızın
hayranlıklarını, bir sevgilinin sadakatini, bir annenin fedakârlıklarını ve bir kadının satır
aralarındaki saklı, ince sitemini dile getiriyor. Evladını kaybetmiş, gücü tükenmiş, ölmek
üzere olan, fakat sevgisini hiç yitirmeyen bir kadının, onu hiç tanımamış olan sevgilisinin
hayatından sessizce, usulca gidişini, giderken tek ricasının, her doğumgününde yolladığı
beyaz güllerin solmamasıdır.
Hikayesini; ‘’Hayatım gerçekte seni tanıdığım gün başlar. Ondan öncesi, yüreğimin hiçbir şey
anımsamadığı, içinde sadece bulanık ve karışık, tozlanmış, örümcek ağıyla kaplı saçma şeyler ve
insanlar olan herhangi bir mahzendi.’’ (S.12) diye anlatmaya başlar. Başkarakter on üç
yaşında, ergenlik fırtınalarının arefesindedir. Tam da o zamanlarda bu gizemli hayranlık
uyandıran komşunun oraya, o şehre taşınma haberi gelir. ‘’Cafe’leri ile ünlü Viyana. 1900’lerin
Avusturyalı yazarları bir çalışma odası tanımaz, onun yerine kahvehaneleri tercih ederlerdi.
Buralarda diğer edebiyatçı arkadaşlarıyla buluşur, tartışır, bu arada da, mesela Joseph Rath
gibi ‘karalar’. Bunlar daha sonra tefrika veya roman (eser) olarak ortaya çıkar’’ (ÜNLÜ, Selçuk
2005).
Başkişi yazarı tanımaya eşyaları ile başlar, farklı, kıymetli ve yabancısı olduğu nesnelerden
zihninde bunların sahibini canlandırmaya çalışır. Hayranlıkla kitaplara bakar, el sürmese de
yazarın çok okuduğu bellidir ve bu durum Bay E.’nin karakterini yansıtır, meşguliyeti
hakkında ipucu verir. ’’İtalyan yontular, dini biblolar, parıl parıl renkli büyük tabloların ve
kitapların vardı. Bir sürü farklı dilde bir sürü kitap. Senin adını anışında hep belli bir hürmet,
özel bir saygısı olan uşağın Johann’ın sana sıradan bir hizmetliden çok, üstün bir bağlılığı vardı.
Daha sen benim hayatıma girmeden önce bile etrafında bir hale vardı; zenginlik, eşsizlik ve
gizem halkası! O küçük banliyö apartmanındaki bizler, hepimiz sabırsızlıkla taşınmanı
bekliyorduk.’’ (S.14). Gizemli komşu daha taşınmadan büyük bir merak uyandırmıştır.
’’Toplum karşılıklı etkileşim ile alt yapı ve üstü yapıdan oluşurken, alt yapı daima üst yapıyı
şekillendirir’’ (ERDOĞAN, İrfan 2007). Gizemli kızın sıkıcı, fakir, sığ hayatına yazarı
tanımasıyla bir renk gelir. İlk günlerdeki merak zamanla saplantılı bir aşka, inanç yerini bir
tapınmaya bırakır. Bu tapınma, olayların gelişiminde Bay R.’yi asla suçlamaması ve ‘’Tanrı’ya
karşı yumruklarımı sıktım ve onu katil olarak adlandırdım’’ (S.38) ifadesiyle dışa yansır. Ayrıca
mektubun sonunda ‘’Ben artık tanrıya inanmıyorum ve dua istemiyorum, ben sadece sana
inanıyorum, seni seviyorum ve sadece sende yaşamaya devam etmek istiyorum’’ (S.54) der.
Bu aşk o kadar saplantıya dönüşür ki kız tüm hayatına artık ciddi bir ilişki sokmaz ve tüm
hayatı boyunca Bay E ile geçirebileceği bir saatin ihtimalini bekler. ‘’Kimseye bağlanmak
istemedim, her an senin için boş ve hazır olmak istedim.’’ (S.44). Buna karşın Bay R.’den olan
çocuğunu en iyi şartlarda lüks içinde yaşatabilmek için kimseye bağlanmadan bedenini
sattığını itiraf eder. ‘’Sevgilim, ben bedenimi sattım. Sokak kadını denen fahişe olmadım ama
bedenimi sattım. Zengin arkadaşlarım, sevgililerim oldu. Senin çocuğun her şeye, dünyanın
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
2614
Şule ERDEM
bütün zenginliklerine, konforuna sahip olmalıydı, tekrar sana, senin hayatnın yörüngesine
girebilmeliydi.’’ (S.43).
Meçhul kadın bir gün Bay R.’yi görünce aşkı uğruna bu zengin sevgililerinden birini ansızın
Bar’da bırakıp mantosunu dahi almadan nasıl bilinçsizce Bay R.’nin ardından sürüklendiğini
şöyle anlatır: ‘’Mantoyu boş vererek, parasıyla yıllardır yaşadığım adamı; bunca yıllık sevgilisi
yabancı bir adam çağırır çağırmaz kalkıp gidince arkadaşlarının önünde gülünç duruma düşen
iyi, sevecen insanı önemsemeden, gece kıyafetimin üstüne sadece şalımı aldım ve sisten
nemlenmiş geceye daldım. Ah, namuslu bir dosta karşı yaptığım bu aşağılık, nankör ve alçak
davranışımın tamamen bilincindeydim. Saçmaladığımın ve çılgınlığımın iyi bir insanı ebediyyen
ölümcül bir şekilde kırdığımın farkındaydım, hayatımı ortadan ikiye parçaladığımın
farkındaydım, ama tekrar senin dudaklarını hissetmek, karşımda yumuşak sözler söylemeni
duymak için sabırsızlanmamın yanında arkadaşlığın ve varoluşumun ne önemi vardı ki!’’ (S.48).
Bay R.’nin şevkatli, sevecen, ne istediğini bilen çekiciliğinin peşinde adeta onun yörüngesine
girer. Aslında varoluşsal bir sebebe, hayata tutunmaya o kadar ihtiyacı vardır ki, gerçek bir
mutluluğa, aşkına karşılık dahi beklemeye cesareti olmayan bu genç kadın adeta Bay R.’nin
hayatından birkaç saat çalar. Bu birkaç saat’e kendini ve tüm yaşantısını adar. Çocuğu bile bu
çalınmış saatlerden kendisine bir aramağandır. Kahramanımız saplantılı aşkının
masumiyetini öyküde geçen beyaz güllerle simgeler. Bilindiği üzere beyaz güller temizlik ve
saflığı temsil eder. Doğumevinde yaşadığı zorluklara, aşağılanmaya ve toplumsal bakış açısına
rağmen, aşkının temizliğini ve saflığını beyaz güllerle anlatır. ‘’Ey Sevgili, dinle, bunu senden
rica ediyorum… bu benim senden ilk ve son ricam… bunu hatırım için yap, her doğumgününde
güller al ve vazoya koy. Ölmüş bir kadın için senede bir gün dua okuttuğu gibi yap bunu…’’
(S.54). Ancak ölüme giderken çocuğunun varlığından bahseder. Mektubunda yaşadığı
sıkıntılardan ve zorluklardan çok bahsetmiyor, zaman zaman aşkı uğruna mücadelesini
anlatıyor.
Bay R.’yi üzmek veya iradesi dışında onu vicdani bir sorumluluğa sokmak istemiyor gibi
görünse de, okurun zihninde başka ihtimaller de doğmaktadır. Meçhul kadın hayatının
hiçliğini giderdiği aşkını ve evladını, Bay R.’den saklı kurduğu dünyasının onun tarafından
elinden alınmasından korkmuş ve endişelenmiş de olabilir elbette. Yazar onu tanımış olsa
beraberliği teklif etmeyebilir hatta çocuğunun doğmasına bile engel olabilirdi. Kendisine bu
denli saplantılı bir şekilde hisler besleyen kadından uzak durur hatta ondan nefret edebilir ve
çocuğundan hiç bahsetmediği için meçhul kadını suçlar ve kinlenebilirdi. Böylece kadının
hayalinde kurduğu aşkı ve hayatının amacı elinden alınabilirdi. Adama karşı dürüst olup her
şeyi anlatma durumunda sevgisine karşılık bulamama riskinin olması, onun aşkına açılmasını
engellemektedir. Bu yıkımı yaşamaktansa adamdan saatler hatta canından can çalmayı ve
bununla yetinerek bir hayat yaşamayı kabullenir. Bu yüzden hep bir gölge gibi yaşadığı
hayatını, hem kendi hem oğlu öldükten sonra bir mektupla yazara sunmaktadır. Bu nedenle
Bay R.’nin zihninde var olabilmeyi umarak sadece yazdıklarını bilmesine izin verir.
Oğlunun doğumuyla yaşantısına, varoluşuna anlam katan duyguyu oğlunun ölümü ile tekrar
kaybeder ve yine boşluğa, hiçliğin tam ortasına düşer. Meçhul kadın aslında ona hayat veren
iki insandan da uzak düşer. Ona bir çocuk veren sevgilisi ondan haberdar dahi değildir,
çocuğu ise ölmüştür. Artık yönelebileceği tek umudu kalmıştır ve o da tek yönlü sevginin,
aşkın yaşandığı yazardır. Evlat acısının büyüklüğü, onun gölge olarak yaşamına devam etme
isteği gibi arzuları bastırabilecek tek şey içinde yaşadığı ve gittikçe büyüyen aşkıdır.
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MEÇHUL BİR KADININ MEKTUBU ADLI ESERİN EDEBİYAT KURAMLARI
ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ
2615
Kadının yazara hitaben yazdığı mektupta defalarca, “bu mektubu okuyorsan öldüğümü bil” gibi
cümleleri kullanmasının birçok sebebi olabilir. Belki kendisini, defalarca karşılaşmalarına
rağmen, tanımayan ve yazarlığı dışında tüm yaşantısında uçarılık, özgürlük ve sorumluluktan
uzak olan Bay R.’nin, kadının ölümünden önce bu çığlığı duyup ama duymazdan gelebileceği
yönde bilinçdışı bir endişesi olabilir. Meçhul kadın Bay R.’nin kendisini belki çirkin
bulabileceğini düşünmüş fakat tanımayacağını, hatırlamayacağını aklına getirmeyi asla
cesaret bile edememiştir, çünkü hatırlanmamak cezaların en büyüğüdür. Hayatta varolma, bir
nedene tutunma gibi sebeplerle, tüm hayatını adadığı saplantılı aşkı Bay R.’de hiçbir
yansımanın olmayışı meçhul kadının başına gelebilecek en büyük felakettir, zira yok
oluştur…! Belki bu nedenle varlığının diğer sebebi olan oğlu da ölmüşken ve kendi de ölürken,
yani yok olurken, başka bir dünyaya göçerken; ‘’Gizemli, bulanık bir hatıra olarak
kalıyorum’’(S.54) diyerek sesini, çığlığını, varlığını duyurmak ister.
‘’Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi? Bu, her okurun tek başına cevap vermek
zorunda olduğu bir soru ve kanımca hiç de kolay olmayabilir; çünkü Zweig’ın bu metin
aracılığı ile insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa çıkmış olması ve bu
yolculuğun sonunda “mutlak aşk” kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı
amaçlamış olması gibi bir ihtimal de var!’’ ²
5. KAYNAKÇA
Zweig, Stefan (2013). Meçhul Bir Kadının Mektubu, (çev. Nevin Tali Ölçer), Sayfa 6 Yayınları
İnkılap Kitabevi, İstanbul.
Zweig, Stefan (2012). Stranç, (çev. Nevin Tali Ölçer), Sayfa 6 Yayınları, İnkılap
Kitabevi,İstanbul. (2012) 44 .
Kırmızı, Bülent (2014). Satranç Hikayesinde Kişiler Dünyası, Nevşehir Hacı Bektaş Veli
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 3 (2014) 146-165.
Yalom, İrwin (1980). Varoluşçu Psikoterapi, Kabalcı Yayınevi (2013), İstanbul.
Gürgen, Can. Dr.Can Gürgen’in Felsefe ve Psikyatri Arşivi (Varoluşcu Psikoterapi: 3 savunma
makanizmaları ).
Ünlü, Selçuk. Viyana Edebiyatçı Kahvehaneleri ve Kahvehane Edebiyatçıları. (Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 3, Sayı 6, 2005, S: 237-256).
Erdoğan, İrfan. İnsan, Toplum ve İletişim (İletişim, Kuram ve Araştırma Dergisi, sayı 25, yazgüz 2007, s.199-228).
İnternet kaynakları:
URL :1 Sigmund Freud Sözleri, (10.06.2015, 15.15)
URL: 2 Cemal, Ahmet. Aşkın psikolojisi, (10.06.2015, 17.00)
URL: 3 Stefan Zweig Hayatı Ve Eserleri, (10.06.2015, 20.10)
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015