Küreselleşen Dünyada Sosyal Hizmet Sempozyumu Kitabı
Transkript
Küreselleşen Dünyada Sosyal Hizmet Sempozyumu Kitabı
İÇİNDEKİLER SÖZEL BİLDİRİLER............................................................................................................................ 1 ANABABALARIN ÇOCUK YETİŞTİRMEYE İLİŞKİN TUTUMLARI VE BİLGİ DÜZEYLERİ İLE 11-18 YAŞ GRUBU ÖĞRENCİLERİN KENDİLERİNİ DEĞERLENDİRMELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN İNCELENMESİ.................................................2 DR. HALİS ÖZERK, PROF. DR. BİNNUR YEŞİLYAPRAK ÇOCUKLARIN ANNE BABALARI TARAFINDAN TERKEDİLMELERİNİ VE KURUMLARA BIRAKILMALARINI NASIL ÖNLEYEBİLİRİZ? ....................................................................................4 PROF.DR. NEŞE EROL(PH.D), DOÇ.DR. ZEYNEP ŞİMŞEK (PH.D) TOPLUMSAL DUYARLILIK VE SOSYAL HİZMET “ MODEL PROJE ÖRNEĞİ” ............................... 10 BERRİN AKMAN, BANU YANGIN, YASEMİN USLUEL, EDA KARGI, TURGAY BAŞ, NİLGÜN ÇELEN, MURAT ŞANLI ÖNLEYİCİ SOSYAL HIZMET ÇALIŞMALARINDA SİVIL TOPLUM KURULUŞLARININ ROLÜ VE DESTEĞİ............................................................................................................................ 17 ASSOCIATE PROF. OYA GÜNGÖRMÜŞ ÖZKARDEŞ MADDE KULLANIMIYLA SAVAŞIMDA AİLE EĞİTİMİ YOLUYLA GENÇTEN GENCE DESTEK PROJESİ.............................................................................................................................. 23 GÜNGÖR TOPRAK ÇABUK, YRD. DOÇ.DR. SELMA ÖNCEL, DOÇ. DR. KADRİYE BULDUKOĞLU TÜRKİYEDE UYGULANAN ANNE-BABA EĞİTİM PROGRAMLARI ................................................ 29 FATMA ÖZDOĞAN BABA DESTEK PROGRAMI (BADEP) PROGRAM ADI: BABA DESTEK PROGRAMI (BADEP)......................................................................................................................... 36 TÜRKİYE’DE EVSİZLER SORUNU VE SOSYAL HİZMET................................................................ 40 ASSOC. PROF. VEDAT IŞIKHAN ALMAN ÇOCUK VE GENÇLİK YARDIM KANUNU’NA GÖRE GENÇLİK YARDIMININ ÖNLEYİCİ HİZMETLERİ ................................................................................................................... 48 PROF. DR. EMİNE AKYÜZ YASALARLA ÇOCUĞU NASIL KORURUZ?......................................................................................58 AV. TÜRKAY ASMA EVLİLİK PROBLEMLERİ, SOSYAL VE FİZİKSEL ÇEVRE İLE ÇOCUK SAĞLIĞI ETKİLEŞİMİNDE SOSYAL HİZMETLERİN ÖNEMİ.......................................................................... 67 ASSOC. PROF. DR. M. METIN DONMA, PROF. DR. ORKİDE DONMA AİLENİN KORUNMASI VE DESTEKLEMESİNDE VE AİLE İLE İLGİLİ SOSYAL HİZMETLERDE UYGULAMALI SOSYOLOJİNİN KATKI VE İŞLEVLERİ......................................... 74 ASSOC.PROF. VEHBI BAŞER, PHD GÖÇ EDEN AİLELERİN İLKOKULA GİDEN ÇOCUKLARININ SOSYAL UYUM VE BECERİLERİNİN İNCELEMESİ ...................................................................................................... 76 UZM. ŞEHNAZ CEYLAN, UZM. MÜNEVVER CAN YAŞAR, PROF. DR. ESRA ÖMEROĞLU, YRD. DOÇ. DR. ADALET KANDIR AİLE VE TÜRKİYE DİYANET VAKFI, KADIN FAALİYETLERİ MERKEZİ....................................... 110 AYŞE SUCU ZİHİNSEL ENGELLİ ÇOCUKLARIN NİSONGER ÇOCUK DAVRANIŞ DEĞERLENDİRME FORMU’NA GÖRE İNCELENMESİ................................................................. 114 ÖĞR.GÖR.DR. ARZU YÜKSELEN, PROF.DR. PINAR BAYHAN KORUNMAYA MUHTAÇ 12 – 36 AYLIK BEBEK VE ÇOCUKLARIN SOSYAL DUYGUSAL GELİŞİMLERİNİN SOSYAL DUYGUSAL DEĞERLENDİRME ARACININ ALT ÖLÇEKLERİNE GÖRE İNCELENMESİ .......................................................................................... 125 DENİZ SOLAK, YARD.DOÇ.DR. ADALET KANDIR ÜNİVERSİTELİ GENÇLERİN BAKIŞ AÇISIYLA “AİLE İÇİ SORUNLAR” ....................................... 140 ARŞ.GÖR.UZM.EDA KARGI, PROF.DR.BERRİN AKMAN KORUNMAYA MUHTAÇ ÇOCUKLAR KAPSAMINDA YENİ BİR MODEL ÖNERİSİ: KORUYUCU OKUL (ELAZIĞ İLİ ÖRNEĞİ, TÜRKİYE)..................................................................... 146 YRD.DOÇ.DR. NURİYE SEMERCİ, PROF.DR. Y. CEMALETTİN ÇOPUROĞLU, YRD.DOÇ.DR. ÇETİN SEMERCİ, ARŞ.GÖR. ALİ SIRRI YILMAZ TAM VE PARÇALANMIŞ AİLEYE SAHİP OLAN ÇOCUKLARIN DEPRESYON DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ ...................................................................................................... 159 PROF. DR. NERIMAN ARAL, ASSOC. PROF. DR. FIGEN GÜRSOY, MA SC. HATICE DİZMAN ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNİN EVLİLİĞE HAZIRLIK İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNİN İNCELENMESİNE YÖNELİK BİR ARAŞTIRMA............................................................................... 174 YRD.DOÇ.DR. HAVİSE GÜLEÇ, ÖĞR.GÖR. DİLFİRUZ CÖMERT, SHU. HÜSEYİN MEHMET BAYCIK ERGENLİK DÖNEMİNDE ÇOCUĞU OLAN EBEVEYNLERİN AİLE ORTAMLARINI ALGILAMALARININ İNCELENMESİ................................................................................................ 194 ASSOC. PROF. DR. FIGEN GÜRSOY, RES. ASS. MÜDRIYE YILDIZ BIÇAKÇI ANNE-BABALARIN OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMU SEÇİMLERİ ÜZERİNE ANNE-BABAYA İLİŞKİN ÇEŞİTLİ DEĞİŞKENLERİN ETKİSİNİN İNCELENMESİ......................... 211 DOÇ. DR. AYSEL KÖKSAL AKYOL, BİL. UZM. VUSLAT OĞUZ,NESRİN YILGIN AİLE İÇİ İLETİŞİMDE TELEVİZYONUN ROLÜ............................................................................... 228 ÖĞR.GÖR.ZEYNEP AYDIN YILMAZ POSTER BİLDİRİLER................................................................................................................... 239 KÜRESELLEŞMENIN TÜRKIYE’DE YOKSUL AILELERE YÖNELİK HİZMET SUNAN KURUMLARA YANSIMALARI......................................................................................... 240 DOÇ. DR. SONGÜL SALLAN GÜL, DOÇ. DR. HÜSEYIN GÜL AİLE MAHKEMELERİNİN İŞLEYİŞİNDE UZMANLARIN ROLÜ................................................... 247 ÖMER MAVI, ASLI ÇERI, GÜNGÖR TOPRAK ÇABUK TÜRKİYE’DE SIĞINMACILARA VE MÜLTECİLERE YÖNELİK SOSYAL HİZMETLER.............. 255 SOCIAL WORKER ÖNDER BETER SOSYAL YAPILANDIRMACILIK VE SOSYAL HİZMET: NE ÇEŞİT BİR İLİŞKİ?...........................265 FATIH ŞAHİN SOSYAL POLİTAKALARDA TEMEL ÇÖZÜM ÜNİTESİ OLARAK AİLE......................................... 268 SADIK GÜNEŞ KRİZ, KRİZE MÜDEHALE VE KRİZ TERAPİ..................................................................................278 DR. UĞUR ÖZDEMİR ÇOCUKLARA DOĞRU BESLENME ALIŞKANLIKLARI KAZANDIRMADA AİLENİN ROLÜ.......... 285 ARŞ. GÖR. DR. YASEMİN DEMİRCİOĞLU, PROF. DR. SIDIKA BULDUK BOŞANMIŞ BİREYLERİN, BOŞANMAYA UYUM DÜZEYLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ........ 292 UĞUR ÖZDEMİR, ARİF LAÇİN, TALİP YİĞİT, SEMRA SARUÇ, AYTEN KAYA KILIÇ AİLE DEĞERLENDİRMEDE HARİTALAMA................................................................................... 302 DR. UĞUR ÖZDEMİR KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TOPLUM TEMELLİ BAKIM ANLAYIŞI VE SOSYAL HİZMET: TÜRKİYE ÖRNEĞİNDE BİR MODEL ÖNERİSİ...............................................307 ARŞ. GÖR. MEHMET ZAFER DANIŞ, SHU YASEMİN DANIŞ AİLEYİ TEHDİT EDEN YENİ BİR TEHLİKE: SANAL İLİŞKİLER .................................................... 322 MEHMET KARACA ÇOCUK VE ADOLESANLARDA GÖRÜLEN YEME BOZUKLUKLARININ PSİKOLOJİK YÖNDEN İNCELENMESİ........................................................................................... 343 ARŞ. GÖR. DR. AYŞE DİLEK ÖĞRETİR, ARŞ. GÖR. DR. YASEMİN DEMİRCİOĞLU ARŞ. GÖR. DR. NURCAN YABANCI KÜRESEL RİSK TOPLUMUNDA SOSYAL HİZMETLERİN ÖNEMİ............................................... 355 YRD.DOÇ.DR. VEHBİ BAYHAN BOŞANMIŞ AİLEDEN GELEN ÇOCUKLAR ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA...................................... 361 UĞUR ÖZDEMİR, ARİF LAÇİN, TALİP YİĞİT, SEMRA SARUÇ, AYTEN KAYA KILIÇ AVRUPA BİRL İĞİNE UYUM SÜRECİNDE ÇIRAKLIK EĞİTİMİ: ÇALIŞAN ÇOCUKLAR..................................................................................................................... 368 DOÇ.DR. MEHMET TAŞPINAR LÖSEMİ HASTASI OLAN ÇOCUĞA SAHİP ANNELERİN KAYGI DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ.................................................................................................................................. 384 DR. AYHAN BABAROĞLU, DOÇ. DR. GÜLEN BARAN HUZUREVİNDE KALAN YAŞLILARIN CİNSİYET FARKLILIKLARINA BAĞLI SOSYAL DIŞLANMA SÜREÇLERİ.................................................................................................. 396 ELİF GÖKÇEARSLAN, BİLGE ÖNAL DÖLEK KÜRESELLEŞME AİLE VE DEĞİŞEN ALIŞKANLIKLARIMIZ......................................................... 400 YRD. DOÇ. DR. SALİH ZEKİ GENÇ KÜRESELLEŞME SÜRECİNİN AİLE BİRLİĞİNE ETKİLERİ (AİLE SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN BİR DEĞERLENDİRME)........................................................... 401 YRD. DOÇ. DR. YELDA SEVİM, SELİN ÜNAL KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKALARIN DÖNÜŞÜMÜ............ 403 MEHMET FATİH AYSAN KÜRESELLEŞME VE TASARRUF İLİŞKİSİ..................................................................................414 RÜŞTÜ ILGAR ENGELLİ BİREYLERDE SOSYAL KABULÜN ÖNEMİ BİR ÖRNEK OLAY................................... 415 DR. ALİ CİVELEK KÜRESELLEŞEN DÜNYADA SOSYAL HİZMETLER VE ÇOCUK ESİRGEME KURUMLARINDA YARATICI DRAMANIN GEREKLİLİĞİ.......................................................................................... 416 ÖĞR.GÖR. ARZU BAYINDIR YABANCI BİLDİRİLER................................................................................................................... 420 INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE: A WITNESS AND AN ACTOR IN THE SOCIAL DEVELOPMENT IN TODAY’S GLOBALIZING WORLD…………………………..…..……421 PROF. DR. RAINER FRANK THE HAGUE CONVENTION OF 1996: A MAJOR IMPROVEMENT IN THE PROTECTION OF CHILDREN’S RIGHTS, AN OPPORTUNITY AND A PRIORITY FOR INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE…………….. 429 VINCENT FABER INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE COUNSELLING SERVICES TO CROSS-CULTURAL FAMILIES : “A TOOL FOR PREVENTATION”.....................................................................................................435 CHRİS KONDOYAMİ THE REPRESENTATIVE OF THE CHILD IN THE GERMAN FAMILY COURT PROCEDURE..... 440 INGRİD BAER THE IMPORTANCE OF PROVIDING ALL THE PARTIES INVOLVED IN ADOPTION, I.E. THE ADOPTION TRIANGLE, WITH SOCIAL COUNSELLING………………………………….446 HANS VAN HOOFF PERMANENCY PLANNING IN INDONESIA POST DECEMBER 26, 2004 SOUTHEAST ASIA TSUNAMI............................................................................................................................... 450 JOANNE SELINSKE PROTECTING CHILDREN WITHOUT PARENTAL CARE AT GLOBAL AND LOCAL LEVELS………………………………………………………………….....463 CHRISTINA BAGLIETTO ISS UK – FAMİLY REUNİON PROJECT....................................................................................... 470 NADINE SCHMITT CONFLICT MANAGEMENT - AN APPROACH TO INTERCOUNTRY FAMILY CONFLICTS?.... 475 SEBASTIAN REGITZ THE INTERNATIONAL PARENTAL CHILD ABDUCTION SERVICE OF INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE AUSTRALIAN BRANCH..............................................478 SANDRA DE SILVA POST ADOPTION SERVICES IN HUNGARY…………………………………………….…………... 482 JÚLIA ANDRÁSI DR. INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE, ITS ROLE IN THE CURRENT SOCIAL CONTEXT AND ITS FUTURE IN THE LIGHT OF THE EXPERIENCE OF THE ITALIAN BRANCH................ 484 MRS CRISTIANA FABRETTI IMPORTANCE OF PROTECTIVE AND PREVENTIVE SOCIAL SERVICES TO ELIMINATE DOMESTIC VIOLENCE IN AZERBAIJAN...................................................................494 AYTAKIN HUSEYNLI WE LIVE İN THE AGE OF THE REFUGEE, THAT IS....................................................................501 LOUIS MINSTER HOLLANDA DA GÖÇMENLERDE GÖRÜLEN AİLEVİ SORUNLAR VE BUNLARA SUNULAN SOSYAL HİZMETLER.................................................................................................. 505 MURAT CAN K.K.T.C ’DE SOSYAL HİZMETLERİN GELİŞİMİ:.......................................................................... 509 SIDIKA ÖZDOĞAN ENGELLİ BİREYLERE SAHİP AİLELERİN TEMEL GEREKSİNİMLERİ İLE ENGELLİ BEREYLERE YÖNELİK POLİTİKALAR ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ........................ 513 ASSOC. PROF. MESUDE ATAY SUNUŞ Sosyal hizmetler; artan, değişen ve gün geçtikçe çeşitlilik arz eden sosyal sorunları en aza indirgemek, bireylerin gelişimlerine ve toplumun değişen koşullarına uyum sağlamalarına destek olmak, sosyal bilinci geliştirmek, toplumdaki dezavantajlı kesimlere gereksinimleri doğrultusunda katkıda bulunmak gibi amaçlara sahiptir. Bu nedenlerle bir toplumun çağdaş bir görünüme kavuşmasında önemli rol ve işleve sahip olan sosyal hizmetlerin geliştirilmesi her toplum için büyük bir öneme sahip bulunmaktadır. Yine Sosyal hizmetlerin önem taşıyan amaçlarından biri de, insan haklarını güvence altına almaktır. Eşitlik, güvenlik, özgürlük, bütün insanların bedensel bütünlüğü ve insanlık onuru konusundaki hak ve prensiplerin tüm toplum için de uygulanmasının acil bir gereklilik olduğu gerçeğinden hareketle hizmet veren Bakanlığıma bağlı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çok önemli görevleri vardır. Dünyada ve ülkemizde yaşanan hızlı değişimler sonucunda meydana gelen ve toplumsal yaşamı son derece olumsuz bir şekilde etkileyen köyden kente göç, beraberinde; nüfus artışı, yoksulluk, gecekondulaşma gibi sorunların yoğunlaşmasına sebep olarak ülke kalkınmasına ket vurmaktadır. Tüm bunlar aile kurumunu derinden etkilemekte, var olan değerler sistemini altüst etmektedir. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu; Sosyal devlet anlayışının gereklerini yerine getiren temel kurumlardan birisidir. Çocuk, genç, kadın, özürlü ve yaşlılarımıza sürekli koruma ve bakım hizmeti götüren Kurum ayrıca sosyal yardım, evlat edindirme ve koruyucu aile hizmetlerini de yürütmektedir. Birinci Uluslararası Sosyal Hizmetler Sempozyumunun; yurt içi ve yurt dışından gelen katılımcıların sosyal hizmet alanındaki uygulamalarında farklı bakış açılarını ortaya koymaları, uygulamalarda yaşanan sorunlarını paylaşmaları ve çözüm önerilerini sunmaları açısından büyük yarar sağladığını düşünüyorum. Birincisini düzenlediğimiz Uluslararası Sosyal Hizmetler Sempozyumu’nun; sosyal hizmetlerin daha etkili bir düzeye kavuşturulmasında önemli katkılar sağlayacağına olan inancımı ifade eder, bu yayımın faydalı olmasını diler hepinize saygı ve sevgilerimi sunarım. Nimet ÇUBUKÇU Devlet Bakanı ÖNSÖZ Küreselleşen dünyamızda özellikle iletişim ve teknoloji alanındaki gelişmeler bir yandan insanlara yeni imkanlar yaratırken diğer yandan yoksulların gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi bir takım sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ekonomide yaşanan büyük değişimler tüm dünyada yoksulluğun gelir dağılımındaki eşitsizliği giderek arttırmaktadır. Yeni ekonomik uygulamalar küreselleşmenin etkisiyle ülkemizdeki var olan sorunların artmasına ve yeni sosyal sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu olumsuzluktan etkilenenler başta çocuk olmak üzere kadın, yaşlı ve özürlü gruplardır. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü özellikle dezavantajlı gruplar içerisinde yer alan çocuk, genç, kadın, yaşlı ve özürlü bireylere yönelik koruyucu, önleyici, eğitici, tedavi ve rehabilite edici hizmetleri sunmaktadır. Hizmet alanımıza giren tüm bireylerin kendi aile ve sosyal çevresinde bakımı ve desteklenmesi ana hedefimiz olup, korunmaya muhtaç çocuklar hizmetlerimizin temelini oluşturmaktadır. Her türlü destek mekanizmalarına rağmen çocuğun aile ortamında bakımının sağlanamadığı durumlarda kuruluş bakımı hizmeti verilmektedir. Bugüne kadar uygulanmış olan koğuş tipi bakım tarzının çocuklarımızın gelişiminde yarattığı olumsuz etkiler nedeniyle 8 ila 10 çocuğun kaldığı sevgi evleri modeli geliştirilmiştir. Kuruluşlarımızda standardizasyonun sağlanması amacıyla 8 çocuğa 1 bakıcı anne uygulaması başlatılmıştır. Sunulan hizmetin niteliğini artırmak amacıyla; hizmet alımı yoluyla sağlanan personelin çocuk gelişimi konusunda eğitim ya da sertifika almış kişiler arasından seçilmesine özen gösterilmiştir. Sorunların ortaya çıkmadan önlenmesi amacıyla çağdaş sosyal hizmet politikaları bağlamında birey aile ve topluma yönelik sunduğumuz koruyucu-önleyici, eğitici-geliştirici, tedavi ve rehabilite edici hizmet modelleri uygulamasında daha etkili ve verimli olabilmesi için dünyadaki örnek uygulamaların paylaşılması büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda uluslar arası katkı ve katılımla ilk defa düzenlenen bu sempozyumun sosyal hizmet alanında çalışan her bireyin bilgi ve bilinç düzeyini yükseltmesi dileği ile saygılar sunarım. İsmail BARIŞ Genel Müdür BİLİM KURULU ÜYELERİ Prof.Dr.Sevil ATAUZ Prof.Dr.İlhan TOMANBAY Prof.Dr.Aliye MAVİLİ AKTAŞ Doç.Dr.Ayşen GÜRCAN OTURUM BAŞKANLARI 1. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Aliye MAVİLİ AKTAŞ 2. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Sevil ATAUZ 3. Oturum Başkanı : Doç.Dr.Ayşen GÜRCAN 4. Oturum Başkanı : Prof.Dr.İlhan TOMANBAY 5. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Sevil ATAUZ 6. Oturum Başkanı : Prof.Dr.Aliye MAVİLİ AKTAŞ 7. Oturum Başkanı : Doç.Dr.Ayşen GÜRCAN Saygıdeğer Bilim Kurulu Üyelerine ve oturum başkanlarına desteklerinden ve çalışmalarından dolayı teşekkürü borç biliyor saygılarımızı sunuyoruz. SÖZEL BİLDİRİLER ANABABALARIN ÇOCUK YETİŞTİRMEYE İLİŞKİN TUTUMLARI VE BİLGİ DÜZEYLERİ İLE 11-18 YAŞ GRUBU ÖĞRENCİLERİN KENDİLERİNİ DEĞERLENDİRMELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN İNCELENMESİ Dr. Halis ÖZERK Prof. Dr. Binnur YEŞİLYAPRAK Bu araştırmada, öncelikle anne-babaların çocuk yetiştirmeye ilişkin tutumları ve anne-babalık bilgi düzeylerinin bazı değişkenlere göre incelenmesi ve çocukların kendilerinde tanımladıkları davranış problemleri ile ilişkisini araştırmak amaçlamıştır. Çalışma 360 annebaba ve 360 ergen olmak üzere 720 kişilik bir grup üzerinde gerçekleştirilmiştir. Araştırma gruplarından biri olan anne-babaların çocuk yetiştirmeye ilişkin tutumlarının temel demografik özellikler ve bazı değişkenler (örneğin çocuk sayısı gibi) ile ilişkisi ele alınmıştır. Bu bağlamda anne babalara PARI (Aile Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutum Ölçeği) uygulanmıştır. Anne babaların, hamilelikten ergenlik dönemi sonuna kadarki süreçte anne babalık bilgi düzeylerini ölçmek amacıyla da bir test geliştirilmesi hedeflenmiş ve ABBT (Annebabalık Bilgi Testi) geliştirilerek anne babalara uygulamıştır. ABBT ile ölçülen anne babaların bilgi düzeyleri de temel demografik özellikler ve bazı değişkenler bakımından incelenmiştir. Diğer araştırma grubu olarak 11-18 yaş grubu öğrenciler ele alınmış ve bu öğrencilerin kendilerinde değerlendirdikleri davranış problemlerinin neler olduğu YSR (Ergenlerde Davranış Değerlendirme Ölçeği) ölçeği ile belirlenmeye çalışılmıştır. Bu problemlerin cinsiyet, sosyoekonomik düzey ve kardeş sayısı ile ilişkisine bakılmıştır. Bunun yanı sıra anne-babaların çocuk yetiştirmeye ilişkin gerek tutumlarının gerekse bilgi düzeylerinin 11-18 yaş grubu öğrencilerin kendilerinde değerlendirdikleri davranış problemleri üzerinde anlamlı bir etkiye sahip olup olmadığı sorgulanmıştır. Çalışmada deneysel işlem yapılmayıp var olan durum betimlenmeye çalışıldığı için, İlişkisel Tarama Modeli kullanılmıştır. Anne babaların tutumları ve bilgi düzeylerinin değişkenlerle ilişkisine ilişkin elde edilen veriler, SPSS ortamında aritmetik ortalama ve standart sapma kullanılarak betimlenmiştir. Gruplar arasında, bağımlı değişkenlere ilişkin farklar için; iki grup için t testi, üç ve daha fazla gruplar için de varyans analizi kullanılmıştır. Anne babaların tutumları ve bilgi düzeylerinin 11-18 yaş grubu öğrencilerinin kendilerinde tanımladıkları problem davranışlarla ilişkisini incelemek için ise çoklu regresyon analizi kullanılmıştır. SPSS ortamında yapılan istatistiksel değerlendirmeler sonucunda, Anne babaların, bütün tutum alt boyutlarında, PARI ölçeği ortalama puanlarının gerisinde kaldıkları, ağırlıklı olarak koruyucu, ve baskıcı tutum en az olarak da demokratik tutum sergiledikleri görülmüştür. Anne babalık bilgisi boyutunda ise; anne babaların ABBT’ nden vasat (orta) sayılabilecek puanlar aldıkları, bilgi kaynakları bakımından da en fazla geleneksel bilgiye daha sonra magazinsel, en az olarak da bilimsel bilgiye sahip oldukları görülmüştür. Problem davranış boyutunda ise, 11-18 yaş grubu öğrencilerin kendilerinde değerlendirdikleri problem davranışlar açısından YSR ölçeğine göre hiçbir alt boyutta klinik düzeyde problem davranış puanı elde edilmemiştir. Anne babaların gerek tutum ögelerinin ve gerekse bilgi düzeyi ögelerinin, çocuklarının kendilerinde değerlendirdikleri davranış problemlerini istatistiksel olarak anlamlı düzeyde belirlemediği görülmüştür. ÇOCUKLARIN ANNE BABALARI TARAFINDAN TERKEDİLMELERİNİ VE KURUMLARA BIRAKILMALARINI NASIL ÖNLEYEBİLİRİZ? Prof.Dr. Neşe EROL(Ph.D)* Doç.Dr. Zeynep ŞİMŞEK (Ph.D)** Anne babalarından ayrı, çocuk yuvalarında yaşamak durumunda olan bebek ve küçük çocuklar; gelişimsel gecikme, fiziksel gecikme,bağlılık gelişimi ve nöral atrofi açısından büyük risk altındadırlar. Araştırmacılar, yuvalarda büyüyen çocuklarda psikiyatrik semptomların görülme sıklığının yüksek olduğunu ve ciddi olarak uyaran yoksunluğu çeken bu çocuklarda ‘otizm benzeri’ davranışların da görüldüğünü vurgulamışlardır ( Ellis ve ark. 2004; Rutter ve ark. 1999). Anne baba yerine geçebilecek süreklilik gösteren ve bire bir ilişkinin olmadığı ortamlarda bebeklerin ve küçük çocukların yaşadıkları İHMAL’in şiddet ile eşdeğer olduğu da çalışmalarla ortaya konmuştur (Balbernie 2001; Brown 2002). Bebekler ve küçük çocuklar, onları koruyan kollayan, öpüp koklayan, kendisiyle konuşan, sinyallerine, mesajlarına uygun yanıtlar veren duyarlı ve onlar için özel olan bir kişiye gereksinim duyarlar. Duyarlı bir bakıcı ve güvenli bağlılıklar beyin gelişimini destekler. Araştırmalar, beyin gelişiminin en hızlı ve duyarlı olduğu dönemin 0-3 yaşlar arasında olduğunu ortaya koymaktadır (Zeanah 2000) Avrupa Birliğinin, Dünya Sağlık Örgütü ve İngiltere de bulunan Birmingham Üniversitesi tarafından 2002/2003 yılları arasında yürütülen ve Türkiye’ nin de içinde bulunduğu 33 ülkeyi kapsayan Daphne Programı kapsamında yaklaşık 23.099 3 yaş ve altı çocuğa yuvalarda bakım verildiği saptanmıştır. Çalışma sonunda, yıllardır yapılan araştırmalarda da ortaya konulduğu gibi “ 3 yaş ve altında olan HİÇBİR çocuk ona bire bir bakım veren bir kişi olmadan yuvada kalmamalıdır” denilmektedir. Acil durumlarda 3 aydan fazla olmamak koşulu ile yüksek-nitelikli yuvaların kullanılabileceği vurgulanmıştır. Toplum olarak hepimizin; bebeklerin ve küçük çocukların sesi olabilme ve onların haklarına sahip çıkma sorumluluğumuz vardır. Ayrıca bebekleri ve küçük çocukları koruma görevimiz vardır. Riskleri bile bile halen bebek ve küçük çocukları yuvalarda tutacak mıyız? Acil önlemler alma zamanı gelmedi mi? Önleme çalışmalarına hız verme zamanı gelmedi mi? Önleme çalışmalarını nasıl yürütebiliriz? Var olan sistem içerisinde neler yapabiliriz? Halen yaygın olan hizmet sunum sistemi açısından durum değerlendirildiğinde, hizmetlerin çoğunlukla sorun ortaya çıktıktan sonra verilmeye çalışıldığı, sorunu önlemeye yönelik hizmetlerin etkinliğinin, ulaşılabilirliğinin ve * Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AD ** kapsamının yetersiz olduğu bilinmektedir. Oysa gerek ulusal, gerekse uluslararası bağlayıcı nitelikteki yasa ve sözleşmelerde ve sahip olunan politikalarda önceliğin koruyucu hizmetlere yönelik olması gerektiği belirtilmektedir. Önleyici/koruyucu çalışmalar arasında; sağlıklı evlilik birlikteliğinin kurulması, evliliği sağlıklı sürdürmenin sağlanması, ailelerin çocuk yetiştirme sorumluluk ve bilincinin yükseltilmesi, ergen gebeliklerin önlenmesi, risk altındaki ailelerin erken dönemde saptanması ve gerekli desteğin verilmesi gibi sıklıkla benimsenen yaklaşımlar yer almaktadır. Korunmaya muhtaç çocuklar açısından örneklenecek olursa, her çocuğun en temel hakkı kendi öz ailesinin yanında, anne babasıyla birlikte, sağlıklı bir ortamda büyümesidir. Hızla artan korunmaya muhtaç çocuk sayımızı azaltmak ve çocuğun temel haklarını verebilmek için çocuğun korunmaya muhtaç duruma gelmesini önlemek, birincil koruma kapsamında temel yaklaşımdır. Birincil koruma hizmetleriyle, korunmaya muhtaç çocuk sayısını azaltabilirsek, korunmaya muhtaç duruma gelen çocuklar için de sunulan hizmetlerin nicelik ve niteliğini yükseltebiliriz. Başta Anayasa olmak üzere, tüm hizmet alanlarındaki yasal düzenlemelerde önleyici hizmetler yer almaktadır. 2828 Sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun 9. maddesi,”b” bendinde de “Öncelikle çocuğun aile içinde yetiştirilmesi ve desteklenmesi için aileye eğitim, danışmanlık ve sosyal yardımlarla güçlendirmek, ….” maddesi yer almaktadır. Bunun için “aile danışma merkezleri, toplum merkezleri” gibi kuruluşlar açılmış ve açılmaya devam etmektedir. Ancak ailenin değerlendirilmesine bütüncül yaklaşılıp, topluma dayalı risk yaklaşımı temelinde sorunun çözümlenmesi hedeflendiğinde, sosyal hizmetlerin başta sağlık, eğitim olmak üzere tüm sektörlerle birlikte çalışabilecek yapılanmayı kurması gerekmektedir. Böylece hem iş gücü ve zaman açısından, hem de daha maliyet etkin bir yöntem olacağı düşünülmektedir. Sözü edilen bu model Sağlık Bakanlığı tarafından 1991-1993 yılları arasında proje danışmanı Neşe Erol tarafından pilot çalışma olarak Ankara’da başlatılmış, 1994-1998 yılları arasında ise 9 ilde uygulanmıştır. ‘Temel Sağlık Hizmetleri yoluyla Çocuğun Psiko-Sosyal Gelişiminin Desteklenmesi” adıyla uygulanan bu hizmet modelinde, kurumlar arası işbirliğinin ve çocuğun sağlığına bütüncül yaklaşımın başarılı bir örneği sunulmuştur (Erol ve ark. 1997; Erol 1999; Şimşek 2001). Temel amacı, öncelikle gebe ruh sağlığını desteklemek, sağlıklı çocuk yetiştirmek ve risk altındaki çocuk sayısını azaltmak olan bu modelde, sağlık ocağı bölgesinde hekim, hemşire, ebe, sosyal hizmet uzmanı ve psikolog’dan oluşan ekip hizmeti oluşturulmuştur. Ekibin her üyesi kendi rolünü yerine getirmiştir. Böylece suça itilmiş, madde kullanan, sokakta yaşayan, engelli duruma gelmiş, ihmal ve istismar edilmiş çocuk sayısının azalmasına yönelik planlı çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Benzer modelin Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı Toplum Merkezleri ve halen işlevselliğini sürdüren Sağlık Ocakları (aile hekimliği sisteminde Toplum Sağlığı Merkezleri adı altında değiştirilmiştir), Ana-Çocuk Sağlığı Merkezleri tarafından sürdürülebilir bir yapıda gerçekleştirilmesinin gelecek için umut vereceği düşünülmektedir. Elbette önleyici amaçlarla gerçekleştirilen, kamu ve sivil toplum kuruluşlarının uyguladığı bir dizi proje bulunmaktadır. Önemli olan risk gruplarını belirleyerek, ‘erken çocukluk eğitimi, ev ziyaretleri yoluyla ailenin desteklenmesi, hizmetlere ulaşılabilirliği arttıran uyarı sistemlerinin kurulması’ gibi proje niteliğindeki çalışmaların etkisi kesinleşenleri hizmet programına dönüştürmek ve yasal düzenlemelerimizde tanımlanan işlevleri ‘proje’ adıyla başlatmayıp var olan hizmetlerin etkinliğini arttırmaktır. Ne yazık ki proje bittiğinde görevlerimizde beraberinde ortadan kalkmaktadır. Birincil koruma çalışmalarıyla, korunmaya muhtaç çocuk sorununu tamamen ortadan kaldırmamız mümkün olmamakla birlikte, sorunun kontrol altına alınması sağlanabilir. Sorun ortaya çıktıktan sonra ise, ikincil koruma çalışmalarını planlayıp uygulamamız gerekmektedir. Bu aşamada önceliğin yuva ve yurt bakımına değil, koruyucu aile ve evlat edinme hizmetine verilmesi gerekmektedir. Yapılan çalışmalar değerlendirildiğinde, koruyucu aile yanında büyüyen çocukların davranışsal sorunlarının yuva ve yurtlarda büyüyenlere göre daha az olduğu saptanmıştır. Ancak, koruyucu aile sisteminin başarıya ulaşması, düzenli kayıt sisteminin kurulması, aile eğitimlerinin sürekliliği, çocuğu aile yannda izleyebilecek nicelik ve nitelikte meslek elemanı ile sağlanabilmektedir (Şimşek 2004; Erol ve ark., 2005; Üstüner ve ark., 2006). İkincil koruma kapsamında, küçük ev modellerinin de uygulanması bir çözüm olabilir. Ancak unutulmaması gereken, çocuğun birebir ilişki içinde anne-baba modelleriyle büyümesinin sağlanmasıdır. Toplum olarak hepimizin bebeklerin ve küçük çocukların sesi olabilme ve onların haklarına sahip çıkma sorumluluğumuz vardır. Ayrıca bebekleri ve küçük çocukları koruma görevimiz vardır. Sonuç olarak, sosyal sorunlara birincil, ikincil ve üçüncül koruma düzeyinde yaklaşmamız ve önceliği birincil koruma alanına vererek kaynaklarımızı ve hizmet sunum sistemimizi bu yönde yapılandırmamız sorunlarımızla başa çıkma gücümüzü arttıracaktır. Amaçlarımıza ulaşmada önümüzde uzun bir yol var ancak atacağımız her insanca adım bizlere daha zengin ve anlamlı bir yaşam sunacaktır. Kaynaklar Balbernie R (2001). Circuits and circumstances: The neurobiological consequences of early relationship experiences and how they shape later behavior. . Journal of Child Psychotherapy, 27, 237-255. Brown K D (2002). Child Protection. In M.Rutter & E Taylor (Eds). Child and Adolescent Psychiatry (4th Edition p: 1158-1174). Blackwell Science. Ellis H D, FisherP.A, Zaharie S (2004). Predictors of disruptive behavior, developmental delays, anxiety, and affective symptomatology among institutionally reared Romanian children. J.Am. Acad Child Adolesc.Psychiatry,43:1283-1291. Erol N (1996).Anne-baba el kitabı. “Çocuğun Psikososyal Gelişimi Açısından Temel Mesajlar”. Sağlık Bakanlığı Yayınları, Ankara. Erol N., Z. Şimşek., İ. Erten İ (1997). "Önleyici Çalışmalar: Anne-Baba-Bebek İlişkisini Güçlendirme ve Çocuğun Psikososyal Gelişimini Temel Sağlık Hizmetleri Yoluyla Destekleme Projesi. Farklılıkla Yaşamak: Aile ve Toplumun Farklı Gereksinimleri Olan Bireylerle Birlikteliği. (Ed: A. N. Karancı), Türk Psikologlar Derneği Yayınları, Ankara (113-131). Erol, N. (1999). Çocuğun Psikolojik Gelişimini Temel Sağlık Hizmetleri Yoluyla Destekleme. Türk Pediatri kurumu XXXV. Ulusal Pediatri Kongresi “Çocuklarımız İçin Parlak Gelecekler”. Kongre Kitabı, s: 237-249. Erol N (2004). Yuvalar ve yurtlar sorunun mu yoksa çözümün mü parçası? Koruma Altındaki Çocuklar; Prof. Dr. Mualla Öztürk Anısına XVII. Sempozyum Sunuları – 23-25 Şubat 2004 (Yayına hazırlayan Runa Uslu). Ankara Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yayınları. Yayın no: IX. Ankara Üniversitesi Basımevi, 133-140. Erol N, Şimşek Z, Üstüner S (2005) Çiçekli Dünyamda Elimi Yalnız Bırakma; Dünyada ve Türkiye’de Çocuk Koruma Sistemleri; Kurum Bakımı, Koruyucu Aile ve Evlat Edinme. Ümit Matbaacılık. Ankara. European Commission Daphne Programme in collaboration with the World Health Organization Regional Office for Europe & The University of Birmingham, UK(2005). Mapping the number and characteristics of children under three in institutions across Europe at risk of harm. Birmingham, UK. Rutter M, Anderson-Wood L, Beckett C, Bredenkamp D, Castle J, Groothues C, Kreppner J, Keaveney L, Lord C, O’Connor T G & The English and Romanian Adoptees Team (1999). Quasi-autistic patterns following severe early global privation. Journal of Child Psychology & Psychiatry, 40 (4), 537-549. Şimşek, Z. Massachusetts Koruyucu Aile Sistemi Deneyimleri, Sosyal Hizmet Sempozyumu (2004). Türkiye’de Sosyal Hizmet Uygulamaları İhtiyaç ve Sorunlar”. 4-6 Kasım 2004, Alanya. Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmetler Bölümü, Bildiri Özetleri, 74. Şimşek Z (2001). Çocuk Hakları Açısından Temel Sağlık Hizmetlerine Yaklaşım ve Sosyal Hizmet”, Sosyal Hizmette Yeni Yaklaşımlar ve Sorun Alanları:Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan, Ankara.; 69-80. Üstüner S, Erol N, Şimşek Z (2006). Koruyucu Aile Bakımı Altındaki Çocukların Davranış ve Duygusal Sorunları. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi; 12 (3); 130-140. Zeanah C.H (2000). Disturbances of attachment in young children adopted from institutions. Journal of Developmental & Behavioral Pediatrics, 15, 215-22 TOPLUMSAL DUYARLILIK VE SOSYAL HİZMET “ MODEL PROJE ÖRNEĞİ” Berrin Akman / Banu Yangın Yasemin Usluer / Eda Kargı Turgay Baş / Nilgün Çelen Murat Şanlı* Çocuk Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre, “tüm çocukların bedensel, bilişsel, ahlaki ve sosyal bakımlardan sağlıklı ve normal biçimde gelişebilmeleri için her türlü olanak ve kolaylık sağlanmalıdır; toplum, kimsesiz ya da geçim kaynaklarından yoksun çocuklara özel ilgi göstermekle yükümlü olmalıdır; çocuk, her ortamda yardım görmeli, sıkıntıdan kurtarılmalıdır”. Bu ifadeler, bildirgenin tamamında da ortaya konan iki özelliği yansıtmaktadır: Çocukların hakları ve toplumun bu konudaki sorumluluğu. toplumun, üzerine düşen sorumluluğu taşıyabilmesi farkındalığına ve duyarlılığına bağlıdır. Staub (1979)’a göre toplumsal duyarlılık, olumlu sosyal davranışları içeren, başkasının ya da başkalarının ihtiyaçlarına yönelik uygun davranışların üretilmesidir. Bu tanımdan yola çıkarak toplumsal duyarlılıkta, bir kişinin sosyal sorumluluk içeren davranışlarda bulunması için, başkalarının ihtiyaçlarını, hedeflerini anlaması ve buna uygun davranışları üretmesi gerekmektedir. Her bireyin, kendi sınırları ölçüsünde, bulunduğu ortamın gelişimini etkileme potansiyeli ve sorumluluğu vardır. Bu nedenle, bu tür davranışlarda önemli olan büyük ya da küçük bir topluluğa hizmet etmekten çok, destek olunan amaca ne ölçüde hizmet edilebildiğidir. Toplumsal bir varlık olan insan, çevresine karşı duyarlı olmak zorundadır. Bu noktadan hareketle son yıllarda okullarda, özellikle üniversitelerde toplumsal duyarlılık kazandırmaya yönelik çalışmalar çok büyük bir gelişme göstermiştir. Okullar, aynı anda çok fazla öğrenciye ulaşabilir olma özellikleri nedeniyle, toplumsal hizmet açısından çok uygun ortamlar yaratabilmektedir. Okullarda çok çeşitli toplumsal hizmet çalışmaları yapılmaktadır. Mitchell'e (1998) göre özellikle Akran Destek çalışmaları, Akran Danışmanlığı, Akran Öğretmenliği ya da Akran Arabuluculuğu gibi çalışmalar, okul iklimine pozitif etkileri açısından çok popüler çalışmalar arasında sayılmaktadır Tüm bu çalışmaların amacı, öğrencilerin yaşayarak deneyim kazanmalarını, günlük rutinden ayrılarak daha bireysel, kendi farklılıklarını yaşayacakları ve kendilerini tanıyacakları, aynı zamanda bulundukları topluma fayda sağlayacakları bir sistem yaratmaktır. Ayrıca bu deneyimler, öğrencilerin geleceğe ilişkin planlarını oluşturabilmelerine olumlu katkı getirmektedir. Sills (1957)'e göre, bu kazanımların yanında, toplum hizmeti çalışmalarına katılan kişiler de başkalarına yardımcı olmanın, iyi vatandaş olmanın ve bulundukları ortam için iyi şeyler yapabilmenin yarattığı manevi doyumu da yaşamaktadırlar. Toplumsal Duyarlılık Nasıl Kazandırılır? * Hacettepe Üniversitesi & SHÇEK Atatürk Çocuk Yuvası Prof.Dr. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Eğitimi A.B.D.,Yrd.Doç.Dr. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği A.B.D.,Yrd.Doç.Dr. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği A.B.D.,Arş.Gör.Uzm. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Eğitimi A.B.D.,Arş.Gör.Uzm. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği A.B.D.,Sosyal Hizmet Uzmanı Başbakanlık SHÇEK Atatürk Çocuk Yuvası Md.Yrd. Staub (1979), beklenen sosyal davranışların belli gelişimsel devrelerin sonucunda kazanıldığı görüşündedir. Buna karşın, toplumsal bilincin içgüdüsel olarak kazanıldığı görüşünde olanlar da vardır. Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu etkinin, yani davranışlarının sonuçlarını düşünme içgüdüsüyle doğmuştur. Doğuştan gelen bu içgüdü, çocukluk ve gençlik yılları boyunca desteklenirse ve gelişirse, davranışlarının sorumluluğunu alan, topluma karşı duyarlı bireyler yetişmekte; bu içgüdünün desteklenmediği ve gelişemediği durumda ise sorumsuz ve duyarsız bireyler yetişmektedir. Bir temel yaşam becerisi olan toplumsal duyarlılık ilk önce ailede daha sonra bireyin içinde bulunduğu arkadaş ve okul çevresinde gelişir. Bu nedenle erken yaşlardan itibaren çocuklarda bu bilinci geliştirebilmek için şunlar yapılabilir (Shapiro, 1997): *Çocuklardan beklenen sorumlu ve düşünceli davranış çıtasını yükseltmek *Çocuklara iyilik etme fırsatı vermek *Çocukların bir toplum hizmetine katılmalarını sağlamak *Çocuklarla başkalarının yaşantılarına, sıkıntılarına dair konuşmak Çocuklarımız, hayatı sadece bizlerin yaşadığı açıdan değil, çok farklı yaşamsal deneyimlerden oluştuğunu bilerek yaşarlarsa, toplumsal duyarlılık bilinci daha da gelişebilir. HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ İLKÖĞRETİM BÖLÜMÜ OKUL ÖNCESİ EĞİTİMİ VE SINIF ÖĞRETMENLİĞİ ANA BİLİM DALI – BİLGİSAYAR ve ÖĞRETİM TEKNOLOJİLERİ EĞİTİMİ BÖLÜMÜ İLE KEÇİÖREN ATATÜRK ÇOCUK YUVASI İŞ BİRLİĞİYLE GERÇEKLEŞTİRİLEN GÖNÜLLÜ ABLALIK AĞABEYLİK /EĞİTİCİLİK PROJESİ PROJENİN AMACI I. 0-6 Yaş Gurubu Çocuklar İçin Ankara Keçiören Atatürk Çocuk Yuvasında koruma altında bulunan 0-6 yaş grubundaki çocuklarla Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okulöncesi Eğitimi Ana Bilim Dalı öğrencileri, Uygulama dersleri kapsamında 2005 yılının Şubat ayından itibaren haftada bir tam gün olarak başlayan daha sonra haftada 3 tam güne çıkan erken çocukluk eğitimi günlerinde bir araya gelmektedirler. Bu günlerde koruma altında bulunan çocukların diğer yaşıtlarıyla aralarında oluşan gelişimsel açığı kapatmak amacıyla sistemli bir erken çocukluk eğitimi programı uygulanmaktadır. Yapılan gözlemler sonucu, çocukların uygulanan eğitim programından yarar sağladıkları bununla birlikte en önemlisi oraya giden öğrencilerle veya çocukların deyimiyle “ablalarıyla” bir duygusal bağ oluşturdukları görülmektedir. Öğrencilerimiz de çocuklarla daha fazla birlikte olmak istediklerini, eğitim vermenin yanında sosyal aktivitelere de bu çocukları katmak istediklerini dile getirmişlerdir. Bu istekler doğrultusunda her çocuğa bir gönüllü abla/ağabey fikri ortaya çıkmıştır. Gönüllü ablalar/ağabeyler hem hafta içi hem de hafta sonu seçtikleri çocukla ilgilenecek, sinema, tiyatro, oyun oynama, birlikte yemek yeme v.b gibi etkinliklerde bulunacaklardır. Gönüllü abla/ağabey il dışında olduğu zaman telefon ederek, mektup yazarak yine çocukla iletişimini sürdürecektir. Kurumdan izin alındığı takdirde ev koşulları uygunsa bir akşam gönüllü abla/ağabeyin evinde de yatılabilecektir. Bu projede, çocukların ilgi, sevgi ihtiyacını karşılamak ve çocukların gelişimlerini (bilişsel, dil, sosyal, kişilik, duygusal, motor) oluşturulan sistematik bir erken çocukluk eğitimi programıyla desteklemek ve çocuklara bir kişiye bağlanma fırsatı sunmak amaçlanmaktadır. Bu proje ülkemizde bu kapsamda uygulanan ilk proje olması bakımından da, öncü niteliği taşıması açısından önemlidir. II. 7-12 Yaş Gurubu Çocuklar İçin Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Ana Bilim Dalı, ilköğretim okullarının birinci kademesi olarak bilinen, 7-12 yaşındaki çocukları kapsayan 1.-5. sınıflara sınıf öğretmeni yetiştirmektedir. Toplumdaki tüm bireyler için söz konusu olduğu gibi öğretmen adaylarımızdan da korunmaya muhtaç çocuklar konusunda duyarlı ve onların sorunlarının çözümüne katkı getirmeye gönüllü olmaları beklenmektedir. Devlet tarafından koruma altına alınmış olan çocuklara temel ihtiyaçlarıyla ilgili çeşitli olanakların sunulmaya çalışıldığı bilinmekte; bununla birlikte özellikle bireysel gelişimleri konusunda kendilerine verilecek ek desteğin katkı getireceği düşünülmektedir. Öğretmen adaylarının, koruma altındaki çocukların öncelikle bireysel eğitim ihtiyaçlarının giderilmesine gönüllü katkı getirebilmeleri amacıyla kurumunuzla iş birliği yapılması amaçlanmaktadır. Bu projenin kapsamında, öğretmen adaylarımızın, hafta içinde ve hafta sonunda belirlenecek “etüt saatleri”nde, yuvada koruma altında bulunan 7-12 yaş grubundaki çocuklarla bir araya gelmeleri planlanmıştır. Bu etüt saatlerinde, öğretmen adaylarının çocukların bireysel ihtiyaçlarına dönük olarak eğitmenlik yapmaları düşünülmektedir. Bireysel farklılıklara bağlı ihtiyaçlardan yola çıkılarak tasarlanan bu çalışmanın çocukların bireysel gelişimlerine katkı getireceği düşünülmektedir. Bu projenin, öğretmen yetiştiren diğer kurumlarla çocuk esirgeme kurumları arasında gönüllülüğe dayalı bir bağın oluşturulmasına ön ayak olması da beklenmektedir. Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümü’nün Amaçları Yukarıda sayılan etkinlik ve amaçlara ek olarak Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümünün (BÖTE) projeye gönüllü olarak katılacak öğrencileri hafta içi boş zamanlarında ve hafta sonlarında bilgisayar ve internet konusunda çocukların yardım gereksinimlerini karşılayabileceklerdir.. BÖTE bölümü öğrencilerinin katılabilecekleri çalışmalar şu şekilde sıralanabilir; · Kurum bünyesinde çocukların kullanımı için ayrılmış bilgisayar laboratuarlarının düzenlenmesi, laboratuarda bulunan bilgisayarların bakımı ve eksikliklerinin giderilmesi · Çocuk yuvalarında kalan çocukların temel bilgisayar becerileri kazanmaları, bilgisayarı daha verimli kullanmaları, diğer dersleri için bilgisayar ve internetten faydalanabilmeleri gibi konularda çocuklara yardım edilmesi · Eğitsel oyun ve yazılımlar aracılığıyla çocuklar için eğlenceli ve eğitsel etkinliklerin düzenlemesi · Dersleriyle ilgili ödev ve projelerini yaparken internetten nasıl yararlanabileceklerini Kısa Vadeli Hedefler *Korunmaya muhtaç çocukların, gereksinim duydukları bireysel sevgi ve ilginin sağlanması temel güven duygusu ve ait olma gereksiniminin sağlanması bilişsel yönden bireysel ihtiyaçlarının karşılanması akademik benlik kavramlarının olumlu yönde gelişmesi öz güvenlerinin gelişmesi yalnız olmadıklarını hissetmeleri birey olarak değerli olduklarını hissetmeleri sosyalleşmeleri geleceğe dönük olumlu beklentilerin gelişmesi *Uygulanan erken çocukluk eğitimi ve ilköğretime destek programı ile her gelişim alanının desteklenmesi ve akranları ile oluşabilecek gelişimsel açığın oluşmasının engellenmesi *Kurum çalışanları ile üniversite arasında işbirliğinin sağlanması Uzun Vadeli Hedefler 1. Korunmaya muhtaç çocukların her yönden sağlıklı bireyler olarak topluma katılmalarını sağlamak 2. Akranlarıyla aralarındaki farkı kapatmalarına, kişilik gelişiminde önemli olan temel güven duygusunu kazanmalarına yardımcı olmak 3. Bir birey olarak değerli olduklarını hissetmelerini sağlamak 4. Bilişsel, dil, sosyal-duygusal, motor gelişimlerine katkı getirmek 5. Bu gelişimlere destek olmak için bilgisayar ve interneti etkili kullanmalarını sağlayarak, toplumdaki teknolojik değişimin gerisinde kalmalarını engellemek 6. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin amaç ve araç olarak kullanılması 7. Amaç olarak bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı: Okur-yazarlık 8. Araç olarak bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı: Tüm bu gelişim alanlarında iletişim,kendini ifade etme, ilgi alanlarını keşfetme…vb. aracı olarak kullanma 9. Başkaları ile iletişim kurabilme, çevreye karşı olumlu duygular geliştirmelerine yardımcı olmak 10. Çocukların geleceğe ilişkin beklentilerinin olumlu yönde gelişmesine katkı sağlamak 11. Toplumun her bireyinin özellikle eğitimcilerin, toplumsal sorunlara duyarlı ve bu sorunların çözümüne gönüllü olmalarına katkı getirmek 12. Gönüllü eğiticilik sisteminin Türkiye genelinde yaygınlaşmasına destek vermek 13. Gönüllülerin, geleceğe yönelik “bir çocuğa sahip olmanın değerini” anlamalarına ve “iyi anne-baba ve eğitimci olmanın” gereklerinin neler olduğu konusunda bilinç geliştirmelerine yardımcı olmak Projenin Önemi Yaşamın ilk yılları, özellikle erken çocukluk dönemi olarak adlandırılan 0-6 yaş gelişimin en hızlı olduğu ve kritik evreleri içeren dönemdir. Bu dönemde çocuğun yaşamsal gereksinimlerine, gelişimine ve eğitimine yönelik yatırımlar, onun geleceğine yapılan yatırımlar olmaktadır. Özellikle küçük yaşlarda kurum bakımı altına alınmış korunmaya muhtaç çocuklar, yaşamlarını nitelikli bir şekilde sürdürebilmek, gelişimlerinin desteklenmesi, bireysel ilgi ve sevgi gereksinimlerinin karşılanması açısından dezavantajlıdırlar. Anne-çocuk beraberliğinde fiziksel temas büyük önem taşır. Özellikle 0-3 yaş arasında anne-çocuk arasında olması gereken bu yakın ilişkinin gerçekleşmemesi, gelecekte görülebilen bir takım davranış bozukluklarının nedeni olarak gösterilmektedir. Yine bu dönemde anne yokluğundan kaynaklanan” duygusal yoksunluk”, gerek zihinsel, gerekse duygusal ve sosyal gelişimin gerilemesine ve gecikmesine neden olabilmektedir. Çocukta oluşacak temel güven duygusunun temeli, annenin çocuğun ihtiyaçlarını belirli bir düzen içinde karşılamasıyla ve çocukla kurulan duygusal etkileşimle atılır ve çocukta güven veya güvensizlik duygularının oluşumuna neden olur. Dolayısıyla anne-çocuk arasındaki bağlanma ilişkisi çok önemlidir. Çocuklar davranışları, duygu ve düşünceleri ile gelişim özellikleri bakımından yetişkinlerden farklı, değişime ve yeniliğe açık, algı ve öğrenme potansiyeli yüksek, kendilerine özgü varlıklardır. Bu nedenle, erken dönemde uyarıcılarla karşılaşmaları için uygun eğitim ortamlarının sağlanması son derece önemlidir. Bireyin topluma sağlıklı olarak katılabilmesinde etkili olan bazı özellikler vardır. Bu bağlamda kendini güçlü ve toplumun bir parçası olarak hissetme önemlidir. Birey, ait olduğu sosyal çevrenin gerektirdiği yeterliliklere sahip olduğunda kendini güçlü ve o çevreye ait hissedebilir. Bireyin bu anlamda yeterli duruma gelebilmesinde, ülkemizde zorunlu eğitim dönemine karşılık gelen ilköğretimin rolü önemlidir. İlköğretim okullarının birinci kademesi olarak adlandırılan dönem 7-12 yaş grubundaki çocukları kapsamaktadır. Bu, çocukların bilişsel, psikomotor, duyuşsal ve sosyal yönlerden temel özelliklerinin belirginleştiği bir dönemdir. Gelişimin her alanında bireysel farklılıkların önemi bilinmektedir. Diğer örgün eğitim kurumları gibi öğretimin toplu olarak yapıldığı kurumlar olmakla birlikte, ilköğretim okullarının öğretim programlarında bireysel farklılıkların dikkate alınmasının gerekliliği vurgulanmaktadır. Öte yandan bunun uygulamalara yeterince yansıyamadığı da bilinmektedir. Bu bağlamda, çocuğu okul dışında desteklemenin gereği ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar sosyoekonomik özelliklere bağlı olsa da aile, çocuğu herhangi bir yönden destekleyebilmektedir. Bu bakımdan da korunmaya muhtaç çocukların dezavantajlı durumda olduğu söylenebilir. Bu projenin iki önemli boyutunun olduğu düşünülmektedir. Bir yandan, devletin koruma altına almış olduğu çocuklar okul dışında bireysel olarak desteklenecek; diğer yandan, geleceğin öğretmenleri bu konuda duyarlı ve sorunun çözümüne katkı getirir duruma geleceklerdir. ÖNLEYICI SOSYAL HIZMET ÇALIŞMALARINDA SIVIL TOPLUM KURULUŞLARININ ROLÜ VE DESTEĞI Doç.Dr. Oya Güngörmüş ÖZKARDEŞ* Eğitim, sağlık ve sosyal refah düzeyi ile toplumdaki bireylerin bu olanaklardan yararlanabilme konusunda eşit haklara sahip olmaları gelişmiş bir toplum olmanın en önemli göstergesidir. Eğitim, sağlık ve sosyal refah düzeyi bir anlamıyla birbiriyle çok yakından ilişkili ve birbirini etkileyen yapılardır. Eğitim düzeyinin iyi olması özellikle bazı hastalıklara maruz kalma riskini azaltmakta ve bireyin gelecekte sosyal refah düzeyinin daha çok artmasına yardımcı olmaktadır. Sosyal refah düzeyleri yüksek olan ailelerdeki bireyler ise daha erken dönemden başlayarak ve daha uzun süreli eğitim almaktadırlar. Toplumda eğitim alma, sağlıklı olarak yaşama ve sosyal haklardan yararlanma açısından bazı gruplar daha çok risk altındadır. Özellikle de sosyo ekonomik açıdan dezavantajlı bölgelerden gelen bireyler, çocuklar ve kız çocuklar. Hepimizin bildiği gibi sorunlar oluşmadan önce risk faktörlerini bilmek ve bunlara yönelik önlemler almak hem daha etkili hem de daha ucuz bir yöntemdir. * Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Bu açıdan bakıldığında, toplumdaki çocuk grubunun özellikle de sosyo - kültürel açıdan şanssız bölgelerden gelenlerin, eğitime erken dönemde başlamaları için gerekli yatırımların yapılması, özellikle önem taşımaktadır. Yapılan araştırmalar, erken çocukluk döneminde çocuklara yapılan yatırımın kısa ve uzun dönemli yararlarının olduğunu ortaya koymaktadır. Erken çocukluk döneminde eğitim alındığında çocuklarda ortaya çıkan kısa dönemli yararlar aşağıdaki gibi özetlenebilir. Kısa dönemli yararları: · Çocuklar zihinsel ve sosyal gelişim açısından daha avantajlı olmaktadır · Hastalık, ölüm, beslenme bozluklarına daha az rastlanmaktadır · Bu çocukların ailelerinde çocuk istismarları daha az olmaktadır · Kişisel hijyen ve bakımları daha iyi olmaktadır. Uzun Dönemli yararları: · Çocukken eğitim almış olan çocuklar daha uzun süre okulda kalmaktadır · Bazı hastalık risklerine karşı daha korumalı olmaktadırlar. · Yine eğitimli olma; daha iyi boy ve kilo, daha yüksek yaşam süresi, daha iyi bir sağlığının olmasına da yardımcı olmaktadır. · Yetişkinlik döneminde; kendine saygı, sosyal yetkinlik ve sosyal ilişkiler açısından daha başarılı olmaktadırlar. · Bu grupta suç işleme oranı da daha düşük olmaktadır. Ayrıca eğitimli olma, · Gelirin artmasına, · Çocuk bakımının kalitesinin yükselmesine, · Sosyal uyumun artmasına, · Doğurganlığın azalmasına da katkıda bulunmaktadır. Yukarıda açıklanan sonuçlar, toplumdaki sosyo- kültürel açıdan şanssız bölgelerden gelen bireylere özellikle 0-8 grubu çocuklarına ve kız çocuklarına eğitim olanağı sunmanın ve bu konuda destek vermenin yaşamsal bir önemi olduğunu göstermektedir. Sivil toplum kuruluşları eğitim alanında ürettikleri projeler ve verdikleri desteklerle devletin bu alandaki çalışmalarının yaygınlaşmasına yardımcı olmak açısından önemli bir rolü üstlenmektedirler. Bir Örnek Olarak ÇYDD Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin önleyici sosyal hizmet çalışmaları kapsamında ele alınabilecek dört farklı projesi vardır. · Kız çocukların okula gönderilmesi Projesi: Bilindiği gibi, ülkemizde kız çocukların okula gönderilmemesi önemli sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. ÇYDD kız çocuklarının okula gönderilmesinin yaygınlaştırılması için farklı isimlerde 7 proje başlatmıştır. İlki 1996 da başlayan bu projeler halen yürütülmektedir. Başlangıcından bu yana ulaşılan toplam kız öğrenci sayısı 15941 dir. Başlama ULAŞILAN 2005/2006 ÖĞRENCİ Yılı ÖĞRENCİ SAYISI SAYISI 1996 2850 2000 (TURKCELL) 2000 9400 4500 + 500 üniversite HER KIZIMIZ BİR YILDIZ (MERCEDES) 2004 401 401 ( MİLLİYET) 2005 3000 3000 BİLGİ TOPLUMU KIZLARI (ERİCSSON) 2005 60 60 2005 180 180 2005 50 50 Toplam 15941 10691 ANADOLU'DA BİR KIZIM VAR ÖĞRETMEN OLACAK ÇAĞDAŞ TÜRKİYE'NİN ÇAĞDAŞ KIZLARI – KARDELENLER BABA BENİ OKULA GÖNDER GELECEĞİN SİGORTACILARI (ANADOLU HAYAT SİGORTA) MESLEK LİSELERİNDE EĞİTİM ALAN GENÇLERE DESTEK (SCHNEİDER) · Yatılı Bölge Okullarını iyileştirme Projesi: “YİBO’ları İyileştirme” projesi 2004 yılı içinde başlatılmıştır. Bu Proje kapsamında, Hakkari Merkez Kız YİBO pilot okul olarak seçilmiştir. Bu okulun pansiyon binası baştan aşağı onarılmış ve diğer gerekli iyileştirmeler yapılmıştır. Bu proje kapsamında halen 301 adet Yatılı Bölge Okulunun gereksinimleri karşılanmaktadır. · Okul Öncesi Eğitime Katkı Projesi: ÇYDD 1997 yılından beri okul öncesi eğitime farklı birkaç kanaldan destek vermektedir. Bu çalışmaları şu başlıklar altında toplamak olasıdır. A. Anasınıflarının Donatılması ve yeni ana sınıfları açılması: 1997 yılında bağışçı destekleri ile 137 ana sınıfı açılmıştır. Daha sonra 2004 Haziran ayında Danone firması ile “Gülümseyen Gelecek Anasınıfları” protokolü imzalanmıştır. 2004-2005 öğretim yılında 81 ilimizde 250 anasınıfı ve oyun parkı donanımı yapılmış ve hizmete sokulmuştur. Bu projeler sayesinde bu güne kadar 19.350 çocuğa okul öncesi eğitimi şansı verilmiştir. 2006 – 2007 öğretim yılında da yine bu proje kapsamında 250 anasınıfı ve oyun parkı daha açılması planlanmaktadır. B. Okul Öncesi Eğitim Programlarına Destek Verilmesi Okul öncesi dönemi eğitim programlarına, ÇYDD var olan projelere mali katkı, çocuklara eğitim verme, öğreticileri hizmet içi eğitimden geçirme ve ana-babaları bilgilendirme gibi etkinliklerle ek destek de vermektedir. 1. Erken Çocukluğu Geliştirme Projesine Mali Destek: Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi SHÇEK’in öncülüğü ve fon desteğiyle yürütülmüş bir projedir. Bu proje kapsamında MEB, mevcut ve boş okullarını, (öğretimin yapılmadığı yaz aylarında) çocuk sayısına göre eğitime tahsis etmiştir. ÇYDD 1999 yılından başlayarak Van, Batman, Diyarbakır, Muş, Bingöl, Hakkari ve Sultanbeyli’de SHÇEK’le Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi yürütmüş ve bu yolla ortalama 8500 çocuğa Okul Öncesi Eğitim sağlanabilmiştir. 2. Doğrudan Çocuklara Eğitim Verme Yoluyla Katkı: a. Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi kapsamında 1999 yılında Batman’da, İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Ana Bilim Dalı işbirliği ile 100 çocuğa 2 ay boyunca tam gün eğitim vermiştir. Projede uygulanan eğitim programı yukarıda adı geçen üniversite tarafından hazırlanmıştır. Yine üniversiteden gelen 2 okul öncesi öğretmeni ve rehberlik psikolojik danışma bölümü öğrencileri, hizmetiçi eğitimden geçirilerek bu programda eğitici olarak çalışmışlardır. b. 1999 Gölcük depreminin ardından İzmit bölgesinde açılan çadır okullarında yine üniversite işbirliği ile çocukların normalizasyon süreçlerine katkıda bulunmak için programlar gerçekleştirilmiştir. Burada uygulanan programlar İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Ana Bilim Dalı tarafında hazırlanmış ve uygulayıcı olan gönüllülere süpervizyon yapılmıştır. Bu proje kapsamında okul öncesi dönem çocukları da dahil olmak üzere yaklaşık 3.000 çocuk destek almıştır. 3. Ana Baba Eğitimi: Yine üniversitelerden uzman desteği alınarak Erken Çocukluğu Geliştirme Projesine katılan çocukların aileleri ile aile planlaması, çocuk gelişimi ve çocuk sağlığı konularında bilgilendirme toplantıları yapılmıştır. 4. Okul Öncesi Öğretmenlerine Hizmetiçi Eğitim Verme: Erken Çocukluğu Geliştirme Projesi’nde görev alan öğreticilere hizmetiçi eğitim çalışmaları yapılmıştır. ÇYDD’nin ilişkide bulunduğu üniversitelerin ilgili uzmanlarından oluşan bu ekiplerce öğreticilerin bir aylık, bir haftalık ya da iki günlük Hizmetiçi Eğitim almaları bu projenin en önemli kazanımlarından biridir. Bir aylık hizmetiçi programlarda öğreticiler İstanbul’da ağırlanmış, teorik derslerin yanında İstanbul’daki anaokullarında 1 ay boyunca staj yapmışlardır. ÇYDD, okul öncesi yaz okulları usta öğreticileri için İstanbul’da ve yerinde hizmetiçi eğitim yoluyla 300 kişiye ulaşmıştır. · Ulusal Eğitime Destek Kampanyası Bünyesindeki Okuma Yazma Kursları Projesi Ulusal Eğitime Destek Kampanyası içerisinde gerçekleştirilen Okuma yazma kursları çalışmalarına 8 Eylül 2001’de başlanmıştır. Bu proje kapsamında okuma yazma öğrenen ve ilköğretim diploması alanların sayısı aşağıda verilmiştir. Aynı zamanda okuma yazma kurslarına katılan ve medeni nikahı olmayan kadınların toplu nikah kıyma törenleri yapılarak çocuklarına nüfus kağıdı çıkartabilmelerine olanak sağlanmıştır. Okuma yazma kursuna katılanların sayısı İlköğretim diploması alanların sayısı SONUÇ 20.295 1000 Yukarıda eğitim alanında destek veren Sivil Toplum Kuruluşlarından yalnızca biri olan ÇYDD nin çalışmaları özetlenmiştir. Eğitim alanında devlet ve STK ların işbirliğiyle ortak projeler üretmesinin daha çok sayıda kişiye ulaşmamızı sağlayacağı açıkça görülmektedir. Bu da toplumdaki bütün bireylerin eğitim ve sağlık alanından eşit ölçüde yararlanmalarını kolaylaştıracak ve gelişmiş bir toplum olma yönündeki adımlarımızı hızlandıracaktır. KAYNAKLAR Gaag,J.V.D. (2006) Erken Çocukluk Eğitimi- Ekonomik Kalkınmada İnsani Gelişme,Toplumsal ve Ekonomik Kalkınma için Erken Çocukluk Eğitimi Konferansı Toplantı Notları,İstanbul. Kağıtçıbaşı,Ç. (2006) Erken Müdahalenin Erişkinlikte Süren Etkileri,Toplumsal ve Ekonomik Kalkınma için Erken Çocukluk Eğitimi Konferansı Toplantı Notları,İstanbul MADDE KULLANIMIYLA SAVAŞIMDA AİLE EĞİTİMİ YOLUYLA GENÇTEN GENCE DESTEK PROJESİ Uzman Güngör Toprak ÇABUK* Yrd. Doç.Dr. Selma ÖNCEL** Doç. Dr. Kadriye BULDUKOĞLU** GİRİŞ Uyuşturucu madde kullanımı bir toplumsal sorun olarak ülkemiz gençliğini tehdit etmektedir. Küreselleşmenin etkisiyle toplumlarda önemli değişmeler yaşanmaktadır. Değişimin etkileri ülkeden ülkeye, toplumdan topluma farklılıklar göstermekle birlikte, olumlu ve olumsuz etkileri de bulunmaktadır. * ** Akdeniz Üniversitesi Sosyal Hizmetler Eğitim Araştırma Merkezi Sosyal Hizmet Uzmanı Akdeniz Üniversitesi Antalya Sağlık Yüksek Okulu Öğretim Üyesi Ülkemizde ailelerin daha iyi yaşamak için kırdan kentte göç etmeleri, özellikle büyük illerde uyum sorunu yaşamalarına neden olmaktadır. Aynı şekilde Antalya’nın son 20 yılda almış olduğu hızlı ve yoğun göçün bireyler üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır. Bunların başında; İşsizlik, kültür erozyonu, yoksulluk, kente uyumsuzluk... gibi konuları sıralayabiliriz. Ailelerin yaşadığı sorunlar kuşkusuz çocukları da önemli ölçüde etkilemektedir. Sorunların, çocuklara yansıması ise; eğitimini tamamlayamama, başarısızlık, sokakta çalışma, madde kullanma, suç işleme, istismar edilme şeklinde olmaktadır. AMAÇ Projenin genel amacı, il genelinde yürütülen programlara katkı sağlamak; aile odaklı yürütülecek uygulamanın sonrasında elde edilecek verileri, bu alanda çalışma yürüten uygulayıcıların kullanımına sunmaktır. Projenin özel amacı, programa dahil edilen aileleri bir bütün olarak kabul edip, ebeveynlerin madde kullanan çocuklarına nasıl yaklaşacakları ve destek olabilecekleri; ailedeki diğer çocuklarını nasıl koruyabilecekleri... konularında eğitim yoluyla uygun yaklaşımlar geliştirmelerini desteklemektir. MATERYAL METOD Proje; 01 Haziran – 31 Aralık 2003 tarihleri arasında a)ön hazırlık, b)ailelerin belirlenmesi ve c)uygulama aşaması olmak üzere üç ayrı aşamada gerçekleştirilmiştir. Yürütülen projede, madde kullanan çocukların ailesi içerisinde desteklenerek daha iyi sonuç alınabileceği, aynı zamanda bu gençlerin aileleri tarafından kontrol ve denetim altına alınabilmeleriyle diğer çocuklara daha az zarar verebilecekleri düşüncesiyle; proje kapsamına bağımlı çocuklar yerine aileleri alınmış ve böylece ailelerle çalışmanın daha anlamlı olacağı öngörülmüştür. Proje kapsamına uyuşturucu madde kullanan ve resmi kurum kayıtlarında yer alan, 18 yaşından küçük ve ailesi Antalya’da yaşayan 20 çocuğun ailesinin alınması hedeflenmiş; yapılan görüşmelerden sonra 12 istekli aile yazılı onayları da alınarak projeye dahil edilmiştir. Projenin Yürütücüleri Yerel Gündem 21 Antalya Kent Konseyi ile Akdeniz Üniversitesi Sosyal Hizmetler Eğitim Araştırma ve Uygulama Merkezi ve Antalya Sağlık Yüksekokulunun işbirliği; Dünya Bankasının küçük hibeler programı desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Projede; iki danışman, üç süpervizör (biri danışman) yedi uygulayıcı üniversite öğrencisi ve bir sekreter olmak üzere 12 kişi görev almıştır. UYGULAMA SÜRECİ Uygulama iki ayrı aşamada gerçekleştirilmiştir. 1.Projede görev alan öğrencilere yönelik eğitim toplantıları yapılmış; bu toplantılarda madde bağımlılığı, proje kapsamındaki ailelerin özellikleri ve projenin nasıl yürütüleceği konularına yer verilmiştir. 2.Proje kapsamına alınan ailelerdeki ebeveynlere yönelik olarak; grup içi etkileşim, madde bağımlılığı konusunda uzman iki öğretim üyesinin bilgilendirmesi ve toplum kaynaklarının kullanımı konularında toplantılar düzenlenmiş, ailede yaşayan diğer çocukların katılımına yönelik de psiko-drama çalışmaları yapılmıştır. Ebeveynlere yönelik toplantılarda genel olarak; madde kullanımının nedenleri, hangi maddenin ne tür fizyolojik, duygusal, sosyal etkilerinin olduğu, madde kullanımı durumunda gereksinilen acil müdahale yöntemleri ve tedavi kurumları konusunda uzmanlarla bilgilendirme desteği verilmiştir. Aileler, iletişimi kolaylaştırmada kullanabilecekleri yaklaşımlar konusunda bilgilendirilmişler, böylece aile içi etkileşimlerin anlamaya dayalı yönde geliştirilmesine destek olunması amaçlanmıştır. Ayrıca hem madde kullanan çocuk için, hem evdeki diğer çocuklar için, mevcut durumlarına uygun eğitim ve iş olanakları konusunda, uzman katılımıyla, toplum kaynaklarının kullanımı konusunda yönlendirme yapılmıştır. Toplantılar sırasında ailelerin birbirine model olması hedefine yönelik olarak, pozitif yaklaşımların altı çizilerek, daha güçlü vurgulamaları yapılarak, grup içi öğrenme ve değişime yönlendirme ilkesi uygulanmıştır. Başlangıçta ailelerde çaresizlik, ümitsizlik, yalnızlık duygusu egemen ve toplumdaki sorumlu kuruluşlara öfke ön plandayken, son oturumda kendileriyle ilgili değişimin, çocuklarına da olumlu yönde yansıdığına dair değerlendirmeler ve düşüncelerin egemen olduğu görülmüştür. AİLELERDE BELİRLENEN SORUN VE GEREKSİNİMLER Ev ziyaretlerinde ve ailelerle yapılan görüşme ve gözlemlere dayalı olarak belirlenmiştir: · Ailelerin işbirliği yapmaya istekli oldukları, · Madde kullanımına sigara ve bali ile başlandığı, ancak zamanla alkol, hap, esrar vb. maddelerin de beraberinde kullanıldığı · Madde kullanan çocukların eğitimlerine devam etmedikleri, · Çocukların kol, boyun ve göğüslerinde kesik izlerinin olduğu, · Aile içi ilişkilerde bozulmalar ve kopmalar olduğu, · Çocukların genellikle evden kaçtığı ve sokakta yaşadığı, · Çocuğun maddeyi bir arkadaş grubuyla birlikte kullandığı, · Çocukların maddeyi elde etmek için suç işledikleri (hırsızlık gasp vb.), bu nedenle birçok kez karakola götürüldükleri, hatta cezaevine girdikleri, · Çocukların anne ve kardeşlerine zarar verdikleri, dövdükleri veya yaraladıkları, evdeki eşyalara zarar verdikleri, · Üç ailenin dışındaki ailelerin gelir elde etmek üzere düzenli bir işlerinin olmadığı, · Üç ailenin dışındaki ailelerin, parçalanmış olduğu, ya da birden fazla evliliklerin olduğu, · Ailelerin, kullanılan maddeler ve bunların etkileri konusunda bilgi eksikliklerinin olduğu, · Ailelerin bir taraftan çocuklarını kazanmak istedikleri, diğer taraftan (düzeleceği konusunda umutsuz ve inançsız olduklarından) çocuktan kurtulmak istedikleri, hatta ölümünü dahi istemeye kadar varan karmaşık duygular içinde oldukları, · Toplumun madde kullanan çocuğu reddetmesi, aileyi de kabullenmemesi ve dışlaması nedeniyle, ailelerin sürekli ev ve yerleşim yerini değiştirdikleri, bunu yapamayanların da içe dönük ve izole bir yaşantı sürdürdükleri, · Bazı ailelerin çocuklarını kazanmak için uzun süre mücadele ettikleri, bunun sonucunda umutsuzluk, tükenmişlik ve öğrenilmiş çaresizlik yaşadıkları, · Ailelerin madde kullanan çocuğa odaklandıkları ve diğer çocuklarını ihmal ettikleri, · Ailelerin tedavi kurumlarını yetersiz ve güvensiz buldukları, bu sorunun çözümünün kendilerini aştığına ve yalnız bırakıldıklarına inandıkları, · Aile bireylerinin çoğunluğunda sigara kullanıldığı, özellikle de babalarda alkol ve sigara kullanımının birlikte olduğu belirlenmiştir. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ Proje sonunda ortaya çıkan değişimler aşağıdaki gibi gruplandırılarak düzenlenmiştir. Ailelerin Kendilerine Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler · Çocuğun madde kullanmasının nedenlerinden birinin de anne-baba tutumu olabileceğini fark ettiklerini, · Çocuğa karşı şiddet kullanmanın, çocuklarını kendilerinden uzaklaştırdığını anladıklarını, · Çocuklarına onu sevdiklerini, ona destek olmak istediklerini doğrudan söylediklerinde, çocuklarının kendilerine daha fazla yaklaştığını, · Kendilerini çaresiz, mutsuz, umutsuz hissetmenin problemi çözemeyeceğini, madde kullanımını bir hastalık olarak kabul edip, zaman zaman iyileşmeler, zaman zaman yeniden alevlenmeler olacağını bilerek, umutlarını kaybetmemeleri gerektiğini, · Yalnız olmadıklarını anladıklarını, diğer ailelerle bir araya gelerek sorunları ve çözümleri paylaşmanın yararlı olduğunu belirtmişlerdir. Madde Kullanan Çocuğa Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler · Çocuğun hala ailenin bir üyesi olduğunu ve bunu ona hissettirmek için onunla bağlarını koparmamaları gerektiğini, · Çocuklarına sahip çıkmanın, onu ihmal etmemenin, reddetmek yerine kabullenmenin daha yararlı olduğunu, · Onu evden uzaklaştırıcı olmak yerine, evi sevdirecek küçük sorumluluklar vererek kendini eve ait hissetmesini sağlayacak tutum içerisinde olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Evdeki Diğer Çocuklara Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler · Madde kullanan çocuğa yoğunlaştıklarında diğer çocuklarını ihmal ettiklerini, oysa her bir çocuğun eşit ilgi ve desteğe ihtiyacı olduğunu fark ettiklerini, · Diğer çocuklarla ilgilenirken, konuşurken, madde kullananı örnek göstermenin, kıyaslama yapmanın yanlış olduğunu gördüklerini belirtmişlerdir. Maddeye Bakışlarında Ortaya Çıkan Değişimler · Hangi nedenle, ne tür maddelerin, hangi etkiler için kullanıldığını öğrendiklerini, · Maddeye bağlı olarak organlarda ve sistemlerde ortaya çıkabilecek sorunları anladıklarını, · Ne kadar az kullanılır, ne kadar uzun ara verilirse, maddenin vücuda verdiği zararın azalacağını anladıkları, olabildiğince az kullanmasının da bir kazanım olduğunu, · Hemen ve tümüyle bırakılmasını beklemenin gerçekçi bir hedef olmadığını, olumlu gelişmeleri destekledikleri ve uzun bir zaman dilimini göze aldıkları takdirde, bu hedefe ulaşabileceklerini anladıklarını, · Madde kullanımı sırasında ortaya çıkabilecek acil durumda, çocuğa ve kendilerine yönelik oluşabilecek zararları önlemede uygun yaklaşımı geliştirmeyi, öğrendiklerini belirtmişlerdir. Kurumlara Bakış Açısında Ortaya Çıkan Değişimler · Tedavi, önleme ve rehabilitasyon sorumluluğunun tümüyle kurumlarda olmadığını anladıklarını, kendilerine düşen payı da fark ettiklerini ve bir şeylerin önce kendilerinden başlayarak değişeceğini gördüklerini ifade ediyorlar. · Kurumlarında danışmanlık yapmasını, onları ve çocuklarını ret etmemesini, kendi çabalarını da anlamaları ve bunları geliştirmede yol gösterici olmasını bekliyorlar. Madde Kullanan Çocuğun Geleceğine İlişkin Bakış Açılarında Ortaya Çıkan Değişimler. · Çocuğun kendi kapasitesi doğrultusunda bir iş edinebileceğini, bunun için zorlamak yerine onun isteğine ve becerilerine uygun olan işleri kendilerinin de destekleyerek, ona yardımcı olabileceklerine inandıklarını belirtmişlerdir. Projede Görev Alan Gençlerin Madde Kullanımına, Madde Kullanan Gence ve Ailesine Bakış Açılarında Ortaya Çıkan Değişimler · Yakında meslek yaşamına başlayacak olan gençler, ilgili konularda daha gerçekçi ve bilgiye dayalı bir görüş açısı kazandıklarını, sorunu görmezden gelmek yerine; sorunun varlığını kabullenip, çözüm için yapılabilecek şeyler olduğu inancıyla çalışıldığında, ilerlemeler olabileceğini gördüklerini ve benzer programlarda görev alıp, çalışabilecek bir deneyime sahip olduklarını belirtmişlerdir. ÖNERİLER · Madde kullanımıyla savaşım konusunda, Kurumların ailelerin sosyal, kültürel ve ekonomik düzeylerine uygun, ulaşılabilir, gerçekçi hedefleri olan ve içinde yaşadıkları koşulları da dikkate alan, ortak bir yaklaşım modeliyle işbirliği halinde çalışmaların sürdürülmesi, Ailenin ve madde kullananın bulunduğu noktadan başlanması, · Okullarda veli-öğrenci-öğretmen işbirliğinin daha açık ve ilgili bir şekilde yürütülmesi, çocukların eğitim sürecinde bu konularla ilgili bilgilendirilip güçlendirilmelerinin sağlanması, · Ailelerin ihtiyaç duyduklarında başvurabilecekleri semt danışma merkezlerinin oluşturulması ve bu merkezlerde aile iletişiminin sürekliliğinin sağlanması, · Ailede çocuğun istismarı ve ihmali olması durumunda, bundan sorumlu ebeveynlere, yasal yaptırım uygulanmasını sağlayacak mekanizmaların oluşturulması ve işletilmesi, · Toplumda yaşayan tüm aileleri madde kullanımı konusunda bilgilendirecek ve çözümün bir parçası olma duyarlılığı kazandıracak eğitim programlarının düzenlenmesi ve uygulanması yerinde olacaktır. TÜRKİYEDE UYGULANAN ANNE-BABA EĞİTİM PROGRAMLARI Fatma ÖZDOĞAN* Toplumların çekirdeğini oluşturan aile, neslin devamı, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi, yeni nesillere kültürel kimliğin, dinî ve ahlakî değerlerin kazandırılması, tarihsel ve toplumsal bilincin aktarılması, sevgi, saygı ve hoşgörü esasına dayanan tutum ve değerlerin yerleştirilmesi gibi temel fonksiyonları üstlenen ve yerine getiren evrensel bir kurum olma özelliliğiyle toplumda ikamesi olmayan hayati öneme haiz bir birim olarak, her çağın ve her toplumun en temel sosyal bir kurumu olarak varlığını sürdürmektedir. * Aile ve Sosyal Araştırmalar Uzmanı Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü 21. yüzyılda yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sanayileşme, büyüyen şehirleşme, iç ve dış göç hareketleri, toplumsal hayatta birçok sorunu çözerken, birçoğunu da beraberinde getirmektedir. Aile kurumu bu değişimler karşısında yer yer zayıflama eğilimi bazı koşullarda da parçalanma süreci yaşamaktadır. Temel fonksiyonlarını yerine getiremeyecek kadar zayıflayan aile yapısının toplumsal yapıya olan etkilerinden bahsetmemek mümkün değildir. Ailelerin parçalanması, tek ebeveynli ailelerin artması, boşanma oranlarının yükselmesi, evlilik dışı beraberliklerin çoğalması, nesebi gayrî sahih çocukların artması, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması, kültürel ve ahlakî değerlerde yozlaşma, suç oranlarının artması, bireysel ve toplumsal şiddetin yaygınlaşması, kimlik bunalımı, psikolojik rahatsızlıklar gibi, insanı, aileyi ve dolayısıyla toplumu tehdit eden sorunlar ortaya çıkmaktadır. Toplumun refahı, barışı ve kalkınmasını derinden etkileyen aile sorunlarına somut, somut olduğu kadar işlevsel ve gereksinimlerini önceden görebilen ve koruyucu, önleyici, rehabilite edici, yönlendirici ve tedavi edici bir müdahaleyi yapabilecek uzmanlık grubuna ihtiyacın belirdiği günümüzde, tüm bu sorumluluğu üstlenecek bir mekanizmanın bütüncül bir yapıda bir arada bulunmaması büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunlar karşısında bulunan çözüm yolları ise daha çok parçaları birleştirerek bütüne ulaşmak şeklinde cereyan etmektedir. Son yirmi yıldır evlilik kurumunun sağlıklı işleyişi konusunda çok sayıda kitap ve makale yayınlanmaktadır. “Aile Okulu, Aile Eğitimi, Ana-Baba Okulu” diye adlandırılan yaygın eğitim programları aile üyelerinin ihtiyaçlarını, taleplerini, sorunlarını karşılayabilecek bir çerçevede hazırlanarak sunulmaktadır. Benzer programlar, radyo ve televizyonlarda gazete köşelerinde ve eklerinde de periyodik olarak sürdürülmektedir. “Bilinçli Evlilik, Bilinçli Ebeveynlik” temasını hedefleyen bu programlar, seminerler ve kitaplar, aile bireylerinin aile olmanın bilinciyle karşılaştıkları sorunları en aza indirebilmeleri, gerekli bilgi ve beceriye sahip olmaları için kamu kurumlarınca, yerel yönetimlerce, sivil toplum kuruluşlarınca ve kişisel gelişim sektöründe hizmet veren şirketler aracılığıyla ailelere sunulmaktadır. Ülkemizde sistemli ve programlı Anne-Baba Okulu modeli 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü tarafından başlatılmıştır. İstanbul Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü'nün 23 yıldır sürdürdüğü "Ana-Baba Okulu" projesi, 1989 yılından itibaren 27 ilde gerçekleştirilerek toplam 17 000 aileye ulaşmıştır. Ülkemizde, ortalama hane halkı büyüklüğü 5 olarak kabul edilmektedir. 2000 yılı genel nüfus sayımı kesin sonuçlarına göre yaklaşık 68 milyon (67.803.927) olan nüfusumuzda yine yaklaşık 14 milyon aile bulunmaktadır. 23 yıldır sürdürülen "Ana-Baba Okulu" projesi ile ulaşılan toplam rakama bakıldığında 14 milyon ailenin halen ulaşılmayı beklediği gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Tüm dünyada bireylerin bilinçli evlilikler ve bilinçli aile oluşturmasına, ailenin uyum becerileri ve düzeninin sağlanmasında yardımcı ve destek olacak uzmanlaşmış danışmanlara ihtiyaç artmaktadır. Aile bağlarını güçlendirmek, boşanmaları ve kuşaklar arası çatışmayı önlemek için 1880 yılından beri ABD’de, 1929’dan beri ise Fransa’da uygulanan ‘Ana-Baba Okulu Projesi’ Malezya, Kore ve Endonezya’da devlet politikası haline getirilmiştir. Malezya, Kore ve Endonezya gibi ülkelerde 2 ay süren eğitimlere katılmayan gençler evlendirilmemektedir. Toplumumuzun yaşadığı hızlı toplumsal değişme; sosyal, politik, ekonomik ve eğitimle ilgili pek çok şeyi değiştirmektedir. Dolayısıyla ailelerin gereksinimleri de farklılaşmaktadır. Bu nedenle hızlı değişim içerisinde ailelerin gereksinimlerini karşılayacak ve toplumun her kesimine kolayca ulaşabilecek farklı aile eğitim programlarının geliştirilmesine ve bu programların işlerlik kazanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca toplumumuzun bu konuda bilinçlendirilmesi ve programların yaygınlaştırılması da önem kazanmaktadır. Geleceğin ve toplumun temeli olan ailelerin eğitimden geçirilmesinin sağlıklı bireylerden oluşan bir toplum yapısına ulaşmada son derece önemli olduğu yapılan bilimsel çalışmalarda da kanıtlanmıştır. (Navaro, 1987; Üstünoğlu, 1991; Öztop ve Telsiz, 1996). Eğitim alan anne babalarla eğitim almayan ve bu tür eğitim programları dışında kalanlar arasında çocuk yetiştirme metotları ve sonuçları açısından yapılan değerlendirmeler de bu tür programların sağladığı olumlu katkılara ışık tutmaktadır. (Kağıtçıbaşı, 1989; Sucuka ve diğerleri, 1997; Kağıtçıbaşı, 1990). Türkiye’de gerçekleştirilen programlara bakıldığında dört ana başlıkta toplayacağımız programların yanında çeşitli dernek, vakıf ve belediyelerce uygulanan programların da varlığından söz etmek mümkündür. Tüm bu programlarda hedefler ve amaçların ortak olduğu bulgusuyla birlikte, her bir programın modülleri ve temel aldığı teorik yaklaşımları itibariyle farklılaştığı görülmektedir. Bunları uygulama yöntemleri açısından dört ana grupta toplayabiliriz (Temel ve Ömeroğlu, 1993; Temel, 1998): 1. Evde aile eğitimi yaklaşımı, 2. Eğitim merkezlerinde aile eğitimi yaklaşımı, 3. Kurumsal okulöncesi eğitim ile kaynaştırılmış aile eğitimi yaklaşımı, 4. Basın yayın araçları ile uzaktan öğretim yoluyla aile eğitimi yaklaşımı. Bu programlarda bilinçli ebeveynlik ve bilinçli evlilik ana başlığı etrafında temel hedefler şunlardan oluşmaktadır: · Ailelerin çocuk gelişimi ve eğitimi konusunda bilgilendirilmelerini sağlamak, · Her yaşın gelişim özelliğine göre çocuklarını tanımalarında yardımcı olmak, · Çocuğun her alandaki gelişimini desteklemelerine ve hızlandırmalarına doğrudan katılımlarını sağlamak, özellikle zihinsel ve dil gelişimlerini desteklemek, · Ana babayı; aile ile çocuk arasında sağlıklı bir iletişim kurmanın önemi ve çocuk yetiştirme tutumları konusunda bilgilendirmek, · Çocukların davranış ve alışkanlıklarını değiştirme yollarını öğretmek, · Ana baba adaylarını eğitmek, · Evlat edinen ailelere, üstlendikleri ana baba rollerini benimsetmek, · Ailelere çocuk sağlığı ve beslenmesi konusunda yardımcı olmak, · Aileleri kendi hakları ile ilgili olarak bilinçlendirmek, · Sağlıklı ve güçlü bir aileye sahip olmanın önemli bir ayrıcalık olduğu, ailenin yerinin doldurulamayacağı ve taşıdığı değerlerin başka hiçbir kurum tarafından ikame edilemeyeceği gibi gerekçelerle toplumun ailenin önemine dikkatini çekmek · Ailede bireyler arası ilişkilerin sağlamlaştırılması, sorunların çözümü ve muhtemel sorunların ortaya çıkmasını engellemek için rehberlik etmek, · Aileleri yeni toplumsal şartlar içinde çeşitli konularda bilgilendirmek ve hangi bilgi ve hizmetleri nerelerden edinebilecekleri konusunda rehberlik etmek, · Ailelere, çocuğunu kendi kendine kararlar alabilen ve aldığı bu kararların sorumluluğunu taşıyabilecek, özdenetim sahibi girişken, hem kendi haklarına saygılı, duygu ve düşüncelerini rahatlıkla söyleyebilen yeteneklerini kullanabilen, kültür değerlerine sahip, ruhsal ve bedensel bakımdan sağlıklı bir kişi olarak yetiştirmeleri için gerekli bilgileri vermek (Üstünoğlu, 1990). Türkiye’de gerçekleştirilen en önemli ve yaygın uygulamalara bakıldığında bunları da dört ana başlıkta özetleyebiliriz: 1. Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Okulöncesi Eğitimi Anabilim Dalı, Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü, UNICEF İşbirliği ile yürütülen 0-4 Yaş Erken Çocukluk Gelişimi Anne Eğitimi Programı. Bu program 1988 yılında yürütülen bir araştırmanın ilk sonuçlarına dayanmaktadır. 1993 yılından bu yana ise halk eğitim merkezlerinde “Anne Eğitim Kursları” şeklinde yürütülmektedir. Program iki bölümden oluşmaktadır. 1. Anne Eğitim Programı (AEP) 2. Gelişimsel Eğitim Programı (GEP) (Turan ve Diğ., 1996; Turan ve Diğ., 1997). 2. Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü ve Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) işbirliği ile yürütülen Anne Çocuk Eğitim Programı. Bu program 1982-1986 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden oluşan bir ekiple gerçekleştirilen Erken Destek Projesinin bir ürünüdür. 1991-1993 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı, UNICEF işbirliği ile yürütülen program, 1993 yılından bu yana Anne Çocuk Eğitim Vakfının (AÇEV) destekleriyle Milli Eğitim Bakanlığı ve Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) işbirliğinde uygulanmaktadır. Bu programın Türkiye genelinde yürütülmesinden ise Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü ve Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) sorumludur. Halk Eğitim Merkezlerinde yapılan grup toplantıları 3 bölüm şeklinde düzenlenmektedir. Birinci bölüm “Anne Destek Programı”, ikinci bölüm “Üreme Sağlığı ve Aile Planlaması”, son bölümü ise “Zihinsel Eğitim Programı (ZEP)” oluşturmaktadır. (Özkök ve Sucuka, 1994; Kağıtçıbaşı ve Diğ., 1995; Sucuka ve Diğ., 1997). 3. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Elemanları tarafından gerçekleştirilen Ana Baba Okulu Projesi. Ana Baba Okulu 1989 yılında ilk çalışmalarına başlamıştır. 33 saatlik bir eğitim dönemi içinde anne babalar, Bebeklik Dönemi (0-2 yaş), Okulöncesi Dönemi, Temel ihtiyaçların kazanılmasında Ailenin Rolü, Son Çocukluk Dönemi (6-12 yaş), Ergenlik Dönemi, Çocuğun Cinsel Eğitimi, Yaygın Anne Baba Tutumları, Çocuklarla İletişim Nasıl Kurulur, Çocuklarda Uyum ve Davranış Bozuklukları, Eğitim Başarısını Yükseltmede, Sağlıklı ve Mutlu İnsanlar Yetiştirmede Ailenin Rolü, Karıkoca İlişkilerinden Doğan Sorunlar, Eşlerde Problem Çözme, Çalışan Anne ve Çocuğu, Baba Çocuk İlişkisi konularında bilgilendirilmişlerdir (Yavuzer, 1992). 3. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen Aile Okulu Projesi. Program toplam 16 modülden oluşturulmuş ve 2004 yılından itibaren tüm valilikler ve belediyelerin kullanıma sunulmuştur. Aile okulu programının, valilikler, yerel yönetimler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla ülke genelinde daha yaygın ve etkili bir biçimde uygulanması hedeflenmektedir. Programın uygulanmasında; Genel Müdürlük, aile konusundaki bilgi birikimi ile aile okulu, ana-baba okulu uygulamaları arasında deneyimlerin paylaşılması, eğitim programlarının oluşturulması konularında destek sağlayacaktır. Programlar, ailelerin yoğun katılımının sağlanması amacıyla hafta içi ve hafta sonu seçenekleriyle 25 saatlik programı kapsamaktadır. Bu temel uygulama projelerinin yanı sıra belediyelerce, üniversitelerin ilgili bölümleri tarafından, dernek ve vakıflarca ve kişisel gelişim konusunda danışmanlık veren şirketlerce uygulandığı da görülmektedir. Basın yayın aracılığıyla yapılan radyo ve televizyon programları ve yayınlanan kitaplarda da ayrıca bilgi ve eğitim verilmeye çalışılmaktadır. Ülkemizde bu konuda yayınlanan kitapları ve verilen seminerleri incelediğinizde hepsinde gözlenen ortak eksiklik, insanı bir parça olarak ele almaları ve bu parçalı insan anlayışından yola çıkılarak problemler ve çözümler parçalar üzerinden genel geçer tavsiyeler şeklinde sunulmaktadır. Aile ve evlilik kurumu aslında bir sistemdir ve her aile ve evlilikte farklı sistemler bir araya gelmekte ve etkileşime girmektedir. Aile ve evlilik olgusuna parçadan ziyade sistemci bakış açısıyla bütüncül olarak yaklaşma mecburiyeti vardır. Çünkü bu bakış açısına göre her bir evlilik iki farklı sistemin bir araya gelerek yeni bir etkileşim sistemidir. Dolayısıyla her bir aile kendi içinde özgün bir sistem oluşturur. Anne-baba ve çocuktan oluşan çekirdek aile de en az üç sistem, sürekli etkileşim halindedir. Çok faktörlü ve etkileşimli bir sistem dinamiği içinde kurulan aile ve evliliğin sağlıklı işlemesi ve sağlıklı temeller üzerinde devam etmesi için ne sadece iletişime ne sadece ekonomik faktörlere ne kültüre ne denkliğe ne yetiştirilme tarzına indirgemeden bu programların değerini kabul etmek ve bunları yürütmek için kişisel ve kurumsal çözümlerin geliştirilerek uygulamanın yaygınlaştırılması üzerinde durulmalıdır. Bu gerçeklerden hareketle, sihirli, ucuz ve 3-5 saatlik eğitimler verilerek, evlilik problemlerini çözmeyi ve sağlıklı ilişkiler kurmayı amaçlayan programlar yerine evlilik ve aile hakkında birkaç kitap okumanın, bir iki seminere katılmanın faydalı olabileceği ama sürekliliğinin sağlanması konusunda ortak bir akıl geliştirilerek uzun soluklu bir çalışma ve öğrenme sürecine girilmesi gerekliliği üzerinde duran bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi acil ve öncelikli bir amaçtır. KAYNAKLAR Kağıtçıbaşı, Ç. 1989. “Okulöncesi Eğitimi ve Bir Erken Destek Modeli Olarak Anne Eğitimi” YA-PA 6. Okulöncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, İstanbul, s.23-28. Kağıtçıbaşı, Ç. 1990. “Çocuk Gelişiminde Erken Destek Projesi: Türkiye Örneği” Erken Çocukluk Eğitiminde Farklı Modeller Semineri. Editör: Sevda Berkman. Eylül 10-14, İstanbul, s.41-59. Kağıtçıbaşı, Ç., Bekman, S., Kuşçul, H., Özkök, Ü.S., Sucuka, N., 1995. Zihinsel Eğitim Programı. Anne Çocuk Eğitim Vakfı Yayınları, İstanbul. Kağıtçıbaşı, Ç., Bekman, S., Özkök, Ü.S., Kuşçul, H., 1995. Anne Destek Programı El Kitabı. Anne Çocuk Eğitim Vakfı Yayınları I, İstanbul. Navaro, L. 1987. “Çağdaş Anne Baba Eğitimi Neleri Kapsayabilir?”. YA-PA 5. Okulöncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, 7-12 Eylül, s.43-47. Öztop, H. ve Telsiz, M. 1996. “Ana-Baba Eğitimi” Yaşadıkça Eğitim. 46, s.4-7. Özkök, S., Sucuka, N., 1994. “Anne Çocuk Eğitim Programının Okulöncesi Eğitim Sistemi İçindeki Yeri.” 10.YAPA Okulöncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri. Ankara, s. 307-312. Sucuka, N., Özkök, S.Ü. ve Vardar, B. 1997. “Anne Çocuk Eğitim Programı: Uygulama ve Değerlendirme” Okulöncesi Eğitim Sempozyumu “Okulöncesi Eğitimde Yeni Yaklaşımlar” 30-31 Mayıs 1996, Ankara, s.51-83. Temel, F. ve Ömeroğlu, E. 1993. “Türkiye’de Okulöncesi Eğitimin Yaygınlaştırılmasında Aile Eğitimine Dayalı Modeller”. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Okulöncesi Eğitim Genel Mdr. Okulöncesi Eğitimi, Nisan, Ankara. Temel, F. 1998. “Anne-Çocuk Eğitim Programı ve Yaygınlaştırılması” Çağdaş Eğitim. 247, Ekim, s.8-10. Turan, E., Şahin, F., Turla, A., 1996. “Okulöncesi Eğitimin Yaygınlaştırılmasında Bir Model Önerisi: 0-4 Yaş Çocuk Gelişiminde Anne Eğitimi Projesi.” II. Ulusal Eğitim Sempozyumu, İstanbul. Turan, E.Ö., Şahin, F.T., Turla, A. ve Can, M. 1997. “Çocukluk Döneminde Ev Ortamının Çocuğun Eğitimine Etkisi”. I. Ulusal Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Kongresi. 28-30 Mayıs, Ankara, s.316-335. Üstünoğlu, Ü. 1990. “Ailelerin Okulöncesi Dönemin Önemi Konusunda Bilinçlendirilmesi”. Türkiye Aile Yıllığı. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları Genel Yayın No:10, Ankara, s.49-55. Üstünoğlu, Ü. 1991. “Aile Eğitiminde Farklı Yaklaşımlar”. Aile Eğitimi. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları. Ankara, s.80-89. Yavuzer, H., 1992. Ana Baba Okulu. Remzi Kitabevi, İstanbul. BADEP BABA DESTEK PROGRAMI (BADEP) Program Adı: Baba Destek Programı (BADEP) Programı Geliştiren Program Danışmanları: Programı ve Prof. Uygulayan Dr. Kurum: Sevda Geliştiren/Hazırlayanlar: Erçin Anne BEKMAN Üstün * , Çocuk Prof. KİMMET, Dr. Eğitim Çiğdem Serkan Vakfı (AÇEV) KAĞITCIBAŞI** KAHYAOĞLU Program Koordinatörü: Hasan DENİZ Baba Destek Programı; babaya destek vererek çocuğun çok yönlü gelişimine katkıda bulunmayı hedefleyen bir yetişkin eğitim programıdır. Baba Destek Programı, kısaca BADEP bir Anne Çocuk Eğitim Vakfı programıdır. Programın amacı babalara destek vererek demokratik bir aile ortamının yaratılması ve bu sayede çocukların varolan kapasitelerini en üst düzeyde gerçekleştirmelerini sağlamaktır. Katılımcı ve yüzyüze eğitim tekniklerinin kullanıldığı program, babaların çocukla iletişimini sağlıklı kurmasını ve çocukların gelişimlerini desteklemeleri için babalarda davranış değişikliği oluşturmayı hedeflemektedir. BADEP’in hedef kitlesi 2-10 yaşları arasında çocukları olan okuma yazma bilen babalardır. Program 15’er kişilik baba grupları oluşturularak, haftada bir gün 22.5 saatlik 13 oturum halinde uygulanmaktadır. Baba Destek Programı ilk olarak 1997 yılında pilot olarak uygulanmıştır. Programın yaygın olarak uygulanmasına ise 1999 yılından itibaren Eğitim-Sen’le yapılan işbirliği sonucunda başlanmıştır. 2004 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü ve Özle Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müğdürlüğü ile yapılan protokolle Halk Eğitim Merkezlerinde, İlköğretim Okullarında ve Rehberlik Araştırma Merkezlerinde uygulanmaktadır. BADEP’in yaygınlaşması amacıyla 2004 yılında Sosyal Riski Azaltma Projesi (SRAP) kapsamında SHÇEK’le işbirliğine gidilerek SHÇEK bünyesindeki toplum merkezlerinde ve aile danışma merkezlerinde BADEP uygulanmaya başlanmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı ve SHÇEK işbirliği ile yaygınlaşmada önemli adımlar atılarak, şu anda 22 ilde 7000 baba BADEP’e katılmıştır. BADEP grupları genelde öğretim yılına bağlı olarak birinci döneminin başlangıcı olan Eylül ayında ve ikinci döneminin başlangıcı olan Şubat ayında olmak üzere yılda iki kez oluşturulmaktadır. BADEP NASIL UYGULANIYOR? BADEP grup uygulaması şeklinde üçer saatlik 13 oturum olarak planlanmıştır. AÇEV tarafından açılan seminerlerle eğitilen gönüllü öðretmenler tarafından uygulanan kurslarda katılımcı bir yaklaşım izlenmekte, babaların kendi deneyimlerini grupla paylaşması özendirilmekte ve sorunlara birlikte çözüm bulma imkanı * Boğaziçi Üniversitesi Koç Üniversitesi ** yaratılmaktadır. BADEP'in bu özelliği nedeniyle, gruplar 15 kişi ile sınırlı tutulmaktadır. Her bir oturumda işlenen konuları ve yaklaşımı ayrıntılı olarak içeren bir eğitici kitabının yanı sıra, katılımcılara dağıtılan çok sayıda eğitim materyali bulunmaktadır. PROGRAMIN AMACI Ailenin anne, baba ve çocuklardan oluşan bir bütün olduğu düşünülerek, çocuğun gelişiminde anne kadar önemli rol oynayan : · Babanın çocuk gelişimindeki öneminin farkına varması, · Babanın çocuk gelişimi konusunda bilgi edinmesi, · Babanın edindiği bilgiler ışığında çocuğun gelişimine uygun beklentiler içine girmesi, · Çocuk istismarının önlenmesi, · Babanın çocuğun gelişiminde daha etkin bir rol oynayabilmesi için gerekli desteği alması, · Babanın çocuk eğitimine katılarak cinsiyetler arası dengenin sağlanması, · Babanın demokratik yöntemler hakkında bilgi edinip bunları evde eşi ve çocuklarıyla yaşama geçirmesi, böylece daha demokratik, daha mutlu bir aile ve toplum yapısının desteklenmesi, · Babanın uygulama sonucu edindikleri becerilerin bazılarını iş ve diğer toplumsal ilişkilerinde de kullanması (‘iletişim becerileri’, ‘çatışma çözme yöntemleri’ vb.). PROGRAMIN KONULARI 1. Kontrat / Tanışma 2. Babanın Rolü, Önemi ve Çocuğa Olan Etkisi 3. Aile Tutumları 4. Çocuğun Davranışlarını Kabul Etme ve Etkin Dinleme 5. Ben Dili 6. Olumlu Disiplin Yöntemleri I 7. Olumlu Disiplin Yöntemleri II 8. Çocuğun gelişim alanları ve Bedensel Gelişim 9. Zihinsel Gelişim ve Kitap Okumanın Önemi 10. Sosyal Gelişim 11. Duygusal Gelişim 12. Oyunun Önemi 13. Genelleme PROGRAMIN UYGULAMA ÖZELLİKLERİ · Programa katılacak kişilerin, 2-10 yaş arasında çocuğunun olması ve okur-yazar olması gerekmektedir.(lise ya da üniversite eğitimi almış olmak bir sorun oluşturmaz). · Gruplar 15 kişiyle sınırlıdır. BADEP grup tartışması şeklinde işlenir. Katılımcılar birbirleriyle sorun ve deneyimlerini paylaşırlar. Babaların belki de daha önce kimseye anlatmadıkları duygu ve düşüncelerini paylaşma ortamı yaratılarak, sorunlara birlikte çözüm üretmeleri sağlanır. · BADEP grup çalışması şeklinde haftada ikibuçuk saatlik 13 oturum olarak uygulanır · Uygulama zamanı katılımcıların koşullarına göre karşılıklı görüşülerek tesbit edilir. Uygulamalar hafta içi gündüz/akşam veya hafta sonu yapılabilir. · Uygulama 15 kişinin daire şeklinde oturabileceği bir odada yapılabilir. Çalışmanın yapılacağı odada bir adet yazı tahtasına ihtiyaç vardır. · Uygulamada üyelere yazılı vb. materyal AÇEV tarafından sağlanmaktadır. · “Baba Destek Programı” Prof.Dr.Çiğdem Kağıtçıbaşı ve Prof.Dr.Sevda Bekman’ın danışmanlığında, baba eğitimi konusunda eğitilmiş bir uzman tarafından uygulanacaktır. · Programın uygulanması bittiğinde Anne Çocuk Eğitim Vakfı tarafından katılımcılara katılım belgesi verilecektir. GRUP LİDERLERLERİNE YÖNELİK EĞİTİCİ EĞİTİMİ SÜRECİ Milli Eğitim Bakanlığı Çıraklık Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü, Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma hizmetleri Genel Müdürlüğü ile Anne Çocuk Eğitim Vakfı işbirliği ile uygulanan Baba Destek Programı uygulayıcı adayları programın uygulama özelliklerinden dolayı erkek, psikolojik danışman ve rehber öğretmenler ile Halk Eğitim Merkezleri bünyesinde çalışan erkek sınıf öğretmenleri arasından belirlenmektedir. SHÇEK işbirliği kapsamında ise BADEP eğitimci adayları toplum merkezleri ve aile danışma merkezlerinde görevli sosyal hizmet uzmanları arasından belirlenmektedir. BADEP Grup Lideri olmak için iki aşamalı eğitici eğitimi modeli planlanmıştır. Birinci aşamada, eğitimci adaylarının AÇEV eğitimcileri tarafından ve program danışmanlarının gözetiminde yoğunlaştırılmış bir eğitime katılmaktadır. 10 gün, 90 saat süren eğitimde grup yönetimi, grupla etkili iletişim, BADEP’in temel özellikleri ve uygulama yöntemleri, örnek uygulamalar, sunum becerileri, yetişkin eğitimi becerileri, uygulamalara yönelik riskler ve materyallerin tanıtımı, kullanımı gibi konular ele alnımaktadır. İkinci aşamada da her adayın eğitim programı çerçevesinde kendi okullarında bir grup oluşturması ve uygulama yapması planlanmaktadır. Bu uygulamalar sırasında eğitici adaylarının uygulamaları AÇEV gözlemcileri tarafından takip edilerek süpervizyon çalışmaları yapılmaktadır. Eğitim sürecinin tamamlayan adaylara “Baba Destek Programı Eğitimcisi sertifikası” verilmektedir. Sertifikasına alan eğitimcilerden her öğretim döneminde en az bir uygulama yapması istenmektedir. Grup uygulamaları esnasında ve devamında AÇEV bünyesinde değerlendirme ve süpervizyon toplantıları devam edecektir. TÜRKİYE’DE EVSİZLER SORUNU VE SOSYAL HİZMET Doç. Dr. Vedat IŞIKHAN* * Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Öğretim Üyesi ÖZET Kent merkezlerimizde yoksulluk nedeniyle bir konuta sahip olamayan, ruh hastalığı, uyuşturucu, alkol ve sigara bağımlısı, uhu, bali ve tiner koklayan, sokakta çalışan ve yaşayanlarla sürekli bir artış gösteren evsizler bugün yaşamsal birçok sorunla karşı karşıyadır. Evsizlere yönelik hizmet kurumlarının ve sivil toplum girişimciliğinin yetersizliği, evsiz sayısının sürekli artış göstermesi, örgütlenmede yaşanan sorunlar, bu alanda acil olarak mikro, mezzo ve makro düzeyde sosyal hizmet müdahalelerini zorunlu hale getirmektedir. Anahtar Kelimeler: Evsiz, evsizlik, sosyal hizmet, sosyal hizmet müdahalesi. GİRİŞ Bugün, evsizlik A.B.D., İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi gelişmiş ülkelerdeki kamuoyunun, uzmanların, politikacı ve medyanın ilgi odağı durumundadır. Genelde “geceleri yatacak uygun ve düzenli yeri olmayan, terminal, metro, gar, köprü altları ve parklarda, toplumun marjinal bölgelerinde yaşayan kişi ve gruplar” evsiz olarak tanımlanabilir. Evsizlik, 1980’lerde gittikçe artan bir sorun olarak kendisini hissettirirken, bu olguyu özellikle ruh hastası ve madde bağımlısı çocuk ve kadınlar yoğun bir şekilde yaşamaktadır. Aşağıdaki çalışmada, evsiz ve evsizliğin tanımı, evsizliğin nedenleri, evsizler konusunda ülkemizde yapılan araştırma sonuçları ve evsizlere yönelik ne tür sosyal hizmet müdahalelerinin uygulanabileceği tartışılmaktadır. 1. EVSİZ ve EVSİZLİĞİN TANIMI ABD’de 250,000’den fazla insan evsiz grubu içinde yer almaktadır (1). Yine A.B.D.’de liberal görüşü savunanların tahminlerine göre yaklaşık 3 milyon insan barınacak bir yere sahip değildir. Bu evsiz nüfusa 55 yaş üzeri insanlar dahil edilmiştir. Şimdiye kadar A.B.D’de yaşlı evsizlerle ilgili kesin bir sayı bilinmemektedir (2,3,4,5,6). Genel olarak evsiz denilince aklımıza aşağıdaki tanım gelmektedir: “Kişiler, geleneksel konutların dışında, yani, ya evsiz barınaklarında ya da konut olarak tasarlanmamış yerlerde sokaklar, terkedilmiş evler, otobüs durakları ve hastanelerin bekleme odalarında - gecelerini geçirip yaşıyorlarsa, onlara evsiz denir”. Evsizlikle ilgili cinsiyet farklılıkları, literatürde fazlasıyla görülmeye başlanmıştır. Kadınlar, erkeklere oranla daha çok evsiz kalmaktadır. Çünkü ailenin stresleri özellikle ev içi (domestic) şiddetle ilgilidir. Görüşülen evsiz kadınların üçte biri bir istismarla karşılaştıkları için evden ayrılıp evsiz kaldıklarını ifade etmiştir. Erkeklerden daha çok kadınların kurumsal tedaviye ihtiyaçlarının arttığı, çocukların cinsel veya fiziksel istismara uğradığı saptanmıştır (7). 2. EVSİZLİĞİN NEDENLERİ Literatüre (7,8) ve Ankara’da yapılan araştırmaya dayanılarak (9) evsizliğin nedenlerini şu şekilde ifade etmek mümkündür. Evsizlik ; · İşsizliğin ve yoksulluğun artması, · gelirlerinin ve satın alma gücünün giderek düşmesi, · asgari ücreti yükseltmede yaşanan başarısızlıklar ve sosyal yardım kuruluşlarınca yapılan yardımların minimum düzeyde bir yaşam standartı sağlaması, · hükümetlerin sosyal güvenlik harcamaları ve hepsinden önemlisi konut yapımı alanındaki katkılarını azaltması ve ödenebilir (affordable) konut açığı yani, ülke çapında özellikle düşük gelirli grupların erişebileceği ödenebilir konut açığının sonunda, · akıl hastalığı, uyuşturucu alışkanlığı, kişisel varoluş ya da kendini gerçekleştirme yetersizliği, · uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması ve zihinsel özürlü hasta sayısının artması, · ciddi zihinsel bozuklukların genç yaşlarda görülmeye başlanması, · ev fiyatlarının artması ve ekonomik şartların olumsuz etkileri, · yoksul grupların, gelirlerinin büyük bir kısmını kira olarak ödemeleri sonucunda oluşmaktadır. Ayrıca açık işsizlik ve boşanmaların giderek artması dolayısıyla ailelerin parçalanmasını da evsizliğin nedenleri arasında sayılabilir. Bu durum, boşanmanın mali yüklerinin, giderek kadınların omuzlarına binmesine neden olmaktadır. Evsiz zihinsel özürlü kişiler arasındaki şizofren [zihinsel kopukluk, dış dünya ile iletişimin bozulması] hasta sayısı manik depresif davranış gösteren kişilerden 38 kat, genel popülasyon içerisinde ise 25 kat daha fazla olduğu bulunmuştur. Onların bu durumları sokak yaşamı ve yoksulluğun getirdiği zararlarla birleştiğinde yüksek riskli bir durum teşkil etmektedir. Wolch ve Akita (1988) gözlemlerinde zihinsel, sosyal ve fiziksel durumların evsizler üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Bunların, kendilerine yardım edemeyen, yardımı reddeden veya kendilerine uymayan yardımı reddeden, ailelerinden kopmuş, sağlık ve fiziksel görünümleri gittikçe kötüleşen evsizlerin olduğunu gözlemlemişlerdir. Bu durumlar, yeni bir kronik evsiz insan topluluğunun oluşmasına neden olmaktadır. Bu yeni alt kültürde, ciddi oranda zihinsel özürlülük en önemli sorundur. Bu durum çok özel ilgi gerektiren ruh sağlığı hizmetlerine olan ihtiyacı arttırmaktadır (8). Yapılan son araştırmalarda, evsizlerde üst düzeyde sosyal izolasyon, yabancılaşma, korku ve kendine güvensizlik yaşandığı görülmüştür. Bu koşullar altında evsizler ile iletişime girmek, bir tedavi veya yardım programı uygulamalarının kapsamlı sonuçlarına varmak oldukça güçtür. Çünkü evsizler arasında yoğun olarak görülen zihinsel özürlülük, önemli bir engeldir. Gelecekte bu topluluğun gereksinimlerine yönelik daha fazla çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu tür evsizlere yönelik özellikle toplum modeli psikiyatrik tedavi modeli vaka yönetimleri uygulanmaktadır (9). 3. ÜLKEMİZDE EVSİZLERLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR Evsizlerle ilgili yapılan araştırmalar gözden geçirildiğinde iki araştırma sonucunun ülkemizde yaşanan evsizlik olgusunun anlaşılmasına katkıda bulunduğunu göstermektedir (9,10): A- Bu çalışma, Ankara’da 1995 yılında Eylül-Kasım ayları arasında 21.00 ile 01.00 saatleri arasında terminal, gar ve bankaların bankamatik bölümlerinde yaşayan 58 evsizle derinlemesine görüşme (deep interview) yöntemiyle gerçekleştirilmiştir (9). Elde edilen önemli sonuçlar aşağıda sunulmuştur: 3.1. Evsizlerin Sosyo - Demografik Özellikleri · Evsizlerin büyük bir kısmı (%60) kadınlardan oluşmaktadır. Bunu kimsesiz ve sokakta yaşayan çocuklar izlemektedir. · Evsizlerin büyük bir kısmı okuryazar > ilk > ortaokul mezunudur. Bu grup içinde evsiz kalan çocukların büyük bir kısmı okullarını yarıda bırakmıştır. Okulu bırakma nedenleri arasında; ailelerinin yetersiz gelire sahip olması, babanın sürekli gelir getirecek bir işe sahip olamaması ve çalışmak zorunda olmaları gibi nedenler gelmektedir. · Evsizlerin yaşları 9 ile 65 yaş arasında değişmektedir. Evsizlerin yaş ortalaması 21 olarak bulunmuştur. · Ankara’da sürekli ikamet ettikleri bir yer bulunmadığı; gecelerini genelde sıcak ve kısmen tehlikesiz olan bankamatik, apartman girişleri ve terminalde geçirdiği; bunun yanında çok az bir kısmının, kendileri gibi yoksul olan yakın akraba ve arkadaşlarının yanında kaldığı belirlenmiştir. · Evsiz kadınların büyük bir kısmı eşlerinden boşanmıştır. Boşanma nedenleri arasında şiddet, ruh sağlığı bozukluğu, evi terk, yetersiz gelir ve aşırı geçimsizlik olduğu bulunmuştur. 3.2. Evsizlerin Kullandığı Bağımlılık Yaratıcı Maddeler ve Önemli Sağlık Sorunları · Evsizlerin % 83’ünün alkol, sigara, uyuşturucu (hap); çocukların yoğun olarak (%92) bali ve tiner kullandığı belirlenmiştir. · Evsizlerin en önemli sağlık sorunları arasında soğuk algınlığı, romatizma, bel ağrısı, ülser ve astım yer almaktadır. Yaşamsal umutları olmadığı ve kendilerini bu topluma ait hissetmediği; toplumdan soyutlandıkları zaten kentin uzak ve sakin yerlerinde yalnız yaşadığını ifade etmişlerdir. · Hiç bir gelire sahip olmayanların oranının yüksek olduğu (%89); evsiz kadın ve çocukların çok az bir kısmının (%29) el arabaları ve çuvallarla kağıt, plastik, metal kutu, karton ve artıkları toplayarak gelir elde ettiği saptanmıştır. · bazıları, yaşamlarını çöp ve sokaklardaki artıklardan topladığı ve bulduğu besin maddeleriyle sürdürdüğü; hiç bir evsizin sosyal yardımdan yararlanmadığı saptanmıştır. Ayrıca birçoğunun ruh sağlıklarının bozuk olduğu, bilinçlerinin yerinde olmadığı ve dengesiz davranışlarda bulunduğu gözlenmiştir B- 3 Ocak –3 Nisan 2002 tarihleri arasında Ankara’da evsizlere ait bir kurum olmadığı için SHÇEK Behice Eren Çocuk ve Gençlik Merkezi’ne geçici olarak yerleştirilen 95 evsizle (dosya taraması) ilgili yapılan araştırma sonunda elde edilen bulgular ise aşağıda sunulmuştur (10): 1. Cinsiyet ve Yaş: 95 evsizle yapılan araştırma sonunda 71 evsizin erkek olduğu ve 53 evsizin 32 yaş üstü olduğu, evsizler arasında en düşük yaşın 12 ve en yüksek yaşın 83 olduğu saptanmıştır. 2. Eğitim Durumu= İlkokulu Mezunu= 8 evsiz, (okuma yazması olmayan = 2, ilkokul terk= 4, ortaokul terk= 3, lise terk= 3, lise mezunu= 3 evsiz) 3. Medeni Durum= Eşinden Ayrılan= 14 evsiz, (eşi ölen= 3, bekar= 8, evli= 6 evsiz) 4. meslek= muavinlik/otoparkçılık yapan= 5 evsiz (işsiz= 2, ocakçı, işportacı= 1, aşçı= 2, amelelik= 1, kepçeci= 1, hurdacılık yapan= 2, dul ve yetim aylığı alan= 1, özürlü maaşı alan= 1) 5. Şimdiye Kadar Nerede Kaldığı= Otelde kalan= 1 evsiz, (yakınları yanında= 1, çalıştığı işyerinde= 1, huzurevinde = 1 evsiz) 6. Kuruma Geliş Nedeni= İş aramak /çalışmak için gelen ancak parasız kalan= 9 evsiz (otel parası olmadığı için=2, aile geçimsizliği= 4, eşinden şiddet gördüğü veya eşiyle anlaşamadığı için= 1, tekerlekli sandalye almak için= 1, tedavi amacıyla gelen= 1, emeklilik işlemleri için gelen ve bu sürede evsiz kalan= 1, havalar düzelince yeniden çalışmaya başlayacak olan= 2, huzurevine yerleşmek için gelen= 2 evsiz) 7. Sağlık Durumu= İyi= 24 evsiz, (kas erimesi= 1, kronik şizofren, [psikiyatrist raporu olan= 7], vücudunda darp izleri olan= 1, şeker hastası= 1, bel fıtığı, sırt ve göğüs ağrısı var= 2, saralı olan= 1, romatizma başlangıcı= 1, karaciğer ameliyatı olan= 1, tüberküloz= 1, işitme ve konuşma özürlü (%40 özürlü)= 1, ifadeleri sağlıklı olmayan= 6, kaza geçiren= 2, epilepsi= 1, böbreklerinde sorunu olan= 2, akli dengesi yerinde olmayan=2, görme özürlü= 3, fiziksel özürlü= 9 evsiz) 8. Geçimi Nasıl Sağladığı= Kutu, hurda kağıt işleriyle uğraşan= 5 evsiz, (pazarcılık= 1, yeşil kart sahibi= 1, sosyal yardım alan= 1 evsiz) 9. Kaç Yıldır Sokakta Kaldığı= 1 Haftadır evsiz= 10 kişi, (geçici sürelerle 2 yıldır sokakta kalan= 1, zaman zaman = 1, şimdiye kadar hiç sokakta kalmayan= 1, 15 gündür= 5, 1-5 aydır= 7, 2-4 yıldır= 15, 1 yıldır hastanelerde kalan (numune hastanesi )= 1, 5-8 yıldır= 3, 16 yıldır= 1, 30-40 yıldır= 2 evsiz) 10. Kimsesi Var mı ? = Kimsesi olmayan (hiçbir yakını olmayan)= 7 evsiz, (ailesinden ayrı yaşayan= 2, anne baba ayrı olduğu için yalnız yaşayan= 4 evsiz) 11. Kuruma Geliş Şekli= Kendisi gelen= 20 evsiz, (arkadaşlarından duyup bu kuruma gelen= 7, ulus çocuk ve gençlik merkezinden gelen= 2, yakını tarafında getirilen= 4, polis karakolu gönderdi= 14, polis/zabıta getirdi= 12, aşti’den geldi= 2, bu merkezi bilen çocuklar aracılığıyla gelen= 1, valilikçe gönderilen= 5, SHÇEK Genel Müdürlüğü tarafından gönderilen= 1, sığınmacılar ve göçmenler derneği tarafından gönderilen= 1, sokakta kalmayan= 1 evsiz) 12. İşlenen Suç Türleri= Uyuşturucu suçundan cezaevinde yatan= 1 evsiz, (cinayet suçundan cezaevinde yatan= 2, 3413 sayılı yasadan yararlanan ve cezaevine giren y.y çocuğu= 3, bali tiner koklayan çocuk= 1, alkol kullanan= 4, sigara= 2, hap= 1, merkezde çocuklarıyla kalan= 1, çete kurma, hırsızlık, adam yaralama= 2, diğer suçlardan hapis yatan= 1 evsiz) 13. Destek Veren Kurumlar= Valilik, işsiz evsizlere iş bulunması için belediyeler, İş Bulma Kurumu ve Sanayi ve Ticaret Odasının desteği alınmış. 14. Destek Vermeyen Kurumlar= S.B= Psikiyatri Desteği Vermemektedir. [Bunların Büyük Bir Kısmı Tedavi Edilmek Zorunda]. Emniyet= Güvenlik İçin Personel Vermemektedir. Evsizlere sunulan bu hizmetler “gece barınağı” şeklinde düzenlenmiştir. Üç aylık sürede, bu kurumdan geçici-günlük hizmet alan evsiz sayısı toplam 500’e ulaşmıştır. Bu kuruluşlar, tampon kurumların görevlerini yerine getirmektedir. Bu kurumda görevli sosyal hizmet uzmanları (SHU) tarafından çeşitli mesleki müdahaleler yapılmıştır (sosyal yardıma ihtiyacı olanlara gerekli yardımın sağlanması, iş arayan evsizlere iş bulunması gibi). Bu kurumda kamu kurum ve kuruluşlarından, özel kişilerden bağış yöntemi ile alınan yatak ve yorganlar, parkenin üzerine serilme yoluyla evsizlerin barınma ihtiyacı karşılanmıştır. Kurumda 24 saat sıcak su mevcut olup, evsizler bu kurumu “yıldızı olmayan turistik otel” olarak tanımlamaktadır. Bu kurumda, sabah-öğle-akşam yemeği verilmekte, evsizlerin banyo, öz bakım hizmetlerine yardımcı olunmakta, giysisi olmayanlara giysi yardımı yapılmaktadır (10). 4. EVSİZLERE YÖNELİK SOSYAL HİZMET MÜDAHALESİ Literatürde evsizlerin ihtiyaçlarıyla ilgili Kaufman (1)’ın kullandığı üç kategorili bir model bulunmaktadır. Bu hizmetler, acil yardım hizmetleri, geçiş hizmetleri ve dengeleme hizmetleridir. Aşağıda bu hizmetler hakkında bilgi sunulmuştur. 4.1. Acil Yardım Hizmetleri Acil yardım hizmetleri; barınma, yemek, giysi ve parasal yardımlardan oluşmaktadır. Bu birim, evsizlerin özel ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Acil yardım hizmetleri, evsizlerin kötü durumuna karşın; geçici bir dinlenme, barınma ve korunma sağlamaktadır. Ancak, birçok acil yardım hizmeti, akşam yemeğiyle birlikte açılmakta, kahvaltıdan sonra kapanmaktadır. Evsizlere herhangi bir soru sorulmadan bu hizmetlerin sağlanması gerekmektedir. Evsizler, çok önemli bir sorun olarak algılanmadığı ve mevsimsel (özellikle kışın) bir sorun olarak ortaya çıktığı için, evsizlerin sürekli yararlanabileceği bir kurum bulunmamaktadır. Mevcut uygulamalar kışın, dondurucu soğuk sırasında sokakta yaşayan talihsiz evsizlerin donarak bulunması, bu konunun medyada yer alması, kapalı spor salonlarının evsizlerin kullanımına sunulması ve havalar ısındığında buraların boşaltılması şeklindedir. Bu hizmetler günübirlik, gelişigüzel, profesyonel olmayan ve geçici hizmetler niteliğindedir. Evsizlerle çalışıldığında, evsiz grupların buzdağının görünen kısımları –yalnızlık, içe kapanma, yabancılaşma, yaşanılan toplumsal adaletsizlik- olduğu görülecektir. Evsizlerin ihtiyaçlarının karşılanması çabasında, acil yardım hizmetleri; değişik yaş grupları için çeşitli kaynak ve hizmetler sağlamaktadır. Örneğin, yeterli derecede parasal yardım, giyinme ve yiyecek sağlama. Acil yardım hizmetleri sadece ilk adım olan evden ayrılma kısmına müdahale edebilmektedir. Diğer hizmetler ise geçici hizmetler ya da geçici yerleşmeler başlığı altında evsizlere verilmektedir. 4.2. Geçiş Hizmetleri/Geçici Yerleşmeler Geçiş hizmetleri, evsizlere iş yardımı, sosyal hizmetler, sağlık hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve eve geçiş yardımlarını kapsamaktadır. Geçici yerleşmeler, evsizlik sorununun çözümünde önemli bir yer tutmaktadır. Acil yardım hizmetleri sadece krize müdahalede bulunmakta probleme sürekli çözümler bulamamaktadır. Geçici yerleşmeler, birçok evsiz için bağımsızlığa ilk adım olmaktadır (1). 4.3. Dengeleyici Hizmetler Dengeleyici hizmetler; ev hazırlık programı, iş ve destekleme hizmetlerinden oluşmaktadır. Bu hizmetlerin ana hedefi, bireyleri, yaşam döngüsü çerçevesinde dengeye ulaşıncaya kadar desteklemektir. “Ev yaşamına hazırlık”, evsizlere yönelik dengeleyici hizmetlerin sadece birisini oluşturmaktadır. Vaka yönetimine ihtiyaç, dağıtım hizmetlerinde sürekliliğin sağlanması ve diğer yardımlar bu dönemde gerçekleştirilen diğer hizmetlerdir. Rife ve Diğerleri(6)’nin 176 evsiz üzerinde yaptığı araştırmada, vaka yönetimi servislerinde, vaka yönetimi sıklığının kişiler üzerinde anlamlı etkisi olduğu ortaya çıkmıştır. Bir işe sahip olma veya sosyal aktivite programlarına katılmanın bireyin hayatı algılamasını etkilediği belirtilmiştir. 5. SONUÇ Kent merkezlerinde, sokaklarda, yemek, para ve uyuyacak yer ararken gördüğümüz evsizlere yönelik hizmet modellerini ivedilikle hayata geçirmek sosyal hizmet kurumlarının en önemli görevleri arasındadır. Evsizlerin büyük bir kısmı psikiyatrik bir özgeçmişe sahiptir. Bu durum ve bulgular evsizlik olayına disiplinlerarası bir yaklaşımla müdahale etmemizi gerektirmektedir. Ruhi ve akli yönden güçlükleri nedeniyle sosyal ve mental işlevlerini tam olarak yerine getiremeyen kişilere hizmet veren hastaneler, ruh ve akıl sağlığı klinikleri, toplum ruh sağlığı programları, çocuk rehberlik büroları gibi psikiyatrik ortamlarda uygulanacak sosyal hizmetlerde SHU aktif rol üstlenebilmelidir. Hizmeti sunanlar ve kamu kuruluşlarının, problemi hafifletmek için hazırlık yapması ve evsizliğin varlığını kabul etmesi gerekir. Sosyal hizmet örgütlerinin kuruluş amacı olan, müracaatçıların bakımı, koruma ve tedavi etme amaçlarını dolayısıyla onların yaşam kalitelerinin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi görevlerini yerine getirebilmelidir. Sorunun çözümü için sosyal politikalara, somut düzeyde program ve projelere ihtiyaç vardır. Sivil toplum örgütlerinin, evsizlere yönelik hizmet sunumunda aktif rol üstlenmesi gerekir. Çoğu ruh sağlığını yitirmiş durumda olan evsizlere yönelik [kış mevsimini ya da soğuk havaları beklemeden] geçici konutlar oluşturulmalıdır. Bunun için organizasyon yeteneği gelişmiş ve toplumsal kaynakları maksimum düzeyde kullanabilecek SHU’na büyük ihtiyaç vardır. ALMAN ÇOCUK VE GENÇLİK YARDIM KANUNU’NA GÖRE GENÇLİK YARDIMININ ÖNLEYİCİ HİZMETLERİ Prof. Dr. Emine AKYÜZ* Bu sunumun amacı, Almanya’da çocuğun haklarını ve aile içerisinde korunmasını odak noktasına yerleştiren; ailenin çocuğu yetiştirme ve koruma görevlerini yerine getirebilmesi için oldukça kapsamlı, önleyici ve toplum tabanlı destek hizmetleri öngören Alman Çocuk ve Gençlere Yardım Kanunu’nu ve bu Kanun’un düzenlediği önleyici hizmetleri kısaca tanıtmaktır. Sunu üç ana başlık altında ele alınmıştır. Birinci başlık altında; çocuk ve gençlik yardım kurumları, ikinci başlık altında; çocuk ve gençlik yardımının amaç ve görevleri, üçüncü başlık altında da gençlik yardımının genel ve bireysel hizmetleri kısaca özetlenmiştir. Almanya’da çocuk ve gençlik yardım hizmetleri ve kurumları oldukça gelişmiştir. Bu modern yapının yasal dayanağı 1.1.1991 tarihli Çocuk ve Gençlere Yardım Kanunu’dur (ÇGYK). Bu Kanunla, eski kanunların bakış açısı olan çocuk ve gençlerin kontrolüne yönelik yaklaşım terk edilerek, onların gereksinimlerini, haklarını ve aile içinde korunmalarını ön plana alan yaklaşım benimsenmiştir. Bu Kanun’a göre çocuk ve gençlik yardımı, çocukların ve gençlerin tehlikeye düşmelerini önlemeye, tehlikeyle karşılaşmış olanları korumaya; çocuklara, gençlere, genç yetişkinlere ve onların ailelerine topluma uyum sağlamaları için yardım etmeye yönelmiş; etkinlik, hizmet ve tedbirlerin bütünüdür. I. Çocuk ve Gençlik Yardım Kurumları Alman Federal Devlet sistemi içerisinde çocuklara ve gençlere yardım kurumları; federal devlet, eyaletler, şehirler ve ilçeler olmak üzere merkezi ve bölgesel düzeylerdeki yapılar içerisinde konumlandırılmıştır. Çocuk ve gençlik koruma ile ilgili kanun yapma yetkisi federal devletin sorumluluk alanındadır. Federal Gençlik Bakanlığı, federal devletin çocuk ve gençlik plânı çerçevesinde, gençlik yardımı konusunda devlet genelindeki etkinlikleri, eyalet üstü sosyal hizmet sunan kurum ve kuruluşları, girişimleri ve model projeleri destekler. Federal eyaletler; Çocuk ve Gençlik Yardım Kanunu’nun çerçevesi içerisinde, kendi özelliklerine uygun ek yasalar çıkararak, çocuk ve gençlik yardımını düzenler, tanımlar ve genişletir. Tüm federal eyaletlerde gençlik dairesi bulunur. Çocuk ve Gençlik Yardım Kanunu, şehirler ve ilçeleri gençlik dairesi kurmakla yükümlü kılmakta, belediyeleri de gençlik yardımının geliştirilmesinden sorumlu tutmaktadır. Gençlik Dairesi, sosyal pedagojik içerikli uzman bir kurumdur. (ÇGYK.m.70-71). Bu daire resmi gençlik yardım görevlerini üstlenmiş bir yönetim ile, yerel gençlik politikasının ana hatlarını belirleyen gençlik yardım komisyonu’ndan oluşur. Gençlik daireleri, farklı uzmanlık alanları olan ve resmen tanınmış özerk gençlik yardım kuruluşları ile ortak çalışırlar. Kanun, özerk yardım kurumlarını destekleme ve resmen tanınma şartlarını ayrıntılı biçimde düzenlemiştir (ÇGYK.m.74-78). * Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Resmi gençlik yardımının üstlenicisi kurumlar, Kanun’da belirtilen görevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli kurumların, hizmetlerin ve etkinliklerin zamanında ve yeterli miktarda mevcut olmasını sağlamakla yükümlüdürler. Bu ihtiyaca yanıt verebilecek sayıda uzman (sosyal hizmet uzmanı, psikolog, pedagog, psikiyatrist) bulundurmakta dahildir. II. Çocuk ve Gençlik Yardımının Temel Amacı ve Görevleri Kanun, çocuk ve gençlik yardımının temel amacını şöyle belirlemiştir: Her çocuğun gelişimini, eğitimini, bağımsız ve topluma uyumlu kişiliğinin oluşumunu desteklemek. Kanun; bu temel amaç doğrultusunda gençlik yardımına aşağıdaki görevleri vermiştir: · Genç insanların sosyal ve kişisel gelişimlerini desteklemek, mağduriyetlerine neden olan ortamı değiştirmek, · Ana baba ve diğer yetiştirme sorumlularına yardımcı olmak ve rehberlik yapmak, · Çocukları ve gençleri tehlikelerden korumak, · Çocuklar, gençler ve aileleri için olumlu yaşam ortamları oluşturmak (ÇGYK. m.1). · Bu temel amaç ve görevler çerçevesi içerisinde hizmetleri sunan yardım kurumlarının çalışma ve müdahale alanları aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir: · Aileyi destekleyen yardım, · Özel yaşam biçimine yardım, · Ailenin yerini alan yardım. Doğru yardım türü seçilirken farklı hizmet seçeneklerini veya birleştirilmiş yardımı gözönünde bulunduran bireysel yaklaşım önemlidir. Kanun bireysel yardımı eğitim, gençlik veya aile danışma birimlerinde bireysel ve ailevi sorunların çözümüne yönelik açıklayıcı, değerlendirici ve önleyici ilk müracaat noktası olarak tanımlamaktadır (ÇGYK m.16,17,28). III. Çocuk ve Gençlik Yardım Hizmetleri Çocuk ve gençlik yardımı, Kanun’un 17-41 maddeleri arasında çeşitlendirilmiş hizmet sunumları olarak ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. A. Gençlik Yardımının Genel Hizmetleri 1. Gençlik Çalışması Gençlik çalışması hizmetinin amacı, gençlerin kendilerini ilgilendiren kararları alma, toplumsal sorumluluk üstlenme, toplumsal etkinliklerde bulunma yetenek ve becerilerini geliştirmektir. Bu nedenle; hizmetin hedef grubunu herhangi bir şarta bağlı olmaksızın tüm çocuklar ve gençler oluşturur. Şu alanlarda gençlik çalışması yapılabilir: · Genel, politik, toplumsal, kültürel, sağlıksal doğa bilimsel okul dışı eğitim etkinlikleri, · Spor, oyun ve toplumsal eğlencelere yönelik etkinlikler, · İş yaşamını, okulu ve aileyi kapsayan etkinlikler, · Uluslararası gençlik etkinlikleri, · Çocuk ve gençlerin dinlenmelerine yönelik etkinlikler, · Çocuk ve gençler için danışma hizmetleri (ÇGYK m.17). Kanun, gençlik çalışması hizmetlerini sunacak birimler arasında özellikle gençlik birlik ve gruplarını ön plana çıkararak onların gençlik yardım kurumlarınca desteklenmelerine önem vermektedir. Çünkü, gençlik birliklerinin amacı, üyelerini devlette ve toplumda bağımsız yaşama hazırlamak, onlara demokratik kurumları tanıtmak ve onların ilerde kamusal yaşama ilgi duymalarını sağlamaktır. Gençlik birliği kurmak için herhangi bir örgütlenme yapısı gerekmemektedir. Gençlerin bir araya gelmeleri, gençlik birliğin oluşması için yeterli sayılmaktadır. 2. Gençlik Sosyal Çalışması Bu hizmet; tüm çocuk ve gençlere değil, sosyal ve bireysel bakımdan zor durumda olanlara yönelik bir gençlik yardım hizmetidir. Bu durumdaki çocuk ve gençlere, okul ve meslek eğitimlerini, iş yaşamına kazandırılmalarını ve toplumla bütünleşmelerini sağlamayı hedefleyen, sosyal pedagojik yardımlar sunulur (ÇGYK. m.13). Diğer kurumlar tarafından verilen benzer nitelikteki hizmetler ile eşgüdümsüzlügü önlemek için, Kanun; gençlik dairesinin okul idaresi, federal iş dairesi ve meslek veya meslek dışı eğitim veren kurum ve kuruluşlarla eşgüdüm sağlaması gerektiğini vurgulamaktadır. 3. Yetiştirmeye Yönelik Çocuk ve Gençlik Koruma Çocuklara, gençlere ve onları yetiştirmekle görevli kişilere, gençlik koruma hizmetleri sunulur. Bu hizmetlerin amacı, çocuklara ve gençlere, · Kendilerini tehlikeli etkilerden koruma becerisi, eleştirme, karar verme, kendisinden sorumlu olma ve başka insanlara karşı sorumluluk duyma yetenekleri kazandırmak; · Ana baba ve diğer yetiştirme sorumlularına da gençleri tehlikeli etkilerden korumalarına katkıda bulunacak eğitim vermektir. 4. Ailedeki Yetiştirmeyi Destekleyen Yardımlar Bu hizmetlerden bazıları ailedeki yetiştirmeyi genel anlamda destekleyen yardımlardır; Bazıları ise özel yaşam biçimlerinde aileye sağlanan desteklerdir.. a. Aileyi Destekleyen Genel Yardımlar Çocuk ve gençlik yardımının önemli görevlerinden biri, ailelerin desteklenmesidir. Yalnızca parçalanan ailelerde değil, görünürde uyumlu ailelerde bile çocuk yetiştirmeye ilişkin sorunlar ve yetersizlikler ortaya çıkabilir. Bu yetersizlikleri ve sorunları önlemek ve gidermek için ailedeki yetiştirmeyi destekleyici hizmetler sunmak gerekmektedir. Bu hizmetler; çocuk yetiştirme sorumluluğunu taşıyan kişilerin, sorumluluklarının gereklerini çocuğun üstün yararına uygun biçimde yerine getirmelerine katkı vermek amacını taşır. Bu nedenle de hizmetin verilmesi, herhangi bir eğitim eksikliği şartına bağlı değildir. Bu hizmetlere aile eğitimi ve danışmanlığı, gençlere yönelik sosyal pedagojik çalışma, birlikte yaşamı güçlendirmeye yönelik diğer yardımlar örnek gösterilebilir (m.16). b. Yaşam Ortaklığı, Ayrılık ve Boşanmada Danışma Hizmeti Burada öncelikli amaç; aileyi bir arada tutmaya yönelik hizmetler vermektir. Fakat bu mümkün olmaz da aile dağılırsa, bu durumda ana baba sorumluluğunun çocuğun sağlıklı gelişimi doğrultusunda yerine getirilmesini sağlamaya yönelik hizmetler sunulur. Bu bağlamda, ayrılık ve boşanma sırasında ve sonrasında oluşan bireysel ve ailevi sorunların çözümüne katkı sağlayan yardımlar yapılır. Aile mahkemesi, çocuklu bir boşanma davası açıldığında bunu gençlik dairesine bildirmekle yükümlüdür. Gençlik dairesi, taraflarının velâyetle ilgili bir talepte bulunmuş olup olmadıklarına bakmaksızın, ana babaya yapabileceği hizmetleri bildirir (ÇGYK. m.17). c. Velâyetin Kullanılmasında Danışma ve Destek Hizmeti Çocuğu veya genci tek başına yetiştiren ana ve babalar gençlik dairesinden danışma ve destek hizmeti talep edebilirler. Evlilik dışı çocuğun doğması söz konusu olduğunda, ananın; doğumdan önce babalığın belirlenmesini talep etme hakkı vardır. Ana, çocuğa nafaka ödenmesini ve diğer masrafları talep ettiğinde, gençlik dairesinden danışma ve destekleme hizmetleri isteyebilir. Gençlik dairesinin bu durumdaki ana babalar için vermesi gerekli önemli bir hizmet de, çocukla velâyete sahip olmayan ebeveyn ve diğer ilgililer arasındaki kişisel ilişkilerin kurulması ve uygulanmasında danışma ve destekleme yardımı sunmaktır. Bu son durum özellikle; gözetimli ve korumalı kişisel ilişki uygulamasında söz konusu olur (ÇGYK.m.18). d. Günlük Bakımın Desteklenmesi Günlük bakım, aileyi tamamlayıcı bir yardım türüdür. Günün belli bir bölümünde veya tamamında, çocuğa evde ya da kurumda bakılmasını, yetiştirilmesini sağlamaya yönelik hizmetleri kapsar. Çocukların günlük bakımının desteklenmesi, gençlik yardımının önemli ve ağırlıklı bir hizmet alanıdır. Bu hizmet; herhangi bir eğitsel eksiklik şartı aranmaksızın 0-6 yaş arasındaki, hatta daha büyük yaşlardaki tüm çocukları kapsar. e. Sosyal Pedagojik Aile Yardımı Bu yardım çeşidinde ailenin tümü odak noktasına alınır. Uzman; yetiştirmeyle ilgili görevlerin yerine getirilmesinde, günlük yaşamdaki sorunlarla baş edilmesinde, çatışmaların ve krizlerin çözülmesinde, resmi daire ve kurumlarla olan ilişkilerde aileye yardım eder. Burada esas amaç, çocuğun aileden alınmasını önlemek veya alınmışsa en kısa süre içerisinde aileye dönmesini sağlamaktır. Bu amaç, ailenin ekonomik durumunu iyileştirmek aile üyelerinin birbirleri ile ilişkilerini uyumlu hale getirmek, ana babanın çocuk yetiştirme yeteneklerini tavsiye ve yardımlarla geliştirmek ve gerektirdiğinde onların sosyal çevreleri ile bütünleşmelerini sağlamak ile gerçekleştirilebilir. B. Bireysel Yetiştirme Yardımları Bireysel çocuk ve gençlik yardım hizmetleri, yetiştirme sorumluluğuna sahip kişi; çocuğu veya genci esenliğine uygun biçimde yetiştiremiyor ve yardım onun gelişmesi için “uygun” ve “gerekli” ise sunulur. Uygun ve gerekli yardım nedir? Burada hareket noktası “eğitsel ihtiyaç” tır. Eğitsel ihtiyaca göre gençlik yardımından sorumlu kurum, Kanun’un 28-35 maddeleri arasında düzenlenmiş yardım türlerinden birini sunar. Kanun, bireysel olaylarda uygun yardıma karar verilirken aşağıdaki noktaların göz önünde tutulmasını istemektedir. · Yetiştirme hakkına sahip kişi, çocuk veya genç herhangi bir yardıma karar verilmeden önce, bu yardımın onun gelişmesinde yol açabileceği olası sonuçlar hakkında bilgilendirilmelidir. · Uzun süreli bir yetiştirme yardımı gerekli görünüyorsa, çeşitli alanların uzmanları, yetiştirme hakkı sahibi, çocuk ve diğer ilgililerin katılımıyla bir yardım planı oluşturulmalıdır. · Yardım ailenin dışında yapılacaksa, yukarıda belirtilen kişilerin, kurumun veya bakım yerinin seçimine katılmaları sağlanmalıdır (m.36/1). Kanunda yapılabilecek yardımlar, sınırlayıcı olmayarak sayılmıştır (CGYK. M.27-35). 1. Yetiştirme Danışması Yetiştirme danışması çocuklara, gençlere ve yetiştirmeden sorumlu kişilere ailevi sorunların çözümünde, ayrılma ve boşanma durumlarında destek sunar. Hizmet gerçekleştirilirken çeşitli alanların uzmanları birlikte çalışırlar. Hizmet, yetiştirme sorumlusu ve çocuk veya gencin onayı ile verilir. Ailenin diğer üyeleri ve yakın çevresinin de sorunun çözümüne katkı vermeleri sağlanır (m.28). 2. Grup Sosyal Çalışması Grup sosyal çalışması; görünür biçimde gelişim ve davranış problemleri olan ileri yaşlardaki gençlere sunulan bir hizmettir. Gence; bir grup içerisinde yoğun bir sosyal öğrenme süreci sağlayarak, gelişim zorluklarını aşmasında ve çevresindeki sorunlarla başa çıkmasında yardım edilir. Bu süreç içerisinde gençlerle; okul, iş yaşamı ve eğitim konularından yola çıkarak işsizlik, barınma, boş zaman ve karşı cinsle ilişkiler gibi problem odaklı çalışmalar yapılır. 3. Yetiştirme ve Gözetme Yardımcısı Yetiştirme ve gözetme yardımcısı, çocuğa veya gence gelişme sorunlarının yenilmesinde destek olur, onun ailesi ile yaşam bağlarını koruyarak, bağımsızlaşmasını teşvik eder. Bu yardım, yetiştirme, gözetme, koruma, bakım iyileştirme, danışma ve rehberlik gibi destek hizmetlerini kapsar. Burada amaç, çocuğun veya gencin içinde bulunduğu güç yaşam koşullarının değiştirilmesi, sorunlara karşı dayanıklılığının artırılması, karar verme ve bağımsızlık yeteneğinin kazandırılmasıdır (ÇGYK. m.30). 4. Günlük Grup İçinde Yetiştirme Günlük grup içinde yetiştirme yardımı, çocuğun veya gencin grup içinde sosyal öğrenme yoluyla gelişmesine, okul ve meslek eğitimine, ana baba etkinliklerine destek verir. Burada amaç, çocuğun ailesiyle birlikte yaşamasını tehlikeye düşüren eğitimsel eksiklikleri ve gelişim güçlüklerini gidermektir. Bu yardım, çocuğun yabancı bir yere yerleştirilmesini önleyen yoğun biçimdeki gözetme hizmet türüdür. Çocuk veya genç aile içinde kalır, fakat hafta boyunca gözetme ve yardım düzenlenir (ÇGYK.m.32). 5. Aile Dışında Düzenlenen Hizmetler Aile dışında düzenlenen hizmetler, koruyucu aileye, kuruma, barınma guruplarına yerleştirmeden bireysel gözetmeye kadar çeşitlilik göstermektedir (ÇGYK.m.33,34.). Bu yerleştirme sürekli olabileceği gibi, belli süreli de olabilir, süreli yerleştirmede hedef, öz ailenin şartları iyileştiğinde çocuğun aileye geri dönmesidir. Fakat tedbir süreci içerisinde bu hedefe ulaşılamayabilir. Bu takdirde aile dışında sürekli bir yaşam şekli söz konusu olur (m.33,37). Bu yaşam şekli çocuğun yaşına ve gelişim durumuna göre; · Evlat edinme, · Uzun süre geçerli olacak bir yaşam biçimi sunma, · Daha büyük yaştaki gençler için bağımsız yaşama hazırlama olabilir. Bu süreç içerisinde gence, bağımsız yaşam sürmede, mesleki eğitimde ve çalışma yaşamında danışmanlık yapılır ve destek verilir. Bu hizmetler için kural olarak müracaatçının ödeme yapması gerekmez, fakat ailenin ekonomik durumu uygun ise bazı hizmetler için katkı payı talep edilebilir (ÇGYK.m.89-90). Çocuk ve gençlik yardımıyla ilgili sosyal veriler koruma altındadır ve gizlilik ilkesi esastır. Birimler, verilen bilgilerin karşılıklı güvene dayalı kullanılacağını garanti ederler (ÇGYK.m.61). SONUÇ Görülüyor ki Almanya’da 1.1.1991 tarihli “Çocuklara ve Gençlere Yardım Kanunu” ile modern bir gençliğe yardım hukukunun ana çizgileri belirlenmiştir. Şöyle ki, çocuklara ve gençlere yardım bütünsel bir yapı içine alınmış, gençliğe yardıma ilişkin bütün hizmetler ve tedbirler hem önleyici hem de tepkisel olmak üzere tek elde toplanmış, önleyici hizmetlere ağırlık verilmiştir. Gençlere, hizmetlere ulaşmada dava edilebilir haklar tanınmış, onların katılım ve karar verme haklarına önem verilmiştir. Hizmet biçimleri çeşitlendirilmiş, gençlere ve ailelere sunulacak danışma ve destek hizmetleri genişletilmiştir; aile dışında yerleştirme biçimleri çeşitlendirilmiş; özerk toplumsal kuruluşlara yer verilmiştir. Çocuk ve gençlerin korunması, kişiliklerinin geliştirilmesi gibi iki temel amaca yönelmiş olan bu sistem kendine özgü bir yargılama düzenini de getirmiştir. Şöyle ki gençlik dairesi, çocuk ve gençleri ilgilendiren davalarda vesayet, aile ve çocuk mahkemelerini çocukları korumaya yönelik tüm önlemlerde destekler, bu mahkemelerle çocuğun yararına işbirliği yapar, bu mahkemelere uygun kayyımlar ve vasiler önerir, bunlara danışmanlık yapar, eksikliklerini gördüğünde mahkemeyi durumdan bilgilendirir. Türk Medeni Kanunu ile sosyal ve kamu hukukunda çocukların korunmasına yönelik kanunların uygulanabilmesi, resmi ve özel sosyal yardım kuruluşları arasında işbirliği ve eşgüdümün sağlanabilmesi, mevcut kaynakların çocuk yararına kullanılabilmesi için ülkemizde de benzer bir çocuk ve gençlik yardımı yapılanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Yeni bir Çocuk Koruma Kanunu’nun yürürlüğe girdiği ve ayrı bir sosyal hizmetler yasa tasarısının gündemde olduğu ülkemizde, çocuk koruma ve yardım sistemi oluşturulurken, Alman çocuk ve gençlik sosyal yardım hukukundan ve bu hukuku uygulamaya geçiren yapılardan yararlanılabilir. Ancak; şu hususu da belirtmek gerekir ki, bu sistemin Türkiye’de aynen oluşturulabileceğini değil, bu sistemden yararlanılarak kendi toplumumuza uygun biçimde düzenlenebileceğini düşünüyorum. Oldukça kapsamlı olan bu gelişmiş sistemi özetleyen incelememiz, bu konudaki yaklaşım tartışmalarına katkı sağlayabilir. Kaynaklar Bauer, J. / Schimke, H.J. / Dohmel, W. : Recht und Familie, Luchterhard, 2001. Bindzus, D./Musset, K.H: Grundzüge des Jugendrechts, Saarbrücken 1999. Fieseler, G. / Herborth, R.: Recht der Familie und Jugendhilfe, Netherlands, 2000. Münder, J. : Das neue Kinder-und Jugendhilfegesetz, in: Soziale Arbeit, S.90, s.206. Oberloskamp, U. / Adams, U.: Jugendhilferechtliche Fälle Für Studium und Praxis, Köln 2001. Oberloskamp, H.: Kindschaftliche Fälle für Studium und Praxis, Neuwied 1998. Tekin, U. : Almanya’da Suça Yönelen Çocuk ve Gençlik İçin Yardım Kurumları, III. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu, s.185-194, Ankara, 2005. Textor, M. : Algemeine Förderung der Erzienung in der Familie, m.16 SBG VIII, München, 1996. Wiesner, R. / Mörsberger, T. / Oberloskamp, H. / Stuck, J., : SGBVIII Kinder und Jugendhilfe, München, 2000. WİESNER, R. / MÖRSBERGER, T./ OBERLOSKAMP, H. / STUCK, J., : SGBVIII Kinder und Jugendhilfe, München, 2000. YASALARLA ÇOCUĞU NASIL KORURUZ? Çocuğun korunması disiplinler arası çalışmayı ve eş güdümü gerektirir. Çocuğun korunması haklarını kullanabilmesiyle mümkündür. Haklarını kullanamayan çocuğu doğal olarak koruyamayız da. Bu durumda çocuğun hakları nelerdir?Bu hakları ulusal yasalar ve uluslararası sözleşmelerle nasıl koruyor ve yasaları nasıl uyguluyoruz Tüm bunları sizerle paylaşmak istemekteyim. Av. Türkay ASMA YASALARLA ÇOCUKLARIN KORUNMASI Çocuklarımızın çocuk hakları sözleşmesinde belirlenen 4 ana grupta toplanan; Yaşama Gelişim Korunma Katılım haklarını nasıl koruyacağız. Bu hakların korunmasındaki temel ilkeyi sözleşmenin 3. maddesi; Kurumsal yada özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler yada idari makamla veya yasama organı tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde çocuğun yararı temel düşüncedir, diyerek koymuştur. Özellikle 2000 yılından sonra yayınlanan, yürürlüğe giren yasalarda bu ilkeye uyulmaya başlanmıştır. Mk, Aile Mahkemeleri yasası, TCK,CMK,Çocuk Koruma Yasası,İnfaz Koruma gibi çocuğun yaşamını ilgilendiren yasalarda, çocuğun öncelikli yararı ilkesi yer almıştır. En son yürürlüğe giren yasalardan biri olan Çocuk Koruma Yasasının amaç maddesine baktığımızda; 1)Korunma gereksinimi olan çocukların, 2)Suça sürüklenen çocukların korunmasını, haklarının ve esenliklerinin güvence altına alınmasına ilişkin usul ve esasları düzenlendiğini görürüz.Yasa, çocuğu; daha erken yaşta ergin olsa bile onsekiz yaşını doldurmamış birey olarak tanımlamıştır. Korunma gereksinimi olmayı da; Duygusal, Bedensel, Zihinsel, Ahlaki Sosyal gelişimi ve kişisel güvenliği tehlikede olan ihmal veya istismar edilen çocuk olarak tanımlamıştır. Yasada suça sürüklenen çocuğu, Yasaların suç olarak tanımladığı bir fiili işlediği gerekçesiyle hakkında soruşturma veya kavuşturma açılan yada hakkında tedbir uygulanmasına karar verilen çocuk olarak tanımlanmıştır. Yasa,temel ilkeler olarak çocuğun yukarıda saydığımız 4 ana temel haklarının; -Yaşama,gelişim,korunma ve katılım güvence altına alınmasını, -Çocuğun öncelikli yarar ve esenliğinin gözetilmesini; -Çocuk ve ailesinin ayrımcılığa tabi tutulmamasını, -Çocuk ve ailesinin soruşturma ve kovuşturmanın her evresinde bilgilendirerek yargılama ve -karar süresine katılımların sağlanması , -Adil etkili ve sürekli bir yargılama usulü izlenmesini, -Soruşturma ve kavuşturma sürecinde çocuğun durumuna uygun özel ihtimam gösterilmesi -Kararların alınmasında ve uygulanmasında çocuğun yaşamı ve gelişimine uygun eğitimi öğretimi ve toplumsal sorumluluğunun desteklenmesini,geliştirilmesi,çocuk hakkında özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirler ile hapis cezasının en son çare olarak verilmesi, Yine tedbir kararları verilirken kurum bakımı ve kurumda tutulmanın en son çare olarak görülmesi, -Çocukların bakılıp gözetildiği tedbir kararlarını kurumlarda yetişkinlerden ayrı tutulması, -Çocukların damgalanmasının yargılamanın ve uygulamanın gizliliğine onam verilmesi, Yasada gerek korunma gereksinimi olan gerekse suça sürüklenen çocuklara uygulanacak tedbirler; a)Koruyucu b)Destekleyici tedbirler olmak üzere 2 ana bölümde toplanmıştır. Bunlarda; Danışmanlık, Eğitim, Sağlık, Bakım, Barınma tedbiri olarak gruplandırılmıştır. Tedbirlerde genel ilke öncelikle; çocuğun kendi aile ortamında korunmasını sağlamaktır. Bu nedenle aileye yada çocuğun bakımından sorumlu olanlara; a)Çocuk yetiştirme konusunda, çocuklara da Yaşam ve gelişim sorunları ile ilgili yol göstermek çözüm önerileri üretmek şeklinde danışmanlık eğitimi verilmesi öngörülmektedir. b)Eğitim tedbirlerinde amaç ise çocuğun bir eğitim kurumuna devamını sağlamak iş ve meslek edinmesine katkı sunmayı amaçlayan gündüzlü veya yatılı okullarda verilen iş meslek sahibi olmayı sağlayan kurs yada sanat alanlarına yöneltmek, bir usta yanına yerleştirmeyi amaçlar. Sağlık Tedbiri Çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığının korunması tedavisi için gerekli geçici veya sürekli tıbbi bakım ve rehabilitasyonu kapsayan bağımlılık tedavisi öngören tedbirlerdir. Bakım tedbiri Çocuğun bakımından sorumlu kişilerin görevlerini yapmaması halinde çocuğun resmi yada özel bakım yurdu yada koruyucu aile hizmetlerinden yararlandırılması veya bu kurumlara yerleştirilmesi tedbirlerini kapsar. Barınma tedbiri Barınma yeri olmayan çocuklu veya hayati tehlikede olan hamile kadınlara uygun barınma yeri sağlamaya yönelik tedbirlerdir. Bu tedbirlerin uygulanması istemiyle kimler nerelere başvurabilirler? a)Adli ve İdari merciiler b)Kolluk (güvenlik) görelileri c)Sağlık ve eğitim kuruluşları d)Sivil topum kuruluşları Korunma gereksinimi olan herhangi bir çocuğu SHÇEK’na bildirmekle yükümlüdürler. Çocuk ve çocuğun bakımından sorumlu kişilerde bu bildirimi yapabilirler. Koruyucu ve destekleyici tedbir kararı ; a)SHÇEK ve Cumhuriyet Savcısı istemi üzerine çocuk hakimi tarafından alınır. Karardan önce; Çocuk hakkında sosyal inceleme yaptırılabilir. Tedbirin tümü kararda gösterilir.Birden fazla tedbire karar verebilir. Tedbirle birlikte çocuğu denetim altına alınmasına da karar verilebilir. Çocuğun gelişimini olumsuz etkilediği durumlarda tedbir kaldırılır. 18 yaşın dolmasıyla tedbir kalkar. Çocuğun görüşü alınarak tedbirin devamını da istiyorsa öğretim ve eğitiminin sonuna kadar uzatabilinir.Tedbir kararı verilirken TMK’nun çocuğun korunmasına ve haklarına ilişkin hükümleriyle paralellik kurulabilir.Tedbir kararları üçer aylık sürelerle denetlenir. Acil korunma kararı alınması; Çocuğun derhal korunma altına alınmasını gerektiren bir durumla karşılaşılması halinde çocuk derhal SHÇEK tarafından bakım ve gözetim altına alınır. Kurum çocuğun kendisine teslim edildiği tarihten itibaren en geç 5 gün içinde çocuk hakimine başvurulur.Hakim 3 gün içinde karar verir. Bu kararla birlikte çocuğun bulunduğu yerin gizli tutulmasına yada kişisel ilişki kurulmasına da karar verebilir. Acil koruma kararı 30 günle sınırlıdır. Bu süre içinde kurumca çocuk hakkında sosyal inceleme yapılır.Kurum bu incelemede çocuğa uygulanacak koruma şekillerini ve tedbir uygulanmasının şekil ve konumunu yasanın öngördüğü ilkeler doğrultusunda hakime sunar.Hakim bu bilgileri değerlendirerek kararını verir. Suça sürüklenen çocuklar; Çocuk koruma yasası ile hakları korunan 2. grup çocuklar suça sürüklenen çocuklardır. Bu çocukları da yine 2 ana grupta inceleyebiliriz. a)Suç işlediği sırada 12 yaşını doldurmamış yada 12 yaşını doldurmuş olmakla birlikte işlediği suçun anlam ve sonuçlarını kavrayamayan ve 15 yaşını doldurmamış çocuklar b)Suç işlediği sırada 12 yaşından büyük ve işlediği suçun anlam ve sonuçlarını kavrayan ve 15 -18 yaş arası çocuklar 1. gruptaki çocuklara koruyucu ve destekleyici tedbirler uygulanır.Bunlar soruşturma ve kovuşturmaya tabi tutulamazlar.Yasa bu tedbirleri çocuklara özgü tedbirler olarak tanımlamaktadır. Genellikle bu tür çocuklara duruşma yapılmaksızın tedbir kararı verilir.Ancak hakim gerek görürse duruşmada yapabilir. Tedbir kararlarından önce idrak gücüne sahip çocuğun görüşü alınır.İlgililer dinlenir.Sosyal inceleme raporu alınabilir. Tedbir kararlarına taraflar itiraz edebilirler. İtiraz en yakın çocuk hakimine yapılır. Soruşturma Suça sürüklenen çocuğun soruşturması sadece görevli C. Savcıları tarafından yürütülür. Soruşturma sırasında çocuğun avukatı hazır bulunur.Ayrıca sosyal hizmet uzmanı bulundurulabilir. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması Çocuk daha önce kasıtlı bir suçtan mahkum olmamış ise, Yeniden suç işlemeyeceği kanısı oluşmuş ise, Çocuğun davranışları nedeniyle ceza hükmedilmesine gerek görülmeyen hallerde; Kamunun yada mağdurun uğradığı zararın giderilmesi (ekonomik koşulları uygunsa koşulların gerçekleşmesi halinde üst sınırı 3 yıla kadar hapis yada adli para cezası gerektiren fiillerde hükmün açıklanması 5 yıl süre ile ertelenebilir. Bu durumda çocuk 5 yıl süre ile denetimli serbestlik tedbirine tabi tutulur.Bu süre içinde çocuğun; Eğitim kurumuna devam etmesine, Belli yerlere gitmekten yasaklanmasına, Belli yerlere gitmeye veya kişilerle ilişki kurmasına karar verilebilir.(yada başka bir yükümlülüğe) UZLAŞMA Suça sürüklenen çocuklarla ilgili olarak Kovuşturulması veya soruşturulması şikayete bağlı Kasten işlenen 15 yaşından küçükler için üst sınırı 2 yılı aşmayan hapis veya adli para cezasını gerektiren yada taksirli suçlarda uygulanır. TCK 31. maddesi fiili işlediği sırada 12 yaşını doldurmamış olan çocukların ceza sorumluluğu olmadığını kabul etmiştir.Aynı madde çocuklara (12-18 yaş çocuklara ağırlaştırıcı müebbet hapis cezası verilemeyeceğini, 12-15 yıl arası hapis gerektiren hallerde 9-11 yıla kadar hapis verileceğini,diğer cezaların yarı oranında indirileceğini, her fiile verilen cezanın 7 yıldan fazla olamayacağı hususları yer almıştır. Çocukların cinsel istismarı; Yeni TCK da bu başlıkla yer almıştır. Maddeye göre çocuğa cinsel istismarda bulunan 3-8 yıl arası hapis cezası alır. 15 yaşından küçük yada kendisine karşı yapılan fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını kavrayamayan çocuklara karşı yapılan her tür cinsel davranış, Diğer çocuklara karşı cebir şiddet-tehdit-hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı cinsel davranışlar bu tanımın kapsamına girmektedir. Bu suçun aile bireyleri üstsoy-2. ve 3. derecede kan hısımları üvey baba evlat edinen vasi eğitici-öğretici-bakıcı sağlık hizmeti veren veya koruma ve gözetim yükümlülüğü bulunan diğer kişiler tarafından veya hizmet ilişkisinin sağladığı nüfus kötüye kullanmak suretiyle bir veya birden çok kişi tarafından gerçekleştirilmesi halinde ceza yarı oranında artırılır. Koruma-gözetim yardım veya bildirim yükümlülüğü madde 97, Yaşı veya hastalığı dolayısıyla kendini idare edemeyecek durumda olan bu nedenle kuruma ve gözetim yükümlülüğü altında bulunan bir kimseyi kendi haline terk eden kişiye 3 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilir. Terk nedeniyle, mağdur; hastalanmış, yaralanmış veya ölmüş ise ağırlaşmış suç hükümlerine göre ceza verilir. Yardım veya bildirim yükümlülüğünü yerine getirmeyenler Yaşı, hastalığı veya fiziksel durumu nedeniyle kendini idare edemeyecek durumda olan kimseye, hal ve koşulların elverdiği ölçüde yardım etmeyen kişi, bir yıla kadar hapis yada adli para cezası ile cezalandırılırlar. Ceza yargılamaları Kanunu: Ceza yargılamaları yasası ile kendisine karşı suç işlenen çocuklara yönelik (mağdur konumunda) yeni haklar tanınmıştır.(madde 234 ve devamı) Avukatı yoksa kendisine Baro tarafından avukat atanması veya avukat atanmasını isteme: Tanık sıfatıyla ifadesine başvurulurken; Suçun etkisiyle psikolojisi bozulmuş çocuk bu suça ilişkin soruşturmada tanık olarak bir defa dinlenebilir.Bu tür çocuklara dinlenirken psikoloji,psikiyatr tıp ve eğitim alanında uzmanlaşmış bir kişinin bulundurulması hükümleri yer almıştır. Türk Medeni Yasası ve küçüğün katılım hakkı Yeni Medeni Yasasında çocuğun haklarının korunması yönünden hakime geniş takdir hakkı tanınmıştır.Çeşitli tedbirlerle çocukların ve varsa mallarının korunması ilkesi getirilmiştir. Bu yasanın paralelinde yürürlüğe giren Aile Mahkemeleri yasası ile çocuğun haklarının korunması sırasında mahkeme yargıcına yol gösterecek önünü açacak uzman yardımı ve raporlarına yer verilmiştir. Yine çocuk haklarının uygulanmasına yönelik Avrupa Sözleşmesi hükümleri uyarınca; velayet-vesayet-kişisel ilişki evlat dinme gibi çocuğu birebir ilgilendiren davalarda, görüşüne saygı duyulması ve haklarının korunabilmesi için özel temsilci atanması ilkeleri getirilmiştir. Tüm bu bilgileri toparlayacak olursak 2000 yılından sonra yürürlüğe giren ve birbirini takip eden yasalar zinciri ile çocuklarımızın hakları sözleşmedeki 4 temel ilke doğrultusunda korunmuştur. Türk Yargısının bu konudaki en büyük esikliği bu yasaları uygulayan ve uygulatan hukukçu ve uzmanların çocuk hakları konusunda gereken eğitimi almamış olmalarıdır.Bu nedenledir ki bu hükümler yeterince ve çocuğun öncelikli yararı doğrultusunda uygulanmamaktadır. EVLİLİK PROBLEMLERİ, SOSYAL VE FİZİKSEL ÇEVRE İLE ÇOCUK SAĞLIĞI ETKİLEŞİMİNDE SOSYAL HİZMETLERİN ÖNEMİ Doç. Dr. M. Metin DONMA* Prof. Dr. Orkide DONMA ** Günümüzde teknolojinin ilerlemesi, beraberinde nüfus artışı, medya organlarının yaygınlaşması, her bireyin insanoğlunun kullanımına sunulan olanaklardan yararlanma isteği, aileyi kuran bireylerin her ikisinin de çalışma hayatına atılmalarını zorunlu hale getirmektedir. Bu bağlamda aileye yeni katılan bireyler eskiyle kıyaslandığında çok daha değişik bir aile ortamında fiziksel ve zihinsel gelişimlerini tamamlamak durumunda kalmaktadırlar. Bireylerin beklentilerine göre her gelir düzeyinde karşılaşılabilen geçim sıkıntısı ve tahammülsüzlük güzel umutlarla kurulan bu sosyal çatının çökmesine ve bir sonraki nesil olarak adlandırılabileceğimiz çocuklarımızın, kişiliklerini etkileyebilecek güçlü travmalarla bir anda yüz yüze kalmalarına neden olmaktadır. Bu nedenlere, günümüzde giderek artan çevre kirliliği, beslenme ile ilgili doğru bilinen yanlışlar da katıldığında, ebeveynler ve çocukların beraberce oluşturdukları ailelerin sosyal hizmetler ve desteklerden ne denli geniş kapsamlı biçimde yararlanabilecekleri açıkça ortaya çıkar. Aile oluşumundaki değişikliklerin çocuğun zihinsel, duygusal ve sosyal sağlığı üzerindeki etkileri günümüzde üzerinde halen önemle durulan konulardır. Evde hem annesi hem de babası ile yaşayan çocukların, ebeveynlerinden yalnızca biri ile beraber yaşayan çocuklardan nasıl farklı oldukları araştırıldığında evli çiftlerin yanlarında büyüyen çocukların yalnızca çocukluk çağında değil yetişkin olduklarında da zihinsel, sosyal ve duygusal problemlerle çok daha az karşılaştıkları ifade edilmektedir. Kararlı bir aile yapısı içinde yetişen çocuklar, daha yüksek bir yaşam standardına sahip olmakta, daha etkili bir biçimde korunup gözetilmekte, birlikte yaşama ve çalışma deneyimi yaşamakta, duygusal olarak her iki ebeveyne de yakınlaşabilmekte, daha az stresli olay ya da şartlarla karşılaşmaktadırlar. Evlilik problemlerinin adolesanlardaki uyumluluğu etkilediği, evlilikle ilgili sıkıntı ve üzüntülerin evlilikteki anlaşmazlıklar kadar zararlı oldukları bildirilmektedir (2,8). Ebeveynlerin ailede üstlendikleri görevlerle ilgili memnuniyetsizlikleri ne kadar fazla ise çocuğun umudu da o kadar az olmaktadır. Uzmanlar yardımıyla, çocuklara bir amaç edinmelerinde ve bu amaçlarına ulaşabilmeleri konusunda stratejiler kolaylaştırılabilmektedir. geliştirmelerinde yardımcı olunarak, onların yaşama umut dolu bakmaları Uzmanların anne ve çocukları ziyaretleri de yararlı olabilmektedir. Bu tip programlar * Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı T.C. Sağlık Bakanlığı, Süleymaniye Doğum, Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul ** İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İstanbul özellikle, psikolojik açıdan alt düzeyde olan annelerin çocukları üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bilindiği gibi anne ruh sağlığı ile çocuğunki arasında doğrudan ve önemli bir ilişki söz konusudur (6,7,13,15,23). Maternal depresyon ve evlilik ile ilgili anlaşmazlıklara tanık olan çocukların ilerideki yaşamlarında gözlenen akıl sağlığı ile ilgili semptomlar üzerindeki etkiler konusunda kız çocuklar ile erkek çocuklar arasında farklılıklar görüldüğü saptanmıştır. Bu durumda, çocuklara yaklaşılırken cinsiyet farklılıkları da göz önünde tutulmalıdır (18). Ebeveynlerden birinden daha az ilgi görmenin, yetişkinlikte artmış endişe, korku, huzursuzluk ve depresyon riski ile beraber olduğu, daha çok sevgi ve ilgi görenlerde ise bu semptomların daha az olduğu bilinmektedir. Bununla beraber, babanın daha fazla annenin ise daha az sevgi gösterdiği ailelerde çocuğun akıl sağlığının kötü olması söz konusu olabilmektedir. Bu tip ailelerin bir takım problemleri olduğu, çiftler arasında duygusal problemlerin ve çatışmaların yaşandığı, ebeveynlerin birbirlerine kötü davrandıkları, çiftlerin ayrı yaşadıkları ya da boşanmış oldukları aileler oldukları ifade edilmektedir. Sonuç olarak, babanın daha fazla sevgi göstermesi her zaman daha az huzursuzluk ya da depresyon riski anlamına gelmemektedir. Babanın anneden daha fazla sevgi dolu olduğu ailelerde, aile problemlerinin daha fazla olması söz konusu olabilmektedir. Aile problemleri, babaların, çocuklarına daha fazla ilgi göstermelerine yol açarken, annelerde ilgi azalması gözlenebilmektedir. Doğum sırasında babanın sosyal sınıfının da çocukluk zekasının önemli belirleyicilerinden olduğu bildirilmiştir (19,20). Ailenin komşuluk ilişkilerini geliştirmesi, çocuğun gelişimi açısından yararlı olabilmektedir. Komşuluk anlayışının önemsenmediği ailelerin çocuklarının aşırı kilolu olma riskinde artış olduğu bildirilmiştir. Annelerin komşuluk anlayışının çocukların televizyon izlemesi üzerinde etkili olduğu, bu anlayışın az olduğu ailelerde çocukların çok daha fazla televizyon izlediği gözlenmiştir. Bu durumun, son yılların en önemli sağlık problemlerinden olan obesite üzerinde etkili olduğu da rapor edilmiştir. Çocuklardaki klinik olarak anlamlı davranış problemleri ile aşırı kilo arasında bir ilişkiden söz edilmektedir (5,10,11,21,22). Aile, akrabalar ve arkadaşlar arasındaki fikir ayrılıkları da akıl sağlığının bozulmasına yol açabilmektedir. Özellikle kardeşler arasındaki anlaşmazlıklar, ebeveynler ile çocuk arasındaki çekişmelerden daha güçlü bir biçimde akıl sağlığı hakkında önceden fikir verebilen etkenlerden birini oluşturmaktadır (3). Bir çok durumda boşanma kaçınılmaz olduğu için, boşanmış çiftlerin çocuklarının yaşadığı psikolojik travmanın en aza indirilmesi için yollar aranması ve çözümlerin bulunması önemlidir. Çocuklar önünde kavga edilmemeli, sonraki yaşam sistematik bir biçimde planlanmalı, çocuğun hem anne hem de baba ile güçlü ve sağlıklı ilişkiler kurması ve bu ilişkileri sürdürmesinin sağlanması amaçlanmalı, gerekirse bu konuda bir uzmanın danışmanlığına başvurulmalıdır (4). Boşanmamış çiftlerinki ile kıyaslandığında, boşanmış çiftlerin çocuklarının daha fazla akıl sağlığı problemleri olmakta, bu çocuklar okulu bırakma vb sorunları daha fazla yaşamaktadırlar. Bu problemler, planlanan anne+çocuk programları ile çözülmeye çalışılmaktadır. Ebeveynler ile yapılan görüşmelerde, boşanma sürecinde geçen zamanın kalitesinin artırılması ve boşanmanın aile üzerindeki potansiyel olarak yıkıcı etkilerinin iyileştirilmesi için hukuk sisteminde reformların en iyi nasıl yapılandırılabileceği konularında değerli görüşler sağlandığı bildirilmektedir. Çocuğun kendini güvende ve daha az yalnız hissetmesi, ebeveynleri ile iletişiminin sürdürülmesi için çocuğun arzuları önemsenmelidir. Boşanma sürecinin psikolojik ve hukuki yönleri hakkında, çocuğun yaşına uygun açıklamalar yapılarak çocuğun olumlu bir biçimde düzene uyum sağlaması sağlanabilir ve akıl sağlığı desteklenebilir (24,25,27). Aile bireyleri arasındaki etkileşimin çocukların davranışları üzerine etkilerinin incelendiği bir çalışmada, ebeveynler arasındaki iyi etkileşimin ve açıklığa kavuşturulmuş aile sınırlarının çiftlerin ayrı yaşamaları sırasında ya da boşanmaları sonrasında çocuğun akıl sağlığını koruyan faktörler oldukları sonucuna varılmıştır (26). Prematüre bebeklerin ebeveynleri; genellikle bebeklerinin tıbbi açıdan yara almış olduklarını düşünürler. Ebeveynlerin hissettikleri çocuklarının incindiği düşüncesinin prematüre bebeklerdeki kötü gelişme ile beraberliğinin olup olmadığı araştırıldığında, ebeveynlerdeki bu düşüncenin yoğunluğu ile çocukların şartlara uyum sağlayamayışı ve kötü gelişimi arasındaki ilişkinin gerçekte hiçbir biçimde tıbbi açıdan yaralanma belirtisi olmayan çocuklarda çok yüksek olduğu gözlendi. İlk doğum sonrasındaki doğumlar, uzun süre hastanede kalma, annenin endişeli oluşu, annenin iyimser olmayışı, yaşam memnuniyetsizliği, düşük sosyal destek gibi faktörler, ebeveynlerde çocuklarının tıbbi açıdan yaralandığı düşüncesinin yoğun olacağını önceden haber veren özelliklerdir. Annenin bu düşüncesinin prematüre bebekleri üzerindeki kötü etkilerini azaltmaya ve arzu edilmeyen sonuçları önlemeye yönelik girişimler ile bu tip annelere yardım programları düzenlenebilir (1). Beslenme ve çevre kirliliğinin etkileri de çocuk ve anne sağlığı açısından gözardı edilemez. Çevre kirliliğinin direkt sağlık üzerine etkilerinin yanısıra günümüzde yararlı yanları ön plana çıkarılarak bolca tüketilmeleri tavsiye edilen gıdalar üzerindeki zararlı etkileri de üzerinde yeterince durulması gereken danışmanlık hizmeti verebileceği çok önemli konulardır ve sosyal hizmetlerin (9,12,16,17) . Sonuç olarak, çocuklar geleceğin yapı taşlarıdır. Olabildiğince sorunsuz aileler güzel bir gelecek için zorunludur. Kültürümüzün bir bölümünü oluşturan dayanışma, aileyi kuran bireylerin en fazla üzerinde durması gereken bir konu olmalı, aile bireyleri kolay yol olan yıkmayı değil biraz fedakarlık ve hoşgörü gerektiren yapmayı seçmelidirler. Sosyal, psikolojik, tıbbi, teknik konularda yardım alabilecekleri kurumlar teşkilatlandırılmalı ve bu kurumlarda da danışmanlık hizmeti verebilecek uzmanlar bulundurulmalıdır. Doğum öncesi ve sonrasında anne ve çocuk, çiftlerin dayanışma ve sevgi içinde olabildikleri ortamlarda yaşamlarını sürdürebilmeli; beslenme, sorunlu gebelikler vb (14) çevre kirliliği ile ilgili olabilen çocuğun fiziksel, sosyal ve zihinsel gelişimlerini etkileyen önemli konular derinlemesine araştırılmalıdır. Koruyucu, önleyici sosyal hizmetlerin, aile büyükleri ile bir arada yaşama kültüründen uzaklaşmış, günümüzün çekirdek ailelerine verebilecekleri çok fazla destek olduğuna kesin gözü ile bakılabilir. KAYNAKLAR 1. Allen EC, Manuel JC, Legault C, Naughton MJ, Pivor C, O'Shea TM. Perception of child vulnerability among mothers of former premature infants. Pediatrics 113:267-73, 2004. 2. Amato PR. The impact of family formation change on the cognitive, social, and emotional well-being of the next generation. Future Child 15:75-96, 2005. 3. Bassuk EL, Mickelson KD, Bissell HD, Perloff JN. Role of kin and nonkin support in the mental health of lowincome women. Am J Orthopsychiatry 72:39-49, 2002 4. Bernet W. Child custody evaluations. Child Adolesc Psychiatr Clin N Am 11:781-804, 2002. 5. Burdette HL, Whitaker RC. A national study of neighborhood safety, outdoor play, television viewing, and obesity in preschool children. Pediatrics 116:657-62, 2005. 6. Connelly TW Jr. Family functioning and hope in children with juvenile rheumatoid arthritis. MCN Am J Matern Child Nurs 30:245-50, 2005. 7. Craig EA. Mental illness in women who have young children: current literature. Aust J Midwifery 16:5-9, 2003. 8. Cui M, Conger RD, Lorenz FO. Predicting change in adolescent adjustment from change in marital problems. Dev Psychol 41:812-23, 2005. 9. Donma M, Donma O. Arsenic and nickel: Unavoidable constituents of our everyday diet. Med Hypotheses 66: 681, 2006. 10. Donma MM. Effects of dietary habits and physical activity on weight in 4 to 12 years old children. (OP) 9th World Congress on Clinical Nutrition, Abstract Book 91, 24- 26 June 2002, London, United Kingdom. 11. Donma MM, Donma O. Obesity, children, youth and media. (OP) 2nd International Children and Communication Congress, April 4-6, 2005, İstanbul University, İstanbul. 12. Donma MM, Donma O. Phytonutrients and Children : The other side of the medallion. Food Res Int 38: 68192, 2005. 13. Donma MM, Donma O, Sonmez S. What is the contribution of breast feeding to maternal mental health? Is it important? Program and Abstract Book pp. 58-9, 2nd Annual International Mental Health at the Institute of Psychiatry Conference Aug 31 – Sept 2 2005, King’s College London, London, United Kingdom. 14. Donma MM, Savan K, Donma O, Yıldırım A. Environmental factors, preterm delivery and low birth weight infants in southeastern Turkey. International Symposium on Children’s Health and Environment, Proceedings & Abstracts P-19, 18-20 October 2002, Cerrahpaşa Medical Faculty, İstanbul. (Publication of Turkish Medical Association and Association of Physicians for the Environment, pp. 78-84). 15. Donma MM, Sonmez S, Unver A, Sacan MT, Yavuz P, Erenel S, Algan Z, Yorulmaz E, Donma O. Macrominerals and trace elements in preeclampsia: A risk factor for schizophrenia? Program and Abstract Book pp. 55, 2nd Annual International Mental Health at the Institute of Psychiatry Conference Aug 31 – Sept 2 2005, King’s College London, London, United Kingdom. 16. Donma O, Donma MM. Cadmium, lead and phytochemicals. Med Hypotheses 65: 699-702, 2005. 17. Donma O, Donma MM. Dietary metals, phytochemicals and cancer. J Nutr 133: 3866S, 2003. 18. Essex MJ, Klein MH, Cho E, Kraemer HC. Exposure to maternal depression and marital conflict: gender differences in children's later mental health symptoms. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 42:728-37, 2003. 19. Jorm AF, Dear KB, Rodgers B, Christensen H. Interaction between mother's and father's affection as a risk factor for anxiety and depression symptoms--evidence for increased risk in adults who rate their father as having been more affectionate than their mother. Soc Psychiatry Psychiatr Epidemiol 38:173-9, 2003. 20. Lawlor DA, Batty GD, Morton SM, Deary IJ, Macintyre S, Ronalds G, Leon DA. Early life predictors of childhood intelligence: evidence from the Aberdeen children of the 1950s study. J Epidemiol Community Health 59:656-63, 2005. 21. Lumeng JC, Appugliese D, Cabral HJ, Bradley RH, Zuckerman B. Neighborhood safety and overweight status in children. Arch Pediatr Adolesc Med 160:25-31, 2006. 22. Lumeng JC, Gannon K, Cabral HJ, Frank DA, Zuckerman B. Association between clinically meaningful behavior problems and overweight in children. Pediatrics 112:1138-45, 2003. 23. Olds DL, Robinson J, Pettitt L, Luckey DW, Holmberg J, Ng RK, Isacks K, Sheff K, Henderson CR Jr. Effects of home visits by paraprofessionals and by nurses: age 4 follow-up results of a randomized trial. Pediatrics 114:1560-8, 2004. 24. Pruett KD, Pruett MK. "Only God decides": young children's perceptions of divorce and the legal system. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 38:1544-50, 1999. 25. Pruett MK, Jackson TD. Perspectives on the divorce process: parental perceptions of the legal system and its impact on family relations. J Am Acad Psychiatry Law 29:18-28, 2001. 26. Taanila A, Laitinen E, Moilanen I, Jarvelin MR. Effects of family interaction on the child's behavior in singleparent or reconstructed families. Fam Process 41:693-708, 2002. 27. Wolchik SA, Sandler IN, Millsap RE, Plummer BA, Greene SM, Anderson ER, Dawson-McClure SR, Hipke K, Haine RA. Six-year follow-up of preventive interventions for children of divorce: a randomized controlled trial. JAMA 288:1874-81, 2002. AİLENİN KORUNMASI VE DESTEKLEMESİNDE VE AİLE İLE İLGİLİ SOSYAL HİZMETLERDE UYGULAMALI SOSYOLOJİNİN KATKI VE İŞLEVLERİ Doç. Dr. Vehbi BAŞER* Bu bildiride, aile sorunlarının ve bu bağlamda aile bireylerinin karşılaştıkları güçlük ve sorunların aşılmasında uygulamalı sosyolojinin ne tür katkıları olabileceği ve bu alandaki çalışmalarda ne tür işlevler üstlenebileceği tartışılmaktadır. Ailenin yapı ve işlevlerinde modernleşme çerçevesinde meydana gelen köklü dönüşümler, kabaca “geniş aileden çekirdek aileye geçiş” süreci olarak betimlenmektedir. Türkiye’de, hukuksal ve siyasal modernleşme çabaları ile başlayan aile alanındaki dönüşümler, sadece dar anlamda ailesel rol ve ilişkiler ile sınırlı değildir. Siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda, doğrudan aile ile ilgili olmayan makro dönüşümler yanında, bu alanlardaki yetersizlikler, artan işsizlik, yoksulluk gibi makro sorunlar, ailenin yapı ve işleyişi üzerinde bir dizi dışsallıklar yaratmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, aile alanında bir pastiş oluşturan geleneksel beklentilerle modern * Balıkesir Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü beklentiler, ailede gerginliklere, uzlaşmazlıklara, çelişki ve çatışmalara ve hatta ailenin dağılmasına ve aile bireylerinin bir dizi ardıl sorunlarla yüz yüze gelmesine yol açmaktadır. Aile sorunlarının giderek ağırlaşması karşısında, anayasal ve diğer yasal düzenlemelere ilaveten ailenin korunması 1998’de çıkarılan 4320 Sayılı Kanun ile bir kamu görevi haline gelmiştir. Türkiye’de doğrudan ya da dolaylı olarak ailede yaşanan bu sorunlarla ilgili hizmet veren çeşitli meslekler bulunmaktadır. Bu mesleklerde, ailesel sorunların aile grubu ya da aile bireyleri ile sınırlı ve daha ziyade psikolojik, sosyal psikolojik, eğitsel ve/ya da psiko-terapik psikiyatrik tarzlarda tanımlanıp teşhis edildiği ve uygulanan koruyucu, destekleyici hizmetlerin de geniş ölçüde bu yaklaşımlar tarafından karakterize edildiği söylenebilir. Oysa, ailenin sosyal bir kurum, ailelerin sosyal gruplar ve sosyal aktörler olarak aile bireyleri arasındaki ilişkilerin de sosyo-kültürel yapı ve değişim zemininde şekillendiği göz ardı edilemez. Ailedeki gerilim ve çatışmalar, sadece aile bireylerinden ya da o ailedeki o bireylerin sadece psişik/psikiyatrik anlamda sorunlu olmasından kaynaklanmaz. Hatta aksine, çoğu durumda, ailesel sorunlar, sosyo-kültürel yapı ve işleyişten, toplumdaki değişim ve gerilimlerden kaynaklanması nedeniyle, “uygulamalı sosyoloji”lerin sorun alanında yer alır. “Uygulamalı sosyoloji” (applied sociology), sosyal sorunların tanımlanmasında, çözüm için izlenen yol ve yöntemler ile kullanılan araçlarda, çözümlerin etkinliğinin saptanması ve geliştirilmesinde sosyolojik bilgi birikimi ve yöntembilimden yararlanılması, kısaca sorun-çözmede sosyolojinin kullanılması anlamına gelmektedir. Günümüz dünyasında bir hayli gelişme göstermiş olan ve endüstri, kentleşme, sağlık, halkla ilişkiler, kitle iletişimi gibi alanlarda olduğu kadar, aile alanında da uygulamanın bizzat içinde yer alarak katkıda bulunan uygulamalı sosyoloji, ülkemizde yeni gelişmeye başlamış bir alandır. Türkiye’de aile alanındaki meslek mensuplarının yetiştirilmesinde, sosyoloji dersleri sadece giriş düzeyinde kalmakta; ne eğitimde uygulamalı sosyolojiden ne de aileye dönük hizmetlerde uygulamalı sosyologlardan yararlanılmaktadır. Bu bildirinin amacı, Türkiye’de ailede yaşanan sorunların ve bu bağlamda bireylerin ailesel problemlerinin, bunların kaynaklarının ve çözümünde izlenen yöntemlerin saptanmasında, daha etkin yeni çözüm yöntem ve araçlarının geliştirilmesinde uygulamalı sosyolojinin katkıda bulunup işlev görme olanaklarının irdelenmesidir. Anahtar sözcükler uygulamalı sosyoloji : ailesel sorunlar, aile hayatında beklentiler, ailenin korunması, aile hizmetlerİ, GÖÇ EDEN AİLELERİN İLKOKULA GİDEN ÇOCUKLARININ SOSYAL UYUM VE BECERİLERİNİN İNCELEMESİ Uzm. Şehnaz CEYLAN* Uzm. Münevver CAN YAŞAR* Prof. Dr. Esra ÖMEROĞLU* Yrd. Doç. Dr. Adalet KANDIR* ÖZET Göç olgusu, toplumsal değişimin göstergelerinden biridir. Bir ülkenin sanayileşme ve kentleşme oranı modernleşme süreci ile belirginleşmektedir. Endüstrinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan kentleşme olgusu ekonomik ve sosyal yapıdaki değişimlerde ifadesini bulur. Endüstriyel gelişme sonucu kentlerde ortaya çıkan işgücü ihtiyacı, köyden kente göçün başlıca nedenini oluşturur. Köyden kente göç, sanayileşmenin bir gereği olduğu kadar modernleşme sürecinin bir simgesi olarak da değerlendirilmektedir. Kente göç eden aile üyeleri, bildikleri çevre ve ilişkilerden kopar, sosyal rollerini kaybederler. Ait olma, yeterlilik ve denetim duygularından uzaklaşırlar. Bütün bu olumsuzluklar, uyum sorunlarını da beraberinde getirir. Kente uyum sürecinde yaşanan tüm olumsuzluklar öncelikle ve özellikle çocukların gelişimlerini ve buna bağlı olarak sosyal uyumlarını etkiler. Bu nedenle, göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyumlarının kente entegrasyonlarında önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Bu araştırma, göç eden ailelerin ilköğretim çağındaki çocuklarının sosyal uyum becerilerinin incelenmesi amacıyla planlanmıştır. Çocukların sosyal uyum sorunlarının ortaya konularak, çözümleri üzerinde durulması, onların sağlıklı kişilik özellikleri geliştirmesi yönünden büyük önem taşımaktadır. Araştırmanın evrenini, Bursa ili merkez ilçelerindeki 1.-3.-5. sınıf öğrencilerinin öğretmenleri ve anne babaları oluşturmaktadır. Örneklemi ise, tabakalı örneklem seçim tekniğine göre Bursa ili ve merkez ilçelerde en fazla göç alan bölgelerde bulunan ilköğretim okullarına devam eden 1.-3.-5. sınıf çocuklarının öğretmenleri ve anne babaları oluşturmaktadır. Araştırmada veri toplama aracı olarak, araştırmacılar tarafından geliştirilen Kişisel Bilgi Formu ve “Sosyal Uyum ve Beceri Ölçeği” kullanılmıştır. Sonuç olarak, çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin bilgileri incelendiğinde; anne babalar ile öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin algıları arsında anlamlı bir farklılığın olmadığı ortaya koyulmuştur. * G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü * G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü * G.Ü. Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü * Göç eden ve etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini öğretmen ve anne babaların algıları arasında faktör 1 ve faktör 2 düzeyinde istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmuştur. Ancak faktör 3 düzeyinde anlamlı bir farklılığa rastlanmamıştır. Göç eden ailelerde 30- 34 yaş grubu annelerin 35 yaş ve üzeri yaş grubundaki annelere göre çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair algılarının istatistiksel olarak farklılık gösterdiği, babaların yaşlarının ise anlamlı bir farklılık yaratmadığı bulunmuştur. Anne ve babaların eğitim durumunun yüksek olması çocukların sosyal uyum ve becerilerinde özellikle faktör 1 ve faktör 2 düzeyinde anlamlı bulunmuştur. Öğretmen ve anne babaların aile yapısına göre, çocukların sosyal uyum ve becerileri ile ilgili algıları anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Genel ve faktör boyutunda “iş bulma” amacıyla göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum becerileri anne baba ve öğretmenleri tarafından daha düşük olarak nitelendirilmiştir. Göç eden ailelerin memlekete gitme durumlarının ve gitme sıklıklarının çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde etkili olmadığı saptanmıştır. Göç eden ailelerden kendilerini kentli olarak kabul etmeyenler, çocuklarının sosyal uyumsuzluklarının daha düşük düzeyde olduğunu değerlendirmiştir. Göçten pişmanlık duymayan ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri anne-baba ve öğretmenleri tarafından daha olumlu olarak değerlendirilmiştir. Araştırmada tespit edilen sonuçlar doğrultusunda ailelere, öğretmenlere ve eğitimcilere gerekli öneriler sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Göç, sosyal uyum, sosyal beceri ve ilköğretim. GİRİŞ Toplumsal yaşam, bireylerin ortak sorunlarını birlikte çözebilme gereksinimi nedeniyle oluşmuştur. Toplumların ekonomik, sosyal, kültürel ve yönetsel gereksinimlerini karşılamaları, bireylerin birbirleri ile etkileşim halinde olmaları sonucunda gerçekleşir. Toplumlar, dinamik yapılardır ve değişim en önemli özelliklerindendir. Göç olgusu, toplumsal değişimin göstergelerinden biridir. Bir ülkenin sanayileşme ve kentleşme oranı modernleşme süreci ile belirginleşir. Endüstrinin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan kentleşme olgusu ekonomik ve sosyal yapıdaki değişimlerde ifadesini bulur.Endüstriyel gelişme sonucu kentlerde ortaya çıkan işgücü ihtiyacı, köyden kente göçün başlıca nedenini oluşturur. Köyden kente göç, sanayileşmenin bir gereği olduğu kadar modernleşme sürecinin bir simgesi olarak da değerlendirilmektedir. Göç olgusunu gerçekleştiren bireyler, kentli olmayan gruplar içerisinde değerlendirilmekte, çözüm de onların kente entegrasyonunda görülmektedir. Kente entegrasyon ise göç edenlerin uyum yeteneği ile doğru orantılıdır. Kente göç eden aile üyeleri, bildikleri çevre ve ilişkilerden kopar, sosyal rollerini kaybederler. Ait olma, yeterlilik ve denetim duygularından uzaklaşırlar. Bütün bu olumsuzluklar, uyum sorunlarını da beraberinde getirir. Kente uyum sürecinde yaşanan tüm olumsuzluklar öncelikle ve özellikle çocukların gelişimlerini ve buna bağlı olarak sosyal uyumlarını etkiler. Bu nedenle, göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyumlarının kente entegrasyonlarında önemli rol oynadığı düşünülmektedir. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ Göç sonucu çocuklar, yeni bir doğal ve toplumsal çevre ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Çocukların göç nedeniyle uyum sürecinde yaşadıkları sosyo-kültürel dezavantajlar onların kişilik gelişimleri üzerinde kalıcı izler bırakabilmektedir. Çocuklar kendilerini olumsuz dış etkilerden koruyamayacak yaşta olduklarından, göçten çok yönlü etkilenmektedirler. Çocukların yaşadığı güvensizlik, kaygı ve çaresizlik duygularının, onların sosyal uyumlarında önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Çünkü göç, var olan sorunlara yeni sorunlar ekleyen bir olgudur. Buna rağmen, dünyada ve ülkemizde bu konu üzerinde yoğunlaşmış az sayıda araştırma bulunmaktadır. Çalışmaların büyük bir bölümü, yetişkinlerin kente uyumu ya da göçün çocukların fiziksel gelişimleri üzerine etkilerine yöneliktir. Bu nedenle, bu araştırma göç eden ailelerin ilköğretim çağındaki çocuklarının sosyal uyum becerilerinin incelenmesi amacıyla planlanmıştır. Çocukların sosyal uyum sorunlarının ortaya konularak, çözümleri üzerinde durulması, onların sağlıklı kişilik özellikleri geliştirmesi yönünden büyük önem taşımaktadır. YÖNTEM Bu araştırma, göç etme durumuna bağlı olarak ilköğretim çağında çocuğu olan anne babaların ve öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin görüşlerini ortaya koyduğundan yapılan çalışma betimsel nitelikte olup, tarama modeli tipindedir. Çalışma verileri; aileler ve öğretmenler için araştırmacılar tarafından geliştirilen anket ve Sosyal Uyum ve Beceri Ölçeği ile toplanmıştır. Geliştirilen anket iki bölümden oluşmaktadır; birinci bölümde; aileye ilişkin kişisel bilgilerini içeren sorular, ikinci bölümde ise ailenin göçe ilişkin bilgilerini içeren sorular yer almaktadır. Sosyal Uyum ve Beceri Ölçeği” ise, üç faktör ve toplam 32 maddeden oluşmaktadır. Faktör 1 de Sosyal Uyum’a, Faktör 2’de Sosyal Uyumsuzluk’a, Faktör 3 de Sınırlı Sosyal Uyum’a ilişkin maddeler yer almaktadır. Ölçeğin geçerlik ve güvenirlik çalışması Sosyal Uyum ve Beceri Ölçeği Ömeroğlu ve Kandır (2004) tarafından geliştirilmiş olup, ölçeğin Alpha değeri toplamda .90 düzeyindedir. Bu da ölçeğin güvenirliğinin oldukça olduğunu göstermektedir. Evren ve Örneklem Seçimi yüksek Bu araştırma Türkiye’nin en fazla göç alan sanayi kentlerinden birisi olan Bursa ilinde yapılmıştır. Araştırmanın evrenini Bursa ili merkez ilçelerindeki 1-3-5. sınıf öğrencilerinin öğretmenleri ve anne babaları oluşturmaktadır. Örneklem seçiminde tabakalama yöntemi kullanılmıştır. Örneklem, kente göçle gelen ve yerleşik olan toplam 167 çocuk ve bu çocukların anne - babaları ile öğretmenlerinden oluşmuştur. Verilerin Toplanması Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü’nden gerekli izinler alındıktan sonra, Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün eğitim birimindeki görevli kişiler aracılığı ile veriler toplanmıştır. Verilerin Analizi Anne babaya ilişkin bilgiler frekans ve yüzde dağılımları tablolar şeklinde verilmiştir. Öğretmen ve anne babaların çocukların sosyal uyum ve beceri algıları arasında, göç etme durumuna göre sosyal uyum ve beceri ölçeği puanları arasında farklılık olup olmadığı t-testi ile analiz edilmiştir. Çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeği puanlarında anne ve babanın yaşının, eğitim durumunun, nereden göç edildiğinin, etkili olup olmadığı Kruskal-Wallis testi ile değerlendirilmiştir. Çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeği puanlarında aile yapısının, memlekete gidiş durumunun, gidiş sıklığının, ailenin kendini kentli olarak kabul etme durumunun, göçten pişmanlık duyma durumunun etkili olup olmadığı Mann-Whitney testi ile analiz edilmiştir. BULGULAR VE TARTIŞMA Araştırma verilerinin analizi sonucunda elde edilen sayısal verileri göstermek amacıyla tablolarda düzenlenmiştir. Sayısal veriler üç bölümde toplanmıştır; Birinci bölümde aileye ilişkin kişisel bilgiler, İkinci bölümde çocuğa ilişkin kişisel bilgiler, Üçüncü bölümde çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin bilgiler yer almaktadır. A. Aileye İlişkin Kişisel Bilgiler Tablo 1. Aileye İlişkin Kişisel Bilgilerin Dağılımı Kişisel Bilgiler Ailedeki Kişi Sayısı Ailede Yaşayan Bireyler Göç Etme Durumu Grup Evet Hayır Toplam n % n % n % 2–3 20 17,4 12 24 32 19,4 4–5 66 57,4 29 58 95 57,6 6–7 29 25,2 9 18 38 23 Var 114 99,1 48 92,3 162 97 Yok 1 0,9 4 7,7 5 3 Var 112 97,4 45 86,5 157 94 Yok 3 2,6 7 13,5 10 6 Anne Baba Var 98 85,2 40 76,9 138 82,6 Yok 17 14,8 12 23,1 29 17,4 Var 30 26,1 8 15,4 38 22,8 Yok 85 73,9 44 84,6 129 77,2 Var 27 23,5 11 21,2 38 22,8 Yok 88 76,5 41 78,8 129 77,2 Var 6 5,2 5 9,6 11 6,6 Yok 109 94,8 47 90,4 156 93,4 Var 5 4,3 4 7,7 9 5,4 Yok 110 95,7 48 92,3 158 94,6 Var 1 0,9 4 7,7 5 3 Yok 114 99,1 48 92,3 162 97 Var 4 3,5 4 7,7 8 4,8 Yok 111 96,5 48 92,3 159 95,2 Var 3 2,6 4 7,7 7 4,2 Yok 112 97,4 48 92,3 160 95,8 Var 1 0,9 3 5,8 4 2,4 Yok 114 99,1 49 94,2 163 97,6 29 ve altı 22 19,1 18 36 40 24,2 30 – 34 55 47,8 22 44 77 46,7 35 ve üstü 38 33 10 20 48 29,1 29 ve altı 12 10,5 5 10,4 17 10,5 30 – 34 50 43,9 21 43,8 71 43,8 35 ve üstü 52 45,6 22 45,8 74 45,7 Annenin İlkokul ve altı 56 50 31 62 87 53,7 Eğitim Ortaokul 23 20,5 5 10 28 17,3 Durumu Lise ve üstü 33 29,5 14 28 47 29 Babanın İlkokul ve altı 33 30,3 17 34,7 50 31,6 Eğitim Ortaokul 21 19,3 12 24,5 33 20,9 Durumu Lise ve üstü 55 50,5 20 40,8 75 47,5 Ebeveynin Anne Çalışıyor 52 53,6 16 34,8 68 47,6 Çalışmıyor 45 46,4 30 65,2 75 52,4 Kardeş Babaanne Dede Anneanne Amca Teyze Dayı Hala Diğer Annenin Yaşı Babanın Yaşı Çalışma Çalışıyor 96 92,3 39 83 135 89,4 Çalışmıyor 8 7,7 8 17 16 10,6 Ücretli çalışan 52 81,3 13 81,3 65 81,3 Serbest 12 18,8 3 18,8 15 18,8 Ücretli çalışan 85 76,6 36 75 121 76,1 Serbest 26 23,4 12 25 38 23,9 6 – 10 31 27,2 23 44,2 54 32,5 11 – 15 52 45,6 14 26,9 66 39,8 16 ve üstü 31 27,2 15 28,8 46 27,7 Durumu Baba Çalışan Annenin Mesleği Çalışan Babanın Mesleği Evlilik Süresi Çekirdek aile 80 70,8 39 78 119 73 Geniş aile 33 29,2 11 22 44 27 Ailedeki Bir 17 14,8 11 21,6 28 16,9 Çocuk İki 67 58,3 25 49 92 55,4 Sayısı Üç ve üstü 31 27 15 29,4 46 27,7 Aile Yapısı Tablo 1’de ailelerindeki kişi sayısı sorulmuş ve göç eden ve etmeyen ailelerden alınan yanıtlar yüzdelere çevrilerek tabloda verilmiştir. Buna göre; göç eden ailelerin %17.4’ü ailelerinde 2-3 kişinin, %57.4’ü 4-5 kişinin, %25.2’si 6-7 kişinin yer aldığını belirtmiştir. Buna karşılık; göç etmeyen ailelerin %24’ü ailelerinin 2-3 kişiden, %58’i 4-5 kişiden, %18’i 6-7 kişiden oluştuğunu ifade etmiştir. Elde edilen veriler ışığında göç eden ve göç etmeyen ailelerin ortalama 4-5 kişiden oluştuğu söylenebilir. Ailedeki kişi sayısının ardından katılımcılardan ailede yaşayan bireyleri belirtmeleri istenmiştir. Göç eden ailelerin %99.1’i anne, %97.4’ü baba, %85.2’i kardeş, %26.1’i babaanne, %23.5’i dede, %5.2’si anneanne, %4.3’ü amca, %0.9’u teyze, %3.5’i dayı ve %2.6’sı ise halayla birlikte yaşadıklarını belirtmiştir. Bununla birlikte; göç etmeyen ailelerin %92.3’ü anne, %86.5’i baba, %16.9’u kardeş, %15.4’ü babaanne, %21.2’si dede, %9.6’sı anneanne, %7.7’si amca, %7.7’si teyze, %7.7’si dayı, %7.7’si hala ile birlikte yaşadığını ifade etmiştir. Ailelerin yapısı incelendiğinde, göç eden ailelerin %70.8’inin çekirdek aile, % 29.2’sinin ise geniş aileden oluştuğu görülmektedir. Diğer taraftan göç etmeyen ailelerin %78’i çekirdek aile, %22 ise geniş aile yapısına sahiptir. Anne ve babaların yaşları sorulduğunda göç eden ailelerde annenin yaşının büyük ölçüde 30 ve üstü yaş grubunda yer aldığı görülmektedir. Göç eden ailelerin %19.1’inde anne 29 yaş ve altında, %47.8’i 30-34 yaşları arasında, %33’ü ise 35 ve üstü yaş grubundadır. Göç etmeyen ailelerde ise annelerin %36’sı 29 yaş ve altında, %44’ü 30-34 yaşları arasında, %20’si ise 35 ve üstü yaş grubunda yer almaktadır. Aynı şekilde göç eden ailelerin %10.5’inde babanın 29 yaş ve altında, %43.8’inin 30-34 yaşları arasında, % 45.8’inin ise 35 ve üstü yaş grubunda yer aldığı görülmüştür. Ailelere eğitim düzeyleri sorulduğunda, göç eden ailelerin %50’sinde annelerin ilkokul ve altı, %20.5’inin ortaokul, %29.5’inin de lise ve üstü eğitim düzeyine sahip olduğu bulunmuştur. Göç etmeyen ailelerde ise, annelerin %62’si ilkokul ve altı, %10’u ortaokul, %28’i ise lise ve üstü eğitim düzeyine sahiptir. Babaların eğitim düzeyi sorulduğunda, göç eden ve göç etmeyen ailelerin tümünde babaların eğitim düzeylerinin annelere göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Buna göre; göç eden ailelerde babaların %30.3’ü ilkokul ve altı, % 19.3’ü ilkokul, %50.5’i lise ve üstü eğitim düzeyine sahiptir. Benzer biçimde göç etmeyen ailelerde ise babaların %34.7’si ilkokul ve altı, %24.5’i ortaokul, %40.8’inin ise lise üstü düzeyde eğitime sahip olduğu görülmüştür. Anne-babalara çalışma durumları sorulmuş ve göç eden ailelerde annelerin %53.6’sı, babaların ise %92.3’ünün çalıştığı; göç etmeyen ailelerde ise annelerin %34.8’inin, babaların ise %83’ünün çalıştığı bulunmuştur. Göç eden ve göç etmeyen ailelerde annelerin %81.3’ü ücretli çalışan, geri kalanın ise serbest çalışan olduğu, göç etmeyen ailelerde babaların %76.6’sının, göç eden ailelerde ise %75’inin ücretli çalışan olduğu belirlenmiştir. Ailelere evlilik süreleri sorulduğunda, göç eden ailelerin göç etmeyen ailelere göre daha uzun süreli evliliklerinin olduğu bulunmuştur. Buna göre; göç eden ailelerin %27.2’si 6-10 yıllık, %45.6’sı 11-15 yıllık, %27.2’si 16 yıl ve daha fazla evli olduklarını belirtmiştir. Buna karşılık; göç etmeyen ailelerin %44.2’sinin evlilik süresi 6-10 yıl, %26.9’u 11-15 yıl, %28.8’i 16 yıl ve üstüdür. Göç eden ailelerin %14.8’inin tek çocuğa, %58.3’ünün iki, %27’sinin ise üç ve üstünde çocuğa sahip olduğu görülmüştür. Göç etmeyen ailelerin ise %21.6’sı tek çocuklu, % 49’u iki, %29.4’ü üç ve daha fazla çocukludur. B. Çocuğa İlişkin Kişisel Bilgiler Tablo 2. Çocuğa İlişkin Kişisel Bilgilerin Dağılımı Kişisel Grup Göç Etme Durumu Bilgiler Evet Sınıf Yıl Kaybetme Durumu % N % N % 41 35,7 21 40,4 62 37,1 3 36 31,3 19 36,5 55 32,9 4 31 27 5 9,6 36 21,6 5 7 6,1 7 13,5 14 8,4 Var 11 9,6 4 7,7 15 9 Yok 104 90,4 48 92,3 152 91 4 50 0 0 4 36,4 1 12,5 1 33,3 2 18,2 0 0 1 33,3 1 9,1 1 12,5 0 0 1 9,1 Diğer 2 25 1 33,3 3 27,3 Dersler 86 74,8 31 59,6 117 70,1 Kurallara uyma 79 68,7 26 50 105 62,9 66 57,4 27 51,9 93 55,7 45 39,1 17 32,7 62 37,1 43 37,4 11 21,2 54 32,3 94 82,5 29 60,4 123 75,9 20 17,5 19 39,6 39 24,1 89 78,1 27 52,9 116 70,3 7 6,1 5 9,8 12 7,3 18 15,8 19 37,3 37 22,4 2 Okula geç başlama Sağlık nedenleri Yıl Derslerinde Kaybetme başarısız Nedeni olması Ekonomik nedenler Başarılı olduğu alanlar Arkadaşlarıyla ilişkiler Eğitsel kol faaliyetleri Sanatsal faaliyetler İstenilen Öğretmenle ilişkisi Toplam N 1 Okuduğu Hayır düzeyde İstenilen düzeyde değil İstenilen düzeyde Anne-Baba İstenilen ile ilişkisi düzeyde değil Kısmen istenen düzeyde Tablo 2 incelendiğinde, tümü ilkokul öğrencisi olan göç eden ailelerin çocuklarının %35.7’sinin 1. sınıfta, % 31.3’ünün 3. sınıfta, % 27’sinin 4. sınıfta, geri kalan % 6.1’inin de 5.sınıfta okuduğu görülmektedir. Aynı şekilde göç etmeyen ailelerin çocuklarının %40.4’ü 1. sınıf, %36.5’i 3.sınıf, %9.6’sı 4.sınıf ve % 13.5’i 5. sınıf öğrencisidir. Örneklem genelinde ise, çocukların %37.1’i 1.sınıf, %32.9’u 3. sınıf, %21.6’sı 4. sınıf ve %8.4’ü 5.sınıf öğrencisidir. Örneklemde ilkokul 2. sınıf öğrencisi yer almamaktadır. Göç eden ailelerin çocuklarının % 9.6’sının, göç etmeyen ailelerin çocuklarının ise % 7.7’sinin öğrenimleri sırasında yıl kaybettiği görülmektedir. Bu ailelere çocuklarının yıl kaybetme nedenleri sorulduğunda, göç eden ailelerin %50’si çocuklarının okula geç başlamasını, %12.5’si sağlık sorunlarını, %12.5’i ekonomik sıkıntıları, %25’i ise bunların dışında kalan şeyleri neden olarak ileri sürmüştür. Göç eden ailelerin ileri sürdüğü nedenler arasında derslerde başarısız olma yer almazken; göç etmeyen ailelerin %33.3’ü derslerde başarısızlığı, %33.3’ü sağlık sorunlarını, %33.3’ü bunların dışındaki faktörleri neden olarak öne sürmüştür. Göç eden ailelerin tersine, bu ailelerin ileri sürdüğü nedenler arasında okula geç başlamanın yer almadığı göze çarpmaktadır. Anne-babalara .ocukların başarılı olduğu alanlar sorulmuş ve göç eden ailelerin % 74.8’i çocuklarının derslerde, %68.7’si kurallara uymada, %57.4’ü arkadaşlarıyla ilişkilerinde, %39.1’i eğitsel kol faaliyetlerinde, %37.4’ü ise sanatsal faaliyetlerde başarılı olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık; göç etmeyen ailelerin %59.6’sı çocuklarının derslerde, %50’si kurallara uymada, %51.9’u arkadaşlarıyla ilişkilerinde, %32.7’si eğitsel kol faaliyetlerinde, %21.2’si ise sanatsal faaliyetlerde başarı gösterdiğini ifade etmiştir. Anne-babalara çocuklarının öğretmenleriyle ilişkilerinin istenilen düzeyde olup olmadığı sorulduğunda; göç eden ailelerin %82.5’i çocuklarının öğretmenleriyle ilişkilerini istenilen düzeyde olduğunu söylerken, %17.5’i bunun tersini belirtmiştir. Göç etmeyen ailelerin %60.4’ü ise çocuklarının öğretmenleriyle ilişkilerinin istenilen düzeyde olduğunu, % 39.6’sı ise söz konusu iletişimin istenilen düzeyde olmadığını ifade etmiştir. Bu durum göç eden ailelerin çocuklarının daha iyi bir sosyal uyum ve becerisine sahip olduğunun bir göstergesi olarak ele alınabilir. Aynı şekilde ailelere çocuklarının onlarla olan ilişkilerinin ne düzeyde olduğu sorulmuş ve göç eden ailelerin %78.1’i çocuklarıyla aralarındaki ilişkiyi istenilen düzeyde, %6.1’i istenilen düzeyde değil, %15.8’i ise kısmen istenilen düzeyde şeklinde değerlendirmiştir. Göç etmeyen ailelerin %52.9’u ise çocuklarıyla ilişkilerinin istenilen düzeyde olduğunu, %9.8’i istenilen düzeyde olmadığını, %37.3’ü ise kısmen istenilen düzeyde olduğunu belirtmiştir. Bu oranlar; göç eden ailelerin çocuklarıyla iletişiminin daha iyi olduğunu göstermektedir. C. Çocukların Sosyal Uyum ve Becerilerine İlişkin Bilgiler Tablo 3. Öğretmen ve Anne-Babaların Çocukların Sosyal Uyum ve Beceri Algıları Arasındaki Farkların ttesti Sonuçları Ölçek Ölçüm n Faktör1 Öğretmen 167 Anne-Baba Faktör2 Öğretmen 167 Anne-Baba Faktör3 Öğretmen 167 Anne-Baba Toplam Öğretmen Anne-Baba 167 SS sd t p 40.03 5.96 166 .04 .968 40.01 5.44 25.97 3.96 166 .46 .646 25.88 3.47 10.28 1.80 166 .54 .585 10.20 1.43 76.29 9.60 166 .32 .747 76.09 8.14 X Anne-baba ve öğretmenlerden ayrı ayrı çocuklarda sosyal uyum ve beceri ölçeğini doldurmaları istenmiş ve her iki grubun çocuklardaki sosyal uyum ve beceri algılarının birbirinden farklı olup olmadığına bakılmıştır. Bu amaçla elde edilen verilere üç faktör üzerinden t testi uygulanmış ve anlamlılık düzeyi 0.05 olarak kabul edilmiştir. Ancak Tablo 3’de t testi sonuçları; anne-baba ve öğretmenlerin, çocukların sosyal uyum ve becerilerine dair algıları arasında anlamlı bir farkın olmadığını ortaya koymuştur (t (165) = .32, p>.747). Başka bir deyişle; anne-baba ve öğretmenler, çocukların sosyal uyum ve becerilerini benzer biçimde değerlendirmiştir. Tablo 4. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailenin Göç Etme Durumuna Göre t-Testi Sonuçları Ölçek Göç durumu N Faktör1_O Göç Eden 115 Göç Etmeyen Faktör1_A Faktör2_O Faktör2_A Faktör3_O Faktör3_A Toplam_O Toplam_A SS sd t P 41.03 5.36 165 3.31 .001 52 37.82 6.66 Göç Eden 115 40.87 4.86 165 2.85 .005 Göç Etmeyen 52 38.26 6.25 Göç Eden 115 26.60 3.77 165 3.10 .002 Göç Etmeyen 52 24.59 4.05 Göç Eden 115 26.58 3.35 165 4.14 .000 Göç Etmeyen 52 24.28 3.21 Göç Eden 115 10.40 1.74 165 1.29 .198 Göç Etmeyen 52 10.01 1.93 Göç Eden 115 10.09 1.31 165 1.53 .127 Göç Etmeyen 52 10.46 1.65 Göç Eden 115 78.04 8.88 165 3.61 .000 Göç Etmeyen 52 72.44 10.09 Göç Eden 115 77.48 7.63 165 3.38 .001 Göç Etmeyen 52 73.01 8.46 X Çocuklarda sosyal uyum ve beceri ölçeğini yanıtlayan aileler, göç eden ve göç etmeyen aileler olarak ikiye ayrılmıştır. Daha sonra hem öğretmen hem de anne-babaların çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair algıları arasında, ailenin göç durumuna göre anlamlı bir farkın olup olmadığı t-testi ile incelenmiştir. T testi sonuçları, göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin, göç etmeyen ailelerin çocuklarınınkine kıyasla anne-baba ve öğretmenler tarafından farklı algılandığını ve bu farkın istatistiksel olarak da anlamlı olduğunu göstermiştir (tanne-baba (165) =3.38, p<0.05; töğrt. (165) = 3.61, p<0.05, Bakınız Tablo 4). Tablo 4 incelendiğinde, Faktör 1 ve Faktör 2 düzeyinin her ikisinde de söz konusu farkın anlamlı olduğu görülmektedir.Buna göre göç eden ailelerin çocukları, anne-babaları ve öğretmenleri tarafından sosyal uyum ve becerilerinin daha yüksek olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. Faktör 3 düzeyinde göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır. Toplam anne-baba ve öğretmenlerde ise, göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri açısından anlamlı bir fark bulunmuştur. Sır ve arkadaşları (1998), Diyarbakır il merkezine göç etmiş ve o bölgede yaşayan 100 aile ile görüşme yapmışlardır. Araştırmada, uzman tarafından uygulanan TSSB Ölçeğini (CAPS) kullanmışlar (Blake ve ark., 1990) ve göçmen grubunda %66 oranında Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) saptamışlardır. Howard ve Hodes (2000), problemleri nedeniyle kliniğe başvurmuş olan 30 göçmen çocuk ve ailesine ait dosyalar ile, 30 İngiliz çocuk ve ailesinin dosyalarını geriye dönük olarak taramışlardır. Göçmen çocuklarda nörolojik bozukluklardan çok psikososyal kaynaklı bozukluklar olduğunu saptamışlardır (Akt: Ekşi, 2002). Bu bulgular araştırma bulgularını destekler niteliktedir. Bu sonuçlar, araştırmanın göç eden ailelerin çocuklarında sosyal uyum ve becerilerinin algılanması ile ilgili, göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin algılanmasına nazaran belirgin farkın sosyal kaynaklı olduğunu destekler niteliktedir. Tablo 5. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailedeki Kişi Sayısına Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları Göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri ile bazı değişkenler arasında bir ilişkinin olup olmadığı sorusuna yanıt aranmıştır. Bu amaçla öncelikle, göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının, sosyal uyum ve beceri ölçeğinden aldıkları puanların ailedeki kişi sayısına göre değişip değişmediğine bakılmıştır. Göç eden ve göç etmeyen ailelerdeki çocuk sayılarına göre oluşturulan alt grupların görece küçük olması ve puanların dağılımının normal olmaması nedeniyle ölçek puanları arasında ailedeki çocuk sayısına göre anlamlı fark olup olmadığı parametrik olmayan Kruskal-Wallis testi ile incelenmiştir. Kruskal Wallis analizi sonuçları Tablo 5’te verilmiştir. Analiz sonuçları, ailedeki çocuk sayısı ile çocukların sosyal uyum ve becerileri arasında anlamlı ilişki olmadığını göstermiştir. Tablo 6. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Annenin Yaşlarına Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları Ölçek/Pu Yaş an FAK1_O GT FAK2_O GT FAK3_O GT TOP_OG T FAK1_A B FAK2_A B 29 ve az 30-34 35 ve üstü 29 ve az 30-34 35 ve üstü 29 ve az 30-34 35 ve üstü 29 ve az 30-34 35 ve üstü 29 ve az 30-34 35 ve üstü 29 ve az 30-34 35 ve üstü GÖÇ EDEN Sıra Sd n Ort. 2 42, 2 41 5 59, 2 5 35 3 65, 8 08 2 51, 2 82 5 56, 2 5 36 3 63, 8 95 2 58, 2 11 5 56, 2 5 98 3 59, 8 41 2 44, 2 45 5 58, 2 5 28 3 65, 8 43 2 55, 2 41 5 56, 2 5 32 3 61, 8 93 2 53, 2 02 5 55, 2 5 17 3 64, 8 97 c 2 p 6,6 4 ,03 6 2,1 1 ,34 7 ,12 ,93 9 5,5 3 ,06 3 ,80 ,66 8 2,5 7 ,27 6 GÖÇ ETMEYEN Sıra n Sd c2 Ort. 18 29,7 2 22 23,5 2 2,42 5 10 22,2 0 18 23,0 0 22 26,9 2 ,83 1 10 26,9 0 18 25,6 9 22 24,7 2 ,16 0 10 26,9 0 18 27,5 8 22 24,7 2 ,63 5 10 23,4 0 18 28,4 2 22 21,9 2 2,34 5 10 28,0 5 18 24,1 7 22 23,4 2 2,96 1 10 32,5 0 P ,297 ,658 ,920 ,728 ,310 ,227 FAK3_A B TOP_AB 29 ve 2 az 2 30-34 5 5 35 ve 3 üstü 8 29 ve 2 az 2 30-34 5 5 35 ve 3 üstü 8 53, 11 66, 16 49, 01 54, 59 57, 15 61, 21 2 6,9 0 2 ,62 18 25,9 4 ,03 22 22,3 2 2 6 10 31,6 0 18 27,2 5 ,73 22 21,8 2 4 4 10 30,4 0 2,89 ,236 2,78 ,248 Benzer biçimde annenin yaşıyla, göç eden ve göç etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair algılar arasında bir ilişkinin olup olmadığına da bakılmıştır. Bu noktada Kruskal Wallis testi sonuçları ilginç bir bulgu ortaya koymuştur. Göç eden ailelerde 35 yaş ve üzerindeki anneler ile 30-34 yaş arasındaki annelerin, çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair algılarının istatistiksel açıdan anlamlı bir biçimde farklılık gösterdiği bulunmuştur ( c2 (2) = 6.90, p<0.05, Bakınız Tablo 6). Göç eden ailelerdeki 30-34 yaşları arasındaki anneler, 35 yaş ve üzerindeki annelere göre çocuklarının sınırlı da olsa daha yüksek bir sosyal uyum ve beceriye sahip olduğunu belirtmiştir. Diğer bir deyişle, bu yaştaki anneler, çocuklarının belirli bir çevre ve arkadaş grubu içinde sosyal uyum ve beceri davranışları sergilediğini, ancak yeni bir çevre ve gruba bu uyum ve beceriyi taşımakta güçlük çektiğini ifade etmiştir. Coll ve arkadaşlarının (2002), farklı göçmen ailelerle yaptıkları çalışmaya katılan annelerin yaşları (%85) 30 yaş civarındadır. Araştırma sonuçlarında da araştırmaya katılan göç eden ailelerdeki 30-34 yaşları arasındaki anneler, çocuklarının daha yüksek sosyal uyum ve beceriye sahip olduğunu belirtmişlerdir. Bu sonuç da, Coll ve arkadaşlarının örnekleme aldıkları annelerin yaş gruplarıyla benzerlik göstermektedir. Ayrıca Coll ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmada, göç eden ailelerin 2. ve 5. sınıfa devam eden çocuklarına olan ilgilerinin çok düşük olduğu görülmüştür. Bu da, çocukların sosyal uyum becerilerini etkilemektedir. Sonuçta göçün, göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine ailenin büyük etkisinin olduğunu ortaya koymuştur. Tablo 7. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Babanın Yaşlarına Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları GÖÇ EDEN Ölçek/Pu Yaş an FAK1_O GT FAK2_O GT FAK3_O GT n Sıra Ort. 29 ve 12 49,7 az 9 30-34 50 56,0 9 35 ve 52 60,6 üstü 3 29 ve 12 49,1 az 3 30-34 50 57,0 9 35 ve 52 59,8 üstü 3 29 ve 12 66,5 az 0 S d c2 2 1,2 1 2 1,0 4 2 1,0 7 GÖÇ ETMEYEN Sır S p N a c2 d Ort. 5 20, 90 ,5 21 26, 2 ,67 44 12 22 23, 77 5 13, 50 ,5 21 24, 3,8 2 93 8 40 22 27, 09 ,5 5 28, 1,0 2 70 85 3 P ,714 ,143 ,597 30-34 35 ve üstü 29 ve az TOP_OG 30-34 T 35 ve üstü 29 ve az FAK1_A 30-34 B 35 ve üstü 29 ve az FAK2_A 30-34 B 35 ve üstü 29 ve az FAK3_A 30-34 B 35 ve üstü 29 ve az 30-34 TOP_AB 35 ve üstü 50 56,0 4 52 56,8 3 12 49,5 4 50 56,4 8 52 60,3 2 12 61,4 6 50 53,3 1 52 60,6 2 12 52,3 8 50 54,2 4 52 61,8 2 12 50,7 5 50 63,9 8 52 52,8 3 12 57,6 7 50 54,9 1 52 59,9 5 2 1,1 2 ,5 70 2 1,4 4 ,4 86 2 1,6 7 ,4 32 2 3,6 6 ,1 60 2 ,54 ,7 43 21 25, 55 22 22, 55 5 18, 50 21 27, 00 22 23, 48 5 21, 90 21 27, 14 22 22, 57 5 22, 70 21 24, 62 22 24, 80 5 24, 50 21 23, 64 22 25, 32 5 21, 20 21 26, 69 22 23, 16 2 1,7 1 ,425 2 1,3 5 ,509 2 ,09 ,953 2 ,16 ,923 2 ,99 ,607 Tablo 7’de göç eden ve göç etmeyen ailelerde babaların yaşlarının, çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde etkili olup olmadığı incelenmiştir. Ancak uygulanan Kruskal-Wallis testi sonuçları, babaların yaşları ile çocukların sosyal uyum ve becerileri arasında anlamlı ilişkili olmadığını göstermiştir. Tablo 8. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Annenin Eğitimine Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları GÖÇ EDEN Ölçek/ Puan Eğitim düzeyi n Sıra Ort. S d ilkokul 56 47,8 ve altı 2 FAK1_ ortaokul 23 62,0 2 OGT 4 lise ve 33 67,3 üstü 6 ilkokul 56 48,5 ve altı 2 FAK2_ ortaokul 23 59,4 2 OGT 6 lise ve 33 67,9 üstü 8 FAK3_ ilkokul 56 51,1 2 OGT ve altı 3 c2 8,4 0 7,7 6 3,2 5 GÖÇ ETMEYEN Sır S P n a c2 d Ort. 31 25, 21 ,0 5 27, 2 ,06 15 00 14 25, 61 31 27, 56 ,0 5 32, 2 5,32 21 80 14 18, 32 ,1 31 24, 2 ,73 15 96 p ,967 ,070 ,692 TOP_ OGT FAK1_ AB FAK2_ AB FAK3_ AB TOP_A B ortaokul 23 61,2 6 lise ve 33 62,2 üstü 9 ilkokul 56 46,6 ve altı 7 ortaokul 23 60,5 9 lise ve 33 70,3 üstü 3 ilkokul 56 45,7 ve altı 8 ortaokul 23 69,9 3 lise ve 33 65,3 üstü 3 ilkokul 56 47,0 ve altı 1 ortaokul 23 64,2 6 lise ve 33 67,2 üstü 0 ilkokul 56 50,6 ve altı 7 ortaokul 23 63,7 2 lise ve 33 61,3 üstü 6 ilkokul 56 44,3 ve altı 3 ortaokul 23 70,8 5 lise ve 33 67,1 üstü 5 5 14 31 2 11, 51 ,0 5 03 14 31 2 12, 54 ,0 5 02 14 31 2 9,7 6 ,0 5 08 14 31 2 3,8 9 ,1 5 43 14 31 2 15, 93 ,0 5 00 14 28, 20 27, 54 25, 74 30, 30 23, 25 26. 71 28, 80 21, 64 26, 84 34, 60 19, 29 25, 19 29, 90 24, 61 26, 84 32, 30 20, 11 2 ,88 ,642 2 1,46 ,482 2 4,84 ,089 2 ,54 2 3,27 ,194 ,763 Tablo 8 de çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde, göç eden ve göç etmeyen ailelerdeki annelerin eğitiminin etkili olup olmadığı incelenmiştir. Yapılan istatistik analizleri sonucunda göç eden ailelerde annelerin eğitim düzeyinin, çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeğinden aldıkları puanlarda etkili olduğu bulunmuştur. Buna göre; göç eden ailelerde ortaokul mezunu anneler, okur-yazar, ilkokul, lise ve yüksek okul mezunu olan annelere göre, çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini daha olumlu değerlendirmiştir (c2 (2) = 15.93, p<0.05). Buna karşılık öğretmenler, anneleri lise ya da yüksek okul mezunu olan göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin daha yüksek olduğunu belirtmiştir (c2 (2) = 11.51, p<0.05). Elde edilen veriler, birinci ve ikinci faktörlerde anlamlıdır. Anne-baba ve öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine dair algılarındaki bu farklılığın nedeni; lise ve yüksek okul mezunu annelerin çocuklarını değerlendirirken daha yüksek kriterler kullanmasına bağlanabilir. Göç etmeyen ailelerde annenin eğitim düzeyi ile çocukların sosyal uyum ve becerileri arasında anlamlı ilişki bulunmamıştır. Tablo 9. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Babanın Eğitimine Göre Kruskal-Wallis Test Sonuçları GÖÇ EDEN Ölçek/Pua Eğitim n düzeyi FAK1_OG ilkokul T ve altı n 33 GÖÇ ETMEYEN Sır Sır S 2 a a p n c Sd c2 d ort ort. . 43, 7,7 ,02 1 20, 2 2 2,55 32 4 1 7 88 P ,278 ortaokul 21 lise ve 55 üstü ilkokul 33 ve altı FAK2_OG ortaokul 21 T lise ve 55 üstü ilkokul 33 ve altı FAK3_OG ortaokul 21 T lise ve 55 üstü ilkokul 33 ve altı ortaokul 21 TOP_OGT FAK1_AB FAK2_AB FAK3_AB TOP_AB lise ve 55 üstü ilkokul 33 ve altı ortaokul 21 lise ve 55 üstü ilkokul 33 ve altı ortaokul 21 lise ve 55 üstü ilkokul 33 ve altı ortaokul 21 lise ve 55 üstü ilkokul ve 33 altı ortaokul 21 lise üstü ve 55 53, 55 62, 56 39, 03 59, 40 62, 90 44, 06 61, 86 58, 95 38, 80 57, 05 63, 94 39, 05 61, 31 62, 16 37, 45 57, 14 64, 71 46, 80 52, 02 61, 05 35, 77 61, 64 64, 00 2 12, ,00 36 2 2 6,1 ,04 6 6 2 13, ,00 18 1 2 12, ,00 12 2 2 15, ,00 60 0 2 4,6 ,09 8 6 2 17, ,00 63 0 1 2 2 0 1 7 1 2 2 0 1 7 1 2 2 0 1 7 1 2 2 0 1 7 1 2 2 0 1 7 1 2 2 0 1 7 1 2 2 0 1 7 1 2 2 0 29, 21 25, 98 25, 38 28, 54 22, 55 25, 59 25, 38 24, 28 21, 53 29, 67 25, 15 22, 97 27, 63 25, 15 25, 24 26, 46 23, 93 27, 97 25, 96 21, 90 23, 59 27, 67 24, 60 2 1,35 ,509 2 ,09 ,955 2 2,29 ,318 2 ,75 ,685 2 ,24 ,884 2 1,79 ,408 2 ,60 ,740 Tablo 9’da benzer şekilde çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde, göç eden ve göç etmeyen ailelerdeki babaların eğitiminin etkili olup olmadığı incelenmiştir. Yapılan istatistik analizleri sonucunda göç eden ailelerde babaların eğitim düzeyinin, çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde etkili olduğu bulunmuştur. Buna göre; göç eden ailelerdeki lise ve yüksek okul mezunu babalar, okur-yazar, ilkokul ve ortaokul mezunu babalara göre çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini daha olumlu değerlendirmiştir (c2 (2) = 17.63, p<0.05). Faktör düzeyinde yapılan anlamlılık testlerinde ise, sosyal uyum boyutunda lise ve yüksek okul mezunu babalara ek olarak ortaokul mezunu babaların da okur-yazar ya da ilkokul mezunu olan babalara göre, çocuklarını daha olumlu değerlendirdiği bulunmuştur (c2 (2) = 12.12, p<0.05). Bu bulgularla paralel olarak, öğretmenler de göç eden ailelerde babaları lise ya da yüksek okul mezunu olan çocukların sosyal uyum ve becerilerinin daha yüksek olduğunu belirtmiştir (c2 (2) = 13.18, p<0.05). Kolaitis ve arkadaşları (2003), yaptıkları araştırmada, Yunanistan’dan Eski Sovyetler Birliği’ne göç ettikten sonra 1980’li yılların başında tekrar Yunanistan’a geri dönüş yapan ailelerin 8-12 yaşlarındaki çocuklarının sosyal uyum ve akademik becerilerine bakmışlardır. Bu çalışmada, 65 göç eden, 41 göç etmeyen ailelerin çocukları örneklemi oluşturmuştur. Göç eden aileler Atina’nın dışında yüksek sosyo-ekonomik bölgelerde yaşamaktaydılar. Sonuçta öğretmenler göç eden çocukların diğer gruba nazaran daha endişeli, daha dikkati dağınık olduklarını söylemişlerdir. Anne babalar ise, çocuklarının olgunlaşmamış davranışlar gösterdiklerini kabul etmişlerdir. Tablo 8 ve 9’da, lise ve yüksek okul mezunu anne babaların çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine değerlendirirken daha yüksek kriterler kullandıkları sonucu, yukarıdaki araştırma sonuçlarıyla paralellik göstermektedir. Tablo 10. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Aile Yapısına Göre Mann-Whitney Test Sonuçları Ölçek/P Aile uan yapısı GÖÇ EDEN n Sıra Ort. U GÖÇ ETMEYEN p çekirde 8 57,1 FAK1_ k aile 0 6 1307 ,93 OGT geniş 3 56,6 ,00 4 aile 3 1 çekirde 8 60,1 k aile 0 1 1071 ,11 ,00 4 FAK2_ OGT n Sıra Ort. 39 26,60 U 171 11 21,59 39 27,09 ,50 152 11 19,86 39 25,56 ,50 geniş 3 49,4 aile 3 5 çekirde 8 57,1 FAK3_ k aile 0 6 1307 ,93 OGT geniş 3 56,6 ,00 2 aile 3 1 çekirde 8 58,7 TOP_O k aile 0 1 1183 ,38 GT geniş 3 52,8 ,00 6 aile 3 5 çekirde 8 55,1 FAK1_ k aile 0 8 1174 ,35 AB geniş 3 61,4 ,50 7 aile 3 1 çekirde 8 58,1 FAK2_ k aile 0 3 1229 ,56 AB geniş 3 54,2 ,50 6 11 24,50 ,50 aile 3 6 FAK3_ çekirde 8 57,4 1282 ,80 39 23,50 136 AB k aile 0 7 ,50 7 212 11 25,27 39 27,00 ,00 156 11 20,18 39 25,62 ,00 210 11 25,09 39 25,78 ,00 203 ,50 P ,313 ,145 ,953 ,170 ,916 ,795 ,063 geniş 3 55,8 aile 3 6 çekirde 8 56,4 TOP_A k aile 0 7 1277 ,78 B geniş 3 58,2 ,50 8 aile 3 9 11 32,59 39 25,09 198 11 ,50 26,95 ,707 Tablo 10’da anne-baba ve öğretmenlerden elde edilen verilere uygulanan Mann-Whitney U testi sonuçları; göç eden ve göç etmeyen ailelerin mevcut yapılarının, çocukların sosyal uyum ve becerilerinin değerlendirilmesinde etkili olmadığını belirtmektedir. Başka bir deyişle; anne-baba ve öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine dair algıları, ailenin çekirdek ya da geniş aile olmasına göre bir farklılık göstermemiştir. Erman (1997) Türkiye’de kırdan kente ekonomik göç sürecine katılan kadınlar ile ilgili yaptığı çalışmada, Türkiye’deki köylü kadınların çocuğunun şehirde yaşamayı köyde yaşamaya tercih ettiklerini belirtmiştir. Şehirde çekirdek aile olarak yaşama şansı kadının bağımsızlığını artırmakta ve çocuklarının sosyal uyum becerilerini desteklemelerini sağlamaktadır. Buna karşın Eastmond (1993) ABD’ne göç etmek zorunda kalan Şilili ailelerle yaptığı araştırmada, göç eden kadınların yaşam standartlarında ciddi bir düşüş olduğunu belirtmiştir. Çekirdek aile birimi içinde yaşamak kadınların kamu yaşamından izole olmalarına neden olmakta ve sosyal uyumlarını etkilemektedir (Akt: İlkkaraca ve İlkkaraca, 1998). Tablo 11. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Nereden Gelindiğine Kruskal-Wallis Test Sonuçları GÖÇ EDEN Ölçek/Puan FAK1_OGT FAK2_OGT FAK3_OGT TOP_OGT FAK1_AB Grup c2 P 2 5,60 ,061 2 5,72 ,057 2 4,82 ,090 2 9,56 ,008 2 8,57 ,014 n Sıra Ort. Sd kent 45 57,47 köy 33 47,05 yurtdışı 35 65,79 kent 45 59,04 köy 33 46,15 yurtdışı 35 64,60 kent 45 57,44 köy 33 48,02 yurtdışı 35 64,90 kent 45 59,60 köy 33 42,95 yurtdışı 35 66,90 kent 45 57,66 köy 33 44,64 yurtdışı 35 67,81 Göre FAK2_AB FAK3_AB TOP_AB kent 45 59,73 köy 33 44,35 yurtdışı 35 65,41 kent 45 58,08 köy 33 54,76 yurtdışı 35 57,73 kent 45 58,84 köy 33 42,68 yurtdışı 35 68,13 2 7,61 ,022 2 ,23 ,890 2 10,50 ,005 Tabloda göç eden ailelerin geldikleri yerin, çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde bir etkiye sahip olup olmadığı sorgulanmış ve bu durum Kruskal-Wallis testiyle sınanmıştır. Test sonuçları, anne-baba ve öğretmenlerin değerlendirmelerinde hem genel olarak, hem de faktör boyutunda anlamlı sonuçlar vermiştir. Tablo 11’e göre; köyden göç eden ailelerin çocuklarının, kentten ya da yurt dışından göç eden ailelerin çocuklarına göre, sosyal uyum ve becerilerinin daha düşük olduğu bulunmuştur (anne-baba yanıtları için, c2 (2) = 10.50, p<0.05, öğretmenlerin yanıtları için (c2 (2) = 9.56, p<0.05). Takac’ın İsviçre’de yaptığı araştırmada, Gotenberg kentinde göçmen çocukları ile, İsveç çocuklarının uyum durumlarını karşılaştırdığında göçmen çocuklarının İsveçli çocuklara göre daha kaygılı, saldırgan güçsüz ve bağımlı olduklarını ve de akranları ile zayıf ilişkiler kurduklarını, benlik saygılarının düşük düzeyde olduklarını bulmuştur (Hakan, 2004). Yapılan araştırmalar kırdan kente göç sonrasında yaşanan uyum sorunlarını ortaya çıkarmaktadır. Göç sonunda gelinen yeni yerleşim yerinde uygun yaşam koşullarının sağlanması ve bir kentli olarak yaşamın sürdürülmesi, çoğu zaman kırın iticiliği ve çeşitli nedenlerle kente gelmiş, kısa sürede sağlıklı bir yaşam ortamı oluşturma imkanından uzak göçerler için hiç de kolay olmamaktadır. Çünkü kentlileşme; kentleşme sonucunda, toplumsal değişmenin insanların davranışlarında ve ilişkilerinde, değer yargılarında, ahlaki ve kişisel yaşam biçimlerinde değişiklikler yaratması sürecidir (Keleş, 1983). Tablo 12. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Geliş Nedenine Göre Mann-Whitney Test Sonuçları GÖÇ EDEN Ölçek/Puan FAK1_OGT FAK2_OGT FAK3_OGT TOP_OGT Grup N Sıra Ort. U iş bulma 37 40,38 daha iyi koşulda yaşama 55 50,62 iş bulma 37 36,19 daha iyi koşulda yaşama 55 53,44 iş bulma 37 39,81 daha iyi koşulda yaşama 55 51,00 iş bulma 37 38,09 daha iyi koşulda yaşama 55 52,15 P 791,00 ,070 636,00 ,002 770,00 ,043 706,50 ,013 FAK1_AB FAK2_AB FAK3_AB TOP_AB iş bulma 37 44,50 daha iyi koşulda yaşama 55 47,85 iş bulma 37 38,11 daha iyi koşulda yaşama 55 52,15 iş bulma 37 40,62 daha iyi koşulda yaşama 55 50,45 iş bulma 37 39,27 daha iyi koşulda yaşama 55 51,36 943,50 ,555 707,00 ,013 800,00 ,075 750,00 ,033 Tablo 12’de ailelere göç etme nedenleri sorulmuş ve örneklemin genelinde “iş bulma” ve “daha iyi yaşam koşulları” temel neden olarak belirtilmiştir. Tablo’12 ye göre, örneklemden elde edilen verilere uygulanan MannWhitney U testi sonuçlarında, göç etme nedenlerinin, çocukların sosyal uyum ve beceri ölçeğinden aldıkları puanlarda etkili olduğu görülmüştür. Genel ve faktör boyutunda, iş bulma amacıyla göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri, anne-baba ve öğretmenleri tarafından daha düşük olarak nitelendirilmiştir. İlkkaraca ve İlkkaraca (1998), Türkiye’nin Batısı’na ve Doğusu’na 1990’lı yıllarda göç etmiş 15-64 yaş arası Batı’dan 530, Doğu’dan 599 kadına göç etme nedenlerini sormuşlardır. Göçün nedenleri arasında birinci sırayı ekonomik nedenler almaktadır. Bu oran Türkiye’nin Batısı’na göç edenlerde %51.2, Türkiye’nin Doğusu’na göç edenlerde %44.5’dir. Yapılan araştırmada da, ailelerin “daha iyi koşullarda yaşamak için” göç ettikleri (öğretmenlere göre toplam sıra ortalama 52.15, annelere göre toplam sıra ortalama 51.36) ortaya çıkmıştır. Bu sonuç yukarıdaki araştırma ile paralellik göstermektedir. Tablo 13. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Memlekete Gidiş Durumuna Göre Mann-Whitney Test Sonuçları Ölçek/Puan FAK1_OGT FAK2_OGT FAK3_OGT TOP_OGT FAK1_AB FAK2_AB FAK3_AB Grup GÖÇ EDEN n Sıra Ort. gitmiyor 20 50,83 gidiyor 89 55,94 gitmiyor 20 56,40 gidiyor 89 54,69 gitmiyor 20 48,50 gidiyor 89 56,46 gitmiyor 20 50,23 gidiyor 89 56,07 gitmiyor 20 65,30 gidiyor 89 52,69 gitmiyor 20 52,40 gidiyor 89 55,58 gitmiyor 20 52,80 U p 806,50 ,512 862,00 ,826 760,00 ,293 794,50 ,454 684,00 ,106 838,00 ,683 846,00 ,723 TOP_AB gidiyor 89 55,49 gitmiyor 20 63,08 gidiyor 89 53,19 728,50 ,206 Tablo 13’de göç eden ailelere memleketlerine gidip gitmedikleri sorulmuş ve göç eden ailenin memlekete gitme durumunun, çocukların sosyal uyum ve becerilerine etki edip etmediğine bakılmıştır. Bu amaçla uygulanan MannWhitney U testi sonuçları, söz konusu değişkenin çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde etkili olmadığını göstermiştir. Tablo 14. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Memlekete Gidiş Sıklığına Göre Mann-Whitney Test Sonuçları Ölçek/Puan Grup n Sıra Ort. 29 46,05 yılda bir veya daha 60 44,49 yılda birden fazla FAK1_OGT GÖÇ EDEN U P 839,50 ,789 788,00 ,471 716,00 ,165 838,00 ,779 817,50 ,645 787,50 ,468 833,50 ,743 806,50 ,575 uzun sürede yılda birden fazla FAK2_OGT 29 47,83 yılda bir veya daha 60 43,63 uzun sürede yılda birden fazla FAK3_OGT 29 39,69 yılda bir veya daha 60 47,57 uzun sürede yılda birden fazla TOP_OGT 29 46,10 yılda bir veya daha 60 44,47 uzun sürede yılda birden fazla FAK1_AB 29 46,81 yılda bir veya daha 60 44,13 uzun sürede yılda birden fazla FAK2_AB 29 47,84 yılda bir veya daha 60 43,63 uzun sürede yılda birden fazla FAK3_AB 29 43,74 yılda bir veya daha 60 45,61 uzun sürede yılda birden fazla TOP_AB 29 47,21 yılda bir veya daha 60 43,93 uzun sürede Tablo 14’e göre, memlekete giden ailelere, ne sıklıkta gittikleri sorulmuş ve ailelerden temel olarak “yılda birden fazla” ya da “yılda bir veya daha uzun sürede” yanıtları alınmıştır. Ancak yapılan istatistiksel analizler neticesinde, memlekete gidiş sıklığının çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı görülmüştür. Tablo 15. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailenin Kendini “Kentli” Olarak Kabul Etme Durumuna Göre Mann-Whitney Test Sonuçları GÖÇ EDEN Ölçek/Puan FAK1_OGT FAK2_OGT FAK3_OGT TOP_OGT FAK1_AB FAK2_AB FAK3_AB TOP_AB Grup n Sıra Ort. evet 83 55,70 hayır 27 54,89 evet 83 58,36 hayır 27 46,70 evet 83 55,56 hayır 27 55,31 evet 83 56,93 hayır 27 51,09 evet 83 57,54 hayır 27 49,24 evet 83 59,17 hayır 27 44,20 evet 83 56,10 hayır 27 53,67 evet 83 58,43 hayır 27 46,50 U P 1104,00 ,909 883,00 ,098 1115,50 ,971 1001,50 ,408 951,50 ,239 815,50 ,033 1071,00 ,724 877,50 ,091 Tablo 15’de ailelere kendilerini “kentli” olarak kabul edip etmedikleri sorulmuş ve bu durumun çocuklarının sosyal uyum ve becerileriyle ilişkili olup olmadığı incelenmiştir. Göç eden ailelerden kendilerini kentli olarak kabul etmeyenler çocuklarının sosyal uyumsuzluklarının daha düşük düzeyde olduğunu değerlendirmiştir. Uygulanan Mann-Whitney U testi sonuçları bu farkın anlamlı olduğuna işaret etmektedir (U= 815.50, p<0.05). Goldenberg (1973), Kanada’da, Motreal’e yeni göç etmiş 264 çocuğu içeren bir çalışma yürütmüştür. Çalışma sonunda, çocukların % 41’inde bazı sosyal ve duygusal uyum problemleri olduğunu saptamıştır (Akt. Gün, 2002:78). Tablo 16. Çocukların SUB Ölçeği Puanlarının Ailenin Göçten Pişmanlık Duyma Durumuna Göre MannWhitney Test Sonuçları GÖÇ EDEN Ölçek/Puan FAK1_OGT FAK2_OGT Grup n Sıra Ort. U evet 10 26,15 hayır 99 57,91 evet 10 37,95 hayır 99 56,72 P 206,50 ,002 324,50 ,072 FAK3_OGT TOP_OGT FAK1_AB FAK2_AB FAK3_AB TOP_AB evet 10 26,00 hayır 99 57,93 evet 10 22,60 hayır 99 58,27 evet 10 25,50 hayır 99 57,98 evet 10 27,40 hayır 99 57,79 evet 10 50,10 hayır 99 55,49 evet 10 23,40 hayır 99 58,19 205,00 ,002 171,00 ,001 200,00 ,002 219,00 ,004 446,00 ,597 179,00 ,001 Tablo 16’da göç eden ailelere, göçten pişmanlık duyup duymadıkları sorulmuş ve ailelerden alınan yanıtlarla çocukların sosyal uyum ve becerilerinin birbiriyle ilişkili olup olmadığına bakılmıştır. Yapılan Mann-Whitney U testi sonuçları; göçten pişmanlık duymayan ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerinin anne-baba ve öğretmenleri tarafından daha olumlu olarak değerlendirildiğini göstermiştir (Anne-baba yanıtları için U=179, p<0.05, öğretmenlerin yanıtları için, U=171, p<0.05). İlkkaraca ve İlkkaraca (1998) yaptıkları araştırmada, kadınların seçme şansı olsaydı %54.5’inin yine yaşamak için İstanbul’a (metropol) geleceğini belirttikleri ortaya çıkmıştır. Bunun nedenini de, şehirde yaşamanın sağladığı sosyal olanaklar olarak açıklamışlardır. SONUÇ VE ÖNERİLER Bu araştırmanın amacı, göç eden ailelerden gelen ilkokul 1-2-3-4-ve 5. sınıflarda öğrenim gören çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin öğretmenlerinin ve anne babalarının görüşlerini ortaya koymaktır. Öğretmenlerin ve anne babaların çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin görüşlerinden elde edilen sonuçlar aşağıda sunulmuştur : Araştırmada yer alan ailelerin demografik bilgileri incelendiğinde; göç eden ailelerin %57.4’ünün 4-5 kişiden oluştuğu, büyük çoğunluğunun anne (%99.1) ve babası (%97.4) ile birlikte yaşadığı, %78 inin çekirdek aileden oluştuğu, büyük çoğunluğunun anne yaşının 30 ve üzeri, babaların ise % 45.8’inin 35 ve üzeri yaş grubunda yer aldığı, eğitim durumlarına göre annelerin %50’sinin ilkokul ve altı, %20.5’inin ortaokul mezunu,babaların ise %50.5’inin lise üzeri eğitim durumuna sahip olduğu, annelerin %53.6’sının çalıştığı, babaların ise %92.3’ünün çalıştığı, annelerin %81.3’ünün, babaların %75’inin ücretli bir işte çalıştıkları,göç eden ailelerin %45.6‘sının 11-15 yıllık evli olduğu, %58.3’ünün iki çocuklu olduğu belirlenmiştir. Çocuklara ilişkin elde edilen demografik bilgiler incelendiğinde; göç eden ailelerin çocuklarının %9.6’sının öğrenimleri sırasında yıl kaybettikleri,yıl kaybetme nedenleri sorulduğunda % 50 sinin “okula geç başlama” nedenini ileri sürdüğü, çocukların %74.8’inin dersleri %68.7’sinin kurallara uymada başarılı olduğu, %82.5’inin öğretmenleri ile ilişkileri istenilen düzeyde olduğu, %78.1’inin aileleriyle ilişkilerinin istenilen düzeyde olduğu, öğretmen ve ailelerin görüşleri ile saptanmıştır. Çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin bilgileri incelendiğinde; Anne babalar ile öğretmenlerin çocukların sosyal uyum ve becerilerine ilişkin algıları arsında anlamlı bir farklılığın olmadığı ortaya koyulmuştur. Göç eden ve etmeyen ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerilerini öğretmen ve anne babaların algıları arasında faktör 1 ve faktör 2 düzeyinde istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmuştur. Ancak faktör 3 düzeyinde anlamlı bir farklılığa rastlanmamıştır. Göç eden ailelerde 30- 34 yaş grubu annelerin 35 yaş ve üzeri yaş grubundaki annelere göre çocuklarının sosyal uyum ve becerilerine dair algılarının istatistiksel olarak farklılık gösterdiği, babaların yaşlarının ise anlamlı bir farklılık yaratmadığı bulunmuştur. Anne ve babaların eğitim durumunun yüksek olması çocukların sosyal uyum ve becerilerinde özellikle faktör 1 ve faktör 2 düzeyinde anlamlı bulunmuştur. Öğretmen ve anne babaların aile yapısına göre, çocukların sosyal uyum ve becerileri ile ilgili algıları anlamlı bir farklılık göstermemiştir. Genel ve faktör boyutunda “iş bulma” amacıyla göç eden ailelerin çocuklarının sosyal uyum becerileri anne baba ve öğretmenleri tarafından daha düşük olarak nitelendirilmiştir. Göç eden ailelerin memlekete gitme durumlarının ve gitme sıklıklarının çocukların sosyal uyum ve becerileri üzerinde etkili olmadığı saptanmıştır. Göç eden ailelerden kendilerini kentli olarak kabul etmeyenler, çocuklarının sosyal uyumsuzluklarının daha düşük düzeyde olduğunu değerlendirmiştir. Göçten pişmanlık duymayan ailelerin çocuklarının sosyal uyum ve becerileri anne-baba ve öğretmenleri tarafından daha olumlu olarak değerlendirilmiştir. Araştırmanın sonuçları doğrultusunda aşağıdaki öneriler sıralanmıştır: · Devlet Politikaları ile İlgili Öneriler 1. Öncellikle göçü doğuran işsizlik, yaşam koşullarının elverişsizliği, eğitim ve sağlık olanaklarının yetersizliği gibi nedenlerin ortadan kaldırılmasına ilişkin gerekli önlemler alınabilir, 2. Kırsal kesimden kente en fazla göçün yaşandığı sanayinin geliştiği kentlerde, yetişkinlere, gençlere ve çocuklara yönelik sosyal-kültürel uyum kursları düzenlenebilir. Ayrıca yetişkinler ve gençler için mesleki eğitim kursları düzenlenebilir, 3. Devlet bu kursların düzenlenmesinde sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapabilir. · Milli Eğitim Bakanlığına Yönelik Öneriler 1. Göç eden çocukların gençlerin ve ailelerin eğitim gereksinimlerini tespit etmek amacıyla özellikle en fazla göç alan illerde araştırma merkezleri kurması önerilebilir, 2. Tespit edilen sorunlara çözüm getirmek amacıyla çocukların ve ailelerin uyum sürecine katılmaları için, sosyal uyum etkinlikleri düzenlenebilir, 3. Gençlik merkezi sayıları arttırılabilir ve buralarda gençlere ve ailelerine yönelik sosyal uyum çalışmaları yapılabilir, 4. Toplumun ailenin çocukların gençlerin kısacası toplumda yaşayan her bireyin faydalanabileceği sosyal 5. Öğretmenlere sosyal uyum konusunda hizmet içi eğitim çalışmaları düzenlenebilir, 6. Hizmet içi eğitimlerde özellikle çocukların gençlerin ve ailelerin sosyal uyumla ilgili karşılaştıkları uyum merkezleri açılabilir, problemler üzerinde durulabilir. · Okullara Yönelik Öneriler 1. Okul yönetimi tarafından göç eden anne babalara yönelik olarak sosyal uyumlarını kolaylaştırmak amacıyla anne baba eğitimi bilgilendirme toplantıları düzenlenebilir, 2. Okul yönetimi tarafından anne babaların uzun süre o ilde yaşayan anne babalarla kaynaşmaları için kermes, partiler, piknik, geziler düzenlenebilir, 3. Okul yönetimi tarafından kültürel farklılıklara saygıyı desteklemek için kendi yöresinin kültürel özelliklerini tanıtıcı sınıf ortamında etkinlikler düzenlemesi sağlanabilir, 4. Sınıf öğretmenleri tarafından göç eden çocukların evlerine ev ziyaretleri düzenlenerek, ev ortamları gözlenebilir, 5. Öğretmenler tarafından sınıf içi eğitim ortamlarını gözlemlerine dayanarak çocukların birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayacak şekilde düzenlenebilir, 6. Çocukların birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayacak etkinlikler düzenlenebilir. · Sivil Toplum Kuruluşlarına Yönelik Öneriler 1. Sivil Toplum Kuruluşları, Devlet Kurumları ile işbirliği yaparak sosyal uyum merkezlerinin açılmasında ekonomik destek sağlayabilirler, 2. Bu merkezlerin donanımını( Materyal ve mobilya techizat vb.) sağlanmasında destek olabilirler, 3. Toplum bilincinin oluşturulması için medya kuruluşlarını harekete geçirebilirler. · Üniversitelere Düşen Görevler 1. Bugüne kadar göçle ilgili olarak yetişkinler üzerinde göçün nedenleri etkisi konusunda çalışmalar yapıldığı göz önüne alınırsa ,erken çocukluk döneminde çocuğun gelişimine göçün etkilerine ilişkin araştırma sayısının arttırılması önerilebilir, 2. Göç eden ailelerin çocuklarının eğitimleri sırasında karşılaştıkları sorunların tespit edilmesine yönelik 3. Milli Eğitim Bakanlığı, Sivil Toplum kuruluşları işbirliği ile uygulamaya dönük çözümler üreten sosyal araştırmalar yapılabilir, uyum projeleri planlayabilir, 4. Göç alan illerde bulunan üniversitelerin bünyelerinde sosyal uyum araştırma merkezleri açılabilir. KAYNAKLAR COLL, C.G., AKIBA, D., PALACIOS, N., BAILEY, B., SILVER, R., DIMARTINO, L. And CHIN, C., 2002. “Parental Involvement in Children’s Education: Lessons from Three Immigrant Groups.” Parenting: Science and Practice, July-September, volume 2, number3, pages 3003-304. ÇINGI, H ., 1994. Örnekleme Kuramı. H.Ü. Fen Fakültesi Basımevi. Beytepe, Ankara.BLAKE, D.D., WEATHERS, F.W., NAGY, L.M. VE ARK., 1990. A Clinician Rating Scala for Assessing Curent and Lifetime PTSD. The CAPS-I. Behaviour Therapist, 13:187-188. EKŞİ, A., 2002. “Sığınmacı ve Göçmenlerde Psikopatoloji.” Türk Psikiyatri Dergisi, 13(3):215-221. ERMAN, T., 1997. “The Meaning of City Living for Rural Migrant Women and Their Role in Migration: The Case of Turkey.” Women’s Studies International Forum, 20(2): 263-273. GÜN, Z, 2002. “Çocuk ve Göç”. İzmir: Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). GÖKÇE, B., 1996. “Göç ve Metodolojik Tartışmalar.” II.Ulusal Sosyoloji Kongresi (Toplum ve Göç) T.C. Devlet İstatistik Enstitüsü, Mersin. HAKAN, S.,2004. “Anadolu Lisesi Öğrencileri İle Yurt Dışı Yaşantısı Geçiren ve Anadolu Liselerine Gelen Öğrencilerin Benlik Tasarımı Açısından Karşılaştırılması”, Milli Eğitim Dergisi, Bahar, sayı:162. İLKKARACA, P. ve İLKKARACA, İ., 1998. “1990’lar Türkiye’sinde Kadın ve Göç.” Bilanço 98: 75 Yılda Köylerden Şehirlere. Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. s.305-322. KAĞITÇIBAŞI, Ç., 2003.Yeni İnsan ve İnsanlar. Sosyal Psikoloji Dizisi 1, Evrim Yayınevi, İstanbul. KAĞITÇIBAŞI, Ç., 2003. Kültürel Psikoloji. Sosyal Psikoloji Dizisi 2, Evrim Yayınevi, İstanbul. KELEŞ, R., 1983. Türkiye’de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu. Gerçek Yayınları, Ankara. KÖKLÜ, N., ve BÜYÜKÖZTÜRK, Ş., 2000. Sosyal Bilimler İçin İstatistiğe Giriş. Pegem Yayıncılık. Ankara. KOLAITIS, G., TSIANTIS, J., MADIANOS, M. And KOTSOPOULOS, S., 2003. “Psychosocial Adaptation of Immigrant Grek Children from The Former Soviet Union.” European Child and Adolescent Psychiatry, 12:67-74. SIR, A., BAYRAM, Y., ÖZKAN, M., 1998. “Zorunlu İç Göç Yaşamış Bir Grupta Travma Sonrası Stres Bozukluğu Üzerine Ön Çalışma.” Türk Psikiyatri Dergisi, 9:173-180. SÜMBÜLOĞLU, K., ve SÜMBÜLOĞLU, V., 1997. Biyoistatistik. Hatiboğlu Yayınevi, Ankara. TEZCAN, M., 1996. “Göç ve Eğitim” II.Ulusal Sosyoloji Kongresi (Toplum ve Göç). T.C. Devlet İstatistik Enstitüsü, Mersin. TEZCAN, M., 2000. Dış Göç ve Eğitim. Anı Yayıncılık. Ankara YALÇIN, C., 2004. Göç Sosyolojisi. Anı Yayıncılık. Ankara. AİLE ve TÜRKİYE DİYANET VAKFI, KADIN FAALİYETLERİ MERKEZİ Ayşe SUCU Toplumsal hayatın temel birimi ve çekirdeği olan aile her toplumun ve kültürün en eski sosyal kurumlarından biridir ve insanlık tarihiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Toplumun idamesinin ve ayakta kalmasının olmazsa olmazı olan aile kurumu sosyolojik anlamda evrensel nitelikler taşımasına rağmen toplumdan topluma, kültürden kültüre hatta zamana ve şartlara bağlı olarak toplumların kendi içinde de farklılaşmaktadır. Ancak “toplumsal yükümlülük” dediğimiz toplumsal yaşamadan doğan ve sosyal ilişkilerimize bağlı bulunan yükümlülük ve ödevler gelişigüzel olmayıp belli bir düzene ve belli bir takım kurallara bağlı bulunmaktadır. İnsanın kadın ve erkek olarak yaratılıştan getirdiği birbirini tanıma, tamamlama ve beraber olma ihtiyacı, yine yaratılıştan gelen düzen kurma düşüncesini yasal bir zemine oturtma eğilimi aile kurumunun insanî gerekçelerini oluşturur. Ailenin farklılaşması, sözü edilen ihtiyaç ve eğilimlerin zaman içindeki değişimiyle ilgilidir. Mevcut unsurların değişimi, kurumun yapısında ve fonksiyonlarında birtakım farklılaşmalara sebep olur. Kuşkusuz bu da gelişme sürecinin bir gereğidir. Aile kurumunun oluşumunda insanî gerekçelerin ötesinde sosyal ve kültürel yapıya dayalı özellikler de belli ölçüde bir paya sahiptir. Bu sebeple biyolojik boyutu aşan ve psikososyal bir gerçeklik niteliği kazanan aile, mikrososyal çevre olarak toplumun ilk örgütlü unsurlarından biri hâline gelir. Böylece insanın düzen kurma düşüncesi, aile içinden devletler arası hukuka kadar oldukça geniş kapsamlı bir alanda yasal bir zemine kavuşmuş olur. Modern toplumlarda, başta eğitim ve meslek hayatı olmak üzere birçok alanda ailenin üstlendiği sorumluluklar, giderek devletin hizmet alanında yer almaya başlar. Geleneksel aile düzenindeki dayanışma, yardımlaşma, gelecek tasarımı vs. kollektif ve merkezî iradeyle ortaya çıkarken, modern ailelerde bunlar, bireysel tercihler kapsamına girmekte ve sorumluluk alanı aileden devlete kaymaktadır. Böylece modern aile üyeleri daha çok birey, daha az sorumluluk çizgisine doğru bir evrilme sürecine girmektedirler. Bu durum ailenin geleneksel yapıdaki açılımlarını daraltmakta, onu, çekirdek aile sınırlarına çekmektedir. Türk ailesi bütün bu değişimleri elbette kendi dinamikleri içinde yaşamaktadır. Aile kurumunu küçültülmüş devlet gibi işleten ve devlete aile kutsallığı nosyonuyla bakan (devlet baba kavramında olduğu gibi) geleneksel Türk ailesi, sınırların daralması dönüşümünü şeklî olarak yaşamasına rağmen, dinamiklerinin işlevselliği yönünden alan genişlemesine uğramaktadır. Evet, Türk ailesinde çekirdek aileye doğru bir gidiş vardır. Çocukların evlenmesi, yeni bir yuva kurup ayrı evde yaşamaları, hem merkez ailenin delâlet ve desteğiyle gerçekleşmekte hem de maddî, manevî ve ahlakî ilişkiler bağlamında birliktelikte ve sorumlulukta herhangi bir daralmaya meydan verilmemektedir. Aksine, yeni birliktelik ve sorumluluk alanları doğurmaktadır. Örneğin aile şirketi olgusu gibi. Bu olgu ticarî ve meslekî alanda aile kavramına yeni açılım imkânları sağlamaktadır. Ayrıca olağanüstü şartlarda, yakın aileler arası dayanışma ve sorumluluk duygusu had safhaya ulaşmakta, bunun sonuçları devletin sorumluluğuna büyük katkılar sağlamaktadır. Elimizde bütün bunların sebeplerini açıklayabileceğimiz somut/nesnel veriler olmamakla birlikte, öznel deneyimlerimiz; yaşantı ve tanıklıklarımız Türk aile yapısının tarihsel karakteristik özelliğinin öz dinamiklerine bağlı kalarak kendini sürekli yenilediği, değişime ve gelişime bir kuşaktan diğerine geçen bir dirençle karşılık vermediği, dolayısıyla esnek sınırlara sahip olduğu, zamana ve şartlara uyumluluk özelliğini koruduğu yönünde bir anlayışı kuvvetlendirmektedir. Yani aile içindeki geleneksel değer yargıları, hayata bakış tarzı, estetik eğilimleri niteliksel olarak değil, fonksiyonel açıdan bir değişime uğramaktadır. Bu bağlamda çocuklar, anne ve babalarıyla benzer hassasiyetleri taşımakla birlikte, bunların ortaya konuluşunda farklı tepkiler vermektedirler. Günümüzde Türk ailesinin kapsamı daralma eğilimi göstermiş olmakla birlikte işlevsel açıdan giderek yeni açılımlar kazanmaktadır. Eğitim politikalarımıza, din hizmetlerimize ve aile eksenli çalışan sivil toplum örgütlerimize bu yönde işlerlik kazandırılması, reel strateji açısından bir zorunluluk olsa gerektir. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de sivil toplum kuruluşlarının şüphesiz kendileri için belirledikleri hedefler, doldurmayı planladıkları boşluklar var. Bu hedefler ve aynı zamanda bu kuruluşların varlık nedenidir de. Bunun için de milli ve manevi değerlerin öğrenilmesi, korunması ve yaşatılması konusunda aktif rol oynayan burada eski adıyla Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Kolları yeni adıyla ise Türkiye Diyanet Vakfı kadın Faaliyetleri Merkezi kurulduğundan itibaren sadece ‘kadın’ için değil, ‘aile ve toplum’ için çalışmayı kendine şiar edinmiş bir kuruluş olmasından dolayı önemine binaen çalışmalarından bahsetmek istiyorum. Sosyal ve kültürel faaliyetleri dengeli bir şekilde yürütmeye çalışan bu kuruluşun üyeleri, yaş, meslek ve eğitim düzeyi açısından geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Kadın Faaliyetleri Merkezi hem bir kadın kuruluşu olması hem de Dini bir organizasyon içinde yer alması sebebiyle diğerlerine kıyasla daha geniş bir sorumluluk ve işlev alanına sahiptir. Bu kuruluş, öncelikli olarak, genelde ülkemiz insanını özelde de kadınımızı, beslenebileceği ve sahip olmakla gurur duyacağı bir dini ve kültürel mirasın farkında kılmayı arzu etmektedir. Böyle bir dini ve kültürel mirası canlı tutma ihtiyacı son yıllarda kendini daha yoğun bir şekilde hissettirmektedir. Zira, globalleşen dünyada, farklı dini ve kültürel hareketler, ‘her yere yuva yapmaya, her yere yerleşmeye ve her yerde ilişkiler ağı kurmaya’ başlamıştır. Böyle bir mirasın yokluğunun, başka kültür ve hareketlerin beslenebileceği en münbit zemini oluşturduğunun farkında olan Kadın Faaliyetleri Merkezi hem yetişkinlere hem de ailenin bütün fertlerine yönelik programlarını oluştururken bu durumu hep dikkate almıştır. Bütün anılan bu çerçevede, aile ve toplum içindeki etkinlik alanları gittikçe artan kadınlara düşen görevin ne olduğu ve geleceğe hangi değerleri taşıyacakları, gibi sorular kadınların bir yol haritası oluşturmasıyla sonuçlanacaktır. Bu yol haritası çıkarılırken halen yaşanmakta olan kadın sorunlarının doğru ve objektif tespiti şarttır. Zira, kadınların pek çoğu bir çok şeyden mahrum bırakılmakta, kendisine izin verilen dar bir çerçevede yaşatılmakta, eğitimden uzaklaştırılmakta, gün gelip törelere kurban edilmektedir. 21. yüzyıla damgasını vuran globalleşme ya da küreselleşme kavramı ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasî açıdan tüm dünyayı etkilemektedir. Dünyanın küçük bir köy haline dönüşmesi insanları nasıl etkileyecektir? Bu değişime kayıtsız kalmak mümkün müdür? Bununla birlikte Avrupa Birliği’ne katılma noktasında emin adımlarla yürüyen Türkiye’nin ABD ve AB ülkeleri tarafından model olacak bir ülke olarak görülmesi ve gösterilmesi bizim için çok önemlidir. Gerçekten Türkiye hassas dengelere sahip bir coğrafyada bulunmakta ve Avrupa ile Asya arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Türkiye laik-demokratik ve halkının çoğunluğunun Müslüman olmasıyla diğer İslam ülkelerine model olarak gösterilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde toplum tabanında köklü değişikliklerin olması kaçınılmaz gibi görülmektedir. Bu sebeple hedeflerin iyi tespit edilmesi ve buna göre çözüm üretecek köklü adımların atılması ve yapısal değişikliklerin yapılması gerekmektedir. Değişimin en çok etkileyeceği kurum olarak toplumumuzun çekirdeğini oluşturan aile kurumu ön plana çıkmaktadır. Sağlamlığıyla, toplumu ayakta tutan değer olarak gördüğümüz aile kurumu acaba parçalanacak mı, sorusu sıkça gündeme getirilmektedir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan gurbetçilerimizin ikinci ve üçüncü nesillerinin içinde bulunduğu durum bu konuda örnek olarak gösterilmekte ve bir karamsarlık havası yaratılmaktadır. Bu tür endişe ve sorunlar mutlaka dile getirilecek ve çözüm yolları aranacaktır. Ama inanıyoruz ki çözümün can alıcı noktasında kadın bulunmaktadır. İyi eğitilmiş, her yönden donanımlı, ailenin önemine vakıf olmuş ve değerlerine bağlı kadınların üstleneceği rol, ailenin ve toplumun ayakta kalmasında ve sağlam temeller üzerine inşa edilmesinde var olan karamsarlık havasını dağıtmaya yetecektir. 1911 yılında İstanbul’da kadınlara yönelik konferanslar düzenleyen Fatma Nesibe Hanım vatanın geleceğinde kadının üstleneceği rol hakkında fikrini açıklarken özellikle anne olarak yeni bir nesil yetiştirmede kadının etkisi üzerinde durur ve şöyle der: “Vatan, yarınki nurunu bizden alacaktır. Çünkü kadın mazi ve istikbal demektir. Kadınlar gümüş iğnelere benzerler, onun akislerinde maziden istihaleye çalışan bir istikbal çehresi vardır.” Görülmektedir ki; yüzlerce yıldır kadınlar ülkenin geleceğinin belirlenmesinde aynı hassasiyeti taşımışlardır. İşte Kadın Faaliyetleri Merkezinin hedefi, toplumsal dönüşümü maddi ve manevi değerlerimize zarar vermeden sağlayacak donanımlı ve iyi yetişmiş kadınlarımızın sayısını çoğaltmak ve dolayısıyla toplumumuz çekirdeğini oluşturan aile kurumunun sağlam temeller üzerine inşa edilmesine katkıda bulunmaktır. ZİHİNSEL ENGELLİ ÇOCUKLARIN NİSONGER ÇOCUK DAVRANIŞ DEĞERLENDİRME FORMU’NA GÖRE İNCELENMESİ Öğr.Gör.Dr. Arzu YÜKSELEN* Prof.Dr. Pınar BAYHAN* ÖZET Yapılmış olan bu araştırma zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger ÇDDF’na göre incelenmesi amacıyla planlanmıştır. Araştırmanın örneklemini Ankara ili merkez ilçelerinde bulunan özel eğitim kurumları arasından seçilen on iki kurum ve bu kurumlara devam eden 4-18 yaş grubundaki toplam 156 zihinsel engelli çocuğun anne-baba ve öğretmenleri oluşturmaktadır. Karşılaştırmalı tipte tanımlayıcı nitelikli araştırmada, örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların gelişimsel düzeylerini belirlemede Elizabeth Munsterberg Koppitz’in “Bir Adam Çiz” testi; sosyal yeterlilik ve problem davranışların değerlendirilmesinde ise Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu (Nisonger ÇDDF)’nun anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlaması kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel analizinde, zihinsel engelli çocukların Nisonger ÇDDF’ndan elde edilen sosyal yeterlilik ve problem davranış değerleri tek yönlü varyans analizi kullanılarak yaş grupları karşılaştırılmıştır. Varyansları homojen ve istatistiksel olarak anlamlı (p<0.05) bulunan alt ölçekler ikişerli olarak post-hoc testlerinden TUKEY-HSD ile, varyansları homojen olmayan alt ölçekler ise ikişerli olarak Mann-Whitney U testi ile karşılaştırılmıştır. Nisonger ÇDDF’nin anne-baba ve uyarlamaları üzerinde cinsiyet değişkeninin incelenmesinde t testi kullanılmış ve cinsiyetin her iki uyarlamadaki alt ölçeklerden elde edilen sonuçlar üzerinde etkisinin istatistiksel olarak anlamlı olmadığı (p>0.05) bulunmuştur. Anahtar Sözcükler: Zihinsel Engelli Çocuklar, Sosyal Yeterlilik,Problem Davranışlar GİRİŞ Toplumda genel olarak sosyal kabul yönünden güçlük yaşayan engelli bireylerin sosyal beceriler yönünden de yeterli olmaması onların sosyal kabulünü biraz daha zorlaştırmaktadır. Zihinsel engelli bireyler gerek aile gerek yakın çevre ile olan etkileşimlerinde gerekse akran etkileşimlerinde problem durumlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Erken tanılama sonrasında erken müdahale programlarının uygulanmasıyla bilişsel, dil, motor, özbakım ve sosyal gelişim alanlarında desteklenen çocuklar olumlu yönde ilerleme gösterebilecekler, kendilerine * * Hacettepe Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Hacettepe Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü olan saygıları, özgüvenleri artacak dolayısıyla başta aileleri ve yakın çevreleri olmak üzere toplum tarafından kabul edilebileceklerdir. Zihinsel engelli çocuklar kendi yaş gruplarındaki normal gelişim gösteren akranlarıyla aynı gelişim özelliklerine sahip olamadıkları için akran etkileşiminde güçlük çekmektedirler. Bunun temelinde sosyal beceriler yönünden yetersiz olmalarının yanı sıra dil ve bilişsel gelişim alanlarında sahip oldukları yetersizlikler de yer almaktadır. Özellikle okulöncesi dönem zihinsel engelli çocuklar için bu yaş grubuna göre ben merkezci yaklaşım ve henüz gelişmekte olan süperego dikkate alındığında akran etkileşimi bu dönem için bir kat daha güçleşmektedir. Zihinsel engelli çocukların sosyal kabulüne engel olan önemli bir diğer faktör de problem davranışlardır. Sosyal beceriler yönünden yetersizliği bulunan zihinsel engelli çocukların saldırganlık, içekapanıklık, hiperaktivite, güvensiz, kaygılı ve kendine zarar verme gibi problem davranışlar göstermeleri onları toplumdan uzaklaştırmakta, daha çok kendi hallerinde izole bir yaşam sürmelerine neden olmaktadır. Çünkü bu ve benzeri davranışlar sergileyen zihinsel engelli bireylerin akranları, okul ortamı veya diğer sosyal çevrelerde uyum içerisinde etkileşimde bulunabilmeleri oldukça güçtür. YÖNTEM Araştırmanın Evreni ve Örneklemi Yapılmış olan bu araştırma zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger ÇDDF’na göre incelenmesi amacıyla planlanmıştır. Araştırmanın evrenini, Ankara il merkezinde bulunan SHÇEK ve MEB’na bağlı özel özel eğitim kurumlarına devam eden zihinsel engelli çocukların anne-baba ve öğretmenleri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini, Ankara ili Çankaya, Yenimahalle, Keçiören, Altındağ, Sincan ve Etimesgut merkez ilçelerinde bulunan SHÇEK ve MEB’na bağlı özel özel eğitim kurumları arasından seçilen oniki kurum ve bu kurumlara devam eden 4-18 yaş grubundaki toplam 156 zihinsel engelli çocukların anne- baba ve öğretmenleri oluşturmaktadır. Araştırmaya alınan çocukların %32’sini kız, %68’ini erkek çocuk oluşturmaktadır. Örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların yaş gruplarına göre dağılımına bakıldığında, 4-8 yaş grubunda %27, 9-13 yaş grubunda %49 ve 14-18 yaş grubunda %24 zihinsel engelli çocuğun olduğu görülmektedir. Araştırmanın örneklemini belirleme aşamasında öncelikle Ankara il merkezinde bulunan altı ilçede SHÇEK ve MEB’na bağlı özel özel eğitim kurumlarına devam eden Zihinsel Engel tanılı 4-18 yaş grubundaki çocukların sayıları öğrenilmiştir. İlçelere göre elde edilen bu sayılardan tabakalı rastgele örnekleme yöntemi uygulanarak her ilçeden kaç çocuğun anne, baba ve öğretmeni ile çalışılacağı saptanmıştır. Buna göre Çankaya ilçesinden 91, Yenimahalle’den 20, Keçiören’den 17, Altındağ’da 8, Sincan’dan 12, Etimesgut’dan 8 zihinsel engelli çocuk örneklem grubunu oluşturmuştur. Son aşamada basit rastgele örnekleme yöntemiyle hangi ilçeden hangi çocuğun anne, baba ve öğretmeniyle çalışılacağı belirlenmiştir. Araştırmanın örneklem grubunu oluşturan çocukların anne, babalarının boşanmış ve ayrı yaşıyor olmamaları ve anne veya babalarının ölmemiş olması durumları dikkate alınmıştır. Araştırmaya alınan 4-18 yaş grubu zihinsel engelli çocukların hafif derecede engelli (IQ puanı 50-55’den 70’e kadar) ve orta derece engelli (IQ puanı 35-40 ile 50-55 arası) oldukları eğitim aldıkları kurumlardan öğrenilmiştir. Grossman (1983) ve DSM IV’e göre bu aralıklarda yer alan zihinsel engelli çocuklar eğitilebilir durumdaki zihinsel engeli çocuklar olarak tanımlanmaktadır (Akt.Heward, 1996). Veri Toplama Araçları Yapılan çalışma, karşılaştırmalı tipte tanımlayıcı nitelikli bir araştırmadır. Örneklemi oluşturma aşamasında ilçelere göre belirlenen okullardaki 4-18 yaş grubundaki zihinsel engel tanılı çocuklara öncelikle Koppitz’in “Bir Adam Çiz” testi uygulanarak zihinsel gelişimleri değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme sonuçlarına göre örnekleme seçilen zihinsel engelli çocukların anne-baba ve öğretmenlerine Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu (Nisonger ÇDDF) uygulanmıştır. Anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlamasına ait değerlendirme sonuçları karşılaştırılarak istatistiksel olarak incelenmiştir. Örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların anne-baba ve öğretmenlerini belirleme aşamasında bu çocuklara Koppitz’in (1968) “Bir Adam Çiz” testi, zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarını belirleme aşamasında da Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu’nun Anne-Baba Uyarlaması ve Öğretmen Uyarlaması kullanılmıştır. Nisonger Çocuk Davranış Değerlendirme Formu gelişimsel yetersizliği bulunan, yaşları 4-18 arasında değişen çocukların sosyal yeterliliklerini ve problem davranışlarını ölçmektedir . Zihinsel engelli çocukların sosyal yeterliliklerini ve problem davranışlarını ölçmede kullanılan bu form prososyal veya uyum davranışı olarak tanımlanan 10 sosyal yeterlilik itemi ile dışa yönelik ve içe yönelik problem davranışlar olarak tanımlanan 66 problem davranış itemini içermektedir. Nisonger ÇDDF’nun anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlamasında sosyal yeterliliğe yönelik olumlu sosyal bölümüne ait alt ölçekler İtaatkar/Sakin ve Uyumsal Sosyal; problem davranış bölümüne ait alt ölçekler ise Davranış Problemi, Güvensiz/Kaygılı, Hiperaktif, Kendine Zarar Verme/Sterotipik, Kendini İzole Eden/Ritualistik şeklindedir. Problem davranışlara ait son alt ölçek anne-baba ve öğretmen uyarlamasında birbirinden farklıdır. Anne-baba uyarlamasında problem davranışlara ait altıncı alt ölçek “Aşırı Duyarlı”, öğretmen uyarlamasında ise “Sinirli”dir. Veri Toplama İşlemi Belirlenen kurumlarda eğitim alan zihinsel engel tanılı 4-18 yaş grubu tüm çocuklara Koppitz’in (1968) “Bir Adam Çiz” testi uygulanarak gelişim düzeyleri saptanmıştır. Toplanan resimlerin değerlendirilmesi aşamasında “Bir Adam Çiz” testinden en yüksek “1” puan olmak üzere “0” ve daha düşük puan alan zihinsel engelli çocuklar örneklem grubuna alınmışlardır. Koppitz’in (1968) “Bir Adam Çiz” testine göre 1 veya 0 puan zihinsel engel durmunu (IQ 70’in altı) ifade etmektedir. Ancak örneklem grubuna alınan zihinsel engelli çocukların büyük çoğunluğunun bu testten 0’ın altında bir puan aldığı görülmüştür. Çankaya ilçesinden altı, Yenimahalle ilçesinden iki, Keçiören, Altındağ, Etimesgut ve Sincan ilçelerinden birer özel özel eğitim kurumundan 50’si kız, 106’sı erkek toplam 156 zihinsel engelli çocuğun anne-baba ve öğretmeni örneklem grubunu oluşturmuştur. Nisonger ÇDDF’nun öğretmen uyarlaması zihinsel engelli çocuk listeleri belirlenmiş kurumlara uygulanmaya başlanmıştır. Bir hafta süre sonrasında öğretmen tarafından doldurulan formlar kurumdan teslim alınmıştır. Ailelerin farklı sosyo-kültürel düzeyde olmaları ve benzer uygulamalarla sık karşılaşmadıkları dikkate alınarak Nisonger ÇDDF’nun anne-baba uyarlaması anne- babaya verilerek onların değerlendirmelerini sağlamak yerine daha doğru değerlendirme yapılabileceği düşünülerek araştırmacı tarafından bire bir görüşme yapılarak değerlendirilmiştir. Tassé ve Lecavalier (2000) Nisonger ÇDDF’yi kullanarak yaptıkları benzer araştırmada, veri toplama aşamasında anne-baba uyarlamaları ile öğretmen uyarlamalarını aynı zamanda toplayamadıklarını, 1 ay veya daha fazla süreyle toplanan veriler arasında özellikle karşılaştırmaya yönelik araştırmalarda az da olsa bir etki olacağını belirtmişlerdir. Ancak yapılan araştırmada bu süre iki üç hafta arasında değişmiş olup, bu etkiye maruz kalınmaması sağlanmıştır. Tassé ve Lecavalier (2000) tarafından belirtilen veri toplama aşamasındaki diğer bir problem durum ise değerlendirme formlarının posta yoluyla anne-baba ve öğretmene ulaştırılmasından kaynaklanan bir durumdur. Formların postalanması sonuçların hassasiyetinde taraf tutmayı içerebileceği gibi posta aşamasında da bazı denek kayıplarına yol açtığı vurgulanmaktadır. Bu saptamalardan yola çıkılarak araştırmanın veri toplama işlemi yukarıda belirtildiği şekilde yapılmış ve değerlendirme aşamasında 130 anne, 18 baba ve 8 abla ya da ağabey ile görüşülmüştür. Kurumların genel isteği doğrultusunda bu değerlendirme işlemi zihinsel engelli çocuk ve adölesanların eğitim aldıkları sürelerde yapılmıştır. Verilerin İstatistiksel Değerlendirilmesi Zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlamasına göre değerlendirilmesinde cinsiyetlerinin etkisi t testine göre incelenmiştir. Zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarının Nisonger ÇDDF anne-baba ve öğretmen uyarlamasına göre değerlendirilmesinde yaş gruplarının etkisi Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) ile değerlendirilmiştir. Varyans analizine göre önemli bulunan değerler ikişer ikişer Post-Hoc testlerinden “TUKEY HSD” testi ile karşılaştırılmıştır. Varyansları homojen olmayan değerler için uygulanan Kruskall-Wallis Varyans Analizi’ne göre önemli bulunanlar ikişer ikişer “Mann Whitney U Testi” ile karşılaştırılmıştır. BULGULAR VE TARTIŞMA Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlamasının örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların cinsiyetlerine göre t testi ile karşılaştırılmasının incelendiği Tablo 1’de, olumlu sosyal bölümünün itaatkar/sakin (t=0.478, p>0.05) ve uyumsal sosyal (t=0.439, p>0.05) alt ölçeklerinde kız ve erkek cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır. Anne-baba uyarlamasının problem davranış bölümünün alt ölçeklerine bakıldığında davranış problemi (t=1.532, p>0.05), güvensiz/kaygılı (t=1.019, p>0.05), hiperaktif (z=-0.792, p>0.05), kendine zarar verme/sterotipik (t=0.805, p>0.05), kendini izole eden/ritualistik (t=0.396, p>0.05) ve aşırı duyarlı (t=1.603, p>0.05) alt ölçeklerinde kız ve erkek cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı görülmektedir. Nisonger ÇDDF öğretmen uyarlamasının örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların cinsiyetlerine göre t testi ile karşılaştırılmasının incelendiği Tablo 2’de de Tablo 1’de olduğu gibi olumlu sosyal bölümünün itaatkar/sakin (t=0.411, p>0.05) ve uyumsal sosyal (t=0.101, p>0.05) alt ölçeklerinde kız ve erkek cinsiyetleri arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Öğretmen uyarlamasının davranış problemi (t=0.770, p>0.05), güvensiz/kaygılı (t=0.593, p>0.05), hiperaktif (z=-0.130, p>0.05), kendine zarar verme/sterotipik (t=0.770, p>0.05), kendini izole eden/ritualistik (t=1.023, p>0.05) ve sinirli (t=0.184, p>0.05) alt ölçeklerinde de kız ve erkek cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadığı ortaya çıkmıştır. Ritter (1989) öğrenme güçlüğü bulunan ve cinsiyeti kız olan adölesanların sosyal yeterliliği ve problem davranışlarını değerlendirmeye yönelik yaptığı çalışmada, öğrenme güçlüğü bulunan adölesan erkeklerde olduğu gibi kızların da herhangi bir gelişimsel problemi bulunmayan akranlarına ve hemcinslerine göre sosyal yeterliliklerinin daha zayıf, problem davranışlarının ise daha fazla olduğunu belirtmiştir. Tablo 1 ve Tablo 2’deki sonuçlara göre, gerek anne-baba değerlendirmesinde gerekse öğretmen değerlendirmesinde tüm alt ölçeklerde kız ve erkekler arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmaması, zihinsel engelli çocuklarda sosyal yeterlilik ve problem davranışların üzerinde cinsiyetin önemli bir değişken olmadığının bir göstergesi olarak düşünülebilir. Cinsiyet tek başına bir değişken olarak zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışları üzerinde etkili olmayabilir. Dolayısıyla bağımsız diğer değişkenlerin de incelenmesi gerekebilir. Tassé ve arkadaşları (1996) Nisonger ÇDDF üzerinde yaş ve cinsiyetin etkilerini incelemişlerdir. Araştırma sonucunda, yapılan araştırmaya benzer şekilde cinsiyetin Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlaması ve öğretmen uyarlamasında bulunan alt ölçek puanlarının hiçbirinde herhangi bir etkisi bulunmadığı sonucu ortaya çıkmıştır. Dikkat çekici bir saptama ile gelişimsel yetersizliği bulunan çocuklarla ilgili pek çok önemli araştırmada cinsiyetin problem davranışlar üzerinde az ya da çok hiçbir etkisinin olmadığı görülmüştür (Einfeld & Tonge, 1994; Freund & Reiss, 1991; Marshburn & Aman, 1992; Spivack & Spotts, 1965). Bunun yanı sıra Eyman ve Call (1977) farklı ortamlarda (psikiyatri kliniği, toplum merkezi, yaşadıkları ev) yaşamını sürdüren çocuklarla yaptıkları bir araştırmada ise AAMD Adaptive Behavior Scale (Nihira, Foster, Shellhaas ve Leland, 1974)’in ikinci bölümünde cinsiyet-akrabalık etkilerine yönelik istatistiksel olarak anlamlı bir sonuç elde etmişlerdir. Tablo 3’da, Nisonger ÇDDF’nin örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların yaş gruplarına göre tek yönlü varyans analizinde incelendiği görülmektedir. Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlamasının olumlu sosyal bölümünün itaatkar/sakin ve uyumsal sosyal alt ölçeklerinin her ikisinde de yaş grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Problem davranış bölümünde ise sadece hiperaktif alt ölçeğinde (p=0.001, p<0.05) yaş grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu ortaya çıkmıştır. Diğer alt ölçeklerde ise yaş grupları arasında farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı (p>0.05) görülmektedir. Öğretmen uyarlamasında hem olumlu sosyal bölümde yer alan alt ölçeklerde hem de problem davranış bölümünde yer alan alt ölçeklerin hiçbirinde yaş grupları arasında fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Tassé ve arkadaşları (1996) 3-16 yaş arası zihinsel engelli çocukların sosyal yeterlilik ve problem davranışlarını değerlendirmeye yönelik olarak Nisonger ÇDDF’yi kullanarak yaptıkları araştırmada, öğretmen uyarlamasında sadece güvensiz/kaygılı alt ölçeği puanları üzerinde yaşın etkisi olduğunu saptamışlardır. Buna göre yaş büyüdükçe güvensiz/kaygılı alt ölçeğine ait puanlarda artış olduğu görülmüştür. Freund ve Reiss (1991) ağır derecede ve sınırda zihinsel engeli bulunan çocuk, adölesan ve yetişkinlerin problem davranışlarını anne-baba ve öğretmen yönünden inceledikleri araştırmalarında, anne-baba uyarlamasından elde edilen verilerde içekapanık alt ölçeği ile yaş arasında bir ilişki olduğunu belirtmişlerdir (Akt. Tassé ve ark., 1996). Tablo 4’de Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlamasında örneklemi oluşturan zihinsel engelli çocukların yaş gruplarına göre TUKEY-HSD ile ikişerli olarak karşılaştırılması incelenmiştir. Nisonger ÇDDF anne-baba uyarlamasında tek yönlü varyans analizine göre istatistiksel olarak anlamlı bulunanlar ikişer ikişer Post-Hoc testlerinden TUKEY-HSD ile karşılaştırılmıştır. Buna göre problem davranış bölümünün hiperaktif alt ölçeğinde sadece 4-8 yaş grubu ile 14-18 yaş grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu (p=0.001, p<0.05) görülmektedir. 4-8 yaş grubu ile 9-13 yaş grubu ve 9-13 yaş grubu ile 14-18 yaş grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0.05). Merrell ve Holland (1997) gelişimsel gecikmesi olan okulöncesi yaş çocuklar ile önemli bir gelişimsel problemi bulunmayan aynı yaş grubu çocukların sosyal-duygusal davranışlarının anne-baba ve öğretmen yönünden farklılıklarını incelemişlerdir. Örneklem grubundaki çocukların sosyal duygusal davranışlarının anne-baba ve öğretmen yönünden algılanmasını değerlendirmede Preschool and Kindergarten Behavior Scale (PKBS) kullanılmıştır. Gruplar arasında sosyal beceriler ve problem davranış puanlarında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulunmuştur. Sonuç olarak gelişimsel gecikmesi olan okulöncesi yaş grubu çocukların önemli bir gelişimsel problemi bulunmayan diğer okulöncesi yaş grubu çocuklarına göre sosyal becerilerinin daha zayıf ve problem davranışlarının daha fazla olduğu saptanmıştır . İpek (1998) tarafından zihinsel engelli çocukların sosyal gelişimleri üzerinde eğitimde dramanın etkisinin incelendiği araştırmada çocukların sosyal gelişimlerini değerlendirmede ön test ve son test aşamasında Vineland Sosyal Olgunluk Ölçeği kullanılmış, uygulanan drama eğitiminin bu çocukların sosyal gelişimleri üzerinde olumlu etkisi olduğu bulunmuştur. KAYNAKLAR 1.Heward, W. L. (1996). Exceptional Children. An Instruction to Special Education (5th Ed.), Merrill Publishing Company, USA. 2. İpek, A. (1998). Eğitimde dramanın zihinsel engelli çocukların sosyal gelişimleri üzerindeki etkisinin incelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. 3. Koppitz, E. M. (1968). Psychological Evaluation of Children’s Human Figure Drawings. Grune & Stratton, Inc, 381 Park Avenue South, New York, USA. 4. Merrell, K., Holland, M. L. (1997). Social-emotional behavior of preschool age children with and without developmental delays. Research and Developmental Disabilities, 18 (6), 393-405. 5.Ritter, D. R. (1989). Social competence and problem behavior of adolescents girls with learning disabilities. Journal of Learning Disabilities, 22 (7), 460-461. 6. Tassé, M. J., Aman, M. G., Hammer, D., Rojahn, J. (1996). The Nisonger Child Behavior Rating Form: Age and gender effects and norms. Resrach and Developmental Disabilities, 17 (1), 59-75. 7.Tassé, M. J., Lecavalier, L. (2000). Comparing parent and teacher ratings of social competence and problem behaviors. American Journal on Mental Retardation, 105, (4), 252-259. KORUNMAYA MUHTAÇ 12 – 36 AYLIK BEBEK VE ÇOCUKLARIN SOSYAL DUYGUSAL GELİŞİMLERİNİN SOSYAL DUYGUSAL DEĞERLENDİRME ARACININ ALT ÖLÇEKLERİNE GÖRE İNCELENMESİ Deniz Solak* Yard.Doç.Dr. Adalet KANDIR** ÖZET Çocukların tüm gelişim alanlarında olduğu gibi sosyal ve duygusal gelişimlerinin de temeli büyük oranda ilk yıllarda atılmaktadır.Bu nedenle erken çocukluk yılları yaşamın en kritik dönemini ifade etmektedir.Özellikle bebeklik yıllarında çocuğun ihmal edilmesi, yadsınması onun başkaları ile olan ilişkilerini ve gelecek yaşamını olumsuz etkilemektedir.Bu nedenle ilk yıllarda sosyal ve duygusal yönden doyum sağlayacağı ilişkiler kurulmalı, onun sağlıklı bir duygu durumu oluşturabilmesi için gereken özen ve ihtimam gösterilmelidir. Bu araştırma; 12 -36 aylık korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın “Dışsallaştırma Semptomları, İçselleştirme Semptomları, Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, ATipik İndeks ve Klinik Önem Taşıyan Bireysel Maddeler” alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla planlanmıştır. * Sosyal Hiz. Çoc.Esirgeme Kur.Bursa İli Sırameşeler Çoc.Yuvası Çocuk Gelişimcisi Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çoc.Gel.Eğt.Böl ** Araştırmanın temel alt evrenini, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Bursa ili Sırameşeler Çocuk Yuvası, Ankara ili Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası ve Ankara ili Bahçelievler İhsan Yazman Çocuk Yuvalarında kalan korunmaya muhtaç 12- 36 aylık çocukların bakımından sorumlu kişiler oluşturmuştur.Araştırmada korunmaya muhtaç çocukların betimsel karşılaştırmasının yapılabilmesi için sosyo-ekonomik düzeyi düşük 12-36 aylık çocukların anne babalarından oluşan ikinci bir alt evren de seçilmiştir.Araştırma evren üzerinde yapılmış olup ayrıca bir örneklem seçiminde bulunulmamıştır. Araştırmada veri toplama aracı olarak; çocuklara, korunmaya muhtaç çocukların bakıcılarına ve karşılaştırma grubundaki anne babalara ilişkin kişisel bilgilere ulaşmak için “Kişisel Bilgi Formu” ile Dr. A. Carter ve M. J. Briggs-Gowan(1998) tarafından geliştirilen geçerlik güvenirliği Solak ve Kandır (2006) tarafından yapılan “ 12-36 Aylık Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı” (The Infant – Toddler Social and Emotional Assestment –Revised) kullanılmıştır. . Veriler uygun istatistiksel yöntemlerle analiz edilmiştir. Sonuç olarak; korunmaya muhtaç çocukların Dışsallaştırma, deregulasyon, Kötü Adaptasyon, ve Klinik Önem Taşıyan Bireysel Maddelerden oluşan alt ölçek puanlarının ortalamaları, karşılaştırma grubundaki anne babaların çocuklarından anlamlı bir şekilde düşük bulunmuştur.Bununla birlikte karşılaştırma grubundaki anne babaların çocuklarının Sosyal İlişkililik alt ölçeği puanlarının ortalaması korunmaya muhtaç çocuklarınkinden anlamlı bir şekilde yüksek bulunmuştur.İçselleştirme, Yeterlilik-Yetenek, ve A Tipik indeks alt ölçek puanları arasında anlamlı farklılıklar bulunamamıştır. Anahtar kelimeler: Sosyal Gelişim, Duygusal Gelişim, Korunmaya Muhtaç Çocuklar GİRİŞ İnsan biyo-kültürel ve sosyal bir varlıktır. Bu kültürel koşullar içinde sosyal ilişkiler, hem toplumun, hem kültürün, hem de bireyin yapısını etkilemektedir. Bireyin tüm yaşantısı çevresine uyum sağlama çabası içinde geçmektedir. Bu uyum çabası doğumdan başlayarak bir gelişim göstermektedir. Çocukların tüm gelişim alanlarında olduğu gibi sosyal ve duygusal gelişimlerinin de temeli büyük oranda ilk yıllarda atılmaktadır. Bu nedenle erken çocukluk dönemi, yaşamın en kritik dönemini oluşturmaktadır. Çocuğun toplum içinde yer alma sürecine “Sosyalleşme” adı verilmektedir. Çocuk dünyaya geldiğinde yalnızca reflekslere sahiptir. Sosyal tepkileri ise (sevgi, nefret, aşk, korku vb.) yaşamın içinde, zamanla öğrenir. Çocuğun yaşamının ilk yıllarında insanlarla olan ilişkisi onun sosyal ve duygusal tepkilerinin temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden çocukluk yılları diye tanımlanan yıllar, çocuğun sosyal ve duygusal gelişiminde önemli rol oynamaktadır. Bu dönemde özellikle bebeklik yıllarında, çocuğun ihmal edilmesi, yadsınması (yok sayılması) onun başkaları ile olan ilişkilerini ve gelecek yaşantısını olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle çocuğun ilk yıllarında sosyal ve duygusal yönden doyum sağlayacağı ilişkiler kurulmalı, onun sağlıklı bir duygu durumu oluşturabilmesi için ise gereken özen ve ihtimam gösterilmelidir. Erken çocukluk gelişimi çocukların yaşamın erken dönemlerindeki (0-8 yaş) motor, bilişsel, dil ve duygusal gelişimini kapsamakta beslenme, sağlık, zihinsel gelişim ve çocukların sosyal iletişimleri için gerekli tüm girişimleri içermektedir. Erken çocukluk gelişimi programlarının amacı; tüm çocukların fiziksel, zihinsel, sosyal ve duygusal potansiyellerini geliştirmelerini sağlayacak şekilde çocuk haklarının korunmasıdır(http://csh.dergisi.org/pdf/pdf_CSH_176.pdf). Çocuğun sosyal ve duygusal gelişimi çok önemli olduğundan, bu gelişim alanlarının bilinmesi, destekleyici eğitim programlarının planlanması ve uygulanması ve sonuçların değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır (Merrell, 1999:309-310). Ayrıca risk altındaki çocuk grubu içinde yer alan korunmaya muhtaç çocuklar açısından durum bir kat daha önem kazanmaktadır. Korunmaya muhtaç çocukların yaşadıkları ortamdaki yetersiz uyarım eksikliği, farklı bakıcıların ilgilenmesi, personelin yetersiz ve eğitimsiz, teke tek ilişkinin yetersiz olması korunmaya muhtaç çocukların tüm gelişim alanlarında geriliklerin ve duraksamaların olmasına neden olabilmektedir. Bu yaşlarda çocukların çok fazla şefkate, sevgiye, vücut yakınlığına, yani teke-tek ilişkiye gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Ancak korunmaya muhtaç çocuklar, bütün bunları sağlayacak bir anne varlığından yoksun oldukları gibi, onların yalnızca beslenme ve temizlik gibi fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilen bakıcılarla da anlamlı ve yakın bir ilişki kurma olanağından yoksun olmaktadırlar. Çünkü yuvalarda bir çocuk ne kadar ilgi görürse görsün, günün belli saatlerinde değişen ve aynı zamanda başka çocuklarla da ilgilenmek zorunda kalan değişik bakıcı annelerle birlikte olmaktadırlar. En iyi koşullarda bile bir bakıcı anneye 8-10 çocuk düşmekte ve olanakları daha kısıtlı olan yuvalarda ise bu sayı 20’nin üzerine yükselmektedir (Yıldırım, 1985: 37). Yuvalarda ve yetiştirme yurtlarında anne-baba sevgisinden yoksun olarak büyütülen çocukların gösterdiği kişilik bozuklukları, anne-baba sevgisinin çocuklara ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Sevgiden yoksun olarak yetişen çocuklar, zekaları yüksek olmalarına karşın, geriymiş gibi davranmakta, etkin olamamakta, aşırı derecede içe kapanık, çekingen olabilmektedirler. Küçük yaşlarda sevgi yoksunluğu nedeniyle çocuklarda görülen kişilik bozuklukları, yetişkin yaşlarına kadar etkisini sürdürebilmektedir (Özmen, 1989:15-16). Kurum bakımı altında kalan çocukların sosyal ve duygusal gelişim yönünden yetişkinlere karşı sözel tepkilerde bulunmakta, tanıdık ve yabancı kişileri ayırt etme, yüz ifadelerini taklit etme, belirli kişiye bağlılık geliştirme, yetişkinlerle sosyal oyunlar oynama, sosyal ilişkide inisiyatif kurma davranışını yaşıtlarından daha geç kazandıkları saptanmıştır. Bu çocukların yabancılardan korkma belirtilerini de uygun yaşta çıkmadığı bulunmuştur. Aynı zamanda kurumda kalan çocukların ağrısı olduğunda ya da bir problemi çözmeleri gerektiğinde yetişkinleri aramadıkları ve yetişkinlere karşı güven geliştirmede başarısız oldukları, zihinsel gelişim yönünden de yaşıtlarından farklı özellikler gösterdikleri saptanmıştır. Zihinsel gelişimin önemli öğeleri olan problem çözme ve algısal ayırt etme becerilerinde kurum bakımının olumsuz etkileri olduğu bulunmuştur. Bununla beraber deneysel çalışmalarda kurum koşulları düzeltildiğinde çocukların IQ puanlarının da yükseldiği ortaya çıkmıştır (Gürvardar, 2001: 26). Sonuç olarak; korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerinin seyrinin belirlenmesi, buna bağlı olarak tespit edilen yetersizliklere erken tanı konulabilmesi ve bu yönde desteklenebilmesi için “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın yararlı olacağı düşünülmektedir. Araştırmanın Amacı Bu araştırmanın amacı; Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan 12 -36 aylık korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın “Dışsallaştırma Semptomları, İçselleştirme Semptomları, Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, A-Tipik İndeks ve Klinik Önem Taşıyan Bireysel Maddeler” alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemektir.Bu çalışma, durum tespitinden elde edilecek bulgular doğrultusunda yuva ve aile çocuklarının eğitim ihtiyaçlarına yönelik olarak daha etkili eğitim programları hazırlayarak, sosyal ve duygusal gelişim yönünden desteklenmelerini sağlayabilmesi açısından önem taşımaktadır. YÖNTEM Bu bölümde, araştırmanın modeli, evren ve örneklemi, veri toplama araçları ve teknikleri ile toplanan verilerin analizine ilişkin bilgiler yer almaktadır. Araştırmanın Modeli Bu araştırma kurum bakımı altında yaşayan çocukların eğitimlerinden sorumlu kişilerin ve sosyal yönden dezavantajlı bölgelerde yaşayan anne babaların demografik özelliklerini, çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek için eğitim ihtiyaçlarını betimlemeye yönelik olduğundan genel tarama modelindedir. Evren ve Örneklem Araştırmanın temel alt evrenini, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Bursa ili Sırameşeler Çocuk Yuvası, Ankara ili Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası ve Ankara ili Bahçelievler İhsan Yazman Çocuk Yuvalarında kalan korunmaya muhtaç 12- 36 aylık çocuklar oluşturmuştur.Araştırmada korunmaya muhtaç çocukların betimsel karşılaştırmasının yapılabilmesi için sosyo-ekonomik düzeyi düşük ailelerin 12-36 aylık çocukları ikinci bir alt evren olarak seçilmiştir.Araştırma evren üzerinde yapılmış olup ayrıca bir örneklem seçiminde bulunulmamıştır. Veri Toplama Araç ve Teknikleri Araştırmanın amaçlarına uygun gerekli ön veriler literatür taraması ile elde edilmiştir. Elde edilen ön veriler doğrultusunda araştırmada veri toplama aracı olarak çocuğun eğitiminden sorumlu kişilere ve karşılaştırma grubundaki anne-babalara ilişkin kişisel bilgi formu, ile Dr. A. Carter ve M.J. Briggs-Gowan tarafından 1998 yılında ilk kez U.S.A’de 7488 çocuğun katıldığı (rasgele seçilmiş) bir gruba uygulanarak geliştirilen,Türkiye’de Kandır ve Solak tarafından geçerlik ve güvenirliği yapılmış olan “12-36 Aylık Çocuklar İçin Sosyal Duygusal Gelişimi Değerlendirme Aracı” kullanılmıştır. Verilerin Analizi Kişisel bilgi formundan, Denver Gelişim Tarama Testinden ve Sosyal Duygusal Gelişimi Değerlendirme Aracı ile toplanan veriler, bilgisayar ortamında ve “SPSS 11.5 for Windows” istatistik paket programı kullanılarak çözümlenmiştir. Ayrıca yuvada kalan korunmaya muhtaç çocuklar ile karşılaştırma grubunda yer alan ve anne babalarıyla birlikte yaşayan çocukların Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı alt ölçek puanları arasındaki farklılıkları incelemek amacıyla t testi kullanılmıştır. Toplanan verilerin analizinde frekans (f), yüzde (%)değerleri kullanılmıştır. BULGULAR VE TARTIŞMA Bu bölümde araştırmaya alınan eğitimden sorumlu kişiler ve anne-babaların kişisel bilgileri, yuva ve aile çocuklarının alt ölçek puanları ile ilgili tablolara yer verilmiştir. Tablo 1. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Anne-Babaların Yaşlarına Göre Dağılımı Eğitimden Sorumlu Kişi Anne N % N % N % 15-20 0 0 4 13,3 1 3,3 21-30 2 33,3 20 66,7 16 53,4 31-40 3 50,0 5 16,7 12 40,0 41+ 1 16,7 1 3,3 1 3,3 100,0 30 100,0 30 100,0 Yaş Toplam 6 Baba Tablo 1 incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 50,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 33,3’ünün 21-30, % 16,7’sinin 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki annelerinin, % 66,7’sinin 21-30, % 16,7’sinin 31-40 yaşları arasında, % 13,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki babaların, % 53,4’ünün 21-30, % 40,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 3,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü oldukları görülmektedir. Tablo 1’de çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin 31-40 ve anne-babaların yaşlarının çoğunlukla 21-30 yaş arası olduğu görülmüştür. Tablo 2. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Anne-Babaların Durumlarına Göre Dağılımı Öğrenim Eğitimden Öğrenim Durumu Anne Sorumlu Kişi N % N Baba % N % Okur-Yazar Değil 0 0 1 3,3 0 0 İlkokul Mezunu 2 33,3 13 43,4 8 26,7 Ortaokul Mezunu 0 0 7 23,3 5 16,7 Lise Mezunu 1 16,7 8 26,7 11 36,6 Üniversite Mezunu 3 50,0 1 3,3 6 20,0 Diğer 0 0 0 0 0 0 Toplam 6 100,0 30 100,0 30 100,0 Tablo 2 incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin, % 50,0’nın üniversite mezunu, % 33,3’ünün ilkokul, % 16,7’ sinin lise mezunu oldukları, karşılaştırma grubundaki çocukların annelerinin eğitim durumuna bakıldığında, % 43,3’ünün ilkokul, % 26,7’sinin lise, % 23,3’ünün ortaokul, % 3,3’ünün okumamış, % 3,3’ünün üniversite mezunu, karşılaştırma babalarının eğitim durumuna bakıldığında. % 36,7’sinin lise, % 26,7’sinin ilkokul, % 20,0’sinin üniversite mezunu, % 16,7’sinin ortaokul mezunu olduğu görülmektedir. Tablo 2’de çocukların eğitiminden sorumlu kişiler çoğunlukla üniversite mezunuyken, karşılaştırma grubundaki çocukların annelerinin çoğunlukla ilkokul, karşılaştırma grubundaki çocukların babalarının ise lise mezunu olduğu görülmektedir. Yaşar (1996) yaptığı “Elazığ ve Malatya İllerindeki Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurtlarında Kalan Korunmaya Muhtaç Çocukların Fiziksel ve Psiko-Sosyal Sorunlarının Araştırılması” konulu çalışmada ebeveynlerin eğitim düzeylerini incelediğinde annelerin % 42,2’si, babaların % 25,6’sının okumadığı, annelerin % 22,8’inin, babaların % 22,2’sinin ilkokul mezunu olduğunu bulmuştur. Tablo 2’de görüldüğü üzere, çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin, % 33,3’ünün ilkokul mezunu oldukları, karşılaştırma grubundaki aile çocuklarının çocukların annelerinin öğrenim durumuna bakıldığında, % 43,3’ünün ilkokul mezunu, % 3,3’ünün okur-yazar olmadığı,karşılaştırma grubundaki çocukların babalarının öğrenim durumuna bakıldığında, % 26,7’sinin ilkokul mezunu veya mezun bile olmadığı görülmektedir. Bu sonuçlar Yaşar’ın bulduğu ebeveynlerin eğitim düzeyleri ile paralellik göstermektedir. Ülkemizde erken çocukluk döneminde, anne-babaları destekleyen programların çok sınırlı sayıda olduğu görülmektedir. Oysa, çocuğun gelişiminde ve eğitiminde belirleyici etkileri olan aile bireylerinin çocuk gelişimi ve eğitimi konularında bilgilendirilmeleri, bilinçlendirilmeleri ve öğrendiklerini davranışa dönüştürebilmeleri için belli bir program çerçevesinde eğitilmeleri gerektiği kabul edilen bir gerçektir.Bunun yanında, dezavantajlı bölgelerde yetişen çocukların sayısının oldukça fazla olması, geleneksel aile yapısının halen geçerli olması, okuma yazma düzeyinin yeterli düzeyde olmaması, anne baba tutumlarının, sağlıklı çocuk yetiştirmede istenen düzeyde olmaması, okulöncesi eğitimin çoğunlukla kurumsal olması nedeniyle tüm çocukların okulöncesi eğitim programlarından yararlanamaması gibi nedenlerden dolayı anne baba eğitiminin gerekliliğini ortaya koymaktadır (Şahin ve Ersoy, 1999: 101). Tablo 3. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Ailelerin Gelir Düzeyine Göre Dağılımı Eğitimden Sorumlu Kişi Aile N % N % 1-499 Milyon 3 49,9 8 26,7 500-999 Milyon 1 16,7 15 50,0 1 Milyar- 1.499 Milyar 0 0 6 20,0 1.5 Milyar- 1.999 Milyar 1 16,7 1 3,3 2 Milyar ve Üstü 1 16,7 0 0 Toplam 6 100,0 30 100,0 Gelir Düzeyi Tablo 3’ de görüldüğü üzere çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 49,9’unun dört yüz doksan dokuz milyon lira ve altı, % 16,7’sinin beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, % 16,7’sinin bir milyar beş yüz milyon ile bir milyar dokuz yüz doksan dokuz milyon lira arası, % 16,7’ sinin ise iki milyar ve üstü, karşılaştırma grubundaki ailelerin % 50,0’ının beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, % 26,7’sinin dört yüz doksan dokuz milyon lira ve altı, % 20,0’sinin bir milyar beş yüz milyon ile bir milyar dokuz yüz doksan dokuz milyon lira arası, % 3,3’ünün ise iki milyar ve üstü gelire sahip oldukları görülmektedir . Tablo 3’ de eğitiminden sorumlu kişilerin çoğu 0-499 milyon arası gelir düzeyine sahipken, ailelerin gelir düzeyi çoğunlukla 500-999 milyon arasındadır. Bu durum ailelerin ekonomik düzeylerinin daha yüksek olduğunun bir göstergesi olarak düşünülebilir. Tablo 4. Çocukların Eğitiminden Sorumlu Kişilerin ve Karşılaştırma Grubundaki Ailelerin Sahip Olduğu Çocuk Sayısına Göre Dağılımı Eğitimden Sorumlu Kişi Aile N % N % Çocuk Sahibi Değil 0 0 0 0 Bir 2 33,3 18 60,0 İki 3 50,0 7 23,4 Üç 1 16,7 4 13,3 Dört 0 0 1 3,3 Toplam 6 100,0 30 100,0 Çocuk Sayısı Tablo 4 incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin , % 50,0’ının üç çocuğu, % 33,3’ünün iki çocuğu, % 16,7’sinin bir çocuğa, karşılaştırma grubundaki ailelerin, % 60,0’ının bir, % 23,3’ünün iki , % 13,3’ünün üç, % 3,3’ünün dört çocuğa sahip olduğu görülmektedir. Tablo 4 incelendiğinde eğitiminden sorumlu kişilerin iki ve karşılaştırma grubundaki ailelerin sahip olduğu çocuk sayısının çoğunlukla bir tane olduğu bulunmuştur. Sosyo-ekonomik düzeyi düşük ailelerde eğitim eksikliğinden dolayı, çocuk sayısının fazla olduğu yapılan yayınlarda bilinmektedir. Burada sahip olunan çocuk sayısının az çıkmasının sebebi büyük şehirde yaşıyor olmak, bilgi alabilecekleri kaynakların daha fazla olması ve uyaranların daha çok olması, çalışıyor olmak, geçim şartlarındaki zorluklar olarak düşünülebilir. Tablo 5. Yuva ve Karşılaştırma Grubundaki Aile Çocuklarının Alt Ölçek Puanlarının t_testi Sonuçları Yuva (n=30) Alt ölçek Aile (n=30) t p X S X S .55 .33 .85 .40 3.19 .002 ,74 ,28 ,78 ,36 -,505 ,616 ,56 ,39 ,87 ,38 -3,06 ,003 Yeterlilik-Yetenek 1,08 ,41 1,23 ,50 -1,34 ,187 Kötü Adaptasyon ,18 ,15 ,35 ,22 -3,53 ,001 Sosyal İlişkililik 1,41 ,29 1,60 ,26 -2,68 ,010 A-Tipik İndeks ,60 ,47 ,53 ,47 ,62 ,539 ,62 ,29 ,86 ,27 -3,20 ,002 Dışsallaştırma semptomları İçselleştirme Semptomları Deregulasyon (Düzensizleştirme) Klinik Önem Taşıyan Bireysel Maddeler Tablo 5’de yuva çocuklarının dışsallaştırma, deregulasyon, kötü adaptasyon ve klinik önem taşıyan bireysel maddeler alt ölçek puanlarının ortalamaları, karşılaştırma grubundaki ailelerin çocuklarından anlamlı bir şekilde düşüktür (p<.05). Bu bulgu, yuva çocuklarının anılan alt ölçeklerle ölçülen özelliklerinin daha olumlu, başarılı olduğunu göstermektedir. Buna karşılık karşılaştırma grubundaki aile çocuklarının sosyal ilişkililik alt ölçeği puanlarının ortalamasının yuva çocuklarından anlamlı bir şekilde yüksek çıkması (p<.05), karşılaştırma grubundaki ailelerin çocukları sosyal ilişki bakımından daha olumlu, başarılı olduklarını göstermektedir. Yuva ve karşılaştırma grubundaki aile çocuklarının içselleştirme, yeterlilik-yetenek ve A-Tipik indeks alt ölçeklerindeki puanları arasında anlamlı farklar bulunmamıştır (p>.05). Yuva çocuklarının dışsallaştırma, deregulasyon, kötü adaptasyon ve klinik önem taşıyan bireysel maddeler alt ölçeklerinde daha başarılı olmalarının sebebi; karşılaştırma grubundaki anneleri arasında yaşları 15-20 ve 41 yaş ve üstü olan annelerin olması, anne-babalar genç veya deneyimsiz olması, annelerin % 43,3’ünün ilkokul mezunu olması, yuva çocuklarının eğitiminden sorumlu kişilerin belli bir eğitimden geçmiş olması, eğitimden sorumlu kişi dışında çocukla ilgilenen kişilerinde bulunması etkilemiş olabilir. SONUÇLAR Bu araştırma Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan 12 -36 aylık korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın “Dışsallaştırma Semptomları, İçselleştirme Semptomları, Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, A-Tipik İndeks ve Klinik Önem Taşıyan Bireysel Maddeler” alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Bursa ili Sırameşeler Çocuk Yuvası, Ankara ili Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası ve Ankara ili Bahçelievler İhsan Yazman Çocuk Yuvalarında kalan korunmaya muhtaç 12- 36 aylık çocukların bakımından sorumlu kişiler ve araştırmada korunmaya muhtaç çocukların betimsel karşılaştırmasının yapılabilmesi için sosyo-ekonomik düzeyi düşük 12-36 aylık çocukların anne babalar oluşturmuştur. Bu araştırmadan elde edilen sonuçlar iki grupta toplanabilir: 1. Çocukların eğitiminden sorumlu kişiler ile karşılaştırma grubundaki anne ve babaların demografik özellikleri ile ilgili sonuçlar; Çocukların eğitiminden sorumlu kişiler ve karşılaştırma grubundaki anne babaların yaşlarına göre dağılımı incelendiğinde, çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 50,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 33,3’ünün 21-30, % 16,7’sinin 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki annelerinin, % 66,7’sinin 21-30, % 16,7’sinin 31-40 yaşları arasında, % 13,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü, karşılaştırma grubundaki babaların, % 53,4’ünün 2130, % 40,0’ının 31-40 yaşları arasında, % 3,3’ünün 15-20, % 3,3’ünün 41 yaş ve üstü oldukları görülmüştür (Tablo 1). Çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin ve karşılaştırma grubundaki anne-babaların eğitim durumuna göre dağılımı incelendiğinde, eğitimden sorumlu kişilerin % 50,0’nın üniversite mezunu, % 33,3’ünün ilkokul, % 16,7’ sinin lise mezunu oldukları, karşılaştırma grubundaki çocukların annelerinin eğitim durumuna bakıldığında, % 43,3’ünün ilkokul, % 26,7’sinin lise, % 23,3’ünün ortaokul, % 3,3’ünün okumamış, % 3,3’ünün üniversite mezunu, karşılaştırma grubundaki çocukların babalarının eğitim durumuna bakıldığında. % 36,7’sinin lise, % 26,7’sinin ilkokul, % 20,0’sinin üniversite mezunu, % 16,7’sinin ortaokul mezunu olduğu görülmüştür (Tablo 2). Çocukların eğitiminden sorumlu kişi ve karşılaştırma grubundaki ailelerin gelir düzeyine göre dağılımı incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin % 49,9’unun dört yüz doksan dokuz milyon lira ve altı, % 16,7’sinin beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, % 16,7’sinin bir milyar beş yüz milyon ile bir milyar dokuz yüz doksan dokuz milyon lira arası, % 16,7’ sinin ise iki milyar ve üstü, karşılaştırma grubundaki ailelerin % 50,0’ının beş yüz milyon ve dokuz yüz doksan dokuz milyon arası, % 26,7’sinin dört yüz doksan dokuz milyon lira ve altı, % 20,0’sinin bir milyar beş yüz milyon ile bir milyar dokuz yüz doksan dokuz milyon lira arası, % 3,3’ünün ise iki milyar ve üstü gelire sahip oldukları görülmüştür (Tablo 3).Çocukların eğitiminden sorumlu kişi ve karşılaştırma grubundaki ailelerin sahip olduğu çocuk sayısına göre dağılımı incelendiğinde çocukların eğitiminden sorumlu kişilerin, % 50,0’ının üç çocuğu, % 33,3’ünün iki çocuğu, % 16,7’sinin bir çocuğa, karşılaştırma grubundaki ailelerin, % 60,0’ının bir, % 23,3’ünün iki , % 13,3’ünün üç, % 3,3’ünün dört çocuğa sahip olduğu görülmüştür (Tablo 4). 2. Yuva ve karşılaştırma grubundaki anne babalar ile birlikte yaşayan çocukların Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı alt ölçek puanları arasındaki farklara ilişkin sonuç; Yuva ve karşılaştırma grubunda aileleri ile birlikte yaşayan çocukların Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı alt ölçek puanları arasındaki farkların anlamlılığı için yapılan t-testi sonuçları; yuva çocuklarının dışsallaştırma, deregulasyon, kötü adaptasyon ve klinik önem taşıyan bireysel maddeler alt ölçek puanlarının ortalamaları, normal çocuklardan anlamlı bir şekilde düşüktür bulunmuştur (p<.05). Bu bulgu, yuva çocuklarının anılan alt ölçeklerle ölçülen özelliklerinin daha olumlu, başarılı olduğunu göstermiştir. Buna karşılık aileleri ile birlikte kalan çocukların, sosyal ilişkililik alt ölçeği puanlarının ortalamasının yuva çocuklarından anlamlı bir şekilde yüksek çıkması (p<.05), normal çocukların sosyal ilişki bakımından daha olumlu, başarılı olduklarını göstermiştir. Yuva ve aileleri ile birlikte kalan çocukların içselleştirme, yeterlilik-yetenek ve A-Tipik indeks alt ölçeklerindeki puanları arasında anlamlı farklar bulunmamıştır (p>.05). (Tablo 5 ). ÖNERİLER Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan 12 -36 aylık korunmaya muhtaç çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini değerlendirmek üzere geliştirilmiş olan “12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar için Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı”nın “Dışsallaştırma Semptomları, İçselleştirme Semptomları, Deregulasyon, Yeterlilik-Yetenek, Kötü Adaptasyon, Sosyal İlişkililik, A-Tipik İndeks ve Klinik Önem Taşıyan Bireysel Maddeler” alt alanları arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılan bu çalışmadan elde edilen sonuçlara göre şu öneriler verilebilir: Çocukların sosyal gelişimlerini desteklemek, topluma uyumlarını kolaylaştırmak için çocuklara yönelik sosyal etkinlikler artırılabilir. 12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar İçin Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı (SDDA) gibi çocukların gelişimlerini değerlendirmeye yönelik bilimsel yöntemler kullanılarak geliştirilmiş veya uyarlanmış olan ölçekler, çocuk gelişimciler, psikologlar, sosyal çalışmacılar, rehberlik ve psikolojik danışmanlar tarafından çocukları gelişimsel yönden tanımak amacıyla kullanılabilir. 12-36 Aylık Bebek ve Çocuklar İçin Sosyal Duygusal Değerlendirme Aracı (SDDA) gibi çocukların gelişimlerini değerlendirmeye yönelik bilimsel yöntemler kullanılarak geliştirilmiş veya uyarlanmış olan ölçekler, okul öncesi eğitim öğretmenleri tarafından çocuklara rehberlik yapabilmek, çocukların eğitim ortamlarını buna göre düzenleyebilmek ve eğitimlerinde kullanacakları gelişimsel hedefleri belirleyebilmek ve gerekli değerlendirmeleri yapabilmek amacı ile kullanılabilir. Anne-babaların eğitimi için anne-baba okulu, aile eğitim programları, Anne Çocuk Eğitim Programı, Baba Destek Programı, İşlevsel Yetişkin Okuryazarlık Programı, Gelişimsel Eğitim Programı, Zihinsel Eğitim Programları desteklenerek daha fazla sayıda kişinin yararlanabilmesi için yaygınlaştırılabilir. Ayrıca toplum merkezlerinin sayısı arttırılarak, bu tür eğitimler ve merkezler yaygınlaştırılabilir. KAYNAKLAR GÜRVARDAR, Deniz. (2001). “Yetiştirme Yurdunda Yetişen Çocuklar İle Ana-Baba Yanında yetişen Çocukların Umutsuzluk Düzeyinin Karşılaştırılması” Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri Ana Bilim Dalı Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). http://csh.dergisi.org/pdf/pdf_CSH_176.pdf MERRELL, Kennneth. (1999). “ Behavioral, Social an Emotional Assessment of Children and Adolescent” Lawrence Erlbaum Assoiates Publishers, 1999, Manwah, New Jersey, London ÖZMEN, Berrin. (1989). “Annesiz Veya Babasız Büyüyen 5-8 Yaş Çocuklarının Kişilik Özelliklerinin İncelenmesi” Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, (Yayınlanmamış Bilim Uzmanlığı Tezi), Ankara. ŞAHİN TEZEL, Fatma ve Ö. ERSOY. (1999). “Erken Çocukluk Döneminde Türkiye’de Yapılan Anne Baba Eğitim Çalışmaları” Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi, Mesleki Eğitim Dergisi. 1 (2), 103-108. YAŞAR, Filiz. (1996). “Elazığ ve Malatya İllerindeki Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurtlarında Kalan Korunmaya Muhtaç Çocukların Fiziksel ve Psiko-Sosyal Sorunlarının Araştırılması” Fırat Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı (Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi). YILDIRIM, Zerrin. (1985). “İstanbul Bölgesi 0-3 Yaş Grubundaki Çocuklarda Anne Yoksunluğunun Çocuğun Büyüme ve Gelişimi Üzerine Etkisi” İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik Programı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). ÜNİVERSİTELİ GENÇLERİN BAKIŞ AÇISIYLA “AİLE İÇİ SORUNLAR” Arş.Gör.Uzm.Eda KARGI Prof.Dr.Berrin AKMAN* GİRİŞ Toplumların yapılarının niteliği, kendilerini oluşturan ailelere bağlıdır. Toplumun sağlığı ailenin sağlığıyla doğrudan ilişkilidir, bu nedenledir ki Anayasamızın 41.maddesinde “Aile Türk toplumunun temelidir, devlet ailenin huzur ve refahı ile özellikle annenin ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimiyle uygulamasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” hükmü yer almıştır. Çocuğun psiko sosyal gelişiminin temelleri de ailede atılır. Aile dinamiğini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen pek çok etken vardır. Psikolojik, ekonomik, sosyolojik, kültürel, biyolojik, çevresel etkenler bunlardan bazılarıdır. Aile çoğunlukla toplumun bir örneği küçük bir prototipi olarak kabul edilir. Dolayısıyla aile toplumdur denilebilir. Bu nedenle ailenin çocuğun toplumsallaşmasındaki rolü çok önemlidir. Aile çocuğun sağlıklı bir şekilde eğitilmesi ve gelişmesinde, korunmasında, topluma kabul edilmesinde çok kritik ve önemli bir görev üstlenmektedir. Aynı zamanda aile, yaşam döngüsünde bireyler arası etkileşimlerin yaşandığı bir dinamiktir. Bu nedenle, bir diğer açıdan aile, çok çeşitli nedenlere bağlı olarak sorunların, çatışmaların, huzursuzluk ve doyumsuzlukların yaşandığı bir ortama dönüşebilir. Goleman’a (1997) göre aile, bireylerin öz-değerlerinin, ilk duygusal tepkilerin, duygu ve düşünceleri ifade etme biçimlerinin oluştuğu bir düzlemdir. Bu bağlamda anne-baba, çocukların duygusal gelişiminde önemli bir model olma işlevi üstlenmektedirler. Aile sisteminin içerisinde evlilik ve anne-baba çocuk ilişkileri alt sistemleri oluşturmaktadır. Aile sisteminin yapısını ve aile içi ilişkileri inceleyen bilim adamları uzun yıllardan beri evlilik ilişkisinde ya da annebaba-çocuklar arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunların, çocukların ve gençlerin yaşamlarını doğrudan olumsuz * Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü bir şekilde etkilediği ve hatta çocuklarda ve gençlerde, kaygı, öfke, saldırganlık, uyum ve davranış bozuklukları, düşük akademik başarı gibi değişkenlerle ilişkili olduğu yönünde görüş birliği içindedirler (Fincham, 1998). Çocuğun yaşamındaki gelişimsel işlevinin önemi nedeniyle, bu araştırmada üniversite öğrencilerinin aile içi sorunlara ilişkin düşüncelerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu genel amaç çerçevesinde, gençlerin aile içi sorun olgusunu nasıl kavramsallaştırdıkları, ne tür sorunlar yaşadıkları, sorunların nedenleri ve çözümlerine ilişkin neler önerdikleri, Türk aile yapısının günümüzdeki durumu ve geleceğine ilişkin neler düşündüklerinin belirlenmesi de araştırmanın alt amaçlarını oluşturmaktadır. YÖNTEM Araştırma Ankara ilinde Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Okul Öncesi Eğitim Anabilim Dalında lisans öğrenimi görmekte olan 16 öğrenci ile yürütülmüştür. Araştırma betimsel yöntemlerden içerik analizi modelli niteliksel bir araştırmadır. Araştırmanın verileri görüşme yöntemi ile sağlanmıştır. Katılımcılar ile gerçekleştirilen görüşmelerden elde edilen kayıtlar her iki araştırmacı tarafından paralel olarak çözümlenerek kodlanmış ve verilere içerik analizi tekniği uygulanmıştır. BULGULAR VE TARTIŞMA Araştırma sonucunda kodlanan verilere uygulanan içerik analizi sonucunda, gençlerin, araştırmacılarla gerçekleştirdikleri görüşmeler sırasında kendilerine yöneltilen sorulara verdikleri yanıtlar kategorileştirilmiştir. Gençlerin görüşlerini içeren kategoriler ve yanıtların yüzdeleri aşağıda yorumlanarak açıklanmaktadır. Görüşmeler sırasında öncelikle gençlerin aile içi sorun olgusunu nasıl algıladıkları ve kavramsallaştırdıkları ,bir başka deyişle nasıl tanımladıkları incelenmiş ve verdikleri yanıtlara dayalı olarak iki farklı kategori belirlenmiştir. Gençler aile içi sorunu % 85 oranında iletişim çatışmaları ve % 15 oranında da fiziksel-duygusal şiddet olarak tanımlamaktadırlar. İletişim çatışmaları kategorisinde; çatışma, anlaşmazlık, fikir uyuşmazlığı gibi yanıtlar yer alırken, fiziksel-duygusal şiddet kategorisinde ise psikolojik ve fiziksel şiddet, duygusal aşağılama, şiddet , hakaret gibi yanıtlar yer almıştır. Tablo.1 Gençler “aile içi sorun olgusunu nasıl kavramsallaştırmaktadır? Kategoriler % İletişim çatışmaları 85 Fiziksel 15 duygusal şiddet Toplam 100 100 80 60 40 20 0 İletişim çatışm ala rı % Fiziksel duygusal şiddet Görüşmelerde ikinci olarak, aile içinde ne tür sorunlar yaşandığı sorulmuş, gençlerin bu soruya verdikleri yanıtlar da 5 farklı düzeyde kategorileştirilmiştir. Bu kapsamda, gençler, % 37.5 oranında evlilik ilişkisi ile ilgili sorunlar, % 31.25 oranında maddi sorunlar, % 12.5 oranında çocuk-ebeveyn ilişkisine dayalı sorunlar % 12 oranında stres ve % 6.25 oranında da geniş aile sorunları bildirmişlerdir. Tablo.2.Gençler ailelerinde ne tür sorunlar yaşıyorlar? Kategoriler % Evlilik ilişkisi ile ilgili 38 Ekonomik 32 Çocuklarla ilişkiler 12 Stres 12 Geniş aile sorunları 6 evlilik ilşkisi 40 ekonomik 30 çocuklarla ilişkiler 20 stres 10 geniş aile sorunları 0 Araştırmanın diğer bulgusu, gençlerin sorunların nedenlerine ilişkin düşüncelerini kapsamaktadır. Sonuçlara bakıldığında, gençler aile içi sorunların % 60 oranında bireylerden kaynaklandığını ve % 40 oranında da aile bireylerinin dışındaki etkenlerden kaynaklandığını düşünmektedirler. Gençler, bireysel nedenler olarak, iletişimsizlik, kişilik sorunları, hoşgörüsüzlük, saygısızlık, alkol kullanımı gibi nedenleri sıralarken, bireyin dışındaki etkenlere ise, işsizlik, geniş aile ile yaşanan sorunlar, küçük yerde yaşamak gibi nedenleri sıralamışlardır. Tablo.3 Gençlerin sorunların nedenlerine ilişkin düşünceleri Kategoriler % Bireyin kendisinden kaynaklanan etkenler 60 Bireylerin dışındaki etkenler 40 60 50 40 30 20 10 0 bireyin kendisi birey dışındaki etkenler Yaşanan sorunların olası çözüm yollarına ilişkin önerileri incelendiğinde, gençlerin yanıtları % 79.16 oranında, iletişimin niteliğinin ve bireysel becerilerin geliştirilmesi, % 12.5 oranında, sosyal refah düzeyinin arttırılması kategorilerinde toplanırken, verdikleri yanıtların % 8.33 oranında sorunların çözümlenebileceğine ilişkin inançlarının olmaması ve % 4.16 oranında ise sorunların ayrılıkla (boşanma) çözümlenebileceğine inanma kategorilerinde yer aldığı saptanmıştır. Son olarak katılımcılardan Türk aile yapısının günümüzdeki durumunu değerlendirmeleri ve geleceğe ilişkin görüşleri sorulmuştur. Gençlerin bu kapsamdaki görüşleri ise 3 farklı düzeyde kategorileştirilmiştir. Bu kategoriler arasındaki yanıtların % 60 oranında olumsuz değerlendirmeler içerdiği, % 20 oranında olumlu değerlendirmeler ve % 20 oranında ise nötr değerlendirmeler içerdiği saptanmıştır. Olumlu değerlendirmelere, geleneksel yapının ve değerler sisteminin korunduğu, aile içi sorunların gelecekte eğitim düzeyinin artmasıyla düzelebileceği gibi ifadeleri, olumsuz değerlendirmelere, aile yapısı bozuldu, boşanmalar arttı, evlilik kurumu önemini kaybetti, bireyler önce kendi egolarını düşünüyorlar, bencilleşme var gibi ifadeleri, nötr değerlendirmeler ise, aileler birbirine bağlı ancak hoşgörü eksik, aile kavramı önemseniyor ancak hoşgörüsüzlük arttı gibi ifadeleri içermektedir. Aile içi ilişkiler ve aile içi sorunlar ile ilgili literatür incelendiğinde, özellikle son yıllarda araştırmacıların da bu araştırmada elde edilen sonuçlar ile benzer sonuçlar elde ettikleri görülmektedir. Turner ve Copiec (2006) in 649 üniversite öğrencisi ile yürüttükleri, aile içinde bireyler arası çatışmaların gençlerin ruh sağlığı ile ilişkisini inceledikleri araştırmada, aile içi sorunların anlamlı bir şekilde gençlerdeki depresyon, alkol kullanımı, bağımlı kişilik özellikleri gibi sorunların yordayıcısı olduğu, hatta gençlerin benlik saygısını azalttığı ve romantik ilişkilerini de olumsuz etkilediği yönünde sonuçlar elde etmişlerdir. Aşan (2006) ın 100 üniversite öğrencisinin katılımıyla gerçekleştirdiği araştırmasında, gençlerde stres yaratan sorunların başında aile içi sorunların geldiği saptanmıştır. Ayrıca araştırma sonucunda bu stresin gençlerde uyku düzeninin bozulması, iştahsızlık, konsantrasyon güçlüğü gibi gerek psikolojik gerekse fizyolojik sorunlara da yol açtığı belirlenmiştir. Bir başka araştırmada, Roxburgh (2006), evli ve çocuk sahibi anne-babalarla görüşmeler yapmıştır. Araştırma sonucunda kadınların, erkeklere oranla, aile bireylerinin daha fazla nitelikli zaman geçirmeleri konusunda daha istekli oldukları ve çaba gösterdikleri, ancak ev işleri, çocukların bakımına ayrılan zaman, ev dışında gerçekleştirilen işler gibi nedenlerden ötürü çocuklarına yeterince zaman ayıramadıkları belirlenmiştir. Yılmaz (1998), tek ebeveynli ve iki ebeveynli ailelerden gelen üniversite öğrencilerinin kendilik imgelerini araştırdığı çalışmasında, duygu düzeyi ve aile ilişkileri boyutlarında tek ebeveynli ailelerden gelen gençlerin diğer akranlarına oranla daha düşük puanlar aldıklarını belirlemiştir. Araştırmada incelenen değişkenlerin cinsiyete göre de farklılaştığı saptanmıştır. Gençlerin benlik etkililiği, arkadaşlık ilişkilerinden sağladıkları doyum ve aile içi çatışmaların incelendiği bir başka araştırmada Guthrie ve ark.(2006), aile içi çatışmaların gençlerin benlik etkililiğini (self-efficacy) olumsuz etkilediği ve akran ilişkilerinden sağlayacakları doyumu da azalttığı yönünde bulgular elde etmişlerdir. Ayrıca, Videon (2005) da, aile içinde anne-çocuk ve baba-çocuk ilişkisinin niteliğinin çocukların ve ergenlerin psikolojik iyilik halini doğrudan etkilediğine ilişkin bulgular elde etmiştir. Ancak araştırma sonucunda elde edilen bulgularda ergenlik çağındaki gençlerin babalarıyla olan ilişkilerinin anneleriyle olan ilişkilerine oranla daha süreksiz (kesintili) ve istikrarsız olduğu belirtilmektedir. Sonuç olarak, ilgili literatürdeki bilimsel bilginin ışığında, araştırma sonucu elde edilen sonuçlar genel olarak değerlendirildiğinde, araştırmada görüşleri incelenen gençlerin çoğunlukla aile içi sorunlar yaşadığı, yaşanan sorunları daha çok bireyler arası iletişimsizlikle ilişkilendirdikleri, sorunların daha çok bireye ilişkin özelliklerden kaynaklandığını düşündükleri, ancak düşük oranda da olsa, stres, işsizlik, yaşam koşulları ile ilişkili güçlükler, akrabalarla ve geniş aileyle yaşanan sorunlar gibi bireylerin iradesi dışında gelişen etkenlere de atıfta bulundukları görülmektedir. Gençlerin sorunların çözümüne ilişkin olarak olumlu bakış açısına sahip oldukları, ancak Türk aile yapısının günümüzdeki durumu ve geleceğine ilişkin değerlendirmelerinde daha karamsar oldukları dikkati çekmektedir. Gençlerin; eğitime, değerlerin korunmasına, kaliteli iletişim ortamının bireylerin becerilerini geliştirmeleriyle sağlanabileceğine vurguda bulunmaları da ilgi çekici sonuçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bulgulardan hareketle, toplumun temelini oluşturan ve toplumların sağlığını doğrudan etkileyici bir işleve sahip olan aile yapısının güçlendirilmesi konusunda müdahale ve destek sistemlerinin oluşturulması ve okul öncesi yıllardan üniversite eğitimine uzanan yelpazede hatta yaşam boyu öğrenme sürecinde aile içi ilişkilerin niteliğinin arttırılmasına ilişkin farkındalık ve bilinç yaratacak eğitimin istendik düzeyde sağlanması gerekmektedir. KORUNMAYA MUHTAÇ ÇOCUKLAR KAPSAMINDA YENİ BİR MODEL ÖNERİSİ: KORUYUCU OKUL (Elazığ İli Örneği, Türkiye) Yrd.Doç.Dr. Nuriye SEMERCİ* Prof.Dr. Y. Cemalettin ÇOPUROĞLU** Yrd.Doç.Dr. Çetin SEMERCİ*** Arş.Gör. Ali Sırrı YILMAZ**** ÖZET Araştırmanın amacı, ilköğretim okullarına devam eden ve anne babası tarafından ihmal edilip korunmaya muhtaç hale getirilen çocukların, yönetici ve öğretmen görüşlerine dayalı olarak geliştirilen ve sevgi eğitimini temel alan “koruyucu okul” modelinin yapılandırılmasıdır. Koruyucu okul modeli, okulda korunmaya muhtaç çocukların (okula velisi gelmeyen, evde değer verilmeyen, evde söz hakkı verilmeyen vb.) araştırılarak bulunması ve okul süresince fizyolojik, sevgi, ait olma gibi rehberlik hizmetlerinin öğretmen ve yöneticiler tarafından yürütülmesini gerekli kılmaktadır. Bu modelin temelinde öğretmen ve yöneticilerin çocuklara sevgiyle yaklaşması ve okul dışında da çocukları izlemesi gerekmektedir. Modelde belirtilen ilkelerden bazıları şunlardır: (1) Öğretmen sınıfta her çocuğa eşit davranacaktır, (2) Çocuğun sınıf dışında öğretmen ve yöneticilerle görüşmesi teşvik edilecektir, (3) Öğretmen ve yönetici, ilgili çocukları evine çağırmayacaktır, okul ve okul dışında izlenmesi ve rehberlik işlerini yürüteceklerdir, (4) Okul bir bütçe oluşturarak, ihtiyacı olan çocuklara günlük olarak belirlenen bir ücreti yiyecek, içecek ve okul masraflarını karşılayacaktır, (5) Çocuklar, çalışmaya teşvik edilecek ve bireysel/grup olarak kurslar verilecektir. Nitel olarak planlanan araştırmada, öğretmen ve yöneticilerle görüşme yapılmıştır. Araştırmanın * Fırat Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Bölümü Fırat Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü *** Fırat Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Bölümü **** Fırat Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü ** evreni Elazığ ili ilköğretim okullarıdır. Örneklemi ise random olarak seçilmiş beş okuldaki yönetici ve öğretmen görüşleridir. Araştırmanın sonucunda koruyucu okul modelinin uygulanabilirliği tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Koruyucu okul, korunmaya muhtaç çocuklar. GIRIŞ Sosyal sorunlar, sistem yaklaşımı çerçevesinde, sorunun algılanması ve çözüm önerileri üretilmesi bağlamında sağlıklı çözümlere kavuşturulabilir. Sorunun doğru ve zamanında algılanması, muhtemel çözüm yolları önerileri ve uygun çözümün seçilerek uygulanması her türlü sistemin temel süreçlerini oluşturmaktadır. Bu bakımdan sorunlar kendilerini ağırlaşmış bir sorun olarak hissettirmeden önce, onların muhtemel gelişme seyirlerini önceden öngörerek çözüm önerileri üretilmesi, sorunları daha başa çıkılabilir düzeylerde tutmamıza yardımcı olur. Bu çalışmada önce sorunun ne olduğu, sonra neden sorun olarak algılandığı ve daha sonra da sorunun nasıl çözülebileceği konusunda bir model önerisi ele alınmaktadır. Korunmaya muhtaç çocuklar konusu, uluslararası ve ulusal çözüm bekleyen sorunlardan birisidir. Bu nedenle üzerinde durulması ve çalışılması gereken bir konu olarak görülmüştür. Çünkü korunmaya muhtaç çocuklara karşı gösterilen ilgi yetersizliği, ülkemizde gittikçe büyüyen bir sorun olan, sokak çocukları ve suçlu çocuklar olgusunu beslemektedir. Korunmaya muhtaç çocuklar bir başka deyişle korunması gereken çocuklar; (1) ana veya babasız, ana ve babasız, (2) ana veya babası veya her ikisi de belli olmayan, (3) ana veya babası veya her ikisi tarafından terk edilen, (4) ana veya babası tarafından ihmal edilip beden, ruh ve ahlaki gelişimleri tehlikede olan ve kötü alışkanlıklara karşı savunmasız bırakılan ve başıboşluğa sürüklenen çocuklardır (Oğuzkan, 1993, 89, T.C. Başbakanlık SHÇEK, Tarihsiz). Bu çalışmada dördüncü grupta yer alan, aileleri tarafından ihmal edilen çocuklar sorunu değerlendirilerek, bu sorunun çözümüne yönelik bir model önerisi sunulmaktadır. Mevcut Durum DİE Adalet İstatistikleri verilerine göre, ceza evine giren 11–18 yaş grubundaki hükümlülerin, 1999 dan 2003 kadar olan süreçte belirgin bir artış gösterdiği görülmektedir. Tablo 1: Yaş gurubuna göre cezaevine giren hükümlüler Convicts received into prison by age group Yaş Grubu 1999 2000 2001 2002 2003 11-15 83 81 67 92 235 16-18 894 835 740 1221 2409 19-21 3879 8391 4432 5702 8589 Age Group Kaynak: İstatistikleri Yine 22-29 21396 22554 24400 25944 26912 30-39 29358 35080 39586 33372 31618 40-49 18922 24203 27729 21792 20278 50-59 6507 9274 11094 8022 7492 60-64 1297 1619 2133 1478 1296 1130 1432 2056 1332 1047 83466 98969 112237 98955 99876 DİE göre eğitim 65+ Toplam Total DİE Adalet verilerine durumlarına göre cezaevine giren hükümlülerin dağılımlarına baktığımızda, sadece ilkokul okuyanların %90 gibi bir orana sahip oldukları ve eğitim düzeyi yükseldikçe oranın gittikçe düşerek, üniversite mezunlarında %2’ye gerilediği görülmektedir. Dolayısıyla suç oranı okulda kalma, ya da eğitimine devam etme oranıyla ters orantılı bir şekilde azalmaktadır. Tablo 2: Eğitim durumuna göre cezaevine giren hükümler Convicts Eğitim Durumu 1999 Education Level 2000 2001 2002 2003 education level Okuryazar olmayan Illiterate 1968 2241 2555 2784 2976 3259 2653 2614 2405 2442 78239 94075 107068 93766 94458 60899 71265 80562 68819 68150 - - - - 82 8315 10733 12607 11896 12579 Okuryazar olup da okul bitirmeyen Literate without any diploma Bitirilen son öğrenim durumu Level of received into prison by formal education completed İlkokul Primary School İlköğretim Primary Education Ortaokul ve dengi Junior high school and Kaynak: equivalent İstatistikleri Lise ve dengi High school ÖZGEDER’in and 7419 9943 11644 10896 11334 equivalent Adalet yapmış olduğu çalışmaya göre ise (2005) 15 ildeki Ceza ve Yüksekokul ve Fakülte University DİE and higher Tutuk 1606 2134 2255 2152 2313 education Evleri Islahevlerinde 1440 çocuk bulunmaktadır. Toplam 83466 Total 98969 112237 98955 99876 ile Bunların %20’si 12-15, %80’i ise 1618 yaş grubundadır. Öte yandan, Elazığ Çocuk Şube Müdürlüğü kayıtlarına göre Elazığ’da 2006 nın ilk üç ayı itibarıyla toplam suça karışan çocuklar içerisinde öğrencilerin oranı önceki yıllara göre artarak %35’i bulmaktadır. Tablo 2: Suça Karışan Çocuklar (2004-2006) SUÇA KARIŞAN ÇOCUKLAR YILLAR GENEL TOPLAM ÖĞRENCİ OLANLAR 2004 652 184 2005 670 132 2006 (İLK ÜÇ 154 55 AY) ORANI % 28 Öğrenci %72 Öğrenci Olmayan % 20 Öğrenci % 80 Öğrenci Olmayan % 35 Öğrenci % 65 Öğrenci Olmayan Kaynak: Elazığ Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü Kayıtları Bu durumda, henüz cezaevi veya ıslahevine girmemiş, ancak girme riskini güçlü bir şekilde taşıyan “sokak çocukları” ve ‘’suçlu çocuklar’’ olgusu önümüzde durmaktadır. Toplam sayıları hakkında bir rakam verilememekle birlikte, TBMM Sokak Çocukları Komisyonunda 2004 yılında verilen rakamlara göre 40.205 sokak çocuğunun sosyal hizmetlerden yararlandığı belirtilmektedir ki, buda en az belirtilen kadar sokak çocuğunun bulunduğu ve kayıt altına alındığı anlamına gelir. Aynı raporda 635 bin çocuğun da sokağa düşme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğu tahmin edilmektedir. Umut Çocukları Derneği’nin yaptığı bir araştırmaya göre ise (İzmir ve Ankara’da) sokak çocuklarının en büyük grubunu 15 yaş altı çocuklar oluşturmaktadır. Bu sayılara göre, çocukların önce sokağa düştükleri, daha sonra da cezai sorumluluk yaşıyla birlikte ıslahevi veya cezaevine düştükleri görülmektedir. Şu halde önümüzdeki en önemli sorun risk grubundaki çocukların okullarında tutulabilmesi, sokağa düşmelerinin engellenebilmesidir. On sekiz yaşına kadar her insanın çocuk olduğu gözönüne alınırsa, bu neslin toplumun geleceğine büyük etki yapacağı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Gerek Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesinin öngördüğü Korunma Hakkı, gerekse kamu vicdanı bu nesillerin fiziksel ve ruhsal yönden sağlıklı, kendi değerlerinin farkına vararak yetiştirilmesini gerektirmektedir(Aral ve Gürsoy, 2001, 36) (Doğan, 2001, 64). Bu anlamda okullara da büyük görevler düşmektedir. Elazığ Çocuk Şube Müdürlüğünün çalışmasındaki raporlarda, madde bağımlısı gençler anlatıyor; · Bali çekince kendimi o an mutlu ve zengin hissediyorum, güzel arabaların içindeymişim gibi geliyor. · Babam çok alkol alır, evde hep huzursuzluk çıkarırdı. Bende arkadaş grubumda kendim olabiliyordum. · Babam başımı dahi okşamadı, beni hiç kucaklamadı. Birgün “seni seviyorum” demedi. · Yine aynı çalışma raporunda belirtilen, çocukları sokağa iten nedenlere bakacak olursak, bunlar şu başlıklar altında belirtilebilir: · Seçilen arkadaş grubu ve sosyal çevre · Bölünmüş ve parçalanmış aile · Ailenin ilgisizliği · Ailelerin bakabileceğinden fazla çocuğa sahip olmaları · Ekonomik olumsuzluklar · Aile içi şiddet · Sürekli başarısızlık ve reddedilme · Göç ve buna bağlı nedenler · Sokağın aldatıcı serbestliği ve özgürlüğü · Ahlaki ve ruhi çöküntü · Anne ve babanın eğitim düzeyinin düşük olması · Çocuk yetiştirme konusunda bilgi eksikliği · Basın ve medyanın olumsuz etkisi Görüldüğü gibi çocuğu sokağa iten etkenlerin önemli bir kısmı aile eksenli sorunlardır. Kimlik gelişimi güçlü bir biçimde kendisine saygıyı gerektirir. Bu nedenle ailesizlik çocuğun kendine saygıda ve güvende geri kalmasına neden olur. Bu durumda okul devreye girmelidir (Biggar, 2001, 949). Gonsalez (1993, 256)’e göre, okullar toplumun ihtiyaç ve beklentilerini belirlemeli ve buradan elde edilen sonuca göre toplumun değer ve ahlak kurallarına göre eğitim vermelidir. Bu bağlamda korunmaya muhtaç çocuklar konusu, toplumun insani-vicdanisosyal ve moral bir sorunu olarak değerlendirilmektedir. Bütün bunlar gözönüne alınarak bu araştırmada, korunmaya muhtaç çocuklar kapsamında yeni bir model önerisi sunulmuş ve adına da “koruyucu okul” denilmiştir. Bu çerçevede, araştırmanın amacı, ilköğretim okullarına devam eden ve anne babası tarafından ihmal edilip korunmaya muhtaç hale getirilen çocukların, yönetici ve öğretmen görüşlerine dayalı olarak geliştirilen ve sevgi eğitimini temel alan “koruyucu okul” modelinin yapılandırılması şeklinde belirlenmiştir. Araştırmanın sonucunda koruyucu okul modelinin uygulanabilirliği tartışılmıştır. Araştırmanın Yöntemi: Evren, Örneklem, Verilerin Toplanması ve Analizi Nitel olarak planlanan araştırmada, öğretmen ve yöneticilerle görüşme yapılmıştır. Görüşler basit çözümleme analizleri ile yorumlanmıştır. Araştırmanın evreni Elazığ ili ilköğretim okullarıdır. Elazığ İl merkezinde 69 ilköğretim okulu bulunmaktadır. Örneklemi ise random olarak seçilmiş beş okuldaki yönetici ve öğretmen görüşleridir. Bu okullar Cumhuriyet, Bahçelievler, Evren Paşa, Murat ve Elazığ İlköğretim Okullarıdır. Araştırmada 2005-2006 Eğitim-Öğretim Yılı Güz Döneminde Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi dördüncü sınıfta eğitimlerine devam etmekte olan 102 öğrencinin Okul Deneyimi dersi gereği toplamış oldukları verilerden yararlanılmıştır. 102 öğrenci 20’şerli gruplar halinde bu beş okula gönderilmiş ve 5 Müdür, 9 Müdür Yardımcısı ve Evren Paşa İlköğretim Okulundan 4, diğer İlköğretim Okullarından 3’er olmak üzere toplam 16 öğretmenin görüşlerinden yararlanılmıştır. Ayrıca, çalışmanın uygulamalı kısmını gerçekleştiren öğrenciler, araştırmanın yapıldığı okullarda tesadüfi olarak belirlenmiş olan birer öğrenciyi iki hafta boyunca gözlemleyerek, belirlenen öğrencilerle arkadaşlık ilişkileri sürdürmüşlerdir. Araştırmanın Bulguları Yöneticilerin (müdür ve müdür yardımcılarının), zaten tüm öğrencilere yardımcı oldukları belirlenmiştir. Öğretmenler ise, Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygulamaya koyduğu yapılandırmacılık anlayışına göre uygulanmaya çalışılan programın kendilerini çok yorduğunu başka bir şeye vakit ayırıp ayıramayacakları konusunda endişelerinin olduğunu belirtmişlerdir. Her şeye rağmen böyle bir model proje olarak uygulamaya konulursa gönüllü olarak destekleyeceklerini dile getirmişlerdir. Kimsesiz Çocukları Koruma Derneği (2005) tarafından yapılan bir araştırmaya gore de, korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili çalışmalarda gönüllü olma düşüncesi oldukça yaygındır. Öğretmen ve yöneticilere göre şehir merkezindeki okullarda öğrencilerin yaklaşık %20’sinin ne annesi ne de babası okula hiç uğramamaktadır. Sadece birinci ve ikinci sınıfta anne babaların çocuklarıyla ve onların okul durumları ile ilgilendikleri söylenmektedir. Öğretmen ve yöneticiler bu öğrencilerin başıboş olduklarını, kötü emelleri olan kişiler tarafından kolayca yönlendirilebileceğini vurgulamışlardır. Araştırmayı uygulayan öğrencilerin raporlarına göre okula hiç uğramayan anne-babaların çocuklarının başıboş, suça eğimli olabilecekleri söylenebilmektedir. Yukarıda ortaya konulan sorun açısından da bu sonuç okullardaki öğrencilerin %20’sinin risk grubunda olduğunu düşündürmektedir. Değerlendirme Şehir merkezindeki okullarda %20’lik bir oranda anne-babaların çocuklarıyla ilgilenmedikleri ve kırsal kesimlerde bu oranın artma ihtimali de göz önüne alınırsa “Koruyucu Okul” modelinin ne düzeyde önemli olacağı daha da açıklık kazanacaktır. Çünkü ilk ve orta eğitimde Türkiye genelinde toplam öğrenci sayısının 2004/2005 öğretim yılı itibarıyla yaklaşık 14 milyon olduğunu düşünürsek, basit bir genellemeyle bu rakamın %20 si 2,8 milyon gibi bir sayıyı göstermektedir. Böyle bir gruba ilişkin riskin %10’unun gerçekleşmesi bile altından kalkılamaz sorunlara yol açacaktır. 280 bin sokak çocuğu demektir. Elazığ çocuk şube müdürlüğünün 35 kişilik bir sokak çocuğu gurubuna yönelik yaptığı çalışmada, sokağa düşen çocukların yaşları büyüdükçe geri kazanımlarının güçleştiği tespit edilmiştir. Bu çocukların ancak 18’i geri kazanılmıştır. Geri kazanılamayan çocuklar ise birer sokak çocuğu ve muhtemel suçlu olarak hayatlarını sürdürmektedirler. Böyle bir tablonun ortaya çıkarabileceği maddi ve manevi maliyetin koruyucu okul modelinin uygulanmasıyla çok daha düşük bir düzeye indirilebileceği düşünülmektedir. Çünkü, koruyucu okul modeli çocukların sokaktan geri kazanılmalarını değil, kaybedilmelerinin, yani sokağa düşmelerinin engellenmesini hedeflemektedir. Koruyucu Okul Modeli Koruyucu okul modeli, okulda korunmaya muhtaç çocukların (okula velisi gelmeyen, evde değer verilmeyen, evde söz hakkı verilmeyen vb.) araştırılarak bulunması ve okul süresince fizyolojik, sevgi, ait olma, kendi değerini fark etme gibi rehberlik hizmetlerinin öğretmen ve yöneticiler tarafından yürütülmesini gerekli kılmaktadır. Bu modelin temelinde öğretmen ve yöneticilerin çocuklara sevgiyle yaklaşması ve okul dışında da çocukların izlenmesi gereği yatmaktadır. Bu çerçevede Modelin amaçlarını; 1- Risk grubundaki sorunlu çocukların tespiti, 2- Çocukların ve ailelerin sorunları doğru algılamaları ve doğru çözümler üretebilmelerinin sağlanması, 3- Sorunların tespiti ve çözümü için alabilecekleri rehberlik ve sosyal hizmetlerin neler olduğu konusunda bilgilendirilmeleri, 4- Çocuklara yalnız olmadıkları, sevildikleri ve değerli oldukları hissettirilerek; ailelerine, okula, topluma karşı yabancılaşmalarının önüne geçilmesi, 5- Çalışmaya ve başarıya motive edilmeleri olarak belirtebiliriz. Modelle ilgili özet bilgiler Şekil 1 de verilmiştir. İlkeler Yönetici Kurslar Anne Baba Koruyucu Okul Öğretmen Okul dışında izleme Şekil 1. Koruyucu Okul Modeli Sevgi Bütçe Koruyucu okul modelinde, öncelikle sevgi, yönetici, öğretmen ve anne-baba bir çarkın dişlileri gibidir. Bu modeli yönetici ve öğretmen benimsemez, anne-baba desteklemez ve sevgi üzerine bir eğitim verilmez ise modelin başarı şansı yoktur. Bu nedenle model öğretmen, yönetici ve anne-babalara seminerler halinde anlatılmalı ve pilot uygulaması yapılmalıdır. Bu modele göre anne-babalar da seminerlere katılmalı; çünkü, tüm bilimsel veriler ve araştırmalar çocuğun en uygun yetişme ortamının ailesinin yanı olduğunu, ailenin çocuğun psiko-sosyal gelişiminde çok önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle modelde ailenin eğitimi de önemli rol oynamaktadır. Zaten, Çocuk Koruma Kanunu (2005)’nun 5. Madde (a) bendine göre, danışmanlık tedbiri, çocuğun bakımından sorumlu olan kimselere çocuk yetiştirme konusunda; çocuklara da eğitim ve gelişimleri ile ilgili sorunlarının çözümünde yol göstermesi sorumluluğu verilmektedir. Modelde öngörülen ilkelerden bazıları şunlardır: 1. Öğretmen sınıfta her çocuğa eşit davranacaktır, 2. Çocuğun sınıf dışında öğretmen ve yöneticilerle görüşmesi teşvik edilecektir, 3. Öğretmen ve yönetici, ilgili çocukları evine çağırmayacaktır, okul ve okul dışında izlenmesi ve rehberlik işlerini yürüteceklerdir, 4. Okul bir bütçe oluşturarak, ihtiyacı olan çocuklara günlük olarak belirlenen bir harçlığı, yiyecek, içecek ve okul masraflarını karşılayacaktır, 5. Çocukların sosyalleşmelerini, toplumla bütünleşmelerini ve özgüvenlerinin gelişmesini sağlayacak çeşitli sosyal, kültürel ve sportif aktivitelere katılmaları teşvik edilerek gerekli şartlar sağlanacaktır. 6. Çocuklar, çalışmaya teşvik edilecek ve bireysel / grup olarak kurslar verilecektir. 7. Öğretmen ve yöneticiler kendi okullarına ait öğrencilerin izleyicisi olarak görevlendirilecekler ve bu konuda eğitim ve ücret alacaklar. Modelin süreçleri şu şekilde belirlenmiştir.: 1- Model Yapılanması, 2- Sorunlu çocukların tespiti ve çocukları tanıma analizleri, 3- Ailelerin tespiti ve aile değerlendirme analizleri, 4- Risk analizleri; sorunların şidetine bağlı olarak, çocukların öncelik kategorilerine göre sınıflandırılması, 5- Çözüm önerileri geliştirilmesi; birey ve grup eğitim programlarının geliştirilmesi, bağımlılık tedavilerinin yapılması, birey ve grup psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin verilmesi, sosyal hizmet desteğinin sağlanması. 6- Çözüm önerilerinin uygulanması için gerekli kurumsal ilişkilerin kurulması, 7- Uygulamaların ve sonuçların izlenmesi ve gerektiğinde müdahale edilmesi. Sonuç ve Tartışma Bir çocuğun korunmaya muhtaç olabilmesi için anne-babasız olmasına gerek yoktur. Türkiye’de anne-babası olup, çocuğuyla ilgilenmeyen birçok kişi vardır. Bu araştırma’da bu oran %20 civarında çıkmıştır. Özellikle, kırsal kesimlerde bu oranın artma ihtimali vardır. Görülüyor ki, anne-babalar çocuklarıyla ilgilenmemekle, onları başıboşluğa itmektedir. Bu süreçte okuldan ve aileden soğuyan çocuk, sokağa düşebilmektedir. Bu durumda olan çocukların her türlü olumsuz etkenlerden korunabilmesi için okula düşen görevler vardır. En sağlıklı değişme ve gelişmeler okullarda verilen eğitim sayesinde olmaktadır. Ancak okullar, belirlenen açık işlevler yanında gizli işlevlerini de gerçekleştirmek durumundadır. Bu anlamda, araştırmada “koruyucu okul” modeli, okulun bir gizli işlevi olarak görülebilir. Bu modele göre, okulda korunmaya muhtaç çocukların araştırılarak bulunması ve okul süresince fizyolojik, sevgi, ait olma gibi rehberlik hizmetlerinin öğretmen ve yöneticiler tarafından yürütülmesini gerekli kılmaktadır. Aynı zamanda, Sosyal Hizmetler tarafından da ailenin aile içi iletişim, çocuk eğitimi, sosyal ve ekonomik destek gibi modele yönelik ihtiyaçlarının karşılanması gerekmektedir. Modelin uygulanabilirliği Elaziğ Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü Ve Milli Eğitim Müdürlüğü Rehberlik Araştirma Merkezi yetkilileri ile değerlendirilerek, olumlu görüş alınmıştır. Bu model, milli eğitim bakanliği ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü ile ortak bir proje şeklinde yürütülmelidir. Son söz: Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı ve onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel olarak ele alınmalıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK KAYNAKÇA Akşit, Güldal Çocuk ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı, http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/sokak_cocuklari_kom/basin/birgun20.12.2004.htm Aral, N. ve Gürsoy, F. (2001). Çocuk Hakları Çerçevesinde Çocuk İhmal ve İstismarı. Milli Eğitim, (151), 36-40. Biggar, H. (2001). Homeless Children and Education: An Evolution of the Steward B. McKinney Homeless Assistance Act. Children and Youth Services Review, 23(12), 941-969. Çocuk Koruma Kanunu, (2005). Kanun No: 5395, Kabul Tarihi: 03.07.2005 DİE Adalet İstatistikleri, http://www.die.gov.tr Doğan, İ. (2001). Çocuk Hakları Açısından Türkiye’de Çocuk Olgusu, Milli Eğitim, (151), 54-65. Gonsalez, J.M. (1993). School Meanings and Cultural Bias. Education & Urban Society, 25(3), 254-270. Kimsesiz Çocukları Koruma Derneği, (2005). Türk Halkinin Kimsesiz ve Korunmaya Muhtaç Çocuklara Bakişi Kamuoyu Araştirması, http://www.sosyalhizmetuzmani.org/kimsesizcocuklarikorumaarastirmasi.htm (28/02/2006’da indirildi). Oğuzkan, A.F. (1993). Eğitim Terimleri Sözlüğü. Üçüncü Baskı, Ankara: Emel Matbaacılık. ÖZGEDER, (Özgürlğünden Yoksun GençlerelDayanışma Derneği), Islahevleri ve Cezaevlerinde Tutuklu ve Hükümlü Bulunan Çocukların Sosyal ve Yasal Koşullarının İyileştirilmesi, Şubat 2005 T.C. Başbakanlık SHÇEK (Tarihsiz) . Çocuk Yuvaları, http://www.shcek.gov.tr/portal/dosyalar/hizmetler/cocuk/hizm_cy.asp (28/02/2006’da indirildi). Umut Çocukları Derneği, http://www.umutcucuklari.org.tr/arsiv/atastirma/idex.htm TAM VE PARÇALANMIŞ AİLEYE SAHİP OLAN ÇOCUKLARIN DEPRESYON DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ ANNE-BABASI İLE YAŞAYAN VE ANNE-BABA YOKSUNU OLAN ÇOCUKLARIN DEPRESYON DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ Prof. Dr. Neriman ARAL Doç. Dr. Figen GÜRSOY Uzman. Hatice DİZMAN* GİRİŞ Aile; insan türünün sürekliliğini sağlayan, ilk toplumsallaşma sürecini oluşturan, karşılıklı ilişkileri belirli kurallara bağlayan, toplum kültürünü kuşaktan kuşağa aktaran, biyolojik, psikolojik, ekonomik, hukuksal yönleri bulunan toplumsal bir kurumdur. (Dönmezer 2001). Ailenin insan yaşantısı üzerindeki etkisi doğumdan önce başlamakta ve yaşamın sonuna dek etkinliğini sürdürmektedir. Anne ve baba severek ve özenli bir bakım göstererek çocuğa güven ortamı yaratır. Aile çocuğun sağlıklı büyümesini güven altına alabilirse, çocuğun yeteneklerini geliştirmesine yardım etmiş olur. Güven duygusu içinde olan çocuklar, çevreleri ile daha iyi ve daha sağlıklı ilişkiler kurabilirler (Barut 1992, Başar 1992, Dönmezer 2001). Çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesinde ve içinde bulunduğu sosyal çevreye uyum sağlamasında, anne-babaçocuk ilişkisinin önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Büyüme aşamalarında başarılı olan çocuklar, iyi aile ilişkileri içinde yetişmiş bireylerdir. Aile içinde gerçekleşen başarılı ilişkiler, mutlu, arkadaşça, bunalımdan uzak ve yapıcı bireylerin oluşumunu sağlar. Anne-babanın sevgi ve ilgisinden yoksun olarak büyüyen çocuklar, büyük bir sevgi açlığı gösterirler. Bu açlıkta bir takım davranış ve uyum bozukluklarına neden olabilir (Bilal 1984, Yavuzer 1997). Ailenin boşanma, ebeveynlerden birinin veya her ikisinin ölümü, terk gibi nedenlerle parçalanması çocuğun sosyalleşme sürecine zarar vererek sağlıklı bir kişilik geliştirmesini dolayısıyla da toplumsallaşmasını engellemektedir (Başar 1996). Vaughn ve Block (1988) üç-yedi yaşları arasındaki çocukların kişilik gelişimleri ile ebeveyn tutumları arasındaki ilişkiyi incelemişler ve araştırma sonucunda, erken çocukluk dönemlerinde ailedeki sosyalleşme deneyimlerinin çocukların psikolojik gelişmeleri için önemli olduğunu belirlemişlerdir. Altı-on iki yaşlar arasındaki okul çağı dönemi çocuğun bağımsızlını, kendi kişisel özelliklerini ve başarılarını keşfetmeye başladığı bir dönemdir. Bu dönem stresinde en etkileyici olduğu dönemdir. Okulda sorunlarla başa çıkmada üzüntü ya da endişeler ortaya çıkabilir. Bunun yanı sıra çocuğun ailede yaşadığı yoksunluklar bu stresli dönemi daha da körükleyerek çocuğun depresif özellikler geliştirmesine neden olabilir (Saylor 1993, Küçükkendirci 2000). * Ankara Universty Home Economics Child Development and Education Department Günümüzde çocukluk çağı depresyonunun, çocuk ve ergen ruhsal bozukluklarının önemli bir bölümünü oluşturduğu görüşü kabul edilerek, çocuk ve ergen psikiyatrisinin önemli tedavi ve araştırma alanlarından biri olmuştur. Çocuklarda depresyon durgunluk, isteksizlik, zevk alamama, oyun oynamama, ders başarısında düşme, okula gitmek istememe, yeme ve uyku bozuklukları gibi belirtilerle ortaya çıkabileceği gibi, aşırı hareketsizlik, huysuzluk, hırçınlık, davranım bozuklukları ile de kendini gösterebilmektedir (Öztürk 2001, Şenol 2005). Yakın zamana kadar depresyon gerçek bir hastalık olarak değerlendirilmemekle birlikte, çocukların niçin depresyona sürüklendiği ve onlara nasıl yardım etmek gerektiği gibi son derece gerekli bilgiler ancak son yirmi yılda yapılmış araştırmaların ürünüdür. Uzun yıllar ihmal edilen, çocuk ve gençlerde görülen depresyonun değerlendirilmesi önem kazanmaya başlamıştır (Miller 2002, Şenol 2005). Bu düşünceden hareketle bu araştırma, farklı sosyo-ekonomik düzeylerde bulunan ilkokulların dördüncü ve beşinci sınıflarına devam eden parçalanmış aile ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon düzeylerini belirlemek, parçalanmış aile ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda sosyo-ekonomik düzey, cinsiyet ve yaş, parçalanmış aileye sahip çocuklarda ise anne ya da baba yoksunluğunun nedeni ve anne ya da babadan ayrılık yaşı gibi değişkenlerin depresyon düzeylerinde farklılık yaratıp yaratmadığının incelenmesi, elde edilen sonuçlar doğrultusunda önerilerde bulunulması amacıyla planlanmıştır. YÖNTEM Örneklem Parçalanmış aile ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon düzeylerinin belirlenmesi amacıyla yapılan araştırma, Ankara il merkezi sınırları içinde bulunan alt, orta ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki semtlerden seçilen 39 ilköğretim okulunun dördüncü ve beşinci sınıflarına devam eden çocuklar üzerinde yürütülmüştür. Parçalanmış aileye sahip çocuklar öğretmen, idareci ve okul rehberlik servislerinin yardımlarıyla belirlenmiştir. Araştırmada örneklemin seçiminde parçalanmış aileye sahip çocuklar için ölüm, boşanma ve terk veya uzun süreli seyahat nedeniyle ailenin dağılması ve çocuğun üvey anneye veya babaya sahip olmaması, bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların ise anne ve babalarıyla birlikte yaşaması şartları aranmıştır. Seçilen ilköğretim okullarında öğrenim gören parçalanmış aileye sahip çocukların tamamı ile anne-babası ile yaşayan aynı sayıda ve cinsiyette çocuklar araştırmaya dahil edilmiştir. Her sosyo-ekonomik düzeyden anne-babası ile yaşayan 300, parçalanmış aileye sahip olan 300 çocuk araştırmaya alınarak örneklem 600 çocuktan oluşmuştur. Veri Toplama Araçları Araştırmada bazı bilgileri elde edebilmek amacıyla “Genel Bilgi Formu” ile çocukların depresyon düzeylerini ölçmek için Kovacks tarafından geliştirilen ve Öy (1990) tarafından uyarlaması yapılan “Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği” kullanılmıştır. Çocuklardan işaretlemeleri istenen genel bilgi formunda çocuklara ve ailelerine yönelik sorular bulunmaktadır. Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği’nde gruplar halinde verilen cümlelerin içinden ölçeğin doldurulduğu gün de dahil olmak üzere son iki haftada çocukların kendilerini nasıl hissettiklerini en iyi ifade eden cümleleri bularak işaretlemeleri istenmektedir. İşlem Parçalanma durumunu saptamada öğretmen, idareci ve okul rehberlik servislerinin bilgilerinden yararlanılmıştır. Uygulama yapılmadan önce okul yönetimi, okul rehberlik servisleri ve ilgili sınıf öğretmenleriyle önceden görüşülerek araştırmanın amacı ve uygulamanın nasıl yapılacağı açıklanmış, anketin uygulanacağı gün ve saatler saptanmıştır. Araştırmaya dahil edilen çocuklardan öncelikle parçalanmış aileye sahip olanlar belirlenmiş ve bu çocuklar boş olan bir sınıfa alınmıştır. Parçalanmış aileye sahip olan çocukların bulunduğu her bir sınıftan aynı sayıda ve ailesiyle yaşayan çocuklar da seçilerek ayrı bir sınıfa alınmış ve anketler uygulanmıştır. Uygulamadan önce çocuklara bu çalışmanın bilimsel bir araştırma için yapıldığı, verecekleri cevapların gizli kalacağı, içten, samimi ve doğru bilgi vermelerinin önemli olduğu açıklanmıştır. Parçalanmış aileye sahip olan çocukların herhangi bir şekilde rahatsızlık hissetmemeleri amacıyla çocuklara tüm araştırma grubunun kura yoluyla seçildiği açıklanmıştır. Uygulama için bir zaman sınırlaması yapılmamıştır. BULGULAR Parçalanma durumunun sosyo-ekonomik düzey, cinsiyet ve yaşa göre depresyon düzeyi açısından farklılık, yaratıp yaratmadığını saptayabilmek için “Çift Yönlü Varyans Analizi” yapılmıştır. Anne ve baba yoksunluğunun nedeni, anne ve babadan ayrılık yaşı değişkenlerinin parçalanmış aileye sahip olan çocukların depresyon düzeylerinde farklılık yaratıp yaratmadığının belirlenmesinde ise “Tek Yönlü Varyans Analizi” kullanılmıştır. Saptanan değişkenlerle çocukların depresyon düzeyleri arasındaki farklılık varyans analizine göre önemli bulunduğunda farklılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptayabilmek amacıyla Duncan testi yapılmıştır. Tablo 1 Parçalanmış ve Bütünlüğünü Koruyan Aileye Sahip Çocukların Sosyo-Ekonomik Düzeylerine Göre Depresyon Düzeylerine Ait Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları Parçalanma Durumu ve Çocuk Sosyo-Ekonomik Düzey N Depresyon Puanı X ±S Parçalanmış Aile Bütünlüğünü Koruyan Aile Genel Alt 100 14.80±8.50 Orta 100 16.66±9.40 Üst 100 14.14±8.90 Toplam 300 15.20±8.97 Alt 100 9.71±5.69 Orta 100 9.48±6.00 Üst 100 7.87±4.93 Toplam 300 9.02±5.60 Alt 200 AB12.26±7.65 Orta 200 A13.07±8.65 Üst 200 B11.01±7.84 Toplam 600 12.11±8.09 Varyans Analizi Sonuçları SD KO F Parçalanma Durumu 1 5728.86 103.40** SED 2 216.37 3.91* PD*SED 2 54.91 0.99 Hata 594 55.41 Toplam 600 *P<0.05 ** P<0.01 Tablo 1 incelendiğinde parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamalarının bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamalarından daha yüksek olduğu görülmektedir (Parç. Aile 15.20, Büt. Kor. Aile X= X = 9.02). Yapılan varyans analizi sonucunda da parçalanma durumu ile depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel olarak önemli (F[1-594]=103.40; P<0.01) olduğu belirlenmiştir. Tablo 1 deki sosyo-ekonomik düzeye ait ortalamalar incelendiğinde ise parçalanmış aileye sahip orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunan çocukların en yüksek depresyon puan ortalamasına sahip olduğu ( X =16.66), bunu alt sosyoekonomik ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki çocukların puan ortalamalarının (Alt SED X = 14.80, Üst SED X = 14.14) izlediği belirlenmiştir. Bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon puanları incelendiğinde ise alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan çocukların üst sosyo-ekonomik düzeydekilerin ise X = 9.71 orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların X = 9.48, X = 7.87 puan ortalamasına sahip olduğu saptanmıştır. Yapılan varyans analizi sonucunda ise sosyo-ekonomik düzeyin depresyon puan ortalamaları üzerinde önemli farklılık oluşturduğu saptanırken (F[2-594]=3.91; P<0.05), parçalanma durumu x sosyo-ekonomik düzey interaksiyonunun önemli bir farklılık yaratmadığı (F[2-594]=0.99; P>0.05) ortaya konulmuştur. Tablo 1 de görüldüğü gibi parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamaları bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların puan ortalamalarından daha yüksektir. Aile yapısının bozulması ile çocuğun yaşamında, psikolojik, sosyal, ekonomik değişiklikle beraber çocuklar yeni rolleri, yeni ilişkileri, ailenin yeni durumunu anlamakta ve uyum sağlamakta güçlük çekebilir. Ayrıca çocukların anne-babaları tarafından reddedildikleri yönündeki algıları da depresyonun artmasında etkili olmaktadır (Baran 1995, Elmacı 2001). Özmen (1989) annesiz veya babasız büyüyen beş-sekiz yaş grubundaki çocukların kişilik özelliklerini incelediği çalışması sonucunda da anne-baba yoksunluğunun çocuğun kişilik özelliklerini etkilediğini, dolayısıyla çocuğun depresyona olan yatkınlığını arttırdığını ortaya koymuştur. Aral ve Gürsoy (2000) yaptıkları çalışma sonucunda parçalanmış aileden gelen çocukların tam aileye sahip çocuklara oranla daha yüksek depresyon düzeyine sahip olduklarını saptamışlardır. Parçalanmış aileden gelen ve anne-babasıyla yaşayan çocukların depresyon düzeyleri çeşitli araştırmalarda da incelenmiş, parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon düzeylerinin anne-babasıyla birlikte yaşayan çocukların depresyon düzeylerinden yüksek olduğu ortaya konulmuştur (Aslıhan 1998, Elmacı 2001, Erim 2001). Tablo 1 deki sosyo-ekonomik düzeye ait ortalamalar incelendiğinde ise orta sosyo-ekonomik bulunan çocukların en yüksek depresyon puan ortalamasına sahip olduğu saptanmıştır. Üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunan çocukların en düşük depresyon puanına sahip oldukları görülmektedir. Çocuğun ailesinin ekonomik ve sosyal yapısının yaşanan olumsuz olayların etkilerini azaltabilecek durumda olması depresyonu engelleyebilmektedir. İhtiyaçları karşılamadaki zorluklar çocuğu akranları ile kıyasa götürerek depresyona eğilimi hızlandırmaktadır (Küçükkendirci 2000, Kıratlı 2001). Küçükkendirci (2000) yaptığı çalışmada düşük sosyo ekonomik düzeyin depresyonu artırdığı vurgulamaktadır. Aslıhan (1998) da yaptığı çalışmada, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek ailelerin çocuklarının düşük sosyo-ekonomik düzeydeki ailelerin çocuklarına göre daha az depresyon puanı aldıklarını saptamıştır. Tablo 2 Parçalanmış ve Bütünlüğünü Koruyan Aileye Sahip Çocukların Cinsiyetlerine Göre Depresyon Düzeylerine Ait Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları Parçalanma Durumu ve Çocuk Cinsiyet Depresyon Puanı N X ±S Kız 161 15.49±9.13 Erkek 139 14.87±8.81 Toplam 300 15.20±8.97 Kız 160 9.66±5.19 Erkek 140 8.29±5.97 Toplam 300 9.02±5.60 Kız 321 12.58±7.98 Erkek 279 11.57±8.20 Toplam 600 12.11±8.09 Varyans Analizi Sonuçları SD KO F Parçalanma Durumu 1 5743.11 102.83** Cinsiyet 1 145.90 2.61 PD*Cinsiyet 1 20.96 0.38 Hata 596 55.85 Toplam 600 Parçalanmış Aile Bütünlüğünü Koruyan Aile Genel ** P<0.01 Tablo 2 incelendiğinde parçalanmış aileye sahip kız çocukların depresyon puan ortalamalarının çocukların depresyon puan ortalamalarının çocukların depresyon puan ortalamalarının X= X = 15.49, erkek 14.87, bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda ise kız X = 9.66, erkek çocukların depresyon puan ortalamalarının X = 8.29 olduğu görülmektedir. Yapılan varyans analizi sonucunda, parçalanma durumu ile depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel olarak önemli (F[1-596]=102.83; P<0.01) olmasına rağmen, cinsiyet (F[1-596]=2.61; P>0.05) ve parçalanma durumu x cinsiyet interaksiyonuna (F[1-596]=0.38; P>0.05) göre depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın önemsiz olduğu saptanmıştır. Tablo 2 incelendiğinde; cinsiyete göre çocukların depresyon düzeyleri arasında anlamlı bir farklılaşma saptanmamasına rağmen, kız çocukların depresyon puan ortalamalarının erkek çocukların depresyon puan ortalamalarından biraz daha yüksek olduğu görülmektedir. Kız ve erkek çocukların yetiştirilmesinde uygulanan farklı tutumlar sonucu, kızlar erkeklere göre daha bağımlı, daha kırılgan ve sorunlar karşısında daha az dirençli olabilmektedirler (Kıratlı 2001). Yapılan çalışmalarda da kızların depresyon durumlarının erkeklere oranla yüksek olduğu belirlenmiştir (Bird, Canino ve Rubio-Stipec 1988, Costello, Edelbrock ve Burns 1988, Jacobsen, Lahey ve Strauss 1983, Küçükkendirci 2000, Larson, Richards, Raffaelli, Ham ve Jeweli 1990, Zanbak 2000). Tablo 3 Parçalanmış ve Bütünlüğünü Koruyan Aileye Sahip Çocukların Yaşlarına Göre Depresyon Düzeylerine Ait Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları Parçalanma Durumu ve Çocuk Depresyon Yaş N Puanı X ±S 10 104 15.98±9.23 11 196 14.79±8.83 Toplam 300 15.20±8.97 10 99 8.84±5.83 11 201 9.11±5.49 Toplam 300 9.02±5.60 10 203 12.50±8.53 11 397 11.91±7.86 Toplam 600 12.11±8.09 Varyans Analizi Sonuçları SD KO F Parçalanma Durumu 1 5515.21 98.56** Yaş 1 28.66 0.51 PD*Yaş 1 72.15 1.29 Hata 596 55.96 Toplam 600 Parçalanmış Aile Bütünlüğünü Koruyan Aile Genel ** P<0.01 Tablo 3 incelendiğinde; parçalanmış aileye sahip on yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının X= 15.98, on bir yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının X= 14.79, bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda ise on yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının X= 8.84, on bir yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının X= 9.11 olduğu görülmektedir. Yapılan varyans analizi sonucunda, parçalanma durumu ile depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel olarak önemli (F[1-596]=98.56; P<0.01) olmasına rağmen, yaş (F[1-596]=0.51; P>0.05) ve parçalanma durumu x yaş interaksiyonuna (F[1-596]=1.29; P>0.05) göre depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın önemsiz olduğu saptanmıştır. Tablo 3 incelendiğinde; yaşa göre çocukların depresyon düzeyleri arasında anlamlı bir farklılaşma saptanmamasına rağmen, genel ortalamalara bakıldığında on yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarının on bir yaş grubundaki çocukların depresyon puan ortalamalarından biraz daha yüksek olduğu görülmektedir Küçük çocuklar, olgunlaşma süreci içinde olduklarından, olayları değerlendirmede büyük çocuklara göre yetersiz kalmakta, dolayısıyla çeşitli olaylar karşısında yaşadıkları kaygıyı akılcı yollarla giderememektedirler. Bunun sonucu olarak da kaygı, çekingenlik, içe kapanma gibi olumsuz davranışlar geliştirerek depresyona girebilmektedirler (Başar 1996). Uras (2001) tarafından yapılan araştırma sonucunda yaş arttıkça depresyon düzeyinin düştüğü ve küçük yaştaki çocukların daha fazla depresif belirtiler gösterdikleri ortaya konulmuştur. Tablo 4 Parçalanmış Aileye Sahip Çocukların Parçalanma Nedenlerine Göre Depresyon Düzeylerine Ait Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları Parçalanma Nedeni N Çocuk Depresyon Puanı X ±S Ölüm 105 15.57±8.97 Boşanma 156 14.30±8.28 Terk ve uzun süreli seyahat 39 17.82±11.09 Toplam 300 15.20±8.97 Varyans Analizi Sonuçları SD KO F Parçalanma Nedeni 2 205.05 2.57 Hata 297 79.70 Toplam 299 Tablo 4 incelendiğinde; en yüksek depresyon puanına, annesi veya babası evi terk eden veya uzun süreli seyahate çıkan çocukların sahip olduğu ( X = 17.82), bunu anne veya babası ölen ( X = 15.57) ve anne veya babası boşanan ( X = 14.30) çocukların puanlarının izlediği görülmektedir. Yapılan varyans analizi sonucunda, parçalanma nedenine göre depresyon puanı ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan önemli olmadığı (F[2-297]=2.57; P>0.05) saptanmıştır. Terk edilmiş olma duygusu, çocukta uyumsuzluk, yalnızlık, boşluk duygusu oluşturabilir ve çocuğun depresyona girmesine neden teşkil edebilir (Yörükoğlu 1992, Aslıhan 1998). Hunter (1984) aile çocuk ilişkisini konu alan çalışması sonucunda da terk gibi nedenlerle ortaya çıkan yoksunluğun anne ya da baba ölümü nedeniyle ortaya çıkan yoksunluktan daha etkili olduğunu vurgulamıştır. Tablo 5 Parçalanmış Aileye Sahip Çocukların, Anneden veya Babadan Ayrılık Yaşlarına Göre Depresyon Düzeylerine Ait Ortalamalar, Standart Sapmalar ve Varyans Analizi Sonuçları Anne veya Babadan N Çocuk Depresyon Puanı. Ayrılık Yaşı X ±S 0-1 yaş 34 16.50±10.33 2-5 yaş 55 15.16±9.19 5 yaş ve daha üstü 211 15.00±8.71 Toplam 300 15.20±8.97 Varyans Analizi Sonuçları SD KO F Ayrılık Yaşı 2 32.99 0.41 Hata 297 80.86 Toplam 299 Tablo 5 incelendiğinde; anneden ayrılık yaşı bir yaş ve altında olan çocukların depresyon puanın beş yaş olan çocukların X = 16.50, iki- X = 15.16, beş yaş ve daha üstü olan çocukların X =15.00 olduğu belirlenmiştir. Yapılan varyans analizi sonucunda anne veya babadan ayrılık yaşına göre depresyon puan ortalamaları arasındaki farkın istatistiksel açıdan önemli olmadığı ((F[2-297]=0.41; P>0.05) saptanmıştır. Anne ya da babadan birinin kaybı veya ayrılıkları demek olan dağılmış aile ortamı, bebeklik döneminde gerçekleşirse, ailedeki duygusal ilişkileri azalttığından, bebeğin sevgiyi yeterince alamaması, onun büyüme ve gelişimini geciktirip, engelleyebilir (Yavuzer 2001). Tablo 6. Çocukların anne yada babadan ayrılık durumuna göre t-testi sonuçları PARÇALANMA N X S t sd P Baba Yoksunu 150 12.78 8.48 4.82 298 .000 Anne Yoksunu 150 17.61 8.28 DURUMU Tablo 6’da görüldüğü gibi; yapılan t-testi sonucunu incelendiğinde anne babadan ayrılık durumuna göre depresyon ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık olduğu saptanmıştır (t(298)=4.82, p<.01). Anne ve babanın çocuk üzerindeki etkileri farklıdır. Ruhsal gelişim açısından doğumdan sonraki ilk bir yıl içinde bebek, kendisine bakan, sürekli gördüğü, tanıdığı ve güvendiği anneye bağlanmakta, ona diğer yetişkinlerden farklı davranmaktadır. Bu süreç içinde karşılıklı oluşan yoğun ilişki bebeğin bakımı yanında duygusal yönden beslenmesinin ve daha sonraki insan ilişkilerinde belirgin etkilerini hissettiren bir kendine güveni sağlayarak ruhsal gelişimin ilk adımları atılacaktır. Anne ya da temel bakım veren kişinin yitirilmesi ya da bebekle bu kişi arasındaki ilişkinin herhangi bir nedenle çok belirgin bir şekilde ve nitelik olarak bozulması depresyona neden olur (Şenol 2005). Yıldırım (1985) sıfır-üç yaş grubunda bulunan annesi ile yaşayan ve anneden yoksun olan çocukların fiziksel, gelişimsel ve duygusal gelişimlerini incelediği araştırması sonucunda, anneden yoksun olarak yaşayan çocukların özellikle bir yaşından sonraki dönemlerde büyüme ve gelişmelerinin geri kaldığını ve bu çocuklarda davranış bozukluklarının sık görüldüğünü belirlemiştir. SONUÇ VE ÖNERİLER Araştırma sonucunda, parçalanmış ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamaları arasında farklılıklar olduğu (P<0.01, P<0.05) saptanmıştır. Parçalanmış aileye sahip çocukların depresyon puan ortalamalarının, bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocukların puan ortalamalarından daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Parçalanmış ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip çocuklarda sosyo-ekonomik düzeyin depresyon puanı açısından farklılık yarattığı (P<0.05) belirlenirken, cinsiyet, yaş, parçalanma nedeni ve ayrılık yaşının önemli farklılık oluşturmadığı saptanmıştır (P>0.05). Toplumumuzda sıkça rastlanan ailenin parçalanması olayının, çocukları örselediği bilinen bir gerçektir. Bu durum, çocuklarda üstesinden gelemeyecekleri duyguların baskısına yol açmaktadır. Ailenin parçalanması durumunda, ebeveynlerin yeni durumlarına olgunlukla yaklaşabilmeleri gerekmektedir. Bu nedenle, ailelerin bu konuda bilinçlenmeleri ve çocuklarına gereken duygusal ve sosyal desteği verebilmeleri açısından, ailelere yönelik, bilgilendirme amaçlı seminerler ve toplantılar düzenlenebilir. Ebeveynler ve sosyal çevre tarafından sağlanan destekleyici ilişkiler, çocuğun sağlığı açısından önemlidir. Bu nedenle, çocukların, hem yaş dönemine has problemlerle hem de ailevi problemlerle başa çıkabilmelerini sağlamak için, ebeveynler, eğitmenler ve sosyal çevre, sosyal destek imkanları artırabildiği ve destekleyici ilişkiler yaratabildiği oranda, çocukların sağlıklı kişilik geliştirmeleri sağlanabilir. KAYNAKLAR Aral, N. & Gürsoy, F. 2000. Boşanmış ve boşanmamış ebeveynlerin çocukların depresyon düzeyleri üzerine bir araştırma. Toplum ve Sosyal Hizmet, 1, 18-28. Aslıhan, M. N. 1998. Parçalanmış veya tam aileye sahip çocukların öz-kavramı depresyon akademik başarılarının yaş ve cinsiyet yönünden karşılaştırılması. Yayımlanmamış yüksek düzeyleri ve lisans tezi. Çukurova Üniversitesi, Adana. Barut, Y. 1992. Parçalanmış ailelerden gelen 15-18 yaş grubu yetiştirme yurdu çocukları ile çocuklarında görülen anksiyete ve depresyon sıklığının incelenmesi. normal aile Yayınlanmamış doktora tezi. On Dokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun. Baran, G. 1995. Ankara’da bulunan çocuk yuvalarında kalan 7-11 yaş grubu çocuklarda cinsiyet rolleri ve cinsiyet özellikleri kalıp yargılarının gelişimi. Yayınlanmamış doktora tezi. Ankara Üniversitesi, Ankara. Başar, F. 1992. Ankara kalaba çocuk ıslahevi’nde kalan 15-18 yaş grubu ergenlerin suça ailenin etkisi üzerine karşılaştırmalı bir araştırma. Yayımlanmamış Ankara. yönelmelerinde yüksek lisans tezi. Ankara Üniversitesi, Başar, F. 1996. Üvey ebeveyne sahip olan ve olmayan 10-11 yaş grubundaki çocukların saldırganlık eğilimleri ve kendilerini algılama biçimlerinin incelenmesi. Doktora. tezi. Ankara Üniversitesi, Ankara. Bilal, G. 1984. “Demokratik” ve “otoriter” olarak algılanan ana-baba tutumlarının çocukların uyum düzeylerine etkisi. Yayınlanmamış doktora tezi . Hacettepe Üniversitesi, Ankara. Bird, H. R., Canino, G., & Rubio-Stipec, M. 1988. Estimates of prevalance of chilhood community survey in Puerto Rico. Arch. Gen. Psychiatry, 45, 1120- maladjusment in a 1124. Costello, A. J., Edelbrock, C., & Burns, B. J. 1988. Psychiatric disorders in pediatric primary care. Arch. Gen. Psychiatry, 45, 1107-1116. Dönmezer, İ. 2001. Ailede iletişim ve etkileşim. Sistem Yayıncılık, İstanbul Elmacı, F. 2001. parçalanmış ve bütünlüğünü koruyan aileye sahip ergenlerin depresyon ve uyum düzeylerinde sosyal desteğin rolü. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli. Erim, B. 2001. Yetiştirme yurtlarında ve aileleri yanında yaşayan ergenlerin benlik saygısı, yalnızlık düzeyleri ile sosyal destek sistemleri açısından karşılaştırılması. depresyon Yayımlanmamış yüksek ve lisans tezi. Ankara Üniversitesi, Ankara. Hunter, T. F. 1984. Socializing procedures in parent-child and friend ship relations during addolenseceince. Development Psychology, 20 (6), 1092-1099. Jacobsen, R. H., Lahey, B.B., & Strauss, C. 1983. Correlates of depressed mood in normal children. Journal of Psychology, 19,145-152. Kıratlı, D. 2001. Depremzede olan ve olmayan çocukların kaygı ve depresyon düzeylerinin incelenmesi. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Ankara Üniversitesi, Ankara. Küçükkendirci, H. 2000. İlköğretim ikinci kısım öğrencilerinde kovaks ölçeği ile depresyon taraması sonuçlarının sosyodemografik özelliklerle ilişkisi. Yayımlanmamış doktora tezi. Selçuk Üniversitesi, Konya. Larson, R. W., Richards, M. H., Raffaelli, M., Ham, M., & Jeweli, L. 1990. Ecology of depression childhood and early adolescence: a profile of daily states and activities. J. Abnormal Psychology, 99 (1), 92- in late 102. Miller, J. A. 2002. Çocuklarda depresyon. Çeviren: Müjde Işık. Özgür Yayınları, İstanbul. Öy, B. 1990. Çocuklar için depresyon ölçeğinin öğrenciler ve çocuk ruh sağlığı kliniğine başvuran çocuklarda uygulanması. Yayınlanmamış uzmanlık tezi. Hacettepe Üniversitesi, Ankara. Özmen, B. 1989. Annesiz veya babasız büyüyen beş-sekiz yaş çocuklarının kişilik özelliklerinin incelenmesi. Yayımlanmamış bilim uzmanlığı tezi. Hacettepe Üniversitesi, Ankara. Öztürk, M. O. 200). Ruh sağlığı ve bozuklukları. Nobel Tıp Kitapevleri Ltd. Şti., Ankara. Saylor, C. F. 1993. Chidren and disasters. Plenum Pres, New York Şenol, S. 2005. Çocukluk ve gençlik döneminde depresyon.Çoluk Çocuk, 46,10-13. Uras, B. 2001. Kurum bakımında olan ve ailesi yanında kalan çocuklarda öğrenilmişlik çaresizlik ile puanları arasındaki ilişkinin incelenmesi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. depresyon Ege Üniversitesi, İzmir. Vaughn, B. E., & Block, J. H. 1988. Parental agreement on child rearing during early childhood and the psychological ccharacteristics of adolescents. Child Devolopment, 59, 1020-1033. Yavuzer, H. 1997. Çocuk psikolojisi. Remzi Kitabevi, İstanbul. Yavuzer, H. 2001. Ana-baba ve çocuk. Remzi Kitabevi, İstanbul. Yıldırım, Z. (1985). İstanbul bölgesi 0-3 yaş grubundaki çocuklarda anne yoksunluğunun çocuğun büyüme- gelişimi üzerine etkisi. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi. İstanbul Üniversitesi, İstanbul. Yörükoğlu, A. 1992. Değişen toplumda aile ve çocuk. Özgür Yayınları, İstanbul. Zanbak, H. (2000). Çocuk psikiyatrisi polikiliniğine başvuran hastalarla sağlıklı çocuklarda kaygı ilişkisi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Uludağ Üniversitesi, Bursa. depresyon ve ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNİN EVLİLİĞE HAZIRLIK İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİNİN İNCELENMESİNE YÖNELİK BİR ARAŞTIRMA Yrd.Doç.Dr. Havise GÜLEÇ Öğr.Gör. Dilfiruz CÖMERT* SHU Hüseyin Mehmet BAYCIK** ÖZET Bu araştırma, üniversiteden mezun olma aşamasına gelmiş son sınıf öğrencilerinin, eş seçimindeki etkin kriterleri belirlemek amacıyla planlanmıştır. Araştırmada, Çanakkale İl merkezinde bulunan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesinde, Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde öğrenci olan 400 kişilik bir örneklem grubu üzerinde yapılmıştır. Örneklemde aynı sayıda kız ve erkek öğrenci yer almaktadır. Bilgi toplama aracı olarak öğrencilerin evliliğe bakış açılarını ölçmek amacıyla 18 kapalı uçlu ve iki açık uçlu olmak üzere 20 sorudan oluşan Anket formu uygulanmıştır. Anketteki her sorunun seçeneklerine ve cinsiyete göre çapraz dağılım tabloları hazırlanmış, sonuçlar sayı ve yüzdelerle gösterilmiştir. Anket formunun geçerlik ve güvenirlik çalışması Yrd.Doç.Dr. Mehmet Ural rehberliğinde yapılmıştır. Yapılan analizler sonucunda gençlerin evlilikle ilgili doğru bilgiler yanında bazı eksik ve yanlış bilgilere de sahip oldukları ortaya çıkmıştır. Bu noktadan yola çıkarak felsefi,sosyolojik,psikolojik ve ekonomik temelleri ve konu ayrıntılarıyla verilmiş olan bir ders, müfredata eklenmek için önerilmektedir. Bu dersin müfredata eklenmesi sonucunda toplumda daha sağlıklı evliliklerin yapılacağı düşünülmektedir. Nasıl ki meslek sahibi olmak için gençlerin eğitime ihtiyacı varsa, bilinçli bir evliliğe ve anne babalığa hazırlanmak için de eğitim gereklidir. Önerilen bu ders zorunlu veya seçmeli olabilir. Evlilik hayatında mutluluğu bulamamış kişiler iş yaşamında da verimli olamamakta ve olumsuzluğu işine ve iş arkadaşlarına destek alarak, yansıtabilmektedirler. Sunulan araştırmayı da ortaokulda cinsel eğitim, lisede evliliğe hazırlık eğitimi (üniversitede seçmeli olabilir) ve üniversitede anne babalığa hazırlık eğitiminin zorunlu hale getirilmesi önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Evlilik, üniversite gençliği GİRİŞ İnsan yaşamı boyunca sürekli bir gelişim ve değişim içindedir. Ergenlik dönemi, belki de bu gelişim sürecinin en önemli evresini oluşturur. Çocukluktan erişkinliğe geçiş olan ergenlik dönemi, bireyde gözlenebilen sürekli ve süratli gelişimi kapsamaktadır. Eğitim, belli amaçlara göre insanların davranışlarının planlı olarak değiştirilmesi ve geliştirilmesinin yasa ve ilkelerini bulmaya ve bu amaçla teknikler geliştirmeye çalışan bir bilim dalıdır (Erden, Akman,1998). Eğitimin en önemli amaçlarından biri, hatta en önemlisi bireyin içinde bulunduğu ortama dengeli bir şekilde uyum sağlamasını gerçekleştirmektir. Bu uyumun sağlanmasına esas olacak temellerin toplumun en küçük birimi ailenin temeli olan evlilik ile başlanıldığı tartışılmaz bir gerçektir. * Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Okulöncesi Eğitimi Ana Bilim Dalı ÇANAKKALE ** Yakacık Toplum Merkezi Müdürü İSTANBUL Evlilik, bir kadın bir erkek tarafından aktedilen fakat toplum adına devletin doğrudan doğruya ilgilendiği ve üzerinde kontrol hakkı ve yetkisi olan bir ilişki sistemidir (Özgüven, 2001). Evlilik kurumu aile birliğinin kurulmasında gereklidir (Arıkan, 1992). Yükseköğrenim gençliği, insan hayatında ergenlik çağının son dönemini yaşamakta olan veya aşmakta olan bir gruptur. Yükseköğrenim gençliği ev ve aile ortamından çıkmakta ve kendi kendine karar verme ve sonuçlarının sorumluluğunu alma durumundadır. Bu dönem içerisinde akademik başarı, kız ve erkek ilişkileri, flört ve aile kurma, kimlik kazanma gibi sorunları uygun olarak çözümleme ile yükümlüdür. Bu noktada gençlerin oldukça seçici ve dikkatli davranmaları gerekmektedir (Tan, 1984). Evlilik ve eş seçme geleneksel düzende tamamen bireyin ait olduğu ailenin bir sorumluluğu iken, bugün bireylerin kişisel sorumluluğu haline gelmiş, görücü yolu ile evlenme geleneği, bireylerin bağımsız iradeleri ile seçmeleri yöntemine dönüşmüştür. Bununla birlikte, eş seçme ve evlenme kararını verecek olan bireylerin içinde yaşadığı toplumun değerlerinden tamamen bağımsız olarak serbest iradeleri ile kişisel olarak karar verdiklerini söylemek oldukça güçtür. Eş seçme süreci konusunda çeşitli kuramsal görüşler bulunmaktadır. Psikanalitik kuramın kurucusu Freud, eş seçmeyi çocukların ana babadan karşı cins ebeveyne karşı hissettikleri yakınlık ve hayranlığa bağlamakta, bilinçdışı karmaşık süreçler yolu ile kızların, baba ve erkeklerin, anne özelliklerini taşıyan kişileri eş olarak seçtiklerini belirtmektedir. Eş seçmede “benzerlik ilkesine” göre sınırlı bir bireyler grubu içinde yaş, ırk, din, etnik köken, toplumsal sınıf, eğitim ve kişilik benzerliğine dayanılarak seçim yapılır (Onur,1997). Evlenecek kişilerin benzer yönlerinin çok olmasının, evlilikte başarı şansını artıracağına inanılmaktadır. Eş seçiminde “zıt özellikler” kuramına göre, eş seçiminde bireylerin kendilerinde olmayan niteliklere sahip olan kişileri seçmelerinin evlilik başarısını artıracağına inanılmaktadır. Birbirlerini tamamlayan gereksinimler kuramı, eş seçiminde, bireysel “gereksinimlerin doyumu”nun önemli olduğunu, benzeyen ve birbirlerini tamamlayan özellikleri olan eşleri başarıya götüreceğini belirtmektedir. Uyaran-değer-rol kuramının adındaki, “uyaran”, “değer”, “rol” sözcükleri, çiftlerin birbirlerini tanımaya yönelik, “kur yapma ve arkadaşlık” döneminin üç aşamasını vurgulamaktadır. “Uyaran-değer-rol kuramına” eşler, kendilerine en iyi davranmaya çalışan bireyleri seçerler (Özgüven, 2001 ). O’neill (1975) iki insanın evlenme kararını vermelerinde başlıca nedenler olarak sevgi, güvenlik, ekonomik refah, cinsel ve duygusal paylaşımı saptamıştır. Ancak bu kararlar bireyden bireye olduğu gibi toplumdan topluma da değişmektedir (akt. Köse ve Onar, 2000). Evlilik Toplumlara üretkenlik ve süreklilik sağladığı için toplumların çoğu evlilik dışı cinsel ilişkileri ve özellikle doğacak çocuk açısından ortaya çıkacak sorumlulukları belirli bir düzene bağlamaktadır (Güngören, 1998). Ülkemizde “eş seçme” konusunda iki temel yaklaşım izlenmektedir. Bunlardan, birinci yaklaşımda, gençler kendi aralarında anlaşıp eşlerini belirledikten sonra ailelerinin onayına sunmakta, ikinci yaklaşımda ise aileler çocukları adına eşleri seçmektedirler (Özgüven, 2001). Toplumlar hızla değişmekte ancak her kuşak bu değişmeye aynı ölçüde ayak uyduramamaktadır. Bunun sonucu olarak geleneksel aileler genç kuşaklar üzerinde otoritelerini sürdürmek istemekte ve uygulanan baskı sonucu iki kuşak arasında çatışmalar çıkmaktadır (Koptagel, 1991). Bir dergide, bir okur evliliğinde nerede yanlış yaptığını şu şekilde anlatıyor: ”Evlenmeden önce şunları düşünmedim: “Bana hitap edebilecek mi? Karakteri nasıl? Uyuşabilecek miyiz?” Sadece sevginin her şeyi halledeceğini sandım. Oysa karşınızdaki insanı çok iyi tanımak gerekiyor. Ben bunu yapamadım.” (Gölcü,2004). Hayatın içinde buna benzer pek çok örnekle karşılaşmak mümkün. 2000’li yılları yaşadığımız bu günlerde, eğitimin en önemli görevlerinden biri de, gençlerin biyolojik ve psikolojik ihtiyacını giderici bilgiler verip, onların yaş, ilgi, gelişim özelliklerini göz önüne alarak daha bilinçli eş seçmelerine ve aile kurmalarına yardım etmektir. ARAŞTIRMANIN AMACI VE YÖNTEMI Üniversiteden mezun olma aşamasına gelmiş son sınıf öğrencilerinin, eş seçimindeki etkin kriterleri belirlemek amacıyla bu araştırma planlanmıştır. Bu araştırmada veriler Anket-survey yöntemi ile toplanmıştır. Araştırmanın evreni 2003-2004 öğretim yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde okuyan öğrencilerden oluşmaktadır. Araştırmanın örneklemini ise Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümünde öğrenim gören 400 dördüncü sınıf öğrencisi oluşturmaktadır. Örneklemde kız ve erkek öğrenci sayılarının denk olmasına dikkat edilmiştir. Bilgi toplama aracı olarak öğrencilerin evliliğe bakış açılarını ölçmek amacıyla 18 kapalı uçlu ve iki açık uçlu olmak üzere 20 sorudan oluşan anket formu uygulanmıştır. Anketteki her sorunun seçeneklerine ve cinsiyete göre çapraz dağılım tabloları hazırlanmış, sonuçlar sayı ve yüzdelerle gösterilmiştir. Anket formunun Test güvenirliliğini ölçmek için, sıra farkı korelasyon kat sayısı hesaplama işlemi yapılmıştır. Tek ve çift numaralı sorular ayrılmış, tek ve çift soruların dereceleri arasında farklar bulunup elde edilen derece farklarının kareleri alınarak bu kareler toplanmış ve korelasyon katsayısı formülüyle yerine koyulmuştur. Bir yarının güvenirliliği 0,69 olarak bulunmuştur. Bu rakamın yüksek ya da düşük çıkması iki formun paralel olup olmamasına bağlıdır. Bulunan korelasyon katsayısı testin yarısının güvenirlilik kat sayısını verdiğinden bu kat sayı Sperman Brown formülü yardımıyla testin tümüne genellenmiştir. Testin tümünün korelasyon kat sayısı bu formül kullanılarak 0.83 bulunmuştur. Bulgular ve Tartışma Farklı ırktan kişilerle evlilik konusunda ne düşündüklerini saptamak amacıyla öğrencilere “farklı ırktan insanla evlilik konusunda ne düşündükleri” sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sınıflandırılarak sayı ve yüzdeler halinde Tablo 1’de verilmiştir. Tablo 1: Öğrencilerin, farklı ırktan insanla evlilik konusunda ne düşündüklerine ilişkin soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Farklı ırktan insanla evlilik Erkek konusunda ne düşünüyorsunuz? Önemli f 53 Kız Toplam % f % f % 26.5 88 44 141 35 Önemsiz 76 38 50 25 126 31.5 Kısmen Önemli 46 23 47 23.5 93 23.5 Kararsızım 25 12.5 15 7.5 40 10 Toplam 200 100 200 100 400 100 Tablo 1 incelendiğinde, örnekleme alınan erkek öğrencilerin % 38’inin farklı ırktan insanla evlilik konusunda ırkın evlilikte önemli olmadığını düşündükleri ortaya çıkmıştır. Kız öğrencilerin ise %31.5’inin farklı ırktan insanla evlilik konusunda ırkın evlilikte önemli olduğunu belirttikleri görülmektedir. Farklı ırktan kişi ile evlilik konusunda kız ve erkek öğrenciler arasında önemli bir görüş ayrılığı görülmemektedir. Eş seçiminde dini inançların önemli olup olmadığını anlamak amacıyla öğrencilere “sizce dini inançlar eş seçimi konusunda önemli midir?” şeklinde bir soru sorulmuş ve alınan cevaplar sayı ve yüzdeler halinde Tablo 2’de gösterilmiştir. Tablo 2: Öğrencilerin dini inançların eş seçiminde önemli olup olmadığı konusundaki soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Sizce dini inançlar eş seçimi Erkek konusunda önemli midir? Önemli Kız Toplam f % f % f % 109 54.5 127 63.5 236 59 Önemsiz 54 27 23 11.5 77 19 Kısmen Önemli 34 17 47 23.5 81 20.5 3 1.5 3 1.5 6 1.5 200 100 200 100 400 100 Kararsızım Toplam Tablo 2’ye göre, her iki grubunda eş seçiminde dini inançlara önem verdikleri belirlenmiştir. Erkeklerin %54.5’i, kızların ise %63.5’inin dini inançların eş seçiminde önemli olduğunu düşündükleri görülmektedir. Kız öğrencilerin eş seçiminde dini inançlara daha fazla önem verdikleri söylenebilir. Özgüven (1994)’in yaptığı araştırmada da dini inançların eş seçmede ne derece önemli olduğuna ilişkin soruya öğrencilerin verdikleri cevaplar benzer özellikler taşımaktadır(Özgüven,2001). Öğrencilerin eş seçiminde ekonomik bağımsızlığa önem verip vermediklerini belirlemek amacıyla “ sizce ekonomik bağımsızlığını elde etmemiş kişilerle evlenmeli midir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 3’de gösterilmiştir. Tablo 3: Öğrencilerin ekonomik bağımsızlığını elde etmemiş kişilerle evlenmenin doğru olmadığı ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Sizce ekonomik bağımsızlığını Elde etmemiş kişilerle Erkek Kız Toplam f % f % f 50 25 40 20 90 % evlenmeli midir? Önemli 22.5 Önemsiz Böyle bir evliliğin yürüyeceğine 76 43 48.5 21.5 23 99 11.5 24.8 122 165 61 inanmıyorum Kararsızım 41.2 31 15.5 15 46 7.5 11.5 Toplam 200 100 200 100 400 100 Tablo 3 incelendiğinde, ekonomik bağımsızlığını elde etmemiş kişilerle evlenme konusunda araştırmaya alınan erkeklerin %48.5’i önemsiz cevabını verirken kızların %61’i böyle bir evliliğin yürüyeceğine inanmadıklarını belirtmişlerdir. Ekonomik bağımsızlık konusunda erkeklere oranla kızların karşı cinsin ekonomik bağımsızlığına daha çok önem verdikleri düşünülebilir. Köse ve Onar (2000) tarafından yapılan araştırmada da benzer sonuçlar ortaya çıkmıştır. Araştırmaya dahil olan öğrencilerin evlenecekleri kişinin yaşının nasıl olmasını tercih ettiklerini belirlemek için “evleneceğiniz kişinin yaşı sizce nasıl olmalıdır” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 4’de gösterilmiştir. Tablo 4: Öğrencilerin evlenecekleri kişinin yaşının kaç olması gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Evleneceğiniz kişinin yaşı Erkek Kız Toplam sizce nasıl olmalıdır? f % f % f % Benimle aynı yaşta olmalı 37 18.5 23 11.5 60 15 Benden küçük olmalı 73 36.5 1 0.5 74 18.5 Benden büyük olmalı 16 8 Önemi yok 74 200 Toplam 133 66.5 149 37.2 37 43 21.5 117 29.5 100 200 100 400 100 Tablo 4’e göre, araştırmaya alınan öğrencilerin evlenecekleri kişinin yaşı ile ilgili soruya verdikleri dağılım incelendiğinde erkeklerin %36.5’inin kendisinden küçük olmasını istediği, kızların ise %66.5’inin kendisinden büyük olmasını istedikleri ortaya çıkmıştır. Araştırmaya alınan erkeklerin daha çok kendilerinden küçük eş tercih ederken kızların ise kendilerinden büyük kişileri tercih ettikleri söylenebilir. Özgüven’in (1994) yaptığı araştırmada “evleneceğiniz kişinin yaşı, size göre nasıl olmalı?” şeklinde bir soru sorulmuştur. Öğrencilerin %41’i “seçeceğim kişinin yaşı benimki kadar olmalı” cevabında toplanmış, %35’i “benden büyük olmalı” ifadesini kullanmışlardır (Özgüven, 2001). Dış güzelliğe çok önem verilen günümüzde kız ve erkek öğrencilerin eş seçiminde bu konuda ne düşündüklerini belirlemek amacıyla “, eş olarak seçeceğiniz kişinin fiziki güzelliği ile ilgili tercihiniz size göre nasıl olmalıdır” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar sayı ve yüzdeler halinde Tablo 5’de gösterilmiştir. Tablo 5: Öğrencilerin, eş olarak seçecekleri kişinin fiziki güzelliği ile ilgili tercihlerine göre dağılımları Eş olarak seçeceğiniz kişinin fiziki güzelliği ile ilgili Erkek tercihiniz size göre nasıl olmalıdır? Kendim kadar güzel olmalı Güzellik eş seçimi konusunda önemsizdir Kendimden daha güzel olmasını isterim Kendimden isterim Toplam daha az güzel Olmasını Kız Toplam f % f % 76 38 70 35 97 115 48.5 57.5 f % 146 36.5 212 53 22 11 5 2.5 27 6.8 5 2.5 10 5 15 3.7 200 100 200 400 100 100 Tablo 5 incelendiğinde, örnekleme alınan öğrencilerin fiziki güzellik ile ilgili soruya verdikleri cevaplar incelendiğinde erkeklerin %48.5 ve kızların %57.5’inin güzelliğin eş seçimi konusunda önemsiz olduğunu belirttikleri ortaya çıkmaktadır. Ancak sonuçlar incelendiğinde erkeklerin kızlara oranla güzelliğe daha çok önem verdikleri de söylenebilir. Üniversite öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmada, ideal eş özellikleri arasında “güvenilir olmak” ve “zeki olmak” yer almakta iken “cazip görünüşün” daha az önemsendiği belirtilmiştir (Bilen, 1994). Evlilik öncesi yapılan cinsel ilişkinin boyutu olarak, öğrencilere “sizce evlenme kararı verirken bekaret konusu önemli midir? sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 6’da verilmiştir. Tablo 6: Öğrencilerin, evlenme kararı verirken bekaret konusunun önemli olup olmadığı ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Sizce evlenme kararı verirken Erkek Kız Toplam f % f % f % 138 69 94 47 232 58 26 13 71 17.8 Bekaret konusu önemli midir? Önemli Önemsiz 45 22.5 Kısmen Önemli 17 8.5 52 26 69 17.2 Kararsızım 19 9.5 9 4.5 28 7 200 100 200 100 400 Toplam 100 Tablo 6 incelendiğinde, erkek (%69) ve kız (%47) öğrencilerin çoğunluğunun evlenme kararı verirken bekaret konusunun önemli olduğunu düşündükleri görülmektedir. Ancak burada kızlara göre erkekler için bekaret konusunun daha önemli görüldüğü görülmektedir. Özgüven’in 1996’da yaptığı araştırmada da erkeklerin kız öğrencilere göre bekaret konusuna daha çok önem verdikleri belirlenmiştir (Özgüven, 2001). Yasalar çerçevesinde aile hukukunun sağlanması için 1926’da kabul edilen “Medeni Kanun’la aile ve evlilik yasal kurallara bağlanmıştır. Ancak günümüzde nikahsız beraberlikler veya “imam nikahı” kullanılan yöntemlerdir.Öğrencilerin nikahsız beraberlik konusunda düşüncelerini ortaya çıkarmak amacıyla “eş olarak seçeceğiniz kişiyle nikahsız beraberliği onaylıyor musunuz ?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 7’de verilmiştir. Tablo 7: Öğrencilerin, eş olarak seçecekleri kişi ile nikahsız beraberlik konusundaki soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları: Eş olarak seçeceğiniz kişiyle Erkek nikahsız beraberliği onaylıyor Kız Toplam f % f % f % 42 21 30 15 72 18 130 65 146 73 276 69 Kısmen Önemli 16 8 13 6.5 29 7.2 Kararsızım 12 6 11 5.5 23 5.8 musunuz ? Evet Hayır Toplam 200 100 200 400 100 100 Tablo 7’ye göre, örnekleme alınan öğrencilerden, erkeklerin %65’inin ve kızlardan %73’ünün eş olarak seçecekleri kişi ile nikahsız beraberlik konusunda “hayır” cevabı verdikleri belirlenmiştir. Kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre, nikahsız beraberliğe daha olumsuz baktıkları görülmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre, bazı batı ülkelerinde nikahsız beraberlik yaygınlaşmış olmasına rağmen, evlilik halen toplumların hemen tümünde önemini korumakta ve devletler tarafından teşvik edilmektedir (Durmazkul, 1991). Bu görüş elde edilen sonuçlarla örtüşmektedir. Evlilikte çıkabilecek sorunlarla ilgili yardım alınabilecek kurumların sayısının arttığı günümüzde, gençlerin bu konudaki tercihlerini saptamak amacıyla “evlilikte ortaya çıkacak sorunlarda kimlerden yardım alırsınız?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 8’de verilmiştir. Tablo 8: Öğrencilerin, evlilikte ortaya çıkacak sorunlarda kimlerden yardım almak isteyeceklerini içeren soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları: Evlilikte ortaya çıkacak sorunlarda Erkek Kız Toplam f % f % f 68 34 58 29 126 % Kimlerden yardım alırsınız? Aile büyüklerinden 31.5 Yakın arkadaşlardan 29 14.5 43 21.5 72 18 Aile danışmanlarından Yardım almam Toplam 43 60 200 67 110 33.5 27.5 21.5 30 32 100 16 200 92 23 100 400 100 Tablo 8 incelendiğinde, evlilikte ortaya çıkacak sorunlarda kimlerden yardım almak isteyecekleri ile ilgili soruya erkeklerin %34’ünün “aile büyüklerinden” cevabını verirken kızların %33.5’inin “aile danışmanlarından”seçeneğini tercih ettikleri ortaya çıkmıştır. Buna göre, erkeklerin evlilikte çıkabilecek bir sorun için daha çok aile büyüklerini tercih ettikleri, ikinci tercih olarak, yardım almak istemedikleri görülmektedir. Kızların ikinci tercihi olarak aile büyükleri gelmektedir. Kentleşme oranının artmasıyla ülkemizde geniş aileden çok çekirdek aile yapısının mevcut olduğu bilinmektedir. Gençlerin evlendikten sonra aileleri ile oturma konusundaki düşüncelerini belirlemek amacıyla “evlenince ailenizle birlikte oturmayı düşünür müsünüz?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 9’da verilmiştir. Tablo 9: Öğrencilerin, evlendikten sonra aile ile oturma konusundaki düşüncelerini içeren soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Evlenince ailenizle birlikte oturmayı düşünür Erkek f Kız % Toplam f % f % müsünüz? Evet Hayır 18 147 9 2 73.5 1 20 5 184 92 331 82.8 11 5.5 29 7.2 5 Kararsızım 18 9 Önemsiz 17 8.5 3 1.5 20 Toplam 200 100 200 100 400 100 Tablo 9’a göre, araştırma örneklemine katılan öğrencilerden erkek öğrencilerin %73.5’inin ve kız öğrencilerden %92’sinin evlendikten sonra aile ile oturma konusunda “hayır” cevabını verdikleri belirlenmiştir. Ancak bu konuda, kızlara göre erkeklerin daha geleneksel bir tutuma sahip olduğu söylenebilir. Gençlerin evlilikte amaçladıkları boyutları belirlemek amacıyla öğrencilere “sizce evlilik neden gereklidir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 10’da gösterilmiştir. Tablo 10: Öğrencilerin, evliliğin neden gerekli olduğuna dair düşüncelerini içeren soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları: Sizce evlilik neden gereklidir? Erkek f Kız % f Toplam % f % Yaşantıları paylaşmak için 184 92 191 95.5 375 93.8 Çocuk sahibi olmak için 6 3 5 2.5 Evlilikte cinsel ilişkiye İzin verildiği için 6 3 2 1 8 2 Ailenin baskısı 4 2 2 1 6 1.5 400 100 200 Toplam 200 100 100 11 2.7 Tablo 10 incelendiğinde, evliliğin neden gerekli olduğuna dair soruya erkek öğrencilerin %92’sinin ve kız öğrencilerden %95.5’inin “yaşantıları paylaşmak için” seçeneğini tercih ettikleri görülmektedir. Diğer seçeneklerin yüzdeleri ise düşük çıkmıştır. Özgüven (1994)’in üniversite öğrencileri ile yaptığı araştırmada da benzer sonuçlar elde edilmiştir(Özgüven,2001). Gençlerin nasıl bir evlenme yöntemini tercih ettiklerini belirlemek amacıyla öğrencilere “evlenme yöntemleri içinde tercih ettiğiniz metot nedir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 11’de gösterilmiştir. Tablo 11: Öğrencilerin, evlenme yöntemleri içinde en uygun olarak düşündükleri metot konusundaki soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları: Evlenme yöntemleri içinde tercih ettiğiniz metod nedir? Erkek f Ailenin beğenisi Mantık evliliği Uzun bir arkadaşlık dönemi % f Toplam % 3 1.5 4 2 60 30 50 25 131 İlk görüşte beğenerek Toplam Kız 65.5 139 f % 7 1.8 110 27.5 69.5 270 67.5 6 3 7 3.5 13 3.2 200 100 200 100 400 100 Tablo 11’de, öğrencilerin, evlenme yöntemleri içinde en uygun olarak düşündükleri metot olarak erkeklerin %65.5 ile kızların ise %69.5 ile “uzun bir arkadaşlık dönemi”ni tercih ettikleri görülmektedir. Bu soru için erkek ve kız öğrencilerin tercihlerinde paralellik bulunduğu söylenebilir. Televizyonların ve internetin de etkisi ile gençlerin karşı cins ile tanışma şekilleri oldukça farklılaşmıştır. Bu nedenle gençlerin evlenecekleri kişi ile tanışma şekli konusunda ne düşündüklerini belirlemek amacıyla “sizce evleneceğiniz kişi ile tanışma şekliniz nasıl olmalıdır?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 12’de gösterilmiştir. Tablo 12: Öğrencilerin, evlenecekleri kişi ile tanışma şeklinin nasıl olması gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Sizce evleneceğiniz kişi ile Erkek Kız Toplam tanışma şekliniz nasıl olmalıdır? f Aynı mekanda olmalı 46 Flört ederek f % f % 23 44 22 90 22.5 124 62 135 67.5 259 64.8 7 3.5 4 2 11 2.7 23 11.5 17 8.5 40 10 200 100 200 100 400 100 Aile büyüklerine bırakılmalı Arkadaş tanıştırması Toplam % Tablo 12’ye göre, erkek öğrencilerin %62 ve kız öğrencilerin %67.5’inin, evlenecekleri kişi ile tanışma şeklinin “flört ederek” olması gerektiğini düşündükleri belirlenmiştir. İkinci sırayı ise “aynı mekanda olmalı” görüşü almıştır. Keimer’in (1971) flört konusundaki çalışmasına göre; benlik saygısı yüksek kızlar daha çok flört etmekte ve yüksek öğrenimde flört eden kızlar, etmeyenlere göre daha erken evlenmektedirler (Akt.Özgüven, 2001). Köse ve Onar (2000) tarafından yapılan araştırma sonuçları bu sonuçlarla benzerlik göstermektedir. Eski Türk ailesinin tersine, gençlerin eş seçmede daha rahat oldukları düşünülmektedir. Gençlerin eşleri kimin seçmesi gerektiği konusundaki düşüncelerini ortaya çıkarmak amacıyla, öğrencilere “sizce eşleri kim seçmelidir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 13’de gösterilmiştir. Tablo 13: Öğrencilerin, eşleri kimin seçmesi gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları: Sizce eşleri kim seçmelidir? Kendim Erkek f Kız % f Toplam % f % 197 98.5 199 99.5 396 99 Aile ya da büyükler 1 0.5 1 0.5 2 0.5 Arkadaş grubu 1 0.5 0 - 1 0.25 Akrabalar 1 0.5 0 - 1 0.25 200 100 200 Toplam 100 400 100 Tablo 13’e göre, erkek öğrencilerin %98.5’inin, kız öğrencilerin ise %99.5’inin eşleri kimin seçmesi gerektiği ile ilgili soruya “kendim” cevabını tercih ettikleri ortaya çıkmıştır. Geçmiş yıllara oranla, eş seçiminde ailelerin etkisinin daha az olduğu düşünülse de bu etkinin yok olmadığı bilinmektedir. TV kanallarında “gelinim olur musun” gibi, bu yönde hazırlanan programların gençleri ne kadar etkilediği önemlidir. Bu nedenle öğrencilerin konu ile ilgili düşüncelerini saptamak amacıyla “sizce eş seçiminde ailenin rolü ne olmalıdır?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 14’de gösterilmiştir. Tablo 14: Öğrencilerin, eş seçiminde ailenin rolünün ne olması gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Erkek Sizce eş seçiminde ailenin Rolü ne olmalıdır? Kız f Ailenin görüşü alınmalıdır % 132 Aile karışmamalıdır Evlenme kararını aile vermelidir En son aileye danışılmalıdır Toplam Toplam f 66 % f % 154 77 286 71.5 5 35 8.8 25 12.5 10 4 2 1 0.5 5 1.2 39 19.5 35 17.5 74 18.5 400 100 200 100 200 100 Tablo 14 incelendiğinde ise, erkeklerin %66’sının, kızların ise %77’sinin eş seçiminde, ailenin görüşünün alınması gerektiğini düşündükleri belirlenmiştir. Görüldüğü gibi, her iki grup da eş seçiminde ailenin görüşünü almak gerektiğini düşünmektedir. Bunun yanında ağırlık gösteren ikinci görüş ise en son aileye danışılması gerektiğidir. Aile karışmamalıdır görüşünü ise kızlara göre erkeklerin daha çok tercih ettikleri anlaşılmaktadır. Gençlerin, evlilik için en iyi ortamın neresi olduğu konusundaki tercihlerini belirlemek amacıyla, öğrencilere “sizce eş seçimi için en iyi ortam neresidir?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre analiz edilerek Tablo 15’de gösterilmiştir. Tablo 15 : Öğrencilerin, eş seçimi için en uygun ortamın neresi olduğu yönündeki soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Sizce eş seçimi için en Erkek Kız iyi ortam neresidir? f % Arkadaş çevresi 93 46.5 Üniversite çevresi 74 Aile çevresi İş çevresi Toplam Toplam f % f 110 55 203 50.8 37 36 18 110 27.5 17 8.5 19 9.5 36 9 16 8 35 17.5 51 12.7 200 100 400 100 200 100 % Tablo 15’e göre, erkek öğrencilerin %46.5’inin ve kız öğrencilerin %55’inin eş seçimi için en uygun ortamın arkadaş çevresi olduğunu düşündükleri ortaya çıkmıştır. Bunun yanında her iki ikinci tercih olarak üniversite çevresinin eş seçimi için uygun bir ortam olduğunu belirtmişlerdir. Özgüven’in 1994 yılında yaptığı araştırmada da denekler üniversite çevresi ve arkadaş çevresinin eş seçimi için en uygun ortam olduğunu belirtmişlerdir (Özgüven, 2001). Günümüz gençlerinin, sosyo-ekonomik duruma ne kadar önem verdiklerini belirlemek amacıyla öğrencilere“ sizce eş olarak seçeceğiniz kişinin sosyo-ekonomik durumu nasıl olmalıdır?” sorusu sorulmuş ve alınan cevaplar cinsiyete göre sayı ve yüzdeler halinde Tablo 16’da verilmiştir. Tablo 16: Öğrencilerin, eş olarak seçecekleri kişinin sosyo-ekonomik durumunun nasıl olmasını gerektiği ile ilgili soruya verdikleri cevaplara göre dağılımları Sizce eş olarak seçeceğiniz kişinin Erkek sosyo-ekonomik durumu nasıl olmalıdır? Kendi sosyo-ekonomik durumum f Kız % 99 f Toplam % 49.5 111 kadar f % 210 52.5 55.5 Kendimden daha yüksek 8 4 62 31 70 17.5 Kendimden daha az 9 4.5 0 - 9 2.2 111 27.8 400 100 Önemsiz 84 42 27 13.5 Toplam 200 100 200 100 Tablo 16 incelendiğinde, erkeklerin %49.5’inin, kızların %55.5’inin eş olarak seçecekleri kişinin sosyo- ekonomik durumunun kendi sosyo-ekonomik durumları kadar olması gerektiğini düşündükleri görülmektedir. Görüldüğü gibi, kızlar ve erkeklerin çoğunluğu eşin sosyo-ekonomik düzeyinin kendilerininki kadar olmasını tercih etmektedirler. Bunun yanında eşinin sosyo-ekonomik düzeyinin kendisininkinden daha yüksek olmasını tercih eden, geleneksel düşünce yapısına sahip olan kızların oranı % 31 iken bu oran erkeklerde %4 olarak görülmektedir. Sosyo-ekonomik düzeyin önemsiz olduğunu düşünen erkeklerin oranı %42 olarak görülürken kızların ancak %13.5’i bu görüşü paylaşmaktadır. Toplumların geleceklerini oluşturan ve güvence altına alan gençlerin her türlü bilgiye ve hizmete ulaşmaya hakları vardır.Aslında bugünün gençlerinin vereceği kararlar dünyanın geleceğini ve gelecek nesillerin başarılarını oluşturacaktır. ÖNERİLER - İlköğretimin orta bölümünde; cinsel eğitim, lisede evliliğe hazırlık eğitimi (üniversitede seçmeli olabilir) ve üniversitede; anne babalığa hazırlık eğitiminin zorunlu hale getirilmesi gerekmektedir. - Örgün ve yaygın eğitim kurumlarında, sosyal hizmetler toplum merkezlerinde gerekli uygun programlar hazırlanarak geliştirilip uygulanmalıdır. - Gençlere; evlilikle ilgili eğitici seminerler, konferanslar verilmelidir. - Anne-babaların evlilikle ilgili olarak gençlere baskı uygulamaması gerekmektedir. Bu nedenle, anne- babaların mümkünse anne-baba eğitim seminerlerine katılması yararlı olacaktır. - Evlenecek gençlerin iş güvencesi olmalıdır. - Ülkemizde Kız çocukların rolü konusunda sivil toplum örgütleri ve hükümetler çeşitli eğitim çalışmaları başlatmalı ve bazı bölgelere öncelik verilerek bu çalışmalarda erken evliliklerin ve erken yaşta yapılan doğumların tehlikeleri ayrıntılı bir şekilde hem anne babalara hem de genç kız ve erkeklere anlatılmalıdır.Sivil toplum örgütleri, hükümetler, sağlık personeli ve basına da bu konuda önemli görevler düşmektedir. - Evlenecek kız ve erkek, aile yaşamının gerektirdiği bütün görev ve sorumlulukları birlikte karşılamayı önceden kabul etmelidir.Demokratik olmalıdırlar. - Televizyon ve basılı yayın organlarının gençleri doğru şekilde bilinçlendirme yönünde çaba göstermeleri gerekmektedir. - Evlenmeden önce, kısa süreli, her iki cinsiyete evlilik ile ilgili seminerler zorunlu hale getirilebilir. - Sağlıklı aile düzeni ve evliliği devam ettirme konusu ile ilgili sıkıntı yaşanılan temel sorunlar saptanarak bilinçli aileler ve çocukların zararını en aza indirecek uygulamalar geliştirilmelidir. EVCİLİK OYUNU DEĞİL EVLİLİK KAYNAKLAR 1. Erden, M., Akman, Y.(1998). Eğitim Psikolojisi. Arkadaş Yayınevi, Ankara 2. Bilen M. (1994).Sağlıklı İnsan İlişkileri. Teknik Basım, Ankara 3. Onur, B. (1997).Gelişim Psikolojisi. İmge Kitabevi, İstanbul 4. Gölcü, Ö.(2004). Evlilik. Özgür ve Bilge Dergisi. Sayı:11, Ss:1-4 . www.ozgur ve bilge.Com/aile/Sayino:122002-51k 5. Özgüven, İ.E.(2001). Ailede İletişim ve Yaşam. PDREM Yayınları,Ankara 6. Özgüven, İ.E., (2000). Evlilik ve Aile Terapisi.PDREM Yayınları, Ankara 7. Köse S. ve Onar A.(2000). Eğitim Fakültesi Psikolojik danışma ve Rehberlik Bölümü Öğrencilerinin Evlilikte 8. Eş Seçiminde Kriterleri Durmazkul, A.(1991). Cinsiyete Göre Üniversite Öğrencilerinin Eş Seçimi Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi , Hacettepe Üniversitesi, Eğitim nelerdir. Tercihleri. Fakültesi 10. Koptagel, G.,(1991).Hasta Aile, İstanbul 11. Güngören, A.(1998). Cadıların Gün Batımı. Yol Yayınları, Tuba Matbaası, 12. Tan, H.(1984). Psikolojik İnsan İlişkileri Danışma ve Psikoterapi. Milli Eğitim Yayınları, Arıkan, Ç.(1992). Yoksulluk, Evlilikte Geçimsizlik ve Boşanma. II. Baskı, Şafak Matbaası, İstanbul İstanbul 13. Ankara ERGENLİK DÖNEMİNDE ÇOCUĞU OLAN EBEVEYNLERİN AİLE ORTAMLARINI ALGILAMALARININ İNCELENMESİ Doç.Dr. Figen GÜRSOY Araş. Gör. Müdriye YILDIZ BIÇAKÇI* Bu çalışma farklı sosyo ekonomik düzeyde bulunan ve ergenlik döneminde çocuğa sahip ebeveynlerin aile ortamlarını algılamalarının öğrenim durumuna, çocuğun cinsiyetine ve sahip oldukları çocuk sayısına göre farklılık yaratıp yaratmadığını ve anne ile babanın aile ortamlarını algılamaları arasında ilişki olup olmadığını belirlemek amacıyla planlanmıştır. Çalışmaya 15-18 yaş grubunda farklı sosyo-ekonomik düzeyde bulunan, liseye devam eden çocukların ebeveynleri dahil edilmiştir. Bu araştırmada ailelerin kendileri ve çocukları hakkında bilgi edinmek amacıyla araştırmacılar tarafından oluşturulan “Genel Bilgi Formu” ve aile ortamlarını algılamalarını değerlendirmek amacıyla Moss (1974) tarafından geliştirilen ve Usluer tarafından Türkçe’ye uyarlanan “Aile Ortam Ölçeği” kullanılmıştır. Aile ortamı ölçeği birlik beraberlik ve denetim olmak üzere iki alt bölümden oluşmaktadır. Elde edilen veriler “Varyans Analizi” ile değerlendirilmiştir. Araştırma sonucunda anne-baba öğreniminin aile ortamı puanlarında farklılık yarattığı belirlenmiştir. Çocuk sayısının anne aile ortamı puanlarında farklılık yarattığı gözlenirken, baba aile ortamı puanlarında farklılık yaratmadığı saptanmıştır. Çocuğun cinsiyetinin de anne-baba aile ortamını algılama puanlarında farklılık yaratmadığı ortaya konulmuştur. Ayrıca anne ile babaların aile ortamını algılamaları arasında ilişki bulunmadığı belirlenmiştir. Anahtar kelimeler: Ergen, aile, ebeveyn tutumları, aile yapısı. GİRİŞ İnsan gelişiminde en hızlı büyüme dönemlerinden biri olan ergenlik dönemi çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemi olarak tanımlanmaktadır (Eccless, et al. 1993). Bu dönem, ilk olarak hızla ilerleyen bedensel gelişme ve değişme ile başlamakta bu değişimi ruhsal ve toplumsal değişme izlemektedir. İlk olarak bedensel değişmenin doğrudan ya da dolaylı olarak yarattığı ruhsal değişmeler görülmektedir (Köknel, 1999). Bu ruhsal değişmeler arasında ergenlerin kendilerine “ben kimim?” sorusunu sormaları, anne ve babalarından nasıl farklı duygu, düşünce ve davranışlara sahip oldukları, ailelerinden farklı kendi değerlerinin neler olduğu, çevrenin ergen hakkında ergenin ise çevre hakkında görüşlerini anlama uğraşıları bulunmaktadır. Ergen bu düşünceler nedeniyle kendini kabul etmek, kişiliğini bulmak, çeşitli arkadaş gruplarına girmek ve kendi isteklerine ulaşmak için çaba göstermektedir (Nelsen & Lott, 2001). Bu ruhsal değişmeler nedeniyle mutlu, uyumlu, dengeli ergenin yerini kaygılı, tedirgin, dengesiz, uyumsuz ergen almaktadır. Bocalama ve kararsızlık içinde olan ergenin duyguları, ilgileri değişmekte; coşkuları ölçüsüz, sınırsız ve dengesiz olarak değişiklik göstermektedir (Köknel, 1999). * Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksekokulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Bu değişimler ve farklılıklar ergeni olduğu kadar anne babayı da önemli ölçüde etkilemekte yeni korkular, yeni heyecanlar ve kaygılar yaşamasına neden olmaktadır. Bu da aile ilişkilerine yansımaktadır. Aile içerisinde yaşanan ilişkiler gerek ergenin gerekse anne babanın ruh sağlığı açısından önemlidir (Atalay Yörükoğlu,). Özellikle anne babanın eğitim düzeyi düşük ise ergen daha fazla uyum ve ruhsal problemler yaşayabilmekte ve bu durum da anne babanın ruhsal durumunu da olumsuz etkileyebilmektedir (Terrell-Deutsch, 1999). Ayrıca anne babaların duygusal sorunları bulunan kişiler olmaları, evlilik ilişkilerinde başarılı olamamaları ergenin aile içerisinde tartışmalara tanık olması, kötü ev koşulları ve anne babaların kendi gelişim dönemlerini dikkate alarak ergenleri o ölçüler içerisinde değerlendirmeleri, anne babaların gencin kişiliğini hiçe sayarak ona kişisel konularda seçme ve karar verme özgürlüğü tanımaması aile içerisinde gerginliğe neden olan etkenler arasında sayılmaktadır (Nurmi et al. 997; Buchholz ve Catton 1999; Mcwhirter et al. 2002; Besett-Alesch et al. 2002; Yörükoğlu, ). Bu düşünceden hareketle araştırmada; ergenlik döneminde çocuğa sahip ebeveynlerin aile ortamlarını algılamalarıda ergenin cinsiyetinin, sahip olunan çocuk sayısının, sosyo-ekonomik düzeyin, anne babanın öğrenim düzeyinin ve anne babanın yaşlarının farklılık yaratıp yaratmadığını ve anne ile babanın aile ortamlarını algılamaları arasında ilişki olup olmadığını belirlemek amacıyla planlanmıştır. MATERYAL VE YÖNTEM Bu çalışmada ergenlik döneminde çocuğa sahip ebeveynlerin aile ortamlarını algılamalarıda ergenin cinsiyetinin, sahip olunan çocuk sayısının, sosyo-ekonomik düzeyin, anne babanın öğrenim düzeyinin ve anne babanın yaşlarının farklılık yaratıp yaratmadığını ve anne ile babanın aile ortamlarını algılamaları arasında ilişki olup olmadığını belirlemek amaçlanmıştır. Evren ve Örneklem Araştırmaya Ankara il merkezinde bulunan liselerin birinci ve ikinci sınıfına devam eden ergenlerin anne-babaları dahil edilmiştir. Araştırmaya dahil edilen anne babalar 15-17 yaş grubunda bulunan lise öğrenimine devam eden ergenlik döneminde çocuğa sahip olan ve araştırmaya gönüllü olarak 300 anne 300 baba olmak üzere toplam 600 ebeveyn üzerinde yürütülmüştür. Araştırma farklı sosyo-ekonomik düzeyde bulunan liselere devam eden ergenlerin anne babalarıyla gerçekleşmiştir. Liseler alt, orta ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki semtlerden tesadüfi örneklem yöntemi (random sampling) ile seçilmiştir. Veri Toplama Araçları Araştırmada çocukların kendilerine ve ailelerine ilişkin bilgileri edinebilmek amacıyla “Genel Bilgi Formu” ile ergenlerin anne-babalarının aile ortamlarını algılamalarını belirlemek için ise Moss tarafından 1974 yılında geliştirilen Usluer tarafından Türkçe’ye uyarlanan “Aile Ortamı Ölçeği” kullanılmıştır. Genel bilgi formu: Formda ergenin cinsiyeti, ailenin sahip olduğu çocuk sayısı, anne babanın öğrenim düzeyi ve anne babanın yaşlarına ilişkin sorulardan oluşmaktadır. Aile ortamı ölçeği: Moss tarafından 1974 yılında geliştirilen Usluer tarafından Türkçe’ye uyarlanan ölçek birlik ve beraberli olmak üzere iki alt boyuttan oluşmakta ve yirmi altı maddeyi içermektedir. Aile ortamı puanlarının yüksekliği birlik-beraberlik ve denetimin de arttığını göstermektedir. Veri Toplama Yöntemi Araştırmaya ilk olarak okulların bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin alarak başlanmıştır. Daha sonra okul idarecileri ile görüşülerek veli toplantı tarihleri öğrenilmiştir. Okul idaresinin izni ile toplantılara katılarak anne babalara araştırmanın amacı, ölçek ve ölçeğin cevaplanması hakkında bilgi verilerek gönüllü olan anne babalardan anket sorularına içtenlikle cevap vermeleri istenmiştir. Ayrıca uygulamadan önce anne babalara isim yazma zorunluluğunun olmadığı ve bu çalışmanın bilimsel bir araştırma için yapıldığı, verecekleri cevapların gizli kalacağı, içten ve samimi olmalarının, doğru bilgi vermelerinin ileride kendilerine yardımcı olabilecek sonuçlara ulaşılması için önemli olduğu açıklanmıştır. Uygulama için bir zaman kısıtlaması yapılmamıştır. Verilerin değerlendirilmesi Toplanan veriler iki aşamada değerlendirilmiştir. İlk önce toplanan anket formlarındaki bilgilerin çetelenmesi yapılmış her anne babanın ve ailesi hakkındaki bilgiler değerlendirilmiştir. İkinci aşamada ise anne babaların aile ortamını algılamalarından aldıkları puanlar “Aile Ortamı Ölçeği” hesaplanarak belirlenmiştir. Verilerin Analizi Araştırmadan elde edilen veriler SPSS 10.0 programında (Statistical Package for Social Sciences) değerlendirilmiştir. Araştırmada ergenlerin cinsiyetinin anne babanın aile ortamını algılama puanlarında etkili olup olmadığını belirlemek amacıyla “T-Testi”; sahip olunan çocuk sayısının, sosyo-ekonomik düzeyin, anne babanın öğrenim düzeyinin ve anne babanın yaşlarının anne babanın aile ortamını algılamalarına ilişkin puanlarda farklılık yaratıp yaratmadığını saptamak amacıyla “Tek Yönlü Varyans Analizi”; anne ile babanın aile ortamlarını algılamaları arasında ilişki olup tespit etmek için ise “Pearson Korelasyon Testi” yapılmıştır. Ayrıca tek yönlü varyans analizi sonuçlarında önemliliğin hangi gruptan kaynaklandığını belirlemek amacıyla ise “Tukey testi” kullanılmıştır (Büyüköztürk, 2002). BULGULAR Tablo. 1. Araştırmaya alınan annelerin ergenlerin cinsiyetlerine göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve t-testi sonuçları AİLE ORTAMI CİNSİYET N BİRLİK-BERABERLİK DENETİM X S sd t p X S sd t p 298 .764 .44 26.48 5.03 298 .511 .61 26.76 4.31 Kız 117 45.35 7.02 Erkek 183 44.75 6.36 Tablo 1’de de görüldüğü gibi yapılan t-testi sonucu incelendiğinde ergenlerin cinsiyete göre annelerin hem birlik-beraberlik [t(298)=.764 p>.05] hem de denetim [t (298)=.511, p>.05] puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık olmadığı saptanmıştır. Bu duruma rağmen birlik-beraberlik boyutunda kız ergenlerin puan ortalamalarının ( X = 45.35), erkek ergenlere ( X = 44.75) göre daha yüksek olduğu ortaya konulmuştur. Tablo. 2 Araştırmaya alınan babaların ergenlerin cinsiyetlerine göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve t-testi sonuçları AİLE ORTAMI CİNSİYET N BİRLİK-BERABERLİK DENETİM X S sd t p X S sd t p 298 .273 .78 26.33 4.83 298 .694 .48 26.72 4.63 Kız 117 44.14 6.15 Erkek 183 43.93 6.47 Tablo 2’de de görüldüğü gibi yapılan t-testi sonucu incelendiğinde ergenlerin cinsiyete göre babaların hem birlikberaberlik [t(298)=.273 p>.05] hem de denetim [t (298)=.694, p>.05] puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık olmadığı saptanmıştır. Tablo. 3 Araştırmaya alınan annelerin sosyo-ekonomik düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları SED N AİLE ORTAMI BİRLİK-BERABERLİK S X X DENETİM S Alt 1 1 0 0 44.55 6.58 27.01 4.74 Orta 2 1 0 0 43.06 6.20 26.08 4.46 Üst 3 1 0 0 47.37 6.38 26.69 5.05 GENE L 3 0 0 44.99 6.62 26.59 4.76 VARYANS ANALİZ SONUÇLA RI KT s d KO P KT s d KO P Gruplararas ı 958.2 87 2 479 .14 3 .00 31,32 44.6 47 2 22.32 3 .37 Grupiçi 12151 .700 2 9 7 40. 915 6735 .740 2 9 7 22.67 9 Toplam 13109 .987 2 9 9 67.8 0 2 9 9 p<.01 Tablo 3 incelendiğinde alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan annelerin birlik-beraberlik puan ortalamalarının 44.55±6.58, orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 43.06±6.20, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 47.37±6.38 olduğu saptanırken, alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan annelerin denetim puan ortalamalarının 27.01±4.74, orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 26.08±4.46, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 26.69±5.05 olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda sosyo-ekonomik düzey ile anne birlikberaberlik (F(2-.297)=6.72 p<.01) arasındaki ilişki anlamlı bulunurken anne denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-.297)= .687 p>.05) olmadığı belirlenmiştir. Yapılan Tukey testi sonucunda birlik-beraberlik boyutunda farklılığa üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunan anneler ile alt ve orta düzeyde bulunan annelerin puanları arasındaki farklılığın neden olduğu tespit edilmiştir. Tablo 4. Araştırmaya alınan babaların sosyo-ekonomik düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları Tablo 4’e göre alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan babaların birlik-beraberlik puan ortalamalarının 44.55±6.58, orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 43.06±6.09, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 46.52 ±5.50 olduğu saptanırken, alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan babaların denetim puan ortalamalarının 27.19±4.82, orta sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 26.30±4.51, üst sosyo-ekonomik düzeyde bulunanların 25.98±4.87 olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda sosyo-ekonomik düzey ile baba birlik-beraberlik (F(2.297)=3.46 .297)= p<.01) arasındaki ilişki anlamlı olduğu gözlenirken baba denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2- .687 p>.05) olmadığı ortaya konulmuştur. Yapılan Tukey testi sonucunda birlik-beraberlik boyutunda SED N farklılığa AİLE ORTAMI BİRLİK-BERABERLİK S DENETİM X Alt 1 1 0 0 44.55 Orta 2 1 0 0 43.06 Üst 3 1 0 0 46.52 GENE L 3 0 0 44.99 6.47 6.09 ekonomik X S 27.19 4.82 26.30 5.50 bulunan babalar ile alt ve orta düzeyde bulunan puanları arasındaki 4.51 25.98 6.62 farklılıktan görülmektedir. 4.87 26.59 4.76 Tablo 5. alınan annelerin oldukları göre Gruplararas ı 934.7 40 2 467 .37 0 Grupiçi 10831 .140 297 36. 468 Toplam 11765 .880 299 sd KO P KT .00 31,3-2 AİLE ORTAMI BİRLİK-BERABERLİK s d KO 78.6 20 2 39. 310 6680 2 9 7 22. 493 6758 .970 2 9 9 DENETİM N X S X S Tek çocuk 1 7 0 42.08 6.90 25.88 5.41 İki 2 1 3 4 45.46 6.67 26.65 3.78 9 46.45 5.69 27.54 5.32 ve düzeyde kaynaklandığı KT Üç sosyo- babaların VARYANS ANALİZ SONUÇLA RI ÇOCUK SAYISI üst P .17 Araştırmaya çocuk aile sahip sayısına ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları üzeri 3 6 GENEL 3 0 0 VARYANS ANALİZ SONUÇLARI 44.99 6.62 26.59 4.76 KT sd K O P KT sd KO P Gruplararası 827.3 54 2 41 3. 67 7 .00 12,23 3-1 154.69 2 2 77. 346 .03 2-3 Grupiçi 12282 .632 29 7 41 .3 56 6625.6 94 297 22. 309 Toplam 13109 .987 29 9 6780.3 87 299 p<.01, p<.05 Tablo 5, incelendiğinde tek çocuk olan ergenlerin annelerinin birlik-beraberlik puan ortalamalarının 42.08±6.90, iki çocuk olanların 45.46±6.67, üç ve üzeri olanların 46.45±6.69 olduğu görülürken, tek çocuk olan ergenlerin denetim puan ortalamalarının 28.88±5.41, iki çocuk olanların 26.65±3.78, üç ve üzeri olanların 27.54±5.32 olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda çocuk sayısı ile hem anne birlik-beraberlik (F(2-.297)= 29.836 p<.01) hem de anne denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-.297)= 18.232 p<.05) olduğu belirlenmiştir. Annelerin çocuk sayısına göre aile ortamlarını algılama puanlarına bakıldığında çocuk sayısının önemli olduğu görülmektedir. Yapılan Tukey testi sonucunda birlik-beraberlik boyutunda farklılığa tek çocuk olan annelerin puanları ile hem iki çocuğa hem de üç ve üzeri çocuğa sahip annelerin puanları arasındaki farklılığın neden olduğu belirlenmiştir. Denetim boyutunda ise farklılığa iki çocuğa sahip annelerin puanları ile üç ve daha fazla çocuğa sahip annelerin puanları arasındaki farklılığın neden olduğu ortaya konulmuştur. Tablo. 6. Araştırmaya alınan babaların annelerin sahip oldukları çocuk sayısına göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları AİLE ORTAMI ÇOCUK BİRLİK-BERABERLİK SAYISI DENETİM N X S X S Tek 7 44.22 6.66 26.40 3.90 çocuk1 0 İki-üç 1 43.38 5.89 26.31 5.15 çocuk 3 2 4 46.45 6.46 26.80 4.77 44.99 6.62 26.59 4.76 Üç ve 9 üzeri 3 6 GENEL 3 0 0 VARYANS ANALİZ KT SONUÇLARI Gruplararası s P KT s d 110.4 2 58 Grupiçi KO P 2 7.04 .73 22.71 d 55. .24 14.0 229 95 11655 2 39. 6744 2 .422 9 244 .875 9 7 7 Toplam KO 11765 2 6758 2 .88 9 .970 9 9 9 Tablo 6, incelendiğinde tek çocuk olan ergenlerin babaların birlik-beraberlik puan ortalamalarının 44.22±6.66, iki çocuk olanların 43.38±5.89, üç ve üzeri olanların 46.45±6.46 olduğu görülürken, tek çocuk olan ergenlerin denetim puan ortalamalarının 26.40±5.41, iki çocuk olanların 26.31±5.15, üç ve üzeri olanların 26.80±4.77 olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda çocuk sayısı ile hem anne birlik-beraberlik (F(2-.297)= .754 p>.05) hem de anne denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-.297)= 8.90 p>.05) olmadığı belirlenmiştir. Tablo 7. Araştırmaya alınan annelerin öğrenim düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları ANNE ÖĞRENİM AİLE ORTAMI BİRLİK-BERABERLİK DENETİM N X S X S İlköğreti m1 2 6 42.95 8.58 27.07 5.41 Ortaöğre tim2 8 6 44.06 6.06 26.43 5.28 Yüksekö ğretim3 1 8 8 47.60 6.24 25.07 4.35 GENEL 3 0 0 44.99 6.62 26.59 4.76 VARYANS ANALİZ SONUÇLARI KT s d KO P KT s d KO P Gruplararası 852.9 44 2 426. 472 .00 12,13 2-3 119. 748 2 59.87 4 .07 Grupiçi 1225 7.043 2 9 7 41.2 70 6660 .638 2 9 7 22.42 6 Toplam 1310 9.987 2 9 9 67.8 0.38 2 9 9 p<.01 Tablo 6, incelendiğinde tek çocuk olan ergenlerin babaların birlik-beraberlik puan ortalamalarının 44.22±6.66, iki çocuk olanların 43.38±5.89, üç ve üzeri olanların 46.45±6.46 olduğu görülürken, tek çocuk olan ergenlerin denetim puan ortalamalarının 26.40±5.41, iki çocuk olanların 26.31±5.15, üç ve üzeri olanların 26.80±4.77 olduğu bulunmuştur. Yapılan varyans analizi sonucunda çocuk sayısı ile hem anne birlik-beraberlik (F(2-.297)= .754 p>.05) hem de anne denetim puanları arasındaki farkın anlamlı (F(2-.297)= 8.90 p>.05) olmadığı belirlenmiştir. Eğitim düzeyine göre annelerin aile ortamını algılamalarına bakıldığında birlik beraberlik boyutunda önemli olduğu görülmektedir. Yükseköğrenim gören annelerin aileyi daha birlik içinde hissetmesine karşın sadece ilköğretim eğitimi alan annelerin denetim duygusunun fazla olması çocuklarını daha fazla kendine güvenen bireyler olarak yetiştirmesiyle açıklanabilir. Tablo. 8 Araştırmaya alınan babaların öğrenim düzeye göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları BABA AİLE ORTAMI ÖĞRENİM BİRLİK-BERABERLİK DENETİM N X S X S 43.50 5.79 26.11 4.34 43.70 6.44 26.31 4.85 44.86 6.23 26.62 4.77 44.99 6.62 26.59 4.76 İlköğreti 2 m1 0 Ortaöğret 8 im2 6 Yüksekö 1 ğr.3 9 4 GENEL 3 0 0 VARYANS ANALİZ KT SONUÇLARI Gruplararası s P KT d 86.14 2 5 Grupiçi KO KO P 2 4.803 .81 d 43. .33 9.60 072 7 11679 2 39. 6749 2 22.72 .735 9 326 .363 9 5 7 7 Toplam s 11765 2 6758 2 .880 9 .970 9 9 9 Tablo. 9 Araştırmaya alınan annelerin yaşına göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları ANNE YAŞ AİLE ORTAMI BİRLİK-BERABERLİK DENETİM N X S X S 30-40 1 44.04 7.46 25.88 4.93 1 3 44.45 5.72 27.15 4.19 46.01 5.54 27.45 6.42 44.99 6.62 26.59 4.76 8 41-50 1 2 4 0 50 ve 2 üzeri3 2 GENEL 3 0 0 VARYANS ANALİZ KT SONUÇLAR s KO P KT s d KO P 65.12 .05 2 1-2,2-3 d I Gruplararası 276.8 2 22 138 .04 130. .41 1- 244 1 2,2- 2 3 Grupiçi 12833 2 43. 6650 2 22.39 .165 9 209 .142 9 1 7 7 Toplam 13109 2 6780 2 .987 9 .387 9 9 9 p<.01 Annenin yaşına göre annelerin aile ortamını algılamalarına bakıldığında hem birlik beraberlik hem de denetim boyutunda yaşın önemli olduğu görülmektedir. Annenin yaşının yükselmesiyle annelerin hem denetim hem de birlik beraberlik duygusunun fazla yaşadığı görülmektedir. Bu durum çocukları daha paylaşımcı daha işbirlikçi yetiştirmenin yanında çevrenin etkisinden çekinmeleri nedeniyle daha kontrollü davranmalarıyla açıklanabilir. Tablo 10. Araştırmaya alınan babaların yaşına göre aile ortamlarını algılamalarına ilişkin puan ortalamaları, standart sapmalar ve varyans analiz sonuçları BABA YAŞ AİLE ORTAMI BİRLİK-BERABERLİK DENETİM N X S X S 30-40 1 43.97 6.20 25.63 4.64 1 4 44.04 6.28 26.80 5.05 44.13 6.88 26.30 3.23 44.99 6.62 26.59 4.76 2 41-50 1 2 3 8 50 ve 3 üzeri3 0 GENEL 3 0 0 VARYANS ANALİZ KT SONUÇLAR s KO P KT s d KO P 17.38 .46 d I Gruplararası .752 2 .37 . 6 9 34.761 2 0 9 Grupiçi 1176 2 39. 6724.2 2 22.64 5.128 9 613 09 9 0 7 7 Toplam 1176 2 6758.9 2 5.880 9 70 9 9 9 Tablo 11. Annelerin ile babaların aile ortamlarını algılama puanları arasındaki ilişkiye ait Pearson Korelasyon testi sonuçları ANNE Birlik- BABA Denetim Beraberlik ANNE Birlik- Birlik- Denetim Beraberlik .00 .69 .43 .57 .78 Beraberlik BABA Denetim .00 Birlik- .69 .57 .43 .78 .00 Beraberlik Denetim p<.01 TARTIŞMA .00 Ergenin cinsiyetine göre hem anne hem de babaların aile ortamını algılamalarına tablo 1ve 2’de bakıldığında cinsiyetin önemsiz olduğu görülmektedir. Bunun yanında hem annelerin hem de babaların kız ergenlerin birlik ve beraberlik puanlarının yüksek erkeklerin ise denetim boyutu puanlarının yüksek olduğu dikkati çekmektedir. Cinsiyetin önemsiz olmasında en önemli etkenin anne babanın eğitimin yükselmesi dolayısıyla cinsiyet farklılığı gözetmeksizin çocuklarıyla iletişimleri sürdürmeleri olduğu söylenebilir. Özellikle son yıllarda devlet ve çeşitli kurumlar tarafından aileye yönelik eğitim programlarının artması bu sonucu beraberinde getirmiş olabilir. Tablo 3 ve 4’ de görüldüğü gibi sosyo-ekonomik düzeye göre hem anne hem de babaların aile ortamını algılamalarında birlik beraberlik boyutunda önemli olduğu görülmektedir. Bunun yanında üst sosyo ekonomik düzeyde bulunan hem annelerin hem de babaların birlik ve beraberlik puanlarının yüksek olduğu gözlenirken, denetim boyutunda ise daha düşük olduğu görülmektedir. Bunun durum ise alt sosyoekonomik düzeyde bulunan ebeveynlerin onlarla birlikte çocuklarında ekonomik sıkıntıyı fazlasıyla yaşaması dolayısıyla, çocukların kötü alışkanlıklara yönebilecekleri korkusuyla daha fazla kontrollü olmaları ve ergenlerin hayatlarını kurtarmaları için okul yaşantıları üzerinde daha fazla baskı yapmalarıyla açıklanabilir. Üst sosyo-ekonomik düzeydeki birlik beraberliğin artmasının nedeni olarak ekonomik sıkıntının olmaması nedeniyle ev içinde ve ev dışında ailenin daha fazla birlikte bir şeyler paylaşarak ilişkilerini olumlu yönde geliştirmesi görülebilir. Tablo 5 ve 6 incelendiğinde hem birlik hem de denetim boyutunun puanları incelendiğinde çocuk sayısı artıkça annenin hem birlik beraberlik hem de denetim duygusunun arttığı görülmektedir. Çocuk sayısının artmasıyla ailede birlik beraberlik duygusu artmakla birlikte, çocukların sayısının fazla olması nedeniyle daha az görüşülmesi annenin çocuğu üzerindeki kontrolü de artmaktadır. Bu nedenle aile ilişkileri ve anne-babanın eğitim düzeyi ergenin yalnızlık düzeyi üzerinde oldukça etkili olduğu ifade edilebilir. Eğer anne babanın eğitim düzeyi düşük ise ergen uyum ve ruhsal problemler yaşayabilmekte ve bu durum da onu yalnızlığa itebilmektedir. Aile ilişkilerinin yanında arkadaş ilişkileri de yalnızlık üzerinde etkili olmaktadır. Fakat her ikisinin de yalnızlık üzerindeki etkileri farklı boyutta olmaktadır (Terrell-Deutsch, 1999). ANNE-BABALARIN OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMU SEÇİMLERİ ÜZERİNE ANNE-BABAYA İLİŞKİN ÇEŞİTLİ DEĞİŞKENLERİN ETKİSİNİN İNCELENMESİ Doç. Dr. Aysel KÖKSAL AKYOL* Bil. Uzm. Vuslat OĞUZ* Nesrin YILGIN* Araştırma, anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu seçimleri üzerinde anne-babaya ilişkin çeşitli değişkenlerin etkisinin incelenmesi amacı ile yapılmıştır. Araştırma örneklemine, Ankara il merkezinde 3-6 yaşlarındaki çocukları okul öncesi eğitim kurumlarına devam eden 99 anne ve 51 baba alınmıştır. Araştırmada veri toplama aracı olarak anne-babalar ile ilgili soruların yer aldığı Genel Bilgi Formu ve fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar, açık hava oyun alanları, personel ve program alt boyutları olan Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu kullanılmıştır. Araştırmada elde edilen verilerin değerlendirilmesi için T-testi, tek yönlü ANOVA ve Tukey testi kullanılmıştır. Araştırma sonucunda, anne-baba olma durumunun fiziksel koşullar ve açık hava oyun alanları üzerinde; anne öğrenim düzeyinin fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar ve personel üzerinde; kurum bulma şeklinin ise eğitsel ortamlar üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olduğu saptanmıştır Baba öğrenim düzeyinin ise okul öncesi eğitim kurumu seçimi üzerinde etkili olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Anne-baba, okul öncesi eğitim kurumu, seçim GİRİŞ Okul öncesi yıllar, çocukların fiziksel, sosyal, duygusal, psikomotor ve bilişsel gelişimlerinin en hızlı olduğu dönemdir. Çocuğun okul öncesi eğitim kurumuna devam etmesi bu gelişimlerini desteklemekte ve daha da hızlandırmaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarının temel işlevi, öncelikle çocuğun gelişimini desteklemek ve uygun ortamlar sağlayarak çocuğun yeteneklerini ortaya çıkarmak ve geliştirmektir. Fiziksel koşulları ve eğitim programı bakımından iyi hazırlanmış bir okul öncesi eğitim kurumunda çocuk, arkadaş ilişkileri kurmayı, birlikte işbirliği içinde olmayı ve sorumluluk almayı öğrenir (Demiriz vd., 2003). İş ve ekonomik yaşamın getirdiği zorunluluklar, çalışan annelerin çocukları için okul öncesi eğitim kurumlarını zorunlu hale getirmiştir. Bilimsel gelişmelerin etkisi ile de okul öncesi eğitim oluşumunun zorunluluk kazanması, okul öncesi eğitimin önemini, değerini ve gereğini ortaya koymaktadır. Koç’un (1996) da belirttiği gibi, annelerin çalışma yaşamına girmeleri okul öncesi eğitim kurumuna olan gereksinimi arttırmıştır. Bunun yanı sıra, okul öncesi eğitimin öneminin kavranmış olması nedeniyle çalışan annelerin yanı sıra çalışmayan, ev hanımı olan annelerin çocuklarının da okul öncesi eğitim kurumuna devam ettikleri dikkati çekmektedir. Ebeveynler, çocuklarının gelişimi için gerekli ortam ve materyalleri sağlamada çaba gösterselerde, çocukların sosyal çevrede akranlarıyla iletişimde bulunabilmeleri ve birtakım kazançlar edinebilmeleri için bilinçli ve sistemli olarak düzenlenmiş eğitim ortamlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Ebeveynlerin çocuklarını yetiştirme konusunda * Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü * Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü * sorumluluklarını okul öncesi eğitim kurumları ve eğitimcilerle paylaşmaları; okul öncesi eğitim kurumunda teknolojinin getirdiği olanaklardan yararlanılması çocukların gelişimlerini desteklemekte, ilgi ve gereksinimlerine daha etkili cevap verilebilmektedir (Metin vd., 1993). Çocuğun eğitimi için en uygun okulu seçmek anne-baba için oldukça zordur. Aynı zamanda üzerinde en az düşünülen ve hazırlık yapılan konulardan biridir. Çocuğun okul öncesi eğitimden ne derece yararlanacağı annebabaların okul öncesi eğitim kurumunu seçimiyle yakından ilgilidir. Anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu seçerken yeterli bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Ebeveynlerin okul öncesi eğitim kurumu seçimleriyle ilgili önemli sorumluluklarından birisi kurumun özelliklerini titizlikle incelemektir (Oktay, 1987; Küşin, 1991). Bunun için de seçim öncesi ve sırasında, ziyaret edilecek okul öncesi eğitim kurumundan randevu almak, ilk görüşmede çocuğu götürmemek ve planlı hareket edebilmek için bir soru listesi hazırlamak önem taşımaktadır (Erk ve Tanju, 1987; Koç, 1996). Ebeveynlere seçimlerini yapmadan önce okul öncesi eğitim kurumlarının özellikleri hakkında bilgi sahibi olmaları ve bu özellikleri beklentilerine uygunluğu açısından değerlendirmeleri önerilmektedir (Gülender, 1993). Annebabaların beklenti ve gereksinimlerini açık bir biçimde ortaya koymaları, çocuk gelişimi ve okul öncesi eğitimi hakkında bilgi sahibi olmaları, çocuğu ve okul öncesi eğitim kurumunu iyi tanımaları gerekmektedir. Okul öncesi eğitim kurumunda ebeveynlerin okul öncesi eğitim kurumu seçimlerinde ilk dikkat ettikleri konu personel ve ücret olmakla beraber, okul öncesi eğitim kurumunun, sadece ailenin bütçesi değil, çocuğun ihtiyaçları ve yaşam koşulları ile de uyumlu olmasına özen gösterilmelidir (Hohman 1992). Okul öncesi eğitim kurumları, çocukların çok yönlü gelişimlerini desteklemeyi ve onları hayata hazırlamayı amaçlamaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarının bu amaçları gerçekleştirebilecek fiziksel koşullara, eğitim ortamlarına, açık hava oyun alanlarına, personele ve programa sahip olmaları gerekmektedir. Çocuğun okul öncesi eğitimden etkili biçimde yararlanabilmesi, okul öncesi eğitim kurumu ile yakından ilgilidir (Köksal, 2002). Okul öncesi eğitim kurumunda çocuğa verilen eğitimin niteliğini belirleyen öğelerden biri, kurumun fiziksel konumunun düzenlenme biçimi ve donatımıdır. Çocuğun çevreyi denetim altında tutma, özsaygı ve ait olma duyguları okulun ve eğitim ortamının düzenine göre biçimlenebilmektedir. İyi düzenlenmiş ve donatılmış bir ortam, çocukların aktif katılımcılar olmalarını sağlamaktadır. Eğitim ortamları düzenlenirken, fen ve doğa, evcilik, kitap, sanat, blok, müzik, kukla gibi köşelerin bulunmasına özen gösterilmelidir. Eğitim ortamlarında çocuklara sunulan materyaller güvenli ve sağlam, çocuğun tüm gelişim alanlarını destekleyici nitelikte ve kalitede olmalıdır. Okul öncesi eğitimin amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesini sağlayacak eğitim ortamlarının planlanmasında yıllık plandan başlayarak ve birbirini kapsayacak biçimde günlük planlara, hatta bir etkinliğin planlanmasına kadar inilmekte ve uygulaması yapılmaktadır. Her plan sonunda belirlenen hedef ve hedef davranışların gerçekleştirilmesi durumu değerlendirilerek tespit edilmektedir. Okul öncesi eğitimde eğitim ortamının düzenlenmesinde öğretmenin rolü büyüktür. Öğretmen çocuğun öğrenmesi, araştırması ve incelemesi konusunda rehberlik etmelidir. Öğretmen öğrenmeyi kolaylaştırıcı ve özendirici bir ortam yaratmalıdır. (Büyükkaragöz, 1993; Demiriz vd., 2003; Oktay vd., 2003). Okul öncesi eğitim kurumlarında dikkat edilmesi gereken durumlardan birisi de kurumun açık hava oyun alanlarıdır. İyi planlanmış açık hava oyun alanları, plan yapma, sıra bekleme, paylaşma, öğretmenle ve arkadaşlarıyla konuşma ve ilişki kurmaya olanak vererek, çocukların sosyalleşmesini sağlamaktadır. Okul öncesi çocukları, açık alanlarda, keşfetme ve yaratma, yapma ve yıkma, nesnelerin nasıl ve niçin olduğunu öğrenme fırsatları elde etmektedirler. Bu nedenle, açık hava oyun alanları, çocuğu rahatlatmalı ve birçok etkinlikleri bu alanlarda yapmalarına fırsat tanıyacak şekilde planlanmalı ve çocukların risk alma, mücadele etme yeteneklerini destekleyici, çok farklı oyunlar oynamalarını, çocukların bahçede bulunan araçları, malzemeleri kullanmasına izin verici nitelikte olmalıdır (Henniger, 1994; Yılmaz, 1994; Demiriz vd., 2003). Eğitim kurumlarında belirli zaman dilimleri içerisinde gerçekleştirilmek üzere belirlenen hedeflere yönelik olarak hazırlanan planlar eğitim programları olarak adlandırılmaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarında hazırlanan programın çocuğun yaşı, gelişim düzeyi, ilgi ve ihtiyaçları, bireysel farklılıkları ve çevre özellikleri dikkate alınarak ailenin de içinde bulundurulduğu esnek bir program olmasına özen gösterilmesi önemli bir faktördür. Program, çocuk için keşfetmeyi ve araştırmayı desteklemeli, çocuğun gelişimine uygun malzemeler içermelidir ve esnek, yeniliklere açık, problem çözme becerisini, olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini kurmayı geliştirici hedefleri ve kazanılması beklenen hedef davranışları içermelidir (Genç, 1987; Büyükkaragöz, 1993; Zembat, 1999). Yaşamın en önemli yılları olan okul öncesi dönemde kullanılan eğitim programlarının çocuğun gelişimini desteklemeye yönelik olarak hazırlanması onların gelecekteki yaşamlarında daha başarılı olmalarında etkili olmaktadır. Okul öncesi eğitim programları aynı zamanda çocukların yaşantısında önemli bir öneme sahip olan ailelerin eğitime katılmalarına da fırsat vermelidir. Aile katılım çalışmaları ile anne ve babalar bir taraftan okulda verilen eğitim hakkında bilgilenirken bir taraftan da çocukların gelişim özellikleri, okul öncesi eğitim programları gibi konularda bilgilenerek çocukları üzerinde daha olumlu bir etkiye sahip olabilmektedirler (Wortham, 2002). Kaliteli bir okul öncesi eğitimde fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar ve program ne kadar iyi olursa olsun amaca ulaşmada ve başarının sağlanmasında personel önemli bir yer tutmaktadır. Okul öncesi eğitim kurumlarında hangi kademede eğitim almış kişilerin sorumluluk alacakları kesin çizgilerle belirtilmesi gerekmektedir. Okul öncesi eğitim kurumlarında personel olarak okul öncesi eğitimi müdürü ve müdür yardımcısı, okul öncesi eğitimi öğretmeni, aşçı, hizmetli yer almalı; çocuk psikoloğu, sosyal hizmet uzmanı, beslenme uzmanı, çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanı, çocuk doktoru vb. personelin ise okul öncesi eğitim kurumlarına belirli zaman aralıklarıyla ve gerek duyuldukça hizmet vermeleri sağlanmalıdır. Kurumlarda personelin sürekliliği, öğretmenlerin ve yöneticilerin çocuk gelişimi ve eğitimi alanında, okul öncesi eğitim alanında yüksek öğrenim görmüş, çocuk sağlığı, fiziksel, bilişsel, duygusal, sosyal gelişim alanlarında bilgili olması gerekmektedir (Bahar, 1993; Aral vd., 2002; Köksal, 2002). Bazı araştırmalarda, okul öncesi eğitimin önemi, okul öncesi eğitim kurumlarında çalışan personel, okul öncesi eğitim kurumlarında çalışan eğitimcilerin ebeveynlernden beklentileri, eğitim programları, okul öncesi eğitim kurumlarında açık hava oyun alanları gibi konular üzerinde çalışılmıştır (Kalemci 1998, Köksal vd 2000, Turla vd 2001, Çaltık 2004). Ebeveynlerin okul öncesi eğitim kurumu seçerken öğretmen, kurumun iş yeri ya da eve yakın olması, kurumun açık olduğu saatler, çocukların mutlu olup olmadıkları konularına dikkat ettikleri yapılan bazı araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır (Howes ve Olenick 1986, Farquhar 1991). Ayrıca Köksal (2002) tarafından yapılan bir araştırmada, üç-altı yaş çocukları olan anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu seçimlerini etkileyen etmenler incelenmiş ve araştırmanın sonucunda annenin çalışma durumunun, sosyo-ekonomik düzeyin, okul türünün, çocuğun yaşının okul öncesi eğitim kurumu seçimi üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Ebeveynlerin çocuklarını gönderecekleri okul öncesi eğitim kurumlarını seçerken dikkatli olmalarının önemli olduğu kabul edilmesine rağmen anne ve babaların okul öncesi eğitim kurumları seçimlerini belirlemeye yönelik çalışmaların yetersiz olduğu dikkati çekmektedir. Oysa, çocukların okul öncesi eğitim kurumundan etkili bir şekilde yararlanmalarında seçilen kurumun özellikleri oldukça önemlidir. Bu nedenlerden dolayı, bu araştırmada annebabaların okul öncesi eğitim kurumu seçimlerini belirlemek; okul öncesi eğitim kurumu seçimi üzerinde anne-baba olma durumunun ve kurum bulma şeklinin, anne-baba öğrenim düzeyinin farklılığa neden olup olmadığını saptamak amaçlanmıştır. YÖNTEM Araştırmanın çalışma grubunu, Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı anaokullarına çocukları devam eden toplam 150 ebeveyn (99 anne, 51 baba) oluşturmaktadır. Araştırmada veri toplama aracı olarak araştırmacılar tarafından hazırlanan Genel Bilgi Formu ve Köksal (2002) tarafından geliştirilen Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu kullanılmıştır. Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar, açık hava oyun alanları, personel ve program olmak üzere beş alt bölümden oluşmaktadır. Anket formunda, “fiziksel koşullar” ile ilgili on bir, “eğitsel ortamları” ile ilgili yedi, “açık OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMU SEÇİMİ ANNE-BABA OLMA DURUMU Fiziksel Koşullar Anne Baba N 9 9 5 1 ` X S 4. 1 9 4. .6 7 .6 6 s d t 1 4 8 2. 0 6 p hava oyun alanları” ile ilgili beş, “personel” ile ilgili altı, .041 “program” ile ilgili on üç olmak üzere toplam kırk iki adet soru yer almaktadır. Tüm maddelerin faktörlerindeki toplam korelasyonların .30’dan yüksek olduğu belirlenmiştir. Faktörlerin katsayısı alfa güvenirlik fiziksel koşulları için .81, eğitsel ortamlar için .71, açık hava oyun alanı için .88, personel için .79, program için . 85 olarak hesaplanmıştır. Analizler, toplam yüz elli ebeveynin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlar ve Genel Bilgi Formu’ndan elde edilen veriler üzerinde SPSS (Statistical Package for Social Sciences) istatistik programı kullanılarak yapılmıştır. Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu alt boyutlarına ilişkin puan ortalamaları üzerinde anne-baba olma durumuna ve baba öğrenim düzeyine göre anlamlı bir farklılık olup olmadığını belirlemek amacıyla ilişkisiz örneklemler için t-testi; anne öğrenim düzeyine, kurum bulma şekline göre bir farklılık olup olmadığını saptamak amacıyla tek faktörlü ANOVA kullanılmıştır. Önemli çıkan sonuçlarda farklılığın hangi gruplar arasında olduğunu belirlemek amacı ile Tukey Testi yapılmıştır. İlişkisiz örneklemler için t-testi iki ilişkisiz örneklem ortalamaları arasındaki farkın anlamlı olup olmadığını test etmek için kullanılmaktadır. İlişkisiz örneklemler için tek faktörlü ANOVA, ilişkisiz ikiden daha çok örneklem ortalamaları arasındaki farkın anlamlı olup olmadığını test etmek için kullanılmaktadır (Büyüköztürk 2005). BULGULAR 4 2 Eğitsel Ortamlar Açık Hava Oyun Alanları Personel Program Anne Baba Anne Baba Anne Baba Anne Baba 9 9 5 1 9 9 5 1 9 9 5 1 9 9 5 1 4. 1 4 4. 2 6 4. 0 6 4. 3 2 4. 2 6 4. 3 7 4. 1 8 4. 3 3 Anne-babaların okul öncesi .6 9 .7 4 1 4 8 .9 3 .352 eğitim kurumları seçimlerini belirlemek ve değişkenlerin bazı etkisini saptamak için yapılan bu .7 5 .6 3 1 4 8 2. 1 7 .031 .6 6 .6 9 1 4 8 .9 8 .328 araştırmanın aşağıda sonuçları tablolar halinde verilmiştir. Tablo 1 Araştırmaya dahil edilen ebeveynlerin annebaba olma durumuna göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu .5 8 .6 4 1 4 8 1. 3 7 .171 Seçimi Formu’ndan Değerlendirme aldıkları puanlara ilişkin ortalamaları, standart sapmaları ve t-testi sonuçları Tablo’da görüldüğü gibi, anne-baba olma durumuna göre annelerin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu alt boyutlarına ait puan ortalamalarının fiziksel koşullar için`X =4.19, açık hava oyun alanları için`X =4.06, program için`X =4.18 olduğu belirlenmiştir. Babaların Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu alt boyutlarından aldıkları puan ortalamalarının fiziksel koşullar için`X =4.42, açık hava oyun alanları için`X =4.32, program için`X =4.33 olduğu gözlenmektedir. Anne-baba olma durumunun ebeveynlerin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’na ilişkin fiziksel koşullar [t(148)=2.06, p<.05] ve açık hava oyun alanları [t(148)=2.17, p<.05] alt boyutları üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Ebeveynlerin okul öncesi eğitim kurumu seçimlerine ait eğitsel ortamlar [t(148)=.93, p>.05], personel [t(148)=.98, p>.05] ve program [t(148)=1.37, p>.05] alt boyutları anne-baba olma durumuna göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Anne-baba olma durumunun, fiziksel koşullar ve açık hava oyun alanları alt boyutlarından alınan puan ortalamaları üzerinde farklılık yarattığı ve bu farklılığın babalar lehine olduğu dikkati çekmektedir. Babalar annelere oranla okul öncesi eğitim kurumu seçerken fiziksel koşullar ve okulun açık hava oyun alanlarına dahaçok dikkat etmektedirler. Okul öncesi dönemde olan çocukların önemli gereksinimlerinden birisi hareket etmedir. Aynı zamanda oyunun bu dönemde olan çocuklar için ayrı bir önemi vardır. Babalar çocuklarının rahatlıkla hareket edebilecekleri ve oyun oynayabilecekleri açık ve kapalı alanlara çok önem veriyor olabilirler. Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi eğitsel ortamlar, personel ve program alt boyutlarından alınan puanlar açısından anne-babalar arasında farklılığın olmaması, yani anne-babaların bu konularda benzer özeni göstermeleri, ortak tutum içinde olmaları sevindiricidir. OKUL EĞİTİM SEÇİMİ ÖNCESİ KURUMU ANNE ÖĞRENİM DÜZEYİ Tablo 2 Araştırmaya dahil edilen annelerin öğrenim düzeyine göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ortalamaları ve standart sapmaları OKUL ANNE ÖĞRENİM DÜZEYİ İlköğretim mezunu Lise mezunu Üniversite mezunu KURUMU SEÇİMİ N Fiziksel Koşullar Oyun Alanları Personel `X ± S S `X ± S 13 4.01 ± 1.03 ± 1.00 4.11 ± .67 40 3.98 ± .68 ± .72 4.08 ± .67 46 4.41 ± .46 ± .69 4.45 ± .60 ÖNCESİ Eğitsel Ortamlar Program `X ± S `X ± S 3.77 ± 1.02 4.03 ± .56 4.00 ± .65 4.10 ± .69 4.37 ± .52 4.29 ± .46 EĞİTİM Açık Hava `X ± 3.84 3.96 4.21 Tablo 2 incelendiğinde, üniversite mezunu olan annelerin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’nun fiziksel koşullar (`X =4.41 ), eğitsel ortamlar (`X =4.37 ), açık hava oyun alanları (`X =4.21 ), personel (`X =4.45 ), ve program (`X =4.29 ) alt boyutlarına ilişkin ortalama puanlarının; lise mezunu olan annelerin fiziksel koşullar (`X =3.98 ), eğitsel ortamlar (`X =4.00 ), açık hava oyun alanları (`X =3.96 ), personel (`X =4.08 ) ve program (`X =4.10 ) alt boyutlarına ilişkin puan ortalamalarından yüksek olduğu görülmektedir. Tablo 3 Araştırmaya dahil edilen annelerin öğrenim düzeyine göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ANOVA sonuçları FİZİKSEL KOŞULLAR ANOVA SONUÇLARI KT p Sd KO F Anlamlı fark Gruplararası Gruplariçi TOPLAM EĞİTSEL ORTAMLAR ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM AÇIK HAVA OYN. ALN. ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM PERSONEL ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM 4.432 40.823 45.255 KT 2 96 98 Sd 2.216 .425 KO 5.211 .007 1-2, 1-3, 2-3 F p 5.164 2 5.953 .004 41.639 96 46.803 98 KT 2.582 Anlamlı fark 1-2, 1-3, 2-3 .434 Sd KO 2.009 2 1.780 .174 54.189 96 56.198 98 1.005 Annelerin öğrenim düzeyinin F Okul Öncesi Eğitim Kurumu p KT Seçimi Değerlendirme Formu’na .564 ilişkin koşullar Sd KO 3.310 2 3.992 022 39.799 96 43.110 98 1.655 F p Anlamlı fark 1-2, 1-3, 2-3 .415 PROGRAM ANOVA SONUÇLARI KT Sd KO F p 1.099 2 .549 1.631 Gruplararası 201 Gruplariçi 32.343 96 .337 TOPLAM 33.442 98 olan anneler arasında olduğu yapılan ANOVA sonucunda belirlenmiştir. Fiziksel fiziksel [F(2-96)=5.21, p<.01], eğitsel ortamlar [F(296)=5.95, p<.01] ve personel [F(2-96)=3.99, p<.05] boyutlarından alt aldıkları puanlar üzerinde anlamlı bir farklılığa Tablo Anlamlı neden 3’te olduğu görülmektedir. farkın, ilköğretim, lise ve üniversite mezunu koşullar, eğitsel ortamlar ve personel alt boyutlarında üniversite mezunu olan annelerin daha yüksek puan aldıkları saptanmıştır. Annelerin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’na ait açık hava oyun alanları [F(2-96)=1.78, p>.05] ve program [F(2-96)=1.63, p>.05] alt boyutlarından aldıkları puanlar öğrenim düzeylerine göre anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Üniversite mezunu olan anneler, lise ve ilköğretim mezunu olan annelere göre okul öncesi eğitim kurumunun fiziksel koşullarına, eğitsel ortamlarına ve personeline daha çok önem vermektedirler. Köksal (2002) da, anaokulu ve anasınıfına devam eden üç-altı yaş çocuklarının anne-babalarının okul öncesi eğitim kurumu seçimlerini etkileyen etmenler konulu çalışmasında, anne öğrenim düzeyinin annelerin okul öncesi eğitim kurumu seçimleri üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olduğunu saptamıştır. Tablo 4 Araştırmaya dahil edilen babaların öğrenim düzeyine göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi OKUL EĞİTİM SEÇİMİ ÖNCESİ KURUMU BABA ÖĞRENİM DÜZEYİ Değerlendirme Formu’ndan N `X S sd t p Lise 2 4.3 .7 4 .9 .353 mezunu 8 5 8 9 ÖNCESİ 3 OKUL EĞİTİM Fiziksel Koşullar Üniversite 2 4.5 .4 KURUMU SEÇİMİ 3 2 6 N mezunu Fiziksel Koşullar Eğitsel Ortamlar Açık Hava Lise 2 4.2 .8 4 .5 .561 Personel Program EBEVEYNLERİN Oyun Alanları mezunu `X ± 8S 1 8 9 8 `X ± S Eğitsel Ortamlar KURUMU Üniversite 2 4.3 .5 `X ± S `X ± S `X ± S BULMA ŞEKLİ mezunu 3 2 5 16 Lise 4.03 .56 .7 4 3.75 ± .65 2 ±4.2 .3 .715 4.09 mezunu ± .47 Tesadüfen Açık Hava Oyun 8 4.04 9 ± .646 4.01 9 ±6.52 4.29 .55 .4 4.27 ± .51 Çalıştığı Alanları kuruma 28 Üniversite 2 ±4.3 4.25 mezunu ± .48 bağlı olma 3 4.24 5 ± .466 4.24 ± .48 Tavsiye 80 Lise 4.31 .72 .8 4 4.30 ± .68 2 ±4.2 1. .140 İlan 4.16 mezunu ± .81 .61 8 4.33 5 ± .721 4.23 9 ±50 Personel Diğer 13 Üniversite 4.57 .47 .4 4.34 ± .52 2 ±4.5 4.24 mezunu ± .57 3 4.66 3 ± .417 4.62 ± .36 Lise 2 4.2 .7 4 .7 .439 mezunu 8 7 5 9 8 Program Üniversite 2 4.4 .4 mezunu 3 0 8 aldıkları puanlara ortalamaları, sapmaları ilişkin standart ve t-testi mezunu olan sonuçları Üniversite babaların puan ortalamaları incelendiğinde, Öncesi Eğitim Seçimi Okul Kurumu Değerlendirme Formu’nun fiziksel koşullar için (`X =4.52 ), eğitsel ortamlar için (`X =4.32 ), açık hava oyun alanları için (`X =4.35 ), personel için (`X =4.53 ) ve program için (`X =4.40 ) olduğu görülmektedir. Babaların öğrenim düzeyinin Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’na ilişkin fiziksel koşullar [t(49)=.93, p>.05], eğitsel ortamlar [t(49)=.58, p>.05], açık hava oyun alanları [t(49)=.36, p>.05], personel [t(49)=.1.50, p>.05] ve program [t(49)=.78, p>.05] alt boyutları üzerinde anlamlı bir farklılığa neden olmadığı saptanmıştır. Lise ve üniversite mezunu olan babaların kurum seçiminde fiziksel koşullar, eğitsel ortamlar, açık hava oyun alanları, personel ve program alt boyutlarından birbirlerine çok yakın oldukları dikkati çekmektedir. Tablo 5 Araştırmaya dahil edilen ebeveynlerin kurum bulma şekline göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ortalamaları ve standart sapmaları 3.92 ± .79 4.17 ± .85 13 3.81 ± .96 4.06 ± .90 3.64 ± 1.03 Tablo 5’te ebeveynlerin kurum bulma şekline göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ortalamaları ve standart sapmaları verilmiştir. Tablo incelendiğinde, ebeveynlerin kurum bulma şeklinde fiziksel koşullar (`X =4.57 ), eğitsel ortamlar (`X =4.34 ), personel (`X =4.66 ) ve program (`X =4.62 ) alt boyutlarından en yüksek puanı ilanlar aracılığıyla kurumu bulduklarını söyleyen ebeveynlerin oluşturduğu görülmektedir. Tablo 6 Araştırmaya dahil edilen ebeveynlerin kurum bulma şekline göre Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimi Değerlendirme Formu’ndan aldıkları puanlara ilişkin ANOVA sonuçları OKUL ÖNCESİ EĞİTİM KURUMU SEÇİMİ FİZİKSEL KOŞULLAR ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM EĞİTSEL ORTAMLAR ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM AÇIK HAVA OYN. ALN. ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM PERSONEL ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM PROGRAM ANOVA SONUÇLARI Gruplararası Gruplariçi TOPLAM KURUM BULMA ŞEKLİ Ebeveynlerin Okul Öncesi KT 3.909 65.115 69.024 KT 8.419 66.943 75.362 Sd 4 145 149 Sd 4 145 149 KO .977 .449 F 2.176 p .075 Eğitim Kurumu Değerlendirme fiziksel KO 2.105 .462 F 4.559 p .002 Anlamlı fark 1-2, 1-3, 1-4 1-5, 2-3, 2-4 2-5, 3-4, 3-5 4-5 oyun KT 3.092 .144 64.328 67.421 F p .930 [F(2- p>.05], açık alanları [F(2- 145)=.93, p>.05], personel [F(2-145)=1.74, program KT 1.972 .448 76.835 78.807 Formu’nun koşullar 145)=2.18, hava Seçimi p>.05] p>.05] ve [F(2-145)=2.13, alt boyutlarından Sd 4 KO .493 145 149 .530 bulma Sd 4 KO .773 saptanmıştır (Tablo 5). Buna 145 149 .444 aldıkları farklılık F p 1.742 karşılık, puanların şekline kurum göre bir göstermediği kurum bulma şeklinin eğitsel ortamlar [F(2145)=4.56, p<.01] alt boyutu üzerinde istatistiksel açıdan KT Sd KO 3.057 4 .764 .080 52.003 145 55.059 149 F p 2.131 .359 anlamlı bir farklılığa neden olduğu belirlenmiştir. Yapılan Tukey Testi sonucunda, tüm gruplar arasında farklılığın önemli olduğu belirlenmiştir. İlan aracılığıyla kurumu bulan ebeveynlerin puanlarının en yüksek olduğu, bunu sırasıyla tavsiye üzerine kurum bulan ebeveynlerin, çalıştığı kuruma bağlı okul öncesi eğitim kurumu olduğu için kurum tercihi yapan ebeveynlerin izlediği görülmektedir. Tavsiye üzerine okul öncesi eğitim kurumu bulan ebeveynlerin ortalamalarının ise düşük olduğu dikkati çekmektedir. Anne-babalar için çok değerli olan çocuklarını tesadüfen buldukları bir okul öncesi eğitim kurumuna vermeleri doğal olarak çok da mümkün görünmemektedir. Bunun yerine okul hakkında bilgilendikleri tavsiyeler ya da ilanlardan etkilenmektedirler. Ebeveynlerin tercihlerinde çalıştıkları işyerlerinde okul öncesi eğitim kurumunun olması da etkili olabilmektedir. Bu etkinin nedenleri arasında işyerlerinin kendi kurum personelinin çocuklarına daha uygun ücret belirlemeleri, çalışılan yer ile çocuğun gittiği okul öncesi eğitim kurumunun yakın olması sayılabilir. Bunların yanı sıra ebeveynler çalıştıkları işyerine bağlı olan bir okul öncesi eğitim kurumuna daha çok güven duyuyor olabilirler. ÖNERİLER Anne-babalara okul öncesi eğitimin önemi, okul öncesi eğitim kurumu seçiminde dikkat edilecek konular hakkında okul öncesi eğitim kurumları, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversiteler, gönüllü kuruluşlar seminerler düzenleyebilirler. Anne-baba eğitimi düzenleyen kurumlarda eğitim kapsamına okul öncesi eğitim kurumu seçimi konusu dahil edilerek anne-babalara yönelik bilgilendirme çalışmaları yapılabilir. Bu konularda çalışırken farklı mesleklerden olan uzmanların işbirliği içinde olmaları önemlidir. Bu nedenle çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanları, okul öncesi eğitimcileri, sosyal hizmet uzmanları birlikte çalışabilir. Bundan sonra yapılacak araştırmalar için bazı önerilerde bulunulabilir. Anne-babaların okul öncesi eğitim kurumu seçimlerini etkileyen etmenler daha büyük bir örneklem üzerinde araştırılabilir. Farklı okul öncesi eğitim kurumlarına çocukları devam eden anne-babaların seçimlerini kurum türünün etkileyip etkilemediğine bakılabilir. Bu araştırma, üç-altı yaş grubu çocukların anne-babaları ile yürütülmüştür. Farklı araştırmalarda sıfır-üç yaş grubu çocukların anne-babaları ile de benzer çalışmalar planlanabilir. KAYNAKLAR Aral, N., Kandır, A. ve Can-Yaşar, M. 2002. Öğretmen Rehber Kitabı, Okul Öncesi Eğitim ve Okul Öncesi Eğitim Programı (36-72 Aylık Çocuklar İçin). II. Baskı, Ya-Pa Yayınları, 184 s., İstanbul Bahar, M. 1993. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Yönetim. 9. Ya-Pa Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, s:373-375, Ankara. Büyükkaragöz, S. 1993. Ana Babalarla Öğretmenlerin Okul Öncesi Eğitim Programı Hakkındaki Görüşleri. 9. YaPa Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, s:66-76, Ankara. Büyüköztürk, Ş. 2005. Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı. Pegem A Yayıncılık, 5. Baskı, 201 s., Ankara. Çaltık, İ. 2004. Milli Eğitim Bakanlığı’na Bağlı Anaokulu ve Anasınıflarında Görev Yapan Öğretmenlerin Uygulanan Okul Öncesi Eğitim Programına ve Programın Kullanımına İlişkin Görüşlerin İncelenmesi. Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi (yayımlanmamış), Ankara. Demiriz, S., Karadağ, A. ve Ulutaş, İ. 2003. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Eğitim Ortamı ve Donanımı. Anı Yayıncılık, 120 s., Ankara. Erk, T. ve Tanju, S. 1987. Nasıl Bir Yuva İstersiniz? Pembe Bağcık, (1); 26-28, İstanbul. Farquhar, S. E. 1991. Prents as Discerning Consumers at Three Types of Early Childhood Centers. NZARE National Conference. ED: 341503. Genç, Ş. 1987. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Eğitim Programları. Ya-Pa 5. Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, s:13-28, Antalya. Gülender, S. 1993. Velilerin Okul Öncesi Kurumlarından, Kurumların Velilerden Beklentileri. 9. Ya-Pa Okul Öncesi Yaygınlaştırılması Semineri, s:317-320, Ankara. Henniger, M. L. 1994. Planning for Outdoor Play. Young Children. 49 (4); 10-15. Hohman, C. A. 1992. How to Choose Family Day Care. Children Today, (21); 27-28. Howes, C. and Olenick, M. 1986. Family and Child Care Influences on Toodlers Compliance. Child Development, 57; 202-216. Kalemci, F. 1998. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarının Çevre Düzenlemesi ve Çalışan Eğitimci Personelin Nitelikleri Yönünden İncelenmesi. Aydoğdu Ofset, Ankara. Koç, G. 1996 Anne Babaların Okul Öncesi Eğitim Kurumu Seçimini Etkileyen Etmenler. Gazi Üniveristesi, Yüksek Lisans Tezi (yayımlanmamış), Ankara. Köksal, A., Aral, N. ve Aktaş, Y. 2000. Ankara’da Bulunan Özel Okul Öncesi Eğitim Kurumlarında Çalışan Yöneticiler ve Öğretmenlerin Ebeveynlerden Beklentilerinin İncelenmesi. Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Dergisi, 1 (2); 92-101. Köksal, İ. 2002. Anaokulu ve Anasınıfına Devam Eden 3-6 Yaş Çocuklarının Anne-Babalarının okul öncesi Eğitim Kurumu Seçimini Etkileyen Etmenler. Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisan Tezi (yayımlanmamış), Ankara. Küşin, İ. 1991. Okul Öncesinde Aile ve Okul İşbirliği. Ya-Pa 7. Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, s:74-77, Eskişehir. Metin, N., Arı, M., Güneysu, S., Dikmen, B., Atik, B., Aydın, Ç., Üstün, E. ve Uysul, N. 1993. Ana-Babaların Anaokulundan Beklentileri. 9. Ya-Pa Okul Öncesi Eğitimi Yaygınlaştırılması Semineri, Ya-PA Yayınları, s:96-106, Ankara. Oktay, A. 1987. Okul, Öğretmen ve Aile Açısından Okul Öncesi Eğitimin Temel Nitelikleri, Pembe Bağcık (3); 1013. Oktay, A., Gürkan, T., Zembat, R. ve Polat-Unutkan, Ö. 2003. Okul Öncesi Eğitim Programı Uygulama Rehberi, Ne Yapıyorum? Neden Yapıyorum? Nasıl Yapmalıyım?. YA-Pa Yayınları, 184 s. İstanbul. Turla, A., Şahin, F. T. ve Avcı, N. 2001. Okul Öncesi Öğretmenlerinin Fiziksel Şartlar, Program, Yöntem, Teknik, Sınıf ve Davranış Yöntemi Sorunlarının Bazı Değişkenlere Göre İncelenmesi. Milli Eğitim Dergisi, sayı: 151, http://yayim.meb.gov.tr/yayimlar/151/turla_sahin _ avci. Wortham, S. C. 2002. Early Childhood Curriculum, Developmental Bases for Learning and Teaching. 3th Edition, Upper Saddle Rivar, New Jersey Columbus, Ohio. Yılmaz, G. 1994. Okul Öncesi Eğitim Yapıları. Yıldız Teknik Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi (yayımlanmamış), İstanbul. Zembat, R. 1999. Okul Öncesi Eğitimde Program. Marmara Üniversitesi Anaokulu/Anasınıfı Öğretmeni El Kitabı, Okul Öncesi Eğitimde Temel Konular, (ed.: Rengin Zembat), Turan Ofset, 1. Basım, s. 49-71, İstanbul. AİLE İÇİ İLETİŞİMDE TELEVİZYONUN ROLÜ Öğr.Gör.Zeynep Aydın Yılmaz Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi 1.1. GiRiŞ Bireyin gelişiminde aile çok önemli rol oynar ve sosyalleşme sürecinde temel birimdir. Ailenin en önemli işlevleri anne ve babanın ya da diğer aile üyelerinin çocuklarına sağladıkları bakım, sevgi ve eğitimdir. Çocuk geliştikçe, anne babanın fiziksel, bilişsel ve sosyal olarak daha yeterli hale gelen çocuğuna karşı olan davranışı farklılaşır ve bu durum giderek aile içindeki ilişkileri de değiştirir. Burada aileye düşen görev, her yaş dönemindeki çocuğuna sevgi, ilgi göstermek, aynı zamanda kontrolü hiçbir zaman elinden bırakmamaktır. Anne babalar çocuklarının davranışsal, duygusal, kişilik ve bilişsel gelişiminde temel birim olarak büyük önem taşır. İletişim,tüm canlılar özellikle de insanlar arasında yüzyıllardan beri süre gelen temel bir olgudur. İnsanlar zaman içinde daha etkili iletişim becerileri geliştirmektedirler. Bireyin gelişinde ve eğitiminde bir çok görevi ve işlevi olan aile, iletişim bakımından da çok önemli bir kurumdur. Çünkü çocukların iyi bir gelişme gösterebilmeleri için annebaba çocuklar arasında etkili bir iletişim kurulması gerekmektedir. Etkili bir iletişim, aile üyelerinin karşılıklı olarak bir birlerini düşüncelerini ve duygularını anlamalarını sağlar, iş birliği, yardımlaşma ve paylaşma davranışlarına yol acar, çocukların gelişmesi için uygun bir ortam oluşmasına neden olur. İyi bir iletişimin gerçekleştiği aile ortamında çocuklar daha özerk ve bağımsız bir kişilik geliştirirler. Düşünme, düşünce ve duygularını açıklama özgürlüğü ve alışkanlığı kazanırlar. Buna karşılık etkili bir iletişimin oluşturulamadığı yer aldığı bir ortamda çocukların gelişim engellenir. Çocuklar özgürce düşünemeyen , düşünce ve duygularını açıkça dile getiremeyen bağımlı bir birey olurlar. İleride çeşitli sorunlarla karşılaşırlar. Bu nedenle aile bireyleri arasında,özellikle annebaba ile çocuklar arasında etkili bir iletişimin kurulması çok önemlidir. İletişim, aile sisteminin işleyişinde ve iş birliği,karar verme gibi işlevler için gereklidir. Aileler ile yapılan çalışmalarda da iyi iletişimin bulunduğu ailelerde, aile ilişkilerinden sağlanan doyumu daha fazla olduğu ortaya çıkmıştır. İyi bir iletişim ailede kişilerin birbirlerine daha iyi tanımalarına, davranışlarda koordinasyona amaçların belirlenmesine, kişilerin kendilerine ve diğer kişilere saygı duymalarına olanak sağlamaktadır. Aile içinde sevgi, mutluluk, neşe, kızgınlık, üzüntü, korku vb. duyguların aktarılması ancak üyeler arası etkileşim ile olur. Karşısındaki ile empati kurma, onu anlama veya onu anlayamama gibi aile işlevlerinin sağlıklı veya sağlıksız olmasında çok önemli yeri olan davranışların temelinde, iletişim vardır. Aile-içi iletişim çok önemli olduğu halde yeterince üzerinde durulmayan bir konudur.Yaygın olarak görülen iletişim biçimi “gereksinme iletişimi” denilen durumdur.Bu iletişim durumunda, iletişimi belirleyen etmenler günlük gelişen geresinimmelerdir.İletişim kodları da buna uygun sözcük formatlarıdır.Yemekte ne olduğu,çocukların okuldaki durumları, günlük olayların kısa notları, telefon faturaları ya da beklenmeyen olaylar kısa konuşmalarla aktarılırken, birlikte olunan zamanın çoğunu televizyon izlemek, televizyon program yorumları, gündemdeki konuların kısa değerlendirilmeleri ev içi iletişim mesajları olmaktadır.Daha derinlerde yer alan beklenenler, düş kırıklıkları, geleceğe ilişkin duygular,insanlar arasındaki olumlu ya da olumsuz iletiler günlük iletişim içinde kendine yer bulmamakta,bu nedenle de mesajlar örtülmekte, duygular sessizce geçiştirilmektedir. Aile-içi iletişiminin düşük yoğunluğu, sıklığı, azlığı giderek insan arası ilişkileri de zayıflatmaktadır. Aile içinde yabancılaşma görülmekte, etkin iletişim aile dışındaki gruplar arasına kaymaktadır. Baba iş yerindeki arkadaş grubuyla, anne kadınlar arasındaki gruplarla, çocuklar da arkadaş gruplarıyla etkin iletişim kurmayı yeğlemekte, duygu ve düşüncelerin paylaşımı da ev dışına taşımaktadır. Ev içinde zayıflayan iletişime karşın buna karşın ev dışında canlanan ilişkiler, insanlar arasındaki yabancılaşmayı artırmaktadır. Bütün bunların çözümü, ev içinde eşitlikçi, sosyal rolleri arkadaşça yumuşatan , aile disiplini kimseyi yaralanmadan kurup yürüten, anlayışlı, şevkatli, ilkeli bir aile yapısını kurup sürdürebilmektedir. Eşler arasındaki anlayış ve davranış bütünlüğü iletişimi güçlendirerek çocukların sosyal rollerin benimsemelerine yol acar. Böylece aile – içi iletişimde aile dışındaki iletişimde doğru bir temele oturmuş olur. Anne babanın ve aile içindeki diğer bireylerin çocukla olan iletişimi ve etkileşimi çocuğun aile içindeki yerini belirler. Aile çocuğun ilk sosyal deneyimini edindiği yerdir.Çocuğa yöneltilen davranış ve ona karşı takınılan tavır,bu ilk yaşantıların örülmesinde büyük önem taşır. Sosyal uyum üzerindeki çalışmalar, ailenin çocuk üzerindeki ilk etkilerinin son derece önemli olduğunu kanıtlamıştır. Evlerinde yakın bir ilgiye,demokrasinin birleştiğini gören çocuklar, en etkin, özgür ve arkadaşlarıyla ilişkilerinde en başarılı çocuklar olmaktadırlar. Buna karşı daha sert bir denetim altında tutulan yada eğitim yöntemleri değişken olan ailelerde büyüyen çocuklar ise karşı çıkma ve saldırganlık gibi yollarla kendilerini kabul ettirmek istemekte ve kendi iç dünyalarını açıklamakta zorluk çekmektedirler. Dengeli, duygusal ve toplumsal etkileşimin güçlü olduğu aile ortamında, yeterli güven, sevi ve sevecenlik içinde büyüyen çocuklar,gelişimleri için gerekli deneyimleri elde edebilirler. Hor gören cezalandıran ya da hem sevip hem de soğuk davranan anne ve babaların çocukları bağımlı bir kişilik yapısına sahip olmaktadırlar. Çocuğun aile üyeleri ile olan ilişkileri,diğer bireylere, nesnelere ve tüm yaşama karşı aldığı tavırlar, benimsediği tutum ve davranışların temelini oluşturur.Aile aynı zamanda çocuğa, aile ve toplumun bir üyesi olduğu bilincini aşılar ve uyum biçimlerinin temellerini atar. Anne-Baba-Çocuk ilişkisi, temelde anne ve babanın tutumuna bağlıdır. Çocuklar arasında uyum bozukluğuna yol açan birçok olaya, yeterli ve uygun olmayan ilk anne-baba-çocuk ilişkilerinin neden olduğu saptanmıştır.Anne ve babanın kendi çocukluk yıllarındaki deneyimi şimdiki tutumlarında etkili olabilir. Çocukluk yılarında kendi anne babasıyla sağlıklı bir iletişim kuramayan, yeterli sevgi göremeyen bir baba ya da aşırı baskı altında büyümüş bir annenin tutumları bu kötü deneyimler nedeni ile olumsuz olabilir büyüme aşamalarında başarılı olan çocuklar, iyi aile ilişkileri içinde yetişmiş bireylerdir. Aile içinde gerçekleşen başarılı ilişkiler, mutlu, arkadaşça, bunalımdan uzak ve yapıcı bireylerin oluşumunu sağlar. Anne ve babanın sevgi ve ilgisinden yoksun olarak büyüyen çocuklar, büyük bir sevgi açlığı gösterirler, bu açlıkta bir takım davranış ve uyum bozukluklarına neden olabilir. Çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi olan ergenlik döneminde gencin, sorunlarını kolaylıkla çözebilmesi ve zorluğa uğramadan aşabilmesi, geçmişteki olumlu aile ilişkilerine bağlıdır. Çocukluk döneminde sevgi ve güven duygusuyla yetiştirilen çocuk,mutlu bir ergen adayıdır. Daha o dönemde anne ve babasıyla başarılı bir iletişim kurabilen çocuk, zorlu ergenlik döneminde de aynı arkadaşça ilişkilerini sürdürerek, kişisel sorunlarını kolaylıkla çözebilir. Kişinin kendiyle ve toplumuyla barışıklığı, kişisel mutluluğun yanında toplumsal barışı da getirecektir. İletişim becerisi kazanmış bireyler çatışmalardan uzak, mutlu sağlıklı nesiller oluştururlar. Ailenin temel görevlerinden biri de bu bireyleri topluma kazandırmak olmalıdır. Bunu sağlarken aile içi iletşim büyük önem taşımaktadır. Ev ve aile çocukların gelişimlerinde olumlu ya da olumsuz etkileri olan en önemli ortamlardır. Çocuk doğumla birlikte öğrenmeye başlar ve bu öğrenme süreci erken çocukluk dönemi boyunca devam eder. Çocuk bu dönemde yaşamının büyük bir bölümünü aile ortamında geçirir. Bu nedenle çocukların eğitiminde anne babanın rolü çok daha büyük ve önemlidir. Anne babalar çocuğun yeni şeyler öğrenmesini sağlayan, bilişsel, psiko-motor, dil, sosyal ve duygusal özelliklerinin gelişmesi açısından çocuklarının ilk eğitimcileridirler. Son dönemlerde dünyada ve ülkemizde meydana gelen hızlı değişim süreci teknolojik ve ekonomik şartlarla sınırlı olmayıp sosyal ve kültürel alanları da etkilemektedir. Bu değişimden etkilenen kurumların başında da aile kurumu gelmektedir. Günümüzde bir aile ortamında dünyaya gözlerini açan çocuk, ebeveyniyle iletişime girmekle kalmayıp, ilk günden itibaren bir kitle iletişim aracı olan televizyon ile de iletişime girmektedir. Çocuk- ebeveyn -televizyon ilişkisinde, çoğu zamanlar çocuğun oyalanması için televizyonun özellikle ebeveyn tarafından açıldığı da sıkça gözlenebilen bir durumdur. Taklit etme ya da izlediği bir davranışı yaşama geçirip geçirmeme durumu üzerinde, izlediği programda söz konusu davranışa gösterilen tepkinin ve ait olduğu aile yapısının etkili olduğu da yine araştırmalarda saptanmıştır. (Yeşil Tuna, 1999: 142) Kimi çocuklar televizyon karşısında ailelerinin zorunluluklarından (anne babanın çalışması, çocuğun fiziksel bir rahatsızlığı, anne babanın ev ile ilgili sorumlulukları vb.) dolayı fazla zaman geçirirler. Ayrıca televizyon karşısında zaman geçiren çocuğun uslu durup aileyi uğraştırmaması, ailenin çocuğa yanlış model olması da çocukların televizyon karşısında zaman geçirmesini artırmaktadır. Bu dönemde çocuğun çevresini model alıp konuşmayı öğrenmesi, sosyalleşmesi gerekirken televizyon karşısında saatler geçiren çocukta konuşmada gecikmeler, sosyal etkileşimde problemler görülebilmektedir. Bunun bir nedeni televizyon seyretmenin, pasif bir etkinlik olması ve çok fazla dikkat gerektirmediği için çocuğun sosyalleşmesinde ve ifade edici dilinde problemlere sebep olabilmesidir.Televizyon yalnız görsel algıya hitap eden doğası gereği, beynin sağ yarım küresindeki dille ilgili bölgenin gelişimini engellemektedir. Aşırı uyarıcı öğelerle donatılmış programlar (çocuk programları, klipler, reklamlar) beynin birkaç dikkat bölgesini etkileyecek şekilde ayarlanmıştır. Çocuk uzun süre televizyon seyredip bu aşırı uyaranlara alıştığında, hafif uyaranlara dikkatini vermemekte bu nedenle böylesi programlar, onun oyunlarda ve sosyal ilişkilerinde özgürce beynini kullanmasını engellemektedir. Televizyonun diğer bir olumsuz yanı ise verilen eğitimi bazı noktalarda olumsuz etkilemesidir. Örneğin iletişimi artırılmaya çalışılan bireyin televizyonun karşısında saatlerce zaman geçirmesi verilen eğitimi de olumsuz etkileyip bireyin öğrenmesini de yavaşlatacaktır. 1994 yılında TC Başbakanlık Aile Kurumu Başkanlığı tarafından “Televizyon ve Aile “ konulu bir araştırma yapılmış. İstanbul, Afyon ve Sinop illerinde 509 ailede 1293 yetişkin 5-15 yaş arası 705 çocuk olmak üzere toplam 1998 kişi ile görüşme yöntemi ile yapılmıştır. Bu araştırma sonuçlarına göre: Araştırmanın konusu televizyonun Türk ailesine yaptığı genel ve bütünsel etkinin ne olduğunu saptamaktır. En önemli kültürel etki araçlarından olan televizyonun Türk aile yapısı içinde kullanım ve izlenme envanterinin (izlenme sıklığı, zamanı, ortamı, çocuk ve ebeveynlerin izleme farklılıkları gibi) saptanması, bu çalışmanın en önemli amacını oluşturmaktadır. Bu araştırmada hafta içi çocukların % 31’inin, hafta sonu ise % 71’inin günde dört saat ve daha fazla televizyon izledikleri belirtilmiştir. Adı geçen çalışmada çocukların % 64’ünün ailesiyle birlikte televizyon izledikleri, çocukların % 58’inin ise izleyecekleri programları kendilerinin seçtiği bildirilmiştir. Günümüzde pek çok ülkede televizyonun olumlu veya olumsuz etkileri tartışılmaktadır. Ülkelerin toplumsal yapıları ve buna bağlı olarak televizyon yayınlarının biçim ve içeriğine göre bu etkilenmeler farklılıklar gösterebilmektedir. Bu araştırma aile içi iletişimde televizyonun rollünü belirlemeye yöneliktir. 1.2. ARAŞTIRMANIN AMACI Çalışma,günümüzde pekçok olumsuz etkisi üzerinde durulan televizyonun aile bireylerinin ilişkisini nasıl etkilediğini dolayısıyle toplumun en küçük birimi olan aile kurumunda iletişim sürecinin nasıl etkilediğini belirleyip çözüm üretmeyi amaçlamaktadır.bu amaca ulaşmak çin alt problemlere cevap aranacaktır. Alt problemler 1- Anne babanın televizyon izleme süresinin öğrenim durumuyla bir ilişkisi var mı? 2- Anne babanın televizyon izleme süresiyle çocukların televizyon izleme süreleri arsında bir ilişki var mı? 3- Ailede televizyon izleme süresi ile aile bireylerinin iletişimi arasında bir ilişki var mı? 2. YÖNTEM Çalışma, kuramsal çerçevenin geliştirilmesi, uygulamada kullanılacak anketin hazırlanması; örneklemin seçimi ve anketin ön uygulaması; düzeltilen anketin asıl örneklem gruba uygulanması; bulguların döküm ve yorumlanması aşamasından oluşmaktadır. Çalışmanın amacını gerçekleştirmek için ailenin temelini oluşturan annebabaların görüşlerine başvurulmuştur. Örneklemi, uygulamanın yapıldığı 2004-2005 öğretim yılında Çanakkale merkez ili ve Çanakkale’ye bağlı Biga yarımadasındaki merkez ilçe ve köy arasından rastlantı örneklem yoluyla seçilen ilköğretim okullarında öğrenim gören çocukların velileri oluşturmuştur. Anketi doldurmayı kabul eden toplam 1990 kişiden çocuklarını 15 gün gözlemledikten sonra kendileri ve çocukları ile ilgili sorulara cevap vermeleri istenmiştir. Ön anket çalışması için Çanakkale il merkezinden ve bir köydeki 30 kişilik bir veliye taslak anket uygulanmıştır. Düzeltmeler yapılırken cevap şıkları ölçme uzmanlarının görüşleri ile yeniden düzenlenmiştir. 3. BULGULAR ve YORUM Ankete 1176 erkek, 814 kadın toplam 1990 veli katılmıştır. Katılan velilerin ortalama 30-39 yaş grubunda; ilkokul mezunu ve ilçe merkezlerinde ikamet ettiği belirlenmiştir. ALT PROBLEMLERE GÖRE BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ 1. Alt Problem: Anne babanın öğrenim durumuyla televizyon izleme süresi arasında bir ilişki var mı? Yapılan istatistik çözümlemeler sonucunda ikisi arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.(r=.084). Bu ankete katılan velilerin öğrenim durumunun televizyon izleme saatiyle ilişki zayıftır. Velinin öğrenim durumu ile çocuğunun televizyon izleme süresi arasında ilişki olup olmadığı araştırılmış. Bu iki unsur arasında anlamlı fakat ters bir yönde ilişki bulunmuştur ( r= -109). Bu bulgu, öğrenim durumu yüksek olan velinin çocuğunun daha az televizyon izlediğini göstermektedir. 2. Alt Problem: Anne babanın televizyon izleme süresiyle çocukların televizyon izleme süreleri arsında bir ilişki var mı? Bulgular doğrultusunda anne-babanın televizyon izleme süreleri arttıkça/azaldıkça çocuğunun da tv izleme süresinin arttığı/azaldığı ortaya çıkmıştır(r=.270 ). Bu bulgu, velilerin çocuklarına televizyon izlemesi konusunda kendilerinin örnek olduğunu göstermektedir. Televizyon izleme konusunda velinin yönlendirici bir etken olduğu da ortaya çıkmıştır. 3. Alt Problem: Ailede televizyon izleme süresi ile aile bireylerinin iletişimi arasında bir ilişki var mı? Bu alt problemde çocuğun televizyon izleme sıklığının aileleriyle ve çevresiyle iletişimi ne yönde etkilediği araştırılmaktadır.Çocuğun televizyon izleme süresi ile televizyon izlerken kendisine sorulan sorulara cevap verme sıklığı arasında anlamlı fakat ters yönde bir ilişki bulunmuştur( r=,-188). Anne-babaların televizyon izleme süreleri ile televizyon izlerken çocuklarına cevap verme sıklığı arasındaki ilişki ters bir ilişki olarak bulunmuştur. Yani çok televizyon izleyen annebaba çouklarıyla daha az konuşmaktadır(r= , -059). Çocuğun televizyon izleme süresi ile söz kesmeden konuşma ve dinleme arasında anlamlı ancak düşük düzeyde bir ilişki bulunmuştur (r=,081). Bu bulgu televizyon izleme süresi arttıkça çocuğun dinleme alışkanlığının azaldığını göstermektedir. Çocuk karşısındakini dinlemeden konuşma içersine girmektedir. Çocuğun televizyon izleme süresi ile aile bireyleriyle iletişim kurabilme oranı arasında anlamlı ancak ters yönde bir ilişki bulunmuştur(r= -,066). Bu bulgu, televizyon izleme süresi arttıkça çocuğun aile bireyleriyle iletişiminin azaldığını bir göstermektedir. 4.SONUÇ VE ÖNERİLER SONUÇLAR 1-Araştırmaya denek olarak katılan annebabaların yaş ortalaması 30-40 arasındadır. Ankete katılanların çoğu erkektir. Anne babalar çocuklarının televizyon izleme sürelerine müdahale edememektedir. Velinin eğitim düzeyi arttıkça daha bilinçli bir televizyon izleyicisi olmakta ve çocuğunu da yönlendirmektedir. Bilinçli veli çocuğuna faydalı olabilecek programları seçmekte, aynı zamanda süre sınırlaması da koymaktadır. 2-Araştırmada elde edilen verilere göre velilerin ortalama televizyon izleme süresi ile çocuğun izleme süresi birbirine yakındır. Belki de aynı programları izlemektedir. Oysa okuldan ve işten eve gelen bireylerin birlikte vakit geçirip eğlenebilecekleri çok daha iyi ortamlar yaratılabilir.Televizyon izleme pasif bir davranıştır. Aile bireyleri televizyon izlerken birbirleriyle iletişim kuramamaktadırlar. Veliler televizyon izleme süresi bakımından çocuğa yanlış örnek olmaktadır. Aile bireylerinin televizyon izleme süresi arttıkça birbirleriyl konuşma süreleri azalmaktadır.Televizyon tek yönlü iletişimiyle izleyiciyi savunmasız yakalamaktadır. 3- Anne-babaların görüşlerine göre televizyon çok izleyen çocukların aile içi iletişimi azalmakta, kendisine soru sorulduğunda cevap vermemekte ve çevresinden kendini soyutlamaktadır. Söz kesmeden konuşması, kendini ifade etme becerisi azalmaktadır. Araştırmanın bulgularına göre fazla televizyon izlemek aile bireylerinin birbirleriyle etkileşimlerini azaltmaktadır. Televizyon, aile kurumunun varlığının sağlıklı temeller üzerinde devamı konusunda olumsuz etkiler yapabilmektedir. Toplumu oluşturan aile kurumunun temelini de insanlar arası ilişkiler oluşturmaktadır. Sağlıklı ailenin ön koşulu, aileyi oluşturan bireyler arasındaki ilişkilerin sağlam temellere dayanmasıdır. Televizyonu çok izleyen bireylerin aileleriyle ilişkilerinin sağlamlaştırılmasına, bu ilişkilere derinlik kazandırılmasına, aileyi oluşturan bireyler ararsındaki iletişim ve etkileşimin etkin ve kalıcı kılınmasına yeterince vakit ayıramadıkları görülmektedir.Bütün bunların sonucunda da sağlıklı bir aile ortamı oluşturabilmesi ve sürdürülebilmesi sağlanamamaktadır. Bireyler, aile ilişkilerinin geliştirilmesinde ve aile ortamının sıcak bir yuvaya dönüştürülmesinde çok önemli işlevlere yönelik olarak kullanabilecekleri serbest zamanlarını, televizyon karşısında harcamaktadırlar. Bu ise aile içi etkileşimi zayıflatmakta ve bireyler arasındaki ilişkileri olumsuz olarak etkilemektedir. Sonuçta da aile içi ilişkilerin sgörünümü, “aynı çatı altında fakat birbirine yabancı bireyler” boyutuna doğru sürüklenmektedir. Bu durum, çocukların sosyalizasyonunu ve kişilik gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecek çok ciddi riskleri de beraberinde taşımaktadır(Özkan,2001). ÖNERİLER Yapısı ve işleyişleri bakımından bazı farklılıklar göstermekle birlikte bütün toplumlarda varolan aile kurumu güçlü olduğunda toplumu güçlü kılar.İletişimin büyük önem kazandığı günümüzde, aile bireyleri arasında kurulan iyi iletişim sotnları sağlıkl bir biçimde çözmede etkili olacaktır. Adı yaygın olarak “kitle iletişim aracı” olarak kullanılan televizyonun, izleyeni sessiz ve edilgen kılma özelliği yönünden “iletişim”değil “iletmek”görevini üstlendiği bilinmektedir.Aile bireylerinin birbirleriyle iletişimi olumsuz yönde etkileyen televizyon yayınları anne babalar tarafından kontrollü izlenmeli ve izlettirilmelidir. Anne babaların televizyon izleme, kitap okuma gibi davranışlarda çocuklarına iyi örnek olması gerekirken çocuğa TV izlemeyi yasaklamanın televizyona ilgi ve merakı daha da artıracağı unutulmamalıdır. Televizyonda program seçmeyi, iyiyi seçmeyi öğretmeli bunu yaparken kendisi örnek olmalıdır. Anne babaların çocuklarını televizyonun olumsuz etkilerinden korumak için “aktif aracılık” olarak adlandırılan bir yola başvurmaları önerilebilir. Aktif aracılık, anababaların çocuklarıyla, televizyon hakkında konuşmalarıdır. Programın gerçekliğini tartışmak, televizyonda izlenen davranışlar hakkında eleştirel yorumlar yapmak, televizyonda sunulan bilgilere ek ve destekleyici bilgiler sağlamak, aktif aracılık yapmaktır. Aktif aracılık, anababaların çocuklarıyla televizyon hakkında konuşmalarıdır (Nathanson, 1999). Programın gerçekliğini tartışmak, televizyonda izlenen davranışlar hakkında eleştirel yorumlar yapmak, televizyonda sunulan bilgilere ek ve destekleyici bilgiler sağlamak, aktif aracılık yapmaktır (Nathanson, 2001). Araştırmalar yetişkinlerin televizyonla ilgili yorumlarının çocukların bir televizyon programının parçalarını anlamak için gerekli akıl yürütme biçimini geliştirmelerine olumlu yönde etkisi olduğunu ortaya koymuşlardır. Yapılan araştırmalarda, yetişkinlerden, izledikleri programlar hakkında ek bilgi alan ve bu programların yetişkinler tarafından yorumlandığını duyan çocukların, içeriğe ilişkin daha çok şey hatırladıklarını ve daha çok şey öğrendiklerini göstermiştir. Ailelerin, çocukları için uygun bulmadıkları progrm konusunda yapabilecekleri çeşitli şeylerden biri de oldukça basit bir şekilde programı izlememek ve izlettirmemektir. Televizyonun ne zaman, nasıl ve ne kadar izleneceğine ve televizyonda hangi içeriğin izleneceğine ilişkin kurallar koyulmalıdır.Anne babalar televizyon karşısında kendileri ve çocuklarını iletişimsiz bırakmamalı. Çocuklarla beraber düzeye uygun programları izlerken soru sormalı irdelemeli, eleştirel düşünmeyi öğretmeli. Aile içi iletişim televizyon izlerken de sürdürülmeli program seçiminde çocuk tek başına bırakılmamalı , doğru ve yararlı programları seçme alışkanlığı geliştirilirken veliler tutarlı ve kararlı bir tutum içinde olmalıdır. Kitap okuma alışkanlığının gelişmesi için televizyon kapatılmalıdır. Ailece kitap okuma saati düzenlenmeli. Bu yapılırken baskıcı olunmamalı , çocuklarla ailece neşeli huzurlu verimli bir zaman geçirmenin bir yolu olarak düzenlenmeli. Aile bireyleri beraber iyi programlar izlemeli, iyi kötü seçimini çocuk doğru tercih yapmayı öğrenene kadar anababa yapmalı. Televizyon izlemek konusunda yasaklamacı bir tutum yerine o zaman , daha güzel ve etkili kullanabileceği oyun , sohbet , ailece ziyaretler vb. etkinlikler düzenlenebilir. Televizyon kanalları geleceği geleceğimizin büyüklerini etkilemektedir. Evlerimizin en itinalı köşesinde yaşantının içine bu kadar giren televizyon toplumu eğitmek , eğlendirmek için reyting hesaplamasını bir kenara bırakıp iyi , düzeyli , doğru programlar hazırlamalıdır. Öncelikle televizyon kanalları, sorumlu yayıncılık anlayışı içerisinde, medya etiği kavramını, çocukların ve gençlerin ruh sağlıklarını dikkate alacak bir çerçevede tutmayı temel bir ilke olarak gözönüne almalı ve çocukların televizyon izleyebilecekleri saatlerde, çocuklar için olumsuz içerik özellikleri taşıyan yayınlara yer vermemeyi, bir sorumluluk meselesi olarak görmelidirler. 5. KAYNAKÇA 1. AKSAN, Doğan (1978),Her Yönüyle Dil C.I.s.8 2. AYBEK, Birsel (2002). “Televizyon ve Çocuk” 3. AYDIN YILMAZ, Zeynep, UZMAN Ersin,( 2005 ) Televizyonun ocukların Dil Gelişimine Etkileri,Türk Dili Dergisi , S. 643 Temmuz, s.16-26 4. BATMAZ,Veysel; AKSOY, Asu (1995) “Türkiye’de Televizyon Ve Aile,” Basbakanlık Aile Arastırma Kurumu Yay. Ankara, s.XIII. 5. ÖZKAN, Recep (2001. )“Aile ve Ailede kadının Konumu”, 1. Ulusal AileHizmetleri Sempozyumu, TC. Basbakanlık Aile Arastırma Kurumu, Ankara 6. SAYIN,Önal (1999).”Aile Ortamında Televizyonun Çocuğun Toplumsallaştırılmasındaki Tek Yönlü Belirleyiciliği“, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi” İletişim Ortamlarında Çocuk Birey” Sempozyum Eskişehir 13–15 Nisan 7. SEZER, Ayhan (1993). “İletişim Araçlarının Türkçe Öğretimine Etkileri” İlköğretim Okullarında Türkçe Öğretimi ve Sorunları, TED Yayınları, Ank. 8.YEŞİLTUNA, Dilek Ç.(1999).”Kitle İletişim Sürecinde Çocuk, s.139-147. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi İletişim Ortamlarında Çocuk ve Birey” Sempozyumu Eskişehir 13-15 Nisan POSTER BİLDİRİLER KÜRESELLEŞMENİN TÜRKİYE’DE YOKSUL AİLELERE YÖNELİK HIZMET SUNAN KURUMLARA YANSIMALARI Doç. Dr. Songül Sallan GÜL, Doç. Dr. Hüseyin GÜL * ÖZET * Süleyman Demirel Üniversitesi, Türkiye Ülkemizde sosyal yardım ve hizmet alanında işlev gören çok sayıda kurum ve kuruluş olmasına karşın kamusal yardım ve hizmetler alanında iki temel kurum öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki, sosyal hizmet alanında köklü bir kurum olan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve diğeri de 1986 yılında kurulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğüdür. Ancak 1980’lerdeki yeni liberal ekonomik politikaların, yerelleşmenin ve küreselleşme rüzgarlarının bir gereği olarak devletin küçültülmesi ve yeniden yapılandırılmasıyla da sosyal hizmet ve sosyal yardım alanı da yeniden dönüştürülmektedir. Yeni kamu yönetimi yasa sosyal hizmetler yerel yönetimlere, il özel idarelerine bırakılmaktadır. Sosyal hizmet alanı ve bu alandaki meslek mensupları ise önemli kayıplara uğramaktadır. Sosyal hizmetlerin alanı daraltılmakta, sosyal hizmet kapsamında olan pek çok sosyal yardım ve destek zaman içinde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğüne (SYDGM) devredildiği gözlemlenmektedir. Bu çalışmada Kocaeli, Mersin, Isparta, Giresun ve Van illeri örneklerinde yapılmış bir alan araştırmasının bulguları doğrultusunda SYDGM vakıflarında sosyal hizmetlerin önemi, çalışanlarının rolü ve SHÇEK’lerle olan ilişkisi mesleğin ve Kurumun geleceği açısından sorgulanmaktadır. Anahtar kelimeler: Sosyal hizmetler, sosyal yardım, SHÇEK, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik vakıfları, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik fonu (SYDTF), SYDGM. GİRİŞ Sosyal Yarımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’nce (SYDGM) sosyal yardım “temel gereksinimleri karşılayabilme olanaklarından yoksun olanlara yönelik bir sosyal güvenlik yöntemi ve sosyal hizmet alanı” olarak tanımlanmaktadır (SYDGM, 2006). Sosyal hizmetler muhtaç ve ihtiyaç içinde olanların ve yoksulların gereksinimleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Sosyal hizmetlerin en önemli amaçlarından biri de kişileri devlet yardımlarına bağımlılıktan kurtarıp, kendi kendilerine yeterli bir hale getirmektir. İhtiyaç içinde olan kişilere verilen sosyal destek, devletçe yerine getirilen kamusal bir yardım olarak değerlendirilmektedir. Ülkemizde sosyal yardım alanında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK), Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu (SYDTF), Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, Kızılay Derneği, belediyeler ve çok amaçlı toplum merkezleri gibi pek çok kamu kurum ve kuruluşu ile sivil toplum örgütleri faaliyet göstermektedir. Ülkemizde sosyal yardım ve hizmet alanında pek çok kurum, kuruluş ve program olmasına karşın geniş kitlelere en yaygın ulaşan iki temel kurum vardır. Bunlardan biri ülke genelinde 81 il müdürlüğüyle hizmet veren bir kamu kuruluşu olan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’dur (SHÇEK). Kurum, 2005 yılı itibarıyla 95 çocuk yuvasında 9,935 kimsesiz çocuğa (0-12 yaşları) hizmet vermektedir. Ayrıca, 110 yetiştirme yurdunda 10,517 genci koruma altına alarak hizmet vermektedir. Ayrıca, kuruma bağlı 44 çocuk ve gençlik merkezinde sokakta yaşayan ya da sokakta çalışmaya zorlanmış çocuklara danışmanlık eğitim ve rehabilitasyon hizmetleri verilmektedir (SHÇEK, 2006). Kurum bu hizmetleri devletçe bakılma ilkesi çerçevesinde sunmaktadır. SYDGM de 1986’dan beri hizmet vermektedir. Müdürlük günümüzde tüm ülke genelinde 81 ilde 850 ilçede 931 vakıf aracılığıyla milyonlara (2004’de 7.2 milyon kişi) sosyal yardım ve sosyal hizmet dağıtmaktadır1. Ancak, ülkemizde sosyal güvenlik alanında yaşanan dönüşümler, bu iki kurumun işleyiş mekanizmalarını değiştirirken, sosyal yardım ve hizmet alanında çalışan grupları, özellikle sosyal hizmet uzmanlarını da yakından etkilemektedir. 1 Bakınız; BDK, 2004. 2001 Şubat ekonomik krizinin izlerinin silinmesin yönelik geliştirilen program ve politikalar, sosyal hizmet ve yoksulluk yönetimi ve sunumu süreçlerini daha da karmaşıklaştırmış ve çok aktörlü hale getirmiştir. Bu çalışmada ilk olarak sosyal hizmetler ve yardım alanında hizmet veren iki kuruluş olan SHÇEK ve SYDGM arasındaki ilişkiler ve bağlantılar ile sosyal yardımları dağıtan SYDT Fon vakıflarının ve sosyal güvenlik kurumlarındaki dönüşümün sosyal hizmet alanına ve sosyal hizmet uzmanlarının konumlarına etkisi çözümlenmektedir. Daha sonra da, vakıfların işleyiş sistemleri tanıtılıp SHÇEK’in yeri ve sosyal hizmet uzmanlarının önemi tartışılmaktadır. Çalışmada kullanılan veriler Kocaeli, Mersin, Isparta, Giresun ve Van illerinde 2004 ve 2006 yılları arasında yapılan anket temelli bir tarama çalışmasından elde edilmiştir. 1. Küreselleşmenin Sosyal Güvenlik Reformuna Etkileri: Sosyal Yardım ve Hizmetlerdeki Değişimler 1980’lerden bu yana yeni liberal ekonomik politikaların, yerelleşmenin ve küreselleşme dalgasının bir gereği olarak devletin küçültülmesi ve yeniden yapılandırılmasıyla da sosyal hizmet ve sosyal yardım alanı yeniden dönüştürülmektedir. Sosyal devletin yeniden yapılandırılmasının bir parçasını oluşturan yeni kamu yönetimi reformu yasalarında, sosyal yardım ve hizmetler alanının yerelleştirilmesi ve sivil topluma devri ve piyasalaştırılması konusunda düzenlemeler bulunmaktadır. Bu süreçte ise sosyal hizmetler alanı ve bu alandaki meslek mensupları önemli kayıplara uğramaktadır. Sosyal devlet için fazlaca mali yük oluşturması ve kurumsallaşmış yapısı gibi nedenlerle sosyal hizmetlerin alanının daraltıldığı, sosyal hizmet kapsamında olan pek çok sosyal yardım ve desteğin, zaman içinde sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik vakıflarına devredildiği gözlemlenmektedir. Bunun sonucunda da sosyal hizmetler bir dereceye kadar geçici olarak sunulan acil yardımlara indirgenmiş gözükmektedir. Yeni sosyal güvenlik reformunda sosyal korumanın ve sosyal hizmetlerin sunumunda getirilen en önemli değişiklik, kamusal sorumluluk ve refah hakları temelli sosyal devlet anlayışından, kişisel sorumluluk, piyasa ve sivil toplum temelli bir anlayışa geçiş yönündeki değişimdir. Sosyal güvenliğe ve sosyal hizmetlere en fazla gereksinim duyan düşük ya da sabit gelirli kesimlerle hizmet sunumu sivil topluma ve yerel yönetimlere bırakılmaktadır. Sosyal yardım ve hizmetlerin zorunluluk ve kriz halleri dışında verilmesi öngörülmemekte, sadece piyasa düzeni içinde tatminkar bir gelir elde etme olanağı olmayan yoksullara yönelik olarak, oldukça sınırlandırılmış, acil durumlarla sınırlı ve geçici yardım niteliği kabul görmektedir. Yine yardım ve hizmetlerin yapılış biçimin doğrudan nakit para ya da piyasadan hizmet satın alımına dönüştürülerek ticarileştirilmesi ve piyasalaştırılması sağlanmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla bu hizmetlerin serbest piyasa sistemi içinde sağlanmasının amacı, devletin bu alanlardaki hizmet sunumundan vazgeçmesi, yani sosyal hizmet alanından çekilmesidir (Sallan Gül ve Gül, 2005). Benzer biçimde sosyal yardımlar ve primsiz ödemeler kanunu tasarısı taslağında 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu kanununun 9 uncu maddesine (m) bendi eklenmiştir. m bendine, “sosyal yardımlar ve primsiz ödemeler kanunu gereği aylık bağlananlardan yaşamak için gerekli hareketleri kendi kendine yapmaktan aciz olanların kuruma ait kuruluşlarda bakımı için gelir ve aylıkların % 30’u kurum tarafından tahsil edilir” ifadesi eklenmiştir. Böylece sosyal hizmet alanı yoksul ve muhtaç bile olsa, müşteri olma potansiyeli olanlar için uygun görülmektedir. Son ekonomik krizlerle birlikte sosyal yardım alanların ınartması SYDGM vakıflarını öne çıkarmış, sosyal hizmetler özellikle yoksullara yönelik sosyal yardımlar kapsamında değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu çalışmada SYDGM’de kurumsal sosyal hizmetlerin yeri ve sosyal hizmet uzmanlarının yeri tartışılmakta ve 2004-2006 yıllarında yapılan bir dizi araştırmanın Kocaeli, Mersin, Isparta, Giresun ve Van vakıf incelemeleri değerlendirilmektedir. SYDGM vakıflarında sosyal hizmetlerin önemi, çalışanlarının rolü ve SHÇEK’lerle olan ilişkisi mesleğin ve Kurumun geleceği açısından sorgulanmaktadır. 2. Sosyal Yardım Alanında SHÇEK’in ve Sosyal Hizmet Uzmanlarının Yeri ve Önemi Sosyal yardımlar alanında ve SYDGM bünyesinde sosyal hizmetlerin ve sosyal hizmetçilerin dahil edilmesi üç aşamalı olmuştur. İlk aşama olarak, SYDGM ilk kurulduğunda, personelinin bir kısmının SHÇEK’den karşılanması planlanmıştı. İkinci aşama, 2000 yılında karar mekanizmalarına sosyal hizmet uzmanlarının girmesidir. Üçüncüsü de, 2001 yılından sonra Sosyal Riski Azaltma Projesi (SRAP) kapsamında kurumsal gelişim ve sosyal hizmet projelerinin geliştirilmesidir. SYDTF 1986 yılında kurulurken temel amaçlardan birisi kamu bürokrasinde büyümeye yol açmamak olmuştur. Hem bunu sağlamak hem de sosyal hizmet ve yardım sunan kuruluşlar arasındaki işbirliğini sağlamak için icracı kuruluşlar olan vakıflarda personelin SHÇEK’den uzman personellerden karşılanması amaçlanmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda SHÇEK’in kendi personelinin de yetersiz olması, vakıfları diğer kamu kurumlarından geçici personel sağlamaya ve Valilik ya da Kaymakamlıkların onayı ile sözleşmeli personel çalıştırmaya yöneltmiştir. Bu tür istihdam uygulamalarının bir sonucu olarak, zamanla vakıflar çok farklı sayılarda ve farklı ücret ve çalışma koşullarında olan personele sahip olmuştur. İstihdam edilen personelin uzmanlık alanları, eğitim ve deneyim düzeyleri önemli farklılıklar sergilemiştir. Sosyal yardım alanında temel sorunlardan biri, sosyal yardım ve hizmete başvurudan ihtiyacın tatminine kadar geçen sürede sosyal yardıma başvuranların ya da yararlanıcıların gördükleri muameleye ilişkin dile getirdikleri şikayetlerdir. Yararlanıcıların ya da başvuru sahiplerinin temel iki talebi insan onuruna uygun olarak insanca davranılmak ve kaliteli hizmet almaktır. Ancak, değişik sebeplerle (vakıfların çalışan saylarının yetersiz olması, iş yüklerinin aşırılığı, iş süreçlerinin, yoksulluğun ve yoksulun açık tanımlarının olmaması vb.) vakıflarda başvuru ve değerlendirme süreçlerinin çok da sağlıklı ve kaliteli bir biçimde işlemediği görülmektedir. Dolayısıyla, vakıf personeli ile başvuru sahipleri ya da yararlanıcılar arasından bu nedenlerden kaynaklanan karşılıklı güven sorunu yaşandığı gözlenmektedir. Tablo 1. Vakıf Çalışanlarının Kadro, Nitelik, Cinsiyet Durumları İl Vakıfta Toplam Çalışan Sayısı Kadrol u Çalışan Sayısı Sözle ş. Çalışa n Sayısı Geçici Görev li Çalışa n Sayısı Kadın Çalışa n Sayısı Üniversit Sosyal Hizmet e Mezunu Uzmanı Çalışan Sayısı Sayısı Kocaeli (merkez) 14 yok 14 2 5 5 yok Mersin (merkez) 11 yok 10 1 6 7 yok Isparta (merkez+ilçeler) 31 yok 16 15 9 4 yok Van (merkez) 18 1 (Nakil) 16 1 2 2 1 Giresun (merkez) 10 1 (Nakil) 7 2 6 2 1 Örneklem Toplamı 84 2 (Nakil) 63 21 28 20 2 % 2.4 % 75 % 25 % 33 % 24 % 2.4 Örneklem % 100 Toplamının %’si Olarak Araştırmanın yapıldığı illerde vakıfların iş yükü ile karşılaştığında personel sayılarının ve kapasitelerinin sınırlı kaldığı gözlemlenmiştir. Vakıf personelinin büyük çoğunluğu sözleşmeli çalışmaktadır. Personelin sadece dörtte biri üniversite mezunudur ve üniversite dereceleri ilahiyattan ve ziraat mühendisliğinden turizme kadar değişmektedir. Yukarıda verilen Tablo 1’de de görüldüğü gibi, üniversite mezunları arasında da sadece iki tanesi sosyal hizmet uzmanı derecesine sahiptir. Yani sosyal yardım ve sosyal hizmet sunan bir kamu kuruluşunda sosyal hizmet uzmanı sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır. Ayrıca, değişik alanlardan (sosyoloji, psikoloji, iktisat, işletme, kamu yönetimi, vb.) diploma sahibi sosyal bilimci sayısı da oldukça sınırlıydı. Oysa yoksullukla ve yoksulların sorunlarıyla başa çıkabilmek ve yoksulların gereksinimlerini karşılayabilmek özel hizmet bilgisi gerektirmektedir. Yine benzer olarak Fonun yönetsel yapısı içinde sosyal hizmet uzmanlarının dahil edilmesi, yani Kurul üyeleri arasına SHÇEK Genel Müdürünün girmesi 2000 yılında olabilmiştir. 2001 ekonomi krizinde Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası ile Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan Sosyal Riski Azaltma Projesi’nin uygulanma sorumluluğu Fon’a devredilmesiyle sosyal hizmet projelerinin geliştirilmesi kabul edilmiştir. Sosyal hizmet amaçlı toplum merkezlerinin yaygınlaştırılması da hedeflenmiş ve 2004 yılında Proje Koordinasyon Birimine ulaşan projelerin 294’ü de sosyal hizmet alt projesi olmuştur (SRAP, 2004). Sonuç olarak, (sosyal güvenlik alanına ek olarak) kurumsal sosyal hizmetler alanında da sosyal devletin sorumluluğu zayıflamış ve sivil topluma ve yerel yönetimlere devredilmiştir. Sosyal devletin kurumsal yapısının zayıflatılmasına ve küçültülmesine paralel olarak, piyasa temelli çözümler, ticari hizmet sunumu, kişisel sorumluluk ve kendi kendine yeterlilik sosyal hizmetler alanında öne çıkmakta ve sosyal hizmetler alanı daha çok ihtiyaç içindekileri ve yoksulları hedefleyen sosyal yardım alanına sıkıştırılmaktadır. Kısacası, sosyal devlet ve sosyal haklar anlayışından kişisel sorumluluk ve kendi kendine yeterliliğe dayalı çalışma temelli refah anlayışına bir dönüşüm yaşandığı iddia edilebilir. AİLE MAHKEMELERİNİN İŞLEYİŞİNDE UZMANLARIN ROLÜ Ömer MAVİ * Aslı ÇERİ** Güngör Toprak ÇABUK*** GİRİŞ Birey ve toplum açısından biyolojik, psikolojik ve sosyolojik işlevleri olan aile kurumu, üyelerine ve devlete bazı haklar ve görevler yüklemektedir. Aile birliğinin devamında devlet kendi üzerine düşen görevleri T.C. Anayasasının 41.maddesi, Türk Medeni Kanunu, Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun, Ailenin Korunmasına Dair Kanun, Çocuk Koruma Kanunu, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi bazı kanun, sözleşme ve düzenlemelerle yerine getirmektedir. Ülkemizde hızı giderek artan kültürel ve ekonomik değişimle paralel şekilde “Aile” kavramının barındırdığı değerlerin de yıpranmasıyla bu konudaki sorunların arttığı ve çözümlerinin uzmanlık ister bir hale geldiği gözlemlenmiştir. Hukuk sistemimizde görülen bu ihtiyaçla 2003 yılında 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun yürürlüğe girmiştir. Antalya’da Adalet Bakanlığına bağlı üç adet aile mahkemesi 2003 yılından itibaren kurulmuş, hizmet vermeye başlamıştır.2005 yılının başlarından itibaren üç pedagog, iki psikolog ve bir sosyal hizmet uzmanı görev yapmaya başlamış, başka kurumlardan sosyal hizmet uzmanları da uygulamalara kendi alanında uzman olarak destek vermektedir. Aile Mahkemelerinin görev alanına giren konulardan bazıları; boşanma, velayet, evlat edinme, evlenmeye izin, nafaka davalarıdır. Aile mahkemelerinin dinamiği gereği, başvuran bireylerin ya da karşı tarafların; (isteyerek ya da istemeyerek) yaşamlarında önemli değişiklikler olacağından; çoğu zaman bireylerin yaşadıkları önemli sorunların giderilmesine yönelik bir girişimle bu değişim gerçekleşeceğinden diğer mahkemelerden farklı olarak uzman desteğine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu süreçte uzman desteği iki ayrı noktada önem kazanmaktadır. Birincisi bireylerle yapılan ayrıntılı görüşmeler sonrasında tarafların içinde bulundukları psikolojik, sosyal ve ekonomik durumların belirlenerek yargıya iletilmesiyle mahkemenin sağlıklı sonuçlanmasına katkıda bulunmak, ikincisi bireyler arasındaki iletişim tıkanıklığının boşanma sürecindeki ailelerin çocuklarıyla iletişimlerini sağlama ve sürdürülmesine yardımcı olmak şeklindedir. AMAÇ Türkiye’de henüz çok yeni olan Aile Mahkemeleri ve bu mahkemelerde görev yapan uzmanların ailenin bütünlüğünü koruma ya da bireylerin yaşanan bu travmadan en az düzeyde etkilenmelerini sağlamaya yönelik; bilginin üretilmesi ve uygulayıcılarla paylaşılması düşüncesiyle ekip çalışması anlayışı içerinde değişik çalışmalar yapılmaktadır. Bu alanda örnek uygulamalar yapılmakta, bilginin toplanıp kullanılması için formlar geliştirilmekte, vaka tartışmaları düzenlenmekte, meslek elemanlarının mesleki yaklaşımlarının ne olması gerektiği yönünde çalışmalar yapılmaktadır. Antalya 2. Aile Mahkemesinde yürütülen bu anlamda uygulamaların ve geliştirilen yeni * Pedagog Psikolog *** Sosyal Hizmet Uzmanı ** modellerin konuyla ilgili bilimsel çalışmaları yürütenler ve bu alana ilgi duyan diğer meslek elemanlarıyla paylaşılmasının anlamlı olduğu düşünülmektedir. YÖNTEM Uygulamalar bireylerle yüz yüze, derinlemesine yapılan görüşmelerle kurum kayıtları kullanılarak yürütülmüştür. Ayrıca bazı sonuçlara ulaşabilmek için birçok test kullanılmıştır. Kullanılan testler: Beier cümle tamamlama testi, kime göre ben neyim? Denver gelişim envanteri, kişilik ve tutum envanterleri, patoloji belirlemeye yönelik envanter gibi bireyi tanımaya yönelik teknikler kullanılmakta ve bazen çocuklara resim çizdirilmektedir. KAPSAM Antalya’da 2005 yılında Aile Mahkemelerine boşanma, velayet, evlat edinme, evlenmeye izin, nafaka... gibi konularda ortalama 3000 dava açılmış, önceki yıllardan devam eden davalarla birlikte yaklaşık 5000 dava devam etmekte ve her bir mahkemeye yıllık 1000–1500 dava düşmektedir. Antalya 2. Aile Mahkemesinde 2005 yılında 1000 davadan yaklaşık 500’üne uzmanlar görüş bildirmişlerdir. AİLE MAHKEMELERİNDE İŞLEYİŞ VE UZMANIN ROLÜ Aile mahkemelerindeki işleyiş: Aile Mahkemesi Hâkimi; Sosyal Hizmet Uzmanı, Psikolog, Pedagog ve gerektiğinde ilgili diğer uzmanları araştırma, inceleme, sorun tespiti ve değerlendirme yapmak, kendisine bilgi vermek, çözüm önerileri getirmek ve tarafları uzlaştırmak amacıyla görevlendirmektedir. 2.Aile mahkemesi olarak uygulamalarda özellikle çocukların ve zayıfların haklarının gözetilmesi amacıyla da kadınların korunmasına önem verilmektedir. Uzmanlar; ihtiyaç dâhilinde mesleklerine göre bireysel olarak görüş bildirmekle beraber, genellikle ve ideal olarak her üç meslek elemanın (sosyal hizmet uzmanı, psikolog, pedagog) yer aldığı ekip çalışması anlayışını benimsemişlerdir. Ekip çalışmasında; sosyal hizmet uzmanı, psikolog, pedagog hâkim tarafından incelenmesi ve görüş bildirilmesi istenen davada aile bireyleri (eşler, çocuklar), tarafların; akrabaları, komşuları, iş arkadaşları, çocukların öğretmenleri ve gerekli gördükleri diğer kişilerle; mahkemede, tarafların evlerinde, işyerlerinde, çocukların okullarında ve gerekli gördükleri diğer yerlerde, tarafların dosyaya sundukları bilgiler ve iddialar doğrultusunda amaca yönelik olarak planlanmış görüşmelerle gerekli incelemeleri yapmakta ve her meslek elemanı topladıkları bilgiler doğrultusunda mesleğinin bakış açısından durumu değerlendirmekte, bir sonuca vararak ortak bir rapor halinde hâkime sunmaktadırlar. Bu süreçte uzman gerekli gördüğü durumlarda, taraflar arasındaki sorunlarda danışmanlık yapmakta, taraflara sosyal, psikolojik ve pedagojik destek vermekte, çözüm önerisi getirip uzlaştırmakta ve çözüm üretecek diğer kurumlara yönlendirmektedir. Üç uzmanın beraber çalışmasının şartlar itibariyle mümkün olmadığı durumlarda bir uzman mümkün olduğunca diğer uzmanların mesleki bakış açısından da bakmaya çalışarak çalışmayı yürütmektedir. Boşanmaların her geçen gün arttığı Antalya’da mesleki yaklaşım sürecinde, aile sorunlarının belirlenmesi ve çözümünde yaşanan güçlüklerin başında; aileye bir görüşmeden fazla zaman ayrılamaması, gönüllülüğün en önemli ilke olduğu görüşmelerde tarafların ya isteksiz davranmaları ya da ifade vereceklerini düşünmeleri, davayı kaybetmemek için kişilerin kendilerini haklı çıkarmak adına doğru ifadelerden kaçınmaları, “mahkeme” ve “uzman” kavramıyla ilgili kalıplaşmış olumsuz önyargılarının bulunması gelmektedir. Aileye müdahale aşamasında; çocukların ve tarafların bundan sonraki yaşamlarında gerekli olacak psikolojik, sosyal ve pedagojik önlemlerin alınması için mahkemeye ve taraflara önerilerde bulunulmakta, uzun zaman isteyen müdahalelerde ise taraflar özellikle Sosyal Hizmetler Kurumu bünyesindeki Aile Danışma Merkezi’ne, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki Rehberlik Araştırma Merkezi’ne ve hastanelerin psikiyatri servislerine yönlendirilmektedir. GÖRÜŞMELER SIRASINDA MESLEKİ YAKLAŞIMLAR Görüşme ve incelemeler genellikle her üç meslek elemanının katımıyla gerçekleştirilmektedir. Buna göre her bir meslek elemanının konuya yaklaşımı genel olarak aşağıda belirtilmiştir. Psikolog yaklaşımı: Psikoloji disiplininde kullanılan teknik ve yöntemlerle tarafların ve çocukların geçmiş ve hâlihazırdaki yaşantılarını, kişilik yapılarını, inanç ve değerler sistemlerini, sosyal ilişki kurma biçimlerini, gelecek planlarını ve kaygılarını, belirgin herhangi bir psiko-patolojilerinin bulunup bulunmadığını, patolojinin var olduğu durumlarda bunun aile içi ilişkilere etkisini, varsa geçmişteki ve hâlihazırdaki tedavi sürecini, tarafların evliliklerine bakış açılarını, evlilik birliğini devam ettirebilecek psikolojide olup olmadıklarını, boşanmanın taraflar ve çocuklar üzerindeki psikolojik etkilerini belirlemekte, olumsuz etkilerin oluşma olasılığı veya varlığında gerekli aile içi düzenleme ve telkinleri yaparak önlem alarak sağaltım yapmakta, süreç sonrası gelişebilecek durumlar hakkında taraflara bilgi vermekte, müşterek çocuğun velayeti söz konusu olduğunda, tarafların kişilik özellikleri ve psikolojik sağlıkları açısından çocuğun gelişimini daha iyi destekleyecek konumdaki ebeveyni tespit etmekte, gereken müdahalelerin yapılması veya daha ayrıntılı bir inceleme ve rehabilite süreci için gereken yönlendirmeleri yapmaktadır. Pedagog yaklaşımı: Bireyi tanıma tekniklerini kullanarak çocuğun; gelişim durumunu(kişilik, bilişsel, duygusal, bedensel ve motor gelişim alanları), sosyal ilişkilerini, genel ve özel yeteneklerini, güdülerini, bilgi ve beceri düzeyini, tutum ve değerlerini, tercih ve beklentilerini ve gerekli gördüğü başka konuları araştırarak çocuğu her yönüyle tanımaya çalışmalı; çocuğun aile sorunlarından ne düzeyde etkilendiğini ve boşanmanın çocuğun yararına olup olmadığını belirlemeli; çocuğun bakımıyla ve eğitimiyle ilgilenebilecek, gelişimini olumlu yönde destekleyebilecek yetenekli, bilinçli ve bilgili ebeveyni belirlemeli; boşanma sürecinde ve sonrasında ebeveynler arasındaki sorunlardan çocuğun olumsuz etkilenmesini engellemeye, boşanma sonrası ebeveyn-çocuk ve ebeveynler arası ilişkileri düzenlemeye ve çocuğun eğitimi, gelişimi ve bakımı ile ilgili yararına olacak konulara yönelik olarak danışmanlık yapmalı ve aile sorunlarını tespit etmelidir. Sosyal hizmet yaklaşımı: Genel anlamıyla, sürece dâhil olan bireylerin özgeçmişi ve aile bilgileri, içinde bulundukları sosyal, kültürel, psikolojik ve ekonomik özelliklerinin belirlenmesi, bireylerin içinde bulundukları sorunun nedenleri, etkileri ve sonuçlarının bütünden özele doğru analiz edilmesi olup özelde ise tarafların sosyal ilişkilerini dikkate alarak, sorunların bireyler üzerindeki etkisini gidermeye ya da azaltmaya yönelik önlemler almak, bu konuda bireyleri bilgilendirmek toplum kaynaklarını kullanmaları yönünde desteklemek ve yol göstermektir. Ayrıca velayet durumunda, çocukların sorunlardan en az etkilenmeleri, onların gelecekte hangi tarafın yanında kalmaları durumunda daha sağlıklı yaşam sürdürebilecekleri konusunda öneri geliştirmek; konuyla ilgili olarak ebeveynlerin geliştirmeleri gereken tutum ve davranışları konusunda destek vermektir. YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR SONRASINDA BELİRLENEN SORUNLAR Aile mahkemelerinde, boşanma ve velayetin değiştirilmesine yönelik davalar uzman yaklaşımı açısından iş yükünün önemli bir dilimini oluşturmaktadır. Ayrıca ailelerin sorunlarını (a)mahkeme öncesi, (b)mahkeme süreci ve (c)sonrası olmak üzere üç ayrı aşamada değerlendirmek yerinde olacaktır. Bu aşamada aile mahkemesinde görevli uzmanların çalışmaları daha çok mahkeme sürecinde aktif ve fonksiyonel olmaktadır. Sürdürülen çalışmalar sonrasında görüşmeler ve gözleme dayalı olarak; Boşanmayla ilgili ailelerin büyük çoğunluğunda; · Tarafların birbirlerini önemli ölçüde yıprattıkları, iletişim yollarını tıkadıkları, · Taraflar arasında kişilik farklılığına bağlı uyumsuzluklarının olduğu, · Birbirlerine karşı sözel ve fiziksel şiddet uyguladıkları, · Eşler arasında sadakatsizliklerin olduğu, · Eşler arasında cinsel sorunlar ve uyumsuzlukların olduğu, · Eşler arasında sağlık sorunlarından kaynaklanan uyumsuzlukların olduğu, · Engelli ya da üvey çocukların varlığından kaynaklanan sorunların olduğu, · Bir tarafın diğer taraf üzerinde baskıları olduğu, · Zamanla değişen yaşam şartlarıyla değişen beklentilerin olduğu, · Ortak yaşamın yeterince paylaşılamadığı, · Tarafların sosyal ilişkilerinin ve psikolojik durumlarının bozulduğu, profesyonel destek olacak duruma geldikleri, ya da aldıkları, · Ekonomik krizlerin aile üzerinde etkili olduğu, · Sosyal ve kültürel farklılıkların etkili olduğu, · Ebeveynlerin aileler üzerinde etkili olduğu, · Tarafların ailelerine aşırı bağımlılığı sonucu kendi aile birlikteliklerini kuramadıkları, · Tarafların çocuk yetiştirme konusundaki uyuşmazlıkları, · Bir tarafın diğer tarafı yok sayarak, yaşamını yeniden şekillendirdiği, Boşanma sürecinde çocukların içinde bulunduğu durumun dikkate alınması durumunda: · Çocukların yaşına ve cinsiyetine uygun yaklaşılmadığı, · Çoğu zaman çocukların taraflar arasında karşılıklı olarak kullanıldığı, · İhmal ve İstismar edildiği, · Eğitimlerinin, bakımlarının ve gelişimlerinin aksadığı ve etkilendiği, · Çocukların bir ebeveyn tarafından diğer ebeveynden fiilen ve manen uzaklaştırıldığı belirlenmiştir. Velayetin değiştirilmesiyle ilgili olarak; · Boşanma süreci sonrasında eşlerin oluşturdukları yeni yaşam koşulları içerisinde değişen durumlar nedeniyle çocukların önceki velayetlerinin değiştirilmesi istenmekte olup, bu durumda çocukların yaşadıkları sorunlar ön plana çıkmaktadır. Uzman yaklaşımında; ailenin bütünlüğünü korumaya yönelik bütün unsurlar dikkate alınarak değerlendirilmekte, güçlendirilmesine destek olunmakta ancak, uzlaşmanın sağlanamaması durumunda tarafların olumsuzluklardan en az şekilde etkileneceği tutum ve yaklaşım geliştirilmektedir. Görüşme sürecinde çocukların en az düzeyde etkilenmeleri için aileler bilgilendirilmekte, desteklenmekte duruma göre müdahale edilmektedir. Zorunlu olmadıkça çocuklarla yapılan görüşmeler çocukların doğal ortamlarında yapılmaktadır. YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR SONRASINDA ORTAYA ÇIKAN İHTİYAÇLAR Aile danışmanlığı ve aile terapisine yönelik hizmet birimlerinin sayısının arttırılarak meslek elemanlarının çeşitlendirilmesi, böylece aile içi sorunların çözümsüzlük noktasına gelmeden desteklenmesinin sağlanması, dolayısıyla boşanmaların azalması ya da boşanma kaçınılmaz ise olumsuz etkilerinin azaltılması, diğer yandan ailenin bütünlüğünü korumaya yönelik hizmetlerin çeşitlendirilerek yaygınlaştırılması; aile ile bağlantı halindeki kurum personelinin (öğretmen, polis, vb.) bilinçlendirilmesine ve bilgilendirilmesine yönelik çalışmaların yapılması, pek çok geçimsizliğin boşanma aşamasına gelmesinin engellenmesi amacıyla aileyle ilgili polis kayıtlarına geçen olaylarda polislerin uzman görüşleri doğrultusunda çalışması, kamuoyunun aileye müdahale alanında çalışan kurumlardan haberdar edilmesi ve ailelerin bu tür kurumlara başvurmasını sağlamak amacıyla bilinçlendirilmeleri, korunmaya muhtaç çocukların ve kadınların birincil ihtiyaçlarına cevap verebilecek kurumların yaygınlaştırılması ve şartlarının iyi hale getirilmesi, aile ve sorunlarıyla ilgilenen kurumların kendi aralarındaki iletişimlerinin güçlendirilmesidir. Antalya 2. Aile Mahkemesi **Akdeniz Üniversitesi Sosyal Hizmetler Eğitim Araştırma ve Uygulama Merkezi TÜRKİYE’DE SIĞINMACILARA VE MÜLTECİLERE YÖNELİK SOSYAL HİZMETLER Bir Proje Örneği: Mültecilere ve Sığınmacılara Yönelik Psiko-Sosyal Destek Projesi Önder BETER* ÖZET Türkiye, sığınma ve göç alanında yeni bir yapılanmaya gitmektedir. Hiç şüphesiz, yapılacak yeni hukuki düzenlemelerin sığınmacılara yönelik sosyal hizmetler için bir dayanak niteliğinde olacağı ve gelecekteki uygulamalara zemin hazırlayacağı beklenmektedir. Yapılan çalışma, sığınmacılara yönelik koruyucu ve önleyici sosyal hizmetlerin nasıl olması gerektiğine odaklanmakta bu konuda öneriler sunmaktadır. Bunun yanında, çalışma, İstanbul ve Ankara’da üç yıldır yürütülen “Mültecilere Psiko-sosyal Destek Projesini” örnek bir çalışma olarak ele almaktadır. Çalışmada sunulan öneriler söz konusu projede yürütülen çalışmalar neticesinde geliştirilmiştir. Anahtar sözcükler: Sığınma, sığınmacı, sosyal hizmetler GIRIŞ Türkiye’de mülteci ve sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlere değinmeden önce, mülteci ve sığınmacı terimlerinin** açıklanması yararlı olacaktır. Mültecilerin hukuki durumunu belirten Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (Cenevre Sözleşmesi) ve 1967 Ek Protokolüne göre mülteci (refugee), “kaynak ülkesi dışında bulunan, ırkı, dini, milliyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü nedeniyle zulüm görmekten haklı nedenlerle korku duyan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm korkusu nedeniyle geri dönmek istemeyen kişidir” (BMMYK, 1998: 68). Sığınmacı (asylum seeker) ise “kendi ülkesi dışında bulunan, ırkı, dini, milliyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü nedeniyle zulüm görmekten haklı nedenlerle korku duyan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm korkusu nedeniyle geri dönmek istemeyen kişidir” (BMMYK, 1998: 68). Tanımlar eşanlamlı gibi görünse de, sığınmacı, mülteci olabilmek için gerekli ölçütleri taşıyan; ancak kendisine resmi otoriteler tarafından henüz mültecilik statüsü tanınmayan kişiyi, mülteci ise bu statüyü alan kişiyi tanımlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, Cenevre Sözleşmesini coğrafi çekince ile kabul etmiştir. Bir başka ifade ile Türkiye, Avrupa dışından gelen sığınmacılara mültecilik statüsü tanımayacağını belirtmiştir. Böylelikle, 1960 yılında Türkiye’de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) kurulmuş ve 1960’tan ve günümüze kadar Avrupa dışından gelen sığınmacıların mültecilik istemleri BMMYK tarafından değerlendirilerek üçüncü ülkeye yerleştirme işlemleri gerçekleştirilmiştir (Kirişçi, 2001:71). Türkiye, Avrupa dışından gelen sığınmacıların sığınma başvurularını kabul etmekte ve BMMYK’daki süreçleri sonlandırılıncaya kadar bu kişilerin ülkemizde yasal olarak kalmalarına olanak tanımaktadır. Avrupa Birliğine (AB) giriş süreci içindeki Türkiye, çeşitli alanlarda iç hukukunu AB mevzuatına uyumlaştırma çabası içindedir. Bu alanlardan birisi de sığınma ve göç alanıdır. Bu doğrultuda, Türkiye, 2005 yılında sığınma ve göç alanında ulusal eylem planını ortaya koymuştur. Bu plan, Türkiye’nin sığınma ve göç sistemine ilişkin yasal çerçeveyi, idari yapıyı tamamlayacak geliştirme projelerini ve fiziksel altyapıyı içermektedir (UNHCR, 2005: 2). Planda gereken koşulların oluşması halinde coğrafi çekincenin kaldırılacağı da ifade edilmektedir. Bunun yanında Türkiye’nin AB mevzuatına uygun olarak çıkması beklenen bir sığınma ve göç yasası üzerinde çalıştığı da * İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı’nın BMMYK’nın desteği ile Ankara’da yürüttüğü Mültecilere Yönelik Psikososyal Destek Projesinde görevli sosyal çalışmacı ve Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Hizmet Anabilim Dalı doktora öğrencisi ** Bu çalışmada kullanılan “sığınmacı” terimi mülteci terimini de içerecek tarzda ele alınmıştır. bilinmektedir. Bütün bu gelişmeler, sığınmacıların yaşadıkları sorunlarla baş edebilmeleri ve kendi sorunlarını çözebilecek işlevselliği yeniden kazanabilmeleri için gerekli sosyal hizmetlere altyapı oluşturacak düzenlemelerdir. Olması gereken sosyal hizmetlere değinmeden önce, hedef grubuna yönelik var olan sosyal hizmetlere değinmek yararlı olacaktır. 1. Türkiye’de Sığınmacılara İlişkin Var Olan Sosyal Hizmetler Sığınmacılar oldukça hassas bir grubu oluşturmaktadır. Bu grup, gerek kaynak ülkelerinde gerekse de sığındıkları ülkelerde çok çeşitli sorunlarla karşılaşmakta ve bu sorunlardan yoğun bir biçimde etkilenmektedirler. Sığınmacıların genel olarak yaşadığı sorunlar şunlardır: Yaşanan kayıplara ilişkin sorunlar (aile bireylerinin yitirilmesi, ev, iş, sahip olunan malların yitirilmesi, vb.), dil zorlukları, sağlık sorunları, ırksal saldırılar, statülerine ilişkin belirsizlik, sığınılan ülkedeki yeni yaşama uyum sorunları, barınmaya dayalı sorunlar, sorunlarıyla ilgilenen profesyonel meslek elemanlarının olmayışı, eğitim sorunları, temel bakım hizmetlerine ve sosyal hizmetlere ulaşma ve bu hizmetlerden yararlanamama (Davies ve Webb, 2000: 542). Yukarıda sayılan bu sorunlardan da anlaşılacağı gibi, sığınmacılar sosyal hizmetlere gereksinim duyan hassas gruplar olarak değerlendirilmelidir. Sosyal hizmetler, 24.05.1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Kanununda aşağıdaki gibi tanımlanmıştır: “Kişi ve ailelerin kendi bünye ve çevre şartlarından doğan veya kontrolleri dışında oluşan maddi, manevi ve sosyal yoksunluklarının giderilmesine ve ihtiyaçlarının karşılanmasına, sosyal sorunlarının önlenmesi ve çözümlenmesine yardımcı olunmasını ve hayat standartlarının iyileştirilmesini ve yükseltilmesini amaçlayan sistemli ve programlı hizmetler bütünüdür” Tanımdan da anlaşılacağı gibi, sosyal hizmetler, sistemli, programlı, belli bir dizgesi ve düzeni olan hizmetlerdir. Oysa, Türkiye’de sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlerin genellikle örgütlü, sistemli ve bütüncül bir yapıda olmadığı gözlenmektedir. Bu hizmetlerin, birbirinden kopuk ve yetersiz olması sığınmacıların gereksinimlerinin tam olarak karşılanamamasına ve sorunlarının etkili ve verimli bir biçimde çözülememesine neden olmaktadır. Türkiye’de sığınmacılara yönelik var olan sosyal hizmetler genellikle, BMMYK, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV), Uluslar arası Katolik Muhacerat Komisyonu (ICMC), Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği (SGDD) ve Mazlum-Der gibi bazı sivil toplum örgütleri (STÖ), belediyeler, kilise, vakıf gibi bazı dini kuruluşlar, valilikler ve kaymakamlıklar bünyesinde görev yapan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları eliyle sağlanmaktadır. Türkiye’de tüm ihtiyaç gruplarına yönelik sosyal hizmetlerin sağlanmasında en büyük kurumlardan birisi Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumudur (SHÇEK). Günümüzde SHÇEK, sığınmacı çocuklar alanında bazı çalışmalarda bulunmakla birlikte, tam olarak sığınmacılık olgusu içerisinde yerini almamıştır. SHÇEK genellikle refakatsiz gelen çocuklara koruma ve bakım hizmeti sunmaktadır. Emniyet Müdürlüğü ve BMMYK tarafından 18 yaş altı olduğu kabul edilen refakatsiz çocuklar, haklarında nihai bir karar verilinceye kadar SHÇEK’ e bağlı kurumlarda kalabilmektedirler. Sonuç olarak, sığınmacılara yönelik var olan hizmetlerin genellikle birkaç el tarafından yürütüldüğü ve bu hizmetlerin çoğunlukla sorun çözücü, iyileştirici ve rehabilite edici olduğu gözlenmekte, koruyucu ve önleyici çalışmalara nadiren rastlanmaktadır. Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde sığınma ve göç alanına ilişkin yeni düzenlemelerde bulunması, hedef grubuna ilişkin koruyucu ve önleyici çalışmalara bir altyapı oluşturacaktır. Bu süreçte alana ilişkin STÖ’ lerin ve uygulayıcıların da önerilerinin alınması yararlı olacaktır. 2.1. Sığınmacılara İlişkin Koruyucu ve Önleyici Sosyal Hizmetlerin Geliştirilmesine İlişkin Öneriler* Sığınmacılara ilişkin koruyucu ve önleyici sosyal hizmetlerin geliştirilmesi ve uygulanması için sunulan öneriler aşağıda ilkeler biçiminde sunulmuştur: 2.1. Bütüncül ve Sistemci Bir Bakış Açısı Türkiye’de sığınmacılara ilişkin sosyal hizmetlerin yeniden yapılanması aşamasında, hedef grubunun ve Türkiye toplumunun gereksinimlerinin mikrodan makroya kadar detaylı bir biçimde hesaplanması ve sistemci bir bakış açısıyla ele alınması yararlı olacaktır. Bütüncül ve sistemci bakış açısı bireyi sosyal çevresi içinde ele almaktadır. Birey, aile, sosyal çevre ve toplum gibi sistemler birbiriyle bağlantılıdır ve birbirinden bağımsız olarak düşünülemez. Bu sistemlerin toplumsal yapı içindeki etkileşimleri, iletişimleri, devinimleri ve işlevleri, sığınma ve göç olgusuyla bağlantılı olarak yapısal bir biçimde analiz edilmelidir. 2.2. Haklar Perspektifi Sığınma olgusu çok boyutlu ve çok yönlü konular arasındadır. Çok boyutludur, çünkü bu olgunun toplumsal boyutunun yanında kültürel, askeri, siyasal ve ekonomik boyutları da bulunmaktadır. Bunun yanında, sığınma ve göç olgusu uluslar arası bir meseleye de işaret etmektedir ve genellikle uluslar arası güvenlik boyutu ile ele alınmaktadır. Bu olgunun uluslar arası güvenlik kadar, insani yönü de bulunmaktadır. Hiç şüphesiz Türkiye’de yapılacak yeni düzenlemelerde ulusal ve uluslar arası güvenlik konuları dikkate alınacaktır. Bununla birlikte, sığınma olgusunun insani boyutunun da aynı derecede önem görmesi gerekir. Sığınmacılara yönelik yapılacak yeni düzenlemeler insan hak ve özgürlüklerini temel almak durumundadır. Gelişmiş batı ülkeleri örneklerine de bakılarak Türkiye toplumu özgünlüğünde, sığınmacıların yaşam doyumunun ve mutluluğunun dikkate alındığı yeni düzenlemelerin yapılması önemlidir. 2.3. Disiplinlerarası Yaklaşım Daha önce de belirtildiği gibi sığınma olgusu karmaşık ve çok boyutlu bir olguya işaret etmektedir. Bunun yanında, sığınmacıların gereksinimleri ve yaşadıkları sorunlar çok çeşitlidir. Bu gereksinim ve sorunlar farklı disiplinlerden uygulamalara gereksinim doğurmaktadır. Sorunların çözümünde ve gereksinimlerin karşılanmasında, uluslar arası ilişkiler, hukuk, sosyal hizmet, psikoloji, siyaset bilimi, gibi disiplinlerin birlikte yer alması gerekmektedir. Sığınma alanında çıkarılacak yeni yasanın ve ilgili diğer mevzuatın disiplinler arası mesleki ve bilimsel müdahalelere olanak tanıyacak tarzda hazırlanması ve bu türden uygulamalara altyapı oluşturması gerekmektedir. 2.4. Çok Sektörlü Bakış Hizmet grubunun ihtiyaçlarının karşılanması, sorunlarının çözülmesinde ve gruba yönelik sosyal hizmetlerin yeniden yapılanması aşamasında kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra STÖ’ lerin de işin içine dahil edilmesi gerekmektedir. Dünyada iltica ve göç alanında hükümetler kadar sivil toplum örgütleri de rol almaktadır. Sivil toplumun, sığınma ve göç alanında etkin roller üstlenmesi demokratik katılım ve toplum örgütlenmesi açısından son derece önemlidir. 2.5. İletişim Ağının Kurulması * Bu öneriler, Ankara’da bulunan ve üç yıldır sığınmacılara psiko-sosyal destek sunan bir projede sığınmacılarla birebir yapılan mesleki uygulamaların ve yapılan akademik çalışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Sığınma ve göç alanında yapılacak düzenlemelerin hayata geçirilmesi, sığınmacıların gereksinimlerinin karşılanması için gerek kamu kurum ve kuruluşları, gerekse sivil toplum örgütleri arasında bir iletişim ağının oluşturulması gerekmektedir. Toplumda var olan kaynakların birbirinden kopuk oluşu, sığınmacıların bu hizmetlerden haberdar olamamalarına ve böylece yararlanamamalarına sebep olmaktadır. Bu nedenle sığınma ve göç alanında çalışan tüm kurum, dernek, vakıf, vb. örgütlerin arasında çoklu bir iletişim ağının oluşturulması, hizmetlerin sistemli, bütüncül, etkili ve verimli olarak sunulması için son derce önemlidir. 2.6. İşbirliğine ve Eleştiriye Açık Olma Sığınma ve göç alanında yapılacak yeni düzenlemelerde işlevsel olan kurumların birbirleriyle işbirliğinde bulunmaya açık olmaları gerekmektedir. Türkiye’de kurumlar arasında işbirliğine kapalı olma ve çalışma alanına ilişkin tekelci uygulamaların son bulması gerekmektedir. 2.7. Uluslararası İşbirliğine ve Ortaklığa Geçme Bilindiği gibi, sığınma ve göç konuları uluslararası boyutu olan olgulardır. Türkiye’de de konuya yönelik politikaların yapılmasında ve sosyal hizmetlerin tasarlanmasında uluslar arası işbirliğine geçme ve ortaklığa açık olma büyük bir önem arz etmektedir. 2.8. Etkilik ve Verimlilik Etkililik ve verimlilik sunulan hizmetlerin niteliği ve niceliği açısından oldukça önemlidir. Sığınma ve göç olgusuna ilişkin yapılacak düzenlemelerde etkililiğin ve verimliliğin göz önüne alınması gerekmektedir. Bu sayede, sunulan sosyal hizmetlerin hedef grubuna ne kadar ulaştığı, bu hizmetlerin ne kadar işlevsel olduğu, hizmetlerden yararlananların gerekli doyumu sağlayıp sağlamadıkları gibi konular belirgin hale gelecektir. 2.9. Hizmetlerin Sürdürülebilirliği Genellikle Türkiye’de sığınma ve göç alanında yapılan çalışmaların projeler bazında yürütüldüğü ve projelerin sürelerinin sonlanmasıyla birlikte, sunulan hizmetlerin de sonlandırıldığı görülmektedir. Bu hizmetlerin örgütlü bir yapıya kavuştuğuna nadiren rastlanmaktadır. Hizmetlerin sürekliliğinin sağlanması, daha bütüncül, sistematik ve örgütlü çalışmaların yapılmasına olanak tanıyacaktır. 2.10. Bilimsel ve Akademik Çalışmalara Önem Verme Sığınma alanı ile ilgili olarak ülkemizde yeterince bilimsel ve akademik çalışmanın olmadığı görülmektedir. Bu durum, sığınmacıların içinde bulunduğu durumun ve yaşadığı sorunların tespitini, bu sorunlarla baş etme yollarının ortaya çıkarılmasını güçleştirmektedir. Sığınmacılara ilişkin yapılandırılacak sosyal hizmetlerin bilimsel ve akademik çalışmaların önemine değinmesi ve bu çalışmaları bir zorunluluk olarak görmesi gerekmektedir. Bu sayede, sunulacak hizmetlerin niteliğini arttırmasıyla birlikte, daha etkili ve verimli uygulamaların yapılmasına zemin hazırlanacaktır. 2.11. İzleme Süreci İzleme aşaması, bütüncül ve sistemci bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, sunulması planlanan bir hizmetin fikrinin oluşması aşamasından itibaren başlamış bulunmaktadır. Bir çalışmanın yapılması (ya da hizmetin sunulması) belli aşamalardan geçmektedir. İzleme süreci çalışma fikrinin oluşmasından değerlendirme aşamasının sonuna kadar olan tüm süreçleri kapsamalıdır. 2.12. Değerlendirme Değerlendirme aşamasına, sunulan hizmetlerden yararlanan hedef grubunun görüş ve önerilerinin de katılması, hem haklar perspektifini gözeten, hem de etkili ve verimli olan bir değerlendirmenin yapılmasına katkı sunacaktır. Halihazırda, rastlanan değerlendirmelerde de sığınmacı ve göçmenlerin görüşlerinin alınmadığı gözlenmektedir. 3. SIĞINMACI VE MÜLTECİLERE YÖNELİK PSİKO-SOSYAL DESTEK PROJESİ İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV*), mülteci ve sığınmacılara yönelik çalışmalarını uzun yıllardır sürdürmektedir. 1989 yılında Bulgaristan'dan göçenler için uyum programı; Türkiye’deki sığınmacılara yönelik üreme sağlığı ve temel haklar seminerleri; Eylül 2001- Şubat 2003 arasında yürütülen mültecilere yönelik hukuk danışmanlığı; 2002 yılında İstanbul’da başlatılan ve desteği Hollanda Büyükelçiliği MATRA/KAP Programı tarafından sağlanan psiko-sosyal destek çalışmaları bu çalışmalara örnektir. İstanbul’daki çalışmalar, 2003 yılı Ağustos ayından itibaren BMMYK’nın desteği ile sürdürülmüş; bu çalışmaların başarısı üzerine benzer çalışma 2003 Kasım ayında Ankara’da başlatılmıştır. Sığınmacı ve Mültecilere Yönelik Psiko-sosyal Destek Projesi halen İstanbul ve Ankara’da, BMMYK’nın desteği ile İKGV tarafından yürütülmektedir. Proje, Türkiye’ye gelen sığınmacıların gerek kendi ülkelerinde karşılaştıkları gerekse Türkiye’de karşılaştıkları durumlardan dolayı yaşadıkları psiko-sosyal sorunlarla baş etmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. Sığınmacıların, Türkiye’deki süreçlerine ilişkin sosyal danışmanlık hizmeti sunma, gerektiğinde hukuki danışmanlık, vb. alanlar için yönlendirme yapma, sığınma sorunsalıyla ilgili kamuoyunda bilinç yükseltici faaliyetler düzenleme, sığınmacılarla doğrudan ya da dolaylı olarak ilişki içerisinde bulunan STÖ ve ilgili kamu kurum ve kuruluşları arasında bir işbirliği yaratacak ağ çalışması yapma da, projenin hedefleri arasında bulunmaktadır. 3.1. Projenin Hedef Grubu Proje, genel olarak Türkiye’ye giriş yapan ve ülkemizde yaşayan (ikametli veya ikametsiz olarak) bütün sığınmacı ve mültecileri kapsamaktadır. Hedef grubu arasında; kadın ve çocuklar, yetişkinler, engelliler, yaşlılar gibi bütün nüfus grubundan sığınmacı ve mülteciler bulunmaktadır. Bütün bu hedef gruplarına karşı hiçbir ayırım yapılmaksızın (ırk, din, dil, cinsiyet, ikametli olma veya olmama, BMMYK’daki dosya durumu vb.) hizmet verilmektedir. 3.2. Proje Kapsamında Görev Yapan Uzmanlar Proje kapsamında İstanbul’da bir psikoterapist ve Arapça, Fransızca, Habeş ve Farsça tercümanlar; Ankara’da tam zamanlı bir sosyal çalışmacı, yarı zamanlı iki psikolog (biri çocuk diğeri yetişkin psikologu), bir Farsça tercüman görev yapmaktadır. Bunun yanında İstanbul ve Ankara’da projeye destek veren birer psikiyatrist bulunmaktadır. Ayrıca, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulundan iki öğretim görevlisi de projenin Ankara ayağında iki yıl boyunca danışmanlık yapmışlardır. Disiplinlerarası çalışmanın gereğine inanılan projede sığınmacılara ilişkin çalışmalarda ekip çalışması ve karşılıklı dayanışma en önemli unsurlar arasında yer almaktadır. 3.3. Proje Kapsamında Sunulan Hizmetler 1 * Sığınma süreçleri ve karşılaşılan sorunların çözümüne ilişkin disiplinler arası bir çalışma ile danışmanlık 1988 yılında kurulmuş olan İKGV, Türkiye’nin önde gelen kar amacı gütmeyen özerk bir sivil toplum örgütüdür. İKGV, insan kaynağını geliştirmenin yanı sıra, üreme sağlığı ve aile planlaması bilincini yükseltmeyi amaçlamakta ve bu alanda faaliyetlerde bulunmaktadır. Ayrıca, Vakıf, BMMYK’nın da uygulama partneridir. IKGV, Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar, HIV/AIDS Eğitimi, eğitim ve iletişim, toplum temelli üreme sağlığı hizmetleri, hizmet sağlayıcılara ilişkin teknik eğitim materyallerinin geliştirilmesi, çocuk haklarının korunması ve kadının statüsünün yükseltilmesi, mültecilere yönelik destek ve insan ticareti gibi çok çeşitli alanlarda çalışma yapmaktadır. hizmeti sunma, 2 Ülkelerinde ya da sığındıkları ülke(ler)de yaşadıkları Post-travmatik Stres Bozukluklarının (kaygı, korku, depresyon, uykusuzluk, kabuslar görme, vb.) ve bekleme süresinde karşılaşılan diğer psiko-sosyal sorunların tedavisine yönelik hizmet sunma, 3 Gerektiğinde projeye gönüllü olarak destek sunan avukatların ve Ankara Barosu Mülteci Komisyonunun yardımıyla ücretsiz olarak hukuki danışmanlık hizmeti sağlama, 4 Toplumsal kaynakların harekete geçirilmesi yoluyla, kısmi sosyal yardımda bulunma, 5 Sığınmacı çocukların eğitim almalarına ilişkin yönlendirici, motive edici ve destekleyici çalışmalarda bulunma 6 Hizmet grubuna yönelik daha aktif ve sistemli hizmetlerin sunulması için, sığınmacılarla çalışan STÖ’ler ve diğer kuruluşlar arasında bir “ağ” oluşmasını sağlamak. Bu ağın sağlanması amacıyla kurum ziyaretlerinde bulunmak. 7 Sığınmacıların evlerine ziyaretler düzenlenerek ‘psiko-sosyal inceleme ve değerlendirme raporu’ yazmak ve bu raporları karar mekanizmalarına sunmak. Yukarda sayılan tüm bu hizmetler kapsamında, 2004 ve 2005 yıllarında proje kapsamında İstanbul’da 91 sığınmacı ile 596 görüşme yapılarak psikolojik destek; Ankara’da toplam 603 sığınmacı ile 1070 mesleki görüşme yapılarak psiko-sosyal destek sağlanmıştır. Projeden yararlanan sığınmacıların İstanbul’da %53’ünü kadınlar; Ankara’da % 70’ini kadın ve çocuklar oluşturmuştur; çocukların oranı yaklaşık olarak % 24’tür. Ankara’da görüşmelerin sonucunda toplumsal kaynakların da kullanımıyla yaklaşık 200’den fazla sığınmacıya çeşitli sosyal yardımlar (gıda, giyim, kırtasiye malzemeleri, oyuncak, vb.) sağlanmıştır. Projeden hizmet alan sığınmacılar İran, Irak, Afganistan, Somali, Sudan, Etiyopya, Kongo Cumhuriyeti, Çin, Nijerya, Eritre, Filistin gibi çok değişik ülkelerden gelmektedir. Proje 2006 yılında da faaliyetlerine devam etmektedir. Projenin gelecekte yaygınlaştırılması ve büyütülmesi planlanmaktadır. SOSYAL YAPILANDIRMACILIK ve SOSYAL HİZMET: NE ÇEŞİT BİR İLİŞKİ? Fatih ŞAHİN§ ÖZET § Doçent Doktor, Başkent Universitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmetler Bölümü, Sosyal yapılandırmacı yaklaşım neyin gerçek olduğuna ilişkin bilgi de dahil olmak üzere tüm bilgilerin sosyal olarak yapılandırıldığını savunmaktadır. Bu makalede, sosyal yapılandırmacılık ile sosyal hizmet arasındaki ilişki, Türkiye sosyal hizmet bağlamı örneğinde değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Sosyal yapılandırmacılık, sosyal hizmet. GİRİŞ Sosyal hizmet mesleğinin temel amacı, insanın iyilik haline geliştirmek, tüm insanların ve özellikle baskılanmış, yoksul ve kolay incinebilir insanların ihtiyaçlarının karşılanması ve güçlendirilmelerini sağlamak olarak ifade edilmektedir (NASW, 1996:1). Sosyal hizmetin çoğu tanımı, mesleğin değişme ajanı fonksiyonuna işaret etmektedir. Değişmeyi sağlamak ise her şeyden önce müracaatçı sisteminin anlaşılmasını gerektirmektedir. Varolan gelişme aşamasında, durumu anlamak için kullanılacak temel araç, şüphesiz, bilimsel bilgidir. Sosyal hizmet meslek ve disiplini, müracaatçı sistemlerinin sorun ve ihtiyaçlarını kavrayıp kendi değer ve felsefesine uygun çözümler getirme peşindedir ve bu çabasında teori, model ve yaklaşımları kullanmaktadır. Bununla beraber, müracaatçı sistemlerinin içinde bulundukları problem ya da ihtiyaç durumlarını tanımlamaya yardım eden bilgi ve teorik yaklaşımlar, mesleki uygulama sürecinde kullanılacak araçları, müdahale noktalarını ve hatta müdahalenin özünü değiştirir. Böylelikle, problemin tanımı ve müdahale sürecinde bu kadar farklılık yaratabilen teorik seçimler, sosyal hizmette son derece önemli hale gelmektedir. Böylesi bir noktada, müracaatçı sistemlerine ilişkin gerçeği anlamak son derece önemli hale gelmektedir. Sosyal bilimlerde gerçeğin ne olduğuna ilişkin soruya verilen cevabın iki kutubu vardır. Birinci cevap, dünya hakkındaki gerçeğin dışarılarda bir yerde ve bireyden bağımsız olduğunu belirtmektedir. İkinci cevap ise, dünya hakkındaki gerçeğin bireyden bağımsız olmadığını, bireyin algılama, düşünce ve inançlarına bağlı olduğunu savunmaktadır. Modern sosyal ve davranış bilimlerinde birinci cevap klasik ampirizm, ikinci cevap ise sosyal yapılandırmacılık (social constructionism) olarak adlandırılır. Gerçeğin, bireyin algılama, düşünce ve inançlarına bağlı olduğunu savunan sosyal yapılandırmacı yaklaşımı anlamak, bireyselleştirme, katılım, bireyin ve toplumun bulunduğu yerden başlama, self-determinasyon, insan hakları ve sosyal adalete son derece önem veren sosyal hizmeti derinden etkileyecektir. Çünkü, sosyal yapılandırmacı yaklaşım, tıpkı sosyal hizmet gibi, insan ve topluma ilişkin gerçeği anlama ve değiştirme çabasında başarılı olabilmek için değişme sürecine konu olanların görüşlerinin ön plana çıkarılmasına büyük önem atfetmektedir. Bu nedenle, bu makalede, sosyal yapılandırmacı düşünce ve sosyal hizmet eğitim ve uygulamasına getirdiği bakış açısı Türkiye sosyal hizmet literatüründe kullanılan kavramlaştırmalar da göz önüne alarak incelenecektir. SOSYAL YAPILANDIRMACILIĞIN TEMELLERİ Sosyal yapılandırmacı düşünce Berger ve Luckman’ın (1971) çalışmalarına dayalıdır. Bu yaklaşım, genel olarak kabul edilen sayıltıların baskın sosyal grupların çıkarlarını genişletmek açısından önemli rol oynadığını kabul etmektedir. Daha da ötesinde, dünyayı anlama biçimimiz, gruplar arası etkileşim ve müzakerenin tarihsel sürecinin ürünüdür. Bu anlamda, gerçeklik tarih, kültür ve bağlamdan bağımsız olmayıp sosyal olarak yapılandırılmıştır (Houston, 2001). Gerçeğin Yapılandırılması isimli eserlerinde Berger ve Luckmann (1966) neyin gerçek olduğuna ilişkin düşüncelerimizde dahil olmak üzere tüm bilgilerin sosyal olarak yapılandırıldığını bildirmektedir. Çünkü insanlar oluşmuş normları ve önceden belirlenmiş kalıpları olan toplum ve kültürlere dahil olurlar. Gerçeğin tanımı sosyal olarak bir nesilden diğerine taşınır. Yine bu tanımlar sosyalizasyon süreci ile öğrenilir ve içselleştirilir. Sonuçta bu bilgi bizim dünya görüşümüz, ideolojimiz haline gelir ve bu görüşlerimizi nadiren sorgularız (Berger & Luckmann, 1966; Robbins, Chatterjee & Canda, 1998). Dil dünyayı yansıtmaz, dünyayı üretir (Witkin, 1999, s. 5). Dilin temel fonksiyonu, sosyal yaşamı koordine etmek ve düzenlemektir (Gergen, 1994). Marcuse’un belirttiği gibi, insanlar, kendi dillerini kullanırken aynı zamanda, efendilerinin dillerini kullanırlar (Ingram, 1990). Bu yaklaşıma göre, gerçekliği ona ilişkin yorumlarımızdan bağımsız olarak anlayamayız. Sosyal yapılandırmacılık bakış açısından bilgi, gözlemcinin çevresi ile etkileşiminden doğar. Bunun anlamı ise, açıkça, bilimsel araştırmacının tarafsız bir noktada kalarak dünyaya ilişkin bilimsel gözlemler yapamayacağıdır. Sosyal yapılandırmacılara göre, gözlemcinin değer, çıkar ve ilgileri her zaman işin içindedir ve gözlem yapmanın bizatihi kendisi gözleneni değiştirir. Bilgi keşfedilmez, yaratılır ve önemli olan bağlamdır. Bu perspektiften bakıldığında, bilgi ve algıyı etkileyen nörolojik ve biyolojik faktörler kadar bilgi ve algıyı biçimleyen sosyal, kültürel, tarihsel, ekonomik ve politik koşullarda önemlidir (Dean, Rhodes, 1998, s. 256). Bir başka deyişle, politik ve sosyal güçler, sosyal hayatta kullanılan kavramsallaştırmaları ve kategorileri etkilemektedir. Bu kategoriler ise, onlara hayat veren politik ve sosyal kurumları desteklemektedir. Bu bakış açısı ile dil, anlamı ortaya çıkarmaktan ziyade anlamı belirlemekte merkezi bir role sahiptir ( Dean, Rhodes, 1998, s. 256). Sosyal yapılandırmacılar, problemi oluşturan sosyo-kültürel süreçler, müracaatçının ilişkileri çerçevesinde problemin anlamı ve müracaatçının yaşam hikayesi üzerinde odaklanmaktadır (Cowger, 1998). Bu makalede, sosyal hizmetin değer sistemi ve misyonu ile yakından ilişkili olan sosyal yapılandırmacık çerçevesinden Türkiye’deki sosyal hizmet ele alınmaktadır. SOSYAL POLİTAKALARDA TEMEL ÇÖZÜM ÜNİTESİ OLARAK AİLE Sadık GÜNEŞ* 1.Genel çerçeve Ailenin bir çözüm odağı olarak ele alınması fikri sosyal politikaların uygulama zemini bulması ile mümkün olmuştur. Gelişmiş ülkelerde sosyal refahın toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırılması politikada hangi yaklaşım benimsenmiş olursa olsun vazgeçilmez bir gerçek olarak öne çıkmaktadır. Nitekim modern toplumların temel karakteristiği olan liberal (serbest piyasa) ekonomiler de sosyal politikalar önemle ele alınmakta, bireyin her türlü isteği ve ihtiyacı devletler tarafından dikkate alınmaktadır. Yoksulluğu ne ölçüde aşmış olursa olsun her toplumda çeşitli risk faktörleri vardır ve bunları çözümlemede kamu idaresi önemli yükümlülükler taşımaktadır. Devletin “sosyal” niteliği, toplumsal risklerin azaltılması ve risk altındaki bireylerin desteklenmesini gerektirmektedir. Sosyal devlet, ülke imkanlarından yararlanma konusunda dezavantajlı gruplara (özürlü, hasta, yaşlı, çocuk, kadın, vb.) yaşama ve kendilerini geliştirme şansı tanır. Ailelerin davranış modelleri biçimlendirdikleri, tesis ettikleri, işlevlerini yerine getirdikleri toplumsal değer ve * Aile ve Sosyal Araştırma Uzmanı Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü beklentileri ve bir dereceye kadar da bireysel tercihleri yansıtmaktadır. Ailelerin işlev ve rolleriyle ilgili toplumsal değerler her ülkeye göre değişiklikler arzetmektedir. Bunun yanı sıra aile üyelerinin bireysel haklarıyla ilgili bazı hukuki normlar uluslararası belgelerle deklare edilmiş ve birçok ülke bunları kabul etmiştir. Aile, rolünü ve işlevlerini toplumdaki birçok değişiklik karşısında bunlara uyarlamakla birlikte üyelerinin, özellikle bebek ve çocukların büyümesi ve gelişmesi için ve diğer bağımlıların, yaşlılar ve güçsüzlerin bakımı için esas olan maddi, manevi ve mali desteği sağlamak için doğal çerçevesini hep korumuştur. Aile, kültürel değerlerin sürdürülmesi ve korunmasında önemli bir etken olarak kalmaktadır. Daha geniş anlamda, aile üyelerini eğitebilir, yetiştirebilir, motive edebilir ve destekleyebilir ki genelde bu böyle olmaktadır. Bu yolla da aile, üyelerinin ilerideki gelişiminde ve hareketlerinde, kalkınma açısından çok önemli bir potansiyel olarak öne çıkmaktadır. Kısmen ekonomik modernizasyon ve kalkınmadan kaynaklanan ve yoğunlaşan baskıların bir sonucu olarak doğan sosyal yapıdaki değişiklikler bir çok toplumda aile kavramının yapısını değiştirmiştir. İletişim, ulaşım, bilgi erişimi alanlarındaki gelişmeler, bireylerin kendi geleneksel dünyaları dışındaki fikir ve davranış normlarıyla daha sık temas kurmalarını sağlamıştır. Ayrıca, formal eğitim de beraberinde bir çok yeni kavram getirmiştir. Hem kentsel hem de kırsal alanlarda yaşayan, çok sayıdaki insan, değişik yaşam biçimlerinin farkına varmakta ve ayrıca diğer aile üyelerinin onayı olmadan daha fazla bireysel karar vermeye başlamaktadır. Her ne kadar evrensel olmasa da küçülen aile ve ‘çekirdek aile’ üzerinde artan bir ilgi gözlenmektedir. Sonuç olarak, birçok insan aile ilişkilerinde kendisini artık daha az sorumlu hissetmektedir. Ayrıca, birçok ailenin temel ihtiyaçlarını karşılayabilme yetisi, kendi kontrolleri ötesindeki koşullar sebebiyle zayıflamıştır. Sonuçta, birçok ailede üyelerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasında yetersizlik ya da isteksizlik ön plana çıkmaktadır. Bu durum sosyal politikaları yürüten kurumların (özel veya hükümet kuruluşlarının, uluslararası örgütler yahut yardım derneklerinin) sıklıkla yüksek maliyetle bu miktarı telafi etmek zorunda oldukları anlamına gelmektedir. Aileler olumlu anlamda, toplumda kalkınma ve yapıcı değişim unsurlar olarak önemli bir rolü yerine getirme yeteneğine sahiplerken, sosyal problemler, istismar ve suistimal dahil toplumun olumsuz yönleri de sıklıkla aile ilişkilerinde mevcuttur. Sağlıklı ve adil olmayan aile ilişkileri bağlamında ifade edildiğinde bu durum, bireysel teşebbüsü ve kişisel gelişmeyi engelleyebilir. Kısaca, ailenin herhangi bir basit yönü ve aile politikasının herhangi bir kolay tarifi bulunmamaktadır, bir dereceye kadar, tüm politikalar aileleri etkilemektedir. Ancak, son yıllarda birçok toplumun yaşadığı köklü değişikliklere rağmen, politika ve programlar, hala, gerçeği yansıtmaktan uzak kavram ve aile modellerine dayanma eğilimindedir. Bu sebeple, genel eğilimler bilinebileceğinden, aileye yönelik daha geçerli ve uygun politikalar yaratmak üzere mevcut tüm bilgilerin kullanılmasına büyük ihtiyaç duyulacağı görülmektedir. Zira, büyük ölçüde güncelliğini kaybettiği görülen birçok politikanın aslında görülemeyen uzun vadeli yönleri de bulunabilir. Bundan da ötesi, aile yapısı ve ailelerin işlevlerini yerine getirme yetenekleri üzerindeki ekonomik değişimin etkilerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak olmalıdır. Dikkat çekicidir ki hem olumlu hem de olumsuz ekonomik değişiklikler aile üzerinde güçlü bir etki yaratmaktadır. 2. Sosyal politakalarda aile ile ilgili temel kabuller 2.1. Toplumda en küçük yaşam ünitesi ailedir Her birey bir aile ortamına bağlı olarak yaşamını sürdürür. Birincil yaşam ünitesi ailedir. Bireyin bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişimi ile ihtiyaçları aile ortamında sağlanır. Aileden bağımsız bir birey gelişimi ve refahından söz etmek mümkün değildir. Başta gelişmiş toplumlar olmak üzere gelişme sürecinde hızla yol alan pek çok ülkede aile odaklı çözüm programleri her geçen gün önem kazanmaktadır. Nitekim Birleşmiş Milletler tarafından dünya kamuoyu gündeminde derinlikli yer etmesi bakımından ele alınan ve ülkemizde de sınırlı ölçülerde uygulanan 1994 Uluslar arası Aile Yılı bu gerekçelerden hareketle önem kazanmıştır. Uluslar arası Aile Yılında “Toplumda en küçük yaşama birimi olarak aile”nin önemine dikkat çekilmiş ve toplumsal çözüm programlarının aile odağından hareketle ele alınması zorunluluğu üzerinde durulmuştur. 2.2. Devlet aileyi korur Anayasamızdaki “Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet ailenin bütünlüğünü korumak ve refahını arttırmak için gerekli tedbirleri alır” hükmü bu alanda yapılması gereken hizmetleri anayasal bir yükümlülük olarak ortaya koymaktadır. Ailelere yönelik olarak yürütülecek hizmetlerin anayasal açıdan olduğu kadar sosyolojik olarak önemli bir gerçek olduğu göz ardı edilemez. 2.3. Türk toplumunda aile değerleri önemlidir Türk toplumu tarih boyunca güçlü aile değerleri ile birlikte var olmuş ve gelişmenin en önemli dinamiği olarak aile içi işbölümü ile aileler arası dayanışmaya önem vermiştir. Halen yaşanmakta olan ağır ekonomik buhranın bu güçlü aile değerleri ile hafifletildiği ve belli ölçülerde aşıldığı konusunda toplumda ortak bir kanaat mevcuttur. Ekonomik sorunların aşılmasında aile değerlerinin etkili olduğu gerçeği pek çok ekonomik çözümlemede de açıkça görülmektedir. Türk toplumunda var olan güçlü aile değerlerinin yalnız ekonomik sorunların değil genel olarak bireyin gelişimini, refahını, huzurunu ilgilendiren pek çok konuda etkili olduğuna kuşku yok. Modernleşme süreçlerindeki hızlı ilerlemeye rağmen ülkemizde aile değerlerine olan bağlılık devam etmektedir. Aile bağları Türk toplumunda huzur ve barışın korunmasında, sevgi ve kardeşlik duygularının gelişmesinde, bireyde arzu edilen ‘biz’ bilincinin olgunlaşmasında hayli belirleyici olmaktadır. 2.4. Güven bunalımı güçlü aile ile aşılır Son yıllarda yaşanan ekonomik ve sosyal problemler gelir dağılımında, siyasette, adalette, istihdamda, kültürde pek çok olumsuzluğu beraberinde getirmiş ve toplumda olması gereken istikrar ve güven ortamını zedelemiştir. Çeşitli toplumsal sorunların odağındaki birey giderek her şeyin buharlaştığı, geleceğin belirsizleştiği bu ortamda sosyal bütünleşme kabiliyetlerini yitirmiştir. İstikrarsızlıkla birlikte gelen güven bunalımı kamusal alanla beraber aile içindeki değerleri tahrip ederek bireyin toplumla bütünleşme bağlarını yok etmiştir. 2.5. Toplam yaşam kalitesi birimi ailedir Yaşanan toplumsal ve ekonomik sorunların odağındaki birim de yine ailedir. Ağır ekonomik koşullar bireyle birlikte aileyi derinden etkilemekte ve aile içi ilişkiler üzerinde olumsuz izler bırakmaktadır. Aile içinde her bireyin eğitim ve istihdam durumu ailenin toplam yaşam kalitesi üzerinde doğrudan etkili olmaktadır. Ağır ekonomik sorunlar ailenin fonksiyonları üzerinde doğrudan etkili olmakta ve aile içi ilişkileri bozmaktadır. 2.6. Gerçek ekonomik hesaplama birimi ailedir Aile eksenli çözüm yönteminin temelinde, ailenin ekonomik bir ünite olarak benimsenmesi yatmaktadır. Başta milli hasıla olmak üzere pek çok ekonomik hesaplamada temel birim olarak ailenin esas alınması bu yaklaşımın özünü teşkil etmektedir. Buna göre bireyin ekonomik anlamda üretimi, kazancı, harcaması, satın alma gücü gibi temel ekonomik göstergeler aileden bağımsız ele alınamaz. Bireyin ekonomik etkinliği ile bu etkinlikten elde ettiği ekonomik değer yalnız kendisi için değildir. Gelir de olduğu gibi giderlerde de hesaplama birimi ailedir. 2.7. Sağlıklı aile sağlıklı birey demektir Bireyin refahı ve mutluluğunu aileden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Bireyin fizyolojik ihtiyaçları kadar, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması da ailenin ortak desteğine bağlıdır. Toplumsal refahın hesaplanması da aynı şekilde ailenin ortak gücü ile açıklanabilir. Bireyin eğitiminde ve ruh sağlığında aile içi faktörler doğrudan etkilidirler. 2.8. Aile en geniş özgürlük alanıdır Bireysel hak ve özgürlüklerin en geniş anlamda yaşanabildiği ortam aile ortamıdır. Birey, aile ortamında ‘biz’ duygusu içinde her türlü hak ve imkanı kullanır. Aile içinde bireysel özgürlüklerin yaşanması için kısıtlayıcı hiçbir kurala gerek kalmaz. Güçlü aile yapısı ailenin bütün fertlerini aynı ölçüde kuşatacak ve sahip olunan refahı adil bir şekilde paylaşacak değerleri barındırır. 3. Aileyi esas alan temel yaklaşımlar Aileyle ilgili temel yaklaşımlar BM tarafından hazırlanan metinlerde ayrıntılı olarak ortaya konulmuş ve bu yaklaşımlar ülkemizde de büyük ölçüde kabul görmüştür. Esasen BM yerel farklılıkları gözeten yaklaşımlar benimsemiştir. Bu bölümde büyük ölçüde BM tarafından geliştirilen ve ilgili ülkelere duyurulan temel yaklaşımlar ele alınmıştır. 3.1 İnsani değerlerin kültürel kimliğin ve tarihi sürekliliğin koruyucusu olarak aile Aileler kültürel değerlerin korunması ve aktarılmasında önemli bir aracıdır, ancak geçmişi tamamıyla muhafaza etme gayretleri, zamanında toplumun ve bazı aile üyelerinin, özellikle kadınların, zararına gerçekleşmiş bazı olumsuz tutumların sürdürülmesi olarak da gerçekleşebilir. Fakat aileler bunu yaparken bir yandan da toplumsal değişim bağlamında yeni değerlerin yaygınlaştırılmasına ve uluslar arası metinlerde tesis edilmiş olan aile üyelerinin haklarıyla uyumlu davranışlara da aracı olmak zorundadır. 3.2. Sosyal güvenlik kaynağı olarak aile içi destek sistemleri Aile üyeleri arasındaki destek, bebekler ve çocukların büyümesi ve gelişimi ile sakat ve hastalar gibi ailenin diğer bağımlı üyelerinin bakımı için önemli olan manevi, mali ve maddi desteği de içermektedir. Ev sorumluluklarının paylaşımı, çocukların sosyalleştirilmesi ve ev içinde veya dışında çocuk bakımı ile ilgili diğer aile içi destek etkinlikleri gibi hususlarla da ilgilidir. Aile içi desteğe küçüğün büyüğe, büyüğün küçüğe yardımı da girebilir. Aynı şekilde, bu sağlam ve hasta arasında da olabilir. Bu destekler, gerçek bir kaynak olarak ailenin ne ölçüde incelenebileceğini anlamak isteyen politika tayin ediciler için büyük öneme sahiptir. Zira, daha net bir anlayış, ailelerin üyelerine yardım etme yeteneğini desteklemek üzere daha etkin politikaların belirlenebilmesini mümkün kılabilecektir. 3.3. Destekleyici hizmetlerin önemi Birçok aile, özellikle tek ebeveynli ve bayan aile reisi bulunan aileler, iş ve aile içi sorumlulukları dengede tutma ihtiyacını yaşamın en zor günlük taraflarından biri olarak görmektedir. Bu ihtiyaçtan kaynaklanan stresin azaltılması için daha fazla ilginin gösterilmesi gerekebilir. Her ebeveynin iş ve aile sorumluluklarını sosyal destek sistemlerinin de yardımıyla yerine getirebilmesi sağlanmalıdır. Bu, ebeveynin bir gelir kaybına uğramadan, çalışma kolaylıklarından, haklardan ve mesleki ilerlemelerden mahrum kalmadan sağlık, eğitim yahut çocuklarının diğer ihtiyaçlarını yerine getirmeye yetecek zaman sağlayabilecekleri bir ortam anlamına gelmektedir. Bu hususta benimsenen yaklaşımlar arasında doğum izni; işyerinde, işyeri yakınında veya evde çocuk bakımı hizmetlerinin sağlanmasıyla ilgili kamu, toplum ve özel kolaylıklar; çocuklar ve yaşlılar için gündüz bakımı; yaşlılar ve hastalar için hemşirelik hizmetleri ve esnek çalışma tarifeleri bulunmaktadır. İş güvenliği, kıdemlilik yahut terfiler açısından aile içi yükümlülüklerinden ötürü ebeveynlerin cezalandırılmaması oldukça önemlidir. 3.4. Risk grupları ve aile yoksulluğuna karşı önlemler Aile yoksulluğu göç, parçalanma, sokakta kalma gibi vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Sosyal hizmet alanında devletin yükünü arttıran temel durum aile yoksulluğudur veya ailenin işlevlerini yerine getirememesidir. Aile yoksulluğu aynı zamanda toplumsal destek hizmetlerinin sağlıklı işlemediğini göstermektedir. Bu problemlere yönelik benimsenen yaklaşımlar arasında muhtelif gelir güvenlik önlemleri, gelir destek programları, aile ve çocuk ödenekleri, çocuk destekleme önlemleri, hastalık ve sağlık sigortaları, sakatlık ödemeleri, işsizlik sigortası, vergi indirimleri, muafiyetler ve krediler bulunmaktadır. 3.5. Gelir yaratan kurumlar olarak aileler Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki birçok aile gelir yaratan kurumlar olarak işlev görmektedir. Bu gelir yaratma işlevi özellikle yaşamlarını sürdürebilmeleri için esastır, hele bu durum çok fakir ailelerde ve aile reisinin kadın olduğu ailelerde daha önceliklidir. Bu ailelerin kendilerine olan güvenlerinin kredi, teknik yardım, eğitim, işbirliğinin kullanımı ve pazarlama yardımı gibi yollarla desteklenmesine daha fazla önem verilmesi gerekebilir. Dünyada çeşitli örnekleri olan bu uygulama ülkemizde de pilot çalışmalarla başlatılmış bulunmaktadır. 3.6. Okul olarak aile Aile formal olmayan bir eğitim bağlamı oluşturmaktadır ve bu nedenle üyelerin formal eğitime geçeceği durumda, ailenin destekleyici bir öğrenme ortamı yaratması gereklidir. Cahilliğin, düşüncelerin yayılmasına ve olumlu sosyal değişime yardımcı olan yeni yaklaşımları, teknolojileri ve örgütlenme biçimlerini ailelerin benimseyebilme yeteneği üzerinde dramatik bir etkisi bulunmaktadır. Sıklıkla görülen okulu erken bırakma veya okuldan atılmadan kaynaklanan cehalet, ailelerin değişikliklere ayak uydurmasını, hayatta kalmasını ve hatta değişen koşullarda başarılı olmasını sağlayan temel düzenleyici etkendir. Program kapsamında benimsenen yaklaşım yetişkin nüfusun çeşitli eğitim programlarına dahil edilmesidir. ‘En önemli okul ailedir’ gerçeğinden hareketle onların (özellikle annelerin) çocuklar için birer öğretmen olduğu gerçeği göz önünde bulundurularak ailelerin eğitim açıklarını kapatmak önemli bir hedef olarak önümüze çıkmaktadır. Program bu konuda çözümleyici yaklaşımlar getirmektedir. Aile eğitimi sadece bilgi edinme süreci olarak değil aynı zamanda değerlerin benimsenmesi bakımından da büyük önem arzetmektedir. Toplumsal değerlerin benimsetilmesinde ailelere büyük görev düşmektedir. 3.7. Sağlık ünitesi olarak aile Beslenme, gıda güvenliği, temiz su ve aşı gibi sağlıkla ilgili konulara dayanan sorunlar gelişme stratejilerine doğrudan bağlıdır; bu konular aileyi de doğrudan ilgilendirmektedir. Örneğin, aile içi refaha katkı, çocukların beden ve zeka gelişimi, gıda ve sağlık imkanları, cinsiyet ayırımının ortadan kaldırılması ve sakatlığın önlenmesi. Özellikle sağlık bakımı, çocuk ve anne sağlığı ve gıda güvenliği açılarından üyelerinin bütün sağlık ihtiyaçlarını karşılamada ailelerin işlevini arttırmaları için konuya daha fazla dikkat çekilebilir. Bu alandaki eğitim açıkları bir an önce giderilmelidir. 3.8. Doğum ve aile planlaması Aile içi refah, büyük ölçüde, ailelerin doğurganlıkla ilgili doğru ve hassas seçimler yapabilmelerine bağlıdır. Bu seçenekler, özellikle anne 18 yaşın altında ya da 35 yaşın üzerinde ise, anne ve çocuk morbiditesi ile ölüm oranının düşürülmesi açısından önemlidir. Eşlerin her ikisi tarafından aile planlaması kararlarındaki tam, bilgili ve ortak katılımı sağduyulu bir seçim ve aile içi rollerin ve sorumlulukların daha geniş bir biçimde paylaşılması açısından oldukça önemlidir. Kırsal ve kentsel alanlarda aile planlaması ve doğurganlık hizmetlerine ulaşabilme kadar doğum, cinsellik, doğum aralığı, cinsel hastalıklar, ana - babalık yetenekleri ve sorumlulukları ile ilgili yetkin aile yaşamı eğitiminin sağlanması hususunda daha fazla gayret edilmesi gerekmektedir. Aile eğitimi, aile değerlerinin desteklenmesi kadar aile içi ve kişiler arası bağlamda sorumlulukların daha derinden kavranması için de gereklidir. 3.9. Kötü alışkanlıklarla mücadelede ailenin önemi Uyuşturucu madde ve alkol bağımlılığı, geçmişte olduğundan daha kapsamlı olarak bilinmekte ve anlaşılmakta olup, sıklıkla kopuk aile yaşantısından kaynaklanmaktadır. Kurbanların rehabilitasyonu ve bu tür vakaların önlenmesi için, bu bağlamdaki aile kaynaklarını da kullanarak, çok daha fazla gayret gösterilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Uyuşturucu kullanımı konusunda gençlerin ve ailelerin bilgilendirilmesi, bu alanda yürütülecek mücadelede önemli bir adımdır. KAYNAK 1. ------(2003) 58. Hükümet Programı (Acil Eylem Planı) 2. ------(2003) 59. Hükümet Programı 3. AAK (2002) 4. DPT (2001) 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı 5. DPT (2001) Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele 2001 Aile Raporu Özel İhtisas Komisyonu Raporu 6. AAK (2001) 7. AAK (1998) 8. AAK (1998) III. Aile Şurası; Tebliğler 9. AAK (1998) Ekonomik Hesaplama Birimi Olarak Aile 10. AAK (1997) Yüksek Enflasyonun Aile Üzerindeki Etkileri 11. AAK (1997) Aile Ödenekleri 12. AAK (1995) Aile Kurultayı, Bildiriler, Oturumlar 13. BM Uluslar arası Aile Yılı Deklarasyonu 14. AAK (1994) 15. AAK (1990) (1994) 1.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu III. Aile Şurası; Raporlar, Kararlar 1994 Uluslar arası Aile Yılı Özel İhtisas Kom. Rapor. I. Aile Şurası; Raporlar, Kararlar, 16. ------------------www.dpt.gov.tr 17. ------------------www.shcek.gov.tr 18. ------------------www.tesev.org.tr 19. ------------------www.sydtf.basbakanlik.gov.tr 20.-------------------www.basbakanlik.gov.tr 21.-------------------www.ozida.gov.tr KRİZ, KRİZE MÜDEHALE VE KRİZ TERAPİ Dr. Uğur ÖZDEMIR* GİRİŞ 21. yüzyıl insanlık tarihinde teknolojik gelişim açısından öyle büyük ilerlemelerin yaşandığı bir dönem olmaktadır ki bu döneme isim bulmakta bile zorluk çekmekteyiz. Ancak aynı zamanda, günümüzde, tüm dünyada travmatik yaşantılar insan yaşamını ciddi boyutlarda zorlamaktadır. Bireyler bir hastalık, sevilen birinin ölümü, boşanma ve bunun gibi yaşam süreci içinde olağan ancak bireysel dönemde fırtınalı dönemlerden geçerler. Bunun yanı sıra doğal gelişme süreci içinde ergenlik, orta yaş ve yaşlılık gibi dönemlerde de yeni gelişen duruma uyum için zorlanırlar. Ayrıca doğal afetlerde bir travma nedenidir. Çeşitli ortamlarda çeşitli boyutlarda çıkan şiddet olayları, saldırılar, terör, işkence ve dayak, savaşlar yine günümüz insanını zorlayan diğer travmatik yaşantılardır. * Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü Ülkemiz, travmatik yaşantıların ve bunun ağır bedellerinin oldukça yaygın görüldüğü bir özellik taşımaktadır. Bu özellik üzerinde bulunduğumuz coğrafya, tarihsel ve siyasal miras ve süreç ile yaklaşık 100 yıldır süren ve özellikle son zamanlarda daha da bir hız alan kültürel ve ekonomik değişim önemli belirleyiciler arasında yer almaktadır. Bu değişim süreci, değer yargılarını, örf ve adetleri, ilişki biçimlerini ve sosyal destek mekanizmalarını etkilemektedir. Bu tabloya ülkemizde yaşanan ve yaşanmakta olan dış ve iç göç, trafik kazaları, başta depremler olmak üzere pek çok afet ve felaket, çok farklı ve yaygın terör ve saldırganlık süreçleri ile suç ve mağdurlarını eklediğimizde bu değişimin dramatik hatta trajedik görüntüleriyle baş başa kalmaktayız. Bu hızlı değişim nüfus içinde çoğunlukla bireyleri bir yalnızlaşma sürecine itmekte, pek çok şeye karşı bir yabancılaşma yaşamaktadır. Bütün bunların sonucu olarak özellikle büyük kentlerde giderek ağırlaşan yaşam koşulları bireylerin kendi krizleri tanımlamaları ve baş etmelerinde büyük zorlukları beraberinde getirmektedir. KRİZ KAVRAMI VE DUYGUSAL ALANDA KRİZ “Kriz” sözcüğü günlük yaşamımızda sık kullandığımız bir ifadedir. Kalp krizi, hipoglisemik kriz, ekonomik kriz, uluslar arası ilişkilerdeki krizler vb. pek çok konuda olağan üstü bir durumu belirtmek üzere kullanılmaktadır. Duygusal alanda kullanımı ise; bir olay yada duruma bağlı olarak ortaya çıkan, bireyin başa çıkma becerilerini geçici olarak yetersiz kılan, yoğun bir belirsizliğin yaşandığı bir dönemi anlatır. İnsanı zorlayan çeşitli durumların ve yaşam olaylarının ruh sağlığına olumsuz etkileri çok eskiden beri bilinmektedir. Hayat bir çok iniş ve çıkışları ve yaşamı tehdit eden deneyimlerle doludur. Hepimizin sorunları ve bu sorunların bizi aştığı, kriz durumuna dönüştüğü zamanlar vardır. Sosyal bir varlık olarak insan, yaşam boyunca hastalık, boşanma, sevilen birinin ölümü gibi çeşitli fırtınalı dönemler yaşar. Yaşamını altüst eden böyle durumlara uyum becerisi herkes de farklılık gösterir. Pek çoğumuz kişisel ve çevresel potansiyellerimizi kullanarak işin içinden çıkarız. Ancak bazen ortalama %10 oranında sorunların kişiyi aştığı görülür. O anda insan kendini yetersiz hisseder. Alışageldiği çözüm yollarını burada kullanamadığını, bildiği yollarla işin içinden çıkamadığını görür. Süregelen yaşamında bir alt üst olma hali yaşar. Bunu “ karanlık bir tünelin içinde hissediyorum, hiçbir çıkış yolu göremiyorum diye tanımlar. Kendini çok çaresiz hisseder. Büyük bir korku içindedir. Artık hiçbir şeyin değişmeyeceğini, en azından iyi yönde değişmeyeceğini düşünür. İşte bu hal, konumuz olan KRİZ durumudur. bu anda uygulanan terapotik müdahale modeli de krize müdahaledir. “Kriz” tanımları farklılıklar göstermekle birlikte “kriz “durumuyla ilgili bazı ortak noktalar tüm tanımlarda geçmektedir. Bu ortak noktalardan hareketle Kriz, çeşitli duygusal zorlanmalar sonunda meydana gelen akut ve süresi sınırlı bir denge bozukluğu olarak ifade edilmektedir. Bu süreç içinde kararlı, süregelen denge, homeostasis bozulmuş olduğu ve duygusal bir dengesizliğin söz konusu olduğu literatürde sıklılıkla ifade edilmektedir. Kriz olgularında, kişinin süre giden hayatında çok önemli değişiklikler söz konusudur, ve birey bu değişikliklerle nasıl başa çıkacağını bilemez, genellikle yoğun bir kaygı içindedir. Zorlu ve baş etmede zorluk yaşadığı bu durumda her an kontrolünü kaybetme korkusu içinde olabildiğince çaresizlik yaşar. Literatürde ve gözlemlenen olgularda bu durumda kişilerde ajite ve yıkıcı davranışlar görülebileceği bunların bireyin öfkesinin kendisine dönerek intihara, dışarı yönelerek cinayete kadar gidebileceği üzerinde durulmaktadır. Kriz konusunda, uygulamaya dönük verilerde kriz durumu öncelikli olarak bir tehdit şeklinde yaşanıyorsa yüksek oranda aksiyete ile seyredeceği, öncelikli olarak kayıp duygusu ile yaşanıyorsa depresif belirtilerin görüleceğine işaret edilmektedir. Kriz ve krize müdahale konusunda önemli bir isim olan Gerald Caplan’a (1964) göre yaşamı tehdit eden bir duruma alışılagelmiş problem çözme yöntemleri ile hakim olunmamışsa birey, bir kriz durumu yaşar. Caplan’ın teorisinde “kriz” kavramı tehdit edici durumun kendisi değil, bireyin buna duygusal tepkisi olarak belirtilmektedir. Caplan’a göre krizler 1-5 haftalık dönemler içinde iyi yada kötü sonlanacak durumlardır. Bu süre içinde yapılacak müdahale çok etkili olabilir. Kriz sırasında birey ve ailesi yardım arayışı içindedirler, müdahaleye açık ve hazırdırlar. Kriz konusunda gerçekleştirilen çalışmalar incelendiğinde, patolojik olanın kriz olmayıp, sorunlara uyum sağlamak için yapılan mücadele olduğu ve bir başka açıdan bakıldığında da krizin kişilik gelişimi içi bir fırsatta oluşturabileceği sıklıkla belirtilmektedir. Konuyla ilgili çalışmalarıyla tanınan Rapoport (1962,1967,1970) birbiriyle ilişkili üç faktörün sıklıkla kriz yarattığına inanmaktadır. 1.tehlikeli bir olay 2.yaşam hedeflerine yönelik bir tehdit 3.yeterli başa çıkma mekanizmalarında bir eksiklik ile tepki vermede becerisizlik Çoğu kriz kuramcısı (Aguilera 1970, Brandon 1970,Caplan 1964, lindeman 1944, Parad 1966, Rapaport 1970) iyi uygulanan krize müdehale tekniklerinin bireyi en azından kriz öncesi işlevsellik düzeyine kavuşturmayı ve hatta umut edildiği gibi bunu iyileştirmeyi hedeflediğini belirtmektedir. KRİZ BİÇİMLERİNDEKİ FARKLILIKLAR Konuyla ilgili çalışmalar dikkatle tarandığında pek çok kriz teoremcisinin farlı kriz tipolojileri çizdiği görülmektedir. Bu farklılık krizi farklı algılamkatan çok krizi yaşayan bireye, krizin oluşumu ve krizin yaşanımı noktasında farklı sınıflamalar yapılmasından kaynaklandığı görülmektedir. Bu sınıflamalardan en fazla rağbet görenlerden biri Caplan’ın (1964), Erikson’un gelişimsel ve raslantısal krizler modelini kullanarak gerçekleştirdiği modeldir. Buna göre gelişimsel krizler ; kişilik gelişiminin kognitif ve affektif güçlük ve bozulmalarla karakterize geçiş dönemleri olarak tanımlanmaktadır. Bu tür krizler genellikle doğum, bebeklik, çocukluk, ergenlik, erişkinlik, yaşlılık dönemleri ile karakterize edilmektedir. Raslantısal krizler ise hastalık, boşanma, ve ölüm gibi önemli kayıpları içeren yaşamsal rahatsızlıklarla tetiklenen psikolojik ve davranışsal bozulma dönemleri olarak açıklanmaktadır. Caplan gelişimsel ve raslantısal krizlerin kişilere büyüme ve olgunlaşma için fırsatlar yarattığı kadar doğru müdehaller olmadığında duygusal ve zihinsel yıkım tehlikesi yarattığı vurgulamaktadır. Bir diğer kriz sınıflamasına sahip olan Hill (1949-1958) farklı aile krizlerini betimlemek üzere bir kavramsal çerçeve geliştirmiştir. Hill’e göre aile krizleri dört grup içinde ele alınmaktadır. 1. yalnızca üye kaybı ( bir çocuğun, eşin, yada ana-babanın ölümü ) 2. yalnızca üye girişi ( istenmeyen gebelik, bazı evlat edinmeler, yaşlıların aileye taşınması ) 3. yalnızca demoralizasyon (yetersiz destek,sadakatsizlik, alkolizm, madde kullanımı ) 4. demoralizasyon +üye girişi/ üye kaybı (boşanma, intihar vb) Badwin (1978) tarafından gerçekleştirilen sınıflamada ise kriz kavramının daha geniş kapsamlı ele alındığı görülmektedir. Buna göre ; 1. Durumsal krizler ( aileye ait bir sorun, alkolizm ) 2. yaşamsal krizler (emeklilik, evlilik) 3. travmatik yaşam deneyimlerinden kaynaklanan krizler (ölüm, iş kaybı, tecavüz) 4. Gelişimsel krizler (bağımlılık, kuşak çatışmaları, cinsel kimlik bocalamaları) 5. Bir psikopatolojinin sonucu olan krizler (şiddetli nevrozlar, kişilik bozuklukları) 6. psikiyatrik aciller KRİZE MÜDEHALE VE KRİZ TEDAVİSİ Parad (1990) krize müdehaleyi, stresin etkisiyle yetersiz kalan uyum kapasitelerini, psikolojik becerileri, sosyal potansiyelleri, var olan duygusal dengesizlik döneminde acilen harekete geçirerek krizin olumsuz etkilerini azaltmaya çalışmak olarak tanımlamaktadır. Bu konuda pek çok tanımın ortak bir sentezi sayılabilecek bu tanımda krize müdahale de ki iki amaç betimlenmeye çalışılmaktadır. Bu iki anma.; 1. Duygusal ve çevresel alandaki acil ilk yardımla bireyin ve çevrenin acısı azaltılmaya çalışılır 2. Kriz esnasında bireyin uyum ve mücadele gücü kuvvetlendirilmeye çalışılır. Krize müdahalede temel ilke, sorunu paylaşmak, sorunun tanımlanması, çözüm yolları üzerinde çalışmak olarak betimlenmektedir. Uygulamada bazı farklılıklara işaret edildiği görülmekle birlikte krize müdahale de genelde üç ana basamak olduğu görülmektedir. 1. Başlangıç 2. Orta faz (2-5 görüşme) 3. Sonuçlandırma (1-2 görüşme) Kriz tedavisi yaklaşımlarında iki yaklaşımın üzerinde durulduğu görülmektedir. Jenerik ve spesifik yaklaşımlar olarak adlandırılan yaklaşımında teknik özelliklerinin üzerinde titizle durulmasında yarar vardır. Kriz tedavisinde krizi yaşayan kadar, krize müdahale eden uzmanlarında yerine getirmesi gereken ödevlerin olduğu bilinmektedir. Paul (1966) kriz tedavisinde çalışan her profesyonelin yerine getirmesi gereken dört ödevi olduğunu belirtir. Bunlar; 1. krizi tetikleyen olayın belirlenmesi 2. tetikleyen olaya verilen tepkilere karşı kullanılan savunma mekanizmaların saptanması 3. Bu tepkileri hissete ve tanımaya karşı bireyin kullandığı temel savunmaları bireye gösterme 4. Bireyin tetikleyen olayı ve buna karşı geliştirdiği tepkileri, bu tepkilere karşı oluşturduğu (bilinç dışı) savunmaların tanımlanması. REFERENCES Aguilera DC.Messick MJ (1974) Crisis İntervention, Mosby Comp., Saint Louıs Baldwin B.A. (1978) A paradigm fort he classification of emotional Crisis: Implications for Crisis intervention, American J.Ortopsychiatry. Caplan G. (1964) Principles of prevention psychiatry, Basic Boks.NY Parad HJ, Parad LG (1990) Crisis İntervention: Yesterday, Today and Tommorrow, Recent Advaces in Crisis intervention. International ınstitute of Crisis Intervention and Community Psychiatry Publications, Rao Punulollu (ed) Huddersfield. Roberts A.A. (2000) Crisis İntervention Hand book (ed Roberts A.R) Second Edition, Oxford University Pres, New York. Sayıl I (1977) psikiyatride kriz, krize müdehale kavramı ve bir uygulama. A.Ü. Tıp Fakültesi Mecmuası. Sayıl I., Berksun O.,Palabıyıkoğlu R., Özhüven H.D., Soykan Ç., Haran S. (2000) Kriz ve Krize Müdehale. Ankara Üniversitesi Psikiyatri Kriz Uygulama ve araştırma Merkezi Yayınları. No: 6. Smith LL, 81987) Crisis İntervention. Theory and Practics, Emergency Psychiatry; J.E Mezzich. Zimmer B. (Eds) Lirary of Congress ÇOCUKLARA DOĞRU BESLENME ALIŞKANLIKLARI KAZANDIRMADA AİLENİN ROLÜ Arş. Gör. Dr. Yasemin DEMİRCİOĞLU* Prof. Dr. Sıdıka BULDUK* ÖZET Erken çocukluk dönemi çocukları, beslenme yönünden aileye bağımlıdır. Bu dönmede ailelerin çocuklarına kazandıracakları doğru beslenme alışkanlıkları, çocukların sağlıklı bir yaşam sürmelerinin temelini oluşturacaktır. Bu açıdan ailelere büyük sorumluluklar düşmektedir. Doğru beslenme alışkanlıklarının kazandırılması konusunda çocuğa deneyim kazanması için fırsat tanınması ve aile büyüklerinin çocuklara iyi örnek olmaları, çocukların iyi davranışlarını takdir edip ödüllendirirken, olumsuz davranışlarının doğrusunu göstermeleri ailelere düşen önemli görevlerdendir. Anahtar kelimeler: çocuk, yeme davranışı, aile GİRİŞ Okul öncesi dönem, çocukların hayatları boyunca sürecek beslenme alışkanlıklarını şekillendirmek açısından önemli bir dönemdir. Bu dönemde çocukların sağlıklı ve düzenli bir beslenmeye ihtiyaçları vardır. Ömür boyu sağlıklı yaşayabilmenin yolu çocukluk çağında yeterli ve dengeli beslenmekten geçmektedir. Çünkü kas iskelet sistemi, kemik yoğunluğu, yağ dokuları ve zekâ gelişimi gibi hayati önem taşıyan fonksiyonların temelleri bu dönemde atılmaktadır. Okul öncesi dönem, yetişkinlik için temel oluşturan alışkanlıkların kazanıldığı dönemdir. Bu dönemde çocuğa iyi bir beslenme alışkanlığı, yeterli ve dengeli beslenme bilinci verilmelidir. Yapılan araştırmalar yeme sorununun çok nadir durumlarda fiziksel bir nedene bağlı olduğunu göstermiştir. Genellikle üzerine fazla düşülen, yemek olayına aşırı hassasiyet gösterilen ve çocuğun sağlığı ile gereğinden çok ilgilenilen ailelerde çocuğun yemek yememesi ve beslenme problemlerinin yaşanması yaygın bir sorundur. Yemek konusunda aşırı katı davranan ailelerde, endişeli ve huzursuz ailelerin çocuklarında yeme sorunlarına sıklıkla rastlanmaktadır (Razon, 1987). Kararlı bir disiplin uygulamayı başaramayan, şantaj ve tehdidi eğitim aracı olarak kullanan ailelerde de çocuğun beslenmesi önemli bir sorundur. Çocuğuna aşırı derecede düşkün olan aileler, çocuğunun büyüdüğünü dikkate almaz, hala bebek muamelesi yapar ve kendi kendine yemesine engel olur. Çocuğun sağlığı konusunda gereksiz şekilde endişelenen aileler, çocuk yeterli besini alamaz korkusuyla onu pürelerle, hatta biberonla beslerler, çocuk kendi başına yiyebilecek durumda olsa da kendileri beslemeyi tercih ederler (Razon, 1987). Çocuğun eğitiminde aşırı katı ve otoriter bir tutum içinde olan aileler, çocuğun düzenli yemesini ve her gıdayı almasını isterken çocuğa baskı yapar, yemek konusunu ailenin en önemli sorunu haline getirirler. Bu aileler çocuklarını hırpalar, döver, aç bırakırlar. Bu şekilde çocuğa düzenli yeme alışkanlığı kazandıracaklarını düşünürler (Razon, 1987). Çocuklarda zorlama ve korkutma, her istediğini yapmak, eğlendirerek yedirmek, oyalamak, kıyaslayarak ve kıskandırarak yemesini sağlamak ailelerin sıklıkla gösterdikleri olumsuz davranışlardır. Yapılan bir araştırmada (Bulduk ve Demircioğlu, 2002) ailelerin %51.3’ü ödüllendirme, %31.0’i ısrar etme, %39.3’ü oylayarak yedirme ve %11.7’si arkadan kaşıkla koşturarak yemek yedirme davranışları sergiledikleri saptanmıştır. Bir diğer çalışmada ise (Merdol ve ark., 1992) annelerin %67’sinin çocuklarını yemek yerken oyun, * * Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Aile Ekonomisi ve Beslenme Eğitimi Bölümü, Beşevler/Ankara Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Aile Ekonomisi ve Beslenme Eğitimi Bölümü, Beşevler/Ankara TV vb ile oyaladıkları belirlenmiştir. Yemekle ilgili hiçbir uyarı çocuklar yemek yerken yapılmamalı, çocuklarla birlikte faaliyet yada eğitim için bir araya gelindiğinde uyarılar söylenmelidir. Uyarı asla belirli bir çocuğu hedef alarak söylenmemeli genel bir kural olarak anlatılmalıdır. Çocuklara yemek yemedikleri için iğneleyici, incitici sözler söylenmemelidir. Yemekle ilgili ceza verilmemelidir (Merdol, 1999) Bazı ailelerde ise çocuğun hiçbir sorununu önemsemez, bütün ilgi ve dikkatlerini çocuğun beslenmesi üzerine yoğunlaştırırlar. Bu ailelerde çocuğun yemek yemesi için rüşvet, tehdit ve pazarlık en sık başvurulan çözümlerdir. Bu ailelerde annesinin hassasiyetini fark eden çocuk saatinde yemez, yeme olayını saatlerce sürdürür, bazı yiyecekleri reddeder, her yemekten ister veya her yemekten sonra ödül bekler. Çocukları yemekle ödüllendirmek veya cezalandırmak sadece yemekle ilgili sağlıksız alışkanlıklar edinmelerine neden olur. Çocukların yemekle değil sevgi ve ilgiyle ödüllendirilmeleri daha doğrudur. Beslenme işini olay haline getirmekle çocuk, sanki açığa vuramadığı bazı duyguları dile getirmeyi başarır. Bu duygular endişeli bir anneyi cezalandırma, ilgisiz bir babanın dikkatini çekme, aşırı otoriter bir anneye karşı gelme, ailenin ilgisini kıskanılan kardeşten kendine doğru çekme olarak ele alınabilir (Razon, 1987). Aileler dikkatlerini çocuğun yemeğine değil, onun yeme davranışlarının pozitif yönlerine odaklamalıdır. Yemek yemesi konusunda aşırı zorlayıcı, baskılayıcı, cezalandırıcı tutumlar başarıya ulaşmaktan ziyade daha sakıncalı sonuçlar doğurabilir (Merdol, 1999). Çocukların ne miktarda yiyeceğine kendisi, ne tür besinleri yiyeceğine aile karar vermelidir. Bu yaş grubundaki çocuklar, henüz yetişkinlerin tüketebilecekleri porsiyonda yemek yiyemezler. Okul öncesi çocukların porsiyonları yetişkin porsiyonlarının 1/3’ü yada ¼’ü kadardır. Çocuklara tüketebilecekleri miktardan daha az besin verilmesi, fazlasını kendilerinin istemesi sağlanmalıdır (Merdol, 1999). Okul öncesi dönem çocukları anne-babalarını model alırlar. Bu nedenle anne-babaların bu konuda iyi birer örnek olmaları doğru beslenme alışkanlıklarının kazandırılmasında oldukça önemlidir. Aile fertleri çocuğa doğruyu öğretirken, kendileri hatalı davranmamalıdır. Çocuk söylenenden çok gördüklerini taklit etme, öğrenme aşamasındadır. Yapılan bir çalışmada (Bulduk ve Demircioğlu, 2002) çocuğunda yanlış beslenme alışkanlığı bulunan ailelerin beslenme davranışı puanlarının çocuğunda yanlış beslenme alışkanlığı bulunmayan ailelerin aldıkları puana göre önemli ölçüde daha düşük olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Aileler yemeklerini çocuklarıyla birlikte oturarak tüketmelidirler. Böylece ayakta, yürürken veya uzanmış haldeyken çocukların yemek yememeleri gerektiği mesajı verilecektir. Çocuğun her öğünde sofrada en az on dakika oturması özendirilmeli ve çocuğun kendi kendine yemesine izin verilmelidir. Çocuklar için ayrı beslenme oturumlarından kaçınılmalı, erişkin ve çocuk beraber yemeye özendirilmelidir. Yemek sırasında günlük sorunlar ve aile içi tartışmalar yapılmamalıdır. Yemek huzurlu ve neşeli bir ortamda yenilmelidir (Özmert, 2005). Yemek yeme zamanını TV izleme gibi diğer faaliyetlerden ayırmak yemeğin sosyal yönüne odaklanmayı ve olumlu yeme alışkanlıkları kazandırılmasını sağlayacaktır. Aile büyükleri özellikle çocuğun yanında yemek seçmemeye dikkat etmelidirler. Bu durum bazı besinlerin çocuklar tarafından denenmesine engel olabilir (Merdol, 1999). Çocuklara bazı yiyecekleri yasaklamak son derece yanlıştır. Bu yasak olduğu söylenen yiyeceğe olan ilgiyi daha da artıracaktır (Merdol, 1999). Çocuklara yemeği hızlı yemeleri konusunda baskı yapmak veya acele ettirmek onları strese sokar ve yeme zevkini yok eder (Merdol, 1999). Yemek için yeterli zaman verilmeli, ama bu süre yarım saatten fazla uzamamalıdır. Çocuklara dağınıklığa sebep olsa dahi kendi kendilerine servis yapmalarına imkan tanımak ve bazı basit mutfak faaliyetlerine (sebze-meyve yıkama, sandviç hazırlama, sofra kurma gibi) onları da dahil etmek özgüven sağlamaları açısından oldukça önemlidir (Merdol, 1999). Bu yaş grubu çocukların sevdikleri besinlerin sınırlı düzeyde olması sebebiyle sevmediği besinlerin de sofraya getirilerek, göz aşinalığı sağlanması veya sevmediği besinleri sevdikleri ile birlikte yada içinde tüketmesi sağlanabilir. Bu yaştaki çocuklar düz veya sade besinleri daha fazla tercih ederler. Yemelerin fazla karışık olmasından hoşlanmayabilirler. Bu durumda onlara ayrı porsiyonlar halinde sunmak, dilerlerse kendilerinin karıştırmalarına olanak sağlamak daha uygundur. Çocuklar bazı besinleri tüketmekten hoşlanmıyorsa o besin konusunda ısrarlı olunmamalı aynı grupta yer alan başka bir besin alternatif olarak sunulmalıdır. Örneğin ıspanak sevmeyen bir çocuğa havuç alternatif olarak sunulabilir. Her ikisi de A vitamini yönünden zengindir. Çocuklara, yiyecekleri ilgi çekici halde sunmak, çeşitli şekillerde tabakları dekore etmek yeme isteklerini artırabilir. Sofra düzeni olabildiğince sevimli olmalı. Bir oyun alanı gibi. Kullandığınız tabak ve bardakların renkli olması, aksesuar seçimi yaparken çocukların hoşlandığı parlak renklerin tercih edilmesi sofrayı daha da çekici hale getirecektir. Sofra kurarken çocuğun yardım etmesine izin vermek keyif almasını sağlayacaktır. Diğer insanlar gibi onun da sofrada eliyle kavrayabileceği büyüklükte bardağı, dar ağızlı kaşığı, kör ağızlı çatalı ve derin tabağı vs. yer almalıdır (Merdol, 1999). Çocuğa, tabağına konulan her besinin vücut için yararları anlayacağı bir dille masal/hikayelerle anlatılmalıdır. Güneyli (1988), 4-6 yaş grubu çocuklarında beslenme alışkanlıkları ve bunu etkileyen etmenler konusunda yaptığı araştırmasında, ailelerin çocuklarına iyi beslenme alışkanlıkları kazandırmak için gayret sarfettiklerini ve sofrada çocukla ilgilenilmesi, besinlerin ödül aracı olarak kullanılmaması vb. gibi olumlu davranışlar içinde olduklarını gözlediğini belirtmektedir. Tüm aile bireylerinin birlikte yemek yemesi, sofrada çocukla ilgilenmesi, her birey için ayrı bir tabak kullanılması, yemek pişirilirken çocuğun isteklerine uyulması, besinlerin ödül aracı olarak kullanılmaması gibi konulara genellikle ve titizlikle uyulmaya çalışıldığı belirlenmiştir. Çalışmada, çocukların yaşlarına göre verilmesi gereken yiyecek miktarlarının anneleri tarafından bilinmediği ve bu durumun da çocuklarda yetersiz ve dengesiz beslenmeye neden olduğu saptanmıştır. OKUL ÖNCESİ DÖNEMDE ÇOCUKLARA VERİLMESİ GEREKEN BESİN GRUPLARI VE MİKTARLARI: BESİN GRUPLARI Besinler ORT. ÖLÇÜ GR Süt ve türevleri Süt, yoğurt 2 Su Bardağı 500 Peynir, Çökelek 1.5 Kibrit Kutusu 30 Et, yumurta, Yumurta 1 adet 50 K. baklagiller Et 2-3 köfte kadar 60-90 Kuru Baklagiller 1-2 Yemek Kaşığı 20 Yeşil-sarı sebzeler 1-2 Yemek Kaşığı 100 Diğer sebzeler 2-3 Yemek Kaşığı 150 Meyveler 2 orta boy 200 Ekmek 3-4 İnce Dilim 100 Pilav-Makarna-Börek 2-3 Yemek Kaşığı-1 Dilim 50 Şeker 2 Yemek Kaşığı 20 Bal-Pekmez-Tahin-Reçel 1 Yemek Kaşığı 10 Yağ 1 Yemek Kaşığı 10 Sebze ve Meyveler Tahıllar Yağ ve şekerler • SÜT VE TÜREVLERİ GRUBU: Kemik ve dişlerin yapıtaşı olan kalsiyumdan ve B vitaminleri yönünden zengindir. Büyüme çağında olanlar gebe ve emzikli kadınlar için vazgeçilmez yiyeceklerdir. • ET, YUMURTA VE KURUBAKLAGİL GRUBU: Vücudun yapı taşı olan proteinden, demir ve B vit. Zengindir. Büyüme ve gelişme döneminde hastalıklara karşı direnç oluşumunda önemlidir. • SEBZE VE MEYVE GRUBU: A ve C vitamini yönünden zengindir. Enfeksiyonlara karşı hassasiyeti azaltır. Büyüme ve gelişmeye yardımcı olur. • TAHILLAR GRUBU: Enerji kaynağıdırlar. B grubu vitaminler açısından zengindirler. • YAĞ-ŞEKER GRUBU: Enerji verirler. Pekmez ve tereyağı dışındakilerin vitamin, mineral ve protein yönünden beslenmeye katkıları yoktur. Pekmez; Fe, Ca ve bazı B vitaminleri yönünden zengindir (Bulduk ve Demircioğlu, 2002). Bir öğünde süt-yoğurt, sebze-meyve, yumurta-mercimek-et ve tahıl grubundan bulunmasına dikkat edilmelidir. Sonuç olarak, çocuklarda sağlıklı beslenme davranışlarının gelişmesi için, ailelerin yukarıdakilere ilave olarak çocukların yemek zamanlarının düzenli ve aynı saatte olmasına, yemek kaplarının ayrı olmasına, ana ve ara öğün aralarının iyi ayarlanmasına, çocuğu uykulu iken beslememeye, kolalı ve gazlı içecekler yerine taze sıkılmış mevve suları veya ayranı tercih etmeleri, çocuğa doyduğu halde biraz daha yemesi konusunda ısrar etmemeye dikkat etmeleri gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, çocuklara kazandırılan doğru beslenme alışkanlıkları sağlıklı ve mutlu nesillerin yetişmesine yardımcı olacaktır. KAYNAKLAR Bulduk S. Demircioğlu Y. Ailelerin çocuklarına doğru beslenme alışkanlıkları kazandırmaya yönelik davranışlarının belirlenmesi üzerine bir araştırma. Erken Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Sempozyumu, 74-80, Ekim 2002, Ankara. Merdol TK. Beslenme Eğitimi Rehberi. Özgür Yayınları, Ankara, 1999. Merdol TK. Özdurmuş Z. Aykan H. Ay A. Alpkaya F. Demir G. Ergül N. Farklı Sosyo-Ekonomik Düzeyde 1-6 Yaş Grubu Çocukların Beslenme Davranışları ve Antropometrik Ölçümleri Üzerine Bir Araştırma, I. Ulusal Beslenme ve Diyetetik Kongresi Ankara, 1992. Özmert N. E. Derleme: Erken çocukluk gelişiminin desteklenmesi-I: Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 48: 179195, 2005. Razon N. Okul öncesi çocukta sık rastlanan uyum ve davranış sorunlarından bazıları ve anaokulunda çözüm önerileri, 73-85, Ya-Pa 5. Okul öncesi eğitimi ve yaygınlaştırılması semineri, 1987. U.Güneyli. 4-6 Yaş Grubu Çocuklarında Beslenme Alışkanlıkları ve Bunu Etkileyen Etmenler Konusunda Bir Araştırma”, Beslenme ve Diyet Dergisi, 17:.37, 1988. Yücecan S. Pekcan G. Besler T. Nursal B. (Çeviri editörleri) 2003. Amerikan Diyetisyenler Derneğinin Besin ve Beslenme Rehberi (Türkçesi), Acar Matbaacılık, İstanbul. BOŞANMIŞ BİREYLERİN, BOŞANMAYA UYUM DÜZEYLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Uğur ÖZDEMIR, Arif LAÇIN, Talip YIĞIT, Semra SARUÇ, Ayten Kaya KILIÇ* GİRİŞ Aile, evlilik süreci, bu süreçteki uyumsuzluklar ve boşanma birçok araştırmaya çeşitli açılardan konu olmuştur. Bilindiği gibi aile, içinde bulunduğu toplumun özelliklerini yansıtan en küçük birim olarak tanımlanmakta aynı zamanda toplumun sağlığı ve devamı açısından da büyük önem taşımaktadır. Kuşkusuz ki evlilikte uyum evliliğin yapılanmasında beklenen ve arzu edilen bir durum olmakla birlikte çeşitli sorunlar ve zorluklar bazen bu uyumu bozmakta ve ortaya sorunlar çıkmaktadır. Sorunlar aile yapısını kökünden sarsacak bir nitelik kazandığında boşanma kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Toplum ve kişi arasındaki bağı sağlama görevini yerine getiren “aile” kavram olarak tek başına kullanıldığı zaman farklı anlamalara sahip olabilmektedir. Genellikle aile denildiğinde anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile akla gelmektedir. Bell (1975) ailenin dört ayrı tanımı üzerinde durmaktadır. Birinci tanımlamada aile üyelerinden birinin fikrine dayanarak, onun duyguları ve fantezileri aracılığıyla aileyi tanımlama söz konusudur. İkinci tanım, aileyi nükleer ve geniş yönüyle bir kurum olarak ele alan kültürel yaklaşımı içerir. Burada özel bir aileden söz edilmez, kuramsal bir yaklaşım vardır ve genellikle sosyal psikoloji tarafından kullanılır. Üçüncü tanıma göre aile sosyal birimdir, çeşitli parçaların oluşturduğu bir sistemdir, küçük bir grup olarak ele alınır ve küçük grupların davranışları açısından incelenir. Dördüncü tanımlamada ise aile toplumun değerleri ile sınırlı bir grup olarak kabul edilir. Bir başka tanımlamada ise; Aile; kan bağlılığı, evlilik ve diğer yasal yollardan, aralarında akrabalık ilişkisi bulunan ve çoğunluklada aynı evde yaşayan bireylerden oluşan; bireylerin cinsel, psikolojik, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılandığı, topluma uyum ve katılımlarının sağlandığı ve düzenlendiği temel bir toplumsal birimdir. Bu tanımların yanı sırsa özellikle son dönemlerde aileyi bir sistem olarak tanımlayanların sayısı da oldukça fazladır. Sistem perspektifine göre aile; bir geçmişi paylaşan, duygusal bağı olan, aile üyelerinin ve ailenin bütününün ihtiyaçlarını karşılamak için stratejiler planlayan bireylerden oluşmuş kompleks bir yapı olarak ele alınmaktadır. Yapılan tanımlar ve ele alınma biçimi ne olursa olsun aile çevresinden etkilenen ve çevresini etkileyen bir sosyal kurum olma özelliğini hep üzerinde taşımış ve bundan sonrada taşıyacaktır. * Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve idari bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü Çevresini etkileyen ve çevresinden etkilenme özelliği aileyi tarihsel süreçte oldukça büyük farklılıklara yöneltmiştir. Özellikle 20 yüzyıldan sonra toplumsal yapılarda ve toplumsal kurumlardaki değişim doğal olarak aileyi de pek çok açıdan etkilemiştir. Literatürde toplumsal değişmeye paralel ailedeki değişmeler üç grup içinde ele alınmaktadır. 1. ailenin yapısında değişmeler: burada göze çarpan değişme; aile büyüklüğünün azalması, ailenin küçülmesidir. Aile üretici olmaktan çok tüketici olmaya yönelmiştir, böylece dayanışma unsuru eskiye oranla azalmıştır. 2. ailenin görevleri açısından değişmesi: aile üyelerinin özellikle endüstrileşme sürecinin aile kurumu üzerinde büyük etkileri olmuştur. Bu etkilerin yarattığı değişmeler arasında ailenin yerine getirdiği görevler açısından, çekirdek ailenin ortaya çıkması, aile üyelerinin rollerinin değişmesi alanlarında görülmektedir. 3. Ailedeki çiftler ve üyelerdeki değişmeler: aileyi oluşturan unsurlardan birinin bulunmayışı veya kaybedilmesi, doyumsuzluk, ölüm, boşanma, çocukların evi terk etmesi gibi olaylar aileyi büyük ölçüde etkilemektedir. Diğer yandan kadınların iş hayatına katılımları ve eğitim imkanından daha yaygın bir biçimde yararlanıyor olması ailenin ekonomik gücünü artırırken aynı zamanda ekonomik bağımsızlıktan dolayı boşanmaları da kolaylaştırmaktadır. Tüm toplumlarda temel toplumsal normlardan biri evliliklerin sağlıklı ve dengeli olarak sürmesidir. Evlenmeye karar veren kişi de evlilik ilişkisi içinde daha mutlu ve huzurlu olma beklentisi içindedir. Ancak kimi zaman beklentilerle gerçekler arasında bir uyum oluşmayabilir. Evlilikte uyum istenilen ve beklenilen bir durumdur, fakat toplumsal yaşamda ortaya çıkan zorluklar bu uyumu bozmakta ve ortaya sorunlar çıkmaktadır. Sorunlar aile yapısını kökünden sarsacak bir nitelik kazandığında boşanma, kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Boşanma; genelde “ evliliğin sona ermesi” olarak tanımlanmaktadır. Boşanma tanımlarında görece bir benzerlik olmakla birlikte boşanma, toplumlarda farklı biçimlerde ortaya çıkmakta ve ele alınmaktadır. Kuşkusuz boşanma, evlilik yaşantısının ortaya çıkışından beri var olan bir olgudur. Hukuksal yönden boşanma, evlilik sözleşmesinin mahkeme kararıyla sona ermesi olarak kabul edilmektedir. Boşanmanın günümüzde özellikle sanayileşmiş ülkelerde giderek arttığı gözlenmektedir. Ülkemizde de boşanma oranında bir artış olduğu gözlenmektedir. Adalet bakanlığı boşanma istatistikleriyle de bu artış sayısal olarak da görülmektedir. Tüm ülkelerde olduğu gibi boşanma oranında artış pek çok açıdan bir problem olarak ele alınıp işlenebilir bir olgu olmakla birlikte boşanmış bireylerin, boşanma sürecine uyumu da hem birey hem boşanmanın ardında kalan çocuklar hem de toplum ruh sağlığı açısından son derece önemli bir olguyu ve bu çalışmada da araştırmanın odaklandığı sorunu ortaya koymaktadır. AMAÇ Bu çalışmanın amacı, boşanmış bireylerin, boşanma sürecine uyum düzeylerinin saptanması ve boşanmış bireylerin uyum düzeylerine etki eden faktörlerin saptanması olarak planlanmıştır. YÖNTEM Çalışma Ankara ili sınırları içinde kartopu örneklem yöntemiyle ulaşılan ve bu çalışmaya katılmayı kabul eden 49 boşanmış bireyin verdiği bilgilerden oluşmaktadır. Araştırma genel tama modeli içinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmada veri toplama aracı olarak araştırma grubu tarafından oluşturulan yarı yapılandırılmış görüşme formu ve boşanma sonrası uyum ölçeği kullanılmıştır. Veriler görüşme tekniği aracılığıyla toplanmıştır. Yaklaşık 45 dakika süren görüşmelerde çalışmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden araştırma grubuna tek oturumda yarı yapılandırılmış görüşme formu ve boşanma öncesi uyum ölçeği uygulanmıştır. Bu ölçekte beş değerlendirme kriteri bulunmaktadır, bunlar: kendine değer vere, çözülme, sinir, üzüntü, güven ve samimiyettir. Adı geçen ölçek 57 maddeden oluşmaktadır. Tenessenin Self- Concept ölçeği ile desteklenmiş ve yüksek bir güvenirlik göstermiştir. Ölçek ülkemizde uygulanmıştır. Çalışma bilgisayar ortamında uygun istatistiki programlar kullanılarak analiz edilmiş ve değerlendirilmiştir. BULGULAR Çalışmaya katılanların sosyo-demografik özellikleri incelendiğinde ; çalışma 22 bayan (%44.9) 27 erkek (%55.1) (hukuksal olarak boşanmış ve ayrı evlerde yaşamlarına devam eden) boşanmış bireyden oluştuğu tablo1 de görülmektedir. Tablo 1: çalışmaya katılanların cinsiyet dağılımı Cinsiyet Sayı Kadın 22 Erkek 27 Toplam 49 % 44.9 55.1 100 Çalışmaya katılanların %40.8 i 36-40 yaş arasındaki bireylerden oluşmaktadır (tablo2) çalışmaya katılanların yaş ortalamalı ise 36.2 olarak saptanmıştır. Tablo 2 : çalışmaya katılanların yaş dağılımı Yaş Sayı 18-25 2 26-20 9 31-35 18 36-40 20 Toplam 49 % 4.1 18.4 36.7 40.8 100 Tablo 3’ de çalışmaya katılanların eğitim düzeyleri gösterilmektedir. Buna göre çalışmaya katılanların yarısından fazlasının %51 üiversite mezunu olduğu görülmektedir. Eğitim düzeyi en düşük orta okul mezunu olmakta, ve ortaokul mezunu olan kişilerin toplamı ise 4 olarak görülmektedir. Tablo 3 : çalışmaya katılanların eğitim düzeyleri Eğitim düzeyi Sayı Ortaokul mezunu 4 Lise mezunu 20 Üniversite mezunu 25 Toplam 49 % 8.2 40.8 51 100 Çalışmaya katılanların sosyo-demorafik özelliklerinin değerlendirilir iken çalışmaya katılanların mesleki dağılımı incelendiğine ise büyük bir bölümünün %61.2 memur olduğu görülürken, serbest meslek %32.7, emekli ve ev kadını ise 5 2 oranında çalışmada temsil edilmişlerdir. Çalışamaya katılanların aylık gelirleri incelendiğinde ise çalışmaya katılanların yarıya yakının bu çalışmanın gerçekleştirildiği 2002 yılında 901 milyonun üstünde bir gelire sahip oldukları tablo 4’te görülmektedir. Tablo 4: çalışmaya katılanların aylık gelirlerinin dağılımı Aylık gelir Sayı 250-400 milyon tl 5 401-600 milyon tl 2 751-900 milyon tl 20 901+ milyon tl 22 Toplam 49 % 10.2 4.1 30.8 44.8 100 Çalışmaya katılanların evliliklerine ilişkin bilgiler değerlendirildiğinde, çalışmaya katılanların %91.8’i 30 yaşın altında evlenmiş bireylerden oluştuğu görülmektedir Tablo 5) Çalışmaya katılanların toplam evli kaldıkları süre incelendiğin de ise %51’inin 4-9 yıl evli kaldıkları görülmektedir. Ancak 1-3 yıl evli kalanların ve 10 yıldan sonra boşananların sayısında önemli sayılabilecek bir oran verdiği görülmektedir (tablo 6). Tablo 5 : çalışmaya katılanların evlenme yaşlarının dağılımı Evlenme yaşı Sayı 18-24 23 25-29 22 30-34 3 35+ 1 Toplam 49 % 46.9 44.9 6.1 2.0 100 Tablo 6: çalışmaya katılanların evli kalma sürelerinin dağılımı Evli kalma süreleri Sayı 1-3 13 4-9 25 10+ 11 Toplam 49 % 26.5 51.0 22.4 100 Ayrıca çalışmaya katılanların anne- baba ve veya kardeşlerinin evliliklerinde boşanma dağılımları incelendiğinde çalışmaya katılanların %28.6 sının ailesinde boşanma olduğu eşlerinin ailesinde ise %40.8 oranında boşanma olduğu saptanmıştır. Araştırmaya katılan bireylerin boşanmaya uyum süreçleri incelendiğinde yaş arttıkça uyum düzeyi puanın yükseldiği görülürken (tablo 7) eğitim açısından eğitim düzeyinin artması ile uyum arasında anlamlı bir farklılığın olmadığı saptanmıştır (tablo 8). Tablo 7 : çalışmaya katılanları yaşlarına göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı Yaş Sayı ortalama En düşük puan En yüksek puan 18-25 2 316.50 302.00 331.00 26-30 9 326.55 300.00 357.00 31-35 18 334.72 265.00 368.00 36-40 20 349.55 314.00 380.00 Toplam 49 338.53 265.00 380.00 Tablo 8 : çalışmaya katılanları eğitim düzeylerine göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı Eğitim düzeyi ortaokul lise üniversite Sayı 4 20 25 ortalama 343.50 333.45 341.72 En düşük puan 300.00 302.00 265.00 En yüksek puan 36800 361.00 380.00 Toplam 49 338.53 265.00 380.00 Araştırmaya katılan bireylerin evlenme yaşlarında artış oldukça boşanma sürecine uyum puanlarının yükseldiği görülürken (tablo 9). Evli kaldıkları süre yükseldikçe boşanmaya uyum düzeyleri puanlarının da yükseldiği görülmüştür (Tablo 10). Tablo 9 : çalışmaya katılanların evlenme yaşlarına göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı Yaş 18-24 25-29 30-34 Toplam sayı 23 22 4 49 ortalama 335.21 340.50 346.75 338.53 En düşük puan 300.00 265.00 335.00 265.00 En yüksek puan 372.00 380.00 364.00 380.00 Tablo 10 : çalışmaya katılanları yaşlarına göre boşanma sürecine uyum puanlarının dağılımı Yaş sayı ortalama En düşük puan En yüksek puan 1-3 yıl 13 334.84 300.00 365.00 4-9 yıl 25 336.00 265.00 368.00 10 + 11 348.63 314.00 380.00 Toplam 49 338.53 265.00 380.00 Araştırmada ayrıca çok çocuklu bireylerin az çocuklu bireylere göre boşanmaya uyum puanlarının yükseldiği görülürken, çalışmada gelir düzeyi ile uyum düzeyi arasında anlamlı bir sıralama saptanmamıştır. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ Bugün endüstrileşmiş bir çok batı ülkesinde ve Türkiye’in bazı kesimlerinde evlilik, dostluğa, saygıya dayalı bir kurum haline dönüşmüştür. Biyolojik, psikolojik ve toplumsal ihtiyaçların doyumuna yönelik olan, eşitlik ilişkilerine dayanan ve ortak ihtiyaçların giderildiği bu kurumda samimi ilişkiler devam ettiği sürece evlilik kurumu önemini korumaktadır. Bu kaybolduğunda da eşlerin evliliği bir anlam taşımamakta üstelik aile üyelerini de yıpratmaktadır. Durum böyle olunca kimi ailelerde eşler ayrı yaşamanın kendileri için uygun olduğu sonucuna vararak boşanmayı istemektedirler. Ancak boşanma bozuk olan aile ilişkilerinde kurtulma yolunda bir çözüm olmakla birlikte, boşanma durumuna uyum ve yeni bir yaşantıya intibak etmek her kişi için her zaman aynı olamamaktadır. Bu çalışmada boşanmış bireylerin, boşanma sürecine uyum düzeylerinin saptanması ve boşanmış bireylerin uyum düzeylerine etki eden faktörlerin saptanması olarak planlanmıştır Çalışmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden 49 kişiyle gerçekleştirilen çalışma sonucuna göre farklı sosyo demografik özellikler sahip bir araştırma nüfusunda, boşanma sonrası boşanma sürecine uyum konusunda erkeklerin kadınlardan daha fazla uyum sağladıkları sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca Araştırmaya katılan bireylerin boşanmaya uyum süreçleri incelendiğinde yaş arttıkça uyum düzeyi puanın yükseldiği görülürken açısından eğitim düzeyinin artması ile uyum arasında anlamlı bir farklılığın olmadığı saptanmıştır. eğitim Araştırmaya katılan bireylerin evlenme yaşlarında artış oldukça boşanma sürecine uyum puanlarının yükseldiği görülürken Evli kalınan süre yükseldikçe boşanmaya uyum düzeyleri puanlarının da yükseldiği görülmüştür Araştırmaya katılan bireylerin evlenme yaşlarında artış oldukça boşanma sürecine uyum puanlarının yükseldiği görülürken , evli kaldıkları süre yükseldikçe boşanmaya uyum düzeyleri puanlarının da yükseldiği görülmüştür . Bu çalışmada ulaşılan bilgiler ışığında aşağıdaki öneriler geliştirilmiştir. · Boşanma öncesinde, boşanma sürecinde ve boşanma sonrasında bireylere sosyal ve psikolojik destek hizmeti sunmak, boşanma sürecinin bireylerde oluşturduğu korku, kaygı, sıkıntı, huzursuzluk ve mutsuzluk ve mutsuzluk gibi çeşitli duygulara yönelik bireylerin baş etme güçlerini destekleyecek hizmetlerin geliştirilerek yaygın bir biçimde ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması. · Boşanma öncesinde ve boşanma aşamasında eşlere hukuki rehberlik hizmeti sunmak · Boşanma sürecinde ve boşanma süreci sonrasında eşlere ekonomik destek hizmetleri sunmak · Halkın boşanmış bireylere ilişkin olumsuz ve damgalayıcı bakış açılarını değiştirmeye yönelik, yazılı ve görsel medya ile birlikte çalışmaların yapılması KAYNAKLAR Ackerman N.W. The Psychodynamics Of Family Life. USA: Basic Bookks Inc. 1958 Arıkan, Çiğdem. Alt Sosyo-Ekonomik Düzeyde Boşanmış Kadınların Psikososyal Durumları (Yayınlanmamış Doktora Tezi) H.Ü, Ankara, 1990. Atakan, Samire ”Boşanma Sürecinde Yaşanan Evreler” Psikoloji Dergisi, Cilt:6, Sayı21, 1990. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu: Ailenin Güçlendirilmesi Ve Aile Politikaları, Ankara, 1990. Bell, J.E Family Therapy. New York: Jasan Aranson Inc. 1975 Clayton, R “ The Family, Marriage and Social Change” second edition Masachusetts D.C. Heelth and Company, 1970 Die. Boşanma İstatistikleri. Türkiye İstatistik Yıllığı (1999), Ankara, 1999 Dominion, J Cinsel, psikolojik ve toplumsal açıdan boşanma. Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul: 1974 DPT. Türk Aile Yapısı Araştırması, yayın no : 2313, Ankara: 1992. Eshleman, J.R. The Famıly. Sixth edition Masachusettes. Allyn and Bacon. 1991. Gökçe, Birsen. Evlilik kurumuna ilişkin soyolojik yaklaşımlar. H.Ü. Sosyal Bilimler dergisi, Ankara, 1978 Kessler, S. The American Way of divorce: Predictive for Change. Nelson Hall, Chiago, 1979. Reis, L., Family Systems in America. 4.ed. New York, 1988 Timur, Serim “ Türkiye’de aile yapısının belirleyicileri “ türk toplumunda aile” Ankara, 1982. Velidedeoğlu, H. Veldet. Ailenin Çilesi Boşanma. İstanbul: çağdaş yayınları, 1979. Yıldırım, i. Evli bireylerin uyum düzeyleri” 3. psikiyatri, psikoloji, psikofarmokoloji dergisi, 1,3,1993. Yörükoğlu Atalay. Değişen Toplumda Aile ve Çocuk. İstanbul: 3. baskı, özgür yayınları, 1986. Zastrow. C. Social Work With groups. Chicogo: Nelson-Hall Publishers, 1985. AİLE DEĞERLENDİRMEDE HARİTALAMA Dr. Uğur ÖZDEMİR* Aile , her toplumda önemini koruyan temel bir kurum olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak değişen toplumsal yapı ve değerler ailenin her toplumda ve her zaman tartışılan bir kurum olma özelliğini de beraberinde oluşturmaktadır. Sistem perspektifine göre aile bir geçmişi paylaşan, duygusal bağı olan, aile üyelerinin ve ailenin bütününün ihtiyaçlarını karşılamak için stratejiler planlayan, bireylerden oluşmuş karmaşık bir yapı olarak tanımlanmaktadır.Bu karmaşık yapı özellikle aile değerlendirme çalışmalarında son derece dikkatli olmayı ve var olan durumu olabildiğince var olduğu şekliyle algılamayı ve bu algı üzerine müdehale planı yapmayı gerektirmektedir. Bu nedenle aile değerlendirme çalışmalarında pek çok araç ve metod kullanılmaktadır. Bu araç ve metodların genel hedefleri ailenin,yapısı, işlevleri ya da işlevlerini yerine getirme düzeyleri,roller, sorun ya da sorunlar,ailenin güçleri,zayıflıkları,ilişki,iletişim yapıları, çevreyle uyumları vb. konularda bilgi alıp başvuranın yada başvuranların sorunlarının çözümünde bu bilgileri kullanmaktır. Bu çalışmada aile değerlendirmede iki yaklaşım olarak sunulan ilişki haritalama (=ekomap) ve Aile Soyağacı (=genogram); aile dinamiklerini anlamada, ekolojik sistem teorisinden yararlanılarak geliştirilmiş terapist ve danışanın birlikte çizerek oluşturdukları bir çalışma metodu olarak belirtilmektedir. İlişki haritalama (ekomap) Hartman tarafından, ailenin sorunları ve işlevlerinin iç ve dış alt sistemleri içinde gösterildiği bir çizim çalışması olarak etkili bir araçtır. Ekomap in önemli bir özelliği aile ve dış çevresinin bağlantılarını birlikte ortaya konmasıdır. Ekomap ile ailenin katılımı sağlanarak ailenin dışındaki sıkıntının anlaşılması ve aile dışındakilerle ilişkilerin sistem içinde görülmesi sağlanır. Aile üyelerinin diğerlerine ilişkin savunmalarının azaltılmasında ve danışmanlık alınmasında bu yol çok etkili olarak görülmektedir. Ekomap çalışmacının aile üyeleri ve diğerleri hakkında * Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü bilgilenmesi kadar aile sisteminin ve çevresinin tanınması açısından da değerli bir araçtır.Özellikle ailede genellikle ilişki, iletişim sorunlarıyla başvuran danışanlarla, terapi sürecinin başlangıç aşamasında ikinci yada üçüncü görüşmede aile içi dinamikleri değerlendirmek üzere kullanılabilecek bir çalışma yöntemidir. İlişki haritalama çiziminde, önce çizimdeki iç ve dış daire ve çizimdeki anlamlandırma danışana iyice anlatılmalı ve çizim olabildiğince danışan ile birlikte değerlendirmeler yapılarak gerçekleştirilmelidir. İlişki haritalama çiziminde literatürde farklı örnekler olmakla birlikte aşağıda sunulan çizim karakterleri genelde kabul görmektedir. ilişki haritalama çiziminde çizgilerin anlamlılığı aşağıda sunulmuştur. : güçlü, sağlam, güvenilir bir ilişki, iletişim : sınırlı bir ilişki ve iletişim : Sağlam olmayan, güçsüz, stres yüklü bir ilişki : Kırılma noktasında enerji yüklü bir ilişki Aile soyağacı ,(Genogram) : Aile yapısını ve görevlerini açıklamak için kullanılan bir yöntemdir. Aile yapısına ilişkin haritanın oluşturulmasında gerçekçi bir danışma alınarak geriye doğru üç jenerasyon geriye gidilerek çizilme yapılabilmektedir. Çizilmede; doğum, hastalıklar, ölüm, evlilik, boşanma, iş, din, ve etnik özellikler üzerinde çalışılabilmektedir. Ayrıca gerekliyse aile yapısıyla ilgili önemli fiziksel, psikolojik ve sosyal değişimlerle ilgili bilgilere de yer verilir. Aile soyağacı çalışmasında haritalama, danışan ile birlikte sık sık çizim onaylatılarak ve değerlendirmeler yapılarak gerçekleştirilir. Danışanın kişilere ilişkin haritalamanın dışında aktarmaları varsa bu aktarmalarına izin verilir. Çizim 2 : Genogram çiziminde şekiller ve anlamı : kadın : Erkek M : evlilik tarihleri D : boşanma tarihleri : evlilik : ölüm : yasal olmayan evlilik : çocuklar : Bilinmiyor Şekil 1 de Halil (19) adlı danışanın ekomap i görülmektedir iç dairede aile üyeleri dış dairede ise aile üyelerinin iletişim içinde olduğu kurum, kişi yada görevler bulunmaktadır. Başta Halil olmak üzere aile üyelerinin kendi aralarında ve dış sistemdeki olgu yada objelerle kurdukları ilişki Halil in gözüyle şekil 1’e yansımıştır. Şekil 1: örnek ilişki haritalama (=ekomap) Şekil 2 de ise Halil(19) adlı danışanın 2 jenerasyon geriye kadar giden aile genogramları görülmektedir. Şekil 2: örnek genogram Armutlu /Mengen/ Bolu KAYNAKLAR Carter, E.A.,& McGoldrick, M (1980). The Famıly Lifecycle: A Framework for famıly therapy. New York: Gardner Pres. Guerin P.J., Jr & Pendagast, E.G (1976). Evaluation of famıly system and genogram .In P.J Guerin Jr (Ed), Famıly therapy : Theory and practice, New York: Gardner Pres. Hartman, A. (1978). Diagrammatıc assesment of famıly relationsships, social Casework, 59, 465-476. Hartman, A., & Laırd j. (1983). Famıly-centered social work practice. New York: Free Pres. Holman, A. M. (1983) famıly assesment: Tools for understandıng and ıntervention. BEVERLY Hılls, CA: Sage Publicatıons. McPhatter, A, R (1991) Assesment Revisited : Acomprehensive Approach to Understandıng Famıly Dynamics. Famılıes in Society: The Jornel of Contemporary HumAN Service, January. Mınuchin, S (1974) Families and famıly therapy. Cambrıdge, MA: Harvard Unıversıty Pres. Von Bertalanffy, L. (1968) General systems theory. New York: Braziller. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TOPLUM TEMELLİ BAKIM ANLAYIŞI ve SOSYAL HİZMET: TÜRKİYE ÖRNEĞİNDE BİR MODEL ÖNERİSİ Arş. Gör. Mehmet Zafer DANIŞ* SHU Yasemin DANIŞ** ÖZET * Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmetler Bölümü (Hacettepe University Faculty of Economic and Administrative Sciences Department of Social Work) E-mail: [email protected] ** Sağlık Bakanlığı (Minestry of Health) Küreselleşme süreci bir yandan yoksulluk ve yoksunlukları pekiştirmekte, öte yandan bilgi, eşya, sermaye ve insanların sınırlar arasındaki hareket akışını hızlandırarak, yeni teknoloji, buluş ve yaklaşımların internet gibi bilişim teknolojileri aracılığıyla dünyanın hemen her yerine ulaşmasına zemin oluşturmaktadır. Teknolojik alanda yaşanan gelişmelere koşut olarak ortalama yaşam beklentisinin artması, düşük doğum ve ölüm hızı, halk sağlığı hizmetlerinin yaygınlaşması dünya nüfusunun giderek yaşlanmasına ve yaşlanma süreci ile birlikte kronik hastalıkların görülme sıklığının artmasına neden olmaktadır. Günümüzde aile kurumunun geleneksel rollerini gün geçtikçe yitirmesi ise yaşlı bireylerin bakım sorununun daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanmaktadır. Yaşlı, kronik hastalıklı ve özürlü nüfusun tedavi ve bakım masraflarının sağlık ve sosyal hizmet harcamaları içerisindeki payının artması, gelişmiş ülkelerin kurumsal ve yatılı düzenlemelerden; müracaatçı memnuniyetine dayalı, süreli, etkili ve düşük maliyetli sağlık ve sosyal bakım hizmetlerine yönelmelerine neden olmaktadır. “Müracaatçı odaklı toplum temelli bakım” (client-centered community based care) olarak adlandırılan sosyal hizmet odaklı bu yaklaşım bakıma gereksinim duyan bireye, bağımsızlığını koruması ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi için gerekli bilgi ve sosyal yaşam becerileri kazandırma, yaşamını kendi evinde sürdürebilmesi için gereksinim duyduğu destek ve yardımları sunma ve sosyal işlevselliğini yerine getirebilmesi için çalışma, rekreasyon ve diğer olanaklardan yararlanmasını sağlama amacına yönelik olup ekip çalışmasını gerektiren bir hizmet modelidir. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, müracaatçı odaklı toplum temelli bakım, eve yönelik hizmetler, sosyal politika yönelimi, sosyal hizmetler. Küreselleşme ve Sosyal Hizmetler Son yirmi-otuz yıldır dünya genelinde varlığını belirgin bir biçimde hissettiren neo-liberalizm, devletlerin ulusal düzeyde sosyal alana ayırdıkları payları kısıtlamalarına neden olmaktadır. Ekonomik açıdan dünya devletlerinin giderek entegre olması ve sermayenin sınırlar arası serbestliği, ulusların geniş kapsamlı refah politikaları uygulama olanaklarını erozyona uğratmakta, uygulanan politikalar gelir eşitsizlikleri ve yoksulluğun giderek artan bir biçimde dezavantajlı nüfus grupları arasında yayılmasına yol açmaktadır. Ekonomilerin küreselleşme süreci ile birlikte ortaya çıkan sosyal güvenlik krizi eğitim, sağlık ve sosyal hizmet gibi özü itibariyle kamusal olarak tanımlanan alanlardan devletlerin giderek elini çekmesine sebep olmakta, gelirin yeniden dağıtılmasına yönelik sosyal adaletçi yaklaşımlardan, bireysel risk anlayışına dayalı ferdi yaklaşımlara geçilmektedir. Küreselleşen dünyamız, sosyal güvenlik alanında olduğu gibi sosyal hizmet sektöründe ve müracaatçı gruplarına yönelik geleneksel hizmet anlayışında da köklü değişimlere sahne olmaktadır. Her geçen gün daha da artan bilimsel ve teknolojik gelişmelere paralel olarak sosyal hizmetlerde bireye bakış açısı da farklılaşmaktadır. Geçmişte, yardıma gereksinim duyan muhtaç durumdaki bireylerin korunması ve bakımı öncelikli hedef iken, bugün bireyin yaşam kalitesinin geliştirilmesi, sağlıklı ve başarılı bir biçimde yaşlanarak, sosyal yaşama daha aktif bir biçimde katılım sağlaması ve nihayetinde iyilik halinin ilerletilmesi amaçlanmaktadır. Bu nedenle, sosyal refah seviyesi yüksek olan ülkelerde gereksinim içerisindeki nüfus gruplarına yönelik bakım modelleri hızlı bir biçimde gelişmekte, hizmet sunumunda öncelikli olarak bireyin tercihleri göz önünde bulundurulmaktadır. Çocuk, genç, yaşlı her yaş grubundan bakım ve sosyal desteğe gereksinim duyan bireyi, yatılı sosyal hizmet kurumlarının izole edici ve psiko-sosyal açıdan örseleyici olumsuz etkilerinden uzak tutmak için onları alıştıkları ve sosyal ilişkilerini sürdürdükleri yaşam alanı içerisinde çeşitli hizmetlerle destekleyerek, yaşamlarını kendi evlerinde ve aile çevresinde sürdürmelerini sağlamak amacıyla, kurumsal bakım hizmetleri terk edilerek, toplum temelli bakım modellerine geçilmektedir (Danış 2005). On dokuzuncu yüzyıldan kalan geleneksel kurum bakımı düzenlemeleri (Danış ve Tufan 2003: 218) köklerini medikal yaklaşımdan almakta (Chapman, Keating ve Eales 2003: 253) (özürlülük, yaşlılık, kronik hastalık bireysel bir sorun olarak görülmekte ve bireyin içinde yaşadığı çevresel sistemlerle olan ilişki ve etkileşimleri göz ardı edilmekte, bireyin kendi bünye ve/veya çevre şartlarından kaynaklanan uyumsuzluk ve eksiklikleri bakım sorununa indirgenmekte, çözüm olarak ileri sürülen yaklaşım ise toplu bakım ve yeme, içme anlayışına dayalı kurumsal ve yatılı bakım düzenlemelerinde aranmaktadır), bireyin var olan gereksinim ve sorunları asgari bir yaşam düzeyinde bir kurum çatısı altında çözümlenmeye çalışılmaktadır (Danış 2004: 51-52). Oysaki kurum bakımı sabit giderlerinin (personel, bina, mefruşat, toplu yemek, ısınma, elektrik, su, telefon vb.) yüksekliğinin yanı sıra, bireyin yaşamını topluluğa indirgemesinden dolayı (Koşar 1996: 101) yalnızlık, duygusal ve sosyal izolasyon, istismar, depresyon ve umutsuzluluk durumlarının yaşanmasına neden olmaktadır (Sokolovsky 1983: 5; Olson 1994: 45; Wilson 2000: 60). Örneğin, ABD’de yapılan bir araştırmada huzurevine kabul edilen yaşlıların %8’inin ilk hafta, %29’unun ilk ayda ve %45’inin ilk altı ay içinde öldüğü tespit edilmiştir (Adam 1985: 32). Bu durum yaşlı bakım kurumlarındaki yaşam koşullarının yanı sıra yaşlı bireyin alışık olduğu çevreden, anılarından, eşyalarından ve en temelde sevgi uyaranlarından uzaklaşması ile ilişkilendirlmektedir (Rinehart 2002: 7072). Toplum Temelli Bakımın Tarihsel Arka Planı Bakıma ve psiko-sosyal desteğe gereksinim duyan bireyin var olan gereksinimlerini karşılamaya çalışmak ve onu yaşadığı ortamdan, evinden, yakın aile ve komşuluk ilişkilerinden uzaklaştırmadan sorunlarının çözümüne katkıda bulunma anlamına gelen toplum temelli bakım uygulamalarının tarihi kökleri 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanmaktadır (Frumkin ve Lloyd, 1995: 2238). Bu tarihte Amerika’da dost ziyaretçi (friendly visitor) adı verilen gönüllülerin hasta, yaşlı, özürlü ve muhtaç durumdaki bireylerin evlerine giderek sağladıkları yardımlar aynı zamanda toplum temelli bakım hizmetlerinin tarihsel gelişim sürecinin de başlangıcı olarak kabul edilmektedir (Danış 2005: 447). İlk olarak dini gereklilik nedeniyle fakir hastaların evlerine düzenlenen ziyaretler şeklinde başlayan (Cimete 1998: 7) toplum temelli bakım hizmetlerinin gelişiminde sosyal hizmet uzmanlarının yanı sıra hemşireler de önemli rol oynamıştır. ABD’de 1905 yılında Dr. Cabot sosyal hizmet uzmanlarını hastayı taburcu olduktan sonra evinde izlemek, ailesinin ekonomik durumunu araştırmak, hastalığın tekrarını ve yayılmasını önlemek için uygulanacak kurallar konusunda aileyi bilgilendirmek üzere hastanın evine göndermiştir (Turan 1999: 9). 1908 yılında “Hayırseverlik Teşkilatı Cemiyeti” (Charity Organization Society)’nin bir uzantısı olarak kurulan “Ev Hizmetleri Organizasyonu” (The Home Service Organization) I. Dünya Savaşı süresince ekonomik ve psiko-sosyal açıdan savaşın olumsuz yansımalarından etkilenen birey ve grupların gereksinimlerini karşılamaya yönelik ev odaklı sosyal hizmet ve yardımlar üretti (Toikko 1999: 356). Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde hemşire Lilian Wald sağlık hizmetlerinin sosyal olması gerektiğini, sağlık, ekonomik durum, sosyal yaşam ve çevre şartlarının birbirleriyle doğrudan ilişkili olduğunu, başarılı bir tedavi için bireyin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların iyileştirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Wald’ın bu yöndeki çabaları ABD’de 1919 yılında “Henry Street Nurses Settlement” isimli ilk geniş kapsamlı toplum temelli bakım programının kurulmasına öncülük etmiştir. On beş bin kişiye hizmet veren bu “toplum merkezi” (settlement house) her semt sakininin istediği zaman yararlanabildiği, ayaktan tedavi hizmeti veren, gerekli durumlarda bireyin evine temel düzeyde sağlık hizmetleri götüren bir halk sağlığı hemşireliği merkezi konumundaydı (Naylor ve Wilkerson 1999:121; Marek, Popejoy, Petrozki ve Rantz 2006: 80). Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinden 1950’lilerin başına kadar olan dönemde yaşanan 1929 Dünya Ekonomik Krizi ve İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik ve sosyal alandaki olumsuz etkileri toplum temelli bakım uygulamalarının bu dönem içerisinde askıya alınmasına, daha çok kurumsal bakım düzenlemeleri ile hasta, yaşlı ve özürlü bireylere sosyal bakım ve sosyal hizmetlerin sunulmasına yol açmıştır (Devereaux, Andrus ve Scott 1981; Toikko 1999; Naylor ve Wilkerson 1999). Nitekim bu dönemde yoksulluk, işsizlik, kronik hastalıklar, enfeksiyonlar, özürlülük artmış, koruyucu, önleyici ve geliştirici sağlık hizmetleri ve sosyal hizmetler yerine ağırlıklı olarak sağlık alanında tedavi edici hizmetler (hastaneler), (Naylor ve Wilkerson 1999) sosyal hizmet alanında da kurum bakımı hizmetleri (huzurevleri, bakım yurtları)’ne ağırlık verilmiştir (Hugman 1994). 1950’lili yıllarla birlikte kronik hastaların artan hastane giderleri, yaşlı nüfusta meydana gelen hızlı artışın yol açtığı tedavi, bakım ve sosyal giderler maliyeti daha az ve daha effektif olan toplum temelli bakım hizmetlerine olan talebi yeniden arttırmıştır. 1950 ve 1960 arasındaki dönemde ABD’de kırka yakın evde bakım (home care) programı açılmış ve bu programlar aracılığıyla kronik hastalıklı bireyler ile günlük yaşam aktivitilerini yerine getirmekte güçlük çeken yaşlılara kendi evlerinde bakım hizmeti verilmiştir. Bu programların içeriğinde hemşirelik, tıbbı bakım, sosyal hizmetler, ev temizliği, ulaşım vb. destek ve yardım hizmetleri yer almıştır (Naylor ve Wilkerson 1999: 121). Toplum temelli bakım hizmetlerinin gelişiminde 1965 yılı dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu tarihte ABD’de çıkarılan Ulusal Sağlık Bakımı yasasında evde bakım, tıbbi bakım (medicare) programları aracılığıyla hasta, yaşlı ve özürlü bireyler için yasal bir hak olarak tanınmıştır. Bu süreçle birlikte evde bakım pogramları hızla artmış ve kurum bakımı düzenlemelerinden giderek uzaklaşılmıştır (Naylor ve Wilkerson 1999: 121). 1970’lere gelindiğinde Avrupa ve Amerika geriye döndürülmesi güç bir yaşlanma trendinin içine girmiş, altmış beş ve yukarı yaştaki kişilerin genel nüfus içindeki oranı ogüne kadar tarihte benzeri görülmemiş düzeye çıkmıştır. Uzun yaşam, kalp-damar hastalıkları, şeker, yüksek tansiyon, üro-genital hastalıklar, kanser, alzheimer, demans vb. kronik hastalıkların görülme sıklığını ve kronik hastalıklara ayrılan tedavi giderlerini arttırmış, bu ise gelişmiş ülkelerin bir sosyal güvenlik ve bakım krizi içine girmesine neden olmuştur. Bugün gelişmiş ülkelerde sağlık harcamaları milli gelir içerisinde önemli bir yer tutmakta ve giderek artmaktadır (Taylor ve Dakof 1987: 99; Easton 1998: 113). Son yirmi yılda kamu açıklarını kapatmak için sosyal alandaki harcamalarını giderek kısıtlamalarına rağmen, nüfusun yaşlanması, ileri derecede kronik hastalık ve sakatlıklar, yeni tedavi yöntemleri ve tıp teknolojisinin gelişmesi ve artan toplumsal beklentiler nedeniyle gelişmiş ülkelerin sağlık giderleri bir türlü düşmemektedir (Sağlık Bakanlığı 1998: 1). Örneğin, ABD’de ulusal sağlık harcamaları her yıl bir önceki yıla göre ortalama %10 artış kaydetmektedir. ABD’de gayri safi milli hasıla (GSMH) içindeki sağlık harcamalarının payı 1960 yılında %5.3 iken 1995’te %15’e ulaşmıştır (Kılıç 1995: 33). Bugün İngiltere’de milli gelirin %13’ü, Almanya’da %10.3’ü, Fransa’da %9’u (Oral 2001: 82-90), İsviçre’de %8’i (Zweifel 1995: 78) sağlık harcamalarına ayrılmaktadır. Sağlık harcamalarının en büyük kısmını ise kronik hastalığa sahip bireyler ve yaşlıların tedavi giderleri oluşturmaktadır. Örneğin, ABD’de tüm sağlık bütçesinin %75’i kronik hastalıkların tedavisine ayrılmaktadır. Günümüzde, küreselleşme sürecinin sosyal refah devleti uygulamalarını sona erdirmesi, ekonomideki kar amaçlı politikaların sosyal alana ayrılan payları sınırlandırması, kamu sorumluluğuna dayalı risk anlayışından, ferdi risk anlayışına yönelim vb. neo-liberal politikalar bakıma gereksinim duyan risk gruplarının tedavi ve bakım maliyetlerinin mümkün olduğunca minimize edilmesi ve bu doğrultuda ailenin insiyatif almasının özendirilmesini gündeme getirmektedir. Bu nedenle toplum temelli bakım anlayışında aile üyeleri bakıma gereksinim duyan bireyin günlük bakımının sağlanması, istek ve beklentilerinin karşılanmasında profesyonel bakım ekibine destek vererek, kilit rol üstlenmektedirler. Bugün gelinen noktada, sosyal bakım hizmetlerindeki anlayış bakıma gereksinim duyan bireyi mümkün olduğunca kendi ev ve aile ortamında maddi ve araçsal yardımlarla desteklemek ve bu süreçte ailenin kuşaklararası geleneksel bakım rolünü yeniden canlandırmaktır. Bu amaç toplum temelli bakımın özünü oluşturmaktadır. Toplum Temelli Bakım Hizmetleri Amerika, Avrupa ve İskandinav ülkelerinde 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurum bakımının, yaşlılar üzerinde tıbbi açıdan ve psiko-sosyal yönden olumsuz etkileri olması, yaşlının sosyal çevre ile ilişkilerini engellemesi, yaşlının kendi kaderini tayin (self determination) etmesi ilkesi ile çelişmesi vb. nedenlerle, kurum bakımı terk edilmeye, alternatif bakım modelleri ve toplum temelli bakım gelişmeye başlamıştır (Nijkamp ve Diğerleri 1991: 17-19). Amerikan Ulusal Evde Bakım Derneği (National Association for Home Care 1994 Akt; Kaye 1995: 1) verilerine göre; Amerika’da yaşlılara evde bakım ve destek hizmetleri veren 15027 evde bakım kurumu bulunmaktadır. ABD’de evde bakım programlarında görev alan personel sayısının yedi yüz bin bu hizmetten yararlanan kişi sayısının her yıl otuz milyon civarında olduğu bilinmektedir. Ülkemizde ise sistemli bir biçimde formel alanda evde bakım ve gündüz merkezleri gibi toplum temelli hizmet modellerine geçilememiştir. Toplum temelli bakım beş temel özelliği söz konusudur. Bunlardan ilki bireyin eksiklik ve noksanlıklarından ziyade onu var olan güçlü yanlarıyla ele alarak mevcut potansiyelini geliştirmek için profesyonel bir bakım perspektifi sunmasıdır. İkincisi bireyin kişisel tercih, istek ve beklentilerini gözönünde bulundurarak yaşam akışını kendi kontrolü dahilinde sürdürmesine olanak tanımaktadır. Üçüncüsü aile üyelerine bakıma gereksinim duyan yakını için sorumluluk alma, meslek ekibine katkıda bulunma olanağı tanımaktadır. Bu bir nevi aracılık rolü (mediating role) olarak kabul edilmektedir. Aile üyeleri hasta, özürlü ve yaşlı bireyin sorun ve sıkıntılarını, gereksinim ve beklentilerini düzenli olarak evde bakım elemanlarına ileterek evde bakım ekibini daha hızlı ve etkili bir bakım hizmeti verebilmeleri noktasında yönlendirmektedirler. Toplum temelli bakım hizmetlerinin dördüncü özelliği bakıma gereksinim duyan bireyin fiziksel, bilişsel, psikolojik ve sosyal sınırlılıkları dolayısıyla toplumsal yaşamdan kopmasını, dışlanmasını engellemek için toplumla birey arsındaki sınırları kaldırmaktır. Son olarak toplum temelli bakım bireyin sorun ve gereksinimlerine özgü bir bakım konsepti sunduğu için maliyeti düşük, toplumsal çıktısı daha yüksek olan insani odaklı bir hizmettir (Kane ve Degenholtz 1997: 19-23; Yee, Capitman, Leutz ve Sceigaj 1999: 726; Naylor ve Wilkerson 1999: 122; Gladstone ve Wexler 2002: 39-45). Toplum temelli bakım hizmetleri bireyin kişisel ve sosyal yaşamı arasında bir köprü oluşturarak, bakımın yalnızca fiziki boyutunu değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal boyutunu da ön plana çıkarmaktadır. Hem mevcut sağlık ve sosyal hizmet personeliyle daha çok müracaatçıya ulaşmak hem de ulaşılan müracaatçının en üst düzeyde memnuniyetini sağlamak ancak toplum temelli bakım hizmetleri ile mümkündür. Nitekim bakıma gereksinim duyan birey genelci bir bakış açısıyla ailesi, çevresi ve etkileşim içerisinde olduğu ilişki sistemleri ile bir bütün olarak ele alınmakta, ona götürülecek olan bakım ve destek hizmetleri ise düzenli ve sistemli bir biçimde birey ve aile incelemeleriyle somutlaştırılarak disiplinlerarası bir yaklaşımla koordine edilmektedir. Toplum temelli bakım hizmetleri eve yönelik hizmetler (evde yardım, evde tıbbi bakım hizmetleri, süreli bakım, evlere yemek servisi, evlere bakım ve onarım hizmeti, telefonla yardım servisi) gündüzlü hizmetler (serbest zaman değerlendirme, ulaşım hizmetleri, sağlık, spor, beslenme, rehabilitasyon, diyet, kişisel bakım, hukuksal ve mali müşavirlik, tatil ve piknik organizasyonu vb.) ve tıbbi, sosyal ve mesleki rehabilitasyon hizmetleri gibi çok geniş bir alana yayılmaktadır. Birey mevcut hizmet seçeneklerinin yalnızca birinden yararlanabileceği gibi tümünden de aynı anda yararlanabilir. Burada önemli olan bireyi mümkün olduğunuca kendi alıştığı ve ilişkilerine devam ettiği yaşam alanı içerisinde çeşitli hizmetlerle desteklemek, kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamak, yaşamını kendi aile çevresinde ve ev ortamında sürdürmesine yardımcı olmaktır. Ülkemize Özgü Bir Toplum Temelli Bakım Modeli Önerisi ve Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Rolü Bir çok ülkede evde bakım ve gündüzlü hizmetler gibi toplum temelli bakım hizmetleri yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör tarafından verilmektedir (Olson 1994: 44). Ülkemizde yaşlı, hasta ve özürlü bireylere götürülecek evde bakım ve gündüzlü hizmetlerin organizasyonunda; bu hizmetlerin ülke geneline yaygınlaştırılması, yerinden yönetim anlayışına uygun olarak hizmet verme sürecinde ortaya çıkan sorunların ivedilikle çözümlenmesi ve mevcut kaynakların daha etkin bir biçimde kullanılabilmesi gibi gerekçelerle belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör uygulayıcı olarak yer almalıdır (Danış 2004: 222). Belediyelerin idari örgütlenmeleri içerisinde oluşturulacak “toplum temelli bakım hizmetleri şubeleri”, bakıma gereksinim duyan yatalak ve kronik hastalıklı bireyler ile yaşlı ve özürlülere yönelik gündüz hizmetleri ve evde bakım hizmetlerinin sevkinden ve idaresinden sorumlu olabilir. Bu hizmetler belediye sınırları içerisinde açılacak gündüz merkezleri aracılığıyla, gönüllü kişi ve kuruluşların katkılarıyla yürütülebilir. Belediyelere ek olarak kamu yararına çalışan ve kar amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşları ile özel sektör de SHÇEK tarafından belirlenecek standartlara uymak koşuluyla evde bakım ve gündüzlü hizmetler sunmak üzere gündüz merkezleri işletebilirler. Belediyeler, kamu yararına çalışan sivil toplum kuruluşları ve özel sektör tarafından verilecek olan toplum temelli bakım hizmetlerinin standardının belirlenmesi ve denetimi, ülkemizde bakıma ve yardıma muhtaç özürlü ve yaşlılara yönelik hizmetlerin yürütülmesinden 2828 Sayılı Kanun gereği birinci derecede sorumlu olan SHÇEK tarafından gerçekleştirilmelidir. SHÇEK bünyesinde “Toplum Temelli Bakım Hizmetleri Dairesi” kurularak özürlü ve yaşlılara yönelik gündüzlü hizmetler ve evde bakım hizmetlerinin ülke genelindeki eş güdümü, hizmetlerin esas, usul ve ilkeleri ile denetimi merkezi yönetimce sağlanmalıdır. Evde bakım ve gündüz merkezlerinin görevleri detaylı olarak şu şekilde ele alınabilir: - Bakıma gereksinim duyan özürlü, hasta ve yaşlıların mümkün olduğunca kendi evlerinde kendi çevrelerinde yaşamlarını sürdürebilmeleri hedefine yönelik evde bakım hizmetlerinin sunulması (ev temizliği, çamaşırların ve bulaşıkların yıkanması, ütünün yapılması, hazır yemek servisi, banka ve fatura işlerinin takip edilmesi, alışverişin yapılması, ev bakımı ve onarımı, ev ziyareti, danışmanlık, telefonla takip, tıbbi takip ve hemşirelik, geçici bakım ve refakat, vücut temizliği ve bakımı, tatil, kamp, gezi, serbest zaman değerlendirme ve ulaşım hizmetleri), - Bakıma gereksinim duyan özürlü, hasta ve yaşlıların serbest zamanlarını aktif bir biçimde değerlendirebilmeleri için uygun günlük gezintiler, yemekler, eğlenceler, kültürel faaliyetler, kütüphane hizmetleri ve diğer serbest zaman etkinliklerinin düzenlenmesi, - Sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler ile iş birliğinin sağlanması yoluyla mevcut kaynakların harekete geçirilmesi, - Merkezlerin kurulduğu ve hizmet verdiği çevre içerisinde özürlü, hasta ve yaşlıların sorunlarının topluma anlatılması, - Özür, hasta ve yaşlılara yönelik, tıbbi, sosyal ve mesleki rehabilitasyon hizmetleri sunmak. - Özellikle kırsal bölgelerde yaşayan sürekli veya geçici bakıma gereksinim duyan bireylerin sorunlarının, istek ve beklentilerinin araştırılması ve ortaya çıkan bulgular doğrultusunda bu gruplara yönelik destek hizmetlerinin geliştirilmesi için projeler yapılması, - Özürlü, hasta ve yaşlıların toplum hayatına aktif olarak katılımını sağlayacak olanakların oluşturulması, - Özürlü, hasta ve yaşlı bireye sahip ailelerin, bakım yükünü hafifletmek, stres ve kaygılarını azaltmak, moral motivasyonlarını canlı tutmak, yaşadıkları sorunları tespit etmek, gereksinim ve beklentilerini karşılamaya yönelik sosyal bakım ve destek hizmetlerini planlamak ve hayata geçirmek suretiyle ailelerin tükenmişlik (burn out) düzeylerini azaltmaktır. Toplum temelli bakım hizmetlerinin idari, eylemsel ve mesleki açıdan uygulamaya nasıl aktarılabileceğinin daha iyi anlaşılması için; evde bakım hizmetleri organizasyon şeması şu şekilde oluşturulabilir. TOPLUM TEMELLI BAKIM HIZMETLERI ORGANIZASYON ŞEMASI Sonuç ve Öneriler Küreselleşme süreci ile birlikte dünya ekonomilerinin giderek entegre olması, ulus devletlerin uluslararası konjonktüre ve politikalara bağlı olarak sosyal refah düzenlemelerinden vazgeçmeleri, dünya nüfusunun demografik ve sosyal yapısında meydana gelen değişmeler, devletlerin yeni ve maliyet etkililiği yüksek olan sosyal hizmet ve sağlık politikalarına yönelmelerine neden olmaktadır. Yaşlı, özürlü ve kronik hastalıklı nüfusun bakım ve tedavi giderlerinin artması, ailenin geleneksel bakım rolünün ortadan kalkması, kan bağına dayalı dayanışma modellerinin eski gücünü yitirmesi gibi nedenlerle bakıma gereksinim duyan kişi sayısı hergeçen gün artmaktadır. Kurum bakımının psiko-sosyal açıdan olumsuz etkilerinin yanı sıra, yüksek maliyetli bir hizmet olması devletlerin yeni ve çağa uygun sosyal bakım modellerine yönelmelerine neden olmuştur. Nitekim çağdaş dünyada yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurumsal ve yatılı bakım modelleri terk edilmeye, evde bakım ve gündüzlü hizmetler gibi toplum temelli bakım modellerine geçilmeye başlanmıştır. Toplum temelli bakım müracaatçı odaklı bir hizmet olarak, bakıma gereksinim duyan birey ve ailesini bir bütün olarak ele alıp, bireyin mümkün olduğunca normal yaşamın gereklerine ayak uydurması için onu kendi alıştığı ve yaşamını sürdürdüğü ev ve aile ortamında desteklemeyi ve böylelikle bağımsız bir yaşam sürmesini amaçlamaktadır. Bireyin gereksinim duyduğu eve yönelik hizmetlerin yanısıra, sosyal yaşamla etkileşimini güçlendirmeye yönelik gündüzlü hizmetler, tıbbi, sosyal ve mesleki rehabilitasyon hizmetleri gibi çok geniş bir bakım konsepti sunan toplum temelli bakım bu yönüyle disiplinler arası çalışmaya dayalı bir hizmet modelidir. Ülkemizde formel sosyal hizmetler sisteminin uygulayıcısı konumunda olan SHÇEK Genel Müdürlüğü daha çok kurumsal bakım düzenlemelerine dayalı sosyal bakım uygulamaları içerisindedir. Yaşlı ve özürlülere yönelik evde bakım hizmetleri sunulmamakla birlikte bu nüfus gruplarına yönelik gündüzlü merkezlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmemekte ve bu merkezler aracılığıyla ulaşılan kişi sayısı yaklaşık altı milyon yaşlı, sekiz buçuk milyon özürlünün yaşadığı Türkiye’de küçük bir mahalle nüfusundan daha azdır. Ülkemizin genel ekonomik koşulları gözönünde bulundurulduğunda, sayıca az nitelikli personel ve kısıtlı bir bütçeye sahip SHÇEK’in mevcut olanaklarını daha etkili bir biçimde kullanabilmesi ve daha fazla bakıma gereksinim duyan bireye hizmet verebilmesi için süreli, belirli bir amaca dönük, etkili bakım hizmetlerine yönelmesi gerekmektedir. Toplum temelli bakım, müracaatçılar tarafından istendik bir hizmet olmanın yanı sıra, sabit gider, personel ve maliyet açısından daha ucuz bir hizmettir. Bu nedenle SHÇEK’in kurumsal ve yatılı bakım düzenlemelerinden daha toplumsal bakım modellerine geçmesi acil bir zorunluluktur. SHÇEK bünyesinde oluşturulacak “Toplum Temelli Bakım Hizmetleri Daire Başkanlığı” ve bu başkanlık çatısı altında kurulacak “Gündüz Merkezleri”, “Evde Bakım Hizmetleri” ve “Tıbbi, Sosyal ve Mesleki Hizmetler” şube müdürlükleri aracılığıyla yurt genelinde yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve özel teşebbüse bağlı olarak açılacak evde bakım ve gündüzlü hizmet programları sevk ve idare olunabilir. SHÇEK bu süreçte kendi örgütlenmesi içersinde bu tarz merkezler açabileceği gibi açılacak merkezlerin standartını belirleyerek, denetimlerini yapabilir. KAYNAKLAR ADAM, Eflatun. “Yaşlanma ve Psiko-Sosyal Etmenler”, 21. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi, Çukurova Üniversitesi, Adana, 1985. CHAPMAN, S. A., N. KEATING, J. EALES. “Client-Centered Community Based Care for Frail Seniors”, Health and Social Care in the Community, Volume: 11, Number: 3, 2003: 253-261. DANIŞ, M. Zafer ve B. TUFAN. “Küçük Grup Bakım Modeli :Beypazarı Sekli Yaşlılar Köşkü Örneği.” II. Ulusal Yaşlılık Kongresi Kitabı, YASAD Yayını, Denizli, 2003: 217-226. DANIŞ, M. Zafer. Yaşlıların Evde Bakım Gereksinimleri ve Evde Bakıma İlişkin Düşünceleri: Başarılı Yaşlanma ve Yaşlı Bakım Modelleri, Güç-Vak Yayınları, Sosyal Hizmet Dizisi I, Ankara: Türkiye Güçsüzler ve Kimsesizlere Yardım Vakfı Yayını, 2004. DANIŞ, M. Zafer. “Home Care in the World and Turkey”, 1st International Care Congress, İstanbul, Princess Hotel, 2-8 May 2005. DANIŞ, M. Zafer. “Toplum Temelli Bakım Anlayışı”, Öz-Veri Dergisi, T.C Başbakanlık Özürlüler İdaresi Yayını, Cilt: 2, Sayı: 1, Mayıs: 2005: 445-459. DANIŞ, M. Zafer. Yaşama Derinden Bir Kucak, TÜGEV Yayınları, Gerontolojik Çalışmalar Dizisi I, Ankara: Türk Geriatri Vakfı Yayını, 2005. DEVEREAUX, O., L. G. ANDRUS, C. D. SCOTT. Elder Care: A Practical Guide to Clinical Geriatrics, New York: Grune & Stratton Inc, 1981. EASTON, L. KRISTEN, Gerontological Rehabilitation Nursing, Philadelphia: W. B. Saunders Company, 1998. FRUMKIN, M., G. A. LIOYD, “Social Work Education.” The Encyclopedia of Social Work, ed: Edwards R. L., 19 th. Edition, Silver Spring, NASW Press, Maryland, (1995). Pp: 2238-2247. GLADSTONE, J., E. WEXLER. “Exploring the Relationships Between Families and Staff Caring for Residents in Long-Term Care Facilities: Family Members’ Perspektives”, Canadian Journal on Aging, Volume: 21, Number: 3, 2002: 39-46. HUGMAN, Richard. Ageing and the Care of Older People in Europe, New York, St. Martin’s Press, 1994. KANE, R. A., H. DEGENHOLTZ. “Assesing Values and Preferences: Should We, Can We?”, Generations, Volume: 21, Number: 1, 1997: 19-24. KAYE, W. Lenard. “The Proliferation of Home Care Programs.” Journal of Gerontological Social Work, New York: The Haworth Press, Volume 24, Number 3-4, 1995: 1-6. KILIÇ, Bülent. “Amerika Bileşik Devletleri Sağlık Sistemi”, Toplum ve Hekim, Cilt: 9, Sayı: 64-65, 1995: 30-35. KOŞAR, Nesrin. Sosyal Hizmetlerde Yaşlı Refahı Alanı, Ankara, 1996 MAREK, D. K., L. POPEJOY, G. PETROSKI, M. RANTZ. “Nurse Care Coordination in Community-Based LongTerm Care”, Volume: 38, Number: 1, 2006: 80-86. NAYLOR, D. M., K. B. WILKERSON. “Creating Community-Based Care for the New Millennium”, Nursing Outlook, May-June 1999: 120-127. NIJKAMP, P., J. PACOLET., H. SPINNEWYN., A. VOLLERING., C. WILDEROM. Services For The Elderly in Europe, Leuven, Commission of the European Communities, 1991 OLSON, K. Laura. The Graying of the World, USA, The Haworth Press, 1994 ORAL, A. İlhan. “Dünyada ve Türkiye’de Sosyal Sigortalar Kapsamında Sağlık Sigortası Uygulamaları”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001. RINEHART, H. Barbara. “Senior Housing: Pathway to Service Utilization”, Journal of Gerontological Social Work, Volume: 39, Issue: 3, 2002:57-76. SAĞLIK BAKANLIĞI. Avrupa Sağlık Reformu: Mevcut Stratejilerin Analizi, Ankara: Sağlık Bakanlığı Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü Yayını, 1998. SOKOLOVSKY, Jay. Growing Old in Different Societies: Cross-Cultural Perspectives, USA, Wadsworth Publishing Company, 1983 TAYLOR, S. E. ve G. A. DAKOF. “Social Support and the Cancer Patient”, S. SPACAPEN ve S. OSKAMP (Ed.), The Social Psychology of Health, USA: Sage Publications, 1987: 95-116. TOIKKO, Timo. “Social and Psychological Discourses in Social Casework During the 1920s”, Families and Society, Volume: 80, Number: 4, July-August, 1999: 351-358. TURAN, Nihal. Sosyal Kişisel Çalışma, V. DUYAN ve A. M. AKTAŞ (Ed.), Ankara, 1999. WILSON, Gail. Understanding Old Age: Critical and Global Perspectives. London, Sage Publications, 2000 YEE, D. L., J. A. CAPITMAN, W. N. LEUTZ, M. SCEIGAJ. “Resident-Centered Care in Assisted Living”, Journal of Aging and Social Policy, Issue: 10, 1999: 726. ZWEIFEL, Peter. “İsviçre Sağlık Sistemi”, Toplum ve Hekim, Cilt: 9, Sayı: 64-65, 1995: 76-79. AİLEYİ TEHDİT EDEN YENİ BİR TEHLİKE: SANAL İLİŞKİLER Mehmet KARACA* ÖZET * Arş. Gör. Fırat Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Elazığ Toplumun varlık ve devamının en büyük garantisi onun temel birimi olan ailedir. Ailenin korunması, çağın gereklerine göre donatılması ve sağlıklı bir yapıya kavuşturularak topluma faydalı bir unsur olmasının sağlanması her toplumun temel sorumluluklarındandır. Oysa aileyi tehdit eden pek çok tehlike ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bunların bir kısmı da yeni ilişki tarzlarını mümkün kılan internetten kaynaklanmaktadır. Küresel iletişim ve bilişim ağı olan internet, bağımlılık, sanal seks, yalana dayalı sanal sohbet, elektronik gözetim, şiddet içerikli oyunlar, siber kumar, dijital dolandırıcılık, sosyal izolasyon gibi pek çok problem ile aile içi güven ortamını ve sıcak ilişkileri temelden sarsarak aileyi tehdit etmektedir. Sosyal hayatımızda giderek daha çok yer almaya başlayan internet, kişiler arası iletişim ve ilişkilere yeni boyutlar kazandırmakla birlikte, bireylerin aile içi ve sosyal çevre ile olan ilişkilerinde birtakım problemleri de beraberinde getirmektedir. Aile ve eşlerin ihmal edilmesi, eşlerin aldatılma kaygısı yaşamaları, gerçek ilişkilerde bocalama gibi pek çok problemden söz edilebilir. Kısaca, internet faydalı olabilecek zengin bir içeriğe sahip bulunmasına rağmen kontrolsüz kullanıldığı takdirde, aile ilişkilerini derinden yaralayacak sorunlar yaşatabilir. Bu tür sorunların önünün alınabilmesi ise, aile bireylerinin internet ve içerikleri konusunda bilinçlendirilmesine bağlıdır. Bu çalışmada, yeni iletişim teknolojilerinden internet ve ilgili unsurlardan kaynaklanan tehlikelerden ailenin korunmasının gerekliliği üzerinde durulmakta ve bu konuda öneriler sunulmaktadır. Anahtar Kelimeler: İnternet, Sanal İlişkiler, Aile, İletişim GİRİŞ Kısaca uluslararası ağ (İnternational Network) olarak ifade edilebilecek olan internet, her kesimden kullanıcıya önemli yararlar sağlayabilecek bir potansiyele sahip bulunmakta ancak, pek çok kullanıcı tarafından daha çok eğlence ve yeni ilişkiler peşinde koşma aracı olarak değerlendirilmektedir. İnternet bağımlılarının sayısında her geçen gün büyük bir artış yaşandığı gerçeği sıkça şikâyet konusu olmaktadır. Bireylerin internette kontrolsüz şekilde gezinmeleri pek çok aile tarafından endişe ile karşılanmaktadır (ÖZERGİN 2004). Temelde bilişim amacına hizmet etmek üzere tasarlanmış bulunan ve bilim camiasında bilgi otoyolu olarak da adlandırılan internet, aslında ömür boyu eğitim ve araştırma alanında inkâr edilemeyecek bir açıklıkla ortada olduğu gibi, çok büyük yararlar ve bulunmaz fırsatlar sunmaktadır. Bu gün internet sayesinde dünyanın neresinde olursa olsun ilgi duyduğumuz herhangi bir alandaki bilgilere birkaç tıklama ile ulaşabilmekteyiz. Yine, dünyanın neredeyse bütün kütüphanelerini ve bilimsel kaynakları bilim adamlarının hizmetine sunan internet bilgiye erişim konusunda araştırmacıları çok büyük zorluklardan kurtardığı gibi, ayaklarına kadar getirdiği hizmetlerle işlerini de olabildiğine hızlandırmış ve kolaylaştırmıştır. Bütün bunlar ve sayılamayacak çokluktaki daha başka hizmetler internet aracılığıyla ulaştığımız nimetler olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla, dünyamızın küreselleşmesine baş döndürücü bir hız kazandıran internet çağın en büyük buluşlarından biri olarak da kabul edilebilir. Ancak pek çok teknolojik buluş gibi, internetin de toplumun çeşitli kesimleri için yıkıcı kabul edilebilecek tesirlerinin bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Bu çalışmanın, internet karşıtlığı yapmak gibi bir amacının bulunmadığını en başta belirtmek gerekir. Burada, internetin sağladığı katkıların hakkı teslim edilmekle birlikte, özellikle aileye yönelik olarak meydana getirdiği riskler konu edilmektedir. Siber alanı birkaç kez ziyaret etmiş olan herkesin az çok fark edebileceği gibi, internette amaçsız bir şekilde sörf (gezinti) yapanların her an her türlü istenmeyen içerikle karşılaşmaları mümkündür. Arama motorlarında arama yaparken veya internet adresi yazarken yapılacak bir harf hatası bile kullanıcıları arzulanmayan görüntülerle karşı karşıya bırakabilir ya da tıklanan ilişimlerle hiç beklenmeyen tehlikelere davetiye çıkarılmış olunabilir. Siber ağlarla örülü hayal denizinde olta atarken geriye bir sürü problemle dönmemiz de mümkündür. Bilgisayarımızdaki verileri tehdit eden virüsler, kafamızı karıştıran yalan ve yanıltıcı haberler veya sanal avcıların kurdukları tuzaklar, söz konusu problemlerden sadece bir kaçı olarak örnek verilebilir. Özellikle çocuklar için bu tür sürprizler hiç hoş olmayan sonuçlar doğurabilir. Zira internet denilen siber alan, porno, satanizm, terörizm, dolandırıcılık, kumar ve şans oyunları gibi saymakla bitmeyecek ve milyonlarca sayfaya ile ifade edilen bir zararlı içerik yığını ile dolup taşmış bulunmaktadır. Sanal İlişkiler ve Aile Genel anlamıyla sanal ilişki, “ortak mekânda gerçekleşmeyen, yüz yüze görüşmeye dayanmayan, bedensel temas olanağının bulunmadığı, araçlı bir iletişim ile gerçekleştirilen ve gerçeklikten ziyade hayali bir hüviyet arz eden bağlantı” şeklidir. Bu açıdan bakıldığında bunun bir ilişki olarak kabul edilip edilmeyeceği bile tartışılabilir. Kısaca, “internet aracılığıyla gerçekleştirilen ilişki” şeklinde ifade edilebilecek olan sanal ilişkiyi, “internet üzerinden kurulan iletişim yoluyla gerçekleştirilen, yüz yüze olmayan, fiziksel yakınlık ve bedensel temasın bulunmadığı ilişki” şeklinde tanımlamak mümkündür. Sanal ilişkide, görüntü aktarıcı iletişim araçlardan faydalanarak sesli ve görüntülü görüşme imkânı da bulunmakla birlikte genellikle bedensel temastan yoksun ve yüz yüze olmayan bir ilişki söz konusudur. Bu tür ilişkide bağlantı doğrudan doğruya değil de çeşitli araçlarla gerçekleştirildiğinden kişiler kolaylıkla hayali kimlikler kurgulayabilmekte, fiziksel ve kişilik özelliklerini olduğundan farklı yansıtabilmekte, aldatma ve yalana dayalı bir dünya oluşturabilmektedirler. Bu gerçeklik ise, sanal ilişkileri güvenilirlikten uzaklaştırmakta ve bu tür ilişkilere temkinli yaklaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak her şeye rağmen her geçen gün daha çok kişi çeşitli şekillerde sanal ilişkiler kurmakta, bir kısmı bu ilişkileri gerçek hayata da taşımaktadır. Zaman zaman mutlu sonla biten internet ilişkilerine rastlanmakla birlikte, bu tür ilişkilerin gerçek hayata taşınması sonucu değişik mağduriyetlerin yaşandığına da tanık olabilmekteyiz. “Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu, toplum içindeki en küçük birlik” (TDK) olarak tanımlanan aile, sosyolojiye göre toplumun temel taşı olup, diğer toplumsal kurumlar gibi toplumsal değişmelerden etkilenmeye açık bir kurumdur. Dolayısıyla aile tarih boyunca var olmakla birlikte, toplumdan topluma ve çağdan çağa farklı yapılar sergilemiştir. Sanayi devrimi sonucu bu günkü şehirli aile yapısı olan çekirdek aile vasfını kazanan bu kurum, güncel gelişme ve değişmelerden etkilenmeye devam etmektedir. Çok büyük bir hızla değişmekte olan günümüz küresel dünyasında pek çok şey gibi aile de yıkıcı etkilere maruz kalmakta ve çoğu toplumda çözülme ve dağılmadan kurtulamamaktadır. Gerek sorumluluk almaktan çekinen kişilerin bir aile kurmaktan kaçınmaları, gerekse eşlerin ayrılmak suretiyle kurulmuş aileyi parçalamaları toplumun temel taşı olan aileyi, dolayısı ile de toplumu sarsıntıya maruz bırakmaktadır. Aileleri parçalayan unsurların başında ise, karşılıklı güvensizlik, anlayışsızlık ve geçimsizlik gelmektedir. Söz konusu değişkenler ise, siyasi, ekonomik ve teknolojik değişmeler başta olmak üzere toplumsal olaylardan ve değişmelerden etkilenmeye oldukça müsaittirler. İşte bu sebepten dolayı diğer teknolojik gelişmeler gibi internetin de toplum ve aileye yönelik çok çeşitli etkilerinden ve sanal ilişkiler nedeniyle aileye yönelen tehditlerden söz edilebilir. Sanal ilişkilerden kaynaklanan aileye yönelik tehditleri, aile bireylerine yönelik tehditler (yanlış ilişkiler kurma, bağımlılık kazanma, kötü alışkanlıklar edinme, başarı ve verimde düşüş yaşama), aile bütünlüğüne yönelik tehditler (iletişimsizlik, aileden uzaklaşma, yalnızlaşma, hayali dünyalar kurma, ailenin parçalanması), aile içi güven ortamına yönelik tehditler (aldatılma kaygısı, eşler arası güvensizlik, ebeveyn-çocuklar arası güvensizlik) ve mal ve can güvenliğine yönelik tehditler şeklinde sıralamak mümkündür. Sanal İlişkilerle Ortaya Çıkan, Aileye Yönelik Tehditler Arkadaş arama, sohbet (Chat) odası, tartışma grubu, oyun sitesi gibi çeşitli amaçlarla oluşturulmuş bulunan sayısız internet sitesi, bireylerin elektronik ortamda karşılıklı iletişim kurmalarını kolaylaştırmak suretiyle yeni ilişki tarzlarının gelişmesine ve bunların toplumsal ilişkiler arasında kendilerine yer bularak toplumsal kabul görmesine katkıda bulunmuştur. Ancak, söz konusu platformlarda iletişim kuran kişilerin kimlikleri, fiziksel özellikleri, kişilikleri ve gerçek niyetleri konusunda sağlıklı bir şekilde fikir sahibi olmak pek mümkün olmadığından, bu ortamlarda kurulan ilişkiler gerçek ve yüz yüze ilişkiler kadar güven vermemekte ve sanal (hayali, kurgusal, gerçek olmayan,) kalmakla birlikte gerçek ilişkiler üzerinde yaptıkları etkilerle değişik yaş, statü ve kişilik özelliklerine sahip kişiler için çeşitli risklere kapı aralamaktadırlar. Bireysel yaşama, aile hayatına ve bireyler arası güven duygusuna zarar verme potansiyeline sahip unsurları bünyesinde barındıran internetten ve internet üzerinden kurulan sanal ilişkilerden aile kurumunun zarar görmesi kuvvetle muhtemel görünmektedir. Sanal âlem ve sanal ilişkilerden kaynaklanan ve aileye zarar vermesi muhtemel unsurlar aşağıdaki başlıklar altında ele alınabilir. 1. Aile Bireylerine Yönelik Tehditler Sanal ilişkilerin, bireysel yaşamda neden olabileceği başlıca olumsuzluklar, yanlış ilişkiler kurma, internet bağımlılığı, kötü alışkanlıklar edinme ve bireysel verimde düşüşler yaşanması şeklinde sıralanabilir. Söz konusu olumsuzlukların hem yetişkin bireyler hem de gençler ve çocuklar tarafından yaşanması mümkün olabilmektedir. Bilgi, araştırma ve haber takibi gibi bir amacı olmadan internete bağlanan kişiler internette sörf (gezinme) ve Chat (sanal sohbet) yapmaya genellikle hoş vakit geçirmek, kendilerini ifade etmek, heyecan yaşamak veya yeni arkadaşlıklar kurmak gibi düşüncelerle başlamaktadırlar. Ancak böyle masum niyetlerle başlayan sanal ilişkiler ve internet arkadaşlıkları kimi zaman istenmeyen sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin, yetişkin aile bireylerinin aile saadetlerini tehlikeye düşürecek ilişkilere başlamaları, genç aile bireylerinin uygunsuz kişilerle arkadaşlık kurmaları ve ailelerinin haberi olmadan chat arkadaşlarıyla buluşarak istenmeyen olaylar yaşamaları veya çocukların kendilerinden büyük kişilerle tanışarak onlardan olumsuz etkilenmeleri mümkün olabilmektedir. Bu tür durumlara, medyada sıkça rastlamaya başladığımız internet aşkı yüzünden eşinden boşanan karı koca, chat arkadaşı tarafından dolandırılan genç, internet arkadaşı tarafından tecavüz edilerek öldürülen kız veya chat kavgasını sokağa taşıyarak bir birini öldüren çocuklar ile ilgili haberler örnek gösterilebilir. Hatta internette verilen bir satış ilanı bile kişinin dolandırılmakla kalmayıp öldürülmesine kadar varan olaylar zincirini başlatabilmektedir. Özellikle, gerçek hayatta bulamadığı mutluluğu sanal âlemde arayan eşler, gerçek hayatta iletişim ve arkadaşlık kurmakta veya kendilerini ifade etmekte güçlük çeken veya kimlik arayışı içinde olan gençler ve internete bağlı bilgisayarlar başında başıboş bırakılan ve amaçsızca sörf yapan çocuklar bu tür risklerle her an karşı karşıya kalabilirler. İnternette gezinen kişileri bekleyen tehlikeler yanlış ilişkiler kurmaktan ibaret değil elbet. İnternetin aşırı kullanımı sonucu ortaya çıkması beklenen bir diğer olumsuzluk internet bağımlılığıdır. İnternet kullanımının, ağkolizm olarak da ifade edilen bağımlılık derecesine varması bireylerin sosyal ve psikolojik yaşantılarında çok çeşitli problemlerin derin boyutlarda ortaya çıkması sonucunu doğurabilir. İnterneti bir kaçış olarak gören ve her fırsatta kendini siber uzay boşluğuna atmaya çalışan kişiler, bu problemleri yaşama açısından önemli bir risk grubunu oluşturmaktadırlar. Özellikle, interneti kontrollü kullanabilme becerisini henüz yeterli düzeyde geliştirememiş olan gelişim çağındaki gençlerde bağımlılık riskinin gözlenebileceği beklenmektedir. Bu sebeple, internet kullanan bireylerde bağımlılık yönünde bulgulara rastlanıp rastlanmadığı sıkça araştırılmaktadır. Örneğin, Elazığ ilinde lise öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmaya (M. Karaca tarafından hazırlanan ve henüz tamamlanmamış doktora tezi) göre, öğrenciler arasında bağımlılık sinyalleri verenler önemli bir orana varmış bulunmaktadır. İnterneti tamamen terk etmelerinin mümkün olmadığını belirterek risk altında olduklarını ortaya koyanların oranı %24,4; sürekli internete bağlanmayı hayal ettiklerini belirtenlerin oranı ise %15,7 olarak gözlenmiştir. İlk siberuzay psikoloğu olan Dr. Kimberly S. Young'a göre internet, tıpkı kumar gibi bağımlılık yapmakta, sağlık sorunları, uykusuzluk ve depresif eğilimlere yol açmaktadır (Hürriyet,1999). Yani, günümüzde alkol bağımlılığı gibi bir ağ bağımlılığından söz edilebilir (YÜCEL, 2005, ÇANKIRILI, 2005, GÖNÜL, 2003 vb.). Bu alanda danışmanlık hizmetleri veren web sitelerinden, konuya yönelik psikolojik araştırmalara kadar çeşitli çabalara şahit olmaktayız. Bu konuda yapılan çalışmalara göre, telefonun sürekli meşgul olması, telefon ve internet faturalarının kabarması, internet nedeniyle eşler arasında anlaşmazlıkların baş göstermesi, misafirlik ve eğlence gibi ev dışı faaliyetlerde azalma meydana gelmesi, sportif faaliyetlerden uzaklaşma, kondisyon kaybı, aile içi ilişkilerin ve bağların zayıflaması, iş veriminde düşüş yaşanması, uykusuz kalma ve yorgunluk, elektronik alışverişte artış olması, başka iş ve kişileri sanal yaşama engel olarak görme ve onlardan kaçış gibi belirtiler internet bağımlılığını ele veren ipuçları olarak kabul edilebilir. Açıkça anlaşılacağı gibi, bu tür belirtilerin baş gösterdiği bir aile durumdan olumsuz etkilenecek ve en kısa zamanda gerekli önlemler alınmadığı takdirde aile bağlarını tehlikeye atacak boyutta bir huzursuzluk yaşanması kaçınılmaz olacaktır. İnternette gezinen kişilerin kötü alışkanlıklar edinmeleri ve bu alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürmeleri gibi, olumsuz kişilik özellikleri olarak kabul edilebilecek birtakım davranışlar ile çok sık karşılaşmaktayız. İnternette sohbet ederken yalana başvurma, argo ve kaba ifadeler kullanma ve internette edinilen bu tür olumsuz alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürme gibi davranışlar bu duruma örnek verilebilir. Yukarıda sözü geçen araştırmaya (KARACA) göre, internette chat yapan öğrencilerin yaklaşık yarısı (%45,6) sanal sohbet esnasında yalana başvurmaktadırlar. Yine, internet kullanan öğrencilerin yaklaşık beşte biri gibi önemli bir kısmı (%19,6) internette iletişim kurarken kimi zaman argo/kaba ifadeler kullandıklarını belirtmişlerdir. Bu tür olumsuz alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürmeye devam eden internet kullanıcılarının oranı ise, %10,1. Ancak, internet ortamlarında edinilmesi muhtemel kötü alışkanlıklar yalan söyleme ve kaba ifadeler kullanmaktan ibret değildir. Özellikle, sağlıksız şartlarda hizmet veren ve yeterince denetlenemeyen internet kafelerde ve bu isim altında çalıştırılan oyun evlerinde, sigara ve bağımlılık yapıcı madde kullanımı gibi kötü alışkanlıklar edinilmesi de söz konusu olabilmektedir. Pek çok ailenin çocuklarını göndermek istemediği internet kafelerin önemli bir kısmı, bu tür olumsuzluklara zemin hazırlamaya müsait yapıları ile adeta birer suç ve sosyal sapma mekânı olarak işlev gören yerler haline gelmişlerdir (YILDIZ, BÖLÜKBAŞ, 2005). Düzensiz ve aşırı internet kullanımı sonucu, aile bireylerinin iş hayatlarında ve okul başarılarında bir düşüş yaşanması ve bir verim kaybı meydana gelmesi beklenebilir. İnternet kullanımının, daha çok oyun ve eğlenceye dönük olması, gereğinden fazla enerji ve zaman alması ve araştırma ruhunu yok edecek biçimde internetten hazır ödevlerin indirilmesi, kişilerin performans kaybına uğramalarına ve özellikle öğrencilerin tembelliğe alışmalarına ve derslerindeki başarılarının düşmesine yol açabilir. Sanal eğlenceye kendini aşırı derecede kaptıran ve interneti bilişim ve eğitim aracı olmaktan ziyade eğlence ve zaman geçirme aracı olarak gören kişiler, hem okul hayatında hem de gündelik yaşamda başarısızlığa mahkûm olma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Yapılan çeşitli araştırmalarla da ortaya konulmuştur ki, interneti kontrolsüz, düzensiz, amaçsız ve verimsiz kullanan bireylerin, gerek günlük aktivitelerinde gerekse eğitim hayatlarında başarısızlıklarla karşılaşmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu tür problemlerin önlenmesi, internetin amaçlı, planlı ve verimli kullanımı ile mümkündür. Burada ailelere ve eğitimcilere önemli görevler düşmektedir. Gerek evlerde gerekse eğitim kurumlarında internetin bilişim ve eğitim amaçlı kullanımının teşvik edilmesi, internet kullanımının aileler, çocuklar ve gençler için problem ve başarısızlık kaynağından ziyade bir başarı aracı olarak işlev görmesinde fayda sağlayıcı bir yaklaşım olacaktır. Burada elbette ki asıl suçu internette değil, onun araladığı kapıları dikkatsizce açan ve kontrolsüzce yanlış yola giren kullanıcılarda aramak lazım. Ancak, gerek ailelerin gerekse bireylerin benzer olumsuzluklar yaşamalarının ve mağdur olmalarının önlenebilmesi için gerekli tedbirlerin de geciktirilmeden alınması önem arz etmektedir. 2. Aile Bütünlüğüne Yönelik Tehditler Sanal ilişkiler ve aşırı internet kullanımı sonucu ortaya çıkan ve aile bireylerinin birlik, beraberlik ve bütünlüğünü bozabilecek potansiyele sahip unsurların bu yönde meydana getirebileceği başlıca olumsuzluklar, iletişim kuramama, aileden uzaklaşma, yalnızlaşma, hayali bir dünya kurarak içine kapanma ve ailenin parçalanması şeklinde sıralanabilir. Bağımlılık derecesinde internet kullanımına kendilerini kaptıran bireylerde gözlenen en önemli belirtilerden biri, aile, arkadaş, okul vb. birimlerden oluşan toplumsal çevreleri ile olan iletişimlerinde bir kopukluk yaşamaya başlamaları ve giderek sosyal çevrelerinden uzaklaşmalarıdır. Bu durumdaki bireyler, gerçek ilişkileri artık sanal ilişkiler kadar çekici bulmama, gerçek hayatta bulamadıkları haz ve mutluluğu sanal âlemde arama, günlük hayatın acı veren gerçeklerinden kaçma veya internette sörfe daha fazla vakit ayırma isteği gibi çeşitli nedenlerle gerçek kişilerle iletişimden kaçabilir ve toplumdan uzaklaşabilirler. Bu uzaklaşma ve iletişimsizlik, sadece dış çevreye karşı olabileceği gibi, aileden kopma şeklinde de cereyan edebilir. Bu şekilde toplumdan uzaklaşmaya ve iletişim becerilerini giderek kaybetmeye başlayan bireyler zamanla toplumdan soyutlanarak yalnızlaşmaya ve kafalarında kurdukları hayali bir dünyaya hapsolmaya başlayabilirler. Bu hayali dünya ise, genellikle kurgulama kimlikle kendilerini istedikleri gibi tanıttıkları, yalana dayalı, internet ortamındaki manevra alanından ibaret bir dünya olmaktadır. Çünkü sanal sahnede bireylerin, beğenmedikleri özelliklerini gizlemek, sahip olmak isteyip de olamadıkları özellikleri ise kendilerine mal etmek suretiyle kimliklerini gönüllerince kurgulama ve karşılarındaki kişilerle hayali bir kişilik olarak ilişki kurma gibi bir özgürlükleri bulunmaktadır. Ancak, bu sanal özgürlük zamanla psikolojik birtakım sorunları beraberinde getirmekte ve bu problemlerin sosyal hayata da olumsuz yansımaları olmaktadır. İnsanoğlunun topluma katılma ve toplumla bütünleşmiş bir birey olma süreci olarak cereyan eden sosyalleşmede, çocukluk ve gençlik dönemleri çok büyük bir öneme sahiptir. Bu dönemler, sağlıklı ve uyumlu bir aile ve toplumda geçirildiği takdirde bireylere büyük kazançlar sağlarken, aile veya toplum dışında, toplumdan kopuk ya da sorunlu toplumsal ortamlarda geçirilmesi halinde gerek fert gerekse aile ve toplum açısından çok büyük problemlere kaynaklık eder hale gelebilmektedir. Çeşitli problemlere kaynaklık eden sosyal izolasyonun ortaya çıkmasında rol oynayan etmenler arasında bilgisayar oyunları ve internet oldukça önemli bir yere sahiptir. Özellikle, patolojik internet kullanımı kişileri toplumdan soyutlamakta, toplumsal ortamlardan uzaklaştırmakta, yalnızlık ve yabancılaşmaya itmektedir. Bireyleri sosyal hayattan ve toplumdan uzaklaştıracak derecede internete bağımlı hale getiren etkenler, yetişkinlerde daha çok haz veya değişiklik arama, yeni ilişkiler kurma, rahatsızlık uyandıran gerçeklerden kaçma, yeni fırsatlar arama şeklinde ortaya çıkarken; çocuklarda daha çok merak, oyun, eğlence, yeni şeyler keşfetme ve karşılaşılan değişik ve ilginç içeriklerin çekiciliği şeklinde kendini göstermektedir. Evden hiç ayrılmadan günler hatta aylar geçirebilme (www.turkiye-avrupa.net, 2004) imkânı sağlayan internet, sunduğu güç, hâkimiyet ve özgürlük algısı ile bireylerin toplumdan kendilerini soyutlanmalarına, kendi dünyalarına kapanmalarına ve yalnızlaşmaya hız kazandırmaktadır. İnternet aracılığı ile yaşanmakta olan yalnızlaşma irade dışı ve psikolojik bir sorun olarak gerçekleşebildiği gibi, iradi bir tercih olarak da cereyan edebilmektedir. Gerek gerçek hayatın sanal âlemdeki gibi basit bir oyundan ibaret olmaması, gerekse ilişkilerin yalan üzerine bina edilmesinin gerçek hayatta doğuracağı sakıncalar, yaşanması muhtemel sorunları içinden çıkılmaz bir hale getirebilir. Bu durumun neden olacağı tahribat ise, etkisini daha çok aile ve çocukların hayatları üzerinde gösterecektir. Eşlerden veya çocuklardan biri ya da bir kaçının internet bağımlılığı ya da sanal ilişkiler sonucu gerçek hayattan kopması, toplumsal çevreden ve sosyal ilişkilerden uzaklaşarak yalnızlaşması ve hayali bir dünyaya ya da iç dünyasına kapanması, aile bağlarının giderek zayıflamasına, hatta kopmasına ve ailenin parçalanmasına yol açabilir. 3. Güven Ortamına ve Güvenliğe Yönelik Tehditler Aile içi güven ortamının devamı her şeyden önce aile bireylerinin bir birlerine karşı dürüst davranmalarına, gizli saklı işlerden kaçınmalarına ve karşılaşılan problemleri paylaşıp birlikte çare aramalarına bağlıdır. Gerek eşler arasında gerekse ebeveyn ve çocuklar arasında karşılıklı güven ortamının devam ettirilmesi aile birliği, saadeti ve devamı için hayati öneme sahiptir. Aile bireylerinden biri ya da bir kaçının, ötekileri dikkate almadan gizlice birtakım işler çevirmeleri veya karşılaştıkları problemleri paylaşmamaları ya da gizlemeye çalışmaları durumunda ise bireyler arası güven duygusu yok olmaya ve aile bağları zayıflamaya başlar. Ailede sadakat, bağlılık ve güven duygularını olumsuz etkileyen çok değişik unsurlar bulunmaktadır. Günümüzde internet ve sanal ilişkiler de bu unsurlar arasında yer almaya başlamış bulunmaktadır. Ailelerin sanal ilişkilerden olumsuz etkilenmesi, en fazla eşlerin sanal seks veya flört yapması ya da eşlerden birinin böyle bir kaygı taşıması sonucunda gerçekleşmektedir. Çünkü pek çok kişi, sanal da olsa internette eşinden gizli olarak başkalarıyla görüşmenin, onlarla sırlarını paylaşmanın veya duygusal yakınlık kurmanın ihanet olduğunu düşünmektedir. Örneğin, Avustralya'da 1117 kişi üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, internet kullanıcılarının yüzde 41 gibi önemli bir oranı (çoğunluğu kadın) "siber-ilişki"yi ihanet ve sadakatsizlik olarak görmekte, bunun gerçek ilişkiden farklı olmadığını düşünmektedir. Araştırmaya katılanların yüzde 30'u, "heyecanlı bir internet sohbeti"nin, flörte giden yolu açtığını, kişisel bilgiler verme ve birbirlerine fotoğraf göndermeyle sonuçlanabildiğini söylemiş. Araştırmacı Dr. Monica Whitty, erotik içerikli internet sohbetinin, ortada fiziksel bir temas olmasa da ilişkiler üzerinde gerçekten etkili olduğunu belirtiyor (Hürriyet, 2002). Evli kişilerin sanal seks sitelerini dolaşmayı alışkanlık haline getirmeleri, karşı cinsle chat yapmayı özellikle tercih etmeleri ve bu ilişkiyi ileri boyutlara taşımaya çalışmaları aileyi temelinden sarsacak derecede büyük bir problem olarak kabul edilebilir. Çünkü böyle bir davranışı sergileyen kişinin, ya ailesi ile problemleri bulunmakta ya da siber ilişkilere gereğinden fazla kapıldığından tehlikeli sona doğru giden bir yola girmiş bulunmaktadır. Gerek bu tür ilişkilere girilmesi gerekse internette gizlice sörf yapılması veya aşırı internet kullanımı sonucu eş ve çocukların ihmal edilmesi, aile bireyleri arasında var olan sadakat ve güven duygusunu zedeleyebilir. Eşinin aşırı derecede veya gizlice internete bağlandığını öğrenen ya da böyle olduğunu düşünen kişi, aldatılma kaygısı duymaya ve eşinin sadakatini sorgulamaya başlayacaktır. Bu durum ise, diğer eş itham edildiği şeyi kabul etse de etmese de her halükarda aile ilişkilerinin ciddi bir darbe alması ile sonuçlanacaktır. Zira yapıldığı takdirde bu tür davranışın yanlışlığı kadar, sanal âlemde yapılanların gizlenmeye çalışılmasının veya eşlerden birinin yapmadığı bir ihanetle suçlanmasının yanlışlığı da ortadadır. Yani, hem sanal sadakatsizlik hem de ihanet ithamı aileyi parçalanmaya götürecek kadar ciddi bir problemdir ve yaşanmış örneklere rastlamak da mümkündür (GÜNEŞ, 2003). Bu tür bir problemle karşılaşılmaması için, her şeyden önce eşlerin ve öteki aile bireylerinin bir birine karşı dürüst davranmaları, internette gezinme gibi belki basit görülebilecek işleri bile gizlice değil de görünür şekilde gerçekleştirmeleri ve karşılıklı güven duygusunu zedeleyici tavırlardan ve şüphe ile karşılanabilecek hareketlerden kaçınmaları gerekmektedir. Ayrıca, her internette gezinen illa ihanet edecek diye bir şey olmadığına göre, kişinin eşine güven duyması, bir delile dayanmadan ithamda bulunmaması ve internet kullanan aile bireylerine anlayışla yaklaşılması büyük bir önem taşımaktadır. Öte taraftan, aldatılma kaygısına ve aile içinde güvensizliğe yol açacak sonuçlardan uzak durabilmek için, aile bireylerinin internet kullanımı ve karşılaşılması muhtemel olumsuzluklar konusunda bilinçlendirilmeleri ve şüphe çekici hareket ve tavırlardan uzak durmaları da ayrı bir önem arz etmektedir. İnternette gezinme, sanal sohbet ve sanal ilişkiler sonucu, aile içinde korunması gereken bireyler arası karşılıklı güven duygusuna zarar verebilecek durumlar yaşanabileceği gibi, mal ve can güvenliğini tehdit edebilecek olaylarla karşılaşılması da mümkündür. Özellikle, elektronik ortamda kurulan iletişim esnasında güvenlik önlemlerine dikkat edilmeden kimlik bilgileri (isim, yaş, cinsiyet, statü vb.), aile bilgileri (adres, telefon, iş, özel durumlar vb.), mali bilgiler (banka hesabı, kredi kartı numaraları, şifreler vb.) gibi özel bilgilerin başkalarıyla paylaşılması veya bu tür bilgilerin başkalarının eline geçmesine meydan verilmesi ya da aileden gizli olarak sanal ilişkilerin gerçek hayata taşınması, söz konusu tehlikelere davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir. Çünkü bu tür bilgilerin kötü niyetli kişilerin eline geçmesi durumunda çok büyük mağduriyetler yaşanabilmektedir. Hatta siz özel bilgilerinizi başkalarıyla paylaşmasanız da onları ele geçirmek ve bundan çıkar sağlamak için uğraşan siber korsan ve dolandırıcılar hiç boş durmamaktadırlar. Zira siber suç denilen, internet aracılığıyla işlenen suçlar çok yaygın bir şekilde işlenmekte ve bu tür suçların önlenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşılmaktadır (ŞEN, 2006). Öte taraftan, diğer aile bireylerinin haberi olmadan özellikle çocukların, internette tanıştığı ancak gerçek kimliği hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığı kişi veya kişilerle gizlice buluşmaya kalkışması akla gelebilecek her türlü felaketle karşılaşılması ile sonuçlanabilir. Kısaca, çağın gereği olan internetten yararlanmak ve daha çok bilgiye daha hızlı ulaşmak isteyen bireylerin, internet ortamlarında bu amacı gerçekleştirmeye çalışırken, çok büyük tehlikelerle karşılaşmaları da mümkün olabilmektedir. Pornografi ve çocuk pornosu, şiddet içerikli internet oyunları, aile ve toplumdan uzaklaşmanın doğurduğu sosyal ve psikolojik sorunlar, bir kısım internet kafelerin sağlıksız ortamında zamanın boşa harcanması gibi problemler açısından bakıldığında, çocuklar ve gençler başta olmak üzere internet kullanıcılarının her yönden savunmasız bir durumda oldukları ve internet'in faydalarından çok zararlarıyla karşı karşıya kalabilecekleri gözlenmektedir. Zira bilgiye kolayca ulaşma fırsatı bulan kullanıcılar, uygunsuz sitelere de aynı kolaylıkta erişebilirler. Şiddeti, uyuşturucuyu, yasadışı örgütleri, sapık fikir ve ilişkileri, ölüm ve intiharı yücelten ve teşvik eden ya da cinselliğe ilişkin çocukların gelişim düzeylerine uygun olmayan bilgiler sunan ve sayıları milyonları bulan internet sitelerine ulaşmak hiç de zor olmamaktadır. Bu durum, kişilerin istenmeyen kişilerle tanışmalarına, aileden gizli ilişkiler kurarak bunlardan zarar görmelerine, sosyal ve sportif etkinliklerden geri kalmalarına ya da derslerine, arkadaşlarına ve ailelerine daha az zaman ayırmalarına yol açabilir. Yine, internet ortamındaki ilişkilerin gizlice sürdürülmesi ya da diğer aile bireylerinin bu konudaki uyarılarının dikkate alınmaması güvensizliğe ve bireyler arası ilişkilerde gerilime yol açabilir. Bu ise, aile içi ilişkilerin internetten zarar görmesi anlamına gelmektedir. Bu tür problemlerin yaşanmaması veya en az hasarla atlatılması ve aile içi ilişkilerin bu problemlerden fazla etkilenmemesi için çocuklarla birlikte aile büyüklerinin de internet kullanımı konusunda bilinçlendirilmesi, karşılıklı güven ortamının tesisi, internet kullanımının kontrollü gerçekleştirilmesi, bu konuda uygulanacak kurallar üzerinde karşılıklı uzlaşmaya varılması ve karşılaşılabilecek problemlerin önceden kestirilip gerekli tedbirlerin alınması oldukça büyük bir önem arz etmektedir. SONUÇ Pek çok kişi tarafından daha çok bir eğlence aracı olarak değerlendirilse de internet teknolojisi, her kesimden kullanıcıya önemli katkılar sağlayabilecek bir potansiyele sahip bulunmaktadır. İnternetin sağladığı katkılar saymakla bitirilemeyecek kadar çoktur ve hayatımızın neredeyse her alanında internet ile karşılaşacak duruma gelmiş bulunmaktayız. Kültürel alış verişi ve toplumlar arası iletişimi kısıtlayan sınırlar internet sayesinde ortadan kalkmaktadır. Dijital kanallar sayesinde bireyler, toplumlar ve kültürler arası temas ve alış veriş oldukça kolaylaşmış ve bu durum internet kullanıcılarını fazlasıyla etkiler hale gelmiş bulunmaktadır. Temelde bilişim amacına hizmet etmek üzere tasarlanmış bulunan ve bilgi otoyolu olarak da adlandırılan internet, bulunmaz fırsatlar sunmaktadır. İnternet sayesinde dünyanın bütün kütüphanelerine ve bilimsel kaynaklara çok hızlı ve kolay şekilde erişebilmekteyiz. Dünyanın küreselleşmesine baş döndürücü bir hız kazandıran internet, çağın en büyük buluşlarından biri olarak da kabul edilebilir. Ancak pek çok teknolojik buluş gibi, internetin de toplumun çeşitli kesimleri için yıkıcı kabul edilebilecek tesirlerinin bulunduğu gözden kaçmamaktadır. İnternetin toplumsal hayatımıza kazandırdığı kavramlardan biri de sanal ilişki olgusudur. Sanal ilişkide, genellikle bedensel temastan yoksun ve yüz yüze olmayan bir ilişki söz konusudur. Bu tür ilişkide bağlantı çeşitli araçlarla gerçekleştirildiğinden kolaylıkla hayali kimlikler kurgulanabilmekte, kişilik özellikleri olduğundan farklı yansıtılabilmekte ve yalana dayalı bir dünya oluşturulabilmektedir. Bu gerçek, sanal ilişkiyi güvensiz kılmakta ve bizi bu tür ilişkiye temkinli yaklaşmaya zorlamaktadır. Ancak, her geçen gün daha çok kişi sanal ilişkiler kurmakta, kimisi de bu ilişkileri gerçek hayata taşıyarak değişik problemlerle karşı karşıya kalmaktadır. Pek çok toplumsal kurum gibi aile de hızlı toplumsal değişimin yıkıcı etkilerine maruz kalmakta ve çözülmeye doğru gitmektedir. Aileleri parçalayan unsurların başında ise, karşılıklı güvensizlik, anlayışsızlık ve geçimsizlik gelmektedir. Söz konusu değişkenler, siyasi, ekonomik ve teknolojik gelişmeler gibi toplumsal olay ve değişmelerden etkilenmeye oldukça müsaittir. Sanal ilişkilerden kaynaklanan aileye yönelik tehditleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Aile bireylerine yönelik tehditler (yanlış ilişkiler kurma, bağımlılık kazanma, kötü alışkanlıklar edinme, başarı ve verimde düşüş yaşama). 2. Aile bütünlüğüne yönelik tehditler (iletişimsizlik, aileden uzaklaşma, yalnızlaşma, hayali dünyalar kurma, ailenin parçalanması). 3. Aile içi güven ortamına yönelik (aldatılma kaygısı, eşler arası güvensizlik, ebeveyn-çocuklar arası güvensizlik) ve mal ve can güvenliğine yönelik tehditler. Çeşitli amaçlarla oluşturulmuş bulunan sayısız internet sitesi, yeni ilişki tarzlarının gelişmesine ve toplumsal kabul görmesine katkıda bulunmuştur. Ancak, söz konusu ortamda iletişim kuran kişilerin kimlikleri hakkında sağlıklı bir fikir sahibi olmak pek mümkün olmadığından, bu tür ilişkiler yüz yüze ilişkiler kadar güven verici olmamakta ve gerçek ilişkiler üzerinde yaptıkları olumsuz etkilerle çeşitli risklere kapı aralamaktadır. Dolayısıyla, internetten ve internet üzerinden kurulan sanal ilişkilerden aile kurumunun zarar görmesi mümkün olabilmektedir. Sanal alan, yanlış ilişkiler kurma, internet bağımlılığı, kötü alışkanlıklar edinme ve bireysel verimde düşüşe neden olma gibi sonuçlar doğurmak suretiyle bireysel yaşamı olumsuz etkileyebilir. İnternete belirli bir amacı olmadan bağlanan kişiler, sörf ve Chat’e genellikle hoş vakit geçirmek, heyecan yaşamak veya yeni arkadaşlıklar kurmak gibi düşüncelerle başlamakta ancak masum niyetlerine rağmen istenmeyen sonuçlarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Aile saadetini tehlikeye düşürecek ilişkilere başlama, uygunsuz kişilerle arkadaşlık kurma ve ailenin haberi olmadan chat arkadaşlarıyla buluşarak istenmeyen olaylara karışma gibi durumlar yaşanabilmektedir. İnternetin aşırı kullanımı bağımlılık yapabilmektedir. İnternet kullanımının, bağımlılık derecesine varması bireylerin sosyal ve psikolojik yaşantılarında çeşitli problemlerin yaşanmasına yol açabilir. Kişilerin internet ortamlarında (sanal ortam veya internet kafeler) kötü alışkanlıklar edinmeleri de karşılaşabileceğimiz olumsuzluklardandır. Bu duruma, sanal sohbet esnasında yalana başvurma, argo ve kaba ifadeler kullanma ve bu tür alışkanlıkları gerçek hayatta da sürdürme gibi davranışlar örnek verilebilir. İnternet kullanımının, daha çok oyun ve eğlenceye dönük olması, gereğinden fazla enerji ve zaman alması ve internetten hazır ödev indirilmesi, performans kaybına ve özellikle öğrencilerin tembelliğe alışmasına ve başarılarının düşmesine yol açabilir. Sanal eğlenceye kendini aşırı derecede kaptıran ve interneti bilişim ve eğitim aracı olmaktan ziyade eğlence ve zaman geçirme aracı olarak gören kişiler, hem okul hayatında hem de gündelik yaşamda başarısızlığa uğrayabilirler. Bu tür problemlerin önlenmesi ancak, internetin amaçlı, planlı ve verimli kullanımı ile mümkün olabilir. Bağımlılık derecesinde internete kapılan bireyler, giderek iletişim sorunu yaşamaya ve sosyal çevreden uzaklaşmaya başlamaktadırlar. Bu durumdaki bireyler, gerçek ilişkileri sanal ilişkiler kadar çekici bulmama, gerçek hayatta bulamadıkları haz ve mutluluğu sanal âlemde arama, günlük hayatın acı gerçeklerinden kaçma veya internette sörfe daha fazla vakit ayırma isteği gibi nedenlerle aile ve toplumdan uzaklaşabilirler. Bu şekilde toplumdan uzaklaşmaya ve iletişim becerilerini giderek kaybetmeye başlayan bireyler zamanla toplumdan soyutlanarak yalnızlaşmaya ve kafalarında kurdukları hayali bir dünyaya hapsolmaya başlayabilirler. Sanal âlemdeki ilişkilerin yalan üzerine bina edilmesi, gerçek hayatta yaşanması muhtemel sorunları içinden çıkılmaz bir hale getirebilir. Bu durumun neden olacağı tahribat ise, etkisini daha çok aile ve çocuklar üzerinde gösterecektir. Eş veya çocuklardan birinin, internet bağımlılığı ya da sanal ilişkiler sonucu gerçek hayattan kopması, toplumsal çevreden ve sosyal ilişkilerden uzaklaşarak yalnızlaşması ve içine kapanması, aile bağlarının giderek zayıflamasına, kopmasına ve ailenin parçalanmasına yol açabilir. Ailede güven ortamının devam ettirilmesinde, bireylerin bir birine dürüst davranmaları çok önemlidir. Ancak, ailede sadakat, bağlılık ve güven duygularını olumsuz etkileyen çok değişik unsurlar bulunmaktadır. İnternet ve sanal ilişkiler de bu unsurlar arasında yer almış bulunmaktadır. Eşlerden birinin sanal seks yapması ya da ötekinin böyle bir kaygı taşıması, ailenin sanal ilişkilerden olumsuz etkilenmesi sonucunu doğurmaktadır. Zira çoğu kişi, sanal ilişki ve siber ortamda duygusal yakınlık kurmanın ihanet olduğunu düşünmektedir. Özellikle, evlilerin sanal seks sitelerinde gezinmesi veya sanal ilişkileri gerçek hayata taşımaya çalışması, aileyi sarsabilmektedir. Gizli sanal ilişki, sörf ve aşırı internet kullanımı güven duygusunun zedelenmesine ve eşlerin aldatılmışlık psikolojisine girmesine yol açarak aile ilişkilerine ciddi bir darbe vurabilir. Dolayısıyla sanal sadakatsizlik, aileyi parçalanmaya götürecek kadar ciddi bir problem oluşturabilir. Bu tür problemlerle karşılaşılmaması için, her şeyden önce eşlerin ve öteki aile bireylerinin bir birine karşı dürüst davranmaları, internette gezinme gibi işleri gizlice değil de görünür şekilde gerçekleştirmeleri ve karşılıklı güven duygusunu zedeleyici tavır ve davranışlardan kaçınmaları gerekmektedir. İnternet kullanan eş ve aile bireylerine anlayışla yaklaşması da büyük bir önem taşımaktadır. Öte taraftan, aldatılma kaygısına ve aile içinde güvensizliğe yol açacak sonuçlardan uzak durabilmek için, aile bireylerinin internet kullanımı ve karşılaşılması muhtemel olumsuzluklar konusunda bilinçlendirilmeleri ayrı bir önem arz etmektedir. Kısaca, çağın gereği olan internetten yararlanmaya çalışırken, özellikle aile hayatımızı etkileme potansiyeline sahip çeşitli problemlerle karşılaşmamız mümkün olabilmektedir. Bu tür problemlerle karşılaşmamak veya onları en az hasarla atlatabilmek ve aile ilişkilerinin bu problemlerden zarar görmesini önlemek için, bilinçli ve kontrollü internet kullanımı, güven ortamının tesisi ve karşılaşılabilecek problemler konusunda tedbir alınması büyük bir önem taşımaktadır. Burada ayrıca şunlar önerilebilir: * Bizim günlerimiz veya saatlerimiz uygulaması. Aile bireylerinin bir araya geleceği, televizyon, telefon, internet gibi teknolojik aygıtların kapatılıp sadece sohbet, oyun, eğlence, birlikte kitap okuma ve yaşanan olayların paylaşılması ile geçirilecek, aileye mahsus zaman dilimleri belirlenmesi, aile bağlarının pekiştirilmesinde ve aile fertlerinin sanal dünyalara savrulmalarının önlenmesinde fayda sağlayıcı olabilir. * İnternet kullanım kural ve saatleri. Aile bireylerinin, özellikle çocukların internet kullanımının kontrollü biçimde gerçekleştirilmesi için, bütün aile bireylerinin uyacakları kurallar belirlenip bunlara titizlikle uyulması sağlanabilir. * İnternette ayıklama yapılması. Aile bireyleri bilinçlendirilerek, ayrıca güvenlik sistemi veya filtre denilen programlar kullanılarak uygunsuz sitelere erişim engellenebilir. * Sanal arkadaşların öteki aile bireyleri ile tanıştırılması. Sanal ortamda atılan adımlardan ve kurulan arkadaşlıklardan aile bireylerinin ve eşlerin haberdar edilmesi, internet, sanal sohbet ve sanal ilişkilerin, aile bireylerini olumsuz etkileyerek yanlışlara sürüklemesini engellemede yarar sağlayıcı olabilir. * Gerçek ve doğal yaşamın özendirilmesi. Doğa yürüyüşü, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin geliştirilmesi ve gerçek ilişkilerin pekiştirilmesi sanal âleme kaçışı ve siber fantezilere sığınmayı önlemede fayda sağlayabilir. * Spor ve oyuna teşvik. Yaşantımızda spor ve sosyal ilişkileri geliştirici oyunların önemi oldukça büyüktür. Aile bireylerinin oyuna ve arkadaşlık ilişkilerine yönlendirilmesi siber uzayda savrulmasını önlemede etkili olabilir. * Hobilerin geliştirilmesi. Bazı bireyler sosyal ortamlardan uzak durmaya doğuştan meyilli olabilirler. Bireysel yeteneklerin ve hobilerin geliştirilmesi, aile bireylerinin içlerine kapanmalarını ve sanal âleme kaçmalarını önlenmede fayda sağlayabilir. * Gerekirse psikolog veya danışman desteği alınması. Bütün önlemlere rağmen bazı bireylerin internet bağımlılığı ve uygunsuz sitelere erişimi engellenemeyebilir. Bu durumdan aile içi ilişkilerin ve aile bağlarının zarar görmemesi için uzman desteğine müracaat edilebilir. Burada sunulan önerilerle, internet kullanımının tamamen ortadan kaldırmasına değil, aşırı internet kullanımı ve bağımlılığının önüne geçilerek bilişim teknolojisinin verimli ve faydalı şekilde kullanımının teşvik edilmesi ve gerçek ilişkilerin sanala kurban edilmemesinin gereği vurgulanmaya çalışılmaktadır. Söz konusu tedbirlerin etkili olmasının baskıcı bir tutuma değil, aile bireyleri arasında yapılacak bir sözleşmeye bağlı olduğu unutulmamalıdır. Burada son olarak aile büyüklerine, kendilerinin de uyacakları bir internet kullanım sözleşmesi hazırlamaları ve çocukları ile birlikte bu kurallara uyacakları konusunda anlaşmaları önerilebilir. KAYNAKLAR ALAT, Kazım, “İnternet Bağımlılığı: Gerçek mi? Kurgu mu?”, Isguc., Cilt :5 Sayı:1, http://www.isguc.org/arc_view.php?ex=39 25.02.2004 ARAÇ, Tuğba (2001); IRC Farklı Bir Sosyalite Mi?, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul. ATEŞMAN, Ender, “Internet ve Dil Kullanımı” http://ab.org.tr/ab2000/dokumanlar/kutup-ozet.html 07.12.2004 AYAZ, Mahmut (2001); Chat Geyikleri, Kora Yayın, İstanbul. BÖLÜKBAŞ, Kenan (2003); İnternet Cafeler ve İnternet Bağımlılığı Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma: Diyarbakır Örneği, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Diyarbakır. BÖLÜKBAŞ, Kenan (2003a); “İnternet Cafelere Sosyolojik Bir Yaklaşım”, İnternet ve Toplum Sempozyumu, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi-Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi (www.e-sosder.com), 18 Nisan 2003, Diyarbakır. ÇANKAYA, Ayhan, “Bilişim Suçlarının Dünü Bugünü Ve Türkiye'deki Durumu”, http://www.egm.gov.tr/apk/dergi/28/yeni/web/Ismail_KELES.htm 16.06.04 ÇANKIRILI, Ali, “Eyvah Çocuğum İnternette”, http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=803 12.08.2005 ESGİN, Ali (2000); “Yeni Bir Bağımlılık Türü: İnternet Kafeler ve İşlevleri”, Bilim ve Ütopya, S: 8. GÖNÜL, A. Saffet, “Gelişen İnternet, Bağımlılık ve Biz”, Karizma Dergisi, Ocak-Mart 2003, ss. 31-32 GÖRKEY, Murat vd., “İnternetin Sosyal Etkileri En Liberal Oyuncak: İnternet”, http://www.ise.projesi.com/ 26.02.2004 GÜNEŞ (2003), “S@N@AL SEKS-İnternetin kırmızı noktalı yüzü”, http://www.gunes.com/2003/01/02/yazidizisi/i1.html 15.03.2006 GÜNEŞ, İsmail, “İnternette Güvenlik ve Denetim: Masumiyet Yitiriliyor mu?”, http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=243 15.09.2004 http://mimoza.marmara.edu.tr/~cahit/Yayin/bildiri/inet-tr03/seytan_sanal_olum_gercek_Milliyet.htm 27.02.2004 http://www.ntvmsnbc.com/news/228764.asp, 07.12.2004 http://www.psikolog.org.tr/bulten/13/13_bagimlilik.htm 27.02.2004 http://www.turkiye-avrupa.net/haber/internet/index.cgi?ilk=10&son=20 06.12.2004 HÜRRİYET (1999), “İnternet Hastalığı”, http://arsiv.hurriyetim.com.tr/tatilpazar/turk/99/12/18/eklhab/21ekl.htm 15.03.2006 HÜRRİYET (2002), “İhanetin ‘sanal’ı olmaz”, http://arsiv3.hurriyet.com.tr/haber/0,,sid~1@w~12@tarih~2002-0529-m@nvid~132911,00.asp 15.03.2006 NTVMSNBC, (2003), “Bilgisayar oyunu hastanelik etti”,http://mimoza.marmara.edu.tr/~cahit/Yayin/bildiri/inettr03/Oyun_hastanelik_etti.htm 27.02.2004 ÖZERGIN, Ali, “Kinder und Computer - Nutzen und Gefahren”, die Fontäne Online (April-Juni 2004), http://www.fontaene.de/archiv/nr-24/Kinder_und_Computer_01.htm 09.08.2005 POLAT, Nejla, “İnternetin Alışkanlıklarımız Üzerine Etkileri”, Selçuk İletişim Dergisi Sayı/Number:6, Ocak/January 2002, http://www.iletisim.selcuk.edu.tr/yayinler/dergi/ozet6.htm 26.02.2004 SUBAŞI, Necdet, (2001), “Sanal Cemaat Örüntüleri”, http://www.dergi.org/152001/0213.htm ŞEN, Bilal, “İnternet Suçlarıyla Mücadelede Suç Önleme Anlayışı Ve Bilinçli Kullanıcı”, http://www.misyonhaber.com/index.php/modules.php?name=News&file=article&sid=11 15.03.2006 TUNCER, Nilüfer, http://www.ab.org.tr/ab2000/dokumanlar/kutup-ozet.html 06.12.2004 YILDIZ, M. Cengiz, Kenan Bölükbaş, "İnternet Kafeler, Gençlik ve Sosyal Sapma", İnternet ve Toplum, ed. A.Tarcan vd., Anı yay., Ankara, 2005 YILDIZ, M. Cengiz-Kenan BÖLÜKBAŞ (2002); “Sanal Sohbet: Chat”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi (www.e-sosder.com), Sayı:2, Ekim 2002. YILMAZ, Bülent, “Bilgilenme Hakkı, Eğitim ve Internet”, http://ab.org.tr/ab2000/dokumanlar/kutup-ozet.html 07.12.2004 YÜCEL, Rıfat, “Yeni Bir Salgın Hastalık: İnternet Bağımlılığı ve "Chat" Modası”, http://mimoza.marmara.edu.tr/~cahit/Yayin/bildiri/inet-tr03/Istabip.htm 1 ÇOCUK VE ADOLESANLARDA GÖRÜLEN YEME BOZUKLUKLARININ PSİKOLOJİK YÖNDEN İNCELENMESİ Arş. Gör. Dr. Ayşe Dilek ÖĞRETİR2 Arş. Gör. Dr. Yasemin DEMİRCİOĞLU3 Arş. Gör. Dr. Nurcan YABANCI4 ÖZET Bu çalışmada makalede benlik saygısının vücut imajı kaygısının ve yeme bozuklarının gelişimde önemli bir risk ve koruyucu bir faktör olduğu tartışılmış ve yeme bozukluklarının tedavisinde benlik saygısı yaklaşımının kullanımı açıklanmıştır. Yeme bozukluklarının kronikleşmesi önemli duygusal, fiziksel ve sosyal etkilere neden olur. Yemek bozuklukları, acilen önlenmesi konusunda stratejilere ihtiyaç duyulan psikiyatrik hastalıklar içersinde ölümle sonuçlanma oranı en yüksek olanıdır. 1980’li yılların başında araştırmacılar tarafından yeme problemlerinin önlenmesinde benlik saygısı yaklaşımı adapte edilmiştir. Benlik saygısı ve kendini gerçekleştirme yaklaşımının çalışmalar sonucunda uygun, etkili ve güvenli olduğu desteklenmiştir. Yakın zamanda yapılan çalışmalarda kullanılan benlik saygısının komponentleri olan koruma kontrol yöntemlerinin vücudundan memnun olmama, diyeti kısıtlama, zayıf olma fikrini benimseme ve yeme bozukluğu ile ilişkili davranışları iyileştirdiği ortaya konmuştur. Yeme bozuklukları tedavisi güç olan yaygın ve karmaşık bir bozukluktur. Etiyolojisi ve patogenezi göz önünde tutulduğunda, tamamıyla psikopatolojik olduğu söylenemez. Bu bozukluklarda erken ve gelişimsel psikopatoloji görüşünün uygulanması erken ve koruyucu müdahalelere yol açan önemli bir potansiyeldir. 2 Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi Eğitimi Bölümü, Beşevler/Ankara Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi Aile Ekonomisi ve Beslenme Eğitimi Bölümü, Beşevler/Ankara 3 4 ANAHTAR KELİMELER: Adolesan, vücut imajı, benlik saygısı, yeme bozuklukları, risk ve koruyucu faktörler GİRİŞ Beslenme, büyüme, gelişme ve sağlıklı olarak yaşamın devamı için gerekli olan besinlerin vücuda alınması ve kullanılması olarak tanımlanmaktadır. İyi beslenme alışkanlıkları sağlıklı ve kaliteli bir yaşamın temelini oluşturur. Psikolojik durum insanların beslenme alışkanlıkları ile yakından ilişkilidir. İnsanlar, acıktıkları zaman gereksinim duydukları kadar yemek yemelerine rağmen, üzüntülü, sıkıntılı, sinirli, mutlu ve heyecanlı olma gibi psikolojik durumlar beslenme düzenini etkiler (Bayer, 1984). Araştırmalar; çocukluğunda güven duygusundan yoksun kalan kişilerin, daha sonraki evrelerde bu güven duygusunu, yeme davranışını denetim altına alarak sağlamaya çalıştığını göstermiştir (Croll et al., 2002; Stice, 2002). Obezite, bireylerin ve toplumun estetik kaygıları ve beklentileri dışındaki bir durumun anlatımıdır. Obezite, toplumlarda yüksek sıklıkla görülen, kalıtsal özellikler gösteren, yol açtığı diğer hastalıklar nedeniyle önemli sonuçlar doğuran, önlenmesi ve tedavisi önemlilik taşıyan bir sorundur. Teknolojik olanaklar yaşamı kolaylaştırırken, diğer taraftan sağlık sorunları ve hastalıklar şeklinde bedel ödemelerine yol açmıştır. Yiyeceklerin albenisi, kolay ulaşılabilir olması ve fiziksel aktivitenin azalması sonucunda obezite sıklığı, özellikle çocuk yaşlardan başlayarak hızla artmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü, obeziteyi endemik bir hastalık olarak tanımlamaktadır (WHO, 2000, Candeğer, 2002). Obezitenin önlenmesinde psikolojik yaklaşım önemlidir. Çocuk ve adolesanların kendi kendilerine saygı duymalarının ve kendileri ile barışık olmalarının sağlanması obezitenin önlenmesi ve tedavisinde etkilidir, çünkü bu tür çocuklar kilo problemlerinin sonucu olarak, düşük seviyede kendine saygı duyarlar. Kendine saygının geliştirilmesi ve güçlendirilmesi ile vücut imajı ve yeme bozukluklarına yol açan diğer faktörlerin oluşması arasında ilişki olduğuna inanılmaktadır. Örneğin, kendi imajı hakkında pozitif düşüncelerin geliştirilmesi ve kendine değer verme hissinin oluşması çocuk ve yetişkinlerin vücut şekli ve büyüklüğü konularında daha fazla tatmin olmalarına ve medya tarafından şekillendirilmiş olan gerçekçi olmayan ideal vücut ölçü ve şekilleri konularında bu tür iletilere daha fazla karşı çıkmalarına ve direnç göstermelerine yardımcı olur. Yüksek seviyede kendine saygısı olan çocuklar yeme bozukluklarıyla da yakından ilgili olan alay edilme, eleştirilme, stres ve panik durumlarıyla baş edebilme yeteneğine sahiptirler (Paxton, 2002). Bundan da öte, fiziksel görünümün dışında diğer kendi imajlarını da içeren pozitif kendine saygının gelişimi çocukların hem kendilerinin hem başkalarının karakteristik özelliklerine daha fazla değer vermelerini sağlayabilir. Bu tür kendi imajının oluşması, çocukların mükemmeliyetçi takıntılarını ve çocukların bir kimsenin sevilmesi, kabul edilmesi ve değer verilmesi için mükemmel olmaya çabalamaları ya da mükemmel olmaları gerektikleri şeklinde inanışlarını azaltmaya yardımcı olur. Mükemmeliyetçilik ile vücut imajı ve yeme bozuklukları arasında çok güçlü bir ilişki vardır (McVey et al., 2002; Shissiak and Crago, 2001; Stice, 2002). Bu risk faktörlerinde değişiklik yapılması sonucu genç insanların kendilerini daha fazla oldukları gibi kabul etmeleri ve gereksiz olan mükemmele ulaşma çabaları ile daha az ilgilenmelerini sağlayabilir. Üniversite öğrencisi 783 Türk üzerinde yapılan çalışmada on kişiden birinde (erkeklerin %9.2’sinde, kadınların %13.1) yeme davranışı bozuklukları görülmüştür. Yeme davranışı bozukluğu olanların prevelansı cinsiyetler arasında önemli farklılık göstermemiştir. Kovaryans analizi sonucunda yeme davranışı bozukluğu görülenlerde benlik saygısı düşük, sosyal fizik kaygısı yüksek ve kaygı düzeylerinin normal yeme davranışı olanlara kıyasla yüksek olduğu bulunmuştur. Yeme davranışı bozukluğu prevelansının Türk adolesanlarda yüksek olduğu, bozuk yeme davranışlarının çeşitli psikolojik karakteristiklerle ilişkili olduğu sonucuna varılmıştır (Baş ve ark., 2004). Yeme bozuklukları Aneroksia Nevroza (AN), Bulimia Nevroza (BN) ve yeme nöbeti gibi EDNOS (spesifize olmayan yeme bozuklukları) şeklinde gruplandırılmıştır. Son yıllarda yoyo sendromu gibi yeme davranışı bozuklukları da tanımlanmıştır. Yoyo Sendromu: Devamlı zayıflayıp ağırlık artışı tekrarına yoyo sendromu denir. Yoyo sendromunda çocuklarda başarısızlık duygusu çok görülürken, vücut diyete uyum gösterir, vücut ağırlığı yağ olarak tekrar kazanılır. Bunu önlemek için çocuğun vücut ağırlığı konusunda gerçekçi hedefler konmalıdır (Wadden and Stunkard, 2003). Yeme Nöbeti (Binge Eating Disorder): Obez kişilerin zayıflamak için 1-2 gün çeşitli yöntemleri denemeleri ve sonra tekrar aşırı yemek yemeleri durumudur. (Whitney and Rolfes, 2002). AN minimal vücut ağırlığını korumayı reddetme ile karakterizedir. Hastalıkta ciddi bir biçimde kilo alımından korkulmaktadır. Batı ülkelerinde AN insidansı %0.5-1 ve BN insidansı %1-3 (American Psychiatric Asociation, 1994; Lytle, 2002), Amerika’nın doğusunda 1965 öğrenci üzerinde yapılan araştırmada BN kızlarda %1-3, erkek %0.1, Texas Üniversitesindeki öğrencilerde BN kızlarda %1.3, erkeklerde %0.2 oranında bulunmuştur (Schotte et al., 1987). Batı toplumunda düşük benlik saygısı, çocuk istismarı ve düşük gelir düzeyi yeme bozukluklarının oluşumundaki risk faktörleridir. Yeme bozukluğu etiyolojisinde kültürel ve sosyal faktörler önemlidir. Bu bozukluklar batı toplumlarının karakteristik özelliğidir ve nadiren diğer toplumlarda da görülmektedir. Batı toplumunda gözlenen sosyo-kültürel baskılar, kadının cinsiyet rolünde fiziksel görünüşün önemli olması, aşırı zayıf kadın modelinin ideal vücut imajı olması ve kadının fiziki görünümünün sosyal başarı üzerine etkisi yeme bozukluklarının gelişiminde risk faktörüdür. AN’nın teşhisi BN’ya kıyasla daha kolaydır. Çünkü AN’da fiziksel değişiklikler nettir. Fakat BN’da hastalar normal ağırlıklarında olabilir veya olmayabilir. Bu nedenle, AN’nın aksine teşhisi daha güçtür. Buna ilave olarak, BN’lı hastaların tedaviyi kabul etme oranları daha düşüktür. (Kugu ve ark., 2006). Anoreksia Nevroza (AN): Bireyin beden imgesinin (kendi bedenini algılamasının) bozulması ve sonuçta kendisini kilolu algılaması, beslenmeyi reddetmesi, bu nedenlerle de aşırı kilo kaybına uğraması olarak tanımlanabilir. Anoreksia nevroza, yoğun şişmanlık korkusunun egemen olduğu, beden algısının bozulması, kendini aşırı kilolu olarak algılama, aşırı kalori kısıtlaması ve oburluk dönemlerinin birbirini izlemesi, aşırı fiziksel aktivite, kendini toplumdan izole etme, hastalığı reddetme ve kadınlarda amenore ile karakterize bir yeme bozukluğudur (Nelson, 1996; Gelder et al., 1989). Anoreksia’nın sözlük anlamı iştah kaybıdır. Nervosa ise sözlük anlamı olarak emosyonel (duygusal) nedenlere işaret etmektedir. Aslında hastalığın ismi kendisi ile zıtlık taşımaktadır çünkü pek çok anoreksia hastası yemeye karşı ilgisini ve iştahını kaybetmez. Tam tersi, kendileri yememelerine rağmen iştahları açıktır ve sürekli olarak yemekle ilgilenirler: yemek tarifleri okuma, ailelerine özenle yemek hazırlama gibi. Ancak hastanın yemek yemeyi ısrarla reddetmesi sonucu gelişen kilo kaybı yaşamını tehdit edecek düzeye ulaşabilir. Ruhsal bozukluklar içinde ölümle sonuçlanabilecek nadir bozukluklardan birisidir. Anoraksialı insanların; açlıktan ölmemekle, kilo almak arasında bir seçim yapmak gibi bir ikilem yaşadıkları görülmektedir. Gittikçe, daha az yiyerek ve daha fazla eksersiz yaparak kişi güç kaybeder, yorgun ve zayıf düşer. Dikkatini toplamakta zorlanır ve depresyona girer. Çünkü aslında, Anoreksia nervoza, bir şekilde kendini açlığa tutsak etmedir (Sinirlioğlu, 2006). Bulimia Nevroza (BN): Bulimia nervoza ise oburluk ataklarının en az iki kere tekrarı ve bu durumun 3 ay veya daha uzun süre devam etmesi, oburluk ataklarına bağlı olarak aşırı kilo alımı, kilo almayı önleme girişimleri, beden imgesine aşırı ilgi olmasına karşılık şişmanlık korkusu olmaması, beden algılamasının bozulmaması, oburluk ataklarının kontrolü dışında olması, sıkıntısını başkalarıyla paylaşabilme ve hekimin yardımına karşı çıkmama ile karakterize bir yeme bozukluğudur (Nelson, 1996; John et al., 1988; Harrison et al., 1989). Tarihsel gelişim sürecine bakıldığında yaklaşık 400 yıl önce tanımlanmış olan yeme bozuklukları, özellikle Avrupa ve Amerika’da son yıllarda araştırmacıların ilgi odağı olmuştur. Tüm bu çalışmalara karşın, yeme bozukluklarının etiyolojisi henüz belirsizliğini korumakta olup, araştırmalar genetik ve biyolojik, psikolojik ve sosyal etkenlerin göreceli etkileşimi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Öne sürülen etiyolojik modellerin hiçbiri diğerlerini dışlayamamakta ve tek bir etiyolojik model üzerinden yürütülen tedavi yöntemlerinin başarıyla sonuçlanması da, hastalığın etiyolojisini göstermekten çok, yalnızca modele destek olabilmektedir. Son yıllarda ise bu hastalıkların genetik bileşenleri dikkat çekmeye başlamıştır. Aile ve genetik çalışmaları, önceleri kalıtımsal bir hastalık olarak tanınmayan yeme bozukluklarına yatkınlıkta, genetik etkenlerin rolünü vurgulamaktadır. Ayrıca, klinik fenotiplerinin tutarlı biçimde tanımlanabilmeleri de yeme bozukluklarını diğer birçok psikopatoloji gibi genetik çalışmalara uygun kılmaktadır. Ancak, kültürel etkenlerin de kilo ve görünüm üzerindeki etkili olması ve yeme bozukluklarının ağır formlarının göreceli olarak az görülmesi; genetik, biyolojik ve çevresel etkenlerin risk ve patogenez üzerine önemli bir katkısı olduğunu düşündürmektedir (Kuruoğlu, 1995). Yeme davranışı bozukluklarında genetik yatkınlığın inkâr edilmemesi gerektiği ve medyanın da önemli bir kültür etkisi oluşturduğu ortaya konulmuştur. Medya, oyuncak sanayi ve benzeri pek çok yolla, çok küçük yaştaki çocuklara, ideal beden imajları sunarak, topluma diyet yapmayı, sosyal bir beklenti olarak zorla benimsetmeye çalışmaktadır (Anon, 2006). Risk faktörlerine maruz kalınan gelişimsel dönemde psikiyatrik problemlerin ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir. Çünkü bu dönemde meydana gelebilecek rahatsızlıkların ortaya çıkması ileride nitel değişikliklerin olmasına ve hayatın ileri dönemlerinde normal gelişme sürecinin tamamlanmasını engel olabilir. Örneğin, adolesan dönemi genç kızlarda yeme bozukluklarının görülmesi açısından kritik bir dönemdir. Vücut imajı gelişiminde rastlanabilecek sıkıntı ve kilo ile aşırı ilgilenme adolesan dönemi öncesinde çok az rastlanır. Genç kızlar adolesan dönemi sürecine girdiği ve normal vücut yağ dokusuna sahip olması sonucu sosyal bakış açısının da etkisi ile ideal kadın vücut yapısı ile karşı karşıya kalır. Eğer genç kızların vücutları ideal vücut imajına uymaması durumunda hemen negatif vücut imajı ile karşı karşıya kalabilirler. Bu negatif vücut imajının oluşması ile aynı zamanda kişilerde birçok psikososyal değişiklikler de görülebilir. Bu dönemde ebeveynlerin gençler üzerindeki etkisi azalmaya başlar ve arkadaş grubunun etkisi artar. Bunun sonucu olarak, arkadaşları ile ilişkileri sonucunda birkişinin yükselen bir kendi imgesi oluşur. Bu kritik gelişimsel dönemde negatif vücut imajının oluşması diğer gelişim dönemleri ile kıyaslandığı zaman ileriki dönemlerde yeme bozukluklarının oluşma riskini arttırır. Risk faktörlerinin nasıl psikiyatrik bozukluklara yol açtığının açık bir şekilde anlaşılması karmaşıktır. Fakat önemli bir nokta, psikopatolojinin herhangi bir tipinin tüm örnek-olaylarda tek bir faktör olarak en önemli faktör olması mümkün değildir. Tam tersine birden fazla ve çoklu faktörün karışması sonucu önleyici faktörler zaman içinde bu faktörlerden etkilenirler. Bu durum neden bir kimsenin psikiyatrik bozukluklara maruz kalırken diğer bir kişinin bu bozukluklardan etkilenmediğini açıklar. Avustralya’da uzun zamanlı bir çalışma olan Martin et al. (2000) yüksek negatif duygusallık ve çocukluk (3-4 yaşlarından başlayan) dönemindeki düşük ısrarcılığın yeme ve vücut imajı konularında risk durumunu arttıran faktörler olduğunu göstermiştir. Yüksek negatif duygusallık ve düşük ısrarcılık arasındaki ilişkinin varlığı özellikle genç kızlarda çok güçlüdür. Kızlardan vücut imajları açısından en yüksek derecede tatminsiz olanların en yüksek seviyede negatif duygusallığa sahip olduğu belirlenmiştir. İspanya’da yapılan benzer bir çalışmada ise yeme bozukluklarının oluşmasında düşük benlik saygısının yer aldığı belirlenmiştir (Gual et al., 2002). Bazı anne-baba ve bebek karakteristikleri erken çocukluk döneminde yeme sıkıntılarının doğmasının ön evresi olduğu bulunmuştur. Bebeklik döneminde annenin BKİ’si çocukların ilk 5 yaş döneminde kısıtlayıcı yeme alışkanlıklarının doğması ile ilişkilidir. Anne babaların kendi bedenlerinden tatmin olmamaları, bulimik belirtiler, yüksek BKİ ve obezitenin bulunması gizli yeme alışkanlığının ortaya çıkacağını tahmin etmemizi sağlar (Stice et al., 1999). Kötü adapte olmuş anne-baba davranışlarının çok önemli bir şekilde yeme bozukluklarına yol açtığı görülmüştür. Düşük anne baba şefkati, düşük anne-baba iletişimi, anne-baba ile az zaman geçirme, anne-babanın eğitim durumunun düşük olması, adolesan ve erken çocukluk dönemlerinde ortaya çıkan birçok yeme bozuklukları ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Kısaca, çocuklukta yaşanan zıtlıklar yeme bozuklukları, yeme ve kilo problemlerinin oluşma riskini arttırır (Johnson et al., 2002). Ward et al.(2001), anoreksik annelerin çoğunluğunda güvensizlik olduğunu bulmuştur. Anoreksik kişiler ve annelerinin çözümlenmemiş travma veya psikolojik sorunları olduğu ve bunun özellikle annelerde daha yüksek olduğu saptanmıştır. Agras, Hammer ve McNicholas (1999), yaptıkları bir çalışmada, yeme bozukluğu olan annelerin çocuklarının yeme alışkanlıklarına karşı yeme bozukluğu olmayan annelerin çocuklarına karşı gösterdikleri ilgiden daha fazlasını gösterdiklerini bulmuşlardır. Schur et al. (1999), ilköğretimde okuyan çocukların % 50’sinin kilo kaybetmek istediklerini, % 16’sının kilo vermek için çabaladıklarını ve % 75’inin ise ailesinden diyet konusunda bilgi aldıklarını rapor etmişlerdir. Ayrıca kızların % 20’sinin ve erkeklerin % 8’inin 12 yaşında diyet yapma ve aç kalma şeklinde yeme alışkanlıkları oldukları bildirilmiştir. Kısıtlanmış çocukların daha az yemek yedikleri ve anne-babaları tarafından yeme alışkanlıkları üzerinde daha fazla kontrole maruz kaldıkları belirtilmiştir. Daha az öğün yemek yiyen ve daha fazla abur-cubur tüketen çocukların daha fazla anne-baba kontrolü altında oldukları bildirilmiştir. Buna ilave olarak, anne-baba tarafından çocuklarının yeme alışkanlıkları konusunda direkt kontrolü altında olmaları anne-babanın sadece yönlendirmesi ve model olmasına göre çocukların yeme alışkanlıklarını ve vücut yapıları konusundaki tutum ve davranışların daha fazla etkilediği saptanmıştır (Smolak, 1999). Bu nedenle Batı kültürlerinde genç çocukların sağlık ve kilo bilinci konusunda daha erken dönemde bilinçlenmeye başladıkları görülmektedir. Bu tür etkilenmenin yeme bozuklukları oluşturmasında yeterli fakat gerekli bir nedensel faktör olduğu açıktır. Bu tür nedensel faktörlere rağmen birçok çocuk yeme bozuklukları ile hayatları boyunca hiç karşılaşmayabilirler. SONUÇ ve ÖNERİLER Yeme bozuklukları yüzyılı aşkın bir süredir tanınmasına karşın, özellikle 1980'li yıllardan bu yana daha çok tartışılan ve araştırılan bir psikiyatrik hastalık grubudur. Anoreksia nervoza ve bulimia nervoza yeme bozuklukları grubunda yer alan başlıca iki ruhsal hastalıktır. Her ikisinin de tedavileri tartışmalıdır ve tedavide birçok psikoterapi yönteminin bir arada uygulanması önerilmektedir (Güldal, 1999). Yeme davranışı bozukluklarında temel ilke hasta ve ailenin psikiyatrik tedavisinin sağlanmasıdır. Bunun yanında psikiyatrik tedaviye paralel olarak beslenme tedavisi de önemlidir. Yeme bozukluklarının tedavisinde, davranış değişikliği önemli yer tutar. Okullarda; çocuklara, anne ve babalara abur cubur besinlerin çok fazla tüketilmemesi ile ilgili eğitim verilmeli, çocukların daha sağlıklı besinleri seçmeleri ve bu besinlere çocukların okulda kolay ulaşmaları sağlanmalıdır (Sullivan et al., 2002). Yeme davranışı bozukluklarının önlenmesinde psikolog, doktor, diyetisyen başta olmak üzere sağlık çalışanları, aileler ve öğretmenlere büyük görevler düşmektedir. Çocuk ve gençler doğru vücut imajı, sağlıklı beslenme konusunda mutlaka bu konuda uzmanlaşmış bir ekip tarafından eğitilmelidir. KAYNAKLAR Agras S, Hammer L, McNicholas F. (1999). A prospective study of the influence of eating disordered mothers on their children. International Journal of Eating Disorders 25:253-262. American Psychiatric Asociation (1994). Diognostic and Statistical Manual ofmental disorders. 4th edn. Washington, DC: American Psychiatric Press. Anon.(2006)http://pdram.emu.edu.tr/tasarim_tr_1/beslenmebozukluklari.htm. Baş M. Aşçı H.F. Karadudak E. Kızıltan G. (2004). Nutritional status of university students with binge eating disorders. Adolescence 39:593-599. Bayer AE. (1984). Eating out of control: Anorexia and bulimia in adolescents. Child Today, 7-11. Behrman;Kliegman: Nelson (1996).Essential of Pediatrics, İngilizce 2. Baskıdan Türkçeye Çevrilmiş 1. Baskı, Türkçe Çeviri Editörü: Muzaffer Tuzcu, Chapter: 2. Candeğer Y. (2002). Sağlıklı Beslenme Kitabı. Elit Ofset Matbaacılık, İzmir. Croll J. Neumark-Sztainer D. Story M. Ireland M. (2002). Prevalence and risk and protective factors related to disordered eating behaviors among adolescents: Relationship to gender and ethnicity. Journal of Adolescent Health 31(2), 166-175. Gelder M. Gath D. Mayou R. (1989). Disorders of Eating, Oxford Textbook of Psychiatry. Gual P. Perez Gasper M. Martinez-Gon-Zalea M. (2002). Self-esteem, personality, and eating disorders: baseline assessment of a prospective population-based cohort. International Journal of Eating Disorders 31:261-273. Gürdal A.(1999). Yeme Bozuklukları ve Tedavisi. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 9(1): 21-27. Harrison G. Pope, Jr MD; James I. Hudson MD. (1989). Eating Disorders, Kaplan Textbook of Psychiatry, Chapter: 39. John A. Talbott MD. Robert E. Hales MD. Stuart C. Yudofsky MD. (1988). Eating Disorders, Textbook of Psyhiatry Chapter: 23. Johnson J. Cohen P. Kasen S. Brook J. (2002). Childhood adversities associated with risk for eating disorders or weight problems during adolescence or early adulthood. American Journal of Psychiatry 159:394-400. Kugu N. Akyüz G. Doğan O. Ersan E. İzgic F. (2006). The prevalence of eating disorders among university students and the relationship with some individual characteristics Australian and New Zealand Journal of Psychiatry 40:129-135. Kuruoğlu AÇ. (1995).Yeme bozuklukları. Psikiyatri, Psikoloji, Psikofarmakoloji Dergisi, 3 (Ek 4):7-22. Lytle LA. (2002). Nutritional issues for adolescents. J. Am. Diet. Assoc. 102 (3S): S8-S12. Martin G. Wertheim E. Prior M. (2000). A longitudinal study of the role of childhood temperament in the later development of eating concerns. International Journal of Eating Disorders 26:150-162. McVey L. Pepler D. Davis R. (2002). Risk and protective factors associated with disordered eating during early adolescence. Journal of Early Adolescence, 22(1), 75-95. Paxton SJ. (2002). Research review of body image programs. An overview of body image dissatisfaction interventions. Melbourne, Victoria: Victorian Department of Health and Human Services. Schotte DE. Stunkard AJ. (1987). Bulimia vs bulimic behaviours on a college campus. Journal of the American Medical Association. 258:1213-1215. Schur E. Sanders M. Steiner H. (1999). Body dissatisfaction and dieting in young children. International Journal of Eating Disorder 27:74-82. Shisslak CM. Crago M. (2001). Risk and protective factors in the development of eating disorders. In JK. Thompson and L. Smolak (Eds.) Body image, eatingdisorders and obesity in youth (103-125). Washington, DC: American Psychological Association. Sinirlioğlu H (2006). Yeme Bozuklukları. http://www.mcaturk.com/eriskin_yeme_bozukluklari.htm. Smolak L. Levine M. Schermer F. (1999). Parental input and weight concerns among elementary school children. International Journal of Eating Disorders 25:263-271. Stice E. (2002). Risk and maintenance factors for eating pathology: A meta-analytic review. Psychological Bulletin, 128(5), 825-848. Stice E. Agras W. Hammer L. (1999). Risk factors for the emergence of childhood eating disturbances: A five-year prospective study. International Journal of Eating Disorders 25:375-387. Sullivan DK. Legowksi PA. Jacobsen DJ. (2002). A low-fat after school snack improves the nutritional quality of elementary school children’s diets. Journal of American Dietetic Association 102 (5): 707-709. Wadden TA. Stunkard AJ. (2003). Obezite Tedavi El Kitabı, I. Cilt,(Çeviri Edt: M. Kahramanoğlu, Yayın Edt: Dursun, A.N.), Roche Müstahzarları San. A.Ş., İstanbul. Ward A. Ramsey R. Turnbell S. (2001). Attachment in anorexia nervosa: a transgenerational perspective. British Journal of Medical Psychology 74:497-505. Whitney EN. Rolfes SR. (2002). Understanding Nutrition, 9th Edition, Wadsworth & Thomson Learning, USA. WHO (2000), Obesity: Preventing and Managing the Global Epidemic, WHO Tecnical Report Series: 894, Geneva. KÜRESEL RİSK TOPLUMUNDA SOSYAL HİZMETLERİN ÖNEMİ Yrd.Doç.Dr. Vehbi BAYHAN* ÖZET Risk Toplumu kavramı, sanayi toplumu ve modernizm sonrası aşamayı ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Risk toplumunda, olası ve olan riskleri şu şekilde sınıflandırmak olanaklıdır: 1-Ekolojik Riskler: Nükleer savaş tehdidi, küresel ısınma, ozon tabakasının incelmesi, doğal riskler ( deprem, sel, yangın vb. ) 2-Sosyal Riskler: Ailenin dönüşümü ( postmodern aile örüntüleri; boşanmaların artışı, tek ebeveynli aileler, yanlızlık, yabancılaşma ), işsizlik, sosyal tabakalar arası uçurum, ülkeler arası gelir uçurumu, insanların mahremiyetine medya ve İnternet vasıtasıyla tecavüzün artması. 3-Teknolojik Riskler: Kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar, manyetik kirlenme. 4-Kültürel Riskler: Hayat alanlarının Amerikanlaşması ( medya ve sinema vasıtasıyla Hollywood kültürünün bütün ülkeleri etkilemesi ), kültürel çatışma, fundamentalizm, etnosentrizm, tekdüze olma, homojenleşme. 5-Siyasal Riskler: Bölgesel çatışma ( Ortadoğu’daki İsrail-Filistin çatışması ), savaş, gelişmiş ülkelerin hegemonyası ( ekonomik ve siyasal bağımlılık ), ulusaşırı kuruluşların ülke politikalarını yönlendirmesi ( IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği vb. ), terörizm. Risk toplumunda sosyal riskleri, özellikle toplumun küçük modeli ve çekirdeği olan ailedeki dönüşümlerden kaynaklanan sorunları azaltmak için, 21. Yüzyılda sosyal hizmetlerin önemi daha da artmaktadır ve artacaktır. Bu bağlamda, aile terapisi ve aile danışmanlığı, koruyucu sosyal hizmetlerin organizasyonunun devlet tarafından yapılması önem taşıyacaktır. Mutlu aile mutlu toplum, mutsuz aile mutsuz toplum demektir. Eğer, ailede sorun varsa toplumda da sorun mevcuttur. Sosyal riskleri önceden tespit edip, riskleri azaltma projeleri yapılmalıdır. BİLDİRİ “Risk Toplumu” terimini ilk kullanan Alman Sosyolog Ulrich Beck’tir. Risk Toplumu kavramı, sanayi toplumu ve modernizm sonrası aşamayı ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Beck ve Giddens’in, modernizm sonrası oluşan yapıyı ifade etmek için kullandıkları bir diğer kavram ise “düşünümsel modernleşme” kavramıdır. Buradaki düşünümselliğin anlamı, toplumun kendi kendisiyle karşı karşıya gelmesi, yüzleşmesidir. Düşünümsel modernleşme, risk toplumu yapılanmasını getirir. Risk toplumu, modern sanayi toplumunun yenilenme dinamiğinin yaratmış olduğu toplumsal, ekolojik ve bireysel risklerin gitgide sanayi toplumunun denetim ve emniyet kurumlarının etki alanından çıktığı bir aşamadır. Risk toplumuyla birlikte, klasik sanayi toplumunun temel çelişkilerini oluşturan, toplumsal “nimetlerin” (gelir, iş sahası, sosyal güvenlik) paylaşımıyla ilgili ve buna elverişli kurumlarda çözülmeye çalışılmış olan çatışmalar, toplum tarafından aynı anda yaratılan “şerrin” paylaşımına ilişkin çatışmalar tarafından gölgede bırakılır. Bu * İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü durum, şerrin paylaşımından doğan üstlenme çatışmaları olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda, değerlerin üretimine eşlik eden risklerin –nükleer ve kimyasal ileri teknoloji, genetik mühendisliği araştırmaları, çevre tehdidi ve Batılı sanayi toplumunun dışında yaşayan insanlığın giderek sefilleşmesi- sonuçları nasıl paylaşılacak, nasıl bertaraf edilecek, yönetilecek ve meşrulaştırılacaktır? Risk toplumu kavramı, sanayi toplumunda şimdiye kadar sorumluluk bilinci, güvenlik, denetim, zararların sınırlandırılması ve zararların paylaşımı konusunda üretilen tehditlerin ağır bastığı modernlik evresi anlamına gelir. Risk toplumunda, olası ve olan riskleri şu şekilde sınıflandırmak olanaklıdır: 1-Ekolojik Riskler: Nükleer savaş tehdidi, küresel ısınma, ozon tabakasının incelmesi, doğal riskler (deprem, sel yangın vb.) 2-Sosyal Riskler: Ailenin dönüşümü (postmodern aile örüntüleri; boşanmaların artışı, tek ebeveynli aileler, yanlızlık, yabancılaşma), işsizlik, yoksulluk, sosyal tabakalar arası uçurum, ülkeler arası gelir uçurumu, insanların mahremiyetine medya ve İnternet vasıtasıyla tecavüzün artması (George Orwel’in “1984” romanında tasarladığı “Big Brother”in benzerinin yaşanması tehlikesi olasılığı). 3-Teknolojik Riskler: Kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar, manyetik kirlenme 4-Kültürel Riskler: Hayat alanlarının Amerikanlaşması (medya ve sinema vasıtasıyla Hollywood kültürünün bütün ülkeleri etkilemesi), kültürel çatışma, fundamentalizm, etnosentrizm, tekdüze olma, homojenleşme 5-Siyasal Riskler: Bölgesel çatışma (Ortadoğu’daki İsrail-Filistin çatışması), savaş, gelişmiş ülkelerin hegemonyası (ekonomik ve siyasal bağımlılık), ulusaşırı kuruluşların ülke politikalarını yönlendirmesi (IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği vb.), terörizm. Sosyal alanlarda yaşanan risklerden, evlilik ve ailenin dönüşümü önem taşımaktadır. İki ya da üç kuşak önce insanlar, evlendiklerinde nasıl bir süreç yaşayacaklarını bilirlerdi. Ancak, geleneksel yapı çözülmeye başlayınca, insanlar evlendikleri ya da bir ilişkiye başladıkları zaman, evlilik ve aile kurumlarının değişmiş olması nedeniyle, yaptıkları şeyin ne olduğunu tam bilmedikleri şeklinde bir duyguya kapılır oldular. ABD ve Britanya gibi toplumlara “çok boşanma, çok evlilik” toplumları adı verilmektedir. ABD ve Avrupa’da 18-35 yaş arasındaki kadınların dörtte biri kadarı, çocuk yapmaya niyetli olmadıklarını söylemektedirler. Ayrıca evlilik dışı çocuk yapma artmıştır. Bu bağlamda, 1990 ile 1994 arasında ABD’de doğan çocukların %53’ü evlilik dışı gerçekleşmiştir. Anneliğin evlilikten ayrılması “ailenin geleceği” konusundaki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. ABD’de çocuğunu tek başına büyüten insanların oranı çok yüksektir, çünkü evlilik dışı birlikteliklerin, boşanmanın oranları yüksek, birlikte yaşama oranları ise görece düşüktür. İngiltere’de 7 milyon yetişkin yalnız yaşıyor. Bu 40 yıl önceki sayının üç katıdır. Social Trends dergisi, 2020 yılında tek kişilik hanelerin, toplam nüfusun yüzde 40’ına varacağı tahmininde bulunmaktadır. Bu durum, bilişim toplumlarında “postmodern aile örüntüleri”nin yapısını vermektedir. Risk toplumunda sosyal riskleri, özellikle toplumun küçük modeli ve çekirdeği olan ailedeki dönüşümlerden kaynaklanan sorunları azaltmak için, 21. Yüzyılda sosyal hizmetlerin önemi daha da artmaktadır ve artacaktır. Bu bağlamda, aile terapisi ve aile danışmanlığı, koruyucu sosyal hizmetlerin organizasyonunun devlet tarafından yapılması önem taşıyacaktır. Mutlu aile mutlu toplum, mutsuz aile mutsuz toplum demektir. Eğer, ailede sorun varsa toplumda da sorun mevcuttur. Sosyal riskleri önceden tespit edip, riskleri azaltma projeleri yapılmalıdır. SONUÇ VE ÖNERİLER 21.Yüzyıl küresel risk toplumunda, dezavantajlı gruplar veya sosyal risklerden etkilenen kesimler (yoksullar, yoksul birey ve aileler, çocuklar, yaşlılar, engelliler, kadınlar) sosyal hizmetler ve rehberlik hizmetine ihtiyaçları bulunan sosyal gruplardır. Dolayısıyla, önceliği bu sosyal gruplara vermek üzere, sosyal hizmet uygulamalarının devlet tarafından eşgüdümlenmesi ve denetiminin yapılması gerekmektedir. Sosyal refah devletinin sonu söylemleri ile uygulanan piyasa sistemine dayanan toplumsal yapıda, dezavantajlı gruplar toplum dışına itilme tehlikesini taşımaktadır. Sosyal devletin işlevini yerine getirmesi önem taşımaktadır. Toplum bir bütün olduğuna ve toplumdaki dezavantajlı gruplar toplumdan soyutlanamayacağına göre, devlet sosyal hizmetlere gereken önemi vermek zorundadır. Sosyal riklere karşı şu öneriler ifade edilebilir: 1- Sosyal değişim sürecinde, toplumsal ve kültürel yapımızda değişip dönüşmektedir. Aynı zamanda, ailenin dönüştüğü de görülmektedir. Kentleşme ve küreselleşme, daha bireyci ve çıkarcı bir davranış modeli üretmektedir. Dolayısıyla, risk toplumu gerçeğinde, riskleri ve tehlikeleri önceden görüp, araştırıp önlem almak gerekmektedir. Bunun için de, sosyolojik araştırmaların çoğalması ve desteklenmesi, icra makamındaki kurumların da, sosyal sağaltım projelerini üretmesi ivedi görülmektedir. 2- Başta aileden sorumlu Devlet Bakanlığı olmak üzere, diğer Bakanlıklar ile eşgüdüm içinde, kentsel alanlarda “Sosyal Danışma ve Destek Merkezleri” kurulmalıdır. Bu merkezlerde, sosyal hizmet uzmanları, psikologlar ve sosyologlar eşgüdüm içinde görev yapmalıdır. 3- Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurulan “Gençlik Merkezleri”nin işlevleri ve kapsayıcılığı artırılmalıdır. Yerel yönetimlerin de “Gençlik Merkezleri”oluşturmaları zorunluluk haline getirilmelidir. Gençlik Merkezleri, özellikle çocuk ve gençleri sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler ile olumlu yönde yetişmelerine katkıda bulunmalıdır. 4- Halk eğitim faaliyetleri yeniden organize edilmeli. Yaz tatillerinde boş olan okullardan yararlanılarak, “yaygın eğitim ve meslek kazandırma” için projeler geliştirilmelidir. 5- Devlet Bakanlığı’nın sokakta kalanlar için kurduğu “Çocuk ve Gençlik Merkezleri” sayısı ve işlevi arttırılmalıdır. 6- Mutlak yoksullara ve dezavantajlı gruplara, hayatlarını sürdürebilecekleri yardım “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları” tarafından verilirken, özellikle genç işsizlere istihdam yaratıcı eğitim verilmelidir. Dolayısıyla, “balık vermek değil balık tutmayı öğretmek” temel hedef olmalıdır. 7- Sosyal Hizmetler Yasa tasarısında, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü merkez ve taşra teşkilatlarında “Sosyolog Kadrosu” ihdas edilmelidir. Sosyal Hizmetler Yasa tasarısında, Adalet Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu ve 20.07.2005 tarih ve 5402 sayılı “Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu” örnek alınabilir. Bu yasada, psikolog ve sosyal çalışmacı yanında, sosyolog kadrosu ihdas edilmiştir. Çocuk yuvaları, yetiştirme yurtları ve huzurevleri ile yeni yapılanacak olan koruyucu aile sisteminde sosyologlar; sosyal araştırma yapmalı, sosyal hizmet işleyişini izleyip denetlemelidir. Böylece, olası problemler önceden belirlenip önlemler alınabilir. Sosyologlar, araştırma, gözlem yapma ve izleme yanında; kurum içindeki ve dışındaki halkla ilişkiler faaliyetini de yürütebilirler. Sosyologlar, kurum içindeki çalışanların birbiriyle uyumu, görevlilerin hizmet verilen bireylerle (çocuk, genç ve yaşlı) uyumlu etkileşimi, sosyal faaliyetler, rehberlik, kurumun halkla ilişkileri vb. görevleri yapacak donanımda yetiştirilmektedir. Sosyal hizmetler, sosyolojik bakış açısı ve uygulaması olmadan başarılamaz. Bunun için de, sosyal hizmetler alanında sosyologların istihdamının önemi yadsınamaz bir gerçekliktir. Sosyal hizmetler kurumlarında, sosyologların istihdamı önemli bir boşluğu dolduracaktır. İnsanımıza ve toplumumuza önem veriyorsak ve sağlıklı bir toplum istiyorsak, sosyologlara gereken önemi vermek zorundayız. Çağdaş toplumlarda sosyologların önemli işlevleri vardır. İnsanların olduğu her ortam, sosyologların da profesyonel olarak bulunmaları gereken yerlerdir. Sosyolog kadro kanununun çıkarılması konusunda, 18-20 Mayıs 2004 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen IV. Aile Şurası’nda kabul edilen ve “Kent Yoksulluğu ve Aile Komisyonu”nun sonuç raporundaki öneri şu şekildedir: “Başta aileden sorumlu Devlet Bakanlığı olmak üzere, diğer Bakanlıklar ve yerel yönetimler ile eşgüdüm içinde, kentsel alanlarda “Sosyal Danışma ve Destek Merkezleri” kurulmalı ya da bu amaçla hizmete açılmış olan “Toplum Merkezi”, “Aile Danışma Merkezi” gibi kuruluşlar yaygınlaştırılmalıdır. Bu merkezlerde, sosyal hizmet uzmanları, psikologlar, sosyologlar, avukatlar, ev ekonomisti ve çocuk gelişim uzmanları eşgüdüm içinde görev yapmalı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, “Sosyolog Kadro Kanunu”nun hazırlanarak çıkartılması ve bu bağlamda kurumlar için gerekli olan meslek elemanlarının özendiriciliğinin sağlanması.”(IV.Aile Şurası Kararları, 18-20 Mayıs 2004, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara). Aile Şurası’nın yapılış gayesi, durum saptama ve önerilerden hareketle politika geliştirme olmalıdır. Bizzat, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın düzenlediği IV. Aile Şurası’nda alınan her karar önemsenmelidir. Aile Şurası’nda alınan kararda önerilen yapılanmalar yanında, yeni hazırlanan yasa tasarısında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumları’nda sosyologların istihdamının önünü açmak, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkisindedir. Sosyal bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, sosyal hizmetler alanında sosyologlara görev vermesi bir gerekliliktir. Son tahlilde, sosyal hizmetler alanında, sosyal çalışmacının istihdamının gerekliliği yanında, sosyologların da istihdam edilmesi önem taşımaktadır. Çünkü, sosyal çalışmacı, psikolog ve sosyolog birbirini tamamlayan meslek gruplarıdır. KAYNAKÇA Bayhan, Vehbi (2002): “Risk Toplumu”, Doğu Batı, Sayı:19, Ankara Bayhan, Vehbi (2003) : “ Küresel Risk Toplumunda Eşitsizlikler”, IV. Ulusal Sosyoloji Kongresi, 16-18 Ekim 2003, Cumhuriyet Üniversitesi, Sivas Bayhan, Vehbi (2004) : “ Kent Yoksulluğu ve Gençlik”, IV. Aile Şûrası, 18-20 Mayıs 2004, Ankara Beck, Ulrich (1992): Risk Society: Towards a New Modernity, Sage, London. Beck, Ulrich (1999): Siyasallığın İcadı, (Çev: N.Ülner), İletişim Yay., İstanbul Beck, Ulrich ( 1999): Worl Risk Society, Polity Press, London Beck, Ulrich (2001): “The Fight for a Cosmopolitan Future”, New Statesman, London, Nov 05, 2001 Fukuyama, Francis (2000): Büyük Çözülme (Çev:Z.Avcı-A.T.Aydemir), İstanbul Furedi, Frank (2001): Korku Kültürü, (Çev:B.Yıldırım), Ayrıntı yay., İstanbul Giddens, Antony (2000): Elimizden kaçıp Giden Dünya, (Çev: O.Akınhay), Alfa Yay., İstanbul Maushart, Susan (2002): “ Kusursuz Çift” Wifework (Kadın İşi), The Observer, Radikal İki, 13.01.2002 Ungar, Sheldon (2001): “Moral Panic Versus The Risk Society: The Implications of The Changing Sites of Social Anxiety”, The British Journal of Sociology, Jun 2001. BOŞANMIŞ AİLEDEN GELEN ÇOCUKLAR ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Uğur ÖZDEMIR, Arif LAÇIN, Talip YIĞIT, Semra SARUÇ, Ayten Kaya KILIÇ* GİRİŞ Boşanma, kadın ve erkek arasında yasal, duygusal ve cinsel evlilik bağlarının bitirilme kararını içermektedir. Evliliğin yasal bağı mahkemede çözülmekte, duygusal bağın çözülmesi ise uzun zaman almaktadır.İster toplumsal baskılar isterse bireysel uyumsuzluk nedeniyle olsun her boşanma bireyde ani ortaya çıkan zamanla sınırlı, yoğun bir strese yol açmaktadır. Boşanma sadece karıkoca olma aktinin sonlanmasını ifade etmemekte, beraberinde birçok psikososyal sorunun yaşanmasına neden olmaktadır. Boşanma kuşkusuz bireylerde bir farklılık yaratmaktadır.. Bu farklılıklara literatürde boşanmanın sonuçları kavramı ile ifade edilmektedir. Boşanmanın sonuçları kavramı, açılan boşanma davasının, yapılan yargılama sonucunda hakimin boşanmaya karar vermesi halinde ortaya çıkan psikolojik, sosyal, ekonomik ve hukuksal sonuçları ifade etmektedir. Boşanma kadın ve erkeği evli olmaya bireysel statülerini kaldırarak onları “boşanmış” olarak adlandırılan yeni bir statüye sokmaktadır. Bu tamamlanmış, bitirilmiş, sonlanmış, evlilikten olan çocuk içinde artık yeni kavram “boşanmış aile çocuğu olarak” tanımlanmaktadır. Boşanma çoğu kez bireylerde çeşitli sosyal, ekonomik ve psikolojik sorunlara yol açmaktadır. Karşılaşılan sorunlar yaşa, evlilik sürecine, kırsal veya kentsel kökenli oluşa, gelir, eğitim ve mesleki statü düzeylerine, çocuk sayısına, boşanmaya kimin karar verdiğine, sosyal destek sistemlerine, uyum sağlama ve sorun çözme kapasitesine, hukuki hizmetlerden yararlanabilme olanaklarına bağlı olarak farklı yoğunluklar kazanmaktadır. Bu sorunlar hem kadınlarda hem erkeklerde görülmekle birlikte, literatürde kadınların erkeklere göre daha yoksunluk çektikleri ve örselendikleri görüşü ağır basmaktadır. Boşanmış aileden gelen çocuklar üzerine gerçekleştirilen çalışmalarda ise çocukların anne- babalarından bu süreçte daha fazla etkilendikleri ve hayatlarının bundan sonraki dönemlerinde anne – babalarından daha fazla bu sürecin etkilerini yaşadıkları belirtilmektedir. Çünkü boşanma, çocuğun gelişmesinde en önemli etken olan tam aileye son veren bir olaydır. AMAÇ Bu çalışmanın amacı evliklerini boşanma kararı ile sonlandırmış bireylerin kendi çocuklarında boşanma sürecine ilişkin gördükleri sosyal, psikolojik farklılıklara ilişkin duygu ve düşüncelerinin değerlendirilmesidir. YÖNTEM Çalışma Ankara ili sınırları içinde kartopu örneklem yöntemiyle ulaşılan ve bu çalışmaya katılmayı kabul eden 37 boşanmış ve çocuğu olan bireyin verdiği bilgilerden oluşmaktadır. * Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmetler Bölümü Araştırma genel tama modeli içinde gerçekleştirilmiştir. Çalışmada veri toplama aracı araştırma grubu tarafından oluşturulan yarı yapılandırılmış görüşme formu uygulanmıştır. Çalışma bilgisayar ortamında uygun istatistikî programlar kullanılarak çözümlemesi yapılarak değerlendirilmiştir. Çalışmaya katılan, ve çocuklarının velayetlerine sahip olan bireylerin %86.5’i anne, %13.5’i ise babalardan oluşmaktadır. Bu oran her iki grup açısından anlamlı bir farklılığı işaret etmekle birlikte toplumda boşanan çiftlerin çocuklarının velayetlerine bakıldığında da benzer bir durumla karşılaşılmaktadır. BULGULAR ve YORUM Boşanma kararı verip, bunu uygulayan ve çocuk sahibi olan araştırma grubunda “çocukların velayetinin kimde olduğunun dağılımı incelendiğinde büyük bir çoğunlukla &86.5 çocuğun velayetinin annede olduğu görülmektedir (tablo1). Tablo 1. çalışma grubunun çocuklarının velayetnin kimde olduğunun dağılımı Velayetin kimde olduğu Anne Baba Toplam sayı 32 5 37 % 86.5 13.5 100 Boşanmanın çocuğun psikolojik yapısı üzerindeki etkileri, velayetin anne ve babada olmasına göre farklılıklar göstermektedir. Bu sorun boşanma aşamasında başlamakta, boşanma başladıktan sonra uzun süre devam edebilmektedir. Boşanma aşamasında eşler çoğu zaman velayeti kimin üstleneceği konusunda bir anlaşmazlığa düşmekte, hatta bazen eşlerden biri ya da her ikisi, bu süreci “intikam almak” veya kaybettikleri özgüveni yeniden kazanmak amacıyla kullanmak istemektedirler (Walter, 200:4-5) bu araştırmada velayetin %86.5 oranında annede olması şaşırtıcı değildir. Bu konuda gerçekleştirilen pek çok çalışmada velayetin çoğunlukla anneye verildiği görülmektedir. Tablo 2: çocukların velayetini üstlenmeyen ve/veya alamayan eşin çocukları ne sıklıkla gördüğünün dağılımı Çocukları görme Haftada bir 2-4 hafta 3-12 ayda bir Hiç görmüyor yanıtsız toplam Sayı 8 9 10 5 5 37 % 24.8 28.1 31.1 15.6 15.6 1000 Tablo 2 de araştırmaya katılanlardan velayeti üstlenmeyenlerin yada velayeti alamayanların çocukları ne sıklıkla gördüklerinin dağılımı bulunaktadır. Araştırma verileri içinde %31.1inin 3 ile 12 ayda bir çocuklarını görüyor olmaları, %15.6 sının ise çocuklarını hiç görmüyor olmaları son derece dikkat çeken bir bulguyu oluşturmaktadır. Boşanma durup dururken gerçekleşen bir durum değildir, bu yüzden boşanmaların ardında bir çok sorun, tartışmalar, yabancılaşmalar vardır, bütün bunlar boşanma sürecini oldukça sancılı bir durum haline getirmektedir (yörükoğlu, 1986:85) yaşanılan sıkıntılar velayet sürecini ve sonrasını sıkıntılı hale getirmektedir; çünkü çocuğun velayetini üstlenen kişi; intikam almak veya çocuğunu kaybedebileceği vb duygu ve korkularıyla, diğer eşin çocuğu görmesini istemeyebilmektedir (Tepp, 1983:58-59) Tablo 3’de Çocuğun anne/babanın bir araya gelmesini istemelerinin dağılımı görülmektedir.buna göre çalışmaya katılanların % 62.5 ‘inin çocuğu evlilik sonuçlandıktan uzun bir süre sonra bile anne-babalarının bir araya gelme ihtimallerini sıcak tutmaya çalıştıkları görülmektedir. Tablo 3: çocuğun anne/babanın bir araya gelmesini istemelerinin dağılımı Çocuğun anne ve babanın bir araya gelmesini isteme Evet Hayır yanıtsız toplam sayı 20 12 5 100 % 62.5 37.5 15.6 100 Gerek yurtiçi gerekçe yurtdışında yapılan çalışmaların ortaya koyduğu sonuçlara göre, boşanmanın olumsuz sonuçları en fazla çocuklar üzerinde görülmektedir; ancak boşanmanın çocuk üzerindeki etkisi, onun boşanmadan sonraki çevresi, anne babasının tutumu ve yanında kaldığı ebeveynin tutumlarına göre değişebilmektedir; ancak çocuk üzerinde derin etki yapan boşanmadan sonraki yaşantısıdır. Bu yasantı boşanmadan daha fazla etkisini gösterebilmektedir. Bu doğrultuda boşanma sonrası uyum konusunda güçlük çeken veya toplumsal tutumlardan etkilenen çocuklar anne ve babasının tekrar bir araya gelmesini isteyebilmektedir (Akyüz, 1983:58) Boşanma ile çocuklar hak etmedikleri bir ortam ile karşı karşıya kalırlar, onlarda boşanmanın doğrudan olmasa bile dolaylı bir şekilde tarafı olurlar, aile bağlarının kopmasının çocuk üzerinde çok büyük etkileri vardır. Wallerstein’a göre çoukların boşanmayla baş edebilmeleri çok uzun zaman almaktadır; ancak wallstein’a (1966) göre bu durumun çocuğa uygun bir şekilde izah edilmesi boşanmanın çocuklar üzerindeki etkisini, geleceğe ilişkin kaygılarını azaltmaktadır. Tablo 4 te çocuğun boşanma kararına tepkilerinin dağılımı görülmektedir. Tablo verilerine göre çocukların boşanma kararlarına en büyük tepkilerinin %51 oranında kayıtsızlık, %28.6 oranında hırçınlık, %20 oranında ağlama ve %19.4 oranında ise kızgınlık gösterdiklerini, bir çocuğun ise bu karara kabul göstermeyerek tepki verdiğini göstermektedir. Tablo 4 : çocuğun boşanma kararına tepkisinin dağılımı Tepki Kızgınlık Kabul etmedi Hırçınlaştı Ağlayarak Kayıtsız davrandı Yanıtsız 1 kişi Evet sayı % Hayır sayı % Toplam sayı % 7 1 11 8 19 19.4 2.8 28.6 20.0 51.4 29 34 25 28 17 80.6 94.4 71.4 80.0 48.6 36 36 36 36 36 100 100 100 100 100 Boşanma, çocuğun gelişmesinde en önemli etken olan tam aileye son veren bir olaydır, bu doğrultuda boşanmanın en kötü etkileri çocuklar üzerinde görülür, genellikle taraflar arasında bocalayan çocuk çeşitli duygu ve davranışlar içinde kendini bulacaktır. Tablo 5 de ise boşanmanın çocukların üzerindeki etkilerinin dağılımı görülmektedir. Tablo verilerine göre çalışmaya katılan ebeveylerin ifadesine göre %43.2 oranında çocuk bu süreçten çok etkilenmiştir.orta derecede etkilenenlerin oranı ise %32.4 olarak görülmektedir. Bir başka bakışla bu çalışmanın sonuçlarına göre %90 oranında çocuk ane babasının boşanmasından olumsuz olarak etilenmekte, bunlarında %40’ı çok olumsuz etkilenmektedir. Tablo 5: Boşanmanın çocuklar üzerindeki etkilerinin dağılımı Etkililik sayı Çok 16 Orta 12 Az 5 Hiç 4 Toplam 37 % 43.2 32.4 13.5 10.8 100 Boşanmanın en fazla çocukları etkilediği çeşitli araştırmalar tarafından ortaya konmuştur, öyle ki boşanmanın yaşanan olaylar perspektifinde ölüm olayından bile daha fazla çocuklar üzerinde etki yapabildiği araştırmalarca ortaya konmuştur (yörükoğlu, 1986:168). Çocukların boşanmadan etkilenme durumları yaş, cinsiyet vb etmenlere göre de değişebilmektedir. KAYNAKLAR Ackerman N.W. The Psychodynamics Of Family Life. USA: Basic Bookks Inc. 1958 Akyüz, emine “ medeni kanununa göre müşterek hayatın, ayrılık ve boşanmada çocuğun korunması” Eğitim Fakültesi yayınları, Ankara, 1983. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu: Ailenin Güçlendirilmesi Ve Aile Politikaları, Ankara, 1990. Bahr, s. Galligan, R. Teenage Marriage and Maritakl Stability- Youth and Society, 1984 Bell, J.E Family Therapy. New York: Jasan Aranson Inc. 1975 Bohanman, Paul. “ Six stages of Divorce” Divorce and after. New York: Doubleday, 1970. Bulut Işıl. “ Parçalanmış Aileden gelen çocukların davranış özellikleri hakkında bir araştırma “ Hacettepe Üniversitesi SHYO dergisi, cilt 1, sayı2-3, 1983, Buehler, C.A. the Parental Divorce Transition. Divorce Related Stressor and wellbeing. Jornal of Divorce, 1987 Cebiroğlu, Rıdvan. ”Boşanmış Aile Çocuğunun Ruhsal Durumu” 13. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi, Ankara, 1979. Die. Boşanma İstatistikleri. Türkiye İstatistik Yıllığı (1999), Ankara, 1999 Dominion, J Cinsel, psikolojik ve toplumsal açıdan boşanma. Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul: 1974 DPT. Türk Aile Yapısı Araştırması, yayın no : 2313, Ankara: 1992. Erkan Gönül, “ Boşanmanın çocukların Benlik tasarımı düzeyine Etkisi” (yayınlanmamış Doktora tezi) Ankara, Hacettepe Üniversitesi, 1986. Eshleman, J.R. The Famıly. Sixth edition Masachusettes. Allyn and Bacon. 1991. Küntay Esin. “ boşanmanın çocuklar üzerine etkisi” milliyet, 8 ocak 1989. Özgü, Halis. “ boşanan eşler ve çocukları” iş ve düşünce dergisi, cilt 1, sayı: 182, İstanbul, 1956. Tepp, Alan. “Divorced Fathers, Predictors of Continued Paternal Involvement” American Jornal of Psychiatry, 1991 Velidedeoğlu, H. Veldet. Ailenin Çilesi Boşanma. İstanbul: çağdaş yayınları, 1979. Wallerstein, Judith. “ chidren of divorce: Preliminary Report of a ten year Fallow-up” American Journal of Orthopsychiatry, 1986. Yörükoğlu Atalay. Değişen Toplumda Aile ve Çocuk. İstanbul: 3. baskı, özgür yayınları, 1986. Zastrow. C. Social Work With groups. Chicogo: Nelson-Hall Publishers, 1985. AVRUPA BİRL İĞİNE UYUM SÜRECİNDE ÇIRAKLIK EĞİTİMİ: ÇALIŞAN ÇOCUKLAR Doç.Dr. Mehmet TAŞPINAR* ÖZET Avrupa Birliği’ne (AB) üye olma hedefine yönelik çalışmaların hız kazandığı günümüzde, çıraklık eğitimi açısından da bir uyum sürecinden geçmemiz kaçınılmazdır. Ülkemizde çıraklık eğitimi 3308 ve daha sonra çıkarılan 4702 sayılı Kanun esaslarına göre yürütülmektedir. Buna göre 14 yaşını tamamlamış olanlar 2-4 yıl süre ile çıraklık eğitimine alınmaktadır. Öğrenciler çıraklık eğitimi süresince haftada 1 gün Mesleki Eğitim Merkezlerinde teorik eğitim almakta, uygulamalı çalışmalarını ise çalıştıkları işyerlerinde yapmaktadırlar. Ancak 14 yaşın altında ve ilköğretimi tamamlamamış çocukların çalışmaları uluslararası antlaşmalara göre de yasak olmasına karşın, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın Haziran 2004 verilerine göre 12-14 yaş grubunda kayıtlı çalışan çocuk sayısı yaklaşık 470 bindir. Çoğunluğunu kırsal kesimden kentlere göç eden çocukların oluşturduğu bu kesimin sayısında sekiz yıllık temel eğitimin yürürlüğe girmesiyle azalma olduğu kaydedilse de, sorun yine de önemli boyutlardadır. Öte yandan kayıt dışı çalışan çocuk sayısı da net olarak bilinmemektedir. AB ile uyum çalışmaları çerçevesinde konu çocuk işçiliği kapsamında ele alınarak, 2004 yılında gerekli mevzuat düzenlemeleri yapılmıştır. Ancak bu düzenlemeye karşın çok sayıda çocuk işçi zor şartlarda ve yasal düzenlemelere aykırı olarak çalıştırılmaktadır. Bu makalede uluslararası antlaşmalar ve yapılan yasal düzenlemeler ışığında çalışan çocuklar sorunu ele alınmış ve konu çıraklık eğitimi kapsamında değerlendirilmiştir. Buna göre öncelikle sağlıklı bir bilgi alt yapısı oluşturulması ve çalışan çocuk sayısı ve sektörlerinin belirlenmesi gerekmektedir. Ayrıca çalışan çocukların çıraklık eğitimi kapsamına alınabilmesi yolları araştırılmalıdır. Bu konuda özellikle AB finansman kaynaklı projeler geliştirilmesi yararlı olacaktır. Anahtar kelimeler: mesleki eğitim, çıraklık eğitimi, çalışan çocuklar, AB ye uyum. GİRİŞ * Fırat Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü 23119 ELAZIĞ. E-mail: [email protected] Mesleki eğitim hedef kitlenin özelliklerine göre farklı biçimde organize edilebilmektedir. Bunlardan biri de çıraklık eğitimidir. Dünya’da büyük ölçüde işletme okul işbirliği modelinde sürdürülen çıraklık eğitimine çoğunlukla temel eğitimden sonra bir iş yerinde çalışmaya başlayanların katılmaları mümkündür. Genellikle bu eğitime 14 yaş sonrası mesleki eğitim almak isteyen bireylerin katılması gerekirken, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, çalışan pek çok birey “çocuk” çıraklık eğitim sistemine dahil olmadan, üstelik yasal olmayan bir biçimde ve kötü koşullarda çalışmaktadırlar. Kaldı ki 14 yaş öncesinde de çalışan çok sayıda çocuk vardır. Ülkemizin gerek imza koyduğu uluslar arası antlaşmalar, gerekse üye olmayı amaçladığı AB normları açısından önemli bir sorunu da “çalışan çocuklar” dır. Bu makalede “çalışan çocuk” olgusu genel hatlarıyla Dünya ve ülkemiz ölçeğinde ele alınmış ve bu çocukların meslek eğitimi almaları açısından bir seçenek/alternatif olabilecek çıraklık eğitimi incelenmiştir. Öncelikle “çalışan çocuk” kavramını ele almakta yarar vardır. Kavram olarak çalışan çocuk “Çalışan çocuk“ kavramı özellikle yaş ölçütüne bağlı olarak farklı toplumlarda farklı biçimlerde tanımlanabilmektedir. Bu tanımlarda dikkati çeken özellik söz konusu toplumların gelişmişlik düzeyi, çocukların çalıştıkları bölgelerin ekonomik ve sosyo kültürel özellikleri önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun 173 maddesine göre 12 yaşından küçüklerin çalıştırılmasının yasak olduğu belirtilirken, İş Kanunu’nda ise 15 yaşını doldurmayan çocukların çalıştırılmayacağı hükme bağlanmış, ancak hafif işlerde 14 yaşını dolduran çocuklara izin verilebileceği ifade edilmiştir (Resmi Gazete, 1930; Resmi Gazete, 2003). Her iki kanunda da yaş tanımlamada esas alınmıştır. Uluslararası Çalışma Örgütü ise (ILO), 15 – 24 yaş grubunu genç işçi kabul etmekte, 146 sayılı tavsiye kararıyla da 15 taban yaşının daha da yükseltilmesini önermektedir. ILO’nun çocuk işgücü tanımında benimsediği yaş sınırı ise 15’tir. Türkiye’nin de imzaladığı Birleşmiş Milletler’in Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin 1. maddesine göre 18 yaşına kadar her insan çocuktur. Medeni hukuktaki rüşt yaşı dikkate alındığında 18 yaşını doldurmamış olan herkes “ küçük “ olarak adlandırılmaktadır (Karabulut, 1996: 2). Buna göre genel olarak bakıldığında 18 yaşından küçükler “çocuk” olarak tanımlanabilmekle birlikte, daha çok 15 yaşın altında çoğunlukla ekonomik bir gelir elde etmek amacıyla çalışma yaşamına erken yaşta katılan çocuklara “çalışan çocuk “ ya da “ çocuk işçi “ denilmektedir. Söz konusu çocukların çalışma nedenleri ve çalışma alanları şöyle özetlenebilir: Çocukların başlıca çalışma nedenleri ve çalışma alanları Çalışmak” denilen olgunun özünde ekonomik bir gelir elde edip, yaşamını sürdürme düşüncesi/amacı yer almaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında bile bireylerin erken yaşlarda çalışmaya başlamalarının temelinde ekonomik durum ön plana çıkmaktadır. Bir başka deyişle toplumların içinde bulundukları ekonomik koşullar bu durumu oluşturan önemli bir etmendir. Toplumları bütün boyutlarıyla etkileyen küreselleşme olgusu ekonomik alanda önemli değişimleri de beraberinde getirmiştir. Artan rekabet ve pazar arayışları üreticileri mal ve hizmetlerin fiyatlarını düşürmeye zorlamış ve ucuz işgücü arayışı da gündeme gelmiştir. Bunun yanında nüfus yapısı ve artış hızı, eğitim düzeyi, gelişmişlik düzeyi, eğitim-insangücü-istihdam yapısındaki dengesizlik, üretim sistemlerindeki değişim gibi unsurlar da çocuk işçiliğinin oluşumunda önemli etmenledir. Ülkemizde ise kırsal kesimden kentin varoşlarına göç eden bireyler ekonomik krizlerin de bir sonucu olarak yeterli istihdam imkânı bulamamışlar ya da vasıfsız işlere talip olarak, zor koşullarda çalışmaya başlamışlardır. Yaşanan ekonomik krizler sonucu uygulanana politikalar da işsizliği artırıcı etken olmuş ve kayıt dışı ve geçici/mevsimlik diyebileceğimiz çalışma biçimleri öncelik kazanmıştır. Bu tür değişimlerden en çok etkilenenler yapılan araştırmalara göre kadınlar ve çocuklar olarak belirtilmektedir (Fazlıoğlu ve Dersan, 2004: s. 6). Büyük ölçüde ailelerinin geçimlerine ekonomik bir katkı amacıyla çalışma yaşamında yerini alan çalışan çocuklar, aslında tüm Dünya da çözüm bekleyen bir sorundur. Bu aşamada Dünya da ve ülkemizdeki mevcut durumu incelemekte yarar vardır. Dünya’da ve Türkiye’de çalışan çocuklara ilişkin sayısal veriler Çocuk işçiliği dünya gündeminde öncelikli çözüm bekleyen bir sorundur. Milyonlarca çocuk, fiziksel, zihinsel, eğitsel, sosyal, duygusal ve kültürel gelişimlerine zarar veren ve ulusal yasalarla uluslararası standartlara uygun olmayan koşullarda çalışmaktadır. Bugün dünyada her altı çocuktan biri, zihinsel, fiziksel ve duygusal gelişmesi açısından zararlı işlerde çalışmaktadır Çalışan çocukların büyük çoğunluğu, tehlikeli kimyasal maddeler ve araçların söz konusu olduğu tarım sektöründe çalışmaktadır. Günümüzde çalışan çocukların sayısını kesin olarak söylemek mümkün olmasa da, ILO araştırmalarına göre dünyada 5-14 yaş grubunda 250 milyon çalışan çocuk bulunduğu, 12-17 yaş grubu 283 milyon çocuğun çalıştığı için okula devam edemediği tahmin edilmektedir. Yapılan araştırmalar, 5-14 yaş arasındaki çocukların % 25’inin ekonomik işlerde çalıştığını, bunların yarısından daha az bir kısmının gerçek bir işte, geri kalanında hem okula devam edip hem de yardımcı işlerde çalıştığını veya ailesinin veya koruyucusunun yanında ev hizmetlerinde çalıştığını ortaya çıkarmıştır. 120 milyonu tam süreli olmak üzere dünyada yaklaşık 250 milyon çocuk çalışmaktadır. Bu çocukların yaklaşık 1/3 ise son derece zor şartlarda, sağlık açısından riskli alanlarda çalışmaktadırlar. 2004 yılı verilerine göre okul sistemi dışındaki çocukların sayısı 121 milyon olup, çoğunluğu kızlardan oluşmaktadır. 121 milyon çocuğun 65 milyonu (%54) kız, 56 milyonu (%46) erkektir. Okula kaydolan çocuklar da genellikle okula düzenli olarak devam etmemektedir. Bu nedenlerin başında aile geçimine katkıda bulunmak önemli yer tutmaktadır. Dünyada çalışan çocukların %61 Asya’da, % 32’si Afrika’da, %6‘sı Latin Amerika’da çalışmaktadır. Ancak nüfus yoğunluğu dikkate alındığında oransal olarak en fazla çocuk çalışan kıta, Afrika’dır (Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002a; Fazlıoğlu ve Dersan, 2004:. 7; ILO, 2004; UNICEF 2005). Ülkemizdeki durumu da gözden geçirmek de yarar vardır. Çocuk işçiliği sorunu gelişmekte olan her ülke için olduğu gibi, ülkemiz açısından da önemli bir sorundur. Tüm dünyada olduğu gibi bu sorun nüfus, eğitim düzeyi, ekonomik gelişmişlik ve sosyal kalkınma kavramlarıyla ilişkilidir. ILO katkısıyla DİE tarafından gerçekleştirilen Ekim 1999 Çocuk İşgücü Anketi temel göstergelerine bakıldığında 63,416,000 olarak tahmin edilen Türkiye nüfusunun % 25.4'ünü (16,088,000 kişi) 6-17 yaş grubu bireyler oluşturmaktadır. Türkiye genelinde 6-17 yaş grubu arasında bulunan 16,088,000 çocuğun içerisinde ekonomik faaliyette bulunanların oranı %10.2 (1,635,000 kişi) olarak tahmin edilmiştir. Ekonomik bir faaliyette bulunan çocukların % 61.8'ini erkekler, % 38.2'sini ise kızlar oluşturmaktadır. 6-17 yaş grubu çocukların okula devam durumları incelendiğinde % 78,8'lik bir devam oranı gözlenmektedir. Okul çağında olup okula devam etmeyen 1 milyon 490 bin çocuk bulunmakta ve bunların %53.6’sı çalışmaktadır.Çocukların çalışma nedenlerinin başında ailenin ekonomik gelirine katkıda bulunmak ilk sırayı almaktadır (Fazlıoğlu ve Dersan, 2004:. 7; ILO, 2004). Çalışan çocukların yüzde 57.6'sı tarım, yüzde 21.8'i sanayi, yüzde 10.2'si ticaret, yüzde 10.4'ü ise hizmet sektöründe istihdam edilmektedir. (Atal, 2004). Görüldüğü gibi çalışan çocuklar ülkemiz açısından da önemli bir sorundur. Bu sorunun önlenmesi için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bunları kısaca özetlemekte yarar vardır. Türkiye’de çalışan çocuklara ilişkin yapılan çalışmalar Çocuk işçiliği konusunda UNICEF “Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu” ve ILO “Uluslar arası çalışma teşkilatı” dikkati çekmektedir. Örneğin ILO tarafından başlatılan “Çocuk İşçiliğini Sona Erdirme Uluslararası Programı” (IPEC) kapsamındaki çalışmalar pek çok ülkede yürütülmekte ve yeni ülkeler bu çalışmalara katılmaktadır. Ayrıca Çocuk işçiliğinin önlenmesi için katkı veren ülkelerin sayısının da artığı görülmektedir (Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002a). Oldukça olumsuz şartlarda çalışan çocukların çalıştırılmamasına yönelik gelişmiş ülkelerde bile pek çok yasal önlemler alınmasına karşın, hala çözüm bekleyen önemli bir sorun olarak tüm Dünya’nın gündemindedir (Kuschnereit , 2001). Bu konu ile ilgili Uluslararası 17 sözleşme ve tavsiye kararı dikkati çekmektedir. Türkiye bunlardan 14 ünü imzalamıştır. Bunlar TABLO 1’de görülmektedir. TABLO 1: ÇOCUK İŞÇİLİĞİ İLE İLGİLİ TÜRKİYE'NİN ONAYLADIĞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELER No İMZALANAN SÖZLEŞME 1 BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ 1989 2 AVRUPA SOSYAL ŞARTI 1965 3 TRİMCİ ve ATEŞÇİ SIFATIYLA GEMİLERDE İŞE ALINACAKLARIN ASGARİ YAŞININ TESBİTİNE DAİR 15 SAYILI SÖZLEŞME 1921 4 HER NEVİ MADEN OCAKLARINDA YERALTI İŞLERİNDE KADINLARIN ÇALIŞTIRILMAMASI HAKKINDA 45 SAYILI SÖZLEŞME 1935 5 DENİZ İŞLERİNDE ÇALIŞTIRILACAK ÇOCUKLARIN ASGARİ YAŞ HADDİNİN TESBİTİ HAKKINDA 58 SAYILI SÖZLEŞME 1936 6 SANAYİ İŞYERLERİNE ALINACAK ÇOCUKLARIN ASGARİ YAŞ SINIRININ BELİRLENMESİ HAKKINDA 59 SAYILI SÖZLEŞME 1937 7 ÇOCUKLARIN VE GENÇLERİN SANAYİDE İŞE ELVERİŞLİLİKLERİ YÖNÜNDEN SAĞLIK MUAYENESİNE TABİİ TUTULMALARI HAKKINDA 77 SAYILI SÖZLEŞME 1946 8 İŞÇİLERİN İYONİZAN RADYASYONLARA KARŞI KORUNMASI HAKKINDA 115 SAYILI SÖZLEŞME 1960 9 YERALTI MADENLERİNDE İŞE ALINMADA ASGARİ YAŞ HAKKINDA 123 SAYILI SÖZLEŞME 1965 10 TEK İŞÇİNİN TAŞIYABİLECEĞİ YÜKÜN AZAMİ AĞIRLIĞI HAKKINDA 127 SAYILI SÖZLEŞME 1967 11 İSTİHDAMA KABULDE ASGARİ YAŞA İLİŞKİN 138 SAYILI SÖZLEŞME 1973 12 EN KÖTÜ BİÇİMLERDEKİ ÇOCUK İŞÇİLİĞİNİN ÖNLENMESİ VE ORTADAN KALDIRILMASINA İLİŞKİN 182 SAYILI ACİL EYLEM SÖZLEŞMESİ VE 190 SAYILI TAVSİYE KARARI 1999 13 ILO ANAYASASI 1919 14 ASGARİ ÇALIŞTIRMA YAŞINA İLİŞKİN 146 SAYILI TAVSİYE KARARI 1973 (Kaynak: Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002b). Bunlardan 138 No’lu sözleşme ile zorunlu eğitimini tamamlamamış ve 15 yaşından küçüklerin çalıştırılmaları yasaklanmış, 14 veya 13 yaş için se sadece hafif işlere izin verilmiştir. 18 yaşına kadar da sağlık, güvenlik ve moral gelişmelerine zarar verecek işlerde çalıştırılması yasaklanmıştır. 49 ülke bu sözleşmeyi imzalamıştır. 182 sayılı Sözleşme ile 18 yaşın altındakilerin çocuk kabul edildiği görülmektedir (Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002a). Ülkemizde uygulamaya konulan 4857 Sayılı İş Kanunu'nun 71. maddesine göre 15 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaklanmıştır. Ancak, 14 yaşını doldurmuş ve ilköğretimi tamamlamış olan çocuklar, bedensel, zihinsel ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin devamına engel olmayacak hafif işlerde çalıştırılabileceği hükmü getirilmiştir. (Resmi Gazete, 2003). Bu yasa kapsamında ve AB uyum çalışmaları doğrultusunda Çalışma Bakanlığı gerekli yönetmeliği hazırlayarak, çocukların çalıştırılamayacakları işler belirlenmiştir. Böylece 138 sayılı sözleşmenin yasal düzenlemesi yapılmıştır. Bunun yanında temel eğitimin 8 yıla çıkarılmış olması da bu açıdan olumlu bir gelişme olmuştur. Bu yasal düzenlemelerin yanında çeşitli kurum ve kuruluşlar da bazı çalışmalar yapmaktadırlar. Bunlar şöyle özetlenebilir. ILO Ankara Ofisi tarafından yürütülen Çocuk İşçiliğini Sona Erdirme Uluslararası Programı (IPEC) faaliyetleri kapsamında bugüne kadar bazı çalışmalar yapılmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesinde, Çocuk İşçiliği Birimi kurulmuştur. Kimyasalların İstanbul’da çalışan çocuklar üzerindeki etkileri konulu bir çalışma yapılmıştır. Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından çocuk işçiliği konusundaki önemli istatistikleri toplamak amacıyla ulusal hane halkı araştırması yapılmış, 6-14 yaş grubu çocuklar incelenmiştir. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu da (TİSK) "Çalışan Çocuklar" alanında 1993 yılından beri Uluslararası Çalışma Teşkilatı (ILO)'nın Çocuk İşçiliğinin Elimine Edilmesi Uluslararası Programı (IPEC) dahilinde çeşitli projeler dizisi yürütmektedir. Konfederasyon IPEC Projeleri kapsamındaki çalışmaları; zorunlu eğitim çağındaki çocukların eğitime yönlendirilmelerini, zorunlu eğitim çağından sonra çalışmak zorunda kalan çalışan çocukların yasal çerçeve içinde çalıştırılmaları ve çalışma şartlarının iyileştirilmesi konularında işverenlerin ve ilgili çevrelerin duyarlılıklarını artırarak olumlu gelişmeler sağlanmasını; çocuklara, ailelerine ve işverenlerine sağlık, eğitim ve danışmanlık hizmetleri verilmesini amaçlamıştır (TİSK, 2005). Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Çıraklık Eğitim Merkezleri ile birlikte İstanbul’daki metal sanayi sitelerinde seminerler düzenleyerek küçük ölçekli işyeri sahiplerinin duyarlılığını arttırmıştır. İstanbul Pendik Sanayi Sitesinde Pendik ve çevre sanayi sitelerinde çalışan çocuklara hizmet vermek üzere bir çalışan çocuklar bürosu kurulmuştur. Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Mesleki Eğitim ve Küçük Sanayi Destekleme Vakfı, İnsan Kaynakları Vakfı, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, Türk Esnaf Sanatkâr ve Küçük Sanayi Araştırma Enstitüsü, Türkiye Kalkınma Vakfı, Fişek Enstitüsü, Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı, TESK, Emniyet Genel Müdürlüğü Küçükleri Koruma Birimi, Milli Eğitim Bakanlığı, DİSK, HAK-İŞ gibi kurum ve kuruluşlar üyelerine ve ilgililere, çocuk işçilere, çocuk işçiliği konusunda eğitim verme, çalışan çocukların ailelerini iş sahibi yaparak çocuklarını çalışma yaşamından çekmelerini amaçlama, çeşitli mesleki eğitim kursları düzenleme, sağlık hizmeti sunma gibi pek çok faaliyeti gerçekleştirmişlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İzmir'de seçilen meslek dallarında 2003 yılı itibarıyla çocuk işgücünün sona erdirilmesi projesi başlatılmıştır. Ayakkabıcılık, konfeksiyon, oto tamir ve bakım meslek dallarında 15 yaş altındaki çalışan çocukların işten çekilmeleri ve temel eğitime yönlendirilmesi ve 15-18 yaş arasındaki çalışan çocukların çalışma koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan proje kapsamında işyeri izleme ve sosyal destek sistemi kurulmuştur. Bu kuruluşlarla işbirliği içinde çocuklara doğrudan destek ve çalışan çocukların ailelerine sosyal destek ve gelir getirici etkinliklere yönlendirme çalışmaları sürdürülmektedir. Ayrıca TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK Konfederasyonlarıyla ortaklaşa yürütülen “Sokaktan Eğitime" projesi kapsamında 6 ilde toplam 1710 sokakta çalışan çocuk yatılı ilköğretim bölge okullarına yönlendirilmiştir. (ILO, 2004). Ayrıca Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ILO-IPEC arasında sağlanan anlaşma ile 1993 yılında başlatılan çalışmalarda, çalışan çocukların aileleriyle ilgili sorunlarını çözmek; okuyorlarsa, okuldaki sorunlarının çözümüne katkı sağlamak, daha güvenli bir geleceğe yönlendirmek; onların ihmalini ve istismarını önlemek amaçlanmaktadır. Bunun için Ankara’da Sıhhiye Çok katlı Otoparkı içinde 200 çocuğa doğrudan hizmet verecek biçimde 1200 m2’lik bir alan, 1 Temmuz 1993 tarihinden bu yana kullanılmaktadır. Sokakta çalışan çocuklara, burada, beslenme, sağlık, spor ve animasyon faaliyetleri, eğitim yardımları yanında; sağlıklı-kalıcı meslek edinme yönünde çalışmalar da yaptırılmaktadır (Fişek, 2005). Bu çocukların yaşadığı olumsuzlukları azaltma açısından olumlu bir çalışma kısa adı ÇATOM olan Çok Amaçlı Toplum Merkezleri dir. Örneğin 1995 yılından beri GAP bölgesinde faaliyet gösteren ÇATOM’larda 14 yaş üstü kız çocuk, genç kız ve kadınlara yönelik okuma-yazma, sağlık, bilgisayar, anne eğitimi, girişimcilik vb. konularında eğitim verilmekte; makine nakışları, tekstil, gümüş ve taş işleme, kuaförlük vb. alanlarda meslek kazandırıcı programlar uygulanmaktadır. Üretim yaparak gelir elde eden genç kız ve kadınların bir bölümü çocuk bakıcılığı, konfeksiyon, sekreterlik, trikotaj, kuaförlük, yatılı ilköğretim bölge okulları (YİBO) vb. alanlarda iş bulabilmektedirler. Girişimcilik potansiyeli olanlar aldıkları kredilerle kendi işlerini kurmaktadırlar. ÇATOM'larda 2003 yılı içinde 190 genç kız/kadın iş bularak çalışmaya başlamış, 9 genç kız/kadın tarafından 6 işyeri açılmıştır (Fazlıoğlu ve Dersan, 2004: 9). Görüldüğü gibi bu konuda önemli çalışmalar yapılmaktadır. Ancak yinede çalışan çocuklar sorunu AB’ne uyum sürecinde de önümüzdeki önemli bir sorun olarak yerini korumaktadır. Söz konusu çocukların çalışma özellikleri açısından konuyu çıraklık eğitimi bağlamında ele almakta yarar vardır. Çıraklık eğitimi kapsamında çalışan çocuklar Çıraklık eğitimi ülkenin ekonomik gelişimi için gerekli olan insan gücü kaynağını geliştirme açısından önemli bir role sahiptir. Bu eğitim sırasında bir işyerinde çalışan birey işsizlik diye bir sorunla karşı karşıya değildir. Belirli bir gelir elde ederken aynı zamanda mesleğinde uygulamalı çalışmalar yaparak kendini geliştirme fırsatı bulur (Obidi, 1995). Çıraklık eğitimi tam zamanlı eğitime devam etmek istemeyen bireyleri öğrenmeye motive etmede önemli bir rol oynar. Yüksek nitelikli bir çıraklık eğitim sistemi, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve hızlı değişim sürecinin yakından izlenmesi ve böylece işverenlerin ve çalışanların ihtiyaçlarının karşılanması ile oluşturulabilir (Payne, 2002). Çıraklık eğitimi Almanya, Avusturya, İsviçre, Danimarka gibi ülkelerde “dual sistem” denilen okula dayalı bir sistemle, işyerine dayalı sistemin bir bileşimi olarak etkili bir biçimde uygulanmaktadır. Bu sisteme okul ile işyeri birlikte yer almakta, program tüm tarafların katılımı ile hazırlanmakta, programın yürütülmesinde yerel organizasyonlar etkin rol almakta ve program esnek bir yapıda uygulanmaktadır. Shavit ve Muller’in bu konuda 13 ülke arasında karşılaştırmalı olarak yaptıkları bir araştırmada, çıraklık eğitimine daha çok düşük gelirli ailelerin çocuklarının katıldıkları ve Almanya gibi ikili sistemi uygulayan ülkelerin okula dayalı sistemi uygulayan ülkelere göre daha iyi çıktılara/sonuçlara ulaştıkları görülmüştür. Bu sistemde istihdam sisteminin beklentilerine daha uygun insan gücü yetiştirmenin mümkün olduğu görülmüştür (Higgins, 2003). Ülkemizde de çıraklık eğitimi “ikili sistem” yapısına uygun biçimde yürütülmektedir. Çıraklık sistemi içinde çalışan çocuklar çırak – kalfa – usta yapılanması içinde sistemde yer almaktadırlar. Kökenleri Ahilik sistemine kadar uzanmaktadır. Daha sonra Lonca adı ile bu yapı biçim değiştirmiş, Cumhuriyetle birlikte varlığı sona ermiştir. Ancak söz konusu çırak – kalfa – usta yapılanması varlığını sürdürmüş 1926 yılındaki Borçlar yasası, 1977 deki 2089 sayılı Çıraklık Kalfalık ve Ustalık Kanunu, 1986 yılında 3308 sayılı Çıraklık ve Mesleki Eğitim Kanunu ve 4702 sayılı kanun bu konuda düzenlemeler içermiştir. Kısaca mevcut uygulamayı tanımakta yarar vardır (Çalışma Genel Müdürlüğü, 2002c; Resmi Gazete, 1986; Resmi Gazete, 2001, Ulusoy, 2005,). Buna göre 14 Yaşını doldurmuş, 19 yaşından gün almamış, en az İlköğretim okulu mezunu olan, sağlığı gireceği mesleğin gerektirdiği koşullar açısından uygun olanlar çıraklık eğitimine alınırlar. 19 yaşını geçmiş olanlar ise ve daha önce çıraklık eğitimi almamış olanlar ise yaşlarına ve düzeylerine uygun olarak düzenlenecek mesleki eğitim programlarına göre çıraklık eğitimi programına alınabilmektedir. Bu eğitime 507 sayılı Esnaf ve Küçük Sanatkârlar Kanununa tabi işyerlerinde çalışan çırak yaşındaki gençlerin çıraklık eğitimi uygulama kapsamına alınmış il ve meslek dallarında çalışan gençlerin çıraklık eğitimi görmesi zorunludur. Uygulamaya göre ilköğretim okulunu bitirmiş ama 14 yaşını doldurmamış olanlar “aday çırak” statüsüyle eğitime alınırlar. Haftada 1 gün mesleki eğitim merkezlerinde, diğer günlerde işyerlerinde uygulamalı eğitim alan aday çıraklar 14 yaşını doldurunca çıraklık sözleşmesi ile, mesleklerin özelliklerine göre 2-4 yıl sürecek “çıraklık eğitimine” katılırlar. Bu dönemde sigorta primleri devlet tarafından ödenmektedir. Bu dönem sonunda yapılacak sınavda başarılı olanlara kalfalık belgesi verilmektedir. Daha sonra ise ustalık eğitim kurslarına katılanlar sonuçta katılacakları bir sınavda başarılı olmaları halinde “ustalık belgesi” alıp bağımsız işyeri açabilmektedirler. Genel olarak uygulama bu biçimde olmakla beraber, çıraklık eğitimine hiç katılmamış ama bir işyerinde çalışan, işyeri açmış olanlar, örgün mesleki eğitim programlarını bitirenlerin ustalık belgesi alabilmesi vb. konularda çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Burada “çalışan çocuklar” açısından üzerinde durulması gereken konu ilköğretim kanununda temel eğitim döneminde çocukların çalışmaları yasaklanmış olmasına karşın daha önce belirtildiği gibi çok sayıda çocuk çalışmaktadır. Özellikle 14 yaş sonrası bireylerin çalışmaları halinde mutlaka çıraklık eğitim sistemi içinde yer almaları zorunludur. Ülkemizde temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla 14 yaş öncesi bir işyerinde çalışma oranında bir azalma olduğu bilinmektedir. Atal’ın belirttiği gibi (2004) sekiz yıllık kesintisiz eğitim ve çocuk işçiliğine getirilen 15 yaş sınırlaması Türkiye'de sanayide çalışan çocuk sayısını önemli ölçüde düşürmüştür. Ancak yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle eskinin çırak çocukları artık birer sokak işçisi olarak çalışmaktadır. Bunların sayıları ile ilgili çok sağlıklı istatistikler olmamakla birlikte, Türkiye'de 15-19 yaş arası çalışan 2 milyon 400 bin çocuktan sadece 123 bini mesleki eğitim merkezlerine gidebildiği belirtilmektedir (Aktaş, 2005). Söz konusu dönemdeki çocukların çıraklık eğitim kapsamı dışında kalmaları bir anlamda emeğin sömürülmesi olarak da değerlendirilebilir. Çünkü bu çocuklar çoğunlukla kontrolden sosyal güvenceden uzak, düşük ücretlerle, kötü koşullarda çalıştırılabilmektedir. Bu çocukların işsiz kalmaları, kötü alışkanlık kazanmaları, belirgin bir vasıf kazanamadıkları için işsiz kalmaları da son derece olağandır. Yapılan değerlendirmelere göre sonuçlar ve öneriler şöyle özetlenebilir. Sonuç ve Öneriler Ülkemizde çalışan çocuk olgusu kaçınılmaz bir gerçektir. Ülkenin genel gelişmişlik durumu, yaşanan ekonomik krizler, nüfus, gelir dağılımı, eğitim yapısı vb. olgular bunu oluşturan önemli etmenlerdir. Alınan yasal önlemler, onaylanan sözleşmeler bu gerçeği yeterince değiştirmeye yetmemiştir. Temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla çalışan çocuk oranında bir azalma olduğu ifade edilmekle birlikte, gerek 14 yaş öncesi, gerekse sonrasında bu olgu devam etmektedir. Öte yandan temel eğitimin tamamlanmasından sonra ise çıraklık eğitimine katılma oranında da önemli bir azalma söz konusudur. Bu dönemde eğitim sisteminin dışında kalmasına ve bir işte çalışmasına rağmen çalışan çok sayıda çocuk da mevcuttur. Bunun nedenlerinin başında denetimsizlik, çıraklık eğitimi programlarının kapsamı ve kayıt dışı ekonomik yapı olarak özetlenebilir. Buna göre öneriler şöyle özetlenebilir: Öncelikli olarak temel eğitim çağında olup çalışan çocukların temel eğitime dahil edilmesi ile ilgili çalışmalar yapılmalıdır. Bunun için ilgili tüm resmi ve özel kuruluşlar, gerçek ve tüzel kişiler sorumluluklarını yerine getirmelidir. Burada mesleki eğitim merkezlerinin fonksiyonu is kanunu hükümleri içinde 14 yaşını doldurmayanların hafif işlerde çalıştırılabileceği hükmü uyarınca onlara dönük kursları organize etmek ve bu çocukların eğitim imkânına kavuşmasına yardımcı olmak olabilir. Çalışan çocuklara yönelik olarak işgücü eğitim programları çıraklık eğitim sistemi içinde mesleki eğitim merkezleri tarafından organize edilmelidir. 14 yaş sonrası ve kız ve erkek çocuklara yönelik olarak hazırlanacak meslek edindirmeye ve belirli ölçüde ekonomik gelir kazandırmaya yönelik olacak bu programlar söz konusu çocukların topluma kazandırılması başka bir değişle sosyal açıdan da önemli bir işleve sahip olacaktır. Bu çocukların beslenme, barınma iş bulma ya da kendi işini kurma vb. açılardan desteklenmeleri gereklidir. Bunun için mesleki Eğitim merkezleri yanında ilgili kurum ve kuruluşların belirli bir koordinasyon içinde çalışmalarına ihtiyaç vardır. Daha önce bahsedildiği gibi çok sayıda kurum ve kuruluş çeşitli çalışmalar yapmaktadır. Ancak bunların yeterince koordineli olduğu söylenemez. Bu kurumlar bir üst organizasyon kapsamında koordine edilmeli, ÇATOM gibi uygulamalar yaygınlaştırılmalı, uygulamaya mesleki eğitim merkezleri de dahil edilerek kapsam genişletilmelidir. Bu amaçla yerel yönetimlerin koordinatörlüğünde projeler geliştirilmesi üstelik bu amaçla AB fonlarının kullanılması bile mümkündür. Ülkemizde mesleki eğitimin genel sorunlarından biri mesleki eğitimin prestiji konusudur. Temel eğitimden sonra aileler çoğunlukla çocuklarını gelecekte bir üniversite hayaliyle genel eğitime yönlendirebilmekte, meslek eğitimine ise başarı düzeyi daha düşük bireyler yönlenebilmektedir. Bu sorunun çözülmesi için öncelikli olarak istihdam sisteminin gelişmesi gereklidir. Bunu yanında temel eğitimde ve orta öğretimin ilk yılında yapılacak yönlendirmeler etkili olabilir. Bunların yanında öneriler genel olarak şöyle sıralanabilir: 1. Çalışan çocukların ailelerinin sosyo – ekonomik koşullarının iyileştirilmesi için sosyal politikalar geliştirilmeli ve uygulanmalıdır. 2. 8 yıllık ilköğretimin yaygınlaştırılarak çocukların çalışma yaşamına katılmaları geciktirilmelidir. 3. Çalışan çocuklar konusunda çeşitli kurum ve kuruluşların yaptıkları çalışmaların eş güdüm sağlayacak bir yapılanmaya gidilmesidir. Bunu için çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın önderliğinde bir oluşum söz konusu olabilir. 4. 8 yıllık temel eğitim kapsamında çocukların mesleki becerilerini ortaya çıkaracak, gelecekte onların meslek seçmelerine yardımcı olacak bilgi ve beceri eğitimi verilmelidir. 6. Çırak statüsüyle mesleki eğitim merkezleri bünyesinde ”öğrenci” statüsüyle çalışan çocukların çalışma koşullarının iyileştirilmesi sağlanmalıdır. 6. Meslek eğitiminde meslekler dünyasında meydana gelen değişimin doğrultusunda yeni meslek alanları eğitim olanakları sağlanmalıdır. 7. Çıraklık eğitimi döneminde olmalarına rağmen bu kapsamda olmadan çalışan çocukların kapsam içine alınabilmesi için hem yasa hükümlerinin uygulanması için denetimler artırılmalı, hem de bu çocukların çalıştıkları alanlarla ilgili mesleki eğitim programları hazırlanıp uygulamaya konulmalıdır. KAYNAKLAR Aktaş, U. (2005). Haftada 80 saat Çalışıyor. Radikal Gazetesi, 21 Mart 2005. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=147143 (20.09.2005). Atal, N. (2004). Çıraktılar mendilci oldular. http://arsiv.sabah.com.tr/2004/05/24/gnd110.html Çalışma Genel Müdürlüğü. (2002a). ILO ve Çocuk Çalıştırılması. http://www.calisma.gov.tr/calisan_cocuklar/ilo.htm (20.09.2005). Çalışma Genel Müdürlüğü. (2002b). Çocuk İşçiliği İle İlgili Türkiye'nin Onayladığı Uluslararası Sözleşmeler http://www.calisma.gov.tr/calisan_cocuklar/uarssoz.htm (20.09.2005). Çalışma Genel Müdürlüğü. (2002c). Çocuk İşçiliği İle İlgili Ulusal Mevzuat http://www.calisma.gov.tr/calisan_cocuklar/ulusal_mevzuat.htm (20.09.2005). Fazlıoğlu A. ve Dersan N. (2004). Gap Bölgesinde Yoksul Çocukları Eğitime Kazandırma Yönünde Katılımcı Proje Uygulamaları. Eğitimde Yeni Ufuklar II: “Eğitim Hakkı ve Okula Gidemeyen Çocuklar” Sempozyum Tebliği 3-4 Aralık 2004. Ankara. www.gap.gov.tr/Turkish/Sosprj/yoksulc.pdf (15.09.2005). Fişek, G. (2005). Türkiye’de Çocuk Emeği Çalışmalarına Genel Bakış http://www.fisek.org/019.php (20 Eylül 2005). Higgins J. (2003). Labour Market Programmes for Young People: A Review. Youth Transitions Report Series 2003 http://www.msd.govt.nz/documents/publications/strategic-social-policy/youth-transitions-labour-marketprogrammes-for-young-people.doc (23.09.2005). ILO. (2004). Çocuk İşçiliğiyle Mücadele (IPEC) http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/programme/ipec.htm (20.09.2005). Karabulut, Ö. (1996). Türkiye’de Çalışan Çocuklar. İstanbul: Araştırma Raporu. www.festr.org/files/turkiyede_calisan_cocuklar.pdf (20.09.2005) Kuschnereit, J. (2001). Trade Policy Against Child Labor? The Limited Effectiveness of Social Clauses. International Politics and Society 3/2001 http://www.fes.de/ipg/ONLINE3_2001/SUMLISTE.HTM#9 (23.09.2005). Obidi S. S. (1995). Skill Acquisition through Indigenous Apprenticeship: a case study of the Yoruba blacksmith in Nigeria. Comparative Education 31(3), 369-283. Payne. J. (2002). Reconstructing apprenticeship for the twenty-.rst century: lessons from Norway and the UK. Research Papers in Education 17(3) 2002, ss. 261–292 http://www.voced.edu.au/cgi-bin/getiso8.pl?off=47276481&db=voced&patlist=keywords%3Amodern%20apprenticeship (20.09.2005). Resmi Gazete. (1930). Umumi Hıfzıssıhha Kanunu Kanun No: 1593 Yayın Tarihi: 6.5.1930 Sayı: 1489, http://www.hukuki.net/www.saglikhukuku.net/bilgi/a014.asp (20.09.2005). Resmi Gazete. (1986).Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu. Kanun No: 3308, yayın tarihi: 19.06.1986, Sayı: 19139. Ankara: Başbakanlık Basımevi. Resmi Gazete. (2001). Yükseköğretim Kanunu, Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu, İlköğretim ve Eğitim Kanunu, Millî Eğitim Temel Kanunu, Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu, Millî Eğitim Bakanlığı Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanun ile 3418 Sayılı Kanunda Değişiklik Yapılması ve Bazı Kâğıt ve İşlemlerden Eğitime Katkı Payı Alınması Hakkında Kanun ile Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun. Kanun No: 4702, Yayın tarihi: 10.07.2001, sayı: 24458. Ankara: Başbakanlık Basımevi. Resmi Gazete. (2003). İş Kanunu. .Kanun No: 4857, Kabul tarihi: 22.05.2003, yayın tarihi: 10.06.2003. Sayı: 25134. http://rega.basbakanlik.gov.tr/Eskiler/2003/06/20030610.htm#1 (20.09.2005). TİSK. (2005). IPEC Projesi/Sanayide Çalışan Çocuklar ve TİSK’in Faaliyetleri. http://www.tisk.org.tr/ipec.asp (20.09.2005). Ulusoy, A. (2005). Kalifiye İşgücünün Yetiştirilmesinde Eğitim Kurumu-İşletme İşbirliği: Türkiye Uygulaması İşveren Ağustos 2005. http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=963 (20.09.2005). UNICEF. (2005). Child labour. http://www.unicef.org/protection/index_childlabour.html (20.09.2005). LÖSEMİ HASTASI OLAN ÇOCUĞA SAHİP ANNELERİN KAYGI DÜZEYLERİNİN İNCELENMESİ Dr. Ayhan BABAROĞLU* Doç. Dr. Gülen BARAN· Bu çalışma, lösemi hastası olan on-on beş yaş arasındaki çocukların annelerinin kaygı düzeylerini incelemek amacıyla yapılmıştır. Araştırmaya Ankara il merkezinde bulunan Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversitesi hastanelerinin pediatrik onkoloji ve hematoloji servislerinde yatan ve tedavilerine ayakta devam edilen seksen dört çocuğun annesi dahil edilmiştir. Araştırmada çocukların kendisine, hastalığına ve ailesine ilişkin bazı genel bilgileri elde etmek için araştırmacı tarafından hazırlanan “Genel Bilgi Formu”, annelerin kaygı düzeylerini saptamak için “Aile Kaygı * · Endişe Düzeyini Ölçme Aracı” kullanılmıştır.Verilerin istatistiksel açıdan Ankara Ticaret Odası İlköğretim Okulu Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü değerlendirilmesinde;ikili gruplar için t-testi,ikiden fazla olan gruplarda varyans analizi kullanılmıştır.Araştırma sonucunda annenin kaygı düzeyi ile ilgili olarak;çocuğun yaşının “aile yaşamına getirdiği sınırlılıklar” ve “bir kurum bakımını tercih etme” boyutlarına ait puanlarda, cinsiyetin annenin “genel kaygı” sında , anne yaşının “ömür boyu bakım” boyutuna ilişkin puanlarda anlamlı bir farklılık oluşturduğu saptanmıştır.Tedavi süresinin “mali kaygılar” ve “kişisel ödül eksikliği”, ailede kronik hastalığı veya engeli olan başka bir bireyin varlığını “bağımlılık-kendini yönetme” ve “sürekli hastalık kaygısı” boyutlarından alınan puanlarda anlamlı farklılık yarattığı saptanmıştır.Araştırmadan elde edilen sonuçlar doğrultusunda öneriler getirilmiştir. GİRİŞ Kanser, hastalar için olduğu kadar aileler için de zorlu bir deneyimdir. Çünkü aile sadece bir arada yaşayan insanlardan oluşan bir grup değil, karmaşık, güçlü ve dinamik bir sistemdir. Bu durumda kanser hastalığına sahip olan yalnızca çocuk değildir. Hatta kansere bir aile hastalığı da denilebilir. Çocukluk çağı kanserleri sadece çocuğun değil, tüm aile üyelerinin fiziksel, psikolojik ve sosyal dengesini bozan değişikliklere neden olmaktadır. Çocuğuna kanser tanısı konan ebeveynler, ciddi kaybı içeren bir kriz yaşarlar. Tanı açıklandığında, toplumdaki kansere ilişkin korkular, çocuk ve ebeveyndeki kaygı yoğunluğunu arttırmaktadır(Lovejoy 1986, Çavuşoğlu 1992). Kanser tedavisinde elde edilen başarılara rağmen, kanser tanısı anne-babalar tarafından hala çocuğun ölüme mahkumiyeti olarak algılanmaktadır. Hastalığın doğası nedeniyle oluşan kısıtlamalara tedavinin getirdiği kısıtlılıkların da eklenmesi ve sık sık hastaneye gidip gelme zorunluluğu, çocuğun olduğu kadar anne-babanın da kaygı düzeyini arttırır.(Kayaalp 1995, Baider et al. 1996, Baysal 1996). Kaygının anneden çocuğa geçtiğini ifade eden kuramcılar, bu durumun ileride çocuğun güvenliğinin tehlikeye girdiği anda yeniden yaşanan bir duygu olduğunu ifade etmişlerdir. Kanser hastalığı söz konusu olduğunda ise hem çocukta, hem de annede kaygı düzeyleri artmış durumdadır.Kanserle yüz yüze kalma durumu, hasta yakınlarının da kaygı yaşamasına neden olmaktadır. Hasta yakınlarının stres ve kaygı düzeylerinin düşürülmesi hastalarıyla aralarındaki etkileşimde olumlu bir etki yaratmakta ve bu yolla hastaların da kaygı düzeyleri düşürülmüş olmaktadır (Gençtan 1981, Clay 1999). Kanser, aile içi dengelerin bozulmasına neden olur. Bu dengelerin bozulmasının ardından, aile üyeleri dengeyi tekrar kurmaya çalışırlar. Bu süreç içerisinde aile üyeleri, hastalar kadar, bazen de onlardan daha çok duygusal zorlanma gösterebilmektedirler(Sabbeth 1984 , Lawrence ve Rainey 1985). MATERYAL VE YÖNTEM Bu çalışma, lösemi tanısı konmuş on-on beş yaş arasındaki çocukların annelerinin kaygı düzeylerini incelemek amacıyla yapılmıştır. Araştırmanın örneklemine, Ankara il merkezinde bulunan Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversitesi hastanelerinin pediatrik onkoloji ve hematoloji servislerinde yatan ve tedavilerine ayakta devam edilen seksen dört çocuğun annesi dahil edilmiştir. Araştırmada çocukların kendisine, hastalığına ve ailesine ilişkin bazı genel bilgileri elde etmek için “Genel Bilgi Formu”, annelerin kaygı düzeylerini saptamak için “Aile Kaygı Endişe Düzeyini Ölçme Aracı” kullanılmıştır.AKEDÖA, Holroyd (1976) tarafından geliştirilmiştir. Toplam iki yüz seksen beş maddeden oluşan orijinal form, yapılan faktör analizleri sonucunda altmış altı maddeden oluşan kısa forma dönüştürülmüştür. AKEDÖA, üç boyut ve on bir alt boyuttan oluşmaktadır.Bu boyutlar şunlardır:Bağımlılık ve kendini yönetme( B.K.Y), bilişsel bozukluk( B.B), aile yaşamına getirdiği sınırlılıklar ( A.Y.G.S ), ömür boyu bakım( Ö.B), aile içi uyumsuzluk( A.İ.U ), kişisel ödül eksikliği ( K.Ö.E ), sürekli hastalık kaygısı( S.H.K), fiziksel sınırlılıklar( F.S ), mali kaygılar( M.K), kurum bakımını tercih etme( K.B.T.E ) ve aileye getireceği zorluklar( A.G.Z ). Ülkemizde AKEDÖA’ nın geçerlik ve güvenirliği Akkök (1988) tarafından yapılmıştır.Verilerin istatistiksel açıdan değerlendirilmesinde; ikili gruplar için t-testi, ikiden fazla olan gruplarda varyans analizi kullanılmıştır. BULGULAR VE TARTIŞMA Araştırmaya alınan lösemili çocuğa sahip annelerin kaygı düzeylerinde çocuğun yaşının, cinsiyetinin, tedavi süresinin, annenin yaşının ve ailede kronik hastalığı veya engeli olan başka bireyin var olma durumunun farklılık yaratıp yaratmadığına ilişkin istatistiksel analiz sonuçları aşağıdaki tablolarda verilmiştir. Lösemi hastası olan çocukların yaşlarına göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz sonuçları Tablo 1’de verilmiştir. Tablo 1. Lösemi hastası olan çocukların yaşlarına göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin puan ortalamaları, standart sapma ve varyans analizi sonuçları * P<.05 Annelerin kaygı düzeylerine ait genel kaygı puan ortalamaları incelendiğinde; 10-11 yaşında lösemili çocuğu olan annelerin puanlarının, 12-13 ve 14-15 yaşında lösemili çocuğu olan annelerin puanlarından yüksek olduğu görülmektedir. Lösemi hastası olan çocukların yaşlarına göre annelerinin kaygı düzeylerine ait boyut puanlarına bakıldığında, varyans analizi sonucunda lösemili çocuğun yaşının, A.Y.G.S. ve K.B.T.E. boyutlarına ait puanlarda anlamlı bir farklılık yarattığı saptanmıştır[ p<.05]. A.Y.G.S boyutu açısından farklılığı 14-15 yaş grubunda çocukları olan annelerin puanları yaratırken, K.B.T.E. boyutunda 10-11 ile 12-13 yaş grubunda çocuğu olan annelerin puanları arasındaki fark önemlidir. Lösemi hastası çocukların yaşlarına göre annelerin kaygı düzeylerine ait diğer boyut puanları incelendiğinde ise 10-11 yaşında çocuğu olan B.K.Y., B.B, A.İ.U, K.Ö.E, S.H.K., M.K. boyutlarında yüksek düzeyde olduğu görülmektedir. Ancak varyans analizi sonucunda annelerin kaygılarına ait boyut puanlarının çocuğun yaşına göre anlamlı bir farklılık göstermediği saptanmıştır (p>.05). Lösemili çocuğun yaşının aile yaşamına getirdiği sınırlılıklar konusunda farklılık yarattığı bulunmuştur. Aslında hem küçük yaşlarda, hem de büyük yaşlarda sorunlar vardır. Ancak sorunların çeşitleri çocuğun yaşına göre farklılık gösterebilir. Çocuğun hastalığı ve hastaneye yatması, ailenin bölünmesinin belirgin bir strese neden olduğu ifade edilmektedir (Hersh ve Wiener 1993). Kronik hastalığa sahip çocuğun bulunduğu ailelerde aile hayatı yeni bir düzenlemeyi gerektirmektedir. Bu düzeni oturtamayan veya çok önemli zorluklarla karşılaşan aileler konu ile ilgili profesyonel bir kurum bakımına yönelmektedirler. Böylece aileler hem hasta çocukları ile ilgilenildiğini bilirler hem de diğer sorumluluklarını yerine getirebilirler (Dahquist ve Czyzewski 1993). Lösemi hastası olan çocukların cinsiyetlerine göre çocukların ve annelerinin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz sonuçları Tablo 2’de verilmiştir. Tablo 2. Lösemi hastası olan çocukların cinsiyetlerine göre annelerin kaygı düzeylerineilişkin puan ortalamaları, standart sapma ve bağımsız gruplar için t testi sonuçları *p<.05 Annelerin kaygı düzeyleri ile ilgili genel puan ortalamalarına bakıldığında lösemili kız çocuğuna sahip annelerin kaygı puanlarının, lösemili erkek çocuğa sahip annelerin puanlarından düşük olduğu görülmektedir.Yapılan t testi sonuçları, çocuğun cinsiyetinin annenin genel kaygı puan ortalamalarında farklılık yarattığını göstermektedir [t=.24, p<.05]. Annelerin kaygı boyutlarına ait puanları incelendiğinde, lösemi hastası kız çocuğuna sahip annelerin K.Ö.E., F.S. ve A.G.Z. boyutlarından aldıkları puanların yüksek olduğu görülmektedir. Ayrıca boyut puanları birbiri ile karşılaştırıldığında gerek kız, gerekse erkek çocuğa sahip annelerin A.İ.U., B.B., Ö.B., K.B.T.E. boyutlarından aldığı puanların diğer boyut puanlarından daha yüksek olduğu görülmektedir. Ancak, kaygıya ilişkin boyutların hiçbirinde çocuğun cinsiyeti anlamlı bir farklılık yaratmamaktadır(p>.05). Gelişen ergen cinsiyet kimliğinin ve rolünün doğal yaşantısına ayak uydurmakta zorlanan lösemi hastası çocuk, bu alanda bilinçli yönlendirmeye ihtiyaç duyar.Hastalığın getirdiği sınırlamalar zor bir süreç yaşamasına neden olabilir. Her iki cinsiyette de görülen sorunların bilinçli yaklaşımlarla giderilebileceği düşünülmektedir. Embiyaoğlu ve Koptagel (1973), araştırma sonucunda istatistiksel açıdan anlamlı olmamakla birlikte cinsiyete göre yapılan ayrımda kadınların hastalıklar karşısında erkeklere oranla daha fazla kaygı, korku ve üzüntü yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Yine Er (1998), hastanede yatan çocuklar ve ailelerinin kaygı düzeylerini etkileyen faktörleri incelediği araştırmasında, kız çocuğu olan ailelerin kaygılarının erkek çocuğu olan ailelerin kaygılarından daha yüksek olduğunu saptamıştır. Lösemi hastası olan çocukların tedavi süresine göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz sonuçları Tablo 3’de verilmiştir. Tablo 3. Lösemi hastası olan çocukların tedavi süresine göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin puan ortalamaları,standart sapma ve varyans analiz sonuçları * P< 0.05 **P< 0.01 Annelerin kaygı düzeylerine ait genel puan ortalamalarına bakıldığında, tedavi süresi 1 yıldan az olan çocukların annelerinin puanlarının, tedavi süresi 1-2 yıl ile 3 yıl ve üzeri olan annelerin puanlarından yüksek olduğu görülmektedir. Kaygı boyutlarına ait puanlar incelendiğinde; tedavi süresi 1 yıldan az olan çocukların annelerinin B.K.Y., B.B., A.İ.U. ve M.K. tedavi süresi 1-2 yıl olan çocukların annelerinin K.Ö.E., S.H.K., F.S., K.B.T.E. ve A.G.Z., tedavi süresi 3 yıl ve üzeri olan çocukların annelerinin ise A.Y.G.S. ve Ö.B. boyutlarından diğerlerine göre daha yüksek puan aldıkları görülmektedir. Yapılan varyans analizi sonuçları, tedavi süresinin K.Ö.E. [p<.01] ve M.K. [ p<.05] boyutlarına ilişkin kaygı puanlarında anlamlı bir farklılık yarattığını göstermektedir. K.Ö.E. ve M.K. boyutları açısından 3 yıl ve daha uzun süredir tedavi gören çocukların annelerinin kaygı puanının diğerlerine göre en düşük düzeyde olduğu ve farklılığı bu grubun yarattığı saptanmıştır. Diğer boyutların varyans analizi sonuçlarında tedavi süresinin anne kaygısı üzerinde anlamlı bir farklılık yaratmadığı bulgusu elde edilmiştir (p>.05). Lösemi hastalığı uzun süren, kronik bir hastalıktır. Hastalığın ilk zamanlarında görülen yoğun kaygı durumu, zaman geçtikce ve tedavi ilerledikçe azalır. Ancak, tekrarlar bu kaygıyı arttıran dönemlerdir. Baştan beri yaşanan bu durumda gerekli olan maddi kaynaklar ve sosyal güvence imkanlarının varlığı kaygıyı azaltıcı etkiye sahiptir. Çünkü, lösemi tedavisi pahalı ve uzun süren bir hastalıktır. Araştırma kapsamına alınan ailelerin hepsinin sosyal güvencesinin olması bu anlamda kaygının düşük olmasının sebebi olabilir. Hastalığa uyum zamanla oluşur ve başlarda bu konuda ve hissettikleri hakkında konuşmak istemeyen anneler, artık rahatça konuşabilmekte, kendini ve hissettiklerini ifade edebilmektedir. Böyle bir hastalığın yaşanması, annenin ve çocuğun kişilik yapısında derin izler bırakabilir. Bir süre sonra belli rutinler haline gelen tedavi süreci daha katlanılır hale gelir. Bu sebeple kişisel ödül eksikliği boyutunda kaygı düzeyinin zamanla azaldığı düşünülmektedir. Sözer(1991), kanserli çocukların baş etme yeteneklerini incelediği çalışmasında, çocuklardaki kaygının tanıdan sonra zamanla giderek azaldığını, çocukların ve annelerin zamanla baş etme becerilerini geliştirdiklerini ve bu sayede hastalığa psikolojik uyum sağladıklarını belirtmektedir. Lösemi hastası çocuğu olan annenin yaşına göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz sonuçları Tablo 4’te verilmiştir. Tablo 4. Lösemi hastası çocuğu olan annenin yaşına göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin puan ortalamaları, standart sapma ve varyans analiz sonuçları * p< .05 Annelerin yaşlarına göre, kaygı boyutlarına ait puan ortalamaları incelendiğinde; 41 yaş ve üzerinde olan annelerin A.Y.G.S., Ö.B., A.İ.U., K.Ö.E., S.H.K., F.S., K.B.T.E. boyutlarında diğer yaş grubundaki annelerden daha yüksek puanlara sahip oldukları dikkati çekmektedir. Yapılan varyans analizi, annenin yaşının kaygıya ilişkin Ö.B boyutuna ait kaygı puanlarda anlamlı bir farklılık yarattığı sonucunu göstermiştir [p<.05]. Annenin yaşı yükseldikçe Ö.B konusunda yaşadığı kaygılar da yükselmektedir. Duncan Testi sonuçları da 30-35 yaş grubundaki annelerle, 41 yaş ve üzerindeki annelerin puanları arasındaki farkın anlamlı olduğunu göstermektedir. Lösemili çocuğu olan anne, çocuğunun bakımı konusunda çeşitli kaygılara sahiptir. Yapılan tedavinin ve bakımın en iyisi olmasını ister. Bu sebeple de bakımı daha çok kendisi yapar. Ancak annenin yaşlanması bazı endişeleri de birlikte getirir. Anne yaşlandığı için kendini hastalığa ve ölüme daha yakın hisseder. Fakat üzüntüsü kendisi için değil, hasta çocuğu içindir. Eğer kendisine bir şey olursa çocuğunun bakımını kimin üstleneceği gibi düşünceler annenin kaygısını arttırır (Hersh ve Weiner 1993). Özellikle kırk yaş ve üzerindeki anneler, kendisinden sonra çocuğunun bakımının nasıl ve kim tarafından yapılacağı endişesini yoğun bir şekilde yaşamaktadırlar. Er (1998),hastanede yatan çocuklar ve annelerinin kaygı düzeylerini etkileyen faktörlerin incelenmesi konulu araştırmasında, annenin yaşının hem çocukların hem de annelerin kaygı düzeyini etkilediğini tespit etmiştir. Yine Gökeşmeoğlu(1995)’nun yaptığı araştırma sonucunda da annenin yaşının, kanserli çocuğu olan anne-babaların kaygı, depresyon ve umutsuzluk düzeylerinde anlamlı bir farklılık yarattığı tespit edilmiştir. Bir başka çalışmada da Flynt ve Wood(1989), genç annelerin uyum sürecindeki kaynakları kullanamamalarının, yaşca daha büyük annelerin olgunluk ve deneyim gibi özelliklerinin kaygı düzeyleri üzerinde etkili olmadığı sonucunu bulmuşlardır. Lösemi hastası olan çocukların ailesinde kronik hastalığı/engeli olan başka bireyin olup olmamasına göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin istatistiksel analiz sonuçları Tablo 5’de görülmektedir. Tablo 5. Lösemi hastası olan çocukların ailede kronik hastalığı/engeli olan başka birey olma durumuna göre annelerin kaygı düzeylerine ilişkin puan ortalamaları standart sapma ve bağımsız gruplar için t testi sonuçları * P< 0.05 **P< 0.01 Tablodan, ailede kronik hastalığı/engeli olan başka bireyin olma durumuna göre annenin kaygı düzeyine ilişkin genel puan ortalamaları incelendiğinde, ailede kronik hastalığı/engeli olan başka birey ”var” diyen annelerin kaygı puanlarının “yok” diyen annelerin kaygı puanlarından daha yüksek olduğu görülmektedir. Boyut puanlarına bakıldığında; ailesinde kronik hastalığı/engeli olan başka olan anneler, B.B., A.Y.S., Ö.B., K.Ö.E., S.H.K., M.K., K.B.T.E. ve A.G.Z. boyutlarından yüksek puan alırken, ailede kronik hastalığı/engeli olan başka bireyin bulunmadığı anneler B.K.Y., A.İ.U ve F.S. boyutlarından yüksek puan almışlardır. Yapılan t testi sonucunda ailede kronik hastalığı/engeli olan başka bir bireyin olma durumunun, B.K.Y. ve S.H.K. boyutu puanlarında anlamlı bir farklılık yarattığı bulunmuştur [ p<.05, , p<.01].Diğer boyutlara ait t testi sonucunda, ailede kronik hastalığı/engeli olan bireyin olma durumunun annenin kaygısı üzerinde anlamlı bir farklılık yaratmadığı saptanmıştır (p>.05). Lösemi hastası çocuğu olan annenin evde başka bir hasta veya engeli olan bireyin varlığı ile kaygısının yüksek olacağı açıktır. Evde kronik hastalığı veya engeli olan bireyin var olması annenin daha fazla sorumluluk alması, yorulması demektir.Bu da annenin kendine ayırabileceği zamanın tamamen yok olmasına, sosyal yaşamının sınırlanmasına neden olabilir. Hem hasta çocuk, hem de evdeki diğer kronik hastalıklı veya engelli birey hemen hemen her açıdan anneye bağımlıdır. Anne onların her şeyi ile ilgilenmek zorundadır. Bu ağır sorumlulukların annenin kaygısını arttırması beklenen bir durumdur. Yine anne bu yoğun sorumluluk ve bakım yükünün sürekli bu şekilde devam edeceğini, çocuğunun sürekli hasta kalacağını, evdeki kronik hastalıklı veya engelli bireyin hiç iyileşmeyeceğini düşünerek kaygılanabilir. SONUÇ VE ÖNERİLER Bu çalışmanın sonucunda; çocuğun yaşının annenin genel kaygısı üzerinde anlamlı bir farklılık yaratmadığı, ancak A.Y.G.S. ve K.B.T.E. boyutlarında anlamlı bir farklılığın bulunduğu tespit edilmiştir. Cinsiyetin, annenin genel kaygısı üzerinde anlamlı bir farklılık oluşturduğu fakat diğer boyutlarda böyle bir farklılığın bulunmadığı görülmüştür. Annenin yaşı, annenin genel kaygısına ilişkin puanlarda anlamlı bir farklılık göstermemektedir. Ancak anne yaşının Ö.B.boyutundan elde edilen puanlarda istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık olduğu görülmüştür.Ailede kronik hastalığı veya engeli olan başka bireyin varlığının B.K.Y. boyutuna ait puanlarda bir farklılık yarattığı saptanmıştır . Bu bulgular ışığında şu öneriler getirilebilir: Lösemili çocukların fiziksel ve psikolojik tedavilerine ailelerinde katılması, bu hastalığın takip ve tedavisi için çok önemlidir. Hasta çocuğa uygulanacak tüm tedaviler hakkında hasta çocuğun doktoru, çocuktan sorumlu hemşire, psikolog ve diğer sağlık elemanlarının oluşturduğu bir ekip tarafından uygun bir ifade ile her zaman umut korunarak, anlayabilecekleri bir açıklama çocuğa ve ailesine yapılmalıdır. Açıklamaları yaparken çocuk veya ailesinin içinde bulundukları durum,yaş, eğitim düzeyi gibi faktörler göz önünde bulundurulmalıdır.Tedavinin başlamasıyla oluşabilecek bakım sorunlarını en aza indirmek için ebeveynlere “Bakım Programları” hazırlanmalıdır. Hastanede yatarak tedavi görmesi gereken her hasta çocuğun ebeveynlerine, özellikle de çocuğun yanında kalan annelere danışman psikolog tarafından bir uyum programı uygulanmalıdır. Hastalar çocuk olduğu için tedavileri sırasında iyi oldukları zaman eğitimlerini sürdürebilecekleri, oyun oynayıp ve serbest zaman etkinliklerinin bulunabileceği, hastanenin içinde fakat uygun şekilde dizayn edilmiş bir alanın oluşturulması gerekmektedir. Bu alanlar planlanırken çocukların hastalıkları göz önünde bulundurulmalıdır. Bu alanlardan tedavisini ayakta görenler de faydalanmalıdır. Tedavisini ayakta sürdüren, fakat okula gidemeyen çocuklar için evlerine gidilerek bazı imkanların sunulması da bu çocuklar için son derece iyi olacaktır. Hasta çocuğun tüm gelişim alanları takip edilmeli ve mümkün olduğu kadar hastalığın ve tedavi uygulamalarının gelişim alanlarına yapabileceği zarar önlenmeye çalışılmalıdır. Hastaneye yatan veya ayakta tedavi olan her lösemili hastanın ebeveynlerinin psikolojik sorunları taranmalı, yakınma ve problemlerinin şiddetine ve türüne göre bir destek program uygulanmalıdır. Eğer grup rehberliği ve grupla psikolojik danışmalara katılamaz ya da isteksiz olursa bu kişilere bireysel danışmanlık uygulanabilir.Kanser hastalarının tedavisini yapan bakımını yürüten özel eğitim almış personelin bulunduğu kurumların oluşturulması yararlı olacaktır. Bunun yanında hastane ortamının hasta ve hasta yakınlarının kaygı ve umutsuzluk düzeyini arttırdığı ve psikolojik sorunları yoğunlaştırdığı düşüncesinden hareketle imkanlar çerçevesinde hastaların kendi evlerinde bu konuda yetkin bir ekibin desteğiyle bakımları sağlanabilir. Hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçların pahalı ve tedavi sürecinin uzun olması nedeniyle hasta ve hasta yakınları tedavi ile ilgili tüm alanlarda (ilaç,bilgilendirme. kalacak yer, yiyecek, giyecek vb ) resmi ve gönüllü kuruluşların kendilerine daha fazla yardımda bulunmalarını istemektedirler. Resmi ve gönüllü kuruluşlar ile diğer bireyler hasta çocuk ve ailelerinin bu gibi ihtiyaçlarının karşılanması konusunda daha duyarlı olmaları önerilebilir.Sosyal güvencesi olmayan hastalara ve ailelere ekonomik sorunların çözümüne yardımcı olabilecek desteğin sağlanması gerekmektedir. HUZUREVİNDE KALAN YAŞLILARIN CİNSİYET FARKLILIKLARINA BAĞLI SOSYAL DIŞLANMA SÜREÇLERİ Elif Gökçearslan5 Bilge Önal Dölek· Yaşlılıkla birlikte bireylerin biyolojik olduğu kadar psikolojik ve toplumsal durumlarında değişimler yaşanmaktadır. Yaşamın son dönemi olan yaşlılık, bireylerin hayatlarını sürdürürken yaşadığı pek çok zorluğu da beraberinde getirmektedir. Bu dönemde bireyler pek çok sağlık sorunu ile karşı karşıya kalmanın yanı sıra pek çok toplumsal sorunla da karşı karşıya kalmaktadır. Yaşlanma ile birlikte ortaya çıkan rol ve statü kaybı kadın ve erkeğin birbirinde farklı sorunlar yaşamasına da neden olabilmektedir. Kadın geleneksel toplumlarda kendisine biçilen ve yaşamda var olmanın tek gerekçesi olarak kabul ettiği ev-içi rolleri (annelik, eşlik, ev içi işler vb), erkek ise ev dışı rolleri kaybetmektedir. Yaşlanmayla birlikte ortaya çıkan bu kayıplar, bireylerin toplumdan hızla uzaklaşmasına neden olmaktadır. Toplumsal roller ve statü kayıplarına ek olarak bireylerin sağlık sorunları yaşaması onların bir kez daha dışlanmasına neden olmaktadır. Yaşlıların sıklıkla yaşadığı bir süreç olan sosyal dışlanma dezavantajlı grupların yaşadığı bir sorundur. Yaşlanmaya bağlı olarak sosyal dışlanmaya neden olan etmenleri dört grupta tanımlanabilir: Yaşla ilişkili özellikler: Gelirle ilgili sınırlılıklar veya kayıplar, sağlığın ve sosyalliğin azalması. Emeklilikle birlikte gelirin azalması, kronik hastalık koşullarının etkisi, yalnız yaşayan insanların ihtiyaçlarının artmasıdır. Artarak çoğalan dezavantajlar: Doğuştan gelen bazı durumlar zamanla kişinin dezavantajlı duruma gelmesine neden olabilir. Örneğin sınırlı eğitim ve çalışma fırsatları ileri dönemde düşük gelir ve sınırlı sosyal ve sağlık hizmetleri kullanmaya neden olur. Toplumun özellikleri: Yaşanılan bölgede ve toplumda dostluk ve ilgi konusunda zorluklar yaşanıyor olabilir. Aynı zamanda yaşlıların incinebileceği durumlar ortaya çıkabilir. Bu durum nüfus, ekonomik düşüş, suç düzeyindeki artış ve yaşanılan bölgedeki güvensizlik gibi faktörlerle birlikte değişiklik gösterebilir. Yaş temelli ayrımcılık: Sosyo-ekonomik politikalarda yaşın etkisi yaşlılık temelli ayrımcılığa neden olabilir. Bu durum yaşlılarda sosyal dışlanmanın çeşitli formlarında etkili olmaktadır. Yaşlı bireylerin statü kaybı yaşaması beraberinde rol kaybı yaşamasına da neden olabilmektedir. YAŞLILIKTA SOSYAL DIŞLANMANIN NEDENLERİ 1950’lerde ve 1960’larda Townsend ve Wedderburn gibi araştırmacılar yoksul yaşayan en geniş gruplardan birinin yaşlı insanlar olduğunu, bu kişilerin özellikle tek yaşayan veya dul yaşlılar olduğunu ortaya koymuşlardır. “Yapısal bağımlılık” olarak tanım genişletilmiştir. Buna göre zorunlu emeklilik; yoksulluk ve sosyal rol kaybına neden olmuştur. 1990’lar boyunca düşük emekli maaşına ulaşma ile emekli maaşına ulaşamayan gruplarda yaşanan dengesizlik sosyal dışlanmaya da neden olmuştur. 5 · Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü Sosyal dışlanma çeşitli nedenlerle kaynaklara ve hizmetlere ulaşamama şeklinde kendini göstermektedir. Maddi kaynaklardan yoksunluk katılımsızlığa neden olan önemli bir durum olarak ele alınmıştır. Yukarıdaki temalardan yola çıkarak sosyal dışlanma “normal” aktivitelerden uzaklaşma olarak tanımlanabilir. Bunlar: · Tüketim aktiviteleri: Toplumda normal olarak kabul edilen mal ve hizmetlerin minimum düzeyde tüketilebilmesi, · Tasarruf aktiviteleri: Para biriktirme, bir mal sahibi olma, emekli aylığını elde etme, · Üretim aktiviteleri: Bir ekonomik veya sosyal değeri olan aktiviteler ile meşguliyet, · Politik aktiviteler: Geniş fiziksel ve sosyal çevre ile iletişim. Politik faaliyetlere katılım, · Sosyal aktiviteler: Bir toplum veya kültürel grup içinde tanımlanmak, aile ve arkadaş çevresi ile etkili sosyal ilişkiler kurmak. Sosyal dışlanma bireylerin fırsatlara ulaşma durumlarıyla ilgilidir. Özellikle küçük alanlar bireyleri çevreleriyle etkili bir şekilde iletişim kurmaktan alıkoyar. Yukarıdaki tanımlara ek olarak sosyal dışlanma çok farklı formlarda tanımlanabilir. Yaşlılarla ilgili ortaya çıkacak sosyal dışlanma faktörleri başka gruplarda daha da farklı işlenebilir. YAŞLILARIN YAŞADIĞI SOSYAL DIŞLANMANIN BOYUTLARI Yaşlı insanların dışlanma deneyimleri ile ilgili çalışmalar görece yenidir. Gelişen toplumlarda yaşlıların sosyal fonksiyonlarını yerine getirememe ve üretim sisteminden uzaklaşma ile birlikte bu grubun yaşamın çeşitli alanlarından dışlandığı dikkati çekmektedir. Sosyal dışlanmayı ve yaşlı insanları nasıl etkilediğini anlamak için dışlanmaya yol açan boyutların tanımlanması gerekmektedir. Bu araştırmada yedi boyuttan bahsedebiliriz. 1. Sosyal ilişkilerden dışlanma (aile, çocuklar ve arkadaşlarla ilişki kurma ve bu ilişkilerin sıklığı), 2. Kültürel aktivitelerden dışlanma (Sinema, opera, tiyatro vb aktiviteler) 3. Yurttaşlık aktivitelerinden dışlanma (politik partilere, ticari birliklere vb üye olma) 4. Temel hizmetlere ulaşmadan dışlanma (ulaşım, banka, postane, sağlık kuruluşları vb) 5. Bölgeden/Komşuluk ilişkilerinden dışlanma (yaşadığı bölgenin bir parçası olabilme) 6. Finansal üretimden dışlanma (gelirini nasıl kullanıyor) 7. Toplumsal tüketim malları ( tv, buzdolabı, video, müzik setine sahip olma) Yukarıdaki boyutlar, kent yaşamında yaşlının sosyal dışlanma düzeylerini ortaya çıkarmak amacıyla belirlenmiş kıstaslardır. Bu çalışmada amaç, huzurevinde kalan yaşlıların cinsiyet farklılıklarına bağlı olarak sosyal dışlanma süreçlerinin incelenerek, dışlanma süreçlerini azaltacak alternatif hizmetlerin geliştirilmesine yardımcı olmaktır. Bu kapsamda Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumuna Bağlı Ümitköy Huzurevinde kalan yaşlılar ile derinlemesine görüşmeler yapılacak ve sosyal dışlanma boyutları kadın ve erkek yaşlılar açısından ayrı ayrı değerlendirilecektir. KÜRESELLEŞME AİLE VE DEĞİŞEN ALIŞKANLIKLARIMIZ Yrd. Doç. Dr. Salih Zeki GENÇ* Dünya 20. yüzyılın son çeyreğinden bu güne sosyal hayatın her alanını etkileyen çok boyutlu bir değişim sürecinde ilerlemektedir. Özellikle ekonomik gelişmeler dünyayı sınırların ortadan kalktığı tek bir Pazar haline getirmiştir. Yalnızca malın değil, sermaye, emek ve girişim gibi üretim faktörlerinin dünya ölçeğinde hareketliliğinin yarattığı ekonomik küreselleşme, kendisiyle beraber siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda da bir küreselleşme gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Tarihsel süreç içerisinde insanoğlunun ilk dönemlerinden bugünlere kadar varlığını sürdüren toplumsal kurumlardan biri ve en önemlisi ailedir. Dolayısıyla aile, dün vardı, bugün var, yarın da olacaktır. Ancak bu süreçte ailenin gerek yapısında, gerekse fonksiyonlarında çeşitli değişiklikler olmuştur. Betimsel yöntem kullanılarak kaynak taraması yapılmış olan bu çalışmada, Küreselleşme, aile ve değişen alışkanlıklarımız (Yemek, alış-veriş, eğlence vb) ele alınmıştır. Bunun yanında, bilişim teknolojilerinin (televizyon, bilgisayar, internet, cep telefonu vb.) aile kurumuna dolayısıyla bireylerine etkileri ve kuşaklar çatışması üzerinde durulmuştur. Sonuçta, küreselleşmenin aile kurumu ve alışkanlıklarımız üzerindeki etkilerinin olumsuz yönlerinin olumlu yönlerine nazaran daha çok olduğu söylenebilir. * Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü KÜRESELLEŞME SÜRECİNİN AİLE BİRLİĞİNE ETKİLERİ (Aile Sosyolojisi Açısından Bir Değerlendirme) Yrd. Doç. Dr. Yelda SEVİM* Selin ÜNAL** Aile sadece geleneksel olarak insanların biyolojik üremesinin gerçekleştiği bir ortam değildir. Aynı zamanda sosyal yeniden üretimin odak noktasıdır. Cinsel farklılığın akrabalık, evlilik ve ortak ikametle etkileştiği yerdir. Son yıllarda küreselleşme süresiyle birlikte ülkelerde meydana gelen hızlı sosyal değişimin evlenme oranlarının düşmesine ve boşanma oranlarının artmasına yol açtığı bir gerçektir. Evliliğe yaklaşımda yeni eğilim genç insanların yasal evliliği bir arada yaşama anlaşmasına yol açan birlikteliğin meşru şekli olarak algıladıkları, mümkün olduğunca evliliği geciktirdikleri veya hiç evlenmediklerini göstermektedir. Ayrıca yapılan araştırmalar eşlerin eğitim düzeyi ve endüstriyel yönden gelişmişliğin paralelinde yükselen refah düzeyi gibi faktörlerinde boşanma oranlarının artmasında etkili olduğunu ortaya çıkarmıştır. Evlilikte sapma olarak nitelendirilen boşanmaların yanı sıra eşcinsel evliliklerin, tek ebeveynli ailelerin ve birlikte yaşamaların sayısında artış gözlenmektedir. Buna bağlı olarak gayri meşru çocukların sayısındaki artışta dikkati çekmektedir. Ailenin bütünlüğünün korunması açısından bu sorunların göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Küreselleşmeyle birlikte kadınların çalışma hayatına katılımlarındaki artış beraberinde birçok sorunu birlikte getirmiştir. Çocukların bakımı, ailedeki yaşlıların bakımı, evin sorumlulukları gibi görevler başka kurumlarca yürütülmeye başlanmıştır. Kadının ekonomik bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, aile içerisindeki otoritenin dağılımında da değişiklikler olmuştur. Bu da aile içinde çatışmalara yol açmıştır. Aile içi çatışmaların artmasına paralel olarak boşanma oranlarında da artış görülmüştür. Son bilimsel ilerlemeler bir dizi tıbbi yardımla üreme tekniğini olanaklı kılmıştır. Seçici ebeveynlik düşüncesi kurum olarak aileyi sarsmıştır. Kimilerine göre tıbbi yardımla annelik Babanın rolünün ortadan kalkması ve geleneksel ailenin bozulmasıyla ilgili korkuları da beraberinde getirmiştir. Bu durumda aile içinde işbölümü ve her katılımcının rolünün öneminin yeniden değerlendirilmesine neden olmuştur. Bu çalışmada küreselleşmenin aile birliğine olumsuz etkileri tartışılmıştır. Aile birliğinin sarsılması sonucu ortaya çıkarılan olumsuzlukların giderilebilmesi için alınması gereken tedbirler, yapılabilecekler hakkında bilgi verilmeye çalışılmıştır. Aile danışma merkezleri, toplum merkezleri, kadın sığınma evleri, aile ombudsmanlığı gibi sosyal hizmet kurumlarının sayısının ve işlerliğinin arttırılması konusunda öneri sunulmaktadır. * Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,Sosyoloji Bölümü,Öğretim Üyesi, Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi,Sosyoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi ** KÜRESELLEŞME BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKALARIN DÖNÜŞÜMÜ Mehmet Fatih Aysan* ÖZET Bu çalışma, Türkiye’deki sosyal politikaların küreselleşme sürecindeki dönüşümünü incelemektedir. Makalenin ilk bölümünde, sosyal politika okumalarında çokca bahsi geçen sosyal devlet, refah devleti, sosyal politika gibi kavramlar incelenecektir. İkinci bölümde, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye ve dünyadaki sosyoekonomik dönüşüme değinilecektir. En son bölümde ise küreselleşme sürecinde Türkiye’de sosyal politikaların dönüşümü analiz edilecektir. Makaleden çıkan sonuç, küreselleşme sürecinde yerel aktörlerin daha aktif rol aldığı ve merkezi yönetimin yeni sorunlara çözüm üretemediğidir GIRIŞ Fransa geçtiğimiz aylarda istihdam yasası ve sonrasında çıkan olaylarla dünya gündemine oturdu. Yine aynı günlerde Amerika’da yasa dışı göçü önlemek için gündeme getirilen kanun değişikliği farklı eyaletlerde binlerce insanın yaptığı gösterilerle protesto edildi. Nisan ayının sonuna doğru ise sosyal güvenlik reformu yasası TBMM’de kabul edildi. Son aylarda dünyada ve Türkiye’de yaşanan önemli tartışmaların hemen hemen hepsi küreselleşme ve sosyal devletin değişen konumuyla alakalıydı Makalenin konusunu teşkil eden sosyal politikaların küreselleşmeyle birlikte Türkiye’deki dönüşümünü irdelemeden önce, sosyal politika, sosyal devlet ve refah devleti gibi kavramların anlamını netleştirmemiz gerekir. Bunları netleştirmeden yapılan çalışmanın bizi istediğimiz noktaya götüremeyeceğini hatta, kafa karışıklıklarını * Marmara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Öğrencisi biraz daha arttıracağını düşünüyorum. Makalenin diğer bölümlerinde ise dünyadaki sosyoekonomik dönüşüm ve küreselleşmeyle birlikte sosyal politikaların Türkiye’deki dönüşümü analiz edilecektir. Sosyal Politika, Sosyal Devlet, Refah Devleti Sosyal politika, genel olarak toplumun refah düzeyinin yükseltilmesi; özürlüler, yaşlılar ve yoksulların korunması için uygulanan politikalara denir. Paul Spicker sosyal politikayı sosyal hizmetler ve refah devletine atıfla tanımlar. Sosyal hizmetler ise beş büyük parçadan; sosyal güvenlik, barınma, eğitim, sağlık ve sosyal çalışmadan oluşur (Spicker, 1995, s. 3). Sosyal politikanın kavramsallaştırılmasında önemli katkısı bulunan Richard Titmuss ise sosyal politikayı ve refah devletini incelerken, sosyal hizmetlerle sınırlı kalmayıp, başta etkisiz gibi görünen aile, sağlık kurumları gibi farklı etkenlerin sosyal politika yapımındaki önemine değinir (Titmuss, 1969, s. 34-56). Sosyal politika, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde devleti ekonomiye tekrardan dahil eden Keynesyen ekonomi ile gündeme oturur. 1929 Büyük Bunalımı sonrasında Keynes’in, başta işsizlik olmak üzere ekonomik sorunları çözmek ve piyasayı düzenlemek için devletin aktif rol alması gerektiğini öngören savı, Roosevelt’in Amerikası da dahil olmak üzere birçok ülkede uygulanmaya başlanır (Maurice ve Spicker, 1998, s. 22). Daha sonraki yıllarda “refah devletinin altın çağı” olarak da nitelendirilen II. Dünya savaşı sonrası dönem, devletin ekonomiye direk müdahale ettiği, tam istihdamın gerçekleştirilmeye çalışıldığı ve ulusal sermayenin desteklendiği bir dönemdir. Burada hemen belirtmek gerekir ki, bu dönemin refah devleti, sosyal devlet ile eşitlenmiş ve sosyal devlet sadece savaş sonrası döneme özgü bir fenomenmiş gibi algılanmıştır. Refah devleti ve sosyal devleti eşitlemek, literatürdeki kafa karışıklığını daha da arttırmış, sosyal devlet sadece gelişmiş toplumlara özgü bir şeymiş gibi görülmüştür. Ancak sosyal devlet ve refah devletini eşitleyen genel kabulün aksine, refah devleti genel olarak sosyal devletin II. Dünya savaşı sonrasında daha çok gelişmiş ülkelerde tecessüm etmiş şeklidir. Sosyal devlet ise tarihi kökeni çok daha eskilere dayanan bir olgu, hatta devletin hayat buluşunun yegane sebeplerinden biridir. Klasik tanımıyla devlet, bir toprak parçası üzerinde bağımsız insan topluluğunun biraraya geldiği siyasi teşkilattır. Bundan ötürü toplum olmadan devletin teşekkül etmesi zaten düşünülemez ve devletin politikaları zaten toplumsaldır. Tarih boyunca devletin kuruluşunun ana gayesi toplumun güvenlik ve düzeni iken, modern dönemde ve özellikle günümüzde, devletin en önemli işlevlerinden biri ekonomik düzenleme ve toplumun refahı olmuştur. 6 Özellikle 1970’lerden sonra yukarıda bahsi geçen sosyal politika konularına ek olarak kadınlar, azınlıklar, çocuk ve gençler gibi daha farklı gruplar sosyal politikanın gündemine girdi. Aslında bu noktada, daha kapsayıcı bir kavram olan sosyal politika ile refah devleti arasındaki ayrım netleşir. Refah devleti üzerine yaptığı çalışmada Rosanvallon, sosyal devlet ve refah devleti ayrımına gitmez. Fakat bizim görüşümüze yakın bir tutumla refah devletini (sosyal devleti) 19. ve 20. yüzyıl kapitalizm ve sosyalizm çatışmasına indirgemeden daha uzun bir tarihi süreç içinde, ulus devletin inşasıyla, ilişkilendirir (Rosanvallon, 2004, s. 20). Soyal politikayı yoksulluk ve sosyal dışlanma, yaygın eğitim, sosyal güvenlik ve çalışma hayatının düzenlenmesi olarak dört alanda tanımlarsak dahi sosyal politikanın 16. yüzyıldan beri siyasetçilerin gündeminde olduğunu söyleyebiliriz (Buğra ve Keyder ed., 2006 a, s. 9). 6 Sosyal politika kavramının tahlili, devletin tarihsel süreç içinde nasıl tanımlandığıyla yakından alakalıdır. Eflatun’dan günümüze dek farklı devlet tanımları yapılmıştır. Farklı dünya görüşüne sahip teorisyenler devlete farklı roller yüklemişlerdir. Bu tartışma daha ayrıntılı başka bir çalışmanın konusu olduğu için ayrıntılara daha fazla girilmeyecektir. Son yıllara kadar refah devleti tüm gelişmiş ülkelerde benzer özelliklere sahip yekpare bir modelmiş gibi kabul ediliyordu. 1990’ların başında Esping Andersen’ın çalışmaları, endüstrileşmiş batı toplumlarındaki refah rejimlerinin kendi içinde farklılaştığını mukayeseli bir metodla bize gösterdi. Refah Kapitalizminin Üç Dünyası’nda (The Three Worlds of Welfare Capitalism) Andersen, üç farklı refah rejimi sınıflandırması yapar: Anglo-Sakson geleneğe dayanan ve piyasanın ana aktör olduğu Liberal Refah Rejimi, Kıta Avrupasının oluşturduğu Korporatist Refah Rejimi, daha çok İskandinav ülkelerinde uygulanan ve evrensel sosyal haklara dayanan Sosyal Demokrat Refah Rejimi (Andersen, 1990). Ferrera ise İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan’dan oluşan Güney Avrupa ülkelerinin benzeşen yönlerini ampirik çalışmalarla destekleyerek Avrupa’da başka bir refah rejiminin de olabileceğini iddia etti (Buğra ve Keyder der., 2006 a, s. 195-231). Sonuç olarak, çoğu zaman bir bütün gibi görülen Avrupa’da dahi tek bir refah devleti modelinden bahsetmenin mümkün olamadığını görüyoruz. Sosyal politika ve refah devleti ise birbirinden farklı fakat birbirini tamamlayan kavramlardır. Refah Devletinin Altın Çağı Daha sonra Fordizm dönemi olarak da adlandırılan savaş sonrası yıllarda; talep merkezli, sürekli kalkınmayı amaç edinen ekonomi politikaları uygulandı. Bu sistemin temel varsayımı, kitlesel üretimin kitlesel tüketime eşit olduğu ve üretimi arttırmak için tüketimin de arttırılması gerektiği idi. Bu dönemi şekillendiren ekonomik, siyasi ve toplumsal üç temel nokta vardır. Birincisi, bu düzlemde hane halkının ekonomik olarak belli bir refah seviyesine getirilmesidir. Bununla bağlantılı olarak masrafların azaltılması gerekir. Savaş sonrası dönemde, hane halkının en önemli gider kalemlerinden biri olan sosyal güvenlik devlet tarafından sağlanıp, çalışanlara verilen yüksek ücretlerle toplumun daha çok tüketimde bulunması hedeflenmiştir. İkinci önemli nokta ise, yine ekonomi ile bağlantılı olmakla birlikte siyasi bir tercih sonucu devlet, korumacı bir anlayış sergileyip ithal mallara yüksek vergiler koymuş ve kotaları kullanarak milli sermayenin güçlenmesini sağlamıştır. Yine bu dönemde gelişmekte olan ülkeler ithal ikameci endüstrileşme politikalarına yönelmişlerdir. Kimi zaman, yüksek meblağlar gerektiren ve özel sektörün imkanlarını aşan yatırımları, devletin kendisi direk yapmış; kimi zaman ise iktidara yakın milli sermayenin desteklenmesiyle endüstrileşme sağlanmıştır. Bilinçli bir siyasi tercihin sonucu olup, rekabetten yoksun olan bu tip endüstrileşme, nihai ürünlerin daha pahalıya üretilmesine, fakat işçilerin de daha yüksek ücret alabilmelerine zemin hazırlamıştır. Bu dönemin genel toplumsal özelliği ise, ailede sadece erkeğin istihdama katılmasıdır. Kadının istihdama katılmaması işsizlik oranını düşürüp Keynesci ekonominin tam istihdam hedefine ulaşılmasına katkı sağlar. Bu durumun getirdiği bir diğer önemli husus ise, aile ihtiyaçlarının bir bölümünün piyasaya gerek kalmadan yine aile içinde karşılanabilmesini ve bu tasarruf sayesinde daha fazla tüketimin sağlanabilmesidir. Küreselleşme ile birlikte yukarıda bahsettiğimiz üç husus kökünden değişmiş, sosyal politika ve refah devleti daha farklı bir biçime evrilmeye başlamıştır. Yukarıda Esping Andersen’dan alıntıladığımız farklı refah rejimlerinin terkedilmesinden ziyade, bu rejimlerin küreselleşmeyle birlikte değiştiğini ve her birinin sürece farklı cevaplar verdiğini görürüz (Özdemir, 2004 s. 27). Küresel Dönüşüm ve Türkiye’deki Yansımaları 1973 sonrası birinci ve ikinci petrol krizleriyle birlikte refah devleti daha ciddi sorgulanmaya başlandı. Zaten devletin ekonomideki etkin rolü liberaller tarafından her zaman eleştiri konusu olagelmişti. Ancak bu sefer artan kamu harcamaları, kronik bütçe açıkları ve enflasyon refah devletinin bu şekilde sürdürülemeyeceğini, yeni bir küresel ekonomik dönüşümün kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. 1980’lerde neo-liberal uygulamalar ve yeni sağ politikalarla refah devleti ve sosyal politikalar sorgulanmanın ötesinde terk edilmeye başlandı. Amerika’da Reagan’ın danışmanı Friedman, İngiltere’de ise Thatcher’ın akıl hocası Hayek neo-liberal politikaların fikri alt yapısını oluşturdular. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, refah devletinin krizini sadece ekonomik etkenlerle açıklamak resmin tamamını görmemizi engeller. Yaşlanan toplum, tüketimin teknolojik gelişme ve üretimle aynı oranda artmaması, aile kurumunun ve kadının toplumsal rolündeki değişim, gençlerin ebebeyinlerinin yaşadıkları durağan hayatttan çok daha farklı bir dünya tahayyül etmeleri de en az ekonomik etkenler kadar refah devletinin krizini doğuran nedenlerdendir. Yapısal bir dönüşüm getiren 24 Ocak 1980 kararları sonrası Türkiye, küreselleşme ve yeni ekonomik düzene en iyi uyum sağlayan ülkeler arasında parmakla gösteriliyordu (Pamuk ve Kumcu, 2001). Çok kısa bire süre içinde gerçekleştirilen yapısal uyum politikaları ve ihracatın hızla artması 1980’ler boyunca sürdü. Ancak paranın diğer yüzü bu kadar parlak değildi. 1980’ler boyunca artan ihracat, reel ücretlerin düşük tutulması ve kayıtdışı ekonomi ile sağlanmıştı. Artık yeni dönemde, herkes için sosyal güvenceli ömür boyu iş garantisi düşünülemezdi. Yukarıda saydığımız ve refah devletinin temelini oluşturan, ekonomik, siyasi ve sosyal temeller hızlı bir dönüşüm geçiriyordu. Gelişmekte olan ülkelerde artan dış borç yükü, 1980 sonrası dönemde ithal ikameci endüstrileşmeye dayanan kalkınmacı modellerin terk edilmesiyle sonuçlandı. Bu dönemde gelişmekte olan ülkeler için çizilen “kalkınma” (development) hedefi yerini dünya ekonomisine entegre olup “büyüme”ye (growth) bırakmıştı. Yeni dönemde, karşılaştırmalı üstünlüğü bulunan ürünlerin ihraç edilip, ekonomik büyümenin sağlanması gerektiği tezi savunuldu. Artık gelişmekte olan ülkeler, ithal ikameci endüstrileşme değil, ihracata dayalı endüstrileşme takip edilmeliydiler. 1961 Anayasası’nın getirdiği “sosyal hukuk devleti” ilkesi ve kazanılan siyasi ve sosyal haklar, 1982 Anayasası ile tırpanlandı. Hem siyasi partiler kanununda yapılan değişiklikler hem de sendika kurmadaki serbestliğin kaldırılması siyasi anlamda daha farklı bir döneme geçildiğini gösteriyordu. Bu dönemde iktidara gelen sol ve sağ eğilimli partiler farklı dünya görüşlerine sahip olmalarına rağmen piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirdiler. Yine siyasal dönüşümle alakalı olarak 1980 sonrası dönemde hızlı bir yerelleşme süreci başladı. Dünya Bankası ve diğer uluslararası kurumların da baskısıyla yerel yönetimlerin sadece sosyal politikalarda değil, diğer yönetim faaliyetlerinde de rolü bir hayli arttı. Ancak yerel yönetimlerin kamu bütçesinden aldıkları pay artan yükümlülükleriyle orantılı miktarda artmadı. Yerel yönetimlerin sosyal politikalarda daha aktif rol aldığı son dönem, devletin sosyal politikaları istihdam sağlayarak yaptığı 1960’lardan bir hayli farklıydı. Bu dönemde daha çok ihtiyaç sahibi, yoksul ve diğer uç gruplara odaklı, daha yoğun fakat daha kısa vadeli sosyal politikalar uygulandı. Küreselleşme ve neo-liberal politikaların bir başka sonucu da, sivil toplum kuruluşlarının (STK) sosyal yardımlardaki payının artması idi. Devletin de desteğiyle daha çok yoksullara ve 1999 sonrasında deprem mağdurlarına STK’lar tarafından ciddi yardımlar yapıldı.7 7 Son on yılda Türkiye’deki STK’ların sosyal politikalardaki artan önemine dair ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Ancak karşılaştırmalı bir analiz için Salamon ve Anheier’in The Emerging Nonprofit Sector: A new Global Force. Working Paper of the Johns Hopkins University. Institute for Policy Studies. Adlı eseri faydalı olabilir. Aslında ekonomik, siyasi ve sosyal dönüşümü, birbirini tetikleyen bir döngü içinde ele almak en doğrusudur. Yukarıda saydığımız ekonomik ve siyasi dönüşümle birlikte ailenin değişen rolü ve kadın emeğinin metalaşmasının bu dönemde artışı bu döngünün diğer boyutunu oluşturur. OECD verilerine göre, son 20 yılda Türkiye’de tarım sektöründe ücretsiz aile işçiliği azalırken, diğer sektörlerde kadının istihdama katılımı hızla artmıştır (OECD, 2002). Diğer taraftan yine aynı dönemde aile, toplumsal riski üstlenmekdeki eski rolünü gerçekleştirmekte zorlanmakta. Buğra ve Keyder’in Dönüşümdeki Türk Refah Rejimi adlı makalesinde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Müdürlüğü’nün 1986 yılında kurulmasını ailenin ağırlaşan sosyal yükü artık taşıyamamasına bağlanıyor (Buğra ve Keyder, 2006, s.15). İstihadamın Sektörlere ve Cinsiyete Göre Dağılımı (%) Tarım Male 1988 1990 1995 2000 2001 2002 2003 İmalalat Female Total Male Endüstri Female Total Male Servis Female Total Male Female Total 33,78 76,77 46,46 16,87 8,37 14,37 26,79 8,85 22,29 39,42 14,37 33,89 76,62 46,88 16,61 8,55 14,17 25,11 8,82 20,96 41,00 14,56 32,88 71,65 43,40 16,96 9,16 14,86 27,03 9,72 22,26 40,09 18,61 27,00 60,47 34,52 18,49 12,41 17,35 27,95 13,15 24,54 45,04 26,36 27,70 63,33 32,58 18,57 11,61 18,14 26,74 12,13 24,31 45,55 24,54 24,84 60,01 34,92 19,19 13,20 17,47 26,73 13,72 23,00 48,43 26,25 24,37 58,51 33,88 19,08 12,78 17,33 26,35 13,43 22,76 49,28 28,08 31,24 32,16 34,34 40,94 43,12 42,07 43,36 Kaynak: OECD, 2002 1980 sonrası yoksullukla mücadele için oluşturulan yeni kurumlar dışında bütçeden sosyal transferlere ayrılan miktar dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de arttı. OECD verilerine göre 21 OECD ülkesinde kamu sosyal harcamalarının GSMH’ye oranı 1980’de % 17.7 iken bu oran 2001 yılında % 21.9’a ulaştı. Türkiye’de ise 1980’de bu oran % 4.3 iken 1999 yılında bu oran % 13.2’ye yükseldi (OECD, 2004). Türkiye’deki sosyal transferlerin önemli bir kısmı ise emeklilik maaşları ve sağlık harcamalarını oluşturmakta. OECD Ülkelerindeki Sosyal Harcamalar Toplam Kamu Sosyal Harcamalarının GSMH' ye Oranı % Australia 1980 1985 1990 1995 1999 2000 2001 11,3 13,5 14,2 17,8 17,5 18,6 18,0 Austria 22,5 24,1 24,1 26,6 26,1 26,0 26,0 Belgium Canada Czech Republic 24,1 14,3 26,9 17,4 26,9 18,6 28,1 19,6 27,2 17,4 26,7 17,3 27,2 17,8 m m 17,0 18,9 19,8 20,3 20,1 Denmark 29,1 27,9 29,3 32,4 29,8 28,9 29,2 Finland 18,5 23,0 24,8 31,1 26,1 24,5 24,8 France Germany 21,1 23,0 26,6 23,6 26,6 22,8 29,2 27,5 28,9 27,4 28,3 27,2 28,5 27,4 Greece 11,5 17,9 20,9 21,4 23,6 23,6 24,3 Hungary Iceland m m m m m 16,4 m 19,0 20,8 19,6 20,0 19,7 20,1 19,8 Ireland 17,0 22,1 18,6 19,4 14,2 13,6 13,8 Italy Japan 18,4 10,2 21,3 11,0 23,3 11,2 23,0 13,5 24,1 15,1 24,1 16,1 24,4 16,9 Korea m m 3,1 3,6 6,9 5,6 6,1 Luxembourg Mexico 23,5 m 23,0 1,8 21,9 3,8 23,8 8,1 21,5 9,0 20,0 9,9 20,8 11,8 Netherlands 26,9 27,3 27,6 25,6 22,5 21,8 21,8 New Zealand Norway 17,2 17,9 18,1 19,1 21,9 24,7 18,9 26,0 19,5 25,8 19,2 23,0 18,5 23,9 Poland m m 15,5 23,8 22,2 21,9 23,0 Portugal Slovak Republic 10,9 11,1 13,9 18,0 19,8 20,5 21,1 m m m 19,2 18,9 18,3 17,9 Spain Sweden 15,9 28,8 18,2 30,0 19,5 30,8 21,4 33,0 19,9 29,9 19,9 28,6 19,6 28,9 Switzerland 14,2 15,1 17,9 23,9 26,1 25,4 26,4 Turkey United Kingdom 4,3 4,2 7,6 7,5 13,2 m m 17,9 21,1 19,5 23,0 21,2 21,7 21,8 United States 13,3 13,0 13,4 15,5 14,2 14,2 14,8 OECD-21 * 17,7 19,6 20,5 22,5 21,9 21,6 21,9 OECD 23 * OECD-28 * 17,9 m 19,8 m 20,9 19,1 22,9 21,4 22,2 21,0 21,8 20,7 22,1 21,1 OECD-30 * m m m m 21,0 20,9 21,2 EU-15 20,6 22,9 23,4 25,6 24,2 23,7 24,0 Kaynak: OECD, 2004 Sosyal Harcama Verisi Küreselleşmeyle birlikte devletin istihdam yaratan en büyük müteşebbis olduğu dönem artık kapanmıdı. Devlet artan nüfusa rağmen kamu kesimindeki istihdam oranını düşürmeye çalışmakta, yeni alınan personeli de sözleşmeli olarak istihdam etmekte. Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre genel bütçeli kuruluşların personel kadrolarına baktığımızda 1978-1995 arasında kadrolu memur sayısı yaklaşık % 60 artarken sözleşmeli personel % 300’ün üzerinde artmış, işçi oranı ise yaklaşık % 50 düşmüştür (Maliye Bakanlığı, 1996). Sonuç Refah devletinin altın çağı olarak adlandırılan 1960’lardan çok daha farklı bir devirde yaşadığımızı ve artık bu dönemde eski refah devleti yapısının mümkün olmadığını herkes kabul ediyor. Küreselleşme, sosyal politikalar ve temel aktörü sosyal devletin yeni bir form almasına neden oldu. Bu süreçte birbirini besleyen ekonomik, siyasi ve sosyal dönüşümler yaşanmakta. Bu dönüşümler her yerde benzer sebeplerden kaynaklansa da bunların aynı sonuçları doğurmadığı söyleyebiliriz. Türkiye’de devleti belli alanlara hapseden neo-liberal küreselleşme, beraberinde sosyal güvencenin azalmasını ve yoksulluğu beraberinde getiriyor. Bu da, sosyal devlete olan ihtiyacın 1960’lı yıllara oranla çok daha derinden hissedilmesine neden oluyor. Bir taraftan eski sosyal güvencelerin zayıflaması, diğer taraftan merkezi yönetimin küresel dönüşüme köklü çözümler üretememesi Türkiye’de son on yılda ikircikli bir yapının oluşmasına neden oluyor. Devlet bir taraftan yeni sosyal güvenlik yasasıyla daha kapsayıcı politikalar üretmeye çalışırken, diğer tarafatan da yapması gereken temel sosyal politika uygulamalarından özelleştirmeyle vazgeçiyor. Devletin boş bıraktığı alanlar yerel yönetimler tarafından kısıtlı kaynaklarla doldurulmaya çalışılıyor. Bu süreçte daha çok yoksul ve işsizler gibi marjinal grupları hedef alan politikalar üretilip toplumun omurgası ve sosyal politikaların en güçlü destekçisi olan orta gelirli kesim göz ardı ediliyor. KAYNAKLAR Buğra Ayşe, ve Çağlar Keyder (der., 2006 a), Sosyal Politika, İstanbul: İletişim Yayınları. Buğra Ayşe, ve Çağlar Keyder (2006 b), Turkish Welfare Regime in Transition, Journal of European Social Policy, basım aşamasında. Esping-Andersen, Gosta (1990), The Three Worlds of Welfare Capitalism, Cambridge: Policy Press. Esping-Andersen, Gosta (1999), Social Foundations of Postindustrial Economies, Oxford: Oxford University Press. Maliye Bakanlığı (1996), Maliye Bakanlığı Verilerine Göre Genel Bütçeli Kuruluşlardaki Serbest Personel Kadroların Yıllar İtibariyle Dağılımı. OECD (2002), İstihdamın Sektör ve Cinsiyet Dağılımı, Paris: OECD İşgücü İstatistiği. OECD (2004), Sosyal Harcama Verisi (1980-2001), Paris: OECD İstatistikleri. Özdemir, Süleyman (2004), Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti, İstanbul: İTO Yayınları. Pamuk Şevket, ve Ercan Kumcu (2001), Artık Herkes Milyoner, İstanbul: Doğan Kitap Rosanvallon, Pierre (2004), Refah Devletinin Krizi, çev. Burcu Şahinli, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Salamon, L. M., ve Anheier, H. (1996). The Emerging Nonprofit Sector: A new Global Force. Working Paper of the Johns Hopkins University. Institute for Policy Studies. Spicker, Paul (1995), Social policy: Themes and Approaches, New York: Prentice Hall. Titmuss, Richard M. (1969), Essays on the Welfare State, London: Unwin University Books. Mullard Maurice, ve Paul Spicker (1998), Social Policy in a Changing Society, London: Routledge. KÜRESELLEŞME VE TASARRUF İLİŞKİSİ Rüştü ILGAR* ÖZET İnsanlığın ortaya çıkışından buyana, insanlar farklı ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Ekosferde homeostatik dengeyi bozmadan çalışan dinamik bir ortamda yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Fakat 19. Yüzyılda sanayi devrimi, ve günümüze kadar geçen sonraki süreçte ülkelerin çıkar politikaları, gelişen teknoloji, üretimi artıran ülkelerin pazar arayışları, v.s küresel ölçekte bir takım değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Günümüzde ağırlığını hissettiren olgu küreselleşme kavramıdır (mekanın sıkışması, daralması, sınırların ortadan kalkması, dünyanın aynılaşması v.s. ). Küreselleşme beraberinde hızlı ve aşırı tüketmeyi getirmiştir. İhtiyaç ve aşırılık kavramlarının ayırt edilmesi oldukça güçleşmiştir. Buna karşın yapılacak en iyimser direniş ise tasarruf önlemleridir. Buda dünyanın kısıtlı kaynaklarının sürdürülebilirliğine katkı sağlayacaktır. Bu tür sorumluluk bilincine sahip davranışlar endüstrileşme ve sanayileşmenin beraberinde getirdiği çevresel bozulmaların da önüne geçecektir. ENGELLI BİREYLERDE SOSYAL KABULÜN ÖNEMİ BİR ÖRNEK OLAY Dr. Ali Civelek* ÖZET Bu çalışmada sosyal kabulün ne olduğu ve önemi açıklanmış, engelli bireyler için daha da önemli olan ailenin sosyal kabulü konusunda yaşanmış bir örnek olay anlatılmıştır. * Yard.Doç.Dr. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Coğrafya Eğitimi Anabilimdalı, 17100, Çanakkale * Doğu Akdenız Ünıversıtesı Eğitim Bılımlerı Bölümü Gazımagosa-KKTC Örnek olayda, engelli çocuklarının bu durumunu kabullenemeyen bir ailenin hem kendi içinde hem de dış dünya ile çatışmalarından söz edilmiştir. Bu bağlamda Ross’un, engelli çocuğa sahip aileler ve bu ailelerin yaşadıkları duygusal basamaklarla ilgili çalışması ve kuramı açıklanmıştır. Daha sonra bu kuram ışığında, sözü edilen aileyle yapılan çalışmalardan ve uygulamalardan söz edilmiş, çalışmanın sonuçları açıklanmıştır. ABSTRACT IMPORTANCE OF SOCIAL ACCEPTANCE FOR HANDICAPPED INDIVIDUALS A CASE STUDY This article primarily touches the importance of social acceptance. In this context, more importantly, vital importance of families’ social acceptance for handicapped children is explained. In the case study, a family’s social and emotional conflicts with themselves and with a socially unaccepted handicapped child and their social environments are explained. In this context, Ross’s theory related to handicapped children and their families and emotional stages which parents of handicapped children lived are pointed out. Later, through this theory, applications on sample family and conclusions of the studying are explained. KÜRESELLEŞEN DÜNYADA SOSYAL HİZMETLER VE ÇOCUK ESİRGEME KURUMLARINDA YARATICI DRAMANIN GEREKLİLİĞİ Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Öğr.Gör. Arzu BAYINDIR ÖZET Günümüzün en önemli ve güncel konusu, kuşkusuz küreselleşmedir. Konunun daha çok ekonomik boyutu ele alınmaktadır. Kültürel boyutuna ise yeterince değinilmemektedir. Teknolojik gelişmeler ile ekonomik ve ideolojik etkenler küreselleşmenin ana nedenleri arasında sayılabilir. Bilişim teknolojilerinin ucuzlaması ve giderek yaygınlaşması mesafe ve sınır kavramlarını ortadan kaldırmıştır. Uluslararasında bilgi alış-verişlerinin ivme kazanması, kültürel değerlerin birbirleriyle etkileşerek kültürleşme sürecini hızlandırması yeni kültürel değerlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır(Tezcan,2002:63). Bu çerçevede düşünülürse, önemli olan toplum ve toplumu oluşturan bireylerin, küreselleşmenin hangi tarafında yer aldıkları değil, küreselleşme sürecinin doğuracağı muhtemel sonuçlara karşılık önlem alabilecek ve değişimlerden yarar sağlayabilecek yetilere sahip olmalıdır. Bu nedenle, küreselleşme gerçeğiyle birlikte ortaya çıkan değişim olgusunu yadsımadan, yaşanan değişime karşı direnip, gelişmelere kapalı bir birey olma yerine, muhtemel gelişmeleri önceden sezinleyip değişimlere ayak uydurmasını bilen bireylerin yetiştirilmesi amaçlanmalıdır. O halde değişim, eğitim kurumlarından başlayarak yaygınlaşmalıdır. Bireylerin kültürel ve duyarlılık algısı gelişimine yatırım yapan, bu gelişmeleri eğitim ve öğretimin amacı haline getirebilen toplumlarda bireyler kendi kendilerini geliştirme yöntemlerini öğrenmiş olurlar. Eğer eğitimde çocukların güçlüklerle başa çıkabilmeleri, yaşadıkları toplumu daha ileri seviyelere getirmede itici güç oluşturmaları hedefleniyorsa, verilen eğitimin çocuklardaki yaratıcılık, kendine güven, insiyatif olma, bağımsız düşünme, özdenetim ve sorun çözme potansiyellerini geliştirebilmesi gerekir. Bu potasiyeller, yıllardır Çocuk Esirgeme Kurumlarımızdaki çocuklarımızın rehabilite edilmesinde sıkça kullanılan kavramlardır. Bunları gerçekleştirebilmek için J.J.Rousseau’nun öne sürdüğü görüşlerden biri olan “sosyal ve fiziksel doğal çevrede yaşayarak eğitim” tekniklerinden yararlanılabilir. Söz konusu tekniklerden biri de drama tekniğidir (Aral,2000:37). Yaratıcı drama, doğaçlama, rol oynama vb. tiyatro yada drama tekniklerinden yararlanılarak, bir grup çalışması içinde, bireylerin bir yaşantıyı, bir olayı, bir fikri, kimi zaman bir soyut kavramı yada bir davranışı, eski bilişsel örüntülerin yeniden düzenlenmesi yoluyla ve gözlem, deneyim, duygu ve yaşantıların gözden geçirildiğini “oyunsu” süreçlerde anlamlandırılması, canlandırılmasıdır. (San, 2002:81) Drama çocukluk döneminden başlayarak, çocuğun yaratıcılığı ve yaşamla ilgili gerçek durumların yeniden yaratılmasında önemli bir rol oynar. Drama çocuklara; eleştiriden ve alaydan uzak, diledikleri tüm davranışları deneme olanağı verir. Başka bir deyişle drama, çocukların özgürce rol yaparak bir kişiyi canlandırmalarını ve başkalarının duygularını anlamalarını sağlar. Verrior’a göre; drama, çocukların öğrendikleri sırada hata yapma korkusu olmaksızın riskleri göze almaları, sorunlarla korkusuzca yüz yüze gelmeleri, kendi kararları ve seçimlerini dramatik bir çerçevede yansıtmalarını olanaklı kılar. (Üstündağ; 2002:245) Küreselleşme sürecinde, ister kabul edilsin, ister reddedilsin; eğitimde düşünülen, yaratıcı, takım ruhunu benimseyen, değişimci dünyada kendine güvenen bilginin, değerlerin tanımlarını yapabilen, ekolojik dengeyi kavrayan, kadercilik ve ilgisizlikle savaşmayı amaçlayan çevresindeki olaylara duyarlı olan, ufuktaki ışıkları gören ve diğer bireyleri aydınlatabilen gençlerin yetiştirilmesine ihtiyaç vardır. Yaratıcı drama; çocuğun oynarken öğrendiği; duygularını ve düşüncelerini, problemlerini korkularını, kaygılarını, sevinçlerini, üzüntülerini, kızgınlıklarını, meraklarını, hayallerini yansıttığı zevk alarak katıldığı, çocukta olumlu tutumlar geliştiren ve kendine güven duygusunu yerleştiren eğlenceli etkinliklerini içerir. Bu etkinlikler, çocuğun yeni yaşantılar ortaya koymasına; kurgulamasına, olay ve sorunlar karşısında çok geniş bir pencereden bakarak çözüm yollarını keşfetmesine, özgürce oynamasına, kararlar almasına, canlı-cansız tüm varlıklara bürünüp, -miş gibi yapmasına, olmayan bir şeyi görmenin, duymanın, hissetmenin hazzına varmasına, efsaneler, öyküler ve masallarla yaratıcılıklarını ortaya koymasına fırsat verir. Sonuç olarak, küreselleşen dünyada, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumlarında dramanın uygulanması gerekliliği önem taşımaktadır. Eğitimde yaratıcı drama tekniğinin küreselleşme sürecinde keşfedilmesi bir rastlantı olamaz. Sosyal ve kültürel değişimlerin getirdiği sonuçlar; göçler, rekabet ortamı, aile yapılarındaki değişimler, boşanmalar, televizyon, nüfus artışı, çocuklarımızın kültürler ve uluslararasındaki etkileşimi kavrayan toplum olarak; kültürel değerlerini özümseyen, farklı kültürel değerlere saygılı, değişimlerden maksimum yararı sağlayabilen niteliklere sahip, paylaşımcı işbirliği ve grup çalışmalarına yatkın bireyler yetiştirmeyi gerekli kılmaktadır. Bu tanımlar, “Yaratıcı Drama” tekniğinin temel ilkeleri olduğuna göre ve bizler geleceğimize bu değerleri kavramış bireyler yetiştireceksek; 10-20 yıl sonrasını düşünüyorsak, bugünden Çocuk Esirgeme Kurumlarında yaratıcı dramanın kullanımıyla geleceğimize öncelik verilmelidir. Bu bağlamda, çok sayıda uzmana ihtiyaç duyulacaktır. Sosyal Hizmet Uzmanlarımız yetiştirilirken lisans programlarına bu dersin eklenmesi ve mevcut sosyal hizmet uzmanlarımızın hizmetiçi eğitim ile kısa sürede yetiştirilmeleri, bu konuda üniversitelerde görev yapan akademik personel ve onların yetiştirmiş oldukları bireylerden destek alınması bir öneri olarak sunulabilir. KAYNAKLAR ARAL, Neriman ve diğerleri. Drama. Yapa Yapa Yayınları. İstanbul: 2000 SAN İnci, “Eğitimde Yaratıcı Drama” Yaratıcı Drama. (editör; Ömer Adıgüzel) Naturel Yayınları, Ankara: 2002 “Yaratıcı Drama- Eğitsel Boyutları” a.g.e. “Sanat ve Yaratıcılık Eğitimi Olarak Tiyatro” a.g.e. ÜSTÜNDAĞ Tülay, “Temel Eğitimde Drama” Yaratıcı Drama. (editör; Ömer Adıgüzel) Naturel Yayınları, Ankara: 2002 TEZCAN Mahmut, “Küreselleşmenin Eğitim Boyutu” Eğitim Araştırmaları. (sayı 6) Anı Yayınları, Ankara: 2002 YABANCI BİLDİRİLER INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE: A WITNESS AND AN ACTOR IN THE SOCIAL DEVELOPMENT IN TODAY’S GLOBALIZING WORLD Prof. Dr. Rainer FRANK* It is my pleasure and honour to be among you today. I am particularly delighted to introduce the broad theme of this Conference, as indeed it touches the very heart of International Social Service and the very grounds of our * International President of ISS work since over eighty years. But first of all, let me thank heartedly the General Directorate of Social Services ad Child Protection Agency, for having undertaken this initiative. It is indeed a wonderful opportunity that so many of us can be here today, whether from inside ISS, whether from other horizons, to exchange views and ideas on the various aspects of international social development, on child protection, on social rights and on the challenges a new world is posing to us. May the General Director, Mr. Tatlibal and his collaborators, in particular Mrs. Bilge Bol and Ms. Demet Günes, be given my testimony of gratitude for making this possible, today. Perhaps I should first give, shortly, some background information on ISS in Turkey. It has been now over 25 years that ISS and the General Directorate have been collaborating together, both within our international work on cases (the “casework”), and within a more specific relationship with the International Reference Centre for the Rights of Children Deprived of their Parents (the IRC), as the General Directorate also acts as the Central Authority for the 1993 Hague Convention on International Adoption. I know this longstanding cooperation, in both its dimensions, is working very effectively. I shall stress that to us, Turkey has a most essential place in our network, and our Correspondent is of utmost importance, for several reasons. First, Turkey has been for many years a land of important emigration. The Turkish communities spread around the world are particularly important, be it within Europe (and in my own country in particular), be it on other continents. These communities have naturally maintained very strong relationships with their families, children, relatives in their homeland; hence, the existence of a strong ISS Correspondent is of great importance in our casework activities. Second, in a more conceptual perspective, Turkey is, everybody knows that, an essential link between the western world and the Islamic one. Who else than this country could contribute better in building a relation of trust, confidence, mutual respect and dialogue between worlds that, unfortunately as we can see in recent developments, tend to drift apart from each other. As a global federation striving for a world of peace and harmony, further enriched through mutually respected cultural diversity and where the dignity and integrity of individuals, families and children can be protected across borders, Turkey definitely is a most crucial link in ISS’s network. Third, needless to say, by its dimensions, political status in the world, population and history, Turkey ought to be strongly represented within ISS. All reasons why I personally am delighted that we have such a dynamic and endeavouring Correspondent in Turkey, through the General Directorate. A world changing at fast-pace I referred earlier on to some unfortunate developments in international relations. That may be one of the challenges we, ISS, face in our daily practice but it certainly is not the only one. The world indeed has changed considerably over the last 20 years. One may give an overall generic name, that of “globalization”, to these changes, but perhaps it is worthwhile to explicit more in detail what they really are, and what are their consequences in the field of work of International Social Service. First, a soaring poverty, which is undermining all the hopes the world once had in international cooperation and development. No one can deny that there is a growing gap between the rich and the poor: although there are some exceptions of countries which see their economic growth rates rocketing, most of the developing world keeps staggering in ever-increasing poverty. Africa is probably the continent in the most desperate situation, but it is not the only one. This certainly leads to a widespread feeling of hopelessness for many people around the world, who may seek a hypothetical better future in industrialized countries. Second, in today’s world, economic interests and power definitely prevail over the political ones. Global decisionmaking centres shift progressively from the people – through democratic and representation mechanisms – to a restricted number of economic powers who are only accountable to the shareholders, although I do acknowledge that many international companies do have at times a genuine sense of citizenship responsibility. Davos seems at times more influential in international development than the White House, the Palais de l’Elysee or Downing Street are. As a consequence, global political choices may be taken for interests which are not necessarily directly those of people, giving privilege to individuals seen as a mobile workforce rather than as migrants with rights. Certainly, this requires that international (supra-national) regulations, conventions, guidelines be developed and put into place to prevent the potential ruthlessness of such migratory patterns. Third, in a world where every single concept may become a money-making merchandise, human beings are at threat of being so “merchandized”. The risks of trafficking of the most vulnerable, in particular women and children, who may be lured with shinier horizons by unscrupulous individuals or organised networks, has never been so high. Higher risks require higher protection standards, stronger protection policies and the development of specific activities in this matter. Fourth, the intertwining of cultures and nationalities has probably never been so great. The “global village” has almost turned to a reality. International and intercultural marriages are ever-increasing. This phenomenon could be seen as paving the path to global harmony, unfortunately, it is counterbalanced, and probably outweighed by a greater flexibility in moral standards, in customs and habits. International unions and marriages are made easier, but so are international divorces and separations. This would not genuinely be a problem – after all, it just relates to what one may think, in his or her own judgement, about these moral evolutions – if at the centre were not often sitting children, torn in between conflicting parents and families. Fifth, the industrialized countries, facing on the one hand a ageing population and on the other hand soaring numbers of illegal immigrants, are currently trying to have their immigration channelled into what they refer to as a “chosen immigration”. Only those with specific competences, with higher education, those who can offer something in terms of productivity and efficiency to the host society and economy are being welcome. All the others have little means to make their way through in the receiving country, sentenced de facto to a clandestine life, a life at the margins of society, a life at risks of abuse, maltreatment and exploitation. Let’s not also forget that, for those who are lucky enough to make a life in their new host country, there are still remaining behind the wives or husbands, the children, the relatives, who at times get “forgotten” by their care-taker, left in oblivion in their homeland. And last, an ongoing economic crisis or austerity by which States tend to withdraw from their traditional welfare responsibility for their citizens, to cut social budgets and to rely on the private and/or non-governmental sector to fulfil these responsibilities. And, paradoxically enough, without providing them all the resources, in particular financial, to undertake those duties effectively. A rather grim picture altogether, indeed, characterised by exploding migratory patterns, rising poverty, broken family ties, “merchandization” of the human being, loss of traditional values and, at great risks in the midst of all this, the vulnerable ones: the women and the children. What can, what should ISS do about it? Clearly, not only do we have a responsibility to intervene, as an international organisation specifically concerned by cross-border movements and social rights, but of course we do also have the competences, built upon over 80 years of practice, needed to fulfil adequately that particular responsibility. Above all, as a Social Practitioner. Needless for me I believe to draw a detailed picture of what ISS is doing in this field. May I just quickly overview the main features which form the basis of our specific and unique know-how on cross-border social problems: a network of over 140 ISS units – Branches, Affiliated Bureaux and Correspondents – throughout the world, thanks to which our international casework is enrooted into local customs, language particularities, intercultural sensitivity, national legal frameworks and so forth; hundreds of highly skilled social workers and jurists strongly dedicated to the cause of our global organization; an incomparable knowledge of the main social issues that cross our world, and a unique position to haul out the main trends and features to which attention should be paid. If one takes on the definition of social work as laid down by the International Federation of Social Workers, I quote: “The social work profession promotes social change, problem solving in human relationships and the empowerment and liberation of people to enhance well-being. Utilising theories of human behaviour and social systems, social work intervenes at the points where people interact with their environments”, it clearly appears that ISS is ideally placed, thanks to its network, to indeed work out in the most adequate manner this interaction between human beings and their environment, at the very heart of social work. Can we do more? Certainly we can, one should never think he or she has reached a point where his work and dedication are sufficient. Ambition to do more, to do better, should always remain our driving force. ISS’s casework is professional to no doubts, it is dedicated to the plight of the people we serve. However, perhaps we should work harder on developing further our network and professional skills. Probably not so much in a quantitative way, but certainly qualitatively. We have, as a global organisation, to find the means to reinforce our intervention capacity, to improve our timeliness, to increase a sense of belonging to one same family, to support the development of common and shared vision, methodologies, tools, to ensure a proper distribution of resources within the network so as to provide our most financially precarious members with the means enabling them to perform professionally and adequately what is expected from them. All issues on which we have to move forward, for the sake of our beneficiaries, and I know that our General Secretariat – whose duty is to build and maintain this overall operative frame – is certainly committed to undertake these tasks with unfailing will despite its limited resources. As an Expert of Social Rights Thanks to our grass-rooted long-standing social practice, thanks to our unique position to relate individual situations into an international perspective, we, ISS, are definitely in a most relevant position to bridge practice and theory. All of us know here that these two concepts do not make much sense when taken in isolation. Theory not validated by practice is merely unsubstantiated reflection, and practice not funded on a theoretical architecture may bear risks of irrelevance. Because of its privileged observation position of the social trends criss-crossing our world, ISS has been able to contribute most actively and with acute relevance in the development of many important international conventions. Our social expertise is much valued by those organisations which have the responsibility to prepare international regulatory or guiding texts. Our participation in the development of several Hague Conventions, mainly those around protection of children, has been key to their relevance, usefulness and authority. May I also mention the current process which is underway in cooperation with UNICEF for the development of International Guidelines for the Protection and Alternative Care for Children Deprived of Parental Care. Involved in this project for almost two years and a half now, ISS has taken a leading role in a process that has an incredible ambition: to have international guidelines endorsed – we hope in a year time from now – by the General Assembly of the United Nations, the community of all the world’s nations. These Guidelines will frame the work of all the States, all the institutions, all the NGOs, all the communities, involved in care for children without parents, all around the world. In other words, ISS will have steered, with UNICEF, an international text defining the principles applicable to out-of-home care, within an amazingly far-reaching perspective. This example – and there are others –is by itself, in my view, a crystal-clear illustration of what ISS can achieve at a global level, thanks to its recognized and valued competence and experience. Also, I would like to mention ISS’s current endeavour – our Secretary General will develop this further in his own presentation this afternoon – in the wake of the growingly ratified 1996 Hague Convention on Parental Authority and Protection of Minors. Drafted, here too, with some participation from ISS, this convention aims at framing the international juridical cooperation around children torn in cross-border family conflicts. A noble, but above all, much needed convention, given the current trends which I mentioned earlier. Although perceived initially by many of us as a threat to our organisation, as the convention was somehow institutionalizing within the States’ duties a great part of our traditional work, it in fact clearly brings new opportunities for ISS, on which we can develop and further our action. But Vincent Faber will elaborate more on this later on. Last of course, I should not forget to mention our IRC, the International Reference Centre for the Rights of Children Deprived of their Parents, whose expertise and knowledge are widely praised worldwide – I know for instance that the General Directorate cooperates with the IRC, a cooperation which I hope will grow even stronger – and whose services are highly valued, whether within the ISS network or externally. IRC’s expertise is undisputed, but perhaps we all have to maintain our efforts to – in this purpose of bridging theory and practice – embed more closely its work within the overall mission of ISS, so both the IRC and the Units can benefit from each other more fruitfully. As a Witness at the Forefront of the Problems This is probably the field in which ISS should become more efficient. Advocacy, meant as alerting the world – through the political actors, the various institutional stakeholders, and why not, the media – on important issues is probably not our strongest point. There are several reasons to this: by nature, social workers are not necessarily the ones most at ease with media or political communication; also, strong and efficient lobbying and advocacy requires specific communication knowledge and competences which we do not always have; and last, and although our expertise is widely valued, we may not have the exposure and visibility enabling us to make our statements heard. However, advocacy should, in my view, form integral part of our mandate. When, in our practice, we face breaches of human or children’s rights, when we face worrying trends which we believe are insufficiently or improperly addressed – trafficking of women and children, mistreated migrant children, asylum seekers having their rights denied or ignored, status of the migrants in the host country, etc. - clearly it is our duty to speak out, even at the risk of putting ourselves in an awkward position towards our governments. That of course should be done with caution and intelligence: it is one thing to speak out and to blame, but surely this makes no sense if, behind, we have nothing to offer and we are unwilling to be part of the solutions. But, as I trust it came out clear from my earlier statements, we do have the practice and the expertise to have our voice and views heard, understood and taken into account. As an illustration, I am personally very pleased that our IRC Monthly Review comes now out with an Editorial. Sometimes, we, you, me, may be somewhat disturbed by this or that statement. Perhaps do we not share at all times the views expressed therein. Perhaps indeed it may appear at times over principled. Perhaps even sometimes should it go further and be more embedded in the realities of child protection. But in any case, I have no doubts that expressing views beyond the simple technical, socio- juridical expertise, pertains also to our mission, to raise awareness, to alert those who have the power to act and change things, to put the plight of those who suffer into light. It is time for me to conclude now. As you can see, we do have lots of work on our table. Clearly, the world gets more complicated and gives rise to new challenges. Clearly, the world gets more ruthless to the poor and the vulnerable, and their plight gets more and more compelling. Clearly, our mandate ought to be furthered, strengthened, perhaps even broadened. But it is my deepest conviction that International Social Service has, though its mission, through its network, through its staff – may I thank again here every single ISS members, be it employees, volunteers, friends for their professionalism and dedication – through the vision we all share for a world fit for its children and for its people, through its competence, experience and expertise, all the tools and assets it needs to take up successfully the challenges modern times bring to us. We have been facing several difficulties during our eighty years of existence, which we always overcame, to get even stronger afterwards. I know we are currently also amidst complicated times, that several of our units are struggling to keep simply alive. But I am looking at our future with confidence and faith, because I know we have within ourselves the keys for success. Definitely, this Conference is one of these keys. The sum of knowledge present here and the collective reflection we are all going to share during these two days, to no doubts, will give us more ideas, more insight, more energy to best tackle the various issues and challenges I have pictured during my speech. I am personally very much looking forward to the outcome of this Conference. Thank you again to the General Directorate for having made this possible. Our world needs us. I can assure you we will be there. THE HAGUE CONVENTION OF 1996: A MAJOR IMPROVEMENT IN THE PROTECTION OF CHILDREN’S RIGHTS, AN OPPORTUNITY AND A PRIORITY FOR INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE Vincent FABER * When I joined International Social Service at the beginning of 2004, one of the first papers I came to read was one written by the former Director of ISS Germany, Michael Busch. Many of you will remember, Mr. Busch was much involved and had much interest in the developments of international conventions and regulations, particularly at European level, which drive the work of our organization. He was thus one of the firsts in ISS to identify the potential impacts – to no doubt most important – on our future, as a federation, of the recent 1996 Hague Convention. (As a footnote, and because this convention has a rather extensive name – convention on jurisdiction, applicable law, recognition, enforcement and cooperation in respect of parental responsibility and measures for the protection of children – I will systematically refer to it as the 1996 convention for the protection of children, although of course this shortcut may not be best summarizing the substance of this text). As a matter of fact, this convention – which is ratified by a steadily growing number of countries and which, to many qualified opinions, is due to have a great international success – definitely touches at the heart of our activities. Some 50 to 60 per cent of our international caseload relate directly to cases in which child protection and decisions on parental authority are at stake. Hence, it was and still is clear that utmost attention has to be given to the 1996 convention. In his paper, Michael Busch, however, mainly emphasized the potential threat to ISS concealed in the convention. He certainly was right to do so in order to raise our awareness and to sensitize all of us on the urgency to deal with that new international development. He was right to do so because indeed, would we stay simply watching the 1996 Convention train pass by without trying to climb in it, preferably in the locomotive, certainly our future would be in great risk to be in jeopardy. In my own analysis, I did immediately see the tremendous potential, the “golden opportunity” the 1996 Convention was offering to ISS. The timing even somehow appeared to me as an almost miraculous coincidence, as this opening was coming at a moment where ISS had some doubts about its own future. Having been specifically hired to contribute to give our organization a new élan and to bring in some freshening ideas, rejuvenating perspectives and indispensable reforms, it was all but logical that I had to grasp this chance with full hands. This is precisely why, all my ISS colleagues here can confirm, I have put a lot of energy in convincing our governing bodies to accept investing – including in the genuine financial sense of this word – in the development of this project and to set the work-frame necessary for this endeavour. I am personally really delighted that most of ISS Units have shown willingness to join in. Why do we deem the 1996 Convention of paramount importance? As I said earlier, it does indeed touch the heart of our action. But perhaps I should elaborate a bit more on the convention’s substance itself. Of course, I do not have the pretension, and even less so the time, to make a comprehensive overview of its provisions. But I can make a quick summary. The convention has for object the determination of the state that has jurisdiction in matters of child protection and parental authority, the determination of the applicable law, to provide for the recognition and enforcement of legal measures that have been taken. The principles applied in the convention have been developed in great part thanks to the experience gathered around the 1961 and 1980 Hague Conventions (respectively on protection of minors and on international child abduction). Basically, the 1996 Convention establishes a system of international cooperation, through the setting up of “Central Authorities” in the * Secretary General of ISS contracting states and the definition of cooperation processes in between them. Further into details, the provisions of the convention relate to, inter alia: · Measures to be taken for the protection of children in international settings; · Decision-making processes; · Reporting procedures to assess the situation and determine the best interests of these children; · Facilitation of communication when jurisdiction has to be passed on from a country to another; · International information duties when children are at risk of danger; · Facilitation of mediation and conciliation prior to legal decisions (this is a key point, on which I will come back later). Clearly, many, if not all, of these aspects are of concern to ISS. Moreover, one can even reasonably state that we have been doing or contributing to all this well before they were laid down, black on white, in a formal convention, a bit alike Mr. Jourdain in Moliere’s theatre piece “The Would-Be Gentleman” who was doing prose without knowing. We can safely and unpretentiously assert that a great part of our daily work, perhaps even since our creation, has consisted in building worldwide expertise around these issues. No surprise then that, in the Explanatory Report on the 1996 Convention edited by the Permanent Bureau of The Hague Conference next to the convention itself: (quote) “[To fulfil their tasks, Central Authorities could] recourse to bodies of such uncontested competence of that of International Social Service”. Of course, one should not be too candid, and again, as rightly pointed out by Michael Busch, there are risks for ISS in the convention. The fact is that, through the somewhat “institutionalisation” of our traditional work within state structures, regulated by the international legal frame set by The Hague, there exist threats to see ourselves dispossessed, de jure, of a great part of our responsibilities and competences in the field of child protection, which are transferred formally to governmental bodies. Notwithstanding, we have the potential to turn these threats into real opportunities. ISS’s expertise is to protect individuals, families and children across borders. This is a unique expertise, which hardly any other organization has. The 1996 Convention provides us with the right opportunity to get it valorised, to have it put at the service of those who will be vested with the legal and intergovernmental responsibility by the 1996 Convention. Let’s be clear: it is offending no one to safely assume (from our own experience on other similar international conventions) that the Central Authorities will have neither the means, nor the resources, nor the expertise to fulfil on their own what is expected from them. They will need to rely on organizations that do possess these capacities. They will need to call for professional assistance and expert services. They will need to turn to organizations that have the inter-cultural sensitivity demanded, by essence, by cross-border child protection issues. Who else is better placed than ISS to respond to these requirements? The fact is however that these Central Authorities, or those that will appear as the convention is increasingly ratified, do not always know enough about us. They may ignore what we can offer, where and how we can help them in their mandate. This is precisely why I would like to have you all here vigorously sensitized on the utmost urgency for each and every ISS unit, be it a Branch, be it an Affiliated Bureau, be it a Correspondent to promote itself, to put itself forward to their governments and official authorities so that indeed, they do identify the ISS unit as a partner of crucial importance in the carrying out of the provisions of the 1996 Convention. I know that this is not as easy as it appears. Many of us are social workers, and as such have a “built-in” reluctance to adopt marketing or promotional attitudes. We are, by nature, prone to humility and modesty, and we do not like to put ourselves in the limelight. But we ought to be convinced that this is now our duty, if we do not want to be left aside of these developments. And, although I may appear un-politically correct, I am convinced that such partnership do bear with them interesting ways to secure funds, which are badly needed. Again, let’s not forget that what is at stake here is our future, perhaps even our survival. What is the General Secretariat of ISS, for its part, doing around this theme? I mentioned earlier, as a key point, the issue of mediation and conciliation. Everybody knows it: because of globalization, the number of intercultural marriages is rocketing. For other reasons, and without any judgement, separation and divorce rates are steadily increasing in parallel. This equation has logically, arithmetically shall I say, immediate consequences: the number of children torn in international family conflicts is also increasingly growing. Just look at your national newspapers and magazines, just listen to the radio or watch television news: dramatic situations where parents of different nationalities – with their linguistic, cultural, religious differences adding on – fight against each other over custody or access rights on their children is more and more often breaking news. As demonstrated earlier, the 1996 Convention now provides for some international legal frame to help solving such situations. But this may be a lengthy process, it has to come to courts of justice, which are in many countries already over-jammed, lawyers get involved, judicial procedures get stretched until exhaustion, reports have to be prepared. And in the meantime, there is a kid, in the midst of the storm, a storm beyond his/her understanding, a storm that generates anxiety, suffering, psychological trauma, a storm where s/he is the primary victim. If the 1996 Convention proposes systems to solve juridically such family conflicts, it also clearly and explicitly advocates for mediation/conciliation approaches to take place upstream, for the best interest the child. Such processes, which take place over frontiers, definitely require very specific knowledge and sensitivity on the cultural, linguistic, social, legal and political differences. They require a capacity to remain non-partisan, neutral and distant from the passions (often of a nationalistic nature) entailed by such conflicts and which can hardly be guaranteed by national actors, whether governmental or non-governmental. They need to be founded on unified methodologies. Only an international institutionalised network, with unquestioned experience and competence in cross-border psychosocial issues, with a longstanding history of international casework, with well-structured, well-ground international methods and practices, and – last but not least – with the best interests of the child at the heart of its professional ethics can be of relevance there. Do I need to say more to portray ISS? Hence, indeed, our plan currently in development to set up national and international networks of qualified conciliators, specialised in cross-border family conflicts, through training, adequate means for exchange of information, through methodological support and guidance. For these purposes, seminars at regional or sub-continental levels will take place in the coming two to three years, gathering ISS actors, professional mediators, other concerned non-governmental bodies, and also governmental stakeholders. Beyond these direct objectives, this project will also, I am deeply convinced of this, greatly contribute to strengthening the ISS network, by promoting the active participation of many of our Correspondents into these new developments and by reinforcing the sense of belonging to a common organization, which for many reasons has probably been waning over the years lately. I also believe that this project will somehow feed in and support the plans that are being developed within ISS units (there are already numerous examples in Australia, Switzerland, Italy, Germany, France) or will provide some inspiration to those looking for new tracks for their development, thus reasserting the role and functions that the General Secretariat should fulfil at all times towards the ISS network: inspiration, support, guidance, expertise, training. Before concluding, I would like to make a short digression and to quickly hook up to an earlier statement of our International President, Professor Frank. As he said, Turkey is, given the dimensions of its communities that have spread around the world, one of the very important elements of our network. Bi-national marriages involving a Turkish mother or father are numerous in Europe and elsewhere. To date, Turkey has ratified a number of international Hague Conventions, and in particular those related to the protection of children (those of 1961, 1980 and 1993). To date, however, the 1996 one remains to be signed and ratified. Because Turkey, as Professor Frank said, has a special and major role to play in the international concert, in particular in bridging the Christian and Islamic worlds together, ISS would definitely see the ratification of the 1996 Hague Convention by Turkey as one of the most powerful and emblematic act this country can currently offer to the world, as a message of hope, as a strong contribution to the advancement of children’s rights, and as a symbol of the strengthening of the ties between communities which tend, sadly enough, to drift apart from each other in today’s world. The Hague Convention of 1996 is there. States are getting organised accordingly. Ratifying countries are quickly increasing. I have started my speech with Michael Busch, and I will finish it with him as well by taking his own words: ISS can somehow feel genuinely proud that the systems put in place can be considered as the natural heirs of ISS. Over 80 years of ISS work have paved the way to this. Now, it is up to us to decide if we want to continue on this road we have prepared and contributed to build, or if we stand still, just looking behind at how nice this road is, but unable to keep on pioneering the way ahead. The choice is ours, only ours. The 1996 Convention is a remarkable improvement, an essential instrument in the betterment of children’s rights. It is also a golden opportunity for ISS, there, at hand’s reach, and I am sure that such an opportunity will not be offered to us before long. Let’s not miss it, let’s all garner our energies, our dedication, our creativity, our enthusiasm, our collective and individual competences, to successfully meet that challenge, for the best interest of our organization but first and foremost for the best interests of those we are committed to serve and protect, and the most vulnerable of them: the children. I thank you for your attention. INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE COUNSELLING SERVICES TO CROSS-CULTURAL FAMILIES : “A TOOL FOR PREVENTATION” Chris KONDOYANNI, Director, ISS Hellenic Branch The idea of marriage counselling service at ISS – Hellenic Branch was conceived during the end off 1981. The idea was enforced and became imperative since relocation and population movement was an increasing trend. The need for the existence of a cross-cultural counselling service was reinforced during the recent years due to the opening up students are studying abroad, international companies are transferring their staff in posts to other countries, refugees searching asylum to receiving countries, people of all socio-economic bacgrounds travel abroad during holidays. Under the current conditions of population movement and resettlement it is easy to understand that the rate of cross-cultural marriages and the formation of cross cultural families has dramatically increased. The cross-cultural families are quite similar to the mono-cultural ones, in the way that they are structured, the way they share their roles within the family etc. At the same time they have some special characteristics that make them different. These characteristics are: · The different origin / nationality of the spouses · The different way that the partners have been brought up and see their roles as husband / wife and parents · The different language they speak. Sometimes they even communicate in a third language · The different religion they believe in · The different characteristics of their race · The different cultural background · The children share both parents’ cultural background and hold both citizenships · The one of the spouse have to leave hisher country of origin, in order to settle in the other spouse’s country, where she/he finds her/himself witout the parents supportive system, friends etc. that they had before. · The adjustment procedure is hard for both spouses but harder for the one who has to adjust to a new country, lifestyle, practices; socio-economic and legal system. The above mentioned special characteristics of the cross-cultural families can be a source of inspiration for the spouses and children as well. If both spouses are mature, secure and well prepared, they can bridge the cultural differences between them and offer to their children a lifestyle that is enriched by the most effective cultural practices and characteristics from both ends. However, several cross-cultural families live their special situation negatively. In these cases, teh spouses aren’t able to compromise the differences and complete each other.This often happens when spouses haven’t managed to archieve emotional maturity in order to build new “cultural bridges” and reach each other. The stress the tension stemming from those cultural differences combined with other problems lead to distructing results. The cross-cultural families have to deal with hardships and problems that the mono-cultural have to deal as well. But in their case, these seem to be more intense and their results are more dramatic. Furthermore, the breaking up of a cross-cultural family may lead to child/children abduction by one of the parents and his/her transfer to another country, usually foreign to him/her. In this case the child looses everything he/she had before, including the right to both parents. The ISS – Hellenic Branch has been a pioneer in the development of pre and post marital counselling programs for cross-cultural families. The objective is to help families beyond cultural differences that may be a source of conflict among family members and protect the rights of the children. The way this programme works is that either both or one of the spouses contact s ISS usually known to him/her trough Embassies / cross-cultural – Foreign Associations, newspaper publications or other Organisations. The aim of the professional working with the case is too cooperate with both spouses and their family in general. It is important that all the view points are considered in order to tackle ministerpretations and cultural differences. The professional informs, clarifies, explains, counsells and leads in an objective way. The families are assisted to deal with and go trough the crisis effectively. The professional is always focused on the child’s / children’s best interests. Holding a dual citizenship, living trough two lifestyles, cultures, langues etc. The child may go trough serious identity confusion, thus needing protection of his/her basic right as a child to grow in a relaxing, stable environment where both parents are present. The clients that we see fall mainly into the following categories, regarding the stage of their marital life: · Those who intend to enter a cross-cultural marriage. It is important at this stage that the prospective spouses are well prepared to accept and respect each other’s culture, instead of one trying to change the other. Often the spouses are trying to make the other partner as they are. · Those who are in the beginning of their marital life and who go trough the adjustment period. This concerns not only their adjustment to new social and cultural environmental but also to theşr new roles as husband and wife and as parents. This is also the period where the spouses try to establish the maintain their cultural identities and personel boundaries. In such cases the counselling programme plays a preventive role for future interpersonal problems that may appear in the marriage , trough its timely-effective intervention and sensitization regarding: 1. Differences in attidudes / ways of thinking 2. Differences in culture, practice and beliefs 3. The need to respect one’s culture and national identity 4. The accetance and investment in a culture’s positive aspects 5. The accetance of the double cultural identity one’s child may have 6. The differences among legal and family framework as well as among issues regarding settlement and profession. From our experience of pre-material counselling and counselling right in the beginning of the marriage, we relaised that the chances of limiting serious future complications were lessened in the case of early intervention where information is shared and conflict resolution skills are cultivated. It should also be noted that spouse who requests assistance first in this programme is mainly the foreign woman. · The third category pertains to cross-cultural marriages, which have lasted for a few years but it comes the moment that they go trough an acute crisis. Usually, in these marriages there are school-aged children. It is in these marriages that we more often see an acting out behaviour of one or both spouses. An example that can be mentioned at this point is the care and concern of the Hellenic extended family often expressed in a Hellenic culturally appropriate way. This way be mistakenly considered by the foreign spouse as an uninvited intervention. Speacifially, in the Hellenic cullture a grandmother’s care and concern for her cross-cultural grandchild is expressed through over protection, insistence about food, warm clothing etc. Such behaviour isn’t easily acceptable by Western European or American mothers who have been raised in a diffferent way and therefore they consider it is an intervention to their role. The programme of post – marital counselling and support for cross-cultural families holds beyond its therapeutic role, a preventive role as well. · At the forth category belong these cross-cultural clients who come to us after they have shared divorce proceedings. In these cases ISS tries to help spouses to go trough the mourning period and to work trough their feelings of anger and sadness. By keeping focused on the child’s / children’s best interests and right, the goal is to minimize the effects that the marriage breaking-up brings. Obviously, family counselling and mediation still paly an important role at this category, and our work in cases where seperation is inevitable, is the following: 1. Focus on child’s / shildren’s interest 2. Minimize the parental competitive / antagonistic fellings and attidutes usually projected upon the child / 3. Avoid complicated legal battles, aiming to mutual consent 4. Sensitize the care-taker / custodian parent regarding his / her responsibilities to the child/ children and children, suddenly transformed to my child, instead of our child. the protection of their right to have access communication with the other parents. 5. Prepare child and parent for settlement in either this country or a new one 6. Refer the case with a detailed report to the country’s ISS – Branch where counselling and support programmes may take place. 7. Continue the collaboration and counselling with the remaining parent in order to exchange reports or informations between ISS – Branches with the aim to facilitate family relationships. From the response our clients convey to us, it seems that ISS – Hellenic Branch because of its philosophy as a non-govenmental, non-religious, non political agency provides a facilitating environment for our forign clientsi on where they feel that objectivity, will be secured and that wil not take the side of the Hellenic partner with whom they are in conflict. This is very important for our work with them because it eliminates their fantasies and projections. Therefore, we believe that ISS has an important reole to play in the field of providing local services and counselling to aliens. Cocluding, we should state that the main difference between the cross-cultural and mono-cultural families is that in the cross-cultural relationships “the cultural differences” become the scapegoat and the perpetrator of the crisis, onto which all evils are projected, thus, the “cultural differences” become the defence mechanism against the emotional pain. Support, orientation, sensitization and counselling – such as ISS programmes provide – are crucial for cross – cultural families in order to build solid bases for productive future perspectives and be able to celebrate the gift of the different cultural backgrounds. March 2006 THE REPRESENTATIVE OF THE CHILD IN THE GERMAN FAMILY COURT PROCEDURE Ingrid BAER Since the reform of 1998 of the children' s family law in Germany a new institution has been installed: the supporter of the child's interest in the family law procedure. In German language he is called Verfahrenspfleger (V). The idea behind it is the fact that both parents or other persons involved in the procedure have the support of a lawyer or they can at least represent themselves. The child is not in this position and therefore needs the support of a third person who acts in his/her interest. In fact the UN Convention on the rights of the child requests in its article 12 that in any court or administrative procedure which touches the child's interests the child should be given the opportunity to say its opinion either by itself or through a representative. In the UK and the USA the following system exists: the child is being given the support of even two persons in public law procedures of special concern: the guardian ad litem and the solicitor. In Germany it is just one person who will be given the responsibility to defend the child's interest and I shall name him in the following by the German word Verfahrenspfleger ( V. ). The court itself chooses such a person if this is considered necessary. The law which governs the family court procedure ( in German the so called Gesetz über die Angelegenheiten der Freiwilligen Gerichtsbarkeit ) specifies in its § 50 the cases in which such a support is considered necessary in the following way: 1. If the interest of the child is in obvious opposition to the interest of his parents 2. If there is the question of separating the child from its parents because of parental child abuse or neglect 3. If there is question of taking the child away from the foster parents or other related persons with whom he/she is living If the court refrains from establishing a representation in such a case it has to give reasons to this in its decision. In the first years after the reform not so many V. were named because jurisdiction had to get used to this new procedure. Also there were certain reservations to it from different sides: The Youth Welfare Offices who have the task to act for the welfare of the child thought that they could do the job themselves. The lawyers considered it as an interference in their work. The parents thought that their rights were reduced. . Conflicts of Custody and access In the meantime the V. is quite well established and is being used frequently. The Youth Welfare Offices have understood that he can be a great help to them. Often, especially in those cases were parents are strongly fighting over custody or access it can be very time consuming to discuss the problems with them. The V. can concentrate much more on these special cases in order to try to find solutions for the family which are in the child' s best interest. In the cases where the cooperation between the V. and the Youth Welfare Office functions well, they will both be able to make suggestions to the court which go in the same direction and help to prepare a decision which best considers the welfare of the child. In these cases of family court procedures on custody or access there has been a lot of discussion about the tasks of the V.: Is his only task to bring to the court's attention the wishes and feelings of the child? Or should he moreover try to find out what is in the child' s best interest, which may not necessarily be what the child is wanting? If the latter is the case the V. would need much more time in order to find out about the situation of the child, its special needs, the possible solutions to the problem. He may have to talk to members of the extended family, to neighbours or friends who know the family, or to a teacher or the caretaker in the kindergarden. This obviously would need much more time than just talking to the child in order to find out about its wishes. At this point the question of costs came up. The V. is paid per hour, at first by the court, and if the parents are able to pay, the court will ask them for reimbursement. Those V. who understood their task in the more extended way would of course produce higher costs for their work than others who kept to a strict restriction. The result is, that until now there are quite different decisions in as far as the costs of the V. are concerned. To my mind the text and the meaning of the law in its § 50 is rather clear: in order to represent the child's best interest the V. cannot reduce his work by just saying what the child's wishes are. This is even more so, as the judge himself has – according to § 50 b - to personally hear the child in the sense that he has to speak to the child, even if it is young, either in the court or at a home visit. So in fact, the judge should know himself, what the child's wishes are. The much more difficult thing is to find out, whether these wishes are in the child's interest. In fact in most cases where parents are fighting over custody or access usually the child wants to be with both parents. The difficulty is the conflict which the parents have among themselves. Their emotional trouble about separation and diverse other problems often make it difficult for them to separate their conflicts as a couple from the questions of access of the other parent In order to finish the discussion about the function of the V., there is a new legal definition of his tasks in preparation in the context of a planned reform of the law of procedure in family court which contains the following: Among other tasks the V. has to clarify the best interest of the child and in order to do this, he can speak wit the parents and other relevant persons and he can try to come to consensual solutions to the conflict. The next question which comes up now is: how much effort should the V. make in cases of parental dispute in order to reach a consensus? In order to work out solutions in the interest of the child it will often be necessary to have extended talks with both parents. However the V. is not a mediator. In mediation the conflicting parties are expected to sit together in order to find by their own resources their proper solutions to the problem, with a certain help of the mediator. Several sessions of this procedure are needed. Mediation is being done by persons who have a specific professional training for this purpose. It is obvious, that in cases where mediation seems to be a useful possibility, e.g. because the parents are still ready to talk to each other, this should be done by a professional mediator, which the V. is usually not. What is the qualification of a V.? This is not defined in the law. But recommendations have been developed by practitioners who have formed a professional organisation: The person who is being given the task of V. should have practical experiences in giving support to children and he/she should have specific legal, pedagogical and psychological knowledge. This means that persons of different professional backgrounds can be chosen according to their special field of experience and to the specific problems of the case in question. Cases of child abuse Let us think of the the second problem area which is cases in which child neglect or abuse is the issue. The separation of a child from the parents against their will is a serious intrusion in their rights. According to German law at first it must be clarified if measures of support for the family could help to solve the problem. So the V. will have to meet with the child and with the parents in order to find out how serious the child neglect or abuse is and whether it would in fact be better for the child to be taken away from the parents. In many cases this will not be obvious and a more serious investigation will have to be made. This again is usually not the task of the V. It may be necessary to get the opinion of a medical doctor or a child psychiatrist in order to know more about the child's problems. These are investigations which normally the Youth Welfare Office will already have initiated. The Youth Welfare Office will have to reflect what kind of support could be given to the parents in order to help them to achieve their tasks better. If the child is already psychologically in trouble it may be necessary to find the right child therapist for regular sessions with the aim of improving the psychological condition of the child. This again is not the task of the V. He gives support to the child within the framework of the family court procedure after his interviews with the persons concerned and makes suggestions to the court what to do in order to best protect the child' s interests. If it is seriously envisaged to take away the child from his parents, it is of course important to have the right alternatives. Would it be a short term placement or does one have to plan for a long or even permanent placement outside the family? Are there possibilities within the extended family or would a foster family be preferable? Should one think of adoption as a longterm placement with the best legal security for the child? In order to prepare the right decisions, all those concerned should come together to find the best solution: the V., the child therapist, the Youth Welfare Office and if possible the parents themselves. The child's opinion would of course have been clarified first. It may not be decisive but it has to be taken into consideration as a very important factor. The Youth Welfare Office is obliged by law to make a written plan for the child in such situations. Immediate acting which takes out the child from the family without serious planning is allowed only to protect the child from an acute danger. If it is possible that the different helpers concerned come through their cooperation to the same conclusions, they will be able to make suggestions to the court which are coordinated. In this case it will be possible for the court to take a decision which is well founded because it has been recommended from the different professional aspects. But of course there will also be cases where opinions differ and then the court will have to make more investigations on its own in order to find its decision. Children in family foster care The third area of problems where you need the V. is a court procedure in which it is question to take away the child from his foster family or other closely related persons. The thought behind this is the fact that children need emotional and social stability in order to develop a secure personality. The change of placement to another child carer can destabilize the child seriously. Frequently parents whose child has been living with a foster family or with another family member want the child to return to them. The child having lived with the foster family for a longer period may feel well integrated in this family context and may have problems to return to his parents. In these cases the V. has to try to find out, how strong are the child's links to the foster family and what is or even was the relationship with the parents? In order to find out about this, the V. will need skills how to speak with a child, which may have a conflict of loyalty or which may not easily dare to express his feelings. After knowing more about the child's situation, the question will have to be clarified what are the chances of such a transfer and what are the dangers? Should one first try with extended visits? Will there be supportive measures for the child after such a change or would he/she be left alone with the parents who would again have problems with this child which has been estranged from them? Will it be preferable to leave the child with the foster family and just make sure that visits improve the relationship with the parents? If a thorough investigation on the child's relationship with the parents and with the foster parents seems necessary, this again would have to be done by a child psychologist. The V. would make use of the results of such an investigation in order to make his own suggestion how to solve the problem in the interest of the child. These were the most frequent cases in which the V. is needed, but there are of course others in which his work is important in order to give support to the child in a family court procedure. THE IMPORTANCE OF PROVIDING ALL THE PARTIES INVOLVED IN ADOPTION, I.E. THE ADOPTION TRIANGLE, WITH SOCIAL COUNSELLING Hans Van HOOFF* For a great number of years now, International Social Service, Netherlands branch, and their Dutch merger partner, Stichting Ambulante Fiom, have been working together in the field of searches for roots. Both organisations believe that this phenomenon clearly is a specialised kind of social work. Fiom, which was the first specialised social-work organisation in the Netherlands to help single mothers who abandoned their children (for adoption) in this country, has understood very early that these mothers needed both socio-emotional and practical help in considering the pros and cons and taking a decision, in view of the weight and consequences of that * Fiom/ISS Netherlands decision. In this context it soon became clear that help should not be limited to the time when the pregnancy was discovered or when a decision had to be made about the possibility of giving up the child, as the problems associated with abandoning the child could continue to play a role in the mother’s life for the rest of her days. Next (some 20 to 30 years later) the same Fiom began to play a role for those children who had been abandoned by their mother (for the purpose of adoption) and who began to search for their roots. These children, too, approached Fiom to get counselling before, during and, especially, following the search action to find their biological parent(s). Scientific studies and other sources soon made it clear that it was of great importance that children who were trying to find their roots were being coached. After all, search actions involve both many practical difficulties and many socio-emotional elements that require – specialised – counselling. Providing this help, Fiom initially developed an internal conflict. After all, the organisation had promised secrecy to the mothers when they released their children. Yet, in order to satisfy the needs of the abandoned children, this secrecy had to be violated. Because it was only by using the mother’s adoption files that enough information could be gathered to locate them and to inform them about the wish of their child to get in touch or to get information. Since the social taboo on single motherhood in the Netherlands had gradually disappeared and since there was a growing interest in the needs of both (abandoning) mothers and (abandoned) children, Fiom began to adjust its policy. What remained, however, was that special caution continued to be exercised in establishing contact with the mother(s) while still respecting their decisions, both past and present. This approach soon made it clear that both parties involved in the search action had a need for professional counselling. Not only the child, but the mother as well, because emotions associated with abandoning the child which had been suppressed thus far were allowed to express themselves now that the child was allowed to play a role in her life again. As a result of Fiom’s expertise in dealing with mothers who abandoned their children or with children who had been abandoned, an increasing number of adoptive parents then asked the organisation to help them with specific educational and identity problems which their adopted children had to cope with. Although they were initially considered to be a separate category, the conclusion soon dawned that they, too, were one of the parties involved in abandonment or adoption. As a result, the gradual understanding has developed that, due to abandoning or adopting a child, all the parties involved will be mutually and inseparably linked for the rest of their lives. And that professional help available should be adjusted accordingly, so they will be able to learn from their mutual experiences while giving this dramatic event a place in their lives. Fiom initially dealt with this phenomenon on a national level only, i.e. within the Netherlands. However, as a result of the partnership with International Social Service and because an increasing number of children has been adopted from abroad in the Netherlands, these issues are seen more and more in an international perspective. It is of great importance that every child searching for his or her “roots”, anywhere in the world, can get counselling before, during and following a search action. Obviously, the same applies to every (single) mother who released her child, wherever in the world she is, who wants to know how the child she gave up is doing. Indeed, these search actions may lead to varying results, if only because of various practical difficulties. Sometimes search actions are completely impossible as the available data are insufficient, or at least it is not possible to find the person sought. What does it mean to the searcher and how should he/she cope with that? How can this grow to be an integrated part of his or her life? Or, if the person sought can be found, what if he or she does not want to have any contact, for whatever reason? Although technically the search action may be successful, the searcher is likely to think differently. After all, expectations at the start of the search action suggested quite a different outcome. Here, too, it is important that the searcher is able to integrate all this into his or her personal life – and can go on. If contact is established in the end, however, counselling will also be necessary before and, frequently, after the meeting – or even occasionally during the meeting. Mutual expectations may vary enormously and great cultural differences may be involved. Especially in cases where children have been adopted from abroad, they and their biological parent(s) should be well prepared for the meeting if it is to have a chance of success in the sense of resulting in permanent contact. Not only language plays a role; cultural backgrounds and their associated patterns of expectations should be examined beforehand in order to be prepared for them and to see things in the right perspective.Young people trying to find their roots will occasionally nourish expectations that are out of proportion, sometimes including fantasies about the person they want to find. It is highly important, therefore, that these expectations are eased in advance in order to avoid too much disappointment. It is also clear that not all the problems faced by some youths will be resolved once they meet their biological parent(s). Occasionally they will even have an additional problem, i.e. how to deal with the parent(s) and, particularly, with their expectations – or vice versa. A Dutch scientific study has shown beyond any doubt that it is of great importance to provide all the parties involved in search actions with adequate counselling. The searcher should be well prepared for the meeting, having a clear and, especially, realistic idea of what he can expect from the meeting or what role he wants to assign to the biological parent in his life. The study also showed that the resulting contact is not always permanent. Frequently, differences are too great and the two parties are unable to accept one another as part of their lives. Yet these meetings have not been in vain. Both parties have been able to answer some crucial existential questions and they have found more certainty and something to hold on to. This is why both ISS Netherlands and Fiom believe that it is essential for every child and every (single) mother who once gave up her child to have the opportunity to search for their roots or their child, respectively, thus finding roots for the rest of their lives and feeling connected both with their biological relatives and their adoptive family. Internationally, too, it is increasingly considered to be a right to know one’s descent. This is defined not only in the Convention on the Rights of the Child; also, the European Court of Justice has underlined in several judgments that one has the right to know one’s origins. Jurisprudence in many European countries has acknowledged this right by now, varying from an absolute right to an assessment of interests in which great weight is assigned to the interests of the child. Fiom/ISS are pleased with this development and they hope that an increasing number of countries will provide all the parties involved with the opportunity to cope with this dramatic event in their lives. Now that the right to know one’s descent has been legally acknowledged, it is up to the social workers all around the world to make this right come true in a proper way. A way that does justice to the right of the child while taking into account the interests of both the biological mother and the adoptive parents. Fiom and ISS Netherlands therefore call upon all social workers around the world to consider counselling of all the parties involved in the adoption triangle (including the technical aspects of searching for roots) as social work and to dedicate themselves to this cause! PERMANENCY PLANNING IN INDONESIA POST DECEMBER 26, 2004 SOUTHEAST ASIA TSUNAMI Joanne SELINSKE* Introduction: Those working in the global, International Social Service network share a common vision of a world in which human rights are enjoyed, children and other vulnerable individuals are protected and families are assisted to overcome difficulties caused by humanitarian disasters, human rights crises, conflict situations, voluntary and involuntary migration. International Social Service has a rich tradition of informing international conventions that advance the human rights particularly of children and families. Key among these is the 1948 Declaration of Human Rights which recognizes the family as the natural and natural unit of society and as such deserves the full protection of the state. This principle is further strengthened in the United Nations’ Convention on the Rights of the Child which advances the child’s right to grow-up in a family environment. Likewise, we are fortunate that our work takes us around the world to share experience and knowledge. While we are grown in our competencies through the different approaches to problem solving that we have observed, we have come to understand and be guided by the things we share in common. We have observed that all over the world – all mothers want the same things for their children – safety, comfort, satisfaction of basic needs, freedom, opportunity, realization of human rights… a future. The mothers of South Asia wanted the same thing for their children before life changed forever on December 26, 2004 when a tsunami of historic scale devastated parts of Indonesia and other areas in the region. The enormity of loss and devastation caused by the December 26, 2004 Southeast Asia tsunami is difficult to comprehend. Likewise, it may be difficult for child welfare professionals to fully appreciate the complexity of issues and the short term and long term interventions pursued by authorities in a nation with no recent history of adoption as a permanency planning tool. Legal, cultural and religious mores exert dramatic influence in Indonesia. * M.S., Executive Director, International Social Service – United States of America Branch, Inc. These values do not preclude adoption of the children orphaned by the tsunami by nonfamilial caretakers. However, attachment to family and cultural lineage, devotion to religious and cultural values and connection to community affiliation are so strong that Indonesian children orphaned by the tsunami will most likely find permanence in familiar settings where heritage is preserved. Estimates of the loss of life due to the tsunami range from 100,000 to four times that number. Exact figures are unknown to a lack of nation-wide birth registry and the loss of governmental records in areas hardest hit by the tsunami. In Indonesia alone, more than 600,000 people were displaced from their homes. Belief is widespread that children were least capable of surviving given the power of the ocean surge that reached miles inland. A year after, the number of children separated from their primary caregivers in Indonesia ranges between 2000 and 3000. Exact figures are unknown given the scale of displacement and the dispersal of survivors. Two important questions remain unanswered: how many surviving children, lost both parents but are safe in the care of relatives or family friends -- in kinship care; how many of these children are in other living circumstances that preclude guarantee of their safety and/or protection. As social work and social welfare professionals we understand that each crisis creates opportunity. Our colleagues from the Far East are quick to remind us that the Chinese character for crisis and opportunity are the same. Social welfare professionals know that the best solutions build on strengths of the individual, family, community or nation experiencing the problem; while involving all those who have stake in the problem and the solution. Solutions for large crises must respond to the immediate, the mid and long term. Finally, for major, long term change to be effective it must be based on community support and reflective of both community values and community will Social Context: Indonesian is the fourth most populace nation in the world. Its 242,000,000 (70 million under 15 years of age) citizens inhabit 6000 islands in the world’s largest archipelagic state that straddles the equator in Southeast Asia along the major sea lanes between the Indian and Pacific Oceans. In 1945 the nation declared its independence – since the early 17th century it was colonized by the Dutch, in 1942 it was occupied by the Japanese. Eightyeight percent of the population is Muslim, and Islam is recognized as the national religion. (World Fact Book, 2005) National reforms in the 1990’s prompted decentralization to the local level of public policy decision making. The net effect in this geographically dispersed, culturally diverse nation is a lack of centrality of solutions, even for problems as large as reconstitution of normalcy of daily life for orphans in post-disaster recovery. Indonesia’s is an economically “developing” country, with 15% of its population living below the poverty line in 2004. In the last decade, Indonesia codified the child’s right to access free, public education. Notwithstanding, a decade later access is limited and not free. To overcome this deficit and the geographic distances separating the population, religious and other sectarian groups operate boarding schools that house several dozen to two thousand students each. Government officials have knowledge of 7000 boarding schools, but acknowledge an incomplete count of both the number of schools and the numbers of children attending. No licensing nor accreditation system exists and registration of these institutions is voluntary. In addition to these institutional settings an unknown number of orphanages accommodate children without parental care and protection. These factors underscore one of the most significant facts defining the care of orphans and other children who lack parental care and protections in Indonesia. It is currently institutionally focused. Despite long periods of separation from parents, institutional care is valued and pervades Indonesian society. Care by extended family or kin is common; conversely, adoption is rare. Paradoxically, although child care may not be assumed by birth parents, ties to the biological family are seldom legally or socially severed. Viewed from a context where family is imagined to provide emotional security and safety, and adoption becomes an instrument to achieve this end; this approach is perplexing. Viewed through the social and cultural lens of Indonesian life, this approach demonstrates reverence of religious, cultural and historical attachments and the belief that these connections provide the emotional security and safety that are illusory particularly given the harsh realities of life in a developing economy where natural disasters commonly redefine geography as well as life. Legal Context: The Indonesian domestic legal system on child care and protection is rooted in the nation’s 1945 Constitution (Articles 28 B (2) and 34 (1). In September 1990, the country ratified the United Nations Convention on the Rights of the Child (CRC). Article 20 of the CRC provides that a child deprived of a family environment shall be entitled to special protection and assistance. The same article details that alternate care for such children can “include, inter alia, foster placement, kafalah of Islamic law or adoption or if necessary placement in suitable institutions for the care of children”. (Indonesia is not signature to The 1993 Hague Convention on Protection of Children and Cooperation in Respect of Inter-country Adoption.) In 2002, efforts to strengthen the country’s child protection and child welfare system culminated in the Parliament’s adoption of Law no 23 on Child Protection, building upon the 1979 Law no 4 on Children’s Welfare and the 1974 Law no 6 on Basic Provisions of Social Welfare. Article 39 articulates the legal framework for the adoption of children deprived of parental care. However, adoption does not “sever the blood relationship between the adopted child and his natural parents”. The primacy of biological ties are further underscored in Article 32 of Law 23. It stipulates that even when temporarily separated “there shall be no severance of relations between the child and his natural parents”. Article 33-36 delineates that an individual or institution may be appointed to serve as guardian; while Article 72 of the same law, specifies that “the community shall be entitled to play as broad a role as possible in the effort to protect children”. Community includes religious groups, neighborhood associations and family foundations. They may assist by fulfilling the basic needs of children including providing social and financial support to families in difficulties. Law 23 emphasizes residential care as the alternative form of care for children deprived of family. Articles 37-38 exclusively regulates “fostering” that is “undertaken by an institution”. Nonresidential forms of care are mentioned in Law 23 as a possibility but no provision regulate the specifics. (For a more complete delineation of the legal framework on children deprived of family or at risk, the reader is referred to a report of International Social Service and UNICEF Indonesia Supporting the Development of the Alternative Care System at Regional (Aceh) and National Levels in Indonesia. 18 November 2005, www.iss-ssi.org.) In late 2005, Regulation on Requirements and Procedures for the Appointment of Guardians was under government review. These regulations allow a guardian to be appointed when the parents’ fail to fulfill their responsibilities and obligations, when they are legally incapable or when their whereabouts is unknown. Among the provisions under review, is decreasing from 24 months the time a child’s parent or guardian could be missing (including deceased) before guardianship could be granted. Within six weeks of the tsunami, the Indonesian Ministry of Social Affairs released a Policy on Separated Children, Unaccompanied Children and Children left with One Parent in Emergency Situations (February 2005). This policy stipulates that every effort be made to ensure that children are able to stay with their families and communities. Further it stresses that the priority must be to reunite unaccompanied or separated children with their parents or family relatives. The policy elaborates that adoption not be contemplated during the emergency and only considered once all search and family reunification efforts have failed. At that point, priority is given to adoption by relatives who are known to the children. Finally, to overcome existing gaps in the legal framework to protect children lacking parental care, Indonesian authorities have developed a comprehensive set of Guidelines covering a variety of circumstances and organizations. Not yet codified in law, these guidelines direct practitioners to adhere to high standards of care and protection of rights. Lacking the authority of law, they remain voluntary not compulsory. Strength-Based Solutions: Social welfare professionals have long succeeded in efforts to resolve problems developing solutions that build on the strengths of those experiencing crises. In the instance of Indonesia, responding to the specific problem of making permanent care plans for the children who lost their parental caretaker during the tsunami was facilitated by a range of assets. The Indonesian government had been working for some time to develop a modern child welfare system capable of protecting vulnerable children. In the prior decade, universal, free public education was regulated if not yet realized. Law No 23 on Child Protection legislated significant reform although is still lacked full funding. UNICEF is a well and active partner, helping to support initiatives at a local community level. The country has relied for many decades on a strong system of concern and care at the local, village level. The nation is rich in academia. Its’ social work training second to none – requiring 140 credit hours minimum for graduation. Religion plays an enormous role in daily life and many religious leaders are activity involved in the matters of daily life for children with and without parental care. Finally, widespread recognition and concern regarding the nation’s reliance on institutions to care for children has set the state for charting a new direction; first in immediate response to the immediate crises of several thousand children orphaned by the tsunami and later to being the complication and timely task of deinstitutionalizing the numerous boarding schools and orphanages. Cultural Values Define Indonesian Response: Multiple challenges face Indonesian authorities seeking to guarantee child rights and extend protections, particularly those who are biased towards family based solutions for children lacking parental care including those orphaned by the tsunami. Institutional care is both a common solution to abandonment/neglect and a common choice. Parents commonly select boarding schools (Pesantren) and orphanages as the best option for their children’s care, as – particularly if the family is poor – they consider that at least in these institutions their children will be fed and receive an education. Children without parents are considered fortunate to access the same. Consequently, reshaping the national response to children lacking parental protection required a multi-faceted strategy – that enshrines family-based care over institutional care. Indonesia’s legal and social values reflect respect for and heavy reliance on institutional solutions. This perspective is not likely to manifest in near future use of adoption as a permanency planning instrument. The singularity of adoption, albeit if it provides the promised emotional security and stability for an orphaned or abandoned child, does not weigh equally in the Indonesian framework. Consequently, contemporary solutions to the crises of orphaning will rely on attachment to family lineage, cultural heritage, religious and community affiliation -- even when they are precipitated by catastrophes of the proportion of the late 2004 tsunami. While its physical effects moved sea and land for thousands of miles, the shock of the tsunami was not so great as to dramatically shake or reshape the core values of Indonesian society. Recommendations: The Convention on the Rights of the Child (CRC) which Indonesia has ratified clearly states the preference for a child to be raised in a family setting. Indonesian Government officials and professionals who were interviewed expressed agreement with this provision. The Government with support of UNICEF and other NGO partners should develop a short term plan to achieve this goal for all children who lost parents due to the tsunami. Based on the lessons learned, all stakeholders should participate in developing a long range goal to accomplish the same throughout the nation. Achieving both goals is ambitious and will require overwhelming public support in order for political leaders and appointed government officials to garner the political will that this significant task will require. A national “child and family” media campaign in needed to focus public attention on this important goal. When reintegration into the family is not possible, other permanent family measures may be envisaged, such as adoption or kafalah. Foster care, as a temporary solution in principle, may also be appropriate. For this purpose, adequate structure should first be developed, as already explained in chapter A. In addition, social workers and other professionals concerned should be trained for this work. ISS could propose its expertise in this regard. For children residing in institutions that have kin and where it is in the best interests of the child, all efforts must be made to reintegrate these children back into their family. It must be kept in mind that in some cases family reunification may not always be the right solution, i.e. if the child is being placed with distant kin with whom he or she has little or no affiliation, if the child is a teenager and has spent most of his/her life in an orphanage and consider this as home. Most children will be best looked after in a family or extended family environment but for some children, for different reasons staying in a family like orphanage or small group home where they receive care and love and live in small groups may be preferable. In any case, the best interests of each child must be considered. What is best for one child is not necessarily the best for the next child. ‘One size does not fit all’. There needs to be more thorough monitoring of orphanages registered with local and national government by local and national government. The general guidelines that have been issued by the Department of Social Affairs are quite exhaustive and of a good standard (e.g. General Guidelines for the Provision of Social Services to Children in Childcare Institutions 2004). From such guidelines clear standards need to be set by National Government on the provision and standard of care in orphanages. Training needs to be offered to a wide range of professionals and para-professionals by the Department of Social Affairs including orphanages registered with them and local Government. Particular emphasis needs to be placed on providing family type environments and for regular family and community contact. Staff of orphanages should be carefully screened and if possible police checked, given appropriate and comprehensive training and paid a fair salary for the responsibilities and work they undertake. A rapid assessment needs to be undertaken of all orphanages (Panti) in Aceh to assess exactly the situation of such children in institutions, how many have surviving family and their whereabouts and how many are biological orphans. Staff members at these orphanages with the help of Dinas Sosial (and possibly international and local NGOs) need to assess families and identify families that with the right type of support can take their children back. Members of the national Department of Religion, who have established relationships with the religious boarding schools and their network of orphanages can be instrumental in bridging the chasm that appears to exist between the traditional and modern perspective and operations. A cost analysis of institutional care could be undertaken as an advocacy tool to highlight that alternative family based care is more economically viable than running institutions, although deinstitutionalization processes should be primarily driven by the best interest of the child, before being a response to economical considerations. Counselling services should be set up in maternity wards and also in clinics so that mothers who are considering abandoning their babies can be counselled and supported. Similarly, this is an excellent platform for providing parenting education and parenting support – both are key to protecting children and preserving family stability. Orphanages cannot be ‘emptied’ overnight and the reality is that though children will be placed back with family, extended family or possibly even a foster family or adoptive family, many children will remain in the orphanage. For this reason it is imperative that each orphanage is encouraged to develop a more family like environment. Significant efforts and energy should be devoted to embedding these facilities in the community within which they exists. In order to promote normalization of the residential environment there must be significant and vibrant interaction with the “real, outside world”. The Government’s Pati model offers in this respect an excellent model. Smaller steps can be implemented in the immediate to normalize life and create family like environments as possible. When children have family but for whatever reason this family can not look after them, whenever appropriate these children should remain in contact with these family members as much as possible. Siblings should never be separated because of the strong bond and affection that exists between them. Mental health experts are beginning to recognize the significance and power of the sibling relationship. It is, they say, longer lasting and more influential than any other, including those with parents, spouse, or children. When it is severed, the effects can last a lifetime. A complete detailing of the recommendations made by the International Social Service team can be found in the full report, found on the ISS website” www.iss-ssi.org. The following is a sampling of key recommendations. As party to the UN Convention on the Rights of the Child, Indonesia has recognized “that the child, for the full and harmonious development of his or her personality, should grow up in a family environment” and that “in all actions concerning children […], the best interests of the child shall be a primary consideration”. Regarding the Indonesian legal framework, whereas positive developments recently took place with a view to implement these fundamental principles, further action should be taken in order to ensure that such developments are effective in practice. As a large part of the Indonesian legal framework on children deprived of parental care is composed of administrative guidelines, the binding impact of these rules is not guaranteed. Therefore it is recommended that these rules be adopted as laws or regulations, either at national or local level, as it is the most appropriate, according to the constitutional organization of the country. In addition, in order to ensure that the best interests of the child are guaranteed in inter-country adoption procedures, Indonesia should ratify The 1993 Hague Convention on Protection of Children and Co-operation in respect of Inter-country Adoption. It is imperative that the large numbers of families looking after separated children in Aceh receive the right support to be able to most effectively take care of these children for the long term. Initially all families caring for separated children need to be identified and from this list using existing community structures, the village head, the women’s groups, the clinics, the mosque, the youth groups and where they exist the child centers, the most vulnerable families need to be identified and targeted with the support offered by existing programs (e.g. the joint Depsos/UNICEF family support program). Families looking after separated children do not just require financial and livelihood assistance, they also require information on good parenting, psycho-social issues, health, nutrition and child development so that they can offer the best possible care to the children they have taken into their families, whilst still ensuring the wellbeing of their existing family. In essence they need a full program of family support. This information and support can be supplied through the existing community structures in the form of workshops and participatory training. In order to utilize existing experience and expertise these families should be encouraged to help support each other by establishing parent and carer groups at a community level, where parents and carers can regularly meet to discuss issues of concern. This would provide them with a forum to share best practice, and also reassure them that other people are experiencing the same challenges that they are facing. In the long term a community based social work infrastructure needs to be developed with social workers trained in family and child matters, as well as with other professionals concerned with the protection and care of children deprived of parental care. These professionals will need to operate at community/village level and be accountable at district and in turn provincial level. Social workers through existing community structures can not only support families that are looking after separated children but also identify and support other families in the community that could foster or adopt 53 Preamble and art. 3, par. 1, of the CRC. ISS recommends that a Child and Family Welfare Academy be created with initial locations in Banda Aceh and Jakarta. This Academy would be aimed at acting as a resource centre, developing curricula, conducting training, and providing counselling. It would be aimed at providing support to professionals, paraprofessionals, community groups and private citizens who assume major responsibility for the health, welfare, education and care and custody of children. This project could be based on a model, which has already been developed at the University of Indonesia. ISS could contribute in this project through the Branches of its international network and its International Reference Centre for the Rights of Children deprived of their Family. A rapid assessment of the Panti (orphanages) in Aceh needs to be carried out identifying all children with surviving parents and extended families. When appropriate and in the best interests of the child they should be placed back into their families, who need to be offered whatever support is required. This could be linked into existing family support, livelihood programmes (e.g. the Depsos/UNICEF initiative). Teams of staff within the institutions or from the local social affairs office need to be trained to effectively assess the situation of surviving families of children within residential care. Periodic review of the placement and appropriate supervision must also be carried out. Adequate infrastructures should also be developed and professionals should be trained in order to offer alternative permanent family measures for children who cannot be reintegrated into their family. Such measures should include adoption, legal guardianship or kafalah. Adequate infrastructures for foster care, in principle on a temporary basis, should also be developed. ISS expertise would certainly be relevant in this regard. Inevitably some children will have to remain in institutions and so, these need to be rehabilitated to create a less institutional environment by introducing a homely, more family like structure, with small group-living arrangements and community integration. Contact with any remaining family should be maintained and where appropriate financially supported. Finally above all siblings should never be separated. The situation in Pesantren (religious boarding schools) is more difficult. However, it is recommended that, at least in Aceh, a rapid assessment is undertaken on children in modern Pesantren and that a survey is conducted with sensitivity of all children in traditional Pesantren. Efforts should be made through workshops with staff, to train on psycho-social issues, health, nutrition and child development. These assessments and workshops can be undertaken by the Department of Religious Affairs in partnership with and with funding from other organisations. Much effort should be made to encourage parents of children in Pesantren to make as many visits as possible and to have children back home as much as is possible. In some circumstances this may lead together with appropriate support to a child being placed back with his/her family. *** In order to put greater emphasis on human development within academic curricula, a Child and Family Institute should be created. This Institute would stimulate the development of research, scholarship, policy analyses, curriculum and training and would comprise specialists in social work, medicine, law, education, psychology, human development and theology. By promulgating child ISS/UNICEF Development of the Alternative Care System at Provincial (Aceh) and National Levels in Indonesia and family scholarship, it would fuel and inform the political debate that is crucial to mobilizing the community to shape the public will in order to direct future community action. Finally, a national Child in Family campaign should be developed to communicate that the best place for a child to grow up is in his or her family, with a view to promote de-institutionalization. Such information could also be disseminated at community level. UNICEF and the Ministry should seek a high profile community leader to be a spokesperson for this initiative. Closing: While the many dangers of globalization have been publicized and debated, for social workers and social welfare professionals providing international social service, this development offers much promise. It will enable more rapid transfer of knowledge and experience around the globe. This will fuel the further development of practice, refinement of policy and accelerate human rights advances. In a calamity as great as the December 2004 tsunami, cross fertilization of social welfare experience and expertise helped to develop both immediate and long range solutions to the challenges facing a nation in shock. Those committed to promoting care and protection for children and vulnerable adults can find some solace and hope in the opportunity that arose from this crisis. INTERNATIONAL REFERENCE CENTRE FOR THE RIGHTS OF CHILDREN DEPRIVED OF THEIR FAMILY (ISS/IRC) PROTECTING CHILDREN WITHOUT PARENTAL CARE AT GLOBAL AND LOCAL LEVELS Christina BAGLIETTO* The international community has increasingly taken action to ensure that children deprived of parental care receive the attention they deserve, whether through international norms, domestic legislation or local initiatives. Therefore, the current presentation intends to outline the successes and challenges of international cooperation amongst governmental authorities and the NGO sector in the protection of these children. It will also set out examples of programmes which were designed to enable international instruments to be implemented at national levels and to benefit those most concerned at local level. I. INTERNATIONAL INSTRUMENTS The last 15 years have witnessed the emergence of a number of instruments designed to enhance the protection of children’s rights. Children deprived of parental care represent a group whose needs and rights have been addressed by this development of international norms, which is still in progress today. A. Development of international instruments The United Nations Convention on the Rights of the Child (UNCRC), which came into force in 1990, remains the most widely ratified international instrument. All States, except two, have ratified it and have engaged themselves in implementing it and in reporting regularly on the progress of their implementation to the Committee on the Rights of the Child. In addition, the Convention has, since its inception, been supplemented by two Optional Protocols8 which are also increasingly being ratified by Member States of the United Nations. * Children’s Rights Assistant Optional Protocol to the Convention on the Rights of the Child on the involvement of children in armed conflict and Optional Protocol to the Convention on the Rights of the Child on the sale of children, child prostitution and child pornography, 25 May 2000. For more information on the Convention, its Optional Protocols and their implementation, see: http://www.ohchr.org/english/bodies/crc/index.htm. 8 In 1993, the Hague Convention on Protection of Children and Cooperation in Respect of Intercountry Adoption (THC-1993) became a fundamental instrument in regulating intercountry adoptions. It has become an excellent example of cooperation between countries of origin and receiving countries in ensuring the respect for and the protection of the best interests of the child deprived of a family and subject to adoption. It has now been ratified by 49 States and acceded by 19. It is hoped that the 1996 Hague Convention on Jurisdiction, Applicable Law, Recognition, Enforcement and Cooperation in respect of Parental Responsibility and Measures for the Protection of Children will meet a comparable success. Most recently, UNICEF has commissioned the ISS to draft guidelines for the protection of children deprived of parental care. These will be presented in further details at a later stage of this presentation. B. Lessons learned from the implementation of international norms What can we learn from the emergence and development of international norms in the field of children’s rights? The implementation of an international instrument, in particular with such wide-ranging implications as the UNCRC or the technicalities of THC-1993, is a challenge for every ratifying country. Whether an industrialised or a developing country, whether a country of origin or a receiving country, all are faced with the need to reconsider well-established practices and to rethink the allocation of human and financial resources in order to comply with these newly integrated norms. It may well be a slow and challenging progress, but every step contributes further to the protection of the rights of the child deprived of parental care. Not only is this process a domestic challenge, but it also increases positive cooperation amongst States Parties to these instruments. THC-1993, for example, has encouraged States Parties to work together in order to enhance the effectiveness of adoption procedures between them and to ensure that these take place in the most beneficial manner for the child. In this respect, the ISS/IRC has enabled professionals from these countries, including authorities, adoption bodies, and academics, to share their experiences, to learn from good practices and to understand the situation in the country at the other end of the adoption process. This is essential in working positively at the international level. The Convention and the ISS/IRC programme have provided countries of origin and receiving countries with a forum where to discuss and raise ethical, social and legal questions in relation to adoption, which will enable them to implement international norms adequately and in the best interests of the child. In other words, the emergence and increasing ratification of instruments designed to protect children deprived of parental care reflects a willingness to work together at international and regional levels. It has encouraged States to take initiatives, provide efforts and search for results, in spite of important challenges, setbacks and delays, for a better respect for, and protection of, the rights of children deprived of parental care. It, therefore, reflects a positive approach to globalisation. II. HOW DOES THE ISS CONTRIBUTE TO THE IMPLEMENTATION OF THESE INTERNATIONAL INSTRUMENTS? International instruments only become efficient if they are implemented appropriately at domestic level, by national actors and stakeholders. As mentioned above, this can be a daunting and progressive task for all countries concerned. It is in this context that the ISS can provide the technical support and the network of professionals required, as I will outline now. A. Presentation of the ISS/IRC As you will well know from your regular work with our departments and from presentations by colleagues, the ISS General Secretariat in Geneva has two main departments: the casework division and the International Reference Centre for the Rights of Children Deprived of their Family. The latter is a programme created by the ISS and designed to contribute world-wide to a better protection of children deprived, or at risk of being deprived, of a family, and to promote their rights, in particular in alternative placements and adoption. The ISS/IRC develops, in English, French and Spanish, documentation, information, research, expertise and training aimed at the promotion of the rights of the child. In particular, it publishes a monthly review, which informs and analyses legislation and practices relating to children without parental care and adoption world-wide. It is distributed in industrialised and receiving countries which financially support the activities of the ISS/IRC and freeof-charge in all developing and countries of origin. In non-funding industrialised or receiving countries, it is available through subscription. In 2005, there were 1,345 direct9 beneficiaries of the monthly review in 173 countries. The ISS/IRC also issues training fact-sheets for distance training and exchange of experiences, designed to support countries in the implementation of THC-1993 and other international norms relevant to the protection of children without parental care. These are available in the same circumstances as mentioned above. In addition, the IRC provides information and documentation via its website and in response to direct requests, and has also provided specialist expertise through projects funded by intergovernmental organisations, such as UNICEF and the OSCE. The network which the ISS/IRC has developed over the past 10 years has enabled professionals world-wide to gain a better understanding of international instruments, to direct their implementation towards compliance, to learn from good practices abroad and to share their experiences with others, in countries of origin and in receiving countries. This reflects a willingness, amongst national actors and stakeholders, to cooperate in the implementation of international instruments for the benefit of the concerned children. We have also been made aware that the ISS/IRC activities and the information we produce is then further disseminated at national level and distributed to academic departments, local groups and initiatives, experts, etc. In other words, this network is a participatory forum which enables local stakeholders to own the knowledge and understanding required to ensure that international instruments reach those designed to benefit from them. B. ISS/UNICEF Project of international guidelines for children without parental care The project commissed by UNICEF on the drafting of international guidelines for the protection of children without parental care is a further opportunity to involve many stakeholders in the protection of these children and to enable them to participate in the creation and subsequent implementation of the norms. 9 Some ISS Branches are responsible for the distribution of the Monthly Review in their country; these indirect beneficiaries are therefore not included in the present statistics. These draft guidelines are the result of a joint project between the ISS and UNICEF, which called for international standards on children without parental care. On 16 September 2005, the Committee on the Rights of the Child devoted its general discussion day to the subject of “Children without parental care”. In its final conclusions, it recommended that all international actors organise an expert meeting to prepare a set of international standards for the protection and alternative care of children without parental care, which would be addressed to Governments and to civil society at large. This resulted in a text which was discussed amongst the members of the NGO Working Group for the protection of children without parental care, and which is currently being examined by the members of the Committee on the Rights of the Child. Following their comments, the text will be subjected to consultation amongst States. It is hoped that it will then finally be submitted for approval by the UN General Assembly in 2007. The text of these guidelines is available on our website10. C. In-country projects For a more specific example of transfer of international norms and cooperation to local situations, it may be interesting to explore some of ISS/IRC’s recent projects. These should provide you with an overview of the potential opportunities for governmental bodies, NGOs and local civil society to cooperate in the protection of children without parental care. Ukraine: The Organisation for Security and Cooperation in Europe (OSCE) commissioned the ISS to carry out an assessment of the current legislation, mechanisms and practice regarding the adoption of Ukrainian children, against the background, in particular, of international standards and internationally-recognised principles in this sphere. The final report resulted from two visits to Ukraine, during which the consultants met with a wide range of individuals and entities, from the compilation and analysis of information requested in the form of a questionnaire, and from an analysis of all legislative texts, decrees and government orders. It concluded with a number of recommendations for improvement of the situation. Given our limited focus of discussion, it is not so much the conclusion of this report and project which should draw our attention. More importantly in an era of preventive and protective social services across borders is the nature of this project. It is interesting to note that this project involved discussions with, and amongst, governmental authorities, local authorities, national stakeholders and civil society. Furthermore, it was funded by an intergovernmental organisation, the OSCE, and convened by an NGO, the ISS. All participated in the elaboration of this assessment and discussed its findings in a concluding meeting. Indonesia: In the context of the tsunami, which occurred in December 2004, the ISS was invited and financed by UNICEF to assess the situation and needs of vulnerable children and families in Indonesia. In the context of the current discussion, I wish to draw your attention to this project as an example of further cooperation, not only between international organisations and the local communities, but also amongst the ISS network at large. Training in Bulgaria and Peru: In 2004, ISS-Italy, in cooperation with the ISS/IRC and under a mandate of the Italian Central Authority, operated the “Training for a good application of The Hague Convention on Intercountry Adoption”. The seminars were designed to raise awareness to the ethical and legal principles applicable to children deprived of their family and to reflect on the specific situation of the countries concerned. This project, again, is an excellent example of international cooperation amongst receiving countries and countries of origin in 10 See : www.iss-ssi.org. order to enhance understanding of, and compliance with, the international instruments relevant to their work and to ensure that the best interests of the children concerned are indeed respected and protected. In conclusion, the above-mentioned examples reflect the fact that the needs and rights of children deprived of a family are issues which must be addressed as much at global as at local levels. Both approaches are fully interdependent and rely on each other. In this context, the ISS/IRC plays an important role in, and provides a forum for, transferring information, disseminating knowledge, and exchanging experiences between the global and locals levels as well as between theory and practice. The ISS/IRC always remains available and interested in engaging in projects aimed at the protection of children deprived of parental care, whether at the international or at local level. It, thereby, hopes to contribute to better collaboration between all countries and actors involved in the protection of children without parental care, to ensure positive transfer of knowledge and experiences by social services and to enhance understanding and implementation of international norms in specific country situations. For any further information on our activities, please visit: www.iss-ssi.org or e-mail us at [email protected]. ISS UK – Family Reunion Project Nadine SCHMITT* “State Parties shall respect the right of the child who is separated from one or both parents to maintain personal relations and direct contact with both parents on a regular basis, except if it contrary to the child’s best interest” (Article 9 of the UNCRC) This article forms the basis of our work and is our guiding principle. * Intercountry Social Worker The Libyan Family Reunion Project enables mothers to have contact with their children in Libya, who have been abducted or retained by their Libyan fathers following the break up of the marriage. BACKGROUND: The project originates from 1997, when ISS UK became involved in facilitating contact between Libyan and British parents and their children at the request of the Foreign and Commonwealth Office (FCO). The FCO initially requested assistance to enable Libyan fathers to travel to the UK to spend time with their children. There were concerns that such visits might not be welcome by the British mothers and ISS UK was asked to mediate. ISS UK as a non-government organisation offered the necessary non-political affiliation needed at a time when there were no diplomatic relations between the British and Libyan government. Working in partnership with the Higher Committee for Children (HCC) in Libya, the government agency responsible for child welfare, a successful visit took place in September 1997 with eight father’s visiting the UK. This opened negotiations for a mother’s group visit to Libya, which took place in 1998. First attempts for contact had been made in 1994 when a group of mothers visited Libya with the assistance of a TV programme (Channel 4 – Cutting Edge), who also filmed throughout the visit. ISS UK was not involved in this visit and therefore no direct comments can be made. It is reported that some mothers managed to see their children, for others it was a painful experience because the children were not brought to the meeting as arranged. Unfortunately the subsequent TV show offended the fathers greatly as it showed them in a very negative light. Some mothers had made negative remarks/comments in front of the camera, which may have provided good ratings for the TV programme, but resulted in the fathers not wanting their children to have any further contact with their mothers. Before the HCC was willing to consider any further mothers’ visits, they wanted Libyan fathers to travel to the UK to have contact with their children as there were also children who had been abducted by their mothers This experience has led to the decision not to involve the media in this project amymore and the mothers are now asked to sign an agreement not to contact the media about the project prior to every visit. LEGAL BACKGROUND: The legal background to the project is such that Libya is not a signatory to the Hague Convention on International Child Abduction and therefore the mothers have had no legal instrument or mechanism to have the children returned to their care. Libyan Law states that a child automatically takes the nationality of its father and that the child’s national law always determines issues of custody. This means that Libyan Law will always prevail when custody/guardianship is in dispute. The mother has the right to apply for custody, but even when granted access she must exercise her rights within Libyan jurisdiction. The above terms have made it very difficult for the mother to apply to a Libyan Court for residence or contact as they often do not wish to live in Libya permanently. Even though a lot of mothers have lived in Libya during their marriage, all of them chose to return to their country of origin. Some mothers have experienced violence during their marriage and others would find it very difficult to work, but without work could not afford to live in Libya. Therefore the groups also include mothers, who left Libya having found it too difficult to live there. For these reasons ISS UK has to base the work on the UN Convention on the Rights of the Child, which is signed by both Libya and the UK as binding obligations. Furthermore in the late 1990’s it was often not possible for the mothers to travel to Libya to see their children. The mothers required a letter of invitation from the fathers to be issued a visa. Even now the mothers can only travel to Libya as part of a formal holiday group, she will not be able to obtain a visa if she is travelling by herself unless such a letter of invitation is provided. The first mother’s visit took place in 1998 and initially took place every two years. Since 2002 it is an annual trip of two weeks in August, accompanied by two members of staff from ISS UK and joined by a volunteer from the HCC in Libya for the whole time. The size of the group varies as not only mothers, but grandparents, siblings or other extended family members may join the group. In 2005 21 people came on the group visit to Libya. THE VİSİT : ISS UK continues to work closely with the HCC, who will visit the fathers once each mother has notified ISS UK that they will be going on the trip. The HCC plays an important role in negotiating with the fathers to secure their approval for contact between the mother and the child to take place. Where this is withheld unreasonably the HCC has the power to sanction the visit. Many fathers especially in the years following the separation form the mother, fear that the mother might re-abduct the child. Fathers can are therefore be reluctant to give their consent to the visit. ISS UK does not support re-abduction and also asks the mothers to sign an agreement not to abduct the child while on the group visit. The official nature of the visit provides the father with the trust that the children will not be removed from Libya and it provides the mothers with the safeguards of travelling within a group and being supported by ISS UK staff and the other mothers. The two weeks in Libya are very much family focussed with the mothers spending as much time as possible with their children. During the trip most mothers and their children stay at a hotel together in a relaxed holiday setting. There are some mothers that have rebuilt relationships with the father to a degree where they feel comfortable to stay in the Libyan family home. In other families the trust has only been established to the extend that the fathers will allow the children to spend the day at the hotel with the mother, but not remain overnight. ISS UK staff and the HCC volunteer are on hand to mediate between the parents or even the parents and the children when problems occur. Understandably there is a lot of tension between the parents following the abduction and other significant unresolved issues. At times it is difficult for the parents to remain child-centred and not to focus on their problematic past. Problems can also arise between the mothers and their children because of a lack of understanding for their different lives. Some mothers may feel guilty not having stopped the abduction or having left their children in Libya when they could no longer cope. The children’s ages when they lost contact to their mother plays an important part in their relationship. Mothers come on the trip, who have not seen their children for a long time (in some cases it has been 7 or 9 years) and therefore younger children will have little recollection of their mother. The relationship can only slowly be rebuild. Older children will still remember their mother quite well and some have memories of their lives in the UK having loved there prior to the abduction. Another problem can be language as few children can no longer speak English and therefore communication with their mother becomes extremely difficult. Not being able to share memories or talk about feelings can lead to frustration on both sides. Some children seek to compensate for the “loss” of their mother by displaying attention seeking behaviour and jealousy, which can be difficult for the mothers to handle. It has become very clear over the years that no situation is settled. One father who had allowed his child to spend the whole two weeks in the hotel in previous years, might one year decide that the mother has to stay in the family home during the trip because he believes the child might be negatively influenced by the mother or the other group members. In the family home he would be able to observe their contact/relationship much better. OUTCOME OF THE VİSİT : Over the years there has certainly been an overall improvement in the children’s contact to their mothers, but it is clear that without the annual visits the children would have much less contact. Some mothers have reported that during the rest of the year email and phone contact is non-existent, others have said that it is very sporadic and at the mercy the father. This remains the case as the children get older and it is only once the children have reached the age of majority 18 that there are more possibilities of liberties in legal terms. Boys become “independent” at the age of 18, whereas the girls have to be married first before the father’s responsibilities cease. In some cases once the children have turned 18 particularly the boys have travelled to the UK on extended visits or even to study. While this is certainly a joyous moment for the mother and the children it is not necessarily the end of all conflict. Some children find it difficult to settle in the UK and choose to return to Libya. Others have remained in the UK to complete their studies, while some have chosen to reside in the UK permanently. For the girls it is much more difficult as they require their father’s approval to travel even after they have turned 18. It is usually after they get married that they enjoy more frequent contact or visit to their mother. CONCLUSİON: Our experience shows that there is an ongoing need for annual visits to continue as the children require assistance to ensure that Article 9 of the UNCRC is put into practice. It needs to be remembered that in any family conflict be it separation and/or abduction it is the children that suffer the most and it is for their benefit that contact to both parents is be maintained despite personal issues. ISS UK is currently investigating whether this successful project could be set up with other Islamic countries in order to support children in having an ongoing relationship with their parent in the other country. CONFLICT MANAGEMENT - AN APPROACH TO INTERCOUNTRY FAMILY CONFLICTS? Sebastian REGITZ* * ISS – German Branch Berlin, March 2006 During its daily intercountry casework ISS is constantly dealing with family conflicts. To describe a conflict, on the one hand, and to identify appropriate measures to handle it, on the other hand, we suggest to use a theoretical approach called conflict management. Of course, in ISS casework conflicts are being described and dealt with, since many years. Therefore, conflict management could be both, to point out the experiences and professionalism of ISS and to break new grounds in intercountry casework. In conflict management the two decisive parts are to analyse the conflict and to identify measures to deal with it. Conflict Capability Social relationship without conflicts is impossible. That does not necessarily have to be a disadvantage. As Johann Galtung11 describes it: „Conflict generates energy. The problem is how to channel that energy constructively“. Therefore, Friedrich Glasl12 is arguing to help people to develop their social skills, i.e. to improve one’s conflict ‘capability’. Conflict capability in short: * recognizing signs of a conflict early * understanding mechanisms that determines conflict situations * methods to express one’s own position without worsening the situation * techniques to clarify positions and situations * knowing when professional help is needed (Conflict capability of a single person is able to increase the conflict resistance of a whole organisation.) Analysis of the Conflict Conflicts escalate successively. Glasl developed a model of nine levels of escalation. A conflict does not turn into complete destruction, immediately, but intensifies successively, unless something is done to intervene. According to Glasl a gradual intensification of a conflict is a downward movement. The escalation progressively activates deeper and more subconscious levels, both in people and in groups, until these people or groups completely loose their self-control. At the beginning of the escalation self-help is possible, later one needs professional support. A model of escalation is helping the conflict parties in becoming aware of the existence and intensity of a conflict in order to handle it constructively. Driving mechanisms that continue to increase to the conflict are: · Snowballing of contentious issues (more issues are thrown into the disagreement) + Increasing simplification in taking up the opposing party’s issues · Widening the arena, the circle of involvement is extended + Increasing personification · Pessimistic anticipation + Self-fulfilling prophecy: through my actions I create the situation I wanted to avoid Third Party Intervention Based on the text „Third parties between ‘Good Offices’ and ‘Power Mediation’“ of Norbert Ropers13: +'Good offices' means a participation of the third party by covering all the measures that help the disputants arrive a constructive solution of the conflict without a direct negotiating function of the third party (including provision of 11 Prof. Johann Galtung is a consultant to several UN agencies and a constantly traveling trainer/lecturer. An experienced peace worker and Professor of Peace Studies, he is widely regarded as the founder of the academic discipline of peace research and one of the leading pioneers of peace and conflict transformation in theory and practice. 12 Dr. Friedrich Glasl (Assistant Professor) has worked with conflict resolution in companies, schools, and communities for over 30 years, earning him and his techniques enormous respect. 13 Dr. Norbert Ropers - Director of the Berghof Foundation for Peace Support and Director of the Berghof Foundation for Conflict Studies in Colombo (Sri Lanka). Areas of interest: theory and practice of ethnopolitical conflict management; integration of conflict management into development co-operation and humanitarian aid; OSCE; southern Caucasus; Sri Lanka; training. communication facilities, transport and accommodation; training the negotiators in methods that offer a win-win solution). +'Mediation' means directing the process of conflict management by the third party, always related to the content of the conflict. Whereby a weaker form of negotiation (no consistent leadership-role of the third party, more emphasis on the procedural side) could be described as facilitation. +'Formal and informal arbitration/Litigation' means that a decision is based on legal principles and norms, by the responsibility of a third party, i.e. it determines winners and losers. +In 'power mediation' the third party is responsible for the outcome of the negotiation, and a decision is not based on legal principles, but on the basis of whether the third party has the means to enforce its decision. It is not difficult to see that along the spectrum from good offices to power mediation the influence on the negotiating process by the third party is growing. The interest of the third party is changing along the above described spectrum, from the interest, that two or more parties are enabled to run negotiations to the interest to end a negotiating process, respectively a dispute or fight, by its own rules and with the means of power. ISS – a Third Party on a certain Level of Conflict Escalation Following Glasl's model ISS is becoming a third party in family conflicts on an escalation level where self-help is not longer possible. Often, ISS casework is based on court decision or is supporting courts or social services by promoting the rights of a child as subject of family conflicts. I.e., ISS is working as formal and informal arbitrator (following the concept of Ropers). Obviously, ISS is not able to become the role of a power mediator in a conflict, because ISS has no means to enforce any taken decision. But, and that is the actual state if ISS discussion, 'mediation' or even good offices are possible fields of ISS case work, depending on the escalation level of a family conflict. REFERENCES: Johann Galtung, Peace by Peaceful Means, 1996 Friedrich Glasl, Confronting Conflict, 1999 Norbert Ropers, Peaceful Intervention, 1995 THE INTERNATIONAL PARENTAL CHILD ABDUCTION SERVICE OF INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE AUSTRALIAN BRANCH Sandra DE SILVA The International Social Service (ISS) has established a support service for families affected by International Parental Child Abduction (IPCA). The Service was a result of the ISS Australia report, Living in Limbo, which is available on the ISS Australia website. The IPCA Service was officially launched in October 2005 and is the only specialist service of its kind in Australia. The IPCA Service offers · a National Advisory and Support Line · an IPCA website · an IPCA Information Kit · national training · a national specialist network · a specialist referral database The IPCA National Advisory and Support Line receives between 1-3 referrals a week, with a ratio of approximately three female clients to every male client. The service provides all clients with telephone and email support, and a few locally based clients have attended the service for in-person counselling. The IPCA Service is explicitly child-focused which allows for objective support to both parties of parents. In particular, the service has used the ISS global network to enable mediated contact between children and left behind parents, especially during Hague proceedings. The IPCA Website is part of the ISS Australia website and provides information and advice to families and professionals. The contains a link to the Australian Attorney-General’s Department website on International Child Abduction. The majority of referrals have come from parents accessing the IPCA website. ISS Australia plans to make the site more interactive for potential clients, with a question and answer section and a section for parent input and peer support. The IPCA Kit contains introductory information for both families and professionals, as well as Fact Sheets and a Prevention Plan. The Prevention Plan has been successfully used as a set of practical steps to reduce the chances of abduction of her child. The IPCA Kit will soon be available on the website. National Training and Specialist Network - The IPCA Service is now developing national training on IPCA issues and is also developing a national specialist network. It is envisaged that a specially trained network will lead into the development and implementation of a national IPCA prevention strategy. FINDINGS TO DATE Clients have presented to the service with a range of issues relating to the wrongful removal and/or retention of a child, including: prevention, post-removal support, support during Hague proceedings, post-Hague proceedings support, post removal tracing and broader international contact and parenting issues. Most clients have been left behind parents, parents who have wrongfully removed or retained their child, or conflicted parents of separated families. Some cases involve a conflict between parents living in different countries, where ISS can assist in mediation through its international network. Others involve tracing a child that a parent has not had contact with for many years. Cases can develop from a long-term wrongful retention, where the child is now an adult and the issue is about re-establishing contact with a parent. Domestic Violence There is a high correlation between international parental child abduction and domestic violence. In the majority of cases, allegations of domestic violence are the key, or a contributing, motivating factor leading to the abduction. The level of cases involving alleged domestic violence of a physical, sexual, emotional or financial nature is approximately 70-80% of cases. This is in line with international findings. ISS Australia has just been granted funding to research this correlation between IPCA and domestic violence, which is of special interest to the Hague Permanent Bureau and will be a key point of discussion at the Special Commission on the Hague Convention of 25 October 1980 on the Civil Aspects of International Child Abduction, later this year. It is envisaged that the IPCA Service will present feedback to the Special Commission. Intercultural families The profile of cases with the IPCA Service supports the view that most IPCA involves inter-country couples with children, exacerbated by intercultural differences, particularly where there are settlement issues and limited family support for one or both parents. Hague and Non-Hague cases The IPCA Service has predominantly received referrals involving Hague countries, however where a child has been removed to a non-Hague countries, locating and returning the child has proven extremely difficult. Longer-term impacts The IPCA Service has found that many families require ongoing support after children are returned in a Hague case. Although the return of a child to the family marks the end of the international legal process, it is often the beginning of a difficult period of adjustment, particularly where there may have been little or no preparation or support for this. Conclusions to Date The early months of the ICPA Service’s establishment and operation has demonstrated: · there is demand for a specialist service; · a trained, specialist national network is critical to service delivery across a nation of this size; · the value of the ISS global network to such a service and its users; · the international interest in the establishment of this innovative Australian based service; · the need for examination of the particular situations of children and their parents where countries are not signatories to the Hague Convention; and · the desirability of evaluation of the ICPA service following its full establishment and operation over a period of time. POST ADOPTION SERVICES IN HUNGARY Júlia ANDRÁSI DR.* The general attitude in Hungary is that the upbringing of a child is a private and confidential business of a family. That is why people are usually against letting social workers and helpers in their families after the adoption. They are usually afraid of these services instead of seeing them as means which can help them. According to the law, there is no obligatory post adoption service that the families have to use after the adoption. (If some of them use counselling or groups of mutual aid then it works on a voluntary basis.) There is a 21 hours long training and counselling which is obligatory for couples (or singles) who want to adopt. The counselling is taken by the psychologist of the competent child protection service. Without training and counselling the couples (or singles) can not be declared as suitable for adoption. There is a good preparation of the prospective adoptive parents before the adoption and a 30 days long pre-care period. The preparation is made by the competent child protection service as well. If the adoptive parents need help after the adoption – usually in the teenager ages when the children are more problematic-, they can visit the competent child protection service. The psychologist of this service is to help the family if a problem arises. The families can turn to him and he is obliged to help them. There are one or two psychologists working for each child protection service. There are so called “open adoptions”. Some of them are promoted by accredited bodies. Open adoption means that the biological parents and prospective adoptive parents learn each other’s data before the adoption is settled and the biological parents give their consent to the adoption of the child by the known adoptive parents. These accredited bodies organise annual meetings of adopting families and mutual aid groups. The adoptive families (who adopted their child with the help of that accredited body) can meet one another and talk about their problems and the accredited bodies are there to help them if they get into hard situations after the adoption. * Central Authority, Hungary We are in favour of the post adoption services and want them to be available for every adoptive family in Hungary. We want them to see these not as a difficulty, negative consequence or barrier of the adoption but as something that can help them if problems arise after the adoption is finalized. Hungary ratified the Hague Convention on intercountry adoption in August 2005. In case of an international adoption, Hungary, as a state of origin asks for follow up reports if an adoption is permitted and the family is back in the receiving state. Before August the follow up reports were to be sent to the competent child protection service of the country. Since August the receiving countries have to send their reports to the Central Authority for intercountry adoption. We ask two reports after the adoption is finalized –in two months and twelve months. The reports are to be made by a psychologist (or social worker) who can evaluate the child’s situation in the adoptive family. INTERNATIONAL SOCIAL SERVICE, ITS ROLE IN THE CURRENT SOCIAL CONTEXT AND ITS FUTURE IN THE LIGHT OF THE EXPERIENCE OF THE ITALIAN BRANCH Mrs Cristiana FABRETTI Established in 1932, the Italian Branch of International Social Service has over 70 years experience in the handling of cases related to migration, integration, family conflicts deriving from mixed marriages' and families whose members live in different countries. Thus the Italian Branch has developed considerable expertise in the fields of family mediation, the solution of international family conflicts and problems connected to migration such as: · Children's abduction during divorce or separation proceedings; · Establishment and respect of visiting rights; · Enquiries into relatives resident abroad with a view to custody of minors; · Acknowledgement of paternity; · Recovery of maintenance payments; · Reestablishment of relationships; · Family reunification; · Search for origins; · Unaccompanied foreign minors. International Social Service has handled cases of this type -especially problems concerning family conflicts -since times before the drafting of international agreements and also operates in non- signatory countries. ISS has thus accumulated a considerable professional experience. Yet it is also an international network which is in constant evolution thanks to the continuous updating generated by the handling of cases in various countries and to the indispensable need to adapt to cultural and legislative changes. The staff of the Italian Branch of ISS has always been composed by professional social workers, often with specific legal skills, specialized in the delicate task of mediating directly with the persons concerned and/or with local social services in different countries. With the changes in the migratory phenomenon which have taken place over the last few years, Italy can no longer be considered a country of emigration but rather a country of immigration. As a result the number of mixed couples and mixed marriages in the country has increased, as well as the number of separations and thus the number of related social, family and phsycological problems. Indeed, the preponderance of relationships between European or "Western" citizens of a few years ago has now given way to a high number of relationships involving citizens from various Asian, African and American countries. Moreover in addition to the socio-cultural problems, normally encountered in mixed relationships, profound differences in legislation have to be considered especially when family law is concerned. All this would make a direct dialogue among institutions and social services extremely difficult. Furthennore, it is necessary to bear in mind that foreigners often encounter considerable difficulties in settling their life in a new country, difficulties which can seriously affect family relations when some (or all) members of the family come from different cultural, religious or ethnic backgrounds. Thus, the problems emerging are complex and very different to those encountered so far and, as a consequence, they need to be studied by experts and approached in a neutral environment. Being perceived as more objective, more open to cultural diversity and equidistant from the two socio- legislative systems involved, an international organization such as International Social Service is perhaps the best body to be involved in this kind of research. Mixed or foreign families experience the same marital difficulties as any other family. However, when combined with cultural differences and the phenomenon of uprooting, sometimes these difficulties may appear more intense and lead to more dramatic consequences. The Italian Branch has dealt with many problematic mixed or foreign families, using its experience to develop various methodologies for coping with the problems involved. This experience continues to evolve with each new case handled. However, it is our work with separated and conflictive families which enables us to identify the elements we need to prevent further difficulties. Of course we are referring to a limited number of families, since most mixed or immigrant families fortunately do not experience these problems or manage to overcome them by using their own personal resources. One of the most serious aspect encountered in the separation of mixed or foreign couples is the children abduction by one of the parents and their transfer to another country (usually a country with which the children are unfamiliar or which may even be completely unknown). In such - unfortunately increasingly frequent -situations, the children often suffer serious traumas and lose many of their points of reference, including the right to be in contact with both parents. In this situation it is necessary to establish mediation with the foreign social service following the party which has left Italy in order to enable performance of the delicate task of remote reconciliation and to encourage maintenance of contact, visiting rights, payment of alimony contributions, etc.. In some cases, this kind of support may prevent abduction, however, when abduction has already taken place, it is an essential means of verifying what has happened, how the children involved are living and whether there is any possibility for a friendly solution for their return. ISS operates via an international network of branches whose professional figures cooperate with the legal and administrative authorities involved in implementing family law agreements in various countries. The Italian Branch has a long history of cooperation with the Italian Ministry of Justice, the juvenile courts and public social services of the country. ISS's general mission is to perform social enquiries abroad and to negotiate with parents living in different countries with regard to the observance of visiting rights, the payment of alimony and the resumption of relations, as well as to provide an objective analysis of the situation and to mediate in case of abduction. In such cases, ISS has always perfonned simultaneous verification and reconciliation activities in the two countries involved, engaging professional figures to meet both sides of the separated family. We cannot speak of family mediation in the exact definition of the tenn as the activities are perfonned, when requested, whatever is the emotional and judicial stage of the family procedure. This may mean that the parties involved are not ready to cooperate in a reconciliation attempt and may not wish to be simultaneously present in the same location, preferring to act separately and to dialogue through third party representatives. The recommendations regarding family mediation published by the Council of Europe in 1998, dedicate a special chapter to international family mediation and the need for services to be supplied by specifically qualified operators in consideration of the development of the family and the increasing number of mixed or immigrant families in all European countries. The fundamental aim of this type of mediation is to provide a bridge between the operators dealing with the individual parties in the various national scenarios. Mediation between the different social services involved is an essential aspect of the work performed by the ISS network. ISS sends the greatest possible amount of objective data to the operator in the foreign country to allow a complete picture of the case before interviewing the person concerned. These data include explanations of attitudes and details of actions and behaviors linked to the cultural context of reference in order to reduce as much a s possible the occurrence of prejudice or preclusions, since this task is not always easy for both the foreign and the local operator. International mediation is naturally more necessary and probably more profitable in cases in which there is still time for preventive measures to be taken or in which the conflict has not yet resulted in a legal struggle or abduction. Indeed, in many cases, serious problems can be avoided as a result of couseling, cultural mediation, the transmission of socio-legal information and a detailed understanding of the problems of the two ex-partners. It is very important that all the operators involved are able to assess the cultural aspects of the conflict and assume a position of neutrality, a position which does not require indifference to the problems to be faced, but rather generates a more open and trusting approach. Cases concerning family law and the dynamics of the mixed family are a large portion of the work of our network and form part of the underlying mission of International Social Service, but it may be useful to have a look also at some of the programs in which the local branches are engaged. The Italian Branch is currently working intensively in the fields of unaccompanied minors and international adoptions. UNACCOMPANIED MINORS The Italian Branch of ISS has always been concerned with problems linked to the flow of unaccompanied foreign minors to Italy and has implemented several special programs for foreign minors on the request of the involved authorities. The phenomenon of unaccompanied foreign minors in Italy increased after the second Albanian exodus in 1997 and, indeed, this was the year in which the first government measures were taken to set aside funds and finance programs for their benefit. This was also the year in which the Italian Branch of ISS started its cooperation with the Department of Social Affairs of the Prime Minister's Office (since 2001 with the Department of Social Affairs of the Ministry of Labour and Social Policies), on behalf of the Committee for Foreign Minors. Thanks to its practical experience and the studies it has completed together with other European branches, the Italian Branch of ISS has always provided highly professional services aimed to this kind of minors and to their needs. Furthermore, with the support offered by ISS's unique network of professional collaborators, all of whom are perfectly aware of the local realities of the countries of origin of the minors involved, the Italian Branch has also been able to establish specific programs benefiting unaccompanied foreign minors. Professional family enquiries in their country of origin are an essential and priority element to be considered prior to the taking of any decision regarding unaccompanied foreign minors in the country of immigration. Indeed, any long term program in favour of a foreign minor -be it a permanent solution in Italy or the organization of assisted repatriation -can only be approved after the situation in the country of origin has been carefully studied and clarified. Naturally, when necessary, the minor is always protected. As far as the practical supply of support is concerned, the staff of our partners operate throughout the territories of their respective countries reaching -occasionally with considerable difficulty - even the families of minors living in the most far-flung places or in spontaneous urban conglomerates totally lacking in civic order. Sometimes this has taken a long time to draft a requested report on a family unit (this is especially true in countries in which requests for enquiries have increased). However, ISS has now restructured its offices in order to cope with the increased flow of minors, with the requirements of new conventions and with the needs of various institutional interlocutors, especially with regard to Albania, Morocco and Romania. In fact the greatest flows of minors arrive from these countries. Despite the difficulties encountered in this restructuring activity, ISS has nevertheless has ensured a good level of continuity in performing social enquiries into the families of origin of the minors concerned and especially those involved in assisted repatriation procedures. In many countries, the offices of ISS have been reinforced via the identification of new partners and the enhancement of the network upon which the work ofISS is based. Once the social enquiry has been completed, it is necessary to decide on the future life of the minor. This decision is taken by the juvenile authorities on the basis of the results of interviews with the child in Italy and the social report performed abroad. In case of minor repatriation, ISS handles the practical side of the services supplied in Italy. These services include accompanying the child to the airport, organizing his or her welcome abroad (in cooperation with the ISS local partners), ensuring his or her reinsertion into the family of origin and setting up a local project for his or her future. Thanks to the gradual improvement in living conditions in Albania, Morocco and Romania, ISS now avails itself of a real and proper map of resources. This allows us to ensure that the children and their families choose the best future for the child, be it based on further schooling, professional training or apprenticeship with a company. This map is the result of years of work aimed at raising the attention of school and training courses governors to enable children to attend school or training course even when the academic year has already started. Further important progress has also been made as far as encouraging the managers of large and small enterprises and Italian and foreign businesses with offices in the country of reference, to offer jobs to repatriated minors. A brief overview of the situation in the individual countries of reference shows that, over the last ten years, there has been a considerable increase in the number of training schemes available in large cities and the number of apprenticeship courses organized in small towns in Albania. Today Albania offers opportunities for every age bracket and every professional level and is thus able to satisfy most requests for training regarding repatriated minors. Minors living in rural areas far from large cities are offered the chance to set up small businesses of their own. These activities are supported from an economic point of view and generally give good results. Minors who cannot attend training courses in the place in which their family lives and whose age or educational background prevents them from setting up their own business, may be offered the chance to be hosted in a residential centre in Tirana. Romania offers many interesting training courses of various durations suitable for minors aged between 14 and 16 years of age.. In addition the Romanian school system is reasonably flexible and allows minors to return to school at any moment of the academic year. The main problem in Romania is the economic insecurity of the minors' families (and regions). For this reason, over the last few years, our partner has established several residential centres (ranging from a centre in Calacha, 20 krn from Timisoara, accommodating up to 20 people to a number of apartments accommodating 4 -5 people each) where minors attending training courses or completing apprenticeships in places other than their city of origin may stay. On the basis of the experience of past years, most minors who have participated in such training courses have found a job either directly as a result of the training course, or as a result of contacts made with enterprises during the course. However I8S also follows any minors who fails to find a job at the end of the course. Romania also offers repatriated minors the chance to set up a small business of their own. The situation in Romania is particularly interesting as our partner is currently proposing that Romania participate in its international network by supplying professional operators to the European market. As far as Morocco is concerned, up until two years ago there were no training schemes in the country other than state schools, which did not allow children to return to school once term had started. Now, fortunately, the training offer has increased with the creation of many new training schemes. Training opportunities in Morocco now include a range of ten vocational courses (for mechanics, electricians, plumbers, hotel and restaurant staff, telecommunications technicians, paramedics, carpenters, agriculture technicians, planners) and contacts have been established to organize residential centres for young people involved in agriculture training. Furthermore proposals have been advanced regarding the use of local funds for the creation of a reception centre. In addition to identifying and organizing of the most suitable training scheme for each minor and ensuring his or her economic support, the reinsertion projects also include a period of time during which the minor and his or her family is supported (few months after the minor's repatriation). Any minor who decide to set up autonomous business activities are initially flanked by an expert in the chosen sector. INTERNATIONAL ADOPTIONS The Italian Branch of ISS is one of the few ISS offices which, as well as offering counseling, study and training services, has also implemented international adoption programs directly. Indeed, in the 1950s, the Italian Branch was responsible for handling the adoption of Italian minors in the USA, Australia and Canada, while, at a later stage, it also organized the first adoptions by Italian couples of children from India and Korea. In 1983 it was authorized to organize international adoptions pursuant to Law 184, an authorization that was confirmed with the provisions of Law 476 of 1998. In April 2001, however, in view of the Italian position vis-a-vis the Hague Convention, our Branch asked to be removed from the roll of agencies authorized to perform international adoptions and returned to focusing exclusively on counseling, training and the supply of information to public social services and administrative and judicial authorities. In November 2001, the Italian Branch signed two agreements with the Commission for International Adoptions (Central Authority on adoptions), the first regarding the organization of training programs for staff from the central authorities of the countries of origin of the children: Peru, Colombia. Ukraine, Albania and Bulgaria. The second agreement regarding special cases of adoption in countries in which there are no operative agencies. Special cases being those regarding mixed couples adopting in the country of origin of one member of the couple, the adoption of the brothers or sisters of minors already adopted, and adoption by Italian couples resident abroad. According to this second agreement, the couple has first to apply to the International Adoptions Commission and then, once authorized, starts the adoption procedure through the International Social Service. As far as the first agreement is concerned, training courses have been completed in Albania, Bulgaria and Peru, while those to be held in the Ukraine and Colombia were cancelled by the International Adoptions Commission. Instead a training course has been organized in Bolivia and it should terminate by the end of June 2006. The organization of a fifth training course in Brazil is also being considered. Particularly well received by their participants (government executives and members of the social and judicial sectors), the training courses were held by experts from various sectors -legal, social, psychological -from Italy, from other host countries and from the countries of origin of the minors adopted (the majority). One of the outcomes of the training courses was the drafting of a manual that our Branch has distributed throughout the participating countries (printed version). A computerized version of the manual is currently widely used by the General Secretariat in Geneva (International Reference Centre). The second agreement involved the collection and coordination by our office of information from the most farflung countries in which, when possible, we have made use of the cooperation of ISS correspondents. This work has consists of approximately 30 cases per year involving Asia, Africa, Central and South America, United States and Eastern Europe. CONCLUSIONS There is no doubt that one of the most startling phenomena of our times is the ease and speed with which communications can now be exchanged. Indeed, many NGGs, voluntary associations and religious groups now operate throughout the world with the aim of helping disadvantaged countries or disadvantaged groups within socalled rich countries (such as immigrants). All this seems to put the ISS and its network a little "to one side". Yet, it must not be forgotten that the groups and countries being helped are made up of "real people" who have the right to professional support wherever they may be and whatever their situation of crisis or hardship may involve. Thus the challenge ISS will have to face in the future will be that of making its professional skills and its ability to intervene in the most appropriate manner, available to cases in which reconciliation and international mediation are indispensable for the resolution of family conflicts. This will be especially important when the fragilities and personalities of children are compromised and when prompt, targeted action is crucial. At present, no NGO is ready to provide the same level of professional skill or to supply professional figures capable of operating to the same standards as those of ISS in this field. Indeed, the work currently perfonned by ISS can and must only be enhanced by the individual branches of ISS, each of which must try to establish conventions with their own governments and central authorities, and by the General Secretariat vis-a-vis the Hague Conference on intemationallaw. Of course, training has always been a fundamental part of the work of ISS. At present the General Secretariat in Geneva is organizing an interdisciplinary team of trainers from various areas of expertise, of various nationalities and from some of the most experienced branches of ISS, for training operators who will have to deal with international mediation in family conflicts in their countries of origin. In the near future, for example, the branches of the host countries of adopted children could also be able to study training models based on the Italian international adoption project. In such a way they may propose similar models to the central authorities of their countries for training operators in countries of origin of the children. It would be also interesting for ISS network to study and organize training courses for social operators in the countries of immigration/emigration of unaccompanied minors. IMPORTANCE OF PROTECTIVE AND PREVENTIVE SOCIAL SERVICES TO ELIMINATE DOMESTIC VIOLENCE IN AZERBAIJAN AYTAKIN HUSEYNLI * In order to eliminate social problems social services designed for them are important to be protective and preventive. It helps an issue to become a problem in the first place, and protects victims of problem when they face it. In countries, which are in transition, the importance of protective and preventive services is not acknowledged well. In Azerbaijan, being one of the transitional countries, the importance is mostly given to social services that are aimed at providing assistance or aid to target population. For instance, one of the critical social problems in Azerbaijan is domestic violence. It is one of the obstacles to achieve gender quality in all spheres of the country (OMCT, 2004). Absence of preventive services such as awareness raising, educational, family therapy, counseling and protective services, such as shelters for victims, hotlines and legal counseling, makes this problem more critical and the victims of it more vulnerable. There is no national statistics on domestic violence; however, the problem has been studied by non-governmental organizations more broadly than any other social problems in Azerbaijan. In the result of studies it has been found as a serious problem like in other societies and very critical statistics were reported. The study conducted by the United States Agency for International Development (2001) among 7,668 women revealed that 30% of women were verbally, 20% physically and 10% sexually abused in Azerbaijan. According to the study by International Rescue Committee 317 cases regarding crimes of violence against women were registered in 2002 and 289 in 2003. Monitoring of the national press by local NGO, Clean World (34 periodicals published within one year), revealed serious facts of violence. Newspapers during one year, March 2004-March 2005 reported about 520 cases of violence against women, with the mortality rate of 25% (129 cases). 85 cases out of this number was domestic violence and 60% of these cases ended up with death of women (Gureyeva, 2005). Although the domestic violence has been studied for a long time, social services, which would prevent the problem and protect victims of the problem have not been designed and introduced by the government yet. The government signed and ratified the Beijing Convention on Elimination all kind of Discrimination against Women in 1995. Moreover, the constitution of Azerbaijan Republic also guarantees equality between men and women. New amendments were made to criminal code of the country that recognizes the violence as a crime (Gureyeva, 2005). However, preventive and protective family services are absent and it makes families vulnerable when they face domestic violence. Families are not able to cope with domestic violence by themselves and it leads them to tragic incidents which are not avoidable such as death, physical and psychological trauma of women, children as well as men. The reasons for domestic violence such as lack of legislation, low level of awareness on domestic violence and growing patriarchal believes and family traditions, which will be discussed subsequently in this paper, also emerge need for establishment of universal preventive and protective family services by the government. Lack of protective and preventive services to protect families Current social protection system for Azerbaijani citizens that includes economic, legal and social benefits was inherited from the Soviet Union (Aliyev & Guliyev, 2005). These services are regulated by the legislation, which was also designed during the Soviet Union. Since all social problems were controlled and regulated by the * MSW Social Work Master Degree Program, Baku State University centralized government these services are mostly focused on providing aid or assistance to people. The philosophy of Soviet social services was to create equality between people. The purpose of these services was distribution and redistribution of financial recourses (Aliyev & Guliyev, 2005). Therefore, current social services for families provided by the government based on the same philosophy and idea. They mainly consist of public assistance such as cash allowances and benefits for poor families, divorced, widowed parents and disability benefits for families with a child or a parent with disabilities. These allowances and benefits are financed by the government budget and are delivered by the Ministry of Labor and Social Protection and its local offices (Aliyev & Guliyev, 2005). Currently almost all infrastructures of the country are reformed by the State Program on Poverty Reduction and Economic Development (SPRED), which is being implemented jointly by the government and World Bank, UN, and IMF. SPRED, based on liberal market economy principles and ideas, also has not included protective and preventive social services to families in social policy section. Only one social service, Targeted Assistance to Needy Families was planned and designed to deliver cash assistance to poor families in the coming years. This service complies all previous allowances and benefits under one service. There is only one Women Crises Center in the country, which is run by the local NGO and is located in the capital city. It has hotline, legal and psychosocial support services. Moreover, very few services, such as legal counseling and rehabilitation services were provided by some national and international NGOs which are not systematic, sustainable and depend on donor money to operate. Lack of legislation on domestic violence The Azerbaijan government signed and ratified CEDAW in 1995 to create an equal opportunity for women and protect them from any violence. The Constitution of the Azerbaijan Republic guarantees equality between men and women. The Criminal Code of the Azerbaijan Republic (2000) recognizes physical or psychological suffering caused by violent acts or systematic beatings (Article 133), physical harm resulting in health disorders and disabilities (Articles 126, 127 and 128) and cruel treatment or systematic humiliation (Article 125) as a crime. However, there is no specific legislation on domestic violence (OMCT, 2004). That is why police also does not work considering domestic violence to be a family issue and does not accept application of battered women. Only if a woman had been severally beaten, was hospitalized and had medical examiner confirming infliction of serious bodily injuries, police accepts her application. However, even if women dared to apply for the legal protection to the court, the maximum penalty which was assigned to violators or three weeks of corrective labor (Azerbaijan Gender Information Center, 2005). Growing patriarchal believes and family traditions One of the important reasons which contribute to high rate of domestic violence is growing patriarchal and traditional family believes in the Azerbaijan society. Patriarchal traditions are strongly remerging in the families after the collapse of the Soviet Union (USAID, 2005). Gender equality now is lower than in Soviet Union (USAID, 2005). It affects on definition of masculinity and femininity in the Azerbaijan society, which play an important role for domestic violence. Mostly in Azerbaijan culture, the man needs to be deceive, competitive, main breadwinner, violent, strong and having power over the woman in order to prove his masculinity, whereas femininity (woman) is defined as passive, obedient, dependent and helpless. Another factor is extended families. Mostly families in Azerbaijan consist of a mother, father, children, grandparents and other extended members of the family. To live in extended families is very usual for sub-urban and rural population but can very often be found in urban cities as well. Most mothers, fathers and other law’s influence on decision-making of the family and they play an important role on reinforcing restriction on women besides husbands. This mostly causes domestic violence and makes home not a refugee from violence but its location. Lack of knowledge about domestic violence Generally the Azerbaijan society does not acknowledge domestic violence as a problem and it is considered as a private matter of the family. Studies conducted by local NGOs report that husbands in Azerbaijan consider that, if “a woman has been beaten, then she deserved it” (Gureyeva, 2005). Another huge problem is that women themselves lack knowledge about women human rights and most of them accept domestic violence as a normal behavior. Research conducted by Clean World revealed that 24 % of women of target group held believe that if they were beaten they deserved it and 36% of battered wives justified behavior of their husband (Gureyeva, 2005). The study conducted by UNDP (2006) reported that only 3% of women can apply to the police and none of them knew how to act during the domestic violence. Moreover, since the establishment of Women Crises Center in 2001 only 4.806 women visited the center and 5.778 women used the hotline (Gureyeva, 2005). All these indicators show significant low level of awareness of domestic violence among women. Conclusion Domestic violence is one of the serious human rights violations in the world and takes place in all societies whether it is developed or not developed. In Azerbaijan due to lack of preventive and protective services the problem makes families more vulnerable. Lack of legislation, lack of preventive and protective services, raising patriarchal believes and low level of awareness on domestic violence in the society especially among women cause domestic violence. It is very important that people get informed about the consequences of domestic violence which rends apart families, couples, damages children and reduces the quality of life and people’s general sense of well being. Recommendations In order to prevent domestic violence and eliminate its consequences the Azerbaijan government needs to establish the following preventive and protective services. All these services need to be designed and established by the government in order to be systematic and sustainable. Local NGOs can contract with the government in order to deliver these services, however the government needs to play the main role. All these services can be coordinated by the State Committee on Women, Children and Family Issues which was established in February, 2006: 1. Adopt of legislation on domestic violence and establish mechanism for police, social worker and other relevant bodies that can intervene while domestic violence takes place. 2. Adopt legislation, which will allow keeping abuser (husbands in most cases) away from households. It is very important to have this kind of legislation. Because in most cases women with children leave the household when they face violence in order to have safety. Being away from their own home makes women and children more vulnerable. Therefore it is very important to have a law which allows keeping husband away and leaving home for women and children. 3. Establish shelters with psychosocial, legal, vocational training and job finding services for battered and abused women and for their children. The shelters should be prioritized for victims who live with husband in his extended families, because even though a husband is kept away from the household, the extended family members are still threat to victims; women and children. 4. Establish family counseling centers, which will provide counseling services to families when they face the violence. 5. Establish therapy services for victims and abusers to help them with rehabilitation. 6. Establish hot lines, which are free of charge. 7. Run educational programs on domestic violence in schools, colleges and universities in order to increase awareness on gender equality, domestic violence and its consequences. It will also help to change believes regarding roles of husband and wife in the family which are sexist and patriarchal now. References Aliyev, A., & Quliyev, A., (2005). Methodological Basis of Social and Economic Spheres (in Azerbaijani language). Adiloglu Center Press, Baku, Azerbaijan Azerbaijan Gender Information Center (2003). Media-monitoring on Violence against Women, Retrieved March 31 from Retrieved March 31 from (http://www.gender-az.org/shablon_en.shtml?doc/en/library/reserch/ monitoring International Rescue Committee (2003). Violence and Women in Azerbaijan Retrieved April 2 from (http://intranet.theirc.org/docs/IRC%20Azerbaijan %20VAW%20Assessment%20June%202004%20English.pdf Gureyeva, Y. Report on Violence against Women in Azerbaijan for the UN Division for the Advancement of Women. Retrieved March 31 from http://www.stopvaw.org/Azerbaijan.html United Nations Committee on Economic, Social and Cultural Rights (2004). Alternative Report Violence Against Women in Azerbaijan United States Agency for International Aid (2004). Gender Assessment for USAID/Caucuses/Azerbaijan. Retrieved April 2 from www.genderaz.org/doc/en/development/assessment.pdf United States Agency for International Aid (2001). Reproductive Health Survey Azerbaijan. Retrieved April 2 from http://www.dec.org/pdf_docs/ PNACT158.pdf WE LIVE IN THE AGE OF THE REFUGEE, THAT İS LOUIS MINSTER A person taking refugee (especially) in a foreign country; from war on persecution or natural disaster seeking shelter from pursuit, or danger or trouble Ineviably established communities and patterns of communities face disruption. In the western and developing world the extended family is in crisis, where it exists at all _ distances from rural to urban centres and modern living patterns – of the building of smaller units of accommodations per square meter resict the dwelling to the nucleear family unit. In the midst of these changes the European community is concerned not only that people are reluctant to change their place of employement but to seek employement in other country. Employees need not only a home but also the social security that accommodation offers, Language, health, religion, cultural patterns are all some of the elements which contirbute to integration – and equally are the elements which contirbute to social disadvantages. There is of course powerfull evidence that social disadvantage is associated with increased chances of profound ill health – reflected in the incidence long – standing illness. Social Work Historically social service agencies developed from the traditions of alleviating poverty and policing social behaviour. Social work and society are caught in an increase and changing relationship. Just as social work seeks to influence society (and individuals and families within it), so society (in its many guises) seeks to control social work, by setting limits on what social workers can and should do. Social work is situated in the middle, pulled between the individual and society, the powerful and the excluded, negotiating and at times in conflict with both. What is Social Work? Social work today takes place in a variety of settings in the statuory, volundary and private sectors. Social workers works in hospitals, doctors’ surgeries, schools, nurseries and prisons as well as in a wide range of primary social work agencies (field-work, residential and day care). But this does not give any indication of what social workers actually do in their many settings. ‘social work’, (Smale et al.) (2000, p.5), ‘is about the interventions made to change social situations so that people who need support or are at risk can have their needs met more appropirately that if no intervention were made. ‘This definition poses as many questions as it answers. Can social workers cange social situations? How is this ‘intervention’ to be judged and by whom? What does ‘appropiately’ mean in this context? Who decides? Social work cannot be seperated from society – we cannot explain or understand social work without locating it within society. What is Society? The Oxford English Dictionary (1999 edition) suggests that society is ‘the aggregate of peole living together in a more or less ordered community’. But what is an ‘aggregate’ of people? How many people must this include for it to be considered in society? Does the definition assume a homogenieous or heterogeneous group of people? What is a community? What does it mean to be ‘more or less ordered’ ? Most importantly, whose answers should we accept and what are the implications of holding a particular position? Social Work and ‘Modern’ Society It was the social crisis which occured in western Europe and North America in the eighteenth and nineteenth centuries that led to the creation of social work as an instuation and a profession. Social work emerged as a response to this crisis and as a compromise between different wievs about what form that response should take. Rapid industrialization and urbanization transformed the lives of all people, rich and poor alike. Social problems that hadd been dispersed are largely invisible in the countryside (poverty and overcrowding, poor housing ill- health and disease, alcohol and drug abuse, prosituation, unsupervised children) were commonplace in the towns and cities. Social Work and ‘Post Modern’ Society It is impossible to say when the ’modern’ period in social work ended and the ‘post modernity’ began – supposing that is exist But whatever we think about post modernity’ we can be certain that the world we are living in at the beginning of the twenty-first century has changed and is continuing to change rapidly. The structure and organization of social eork has been transforned. Globalization has also been accompanied be attempts across advanced industrialised societies to cut public expenditures and introduce new ways of managing welfare. In most counties, this has meant in increase in social inequalities-paradoxically, the field of social work is extended just as resources are cut (Wilson, 1998, p.51). In the UK, the mechanism of the market has been introduced troughout public sector agencies.Statutory social work agencies have seen the creation of a split between purchaser and provider roles, and the introduction of charges for services, the contracting out of services and the promotion of competition between statutory, voluntary and private sector. (Pinkney). 1998, p.263), clients have become customers and social workers bugdet-holders, with little control over the resources which they must purchase in the ‘market’ of care. Social workers are experlencing high levels of anxiety and pressure, as they strive to maintain the social work role in the face of challanges from other care professionals, such as occupational therapists, districts nurses and communitiy psychiatric nurses. Today the lines between volundary and statutory agencies have become increasingly blurred. Most volundary agencies rely heavily on local and central government funnding for their activities. Meanwhile statutory agencies depend on the informal networks of caring to meet most social needs. There is a general acceptance (again) that the state cannot provide all social welfare a ‘last resort service’, rationed by tests of income and need (Hill, 2000). The ‘underserving poor’ of the past are today’s ‘socially excluded’ or ‘underclass’ and they are the major users of statutory social work services. So what of social work and society in future ?Realistically, social work will continue to be more about helping peole to fit into society than about changing society- it will be concerned with maintenance rather than social revolution (Davies, 1994). But given its breadth of scope, its complexities and its divertisities social work can do more than this.Social work has previlaged access to the lives of individuals and the working of Society, exerting a positive influnce on both. It will equally be requested of the social Worker to understand the’sense’ of oue immigrant communities> Social Workers will be called upon to understand interpred and real ideals about right and wrong. Justice and ethics, culture and beliefs in regard to child rearing in particular. THE FAMILIAL PROBLEMS OF THE IMMIGRANTS IN NETHERLANDS AND THE SOCIAL SERVICES PROVIDED TO THEM Murat CAN * Besides the other definitions, immigration is a psychosocial transition period. Therefore it brings many other problems along with it. When we look at the immigration of the Turks who live in the countries of the western Europe, Netherlands in particular, we see that the immigration has at least four stages: the immigration of the man, immigration of the woman following him, the immigration of the children which makes the family reunited again and the recent position of the family in which the whole family lives together. When we consider this issue in terms of our subject matter, we see that the family and the individuals are exposed to problems and diseases at each stage of the immigration. The reason for this is that the protective-preventive-supportive systems in the original country that the individual comes from no longer exists and the changing roles, the increasing or decreasing roles, the lack of unity in the family leads to unbalances and disharmonies in and between the families, between the families and the society. That is why the immigrants, the Turks in this case, need the ways, methods and techniques related to the family issue (family therapy, family consultancy, family guidance, family mediation etc.) more than the natives of that society needs. As well known, in a therapy, consultancy or guidance relationship there exists a receiver, a transmitter and a medium where these events takes place. When we examine these three actors in the special circumstances of Netherlands we realize an unpleasant picture. Our citizens who have problems doesn’t pay effort to receive assistance, the institutions and organizations of Netherlands do not or can not pay effort to give these people the necessary assistance or, even worse than the past, the time and place does not allow this relationship to be build. As a result, the dilemma that our citizens face becomes bigger and bigger. Recently, while the Turks are facing the difficulties faced by the Netherlanders 30 or 40 years ago, there have been important changes in Netherlands and in the quality and quantity of the abovementioned institutions and agencies based on family, in contrast to Turkey. First of all the concept of family has gone through many structural and fundamental changes. The nuclear family concept has been replaced with people living together with someone of the same sex (homosexual relationships) or opposite sex-without a marriage- and the tendency to have a baby has increased in this kind of relationships. And this can be put down to the increasing individual freedom and the selfishness arising thereof. Due to these changes the content of the familial problems have changed too. * Psychotherapist Tilburg Netherlands In this context, in my opinion the “family support projects for families living in different circumstances” carried out under the leadership of the Social Services and Child Protection Society, in particular, are tailored projects for the needs of the Turks living abroad, especially in Netherlands and I think that they will be very fruitful. There is lot to be learned from these projects by Netherlands and the Turkish society living there in this respect. These abovementioned improvements concern the health and social service institutions by their nature. In order to understand the issue in a better way it is useful to highlight the way of organization of this kind of institutions. The health and social service institutions in Netherlands are organized in three stages. The first one of these institutions is the family physicians and the social service offices, which are called the first line institutions. In normal circumstances the citizens can go to these institutions without an appointment, but it has become impossible in practice. The most important characteristic of these institutions is that they are close to the citizens and they are organized all around the country. The “second line” institutions constituting the second stage consist of the specialized health and social service institutions. They are mainly the mental health centers, rehabilitation centers for addicts and other fields requiring specialization. The basic condition for coming to this stage is going through the first line institutions. Mostly outpatient treatment and assistance is provided at these institutions. The places where inpatient treatment is delivered, specialized hospitals in particular, constitute the “third stage” institutions. These are also specialized social services practice areas. When we consider the issue in terms of the occupation of social services we see that the occupation of social services dates back to 1899 in Netherlands and it is an acknowledged profession. It is known that at least 15 thousand individual workers (as a specialization in social services) exits. It also estimated that at least this much social workers and socio-cultural workers exist. There are 120 private social service offices besides the other different fields. The position of the social services became clearer and the importance of it was better understood especially with the re-development movements after the Second World War and the following socio-economic problems. The occupation of social services is a “must” in the western world where the feudal relations have been totally erased and family and other social relations have become weak and started to disappear. In this respect, It is useful to mention that the services provided for the families are mostly delivered at the first line institutions. Therefore these institutions face most of the problems. Another characteristic of the first line institution, which distinguishes it from the second line institutions, is whether the individual has a symptom of a disease. If a disease is in question, then the individual should be transferred to the second line institution. That is to say, while the first line consists of family consultancy and support, the second line includes family therapy. However, in daily practice the borders are not that clear. It is known that the Turkish citizens crowd in the first line institutions maybe because it is closer to the citizens. Besides this line structure which is generally free of charge, members of different professions render family therapy, family consultancy etc. services in their own office for a fee. As there is no need for a waiting time in these offices, it is known that they have been preferred more and more recently. When we consider the issue in terms of the Turks, it is known that the institutions or agencies with or without a fee are not that open to the Turkish citizens, that the Turkish citizens do not prefer these institutions mostly, they quit in a short while if they prefer to go to these places, the desired improvement is not acquired, and they generally deny or hide the problem or try to solve it with the traditional methods (threatening, hitting, shouting or preferring the intervention of the ecclesiastics). Despite of all these challenges, in recent months, the Turkish specialists, one of the leading being the speaker, have established their private offices within the framework of a new configuration in order to help the citizens. In our workshop this issue will be dealt in detail and there will be exchange of information between the two countries taking the causes and effects of the issue into consideration. TURKISH REPUBLIC OF NORTHERN CYPRUS MINISTRY OF LABOUR AND SOCIAL SECURITY DEPARTMENT OF SOCIAL SERVICES EVOLUTION OF SOCIAL SERVICES IN T.R.N.C.: Sıdıka ÖZDOĞAN * The very first efforts were started at Reformatory Schools affiliated to Cyprus Education Directorate on December 1, 1945 during the English colonial administration period. These services aimed at reforming and rehabilitating the offending children and were implemented with the joint efforts of both the Greek and the Turkish. The English Colonial Administration set the foundation of Social Services in 1948 in order to prevent the poverty that naturally emerged after the World War II and the increasing cases of theft and begging as a result of the poverty-related unemployment. Having started serving the society with a limited number of personnel and a more limited field of duty, Department of Social Services provided support to individuals and the society both socially and economically in every social case in Cyprus. Department of Social Services maintained its activities after the foundation of the Turkish Republic of Northern Cyprus in 1960 with Congregations performing 3/7 of the activities. As a result of the armed conflicts between the two communities in December 1963, Turkish Society was forced to live in restricted areas in the form of Cantons. Immigrant’s Offices were established in those regions with the aim of finding a solution to the unemployment and housing-related socio-psychological problems of our people who immigrated from 103 villages. These offices provided every kind of Social Service to the Turkish Society suffering from unemployment, lack of housing and poverty. All Turkish Cypriots immigrated to North during the population exchange performed in parallel with the agreement concluded after the Peace Operation in 1974. Multidimensional efforts were put out to provide the required immigrant’s houses, help them with respect to housing and rehabilitation, provide them with immigrant’s monetary assistance and, most importantly, mitigate the effect of social and psychological problems of war on our people. Department of Social Services completed its legal establishment in 1988 after going through all of the abovementioned stages. Taking the advantage of the geographical structure of our country into consideration, it also aimed at providing service to the whole society and is therefore organized accordingly; having one Center, 5 District Branches and 3 Offices. We continue with our efforts to find solutions to problems due to the improving modern technology and the changing demographical structure of society and to establish welfare at individual, family and society level. Based on the assumption that a healthy society is composed of healthy families, we attach great importance particularly to family problems and all our social workers are engaged in voluntary family works in this sense. Domestic disputes, difficulty in adapting the new settlement, alienation and unemployment-related poverty emerged as a result of the structural changes in the society. In terms of these problems arising from the social structure, there were efforts to take services to people as effective as it was possible those days. A family counselling center affiliated to the Department of Social Services has not yet been established in T.R.N.C. but projects to do so are still being worked on. Preventive and supportive services that we provide to * Head of the Department of Social Services families are shaped by the quality of the problem and these services are provided by the staff of the Department of Social Services in the related region. Families may sometimes feel the absence of the power and capability to get rid of the problems which arose out of their will. Such a family may need to apply to a Social Service Institution. Social Services intervenes in families experiencing certain problems before the family breaks up and tries to prevent such a break-up. The primary aim of Social Services in intervening in the family is to establish the welfare of the child. Not only poor and orphan children but also the children living in a normal family environment are included within the scope of children’s welfare services since there are children in the society who have a family but who also have psychological problems and emotional conflicts within the family. The family may come on the verge of breaking up and dissolution despite the efforts of the family members and various professional interventions. In our country, Department of Social Services takes care of the children of families that are broken-up and dissolved due to certain reasons. Taken under the protection of our Department, these children are placed in appropriate institutions. Another service provided for the children in need of protection in our country is the protective family service. Protective family service is the short or long-term care service provided by appropriate families under the control and supervision of Social Services to children who can not be cared by his/her own family due to certain reasons and who can not be adopted. Our aim is to care the children within a family environment rather than providing this care at an institution. To this end, we have doubled our efforts to introduce and publicize Protective family service to the society in 2006. With this aim, a reasonable amount of appropriation is allocated from the 2006 budget to support this service. Social Services also prepares a social investigation report in terms of guardianship. If parents are to get divorced, the family court may ask for a social investigation report on the parents and the children in order to determine the parent who will be the guardian of the children. The report to be prepared by Social Services will include information on the psycho-social and economic statuses of the parents and the conditions that will ensure the better bringing up of the children. The court evaluates the report and the opinions and renders a judgment of guardianship. · Social Services ensures the regular implementation and prevents the payment delays of the alimony that the court adjudicated in order for the economic requirements of the little children of dissolved families to be met. · Individuals put into prison due to certain crimes are periodically visited by social workers. Social Services works to re-establish the relations of convicts with their families and particularly with their children upon request and to have the children of the convicts visit them. · The court may render a probation judgment and assign individuals and, particularly, the children to the control of the Department of Social Services in order to prevent the re-offending of juvenile and young offenders who are taken to court for certain offences and to reintegrate them into the society after a defined period of training. Probation aims to reintegrate the juvenile or young offender into the society. Conclusion: Social Services attains an outstanding position in the society with regard to the services it provides. Its fields of duty are completely towards human beings. Increasing the social welfare level of the individual and his/her family and therefore that of the society is among its most important objectives. Social Services in T.R.N.C. defined new aims to be achieved in the following period in order to fulfill these objectives and to provide better and modern services to the society. The aims of Social Services are as follows : · Opening two modern old-age asylums with a capacity of 60 people each. · Completing the repair works at and opening the center to serve our disabled citizens over the age of 18. · Opening a new public child care center. · Establishing a family counselling center which will work to find solutions to the problems of the children and the families. · Department of Social Services will go on making contributions to ensure sustainability of the Project on the “Prevention of Child Abandonment” by SOS Children’s Village Association. · Our Department is one of the 4 pillars in Cyprus of the “Domestic Violence” project managed from Finland and launched in a total of 6 countries. We established a committee and are contributing to the efforts in this regard. · Our in-service training programs to improve the knowledge and skills of the personnel will be going on in 2006. Assoc. Prof. Mesude Atay East Mediterranean University Faculty of Education Department of Educational Sciences INTERNATIONAL SOCIAL SERVICES MEETING 10-12 APRIL ANTALYA Sudying the Relationship Between the Basic Needs of the Families Having Handicapped Members and the National Policies for the Handicapped People in Turkey While the educational approach to the children in the 21st century has adopted to the idea of family participation, this approach also makes a strong emphasis over the role that the families of the handicapped play in the process of their education, as well as undertaking their care. The lack of national legislation and policies regarding the impaired individuals and their families prevent the setting out of the value systems which will tackle with the requirements of them and their families. There is no indication of any kind which demonstrates the basic educational requirements of the impaired and their families in Turkey. We have also very limited findings coming out of certain individual researches. There is not satisfactory and reliable data base either. As a result, the introduced policies and proposals in this regard have limitations to be put into practice functionally. In this study, the requirements of the families having handicapped individuals in Turkey will be assessed in relation to such basic notions as democracy, human rights, equal access to educational facilities, etc. In addition to this, attention will be drawn to the necessity for preparing a draft of national policy specifying the services to be supplied for the handicapped and their families. In the way of making this draft functional and operational, a attempt will be made to proceed a discussion over the question as to how to construct a model which is compatible both with the requirements and the material conditions of the country. The process for the construction of this model will be considered and discussed in three main phases: Pre-diagnostic period (The period before having an impaired family member). Diagnostic period (The period that the impaired participates to the family). Post-diagnostic period (The period of providing the impaired for living with his/her family and as a member of the society). ENGELLİ BİREYLERE SAHİP AİLELERİN TEMEL GEREKSİNİMLERİ İLE ENGELLİ BEREYLERE YÖNELİK POLİTİKALAR ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ GİRİŞ Bu çalışmada Türkiye’de yaşayan engelli bireylere sahip ailelerin gereksinimlerinin belirlenmesi ve buna bağlı olarak, engellilere ve ailelerine sağlanacak hizmetlere yönelik ulusal bir politika taslağı hazırlanması gereğine değinilmektedir. Önerilecek bu politikanın işlevsellik kazanmasını sağlamaya yönelik olarak, ülke koşullarının olanak verdiği ölçüde bir organizasyon modeli geliştirmesi gerekliliği vurgulanmaktadır. Toplumsal yapının varlığını sürdürebilmesi için hayati öneme sahip bir kurum olarak aile, insanlığın sürekliliğini sağlamıştır ve sağlayacaktır. Tarihsel süreçte toplumun politik ve siyasi tüm yapılanmalarında bu kurum desteklenerek, biçimlendirilmiştir. Toplumsal yapılanmaya bağlı yaşam biçimlerinde şu ya da bu şekilde (etik ya da yasal) ailelerin gereksinimleri belirlenmeye ve karşılanmaya çalışılmıştır. Diğer ülkelerdeki gelişim sürecine baktığımızda, aile kurumunun kimi ülkelerde belirli dönemlerde çok önemli bir yere yerleştirilmesine karşın, (İsviçre örneğindeki gibi) diğer ülkelerde ortadan kaldırılmaya çalışıldığı görülmektedir. (1917 devriminin ilk dönemlerinde SSCB) (Aile Politikaları, 1991) Son elli yıl içindeki hızlı teknolojik gelişmeler ve buna bağlı olarak toplumsal kaynakların daha etkin ve adil paylaşım imkânın doğması ile birlikte, demokrasi düşüncesinin işlerlik kazandığı bir süreç başlamıştır. Bu süreçte, demokrasi söylemi; eşitlik ve insan hakları terimlerini beslemiş ve geliştirmiştir. (Fulcher, 1989). Bu terimler çerçevesinde, toplumsal yaşayışın en temel birimi olan ailenin hem demokrasinin teminatı, hem de gereği olarak korunması ve gereksinimlerinin giderilmesine yönelik politikalar oluşturulmaya başlanmıştır (Örneğin, A.B.D. , İngiltere, Japonya, Danimarka, Norveç, İsveç, Çin, vb. Ülkelerde söz konusu bupoliyikalar örülmektedir ) (Fulcher, 1989, Potts, 1989). Ülkemizde ise, varolan geleneksel yapı nedeni ile aile kurumuna yönelik formal politikalar oluşturulması ihtiyacı yoğun olarak hissedilmemiştir. Ancak; son 20 yılda dünyadaki hızlı gelişmeler sonucunda, hızlı ve çarpık bir değişim sürecine girilmesi ile birlikte bu alanda politikalar geliştirilmesi ve bunlara işlevsellik kazandırılması sıklıkla gündeme gelmektedir. Globalleşme sürecinde yaşadığımız bu çağda, yukarıda sözü edilen demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi değerler engelli bireylerin de diğer bireyler gibi toplumsal yaşama katılmaları gereğini bir değer yargısı olarak ortaya çıkarmıştır. Bunun örnekleri kalkınmış ülkelerin bu anlamda yaşadıkları gelişme sürecine bakarak görmek mümkündür (Labregere, 1992). Bilindiği gibi, ülkelerin belirledikleri politikalar doğrultusunda toplumsal yaşamın yapılandırılması bir eğitim süreci içerisinde gerçekleşir. Bu süreçte aktif olan ailenin işlevi, çocuğun toplumsal yaşama hazırlanmasıdır. Ailenin çocuğa ilişkin gereksinimlerinin kaynağı, çocuğun gereksinimlerinin ortaya çıkması ile başlar. Bu gereksinimler, birincil derecede sağlık ile ilgili iken, bunun ardından eğitim gelmektedir. Bugün “Çocuğun formal eğitiminin başlangıcı, doğum öncesi dönemde ele alınmalıdır” görüşü genel kabul görmektedir (Peterson, 1988). Erken çocukluk ve okulöncesi eğitim doğum öncesinden annenin anneliğe hazırlığı ile başlayarak ilköğretimin ilk yıllarına kadar devam eden, çocuğun doğuştan getirdiği gelişim potansiyelini azami ölçüde ortaya çıkarması için gerekli ortamı ailede,toplumda ve okulda sağlamayı hedefleyerek çocuğun tüm gelişim alanlarını destekleyen bir eğitim sürecidir (Atay ve diğerleri,2004). Dolayısıyla “aile gereksinimleri kavramı” erken eğitimin gündeme gelmesi ile önem kazanmıştır. Engelli çocuklar söz konusu olduğunda ise, bu süreçteki gereksinimler daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde “engelli birey” etiketi, daha işlevsel bir tanım olan “özel gereksinimi olan bireyler” kavramı ile yer değiştirme eğilimindedir. Bu tür bireylere sahip aileler de “özel gereksinimleri olan aileler” olarak görülmeye başlanmıştır. (Labregere, 1992). Bunun çarpıcı örneklerinden bir tanesini Warnock Raporu (1978) sonrasında yaşananlar oluşturmaktadır. Bu raporun en önemli saptamalarından birisi, İngiltere’de engelli çocuğun eğitim sürecine ailelerin hiçbir şekilde katılmadığının vurgulanmasıdır. Bu saptama daha sonraki yıllarda dikkate alınarak yeni çıkan yasalarda ailelerin eğitim sürecine aktif katılımı öngörülmüştür. (Wedell, 1990). Benzer şekilde Amerika’da 1975 yılında kabul edilen yasa ile engelli bireylere ve bunların ailelerine sağlanacak hizmetlere ilişkin yeni düzenlemeler getirilmiştir. Bu düzenlemelerde, engelli bireylerin gereksinimlerinin belirlenerek “bireyselleştirilmiş eğitim programları” hazırlanması zorunluluğu getirilmiştir. Bu çerçevede aynı şekilde ailelerinde gereksinimlerinin belirlenerek “Bireyselleştirilmiş Aile Hizmet Planları” hazırlanması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu planların hazırlanmasında ailelere de belirleyicilik rolü yüklenmiştir. (Trohanis, 1988; Krauss, 1990; Minke and Scott, 1993).Son yirmi yılda, engelli bireylerin topluma kaynaştırılmasında dikkate değer bir gelişme kaydeden İspanya’da, bu başarıyı aileler sivil örgütlenme yolu ile bir baskı unsuru oluşturarak elde etmişlerdir. Aileler, kendi gereksinimlerini karşılamak için etkin, yaptırımcı ve devlet işbirliği içinde politikalar oluşturulmasında önderlik etmişlerdir. (Marchesi, 1986; Grtazer, 1991 ). Benzer süreçler birçok ülkede yaşanmakta ve benzeri çözümler üretilmektedir. (Örneğin; İtalya, Fransa, Almanya, İsveç vb.)(Labregere, 1992; Krauss, 1990). Yukarıda bahsedilen ülkelerin, yaşanılan süreçler sonunda vardıkları ortak nokta bir devlet politikası olarak engelli, bireye sahip ailelerin özel gereksinimlerinin karşılanmasına yönelik yöntemler oluşturulması ve bunların yaşama geçirilmesi zorunluluğudur. Doğal olarak bu politikalar geliştirilirken ya da, yaşama geçirilirken pek çok zorluk ortaya çıkmaktadır. (Hulnick & Hulnick, 1989; Shriver and Kramer, 1993; Minke and Scott, 1993; Krauss,1990). Örneğin ABD de özel gereksinimi olan çocuklarının ailelerin, çocuklarına ilişkin verilecek kararlara (tanı, değerlendirme, eğitim vb.) katılma ve verilecek kararlara yasal yollarla itiraz etme (mahkemeye başvurma) hakkının kullanılmasında pek çok sıkıntı yaşandığı dile getirilmektedir. Bu sıkıntılar ve problemler yeni çözüm önerilerini beraberinde taşımaktadır.(Goldberg, 1989). Çünkü, engelli bireylerin eğitsel gereksinimlerinin giderilmesinde bu alanda çalışan profesyonellerin bakış açısı değişmiş olup,eğitim kalitsinin ebeveyn ve diğer aile bireyleri tarafından belirlendiği ortaya çıkmıştır (Hallahan and Kauffmann 2006). Tüm bunlar ise, özel gereksinimleri olan ailelere yönelik politikaların durağan olmadığını ve sürekli olarak, yenilenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. TEMEL PROBLEMLER İnsan hakları ve fırsat eşitliği kavramlar ile demokrasi söyleminin hâkim olduğu çağdaş ülkelerde aile politikaları ve bu politikaların uygulanmasının gereksinimlere cevap verebilmesine karşın, Türkiye ve gelişmekte olan pek çok ülkede, bu gereksinimler ulusal bir politik söylem içinde yeterli ve gereksinimler cevap verecek şekilde dile getirilmemektedir. Dolayısıyla, bu konudaki atılımların öncelikli olması gerekli gibi görülmektedir. Engelli bireylere ve ailelerine yönelik ulusal bir söylem ve politikanın eksikliği, öz değerler sistemi içinde engelli birey ve ailelerinin gereksinimlerini ele alan bir değerler sisteminin oluşturulmasını engellemektedir. Ayrıca, engelli bireylerin ve ailelerinin gereksinimlerini belirlemede kullanılacak herhangi bir ulusal gösterge ya da benzeri bir araç geliştirilememiş olup, ulusal düzeyde bu alana yönelik yeterli ve sağlıklı bilgi mevcut değildir. Bu nedenle, yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda üretilen politikalar ya da getirilen önerilere sistem içinde işlevsellik kazandırılması zor görülmektedir. Çünkü oluşturulan politikalar ve öneriler, sistemin gereksinimlerinden “uzak” yapılandırılmaktadır. Tüm bu yetersizliklerin yanında, ailelerin de sivil örgütlenmeye yönelik destekleyici ulusal bir söylemi ve geliştirdiği etkin bir politikadan bahsetmek zordur. Yukarıda değinilen eksiklik ve yetersizliklerin giderilmesine yönelik girişimlerin en önemlisi ve en ivedisi, engelli bireylerin ailelerinin gereksinimlerinin belirlenmesini amaçlayan çalışmalar yapılması ve ulusal düzeyde politikalar önerilmesidir. Bu tür çalışmaların ilk bakışta engelli bireylere sahip aileleri hedef alması gerekli gibi görünse de aslında toplumun tümünün gereksinimlerini belirlemeyi ve karşılamayı amaçlamaları zorunludur. Çünkü bu konuda yapılacak çalışmalar ve oluşturulacak politikalar yalnızca engelli bireye sahip olan aileleri değil, her an engelli bir bireyin aileye katılması riskine sahip diğer aileleri de yani toplumun tamamını kaçınılmaz olarak kapsayacaktır. ÇÖZÜM VE ÖNERİLER Demokratikleşme sürecinin bir gereği olarak, engelli bireyin topluma kaynaştırılması için gereksinimlerinin önem kazanması ile engelli bireylere sahip ailelerin gereksinimleri de kaçınılmaz olarak gündeme gelmiştir. Bu nedenle yapılacak olan çalışmalarda üç temel amaç dizisi dikkatli bir şekilde ele alınmalıdır. Engelli bireylere sahip ailelerin gereksinimlerinin belirlenmesi, Belirlenen gereksinimler doğrultusunda politikaların üretilmesi, Ortaya konulacak olan politikaların işlevsellik kazanmasına yönelik organizasyon modelinin oluşturulması. “Engelli bireye sahip aile” terimi, her ne kadar kapsam açısından sınırlı bir içerik taşıyor gibi görünse de, genel anlamda düşünüldüğünde toplumun tamamını içine alan bir hacme sahiptir. Ailelerin gereksinimlerinin ortaya çıkması engelli bir bireyin aileye katılması ile başlayan bir süreç değildir. Bireyin aileye katılımı öncesinde başlayan ve daha öncesinde bu gereksinimlerin farkına varılmaması nedeni ile zor yaşanan bir süreç olarak ortaya çıkmaktır. Engelli bireyin aileye katılımı yeni bir süreci başlatmamakta, zaten var olan uzun bir sürecin yalnızca bir kesitine dikkat çekmektedir. Temelde bu süreci üç ana bölümde analiz etmek mümkündür. Tanı Öncesi Dönem (Engelli Bireye Sahip Olma Öncesi Dönemi) Tanı Süreci (Engelli Bireyin Aileye Katılma Dönemi) Tanı Sonrası Dönem (Engelli Bireyin Aile ve Toplumun Bir Parçası Olarak Yaşamını Sürdürmesi) (I) TANI ÖNCESİ DÖNEM Toplumsal yaşam içerisinde her bir birey yaşamının herhangi bir döneminde engelli olma ya da engelli bir yakına sahip olma riskine sahiptir. Bu açıdan bakıldığında engele yönelik aile gereksinimlerinin belirlenmesi, sınırlandırılması son derece güç bir uğraş olarak görülebilir. Ancak, sistematik ve işlevsel bir süreç yaklaşımı kullanılarak bu güçlükler en alt düzeye indirilebilir. Bu noktada, kabul edilen çözüm, gereksinimlerinin toplumsal bazda belirlenmeye çalışılması ve bunu yaparken kesin çizgilerle ayrılmamışta olsa engelli bireye sahip olma durumunun üç dönem ve üç toplumsal bazda ele alınmalıdır şeklinde olabilir. İlk toplumsal grubumuzu potansiyel olarak tanı öncesi sürece dâhil olan fakat belkli de hiçbir şekilde engelli bir bireye sahip olmayacak olan aileler ve bireyler oluşturmaktadır. Çünkü engelli bireye sahip olma durumuna ilişkin toplumsal gereksinimler bu durumun ortaya çıkmasından önce başlar. Yaşam süreci içinde bakıldığında, karşılaştığımız gereksinimleri giderilmesinin en iyi yolunun bu gereksinimlerin ortaya çıkmasından önce tahmin edilerek karşılanma yollarının belirlenmesi olduğu genel kabul gören ve işlevselliği bilinen bir gerçektir. Bu gerçeklik planlanan çalışmaların amacını oluşturan olguya uyarlandığında engelli bireye sahip ailelerin gereksinimlerinin belirlenmesinin, ana baba adaya hatta aday adayı olan tüm bireylerin bu konudaki bilgi eksikliklerinin belirlenmesini de içerdiği görülecektir. Bu bilgiler ışığında üzerinde çalışılması gereken temel aşama, genel olarak, toplumsal bazda eksikliklerin belirlenmesidir. Çünkü, toplumun bu konuda bilgi ve bilinç düzeyindeki eksikliklerin belirlenmesinin çözümsel açıdan çok önemli olduğu düşünülmektedir. Böylece ailelerin en temel gereksinimi olan engelli bir bireye sahip olmayı önleyen çalışmaların koruyucu özelliğinin yanı sıra, önlenemeyen durumlarda erken tanının sağlanması da mümkün olacaktır. (II)TANI SÜRECİ Bu süreçteki gereksinimler, bir önceki dönemdekiler kadar kapalı kalmamakyadır. Çünkü bu süreçteki hedef grup, engelli bireye sahip olma durumu ile fiili olarak karşı karşıyadır ve gereksinimleri de bu düzeyde çarpıcıdır. Bu dönemde ailede ve ailenin yakın çevresinde engelli bireyin varlığı söz konusudur. Aile, artık engelden haberdardır, engeli tanıma ve öğrenme çabasında olup, gerçekleri kabul etme sürecine girmiştir. Bu süreç beraberinde birçok gereksinimi de taşır. Söz konusu bu greksinimlerin başında ailelerin psikolojik olarak desteklenmesi ve tanı sonrası döneme yönelik rehberlik ve sosyal hizmetlerin planlanması ve yürütülmesi gelmektedir.Tanı sürecinde sağlık hizmetleri çerçevesinde çocuğun hayatta kalabilmesi sağlık personelinin birinci hedefi olurken erken tanı ile erken müdahale öncelikli olamamaktadır. (III)TANI SONRASI DÖNEM Bu süreç de bir önceki dönem gibi, belirgin gereksinimleri içermekle birlikte, yaşam boyunca devam eden uzun bir dönemi kapsar. Bu dönemdeki aile gereksinimleri toplumsal kabul, sosyal güvence, mesleki eğitim gibi ileriye yönelik beklentileri kapsar. Sonuç olarak, engelli bireylerin ailelerinin gereksinimlerini belirleme ve karşılamaya yönelik olarak önerilecek olan ulusal politikalar yukarıda açıklanan süreçler çerçevesinde hekimden eğitimciye aile derneklerinden çeşitli bakanlıklara kadar birçok meslek grubunu ve toplumsal organizasyonu içerecektir. Böylece tıbbı ve eğitsel gereksinimlerin her alt alanı da kapsayacak bütüncül yaklaşım anlayışı ile çalışılabilecektir Yapılacak olan sistemli çalışmalarda; ekonomik, sosyolojik, eğitim ve psikolojik alanlarda, aile gereksinimlerinin belirlenmesi hedeflenmeli, ulusal bir politika oluşturulacak örgütlenme modelleri ile bu politikalara işlevsellik kazandırılmalıdır. Söz konusu politikaların aşağıdaki yaşam çizgisi içinde parça-bütün ilşkisi anlayışı ile geliştirilip geliştirilemediği her zaman değerlendirilmelidir. KAYNAKLAR Aile Politikaları (1991). Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Bilgin, V. (1991). “Yapısal Özellikleri İtibariyle Ailelerin Görünümü”. Fulcher, G. (1989). “Integrate and Mainstream Comparative Issues in the Politics of these Policies” in (ed.) Barton, L.In (ed.) Barton, . L. Integration: Mythe or Reality. Falmer Pres. U.K. Goldberg S.S. (1989). “The Failure of Legalization in Education, Alternative Dispute Resolution and the Education For All Handicapped Children Act of 1975. Joyrnal of Law and Education. 18 -3, pp; 441 -454. Gortazar, A.(1991). “Country Briefing Special Education in Spain” European Jorunla of Special Meeds Education. 6- 1 pp; 57- 60 Hulnick, M., Hulnick, R. (1989). “Life”s Challenges, Curse or Opportunity. Counselling Families of Persons with Disabilites”. Journal of Counseling and Development No-Dec. pp, 166- 199. Kağıtçıbaşı, Ç. (1977). Culturel Volues and Population Action Programs. Turkey Report Prepared for the D.N. Educational Scientific and Cultural Organization. Krauss, M.W. , Scott, M.M. (1993). “The Development of Individualized Family Service Plans:-Roles for Parent and Staff”. The Journal of Special Education. 27.1, pp; 82- 106. Krauss, M.W. , Scott, M.M (1993). “The Development of Individualized Family Service Plans:-Roles for Parent and Staff”. The Journal of Special Education. 27.1, pp; 82- 106. Labregere A., (1992), Çev.: Doğan, Ö. ,Engelli Gençler İçin Aktif Yaşam, Kök Yayıncılık, Ankara. Marchesi, A. (1986) “Project for Interagtion of Pupiles With Special Needs in Spain”, “European Journal of Special Needs Education”. Vol. 1, No; 2, pp; 125- 133. Minke, K.M. , Scott,M.M. (1993). “Development of Individualized Family Service Plans, Roles for Parent and Staff”. The Journel of Special Education. 27- 1, pp;82: 106. Peterson, N.L. (1988). Early Intervertion for Handicapped and At Risk Children. Inve publishing Co., U.S.A. Potts,P.(1989).”Working Report; Educating Children and Young People with Disabilities or Difficulties in Learning in the People’s Repuclic of China” in (ed.)Baston, L. Integration: Myth or Reality. Palmer Pres, U.K. Robinson, C.C. , S.A. ,Backmon, P.C.(1988). “Parent Involvement in Early Childhood Special Education”in (ed.) Jordan, J.B., Gallagher, J.Ö., Hutinger, P.L., Karnes, M.B. Early Childhood Special Education. Birth to Three. ERIC, U.S.A. Unat, N., (1979). Türk Toplumunda Kadın. Ankara Çağ Matbaası. Wade, B., Moore, M. (1987) Special Children, Special Needs. Provision in Ordinary Classrooms. Robert Royce Ltd, U,K, Wedell, K. (1990). “Children with Special Educational Needs, Past Present and Future” in (ed.). Evans, P. And Varma, V.Special Education, Past Present and Future The Falmer Pres, U.K.