4.Sayı, 2014

Transkript

4.Sayı, 2014
PSİKOLOJİ KULÜBÜ BÜLTENİ
Sayı: 4
İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ ADINA
İMTİYAZ SAHİBİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Yrd. Doç. Dr. Özge SOYSAL
EDİTÖR
Yrd. Doç. Dr. Özge SOYSAL
YAYIN KURULU
Umur Yiğit Nural
Enes Bilgi
Seda Kantarcı
Ece Naz Ermiş
Burak Yıldız
Kapak Görseli: John Everett Millais - Ophelia
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Sultan Özer
Yayın Türü : Yerel Süreli
Basıldığı Yer : Golden Medya Matbaacılık ve Tic. A.Ş.
100. Yıl Mah. MAS-SİT 1. Cad. No: 88 Bağcılar - İstanbul
Tel: (0212) 629 00 24 Faks: (0212) 629 20 13
Basıldığı Tarih : Mayıs 2014
ISSN : 2146-1570
Yönetim Yeri :İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Ataköy Yerleşkesi, 34156 Bakırköy / İSTANBUL
Tel: 0212 498 48 72
Faks: 0212 498 83 10
e-posta: [email protected]
İÇİNDEKİLER
Yakınlaşan ve Uzaklaşan
Gerçeklik
Antonin Artaud ve Tiyatro
Üzerine
Öykü Zeynep Aydın
([email protected])
25
SÖYLEŞİ
4
Ece Naz Ermiş
([email protected])
Ophelia: Arzu Nesnesi Olmak
ya da Olmamak
Umur Yiğit Nural
([email protected])
14
Sevi Algan’la Tiyatro,
Dans ve Beden Üzerine
Seda Kantarcı
([email protected])
18
* Editörün gözünden Özge Soysal ([email protected])/ 3
* Beklemeye Bir Bakış: Godot’yu Beklemek, Enes Bilgi ([email protected]) / 8
* Shakespeare’in Bir Yansıması Olarak Hamlet, Fulya Gizem Artukoğlu ([email protected]) / 11
* Gerçek için Başlangıç Noktası, Zeynep Özen Barkot ([email protected] / 28
* “Sinemadan Çıkmış İnsan”, Ayşegül Öner ([email protected]) / 30
* Mutluluğun Bedelinin Bu Denli Küçük Olduğu Yer, Seda Kantarcı ([email protected]) / 32
* İş Yaşamında Kadınların Önüne Koyulan Görünmez Engeller ve Demografik Değişkenlerin
Cam Tavan Algısına Etkisi Öykü Zeyney Aydın, Yağmur Üstün ([email protected] ve
[email protected]) / 34
* Endişe İklimlerinde Yalın Ayak Bir Gezinti, Serkan Demir ([email protected]) / 38
* Saçlarından Uzun Trenler Geçen Kadın (Şiir) / Saime Bircan Sak / 43
Editörün Gözünden
Sinema, sahne ve psikoloji üçlüsü dergimizin
bu dördüncü sayısının dosya konusu. Perde ve
sahneye dair düşlemsel deneyimlerin ruhsallığın
oluşumundaki yeri şüphesiz psikanalizin hayli
ilgilendiği konulardan biri. “Perde anılar” ve “ilk
sahne düşlemi” özneleşen küçük insan varlığının
verili olanı ve ona atfedilenleri algılayıp, yorumladığı,
eğip büktüğü, itiraz ya da kabul ettiği öznel bilinçdışı
kurguların ilk ve temel nüvelerindir. Ve bu düşlemsel
nüveler varlığı sadece beşeri, mekânsal ve doğal
koşulların sonlu ve sınırlı bir belirlenmişi değil, aynı
zamanda ruhsallığında sonsuz ve sınırsız olanın da
taşıyıcısı yapacaktır. İnsanın ilk zamanlarından bu
yana gerçeklikle düşlem arasında yaptığı sahneye
koyuşlar, yansıtmalar ya da perdelemeler, bir
izleyenden ya da izleyici varsayımından itibaren
geliştirdiğimiz türlü duygular ve oyunlar, yanılsama
ve gerçek arasındaki mekik dokuyuşlarımız sinema
ve tiyatro aracılığıyla sadece mekânsal ve sanatsal bir
deneyime değil, aynı zamanda ruhsal bir deneyime
açıldığımızın da göstergesidir adeta. Çünkü bu
sadece sözle değil ama bedenle ve bakışla da beliren
ve öznenin bekleyişinde olduğu, daha doğrusu
öznede bekleyişte olan bir anlam ve de anlam
olmayışın bakan ve bakılan, etken ve edilgen dürtüsel
konumlarından itibaren birbirine düğümlenişidir.
Bu bekleyiş ve bekleyişin sordurabileceği
sorulardan ve uyandırabileceği kaygılardan bazıları
Enes Bilgi’nin kaleme aldığı “Beklemeye bir bakış:
Godot’yu beklemek” adlı yazıda ele alındı. Rüyanın
vazgeçilmez bileşenlerinden olan anlam ve tuhaflık,
hatta absürdite belki de Godot’nun beklenişinde
olduğu gibi insanı hem tam bir meçhullük ustası hem
de hakikatin bitmez tükenmez bir üreticisi haline
getiriyor.
Edebiyatın ve psikanalizin sayısız yazısına ve
tartışmasına konu olmuş Shakespeare’in Hamlet’inin
“olmak ya da olmamak” tiradı, “2014 Shakespeare
yılı”na itafen bu kez Ophelia figüründen itibaren,
Umur Yiğit Nural’ın “Ophelia: Arzu nesnesi olmak
ya da olmamak” adlı yazısında Lacancı bir bakış
açısıyla tartışılıyor. Elbette ki Lacan’ın kendisine
has ve kendisini de bir o kadar şaşırtan O-phallus
duyuşundan ve okuyuşundan esinlenerek…
Tiyatro ve sinemada değişik şekillerde
yaşantılanan gerçek ve gerçeklik arasındaki
kavranması her zaman kolay olmayan ilişki ise Ece
Naz Ermiş’in “Yakınlaşan ve uzaklaşan gerçek-lik”
yazısında farklı yazarlar arasında yaptığı geçişlerle
yol alıyor. Gerçekliğin gerçeğin türlü kılıklarından,
abartılı, acımasız, komik ya da keskin taklitlerinden
biri olduğunu varsaydığımızda yalan ve hakikat
mefhumlarının aynadaki ters-yüz ilişkisi sorusu da
kaçınılmaz hale geliyor.
Dergimize Seda Kantarcı’yla birlikte yaptığı keyifli
söyleşiyle katkıda bulunan Sevi Algan’ın mekânın
ve bedenin tiyatrodaki ve danstaki alışıldık, klasik
kullanımlarına bambaşka bir bakış açısıyla yaklaşması
bedenin ve mekânın bilinçdışı deneyimlerine ve
böylelikle de yaratıcılığa kapı aralıyor. Günümüzde
her türlü sanatsal üretimin teşvik ettiği ifade
biçimlerine ne derece alan açıldığı ve desteklendiği
ise pek de iç açıcı olmayan konulardan.
Geçen seneden bu yana hem gündelik hem de
toplumsal yaşamımızı sarsan ve etkileyen çokça şey
oldu. Hemen her gün yeni, tatsız ve keyif kaçırıcı
birtakım olaylarla karşılaşmak hatta yüzleşmek
durumunda kaldık. Bu yazı tüm bunların açılacağı
ve tartışılacağı yer değil kuşkusuz ki, sadece artık
giderek daha fazla göze çarpan bir gerçekliğin
muştulayıcısı: Birbirimizle birlikte yaşayabilmenin
araçlarını ve dolayımlarını kaybettiğimizin. Öyle
görünüyor ki kültürü yaratan oyun ve temsiliyet belki
de bunlardan başlıcaları. Oyun oynayabilmekten o
kadar mahrumuz ki gerçeklik ve kurgu arasındaki
farklılıkları inşa etmekte de o denli zorlanıyoruz. Ya
da yanılsamalardan gerçekliğe geçişte vazgeçilemez
insani değerleri işlemek için emek sarf etmeye
üşeniveriyoruz. Derken birçok şey sabun köpüğü bir
düşten ibaret kalıveriyor ve nostaljinin toprağından
çekemiyoruz bir türlü ayağımızı.
Süreğenleştirmeye ve her seferinde daha nitelikli
hale getirmeye çalıştığımız dergimize emeği, fikri,
desteği ve yazılarıyla katkıda bulunan tüm yazarlara
ve öğrencilere, İKÜ Öğrenci Kulüpler Birliği’ne, YA-BA
birimine, üniversitemiz psikoloji bölümü çalışanlarına
ve başta Umur Yiğit Nural olmak üzere yayın kurulu
üyelerine gönülden teşekkürlerimi sunuyorum.
Bir sonraki sayının dosya konusu Lacancı
psikanalize ve Türkiye’deki yansımalarına ayrılacaktır.
Hem dosya hem de dosya ötesi yazılarınızı en
geç 31 Aralık 2014 tarihine kadar o.soysal@iku.
edu.tr adresine gönderebilirsiniz. Katkılarınızı
memnuniyetle bekliyoruz.
Özge SOYSAL
Editör
3
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Antonin Artaud ve
Tiyatrosu Üzerine
Öykü Zeynep Aydın*
Artaud’nun düşüncelerini temellendirirken
çıkış noktası kendimiz olmaktan alıkoyulmamak
olsa gerek. Çünkü o, bilinçdışına inebilmemiz için
var olması gereken bir tiyatrodan bahseder. Tiyatro, olması gerekeni değil, olanı temsil ediştir.
Tam anlamıyla insanın özünü: Yıkılan kalıpların
arkasından tüm gerçekçiliğiyle ve hatta daha da
üstüyle çıkagelen insan! Ona göre, kavramlar insanları öyle bir hapsetmiştir ki insanların kendini
bulması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Saklanılan bir şeyler vardır ortada. Akıl, saklar çoğu
zaman onları. Artaud’ya göre diğerlerinin her şeyin çözümleyicisi olarak gördüğü akıl, ulaşılmak
istenen gerçeklik için yeterli değildir. Tüm bunları
bildiği için sahnede de bilinen beden dilini reddeder ve şöyle söyler: “Ben, jest ve davranış dilinin,
dansın, müziğin bir kişiliği açımlamasının, bir
oyuncunun insanlarla ilgili düşünceleri anlatmasının, bilincin açık ve kesin durumlarını sergilemesinin sözlü dile göre elbette daha zor olduğunu
biliyorum. Ama tiyatronun bir kişiliği açımlamak,
insan ve tutkusal, güncel ve ruhsal nitelikli sorunların çözümü için var olduğunu söyleyen kim? Zaten günümüz tiyatrosu bu sorunlarla doludur.”**
Onun öncülüğünü yaptığı bu tiyatro düşüncesi,
büyüyü, gizil güdüleri öne çıkararak insanüstü
gerçekleri kavramanın gerekliliğini vurgulayan ve
bunlar için aklın denetiminden çıkılması gerektiğini söyleyen bir tiyatrodur. Vahşet tiyatrosuna
göre oyunlar bir ayin niteliği taşımalı ve tiyatro
yeniden ilkel büyü törenlerindeki etki gücüne
kavuşturulmalıdır. Bu akım antikçağ, ortaçağ ve
Uzakdoğu tiyatrolarından esinlenen, seyirciyi irkiltme, yeni bir duyarlılığa yöneltme ilkesine dayalıdır. Vahşeti, tedirginliği, bastırılmış istekleri,
tutkuları, heyecanları ortaya çıkaracak ve insanı
“gerçek sağlık”la buluşturacak bir tiyatronun düşüdür. Vahşet kelimesi aslında özgürleşmek için
arınmanın karşılığıdır Artaud’da. Çünkü eğer
* İKÜ Psikoloji bölümü lisansı ikinci sınıf öğrencisi.
** Artaud, A., Tiyatro ve İkizi, s.37.
5
Eylül 1896’da Marsilya’da doğan ve 1948’de
Paris’te ölen Fransız oyun yazarı, aktör, yönetmen ve şair Antonin Artaud, kimilerince şizofren olarak tanımlamaktadır. Dört yaşında geçirdiği menenjit rahatsızlığından sonra ergenlik
dönemine kadar hastalıklı bir yaşam sürer. Sık sık
akıl hastanelerine yatırılır ve hastanede okuduğu
Charles Baudelaire ve Edgar Allan Poe sayesinde
şiir yazmaya başlar. Daha sonra Paris’e taşındığında tiyatro yazarlığı ve film yönetmenliğine başlar.
2. Dünya Savaşı dönemleridir ve Naziler Fransa’yı
işgal etmiştir. İşte bu dönemde Rodez’deki psikiyatri kliniğine yatırılır ve dönemin koşullarınca
tedavi yöntemi olan elektro şok uygulanır. Burada
kaldığı dönemlerde de resim yapmaya ve yazılar
yazmaya başlar. İntihar eğilimli olmasına ve bu
konuda pek çok yazılar yazmasına rağmen, ölümü
bağırsak kanseri nedeniyle olmuştur. Bu yazıda
onun üzerinde büyük yankı uyandıran tiyatrosuna, tiyatroya bakış açısına, geleceğin tiyatrosunun
nasıl olması gerektiği hakkındaki fikirlerine, tiyatroyu algılayış şekline, tiyatro aracılığıyla anlatmak istediklerine değineceğiz.
Vahşet Tiyatrosu
4
özgürleşmek varsa ve mümkünse bu ancak ruhu
kanatarak ulaşılabilecek bir mertebedir.*** Yani,
kendimize uygulayacağımız bir vahşet. Acıtacak
ve hatta çıldırtacak ve sonunda bizi kendimize
ulaştıracak bir vahşet. Fakat Artaud’nun savunduğu ve inandığı şey salt acı değildir, tedaviyi de
içinde barındırır. Bu da bahsettiğimiz gibi kutsal
bir tiyatronun varlığıyla sağlanacaktır. Aslında,
onun tiyatrosu hakkındaki özetini şu dizelerden
anlamak mümkün: “‘Vahşet’ diyorum ya, herkesten önce, hepimize özgü o her şeyi aşağılama alışkanlığıyla ‘kan’ anlamına geldiğini düşünüyor. (…)
gösterim düzeyinde, öyle birbirimizin gövdesini
parçalayarak, testereyle organlarımızı biçerek ya
da bazı Asur imparatorlarının yaptığı gibi ulakla
kutularda insane kulağı, kıyılmış insane burnu ya
da boğazı göndererek, birbirimize karşı girişeceğimiz bir vahşet söz konusu değil, bundan daha
korkunç ve zorunlu, nesnelerin ve olayların bize
karşı girişebileceği bir vahşet söz konusudur. Bizler özgür değiliz. Ve gökyüzü başımızın üstüne
düşebilir. Tiyatro da bize önce bunu öğretmek
için yaratılmıştır”**** İşte Artaud’yu anlamak ancak böyle mümkündür. Sözcüklerin bize ifade
ettiği kıt anlamın ötesine geçebilmek, anlamın
da ötesini gösterecektir bize. İnsanlar vahşeti kan
olarak algılıyorlar, çünkü o güne kadar hep kanla
ve ölümle gerçekleştirilen vahşete tanık olmuşlar.
Kelimeyi simgeleştiren onun yaşanmışlığıysa, Artaud bizlerden daha başka bir yeteneğe mi sahiptir? Bu soruya cevap vermek zor. Fakat yaşadığı
çokça acı çokça ıstırap şüphesiz ki onun ötekilerden farklı düşünmesinde bir etkendir.
Artaud’nun Düşünüşü
“İnsan nerede ve nelerin esirliğinin içinde
kaybolmakta?” sorusu Artaud’nun en derin sorularından biridir. Freud’la paralel düşüncelerde
olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ona göre insan
dürtülerini bastırır ve kendi otantik gerçekliğini
unutur. Bu nedenle o, içteki “ben”i göstermek ister. Bahsettiğimiz Vahşet Tiyatrosu’nda da acının
kaynağı insanın bilinçdışıdır. Artaud’nun isteği
insanın yüzüne kocaman bir aynayı gerekirse zorla tutmak ve ona kendisini hatırlatmaktır. Ya bunu
sağlayacak bir tiyatro yapacak, ya da tiyatro yapmayacaktır.
*** Tönel, A.,“Sanatçı Refleksi ‘Happening’ ve Şiddet”, Cogito,
Yapı Kredi Yayınları, Sayı: 6-7,
İstanbul, 2005, s. 46.
**** Artaud, A., Tiyatro ve İkizi, s.71
Tiyatroda Sahne ve Artaud’nun Dekor
Tasvirleri
Tiyatro ilk kez IÖ 6. yüzyılda Yunan toplumunda dinsel törenden özerkleşerek bir sanat türü haline gelmiştir; dinsel ya da pratik ölçütlerle değil,
estetik ölçütlerle değerlendirilen bir “oyuna” dönüşmüştür. Eski Yunan tiyatrosunun önemli bir
özelliği kamusallığıdır.
Roma, tiyatroya özgü bir katkı yapmaktan çok
Yunan tiyatrosuna öykünmekle yetinmiştir. Bununla birlikte, Roma tiyatrosu, en baştan beri,
Yunan kentlerinden daha büyük bir nüfusun incelmemiş zevklerine cevap vermeye yöneliktir.
İzleyici çekmeyen, oyunlara ayrılmış ödeneğin
şenlik yöneticisi tarafından iptal edilebildiği bir
ortamda, oynanan oyunlarda da gösteri öğeleri
öne çıkmıştır.
5
Rönesans tiyatrosu İtalya’da başlar,
ama en önemli ürünlerini Rönesans’ı geç
yaşayan
İngiltere
gibi ülkelerde verir. İtalyan Rönesans
tiyatrosu, mimarlık
açısından da klasik
tiyatroya öykünür.
Scamozzi, geri plandaki
kemerlerin
arkasına, sokak sahnelerini gösteren üç boyutlu
perspektif panoları yerleştirmiştir. Rönesans tiyatrosunun en özgün yönlerinden bir de perspektife verdiği önemdir. İngiltere’de (1500’ler) ilk
tiyatrolar, daha önce oyunların sahnelendiği han
avlularının biraz geliştirilmiş biçimidir; seyirciler, üstü açık bir yapı içinde, yükseltilmiş bir tahta
platformdan oluşan sahnenin üç yanında bulunan
sıralarda otururlar.
20. yüzyıl tiyatrosundaki eğilim ise modernizmin de etkisiyle insanla dünya arasındaki
uyumsuzluğu hem insanın, hem de dünyanın anlamının silindiği noktaya kadar götüren uyumsuzluk tiyatrosudur. Beckett’in sıkıntılı ve hüzünlü
kuklalara dönüşmüş insanların dünyasını anlatan
tiyatrosu, Arthur Adamov ve Eugene Ionesco’nun
daha fantastik denemeleri, İngiltere’de Harold
Pinter’ın oyunları, eleştirmenlerce bu akım içinde
değerlendirilir. Tarzın kökenleri, Fransız yazarı
Alfred Jarry’nin 15 yaşındayken yazdığı kukla oyunu Ubu roi’ya (1896; Übü, 1963) değin götürülebilir. Uyumsuzluk tiyatrosu sahnedeki bütün
görsel ve duyusal öğeleri en aza indirmiştir. Buna
karşılık, Antonin Artaud’nun vahşet tiyatrosu bu
duyusal etkileri insanların bastırılmış güdülerini
ayaklandırmak için kullanır.
Şu noktaya kadar bahsettiklerimizden Artaud’un ideal tiyatrosu hakkında bazı çıkarımlar
yapmak mümkün. Tüm klasik sahneleri unutmak! Başka türlü insandaki tüm o çıplak duygular nasıl uyandırılabilir? Elbette gerekli olan şey
sahne ve salon ayrımını kaldırmaktır. Bunun yerine tek bir yer koyulmalı : Biz. Olaylar, anlatılar
her yerde cereyan etmeli. Arada hiçbir parmaklık,
hiçbir ulaşılmazlık olmamalı. Anlatılan, en derinden hissedilmeli. Yani, izleyenler kendilerinden
kaçamamalı; çünkü oyun onlara kendilerini an6
latacak. Zihnin tam anlamıyla açıklığı sağlanmalı
ve kaçınılmaz yolculuk gerçekleşmeli.
Artaud (1993), geleceğin tiyatro yapısını şöyle
tanımlar: “Salonun hiç süsleme olmaksızın dört
duvarla çevrildiği, seyircilerin salonun ortasında
çevrelerinde gelişen olayları izlemelerini sağlayacak 360 derece dönebilen sandalyeler üzerinde
oturduğu, gösterinin salonun dört bir yanında
gerçekleştiği, salonun yukarısında her bir yöne
iç içe geçmeli galeriler olacak, bu sayede gösteri,
mekan içinde dikine ve derinliğine tüm katlarda
yayılabileceği, salon içinde klasik anlamda sahne
görevi görmese de oyunun önemli bir bölümünün
gerek görüldüğü anda toparlanmasını ve kurulmasını sağlayacak merkezi bir yer bulunacağı bir
yapı”.*****
Özetlemek gerekirse, Artaud’nun kişiliği ve
yaşamı onun ideal tiyatrosunda kendini göstermektedir. Acılarla dolu yaşam, onu acıları kusmaya ve gerçekliği bulmaya itmiştir. Peki, gerçek anlamda onu nasıl mı tanımlayabilirdik? Belki de bu
noktada kendi şiirine başvurmak doğru olacaktır:
“Kimim?
Nereden geliyorum?
Antonin Artaud’yum
ve bunu söyleyeyim
söylemesini bildiğim gibi
o anda
şimdiki bedenimin
parçalara dağıldığını
ve belli on bin görünüş altında
kendini topladığını
göreceksiniz.
Artık hiçbir zaman
Beni unutamayacağınız Bir yeni beden”.******
Onu, kopuk düşünceler ve tamamlanmamış
cümleler tanımlıyor. Kelimelerin içinin boşluğundan bahseden birinden farklı bir anlatım
beklemek yanlış olacaktır belki de. Çünkü Artaud akıl ürünü hiçbir şeyin ona egemen olmasına izin vermek istemez. Kelimeler de bu yüzden
böyle dağınık ve eksiktir. Bu konuyla ilgili şunları söylemiştir: “Şiirlerimdeki kopukluğun ben de
farkındayım; esinlenmeyle ilgili bu kopukluklar,
*****
Pirim,B. (2008). Kamusal alan, mekansız tiyatro, Gist,
s.42.
****** Antonin, A., Suç Ortakları ve İşkenceler, çev: Ahmet
Soysal, İstanbul, 1992, s. 31.
kendimi bir nesne üzerinde yoğunlaştırma konusunda, çare bulunmaz güçsüzlüğümden kaynaklanmaktadır. Fizyolojik bir zayıflık bu; nesnelerin
çevresinde sinirsel gücümüzün yoğunlaşmasının
ürünü olan ve bizim hep birlikte ruh diye adlandırdığımız tözle ilgili bir zayıflık.”
Artaud’nun yaşamında çok fazla yer tutan iki
şeydir acı ve ölüm. Aslında birbirinin tamamlayacısı iki kavram gibi gözükse de onun için intihar,
acının çok ötesinde bir durumdur.
“Eğer intihar edersem, bu kendimi yok etmek
değil, kendimi yeniden geri getirmek olacaktır. intihar benim için, kendimi şiddetle yeniden ele geçirmek, varlığımı hayvanca yağmalamak, tanrının
çizdiği yazgıyı boşa çıkartmak olacaktır.İntiharla
kendimi yeniden sunarım doğaya, ilk kez, istediğim gibi biçimlendirebilirim “şey”leri. Kendimi
benliğimle çok kötü bir şekilde uyan organlarımın
koşullu tepkilerinden kurtarırım, böylece; öyle
olduğunu düşündüğüm ve öyle düşündüğüm söylenilen yaşam, saçma bir rastlantı olmaktan çıkar
benim için.”
Tüm yaşamını tiyatrosuna ve şiirlerine yansıtan
Artaud, insanları da aklın ötesine geçmeye davet
eder. Bunun için yapmaları gereken şeyler sınırları
yok saymak ve zihinlerine çektirecekleri vahşetten
kaçmamalarıdır. Düşünüşlerini sahnede gerçekleştirebilmek içinse tıpkı duyguların parmaklıklarını kaldırmaktaki gibi dekordaki parmaklıkları
da kaldırmaktır. Oyuncularla seyirciler arasında
basamak olmamalıdır ki, hissettirilmek istenen
seyirciye ulaşabilsin. Tıpkı zihnin karmaşıklığı,
yaşamın döngüselliği gibi, izlenen de tek düzelikten kurtarılmalıdır. Tüm saklanan ve itilen duygulanımlar sahneye taşınmalı ve anlatım kelimeler
içinde boğulmaksızın hareket, mimik ve jestlerle
gerçekleştirmelidir. Ancak bu şekilde tiyatro gerçeklik kazanacak ve ruhu etkileyecektir. Ancak bu
şekilde insanlar kendilerini sorgulayabilecek ve tiyatro amacına ulaşacaktır.
Artaud’yu anlamak zordur. Zaten o da anlaşılmak amacı güderek anlatmamıştır. Tam tersi
hep anlamsızlığın içindeki kendisini aramıştır ve
diğerlerini de bunu sorgulamaya çağırmıştır. Çünkü, gelecek olan bellidir: Ölüm. Bu sona ulaşmadan önce insan kendini sakladığı yerden çıkarıp
onunla yüzleşmelidir. Korkmamalıdır.
Doğrudan bilinçdışını dahil edip, acıyı kullanarak bilinci açmayı öngördüğü için mi? Yoksa yaşadığımız hayatların kimi şeyleri örtbas edişinden
memnun durumda mıyız? Belki de. Kaçtığımız
şeylerin bizi sağlıklı ve aklı başında kıldığına inanıp bunun doğruluğuyla sarmalanmamız mümkün. Fakat Artaud, acıdan kaçmanın tedaviden de
kaçış olduğunu söylemektedir. O bunu öngörürken bizim otomatik olarak daima onları daha derine bastırmamıza sebep olan şey ne olabilir? Artaud kendi içinde neyi başarmıştır? Cevabı zor bir
soru olduğu açık. Ancak şu çıkarımı yapmak yanlış olmayacaktır: İnsan, vahşi tarafını gizlemektedir, hatta belki de hayat karmaşası ve kalabalıklığı
içinde onu tamamen unutmuştur. Peki insan bu
unutuştan memnun mudur? Yoksa içinde yaşadığımız uygarlık bu durumu gerekli mi kılmıştır?
İdame ettirdiğimiz hayatlarda çoğu zaman yargılama mekanizmamızın etkin olduğu aşikar. Aksi
takdirde toplum tarafından itiliriz, yalnızlaştırılırız. Artaud bu duruma mı maruz kalmıştı? Belki
de. Fakat hayata öyle ya da böyle devam edebilme
ve hem kendimize hem başkalarına karşı sorumlu
olduğumuz şeyleri karşılama isteği; ağır tutkulara, duygulanımlara ve hazlara (bazen acıdaki hazlara), derin ve kopuk düşüncelere, sürekli bir intihar eğilimine rağmen ne kadar gerçekçi olabilir?
Artaud düşüncelerinin onu sürüklediği yoldan hiç
mi ayrılmamış, hep bir melankolinin peşinden mi
gitmiştir? Şüphesiz hayır. Çünkü hayat asla tekdüze gitmemektedir. Ve Artaud bunu belki de en iyi
bilenlerden biridir.
Kaynakça:
ARTAUD, A., Tiyatro ve İkizi, çev: Bahadır Gülmez,
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1993.
ARTAUD, A., Suç Ortakları ve İşkenceler, çev: Ahmet
Soysal, İstanbul, 1992.
TÖNEL, A., “Sanatçı Refleksi ‘Happening’ ve Şiddet”,
Cogito, Sayı: 6-7, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2005.
Vahşet Tiyatrosu ve Antonin Artaud, 23.11.2013, http://
www.gnoxis.com/vah%C5%9Fet-tiyatrosu-veantonin-artaud-15877.html
Kutlu,Ö. ( 02.05.2012), Antonin Artaud ya da İmkansız
Tiyatro,
http://umutsuzlarparki.wordpress.
com/2012/05/02/antonin-artaud-ya-da-imkansiztiyatro-omer-kutlu/
Artaud’nun tiyatrosuna neden çekingenlikle
yaklaşılmaktadır? Rahatsız edici olduğu için mi?
7
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Beklemeye Bir Bakış:
Godot’yu Beklemek
Enes Bilgi*
G
odot’yu beklerken Samuel Beckett’ın
1949 yılında Fransızca yazdığı, 1954 yılında da İngilizceye çevirdiği tiyatrosudur. Avangart
olarak görülmesine karşın hızla klasikleşmiş bir
eserdir. Sonu gelmeyen ve ilk bakışta anlamsız
gibi görünen bir bekleyişin anlatıldığı absürt tiyatronun üzerine en çok inceleme yapılmış oyunudur. Oyun absürt tiyatro olarak kabul edilse ve
ilk bakışta anlamsız bir bekleyiş gibi görünse de,
oyunda betimlenenin gerçekten anlam sorusu
olup olmadığı akla gelir.
Evet, bir açıdan bunu söyleyebiliriz. Oyundaki karakterlerin bir çocuğun söyledikleri dışında,
Godot’nun geleceğine dair en ufak bir bilgileri
olmadığı gibi seyirci açısından da Godot’nun geleceğinin bir belirtisi olduğu söylenemez. Yine
de Godot beklenir. Bekleme “eylemi” içerisindeki eylemsizliklerine yenilmiş Estragon ve Vladimir’in beraberce ama sürekli birbirleriyle iletişim
kurma çabalarıyla gerçekleştirdikleri bir beklemedir. Bu o kadar uzar ve benzer şekillerde tekrarlanır ki bellekleri işlevini yitirmeye başlar. Dolayısıyla karakterlerimiz gerçekliğin kesinliğinden
uzaklaşmaya başlarlar. Bu durum anlamlılığın da
gerçekliğini yitirmesine neden olur. Yani bir bakış
açısına göre Godot’yu beklerken karakterlerin kim
ya da ne olduğu bilinmez, ancak bekleme sürecinde sergiledikleri sefil çabaları görülebilir. Karakterler o kadar acınası bir duruma düşmüşlerdir ki
* İKÜ Psikoloji bölümü lisansı son sınıf öğrencisi.
8
oyun sonunda Godot’nun gelip gelmeyeceğinin
bir önemi kalmamış gibidir. Bu durumda seyirci Godot’ya ilgisini bir kenara koyup Estragon ve
Vladimir’in hayatta kalma çabasına odaklanmaya
çalışsa da karakterlerin Godot’yu hatırlatmalarıyla bu pek de mümkün olmaz (Öztürk, 2012).
Her ne kadar karakterlerin gerçekliği yitirmesinden dolayı anlamsızlık oluşsa da bu, kısmi
bir anlamsızlıktır ve oyunun anlamsız olduğunu
göstermez. Oyunda imgelemeler izleyicinin veya
okuyucunun düşüncelerini canlı tutar. Bu imgelemeler oyuna derin ve gizli anlam katsa da genel
olarak özünde absürttür.
Ama absürtlük anlamsızlık değildir. Bu noktada oyuna farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak biz
oyundaki “anlamları” yorumlamada kolaylık sağlayacaktır. Bunun için beklemenin niteliğine bakmamız gerekir. Aslında Vladimir’in ilk sözleri bu
sürece dair bir özet gibidir: “ (...) henüz her şeyi
denemiş değilsin, deyip...” (Beckett, 1949). Belki
karakterler oyunda bekleme sırasında ellerindeki
imkânlarla her şeyi denemeye başlamışlarıdır da
bizim bundan haberimiz olmamıştır. Aralarında
sözleşilmiş bir şeydir belki her şeyi denemeden
ölmemek. Bu nedenle oyunda birbirlerini asmak
için getirecekleri ipi unutuvermişlerdir.
Eserde Estragon ve Vladimir’in konuşmalarının absürtlüğünden bahsetmiştik. Konuşmaları
her ne kadar sıradan, gereksiz, hatta saçma olarak nitelendirilebilecek olsalar da bu konuşmalar anlamsız değildirler. Tam da burada oyunun
gerçek hayatla ne kadar iç içe olduğunu görüyoruz. Eserde gerçek hayatın saçmalıklarının ortaya
konulduğunu, mütemadiyen birilerini ya da bir
şeylerin olmasını beklediğimizi görebilir, karakterler üzerinden de bunu gerçek hayattan daha
yoğun bir şekilde deneyimleyebiliriz.
Ama Estragon ve Vladimir’in çabalarının boşa
çıkmadığını, tüm saçma davranışlarına, onları saçmalamaya iten varoluş sancılarına rağmen
amaçlarını gerçekleştirip Godot’yu bekleyebildiklerini de gözden kaçırmamak gerek. Bu durumda
eğer Godot’yu ölüm olarak kabul etseydik, Estragon ve Vladimir’de vücut bulan insanlığın bekleyişini de görebilirdik. Herkesin, her şeye (tüm
başarılarına, umutlarına, hayal kırıklıklarına veya
sahip olduklarına) rağmen ölecek olması absürt
bir durum yaratır. Bu durumda da hayatta elde
etmek için çabaladığımız her şey nihai sonucu,
öleceğimiz gerçeğini değiştirmeyecektir. Ama pes
etmek yerine oyunda gördüğümüz gibi Estragon
ve Vladimir’in yaptıklarını yapar; bir saçmalığın
yerine başka bir saçmalık koyarak hayatımıza
devam ederiz. Her ne kadar saçma olarak ifade
ediyorsak bile, bu saçmanın anlamsız olmadığını
hatırlatmak isterim. Yani Estragon ve Vladimir’in
tek bir şeye takılı kalmadıklarını, bekleyişlerinin
kendi içinde etkin bir bekleyiş olduğunu ve şeyler
arasında yapılan geçişlerle devingenliğini yitirmediğini söyleyebiliriz. Bu da psikanalitik bir kavram
olan arzunun göstereni fallus kavramını hatırlatır: Hayatımız boyunca tamamlamak istediğimiz
9
eksiklik sayesinde farklı şeyler yapmaya yönelir,
devingenliği sürdürürüz. Tıpkı Estragon ve Vladimir gibi yeni bir şey keşfettiğimizde heyecanlanır,
onu elde etmek için çabalar ve elde ettiğimizde
yaşadığımız doyumdan sonra o şeyin aslında asıl
istediğimiz nesne olmadığını duyumsayıp yeniden eksiklikle karşı karşıya kalırız. Bu devingenliği sürdürebilmek için bizler de tıpkı Estragon ve
Vladimir gibi yaratıcılığımızı kullanırız. Bahsettiğimiz bu yaratıcılıkta Godot’nun henüz gelmemiş olmasının, geldiğinde de ne olacağının kesin
olmamasının etkisi vardır. Bu belirsizlik aynı zamanda karakterlerimizin düşlemleyebilmelerine
de olanak sağlar. Yalnızca düşlemlerimizde eksikliğimizin tamamlandığını ve sürekli bu tam olma
hayaliyle edimlerimizi gerçekleştirdiğimizi göz
önünde bulundurursak, bahsettiğimiz belirsizliğin önemi ortaya çıkar.
Karakterleri ayrı ayrı inceleyen bir görüşe göre
de Estragon İd’i, Vladimir ise Süperego’yu temsil
eder. Estragon’un yiyeceği beğenmemesi, Pozzo’dan para istemesi ve onu Vladimir’in engellemesi buna kanıt olarak gösterilebilir. Ayrıca Estragon’un ayaklarının ağrısından yakınması, ikide
bir çizmelerini çıkarması ve Pozzo’nun attığı kemikleri bile kabul etmesiyle de, Estragon’un İd›in
özellikleriyle uyuşan davranışlar sergilediğini söyleyebiliriz. Oyun boyunca Estragon ve Vladimir’in
çatışması bize insanın iç dünyasında yaşadığı
çatışmaları anlatır. Fakat Estragon ve Vladimir
yaşadıkları tüm çatışmalara rağmen ayrı da yapamazlar. Tek başlarına işe yaramayacaklarını bilirler. Oyundaki diğer karakterlerden Pozzo karakteri ise bariz bir şekilde sömüren, egemen güçleri
temsil eder. Lucky’e emirler yağdırır, ona eziyet
eder. Pozzo, Lucky’nin düşünsel ve bedensel emeğini kullanır (Şarman, 2007).
Belki de yanılıyoruzdur ve tüm bunlar birer rüyadır. Pozzo ve Lucky’nin durumundaki değişimler
de bundandır. Rüyaların kısmi olarak anlamlandırılabildiğini, tam ve kesin bir anlamı bulunmadığını; her rüyanın yorumlamanın mümkün olmadığı bir çekirdeğinin olduğunu biliyoruz. Belki
oyunu tam olarak kavrayamamamızın, sürekli
farklı şekilde yorumlayabilmemizin, anlamlandırabilmemizin nedeni budur. Nietzsche “Sonuçta
insan, şeylerde onlara kattıklarından başka hiçbir
şey bulamaz” demiştir. Bu sebeple oyun da hayat
gibi bizim ona kattığımız anlamdan uzak, bizim
10
yorumlarımıza direnen bir gerçeğe de sahiptir.
Bununla birlikte tarihsel olarak eserin yazıldığı
zaman da önemlidir. Terry Eagleton “Hayatın Anlamı” adlı kitabında Auschwitz sonrası dünyada
her şeyin kuşkulu ve belirsiz olduğunu, her önermenin deneysel ve geçici bir hipotez olduğundan
dolayı herhangi bir şeyin meydana gelip gelmediğinden emin olmanın zorluğundan bahsetmiş
ve eklemiştir: “Bu dünyada ne, bir olay sayılır ki?
Godot’yu beklemek bir olay mıdır yoksa bir olayın ertelenmesi mi?”. Tarihsel olarak eserin anlam
sorununun sorgulandığı bir zamanda yazıldığını
söyleyebiliriz (Eagleton, 2007).
Bununla bağlantılı olarak herkesin “İşte tam
zamanı, artık gelmeli ve bizi kurtarmalı!” dediği
bir zamanda Mesih’in gelmeyişi, Godot’nun da
asla gelmeyecek olmasına dair bir gösterendir.
Herkesin beklediği ve herkesin tüm hatalarını,
acılarını, umutsuzluklarını giderecek bir Godot,
Auschwitz’e ya da dünyanın başka bir yerine gitmemiş, belki de herkes için ortak bir eksiklik olarak yazılmıştır insanlık tarihine. Yine de biz her
şeye rağmen onu farklı adlar ve yakıştırmalar altında, anlam ve anlamsızlık arasında beklemeye
devam ederiz.
Kaynakça:
Beckett, S. (1949). Godot’yu Beklerken. İstanbul:
Kabalcı Yayınevi.
Eagleton, T. (2007). Hayatın Anlamı. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Göçer, B. (2002). Boşuna Bir Bekleyiş. 01 10, 2014 tarihinde
kütüphanem.bilgievi: http://kutuphanem.bilgievi.
gen.tr/indir.aspx?id=23769 adresinden alındı
Öztürk, A. (2012, 6 13). Sonu Gelmeyen Bekleyiş: Godot’yu
Beklerken. 1 10, 2013 tarihinde Gazete Bilgkent:
http://www.gazetebilkent.com/2012/06/13/sonugelmeyen-bekleyis-godotyu-beklerken/ adresinden
alındı.
Şarman, S. (2007). Godot’yu Beklerken Üzerine. 01 10,
2014 tarihinde dipnotkitap: http://dipnotkitap.net/
TIYATRO/Godot.htm adresinden alındı.
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Shakespeare’in Bir
Yansıması Olarak HAMLET
Fulya Gizem Artukoğlu*
D
ünyanın kabul ettiği en büyük zekalardan
biri olan William Shakespeare tarafından kaleme alınan Hamlet, dünya edebiyatında
hakkında en çok düşünülmüş eserlerden biridir.
Hamlet hakkında o kadar çok konuşulmuştur ki
gerçek bir Danimarka kralı hakkında bile bu kadar
çok konuşulduğu şüphelidir. Hamlet’i hiç okumayan ya da izlemeyen birisinin bile Hamlet hakkında az çok bir fikri olduğunu tahmin edebiliriz.
Hikâye, başkahramanın bir türlü eyleme geçememesi üzerine kuruludur. Hamlet, babasının
kardeşi aynı zamanda katili, kendisinin amcası ve
annesinin yeni eşi olan Claudius’u öldürüp intikam almak ister fakat bir yandan da eser boyunca
bahaneler uydurur ve oyunun son sahnesinde Kraliçe Gertrude öldükten ve kendisi zehirli kılıçtan
ölümcül bir yara aldıktan sonra Kral Claudius’u
öldürür. Peki, Hamlet neden bir türlü babasının
katilini öldüremez? Fırsat mı bulamaz? Korkak
mıdır? Hayalete mi güvenemez? Görevi kralı öldürmek değil annesini bulunduğu ahlak bozukluğundan kurtarmak mıdır? Yoksa kendi zamanının
ilerisinde düşünüp intikamını almak yerine adaletin sağlanmasını mı beklemektedir? Onu yerinde
tutan nedir? Hamlet hakkında öne sürülen birçok görüş vardır fakat biz bunların arasından üç
temel bakış açısının üzerinde duracağız.
Birinci bakış açısına göre Hamlet’in görevi
yerine getirememesinin nedeni Hamlet’in kendi
* İKÜ Psikoloji bölümü lisansı son sınıf öğrencisi.
karakterindeki eksiklikten kaynaklanmaktadır.
Hamlet korkak, aciz, iradesiz, yumuşaktır. Uyuşuk bir zihne sahiptir. Bir hareket yapacağı zaman
temkinli hareket eder ve düşünerek adım atar.
Cesaretsiz bir karaktere sahiptir. Fakat oyun dikkatli bir şekilde izlendiğinde Hamlet’in böyle bir
karaktere sahip olmadığını görmekteyiz. Hamlet
annesini zinayla suçlarken, hayaletin peşinden
11
giderken, Ophelia’dan ayrılırken, Laertes’le düello
yapmayı kabul ederken, amcasının önünde oynanacak oyunu tasarlarken zihninin çok hızlı karar
vermesi onun uyuşuk bir zihni olmadığını, cesaretsiz ve korkak olmadığını göstermektedir. Polonius’u öldürdükten sonra vicdan azabı çekmemesi
onun yumuşak bir karaktere sahip olmadığını gösterir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Fakat Hamlet’in
yapamadığı tek şey intikam almaktır.
İkinci bakış açısı birinci bakış açısının tam
zıttıdır. Bu bakış açısına göre Hamlet’in harekete
geçememesinin nedeni Hamlet’in karakterinden
değil dış zorluklardan kaynaklanmaktadır. Eğer
ki Hamlet amcasını öldürürse ve iktidara geçerse
halk Hamlet’in amcasını iktidar için öldürdüğünü düşünecek, böylece amcası kahramanlaşacak
kendisi lekelenecektir. Hamlet bu yüzden
amcasını halkın önünde öldürmelidir ve neden
öldürdüğünü kanıtlamalıdır. Oyunun herhangi
bir yerinde bu iddiayı doğrulayacak bir olay yoktur. Hamlet eğer gerçekten dış güçlerden korktuğu
için görevini yerine getiremeseydi, oyunun herhangi bir bölümünde bunu dile getirir ve en yakın
arkadaşı Horatio ile bunu paylaşırdı. Oyunun sonunda intikam alındığında halkın bundan haberi bile olmamıştır. Bizi bu durum zorunlu olarak
üçüncü olasılığa götürmektedir. Görevin doğasındaki bir öğe yüzünden görev Hamlet’e tiksindirici
gelmektedir.
Hamlet görevi yerine getirmemek için sürekli
kendine bahaneler uydurmuştur, evet, ama asla
görevinin ne olduğu konusunda tereddüt etmemiştir. Ne yapması konusunda nettir. Amcasını
öldürecektir! Hamlet’in kararsızlığı, bir tarafta
görevi yerine getirme ihtiyacının öbür tarafta ise
göreve karşı tiksinmesinin bir takım özel nedenlerinin karşı karşıya geldiği bir iç çatışmanın sonucu
olabilir. Bunun da ötesinde tiksinmesinin nedenini açığa çıkarmamasının açıklaması, bu tiksintinin bilinçdışı doğada olması olabilir. Hamlet’e
göre Claudiusun iki temel suçu vardır. Kraliçeyle
ensest ilişkisi ve kendi öz kardeşini planlı bir şekilde öldürmesi.
Oyunun başında Hamlet babasının bir cinayete
kurban gittiğini bilmeden önce derin bir depresyon ve acı içerisindedir. Hamlet’e göre annesinin
amcasıyla ilişkisi babasının hatırasına sürülen bir
lekedir ve bu durum onu ölümü düşünmeye kadar
götürmektedir.
12
‘’Ah bu katı, kaskatı beden bir dağılsa,
Eriyip gitse bir çiy tanesinde sabahın!
Ya da Tanrı yasak etmemiş olsa
Kendi kendini öldürmesini insanın!
Tanrım! Ulu Tanrım! Ne bunaltıcı, ne berbat,
Ne tatsız, ne boş geliyor bu dünya bana!’’
Perde, 2. Sahne)
Furnivall, bu konuyla ilgili şöyle yazar “Hamlet, kraliçenin yüz kızartıcı zinasını, ensesti ve şerefli babasının anısına ihanetini ruhunun derinliklerinde hisseder. Bunların kalıcı dövmeleri yanında
Claudius’un babasını öldürmesi yalnızca yüzeysel
bir lekedir”.
Babasının ölümüyle birlikte Hamlet kabul edilemez ve derinlere yerleşmiş bir nedenden ötürü,
annesinin sevgisini artık bir başka erkekle paylaşacaktır. Öz babasıyla bile annesini paylaşmaktan çekinirken bir başkasıyla nasıl paylaşacaktır?
Hamlet’in babasının ölümüyle, Hamlet’in annesinin sevgisini almak için babasının yerine geçme
arzusu amcası tarafından gerçekleştirilince bilinçdışına bastırılan arzusuyla karşılaşır. Amcasının
kardeşini öldürmesi ve kraliçeyle evlenmesi aslında Hamlet’in bilinçdışı fantezisiyle örtüşmektedir. Çocukluk arzusunun fiili olarak gerçekleşmesi
depresyon ve ıstıraplar biçiminde kendini göstermektedir.
Tüm bastırıcı güçlere rağmen, Hamlet’in babasının cinayete kurban gittiğini öğrenmesinden
sonra, bu fikirler bilinç alanına girmiş ve ağzından
çıkan şu kelimelerle doğrudan ifade bulmuştur:
“ Ey bilinmeyeni bilen ruhum benim! Amcam demek?” Hamlet, kafasındaki iç çatışmanın etkisiyle
sersemlemiştir; bu çatışma o andan itibaren artık
asla dindirilemeyecektir.
Hamlet’i cesaretini toplayamayan küçük bir
Odipus olarak görebiliriz. Hamlet’in bilinçdışında bastırılmış olan fantazisi bir engellenme ya da
eyleme geçememe biçiminde açığa çıkmaktadır.
Odipus ise tam aksine bu fantazisini farkında olmadan eyleme dökmektedir.
Neredeyse oyunda en sessiz karakter olan kraliçeye baktığımız zaman, onun derinliği, diğer
karakterlerin ona verdikleri tepkiler kadar ortaya
çıkmaktadır. Kraliçe’nin sözde suçlu olduğu sahne
Hamlet ile baş başa kaldığı, Hamlet’in perdenin
arkasındaki kulak misafirini öldürdüğü “closet”
sahnesidir.
T.S.Eliot’un oyun üzerine yazdığı makalesinde
resmettiği karmaşık duygular bu sahnede gizlidir:
“Oyunun temel duygusu, bir oğulun suçlu bir
anneye karşı hissettikleridir… Hamlet (oğul) anlatılamaz bir duygunun esiridir, anlatılamaz çünkü
bu duygu var olan olgularla kıyaslandığında aşırıdır… Hamlet’in karşı karşıya olduğu zorluk, tiksintisinin sebebinin annesi olması, fakat yine annesinin bu duyguya yeterli bir karşılık olmamasıdır;
tiksintisi annesini aşar”.
Hamlet annesini onu “closet” odasına çağırdığı
zaman aslında uygunsuz bir davranış yapmıştır.
Normal şartlar altında, bir kadın sadece kocasıyla
veya sevgilisiyle closet odasında baş başa kalabilir.
Yani Hamlet, annesinin odasına girerken aslında onunla bir cinsel özne olarak karşılaşmak için
mahremiyet duvarından atlamıştır.
Closet sahnesinde annenin Hamlet’e “Ne yapacaksın? Beni öldürmeyeceksin ya? İmdat! Yetişin!”
diye bağırmasının ardından perdenin arkasından
gelen bir sesle Hamlet, perdenin arkasındaki kulak misafirini, yani Polonius’u öldürür. Böylece
anneye duyulan arzunun tam zıttı olarak şiddet
ortaya çıkmıştır. Anneye yönelen şiddet aslında
anneye duyulan arzunun sonucudur.
Kısacası, Hamlet’in eyleme geçememesi fiziksel veya ahlaki bir korkaklıktan değil, tamamen
zihinsel bir korkaklıktan kaynaklanmaktadır.
Hamlet’in paylaştığı bu korkaklık tüm insanlığın
ortak korkusudur. Hamlet’in çatışması o zaman
Shakespeare’in de çatışmasının bir yansımasıdır
diyebiliriz. Shakespeare 1585’te oğlunu Hamlet
isminin bir başka versiyonu olan Hamnet ismiyle
vaftiz etmiştir. Oyun 26 Temmuz 1602 senesinde
kayda geçtiğine, ilk korsan baskı da quarto halinde 1603’de çıktığına göre, oyunun yazıldığı yıl bir
ihtimal 1601-1602’nin kışıdır. Oyundaki fiziksel
çatışmanın öznel kökeninin yani Shakespeare’in
babasının ölümünün 8 Eylül 1601’de gerçekleşmiş
olması oldukça manidardır ki bu olay, Hamlet’in
babasının ölümünün Hamlet’te yarattığı etkiyi,
eski “bastırılmış” hatıraların uyanışı etkisini Shakespeare’de yaratmış olduğunu öne süreriz. Shakespeare’in eski trajediye üflediği yeni soluğun,
kendi zihninin en derin ve gizli bölümlerinden
kaynaklandığına inanmak için çokça varsayımımız vardır. Dünyanın en büyük şairlerinden sayılan ve en önemli tragedyalarından birini yazan
Shakespeare, insanlığın var olduğu günden beri
insan zihnini meşgul eden, baba-oğul arasında
yaşanan çatışmanın resmini Hamlet’te çizmiştir
diyebiliriz.
Kaynakça:
Düşsel Varlıklar: Hamlet. (b.t.). 20 Ekim 2013, http://
poenaninanlami.blogspot.com/2010/01/dusselvarlklar-hamlet.html
İnal, A. A. (Ed.). (2013). Hamlet (10. Baskı). İstanbul:
Ayhan Yayıncılık.
Jones, E. (1910). Hamlet’in gizeminin bir açıklaması
olarak oedipus kompleksi: Güdüler üzerine bir
çalışma. Mimesis, 10, 39-84.
Bütün o Sophokles hikâyelerini zihninde barındıran Hamlet, Freud’a göre histerik, Lacan’a
göre hem histerik hem obsesif, Jones-Lidz’e göre
manik-depresiftir. Histerik olan Hamlet, oyunun
sonunda her şey bir kaosa döndükten sonra amcasını öldürebilir ve Otto Rank’a göre annesiyle
birlikte ölerek bir bakıma anne rahmine dönüşünü
tamamlar.
Jardine, L. (1996). Hamlet’te neler oluyor?. Mimesis, 10,
233-245.
Rubenfeld, J. (2006). Bir cinayetin psikanalizi . (S.
Çeviren, Çev.). İstanbul: Koridor Yayıncılık.
(Orijinal çalışma basım tarihi 2006.)
13
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Ophelia:
Arzu Nesnesi Olmak Ya Da
Olmamak
Umur Yiğit Nural*
Kadın bir yandan erkeğin olmadığı şey, yani
cinsiyet farkı, diğer yandan erkeğin reddetmesi
geren şey, yani zevk [jouissance]olarak
kurgulanır**.
Jacques Lacan
S
hakespeare’in Hamlet’i edebiyatın Mona Lisa’sıdır diye yazar T. S. Eliot1. Sanatçının bu
en uzun ve belki de en karmaşık yapıtının yine sanatın farklı bir türünün ürünü olan ve yüz yıllardır
insanlığı büyüleyen Mona Lisa’ya benzetilmesinin
nedeni nedir? Bu tablonun etkileyici yanı yalnızca yüzümüze bir tokat gibi çarpan gülümsemesi
midir, yoksa ressamının öznel tarihinin eşlik ettiği
bu tabloya her baktığımızda karşı karşıya kaldığımız kadınlık, kadınsı gibi mefhumların ve ayrıca
çok uzun zamandır sorulmakta olan “kadın ne ister” sorusunun da belirişi mi? Hamlet’in trajedisi
ve bu trajediye tanılık eden ötekileri düşünürken,
Mona Lisa’da olduğu gibi birçok farklı sorunsalın
hali hazırda bulunduğunu söyleyebiliriz. Hamlet Trajedisi üzerinde tartışırken perspektifimizi
psikanalizin tarafından alırsak eğer, sorduğumuz
soruların belli başlıları şunlar olacaktır: Hamlet’in
arzusu, Gertrude’un kadınlığı, Œdipe sorunsalı ve
bir arzu nesnesi olarak Ophelia…
* İKÜ Psikoloji Bölümü lisans son sınıf öğrencisi.
** Lacan, J., Le Séminaire Livre XVIII: D’un discours qui ne sera pas un semblant (1970-71), Le Seuil, Paris 2007, s. 9-10.
14
Jacques Lacan’ın 1977 yılında yayınlanan Arzu
ve Hamlet’te Arzunun Yorumu2 [Desire and the Interpretation of Desire in Hamlet] adlı makalesinde
psikanalizin arzu dinamiklerine bakışı, Lacan’ın
deyişiyle arzusunu yitirmiş bir adam olan Hamlet
üzerinden işlenir. Konuya giriş Ophelia üzerinden
yapılır ve bu karakter özel bir önem taşımaktadır;
Lacan, Ophelia’nın Shakespeare tarafından trajedinin çekirdeğinde konumlandırıldığını ve belki
de en önemli karakterlerden biri haline getirildiğini yazar. Nesne Ophelia [The Object Ophelia]
başlığı altında yazılanlar, Hamlet’te karşımıza
çıkan arzunun trajedisini anlayabilmemizde yardımcı olacaktır. Böylelikle Lacan’ın bahsi edilen
makalesinin ışığında, Ophelia ve onun gösterdikleri üzerine bir inceleme yapılabilir.
I
İlk olarak, Lacan’ın metnin girişinde de üzerinde durduğu arzu dinamiklerine göz atılabilir.
Lacan beşinci semineri olan Bilinçdışının Oluşumları’nda3 kademeli olarak [Les Formations de
l’inconscient] Arzu şemasını [le Graphe du Désir]
oluşturur. Biz burada bu şemanın tümünü yorumlamayacağız, ancak arzunun dinamikleriyle ilgili
temel noktaların altını çizeceğiz. Arzu Ötekinin***
arzusudur4 temel varsayımıyla başlayabiliriz. Bu
varsayımı anlamak için anne-çocuk ilişkisindeki
ilksel zamana yani anne-çocuğun füzyonel ilişkisine baktığımızda, anne-çocuk tümgüçlü ilişkisinin
yerini çocuğun deneyimlemeye başladığı hayal kırıklıklarının ve yoksunlukların aldığını söyleyebiliriz: Anne artık doyum nesnesini geciktiren ya da
yerine getirmeyen konumdadır. Çocuğun burada
karşılaştığı, annenin yani çocuğun ilk Ötekisi olan
varlığın da eksikli, arzulayan bir varlık olduğu gerçeğidir. Çocuğun gözünden annesinin tümgüçlü
durumunun, simgesel bir fail tarafından (bu fail
yasanın temsilcisi Baba-nın-Adı’dır) imgesel bir
eksikliğe uğratıldığını söyleyebiliriz. Çocuk işte
tam da bu zamanda Öteki’nin arzusunun deneyimini yaşayarak benden ne ister sorusunu sorabilecektir. Çocuğun yaşantıladığı yoksunluk deneyimleri yapıcıdır çünkü biliyoruz ki annenin yokluğu,
eksikliğin gösterenler zincirinde yer almasına ve
gösterenler zincirinin de devingen bir durumda
kalabilmesine izin verecektir. Ayrıca Öteki’nin,
üzeri çizilmiş öznenin [$] (eksikli bir öznedir
çünkü arzu nesnesini sonsuza dek kaybetmeye
mahkûmdur) çağrısına verdiği cevap tatmin edici olamayacaktır, çünkü Öteki’de eksiklidir, diğer
bir deyişle var olmada eksiklidir [manque à etre].
Zaten arzu var-olmakta eksikliğin metonimisidir/
düzdeğişmecesidir5 ve Lacan’ın nesne a [l’objet
petit a] olarak adlandırdığı, sonsuza dek kaybedilen arzunun nedeni olan nesnedir6.
İşte şimdi beliren, var-olmakta eksikli olan
özne yani konuşan ancak ne söylediğini bilmeyen
bir öznedir. Arzu şemasında öznenin taleple [la
*** Öteki [Autre]: Özneyi belirleyen, ona dışsal olan ve simgesel
büyük öteki.
demande] düşlemsel(fantazmatik) bir ilişkide olduğunu görürüz [($◊D)]. Grafikte, bu ilişkinin her
zaman eksikliğe [S(A)] gönderimde bulunduğunu
okuyabiliriz. Bu eksikliğin ortadan kalktığı yerse
artık sadece bilinçdışı düşlemler olacaktır [$◊a].
Sonuç olarak arzulayan bir öznenin Öteki’yle ilişkisinde sürekli kaybedilen ve eksik olan bir
gösteren belirecektir; işte biz bu gösterene eksikliğin göstereni olan fallik gösteren yani fallus [phallus/ф] demekteyiz. Arzu Öteki’nin arzusudur ve
konuşan özne arzulamaya devam etmektedir.
II
Birinci perdede Hamlet, babasının hayaletiyle
karşılaşmış ve onun ölümüyle ilgili acı gerçekleri
duymuştur. Annesinin vakit kaybetmeden evlendiği amcası, öz babasının katilidir. Hamlet şimdi
imkânsızın trajedisinin oyuncusudur7; Lacan, yorumu simgeselden yana yapar yani yasın yokluğunu işler ve böylece Hamlet’in deliliğinin nedenlerini anlamaya başlarız. Fakat Hamlet’in deliliği
gerçek midir? Yoksa bu delilik uydurma bir delilik
midir?
Hamlet figürüne sıkı sıkıya bağlı olduğunu
gördüğümüz Ophelia karakterini, daha önce farkına varılmamış bir dilsel sürprizle tanıtır Lacan:
O Phallos [Fallόs/Φαλλός] der onun için. Burada fallusa**** yani fallik gösterene bir gönderim
olduğu açıktır. Fallus, yasanın gösterenidir, aynı
zamanda değiş-tokuş edilebilir simgesel bir «hiç»
nesnedir ve insandaki her arzunun cinsel bir arzu
olduğunu gösterir: İnsanın vazgeçmek zorunda
kalmış olduğu ensest arzudur8. Lacan’ın nesne
olarak Ophelia konusunu üç düzeyde işlediğini
görürüz metinde. Hamlet ile Ophelia’nın karşılaştığı tiratlar bu bakımdan önemlidir.
İlk düzeyde Hamlet’in var olmak ya da olmamak***** [to be or not to be] tiradının ardından Ophelia’nın durumu konu edilir. Hamlet Ophelia’ya
karşı, yani nesneye, yeni bir konum alır. Bu konum
eskisinden daha uzak, daha yabancıdır. Hamlet
Ophelia’yı hem kendine doğru çeker ama aynı zamanda da iter görünür. Aklımıza hemen Freud’un
tekinsiz [unheimlich] kavramı gelebilir. Tekinsiz
olan tekin olanı da içerebilir, dehşet verici olan alışıldık olana, aynı şekilde korku uyandıran bilindik
**** Fallus kavramıyla ilgili detaylı bilgi için bknz.: Nasio, J.D.,
Psikanalizin Dört Temel Kavramı (1988), İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s. 59-72: Özge Erşen – Murat Erşen (çev.)
***** Referans olarak Sabahattin Eyüpoğlu çevirisi alınmıştır.
15
olana dönüşebilir9. Ophelia Hamlet’in gözünde
tekinsiz bir durumda mıdır şimdi? Shakespeare
bu durumu anlatmak için enstragement [soğumak, yabancılaşmak] kelimesini kullanır.
Bu bölümden sonra Ophelia’nın Hamlet için
tamamen önemsizleşmiş olduğu görülür. O şimdi
bir aşk nesnesi olmaktan çözünmüştür denilebilir.
Hamlet ansızın seni bir zamanlar sevmiştim [I did
love you once] diyecektir. Bundan sonra Hamlet’in
Ophelia karakterine tutumu zalimce bir saldırganlığın temellendirdiği ilişki içinde ilerler. Lacan
burada düşlemsel ilişkinin sapkın dengesizliğinden bahseder ve düşlemin bölünmüş özneden
nesneye doğru devrildiğini yazar. Hamlet bundan
sonra Ophelia’ya kadın muamelesi göstermez. Bu
karakter onun gözünde günah doğuran, günah
üreten birine dönüşür sadece. Ophelia önceki
konumundan indirilmiştir; Hamlet’in yaşamaya
mahkum olduğu hayatın referans noktası değildir artık. Bu referans noktasının kaybını nesnenin
kaybedilmesi, ortadan kalkması olarak yazabiliriz. Özne, nesneyi tüm varoluşsal gücüyle dışarı
atar [reject] diye yazacaktır Lacan.
Hamlet kendini feda edene kadar da nesnesini bulamayacaktır. İşte burada kaybedilen nesne,
Arzu şemasına değinirken de gördüğümüz gibi,
imgesel fallusa eşdeğerdir.
16
İkinci düzeye, Hamlet’in imgesel yaşamının
sembolü olan Ophelia’nın gerçeğinin Hamlet’in
imgesel fallusuna eşdeğer oluşuyla başlayabiliriz.
Çünkü özne fallusu yani arzu nesnesini dışarı
atmak durumundadır. Shakespeare nunnery kelimesini kullanarak Hamlet’in Ophelia’yı nasıl
gördüğünü anlatır bize. Bu kelime hem rahibe
manastırı anlamına gelir, hem de genel ev. Lacan
şunu soracaktır: Oyun boyunca Hamlet’in tutumlarında beliren fallusla ve arzu nesnesiyle olan
ilişkisi değil midir? Hamlet bu fırlatışın ardından
Ophelia’nın bacaklarına kafasını koymak isteyecektir: “Lady, bacağınıza uzanabilir miyim?”
Hamlet’in deliliğiyle hırpalanan Ophelia, eski
sevgilisinin yanlışlıkla babasını öldürdüğünü öğrenince, kendini türkülere vurur ve divane gibi dolaşır ortalıkta. Kral ve kraliçe, Ophelia’nın bu halini beğenmez. Ophelia kendi değerini ve sevgilisini
kaybetmişken, şimdi bir de babasını yitirmiştir.
Tüm bu olanların üzerine Ophelia’nın ölüm haberini kraliçeden dinleriz. Elinde çiçeklerle, zavallı
kızcağız nehirde boğulup gitmiştir. Lacan tam bu
sırada Ophelia’nın elindeki çiçeklere dikkat çeker.
Ophelia kendini boğduğunda elinde olan çiçeklerden biri de dead men’s fingers [ölü adamların
parmakları]dır diye yazar. Söz konusu bitki yani
Orchis Mascula [sahlep] adamotu [mandrake]
bitki ailesiyle ilişkilidir ve bundan dolayı da oyun-
sevilmekten vazgeçişin bıraktığı derin yaraların izlerini görürüz. Kadınlığın, kadın bedenini tümüyle fallik kıldığını söylersek eğer, erkekten farklı
olarak kadının kendi narsizmini bulabileceği bir
nesne (erkek) aradığını söyleyebiliriz11. Ancak
Hamlet, onu artık bir kadın olarak bile görmez.
Bu durumda, arkaik ayrılma ve terk edilme düşlemleriyle baş başa kalan Ophelia’nın bedenini,
kendisini tümden yitirme isteğinden bahsedebiliriz. Öyle ki, bu yitirişi babasının ölümüyle birlikte dehşetli bir şekilde görürüz. Sonuçta annenin
kucağına, karnına yeniden girme ve yeniden onun
fallusu olma düşlemlerini hediye çiçekleriyle birlikte kendini nehre atarak gerçekleştirir Ophelia
ve böylelikle Hamlet’in trajedisi de onun için sona
erecektir.
daki bu çiçek fallik elementleri işaret eder.
Üçüncü düzeyde, Lacan’ın mezarlık sahnesine dikkat çektiği görülür. Mezarlığın yanında bir
savaş verilir şimdi: Bir tarafta Ophelia’nın cansız
bedeni, bir tarafta ise Hamlet’in uydurma deliliği. Bir türlü kendi zamanında konumlanamayan
Hamlet, nevrotiklere özgü durumuyla, mezarlık
sahnesinin ardından yazgısının peşinden koşmaya karar verir. Burada gördüğümüz ölümün ve yasın bedeli olarak kazanılan, Lacan’ın nesne a’sına
yeniden bir yazılım mıdır? İmgeselin ve simgeselin de ötesinde olan ölüm gerçeği, Hamlet’i de aşarak oyuna damgasını vuracaktır.
Lacan’ın XXI. Seminerinde dile getirdiği şu
cümle bizim için önemlidir: “Kadınlık, erkeğin
kendi yazgısını bulduğu yer haline gelir, tıpkı
kadının erkeğin semptomu haline geldiği gibi”10.
Hamlet oyun boyunca annesinin ne istediğini bilmeye çalışmayacak mıdır? Kahramanımız annesinin kadınsılığıyla****** yüz yüze geldiği her zaman
deliliğine sarılmaktadır. Ophelia’nın tarafında da
Hamlet için onu bekleyen, kadınlığın açıklamaya
direnen tarafı ve ayrıca hem cezbeden hem de
tehditkar olan öteki cinsle ilişkisinde kendi
öznelliğini arama çabası bulunmaktadır.
Sonuç olarak trajedinin temel kadın karakterlerinden biri olan Ophelia’da, Hamlet tarafından
****** Kadınsı: Bilinçdışında yalnızca bir delik olarak varsaydığımız, kökensel olarak bastırılan ve fallik sınırın da
ötesinde oluşan ruhsal kısım.
Kaynakça:
1. Eliot, T.S., “Hamlet” (1919), Selected Prose of T.S.
Eliot içinde, Frank Kermode (haz.), Londra, 1975.
2. Lacan, J., “Desire and the Interpretation of Desire in
Hamlet”, Yale French Studies No. 55/56 içinde, 1977,
s.11-52 (http://www.jstor.org/stable/2930434)
3. Lacan, J., Le Séminaire Livre V: Les formations de
l’inconscient (1957-58), Le Seuil, Paris, 1998.
4. Erşen, Ö., La Substantialite du Sujet de l’inconscient,
yayınlanmamış yüksek lisans tezi, 2004-5, s. 40,
USD.
5. Siboni, J., Le Désir est la Métonymie du Manque
à Etre, Centre de Recherce en Psychanalyse et
Écritures’de Angoisse et désir adlı kolokyumda
sunulmuştur, Paris, 2006.
6. Lanneval, M.N., L’Œdipe et la Castration chez
Lacan, 2011 (http://www.psyetdroit.eu/wp-content/
uploads/2011/12/MNL-Oedipe-et-castration.pdf).
7. Roudinesco, E., Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan
(2011), Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 106: Nami
Başer (çev.).
8. Nasio, J.D., Psikanalizin Dört Temel Kavramı (1988),
İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s. 59-72: Özge Erşen –
Murat Erşen (çev.).
9. Soysal, Ö., “Çevirmenin Öznelliği: Bekleme Odası
ve İlk Karşılaşma, Kültürler Arası Çalışmalar:
Ötekinin Sözü içinde, Soysal, Ö. Ve İçellioğlu, S.
(haz.), Kültür Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012,
s.77.
10.Rose, J., Görme ve Cinsellik (1986,2005), Metis
Yayınları, İstanbul, 2010, s.122: Ayşe D. Temiz (çev.).
11. Freud, S., “Cinsler Arasındaki Anatomik Farkın Bazı
Ruhsal Sonuçları” (1925), Cinsellik Üzerine içinde,
Payel Yayınları, İstanbul, 2011, s. 313-333: Emre
Kapkın (çev.).
17
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Sevi Algan’la Tiyatro,
Dans ve Beden Üzeri̇ne…
Söyleşi: Seda Kantarcı*
Y
önetmen ve oyuncu Beklan Algan ve Ayla
Algan’ın kızı olan Sevi Algan, 2003 yılında
Hollanda’da Hogeschool voor de Kunsten Arnhem,
Dansacademie+EDDC’den dört yıllık bir eğitimin
ardından mezun oldu. 1996 yılında moda tasarımı
okuduğu yıllarda İstanbul Şehir Tiyatrolarına
bağlı T.A.L-Tiyatro Araştırma Labaratuvarı’nda
Mustafa Kaplan, Ayla ve Beklan Algan ile çalıştı.
1998 ‘de New York’ta Maureen Fleming ile Butoh,
farklı hocalarla Modern ve Çağdaş Dans Teknikleri üzerine çalışmalar yaptı. Herhangi bir kuruma
bağlı olmadan farklı tiyatro yönetmenlerinin ve
* Psikolog, İKÜ psikoloji bölümü “Endüstri ve Örgüt Psikolojisi” yüksek lisans öğrencisi.
18
koreografların projelerinde dansçı/oyuncu olarak
yer almayı tercih etmiştir. Paul Bargetto (NY),
Emre Koyuncuoğlu (Türkiye), Carlos Pez (Belçika),
Ayla Algan (Türkiye) bunlardan bazılarıdır. ÇATI
Çağdaş Dans Sanatçıları Derneği’nin kurucularındandır.
Sanatçı bir ailenin içine doğmakla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Sanatçı bir ailede doğmak hem bir şans ve
avantaj hem de dezavantaj, öyle başlayayım.
Şöyle ki sanatçı oldukları zaman hem çok fazla
çocukları ile ilgilenebiliyorlar, hem de çocukların yalnız oldukları dönemler çok fazla olabiliyor.
Bunu kendim üzerinden değil genel bir şey olarak
tanımlıyorum. Ben beş yaşındayken beni kandı-
rırlardı hostes olacaksın diye ve uçağa tek başıma
binerdim. Hakikaten hostes koltuğuna oturturlardı ve annemin yanına Almanya’ ya giderdim.
Annemler işçi tiyatrosu yapıyorlardı orada, Türk
işçilerine yönelik bir çalışmaydı. O şekilde uçakla
gidiyordum, gerisini sen hayal et artık. Annem,
babam gittiğinde anneannemle kalıyordum. Anneannem de sanatçıydı, ressam. Bana da oyun
yerine boyaları koyardı önüme resim yapardım.
3 yaşımdan başlıyor yağlıboya resimlerim. Bir tek
büyükbabam sanatla uğraşmıyordu, tüccardı. O
da “Ben de resim yapacağim.” diyordu. Annem
de “Aman sen yapma o zaman aç kalırız.” diyordu. Öyle resim yaparak başladım. 4 yaşımda da
dans etmeye, salonun ortasında doğaçlama yapmaya, uzunca yollara koridorlara dayanamayıp,
yürümek, koşmak yerine parende atarak gitmeye
başladım. Anneannem teybe basıyordu, müzik çalıyordu, ben de hareket ediyordum. O da “ Yerden
kalkarken ellerini koyma kızım.” diyordu, teknik
çalışmaya da başlamıştım senin anlayacağın.
Oyunculuğa nasıl başladınız?
Kompozisyon ödevlerimde Michael Jackson ile
Hamlet’i karşılaştırıyordum, bardaki diyaloglarını
yazıyordum. Annemle babamın çok büyük etkisi
olmuştur. 5 buçuk yaşında Almanya’ya gittiğimde
Tuncel Kurtiz, Şener Şen de oyunların içindelerdi.
5 saatlik oyunu oturup izliyordum ses çıkarmadan. Oranın Alman genel sanat yönetmeni Peter
Stein vardı. Ondan izin alıyordum seyretmek için.
O da “Orman kirpikli kızım bu benim en iyi yaptığım oyun seyredebilirsin.” diyordu. Kanlı sahnelerde annem beni çıkartmaya çalışıyordu.
Ben de “Anne benim ayaklarımı istediğim yerden kaldırıp, istemediğim yere nasıl koyarsın!”
diyormuşum, annem de ben o laftan çok şey öğrendim der, öğrencilerine de “Ayaklarınız nerede durmak istiyorsa orada durun” der. Aslında
okulda da birinin metin ihtiyacı olduğunda, söz
söylemesi gerekiyorsa, dans akademisiydi çünkü,
orada da beni seçiyorlardı. Zaten dansla tiyatro arasında bir şeyler yapmaya başlamıştım. İlk
sahne deneyimim bir limanda oldu. Hüseyin Katırcıoğlu’nun düzenlediği Assos Festivali’nde, sonra Hollanda’da ve Amerika’da çalışmalar yaptım.
Babamla “Anlar” adında gelişme sürecinde bir iş
çıkardık. Geldikten sonra da “Çizmeli Kedi” diye
bir çocuk oyununa girdim, müzikaldi. Sonra bir
ikincisi geldi “Benim Tatlı Meleğim” diye. Ondan
sonra annemin yönettiği ve oynadığı “Troyalı Kadınlar” geldi. Benim ilk başrolüm diyebilirim. Troyalı Kadınlar’da Andromakhe’yi oynadım. Öyle
öyle başladım. Emre Koyuncuoğlu’nun çalışmaları
çok ilgimi çekti, hala da birlikte çalışıyoruz, daha
hareket ve beden odaklı… Artık zaten dans ve tiyatro çok ayrı şeyler değil. Uluslararası çerçevede
baktığımızda, beden ve sözü ayırmıyorlar. Bizde
de aslında yavaş yavaş beden de ön plana geçmeye başladı. Oyuncu dediğimiz kişinin, sadece söz
olanakları yok, görsel bir sanat sahne sanatları.
Dolayısıyla bedenin de bütün olanaklarını, limitlerini kullanmak çok önemli. Zihinsel olarak da
baktığımızda soyut olanı da algılayabilecek, anlayabilecek bir yapısı var insanın ve o katmanı da
kullanmak çok önemli bence. O katmanı sahnede
var edebilmek. Hatta farklı disiplinlerden yararlanmak... Bir sürü sahne sanatlarında artık dans,
tiyatro, resim, video, müzik yani çok kültürlü ve
çok disiplinli, disiplinlerarası bir bakış açısı var.
Bu da bence insanın çok yönlü olmasıyla ilgili. Bu
tür bir bakış açısı estetik olarak benim daha çok
ilgimi çekiyor diyebilirim.
Türkiye’deki konservatif eğitimin daha söze
dayalı, daha klasik bir yapısı var. Gerçi Brecht üzerine çalışanlar da var ama bedenin limitleri çok
fazla kullanılmıyor. Daha çok okuldan çıkanlar bu
alanda kendi denemelerini yaparak bu alanı itmeye, açmaya çalışıyorlar. Bir arayış içine giriyorlar.
Bence bu çalışmalar ve arayışlar çok önemli, farklı
disiplinlerle bir arada durabilmeyi sağlıyor.
Bir oyunu seyretmek mi, yoksa oyuncu olarak
sahnede yer almak mı sizi daha çok tatmin ediyor?
İyi bir oyun seyrettiğim zaman çok mutlu oluyorum, çünkü ben oyunu seyrederken de yaratıcı
oluyorum. Benim için önemli olan iki tarafta da,
canlı ile canlının karşılaşması. Bu sadece tiyatroda
var. Oyuncu dediğim zaman oyuncu ve dansçı benim için ayırt edilen bir noktada değil. Genel anlamda söylüyorum ama “performer” performans
gerçekleştiren, eylemde bulunan diyelim. Resimde sanatçı yapıyor eserini ve duvara asıyor, yaratımı nesneleşiyor ve çıkıyor ondan, oyuncunun ise
enstrümanı kendi bedeni. Dolayısıyla nesnelleştirdiği şeyler de bedeninde, sözünde ve enerjisinde. Ama iyi oyuncu dediğimiz halen seyirciye algıları açık olandır bence. O sırada bir şeyler oluyor,
seyircinin ne kadar sözel cevabı olmasa da, sözle
19
bir şey söylemese de kinestetik bir geribildirim
var. Annem, pazar günkü seyirci ile diğer günlerin
seyircisinin farklı olduğunu söyler. Çünkü pazar
günü anne-baba-çocuk bir aile olarak geliyorlar.
Bir yerde gülünecekse, ötekinden dolayı gülmeyebiliyor. Daha aile yapısında insanlar geliyor. Dolayısıyla hangi durumda ne olduğu çok önemli.
Aralarında bir eylem alanı var mı? Sahnedeki
alanı, hem sahnedeki oyuncunun
hem de izleyenin paylaştığı alan
olarak düşünebilir miyiz?
maz. Bununla birlikte perde her açıldığında farklı
bir karşılaşma yaşanıyor. Bunun sizdeki yansıması
nasıl oluyor?
Kimin seyrettiği ile çok ilişkili. Annem buna
bir örnek vermişti, tam hatırlayamıyorum hangi
oyundu ama bir yerde direniş sergileyen bir kadını oynuyormuş ve izleyenler de öğretmenmiş,
o dönemde de öğretmenler birtakım problemler
Düşünebiliriz tabi ki ve bir eylem alanı var ve o eylem alanı içerisinden ona göre bir enerji dalgası çıkıyor; yaşayan bir varlık.
Belki çok net eylemde bulunmuyor ama bir şey gönderiyor. Diyoruz ki bugünkü seyirci tepkisizdi
ya da soğuktu. Hâlbuki güldü
ses çıkardı anlamında değil bu.
Oradaki varoluşu geçiyor. Aradaki iletişim çok önemli, buna
açık olmak önemli, hem oyuncu
hem seyirci olarak. Oyuncu olarak seyirci olmak da bambaşka
bir dünya. Bazı oyunlar iyi değilse çok teknik bakmaya başlıyorum. Anlıyorum ki beni başka
yerlere gönderememiş. Bu başka
hiçbir sanat dalında yok, sahne
sanatları canlıyla canlının iletişimde olması anlamında geçirgenlik bakımından çok önemli.
Sporda da var bu biraz ama sahne
sanatlarında daha farklı.
“Ses” ve “bakış” bu alanın iki
önemli önceliği sanki…
Kinestetik olanı da var bence tabi, bazı performanslarda koku da kullanıyorlar. Başka bir sürü
teknik de var. Çok farklı, tabi bu oyundan oyuna
değişiyor. Evet en ön planda olan ses ve görsellik.
Bir de izleyicinin hayal gücü ve kendi yaşamı var.
İzledikleri, seyrettikleri neye denk geliyor, onda
neleri tetikliyor, ne düşünüyor, soruyor, bazen bu
o anda da olmuyor, hayatının başka bir anında hatırlayabiliyor. Babamın bir sözü vardı “Tiyatro kalıcı değil, vurucudur”.
Tiyatro şimdiki zaman sanatıdır ve karşılaşma
içerir. Orada söylenenler, yapılanlar geri alına20
yaşıyormuş. Oynadığı karakter öğretmen olmadığı
halde “Birden kendimi öğretmen gibi hissettim”
demişti. Yani onların bakışı oradaki insanın etkisi, kurguyu bozmadan -dramatürjide buna tutarlı
diyoruz- oyuncuya geçiyor. Ambiyans üzerinde seyircinin de etkisi var. Mesela Troyalı Kadınlar’da
bazı günlerde ve oyunun bazı bölümlerinde ağlamak daha kolay oluyor. Ama bazı günlerde farklı bir seyirciyle bu olmuyor. O biraz kendi duygu
durumunla da bağlantılı tabi. Mesela, Andromakhe’nin çocuğunu alıp götürüyorlar, eğer seyirciler
arasında daha çok anne varsa, daha yoğun hissetmeye başlıyorum. Geribildirim için geldiklerinde
bakıyorum nasıl insanlar gelmiş seyirci olarak
diye, birbirini tutuyor.
Peki bir oyuncu rolüne nasıl hazırlanır? Canlandıracağınız bir karakter için ön hazırlık yapıyor musunuz? Bu süreci biraz anlatabilir misiniz
bize?
Gözlemi her zaman yapıyoruz sanırım. Oyuncu
dediğimiz zaman zaten temelinde ne var: Oyun.
Dolayısıyla ben günlük hayatımda çok eskiden
bu yana, insanlara sürekli bakardım. Arkadaşım,
“Sevi adamların içine gireceksin, ne bakıyorsun?!”
derdi. “Çok merak ediyorum nasıl yaşıyorlar?”
derdim. Onu ben özellikle oyunculuk çalışması
yapayım diye yapmazdım. İnsanları merak ettiğim
için, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini merak
ettiğim için yapardım. Çünkü tiyatro dediğimiz
şey, yine babamın çok güzel bir açıklaması var,
daha iyisini bulamadığım için onu söyleyeceğim:
“İnsanın insanla, toplumla, evrenle ve sonra tekrar kendisiyle kurduğu ilişkidir.” Zaten ben merak
ettiğim için bu gözlemi yapıyordum. Nasıl oturuyor, nasıl kalkıyor, çocuğu ile nasıl ilişki kuruyor,
ne giymiş, nasıl bir aileden gelmiş olabilir? vb.
Troyalı Kadınlar’da Andromakhe’yi oynamadan
önce, biyografisine baktım. Andromakhe’nin kocası, tarihsel olarak nasıl bir yaşantısı vardı. İlişkileri nasıldı? Günümüzde nasıl
değişti, sosyal olarak nasıl bir
yapının içerisindeydi. Aslında
kişilik özellikleri, coğrafi, politik özellikler… bunlara bakıyorum. Süleyman Velioğlu’nun bir
kişilik incelemesi var, genelde
karakter analizini bu inceleme
üzerinden yapıyoruz TAL’da.
İlk olarak tekste bakıyorum, bu
kimmiş, yazar bunu nasıl yazmış. Mesela “Senin gibi küçücük
boylu bir kadın bu orduya nasıl
karşı çıkabilir?”, demek ki ufak
boylu ve direniyor. Nereye kadar direniyor? Psikolojik olarak
neler etkileyebilir gibi…
Eğer tekst tiyatrosu yapmıyorsam malzeme benden geliyor, malzeme objeden gelebiliyor. Bir obje kullandığım zaman
o obje beni nasıl değiştiriyor?
Ve o değişiklikler beni nasıl
etkiliyor? Her türde, estetikte
farklı çalışmalar yapılıyor aslında. Şöyle toparlarsak klasik
tiyatroda farklı çalışılıyor, daha
belki daha lineer bir yapısı var
diyebiliriz. Dans tiyatrosunda
farklı bir çalışma var. Orada karakter daha az, hatta yok gibi. Farklı durumlarda
farklı şeylere bürünebiliyorsun. Klasik bir oyunda
karakterin çizgisi baştan sona aynıdır ve tutarlılık
göstermesi lazımdır. Dans tiyatrosunda parça parça daha postmodern bir yapı ya da daha modern
bir yapı da olabiliyor. Tip karaktere göre daha yüzeyseldir. Sinemada olsa, ancak kamera onun içine
girerse, onu tanımak isterse karaktere doğru gideriz, öteki türlü tiptir o. Sadece dansta hiç söz yok,
o zaman anatomik ya da farklı imajlar üzerinden
çalışabiliyoruz.
21
Dansta tiyatrodaki gibi sözler yok. Beden tüm
söylemlerin yerine geçmekte. Her ikisinin de sahneyle ve genel olarak mekânla ilişkilerini nasıl düşünebiliriz?
Yine türüne bağlı olarak orayı başka bir mekâna çevirmeye başlıyorsun. Mesela bizim kendi
geleneksel kültürümüzde var. Meddah ve yamağı
çıkıyor. Meddah “Burada bir dağ var.” diyor. Yamağı
seyirciye dönüp diyor ki “Burada bir dağ var mı?
Uyduruyor bu!” Dolayısıyla seyirciyi mekânı değiştirmeye doğru, o dağı görene kadar bir oyun oynuyorlar. Orada bir dağ hayal ettirmeye çalışıyor.
Kavramsal çalışanlar var, dekorla çalışanlar da.
Benim çalıştığım türde dekor çok fazla kullanılmıyor. Küçük bir yerdeysem bedenimi daha küçük
kullanıyorum daha büyük bir yerdeysem ona göre
bedenimi kullanıyorum. Açık havada olan birinin
bedeni ile hücrede olan birinin bedeni nasıl farklıysa, bunu hayal edip duyumsayarak, bedenimle
bir mekân kurmaya başlıyorum sahnede ve seyirci
de bunu görüyor ya da görmüyor. Hayal gücü kuvvetliyse görüyor, değilse başka şeylere bakıyor. Bu
seyirciyle de ilgili bir soru. Bakış açısını, zihninin
farklı bölgelerini nasıl tetikleriz?
Beden dili ve hareket üzerine atölyeler
düzenlemektesiniz. Bize bunlardan bahsedebilir misiniz?
22
Oyuncu, dansçı, performansçı, eğitimci
diyeyim ama demeyeyim, burası önemli bir nokta
aktarımcı diyelim. Aktarmak ve paylaşmak. Çünkü
o zaman ben de gelişebiliyorum. Eğitimci dendiği
zaman bir kalıp varmış ve onu öğretecekmişim
gibi geliyor. Hâlbuki aktarımcı sürekli kendisi de
değişen bir varlık.
Amerikaya gitmeden önce de 1996-1998 arası
Mustafa Kaplan’la çalışmaya başlamıştık. Çok iyi
uluslararası bir dansçı. Babam (Beklan Algan) ve
annemin (Ayla Algan) kurduğu Şehir Tiyatroları’na
bağlı TAL’de (Tiyatro Araştırma Laboratuvarı) onlar bize bir alan açtılar. Mustafa Kaplan da Şehir
Tiyatroları’ndaydı o zaman ve gelin burada çalışın
dediler. Dans birimini sen götür demişti, babam
Mustafa’ya. Bir iki iş çıkardıktan sonra Amerikaya ve Hollandaya gittim. Benim için çok heyecan
vericiydi çünkü moda tasarımı okuyordum ne
yapacağımı bilmiyordum, derken Mustafa ders
yapıyordu TAL’de. “Bana hadi gel” deyince çok iyi
gelmişti. Her akşam ders yapıyorduk. Hatta şimdi
hala yapıyoruz. Bir yer bulduk, çatı katında olduğu için oranın ismi ÇATI oldu. Şimdi 3. mekânımızı
değiştiriyoruz, hepsi çatı katında. Her akşam ders
yapmaya devam ettik. Hareket ve dans dersleri veriliyor. Şimdi de başkanı olduğum bir dernek bu.
2005’te dernek (Çatı Çağdaş Dans Sanatçıları Derneği) oldu, projeler yapıldı. 96’dan beri akşamları
geleneksel olarak ders var ve herkese açık. Bunlar
hep gönüllü olarak yapılıyor. Dernek olduğu için
ufak bir eğitim ücreti oluyor. Hafta içi, hafta sonları hep ders var. Cumartesi Afrika dansı, pazar günü
kontak doğaçlama… Hareket etmek, özgür bir alanı yaşamak isteyenler için… Derslerimize radyolog
da, psikolog da, matematikçi de, her meslek grubundan insan geliyor. Bir buluşma alanı aynı zamanda. Öyle bir misyon da edindik.
yok. Şimdi şuna da bakmak lazım yapılar bedenleri nasıl değiştiriyor. Mekânlar ufalmaya başlıyor
onun üzerine müzik geliyor. Alışveriş merkezlerinde, cezaevlerinde de pop müzik çalıyorlar kendi düşüncelerini düşünemesinler diye. Dolayısıyla
mümkün olduğunca öznelliği yitirebileceğimiz,
mümkün olduğunca düşünmeden duygulanımları
azaltarak, yaşamaya doğru gidiliyor.
projeleri kapsamında bu kadar kolaylıkla
yok edilmesi, yerlerine tüketim alanlarının
yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
destek olmadan gönüllü olarak yaptık. Çünkü biz
böyle gördük. Kültür Bakanlığı sadece tiyatroya
destek veriyordu, artık yavaş yavaş dansa da destek verebilir.
Mekân demişken güncel bir konuya da değinebiliriz. Mekân, öznel ve toplumsal tarihin oluşumundaki en önemli unsurlarından olmasına rağmen, hem öznel hem toplumsal belleğin simgeleri
olan mekânların günümüzde kentsel dönüşüm
Emre Koyuncuoğlu ile bir iş yapmıştık Sinop
Cezaevi’nde. Ne kadar o dönemi ben yaşamamışsam da o mekâna girdiğin zaman çok enteresan
şeyler yaşıyorsun. Oraya gittiğimiz zaman Sabahattin Ali’nin odasına baktık. Soba var, küçük bir
oda… Deniz kenarındaydı onun odası ve “Aldırma
Gönül” şiirini, onu şiiri yazarken düşündüm. Bir
baktım aşağıya oraya bir tersane yapılmış. Hayal
kırıklığına uğradım. Fransa’da bu tarzda şiirlerin,
toplumsal bellekte iz yapmış edebi ürünlerin geçtiği yapıların bahsedildiği yerlerin, yıkılması değiştirilmesi kanunen yasak, tabi biz de böyle bir şey
Biz birkaç defa mekân değiştirmek durumunda
kaldık. Eski iki mekanımızdan da ya restorasyona
girip rezidans olacağı için ya da yerine başka bir
şey yapacakları için taşındık. Bir yer aradık satın
alalım artık diye ama hala kiradayız. Şimdiye kadar kendi emeğimiz ve olanaklarımızla, dışarıdan
Yeni mekânlar bakarken fark ettiğim, uçta kalan, en girilmeyecek, kalınamayacak yerlere daha
çok çağdaş sanat ile ilgili olanlar giriyor ki, sonrasında oralara kadın girebiliyor. Çünkü kadının
girebildiği yerler, daha yaşanabilir, girilebilir bir
alan olmaya başlıyor. Benim gördüğüm kadarıyla,
ondan sonra orası yavaş yavaş dönüşüyor ve normalleşmeye, daha zengin bir hal almaya başlıyor
diyebilirim.
Bakalım kentsel dönüşümle beraber bedenler
nasıl değişecek? Aslında değişimin ne yönde ya23
pıldığıyla ilgili, onun yerine ne gördüğünle alakalı. Her yer alışveriş merkezi, iş yeri olduğu zaman
ülke olarak büyüyoruz belki ama yaşam alanlarımız kalmıyor, küçülüyor. Bu yüzden değişikliğin ne
için kullanıldığı önemli, bir sömürü var burada.
Son dönemlerde izlediğiniz hangi tiyatro
oyunu ve film sizi etkiledi?
Almanya’dan bir grup gelmişti. Dava’yı oynamışlardı. Mesela ben oyunlarda dekor çok sevmem
ama buradaki dekoru çok sevmiştim. Sahnenin ortasında bir alan vardı tabak gibi, o alan yükseldiği
zaman bir göz gibi oluyor. İçinde eşyalar var. O göz
kalkmaya başlıyor. İnsanlar tutunarak duruyorlar. Beden için risk faktörü de var. Gözlemlenmek
üzerine. Daha çok oyuncunun, dansçının, performansçının gerçekten o sırada gerçek olan bir şeyi
yaşaması, bir deneyim, eylem içinde olması beni
heyecanlandırıyor. Bir risk taşıması gerekiyor. Gerek fiziksel, gerek psikolojik.
Japon sinemasını seviyorum. Görsel olduğu için
doğa var içerisinde, onların insan ilişkileri sessizlik içerisindeki anlatımlar, doğa ve birbirleriyle
kurdukları ilişkiler bana ilginç geliyor. Daha gündelik üstü olduğunu düşünüyorum. Son iki senedir
de internetten oyun seyrediyorum, deneysel bazı
çalışmalar oluyor daha çok onları izliyorum.
Psikoloji öğrencilerine önerebileceğiniz
bir kitap var mı?
Jung’un İnsan ve sembolleri kitabını çok
sevmiştim. Kültür, antropoloji ve psikoloji üçlüsünü bir arada barındıran kitapları seviyorum. Bence
hangi toplum nasıl bir kültür, nasıl bir kökten geliyor anlamak önemlidir. Kitabı baştan sona okuyan
biri değilimdir, çalışmalarım hangi yöndeyse ona
yönelik kitabın ilgili bölümlerini okuyorum. Makale okumayı daha çok seviyorum aslında.
Mesela Sevim Burak çalışıyoruz şimdi Emre
Koyuncuoğlu ile. Sevim Burak’ın dilini öğrenmeye
çalışıyorum yazar olarak, hayat görüşü nasıl? Çünkü kadın düz yazı yazmıyor. Yazarken de yazıyor, o
kâğıdı yırtıyor, bir yere koyuyor, yapıştırıyor. Evinde parça parça kâğıtlar halinde çalışıyor. Perdeye
yapıştırıyor, yatağının üzerine…”Şöyle sonsuz bir
yolum, koridorum olsa da bütün kâğıtlarımı oralara yapıştırsam” dermiş. Lineer çalışmıyor kafası,
montaj yapıyor, çağrışım yapıyor. Bir şey yazıyor
sonra başka bir şeyi ekliyor yırtıyor. Çok entere24
san. Sıçramalı olarak ilerliyor. Yeni sanat çalışmaları da öyle. Tiyatro ve dans, sinemadaki montaj
tekniğini kullanıyor. Sevim Burak da baktığın zaman çalışmalarına, oradan bir şey alıyor, başka bir
şeyden başka bir şey alıyor. Kalp hastası olduğu
için, hastanede kaldığı dönemde de çalışmalarını
çarşafların üzerine serermiş. Şu dönem daha çok
Sevim Burak’la haşır neşirim. Okuması çok zor bir
metin. Mesela “Afrika Dans”nı önerebilirim. Bir
psikiyatrist gözünden, Reha Erdem’in eşi, Nilüfer
Güngörmüş Erdem’in Sevim Burak üzerine yazdığı yazılar bulunmakta ve yayına hazırladığı “Ford
Mach I” kitabı da var. Önerebileceğim başka Mabel
Elsworth Todd’un “The Thinking Body” kitabı var.
Çok teknik bir kitap ama benim her zaman geri dönüp baktığım bir kitap. Mesela bir insanın yürüyüşünden, hareketlerinden nasıl o insanı tanıyoruz
gibi beden üzerinden bir bakış açısı var.
Simone de Beauvoir’un “Denemeler” diye bir
kitabı var. Bir çocuk, yan apartmandan bir çocuk
öldü diye bütün gün ağlıyor. Annesi babası ona
“Üzülme.” diyor ama çocuk ağlamaya devam ediyor. “Aaa yeter be o senin kardeşin mi, niye bu kadar ağlıyorsun?” diyorlar. Çocuk da “Kardeşim değilse ağlamamam mı gerekiyor?”diye yanıt veriyor.
Yakınımızdakiyle ne kadar ilişki kuruyoruz? Kendini kahredebilirsin de, sonsuz bir şey bu. Nasıl bir
aksiyona geçiyorsun bununla ilgili. Dünya üzerinde bir sürü şey oluyor. Kendini de mahvetmek değil ama dünya insanı mısın gibi bir soru var aslında? Nereye kadar duyarlılık? Ben bu anlamda çok
mutsuzum. Yeni teknikler, hayal gücü ile bilişsel
olarak kaçamak noktaları buldum kendime. Benim
için bir nefes oldu. Tutunabileceğim bir imge benim için. Üzülmemek değil ama birlikte boğulmamak. Sen boğulursan, sen de bir şey yapamazsın.
Kendi devrimini gerçekleştirmek. New age bir şey
gerçi ama kendi devrimimizi gerçekleştirmeden
başka devrimler olmaz. Bir şekilde kendi bulunduğun alanı değiştirmeye başlıyorsun aslında. Bir işe
yaramıyorum deyip, kendimizi geri çekmemeliyiz.
Bu güzel bir sonlandırış oldu. Keyifli söyleşi
için çok teşekkürler.
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Yakınlaşan ve Uzaklaşan
Gerçeklik
Ece Naz Ermiş*
“Sanat, gerçekleri tanımamıza yardımcı olan
bir yalandır.”
Pablo Picasso
“Gerçek bölünemez, bu yüzden kendini
tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan
olmak zorundadır. “
Franz Kafka
S
inema, kamera arkasında bir yığın teknik
kurmaca ve yapaylığı barındırsa da, izleyicinin baktığı ekranda “gerçek” olarak tanımlanmak zorundadır. Zorunluluğu, onu biraz da diğer
alanlardan ayırabilen güçlü bir tarafının olması
gerektiğinden gelir. Örneğin tiyatroda, sahne, dekor, abartılı kıyafetler ya da jestler izleyiciye izlenen şeyin bir “oyun” olduğu hissini verir.
Lumiere Kardeşler 1895 yılında “Bebeğin Kahvaltısı” filmini gösterime sunduklarında, seyirciyi hayran bırakan şey, Lumiere ve bebeğe yemek
yediren karısını sabit bir kamerayla, mekânsal
olarak hareket etmeyen bir çerçeve içinde görmüş olmaları değildi. Seyirciyi hayran bırakan
şey daha çok, gerçekliğin zaman ve mekânsal hareketliliğini günlük hayatta sahip oldukları doğal
algılarına uygun biçimde seyredebilmeleri, tiyatro sahnesinden farklı olarak kahvaltı masasının
arkasında kıpırdayan yaprakların, yani gerçekliğin hareketinin kesintisiz bir zamansal süreklilik
olarak tekrar edilebildiğinin farkına varmalarıydı.
Ayrıca seyirciler ilk defa ve tiyatro sahnesinden
farklı olarak, Edison’un kinetoscope filmlerinden
biri olan “Kiss” de karısıyla öpüşmesi gibi özel hayatın mahremliklerini olay ile aralarına giren ve
görüşleriyle özdeşleşen kamera vasıtasıyla röntgenleyen bir pozisyonda seyredebildiler. Bir başka deyişle insanlar ilk defa gözetleme imkânına
sahip olduklarının şaşkınlıkla farkına varmışlardı
(Şentürk, 2008).
Tiyatro ise bir bakıma gerçek yaşamı sembolize eder gibidir. Fakat çekilen fotograf ve bunların
birleşimi (sinema) birebir “gerçeği” yansıtıyor olmalıdır. Acaba yansıtılan “gerçek” nedir ya da bize
kurgusal veya yanılsamalı bir gerçeklik de dayatılıyor olabilir mi?
Sinema, tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi gündelik yaşamdan ödünç aldığı malzemeleri manipüle ettiği için aslında ne gerçektir ne de yalan.
Yani sinema çoğunlukla gündelik hayatta yaşanan
durumları, hikayeleri kendine konu edinir, fakat
bunun bire bir yansımasından söz etmek güçtür.
Herhangi bir film karesi örneğinde, birbirine
sarılan iki kişi kameranın yapabileceklerine göre
başka başka algılanabilir. Şayet kamera yakına
girer ve sarılan kişilerden birinin ellerini sıkıca
kenetlediği yere bizim dikkatimizi çekerse başka,
bizi diğer kişinin yüzündeki şaşkın ifadeye gön-
* Uzm. Psk. İKU Psikoloji Bölümü
25
derirse başka ve hatta kamera çok uzakta sabit
bir halde duruyorsa bambaşka yorumlarız o sahneyi. Fakat Cloud Atlas filminde de geçtiği gibi
hakikatin ne olduğu sorulduğunda verilen cevap;
gerçeğin yorumlanabilir olmadığı, yorumlandığı
takdirde onun artık gerçek olmadığı şeklindedir;
yani hakikat her daim tekildir, onun versiyonları
ise yalandır der Picasso’ya atıf yaparcasına. Gerçek, bizim algısal yorumlamalarımıza göre değişmez ve şekil almaz. “O” bizim etkilerimizden,
onu nasıl algıladığımızdan azade, orada duran,
varolandır, ya da öyle varsaydığımızdır.
Sinema bir başka açıdan da gerçekte bazı durumları yaşantılamadığımız (ya da yaşantılamaya
çekindiğimiz) ama bizim yerimize yaşantılayan
birilerini izlediğimizde bir tür katarsis oluşturabileceğimiz bir alandır. Öfke, heyacan, hüzün,
neşe gibi çeşitli duyguları bizim yerimize yaşayan
kişilerle birlikte, onlar aracılığıyla yaşamayı seçmek... Kişi kendi hayatının başrolünde olamayıp, yani yapmak isteyip de yapamadığı şeylere
iç geçirerek sürdürdüğü bir yaşamı tercih edip,
yapmayı hayal ettikleriniyse ise izlediği perdedeki başrol oyuncusu üzerinden özdeşim yoluyla
gerçekleştirir. Bu da özellikle yaşamaya belki çok
da cesaret edemediğimiz ya da koşul yarat(a)madığımız bazı dürtüler (saldırganlık, cinsellik) için
geçerlidir. Filmlerin türlere göre ayrılması bile bu
durumu kolaylaştırıyor olabilir, örneğin gerçekte
yaşantılanamayan bir erotizm, bu türde bir film
seçilerek onun üzerinden gerçek-leştirilebilir.
Hayatının kontrolü tamamen kendi elindeymiş
izlenimi veren tüm güçlü karakterler, uğruna
savaştığı idealleri olan misyonerler, çokça sınanmışlık ve zorluğun üstesinden gelen bir aşkın esas
kişileri olduğumuzu varsaymak (en azından ortalama iki saat boyunca)... Bütün bunlar gerçekte
ol(a)madığımız ama belki de idealize ettiğimiz
kimliklerimizi o zaman zarfında “olduran” ve
kendini gerçek olarak dayatan filmler aracılığıyla gerçekleşir ve bu farkın ayrımında olunmaz ise
durum belki de ciddileşir... Yani kişi gerçekte olduğu kimlikle, düşleminde yarattığı kimliği birbirinden ayıramaz ise sanrısal bir duruma kapılıp
kendi gerçekliğinden de uzaklaşabilir.
Roy Armes, sinemada ironi, seyirlik-düş, imgelem gibi faktörlerin harmanlanması gerektiğinden bahseder. Sinema için yaşamın olduğu
gibi kaydedilmesidir der. Bazen de bizi kendi
26
gerçekliğimizden uzaklaştıran bir eğlence aracı
olduğunu söyler. Toplumsal sorunları tanımlayabildiği gibi, düşlerle de ilgilenir (Armes, 2011). İzleyicilerin, işçiler ya da balıkçılar üzerine yapılmış
gerçekçi bir filmdense bir müzikal ya da western
filmi izlemeye gittiklerinden bahseder. Gerçekçi
yönetmenler karşılarında karşılaşmayı beklediği
izleyicileri bulamazlar. Toplumsal sorunları inceleyen yönetmenler kendi ülkesi dışındaki seyirciler tarafından daha çok merak edilirler (Armes,
2011). Armes’e göre bu durum, kişinin gerçekliğin
yanında, onu düşsel bir aleme de taşıyabilmesini,
hatta yönetmenden çeşitli montaj efektleri ile de
gerçeği yontmasını talep ediyor olmasından kaynaklanır.
Pascal Bonitzer; sinemayı izleyiciyi tehdit
hissedebileceği düşünülen öteki’den ayırabilen
bir aygıt olarak tanımlar. Cidar yerine geçen bir
ekranın varlığı söz konusudur çünkü. Ekran, korunma demektir. İzleyici koltuğundadır, kontrol
edebilir ve istediği an ekranı kapatabilir konumdadır. Bir bakıma izlerken iktidarı elinde tutabilendir. Sinema ekranı korunmaya ait birşeyler
içeriyorsa işe gerçek-liğin karıştığı söylenebilir
(Bonitzer, 2005). Ekrana yansıtılan şeyin, belleği adeta makaralarından boşaltan bir deneyimi,
bir karşılaşmanın, bir çarpışmanın kaydını içinde sakladığına değinir Bonitzer. Yani, kişiyi bastırdığı, sakladığı, kafasını çevirmediği tarafları
ile birden bire hazırlıksız yakalamak. Sinemada
bulunan ekranın yanı sıra, herkesin kendi ruhsal
dioğlu,2012), bu yüzden kişiyi, izlerken tedirgin,
neyle karşılaşacağını ön göremez ve içi gıcıklanmış olarak bırakır”. Düşünmeyi bir zorunluluk
haline getirir, düğüm üstüne düğüm atar”. Yukarda bahsedildiği gibi katarsiz umurunda bile
değildir, dokunduğu yerler, insanın kendindekilerle karşılaşmasının sonucunda insanı sağaltıma ihtiyac duyacak bir hale bile getirebilir.
fantazi süzgecinin yer aldığı bir ekran daha vardır.
Dış dünyayı bu bireysel fantazi süzgecinin dışında
algılamak mümkün değildir. Kimi daha tehditkar,
kimi daha güven verici algılar “gerçekliği”. Fakat
“gerçek” denen şey de herhangi bir mana yoktur.
Bu da gerçek ve gerçeklik arasındaki ayrımı gösterir bize. Bu yüzden “gerçeklik” aslında öznel ve yorumlanabilirdir “gerçek” ile kıyaslanınca . Çünkü
herhangi bir nesnenin üstünü imgeyle ya da imajla
kaplayıp, adlandırmamıza izin verir. O nesne artık
bizim için gerçek nesne olmaktan çıkar ve imgesel
ve de simgesel nesne haline gelir. Sinema ve içinde
barındırdıkları ile kurulan özdeşim bu imgesel ve
simgesel özdeşimler düzleminde gerçekleşir.
Oyuncuların kameraya bakmama kuralı bilinir
belki ya da fark edilmiştir seyirci tarafından ama
bazı karelerde yönetmen ya da oyuncu (spontan
olarak) iktidarı seyirciden alabilir ve işte “o an” soluk kesici olabilir izleyen için. Size bakıyor olma
hissinin de ötesinde, yakalanmışsınız, karşı karşıya gelmiş gibisinizdir... O an karşı karşıya gelinen
şey nedir?
Gerçeği kendimiz için çekilebilir ve tolere
edilebilir hale getirmişken, sinema bir açıdan
hem o anlam yüklediğimiz ve kendi yarattığımız
gerçekliği bazı yapıtlarla bir bakıma baltalar ve
gerçeğin daha damıtılmamış saf hali ile bizi karşılaştırır ya da bazen o süslemiş olduğumuz gerçeğe daha fazla süs ve renkli örtüler ekler. Yani
hem korur hem avlar. Ne olursa olsun filmin izleyiciye ne kadar ve ne zaman yaklaşacağını ancak izleyici belirleyebilir. Öyle ya da böyle Cemil
Meriç’in de dediği gibi “Kim hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir?”. Yani çok “gerçekçi”bir replik ya da sahne bile bakmışsınız ertesi gün
“unutulmuş”. Bu unutuş, bütünüyle bir unutuş
değildir tabi. Yüzleşmeye hazır olmadığınız bir
anda bir film sizi karşılaşmadığınız bir tarafınızla
karşılaştırdıysa, temas ettiği gerçekliği kaldırabileceğiniz bir an değilse, hafızanızın sizi korumak
için oynadığı oyun devreye girebilir. Fakat aslında
içten içe biliriz ki gerçek orda duran ama o an bizim için görünmeyendir.
Kaynakça:
Armes, R. (2011). Sinema ve Gerçeklik Tarihsel Bir İnceleme.(Çev:Zeynep Özen Barkot). İstanbul:Doruk
Yayınları.
Cündioğlu, D. (2012). Sinema ve Felsefe. İstanbul: Kapı
Yayınları
Bonitzer, P. (2013). Bakış ve Ses. İstanbul:Metis Yayınları.
Şentürk, R. (2008). Film, Gerçeklik ve Bilinç. İstanbul
Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:7
Sayı:13, s.159-174.
Antichrist, insanın (benim) izlerken yer yer
öflelendiği bir film örneğin. Fakat öfkeyle değil,
Cündioğlu’nun da dediği gibi hayretle dönüp dönüp izlenmesi gereken bir filmdir. Lars Von Trier,
insanın özüne o özü incitecek denli yakından dokunabilen yönetmenlerden biridir, gerçekliğe dokunmanın insani çoskusu tıpkı kıyaslanacağı ilk
isim olan Tarkovski gibi (Cündioğlu,2012). Seyircinin acıyı izlemesini değil tatmasını sağlar (Cün27
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Gerçek İçin Başlangıç
Noktası
Zeynep Özen Barkot*
B
ir dedektifle psikanalistin ortak özelliği her
ikisinin de insan zihnine ait bir gizemle ilgilenmesidir, görünenin ardındaki şifreyi kırma
çabası çoğunlukla gözden kaçan detaylarda ortaya çıkar. Edgar A. Poe’nun ünlü Çalınan Mektup
öyküsündeki gibi. “Gerçek” orada, tam da gözümüzün önündedir, ama fazla göz önünde ya da
yüzeyde olduğu için onu göremeyiz. Gerçeğe ulaşmak için onun bize verdiği cevapları dinlememiz
gerekir.
Dedektif ile psikanalist gerçeğe ve onun gündelik yaşamdaki sarkmalarına belirli bir mesafe ile
yaklaşırlarken, özneler arasındaki iletişim çoğun* Yrd. Doç. Dr., Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi
28
lukla bu mesafeden yoksundur. Birbirimizle kurduğumuz ilişkiler, daha çok da birbirimizi anlama
çabamız bir tür hırsızlık gerektirir. Zihnimizdeki
kasalar ya da gizli dolapların anahtarlarını paylaşmak elimizden gelmez, ama o kapılar açılmadıkça
da birbirimizi tam anlamıyla tanımamız mümkün
değildir. Dost dediğimiz insanlar ise, müdahale
hakkı olmasına rağmen eline verdiğiniz anahtarı
zamanı gelmedikçe kullanmayan kişilerdir.
Christopher Nolan’ın The Dark Knight’ı aşamayacağı beklenirken herkesi şaşırtarak daha iyisine
ulaştığı Inception filmi, tam da özneler arasılığın
bu yönü ile ilgili. Hafıza-ı beşere fena halde takık
olan İngiliz yönetmenimiz, Inception ile psikanalitik kuramın içine tam anlamıyla dalış yapmış
durumda. Hatta daha ileri gidersek, daha önce
Lacan’ın kuramından yararlanan Nolan’ın bu kez
kuramın kendisini filme aldığını söyleyebiliriz.
The Dark Knight’ta Gotham’ı bilinçdışı yansıması haline getiren Nolan, Inception’da bilinç dışı
Gotham şehrine dönüştürüyor. Bunu da kolaya
kaçıp kaba simgelerle aktarmak yerine, izleyicisine süreci göstererek yapıyor. Nolan bir yönetmen
olarak farkını tam da bu noktada koyuyor, bilinçdışı ona göre David Lynch’in yaptığı gibi, ürkütücü ve bağlamsız bir gösterenler sirki değil, bilakis
“dil gibi yapılanan”, delikler ve katmanlardan oluşan bir zincir. Sürekli gerçeğin müdahalelerine
tanıklık eden, metafor ve metanomilerle çalışan
bir mekanizma. Kurallarını kendimizin koyamadığı ama kendine has yasalarına uyum göstermek
zorunda olduğumuz, gerçeğe yaklaştıkça gerçekliğimizi yitirdiğimiz bir söylem biçimi. Nolan’a göre
onun egemenliğine girmenin riski de burada yatıyor: Sınırları aşmak, deliliğe kucak açmakla aynı
kapıya çıkıyor.
Görünüşte bilimkurgu gerilim türünde ilerleyen bir endüstriyel casusluk hikayesi olan Inception, o çok benzetildiği Matrix ile bu nedenle
temelden ayrışıyor. Biçimsel olarak birbirlerine
benzemeleri aslında, eksen olarak aynı kavramları dert edinmelerinden kaynaklanıyor. Gerçek ve
fantazi arasındaki sınırı aşmak ve/veya aşmamanın tartışıldığı bu metinlerden Inception, Matrix’in ters istikametinde kalarak – ve Lacan’a fazlasıyla yaklaşarak- görece bütünlüğünü koruyan
özneler olabilmemizin koşulunu kendimize ait bir
fantaziye sahip çıkmamız ile açıklıyor. Hepimizin
simgesel alanda –dil alanında- kalabilmemiz, birbirimizle iletişim kurabilmemiz ve daha önemlisi gerçekliği deneyimleyebilmemiz için Lacan’ın
gerçek alanı olarak tanımladığı, simgeselleştirilemeyen kendinde şeyle; bu karanlık ve meşum
tözle aramıza bir mesafe koymamız gerekiyor. Bu
mesafenin adı ise öznel bir fantazi alanı oluyor.
O hem kendi arzumuzun peşinde gideceğimiz yolun gidişatını, hem de özne olabilmemizin
teminatını belirliyor. Bu yolda onu kimi zaman
büyüsünden arındırmamız, yüce olanı tahtından
indirmemiz de gerekiyor. Ancak kaybedilmiş gerçekle bütünleşmek konusundaki obsesiflik, yitirilen Mu Kıtası’nı aramakla eşdeğer: Bulunmadığı
sürece değerli ve büyülü olan, keşfedildiğindeyse
sıradan bir toprak parçasına dönüşecek olan bu
efsane gibi, fantazilerimizden tamamen arınmak
da bize gerçeğin aydınlığını değil, elimizde halesini yitirmiş, kuru ve yaşanılası olmayan, yüzer
gezer nesnelerden oluşmuş bir sis alanını bırakıyor. Tıpkı DiCaprio tarafından çok iyi canlandırılan Cobb karakterinin çürümüş ve yıkılmaya yüz
tutmuş gerçek alanı gibi. Film boyunca bir özne
olabilmek için çırpınan Cobb karakterinin hikayesinde, Nolan “beşer kalabilmek için hafızanın
nisyana malul” olması gerektiğini açığa çıkarıyor.
Şayet Inception’u bir filme benzeteceksek, bu
Zizek’in haklı olarak bir tür psikoz olarak incelediği Matrix değil, Kubrick’in 2001 filmi olacak.
Gelecekte –ve belki şimdiden- adı Stanley Kubrick
ile birlikte anılacak olan Nolan, Nietzscheci bir bilinç evrimini konu edinen 2001’in anlatı söylemini
kendi filmine taşıyor. Anti hümanist olarak adlandırılan Kubrick’in tersi şekilde tam bir modern
olarak davrandığı ve insan bilincinin Zerdüştvari
bir yeni insana doğru evrilebileceğini müjdelediği 2001’in katmanları, Inception’da bambaşka bir
meale gelecek şekilde açılıyor. Bilindışı eğer dil
gibi yapılandıysa, o zaman ona yeni bir “başlangıç”
vermenin mümkün olup olmadığını sorgulayan ve
Lacan’ın “bilinçdışı” ötekinin söylemidir” şeklinde
formülize edilen ünlü aforizmasının anlatısal karşılığını veren Inception, 2001’in kastrasyonlarla
gelişim gösteren bilincini, bu kez simgesel alandan gerçeğe yapılan bir iç yolculuğa taşıyor. Daha
ilk sahnesinde hayli Kubrickyen başlayan filmde
Nolan, üstadın izinden gittiğini belli ediyor.
Inception yalnız kuramsal yaklaşımlarla izlenebilecek filmlerden de değil. Film, Ocean’s Eleven tarzı bir ekip çalışmasından bir dans gösterisi
gibi tasarlanmış koreografik aksiyon sahnelerine
değin, yalnızca eğlence ve haz arayan izleyiciyi de
hayli memnun edecek bir seyirlik. Matrix’ten sonra bilim kurgu sineması adına yeni bir görsel estetik gelişmediğini düşünenlerden iseniz, Inception sizin için gerçek bir mutluluk kaynağı olacak.
Perdede iyi oyunculuk izlemek için gidenler ise
beklediklerinin kat kat üzerinde performanslarla
memnun kalacak.
29
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
“Sinemadan Çıkmış İnsan”
Ayşegül ÖNER*
“İ
ki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan
bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.
Düşünüyordu: “ Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan
çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış.
Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık.
Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu;
asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu
aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”(1)
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam adlı romanında bahsettiği sinemadan çıkmış insanı hepimiz biliyoruz.
Hepimiz en az bir kere dönüştük bu kısa ömürlü yaratığa. Kişiden kişiye göre değişebilir; fakat sinema
boyunca izlediğimiz, duyumsadığımız her ne varsa
algılarımızı bir tür bombardımana tutuyor. Sinemanın
karanlığından çıktığımızdaysa sanki yerçekimi başka
işliyor. Bir tür esriklik hâli… Neden böyle olduğumuzu düşündük mü hiç? Ne oluyor da film izlerken
biz bu denli sarhoş oluyoruz? Neden filmlerden bu
denli etkileniyoruz?
Karanlık sinema salonuna adım atarken içimizde
filmin nasıl olduğuna dair bir merak duygusu var.
Film başlıyor. Güzel bir jenerik ve müzik… Yavaş
yavaş izlediğimiz şey neyse, ona kendimizi kaptırıyoruz; zaten bunu isteyerek geldik. Karakterler perdede görünmeye başladı ve biz ilk on beş dakikadan
* İKÜ, Sanat ve Tasarım Fakültesi, İletişim Tasarımı Bölümü.
30
sonra filmdeki pek çok şeye hâkimiz. İntikam almak
isteyen ve bunu yaparken ortalığı kana bulayan kadın
haklı. Şimdi biz oyuz ve ahlak kuralları çok uzaklarda. Ahlak kurallarını böylesine unutmanın altında pek
çok neden olabilir elbette; ancak nöroloji biliminin
gösterdiği bir şey var ki o da bizim karakterlerle bu
denli özdeşim kurmamızın ayna nöronlar sayesinde
olabileceği.
Ayna nöronlar, bireyin bir işi gerçekleştirmesi sırasında aktif olduğu kadar bir başka bireyin eylemlerini
gözlemlerken de etkinleşen belirli tipte nöronlardır.
(2) 1990 yılında İtalya’da keşfedilen ayna nöronlar,
bugün hâlâ pek çok açıdan aydınlatılmaya çalışılmakta ve araştırılmaktadırlar. Onlar bizim sosyal hayatta
pek çok beceriyi ortaya koymamızı sağlamaktadır.(3)
Bunlardan biri de empatidir. Araştırmalar ayna nöronların empati -diğer bir deyişle kendini bir başkasının
yerine koyma, karşındakinin hissettiklerini hissetme
- eyleminde de yer alırlar. Başkalarının duygularını
onlar aracılığı ile paylaşıyoruz. (4) Üzgün bir yüz, bizim de yüzümüzü buruşturmamıza ve aynı üzüntüyü
paylaşmamıza neden olabilir. Ağlayanlarla dolu bir
cenaze evinde gülümsemek - belki de tüm ahlaki nedenler bir kenarda tutulursa- bu nedenle zordur.
Ayna nöron sistemi, eylemleri algıladığımızda,
eylemleri bizim gerçekleştirdiğimizi varsayarak beynimizin ilgili bölümlerini çalıştırır. Onlar sayesinde
bizim gibi düşünen bir beynin sonraki hareketinin ne
olacağını kestirmeye çabalarız. Empatinin de ötesinde bu özel tipte hücreler bir başkasının eylemini gör-
düğündebunugerçekleştirenbeyindekimotorkısmın
harekete geçmesini de sağlamaktadır. Her ne kadar
eylemlerini gözlemlediğimiz insanların motor hareketlerini kopyalasa da beynimizin frontal bölgeleri
bunları harekete dökmemizi engelleyen bir sisteme
de sahiptir.(5) Yeniden sinema salonuna dönelim.
Kahramanımız hiç beklemediği bir anda karşısına çıkan düşmanlarla karşılaştı. Gerildik. Çekişmeler,
dövüşler ve koşmalar
devam ederken yerimizde zor duruyoruz. Hatta kimi
zaman kendimizi
fazlasıyla kaptırıp
fark etmeden bacaklarımızı oynattığımız
dahi oluyor. Peki, hepimize
gerçekten bunlar mı oluyor?
Filmlerin insan beynine olan etkilerini araştıran bir grup bilim adamı fMRI cihazı ile deneklerin film izlerken beyinlerinin etkinleşen bölgelerini
ve göz hareketlerini incelediler. Üç sinema filminin
yanı sıra, bir de sinematografiden yoksun, sıradan bir
park görüntüsünü içeren görüntüleri deneklere izlettiler. Sonuçlar ilginçti. Sinema filmlerinde deneklerin
beyin bölgeleri ve göz hareketleri aşağı yukarı aynı
şekilde etkinleşirken, park görüntüsünde sonuçlar
farklıydı. Göz bebeği hareketleri bu görüntüde bir
ortaklık taşımıyordu. Her denek kendi ilgisini çeken noktaya gözlerini çevirmişti. Sinema filmleri
ise insanları farklı derecede etkilemekteydi, ancak
bu etkileşim deneklerde neredeyse eşit düzeydeydi.
(6) Nörobilimin sinemaya bir katkısı olabileceğinden
yola çıkarak hazırlanan bu deneyde görülüyor ki biz
iyi kurgulanmış bir sinema filminde aşağı yukarı aynı
şeyleri görüyoruz. Peki, aynı şeyleri hissediyor muyuz?
Kişilerin empati düzeyleri farklıdır. “Daha fazla
empatik olan bireylerin daha etkin bir ayna sistemi
olması ayna sistemi düşüncesinin esasıdır.”(7) Bazılarımız karşımızdaki insanların duygularını anlamada
ve yorumlamada daha başarılıyızdır. Bir filmi izlerken sizin çok da duygulanmadığınız bir ayrılık sahnesinde bir başkası pekâlâ mendiliniz olup olmadığını sorabilir. Bu gibi pek çok örnekle kişilerin empati
düzeylerinin farklılıklarını her gün gözlemleyebiliriz.
Sinemadaki bize geri dönelim. Kadın intikam
listesindeki bütün isimleri buldu ve sonra bulduğu
her kişinin üstünü listede tek tek çizdi. Öldüğünü
sandığı kızını buldu, dövüştü; kimi zaman ölümden
tam anlamıyla kıl payı kurtuldu. Yeri geldi geçmişe
döndü ve önceden neler yaşandığını bizlere gösterdi.
Biz de filmi izlemeyi sürdürdükçe geçmişi nedeniyle intikam peşinde koşan bir seri katilin yaptıklarına
hak vererek takip ettik olanları. Tüm bunlar en fazla
birkaç saat sürdü ve biz artık sinemadan çıkıp
gerçek hayata adım attığımızda
tüm bunları yaşamışız gibi
attık adımlarımızı. Eski
defterleri dürdük,
sevdiklerimizi bulduk, kaybettiğimiz
şeylerin
aslında
kaybolmadığını öğrendik ve bu duyguları sadece iki üç saatte
yaşadık. Bu belki de sinemadan çıktıktan sonraki o sarhoş
hâlin nedenidir diyebiliriz. Belki de gerçek
hayata adım attığımızda Atılgan’ın sinemadan çıkmış
insanı’na dönmemiz bundan, üç saat içinde böylesine
karmaşık duyguları bu denli yoğunlukla yaşamamış
olmamız. Bu pek çok şeyin üstesinden gelmiş olma
hâli bize güç veriyor; fakat tıpkı daha önce sözünü ettiğim cenaze evindeki üzgün insanlardan bulaşan ruh
hâli nedeniyle gülümseyemeyişimiz gibi, sinemadan
çıktıktan sonra dakikalar geçtikçe, çevremizde bizimle aynı başarmış ruh hâlini paylaşmayan insanlar
tarafından gerçekliğe çekiliyor, Atılgan’ın bahsettiği
gücü yitiriyoruz.
Sinemadan çıkmış insanın bu hâli belli çalışmalardan çıkardığım kişisel bir düşünce olsa da, eminim
bir gün nörobilim ve ilgili dallardan birinin aracılığıyla sanatı inceleyenler, sinemadan çıkmış insanın
neden bu denli güçlü ve kısa ömürlü olduğunu bize
söyleyebileceklerdir.
Kaynakça:
Atılgan, Y. (2012). Aylak Adam. İstanbul: YKY.
(2), (4) Rizzolatti, G. (2005). The Mirror Neuron System and Its Function In Humans. Anatomy and
Embryology, Vol.210, Issue 5-6, Springer Verlag. 419420.
(3), (5), (7) Keysers, C. (2011). Empatik Beyin. Aybey
Eper (Çev.). İstanbul: Alfa.
(6) Hasson, U., Landesman, O., Knappmeyer, B., Vallines. I., Rubin, N., Heeger, D. J. (Summer 2008).
Neurocinematics: The Neuroscience of Film. Berghahn Journals, Projections: The Journal for Movies
and Mind, 2(1), 1-23.
31
DOSYA: Sinema, Sahne ve Psikoloji
Mutluluğun Bedelinin Bu
Denli Küçük Olduğu Yer
Seda KANTARCI*
Ö
lüm deneyimlenip ders çıkarılacak bir
deneyim olmadığı için elimizde yalnızca ölümden geri dönüş öyküleri bulunmaktadır.
Fantezi edebiyatında ölüm diyarına yapılan yolculuklar, içsel yolculuğa dair birer metafordur [1] ancak bunun gerçek yaşamda deneyimlenebilmesi
imkansız olduğundan, içsel yolculuğa çıkabilmesi için bireyin ölüme yaklaştığı yaşam olayından
sonra hayatta kalması gerekmektedir.
Binx, savaş gazisidir ve kendisini son 4 yıldır
New Orleans’ın orta sınıf bir banliyösü’nde sakin
bir hayat süren örnek bir vatandaş ve kiracı olarak
tanımlamaktadır. Eniştesinin simsarlık firmasının
küçük bir şubesinin yöneticisi olarak, 30 yaşına
basma arifesinde karşımıza çıkar. Kore Savaşı sırasında yaralı halde bir hendeğin içinde yatarken,
ölümün baskısı ve ağırlığını hala hissettirdiği bir
anda, adrenalinin zihninde yarattığı netlik bir arayış fikrinin parlamasına neden olmuştur. Ancak
hemen ardından, günlük hayatın uyuşuk, puslu
ve güvenli rutinine döndüğünü dürüstçe söylemektedir. “Burnumdan onbeş santim ötede bir
bokböceği yaprakların altında toprağı eşeliyordu. İzlerken, içimde müthiş bir merak uyandı. Bir
şeyin farkında varmıştım. Olur da bu açmazdan
kurtulursam, arayışın peşinden gideceğime yemin
ettim. Doğal olarak, iyileşip de eve döner dönmez,
* Psikolog, İKÜ/Psikoloji Bölümü, Endüstri ve Örgüt Psikolojisi
Yüksek Lisans Öğrencisi.
32
bunu tümüyle unuttum.” [2] Tümüyle unuttuğunu söylese de artık onun için bu umarsızlık pek de
mümkün olmayacaktır. Farkındalığın huzursuzluğu içine düşmüştür bir kere. Geceleri uyuyama-
yan Binx düşünce akışlarını filmlerden sahnelere
bağlayarak kaçış noktaları yaratsa da, kendisini
her seferinde yeniden varoluşçu psikodinamiklerin esasını oluşturan –ölüm, özgürlük, yalıtım,
anlamsızlık- dört nihai kaygının [3] içinde bulmaktadır.
Filmler, yaşamında üzerinde net bir düşünce ve
duygu geliştirmiş olduğu yegâne şeylerdir. Semt
sinemasının önünde yazdığı gibi “Mutluluğun bedelinin bu denli küçük olduğu yer”de -aslında film
izlerken- kendisini mutlu olarak ifade etmektedir.
Yaşamında aynı netliğe sahip olan bir diğer şey de,
örnek vatandaş olma yolunda, ondan beklenenleri
yerine getirmek adına duyduğu zevktir.
Binx’in çelişkilerine kitabın birçok sayfasında
rastlanmak mümkündür. İnsanların hatırlanmaya
değer anılarını hazine gibi saklayıp, değer atfetmelerine karşılık, kendi anılarına atfettiği önemsizliği hissettiren geçişler yapmaktadır. “(…)Bir
keresinde ben de Central Park’ta bir kızla tanışmıştım ama hatırlanacak pek bir şey yok.” [2] diyerek kendi noktasını koyar. Kendi hazinesini, anılarından ziyade filmlerden sahnelerle oluşturmayı
yeğlediğini hissetse de, aslında filmler onun kendi
tarihinde geri dönüş yolunu bulabilmek için geride bıraktığı ipuçlarıdır. Örneğin, filmleri izlediği
sinemalar, bilet satan kadın ve hayatına dair anlattıkları, sinema koltuğunun kolçağına bıraktığı iz
gibi. Tüm bunlar kaybolmaya, bir hayalet olmaya
karşı hissettiği korkuya dair kendisini koruma yollarından biridir. Bu ipuçları değerlidir, çünkü o
zamanlarda kendisini zihinsel ve bedensel olarak
nasıl hissettiğine dair yolculuklarında yolunu bulmasına yardım etmektedir. Geçmişle ilgili belleği,
Binx’in nihai kaygılarıyla yüzleşme tarzına katkıda bulunur.
kavgadan ziyade bir şakadır. “Hem nasıl oluyor da
anneme bu kadar aklı başında görünüyorsun?”
(Kate), “Onun karşısında kendimi aklımı başımda
hissediyorum.” (Binx), ”Senin onun türünden olduğunu düşünüyor.”(Kate), ”Nasıl bir türmüş bu?”
(Binx), ”Terbiyeli bir Bolling. Jules senin tuttuğunu koparan biri olduğunu düşünüyor. Ama beni
kandıramazsın.”(Kate), ”Sen biliyorsun.” (Binx),
“Evet.”(Kate), “Ne tür?” (Binx), “Benim gibisin
ama daha kötü. Çok daha kötü.”(Kate). [2]
Yazarın ilk kitabı olan “Sinema Müdavimi”nin
bir anlamda sevdiği yazarlara (Kierkegaard, Camus, Sartre, Marcel…) bir saygı duruşu niteliğinde
olduğunu söyleyebiliriz. Adından dolayı akıllarda
ilk uyanacak şey, karakterin sürekli filmler üzerinden bir anlatı kurduğu olsa da; hayata, arayışa,
farkındalığa, hayattaki amaçlara, seçimlere ve olağanlığa dair bir sürü unsura rastlanabilen bir kitap
olma özelliği de taşımaktadır.
“Sinema Müdavimi” özetle yazarın kendi hayat
hikayesinden izleri çok rahat hissedebileceğiniz,
çok katmanlı olmasından dolayı, farklı bakış açılarıyla okuma (göstergebilimsel, psikolojik, felsefi
ve dinsel…) yapmaya imkan veren, yazarın diğer
kitaplarını merak etmemizi sağlayan varoluşa dair
bir kitap.
Kaynakça:
[1] Somay, B. (2004), Tarihin Bilinçdışı, İstanbul: Metis
Yayınları
[2] Walker, P. (2005), Sinema Müdavimi, Çev: Varım,
G., İstanbul: Ayrıntı Yayınları
[3] Yalom, I. (2001), Varoluşçu Psikoterapi, Çev: Babayiğit, İ.Z., İstanbul: Kabalcı Yayınevi
Kitabın önemli karakterlerinden bir tanesi kuzeni, halasının üvey kızı Kate’dir. İntihara eğilimi
olan, zaman zaman duygusal yükselişlerini okuduğumuz Kate, Binx’in arayış yolculuğunda ona
en yakın olan kişidir. Kate, hem cinsiyet hem tavır
olarak onun simetriğidir; kandıramadığı, kaçamadığı yansımasıdır adeta. “Şu dünyada yolunu nasıl
buluyorsun?(Kate), “Sen ona böyle mi diyorsun?
Gerçekten bilmiyorum. Geçen ay üç bin dolar kazandım-sermaye kazancını düş.”(Binx), “Savaşı
öldürülmeden nasıl atlattın sen?”(Kate), “Senin
marifetinle olmadı.” (Binx), “Aman da aman sevsinler.”(Kate). Bu aramızda geçen bir diyalog, artık
33
DOSYA ÖTESİ
İş Yaşamında Kadınların
Önüne Koyulan Görünmez
Engeller ve Demografik
Değişkenlerin Cam Tavan
Algısına Etkisi
Öykü Zeynep Aydın*
Yağmur Üstün
**
Özet
Amaç: Bu araştırmanın amacı, kadınların iş
hayatında ve kariyer yapmalarında önlerine koyulan görünmez engellerin neler olduğunu saptamak
ve cam tavan algısını demografik farklılıklar çerçevesinde incelemektedir. Yöntem: Çalışmada literatürden faydalanılarak, alan araştırması yapılarak
ve 67si kadın olmak üzere 100 kişiye cam tavan
algılarını ölçmek amacıyla anket uygulanarak kadınların üst düzey yönetici konumunda erkeklere
oranla daha az bulunma durumunun nedenleri ve
bu nedenlerin algılanış farklılıkları, cam tavan algısının alt kategorileri ve temel demografik değişkenler çerçevesinde incelenmiştir. Sonuç: “Ataerkil
toplum yapısının kadına doğuştan yüklediği ve
kadınların da içselleştirdiği roller doğrultusunda,
kadının eğitim hayatına odaklanmasına izin veril*
** 34
İstanbul Kültür Üniversitesi, Psikoloji Bölümü II
İstanbul Kültür Üniversitesi, Psikoloji Bölümü II
memesi ve anne-eş kimliğini öncelikli tutması, onların iş yaşamında aktif olmasına ve üst düzeylere
yükselmesine engeldir” yönündeki görüşlerin cam
tavan algısını şekillendirdiği görülmüştür. Tartışma: Elde edilen bulgular ve gözlemler kadınların
çoğu zaman cinsiyet önyargısına maruz kaldığını
ve bu durumun olumsuz sonuçlarını göstermektedir. Cam tavan algısının daha az hissedilmesine,
kişilerin(özellikle iş yerlerinde terfilere karar veren konumdakilerin)fırsat eşitliğine karşı hassas
olması ve kadınların iş yaşamında bulunmasına
karşı olumsuz bakış açısının hafiflemesi yardımcı
olacaktır.
Anahtar Sözcükler: Cam tavan, cinsiyet, kariyer engelleri, demografik özellikler
Giriş
Gittikçe kalabalıklaşan ve sanayileşen dünyada
her geçen gün iş sektörleri artmakta ve bu sektörler kişiler için istihdam alanı sağlamaktadır. Kadın
ve erkek nüfusu neredeyse baş başa seyrederken,
hatta günümüzde kadın nüfusu erkeklerin nüfusunun önüne geçmişken kadınlar iş hayatında er-
kekler kadar aktif olamamaktadırlar. Bu gözlemin
nedenlerini araştıran çalışmalar sonrası şu çıkarım
yapılabilir: Kadınların iş yaşamındaki pasif konumu ve üst mevkilerdeki kadın sayısının az oluşu,
belirli bir toplumda değil tüm dünyada görülen
bir durumdur. İlk kez 1970’lerde Amerika’da ortaya çıkmış ve 1986’da Wall Street Journal raporunda
“Cam Tavan” olarak kavramlaşmış olan bu durum;
örgütsel önyargılar ve kalıplar tarafından yaratılan, kadınların üst düzey yönetim pozisyonlarına
gelmelerini engelleyen görünmez, yapay engeller
olarak tanımlanmıştır (Wirth, 2001:1).
Kadınların kariyerler yapmalarında önlerine
koyulan engelleri üç boyutta incelemek mümkündür: Erkek yöneticiler tarafından koyulan engeller, kadın yöneticiler tarafından koyulan engeller
ve kişinin kendi kendine koyduğu engeller. Erkek
yöneticiler, kadınlara karşı önyargıya sahip olduğu ve cinsiyet ayrımcılığı yaptığı; kadın yöneticilerse hemcinslerine karşı kıskançlık geliştirdikleri
ve bulundukları konumda tek kadın olmak istedikleri için birtakım engellerin sorumlusu olmaktadırlar. Kişinin kendi rollerine karşı tutumu ise
kendi kendini engellemesine yol açar. Toplumsal
değerleri sorgulamadan içselleştirmek ve negatif
görüşleri olduğu gibi kabul etmek bu tutumlar
arasında sayılabilmektedir (Aycan,2004).
Gökkaya (2011), kadının evde başlayan şiddet
öyküsünün ev dışında da sürmekte olduğunu söyler. Bunun bir örneği ise kadının yaşamış olduğu
ekonomik şiddettir. Bireylerin, toplumsallaşma
sürecinde öğrenmiş oldukları bu cinsel rol kalıpları doğrultusunda, kadının birçok şiddet türüyle
karşılaştığı söylenebilir. Kadına yönelik ekonomik
şiddetse; işgücü piyasasındaki eşitsizlikler, eğitimdeki, siyasetteki, karar mekanizmalarındaki
eşitsizlikler, kadınları düşük gelirli ve statüsü düşük işlere mahrum bırakan, ekonomik güç elde
etmesini engelleyecek uygulamalardır (Işık,2007).
Cam tavanın tüm bu olumsuz etkileri, kadınların yeterli iş tatminine sahip olamamalarına ve
işlerinden yeterince doyum sağlayamamalarına
neden olmaktadır. İş yaşamında karşılaştıkları
engellerin onların üzerindeki negatif etkilerinin,
psikolojik yaşantılarını da etkileyeceği düşünülmektedir. Cam tavan algısına ve bu kavramın farklı algılanışlarındaki nedenlere dair şu sorulara cevap aranmıştır:
Yöneticilerin ve çalışanların cam tavan algıları
arasında fark var mıdır?
Demografik özelliklerin cam tavan algısı üzerindeki etkileri nasıl ve ne yöndedir?
Muhafazakâr ve yenilikçi olma durumu, kişinin
kadınların kariyer yapmaları hakkındaki görüşlerini şekillendirmekte midir?
Yöntem
Araştırmada; cinsiyet, medeni durum, eğitim
düzeyi, yaş, iş yerindeki pozisyon demografik
değişkenlerinin kadınların kariyer yapmaları ile
ilgili algılanan engellere etkisi incelenmiştir. Ayrıca bu etkileşimde muhafazakârlığın rolünün olup
olmadığı test edilmiştir. 18-65 yaş aralığında 67’si
kadın 100 kişiye demografik değişkenlere yönelik bilgi formları ve cam tavan algısına yönelik
anket uygulaması yapılmıştır. Ankette kişilerin
cam tavan algısının fizyolojik, bilişsel, eğitimsel
ya da sosyokültürel alt kategorilerinden hangisine dayandığını ölçmek amaçlanmış ve bu amaca yönelik sorular seçilmiştir. Anketteki sorular,
literatür taraması sonucu elde edilen bulgular
ve alan araştırmasında kişilere sorulan “Kadının
meslek hayatında erkekler kadar yükselememesinin ya da daha az sayıda kadının yükselmesinin
size göre nedenleri ne olabilir?”çekirdek sorusuna verilen cevaplar doğrultusunda belirlenmiştir.
Örnekleme, ankette “Size göre aşağıdaki ifadelerden her biri kadının iş yaşamında üst kademelere
yükselmelerini ne derece etkiler?” yönergesi verilip maddeleri 1 ile 6 arasındaki düzeylerden bir
tanesinin seçilip puanlanması istenmiştir ( 1: Hiç
Etkilemez. 6: Çok Etkiler). Böylelikle hangi ifadenin cam tavan olgusuna yani kadınların üst düzeylere gelmesinin önündeki engellerin oluşuma
daha çok neden olduğu tespit edilmek istenmiştir.
Muhafazakârlık düzeyini ölçmek içinse “Aşağıda
verilen ölçekte, kendinizi ne kadar muhafazakâr
olarak gördüğünüzü işaretleyiniz.” yönergesi çizgi ölçek şeklinde verilerek yine 1 ile 6 arasında bir
puan işaretlenmesi istenmiştir.
Verilerin Analizi
Araştırma İstanbul ilinde çalışanların ve öğrencilerin “ Kadınların Üst Düzey Yönetici Pozisyonuna Yükselmelerindeki Engeller” üzerine görüş
ve algılarını tespit etmek üzere gerçekleştirilmiştir
(Anket uygulaması sonucu elde edilen bulgular
35
SPSS 12.0 bilgisayar paket programından faydalanılarak değerlendirilmiştir. Hipotezlerin test
edilmesi amacıyla Bağımsız örneklemler t testi ve
korelasyon testleri kullanılmıştır). Bu çerçevede
geliştirilen hipotezlerden bazıları aşağıda verilmiştir:
H1: Kadınların ve erkeklerin, iş hayatında
kadınların önüne koyulan engeller olduğuna dair
algıları birbirlerinden farklıdır.
H2: Lisansüstü mezunlarının kadınların kariyer
yapmaları konusunda önlerine koyulan eğitimsel
engeller olduğuna dair algıları, ilköğretim mezunlarının kadınların kariyer yapmaları konusunda
önlerine koyulan eğitimsel engeller olduğuna dair
algıları farklıdır.
H3: “Kadının erkekten daha az cesur olması,
kadınların iş yaşamında yükselmesine engeldir.”
görüşü kadınlarla erkekler arasında farklılık göstermektedir.
H4: “Kız çocuklarının eğitimine erkeklere nazaran daha az önem verilmesi, kadınların iş yaşamında yükselmesine engeldir.” görüşü kadınlarla
erkekler arasında farklılık göstermektedir.
H5: Yaş ile kadınların kariyerlerinde yükselmesinde önlerine koyulan engel algıları (sosyokültürel, eğitimsel, bilişsel ve fizyolojik engeller) arasında bir ilişki vardır.
Hipotezlerin Analizi ve Bulgular
Yapılan t testi sonuçlarının özeti aşağıdaki gibidir:
Cinsiyetin, iş hayatında kadınların önüne koyulan fizyolojik, bilişsel ve sosyokültürel engeller
olduğuna dair algıları etkilemediği görülmüştür.
[p(fiz)=,787 p(bil)=,964 p(sos)=,220] Fakat kadınlarla erkeklerin cam tavanın oluşumunda eğitime
dayanan faktörlerin yattığına dair algıları arasındaki farkın anlamlı olduğu sonucuna varılmıştır.
(p=0,008) Şöyle ki; kadınlar, eğitimsel engellerin
cam tavan algısı yarattığına 4,3 oranında bir katılım gösterirken erkeklerde bu oran 3,7’dir. Kadınların katılımı anlamlı derece yüksektir. (H1)
Eğitim durumunun iş hayatında kadınların
önüne koyulan eğitimsel engeller olduğuna dair
algıları etkilediği görülmüştür. Lisansüstü mezunlarıyla ilköğretim mezunlarının karşılaştırılması bize bu iki grubun cam tavan algıları arasın-
36
da az da olsa bir farklılık olduğunu söylemektedir.
( p= 0,22) (H2)
“Kadınların erkeklerden daha az cesur olması,
kadınların iş yaşamında yükselmesine engeldir”
görüşü cinsiyete göre incelenmiş; kadınların ve erkeklerin bu görüşe katılımınlarının yüksek derecede anlamlı bir farka sahip olduğu görülmüştür.
( p = ,006) Bu maddeye erkekler 3,72 oranında katılım gösterirken kadınlarda bu oran 2,88’dir. Yani
erkeklerin bu yöndeki algıları kadınlarınkinden
anlamlı derecede yüksektir. (H3)
“Kız çocuklarının eğitimine erkeklere nazaran
daha az önem verilmesi, kadınların iş yaşamında
yükselmesine engeldir.” Görüşünde farklılık yaratıp yaratmadığı “0,05” anlamlılık derecesinde
incelenirse “p” değerimiz olan “ ,000” anlamlıdır.
Kadınların ve erkeklerin, kadınların kariyer yapmaları ile ilgili algıladıkları engellerde, kız çocuklarının eğitimine erkeklere nazaran daha az önem
verilmesi algısı birbirinden farklıdır. Kadınların
bu yöndeki algıları erkeklerinkinden yüksektir.(
K:4,6 E:3,2) (H4)
Yaş ile cam tavanın alt kategorileri (sosyokültürel, fizyolojik, bilişsel, eğitimsel) arasındaki ilişki
incelendiğinde, yaş ile yalnızca sosyokültürel nedenlerden dolayı oluşan cam tavan algısı arasında
anlamlı bir ilişki olduğu görülmüştür. Fakat cam
tavanın her alt kategorisi birbiriyle yüksek düzeyde anlamlı ve güçlü bir ilişkiye sahiptir.(H5)
Sonuç ve Tartışma
Dünyada ve Türkiye’de çalışma yaşamındaki
kadınların sayısı giderek artmaktadır. Bu durumun yöneticilik pozisyonundaki kadın çalışan sayısının artmasıyla sonuçlanması beklenmektedir;
ancak beklentilerin çok daha altında bir oranla
karşı karşıya kalınmaktadır. Özellikle terfi kararını verenlerin yanlı bakış açıları, kadına karşı önyargılı olmaları ve kadınların iş yaşamında yalnızca son yıllarda bu kadar aktif olması, kadınların
önlerideki engeller olarak gösterilmektedir. Bu sorunsal, Avrupa’nın büyük şirketlerinde kadınların
yükselmelerini engelleyen “cam tavan”ın kırılması
için tüm şirketlerin karar mekanizmalarında kadın oranının %40’a çıkarılması yönünde düzenlemeler yapılmasına yönelik önerilere yol açmıştır.
Araştırmamızda, bu denli evrensel bir sorun
haline gelmiş olan cam tavan algısı üzerinde ça-
lışılmış ve bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Yapılan t
testleri sonucunda kadınlar ve erkeklerin cam tavan algılarının farklılık gösterdiği noktalar şunlar
olmuştur: Kadının erkekten daha az cesur olması,
kız çocuklarının eğitimine erkeklere nazaran az
önem verilmesi, coğrafi duruma bağlı medeniyet/
kültür farklılaşması, erkeğe daha fazla sorumluluk
yüklenmesi ve ataerkil toplum yapısı. Özellikle
kadınlara atfedilen karakter özelliklerinin cam
tavana neden olduğuna dair görüşleri erkeklerin
onayladığı, kadınlarınsa bu görüşlere katılmadığı
tespit edilmiştir. Aynı şekilde eğitim düzeyiyle ilgili karşılaştırmalar lisansüstü ve lisans mezunları
ile ilköğretim mezunları arasında yapılarak cam
tavanı algılayışlarının farklı olduğu tespit edilmiştir. Toplumda ataerkilliğin baskın olmasından ve
kadınlarda yükselme isteğinin bulunmamasından kaynaklanan cam tavan algısının ilköğretim
mezunlarında daha yüksek olduğu; demografik
değişkenlerle cam tavan algısı arasındaki ilişkiyi
etkileyebileceği düşünülen muhafazakarlık düzeyinin bu ilişkide herhangi bir etkisi olmadığı görülmüştür.
Kadınların, toplumun onlara biçtiği kadınlık
rolleri dışında, kişisel yeterliliklerini sağlamaları
açısından kariyer edinimi önemli bir yere sahiptir. Kişinin kendi potansiyelini gerçekleştirmesi
yönünde dışarıdan koyulan her engel aslında ona
karşı uygulanan manevi şiddetten başka bir şey
değildir. Cam tavan algısının ortadan kalkması da
ancak hem kadınların hem erkeklerin bakış açılarını genişletebilmeleri ve toplumun kadınla ilgili
gelenekselleşmiş kimi yargılarını tekrar gözden
geçirebilmeleri ile mümkün olabilecektir. İş yaşamında baskıya uğrayan ve çabalamasına rağmen
istediği statüye sahip olamayan kadınların bir süre
sonra duygusal yaşantıları nasıl etkilenecektir?
Daha içe kapanık ya da daha agresif davranışlar
göstermesi ve bir süre sonra kariyeriyle ilgili öğrenilmiş çaresizlik geliştirmesi mümkün müdür?
Cam tavanın etkilerinin bu aşamalara ulaşması
çok da uzak bir ihtimal olarak gözükmemektedir
ve bu yüzden ciddi bir sorun olma özelliği taşımaktadır.
kadınların önlerine çeşitli engeller koyulup koyulmadığı, eğer koyulduysa bu engellerin üstesinden
nasıl geldikleri ve diğer kadınlara önerilerinin neler olduğu sorulabilir. Bunun dışında, önümüzdeki
yıllarda dünyanın ve Türkiye’nin sanayileşmesinin
ve gelişiminin varacağı noktalara dair araştırmalar
yapılarak çalışma hayatında kadınlara da erkekler
kadar ihtiyaç duyulup duyulmayacağı ve eşit fırsatlara sahip olunup olunmayacağı, tüm dünyada
kabul edilen haklar çerçevesinde incelenebilir.
Kaynakça:
ÖZDEECİOĞLU, M., BULUT, E.A., TEKÇE E.A., ÇİRLİ
Y., TOZAL M. (2003). Kadın ve Erkek Yöneticilerin
Yönetimi Altındaki Personelin Motivasyon, Stres
ve Tatmini Farklılıklarını Belirlemeye Yönelik Bir
Araştırma. Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 10 (2)
SEZEN, B. (2008). Örgütlerde Kadın Çalışanların Karşılaştıkları Cam Tavan Engeli: Orta ve Büyük Ölçekli
Otel İşletmelerinde Bir Araştırma, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi
ŞAHİN, G. (2007). Eğitim Örgütlerinde Kadın Yöneticilerin Yeri ve Kariyer Sorunları, Yayınlanmış Yüksek
Lisans Tezi, Yeditepe Üniversitesi, İstanbul.
ÖRÜCÜ, E., KILIÇ, R., KILIÇ, T. (2007). Cam Tavan
Sendromu ve Kadınların Üst Düzey Yönetici Pozisyonuna Yükselmelerindeki Engeller: Balıkesir İli
Örneği. Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 8(2), 631-650.
ÜNSOY, Ö. ve GÜROL, M. Ali (2000). Kadınların Girişimcilikteki Rolleri: Günümüz Koşullarında Engel
ve Fırsatların Bir İrdelenmesi. Marmara Üniversitesi
İİB Fakültesi Dergisi. 16(1), 387-402.
GÖKKAYA, V. (2011). “Türkiye’de Kadına Yönelik Ekonomik Şiddet”, İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi,
12(2)
Araştırmamızın daha ayrıntılı incelenmesi bizi
daha geniş sonuçlara ulaştırabilir. Şöyle ki; sadece iş yaşamında üst noktaya ulaşabilmiş kadınlara
yönelik bir anket uygulaması yapılıp bu anketin
sonuçları diğer sonuçlarla karşılaştırılabilir ve o
37
DOSYA ÖTESİ
Endişe İklimlerinde Yalın
Ayak Bir Gezinti
Serkan DEMİR*
“anlamak, hakkıyla başaramadığımız yegâne
şeydi.”
Rıdvan GECÜ
H
ayat, insanın karmaşıklığından daha karmaşık bir yapıda değildir, fakat yaşamaktan da kendimizi alıkoyamadığımız tereddütler
içerisinde, bazen yaşamımızın bize ait olmayan
noktalarını birleştirmede zorlanır ya da bir parçası
kaybolan yap-boz gibi, tamamlanmamışlık sendromunun bizi çevreleyen çemberinde düşüncelere
doğru yol almaya başlarız. Bunu anlamaktan çok
anlıyormuş gibi görünen bireyler olarak yetişmekteyiz. Oysa anlamın daha ne anlama geldiğini tam
idrak edemeden hayatımızın bazı unsurlarını anlamlandırmaya çalıştığımızı ve karar verme mekanizmamızı henüz tam olarak kazanmadan birçok
şeyin kararını vermiş olduğumuzu (ya da verilen
kararlara uyduğumuzu) fark ederiz. Yaşam çizgisinde bir anlık duraksama anında bile neyle karşılaşacağımızı bilememek bizi endişeye sürükleyecek ve irili ufaklı kaygıların tetikleyicisi olacaktır.
Geçmiş ile hâl ve hâl ile gelecek arasında sürekli mekik dokuduğumuz kararlarımızda belirecek olan bireysel bir problemin toplumsal bir geri
çekilişe nasıl dönüştüğünü, o zamanın içinde fark
edebilmenin güçlüğüyle baş başa kalacağız. Bu
tıpkı korkuları yüzünden sarayından çıkamayan
* İKÜ Türk Dili ve Edebiyatı, [email protected].
38
padişahın zihinsel buhranlarıyla birlikte kalması
gibi anbean yaşanan çözülüşlerdir. Bu içe kapanma eğilimi daha sonrasında sorunları içe atıma
dönüşecek ve bu yüzden de bilinmezliğin hakim
olduğu bir durum meydana çıkacaktır. Günümüze
taşıdığımızda bu durumu, ev içi huzursuzluğundan bireyin kendi iç huzursuzluğuna kadar karmaşık hâllerin kaygısını taşıdığını söyleyebiliriz.
Filozofların ortak görüşleri, 20. yüzyıl nasıl ki
melankoli çağıysa, 21. yüzyılın da kaygı çağı olduğu yönündedir. Aslında melankolinin ardından
böyle bir sonucun gelmesi doğal gibi gözükebilir.
Yıkılan bütün her şeyi kaldırıp atmadan üzerine
bir şeyler eklemeye çalışmak, zemini kayganlaştırmakta, ruhu ve düşünceyi de kaygı faktörünün
yörüngesinde işlevsel kılmaktadır. Çünkü insanın
bilme girişimleri ne geçmişi ne de geleceği net bir
biliş haline dönüştürecek potansiyele sahiptir.
Birçok bilme çeşidi olduğundan hatta bu yüzyılın içerisinde “knowledge” [bilgi] sözcüğünün içerisine sığdırılmış bir anlam kütlesinin varlığından
bahsedebiliriz. İnsanın görerek, duyarak birçok
bilgiyi -yararlı olmasalar bile- kazandığı bir yüzyılın içerisindeyiz. İşte bu tarz bilgi edinimlerinin
niceliksel yanı niteliksel yanına nazaran terazinin
ağır basan kısmını oluşturmaktadır.
İnsan bilme konusunda özgürdür. Bilme isteğine paralel olarak ne bilmesi gerektiği konusunda öngörü oluşturmaya başladığımızda, bir başkası yerine bunu bir meziyet olarak gördüğümüzde
ve özgürlüğü kısıtlama girişiminde bulunduğumuzda kaygı faktörü yeniden ortaya çıkmaktadır.
Kaygının topluma saçılması ve ardından yayılması
sonucunda ümitsizlik ve belirsizlik artmakta, bunun etkisinde gelecek her türlü uyarıcı da olumsuz sonuçlar verecek bir görünüm kazanmaktadır.
Bir sanat eseri karşısındaki hayret duygusu nasıl insanın başını döndürüyorsa, Kierkegaard’ın
söylemiş olduğu gibi «kaygı da özgürlüğün baş
dönmesidir”. Bu iki durumun birbirinden uzak
gibi görünse de aslında insan doğasının denklemsel benzerliğini göstermektedir. Tüm bu düşünceler içerisinde tekrar anlamı, anlamayı ve anlaşmayı düşünmekte fayda var.
Anlaşamama ve birbirini anlayamama belki de
küçüklükten beri gelen sorumlulukların vermiş
olduğu farklı sonuçlardan kaynaklanmaktadır.
Ötekileştirerek, öteki olmayı kabul ettiğimiz için
yaklaşık bin kişinin yaşadığı yaşam komplekslerinde birbirini bilmeyen insan zümresi, aynı sınıfı
paylaşan öğrencilerin paylaşımlarındaki minimum seviye ve bunların nicesi...
Sonuç olarak diyemeyeceğimizden ve tam da
kesin bir sonucun olmamasından dolayı bizleri
soru işaretleriyle saran bu kaygıların yaşamımıza
dahil olması da göz ardı edilemez. Geri çekilmek
ve kaybetmeyi yüceltmek bu kaygıların sonucunda gerçekleşmektedir. Kaygı diyor Bilge Karasu,
yapılması gerekenlerin fazla karışık, güç, acılı olması kaygısıdır. Tüm zaman bağıntılarında olacağı
gibi sebeplerin sonuçları, sonuçların da geri dönüşümleri olacaktır. Kaygı ne sebep ne de sonuçtur.
Hatta geri dönüşüm bile değildir. Kaygı toplumsal
bir gerçek ya da (şu anki) toplumu yansıtan en büyük aynadır... Tabii ki bu ayna bu yüzyılda “kaygı”,
belki de gelecek yüzyılda “saygı” adını alacaktır.
Kim bilir!
39
İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ
&
INSTITUT FRANÇAIS D’ETUDES ANATOLIENNES
(FRANSIZ ANADOLU ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ)
&
ASSOCIATION LACANIENNE INTERNATIONALE
(ULUSLARARASI LACANCILAR DERNEĞİ)
ORTAK ETKİNLİĞİ
KÜLTÜRLERARASI ÇALIŞMALAR II: POSTMODERNİTE VE ÖZNELLİK
21 Kasım Cuma 2014
İstanbul Kültür Üniversitesi Ataköy Yerleşkesi
Saat: 09.00 - 17.00
Etkinlik Dili: Türkçe
Fransızca sunumlar için eşzamanlı çeviri yapılacaktır.
İletişim:
Yrd. Doç. Dr. Özge Soysal ([email protected]) / www.iku.edu.tr
40
21 Kasım 2014
Uluslararası Kolokyum
Kültürlerarası Çalışmalar II: Postmodernite ve Öznellik
Gösterenin etkisi olarak öznenin Lacancı kavramsallaştırması, öznellik kuramının temelini oluşturur. “Gösteren özneyi bir başka gösteren için temsil eder” cümlesi tanıdıktır. Bilinçdışı öznesi o halde
gösteren zincirine yani toplumsal bağı düzenleyen ve belirleyen söyleme kaydoluşunun dışında anlaşılamaz. Bu anlamda ancak gösteren zincirini düzenleyen “politika” içine yazılmış özne vardır.
Bununla birlikte günümüzde hem politikanın, hem toplumsalın hem de psikanalitik kliniğin alanında okunaklı olan öznelliğin yeni ifade biçimleriyle karşılaşmaktayız. Bu yeni ifade biçimleri “seçim
özgürlüğü” adına öznenin gösteren düzeneğinin altına yazılmasının bir reddine ya da gösterenden özgürleşmeye (?) tanıklık ettikleri gibi, bu gösterenlerin öznelliklerimizi ya da en basit anlamıyla şikâyetimizi, ilgilendiğimiz konuları, sorularımızı, semptomlarımızı yapılandırıcı herhangi bir belirleyiciliğe
yol açmasına karşı bir redde de tanıklık ederler. Postmodern toplumsal bağ, “apolitik” olma isteğiyle,
başkalığa ve insanlığa dair ilişkilerimizi radikal olarak değişime uğratır.
Böylesi bir postmodern “toplumsal bağın” açılımında olan Türkiye, bu etkilerden hiç de uzak değildir. Birçok açıdan Avrupa’dan ileride olduğunu söyleyebiliriz. Muhafazakâr oldukları için “geleneksel”
denilen söylencelerin ve her türlü dini söylemden bağımsız oldukları varsayıldığından “modern” olarak
adlandırılan temsillerin kavşağında yer alan toplumsal bağımızın, neredeyse Lewis Caroll’un dünyasına
benzer mantıki biçimler aldığını gözlemlemek mümkündür. Klinik oluşumlar, gerek toplumsal, gerekse
öznel alanda üç düzlemin (Gerçek-Simgesel-İmgesel) düğümlenişinde olduğu kadar, eksiklikle, otoriteyle ya da hakikatle olan ilişkideki zorluklara ve çatışmalara da işaret ediyorlar.
İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nün Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (İFEA)
işbirliğiyle ve Lacancı Uluslararası Psikanaliz Derneği (A.L.I.) dayanışmasıyla düzenlendiği bu kolokyum, bu sorunsallar üzerinde çalışmayı ve buradan elde ettiği açılımlarla yeni sorular üretebilmeyi öneriyor.
Düzenleme Komitesi: Konuşmacılar:
Özge Soysal (İKÜ)
Charles Melman
Zeynep Oktuğ (İKÜ)
Serge Lesourd
Benoit Fliche (İFEA)
Pierre Yves Gaudard
Derya Gürsel (A.L.I.)
Derya Gürsel
Benoit Fliche
Özge Soysal
Zeynep Özen Barkot
41
Jacques Lacan’ın Yapıtını Okuma Seminerleri:
Psikanalizin Dört Temel Kavramı
2013-2014
İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölümü Etkinliği
Okumalar aylık olarak düzenlenmektedir.
Seminerler Jacques Lacan’ın Psikanalizin Dört Temel Kavramı XI. Semineri
üzerinden yürütülmektedir.
Okuma seminerlerinin tarihi ve daha fazla bilgi için
lütfen iletişime geçiniz
Umur Yiğit Nural: [email protected]
/groups/lacanienneiku
42
@ecolelacanienne
Saçlarından Uzun Trenler Geçen Kadın
Ben saçlarından uzun trenler
geçen kadın
döküldü saçlarım
savruldu istasyonlarım
bir zamanlar
saçlarımdan renkli ırmaklar akardı
kurudu toprağım, tükendi soluğum
Ben Kybele
bir memesinde bin öksüz emziren kadın
kesildi sütüm
kıvrandım Poseidon’un kollarında
İda’ya tırmandım zeytin dallarında
acılarımı kalkan yapıp
karşı çıktım Zeus’a
Eros’un okları delik deşik etti yüreğimi
Dyonisos sürdü merhemini
kana boyadı sokaklarımı
Athena’nın savaşçıları
ağlayamadım
İçimde boğuldu çığlığım
kanar hala omzumda
kanadı kırık bir kuş
Çalıntı zamanlarla gönül eğleyip
hüznü gezdirdim eteklerimde
boynumda ipekten yalnızlığım
ne Kerem gibi yanabiliyor
ne yunus gibi pişebiliyorum
şimdi ben
kucağımda
öksüz bir çocuk gibi
sevdamı büyütüyorum.
Saime Bircan Sak
43
LALE DEVRİ
İskender Pala
İskender Pala’nın usta kalemi, tarihi gerçekleri gözler önüne
sererek bir isyanı irdeliyor. İyiler ile kötülerin, zenginler ile
fakirlerin, yukarıdakiler ile aşağıdakilerin her zamanki çatışma
ve trajedilerine, her dönemdeki izdüşümlerine şahitlik etmek
isteyenler için…
UZUN ÖMÜR PROJESİ
Howard S. Friedman
Leslie R. Martin
Çeviren: Zuhal Bilgin
Kimlerin niçin çok yaşadığı konusundaki yaygın düşüncelerin
doğruluk derecesini bilimsel yoldan incelemek kolay değildi.
Ömür uzunluğunun nedenlerini belirleyecek bir soruşturmanın
ömür boyu sürmesi ve binlerce insanı kapsaması gerekiyordu.
Uzun Ömür Projesi Amerika’da sonuçlandırılan öyle bir dev
araştırmanın hikâyesini ve açığa çıkardığı şaşırtıcı gerçekleri
içeriyor. Dikkatle okursanız ömrünüz uzayabilir.
WELLBEING ESENLİK
Tom Rath, Jim Harter
Çeviren: Çağla Yılmaz
Wellbeing Esenlik kitabında meslek, duygusal ilişkiler, para
durumu, sağlık, çevre faktörlerinin etkisi ve ideal düzenlemeyi
başaranların bunu nasıl yaptıkları matematik kesinlikle anlatılıyor.
“Bir kitap okudum, hayatım değişti” cümlesi edebiyat sözüdür.
Ama Wellbeing Esenlik öyle bir değişikliği sizin yaşantınızda
somut gerçeğe dönüştürme olanağını sunuyor.

Benzer belgeler