İndirmek İçin Tıklayınız!

Transkript

İndirmek İçin Tıklayınız!
merhaba
Merhaba;
Ağustos ayına yine yasaklamalarla, baskılarla girdik. Ferhat Tunç’un, Doğubeyazıt’taki konserinde kullandığı sözler nedeniyle tutuklanmasının, şarkıcı Rojin ve Kürt komedyen Murat Batgi’ye de tutuklama kararı çıkarılmasının ardından Grup Yorum’un Marmaris, Datça, Milas, Fethiye konseri, ilgili kaymakamlıklar tarafından yasaklandı. Yasaklanma gerekçesi ise
TMY’nın 8. Maddesi. Söz konusu madde, yürürlükten kaldırılmış, 19 Temmuz 2003 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanmış olmasına rağmen, Fethiye
Kaymakamlığı büyük bir hukuksuzluğa imza attı. Daha sonra ise yasaklanan konsere İdari Mahkeme kararı ile izin çıktı. Ne diyelim? “Burası Türkiye!..” AB Uyum Yasalarıyla demokratikleşmeden bahsedenler, yeri geldiğinde, o demokrasi maskesini yüzlerinden çıkarıyorlar. Maske bu! Gerektiğinde çıkarılabilir.
Fazıl Say “sansür”e takıldı. Sivas’ta katledilen Metin Altıok’un anısına
yaptığı oratoryo, Kültür Bakanlığı tarafından sansüre uğradı. Peki Fazıl
Say’ın duruşu nasıldı? Hayatın, Fazıl Say’a dayattığı neydi? Tavır’ın sayfalarında buna da yer ayırdık.
Küçücük bir çocuk, Mardin’de aralarında bürokratlarında bulunduğu kişilerin tecavüzüne uğradı. Yasaların emanet edildiği kişilerin... Adı “N” bu
küçük kız çocuğunun, soyadı “Ç”. Adalet Bakanlığı’ndan adalet isterken,
O’na bir kez de medya tecavüz etti. Etinden sonra ruhundan da para kazandılar.
İki elini yumruk yapıp direniyor Bağdat. ABD askerlerinin tabutları, birer
ikişer dönüyor ülkelerine. Haksız bir savaşa katılmanın bedelini ödüyorlar.
Vatan toprakları kutsaldır. İşgalciler ise yenilmeye mahkumdur. Irak’ın
yurtsever halkı bunun bilincinde. Kuşatıldıkları evde, Saddam’ın oğulları
Uday ve Kusay, bu bilinçle savundular vatanlarını. Kuşatıldıkları ev , “vatan”dı. Aynı evde bulunan 14 yaşında bir çocuğun son mermisine kadar çatışması başka neyle açıklanabilir?
Irak’ın halkının katline onay verenlerin başına torba geçirildi. Ulusal
onur Amerikan postalları altında eziliyor. ABD işbirlikçiliğinin sonu budur.
Hiroşima’dan Bağdat’a emperyalizmin katliamları sürüyor. Emperyalizme karşı direnenler kazanacak!
17 Ağustos... Onbinlerce insanımızın Marmara’da göçük altında kaldığı
gün. Devletin enkaz altında kaldığı gün. Yıldönümlerinde, hayatını kaybedenleri anıyoruz.
Bin gündür sürüyor direniş. Açlık bininci gününde. Bininci günde
direnenler bin selam olsun!
19. Sayımızda buluşmak dileğiyle....
Dostlukla...
tavır
Ön Kapak Foto: Ali Öz
tavır
Aylık Sanat Dergisi
ISSN 1303-9113
3 bir konser ve bafl›m›za
gelenler...
5 torban›n içi
7 dereyi görmeden...
9 ferhat tunçla tutuklulu¤u
üzerine...
11 öykü
13 çürümüfl bir beynin
itiraflar›
15 o’nu son kez...
16 birlikte seyredece¤iz...
17 fliir
18 yaflatmak için öldüler
19 sinema
21 maksat spor olsun
23 fliflko ve ufakl›k
24 ad›”n”, soyad›”ç”
25 sansür:5- faz›l:4...
27 ezen ve ezilen
insand›
28 karikatür
29 haber yorum
Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdilKültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6
Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: [email protected]
Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98
Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST.
(EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST.
Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R
güncel
grup
yorum
bir konser ve...
“bafl›m›za gelenler”
öyle bir dönüp bakıyoruz geriye.
Kurulduğumuzdan bugüne kadar, 18 yıla sığan 18 albüm, iki kitap çıkarmışız. Yurtiçi ve yurtdışında
sayısız konser vermişiz. Anadolu'da,
tüm çabalarımıza rağmen, konserlerimizin her defasında engellendiği
yerleri saymazsak, neredeyse gitmedik yer bırakmamışız.
Diğer yandan, kasetlerimiz, kitaplarımız toplatılmış, sayısız konserimiz yasaklanmış. Bir çok konserimizin ardından, hakkımızda soruşturmalar açılmış. Tutuklama kararları çıkartılmış; defalarca gözaltına alınmışız. Üzerimizdeki baskılara rağmen,
türkülerimizi halkla paylaşmışız.
Hak ve özgürlükler mücadelesi içinde, sayısız mitinge, greve, boykota,
forumlara, basın açıklamalarına katılmışız. Adımız, 'yasaklı grup'a çıkmış.
Özellikle son bir yıldır, geçmişte
yaşadığımız deneyimlerle birlikte,
yaptığımız konserlerin sayısında belirgin bir artış olduğunu biz de farkediyoruz. Aysa Organizasyon ile gerçekleştirdiğimiz ‘Türkiye Turnesi‘
kapsamında, birçok şehirde konser
verdik. Turne programımız halen devam ediyor.
Konserlerimizin yoğunlaşması,
'üzerimizdeki baskıların azaldığı',
bunun 'demokratikleşmenin bir göstergesi’ olarak yorumlandığı şeklinde
bazı değerlendirmelere de tanık oluyoruz. Bu durumun, AB'ye uyum yasalarının mecliste arka arkaya çıkmasıyla paralel bir zamanda ilerliyor olması, böylesi yorumlara yol açıyor.
'Uyum paketleri'nin mecliste arka arkaya tartışılıp yasalaşıyor olması,
'demokrasiye aykırı' yasaların teker
teker değiştiriliyor olması, haliyle,
Ş
yaşamımızın artık daha rahat olduğu, baskıların olmadığı, herkesin dilediğini söyleyebildiği, ülkemizin özgürce yaşanılan bir ülke olacağı şeklinde yorumlanıyor. Evet doğrudur;
yasalarla birçok yenilik getiriliyor
ama bu yasaların pratiğe ne kadar
geçirildiği ve ne kadar geçirilebileceği konusunda pek de ümitlenmememiz gerektiğini bizzat hayatın kendisi, pratiğin içinde gösteriyor. Buna,
onlarca örnek verilebilir elbette. Fakat, bu uygulamaların, sadece bize
nasıl yansıdığını belirtmemiz, yeterli
olacaktır.
Son bir yıldır verdiğimiz konserlerde artış olduğu bir gerçek. Fakat,
bunun asıl sebebinin, yasaların değişmesinden çok, bizim çok daha fazla sayıda konser başvurusu yapmamız olduğunu belirtmeliyiz. Bu başvurularımız içinde, yasaklanan ya da
3
çeşitli biçimlerle engellenmeye çalışılan birçok konserimiz oluyor. Bir turne programı içinde, birbirine yakın
olan birkaç ilde konser başvurularımız oluyor. Fakat, bu turne programı
içinde yasaklanan bir il mutlaka karşımıza çıkıyor. Kayseri konserimiz,
böyle bir turne başvurusu içinde yasaklanmıştı. Yine gerçekleştirmek istediğimiz Doğu turnesi için, Elazığ,
Malatya, Tunceli, Adıyaman ve Diyarbakır konserlerinden, Adıyaman
ve Diyarbakır konseri yasaklanmıştı.
Elazığ konseri de önce yasaklandı,
sonra idari mahkemeye yaptığımız
başvuru sonucunda izin verildi. Yani,
üzerimizdeki yasakların kalktığını
söylemek pek bir anlam taşımıyor.
Konserlerimiz, genellikle, 'güvenliğin alınamayacağı' gerekçesiyle, valinin özel yetkisine dayandırılarak yasaklanıyor. Herhangi bir olayın nasıl
ve neden 'çıkabileceği' sorusu her defasında cevapsız bırakılıyor. Çünkü
elde ne böyle bir veri, ne de daha önce konserlerimizde yaşanmış bir 'güvenlik sorunu' bulunuyor. 'Konserde
olay çıkabilecegi’ duyumlarının alındığı' söyleniyor. Bu olayı, kimin, hangi sebeplerle ve nasıl çıkaracağı belirtilmiyor. 'Duyumu' nereden aldıkları
sorusu da bir sır olarak kalıyor.
Yıllardır bu türden konser yasaklamalarına maruz kalıyor ve buna
karşı mücadele veriyoruz. Son turnemizde yaşadıklarımızi ise deneyimlerimize yeni birikimleri ekledi. 'Uyum
paketlerinin' sonucunun ne olacağını
gösteren uygulamalarla dolu.
Terörle Mücadele Yasası’nın meşhur '8. maddesi' vardır. Bu yasa sebebiyle geçmişte çeşitli cezalar aldığımız da bilinir. Bu yasa, uyum yasaları çerçevesinde geçtiğimiz günlerde
yürürlükten kaldırıldı. Bugün, artık,
böyle bir yasadan dolayı yargılanmak ya da soruşturmaya uğramak
mümkün değildir çünkü; artık böyle
bir yasa yoktur. Fakat bu yasa, yürürlükte olmadığı , kaldırıldığı halde,
bize karşı işletildi. Fethiye konserimiz, işte bu yasaya dayandırılarak
yasaklandı. Yasanın kalkıp kalkmaması, yürürlükte olup olmaması bir
şeyi değiştirmiyor. Niyet, konserimizi yaptırmamak olunca ve daha da
önemlisi, baskıyı daimi kılmak olunca yasalar çokta önemli olmuyor. Bu
yasa, varolduğu haliyle bile, hukuki
olarak sadece suç işlendiğinde kullanılabıilecek bir yasa. Yani, 'böyle bir
ihtimal var' diyerek gerçekleşmemiş
bir fiil hakkında bir yorumda bulunmak ve bu yasayı işletmek zaten
mümkün değil. Ayrıca, bu yasayı işletecek olan mercii kaymakamlık ya
da emniyet değil, sadece mahkemelerdir. Bizde ise bu yasayı kaymakamlığın işletmesi de başlıbaşına bir
meseledir. Yani, bir yasa, sadece fiilden sonra kullanılabilecekken, eylem
gerçekleşmeden kullanılıyor. Üstelik,
yetkisi olmayan makamlarca. Bu, sadece 'gaf'ları yapanların cahilliğiyle
açıklanacak bir durumdur. Burada,
kendi çıkarlarını yasaların da üstünde gören, bu yasaları sadece işine geldiğinde işleten, işine gelmediğinde
ise hukuksuzluğa başvurmaktan çekinmeyen; kendisi gibi düşünmeyene
hayat hakkı tanımayan bir anlayışın
sebep olduğundan söz edebiliriz. Ve
bu anlayışı, ne değişen yasaların, ne
'AB kriterlerinin', ne 'uyum paketlerinin' ıslah edeceğini kimse düşünmemelidir. Bizim olayımızda da aynen öyle olmuştur.
Bu çarpıklığı, hemen Muğla İdari
Mahkemesi’ne taşımış ve mahkemece haklı görülmüştük. Yani, yasak
mahkeme kararıyla kaldırıldı ve Fethiye'nin uygulaması haksız görüldü.
Düştüğü komik durumdan kurtulmak için en azından bu dakikadan
itibaren susup beklemesi gereken
Fethiye polisleri, tavırlarını artık iyice baskıcı ve zorba yöntemler kullanarak hayata geçirmeye çalıştı. Konseri yapacağımız yerin yetkililerine
giderek, salonu bize vermemesi yönünde tehdit ettiler. Artık ortada ne
yasa, ne kural vardı. Belli ki bu olayı
'kaybolan bir prestij' olarak görmüşlerdi. 'Yasaları yürütme' görevliye
yükümlü olan polisler, bunu başta
kendileri ihlal eder hale geldiler.
Turnenin diğer ayaklarından Bodrum ve Marmaris’e izin çıkarken,
Datça ve Milas konserleri yasaklanmıştı. Ve yasaklanan bu konserlerde
gerekçe dahi gösterilmedi. 'Konserin
yapılmasının uygun bulunmadığı'ndan başka bir ibare yoktu. Neden
uygun bulunmadığı sorusu yine cevapsız kalmıştı. Bunlarla ilgili yaptığımız itiraz da mahkemece kaldırıldı
ve bu konserlere de izin çıktı.
Bir turne için birbirine çok yakın
beş ayrı yere başvuru yapıyoruz.
Bunlardan ikisi sorun çıkarmadan
izin verirken, üçü yasaklanıyor. Bu
bile, yerel idarelerin ne kadar keyfi
tutumlar içinde olabileceği, yasaları
herkesin işine geldiği gibi işleteceği
gerçeğini gösteriyor. Yasaklayan neye göre yasaklıyor? İzin veren neye
göre izin veriyor? Beşini de yönlendiren aynı yasalar. Bölgeye göre değişiyor desek, beşi de tatil bölgesi ve
politik dengeleri üç aşağı beş yukarı
aynı. Birbirine birer saat uzaklıktalar.
Ancak uygulamada, sanki biri dünyanın bir ucunda, diğeri öbür ucunda, anayasaları farklı, ayrı ülkelermiş
gibi bir tablo çıkıyor.
Bu durum, belirleyici olanın kağıt
üstündeki yasaların olmadığını gösteriyor. Yasaklar kalkıyor sözlerinin
en fazla sarfedildiği dönemde, yasaklamalar, tutuklamalar arka arkaya
çıkartılıyor. Ferhat Tunç, Doğubeyazıt'ta katıldığı bir festivalde hiç kullanmadığı bir söz gerekçe gösterilerek bir haftasını hapishanede geçir-
4
mek zorunda kalıyor. Rojin hakkında, aynı festivalde, şarkılarını söylediği için tutuklama kararı çıkartılıyor. Kürt komedyen Murat Batgi, şakalarını aynı festivalde yaptığı için
yine hakkında tutuklama kararı çıkartılan bir başka isim oluyor.
Biz hakkımızı aramasak, mahkemelere başvurmasak, kamuoyu oluşturmasak, basın toplantılarıyla bu
durumu herkese duyurmasak, olayın
üzerine gitmesek konserlerimizi veremeyeceğiz.
Böyle bir ortamda demokratikleşmeden bahsetmek gerçekçi durmuyor. Uyum yasalarının kendisi bile,
'uyulan' Avrupa'nın kendi pratiği bile bunun böyle olacağını gösteriyor.
Bir yasa demokratik olmadığı gerekçesiyle kaldırılıyor ama başka bir
maddeyle boşluğu hemen dolduruluyor. 'Demokrasi'nin beşiği' Avrupa'nın 'temel direklerinden' Almanya'nın ırkçı uygulamalarını herkes
görüyor. İşine gelmediği noktada,
yüzündeki demokrasi maskesini yırtıp atabiliyor.
Sözün kısası, bu ülkeye demokrasi gelecekse, bu Avrupa'dan ya da
'uyum paketlerinden' değil, bizim
haklarımızı aramak için yılmadan,
bıkmadan, usanmadan mücadele etmemizden geleceği bir gerçek. Demokratik olmayan bir uygulamanın
karşısında sesimizi yükseltmek için
ille de kendi başımıza gelmesini beklemek gerekmiyor. Eğer bu ülkeye
gerçek demokrasinin gelmesi konusunda samimiysek, şu kişi, bu sanatçı demeden, bununda ötesinde şu
bölge bu mahalle demeden, yaşanan
bütün uygulamaların yarın bizimde
başımıza gelebileceği gerçeğini gözeterek, tüm bunlara ortak tepkilerimizi dile getirebilmeliyiz.
Bizim bu turnemizdeki konserlerin yasaklanmasına karşı, özellikle
uluslararası kişi ve kuruluşlar ile sanatçı dostlarımızın mail ve faks yoluyla tepkilerini dile getirmeleri bu
konuda çok olumlu bir örnekti.
Yasaklamaların, tutuklamaların,
soruşturmaların, keyfi uygulamaların karşısında ancak birarada olduğumuzda daha güçlü olabiliriz. Yasalarda belirtilenler ve yapılan iyileştirmeler zaten bizim hakkımızdır; bunu
bize kimse bahşetmiyor. Bu kazanılmış hakların hayata geçirilmesini ve
daha fazla hakkın elde edilmesini ancak böyle sağlayabiliriz.✔
güncel
güzin
aşamımızda işlerimizi kolaylaştırmak, pratik bir hale getirmek için kullandığımız
yüzlerce irili ufaklı araç gereç ve eşya vardır. Bunlar, hem zamandan
kazanmamızı, hemde daha az yorulmamızı sağlar. Örneğin masa,
düz bir zemin üzerinde rahat çalışmamızı sağlar. Asansör, bina içinde
hızlı ve yorulmadan iniş çıkışları
sağlar. Çekiç, çivi vb... Bu örnekler
çoğaltılabilir. Bütün bunların işlevi
bellidir. Her biri, yaşamımıza pratik çözümler sunmakla birlikte birer ayrıntıdır. Fakat, niyeti bozuk,
pis düşünen ellere geçtiğinde, bir
anda işlevi de, misyonu da değişiverir bu gereçlerin. Bu ellerce kullanılan gereç her neyse, artık karanlık
işlerin, binbir türlü entrikanın hayata geçirilmesinde başrol oynayacak bir niteliğe bürünmüştür.
Örneğin bir torba. Bir çuval. Nedir, ne işe yarar? İlk akla gelen şu
oluyor haliyle: Ya un doldurursun
içine ya şeker. Ya da buna benzer
envai çeşit bakliyat, yiyecek ya da
malzeme sayılabilir. Birde çöp için
kullanılanları vardır. Genellikle, siyah olanları tercih edilir çöp torbalarının. İçindekiler görünmesin diye. Torba dediğin taşır. İçine sığdırabildiğiniz kadar malzemeyi saklamak ya da bir yerden biryere taşımak için kullanılır. Sözün kısası işlevi belli, basit bir gereçtir torba. İsteseniz de başka bir işe yaramasını
sağlayamazsınız.
Ancak, öyle olmadığını hepimiz
gördük. Basit bir torbanın, dünya
üzerinde imparatorluk hayalleri
kuran bir gücün eline geçtiğinde;
Y
nasıl aşağılama, alay etme
aracına dönüştüğüne, pis bir
politik malzeme haline getirildiğine hepimiz tanık olduk. Yine tersinden, basit
bir torba yüzünden nasıl
ele güne maskara olunduğuna, bir yandan
gücünün yettiğine, en küçük bir şeyde efelik taslarken bir yandan bir aşağılama
karşısında nasıl sinip, süt dökmüş
kediye dönüldüğüne hepimiz tanık
olduk.
Hatırlayacağınız gibi, geçtiğimiz ay Kuzey Irak'ta ,11 Türk subayı Amerikan askerlerince ani bir
baskınla yaka paça gözaltına alınmıştı. Bu gözaltı olayında, bütün
diplomatik teammüller bir kenara
itilip, Türk subaylarının elleri arkadan zincirlenmiş ve başlarına birer
torba geçirilmişti. Yol boyunca ve
sorgulanırken çeşitli işkencelere
maruz kalmışlardı. Amerika'nın
buna benzer uygulamalarına daha
önce de tanık olmuştuk. Bunların
herbiri için, “Onlar da hakediyor
canım.” türünden yaklaşımlar sergilenmiş, Amerika'nın bu uygulaması karşısında sessiz kalınarak bir
anlamda onaylanmıştı. Bu olay,
'dost ve müttefik bir ülkenin' askerlerinin böyle gözaltına alınması,
tepki çekmişti. Gerçi bu tepkiler sö-
5
karaduman
nük, durumu kurtarmaya dönük,
cılız tepkiler olmaktan öteye geçemedi.
Yaşanan bu olay, tencere dibin
kara seninki benden kara misali,
pek çok çarpıklığı içinde taşıyan bir
olay olarak hafızalara kazındı. Öyle
ki, şöyle bir baktığınızda elle tutulur tek bir tarafı olmadığını, yaşanan her şey ama her şeyin başlı başına bir izahı gerektirdiğini açıkça
görüyorsunuz.
Amerika'nın aşağılayıcı, ben ne
dersem o olurcu, kural tanımaz bir
politikası olduğunu hepimiz biliyoruz. Eskiden suratına taktığı 'özgürlükçü', 'hürriyetçi' maskesini artık indirmekten, 'Bundan böyle, ülkelerinizde oynadığım demokrasi
oyununa son veriyorum.' tavrını
açıkça sergilemekten çekinmiyor.
Herkese ama herkese, “Oyunu benim kurallarıma göre oynayacaksınız ” diyor.
Yaşanan bu olayda da Türkiye'ye verdiği mesaj açık: “Ben gel
deyince gelecek, git deyince gideceksin!” Mutlak bağlılık ve itaat istiyor. “Benim inisiyatifim dışında
işlere kalkışırsan, seni böyle ele aleme maskara yapmaktan çekinmem.” diyor. Bu konudaki ciddiyetini göstermek için, sopayı aba altından çıkarıp kafasına geçiriveriyor. 'Stratejik ortak', ortaklık kurallarının dışında bir iş yapılınca, yani
kendi onayının dışında bir işe kalkışılınca, 'taktik tokat' atmaktan çekinmiyor.
Türkiye'nin tavrı ne? Başlıyor ah
vah etmeye. 'Kardeşim sen benim
askerimi nasıl bu şekilde alırsın.’
diyemiyor. 'Benim askerime böyle
muamele yapan biriyle stratejik ortaklık yürümez.' diyemiyor. Hesap
soramıyor. 'Bir özür bile dilemediniz!' türünden sızlanmalarla, rezil
bir tavır sergiliyor. Bir yandan, bu
askerleri oraya neden gönderdiğini
açıklayamamanın sancıları bir yandan efendiden azar işitmiş olmanın
verdiği eziklik, nasıl bir tavır takınılacağında belirleyici oluyor. Yıllar yılı 'milli ordu'ya toz kondurmayan, 'büyük Türk askeri' hakkında en ufak olumsuz birşey söyleyene heyheylenenler, bu aşağılama
karşısında sinip oturmaktan başka
birşey yapamıyor. Ve bunun verdiği onursuzluğu hazmedemediği
için, bu durumu eleştirenlere saldırıyor. Meseleyi 'münferit bir olay'a
indirgemeye çalışması, kınayamaması, ‘Neden nota vermediniz?’ sorusuna 'Müzik notasımı bu ?' pişkinliğiyle cevap vermesi; bağımsızlık' masallarının ne kadar sahte olduğunu, iplerin kimin elinde olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Ordu askerlerine sahip çıkamıyor. Torba, bir anlamda onlarında
başına geçiriliyor.
Ve tabi, gözaltına alınan askerlerin olayı yaşarken ve anlatırkenki
tavrı...
Gözaltında tutuldukları muameleyi ağlamaklı, gözleri dolu dolu, rezil, yerlerde sürünen bir şekilde ifade etmeleri, durumu daha da
vahim kılıyor. 'Kafalarına nasıl torba geçirildiğini', 'bileklerindeki zincirin ne kadar sıkıldığını', 'kollarına
nasıl dipçik darbeleri aldıkları-
19.07.2003 Cumhuriyet
nı','kendilerine bir lokma ekmek bile verilmediğini' anlatırken ki halleri yürek paralayacak cinsten! Bir
tanesi de çıkıp, 'Başımıza torba geçiremezsiniz. Siz kim oluyorsunuz!'
dememiş. 'Milli onuru' düşünen
yok. Dua etsinler, Amerikalılar onlara dışkılarını yedirmemiş. Ancak,
bu kafayla devam ederlerse, Amerika'nın kulu kölesi olarak yaşamaya devam ederlerse, yaptıkları hatalar karşısında Amerikalılar’ın onlara dışkılarını yedirecekleri günler de, idrarlarını içirecekleri günler de yakındır.
Afiyetle yer içerler...
6
Yukarıda da değindiğimiz gibi,
ipe sapa gelmez, neresini tutsanız
elinizde kalan bir durum. Kendilerini, yıllarca Amerika'nın emireri
sayarak bir dediğini iki etmeyenler,
söylediği herşeyi bir görev sayıp
yerine getirenler, yaşanan bu olay
karşısında muhatap dahi bulamıyor. Sıradan, düşük rütbeli askerlerle yetinmek zorunda kalıyor.
Amerika'nın vurdumduymaz tavrına, gıklarını çıkaramıyorlar. Bir de,
kalkıp, 'ulusal onurdan', 'milli menfaatlerden' bahsediyorlar. Torba, bir
onursuzluğu simgeliyor.
Bu onursuzluk onlarındır.✔
›rak
ulafl
cengiz
dereyi görmeden...
ereyi görmeden paçayı sıvama.” demiş eskiler. Ne kadar doğru bir söz. Çölde,
çöl sıcağında ne kadar temkinli bir
adımın nasihatı. Hatta bazı durumlar
için dereyi görsen de paçaları sıvama.
Çünkü serap olabilir gördüklerin. Suratına vurduğun, bir avuç tatlı serinlik
olmaktan çıkar. Kızgın kumlarla kavrulur suratın.
Çölde serap görenler, gerçeğin sıcağında kavruluyor şimdi. Gerçek bazen yakıcıdır. Kızgın bir çöl kumu kadar. Kızgın bir çöl insanı kadar.
Sıcaktan kavrulan yüzler, derin
acıları taşır izlerinde. Geçişten gelen
acıları; hep talan edilmiş toprakları
yurt tutmanın acısını. “Acı patlıcanı
kırağı çalmaz.” demiş eskiler. Sıcaktan
kavrulmuş bu yüzler, yeni bir acıyı da
taşır. Acı bileylenir, öfkeye döner.
Daha kaç zaman geçti, o muzaffer
tankların Bağdat sokaklarını paletleriyle ezdiği günlerin üzerinden. Ne
çabuk unutuldu Iraklı bebelerin ölümü. Ve ne çabuk yayılıyor, muzaffer
orduların erlerinin bir bir azaldığı haberi.
Televizyonlar unuttu diye, unutulmaz ya, çocukların ölümü. Kurumadı
ya, anaların öpülesi gözleri. Daha hala esir ya, koca bir ülke.
Beyaz saraydan huzur yayılıyorsa,
çöl toprağını ezip geçen yabancı postallar da huzurlu olacak değil ya. Ne
çabuk okundu korku, o mavi gözlerde.
Ne çabuk sustu, tüm o acılara yabancılaşan yürekler. Yine eskilerden
bir söz: “Uzaktan davulun sesi hoş gelir.” Uzaktan, bir halkın yenilgisini alkışlayanlar, ne çabuk sustu. Hep yenilgiyi, hep eğilmeyi kutsayanlar, 9
Nisan gecesi, bıyık altından yayılan
“D
gülümsemeleriyle direnenlere
meydan okuyordu. “İşte böyle
ezilir; böyle yenilir sizinkiler.”
Kim bizimkiler?
Ezilenler. Kim?
Halklar. Nasıl
da usuldan bir
meydan
okumaydı o öyle?
Unuttuk
mu?
Unutulur mu?
Kim, hangi ezilmiş, hangi öfkeli
yürek unutur o
günleri. Şimdi,
suskunluk sırası
değişti. İşte konuşuyor
Irak
halkı. Şarjörde
mermi bitince,
yenisini doldurana kadar suskun kalır silahlar. Sonra yeniden
konuşur
namlular. 9 Nisan merminin
namluya sürüldüğü andır. Yine
konuşuyor Iraklılar. İşgalciye,
anladığı dilden
“Defol!” diyor.
Conilerin başlarına ödül koyduğu,
Saddam’ın oğulları, Uday ve Kusay
Hüseyin kuşatıldıkları evde katledildi. Hem de, Coniler’in bile itiraf ettiği
şiddetli bir direniş sonrasında. “İşbirliği yaptılar, Hawai’de tatile gittiler.
Amerikalılar’la beraberler.” diyenlere, cevaplarını canları pahasına, işgal-
7
cilere direnerek verdiler. Amerika’nın,
şimdiye kadar onlar hakkında kullanmadığı hiçbir karalama kampanyası
kalmamıştı. “Kokain bağımlısı, kadın
düşkünü, evlerinde açık saçık kadın
posterleri çıktı.”
Hayatı böyle yozlaşan insanların
ölüm korkusu uçlarda olur. Nasıl bir
hayatın onu beklediğini bilmese bile,
yaşamayı ister. Çukurda, en dipte olsa
bile. Öyleyse bu direniş ne? Uday ve
Kusay... Onlar birer devrimci miydi?
Kuşkusuz hayır. Ancak, onları böylesi
bir direnişe götüren sebep kuşkusuz,
onurlu oluşlarıdır. Yurtseverlikleridir.
14 yaşındaki çocuklarının, evdeki son
ana kadar direnmesi neyle açıklanbilir. Savaşın çocukları erken büyüttüğünün başka göstergesi olabilir mi?
Onları katledenler, yüzleriyle, silahlarıyla ne kadar tanıdık. Katledenlerin
kardeşliği. Ne kadar bildik yöntemlerle katledildiler. Eh ne de olsa, bin
yıllık bir kardeşlikleri var. Ne de olsa,
“aynı orospunun çocukları” onlar.
Koalisyon Güçleri Komutanı
Sanchez, onların yüzlerinin darmadağın olduğunu açıklıyor. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, cesetlerin yüzlerinin korkunç halde olduğunu, fotoğraflarını basına gösterme konusunda kararsız olduklarını
söylüyor. 200 askere karşı dört kişi.
Roketlere, helikopterlere, füzelere
karşı dört kişi. Bu mu zafer. Bush’un,
artık eski rejimin son kalıntılarını da
yıktık diye böbürlenmesinin arka planı bu mu? Böyle bir zafere utanmaktan başka ne yapılır? Acaba, katliamın
yaşandığı evin balkonuna çıkıp, havaya ateş açarak kutladı mı Coniler, zaferlerini? Ya da cesetlerin üzerinde
oturup doyurdular mı karınlarını.
Doldurdular mı aç midelerini. Bu operasyona katılıp, ertesi gün Iraklılar’ın
kurşunlarıyla ölen Coniler’in midesinde miydi Irak’ın ekmeği? Taşıdı mı
onu da mezarına?
Televizyonlar, Bağdat sokaklarındaki kutlamaları sokuyor gözümüze.
9 Nisan’dakilerden daha azlar bu kez.
Hayal kırıklığı yaşatmak için yeni bir
kampanya. Boşverin siz onları. Bozmayın moralinizi. İhanet her yerde.
Vatana ve kendine ihanet her yerde.
Kekliklerin soyu tükenir mi? Fakat,
tarihin akışını rüzgara yelken açanlar
değiştiremez ki. Tarihin akışını, rüzgara karşı yürüyenler belirler.
Coniler'in cesetleri her geçen gün
artarak, ülkelerine dönüyor. Ve bu
korku onları her geçen gün daha da
telaşlandırıyor. Akıllarına Vietnam
geliyor. Vietnam. O "bataklık", "kahrolası halk direnişi", "gerilla eylemleri", “sendromlar”... İkinci bir kabusu
kaldırmıyor yürekleri. Hergün, nereden geldiğini bilmedikleri saldırılar;
ansızın askeri araçlarının ortasında
patlayan roketler; ABD askerlerinin
bulunduğu noktalara yapılan baskınlar, ABD uçaklarına gönderilen füzeler; Hadisa şehrinde işbirlikçi valinin
cezalandırılması; Salihiyye bölgesinde, kadınların, ellerinde bıçaklarla,
Amerikan askerlerinin üstüne yürümesi... Bunların hepsi, direnişin gücüdür.
Direnişin organize olmadığını, gerilla savaşına dönüşmediğini söylüyor Coniler. Gerilla mıdır, yoksa başka bir şey mi bilinmez ama savaş sürüyor. Coniler, buna gerilla savaşı dese ne olur, demese ne? Direniş, direniştir. Ancak, şu da var ki, Coniler,
“Bu bir gerilla savaşıdır.” derse, bu
yeni bir süreci başlatır. Irak’ın köylerinden kontra dumanlar yükselir. Ge-
8
rilla karşısına yüzyıllık kontr-gerilla
deneyimiyle çıkar Coniler. Bir bir kaybedilir Irak’ın çocukları. Şimdiden
boş durmuyor İngilizler. Yalanlarının
ortaya çıkmasıyla birlikte, ortadan
kalkmaya başladı hasımları. Tıpkı, Savunma Bakanlığı çalışanı David Kelly
gibi.
Askerlerin moral çöküntüsü büyüyor. Bu, verdikleri demeçlerden, yaptıkları röportajlardan, içinde bulundukları ruh hallerinden gayet net anlaşılıyor. Özellikle Amerikan ve İngiliz kamuoyunda var olan huzursuzluk büyük. Askerlerin aileleri telaş
içinde. Şimdi, tatil, eğlence bitti.
Irak’ın yüreğine saldıkları korku, ayrıca onların da.
“Diktatörü kovdukları saraylara
kendileri yerleşti. Özgürleştirmeye
geldikleri toprakların tiranları oldular. Halk aç, halk öfkeli, halk yetimdi;
halk öksüzdü. Şimdi, tatil bitti. Eve
dönüş yasası yürürlüğe girdi. Tabutlarla, gözyaşlarıyla dönüyorlar evlerine. Artlarında, postalları, miğferleri
ve tüfeklerini bırakarak. Yetimler ve
öksüzler ordusu yolluyor evlerine.
Bronzlaşan tenleri, bir mezarı ışıtıyor
şimdi.
Irak halkı ABD'yi istemiyor. Ne
ABD'nin yönetimini, ne yardımını, ne
de ekonomik sistemini. Irak halkı özgürlüğünü istiyor.
Yıllar Sürecek Bir Savaş
Biz, Abizaid’in yalancısıyız. O böyle buyuruyor. Teknoloji tutkunlarının,
nutkunun tutulacağı bir demeci veriyor. Savaşın dakikalardan ibaret olduğuna, artık çağımızın savaşlarının değiştiğine inanan, inandırılanlar, internet çocukları, halkın yaşayışını zerre
bilmeyenler, şaşkına dönüyor. Dönmesinler. Savaş bu, teknoloji de bir yere kadar. Cep telefonu değil ki bu. Yeni modeli eskiyi altetsin. Kaldırıp çöpe atasın, eski model telefon gibi. Ya
da bayiiye götürüp değiştiresin yeni
modeliyle. Cep telefonu değil ki bu.
Savaş! Akıllı füzelerin aklı kendinden
olmaz ya. Onu ateşleyenin aklından
şüphe edilirken, bir füzenin aklı sadece yoketmeye yarar.
Dereyi görmeden paçayı sıvama
demiş eskiler. Ne güzel söz. Dereyi
görmeye giderken Coniler, çöl sıcağında kavurup öfkelerini, yürüyor
Iraklılar üstlerine, türküler söyleyerek.
“Dere geliyor dere, kumunu sere
sere.”✔
röportaj
tav›r
ferhat tunç’la
tutuklulu¤u üzerine...
Kısa bir tutukluluk yaşadınız.
Tutukluluk süreci nasıl geçti?
Kısa da olsa beklemediğim bir tutukluluktu. Türkiye’de her şeyin iyiye gideceğini düşündüğüm bir anda,
böyle kötü bir sürprizlerle karşılaşacağımı beklemiyordum. Demek ki boşuna umutlanmışım bu doğrultuda.
Asıl şaşkınlığım, tutuklanmama
neden olan ve benim sarf ettiğim iddia olunan sözler oldu. Sanırım bu temelde, uyduruk ve keyfi bir suçlamayla cezaevinde yatmak durumunda kalan ender kişilerden biriyim. Zira, “İftiranın da bu kadarı olmaz.” dedirtecek tarzda bir durumla karşılaştım. Doğubeyazıt konserimde, “Merhaba tekrardan” sözlerimin çarpıtılarak “Merhaba PKK” olarak yansıtıldığını anlamak mümkün değil.
Sanat yaşamım boyunca, çoğu kez
gözaltına alınmış ve farklı baskılara,
yasak ve uygulamalara maruz kalmış
olmama rağmen, cezaevi yatmışlığım
olmamıştı. İlk olması dolayısıyla nasıl
bir durumla karşılaşacağımı ben de
çok merak ettim öncesinde. Daha
doğrusu, E Tipi olmasının getirdiği
bazı rahatlıkları yaşamadım değil.
Ancak yine de insanın özgürlüğünün
bitiği yerde iyi şeylerden söz etmek
mümkün degil.
Cezaevinde, hem kötü hem de güzel anılarım oldu bu kısa zaman diliminde. Gerek gardiyanlar gerekse askerler beni çok iyi karşıladı. Açıkçası,
hakkımdaki iddianın gerçeği yansıtmadığına olan inançları beni cesaretlendirdi. Can güvenliğimin olmadığı
gerekçesiyle, tek kişilik bir odaya
alındım. Daha sonra, yanıma, yanlız
kalmayayım diye düşünmüş olmalılar ki, adli suçtan yatan birini verdiler.
9
Bana çok yardımı oldu bu kişinin ve
benim tahliye olduğum gece ağladı.
Cezaevinde en kötü günüm kızımın beni ziyaret ettiği gün oldu. Kızım Didem, tahliye edilmemden bir
gün önce ziyaretime geldi. Daha doğrusu gelmesini ben istedim. Gelirken
yolda annesine, "Babamı görünce
boynuna sarılıp doya doya öpeceğim." demiş. Fakat cezaevine girip görüş bölümüne geldiğinde, karşısında,
hiç beklemediği bir şekilde beni görünce, tuhaf hareketler yapmaya başladı. Korktum. Demir parmaklıklı
pencerenin arkasında belli belirsiz beni görünce önce titremeye ve ardından ağlamaya başladı. Yüreğimin
parçalandığı andı o an. Varlığımın biricik anlamı olan kızım, duvarın öbür
yanında, karşımda çırpınıyor, ben hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle
gözyaşlarımı içime akıtıyordum. Ziyaret bittikten sonra, uzun bir zaman
bu şoktan kurtulamadım ve hiç istemediğim halde, uzandığım ranzamda
sessizce ağladım.
Bu yaşadığım en kötü andı orada.
Ancak daha ilginç olanını sizinle paylaşmak istiyorum.
Sevgili Hasret Gültekin’den bana
kalan bağlamamı son günlerde cezaevine almayı başardım. Ancak hiçbir
şekilde, başkalarının duyacağı tarzda
çalmamam gerekiyordu. Gece sayımından sonra, oturup ranzamda çalmaya başladım. Ve yanımda kalan tutuklunun ısrarı üzerine “Bahtiyar”ı
söyledim.
Ve birden bir gürültü koptu. Dışarıda yankılanan bir alkış rüzgarı. Şaşırdım; neler oluyor diye? Bağlamayı
ranzamın üzerine bıraktım ve hücrenin penceresinden dışarıya baktım.
Gördüğüm şey inanılmazdı. Tıpkı, izlediğim bir filmin karesini andırıyordu. Karşı bloğun tüm hücre ve koğuşlarındaki mahkumlar, o küçücük
"pencere"lere yapışmış bir vaziyette,
söylediğim şarkıyı dinliyormuş. Zira
ben, yapılan uyarılara rağmen kendimi tutamamış, şarkıyı büyük bir öfkeyle, yüksek sesle söylemişim. Daha
sonra, şarkılarımı arka arkaya söylemeyi sürdürdüm ve cezaevinde hem
benim için, hem de tutuklu bulunan
insanlar için unutulmayacak olan bir
andı.
Kısa da olsa özgürlüğünüz elinizden alındı. Bunun için yasal haklarınızı kullanacak mısınız?
Tahliye edilmiş olmam her şeyin
bittiği anlamına gelmiyor. Hukuki süreç devam ediyor. 12 Ağustos’ta, Erzurum DGM’de ilk duruşmam olacak. Öncelikle, TMY’nin 8. maddesi
gereğince yargılanacağımı bekliyorken, bu yasanın kalktığını düşünmüş
olmalılar ki bu sefer de, 169. maddeden yargılayacaklarını öğrendim. Bu
duruşmada önemli bir savunma yapacağım. Bu savunmanın hazırlıklarına şimdiden başladım. Bu süreci çok
iyi bir şekilde değerlendirmek ve son
20 yılda yaşadıklarımın, yaşadıklarımızın bir dökümünü yapmak ve tarihe iz bırakacak bir savunma hazırlıyorum.
Muğla’da yaptığım kısa savunmada, aynı zamanda hakkımda bu tarz
yalan ve yanlış iddialarda bulunan
polisler hakkında suç duyurusunda
bulundum. Ancak, ben öncelikle bu
davanın sonucunu bekleyeceğim ve
uğradığım haksızlıktan ötürü karşı
dava açmayı, eğer iç hukuk yollarının
tıkandığını görürsem ve mağduriyetimin giderilmediğine inanırsam, o zaman uluslararası mahkemelere giderek, AİHM’e kadar götürmeyi düşünüyorum.
Doğubeyazıt'ta da her yerde söylediğiniz şarkılarınızı söylediniz.
Neden Doğubeyazıt'ta problem oldu?
Haklısınız. Problem yaratacak bir
tavır içinde olmadım. Her yerde söylediğim şarkıları Doğubeyazıt halkıyla da paylaştım. Aşırı bir sevgi seli
içinde söyledim ve halk çoşkuluydu.
Bu çok normal bir durum. 20 yıl aradan sonra ilk kez oradaydım ve şahsımda gelişen büyük bir özlemin doruğunu yaşadık hep birlikte. 20 yıl
boyunca söylediğim tüm şarkılar, barışa ve kardeşliğe yönelikti. Yaşadığımız kanlı ve kirli savaşın bitirilmesi
ve halklarımızın barış içinde, kardeşçe yaşaması için söylediğim şarkılardı. Türkiye’nin diğer bölgelerinde ne
söylediysem, ne konuştuysam orda
da aynısını yaptım. Ancak, anlaşılmaz bir biçimde gelişen bu keyfi ve
hukukdışılığın temelinde sanırım
başka “derin” nedenler var. Bu da yaşadığımız süreçle ilintilidir. Yakalanmış olan barış ortamından rahatsızlık
duyan çevrelerin bir oyunu olabilir.
Zira, bu süreçte toplumsal barışın tesisi ve kalıcılaşması için “ayrımsız ge-
10
nel af” isteminde bulunmak potansiyel PKK’li sayılmak için bir neden haline geldi.
Sanatçıların ve dinleyicilerin dayanışması nasıl oldu?
Tepkisiz, duyarsız kalmanın nelere
yol açabilecegini hepimiz çok iyi bilmekteyiz artık. Benim şahsımda gösterilen duyarlılık ve desteğin hem ülkemiz, hem aydınlarımız, hem de
halklarımız açısında büyük bir önem
taşıdığını söylemeliyim
Medyanın bu konuda yeteri kadar
duyarlı olduğunu söylemem mümkün değil. En büyük korkum da Ahmet Kaya vakası benzeri bir sonla
karşılaşacağımdı. Olmadı, zira halkımız ve sanatçı, aydın dostlarım buna
fırsat vermediler. Halkımızın ve sanatçı dostlarımın geliştirmiş olduğu
eylem ve tepkiler taktire şayandı. Bu
güne kadar görülmemiş bir yoğunlukta bir karşı duruş sergilendi ve ben
bu durumdan güç aldım. Ayrıca ,cezaevinde bulunduğum süre içinde aldığım destek mektupları ve faksların
beni hem çok duygulandırdığını hem
de bana büyük bir güç ve moral verdiğini söylemeliyim. Özellikle ülkemizin çeşitli cezaevlerinde yatan kadın tutsakların destek mesajları benim için çok anlamlıydı.
Son olarak eklemek istediğiniz
bir şey var mı?
Devletin, aydın ve sanatçıları potansiyel suçlu görme mantığına son
vermesi gerekir. Pir Sultanlar’dan günümüze kadar süregelen bu zihniyetin değişmesi ve sanatın, sanatçının
üretme özgürlüğünün önündeki tüm
yasal ve keyfi engellerin ortadan
kalkması zorunludur. Bu, demokratikleşme iddiasında bulunan Türkiyenin büyük bir ayıbıdır. Halklarımızın
ve aydınlarımızın her zamankinden
daha çok bugün bu ayıbın ortadan
kaldırmaya yönelik duyarlı olması
gerekir. Sanata ve sanatçıya düşman
bir devletin halkı temsil etmesinin
mümkün olmadığını düşünüyorum.
Bu bilinç ve iradeyle, Türkiye’nin özgürleşmesi için omuz omuza olmalıyız.
“Tekrardan” ! teşekkürler...
Rica ederim. Esas ben “tekrardan”,
“tekrardan” teşekkür ederim.✔
öykü
zerrin
ğır ağır adımlarla ilerledi. Dönse... Vazgeçse... vazgeçebilir
miydi? Belki... ama bir türlü dönemiyordu. Adımları, onu ağır ağır
götürüyordu. “Yapacak başka bir şeyin yok, en iyisi bu.” diyordu, içindeki
ses. Yapacak başka hiçbir şeyi yok
muydu? Vardı... ama o bunları göremiyor, görmek istemiyor; o binaya
doğru ilerlemekten kendini alamıyordu. “Gel.” diyordu taş bina, “Gel sığın
kollarıma... Benden başka çaren yok...
Gel bana.” Adam ağır ağır ilerledi taş
binaya doğru.
İçeri girdi. “Kimsin?” dedi masadaki
görevli. Kim olduğunu söyledi adam.
Sırıtmaya başladı masadaki. “Üstündekileri...” dedi. “Bir bir boşalt şu gördüğün masaya.” Adam yokladı üstünü başını... Koysa mıydı her şeyini
masaya? Ya da dönüp arkasını, koşa
koşa, ardına bile bakmadan kaçıp gitse
miydi oradan? Gitse gider miydi vakit
çok geç olmadan? Giderdi... Koşup
gitse giderdi ardına bile bakmadan.
Henüz vakit ne çok geç, ne de erkendi... “Haydi!” dedi masadaki. “Geldin
madem, boşalt üstündekileri!”
İlkin sol cebine attı elini. Bir anahtar koydu masaya. Bu anahtar bütün
kapıları açardı, beyninde ve yüreğinde. Bıraktı anahtarı masaya. Anahtar
metalik bir ses çıkardı... Bu metalik ses
bir şeyler hatırlattı adama. Bir silah sesi... O, hiç yanından ayırmadığı, o
duyduğunda bir zamanlar içini ürperten silahının mekanizma sesiydi sanki.
“Eski bir dostun” sesiydi bu. Oysa
çoktan unutmuştu bu “eski dostu”.
Ve... bırakmıştı bir kenara... Peki şimdi? Niye hatırlamıştı durup dururken?
Güzel miydi onu hatırlamak? Peki
şimdi gidiverse, buluverse bu eski
dostu, kucaklayıverse yine... Yapar
A
mıydı? Yapabilir
miydi bunu? Niye
bırakmıştı
onu? Yanlış mıydı bu dostluk?
Gözü masadaki
anahtara kaydı.
Oracıkta duruyordu. Uzansa,
uzanıverse geri
alabilir miydi?
Alırdı... alırdı
ama, almadı...
Masadaki
de
anahtara bakıyordu. “Güzel!..
Çok güzel” dedi
masadaki. “Hadi
şimdi diğerleri...”, “Ne?” dedi
adam. “Sen de
olan ne varsa”
dedi masadaki
adam sırıtarak.
Adam attı elini yüreğine, bir
bir çıkardı ne
varsa...
Onurunu
koydu ilkin; sonra, değerlerini
koydu üst üste.
Cesaretini ve güvenini bıraktı sonra. Ne yapmak istiyorduysa hayatta, onu koydu. Zevklerini koydu sonra. Yoksulluğunu koydu, açlığını bıraktı yanı başına. Çocukluğunu, gençliğini koydu. Kimi seviyor, kimi sevmiyorsa onları koydu bir
bir. Masa doluyor, koydukça adamın
elleri kirleniyor, masadakinin gözleri
parlıyordu.
Yüreğini yokladı; başka bir şey kalmamıştı. Beynine attı elini. Bütün dü-
11
kayal›
şüncelerini koydu. Masadaki hepsini
topluyordu. Hayat güzeldi onu da
koydu. İnsanlar eşit ve özgür olmalıydı, onu da koydu. Açlık yoksulluk bitmeliydi onu koydu sonra.
Sonra kanatlarını ikiye bükerek özgürlüğü koydu çığlık çığlık...
Ne kalmıştı geriye?
“Yokla!” dedi adam. “Ufacık bir
şey bile kalmamalı... boşalt ne varsa!”
Adam boşalttıkça boşaltıyor ama
kolay bitmiyordu benliği. En son elini
attığında, kimliğiydi cebinden çıkan.
Aldı, baktı... Bomboştu üzeri. Adam
masaya en son onu koydu.
“Bitti.” dedi bitmiş bir sesle.
Bambaşka bir kimlikle çıktı taş binadan. Sessiz ve bomboştu sokaklar.
Niye duymuyordu kulakları? İnsanlar
onu görmüyor, görüyor da yüzüne
bakmıyordu sanki. Neden seçemiyordu insanların yüzlerini?
***
Günler geçiyordu.
Gülmek istiyor, gülemiyordu; konuşmak istiyor, konuşamıyor; bağırmak istiyor, bağıramıyor; dokunmak
istiyor, dokunamıyordu.
Nereye gitse, bir ses geliyordu peşi
sıra... Tanıdık bir sesti bu... Sağına bakıyor, soluna bakıyor ama kimseyi göremiyordu.
Sese kulak verdi:
“Nicedir
Görmek istiyorum seni
Önce yüzün kayboluyor
Ardından
Kimliğin
Şimdi kimbilir neredesin
Kimlerlesin
Kimsin
Ne hazin aldanıştır bu.
Nicedir özlemek istiyorum seni
Önce sesin kayboluyor ardından
sözlerin
şimdi kimbilir neredesin
kimlerlesin
kimsin
Ne hazin yok
oluştur bu”
artık insan olsan ne olur olmasan
öyle mi?
Sen böyle değildin sana bir hal olmuş....”
Ürperdi. Ses
tırmalıyordu kulaklarını. Koşmalı, kaçmalıyd;
duymamalıydı
bu sesi.
Tanıyordu bu
sesi. Çok yakından tanıyordu.
Nasıl unuturdu?
Hani koşup gidecekti ya kollarına, ‘bak’ diyecekti. ‘Bak geldim... benim için
yalnız sen varsın
artık.”
Neden
bir
türlü gidemiyordu ona? Neden
gidemiyordu? Ne hayaller kurmuştu... Şimdi yoktu hiçbiri...
Peki ya bu insanlar, neden bakışlarını kaçırıyorlardı ondan? Neden yollarını değiştiriyorlardı onu görünce?
O gülen gözleri neredeydi insanların?
Koşup gitmeliydi. Boynuna sarılıp;
dizine, başını koyup anasının, susmalıydı. “Yoluna ölürüm.” demez miydi
anası? Gitmeliydi...
***
Bir kedi yavrusu gibi usulca ve ürkek, süzülerek girdi içeriye... Usulca
oturdu bir kenara. “Ana!” diyecekti,
diyemedi. “Ben...” diyecekti, diyemedi. Boğazına düğümlendi sözcükler.
Yüzüne baktı anasının ve eğdi kafasını önüne. Eğildi yaşlı kadın, baktı
yüzüne. Başını yana çevirdi. Kadın
tekrar eğildi. Bu sefer sımsıkı yumdu
gözünü.
***
“ÖLÜM...” ne çok korkuyordu bu
kelimeden... Rahat bir yaşamı olmayacak mıydı artık... Niye korkuları hep
yanındaydı?
Nereye gitse, neyini verse kurtulamıyordu artık. Bu seslerin yabancısı
değildi hiç.
“Gözlerini gözlerimden kaçırıyorsun
bir gizlediğin mi var
ellerin titriyor
belli yüreğin soğumuş
artık inansan ne olur inanmasan
öyle mi
sen böyle değildin sana bir hal olmuş
***
Günler sonra üstünden çıkanlar
teslim edildi anasına. Bir ceket, bir
pantolon,bir gömlek, bir çift ayakkabı.
Birde bir kağıt çıkmıştı cebinden
“Pişmanlık yasasından yararlanacağıma...
Devletime bağlı kalacağıma...
Faydalı olacağıma...
Bir damga vardı kağıdın altında.
Kıpkırmızı bir damga basılmıştı
kağıdın altına; kan gibiydi sanki.
“PİŞMANLIĞI ONAYLANDI” ✔
Avuçların mı terliyor, neden albastı yüzünü
dizlerin çözülüyor belli bir korktuğun var
12
“Kaçsan nereye kaçacaksın kendinden
Yerin belli, yurdun belli, çağın belli
Sığınsan da yalnızlığın koruganlarına
İşin belli, gücün belli, düşüncen
belli
Kaçsan nereye kaçacaksın kendinden
Ayışığı belli, deniz belli, akşam belli
Sanma ki avutur bu düşünceler
seni
Doğuş belli, yaşam belli, ölüm belli...”
...
Kimbilir
Hangi antlara kandın
Şimdi yalnızsın terkedilmiş belki
Silmek zordur geçmişin izlerini
Gün gelir ölmek
Yetmeyebilir.
***
Kalabalık gittikçe birikiyordu.
Siren sesleri duyuluyo; sessizliği, acı
bir çığlık gibi yarıyordu. Polis telsizlerinden şu anons geçti:
“Kimliği belirlenemeyen bir şahıs,
X mevkiinde, saat 10.00 sularında ölü
olarak bulunmuştur...”
tart›flma
tav›r
arihimiz, özgürlükten kaçınma yolunda bir çabadan ibarettir. Çoğunlukla, direnmek
ya da yaratmaktan çok, uyum sağlamaya çalışmışızdır. O direnen, bir
şey yaratan ve hatta bu uğurda yaşamlarını feda eden birkaç kişi, bizim olamadığımız her şeyi içinde
toplayan bir yalana, bir söylenceye
dönüşüyor. Bu yalanların somut
temsilcisi olan kahramanlar, bizim
tutsaklık arzumuzun birer kanıtıdır.
Özgürlük içinde yaşamaya cesaret
edemediğimiz için, bu işi, tapındığımız kahramanlara havale ediyoruz.
Kahramanlar, içimizdeki totalitarizmin karakteristik örnekleridir. Onlar
aynı zamanda, totaliter yönetimler
için de vazgeçilmezdirler.
Yukarıda, yazımıza giriş teşkil
eden bu bölüm, Gündüz Vassaf'ın,
ilk baskısını 1992 yılında yapan, “
Cehenneme Övgü ” isimli kitabından alınmıştır. Kendisi, son olarak,
Radikal Gazetesi'nde, “ Koza İçindeki Küba ” başlıklı bir yazı dizisine de
imza atıyor. Bu yazı dizisinin daha
ilk bölümünde değindikleri de hayli
enteresan ya; ancak, bunlar bu yazının konusunu teşkil etmiyor.
Peki, niçin bu alıntıyla yazımızı
başlatma ihtiyacını hissettik. 14
"T
Temmuz tarihli Radikal Gazetesi'nde, Celal Başlangıç'a ait “ Zaman
ve Mekan ” isimli sayfada bahsi geçen Aytekin Yılmaz bizi bu alıntıyı
yapmaya yöneltti.
Aytekin Yılmaz, bir dönem Bayrampaşa Hapishanesi'nde tutuklu
kalmış ve çıktığında örgütlü yaşamla bağını koparmış birisiymiş. Bunları yazılanlardan öğreniyoruz. Koparmış; çünkü yaşadıkları, hayata
dair sorgulamaları onu bu tercihe
yöneltmiş. Tercih etmekle de kalmamış, yaşadığı "ağır trajedileri" bile
kitap haline getirmiş. Kitabına da,
hoş bir isim bulmuş, "İçimizdeki
Hapishane/Labirentin Sonu".
Kitap, Aytekin Yılmaz'ın dahil olduğu siyasi hareketin hapishane
içinde ne kadar adaletsiz davrandığını, özgürlüğü elinden alınmış insanları nasıl bir kez de kendisinin
hapsettiğini anlatıyor. Aytekin Yılmaz'ın subjektivizmiyle baktığımızda, ortada korkunç bir tablo var. Büyük bir insan hakkı ihlali.
Aytekin Yılmaz, içerde, Osman'ın
nasıl sorgulamaya tabi tutulduğunu
anlatıyor. Sebep, arkadaşlarını ele
vermesi. Bunun için bir insan sorgulanır mı? Zaten, Osman'ın gayet masumane bir gerekçesi var. Büyükleri
13
vermemek için küçükleri vermiş.
Satranç oyununda, temel amaç
kazanmaktır. Ve burada rakibine şah
çekebilmek için gerekli alanı yaratmak için, piyonları feda etmekten
kaçınmazsın. Satranç söz konusu olduğunda ve bu strateji doğru kullanıldığında, dahiyane bir şekilde tasarlanmış hamleler alkışlanabilir.
Ancak, bu bahsedilenler birer insan,
birer devrimci be Osman! Senin tasarruf hakkından öte bir durum yok
mu ortada? Osman, durumunu kurtarmak için küçük(!) insanları kullanırken, Aytekin de, kendi durumunu
teorize etmek için Osman'ı kullanıyor. Aytekin'in durumu Osman'ı derinden sarsmış. Bunun için yazıyor
kitaplarını. Kişinin bahanelerini
elinden alırsan delirir denir. Aytekin'in bahaneleri bunlar. Delirmemek için örgütlülüğe vuruyor. Örgütlenme anlayışına vuruyor. Devrim inancına vuruyor. Bildik söylemlerle karşımıza çıkıyor ama en
acemi türünden bunlar. Bunlardan
daha ustacaları, en kıvrak zekalardan süzülüp, yazılanlarını okuduk;
Aytekin, sana niye itibar edelim ki?
Denizde boğulan insanların, o
panik haliyle kendilerini kurtarmaya gelenleri nasıl boğduğunu bilirsi-
niz. Boğulmak üzere olan kişinin bu
durumu gayet masumdur ancak, bu
andaki o ilkel, içgüdüsel davranışını
gözden kaçırmamızı gerektirmez.
Boğulmak üzere olan, kendisini kurtarmaya gelenlerin omuzlarından
yükselmeye ve hayatta kalmaya çalışır ama onları dibe iter ve boğar. Biraz sakin olsa, onları boğarak kendini de boğduğunu anlar ama o an bu
aklı, bu soğukkanlılığı göstermesi
pek beklenmez.
Durum biraz buna benzer ama
bir farkla. Aytekin gibiler, boğulurken , dibe ittiklerini kendileriyle birlikte dibe çekerler. Bunu da bile bile
yaparlar. Dünyanın merkezindedir
onlar. Dünya onların etrafında dönsün isterler. Bir haini savunmanın
gafleti umurlarında olmaz. O hainin,
sarıldığı eski battaniyeyi tasvir ederek sanatçı yanlarını tatmin ederler.
Yoksa ölen, ölenin kimliği, ya da Osman'ın durumu zerre kadar ilgilendirmez onları. Onların, Aytekin'deki
yeri sadece kendi durumunu meşrulaştırması ve onların yaşadıklarının
üzerinden Aytekin'e prim sağlama-
sıdır. Öyle ya, birileri yaşar ve birileri bunların üzerinden prim yapar. O
ateşe elini hiç sokmadan. Kitapta
bahsedilen hain, bir eylem adamı.
Hainliği seçmiş. Bedelini de ödemiş.
Peki Aytekin nedir? Aytekin, böyle
bir düzende yurtsever kimliğin bedelini ödemeyi bile yüzüne gözüne
bulaştırmış, sonra da sağa sola saldırıyor. Tüm bunları yapıp kime
yaltaklanacağını sanıyor Aytekin.
Cevapları biliyoruz, o kadar çok duyuyoruz ki onlar yerine kendimizle
konuşsak daha etraflı cevaplar verebiliriz. Aytekin bunu kendi için yapıyor, ruhunu arındırmak için yapıyor. Sonra burjuvazi tutuyor elinden. Alıyor tam sayfa haber yapıyor.
Koşa koşa gidiyor Aytekin. Hiç düşünmüyor, benden öncekiler nerede
diye? Doğan Medya onları şirketlerine müdür mü yapmış, ne yapmış?
Osman nasıl Aytekin'in umrunda
değilse, Aytekin'in yaşadıkları medyanın umrunda değil. Hele Doğan
Medya'nın hiç değil. “Liberal” Radikal Gazetesi'nin üzerine kilitlendiği
konu, halkı örgütsüzleştirme politi-
14
kası. Celalettin Can, Aytekin Yılmaz
hepsi satranç oyunundaki öne sürülen piyonlar. Onlar şah demek için
atılmış hamleler.
Burjuvazi boş durmuyor, devrimin ve devrimciliğin değerlerine
saldırmak için devrimin safralarından medet umuyor. Safra atıktır ve
kimseye bir hayrı dokunmaz.
Yazımızın başındaki alıntıda vurguladığımız gibi. Halkı, değersiz
inançsız bir hale getirmek istiyorlar.
Özgürlüğün tanımını değiştiriyorlar. Aytekin'e göre insan hakları beklemeye gelmez. Ya bizimkiler Aytekin? Onlar sadece ölmeye mi yarar?
Anaları onları sadece ölsün diye mi
doğurmuş? Öyle mi Aytekin, konuşmak sadece sana ve yolundan yürüdüklerine mi mahsus? Kahramanlar
sadece mistik değerler midir sence
de? İnançsızlar heryerde. Evet doğru. halkı ayakta tutan tüm moral değerleri alaşağı etmek için yazıyorlar,
çiziyorlar... Bizimkiler, yaşıyor, dövüşüyor, ölüyor. Onlar hep vardı, eh
ne yapalım ki biz de varız ve her
yerde karşılarına çıkacağız.✔
ölüm orucu
tav›r
o’nu son kez
görmek istiyorlard›...
aat bire geliyordu. C-16'dan çıktı. Direniş koğuşuna geçti. Önce alt kata
uğradı. Birkaç ölüm orucu savaşçısı
şark köşesinde uykuya dalmıştı. Sessizce
ayrıldı. Kimseyi rahatsız etmemek için,
merdivenleri çıkarken basamaklara itinayla basıyordu.
Berdan'ın yanına gitti. Her zamankinden daha çok yoldaşı vardı Berdan'ın
yanında. Sağlıkçılar, nöbetçiler ve birkaç
tutsak daha gözlerini Berdan'a çevirmiş
bekliyordu.Yarım saat kadar onu izledi.
Berdan, düzgün cümlelerle konuşmaya
devam ediyordu. “...Bu günler çok zor
günlerdir. Bu yüklenen yükün altından,
mutlaka kalkacağız."
(...)Kendisini tutamayacağını hissediyordu. Arkasını dönüp ayrıldı.Tuvalette
yüzünü yıkadı. Ağlama isteğini bastırmaya çalışıyordu. Geri döndüğünde,
Berdan aralıksız konuşmaya devam ediyordu.
"...Bizler çok büyük, gerçekten çok
büyük bir ailenin fertleriyiz. (...)Haklı savaşlardan yanayız. Haklı savaşların, zaferle sonuçlanmasını istiyoruz. Haklı savaşların, çeşitli egemen sermaye çevrelerinin çarklarını dolduran su taşıyıcılarına
dönmelerini de hiçbir şekilde istemiyoruz."
Sağlıkçı, sürekli nabzını, tansiyonunu
kontrol ediyordu. Gündüz, sürekli konuşarak bilincini açık tutmaya çalışıyordu.
Akşama kadar sürmüştü bu. Akşam iyice kapanmıştı bilinci. Nabzı düşmüş, elleri ve ayakları solmaya başlamıştı. Ondan beri de hiç susmadan konuşuyordu
Berdan.
Berdan, onun eğitmeniydi. Ondan
çok şey öğrenmişti. Halen öğrendiğini;
Berdan'ın, halen onlara öğrettiğini düşünüyordu. Böyle bir şeyi, bir daha asla göreceğini zannetmiyordu.
Hani, bilinci açık olsa, propaganda
yapması, seminer vermesi, devrimci gö-
S
revlerden bahsetmesi o kadar anlaşılmaz ya da inanılmaz olmazdı. Acı çekse,
kussa, gözleri görmese bile ama şu an
çok farklıydı. Bilinci kapalıyken bunlardan bahsetmesi neyle açıklanabilirdi?
İrade mi? Yeterli gelmezdi. İradeyi güçlendiren, yöneten, bu konuşmalara kaynaklık eden neydi? Berdan'ı dinlerken
kendine sorduğu sorular çoğalıyordu.
"(...)Şurada fiziki anlamda yaptığımız bir şey yoktur. Fakat yaptığımız çok
iddialı şeyler vardır. Bunlar çok önemli,
şeylerdir arkadaşlar. (...)Yani, öyle kalemlerimizle, fırçalarımızla, başka araçlarla, yöntemlerle bu yüceliği, bu büyüklüğü dillendirebilmek; bunu, bugün gerçekten her düzeyde fedakarlığıyla göğsümüzü kabartan halkımıza anlatabilmek; kendimizi bunlara taşıyabildiğimiz
ölçüde mümkün. Verdiğimiz şehitlerle,
düşmanın beyninden, ciğerinden söküp
çıkartılmış canlarla; devrim temelinin
sağlamlaşması için, akıtılması gereken
her damla kanda; saçılması gereken her
zerresinde; 'Bu da benden!' dememiz gereken her alın terinden, omuza yaslayacağımız bir elden, kurma koluna vereceğimiz bir destekle, bir kahpe kurşuna siper edeceğimiz göğsümüzde; bunlar defalarca çoğaltılabilir arkadaşlar."
Berdan, böyle bir anda dahi, ülkemizde devrimin engellenemeyeceğini
söylüyordu. Buna inandığı için, ölüme
gitmiyor muydu zaten? İnanıyordu;
çünkü, Türkiye solu, '80'lerden bu yana
dünyada eşine ender rastlanır bir çizgi
izlemişti. Bu çizgide, ölümün yenilmesi,
ölüme meydan okuyuş vardı. Bu meydan okuyuşun içinde de devrime, sosyalizme inanç vardı. Bu geleneğin Türkiye
toprağında yeşermesi, yayılması bedelsiz olmamıştı.
(...)Berdan devam ediyordu;
"Şu anda bir savaşın içindeyiz. Kazandığımız, kazanacağımız yeni mevzi-
15
lerin bir yandan coşkusunu yaşarken, bir
yandan da nasıl büyüdüğümüzü, nasıl
geliştiğimizi hiç unutmayacağız. İşte
böyle büyürüz. Buna üzülecek miyiz?
Yoo savaş böyle büyüdü. Bundan sonra
da böyle olacak arkadaşlar. Aslanlar gibi
yeneceğiz düşmanı."
Saat dört olmuştu. Berdan konuşmaya devam etse de kelimeleri tam telaffuz
edememeye başlamıştı. Berdan herkese,
inancını, yaşamını, eksiklerini sorgulatıyordu. Çekilen en büyük acılardan biri
buydu. Berdan'ın sergilediği inanç, yüreklerini bıçak gibi kesiyordu.
(...)Onu bu halde seyretmek dayanılmaz geliyordu artık. İlk defa bir insanın
ölümünü seyrediyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Berdan, bilincini kaybetmeye
başlamıştı. Yoldaşlarına cevap veremiyor, söylediklerini duymuyor, anlamıyordu. Anlaşılmayan konuşmalar içinde, anlaşılan bir slogan attı Berdan; "Yaşasın Küba, Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz!" Slogan atarken, sol kolunu havaya kaldırmaya çalıştı ama gücü yetmedi.
(...)Berdan'ın nefes alma aralığı gittikçe uzuyordu. Kafası yana düştü Berdan'ın. Bitkinliktendir sandı O. Sabah,
sayıma koğuş almak için giren Başgardiyan o an Berdan'ı gördü. Berdan'ın ağzından kan boşaldı. Sağlıkçı, sorumlusuna baktı. O da kalkıp, Berdan'ı alnından öptü. Yüzünü çarşafla kapattı.
Koğuş dar geliyordu O’na. Havalandırmaya çıkmak için ilerledi; son kez
baktı Berdan'a.
O aşağıya inerken; yoldaşları, Berdan'ın yanına koşuyordu. Savaşçıları
rahatsız etmemeleri gerektiğini bilmelerine rağmen, onu son kez görmek
istiyorlardı.✔
(Bu yazı, “Devrim Kuşağının Kahramanları- Direniş Ölüm ve Yaşam isimli kitaptan
alıntıdır.)
an›
seval
alp
birlikte seyredece¤iz
do¤an günün güzelli¤ini...
llerimizde al bayraklarla yürüyoruz mezarlığın içine. Telsiz
sesleri karışıyor düşlerime. Her
adımda, biraz daha yaklaşıyorum
sana, size. Megafondan gelen sese
eşlik ediyorum ama sigara vurgunu
ciğerlerim buna daha fazla müsaade
etmiyor. Başımda bir şapka var, görsen gülerdin. Hani o şarkıda diyor
ya “Güneş alnımızı yakıyor, beş bin
kardeş yürüyor güneşe” Beş bin yokuz ama güneş gerçekten alnımızı
yakıyor. “Beşli kortej oluşturalım”
uyarısıyla “beşli” olmaya çalışıyorum. Megafondan yine aynı ses,
“Selam olsun bininci günde direnenlere!”
Alkışlarla geliyoruz, ıslıklarla.
Bin gündür direnmek için aslan gibi
bir yürek taşımak gerek göğüs kafesinde. Bizim aslanlar burada yatıyor.
Ellerimi iki yana açıp bağırmak istiyorum. “Cebeci!... Cebeci bak yine
bayraklarla geldik sana!” Cebeci
Mezarlığı’nın göğsü kalabalık. Her
bir düşenimizi bir kahramanlık nişanı gibi takıyoruz Cebeci’nin sol göğsüne. Mağrurluğu bundan. Koynunda yiğitler barındırdığından.
Yokuştan aşağı iniyoruz, kalabalık. Bayraklar, bayraklar... Kızıl bayraklar. Devrimin sembolü bayraklar.
Rüzgarda o kadar güzel dalgalanıyor ki...
Bundan bin gün önce, ilk sizi getirdik buraya; soğuk bir kış günüydü. Ellerimiz kavuşmuyordu birbirine. Siz ağır ağır ilerliyordunuz cenaze arabasında, biz ağır adımlarla ardınızda. İlle de yumruklarımız...
Havada sımsıkı. Yürüdük ağır ağır.
Bazen hiç konuşmadan öyle susarak
voltaya durduğumuzda olurdu. Sanki voltadaydık mapusta. Yürüdük,
E
söyleştik. Söyleştik yürüdük. Üç yıl
oluyor sizi buraya getireli.
Sonra... Kimleri taşıdık al bir gelin gibi zılgıtlarla? Bayraklı tabutlarla. Karanfillere bezediğimiz kimleri
kimleri?.. Birer birer öptük alınlarını...
Kiminin “Mezarımın başında türkü yakın.”dı vasiyeti; kiminin davullu, zurnalı halay.
Sizi getirdiğimizde, çok yağmur
yağdı. Sel aldı Gazi’yi. Bulutlar ağlıyordu sanki ama hep dik tuttuk başımızı. İki damla yaş aktıysa gözümüzden, karışıp gitti o deli yağmurlara, aldırma. Yağmur dosttur adama, saklar gözyaşını. Tam tepenin
başında yolumuzu kesen haramiler,
göremedi gözyaşımızı.
Bin gün olmuş sizi buraya getireli. Bin gün, dile kolay.
Sen orada yatıyorsun, yanında
Rıza Poyraz. Başucunda Şenay, Gülsüman. Aşur, Fırat, Şefo az yukarıda.
Nilüfer, Seyhan yan yana. İkisi
de kafa kafaya vermiş gülümsüyor
gibiler. Bin gün olmuş, bin gün. Bin
açlık günü. Bin gündür aç ama onurlu kalmak. Aslan gibi yürek işi.
Her gelişimizde, sanki Cebeci alkış tuttu bize. Bir devrimci daha
düştüğünde toprağa, hüznünü takıp
bir kuşun kanadına, dağlara yolladık. Dimdik durmalıydık. Öyle sizin
gibi, aslan yürekli. Daha çok tabut
taşıyacaktı bu omuzlarımız. Omuzlarımız nasır tuttu da bin gündür
eğilmedi bu baş.
Mapustaki halayları hatırlarım
hep, yolumuz Cebeci’ye düştüğünde. Ortada yanan ateşin alevi, yüzümüzü yalardı. Ter içinde kalırdı halaylarımız. Öyle halaylardasınız yi-
16
ne.
Size karanfil getirdik. Baş ucunuza koyduk. Mezarcı çocuklar yine
gelip sokuldu yanımıza. Utangaç,
ezik yüzleriyle. Ellerinde eski, yıpranmış pet şişeler. Para istediler;
verdim bütün bozukları.
Tam, sizin en çok olduğunuz yerde, tam da Cebeci’nin kalbinin attığı
yerde; tam, senin ve Zeliha’nın olduğu yerde, kocaman bir pankart açtık.
“Sonuna, sonsuza, sonuncumuza
kadar direneceğiz” yazıyordu.
Gazeteciler, ardı ardına basıyordu deklanşöre. Grup Yorum vardı
yine türkü türkü. “Bize Ölüm Yok”
diyordu, haklıydı. Direnenlere ölüm
yoktu. Gerçekten ölenler, yaşarken
çürüyenlerdi. Kör, sağır, dilsiz olanlardı. 107 tabutu, diri diri yakılanları görmezden gelenlerdi. Ölenler onlardı. Senin yanına geldim sonra.
Dokunmak istedim gece karası saçlarına. Halaylarda savrulan, ay ışığının düştüğü saçlarına. Sen, o gömütün içinde miydin ? Buna hiç inanmadım. Çünkü, o fotoğrafında gülüyordun hala. Hak etmişlikti bu ömrü, ekmeğine doymuşluk. “Üstü kalsın” diyebilecek kadar sunabilmekti
bir ömrü kavgaya, kavgamıza...
Bin gündür yatıyordu burada bizimkiler. Bizim kardeşimiz, evladımız, yoldaşımız, anamız, yarimiz.
Bizimkilerdi Cebeci’nin bağrındakiler. Her geldiğimizde ıslıklarla ve alkışlarla geleceğiz. Ama ille de bayraklarla aşacağız o tepeyi. O bayraklar ki, bir gün dikilecek zulmün
burçlarına.
Her biriniz, ellerimizde bayrak
bayrak. Birlikte seyredeceğiz doğan
günün güzelliğini. Sancısını birlikte
çektiğimiz gibi...✔
fliir
seda
demir
insanl›¤›ma
Bin gündür soluk soluğa hücre,
Yalnız ve kendisiyle söyleşen
Bin gündür açlığa vuruyor zaman
Ve bin gündür
Camlara çarpıp kendini,
Dışarda kalıyor hayat.
İçerisi çekmiş restini,
Girme diyor içeri, girme!
Bu bir yangın.
Bir orman yangını,
Birlikte yok olurcasına
Ve birlikte yaşayacakmışçasına
Unutulmuş zamanlar,
Yarım kalmış sözcükler ağızlarda
Dile geliyor ateş;
Görüyor musun diyor,
Görüyor musun bağrımda koşturan vahşi atı?
Eğmez başını.
Bu bir yangın bağrımda.
Dumanı çöküyor dağlara.
İnliyor kuytusunda bir sürüngen
Tan ışıdı ışımak üzere!
Dayan bedenim dayan,
Yetiş yüreğime!
Öyle bir insanca sevdaya kesti ki yüreğim,
Diz çöktü yaşama dürtüm insanlığıma...
17
kitap
deniz
engin
yaflatmak için öldüler
YAŞATMAK İÇİN ÖLDÜLER
ŞENAY DÖNMEZ
BORAN YAYINCILIK
üçükarmutlu’da, 2001 yılında,
yaşanan ölüm orucu direnişini
anlatan kitap, tek tek, direnişçilerin öykülerini seriyor önümüze.
Belleklerimizde hala taze olan direniş süreci,Armutlu semtinden çıkıp
tüm ülkeye yayılan bir okul olmuştu.
Armutlu tepelerinin mütevazi halkı; kendi mahallelerinde, kapı komşuları olan Gülsüman ve Şenay’ın tanıdıkları, bildikleri direnişçilerin,
inandıkları değerler uğruna an an, saat saat yaşadıkları direnişe tanıklık
ederler.
Aylar süren direniş boyunca Armutlu halkının direnişe olan ilgisi oldukça büyüktür. Direnişin son noktası olan 13 Kasım 2001’ de yapılan ve
dört kişinin ölümüyle sonuçlanan
katliam operasyonunda dahi, Armutlu halkı kurulan barikatlarda nöbetçi,
barikat başındakilere dosttur.
Bu yazının hazırlandığı ana kadar
ölüm orucu direnişi sürüyordu. Ve
Armutlu, bu direnişin önemli bir bölümünü oluşturuyor. TAYAD’lı aileler, hapishanelerde sürdürülen direnişin dışardaki sesi, soluğu olurlar.
Yetmez, kendi bedenlerini de açlığa
yatırırlar. Hapishanelerdeki tecrit politikaları kalkana, insanca yaşam koşulları sağlanana dek... Her biri, direnişin değişik safhalarında hayatlarını
kaybeder.
Dünyanın değişik ülkelerinden,
ellerinde kameralarla, fotoğraf makineleriyle, kayıt cihazlarıyla gelen gazeteciler, insan hakları savunucuları
bu direnişi belgeler. Her biriyle dost,
arkadaş olurlar. Bu direniş, onların da
belleğine kazınmıştır. Ve Sevgi Erdoğan... Gülen gözleri Boby Sands’ın
vatanı İrlanda’ da bir duvarı süsler
K
boydan boya. Ellerinden geleni yapacaklarına söz veren insanlar, kendi
ülkelerinde, Armutlu’daki direnişçilerin sesini duyurmaya çalışır.
Armutlu Direniş Mahallesi’nin ilk
şehidi olur Gülsüman Dönmez. Armutlu’da yaşayan bir tutuklu yakını,
bir çocuk annesi, bir emekçidir. Mahalle halkının ve devrimcilerin dostu, yoldaşı, ablasıdır.
Yirmibeş yıllık devrimci bir hayattır Sevgi Erdoğan. Bir ömür devrimcidir Osman Osmanağaoğlu. Koca bir ömrü devrimcilik yaparak geçiren Sevgi Erdoğan’dan, 19 yaşında
Canan’a kadar pek çok direnişçiye ev
sahipliği yapar Armutlu.Yayınevinin
notuyla, Armutlu “kendi başına bir
18
destan” dır.
Direnişçiler ise yaşamları ve ölümleriye bir kez daha sorgulatır hayatın
gerçeklerini. Yaşamı ve ölümü. Armutlu’da, direnişin herhangi bir aşamasında hayatını kaybeden herkes,
halkın kalbine gömülür.
Düşen her direnişçi, Armutlu’nun
sokaklarında gezdirilir omuzlarda.
Kitabı okurken, gün gün, hücre
hücre eriyen direnişçilerin; onlara refakat edenlerin, ziyaretçilerin öfkesini, hüznünü ve coşkusunu bulacaksınız. Fedakarlığı da, ihaneti de göreceksiniz. Kahramanlığı da, alçaklığı
da. Ve bir kez daha sorgulayacaksınız
belki, “Yaşayan kimdir gerçekte ölen
kim?”✔
sinema
ibrahim
köro¤lu
tanr›kent: brezilya’n›n
bilinmeyen yüzü
ir ülke düşünün; dünya futbol piyasasında, adları geçtiğinde şapka
çıkarılan yıldızları yetiştiriyor.
Dünya futbol liglerine ithal ettiği yıldızların sayısı, binlerle ifade ediliyor.
Yine bu yıldızlarıyla, düzenlenen dünya şampiyonalarına tam beş kez kazanıyor. Futbol ve etrafında dönen ekonomiyi hesapladığınızda, ortaya çıkacak tabloyu hayal edin sonra. Hayal
edin; çünkü geçtiğimiz yıl, bizim ülkemizin milli futbol takımı, bu kupada finale oynarken sürekli sözü edilen turizm getirisinden ve futbolun ülke ekonomisini nasıl kalkındıracağından hareketle, sanırız bu konuda oldukça geniş bir bilgiye vakıf olmuşsunuzdur.
Bir ülke düşünün; danslarıyla, insanlarının dinamik, hareketli yapısıyla
ve neredeyse tüm dünyanın bildiği festivaliyle, bahsettiğimiz turizm getirisine damgasını vurmuş bir ülke.
Sonra, hayallerinizde bu iki ülkeyi
birleştirin. İnsan başka ne ister ki değil
mi? Herkesin rahatça yaşadığı, ufak tefek sorunları olsa da bu sorunların bir
biçimiyle aşılacağı bir ülke. Siz öyle sanın!
Bugüne kadar tanıdığınız Brezilya
tablosu, futbolu ve Rio de Jenerio Festivaller’inden ibaretse, cennet mekan
bir Brezilya tasavvur etmiş olabilirsiniz
ama ya futbolcu olamayanlar? Ya, asla
bir Ronaldo, Rivaldo, bir Roberto Carlos olamayanlar ve asla olamayacak kişiler?.. Ya işi kılıfına uydurup, temiz bir
vurgun yapamayanlar ve bir baltaya
sap olamayanlar?..
Fernando Meirelles, Tanrıkent’te,
Brezilya’nın akla hayale gelmedik öyküsünü anlatıyor bize. Futbolun ve
sambanın gizlediği, yoksul Brezilya’nın çürümüş yanlarını... Rio’da yoksullar için hükümet tarafından özel bir
B
projeyle oluşturmuş gettoya götürüyor
bizi. Gelecek hayali kurma şansına bile
sahip olmayan insanların, çocuk yaştan itibaren, nasıl nefret edilesi suçlular
çetesine dönüştüklerini anlatıyor.
Tanrıkent, Brezilya’nın görünmeyen yüzüdür. Ancak, görmesini bilene,
açlığın ve sömürünün kucağına itilmiş
tüm halkların çocuklarının, yoksulluğun pençesinde nasıl bir suç şebekesine dönüştüğünü anlatıyor. Tanrıkent,
kimsenin yaşam güvencesinin olmadığı bir yer. Tanrıkent’te öldürülmek için,
bir çeteye üye olmak gerekmiyor. Tanrıkent, kör kurşunun gelip sizi bulduğu yerdir. Adıyla tezat, ilahi adaletin
asla işlemediği, toplumsal dönüşümünü sadece yeni şefler ve yeni çetelerin
sirkülasyonuyla sağlayan yerdir Tanrıkent. Tanrıkent’te öldürülmek için, bir
kaçan tavuğu yakalayamamak yeter.
19
Ya da sadece tavuk olmak. Her şeyden
uzağa kaçmak, acı çekmeyeceğin anlamına gelmez. Kız arkadaşının güzel olması, öldüresiye dayak yemene, kız arkadaşına tecavüz edilmesine ve bütün
ailenin yok olmasına sebep olabilir.
Nakavt Ned’in hikayesinde olduğu gibi. Filmin kahramanı Roket’in de dediği gibi, Nakavt Ned’in başına gelenler
sonrası yöneldiği intikamcı hesaplaşma ve sonrasında gettodakilerin gözünde büyümesi, onun bir devrimi
başlatacağını düşündürür. Ancak,
Ned’in tek seçeneği, karşı çetede yükselmesi olacaktır. Hem de hiç istemediği halde. Hiçbir masumu öldürmeme
şartı koştuğu halde. Kendisi, istisnai
durumlarda masumları öldürür. Kısa
bir süre sonra, istisnalar kural olur.
Ned’in ölümü de, ironik bir biçimde,
öldürdüğü bir koruma görevlisinin oğ-
lunun ellerinden olur. Karşı çetenin lideri Li’l Dice de nasıl daha küçücük bir
çocukken kendinden büyükleri, gettodaki çete bozması abilerini öldürerek
yükselip ustalaştıysa, ölümü de küçük
çete Bücürler’in elinden olur. İlahi adalet, belki sadece burada yüzünü gösterir. Belki, sadece suya yansıyan bir
akisten söz edilebilir ya neyse. Tanrıkent’te kimse doğal nedenlerle ölemez.
Her şey Tanrıkent’in kendine özgü doğallığı içinde olur.
İçlerinde, aldatılmışlığın, açlığa ve
yoksulluğa mahkum edilmişliğin öfkesini, ezilmişliğini yaşayarak büyüyen
çocuklar, haksız yere kazananlardan
nefret ederler. Onları soyarak zenginleşmeyi bir erdem sayarlar ama bu o
kadar kolay değildir. Öfke ve ezilmişlik yatağını bulamazsa, iktidarın temsilcilerinden, örneğin polislerden alabildiğine korkarken kendi gibilere zulmederek yozlaşır. Tanrıkent’te, kendi
gibilere satarlar kokaini. Zenginleri zehirlemek onları aşar. Onlardan nefret
ederken, onlar gibi yaşamaya özenirler. En yufka yürekli çete reisi Bene, onlar gibi giyinmek için avuç avuç para
döker. Gettonun playboyu olmak ne
çok hoşuna gider. Tanrıkent’te iyi çete
reisleri de iyiliklerinin bedelini ölerek
öder. Uzaklara gitme hayalleri, veda
partisinde kendi kanlarında erir gider.
Tanrıkent’ten çıkış yoktur.
Fernando Meirelles, yaşanmışlıklardan hareket ederek, Roket’in anlatımlarıyla bize Tanrıkent’in hikayesini
sunuyor. Roket ve elindeki fotoğraf
makinesi, hem başka bir karakterin gelişim sürecini anlatırken, hem de onun
tanıklığını bu makineyle birleştirerek
güçlendiriyor. Bütün hikaye, bu makine ve Roket’in anlatımlarından aktarı-
lıyor bize. Tanrıkent’i, bir Brezilya dizisi gibi izleyemezsiniz. Tanrıkent, hepimizin hikayesini anlatıyor. Geçmişi,
bugünü veya geleceği. Herkesin bilmesi, görmesi ve önüne geçmesi gereken bir hikayeyi.
Latin Amerika’dan, Sinemaya Sert
Darbeler
Tanrıkent, yönetmeninin ilk filmi
olmasına rağmen, ustaca bir anlatıma,
alışılmış diye tabir edilen kurgu diline
aykırı dinamik bir tarza sahip.
Geçtiğimiz yıllarda izlediğimiz
Meksika filmi, “Paramparça Aşklar,
Köpekler” filminin ardından, ülkemizde ve Batı’da, Latin Amerika sinemasının etkisi hissedilip tartışılmaya başlandı. Farklı öyküleri, farklı bir şekilde
öyküleyen sinemacılar, dikkatleri de
üzerlerine çektiler. Tanrıkent’te, bu kez
Brezilya’dan bir hikayeyle, bu sinemanın arayışlarına, vurgularına tanık olu-
20
yoruz. Hem geçtiğimiz aylarda gösterildiği İstanbul Film Festivali sonrası,
hem de gösterime girdiği günlerde tartışılmaya başlanan kurgu anlayışı üzerine birkaç şey de biz söylemek isteriz.
Filmin, kısa planlara ve hızlı bir anlatım diline sahip olması, bazı çevrelerce, MTV tarzı klip diline sahip olmakla
değerlendirilmiş; bu tespitle de, film,
hafifsenmiştir.
Yönetmenin bu konuda söyledikleri dahil olmak üzere, bizim de merak
ettiğimiz bir noktadır bu. Politik filmler dingin anlatımlara, uzun planlara,
hatta plan sekanslara dayalı olmak zorunda mıdır? Hikayenin anlattıkları,
coğrafyası hiç önemli bulunmaz mı?
Avrupa sinemasının armağanı olan
bu anlatım, hala Avrupa’ya özgüdür.
Avrupa insanının, bunalımlı, durağan
yaşantısını, tabi ki hızlı planlarla anlatmak olanaksız gözükür. Bu tarz, sadece suç öyküleri ve aksiyon tarzına has
bir anlatım olarak kabul görür. Oysa
Tanrıkent, Brezilya insanın ritmine, yaşam tarzına ve öyküsüne uygun bir
ruhla çekilmiş bir film. Doğal olarakta
ortaya müzikleriyle birlikte –ki yoğun
müzik kullanımı da bu Latin tarzının
bir ifade biçimi sayılabilir. Dinamik bir
film çıkmış.
Kastlaşma ve statükoculuk, her yerde olduğu gibi sinemada da karşımıza
bu şekliyle çıkıyor. Hatırlanacağı gibi,
geçmişte omuz kamera lanetliydi. Bugün ise hızlı kurgu. Elitistler her yerde,
her biçimde karşımıza çıkıyor. Öyküsü, derdi ve cesareti olanlar da, tüm bu
setlerin üzerinden atlayıp kafalarındakini görselleştirip, seriyorlar önümüze.✔
spor
hakan
dilek
maksat spor olsun!
ransa’da oynanan Konfederasyon
Kupası maçları sırasında, sahada
yığılıp kaldı Vivian Foe. Kamerunlu futbolcu, örtük bir milli mücadeleyi
taşımak istiyordu sahaya. Belki de bir
üst düzey kazancın peşindeydi. Öyle
ya da böyle, kapitalizm yarıştırırken
öldürüyor da. Foe ilk değild. Böyle giderse, son da olmayacak.
Vivian Foe, sahanın ortasına yığıldığında, herkes ne olduğunu anlamadı
önce. Ölüm haberi, arkadaşlarına maçtan sonra iletildi. Gökyüzüne çıktı Foe.
Bunu, aynı takımdan olmasalar bile,
futbolcu ‘arkadaşlarının’ -bir mecaz
yapıp biz onlara futbol emekçileri diyelim- attıkları golleri, parmaklarıyla
gökyüzünü göstererek Vivian Foe’ye
ithaf etmelerinden anlıyoruz! Anlamanın, içimizi acıtan bütün anlamlarıyla.
Foe, gencecik bir futbolcuydu. Ulusal formanın yanında kariyerini İngiltere’de sürdürüyordu. Hastaydı. Rivayet o ki Foe dizanteri tedavisi görüyordu. Karısı, maçtan önce bu turnuvada
oynanamaması gerektiğini söylemiş.
Foe, meşin yuvarlağa duyduğu sevgiden mi, galip geldiklerinde alacağı
primlerin yaşam standardını ne kadar
yükselteceğine duyduğu meraktan mı
bilinmez, maça çıktı. İlk yarının ortalarına doğru, santra yuvarlağının içinde
bir kez daha üzerinde koşmamacasına
ayrıldı çim sahadan.
Foe ilk değildir tek de olmayacak.
1980’lerde, Eskişehirspor’un genç milli
kalecisi Sinan, askerden geldiği gün
çıktığı idmanda, kalp krizi geçirip ölmüştü. Sahada biten başka bir örnek
de yakın zamanda yaşandı. Muğlasporlu bir genç, “göğüs istobu” yaparken yığıldı sahaya. Trafik kazalarından
ölenleri, vaka-i adiyeden sayar olduk.
O ölümler başka bir terörizmin mağ-
F
durları. Derdimiz, sağlık kontrollerinin yetersizliği. Futbolcuların ülkedeki
statüleri zaten belli değil. Bundan bir
kaç yıl önce, bir yetkili, dok işçileriyle
aynı statüde sayıldıklarını, sigorta kesintilerinin normal işçide olduğu gibi
yansıdığını ve 50-60 yıllık sigorta baremini doldurduklarında, emekli olabileceklerini söylemişti. Sevsinler. 50-60
ha!!! Bir futbolcunun en çok kırk yaşına kadar futbol oynayabileceğini daha
doğrusu, fizik açıdan ancak kırk ve do-
21
layındaki yaşlara kadar ayakta durabileceğini bilmesek inanacağız. Durum
futbolun lortları için farklı elbette ki.
Onlar trilyonların sahibi. Ama mutlu
bir azınlık olarak varlar. Türkiye’de
özelikle ikinci ve üçüncü liglerin, en iyi
durumdaki takımlarını çıkarırsanız,
yoğun bir işsizler ve geleceği olmayanlar ordusu çıkarabilirsiniz ortaya.
Amatör futboldan ya da spordan hiç
bahsetmiyorum.
Bu ülkede, kimse-belki yakın za-
manda biraz daha titizler- futbolcu
sağlığı ya da spor sağlığı diye bir şeyi
aklına bile getirmez. Bir sektör olarak
futbolun olmazsa olmazı, bu sağlık
kontrolleridir. Ancak, o gün sağlık
kontrollerine gelemeyen bir futbolcu
için hastanede bulunan müdür ya da
başka bir arkadaşının yerine sağlık
kontrollerine girdiğine bire bir şahidim. Gerçi sağlık kontrollerinin nasıl
yapıldığını anlatmak ayrı bir yazının
konusu. Aslında bu tür yarışmaların
çünkü yapılan bir tür yarışmadır. Birinin diğerine galip gelmesini sağlayacak bir yarışma- insan yaşamında tuttuğu yer, bir kez bu yarışmadan galip
çıkıldığında yaşanılacak üstünlük duygusu. Bu galibiyetin yaşam standartlarında sağlayacağı iyileştirici etki, yazımızın ve bu ölümlerin konusudur; nirengi noktasıdır. Çünkü aşırı efor, kendini aşmak adına yaratılan ve ortaya
çıkartılmaya çalışılan enerji, fizik kapasiteyi zorlar ve olmayacak durumlar
çıkartır ortaya. Kar etme ve tek yönlü
kazanma hırsının sahaya yansımasıdır
bu. Rakip üreten -rakip zaten aynı
amaçlarla vardır - ve karşısındaki rakibi, her ne olursa olsun yenmeye altetmeye koşullanmış bir toplumsal ilişki
ağının içinde durur futbol da. Ne bir
eksik, ne bir fazla. Bütün şekillenişini
kapitalizmin kar hırsından alan bu yarışma anlayışının erdemle uzaktan yakından ilintisi yoktur. Birinin diğerini,
altetmeye çalışmasının; bir sınıfın, diğer sınıfı altetmeye çalışmasının dışında, görece hiçbir anlamının olmadığı,
olamayacağı gibi...
Yarışma etiği, fair-play diye adlandırdıkları şeyin, yasa koyucuların kazasız belasız bir yarışma istemlerinin
karşılığı olduğunu biliyoruz. Bilmenin
bütün anlamlarıyla. Sakatlanan farklı
bir takımdan da olsa, artık top bir süreliğine en azından sakatlık geçiren futbolcunun tedavisi yapılana kadar
oyun dışına atılıyor. Bir jest oluyor bu.
Kardeşçe yarışma adına. Fakat, sakatlık için oyunun durduğu zamanlar, yarışmanın -oyun demeye dilimiz varmıyor aslında- sonuna ekleniyor. Yani bu
+2, +5’ler oradan geliyor. Yani yarışmanın kazanma üzerine kurulan ahlakından bir gram taviz verilmiyor. Çürük elma mutlaka ayıklanacak. O nedenle, oyun oyun olmaktan çıkmış, birinin diğerini altetmesine dayanan bir
yarışma olmuştur. Müsabakacı futbolcu deniyor son zamanlarda. Eskiden
ya da bir zamanlar, sporcu ya da fut-
bolcu deniyordu. Yarış atı gibi, sezonun hemen ardından başlayan maçlardan- sponsorlara, kulüplere ve menajerlere para kazandırmak amacıyla yapılan maçlarda- arta kalan zamanda,
kendini nasıl onaracağını bilemez futbolcu. Bu alt kategorideki futbolcular
için çok da böyle değil belki ama artan
rant, pay büyüklüğü az müsabaka bile
yapsa, o zaman dilimine sıkıştırılmış
mesaisini ‘en iyi, en yarışmacı ve en
emre amade’ şekilde geçirmek ister
futbolcu. Peki, sosyo-kültürel gereksinimleri? Onları es geçiniz!
Sahalardaki ölümlerin bir yanı da
futbolcuların yetersiz sosyo-kültürel
beslenme dolayısıyla, bir sporcunun
nasıl yaşayacağına ilişkin en ufak bir
bilgisinin olmadığında yatmaktadır. Kimse, sadece futbolcuları nasıl yaşayacaklarını bilmeyen insanlarmış gibi
göstermesin ama. En ‘ileride’ görülen
meslek grubu mensuplarının da bundan pek farkı yok. En büyük cahillerin,
görgüsüzlerin nerelerden çıktığını hepimiz biliyoruz- Kontrollerin sıklığı,
dopingin ortadan kalktığını da göstermez . Sürekli kazanmaya koşullanmış
her sporcu, eninde sonunda dopinge
başvurur. ‘Sahalarda görmek istemediğimiz türden olayların’ nedeni budur.
Hasan Şaş, yoksul bir aileden gelmenin ve iç sarsıntılarını bununla ortadan
kaldırmaya adamış bir delikanlının hezeyanları içinde değil mi? Almanya’dan yurda kesin dönüş yapmış ve
ezilmişliğini kendi ülkesinde, çocuklarının başarısında arayan bir anne-ba-
22
banın çim sahadaki halidir İlhan. Babası bir atlettir; anne bir fabrika işçisi. Yol
olur Almanya’ya giderler, yıl olur Almanya’dan dönerler. İlhan, önce Marmaris sonra da Gençlerbirliği takımlarında “adamdan” sayılmaz. Bütün o
agrasyon, adamdan sayılmadığı dönemlere isyandır aslında; “Bir zamanlar kapınızdan kovduğunuz bir genç
vardı!” Kapılardan kovdukları genç,
bir türlü sakatlıklardan kurtulamıyor.
Nedeni gerginlik. Dönelim başa. Foe,
esmer Kamerun’u var etme çalışan bir
sporcuydu. Var olmakla yok olmak
arasındaki mücadelesini, milli düzeylerde daha bir katlanılabilir kılan futbol takımlarında yer buldu kendine.
Bir savaş cephesinin farklı bir versiyonuydu stadyumlar. Üstü örtük bir milli kalkışma olarak algıladığı o maça
çıktı Foe. Hastalığına ve yetmezliğine
karşın.
Bundan sonra da sahada yığılıp
kalmalar olacak göreceğiz. Bu ülke tarihi böylesini görmedi. Gencecik insanların bu kadar erken yaşlandığı ve
umudunu bu kadar erken yitirdiği bir
süreçte, kendini kanıtlama çabasının
bu kadar arsızca yaşandığı bir süreç
daha yaşanmadı. Maksat spor olsun
deyimini çoktandır kullanamıyorum.
Maksat ‘spor’ olmaktan çıkalı çok oldu
çünkü. Şöyle şeyler yazıyor futbol dergilerinin logolarında; "Endüstriyel futbola karşıyız!" Endüstrileşmiş aşk, endüstrileşmiş sevda, endüstrileşmiş
kavga olmaz. Olacağı yer yürektir. İnsan yüreğini iyi korumalı.✔
y›ldönümü
can
y›ld›r›m
fliflko ve ufakl›k
agasaki’de, beyaz, keçi sakalıyla, yaşlı mı yaşlı bir dede,
aynı saatlerde, “hey gidi günler” diye torunlarına pirinçten yapılan yemeklerin en güzelini ballandırarak anlatıyordu. Açlıktan yuvalarına kaçmış minicik zeytin karası gözleri fırlayacakmış gibi masalın sonunu bekliyordu.
Manhattan’da, aylar öncesinde,
bir sarayda toplanmış devşirme Nobel ödüllü “ölüm ebeleri”, harıl harıl
çalışmış, birazdan doğacak “çocuklarına” verecekleri adı tartışıyordu.
Demir kanatlarla gökyüzüne salındıklarında, adları konulmuştu bile. “Şişko ve Ufaklık”*, gelecek adına
gökten “barış ve adalet” yağdırmakla görevlendirilmişti.
Ağustos sıcağında, Japonya semalarından üç elma yerine iki ölüm
topu düştü. Hiroşima’da, annesinin
kucağında, bir damla süt bekleyen
çocuğun umudu dondu. Annelerinin
dizi dibinde dinledikleri masal, gökten üç elma düşmeden yarım kaldı
diğerlerinin. Çocuklarının sadece biri; korkunç bir masalın sonunu görebildi. Fujio Tsujimato 5 yaşındaydı.
Kendine gelir gelmez, “Beni geçmişime götürün. Annemi istiyorum. Babamı istiyorum. Kardeşlerimi istiyorum!” diye ağladı, feryad etti. Yüreği, sağır ölümün sesini duymayacağından bihaberdi.
Nagasaki’de dedenin anlattığı
masal da farklı bitmedi. Yamada Hirotami, yanıbaşında kıvranıp duran
dedesi, ninesi, kardeşlerini öylece
seyretmekle yetindi. Ölüm sofrasında donup kaldılar. “Annem öldü.
Kardeşlerim öldü. Uzun uzun ölündü ama ölümlerin acısını hissedemedim o an.” diyordu yıllar sonra.
N
Toprak, gökten yağan ölümle
beslendi. Ölüm, bir sel gibi, sulara,
nehirlere sıcak bir rüzgar olup dağlara, ovalara uzun uzun yürüdü. Sokak sokak, ev ev; çalınmadık kapı,
yürünmedik cadde bırakmadı Hiroşima’da.
Nagasaki’de, boylu boyunca uzanan delikanlıların, genç kızların adı
oldu. Doymadı; baykuş gibi dumanı
tüten viranelere, ağaçlara tüneyip,
yıllar boyu uğursuzca öttü karanlık
gecelerde. Kimsede kovacak mecal
kalmamıştı. Ölümlerin ardından, nehirler gibi gözyaşı döküldü.
Hiroşima ve Nagasaki’den sonra
da durmak bilmedi. Adalet, barış ve
daha adını duyunca tüylerimizi diken diken erdemler(!) adına, gökyüzünde gezinip durdu. Vietnam ve
Irak, Afganistan ve daha nice yerlerde, çocukların masallarını yarım bıraktı aynı “göksel adalet”. Kimi annesinin koynunda, kimi oyunlarının
yarısında. Ve her nedense(!) ölüm
hep umutlarına dört elle sarılan çocukların doğup büyüdüğü topraklara yağdı. Oralardan uzak diyarlarda, haramiler saltanatına güvenip,
her tarafa zulüm ve ölüm gönderip,
işlerine yarayacak ne varsa alıp getirmeleri için emirler yağdırıp durdu.
Çok yıldızlı bayrağın dalgalandığı topraklarında, saltanatlarının ne
kadar mukaddes ve sonu gelmez
kudrete sahip olduğunu anlatan,
dağ dağ yoğrulan yalan hamurundan ibaretti masalları ve başı sonu
yoktu.
Şişko ve Ufaklık’ın, Hiroşima ve
Nagasaki’ye ölüm yağdırdıkları
günlerden on yıllar sonra, bir Eylül
günü bezirgan saltanatlarının tepe-
23
sine üç ateş topu düştüğünde, kuyruğuna basılmış itin acısıyla saldırdılar. Önce, Afganistan yerle bir edildi; sonra, Irak.
Ve Bağdat... İstilalarla yatıp kalkmış, defalarca tacı tahtı başına geçrilmiş uslanmaz(!) asi kent, on yıl
öncesinde olduğu gibi, günler, geceler boyu bombalandı. Postal ve tank
paletleriyle ezildi meydanlar, caddeler, sokaklar.
Cennetin zümrüt tepelerinden
fışkırıp gelen iki büyük nehir’den,
Fırat’tan kan aktı, Dicle’den gözyaşı.
Ali İsmail Abbas’ın ve ailesinin
başına ölüm yağdı bir gece vakti.
Oyuna doymamış eli kopup, ayrı
düştü. Kanadı kırık yavru kuş gibi.
Hastanede kendine geldiğinde, “
Kolumu verin bana, kolum olmadan
doktor olamam ki.” diye ağladı. Hamile annesinin, babasının ve kardeşlerinin öldüğünden bihaberdi henüz.
Bağdat’ın dilinden anlamaz, Bağdat’ı bilmez, tanımaz baykuş sürüsü,
“Bağdat Düştü !” diye müjdeledi; el
etek öptükleri efendilerine. Oysa, bu
kaçıncı ölüm haberiydi, kaçıncı kursaklarda kalmış zafer sevinci. Bağdat’ı biz biliriz, biz tanırız.
Dicle ve Fırat’tan akan kan ve
gözyaşı, Şattül Arap’ta birleşip, kin
ve öfkeyle beslememiş’miydi Basra
kıyılarını?
İşte, Bağdat bir kez daha doğruluyor. Şimdi Hiroşima ve Nagasaki’nin öfkesini de yükleniyor. Kavgaya girişti yine.✔
*Şişko ve Ufaklık: Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarına ABD’li kurmayların verdiği isim.
güncel
metin
u¤ur
ad›: “N.”
soyad›: “Ç.”
üçücük bir çocuk; oyun çağını
aşmış bir olgunluğu taşıyor bedeninde. Küçücük yaşıyla sorguluyor sessizliği, kokuşmuşluğu. Sesi bir hançer gibi yırtıyor karanlığı.
Yüreği dar geliyor yaşadıklarına.
Onun için durmaksızın anlatıyor.
Derdi, konuşmakla çare bulunmaz
türden. Adı N, soyadı Ç.
“Kapatmayın gözlerimi.” diyor
gazetecilere, kapatmayın ki görsün
gözlerimi herkes. Görsün karasına biriken acıyı. Gözlerinin karası acıyla
bilenmiş bir hançer. “Beni mi, ailemi
mi koruyacaksınız bunca yaşananların ardından? Ailem dağıldı, benim
ise bir geleceğim yok artık, diyor.. Bu
ikiyüzlülüğe meydan okuyor. Hayatı
zindan olmasın diye kapatılıyor gözleri, yazılmıyor ismi.Bu ikiyüzlülüğe
isyanı. Bunca zamandır neredeydiniz
dercesinebakıyor bantın altından. Nerede?
Bingöl’de, yoksul bir ailenin kızı.O. Daha 12 yaşında bir çocuk. Açlığı öğrendi önce, sonra parasızlığı. Ne
oynayacak bir bebeği vardı, ne de
kendisine sunulan bir geleceği. İnsan
yerine konulmamıştı hiç, sevgiyi tanımamıştı. Parayla satın aldılar çocuk
bedenini. Askerler, iş güç sahibi büyükbaşlar, babası yaşındaki adamlar,
ahlaksızlar sürüsü yani. Tecavüz ettiler ona. Örselendi yüreği. O yüzden
böyle çabuk büyüdü 12 yaşındaki çocuk. O yüzden böyle rahat konuşuyor, O yüzden söyledikleriyle utandırıyor herkesi. O yüzden herkese insanlığını sorgulatıyor.
Biliyor musun çocuğum, tüm iyiniyetinle yardım istediğin Adalet Bakanının makamında kaç ananın gözyaşı, bedduası var.
Senin gibiler çocukluğunu yaşasın
K
diye, ölen çocuklarına akıttılar gözyaşlarını.
Sinelerini dövdüler...
Senin çocuğun olsa ne yapardın diye sormuşsun O'na.
Sana verecek cevabı yok, onun.
Bir
cevap
bekleme
vermez, veremez.
Nasıl da aklandılar gördün.
Seni sever görünenelere bir bak,
bir de o şirin,
güzel
giyimli
gazetecilere. Nasıl da yalan akar bir
gör.
En çok onun gibilerden kork .
Çünkü, ABD askerlerine gencecik
kızlarımızı sermaye yapmak için çırpınıp durur onlar. Senin sırtından kazanacakları paranın hesabını yaparlar.
Herkes seni yazıyor. Sana tecavüz
edenleri unuttular neredeyse, nasıl
olduğunu anlattırıyorlar sana ayrıntılarıyla ve onları yazıyorlar yine ayrıntılarıyla. Raiting uğruna, tiraj uğruna etinden ve ruhundan para kazanmaya devam ediyorlar. Senin acıların bir ibret öyküsü değil onlar için.
Ağızları sulandıracak bir fantezi öyküsü. Yana yakıla aradıkları öykü.
Sen acılarını anlatıp yaranı sarmaya
çalıştıkça, onlar, ağızları sulansın diye okuyanların, ballandırıyorlar acılarını. Kork onlardan çocuğum.
Herkes kaçıyor gerçeklerden. Bir
tek sen değilsin ki bunları yaşayan.
24
Üzerine giderlerse yaşadıklarının altından her şeyiyle çürümüş bu düzen
çıkacak, çürümüş bir iktidar çıkacak.
Sana, bu ülkeyi koruyacak denenler tecavüz etmedi mi? Sana, senin benim sırtımdan para kazananlar tecavüz etmedi mi? Seni üç kuruş paraya
satan o kadın nasıl geldi bu hale? O
ahlaksızlar nasıl bakıyor eşlerinin, çocuklarının yüzüne? Malesef bakıyorlar, bakacaklar. O gözleri oymak günah mıdır?
Cevap verme sen çocuk. Bu soruların cevabını seni o çok seven yazar
çizer takımı versin. Cevabı doğuya
barış gelecek diye, her türlü ahlaksızlığın, katliamın mimarı ABD ile pazarlık masalarına oturanlar versin.
Ama sen sakın susma... Senin yaşadıklarını yaşamasın diye ülkemizde
çocuklar sen sakın vazgeçme yaşamaktan onurunla, yapabilir misin bunu bilmiyorum ya da izin verirler mi
sana.✔
tart›flma
tav›r
sansür:5 - faz›l:4
peki ya sonuç?
okaklarda milyonlarca işsizin
günü kurtarmaya çalıştığı, yarına dair beklentisinin kalmadığı
bir hayat... Yoksulluk sınırının en alt
seviyesinde biriken milyonlara her
gün binlercesinin eklendiği dizginsiz bir sömürü... Geçmişten bugüne
ağır bedeller ödenerek kazanılmış,
her türlü hak ve özgürlüğün, her
gün çıkan yasalarla, onların yetmediği yerde yetkili kurumlarin fiili
uygulamalarıyla yok edildiği bir yasak cehennemi... Bir yandan, ‘demokratikleşme’ söylemlerinin dillerden düşürülmediği ucube nutuklar...
Bütün bunların ortasında hayatın
gerçeklerine dair söyleyecek sözü
olan sanatçının incelikli çabalarıyla
ürettiği bir eserin sansürüne şaşanlar!..
Nereden ve nasıl geldiğiyle değil,
yeteneğini kanıtlamış olup yüreğinde ve düşüncesinde oluşanları en
geniş yığınlarla paylaşmak isteyen
çabasıyla sevildi Fazıl Say... Onu önce klasik batı müziğini dinleme, öğrenme olanağına sahip müzik çevreleri tanıdı; yani, toplumun genelinden kendilerini soyutlamayı seven
bir elit çevre... Giderek, yeteneğiyle,
piyano virtüözlüğüyle sanat eleştirmenlerinin gündemine girdi. Fazıl
Say, bunları yeterli görmeyerek sanatını geniş yığınlara taşımak, onlarla paylaşmak istedi. Şehrin varoşlarına, 1 milyon liralık biletlerle klasik
müzik taşımayı denedi.
Sanat kurumlarından, belediye-
S
lerden ve bugüne kadar hiç karşı
gelmediği devletten destek gördü.
İnsani duyarlılığı ile çok sevdiği, aile dostu Metin Altıok’un da aralarında bulunduğu, Sivas’ta katledilenleri anlatmak istedi. Geniş bir orkestra, yetenekli bir koro, İstanbul
Kültür Sanat Vakfı gibi, “saygın” bir
kuruluşun olanakları birleşecek,
Metin Altıok Oratoryosu’nu seslendirecekti. Arkada Sivas Katliamı gö-
25
rüntüleri, şiirler ve müzik... Bütün
hazırlıklar tamamlanmıştı. Ancak...
Şaşırdı Fazıl Say; burjuvazinin
‘ince ruhlu’ temsilcisi, Eczacıbaşı
Holding’in sahiplerinden Şakir Bey
telefonla aradığında... Ardından
AKP iktidarının genç, dinamik, ‘çağdaş, ilerici’ bakanlarından, Kültür
Bakanı Erkan Mumcu’dan ‘No!’ cevabı aldığında daha şaşkındı.
Kimliği, etkinlik alanı, geldiği sı-
nıfsal kökeni ve yetenekleriyle el üstünde tutulan, ‘süper çocuk’, ‘virtüöz’ Fazıl Say, bugüne dek hiç tehlikeli görülmemişti. Nazım Hikmet şiirlerine müzik yaparken de devletin
onu desteklemesinin nedenini anlamamıştı. Şimdi neden, nasıl sansürle
karşılaşıyordu ki?
Sayın Eczacıbaşı, ‘olağanüstü sanatsever kişiliği’ ile tanınırdı ya! Hayatın yasaları başka türlü söylüyordu işte. Burası Türkiye... Bu ülkede
zulmün sahibiyken sanatsever kimlik takınmanın incelikli bir reklam
yatırımı olması gerçeği vardı. Ve elbette onun da sınırları belliydi!
Genç, dinamik, ‘çağdaş’ sıfatları
bu ülkede burjuva siyaset mekanizmasının katliamcı vahşetine dokunulduğunda bitiverirdi...
Ve bu ülkede kendinden sayıp el
üstünde tutulan sanatçıların hareket
alanı işte bu kadardı. Tersi, anında
karşı taraf sayılıp cezalandırılmak
demekti.
Sevgili Fazıl Say, yanına yoksul
çocuklarını alıp piyano ile oynarken
ona olanak sunanlar çok farklı hesaplar içindeydiler. Ne kadar farkındaydı bilemiyoruz ve çabalarını bir
başka pencereden olumlu karşılıyoruz. İşte o pencereden görünenler
hayatın ta kendisidir. Kaç kez ne
ucube gerekçeler uydurularak yasaklanmıştır konserler. Kaç kez gözaltına alınıp saz çalan, gitar tutan
bileklerinden filistin askısına asılmıştır bu ülkenin sanatçıları... Kaçı
yıllarca hapishanelerde tutsak edilmiştir. Ve bunlar asla ‘geçmişte ka-
lan’ olmamıştır....
Filmi yasaklayana ‘o zaman sahneye çıkmam’ diyecek kadar ilkeli
ve öfkeliydi Fazıl Say. Ama olmadı,
‘emekler boşa gitmesin diye’ sahne
aldı. Bu da onun gerçeğiydi işte..
Oysa o gün Sivas’ta yakılanlar
boyun eğmeyi reddedenlerdi.
Fazıl Say, Kavgasını sürdürdüğüne dair mesajlar
verdi. ‘Ben bu eseri
bir daha çalacağım:
Sansürsüz’ dedi. İhtimaldir, sansürsüz
de çalmasına izin
verilebilir, çalabilir... ‘Demokratikleşme’ yalanının bir
ayağı olmamayı başararak çalmaktadır
aslolan. Bazı acı deneyimler vardır ki,
insan ancak başına
gelince anlayabilir.
Oysa, bilim tam tersini söyler. Bakmak
ve görmek, anlamak, dersler çıkarmak. Bunlar Fazıl
Say’ın yaşam gerçeğine uzak şeylerdi.
Şimdi
yakınlaştı.
Şimdi daha bir olgunlaştırdı
onu.
Şimdi tercihleri belirleyici olandır, yetenekleri
değil.
Kuşkusuz burada
26
Fazıl Say gerçeğine uzak çözümler
önermek anlamsızdır. Ancak sanatçı
kişiliğinin o’na dayattığı bir duruş
vardır. Önemli olan bunun ne kadar
hayata geçeceğidir. 8-0 veya 5-4...
Yenilgi, yenilgidir. İnsan gerektiğinde yenilgiyi de bilir. Belki yaşaması
gerekir, ancak önemli olan yenilgiyi
nasıl yorumladığımızdır. Bu deneyimden sonra Eczacıbaşı hala sanat
dostu olarak mı kalacaktır Say’ın gözünde. Sanatına nasıl bir yön çizecektir? Bazen en baştan ve en özgür
olanından başlamak en güzelidir.
Verdiği nimetleri tehdite dönüştüren
Kültür Bakanlığı ne ifade edecektir
Say İçin? Çalmasaydım, 8-0 yenilecektim diyor Fazıl Say. Acıyı derinden yaşamak, ipleri koparmak belliki yaşamında ancak karşı taraf ne
kadar pervasız. Onlar ipleri tez eleden koparabilir. Dedik ya hayat en
büyük nasihatini verdi Fazıl Say’a.
Şimdi ipler onun elinde. Yeter ki o
ne yapacağına karar versin. Hepimizin gözünde yetenekleri ve tercihleriyle yücelsin. Araf’ta oturmak en
çok onu yıpratacaktır.✔
deprem
sema
topçu
ezen ve ezilen “insan”d›...
yuyordu sarı başlı yılan, süzülmüş bir tepenin ardına Göğü geceye teslim etmişti güneş. Gece,
göğsüne yıldızları serpmişti. usul usul
soluklanıyor ve oynaşıyordu denizle.
Dağ ise kaval sesleriyle yüzüyordu.
Gece denize yakamoz bırakırken
ve uykudayken güneş, İstanbul, adapazarı, Gölcük ve yürürken dağ, kımıldattı ağır gövdesini, kaldırdı sarıbaşını yılan. Homurdandı toprak,sancılandı,bağırdı toprak. Sallandı acıyla,
çığlık çığlığaydı evren. Çığlık çığlığaydı deniz, başı dönüyordu göğün. Dağ
yürüyordu.
17 Ağustos...
Ve insan insanın üzerine yıkıldı.
İnsanın üzerine taş değil, toprak
değil, etiyle kemiğiyle insan yıkıldı.
Hırsızlığıyla namussuzluğuyla, yolsuzluğuyla,yıkılan insandı, insanın
üzerine, ezen ezilen insan.
17 Ağustos...
Uğultuyla ve derin bir sarsıntıyla
geçen 45 saniye... Onbinlerce ölüm sığdırdı içine. Enkaz altındaki onbinlerce
çaresiz yüreğin haykırışıyla inledi yer
gök. Beyin’lerdeki her bir hücre’ye işledi o söz; “ Ben buradayım, sesimi
duyan var mı?” Tonlarca ağırlığın altında ezilirken ve yanı başında yatan
sevdiklerinin yavaş yavaş soğumaya
başlayan bedenlerini hissederken bile
yitirmediler umudu. Zaman birbiri ardına ilerlerse bile nafile. Beklediler...
17 Ağustos... yurdun dört bir yanından onbinler tek bir yürek olup
Adapazarı’na, Gölcük’e, Yalova’ya ve
İstanbul’a aktı. Dişleriyle, tırnaklarıyla
kazdıkları yığınları kurtarmalıydılar.
Yaşına başına bakmadan diline, dinine, cinsiyetine bakmadan kurtarmalıydılar. Kazıdılar... Aldırmadılar. Molozlardan paramparça olmuş, oluk oluk
U
kan akan ellerine aldırmadılar.
Uykusuz geçen
her bir günlerine
ışık oldular, nefes oldular.
17 Ağustos...
Büyük bir cinayetti işlenen.
Katiller
insan
hayatını hiçe sayarak sadece cebini doldurma
çıkarı gözeten
soysuzlardı.
Haftalarca
verilen emekler
belki istenilen
boyutta olmadı.
Ama göçük altından çıkan her
bir solukla, gözlerdeki umut ışığı biraz daha aydınlanmıştı. Kazıdılar... Enkaz
altından
sağ
kurtulan her bir
can da katıldı bu çabaya. Kırık kollarına, kırık bacaklarına aldırmadan kazıdılar. Yığınların arasından kurtulmaya
bekleyen binlerce soluk vardı. Biliyorlardı ve yılmıyorlardı. Zaman ilerledikçe kaygılar da artmaya başladı. Enkaz altından artık sadace cesetler çıkıyordu ve katil, katliamını belgelercesine toplu mezarlar yaptırıyordu. yığınların arasından içinde yüzlerce bedenin gömüldüğü ve başucunda ise tek
bir taşı bulunan yüzlerce mezar.
Mezar taşında yazıyordu: Katil:
devlet. Cinayetin sorumluları suçlarını ört bas etmek için televizyonlarda
sorunun altından kalkacaklarına dep-
27
remde zarar görenlere yardımcı olacaklarına dair uzun uzun konuştular.
Sözler verdiler. Sözlerin hiçbiri tutulmadı. Kurtulmayı başaranlar başlarını
sokacak bir yereden bile yoksun bırakıldılar. Yaşamak zorunda bırakıldılar.
Konutlar onlara açlık ve sefalet getirdi
yıllarca sırtlarından geçinen, ezen, katleden bir darbe daha vurdu onlara
hunharca.
17 Ağustos....
Onbinler yitirildi. Dağ, deniz, gök
ağladı. Omuz omuza ve yıldız bıraktılar şehirlerin üzerine. Yasını tuttular
gidenleri. Gök kararttı yüzünü. Deniz
sustu, dağ yürüdü. ✔
tavır
TÜYAP Önünde, ABD Mallarını Boykot Çağrısı Yapıldı!
4 Temmuz’da günü İstanbul’da
TÜYAP önünde, “ABD Mallarını
Boykot” eylemi yapıldı.
Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun gerçekleştirdiği eyleme, yaklaşık 250 kişi katıldı. 4
Temmuz
tarihinin,
ABD’nin
bağımsızlık günü olarak kutlanması sebebiyle anti-emperyalistler
de bu tarihi ABD mallarını boykot
günü olarak ilan etti. Bu çerçevede
yapılan basın açıklamasının ardından aynı gece Eminönü Belediyesi
Kadırga Kültür Merkezi’nde yine
Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu tarafından, “ABD Mallarını
Boykot Gecesi” yapıldı. Gecede,
Özgür-Der Çocuk Korosu, Ekrem
Ataer, Koma Asmin, Grup Kutupyıldızı, Grup Yorum da türküleriyle yer aldı.
ABD mallarını boykot günü
olarak ilan edilen bu tarihte, aynı
zamanda dünyanın çeşitli ülkelerinde de etkinlikler, eylemler yapıldı. Özellikle belirli Amerikan
ürünleri olan Mc Donald’s, Coca
Cola, Marlboro gibi ürünlerin satışları da yapılan boykot uygulamasıyla ciddi anlamda düşüşe
uğradı.✔
haber-yorum
1000. Günde Cebeci’deydik!
13 Temmuz’da günü Ölüm
Orucu Direnişi’nin 1000. günü olması dolayısıyla Cebeci Mezarlığı’nda anma düzenlendi. TAYAD’lı aileler imzalı “Sonuna,
Sonsuza, Sonuncumuza Kadar
Direneceğiz” pankartı arkasında
ellerinde kızıl bayraklar ve ölüm
oruçlarında şehit düşenlerin resimleri olan 500’ü aşkın kişi,
gruplar halinde şehitlerin mezarlarına kadar yürüdü. Burada yapılan basın açıklamasında, ölüm orucu direnişinin F Tipi hapishanelerdeki tecrite karşı yapıldığı ve çözüm için tecritin kalkması gerektiği söylendi. Basın açıklamasının ardından anmaya katılan Grup Yorum, türküler ve
marşlar söyledi. Anma sloganlarla sona erdi.✔
Yazı İşleri Müdürümüz
Gözaltına alındı!
Kübalı Sanatçı Compay
Segundo, Yaşamını Yitirdi.
Buenal Vista Social Club’la adını duyuran, Son dönemde tüm
dünyada popüler olan Segundo
bir süredir böbrek yetmezliği nedeniyle Küba’ da tedavi altındaydı.
Küba’nın
yerel
şarkılarını
seslendiren Segundo tüm popülerliğine karşın. son nefesine kadar
amborgo
altındaki
Küba’da
yaşamıştı..✔
29
26 Haziran Günü Üsküdar Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polis memurları, hakkında arama kararı olduğu gerekçesiyle Yazı İşleri Müdürü’müz
Ahu Zeynep Görgün’ü keyfi bir şekilde evinden gözaltına aldı. Dergimizin
Şubat 2003 tarihli, 12. sayısında çıkan
“Biz de Ölürüz Ama Artık Yeter” isimli yazıya açılan dava nedeniyle, ifade
vermediği gerekçe gösterilerek gözaltına alınan Yazı İşleri Müdürümüz aynı gün serbest bırakıldı. ✔
TAYAD’lı aileler
Ankara’da!
TAYAD tarafından konuya ilişkin
yapılan açıklamada,
“26 – 27 – 28 Temmuz’da Ankara’ya yürüyoruz!
İşkenceye karşıysanız,
Hak ve özgürlüklerden yanaysanız,
107 ölüm yeter diyorsanız,
BİRLİKTE YÜRÜYELİM!”
çağrısı yapıldı.✔
TAYAD’ın Kurucularından Sultan Çelik Vefat Etti!
TAYAD’ın kurucularından Sultan Çelik yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrıldı.
1942 yılında Trabzon’da doğan Sultan ana, 1978 yılında devrimcilerle tanıştı. Mücadele yaşamı
boyunca, defalarca gözaltı, baskı ve işkencelerle karşılaştı. 12 Eylül politikalarının bir parçası olan tek tip
elbise uygulamasını protesto ederken, Bayrampaşa Hapishanesi’nin önünden gözaltına alındı, tutuklandı. Sultan Ana aynı zamanda haklar ve özgürlükler mücadelesinde önemli bir yeri olan Özgür - Der
ve DEMKAD’da çalışmalar yürüttü. Gözaltılar, çektiği çileler sağlığını olumsuz etkiledi. Kanser
hastalığına yakalandı. Beş yıl boyunca kansere direnen Sultan anamız, 25 Temmuz günü aramızdan
ayrıldı. Başımız sağolsun...✔
Ferzan Özpetek’e
Özel Kariyer Ödülü Verildi!
İtalya'nın Salerno kenti yakınlarında
yapılan ve 22 ülkeden bine yakın çocuğun davet edildiği 33. Giffoni Film Festivali'nde. İtalyan ve Türk vatandaşı yönetmen Ferzan Özpetek'e ''Özel Kariyer
ödülü'' verildi. Yaşları 9 ila 19 arasında
değişen çocuklardan oluşan jüri, 19-26
Temmuz'daki festivalde, farklı kategorilerde sezonun en iyi filmlerini belirliyor.
Özpetek'e verilen ödül, geçen yıl,
Amerikalı ünlü sinema sanatçısı Merly
Streep'e verilmisti.
Ferzan Özpetek, ''Karşı Pencere'' (La
Finestra di
Fronte) adlı
filmiyle, İtalyan sinemasının oscarları olarak
kabul edilen
David
di
Donatello'da
5 ödül kazanmıştı.✔
Özgür-Der Genel Başkan
Yardımcısı Özlem Hicran Özyurt
ve Av. Macide Göç Vefat Etti!
Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı Özlem Hicran Özyurt ve Özgür-Der
avukatlarından Macide Göç vefat etti...
8 Temmuz günü Malatya yolunda
trafik kazası geçiren Özyurt ve Türkmen kaldırıldıkları hastanede vefat ettiler...
Özlem Hicran Özyurt ve Macide
Göç’ün ailesine ve arkadaşlarına başsağlığı, sabır ve metanet diliyoruz.✔
4. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin 31 Temmuz’ da Başlıyor!
Bu yıl 4. Düzenlenecek olan Munzur Kültür ve Doğa Festivali 31 Temmuz - 3 Ağustos tarihleri arasında yapılacak.
Grup Yorum’un da ilk kez yer alacağı festivalde çeşitli sanatçılar ve gruplar konser verecek.
Ayrıca festival kapsamında söyleşiler ve konferanslar düzenlenecek.
Öte yandan festivalin başlamasına 10 gün kala Tunceli Valiliği tarafından bir genelge
yayınlandı. Valiliğin yayınladığı genelgeden bazı maddeler şöyle:
“Madde 1 - Atatürk Stadyumu ve program yapılacak yerlere büyük boy Atatürk posteri
dışında hiçbir pankart, afiş vs. asılmayacak.
Madde 12 - Stad giriş ve içinde bakanlık genelgesi gereği tedbirler alınacak (folklor oynayanlar dahil herkesin kimlik bilgilerinin Emniyet’e bildirilmesini vb. içeriyor), en az 100 kişilik
özel arama ekibi oluşturulacak, özel tişörtleri ve isimleri önceden Emniyet’e bildirilen bu
kişiler, programdan iki saat önce yerlerinde olup, görevlerini terk edemeyecek.
Madde 17 - Açık hava oyunlarının metinleri programdan en geç 48 saat önce Emniyet’e
sunulacak.” Festivale on binlerce kişinin katılımı bekleniyor.✔
30
Venedik Film Festivali,
Woody Allen ile açılıyor!
Dünyanın en önemli sinema festivallerinden biri olan Venedik Film
Festivali, 27 Ağustos ile 6 Eylül arasında altmışıncı kez düzenleniyor. Festivalin açılışı Woody Allen'in "Anything
Else" adlı filmiyle yapılacak. Filmin
başrollerini Jason Biggs, Christina Ricci ve Jeremy Fallon paylaşıyor. Usta
yönetmen Allen, festivalin yönettiği
filmle açılmasının kendisi için “büyük
bir şeref” olacağını söyledi.
Avrupa film takviminin en önemli
organizasyonlarından biri olan Venedik Film Festivali'nde 1993 – 2001 yılları arasında Woody Allen’in filmleri
gösterilmişti. Ancak Allen, festivale
bizzat katılmamıştı. Festivalin yönetmeni Moritz de Hadeln “Onu burada
görmek bizim için büyük bir zevk olacak” dedi.
Bu yılki festival programında, haziran ayında yaşama veda eden Katharine Hepburn anısına özel bir bölüm de
yeralıyor. Hepburn'ün başrolünü üstlendiği ve 1955'te Venedik'te çekilen
Summertime bu bölüm kapsamında
gösterilecek filmlerden.✔
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
AĞUSTOS PROGRAMI
MOMİ
Yönetmen: Özcan Alper
KONSER
Senaryo: Özcan Alper,
Özkan Küçük
Görüntü Yönetmeni:
Aleksi Petri-Özkan Küçük
Oyuncular: Nogay Alper, Burcu Usta-
ZEYNEL ABA
24 Ağustos Pazar
Saat: 19:00
baş, Mommed Karaibrahimoğlu, Hatice
Yenigül
BİR RÜYA İÇİN AĞIT
Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Marlon Wayans, Jennifer
Connely
Müzik: Clint Mannsel
8-21 AĞUSTOSS a a t : 1 7 :00-- 1 8 :30-- 2 0 :00
KONSER
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ
(Özel Gösterim)
Yönetmen: Remzi Kazmaz
YASEMİN GÖKSU
Kurgu: Hüseyin Karabey
30 Ağustos
Cumartesi
17 AĞUSTOS
S a a t : 2 0 :00
Saat:19:00
ŞATİLLANIN ÇOCUKLARI
(Özel Gösterim)
Yönetmen: Mai Masri
22- 31 AĞUSTOS
Saat:
Hafta İçi: 17:00-18:30-20:00
H a f t a S o n u : 1 5 :00-- 1 6 :00-- 1 7 :00
31
nokta
haber
Grup Yorum
27 Haziran 2003;
LÜTFİ GÜLTEKİN
GÜL TÜRKÜLERİ
Geniş bir solist kadrosuyla, söz ve
müziklerinin çoğu Lütfü Gültekin'e ait
olan albüm Kalan Müzik'ten çıktı. Ruhi,
Gevheri,
Emrah,
Seyrani
ve
Karacaoğlan'ın yanısıra, günümüz şair ve
ozanlardan Fedai, M. Yazıcıoğlu, Murteza
Yalçın, H. Hüseyin Korkmazgil'in eserlerinden bestelenmiş olan türküler
albümde yeralıyor. ✔
Mersin’ de düzenlenen konserde,
1500 kişiye seslendi.
MİKAİL ASLAN
Kilite Kou-DAĞLARIN ANAHTARI
29 Haziran 2003;
Mersin Tarsus’ta düzenlenen konserde yaklaşık 2000 kişiye seslendi.
Kalan Müzik tarafından yayınlanan
albüm, Zazaca eserlerden oluşuyor. Mikail
Aslan. aybüm kapağında Dağların anahtarını
şu cümlelerle açıklıyor. “Ben dağların
anahtarını kaybettim. Demanan aşiretinin liderlerinden birisinin sözleriydi bunlar. “ 38’ de
yaşananları ifade ediyor bi sözler. Albüme de,
bu hüzün duygusu hakim. Şu sözlerde de
hüzün, albümün ruhunu somutluyor.
“Yazıklar olsun sana derviş toprağı/
Seyid’ime bir parçalık yerin yok imiş..✔
2 Temmuz 2003;
İstanbul Karacaahmet Mezarlığı’nda,
Sivas şehitlerini anmak için Nesimi Çimen’in mezarına giderek türkülerini
söyledi.
2 Temmuz 2003;
Armutlu Cemevi'nde, Armutlu halkının düzenlediği, yaklaşık 400 kişinin
katıldığı, Sivas şehitlerini anma etkinliğine katıldı.
4 Temmuz 2003;
Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu
tarafından, Amerikan Konsolosluğu
yakınında düzenlediği basın açıklaması ve protesto gösterisine katıldı. Yine
aynı akşam, Grup Yorum'unda bileşeni olduğu koordinasyonun düzenlediği “Amerikan Mallarını Boykot Gecesi”ne katıldı. Kadırga Kültür Merkezi'ndeki geceye yaklaşık 700 kişi
katıldı.
5 Temmuz 2003;
İstanbul Esenkent Rıfat Ilgaz Açık Hava Tiyatrosu’nda, Aysa Organizasyon'un düzenlediği konsere, yaklaşık
3000 kişi katıldı.
AHMET GAZİ AYHAN
Yine Kalan Müzik Etiketiyle yayınlanan
bu albüm, 5 Mart 1921 yılında Kayseri'nin
Endrüklü köyünde doğan A. Gazi Ayhan’ın
yorumladığı eserlerden oluşuyor. Albümde
sunulan bilgilerden, A. Gazi Ayhan’ın kendi
döneminde bağlamayı tek eliyle çalabilen
başka birinin olduğu bilinmiyor. Gesi Bağları,
Yarim Almanya'yı Mesken mi Tuttun? Sin Sin
oyun havası gibi kulağa tanıdık ezgiler
dikkat çekiyor. .✔
FERHAT TUNÇ
NEREDESİN EY KARDEŞLİK
10 Temmuz 2003;
Ferhat Tunç’un tutuklanmasını protesto etmek için, sanatçılarla birlikte, İstanbul İHD'de düzenlenen basın açıklamasına katıldı.
Sistem Müzik tarafından yayınlanan “Neredesin
Ey Kardeşlik” 14 parçadan oluşuyor. Ferhat Tunç’un
bir çok alb.ümünde olduğu gibi aranjörlük Osman İşmen’e ait.’Akşam Olanda” isimli anonim türkü ve Ciwan Haco’nun “Diyarbekir’i dışında tüm müzikler
Tunç’a ait. Sözlerde ise Yusuf Hayaloğlu, Ahmet Can
Akyol, Yılmaz Odabaşı gibi isimler görülüyor. Albümün dikkat çekici şarkılarından biri de “Zehra Kız,
Canan Kız” isimli şarkı. Ölüm orucunda hayatını kaybeden iki kız kardeşe“Zehra kız Canan Kız/Alnınızda
bir yıldız/ Vurdunuz canevimden uzaklara kanat-
19 Temmuz 2003;
TAYAD’lı ailelerin Çağlayan AKP
Merkezi önünde, ölüm orucunun
1000.günü ile ilgili düzenlediği basın
açıklamasına katıldı.
landınız” sözleriyle sesleniyor Ferhat Tunç.✔
32

Benzer belgeler