Âmâk-ı Hayal

Transkript

Âmâk-ı Hayal
Âmâk-ı Hayal adlı eserin Yazarı:
ġehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi (1865 – 1914)
Ahmed Hilmi, 1281/1865 yılında Ģimdi Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe‟de doğdu. Babas ı
ġehbender (k onsolos ) Süleyman Bey, annesi ġükriye Hanım‟dır. Ġlk tahsilini Filibe‟de yapt ıktan sonra
Ġstanbul‟a gelerek Galat asaray Sultanisi‟nden mezun oldu. Ailesiyle birlikte bir müddet Ġzmir‟de bulundu.
Daha sonra Duyun-u Umumiye Ġdaresi‟ne girerek memuriyet hayatına baĢladı (1890). Vazifeli olarak
Beyrut‟a gönderildi. Burada Jöntürkler‟le ilgi kurdu, büyük ölçüde onların etkisiyle Mısır‟a kaçtı. Mıs ır‟da
iken Terakki-i Osmani Cemiyeti‟ne girdi. Yine Mısır‟da “Çaylak” adlı bir mizah dergisi çıkardı. 1901′de
Ġstanbul‟a döndüyse de siyasi suçlu olarak yakalanıp Fizan‟a sürüldü. Fizan‟da iken, belki sürgün
hayatının etkisiyle tasavvufa merak sardı, Arusi tarikat ına girdi. Bu intisabın etkileri daha sonra yazacağı
eserlere yans ıyacaktır.
“Allah‟ı Ġnkar Mümk ün müdür?” isimli eserinde bütün felsefe tarihini gözden geçiri r ve filozofların
düĢüncelerini tahlil ve tenkit eder. Ahmed Hilmi materyalistlerin aksine ruhun bedenden bağımsız varlığını,
mahiyetinin bilinmez olduğunu kabul ediyor. Onu duyarlılık, zeka, irade gibi eserleri ile anlıyoruz ve bütün
güçlük onca beden çözüldükten sonra ruhun devam edip etmediği noktasındadır.
Muhyiddin Arabi, ruhun manevi âlemde (A hiret‟te) yeni bir “mazhar” (substratum) bulacağını söylüyor ki,
ġehbenderzade‟ye göre bu konuda söylenebileceklerin en mükemmeli budur. Yok olmak, parçalanmak
dağılmakla aynıdır. Tek olan ve bileĢik olmayan Ģey ise dağılmaz ve parçalanmaz. Ruh, tek yapıdır ve
bileĢik değildir, öyleyse o dağılmaz yani yok olmaz.
ġehbenderzade‟nin bütün felsefi fikirlerini özetlediği es eri, “Amak -ı Hayal” adlı felsefî ve tasavvufî
romanıdır. Bu eser de materyalist görüĢe karĢı kaleme alınmıĢ bir eserdir. Bütün eser boyunca ruh ve
kainatın sırrı, yaratılıĢı gayesi araĢt ırılarak maddeci görüĢün sığlığı ve insanı saadete ulaĢtırmakta yetersiz
kaldığı ortaya konur. Buna göre kainatta olan birini anlamak ve hadiseleri doğru değerlendirmek için
“Vahdet-i Vücud” fikrinin iyi bilinmesi lazımdır. Bu yüzden birçok defa bas ılan eser, tasavvufa meraklı
olanlarca çok okunmuĢtur. Kitap yazarın, muhayyile zenginliği yanında tasavvuf ve felsefedeki vukufunu
ve bunu ifade etmedeki kabiliyetini de ortay a koymakta, bir takım teĢhisler ve ruhi hallerle tasavvufun,
evliyanın, enbiyanın sırları ve çeĢitli halleri hayaller içinde anlatılmaktadır. Yazarın bütün fikirleri “Raci‟nin
Hatıraları” ve “Manisa Tımarhanesi” adlı iki baĢlık altında ve çoğunlukla birbiriyle organik bağları
bulunmayan çeĢitli bölümler halinde ifade edilmiĢtir.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (1. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Kas ım 13t h, 2007
SUNU: Kendi döneminin bilim, felsefe ve tasavvuf düzeyinin çok üstünde olan bu değerli eserin daha
kolay okunup anlaĢılmas ı için farklı bir adaptasyon çalıĢması yaptık.
Satırlarda, paragraflarda ve say fada anlatılan her fikri açarak özetledik. Zamanınızdan tasarruf
edebilmeniz amacıyla, edebi tas virleri anlamı eksiltmeyecek Ģekilde ya özetledik ya da çıkardık.
Tasavvufçuların anlatım tekniğinde bir harf, bir kelime, bir cümle veya bir kavram ile baĢlı baĢına bir kitap
teĢkil edecek kadar bir konuya k ısaca iĢaret etmek özelliği vardır..
Meselâ:
Aynalı Baba‟nın baĢına taktığı külah üzeri ndeki yapıĢ ık ayna parçaları;
insanın Kâinatın merkezi olduğuna, tüm esmâ ve s ıfatları bey ninde cem edebileceğine,
sonsuz ve sınırsız boyutların her birisinin beynimize iz düĢümü olduğuna iĢaret vardır.
Ayna ve teneke parçalarının parlaması, ıĢığı yans ıtması mec azında insan bilincinin (nokta‟nın ya da B‟nin)
holografik bir aç ılımla sonsuz sınırsız boyutları oluĢturduğuna
bir iĢaret vardır.
Her bir harfi ve kavramı harika anlamlar içeren bu muhteĢem eserin içindeki anlamların, günümüzün
anlay ıĢ mantığına adaptasyon çevirisini birlikte okumaya baĢlıyoruz.
Bu çalıĢma kitap tercümesi değil yorumlu bir özettir.
ġĠMDĠ KENDĠNĠZĠ RÂ CĠ‟NĠN YERĠNE KOYUN
HAYÂLĠN DE RĠNLĠK LERĠNDE‟Y Ġ
“OKU”MAYA BAġLAYIN..
“ALLA H HA ZMINI VERS ĠN”
***
AYNALI BABA ĠLE BULUġMA
1. RÂCĠ
Anadolu‟nun müt evâzi bir Ģehrinde oturuyordum. E vim ve çalıĢtığım yol üzerinde eski bir mezarlık vardı.
Genç yaĢtaydım, sürekli çalıĢıyordum. Mezarlık önünden geçerken ölümü değil de mez arlığın duvarlarını,
kapıs ını inceliyordum. Henüz ölmek gibi bir niyetim yoktu. Hele içeri girip de hayat ve ölüm gibi konular
üzerinde tefekkür etmek gibi bir niy etim hiç yoktu.
Annemin verdiği terbiye ile dini inançlı ve iyi ahlaklı birisi olmuĢtum. Okul hayatımda hemen hemen her
konuyu ciddiyetle araĢtıran bir öğrenciydim. Her Ģeyden fikir sahibi olmuĢtum.
Dini ilimlerin zahirinden ve bât ınından da nasibimi almıĢtım.
Malumat ( bilgi ) yığını halindeydim. Bir gün oturdum ve düĢündüm. Kafamda taĢıdığım düzensiz bilgi
yığınları beni garip bir karıĢ ım haline sokmuĢtu.
Ben;
küfür ile imandan,
kabul ve inkardan,
tastik ile Ģüpheden
oluĢmuĢ bir bileĢkeydim.
Kalbim ile inkar ettiğimi aklım tastik ediyordu,
Aklım ile reddettiğimi de kalbim kabul ediyordu.
Tanrının varlığı ( Allah‟ın varlığı değil çünk ü Allah var ve yok gibi ka vramlarla tartıĢ ılacak bir kavram
değildir ), ölümden sonra diriliĢ, ruhun varlığı, melekler, resuller, kader, cennet cehennem, haram helal gibi
soyut konulara kalbim iman ediyor fakat aklım adeta bir Ģüphe ejderhası kesilerek kalbimin tüm
kabullerinin asılsız Ģeyler olduğunu söylüyordu.
Kalbimin kabullerine aklım ile yeni kanıtlar buluyordum. ġüphe canavarım onları da yutuyordu.
Soyutları (iman ile kabul edilen varlıkları) inkar edebilmek kolaydı fakat var olabilec eği Ģüphesiyle
yaĢamak çok zordu. Resull erin ve velîlerin üstün akılları ile ve annem gibi saf kalp ile iman etmek isterdim.
Ya da tam bir at eist gibi tam bir imans ız olmak isterdim.
ġüphe canavarı her türlü dogmayı (iman ile kabul edilen değiĢmezleri) reddediyordu.
En son sığındığım felsefe Ģuydu. Beden, ruh, dünya, evren ve içindeki olaylar dediğimiz Ģey, bilincimizdeki
düĢüncelerin dıĢ a yansımasıydı. Ben adeta kendi düĢünce evrenimin içinde yaĢıyordum. Bilinç ölüm ile
dağılınca evrenim de yok olacaktı. “Ben” dediğim varlığım da ebeden yokluğa karıĢacaktı.
Bu yaĢam felsefem benim yeni dinim gibiydi. Fakat bir müddet sonra öyle bir ruh bunalımına sürüklendim
ki inanmadığım “cehennem” sanki beni yutmuĢtu ve çok büyük bir ıst ırap duyuy ordum.
ġüphelerimden, kendi yaĢam felsefemden ve her Ģeyden kaçmak ve her Ģeyi unutmak için devamlı alkol
içmeye baĢladım. SarhoĢluk beni herĢeyden ve özellikle kendimden uzaklaĢtırıyordu. Sızdığım anlar en
rahat ettiğim zaman dilimiydi.
2. DĠRĠLĠġ ÇABASI
Bir gün bütün manevi kuvvetimi kullanarak kendimi sarhoĢluktan kurtardım. ġüphe canavarını öldürmek
amacıyla yeniden bât ınî (soyut manevi) ilimleri araĢtırmaya baĢladım. Yolum çok bilgili ve dindar Salih
kimselere de düĢtü. Hepsi de çok mübarek insanlardı. Fakat bunların ilim ve delilleri beni sürüklendiğim
uçurumdan kurtaracak reçet eyi veremiyordu.
Varlığını ancak iman ile kabul etmeye zorlandığım varlıkları baĢ gözümle görmek istiyordum. Bana bunu
gösterebilecek birisine rastlayamamıĢtım.
Batıda (A vrupa ve Amerika‟da) meĢhur olan Ruhçuluk toplant ılarına katıldım. Ruh çağırdık, masayı
titrettik, fincanları döndürdük. Ruhç uların en ileri gelenleri ile görüĢtük. Hepsi de Ģüphesiz olarak ruhların
varlığına ve verdikleri bilgilere iman halindeydiler. Fakat tüm görünenler toplu hipnoza girip ortak bir hayal
görmekten ibaretti. Hayal aleminde yaĢayan ruhçulardan uzaklaĢtım.
Hipnotizma dernekleri ile dostluk kurdum. Beden ve hafıza gücümün kullanamadığım özelliklerini açığa
çıkardım. Ağır eĢyaları kaldırmak veya kendini çalar saat gibi bir iĢi yapmay a programlamak benim
aradığım Ģey değildi. Ben bunun üstünde kesin iman bilgisi arıyordum, ben KE NDĠMĠ arıyordum.
Bu maceralarım dört yıl sürmüĢtü. Beynim fikir karmaĢalarına artık tahammül edemiyordu. Yeniden
alkolizme döndüm. Ġçki ve Ģamata meclislerinin en önde gideni haline ulaĢtım. AyyaĢların lideriydim. Bu
yaĢantı bir çeĢit mutluluk vermeye baĢlamıĢtı.
Ġçiyordum. . . Ġçiyordum. . .
Alkol arkadaĢlarım iĢsiz güçsüz takımı da değildi. Hepsi de yüksek tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi.
Sadece çalıĢan ve çalıĢt ığını eğlence dünyas ında tüketen, hayat ve din felsefesinden uzak kiĢilerdi.
Bazıları da Ramazan topunu duyduğu anda içki ĢiĢesini bırak ır eline tesbih alırdı. Bir ay zahiren dindarlık
yaparlar, oruç tutarlar, arada sırada namaz kılarlardı. Bayram topu at ılınca da tekrar on bir ay meyhane
yaĢamına geri dönerlerdi.
Bir gün kırlarda içki alemi yapmak için Ģirin bir kasabaya doğru tren yolculuğuna çıktık. Manzara çok
güzeldi. Herkes kırlardan, bayırlardan, ormanlardan Ģimendiferle (tren) geçerken manz araya hayran olup
kendilerinden geçiyorlardı. Benim ise içimi bir sıkıntı basmıĢtı. Kalıcı olmayan güzellikleri seyretmek bana
çok büyük bir hüzün veriyordu. Ölüm denilen meç hul ile her güzelliğin sona ve yoka ermesi felsefesine
tahammül edemiyordum.
3. BUDĠS T FELSEFE “HĠÇLĠK”
Kompartımanda aniden gözüm karardı,
ıĢık söndü
ve
her tarafı karanlık kapladı.
Tabiattaki kuĢların cıvıltıları, çimenlerin yeĢilleri, yaprakların hıĢ ırtıları, serin ferah esintiler ve
her Ģey
karanlığa ve yokluğa gömüldü.
Âlemleri kaplayan varlık enerjisi soğumuĢ ve donmuĢtu.
Âlemler yok olmuĢ sadece “düzen” adlı soyut anlam kalmıĢtı.
KarĢımda Budha Gothama Sakya Muni belirdi (Budizm felsefesinin kurucus u)
ve
“Hiç! Hiç! Hiç !” diye zikrediyordu.
Dalıp gittiğimi fark eden bir ark adaĢ:
“Yine neyin var?”, dedi.
“Hiç!”, dedim.
Bu hiç sözü durumu idare etmek için söylenen bir söz değil “varlığın sırrını” tanıtan bir “hiç” idi. Fakat bunu
anlayacak kapasitelerini kullanmayan kiĢilerdi onlar. Yolculuktaki ani sessizliğimden sık ılmıĢlar ve benimle
ilgilenmemeye baĢlamıĢlardı. Aralarında boĢ laflarla neĢeleniyorlardı.
4. ĠKĠ DE RV Ġġ
Cennet gibi olan kasabaya ulaĢtık. Bir ahbabımızın yanında o gece misafir olduk. Sabah erkenden çilingir
soframız ı (içki, meze) alarak kırlara gittik. Bir su kenarına oturduk. Su Ģırıltıs ı, kuĢ cıvılt ısı, mangal dumanı,
ud taksimi ve aslan sütü kokusu (rak ı kokusu) birbirine karıĢmıĢtı. Kafam da demlenmiĢ neĢelenmey e
baĢlamıĢtım.
Bizden evvel o civara iki kiĢi gelmiĢti. Birden arkadaĢlarla onların kimler olduğunu tahmin yarıĢına girdik.
Kılık ve kıyafetleri döküktü.
Bunlar
“Ġki serseri”,
“Ġki dilenci”,
“Ġki sarhoĢ”,
Ya da
“Ġki derviĢ ” miydiler?
Bütün tahminler onları tutuyordu. Bizimle hiç ilgilenmiyorlar, bizim tarafa hiç bakmıyorlar ve aralarında
sakin sakin konuĢuyorlardı. Hatta “es-selamü aleyküm” diye bağırmamız dahi karĢ ılıksız kalmıĢtı. Ġçki
alemimizden de rahatsız olmuyorlardı. Bir müddet sonra yanlarına yanaĢtım. Beni dikkate almadan
konuĢmalarına devam ettiler.
KonuĢmalarını dinleyince onların gerçekten deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deli idiler. Fakat
delilerin MECZUB denilen çeĢidinden.
(Sûfiy e dilinde meczup, Hak‟kın rızasını kazanan, Hak tarafından kendi dostluk ve yakınlığına lây ık
görülüp, yüksek derecelere çıkarılan, böylece Allah katındaki derecelere yorulmadan ve çalıĢmadan
eriĢen kimseler için kullanılan bir kelimedir.)
(Meczup kiĢi tüm olaylara hakikat ve marifet açıs ından bakar. Değerlendirme sözlerini de hakikat ve
marifet mant ığı ile dile getirir. Meselâ, Ģeriatta malın z ekat ı kırkta birdir. Dileyen kiĢi ise hakikattaki hükmü
kendi nefsine uygulayabilir ve zekat ın ölçüsünü de „hepsini vermek‟ olarak anlatır. Tüm malını zekat olarak
veren kiĢiye Ģeriat ile amel eden halk “deli” gözü ile bakar. Onun sözlerini anlamaz ve mecz ubane söz der.
Aslında meczup deli ve kaçık değildir. Tam tersine Ģeriat ehlinin aklından daha üst akıl ile düĢünüp
konuĢmaktadır. )
Hayretle dinledim. Onların konuĢtukları benim eskiden beri düĢündüğüm derin konulardı. Birisi diyordu ki:
Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir Ģey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı Ģeydir,
tek Ģeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar.
Deli “ben” kelimesi ile her an ve Ģu an dahi tek varlık olan Allah gerçeğini anlatıyordu. Varlık denilen
âlemlerin, yani varlık boyutlarının Allah ilminin yansıması olduğunu söylüyordu. Hatta Allah ve ilminin iki
ayrı Ģey olmadığına iĢaret ederek son darbeyi de ağır bir Ģekilde indiriyordu. Bu konuları bilmeyenlerin tek
olanı “abd/kul” ve “hû/hak” olarak iki ayrı isimle iki farklı varlık zannediyorlardı.
Kendimi tutamadım ve sordum:
“var” ile “yok” aynı olur mu?
Mesela
ben bu gün varım, yarın yok olacağım.
Bu iki hal arasında fark yok mu?
dedim.
Deli baĢını çevirdi ve kahkahay ı kopardı:
Vay!
Sen varsın ha!
Acaba var mısın?
Ancak Allah var.
Ben dediğin Ģey Allah esmasından oluĢmuĢ bir “yok”luktur.
Ben varım zannını terk edersen
senden geriye esmâ (Allah isimleri) kalır.
Esmâ ise hiçbir zaman sen olmadı.
Allah var! Allah var! Allah var!
Diye bağırdı. Bundan sonra her ne sordumsa cevap vermedi. Nihayet suallerimden usandı ve arkadaĢına:
“Hay di kalk gidelim!
Zirâ
bu hay van
bizi zevkimizden alıkoydu,
dedi ve kalkıp gittiler.
Ne garip bir haldir ki mükemmel tahsil görmüĢ iddias ında olan birisine pejmürde bir deli “hay van” diyordu.
Kasabada üç gün kaldık. Hiç ağzımı açmadım. ArkadaĢlarım benden iyice bıkmıĢlardı. Ġrade dıĢında “B en
var mıyım? Ey arkadaĢlar” diye bağırdım. Hepsi birden gülerek; “Rakı yetiĢtirin Râci çıldırmak üzeredir”
dediler.
5. AYNALI BABA
Kasaba eğlencesinden dönüĢümüzün ikinci günüydü. Kahvehâneye doğru giderken mezarlığın kapıs ını
gördüm. Eski ahĢap kapı gıcırt ıyla yavaĢça açıldı. Havada rüzgar, esinti de yoktu. Sanki bir el kalbimi
yakalamıĢ ve mezarlığın içine çekiyordu. Ġçimde mezarlığa girip biraz dolaĢmak isteği oluĢtu ve kendimi
eski mezarların aras ında buldum.
Ortada sık bir ağaçlık vardı. Ağaçların aras ında da eski tahta ve has ır parçalarından derme çatma
yapılmıĢ küçük bir kulübe görünüyordu. Ġçimdeki el beni kulübe kapısına kadar çekti.
Kimse yok zannederek kapısını aç acağım sırada içinden eski püskü Ģeyler giymiĢ biri çıktı.
Elli yaĢlarında olan bu adamın baĢ ında yeĢil bir takke vardı ki, kırk elli kadar ayna parçaları yapıĢtırılarak
süslenmiĢti. Bir çok kumaĢ parçaları yamanarak gökkuĢağı renklerini gösteren y ırtık cüppesinde dahi ayna
ve parlak teneke kapakları yapıĢtırılmıĢtı. Bu adamı görüp de gülmemek mümkün değildi. Fakat ü zerime
çevirdiği bak ıĢında o kadar hoĢ bir yumuĢaklık ve alçak gönüllülük çehresinde o kadar hüzünlü bir
donukluk vardı. Gülmek Ģöyle dursun kendisine daha yakın olmak için bir adım daha yaklaĢtım. Kıyafetiyle
tam bir tezat teĢkil edecek Ģekilde ciddi yavaĢ ve ahenkli bir sesle:
“Safâ geldiniz nûrum! Buyurunuz”
dedi.
Ve kulübesinden çıkardığı bir hasır parças ını yere serdi. Kulübeye yaslanmıĢtım. Ön tarafımızda on beĢ
kadar iri taĢlı ve güzel sülüs hatlı yazılı kabirler, sağ ve sol tarafımız da sık dikilmi Ģ ağaçlar bulunuyordu.
Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi. Mangal olarak kullandığı bir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir
kahve kutusu, bir cez ve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakas ı ve birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlar ve
çöplerle yaktığı ateĢe cez veyi sürdü. Tekrar:
“Safâ geldiniz nûrum! Nasıls ınız?, iyi misiniz?” dedi.
“Elhamdulilah” dedim.
Bu adamın ciddiyetiyle kıyafeti aras ındaki tezat beni ĢaĢırtmıĢtı. Tek rar söze baĢlayarak:
“Ġsminiz nedir?” dedi.
“Ahmet Râci.”
“Ahmet Râci mi? (gülerek) beĢ eriyetin ismini zorla almıĢs ın nûrum! BeĢer cinsi o kadar aciz, zayıf ve
muhtaçtır ki, hayatını rica ile geçirir. Râci demek insan demektir.”
Bu olgunca sözler üzerine bir kat daha ĢaĢırdım. Ben de sordum:
“Sizin isminiz nedir?”
“Benim ismim çoktur. Her yerde bir isim ve sıfatla anılırım. Burada üzerimdeki aynalardan dolay ı „aynalı
dede‟ ismi ile meĢhurum. Ama sen istersen „Âdem Baba‟ de.
Aynalı konuĢurken kendi cüz î varlığını değil de küllî varlık namına konuĢuyordu.
Ahad olan Hak o garip kılık tecellisi altında kendisini tanıt ıyordu:
Zatıma
en çok bilineniyle
„Allah‟
ismi iĢaret eder.
Zâtımın (tek varlık) daha baĢka sayısız ve sonsuz isimleri (mânâları)
ve sıfatları (özellikleri) vardır.
Ben
aynı anda
Aynalı‟yım, Râci‟yim, Âdem‟im, Havva‟yım, Meryem‟im, Ġsa‟yım, Mûsa‟yım, Buda‟yım, Konfüçyüs‟üm,
kral‟ım, dilenci‟yim, Ay‟ım, GüneĢ‟im, cennet‟im, cehennem‟im, Cebrâil‟im…
Ben,
kısaca,
hep‟im ve hiç‟im.
Kim olduğumu baĢlangıçsız geçmiĢte saymaya baĢladım.
ġu anda hâlâ sayıyorum.
Sonsuz sona kadar da saymaya devam edeceğim.
Vaktiniz varsa buyurun oturun,
siz dinleyin
ben
kendimi saymaya devam edeyim.
Denizler mürekkep olsa, ağaçlar divit olsa mürekkepler ve divitler tükenir fakat Aynalı Baba‟nın kendi
hakikatini yazması tükenmezdi. Hatta hiç yazmamıĢ gibi olurdu.
Bir miktar düĢündükten sonra dedim ki:
“Azîzîm! Kâmil bir insan olduğunuz meydandadır. Böyle iken bu kemâlât ınızı bu tuhaf kıyafetlerle
örtmenizin sebebini anlamıyorum.
Kahveyi piĢirdi, fincanıma doldurdu ve cevap verdi:
“Ben”
süse meraklıyımdır.
Her isim ve birim alt ında süslenen
“ben”im.
A vuç avuç para harcayan, altın sırmalı ve zümrüt -pırlanta pullu ipek atlas elbiseler giyen “ben”‟im.
Aynalı tenekeli aba giyen yine “ben”im.
IĢığın üstüne karanlığı giyen “ben”im. Karanlığın üstüne ıĢ ığı giyen “ben”im.
Zâtımın süsleri isimlerim, sıfatlarım ve fiillerimdir.
“Ben”
can elbisesi de giyerim.
Can‟ı beĢer bedeniyle, hay van bedeniyle ve bitki bedeniyle süslerim.
“Ben”im her yerde sonsuz sayıda yüzüm ve kıyafetim vardır.
Burada bu bedende tercihim bu aynalarla tenekelerdir.
Bu cevap akla hem uygun hem de uygun değildi. Fikrimi söyledim. Boynumdaki kravata baktı, fiyat ını
sordu, yirmi liray a aldığımı söyledim. Dedi ki:
“Ben”im bu “ganî” (zengin, üstün, sınırlanamayan) öz elliğimi
akl-ı cüz‟ünle (sınırlı aklınla) kabul edemezsin.
Ayna ve teneke parçaları takmayı senin aklın kabul edemiyor.
Yirmi liraya alınıp da boyuna tak ılan yular (kravat) senin aklına uygun düĢüy or.
Benim sokaktan toplayıp da külahıma taktığım ayna parç aları da
“ben”im akl-ı küll‟üme (sınırsız aklıma) uy gun düĢüyor.
“Ben” süste ayrım yapmam.
Kravat takmanın medeniyetle alakalı, külahı parlak cisimlerle süslemenin de delilikle alakalı olduğunu
düĢündüğüm anda yine cevabımı aldım.
Size göre
külaha ay na parçaları yapıĢt ırmak delilik niĢanıdır.
Bize göre de
boyuna yular takmak delilik niĢanıdır.
Ama sen benim külahımı baĢ ına taksan aklın akl-ı küll‟e dönüĢmez.
“Ben” de boynuma yular taksam “ben”im de aklım akl-ı cüz‟e düĢmez.
Keramet külahta ya da yularda değildir.
Keramet aklın sınırlarını kaldırmaktadır.
Aniden külahını çıkardı ve benim baĢıma oturttu. Kravatımı çıkarıp kendi komik cüppesinin üstündeki
boynuna taktı. Yerden kırık bir ayna alıp bana tuttu. Çok komik görünüyordum. Kravat da Ay nalı‟nın
boynunda acaip komik duruyordu. Gülmeye baĢladım. Kahkahalarım neredeyse mezarlık yanındaki
mahallelerden duyulacaktı. O kadar çok güldüm ki kendimi yere atıp debelenmeye baĢladım. Aynalı Baba
anlams ız gözlerle bana baktı baktı:
“Zavallı insanlar sebepsiz yere neden gülerler, bir türlü anlayamıyorum,” dedi.
Gülme krizinden çıkmıĢtım. Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Deli k ıyafetine girmiĢ bir
ehli hikmet
(filoz of)
ve
ehli kalb
(evliy a)
olan bu zâtın ilminden yararlanmak, ciddi konuları ona sorup hakikatini öğrenmek istedim.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (2. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Kas ım 13t h, 2007
6. GĠZLĠ HA ZĠNE
“Sultânım! Sen yık ıkta gömülü bir hazinesin. Ben ise hikmete (sırlara, ilmi ledüne, bilgiye) can atan bir
âvâreyim. Lüt fen beni özel talebeliğinize kabul eder misiniz? Ver elini öpeyim,” dedim. El öpmek, bir kiĢinin
ilminin üstün olduğunu kabul edip ona saygı sunmaktı.
“El öpmek mi?.. Niçin? Tamam, kabul, konuĢalım. Fakat sözden ne çıkar? ġimdiye kadar, kim bilir kaç
hay van yükü kitap okudun; ne anladın? Hiç, değil mi? Akıl muhakemeleriyle Hak‟kın varlığını kabul etmek
mümkündür, fakat bilmek ve anlamak ve olmak asla mümkün değildir. Harfleri bir araya getirmekle hakikat
tecelli eder mi?
Onu dinlerken üzerimde garip bir gevĢ eklik rahatlık hissediyordum. Yedi bin yıllık insanlık medeniyetinin
oluĢturduğu zahiri -yüzeysel ve günlük ihtiyaçları sağlamaya yönelik maarif (eğitim-öğretim) düzeyini
gözümde bir anda sıfırlamıĢtı. Ġhtiyacımızdan fazlas ını tüketmek için ihtiyacımızdan fazlas ını üretmek
mantığı üzerine kurulmuĢ olan bilimi “uygarlık” olarak kabul etmiyordu.
Bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bana pek fazla bir küçüklük vermiĢti. Üzerimdeki kravatın
gururu külahın karĢısında eriyip tevâzua dönüĢünc e bana bak arak gülümsedi.
“Aklına daha fazla ağırlık yüklemeyelim artık. Biraz da kendimizden geç elim” diyerek birer kahve daha
doldurdu, keyifle içtik.
birinci gün
HĠÇLĠK ZĠRVES Ġ
(nirvana)
Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoĢ bir Ģekilde ç almaya baĢladı.
Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi, bana garip bir zevk veriyordu. Aynalı Baba‟nın arada okuduğu
tasavvufî Ģiirlerin ve kahvenin etkisiyle beynimdeki tevhid lezzeti her an gittikçe Ģiddetleniyordu.
Bu güne kadar kafamla çözemediğim, yaĢam ve ölüm çıkmazının verdiği taĢınılmaz ağırlığın bilincimden
kalktığını ve hafiflediğimi hissediyordum.
Aynalı Ģiir okumaya baĢladı:
Ey can! Yok olacak olan bu aleme ibretle bak.
Ey can! Var sandığın bu âlemin sanal olduğunu anla.
Gafletten kurtul.
E vren büt ündür ben parças ıyım yanılgıs ından sıyrıl
Meydan boĢ değildir. . .
Sen anlamsız ve rasgele bir varlık değilsin.
Sultan Süleyman ve Ġskender Han neredeler?
Hak, dün Sult an Süleyman ve Ġskender olarak tecelli etmiĢti. ġimdi Hak sen‟dir ve sen zamanın Sultan
Süleyman‟ı ve Ġskender‟isin. Onlar nerede ve sen neredesin? Hak nerede ve sen neredesin ? Hâlâ
anlamadın mı? Hz. Süleyman senin bilincinin sembolik adıdır, Ġskender, bilincindeki ilmin fethidir,
açılımıdır. Sen de kendi bili ncindeki tek‟liğin büyük fet hini yap.
Yüz bin senelik ömrü neĢe ile geçirsen de hepsi BĠR AN‟dan ibarettir. . .
Sen sonsuz bir varlık ve ilim (data) hazinesisin. Kendini ne kadar tanısan da yine kendini hiçbir zaman
hatmedemezsin. Tüm ilmin ve sonsuz hayatın “yok”lukta bir nokta ve an kadardır.
A gözüm! Cihan bağı ne bülbüle ne de güle kalacaktır. . .”
Hak, her an yeni bir görünümdedir. Sende de her an bin fikir gelir bin fikir geçer. Fakat sende değiĢmeyen
bir Ģey var. “Enel Hak” bilincinde ise asla yok olma olmaz.
“Aç gözlülük ve hırsa uyup nefsin kahrına uğrama.
Hak sonsuzdur. Hak‟kın sonsuzluğunu anc ak ben anlarım zannetme. Her zaman senden daha âlim birisi
vardır. Mûsa‟nın Hızır‟a yapt ığını yapma. Sonra üstadsız kalırsın.
Adın duyulmasın sonra rahatın kaçar.
Kısır akıl ve dar bilinçlerin anlayamayacağı Ģeyleri aç ık etme. Kimisi seni sultan ilan etmeye gelir kimisi de
seni asmaya gelir.
Allah‟ı bilenlerle arkadaĢ ol; onlardan uzak kalma.
Sana senin ne olmadığını ve senin ne olduğunu senin anlayac ağın lisanla sana açan üstadların ilminden
faydalanmaya bak.
Düny a koltuğundaki gücünle mağrur olma.”
UlaĢtığın ilim seviyesiyle baĢın dönmesin. Sonsuzun yanında ilmin ne kadar ki?
“Olgun kimseler, dünya zevkine kapılmadılar.
Bilginin ve ilmin verdiği haz, diğer zevklerin hepsinden farklıdır.
Netice olarak dünyanın bir gölge, boĢ bir arzu,
Bedensel yönümüz sonsuz yönümüzün bir özetidir. Dünya sonsuz âlemlerin bir özetidir. Kendini sınırlı
beden ve sınırlı dünya hapishanesine kapatma, özeti aç.
bir oyunc ak ve hayal olduğunu bildiler.
Düny an yani bedensel yaĢamın, özündeki sonsuz kudretin küçük bir biblosu ve gerçeğin Ģimdilik bir
hayalidir.
Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa,
Bedensel yaĢam süresi sonsuz yaĢam yanında ancak rüya hükmündedir.
cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır.
Tüm dünyasal bilgiler, tevhid ilmi yanında anc ak bir virgül kadarc ıktır.
Herk es aĢk eteğini tutup Allah‟a kavuĢmaya yaklaĢtı.”
Her birim ve bilinç yaratılıĢ amacı doğrultusunda kendi varlığı na sevdalanır ve özüne doğru kendi sıratında
yolculuk eder.
Kahvenin kokusu, Ney‟in ve Aynalı‟nın sesi beni baĢka bir boyuta doğru itmeye baĢlamıĢtı. YavaĢ yavaĢ
duyularımın sınırından sıyrılmaya baĢladım. Bir Ģey görmüyor ve iĢitmiyordum art ık. Bir müddet uykuya
yakın bir halde kaldım.
Bu hal çok sürmedi. Zihnim çalıĢmaya baĢladı. GörünüĢte bir Ģey algılamaz iken kendimi baĢka bir
boyutun çekim alanında hissetmeye baĢladım. HAYALĠN DERĠNLĠKLE RĠ‟ne yani özümdeki sonsuz
boyutlara ( â‟mak-ı hayâl‟e) dalmıĢtım.
Dağları, ormanları, hay vanları, kırları ve çiçekleri bizim memlekete benzemeyen bir ülkedeydim. Yanımda
görünmeyen birisi vardı. Beraberce yürüyorduk. Onunla telepatik yolla konuĢuyordum. Nereye gittiğimizi
sordum.
“Hindistan‟dayız, <<hiçlik zirvesi>> ne gidiyoruz”
dedi.
Çok çok uzun haftalar süren bir yürüyüĢten sonra E verest Dağı‟nın eteklerine geldik. Bir kulübe gördüm.
Görünmez arkadaĢım beni kulübedeki genç adama “hiçlik zirvesi”ni ziyarete getirdim dedi ve teslim ederek
döndü.
Genç adam bana tebessümle baktı. Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:
“Hiçlik zirvesine
insanların yüz binde birisi
ancak çıkar.
Oraya
ancak ölmeden önce ölenler çıkabilir.
Yani hiçlik bilgisinden elde edeceğin zevki
geçici bedensel zevklere feda eders en zirveye ulaĢamazsın. ”
Ġsmini sordum:
“Buda Gotama Sakya Muni”
(Sakya ailesinin aydınlanmıĢ insanı)
dedi.
Hurmetle ayağa kalkıp elini öpmek istedim, öptürmedi.
“Elimi benim için öpeceksen öpme,
ben hiç‟im.
Benim yanımda hürmetle hakaret aras ında fark yoktur.
Kendin için öpeceksen ben zâten senin kalbindeyim.
Benim irfanımı kendinde ara”
dedi.
Ertesi gün güneĢ doğmadan yola çıktık. YemyeĢil çimenlerin ve rengârenk çiçeklerin arasından zirveye
doğru yürümeye baĢladık. Ilıman rüzgarın savurduğu egzotik çiçek kokuları bir bulut gibi bedenimi
sarıyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı.
Yine çok uzun yürüy üĢten sonra bir saraya geldik. Açlıktan ölmek üzereydim. Ġçeri girdik. Her yer binbir
çeĢit meyve ve yiyecek sepetleriyle doluydu. Buda, hiçbir Ģeye içine düĢ ecek gibi bakmamamı, tek bir
lokma yemememi, eğer aksini yaparsam burada takılıp ebedi olarak kalacağımı ve kendisinin de dönüp
gideceğini söyledi. Ġçimden çok kızmıĢt ım.
Buda sessizce oturuyordu. onun telepatik mesajlarını duymaya baĢladım.
“…Dağın zirvesi irfanın zirvesidir…
Bu saray irfanın ancak yarısıdır.
Saray ın nimetlerini yemek, irfanın yarısına razı olmaktır.
Ġster burada kal, istersen benimle zirveye gel…”
O anda irfana açlığım ve yiyeceklere açlığım ile eĢit derecede idi. O boyutta o yerde tek tercih hakkım
vardı. Ya yiyecek ya irfan. Ġkisi birden yoktu. Buda‟ya kız arak irfanı tercih ettim. Bana gülümseyerek;
“Hay di yükselmeye devam edelim, yeteri kadar irademizi güçlendir dik” dedi.
Yükselmeye karar verdiğimde, mideme indirmediğim halde o nefis yiyeceklerin enerjisinin tüm hücrelerimi
doldurduğunu hissettim. Tat almadan ve posa sindirmeden gıdalanmak cennet boyutunun bir tür
beslenme tarzı olmalıydı.
Saray ı terk ederken bir hizmetçi elinde altın tepsiyle soğuk içecek getirdi. Kendimi unutarak kadehi aldım
tam içecekken Buda elime vurdu. Kadeh düĢtü ve kırıldı. Zirveye doğru hem o boyutta ilerliyorduk hem de
dünya boyutundan Aynalı‟nın Dâvudî sesiyle okuduğu Ģiirini iĢitiyordum.
“Ey hakikata yükselen yolcu! Yürü. Yetersiz ilim irfan kaynaklarıyla yetinme. Senin ulaĢacağın bilgi
yanında o dağın güzellikleri bir rüya ve hayalden ibaret kalır. Yürü (seyrü sülukuna devam et) ki kulluk
yönünün nihayetindeki Allah gerçeğinin giriĢ kapıs ına ulaĢ. Yürü kendi gerçek yönüne ulaĢ, fenâ fillah‟a er.
Billur kadehte sunulan alkolden uzak dur ki aĢk kadehinden içesin. Yürü ki sende tecelli edecek olan
sınırsız kudret sırını yakala. ”
Aynalı‟nın yanında idim fakat sesi yüz bin yıllık uzaklıktan geliyordu. Buda‟dan yüz bin yıl uzakta idim fakat
Ģu anda onunla el ele zirveye tırmanıyordum. Aynı anda iki ayrı boyuttaydım. Ve “ben”de daha nice
sonsuz boyutlar mevcuttu. Yeterince ilmimi art ırırsam ve kendimi kullanmay ı öğrenirsem, her an her yerd e
olabilecektim.
Kır âlemindeki iki derviĢin ve Aynalı‟nın sözlerini yeni yeni anlamaya baĢlamıĢtım.
Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir Ģey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı Ģeydir,
tek Ģeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar,
diyorlardı.
Hem tek olmak hem de sayıs ız sınırsız olmak, mantıksal çeliĢki olmaktan çıkmaya baĢlamıĢtı. Bir fincan
kahve, bir ney taksimi ve birkaç satır Ģiirle tekliğim aynı anda iki ayrı boyutta ikilik olmuĢtu. Bu tattığım ilk
tasavvufi keĢif ve felsefi aç ılımdı.
Ġki ayrı boyutta iki ayrı beden ve bilinçte olmama rağmen kendimi aynı anda da TEK (A HAD) olarak
algılıyordum. Üç, beĢ, kırk, bin veya sayıs ız sonsuz olup da yine tek olmak, okuyarak, düĢünerek
ulaĢabileceğim bir ilim değildi. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti yaĢamak, demek ki böyle bir ĢeymiĢ.
Buda ile birlikte zirveye yak ın bir mola yerine geldik. Orada daha büyük bir saray vardı. Sarayın dıĢ
kapıs ında elimi bırakarak bana:
“Saraya gir. Biraz dinlen. Hiçbir güzelliğe sahip olmay a kalkıĢma. Sana yapılan her teklifi reddet. Saraydan
çık ve bana dön ki zirveye olan yolculuğumuzu tamamlayalım. Ben seni burada bekliyor olacağım” dedi.
Daha sarayın kapıs ından adım atar atmaz ipek elbiseli bir düzine cariye beni karĢıladı. Her birisi sonsuz
güzellikte idi. Beni saray ın has odas ına doğru götürdüler. Has odaya girdim. Sarayın prensesi muazzam
bir tahtta oturuyordu. Cariyelerin güzelliği onun yanında bir hiç gibiydi. Prens es kollarını açarak:
“Yüz bin yıldan beri buraya kadar ilk defa sen çıkabildin. Ve ben yüz bin yıldan beri seni bekliyorum” dedi
ve kollarını açarak benimle kavuĢmak istedi.
O anda Buda‟nın telepatik mesajını aldım. Hay ır diyordu. Daha yolumuzun olduğunu zirveye
ulaĢamadığımız ı söylüyordu. Ama prensesin çekim Ģiddeti Buda‟nın kuru yavan ilim ve irfanından daha
üstün geldi. Prensesi kollarımın aras ına aldım. Sonsuza kadar öylec e kalmak istedim.
Birden kulaklarımı sağır eden bir gök gürültü ve ardından da gözlerimi kör eden bir ĢimĢek çaktı.
Kollarımın arasında pis kokulu çirkin suratlı bir cadı kadın duruyordu. Korktum ve geri çekildim. Cadı
çatlak sesiyle:
“Biraz önce mis gibi kokuma, kadife gibi sesime, güneĢ gibi güzelliğime meftûn olup taze kollarıma
atlamıĢtın. ġimdi sana ne oldu da benden kaç ıyorsun? Ben yine aynı prensesim. Hem oyum, hem de
buyum. Ben aynı anda her yerde olanım. Aklına, ilmine, tasavvufî keĢfine ve felsefî açılımına ne oldu?
Hani sana göre çirkin de güzel de Hak‟tı? ġimdi ben bâtıl mıyım? ġeytan ve melek sana göre aynı değil
miydi? Ben sen, sen de ben değil miydik? Taavvuft an ve felsefeden ne kadar da çabuk bıktın? Haydi al
beni kollarına!” diyerek üstüme saldırdı.
Arkama bakmadan kaçmaya baĢladım. Cariyeler çirkin maymunlar gibi olmuĢ beni yakalay ıp hanımlarına
teslim etmek için arkamdan kovalıyorlardı. O muazzam saray aniden pis kokulu bir çöplüğe dönüĢmüĢtü.
Buda‟yı bulmak için çok koĢtum ama onun yerinde soğuk sam yelleri esiyordu artık.
Zirveye yakın noktadan aĢağılara yuvarlanarak indim. Ġki kiĢi kollarıma girerek beni bir tapınağa
götürdüler. Yüksek bir yerde üzerinde altın, zümrüt kakmalı ipek elbiseler içinde, önünde bin bir türlü
lezzetli yemeklerden yerken çevresinde güzel cariyeleriyle eğlenen Buda‟yı görd üm. O da beni görünce
yüzünü ekĢitti. Ve;
“ġu anda ben yine sâde giyimliyim. Fakat senin içindeki hırs beni altın zümrüt kıyafetler içinde gösteriyor.
Buras ı yaĢlı bir incir ağac ının alt ı, fakat senin hırsın buray ı altın duvarlı tapınak gösteriy or.
Ben yüksekte değil, alçaktayım.
Bunlar lezzetli yemekler değil, hiçlik ilminin mânâ helezonları.
Bunlar cariye değil, benim zikrimi dinlemeye gelen baĢka boyutların bilinçleri fakat sen onları Ģehvetinden
dolay ı cariye görüyorsun.
Sen sözünde durmayan bir “diĢi” tabiatsın.
DiĢilik ve erkeklik bedensel cinsiyetin adı değil, bilincin mertliğini ya da zayıflığını ifade eden iki kavramdır.
Size ikram edilen “Kutsal Kitap”ta bahs edilen erkek mert nefsi, zayıf kadın da nâmert nefsi sembolize
eder. Yoksa kadın ve erkek ruh ve beden aç ısından biribirine denk yarat ılmıĢtır.
ġimdi sen ey zayıf diĢi, sevdiğin hırslarına geri dön.”
Diyerek derin bir sükûta gömüldü.
Tapınağın merdivenlerinden aĢağıların aĢağısına yuvarlandım. Her yerim acıyor ve ağrıyordu. Gözlerimi
yavaĢça açtım. Aynalı‟nın tebessüm eden yüzüyle karĢ ılaĢtım. Yeni piĢirdiği kahveyi isli cezvesinden eski
fincana doldurup bana uzattı.
“Yükseklerden, cennetlerden dünyaya hoĢ geldin. Bir damla ilim irfan tahsili kiĢiyi fena fillah‟a, enel hak‟ka
ve Makam-ı Mahmud‟a ulaĢtırmaz. E vlâdım HĠÇLĠK ZĠRVES Ġ‟ne ulaĢmak kolay değil, kolay değil, kolay
değil” dedi.
Çok mahçup olmuĢtum. Kendisini tekrar ziyaret edip ilminden nasiplenmeyi diledim.
“Ben bu memlek ette oldukça aramızda geçenler sır olmak Ģart ıyla t ekrar görüĢebiliriz” dedi. Söz verdim ve
ayrıldık.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (3. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Kas ım 18t h, 2007
ikinci gün
EY NÛR
( Nur‟un ve Zulmet‟in Ezelî SavaĢ ı )
1. Mülhime Nefs Girdabı
Mezarlıktan çıkmıĢ eve doğru gidiyordum. E vet, hayret, meyhaneye doğru değil de eve doğru gidiyordum.
Aynalı Baba‟nın bir fincan kahvesini içmiĢ ve alkolden ebedi tiksinmiĢtim. Eve gelince annem de gözlerine
inanamadı. Tabii ki verdiğim söz gereği anneme Aynalı‟dan ve yaĢadığım mâceradan söz etmedim..
Erkenden yatağıma uzandım ve nefs muhasebesi yapmaya baĢladım.
Birkaç damla tasavvuf ilmi ile
her Ģeyin aslını anladığımı zannetmiĢtim.
Varlığın sırrını
“ her Ģey Hak‟tır ve ben de Hak‟kım “ felsefesi ile özetleyip
tam rahatlamıĢtım ki,
Aynalı Baba içine düĢtüğüm bu girdaptan Buda ile yapt ırdığı hayali yolculuk sayesinde kurtardı.
Beni gönderdiği ülke benim kendi özümdü.
E verest Dağı özümdeki nefs idi.
Dağın baĢlangıcı, birinci bilinç boyutum olan “nefsi emmâre” idi.
Dağdaki birinci saray; bilincimin ikinci boyutu olan “nefs -i levvame” idi. Bu nefs boyutunun girdabından,
Buda tecellisine bürünmüĢ olan Aynalı Baba‟nın küçük bir desteğiyle (tasavvuf dilinde „Ģeyhin himmetiyle‟)
kurtulmuĢtum.
Dağdaki ikinci saray; bilincimin üçüncü boyutu olan “nefs -i mülheme” idi. Bu sarayın tuzakları çok fazlaydı.
Buda sembolü (aslında Aynalı Baba) beni nefs-i mülheme sarayına yalnız sokmuĢtu. Koruması (himmeti)
yoktu. Her Ģey ben‟im ve her Ģey ben‟im tecellimdir felsefesini tasavvufi bir hakikat ve keĢif zannederek
sarayı ve sarayın içindeki her Ģeyi nefsime helal görmek yanılgısına düĢtüm.
Gerçi haram ve helal yanılgımdan çabuk kurtuldum. “Resuller ve veliler daha bilgili olmasına rağmen
harama ve helale son derece dikkat etmiĢlerdir” prensibini hatırlayınca tehlikeyi atlattığımı zannettim.
Fakat mülheme nefs girdabında sonsuz sayıda tuzak vardı. En basitlerinden birisine yakalanmaktan
kurtulamadım. Prensesin sonsuz güzelliğini Hak‟kın güzelliğinin yansıması olarak gördüm. Sadece
prensesin değil evrendeki her güzelliği Hak‟kın güzelliği olarak yorumladım. Tam bu anda prensesin
yaĢlanmıĢ, çirkinleĢmiĢ hali tecelli edince geri çekilmek zorunda kaldım. Halbuki Hak ve Hak‟kın her
tecellisi tek bütünün farklı cepheleriydi. Prensesin yaĢlı halini Hak olarak kucaklayıp hazmedemedim. Ve
böylece mülheme nefs mertebesinin ilk hakikat tecellisini dahi hazmedemeyince tekrar baĢa dönmek
zorunda kaldım. Dağın yarıs ından yani mülheme nefs mertebesinden tekrar dağın dibine yani emmare
nefs mertebesine düĢtüm.
Ġlk boyutlar aras ı tasavvufi gezintide ilk mühim nefs mertebesinde ayağım kaymıĢtı. Bu kaymadan Aynalı
Baba memnun olmuĢtu, çünkü en büyük hatayı yaparak bir daha yapmamay ı ve Mutmain nefs boyutuna
geçiĢ için vize almayı öğrenmiĢtim. Bu güzel tefekkür içinde uyumuĢ kalmıĢım.
Aynalı ile tanıĢmamın ikinci gününün sabahında erkende n uyandım. Normalde ikindiye kadar uyurdum.
Uyanınca da meyhaney e gider sabaha kadar eve gelmezdim. Annem gayet memnun arkamdan bakarken
giyinerek evden ç ıktım.
2. KarĢılıklı HediyeleĢme
Pazara uğrayıp birkaç tencere, tava, mangal, tabak, kaĢık gibi mutfak eĢyası aldım. Yağ, pirinç ve benzeri
yiyeceklerden de aldım. En mühimi de bolca taze Türk kahvesi temin ettim.
Kulübeye geldim. Aynalı Baba hediyeleri reddetmedi. Benim gibi bir alkoliğin getirdiği kapları ve yiyeceği
tereddütsüzce almas ı, hemen kullanması beni çok onore etmiĢti. Hiç kimseden karĢılıksız bir Ģey
almıyordu. Biraz konuĢtuk, yemek yedik ve biraz da uyuduk. Yeterince dinlendikten sonra benim
getirdiğim mangalı ateĢledi ve isli cez veyi ateĢe sürerek taze dövülmüĢ dibek kahvesinden demlemeye
baĢladı. Kahve yavaĢ yavaĢ kaynadıkça kokusu beni kendimden geçiriyordu. Dede eski fincanları
doldurdu. (Aynalı‟ya baz en baba, bazen dede diyordum.) Bir yudum çekiyor, biraz ney üflüyor ve gür
sesiyle Ģiir okuyordu:
Bu Ģuun, âlem
Bisebat-u bîk ıdem
Nerde Havva, âdem
Varsa aklın ey dedem!
Dem bu demdir, dem bu dem!..
Dem bu demdir, dem bu dem!..
(dem= baĢlangıçsız ve sonsuz an)
...
Nice tasavvuf ehli (sûfiyye) ve hikmet ehli (filozof/hük emâ) kimselerle yıllar geçirmiĢtim. Tasavvuf ehli olan
takvâlı (?) zâtlar, âlemin sonradan yaratılmıĢ değersiz bir madde olduğunu kötüleye kötüleye anlatırlardı.
Filozoflar ise âlemin Tanrı ile birlikte ezeli olduğunu iddia ederler, bir kısmı da tanrıyı inkar ederek
maddenin ve enerjinin ezeli ve ebedi olduğunu kanıtlamaya çalıĢ ırlardı. (Allah‟ı inkâr mümk ün değildir,
çünkü sen kendini inkâr edebilir misin? Bundan dolayı TA NRI kavramı özellikle yaz ılmıĢtır.)
Aynalı Baba hem tasavvuf ehlinden hem de filozofların inançlı ve inançsız kesiminden farklı olarak âlemin
aslını ve hakikatteki hükmünü birkaç kıt‟a “mârifet” Ģiiriyle bir anda anlatmıĢtı.
Aynalı anladığım kadarıyla Ģöyle diyordu:
Bu tecelliler ve bu âlemler ve bu boyutlar
ne ezelidir ne de ebedidir.
Hâdis (yarat ılıĢ ı Tanrı‟dan sonra) de değildir,
kadîm (Tanrı* gibi baĢlangıçsız, yarat ılmamıĢ) de değildir.
Âlem ve tecelliler dediğin her Ģey;
zamansız Hak‟kın zamansız gölgesidir.
Âdem ve Havva isimli
insanlık âlemini
hangi zaman dilimine ot urtabilirsin ki?
Aklının sınırını kaldırıp da
akl-ı kül ile tefekkür edersen
zamanın ve gölgenin var olmadığını,
her an (dem bu dem) var olanın
Hak olduğunu keĢfedersin.
*(Allah veya tanrı kavramları özellikle ayrı ayrı kullanılmaktadır, bundan sonraki kullanımlarda da aynı
özellik mevcuttur. Tasavvuf Felsefesi (ilm -i hikmet) ve bat ı felsefesinde yapılan tartıĢmalarda kastedilen
„tanrı‟dır. Allah ismi ile iĢaret olunan ahad varlık; görecelilik taĢımadığı için hikmet ve felsefe
tartıĢmalarında kullanılamaz.)
GetirmiĢ olduğum değersiz hediyelerin karĢılığını para ve değerli hiç bir Ģeyle ölçülemeyec ek olan bu bilgi
ile iade etmiĢti. Ben ona Yunus Emre misali ucuz alıç gibi olan çanak çömlek getirmiĢtim o da bana para
ile satın alınamayacak ilim ile karĢılık vermiĢti. Yıllardan beri çözemediğim; zaman, mekân, madde, enerji
ve insan sırlarını bir fincan kahve içip bir nefes ney dinleyip birkaç kıt‟a Ģiir dinletisiyle o demde
halletmiĢtim.
3. Cihad-ı Ekber‟e HazırlanıĢ
Aynalı‟nın Ģiirini zihnimde yorumlarken gönül nefesiyle üfürdüğü neyin sesi yavaĢ iniltilere döndü. Sanki
binlerce yıl uzaktan geliyordu. Yine iyice gevĢ emiĢ ağır bir uyku ile uyanıklık arası yakaza haline girmiĢtim.
Yani ne uyanıktım ne de uyuyordum. Aynı anda hem Râci olarak mevcuttum hem de binlerce yıl önce
Belh‟de yaĢayan Ġranlı bir gençtim.
Odama bir hanım girdi, benim eĢimmiĢ. Çabuk hazırlanıp “Seyir Bayramı”na yetiĢmemi söyledi. BaĢıma
bir külah, belime bir kuĢak taktım. Üzerime uz un bir Ģal aldım. Sokağa çıktım. Yüzlerce, binlerce insanla
birlikte büyük bir meydana geldik.
Ne olduğunu birisine sordum. Yüzüme baktı, “Sen yabanc ısın galiba, kıyafetin bizim gibi ama bizim inanç
ve Ģartlanmalarımızdan haberin yok. Bu günden itibaren kırk gün Seyir Bayramı‟dır (TemâĢa Bayramı).
Biraz sonra ismi okunanlar Ģu büyük çadırdaki ZerdüĢt‟ün yanına girecek. ZerdüĢt‟ün sorusuna Hak Kelam
ile cevap verenlerin alnına „cennetlik‟, cevap veremey enlere de „cehennemlik‟ yazılacak. Cennetlik
olanların Hakikati seyretmesine izin verilecek.” dedi.
ZerdüĢt, milattan önce 1200 yıllarında Ġran‟da yaĢamıĢ birisiydi. Kimisine göre o ateĢe (ıĢ ığa, iyiliğe) ve
karanlığa (cehalete, kötülüğe) tapma dinini kurmuĢtu. Ġslam düĢünürlerine göre de eski Resul‟lerden biri idi
ve Hak Din‟i zamanla tahrif edilerek ateĢe ve karanlığa tanrı olarak tapınılmaya çevrilmiĢti. Ġçimden gelen
bu duyguları dinlerken yüksek sesle adım okundu. Hemen çadıra girdim.
ZerdüĢt muazzam bir tahtta altın sırmalı elbiselerle oturuyordu. Askerler, danıĢmanlar, hizmetçiler etrafını
sarmıĢ el pençe divan duruyordu. Ġki asker koluma girip huzura götürdü ve bıraktılar. Herkes yerlere kadar
eğildiği halde ben sadec e baĢımla hafifçe saygı sundum. Çevredekiler yere eğilmememi ölüm cezası
olarak düĢünüyorlardı. Fakat ZerdüĢt hiç oralı olmadan bana hemen sordu:
“Nereden geldin?”
Kalbime düĢeni hemen söyledim:
“Nas ıl ve niçin yaptığından sual olunmayan Allah‟tan. . .”
“Niçin gönderildin?”
“Kendimi hat ırlamak, ilim ve irfan nûrum ile cehalet karanlığımı birbirinden ayırmak ve sonra tekrar cem
etmek için bu beden ve ruh tecellisine indim. Nûruma yâni ilim ve irfanımla kendimi hatırlamay a <ben > ,
cehalet ve ben‟i hat ırlamayı örten zulmete de <gayrım> ve <ben olmayan> dedim.
“Nûrun nedir? Karanlığın nedir?”
“Nûrum; ilim ve irfan yönüm olan Hürmüz‟dür. Karanlığım; kendimi unutmuĢ yönüm olan
Ahriman‟dır”
“Hangisi üstündür?”
“ġu anda özümde her ikisi de eĢittir. Kendimi tanımak cihadı olan Cihad-ı Ekber‟i kazanırsam nûrâni
yönüm baskın olacak. Kazanamazsam zulmânî yönüm baskın olacak.”
“Sonra ne olacak?”
“Nur galip gelecek ve Allah;
„Ben‟den gay rı mevcûd yok
( Lâ mevcûde illâ Hû )
diyecek”
ZerdüĢt eliyle alnıma yeĢil bir çizgi çekti ve et rafındaki ihtiyarlar (seçkinler), “Allah mübârek kılsın!, Allah
mübârek kılsın!” dediler.
Çadırdan yanıma verilen bir rehberle çıktım. Alnımdaki yeĢil çizgiyi gören halk her iki yana çekiliyor ve
“ ĠĢte Ahriman‟la çarpıĢacak cengâver geliyor!”
diye bağırıyorlardı.
Rehberimle ıĢıktan daha hızlı koĢan atlara bindik, binlerce yıl yol kat ettik. Sonsuz bir sahrâya geldik.
Sonsuz sahrâda sonsuz yükseklikte bir
Dağ
yükseliyordu.
Vücudumun iki katı ağırlıkta zırhlarla ve silahlarla donatıldım. Dağa t ırmanmay a baĢladık. Dağda
yükseldikçe bana hiç de yabancı gelmeyen
fakat bir türlü nereden hat ırladığımı çözemediğim
içki ĢiĢeleri görüyordum.
ġiĢeler ben yaklaĢtıkça canlanıyor Ģekil değiĢtiriyor, müthiĢ ejderhâlara dönüĢerek üzerime ağızlarından
ateĢler püskürterek saldırıy orlardı.
Zırhımdan yansıyan alevler geri dönerek kendilerini yakıyor
ve
cam gibi tuz buz olup dağılıyorlardı.
Yine âĢina gelen gır gır ve Ģamata sözler baĢka bir ifrit kılığına bürünerek bana saldırıyor. Onlar da duman
haline dönüĢüp yok oluy orlardı.
Rehberime,
bunlar nedir ?
diye soran anlamlı gözlerle baktım.
Gülümseyerek
“Küçük cihadla terk ettiğin basit günahların tecellileridir,
sen Ģimdi asıl
Büyük Cihad‟a yoğunlaĢ ”
dedi.
4. Denge Küre‟si YĠNG ve YANG
Biz dağın zirvesine yükselirken sonsuz semâdan da bir melek elinde bir küre ile dağa iniyordu.
Dağın sağ tarafındakiler beni görünce “ ĠĢte Allah‟ın nûru geliyor! Ey nûr!.. Karanlıkları boğ!” diye bağırarak
tezahürata baĢladılar.
Dağın sol tarafında karanlıklar içinde, <karanlıktan daha da karanlık> olan varlıklar, sağ taraftaki
tezahüratı bastırırcasına; “Ey Ahriman! Gönder zulmetini, yok et aydınlığı!” diyen düĢünce dalgalarını
yoğunlaĢtırarak evrenlere dağıt ıyorlardı.
Melek dağın zirvesine kulakları sağır eden bir sayha (hakikatı ilan eden ses -bilgi) ile indi. Herk es sustu ve
meleği dinledi. Melek elindeki küreyi ileri uzatt ı. Kürenin yarısı gözleri kamaĢtıracak kadar ıĢıklı diğer yarısı
da karanlıktan daha da karanlık olduğu için görünebilen bir siyahlıkta idi.
“Allah indinde her an salt adalet vardır,
aydınlık ve karanlık eĢit yaratılmıĢt ır,
en iyi kim mücadele ederse
o galip gelecektir.”
Diyerek çarpıĢmayı baĢlatan sûr‟a üfledi.
Ġyiliği sembolize eden Hürmüz ayağa kalktı:
“ Ey varlıklar! Ġçinizdeki kini, nefreti, bedensel çıkarlarınız da cengâverce etrafa saldırmay ı, yalanı, gıybeti,
sarhoĢluk veren alkolü ve öğünmeyi terk edin. Sonsuz cennetlerin sonsuz ilim ve irfan zevkini üç beĢ
günlük dünya Ģehvetiyle değiĢmeyin ve Allah‟ın ahlakı ile a hlâklanarak karanlığın savaĢçılarına galip
gelin!”
dedi ve oturdu.
Bu sefer de kötülüğü temsil eden Ahriman ayağa kalktı:
“Hürmüz yalan söylüyor. Ben sons uz yıl ilim ve irfanla Allah‟a kulluk ettim fakat sonunda kovuldum. Gelin
siz de vaktinizi boĢa harcamay ın. Henüz fırsat var iken en iyiyi yiyin, en iyiyi giyin, ve zevkinizde hay vanlar
gibi sınırı aĢ ın. Çünkü bu dünyaya tekrar dönüĢ imkanınız yok. Ölünce de ne cennet ne cehennem; yok
olup gideceksiniz. Birbirinizi çıkarlarınız için ezip geçin.”
dedi ve oturdu.
Her iki taraf en iyi savaĢçılarını ileri sürdü. Düello acımas ızca günlerce sürdü. Bazen onlar öne geçiyor
bazen biz öne geçiyorduk fakat eĢitlik bozulmuyordu.
Ahriman zafer için “Ġki Yüzlü” (nifak ) isimli Ģövalyesini ileri sürdü. “Ġki Yüzlü”den hepim iz korktuğumuz
halde Hürmüz‟ün hat ırı için ileri at ılıp Ģehit oluyorduk. Bizden tam otuz kiĢi “Ġki Yüzlü”nün silahıyla
öldürüldü. Çünkü o çok sihirli biriydi. GörünüĢü o kadar tatlı ve sevimli idi ki, tatlı dili ile bizi seviyor,
okĢuyordu. Ona güvenip arkamızı döndüğümüzde ise yüzü ekĢiyor, korkunçlaĢ ıyor, çatal dilini çıkarıy or,
küflü diĢleriyle sırıtıy or ve zehirli hançerini sırtımıza saplıyordu.
Hürmüz daha fazla dayanamayarak “Muhabbet SavaĢçıs ı”nı “Ġki Yüzlü”nün üzerine gönderdi. Ġki yüzlü‟nün
yüzü çirkinliğe bürünerek asıl kimliği ortay a çıktı. Ġkisi de kırk gün kırk gece çarpıĢtı. Sonunda “Muhabbet
SavaĢçıs ı” galip geldi.
Ahriman çıldırarak daha iyi bir Ģövalye çağırdı. “Gazap” ġ övalyesi elindeki gürz ile “Muhabbet
SavaĢçıs ı”na meydan okudu. Birkaç günlük düellodan sonra “Muhabbet SavaĢçısı” çok iyi bir savaĢçı
olduğunu düĢ ünüp gururlanmaya baĢladığı anda “Gazap”ın çelik gürzünü kafasına yedi ve yere serildi.
“Gazap” Muhabbet‟in kalbini söktü ve A hriman‟ın ayakları alt ına attı. Ahriman sırıtarak,
“ Benim gibi gurura kapılan muhabbetini yitirir”
“Gazap”ın alnından öptü.
Her nedense ben de alnımda bir ılıklık hissettim. Ahriman‟ın sonsuz sayıdaki “Gazap” isimli çocuklarından
birisi de benim derinlerimde miydi? . .
Zirvedeki meleğin elindeki kürede hangi taraf düellodan galip ayrılırsa o tarafın renk fonu artıyor diğeri
azalıyordu. Gazap ġövalyesi bizden epeyce bir savaĢçı tepelediği için küre neredeyse tamamen kararmak
üzereydi.
Rehberim bana, “Yarın Gaz ap‟ın karĢ ısına Hikmet Pehlivan çıkacak. Gazabı ancak ilim ve tefekkür gücü
yenecek” dedi.
Hikmet Pehlivan kim diye sorunca,
“Sen” cevabını aldım.
BaĢım döndü ve soğuk terler dökmeye baĢladım.
Gazap ġövalyesi tüm savaĢçılarımız ı temizlemiĢ, geriye,
“AĢk”ın K ılıc ı
ve
ben
kalmıĢtık.
Ben de meğer ki Hikmet Pehlivan imiĢim.
ZerdüĢt‟ün çadırı önünde bu isim çağırıldığında içeri girmiĢ ve sualleri doğru cevaplayıp çıkmıĢtım. O
zaman ismime bir anlam verememiĢtim ama Ģimdi çok zor durumdaydım. Ġsmimin ve sıfat ımın gerçek
sınavını er meydanında verecektim.
“Nice baĢların kesilip de soranın olmadığı”
er meydanına çıkma vakti gelmiĢti.
O gece rehberim beni uyutmadı. Uyumak ve tembellik zamanı değil cenge haz ırlık ve antrenman
zamanıydı. Sabaha kadar rehberimle hem kılıç hem de ilim irfan eğitimi yaptık. Hava aydı nlanmadan er
meydanına geldik.
Gazap ġövalyesi burnundan zehirli dumanlar ç ıkarak bana saldırdı. Hiç istifimi bozmadan bekledim. Burun
buruna geldik. Ġçimdeki korku ve endiĢe kaybolmuĢtu. Korkmadığımı anlayınca iyice gazaba gelerek
kükredi.
“Sen de kim oluyorsun da benden korkmuyors un” dedi.
“Ben ilim ve tefekkür silahıyla kuĢanmıĢ Hikmet Pehlivan‟ım” dedim.
Tüm gücünü toplayarak gürzünü kafama doğru savurdu. Sanki sinek çarpmıĢ gibi oldu. Çelik gürz eğildi ve
yere düĢtü. Gaz ap ġövalyesi hayretle bana baktı. Ben de tebessüm ederek dalga geçtim.
“Benim yendiğim as ıl
<gazap cengâveri>
yanında sen ve senin hamlen
bana sinek kadar zarar veremez”
deyince merakla sordu:
“KimmiĢ benden daha da güçlü olan?”
“Kendi nefsimdeki gazap kuvvesi”
dedim ve ĢaĢkınlaĢan Ģövalyenin kafasını uçurdum.
Kürede nur ve zulmet yine dengelenmiĢti.
Ahriman oturduğu yerden ĢimĢek gibi fırladı ve en son ve en güçlü Ģövalyesini meydana kendi elleriyle
sürükleyip bıraktı.
Yeni Ģövalyenin gözleri kan çanağına dönmüĢ, saldıracak yok edecek ya da efendisi Ahriman‟a köle
yapacak ıĢık savaĢçısı arıyordu. Hepimiz ister istemez korkuya kapılıp geri geri yürüdük.
Arkamda bir el hissettim. Rehberim, oyun oynamak istemeyen gelinler gibi beni arkamdan meydana
ittiriverdi. Birden kendimi öyle bir Ģövalyenin önünde buldum ki, dizlerimin dermanı kesildi.
Ahriman‟ın son kalesi olan bu Ģövalye, Ģeytânî levvâme ve Ģeytânî mülheme nefsin gücünü kendinde
toplamıĢ olan kaynak,
“NEFS-Ġ EMMÂ RE”
idi.
Emmâre‟nin hizmetindeki Mülhime girdabına E verest tepesine tırman ırken bir kez düĢmüĢtüm.
Akıllandığımı zannediyordum.
Melekî levvâme ve melekî mülhime nefsin
gücüne sahiptim fakat kendimden yine de emin değildim. Her an Emmâre ġövalye‟ye mağlup olabilirdim.
Tüm gücümle saldırdım. Âdeta benimle dans edercesine karĢılık veriyor, beni ciddiye almadan tüm
hamlelerimi savuĢturuyordu. Melek î levvâme ve mülhime gücümü devreye sokunca yorulmaya baĢladı.
Birkaç yerinden yaraladım, kan kaybetmeye baĢladı. Aniden en can alıcı hamlemi indirecektim ki, yüzünü
bir maskeymiĢçesine sıyırıp attı. “Aman ya rabbi bu ne güzellik” diye bağırarak cemâline hayran kaldım.
Elimdeki silahlar düĢtü. Özümden gelen bir ses
“O gördüğün cemâl
insanlığın zirve noktası,
ilmin ve irfânın efendisi,
kâinatın kendisi için yarat ıldığı,
ve
henüz doğmamıĢ olan Zât‟ın nûrânî simasıdır.”
dedi.
Birden karĢımdaki simâ benim simama büründü. Bir ben oluyordum bir O nûrâni Zât oluyordu. Her halde
ben <fenâ fir Resul> olmuĢtum. Kendim ve çevremdeki herkesi O‟nun siması ile görüyordum. Bir an
düĢündüm, bu bir numara olabilir miydi? Ama Ahriman nûrun kılığına bürünemezdi. Ahriman‟ın
yapamadığını Ģövalyesi de yapamazdı diye düĢünüyorken elimin arkaya bük üldüğünü ve bağlandığımı
anladım. Emmâre‟nin girdabına düĢmüĢtüm. Ve Ģimdi çirkin simalı Emmâre ġövalye‟nin esiri ol arak
Ahriman‟a doğru sürükleniyordum.
Ahriman‟ın önüne fırlatıldım. Ahriman kork unç bir kahkaha at arak neĢ‟eyle bağırdı:
“Hey ĢaĢkın! Ne kadar da cahilmiĢsin.
Ben Res ul‟lerin kılığına giremem
Ama
senin kendi Emmâre Nefs‟in benden daha tehlikeli ve oyuncudu r.
Senin Emmâre Nefsin her kılığa girer,
Resul kılığına bürünüp sana evliyalık verir,
tanrı suretinde hitap edip sana Nübüvvet (peygamberlik) verir.
Emmâre ve mülhime aras ındaki girdaptan bir türlü çıkamıyordum. Yine tökezlemiĢtim. Kendimden baĢkası
olamayac ağımı anlamıĢtım. DeğiĢim varlığımda ve bedenimde değil; ilim, irfan ve bilgi seviyemde olacakt ı.
AnlamıĢtım ama esir olduktan sonra anlamıĢtım.
Zirvedeki kürede yine zulmet oranı artmıĢ nûr bir nokta kadar kalarak sönükleĢmiĢti.
ġimĢekten daha hızlı bir binek üstünde “AĢk”ın Kılıcı geldi. AĢk‟ın Kılıcı‟nı gören Ahriman ve Hürmüz
ayağa kalkarak saygılarını sundu. Emmâre ġövalye beni serbest bırakarak AĢk‟ın Kılıcı‟na bağıĢladı.
Küredeki nûr ve zulmet yine yarı yarıy a eĢit hale geldi.
AĢk‟ın gücü dağdaki herkes e yayılınca herkes kendi varlığına âĢ ık oldu. Herkes kendi renginden, kendi
özelliklerinden ve kendi efendilerinden bilinçsizce de olsa “Mutmain nefs” sırrıyla râzı oldu.
AĢk, ıĢık ve nûr kaynağı Hürmüz‟ün elini tuttu. Sonra karanlık ve zulmet kaynağı Ahriman‟ın elini tuttu.
Ġkisinin de elini havaya kaldırarak,
“ Ey Nûr sen kendini Zulmet ile tanıdın.
IĢığı gösteren fon karanlıktır.
Karanlık olmasa ıĢık zâhir olmazdı.
Ey Zulmet !
Sen de kendini ıĢıkla tanıdın.
IĢık olmasay dı karanlığın farkına kim varacaktı?
Karanlık dahi karanlık olarak kalacak, kendi varlığından haberdar olamayac aktı.
Ben AĢk‟ım.
Benim olduğum yerde ikilik yok, teklik var”
dedi.
Ben yenilmekten ve esir edilmekten ve serbest bırakılmaktan gayet mahçup olmuĢ halde Hürmüz‟ün
yanına geldim. Elini öptüm, yüzüne bakt ım. Yüzünü görünce çığlığı koyuverdim, meğer ki Hürmüz Aynalı
Baba imiĢ. Aniden gözlerimi açtığımda yine Aynalı Baba tebessümle bak ıyordu.
Elimde kahve fincanı duruy ordu. Daha bir yudum içtiğimi hat ırladım. Elim havada ik en binlerce yıl ve
binlerce fersah ötelere gidip gelmiĢtim. Çok yorgun olduğumu hissettim.
“Öteler,
özündeki boyutların yanında
sonsuzda bir zerre kadar bile mesafe tutmaz,
hem de yormaz.
Asıl sonsuzluk
sen kendinsin,
kendindeki sonsuz seyahatlerdir seni yoran”
diyen sesini duydum.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (4. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Kas ım 25t h, 2007
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm
üçüncü gün
DEVR-Ġ DÂĠM
yeniden doğuĢ
1. GONCANIN AÇILIMI
Aynalı Baba, Türk Kahvesi ve sırrın hüzünlü sesi Ney. Sükûtun ve huzurun bahçesi mezarlık. Çam ve
reçine kokusu. Yine hepsi birleĢerek beni hayalimin derinliklerindeki âlemlerden bir âleme indirdi.
Hindistan‟lı bir gencim. YaĢlı babam, “Oğlum yeterince büyüdün. Kendini ve kâinat ı tanıma vaktin geldi.
Seni, sana varlığın s ırrını yaĢatacak olan en büyük üstada göndereceğim” dedi.
Beni en büyük üstâd Brehmen‟e götürecek olan rehbere teslim ettiler. Rehberim bir merkebe bindi ben de
onu tam kırk gün yaya olarak takip ettim. Ġlk günler sürekli yürümekten canım çok yandı. Fakat zamanla
bedenimdeki tembellikten ve fazlalıktan arındığımı hissetmeye baĢladım. Bilincim daha hızlı ve daha soyut
çalıĢmaya baĢladı. Ġlmin ilk Ģartı tembellikten ve fazlalıklardan arınmak olduğu için bu kırk günlük perhizli
yürüyüĢ özellikle planlanmıĢtı.
Yolculuğun sonunda bir kulübey e geldik. Rehberim beni kulübeye soktu.
“Ey gerçek varlık Brahma. Gerçeğinin boyutlarını, ruhunun derec elerini göster!”
diyerek duasını tamamladı ve kapıy ı üzerimden kapatarak ayrıldı. Kulübenin içi yavaĢça karanlığa
gömüldü.
Rehberim dua ederken vüc ûdum gibi zindeleĢmiĢ olan bilincim karıncalanmaya baĢlamıĢtı. Duayı
ötelerdeki bir tanrının iĢitmeyeceğini hissetmiĢtim. Gerçek varlığın ve gerçeğin ben kendim olduğumu
düĢündüğüm anda da sessiz, harfsiz, titreĢimsiz bir mânâ helezonunun algı merkezi mden tüm varlığıma
yayıldığını duymaya baĢladım.
Ey zayıf bezm-i vücûd
Anla nedir sır-rı Ģuûn
Yok dem-i vahdette hudûd
......
Ey! Varlık âleminin “görünüĢte âciz, hakikatte sonsuz kudret goncası” olan misafiri.
Sen tek gerçeğin Ģu anda kapalı gonca gülüsün.
Abdiyetin ve âciziyetin misafirisin.
Kulluğun ve zayıflığın
ilim ve irfanla beslenirse
öyle bir aç ılım sırrı yaĢars ın ki
Abdiyetin öteki ucu “Hak”
aczin öteki ucu kudret
sendeki misafirliği alır götürür.
Mânâ okyanusu
her an sonsuz hallere bürünmekte iken
Vahdet‟i durağanlıkta ve sükûnda arama.
Okyanus‟un ç ırpınıĢ ı baĢlangıçsız ve bitiĢsizdir
Tekliğin
sonsuz aksiyon
hâli olduğunu anla.
2. EKBERĠYE T SIRRI
Brahmanizm dini mensubu olduğum halde özümde bu dinin bozulmamıĢ aslını hissediyordum. Dünya var
olmadan önce, Ģimdi ve dünya yok olduktan sonra da hiç değiĢmeden devam eden tek din olan “Allah
Sistemi”ni hissediyordum.
Doğduğum ülkenin Ģartlandırmalarına göre her an var olan tek varlığın ismini “Brahma” olarak
öğrenmiĢtim. ġimdi Brahma‟yı, kendimi ve kâinatı (var oluĢlar bütününü) daha yakından öğrenmek
vaktiydi.
Yıkık dökük bir kulübede karanlıklar içinde oturuyordum. Bilincim de aynen yıkık dökük bir kulübe misali
olan bedenimde karanlıklar içinde idi.
Bilincim beden kulübesinden her yöne taĢarak sonsuz bir hız da ve zamansız bir zamanda tüm kâinat ı
içine aldı. Görebildiğimiz ve göremediğimiz tüm boyutlar bilincimin içinde âdeta sonsuz küçüklükte tek bir
nokta hâline dönüĢmüĢtü. Sonsuz geçmiĢ zaman ve sonsuz gelecek zaman sadece tek bir an olarak yine
bilincimde yok olmuĢ gitmiĢti.
Birden bire bilincimin tüm içeriği de yok oldu.
Bilincim de yok oldu.
“Kendim” kavramı tamamen silindi.
Sadece “var” diy e bir bilgi kaldı.
Öyle bir “var” ki;
“yok”a ve “hiç ”e eĢit
bir “var”.
Var, yok, hep, hiç gibi farkındalık oluĢturan mânâlar da silindi. Fark ındalık da yok oldu. Bu durumu izah
edecek tek bir kavram kalmıĢtı geriye “Allah Ekber”.
“Allâhu Ekber, Allâhu Ekber!
Ey sır-rı vüc ûd-u bî vüc ûd
Marûfsun amma bilinmezsin,
Zâhirsin amma görünmezsin.”
...
O‟nun “ ekberiyeti ”;
kendinden baĢka varlık olmamasıdır.
O‟nun varlık sırrı;
varlık tecellilerinin “baĢka varlık olamamas ı”dır.
O‟nun bilinme sırrı;
O‟nu bilecek ikinci bir Ģeyin olmamas ıdır
ve
O‟nu bilenin de sadece kendisi olmasıdır.
O‟nun görünme sırrı;
O‟nu görecek ikinci bir Ģeyin olmamas ıdır
Ve
O‟nu görmek,
bir mânâ tecellisinin kendi hakikatini idrak etmesi hâlidir.
3. YENĠDEN DOĞUġ ve REENKA RNASYONUN REDDĠ
Görünmeyen en büyük üstadım “B reh men”in öğretisi ney‟in gönlü titreten esintileri gibi mânâ helez onları
hâlinde bilincime doluyordu.
Ġç içe geçmiĢ iki küçük kulübede (birisi kulübe, birisi bedenim) eski bilincim ve eski bilgilerim Ekberiyet
gerçeğinin tecellisiyle ölüp gitmiĢti. ġimdi yeniden doğuĢ ânıydı.
((( Konunun akıĢı ile bağlant ılı olarak hazırlanan EK BĠLGĠ: )))
Yeniden doğuĢ ruhta (bedende) değil bilinçteki bilgide geçerlidir.
Kâinat benim bedenim, kâinattaki iĢleyen tek sistem olan Ġslâm ruhum idi. Kâînat ve sistemi nasıl iki ayrı
varlık değilse; bedenim ve ruhum da iki ayrı varlık değildi.
Ruhumun zâhiri (görünüĢü) bedenim, bedenimin bâtını da ruhum idi.
Bedenim ve ruhum aynı olduğu için hiçbir zaman bedenimden bir ruh çık ıp da baĢka bir bedene göç
edemeyecekti. Zâten ruh (beden) sonsuzdu ki, nereden nerey e gidec ekti. GidiĢ ve dönüĢ sonlu ve sınırlı
Ģeyler için geçerlidir. Sistemde ise sonlu ve sınırlı hiçbir Ģey mevc ut değildir.
Mânâların bir an içindeki görünüĢüne “doğuĢ”, o an içindeki görünüĢünün bitiĢine “ölüm”, s onraki an içinde
daha da mük emmelleĢmiĢ olarak tekrar görünüĢüne “yeniden doğuĢ” deniyordu.
Buradaki adı Brahmanizm olan Tek Sistem‟in yeniden doğuĢun gerç ek yüzünü anlatımı bu Ģekilde idi.
Zamanla bu gerç ek unutuldu. Daha doğrusu değiĢime uğradı. Beden ve ruh iki ayrı varlık zannedilerek
ruhun dünyadaki yaĢantıs ına göre baĢka bedenlere göç ettiği inanc ı yayıldı.
Düny a boyutundan geçen her birimin her düĢüncesi evrende donarak sonsuza kadar kalır. BaĢka bir
birimin beyni o donmuĢ düĢünce sat ırlarının bir kısmı ile çakıĢ ınca bilgi ark ı (atlaması) meydana gelir.
Hatırlayabildiği kadarını da anlatır. Genellikle geçmiĢten bir isim söyler ve ben yeniden bu bedende
doğdum iddiasına baĢlar. Bu iddianın nedeni bu konudaki gerçeğin bilinememesidir. Halbuki Resul ve Velî
beyinleri evrendeki donuk düĢüncelerden dilediğini okuyup bize anlatabilir ve hiç birisi de ben yeniden
doğdum iddiasına giriĢmez.
Gizeme meraklı ins anlar bu basit bilgi ark ını reenkarnasyon olarak lanse ediyorlar. Bir gün bir Ģekilde yok
olacak dünya küresini yaĢamın devri daim merkezi zannediyorlar. Ölüm sonras ı sonsuz hayat ı
reenkarnasyon gibi bir yanılgıyla değiĢtirmek istiyorlar. Bu isteğin de nedeni, Ġslam‟ın sons uz yaĢam
gerçeğinin anlaĢ ılamamas ıdır. Anlat ılamamas ıdır. Reenk arnasyona ilgi duyanları ve inananları
suçlayamıyoruz, kınayamıyoruz. Çünkü Ġslâm Gerçeği, onlara ulaĢtırılamıyor.
(((B u konuda daha detaylı bilgilere “www.okyanusum.com” web sitesinden ilgili kavramları araĢtırarak
ulaĢabilirsiniz.)))
Ġki kulübede bu bilgilere ulaĢtıktan sonra “hiçlik” hâlim biraz somutlaĢarak kendimi tekrar algılamaya
dönüĢtü.
Yoklukta tek bir nur (mânâ) parladı. Aynı anda sayıs ız ve sonsuz nur oldu. Her nur ilk nur ve aynı nurdu.
Hem tek idi hem çok idi. Bilincim her nur zerresini kapsadı.
Zerreler kendi aralarında kümeleĢerek evreni oluĢturdu. Bilincim evrendeki tüm zerrelerin bilgisini özüne
aldıktan sonra dünya adlı bir küreye odaklandı.
Zerreler su ve suda yaĢayan canlılara dönüĢtü. Sonra karalarda yürüyen, uçan hayatlar oluĢtu. Bilincim
her canlının her zerresinde mevc uttu ve onların tüm hikayesini hafızasında depoladı.
Bu olayların oluĢumu milyarlarca yıl sürmüĢtü. ġimdi‟ye yaklaĢtığım anda bilincim sadece iki zerre algılar
hale geldi. O iki zerre birleĢerek önce tek zerre oldu. Sonra bölünerek ç oğalmay a baĢladı. Bilincim
milyonlarca-milyarlarca küçük odacıklar içinde hapis hay atı yaĢamaya baĢladı. Her odacığın (hücrenin)
ayrı bir özelliği ve ayrı bir kiĢiliği vardı. Ama ben onlarla hem aynıydım hem de onlardan farklıydım.
Hücreler bilincimden silindi. Kendimi insan bedeni olarak algılamaya baĢladım.
“Sonsuzluk”
“Zamansız An” içinde
milyarlarca süren bir mâcera sonunda
sonlu bir beden sûretinde
kendini seyre baĢladı.
YavaĢ yavaĢ bilgiler bilinç içinde okunamaz hâle geldiler. Bölüm bölüm arĢi vlendiler. ArĢiv kapısı Ģifrelendi
ve Ģifresi ilim-irfan üstâdlarına teslim edildi. Zamanı gelince onlardan Ģifrelerimi alıp kendi arĢivlerimin
kapıs ını açmak üzere dünya boyut una doğdum.
Kulübemin kapısını kapatan “Brehmen” üstâd kapıyı tekrar açtı. Gözlerim âni gelen aydınlıktan kamaĢarak
kapıy ı açanın Aynalı olduğunu hayal -meyal gördü.
Hayalimin derinliklerinden Aynalı‟nın mezarlıktaki kulübesine iniĢ yapmıĢtım. Kendi hâlinde neyine
üfleyerek Ģiir (kaside) okuyordu:
Doğdu Ģimdi Ģems-i idrak âleme
Ġstivagâht ır dimağ-ı âdemî
Nur-i Hak‟tır Ģeb-çerağ-ı âdemî
Ey melâik! BaĢ eğin hep âdeme!
...
(Ġdrak güneĢi Ģimdi âleme doğdu.
Âdem‟in kafası, idâre ve saltanat merk ezidir.
Âdem‟in karanlıkları anlatan cevheri, Hak‟kın nurudur.
Ey melekler! Hepiniz âdem‟e baĢ eğin.)
ġiire ara verip hüzünle yüzüme bakan Aynalı Baba‟ya;
“Hepsi secde etti”
dedim.
Aynalı Baba baĢ ını her iki yana salladıktan sonra;
“E vet. . Ancak nefsindeki büyüklük sıfat ı yani Ģeytan, hariç”
dedi ve Ģiirini tamamladı.
Merhaba ey pert ev-i sırr-ı vücud,
Merhaba ey zübde-i cümle Ģuûn,
Merhaba ey menba-ı fehm-ü fünûn,
Merhaba ey mazhar-ı ikram-ü cûd,
Kâinattan sen idin maksud, sen!
Ey zekâ! Bizler senin mir‟at ınız,
Nokta sensin, biz senin âyat ınız,
Secdegâh sen, kıble-i ma‟bud sen!
( Merhaba! Ey varlık sırrının nuru!
Merhaba ey bütün olayların özü!
Merhaba ey anlay ıĢ ve fenler kaynağı!
Merhaba ey Hak‟kın iltifat ve ikramına nâil olan!
Kâinattan gâye sen idin sen!
Ey zekâ bizler senin aynanız,
Nokta sensin; biz senin büyüklüğünü gösteren belirtileriz.
Secde edilecek yer sensin, Hak‟kın Kıble diye tayin ettiği yine sensin!
Kendimi rasgele bu evrene gelmiĢ bir organizma olarak görüp, isyan ederek öylesine yaĢayıp giderken
Ģimdi gerçek değerimi anlamıĢt ım. Yeniden doğmuĢ tum.
Sonsuz derinliklerdeki seyahatimin verdiği sonsuz yorgunlukla evime gidip erkenden yattım.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (5. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Aralık 12th, 2007
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm
dördüncü gün
ÂRĠFLER TOPLANTIS I
görecelilik
1. AYNALI BABA ÂLĠM MĠ CÂ HĠL MĠ?
Alkolü bırakıĢ ımın dördüncü günüydü. Sanki hiç baĢlamamıĢ gibiydim. Dört yıllık alkolün öldürdüğünden
daha çok beyin hücresinin dört gün içinde aktifleĢtiğini hissediyordum. Çünkü Aynalı ile tanıĢtığım ilk
günden beri uyku hariç beynimin her bölümü düĢünce ve tefekkür jimnastiği yapıyordu..
E vden çıktım. Annem hem meraklı hem memnun hem de endiĢeli gözlerle arkamdan bak ıyordu.
Üzerimdeki ani değiĢimi bir türlü çözememiĢti. Hayattaki tek güvenc esi bendim. Babam uz un yıllar önce
ölmüĢtü.
Bu düĢünceler içinde mezarlığın kapısına geldim. Osmanlı matematik ve fen al imlerinden birisinin mezarı
önünde durdum. Ölmeden onun bilgisinden yararlanmak isterdim ama çok geçti. ġimdi Aynalı Baba‟nın
mânevi ilim ve irfanını tahsil etmeye çalıĢıyordum.
Nefs mekanizmam faaliyete geçerek fıs ıldadı. Ben A vrupa‟da fen, Osmanlı payit aht ı Ġstanbul‟da Ģeriat ve
tarikat ilimleri tahsil etmiĢtim. Aynalı‟nın keĢif ve kerameti olabilirdi ama fen ve mat ematikten haberi var
mıydı?
E vrenin nasıl oluĢtuğunu, oluĢum teorilerini akla ve bilime göre anlayabilir miydi? Yoksa “Allah bilir
evlâdım! Allah, kâinatı yarat ırken bize mi soracaktı” diye cahilliğini örtec ek bir cevap mı verecekti?
Öyle cevap vermese bile bilim ve fenden habersiz, kalbiyle kendi âleminde uçan bir mübârekti sadece.
Fazlaca gözümde büyütmeye değmez diye düĢündüm.
Kulübesine yaklaĢtıkça hüzünlü neyin sesini, duman ve kahve kokusunu duymaya baĢladım. Beni görünce
hürmetle ayağa kalktı “Sâfâ geldin nûrum” dedi. Hürmeti beni mahcup etmiĢti.
Bu gün büyük fincanlarda ilacımızı (kahvemizi) aldık. Biraz ney biraz Ģiir dinletisinden sonra beni yanına
alarak biraz evvel önünde durakladığım fen ve matematik aliminin kabrine götürdü. “Nûrum Ģu kabirin
üzerine uzan ve o mübareğin ruhunun tesiri altında bu günkü dersini al” dedi. Biraz önceki düĢüncelerime
direk cevap gibi gelen bu olaydan da epeyce mahcup oldum.
Mermer mezarın kenarına uzandım. Kavuk Ģeklindeki taĢ baĢlığa gözüm iliĢti. Kavuk canlanır gibi olup
etrafında dönmeye baĢlayınca gözlerime derin bir ağırlık çöktü ve özüme doğru olan geçiĢ süreci baĢladı.
2. KENDĠM OLA RAK BAġKA BOYUTTAY IM
Kendimi zifiri karanlık bir odada, yumuĢak bir yatakta yatıyor buldum. Biraz önce mermer üzerindeydim ve
hava günlük güneĢlikti. ġimdiyse pamuk yataktaydım, bir odadaydım ve karanlıktaydım.
Bu seferki boyutsal yolculuğum önc ekilerden farklıydı. Kendimi iki kimlikli olarak algılamıyordum. Bedenim
hissedebildiğim kadarıyla aynıydı. Kısaca ben her yönümle Ahmet Râci‟ydim. Fakat hayalimin ve
bilincimin derinliklerindeki boyutlarIMdan bir zamanIMda ve bir mekanIMdaydım.
Yattığım yerden karanlık odayı keĢfe çalıĢırken kapı yavaĢça açıldı. Bir erkek sesi “Oğlum kalktın mı?”
diye sordu. Hiçbir Ģey göremediğim için ses vermedim. Benim babam ölmüĢ, ben de annemle yaĢıyordum.
Gelen adam babam olamazdı. ġimdi hangi boyuta göre cevap verecektim?
Aniden mezarlıkta uyandım. Aynalı hiç orada olmadan ney üflüyordu. Kendimden korktum. Kalbim
göğsümü yırt acak gibi atıyordu. Aynı anda iki ayrı boyutta idim. Her iki alemde aynı beden aynı bilinç ile
mevcuttum. Aynalı‟ya kızarak “Adam benden cevap bekliyor ne diy eyim?” diye sordum. Gülerek eliyle beni
ilgilendirmez iĢareti yaparak neyini üflemeye devam etti. Yapacak bir Ģey yoktu. Mezarın kenarına
oturdum. Bu dünyada ney dinliyordum, baĢka bir dünyada da baĢ ım dertteydi.
Adam tekrar sordu:
“Oğlum kalktın mı?”
“E vet, uyandım, fakat sen benim babam mıs ın” diye dünya boyut una göre cevap verdim.
E vet derse bu boyutta onun oğlu rolünü oynamam gerekiyordu. Hayır derse baĢka bir Ģey düĢünecektim.
Hiç beklemediğim bir cevap aldım.
“Oğlum çıldırıyor musun?” dedi.
“Hay ır! Ama babam öleli çok olduy du da!” Ģeklinde bir kaçamak cevap verdim. Fakat daha da zor duruma
düĢtüm.
“Ey vahlar ols un! Oğlumu insanlar çarpmıĢ. Zavallı yavrum saçmalıy or” dedi.
Bu sefer durum zordu. Bulunduğum boyutun akıl ve mantık sistemini henüz çözememiĢtim. ĠĢimi Ģansa
bırakamazdım. Delilere farklı muamele yapılabilirdi. Durumu düzeltmek için;
“ġaka yaptım babacığım! ġaka. Lâkin bir lamba ya da bir mum emretseniz de getirseler. Buras ı cehennem
kadar karanlık” dedim.
Zavallı adam ağlarcasına feryat etmey e baĢladı.
“Hey hât! Oğlum çıldırıyor. Batmayan güneĢ doğmuĢ, âlem nur ile dolmuĢ iken oda karanlık diyor. Aman
evlâdım üzerime fenalık gelmeye baĢladı. Kendine mukayyet ol. Senden baĢka teminât ım yok!”
Oda tam manas ıyla karanlık iken babam olduğunu söyleyen adama göre aydınlıktı. Bu sefer ben onun deli
olduğunu düĢ ünmey e baĢladım. Adamı kız dırmamak ve durumu tekrar düzeltmek için;
“Babacığım! Gerçekten batmayan güneĢ doğmuĢ. Belki de pencereler kapalı olduğu için ıĢ ığı buraya
girmiyor” dedim. Adam bağırarak uzaklaĢtı.
“Aman Yâ Rabbî! Mutlaka bizim oğlan çıldırıyor. Bizim gözlerimizin ıĢ ığı almas ına hiçbir Ģey engel olamaz.
Biz insanlar gibi kör değiliz. YetiĢin dostlar!”
Biraz sonra oday a bir sürü akrabam gelmiĢti. Ġçlerinde annem, amcalarım, day ılarım, teyzelerim ve diğer
akrabalarım vardı. Hepsi kendisini tanıtarak teker teker geçmiĢ olsun dediler. Ben onlara göre hem
delirmiĢtim hem de kör olmuĢtum.
Babam ve annem yanımda oturmuĢ kederinden ağlıyorlardı. Akrabalarımın sorularına cevap vermedim.
Çünk ü her ne desem deliliğime bağlay acaklardı. Susmay ı tercih ettim.
Düny adaki ruh ve beden yapımın aynısıyla geldiğim için cebimde kibrit olduğunu hat ırladım. Sessizce
çıkarıp bir tanesini yaktım. Gördüğüm manzara o kadar tuhaftı ki ani bir kahkaha patlaması kopardım.
Akrabalarım insan gibiydiler fakat burun ve alın aras ında arpac ık soğanı gibi tek gözleri vardı ve üzeri de
soğan zarları gibi kat kat deriyle kaplıy dı. Benim gülme sesimin Ģiddetiyle hepsi dört ayaklı olup var
güçleriyle zıplamaya baĢladılar. Ben gülme hâlinden gülme krizine girdim. Kendimi yere at ıp boğazım
ĢiĢene kadar güldüm onlar da ben susana kadar zıpladılar.
Susup yatağa oturduğumda hepsi tek sıra oldu. En önde babam gelip elimi hürmetle öptü ve;
“Ey Beyaz Cin‟in Sarı ġeytan‟ı! Saltanat sana mübarek olsun! Ne mutlu bana ki sen benim soyumdan
gelerek bin seneden beri beklediğimiz o mübârek sesi çıkardın. ġimdi bütün kız ıl Ģeytanlara haber vereyim
gelip de Mehdî Hazretlerinin elini öpsünler. Her yere haber göndersinler” dedi.
Gülme sesim onların hiç duymadığı bir Ģey olmalıydı ki kutsal iĢaret olarak kabul ettiler. Nasıl bir Mehdi
Hazretleri olduğumu ise zamanla anlayacaktım.
Beni ve kendilerini nasıl gördüklerini bilmiyordum. Kibritin ıĢığını fark etmemiĢlerdi. Ama batmayan
güneĢleri neyse onun bir tür ıĢığıyla algılama yapıyorlardı. Ben de onların ıĢığıyla algılama
yapamıyordum. Bulabildiğim malzeme ile kendime bir el feneri yapt ım. Birkaç gün yaĢadığım ortamı
inceledim. TaĢları dant el gibi iĢleyip büyük binalar yapmıĢlardı. Her türlü el süsleme sanatlarında çok
maharetliydiler. Tüm malzemeler tabii (doğal) idi.
Eğitim ve eğitim binalarına çok önem veriyorlardı. Bütün Ģehir edebiyat, felsefe, tarih ve ilahiyat dallarında
eğitim veren fak ülte binalarıyla doluydu. Fen ve matematik bilimlerinden ise hiçbir iz ve eser yoktu.
Düny a boyutunda oturduğum yerde birkaç dakika geçirmeme rağmen öt eki boyutta daha Ģimdiden üç gün
yaĢamıĢtım. Aynı anda iki değiĢik hızda zaman yaĢıy ordum.
3. MEHDÎ HA ZRE TLE RĠ
Bin seneden beri “B eklenen Ġlâhî Kurtarıcı Hazretleri” için boĢ bekletilen yüzlerc e hizmetçisi olan saraya
yerleĢtirildim.
Ülkenin devlet baĢkanı, baĢ bakanı, bak anları, mebusları ve her tür asker ve sivil örgüt liderleri elimi
öperek biat ettiler. Ardından Mehdi, Yanılmaz Din Âlimi (Âyetullah), Halife, Ordu BaĢ Komutanlığı, Adalet
BaĢ Yargıçlığı ve Ölüms üz Doğal Lider ünvanlarını takdim ettiler. Hayır diyemedim. Diyemezdim. Çünkü
onların inancı ve duy u organlarının algıladıkları Ģeylerin aksine söylediğim her sözü delilik alameti ola rak
kabul ediyorlardı. Akıllı zannedilip sağ kalmak, deli damgası alıp öldürülmekten daha iyi idi.
Bu boyutta ölürsem sonuç nasıl olurdu bilmiyordum ve Aynalı Baba‟ya da bu konuyu hiç sormamıĢtım. En
iyisi soğan gözlü cinlerin dediklerini yapmaktı.
4. ĠLAHĠYA T FAKÜLTESĠNĠ TEFTĠġ
Bir gün ilâhiyat fakült esini ziyarete gittim. Fakülte BaĢkanı, profesörler, eğitmenler, öğrenciler beni dünya
gözüyle bir kez görmüĢ olmaktan dolayı yüce tanrıya çok Ģükrettiler. Bütün ilim, irfan ve kemâlâtın bende
toplanmıĢ olmas ı, hakikati sadece benim bilebilec eğim bir kez daha ilan edildi. Bana kısac a Sarı ġeytan
Hazretleri diyorlardı.
Herk es, her cemaat, her tarikat, her mezhep kendi inançlarının doğru olduğuna inanıyor ve Sarı ġeytan
Hazretleri‟nin kendilerini doğrulayacağ ına çok kesin inanıyorlardı. Ne demeliydim? Ne yapmalıydım?
Herk esin gönlünü nas ıl almalıydım? Sadece bir grubu tastik etsem diğer yüzlerce grup beni deli ilan edip
parçalardı. Hepiniz doğrusunuz desem hepsi deliliğime hükmederdi. Tam bir çıkmazdaydım.
O gün bitirme sınavları vardı. Ben baĢ köĢeye oturtuldum. Okulun en zeki öğrencisi “Bibi” isimli soğan
gözlü cin, sınav hey etinin önüne geldi. Heyet baĢkanı sordu:
“Tanrı âlemleri nasıl yarattı?”
Bibi cevapladı:
Tanrı âlemleri yaratmay ı planladı ve planın ı da en büy ük yardımcısı Bey az Cin (ifrit) Hazretleri‟ne verdi.
Tantan isimli âlimin görüĢüne göre; on beĢ bin sene evvel Beyaz Cin, altın semâda mor Ģeytanlarla birlikte
oturmakta idi. . .
Sözün buras ında dinleyiciler arasından aykırı bir ses itiraz etti:
“Üç bin yıldan beri bu yanlıĢ görüĢte ısrar ediyorsunuz. Beyaz Cin‟in yanındaki Ģeytanlar mor değil açık
mavi idi. Öğrenci benim görüĢümü kas ıtlı olarak çarpıtarak anlatıyor. Tantan benim.”
Fakülte baĢkanı ağırlığını koyarak;
“Efendi! ġimdi talebenin sınav s ıras ıdır. Ġtiraz vakti değildir. BaĢka bir zaman Sarı ġeytan Haz retlerinin
huzurunda âlimlerimizle sen de imtihan olunabilirsin ve dalalette olduğunu anlarsın” dedi.
Soğan gözlü cin Bibi devam etti:
“Mor Ģeytanlar Beyaz Cin‟e son derece itaatli iseler de pek aptal Ģeyler olduklarından Beyaz Cin biraz
daha zekî ve biraz daha akıllı mahluklar yaratmaya niyet etti. Aslında bu plan tanrının projesinde yoktu.
Bunun için gökyüzünün süprünt üleri ile sekiz köĢeli bir meydan yapt ı. BoĢluğa tükürdü bir deniz oldu.
Meydanı denizin üstüne koydu. ĠĢte bu bizim âlemimizdir. Lâkin deniz suyu dondu, âlem buzlarla doldu.
Sonra bir kazan yapıp âlemi onun üstüne astı. Bu kazanı tükürüğüyle doldurup nefesiyle kazanı kaynatt ı.
Âlem ısındı. Ondan sonra mor Ģeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra delip içini ĢiĢirdi. Bunları
meydana salıverdi. ĠĢte bunlar bizim atalarımızdır ve bizim akıl ve zekâmız bundan dolayı fazladır.”
Ġtirazcı âlim Tantan‟ın sesi yine iĢitildi:
“Kazan, kazan! Bir kazan patırtısıdır gidiyor. Ey cinler siz hiç aklınızı çalıĢtırıp da tefekkür ettiniz mi?
Kazanın kaç kulpu vardır? Kaç kulpundan nereye asılıdır? Ne ile asılıdır? Bunu bileniniz ve bu sırra
ereniniz yoktur. Hey câhiller! . .”
Nihay et iki taraf Ģamataya baĢladı. Hepsi dört ayaklı olup zıplamaya koyuldular. Neredeyse bina
çökecekti. Duruma devlet baĢkanı el koydu, bağırarak susturdu.
“Susun ey cinler. Sarı ġeytan Hazretleri zuhur eyleyip aramıza inmiĢken bu yaptığınız terbiyesizliktir.
Haftaya sarı ġeytan Hazretlerinin huzurunda tartıĢalım ve o bize doğruyu ilân etsin”
Herk es elimi ziyaret ederek ayrıldı.
5. BÜYÜK HÜKÜM GÜNÜ
Bir hafta geçti. Ülkenin en büyük meydanında toplanıldı. En yüksek yere ben oturtuldum. Devlet baĢkanı
benim himmetimle tartıĢmayı baĢlattı.
Ülke iki ana fikir çerçevesinde iki düĢünceye ayrılmıĢtı. Bir kısmı dinde yenilik isteyen Protestanlar‟dı ve
âlim Tantan‟ın liderliğinde toplanmıĢlardı. Diğeri de dinde statükoyu korumaya çalıĢ an Ort odokslar ve
liderleri Tonton.
Devlet desteği alan Tonton, devletin baskısı ile susturulan Tantan‟a meydan okudu:
“Binlerce yıllık tecrübe ve araĢtırma sonucu elde edilen ilahî gerçeklere lüzums uz yere karĢ ı çıkıyors un.
ġimdi Ģarlatanlığın sona erecek. Bizim haklı olduğumuzu âleme duyurmak için yüce tanrımız ve Beyaz Cin
Ģu anda aramızda bulunan Sarı ġeytan Hazretlerini göndermiĢ bulunuyor. Haydi bakalım nefsinden
uydurma sözleri huzurda tekrar et!”
Tantan cevap verdi:
“Ey Tonton! Ben size her konuda itiraz etmiyorum. Lâkin siz ilericilik düĢmanısınız. AraĢtı rma
yapmıyorsunuz. Öğrendiklerinizi geniĢletmiyorsunuz. Mesela Beyaz Cin‟in yanındaki Ģeytanlara mor
diyorsunuz.”
“Res ullerimiz, evliyalarımız, âlimlerimiz ve üç bin yıldan beri atalarımız öyle diyor. Onlar yalan mı
söyleyecekler.”
“Onlar amennâ ve saddaknâ doğru söylemiĢler. Fakat binlerce sene Bey az Cin‟in karĢ ısında oturan
Ģeytanların rengi baĢlangıçta mor olsa bile onun nurunun etkisiyle renklerinin Ģimdiye kadar aç ık maviye
dönüĢmüĢ olmas ı gerekmez mi? Ey Tonton insaf et!”
“Olabilir! Lâkin bu aklî bir delildir. Bu konuda Beyaz Cin‟den direk nakledilen bir mesaj delili ya da Beyaz
Cin‟in yanına çık ıp da gözüyle gören bir evliyanın delili yoktur. ”
“Sen aklî delili nasıl kabul etmezsin. Beyaz Cin‟in mesajı ve evliyanın keĢfi yanında dinin üçüncü baĢ vur u
kaynağı olarak Aklî çıkarım da eklenmelidir. ġöyle ki; ateĢin karĢısına katı bir cisim bıraksak nihayet
yumuĢar. Hatta bazı cisimler erir. Demek ki mor Ģeytanlar da Ģimdiye kadar aç ık mavi olmuĢtur. Bu kesin
delildir.”
“Olabilir sayın Tantan. Fakat akıl ile iman etmek hatadır, küfre götürür hatta sapıt ır. Âdem isimli kalitesiz
yaratık aklı ile hareket ettiği için sapıtmamıĢ mıydı? Bizim atamız olan Beyaz Cin ise tanrının emrini
aradaki perde engeli nedeniyle ters anladı aĢk ve inatla emre sadık kaldı. Haksız yere de kovulmadı
mıydı?”
“Sayın Tonton orada da yanılıyorsunuz. Emri ters anlayan kalitesiz yaratık Âdem idi. Ona ceza olarak da
batmayan güneĢin nurunu görememek cezası verilmiĢti. Her neyse sen söyle Ģimdi, kazanın kaç kulpu
vardır?”
Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Cahilliğini gizlemek için de;
“Yüce tanrı, elçi cinler ve evliya cinler ve tanrının bilmesini istedikleri ancak bilir. Biz ise gayba iman
ederiz. Kazanın saplarının sayıs ına burnumuzu sokmayız. Tanrı kaç sap yapacağını bize mi soracak”
diyerek cevabı geçiĢtirdi.
Tantan ayağa kalkarak zafer kazanmıĢ gibi bağırdı:
“Susun ey cahiller! Sizin bilemediğiniz bu evrensel gizemi ben keĢfettim. O gök yüzündeki büy ük kazanın
tam yedi yüz altmıĢ sekiz buçuk adet kulpu vardır.”
Bu saçmalıklara daha fazla dayanamadım. GüneĢ e kazan, gezegene meydan, denizlere tükürük, kazanın
kaç kulpu olduğunu bilmeye de ilim ve irfan sırları demeleri beni yine gülme krizine soktu. Çok Ģiddetli ani
bir kahkaha daha patlattım. Benim gülme sesimi kulak yapıla rı nedeniyle tanrıs al bir “sayha” (k ulakları
sağır eden ses patlaması) Ģeklinde duyan soğan gözlü cinler toplu olarak dört ayak üzerinde zıplay arak
ibadetlerine baĢladılar.
Duydukları ses onların bin yıldan beri bekledikleri tanrının mesajı imiĢ. Devlet desteğindeki Tonton ve
Ortodoks cinler haklı sayıldılar. Tantan ve Protestanlar iman tazeleyip hakikate tabi oldular.
Kendimdeki bir âlemden yine kendimdeki düny a âlemine nâzil olup (boyut değiĢtirip) tek zamanda ve tek
mekanda, tek beden ve tek bilinçle yeniden var olduğumda hâlâ gülüyordum.
Aynalı Baba âlim ve câhil kavramlarına iĢaret eden bir konuĢma yapt ı.
“Bilim ve fen bugünkü ulaĢtığı seviy e ile
hakikati ancak Tantan örneği kadar açıklayabiliyor.
Ben de bilimsel keĢifleri din ve tasavvuf adına aç ıklasam
yüz yıl sonrakilerin gözünde Tonton gibi kalırım.
Hakikat bir bahr-i ummandır (sonsuz deniz) ki
her ne desem yalan olur.
Sonsuza kadar hakikati
ne bir Kâmil ne bir câhil ne de fen
açıklamaktan âciz kalacaktır.
Her yüzyıla göre
bir önceki yüzyılın medeniyeti
soğan gözlü cinlerin uygarlığı misali gibi kalacaktır.
Ey kendisinden baĢka varlık olmasından münezzeh olan
„Allah‟
biz sana;
ne salat ile (namaz)
ne savm ile (oruç)
ne Hac ile
ne zekat ile
ne de baĢka din ibadetleri ile hamd etmekten aciziz.
Ben, seni, senin kendini hamd etmen gibi hamd edemem”
diyerek elleri ve ayakları üzerinde zıplamaya baĢladı. Durdu ve “Bizim onlardan ne farkımız var ki”deyince
ben de hem daha ziyade gülmeye hem de ellerim ve ayaklarım üzerinde Aynalı‟dan daha da yukarılara
zıplamaya baĢladım.
Not: Merhum Üstâd Filibeli Ahmed, Aynalı Baba ile olan bu mülakatlarını 1900 y ıllarının baĢlarında
yaĢamıĢtır. Filibeli, o dönemin üniversitesinde (Dârul Fünun) felsefe derslerine giren tahsilli bir aydındır.
A vrupa ve Amerika‟daki yeni ıĢık, atom, astronomi keĢiflerinden ve çağdaĢ modern bilim teorilerinden
haberdardır. Görecelilik teorileri (izafiyet nazariyeleri) henüz emekleme aĢamas ındadır. Döneminin zor
Ģartlarında, henüz yeni baĢlayan modern bilimlere dayanarak çağının çok üstünde değerlendirmeler
yapabilmiĢtir. Elbette ki onun eksik olan bir yönünü de efsane mi gerçek mi çok net belli olmayan Aynalı
Baba tamamlamıĢtır.
Aynalı Baba‟nın 19. yy. baĢlarında Ġstanbul Karaca Ahmet meza rlığında yaĢayan ve meczup gibi görünen
bir „ârif‟ olduğunu merhum Haluk Nurbaki bir sohbetinde bahsetmektedir. Bu konuda daha teferruatlı bilgi
için <aynalı baba haluk nurbaki> yazarak arama motorundan internet sitelerindeki bilgilere ulaĢabilirsiniz
ya da BURAYI TIKLAYINIZ…
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (6. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Aralık 12th, 2007
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm
beĢinci gün
AZAME T SAHAS I
kutsal bilgelik
1. AYASOFYA
Allah‟ın
ilâhi ilim ve kudreti
gökleri ve yeri kaplamıĢtır.
Onların gözetilmesi O‟na ağır gelmez.
O yücedir, büyüktür.
Bakara Suresi, ayet: 255
Bu gün de yine Aynalı Baba‟nın kulübesindeydim. Dünün muhasebesini yapıyordum.
Dün göremediğimiz bir boyutun, göremediğimiz bilinçli birimleriyle yıllarca yaĢamıĢtım..
Aynı anda iki ayrı boyutta iki ayrı zamanı tam anlamıyla yaĢamak mümkün müydü?
Eski Râci olduğum günlerde mümk ün olmadığına, saçmalık ya da delilik olduğuna hükmederdim.
“Allah‟ın kudretiyle mümkündür”
cevabını ise çok ucuz bulduğum için asla kabul etmezdim.
Allah‟ın kudretinin oradaki hikmetinin nasıl oluĢtuğunu araĢtırırdım.
An içinde yılları, yüzyılları, bin, milyon, milyar ve sonsuza kadar devam edecek zaman ak ıĢını yaĢamak
nasıldı? Henüz cevabını tam anlayamamıĢt ım. Aynalı, aklımdan geçenleri okumuĢ gibi suallerimin
cevaplarını sıralamaya baĢladı.
Her varlığın akıl ve beden hızı farklıdır. Ben Çin‟den bir bardak su alıp gelmek için buradan altı ay gidiĢ
için, altı ay da dönüĢ için yürümem gerekir. Bir yılda bir bardak suyu ancak getiririm… Bir kaplu mbağayı
göndersek o zavallı hay van altmıĢ yılda gider altmıĢ yılda da döner, eder yüz yirmi yıl… ġimĢek (ıĢık)
hız ıyla hareket eden bir varlığı göndersek gidip geldiğini dahi göremeyiz, hâlâ gözümüzün önünde
durduğunu zannederiz, halbuki o gitmiĢ gelmiĢtir.
Süleyman Nebî‟nin Belkıs‟ın taht ını nas ıl getirdiğini düĢün.
Aslında zaman yoktur, sadece hareket vardır ve biz hareketin hız ölçüsüne zaman diyoruz. Allah indindeki
zamansızlığa (dehr‟e) “an” diyoruz. Hareket “an” içindedir.
Kaplumbağanın gidiĢ geliĢinde dünya güneĢin etrafında yüz yirmi kez dönmüĢtür. Bende bir kez
dönmüĢtür. ġimĢek hızlıda ise dünya bir milim gidebilmiĢtir.
Âlemlerde kaplumbağadan milyarlarca kez daha yavaĢ varlıklar olduğu gibi, ĢimĢekten de milyarlarca kez
daha hızlı varlıklar da vardır.
Soğan gözlü canların hız ı ĢimĢeğe yakındır. Onun için sen de o âlemin Ģartlarına göre hızlandın ve birkaç
dakikada birkaç yıllık harek eti yaparak geri döndün.
Bize göre soğan gözlüler “cin”dir, onlara göre de “âdemler” cindir.
Her Ģey her Ģeye göredir.
Zaman bunun için görec eli gibi gelir.
Aslında görecelilik zamanda değil, hızdadır.
Aynalı‟nın bu aç ıklamas ı aklıma ve ruhuma öyle bir sükûnetle karıĢık uyku hâli verdi ki isli cezvenin mis
gibi yanık kokulu kahvesini zor içtim. Gözlerim kapanmıĢtı. Fakat aklım hâlâ aç ıktı. Kendimi Ayasofya‟nın
minaresinde ezan ok umaya hazırlanıyor buldum.
Ayasofya “kutsal bilgi” demekti. Minâre “elif” demekti. Ayasofya bat ıda geliĢen fenni, minare de doğuda
geliĢen hikmeti temsil ediyordu. Bu iki ilim aynı beyinde cem olunca hakikat güneĢi kalbi daha çok
aydınlatacaktı.
Aynalı‟nın ilim ve irfan kokan sohbetini aklımdan geçirdiğim anda “Allâhû Ekber!” diyerek baĢladım ez an
okumaya. Sabahın alaca karanlığında büyük bir kuĢ beni minareden kaparak havalandı.
2. “UZAY IM” IN BOY UTLA RI
Bir anda dünya aĢağılarda mavi boncuk kadar küçülünce “Ey kuĢ sen nesin, necisin? Beni nereye
götürüyorsun?” dedim. KuĢ bana hal lisanıyla seslendi. “Ben Simurg ve Anka‟yım. Sen bana „insan -ı
kâmil‟in bilinci (Ģuuru) diyebilirsin. Senin bilincin hatıra binâen geçici olarak kâmil nefs sırrına yükseldi. Sen
Simurg ve Ankâ oldun ve kendi mekânsal boyutlarını seyahat e çıktın.”
Demek ki ben baĢka bir Ģeye binmemiĢ yine kendi üst bilincimin üstüne binerek âlemlerimin sırrını seyre
çıkmıĢtım. Simurg ve Anka da ben imiĢim, içinde gez diğim uzay da ben imiĢim.
Kendi hakikatimde Hirâ Nur Dağı‟nda Hz. Muhammed a. s.‟ın duyduğu haĢyeti yaĢadım. HaĢyet ve
hayretimden yarım kalan ezanı sonsuz uzayda okudum.
Anka kuĢu, “Üzerimde her türlü ihtiyacını karĢ ılayacak sistem var. Ayrıca arkamda elli bin yıllık ihtiyacımız ı
karĢılayacak elli tane daha Anka kuĢu var” dedi. KuĢun sırtı adeta saray gibiydi. Biraz dolaĢtım. Tüm
sevdiğim Ģeyler sarayın odalarında mevcuttu. Çay, kahve, ispirto ocağı, yatak ve diğer teĢkilat tamamdı.
Her Ģey istediğim gibi ve en mükemmeliydi. Anka ben kendim olduğuma göre, dünya boyutunda hafıza
bankama yüklediğim her Ģeyi bu boyuta aktarmıĢtım. ġimdi de onları en mükemmel halleriyle
kullanacaktım. Ahiretin ve cennetin sırlarından birisi de bu olmalıydı ve zatımızın “Hâlık” özelliği her an
faaliyetteydi.
Bu tefekkür içindeyken sayılamayacak kadar çok uzayda bir yörüngede akıp giden taĢların içine girmiĢiz.
Bir tanesini elime aldım ve lisan-ı hal ile dertleĢmeye baĢladık. Bana dedi ki:
“Ah, ah! Sorma halimi. Ben bir yolcuyum. Biraz evvel bir kulun vücunda zerreler halinde bulunuyor idim. O
âlemin büyük kıyameti “Allahu Ekber” sesiyle birlikte koptu ve bizler o âlemde yok olduk bu âlemde taĢ
olarak tekrar var olduk. Kâmil kulun varlığı da bu âleme yükseldi. ġimdi ben yine onun vüc udundayım.
Benim kaderim sürekli var olmak, yok olmak ve tekrar var olmak. Gördüğün Ģu sonsuz uzay o kâmil kulun
sonsuz boyutlarından bir boyuttur. Bu var oluĢ ve yok oluĢların ne baĢı var ne de sonu var. ”
TaĢı elimden bıraktım. O taĢta sonsuz sayıda zere vardı. Zerrelerin taĢtan, taĢın zerrelerden haberi yoktu.
ĠĢin en tuhaf tarafı zerreler ve taĢlar benim vücudumu oluĢturan cüzlerdi. Cüzler külli halleri olan Ahmed
Râci‟yi tanımıyorlardı. Kendimi tanıtsam ve ben senim, sen de bensin desem anlamazdı.
Kendi özelliklerimde afâkî seyir sırrı beynimi çok yormuĢtu. Biraz uyudum. Uyanınca Mars (eski adı Merih)
gezegenine gelmiĢtim. Ġçinde bulunduğum boyutun var oluĢ sistemine göre Mars canlı varlıklar ve
eserleriyle doluydu. BeĢ duyulu bedens el boyutta buraya gelseydim taĢ ve topraktan baĢka bir Ģey
göremezdim.
Mars‟da mevcut olan bu boyutun canlıları birbirine zarar vermeden yaĢ ıyorlardı. Zararlı ve gereksiz hiçbir
Ģey yoktu. Evlerde yaĢayan canlıları ise insana benziyordu fakat organları daha fazlaydı.
KuĢ dedi ki: “Mars‟lıların Ģekli insana benziyor fakat insanlığın bir alt boyunda oldukları için tam Âdem
Ģekline sahip değiller. Eksik yönleri var. Eksik yönleri nefislerindeki emmare sıfatıdır. O olmay ınca nefsi
eğitmek ve varlığın hakikati içinde böylece terakki etmek imkanları da yok.”
KuĢun açıklamasını dinledikten sonra emmare nefsime o ana kadar boĢu boĢuna kızdığımı anladım.
Melek gibi emmaresiz olmak istemiĢimdir. Meğer ki bizi kemâlâta taĢıyan o emmareni n terbiy esiymiĢ.
Ġnsanın da en büyük sırı en çirkin görünen emmare nefs özelliğinde gizli bir hazine imiĢ. O andan itibaren
emmare nefsin nasıl bir nimet olduğunu anladım. Eğitilirse en yükseğe ç ıkaran, eğitilmezse en aĢağıya
indiren bir “Burak” imiĢ emmare nefs.
Her seferinde olduğu gibi a‟mak-ı hayaldeki bu seyahatimden de ayılacak ve eski nefs mertebeme
inecektim. ġu anda Aynalı‟nın Kâmil nefs özellikleriyle emâneten donanmıĢtım. Fakat hiçbir Ģey bedava
değildi. Bu mertebeye kendi gayretimle tırmanıp kendi emmare nefsimi kâmil nefse dönüĢtürmeliydim. O iĢ
de ancak dünya yaĢamında sınırlı ömrümüzde yaĢayacağımız tek Ģansımızdı.
Bu düĢünceler içinde Jüpiter‟e geldik. Sıcak bir ort amdı ve yine bu boyutun özel bitkileriyle kaplıydı. Düny a
boyutuna göre ise bitkisiz sadece ateĢ topu gibi olmalıydı. Burada fazla durmadık geçtik. Hızla güneĢ
sisteminin en son mahallesinin en son gezegenine geldik. Soğuktu. Öldürücü ve yok edici soğukta dahi
özel boyutunun özel yaĢam katmanları vardı.
E vrendeki her gezegenin sonsuz sayıda boyutu ve her boyutunun kendine has yaĢamları vardı.
Düny a da aynıydı. Dünyada dahi sonsuz semâlar yani boyutlar mevcut, her boyutun da hususi hayat
tabakası mevcuttu. Bu neden böyledir diye kendi kendime sorunca ceva p yine kendiliğinden geldi.
Tek gerçek Ahad‟dır. Ahad‟ın sayıs ız ve sonsuz boyutu mevc uttur. Her boy ut baĢka boyutun zıttıdır.
Boyutlar birbirini tanımaz, asla karıĢmaz ve ay rılmaz. Tek ayrı, boyutları ayrı değildir. Eğer öyle olsaydı,
tek artı ve tek‟in boyutları olur ve ikilik olurdu. Kendi kendime bu nas ıl hesaptır, bu ne içinden ç ıkılmaz
hakikattır dedim ve hes ap defterini kapattım ki akıl tası çatlamas ın.
3. ĠKĠ GÜNEġ LĠ S ĠS TEM
Yirmi beĢ bin yıl daha gittik. Ġki güneĢli bir uzay mahallesine geldik. GüneĢlerin alevleri uzayda gez en
yılanlara benziyordu. Öyle yılanlar ki uzunlukları binlerce yıl yoldu. Yakıcı ve yok ediciydiler.
KuĢ dedi ki:
“ġu anda
nefsinin iki özelliğini
iki ayrı güneĢ olarak seyrediyorsun.
Birisi Nefs-i emmâre güneĢi diğeri de Nefs -i kâmile güneĢi.
Kızıl renkli olan emmâredir. Alevleri de bitmek tükenmek bilmeyen uzun isteklerdir ve kendi kendini yiyip
bitirmektedir.
Beyaz renkli olan güneĢ de kâmiledir. Beyaz alevleri de yine bitmek tükenmek bilmeyen istekleridir fakat
ilim ve irfan öğrenmenin bitimsiz alevleridir.
Ġlim ve irfan öğrenmenin de sonu yoktur ve bu hırs da ins anı sonsuza kadar
„aĢk‟ ile yakar kavurur.”
GüneĢlerin ve galaksilerin sonu yoktu. Sonsuza kadar gitsek yine sonu yoktu. Çünkü uz ay (evrenler ve
boyutlar) Allah‟ın sonsuz ilminin mânâlarıy dı. Ġlmin sonu varsa uzayın da sonu vardı. Ġlmin sonu yoksa
uzayın da sonu yoktu.
Yolculuktan sıkılmıĢtım. Git git hep aynı sistemdi. Her Ģey zâhirde farklı ama bâtında aynı idi. Hem dönüĢ
için yirmi beĢ bin yıllık (ıĢık yılı kastediliyor) yiyeceğimiz vardı. Hemen dönmezsek açlıktan ölebilirdim. Bir
an devam etmeyi, ölmeyi göze almak istedim. DüĢüncenin ve alemlerin sonuna yani Sidret ü‟l Münteha‟ya
ulaĢabilir miydim?
DüĢüncenin ve âlemlerin Sidretü‟l-müntehâ‟s ı neredeydi? Elbette ki âlemlerin ve düĢüncenin bittiği son
noktaday dı. Âlemler de düĢünc eler de Allah ilminin mânâ helezonları değil miydi? Demek ki son nokta
uzayda ve düĢüncede değildi. Son, ilk olan Hak idi. Ġnsan da Hak‟ka vas ıl olursa “Sidretü‟l Müntehâ”nın
“kendisi” olduğu sırrını anlayacaktı.
KuĢa; sıkıldım, dönelim art ık, dedim. KuĢ; henüz Kaf Dağı denilen sonsuzluğumun sonsuzda birini dahi
gezemediğimizi söyleyerek dönüĢe baĢladı, yirmi beĢ bin yıl sonra beni aldığı noktaya yaklaĢ tırdı.
Minareye ayaklarımın üzerine inmek için hazırlandım. Gözlerimi aç ınca kendimi ayaklarımın üzerinde
kavuklu zatın mermer mezarı yanında kaskatı vaziyette dikeliyor buldum. “Kaf Dağı‟ndan geldim mi?”
demiĢim. Aynalı gülerek:
“Sen Kaf Dağı‟na gitmedi n ki gelesin. Kaf Dağı zaten sensin! BaĢkası değilsin ki kendini bulasın. Sen hep
aynıs ın. Kendinden kendine gidememeye ve kendinden kendine gelememeye mahkumsun. Senin sırrın
gidememek ve gelememektir” diyerek kahve fincanımı doldurdu ve konuĢmaya devam etti.
“Zerre de aynı, küre de aynı mayadan. Pire de aynı, deve de aynı mayadan. Cüz de aynı, kül de aynı
mayadan. Ha alemi gezmiĢsin, ha zerreyi gezmiĢsin, hepsi de boĢ. Gezdiğin yer ay nı yer. Aynıyı değiĢik
manalarla seyretmek gerçekten ârifi sıkar. Hele kahveni iç!”
dedi ve bir Ģiir okuyup beni evime uğurladı.
Ey vahdet! Bahri-i bî pâyân! Sensin mevce-zen!
Kesret-i emvac içinde rûhüma sensin yine,
Bin isim, yüz bin çeĢit vermiĢ isen de kendine,
Her ne dense, âsüman, eflâk, ervâh-ı beden,
Yalnız sensin sen!
...
Ey teklik sırına halife ins an! Sen sonu olmayan denizsin. Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde
görünen yine sensin. Kendine binlerce görünüĢ ve Ģahsiyet vermiĢ isen de, canlı cansız her ne varsa
yalnız sensin sen!
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (7. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Aralık 17th, 2007
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm
altınc ı gün
KAF VE ANKA
yedi baĢlı ejderin sorusu
1. DÜNÜN MUHASEBESĠ
Dün sabahki kahve aleminden sonra Aynalı beni eve uğurlarken, “Y atsı namazını bizim Ģatoda ikâme
edelim evlât ” demiĢti. Kulübeye ilk defa Ģato diyordu.
BeĢinci gün çift mesai yapacaktım, sabah seyahatinden sonra bir de akĢam seyahati olacaktı. AkĢamı
sabırsızlıkla bekledim. AkĢam namazından sonra hava kararır kararmaz hemen mezarlığa gittim.
Aysız bir geceydi. Gökyüzünde yıldızlar ve Samanyolu çok net görünüyordu. Zifiri karanlık mezarlıkta,
Aynalı Baba, kahve piĢirecek kadar at eĢ yaktı. Sırtlarımızı çam ağaçlarına dayadık ve kahvelerimizi
içmeye baĢladık.
Gecenin sesizliği, mezarlığın sükûneti, hafif rüzgârın ağaçlarda çıkardığı tatlı uğultu, cırcır böc eklerinin
bitmek tükenmek bilmey en Ģark ıları, çalı-çırpı ateĢinin ac ı duman kokusu ve Aynalı Baba‟nın „Ģato‟sunun
huzurlu bahçesi benliğimi esir etmiĢti. Ġsli cezve kahvesini içerken uyuklayacağımı ve a‟mak -ı hayale
dalacağımı zannediyordum. Tam aksine acı kahveyi içtikçe gözlerim iyice açıldı.
Uyumuyordum ama baĢımda müt hiĢ derecede bir dönme vardı. Âdeta alkol almıĢ gibi sarhoĢluk haline
girmiĢtim. Nereden geldiğimi ve nerey e gittiğimi unuttum. Kendimi orta çağ A vrupa‟sında bir Ģato
bahçesinde buldum. Muazzam büy üklükte bir Ģatom vardı ve ben bir lord idim. Bir Ģeye çok kızmıĢtım ama
neye kızdığımı bilmiyordum.
Müneccim baĢ ını çağırttım. Sivri külahlı mü neccim cüppesiyle gelip önümde eğilerek “Emredin lordum”
dedi. Müneccimin yüzünü görünce neye kızdığımı hat ırladım ve düĢünce suçunu yüzüne ok udum:
“Duy duğuma göre dünyanın yuvarlak bir top gibi olduğunu iddia ediyormuĢsun. Bir de döndüğünü
söylemiĢsin. Ay, güneĢ ve y ıldızların dünyanın etrafında dönmediğini de etrafa yayıyormuĢsun. Tanrı‟nın
yarattığı sınırlı evrene Tanrı gibi sınırsızdır demiĢsin. Tanrıdan baĢka her Ģey sınırlı ve sonludur. Sen
bunu nas ıl inkâr edersin? Kilisenin bilimsel öğretilerine nasıl bid‟at karıĢtırırs ın?. . Ben seni saçmalaman
için mi besliyorum? ”
Celladı çağırdım, “Uçurun Ģunun baĢını” diye bağırdım. Müneccim hiç ses çıkarmadan tam bir kahraman
gibi baĢ ını kütüğe uzattı ve balta havaya kalkıp indiğinde burnuma taze kan kokusu g eldi.
Uyumadığım halde uyandığımı hissettim. BaĢımın dönmesi geçmiĢti. Burnum kanıyordu. Mendilimle
sildim. Aynalı Baba‟nın baĢ ında biraz önce baĢını kestirdiğim müneccimin sivri külahı vardı. Ben “hayalin
derinlikleri”nde iken baĢ ına geçirmiĢ olmalıydı.
“Erken öt en horozun baĢ ını keserler nûrum” dedi ve sustu.
O gece baĢka bir Ģey söylemedi. Açıklama yapmasına da gerek yoktu. “Ârif isen anla” der gibi yüzüme
bakıyordu. E vrenin derinliklerine yaptığımız seyahatte ancak aklımın alabileceği kadar kozmos sı rlarını
açtığını, gerisini ise zamanın ve bilim adamlarının aç ıklayabileceğini ifade etmek istiyordu. Zahiri
bilimlerde sûfiler keĢiflerini âdetullah (Allah‟ın sistemi) gereği gizlemek zorundaydılar. Çünkü âdetullah‟da
hiçbir Ģey aklı ve bedeni çalıĢtırmad an elde edilemez di. Bu nedenle Resuller ve Velîler, kozmik gerçekleri
ancak hikaye ve iĢâretlerle mec âzî anlatım yöntemiyle ifade etmiĢlerdir. Ben de evren hakkındaki bilgimde
zamanımın akıl ve bilim düzeyi ile yetinmek zorundaydım.
Vakit bir hayli ilerlemiĢti. Aynalı Baba beni mezarlığın kapısına kadar uğurladı “Ġyi geceler Lord‟um” dedi
ve döndü gitti.
Bu idam sahnesi dün sabahki evrensel gezimizin değerlendirmesi olmuĢtu.
E ve gelmiĢ ve annemin mutlu bakıĢları alt ında uyumuĢtum.
2. KERVAN NE REYE GĠDĠY OR?
Bu sabah yine mezarlıktayım.
DıĢ ı isli, içi kalaylı bakır cez venin kahvesinden henüz bir yudum almıĢtım ki duyduğum Ģiddetli çığlıkların
gürültüsüyle ayağa fırladım. Yine Hindistan‟da bir Ģehzâde idim. YaĢlı bilgeyi çağırdım, Bilge geldi.
Çığlıkların sebebini sordum. Derin bir ah çekerek cevapladı:
“Sayın kutsal ġehzadem. Çok eski zamandan beri ülkemize yedi baĢlı bir ejderha mus allat olmuĢtur. Her
yedi yılda bir gelir ve halkı meydanda toplar. „Bu kervan nereden geliyor ve nereye gidiy or‟ diye sorar.
Kimse cevap veremez. Bunun üzerine ceza olarak yedi genç kızı ve yedi delikanlıy ı kurban olarak yutar;
„Yedi sene sonra tekrar geleceğim. Sualime yine cevap alamazsam kurbanlarımı hazır tutun. Sualimin
cevabını da Kaf Dağı‟ndaki Anka‟dan öğrenirseniz siz i bağıĢlarım‟ der ve kaybolur. Bu gün sual günüdür.
Çığlıklar da seçilen kurbanların akrabalarının feryatlarıdır.”
Ġçimde aniden kahramanlık duygus u yükseldi. O an Kaf Dağı‟na gidip sualin cevabını alıp gelmeye ve
ülkemi ejderha canavarından kurtarmaya karar verdim. PadiĢah babam ve sultan annem gözyaĢlarına
boğulup yalvardılarsa da hiç kimseyi dinlemedim. Hemen yola çıktım.
Halk elimi eteğimi öperek beni surların dıĢına kadar uğurladılar. Yanıma yaĢlı bilgenin oğlu yiğit Bahadır‟ı
da almıĢtım. YaĢlı bilge bize Himalaya dağlarının eteğinde inzivaya çekilmiĢ aksakallı bir münzeviye
gitmemizi, Kaf Dağı‟nın ve Anka‟nın yerini ancak onun bildiğini söyledi.
Birkaç yıl Himalaya dağlarında aksakallı bilgeyi aradık sonunda bulduk. Daha ot urmadan hikâyemi
anlattım. Hiç cevap vermedi. Hiç merhamet göstermedi. Bahadır ile bir y ıl her türlü hizmetini yaptık. Saygı
ve edebimizle gözüne girdik. Ġlk defa ağzını açtı ve bize;
“Ey kahraman fakat akıls ız insanlar.
Hepiniz renkli bir hayal aleminde yaĢıyorsunuz, fakat fark ında değilsiniz.
O ejderhayı sizlerin ahmaklığınızdan doğan düĢünce dumanları yarat ıyor.
Akılsızlık ve ahmaklıktan ay ılsanız, ilim ve irfanla kafanızı doldursanız, hayal âleminin ejderlerinden
kurtulurs unuz.
Her yedi yılda bir biraz ayılır gibi olup
„ben nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?‟
diye düĢünüyors unuz.
Fakat bu düĢ ünce sizi rahats ız edince yine gafleti tercih ediyorsunuz.
Ama dünyanın düzeni bu.
Her zaman ak ılsızlığın ve ahmaklığın dumanı birk aç uyanığın gerçek âlemini görünmez kılar.
Hırsınız dünya olmuĢ, cehaletiniz ejderha.
Kendi dünyanızda kendi ejderhanıza yutuluyorsunuz” dedi.
Ġçimden sabırsızlanıyordum. Aksakallı bilgeyi boğasım geliyordu. Biz can derdindeydik, o felsefe yapmak
derdindeydi. Belki bir ipucu yakalarım ümidiyle ed ebimi bozmadan dinlemey e o da konuĢmaya devam etti:
“Oğlum biz her ne kadar bilgeysek de Kaf Dağı‟nın nerede olduğunu bilmeyiz. ġimdi siz buradan yedi ay
uzaktaki Milest Ģehrine gidiniz. Orada bir kuyu var. Ağzındaki taĢ kapak bazen kendiliğinden aç ılır.
ġansınız yaver giderse size de açılırsa içine gir. Kuyunun dibinde bir saray vardır. O sarayın içinde durup
dinlenmeden her odas ını ara. Bir köĢede mermer sandık içinde bir levha vardır. Onu bulurs an üzerini oku
belki sualin cevabı odur. ”
Zoraki de olsa sabrım sayesinde bir ipucu daha yakalamıĢtım. Ak sakallının elini öperek hemen yola
çıktık. Bir yıl sonra Milest Ģehrini ve kuyuyu bulduk. Ama taĢ kapak açılmıyordu ve elle açmak da mümkün
değildi. Günlerce orada bekledik. Yedinci gün bir bilge daha gelip k uyunun baĢına ot urdu. Kendisine bir yıl
hizmet edersek kapağın açılıĢ Ģifresini öğreteceğini söyledi. Bahadırla bir yıl da ona hizmet ettik.
Ġçimiz yine hırstan kaynıyordu. Eli boĢ ihtiyarların maskaras ı olmuĢtuk sanki. Amacımız uğruna saygıda
kusur etmeden zahiren hizmet ettik. Nihayet aksakallı bir yıl dolunca konuĢmaya baĢladı.
“Ey kahraman fakat düĢüncesiz insanlar.
Buralara kadar boĢuna gelmiĢsiniz.
ġu dıĢarıda zannettiğiniz dipsiz kuyunun aslı, aslında, sizin kafanızın içindedir.
Ağır taĢ da düĢünmenizi engelleyen günlük yaĢamın ç ıldırt ıcı hengâmeleridir.
Ağır düĢünce blokajından kurtulup da kendi kuyunuza girmeyi becerebilseniz, kafanızın içindeki yüz bin
odalı ilim ve irfan odalarını gezebilseniz, Ģimdi buralarda rezil olmazdınız.
Aradığınız cevap da yine kafanızın içindeki levhalarda yazılıdır. Ama siz okumayı nereden bileceksiniz”
dedi ve kuyunun baĢından kalktı gitti.
Kuyu baĢında Bahadır‟la üz üntü ve kandırılmıĢlıktan dolayı yığılıp kalmıĢtık. Ġhtiyar bizi bir yıl köle gibi
kullanmıĢ ve kaçıp gitmiĢti. Kafamın içinde nas ıl bir kuyu var diye düĢünmeye baĢlar baĢlamaz, dıĢarıdaki
kuyunun da ağır taĢ kapağı açılmaya baĢladı. ġifre benim aklımı çalıĢtırmamla, tefekkür boyut una
girmemle ilgili olmalıydı. Birkaç saatlik tefekkür halinden sonra t aĢın tamamen aç ıldığını gördüm.
Aslında iki seçeneğim vardı. Ya özümdeki derin boyutlara yönelip ejderhanın suallerine cevap alacaktım
ya da dıĢ ımdaki Ģu anda önümde duran kuyuya girip cevapları bulacaktım. Ġkisinden de alacağım cevaplar
aynı olmalıydı.
Ġçimdeki kuyulara girmekten korktum. Çünkü içim dıĢ evrenden çok daha fazla girdaplıydı. Girdapların
birisinden kurtuls am diğerine yakalanırdım. DıĢ evrende ise her girdabın birkaç çık ıĢı vardı ve dıĢımdaki
kuyuya girmeye karar verdim.
Kuyunun dibine indi m. Saray ı buldum her odasını aradım. Mermer sandığı bulup levhay ı aldım ve dıĢarı
çıktım.
Levhada iki gazel (bir tür divan Ģiiri) yazıyordu. Levhay ı elime aldım ve okudum.
3. SIRRIMDA N BANA HĠTÂB
Matla-ı Ģems-i hüviyyet menĢe-i ek van benim,
Menba-ı ma‟nâ‟yi kesret mahzen-i ebdan benim.
Hakikat güneĢinin doğduğu, var oluĢun kaynağı Ben‟im. Var oluĢ un sonsuz çokluğu benim tek‟liğimin
yankılanmalarıdır. Varlığınızda var olan tek hazine Ben‟im.
Ben O‟yum ki; kendi emrimden yarattım âlemi,
Hep Ģüûnumdur bu mevcud, dehr-i bî pâyan benim.
Algılayabildiğiniz ve algılayamadığınız sonsuz âlemler tüm boyutlarıyla Ben‟im sanal varsay ımlarımdır.
BaĢı, ortası ve sonu “olmayan zaman” Ben‟im.
Ben O‟yum ki lâ-mekânım, lâ-zamanım, lâ-kuyud,
Her zamandan, her mek andan müncelî imkân Ben‟im.
Ben‟de zaman ve mekân yoktur, Ben‟de olmay ınca Siz‟de olur mu?
Ben‟i, benden baĢka bilecek, tekliğimi yalanlayacak olan mevcut değildir. Kayıtsızlığım, bağıms ızlığım ve
özgür iradem bu anlamdadır. Her olay ve oluĢta Ben‟de n baĢka var olabilec ek yoktur.
ArĢ ben‟im, Kürs î Ben‟im, âsûmân-ı seb‟a ben‟im,
Madde vü-cevher-ü uns ur, câmid-i hay van Ben‟im.
Varlığın sınırı ben‟im. BeĢeri düĢünce boyutunun bittiği sınır ben‟im. Varlık boyutlarının, nefs boyutlarının
tek hakikati ben‟im.
Madde olarak algılanan, öz olarak bilinen, cans ız -Ģuursuz görünen, canlı olup da düĢüncesiz gibi
davranan yine ben‟im.
Nûr-i mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-i ıtlak-ı Nûn,
Hem rûhum, hem melâik, Âdem‟im, insan Ben‟im.
Ben ve Ben‟den baĢka bir Ģey olmayan varlık tek hakikattir.
Kün‟deki (ol emrindeki) nun harfinin noktası Ben‟im.
Nokta; tek‟liğimin ve Çok‟luğumun imzasıdır.
Ruh, melekler, Âdem ve ins an benim en muazzam sırlarımdır. Ben onların bilinmesi ile zâhirim.
Ben O zât-ı mutlakım ki; vasf-u fi‟limle ıyan.
Ey!.. Hâlık-ı zi-Ģan Ben‟im, Rahman Ben‟im.
Var oluĢ ve var oluĢlar Ben‟im zât ımdır (hakikatimdir, özümdür).
Ben‟den baĢka da zât yoktur.
Zâtımın görünüĢ ü “oluĢlar”dır.
Ey Hak‟kı arayan! ġanlı ve Ģerefli yarat ıcı ben‟im. YaratıĢ ımdaki Ģan ve Ģeref tekliğimden dolayıdır,
baĢkalarına göre değil.
Varlık Rahman özelliğimden baĢka bir Ģey değildir.
4. BENDEN S IRRIMA CEVAP
Ben O‟yum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretin,
Ben O‟yum ki benliğimden zâhir olmuĢ vahdetin.
Kendimi bir nokta zannediyorum,
fakat bir nokta‟nın sonsuzluğun ve kudretin tam bir tecellisi olduğunu da biliyorum.
Nokta olan benim bilincim,
sonsuz çokluğun ve sonsuz zıtların
sadece mânâ çokluğu olduğunu bilmektedir.
Bu sırra dayanarak „vahdet ilmi‟ vardır diyebiliyorum.
Farzedersem benliğim senden cüdâdır ey vücûd,
Vehm-i mahzım, hiç vücudu var mı ma‟dumiy etin.
“Ben” dediğim varlığımı
sınırsız ve sonsuz tek varlıktan baĢka bir Ģey zannedersem
bu sırf bir hayal olur.
Asla var olmamıĢ yokluğun
asla varlığı olmaz.
Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç,
“Fakru fahri” eldedir ferman-ı vahdaniyetin.
“Ben” öyle bir yokluğum ki,
bedenim ve ruhum ve bilincim dahi mevcut değildir.
Eğer bedenim, ruhum ve bilincim olsaydı onlar “senin” olurdu
ve “ben” de bir fakir olurdum.
Ama, maalesef ki fakir olabilec ek kadar dahi bir varlığım mevcut değil.
Bu durumda fakir de olamıy orum.
Hiç de olamıyorum.
Resulullah a.s.‟ın “Yokluğumla iftihar ederim” sözünü,
O‟nun tevazu icabı “ben yokum” demesi gibi anlama!
O söz
kendisinden baĢkası olmay anın
“Siz yoksunuz var olan ben‟im” fermanından baĢka bir Ģey değildir.
ArĢ-ü kürsî, arz-ü eflâk hep senin emrinle var,
Suhf-i ek van dest-i takdîrinle mektup âyetin.
ArĢ (sınırsız üst bilinc)
ve
kürsî (fiziksel evren bilinci)
ve
yeryüzü (insanın bedeni)
ve
gökler (insanın düĢünce gücünde açılan sonsuz esmâ boyutu)
tek nokta olan tek varlığın emr‟idir, ilmidir.
(Suhf-i ek vân/“varlık boyutları”),
bir kitabın sayfaları gibidir ve sayfaların toplam ına kitap denir.
Harfler heceleri, heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri,
cümleler paragrafları, paragraflar sayfaları, sayfalar bölümleri,
bölümler de kitabı oluĢturur.
Her aĢama aynı varlığın farklı mânâlarının tecelligâhıdır.
Tüm mânâlar tek mânâ olan “Allah” ismi ile iĢaret olunandır.
Kitapta kaç tane âyet var?
Saymaya ihtiyaç ve lüzum var mı?
Kitapta bir tek âyet var.
Onu dilediğin mânâ formatlarıyla dilediğin sayıya kadar adetlendirebilirsin.
Ama okumay ı bilenler
her çağda
sadece
“bir âyet ” okur.
Sen o zât-i bî-niĢ ansın, lâ-mek ânsın bî zaman,
Her ne varsa fi‟l-ü evsâfın, kemâl -i kudretin.
Sen,
senden baĢka varlık olmadığı için “bilinemeyensin”.
Sen,
senden baĢka varlık olmadığı için “mekân” yaratmayans ın.
Sen,
senden baĢka varlık olmadığı için “zaman” yaratmayans ın.
Bundan dolayı sana kulluk edecek bir mekanın ve zamanın olmas ından “münezzehsin”.
Zaman, mekan ve varlık olarak her neye var diyorsak,
ancak senin senden ayrı olmayan mânâlarındır.
Yaratmak sırrındaki;
“baĢka olarak yaratmamak ilkesi”
kudretinin zirvesidir.
Sen O mevc ûdsun ki senden bir diğer yok müncelî,
Her vücûda oldu kayyûm, sırr-ı mevc ûdiyetin.
Sen öyle bir varsın ki;
var olan ve algılanan sen‟den gayrı değildir.
Algılayan; sem‟î ve bas îr de sensin.
Kayyumiyet;
(varlığının baĢkası tarafından yarat ılmamıĢ olmas ı)
her noktanın varlık sırrı oldu.
Ġki gazeldeki mânâlardan hiçbir Ģey anlamamıĢtım. Anlamamak bir yana içlerinde K af Dağı‟nın ve Simurg
Anka kuĢunun isimlerinden tek harf dahi geçmiyordu. Kuy unun baĢından ayrıldık. Yıllarca yüzlerce Ģehir
gezdik. Dağı ve kuĢu ne bilen vardı ne de gören. Sonunda görkemli bir kente geldik. Handa dinlenirken
tellalların bağırmalarını duyduk. ġöyle diyorlardı:
“Ey ahâlî!.. Kim ki Milest hârâbelerindeki kuyuda sak lı bulunan levhayı getirir de âlimlerin reisine verirse,
karĢılığında üzerinde baĢka bir sır yazılı bir levha alacaktır!..”
Hemen âlimlerin reisini buldum. Yanımdaki levhay ı verdim. Sevinçten boynuma sarıldı ve kendisindeki
levhayı da bana verdi. Levhaya baktım; bunda da bir Ģiir vardı:
5. KENDĠNE DOĞRU
Âlemde meĢ hud olan bu devran,
Tekâmül içindir, kemâle doğru.
Ġç dünyandaki düĢünce akıĢları
ve dıĢ dünyandaki olayların sonsuz tekrarında bir amaç vardır.
Amaç her olayın sonucunu gözlemek
ve ondan ders almak değildir.
Bu devranın amacı birimlerin bilincini olgunlaĢtırmaktır.
Küllî bilinci anlayabilecek kapasiteye yükseltmektir.
Her nokta cevvâl, her zerre raksan,
Uçup giderler, visâle doğru.
Her nokta (bilinç, birim, birey) her an faal haldedir.
Çünk ü var oluĢ sistemi her an silinip,
daha da mük emmelleĢmiĢ olarak
bir an sonra tekrar var olmaktadır.
Bu gidiĢ
her noktanın „vis âl‟i olan
„kendi hakikatini anlayıĢ a‟ doğrudur.
Ekvan, insan koĢup giderler,
Tutulmaz, kapılmaz hayâle doğru.
Varlık âlemleri ve insan
sonu olmayan mükemmelliğe doğru sürekli geliĢmektedir.
Ġnsan isen, gel matlûbu anla,
Yorulma gitme Celâl‟e doğru.
Ġçgüdülerinin, duyularının ve basit toplums al alt bilincin güdümünden çık arak
„insan bilinci‟ne ulaĢ.
Celâl‟den yansıyan çokluk gazabının girdabına kapılma.
Tek‟in çok gibi görünmesindeki arzuyu anla.
Olayların ve düĢüncelerin içine dalıp da
„her Ģey O‟nu anlatıyor‟ gibi tefekkürlerle vakit kaybetme.
Sonsuza kadar, sonsuz tecellileri incelesen
yine de önüne sonsuz sayıda sonsuz gelir.
Ve senin bilincini „celal tecellisi‟olarak boğar.
Ufk-i ezelde doğan bir GüneĢ,
Gider mi acep zevâle doğru.
Ezel boyutunda hiç doğmayan, hiçbir zaman ölmez.
Sen doğmamıĢ olan GüneĢ‟sin
ve „yok‟ olamayacak özelliktesin.
Geçen her an için;
„ey vah ömrümden bir saniye daha gitti diye üzülme.‟
Gitmek ve geçmek yoktur. Her an mükemmelleĢmek vardır.
Ġfâte etme kıymetli vakti,
Çevir yüzünü Cemâl‟e doğru.
Akrebin ve yelkovanın hareketine vakit denir.
Senin vaktin o değil.
Senin vaktin, beynindeki düĢünce gücüdür.
Beynini ve düĢünceni boĢa harcama.
Cemâl‟den doğan tek‟lik ilmini ancak bu bedenle
ve bu dünya yaĢamında elde edebilirsin.
Kalbe dönüĢmüĢ aklının gücünü
Celâl perdesinde çoklukta görünen Cemâl tek‟liğine çevir.
ġiirdeki anlamlar hayretimi uyandırdı. Fakat derdimi yine halletmemiĢti. Âlimlerin reisi de bendeki Ģiirleri
okudu. Onun da aradığı sualin cevabı orada yoktu. Beraberce Serendip adas ına gitmeye karar verdik.
Aylarca yürüdük. Serendip adas ında Hz. Âdem‟in indiği yalnızlık tepesini ve o tepede yalnız yaĢayan en
büyük ârifi bulduk. Elimizdeki levhaları ona verdik. Aradığımız cevapların suallerini arz ettik.
6. CEVAPLAR
En büyük ârif bize aradığımız cevapları bizden hiçbir hizmet istemeden verdi. Önce benim k ulağıma
eğilerek;
“Birinci levhadaki Ģiirler Kaf Ġle Simurg Anka‟yı bildiriyor.
ġiirlerde anlatılan sonsuz özelliklerin sahibi Kaf harfi ile anılır.
Kaf; sonsuz âlemleri ilminde ilmi ile var etmiĢ olandır.
Simurg Anka ise Kaf‟ın sonsuz tecellileridir.
Her tecellî Kaf‟dır.
Kaf kendi hakikatini unutunc a simurg Anka adını alır
ve aslı olan K af‟ı aramaya baĢlar.
Simurg Anka ve Kaf iki ayrı yerde, iki ayrı varlık değildir.
Sen Simurg Anka ve Kaf‟s ın.
Ġki isimden de sıyrılırsan Simurg Anka‟nın Kaf Dağı‟ na olan yolculuğu sona erer
ve kuĢ yuvas ına döner.
Yuvas ına dönmüĢ Simurg Anka‟ya da Ġnsan-ı Kâmil denilir.
Simurg Anka‟ya göre ikinci levhadaki Ģiir yedi baĢlı ejderhanın sualine cevap vermektedir.
Bize sonsuz ve sınırs ız görünen bu varlıklar âlemi
bir kervan gibi aĢk nûruna
ve aĢk sırrına doğru akıp gitmektedir.
Bu gidiĢ, bu yolculuk, durmak bilmeyen bu hareket
ezelî ve ebedidir.
Bu kervan Hak‟kın kendinden gelip
yine kendine gitmektedir”
dedi. Sonra âlimlerin reisinin de aradığı cevabı verdi. Memlek etlerimize döndük.
Yolculuğa çıkalı yedi yıl olmuĢtu. Yarın son gündü ve ejderha gelecekti. Halk bizim dönüĢümüzden ümidini
kesince kurbanlarını hazırlamıĢ ve gözyaĢlarıyla beklemekteydi.
Ejderha geldi. Ben de karĢıs ına çık ıp cevaplarının haz ır olduğunu söyledim. Eğer cevaplarım yanlıĢsa
hem beni alacak hem de kurbanların sayısını yetmiĢ kıza ve yetmiĢ erkeğe çık arac aktı. Tekrar düĢünmemi
ve son kararımı vermemi istedi.
Cevabımı yüzüne karĢı haykırdım:
“Ey ifrit!
Her an olgunlaĢmakta olan bu varl ıklar âlemi,
durmadan yürümeye mahkûm bu kervan,
hayalin dahi kaps ayamayacağı eĢsiz sırra,
ilâhî cemâlin her Ģeyi kendine çeken nûruna doğru koĢup gitmektedir .
Bu kervan kendinden gelip kendine gitmektedir.”
Cevabı alan yedi baĢlı ejderha korkunç bir çığlık atarak alevler içinde kaldı. Alevler sönünce bir de bakt ık
ki o ejderha genç bir kıza dönüĢtü.
Genç kız önümde saygı ile eğilerek ;
“Ben Ġlâhî Kudret‟in var ettiği varlığın en güzeliyim. Fakat olaylar beni ejdere çevirdi. KurtuluĢum da senin
verdiğin cevaplara bağlıydı. ġimdiye kadar hiç kimse doğru cevabı verememiĢti. Bu andan itibaren
hizmetinizdeyim” dedi.
Ülkede bayram ilan edildi. Kurban olarak ayrılan yedi k ız ve yedi erkeğin düğünü yapılarak evlendirildi.
Ben de varlığın en güzeli olan kız ile evlendim. Yol arkadaĢım Bahadır vezirim oldu. Babam tahttan çekildi
ve ben ülkemin âdil hükümdarı oldum.
Çok uzun yıllar ülkemi yönettim. Bir gün eĢim ile birlikte at gezintisi yapıyordum. Atımın ayakları tökezledi
ve aĢağı yuvarlandım. Gözlerim acıd an fal taĢı gibi açılınca karĢımda Aynalı Baba‟yı buldum.
“HoĢ geldin Hükümdârım” dedi.
A‟mak-ı hayaldeki bir saltanatım daha sona ermiĢti. Mezarlıktaki otların üstünde yerde yuvarlanıy ordum.
En çok da dünya güzeli sultandan ayrı düĢtüğüme üzülmüĢtüm.
Aynalı Baba üzüntümü bildiği için;
“Üzülme.
Yedi baĢlı ejderha,
senin yedi boyutlu nefsindir.
Her nefs boyutun aslına döndükçe güzelleĢir.
Sonunda en güz el varlık olan nefs-i sâliha haline döner.
Fakat bu dönüĢte alevler içinde çok yanars ın.
Sonunda da nefsin senin hakikatinin önünde eğilerek hizmetine girer.
Nefsteki ikiliğin bitip sona ermesi hayal âleminde evlilik ve düğün -bay ram olarak görülür. Sen sultanın olan
nefsinle asıl Ģimdi buluĢtun”
dedi ve evime uğurladı.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (8. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Aralık 31st, 2007
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm
yedinci gün
AZAME T DE RYASI VE ULULUK GĠRDAB I
ikilik birlik içindir
1. EVRENSEL MUTLULUK
“Ġlim bir noktadır; onu cahiller çoğaltmıĢtır.” Hz. Âli
Bu gün Aynalı Baba son derece sevinçli idi. Sevincini daha da belirginleĢtirmek için külahına iki tane
büyük ayna parças ı ve cüppesine de iki adet sarı teneke kapağı yapıĢtırmıĢtı. Ona minnettar bir talebe
olarak derin saygı duyuyordum. Cüppesine iki tane teneke parças ı değil, iki tane gazyağı tenek esi taksa
yine de saygımda noksanlık meydana gelmezdi. Çünkü o benim frenk takım elbiseme, gömleğime,
kravatıma ve Ġstanbul beyefendisi imajımı yansıtan yanımda taĢıdığım bastonuma ciddi hürmet
gösteriyordu. . .
Sevincinin sebebini sordum;
“Bizim berber Hacı Molla‟yı bilirsin! Kedisi Pamuk yavrulamıĢ. Saf beyaz çok Ģirin bir yavrusu var” deyince,
ĢaĢkınlıktan tekrar sordum;
“Af buyurunuz azizim! Bir kedi yavrulamıĢ diye bu derece sevinmeye ne gerek var?”
“Sevgili dostumuz Pamuk hanımefendi çok Ģükür sağ salim doğum yapt ı, çektiği eziyetten kurtuldu.
Hayattaki en samimi dostları olan bizler sevinmey eceğiz de kimler sevinecek. Hem de Ģenlik yapacağız.”
Elimde olmadan Ģaka havas ı içinde sordum;
“Kedi yavrus u için ha? Bu saygıdeğer yavrunun adı konulduğunda da Ģenlik yapılacak mı?”
“Ġsmi konulmuĢtur. Fakat Hacı Molla ile tam dört saat münak aĢa ederek isminde karar kıldık”
“Dört saat mi uğraĢtınız?”
“E vet, ciddi konularda acele karar vermemek lazımdır. Önce Pamuk koyalım dedik. Annesinin ismi de aynı
olduğu için uygun görülmedi. Ak ismini de çağırma aç ısından münasip bulmadık. Ak, Ak, Ak derken ördek
zannedilip avcılar tarafından vurulabiliriz diye düĢündük. Farsça‟da ak anl amına gelen „sefid‟ ismini teklif
ettim. Hacı Molla çok kızdı. Çocukken okulda „Bahr -i Sefid‟in (Ak Deniz‟in Osmanlı Türkçe‟sindeki adı)
nerede olduğunu bilemediği için yediği dayak aklına gelirmiĢ, kabul etmedi. Kar ismi soğuk düĢtü.
Pamuğun Farsça‟sı olan Pembe ismini de kırmızıyı hatırlattığı için reddettik.”
“Siz ciddi olarak çok yorulmuĢsunuz”
“E vet yorulduk ama sonunda Zarars ız ismini bulduk. Çok hoĢ oldu.”
“Ve Ģenlik yapmak karar alt ına alındı.”
“E vet. Neden gülüyorsun? Sen hâlâ ciddi konular ile gayrı ciddi konuları birbirinden ayıramıyor musun? Bir
padiĢahın çocuğu doğsa bütün ülke bay ram yapıyor. Halbuki padiĢah çocuğu büyük ihtimalle Ģımarık,
cahil ve zararlı bir gelec eği vaat eder. Ġstikbalde hayırlı mı, Ģerli mi olacak bell i olmayan bir insan bebeği
için peĢin Ģenlik yapılıyor. Ġleride kesinlikle zarars ız olacak olan „Zararsız‟ için bizim Ģenlik yapmamız akla
ve mantığa daha uygundur. Zararsız‟ın dünyaya avdet etmesi iki insanın sevinmesi için yeterli sebeptir.”
Ġnsanların âdetlerini alaylı bir dille eleĢtirirken bile hikmetli dersler veren bu adama hayranlıkla bakarken,
ney üfleyip Ģiir söylemeye baĢladı. Kahveyi demleme görevi bu sabah bana aitti. Acemice ateĢ yakmaya
uğraĢtım. Dumandan gözlerim kızardı. Kendi demlediğim k ahveyi içmek de pek keyif veriy ordu.
Aynalı Baba‟nın gazelini dinlemeye baĢladım.
Ey dil (gönül)! Cihanda sen Ģu‟lezensin,
Meçhulü her ân tâyin edensin.
Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manz ûr (görünen) sensin!
Ey gönül! Varlık âleminde varlığının ıĢ ığını saçan sensin.
Bilinmeyeni her an açığa çıkaran sensin.
Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül ay nası sensin. Aynada görünen de sensin.
Vahdetle her Ģey, mâruf-i vicdan,
Vicdanla âlem, eĢyâ-yi insan,
Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manz ûr (görünen) sensin!
Her Ģey tek olduğu için akıl ve kalb tarafından bilinebilmektedir.
Ġnsan Ģeyleri (Esmâ tecellîlerini) küllî aklın ayırt etme gücüyle anlamaktadır.
Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül ay nası sensin. Aynada görünen de se nsin.
Bâtın tecelli eyler, Ģuûnda
Zâhir taayyün eyler, butûnda.
Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manz ûr (görünen) sensin!
Aklın ve gözün algıladığı olaylar varlığın iç yüzünün seyridir.
Zâhirin ayrı bât ının ayrı olmadığı yine bâtın ilmi olan ilmi ledün ile anlaĢ ılır.
Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül ay nası sensin. Aynada görünen de sensin.
Elvâh-i kavnin, tevhîdi sensin,
Ayât-i Hak‟kın, tec vidi sensin,
Âyine, eĢyâ (Ģeyler), manz ûr (görünen) sensin!
Kâinat levhalarının bir araya getirilmiĢ özeti sensin. Sonsuz boyutlar gönül aynasının çerçevesi içinde tek
bir öz olarak toplanmıĢtır. Hakkın hatasız okunan ayetleri sensin.
Esmâ tecellîleri (Ģeyler) sensin. Esmânın görüldüğü gönül ay nası sensin. Aynada görünen de sensin.
Aynalı Baba insan gönlünün muazzamlığını Ģiir halinde okurken uyumuĢum.
2. ĠKĠ‟DEN B ĠR‟E MĠ‟RÂ C (YÜKSE LĠġ )
“Cablisa Ģehrine kervan kalkıyor. Yolcular akĢama kadar katılsın. Gelen gelir, gelmeyen kalır!” diye
bağıran tellalların gür sesiyle uyandım.
Aklım ve Ģuurum tam yerindeydi. Fakat a‟mak-ı hayalimdeki bir boyutta o âlemin bir ferdi olarak var
olduğumu da biliyordum. Çok uzun yıllar yaĢadığımı hissedecektim. Belki bir yıl belki on yıl tam buralı gibi
kalacaktım. Aslında burada kaldığım süre dünya süresine göre birkaç saniye idi. Üst boyut Ģartları
bedenimizin ıĢık hız ında hareket etmesine izin veriyordu. Dünyada saatte on kilometre hızla on yılda
yapacağımız tüm olayları burada ıĢık hızıyla bir saniyede yapacaktım.
Hız ımı kontrol için odada yürüdüm. Yine saatte on kilomet re gibiydi. Hücrelerim, bedenim, diğer varlıklar,
üzerinde yaĢadığım gezegen, gezegenin güneĢi kısaca her Ģey ıĢık hız ıyla hareket ettiği için yürüyüĢ
hız ımı ay ırt edemedim.
Odada ĢaĢkın ĢaĢkın dolanırken aynada kendimi gördüğüm an çığlığı kopardım. BaĢımın ortasında tek
gözüm vardı. Hemen altında tek kulak, onun alt ında tek burun deliği duruyordu. Göğsümün ortasından ise
tek kol çıkıyor, tek bacağım vardı ve zıplayarak yürüyordum.
Çığlığı duyan eĢim odanın kapısını açıp içeri zıplayarak gi rdi. Onu ve kendimi yan yana görünce gülmeye
baĢladım.
EĢim özlemle yüzüme bakarak; “Tabii ki önce sevinç çığlığı ardından da mutluluk kahkahaları gelir. Ben
de senin gibi organlarımı çift hale getirmek için yola çıkıyor olsaydım ben de gülerdim. Hay di! E Ģyalarını
hazırlayalım da kervana yetiĢ” dedi.
GümüĢ evden çıktım. Herkes benim gibi tek organlı idi. Ġki ayaklı bir merkebe binerek Ģehir dıĢına doğru
yöneldim. Tüm Ģehir gümüĢtendi. Kervana yetiĢtim. Birisinin yanına sokularak arkadaĢ oldum. Sordum:
“Burası hangi Ģehir?”
“Burası GümüĢ Cablisa Ģehri.”
“Nereye gidiyoruz?”
“Altın Cablisa Ģehrine.”
“Kaç günde varırız?”
Altın Cablisa‟ya yedi yılda varırız.”
“Niye gidiyoruz?”
“Ġki gözlü, iki kulaklı, iki kollu iki bacaklı olmaya, tek organlarımız ı ç iftlemey e gidiyoruz.”
Kervandaki geveze yoldaĢımla yedi yıllık yolculuktan sonra Altın Cablisa Ģehirine ulaĢtık. ġehirde bizim
kervanı gören halk sokaklara fırladı. Çift organlı olan insanlar bizimle eğlenmiyorlardı. Samimi bir dille;
“MaĢallah! MaĢallah! Tek gözlü kalmaya razı olmayanlar, tek bacakla zıplamak istemeyenler, tek kolla
tutmak istemeyenler hoĢ geldiniz. Çift olmaya hoĢ geldiniz” diyerek iki elleriyle alk ıĢ tutuyorlardı.
Buraya gelmeyi hak etmiĢtim ama nasıl hak ettiğimi de bilmiyordum. Bir a n önce teklikten kurtulmalıy dım.
Altın Cablisa‟da bizim onurumuza kırk gün Ģenlikler düzenlendi. Son gün aksakallı bir bilgenin
rehberliğinde toplandık. Çok bilgili görünüyordu. Yedi yıldan beri tek organ çift organ dıĢ ında bir tek konu
konuĢmadığım için patlamak üzereydim. Bilgenin yalnız olduğu bir anda yaklaĢtım.
“Efendim ben kendi özüme seyahat e çıkmıĢ birkaç saniyede on yıl yaĢayan, bir saniyede on yıllık yol kat
eden bir zaman yolcusuyum” dedim.
Bilge tuhaf tuhaf yüzüme baktı,
“Senin aklın yerinde mi evlat? Tek bac ağınla saatte beĢ kilometreyle zor zıplıyorsun. Hızlı zıplaman ise on
kilometre saattir en fazla.”
Beni anlamas ını umarak;
“Gerçekten efendim ben baĢka bir dünyada tam organlı Râci isimli bir beyefendiyim.”
“BaĢka düny a mı? Sen tam zırdelisin. Yüce Tanrımızın tek bir dünyası vardır. Oras ı da burasıdır.
Düny amızda iki Ģehir vardır, GümüĢ Cablisa ve Altın Cablisa. GümüĢ Cablisa‟da bin yıl hiçbir Ģey
konuĢmadan çift organ olac ağım zikrini yapan buraya gelmeye hak kazanır. Burada çift organ lı olur ve
ebedi Ġrfan Cennetinde kalır.”
“Ġrfan Cenneti nerede?”
Bilge eliyle iĢaret etti. O yöne doğru yürüdük.
ġehrin sınırına geldik. Aklım gördüğü manzara karĢısında donma derec esine geldi. Yerden itibaren bir
derya sonsuz gökyüzüne uzanıyordu. Bir tek damla bile damlatmayan sonsuz yükseklikte su duvarı
görüyordum. Bu Azâmet Deryas ı idi.
Su duvarının çevresinde yıllarca yürüdük. Tecellî ġelalesi‟ni ve Ululuk Girdabı‟nı görecektik. Nihayet
amacımıza ulaĢtık
Azâmet Dery ası‟ndan daha fazla aklı donduran bir manzarayla karĢılaĢtık. Sonsuz su duvarının tam
ortasından yüz kulaç geniĢliğinde „Tecelli ġelalesi‟ fıĢkırıy ordu. ġelale yere doğru inceliyor ve kuru bir
fındık kabuğunun içine doluy ordu. Eğilip kabuğun içine baktım, kupkuruy du. Tek daml a su yoktu.
Bilge hayretimi anlamıĢtı. Akıl almaz olayı anlattı.
“Azâmet Deryası‟nın suyu sonsuz geçmiĢten beri Tec elli ġelalesi ile Ululuk Girdabı olan fındık kabuğuna
dökülür. ġimdiye kadar ne Azâmet Deryas ı‟nın suyundan bir damla eksildi ne de Ululuk Girdabı‟nın
kabuğu doldu. Ezelden ebede böyledir.
Ululuk Girdabı ile Tecelli ġelalesi‟nin yanında birkaç yıl kaldık. Ġlk günlerdeki ak ıl donukluğum, hayretim
azalmıĢtı. Hatta son günlerde akla hayale sığmayan manzaralar basit gelip hiç ilgimi ve dikkatimi çekmez
oldu. Buralara boĢuna gelmiĢim diye düĢünmeye baĢladım.
Rehberimize “ġu sonsuz derya sonsuz zamandan beri Ģu fındık kabuğuna akıyor. Fındık kabuğu
dolmuyor. Bu ne anlama geliyor. Bize ne anlatmak istiyor?” dedim.
“Gördüğün Ģey gördüğündür. Hiçbir Ģeye iĢaret etmez. Bu sonsuz deryadır, bu fındık kabuğudur bu da bir
Ģelaledir. Sen ne arıyorsun, anlayamadım” dedi.
Bu boyutta her Ģey sonsuz ve sınırsızdı. Fakat olaylar ve sözler tek anlamlıydı, anlam içinde anlamlar
yoktu. Ġnsanların mantık yapıların da bir olaydan ya da sözden anlam çık armak yoktu. Doğmak, ölmek, var
olmak, yok olmak, mutluluk, mutsuzluk gibi olaylar ve kavramlar yoktu. Aksakallı bilgenin bilgisinin bize
göre çok yüzeysel olduğunu fark ettim.
Belki de “Ġlim” onlar için “tek bir nokta” halinde tecelli ediyordu.
Bizim boyutta olaylar ve kavramlar zıtlarıyla mevc ut olduğu için iĢaretlerle, mecazlarla “çoğaltmıĢ”
olabilirdik.
Kafam karıĢ ık halde iken dünyada asla duyamayacağım Ģiddette gürültü meydana geldi. Sesin sonsuz
Ģiddetinden bayılmıĢız. Ayıldığımız zaman tek olan vücut organlarımız ın iki olduğunu fark ettik. Sevinçten
birbirimize sarıldık.
3. BĠR‟DEN ĠKĠ‟YE NÜZUL (ĠNĠġ )
Bilge bizi halka halinde oturttu. Bana dönerek “Anlattığın ak ıl dıĢı Ģeylerden arkadaĢları na da bahs et,
meydan senin” dedi.
Anlamayacaklarını bildiğim halde, normal bedene dönmenin verdiği sevinçle bizim boyuta göre tuhaf olan
manzaralardan ne anladığımı özetledim:
“Önce organlarım iki idi. Bu âleme geldim teke düĢtü. Altın Cablisa‟da yine ik i oldu. Organlarımın görünüĢü
ve sayıs ı değiĢime uğradı ama düĢ üncelerim, bilincim, benliğim hep aynı kaldı. Ġki organla da aynı görüp
iĢitiyordum, tek organla da.
Sizin âleminizde sizlerle yaklaĢık on yıl geçirdim. Kendi âlemimde ise henüz bir saniye yaĢ amadım.
Sonsuz deniz Azamet Deryas ı bilincimizdeki sonsuz esmâ boyutudur. Fındık kabuğu; eski sûfîlerin kalb
dediği beynimizdeki düĢünc e merkezidir. DüĢünce merkezimiz görünüĢte fındık kabuğu kadar sonlu
sınırlıdır. Fakat sonsuz sınırsız olan Azamet Deryası‟nın tüm varlığını kapsayabilecek kapasiteye sahiptir.
Hatta tüm sonsuzluğu yutar da bir zerre yeri dolmaz.
Tecellî ġelalesi, esmâ boyut u ile düĢünce merkezimizi birleĢtiren tefekkür bağıdır.
Duyduğumuz muazzam ses;
insanın kendi hakikatini hat ırlama anıdır.
Yıllarca okumanın, üstadların ilmini hazmetmenin, hayatın maddi manevi çilelerini çekmenin sonucunda
yaĢanan “an”dır.
DüĢüncenin en keskin virajıyla kendine döndüğü “vuslat” saniyesidir.
Kul‟un kendi hakikati olan Hak ile vuslat anıdır.
Ġki‟nin bir ile aynı sayı olduğunu bildiği andır. . .”
Sevincimden sonsuza kadar konuĢ abilirdim. Fakat Altın Cablisa‟lıların uyku horultuları keyfimi kaçırmıĢtı.
Ak sakallı ihtiyar bilge de benim sohbetimden o kadar sık ılmıĢtı ki, sıkınt ıdan sakal tellerini yolu yordu.
Altın Cablisa‟lılar zaten teklik halindelerdi. Hiçbir zaman benim gibi iki olmamıĢlardı. Ġkiyi bilmiyorlardı. ġirki
bilmiyorlardı.
Ben hem ikilik cehennemini hem de teklik cennetini yaĢadığım için “Bir”lik edebiyatını “ikilik” lügati ile ç ok
iyi parçalayabiliyordum.
Altın Cablisa‟lılara acıdım. Hiç cennet halinden çıkmamıĢ olan bu zavallılara cennetin değerini nasıl
anlatabilirdim ki? Asla anlatamazdım, onlar da asla anlamazdı.
Kendi dünyama, kendi boyutuma dönmek istedim. Evet, isteğimi denetleyebiliyordum. DönüĢüm kendi
irademdeydi art ık. Biraz sonra gözümü aç acaktım ve Aynalı Baba‟nın mütebessim cemâliyle
karĢılaĢacakt ım.
Ve gözlerimi açtım.
Aynalı Baba;
“An içre on yıllık iĢ ve oluĢ icrâ eden ey Hak nûru! HoĢ geldin!” dedi. Kahvemi de önüme koymuĢtu.
Neyine üfleyip gazel okumaya baĢladı:
Hep ikilik, birlik için,
Bak iki göz, bir görüyor!
Birlik ise, dirlik için,
Bak iki göz , bir görüyor!
Cennetin en yüksek makamı olarak tanımlanan bilinç hâlinde “birlik” (Ahadiyet) ve “ikilik” (Ģirk) gibi zıt
kavramlar yoktur. Ġnsan cennetin en son makamına çıkmak için birliğin ve ikiliğin soyut olarak var olduğu
“dünya/beĢ duyu” halini “ömür” olarak tadar. Fakat soyutluk “madde” etkisiyle yaĢanır. Taktirinde olanlar
“dünya”nın bir rüya anı olduğunu fark ederek, birliğin ve ikiliğin olmadığı en son bilinç mert ebesinin
gerçeğine ererler. O mertebeyi anlatacak bir iĢaret kelimesi kullanmak gerekirse “AHA D” yazabiliriz.
Rûh-ü ceset, arĢ-ü felek,
Ġns-ü peri, cinn-ü melek!
Birlik için hep bu emek,
Bak iki göz , bir görüyor!
Ġnsan beyninin çalıĢma sistemi; bütünü parçalayarak (analiz) ve parç aları birleĢtirerek (sentez ) bilgi
üretmek Ģeklindedir. Bu iĢlemi yaparken de; var -yok, bir-iki, tevhid-Ģirk, siyah-beyaz, nur-zulmet,
aĢk-nefret. . .gibi iki tabanlı sayı sistemine day alı mantığı kullanır. Ġnsan‟ı ruh ve beden olarak analiz eder.
Aslında insan ruh da değildir beden de değildir. Ġnsanın tanımı yoktur. Zorunlu olarak bir tanım yazacak
olursak o tanım sadece “A HAD” olur.
Ruh, beden, arĢ, felek, insan, peri, cin, melek. . . ve diğerleri sadece “bütünün” parça imiĢ gibi anlatımı ve
tanıt ımıdır.
ġirkten eyle hazer,
Vaktini boĢ etme güzer!
Âleme bir eyle nazar,
Bak iki göz , bir görüyor!
DüĢünce gücümüzü önc e,
ikinin (Ģirkin) gerçekte var olmadığını anlamaya yöneltmeliyiz.
Sonra tek‟i anlamalıy ız.
Daha sonra da tek‟in iki‟nin iĢaretiyle varlık kazandığını çözmeliyiz.
Tek‟in mant ık dünyas ının zıtlarından biri olduğunu hissedip,
“AHA D” kelimesiyle iĢaret olunan “hal”i yaĢamalıy ız.
Âlemin (gerçeğin) bu bilgi penc eresinden seyredilmesi gerekir.
Sen de seni, sen de seni
Bil ki budur “allemenî”!
Birliğe gör can-u teni,
Bak iki göz , bir görüyor!
Sen sendesin… Sen baĢka bir Ģeyde değilsin. Hz. Âli‟nin “Bir harf öğretenin kölesi olurum” anlamı ndaki
“allemenî” sözünden maksat budur.
Can ve beden iki ayrı “Ģ ey” değil aynı “Ģey”dir. Küll (bütün, Ahad) ve cüz (parça) aynıdır.
Göz ikidir ama gözde gören birdir.
Aynalı Baba gaz eli bitirdi. Neyini koynuna soktu. Hiçbir Ģey demeden “sarayına” girip kapıy ı kapattı.
Ayağa kalktım. Fötrümü taktım. Kravat ımı düzelttim. Bıyıklarımın uc unu büktüm. Bastonumu elime aldım,
“Üsküdar‟a gideriken aldı da bir yağmur” Ģark ısını ıslıkla çalarak mezarlığın kapısına doğru yöneldim.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (9. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Aralık 31st, 2007
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm 8. Bölüm
sekizinci gün
EBEDÎ BĠLMECE
ruh bedendir beden ruhtur
1. ÂLEMLER VA TANIM, ĠNSANLIĞIN IZDIRABI RUHUMDUR
“Verrâsihûne fil-ilm”
“Ġlimde derinleĢenler ise, biz ona inandık, hepsi Rabbımız katındadır derler…”
Âl-i Ġmrân sûresi, âyet: 7
Sabahın alaca karanlığında mezarlıktayım. Aynalı Baba; “E vlat, ne olacak bu memleketin hali? MuhteĢem
Ġmparatorluk yok olmak üzere. Üç kıtadan geriye mendil kadar toprak kaldı. Onu da Ġstanbul aydınları
Amerikalıya mı Ġngilize mi kiralayalım diye tart ıĢıyorlar..
PadiĢahın eli kolu bağlı iradesiz yetkisiz halde, atası Osman Gazi Hazretlerinin mirası üstünde oturuyor.
Biz ise Ģu yıkık dökük mezarlıkta kaval çalıp ayakta hayal görüy oruz. Vatan elden gidiyor. Gafletten
uyanıp nice gafilleri de uyandırmak gerek değil mi?” diye, hiç beklemediğim bir tarzda konuĢtu.
Aynalı‟yı dünya iĢlerinden el et ek çekmiĢ bir ahret adamı zannediyorken onun ülke ve dünya siyasetiyle
yakın ilgisi beni ĢaĢ ırttı. Birden vatanperverlik hislerim kabardı. “E vet efendim! Bu uyuĢ uk milleti
uyandırmanın zamanı geldi” dedim ve oturduğum yerden sinirle ayağa fırladım, yumruğumu sıkarak
havaya kaldırdım.
BaĢımın ark asına topuz yapt ığım saç kafamın üzerinden atlay ıp burnuma indi. Burun kemiğim sızladı.
Saçımın topuzu çok sertti ve arasında değerli taĢlar vardı.
Çevreme bakındım. Yoksulluğun ve sefaletin kol gezdiği Çin diyarının Nankin ġehri halkından ilim ve
mârifet peĢinde koĢan, saçı topuzlu bir Çinli bir talebeydim. Halkım ise iĢgal altındaki ülkeyi kurtarma
peĢindeydi.
Yüce Çin kralımız Ġngilizlerin kuklası olmuĢ. YaĢlı âlimler ve bilgeler uyuklamanın adına tefekkür koymuĢ.
Zavallı halk aç sefil ne yapacağını ĢaĢırmıĢ. Benim ise içimde çözemediğim karmaĢalar var. Bu vatan
toprakları, bu halk, bu sefalet ve rezalet bana yabanc ı geliyor. Kendimi saht e vat ansever gibi
hissediyorum. Çinli olmak bana gurur ve Ģeref vermiyor. Kendimden ut anıyorum.
Köksüz ot gibi Ģehir Ģehir dolaĢ ıp içimdeki bilgelik açlığını bastıracak bir üstat arıyorum. Ama nafile. Çin‟de
yok. Nihayet yaĢlı bir adam aradığım Ģeyin Hindistan ormanlarında yaĢayan bir Brehmen rahipte olduğunu
söylüyor. Tarif ettiği yere gitmek imkansız diye üzülüy orken yaĢlı bilge minik fincanla nilüfer çayı ikram
ediyor. Bir yudum alıyorum, baĢım dönüyor, gözlerim bulanıyor. Çok aç olduğumu hissediyorum. BaĢımı
kaĢımak için elimi saçlarıma götürüyorum fak at kafam ustura ile kazınmıĢ parlak deri halinde. Nilüfer
çayından aldığım bir kaç yudumla özümdeki Hindistan‟a ve Brahman tecellime ulaĢtığımı hissediyorum.
Etrafıma bakıyorum, benim gibi yüzlerce Brahman rahip aday ı var. Hepimiz de Delhi Ģehrinden bu ıssız
ormandaki gizli tapınağa gelmiĢiz. Daha doğrusu Ġngiliz iĢgali altındaki vatanımız olan Hindistan için
savaĢmaktan kaçmıĢız. Amacımız ilim irfan değil, vat an uğruna çalıĢmaktan kaytarmak. Vatanım
Hindistan çok yoksul bir yer. Ailem, halkım hay vanlardan daha zor Ģartlar alt ında yaĢıyor. Ben ise içimde
aradığım bir gerçeğin peĢindeyim. Buradakilerden sadece benim amacım savaĢtan kaçmak değil, gerçeği
aramak. Yine de kendimi vatan haini gibi hissediyorum. Geride bıraktığım kardeĢlerim vatan aĢkıyla Ģehit
olup ebedi huzura kavuĢmak için uğraĢırken ben ise ne olduğunu bilmediğim bir gerçeği arıyorum. Çanlar
çalmaya baĢladı ve tapınağa girdik.
Ġlk ders baĢladı. Brehmen üstat ile karĢ ılıklı çok uzun müddet oturduk. Nihayet mezardan gelen iniltiye
benzer bir sesle bana hitap etti:
“Ey Çinli talebe! Derdin nedir? Ne arıyorsun?”
Ben Hindistanlıydım. Brehmen ise bana Çinli olarak hitap etti. Ġtiraz etmedim. Üstadın bildiği vardır deyip
sustum. Fakat derdimi hemen söyledim.
“Ebedî bilmeceyi. Ruhun hakikatini arıyorum”
“Herkes onu arıyor! Fak at onu diriler bulamaz. Sen ölmey e razı mısın?”
“E vet.”
Brehmen kulağıma eğilerek; “Yalnız kalacağın odaya git. Buraya tekrar gelmey e haz ır oluncaya kadar
„omm, omm, omm‟(*) diye zikir çek. Bunun anlamı „büyük ruh‟tur, büyük ruh ise senin vat anındır. Gerçek
vatanını hatırlay ıncaya kadar bu zikre devam et.”
Bir kiĢinin büzülerek oturabileceği karanlık odama girdim. Kapıyı üzerimden kilitlediler. Karanlığa
gömüldüm. Bir gün sonra duvardan bir delik aç ıldı. Ġçeri bir avuç kavrulmuĢ mısır ve bir fincan su uzattılar.
Hizmetçinin alaycı sesi;
“Bunlar hay vanlığı artıracak Ģeyler ise de henüz nefsi kırmaya ve perhize alıĢmadığın için birkaç gün
verilecektir!” dedi.
Yedi yıl bu karanlık hücrede kaldım. Günlük besinim olan bir avuç mısır ile bir fincan su bir müddet sonra
iki günde bir, bir yıl sonra üç günde bir, üç yıl sonra üç günde bir verilmeye baĢlandı. Harek etsizlikten
dolay ı bu kadarı dahi fazla gelmeye baĢladığı beĢinci yılda haftada bir avuç mısır yemeyi ve yirmi günde
bir fincan su içmeyi kendim tercih ettim.
Yedinci sene baĢında „ vatanım‟ zikrinin (omm) etkisi belirginleĢti. Bedenim tüm evreni kaplamıĢtı. E vren
bedenimdi, bedenim de vat anımdı. E vrendeki her zerre sonsuz bir ac ı ve ıstırap içinde çılgınlar gibi kendi
etraflarında dönerek belli bir istikamete doğru akıp gidiyorlardı. Fakat ne ac ılarının sonu vardı ne de
yolculuklarının sonu vardı. Ruhumun çektiği acı ebedî sonsuz vat anını yitirmiĢ olmaktı. Ebedi sons uz
vatanımı „ben varım‟ düĢmanı iĢgal etmiĢti. Varlık zannım; iĢgalci uluslara ve iĢgal edilen gerç ek ise
Hindistan‟a benziyordu.
2. BEDENĠN ARINMASI, RUHUN ARINMASIDIR
Yedinci senenin sonunda kaldığım hücreden çıkarıldım. Brehmen‟in huz uruna götürülürken tarif edilmesi
ve anlatılması imkânsız bir güç ve durum kazanmıĢtım. Yürümüyor adeta ayaklarım yere değmeden
birkaç santim havada süzülüyordum. EĢyalar saydamlaĢmıĢtı. Baktığım her Ģeyin içini ve arkasını
görüyordum. Renkler pastelleĢmiĢti. Ġnsanların aklından geçen her düĢüncenin özel renklerini ayırt
edebiliyordum. Her insanın ne düĢündüğünü renk analizini ve renklerin söz kalıplarına trans ferini yaparak
okuyabiliyordum. Bana karĢ ı yöneltilen hayranlık, sevgi ve saygı düĢünc eleriyle; kıskançlık, nefret ve küfür
sözleri arasında hiçbir değer farkı yoktu. Herkese kendi düĢünceleri ne olursa olsun pozitife çevirip iade
ediyordum. Bana söven de beni seven de benden pozitif enerji almakta eĢitti artık.
Brehmen‟in huzuruna girdim. Eline uzanıp öptüm. Bu kadar basit ve yumuĢak harek etten o kadar korkunç
bir gürültü çıktı ki normal halimde olsam kulaklarım sağır olurdu. Aslında çıkan ses Ģiddeti normal idi, fakat
kulak hassasiyetim tam kapasite ile çalıĢmaya baĢlamıĢ ve duyamadığım ses boyutlarını algılar hale
gelmiĢtim. Bu da sesin Ģiddetini sonsuz özellikte duymama neden oluyordu.
Binlerce halk ve rahip yere eğilerek “Omm! Omm!” (Vatanım! Vatanım!) diye inleyerek yukarı bak ıyorlardı.
Neden yukarı baktıklarını merak ettim. Birden kendimin ve Brehmen‟in havada durduğunu anladım.
Brehmen elimden tuttu, boĢlukta yürüyerek duvara doğru göt ürdü. Duvara yaklaĢtıkça saydamlaĢtığını ve
bize engel olmadığını anladım. Sis bulutunun içinden geçer gibi duvarın içinden geçtik ve yere indik.
Brehmen;
“ġimdi ebedî bilmec enin cevabını buldun, zannederim. Ruhun gerçeğini bildin, sanırım” dedi.
“Hay ır, ruhun ne olduğunu hâlâ bilemedim. ”
“Büyük Brahma! Kendinin ruh olduğunu hâlâ anlamadın mı?”
“Büyük Brahma derken bana baktın. Brahma ben miyim? Ruh ben miyim?”
“Büyük Brahma! Havalarda uçar, her boyuttan geçer, madde ve enerji ona engel değildir. Hâlâ Brahma
kendisinden Ģüphe içinde mi?”
“ġüphe yok. Ben incelmiĢ bir bedenim ve hâlâ ruhumu göremiyorum. Yarın bir gün bu bedenim dağılacak,
ruhum da yok olacak ve ben diye bir Ģeyim kalmayacak.”
3. KENDĠ CENA ZES ĠNĠ YAKAN ĠNSA N
Brehmen muazzam bir sadâ ile yere yığıldı. Birkaç kez bana bakar ak “Büyük Brahma!” dedi. Bedeni
gevĢ edi ve öldü. Rahipler hemen koĢarak geldiler. Hizmetçiler anında oraya odun yığdılar. ÖlmüĢ olan
Brehmen‟in cenazesini odun yığınının üzerine koydular. Üstadım yakılacaktı. Ġçimi müthiĢ bir ac ı kapladı.
Beni Ģimdi kim eğitecekti.
Yüzü tülle örtülü birisi duvardan içeri süzülerek elindeki meĢaleyle odunları tutuĢturdu. Çevreyi ağır bir et
kokusu ve daha ağır baharat tütsü kokuları kapladı. Kusacak gibiydim. Birden meĢaleli adamın yüzü
dikkatimi çekti.
Brehmen bana bakarak tebessüm ediyor ve kendi cansız bedenini yine bir baĢka fakat aynı canlı
bedeniyle yakıyordu. Kendi cenaze törenini kendisi icra ediyordu. Ġçimden gelen bir ses,
„Kendi cenaze namazına katılan velîleri hatırla‟ diye titreĢti.
Brehmen; “Ey Çinli talebe! Ruhu Ģimdi anladın mı?” dedi. Daha cevap vermeden arkamdan bir el omzuma
dokundu. Döndüm baktım aynı Brehmen arkamdan bana bak ıyor.
Birisi yanıyor, birisi önümde birisi ardımda. Üçü de aynı. Üç‟ü bir‟e; bir‟i üç‟e eĢit. Derken dördüncüsü
beĢincisi… Tüm tapınak ağzına kadar aynı Brehmen ile doldu. Her birisi birbirinden bağıms ız hareket
ediyor ve benimle konuĢuyordu. Nereye baksam onun yüzünü görüyordum.
4. KENDĠ KALBĠNĠ K ĠLĠTLEYE N, KENDĠ KALBĠNĠ AÇA N, O‟DUR
Kendime bakmak istedim. Parlak duvara gittim. Duvardaki görünen yine Brehmen‟di. Çinli talebe ve
Brehmen diye iki ayrı beden ve ruh yoktu. Ölen, doğan, yanan, birbiri ile konuĢan tek bir ruh ve tek bir
gerçek idi. Ruh ve beden ayrılığı düĢüncesini tamamen kaybetmiĢtim. Daha doğrus u o yanılgıdan
kurtulmuĢtum.
Bir ses bana “Sizi Çinli bir talebe çağırıyor” dedi. Ben Brehmen‟dim ve “Gelsin” dedim. Birden kendimin
Çinli talebeye dönüĢtüğünü hissettim ve karĢ ımda Brehmen üstat ve binlerce halk eski haliyle görü ndü.
Brehmen tekrar “ruhu anladın mı?” dedi.
“Hay ır efendim. Ben anlamak istemiyorum artık anlayamayacağımı anladım ve „olmak‟ arz u ediyorum.”
“Olmak ! Olmak ! ĠĢte bu mümkün değil.
Olmak için evvela olmamak gerekir.
Senin ruh olman için önceden de Ģimdi de gelecekte de „ruh‟ olmaman gerekir.
Ama sen ruhsun ve asla değiĢmeyeceksin.
Sadece kendini beden zannediy orsun ve bedene haps olmuĢ bir ruhun olduğunu var sayıyorsun.
Bu zannından kurtulmadıkça ne beni anlarsın ne de kendi gerçeğini.”
“Yanılgıdan kurt ulmak için ne yapmam gerekir?”
“Yedi yıl boyunca ölmeden evvel ölmeyi öğrendin. Ebedi yanılgıdan ebediyen kurtulmak için de ebedî
varlığını feda etmen gerekiyor. Buna razı mısın?”
“Varlığımı sıfırlarsam, tamamen yok olursam ne olac ak?”
“Hiç. Hiçbir Ģey olmayacak. Geriye Brahma (k ülli ruh -tanrı) kalacak.”
“Ben yok olacağım, Brahma var olmay a devam edecek, öyle mi?”
“E vet.”
“Bu ilahi vahĢet değil mi? Önce beni var ediyor, sonra ebedi yok ediyor ve kendisi var olmaya devam
ediyor. Peki, Brahma niçin yok olmayı ve beni ebedi var yapmay ı kabul etmiyor?”
Brehmen‟in gözlerinde bir sevinç ıĢ ıltısı belirdi.
“E vet, Ģimdi doğru soruyu sordun ve doğru cevabı buldun. Brahma zaten bunu yapt ı. Kendisini ebedi
olarak yok edip sen, ben ve her Ģey tecellisinde ebed î var oldu.”
“Ben önce Brahma mı idim? O var iken ben yok, ben var iken o mu yok oldu? Brahma eskiden bütün idi
Ģimdi parçalandı mı?”
“Bu daha doğru bir soru! . . Brahma hiçbir zaman bütün ve parça değildi. Hep Ģimdiki gibiydi, hep bu halde
var idi ve var. Brahma sana dönüĢmedi. Fakat kendisini sen olarak ben olarak, o, bu, Ģu olarak ebedî
unuttu. Bazılarımızda „hatırlamay ı tercihli‟ (kalpleri çalıĢan, örtüsüz) olarak kendini unuttu. Çoğunlukta ise
kendini „hatırlama engelli‟ (kalpleri kilitli, mühürlü, örtülü) olarak ebediliği tercih etti.”
ġimdi Çinli talebe olarak ebedi yokluğu tercih edip ebedi varlığı yani ebedi ruh olmayı kabul ediyor
musun? Var olmakla yok olmayı anlayabiliyor musun?”
“E vet.”
Elimden tuttu, gizli bir odaya göt ürdü. Kilitli bir sandığı açtı, içinden çıkardığı levhayı önüme koydu ve
“Yedi bin yılda ancak yedi kiĢi ebedi yokluğu kabul edebilir. Sen yedincisisin. Ġsmini oraya yaz” dedi.
Ġsmimi yazdım. Ama yazdığım isim benim adım değildi. Hiç bilmediğim harflerle karaladığımı okudum
„Râci‟ yazıyordu.”
Brehmen; “ġimdi kendini kurtardın, vatanına döndün. Ruhun hakikatini anladın. Bedenin ruh, ruhun beden
olduğunu bildin. Artık geriye dönüp biraz da ulusal toprak kurtarmak vaktidir” dedi.
Gözlerimi açt ığımda yumruğum hâlâ havada duruyo rdu.
Aynalı Baba gülümseyerek,
“Hey ecanlanma nûrum vatan toprağı lafla kurtarılmaz.
Cepheye giderken
geride bıraktığın
dünya servet ve nimetlerini
aklına getirmemekle
kurtarılır”
dedi.
Benim aklımda ise baĢka bir Ģey vardı. Ruhu anlamıĢtım ama hâlâ aklımda Ruhun aslı nedir düĢüncesi
yatıyordu. Bir mezar kenarına oturdum. Yine dalmıĢım.
5. KONUġA N BEBEK KĠM?
Tüm letafetimle havada süzülerek “bilgi dağına” gidiyordum. Yol ort asında kundaklı bir bebek görüp
durdum. Bebek gözlerini açarak “Merhaba ey mârifet yolcusu” dedi.
Bebeğin konuĢmasına ĢaĢırmıĢt ım. Bebek;
“Ben her insanın saf ve temiz gönül aynasıyım. Benim konuĢmam seni ĢaĢırtmasın. Çünk ü konuĢan ben
değilim. Sen kendi gönül ay nanı bebek olarak görüyorsun ve onda bozuntusuz yansıyan sonsuz b ilgiyi
algılıyorsun” dedi.
Kendimin zamans ız yönümü anımsadım. Aklıma Râci‟lik tecellimde bir türlü anlayamadığım „beĢikte
konuĢan Ġsâ‟ hikayesi geldi. Bebek aklımdan geçeni okumuĢtu, hemen cevapladı:
“Babasız doğan mucize bebeğe insanlar inanmayacak. Bebek de her insanda mevc ut olan üzeri tozlanmıĢ
gönül aynas ının tozu alt ına tecelli edip onlara kendi vicdanlarından seslenecek. Ve gönül aynaları
kararmıĢ insanlar kendi saflıklarını konuĢan bebek Ģeklinde dıĢlarında algılayacak.”
Aldığım bu cevap kendi özümden gelmiĢti. Ben de kendi sonsuz özümü ya da öteki adıyla konuĢan bebeği
dıĢa yans ımıĢ görüyordum. Bebek bu sefer ruh düĢüncemi cevapladı.
“Sen ruh olmak için ebedi hayat ını feda ettiğini zannettin.
Fakat zaten Râci olarak sahip olmadığın ebediyeti yine feda edememiĢ oldun.
Sadece o mevzudaki yanlıĢ fikirlerini düzelttin…
Ruh düĢüncesinden hiçbir fert ve hiçbir zerre ebedi olarak kurtulamaz.
Ancak ruh hakkındaki yanlıĢ bilgilerden kurtulabilir.
Bunun için de var olmayı ve yok olmayı bir tutmak gerekir.”
Gözlerimi açmıĢım ve farkında olmadan;
“Varlıkla yokluğun aynı olduğunu nasıl ispat edebilirim?”
demiĢim. Aynalı Baba gülerek;
“Varlıkla yokluğun aynı olduğunu;
bilmek ve bilmemek arasında
fark olmadığını
bilen deliler ispat edebilir”
dedi.
Midemde yedi bin yıllık açlık hissediyordum. Beynim ise hâlâ sonsuz derecede aç idi. Aynalı Baba; “Bu
gün yeterince yoruldun. ġimdi evine git ve dinlen. Yarın beynindeki ilim ve irfanın açlığını dindirecek olan
„ilmin ve irfanın efendisi‟ ile buluĢmak vaktidir” diyerek büyük bir fincan kahve ikram etti.
Hâlâ damağımda hissettiğim nilüfer çay ının kokusuyla karıĢan kahvemi içtim ve mezarlıktan ayrıldım.
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (10. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Oc ak 24th, 2008
1. Bölüm 2. Bölüm 3. Bölüm 4. Bölüm 5. Bölüm 6. Bölüm 7. Bölüm 8. Bölüm 9. Bölüm
dokuzunc u gün
ULULA R MECLĠS Ġ
her Ģey olduğu gibidir
1. PĠYANĠS T EVLĠYÂ
“Yolları ne var ayrı ise? Hep sana âĢık / Her birisi bir yol ile gülzâra gelirler”
Niyâzi-i Mısrî
Sisli bir sabahta erkenden uyandım. Ġçimde sebebini bilemediğim bir sıkıntı vardı. YavaĢ yavaĢ mezarlığa
doğru yürümeye baĢladım. Bu gün havanın sisli, içimin sıkıntılı olmasından dolayı hüzünlü ney iniltisi
dinlemek istemiyordum..
Mezarlığın duvarına yaklaĢtıkça kulağıma saz sesi gelmeye baĢladı. Sabah ziyaretine gelen bir medrese
mollası yüzünü ekĢiterek; “Bizim Aynalı deliye bu gün yine Ģeytan karıĢmıĢ herhalde, ölülere saz
çalıveriyor” dedi.
Kulübenin önüne geldiğimde Aynalı Baba bir iskemleye oturmuĢ, neĢeli bir saz taksimi geçiyordu.
Sessizce yanına vardım, boĢ duran diğer iskemleye de ben oturdum. Kendinden geçmiĢ halde hem
çalıyor hem de söylüyordu:
Zâhid biz e ta‟n eyleme,
Hak ismi okur dilimiz,
Sakın! Efsâne söyleme,
Hazrete gider yolumuz.
Ey katı ve taklitçi dindar!.. Saz çalan Ģu mümini kınama, küfürle suçlama.
Hakkın ilminden baĢkas ını dilimiz söylemez.
Sakın bize ilim irfan diye hikâye ve masal anlatmaya kalk ıĢma.
Bizim yolumuz her an hakikat huzurunda olmaktır.
Erenlerin çoktur yolu,
Cümlesine dedik beli,
Ko desinler bize deli,
Usludan yektir delimiz.
Kendi özünü tanıyanların hakikati anlat ıĢ yolları farklı farklıdır.
Biz bunların hepsinin aynı hakikati farklı mantıklarla izah ettiğinin bilincindeyiz.
Her yolun hakikate çıktığını söylemek delilik ise, bundan korkumuz yok, deli desinler bize.
Ama bizim delimiz onların en akıllılarından daha da akıllıdır.
Muhyi sana ola himmet,
ÂĢık isen canan minnet !
Elîf Allah, mim Muhammed,
Kisvemizdedir dâl‟ınız.
Ey Muhyî! Sana Hakk‟ın ilim ve irfanla sağladığı yardımı ulaĢsın.
Eğer gerçekten Hakk‟a âĢıksan etrafın dedikodusuna aldırmazsın. Hatta çevrenin baskı ve zulmü senin
değerini açığa çıkarır.
BaĢı ve sonu olmayan düz çizgi (elif harfi- ) Allah’
-
) olur.
Mim ya da Muhammed ismi ile de kendi hakikatini idrak eden bilinç boyutuna işaret olunmaktad ır.
Elif’in bir vechi (yönü) zahir isminin, diğer vec hi (yönü) bâtın isminin tecellisidir.
Elif’in iki vechi (yönü) ortadan k ıvrılıp kendini seyre dal ınc a (dal- ) harfi olur.
Bu da abdiyyet s
û’ hakikatinin dal harfiyle anlatımıdır.
Abdiyyet hali bu sırrı taĢıdığı içindir ki en yüce mertebe sayılmıĢtır.
Aynalı‟nın saz ile okuduğu Ģiirin derin anlamları içinde yüzerken birden seslenince irkildim.
“E vlat ben sadece saz çalmam. Her türlü mus ıkî aletini de çalarım” dedi.
Sisin verdiği sıkıntımı biraz olsun hafifletip neĢelenmek için içimden espri yapmak geldi. “Piyano da çalar
mısın?” diye gülerek sordum. Bana en az bir düzine bat ılı piyano bestekâr ismi ve eserlerini saydı. Her
eserin ana temasını da ses ve ıslıkla tarif etti.
Kerameten (keramet olarak) söylüyordur diye düĢ ünüyordum. Koluma girerek kulübesine götürdü. Ġlk defa
içeri giriyordum. LoĢ odanın bir köĢesindeki eski örtüyü kaldırınc a gözlerime inanamadım. Eski bir piyano
tam karĢımda duruyordu. Gaz lambas ını yaktı. Piyanonun baĢı na oturdu. Nota deft erinden bir yaprak seçti
ve kısa bir konser verdi.
Ney çalan evliya olabilirdi. Çünkü ney Nebî mesleği çobanlığın kavalını andırıyordu. Saz da Horasan
erenlerinin kopuzuyla tasavvuf düny asına girmiĢti. Ama piyano bir Osmanlı evliyas ının kullanabileceği bir
çalgı aleti değildi. Hele mezarlıkta yaĢayan ve kendini tamamen ahirete vak fetmiĢ bir evliya?
Aynalı aklımdan geç en her suale arifane cevaplarını verdi.
“ġeytan çalgı çalmaz nûrum. O zavallının ne mızrap tutacak eli var ne de tuĢ basac ak parmakları var.
Ney üfürmek, saz çalmak hocasız mektepsiz öğrenilebilir. Ama piyano çalmak bir sanattır. Deftersiz,
kalemsiz, üstatsız ve mektepsiz olamaz. Sanat ı üstadından öğrenmek Allah‟ın kanunudur, kerameten
piyano çalmak Allah kanunlarına isyandır. Âsiden ârif değil hokkabaz olur.
Çalınması en zor enstrüman „insan‟dır. Ġnsan denilen sonsuz akort ayarlı enstrümanı doğru olarak çalmak
için en zor çalgı aletlerinden birini öğrenmek gerek. Ben de piyanoyu tercih ettim ve üstadından öğrendim.
Düny a ve ahiret bizim için iki ayrı mekân değildir. Dünyaya küsen ahiret e de küser. Dünyayla barıĢan
ahiretle de barıĢır.
Kendini tanrı dostu zannetmenin onulmaz marazına düĢen (Ģizofren) zavallılar,
halka ahiret adamı olarak görünür.
Gerçek Allah dostları ise dünya ve ahiret aras ındaki sınırı kaldırıp her Ģeye hakkını verirler.”
Aynalı Baba konuĢurken kafamdaki yanlıĢ bilgiler yıkılıyordu. Kulaklarımda ise A vrupa saraylarında
dinlediğim senfoniler yankılanmaya baĢlamıĢtı. Farkında olmadan a‟mak -ı hayalime dalmıĢım.
2. BEġERĠYE TĠN SORUS U
Gayet büyük bir sarayın içinde bir locadayım. Saray duvarları yüzlerce küçük loca ile dolu. Her loc ada bir
insan oturuyor. Sarayın salonu ise binlerce insan alacak kadar geniĢ.
Salonun ortasında sıralanmıĢ tahtlar var. Birisi diğerlerinden daha yüksekte duruyor. Tahtlarda yüzleri
peçeli, heybetli insanlar oturuyor.
Birisi ayağa kalkarak konuĢtu:
“GeçmiĢ ve gelecek tüm insanların namına „beĢeriyet‟ gelmiĢ. Meclisimize bir suali varmıĢ. Münasip
bulursanız gelsin” dedi.
Mecliste bulunanlar baĢlarıyla onayladılar.
Sefil kıyafetler içinde, sakat, hasta ve zavallı „BeĢeriyet‟ sararmıĢ çehresiyle ürkerek içeri girdi. Reis vekili
hitap etti:
“Ey BeĢeriyet! Otur. Rahat et ve sualini sor.”
BeĢeriyet oturmadan dedi ki:
“Oturmak ve rahat etmek mi? Yüzbinlerce yıldan beri oturup rahat edecek vakit mi buldum? Bir taraftan
geçim sıkınt ısı ve ihtiyaçların tazyiki, diğer taraftan bedenimdeki bin türlü hastalık… Rahat etmey e imkân
yok. Bu kadar zor Ģartlar altında intihar etmeden varlığımı sürdürmem çok zor. Bu intihar düĢüncesi beni
rahatsız ediyor. Hiç olmazsa bu sefalet e niye katlandığımı ve niçin intihar etmediğimi birisi bana izah etse”
BeĢeriyet son derece dertli ve çaresiz idi. Meclisi zavallı „beĢeriy et‟in ümitsizliği ve karamsarlığı kaplamıĢtı.
Birisi ayağa kalkarak BeĢeriyet‟i teselli etmek için Ģunları söyledi:
“Ġnsanı hayat a bağlayan bin türlü lezzetler ve çeĢitli beĢeri bağlar var. Ama hayat denilen Ģey ise kısa bir
ömür ve binlerce dert ile keder dolu. Buna rağmen herkes onun peĢinde koĢmaktadır. Bunun hikmeti
nicedir, kimse bilmez.
Hayat insanı bir an rahat bırakmaz. Ġns an doğunca ağlar, bebekliğinde, çocukluğunda içi yana yana ağlar.
Gençliğinde düny a tazyikinden sessizce feryad eder, kimse duymaz. Bitmez tükenmez bek lentileri vardır.
Ġhtiyarlığında ise yüz bin meĢakkat ve sıkıntı çeker.
Ecel vakti geldiği zaman bitmey en ömrün sadece „bir an‟dan ibaret olduğunu anlar. Bunca sefalet bir an
için miydi der.
Hayattaki bu zevk ve kıymet, akıllı kimseler için Allah‟ın kudr et eserlerini seyretmek; cahiller için de yemek
ve Ģehvetten ibarettir.
Ârifler zevk ve keder denilen Ģeylerin Hakk‟ın cemal ve celal esmasının birbiri ardınca tecellisi olduğunu
bilirler.
Cahiller ise „Celalsiz‟ bir „Cemal‟ peĢinde koĢmak;
hay vani acıs ız, elemsiz, kedersiz bir ömür sürmek sevdasındadırlar.
Zevkleri hemen unuturlar acıların ise özellikle kendilerini bulduğunu iddia ederler.
Ve ömürleri Hz. Celal‟e isyan ile geçer. Hz. Cemal‟i ise tanrı edinmek isterler”.
BeĢeriyet bir ah çekti ve:
“Doğru, doğru… Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hayattan tiksiniyorum, onsuz da edemiyorum. Sonsuz
mutluluk nedir? Bunu izah ediniz ” dedi.
Reis vekili:“B u meseleyi ancak „ilmin ve irfanın efendisi‟ halledebilir” dedi ve meclis beklemeye baĢladı.
3. ULULARIN CEVABI
Saraydaki senfoni sustu. Ġlmin ve irfanın efendisi geldi. Meseleyi anladı. Mecliste bulunanlara sıra ile söz
verdi.
Ġbrahim a.s.
“Sonsuz mutluluk; çalıĢmak, kazanmak ve kazandığını insanlarla paylaĢmaktır” dedi.
Musa a.s.
“Sonsuz mutluluk; nefsini, Firavun gibi insanın baĢına bela olan aĢırı isteklerden arıtmaktır” dedi.
Çin diyarının âlimi Konfüçyüs,
“Sonsuz mutluluk; bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri s ığdırmaktır” dedi.
Eski Yunan‟ın mistik filozofu E flatun (Platon),
“Sonsuz mutluluk; her Ģeyin hiç bozulmayan ideal özünü daima ak ılda tutmaktır” dedi.
Eflatun‟un talebesi ak ıl ve mantık uzmanı A ristotales,
“Sonsuz mutluluk; tüm eĢyayı ve tüm olayları cinsine göre sınıflayıp mantık süzgecinden geçirmektir” dedi.
Orta doğunun gizemli insanı ZerdüĢt,
“Sonsuz mutluluk; aydınlığın karanlığı yok etmesidir” dedi.
Hinduizm‟in büy ük üstadı Brahma,
“Sonsuz mutluluk; nefsinin her isteğine tersini vermek ve zannımızın aksinin doğru olduğunu anlamak”
dedi.
Ġsâ Mesih a.s.
“Sonsuz mutluluk; geçmiĢi unutmak, Ģimdiki hali hoĢ görmek ve geleceği düĢünmemektir” dedi.
Lokman Hekim,
“Ġnsanlar bu kavramı elde edemedikleri her Ģeyi ifade edebilmek için icad etmiĢlerdir” dedi.
Hız ır,
“Sonsuz mutluluk; gönüle bitmek tükenmek bilmeyen is teklerin girmemesidir. Böyle bir gönül her an her
yerde bir hay alet gibi tecelli edebilir” dedi.
Buda, ayağa kalkarak,
“Ey BeĢeriyet! Sons uz mutluluk; evrenle bütünleĢip yok olmanın diğer adıdır. Nirvana! Nirvana!” dedi ve
oturdu.
Salonun ortasındaki beĢ eriyetin baĢı döndü, sendeledi ve yere düĢerek, “Hangisi doğru?” dedi.
4. BEġERĠYE TĠN ĠLACI
Ġlmin ve irfanın efendisi ayağa kalkarak;
“Ey BeĢeriyet!
Mutluluk,
hayatı olduğu gibi algılamak,
hayatın sırt ımıza yüklediği yükleri taĢımak
ve
her Ģeyin daima daha mükemmele gitmesi için
üzerimize düĢeni yapmaktır!”
dedi.
BeĢeriyet ayağa kalktı. Canlı ve dinç bir sesle;
“Ey ilmin ve irfanın efendisi!.
Her boyutun tanıdığı bilgi kaynağı!.
Her beĢerin kendi levhi mahfuz undaki
„okunas ı bilgileri‟
irsal etme sisteminin kuruc usu!
BeĢeriyetin dertlerini anlayan
Ve
ilacını tam olarak tavsiye eden
yalnız sensin sen”
dedi.
Hayat ı olduğu gibi algılayabilmek için algılama aracı olan bilincimizin (kalbimizin) ilim ve amel ile arınması
doğal haline dönmesi gerekir.
Hayat ın yükleri; kendi elimizle haz ırladığımız geleceğimiz ve kendi elimizde olmadan geleceğimizi
etkileyen olaylardır. Acı ve tatlı her olay ı kendi ruh sağlığımız ı bozmayacak Ģekilde karĢılamalıyız.
Biz istesek de istemesek de yaĢadığımız iyi ve ya kötü olaylar her birimi en mükemmel geleceğine
taĢımaktadır.
A‟mak-ı hayalimden çıktım. Sis dağılmıĢtı. Gayet dinç olarak ayaktaydım.
Saraydaki „beĢeriyet‟in ben olduğumu anladım. Hayalimin derinliklerinden bana hitap edenler gerçekte o
Ģahıslar değildi. Benim yıllar boyunca kütüphane köĢelerinde yapt ığım çalıĢmaların bilincimde oluĢturduğu
birikim boyutlarıydı. Aynalı Baba kahve âlemlerinde beynimin akordunu „kendimle buluĢmaya‟ ayarlıyordu.
Ve ben levhi mahfuzumdaki külli bilgiden nasibim kadarını indirebiliyordum yani „irsal‟ ediyordum.
Kulübenin önünde bir fincan kahve ve kapalı bir zarf duruyordu. Çevremde Aynalı Baba gözükmüy ordu.
Zarfın üzerinde inci gibi bir yaz ıyla “ Kahveni iç ve zarfı aç” yazıyordu.
Gayet sakin kahvemi içtim. Keyifle zarfı açtım. Ġkiye katlanmıĢ kâğıdı okudum:
“Elvedâ! Gün gelir ki, yine görüĢürüz.”
AkĢama kadar “bom boĢ” mezarlıkta hazîn haz în ağladım…
(devam edec ek..)
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (11. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Oc ak 27th, 2008
MANĠSA TIMARHÂ NESĠ
akıl oyunları
1- ġĠZOFRE N
Aynalı Baba‟yı bulmak umuduyla onuncu gün erkenden mezarlığa gittim. Kulübe‟nin olduğu yere geldim.
Aynalı Baba olmadığı gibi kulübenin yerinde de yeller esiyordu. Toprakta, otlarda ve çevredeki bitkilerde
daha önce orada bir kulübe olduğuna ve bir insan yaĢadığına dair hiç bir iz yoktu..
Çevrenin bu kadar izsiz olması imkânsızdı. Kulübenin kaldırıldığı yerde kuru toprak olmas ı lazımdı. Derme
çatma kazıkların söküldüğü yerde çukurlar olmalıydı. Kahve demlediğimiz çalı çırpı ve kömür ateĢinin
mutlaka külleri olmalıydı.
Yoktu. Hiçbir Ģey yoktu. Orası yüz yıldan beri hiç yaĢanmamıĢ kadar tabii görünüyordu. Tam kulübenin
yerinde uzun yemyeĢil otlar vardı. Bir günde çıkamayacak kadar normal otlar.
Dokuz gün rüya mı görmüĢtüm?
Hayır. Her yönüyle gerç ek, dokuz ayrı boyuta yolculuk yaptığım gerçek günler yaĢamıĢtım.
Dün gördüğüm medrese mollas ı zât bana doğru geldi ve selam verdi. ġaĢkın ĢaĢkın çevreyi
incelememden bir Ģeyler aradığımı fark etmiĢti. Merakla sordu:
“Hay ırdır muhterem! Ne arıyorsun?”
“Hiç!”
“Hiç aranmaz. Hiç zaten yoktur. Haydi, söyle bana ne kaybettin? Ya da ne bulmak istiyorsun?”
“Aynalı Baba‟y ı ve kulübesini arıyordum.”
Molla tatlı tatlı güldü ve alaylı bir tavırla konuĢtu:
“Sen ak ıllı birisine benziyorsun ama sen de mi efsane peĢindesin? Aynalı deli buradan gideli neredeyse
yüz yıl olmuĢ. Herkes onun evliya olduğuna inanmıĢ. Arada sırada burada görünür yalanı uydurulmuĢ.
Ama o evliyadan değil, cinlerin zır zır delisinden olsa gerektir. Evliya olsa mezarlıkta saz mı çalar? Kaval
mı üfler. Hele hele kâfir çalgısı piyano mu çalar? Ne evliyas ı be! O cinlere karıĢmıĢ bir deli!”
Daha fazla Ģey konuĢmadan eve döndüm. Yüzümün tuhaf ifadesi annemi kuĢkulandırdı. Is rarla ne
olduğunu sordu.
Aynalı‟ya ilk buluĢmamızda verdiğim sözü unutarak her Ģeyi olduğu gibi anlattım. Hâlbuki hiç kimseye
Aynalı‟dan bahsetmemem gerekiyordu. Annem çığlık çığlığa komĢulara koĢtu. Hem kapı kapı dolanıy or
hem de bağırıyordu;
“YetiĢin komĢular! Benim oğlana mezarlıkta cinler karıĢtı. Kafayı üĢ üttü. Aynalı deliyi gördüğünü
zannediyor. Olmayanı görüyor. Ġmdât!..”
Aynı gün tüm mahalle geçmiĢ olsuna geldiler. Yine aynı günün akĢamı iki zâbit, bir deli hekimi ve iki deli
hademesi gelerek beni zavallı gözü yaĢlı annemden teslim aldılar.
Yolda ellerinden kaçtım. Yıllarc a Anadolu ve Rumeli yakasında Aynalı‟yı aradım. Ne gören vardı nede
duyan vardı. Nihayet bir gün yakalandım ve tekrar zabitlere t eslim edildim.
Ne dediysem, ne kadar sırlardan bahsettiysem, insanın aslının ve hakikatinin hak olduğundan dem
vurduysam da hep deliliğime bağlayarak teĢhisimi iyice ağırlaĢtırdılar. Akıllanmaz ve iflah olmaz akıl
hastalığı (Ģizofren) sınıfına sokup en kısa zamanda Manisa Tımarhanesine kapattılar. Soğan gözlü cinlerin
boyutunu ve oradaki halimi hat ırladım. Onlarla hiç konuĢmayarak anlaĢabilmiĢtim ama kendi cinsim olan
beĢer sınıfıyla anlaĢamamıĢtım.
2- MEK TUP LAR
Aklımı kaçırdığımı tüm eski dostlarım da d uymuĢtu. Birisi beni zavallı yerine koyarak hazîn bir mektup
göndermiĢ. Aklımda kaldığı kadarıyla Ģöyle yazmıĢ.
Azizim Râci!
AyyaĢlık devresinden sonra hastalık devresine gireceğini tahmin ediyordum. Ama ince hastalık (verem ve
siroz) beklerken her zamanki gibi bizi ĢaĢırtarak akıl hastası oldun. Evliy a gördüğünü, gâipten sırlar elde
edip Hakk‟a vas ıl olduğunu iddia etmiĢsin. Kafanın içinde sonsuz âlemler barındırdığını ve her âleme gidip
yıllarca dolaĢ ıp aynı saniyeler içinde geri döndüğünü saçmalıyormuĢ sun.
Azizim Râci, sen nasıl bir filozof ve ay dın bat ılı bilim adamıs ın? Hani Ġslam‟ın üstünlüğünü bat ıya
kanıtlayacakt ın? Kanıtların dokuz tane cin âlemi hikâyesi mi?
Uykudan, rüyadan, keĢiften, kerametten Ģeriatta kanıt olmaz diyen sen değil miydin?
Eski zarif üstadım Râci olduğun günler hat ırına bana cevap ver.
Allah; yakalanmıĢ olduğun “avanaklaĢma” (Ģizofren) hastalığına sağlık ve sıhhat bağıĢlas ın.
Dostun Sâmi.
ArkadaĢ ıma anladığı dilden bir cevap gönderdim:
Sevgili Sâmi!
Mektubunu okudum. Hatırın için hayalimin derinliklerindeki aydınlıktan, sizin karanlık çukur dünyanıza beĢ
dakikalığına çık ıp Ģu mektubu yazdım.
Âlemin tımarhane, insanların da deli olduğunu söyleyen sen değil miydin? ġimdi benim deliliğime niçin
hükmediy orsun? Senin gibi düĢünmediğim için mi aklımı yitirdim? Ya da herkes gibi deli olmadığım, tüm
delilerin içinde tek akıllı olduğum için mi hepiniz bana deli diyorsunuz? Ne dediğiniz umurumda değil.
Ben âlemlerin bir hayal perdesi olduğunu anladım. Gerçek ise hayal perdesinin iĢ aretiyle anlaĢ ılabilir. Her
gerçek daha üstün bir gerçeğe göre yine hayal hükmündedir. Bu sonsuza kadar böyle sürer gider.
Basit dünya aklı ve fen bilimleri adi vak‟aları formüllerle anlatır. Ben bu bilimleri hak ya da bat ıl olarak
tartıĢarak boĢa vakit harcamam. Benim amacım doğum ve ölüm aras ı yaĢamda dünyaya niye geldiğimizi,
ne olacağımız ı anlamak ve bizi göndereni tanımaktır.
Benim amac ıma, senin hay vanların yeme içme ve iyiyi seçme içgüdüsüyle aynı olan aklı meaĢ ın
(dünyasal akıl) cevap veremez. Fen bilimlerinin de “ruh” diye bir bâbı (bilim dalı) yoktur.
Ben aradığım soruların cevabını içine düĢtüğüm hayal aleminde, a‟mak -ı hayalde buldum.
Senin göremediğin yıldız kümelerini, uzayın sonsuz derinliğini ben ıĢıksız ve gözsüz görüyorum.
Maddenin en küçüğünün milyarlarca daha küçüklerini elsiz tutup, onlarla dilsiz konuĢuyorum. Ben öyle bir
öz oldum ki; uzak ve yakın, görünen ve görünmeyen, madde ve ruh aynı oldu. Madde âleminin aslı benim
emrimin tecellisi, mânâ alemi ise benim irademin yansımasıdır. Ama ben yine de aç olan ruhumu
doyuramadım. Hâlâ ilme ve irfana açım.
Ġlmin ve irfanın efendisi HER ġEYĠN OLDUĞU GĠBĠ olduğunu ilan etti. Hayat ı olduğu gibi kabul edip,
sonsuza kadar mükemmelleĢmeye gayret etmek yapacağımız tek iĢ.
YaĢamda, “B en evrenle bütünleĢip „nirvana‟ oldum” ya da „Benim varlığım yok oldu, Allah bâki kaldı (fena
fillah)‟ ve benzeri Ģeylerle her hangi bir Ģey olmak yok. Sadece bilmek var. Bilmenin de sonu yok. Bundan
dolay ı ben sonsuz bir halde aç kalmaya mahkûmum. En büyük çile bitm eyen ilim ve irfan açlığıdır. Gerisi
bedensel eziyet ve terbiyedir.
En büyük çilem benim en büyük ruhsal zevkimdir. Bu delilikse ve mekânı tımarhâne ise, bedensel
zevklerin yeri de sizin mekânınızsa, herkese hak ettiği yer hayırlı ols un dostum.
Mezarlıkta gördüğüm Aynalı‟ya kimisi cin, kimisi cinlere karıĢmıĢ deli, kimisi de hayalet dedi. Herkes doğru
söyledi. Çünkü her insan ne görüyorsa ya da ne göremiyorsa ona göre hüküm verir.
Aynalı, sizin basit algılama organlarınızın algılayamayacağı kadar gerçektir. Ve siz hükmünüzde
mazursunuz, kapasiteniz kadarını beyan edersiniz.
Benim kapasitemi dile getirmemin adı “avanaklaĢma” ise “sadece benim gördüğüm ve benim bildiğim
doğrudur” diyenlerin de hastalığına ben ad bulamıy orum. Yerine bir tımarhâne anısı yaz ıyorum.
Geçen gün bizi toplu olarak tebdili mek ân maksadıyla mezarlığa götürdüler. Mezarlıkta serbest gezinen bir
deli gördüm. Elindeki teraziyle oynuyordu. Ne yaptığını sordum. ġu cevabı verdi:
“Ahmaklıkla mârifeti tart ıyorum.”
“Bundan maksadın nedir?”
“Mevc ut malımı anlamak!..”
“Ne kadar malın var?”
“Ahmaklığım o kadar ağır ki, sanırım bu zamanın Kârun‟u benim.”
Beni unutman ve meĢgul etmemen dileğiyle, hoĢça kal.
3- AġK YA DA BEĞENĠ
Hastane yönetimi benim zarars ız deli olduğuma karar verdiği iç in haftada bir gün çarĢı izni vermeye
baĢlamıĢlardı.
Deli olmadığımı kimseye anlatamadığımdan dolay ı zorunlu olarak periĢan bir görünüĢe dönüĢmüĢtüm.
Saçım sakalım birbirine karıĢmıĢ, kıyafetlerim eskimiĢ ve solmuĢtu. Kunduralarımı da hademeler gas p
etmiĢti. Ayaklarıma çaput sararak dolaĢ ıyordum.
Ġzin günümü “Ayn-ı Âli Sultan” Ģehir mezarlığında geçiriyordum. Eski halimi bilen sade vat andaĢlar, son
halimi evliyalığa bağlamıĢlardı. Makamımı gizlemek için periĢan giyinip, anlaĢ ılmaz laflar söylediğime ve
benim bu özelliklerimden dolayı da Melâmi evliyas ı (kendini çeĢitli yollarla gizleyen ârif) olduğuma
inanıyorlardı.
Halkı bu düĢ üncelerinden dolay ı eleĢtiremezdim. Ben de Aynalı‟yı saz ve piy ano çaldığı için sahte evliya
zannetmiĢtim. Müslümanların Ģartlanmalarında evliya tipi sadece fakir ve düĢkün görünümdü.
Yollarda önüme geçip dua, Ģefaat, nasip isteyenler olduğu gibi alay edenler, sövenler de oluyordu. Hiçbir
Ģeye tepki vermiyordum. Tepki versem de vermesem de deliliğime ve ya evliyalığıma bağlanıyordu. En
iyisi susmaktı. Tepkisizlikte tefekkür daha güz el oluyordu.
Sevene de kızana da yine suçlamada bulunamıyordum. Halk ın görmediğini görmek ve gerçek olduğunu
iddia etmek, hem delilik hem de velilîk alâmeti olarak kabul görüyordu. Ben de Aynalı‟y ı görmesem ve
birisi gördüğünü iddia etseydi mutlaka ak ıl hastalığına hükmederdim.
Bu düĢünceler içinde mezarlığa geldim ve ebegümeçleri arasındaki bir mezar taĢına dayandım. Eski
dostum Sâmi beni Melâmice yaĢamdan kurtarmak ümidiyle ve muhtemelen annemin ısrarıyla mezarlıkta
bekliyordu. Aynı anda baĢka bir kadın da her hafta geldiğimi bildiği için yolumu gözetiyordu.
Ġkisine de heykel gibi bakarak “Niçin geldiniz?” diye sordum. Sâmi periĢan görüntüme dayanamayıp
ağlamaya baĢladı.
Kadıncağız da gözyaĢı seliyle diz çökerek derdini anlatmaya baĢladı;
“Ah Ģeyhim!
Meczûb efendim!
E vliya beyciğim!
Zavallı kız ım Nefise on beĢ yaĢında çıldırdı. Lütfullah Bey‟in oğluna gizli sevda beslemiĢ. Oğlan attan
düĢüp ölünce kız ım day anamayıp aklını kaçırdı. Neyim var neyim yok hepsini satıp türbelere, mahalle
Ģeyhlerine adaklar sundum, hediyeler verdim. Hiç fayda olmadı. Kız ımı tımarhaney e koydular. Son çare
seni tavsiye ettiler. Senin duanı Allah geri çevirmezmiĢ dediler. Ne olur bana yardım et!”
Kadının göz yaĢı seline Sâmi dayanamayıp teselli etmeye çalıĢtı. Ama kadının göz ü evliya zannettiği
benim üz erimdeydi. Bense taĢ gibi hiç oralı olmadım. Gözümü boĢluğa dikip „aĢk‟ ve „çılgınlık‟ hakkında
tefekküre baĢladım.
Sâmi baĢıma dikelip;
“ġu zavallı kadıncağızın kızına dua etsene be taĢ kalpli duyarsız, akli dengesi kayık evliya!” diyerek beni
alayla karıĢık azarladı.
Kadın, Sâmiye “Aman çelebim, saygılı konuĢ, sonra benim yüzümden çarpılırs ın” dedi.
Yaslandığım yerden ayağa kalkarak Sâmi‟ye seslendim:
“Ben mi deliyim yoksa sen mi delisin behey divâne! Milyonlarca yıldan beri biri âĢık olur, biri ölür, biri
çıldırır, biri de ağlar. Bu kadar adi ve basit bir hayat kanunu karĢısında sen dengeni aniden kaybedip
üzerime saldırdın. Bens e bu kadının dilinden bana ulaĢan evrensel mesajlar üzerinde yoğunlaĢtım.
AĢk nedir? AĢkta neden ikilik görülür de teklik görülmez diye düĢündüm. Seven ve sevilen tek varlığın iki
kutbudur. Bunu anlayan gerçek aĢkı bulur, anlamayan ise keçinin otu beğenmesi gibi birbirlerini beğ enirler
ve adına da aĢk derler. Bana ne Nefise‟nin bir oğlanı beğenisinden. Size ne Nefise‟nin hakikatindeki sırları
bilmekten! Nefise ve aĢkı benim için ikilik değil teklik mesajıdır ama sizin dünyanızda ille de ikili beğenidir!
Anlattıklarımdan bir Ģey anlamıyorsunuz, biliyorum. Çünkü alık alık yüzüme bakıyorsunuz. Kusuruma
bakmayın ben çılgınım ve ne dediğimi bilmiyorum(?).
Çıldırmak nedir?
Çıldıran kimdir ve niçin çıldırmaktadır?
Size okkalı bir cevap vereyim mi?
Yine anlamazsınız ama ben anlatayım.
Seven varlık sevgisini vereceği ikinci bir varlık bulamaz ve sevilen olarak kendisini baĢka bir isim ve
resimle peydâ eder. Bir an sonra kendini böyle kandıramayacağını ve aĢkın asla gerçek olmadığını fark
eder. Ve sonsuz yalnızlığın sonsuz karanlığına gömülür. Sen yalnızlıktan de ben de teklikten diyeyim, ikisi
de aynıdır ve çıldırma nedenidir.
Ağlamak nedir?
Ağlayan kimdir ve niçin ağlar?
Kadın ağlar da demir ağlamaz mı?
E vet kadın ağlar, demir ağlamaz. Kadın nedir? Demir nedir?
Ağlayan nedir, ağlamayan nedir?
Bu suallerin cevabı yok. Niçini ve nedeni de yok.
Her Ģey niçinsiz ve nedensiz. Çünkü tek olan niçinsiz ve nedensiz.
(Sâminin kolunu acıyla büktüm)
Ben sen değilim. Eğer ben sen olsaydım kolunu bükemezdim ve sen ac ı duymazdı n. Bu senin gerçeğindir.
Benim gerçeğimde ise büken el ve bük ülen kol tek varlığın kendisini arada s ırada kont rolüdür. Kendini
ebedi hayalden uyandırmak için nâfile çimdiklemeleridir.
Size göre aĢk bir beğeni zevkidir. Bu tür zevk en aĢağı bedensel boy ut un duygusudur. Bize göre aĢk,
âĢıksız (sevensiz) ve mâĢuksuz (sevilensiz) hakikattir ki ruhsal zevkin zirve duygusudur.
Ey Sâmi! Bu kadına ac ıyorsun da ezelin ve ebedin yalnızlığından çıldırmak üzere olan Ģu zavallı Râci‟ye
neden ac ımıy orsun? Onun kız ı çıldırmıĢ benim ise tüm kâinat ım çıldırmak üzere.
Beni neden meĢgul ediyorsunuz? Beni yine niçinli ve nedenli süfli aleme indirdiniz. Tam tüm tezatları cem
etmek üzereydim ki beni yine kesrete sürüklediniz.”
Hitabımdan bir Ģey anlamayan Sâmi ve kadın mezarlıktan uzaklaĢtılar. Ben de tımarhaneye döndüm.
4- BEN AYNALI‟Y IM, AYNALI DA RÂ CĠ
Bir gün tımarhane avlusunda güneĢleniyordum. Deliler birisinin etrafında halka olmuĢlar “Aynalı! Aynalı!”
diyerek dönüyorlardı. Neredeyse kalbim durac aktı. Yıllarc a karıĢ k arıĢ aradığım Aynalı Baba delilerin
aras ından bana tebessüm ederek bak ıyordu.
Bu sefer temkinli davrandım. ĠĢi gücü deli dövmek olan Gulyabani lakaplı hademey e sordum:
“ġu deli halkasının ortas ında birisini görüyor musun?”
Gulyabani merakla baktı;
“Hay ır görmüyorum! Bu dayak delileri yine oy un oynuyor. Sen görüyor mus un?” diye aniden bana sordu.
Görüyorum desem kesinlikle dayak yiyecektim. Hayır diyerek Gulyabaninin gitmesini bekledim.
Aynalı Baba da delilerin aras ından sıyrılıp yanıma geldi. Hiç tepki vermedim. Aynalı bozulmuĢ gibi sordu;
“HoĢ geldin demek yok mu nûrum?”
“Hay aletlere hoĢ geldin denmez.”
“Ben hayalet değilim.”
“Var da değilsin.”
“Hay al perdesinde yokum ama zamansız bir bilincin gerçek âleminde varım. ”
“Yüz yıl önce kaybolduğunu söylediler.”
“E vet, yüz yıl önce beĢ duyu dünyasına görünmeme kararı aldım, buna ölüm diyebilirsin.”
“Bana neden görünüyorsun?”
“Ben sana görünmüyorum. Sen beni görüyorsun.”
“Beynim hay al mi üretiyor?”
“Hay ır senin bey nin sağlıklı. Bilincin benim hayatta iken ulaĢtığım ilim irfan boyutuna ulaĢınca kendini
„Aynalı Baba‟ olarak gördün. Gören de görünen de sensin. Çokluk mant ığından teklik mantığına döndüğün
için kendini baĢka isim ve resimle görüp sevebiliyorsun.”
“Aynalı ben isem Râci kim?”
“Tek ve yalnız olan Aynalı‟nın Râci isminde ve resminde bir tecellisidir. ”
“Ben senim, sen de bensin. Bu iki öznenin toplamı bir mi ediyor.”
“E vet, vahdet matematiğinde her sayının toplamı, çarpımı, bölümü bir‟e çıkar. Fakat herkes bu hesabı
yapamaz. Ġkiye iki, üçe üç, beĢe beĢ derler. ”
“Bu ne tür bir oyun?”
“Külli aklın, kendi kendisiyle „ak ıl oyunları‟dır.”
“Akıl içinde ak ıl. Her akıl bir alt akla göre deli kabul edildiği bir oyun, öyle mi?”
“E vet nûrum öyle. Hadi git hastane ocağından iki kahve al gel.”
“Olmaz, dayak yerim.”
“Sen al gel. Sen delisin iki fincana bir fincan desen ve ocakçıy a üç fincan parası versen, ocakçı seni
Gulyabani‟ye karĢ ı korur. Ama iki fincana bir fincan desen ve bir fincan parası versen dayağı yersin!”
Tımarhane duvarından içeri at ılan bozuk paraları toplay ıp sakladığım yerden aldım. Aynalı‟nın dediği
yaptım. Ocakçı Guly abani‟ye fısıldadı. Gulyabani bana iliĢmedi ama kendi kendime konuĢtuğumu ve iki
fincanı da benim kullandığımı kendi mantığına göre algılayarak uzaktan beni göz hapsin e aldı.
Aynalı Baba ile kahvemizi yudumlarken kendi kendime sordum:
“Ben gerçekten Ģizofren miyim?”
***
12. BÖLÜM
„ÇĠFTE HAFIZLA R, CIRTLAK EFE, DOK TOR KURU SIK I ve DOĞA YASALARI‟
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (12. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Oc ak 27th, 2008
DOĞA YASALA RI
biz birbirimizi biliriz
Ġnsanın yegane bilgisi, bir Ģey bilmediğini itiraf ve tasdik etmektir.
1. ÇĠFTE HAFIZLA R
Tımarhane avlusunun (bahç esinin) çevresi demir parmaklıklarla çevriliydi. Ġnsanlar hay vanat bahçesinde
hay vanları seyreder gibi parmaklıklar arkasından biz delileri seyrederek eğlenirlerdi. Çoğu hastanın yakını
ve bakıcıs ı olmadığı için masraflarını ç ıkarmak için seyircilerin önünde çeĢitl i tuhaflıklar yaparlardı.
Ġnsanlar da gülerler ve daha çok numaraya teĢ vik etmek için parmaklıklar üzerinden içeriye bozuk para,
tütün, yiyecek, içecek gibi Ģeyler atarlardı..
Gerçek bir hafız ve arkasında sürekli dolaĢ an bir K ıpt î arabac ı vardı. Hafız du var önünde diz çökerek
Davudî sesiyle makamlı Kur‟an okurdu. Arabacı da hemen arkasından hafızın okuduğu yerleri daha güzel
bir tegannî (melodik ses) ile okurdu. Kelimeleri yanlıĢ seslerle okumasına rağmen dinleyenlerin çoğu fark
edemezdi. Çünkü halk ın yüzde doksan dokuzu arapçay ı ve yüzde doksanı da Kur‟an okumayı bilmiyordu.
Arabacı içeri at ılan Ģeylerin çoğunu topluyordu. Hafız, Arabac ının hafız olmadığını, her kelimeyi yanlıĢ
okuduğunu söylerdi fakat kimse aradaki farkı anlayamazdı. Bu iki arkadaĢa “Çift e Hafızlar” deniyordu.
Müslümanların ekseriyeti, kâinat kitabını “okuyan” Hz. Resulullah a.s.‟ın hat ırası ardında dolaĢan ve
âyetlerin anlamını bilmeden tekrar eden “Çifte Hafızlar” gibiydi. Bilmediğin bir lisanın kelimelerini doğru da
telaffuz etsen yanlıĢ da söylesen anlamlarına ermedikten sonra “okumuĢ” sayılmazsın.
Arabacıya niçin böyle yaptığını sordum. Gayet akıllı cevap verdi:
“Ben kıptîyim. Ġnsanlar hakaret kastıyla bize çingene derler. Atlı araba ile helal rızık çıkarmak istedim fakat
kimse iĢ ve para vermedi. Dilencilik ve hırsızlık yapmamak için Hâfızın peĢine takıldım ve buralara kadar
düĢtük.”
“Nas ıl akıl ettin de taklidi hafızlığa baĢladın?”
“Allah bizi çalgıya, çengiye, Ģark ıya, türküye mütemâyil yaratmıĢt ır. Fıtraten yetenekliyizdir. Aramızda
kalsın Aynalı Baba‟y a saz çalmayı ben öğrettim. O da karĢılık olarak bana kendi hakikatimi okumayı,
tevhid ve kader s ırlarını öğretti. Böylece çingenelik mühürünün ruhuma kaz ıdığı kezzaplı aĢağılık
duygusundan kurtuldum. Allah‟ın Çingene Arabac ı ola rak da zâhir olabileceğini hazmettim. Fakat bunu ne
Kıptiler ne de kendilerini üstün ırk zanneden milletlerin fertleri anlar.”
Ġçimde yanmaya baĢlayan aĢk ateĢinin tesiriyle;
“Yâ Rabbî! Seni her kılık ve kıy afet altında, her isim ve resim tecellisinde her an gördüğüm halde SENĠ
tanıyamadan geçirdiğim ömrümün tümüne toptan tövbe ediyorum” diye bağırdım.
Gulyabani bağırıĢımı deliliğime vererek pala bıy ıklarının altından gülümsedi.
2. MAKAM DÜġKÜNÜ B ĠR DELĠ
(Cırtlak Efe)
Askerliğini Jandarma eri olarak yapmıĢ bir Efe vardı. O da tımarhanede vakit geçiren ak ıllılardandı. Yedi
yıl dağlarda haydut ve eĢkıya kovalamıĢ. Dağ köylerinde bir derviĢten as ıl eĢkıya ve haydudun ilim ve irfan
nuruyla aydınlanmamıĢ emmare nefs olduğu bilgisini almıĢ. O derviĢin sohbetleriyle olgunlaĢmıĢ ve
piĢmiĢ. Benim gibi ağzını tutamadığı için tımarhaneye kapat ılmıĢ.
Bedenin ülke, aklın padiĢah, bilincin vezir ve emmâre nefsin de cehalet dağlarında gezen, yakalanıp
terbiye ve tımar edilmesi gereken bir âsi olduğunu anlatması askerlikte delirmesine bağlanmıĢ.
Cırtlak Efe de kimsesizlerden olduğu için seyircilere eĢkıya hikây eleri anlatarak rızkını çıkarıyordu.
Bir gün yanıma gelerek “Ârife târif abesle iĢtigaldir” (Zâhiri görüntünün Bâtınî anlamını bilene, kelimelerin
iĢâret ettiği mânâları anlatmak vakit kaybıdır) diyerek selam verdi. Bir fincan kahve ısmarladım ve bir
hikâye dinledim.
(Önce italik yazıyı baĢtan sona okumanızı sonra dönerek açıklama ile birlikte tekrar okumanızı öneririz)
“Bu memlek ette bin kadar eĢkıya çetesi var.
Beden ve bilinç boyutunda hakikati örten perdeler var.
ġefleri Kara Efe, yardımcıları Ak Efe, Mor Efe, YeĢil Efe ve K ızıl Efe.
En kalın kara perde tevhid ilminden bihaber olmaktır. Ġlim öğrendikçe peredeler incelir, renkler açılır.
Hepsi adamlarıyla dağa çıktı.
Nefs, tevhid ilminden dağa kaçan eĢkıya gibi kaçar
Ben bütün Türk ülkesinin Ordu BaĢ Kumandanı olduğumdan BaĢ vekilden bu haydutları tutup
ıslah etmek için emir aldım.
Bedenimin ve ruhumun vicdanı nefs karanlıklarımı aydınlatmayı istiyor.
Omuzlarımdan bin tane kol çıkardım.
Aklımı bir tabağa koyarak bin parçaya böldüm.
Her bir parçayı her kol çavuĢunun heybesine koydum.
Her perdeyi kaldıracak bir mârifet ilmi vardır. Levhi mahfuz olan aklımızda külli bilgi mevc uttur. Her perde
için külli bilgiden bir kıvılc ım çıkarmak gerekir.
ÇavuĢlar akılları ermedikleri vakit benim aklımı heybelerinden çıkarırlar, ne yapacaklarını danıĢırlar.
Her an baĢka bir tefekkür haline düĢerim. Her an bir perde kaldırırım.
ĠĢte bu sayede ne Kara E fe kaldı ne Mor Efe, hepsini yakaladım.
Ġlmin ve irfanın aydınlığı ile cehaletin karanlıklarını dağıtıp nefs Ģubelerimi as ıllarına döndürdüm.
Bu muvaffakiyetimi Ulu PadiĢaha rapor etmiĢler.
Ruhum mutmain oldu.
Bana kırk cariye, kırk deve yükü alt ın ve beĢ yüz deve yükü niĢan (madalya) ihsân etti.
EĢkıya hükmündeki nefs Ģubelerim cariye misali emrime girdi. Bu aydınlanma dünyadaki en büyük kârdır.
Âlemlerdeki her isim ve sıfat tek Zâta ait niĢanlardır, tecellilerdir.
Önceki niĢanlarımla sonraki niĢanlarımın toplamı kırk bin deve yükü oldu.
Her an yeni bir tecelli halindeyim. Önceki ve sonraki tecellilerim birbirine benzemediği gibi her an sayısız
ve sonsuz olarak artmaktadır.
Hepsini kırk bin âlem katarına yükledim.
Âlemler benim tecelli gâhımdır.
Her niĢanı bir vagon duvarına as ıp üzerine
„ ĠĢ bu niĢanlar Ordular BaĢkumandanı Cırtlak Efe‟ye aittir‟
diye yazdırıp her gittiğim yere taĢıy acağım.
Her katarın (varlık silsilesinin) her ferdinde benim cemalim ve celalim görünür.
NiĢanlar âĢikâr eylenmezse ne iĢe yarar?”
Hakk‟ın güzellikleri Kâmil Ġnsan bilinciyle algılanmazsa ne anlamı kalır?
Cırtlak Efe‟nin seyircileri güldüren zır deli saçmalarının ardında anlayan için nice sırlar mevc uttu.
3. DELĠLĠĞĠ AKILLILIĞA TERCĠH EDE N BĠRĠSĠ
(Dr. Kuru Sık ı)
Üzüm bağlarına sahip bir zengin servetinin tamamını kaybetmiĢ. Aklı bu yüzden bozulmuĢ. Elinde kalan
birkaç dönüm üzüm bahçesinden daha iyi verim elde etmek için kendinc e bir ilaç formülü geliĢtirmiĢ.
Ziraat mühendislerinin terkiplerini beğenmeyip, asma kütüklerinin bit ve kurt hastalığına kökten çözüm
geliĢtirmiĢ.
Cıva, asit, barut, Ģap, kibrit eczası ve birkaç daha zehirli sıvıy ı karıĢtırıp macun yapmıĢ. Elindeki son asma
kütüklerine bol miktarda dökmüĢ. Sonuç, her derde devacı sahte Doktor Kuru S ıkı‟nın ilaçlarının sonucu
gibi olmuĢ. Asma kütüklerindeki bit ve kurtlar yok olduğu gibi toprağıyla birlikte üzüm bağı da beĢ yıl
kullanılamaz hale gelmiĢ.
Eski zenginin nâmı Dr.Kuru Sıkı olarak kalmıĢ.
Dr. Kuru Sıkı çok az konuĢan birisi olduğu için akıllı mı deli mi anlayamadım. Nadiren özlü sözler
konuĢurdu.
Mesela “Teferruata gerek yok, kökten çözüm; varlığı yok etmektir.” Der ve susardı.
Cümlenin anlamı, mutlak yokluk olan „fakr hâli‟ ile mutabık (uygun) görünüyor. Fakat Dr. Kuru Sıkı‟nın fakr
hali ile ilgisi delilik derecesindeki meczubiyetiyle birleĢince, ilacı gibi zehirleyici dozda bir velî tipi ortaya
çıkıyordu. Ġnsanlara akıllarının alamayacağı üslupla hitap ediy or ve bilgisinden istifade olunamıyordu.
Bu tip velîler haramın ve helalin sınırlarını belirleyen Ģeriat hükümlerini aklı cüz ile birleĢtiremezdi.
Aklı cüze göre baĢkasının malını çalmak, toplumun örfî ve devletin resmî onayı (nik ah) olmadan evlilik
hayatı (birliktelik-zinâ) yaĢamak, insan öldürmek gibi büyük yasaklar vardır.
Varlığın hakikatini sadece soyut olarak tefekküre yarayan aklı kül mant ığını, aklı cüzün haramlarına
uygulayan meczup (akıl ile alakası olmayan) kiĢiler; hırsızlık, zinâ ve cinayet gibi haramları „hakkın fiili‟
zannedip helal kabul edebilirler. Bu mantıkla harek et eden meczup kiĢiye „velî‟ de denilemez. Ancak
velay etle ilgili baz ı nefsi mülheme bilgilerini sızdıran aklî dengesi bozulmuĢ bir tip denilebilir. Bunlardan
her hal ve Ģartta uzak durmakta yarar vardır. Hükümleri Ģeriata terstir, yaĢantılarında örnek olamazlar ve
irĢad edici (yol gösterici) kabul edilmezler.
Mesela bir gün bir delinin diĢi ağrımıĢtı. Dr. Kuru Sıkı hademelerden kerpeden, çekiç, keski istedi. Ne
yapacağını sordular. DiĢ ağrısını kökten çözmek için hastanın çene kemiğini çekeceğini söyledi.
Ben de namaz kılmayı bazen unuttuğumu söyleyip bir nasihat istedim. Kulaklarımın hakikatin sesi olan
ezana karĢı tıkalı olduğunu ve kulakları iki taraftan birleĢinceye kadar matkapla delmek gerektiğini söyledi.
Hemen koĢarak hademelerden matkap bulmaya gitti.
Allah‟a nefsimizi nas ıl kurban edeceğimizi sordum; çocuğun senin en değerli nefsindir, çocuğunu kes dedi.
Bu cevabı ile Kur‟an‟daki ve Ġsrâiliyattaki (Yahudi Hikayeleri) mecazi anlatımları gerçekten ayırt
edemeyecek derecede zahi rden ve bât ından kopuk olduğunu anladım.
Bazen de çok esrarlı cevaplar veriyordu. Bana Allah‟ı anlat dedim; benden mi dinlemek istersin yoksa
kendisinden mi dinlemek istersin dedi, sustu ve konuĢmadı.
4. RÜYA, RÜYA ĠÇĠNDE
Manisa Tımarhanesinde gerçek delilerin arasında birkaç akıllı (?) vardı. Cırtlak Efe, Arabacı Kıpti, Doktor
Kurus ıkı ve ben akıllı delilerden idim. Bizi de tımarhane dıĢındakiler tanıyamamıĢ, deli (?) zannetmiĢlerdi.
Biz dört akıllı (?) ay nı koğuĢta kalıyorduk. GüneĢ doğmadan önce kalkmıĢ yataklarımızda oturuyorduk.
Sabah çorbasına kadar kapı kilitli kalıyordu. Gözlerim isteğim dıĢ ında duvara döndü. Duvardan Aynalı‟nın
süzülerek odaya geçiĢ yaptığını gördüm.
Hiçbir Ģey olağan üstü gelmiyordu ve doğa yasalarıyla mucizeler arasın da da bir fark görmüyordum.
Çünk ü bu âlem ezelden ebede „her Ģey olabilir‟ mayası ile mayalanmıĢtı. Sürekli görüp de kanıksadığımız
olaylara „doğa yasaları‟ diyorduk. Arada sırada oluĢan ya da sadece bir kez bir Resul veya velî vesilesiyle
görülen olaylara da „doğaüstü‟ diyorduk. Doğaüstü bir olay mesela Hz. Musa dönemindeki „denizin
yarılması‟ her beĢ bin yılda tekrar etse mucize olmaktan çıkar doğal bir hadise haline gelirdi.
Bir kez gerçekleĢen olaylar mucizedir. Aslında her insan da bir kez zahir olmak itibarıyla mucizedir.
Aynalı Baba bu arada odanın ort asına kadar yürüy üp durdu. Selam verdi. Herkes selama karĢ ılık verince,
diğerlerinin de onu gördüğünü anladım. Aynalı tatlı sesiyle;
“Hay di! Erenler toparlanın, sabah kahvesini benim Ģatoda içelim” dedi.
Günlük kıyafetlerimizde pijama ve elbise ayrımı olmadığı için hepimiz de zaten haz ır haldeydik. Buradan
nasıl çıkacağız diye sormadım. Dünya hayatı tümüyle bir rüyaydı. Uyuduğumuzu zannettiğimiz sürecin
rüyasında duvardan geçiyorduk. ġu anda da uyanık lık rüya sürecini yaĢıyorduk. Uyumak ve uyanık olmak
dünya rüyasının iki haliydi. Hepimizde aynı bilinçte olduğumuz için yoğun bir sis perdesinden
geçiyormuĢçasına duvardan geçip gittik.
Hastane bahçe duvarından da aynı Ģekilde geçtik. Akıllı (?) insanlar biz delileri (?) görmüyordu. Biz bize
boyutundaydık. Geçen y ıl tanzim edilen yeni at pazarına gelince Aynalı durakladı. Ġnsanlar Ģiddetli
pazarlıklarla at alıp satıyorlardı. Bizler baĢka boyutta olduğumuz için görünmüyorduk fakat atlar gördüğü
için ürküyorlar, Ģaha kalk ıyorlardı.
Aynalı parmağıyla parke taĢlarının aras ındaki bir karınca yuvasını gösterdi. Oraya dikkatle bakmamız ı
istedi. Biz dört deli (?) yuvaya bakmaya baĢladık. TaĢların üzerinde beĢ yüz kadar mini karınca toplanmıĢ,
kaynaĢıyordu. Biraz sonra bir at tam yuvanın üzerine geldi. Yeni doğmakta olan güneĢe gölge oldu.
Aynalı„nın iĢaretiyle yürüyüĢe devam ederek at pazarından çıktık.
Mezarlığın ortasında Aynalı‟nın önc eki kulübesinin aynısı duruyordu. BeĢimiz yeĢil otların üzerine oturduk.
Bu sefer Aynalı Baba kahvemizi yeni temin ettiği bir ispirt o ocağında demledi. Büyük fincanlarla ikram etti.
Sabah ziyaretine gelenler vardı. Bir kaçı bizim oturduğumuz yere doğru yöneldiler. Birisi benim içimden
geçti gitti. Ben de merak saikasıyla onun üzerine yürüdüm. Ben de onun içinden geçtim. O benim farkımda
değildi. Ben ona göre ruh idim, o da bana göre ruh idi. Fak at ikimizde kendi boyutumuzda kendimizi
madde olarak algılıyorduk.
YaĢlı birisi ortamıza oturdu. Bizi ve kulübeyi görmüyordu fakat arkadaĢ ına Ģöyle seslendi. Belli ki kalbi
daha saf ve hisleri daha kuvvetliydi:
“Burada ruhlar hissediyorum. Canım da taze çekilmiĢ kahve çekti.”
Ziyaretçiler uzaklaĢt ılar. Yıllardan beri özlediğim kahve âleminin keyfiyle kendimden geçmiĢim.
5. KARINCA LARIN ĠMANI VE ĠRFANI
Zifiri karanlık bir mağarada beĢ yüz kadar karınca yavrus u vardı çevremde. Kendime baktım ben de
karıncaydım. IĢık olmamasına rağmen çevremi çok net görüyordum. Hemen yanımda yatanlar da yine
karınca tecellisine dönüĢmüĢ olan tımarhane arkadaĢlarımdı.
Birbirimize antenlerimizle mes aj göndererek haberleĢiyorduk. Hepimiz birkaç günlük yavruyduk ve hızlı
eğitimden geçiriliyorduk. Öğreticilerimiz yaĢlı karıncalardı. Bir Ģeyi bir kez söylüyorlar ve hepimiz de aynı
anda anlıyorduk.
Bir hafta içinde yuva dıĢına çıkacak kadar büyümüĢ ve her Ģeyi öğrenmiĢtik. Öğrenmek kavramı bana
biraz ters geliyordu. Sanki anlat ılanlar beynimin içine kendiliğinden yerleĢiyordu. DavranıĢlarımı
düĢünmeden yapıyordum. Her seferinde doğru olan karar ve fiil otomatik olarak aç ığa ç ıkıyordu. Sevki
tabii (içgüdü) denilen Ģey bu olmalıydı.
Ġç duygularımda kin, nefret, hırs, kibir, gurur gibi Ģeyler yoktu. Tembellik yapamaz durumdaydım, tüm
zerrelerim enerjiyle kaynıyor, sürekli hareket etmek istiyordum. Suç iĢ lemiyordum. Çünkü sevki tabiimde
suç iĢleme programı yoktu. Bu durumda insanlardan ve meleklerden üstün olmamız gerekiyordu. Hâlbuki
insanlar âlemindeki tasnife göre en alt sıradaydık, çünkü hay vandık.
Ġnsana en üste çıkma Ģansını; isyan, hata, tembellik, gurur, kibir ve benzeri davranıĢlara müsait olması
fakat bunları terk ederek disiplin alt ına almas ı mı veriyordu? Bu davranıĢların hiç birisini terk etmediğimi ve
disiplin altına almadığımı hat ırladım. Demek ki benim insanî tecellimin sadece görünüĢ ü insan imiĢ, bilinç
olarak Ģu anki hay vanî tecellimden daha da aĢağıda imiĢim.
Antenlerimize yeni bir titreĢim geldi. Yuvamızın en yaĢlı ve en âlimlerinden oluĢan heyet bizi dıĢarıda bir
konferansa davet ediyordu. Bölükler halinde tüm yavru karıncalar dıĢ düny ada toplandık. Yuva dıĢına
çıktığım anda insanlık ve hay vanlık Ģeklinde olan çift bilinç duygumu kaybederek tamamen karınca oldum.
DıĢ dünyada çok tuhaf Ģekiller vardı. TaĢlar köĢeli idi ve yan yana sıralanmıĢtı. Bir tanesini on bin karınca
kıpırdatamaz dı. Sonra bu köĢeli taĢlar muntazam olarak toprağa gömülmüĢtü. Yuvamızın çıkıĢ ı bu
mucizevî taĢların arasındaydı.
En yaĢlı âlim, ârif ve filozof karınca yüksek bir yere çıkarak konferansa baĢladı.
“Sevgili gençler. Hepinizi bir arada görmek bana çok büyük Ģeref verdi. Biz yaĢlandık, yakında da ölürüz.
Fakat içimiz huzurlu ve rahat. Bu gün burada sahip olduğum evrensel sırların tamamını sizlere aktarmay ı
düĢünüyorum. Sizin hepinizin benim sahip olduğum ilme ve irfana lây ıkıyla vâris olacağınızdan eminim.
Milyarlarca y ıldan beri atalarımız ın bize devrettiği ilme göre; anteni sonsuz uzunlukta olan tek ve yüce
tanrımız tüm evreni biz ant enli karıncaların hizmeti için yarattı. Dünyada karıncalardan baĢka varlıklar
olduğunu da biliyoruz. Fakat onları göremiyoruz. Belki de onlar bizi görüyordur. Ve bize özenerek
bakıyorlardır. Çünkü en güzel sûret karınca görünüĢüdür.
Mâneviyat ı açık karıncaların keĢfî bilgilerine göre diğer varlıkların; acaip, garip, yetersiz vücutları ve
yeteneksiz beyin yapıları olduğundan eminiz.
Meselâ Ģu köĢeli taĢları buraya baĢı bulutlara değen akıls ız devlerin döĢediğine inanıyoruz. Bu taĢların
doğaya ve karıncaya hiçbir yararı yok. Devler akıls ız oldukları için içgüdüleriyle taĢları yont up döĢ üyorlar.
Kendilerine de yararı olmayan bu iĢi yapma nedenleri yüce antenli tanrının onları öyle programlamıĢ
olmasıdır. Anlamsız amel iĢleyecek mahlûk olarak yaratılmadığımız için ne kadar Ģükretsek azdır.
Bir yıldan beri yüce antenli yarat ıcımız doğaüstü olaylarla biz e vahiy gönderiyor. Kendisini unutmamamız,
verdiği nimetlerin değerini bilmemiz için mucizeler gönderiyor.
Bir yıl önce devler yuvamızın çevresine köĢeli taĢlar döĢedi. DüĢünün bu bizim yapamayacağımız
muazzam bir iĢtir. Bin karınca bin y ıl çalıĢsa bir taĢı ancak döĢer. DüĢünün ve itir af edin! Bu devleri
mutlaka yarat ıcı sonsuz antenli bir tanrı sevk ve idare ediyor, onlara bu iĢleri yaptırıyor. TaĢlara bak ın,
taĢlardaki dizayn ve mühendisliğe bakın, ne kadar mucizevidir. Bu sanatı ak ılsız olan ve sadece
içgüdüleriyle yaĢayan insan denen devler yapabilir mi? Demek ki bu taĢlar bizim iĢimize yaramasa da
yüce antenli yaratıc ımız bu taĢlarda insan denilen mahluk elinden tecelli ettirdiği harika san‟atıyla bize
kendi varlığını ihtar ediyor.
ġu üzerimizdeki dört sütunlu bulut a bak ın! Milyarlarca yıldan beri bulutlar hep havada gezerdi. Bu mucize
bulutun yerden baĢlayıp da gökyüzüne uzanan dört tane hareketli sütunu var. Tam yuvamız ın üstüne
gelerek bizi güneĢten koruyor.
Bu mucizevi bulut arada sırada sıcak yağmur yağdırıyor. Öğret im görevlilerimiz, profesörlerimiz ve
yüzlerce yüksek lisans öğrencilerimiz mucize bulutlar ve sıcak yağmurlar hakkında tezler haz ırlıyorlar.
Henüz bu iĢlemin mucize mi doğa yasas ı mı olduğunu çözebilmiĢ değiliz.
Yüce antenli tanrımızın, ve yüce rabbimizin hikmetinden sual olunmaz ama bizim karınca kullar olarak
üzerimize düĢen bilim farzını da icra etmemiz gerekiyor. ġimĢeksiz, bulutsuz ve gök gürült üsüz
atmosferde birden ortaya çıkan bu s ıcak yağmur bulutlarının gaybî sırlarını da çözmek zorundayız.”
Dördümüzün baĢı döndü. Antenlerimizle mesajlaĢtık. Karınca bilincimizin yanında insanî bilincimiz de
tekrar devreye girmiĢti. Ben söz isteyerek yüksek yere çıktım. YaĢlı âlim karınca gururla öğrencisini
dinlemeye baĢladı.
“Sayın üstadlarım ve değerli arkadaĢlarım. Ben âcizane kardeĢiniz, haddim olmayarak üstadlarımın ve
değerli bilim karıncalarının tezlerine karĢılık olarak bir anti tez sunmak istiyorum.
Ġlk olarak yüce antenli tanrımız ın biz karınc alara benzeyen antenlerinin olmadığını ve karınca gibi bir bilinci
olmadığını iddia ediyorum.
(Üç karınca hariç diğerleri yoğun bir titreĢim koparır)
Lütfen antitezime saygılı olun. Belki de burada gerçeği ama sadece gerçeği bilen dört karınca vardır.
Hepiniz yanılıyor olabilirsiniz. Beni anlarsanız hakikat ehli olursunuz.
Yüce yaratıc ı ne karıncaya ne de dev varlıklara benzer. O sadece kendisine benzer. Hatta o tek olduğu ve
sonsuz olduğu için benzeyecek ve ya benzemeyecek varlıklardan münezzeh olmak zorundadır.
Bir yıldan beri baĢımıza musallat olan olaylar mucize değildir. Tanrının vahyi, ikazı ve iĢareti de değildir.
Sizin karınca gözüyle algılayamadığınız ancak bulutumsu yoğunlukta görebildiğiniz Ģey dört bacaklı bir
hay vandır. Elli milyar karınc a toplam ağırlığına eĢit bir hay vandır.
BaĢınıza yağan da sıcak yağmur değil at, beygir ve merk ep isimli dev hay vanların idrarlarıdır.”
Âlimler, profesörler ve karıncalar Ģok olmuĢlardı. Hepsi birden beni linç etmek için üzerime hücum ettiler.
Hepimiz tek top karınca kümesi olmuĢ kaynaĢıyorduk. Birden tepemizdeki at idrarını salıverdi. Bizim dörtlü
ile birlikte tamamımıza yakını idrar içinde boğularak ölmüĢtük.
Ortalık kuruyunc a bizi yuvaya taĢıdılar. Ölü olduğum halde çevremi algılıyordum. Birisi beni yavaĢ yavaĢ
sallıyordu. Gözlerimi açtığımda beni sallayanın Aynalı Baba olduğunu gördüm.
Aynalı Baba tebessüm ederek
“Ġnsanoğlunun da
ilmi, irfanı, imanı ve gay bi sırlara vâkıfiyeti
ancak âlim karınca kadardır”
dedi.
Bizi tımarhaneye doğru uğurlarken elindeki sazıyla da bir türk ü tutturmuĢtu.
GüneĢ yanar, âlem döner,
Bir gün gelir, hepsi söner.
Ey sâhib-i ilm-ü hüner,
Bilir misin, sebebi kim?
Ne gelen var, ne giden var,
Ne solan var, ne biten var,
Ne gülü var, ne diken var,
Bilir misin, sebebi kim?
Her zerre ferd yoktur eĢi.
Aceb bunlar kimin iĢi?
Ey kendini bilmez kiĢi,
Bilir misin, sebebi kim?
Haktır desen mânası ne?
Sebep midir? Bir kelime:
Soruyorum sana yine,
Bilir misin, sebebi kim?
13. BÖLÜM: „LEYLÂ‟LI MECNÛN‟
(Bilgi notu: Üç kısa ve bir uzun bölüm birleĢtirilerek yorumlanmıĢtır.)
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (13. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih Oc ak 29th, 2008
LEYLÂ‟lı ME CNÛN
peçenin ardındaki güzel
Mecnûn hanç eri kaldırır ve tam kalbine saplamak üzereyken durur.
“Hay ır, Leylâ! Ġntihar etme” der.
Leylâ ve Mecnûn hakkında açıklama :
Leylâ ve Mecnûn Osmanlı divan Ģairi ve tasavvuf edebiyatı üstâdlarından Fuzuli tarafından yazılmıĢ bir
hikâyedir. Leylâ ve Mecnûn isimli Ģahıslar tamamen hayali kahramanlar olup tarihte yaĢadıklarına dair
hiçbir iz yoktur..
Fuzulî bu hikâyeyi beĢerî aĢk tarzında anlatmıĢtır. Fakat hikâyenin anlamının beĢeri aĢk ile uzaktan ve
yakından hiçbir alâkas ı yoktur. Hikâye tamamen tasavvufi içeriklidir.
Leylâ; tasavvufî yolculuk olan seyr-i süluk (bilincin hakikate yükseliĢ aĢamaları) ile ulaĢ ılacak gây enin
sembolüdür. Mecnûn da nefsin (o gâyeye yükselen bilincin) sembolüdür.
Leylâ; gece, gec eye ait, gecenin rengi gibi anlamları içeren bir isimdir. Tasavvufta gece, karanlık ve siyah
kavramları Allah‟ın zâtî yönüne iĢaret eden sembolik bir renktir. Ġnsan kalbinin y a da daha doğru bir ifade
ile insan bilincinin AHA DĠYE T (t eklik) ilmini tanıy ıp o ilme âĢ ık olmas ı olayı siyah renk ile anlatılır. Bunun
da kaynağı; Hz. Muhammed a.s.‟ın Mekke‟yi fethettiği gün sancağının ve sarığının renginin siyah
olmasıdır.
Zâhirde Mekke‟yi fetheden Resulullah a.s. hakikatte Ahadiyet ilminin zirvesini fethetmiĢtir. Ahadiyet ilminin
zirvesi ise a‟ma (mutlak yokluk, mutlak teklik, mutlak karanlık) makamıdır. Aydınlıkta varlığın kesreti
(çokluğu) görünür ama gece olunca ıĢ ıkta görülen tüm çokluk kalkar ve yerini sonsuz bütünlük olan tekillik
kaplar.
Mecnûn kelimesi “göze ve bilince gizli olmak” anlamındaki kök harflerden gelmektedir. Cennet, cin, cinnet
kavramları birbirine akraba sözcüklerdir. Cin “beĢ duy uya gizli varlık” anlamındadır. Cennet de yine “beĢ
duyumuz a gizli bir mekân” anlamını içerir.
Cinnet geçirmek; sebebi gözle görülemeyen bir olay nedeniyle akli kontrolü kaybetmek anlamındadır.
Mecnûn ismi de hikayeye özgü olarak cinnet derecesinde tüm bilincini AHADĠYE T ilmine odaklamak ve o
ilimden baĢka tüm varlıktan ilgiyi kesmek anlamlarını içerir.
“Mecnûn‟un Leylâ‟ya aĢk ı baĢlangıçta beĢeri bir aĢk idi sonradan Leylâ yerine Mevlâ‟yı buldu ve aĢk ilahi
aĢka dönüĢtü” gibi basit bir yorumu tamamen terk etmemiz gerekir. Leylâ ve Mecnûn hikayesi ilâhî aĢkı da
anlatmaz. Mecnûn; kendisini Ahad‟dan ayrı bir varlık zanneden bilincin tekrar Leylâ‟ya; yâni kendi
Ahadiyetine dönüĢünün hikâyesidir. Ġnsanın kendi hakikatini idrakidir. Ġnsan ve ismi Allah olan bir tanrının
birbirini sevmesi değil Allah‟dan gayrı varlığı olmayanın kendine olan aĢkıdır. Allah‟ın kendine olan aĢkının
hikâyesidir.
1- RAPORLU TABURCU
Manisa tımarhanesindeki çilemi doldurmuĢ ve annemin dilekçesiyle hastaneden taburcu edilmiĢtim. ÇıkıĢ
belgemde “Yapt ığı Ģeylerden ve düĢündüğü Ģeyleri söylemesinden mes‟ul değildir” yaz ıyordu.
Ben “her dilediğini sualsiz yapacak ve yaptığından asla sual olunmayacak” bir belgeye ulaĢmıĢtım. Buna
delilik mi, velîlilik mi denilir? Siz karar verin.
Cebimdeki belgeye göre her düĢündüğümü kimseyi dikkate almadan ifade etmek özgürlüğüm de vardı.
Yâni ben Râci olarak sanki evrende “tek” varlık imiĢim gibi her Ģeyi kendi kendime konuĢabilirdim. Nas ıl
olsa ben‟i ben‟den baĢkası duyamayac aktı. . .
BaĢta anneciğim ve tüm tanıdıklar benim için üzülüyorlardı. Fakat onulmaz akıl hastalığına düĢmüĢtüm,
tedavi olunamaz dım, çârem yoktu. Ben de, bana ac ıyan ak ıllı (?) akrabalarıma ve dostlarıma
üzülüyordum. Onların da benim gibi hastalanmas ı için dua ediyordum.
Aynalı Baba‟yı da aramıyordum. Ben nerede isem o oray a geliyordu. Manisa‟dan Ġstanbul‟a dönmüĢtüm.
Canım Aynalı ile buluĢmak, ispirto ocağında demlenmiĢ bir fincan kahvesini içmek dilediğinde a‟mak -ı
hayalimde bir boyut açılıyor ve sadece ikimiz o âlemde buluĢ up keyif ediyorduk.
“Aynalı ve Aynalı Baba” boyutu dıĢımda bir varlık değil, düĢünce dünyamda oluĢturduğum sanal bir
ortamdı. Ben Aynalı Baba idim ve aynı zamanda Râci idim. Kendi hakikat boyutlarından dilediğini
oluĢturma gizemine ermiĢ, duâ sırrını çözmüĢ bir Râci idim. Kendimle her an buluĢan vahded idim.
Kendimle her an buluĢan kesret idim.
Püsküllü fesimi baĢıma taktım. Ġtalyan iskarpinlerimi giydim. Hâkim yaka beyaz gömleğimin üzerine
saçaklı kırmızı ipek kuĢağımı sardım. Ġspanyol paça pant olonum, üstünde yelekli ceketim, elimde
bastonum ile Ġstanbul‟un parke taĢlı yollarını arĢınlamaya haz ırdım. B ıyıklarımın uc unu burdum ve
Beyoğlu sırtlarına doğru yürümeye baĢladım.
Eski dostlarım için bu fiyak alı kılığım artık eski akıllı Râci‟nin değil yeni deli (?) Râci‟nin sembolüy dü.
Unkapanı‟ndan TarlabaĢı‟na doğru çıkarken küçük bir bostan içinde yaĢlı bir çınar ağac ı vardı. Aynalı
Baba‟nın orada oturmuĢ beni bekliyor olmasını kafamda kurguladım. NeĢeli adımlarla bostana girdiğimde
ispirto ocağının ve MısırçarĢ ısı‟nda satılan meĢhur Hacı . . . kahvesinin kokusunu çoktan almıĢtım.
Aynalı Baba her zamanki haliyle tebessüm ederek “HoĢ geldin nûrum” dedi ve hemen kahveleri iri
fincanlara doldurdu. Beraberce ç ınar ağacına yaslandık kahvelerimizi içmeye baĢladık.
Çınarın arkas ında eski piyano ve üzerinde ney öylece arazi üzerinde duruyordu. “Neyi anladım ama
piyano oraya nasıl gelmiĢti?” diye düĢünmedim. Belkıs‟ın Tahtı‟nı ne getirdiyse; piyanoyu, neyi ve hatta
Aynalı Baba‟yı da aynı güç getirmiĢ olmalıydı. Yâni Süleymân‟da, Süleymân olarak zâhir olan Bâtın, Ģimdi
de Râci olarak Zâhir idi ve aynı fiili tekrar ediyordu.
2- EMMÂRE NE FSĠN, MÜLHĠME NEFSE AġKI
Aynalı Baba;
“E vlât bu gün biraz coĢkunum. Sana ney çalayım” dedi ve üfürdükçe yerler gökler inlemeye baĢladı.
Kendimden geçmiĢim.
Emel Ģehri beyinin oğluymuĢum.
Annemin ve babamın bir tanesiydim. Oldukça gösteriĢliydim. Çok Ģık giyiniyordum. Ġpek atlas kıyafetlerle
inci mercan süslü at ımla dolaĢmaya çıktığımda halk beni görünc e; “Fetebârekellâhu Ahsen-ül hâlikin, var
edicilerin en güzeli olan Allah‟ın Ģânı ne yücedir!” âyetini okuyarak bakarlardı. Genç kızlar benimle
evlenmek için hayaller kurarlardı. Fakat kalbimde doldurulamaz bir boĢluk hissediyordum. O boĢluğun ne
olduğunu da bilmiyordum. Hiçbir saltanat nimetinin ve dünya güz elinin aĢkının ruhumdaki sonsuz girdabı
doldurabileceğini zannetmiyordum.
Ne aradığını bilememek ve bulamamak derdi ile zamanla hastalandım, yatağa düĢtüm. Günden güne
sararıp soluyordum. Derdime çâre olmas ı için ülkenin her yerinden hekimler getirildi ama hi ç birisi devâmı
bulamadı.
Nihay et dağ baĢında yalnız yaĢayan bir yaĢlı âlim gelerek hastalığımı teĢhis etti. Babama;
“Ey efendi! Oğlunuz seviyor. AĢk hastasıdır” dedi.
“Muht erem hocam kimi seviyor?”
“Hiç kimseyi. ĠĢte aĢkın en öldürücü Ģekli budur. Bu gencin bağrını yakan aĢk mutlak aĢktır. Yâni hiçbir
Ģeye karĢı olmay an ve hedefi bulunmayan bir aĢktır. Bu aĢka bir hedef bulmalı; ondan sonra aĢkın ateĢini,
cana can katan kavuĢma hâli ile söndürme yolunu düĢünmeli. Böyle olmazsa ölümü muhakkaktır.”
Aileme göre iĢ basit olup sadece beğeneceğim bir kız bulmaktı. Oysa benim derdim dıĢ dünyada değil iç
dünyamda idi. Bilincimin emmare nefs boyutu her Ģeye doymuĢtu. Kendini beğeniyor, gücünün ve
kuvvetinin sonsuz derecede artmas ını ve Firavun gibi ölümsüz bir tanrı olmay ı planlıyordu.
Emmâre nefsim aklımı ve ruhumu emrine almıĢtı. Aklım ve ruhum kölesi olmuĢ Emmâre için
“Fetebârekeallâhu Ahsen-ül hâlik în!” diyorlardı. Fakat Emmârem yaĢamın sonlu, gençliğin geçici, Ģan ve
Ģöhretin çökücü, saltanatın yok olucu olduğunu çok iyi biliyordu. Bunları nasıl tanrıs allığa dönüĢtürebilirdi?
Derdi buy du. Tanrı olmaya âĢ ık olmuĢtu.
Ben de bu derdimi imansızlık, kâfirlik, dalâlet, sünneti seniyyeyi terk gibi Ģeriat suçlarıyla yargılanmamak
ve dıĢlanmamak için açıkça söyleyemiyordum.
Bir gün sokaktan geçen adam Ģöyle bağırıyordu:
“Kapalı bir sandık satıyorum. Ġçinde ne olduğunu bilmiyorum. Alan da piĢman olur, almayan da!”
Ġlk defa içimde bir merak duygusu uyanmıĢtı. Babam o gizemli sandığı hemen bin altına satın aldı. San dığı
kırmadan açmak bana büyük bir zevk vermiĢ, tam iki gün Ģifresini kırmak için çalıĢmıĢtım. Nihayet aç ıldı.
Ġçinden Maksûd ġehri PadiĢâhı Sultan Kerâmet‟in dünya güz eli kızı âyine-i AĢk Bânu Sultan‟ın bir resmi
ve bir yazı çıktı.
Bânû‟nun resmi bu kadar güzel ise kendisi nas ıldır diy e merak ettim ve yazıyı okudum.
“Bu resmi gören herkes Bânû‟ya âĢık olur. Fakat ona âĢık olmak ölüm demektir. ġimdiye kadar bin genç
bu yolda ölmüĢtür. Kendini seven bu sevdadan vazgeçsin!”
Emmâre nefsim ölümsüz tanrı olunca yanına da ölümsüz bir tanrıça istiyordu. Emmâreden sonraki en
esrârengiz nefs boyutu „mülhime‟ idi. Mülhime kapalı bir hazine sandığı gibiydi. Ölümlü emmârenin aradığı
ölümsüzlük suyu Âb-ı Hayât‟ın formülü onda mıydı? Onda olduğuna inanarak bu sefer de „mülhime‟ye âĢ ık
olarak sırlarını araĢtırma yolculuğu olan seyr-i süluka hazırlanıyordu.
Aileme Maksûd Ģehrine gidip Bânû‟yu alıp geleceğimi söylediğimde çok Ģiddetli itiraz ile karĢılaĢtım.
Israrım sonucu iknâ oldular ve yola çıktım. Bir yıl süren y olculuktan sonra hedefe vardım. Beni sarayda
konuk ederek hemen Bânû‟nun huzuruna çıkardılar. Bânû beni beğendiğini itiraf ederek bana yazık
olmamas ı için bu sevdadan vaz geçmememi ve evime dönmemi ısrar etti. ġöyle dedi:
“Ey Genç! Benimle evlenmen için suallerime doğru cevaplar vermen gerekir. Fakat Ģimdiye kadar kimse
doğru cevabı veremediği için helak oldu. Sorularıma doğru cevabı bulabilenler ise zaten benimle
evlenmey e ihtiyaç duymaz. Benden daha güzel olan „GüneĢ‟ Sultan sevdasına yakalanırlar. ”
Nefsi emmârenin kararları delikanlılık çağındaki duygusallığa mağlup olan gençler gibidir. Emmâre her
Ģeyi bildiğini iddia eder. Fakat hatalarına levm ederek (piĢman olarak) aynı hat aları yinelemeden bir yol
gösterici desteğiyle mülhime nefs boyutunda s ırlar ilminin bahçesine adım atar. En kaygan zemin olan bu
boyutta ayağı kaymazsa Mutmain Nefs‟in hakikati „GüneĢ‟ gibi doğar. Emmâre nefs artık aradığı aĢkı
kendi hakikati olarak Mutmain nefsde bulmuĢtur ve Mülhime‟ye (Bânû‟ya) tekrar dönemez.
“Hay ır ey Bânû! Âlemde senden daha güzel bir varlığın olabileceğine inanmıyorum. Ben senin sevdandan
vazgeçemem. Bana sorularını sor. ”
“O halde günah benden gitti. Ya hem beni kaybedersin ya da hem kendini kaybedersin. Ya da GüneĢ
Sultan‟ın çekimine kapılarak yine beni kaybedersin. Her halükârda ikimizin sağlıklı olarak kavuĢması ve bir
arada durması imkâns ızdır” dedi ve bir ah çekerek suallerini yöneltti;
“Bir;
elif mi noktadan, nokta mı eliften çıkmıĢtır?
Ġki;
bu ne vakit olmuĢtur?
Üç;
elifle noktanın ay nı olduğunu canlı örnekle kanıtlayabilir misin?”
Bu suallaerin sonunda Bânû yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eĢsiz güzellikteki yüzü görünce göz
kamaĢtırıcı güzelliğine dayanamayarak “Allahu Ekber” feryadı ile düĢüp bayıldım.
Yarat ılıĢça saf ve temiz olan “nefs” bölgesel Ģartlanmalardan, toplumsal saplantılardan ve kiĢisel
özelliklerden dolayı saflığını kaybeder. Hatalı ve kısıtlı bilgi ile donanmıĢ anlamındaki “emmâre” nefs
sıfatını alır. Emare nefs bilincini yaĢayan birey içinde bulunduğu toplumun dinsel, mistik, tasavvufî ya da
felsefî soyut konularına ilgi duyarsa “öz eleĢtiri/tefekkür” yapan anlamındaki “levvâme” nefs sıfatını alır.
Levvâmenin kalıplarını k ırıp evrensel düĢünceye ilk adımını attığında Ģartlanmalarından öğrendiği tanrı
düĢüncesini y ıkarak “Allah” gerçeğini çok genel hatlarıyla kavramaya baĢlar. Ġlk anda kendini ve tüm
varlığı Allah‟ın projeksiyonu gibi kavrar. Emmâre ve levvâmenin dar kalıplarına göre bu projeksiyon
düĢüncesi sonsuz sınırsız bir keĢif gibi gelir. Hâlbuki Allah‟ın projeksiyonu olmak hâlâ özünde tanrı
inanc ını ve ikiliği barındırmaktadır. Buna rağmen sûfî‟nin burada müthiĢ bir Ģekilde baĢı döner. Allah ile
aras ındaki perdelerden sadece birincisi kalkmıĢtır henüz. Daha sonsuz perdeler olmasına rağmen kalkan
ilk perdede dahi sonsuz güzelliği tam seyrettiğini zanneder.
Bânû‟nun yüzündeki peçeyi kaldırmas ı Râci‟nin ilk tasavvufi keĢiflerinden birisinin sembolik anlat ımıdır.
Gözümü açtığım zaman Aynalı Baba tebessümle konuĢuyordu:
“Elif harfinin üstüne bir çizgi at „e‟ olsun. Altına ç izgi at „i‟ olsun. Üstüne vav koy „û‟ olsun. Elif nas ıl oluyor
da böyle k ılık değiĢtiriyor? Elifi değiĢtiren çizgilerdir demek cevap değildir. Asıl cevap ise akıl tasını
çatlatır. Hak her an baĢka bir tecellidedir desen herkes baĢ sallar „evet‟ der. Ama Hak tecelli etmez kendisi
olarak; sen , ben, o olur desen Hallac gibi baĢ ını kaptırırsın. Bu elif bâ meselesi de amma çetin Ģey ! „Sen
elif dersin hoca, mânâsı ne demek‟ diyen Türkmen Yunus gibi burada susmak gerek”
Aynalı Baba neyini koynuna soktu. Piyanosunu tarlada bırakarak bostandan çıktı gitti. Aslında oradaki
piyano bana göre vardı. Hatta sadece piyano değil; Aynalı Baba, neyi ve kahve takımı bana göre vardı.
Normal insanların beĢ duyusu bunları algılayamıy ordu. Ben de piyanoya ne olacak düĢüncesinde
olmadığım için Tarla baĢı mahallesinden Beyoğlu semtine doğru yoluma devam ettim.
14. BÖLÜM: „LEYLÂ‟sız MECNÛN‟
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (14. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih ġubat 8th, 2008
LEYLÂ‟sız MECNÛN
peçesiz güzel
Bu gün canım Ġstanbul Boğazı‟nda sandal gezintisi yapmak istedi. Üsküdar‟da gözüme boĢ bir sandal
kestirdim. Sahibi yüzünü peĢtamalla kapatmıĢ uyukluyordu. Biraz ağır adımla bastırarak bindim.
“Kaptan-ı Deryâ, asıl küreklere” dedim. Yüzündeki peĢtamalı kaldırdı. Tahmin ettiğiniz gibi bana gülerek
bakan Aynalı Baba idi..
“Nereye nûrum” dedi.
“Elbette Bânû‟nun olduğu boyut a” dedim.
Kıyıdan biraz açıldık. Ġspirto ocağında kahvemizi demledik. Sandalın periyodik yalpaları ve kahvenin
rahatlatıc ı tadıyla kendimden geçmiĢim.
Bu günkü hayalim dün kesildiği yerden baĢlamıĢtı. Ben bayıldıktan sonra Bânû da derinden ah çekerek
bayılmıĢtı.
Önceki bölümde açıkladığımız gibi Bânû Mülhime Nefs‟i sembolize ediyordu. Mülhime nefs emmâre nefs e
muhtaçtır. Çünki faaliyet için gereksinim duyduğu yaĢam enerjisini emmareden alır. Bunun için tasavvuft a
emmare nefsi öldürmek, yok etmek yoktur. Sıfatlarını ve iĢletim sistemini düzenley erek üst nefs
boyutlarının emrine vermek vardır. Bunun kaynağı yine Resulullah‟dır. ġöyle ki:
Üç sahabe baz ı kararlar alarak Res ulullah a.s.‟a gelirler. Birisi Hristiyan ruhban keĢiĢler gibi tamamen
cinselliğini öldürüp ibadet etmek istediğini söyler. Diğeri dağ baĢına çekilip mağarada ibadet edeceğini
söyler. Üçüncüsü de ömrü boyunca oruç tutacağını bildirir.
Resulullah a.s. üçünün de yolunun yanlıĢ olduğunu ve kendisinin Allah‟ı en çok bilen ve O‟ndan herkesten
daha çok haĢyet duyan olduğu halde; aile hayat ı yaĢadığını, toplum içinde doğal hayat sürdüğünü ve
bazen oruç tutup bazen tutmadığını belirtir.
Bu üç husus Ġslâm Sûfizmini
Hristiyan mistisizminden ve Hint felsefesinden (Budizm, Hinduizm vs.) ayırır.
Bireyi
“Toplum içinde inzivaya,
zahirini halk ile aynı yaĢamaya,
bâtınını Hak ile daimi birliğe
ve
her nefs boyutunun ölçülü olarak hakkını vermeye”
yöneltir.
Bânû‟nun bayılması emmareyi temsil eden Ģehzade ile aynı anda olmuĢtur.
Emmarenin değiĢen sıfatları
Kur‟an ve Sünnet ölçüsünde olursa
emmare nefsin
ismi
melekî mülhime nefs adını alır.
Eğer emmare nefsin değiĢen sıfatları
kendini tanrısal güçleri olan
bir evliya olarak gösteri amacına dönerse
ismi
Ģeytânî mülhime nefs adını alır.
Emmâre nefs (Ģehzade) baygınlık konumundan hangi değiĢimle ayılırsa Bânû (mülhime) da o konuma
paralel olarak ay ılacaktır.
Kendime geldim. Eğer Bânû‟nun suallerine doğru cevabı bulamaz ve ona kavuĢamazsam yaĢayamam ve
intihar ederdim. Doğru cevabı bulmak için yanımdaki âlim kiĢilerle hemen yola çıktım.
Cevaplar “delilik ülkesi”ndeydi .
Delilik ülkesi neredeydi? Her yerdeydi. Biz de delilik ülkelerinde doğru cevabı verebilec ek olanları
araĢtırmaya baĢladık.
Üç aylık aray ıĢtan sonra izbe bir mezarlıkta bir grup deliyi oturuyor bulduk. Ġçeri girerken çıkardığımız
seslerden birisi rahatsız olarak;
“Hey ne oluyor? Ezan mı okunuyor?” dedi.
Belli ki bu deli her ses ve olay ı Allah‟ın Ekber‟iyeti olarak algılıyordu. Diğer deli ise Ģöyle dedi:
“Bizim bilincimize cehaletin mantığı ve ayak gürültüleri giremez. Çünkü bizim memleketimizde hiçbir değer
yargısı, içgüdülere hizmet eden akıl türü ve kanıtlara dayalı iman arayan ilimler yoktur.”
Bir diğer deli de;
“Birisi Kâfirûn Sûresi mi okuyor? Bilinci bedensellikle örtülü olanlar mı geldi? Örtülülerin mantığı ile bizim
mantığımız uyuĢmaz. Herkes kendi yoluna!” Dedi.
Birisi;
“Bülbül ötüyor!”
Birisi;
“Hay ır, çorba tenceresi kaynıyor!”
Birisi;
“Ne buyurdunuz? Kahve cez vesi mi taĢmıĢ?”
Birisi;
“Dalga sesi olmalı!”
Sonuncusu;
“Helvac ı bağırıyor galiba biraz alsak!”
diyerek hepsi sessizliğe gömüldü. Bize mantıksız ve kopuk kopuk gelen bu cümlelerle gay et güzel
anlaĢarak bizim amac ımızı birbirlerine aktardılar.
Tam kırk gün delilerin bu tür anlam iletiĢimini dinledik. Elbette ki hiçbir Ģey anlamadık. Sonunda birisi bize
bakarak;
“Size nasıl bir mal satalım?” dedi.
“Sizden ilim almaya geldik” dedim.
“Âh cümle hâlette yine kendini zevk ederek,
Küllü hizbin remzini hât emine çekmiĢ ferhûn”
Âh bütün hallerde yine kendini zevk ederek böbürlenenler,
„Her grup kendi yanlarında olanla böbürlenicidirler‟
(Mü‟minûn: 53) âyeti
ile iĢaret edilen durumu kendilerine mühür yapmıĢlar.
Diye karĢılık verdi.
Elini öpmek istedik Ģöyle dedi:
“Hac er-i Es ved‟i var öp, eğer öpmekse muradın,
Hiç‟i pûs etmek için hâlet-i bisân gerek.
Can derâguĢ olunur mu mütenâhi sözlerle,
Leb değil öpmek için ah-ı cân gerek!..”
Eğer öpmekse muradın Hac er-i Es ved (taĢ ını) öp.
Kendi varlığını hiç‟e eĢlemiĢ kimsenin elini öpmek için hiç olmak gerek.
Sonlu anlamlarla sonsuz can kavranabilir mi?
Öpmek için dudak değil ta candan gelen bir ah gerek.
“Ey ârif kiĢi. . .”
der demez sözümü keserek;
“Ve körün unvanını ârif koyarak,
Görenin ismine divâne denildi,
Nice efsâneleri saydırmıĢ ilim,
Ġlm-ü irfânına efsâne denildi.”
dedi.
Bunlardan bir Ģey öğrenemeyeceğimi zannetmeye baĢladığımda iki deli kendi aralarında konuĢmaya
baĢladılar.
“Ey hayrete dalmıĢ! Okudun yazdın ne anladın?”
“Elif-bâ‟nın mânâsını anladım!”
“Mânâsı ne demekmiĢ?”
“Birin iki, ikinin bir olmas ıdır.”
“Nas ıl?”
“Allah bir‟dir, Elif‟dir.
Kendini bir‟leyec ek ikinci varlık
yani ikinci harf B‟nin asla var olamayac ağını bilir.
Elif vardır Bir,
B yoktur Ġki.
“Bunun ismi nedir?”
“Kelime-i tevhid yani; Lâ ilahe illallah, diyerek Allah‟ın bir olduğunu söylemektir.”
“Bir‟in bir olduğu nasıl söylenir. Bir zaten bir değil mi? Bir ikiye mi bölünmüĢ de birliyorsun, tevhid
ediyorsun?”
“Bir‟e ben bir dersem; bir ve ben iki eder. Ama „Ben‟ diyen Bir‟in kendisi ise ikilik olmaz.”
“Yani Allah sana söyletiyorsa ya da dilinde söyleyen O ise mi ikilik olmaz?”
“Aynı ak ıllılar gibi konuĢmaya baĢladın. Kendine gel! Deliler gibi düĢün. Allah‟dan baĢka ben mi var? Allah
baĢka birisinin dilinin içine mi girip konuĢturac ak? Ya da uzaktan talimat mı gönderecek. Sen bu mantıkla
akıllılar ülkesinde padiĢah olursun.”
“Tamam kızma. Sadece senin ak ıllanıp akıllanmadığını anlamak için sordum. Hâlâ delisin, iyi…
Allah‟ın kendisini tasdikine kabul deniyor. Allah‟ın baĢka varlık olmadığını ilanına da ink âr yani „lâ‟ deniyor.
Peki, bu nasıl bir iĢ ve oluĢtur?”
“Bunun üç püf noktası vardır.
Bir:
Yaratma sanatı.
Yaratma sanatının püf noktası;
içinde ve dıĢ ında baĢka bir varlık yaratmay ıp,
varlığı ilminde vehmetmektir.
Ġki:
Bilinme sırrı.
Bilinmenin püf noktas ı;
Allah‟ı bilecek
ya da
bilmeyecek
ikinci varlığın olmamas ıdır.
Üç:
Vahdet oyunu.
Vahdet oyununun püf noktas ı;
kendisini tevhid etmek için
baĢkası olup,
sadece Allah ismini birlemesidir.
“Bu ne zaman olmuĢtur?”
“Zaman aklın ve gözün yanılgısıdır.
Zaman yoktur.
Tek bir an vardır.
Tek bir an sonsuz esmâ âlemidir.”
“Elif-B â nedir?”
“Varlığın hakikatini anlatmak için
kullanılan bir semboldür.
Elif Allah‟a iĢâret eder.
Elif; ahadiyete, tekliğe iĢaret eder.
Yani Allah‟ın vahdet halini anlatan harftir.
B harfi
Allah‟ın
biribirine hiç benzemeyen
isimler ve resimler altında
zahir olmasını ifade eder.
Buna kesret sırrı da denilebilir. ”
“Elif mi asıldır, be mi asıldır?”
“Elif ve be iki değil ki;
biri asıl
diğeri sahte olsun!”
“Varlığın aslı nedir?”
“Varlık ayrı,
asıl ayrı değildir. ”
“Elif mi noktadan çıkmıĢtır? Nokta mı eliften çıkmıĢtır?”
“Nokta;
isimsizlik, sıfatsızlık, fiilsizlik halidir.
Nokta;
Ģekilsiz ve anlamsızdır.
Nokta;
Elif olup dile gelir.
Elif noktadan çıkar.”
“Nas ıl olur? Göster!”
Deli cebinden bir parça balmumu çıkararak avucunda sıcak nefesle yumuĢattı, ovaladı ve yuvarlak hale
getirdi.
“ĠĢte nokta!”
diyerek mumu ovalay ıp uzattı;
“ĠĢte Elif !”
dedi. Uzun mumu hilal gibi büktü, bir ucundan bir parç acık kopardı ve hilalin altına yapıĢtırdı;
“ĠĢte Be harfi!”
dedi.
Diğer deli ay ağa kalktı;
“Elif‟in baĢka adı var mı?”
diye sordu. Deli;
“E vet var fakat kulağına söylerim”
diyerek fısıldadı. Sonra bana dönerek;
“Ey genç!
Nokta;
elif oldu, elif „b‟ oldu.
B‟yi ısıttım geri çevirdim tekrar nokta oldu.
Aslında var olan hep nokta idi.
Elif de
„b‟ de
yirmi sekiz hece de
noktadan baĢka değildir.
ġimdi beni iyi dinle!
Nedir bu gösteri ve sihir?
ĠĢte cevabı:
Hak
kendi güz elliğine âĢık oldu.
Kendini seyretmek için
Mim
(Mecnun isminin ilk harfi)
ve
lâm
(Leylâ isminin ilk harfi)
oldu.
Kendi aĢk ateĢinde yanarak eridi ve bütünleĢerek nokta oldu.
Kendisini sevecek
ikinci bir varlık olmadığını bildi.
Yine
kendisinin seveceği ikinci bir varlık olamayacağını da bildi.
ĠĢte bu gerçeğe aĢk denir.
AĢkda ikilik yoktur.
Ġkili sevginin adı aĢk değil
birbirini beğenidir.
ġimdi;
Leylâsız Mecnûn oldun.
Çünk ü Mecnûn Leylâ oldu.
Sonra ikisi de kendi hakikatine döndü
Ve
dönünce dönenlerin iki değil tek olduğunu anladı.
Leylâ ve Mecnûn isimlerini aradan çıkarırs an
benim fıs ıldadığım ismi de duy arsın!”
Diyerek kendi mant ık boyutlarına döndüler. Tekrar bize anlamsız gibi gelen cümlelerle anlaĢmaya
baĢladılar.
Üç sorunun cevabını bulmuĢtum. Aslında bulduğum cevaplar varoluĢ sırrı idi. Ġçine düĢtüğüm boĢluğun
yalnızlık ve karĢ ı cinse olan sevgi aray ıĢından kaynaklanmadığını anladım. Ar adığım Bânu değildi.
Bânu‟nun da aradığı ben değildim. Biz kendimize olan aĢk sırrını arıyorduk. Hak‟kın tecellileriydik ve kendi
gerçeğimize âĢık Mecnûnlar ve Leylâlar idik.
AĢk sırrının verdiği huzur ile gözümü açtım. KarĢ ımda Aynalı Baba küreklere asıl arak gülüyordu. NeĢeyle;
“Peçe kalktı,
güzel göründü.
Beğeni söndü,
aĢk Ģâha kalktı.”
Diyerek ardından bir beyit okudu:
Ona Mec nûn mu denilir ki onun Leylâ‟s ı,
Yeni bir cilve-i Ģevk et ile Mevlâ olmuĢ.”
Leylâ‟sı ilâhi kudretin yeni bir tecellisi ile
perdesiz Hak olan kimseye
Mecnûn denilemez.
Kahve içerken uyuklamıĢ ve birkaç saniye içinde birkaç aylık zaman dilimi yaĢamıĢ olarak ayılmıĢtım.
Gerçek ve hayal aras ında gidip gelmeler bende Ģüphecilik duygularımı körüklemiĢti.
Aynalı Baba‟dan anladığım kadarıyla varlık tümüyle Hak‟kın hayali idi. „Ben‟ olarak vars aydığım zâtım da
hayal içinde hayal idi. Bir de hayalimin derinliklerinde „gördüğüm‟ ve „olduğum‟ Ģeyler vardı. Onlar ise;
hayalin, hayalinin hayali idi.
Bu hayali hangi gerçek üretiyordu?
Hak gerçektir;
âlemler,
ben
ve
bendeki hayal âlemleri
Hak‟kın hayalidir desem
korkunç bir paradoksa düĢüyordum.
„Ben‟ hayal‟im ve hayal olduğumu biliyorum demek;
Hak‟kın varlığından baĢka
geçici ya da kalıcı olarak var olmamı gerektirirdi.
Ben Hak‟k ım
Ve
her Ģeyi ben hayal ediyorum desem
Firavun gibi Rablik (tanrılık) iddias ına kalk ıĢmıĢ olurdum.
Bu çeliĢkiden çıkamayacağımı anladığım anda
Aynalı Baba yine imdadıma yetiĢerek paradoksu çözdü.
“Ezelî ve ebedî tekliğin verdiği ac ıyı bilir misin?
Doğmamanın ve doğurmamanın verdiği yalnızlığı bilir misin?
Görünebileceğin baĢkasının olmaması
Ve
seni görebilecek baĢkasının olmaması
gerçeğinin verdiği boĢluğu bilir misin?
Ey kulum
Ve
Yâ Rabbim
muhabbetinin iki varlık arasında
olamamasının verdiği hüsrânı bilir misin?
Hayalinde dahi
ikiliği (Ģirki) var etmemek
kudretinden doğan
„Ahadiyet‟
mahkûmiyetini bilir misin?
Nereden bileceksin?
Sadece Ģu kadar söyleyeyim;
„her Ģey olsaydı iĢte böyle olurdu‟.”
Aynalı Baba sözlerini bitirince öyle bir sessizliğe ve hüzne büründü ki sararmıĢ solmuĢ bir heykel gibi oldu.
Sanki evrende ondan baĢka hiçbir Ģey yokmuĢçasına bir derinliğe gömüldü. Kıyıya gelmiĢtik. Sandaldan
indim. O hâlâ sandalda bir put gibi gizemli görünüyordu.
Benim de gönlüme bir hüzün çökmüĢtü. Aynalı Baba‟yı sanki bir daha göremeyecekmiĢim gibi duygularla
evime döndüm.
15. BÖLÜM: „VEDÂ‟
Âmâk-ı Hayal‟in Yorumlu Özeti (15. Bölüm)
Yazar
Editr Tarih ġubat 11th, 2008
VEDÂ
Aynalı ve Râci‟nin ebediyen ayrılıĢ ı
Aynalı Baba ile tanıĢtıktan sonra kendimi tanıyamaz hale geldim. Nereden geldiğimi nereye gittiğimi
karıĢtırdım. Ben kimim? Hangi memlekette ot uruy orum? ĠĢim, mesleğim, ailem, çevrem, arkadaĢlarım
kimdir? Bilemiyordum ve her Ģey birbirine karıĢmıĢtı..
Son sandal gezintisinden sonra üzerimdeki kat kat hayal perdeleri kalkmaya baĢladı. Ben aslında doğma
büyüme Ġstanbulluydum. Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi‟nde doktordum. Ne oldu, nasıl oldu
anlayamadan kendimi Anadolu‟nun küçük bir Ģehrinde tren yolculuğunda buldum. Hiç tanımadığım yaĢlı
bir kadın annemmiĢ ve onunla yaĢıyordum. Çevremde sürekli meyhanelerde içti ğim bir arkadaĢ grubu
buldum. Trenle bir kasabaya seyahat ettik. Kır âleminde iki derviĢ gördüm. ġehre döndüm, amaçsızca
gezinirken eski bir mezarlığa girdim. Orada Aynalı Baba‟y ı tanıdım. On gün kadar kahve âlemleriyle
hayalimin derinliklerine gidip geldim.
Bir ara Aynalı‟yı kaybettim. Birkaç yıl Anadolu‟da karıĢ karıĢ onu aradım. Aklımı kaçırdığımı zanneden
annem beni Manisa Tımarhanesi‟ne kapattırdı. Orada birkaç ak ıllı deli ile dost oldum. Aynalı ile tuhaf bir
Ģekilde Tımarhane‟de tekrar buluĢtuk.
ġimdi Ġstanbul‟dayım. Yine annemleyim fakat Anadolu‟daki annem değil, gerçek annemleyim.
Aynalı‟yı nerede bulmak istersem orada buluyorum. Bu durumun tek açıklaması var. Ya âlemler birbirine
girdi ya ben gerçekten aklımı oynattım ya da rüyaday ım ve uyanamıyo rum.
Kesin emin olduğum tek Ģey ise Ġsmimin Ahmed Râci olmas ı, alkolden kurtulmam, sâde bir ibadete ve
karmaĢık bir tefekkür hayat ına baĢlamıĢ olmamdır. Bunların haricinde hiçbir Ģeyden emin değildim.
En kısa zamanda Aynalı Baba‟yı bulmam ve hayal âleminde miyim gerçek âlemde miyim netleĢtirmem
gerekiyordu.
Aynalı Baba en çok mezarlıklarda yalnız yaĢamayı ve eski derme çatma kulübelerde birkaç dostuna ney
faslı ve kahve ikram etmeyi seviyordu. Onu bulmak niyetiyle Karaca Ahmet Mezarlığı‟na gittim. Evet
oradaydı. Asırlık bir çınar ağac ına yaslanmıĢ ney çalıyordu. Uzaktan seyrettim. Benim geldiğimi
görmemiĢti. Kendimin rüyada mı gerçekte mi gezindiğini test etmek için Aynalı‟ya görünmeden geri
döndüm.
Üsküdar rıhtımından hızlı bir kayık kiralayıp Eyüp Meza rlığı‟na geçtim. Eğer rüyada ve hayal
âlemindeysem Aynalı Baba‟yı Eyüp Mezarlığında yine as ırlık bir çınara yaslanmıĢ ney çalarken bulmam
gerekiyordu. Mezarlığın izbelerine yürüdüm. E vet yanılmamıĢtım. O, tam umduğum gibi karĢımdaydı,
benden habersizmiĢ gibi neyine üfürüyordu.
YavaĢça yaklaĢtım. Selam verdim. Her zamanki edâs ıyla;
“HoĢ geldin nûrum! Hele gel de bir fincan kahvemi iç” dedi.
Hemen çalı ç ırpı toplayıp isli ateĢte eski cezvesiyle kahve demleyip alac a desenli pors elen fincanda ikram
etti.
Kafam karma karıĢ ık fikirlerle doluyken kahveyi yudumladım. BaĢım dönmedi, kendimden geçmedim.
Gerçeğe dönmek istiyordum. Tüm cesaretimi toplayıp sordum:
“Efendim, affınız a sığınarak bir Ģeyler sormak istiyorum.”
“Estağfurullah evlâdım, dilediğini sor!”
“Ben rüyada mıy ım yoksa gerçek hayatta mıyım?”
“Aslında ikisi de aynıdır ama avama göre ayrı ayrıdır. A vama göre rüyâ âlemindesin.”
“Kimin rüyas ındayım? Kendi rüyamda mıyım? Sizin rüyanızda mıy ım?”
“YaĢam dediğin Ģey Tek Varlık olan Hak‟kın ilminde varsaydığı rüyâ âlemleridir. Rüya senin veya benim
değildir. Biz ancak Ġlâhî rüyanın ruhsuz, bedensiz, bilinçsiz, dilsiz, kulaksız. . . „fakirleri‟yiz. Sende
meydana gelen rüya da O‟na aittir, bende meydana gelen rüya da O‟na aittir. O‟ndan gayrı ne var ki? Y ine
avama göre kabul edelim; senin rüyanday ız.”
“Rüy a benimse sizin durumunuz nedir? Siz gerçek hayatta var mısınız? Yoksa benim rüyamda benim
bilincimin yansıtt ığı bir hayal misiniz?”
“Uyanınca anlars ın.”
“Ben uyanırsam sizi ebediyen yok etmiĢ olmaz mıyım? Eğer Ģu anda rüyada isem uyanınca sizin hiçbir
zaman var olmamıĢ birisi olduğunuzu anlayacak isem, ben ebediyen bu rüy adan uyanmak istemiyorum.
Sizden ayrılmak istemiyorum. ”
“Üzülme evlât! Ben hiçbir zaman var olmadım ki; sen uyanınca yok olay ım. ġu anda da var olan sensin.
Beni var zannediyorsun. ”
“Siz gerçek hayatta hiç var olmadınız mı?”
“Senden yüz yıl önc e Aynalı nâmı altında bir tecellîyat oldu. Ġnsanlar beni var kabul etti. Fakat ben asla var
olmadığımı bildim.”
“Siz beni rüy amda irĢat etmek için mi geldiniz?”
“Hay ır, ben senin rüyana gelmedim. Her insanda tüm insanların tüm yaĢam ve bilgi kayıtları mevcuttur.
Sen kendi öz ündeki „levhi mahfuz‟ kayıtlarından Aynalı Baba boyutuna yükseldin. Aynalı‟nın ulaĢmıĢ
olduğu bilgileri rüyâ âleminde Ģekil ve olaylara bürüyerek „okudun‟. Ben seni irĢad etmedim. Sen gerçek
hayatta alın terinle tahsil ettiğin ilimlerin ve tefekkür çilesinin mük âfatı olarak kendini Aynalı Boyutu (Aynalı
Baba‟nın bilincinin yükselmiĢ olduğu nefs mertebesi) ile ödüllendirdin.”
“Hay ır! Sizin beni irĢat etmediğinize inanmam. Sizin gerçek olmadığınızı asla kabul etmem. Sırf tevaz u
olsun diye böyle konuĢuyorsunuz.”
“Sadece sen değil, senin uyandığın zaman yazacaklarını okuyacak olanlar da benim hayal ürünü
olduğumu kabullenmekte zorlanacaklar. Ġnsanlara rüyada, hayal âleminde sırları fethetmek, aniden ilmi
ledüne sahip olmak gibi fanteziler çok cazip gelir. Gerçek tasavvufta hazıra konmak yoktur. Her çağın
değiĢmey en tasavvufi eğitim esası; gerçek hayatta gerçek üstatlardan alın teri ile ilim tahsil etmektir. Bu
duruma göre okumakla da olur, sohbetlerini dikkatle dinlemekle de olur. Âdetullah budur, aksi iddialara
itibar etme.”
“Uyanınca sizi rüyamda tekrar görebilir miyim?”
“Allah‟ın sisteminde sadece bir Ģey imkânsızdır; ikilik. . . Bundan baĢka her Ģey mümkündür. Rüy alara bel
bağlama. Bu gördüğün rüyalar, hayaller irĢat değil sadece zihinsel bir mâcerâ idi.”
“Sizden ayrılmak, sizi unutmak çok zor.”
Meseleyi anlamıĢtım. Rüyada rüya gördüğümü bilecek Ģuurdaydım. Biraz sonra uy anacakt ım ve Aynalı‟ya
ebediyen vedâ edecektim. Her Ģeyin hayal olmas ına rağmen Hayalim‟e; Aynalı‟ya sarıldım. Elimde
olmadan ağlamaya baĢladım. Aynalı da ağlamaklı bir sesle beni bağrına bastı:
“Ne yapalım evlâdım! Dünyâ dediğimiz Ģey okyanusun gel git dalgaları gibidir. GörünüĢlere aldanmamalı.
„Külle yevmin hüve fi Ģe‟n…‟ O her an yeni bir iĢ ve oluĢtadır. . . Her an kâinatta hükmünü yürütmektedir. .
. (er-Rahmân: 29) Biz Allah‟ın sistemi dıĢında kalamay ız ki….”
Aynalı Baba, daha doğrusu „hay alimdeki Aynalı Baba hayali‟ yavaĢça asırlık çınara day andı. Gözlerini
sonsuzluğa dikti. Bir daha kıpırdamadı. Yüzüne baktım, her zamanki tebessümü vardı. Yanında oturdum,
oturdum, oturdum. Eline dokundum buz gibi olmuĢtu.
Mezarlığı bu arada sis kaplamıĢtı. Sislerin içinden dört siluet belirdi. Çift e Hâfızlar, Dr. Kuru S ıkı ve Cırtlak
Efe hüzünlü adımlarla Aynalı‟nın yanına oturdular. Deli Hafız Yâ Sîn‟i ok udu, Arabac ı her zamanki gibi
ardından yalan yanlıĢ taklit etti. Dr. Kuru Sıkı ve Cırtlak Efe yeri kazdılar. Cenâze duası için (cenaze
namaz ı) imamlık vazifesi bana düĢtü. Aynalı‟y ı çok sevdiği kıyafetiyle toprağa verdik. Dört deli sislerin
içinde tekrar kayboldular.
Aynalı Baba‟nın kulübesine girdim. Bana miras olarak bir not defteri, iki isli cezve, yüz gram ka hve ve
Ģeker ile iki büyük fincan bırakmıĢtı. Aynalı benim hayalimdi. Onu kaybetmekten ben üzüldüm.
Ben kimim? Ben de birisinin hayaliyim. Siz de beni kaybetmekten üzülmeyin. Çünkü ben de Râci olarak
hiçbir zaman var olmadım. Biraz sonra ben de uyanacağım ve kendimi ġehbenderzâde Filibeli Ahmed
Hilmi‟nin „hayal âleminde‟ bulacağım.
Ya siz uyanınca kendinizi nerede bulacaksınız?
Yine kendinizde, „ötenizdeki birisi‟nde değil. . .
..SON
Yorumlayan ve özetleyen:
Kemal Gökdoğan
www.yorumsuzblog.net.tc

Benzer belgeler

A`mak-ı Hayal

A`mak-ı Hayal (...) şehri Türkiye'nin en büyük ve en güzel şehirlerinden biridir. Ben uzun bir süre bu şehirde, şehrin ortasında bulunan bir mahallede oturdum. Hükümet konağı ile evim arasındaki yollarda dikkat ...

Detaylı