2013-11 Kizilbas 32

Transkript

2013-11 Kizilbas 32
kızılbaş
Ka sım 2013 - S a yı 32
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
Mustafa Kemal 1936 yılındaki meclis açılışındaki konuşmasında:
“Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir.
Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak
ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta
en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler
verilmelidir.”
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
selanik cad. no: 23 / 20 kat 5
kızılay / ankara
tel: 0 506 818 66 55
[email protected]
kayseri temsilcisi
a. rıza ülger
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
gönüllü katkı formu
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536
6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
dünya ve avrupa için:
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29
bankleitzahl 350 500 00
IBAN: DE05 350 500 00 0300 23 23 29
yayın tarihi:
15 kasım 2013 sayı: 32
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger
Sayfa 06 - DERSİM HALK ANLATILARINDA HIZIR İNANCI
............................................................................... Dr. Daimi Cengiz
Sayfa 11 - “İDRAKTEN YOKSUN AHMAK TÜRK”
Sayfa 12 - HDP Eş Başkanı Sebahat Tuncel: CHP ile İstanbul’da ortak
aday gösterebiliriz
Sayfa 13 - ‘Türk solunun başarı ihtimali olsa Kürtler’in yüzüne
bakmaz’ ........................................................... Fehmi Işıklar
Sayfa 14 - DİN KARDEŞLİĞİ MASALI ve TÜRBAN ŞOVU
................................................................................. Mahmut Alınak
Sayfa 15 - Mustafa Kemal Atatürk ve Kürdler .......... Dr. İsmail Beşikçi
Sayfa 19 - Τα αντάρτικα Ποντιακά τραγούδια του ‘40
Sayfa 20 - Cumhuriyet tarihimiz ahlaksizlik tarihidir ..... Ahmet Altan
Sayfa 22 - Reform ve ademimerkeziyetçilik .............. Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 23 - Liberallerin, Kürtçülerin ve Gezicilerin Kemalizm’i
.......................................................................... Yıldıray Oğur
Sayfa 24 - Doğru namaz, doğru seksten geçer ............................ Sibel Üresin
Sayfa 25 - Pomakça gibi yabancı dilde konuşanlar cezalandırılacak
1936-Balıkesir-Gönen
Sayfa 26 - Ecdadımız Kayıkları, Biz Gemicikleri Yürüttük ..Erdal Yıldırım
Sayfa 28 - imha edilen kaçıncı arşiv? ................................... AYŞE HÜR
Sayfa 29 - TÜRKÇE BİLMEYEN KÜRT’E İDAM KARARI!
Sayfa 30 - Ağvan (Gökçe)’ın dutları ikinci plana atıldı ... Sultan KILIÇ
Sayfa 31 - ÇETEDEN SÜRYANİLERE MANASTIRA CAMİ YAPARIZ
TEHDİDİ .................................................................. Kemal Gümüş
Sayfa 32 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 3. Bölüm ............ Hovsep Hayreni
Sayfa 39 - Katliamlar üzerine kurulan bir cumhuriyet .... Zeynep Tozduman
Sayfa 41 - AJAN´MI? PİR`Mİ? DÜŞKÜN‘ MÜ? ......... Adnan Cangüder
Sayfa 43 - Bir inci tanesi üşüdü .................................. Necmettin Yalçınkaya
Sayfa 45 - Bir gavur tanıdım! ................................. Faime Havva Özbey
Sayfa 46 - Bu fotografi Twitter’da Turgut Öker’in bir paylaşımından aldım.
.................................................................................. Dersim Mameki
Sayfa 47 - Yalan Cumhuriyet ....................................... Pakrat Estukyan
Sayfa 48 - Ordularının işgali altındaki ülkeler ................... Prof. Atilla Yayla
Sayfa 49 - BERFO ANA.... ...................................... Aram Ararat
Sayfa 50 - KENDİNE DÖNMEK.... -Kırklar cemini hatırlıyor musun?
....................................................................................... Remzi Aydın
Sayfa 52 - Η Νεκρανάσταση του Αλή - Αργύρης Μπακιρτζής
Sayfa 52 - EVRİM’İME ........................................... Ayşegül Karadağ Kevok
Sayfa 53 - ‘Zazaca apayrı bir dil ama...’ .............. Sevan Nişanyan
Sayfa 57 - Binboğa Değerleriyle Kırkısrak Ermenileri ve Ayşe Ana.
................................................................................ Ali Haydar Ülger
Sayfa 61 - DARIDERE ............................................................. Ali Ülger
Sayfa 62 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 10 ....... A. Haydar Kanlı
Sayfa 64 - Kapaklar ve siyaset ...................................... Ali İhsan Avgül
17-18 Kasım 1937
O kara gün!
Soykırımcılarının;
Elazığ Buğday Meydanı’nda
İdam sehpasında
Tükürdün yezitin yüzüne
“Ayıptır! Zulümdür! Cinayettir!”
diye…
***
Sen ulusun,
Sen bilensin,
Sen görensin…
Ve sen adil değilsin,
Bundandır ki;
Seni ve soykırımcı
İşgalcilerini,
Asla af etmeyeceğim !
Ey koca felek !…
-kızılbaş eli-
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cangözü
ile
görmek
Dünyada var olan kuramların kurumları tekliği kuramamıştır. Örneğin
İbrahim’i dinlerin tek Allahları 4
peygamberleri ile 4 kutsal kitapları
bunu başaramamıştır.
Marksist kuramın da kendi içinde onlarca farklılıklara ayrılması da gayet
normal…
Ali Ülger
Pabuç değiştirir gibi parti değiştiriyorlar. Geçmişin hesaplarını da
vermeden…
Kürt siyaseti giderek beyazlaştırılıp
Türkleştiriliyor. Hem de aynı eski
kadrolar ile. Şu ana kadar Tırk Kürt
kardeşliği siyaseti içinde bulunan
Tırk solu kendi kongresinde Kürtlerin
devlet kurma haklarını kabul eden
kararları var mı?
Tırk solu kendi Genel Kurmayının,
Türk ordusunun Kürdistan’dan çekilme çağrısının kararı var mı?
Kürtlerin beyazlaştırılıp Türkleştirildiği bir sürece girmiş bulunuyoruz.
Tırk ve Kürt ittifaklı inkârcı siyasete karşı çıkmak her dürüst insanın
insani ve demokratik görevi olduğu
kanısındayız...
* * *
Beyaz Kürt örgütlenmelerinin tümü
Alevi-Bektaşiler CHP’yi desteklemeleri ile M. Kemal’in fotoğraflarını
Cemevleri ile kendi evlerine asmalarını eleştiriyorlar. Bu doğru ve haklı
eleştiriyi de kötüye kullanıyorlar.
Şöyle ki; Kızılbaş-Aleviler yapınca
kötü kendileri yapınca iyi bu yaklaşımın kendisi Kürt Kemalizm’inin ta
kendisidir!
HDP İstanbul’da CHP ile ortak
aday gösterebileceklerini siyasetini
işletiyorlar. Diğer yandan da beyaz
Kürt hareketinin yetkili ağızları da
bol keseden soykırımcı ırkçı Kemal’e
methiyeler diziyorlar.
Halkların böyük(!) önderi İmralı’da
çok çok özgür ve güven ortamında
vahiyler göndererek dışarıdaki Kürt
siyasetini beyazlaştırmaya Tırkleştirmeye özel çaba sarf ediyor Hakan
Fidan ittifakıyla…
Görünen o ki; Alevi- Bektaşi, Beyaz
Kürt örgütlenmeleri devletin denetiminde vatan, millet, birlik, bütünlük dâhilinde Türk Kürt kardeşliği
işletiliyor!
* * *
Beyaz Tırk Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri 3 Kasım’da Kadıköy’de gövde
gösterisine dönüştürülen bir miting
yaptılar. Konuşmalar, verilen mesajlar yapılan siyaset ile İslam, Müslüman ve AKP düşmanlığı yaptılar.
İslam Müslüman ve AKP düşmanlığı
siyaseti CHP’nin ve devletin siyasetidir. Yakında yapılacak seçimleri için
ön yatırımlardır. Yarın hep birlikte
göreceğiz devletin militarist ırkçı,
şoven, eli yüzü kanlı CHP ve türevlerinin eşiklerini aşındırıp el etek
öperek vekil belediye başkanlığı için
diz çökecekler. Bu tür devlet CHP
siyasetine karşı açık ve de demokratik bir duruş ile alternatif siyaseti
geliştirmek gerekir.
Bulunduğumuz her yerde CHP+AKP
aday ve siyasetleri dışında açık liste
ile bağımsız adaylar ile siyaseti işletmek gerekir.
AKP + CHP devlet siyaseti dışında
demokratik önerilerin oluşturulup
adayların çıkartılması hayırlı olur.
* * *
Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplumunun
kendi adına siyasal örgütlenmeleri
olmalıdır. Kendi partilerini kurmalıdırlar. Hem de birden çok olmalı.
Dâhil olduğumuz sosyal güncel
gerçekliğimizde hiç bir kuram hiç bir
öneri Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kesiminin ihtiyaçlarına cevap veremez.
Farklı önerilerin kendilerini özgürce
ifade edip öz örgütlenmelerini üretip
geliştirmelidir. Asıl iş burada yatmaktadır.
Dünya üzerinde ABD + AB gibi
emperyal ekonomik güçlerin siyasal
örgütlenmelerinde de teklik yoktur.
Bizimde içinde olduğumuz toplumsal
kesimin de kendi içinde tekliği bugüne kadar mümkün olmadı, bundan
sonra da mümkün olmasını beklemek
siyasi körlüktür. Fanatizmi getirir.
Kızılbaşların kendi öz örgütlenmesinin ana Temeltaşlarını yerli yerine
koyarak kamuoyunun huzuruna çıkıp
yetki ve destek istemelidir.
Şu ana kadar bu yönde hiç bir adım
atılmış değil. Bunun elbette maddi manevi ve siyasi nedenleri var.
Bunların incelenip elenip günışığına
çıkartılması gerekiyor.
Tarihsel geçmişimizi ele alıp ikiye
ayırmalıyız.
1- Dersim soykırımı öncesi!
2- Dersim soykırımı sonrası!
- Dersim soykırım öncesi var olan
ekonomik sosyo yapının ve kuramının irdelenmesi ve var olan gerçekliğin açığa çıkartılması Ana temel taşı
olarak meydan konmalıdır.
- Dersim soykırımı sonrası uygulanan devlet asimilasyon siyasetini ve
sonuçlarını da cesurca eleyip savurmak şarttır. Çıkacak sonuçlarını da
deşifre etmek gerekir.
TÜRKLEŞTİRMENİN, MÜSLÜMANLIŞTIRILMANIN ORTAYA
ÇIKARDIĞI TAHRİBATLARINI
DA FARK EDEREK ARINIP YENİ
MODERN ÖNERİLERİ GELİŞTİRİP
ÖRGÜTLEMEK HAYATİ ÖNEME
SAHİP OLDUĞUNU ASLA UNUTMADAN!
Devletin ve türevlerinin Dersim’e Kızılbaşlığa yönelik yürüttükleri inkâr
asimilasyoncu Amerikano beyaz
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
solun ürettiği tahribatları da sağlıklı
bilimsel bir mercek altına yatırmak
zorunludur.
Beyaz Kürt siyasetlerinin de Dersi’me Kızılbaşlığa yönelik asimilasyoncu siyasetini de mercek altına almak
zorunludur. Bize ait olmayan romantik dayatmalarından da kendimizi
arındırmak gerekir.
Zaza ulusalcılığının da dayatmaları
mevcut gerçekliğimize gölge düşürmektedir. Kürt ve Ermeni düşmanlığıyla ne bize ne de komşularımıza hiç
bir faydası olmayacağını da görerek
gerekir.
Ermenilerin 1915 öncesi ve sonrası da mercek altına alarak tarihsel
gerçekleri gün ışığına çıkarmadan
bulunduğumuz coğrafyanın hiç bir
insani ve siyasi sorunu çözülemez.
Şöyle ki; Osmanlıdan T.C geçişteki
devletin resmi kuramı ile ittihatçı örgütlenmelerini de sağlıklı irdelemek
önümüzde duran acil işlerdendir.
* * *
Ankara’da bir sarrafa misafir oldum,
ileri geri siyaset sohbeti ettik. Sarraf:
“Ben her hafta Başbakanlık Osmanlı Arşivlerine giderim, her türden
çalışan akademisyenler ile karşılaşıp sohbetler ettik. Kızılbaşlardan
kimseyi görmedim” dedi... Bu durum
biraz da bizim aydınlarımızın durumunu ilgi alanımızı işaret etmesi açısından önemli olduğu kanısındayım.
Bizim Dersimli aydınlarımızın önemli bir kesimi kendine görev olmayan
konular ile ilgilenmesinin bizde
olan en önemli hastalıklarımızdan
bir olduğunu söyleyebiliriz. Adam
kalkıp TKP tarihiyle ilgili araştırma
yapıyor peki niye bize çok mu lazım?
TKP kendisi yapsın sorun mu? Peki
bizimkilerine ne Türk Komünist
Partisinden!... Buna benzer yüzlerce
canlı örnek verebiliriz.
* * *
Geçen gün bir video izledim.
Diasporadaki Gâvur-Ermenilere
bir devlet bakanı der ki; “Gelsinler,
yerleşsinler.”
Peki; Davetin gerekleri nedir? Soykırımı mağdurlarının yaralarının
sarılması nasıl olacak? Bunlar yok
gelsinler gelsinler!
Soykırımının telafisi ırkçı faşizan
kurumların kuramıyla çözülemez!
Demokratikleşmenin önünde duran
en büyük engel devletin ırkçı inkârcı
militarist faşizan varlığının kendisidir.
Bu yapının ortadan kaldırılmasıyla
demokratikleşmeye katılan her bireyin her kesimin ortak sorunudur bu.
Aynı zamanda soykırımının uluslararası boyutu da var ki asla göz
ardı edilemez. Soykırımında başta
Almanya’nın, Rusya’nın, Fransa’nın
çok çok önemli suç ortaklıkları
vardır.
Osmanlı’nın son hükümetleri İttihatçıların maddi ve manevi olarak bilfiil
desteklendiği görülmeden olmaz.
İttihatçıların kurusıkı yazdıkları
tarihi ile tüm kuramları deşifre edilip
çöplüğe atılarak adil ve kalıcı bir
barış gerçekleştirilebilinir.
Yoksa TC. Hükümetiyle diasporadaki
bir kesimin şu ve ya bu noktalarda
uzlaşmaları çözüm olamaz. Aynı
durum Ermenistan devletiyle Türk
devletinin uzlaşmalarıyla da barış
olmaz.
Asıl barış TC’nin ırkçı faşizan varlığının tasfiyesiyle oluşacak yeni bir
yapıyla modern demokratik bir devlet
ile üçlü bir çözüm projesi oluşturulabilinir. Demokratik yeni bir devlet
+ Ermenistan devleti + Diaspora
Ermenilerinin katılımıyla kalıcı barış
çözümü üretilebilinir!
Bugün var olan en basit sorundan en
karmaşık soruna kadar her adımda
Ermeni Meselesiyle yüz yüze gelinecektir. Kürt Meselesi, Kızılbaş-Alevi
Meselesi... Katliam ve sürgünler ile
azınlığa düşürülmüş diğer toplumsal
kesimlerin sorunlarına da buradan
seyirlemek gerekir.
Ermeni soykırımını es geçenlerin
Tırk ırkçılığına maraba olacaklarını
asla unutmayalım.
Hangi dinden, hangi milletten olursak olalım bu sorun hepimizin ortak
sorunudur.
Dürüst olmayı başarısak, DERSİM
sorunumuzu bu açıdan demokratik
yollardan çözebiliriz!
Saygılarım ile can cana
yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen
herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DERSİM HALK ANLATILARINDA
HIZIR İNANCI
Dr. Daimi Cengiz
Arapça’da ‘hadra’(yeşil) anlamına gelen Hızır, oldukça geniş bir coğrafyada örneğin Lazkiye sahillerinde yelken açan
gemicinin, Fırat ırmağındaki kelekçinin, yola düşmüş gurbetçinin, bıçak altındaki hastanın, fırtınayla boğuşan yolcunun ve taşınır-taşınmazını ardısıra emanet bırakan mal ve mülk sahibinin dilinde telaffuz edilen ortak sözcüktür.
Hızır kültü, Nuh Tufanı’ndan Kur’an ve Tevrat’a, Sümer Gılgamış Destanı’ndan Yunan mitolojisindeki Glankos
Efsanesi’ne kadar birçok antik kültür ile Anadolu ve Orta Asya Türkleri, Kürtler, Zazalar (Kırmanc), Fars, Afgan, Hint,
Arap, İbrani vb. birçok halkın epopesinde yer alır. Ahmet Yesevi’den Pir Sultan Abdal’a, Memê Alan Destanı’ndan
Dersim şairi Sey Qaji’nin kılamına kadar geniş bir yelpazenin halk edebiyatında karşımıza çıkar.
Hızır kültü; ‘Hızır’ adı ile başka pek çok ad ve sıfat altında örülen inançsal koddur. Koruyuculuğun, kollayıcılığın,
kurtarıcılığın, yaratıcılığın, bilgeliğin ve ölümsüzlüğün simgesidir.
Burada Dersim yöresinde Hızır (Xızır) adı altında olusmuş halk beklentileri ve bu kültün simge olarak halk kültür ve
inancında taşıdığı mesajlardan söz edeceğiz.
a) Denizlerin başı olarak Hızır:
Deniz kabarmalarında, sel ve su baskınlarında, nehir taşkınlarında, kelek ve gemi kazalarında, dere ve çayların zorlu
geçitlerinde ilk imdada çağrılan Hızır’dır. Su ile ilişkili bu alanlarda Hızır önemli yetkilerle karşımıza çıkar. Dersim’in
Kırmancki (Zazaca) dilinde bu tasvir bir temenni duasıyla şöyle dile gelir:
“Xızır tı melemê derd u ğemuna
Serê derya u denguzuna
Kelek u gemiuna
Golek u chemuna
Pırd u gavanunê çhetununa”(1).
Hızır, sen dert ve gamların melhemisin
Deniz ve deryaların
Kelek ve gemilerin
Göl ve ırmakların
Köprü ve çetin geçitlerin başısın(kılavuzu/gözeteni).
Hızır, Dersim Kırmanciye İtikatında “Ya Xızır’ê serê derya u dengızu!” çağrısında Hızır Reis, ve “Ya Xızır’ê serê kelek
u gemiu!” çağrısında bir kılavuz ve adeta bir tanrı rolündedir.
Dersim’de inanca göre herşeyin Wayır (Sahip) adı verilen bir tanısı vardır. Hiçbir şey sahipsiz olmadığına göre deniz,
derya, çay, su kaynağı, köprü, göl ve geçitin de bir sahibi vardır. O da Hızır’dır. Ondandır ki; Irmak ve çayların bir
çok durgun ve derin kesimlerinin ya da yüksek dağların başındaki bazı krater göllerinin adı‘Gole Xızıri’dir. Kırmızı
Köprü’de ki ‘Pırdê Xızıri’ de Hızır Köprüsü’dür. Pek çok dar geçit ‘Gavanê Xızıri’(Hızır Geçidi) adını alır. Yine bir
çok kapalı mekân da ‘Mekanê Xızıri’(Hızır Mekânı) adını alır. Pülümür-Tasni Köyü’ndeki “Bonê Tosniye”de Mekanê
Xızıri (Hızır Mekanı) dır. Pek çok su kaynağı da “Çhımê Xızırı”(Hızır Gözesi) adını alır.
İnsanın su tehlikesi ile karşı karşıya olduğu her yerde Hızır, ‘Ya Xızır! denilerek imdada çağrılan, dardaki, zordaki
insana kol-kanat geren ve tehlikeyi bertaraf eden kurtarıcıdır.
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
b) Karaların Hızır’ı:
Özellikle su ile ilişkilendirilen Hızır’a, Dersim’de karada da kutsallık atfedilir. Dersim’de “Xızır golde ro, Duzgı kemerde ro”(Hızır göldedir, Düzgün kayadadır) özdeyişine rağmen, Hızır karadaki toplumsal yaşamın zorluklarında da
sık sık karşılaşılan öğedir.
“Nawoke yeno Ostoro Qır’o
Şuariye seri Khalo, Xızıro”(2)
Şu gelen kır attır
Sırtındaki suvarisi Ak Sakallı, Hızır’dır
Yukarıdaki dizede at sırtında cara yetisen, aksakallı, suvari ve bilge kişi olarak betimlenen mitolojik Hızır, aşağıdaki
Pir Sultan dizesinde dündülün sırtında cara yetişen zülfükar kuşanmış Hz. Ali tiplemesi ile ayni roldedir.
“Dündül eyerlendi, zülfükar kuşan
Ali’m ne yatarsın car günün geldi”
Hızır; beyaz donlu, yaşlı ve aksakallı kıyafetli bilgedir. Tez elden dar yerine varması ve tehlikeyi savuşturması gerekir.
O’nun atı Köroğlu’nun kıratı gibi ak köpüklerden çıkma, delişmen, rüzgar hızında suratlıdır. Beyaz donlu ve beyaz (kır)
atlı Hızır tipi barışın da sembolüdür. O Spela (Ak), Khal (Yaşlı Bilge), Khalo Kokım (Aksaçlı Yaşlı/Bilge)görünümü ile
şeffaflığı, bilgeliği ve barışı çağrıştıran sıfat ve isimlerle anılır:
“Xızır mordemo de bilano
Xızır mordemo de gırano”
Hızır yaşlı bilge kişidir
Hızır ağırbaşlı/oturaklı kişidir
Dersim’in aksakallı, yaşlı, bilge şairi ve seyidi Sey Qaji’de 1938 öncesi Dersimlilerin beyaz donlu kıyafetlerini ve konuştukları İran coğrafyasının en kadim inanç dillerinden biri olan Kırmancki dilini Hızır ile ilişkilendirerek bir mani
ile dile getirir:
“Zonê ma zonê Xızır’i yo
Thonê ma thonê Xızır’i yo”.
Dilimiz Hızır dilidir
Donumuz (kıyafetimiz) Hızır donudur.
Dersimliler de dil ve kıyafetlerini Hızır’la ilişkilendiren Hızır sılüetli bilge şair ve seyitleri Sey Qaji’ye bir mani ile
cevap verirler:
“Zonê Sey Qaji zonê Xızır’ı yo
Thonê Sey Qaji thonê Xızır’i yo”
kündür:
Sey Qaji’nin dili Hızır dilidir
Sey Qaji’nin kıyafeti Hızır kiyafetidir.
“Xızır wayırê bext u mırodiyo”
“Xızır wayırê ram u comerdiyo”
“Xızır şerjiyo, Xızır xeverciyo”
Hızır baht ve murat sahibidir
Hızır rahman ve cömerttir
Hızır şahittir/tanıktır, Hızır habercidir
Hızır’ın sıfatlarını çoğaltmak müm-
c) Konuk Hızır:
Karada genellikle kırat sırtında görülen Hızır, inanca göre değişik insan kıyafetinde, bazen yaşlı, fukara, dilençi, yolcu
ve gurbetçi kılığında yol-yolaklarda görülür. Hanelere ve hanlara ansızın konuk olur. Ümmetini gözetler, vijdanları
sınar, gönülleri yoklar. Yol-yolakları kollar. Kervan güzergâhlarını gözetler. Ansızın hanelere mihman olarak çıka gelen
Hızır’a şu yakıştırılır:
“Xızır meymanê sata bê gumano
Xızır qonağ u xanurê meymano”
Hızır beklenmedik anın misafiridir
Hızır konak ve hanların misafiridir.
Hızır’ın farklı kıyafetlere bürünerek ümmetini sınadığı ve merhametsizleri cezalandırdığı inancına, şair Sey Qaji’nin
Koê Jivani (Zigana Dağı) ağıtında rastlarız. Dersimli 12 gurbetçi İstanbul’dan sılaya dönerken 1932 yılı şubat ayında
Gümüşhane ili Torul ilçesi Zigana Dağı mevkiindeki Barutçu Han’da konaklarlar(3). Sey Qaji’nin ağıtında rivayete göre
fukara kılığında yaşlı bir adam akşam vakti konaklamak için hana gelir. Parasının olmadığını, gurbetçilere han parasını vermelerini rica eder. Hızır olduğu rivayet edilen bu fukaranın han parasını ödemeyen gurbetçilerin ve hancılardan
birinin başina çığ felaketini getirdiği şöyle anlatılır:
“Ameyme sewtimalê Xanê Jivani
Khal amo çever vano:
Sıma Estemol’ra amê
Kês xatırê Haqi’ra dı u nêm mı vera
Vardık yanası Zigana Hanına
Aksakallı kapıya geldi
Diyor: Siz İstanbul’dan gelmişsiniz
Allah aşkına kimse iki buçuk kuruş
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Xan pereşiya mı nêdano
………………………..
Khal thawa nêaseno
Xancı vano: Mı nê zonake
Xızır Ali’ye Selamio”(4).
Benim için han parası vermiyor
……………………………….
Aksakallı hiç görünmüyor
Hancı diyor: Bilmedim ki
(O) Hızır Ali-i Selam idi.
Hızır’ın değişik kıyafette gezip vijdanları yokladığı, olumsuzluklar karşısında içini daralttığı ve ani hüküm verdiğine
Dersim inanç manilerinde sıklıkla karşılaşılır:
“Xızır Khalo, Khalo Kokımo
Eve budağ u dalo, pêsın hukımo”
Hızır bilgedir, yaşlı bilgedir
Dal-budak sahibidir, peşin hükümlüdür.
Hızır kulak verendir ve aşikardır:
“Xızır gosdaro” (Hızır kulak veren/ duyandır). “Xızır ho keno eskera” (Hızır aşikardır). Hızır’ın duyarlılığı ve olaylar
esnasında insan suretınde aşikar olduğu inancı yaygındır. Hızır’ın adil ve değişik kıyafetlerle insan suretinde aşikar olması tasavvuru Dersimlilerin batıni kızılbaş inançlarına da pek uygundur. Yine bu Dersimlilerin tanrının insan-ı kamil
suretinde tecelli etmesi inancına da uygundur.
Hızır’ın diğer bir sıfatı da her yerde ve her olayda hazır olmasıdır:
“Xızır hazır u nazıro” (Hızır hazır ve nazırdır).
d) Yol-yolakta yoldaş Hızır:
Gurbete, askere, yola ve cepheye uğurlanan kişiye;
“Xızır tode olvoz vo”
“Xızır’o Khalo, rau welağude hevalo”
“Xızır ra u welağu serowo”
Hızır sana yoldaş olsun
Hızır ak saçlı bilgedir, yol-yolakta yoldaştır
Hızır yol-yolak gözleyendir
Rizkli işe (ticaret, savaş, nehir geçişi, deniz yolculuğu vb.) “Ya Hızır!” denilerek, ya da “Hala hazır, ya Xızır!” denilerek başlanır. Çığ tehlikesinin başladığı yerde “Ya Hızır!” denilerek geçilir. Şimşek çakınca ha keza…Sel ve suda boğulma esnasında Hızır el atılan bir dal parçası, çığda sığınılan kayanın oyuğu, ağacın kavuğu ve evin üst eşiği (server)
olup tehlikeyi savuşturandır. O, araba kazasında direksiyona uzanan gizli el, savaşta göğsünü siper eden er, kuşatmayı
yaran aksakallı kıratlı öncüdür. O, bir Dersim manisinde kıyıma uğrayanlar, feryat edenler ve imdat bekeyenler için
hayırlı haber getiren, dara yetişen kılavuzdur (Qılawıze sata tenge):
“Wo ke xeverdarê xevera xêro
Gêreke tenga made gamê rew bero”.
O ki hayırlı haberi iletendir
Gereki darımıza bir adım tez yetişe
e) Emanetçi, koruyucu Hızır:
İnanca göre O; darda olanın yanında, hastanın başucunda ve korumasızı kollayan, gözleyen Hızırdır. İnsana kendisinden daha yakın duran Hızır’dır.
“Xızır tı ca u berjede ra
Berge u perjede ra”
Hızır sen basucundasın
Yakın çevre ve çeperdesin
Hızır hep yakın korumada hissedilir. O bireyin can ve mal emniyetini sağlayan sigorta görevi görür. Yol-yolakta,
ameliyatta, savaşta ve doğal afetlerde yakın korumada olduğu gibi, sahipsiz hayvanların, terkedilmiş evin ve tahılın da
emanetçisidir. Örneğin yola salınmış insan ve dağa salınmış hayvan için “Tağır amaneta Xızır’ia” (Hızırın koruması
ve emanetindedirdir) denilir. Dağa salınmış sahipsiz hayvana saldıracak kurt, ayı vb. yabaniler için “Xızır feke deyi
giredo” (Hızır onun ağzını bağlasın). Hatta yayla vakti geçici terkedilen ev bile “Emenata Xızır’ia”(Hızır’a emanet)
diye terkedilir.
Hızır hastanın, ameliyatta olan ve yaralanan kişilerin başucundaki beyaz kıyafetli cerrahtır. Kundaktaki kırklık bebeğin başucundaki kollayıcıdır:
“Xızır gavanê çhetunude ro
Berjenê newes u dırvetınude ro
Bejenê domonê çhewreşide ro”(5).
Hızır dar geçitlerdedir
Hasta ve yaralıların başucundadır
Kırkındakı bebeğin başucundadır
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Sırre Xızır’i” (Hızır’ın Sırrı) denilen bir yemin vardır ki gizliliği ifşa etmemek için iki kişi arasında verilen söz ve
içilen yemindir. Ölene kadar ifşa edilmez. Ayrıca Dersim’de Hızır koruma ve kollamanın yanısıra ekek çocuklara ad
olarak verilen, adına kurban kesilen, niyaz dağıtılan, yemin edilen, oruç tutulan, and içilen, ikrar verilen ve samah
dönülen kutsal şahsiyettir. Adı bu kadar kutsala çıkarılanın mercii, tanrının mercii ile eştir.
f) Dara yetişen Hızır:
Dara düşme esnasında Dersimliler Ya Haq!(Ya Allah!) yerine evvela Ya Xızır! (Ya Hızır!) derler. Çünkü onlara göre
‘Xızır mordeme sata tengo’ (Hızır dar anın adamıdır). Bundan ötürü şu maniyi de dillendirirler:
“Sata tengede vaze ya Xızır
Derdest wıza beno hazır”
Dar anda ya Hızır de
Anında orda hazır olur
Bir başka iki mısralı benzer anlamlı dizeler de şöyledi:
“Ya Xızır! Tı esta ke esta
Sata tengede resta”
Ya Hızır sen varsın ki varsın
Dar anda yetişensin
Bugün pek çok şehir ortamında kurulan ‘Hızır Acil Servisi’de Hızır’ın hızlılığı, dara tez yetişmesi mesaj algısından
esınlenerek oluşturulmuştur.
Dersim bölgesindeki Mama Hatun (Tercan)’da asılan Sılo Feqir kılamında da Hızırı’n kılavuz rölü şöyle vurgulanır:
“Hermê mınê çhepi serde yena sızına vayi
Mı va: Koti menda Xızırê mınê Budelayi
Çhıme mı ra u welağunê tode perayi
Seda ame gosê mıde vake: Me terse!
Xızır vıreniya ordiyê kafıride
Taftte Ostorê Qırı fino ra kayi”(6).
Sol omuzum üstünde rüzgar sızıntısı geliyor
Dedim: Nerde kaldın Budala Hızır’ım?
Gözlerim yol-yolağında kaldı
Kulağıma bir seda geldi. Dedi: Korkma!
Hızır kafirin ordusu önünde
Anında kıratı şaha kaldıracak
Hızır, Dersim itikatının olmazsa olmazıdır. Bölge itikatındaki diğer kutsallardan (Allah, Muhammed ve Hz.Ali) daha
önde ve baskındır. Hızır’ı çağıran samahlar dönülür ve deyişler okunur:
“Bêhe bê!
Can yımdade mı
Şixê wertê Harşiye
Marê kerda tariye
Tı marê roşti cıfiye
………………….
Bêhe bê!
Mı Xızır hewnê hode di Kertê Çhaduru’de
Vaze: Tı ke Hezreti Xızır’a
Ma meverde charu ax u zaru de”(7)
Gel gel
Can imdadıma
Bize karanlık gelmiş
Sen aydınlık bahşet.
…………………
Gel gel
Hızır’ı rüyamda Çadır Geçidi’inde gördüm
Deki: Sen ki Hazreti Hızır’sın
Bizi ah u zar içinde bırakma.
g) Hızır’a sitem:
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersimliler onca yaratıcı, kollayıcı ve kurtarıcı kudreti olan Hızır’a sitem de ederler. Tanrı mertebesinde ki bu külte
tapınma sınırsızdır. Kurban ve niyazlar onun adına olan mekanlara götürülür. Çerağlar ona yakılır. Dualar, yalvarış ve
yakarılar ona yapılır ve gözyaşları ona dökülür. 1938 kıyımında Hızır’ın imdada yetişmediğini ve Düzgün’ün toplarını zalime fırlatmadığı inancıyla ona olan sitemlerini Şair Bava Kazıme Seydhesene Dewrese Demeni ağıtla şöyle dile
getirir:
“Ne Duzğı Duzğı, Xızır Xızır
Zeke amenê verê lıngunê sıma
Niaz u qırvan u sayi
Çha verê lıngunê sımade qırkerdi
Cuamerdi, hermeti u domonê soyi
Cendeğe ma kerdi verê tijia amnoni u vayi
Şiaye sarê sıma vo!
Sıma çha sarê ho fişt bıne cılê şiayi”(7).
Ey Düzgün Düzgün, Hızır Hızır!
Sizin ayaklarınızın altına getirilirdi
Niyaz, kurban ve elmalar.
Neden ayaklarınızın önünde katlettiler
Erkek, kadın ve kundaktaki bebeği?
Cesetlerimizi yaz güneşinin
Ve rüzgarın önüne serdiler.
Başınızın (yüz) karası olsun
Neden başınızı kara çulun altına koydunuz
“Tahtê ho bırızne bextê ho merızne” (Tahtını yık bahtını yıkma) özdeyişleri Dersimlilerin adeta desturudur. Zorda ve
darda kalan kişinin geşmişine bakılmaksızın, gelen bütün rizkler göze alınarak kişi himaye edilir. Ama onlar 1938 büyük kıyımda ve göçünde “Xızır ve bexto”(Hızır baht sahibidir) dedikleri Hızır’ından yardım ve baht görmedikleri için
sitemini dile getiriyorlar.
h) Hızır Orucu
Hizır adına Xeylas (Hızır-İlyas) denilen kutsal günler vardır ki bu 40 gün kadar devam eder. Denizlerin piri Hızır’la
karaların piri İlyas’ın buluştukları gün adına da icra edilen bir ritueldir. Üç gün orucun tutulduğu, kurbanların kesildiği ve niyazların dağıtıldığı bu günler yaklaşık olarak kışın Ocak ayının 20’sınde başlar. Subat ayı boyunca devam eder.
Ancak her aşiret ya da mıntıka değişik haftalarda bu kutlamayı yapar. Hızır kışın fukara kılığında hanelere mihman
olur ve yol-yolakları kollar. Bu kutlama günlerinde Hizır Cemi yapılır. Hızır günlerinde mutlaka subaşına gidilir. Bu
sudan içilir. Evdeki eşya ve mala serpilir.
i) Yaratıcı Hızır:
“Yaratan tanrıdır” inancı Dersim’de adete Hızır ile paylaşılır. “Wayır” dedikleri sahip olan ve koruyan-kollayan tanrı
Hızır ile eş tutulur. Hatta bazen Hızır’ın kendisidir. Evlat dileği ve diğer pek çok dilek ve temenniler de O’nun adına
yapılır. Bir rivayete göre Hızır Gölü’ne gidip erkek oğul dileğinde bulunan Dersimli bir babanın dileği yerine gelir.
Hızır’a bir öküz kurban eder. Bir erkek oğlu olur. Adını Mehmet (Mem) koyar. Geçen zaman içinde oğul hayırsız çıkar.
Babasının başına pekçok belalar getirir. Oğulun bu belalarından ve hayırsızlığından bıkan baba tekrar Hızır Gölü’ne
gider. Hızır’a şu sitemde bulunur:
“Şune Gol eve niazê Xızır’i
Ewlad wast, da mı lazê Xızır’i
Mı va: Xızır lazê mı niyo, lazê Xızır’i
Mı va : Azê mı niyo azê Xızır’i
Memê ho bıje, gae mı bıde
Xersız vejiya, sare dezê Xızır’i”(8).
Gittim Hızır Gölü’ne niyaz ile
Evlat diledim, Hızır bana oğul verdi
Dedim: Hızır! Benim evladim değil senindir
Dedim: Benden töreme değil, senindir
Mehmedini al, öküzümü geri ver
Hızır’ın vediği başağrısı hayırsız çıktı.
Kaynaklar:
1) Gevher Nene (Dek Gewere), Tunceli ili, Kortasure Köyü
2) Gevher Nene (Dek Gewere), Tunceli ili, Kortasure Köyü
3) Mehmet Yıldırım, Osmanlı Arşivleinde Dersim Belgeleri (Yayımlanmadı)
4) Daimi Cengiz, Dizeleriyle Tarihe Tanık Dersim Şairi Sey Qaji, Horasan
Yayınları, s.348, İstanbul-2010
5) Melek Teyze (Meleka Heme Pırki), Tünceli ili, Kortasure Köyü
6) Sıla Qız, Tunceli ili Mılu Köyü
7) Daimi Cengiz, Kheko Qız’ın Hızır deyişi, Kaynak: Seydali Yıdız, Pülümür
ilçesi Şixan Mezrası
8) Baba Kazım (Bava Kazıme Seyd Hesene Dewrese Demeni’in Ağıtı), Baba
Gülüm’den, Erzincan-Tecan ilçesi Ahatiri Köyü
9) Daimi Cengiz, Seydali Yurdakul (Seydaliye Aliye Qıji), Tunceli ili
Kortasure Köyü Marıke Mezrası
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şükrü Karakoç, Aykırı Yurttaş'ın
fotoğrafını paylaştı. 31 Ekim.
"İDRAKTEN
YOKSUN
AHMAK
TÜRK"
Osmanlı'da Türk kelimesi hakaret sayılırdı. Sultanahmet'teki Başbakanlık Devlet Arşivleri binası; çok sayıda insanın, kendisine Türk denildiği
için hakaret davası açıp kazandığının
belgeleriyle doludur.Anadolu Türklüğünün etnik orjini olan Türkmenler;
savaşlarda "serdengeçti" olarak ön
saflarda kırdırılmak dışında, Devlet
hizmetinde yer alamazlardı. Hatta,
Osmanlı döneminde Türk(men)ler,
İSTANBULA BİLE GİREMEZLERDİ. Fatih'in (resmi adıyla; KAYZER-İ
RUM SULTAN MEHEMMET HAN'ın) koyduğu bu yasak, yüzyıllarca
uygulanmıştır. Daha sonra da Saray'a
girme yasağı şeklinde sürmüştür. Sultan Süleyman "BENİM HAS KULLARIMIN ARASINA TÜRKLERİ,
ÇİNGENLERİ.... SAKIN ALMAYASIZ" şeklinde ferman yayınlayarak;
bu durumu KANUNİ hale sokmuştur.
Zavallı yörük-Türkmenler, her savaştan (ganimet sefer'inden) önce, obalarına baskın yapılarak SERDENGEÇTİ
olarak toplanırdı. Serdengeçtinin görevi, ÖLMEK'di. Savaş başlayınca, ön
saflarda kırdırılır; "belki canımı kurtarırım" diye canla-başla çarpışırken
de, "düşman" yorulmuş olur; sonra da,
(ağırlıklı olarak SIRP olan hristiyan
halklardan devşirme) Yeniçerililer,
yorgun "düşmanı"ı hallederek ZAFER
kazanır; ganimet yağmalarlardı. Seferden sağ dönen serdençgeçtiye hiç
rastlanmadığına göre, ganimetçilik
yapmaları da mümkün olmazdı. Zaten, sağ kalsalar bile, her halde onları
da Yeniçerili öldürürdü. (Çingenelerle birlikte en hakir görülen halk olan)
TÜRKMENLERE GANİMET VERECEK DEĞİLLERDİ HER HALDE.
"Ecdadıma yapılan haksızlıkları çürütmeye çalıştım" diyen Prof.Halil
İNALCIK ve Osmanlı hayranlığını her vesileyle ortaya koyan Murat
Bardakçı dahi, "Osman Bey" diye
birinin yaşamadığını ve Osmanlı dediğimiz devletin kurucusunun Orhan
Bey olarak kabul edilmesi gerektiğini, kabul ederler. Bu devletin "Fatih
öncesi" dönemde hangi isimle anıldığını ise kimse açıklamaz. 19.yy.'a kadar, ne Osmanlı, ne Türk ve Türkiye
isimleri hiç kullanılmamıştır. Peki
nedir bu Osman ve Osmanlı meselesi?.. Orhan Bey'in babasının adı,
ATAMAN'dır. Kastamonu beyliğinin
emrinde ALP'dir. O dönem, Türkmenler Alp ünvanını "şövalye" karşılığı
kullanırlarmış. Tarih yazma geleneği
olan Doğu ROMA ( ki, Bizans ismi,
bu devlet yok olduktan 300 yıl sonra
kullanılmaya başlanmıştır.) Ataman
ismini, Hrıstiyan ismine uyarlıyıp,
OTTOMAN olarak kayıtlara geçmiştir. Avrupa, Doğu Romanın kullandığı bu kelimeyi, "Osmanlı" dediğimiz
devlet için kullanmıştır.
Avrupalılar ayni zamanda, "Asyalı
barbarlar" anlamında (Türkmen kelimesinin kısaltması olsa gerek) Türk
kelimesini kullanmışlardır. Osman
adından bile habersiz olan Osmanlı
ise, Ne Türklüğü, ne Ottoman'lığı kendisi için kullanmamıştır. Bizim Fatih
olarak bildiğimiz sultan, Roma İmparatorluğunu ele geçirdiği anlayışıyla;
Ülkeyi Roma imparatorluğu anlamında "Diyar-ı Rum", kendisini ise, Roma
İmparatoru anlamında KAYZER-İ
RUM olarak tanımlamıştır. Yüzyıllarca Anadolu halkı ve Araplar, ülkeye
RUM ÜLKESİ, Padişaha Rum Padişahı demeye devam etmişlerdir.Resmi
yazışmalarda "Devlet-i Aliyye" ismi
kullanılmıştır. 19.yy.sonlarında, tüm
Avrupayı milliyetçilik akımları sarıp,
Devlet-i Aliyye tebaası olan milletler
bağımsızlık istemeye başlayınca, Avrupadaki Osmanlı aydınları ve daha
sonra İttihatçılar, milli kimlik arayışına girmiş; Avrupalıların kullandığı
"Türk" kelimesinde karar kılmışlardır. Abdulhamit de kimlik arayışına
girmiş, araştırmaları sonucu Karakeçili aşiretine mensup Türk oldukları
sonucuna varmıştır. Daha önce Doğu
Roma kayıtlarında ve Aşıkpaşazade
tarihinde yer almış olan ve Avrupalıların kullandığı OTTOMAN adının,
Osman olabileceği kanaatine vararak, Osmanlı ve "Türkiya" isimlerini
resmen ilk kez kullanmaya başlamıştır. Devlet-i Aliyye'nin ilga edilişine
kadar, İstanbul'un resmi adı KONSTANTİNİYYE olmuştur. Halk ise
STANPOLİ'den bozma Istanbuli veya
İstanbul ismini kullanıyordu.
..............
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
HDP Eş Başkanı Sebahat Tuncel:
CHP ile İstanbul'da ortak aday gösterebiliriz
"çatı partisi olsun" tartışmalarına
dayanıyor.
RÖPORTAJ
Sebahat Tuncel HDP Eş Başkanı Tuncel, 'CHP'yi içeriden değiştirelim
fikri çok defa denendi ve başarısız
oldu. Solu birleştirmek adına önemli bir çağrımız var. Birlikte siyaset
yapabiliriz' dedi
HDP solu kapsayacak bir çatı partisi değil mi?
Barış ve Demokrasi Partisi'nden
(BDP) ayrılıp Halkların Demokrasi
Partisi'nin (HDP) Eş Başkanlı'ğına
seçilen Sebahat Tuncel, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün
CHP İstanbul Büyükşehir Belediye
başkanlığı adaylığı hakkında konuştu. Tuncel, "Sarıgül'ün adaylığını
desteklemek zorunda değiliz. CHP
gerçekten İstanbul'u almak istiyorsa,
HDP'yle işbirliği yapmak istiyorsa
bunu tartışırız. Böyle bir tartışma
olmadan 'niye aday gösteriyorsunuz?'
denilemez. Elbette en güçlü adayımızı
göstereceğiz" dedi. Tuncel, "Sarıgül'ü
ya da CHP'nin göstereceği başka bir
adayı destekleme ihtimaliniz var mı?"
sorusu üzerine "Belki ters bir şey olur,
ortak bir aday gösterebiliriz. Olması
gereken bu..." dedi.
Yerel seçimlerde Sırrı Süreyya
Önder'in İstanbul için adaylığı çok
tartışılıyor. Kürt hareketi kendi
çıkarını düşünerek AK Parti karşıtı
oyların bölünmesine neden olacak
diye eleştiriliyor.
Sarıgül'ü ya da CHP'nin göstereceği
başka bir adayı destekleme ihtimallerinin olup olmayacağını yanıtlayan
Tuncel, "Belki ters bir şey olur, ortak
bir aday gösterebiliriz. Olması gereken bu..." ifadesini kullandı.
Sarıgül'ü ya da CHP'nin göstereceği
başka bir adayı destekleme ihtimaliniz var mı?
Yeni parti (HDP) ve yerel seçimi
hakkında da açıklamalarda bulunan
Sebahat Tuncel'in HaberTürk'ten
Kübra Par'a verdiği söyleşinin ilgili
bölümü şöyle:
Yani yerel seçimlerde CHP, HDP
işbirliği yapmalıdır diyorsunuz...
HDP'ye CHP'den katılım olacağı söyleniyor, doğru mu?
Bir gazeteci yazmış ama bizimle temasa geçen kimse yok. CHP içerisinde gerçekten demokrat bir kesim var.
CHP'yi içeriden değiştirelim fikri çok
defa denendi ve başarısız oldu. Solu
birleştirmek adına önemli bir çağrımız var. Birlikte siyaset yapabiliriz.
Bu çok haksız bir eleştiri. Alternatif
bir belediyecilik anlayışı oluşturulmak isteniyorsa, BDP'ye ve HDP'ye
"alanı boşaltın" demekten ziyade
"yerelde nasıl ortaklaşabiliriz" denilmesi lazım. Sarıgül'ün adaylığını
desteklemek zorunda değiliz. CHP
gerçekten İstanbul'u almak istiyorsa,
HDP'yle işbirliği yapmak istiyorsa
bunu tartışırız. Böyle bir tartışma
olmadan "niye aday gösteriyorsunuz?"
denilemez. Elbette en güçlü adayımızı
göstereceğiz.
Belki ters bir şey olur, ortak bir aday
gösterebiliriz. Olması gereken bu...
Mesele sadece yerel seçim sırasındaki iş birliği değil. Ana dilde eğitime
hayır diyen bir partiye Kürtler oy
vermez. Yapılması gereken ittifak
politikası çerçevesini tartışmak ama
henüz böyle bir durum yok ortada.
BDP neden HDP'ye dönüştü?
BDP'deki milletvekili arkadaşlarımız
istifa edip HDP'ye geçmesi bu algıyı
yaratıyor ama BDP, HDP'ye dönüşmüyor. HDP, HDK'nın örgütü. Geçmişi
Evet. 2011 genel seçimlerine Emek
Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak
girdik ve BDP'li olmayan arkadaşlarımız da milletvekili seçildi. Altan Tan,
Şerafettin Elçi, Sırrı Süreyya Önder,
Levent Tüzel ve Ertuğrul Kürkçü arkadaşlarımız aslında BDPli olmadığı
halde bu blokta seçime girdiler ve kazandılar. Bunu başarmamız yıllardır
verdiğimiz mücadele için önemli bir
zemin oluşturdu. O zaman bu birlikteliği devam ettirelim dedik.
BDP dururken neden başka bir
yapılanmaya gerek duyuldu?
BDP bir Türkiye partisi ama BDP'nin
dışında da siyaset yapan, başka iddiası
olan toplumsal kesimlerle yan yana
durmak istedik. Mesela EMEP, ESP,
SYKP, Yeşiller ve Sol Gelecek ve bunların dışında kendisini herhangi bir
partide ifade etmeyen ama bu birlikteliği önemseyen, güçlü bir demokrasi
cephesi oluşturmayı isteyen kesimler
var. Dolayısıyla bunları kapsayan bir
çatı partisi kurmayı amaçladık. Ekoloji, kadın, LGBT, gençlik, Kürt, sosyalist ve emek hareketlerini kapsayan
çok geniş bir toplumsal örgütlenme
zeminine sahibiz.
HDP "marjinal sol" olmakla suçlanıyor
Bu çok yanlış bir tartışma. Marjinal
olan sol değil, sosyalist düşünceyi
hayata indirgeyemeyen partilerdir.
Ezilenlerin, emekçilerin, yoksulların
partisi olacağız. Türkiye'nin yüzde
80'nine hitap eden bir hareket olacağız.
Kaynak: http://www.rojevakurdistan.com/index.php/
roeportaj-hevpeyvin/11480-hdpe-bakan-sebahat-tuncel-chp-ilestanbulda-ortak-aday-goesterebiliriz
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
'Türk solunun başarı ihtimali olsa
Kürtler’in yüzüne bakmaz'
HEP’in kurucu Genel Başkanı Fehmi
Işıklar, HDP’ye ilişkin çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.
parti var. Kürtler Türkiye’de bir sürü
nimet varken, bu külfetin altına niye
girsin?
SHP-HEP ittifakının mimarlarından
eski DİSK yöneticisi tecrübeli siyasetçi Fehmi Işıklar, HDP projesi ve
Türk soluna yönelik sert eleştirilerde
bulundu.
Yüzlerine bakmazlar ama!
HDP’nin Kürtleri temsil edemeyeceğine işaret eden Işıklar, ‘sol’un Kürt sorununda hep ikiyüzlü davrandığını ve
Kürtleri kullandığını söyledi. Işıklar,
“Türk solunun herhangi bir başarı
şansı olsa Kürtlerin yüzüne bakmazlar” diye konuştu.
Işıklar, Müslüman Kürtlerin
dışlandığı, sol, sosyalist ve eşcinseller
de dahil marjinal gruplara kapılarını
sonuna kadar açan HDP’ye ilişkin
çarpıcı değerlendirmelerde bulundu:
Bölgede ciddi kaygılar var
HEP’in kuruluşunda Karadenizli,
Çerkez, Türkmen vardı. İşçi sınıfının
en dinamik kesimleri vardı. Böyle
bir oluşuma hem Kürtler hem de
demokrasi açısından ihtiyaç vardı. O
dönemde elinde silahı olanlar barışı
istemediler. Başta devlet olmak üzere
HEP’i kapattılar. Şimdi kaybedilen
bu doğruyu bulmaya çalışılıyor.
HDP ile bulabilecekler mi bilinmez
ama bölgede çok ciddi kuşkular var.
Halk, ‘bu yapı ile Türkiye çapında
genişleyemezler’ diyor. Bölge
halkında Dimyat’a giderken evdeki
bulgurdan olmayalım endişesi hakim.
Özellikle Kürt sorunu ve yoksulların
meseleleri ile ilgilenmek için ne kadar
insan bir araya gelirse o kadar iyidir.
Ama bu konuda ciddi kuşkular var.
Kürtler’den niye kaçıyorlar?
HDP’nin Kürt hareketi ya da partisi
olmadığına yönelik özel bir çaba
gösteriliyor. Şimdi, bu ülkede en
çok ezilen uzun yıllar baskı altında
bırakılmış, hakkı yenmiş olanlar
Fehmi Işıklar
Kürtlerse niye ondan kaçıyorsun? Bu
sorunu çözmek için ortaya çıkmış
siyasetçi niye bunun gizlenmesine
gayret göstersin? Bunu anlamak zor.
Sorunu görmemezlikten gelmek,
üstünü örtüp yokmuş gibi farz etmek
‘aman başkaları ürkmesin, çoğalalım’
demek o sorunu ötelemektir.
Demirtaş’a siyasi katliam
Selahattin Demirtaş ve parti yönetimi,
artık Türkiye’de beğenilen, söyledikleri dikkate alınan hatta kamuoyunda da giderek beğeni ile izlenen
bir profil çizmeye başladılar. Bir siyasi
figür oldular. HDP’ye ihtiyaç bile
yoktu. İhtiyaç olmadığı ortamda böyle
bir girişimi anlamakta güçlük çekiyorum. Ege’de bile BDP’ye oy vereceğini
söyleyen Kürt olmayan insanlar var.
‘Türkiye’ye barış gelecek, bunların
çok önemli rolü olacaktır, ben de
barıştan yanayım’ diyorlar. Şimdi
nasıl kaçırılır böyle bir fırsat? Bu
gözden kaçırılacak bir durum değildir
ki! Eğer Selahattin Demirtaş gibi
giderek deneyim kazanan insanların
üzeri çizilmek isteniyorsa bu siyasi
bir katliam olur. Bu konuda acımasız
uygulamalar olduğunu biliyorum.
Kürtler buna itibar etmez
BDP’li arkadaşlar iyi niyetle büyümek
isteyebilirler. Ama kendilerini inkar
ederek, Kürt sorununu görmezden
gelerek, böyle bir açılım istemezler.
Kürtler, kendilerini görmezlikten
gelen kendisine Kürt siyasi hareketi
demeyen bir partiye niye itibar etsin
ki! Etmez de. Etse zaten çok sayıda
Sol ve sosyalist gruplar gibi içinde
marjinal kesimlerin bulunduğu bu
proje bölgede nasıl karşılık bulur onu
bilemem. Ama şunu çok iyi biliyorum.
Türkiye’de Türk solunda herhangi bir
çizgisinde başarı şansı olsa, Kürtlerin
yüzüne bakmazlar. Onlar hep ‘Bize
oy versinler onlar için çok iyi şeyler
düşünürüz’ derler. Yoksa kendi
başlarına başarsaydılar, böyle bir şeye
girerler miydi? Burada Kürtlerden
yararlanma amacı olabilir.
Gezi’dekiler ağaç da bölgedekiler
değil mi?
Türk solu, Kürt sorunu konusunda
iyi bir sınav vermemiştir. Gezi
parkında 15-20 ağacın kesilmesini
tepki ile karşılarım. Ama Türk solu
(1990’lı yıllarda) bölgede kesilen meşe
ormanlarını bir göz önüne getirip ne
yaptığına bakmalıdır. Sol ve sosyalist herhangi bir örgüt ya da partinin
ortaya çıkıp ‘bütün meşe ormanları
kesiliyor, bize de bir şey düşüyor’
dediğini görmedim Bunlar ağaç değil
miydi? Bunlar basit şeyler değil.
Korkunç şeyler oldu bir kez
sormadılar
Bırakın ağaçları, başkanı olduğum
HEP’te aralarında il başkanlarının da
olduğu 70’e yakın siyasetçi öldürüldü,
faili meçhul oldu. Allah rızası için
Türk solundan birisi gelip da yahu
‘haliniz, derdiniz nedir, ne yapabiliriz’ diyen olmadı. Oysa Diyarbakır
il başkanının (Vedat Aydın) cenazesinde 7 kişi öldü 500 kişi yaralandı.
Cenazeye saldırdılar, korkunç şeyler
yaşadık. ‘Biz bunları bilmiyorduk’
deme şansları da yok bunların. Halk
bunları biliyor. Bu bakımdan halk
yeni oluşuma büyük bir kaygı ile
bakıyor. (Star)
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DİN KARDEŞLİĞİ MASALI ve TÜRBAN ŞOVU
AKP meclisteki türbanlı milletvekili
şovuyla halkı uyutma yolunda kendisine yakışır bir adım daha atmış oldu.
Oysa din, türban ya da özgürlük diye
bir dertleri yok. Onlar ne pahasına
olursa olsun iktidarda kalmanın ve
hizmet ettikleri bu düzenin ezen- ezilen, sömüren- sömürülen çelişkisini
halkın gözünden kaçırmanın derdinde.
Türbanı bu korkunç düzeni saklamak
için bir şal olarak kullanmaktadırlar.
Tuhaf olan şu ki, türban takan kadınların çoğu da bu düzenin mağdurlarıdırlar. Ne var ki onlar bunun farkında
değil. Biraz düşünseler iyice esaret altına girdiklerini göreceklerdir.
Kurdun yemek için sabırsızlandığı kuzuya kardeşlik masalı anlatması neyse
AKP'nin din kardeşliği masalı da odur.
Aslında bu masal yeni de değildir, bunun binlerce yıllık bir mazisi vardır.
Dünyaya hükmeden egemenler tüm
tarih boyunca kendi halklarını bu tür
masallarla uyutmuşlardır. Kenan Evren darbe günlerinde bu işi iyi kıvırmıştı. Kürsü konuşmalarını Kuran'dan
ayetlerle bezer ve halktan da epey alkış
alırdı. Sonraki yıllar bu mirası Tayyip
Erdoğan ve ekibi devraldı. Yarın da
başkaları sürdürecek. Ne de olsa her
şey yıllardır süregelen bu kanlı diktatörlüğün bekası içindir!
İnsanlık tarihini kan ve gözyaşına boğan despotlar hükümranlıklarını sürdürebilmek için sadece dini sembolleri
kullanmakla kalmamış, milliyetçilik
zehrini de kendi halklarının kanına enjekte etmişlerdir. Böylece din ve milliyetçilik afyonuyla düşünceleri felç
edilen halklar, egemenlerle aralarındaki derin uçurumu göremez hale gelmiş
ve kendilerini iliklerine kadar sömüren
düzenin hem köleleri, hem de bekçileri
olmuşlardır.
Ne trajiktir ki, tüm diktatörlükler inim
inim inlettikleri halkın verdiği tuhaf
destek sayesinde ayakta kalabilmektedirler.
Oysa din ve milliyetçilik masallarıyla
akılları başlarından alınan halklar gözlerini açıp günlük hayatta olup bitenlere şöyle bir bakabilseler, egemenlerce
göklere çıkarılan din ve milliyetçiliğin
aslında onların umurunda olmadığını
ordusunu süren bir yönetim nasıl kardeş olabilir?
Hakkını aramadığın ve kölece sustuğun sürece evet, din kardeşisin, uslu
çocuklar gibi başın okşanır. Ama…
İnsani haklarını istediğinde düşmansın! İşte AKP' lilerin halkla olan kardeşlikleri böyle tek taraflı çıkarcı bir
kardeşlik ilişkisidir.
Mahmut Alınak
kolaylıkla görebilirler.
Söz konusu olan ister milliyetçilik, ister din olsun; bir katille kurbanının ya
da bir işkenceciyle mağdurun aynı dinden ve aynı milliyetten olmalarının ve
aynı bayrak altında yaşamalarının bir
anlamı olabilir mi?
Mahiyetindeki işçileri canlarını çıkartırcasına çalıştıran bir patronla asgari
ücret karşılığında ömrünü tüketen işçilerin kardeş olmaları mümkün müdür?
Bir kardeşlik düşünün ki, kardeşlerden
biri tüm ömrünü bir lokma ekmek parası kazanmak için harcamış, öteki ise
kardeşinin emeği ve alın teri ile oluşmuş zenginliğin görkemini yaşıyor!
Böyle hastalıklı bir kardeşlik ilişkisi
kabul edilebilir mi? Yarattığı korku
imparatorluğuyla her tarafa dehşet salan, en çok hapishane, adliye "sarayları" ve karakollar yapan, katil polisleri
ödüllendiren ve insani bazı hakları için
sokağa çıkan insanların üzerine polis
Kendileri milyar dolarlık servetlere sahipken, din kardeşi diye uyuttukları ve
milliyetçilikle zehirledikleri insanlar
geçim derdinde yaşamayı bile unutmuşlar! Nerede görülmüş böyle dengesiz, böyle haksız bir kardeşlik?
Yoksullar alanlara çıkıp, "Madem kardeşiz ve dünya hayatı da geçici, öyleyse
gelin hepimiz tüm mal varlığımızı halka ait vakıflara bağışlayalım,"deseler,
acaba kaç AKP yöneticisi bu çağrıya
kulak verir? Eminim başta Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm AKP yöneticileri saklanacak delik ararlar.
Ben kardeşliği dillerinden düşürmeyen bu beylere kamuoyu önünde açık
çağrıda bulunuyorum: Kardeşlik öyle
lafla olmaz, bırakın masal anlatmayı!
O kardeşlik sözlerinde samimiyseniz
ve bu dünyanın fani olduğuna inanan
dindarlarsanız, gelin hep birlikte tüm
malvarlığımızı halka ait vakıflara bağışlayalım. Bu vakıflar da çeşitli işletmeler kurup halk yararına ekonomik
faaliyetlerde bulunsun! Var mısınız
gerçek kardeşliğin gereğini yerine getirmeye? Size mikrofonlar uzatıldığında yılan görmüş gibi dehşete kapılıp
kaçacağınızı biliyorum. Dünya malına
öyle esir olmuşsunuz ki, bunu düşünmek bile uykularınızı zindana çevirir.
Bir kez daha tekrarlarsak din, türban,
bayrak ve milliyetçilik sizin için halkı
uyutan birer araçtırlar. Sınıf uçurumunu, bu sömürü düzenini ve zulmü perdelemek için halka karşı acımasızca
kullandığınız silahlardır. Kulağınıza
küpe olsun, tarih halkın sizin bu boş
masallarınıza gülüp geçeceği günlere
de tanıklık edecek.
2 Kasım 2013
[email protected]
tel: 0546 518 86 86
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mustafa Kemal Atatürk ve Kürdler
Mustafa Kemal Paşa’nın ve
Atatürk’ün, Kürtlere ilişkin düşünceleri ve duyguları çok farklıdır.
Mustafa Kemal Paşa 1919’u ve 1920
li yılları, Atatürk 1930’lu yılları hatırlatır. Bunları kronolojik sıraya göre
ayrı ayrı belirtmek gerekir.
de milli hakları verilecektir, Kürtlere
gelişme serbestliği sağlanacaktır.
Bu durum Kürtlere iyice anlatılmalıdır. Böylece onların, yabancıların,
özellikle İngilizlerin kışkırtmalarına
alet olmaları engellenmelidir.” deniliyordu. Milli hududun, Türklerin ve
Kürtlerin oturduğu toprakları kapsadığının vurgulanması, ikinci protokolün dikkate değer bir yönüdür.
I. Mustafa Kemal ve Kürtler
1. Mustafa Kemal, Haziran 1919 ortalarında, Cemil Paşazade Kasım Bey’e
gönderdiği bir telgrafta şöyle diyor:
“…Kürt kardeşlerimin hürriyeti, refah
ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak
için sahip olmaları gereken her türlü
hukuk ve imtiyazların verilmesine
tamamen taraftarım.”[1]
2. Üçüncü Ordu Eski Müfettişi ve
Padişah Fahri Yaveri Mustafa Kemal,
10 Temmuz 1919-13 Temmuz 1919’da
Kürt şeyhlerine ve aşiret reislerine
mektuplar yazmıştır. Bu mektuplarda, Türklerin ve Kürtlerin birlikte
yürüttükleri bir mücadele olduğu,
İslam memleketlerinin düşman
çizmeleri altında kalmaması için
mücadele yürüttüklerini, düşmanların
Kürdistan’ı Ermenistan yapacaklarını, buna engel olmak için mücadele
yapıldığı vurgulanmakta, yardımları
talep edilmektedir. Bu mektuplarda,
Doğu’da Ermenilerle, Batı’da Yunanlılarla yapılan savaşta, Kürdlerin
yardımı istenmektedir. Bu mektuplar
7 adettir. Mektuplar, Mutki’de Aşiret
Reisi Hacı Musa Bey’e, Bitlis’te,
Küfrevizade Şeyh Abdülbaki Efendi
Hazretleri’ne, Şırnaklı Abdurrahman
Ağa Hazretleri’ne, Derşevli Ömer
Ağa Hazretleri’ne, Muşarlı Resul Ağa
Hazretleri’ne, Eski Milletvekillerinden Sadullah Efendi Hazretleri’ne,
Şeyh Mahmut Efendi Hazretleri’ne,
Norşinli Meşayihi Azamdan (Büyük
Şeyhlerden) Şeyh Ziyaeddin Efendi
Hazretleri’ne, Garzan’da Aşiret Reislerinden Cemil Çeto Bey’e yazılmıştır. Şırnaklı Abdurrahman Ağa’nın,
Derşevli Ömer Ağa’nın, Muşarlı
Resul Ağa’nın adı aynı mektupta zikredilmektedir. Şeyh Mahmut Efendi,
Güney Kürdistan’da, o dönemde İngilizlerle savaşa tutuşan Şeyh Mahmut
Berzenci’dir.[2]
3. Mustafa Kemal, 1919 yılında, bazı
Dr. İsmail Beşikçi
Kürt ağalarına daha telgraflar göndermiştir. 15 Ekim 1919’da Malatya
Mutasarrıf Vekili vasıtasıyla, Hacı
Kaya ve Şatzade Mustafa Ağa’ya gönderilen telgraf bunlar arasındadır.[3]
4. Heyet-i Temsiliye döneminde, 2022 Ekim 1919’da Amasya’da, Osmanlı
Harbiye Nazırı Salih Paşa ile Heyet-i
Temsiliye üyeleri Mustafa Kemal
Paşa, Rauf Bey ve Bekir Sami Bey
arasında beş protokol imzalanmıştı.
İkinci protokol olarak bilinen bu protokolde, şöyle denilmektedir: “Beyannamenin birinci maddesi, Devlet-i
Osmanî’nin tasavvur ve kabul edilen
hududu, Türk ve Kürtlerle meskûn
olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin cama-i Osmaniye’den ayrılması
imkânsızlığı izah edildikten sonra, bu
hududun asgari bir talep olmak üzere
temin-i istihsali lüzum-u müştereken
kabul edildi. Maahaza Kürtlerin,
serbesti-i inkişaflarını temin edecek
vech ve surette, hukuk-ı ırkıye ve
ictimaiyece mashar-ı müsaadat olmaları dahi tervic ve ecanip tarafından
Kürtlerin istaklali maksad-ı zahiresi
altında yapılmakta olan tezviratın
önüne geçmek için de bu hususun
şimdiden Kürtlerce malum olması
hususu tensib edildi.”[4]
Sözü edilen bu ikinci protokolde,
milli hudut da şöyle tanımlanmaktadır. “Beyannamenin (Sivas Kongresi
Beyannamesi) birinci maddesinde,
Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve
kabul edilen hududunun, Türk ve
Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı… birlikte kabul edildi.
Burada kısaca, “Kürtler, Türkler
ortak mücadele yapmalıdır, savaştan
sonra yani zafer kazanılınca, Kürtlere
5. 27 Haziran 1920’de, Büyük Millet
Meclisi Hükümeti. El-Cezire Komutanı Nihat Paşa’ya Kürtlerle ilgili
olarak Meclisin bir kararını gönderdi.
“Bütün Türkiye’de mahalli idareler
kurulması iç ve dış siyasetin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde
ise, yine iç ve dış siyaset gereği, adım
adım mahalli idare kurulması için
uygulamaya geçilmesi istenmektedir.”[5]
İç siyasetle kastedilenin Kürtlerin
hakları olduğu açıktır. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922 günü yaptığı
konuşmada, “ırki hukuka, toplumsal
hukuka ve çevresel şartlara saygı
iç siyasetin esas noktalarındandır”
demektedir.[6]
6. 20 Ocak 1921 de Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu kabul edilmiştir. 1921 Anayasası mahalli idarelere yani yerel
yönetimlere, yerinden yönetim ilkesine ağırlık vermiş bir anayasadır. 1921
Anayasası’nın 11. maddesi, “vilayet
mahalli umurda şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir” demektedir.[7] Yani
vilayetler yerel işler yüklenmede,
tüzel kişiliğe ve tam özerkliğe sahip
olacaklardır. Bu maddeye göre harici
ve dâhili siyaset, adli ve askeri işler
dışındaki işler vilayetlere bırakılıyor.
Eğitim, sağlık, ekonomi, bayındırlık,
sosyal yardım işlerinin yönetimi vilayet meclislerine bırakılıyor.
7. Büyük Millet Meclisi’nde, 10 Şubat
1922 günü, gizli bir celsede, Kürdistan muhtariyetine dair bir kanun tasarısının müzakere edildiği dile getiren
bazı yayınlar vardır. İngiltere Yüksek
Komiseri Horace Rumbolt, Dışişleri
Bakını Lord Kurzon’a gönderdiği
belgede, BMM’de görüşülen bu kanun
tasarısı hakkında bilgi vermektedir.
Bu kanun tasarısının 64’e karşı 373
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
oyla kabul edildiği de anlatılmaktadır.
[8]
8. Mustafa Kemal, 16-17 Ocak 1923
günlerinde, İzmit’te, gazetecilere
yaptığı bir görüşmede, gazetecilerin
sorusu üzerine Kürtlere özerklik verilmesini tartışmaktadır. Gazeteciler
arasında, Falih Rıf kı Atay ve Ahmet
Emin Yalman da vardır.[9]
9. Lozan Antlaşması görüşmelerinde Türk delegasyonu başkanı İsmet
İnönü milli mücadelede Kürtlerin
Türklerle birlikte hareket ettiğini söylemektedir. İsmet İnönü şu görüşleri
dil getirmektedir. “Sevr muahedesi ile
Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü
Sevr Muahedesi hükümlerine göre
Doğu Anadolu’da, Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan devleti
kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının
kendileriyle beraber, bilhassa doğuda,
Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli mücadelenin
devamınca, canla başla beraberlik
gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever
olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır.”[10]
10. Lozan görüşmelerinde Türk
delegasyonu başkanı İsmet İnönü,
Kürtlerle ilgili düşüncelerini şöyle
sürdürmektedir. “Kürtler, Ermeniler
gibi Lozan’a gelip bize müracaat etmediler. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda, milli davalarımızı ‘biz
Türkler ve Kürtler’ diye bir millet
olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik”[11]
11. Mustafa Kemal, konuşmalarında
ve yazılarında Misak-ı Milli’yi Kürtlerin ve Türkleri “ortak vatan”ı diye
tarif eder. Misak-ı Milli’nin etnografik tanımında “Kürtlerle Türkler
ibaresi kullanılır.[12] İsmet İnönü de
Misak-Milli’yi, Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı diye tanımlar.[13]
II. Mustafa Kemal ve Toplumun Farklı Unsurları
Mutafa Kemal 1919-1920’lerde toplumu çeşitli etnik ve İslami unsurların
meydan getirdiğini vurgulamaktadır.
Bunları şu şekilde belirtebiliriz.
1. “Her milleten olan unsurlarımız…”
(20 Eylül 1917)[14]
2. “Her iki kardeş ırk” (28 Mayıs
1919)[15]
3. “bütün İslami unsurlar… Kürtler ve
Türkler, bütün İslami unsurlar… Türk
ve Kürt milleti
(16 Haziran 1919)[16]
4. “Kürtleri de bir öz kardeş olarak
bağrımıza basıp tekmil milleti bir
nokta etrafında birleştirmek…” (16
Haziran 1919)[17] (4)
5. “Türk ve Kürt’ün ezici çoğunluğu…” (17 Haziran 1919)[18]
6. “Kürtler de Türklerle birleşti…”
(18 Haziran 1919)[19]
7. “Ezici çoğunluğu Türk ve Kürt
olan bu vilayetler…” (21 Ağustos
1919)[20] (7)
8. “Türk ve Kürt birbirinden ayrılmaz
iki öz kardeş…” (15 Eylül 1919)[21]
(8)
9. “Türk ve Kür unsurları…” (28 Aralık 1919)[22] (9)
10. “İslami unsurlar… kardeş milletler…) (24 Nisan 1920)[23] (10)
11. “Türk, Çerkez, Kürt… hepsinden
oluşan İslami unsurlar… Millet, çeşitli İslami unsurlardan oluşmuştur…”
(1 Mayıs 1920)[24]
12. “Milli hudutlar olarak çizdiğimiz
daire dâhilinde yaşayan çeşitli İslami
unsurlar… Kürt, Türk, Laz, Çerkez
vesaire bütün bu İslami unsurlar…” (3
Temmuz 1920)[25] (12)
13. “Türkiye toprağındaki çeşitli unsurlar… hangi din ve unsura mensup
olurlarsa olsun…” (5 Aralık 1921)[26]
14. “Milli hududumuz dâhilinde
mevcut Kürt unsurlar… Hem Kürtler,
hem Türkler… bu iki unsur…” (16 –17
Ocak 1921)[27]
15. “Türkiye halkı içinde… ırkan
muhtelif olanlar vardır. Fakat muhtelif ırktan bulunanların birinin
diğeri üzerinde, onun milliyetini yok
edecek bir davada bulunmasına hacet
yoktur…”
(2 Şubat 1923) [28]
III. Atatürk ve Kürtler
Mustafa Kemal Paşa, 1922 sonlarından itibaren Kürt sözcüğünü telaffuz
etmemeye başlamıştır. Cumhuriyet’in
ilanından itibaren ise Kürt sözcüğü hiç telaffuz edilmemektedir. Bu
süreçte artık, sadece Türk’e vurgu
yapılmaktadır. 1920’lerin sonlarında,
1930’lardaysa, Türk-Tarih tezi ve
Güneş-Dil Teorisi anlayışı doğrul-
tusunda herkesin Türk olduğu, Kürt
diye bir milletin, Kürtçe diye bir dilin
olmadığı vurgulanmaktadır.
1. Mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti Türk sanatı,
iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı,
bütün bedayiiyle inkişaf eder. (Ekim
1922).[29]
2. Cihan içtimai ve siyasi icabatından
doğan ve binlerce senelik Türk tarihinin netice-i tekâmülü olan devletimiz,
devam ve istikrarın bütün evsaf ve
şeraitini haizdir. (Ağustos 1923)[30]
3. Türk esaret kabul etmeyen bir
millettir. Türk milleti esir olmamıştır.
(1925)[31]
4. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler
olursa olsun, onlara bütün milletçe
silahlı olarak mukabele ve onlarla
mücadele eylemek icab ediyordu.
(1927)[32]
5. Türk milletinin başında bela olduğu asırlardan beri sabit olan Hilafet’in
kaldırılmasiyle Türk Cumhuriyeti tarihin cereyanında layık olduğu temiz
ve kuvvetli itibar mevkiini hakkiyle
elde etti.
Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk
istiklali gibi Türk Cumhuriyetini de
hilafetten ve her türlü iştirak ve müdahalelerden uzak olan salim şeklinde
ilelebet muhafazaya vücudunu vakfetmeyi vatanın birinci derecede mevcudiyet sebebi sayacaktır. (1927)[33]
6.Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet
idaresidir (1924)[34]
7. Türk inkılâbı kurucudur. Türk
ihtilali, yüksek bir insani ülkü ile
birleşmiş vatanperverlik eseridir. Çocuklarına bütün güzellikleri ve bütün
büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını
öğretmektedir. (1933)[35]
8. Türk kadını dünyanın en münevver, en faziletli ve en ağır kadını
olmalıdır. Ağır sıklette değil; ahlakta, fazilette ağır, ağırbaşlı bir kadın
olmalıdır. Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, bazusiyle,
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
azmiyle koruma ve müdafaaya gücü
yeter nesiller yetiştirmektir. Milletin
kaynağı, sosyal hayatın esası olan kadın, ancak faziletli olursa vazifesini
yapabilir. Herhalde kadın çok yüksek
olmalıdır. (1925)[36]
9. Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük
vak’alarla ispat etti ki, yenilik sever
ve inkılâpçı bir millettir. (1925)[37]
10. Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen Türk istiklallini, Türk
Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve
müdafaa etmektir.
…
Ey Türk İstikbalinin evladı! İşte bu
ahval ve şerait içinde dahi vazifen,
Türk İstiklal ve Türk Cumhuriyetini
kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret
damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
(Ekim 1927)[38]
11. Türk milleti,
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha
büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve
refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene! (Ekim
1933)[39]
12. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk
ulusunun nefesinin sönmeyeceği,
onun ebedi olduğunu göstermelidir.
Yüksel Türk! Senin için yükseklik
hududu yoktur. İşte parola budur. (11
Ocak 1935; Mülkiye Mektebi Öğrencilerine)[40]
13. Benim hayatta yegâne fahrim,
servetim Türklükten başka bir şey
değildir.[41]
14. Bu memleket tarihte Türk’tü, halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak
yaşayacaktır.[42]
15. Türk! Öğün, Çalış, Güven[43]
16. Bir Türk dünyaya bedeldir. (1925)
[44]
17. Biz balkanları niçin kaybettik
biliyor musunuz? Bunun tek bir
sebebi vardır. Bu da İslav araştırma
cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumlarıdır, bizim içimizdeki insanların
milli şuurlarını uyandırdığı zaman
biz Balkanlarda Trakya hudutlarına
çekildik.[45]
18. Türk dilinin, kendi benliğine,
aslındaki güzellik ve zenginliğine
kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını
isteriz. (Kasım 1932)[46]
19. Kültür işlerimiz üzerine, ulusça
gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz.
Bu işlerin başında da Türk tarihini,
doğru temelleri üzerinde kurmak;
öz Türk diline, değeri olan genişliği
vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların
göz kamaştırıcı verimler vereceğine
şimdiden inanabilirsiniz. (Kasım
1932)[47]
20. Tarih yazmak, tarih yapmak kadar
mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı
şaşırtacak bir mahiyet alır. (Ağustos
1931)[48]
Kaynakça
[1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak
Yayınları, İstanbul, Mayıs 1999, s. 388389
[2] Nutuk III, (1919-1927) Belgeler, Bugünkü dille hazırlayan, İsmail Gönülal,
Atatürk’ün Doğumunun Yüzüncü Yılın
Kutlama Komisyonu Koordinasyon
Kurulu, Ankara 1984, Belge, 47, 48, 49,
50, 51, 52, 53 s. 24-28
[3] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameler IV (1917-1938) Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1964 s.63
[4] Faik Reşit Unat, Amasya Protokolleri, Tarih Vesikaları, Yeni Seri Cilt
I, Mart 1961, İstanbul, Milli Eğitim
Basımevi, Sayı 3. ‘18’ s. 361
[5] TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt
III, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1985, s. 550-551
[6] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I,
Derleyen Nimet Arsan, Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü yayınları, Ankara 1959
s. 221
[7] Türk Anayasa Metinleri, “Senedi
İttifak’tan Günümüze” Hazırlayan:
Suna Kili-Şeref Gözübüyük, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1984
s. 92
[8] Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin
Kaynakları ve Şeyh Sait İsyanı, 18801925 ÖZGE, Çev. Bülent Peker-Nevzat
Kıraç, Kasım 1992, Ankara, s. 69-71,
244-246
İş Bankası tarafından yayımlanan
TBMM Gizli Celse Zabıtları’nda, 10
Şubat 1922 tarihli zabıtlara rastlanmamaktadır. Bu zabıtlar yoktur. Zabıtlar,
9 Şubat’tan 11 Şubat’a atmamaktadır.
Cilt II s. 726 vd.
Sabah Ghalip, 1919-1923 Yılları Arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kürt
Meselesi Karşısındaki Tutumu ve 1922
tarihli Kürt Otonomisi Kanunu’nun
Metni, Soranice Kürtçesi’nden Türkçeye çeviren: Agirkhorshid Zaher,
Birnebûn Sayı 39 Payiz 2008, Bu incelemede, 1992 tarihli Kürt otonomisinin
kanun metni de vardır. s. 67-70
[9] 2000’e Doğru Dergisi, 30 Ağustos-5
Eylül 1987, Sayı 35, “Gizlenen Belge”,
“Atatürk: Kürtlere özerklik” konulu
haber
[10] İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1987 s. 202
[11] İsmet İnönü, a.g.e. s. 202 Ayrıca
bk. Lozan Görüşmeleri, Tutanaklar,
Belgeler, Takım 1 Cilt I Kitap 1 Çev.
Seha L. Meray, Önsöz: İsmet İnönü.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını Ankara
1969 s. 342-375
[12] Doğu Perinçek, Kemalist Devrim
4 Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası,
Kaynak Yayınları, Kasım 1999 İstanbul,
s. 223-228
İsmail Göldaş, “Biz Türkler ve Kürtler,
Avesta, 2000, İstanbul
[13] Lozan Barış konferansı, y.a.g.e.
s.344 Doğu Perinçek, y.a.g.e. s.226
Metin Heper, Devlet ve Kürtler, Doğan
Kitap, Eylül 2008 İsmail Göldaş,
y.a.g.e.
[14] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 120
[15] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 336
[16] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 388
[17] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 391
[18] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 393
[19] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 394
[20] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 Nutuk/Söylev I Atatürk Kültür, Dil-Tarih
Yüksek Kurulu, Türk Tarih Kurumu
Yayınları 1989, s. 134 vd.
[21] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve beyannameleri IV s. 71
[22] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri
II Derleyen Nimet Arsan, Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Yayınları, ikinci basım,
Ankara 1961, s. 12
[23] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri
I, Derleyen Nimet Arsan, Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Yayınları ikinci basım,
1959 s. 30
[24] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I,
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
s. 74 vv.
[25] TBMM Gizli Celse Zabıtları I,
TBMM Basımevi, Ankara 1980 s.73 vd
[26] Genelkurmay Harp Tarihi Dairesi,
Atatürk Haftası Armağanı, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1977 s. 147
[27] Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit
Konuşmaları (1923) Kaynak Yayınları,
İstanbul, Haziran 1993 s. 104 vd.
[28] Sadi Borak, Atatürk’ün, Resmi
Yayınlara Girmemiş, Söylev, Demeç,
Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları ikinci basım, İstanbul Şubat 1997, s.
211 vd. Doğu Perinçek, yukarıda sözü
edilen Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası kitabında, metinde geçen muhalif
sözcüğünün, muhtelif olarak okunması
gerektiğini bildirmektedir. s. 237
[29] Atatürk’ten Düşünceler, Hazırlayan: Enver Ziya Karal, Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, Bilim Kültür
Eserleri dizisi, İstanbul 1986, s. 85
[30] Atatürk’ten Düşünceler, s. 40
[31] Atatürk’ün Söylev ve demeçleri II,
s. 230.
[32] Nutuk I, s. 14-15
[33] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri IV, s. 530.
[34] Atatrük’ün Söylev ve Demeçleri
III, s. 74.
[35] Hâkimiyeti Milliye Gazetesi, 30.10.
1933, s. 2
[36] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II,
s. 231
[37] Nutuk, s. 95
[38] Atatürk’ten Düşünceler, s. 97.
[39] Atatürk’ten Düşünceler, s. 152.
[40] Atatürk’ten Düşünceler, s. 152
[41] Mahmut Esat Bozkurt, Adliye Vekili
Mahmut Esat Bozkurt’tan hatıralar,
Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları,
İstanbul 1955, s. 95
[42] Taha Toros, Atatürk’ün Adana
Seyahati, 1939, s.23
[43] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası
Yayını, Ankara 1959, s. 304
[44] Mustafa selim İmece, Atatürk’ün
şapka devriminde Kastamonu ve
İnebolu Seyahatleri (1925), Türkiye İş
Bankası yayını, Ankara 1959, s. 14.
[45] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,
Hazırlayan: Utkan Kocatürk, Turhan
Kitapevi, 1984, s.149.
[46] Atatürk’ten Düşünceler, s. 88
[47] Atatürk’ten Düşünceler, s. 88
[48] Atatürk’ten Düşünceler, s. 88
5 Kasim 2013
Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir
icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir
bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan
kanun, diğer katliamların “Jenosid
olmadığı” anlamına gelmez.
Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin
tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp
atmak” için kanunlar hazırladılar.
Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler.
Kara ve hava harekâtı planladılar.
Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk
yetiştirme yurtlarına yerleştirerek
kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek
için program hazırlayıp uyguladılar
Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50
bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60
bini toplu katledildi, telef edildi. 20
-30 bin insan sürgüne gönderildi.
Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen,
olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür.
İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi,
1977 yılında hazırlamış olması, ilk
kez “Dersim jenosidi” kavramı ile
tanımlaması dikkate değerdir.
“Jenosit/soykırım” kavramının 1990’
lardan sonra, Kürd ve Türk çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada
geciktiğimizi ve devletin resmi ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği
çok muazzam lehine kullanarak bilgi
kirliliği ve yanılsamalar yarattığı,
mağdurları bile kendi “portresi” haline getirip, politikasına araç ettiğini
gözlemlemekteyiz.
“Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan
okumasını göstermesi bakımından da
son derece önemli bir olgudur. Öte
yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının
araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin,
Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu,
bilimsel düşünce sürecine darbeler
vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki
dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir.
Araştırmada, kanunla ilgili meclis
görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının,
Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl
algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir.
Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar),
yerel(otokton) halkları yok etmeye
koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki,
özel olarak da Dersim'deki jenosid
uygulamaları, çeşitli kaynaklardan
yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır.
Kritik edilmesi dileğiyle!
İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla...
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Τα αντάρτικα
Ποντιακά
τραγούδια
του ‘40
Ο αντάρτης Πόντιος μαζί με το τουφέκι του στον ώμο, έπαιρνε και τη
λύρα του!
Οι Πόντιοι της εποχής του ‘40 εξακολουθούσαν να είναι αληθινοί Πόντιοι,
χωρίς να τους διαφοροποιεί τίποτε
από τους πατεράδες τους.
Σκέφτονταν και μιλούσαν Ποντιακά,
αγαπούσαν και έκλαιγαν με την Ποντιακή γλώσσα. Δεν μιμούνταν, δεν
μάθαιναν, δεν προσπαθούσαν να είναι
Πόντιοι… ζούσαν απλά ως Πόντιοι ή
πιο σωστά ως Ρωμιοί του Πόντου!
Τα κύρια κέντρα της δημιουργίας της
αυθεντικής αυτής μουσικής παράδοσης ήταν κυρίως η περιοχή της Κεντροδυτικής Μακεδονίας, του Κιλκίς
και της Ημαθίας (Βέρμιο- Πιέρια).
Χωρίς να αποκλείσουμε και τις άλλες
περιοχές με Ποντιακούς πληθυσμούς
(Πιερία, Πτολεμαϊδα κλπ).
Ο αντάρτης Πόντιος μαζί με το τουφέκι του στον ώμο, έπαιρνε και τη
λύρα του! Τραγουδούσε τους καημούς
και τα ιστορικά γεγονότα όπως αυτός
ήξερε, στη γλώσσα του. Νέοι και νέες
στα βουνά της Ελλάδας τραγουδούσαν και χόρευαν στις μελωδίες της
αθάνατης Ποντιακής Λύρας.
Τα Παλατίτσια είναι ακριβώς ένα
παράδειγμα χωριού που δημιούργησε
πλούσια τέτοια παράδοση. Από τη
μια γιατί ήδη προπολεμικά μέσα στο
χωριό ζούσε η Ποντιακή μουσική,
με καθημερινά γλέντια και πολλούς
λυράρηδες και από την άλλη γιατί ως
χωριό είχε μαζική συμμετοχή στην
Εθνική Αντίσταση.
Τότε ήταν που δημιουργήθηκαν τραγούδια όπως το γνωστό στην περιοχή
των Πιερίων “Αντάρτες κάψτεν το
Μελίκ”.
Πιστεύουμε ότι τα τραγούδια αυτά
αξίζουν να καταγραφούν και να
μελετηθούν από τους ειδικούς, χωρίς
προκατάληψη, καθώς είναι τα τελευταία ζωντανά μνημεία της Ποντιακής
μουσικής..
Αντάρτες κάψτεν το Μελίκ
Και ποίστιατο μανέαν
Τη κουκουβάγιας το πουλίν
Να χτιζ απές φωλέαν
Ο Μαύρον ασό Βέρμιον
Κατήβεν σην Κουλούραν
Απάν και σα μεσάνυχτα
Εδέκεν ατό βρούλαν
—————————
Αντάρτην επαρέξεγκα
Το σπίτι’ μ ευκαιρώθεν
Ελέπατον και σαίρουμαι
Το όπλον ντ΄εφορτώθεν
Βεργίνα και Παλατιτσια
Ηρωϊκά χωρία
Φόρον τρανόν επλέρωσαν
Ση Γράμμου τα ρασία
------------------------Αναθεμά σε Φλώρινα
Εσύ εποίκες όλια
Αιχμάλωτα ντ’ επίασες
Τα δύο πυροβόλα
Ανάθεμά σε Φλώρινα
Ντο πολλά αίμαν έπες
Πολλά καρδίας έκαψες
Και μανάδες εκλέντσες
—————————
Τρία χρόνια σα ρασία πολλά έσυρα
Τη Χριστού τα πάθη μάνα μ’ όλα
επέρασα
Πεινασμένος οξυπόλτος επολέμεσα
Τον γλυκύν τον ύπνον μάνα μ’ εγώ κ’
εχόρτασα
Σα Πιέρια μανίτσα μ’ σην οροσειράν
Ση μάχην εγώ εντώχτα για πρώτη
φοράν
Εντώκανε με τα σφαίρας ας’ αυτόματα
Και το ψιόπο μ’ εκολύμπεσεν σα
αίματα
Τα σφαίρας και τα κανόνια ρούζνε
άμον βρεσίν
Και την ψύμ θα παραδίγω απάν σο
ρασίν
Μάνα να ελέπς τα σφαίρας ντ’ εντωκάνεμε
Δύο μέτρα παλληκάρ βάϊ εκοσκίντσανε
Στείλομε τη νοσοκόμαν ή έναν γιατρόν
Σο ρασίν απάν μανίτσα μ’ εμέν να
λαρών
Οι γιατροί παν κ’ έρταν μάνα μ’ και
τερούνε με
Κανείς το φάρμακον κ’ έβρεν να
λαρών εμέν
Μη κλαίς μη φτουλίεσαι ποίσον
υπομονήν
Κ’ έτον μαναχόν μανίτσα μ’ τ’ εσόν
το παιδίν
Υπερήφανη να είσαι να λες να γελάς
Η ψύμ έβγαινεν κ’ εκούξα ζήτω το
ΕΛΑΣ
Πηγή
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ahmet Altan:
LAR
Cumhuriyet
tarihimiz
ahlaksizlik
tarihidir
ERKEKLER
GÜÇ...
İÇİN
Liberal Cavit Bey`i de, Komünist Mustafa Suphi Bey`i de ayni hunharlikla
öldürdüler.
Nâzim Hikmet`e de Necip Fazil`a da
eziyet ettiler.
Ne dindara, ne dinsize acidilar.
Kürtlere özellikle aci çektirdiler.
MAKSİMUM
Bütün diktatörlükler, denetim manyagidir.
Sadece "kosulsuz" bir yandaslik sergileyenler ödüllendirildi.
Ahmet Altan bugün CHP`yi ve Cumhuriyet tarihini elestiren bir yazi kaleme aldi.. "Yanlis kurulmus bir cumhuriyetin insanlariyiz biz." diyen Altan,
tartisma yaratacak bir soru da sordu:
"Mustafa Kemal, bu ülkede seçim kazanabilir miydi?" Altan`in "Geçmise
ilerlemek" baslikli o yazisi..
Her seyi denetlemek, muhalefeti saptamak ve onu ezmek isterler.
Bu anlayis, her türlü degeri yok saydi.
Ve, bütün kurumlarin hukuksuz bir
karanlikta mikroplanip kangrenlesmesine yol açti.
MUSTAFA KEMAL SEÇIM KAZANABILIR MIYDI
Sadece iktidarda olanlari korumayi
amaçlayan, yanlis kurulmus bir cumhuriyetin insanlariyiz biz.
Halki küçümseyen, dahasi halktan
korkan küçük bir zümrenin diktatörlügü, bütün gücüyle kendini koruyabilmek için her seyin kirlenmesine göz
yumdu, sikistigi yerde bizzat kendisi
her seyi kirletti.
Bunun temel nedenini aslinda tek bir
soruyla anlayabiliriz.
Mustafa Kemal, bu ülkede seçim kazanabilir miydi?
CHP SEÇIM KAZANAMIYORSA..
Eger aradan geçen onca yilda bilmem
kaç kusagi korkunç bir egitimden geçirip, beyni yikanmis insanlar yaratmasina ragmen Atatürk`ün görüslerini
savundugunu söyleyen partiler hâlâ seçim kazanamiyorsa, Cumhuriyet`in ilk
yillarinda hiç kazanmazlardi.
Bunun için kendilerine sadik kullar
yaratirlar ve onlara iktidardan pay verirler.
Onlarin yolsuzluklarina göz yumarlar.
Diktatörlüklerin ahlaki yoktur.
Ahlaki ve ahlaki degerleri çürütür, yok
ederler.
CUMHURIYET TARIHIMIZ AHLAKSIZLIK TARIHI
Silahli küçük bir azinligi koruyabilmek için o azinligin çevresinde yolsuzluklara, ahlaksizliklara bulasmis
bir çember, bir asalaklar duvari olustururlar.
Nerdeyse bütün Cumhuriyet tarihimiz
bir ahlaksizlik tarihi oldu bizim, "sayin muhbir vatandaslarin" ahlaki en
degerli ahlak sayildi, bütün kurumlar
"iktidari" koruyabilmek için yozlastirildi.
Cuntaci generaller, yalanci tarihçiler,
pespaye gazeteciler, dikta dalkavugu
politikacilar, cinayet isleyen polisler
bas taci edildi.
Diktayi desteklemek kosuluyla bütün
yandaslara ahlaksizlik ve suç islemek
serbest sayildi.
Seçimle kazanilamayacak bir iktidar
nasil korunur peki?
Cumhuriyet`le kurulan diktanin, sik
sikirdim giyinip dans etmeyi Batililik
sanan zavalli özentiliginin disinda bir
fikri, ideolojisi, inanci yoktu, insanlar
sadece ikiye ayriliyordu onlar için,
yandaslar ve muhalifler.
Silahla ve baskiyla.
NE DINDARA NE DINSIZE ACIDI-
DIKTATÖRÜLÜKLER
MANYAGIDIR
DENETIM
BÜYÜK HESAPLASMAYI BASLATAN AKP OLDU
Bu sistemi, ancak halki gerçekten temsil eden, Cumhuriyet iktidarinin kendisine "yabanci" buldugu siyasi bir güç
degistirebilirdi.
Sisteme ilk büyük darbeyi Turgut Özal
vurdu.
Asil büyük hesaplasmayi baslatan ise
AKP oldu.
Silahli Cumhuriyet diktasina karsi
kendi gücünün tek basina yeterli olmayacagini bildiginden, evrensel bir demokrasi ve hukuk sistemi kurulmasini
isteyen Avrupa Birligi`nin destegini
sagladi.
BÜYÜK BIR ÜMIT YARATTI
Halkin ve dünyanin büyük destegiyle
bir temizlik operasyonuna girdi, hukuk reformlari yapti, Ergenekon`un ve
darbecilerin üstüne gitti, askerî vesayeti geriletti, Kürtlerin haklari oldugunu kabul etti, baris için müzakerelere
basladi, Alevilerin dertlerini dinledi,
yeni bir anayasa sözü verdi.
Artik iyice çürümüs olan sistemi degistirmek için attigi her adimda halki
ve gelismis dünyayi yaninda buldu.
Büyük bir ümit yaratti.
SONRA BIRDEN AKP DURDU
Basbakan Erdogan, bütün dünyada
"Müslüman bir ülkede demokrasiyi
yerlestiren" ilk lider olarak saygiyla
karsilandi, dünya liderleri arasina adi-
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ni yazdirdi.
Sonra birden AKP durdu.
Degistirmek için söz verdigi sistemin,
"yöneticilere" ne kadar büyük avantajlar sagladigini, nasil büyük bir iktidar
alani açtigini, pay dagitarak nasil büyük bir yandaslar kalabaligi olusturmasina olanak verdigini fark etti.
Sistemi degistirmek için mücadele
etmektense, sistemle anlasmanin ve
sistemin parçasi haline gelmenin daha
"kurnazca" olacagina hükmetti.
BEN BIR DINDAR YETISTIRECEGIM ANLAYISI
Simdi yeniden geçmise dönüyoruz.
Kürtlere baski arttikça artiyor, fasist
yasalara sahip çikiliyor, sistemin kirliligine yönelik sorgulamalar yavaslatiliyor, "ben Cumhuriyetçi yetistirecegim" anlayisi yerine "ben dindar
yetistirecegim" anlayisi getirilerek
"yöneten istedigi gibi adam yetistirir"
kuralina dibine kadar sahip çikiliyor,
anayasaya dokunulmuyor, bombalarla
parçalanan zavalli köylülerin hesabi
sorulmuyor, onun yerine Genelkurmay
Baskani`na tesekkür ediliyor, Hrant
Dink`in katilleri korunuyor, Denktas
yüceltiliyor, futboldaki kirlenmenin
temizlenmesine engel olunuyor.
Bu anlayistan bir hayir çikmaz.
Halk gene ezilir, gene ahlaksizlik prim
yapar, gene egitim "liderin" mesrebine
göre sekillenir, gene çürüme yayilmaya baslar.
Bunu durduracak olan ahlaksizligin
acisini yillarca çekmis olan halktir.
AHLAKSIZLIK BIR KEZ KABUL
EDILDI MI
Uludere`de köylülerin öldürülmesine,
futbolda sikenin yayilmasina göz yuman bir ahlak anlayisini sorgulamadan
bu sistem düzelmez.
Ahlaksizlik bir kez kabul edildi mi o
ahlaksizlik kisa zamanda hukuksuzluga ve suça dönüsür.
Ahlak ve hukuk yoksunlunun ilk ve
büyük kurbani ise daima halk olur.
Kaynak: http://www.muhalifgazete.com
Aşkale’ye gönderilen 1869
gayrımüslim vatandaşların hayatını
derinden etkileyen « Varlık vergisi
kanunu » TBMM’i tarafından 11
Kasım 1942’de kabul edildi.
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Reform ve ademimerkeziyetçilik
Birkaç yazıdır anlatmaya çalıştığım
şu: Reform paketine, 19. yüzyıldan
bu yana Osmanlı-Türk toplumunun
yaşadığı reform macerası çerçevesinde yaklaşmak gerekir. Paketin ne olduğu ve nereye yöneldiği ancak böylesi uzun erimli bir tarih perspektifi
ile anlaşılabilir.
Ana iddiam paketin önündeki en
önemli sorunun, zihniyet dünyamızla
ilgili olduğu... Toplum olarak son 200
yılda oluşmuş zihniyet kalıplarını
zorluyoruz.
Thomas Kuhn’un paradigma kavramıyla anlattığı türden bir değişim kaçınılmaz gibi. Sorun, bu paradigma
değişimini başarıp başaramayacağımız.
Paradigma değişiminin birinci ayağı
Millet-i Hâkime fikri ile ilgili. Bunu
yeteri kadar tartıştım.
İkincisi ise idari merkeziyetçi zihniyet. Eski tabir ile ademimerkeziyetçilik yenisi ile yetkilerin yerel yönetimlere devredilmesi meselesi.
Reform paketinde bu konuda da bir
şey yok. Tarihî bir perspektiften bakıldığında bu da bir tesadüf değil.
Osmanlı İstanbul’un yetkilerini dağıtamadığı için dağıldı.
Benzeri tehlike Türkiye Cumhuriyeti’ni bekliyor. En zayıf karın bu. Şu
anki anlayış ademimerkeziyetçiliğin
dağılmayı getireceği. Tarihte böyle
olduğuna inanılıyor.
Osmanlı Avrupa’yı, Hıristiyan toplulukların reform isteklerini kabul
etmemesi nedeniyle, 1804 Sırp isyanı
Prof. Dr. Taner Akçam
ile başlayan süreçte ağır ağır kaybetti.
İngilizcede self-fulfilling prophecy
diye bir kavram var. Bunu, kendini
gerçekleştiren kehanet diye çevirmek
mümkün. İstemediğiniz ve korktuğunuz bir şey var, buna engel olmak
istiyorsunuz; ama yaptığınız şeyler,
korktuğunuz şeyin başınıza gelmesine yol açıyor.
Osmanlı’nın ademimerkeziyetçilik
ile böyle bir macerası var. Osmanlı
dağılmaktan korktu. İktidarı yerel
yapılarla paylaşmanın dağılma anlamına geleceğine inandı. Bunun için
de ademimerkeziyetçiliği hiç sevmedi.
Ancak ve ancak merkezin güçlendirilmesiyle dağılmayı önleyeceğine
inandı. Yerel yönetimlere hiç hak tanımadı.
Ama merkezi sıktıkça, merkezkaçın
kuvvetlenmesini sağladı.
Korktuğu ayrılıkçılığı, kendi izlediği
politika ile kendisi yarattı.
Sırp, Yunan, Bulgar bağımsızlıklarının kısadan öyküsü budur.
İmparatorluğun Arap ve Ermeni top-
lulukları için de durum farklı değildi.
Yaşadıkları topraklarda Ermenilerin
azınlıkta olduğunu bilen Taşnak örgütü, Hıristiyanların da eşit ölçüde
katılacağı, yetkileri artırılmış yerel
yönetimler istiyordu.
1895 ve 1914 reformlarının özü budur.
Araplar için de durum aynı idi. 1908
sonrası kurulan Arap örgütleri, Osmanlı egemenliğinin ortadan kalkmasının, yaşadıkları bölgeleri büyük
devletlerin sömürgesi h^’aline sokacağını biliyorlardı.
Bu nedenle sorunlarına Osmanlı
devleti çatısı altında çözüm aradılar.
Tüm talepleri, ademimerkeziyetçilik olarak tanımlanabilecek şeylerdi.
Bölgelerinde Arap memurların görev
yapması, Arapçanın eğitim dili olması gibi basit, temel talepler ileri sürüyorlardı.
Hatta örgütlerine, 1912’de Kahire’de
kurulan Osmanlı Ademi Merkeziyetçi İdare Partisi (Hizb al-lamarkaziyya
alidariyya al-’uthmani) örneğinde olduğu gibi isimler de veriyorlardı.
Özetle, Ermeni ve Arapların önerdiği, günümüz tanımıyla yerel yapıların güçlendirilmesinden başka bir şey
değildi.
İttihatçılar, Sırp, Yunan ve Bulgar
deneylerinden hareketle, Ermeni ve
Arap taleplerinin ayrı devletlerle sonuçlanacağına inandı. Merkezîleşmeyi tercih etti ve ama sonuçta korktuğunu kendisi yarattı.
Şimdi benzeri sorun Kürtlerle yaşanıyor. Yerel yönetimlere geçişin,
Kürtlerin bağımsız devletlerine doğru gidişlerinin ön adımları olmasından endişe ediliyor.
Gerek AB ile ilişkilerde gerekse bugünkü reform paketinde yerel yönetimler konusunda zorlanılmasının arkasındaki neden, bu tarihî korkudur.
Üzerinde konuşmak gerek.
Kaynak:
http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Liberallerin,
Kürtçülerin
ve Gezicilerin
Kemalizm’i
"Kemalizmin ana düşmanı Kürtler, Ermeniler, Rumlar değil, gerici, çağ dışı
dindar, Müslüman halk yığınları ve
onların temsil ettikleriydi."
Yıldıray Oğur, bugünkü köşesinde
“Başörtülüler üniversitelere girsin orada zaten aydınlanırlar” diyen liberallerin de Kürtleri feodalizmden ve gericilikten kurtarmaya çalışan PKK’lıların
da AKP’li seçmenle “Hüloooğ” diye
dalga geçen Gezicilerin de hısım olduğu “Kemalizm”i yazdı:
Kemalizm 4S
Yıldıray Oğur / Türkiye
Öcalan’ın “Mahir Çayan’ın emanetini
teslim ettiğini” söylediği HDP kuruldu. Partinin başına da Çayan’ın yol
arkadaşı Ertuğrul Kürkçü getirildi.
Çayan,“Milli Mesele” diye kodlanan
Kürt meselesinin çözümünde halkların kendi istikballerini tayin hakkı
gibi klasik sosyalist çözümü, özerkliği
destekleyen bir sosyalistti. Ama aynı
zamanda savunmasında“Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından
bizler sapına kadar Atatürkçüyüz.
Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını,
hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz”
diyecek kadar da bir Kemalist. Deniz
Gezmiş idama giderken “Türk ve Kürt
halklarının kardeşliğinden” bahsetmişti. Ama aynı zamanda Şeyh Said’i
savunan bir Kürd'e kızıp dolap yumruklamıştı. Zaten en ses getiren eylemi
de Samsun’dan Anıtkabir’e yürümekti.
Türkiye İşçi Partisi’nin bile Doğu Sorunu diyebildiği günlerde meselenin
adını koyup Kürt meselesi diyen ilk
kişi Doğan Avcıoğlu’ydu. Kemalist
devrimi tamamlamak için Baas tipi
darbesi 9 Mart’ta son anda engellenen
Avcıoğlu. PKK’yla ilk ittifak kuran
Perinçek’in Aydınlık hareketi oldu. 28
Şubat günlerinde Öcalan, “Batı Çalışma grubuna destek için Doğu Çalışma
Grubu kuralım” derken yanında Yalçın
Küçük vardı. Bugün bir partinin BDP
ile seçimlerde ittifak yapması söz konusu bile değilken 1991 seçimlerinde
HEP’i Meclis’e taşımaya cesaret edebilen İsmet Paşa’nın oğlunun lideri
olduğu CHP’nin devamı SHP oldu. En
ileri Kürt raporunu da onlar açıkladı. Dersim’i bombalayan Cumhuriyet,
Kürtleri değil, oradaki ilkel, geri feodalizmi bombaladığını düşünüyordu,
Tunceli Planı’nın amacı Kürtleri Türk
yapmak değil, “medenileştirmek”ti.
Şeyh Said’i tehlikeli yapan da bölücülüğü değil gericiliğiydi. Bu arada
1934’te Atatürk’ün emriyle 60 kafatası
Türklerin en üstün millet olduğunu ispat için değil, Batılı birincil ırklardan
olduğunu ispat için ölçüldü. Hiçbirinde çelişki yok. Kemalizmin en büyük
derdi, esas motivasyonu milliyetçilik
değildi. Varlığına kastetmiş, en korktuğu düşmanı da Kürtler değildi. Kemalizm milliyetçiliği denedi ve bu başarısız deneme Atatürk ölünce batan
Güneş Dil Teorisi kadar kısa ömürlü
oldu. Türkiye’de bir laik sadece milliyetçiliğe karşı çıkarak, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların haklarını savunarak Kemalizm’den kurtulup, demokrat
olamaz.. Onu bekleyen daha büyük bir
sınav var. Daha kazık, geçilmesi zor
bir engel bu. Çaktırmadan üzerine geçirilmiş, genelde ancak kral çıplak diyen çocuğun görebildiği, zaman zaman
ancak kuru temizlemeciye göndermek
üzere çıkarılan Kemalizm gömleğini
çıkarıp üstünden atmak…
Ama bu Kemalizm o bildiğiniz hatta
belki de karşı olduğunuz Kemalizm
değil. Kemalizm en başta bir iktidarda kalma ideolojisi. Kitapsız, kaygan,
esnek, pragmatik, hatta makyevelist o yüzden. O yüzden savaşta önce
Hitler’e yanaştı, Varlık Vergisi çıkardı,
savaş biterken ise bir gecede Almanya
ve Japonya’ya savaş ilan edip kazanan
cepheye göz kırpmak için çok parti-
li hayata geçti. 1946’dan sonra DP’ye
karşı İlahiyatçı Başbakan atayıp, İmam
Hatip açtı, 1961 Anayasası’nda demokrasi, hürriyet, insan hakları kılığına
girdi, Milli Şef’in talimatıyla ortanın
soluna geçti, Ecevit’le Atatürk’ü bile
eleştirdi, 12 Eylül’de Türk-İslam sentezine sarıldı, 28 Şubat’ta Batı Çalışma
Grubu’nu kurdu, 2000’lerde Batı düşmanlığı yaptı. 90’larda Mollalar İran’a
bağırdı, 2010’larda İran’la aynı cepheye geçti. Başına gelen bütün felaketleri Amerika’dan bildi, sonra Erdoğan’ı
Amerika’ya şikayet etti. Kemalizmin bilinenin aksine 1881’de doğup,
1938’de vefat eden Mustafa Kemal’le
de bir alakası yok. Kemalizm, Türk
modernleşmesinin dili ve siyasetiydi. Ve o dil self oryantalist bir dildi.
Kemalizmin kurucu dışarısı, radikal
ötekisi, karşısında kurulduğu ana düşmanı Kürtler, Ermeniler, Rumlar değil
gerici, çağ dışı dindar, Müslüman halk
yığınları ve onların temsil ettikleriydi.
Kemalizm sadece bir devlet ideolojisi,
siyasi bir fikir de değildi. O aynı zamanda Müslüman bir ülkede Batılı ve
laik bir hayat sürenlerin o kalabalık
dindar kitleyle ilişkilerini, onlar hakkında kurdukları dili tanzim eden bir
hayat tarzı ideojisiydi, yol gösteren
bir rehber, İslam ülkesinde laikler için
hayatta kalma kılavuzu, insani ilişkilere kadar sirayet edebilmiş bir politik
adab-ı muaşeret bilgisiydi.
“Başörtülüler üniversitelere girsin
orada zaten aydınlanırlar” diyen liberallerin de, Kürtleri feodalizmden
ve gericilikten kurtarmaya çalışan
PKK’lıların da, AKP’li seçmenle “Hüloooğ” diye dalga geçen Gezicilerin
de hısım olduğu işte bu Kemalizm’di.
Türkiye’de laikleri bekleyen büyük sınav da hep bu oldu. Rejimi, Ankara’daki iktidarı değiştirme, yıkma potansiyeli Rumlarda, Ermenilerde, Kürtlerde
değildi, onların haklarını savunmak
işin kolay kısmıydı. Esas büyük iktidarı değiştirme potansiyeli sadece dindar
halk yığınlardaydı. O büyük kalabalığa
rağmen laik yaşamı borçlu olduğumuz
Kemalizmin kurucu dışarısı olan halk
yığınları. Demokratlığı esas belirleyecek olan, o dindar halkın siyaseti karşısında ne denileceğiydi. Kemalistlerin
dediğinden farklı ne denebileceği?
Gezi Ayaklanması’nda da farklı bir
şey söylenemedi. Esas tehlike, başat
meseleye karşı laikler kesrette vahdeti
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gezi parantezinde yakaladılar. O yüzden bir gün devrim oldu ve o devrimi
Halk TV ve Ulusal Kanal gösterdi.
'Duran Adam’ı bile dururken içinden
Ey Türk Gençliği’ni geçiren Gezi’deki
kesrette vahdetin en iyi temsil edildiği
an kapağında Atatürk imzalı piyanoyla Taksim’de direnildiği andı. Gezi’nin
alamet-i farikası CNN’e çıkmaktı.
New York Times’e ilan vermekti. Polisi aydınlatmak için kitap okumak,
gitar çalmak, orantısız zekâyla bir centilmen olmayan Erdoğan’ın üslubuna
kızıp barikat kurmak ve onun az zekâlı
seçmenleriyle dalga geçmekti. Gezinin çok kültürlülüğüne delil yapılan
müttefiki de ancak antisi yanlış yerde
olan, kapitalistleri değil Müslüman
kapitalistleri eleştiren Anti-Kapitalist
Müslümanlar olabildi. Ancak cipli türbanlı nefretleriyle Kemalist damaklarda lezzet bırakabildiler. Onların verdiği Nutella lezzetini bir de AKP’ye
“yeni Kemalizm” diyen çok pişman
ve itirafçı liberaller verebildi. O yüzden romanları, kitapları artık Hürriyet
sayfalarından tanıtılmaya başlandı. 27
Mayıs’a giden gençlik eylemleri ahizeli telefonsa, Cumhuriyet Mitingleri
Nokia 8110’sa, Gezi Ayaklanması da
i-phone 4S’ti. Ama özünde çalan aynı
telefondu. Numara aynı numaraydı.
Telefonu açan ses de aynı ses. Ve o
telefonu açtığınızda Kemalist Matrix
dünyasının ileri bir versiyonuna geçiş
yapılıyor. Gezi Ayaklanması’ndan bu
yana etrafta Kemalist, ulusalcı kalmaması tesadüf değil. Her yer direniş ve
herkes artık direnişçi. Marşın o sözü
değiştirilse yeri: "90 yılda 15 milyon
direnişçi yarattık her yaştan." Esed’e
boyun eğme diyenlerden Sözcü gazetesine, TGB’den Yılmaz Özdil’e kadar pek muteber bir tarafı kalmayan
Kemalizm’in sesi artık en itibarlı son
kılıfının içinden çıkıyor. Yediğiniz biftek gerçek biftek değildi, ama Matrix
ağzınıza gerçek bir biftek yeme lezzeti
bahşetti.
Gerçeğin çölüne hoş geldiniz.
http://www.haksozhaber.net
Doğru namaz,
doğru seksten geçer
Sibel Üresin: Doğru namazın yolu
doğru cinsel birleşmeden geçer
Doğru namaz, doğru seksten geçer
Akşam Gazetesi’nden Sibel Ateş
Yengin’e konuşan Sibel Üresin,
çok tartışılan ‘Cinsel ilişki namaz
kılmaktan da önemlidir’ açıklamalarına yeni bir boyut kazandırdı. Üresin’e göre, doğru namazın
yolu doğru cinsel birleşmeden geçiyor.
Yaptığı açıklamalarla çoğu kadının nefretini kazanan, soyadı
üzerinden ‘Üremesin’ esprileri
türetilen, ‘Cinsel ilişki namaz kılmaktan da önemlidir’ diyen yaşam koçu Sibel Üresin’e, Ali Rıza
Demircan’ın ‘Sevişmek ibadetle
aynıdır’ açıklamaları üzerine yaptığı ‘Cinsel ilişki namazdan bile
önemlidir’ açıklaması hatırlatıldı.
“Namaz yerine cinsel ilişkiyi mi
koyuyorsunuz?” sorusuna Sibel
Üresin şu cevabı verdi:
“Birinin yerine diğerini koymuyo-
rum. Doğru namaz kılmanın yolu
doğru cinsel birleşmeden geçiyor.
Kıyaslamak yanlış. Cinsellik bir
ibadettir. Cinsellik o kadar tabu ki
konuşmak bile insanları rahatsız
ediyor, edepsizlik olarak algılanıyor. Konuşulmadığı için sıkıntı
var. Helalinden bir cinsel ilişkiden
doğan çocukla, haramla girilen
cinsel ilişkiden doğan çocuğun
yaradılışları aynı mı? Doğru namaz kılmak iyi abdest almaktan
geçiyorsa, Allah’a iyi kul olmanın
koşulu da sağlıklı döllenmektir.
Bu yüzden önceliklidir. “
Kaynak:
http://www.haberand.com/
dogru-namaz-dogru-sekstengecer-h-243666.html
sibel hanım: kocanıza ikinci eş öneriyorsunuz!
peki kocanız da size ikinci, üçüncü, dördüncü
koca önerdi mi? (elif avsu)
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pomakça gibi yabancı dilde
konuşanlar cezalandırılacak 1936-Balıkesir-Gönen
Bugüne kadar pekçok yerde herkez okumuş yada duymuştur. Pomakların ve bizim gibi sayıca az ve görece dağınık
yaşayan halkların asimilasyonunda izlenen politikaların var olmadığı, çokta zorlunluı asimilasyona uğratılmadığı iddia
edilmektedir. Oysa durum bunun tam tersi olduğunu biliyorduk ve elimize geçmiş olan bu gazete küpürünü sizlerle de
paylaşmak istedik. 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinin haberine göre Balıkesir Gönen bölgesinde ”Pomakça” ve diğer
dillerin konuşulması yasaklandığı haberin küpürü.
1378622_592220630813200_975650189_n
Devletten gelen bir emirle Gönen Belediyesi karar almış ve ahali çok memnun olmuştur. Bu karar tellalarla ahaliye
duyurulmuştur.. Gönende Pomakca konuşulması yasaklanmıştır. Herkes Türkçe konuşmak zorundadır, konuşanlar ağır
cezalara çarptırılır .. Cumhuriyet Gazetesi. 21.05.1936
Kaynak: http://pomaknews.com/?p=9242
Kilikya Katliamı 1909 Sait Çetinoğlu
Yakın tarihimizin az bilinen ve üzerinde pek çalışılmayan meselelerinden olan Kilikya / Adana Katliamı üzerine, konunun
uzmanlarından Sait Çetinoğlu'nun bu kitabı, tarihi belgeler ve
kanıtlarıyla olayın detaylarını ve vehametini ortaya koyuyor.
Osmanlı'nın son döneminden günümüze dek süregelen devlet
geleneğinin ve küstahlığının o dönemlerde vardığı boyutu anlamak
için, benzersiz bir eser.
Referans Bilgileri Kilikya Katliamı 1909, Sait Çetinoğlu, Propaganda
Yayınları, ISBN: 978-1-927893-15-9 (pdf), 978-1-927893-16-6
(ePub), 978-1-927893-17-3 (mobi), 162 sayfa, Kasım 2013.
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ecdadımız Kayıkları, Biz Gemicikleri Yürüttük
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan her
fırsatta ecdadından bahsetmekten geri
durmuyor. Yerel seçimlere yönelik bir
yatırım olduğu herkesçe bilinen, konunun uzmanlarınca da birçok eksiği
bulunduğu iddia edilen Marmaray tüp
geçidi milyonların can güvenliği hiçe
sayılarak apar topar açıldı. Başbakan
açılıştaki konuşmasında da "ecdadımız
gemileri karadan yürüttü, iktidarımız
da denizlerin üstünden vagonları yürütüyor" dedi.
Evet, bu iktidar gerçekten daha önce
de "Hızlı Treni" yürütmüştü. Yine bir
takım alt yapı, teknik vs eksikliğe rağmen yürütülen hızlı tren 22 Temmuz
2004 tarihinde Sakarya ili Pamukova
ilçesinde devrildi ve trendeki 230 yolcudan 41 kişi yaşamını yitirdi ve 80
kişi yaralandı. Sırası gelmişken, dönemin Ulaştırma Bakanı kimdi dersiniz?
Evet, yanılmadınız, şimdiki bakan,
yani Binali Yıldırım.
Evet, bu iktidar sadece Hızlı Treni ve
Marmarayı da yürütmedi. Bu ülkenin
tüm yeraltı, yerüstü zenginliklerini
emperyalist sermaye ve cemaatlerle
işbirliği içindeki şirketlere vererek yürüttü. Zenginliklerimizin ve vergilerimizin önemli bir kısmını gemiciklere
dönüştürdü, kimisini oğluna, kimisini
damadına, kimisini de çok yakın çevresindekilere vererek yürüttü.
Konuşmaya dönersek, insanların tarihine, inançlarına, kültürlerine, ecdatlarına sahip çıkması, bilince çıkartmalarında bir sorun yok. Ama
Başbakanın ecdadı konusunda önemli
sorunları olduğu da yadsınamaz. Şöyle
ki, Başbakan'ın her nedense ecdadım
dediği kişilerden hangilerinin gerçekten Başbakan'ın ecdadı olduğu, hangisinin ecdadı olmadığı da pek belli
değil..
Örneğin Mimar Sinan..
Hani birçok camii, medrese, türbe,
kemer, köprü, kervansaray ve saraylar
yapan Mimar Sinan. Hani en önemli
eserlerinden birisi olan Edirne Selimiye Camisinin bir benzerinin Başbakan
Erdoğan tarafında İstanbul Ataşehir'de
yaptırılan Mimar Sinan..
ecdatlarını tanımayanlara biraz katkım olsun..
*I.Murat'ın annesi Bizanslı Horofira
(Nilüfer Hatun), *
Yıldırım Bayezid'in annesi Bulgar
Marya (Gülçiçek Hatun),
*Fatih Sultan Mehmed'in annesi Sırp
Despina (Hüma Hatun), *
Erdal Yıldırım
İşte o Mimar Sinan, bir Ermeni devşirme*(*)*.
İşte o "ecdad" Mimar Sinan, Kayseri
Kesi nahiyesinin Ağırnas köyünde bir
Ermeni çocuğu olarak doğuyor ve 20
yaşındayken başefendinin bir başka
"ecdadı olan, 40 binden fazla Kızılbaşı
katleden Yavuz Sultan Selim tarafından devşirilerek Osmanlı yapılıyor.
İşte o Mimar Sinan, Kanuni ile Belgrad seferine yeniçeri olarak gidiyor,
40 yaşındayken baş mimar oluyor ve 3
padişah, pardon 3 ecdad döneminde de
baş mimar olarak görev yapıyor..
Şimdi "ecdad" diye bildikleri Mimar
Sinan'ın aslında bir Ermeni çocuğu olduğunu öğrenecek olan Osmanlıcılar,
Türk kafatasçılar, İslamcılar ve bilcümle müslümanlar ne diyecekler bundan sonra? Ermeni Mimar Sinan halen
ecdad olarak kalacak mı?
Yavuz Sultan Selim'in annesi Ayşe
takma adlı Pontuslu bir Rum,
*Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi
Polonya Yahudisi Helga (Hafza Sultan), *
II.Selim'in annesi Yahudi kızı Roksalan (meşhur Hürrem Sultan),
*III. Murat'ın annesi Yahudi Raşel
(Nurbanû Sultan), *
I.Ahmet'in annesi Yunan Helen (Handan Sultan),
*Genç Osman'ın annesi Sırp Evdoksiya (Mahfiruz Sultan), *
IV.Murat'ın annesi Sırp Anastasya
(Mahpeyker Sultan),
*II.Ahmet'in annesi Polonya Yahudisi
Eva (Hatice Sultan), *
Bu iktidar dahil, tüm egemenlerin
bir başka taparcasına sevdikleri kişi
ki, 1937-38 yıllarında Dersim'de 60
bine yakın Dersim'liyi bombalayarak öldüren Atatürk'ün manevi kızı
ve bizzat Atatürk tarafından Dersim'i
bombaladığı için kahramanlık madalyasıyla ödüllendirilmiş olan Sabiha
Gökçen'dir. (asıl ismi Hatun Sebilciyan) İşte o Sabiha Gökçen de yetim bir
Ermenidir. Yani devşirmedir.
I.Mahmut'un annesi Aleksandra (Saliha Sultan),
Sadece bu kadar da değil.. Bunların
"ecdadım" dedikleri Osmanlı padişahlarının nerdeyse tamamına yakının
anneleri de çeşitli uluslardan devşirmedir..
IV.Mustafa'nın annesi Bulgar Sonya
(Sineperver Sultan),
Bu konuda da o kadar çok örnek var
ki.. Sadece birkaçını örnek vereyim de,
I.Abdülmecit'in annesi Rus Yahudisi
Suzi (Bezm-i Âlem Valide Sultan),
*II.Osman'ın annesi Sırp Mari (Şehsüvar Sultan), *
III.Mustafa'nın annesi Fransız Janet
(Mihrişah Sultan),
*III.Selim'in annesi Cenevizli Agnes
(Mihrişah Sultan), *
*II.Mahmut'un annesi Fransız Rivery
(Nakşidil Sultan), *
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
*Abdülaziz'in annesi Roman Besime
(Pertevniyal Sultan), *
II.Abdülhamit'in annesi Ermeni Virjin
(Tirimüjgân Sultan),
*Mehmet Reşat'ın annesi Arnavut Sofi
(Gülcemal Sultan), *
Mehmet Vahdettin'in annesi Çerkes
Henriet (Gülistan Sultan)..
Ve daha burada saymadığım birçok
isim... Bir çok devşirme.. Mensubu
oldukları toplumlara karşı düşmanca
yetiştirilen ve daha sonra kullanılan
birçok isim.
Liste daha sayfalarca uzatılabilir. Listede değişik etnik kimliklerden isimler
olması asla önemli değildir. Önemli
olan şey, o kişinin yaşadığı dönemde
farklı etnik ve inançsal kimliklere karşı egemenlerin emrinde hizmet edip
etmediğidir.
Salt bu tespitten ötürü çok net bir biçimde görülecektir ki, Kızılbaşları
katleden Yavuz Sultan Selim'in, Kuyucu Murat'ın, Ebu Suud'un, Topal
Osman'ın, Sakallı Nurettin ve Abdullah Alpdoğan'ın veya Sabiha Gökçen'in
AKP iktidarınca da, daha önceki tek
tipçi zihniyetlerdeki iktidarlarca da
başka bir ulustan devşirilmiş olmasının önemi yoktur.
Bu zıhniyet için önemli olan, bu kişilerin farklı inanç ve etnik yapılara
karşı düşmanca tavırlar içinde olması
ve kendilerine hizmet etmesidir. Böyle
olunca bu kişiler değerli, hatırı sayılır
"ecdad" olarak anılmaya devam edilecekler, iktidarlar da zenginliklerine
zenginlikler katarak yürütmeye devam
edeceklerdir.
*(*) **Devşirme sözcüğüyle asla herhangi bir etnik veya inançsal kimliği hor görmek, aşağılamak gibi bir
düşüncem olamaz -yoktur.. Durumu
açıklamak için zorunluluktan ötürü
kullanılmıştır*
1 Kasım 2013
Aşık İbreti - Her Taraf Kıblemiz
Ay Dilbere / gurmaanci
Allahı bil diye öğüt verenler
Yaradandan gayrı bir yârimiz yok
İbadet, secdeden haber soranlar
Her taraf kıblemiz duvarımız yok
Li baxe min bu zivistan
Ay dilbere dem gulistan
Ay dilbere dem gulistan
Çilmisi gul, bax u bostan
Weran ez im malim xerab
Aşk şarabın içtik dîldar elinden
Canınız kurbandır cânân yolunda
Hak ile birleşip, birlik halinde
Ondan ayrı gayrı bir kârımız yok
Ay dilbere qe menale
Feqiye teyran edi kale
Nexweşeki pir be hale
Tâ evvelden beri yârin kuluyuz
Öl dediği yerde hemen ölüyüz
Sevgi bahçesinin biz bülbülüyüz
Dost yüzünden başka gülzârımız yok
Ademde mevcuttur kuvvetle kudret
Hakka ibadettir insana hizmet
Tâ elestten beri böyledir adet
Sevgiliden başka dîldarımız yok
İBRETİ, olmuşuz sırrın mahremi
Aşk şarabın içtik, defettik gamı
Yaramız yâr sardı, bulduk merhemi
Gayrılarla asla pazarımız yok
Tu him gul î, him rihan î
Tu him derd î, him dermanî
Tu him derd î, him dermanî
Him hekim î him loqman î
Weran ez im malim xerab
Ay dilbere, de tu zani
Kulik vebun, çiya u bani
Xalek ji xala gerdene
Bilbil pirs kir, feqi kani
Weran ez im malim xerab
Subhan ji nave ji te re tene
Xalek ji xala gerdene
Xalek ji xala gerdene
Te ez din kırım berdam dine
Weran ezim malim xerab
FEQIYE TEYRAN
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
imha
edilen
kaçıncı
arşiv?
AYŞE HÜR
Geçtiğimiz haftalarda 12 Eylül 1980'
deki askeri darbeden 2004'teki sivilleşmeye gelinceye kadar, geride çok
sayıda "Psikolojik Harp Planı" ve
"Türkiye'nin ulusal güvenliği açısından tehlikeli görünen kişi ve kuruluş
hakkında" bilgi dosyasının kaldığını, ancak (yeni ve sivil) MGK Genel
Sekreterliği'nin AB'ye uyum çalışmaları çerçevesinde başka kurumlara ait
belgeleri iade ederken, MGK üretimi
plan ve fişleri imha ettiğini öğrendik.
İçinde benim de bulunduğum bir grup
kişinin "hayırlı" bulduğu bu eylemi
TÜSTAV'ın Genel Başkanı Erden Akbulut şiddetle protesto etti ve bunun
mutlaka soruşturulması gerektiğini,
henüz yok edilmeyen belgelerin koruma altına alınması, imha edilenlerin
ise mümkünse onarılması gerektiğini
söyledi. İnternet ortamında Akbulut'a
destek veren Galip Dursen ise fişlerin
Avrupa'daki "Gladio"nun dağıtılmasından sonra yapıldığı gibi, ilgilisinin
bilgisine açılmasını ve ilgilisinin izni
altında yayınlanabilmesini önerdi.
Gerçek bir tarih bilinci ile yapılmış bu
itirazların arkası gelmedi, çünkü biz
bu tür imhalara karşı şerbetliydik.
"Şahbaba" kitabının yazarı Murat Bardakçı "milyonlarca belgenin olduğu
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde
bugün Sultan Vahideddin'le ilgili işe
yarar tek bir siyasi belge bulunmuyor"
dediğinde tepki göstermemiştik mesela. Aynı şekilde I. Dünya Savaşı yıllarında, Rus işgali sırasında el konulmasın diye Samsun'a gönderilen ve işgal
sonrası Trabzon'a iade edilen 500 yıllık Trabzon Vilayet Arşivi'nin 1982'de
yanlışlıkla denize dökülmesine de ses
çıkarmamıştık. İstanbul Defterdarlığı
Maliye Arşivi'ne ait yaklaşık 50 ton
Osmanlı belgesinin 1931 yılında "okkası üç kuruş on paraya" Bulgaristan'a
satılmasından haberimiz olmadığı
doğruydu ama, Sirkeci tren istasyonu-
na götüren kamyonlardan evrakların
Sultanahmet Parkı civarında ortalığa saçıldığını ve çöpcüler tarafından
toplanarak Kumkapı'da denize döküldüğünü okuduğumuzda da şaşırmamıştık. Nitekim halen Bulgaristan'da
Cyril ve Methodius Kütüphanesi'nin
Şarkiyat bölümünde bulunan belgelerin mikrofilmleri ve fotokopileri Bulgaristan hükümeti tarafından 1993
yılında iade edildiğinde de konu tartışılmadı. 2000 yılında, aralarında
Sultan II. Beyazıt tarafından kurulan
Haremeyn Vakfı da olmak üzere çeşitli vakıflara ait Osmanlı evraklarının,
SEKA çöplüğünden vatandaşlarca toplandığı gazetelere yansımıştı. Evkaf-ı
Hümayun Nezareti'ne ait evrakların
muhafazasının İstanbul Vakıflar Bölge
Müdürlüğü'nün sorumluluğunda olduğu açıklandı ancak evrakların kimler
tarafından SEKA'ya gönderildiğini
öğrenemedik, daha doğrusu öğrenmek
için çaba göstermedik.
Kayıtsızlık
Bu olaylardaki kayıtsızlığımızı "Cumhuriyet kuşaklarının Osmanlı geçmişine karşı ideolojik kökenli ilgisizliği"
diye açıklayanlar olabilir ama buna
katılmak mümkün değil. Çünkü Cumhuriyet kuşakları sadece atalarınınkine değil kendi tarihlerine karşı da
kayıtsız. Bildiğimiz kadarıyla 1 Mart
1923'te Osmanlı arşivlerinin korunması yolunda ilk adımı atan Cumhuriyet hükümetleri, "Muhafazasına
Lüzum Kalmayan Evrak ve Vesaitin
İmhasına Dair" nizamnamelerin ilkini
1934'de çıkarmıştı. Devlet dairelerinin
10 yaşını aşmış belgeleri imha etmesi
öngören bu nizamnamede evrakların
imha şekli açıklanmadığından taşra ile
merkez teşkilatları arasında bitmez tükenmez yazışmalar yapıldıktan sonra,
gizliliği olan ama güncelliğini yitiren
belgelerin kıyılarak kağıt tüccarlarına
satılmasına karar verilmişti, çünkü o
yıllarda henüz SEKA kurulmamıştı!
Uygulamadaki başıbozukluk yüzünden 1939'da rafa kaldırılan nizamnamenin yerine 1956'da çıkarılan yeni
İmha Kanunu ve 1957'deki uygulama
yönetmeliği ise o kadar karmaşıktı ki, uygulama neredeyse imkansız
hale gelmişti. Sonuçta Maliye Bakanlığı ödenek ayıramadığı gerekçesiyle
1959'da bu yasanın uygulanmasına
son verdi. Bu yıllarda kaç komisyonun ne kadar belgenin imhasına karar
verdiğini bilemiyoruz. Çünkü imhaya
ilişkin kayıtlar da ortada yok. Nitekim geçtiğimiz yıl, Tarih Vakfı adına
bir araştırma için gittiğimiz ve Türkiye'deki en iyi arşivlerden birine sahip
olduğunu sevinerek gördümüz Darphane Müdürlüğü'nde (eski Darphane-i
Amire) 1934 öncesine ait bir belge bulamadığımız gibi bunların akibetini de
öğrenememiştik.
1959'dan 1980'lere kadarki dönemde
17 kurumun TBMM'den aldığı özel
izinle kendi belgelerini imha ettiği ileri sürülüyor. Binlerce kitap ve belgelik
arşivi ile Cumhuriyet kuşağının gururu olan Orhan Koloğlu da, Basın Yayın
Genel Müdürü iken (1974, 1978-79)
Milli Mücadele'den itibaren bütün demeçlerin, resmi açıklamaların kaynağı
olan kurumunun arşivini araştırmaya
kalktığında "bina değişimi sırasında"
bütün belgelerin SEKA'ya gönderilmiş olduğunu öğrendiğini açıklamıştı.
Ama arşivlerdeki asıl büyük temizlik
1980 darbesinden sonra yapıldı. Televizyonlarda "siz imha edeceğiniz
kağıtları söyleyin biz kamyon gönderelim" mealindeki reklamları hatırlayanlar için bu bilgi hiç de şaşırtıcı
değil. Gerek devletin kağıt ihtiyacını
karşılamak, gerekse ait olduğu kurum
binalarında yeni boş alanlar açmak ve
gelir temin etmek amacıyla yapıldığı
ileri sürülen bu imhanın ideolojik yanı
ise su götürmez. Nitekim Hüsamettin
Cindoruk'tan öğrendiğimize göre, bu
dönemde 1950'lere kadarki döneme
damgasını vuran tek parti CHP'nin
bütün arşivi, Demokrat Parti ve Adalet
Partisi arşivlerinin önemli bir kısmı,
Senato'ya ait zabıtların tamamı ve İstiklal Mahkemesi zabıtlarının bir bölümü de SEKA'ya gönderilerek imha
edilmişti.
Arşivler hurdacıya
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
2002'de Zaman gazetesinde yayınlanan bir habere göre, Tünel İşletmesi ile
ilgili bir çalışma yapan Prof. Dr. Vahdettin Engin Osmanlıca ve Fransızca
pek çok değerli belgenin İETT arşiviyle beraber 1982 yılında SEKA'ya
gönderildiğini üzülerek öğrenmişti.
Prof. Engin Cumhuriyet tarihi ile ilgili master ve doktora öğrencilerine
konu bulmakta zorlandıklarını, çünkü ciddi kaynak sorunu yaşadıklarını da söylemiş. 1998 yılında Dışişleri
Bakanlığı'na ait kıymetli evrakların
bulunduğu bir çelik kasanın ihale ile
Milli Emlak tarafından hurdacılara
satıldığını ise hurdacıdan kasayı satın alan market sahibi içindeki evrakların gizli damgalı olduğunu görüp
de Genelkurmay Başkanlığı'na haber
verdiğinde öğrenmiştik. İlber Ortaylı
2001'de Milliyet'te yayınlanan yazısında Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin
perişan durumunun "Ermeniler tarafından istismar edildiğini" yazmıştı.
Bunlardan sonra, 2004 Haziran ayında
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ndeki lisans bitirme
tezlerinin "çok yer işgal ettikleri" gerekçesiyle SEKA'ya gönderilmesinin
ne kadar "önemsiz" olduğunu kabul
etmek gerekir.
Yazımızı bir bireysel arşivcilik hikâyesi
ile bitirelim. 1920 yılında TBMM'de
Evrak ve Tahrirat Müdürü olarak çalışan Necmettin Sahir (Sılan), her şeyin
kötü gittiği bir dönemde moral bozukluğu içindeki milletvekillerine bir soru
yöneltmiş: "Kazanılacak olan İstiklal
Savaşı'nın iyi sonuçlar vermesi neyle
mümkün olacaktır?" Cumhuriyet tarihinin ilk anketi sayılan bu soruya 437
milletvekilinden 315'i tarafından verilen birbirinden ilginç cevaplar, Necmettin Bey'in vefatından sonra ailesi
tarafından (binlerce belge ve fotoğrafla birlikte) Tarih Vakfı'na bağışlanmış.
Yücel Demirel tarafından yeni harflere
aktarılan, Prof. Mete Tunçay tarafından dili sadeleştirilen, Doç. Ahmet
Demirel tarafından tasnifi ve analizi
yapılan anket sonuçları, Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın desteği ile TBMM
tarafından yayınladı. Bu sevimli öykünün, belgelerle olan ilişkimizi yeniden
düşünmemize yardımcı olmasını umalım.
Kaynak:
http://www.radikal.com.tr
"Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekte hayır gelmeyeceğinden idamına..."
Bu rejim, faşist-ulusalcılar tarafından kuruldu.temeli bozuk birkere, tümden yıkılması gerek!.
TÜRKÇE BİLMEYEN KÜRT’E İDAM KARARI!
Ahmet Süreyya Örgeevren, 1926 da Şeyh Said olayından sonra Diyarbakır'da
kurulan İstiklal Mahkemesinin Baş Savcısıydı. Bu mahkeme, bilindiği gibi
verdiği seri idam kararlarıyla ünlüdür. Ahmet Süreyya Örgeevren, 1960'larda
Dünya gazetesinde yayınlanan hatıratında, duruşmalar esnasında yaşanan ilginç ve trajik olaylara yer veriyor.
"Bir gün mahkemeye karayağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hakimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hakimler danıştılar ve delikanlının
idamına karar verdiler..."
Mahkemenin idam gerekçesi dehşet vericidir: "Türkçe bilmeyen bir kimseden
bu memlekte hayır gelmeyeceğinden idamına..." "Hemen o gece çocuğu götürüp astılar" diyor.
Baş savcı, daha sonra bu olayın etkisinden kurtulamadığını anlatıyor: "Dağkapı'da Yalova adlı küçük bir otel vardı. Orada kalıyordum. Uyur uyumaz, o
Türkçe bilmeyen çocuk rüyama girerek boğazıma sarıldı ve Türkçe, niye beni
bıraktın beni idam ettirdin? diye tehdit etti. Sabaha kadar bu hal iki-üç kere
tekrarladı. Deliye dönmüştüm..."
Sabahleyin, mahkemeye gittim ve hakim arkadaşlara dedim ki, 'Birader,
Türkçe bilmeyenleri asarsak tüm-Diyarbakırlıları, hatta tüm doğuluları asmamız lazım. Biz buraya suçluları cezalandırmaya geldik.' Rüyada başıma
gelenleri onlara anlattım. Mazhar Müfit ve Öteki hakimler, 'sen karışma, bu
bizim işimizdir' dediler. Bende savcılığımı ileri sürdüm, aramızda münakaşa
ağız kavgasına kadar ilerledi. Ben ve onlar şifre ile durumu Ankara'ya bildirdik. Bir hafta sonra şu telgrafı aldım:
"Ahmet Süreyya Bey, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Baş Savcısı:
"Gayemiz, Kürtlerin ve Kürtçülüğün kafasının ebediyyen ezilmesidir. Hakim
arkadaşlarınla anlaş. Gözlerinden öperim.”
Başvekil İsmet İnönü
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ağvan
(Gökçe)’ın
dutları ikinci
plana atıldı (1)
rollerde görüyorum. En iyi dutu seçecek olan sözüm ona ‘gurme’lerin çevresinde dolanıp duruyor. Ben dereceye
gireceğim, ikinci olacağım, bu benim
dutum ha, diyerek kuru dut dolu bir
kutuya pat pat vuruyor.
Sözüm ona seçiciler kurulu, dereceye girebileceğine kanat getirdikleri
birkaç kutuyu alarak tören alanından
okulun zemin katındaki bir dersliğe
gidiyor. Karar vermek kolay değil,
orta yerde.
Sultan KILIÇ
Malatya’dan yola koyuluyoruz Ağvan’
a doğru. Doğanyol ilçesine bağlı bu
beldenin yeni adı Gökçe; ama halkın
kullandığı adı Ağvan. Gökçe, tabelada ve resmi yazışmalarda kullanılıyor.
Devlet; geçmişi unuttururum taktiğiyle Mamaş’ı Koldere’ye dönüştürmüş,
Zeruşağı’nı da Gümüşsu’ya…
Doğanyollu ve İstanbul bağımsız milletvekili olduğu söylenen biri sahneye
çıkıyor. İnsanın tüylerini ürperten,
bayatlamış nutuklardan birini atıyor.
Vatanı böldürmeyeceğinden, bayrağı
indirmeyeceğinden, ezanı susturmayacağından dem vuruyor. Sanki böyle
bir niyeti olanlar varmış gibi.
Malatya’ya 87 kilometre uzaklıktaki
bu beldeye, dağlara kıvrıla kıvrıla çıkıyor araç. Ağvan’ın girişinde, sağda
köy mezarlığı, mezarlığın yanında da
belediye binası bulunuyor. Beldenin
çarşısı başlıyor sonra. Birkaç kahvehane, birkaç internet salonu, kocaman bir
cami, kasap, berber, market, onarım
atölyeleri derken Gökçe İlkokulu’nun
karşısında bir yemek fabrikasıyla karşılaşıyoruz. Taşımalı sistemle okullara
toplanan öğrencilere sıcak yemek verilsin diye kurulmuş, çevre köylerdeki
pek çok okula buradan yemek gidiyormuş.
Hani, içi boş sunumdan sonra göğüslerinden çıkardıkları bayrakla alkış
alma kurnazlığındakiler vardır ya,
aynen öyle. Milletvekili, hızını alamayıp konuşmasını “Ne mutlu Türk’üm”
diye alkış bekleyerek noktalıyor Kürt
Ağvanlılara.
Derslikleri, hayırseverlerce donatılmış, yemek salonu, anaokulu ve öğretmen lojmanı bulunan ilkokulun bahçesine sandalyeler dizilmiş, karşıya
sahne kurulmuş. Protokolle halk, sahnenin karşısında otururken Ağvanlı
(Gökçe) kadınlarsa sahnenin yanında,
anaokulunun önündeki sandalyelerde
oturuyorlar.
Ağvan Dut Festivali yapılıyor, bu ilk;
Doğanyol’da da Nar Festivali düzenlenmişti; ama devamı gelmedi. Bakalım
Ağvanlılar dutlarını tanıtıp pazarlama
olanağı bulabilecekler mi? Festivallerin
görünen yüzü eğlence olsa da asıl amacı bir yerin ya da ürünün tanıtımıyla
ekonomik kazanç elde etmektir.
Sonradan öğreniyorum Ağvan belediye başkanı, MHP’den seçilmiş, iktidar olanaklarından yararlanmak için
AKP’ye geçmiş. Bunu söyleyen Ağvanlı, AKP’ye geçmeseydi köyümüze
2,5 kilometre mesafeden borular döşenerek sulama göleti yapılır mıydı,
diyerek iktidar olanaklarından yararlanmak için parti değiştirmelerinin
haklılığını savunuyor.
Köyün kanalizasyon sistemi de yapılmış; ama kanal, köyün dışında öylece
bırakılmış, bilgisini alıyorum.
Bir bakıyorum, herkesin yarı akıllı
diye sıfatlandırdığı Fattey, bir bez bulmuş. Okulun zemin katındaki tuvaletin önüne sermiş, vakitsiz bir namaza
durmuş. Jürinin bulunduğu dersliğin
tam karşısında. Ben kendisinin ne
yaptığından anlamam diye sanırım,
namaz kıldım diye açıklamada bulunuyor bana. Köylülerden öğreniyorum
ki aslında Fattey, namaz kılmayı da
bilmiyormuş. Ama dereceye girmek
için namazı kullanmayı biliyor, diyor
gördüğüm manzarayı aktardığım bir
Ağvanlı.
Ağvan’ın ünlü dutu, ikinci plana itiliyor
Ciddiyetten uzak, sözüm ona gurmelerden oluşan sözde seçiciler kurulu,
kuru dutları tadıyor. Bu tür yarışmalar, hep şaibelidir ve gerçeklik payı
da çoktur. En iyi dut yetiştiricisi yarışmasının birincisi Abdullah Akın,
ikincisi Fatih Çakır, üçüncüsü de Dilan Karaman olarak ilan ediliyor. Protokolden kişilerce yarışmada dereceye
giren dut üreticileri altınla ödüllendiriliyor.
İktidarlarla aralarını hep iyi tutmuşlar; şimdi yıkılmış, peye dönmüş evlerin aralarındaki sokakları bile yıllar
öncesinden parke taşlarıyla kaplanmış.
Ağvan’ın ünlü dutundan hepi topu bu
kadar söz ediliyor. Türkü festivali ve
siyasilerin nutukları için düzenlenmiş
bir etkinlikten ibaret; Ağvan dutu gölgede kalıyor.
Kim demiş Fattey, namaz kılamaz
diye?
İki yıl önceki Doğanyol Nar Festivali’n-de değişik, girişken tavırlarıyla
dikkatimi çeken, ‘köyün yarı akıllısı’
olarak bilinen Fattey’i burada da baş
Gençler, davul eşliğinde coşkuyla halay çekiyor. Gençler derken, kadınlı
erkekli halay göremiyoruz Ağvan’da,
sadece erkekler halay çekiyor meydanda. Kadınların oturduğu yan tarafta
birkaç kız çocuk, güya halay çekiyor.
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Oturma düzeni gibi halay düzeni de
haremlik selamlık burada. Alevilerde,
Ermenilerde, Süryanilerde, buradaki
haremlik selamlık düzenini göremezsiniz.
Kemal Gümüş - Mardin
ÇETEDEN SÜRYANİLERE MANASTIRA
CAMİ YAPARIZ TEHDİDİ
Tören alanını terk edip köyün içine
yönelmek en iyisi. Köydeki taş çamur
karışımı neredeyse tüm evler yıkılmış,
pey dolu her yan. Savaş filmi platosu
gibi. Birkaç ev var ayakta kalmış olan,
onlardan da ses gelmiyor; şenlik alanına gitmişler diye düşünüyorum.
Tören alanına yetişmeye çalışan birinden Doğanyol, Pütürge ve civarında
meydana gelen büyük depremde evlerinin yıkıldığını, devletin kendilerine
uzun vadede geri ödemeli faizsiz kredi
verdiğini, köylülerin de bahçelerine,
yaylalarına ev yaptıklarını öğreniyorum. Böylece toplu yaşam ortadan
kalkmış, Karadeniz’deki evlerin birbirinden uzak oluşu gibi bir durum çıkmış ortaya.
Köy mezarlığında Sunal soyadlı üç
kişinin mezarına rastlamıştım. Eskiden Ermenilerin olan Ağvan’da Ermeni mezarlığını aradığımda, gâvur
mezarlığını sürüp tarla ettik diyorlar.
Ağvan’dan Doğanyol’a giderken Sunallar tabelasından sonra, içerisinde
Ermeni mezarlarına ait birkaç taş bulunan bir gâvur mezarlığı var, diyor on
on iki yaşlarında bir çocuk.
(Devam edecek)
[email protected]
Midyat’taki Süryanilerin evlerinin ve tarlalarının çete tarafından gasp edilmesi olayının ayrıntıları ortaya çıktı. Çetenin 1500 yıllık manastırın tapusunu
ele geçirip “cami yaparız” şantajıyla fahiş fiyata satmaya çalıştığı öğrenildi.
1960 yılına kadar 1600 Süryani ailenin yaşadığı Midyat’ta şimdi 115 aile kaldı. Tefecilerin baskı ve tehditlerinin son yıllarda artması üzerine 15 Süryani
aile Midyat’ı terk ederek yurt dışına göç etti.
Star, Mardin’in Midyat ilçesinde Süryani vatandaşların mallarına al koyan
mafyanın izini sürdü. Süryanilerin elinden aldıkları bazı tapuları nakde çevirmek için ilginç yollara başvuran tapu mafyası şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlere başvurmuş. 1500 yıllık tarihi Mor Hobil Mor Abrohom
Manastırı’nın mezarlığı ile yanındaki bağın tapusunu 2011 yılında alan mafya, Süryani Kültür Derneği’ne giderek istedikleri parayı vermezlerse manastır
bahçesine cami yapacaklarını söylemiş. Süryani Derneğinden, “Camiden rahatsız olmayız gelin yapın suyunu da biz veririz inşaatında işçi veririz” yanıtını alan mafya oyunu bozulunca bu seferde anlaşma yoluna giderek aldıkları
yüklü miktarda parayla tapuyu geri vermiş.
Konak sahibini tanımıyorlar
Midyat’ta konakları ve bağlarıyla meşhur olan ve geçtiğimiz yıl vefat eden
Süryani lider Ado’ya ait 8 daire ve iki dükkandan oluşan konak çete elemanları tarafından ilginç bir şekilde paylaşılmış. Konağın dairelerin ikisi Nusaybinli bir şahsın adına, kalan 6 daire ise tefecilerin adına kayıtlı. Fakat konak
sakinleri bu adamları hiç tanımadıklarını söylüyorlar.
Tapu Mafyası tarafından mallarına el konulan Süryanilerden haklarını arayanların tamamı evlerini 24 saat güvenlik kamerasıyla koruyor. Konuyla ilgili
savcılığa ifade veren bir vatandaş “Beş yıl önce seyyar satıcı olan ve yaşı 30
olan bir insan nasıl oluyorda 32 trilyonluk bir servet edinebiliyor. O kadar pervasız ve rahat soygun yaptılar ki bir günde bir Süryani vatandaşın 24 tapusunu
devredebiliyorlar “ dedi
Tehdit edildim dayak yedim
Kafes Eylem Planında Hrant Dink’ten sonra öldürülecekler listesinde yer alan
Süryani Kültür Derneği Başkanı Yuhanna Aktaş Süryanilerin yıllardır baskı
ve tehditlerine maruz kaldığını, Bakanlığın olaya el atmasıyla halkın rahat
nefes aldığını söyledi. Aktaş, “Mafya bize baskı yapıyor. Bende dayak yedim.
Bir kaç kırıkla kurtuldum” dedi.
Kaynak: Star Gazete, Kemal Gümüş - Mardin
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 VE ÖNCESİ:
KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 3. Bölüm
Aso Zagrosi'nin Ermeni hareketine yüklediği insafsız misyon:
“Kürdistan'ı Kürtsüzleştirmek!”
Bu eleştiri dizisinin son bölümünü Aso
Zagrosi'nin görüşlerine ayırdım. Onun
yazdıkları öncekilerden pek farklı değil,
yalnız Ermeni ulusal hareketinin amaçları konusunda çok daha sivri suçlamalar içeriyor. Ona göre Ermeni partilerinin milliyetçiliği İttihat ve Terakki'den
farksızdır. Hedef ve amaçları konusunda
döne döne tekrarladığı şey “Kürdistan'ı
Kürtsüzleştirmek” ve o zeminde “Büyük Ermenistan'ı kurmak” oluyor. Bu
haksız yargısını kanıtlamak için, çeşitli
dönemler Ermeni halkının güvenliğini
tehdit eden Kürt gruplarına karşı takınılan tavırları genel olarak Kürt halkına
düşmanlık ve beraber yaşamaya radikal
karşıtlık şeklinde yansıtmaktadır.
Ayşe Hür'le yürüttüğü polemikte Zagrosi, onun Ermenilere karşı Osmanlı devletiyle aktif işbirliği yapan Kürt kesimleri için söylediklerini şöyle karşılıyor:
“Düne kadar Kürd yoktu. Bugün Kürdler var ve 'bütün stratejileri Ermenileri
kovmaktı'. Dolayısıyla 'Kürdler Ermeni
Soykırımının stratejik' aktörleridir mantığını empoze ediyor.
Ayşe Hür'ün yaptığı Türk devletinin jenosid suçuna Kürdleri ortak etmektir. Ayşe Hür bir kısım
Kürd'ün İttihat ve Terakki politikalarına
alet olduğunu söylese insan üzerine düşünür ve belki hak verir. Sanki Kürdlerin
bağımsız bir siyasi iradesi ve ondan kaynaklanan bir stratejisi varmış gibi bir
tablo çiziyor.” [1]
Bu paragrafta Zagrosi'nin tepki gösterdiği şeyleri akılda tutarak daha sonra
Ermeni ulusal hareketi için kendi söyledikleriyle mukayese etmek gerekir. Bir
kısım Kürd'ün İttihat ve Terakki politikalarına alet olduğunu çekingen şekilde
kabul etmekle beraber Zagrosi, o dönem
Kürtlerin “bağımsız bir siyasi iradesi
ve ondan kaynaklanan bir stratejisi” olmadığına vurgu yapıyor. Bununla yanıt
verdiği şey, Ayşe Hür'ün bir yazısında
“1890’lardan beri bütün stratejilerini
Ermenileri Anadolu’dan atmak üzerine
kurmuş Kürtler”den bahsetmesidir. Burada itham edilen “Kürtler”in o dönem
Hamidiye Alayları'nda örgütlenen aşiretler olduğu tahmin edilebilir. Ancak onla-
Hovsep Hayreni
rın Abdülhamit politikalarına alet olarak
kıyıcı rol oynamaları, bölgedeki Ermenileri bitirmeye veya azami ölçüde söküp
atmaya yönelik öz bir stratejiye sahip
oldukları anlamına gelmez. Ayşe Hür'ün
yaptığı tanım bu bakımdan subjektif bir
tasavvur olarak eleştirilebilir. Buna karşılık, gerek Abdülhamit, gerekse İttihatçılar tarafından işbirliğine çekilen Kürt
kesimlerinin, Ermenilere karşı Türk egemen siyasetini kabaca algılayabildikleri
kadarıyla kendi çıkarlarına uygun görerek destekledikleri bir gerçektir. Bazıları salt dinsel fetvaların güdümü ve hükümet emirlerinin zorlamasıyla daha da
körlemesine hareket etmiş olabilir. Fakat
hepsini öyle düşünüp bütünüyle iradesiz
bir katılımdan sözetmek mümkün değil.
Ermeni reformları gündeme geldiğinden
beri ona karşı çıkartılan Kürt kesimlerinin önde gelen motivasyon noktaları,
Ermenilerin herhangi bir ölçüde yerel
yönetimlere katılmalarına meydan vermeme, müstakbel Kürdistan olarak düşündükleri alanda kısmen olsun Ermenistan kurulması ihtimalini önleme ve
bu “tehlike”yi bertaraf ederken onların
zenginliklerini ele geçirme arzusu olmuştur. Kürtlerin kırımlara en çok da
yağma ve talan dürtüsüyle iştirak ettiklerini gösteren ciddi tanıklıklar var. Ama
Zagrosi, çıkar uyuşmasına dayalı iradi
ortaklık ihtimalini Kürtler için bütünüyle dışlıyor. Bağımsız siyasi iradeleri ve
ondan kaynaklanan bir stratejileri olamayacağını vurgularken, bağımlı tarzda
olsun bir siyaset ve devletin stratejisiyle
eşgüdümlü hareket durumunu sözkonusu
etmek istemiyor.
Buna karşılık Ermeni tarafına gelince,
onların da devletsiz bir halk olmalarına
rağmen, nedir ki Kürtlere göre daha erken aydınlanmaya başlamış ve parti türü
örgütlülüğe sahipler diye, büyük büyük
stratejileri onlara kolayca yakıştırıyor.
“Ermenilerin saflarında ulusal bilincin
gelişmesiyle birlikte Ermeniler bizim
bugün Kuzey Kürdistan dediğimiz topraklarda 'Büyük Ermenistan Devletini'
kurmak istiyorlardı. Tüm stratejileri bu
amaca endeksliydi. Rusya ve o dönemin büyük batılı güçleri Ermenilere bu
amaçlarını gerçekleştirmeleri için büyük
sözler vermişlerdi.” diyor. Biraz yukarda ateş püskürdüğü Ayşe Hür'ün Kürtlere ilişkin söylemini, kendisi burada çok
benzer ifadelerle Ermeniler için kullanmaktan sakınmıyor ve daha sonra Ermeni reform projesine değinirken bile esas
amacın “Kürdistan'ı Kürtsüzleştirmek”
olduğunu ileri sürüyor.
Bugün artık bütünüyle Kuzey Kürdistan'
a dönüşmüş toprakların soykırım öncesi aynı zamanda (hiç değilse kısmen)
Batı Ermenistan olduğunu bu arkadaşlar bir türlü kabul edemiyor. Binlerce
yıllık tarihsel geçmişiyle o toprakların
en belirgin hüviyetini, kültür ve uygarlık dokusunu inkar olayıdır bu. Ermeni
partilerinin ne derece bağımsızlık hedefi güttükleri ayrı mesele, ama olduğu
kadarıyla bunu Ermenistan olarak ifade
etmek yerine her defasında “Büyük Ermenistan” vurguları yapmanın bir tek
anlamı var. O da “hakkı olmayan genişlikte” bir proje peşinde koşulduğunu ima
etmektir. Ermeni ve Kürt nüfusunun aşağı yukarı dengeli şekilde karışık yaşadığı
bölgelerde bağımsız Kürdistan kurmaya
dönük girişimler sözkonusu olduğunda
(örneğin Şeyh Ubeydullah'ın hareketi
için konuşurken) benzeri bir yaklaşım
gösterilmemesi dikkat çekicidir. Oysa
eğer hakkaniyetli bakılırsa, geçmiş dönem boyunca bir kesimin Ermenistan,
diğer kesimin Kürdistan adına güttükleri amaçlar, birbirinin hakkını görmezden
gelme anlamında benzer eleştiriye tabi
tutulmalıdır. Biri ötekinden çok farklı
değerlendirilemez. Zagrosi, bu konudaki çifte standartlı bakışını Ermenilerin
hakkını inkar ederek savunmaya çalışmış, üstelik “o bölgelerin Ermenistan
olmadığı” görüşünü yalnız Osmanlı'nın
son dönemi için değil, ondan yaklaşık
800 yıl öncesi için bile geçerli sayabilmiştir. Ayşe Hür'le yürüttüğü polemiğin
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
şu paragrafını okuyup değerlendirelim:
“Sayın Ayşe Hür’ün Türk resmi tarih
tezlerini tekrarlama mantığı Kürdistan
ve Ermenistan toprakları konusunda da
kendisini gösteriyor. Geçmişte Kemalistler Kürdlerin karşısına 'Ermeniler
Kürdistan’da Ermenistanı kuracaklar ve
sizi kovacaklar' diyorlardı. Bu konuda
Kazım Karabekiri okumak dahi yeterlidir.
Bugün gelinen yerde ise Ermeni
Meselesini jenosid ile çözdüklerinden
dolayı, Ermeni tehlikesi 'tarihi haksızlıkla' bertaraf edildiğinden dolayı bölgede
yaşıyan Kürdlere, 'aslında bazı şehirler size ait değil, Ermenilerindi' tezini
geliştirmeye çalışıyorlar. Ayşe Hür’ün
Malazgirt savaşı üzerine yazdığı yazıdaki Ermenistan ve Kürdistan hikayesi
bilinen tezin çerçevesinde ele alınması
gerekmektedir.”
Geçmişte Kemalistlerin (hatta Abdülhamit ve İttihatçıların da) Kürtleri o
söylemle kazanmaya çalıştıkları doğrudur. Fakat onların sözkonusu bölgeleri
kısmen Ermenistan değil de bütünüyle
Kürdistan olarak tanımlamaları bizler
için bir referans olabilir mi? Daha savaş öncesi Osmanlı yöneticileri Ermeni
reform tasarısını geçersiz kılmak için
sözkonusu vilayetleri Kürdistan olarak
tanımlamaya yönelik tercihli bir siyaset izlemişlerdi. Fakat bu onların taktik
söylem geliştirme dışında Kürdistan'ı
tanımaya niyetli oldukları anlamına da
gelmiyordu. Kemalist liderlerden veya
resmi tarihten herhangi bir argümanı,
kendi davasına ters gelince kategorik
olarak reddedebilen (hatta Ayşe Hür'ü
“resmi tarihi tekrarlıyor” diye eleştiren) Zagrosi'nin, konu Ermeniler olunca
Kazım Karabekir gibi bir şahsiyeti hiç
sorunsuz ve güvenilir bir otorite gibi
referans vermesi ilginçtir. Karabekir öz
olarak “Kürdistan'ı Ermenistan yapmak
istiyorlar” demenin Kürtleri kazanmaya yettiğini, daha özel gayretlere gerek
kalmadığını anlatmış ve bunun yanında
“Kürt kardeşlerimizi çiğnetmeyeceğiz”
diyerek “bütün Kürtleri şerbetlemiş” olmakla övünmüştür. [2] Şimdi bu söylem
o bölgelerin (özellikle de Karabekir tarafından tekrar işgal edilen yerleri dikkate alırsak) Ermenistan hüviyetine sahip
olmadıklarının kanıtı mıdır? Zagrosi'ye
bakılırsa evet! Dahası o, 1071'de Alparslan'ın işgal ettiği yerlerin Ermenistan ve
Kürdistan diye ikili anılmasını bile “hikaye” sayıyor. Bu yaklaşım, bugünkü
Kürdistan haritasını bütün genişliğiyle
tarih boyunca geçerli göstermeye çalışan
ve Ermenistan'ın varlığını geriye doğru
da inkar eden milliyetçi anlayışın yalın
bir dışa vurumudur.
Ama yukardaki paragrafın daha ilginç
tarafı, bugün gelinen noktada Kürtleri
karşısına alan Türk şovenizminin “aslında bazı şehirler size ait değil, Ermenilerindi” tezini geliştirdiği iddiasıdır. Oysa
gerçekte hiç bir resmi tarihçinin ya da
o doğrultuda konuşan siyasetçinin öyle
bir görüş ileri sürdüğü duyulmuş değil.
Onlar Kürtlerin her türden statü talebini reddetmek için dahi olsa bazı yerlerin
eski Ermeni hüviyetini öne çıkartmak istemezler; çünkü o taktirde “Misak-ı Milli” tezlerine halel getirmekten çekinir ve
“Ermenilerin toprak taleplerine haklılık
kazandırmak”tan korkarlar. Ermeni sorununun soykırım yoluyla halledilmiş
olması onlara Zagrosi'nin ima ettiği türden bir rahatlık sağlamıyor. Bu durumda onun iması resmi tarihçileri değil de,
tartışma muhatabı olan Ayşe Hür gibi alternatif görüş sahiplerini kastediyor olmalıdır. Ama öyle ise onları (yani tarihte
Ermenistan'dan bahsedenleri) Kemalizmin yörüngesinde göstererek suçlaması
ayrı bir tuhaflıktır. Zagrosi bu ve benzeri noktalarda Ayşe Hür'ü “resmi tarihin
gizli savunucusu” yada “revize ihtiyacı
duyulan konulardaki sözcüsü” gibi göstermekle açıkça ona haksızlık etmiştir.
Aso Zagrosi değişik yazılarında tarihsel gelişmelerin farklı evrelerine karışık
şekilde değinmiş. Bunları kronolojik
bir düzen içinde ele alarak her evrenin
toplumsal-siyasal arka planıyla birlikte
değerlendirmeye çalışmak daha doğru
olacak. Osmanlı devletinin Kürt beyliklerini hedeflediği dönem için onun
da dikkat çektiği husus, başta cemaat
öncüsü Patriklik olmak üzere Ermeni
toplumunun genellikle Osmanlı tarafını
tutmuş olmasıdır. Malesef öyle olmuştur, fakat bunu önceki sürecin gerçekliğinden bağımsız konu etme durumunda
nedenlerini anlamak mümkün olmaz.
O zaman yalnızca İstanbul'daki patriğin ve onu etkileyen amiralar sınıfının
Sultan'a yaranmacı abartılı tutumu değil, fakat doğunun taşra bölgelerindeki
Ermeni halkının beylik düzeni aleyhine
daha makul ve hatta son derece doğal
görülecek duygu ve tavırları da anormal
karşılanır. Bu açıdan Zagrosi'nin önceki
sürece dair söylediği birşey yok. Yalnızca “Tarihde 'Kürd Mirleri' dönemi dediğimiz yaklaşık olarak yüzyıllarca süren
dönem sözkonusudur” diyor. Bu dönem
aynı bölgelerde beraber yaşadıkları
Hristiyan grupların toplumsal konumları ve karşılıklı ilişkileri nasıldı, yazıda
buna ilişkin bir fikir verilmiyor. Öyle ki
herşeyin çok normal olduğu, aralarında
ciddi çelişkilerin bulunmadığı bir süreç
sanılabilir. Önceki bölümlerde sözkonusu beylik (yada mirlik) düzeninin Ermeni halkını çokça mağdur ettiğine dikkat
çekmiştim. Bunun da nedeni olarak ek-
lemek gerekir ki, üçyüz yıl kadar süren
Kürt otonomisi boyunca bu beyliklerin
etki alanında Kürt-Ermeni ilişkileri bir
tür yöneten-yönetilen ilişkisi olmuştur.
Bunu yalnızca Ermeni kaynakları değil,
sürece objektif bakan Kürt araştırmacılar da belirtiyor.
Örneğin Recep Maraşlı, kitabının “Ermeni köylülüğü ve Kürt feodalitesi” bölümünde durumu şöyle karakterize eder:
“Osmanlı-Kürt bağlaşıklığının doğru
dan sonuçlarından biri de Ermeni toplumunun Kürt beyliklerinin otoritesi
altında bırakılmasıdır. Osmanlı 'Millet
sistemi' içinde olan Ermenilerin, kadim
Ermenistan ve Kürdistan'daki nüfus çoğunluğu, Kürt beyliklerinin hakimiyetinde kaldı, haraç ve cizye gibi vergilerini
de Kürt beylerine ödediler. (...) Osmanlı
İmparatorluğu'nun yasaları ve siyasal
sistemi uzun zaman Kürdistan beyliklerindeki Ermenilere ulaşmayacaktır. Dolayısıyla, Ermenilerle Osmanlılar arasındaki çelişmeden önce Ermenilerle
Kürt feodalitesi arasında bir çelişme ortaya çıkmıştır. (...) Ne kadar 'iyi' olursa
olsun, dört yüz yıllık bu ilişki yine de feodal serf-senyör (ağa-maraba) ilişkisidir.
Üzerinde ikili bir iktidar süren Kadim
Ermenistan toplumu, hukuken Osmanlı
vatandaşıyken fiili olarak Kürt feodallerinin tebaası durumundadır.” [3]
Bu durumu görmezden gelenler, sözkonusu yüzyıllar boyu Kürtlerle Ermeniler arasında kayda değer çatışmaların
olmamasını, adeta eşit haklara sahip
toplumlar arası barış ve huzur ortamı
gibi yansıtıyorlar. Gerçekte bu barış, Osmanlı devletinin genelinde olduğu gibi,
İslam unsurunun üstünlüğüne dayalı ve
onun dışındaki grupların eşitsiz konumlarını kabullenmelerine bağlıydı. Herkes
kendi "yerini" bildikçe fazla mesele çıkmıyordu! Merkezi planda bu durumun
tercümesi “Osmanlı hoşgörüsü” olurken,
bölgesel planda ise “Kürt beylerinin kendilerine tabi Hristiyanları hoş tutmaları”
oluyordu. Eski Ermeni naxararlık (yönetici feodal beylik) evleri, Kürtlerin yardımcı olduğu Türk-İslam fetihleriyle bir
bir ortadan kalkmış, yalnız Van, Şatax,
Sasun, Zeytun, Xınus ve Kıği'nin dağlık
yörelerinde silah gücüyle fiili özerkliğini koruyabilen küçük işxanlar (melikler) kalmıştı. Osmanlı döneminde artık
büyük toprak sahibi Ermeni feodalleri
yoktu. Her yörenin Ermeni köylülüğü
bir Müslüman beyin hükmü altındaydı.
Köyleri onlar arasında parsellenmişti.
Başka aşiretlerin saldırılarından korunmayı sağladığı ölçüde bu bağımlılık “iyi” sayılıyor, fakat beylerin insaf
derecesine göre tahammül edilebilirlik
ölçüsü değişen feodal sömürü yanında
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ulusal-dinsel baskı ve horlanma yaşanıyordu. Aynı yörelerin şehirli Ermenileri
görece daha rahat koşullara sahip olsa
bile, yine o beyliklere ağır vergiler ödüyor, kamusal alanda temsil edilemiyor ve
ayrımcılık görüyordu. Köylülük kadar
büyük olmayan şehirli Ermeni nüfusun
küçük esnaf ve zanaatkâr sınıfı yanında
zengin tüccar ve tefecileri de vardı. Bundan hareketle bazı yorumcular doğudaki
Kürt-Ermeni çelişkisinin özünü feodalite-burjuvazi şeklinde açıklamayı tercih
etmiştir. Bu da iki toplum arasındaki
farklılık ve çelişkinin bir yönüdür. Tanzimat sonrası süreçte bu yönün gittikçe
daha önem kazandığı da söylenebilir.
Fakat öncesinde Kürt feodal beylerinin
sahip olduğu yerel otorite gücü dikkate
alınır ve Ermeni burjuvazisinin bölgede
onunla rekabet edecek yönetsel bir pozisyona sahip olmadığı düşünülürse, o
dönem iki toplum arası ilişkiyi karakterize eden çelişkinin bu değil; genel olarak bağımlı durumdaki Ermeni halkı ile
ona hükmeden Kürt beylikleri arasındaki çelişki olduğu anlaşılır.
19. yüzyıla girerken büyük devletlerin
kendi çıkarları gereği Osmanlı Merkezi yönetimini baskı altına alıp, başka
değişimler yanında Hristiyan halkların korunması için reform dayatmaları,
Osmanlı'nın da ekonomik çöküş ve dış
borç ihtiyacı nedeniyle buna boyun eğmesi sonucu Tanzimat sürecine kapı aralanmış, bu ise merkezi otoriteyi güçlendirmek amacıyla İmparatorluk genelinde
âyânların denetim dışı gücüne karşı yapıldığı gibi, doğuda Kürt beyliklerinin
egemenliklerini sınırlandırmayı gündeme getirmişti. Bölgenin ezilen ve zarar gören toplumlarının bu yönelimden
umutlanmaları, üzerlerindeki baskının
hafifleyeceği kanaatiyle devletin müdahalelerini desteklemeleri doğal olan
bir durumdur. Öte yandan, Kürt beyleri
arasında Osmanlı seferlerine direnen ve
bağımsızlık eğilimiyle ayaklananların
olması da doğaldır. Ama bunlar esasta
yitirilmek istenmeyen feodal imtiyazlar
için yapılmış olup, o imtiyazlı durumun
mağdurları olan Ermenilere ve diğer
Hristiyan gruplara güven vermemiştir.
Bedirhan Bey'in hareketi kendi otoritesini tanımayan onbinlerce Nasturiyi
katletmekle bu güvensizliği daha da
büyütmüştür. Bedirhan Bey'in aslında
Osmanlı devletine silah çekmekten kaçındığına dikkat çeken araştırmacı Sait
Çetinoğlu, onun daha sonraki sürgün
yıllarında Halife'ye gösterdiği bağlılığı
ve Hersek-Karadağ halklarının ayaklanmasına karşı devletin Rumeli ordusunda
görev alma gibi çabalarını değerlendirerek, ulusal bağımsızlık ve özgürlük
fikrine ne kadar uzak olduğunun altını
çizer. [4] Dönemin Kürt direnmeleri, o
zamana kadar devletin müttefiği değil
de, geleneksel olarak ezdiği bir kesimden çıkış alsaydı, taşıyacağı özgürlükçü
karakterle komşu halklar arasında destek
bulma zemini farklı olurdu. Malesef öyle
olmadığı için bazı istisnalar dışında destek görememiş ve izole olarak yenilmişlerdir. Sonuçta bu doğal karşıtlık durumu Kürtlerle Ermeniler (veya daha geniş
olarak Hristiyanlar) arasında bir kırılma
noktası olarak değerlendirilebilirse de,
yukardaki tarihsel-toplumsal gerçekliğin üstünden atlanarak suçlama konusu
yapılabilecek birşey değildir.
Zagrosi “Eğer Kürd Mirlerinden biri
Osmanlı devletine karşı başarılı olsaydı
Kürd devleti ortaya çıkardı. Bundan hareketle eğer Ermeniler Kürdlere destek
verseydiler ne Ermeni Jenosidi ve ne de
Kürd jenosidi olurdu sonucu çıkarılabilinirmi?
Böyle bir soruya net bir cevap
verme imkanım yok…
Ama, Kürd- Ermeni ilişkilerinde bir kırılmaya neden
olduğu açık...” diyerek dolaylı tarzda
o durumun sorumluluğunu Ermenilere yüklemiş oluyor. Daha sonra gelişen
Ermeni ulusal hareketine karşı Kürtlerin
ağırlıklı tutumunu ise o kadar önemli görmüyor. Bu dönemin faturasını da
Ermeni tarafına kesebilmek için Ermeni
reform taleplerinin nasıl “Kürtlere karşı”
olduğunu ve hatta onları “tasfiye” için
geliştirildiğini kanıtlamaya çalışıyor.
Böyle bir gayret içinde öne sürdüğü belgeler, o yıllarda Ermeni halkını eskisinden fazla mağdur etmeye başlayan zorba
karakterli Kürt liderlerine yönelik tepkiyi ve onlardan kurtulma isteğini yansıtmaktadır esasen. Fakat Zagrosi bunları
genel olarak Kürt halkının varlığına karşıtlık gibi gösteriyor. Verdiği en önemli
örnek, dönemin Ermeni Patriği Nerses
Varjabedyan'ın reform konusunda İngiliz diplomatlarına sunduğu söylenen bazı
önerilerdir. Orada ele alınan Erzurum
vilayeti için eşit sayıda Türk-Müslüman
ve Ermenilerden oluşacak yönetim organları önerildiğine dikkat çeken Zagrosi, Kürtlere yer verilmek istenmediğini
belirtiyor. Devamla sözkonusu belgeden
Bilal Şimşir'in aktardığı şu bölüme yer
veriyor:
“Vilayette, güvenliği sağlayacak ölçüde
güvenilir kişilerden bir jandarma teşkilatı kurulacak. Bu teşkilatın yarısı Müslüman Türk, diğer yarısı Ermeni olacak.
Kürd ve Çerkez gibi barbarlar bu teşkilata alınmamalıdır... Halen(1879’da) polis ve jandarmada hizmet edenler de yeni
teşkilatta bulunmamalıdır. Yetenekli jandarma subaylar yetiştirilinceye kadar
bu teşkilatta çalışacak albay, yarbay ve
binbaşıların Avrupalı olmaları, yüzba-
şı ve daha aşağıdaki subayların yarısı
Müslüman-Türk, yarısı Ermeni olmalıdır.”
Ve “Kürdlerin patronluğu mutlaka kırılmalıdır”, “Birer zalim kral olan
Kürdleri ve özellikle bey ve ağa denilen
bu kimseleri hükümet buralardan sökmelidir... Uzak memleketlere sürülmeli
ve bunların bir daha geri dönmelerine
asla izin verilmemelidir” [5]
Zagrosi'nin Bilal Şimşir'den aktardığı bu
sözler oldukça dolaylı bir yansıtmadır.
Belirttiğine göre Ermeni Patriği reform
projesinin Erzurum vilayetine uygulanışı için somut önerilerini İstanbul'daki
İngiliz işgüderi Malet'e sunmuş, o da
bunu bir mektupla Lord Salisbury'ye
iletmiş. İngiliz belgelerinden aktarılan
sözkonusu önermeler Patrik Nerses tarafından ifade edildiği gibi midir acaba?
Buna ilişkin Ermenice bir belge bulamadığım için karşılaştırma yapamıyor ve
ihtiyatlı bakılması gerektiğini düşünüyorum. Ama yansıtılan görüşlerin aslına
uygun olduğunu varsaysak bile, bunlar
Zagrosi'nin aşağıdaki yorumuna haklılık kazandırmaz. Onun çıkarttığı sonuç
şöyle:
“Ermeni Reform Projesi Kürdistan’ı
Kürdsüzleştirme projesidir. Kürd ileri
gelenlerini hepsini devlet kurumlarından
ve vatanlarından uzaklaştırma projesidir. Kürdler yok edildikten sonra 'Büyük
Ermenistan'ın yolu açılabilirdi. Düşünün tüm tarihi boyunca Osmanlı devletinin giremediği Dersim’e Merkez Kaza
olan Erzincan’a Ermeni mutasarrıfları,
Erzincan sancağından Kemah, Kurucay,
Kuzucan, Ovacık ve Mazgirt’te Ermeni
kaymakamlar atanacak!!!!!! Dersim de
bir dizi Kürdistan bölgesi gibi Osmanlı
Kaymakamlarından nefret ediyordu. Bir
de Ermeni kaymakamlar eksikti.”
Zagrosi'nin bu yaklaşımı, son satırlarına
yansıyan allerjik üsluptan da anlaşılacağı
üzere, makul eleştiri sınırlarını zorlayan
bir suçlayıcılık içeriyor. Patrik Nerses'e
atfedilen önermeler ne kadar Kürt ileri gelenlerini dışlayıcı olsa da, buradan
“Kürdistan'ı Kürdsüzleştirme” gibi bir
amaç çıkarılamaz. Şüphesiz yukardaki
önermelerin sorgulanmaya değer yönleri var. Yerel yönetimler, mahkemeler ve
güvenlik birimlerinde Ermenilere yer
verilmesini istemek son derece haklı bir
talepti. Buna karşılık Müslüman kesim
içinden Türklerin görev almalarını tercih edip Kürtlerin ve Çerkezlerin uzak
tutulmalarını istemek doğru ve adil bir
yaklaşım olmadığı gibi, bu halklar ile
Ermeniler arasındaki gerginliği durduk
yere artıracak bir şeydi. Tıpkı Berlin
Anlaşması'nın Ermeni reformlarıyla ilgili maddesinde “Kürtlere ve Çerkezlere
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
karşı Ermenilerin güvenliğini sağlama”
cümlesinin kışkırtıcılığı gibi... Bunu
daha önceki bölümlerde belirtmiştim.
Osmanlı devletinin siyasi sorumluluğunu gözardı ettiren böyle bir formülasyonu özellikle tercih etmesi kendi hesabına
akıllıca olurken, Ermeni tarafını temsil
edenlerin bununla uyuşmaları tersine
aptallık olmuştur. 1860'lardan itibaren
doğu vilayetlerinde Ermeni halkına karşı yoğunlaşan fiili hak ihlalleri, toprak
gaspları, soygun ve sair tecavüzler özellikle devletin yeniden kazanmak için
göz yumduğu Kürt aşiretlerinden ve o
dönem bölgeye yerleştirilmeye başlanmış Kaf kas muhacirlerinden geliyordu.
Mağdur olan Ermenilerin İstanbul'daki
Patrikliğe ulaştırdığı ve onun da takrirler düzenleyerek Bab-ı Alî'ye yansıttığı
şikayetler bu grupların adını çıkartmıştı.
Fakat saldırı yapan bunlardan ibaret olmadığı gibi çoğu durumda Türk yöneticilerin teşvik edici yada kayırıcı rolleri
oluyordu. Bu adaletsiz ortamın asıl zemini İslam unsurunun üstünlüğüne dayalı Osmanlı sistemi olup, Tanzimat'ın
sözde eşitlik ilanına rağmen Hristiyan
halklar alışılmış ayrımcılık koşulları
içinde savunmasız kalıyordu. Reform taleplerinde bu koşullara dikkat çekilmeli,
ademi merkeziyetçi bir düzenleme içinde
nüfusa orantılı temsil istenmeli, güvenlik ve adalet açısından tarafsız işleyecek
mekanizmalar önerilmeli, fakat bazı somut durumlardan hareketle de olsa belli
grupları dışlayıcı yaklaşım gösterilmemeliydi. Reformlar kabul görüp de uygulamaya geçilecek olduğunda önceki
olaylarda sorumluluğu bulunan ve güvenilmeyen şahısların yeniden sorumluluk
almalarına itiraz edilmesi mümkündü.
Ayrıca suçlu olanların yargılanmaları da
talep edilebilirdi. O tür örneklerden dolayı genel olarak Kürtler ve Çerkeslerin
görev almalarına karşı çıkmak, dahası
onların ağa ve bey takımının uzak yerlere sürülmelerini istemek, doğruysa eğer
yakışıksız olmuştur.
Yine de bundan bütün bir halkın bölgedeki varlığını hedefleme gibi bir kasıt
çıkarılması mümkün değil. Çok çok “Ermenilerin Kürtler karşısında üstünlük
sağlama arayışı”ndan söz edilebilir. O da
yüzyıllar boyu altta kalmış ve devamlı
zarar görmüş olma psikolojisi nedeniyle
bir parça mazur görülebilir. Öte yandan,
başlangıçta böyle bir önerme yapılmışsa
bile, altı vilayet için oluşturulan reform
projesi Türk-Kürt diye ayırmadan genel
olarak Müslüman ve Hristiyan unsurlardan (önce eşit sayılarda, sonra tespit
edilecek nüfus oranlarına göre) yönetim
birimleri oluşturmayı benimsemiştir.
Ermeni toplumunun o yıllar zarfında gö-
rüş belirten ruhani-cismani temsilcileri
ve siyasi partileri değişik yaklaşımlar
göstermişlerdir. Kürtlere ilişkin dışlayıcılığı yanlış ve zararlı bulan, daha kapsayıcı ve birleştirici olmayı önerenler eksik
olmamıştır. Mesela Xrimyan Hayrig'in
çok olumlu çabaları vardır. İlk dönemin
aydınlarından M. Mamuryan, H. Sıvacıyan, K. Çilingiryan ve daha başkaları
Kürt halkının Osmanlı boyunduruğuna
karşı birlikte mücadeleye çekilmesini
vazgeçilmez önemde görmüşlerdir. Daha
sonra Osmanlı bürokrasisi içinde yer
alacak olan K. Noradunkyan bile ruhani
liderlere yazdığı mektuplarında “devamlı Kürtler aleyhine şikayette bulunmak
yerine, onlarla anlaşma imkanları yaratmaya çalışmayı” önerir. [6] Reform
tartışmaları başladıktan sonra kurulan
Ermeni partilerinin program ve söylemleri diğer halklarla ortak kurtuluş mücadelesinden yanadır. Kürtlerle diyalog ve
dayanışma için bir takım somut girişimleri de olmuştur. [7] Bu çabaların yetersizliği eleştirilebilir, ama birleştirici hiç
bir duyarlılık taşınmadığını söylemek
yanlış olur.
Erzurum vilayetine atfen ileri sürülen
“Kürdistan'ı Kürtsüzleştirme” söylemi,
o bölgenin görece daha belirgin olan Ermenistan hüviyetini inkar etme yönüyle
de dikkat çekicidir. Önceki yüzyıllarda
çok daha yoğun olan bölgenin Ermeni
nüfusu, aleyhteki koşulların yolaçtığı tedrici dağılma ve azalmaya rağmen
yine de hiç değilse Türk ve Kürt nüfusları ile dengeli bir ağırlığa sahip olmuştur.
Zagrosi ısrarla, reforma konu olan bütün
bölgeler için “Kürtlerin aritmetik çoğunluğu oluşturduğu”, “Ermenilerin her yerde azınlık olduğu” iddiasında bulunuyor.
Bunun inandırıcı bir dayanağı yoktur.
Resmi Osmanlı kaynakları, reform meselesi gündeme geldikten sonraki istatistiklerde Ermenilerin nüfusunu birkaç
on yıl öncesine göre yarı yarıya az göstermeye başlamıştır. 1844'den 1867'ye
kadar yapılan sayımlarda imparatorluk
genelinde 2.400.000 olarak gösterilen
Ermeni nüfusu, 1881'den 1893'e kadar
yapılan sayımlarda 1.048.143'e düşmüş
görünür. Böylesi bir anormallik (aradaki savaşta Kars ile Ardahan'ın Rusya'ya
geçmesi gibi küçük bir faktörü ayrı tutarsak) Ermenilerin yerel yönetimlerde
temsil isteğini reddetmek için sayım
sonuçları üzerinde hileye başvurma durumuyla açıklanabilir ancak. Reform
sürecinin hemen başında (1878) Ermeni
Patrikhanesi'nin Osmanlı salnameleri
ile kendi sayımlarını birleştirerek ortaya
koyduğu rakamlar, imparatorluk genelinde 3 milyona yakın Ermeni nüfus bulunduğunu, bunun 1.350.000 kadarının
ise beş doğu vilayetinde (Erzurum, Van,
Bitlis, Harput, Diyarbekir) yaşadığını
gösterir. [8] Erzurum vilayeti için o zaman yaklaşık 280 bin kaydedilen Ermeni
nüfusu, daha sonra 1895-96 kırımları ve
neden olduğu göçlerle azalarak 1914'de
202.391 tespit edilir. Resmi rakamlarla bu dönem vilayetin en fazla 640 bine
ulaşan toplam nüfusuna göre Ermeniler
reform sürecinin başında yarıya yakın,
sonra daha azalmış haliyle bile üçte bir
gibi bir oran teşkil eder. Toplamda çoğunluk oluşturan Müslüman nüfusun ne
kadarı Türk, ne kadarı Kürt ve daha başka etnik gruplardandır, sağlıklı bir veri
yok. Çünkü Müslümanlar o dönem etnik
aidiyetlerine göre ayrı sayıma tabi tutulmuyor, “millet-i hakime” olarak blok
halinde sayılıyordu. Ama bu vilayette
Türklerin, eğer daha fazla olmamışsa,
Kürtler kadar nüfusa sahip oldukları
tahmin edilebilir. Çeşitli sancak ve kazalarda farklı grupların değişik ağırlıkları olmuştur. Sonuçta 1895-96 kırımlarından sonra bile Ermenilerin tek tek
gruplar olarak Türkler ve Kürtlerden az
olmadığını, üç büyük grubun aşağı yukarı dengeli bir varlığa sahip olduklarını
güvenle söyleyebiliriz. Vilayet genelinde 425 yerleşim birimine dağılmış olan
Ermenilerin 406 kilisesi ve 76 manastırı
vardı. [9] İşte Zagrosi'nin küçümsediği
böyle bir durumdur. Onun Ermeni mutasarrıf yakıştıramadığı Erzincan sancağında 1914 itibariyle 37.612 Ermeni
yaşıyordu. Erzincan şehrindeki toplam
24.000 nüfusun 13.109'unu Ermeniler
oluşturuyordu. [10] Dersim'e gelince,
belki anılan kazalarda değil ama, halen
önemli nüfusa sahip oldukları Çarsancak
ve Çemişgezek'de Ermeni kaymakam olması hiç yadırganacak birşey olmazdı.
“Osmanlı devletinin giremediği Dersim”
vurgusuyla adeta Ermenilerin de girememesi gerektiğini ima eden yazar, tarihsel geçmişi ve o günkü gerçekliğiyle
bölgenin yerlisi bir halktan bahsettiğini
unutuyor. Osmanlı'ya benzer nefreti hak
eden bir “düşman” gibi konu ediyor.
Daha sonra Kürtlerin ikinci büyük yekinmesi olan Şeyh Ubeydullah hareketine değinirken, adeta onun yenilgi nedeni
de Ermenilermiş gibi imalarda bulunan
Zagrosi, görüşünü şöyle özetliyor:
1880 yılında Şeyh Ubeydullah Nehri önderliğinde Bağımsız ve Birleşik Kürdistan için girişilen devrime Ermeniler esas
olarak karşı tavır aldılar, yalan ve yanlış
bilgiler yaydılar.. Şeyh Ubeydullah’ın
Ermenilere yaptığı dostça çağrılara rağmen, Ermeni ileri gelenleri 'Şeyh Ubeydullah hareketinin devletin bir oyunu
olduğu', 'Kürdlerin Ermenilere karşı saldırıya geçme hazırlığı içinde olduğu' vb
uydurma haberler yaydılar, Rusya ve Ba-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tılı devletleri harekete karşı tavır almaya çağırdılar.
Acaba bugün Kürdlerin
devletsiz olmasının sorumlusu Ermeniler
mi? Geçiyorum.
Ermeni örgütlerinin
'Ulusal Kurtuluş Hareketi' meselesine
gelince amaçları bir anlamda yukarıda verdiğim 'Ermeni Reform Projesi'ni
hayata geçirmekti.. Yani Kürdistan’ı
Kürdsüzleştirme projesiydi. Bu da Kürdlerle çatışmaya götürdü. Kürd milliyetçiliğinin babalarından Haci Qadri Koyi
19.yy’ın sonlarına doğru Kürdistan’ı Ermenistanlaştırma girişimlerine dikkat
çekiyor ve (...) açık bir şekilde Kürdlerin
toprakları Ermenistanlaştırdıklarında
bir tek Kürd kalmayacağını yazabiliyordu.”
Yapılan değerlendirmenin mantığı görülsün diye bu paragrafı bölmeden aktardım. Zira her etapta konu getirilip
bir paranoya gibi aynı “stratejik hedef”e
bağlanıyor. Ermenilerin ulusal kurtuluş adına güttükleri amacın Kürtleri o
bölgelerden temizlemek olduğu, bir anlamda İttihatçı ve Kemalistlerin daha
sonraları Türk ulusal kurtuluşu adına
yaptıkları şeyin bu dönem Ermeniler
tarafından yapılmak istendiği ileri sürülüyor. Devlet gücüne sahip ezen ulusun milliyetçiliği ile devletsiz bir ezilen
ulusun milliyetçiliği kabaca eşitleniyor.
Kendisinin de bir ezilen ulus milliyetçisi
olduğu saklanmayan, fakat bu defa kelimeye olumlu anlam yüklenerek “Kürd
milliyetçiliğinin babalarından” şeklinde
sahiplenilen Haci Qadri Koyi'nin Ermeni
amaçlarına ilişkin gerçek üstü tasavvuru
çok isabetli bir öngörü gibi savunulup
kanıt gösteriliyor. Niyet meselesini bir
yana bırakırsak, Ermeniler hangi güçleriyle öyle muazzam bir tasfiyeyi gözlerine kestireceklerdi acaba? Reform projesi
Ermenilere o bölgelerde kısmen yönetsel
güç kazandıracak ve hatta Kürtlere oranla üstünlük sağlayacak olsa bile, sonuçta
bu Osmanlı devleti bünyesinde yapılacak
bir düzenleme olup onun kanunları ve
merkezi denetimi altında Hristiyan bir
halkın Müslüman komşularını yok etmeye girişmesi beklenemezdi. Kürt aşiretlerin her tarafta silahlı olmaları nedeniyle de böyle bir şey mümkün değildi.
Bunları yapılan tasavvurun acayipliğini
göstermek açısından belirtiyorum. Yoksa yüklenen niyetin kendisi başlı başına
subjektiftir.
Şeyh Ubeydullah hareketi ve Ermenilerin tavrına gelince; bu konu yazarın
yukarda yansıttığı gibi ak-kara bir şey
değildir. Şeyh Ubeydullah'ın ismi etrafında bir Kürt birliği yada ligası gündeme geldiğinde, Ermeni ulusal öncüleri
şu nedenlerle temkinli bakmış ve kaygı
ifade etmişlerdir. Birincisi Şeyh Ubey-
dullah 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında
Şeyh Celalettin'le birlikte Şeyhülislam'ın
Cihad çağrısına uyarak Bayazid cephesine akın etmesiyle ünlenmiş biridir. Gidiş yolunda Ağbak'ın Ermeni köylerine
Celalettin'in düzenlediği yıkıcı saldırıları, aynı şiddette olmasa bile daha sonra
Şeyh Ubeydullah da tekrar ederek kötü
bir imaj edinmiştir. [11] İkinci olarak,
onun savaş sonrası kısa bir süre sürgün
bulunduğu (yada belki sadece Hac için
gittiği) Mekke'den dönüp Kürt birliği
yaratmaya öncülük ettiği haberleri, tam
da Berlin anlaşmasından sonra Ermeniler için reform konusunda Bab-ı Ali'nin
somut adım atmaya zorlandığı bir sırada
gündeme gelmiştir. Bu durum, başka belirtilerle birlikte Ermeni ulusal öncülerini tedirgin eder. Kürt ligasının Ermeni
reformlarını sabote etmek üzere yaratıldığı kanısı hakim olur.
Her şeyden önce Türk basınının Avrupa'ya mesaj verir şekilde reform sürecini
Kürt hareketiyle tehdit eden propagandası bu kanıyı yaratmıştır. Türk hükümeti hesabına Fransızca yayın yapan
“L'Osmanli” gazetesinde bir makale;
“Kürdistan sakinleri Avrupa tarafından reformlar adı altında uyandırılan
Ermeni sorunundan fazlasıyla şaşkına
dönmüşlerdir. Kürtler kendi akibetlerinin Doğu Rumeli halkı gibi olacağını
sezdikleri anda derhal kendi ligalarını
oluşturur ve tek bir adam gibi ayağa dikilirler. Kürtlerin bir kısmı göçebe hayatı yaşıyor, evleri ve ikametleri kendi
atlarının sırtıdır. Onları ayaklandırmak
için ata binlerini emretmek yeterli olur”
diye yazıyordu. Bundan başka “Hakikat”
ve “Vakit” gazetelerinin Kürtler lehine
Ermenileri kötüleyen yayınları dikkat
çekiciydi. O zamana kadar Kürtler arası
parçalanmışlığı derinleştirmeye çalışan
Osmanlı yöneticilerinin birden bire onları birleştirme çabasına girmeleri salt
gazete yayınlarıyla değil, fiili girişimlerle de belliydi. Sultan Hamit, “kâfir”
Ermenilere karşı dinsel nefreti körüklemek üzere çok sayıda mollaları doğuya
gönderiyor, anti-Ermeni icraatleriyle göz
dolduran aşiret reislerine bol keseden
askeri ünvan ve madalyalar dağıtıyor,
bunlar vasıtasıyla bütün Kürt halkına
“Ermenilerin krallık yaratıp Kürtleri
kendilerine esir etmek istedikleri” propagandasını yapıyordu. Bir başka oyun
ise İstanbul'da sahneye konmuştu. 1880
Haziran'ında 6 büyük devletin reformlar
için verdiği ortak notaya Bab-ı Ali henüz
cevap vermemişken, Şeyh Ubeydullah
tarafından gönderildiği söylenen, fakat
başkentte oluşturulduğu anlaşılan bir takım temsilciler Abidin Paşa'ya başvuruyor; “Kürtler ve Kürdistan için özerklik”
istiyorlardı. Raffi yazıyor ki “Ubeydul-
lah o zaman İran'da bulunuyordu ve başkentte kendi adına görüşmeler yapıldığından haberdar bile değildi”. Az sonra
anlaşılır ki o işin örgütleyicisi bizatihi
Abidin Paşa'nın kendisidir. O yine savaş sonrası Yunanistan ve Çernogoria'ya
karşı yükümlülüklerden kısmen kurtulmak için Arnavut birliğini yaratmıştı.
Şimdi de Ermeni reformlarını suya düşürmek için bir Kürt ligası oluşturmakla
meşguldü. [12]
Buraya bir parantez açarak, Ermeni öncülerinin o vesileyle olsun neden Kürtlerle kendi reform ve özerklik taleplerini
birleştirmeye çalışmadıklarını da sorgulamakta yarar var. Bu henüz Ermeni
partilerinin ortaya çıkmadığı, reformlarla ilgili görüşmeleri Ermeni Patrikliği
ve çevresindeki temcilcilerin yürüttüğü,
bununla beraber ileride devrimci partilerin oluşmasına düşünsel katkıda bulunan
aydınların tartışmalar yürüttükleri bir
evredir. Daha baştan gerek reformlarla
ilgili formülasyonda, gerekse Osmanlı
devleti ve basını tarafından yürütülen
propagandalarda Kürtlere verilen duygu
onların bu işten bütünüyle dışlandıkları, hatta yapılacak herşeyin kendileri
aleyhine olduğu yönündedir. Ermeni öncülerinin bu durumu önemseyip Bab-ı
Ali'den reformlar için somut adım bekledikleri o süreçte Kürtlerle ortak bir
özerklik tasarısı önermeye çalışmaları
gerekirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Kürtlerle
Ermeniler arasında diyalog eksikliği ve
Ermenistan-Kürdistan bileşkesi bir ortak
vatan üzerinde beraber özgürleşme anlayışının zayıflığı bu konuda Ermeni öncülerini bilinçli adım atmaktan geri bırakmıştır. Yine onlar Kürt halkının o dönem
içinde bulunduğu eğitimsizlik ve ilkel
yaşam koşullarına bakarak siyasi gelişmeleri algılama kapasitelerini küçümsemişlerdir. Yaratılmaya çalışılan yapay
Kürt ligası ile reformları sabote etme
girişimini teşhir etmeye önem verirken,
bunun gerçek bir zemine sahip olduğunu ve Kürt-Ermeni birliği için kendileri
güçlü bir çıkış yapmadıkça Osmanlı'nın
Kürtlerle İslam birliğini güçlendirerek
kazançlı çıkacağını çok iyi idrak edememişlerdir.
Böyle bir zaaf gösterilmekle beraber,
Zagrosi'nin iddia ettiği gibi Ermeniler
Şeyh Ubeydullah hareketine karşı “yalan yanlış bilgiler” yayarak tavır almış
değil, henüz Kürtlerin ayaklanması
başlamadan Şeyh'in adına Türklerin yapay girişimlerini eleştirmiş ve Kürtleri
Ermenilere karşı saldırıya geçirmeye
dönük sinyaller üzerine gerçek kaygılarını dile getirmişlerdir. Raffi “Kürt
Birliği” başlıklı makalesinde bu girişimi
daha önce İngiltere'nin Lord Beacons-
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
field hükümeti ile İstanbul Büyükelçisi
Layard'ın başlattığını, onun bıraktığı
yerden ise Osmanlı'nın kendi amaçları
için ele aldığını anlatır. 1877-78 Osmanlı
Rus savaşında Ermenilerin Rus sempatisine karşılık Kürtlerin Osmanlı taraftarlığı ve savaşçı güce sahip olmaları İngilizlerin dikkatini çekmiş, Rusların Fırat
boylarına kadar yayılma arzusuna karşı
bir duvar oluşturma noktasında onları
en etkili unsur olarak görüp sıkı bağlar
geliştirmeye yönelmişlerdir. Bu amaçla
doğu vilayetlerinde bir bir İngiliz konsoloslukları açar ve o bölgeleri Ermenistan yerine tercihli olarak Kürdistan diye
tanımlamaya başlarlar. Konsoloslar Kürt
şeyhleri ve aşiret liderleriyle görüşerek
birleştirici çabalar yürütür. Fakat bunun
öyle kolay bir iş olmadığını görürler. Beaconsfield hükümeti düşünce onun hayalindeki duvar da kendiliğinden yıkılır.
Bu arada Rusların Ayastefanos anlaşmasını geçersiz kılan Berlin Anlaşması ile
İngiltere ve diğer Avrupa devletleri Ermeni meselesinde hamiliğe soyunmuşlardır. Ermeni reformları için sıkıştırılan
Osmanlı yönetimi ise gayrı-ihtiyari İngilizlerin bu başarısız Kürt birliği girişimini hatırlar. Raffi burada “Gayrı-ihtiyari
diyoruz, çünkü o birlik Türk hükümetinin
pek hoşlanacağı birşey değildi, yıllarca Kürt aşiretleri arasında anlaşmazlık
tohumları ekerek onları daha fazla bölmeye çalışmış, güçlerini zayıflatmak ve
öylece bağımlı, vergiye tabi kılmak istemişti. Fakat değişen koşullara uyum göstermek gerekiyor, siyaset bunu istiyordu.
Şimdi Avrupa'ya bir korkuluk gösterme
zamanıydı.” diye açıklıyor Osmanlı taktiğini. Ve bu sırada Osmanlı basınının
Kürtleri pohpohlayan yayınları ile Abidin Paşa'nın yukarda değindiğimiz Kürt
ligası oluşturma çabasını konu ettikten
sonra şöyle tamamlıyor. “Bütün bunlar
içinde Avrupa'ya verilmek istenen mesaj;
Bab-ı Ali'nin Ermenistan'da reformlar
yapmaya karşı olmadığı, kendisinin onu
gerçekleştirmeyi bilakis çok istediği, fakat önünde zorluklar bulunduğu şeklindeydi. O zorlukların Kürtler ve genelde
Müslüman yığınlar arasındaki bağnazlıkta yattığı, onların dinsel geleneklerinin bu tür reformlarla uyuşmadığı ve
eğer hükümet Müslüman halkın iradesine ters giderse bunun Hristiyanlara karşı büyük kırımlara sebebiyet verebileceği ve hükümetin bundan kendini sorumlu
tutmakta zorlandığı fikri işleniyordu”
[13]. Bugün de Kürt sorununda reform
taleplerini savuşturma veya önemsiz hak
kırıntılarıyla geçiştirme çabasında Türk
hükümetinin öne sürdüğü bahane benzer
bir fanatizmdir. Tek farkla ki, bu defa
gösterilen korkuluk Türklerin “milliyetçi hassasiyetleri” oluyor. Her durumda
bahaneci hükümetler aynı zamanda o
fanatik duyguları pompalamayı da ihmal
etmiyor ve kendi besledikleri şeyin ardına sığınıyorlar.
Garo Sasuni, Şeyh Ubeydullah'ın Mekke dönüşü 1880'de İstanbul'da Sultan
Hamid tarafından büyük bir ihtişamla
kabul edildiğini, Sultan'ın ona birçok
hediyelerle birlikte talimatlar verdiğini
belirterek, üç amaç doğrultusunda onu
kullanmak istediğini yazıyor. Özetlemek
gerekirse bu amaçlar; 1) Kürtleri ayaklandırarak Ermeni vilayetlerini harabeye
çevirmek ve reformları suya düşürmek,
sonra da Avrupa ülkeleri nezdinde bütün
kabahati Kürtlerin üstüne atarak kendisini temize çıkarmak, 2) Kürt şeyhlerini güçlendirerek bütün Kürtleri Halife
Sultan'a bağlamak, Ermenileri ve diğer
Hristiyan ulusları ezme yolunda despot rejime dini bir destek sağlamak, 3)
Güçlendirilen dinsel fanatizm sayesinde
Kürtleri ulusal bilinçten yoksun bırakıp
onları ulusal bağımsızlık savaşından
uzaklaştırmak ve yavaş yavaş Türkleştirmekti. [14]
Zagrosi, Şeyh Ubeydullah hareketini
incelediği makaleleri içinde Sasuni'nin
dayandığı bilginin yanlış olduğunu, Şeyhin Mekke dönüşünün çok daha önce
olması gerektiğini, çünkü Van'daki İngiliz konsolosunun Ağustos 1879 tarihli
bir mektubunda Hakkari olaylarından
söz ederken “Şeyh Abdullah” olarak isminin geçtiğini belirtiyor. Bu mümkündür, ayrıca Şeyh'in Şemdinan'a gelişi
İstanbul üzerinden olmayabilir. İngiliz
konsolosuyla görüşmesinde onun bir sorusu üzerine Şemdinan'a varış tarihini
İstanbul'dan telgrafla bildirdiğine dair
diplomatik cevabı da bir kanıt oluşturmaz. Bu durumda Sultan Hamid'le doğrudan görüşmesi olayına temkinli bakmak
gerekir. Fakat Sultan'ın aracılar yoluyla
onu Kürtlerin halifesi gibi onurlandırıp
kendi arzusuna uygun hareketlendirmek
üzere bölgede geniş bir toplantı yapmaya teşvik etmiş olması mümkündür. Bir
örnek olarak eski isyancı Botan Miri
Bedirxan'ın subay yetişen oğlu Bahri
Bey, Sultan tarafından “ferik” (general)
ünvanı ve Mecidiye madalyasıyla taltif
edilip özel direktiflerle 1880 baharında
bölgeye gönderilir. Rus gözlemcilerine
göre Ubeydullah'ın yanına gelen Bahri
Bey, ona Sultan'ın hediyesi olarak bir kılıç ile madalya verir ve hükümetin onu
maaşa bağladığını belirtir. [15] Ama sonuçta Sultan'ın ona oynatmak istediği rol
ile Şeyh'in kendi amacı farklıdır. Zagrosi
de şöyle diyor: “Sultan Abdulhamid’in
çeşitli planları olabilir. Olmaması da
düşünülemez. Fakat bu ileri sürülen iddialar belgelere dayalı değildir. Kaldı ki
Şeyh Ubeydullah’ın kendi planı var. Şeyh
Ubeydullah’ın 'Bağımsız ve birleşik Kürdistan' planı 1880 yılının öncesine dayanıyor.” [16]. Yazarın görüşü bu noktada
haklı olabilir. Zaten Garo Sasuni'nin
anlatımları da Sultan'ın yönlendirmesi
aksine Şeyh'in önce İran, sonra Osmanlı
tarafındaki Kürtleri ayaklandırıp bağımsızlık elde etmeye yöneldiğini ortaya koyuyor. Sasuni, Şeyh'in Sultan tarafından
güdülen amacı çok iyi idrak ettiğini ve
uzak görüşlü olduğu kadar geçmişten
ders çıkartmayı da bilerek Osmanlı hilekarlığına aldanmadığını söylüyor.
1880 Eylül'ünde Şeyh Ubeydullah'ın
Nehri'de düzenlediği toplantıya Hakkari,
Van, Bitlis, Muş, Sasun, Diyarbekir, Botan, Siirt, Amadiye (Musul), Süleymaniye ve İran Kürdistanı'ndan gelen 200'den
fazla delege katıldığına bakılırsa, bu
geniş buluşmayı tarihte adı konulmamış
ilk Kürt Kongresi saymak mümkündür.
Şeyh Ubeydullah'ın dinî düşüncelerle
yetişmiş olmasına rağmen o dönem için
umulmadık bir ulusal perspektifle bağımsız-birleşik Kürdistan hedeflemesi,
ayrıca bu yöneliminde Hristiyan halklara zarar verilmemesi için fetva çıkarması
gerçekten takdire değerdir. Zayıf halka
olarak öncelikli saldırıya geçilen İran
bölümünde yine de başıbozuk eylemlerin
kurban ettiği hem Hristiyan, hem Müslüman siviller olur. Hareket orada yenilgiye uğratılınca Osmanlı tarafına yayılma
şansı bulamaz. Acaba o şansı bulsaydı,
Ermenilerin yoğun yaşadığı Van, Muş,
Sasun, ayrıca Nasturiler ile Süryanilerin
yoğun yaşadığı Hakkari, Siirt, Turabdin
gibi yerlerde Kürt hareketinin bu halkları kazanma ve birleşme yeteneği ne
ölçüde olurdu? Bunun özellikle var olan
korkuları giderecek bir yaklaşıma bağlı
olduğunu söylemekten başka tahmin yürütemeyiz. Şeyh Ubeydullah'ın bu halkları da kazanarak başarı şansını artırmak
istediği açık olmakla beraber, kendi anlayışını yüzlerce aşiret liderine benimsetme gücü yetersiz olabilirdi. Öte yanda
Ermeniler ile diğer Hristiyanların reform
beklentileri onların Kürt ayaklanmasıyla
birleşmelerinde kararsızlık ve bocalama
nedeni olabilirdi. Hareket yayılamadığı
için bunlar görülemedi.
Ama yaşanıp görüldüğü kadarıyla Garo
Sasuni'nin verdiği şu fikir önemlidir: “İtiraf etmek gerekir ki, Şeyh Ubeydullah'ın
yarattığı birlik mevcud olmasaydı ve
eğer Şeyh “Ermeni kırımlarından el çekin” fetvasını çıkarmamış olsaydı, 1880
yılında 1895 katliamlarından çok daha
büyük felaketler doğabilecekti”. [17] Sonuçta böyle olumlu bir kanaat belirten
Sasuni, daha sonra kurulan Taşnak partisinin bölgedeki yöneticilerinden biridir.
Bu görüşü ve kitabında geçen başka bir
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çok değerlendirmeleri, Ermeni milliyetçilerinin Kürtlere hep önyargılı ve olumsuz baktığını söyleyenler için düşündürücü olmalıdır. Zagrosi'nin, daha hareket
başlamadan önce Ermeniler tarafından
Kürt birliği girişimlerine kuşku ve endişeyle bakılmasını, sanki Ubeydullah'ın
yeterince anlaşılmasına rağmen ona karşı tavır almak şeklinde göstermesi ise
haksız bir yargıdır. Bu hareketin yenilgisinde Ermenilerin fiili bir rolü olmamıştır. Bu anlama gelen imaların da yanlış
olduğunu belirtmek gerekir.
NOT: Aso Zagrosi'nin eleştirisi öncekilerden daha uzun tuttuğu için bölerek
yayınlamayı tercih ediyorum. Kalan kısmı bu makale dizisinin 4. ve son bölümü
olacak. 8 Ekim 2013
[1]"https://www.newroz.com/tr/politics/352210/sayin-ay-e-h-r-k-rdlerkonusunda-t-rk-resmi-tezlerini-tekrarlyor"Sayin Ayşe Hür Kürdler Konusunda
Türk Resmi Tezlerini Tekrarlıyor.
[2] Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal De-
mokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı,
Peri Yayınları, 2008, s. 280
[3] Recep Maraşlı, age, s. 110-112
[4] Sait Çetinoğlu, Bedirhan Bey ve
Özgürlük yada Bedirhan Bey'de Özgürlüğün Nispeti; http://gomanweb.org/
index.php/tum-haberler/kueltuer-sanatmizah/4717-sait-cetinoglu-bedirhanbey-ve-oezguerluek
[10] Raymond H. Kevorkian-Paul B.
Paboudjian, age, s. 456-457
[11] Raffi, “Yergeri Liyagadar Joğovadzo, Dasnımegerort Hador” (Toplu
Eserleri, Onbirinci Cilt), Yerevan, 1991,
s. 342
[12] Vahan Bayburtyan, age, s. 134-135
[6] Vahan Bayburtyan, Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay Kırdagan Haraperutyunnerı Badmagan Luysi Nerko
(Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan,
2008, s. 103-106
[7] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze ErmeniKürt İlişkileri, Med Yayınevi, İstanbul,
1992, s. 127-142
[13] Raffi, age, s. 336-350
[14] Garo Sasuni, age, s. 106-107
[15] Vahan Bayburtyan, age, s. 132-134
[16] https://www.newroz.com/tr/politics/352691/eyh-ubeydullah-nehri-bams-z-ve-birle-ik-k-rdistan-fikri19
[17] Garo Sasuni, age, s. 111
mın hikâyesidir. Surmelian’ın tarzı
basit ve gösterişsiz, sıcak ve komik,
ama aynı zamanda uygar ve akıllı
kişilerin hüznüyle dolu. Soruyorum
Size Hanımlar ve Beyler okuduğum
en güzel ve heyecanlı öykülerden
biri.”
Batı Ermeni edebiyatı ve Amerikan
edebiyatında kendine özgü bir yere
sahip olan Leon Z. Surmelian’ın
otobiyografik romanı Soruyorum
Size Hanımlar ve Beyler’i 70 yıl
sonra Türkçeye kazandırıyor.
William Saroyan
Kitap Özellikleri:
Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler, 1915 yılındaki tehcir ve katliamlarda hayatı altüst olan Trabzonlu Ermeni bir ailenin ve savaşın
ortasında bir başına kalarak yıllar
sürecek bir ölüm-kalım mücadelesine atılan on yaşındaki Levon’un
hikâyesini konu ediniyor.
1945 yılında İngilizce yayımlanışı-
[9] Raymond H. Kevorkian-Paul B.
Paboudjian, age, s. 424
[5] HYPERLINK "https://www.
newroz.com/tr/politics/352981/k-rtlerzamaninda-ermen-ler-n-zg-rl-k-veba-imsizlik-m-cadeles-n-bo-anlarinsafinda-yer-almasalardi"
Aras Yayıncılık
Leon Z. Surmelian, kendi hayat
hikâyesinden yola çıkarak yazdığı bu romanda, küçük Levon’un
Trabzon’dan Gürcistan’a, Sovyet Rusya’dan Ermenistan’a ve
İstanbul’dan Amerika’ya uzanan
serüveni aracılığıyla I. Dünya
Savaşı’na, Anadolu’daki Ermeni katliamlarına ve Bolşevik
Devrimi’ne dair önemli tanıklıklar
sunuyor.
[8] Raymond H. Kevorkian-Paul B.
Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı
İmparatorluğu'nda Ermeniler, Aras
Yayıncılık, 2012, s. 58
Kitap Dili: Türkçe
Çevirmen: Zülal Kılıç
Basım Bilgisi: Yayına Hazırlayan:
Nıvart Taşçı, Kapak Tasarımı:
Aret Gıcır
nın ardından birçok Batı diline ve
Ermeniceye çevrilmiş olan Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler,
okuyucuyu masumiyetin, mizahın,
açlık, sefalet, acımasızlık ve merhametin eşlik ettiği bir yolculuğa
çıkmaya, savaşın ve şiddetin katı
yüzüyle yapılacak bir yüzleşmeye
davet ediyor.
“Bu içinde nefret olmayan bir
hikâyedir, çünkü nefret ve ölüm
birbirlerinin eşidir; oysa bu, yaşa-
Kitap Özellikler: 1. Baskı, 376
sayfa, 13x19.5 cm, Kasım 2013
ISBN: 978-605-5753-39-9
Aras Yayıncılık İth. İhr. Ltd. Şti.
İstiklal Cad. Hıdivyal Palas
No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu
34430 İstanbul - Türkiye
Tel: +90 (212) 252 65 18
Fax: +90 (212) 252 65 19
E-posta: [email protected]
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Katliamlar
üzerine
kurulan bir
cumhuriyet
Cumhuriyet'in ilanı
Zeynep Tozduman
29 Ekim'de ilan edilen Cumhuriyeti
anlamak için öncelikle Büyük Millet
Meclisi'nin açılışını ve devrimlerin niçin yapıldığını bilmek gerek.
23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük
Millet Meclisi toplanarak, Mustafa
Kemal'in 'Meclis Başkanı' seçilmesiyle
kanlı bir tarih başladı. M.Kemal ilk iş
olarak, savaş suçlusu Malta sürgünlerinin 30 Nisan 1921'de (33 kişi) salıverilmesi ile ilgili bir süreç başlatmıştır.
Bu süreç, savaş esirlerinin İngiliz'lerle
değişimi antlaşmasına ve davanın bitmesine neden olmuştur. Bu antlaşma
İstanbul'daki Sadrazamla değil, temsilcileri olan Bekir Sami Bey aracılığında Ankara hükümeti ile yapılmıştır.
Ardından da 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılarak dini ve siyasi yetkiler
birbirinden ayrıldı. Saltanatın kaldırılmasının ana nedeni; ülke yönetiminde
ve barış görüşmelerinde iki ayrı hükümetin bulunmasının uygun olmamasından ötürü çift başlılığı ortadan
kaldırmak, TBMM'yi Türkiye'de tek
yasal güç haline getirmek, yapılacak
İnkılâplara zemin hazırlamak ve Ekonomiyi millileştirmektir.
20 Kasım 1922 tarihinde başlayan
Lozan Barış Konferansı, aslında yeni
Türkiye Devleti'nin sınırlarının çizilmesi içindir. 24 Temmuz 1923'de
Lozan Barış Konferansında ağırlıklı
olarak siyasal, mali- ekonomik konular
ve mübadele görüşülmüştür. Mübadele Sözleşmesi Türkiye ile Yunanistan
arasında imzalanmıştır. Türk-Yunan
nüfus mübadelesi, her iki ülke için de
"ulus devlet" oluşturmaya yönelik 2
milyon insanı ilgilendiren tarihsel bir
trajedidir.
TBMM Hükümeti'nin mübadele isteğinin başlıca iki nedeni vardı. Öncelikli
amaç, Batı'nın müdahalesine gerekçe
oluşturan azınlıklardan tamamen kur-
tulmak, İkincisi ise Müslüman unsurların kolayca uyum sağlayabileceği
düşüncesiyle, Misak-ı Milli sınırları
içinde "ulus devlete giden yolu açabilmektir.
Azınlıklar açısından Sevr'den daha
kötü haklara sahip olan Lozan antlaşması'nın III. Bölümü (Madde 37- 45)
bu hakları düzenlemektedir. Anlaşma'nın 40. Maddesi şöyledir; "Gayrimüslim azınlıklara mensup olan Türk
vatandaşları, hem hukuk bakımından
hem de uygulamada diğer Türk vatandaşlarına uygulanan aynı muamele ve
aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Bunlar özellikle giderleri kendilerine ait olmak üzere her türlü hayır
kurumuyla, dinsel ya da sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer
öğretim ve eğitim kurumları kurmak,
yönetmek ve denetlemek ve buralarda
kendi dillerini serbestçe kullanmak ve
dini ayinleri serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır."
Antlaşmanın 41. maddesi ise "gayrimüslim azınlıklara mensup Türk
vatandaşlarının, önemli oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu
azınlıklara devlet bütçesi, belediye ya
da diğer bütçelerce, eğitim, din ya da
hayır için ayrılan tutarlardan, hakkaniyete uygun ölçülerde pay ayrılacaktır"
demektedir.
Lozan antlaşmasından günümüze değin bu hakların hiç biri hayata geçirilmedi. Oysaki Sevr antlaşması Kürtlere
ve Ermenilere daha geniş imtiyazlar
veriyordu. Süryani halkı ise Sevr'de de
yoktu. Sevr'de olmayan Süryani halkının Lozan antlaşmasındaki (Azınlık) hakları ise bu güne değin keyfi
olarak uygulanmadı. Süryaniler diğer
azınlıklardan farklı olarak okul açma
ve vakıf kurma hakları gasp edilerek,
Türkleştirme politikalarını en acı yaşayanlardı.
29 Ekim'de M. Kemal, milletvekilleri
ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne vermesiyle teokratik bir sistemden, kanla
inşa edilen cumhuriyete geçilmiştir.
TBMM, Teşkilât-ı Esasiye Kanunun
(1921 Anayasası)'da yaptığı değişiklikle, devletin yönetim biçimini 29 Ekim
1923'de cumhuriyet olarak ilan edilince, Kemalist cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı da Atatürk olmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra
sıra, ülke içersinde Sünni Türk olmayan unsurları yani Kürtleri eğitim yoluyla asimile etmeye gelmişti. Tevhid-i
Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), TBMM tarafından, 3 Mart 1924
tarihinde kabul edilerek bir genelge ile
mahalle mektepleri – medreseler keyfi
olarak kapatılmıştır. Öğretim Birliği
Yasasıyla, Misyoner ve azınlık okulları Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetim
ve gözetimine girmiş; dinsel ve siyasal
amaçlı eğitim yasaklanmış; ders programlarına tarih, coğrafya, yurttaşlık
bilgisi, Türkçe dersleri eklenmiştir. Bu
dönemde azınlık okullarında okutulan
kitaplardan aziz resimleri çıkarılıp,
okul binalarındaki haçların indirilmesi istenmiştir. Din esaslarına dayalı
eğitim ve din propagandası yapma yasaklarına uymayan yabancı okullar ise
kapatıldı.
Bu kanunla Kürtçe eğitimin de önü
kesilerek, 1925'de gizlice hazırlanıp
uygulamaya konan ''şark ıslahat planı''
ile de Kürtçe konuşulması yasaklanıp,
konuşanların cezalandırılması kararlaştırılmıştır.
Ermeni, Rum ve Yahudiler devlet denetiminde de olsa okulları ve eğitim
kurumları olmasına rağmen bu haktan
Süryaniler hiç yararlandırılmamıştır.
Bu yüzden anavatanında yabancı muamelesi gören bir halktır Süryaniler.
Tevhid-i Tedrisat kanunu ile başlangıçta isteğe bağlı bir ders haline getirilmiş
olan din dersi; ortaokullarda 1930'da,
öğretmen okullarında 1931'de, şehir
ilkokullarında 1933'de, köy ilkokullarında 1939'da tamamen müfredattan
çıkarıldı. 1939-1948 yılları arasında
din derslerinin hiç yer almadığı bir örgün eğitim deneyimi de yaşanmıştır.
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu yasayla Radikal İslamcılar yer altı
örgütlenmesine gitmiştir.
M.Kemal, Şeyh Sait İsyanını gerek-çe
göstererek 5 Haziran 1925'te İ.İnönü'nün başbakanlığında Takrir-i Sükûn
Kanunu çıkarıldı. Parti ileri gelenleri
İstiklal Mahkemelerince yargılandılar
Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun kapsamı genişletilerek İstiklal Mahkemeleri
yeniden kuruldu. Malta sürgünlerinin
yargılaması sırasında çalışmayan/yargılamadan uzak olan mahkeme; konu
Kemalist rejimin diktatörlüğüne karşı
çıkanlar için olunca, işlevsel hale getirildi. Atatürk'e suikast girişimine
adları karışan birçok rejim karşıtı ve
İttihat ve Terakki Cemiyeti eski üyesi
İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak
cezalandırıldı.
25 Kasım 1925'te "Şapka Giyilmesi
Hakkındaki Kanun" çıkarılıp, Türkiye sınırları içersinde dinsel giysilerle
sokakta gezilmesi yasaklanarak inanç
özgürlükleri yok edildi. Bu yasayla
Papazların sakallarına, kıyafetlerine,
hocaların, şeyhlerin, dedelerin, kılık
kıyafetine müdahale edilmiştir.
1925'de çıkarılan şark ıslahat planı,
Fırat'ın batısında ve kuzeyinde bulunan Kızılbaş/Alevi Kürtleri öncelikle
asimilasyona tabi tutmuştur.1925'ten
sonra Kürt/Nakşibendî tekkelerinin
yanı sıra Alevi tekkeleri de kapatılmış;
ancak 1927'de Bektaşi tekkeleri üzerindeki baskı göreceli olarak yumuşatılırken; Alevi/ Kürt kimlikli Dersim
ve çevre dergâhları ve de tekkeleri süresiz kapatılmıştır.
Kemalist devrim dedikleri şey aslında,
kadim halklara karşı yapılan sosyal ve
kültürel soykırımdır. Antidemokratik yasalarla kılıflanan yasakların ve
farklı dilleri yok sayan anlayışların
devrimle hiçbir ilgisi yoktur. Kemalist
devrimler, az sayıda kalan azınlıklara,
Radikal İslamcılara, Kürtlere ve Alevilere karşı yapılmıştır. M.Kemal'de
tıpkı 1915 soykırımın mimarları TalatCemal-Enver üçlüsü gibi bir diktatörlük kurarak; Kürtleri, Alevileri, komü-
nistleri ve İslamcıları katletmiştir.
Tek tipçilik (Tek millet, Tek Bayrak,
Tek din) Bitmedi, sürüyor...
1 Kasım 1928'de, Türk alfabesinin kabulü çok dillicilikten, tek dilliciliğe
geçişin miladıdır. Kemalist hükümet,
Eğitimde tek tipçiliği yasalarla zorunlu
hale getirip, ana dilde eğitim hakkını,
Türk olmayan halklara vermediği gibi
Süryanilere, azınlık olmasına rağmen
yasaklayarak 1928'de Süryani okullarını kapatmıştır.
Bu ülkenin kadim halkları olan azınlıklar ve anadili Türkçe olmayan halklar, "vatandaş Türkçe konuş" kampanyaları ile psikolojik ve kültürel baskılar
sonucu anadillerinde isim koymaya
bile korktular, dahası ana dillerini kullanamaz hale geldiler. Süryaniler ise
Lozan haklarından yararlandırılmadığı gibi çocuklarına çoğunlukla Türkçe
isim vermek zorunda kaldılar.
Bu ülkede Hıristiyan halklara katliamlar 1914'de başlamadı elbet. 1915'i baz
alırsak 1924 Süryani/Nasturi katliamına kadar sistematik olarak genocid
devam etmiştir. Azınlıklara yapılan
katliamlar üzerine kurulan cumhuriyet, daha sonra da Kürt ve alevi katliamları ile varlığını idame ettirmiştir.
1915'den,Cumhuriyete ve günümüze
değin soykırım şekil değiştirse de devam ediyor. 1.5 milyon insanın kanı
üzerine kurulan cumhuriyet, bu ülkenin en kadim halklarını ya yasalarla
asimile etmeye ya da korkutup ülkeyi
terk etmeye zorladı.
Cumhuriyet, işte bu ahval ve şartlarda kuruldu. 1915'den günümüze değin
yaşatılan tüm katliamlar; vicdani ve
hukuksal olarak bu ülkede yargılanmadığı, eşit yurttaşlık hakkı hayata
geçirilmediği sürece bizler ''Bayram
gelmiş neyime, kan damlar yüreğime''
türküsünü daha çok söyleyeceğiz.
Kaynak:
http://www.gelawej.net
http://www.seyfocenter.com/index.php
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AJAN´MI?
PİR`Mİ?
DÜŞKÜN‘
MÜ?
Adnan Cangüder
Her sene Yas-ı matem 12 İmam
oruçları Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı
tarafından arap toplumunun takvim
yılının başlangıc ayı olan Muharrem
ayında, Kurban bayramından sonraki
21. günü tutulmaya başlanır. Anadolu
Alevi Kızılbaşlar‘ı yaşadıkları ve
gittikleri her yerde Yas-ı matem 12
İmamlar orucunu taşımışlar ve yaşatmışlar. Kendi yaşadıkları ülkelerde istedikleri gibi inanclarını yaşayamayan
Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı gurbet
dedikleri başka ülkelerde inançlarını
daha serbestçe ve özgürce yaşamaya
başlamışlar ve devamında ise örgütlü
yapılarını kurarak demir çubuğu tersine bükmeye başlamışlardır.
İşte Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ının
demir çubuğu tersine bükme başarısı ve becerisi yüzyıllardır Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ını istedikleri
şekilde katleden ve bir köleden daha
aşağıda gören adına lanet yezid zihniyetli egemen sınıfları rahatsız etmiş,
yılanın başı küçükken ezilmelidir
anlayışı yeniden uygulamaya konularak kendi memleket topraklarından
uzakta yaşasada yeniden aynı vahşeti
yaşamasının kapıları içerideki kapı
kulları tarafından açılmıştır.
Adına lanet Osmanlı devletinin oyunları bitmek bilmez ve bu gün bu oyunu
Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı içerisinde satın aldığı Ocakzade soylu olan
ama ne yazık ki ocağına yakışmayan
insanlar üzerinden devam ettirerek
inanc sıralamasında Mürşit, Pir, Rehber ve Talip olarak bulunan silsilenin
insanlarını birbirine düşürecek düzeye
getirmiştir.
Binlerce yıl dağ başlarında gözden
ırak yaşayan Anadolu Alevi Kızılbaş insanları şehirleşme ve devlet ile
yakınlaşması sonucu özellikle 12 eylül
askeri faşist darbesi sonucu Süleyman Demirel tarafından kurdurulan
Cumhuriyetci Eğitim Merkezi Vakfı
(Cem) tarafından rol gereği önemsenmiş ve öne çıkartılarak toplum
üzerindeki manevi gücün kullanılması
noktasına taşınmışlardır. Rol gereği
sistem tarafından öne çıkartılan bu
tür kişiler içinden çıktıkları Anadolu
Alevi Kızılbaş toplumuna en büyük
darbeyi vurmaya başlamıs ve günümüzün hınzır paşaları olmuşlardır. Ve
ne acıdır ki bir kaç güzel söze ve makama inanclarını ve yolunu değişen
bu tür insanlar aldıkları direktifleri
hiç çekinmeden uygulamaya koyarak
ve en sert asimilasyon tavırları sergilemişler ve halende sergilemeyede
devam etmektedirler.
Günümüzdeki asimilenin Anadoludaki hain ve ihanetçi ayaklarından
birini oluşturan İzzettin Doğan ve Fettullah Gülen bütün güclerini ekonomi
üzerinden dayatarak kendi kuracakları
Camii-Mescid-(Cemevi)-Aşevi ile
asimileyi hayata geçirmek istemektedirler. Rızalıkla yapamadıklarını
ekonomik güc ile yapmanın düşüncesi
asimilenin daha tehlikeli kılmaktadır.
Ve yapılmak istenilen özü itibariyle
Camii-Mescid ve Aşevi’dir Cemevi
ise olayın sadece boyasıdır.
Cumhuriyetten günümüze ve öncesinde Anadoluda Türk İslam sorunu
vardır,başka kimliklerin ve inançların
sorunu bulunmamaktadır,olay Türk
İslam asimilasyonuna karşı bütün ötekilerin ve ezilenlerin yok olmama ve
yaşamda kalma mücadeleleridir.
Avrupa ve Anadolu Alevi Kızılbaş
örgütlerini belli bir süre birbirinden
ayırma başarısını gösteren AKePe
daha sonra halkın tabandan gelen
aşırı tepkisi karşısında duramayan yöneticilerin gerek düşüncelerinin değişmesi gerekse koltuklarını kaybetmeleri sonucunda yeniden Avrupa‘daki ve
Anadolu‘daki Alevi örgütleri biraraya
gelebilmişlerdir.
Avrupa ve Anadolu Alevi Kızılbaş örgütlerini karşı karşıya getirme projesi çökmüş ve bu çöküşe en
anlamlı katkıyı Alevilerin kendi öz
gücü ile oluşturdukları televizyon,
dergi,internet siteleri ile oluşturdukları Alevi medyası yapmıştır.
Bütün bu asimile politikalarına karşı
Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı için bir
başka önemli nokta ise artık yürüttükleri Erkanlarda Osmanı-ı musafı
değilde kendi yedi ulu ozanlarına ve
diğer bütün erenlerine, evliyalarına ve
kutsallarına ait olan duvaz-ı imamları, gülbenkleri, deyişleri ve beyitleri
okuyarak zenginleştirerek yapmalarıdır. Bu durumda Osmanı-ı musafı
inanc içinde olması gerektiği yer olan
önemsizler noktasına taşımakta ve
inanc üzerindeki asimile gücünüde
boşa çıkartmaktadır.
Yukarıda değişik açılardan bakarak
değerlendirmeye çalıştığımız Anadolu
Alevi Kızılbaş‘larının asimile politikasının Avrupa‘da sekteye uğraması
sonucu AKePe tarafından Alevi
kimlikli ama Alevi Kızılbaş inanclı
olmayan RTE‘ e biat etmiş para ile
satın alınmış kişiler Avrupa‘ya yollanmışlardır.
Avrupada yapmak istedikleri nin başlıca amaçları ise
1
İnancın siyasallaştığının
propagandasını yaparak avrupa alevi
toplumunu bölmek ve parçalayarak
son tahlilde avrupadaki devlet destekli
kurumlara bağlamak.
2
Avrupada yaşayan alevileri
ocakzadelik üzerinden örgütler kurdurarak avrupa örgütlülüğünü zayıflatarak uzun vadede ortadan kaldırmak.
3
Avrupa alevi örgütlenmesi tc
devletinin karşısına ilk defa denilebilecek şekilde direkt olarak karşı
çıkması ve bu durumu gün geçtikce
anadoludaki alevileri katarak güçlendirerek genişletmesidir.
4
Avrupada satın alabilecekleri kadar insanı satın alarak satın
aldıkları insanları kendi amaçları
için kullanma ve avrupa örgütlenmesi içerisindeki gelişmelerin devlete
aktarılması.
5
Yapılmak istenilen bütün bu
planlar sadece ocakzadeler üzerinden
yürütülmek istenilmiş ve uygulamaya
konulmuştur
6
Gelenler devletin direkt
ajanları ve insanlarıdır, elde ettikleri
bilgileri ve gözlemleri geri döndüklerinde rapor olarak devletin yetkili
kurumlarına sunacaklardır. Aksi bir
durum ise devletin işleyişine terstir.
7
Avrupalı aleviler her durumda devlet olan ilişkilerini yeniden
gözden geçirerek kendi şartlarını dayatmalıdırlar, unutulmasınki devletin
boyalı sahte yüzünü ancak aleviler ve
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dostları ortaya çıkartabilecektir.
8
Diyanet işleri başkanlığı her
alanda ağırlığını arttırması ve toplumu yönetmesi devletin ve toplumun
iki kurum tarafından cendereye alınıp
yönetilmesidir. Bu iki kurum Diyanet
İşleri Başkanlığı(DİB) ve Türkiye
Cumhuriyeti Başbakan’lığıdır.
Alevileri ve Alevi inancını ileriye
taşıyacak her türlü oluşum ve gelişim
AKePe tarafından şiddetle cezalandırılıp; yok etme ve ortadan kadırılma
zihniyeti ile karşı karşıyadır. AKePe
Kemalist yasaları kendi islamist yasaları ile formatlayarak değiştirmekte
ve kendi yaşam alanını genişleterek
ömrünü uzatmaktadır.
İttihat ve Terakki‘ nin devamı olan
Türk ve İslamcı Kemalist Cumhuriyet
kuruluş ilkelerine ters ve karşı olan
Alevi‘leri asimile etmek ve ortadan
kaldırma hareketine hız vermiş ve bunuda demokrasi paketi ile dahada ileri
bir aşamaya geçirmiştir. Bu bağlamda
asimile ve yok etme dairesinin içine
diğer bütün ötekileride koyabiliriz.
CHP’nin Alevi inancındaki Başkanı ile Cami-Mescid(Cemevi)-Aşevi
asimile hareketine sahip çıkması ise
Türk İslam sentezi ve devletin partisi
olduğunun açık kanıtıdır. CHP özünde
Alevi Kızılbaş düşmanı bir partidir.
DİB’e karşı çıkmayan CHP gerçek
zihniyetini ortaya koymaktadır.
Anadoludaki Alevi Kızılbaşları yerel
seçimlerde gerek Avrupa gerekse
Anadoludaki pilot bölgeler,şehirler ve
kasabalar belirleyerek ortak adayları seçmelidirler. Kemalist ve Türk
İslamcı CHP zihniyeti temel hak ve
özgürlükler üzerinden demokrasi
mücadelesi vermesi gerekirken olayı
sadece kendi tarafına yontma ve oy
kazanma politikası üzerinden yürütmektedir. Aynı durum belli kıstasları
değişiklikler içerisinde BDP içinde
geçerlidir. Sistemle genel bir hesaplaşmaya gidilmeden sistemi revize etme
ve yenileme davranışında bulunulmaktadır.
Son zamanlarda üzerinde çok konuşulan faşist ve ırkçı bir olgu olan TC
Anayasası hiç bir şekilde ezilenlere
ve ötekilere ait değildir. Yaşanılan şu
anki sistemlede olmayacaktır. 1980
askeri faşist anayasası 3K‘ ye karşı
yazılmış ve halende yaşatılmaktadır.
Haziran ayındaki gezi direnişi bizlere
sadece tek bir şey öğretmiştir sistem
ve sistemin partileri ezilenlere ve
ötekilere cevap verememektedir.
avcılık cinayettir!
lanetliyoruz!
avcılık yasaklanmalıdır!
avcılar da cinayet
suçundan en ağır şekilde
cezalandırılmalıdır!...
mahlukat ğardaşlarımıza sahip çıkalım!..
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir
inci
tanesi
üşüdü
böyle?” diye kızdı. “Ne güzel eylülde
yanına gelecektik…” Gözlerini kederle uzaklara dikti. “Bilsen ane kurban
seni ne çok özlemişim” dedi. “Sen
beni hiç kırmadın… Uzaklara, sürgünlere gittin, beni unutmadın. Adıma
kitap yazdın…” Bir şeyler ekleyecekti
ama tıkandı. “Hele kızım bir bardak
su getir…” diye seslendi. Suyu içti.
“Su tuzluydu” dedi. Ağzının tadı tuzu
yoktu, bilemedi. “Şu klimayı azıcık
kapatın” dedi, “dudaklarımı kuruttu.”
Necmettin Yalçınkaya
“He ana” dedim.
Annem hasta. Çok hasta. Eriyor her
gün. Farkında değil illet hastalığın.
Ayağa kalkacağını sanıyor. İple
çekiyor o günü. “Sıkıldım” diyor,
“yatmaktan” Ev sürekli dolup taşıyor.
Kalabalığa kızıyor. “Ayakkabılarıyla
halılarıma basıyor birileri, evim kirleniyor” diyor.
“Anamdan İnciler’i okumak isterdim.”
dedi kederli bir sesle. “Şu çocuklara
diyorum: Bana okuyun. Bir iki okuyup çaktırmadan sokağa kaçıyorlar…”
“Boş ver anne” diyorum. “Düşünme
sen bunları. Bir an önce ayağa kalkmaya bak”
“Babana çok benziyorsun” dedi. “Ama
baban çok yakışıklıydı.” Derin bir iç
geçirdi.
“Öyle deme oğul, mal canın yongasıdır” diyor. Küçülmüş, ışığı sönmüş
gözleriyle etrafı kesiyor.
Sustum. Boğazıma bir şeyler gelip düğümlendi. Gözlerim ıslandı.
İçimde zehir zemberek tuzlu ırmaklar akıyordu. Çok erken ayrılmıştı
aramızdan babam. Birlikte çekilmiş
tek bir resmimiz bile yoktu. Ah ne
kötü bir talihsizlikti bu. Olaydı resmi,
şimdi bakar bakar kederlenir, hasretle
ağlardım.
“Anne” diyor erkek kardeşim. “Bak
oğlun karşında duruyor. Şiir okumanı
bekliyor”
Utanıyor. “Şiir bilmem ki ben” diyor.
Sonra okuyor. Cümleler ağzında
parçalanıyor, dağılıyor, anlaşılmaz
oluyor. “Protezim ağzıma büyük geliyor” diyor. Ardından başlıyor şiirini
okumaya:
“Mektup yazdım kış idi
Kalemim gümüş idi
Sana yazacaktım
Kalemim yere düştü”
Yüzüne çocuksu bir sevinç geliyor.
Alkışlıyoruz hep birlikte onu. Mahzunlaşıyor, durgunlaşıyor. “Benim
ellerim hiç kalem tutmadı ki!” diye
hayıflanıyor. Kederi gözlerinde
okunuyor. “Köyümüzde okul yoktu,
tarlada, evde, ahırda iş çoktu…” diyor.
“Anam bizi okula göndermek istedi.
Ama o babam yok mu, o, bizi vermedi
okula. Vereydi iyi olurdu. Okumamyazmam olurdu”
Cam’ın öteki ucunda duran bana baktı.
“Beni görüyor musun?” diye sordu.
Sonra bana “Kamaraya az daha
yaklaş” dedi. Yaklaştım. Uzun uzun
baktı:
Serumdan şişmiş, yer yer morarmış,
güçsüz elleriyle önce gözünün yaşını
sildi, ardından bir pamuk gibi bembeyaz olan saçlarını düzeltti.
“Bu ameliyat işi de nerden çıktı
“Yine huysuzlandı “ dedi kardeşim
Nuri, “canı sıkıldı mı, hiçbir şeyi beğenmiyor. Sataşıyor önüne gelene.”
Yatakta sağa sola dönmekten yoruldu.
“Vücudunda yara bere var mı?” diye
sordum Nuri’ye.”
“Yok, abi” dedi.
Duydu bizi hemen. “Kardeşim Memonun kızı Ayten bana su yatağı aldı”
dedi. “Öyle güzel ki, hiçbir yerim
ağrımıyor.”
Kız kardeşim o sırada ilacını getirdi.
Suyla yuttu. Yavaş yavaş gözleri kapandı, dalar gibi oldu. Uyandı birden,
kamaraya baktı. “Sen oradasın ane
kurban” dedi.
“He ana buradayım” dedim, “gitmedim daha”
“İyi iyi “ dedi, gözleri kendiliğinden
kapandı. Daldı.
Nuri yanağına çocuk tadında bir
öpücük kondurdu. Bana baktı. Bir kez
daha öptü. “Bu senin içindi” dedi.
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aşkımı
Irmaklara
anlattım
Uzun yıllardır İsviçre’de sürgünde
yaşayan Dersim doğumlu, Alevi kökenli
Kürdistanlı bir göçmen olarak, yine bir
edebiyat atölye çalışmamın sonuçlarını
siz göçmen edebiyatseverlerle paylaşmak istiyorum. Evlerinize konuk olacak
Aşkımı Irmaklara Anlattım adlı şiir
kitabım toplam 100 tane lirik şiirlerin
yer aldığı bir çalışmamdır. 168 sayfadan uluşan bu ürün, çeyrek asırlık
göz nurumdur! Gurbette edindiğim tek
servetimdir.
Şiiri hep önemsedim, özümsedim. Benim
gizli dünyamdır. Kendimi ifade ettiğim
bir alandır. Sıkça uğradığım ve huzur
bulduğum ılık bir mekânımdır. Hayata
sıkı sarılmamı ve bilgi dağarcığımı faal
kalmasını sağlayan büyük enerjimdir
şiir. Hüzünlü ve sevinçli günlerimde
uğrak yerimdir. Gurbet özlemimdir.
Umutsuzluğun umuda dönüştüğü, kötülüklerin asla giremediği bir edebiyat
atölyesidir şiir!
Göçmenlikte yaşadığımız dil kaybı,
kültür kaybı, yurt kaybı, iklim kaybı yaşamımızın aksayan en büyük bölümünü
oluşturuyor. Yitik değerlerimiz zaman
içerisinde özleme, acıya, bazen öfkeye
dönüşüyor. Yanı dışlanıyorsanız, sayısız
kayıplar yaşıyorsanız, âşık olduğunuz
insana ulaşmıyorsanız, acı ve özlem
çekiyorsanız, sevdiklerinizi onlarca yıl
göremiyorsanız, ölenlerinizin cenaze
törenlerinde bulunamıyorsanız; tam da
bu ortamda şiir bir kardelen gibi varlığını gösterir. Ve insan mecrasında hayat
buluyor. Mısralara dökülüyor.
Bu kitabın dokusunu oluşturan aşkı,
sevmeyi, göçü, hasreti, savaşları, yitik
toplumsal değerleri, ötekileştirilenleri
şiirin imgelerine denk düşecek şekilde yoğun edebi bir incelikle işlemeye
çalıştım. Haziran 2013 tarihinde Babıali
Kitaplığı ( Ozan Yayıncılık’tan) çıkan
Aşkımı Irmaklara Anlattım şiir kitabımı
severek okuyacağınıza ümit ederim.
Diğer kitaplarım
Birinci kitabım 2007 yılında röportajlardan oluşan (İsviçre’de Türkiyeli Göçmenler) adlı kitabım Ceylan
Yayınları’ndan çıkmıştı. Zira bu kitabı-
mın genişletilmiş ve yeniden derlenmiş
ikinci baskısı Şubat 2013 yılında Ozan
Yayınları tarafından yayınladığını hatırlatmak isterim.
Bundan böyle sizlerin hayat hikâyelerini
yazmaya devam edeceğim…
2012 yılında 14 öykünün yer aldığı
(Kardeş Halkların Nazlı Çocukları) adlı
kitabım Babıali Kitaplığı (Ozan Yayınları) tarafından yayımlanmıştı. Bu kitapta
başta Kürtler olmak üzere, Alevileri, Ermenileri, Romanları anlatmaya çalıştım.
Bu halklar şahsında barışı kardeşliği
edebi bir dille aktarmıştım.
Dağıtım: İstanbul: 2A, Alfa, Alkım, Artı,
Bilgi, Cağaloğlu, D&R, Final, Paraf,
Remzi, Say, Totem, Yelpaze Ankara Işık
Eğitim, İmge, Kıta, Ekinoks İzmir Erdoğanlar, Gema.
Teşekkürler
Siz değerli okurlardan aldığım değerlendirmeleri önemsediğimi belirtmek
isterim. Kitaplarıma gösterdiğiniz
ilgi, beni fazlasıyla memnun etmiştir.
Kitaba erişme adresler
İnternet erişim: www.kitapyurdu.com,
www.yenisayfa.com, www.kitapnet.com,
www.iskenderiye.com, www.selsus.com,
www.dharma.com.tr, www.ideefixe.com
Hüseyin Can
[email protected]
[email protected]
Bıra sıbe nebe,
sıbe dıbe tu diçi rewıyé riyamı
bıra, roj dernekeve,
roj derté tu wenda dibi stérka
jiyanami
bıra şev neqede,
şev dıqede şahiyamınji dıgede
mın tariya şevèda te hızkır
ronahıya şevamı.
Bıra çavenmı venebın
xewa şirin bı ser çoken te.
Nebinim ji ğem nine jı mıra.
Çaven dıl te dibinim
tira eşqa ser dılémın
eyer benirseniz
cane can
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir
bize selam veriyorlar.
Hele birde şarkı hediye etti ‘’Dıle Mosa ‘
belki elli defa dinledim.
Bu bizim duygularımız. Bunlar bizim
türkülerimiz.
gavur
Kürtçe ya da Ermenice diye hep es
geçmişiz. ..
tanıdım!
Malumunuz sosyal medya da tanıyalım
yada tanımayalım hepimiz birbirimizi
ekliyoruz.
Şayet, birazda sosyal medyayı belli
amaçlar için kullanıyorsak, ne kadar çok
insan olsa paylaşımlarımız o kadar çok
insana ulaşır diye düşünüyoruz..
Bende aynı gayeyle sosyal medyayı
kullanan biriyimdir. Paylaşımları çok uç
noktalarda değilse arkadaşlık isteklerini
kabul ederim.
Bir süre önce de yine böyle bir istek
geldi, adı Ararat
Önyargılarım hemen devreye girdi .
Bu isim ağrı dağının eski adı, olsa olsa
Ermeni’dir dedim. Temkinli yaklaşmak
düşüncesiyle ekledim.
Ekler eklemez hemen yazdı. Nezaketle
teşekkür etti.. Paylaşımlarımı beğenerek
takip ettiğini söyledi
Bu adam Ermeni adı aram benim paylaşımlarım genel olarak, İslam düüncesini
yaymaya çalışan paylaşımlardır neden
beğensin ki?
Hem Ermeniler bizim düşmanlarımız
bizden toprak istiyorlar, yada sürekli
ülkemiz için kötü şeyler düşünüyorlar.
Her bilgi beyindeki bilgi dağarcığınıza
atom gibi girer diyorlar ya,
Faime Havva Özbey
dinbirsen hanımlar komisyonu genel
başkan yardımcısı
Ya ülkemiz hakkındaki düşünceleriniz?
Peki Müslümanlara bakışınız nedir?
Ben hangi niyetlerle soruyorum kendisi
büyük bir nezaketle espiriyle cevap
veriyor.
Günler geçti birbirimizin düşüncelerini
daha yakından tanımaya başladık ..
Konuştukça samimiyetimiz arttı.
Anladım ki.
Bu topraklarda da yaşamış, kader birliği
yapmış, bu milletin insanları olarak,
Kaygılarımız.. Umutlarımız
Hayallerimiz düşlerimiz..
Hep aynı.
Kimsenin bu vatana ihanet düşüncesi
yok!
Onlar bu toprakları sırtlarına alıp
götürmek için değil altına girip yatmak
uğruna seviyorlar.
Bu insanlar Müslümana tuzak kurmak
için değil, doğrularda birleşmek adına
Bu insanla tanışmamızda Ermeni sine
gavuruna (Bizim tabirimizle ) bakış
açımı tamamen değiştirdi..
Diyeceğim o ki: Biz millet olarak bu
topraklarda yaşayan insanlarımızı çok
ihmal etmişiz.
Hep uzak diyarlarda kardeşlik bağı aramışız.. Meğer aynı hisleri aynı kaygıları
taşıdIğımız insanımızla aramıza set
çekmişiz.
Kimine Ermeni, kimine Kürt, kimine
Gavur deyip selam vermeden geçmişiz.
Meğer bu topraklar ne tohumlarda ne
çiçekler barındırırmış da haberimiz yok
muş!
Selam vermeye korktuğum bu gavurla
en samimi dost olduk..
Önümüzdeki günlerde ülkemiz milletimiz için güzel çalışmalara da imza
atacağımızı düşünüyor
İyi ki seni tanıdım sevgili GAVUR
ARAM arkadaşım diyerek bitirmek
istiyorum.
ÖNYARGILARADAN KURTULUP
İNSAN OLDUĞUMUZ İÇİN SEVMEK
TEMENNİSİYLE.
Kaynak: http://www.diniajans.com
Olsun adama yine de nezaketen teşekkür etmek lazım diye konuşmaya
başladım.
Kendisinin gavur olduğunu, Erzurumlu
bir ermeni ailenin çocuğu olduğunu
söyledi.
Başladım sorular sormaya şimdi dedelerinizin intikamını almayı mı düşünüyorsunuz?
Şanlıurfa Dağetegi (Germuş) köyündeki tarihi kilise İnek ahırına çevrildi.
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim Mameki
Bu fotografi
Twitter'da
Turgut Öker'in
bir paylaşımından aldım.
Kendisi bu fotografi büyük bir övünçle
paylaşmıştı. İşte igdeli'de aslında Cami
arsası olan bu yeri köylüler kendi paralarıyla satın alarak Cemevi yaptılar vs.
bir yorumla gururla sunmuştu.
Bende bu fotografın altına;
Turgut Hoca bu Cemevinden ziyade bir
Atatürk düşünce dernegine benziyor
diye bir twit attım, eleman anında bloke etti beni.
Sorun o degil. Konuya girersek;
Aleviler 3 Kasım'da Kadiköy'de "Eşit
Yurttaşlık" mitingi düzenlediler.
Ben yıllardır Alevi mitinglerine hep
mesafeli durdum. Gönlüm hep yanlarında olmak, dayanışmak istese de hep
mesafeli durdum. Bunun nedeni Alevilerin haklarını araması degil, yöneticilerinin yanlışlarından dolayı faşizmin
gölgesinde bir hak arayışına girmek istemedim. Zira faşizmin gölgesinde hak
aranmaz. Hem Atatürk resmini asacaksın, hemde hak hak hak diye bagıracaksın ve destek isteyeceksin. Kendini
bilen bir insan, gerçekten demokrat bir
insan, sosyalist bir insan, insan hakları
evrensel normlarından haberdar ve en
basiti "vicdanlı bir insan" gider Atatürk
posteriyle Alevi hakkı arar mı?
Bundan yaklaşık 1 yıl önce Tayyip Erdoğan Almanya Bochum'a gelecekti ve
Alevi örgütleri bir protesto eylemi düzenlediler. Bende ilk defa Alevi örgütlerinin düzenledigi bu organizasyona
arkadaşlarımla katılmak için uzun bir
yol katederek Bochuma gittim.
Ne olsa iyidir?
Turgut Öker ve ekibi Alevi Kürtleri
Kürdi sembollü bayrak ve flamalar taşıdıkları gerekçesiyle bizi miting alanına sokmadılar. Uzun bir tartışmanın
ardından bizde ayrı bir protesto eylemi
gerçekleştirdik. Oysa onların miting
alanlarında Türk bayrakları ve Atatürk
resimleriyle doluydu. Tabii çeşitli şehirlerden gelen çogu arkadaşımızon bu
engellemeden haberleri yoktu. Onlar
Aabf'nun miting alanına gittiler.
Şimdi ayni örgütler Kadiköy'de bir miting düzenlediler. İzlediğim videolar
ve fotograflara dayanarak bir yorum
yaparsam; yine atatırk resimleri vs. flamalar.
Peki bu mitinge bir Alevi Kürdü nasıl
gidip hak arasın? Bir Dersimli nasıl
hak arayabilsin? Atatırk resmiyle Alevilerin haklarını aramaya kalkmak;
Başta Dersime ve Koçgiri'ye en büyük
hakarettir ve bu Soykırımı onaylamaktır.
Bizler yıllarca Turgut Öker ve ekibine
şunu söyledik; Acılarımıza saygi gösterin. Dersim soykırımının baş mimarı
Atatırk resmini Cemevlerine asmayın.
İbadethaneleri kirletmeyin. Ama nafile kimseye anlatamadık. Aynı suçu
Kadiköy'de de devam etti. O organizasyonu yapan Alevi Dernekleri, Dersimlilerin ve Koçgirililerin acılarına saygı
göstermediler.
Bu organizasyonu yapanlara soralım;
Siz hic Adolf Hitler posteri asıp onun
gölgesinde kendi haklarını arayan bir
Yahudi gördünüz mü?
Baş sloganlari "DEVLETİN ALEVİSİ
OLMAYCAĞIZ" Bu sloganı attıran yöneticiler ya kendileri aptaldır yada halkı aptal yerine koyuyorlar.
Zira Atatırk resmini miting ve protestolarınızda taşıdığınız sürece, o
resmi Cemevlerinize astığınız sürece; Devletin Alevisinin ta kendisisinizdir.
Dolayısıyla; "Devletin Alevisi Olmayacağız" solaganıyla sadece ve sadece
kendinizi kandırmış ve halkı aptal yerine koymuş olursunuz.
Yada kendiniz bunu anlayamacak kadar aptalsınızdır.
3 kasım kadıköy mitinginden
Kaynak:
https://www.facebook.com/dersim.mameki
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yalan
Cumhuriyet
Pakrat Estukyan
Türkiye'de, milli eğitim bakanlığının müfredat programından geçirilen nesiller için, ülkenin son yüz
yılını kapsayan yakın tarihi algılamak hiç de kolay değildir. Detaylarıyla kurgulanmış bir tarih anlatımı, ne yazık ki yalın gerçekleri
ustaca çarpıtmakta, bunun için de
olayların oluşum şeklini ve zamanı
büyük bir maharetle eğip bükmekteydi. Sistem zaten sorgulamaktan
çok öğünme, güvenme, inanma,
ant içme, iman etme üzerine kurulu olduğundan, aynı kitabın ön
sayfalarında muhteşem atalarımızın nasıl da üç kıtaya yayılan bir
imparatorluk kurduğuna hayran
olurken, ilerleyen sayfalarında da
yedi düvele, emperyalist batıya karşı kurtuluş savaşı veren mazlum
halk olmanın tuhaf çelişkisini fark
etmiyorduk bile. Biz asker bir millet olarak kolay kolay yenilmezdik
de, müttefiklerimiz yenildiği için
biz de hükmen mağlup olmuş sayılıyorduk bu saçma sapan tarih öğretisine göre. Hiç birimiz de "olur mu
öyle şey, Fair Play müsabakası mı
yapıyoruz yoksa çift kol pişpirik mi
oynuyoruz" diye sorgulamıyorduk
bu saçmalığı. Birkaç sayfa önce
Çanakkale'nin geçilmez olduğunu
öğreniyor, ardından da İngilizlerin
İstanbul'u işgalini okuyor, yine de
koskoca çelişkiyi algılamıyorduk.
Olayları, zamanları eğip bükerek
ilintisini gözlerden, akıllardan uzak
tutmanın ustaca bir uygulamasıydı
MEB'in tarih kitapları. Ama işin
tuhaflığı bizatihi bakanlığın adında
da gizliydi. Biz göremiyorduk sadece. Öylesine doğal karşılamıştık
eğitim bakanlığının önündeki "Milli" ibaresini. Oysa o ibare tam da
amacı vurguluyordu. Gerçek değil
milli eğitimdi amaçlanan. Öğrenmemiz istenilenler doldurulmuştu
o çuvala. Geçmişimizden kopalım
ve Kemalist ulus devletin istediği
torna tezgâhında şekillenelim diye
tasarlanmıştı her şey.
Bu yüzden de Cumhuriyetin nimetlerine kolayca inandık. Devrimlere
de inanmıştık aynı kolaylıkla. Mesela Arap harflerinin kullanımının
ve öğreniminin zor olduğuna, Latin
harflerine geçince okur-yazarlığın
arttığına kolayca inanmıştık. Mantıklı da görünmüştü üstelik. Tabii
o zamanlar neden Irak veya Suriye
toplumlarında Arap harfleri kullanıldığı halde okur-yazar oranının
bizden daha yüksek olduğunu sorgulamamıştık. Hoş böyle bir gerçeklikten de haberdar da değildik o
zamanlar. Cumhuriyet'in ilanından
on yıl önce, Harput'ta, Fırat kolejindeki Ermeni öğrencilerin Ermeni
alfabesi ile Ermenice, Arap alfabesi ile Osmanlıca, Latin alfabesi ile
de Fransızca okuyup yazdıklarını
da bilmiyorduk. Örneğin cumhuriyetimizin kadınlara Avrupa'daki
birçok devletten önce seçim hakkı
tanıdığından, kıyafet devrimiyle
onları özgürleştirdiğinden şüphe
bile etmiyorduk. Hâlbuki kadının
bu gün bile adı yok bu ülkede. Tabii
Cumhuriyet balolarının o hotozlu
hanımefendilerini "kadınlarımız"
saymazsak.
Sonuçta Osmanlı imparatorluğu her
ne kadar bir çöküş süreci yaşıyor
olsa da, aslında çağının ivmesini
yakalamaya çalışan, kırsal kesimde değilse bile şehirlerde zamanın
gereklerine uygun bir yaşam sürdürüyordu. Yani Cumhuriyet önce bu
gelişmiş uygarlığı tarumar etmiş,
kentleri yoksullaştırmış, ardından
da kalkınma hamlesi başlatmıştı.
Cumhuriyet'ten önce Diyarbekir
ülkenin dördüncü gelişmiş iliyken,
günümüzde altmışıncı sırada yer
alıyor.
Aynı şekilde, nasıl olup da yeni
devletin tüm kurucu kadrolarının
birkaç yıl gibi çok kısa bir zaman
diliminde suçlular ordusuna dönüştüğüne, İstiklal mahkemeleri ve
benzeri süreçlerle tasfiye edildiklerine, Mustafa Kemal'in nasıl 'tek
adam' haline geldiğine ilgi duymuyorduk. Zaten bu netameli konular
ne lise tarih kitaplarında yazılıydı,
ne de öğretmenlerimizin anlatımlarında.
Bu yapay tarihin daha iyi anlaşılabilmesi için, milli eğitim tedrisatının dışında, alternatif bir tarih
okumasına ihtiyacımız vardı. Üstelik on-on beş yıl öncesine kadar
bu konuda Türkçe yazılmış kaynak
bulmak da neredeyse imkânsızdı.
Sistem yarattığı efsanenin tartışılmasına tahammül edemiyordu.
Bir dizi yasayla korumaya almıştı
yapay tarihini. Tüm bunların sonucunda da, kendini laik, devrimci,
solcu filan sanan bir avuç Nasyonal Sosyalist, şimdi var güçleri ile
kuvay-ı milliye ruhunu canlandırmaya çalışıyorlar. Emekle, emekçiyle, halkların kaderlerini belirleme hakkıyla tüm bağını koparmış
bir solculuk, kalpak giyerek gericilikle savaşabileceğini zannediyor.
Bu gün yalan ve yanlış bir cumhuriyetin kuruluşunun 90. yılı. Faşistlere kutlu olsun!
Agos
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ordularının
işgali
altındaki
ülkeler
Prof. Atilla Yayla
Ekim başlarında dünya medyasına düşen ilginç bir haberle, bu yılın Temmuz
ayında bir darbeyle 11 ay önce demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olan
cumhurbaşkanı Mursi'yi deviren Mısır
ordusunun müdahale hazırlıklarına
2012'nin Aralık ayı civarında başladığı
ortaya çıktı. Bir haber ajansının elinde bulunan, darbeci general Sisi'nin
başkanlığında yapılan bir toplantıyla
ilgili üç saatlik video kaydının yalnızca 3 dakikalık bölümü yayınlandı.
Kayıtlarda Sisi ve adamları, ordunun
itibarının zedelenmesinden ve hükümranlığının yıkılmasından şikayet
ederek, bir restorasyon talep ediyordu.
Diktatör Mübarek'in devrilmesinden
beridir, medyanın orduyu 'gelişigüzel'
eleştirdiğine dikkat çekiyor ve 'orduyla
ilgili haberlerin ancak askerî istihbaratın izniyle yapılabildiği' eski güzel
günlere özlem dile getiriyordu. Ömer
adlı bir subay, 'Medyada 20, 25 kişi
hükmediyor. Bir ekip kurmalıyız ve
bu ekip gizli şekilde medyanın nabzını tutanlarla ilişki kurmalı ve onları ya
kazanmalı ya da korkutmalı' diyordu.
Mursi tarafından Genel Kurmay başkanı olarak atanmış olan Sisi ise, 'gerekenin' yapılacağına söz veriyordu.
Geri kalanında kim bilir ne ilginç konuşmaların bulunduğu videonun medyaya sızdırılan bu üç dakikalık kısmı
bile Mısır'daki darbenin arka planını
açıklamaya yeterli. Mısır ordusu, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına sürpriz olmayacak şekilde, kendisini siyasî
sistemin merkezine koyuyor ve ülkenin
gerçek ve tartışılmaz sahibi olarak görüyor. İtibarını ve hâkimiyetini her şeyin üstüne yerleştiriyor. Dokunulmaz
ve eleştirilmez olduğunu düşünüyor.
Bir milletin ordusu olarak değil, milleti olan bir ordu olarak varlığını sürdürme kararlılığı sergiliyor. Demokratik
iktidara sadakat ve saygı duymuyor.
Bu bilginin ortaya çıkması biri mahallî
diğeri genel iki gerçeği aydınlatıyor.
İlk olarak, Mısır'daki darbenin amacı, demokrasiyi korumaktan ziyade
ordunun itibarını takviye etmek ve
hâkimiyetini yeniden kurmak. Darbeyle itibarın korunamayacağı açık.
Mısır ordusu toplumun darbeye destek
veren kesimleri nezdinde itibarını güçlendirmiş olabilir, ama diğer kesimleri nezdinde tersi oldu, ordunun itibarı
dibe vurdu. Evet, ordu geçici olduğunu
zamanla anlayacağı bir hükümranlık
kurdu, fakat iktidarda harcadığı her
an müstakbel iktidarının altını oyuyor. Bunu da zamanla görecek. Tabiî
bu arada, Mısır darbesinin dünyadaki,
özellikle Türkiye'deki destekçilerine
sormamız gerekiyor: Ne düşünüyorsunuz hanımlar, beyler? Hâlâ darbenin
demokrasiyi kurtarmak için yapılan
bir meşru operasyon ve ordunun katliamlarının gerekli 'temizlik harekâtları'
olduğu kanaatinde misiniz? Fikriniz
değişti mi? Değişmediyse niye? Değiştiyse özür dileyecek misiniz?
Mısır darbesinin gerçek yüzünün ve
amacının bu video kaydı üzerinden
dünyaya pis pis sırıtması, konsolide
demokrasiler dışındaki yer yüzünde, özellikle Ortadoğu'da şahit olunan bir vakıayı tekrar gözler önüne
seriyor: Fakir toplumlar tarafından
büyük fedakârlıklarla yaşatılan orduların kendi ülkelerinin işgalcisi olması. Üçüncü dünya ülkelerinin kendi
ordularının işgali altında bulunduğu
boşuna söylenmemiş. Buralarda ordu
toplumun üzerinde yaşayan asalak bir
varlık. En büyük amacı kendi imtiyazlı
statüsünü sürdürmek ve refah seviyesini yükseltmek. Bu yüzden toplumun
hizmetine koşmak yerine toplumu kendi hizmetine koşuyor. Bütün zihniyeti
ve yapılanması bu esas üzerine kurgulanmış. Kendisini toplumun velinimeti olarak görüyor. Kendisine silah
ve insan gücü veren topluma efendilik
taslıyor, efeleniyor, dikleniyor. Bütün
bunların tecessüm ettiği en iyi örnek
Mısır ordusu. İsrail karşısında süklüm
püklüm olan, yerlerde sürünen Mısır
ordusunun subayları kendi vatandaşlarına karşı aslan, daha doğrusu canavar
kesiliyor. Barışçıl gösteri yapan ve demokrasiye sahip çıkan silahsız insanların üstüne tankla, makinalı tüfekle,
bombayla gidiyor.
Mısır'dan söz ediyoruz ama yakın zamanlara kadar Türkiye'deki durum da
çok farklı olmaktan uzaktı. Mısır ordusundaki darbeci zihniyetle Türkiye
ordusundaki darbeci zihniyet aynı.
Bereket versin bu ülke son yıllarda sistemindeki militarist, üçüncü dünyacı
mevzuatı ve yapılanmayı tasfiye etmek, darbecilerden ve darbe teşebbüslerine geçenlerden hukuk aracılığıyla
hesap sormak için önemli adımlar attı.
Bütün hatalarına, yanlışlarına ve eksiklerine rağmen Balyoz, Ergenekon,
28 Şubat ve 12 Eylül yargılamalarını
bu çerçevede görmek gerekir. Buna paralel olarak orduya egemen zihniyette
de yavaş da olsa bir değişim yaşandığı
gözleniyor. Kısaca, Türkiye kendi ordusunun işgali altında bir ülke olmaktan adım adım çıkıyor. Darısı Mısır'ın
başına.
Kaynak: http://yenisafak.com.tr/yazarlar/atillayayla/ordularinin-isgali-altindaki-ulkeler/40241
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BERFO
kayaların yarıkalarına, sonra derelerin kıyılarına ve kürdistanın tekmil
dağlarının en doruklarına çıktı. yoktu.
uçan kuşa,yolda giden yolcuya sordu
bürtü böceğe,ağaca suya sordu oğlunu
kimse salık vermedi cemilin...
ANA....
Aram Ararat
yatağında son bir kez daha doğruldu.kırışımış,ve dermansız kalmış
elerini,yorgun ve bitat düşen bedenine
destek yaparak zor bele duvara tutuna
tutuna yeklenerek ayağa kalktı.binbir
umutla pencereye doğru yüneledi.
son bir kez pencereden sokağa baktı.
sokak bomboştu daha doğrusu o öyle
gürüyordu.kırışık yüzüne düşmüş
karbeyaz saçlarını titrek eliyle geriye
çekti,sonra da her iki eliyle feri
kalmamış güzlerini ovuşturdu,sonra
bir daha baktı sokağa.bu defa sokak
baştanbaşa saydam ince bir buğuyla
kaplıydı.bu saydam buğunu içinde
bembeyaz bir entari içinde cemil,her
iki kolarını açmış ona doğru koşuyordu.oda büyük bir sevinçle cemil
e doğru koşmaya başladı tam cemil
i yakalıyordu,cemil bir anda güzünde yitip gidiyordu,o ise yüzükoyun
yere kapanıyordu.az sonra bir daha
cemil,"dayé dayé"diye çağırıyordu.o
ise bir daha cemil e koşuyordu ve cemil bir daha güzden ırayıp gidiyordu.
en sonunda cemil i tam yakalıyordu
bu sefer cemil ansızın kemik yığınına
dönüşüyordu.oda bu kemik yığının
başında çüküyor,ve yaklaşık kırk
yıldır aynı ağıtı yakıyordu."cemilémın
lolawo payize wexta beran berdané/
denge dahol u zurneyan té lolawo
disa dawat u dilane/çavémın lı réya te
qerimi mal xırab dılémın büryane/eşu
külu kesere te ez kuştım ez perıtandım
berxo dünya lımın bu wérane"diye
devam ediyordu...
boğazı kurumuştu dili damağına yapışmıştı yaban bir ağrı gelmiş böğrüne saplamıştı,içi paramparçaydı yürği
cayır cayır yanayordu dili ağzında
kesik,dilim dilim olmuştu.duyulur duyulmaz bir sesle tornuna seslendi"keçé
tasek ava cemidi"diye su istedi.tornu
suyu getirip verdi ona,oda koca bir
sürahi aldı kafaya dikti ve bir nefeste
hepsini içti.sonra her iki koları yana
düştü rengi benzi atmıştı,ince beyaz
bir çizgi dudaklarına konmuş,ölümcül
bir ağırlık bedenine çükmüş ,ağırlığın
altında durmadan ığrılıyordu, güz
kapağı ağır ağır kapandı. işte yine
cemil tam karşısındaydı ve ona elini
uzatıyordu,cemilin tam elin tutarken
birden ayağı kaydı ve cemil in ayakların dibinde yere yığıldı.cemil,koştu
başını kaldırdı dizine koydu.güzleri
yarı açıktı,yaşlı güzlerinde ürkekçe
iki damla yaş süzülmüş öylece kirpiklerinde asılı kala kalmıştı.cemil anesinin artık daha fazla acı çekmesini
istemiyordu sağ elin ayasıyla anesinin
güz kapağına sürdü ve annesi güzünü
kapatı...
evet BERFO ana bir tarihtir,acının
kederin ve hüznün tarihi.bir asra
yakındır oğlu,cemili arıyordu.cemil
kış mevsimin soğuk ve karanlık bir
gecede,karanlık kişiler tarafında
kaçırılmıştı.o gün bugündür bir daha
haber alınmamaştı.BERFO ana eline
bir demir deynek, ayağına da çelikten bir ayakkabı geçirmiş,ve yollara
düşmüştü.dağ dağ,ova ova,kasaba
kasaba,köy köy, mezre mezre,şehir şehir dolaşmıştı fakat bulmamıştı oğlunu.ağaçaların kovuğuna baktı, yalçın
bir yarım asır her gece sabah kadar
hiç durmadan ağlamıştı.güz yaşaları
sel olup aras nehrine karışmış,ülke
sınırlarını aşmıştı.acının en belasıydı evlat acısı yakar eritir insanı dirhem dirhem bitirir.cehnem
ateşinden beter bir ateş gibi cayır
vayır yakar."SİZİN HİÇ EVLADINIZ KAYBOLDUMMU?"veya hiç
"EVALDINI KAYBEDEN İNSANLARIN GÜZLERİNİ GÜRDÜNÜZMÜ?"...
evet BERFO ana her gece yatığında
kapısını açık bırakıyordu bir umutla
cemil gelir diye ama olmadı cemil
gelmedi.o halde cemil gelmdi diyerk
kendisi cemilin yanına gitti...
ey dağ ve dağın ardındakiler,ey
düz ovada siyaset yapan koca koca
adamlar,ey zalimin zülümüne karşı
koyan onurlu insanlar, ey züllümüyle
övünen korkak zallimler,ey kundaktaki bebek ve ey duvaklı gelin haberiniz
varmı berfo ana oğluna kavuşmak için
öldü...
yaşlı yaşlı kadınları getirin ağıtlar
yaksın BERFO ana, ve oğlu cemilin
acılarına.ağlasınlar acıyla yırtsınlar
yüzlerini,belki biraz dinecek ağrıları.
sonra melayé ciziriyi getirin iki beyt
okusun kederli kederli.dengbejler
divanı kursunlar, bu hüzün dolu
yaşamı sesleriyle biçimlendirsinler.
sonra tekmil dağların tüm kavlacıları getirin,nefeslerile bu acıya ortak
olsunlar. yıldız çakara, haber salın bir
kaç söz biçimlendirsin BERFO anaya
ve oğlu cemilin yaralarına.en sonunda
şeroyé bıro sisılé kılamıyla katılsın bu
bela eleme, ve bu hazin dolu hikayeye...
evet BERFO ana öldü ve cumartesiler öksüz kaldı.fakat unutulmasınki
zalimlar kadar züllüme karşı koyanlar
da vardır....
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KENDİNE
DÖNMEK....
-Kırklar
cemini
hatırlıyor
musun?
Remzi Aydın
-Evet, Dewres Cemalli Pir anlatmıştı.
-Evet, anlattı ama o sana sadece perdedeki gölgeyi anlattı, gerisini bana
bıraktı.
Yine aklımdan geçenleri okumuştu,
belki de benden daha önce beynime
giriyordu. Ondan bir şey gizlenilmeyeceğini defalarca ispatlamıştı ama ben
hâlâ buna alışamamıştım.
-Şimdi iyi dinle!
Bu anlatım, akıl alanı dışına taşmasına
rağmen, ışık felsefesinin, beyin ve ruh
aynasında, tutucu inançlara karşı ileri
sürülmüş karşı anlaşmanın şartlarıdır.
Ortodoks tutucu inançlar, ışık yolunun
yolcularına kendi inancını dayattı.
Katı kurallı inancın elçisi, sezgisel aklı
sayesinde yani içgüdüsel zekâsı ile gönül yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğa,
Tanrının elçisi, kulu olarak yola çıkan
bu kimlik, “fakirlerin hizmetkârı” durumunda, halktan biri olarak eğitilerek
geri döndü. Bu eğitimi, Cibril (akıl)
yardımıyla, kendine yaptığı (sonsuz
boşluk) yolculuk sonunda, halk temsilcisine (mı-xometh” dönüşerek tamamladı. Tanrı, elçisine doksan bin sözden
bahsetti, bunun otuz bini Kutsal Kitabı
oluşturur ve ümmete ithaf edilir, atmış
bini ise Oli’de (Êlî) “Kırklar Cemi’n
de” sırdır.
-Şimdi daha iyi hatırlıyorum, Elçi Tanrı katına çıktığında yani “Algısal Miraca” orada bir kapı gördü. O zaman
bu kapı iç dünyasında, ruhunda ya da
anılarında var olan gizli yerdi, belki
de kara delik denilen yer orası, insanı
tümüyle yutan ve dönüştürerek mad-
deselliğini orada bırakıp, ışık olarak
dışarıya fışkırdığı yer.
Kapıdan içeriye “Elçi” sıfatıyla giremedi, defalarca denediyse de içerden”
biz ümmet değiliz, kul değiliz, peygambere ihtiyaç duymayız” cevabı
alarak ret edildi. Ta ki, “”Cibril” (akıl)
aracılığı ile “fakirlerin hizmetkârı”
anahtarını bulana dek. On altı kadın,
yirmi üç erkek ve Selman Farisi ile kırk
kişi, bu kırklar makamının simgesi mi
bunu çözemedim. Kadın-erkek eşitliğine dayalı olan bu topluluk, “en küçüğümüz ve en büyüğümüz bizim ulumuzdur” sözü ile renk-dil-ırk-cinsiyet
ayrımını ters yüz etmiştir. Bu yolculuk
sırasında Elçi, kırklar meclisinin kapısında “kulak abdesti” yoluyla yıkandı,
Mecliste ise kırk bire eşit dağıtılmak
zorunda kalınan, tek üzüm tanesi dolu
haline getirildi ve içildi. Elçi burada da
inançta; akılla simgeleşmiş doluyu içerek, bu kez de daha “akıl abdesti” almış oldu, bu; iç temizliği, ruh temizliği
anlamına geliyor. Bilgi ile yıkanan
Elçi, toplumsal aklın temsilcisi olan
kırklara biat eder. Doludan sonraki semah, kul durumundan; yorum, yetenek
durumuna dönüşen insanların, bedensel ayrılıkları elinin tersiyle ittikleri,
ışığı insanını önceledikleri toplu davranıştır. Bu da, inanç tanrısı yerine
insan tanrıyı kabul eden bir ritüeldir.
Ama anlayamadığım, neden yirmi kadın, yirmi erkek değil?
-Maddeler dünyasında, yirmi eşittir
yirmi olabilir. Ama orası maddeler
ötesi alan ve orada ne zaman ne mekân
var, hatta sayısal değerler yok. Sadece ruh var, ruhun ne erkeği olur ne de
dişisi. Rakamlar bu anlamda tuzaktır.
Madde dünyasında nasıl gözün altın
oranı varsa, yüreğinde bir oranı vardır,
ama şu anda konumuz bu değil. Devam
et bakalım fotoğrafçı, parçalanan yüreğin başka neyi sezinliyor.
-Semahı ve Oli’yi okumasını bilen kişi,
atmış bin sözcüğün ne olduğunu anlar.
Ama cümle kuramaz, anlamı kavramak farklı bir şey. Ya da milyonlarca
farklı cümle kurar.
-Gerçeğe giden
yolun cümlelerle işi olmaz.
-Sessizlerin ve
konuşmasını bilmeyenlerin diliyle konuş.
Piro, gülümserken kızıl ışığın yansıması da titriyordu, duvardaki katmanlar sanki sürekli yer değiştiriyordu.
Beyaz sakalları ve kaşları kızıl renge
bürünüyor, Kızıl baş olarak beni ışığının içine çekiyordu.
-Ama artık öyle düşünmüyorum, daha
derin bir şey bu, belki de Kızılbaşlığın
temeli orası. Işık yolu, kırklar cemi
açıklığa kavuşunca aşikâr olur. İndiğimiz basamaklar ve kırklar cemi belki
de aynı şey. Işık insanının iç dünyasını
yansıttığını düşünüyorum.
-Devam et bakalım!
-Onaltı kadın, yirmi üç içerde olmak
üzere, dışarıdaki ile yirmi dört erkek.
Rakamlardaki sırları kavrayamadım
açıkcası. Onaltıyı; bir ve altı olarak
düşününce yedi rakamını buldum, yedi
kutsal ışık, yedi kutup, yedi evren,
Xowtumal gibi kavramlarla eşleştirince yedi kutsal bir rakam. Üretkenliğin,
doğumun sembolü kadın olunca yediyi
anlayabiliyorum.
-Ya da gökkuşağının renkleri ve dolayısı ile insan ruhundan yayılan renklerin sayısı.
-Belki öyledir!
Yirmi üç rakamını iki ve üç olarak
düşününce beş yapıyor, bu da duyu
organlarına karşılık geliyor. Maddeyi
algılama sayısı! Ya da yirmi beş erkek,
iki ve beşin toplamı olarak yediye tamamlanır, bu da eşitlik anlamına gelebilir?
-O zaman şöyle diyebilir misin? Kadın, ruhun sayısı, erkek ise maddenin
algılayış sayısı, yani madde sayısı? O
zamanda maddenin, ruha oranı ortaya
çıkar belki de!
-Altın oran aklıma
geliyor, evrenin oranı olan 1,618. Cibril, Elçi ve diğer yirmi dört erkeği
toplarsam, altın orana çok yakın oran
yakalamış olurum. Bu da estetiğin ve
mükemmeliğin ölçüsü. Fakat yine de
yüreğim hayır diyor, başka bir şey olmalı. Belki de ışığın ışığa oranıdır!
-Devam et bakalım,
doğru soru doğru cevabı anından çıkarıp getirir! Bu arada; kovandaki dişi ve
erkek arı oranıyla, kırklardaki oran aynıdır.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
-Yirmi dört rakamını düşününce iki ve
dört, eder altı, bunu da yönler olarak
kabul edersek, Selmanı Farisi altıncı
Kişi, tüm yönlerin dışında, çünkü hiçlikte. Ama Oli’nin parmağı kesilince
onun kanıda dışarıdan içeriye doğru
aktı, bu da altı yönün dışında olanın
bütünlükten ayrı olmadığını anlatıyor.
Bir süre nefes aldım, toparlamaya çalıştım olayları, bu aynı zamanda kendimi ispat edebileceğim bir sınav gibiydi.
Fakat o arada Piro’nun yüz şekli değişti, sertleşti, hata yaptığımı egoma ya da
kibrime, nefsime yenildiğimi fark ettim. Düşünceleri boşalttım kafamdan
ve doğaçlama anlatmaya devam ettim.
-Dışardan katılan elçi kırkın içinde yer
alamadı, o zaman çıkarılması gerekir
ki buda üç demektir. Üç ise tekin diğer
ismidir. Xaq-Mıxometh-Êlî ile üçlükten tekliğe iniş vardır.
-Yani?
-Her şey tektir, kadın ya da erkek yoktur her şey Saf Gevherin yansımasıdır
ve Saf Gevherdir.
-Devam et bakalım, ne çıkacak ortaya?
-Altı yönün dışından gelen yiyecek
olan Henguri (üzüm) dünyasal bir yiyecek olamaz. Çünkü tek bir üzüm
tanesi kırk bir kişiye dağıtılarak, kırk
biri mest edemez. Kırk birin aklını
duman eden, aşk hali olmalı! O zaman
üzüm aşkın kendisi ve altı yön dışından insana sunulan meyve ve helal üstelik. Ve bir tek tane, yani tek olanın
aşkı, mutlak aşk. Bunu da nereden biliyorum, Mıxometh tek üzümü kırk bire
dağıtma şaşkınlığı yaşarken, sezgisel
akıl devreye girerek, tas içinde ezilmesini emrediyor. Ve bu öyle bir aşk ki,
herkese yetebiliyor. Ya da teki sevmek
aslında tüm evreni sevmek gibi. MiXometh sözcüğünü gerçek anlamı olan
“Halk” olarak kullanırsak, halka eşit
paylaşım görevi yüklenmiş olur.
luşu yani cenneti kabul etmeyişinin en
belirgin nişanı.
İnsanlar henüz yaratılmadan önce yaşandığı rivayeti ise, ışık insanının tanrısal özden vaz geçmeden önceki haliymiş gibi geliyor, ya da henüz insan
kendi bilincini oluşturamadan önceki
hal. Miraç olayı ise, bu işin Dünyamadde dışında olduğunu anlatıyor, o
zaman bu saf akıldan başka bir yer olamaz yani Xızırın mekânı.
-Hım! Pir, elindeki keskiyle tortularını
baya yontmuş. Devam et bakalım başka neler var mektubunda, oku.
-Selmanı Farsiyi gaipte olarak kabul
edersek, geriye otuz dokuz var buda üç
ve dokuz eder ki, oniki kültüne karşı
gelir. Selmani Farsi Mehdi gibidir, dışarıdan getirdiği şey ile semahın aşkını, ilk hareketi başlatır. Bu evreni tekrar düzene koyma inancı ile eşleşiyor.
Selmanı Farsi, dışarıdan geliyor, dışarıdan getiriyor ama aslında bütünün
parçası ve bütünlük onun gelişi ile tamamlanıp, aşk haline geçiş yaşanıyor.
-Peki fotoğrafçı, Oli’yi (Êlî) anlat bana!
Yaşlı adam sonra gülümsedi, gökyüzü sanki birden açıldı, şimşek ve gürültü birden bire kayboldu, ilkbaharın
o muhteşem kokusunu ve dinginliğini
yaşadım.
-Mektuba bakayım ne yazıyor, her ne
kadar şimdi gibi gözükse de mektup
çok önceden yazıldı, benim şimdim
bile geçmişin şu anki yaşanmışlığı.
-Başka!
-Hım! Yalnız rakamlarla uğraşma,
onlar sonsuzluk içinde belirli düzene
bağlı düşünsel oluştur, tıpkı yıldızlar
ve sonsuzluktaki düzen gibi. Öylesine
muhteşemce hazırlanmıştır ki, en ufak
bir hatayı kabul etmez, her sayı ya da
yıldız yerini, konumunu, değerini bilir
ve ona göre bir yerde bulunur. Bunu
birlikte yıldızları izlediğimizde daha
rahat hatırlayacaksın, şimdilik bırak
tortularından arınsın.
-Mıxometh, elçi olmasına rağmen ki o
zaman henüz adı Ahmet, kapıdan içeriye alınmıyor. Ta ki Dünyasal sıfatları
ve eşyaları kapının önünde bırakana
dek, “fukaranın-halkın hizmetkârıyım” sözünden sonra kabul ediliyor.
Bu da ışık insanının tek kişilik kurtu-
-İki adet Oli var, biri Elçinin damadı
ama bu Zahiri ve Ortodoks inanca göre.
Işık felsefesine göre Oli kimliği, baskıcı ve katı inanca karşı koyan insanların
ardına sığındığı, bir zırhtı. Arap yarımadasındaki Ali elinde kılıçla insanları inancına sokarken, Anadolu da ki
ışık insanlarının Êlî’si Arap Ali’sine
başkaldıran, halkların özlemlerine ve
umutlarına uygun şekilde giydirilerek,
muhalif insanları kurtuluşa taşıyacak,
sufilerin sözcüsü durumuna dönüştürüldü.
-Peki Sufi kimdir Fotoğrafçı?
-Sufi, Kızılbaşlıkta rehber kimliktir.
-Hım! Rehber, aklın bedenleşmiş kimliğidir, Sufi; bir yol öğretmeni olarak,
yol ehli cana hem su abdesti aldırır,
bu su bedensel temizlik suyu değildir,
içi temizleyen sudur. Hem de kulak
abdesti verir, yol ehli canı (ruhu) bilgiyle yıkar, onun bir akıl varlığına dönüşmesini sağlar. Êlî, yani gerçekliğin
gerçekliği, sufi makamında en üsttedir,
katı ve baskıcı siyasete dönüşen sisteme başkaldıran, insanın kendi inancına ulaşmasını sağlayan yolun mistik
kimliğidir, ama bu kimliğin özü sezgisel akıldır.
Başlangıçta uzlete (kendine) çekilerek kendisini tanımaya ve kendisiyle savaşmaya başlayan sufi, bu savaş
sonucunda kendi kabını parçalayarak
kendini aşar, ilahi aşkı ve özü aramaya
koyulur. Daha sonra bu felsefeyle kendini, çevresini ve evreni sorgular, tüm
inanç yaratıklarını kendisinde somutlar. Saf aklın kılavuzluğunda kendine
ve evrene hükmeder, zaman içinde sufi
kimlikli insan; yorum ve yetenek varlığı olarak öne çıkar, yol önderliği yapar.
-Bu güne bakınca ne görüyorsun fotoğrafçı?
Bir toplum düşün ki, herkes olabiliyor,
ama kendi olamıyor! Herkesin derdine derman oluyor ama kendisi yaralı!
Herkesin savaşında ölüyor ama kendi kimliği işgal altında! Başkalarının
cenazesinde ağıt yakıyor ama kendi
çocuğunun ölümünde yapayalnız! Bir
toplum düşün ki, “başkalarının ağaçlarında kök, lakin kendisi susuzluktan
kuruyor”. Ve bir toplum düşün ki başkasının varlığına varlık katıyor ama
kendisi yok!
Endemik, bu sihirli bir sözcüktür! Sadece bir yerde yetişen ve başka ortamda yaşam şansı olmayan, tükenmesi ile
bu varlığın yaşamsal izinin yokluğu
anlaşılır. Bilim adamları, bir tek en-
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
demik bitki ya da hayvan için yıllarca emek harcarlar, uzun araştırmalar
ve emek sonucunda bilimsel literatüre
bulan kişi olarak geçerler. Bir türün
eksikliği, ekolojik dengenin sarsılması
anlamına gelir. Şimdi, bir bitkinin yok
oluşu bile bu kadar önemliyken, bir
felsefenin yok oluşuna insan nasıl göz
yumabilir? Bir dilin, inkar ve asimilasyon sonucu özgün yapısından uzaklaşması kime nasıl bir yarar sağlayabilir?
-Günümüzde gördüğün şey bu mu?
-Biz doğaya ve insana dönerdik yüzümüzü, Enel Hakk derdik, elimizi güneşe “Ey halkımın ışığı, aydınlatıcısı”
diye açardık. O günlerde biz aya el
açarken; “Ey ana Tanrıça, Ey Ana Fati-ma derdik”. Biz kırk yıl önce, suya,
dağa, taşa, toprağa, ateşe, hayvanlara
kardeş derdik, yüzümüzü kardeşimizin gül yüzüne sürercesine niyaz ederdik. Tanrının duvarlar arasına hapsolmayacağını, kendi ruhumuzdan
bilirdik. O nedenle beş yüz yıllıkbin
yıllık ağaçlarımız var ama yüz yıllık
konaklarımızı hiç olmadı. Binlerce
yıllık Musahipliğimiz, kivralığımız
oldu ama ağalarımız olmadı.
Biz ki tüm inançlara saygılıydık, birini diğerinden üstün görmedik, biz ki;
yetmiş iki milleti aynı nazarda gördük,
biz ki evrene saygılıydık, bir parça
coğrafyaya sığamadık. Binlerce yıllık
katliamlardan kurtulmuşken, son kırk
yılın katliamından kurtulamadık, kendimize yabancılaştık.
Hangi birini anlatayım Piro! Kırmanciki (Zone Xızıri) denilen dil yani ana
dil, tam anlamıyla kuşatılmış, sözcükler değişiyor, farklı anlamlara bürünüyor, konuşan kişi sayısı gün be gün
eriyor! Kızılbaşlık (Rae Xeq-Rae Xızıri) içi boşalmış bir halde, kendi ile
tamamlanmaya çalışıyor. Xızır, Houwtemal, Qereçarseme, Muzıri, Duzgi, Xaskare, Dar-ber sizde yeno, Xere
Merdu, Musaip, Kewra gibi kavramlar
neredeyse tanınmıyor. Kaç çocuk, Xızır Cemini, Xeq cemini tanıyor?
-Sonra?
-Kendimizi nerede unuttuk, nasıl da
yabancılaştık özümüze… Söylesene
biz kimiz, neyiz?
15 Sep 2013
Η Νεκρανάσταση του Αλή - Αργύρης Μπακιρτζής
Ὁ Ἀλής, τ᾿ ἀσλάνι τοῦ Θεοῦ, προτοῦ πεθάνει
κάλεσε τὰ παιδιὰ τοῦ στὸ ντιβάνι
τὸν Χουσεῒν μαζί με τὸ Χασάνη
κι εἶπε τὸ τελευταῖο του φιρμάνι:
Τὴ Ζουλφικὰρ προσέχτε τὸ σπαθί μου
νὰ μπεῖ στὴν κάσα μου καὶ πάρτε τὴν εὐχή μου.
Κι ἀφῆστε με μονάχο στὸ πατάρι
ποὺ θά ῾ρθει ἕνας φακίρης νὰ μὲ πάρει.
Τ᾿ ἀγόρια τὸν βολέψαν καὶ κρυφτῆκαν
νὰ δοῦνε ποιὸς θὰ ῾ρχότανε σκεφτῆκαν.
Μὰ ὁ ξένος εἶχε πρόσωπο κρυμμένο,
μὲ πέπλο μυστηρίου σκεπασμένο.
Τ᾿ ἀγόρια τὶς γκαμῆλες πλησιάζουν
ποὺ κουβαλοῦσαν τὸν Ἀλῆ κι ἁρπάζουν
τὸν πέπλο τοῦ φακίρη. Τότε ἐφάνη
ὁ ἴδιος ὁ Ἀλῆς, τοῦ Θεοῦ τ᾿ ἀσλάνι.
Κι ἔφυγε μέσ᾿ στὴν ἔρημο, ἐκεῖ πέρα,
μὰ θὰ ξαναγυρίσει κάποια μέρα
ὁ Ἀλῆς θανάτῳ θάνατον πατήσας,
λιοντάρι τοῦ Θεοῦ καὶ τῆς ψυχῆς σας.
Στίχοι: Εὐάγγελος Ζάχος
Μουσική: Λάμπρος Τσίγγας
Ἑρμηνεία: Ἀργύρης Μπακιρτζῆς
Ayşegül Karadağ
[email protected]
EVRİM’İME
Gülüşü; bir uçurumun kenarında
insanın tutunacağı son dalı, son
toprak parçasını anımsatıyor.
Ve hiçbir mevsimde görülmeyen
renklerde bir bahar saçıyor etrafa
gülüşü.
Öyle güzel, içten gülümsüyordu ki;
yüreğimizi ısıtan, gülüşü binlerce
bahara bedel. Ax Evrim ax. Sen
aramızdan hiçbir zaman gitmedin
ki. Bizimlesin hep.
Sen yeniden doğacaksın, Evrim
Evrim... Evrimler öyle saf ve
masum ki; ölüm başka bedenlerde
yeniden yeşerecek. Evrim’in güzelliği, Evrim’in gülüşü, Evrim’in
masumluğu ovalardaki Berfinlerde,
Şilanlarda yeniden hayat bulacak.
Tıpkı bahar gibi...
Her şeyin bir sebebi vardır: Senin
sebebin de yeniden can bulmak,
insanlığa, halklara, ezilenlere
ulaşmak… Amacı inançlı, tertemiz,
dürüst olanlara yol göstermekti.
Evrim yeniden doğan Evrimlere kaldı. Onlar seninle yeniden
var olacaklar, hep beraber adım
atacak, hep beraber büyüyecek,
hep beraber mücadele edecek, hep
beraber yeniden gülecekler…
Sen yeniden başka bedenlerde can
buldukça hiç kaybolmayacaksın.
Sen her şeyden önce bir kadınsın,
sevdayı köklerinde yaşayan gizil
bir kadın…
Hiç unutamadağım
EVRİM ALATAŞ’a
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
'Zazaca
a p ay r ı b i r
d i l a m a . . .'
Sevan Nişanyan
Dilbilimci Sevan Nişanyan, kimi görüşlerin aksine, Zazaca'nın Kürtçe'nin
bir lehçesi değil apayrı bir dil olduğunu söylüyor ama hemen ardından ekliyor: "Bu, Kürtlerde şiddetli tepki ve
duygusal fırtına yaratan bir konu. Bu
kadar duygusal konularda da net görüş
belirtmek iyi değildir".
İSTANBUL - Birleşmiş Milletler'e
bağlı UNESCO'nun raporuna göre
Türkiye'de tehlike altında bulunan 15
dil var. Bunlardan bazıları (Hertevince gibi) çok az sayıda insan tarafından
konuşuluyor ve her an yokolabilir. Bazıları ise, karşılaştırmalı olarak, daha
güvenli durumda. Çerkes dilleri, Abhazca ve Zazaca; risk altında olmakla
beraber halen kayda değer sayıda insan tarafından konuşulan diller.
önemli bir kısmı Zazaki'nin ayrı bir dil
olduğunu belirtiyor. Bu konuda akademyanın ne dediğini öğrenmek için,
tanınmış dilbilimci Sevan Nişanyan'ın
görüşlerine başvurduk.
"Zazaca gerçeğiyle" tanışmama, TRT
Şeş'te çalışmaya başladığını öğrendiğim Tuncelili (Dersimli) bir meslektaşıma "Demek ki bundan sonra bir
süre Kürtçe habercilik yapacaksın"
dediğimde aldığım yanıt vesile olmuştu geçen yıl: "Ben Kürtçe'den anlamıyorum ki, benim anadilim Zazaca".
UNESCO'nun 'tehlike altındaki diller'
listesinde Türkiye'yi "temsil eden" 15
dil üzerine bir yazı dizisi hazırlamam
söz konusu olduğunda, bu seriyi Zazaca ile başlatma kararı almamı sağlayan ise Kürt yazar Altan Tan'ın bir
söyleşideki su sözleri oldu: "Bugün
Kürtçe için konuştuğumuz konular,
Kürt sorunu çözüldükten sonra Zazaca için konuşulacak".
Sevan Nişanyan, kendisiyle gerçekleştirdiğimiz ve birkaç paragraf aşağıda
okuyabileceğiniz söyleşisinde Zazaca ile Kürtçe arasındaki mesafenin,
İtalyanca ile İspanyolca arasındaki
mesafeden bile fazla olduğunu söylüyor. Bu, tepki çeken bir görüş. Farklı
görüşleri yansıtma etik sorumluluğu
gereği, Nişanyan'ın ortaya koyduğu
görüşe muhalefet edenlere de burada
yer açmak gerekiyor.
ntvmsnbc, 'Türkiye'nin yokolan dilleri'
dosyasını açıyor. Bugün başladığımız
dizide ilk konu başlığı Zazaca... Kırmancki, Zazaki, Dımıli gibi isimlerle
de anılan bu dile dair, önümüzdeki
yıllarda gündemi daha fazla işgal etmesi muhtemel bir tartışma alttan alta
devam ediyor. Kimi görüşlere göre
Zazaca diye ayrı bir dilden söz etmek
mümkün değil çünkü bu Kürtçe'nin
bir lehçesi. Bu görüşü savunan Kürt
milliyetçi çevreleri, Zazaki'nin ayrı
bir dil olarak ortaya konmasını, ardında devletin bulunduğu bir "nifak" girişimi olarak yorumluyorlar.
Diyarbakır'ın yerel kanalı Gün TV'nin
Kürtçe haber spikeri Hangül Özbey'e
göre "gerek internet üzerinden, gerekse farklı basın kuruluşları aracılığıyla,
Zazaların farklı bir halk olduğu, Kurmanclar tarafından asimile edilmek
istendiği, Dimilî lehçesinin lehçe değil kendi başına bir dil olduğu, Kurmanclar tarafından önemsenmediği,
kısacası Zazaların ikinci sınıf insan
muamelesi gördüğü iddia ediliyor".
Özbey şöyle devam ediyor: "Bu iddiaların temel nedeni, Kurmanclar ve Zazalar arasında çelişki yaratmak ve bu
çelişkiler üzerinden kendini yaşatma
çabasıdır. Kürtler arasında böyle bir
ayrım söz konusu olamaz".
Ancak Türkiyeli Zaza toplumunun
Şair-yazar İbrahim Halil Baran da
Zazaca'nın Kürtçe'den gayrı bir dil
olduğu görüşüne şiddetle karşı çıkıyor: "Kürtçe ve Zazaca diye iki ayrı
dilden bahsetmek için ortaya bir mihenk konulmalıdır. İkisinin ayrı dil
olduğuna karar vermelerini gerekçelendiren morfolojik, semantik sentaks
ya da gramatik şey ne? Elbette diller
zamanla gelişir ve birbirlerinden koparak yeni diller, dil aileleri meydana
getirirler ama Kürtlerin kullandıkları
diller için bunu söylemek henüz çok
erken ve ikisinin ayrı dil olduğuna
dair bir ayrımdan bahsetmek mümkün
değil. Türkiye’de bunun tartışılması
da ne yazık ki diğer bütün meseleler
gibi bilimsel bir kaygıdan değil siyasi
durumdan kaynaklanıyor".
Baran, Zazaca'nın gündeme getirilme şeklini, ardında devletin olduğu
bir "PR" çalışması olarak gördüğünü
ima ediyor: "Bazen bir şeyin yaygın
kanaat haline gelmesi için o şeyin
doğruluğu değil, doğru bir iletişim diliyle pazarlanması yeterlidir. Zazalık
meselesinde de ne yazık ki bu böyle
olmaya devam ediyor ve devletimiz
‘bölücülükte’ başarılı olduğunu bir
daha kanıtlamakta. Kürt-Zaza gibi bir
ayrımda bulunmak Kürt toplumunun
üzerinde durduğu sosyolojik temelleri bilmemek demektir. Kürtlük, içinde
birçok etnik yapıyı barındıran bir şemsiye kimlik konumundadır. Bu yüzden
Kürtler kendilerini Kürt ve Zaza olarak değil Kurmanc ve Kirmanc olarak
tasnif ediyorlar. Bugün kendisine Zaza
diyen 70 yaşında bir Kürde rastlayamazsınız".
Şimdi ise dilerseniz Sevan Nişanyan'a
kulak verelim:
Zazaca meselesinde Kürt milliyetçi çevrelerinde şöyle bir eğilim var
biliyorsunuz; “Bu ayrı bir dil değil,
Kürtçe’nin lehçesi. Kürt dilleri var
Sorani, Kurmanci gibi. Bu da onlardan bir tanesi”… Buna karşı da
şöyle bir görüş var; “Hayır, Zazaca
ayrı bir dil”. Kürt milliyetçi literatürü ise buna “hayır, bu aramızda
yapay farklılık yaratmak isteyenlerin uydurduğu bir şey” diye karşılık
veriyor. Sizin görüşünüz?
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ben bir tarihte Taraf’taki köşemde bu
konuda iki üç yazı yazdım. Gökyüzü
tepeme yıkıldı diyebilirim. Korkunç
bir duygusal fırtına yaratan bir konu.
Akademik görüş son derece nettir, Zazaca ayrı bir dildir. Lehçenin standardı
bellidir, iki dil karşılıklı olarak, özel
bir eğitim almadan ve tam teşekküllü
cümlelerle konuşulduğunda birbirini
anlayabilir mi anlayamaz mı… Zazaca
ve Kurmanci birbirini anlayabilen diller değildir. Dolayısıyla teknik olarak
bunlar iki ayrı dildir.
Parantez açıp bir şey sorabilir miyim? Azerice ayrı bir dil mi lehçe
mi?
Bence lehçe olması gerekir. Çünkü
Azerice ile Türkçe birbirini anlayabiliyor. Buna karşılık Türkçe ile Özbekçe iki ayrı dil sayılmalıdır.
Tam sınırı kestirmek güçtür bu işlerde. Yorum meselesidir, biraz meşrebe bakıyor. Günümüzde genel trend
dünyada, arada en ufak bir fark varsa
ayrı dil kabul etme yönündedir. Yani
İspanya’da Galego lehçesinin dil sayılması bundan 15-20 yıl öncesine kadar
düşünülebilecek bir şey değilken şimdi genel “doğru görüş” bunların ayrı
dil olarak kabul edilmesi yönündedir.
İsviçre Almancası da ayrı bir dil kabul
ediliyor artık.
Dolayısıyla da gerek bilimsel yaklaşım, gerekse dünya çapında baktığı-
nız zaman bugünün trendlerine uygun
olan yaklaşım; Kürtçe ve Zazaca’yı iki
ayrı dil olarak kabul etmektir. Buna
karşılık bu görüş Kürtler arasında çok
şiddetli bir tepki topluyor, duygusal
bir fırtına yaratıyor. İkinci olarak,
Zazaların kendisi de tastamam ikiye
bölünmüş durumda. Bir yarısı bu bir
lehçedir diyor, diğer yarısı bu ayrı bir
dildir diye gazeteye bir cümle yazdığınızda “ağam babam elini öpeyim”
duygularına kapılıyor. Çok duygusal
bir konu ve bu kadar duygusal konularda net görüşler ifade etmek bence
iyi değildir.
Ama ben şunu anlıyorum. Dünyadaki trendi de bir kenara bırakarak
söylemek gerekirse, siz bu iki dili
konuşan iki kişinin, biraraya geldikleri zaman, özel bir eğitim almamışlarsa birbirlerini anlayamadıklarını söylüyorsunuz…
Evet, apaçık… Yani İrani diller disiplininde iki ayrı dil kabul edilir. Zazaca Kürtçe’ye nazaran çok daha arkaik
özelliklerini koruyan, yani eski İranca
hakkında daha fazla bilgi veren enteresan bir dildir. Kurmanci dili fazlasıyla evrilmişken Zazaca çok daha
muhafazakâr ögelerini korumuş olan
bir İrani dildir. Benim anladığım kadarıyla Zazaca ile Kürtçe arasındaki
fark, mesela İspanyolca ile İtalyanca
arasındaki farktan çok daha fazladır.
O zaman bitmiş bu iş demektir…
Bana da öyle geliyor. Ama bunu söylediğiniz zaman linç edilebilirsiniz, anlatabiliyor muyum… Bunda da haklı
bir takım kaygılar var. Gerçekten doğrudur, Türk devleti nifak amacıyla bu
tez üzerinde çalışmıştır.
Devletin böyle bir tutumu olduğuna
dair somut bir kanıt var mı?
Somut bir şey şu anda aklıma gelmiyor
ama geçmişte “Kürtçe diye bir dil yoktur” tezini savunmuş çevrelerde aynı
zamanda Zazaca ile Kürtçe’nin farklı
iki dil olduğunu savunan görüş de egemendir. Türk milliyetçiliği Zazaca ile
Kürtçe’nin ayrı olduğuna dair ısrarlı
bir bakış açısını korumuştur. Bu haksız oldukları anlamına gelmez, sadece
bir gerçeği kötü amaçla da kullanabilirsiniz…
Zazaların “lehçe mi dil mi” tartışmasında ikiye ayrılmış durumda
olduğunu söylediniz. Bu ayrım hattı
Sünni ve Alevi Zazaların arasından
mı geçiyor?
Tam değil. Sünni Zazalar daha çok
Kürtçülüğe yatkın, Alevi Zazalar daha
fazla Zazacılığa yatkın. Ama tam olarak böyle bir farklılaşma yok. Söz gelimi Siverek Zazaları Sünnidir ama
şiddetle Zaza milliyetçisidir.
Kaynak:
http://www.ntvmsnbc.com
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Xuşka
û birayê hêja,
ez dixwazim îro jî dilxweşiya xwe
ya ku weşanxaneya NA yê, pirtûka
min ya bi navê Gengeşe û Sedemên
Peyva ku Êzdî Bilêvnakin da çapkirin
https://www.facebook.com/
p a g e s / We% C5%9Fa n% C3% A A n N a - N a -Ya y % C 4 % B1 n l a r % C 4
%B1/287792558015256, ji we hêjayan
re pêşkêşbikim.
Hêvîdarim hûn jî weke min, ji vê
xizmeta berpirsiyarên weşanxaneya
NA yê birêz Yusuf Taştan, H. Kovan
Baqî, Şems Qemer û Berfo Barî , yên
ku pirtûka min ya bi navê Gengeşe û
Sedemên Peyva ku Êzdî Bilêvnakin
dane çapkirin razîbin.
Her wisa ezê gelekî dilşad bim ku,
naveroka vê pirtûka min ya bi navê
Gengeşe û Sedemên Peyva ku Êzdî
Bilêvnakin jî bi dilê we be, hûn jî bikaribin wê bi xwandevanên Kurd, dost
û nasên xwe yên hêja bidine nasandin!
Pêşgotina pirtûka Gengeşe û Sedemên
Peyva ku Êzdî Bilêvnakin :
Xwendevanên hêja,
weke ku ez dizanim, Ezdahîtî di demên
kevn de û bi taybetî jî di nav baweriyên
gelên Mezopotamiya yên berê de,
xwedî bandoreke mezin bûye û di tu
wextê de jî ne bûye dînê dewletekê. Lê
Xwedê nasîna EZDAHÎTİYÊ, weke ola
xelkê, timî li dijî nêrîna ku ronakbîr,
dîndar û rêberên dewletên desthilatdar, yên ku digotin–dibêjin, “rêvebirên
desthilatdar pîroz in û hemû kiryarên
wan rastin” derketiye.
Lewma jî, gelek ji desthilatdarên ol
û dewletên Mezopotamiya yên kevn
û dagirkerên Kurdistanê (tevî şah,
xelîfe, sultan, paşa, mîr, beg, walî, axa,
cerdevan, jendirme û berpirsiyarên
baylozxanên dewletên hevalbendên
xwe) bi fetwa û kampanyayên xwe
endamên EZDAHÎTİYÊ, mîna eşqiya, diz, hov, haydût û hwd. dane
xuyanîkirin.
Ewan ji bo armancên kesayetî û desthilatdariya xwe yên qirêj, gelek êrîş
anîne ser Kurdistaniyan û bi taybetî jî,
bi sed hezaran Êzdiyên bê sûc û gune
bi darê zorê qulibandine ser dînê xwe,
qirkirine, tevaya mal û milkên Êzdiyan
li ser navên xwe çê kirine û bi hemd
nehîştine, ku tu berhemên li ser Kurd,
Kurdistanê û êrîşên zilma wan, di nav
arşîva desthilatdariya wan de bêne veşartin.
Lewma jî, lêkolîn û çavkaniyên ku di
derheqê jiyan, fikr û ramanên pêşiyên
me Kurd û endamên civaka Êzdiyan de
agahî bidin gelekî kêm in. Bi dîtina min,
piraniya çîrok, mesele, ayet, lêkolîn,
berhem û hemû dîroka ku alim, zane,
nivîskar, partî û rêxistinên dagirkerên
Kurdistanê li ser dîroka netewa Kurd
û bi taybetî jî yên li ser Êzdiyatiyê
nivîsandine an jî gotine qet bi kêr
nayên. Ji ber vê jî nezanîn, nenasîn û
paşverûtiya di nava gelê Kurdistanê de,
pişta gelek rizgarîxwazên Kurdistanê
şikandiye û me ji hevûdinê dûrkirine.
Pirsgirêka nenaskirina dîrok, zargotin û çanda ola EZDAHÎTİYÊ, hê jî
di nav Kurdistanê û tevaya cîhanê de,
kevintirîn pirsgirêka nasnama netewî
ya Kurdî ye. Hişmendên netewa Kurd
û Êzdîtiyê, heta vêga hê jî ew sedemên
ku em Kurd ji hevûdinê dûrketine, bi
rastî nedane fahmkirin.
Mînak: Di gelek agahî, gengeşe û
sedemên ku min ji nav zargotina civaka
me tomar kirine de, hinek kesên Kurdperwer, rewşenbîr, ilimzane û oldarên
me Êzdiyan yên ku vêga hê jî dibêjin
(binêrin li hevpeyvîn û nêrînên ku di
vê pirtûkê de ne !): Pêşiyên me, ji ber
Êzdîtiya xwe û tirsa ku dengê vê gotina neqenc nebihîzin, ew nediçûne nava
gelek mal, gund û bajaran û pêdiviyên
xwe yên ferz jî temîn nedikirin. Ji vê
tirsa ku Kurdên Bisilmanên nezan û
olperest ê bi zarokên wan nekufirin û
zarokên wan ji dînê wan derxînin, ne
dihîştin ku zarokên wan herine dibistanan, nava gund û bajaran. Keç û jinên
xwe bi tenê nedişandine tu deveran.
Dema carekê ewan zanîbûna ew ê ji
bona gelek ferz û pir pêdiviyan herine daîreyên fermî, berhemeke xwe bibirina firotanê, hinek pêdiviyên malê
lazimbûna û hwd., diviyabûn ser, rû û
libasên xwe weke yên Kurdên Bisilman
bidine xwanê. Di ser vê bihemetkirinê
de jî, hinga hinek Bisilmanên nezan û
temenê wan mezin Êzdî nasdikirin, bi
dengekî bilind ev gotina ji bo Êzdiyan
niyeta xirab dide xwanê, diqîriyan.
Heta pirê caran Bisilmanên fanatîknezan zarokê soqaqa bertîl dikirin û digotine zarokan, “herin di guhên vanên
han de vê gotinê (navê mêrik) bibêjin”.
Êzdiyan bi reva rev xwe ji nava wan
olperest û nezanên Bisilmanan xilas
dikirin..........
Min xwast di vê mînakê de bidime
xwanêkirin, şahidê dîrokê ne tenê
ew dokumentên ku ji alî û li goriya
desthilatdarên dewletên dagirker û
kevneperestên Kurdên Êzdî, Zerdeştî,
Mazdakî, Cihû, Xaçparêz, Bisilman,
Elewî û hwd. ve hatine nivîsandin.
Hîna gelek bûyer û nimûnen wekî
vê neheqiyê hene (çima wêjeya ol û
parêzgehên me tune kirin, navên cîh û
kesayetên Kurdî yên ku reseniya me di
wan de xwanêdikirin rakirin, zimanên
ku bi Kurdî diaxivîn jêkirin, semayên
ku pirrengiya civakên Kurdî radixistin, qedexe kirin û hwd.?), ew hêja jî
tam nehatine lêkolînkirin û fahmkirin.
Ez bawerim, ew kesên ku naxwazin
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dîroka xwe ya derbasbûyî nasbikin, ew
hebûna xwe înkar dikin û dixwazin ku
nezanî, zordarî, zilm û neheqî hebe.
Vêca, ji bo ku zanîn û agahiyên hişmendên neteweya Kurd (rewşenbîr,
nivîskar, berpirsiyarên mal, komel,
ol, çande, partî û rêxistinên Kurdî)
di derheqê hinek ji van sedemên
nakokiyên ku neyaran berdaye nava
dilê gelê Kurd û bi taybetî jî gelek
zahmetî û neheqiyên ku Êzdiyan ji ber
bikaranîna peyv–gotina neqenc (nifira
ku bi tîpa Ş.... destpêdike û gelek Êzdî
jê aciz in) dîtine nasbikin, em bikaribin
hinekî ji dîroka derbasbûyî gengeşe
bikin û ew dîroka xayîntiya derbasbûyî
di pêşerojê de jî cardinê dûbare nebe,
divê em hişmendên Êzdî jî hemû
agahiyên, zilm û zora ku dewletên dagirker û kevneperestên Kurdên Bisilman li me û pêşiyên me kirine, ji ber
devên rûsipiyên me yên ku vêga hêja
dijîn, dikarin bûyerên bi serê xwe ve
hatine û wanên hîna li sersinga wan
veşartî mane bi devê xwe bibêjin, tevan
ji bo parastin û pêşxistina çandê, dîrok,
ziman û pirrengiya civakên Kurdîtiyê
tomar bikin. Em bi herkesî bidine
xwanêkirin ku, ola EZDAHÎTİYÊ nasnama Kurdîtiyê di tekoşîn û zargotina
xwe de parastiye.
Ez hêvîdarim, ku min karîbû bi berhevkirina van gengeşe û sedemên ku
di vê pirtûkê de hatine tomarkirin re,
ew erka Kurdperweriyê (ku ketiye ser
milên min) anîbe cîh.
Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê
Kevneşopên Ezdîtiyê
******************
Spasî û diyarî !
Spas ji bo Xwedê û hemû bavkalên me
Êzdiyan, yên ku ev baweriya Xwedênasîna Ezdahîtiya qedîm, bi can û
keda xwe ji me re parastine.
Ez vê berhema xwe ji bo wan rûspî û
civaknasên ku bi wêrekî serpêkhatiyên
xwe ji min ra gotine û hemû kesên ku ji
ber Êzdînasîna xwe bi nivîskî beşdarî
rastî û dewlemendiya sedemên peyva
neqenc, nifira ku em Kurd ji hevûdinê
dûrxistine bûne, dikim diyarî û spasiya
tevan dikim.
Hevser, keç, law, hemû nebî û bûken
min yên ezîz, ji ber ku we di dema
amedekirin û nivîsandina van berheman de gelek ji wextê xwe dida min, bi
dilekî xweş piştgiriya pêdivî û saxiya
min dikir, ez we tevan spas dikim, ji
Xwedê lavan dikim ku hûn timî di nav
xweşiyê de gelekî sax û serkevtî bin.
Kemal Tolan
***********
Peyva berpirsyarê weşanxaneya NA yê
weha ye: “
Kemal Tolanî, bi kurmanciya xwe ya
henûn û herikbar tabloyek ji me re
nîgar kiriye; ev tablo, him derhişê me
diteyisîne, him binhişê me. him vebêj e,
him şanîdar. gava ku em dixwînin, em
xwe dibînin, gava ku em temaşe dikin,
em xwe dixwînin. Me him bi belengazî
û bindestiya me dihesîne û him bi barbariya me. Me him bi bindestiya me
dihesîne û him bi bindestiya bindestiya me. Her rûpelekî vê tabloyê, qatekî
rastiya me ye; em her rûpelqatekî û
qatrûpelekî diqulipînin, em sûretekî
ji sûretên xwe dibînin; rûpelek, mişt
melo-dram; rûpelek, tijî tecawiz,
neheqî û kevneperestî; rûpelek, xetimî
ye ji azar û êşê, rûpelek, gewimî ye ji
ricimandin û talankeriyê.
Qatek ji ser qatekî radibe û em, xwe
dibînin; em rastiya rûçikê xwe dibînin;
em bisilmaniya xwe ya barbar dibînin;
em ezdahîtiya xwe ya saf a bêguneh
dibînin. Hew rêya mikurhatinê li ber
me vekirî dimîne: dîtin û mikurhatina me, ma’dê me ji me dixelîne; em
rûrreşiya bisilmantiya xwe ya zordest
dibînin; em birakujiya xwe dibînin; em
destên xwe yên bi xwîn dibînin. xwîna
birayên me yên êzîdî ji serê tillîkên me
diniqite; bêhna talanê ji destên me tê–
û em dibînin, dixwînin, dihisînin…
Em qatekî ji ser qatekî, rûpelekî ji ser
rûpelekî radikin, diqulipînin:
Dil û hişê kemal tolan, li dîwana qesra
bîra me dinihirîne:
liyan e, dilê min xemxwirî liyan e
birayên min î bisilman rahiştine şûr
û mertalê dijminan e bi xezeb digirin
ser me êzdiyan e bi darê zorê qîzên
me vediqetînin ji ber pêxîlên dêyan
e gotinên neqenc dikin ji bo ola me
û tawiz-î melek, dilê min liyan e me
diqewirînin ji welatê bav û kalan
talanên me dimîne bi wan e dilê min
liyan e, oooûyyyy, dilê min liyan e!“
Ez hemû berpirsiyarên weşanxaneya
NA`yê cardinê spasdikim û bi taybetî
jî dêjime kekê xwe H. Kovan Baqî,
hêvîdarim tû min bibexşînî, ez nikarim
dilxweşiya xwe li ser van nirxandinên
ku te di bergê dawiya pirtûka min de
diyarkirine, bi peyvan bînime ser ziman!
Her wisa dêjime birayê xwe Têmûrê
Xelîl jî, malî ava keko û eger ku te bi
min ra alîkarî nekirina, minê nikarîbû
van rêzdarên berpirsiyarên weşanxaneya NA`yê nasbikim û vê dilşadiyê
bijîm!
Meriv dikare vê pirtûkê di nav Tirkiyê
de li cem weşanxana NA `yê
Navnîşan: 920 sok. no 61/201
Kemeraltı/Konak/İzmir
Tel: 0(532) 552 42 78
e-maîl: [email protected]
û bi vê ISBN: 978-605-63926-2-7 li
cem hemû pirtûkfiroşên li Tirkiyê hene
peydabike.
Bila Xwedê sihet û quwetê bide piştevanên Kurd û Kurdistanê!
Rêz û silav
Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê
Kevneşopên Ezdîtiyê
18.10.13
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Binboğa Değerleriyle
Kırkısrak Ermenileri
ve Ayşe Ana.
Ali Haydar Ülger
Eğitimci-Yazar
[email protected]
Anadolu topraklarında yaşanan Ermeni kıyımı ve gerçeği bir asırdır kabullenilmemesine karşın, kıyıma ilişkin
yapılanların ve yaşananların belgelerle,
sözlü anlatılarla kulaktan kulağa günümüze değin gelmesi, yapılan bu kıyımların gerçekten inkar edilmesine yer
bırakmayacak bir şekilde ortada olduğu, artık nerede ise resmi tarihin de bu
gerçek karşısında kıvırmaya başladığını
görmek olasıdır.
Anadolu’da gelişen Ermeni kıyımları
ile ilgili farklı araştırma ve kaynaklar
ışığında, özellikle Osmanlının son dönemlerinde tüm azınlıklara karşı olduğu
gibi, Ermenileri bir korku unsuru olarak
görmesi sonucu, Anadolu coğrafyasının
tamamında Ermenilere büyük bir kıyım
girişiminde bulunur. Özünde yapılmak
istenen temel erek, topyekûn Ermenileri bu topraklardan tamamen silmektir.
Onun için de ilk aşamada öncelikle Ermenilerin iş alanlarını, tüccarlarını, ileri gelenlerini, gençleri, eğitimli herkesi
(doktor, mühendis, sanatçı, zanaatçı),
her kimse onları yok etmek bir zorunluluk olarak görülür. Eğer bunu uygulayacak olurlarsa, Ermeni halkının dünya ile
ilişkisinin kesileceğini bilmekteler. Yapılmak istenen de budur. Tam da bu süreçte; kimi kaynaklara göre bu dönemde
askere alınan çok sayıda Ermeni genç,
toplu eğitim yapılacağı gerekçesiyle
kimsenin göremeyeceği ıssız alanlara
götürülerek kurşuna dizilirler. Öyle bir
an gelir ki, geride yalnızca savunmasız
kadınlar, çoluk çocuk, yaşlılar ve onların yanı sıra dağlık alanlara kaçarak
yerel halk tarafından saklanabilen bir
kısım Ermeni kalır. Kıyımların başlangıcı olarak gelişen bu süreçten sonra,
yıl 1915’lere geldiğinde, kıyım ve yok
etmenin önü alınmadan en üst düzeye
ulaşmış olur. Tüm bunlar tarihte benzeri görülmemiş, sayıları yüz binler ve
milyonları bulan ölüm yolculukları olan
tehcirlerin başlaması ile açlık ve soğuktan kaynaklı asıl ikinci kıyımlar başlamış olur. Bu göçlerin büyük çoğunluğu
Suriye ve Rusya’ya doğru gelişir. Kıyım
sürecinde yaşanan en acı olayların geneli, Osmanlı çetelerinin göçe zorlanan
Ermenileri yollarda yakalayarak öldürmeleri, kadın ve kızları yakalayarak onların ırzına geçerek namuslarını kirletmeleri, tarihin en utanç veren sayfaları
arasında yerini alır. İşte Anadolu’nun
bazı alanlarında Ermenilerin yaşadıkları büyük açlık, susuzluk, yorgunluk
ve yoksulluk sonucu yollarda, dağ başlarında, mağaralarda öldükleri, yaşanan
kıyımın ayrı bir boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ermenilerin tarihinde bilinen bu gerçekler, onların yaşadıkları Anadolu topraklarının hemen hemen her yerinde görülür
duruma gelir. Özellikle de Anadolu’nun
doğu bölgesinde bilinen sonla, kıyımlar
daha da yoğun yaşanır. Sınırlara yakın
alanlarda büyük çoğunluğu zorla sürülürken, bu kıyımdan kurtulabilenler
dağlarda kendilerine sığınabilecekleri
yer aramaya başlarlar. Tam bu vurgunkırgın yıllarında kimi Ermeniler, kendi
kimliklerini gizleyerek ya da İslamiyet’i
seçerek öldürülmekten kurtulma yollarını ararlar. Olanakları olmayan ve
Anadolu’nun ortasında yer alan ve dağlara sığınan Ermenilerden birkaç aile;
Gürün, Zara, Boğazlıyan taraflarından
kaçarak Kürt Alevilerin (Kızılbaş) yoğunlukla yaşadığı Binboğa Dağlarındaki Kırkısrak Köyü’ne sığınırlar.
Tarihsel süreçte Kırkısrak insanı hiçbir dönemde ırkçı, şoven, mezhepçi ve
düzenbaz olmadı. Her zaman insani değerlerden yana oldu. Türk, Kürt, Laz,
Ermeni, Çerkez, Arap, Avşar, Fellah,
Alevi, Müslüman gibi ayırımların içinde yer almadı. Yaşama bakış anlayışlarında böyle bir ayırıma zaten yer yoktu.
Kızılbaşlık’tan gelen insani bir öğretiyle şekillenen düşünceleri ırk, renk, din
gibi etnolojik ayırımlara kesinlikle kapalı idi.
“Bu mezhepler nedir, bu dinler nedir,
Bu yüzden dökülen bu kanlar nedir,
Din için, ırk için, bu kinler nedir,
Bu hal tarihlerde görülmelidir.”
İbreti (1)
Anadolu Ermenileri, yaşadıkları bu toprakları anavatanları olarak bilirler. 19.
yüzyılda ulusalcılığın (milliyetçiliğin)
doğuşu ile o güne değin Osmanlı ile ara-
larında su sızmayan, hatta Osmanlı’ya
verdikleri hizmetleri nedeniyle “millet-i
sadika” (sadık ulus) statüsüne uygun
görülen ve bu dengenin bozulması sonucu 1915’te başlayan korkunç olaylar,
vurgun-kırgın günlerini başlatır. Gerek “resmi tarih” gerek ona karşı çıkan
“gayri resmi tarih” tezinin bir türlü
doğru dürüst tartışmasını başaramadığı, kabullenemediği bu gerçeğin kendisi
“Ermeni Soykırımı”dır, bunun başka bir
tanımlaması ve açıklaması da olamaz.
“Ermeniler‘in Tahkil ve Tehcir Edilmesi Kararı” ile sözde ileri sürülen olay,
1915 yılında dönemin hükümeti, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle Osmanlı
İmparatorluğu’nun savaş durumunda
olduğu bu süreç neden gösterilerek
(-ki bu kıyım ve tehcirin kararı önceden alınmıştır), Çarlık Rusya’sıyla işbirliği durumunda ve başkaldırılarıyla
Ermenilerin savaşa başlamaları, Doğu
Cephesi’nde savaşan orduya engel olmamasını ileri sürerek, Ermenilerin bu
bölgelerden uzaklaştırılması, onlara
karşı cephe alınması, genelinin güneye
Suriye’ye ya da kuzeye Rusya’ya sürülmeleri ile kıyım süreci başlamış olur.
1915‘te, Ermenilerin Van’daki başkaldırılarında yaşanan çatışmalarda binlerce
Ermeni’nin öldürülmesiyle, Osmanlının aldığı kararlar ışığında Diyarbakır, Trabzon, Bayburt ve Erzurum’da
kıyımlar yaşanır ve bu olaylara bağlı
olarak göçlerin bu dönemde hızlandığı
görülür. Tam bu koşullarda 16-55 yaş
arasındaki Ermeni nüfusunun Bağdat
Demiryolu’ndan uzağa, Suriye’ye sürülmeleri hız kazanır. Her ne kadar hükümet sözde önlemler almaya çalışsa
da, sürgünlerin bir kıyıma dönüştüğü
tarihi bir gerçektir. Bu büyük kıyımı
devlet söylemiyle irdelemeye çalışan
Emre Kongar, her ne kadar “soykırım”
kavramını diline dolaştırsa da, bir türlü
söyleyemediği bu gerçeği şu şekilde yorumlamayı yeğler.
“Türk ve Kürt çeteler, asker kaçakları
da bu katliama katılırlar. Sürgün edilen yaklaşık bir milyon Ermeni nüfusunun bir bölümü bu trajedide ölmüş ya
da öldürülmüş olur. (2)
“İşin en ilginç yanı, Osmanlılar Birinci Dünya Savaşı’nda yenildikten
sonra, sürgünden sorumlu, Ermenilerin ölüm savlarının gündeme geldiği Boğazlıyan Kaymakamı Yozgat
Mutasarrıf Vekili Mehmet Kemal Bey,
Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından kurdurulan Nemrut Mustafa Paşa
başkanlığındaki özel mahkemede, Ermeni tehcirinden (göç ettirme, sürme),
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
soykırımından ve Ermeni olaylarından
sorumlu tutularak İstanbul Bekirağa
bölüğünde tutuklanıp, Divanı Harp
tarafından 9 Nisan 1919’da idamla cezalandırılır. Mehmet Kemal Bey ertesi
gün Beyazıt Meydanı’nda asılır. Ancak
aynı kişi, cumhuriyet döneminde ulusal kahraman ilan edilip, 1922 yılında
TBMM’nin aldığı bir kararla da ailesi
maaşa bağlanır.”
Ermenilerin 24 Nisan’da “soykırım”
olarak gündeme getirdikleri anma günü
işte bu tarihtir. 1400’e yakın memurun,
İngilizlerin ve Fransızların baskısıyla
kurulan Savaş Mahkemelerinde yargılanmış olması ve pek çok kişinin hapis
cezası almasının yanında, kırk kişinin
de idam edilmiş olmasının altındaki gerçek de budur.
Bunu izleyen zaman diliminden sonra;
Ermeniler Anadolu’daki yerlerinden,
yurtlarından, köylerinden, tedirgin olarak canlarını kurtarma yoluna düşerler.
Yıllardır bir arada yaşayan bu insanlar; Osmanlı padişahlarının, beylerin,
ağaların, siyasetçilerin, ırkçı-yobaz din
sahtekârlarının yüzünden birbirlerine
düşman edilmeye çalışılır. Sonuç olarak
akıllara durgunluk veren kin tohumları
ekilir. Durum öyle bir konum alır ki,
masum bir ulusun boğazlanmasına ve
aynı ulusun kendi topraklardan sürülmesine yol açar.
İşte bu koşullardan sonra Boğazlıyan,
Gürün ve Zara taraflarından kaçıp gelen
birkaç Ermeni aile Kırkısrak’a sığınırlar (3). Toplamda Kırkısrak’a sığınan
Ermeni ailelerin sayısı 48 kişiye ulaşır.
O kıyım, kaç-göç, vurgun-kırgın yıllarında kendilerine insanca yaklaşan,
hoşgörü sahibi, çağdaş ve olgun insanı
amaçlayan Kürt Alevi Köyü Kırkısrak,
her türlü baskıya karşın Ermenileri bağrına basar, konuk eder ve koruma altına
alır. Bu insanlar; dağlık, yaya ulaşımı
oldukça çok zor dağ yollarını deneyerek,
aç-susuz günlerce süren bir yolculuktan
sonra Kırkısrak’a ulaşırlar. Elbette ki
bu fırsatı yakalayamayanlar köylerinde ya da geçtikleri dağ yollarında yok
edilirler. Aynı Ermeni ailelerin İstanbul
doğumlu torunu Sarkis Erkol; “Büyüklerimiz için Kırkırsak bir yandan kurtuldukları, yaşamda kaldıkları yer, diğer
yandan doğup yaşadıkları yeni bir yuva
olmuştur” der.
Kırkısrak Köyü’nü bir sigorta, bir güvence gören Büyük Bedros, Boğas…
Zara tarafından, Bozo (asıl adı Sarkis,
sarışın olduğu için kendisine Bozo deniliyor), Kirkor, Madros ise Gürün tarafından gelirler. Boğas’ın eşi öldürüldü-
ğü için büyük oğlu Bedros ile onun eşi
Zaruk birlikte gelirler. Ancak Bozo ile
tanış olan Boğas’ın akrabalık bağları
yalnızca yazgılarının benzer oluşuyla
sınırlıdır. Bozo, seferberlik yıllarında
yaşadığı Gürün’e vardığında (askerlik
sonrası -ki yedi yıl askerlik yapmıştır),
kendi ailesinden kimsenin kalmadığını
görür. Çevrelerindeki tüm yaşlıların öldürüldüğünü, kimsenin kalmadığını gören Bozo, Binboğa Dağlarında bulunan
Alevi yerleşkelerine doğru yola alır.
Duyumları alan Yusuf Onbaşı Afşin’den
alıp getirdiği Bozo’yu, Çandır Dağı’nın
kuzey eteklerindeki büyük bir ardıç ağacının dallarının altına gizler. Yeniden
Afşin’e dönüp diğer Ermenileri aramak
için gittiğinde, Sünni köy Maravuzlu
köylüler (Afşin-Dağlıca) tarafından o
bölgede bir Ermeni’nin gizlendiği duyumu alınır. Bu insanlar adım adım izlense
de (takibe alınsa), büyük dedem Yusuf
Onbaşı’nın planlı ve yürekli çabalarıyla kurtarılır, sır verilmeyen bir gizlilik
içinde Kırkısrak’a getirilirler. (4)
Bozo, Kırkısrak’a geldikten yıllar sonra kardeşi Anuş’un izini Gaziantep’te
bulur. Diğer kardeşi Rakel Brezilya’ya
gider, Maryam ise İstanbul’da ortaya
çıkar. Bir diğer kız kardeşi Ağavni göçlerle Maraş-Afşin’den geçerken o dönemin “kolağası” onu beğenip oğluna alır.
Kendisine Nadire adı verilen Ağavni,
Müslümanlığı kabul etmek durumunda
kalır. Anuş ise daha sonra yeğenleriyle birlikte İstanbul’da yaşamaya başlar. Madros ile eşi Anuş vurgun-kırgın
yıllarında, hemen hemen doğadaki her
canlının en son başvuracağı bir davranışla, öldürülme korkusuyla çocuklarını
geride bırakarak Kırkısrak’a sığınırlar.
Bu arada Yusuf Onbaşı; Zara tarafından
gelen Madros ve Kirkor’un kız kardeşi
Beyzar’ı (5) Bozo ile evlendirir ve düğünlerini yapar. Madros’un çocukları olmadığı için, kaynı Bozo’nun oğlu
Sarkis’i evlatlık edinir.
Kırkısrak’a sığınan Ermeniler, gizlisaklı günlerce mağaralarda, izbe yerlerde yaşamlarını sürdürürler. Boğas ve
beraberindekiler, bu gün kendilerinin
adıyla anılan Yağlıca Yaylası’nın alt katlarındaki Qunê Pûğus-Pûxus “Boğas’ın
Mağarası”nda, yaz-kış kesintisiz yaklaşık olarak üç yıla yakın bir süre orada yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar.
Gündüz mağarada, gece köye inen bu
insanlara Kırkısraklılar “Marîye Şevê”
anlamında “Gecenin İnsanları” derler.
Yusuf Onbaşı (Doç Dırej), köyde öyle
bir düzen oluşturur ki her gün bir aileyi
bu insanlara ekmek, peynir, katık, bulgur, un vb vermekle sorumlu tutar. (Bu
zor koşullarda, ilkbaharla birlikte en
önemli besin kenger, yemlik, kuzukulağı
ve çiriştir. Boğas Emmi (Kırkısraklılar
Pûğus derler), yaşadığı bu mağarada
hemen hemen her gün çiriş pişirmektedir. O gizlilik dönemlerinde sık sık yanına uğrayanlar vardır. Günlerden bir gün
Büyük Haydar Yaldız; “Pûğus Emmi ne
haldesin, ne yapıyorsun?” Pûğus Emmi
de: “Haydar’ım ne yapayım. Her gün
aynı şey… Çiriş pişir, bulgur iliştir. Bu
da bir iştir” der. Oradan ayrılan Haydar
Yaldız, et yüzü göremeyen bu insanlara,
komşu köylerden çarptığı bir danayı getirerek kesip ve yedirir.)
Bu kaçışta; Sivas tarafından gelen Ermenilerin büyük çoğunluğu Köyyeri
(Sarız), Karapınar, Çavdar, Damızlık ve
Deştiye… gibi Sünni köylerde kurulan
pusularda yakalananlar birer öldürülürler. Bir bölümü de canlı canlı o bölgede
bulunan kuyulara (bîr) atılarak yaşamlarına son verilir. Bu kıyımların sürdüğü acılı (trajik) süreçte, Zara tarafından
Binboğa yöresine doğru kaçıp, Kıyıma
uğrayan (katledilen) ailelerden kurtulan (geriye kalan) genç bir kadın Nedya
ve iki çocuğunun duyumu Kırkısrak’a
ulaşır. Duyumu alan Yusuf Onbaşı ve
beraberindekiler daha Karapınar’a varmadan her iki çocuk kuyuya atılırlar.
Bölgeye ulaştıklarında çocukların öldürüldüğünü, genç annenin ise yaşadığını,
ancak “tecavüz” edildiğini, anlatılması
çok çirkin ve korkunç bir konumda olduğunu görürler. Bindikleri atın terkisine
aldıkları kadını Kırkısrak’a getirirler.
Tehcir sırasında bu genç kadının akrabalarının büyük bir bölümü Suriye’ye
sürüldüğünden, bu fırsatı bulamayan
Nedya, Kangal üzerinden Binboğa Dağlarına doğru yol almıştır. (Geçmişten
gelen bir uygulama ile Kırkısraklılar,
o dönemde koyun sürülerini kışlak olarak Suriye sınırına İslâhiye, Kömürler,
Fevzipaşa, Cilvegözü’ne -kışı orada geçirmek üzere- götürürlerdi.) Sağlığına
kavuşan Ermeni kadın Nedya, Suriye’ye
ailesinin yanına gitmek isteğini belirtir.
Yusuf Onbaşı, Suriye hükümetine yazdığı bir mektubu ona eşlik eden (refakat) adamlarına vererek, Nedya’yanın
arzusu üzerine onu Suriye’ye gönderir.
Kadın olduğu bilinmesin diye erkek giysileri giydirilir. Sırtına da bir çoban kepeneği (keçe) ile sürülerin yanındaki diğer erkek çobanlarla birlikte, 28 günlük
yaya bir yolculuktan sonra Suriye sınırına değin ulaştırılır. Ancak bu süre içerisinde (yollarda kadın olduğu kesinlikle
bilinmesin diye) hiç ses çıkarmaması ve
konuşmaması tembih edilir. Kırkısraklı
çobanlar tarafından Suriye sınırı geçilerek Ahbez’e (Abez), oradan da Halep’e
götürülen Nedya ailesine teslim edilir.
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İlgili makamlardan da teslim alındığına ilişkin Yusuf Onbaşı’ya bir teşekkür
mektubu gönderilir. Benzer durumlar,
vurgun-kırgın yıllarının bitmesinden
sonra, oradaki yakınlarıyla buluşmak
için bu yolu deneyerek, Suriye’ye gitmek isteyen çok sayıda Ermeni aile,
Kırkısraklılar tarafından Halep şehrine
kadar götürülürler.
Kırkısrak’taki diğer Ermeniler, belli bir
süre Yusuf Onbaşı’nın yanında, onun
hayvanlarının bakımlarıyla ilgilenirler. Bunların yeteneklerini ve zanaatçı
yönünü bilen Yusuf Onbaşı; körük, kalay ve kalaycı takımları temin ederek,
“Köye yeni bir kalaycının geldiğini” duyurur. Uzun süre baba mesleklerini yerine getirmiş olurlar. Kırkısrak’a ulaşan
bu insanlar, ortamın yumuşamasından
sonra mağaralardan çıkarak yeni köylerinde yaşamlarını sürdürmeye başlarlar.
Varlıklı aileler tarafından kendilerine
birer koyun, keçi ve inek verilerek onların mal sahibi olmaları sağlanır, gün gelir birlikte Binboğaların zirvelerindeki
yaylalara da birlikte çıkmış olurlar.
Ayşe Ülger (Yusuf Onbaşının en büyük
torunu).
Kin, nefret, düşmanlık ve ırkçılığın
her türlüsüne karşı olan Kırkısraklılar,
yıllarca bu insanlara karşı insanlığın,
insan olmanın, hoş görünün ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini gösterirler. Yıllar sonra (2000 yılı), Kırkırsak
Kültür Şenliğine katılan Bozo dedenin
torunu Agop oğlu Sarkis Erkol, Ermenilerin geçmişte kaldıkları Kalolar
Mahallesi’ne uğrar, 90 yaşındaki annem
Anişe (Ayşe Ülger) ile geçmişlerine ilişkin söyleşmek ve hatırını sormak ister.
Sarkis, Ayşe Ana’nın ellerini öptükten
sonra; “Ana, beni tanıdın mı, ben kimlerdenim” der. Ayşe Ana, ellerini öpen bu
delikanlıyı sarılıp öper; “Yavrum senin
kim olduğunu bilmiyorum ama sen Agop
kokuyorsun” diyen annemin, insanları
korumacı duygularıyla tanıyacak değin
içtenlikli, her Kıkısraklı gibi sevecenliğin en güzel örneğini sergilediğini anlatmama gerek var mı bilmem…
Ermeniler; çalışkan ve üretken insanlardı. Zamanın en değme taşçıları, duvar ustaları, demircileri, kalaycıları,
marangozları, köşkerleri, culfacıları
(dokumacılık-Ermenice’den gelir) vb
akla gelmedik en ince iş ustaları onlardandı. Hemen hemen hepsi zanaatçı insanlardı. Bozo ise çok çalışkan, her işe
koşan, köyün ileri gelenleriyle de çok iyi
ilişkileri olan bir kişiliğe sahipti. Sevilen, değer verilen bir insandı. Beyzar’la
evli idi. Beyzar’dan Agop, Bedros, Meryem, Serkis, Seranuş, Nişan, Arik ve
Markırıd dünyaya gelir. Beyzar Nine ile
1974’te tanıştığımda; doğal, içtenlikli,
sevecen, geleneklerine bağlı, tipik Kürt
Kızılbaş kadınlarının bütün değer ve
özelliklerini taşıyan bir insandı.
Evet, bu insanlar kaçıp sığındıkları
Kırkısrak’ta, onaylamadıkları bir evliliğin dışında, kalıcı ve köklü dostluklar
yanı sıra, kapalı aile konumlarını hep
korumuş olurlar. Şanslı olan bu insanlar
yaşadıkları o trajediyi hiç unutmayan ve
yaşamlarını borçlu oldukları Kırkısraklıların karşısında, sanki eziklik duydukları da bilinen bir gerçektir. Onlar köyün
her işine koşarlar, “olmaz” sözcüğünü
yaratılışlarından yok eden insanlardı.
Yıllarca birlikte yaşayan Ermeni aileler
ile Kırkısraklı Kürt Aleviler (Kızılbaşlar) arasında gerek inanç ve etnik temelde, gerek yaşamsal sıkıntılar temelinde
en küçük bir sorun yaşanmamıştır. Bu
değerlendirmeyi biraz açtığımızda, tarihi geçmişleri temelinde benzer ortak
yanlarının olduğu da bir gerçektir.
Bu anlamda; “Kürt Alevilerle Ermeniler arasındaki inançsal ve etik değerler
yönünden çok büyük farklılıklar olmadığı gibi, bazı inançsal değerlerde benzerlikler bulunmaktadır. İki toplumda
tek kadınla evlilik vardır. Kadın yol
düşkünü olmadıkça iki toplumda da
boşanma olmaz. Ermeniler’in göğüslerinde haç çıkarmaları şeklinde şahadet
getirmeleri gibi, Kırkırsak Alevileri de
açık avuçlarını bağırlarına basarlar.
Bu anlamda Ermenilerle Kürt Alevilerin inançsal olarak benzerlikleri
birçok noktada koşutluk göstermektedir. Ermenilerin, Hıristiyanlık öncesi
paganist (çok tanrıcılık) bir inançsal
yapıları bulunmakta idi. Güneş ve Ay,
aynen Kürt Alevilerde olduğu gibi kutsal sayılmakta, Güneş’in yeryüzündeki
simgesinin ateş ve ocak olduğu kabul
edilerek ateşe saygı gösterilmekte idi.
Ermeniler, Hristiyanlık öncesindeki bu
inanç evresini “Ateşperestlik” olarak
adlandırırlar. Bu bağlamda, Ermeni
kiliselerinde mihrap merkezinde Güneş
sembolü bulunmakta, sabah yakarışlarında Güneş’in adı söylenmektedir.
Aynı ritüel Kırkırsak Kürt Alevilerinde,
sabah kalktıklarında Güneş’e dönerek
yakarışta bulunmaları ya da yeminlerinde “Be seri Hiv û Rohe be -Ay ile
Güneş’in başı için” iki ulus arasındaki
ortak değerler olarak belirtebiliriz.”
Tarihsel süreçte benzer yazgıları paylaşan Kırkırsak Alevileri, Ermenileri
kendi öz insanları gibi korumuş, yıllarca birlikte kardeşçe yaşamışlardır.
Yeri gelince Kırkısraklılar Ermeniler
gibi, Ermeniler de Kırkısraklılar gibi
ortak değerler ortaya koyarak o temelde
yaşamlarını sürdürmüşler. Seviyeli ve
candan dostluklar oluşturmuşlar. Bozo
kendi çocuklarına Ermenice öğretirken,
babam Kûşo (Hüseyin Ülger) çocuklara
eski (Arapça) ve yeni yazıyı öğretmiş.
Hatta karşılıklı anlaşılır bir Kürtçe-Ermenice konuşulur olmuş. Dinsel anlamda ortak değerler oluşturan iki toplumun
insanları arasında her konuda olduğu
gibi, kültürel anlamda da hiçbir sorun
gündeme gelmemiştir. Çocuklar arasındaki oyun ya da tartışmalarda bile; Kürt,
Kızılbaş, Ermeni, Gâvur vb kavramların
asla yeri olmamıştır.
Ayşe Ülger ve yaşadığı ev…
(Bir bölümünde Kırkısrak Ermeniler’in
de yaşadığı evden bir görünüm.)
(Çizim, Ali Haydar Ülger)
Öyle ki, günü gelmiş birbirlerinin çocuklarına annelik de yapmışlar. Kırkısraklı Ayşe anne; Ermeni çocuklara
emzirme dönemlerinde yeterince sütü
olmayan Ermeni anne Beyzar’ın bebekleri, Arik ve Markirid’in doğumlarından
sonraki ilk 6-7 aylık o süreçte, annem
Ayşe bizleri nasıl emzirdiyse, Ermeni
çocukları kendi öz çocukları gibi emzirir. Annelik duygusunun verdiği yoğunlukla, hümanist Alevi anlayışının verdiği kutsal değerler sonucu o çocukları
emzirerek beslemeye çalışır. Evet, evet,
bana sütkardeşi olan bu insanlar daha da
yakınlaşarak bizlerden birer can olurlar.
(6)
“Deme şu Yahudi, şu da Ermeni,
Gayen insanlıksa insanı tanı,
Haksıza eş olma, çoktur ziyanı,
Vicdansızın eksik olmaz tufanı,”
İbreti.
Ermenilerin çocukları büyür, aynı köyün gençleri olurlar. Aralarında duy-
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gusal ilişkiler de yaşanır. Deli Hasan
oğlu Hüseyin’in Mayram’ı (Meryem)
kaçırması, Ermeni aileler kadar Kırkısraklı herkeste rahatsızlık yaratır. Büyüklerimizin şiddetle tepki gösterdiği,
Kırkısrak’ta hiç kimsenin onaylamadığı
bu olay büyük bir üzüntüyle karşılanır.
Mayram’ın babası Bozo dede, yıllarca bu üzüntüyü içinde taşıyarak yaşar.
(Meryem’in doğum sonrası ölümünde,
cenazenin geçişi sırasında acılı baba,
başını kaldırıp kızının tabutuna bile
bakmaz, kızının acısı yüreğinde kor
olur.)
Zamanla nüfuslarının artması, tarlaların yetmemesi, ekonomik nedenler, onları da her Kırkısraklı gibi göçe
zorlar. Aziziye (Pınarbaşı), Kayseri daha sonra İstanbul’a göç ederler.
İstanbul’dan; Fransa, Amerika, Kanada ve Brezilya’ya değin ulaşanlar olur.
Beyzar ile Bozo’nun göçünden sonra,
başlarında Madros ile Anuş’un bulunduğu kafile 1949’da bir daha dönmemek
üzere Binboğalara veda ederler. Arkalarında güzel, kalıcı ve seviyeli dostluklar bırakan Ermenilerin son ailesi de
buruk anılarla Kırkısrak’tan ayrılırlar.
Bu ayrılıktan hüzünlenen Kırkısraklılar
onları, atları ve eşekleriyle Aziziye’ye
değin yolcu ederler. İnsanlığın bitmez
tükenmez soyluluğu adına, dostluğun en
güzel örneğini sergilerler.
Ermeniler, Kırkısrak’tan ayrıldığı gün
büyük bir boşluk yaşanır. Bir süre bakır kaplar kalaysız, öküzler nalsız,
culfa (dokuma) tezgâhları ipliksiz, duvarlar örülemez olur. Anlaşılan o ki,
Kırkısrak’ın iş yaşamındaki üretkenlik
sanki onlarla birlikte yitip gider.
karşılaştığımızda, Kırkısrak’tan “köyümüz” diye söz ederler. Bakın, aynı
duyguları Agop oğlu Sarkis şöyle dile
getirmektedir. “Hiç Kırkısraklı olduğumuzu unutmadık. Birileri hastalığı dolayısıyla İstanbul’a geldi mi bizde kalır,
babam hastaneye götürür, yardım ederdi. Kırkısrak’tan birileri askere geldi mi
birkaç gün bizde kalırdı. Eskisi gibi olmasa da bu hala böyledir. Bunları kimi
arkadaşlarımıza anlattığımızda gerçekten şaşırıyorlar.” Binboğalar’ın güzel
değerlerini olduğu gibi yaşıyorlar. Kırkısraklılar da aynı duygu ve değerlerle,
aynı içtenlikle, ayırım yapmadan onları
köylüleri olarak hep anarlar ve anmaktalar. Kırkısraklıların yüreğinde herkese
yer olduğu gibi…
Arkalarında güzel, kalıcı ve seviyeli dostluklar bırakan Ermenilerin son
ailesi de buruk anılarla ayrılır. Kırkısraklı Ermeni aileleri resmi anlamda irdelemek gerekirse; 01.04.1937 tarihinde
kayıtları tescil edilir. Cilt No: 29, Hane
No: 152’de Kırkısrak nüfus kütüğünün
son sayfasında yer alan Ermeni ailelerin, Kırkısrak doğumlu ilk kayıtları,
01.05.1945’te Markırıd ile başlasa da,
geliş tarihlerine bakıldığında diğer çocukların da Kırkısrak’ta doğduklarını
belirtmek gerekir. (7)
Serkis Erkol (Bozo-Büyük Baba), Ağup
oğlu, Marta’dan doğma, 1887 Gürün doğumlu.
Vartan Erkol (Beyzar-B. Anne), Torus
kızı, Antiran’dan doğma, 1904 Gürün
doğumlu.
Ağup Erkol, Serkis oğlu Vartan’dan
doğma, 1926 Gürün doğumlu,
Meryem Erkol, Serkis kızı Vartan’dan
doğma, 1924 Gürün doğumlu,
Arik Erkol, Serkis kızı Vartan’dan doğma, 1928 Gürün doğumlu (Kırkırsak),
Kırkırsak, Kalolar Mahallesindeki Ermeni mezarları
Aynı topraklarda ölülerimiz yan yana
yatmaktadır. Kırkısrak’ta, feodal yapıdan gelen bir anlayışla 76 ayrı yerde
mezarlık alanları olmasına karşın, “Bu
gün mezarlarda ölülerimizle yan yana,
yaşayanlarıyla da karşılaştığımızda can
canayız.” Boğas Kaprıyelyan, Maryam
Erkol, Seranuş Erkol ve Anuş Kumruyan Kırkısrak toprağında yatmaktalar.
Onlar bu toprakların, Binboğaların,
Kırkısrak’ın insanlarıdır. Zaman zaman
Seyranuş Erkol, Serkis kızı Vartan’dan
doğma, 1930 Gürün doğumlu (Kırkırsak),
Bedros Erkol, Serkis oğlu, Vartan’dan
doğma, 1932 Gürün doğumlu (Kırkırsak),
Markırıd Erkol, Serkis kızı, Vartan’dan
doğma, 01.05.1945 Kırkısrak doğumlu,
Nişan Erkol, Serkis oğlu, Vartan’dan
doğma, 1943 (Yaş Tas.) Kırkısrak doğumlu,
Haçik Erkol, Ağup oğlu, Mavuş’tan
doğma, 1952 Kırkısrak doğumlu (8),
2009 ağustos ayında “Kırkısrak” ile
ilgili belgesel bir çekim yaptığımızda,
Hayat Tv adına çekimlerde bulunan İlknur Yılmaz’a, “Kırkısrak’ın bir parçası
olan Ermeniler de bu belgeselin içinde
yer almalıdır” şeklinde bir hatırlamada
bulunmuştum. Daha sonra benim katkı
ve birikimlerimden yararlanarak “Kırkısrak Ermenileri” ile ilgili olarak ayrı
bir belgesel çekim hazırlığına girişti.
O çalışmaların ilk ve geniş bir bölümü
yerelde Kayseri, Sarız-Kırkısrak Köyü,
Kalolar Mahallesi’ndeki çekimlerle işe
başlandı. Devamında İstanbul’daki Ermeni dostlarımızla yapılan söyleşilerle
tamamlanarak, 2010 yılında “Ninilerin
Göçü” adlı programda yayına girdi. Hazırlanan o belgeselin giriş yorumunda:
“Ermeniler... Terziydiler, marangozdular, kuyumcuydular, dülgerdiler...
Kentlerimizin, kasabalarımızın rengi,
zenginliği ustalarıydı hepsi. Yoksul
çiftçiler, güzel ozanlar, içli müzisyenler, tiyatroculardı... Ermeniler kapı
karşı komşumuzdular. Benzer yanlarımız çoktu, ekmeğimiz, yemeğimiz
ortaktı... Severdik. Kardeştik… Kardeştik. Ama “Gâvur” sözcüğü dillerimizden sökülüp atılamadı... Kardeştik. Ama gün geldi malları birilerinin
gözüne batar oldu, evleri, dükkânları
yağmalandı. Kardeştik. Ama katledilirken, topraklarından sürülüp atılırken
çoğumuz sustuk, saldırıya uğradılar,
görmezden geldik... Kardeştik. Ama
kafamız bozuksa “Ermeni Tohumu”
idi onlar... Hep kardeştik güya, ama
ancak “Hrant Dink” alçakça öldürüldüğünde hatırladık bunu yeniden...
“Hepimiz Ermeniyiz” diyebildik, bütün
eski utançları silmek adına... Onlara
yapılanları kendimize yapılmış gibi
hissediyoruz bugün... Komşumuza kılıç çalan, bizi de kesti en derinden...
Şimdi uyanıp kan uykusundan soruyoruz: Kardeşim, neredesin? Kesilmiş bir
kol gibi omuz başımızda duruyor boşluğunuz. Kapanmamış yaramız gibi,
kopmuş bir damarımız gibi, canımızı
yakıyor yokluğunuz... Biz, bu ülkenin
yoksul emekçileri, işçileri, namuslu
Kürtleri, Türkleri, Lazları, Çerkezleri,
Arapları, yani malınıza el uzatmayanlar, kanınıza ekmek doğramayanlar,
biz de korktuk, biz de sustuk, el uzatamadık... Özür diliyoruz kardeşim, özür
diliyoruz...”
Evet, Kırkısraklılar’ın yüreğinde herkese yer vardır. Adları Bedros, Vartan,
Haçik, Nedya, Satrek, Margos, İskapet,
Ayşe, Fatma, Meryem, Ali ya da Hüseyin olmuş ne fark eder? İnsanlar, geç-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mişleriyle öz eleştiride bulunarak gelişirler. En çağdaş ulusların, geçmişini en
iyi bilen uluslar olması da bundandır.
Geçmişe bağlı kalmak, yaşam için ne
kadar zararlıysa, geçmişe boş vermek
de o kadar zararlıdır. Ölenlerle ölünmez ama ölenler bizimle yaşar. Geriye
dönüp bir kıyım adına özür dilemek neyimizi eksiltir acaba. Bütün sorun geçmişin yük olması değil, tersine güzel
bir davranışla yükümüzü azaltmasıdır.
Bilimde, sanatta, düşüncede, eğitimde,
tohumları nereden gelirse gelsin ancak
belli bir toprağın koşullarıyla ya da geçmişimizle barışarak yaratıcı olabiliriz.
İnsanlık dediğimiz gerçek de zaten bunu
gerektirmiyor mu?
21.yüzyılda ilerlerken, iki ulusu “Anadolu halklarını” düşman gibi göstermeye çalışan ve yok eden odakların, o insanların ayrılma anındaki gözyaşlarını
göz önüne almalarında büyük yararlar
vardır. Bu bağlamda; “Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemlerde, etnik kökenlerine ve dinsel farklılıklarına göre
insanların dışlanmadığı, ötekileştirilmediği, hor görülmediği, barış, kardeşlik, dostluk gibi değerlerin çok sağlam
yaşandığı Kırkısrak Köy’ünde yaşanan
bu güzelliklerin, başta Türkiye ve tüm
dünya insanlarına örnek olması, insanım diyen her kesin katılması gereken
bir dilek olsa gerek.” Muğla - 2012
Not: 2007 yılında yazılan bu makaleye,
2012’de bazı eklemeler yapılarak yeniden düzenlendi.
Dipnotlar:
(1) Kırkısraklı Ozan İbreti- “İlme Değer Verdim” adlı yapıtından.
(2) Emre Kongar. “Tarihimizle Yüzleşmek”-2006
(3) Erkol, Oflazoğlu, Kumruyan aileleri.
(4) Yusuf Onbaşı Haydar oğlu (Çaxo),
Rumi 1283 doğumlu. (Kürtçe lakabı
Doç Drej, “Uzun Kuyruklu” anlamında). Kırkısraklı Uzunlar’ın büyük
dedeleri. Kimsesiz yetim büyüyen Yusuf
Onbaşı 1947 yılında yaşama gözlerini
yumar. Mezarı Kırkısrak’tadır.
(5) Beyzar’ın nüfus kayıtlarındaki adı
Torus kızı, Antiran’dan doğma Vartan
olarak geçer
(6)Ayşe Ülger. 1909-2009 Kırkısrak
doğumlu. Yusuf Onbaşı’nın Haydar ve
Emiş’ten doğma en büyük torunu…
(7) Sarız-(1605) Ali Batıhan nüf. Müdürü-29.07.2005
(8) 1952 doğumlu Haçik ile 1954
doğumlu Serkis’in doğum yeri Kırkısrak olarak yazılmasına karşın göçleri
1949’da gerçekleşmiştir.
DARIDERE
Ali Ülger
Kayseri’de bir Kızılbaş Derneği, sıcak insanların bir arada olduğu kendileri ve çok sevdikleri köyleri için
arı gibi çalıştıkları bir köy derneği
olan, DARIDERE Köyü derneği,
söyledikleri gibi sadece köy derneği
ama öyle sıradan bir dernek değil.
2010’da kurulan bu derneğimiz 3 yıl
içinde birçok etkinlik yapmış olup
eskiden köy hayatından kopan şehirde yaşayan köylüleri için yeniden birlik olma, kaynaşmayı sağlama, gençlerin birbirini tanımasını sağlayan
böyle toplumsal bir Alevi Derneği.
Darıdere Köy Derneği “Cami ve Cemevi Projesi”ne karşı olduklarını bildiriyorlar. Yani şundan endişeliler bu
proje bir asimile etme projesi olduğunu, daha bu kadar birbirimize saygılı
olmadığımızı, bizim Cemevlerimizin
daha cümbüş evi olarak lanse edilen
bir konumda olduğunda böyle bir
proje olsa olsa asimile etmek içindir. İzzettin Doğan Alevilerin birlik
olmamasından faydalanarak kendine göre hareket yeteneğine sahip
oluyor, “bizim birlik olmamız şart”
diyen dernek yöneticileri her yerde
küçük küçük örgütlenmemiz gerektiğinin altını çizerek belirtiyorlar. Bu
derneğimiz hiç bir siyasi faaliyetle
ilgilenmediğini vurguluyorlar. Her
yıl geleneksel olarak halk konserlerini düzenliyorlar ve yine kültürel bir
gezi yapıyorlar. Anneler, sevgililer ve
babalar günü yani özel günlerde dernekte toplanıp kutluyorlar.
Her fırsatta beraber olan Darıdere
Köyün tarihçesi şöyle:
1810-1820’ye kadar dayanmaktadır.
Köyün ilk kurucuları Erzincan’ın
merkez köyü Gırmana’dan gelen ailelerdir. Ayrıca Sivas’ın Divriği, Zara
ve İmranlı ilçelerinden gelen aileler
köye yerleşmişlerdir. Aşiretin ana
merkezi Dersimin ÇEMİŞGEZEK
ilçesi KİRMEŞLİ köyüne dayanıyor. Darıdere Köyü Sarız ilçesinin
tek Kırmeş köyüdür. Darıdere Köy
Derneği “ağaç yapraklarıyla gürler”
cümlesinin anlam bulduğu bir dernektir. “Ağaç yapraklarıyla gürler”
bu cümle o kadar anlamlı ki biz Kızılbaşların birlik olmadan gürlememiz mümkün değildir dostlar.
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 10
Egitim:
“bireylerin davranış biçimlerini
değiştirme süreci” Tyler.
Tyler´i şu sekilde de okuyabiliriz: Bireyleri sistemiçileştirme süreci (sisteme entegre etme, kaliba dökme süreci)
Çoğu durumda kişi veya toplumların
yaşanmışlıklarını, deney ve birikimlerini birçok nedenle yok sayarak yada
yok ederek, onları yeni bir kalıba dökmenin adıdır “egitim” (A.H.Kanlı)
İnformal (formal olmayan) Egitim:
göz gördü beyne mesaj iletti, beyin ele
buyurdu el dokundu maddenin halini
beyne iletti. Beyin düşündü ve maddeyi işleme görevi verdi ele. Ve Arşimet,
“bana bir dayanak verin, Dünyayı yerinden oynatayım” dedi. İnsan bir devdi, dev adımlarla ilerliyordu.
Ne ki; İnsanın, insanlığın önünde birçok engel vardı. Dogal engelleri bir bir
asan insan, adına inanç denen sistem
engellerine takılıp tökezliyordu.
Hermes´ten Arşimet´e, Şehristani´den,
İbni Rüst´e, Kopernik´ten Retik´e, Bruno´ya, öncellerinden ardıllarına degin
tarihin bir çok kesitinde insanin emek
yoluyla edindigi bilgi ve belgeler yasaklanmış, yakılmış, “bilim” yalnızca
“din bilim”´ine (!) indirgenerek tersine
davrananlar ya engizisyon ve molla kararlarıyla saatlerce kızartıldıktan sonra yakılmış ya Sokrates gibi zehir içirilerek öldürülmüş yada kimi örneklerde
görüldügü gibi (Bruno) 130 ayrı (aykırı) eylemden (okumak, düşünmek, yazmak) suçlu bulunarak yakılmışlardır.
Çünkü; egitim sistemini sorguluyor,
bilimi maddi temelllere oturtuyorlardı.
Bilim küçümseniyor, gelişmesine imkan verilmiyor, fellik fellik izleniyordu. 900 yıllık Atina Akademisi kapatılmış, Akademiye sığınan son Filozoflar
Bizans İmparatoru Justinyen´in emriyle kovulmuşlardı. İskenderiye´de ayak
takımı, Sarapeion kitaplığını yakmış,
Babasının izinden yürüyerek Geometri ve astronomi dersleri veren Matematikçi Teo´nun kızı Ipatya´yı parçalayarak öldürülmüştü. Artık manastırlarda
A. Haydar Kanlı
bilim, sadece “ilahiyatin hizmetçisi”
olarak tutulan bir üvey evlattı.
Fakat; insan ögrenmekten ve ögretmekten vazgeçmiyordur. Dinin edilgenlige sürükleyerek körleştirme bas
kısına can pahasına direnerek, maddeyi işleyip tanımlıyor, uzayı gözlemleyip yorumluyorlardı.
Bunlardan Kopernik (Doktor ve Astronom), “İncilde ve İsa Emretti Güneş
Durdu“ fikrisabitligini cürüten gözlemlerini (Güneşin Dünya etrafinda degil , Dünyanın Güneş etrafinda döndügü tezini), “Tornlu Nikola Kopernik´in
Gökkubbelerinin Dönmesine Dair Altı
Kitabı “başlığı altında kitaplaştırdı
Son günlerinde kendisini ziyaret eden
genc dostlarından Retik; adeta bir buz
kıran rolü üstlenerek ustasının kitabına
yolaçıyordu.
Retik; “Filozof olmak isteyende özgür
akıl olmalı. Eskiden gerçek sanılanları, yalnız eski oldukları için doğru
bulanlar, Gök olayları Astronomların
isteklerine degil, Astronomlar gök
olaylarına uymalıdır. Ptolemaios mezarından çıksaydı, kendi sisteminden
vazgecerdi “diyerek alay ediyordu.
Batı Romada yaşam bulamayan eski
çağ Yunan bilimi İskenderiye´de boy
veriyor, orada yaşam alanı daralınca
yada yok edildiginde Arap topraklarında serpilip gelişiyordu. İslam egemenliginin Arap topraklarından kovdugu
bilim bu kez İspanya´da boy veriyordu.
Engizisyonun yogun saldırılarındancanlarını kurtarmaya çalışanların yanı
sıra kitaplarını kurtarmaya çalışanlar
da vardı. Yunancadan Arapçaya, arapçadan da Latinceye çevrilen eski Yunan bilginlerinin kitapları elden ele ülkeden ülkeye can havliyle taşınmaya,
çoğaltılmaya çalışılırken, binlerces İs-
kenderiye´de, Semerkant´da, Kostantinopolis´te, Roma´da, Ürgenc´te, Sirakuzai´de ve daha dünyanın birçok
yerinde yakılıyor, yazan ve yayanlar
işkencelere tabi tutularak, yakılarak,
parçalanarak öldürülüyorlardı. İnsanlığın binlerce yıllık emegiyle oluşturduğu birikimleri yok edilerek, insanlık tek kalıba dökülmeye çalışılıyordu
(Formal egitim) Bagdat´ta İnsanlardan
uzak yaşayan Filozof (İmam) El Gazali adlı İslam şarlatanı, bilginin gereksiz, aklın güçşüz olduğunu söylerken,
Cordoba´da aynı 12.yy.´da bir Aristoteles hayranı olan Filozof İbni Rüşt
bilimi cesaretle savunuyordu. 16.yy.
in başlarında (1519) da ölen Leonardo
Da Vinci´nin eserleri tam 300 yıl sonra
Milano kitaplığının tozlu depolarında
bulunmuştu. Hristiyan egitim sisteminin yasakçımant/iksizl/igi bilimin izlerini nerede görse, yasaklıyor, avlayıp
yok ediyordu. Dün böyleydi de bugün
farklı mı sanki. Kemal´den Musolini´ye, Hitler´e, Franko´ya gelen süreçte
ve sonrasında milyonlarca kitap yakıldı, yazan ve yayanlar zindanlara
tıkıldı, gözaltılarda kaybedildi veya
işkencelerde öldürüldü. Yapma tarih
tezleri kusaklar boyu milyonlarca cocuğa ezberletilerek kültür ve egitim
jenosidi uygulandı-uygulanıyor. Latin Amerika´dan Avrupa´ya, Asya´ya,
Afrika´ya yüzlerce ulusun kırımına,
egitim araç ve gereçlerinin yasaklanarak yokedilmesine malolan onlarca
ulus-devlet kurulmuş, askeri darbelerle kesintiye ugrayan ara süreçlerde
kırım daha da yoğunlaştırılarak sürdürülmüştür formal egitim adına. Gelinen aşamada egitim, sermayenin ihtiyaclarına göre biçimlendirilerek, ucuz
işgücüne indirgenmiştir. Bakınız Türk
Ulusal Egitim Sisteminin hedeflerinde
nelervar.
Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi:
“1- Egitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi
2- İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi
3- Kadınlar, gençler ve dezavantajlı
grupların istihdamının artırılması
4- İstihdam-sosyal koruma ilişkisinin
güçlendirilmesi”
(Ulusal İstihdam Strateji Belgesi)
Saglıkta ve sosyal guvenlikte neoliberal dönüşüm, egitimde 4+4+4 ve
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yeni YOK tasarısı (+4), kamu personel rejimi, neoliberal yerinden
yonetim şartı, neoliberal kentsel
dönüşüm, kadın istihdam + 3 çocuk
paketi ve neoliberal muhafazakar
aile politikaları, Kurt sorununda
neoliberal müzakere sureci ve emek
yoğun sektorlerin Kurdistan’a kaydırılması projesi… “Ulusal İstihdam
Stratejisi” hepsinin ortak eksenidir.
Hepsinin temeline oturan ve birbirine baglayarak yeniden yapılandıran sermayenin bir ust (kureselbölgesel) düzeyden entegre azami
birikim stratejisinin bir ifadesidir.
“Egitim-istihdam ilişkisinin güclendirilmesi” ne anlama geliyor? Kölece Çalıştırma Stratejisinin temel
politika eksenlerinin ilk sırasında,
en kapsamlı ve ayrıntılı yer Egitime
veriliyor. Bu başlığın tercumesi; 1Egitim sisteminin sermayenin dinamik ve degişken beklentilerine tam
uygun, esnek, nitelikli, ucuz ücretli
köle üretmeye odaklanması, 2- Egitimin kendisinin de dev caplı bir esnek
işgücü piyasasına dönüşturulmesidir. “Turkiye’de eğitim sisteminin en
önemli eksikliği ekonominin ihtiyacına
uygun insan gücü sunamamasıdır….
Bu kapsamda özellikle – oğrencilerin
iş dünyası ile temasının başlıca aracı
olan- stajların etkin bir şekilde uygulanamaması onemli bir eksikliktir.”
“Orgün ve yaygın mesleki ve teknik
eğitim programlarının iş dünyasının
ihtiyaçlarına uygun olmaması, vasıflı meslek sahiplerinin yetiştirilmesine
engel teşkil etmektedir… diploma veya
belgeler, kişilerin sahip oldukları bilgi
ve becerileri kanıtlamada yetersiz kalmaktadır. Eğitimle istihdam arasında
doğru ilişkinin kurulması, mesleki ve
teknik eğitim programlarının işgücü
piyasasının ihtiyaçlarına göre şekillen
dirilmesinin sağlanması ve de bireylerin sahip oldukları yetkinliklerin Uluslararası açıdan kıyaslanabilir düzeyde
tanınmasını sağlayacak Ulusal Yeter-
lilik Sisteminin oluşturulmasına ilişkin önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu
bağlamda Ulusal Yeterlilik Sistemini
kurmak ve işletmek üzere Mesleki Yeterlilik Kurumu oluşturulmuştur.”
(Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi’nden) Bunlar yeterli özettir. Egitim,
yaygınlaştırılan okul öncesi egitimden
başlayarak sermayenin beklentileri
doğrultusunda isgücü üreten üretim
bantlarına indergenmektedir. Bunun
için tüm liseler içinde meslekteknik liselerin oranı 5 yıl gibi bir sürede 3′te
birden 3′te ikiye çıkarıldı. Ögrenciler
9. sınıftan itibaren teknik işgücü olma
bantına sokulmakta, aynı zamanda
okulda ve işyerlerinde ogrenci emeginin fiili sömuru süreci de başlamaktadır.
İnsan, tüm duyu ve duygularıyla insandır. Formal Egitimeteslim olmuş bir
insan, çarkın bir dışlişinden daha fazla
işleve sahip degildir. Çakmak taşından
alet üreten insan beyni tüm evreni içine
alacak derinlik ve güçtedir. İnformal
Egitim diye adlandırılmış kurumlar
dışı kaynaklardan beslenmedigi sürece insan beyni istenen derinlige erişemez. Her birimiz Engizisyonun yaktığı
bir Cadi (düşünen, soran, sorğulayan
ve yaratan beyin) olmaliyiz. Ki; insan
ruhu küçük kabile “ben”´inin dar duvarları arasında kapanıp sıkışmadan
dev adımlarla ilerleyebilsin gercek İNSAN olmanın o sonsuz deryasına.
Happy haloween !
Cadilar bayraminiz kutlu olsun !
Kasim 2013 / Almanya
1-" Başından beri benim böyle ayrı bir
toprak koparma isteğim hiç olmadı. Yanımdaki insanların bu tür amaç taşıdıkları söylenebilir. Ama ben hep içimde
bunları alaya aldım. Hatta devlet için
tehlike arz eden bu düşünce sahibi insanları, devletten çok ben bitirdim. Ben
devleti tehlikeli bir ortama sürüklemedim. Devlet için tehlikeli olabilecek bir
soruna el atıp, devletin bu konuda duyarlı olmasına çalıştım. Kaldı ki, bizim
önderliğimizle bu soruna el atılmamış
olunsaydı, devlet daha büyük bir tehlikenin içine sürüklenecekti. Üstelik benden önce buna talip insanlar vardı. Ama
bunları tasfiye ettik.
2- Atatürkçülük Türk-Kürt kardeşliğinin
tesisidir. Atatürk’ün Kürt düşmanlığını
esas alan tek bir cümlesi yoktur. Benim
biricik eserim Türk milliyetçiliğidir dememiştir. Cumhuriyetçiliktir demiştir.”
(Şubat 2002, İmralı Adası)
3- Ne mutlu Türk’üm diyene sözü, bazı
Kürt çevreler tarafından Atatürk’ün milliyetçi ve ırkçı olduğunun işareti olarak
ele alınmaktadır. İfade diğer halkları
asimile etme amaçlı olarak değerlendirilmemeli. Türkler, Osmanlı döneminde
kırsalda yaşıyordu. Hor görülüp dışlanıyorlardı. Türkmenlerin kendilerine
güvenmelerini sağlamak için bu söz söylenmiştir. Yoksa Kürtlerin de kendilerine Türküm demeleri için değil. Ne mutlu
Türküm diyene, ne mutlu Türk oldum
demek değildir. Bu büyük bir yalandır. Türkiye ulusu kavramı tüm halkları kapsayabilir, Türk ve Kürtleri temsil
ve ifade edebilir, bundan gocunmamak
lâzım.”(24 Eylül 2003, İmralı Adası)
4- Büyük stratejik önem arz eden Kemalizm, emperyalizm koşullarında, emperyalizme karşı halkların bağımsızlaşması, özgürleşmesi ve özerkleşmesi, Türk
ve Kürt halkının birlikte emperyalizme
karşı tavır koyma hareketi, Türk ve Kürt
halkının emperyalizm koşullarında özgür birlikteliğidir.
5- Silahlı savaşımız bir hataydı. Yüzde
yüz kazanacağımızı bilsek bile tek bir
kurşun sıkmayacağız”. (İmralı Savunması). “Bugün Güney'de bir Kürt devleti doğuyor. Arkasında ABD ve Avrupa
var. Bu devletin ideolojisi milliyetçidir.
Bu milliyetçilik yerinde durmayacak.
İran'dan, Türk'ten, Arap'tan, şundan
bundan bir şey isteyecek. Bu da katliamları getirecek. Bunlar yaygınlaşacak.
İkinci bir Siyonizm gibi Kürt işbirlikçiliğinin devletleşmesi söz konusudur. Kürt
milliyetçiliğinin devletleşmesi İran ve
Türkiye'ye karşı kullanılacak. Ben bunu
engellemeye çalıştım”.
(A.Öcalan 05.01.2005. Asrın Hukuk brosu görüşme notları)
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
http://www.youtube.com/atch?v=K3KJmVSnFRE
Kemalizm
Faşizimdir!
ittihatçılığnı iyisi olmaz hepsi aynıdır ırkçıdır.
Soykırımcıdır, inkarcıdır, asimilasyoncudur, işğalcidir
yalancıdır. İttihatçı CHP ve türevlerinin tasfiyesine açıktan
katılıp kökten tasfiyesi yapılmadan hiçbir siyasi demokratik
sorunlar çözülemez. Demokrasinin özgürlüğün ve de barışın
önünde en kara engel ittihatçılık ve türevleridir.
- Skine Polat -
Önder, Atatürk'ün, "Yüzyılın
gördüğü en büyük dehalardan
biri, en kıymetli insanlardan
biri" olduğunu söyledi. Vatan
hainliğinden kurtuldu!..

Benzer belgeler

- Kızılbaş

- Kızılbaş kızılbaş - sayfa 2 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53

Detaylı