Dubai Towers`a rakip

Transkript

Dubai Towers`a rakip
y›l: 1 say›: 9 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 11-17 Kas›m 2005
ISSN 1306 0830
Hakan Günday
ruhun uykudaki
halini
’ye
yazd›...
s Paris geceleri ›fl›l ›fl›l. (s.5) s Murat Bardakç› yazd›: Kar›ndeflen
Jack, Osmanl› ziyaretinde karn›yar›¤a hayran kalm›flt›. (s.6)
s Narkolepsi Araflt›rmalar› Merkezi’ne yeni gelen hasta, k›demli
hasta taraf›ndan “Bu alemde uyan›k olmak laz›m” diye uyar›ld›. (s.8)
Dubai Towers’a rakip
M›s›rl› ifladam›
Ahmed Zayat ülkemize dev
bir yat›r›m yapacak. Bir
K›pti olarak Araplar›
k›skand›¤›n› belirten Zayat
“‹sterseniz içeri mumya
bile korum” dedi. (s.7)
Recep Tayyip
Erdo¤an, Zayat
(soldan ikinci) ve
kurmaylar› ile
toplant› halinde.
M›s›rl›
fotoflopçular
3 ay gece
gündüz
çal›flt›
‹statistik
Bitirmek üzere
oldu¤umuz %13
kitab›n
ad›n› ne
koymay› %17
düflünüyoruz?
Sultanahmet’e
dev piramit!
Mega “Türkiyem” flark›s› start ald›
%11 %9 %3
%27
%20
n Metal F›rt›na 5: Metal Yorgunlu¤u (%27)
n Bilgelerin Ferrari’lerini çok ucuza sat›n alan galerici (%20)
n Tufl ve Feza (%17)
n Gülün Soyad› (%13)
n Da Vinci’nin Bankamatik Kodu (%11)
n Gazap Üzümleri’nden fiarap Üretimi (%9)
n fiu Ç›lg›n Türkler 2: Daha Ç›lg›n, Daha Manyak (%3)
POPSAV, milli birlik ve beraberlik ruhunu yaflatmas›,
seçim zaman› otobüslerden yay›mlanmas› amac›yla
81 ili birden öven “Türkiyem” flark›s›n›n yap›m›na
bafllad›. fiark›dan baz› dizeler flöyle:
İnce kesilmiş et olam Mersin senin tantunine
Dizi karakterlerine gülürüm Rize hey!
Yurdu kalkındıran zenginlerine bayılıyorum
Adanam hey hey! (s.4)
Mahmut Hoca liderli¤indeki suç örgütü “Hababam S›n›f›” çökertildi. (s.6)
2
EKfi‹ 11-17 Kasım
yaflam
Çakı-Yorum
fiADAN ÇAKI
[email protected]
Yüre¤im yan›yor
evgili okurlarım, senelik iznimin bir bölümünü
kullanacağım için maalesef bu hafta sizlerle
birlikte olamıyorum. Eee o kadar çalıştık, yorulduk, tatil bizim de hakkımız değil mi, ehehe. Neyse haftaya gündemin en can alıcı konularına birlikte
çakmak üzere hepinizi hasretle öpüyorum...
Lan, tamam yaa yalan konuşmayayım şurda yüz yüze
bakıyoruz, ne senelik izni değerli okurlarım? Geçen
haftaki yazımdan sonra Ekşi Plaza önünde kimliği belirsiz bir arkadaş tarafından sol topuğumdan vurulduğum için hastanede yatıyorum şu anda. Ayak alçıda
Tutankamon gibiyim, bu yazıyı da telefondan yazdırıyorum zaten. Ama değerli okurlarım geçen hafta sizler de okudunuz; ben söyledim o yazı işlerindekilere,
yapmayın dedim, İbo gibi yazdırmayın bana dedim,
bu adamla uğraşmaya gelmez dedim, beni de yakacaksınız, kendinizi de dedim. Dedim ama kime dedim? “Yok yok, bi şey olmaz sen yaz Şadan’cığım. İbrahim Bey şakadan anlar Şadan’cığım. O yazı sayesinde tirajımız patlayacak Şadan’cığım”. Buyur yazdık
gördük işte, tiraj yerine piştov patladı, gitti aslan gibi
topuk. Şimdi de akılları başlarına geldi bana diyorlar
ki “Aman Şadan bu konuyu unutalım biz sana senelik
izin vermiş gibi yaparız, bir hafta yat dinlen, yazı falan da yazma başımıza daha fazla iş almayalım.”
Ahaha, yani aramızda kalsın ama, bizim yazı işleri
hiç anlamıyor bu yazı işlerinden değerli okurlarım.
Böyle şey unutulur mu, hasıraltı edilir mi hiç? Kırk
yılın başı bir fırsat geçmiş elime, “basın özgürlüğü
için kendini feda eden cesur kalem” ayağıyla prim
yapma şansı doğmuş, cayır cayır yazmaz mıyım ben
bunu be!
Bir de üstelik bu üzücü olay yüzünden kırk yılda bir
gelen televizyona çıkma fırsatını kaçırmışım, benim
yüreğim yanmış. Yazmayıp ne yapayım...
S
“Don Üstü Afl›klar›”
bu hafta vizyonda!
Yönetmen: Barış Bölen Oyuncular: Açelya Devin Yanar, Aykut Semerci, Osman Yağmurdereli
Tür: Erotik Dram Süre: 131 dk. Yapım Yılı: 2005 Tavsiye: Ederiz, ama hararetle değil.
ilmimiz 90’larda geçiyor, biraz
daha ayrıntıya girmek gerekirse, 1990’larda. İstanbul’un kıyıda köşede kalmış mahallelerinden
birinde yaşanan tutkulu bir aşk hikayesi var karşımızda... Aşk hikayesi
ama, Romeo ve Jülyet gibi mutlu sonla biten bir aşk hikayesi zannetmeyin
sakın, “Don Üstü Aşıkları” nda hüzün
hakim her çehreye.
Konuyu özetleyelim: İTÜ’nün uçak
F
mühendisliği fakültesinde üçüncü yılını
dolduran Sacide (Açelya Devin Yanar),
okuduğu bölümde tek kız olmanın
avantajlarını doyasıya yaşarken, bir
bayram arifesinde evlenme yaşının geldiğini ve okul sonrasında eş bulma konusunda sıkıntı çekeceğini idrak eder,
ansızın kederlenir. Tüm çabalarına rağmen aradığı ideal eşi staj yaptığı maket
uçak fabrikasında da bulamayan Sacide, son senesi için okula döndüğünde
Orada ben olmal›yd›m!
Evet sizler de izlemişsinizdir sevgili okurlarım, bu
hafta Okan Bayülgen’in yeni programı Televizyon
Makinası’ndaki konuklardan biri de Genel Yayın Yönetmenimiz Sayın Aziz Kedi idi. Çıktı güzelce dergimizi tanıttı, kahramanca Cem Özer’e tahammül etti,
vahşice Tatiana adlı manken kızımızı kesti, helal olsun amirimdir, gözüm yok yapsın ama bazı gerçekler
de bilinsin istiyorum değerli okurlarım: O kahpe kurşun olmasa bütün bunları ben yapıyor olacaktım, o
programa esas ben davetliydim!
Geçtiğimiz hafta değerli dostum Okan Bayülgen beni arayıp yeni bir programa başlayacağını ve ilk programına ağır konuklarla çıkmak istediğini söyledi. Eski bir dostu ve akıl hocası olarak bu konuda benden
destek bekliyordu. Okan’ı taa radyoda ilk anlamsız
sesler çıkararak bağırmaya başladığı günlerden beri
tanıdığım için kıramadım, “Tabii Okan’cığım ne demek, memnuniyetle çıkarım programına” dedim. Buna karşılık Okan “Abi yanlış anladın, konuklar hazır,
sana programa neşe katacak komik unsur olarak ihtiyacım var” deyince biraz bozulur gibi oldum, ama
belli etmedim. Ne de olsa şöhret şöhretti ve ben bunun için tam 48 sene beklemiştim. “Olsun” dedim,
“gerekirse dekor olarak bile çıkarım.” Bunu söylerken şaka yaptığımı sandığı için Okan güldü, o gülünce ben de güldüm, bir süre karşılıklı gülüştük ve
Cumartesi stüdyoda görüşmek üzere sözleşip kapattık telefonu.
Sanırım hikayenin bundan sonrası siz de aşağı yukarı
tahmin etmişsinizdir değerli okurlarım. Basın özgürlüğüne sıkılan kahpe bir kurşun, alçıya alınmış bir
ayak, durumu fırsat bilip programa benim yerime
katılan fedakar (!) bir genel yayın yönetmeni, o genel
yayın yönetmeninin önünde masa üstüne çıkıp samba
yapan bir manken, o mankenin kalç.. offf ulan
yazamıycam daha fazla çok fena oldum hemşireyi
çağırın bana...
(Önümüzdeki hafta görüşmek üzere, öpüyorum
güzel gözlerinizden...)
çevresinde kümelenen genç mühendis
adaylarından Orkun’u (Aykut Semerci)
gözüne kestirerek ince ince flörtleşmeye başlar. İnce flörtleşme konusundaki
tecrübesizliği sebebiyle üç ay Orkun’dan köşe bucak kaçan Sacide, arkadaşlarının “Fazla ince oldu bu flört”
uyarısı üzerine Orkun’un ilgisini çekecek yöntemler aramaya başlar ve bir
perşembe sabahı okulun kantininin
önünde Orkun’un burnuna kafa atar.
Bu aşamadan sonra yakınlaşan çiftin
arasına ilerleyen günlerde bazı engeller
girer, birlikteliklerinin önüne çukurlar
kazılır. Sacide, iç dünyasında yaşadığı
fırtınaları Orkun’a belli etmemeye çalışır, Orkun ise zaten Sacide’nin iç dünyasında kopan fırtınaları hiç merak etmemektedir. Orkun askerlik için uzattığı okulun sonuna yaklaşırken, Sacide’yle olan ilişkisi sayesinde yaşadığı
yalnızlığın son bulacağını düşünür. Ama
senenin sonunda apansız bir engel, tıpkı
sahibinin eve dönmesi bekleyen sadık
bir Labrador gibi Orkun’u beklemektedir. Yeri gelir, karakterler uzun uzun ufka bakıp iç çekerler, bir “sanat” filminde olduğumuzu bize hatırlatırlar..
2002 yılında yapım çalışmalarına başlanan “Don Üstü Aşıkları”, “kadın” ve
“erkek” şeklinde iki ayrı kurgusuyla,
ekranın sol üst köşesine getirdiği radikal yeniliklerle ve Quentin Tarantulavari flashbackleriyle uzun süre konuşulacak bir filme benziyor. Kadın cephesinde modern insanın tutkularına gem
vuruşu ve akabinde gemi azıya alışı anlatılırken, eşzamanlı olarak erkek cephesinin cinsel tabular karşısında verdiği
apansız mücadeleyi ince bir işçilikle
harmanlayarak bize sunan film, yönetmen Barış Bölen’in ilk uzun metrajlı
çalışması. Daha evvel “Kareli Gömleğin Laneti” adlı kısa filmiyle 23. İstanbul Film Festivali’nde “7-9 dakika” kategorisinde en iyi kısa film ödülünü
alan Bölen, filmin galasında basın mensuplarına “Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir film yapmaya çalıştım. Sonra vazgeçip, bu filmi çektim”
açıklamasını yaptı.
Bayram namaz›na gitmek istemeyen genç
karar›n› ailesine bu y›l da aç›klayamad›
mırmır dudağımı oynatmaktan, yanımdakilerin hareketlerini gözleyerek
ıllardır babasıyla birlikte bayyatıp kalkmaktan usandım” diye kenram sabahları bayram namazı
disine telkinlerde bulunmasına rağkılmaya giden Adamen, ailesine “Ben namaza
nalı genç Tahir Sarıgöz, ünigitmek istemiyorum” diyeversiteye başladıktan sonra
memesini, sabah anneankendi kendine aldığı “Baynesi tarafından uyandırılram namazına gitmeme kamasına bağladı. “Babam ya
rarını” bu bayram da ailesida annem uyandırsaydı kene açıklayamayarak bayram
sin söylerdim ama anneansabahı caminin yolunu tuttu.
nem hacı, şimdi iki saat soSarıgöz, bir gece önceden Tahir, Kurban
ru sorar, ateist olduğumu
“Duaları zaten bilmiyorum, Bayram› için umutlu. bile zanneder” diye düşüAdana
Y
nerek kararını açıklamaktan vazgeçen
Tahir Sarıgöz’ün, yine de kararlı olduğunu vurgulamak için abdest alır
gibi yaptığı ve namaz sonunda başıyla selamı yanlış verdiği bildirildi.
Sarıgöz’ün geçen yıl namaza gitmemek için “Dişim ağrıyor” numarası
yaptığı, bir önceki yıl da “Geç yatarak
sabah kalkamama” taktiğine başvurduğu, ancak tüm bunlardan sonuç
alamadığı öğrenildi. Ailesinin göstereceği tepkiden çekinen Sarıgöz, aldığı kararı açıklamayı Kurban Bayramı’na erteledi.
polis dosyas›
11-17 Kasım EKfi‹
3
‹lk planl› cinayeti çözen müfettifl
san›klar› salonda toplayamad›
Emniyet müfettifli fiakir
Hüseyino¤lu üzgün
İstanbul
ürkiye’de işlenen ilk planlı cinayet
vakasını incelemekle görevlendirilen ünlü Müfettiş Şakir Hüseyinoğlu, hadisenin incelemesinden sorgulamasına, teftişinden çözümüne batı cinayet
teftişi standartlarının epey altındaki şartlarda hizmet verdikten sonra önceki Pazar
katilin kim olduğunu açıklamak üzere
olağan şüphelileri bir salonda toplamayı
da, bir arada tutmayı da başaramadı. Türkiye’nin bilinen ilk planlı, hesaplı cinayeti olduğu şüphesiyle başlatılan soruşturmada görev alan Müfettiş Hüseyinoğlu,
teftiş sonrası şok açıklamalarda bulundu:
T
“Katil olabilirdim”
Soruşturma şöyle başladı: İstanbul Büyük
Hali’nde yedieminlik yapan Nuri Cevahir
iki hafta önce işyerinde ölü bulundu. Şüpheli ölüm üzerine yapılan otopside arsenik ile zehirlendiği ortaya çıkan yedieminin ölümünü araştırmak üzere Şakir Hüseyinoğlu görevlendirildi. Olay hakkında
olağan şüphelileri sorguya çekmek isteyen Müfettiş Hüseyinoğlu ilk önce bu
aşamada büyük sıkıntılar yaşadı. Teftiş
hakkında basına açıklama yapan müfettiş
olayı kademe kademe şu şekilde anlattı:
“Merhum Nuri Cevahir’in şüpheli ölümünü aydınlatmak için yaptığım araştırmada
yakınlarını sorguya çekmekle işe başladım. Başlamaz olaydım. Nuri Bey’in ya-
kınları ile yaptığım konuşmaların hiçbirinden mantıklı, makul bir veri toplamam
mümkün olmadı. ‘Olay günü neredeydiniz?’ sorusuna ‘Ben olayın tam olarak günü hakkında şimdi ne desem doğru olmaz’
diyeni mi istersiniz ‘Olayın günü değil de
bence olayın nedenini araştırsanız daha iyi
olur bence’ diye akıl vereni mi istersiniz,
olay gününe gelesiye merhum ile 30 senelik geçmişini, evveliyatını anlatan mı ararsınız, çağdışı koşul ve tıynette insanlarla
muhatap oldum. Hercules Poirot misali
kişilerle olayı çözemeyeceğimi anlayınca
Sherlock Holmes gibi küçük detaylara kanalize oldum. Bu da fayda etmedi. Olay
yerinde yaptığım incelemelerde her türlü
saygısızlığı ve rahatsızlığı veren merhumun
yakınları bana sık sık akıl vererek ‘Şu yana
da bak, bu yana da bak. Yatağın altına da
bir bakaydın?’ gibi mesnetsiz yaklaşımlar
sergilediler. Tam odaklanmış, bir ipucu
yakalamışken ‘Susamışsan bir suç içersin
diye getirdim’ diyerek burnuma su dürtenler, benim işimin de zor olduğunu bana
hatırlatanlardan illallah dedim.
Ama en büyük üzüntüm ve yıkıntım olayı
çözdükten sonra olağan şüphelileri bir ortamda toplayamayışım, topladıktan sonra
da bir türlü arzu edilen sessiz ve merakla
dinleyen kitleyi bulamayışım oldu. Adet
olduğu üzere yakınları bir odada toplamak
istediğimde o odanın neresi olması gerektiği konusunda hısımlar ve yakınlar arasında tartışma çıktı. “Nuri Abi’nin katili bu
evde açıklanacak, çok hatırası var burada,
yok şu evde açıklanacak, burada çıkışta
maçı da izleriz” tartışmalarından sonra kişileri üç saat boyunca bir araya toplamaya çalıştım. Evi bulamayanları, “o gelirse
ben gelmem”cileri saymıyorum dahi. Neticede şüphelileri bir odada toplamayı başardığımızda Fenerbahçe-Karşıyaka maçı
başladığı için bir türlü dikkatleri bir arada
tutamamam, adet olduğu üzere en şüpheli gibi görünen kişilere devamlı itirazları
sebebiyle sonu “Ama katil siz değilsiniz”
ile biten şekli yapamamam olaya tuz biber ekti. Neticede daha ilk gösterdiğim
parmakta “Önce o eli indir” diyen eblehlikte insanlardan mürekkep bir topluluğa
maktulü de, Nuri Bey’in ölüm sebebini de
açıklayamadan grup kavgaya tutuştu. O
salonda kavga edenleri ayırıp, öpüştürüp
barıştırmaktan öte bir fonksiyonum olsun
isterdim. Olamadı.”
Nuri Cevahir’in ölüm sebebinin de umut
edildiği üzere cinayet olmadığını, kendisine emanet edilen kimyasalları içki sanarak
içmesi sonucu gerçekleştiğini açıklayan
Müfettiş Şakir, olaydan sonra görevinden
istifa ederek Fransa Alpleri’ne yerleşti.
Konu hakkında yorum yapmaktan çekinmeyen merhumun yakınlarından birisi “İstifa müfettiş beye yakışmadı. Katili bulmadan gitmemeliydi. Az kapının arkasına,
dolapların içine de bakaydı belki katili bulurdu, ama bizi dinlemedi” dedikten sonra
ekledi “Fenerbahçe bu sezon çok iyi.”
Gökhan Demirkol’un vücudunu foto¤raflayan Nuri Aygün en büyük fantezisini anlatt›:
“Seda Sayan’›n otopsisine
girmek istiyorum”
uri Aygün, 32 yıldır İstanbul
Emniyet Müdürlüğü’nde fotoğrafçı olarak görev yapıyor. Lakabı Memoli. Ancak ona yalnızca iş arkadaşları Memoli diyor. Bugüne kadar
sayısız cinayet mahallinde delil görüntülemiş, yasadışı mitinglere katılanları fotoğraf makinesiyle tek tek saptamış.
Çekmediği fotoğraf, belgelemediği suç
kalmamış adeta. O artık kıdemli ve her
yere koşmuyor. Sadece ünlü isimlerle
çalışıyor. Örneğin son olarak Gamze
Özçelik’e tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanan Gökhan Demirkol’un vücudunu
fotoğrafladı. Nuri Aygün’le emniyetteki
mütevazı odasında konuştuk.
N
Ustam Ara Güler
Memoli mesleğin ilk yıllarında yaptığı
işi sevmiyormuş. Polislik mesleğine
başladığında suçluların kıçını tekmelemek gibi hayalleri varmış. Mecburiyetten başladığı fotoğrafçılık bir tesadüf
eseri tutkuya dönüşmüş.
“Hiç unutmuyorum. Bir gece Ara Güler çalıştığım karakola gelmişti. Cüzdanı çalınmış. O sırada ben de çekim yapı-
yordum. Beni gördü, birkaç küçük tavsiyede bulundu. Dediklerini yapınca fotoğrafların daha kaliteli olduğunu fark
ettim. Sonra bir adam tuttum, iki haftada bir Ara Güler’in cüzdanını çalmasını
söyledim. Böylece Ara Abi karakolun
müdavimi oldu. Her gelmesinde bana
yeni şeyler anlatıyor, ufkumu açıyordu.
12. soygundan sonra pes etmiş, cüzdan
taşımamaya başlamış. Ben de evini
kundaklattım. Az kalsın ülkeyi terk
edecekti yalnız, sonradan çok vicdan
azabı çektim.”
Yıllar yılları kovalamış. Zamanla diğer
meslektaşlarının arasından sıyrılmış Memoli. Acıların Kadını Bergen’in cesedini
fotoğraflarken güldüğünü fark etmiş.
Yaptığı yakın çekimler davaya etki etmese de basından çok ilgi görmüş ve takdir
almış Memoli. O günden sonra da kendisini seçerek davalara vermeye başlamışlar. Cinayet davalarını anlatmasını istiyoruz: “Yağmurlu havalarda işlenen
cinayetleri seviyorum. Kan yavaşça suya karışarak şehrin gürültülü caddelerinden sessiz ve rutubetli kanalizasyona
akarken deklanşörüme basıveriyorum.”
Gökhan’› be¤endim
Ve son günlerin en çok merak edilen konusuna, Gökhan Demirkol-Gamze Özçelik olayına geliyor sıra. Kendisi o sırada başka bir görevde olduğu için üç saat bekletmişler Gökhan’ı. Diğer fotoğrafçılar da “Bu şeref Memoli’nindir” diyerek çekim yapmayı kabul etmemiş.
Gökhan’la bir buçuk saat geçirmiş Nuri
Aygün. “O muydu değil mi?” diye soruyoruz: “O yapmıştır ya da yapmamıştır
diyemem. Ancak biraz daha kilo verirse
iyi bir model olabilir. Bence düşünmeli
de. Fiziği düzgün. Zaten basketbol oynamanın getirmiş olduğu avantajlar da
var. Kendisiyle güzel bir çalışma yaptık.
Kişisel albümüm için de birkaç poz verdi. Hatta ‘Abi kişiselse cinsel organımı
da göstereyim. Önemli değil’ dedi ancak kabul etmedim. Mahkemenin gidişatına etki eder belki diye.”
Son olarak hayallerini, gelecekten beklentilerini anlatıyor Memoli. Emekli
olunca bir sergi açmayı düşünüyor. Bir
de hayranı olduğu Seda Sayan’ı morgda
son bir kez görüp resmini çekmek. “Zaten sonra da bu mesleği bırakırım” diyor.
4
EKfi‹ 11-17 Kasım
gündem
KISA... KISA / YURTTAN...
“S›hhatler olsun”u
duyamay›nca hasta oldu
İstanbul Fikirtepe’de haftalık pazar banyosunu yaptıktan sonra ailesine “Ben çıktım!” diye bağırıp “Sıhhatler olsun” cevabını alamayan lise öğrencisi E.Ö.
yataklara düştü. Durumun aile fertlerince anlaşılması
üzerine Fikirtepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne
kaldırılan genç üç gün müşahede altında kaldı. Açıklama yapan hastane yetkilisi “Atadan kalma alışkanlıkların birden kesilmesi bu tip travmalara yol açıyor.
Toplum sağlığı için banyodan sonra ‘Ben çıktım’ı duyar duymaz ‘Sıhhatler olsun’ ve ‘Güle güle kirlen’ gibi kalıpları kullanmaya özen gösterelim” dedi.
81 ile yalakalanan “Türkiyem”
flark›s›n›n yap›m›na ‹flte dev “Türkiyem”
flark›s›ndan dizeler
bugün baflland›
Kurban olam Afyon senin yoluna...
Kaymaklı ekmek kadayıfına ölürüm
Afyonum,
Cumhuriyet Sucukları’na ölürüm
Afyonum hey hey,
/
Türkiye’nin hak
aranabilmeye elveriflli
illeri ile ilgili yasa
tasar›s› TBMM
gündeminde
/
Geçmifl y›llarda bestelenen tüm
“Türkiyem” flark›lar›n›n kapsad›¤› iller
ÜFE’nin aç›klanmas›n›
bekleyen genç ekonomist
heyecandan delirdi
Her ayın üçünde piyasaların kapanmasından sonra
açıklanan enflasyon rakamları bu sefer can yaktı. 25
yaşındaki genç ekonomist E.Ö. verileri beklediği
çalışma masasında arkadaşlarının gözü önünde sapıttı. Sağa sola saldırmaya başlayan, masasını dağıtan gencin, “ÜFE üf oldu! ÜFE üf oldu!” şeklinde
bağırdığı ve özel bir kliniğe kaldırıldığı bildirildi.
Enflasyon beklentilerinin %0.7 ile %1 arasında değiştiğini anketlerden öğrenen genç ekonomistin,
yine kötü tahmin yaptığı geçen ay da yüzde
%1.2’lik tahmininin fazla olması nedeniyle dengesiz hareketlere başladığı, son altı aylık artışları hiç
öngöremediği, geceleri ağladığı, aklına okul yıllarında aldığı 0.5 final notlarını getirip bunu arkadaşlarına anlattığı bildirildi.
ıllardır iletişim, anlayış, serinkanlılık ve hoşgörü gibi konulardan bahis açıldığında “empati”
kelimesinin anlamını açıklayan ve
empatik düşüncenin faziletini ballandıra ballandıra anlatan arkadaş
çevresinden sıkılan S.İ. (24) isyan
etti. “Bunaldım artık” diyen S.İ.,
“Her muhabbette empati kavramının tanımının yapılmasından ve bunun her şeyin başı bir fazilet olduğunun aynı ses tonu ve bilgiçlikle
söylenmesinden bıktım” diye serzenişte bulundu. Uzunca bir süredir, “Aaa ne ayıp ayol, senin içinde
/
/
/
/
Kafiye olam Burdur senin şiirine
Sadeliğin ve yalınlığına ölürüm
Burdurum
Antalya’ya komşu olmana hayranım
Burdurum hey hey!
/
Yap›m›na bafllanan dev
“Türkiyem” flark›s›n›n kapsayaca¤› iller
Ö
tekrar tekrar çalınacak, milli bayramlarda kendisinden tiksindirecek kadar
duymak zorunda kalacağımız bir ‘Türkiyem’ şarkısıdır” diye konuştu.
“Gecemizi gündüzümüze
katarak çal›flt›k”
81 illik dev hedefe ulaşmak için sözü
devralan vatan popçusu Ercan Saatçi
ise, “81 ile birden yalakalık yapmak
çok zor bir iş! Bu uğurda gecemizi gündüzümüze katarak çalıştık, her ilden yalakalanacak temel değerleri tek tek belirledik. İzmir gibi Göztepe ve Karşıyaka ayrımı yaşayan iller de ortak pazarı
hedeflemek, yalakalanacak temel müştereği belirlemekte büyük (!) sorunlarımız oldu. Güneyde OHAL sebebiyle illeştirilen Batman gibi illerimizin tam
olarak nesine yalakalanacağımızın tespitinde özellikle zorlandıysak da çözümsüz kalmadık. Batman’ın Batmobil’ine yalakalanarak ince bir espri yaptığımıza da inanıyoruz. Bu espriyi Uf-Er
döneminde düşünmüştük. Bugüne kısmetmiş” şeklinde konuştu.
de hiç empati duygusu yokmuş”
diye suçlanmaktan korktuğu için
kaygılarını dillendiremediğinden
dem vuran S.İ., bugüne kadar içinde tuttuklarını “Empati kelimesi
yokken biz nasıl anlaşıyorduk
lan?” diyerek dışavurdu. S.İ.’nin
görüşlerine başvurduğumuz arkadaşları ise “Onu dost belledik, ona
yüreğimizi açtık, hoşgörü ve anlayış bayrağını elden ele taşıdık
fakat gördük ki kendisi denyonun
tekiymiş. Bunu anladık ya, yazıklar olsun!” diyerek ironik ve
manidar bir yorum getirdiler.
“Hay ‘empati’niz
bats›n!”
/
/
Buğday olam Konya kocaman ovana
Mevlevi dergahında semazenim Konyam,
Etli ekmeğinle doyarım yüce Konyam hey
hey!
/
nceki gün Ankara’da toplanan
POPSAV çatısı altında milli
birlik ve beraberlik ruhunu yaşatması, seçim zamanı otobüslerden yayımlanması ve 81 ilden potansiyel toprakçı alıcıya ulaşması adına planlanan
“Türkiyem” şarkısının yapımına bugün
başlandı. POPSAV adına konuşan başkan Osman Yağmurdereli “Bundan önceki ‘Türkiyem aslansın kaplansın, ölürüm’ temalı şarkılarda gerek süre gerekse kaynak eksiklikleri sebebiyle yalakalanan şehir adedinde yirmiyi geçememiştik. Bu sebepten oluşan ikilik,
‘O şehirler Türkiye’de de, biz -çok afedersiniz- Yunanistan’da mıyız?’ gibisinden haklı eleştiri ve feveranlar yükselmişti. Ayrıca bu denemeler geriye kalan
61 ildeki potansiyel müşterileri de kaçırmış, hedeflediği Türkiye çapına ulaşamamıştı. Amacımız 81 iliyle Türkiye’nin bir bütün olduğunu, ölünecek
bir tane dahi ilinin es geçilmediği, arkada bırakılmadığı Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün altını çizen ve mümkünse milli maçlar öncesi stadyumlarda
Empati kelimesini kullanmadan
iletiflimden bahsedebilecek arkadafl ar›yor
Y
/
Demlik olam Rize Turist Çayı’na,
Sevimli Laz dedelerine ölürüm
Rize Rize,
Dizi karakterlerine gülürüm Rize Rize
hey hey!
/
AKP Rize Milletvekili Abdülkadir Kart, TAYAD
üyelerinin Rize’de bir grubun saldırısına uğraması
olayından sonra ülke genelinde güvenliği ve huzuru
sağlamak için Türkiye’nin hangi illerinde hak aranabileceğinin belirlenmesi gerektiğini söyledi. TAYAD
üyelerinin Nisan ayında Trabzon’da, Kasım ayında
ise Rize’de böyle bir girişimde bulunduklarına dikkati çeken Kart, hakkın böyle aranamayacağını belirterek, “Herkesin hakkını her yerde aramaya çalışması
bir belirsizlik yaratıyor. Keşke olmasa diyeceğimiz
olaylara sebep oluyor. Türkiye’nin hak aramaya elverişli illeri ile ilgili belirsizlik son bulmalıdır” görüşünü ifade etti. Bu görüş doğrultusunda bir yasa tasarısı hazırlayarak TBMM gündemine sunan Kart’ın tasarısında hangi illerde hak aranabileceği belirtiliyor.
/
Hastanım Kütahya senin çinine!
Güral Porselen tabağına ölürüm
Kütahyam,
Dünyadaki ilk toplu iş sözleşmene
kefilim Kütahyam,
Kefilim Kütahyam hey hey hey!
/
/
Dalgakıran olam Sinop senin limanına
Yurdun en kuzeyi olan İnceburun’a
ölürüm Sinopum
Karadeniz havanı soluyup of çekerim
Sinopum hey hey!
/
/
/
Zeybek olam Aydın senin efene
Ekmek bandığım zeytinyağına ölürüm
Aydınım
Ege’ye bakıp rakı içerim tarihi Aydınım
hey hey!
/
/
/
Toz olam Denizli senin meydanında
Kabarmış horozlarlarına ölürüm
Denizlim
Gelişmiş sanayinle övünürüm Denizlim
hey hey!
/
/
/
Bayılırım Isparta senin havalimanına
Geniş sokaklarına ölürüm Ispartam
Yetiştirdiğin liderlere hayranım Ispartam
hey hey!
/
/
/
Kubbe olam Edirne Selimiye Camii’nde
Avrupa’ya açılan Kapıkule Sınır
Kapısı’na ölürüm Edirnem
Meriç’e bakarak şiir okurum güzel
Edirnem hey hey!
/
/
/
İnce kesilmiş et olam Mersin senin
tantunine
Özel peynirlerinle yapılmış künefene
ölürüm Mersinim
Kocaman ve geniş sahillerine aşığım
Mersinim hey hey!
/
/
/
Pamuk olam Adana senin tarlalarında
Kendine has küfürlerine ölürüm Adanam
Yurdu kalkındıran zenginlerine
bayılıyorum Adanam hey hey!
/
/
/
Aşık olam Bilecik senin otoyoluna
Depreme dayanıklı binalarında
yaşayayım Bilecikim
Kalkınma hamlelerinde yer bulasın
Bilecikim hey hey!
gündem
11-17 Kasım EKfi‹
5
Halktan sesler
‹mama el kalkar m›?
Kastamonu’nun Devrekani ilçesine bağlı Bozarmut köyü imamı Fatih Demircan,
“hızlı namaz kıldırdığı” iddiasıyla cami cemaatinden dört kişi tarafından maşa
darbeleriyle dövüldü. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Semiha Benç
Eda Balabanl›
Necip Yürekli
(Mimar, 38)
(Müflteri temsilcisi, 24)
(Aikido e¤itmeni, 33)
Hiçbir şeyin çözümü dayak olmamalı. İnsanların birbirleriyle olan iletişimine inanıyorum
ben. Din, ırk, memleket, yemek zevki,
futbol... Oh tanrım.
Bunların hepsi için
birbirini kıran insanlar var. Bu arada
olayda ilgincime giden bir şey de...
Yalnız pardon deminden beri dikkat
ediyorum gözlerinle beni adeta yedin
bitirdin? Aklın sıra bu halkın en zayıf
duygularını sömürerek cinsel seks fantezilerini bende mi tatmin edeceksin?
O önündeki kocaman şeyle hem de?
Ahahah kocaman şeyle. Kocaman...
Bir insanın dayak
yemesiyle ilgili ne
söyleyeceğimi tam
olarak bilemesem de
henüz üç buçuk yaşında bir çocukken
eve alınan ve ismini
“Kündek” koyduğum lepistes balığını dövmüş olmam
sonucu onun ölmüş olmasının konumuzla bağlantısı Kündek’in cenaze
namazını kılması için başvurduğum
mahalle imamının “De get la!” demesinin bende yarattığı travma ya da
vazgeçtim trav diyerek ben de maşayı
hak ettim.
Anlıyorum... Darbelerin ne yönden gelmiş olduğu belli mi?
Anlıyorum. Konumla ilgili olduğu için
şöyle yaklaşayım,
imamın saldırı anında
yanlış duruş alarak
ağırlık merkezine odaklanamadığını
söyleyebilirim. Savaş sanatlarında çok
önemli bir kural vardır. Ve bu kural sizi hiç ilgilendirmez. İmam beye söyleyeceğim yegane şey ne zaman hareket
ederse bu aikidodur, unutmasın.
Berat Kurtulufl
(Seyyar sat›c›/Webdesigner, 28)
Şimdi bu işler karışık. Benim de namaz
kıldığım bir mescit
var. Biz imamsız kılıyoruz da ne oluyor? Kimse kimseyi
dövmüyor. Ama bu
sefer de saf kavgası
çıkıyor yok sen önde durdun yok ben
önde durdum. Ya bırakın bunları yaaa.
Bence bu nefretin sebebi imamın önde
durması. Biz kendimizden önde duranlara tekamül edemiyoruz. Tekamülsüz
bir milletiz. Olmamalı, olmasın. Arkandayız imam, sen önde dur biz arkanda
durmaktan gocunmayacağız. GOCUN-MA İİİMAM GO-CUN-MA İİİMAM! Ya da vazgeçtim ney lan o
imamın adını ver bana!
Osman Sonyal›
(Gitarist, 22)
Ahahah merhaba.
Dinler, değil mi?
Dinler. Geçen gün
arka sıramda oturan
arkadaşla tam da bu
konuyu tartıştık, biliyor musunuz? Ve
ben onu Mozart ettim. Bu biraz size yabancı bir tabir
olabilir tabi (Gülümsüyor). Her koyun kendi bacağından asılır diye bir
espri var, bilirsin. Her imam da kendi
kafasından dövülür (Gülüyor). Ya
peki ben sana ismini sorsam sakıncası var mı? Var mı? Tamam ya, oradaki isim esprisi çok gereksiz bir olay
ben de biliyorum. Ama imam efendi
filan olunca sormayı bilme durumundasın ha işine gelince? Öyle değil
mi? (Gülümseyerek Demirel taklidi
yapmaya başlıyor)
Sermet Erkin
(Wizard, 50)
Ben imam beyin bir
röportajını dinledim.
Diyor ki, “Arkamdaki safta beni döveceklerin durduğunu anlayınca sarığımı çıkarıp kaçtım”.
İşte hoop, illüzyon
burada çocuklar! Ahaha olmuyor tabi
artık ama, eh eski alışkanlık... Yani
imkan verilse ben o beyi sarığını çıkardığı anda buraya illüztrate etmeyi
bilirdim. Ama devlet elini uzatmıyor.
Bugün bir sihirbaz kaça tavşan çıkarıyor, kaça şapka alabiliyor. Melon
şapkalar ateş pahası. Benimkisi taka
taka peştamal oldu, tavşanlar içini
ahıra çevirdi. Ama imam sarığını çıkarıp ortadan yok olabiliyor. Elbette bu
dayağın ardında illüzyon var. Bu dayak sihirbazların devlet yardımı alamamasını gizlemek için yapılmış bir
illüzyon. Hoop sigaranı yaktım...
Asfalt
Şövalyesi
Haflim Taflköprü
[email protected]
Hüzünlü bir
aflk paratoneri
ediğiniz fırçadan sonra yağdırdığınız maillere
cevap yazmaktan inanın kendi yazımı yazamadım. Her mailinize bir de Gmail davetiyesi ekliyorsunuz. Eksik olmayın, hepsine kayıt oldum. Her
birine değişik isimler uydurmak zorlu bir yolculuk benim için. Ama bu engeli de otomotiv ustalarımızın, otoyol ozanlarımızın isimleriyle aştım. İsteyene bunları tanesi 50$ karşılığında ücretsiz verebilirim. Yeter ki bir
başka asfalt havarisinin ismi daha maillerde yaşasın.
Bozuk para çıkmazsa, bir tur verseniz de olur. Tomofilinizi canım!
Kimileri bana “Son samuray”, kimileri “Frodo Banging” kimileri de “Vasıf Kortizon” gibi lakaplar yakıştırmışlar. Bunlar özgürlük savaşçılarının isimleri, hepiniz sağolun. Gerçekten övgü doldum. Benim halkçı anlayışımla özdeşleşen argümanlar bunlar. Ama bu isimler sadece birer lakap. Arkasında gerçek halkçılığı ve
otomotivi buluşturan aşk ve çile asla bulunamaz.
Yeri gelmişken yüreğime otomotiv sarhoşluğunu kazıyan olayı sizlere aktarmak istiyorum. Böylece maillerde sıkça karşılaştığım “Haşim abi, biraz da hayatınızı
anlatsanız, o hayatın ibriği bize ışık çaksa” gibi sorularınızı da cevaplamak kanaatindeyim.
Afyon’un Dazkırı ilçesinde doğmuşum, sene 71. Doğduğumda 20 kiloydum. Çocukluğum acılarla, hüsranlarla geçti. Ekmek arası simit yedik. Sezercik’in eşeğini satın almaya çalışan çocuk seçmelerine katıldım.
Renk kattı yaşantıma. Ne yazık ki birinci olamadım. Bu
çöküşün hıncını otomotiv ve mancuko ile çıkardım.
Doğru duydunuz; Mikelanjelonunki. O zamanlar biz
mancuko çalışıyorduk, İtimat Karete Salonu’nda. Kilo
fazlam dolayısıyla bu tutkum da hicranla sonlandı. Beyaz minderlerden bir dönem uzak kaldım.
Y
Felaketim olurdu
döner ekmek,
a¤lard›m
Bayraktan flaire anlaml› seslenifl:
Nazl› de¤ilim art›
korkmuyorum!
Ankara
yılı aşkın bir süredir İstiklal
Marşı’nda kendisine seslenilen Bayrak, dün direğinden inerek yaptığı basın bildirisinde Şair’e yanıt verdi: “Nazlı değilim artı
korkmuyorum.”
Bildiri sırasında sakin ve mutedil olduğu gözlemlenen Bayrak şöyle konuştu:
“Senelerdir şahsıma yönelik süregelen
‘Korkma!’ ve ‘Nazlı hilal’ benzeri toplum önünde küçük düşürücü ikaz ve
seslenişlerin şahsımı haksız yere Türk
toplumuna ‘Korkak ve nazlı bayrak’
olarak tanıttığına inanıyorum. Bu yanlışı
düzeltmek isterim: Korkak değilim,
kimseden korkmuyorum. Nazlı değilim, göreve hazırım. Ha, göndere çekildiğimde bir titreme, dalgalanma hasıl
oluyorsa bu yapım gereği, aerodinamiğim sebebiyle gerçekleşen bir olay.
80
Korkudan titremek şöyle dursun, bu
görüntünün güzelliğinden bahsedenler,
hatta hatta ‘Şafaklar gibi’ dalgalandığımı söyleyenler dahi olmuştur. Halkımız
sakin olsun, ‘Bayrak acaba korkuyor
mu? Nazlı mı, pimpirikli mi?’ demesin.
Korkmuyorum, caymıyorum, dalgalanıyorum.”
Basın bildirisinin sonunda kendisine
yöneltilen “Çehresini çattığı, yüzünün
gülmediği, devamlı olarak anlamsızca
şiddetle celallendiği” yönündeki bir soruya da “Buradan hem Şair’e hem de
kahraman ırkıma bir gülüyorum. (Gülüyor) Böyle bir şey yok. Sakin yaradılışlı, güler yüzlü bir bayrağım. Hatta yandan kafanızı kavisleyip baktığınızda göz
kırparak gülen bir smiley şekli aldığımı
da fark edenleriniz olmuştur. Bu şeklin
IRC’de kullanılıyor olması tesadüf değil” şeklinde yanıt verdi. Son olarak
Bayrak’ın basın bildirisi sebebiyle yarı-
ya indirilmesinin halkta lüzumsuz matem havası yaratmaması gerektiğine değinen Bayrak, göndere yeniden çekilmeden evvel Türk milletine “Kanlarınız
helal mi?” diye sordu. “Helal” yanıtını
alınca “Eyw” diyen Bayrak göndere
hızlı geri çekildi. Gönderde rüzgarsızlık
sebebiyle layıkıyla dalgalanamayınca
“Bayrak korkuyor olabilir mi? Naz mı
yapıyor?” tartışması yeniden alevlendi.
fiair: Ben orada bayra¤a
de¤il, ulusa seslendim
Olay hakkında temasa geçilen şair ise
“Bayrağımız metni dikkatsiz okumuş.
İlk kıtada ‘Korkma!’ diye ulusa sesleniyorum. Bayrağa ise ancak ikinci kıtanın
başında sesleniyorum. Şiirin tamamında bayrağı muhatap almıyorum. Sorup
etmeden basına konuşmasa, önce bana
sorsa söylerdim” dedi.
İzmir’de Mithatpaşa Endüsri Meslek’te geçen lise yıllarımda binek oto sevgim büyüdü. Torna tesfiyedeydim. O zamanlar benim bir kız vardı. Ona açılamamıştım. Kavga çıkardım erkek arkadaşlarıyla. Çok pis dayak yedim. Yere yatırıp ayakkapla tekmeleme falan.
Fakat yemin ettim intikam için, mancıka çalıştım.
Ve soğuk yedim intikamı: Gram tuvalet giyinerek kızı
Kemeraltı’ndaki Ankara Döner Büfesi’nde yemeğe davet ettim. Çok hoş bir elektrik akımı vardı. Heyecanlıydım ama mahrum ve gururluydum da. Garson geldiği
anda o yoğurtlu İskender söyledi. Ben ise bütün ekmek
döner söyledim, cesur ve asiydim. Bol acı bol soğan diye seslendim garsona. Fakat ne olduysa kız bir soğudu,
bir artisleşti. Laf konuşmamaya başladı. O an ben moralman çökeldim işte. Anladım ki tenlerimiz kadar beslenme tarzlarımız da yalnışlarda. İçimde adeta tuzunamiler, faytonlar koptu...
Şimdi düşünüyorum da, belki de o gün bütün ekmek
döner değil de iki yarım döner söyleseydim ve bol acı
bol soğan koydurtmasaydım belki sizce de farklı olur
muydu? Bence de evet. Hatta cila amaçlı üstüne bir
de çeyrek döner patlatabilirdim. Ve belki de benim
de bir manitam olurdu şu anda. Kızdırılmış kristal
tozları o muhteşem kayboluşların zevkini kasıklarıma kazımazdı.
Ve buradan değiştim mesajı vererek ona seslenmek
istiyorum bir kez daha: Billur, bunu okuyorsan lütfen
beni çaldırır mısın? Benimki maycep öğrenci olduğundan dışarıyı arayamıyorum.
6
EKfi‹ 11-17 Kasım
aktüel
Özel Çaml›ca Lisesi’nde birey tarikat› skandal› flok yaratt›
Mahmut Hoca ve flakirtleri “Hababam
S›n›f›” yeni bir terör hareketi mi?
sine sorulan soruları hasta yatağından yanıtlayan terörist başı Mahmut Hoca “Ben eğitimciyim! Statikten, betonarmenden anlamam!” deyip tekrar enfarktüs geçirerek soruları savuşturmaya çalışınca yapılan tıbbi
araştırmada Mahmut Hoca’da tıpta milyonda bir görülen zor durumda kalınca enfarktüs
geçirme sendromunun görüldüğü belirlendi.
Aynı okulda bulunan ve Mahmut Hoca’nın
uygulamalarına tanık olan diğer öğretmenlerin ifadelerine göre Kel Mahmut, Hababam
Sınıfı’nı disipline edip, bir cani ordusu yaratmak için tek ayak üzerinde durma, aç ve susuz yatağa yollamak, ayağından ağaca asmak gibi bir dizi fiziksel ve psikolojik yöntemden yararlandığı, öğrencilerin iradesini
bu şekilde kırıldığı tahmin ediliyor. Mahmut
Hoca’nın varlığına rağmen bu varlıklı ailelerin çocuklarının Hoca’larına bağlı kalmasını
ise uzmanlar kendisini esir alanlara karşı
esirlerin derin sevgi duymasına sebebiyet
veren Stockholm Sendromu’yla açıklıyorlar.
İstanbul
nceki gün İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile yaptığı baskında Özel Çamlıca Lisesi Müdür Muavini ve Milli Tarih Öğretmeni Mahmut Hoca (Kod adı: Kel Mahmut) ve 6 Edebiyat A sınıfı tutuklanarak, göz
altına alındı. Özel Çamlıca Lisesi öğrencilerinden oluşan ve kendilerine “Hababam Sınıfı” ismini veren organize suç ve cürüm çetesinin çökertildiği operasyonda vasıfsız ve
kaçak işçilerle izinsiz ve ruhsatsız okul inşa
etmekten, Belgrad Ormanları’nda mukim
bir yasadışı kamp kurmaya kadar bir dizi suçun faili ve elebaşı olarak tevkif edilip göz
altına alınan Mahmut Hoca’nın sicil ve dosyasında yapılan teftiş ve tahkikat sonucunda
öğretmenlik yapmaya yetkin ve ehil olmadığı da ortaya çıktı.
Özel Çamlıca Lisesi öğrencileri ve velilerini
sarsan olay baskın sonucu Mahmut Hoca’nın yasadışı faaliyetlerine yardım ve yataklık ettikleri gerekçesi ile tutuklanan ve
yaşları 28 ile 37 arasında değişen 30’u aşkın
lise öğrencisinin tutuksuz yargılanma talebi
de reddedildi.
Baskını gerçekleştiren İstanbul İl Milli Eğitim Organize Suçlar Masası Başkomiseri
Hasan Fehmi Topuz baskını ve sonrasında
gelişen olayları şöyle anlattı:
“Görev sırasında geçirdiği bir travma sonucu
bir süre tıbbi bakım altında olan kardeşim
Üsküdar İlçe Milli Eğitim Başmüfettişi Hüseyin Şevki Topuz’dan aldığımız bir ihbar
neticesinde başladığımız tahkikat ve sorgu
sonucu şüphelerimiz Özel Çamlıca Lisesi 6
Edebiyat A sınıfı ve Mahmut Hoca üzerinde
yoğunlaştı. Uzaktan gözlem altına alma kararı aldığımız bu sınıfın müşahede süresi zarfında karşımıza kriminal bir tablo çıktı. Ders
günleri ve saatlerinde toplu halde okulu terk
ederek şehri dolaşan bu grubun Bolu Düzce’ye bağlı Cındıllar köyü İlkokul binasına
yaptıkları kaçak ek yapının çöküp altında beş
çocuğun kalarak can vermesi üzerine harekete geçtik.”
Bildirinin bu kısmında sözü devralan İnşaat
Yüksek Mühendisi İbrahim Telveci çöken
inşaat hakkında şöyle konuştu: “Okul binasının kaçak olarak yapılan inşaatı kurulumundan, uygulanmasına adeta bir ölüm tuzağı olarak hazırlanmış. Payandalar ve kirişler
yok, acemice karılmış harç dökülüyor, statik
hesapları yapılmamış. Bu inşaatın yapımına
Ö
“Hababam S›n›f›”n›n elebafl› Mahmut
Hoca’n›n ve örgüt militanlar›n›n
yarg›s› sürüyor.
Suç orta¤› Hafize Ana
ve planlamasına kim emir vermiş, kim müsaade etmişse insanlık adına asılmalıdır.”
Sözü devralan Başkomiser Topuz’un da yıprandığı her halinden belli oluyordu: “Mahmut Hoca yönetimindeki Hababam Sınıfı’nın
halkı din, dil ve sınıf ayrımını tahrik edecek
şekilde kışkırtmak için Belgrad Ormanları’nda kurduğu örgüt kampında etrafını sardık. ‘İnek Obası’ adı verilen bu kampta örgüte seslenen Mahmut Hoca’nın ‘Okul yalnızca dört duvar arası değildir. Okul eğitimin,
öğretimin verildiği her yerdir.’ örgütsel diskurunu tekrar eden ve içlerinde belirledikleri bir haini insanlık dışı bir şekilde kazana
atıp haşlamaya çalışan bu örgüt üyelerini
kıskıvrak ele geçirdik. Yaptığımız baskın neticesi çadırlarda çok sayıda örgütsel doküman, örgüte ait bayrak, yanıcı delici ve kimyevi maddeler bulduk.”
Olay sadece ideolojik
de¤il dini de olabilir
Tutuklamaya karşı çıkan Mahmut Hoca’nın
olay yerinde “Öğrencilerim... Öğrencilerim... Okutacaksınız... Okutmalısınız...” diyerek kalp krizi geçirmesi Mahmut “Hoca” ile
Hababam Sınıfı arasındaki ilişkinin sadece
ideoloji bazında değil tarikatlaşmaya giden
bir hoca-şakirt ilişkisi seviyesinde de olabileceği şüphelerini gündeme getirdi. Başko-
miser Topuz “Mahmut Hoca’nın ‘öğrencilerim’ dediği bu suç şebekesi ile ilişkisinin iddia edildiği üzere sadece kriminal seviyede
olduğunu sanmıyorum. En nihayetinde
Mahmut Hoca özel bir lisenin müdür muavinliğini yapıyor. Öğrencileri ile ilişkisini
bu denli güçlü kılacak, ‘okutmak’ için kalp
krizleri geçirttirecek seviyede bir yakın ilişkiye girdiğini iddia etmek mantıklı olamaz.
Nitekim kayıtlara bakınca bu ‘öğrenci’lerin
bunca özel okul varken ısrarla ‘Bu okulda
okumaları gerekmesi’ ve öğrenci başına ortalama 10 yıl gibi bir süre boyunca aynı sınıfta
okumak için milyarlarca lira para dökmüş
olduklarını iddia etmek gülünç. Olayın arkasında daha güçlü bir rabıta aradığımız için
Hababam Sınıfı’na mensup örgüt üyelerini
sorguya çektik. Gözaltında yaptığımız bu
araştırmalar sonucunda Tarih Hocası Mahmut Hoca nezdinde 10 sene boyunca lise son
sınıfı okuyan öğrencilerin İnkılap Tarihi sorularına yanıt olarak ‘Kağnıların arasında acılar içinde ağlayan bebekler ve analar’dan
bahsederek ağlaması ve sinir krizleri geçirmesi Mahmut Hoca’nın Cumhuriyet tarihimiz hakkındaki düşünceleri ve gerici beyin
yıkama faaliyetleri hakkında önemli ipuçları
verdi. Mahmut Hoca’nın eğitim geçmişini
araştırınca ise Orta 1’den terk olduğunu şaşkınlıkla müşahede ettik.” Beş öğrencinin
ölümüne neden olan inşaat hakkında kendi-
Hababam Sınıfı içerisindeki itirafçılardan
alınan bilgiye göre öğrencileri psikolojik bir
cendere içine alan Mahmut Hoca’nın sağ
kolu okulda müstahdem olarak görev alan
ve okul içi koordinasyondan sorumlu olduğu anlaşılan “Ana” kod adlı Hafize Naşit.
Öğrenciler üzerinde oynanan psikolojik
savaş oyununda “İyi polis” rolünü oynayarak Hababam Sınıfı’nın içine sokulan
Hafize Ana, Mahmut Hoca’nın yemeksiz ve
susuz yatakhaneye yolladığı gecelerde
Hababam Sınıfı’na yemek, içki ve sigara
getirerek dengeyi sağlıyordu. “Yavrularım”,
“Yavrucaklarım” diye hitap ettiği Hababam
Sınıfı tarafından çok sevilen ve örgütün anaç
rol modeli ihtiyacını karşılayan Hafize Ana
ilerleyen yıllar içinde yatakhaneye karı getirerek “mamalık” yaptığı, sigaradan başka
narkotik madde getirerek bir haşhaşi ordusu
oluşturulmasında etkili olduğu tahmin
ediliyor. Sorgulama sırasında hıçkırıklara
boğularak sorulara yanıt veremeyen Hafize
Ana’nın suçu kesinleşirse 10 ile 15 yıl arası
hüküm giymesi bekleniyor.
Yurtta dalga dalga itiraflar
Olayın ortaya çıkması üzerine yurdun dört
bir yanından gelen “Biz lisedeyken aynı
Hababam Sınıfı’ydık” itirafları sorunun Özel
Çamlıca Lisesi çapında değil ülke çapında
olduğu sinyallerini verdi.
AKZER-SEN’den Amerikan
müzik endüstrisine darbe
merikan müzik piyasaları dün öğleden sonra AKZER-SEN’den
(Araya Karışan Zenci Rapçi’ler
Sendikası) gelen beklenmedik grev haberiyle sarsıldı. Esas vokal şarkısını söylerken
kafasına göre araya karışıp rap yapan zencilerin (halk arasında “featuring zencileri”
olarak da biliniyor) özlük haklarını korumak amacıyla 1998 yılında kurulan ve ha-
A
len yüz bini aşkın üyesiyle Amerikan müzik endüstrisinin en güçlü sendikası olarak
bilinen AKZER-SEN’in kurucu genel başkanı 50 Cent (32) tarafından duyurulan
grev kararı başta R&B olmak üzere tüm
müzik sektöründe şok etkisi yaptı. Başkan
50 Cent yaptığı açıklamada “Hey yoo! Sendikamız sektördeki ağır çalışma koşulları
nedeniyle genel grev kararı almıştır, oh ye-
ah. Buna göre, sendikamıza bağlı rap’çi
kardeşlerimiz, check this out, çalışma koşulları iyileştirilene dek hiçbir şarkıda araya girip bıdı bıdı konuşmayacaklar aoo ooo
diye acayip sesler çıkarmayacaklar, anaya
bacıya küfür etmeyeceklerdir, yoo madafaka” dedi. Açıklamanın ardından basın mensuplarının sorularını yanıtlayan 50 Cent
“Özellikle ağır çalışma saatleri belimizi
büktü, bugün bir zenci rap’çi yeri geliyor
günde 10-12 şarkıda araya karışmak zorunda kalıyor halbuki bu sayının en fazla
dört hadi bilemedin beş olması lazım. Hangi videoklibe yetişeceğimizi şaşırdık, evimizin yolunu unuttuk. Devlet bir şey yapsın yousonafabitch” diyerek içini döktü.
gündem
‹stanbul’a görkemli
piramit projesi
Sultanahme
t’e
dev yat›r›m
11-17 Kasım EKfi‹
7
Kentli, özgür ve
seksi kadının sesi...
Cimcime Kukumvar
[email protected]
Erke¤ini dene
ennetten kovulmalarının hemen ertesinde
Adem’le Havva kavgaya tutuşmuşlar malumunuz. Haklılar da tabi. Cennet dediğin, günümüz
kent yaşamının boğucu havasından kaçmak için şehir dışına inşa edilen ve güvenlikle yeşilliğin ön planda tutulduğu dev siteler gibi bir yer sonuçta. Polat Residence’in
akıllı bina sisteminin tüm özellikleri cennette de mevcut,
babaannemin anlattıklarından aklımda kaldığına göre.
Hal böyleyken kim cennetten kovulmak ister? Konu dönüp dolaşıp “elma” meselesine gelmiş. Adem yine Havva’yı, elmayı kendisine yedirmekle suçlayınca bizimki
cevabı yapıştırıvermiş: “Ben seni deniyordum sadece.
Yiyeceğini nerden bileyim.”
Kadınlar böyledir işte, yüzyıllardır erkekleri deneyip dururlar. Biz de İlayda’yla boş durmaz, erkekleri denemek
için muzırlıklar icat ederiz sık sık. En güvendiklerimizden bir tanesi “Açıkta bırakılan vibratör testi” dir. Eve
çağrılan adam “Ben üzerime rahat bir şeyler alayım” denilerek salonda tek başına bırakılır. Elbette, salona önceden bir vibratör yerleştirilmiştir ve adamın ne tepki vereceği merak konusudur.
Özgürlükçü erkekler hiç aldırış etmezler örneğin salonun
ortasında bir vibratör olmasına. Yeniliklere açık olanlar
muhakkak ellerine alıp şöyle bir inceler, yeni bir yatak
arkadaşı bulup bulmadıklarını anlamaya çalışırlar. Kimisi
utangaçtır, görmezden gelir vibratörü. Bazıları göz önündeki vibratörü saklamaya çalışır ki ben bunlara “muhafazakar” diyorum, İlayda “anaç yapılı” diye karşı çıkıyor. Anlaşamıyoruz bir türlü. En çekilmezlerinden biri,
siz odaya girdikten sonra vibratörle ilgili bel altı şakaları
yapanlardır. Bunların tek derdi bir an önce konuyu sekse
getirip sizi yatağa atmaktır. Boy 1.90 değilse ve ortada
atletik bir vücut yoksa ben bunları başımdan savmaya
bakarım. İlayda ise 1.80’e kadar tahammül eder ve atletik olma şartı aramaz.
Geçenlerde, İlayda yine bu testi uygulamış birine. Salmış
adamı salona, biraz beklemiş. Ardından test sonucunu almak için odaya girdiğinde bir de ne görsün. Puh sana!
Şeym on you! Allahın cezası, “Bozulmuş bu vibratör,
dur ben tamir edeyim” diyerek almış eline tornavidayı, açmış içini kurcalıyor. Garanti etiketini de yırtmış
tabi ayı, farkında olmadan. Kutsal b.k! Derhal güvenliği
çağırıp adamı binadan attırmış İlayda. Hayatta tahammül
edemediğimiz bir şey varsa o da “Tamir eden erkekler”
dir. Vibratörle başlar bu, mutfak robotu, dolap kapısı derken bir bakmışsın iş ruhumuzu tamir etmeye gelmiş. Çılgın ve bir o kadar uçarıdır bizim İlayda, ama “tamir eden
erkek” lere ne yapılması gerektiği doğrusu pek iyi bilir.
Ya işte böyle. “Güven kontrole mani değildir” demiş
ünlü ve başarılı bir general. Hayatı erkeklerin arasında
geçmiş ama, doğrusu kadınları çok güzel özetlemiş.
C
Kahire - Mısır
iplomatik bir ziyaret için Mısır’da bulunan uzun boylu
Başbakanımız Recep Tayyip
Erdoğan, Kahire’de ünlü Mısırlı iş
adamı Ahmed Zayat ile yaptığı temaslar sonucunda İstanbul’un Avrupa Yakası’na piramit yapma kararına
vardıklarını söyledi.
D
Türkiye’nin antik
sembolü olacak
8 milyar dolar serveti bulunan ve ülkesinde “Mısır Firavunu” olarak anılan Zayat Co.’nun sahibi Ahmed Zayat ile bir
araya gelen Recep Tayyip Erdoğan, Zayat’a
İstanbul’a yatırım olanaklarından bahsettiğini
ve işadamının bu olanaklar ile çok ilgilendiğini belirtirken, Sultanahmet’’de tahsis edilecek bir araziye Türkiye’nin sembolü olacak
dev bir proje yapılması
konusunda anlaştıklarını
ifade etti. Yakın zaman-
da Türkiye’ye gelip İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile anlaşarak çalışmalara başlayacaklarını bildiren Ahmed Zayat ise, “Piramit’in isminin ne
olacağına henüz bir karar veremedik.
Ancak bu proje Türkiye’nin antik
sembolü olacaktır” dedi. Proje, Zayat’ın sermaye ve belediyenin arazi
bulması şeklinde olacakken, Büyükşehir Belediyesi ve Zayat Co. piramide eşit hisseli ortak olacaklar. Daha
yüksek istihdam yaratmak ve maliyeti düşürmek için geleneksel usullerle
yapılacak olan piramitte 100.000 kişinin çalışması ve yapımın 86 sene
sürmesi bekleniyor.
Bir kültür
merkezi
Ziyaret ve kültür merkezi olarak tasarlanan
piramit AKP milletvekillerinden de büyük
destek gördü. Piramidi
İstanbul’un çehresini
değiştirecek bir sembol
olarak değerlendiren
Muş milletvekili Kemal
Kurtalan “Piramitler birer semboldür. Dünyada
ancak bir kaç yerde olan bu müthiş
mühendislik projesi belki bin belki iki
bin senede bir dünyada görülen türden bir güzelliktir” derken yatırım yapacak olan Ahmed Zayat’ın büyük bir
işin altına girdiğini, memleketin böyle yatırımlarla büyüyeceğini söyledi.
Baykal: “Atatürk firavundur” mu demek istiyorlar?
Piramit projesinin, geniş omuzlu
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından basına sunulmasından
sonra durum değerlendirmesi yapan
CHP ise piramit projesine öfkeli.
Genel Başkan Deniz Baykal yaptığı
basın açıklamasında, “AKP’nin hedefi bellidir. Aziz Atatürk’ün naaşını
Anıtkabir’den almak ve piramide
nakletmek çabasındalar. Adeta
‘Atatürk firavundur’demek istiyorlar. Modern Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuran yüce Atatürk’e olan garezleri
bitmek tükenmez şekilde sürüyor.
Laik Cumhuriyet’in kurucusuna hiç
bir saygıları yok. Firavun gibi çağdışı
yakıştırmalar yapmaktan utanmaları
lazım.” şeklinde sert bir çıkışta
bulunurken, AKP’yi “Vatan hainliği” ile suçladı.
Paris’teki Arap mülteciler, medeniyete
kavuflmay› flölenlerle kutlad›lar
uzey Afrika ve Arap
yarımadasından Fransa’ya büyük umutlarla
gelen binlerce göçmen Paris
sokaklarında medeniyete kavuşmayı kutluyorlar.
K
Sabah›n ilk ›fl›klar›na
kadar sürüyor
Göçmenlere karşı, Fransız medeniyetine uygun Avrupa standartlarında bir bakış açısı geliştirerek halkın beğenisini toplayan İçişleri Bakanı Sarkozy’nin
politikalarının etkili olduğu şölenler çerçevesinde Paris banliyölerinde binlerce insan gece-
leri buluşarak polis gözetiminde eğleniyor. Chirac, Le Pen,
Sarkozy, Dominique de Villepin gibi isimlerin de bol bol
anıldığı şenliklerde halk bu zamana kadar uğradıkları muameleye teşekkürlerini sunarken,
banliyölerde yaşayanların büyük kısmı işsiz olduğu için şölenler sabahlara kadar devam
edebiliyor. 10 günü aşkın süredir süren festival, Paris sınırlarını aşarak Nice, Toulouse, Marsilya, Lille gibi kentlere de
ulaştı. Sıradan vatandaş ise gece süren etkinlik hasebiyle uykusuz kalmaktan şikayetçi.
Eme¤ine sa¤l›k dostum!
Meseleyi siz de yakında takip ediyorsunuzdur. O yüzden uzun uzun anlatmayacağım. Genç manken sevgilisinden ayrılır ve gazetelere aylarca süren ilişkisiyle ilgili olarak “Bakireyim. Eli elime değmedi” diye konuşur.
Adam da bu açıklama üzerine madara olur, sağda solda
derdini anlatmaya çalışır ama nafile. Oysa adam zamanında, sevişmelerini belgeleyen bir video çekmiş olsa,
şimdi “Buyurun” diyerek ortaya koysa diyecek sözümüz olur muydu?
Soruyorum size, neden bizim sağda solda el altından
paylaşıma açılan, ergen forumlarına hit aldıran videolarımız yok? Neden bizim ismimizin sonuna “.avi”
uzantısı gelmiyor? Birisiyle birlikte olursak köşemizden bunu en ince ayrıntısına kadar duyuruyoruz
çünkü. Adamın ilişkiyi ayrıca ispat etmesine gerek kalmıyor. Yatakta sıra dışı bir şeyler yaşamışsak bunu
yaşanmışlıklar sandığımızın bir köşesine atmayıp
sıcağı sıcağına herkese anlatıyoruz. Adamı iki kere
onore ediyoruz, daha ne olsun? Siz de yaşadıklarınızı
paylaşıma açın bence. Köşeniz yoksa köşe yazarı arkadaşınız olsun, kendi adınıza bir blog alın oradan yayın
yapın. Yapın işte bir şeyler.Yaşasın paylaşım!
8
EKfi‹ 11-17 Kasım
spor
ASTROLOJ‹
Malazgirt’e kitap
ya¤d›rmaya devam!
Koç (21 Mart-19 Nisan)
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
1071 Malazgirt Pansiyonlu İlköğretim Okulu’na
İngilizce öğretmeni olarak tayin olan Hatice Dündar’ın
başlattığı kitap kampanyası tam gaz devam ediyor.
Kitaplarınız evi beklemesin... Malazgirt’teki okul
kütüphanelerine kitap yağdıralım.
Haydi durmayın! Siz de kolinizi hazırlayın!
Hatice ö¤retmen
ve Malazgirtli
ö¤renciler
Kitaplar› nas›l gönderece¤iz?
Muş Yolu Otobüs Firması hazırladığınız kolilere ücretsiz
ulaşım sağlıyor.
Muş Yolu Otobüs Firması Telefonları
İstanbul - Esenler: 0212 658 04 65 (Her gün saat 11.00
ve 15.00’te Otobüs) İstanbul - Harem: 0216 444 44 12
İzmir: 0232 444 00 49 (Her gün 13:00’te otobüs var)
Ankara: 0312 224 11 49 (Her Gün 17:00’de otobus var)
Firma yetkilisi Bülent Daş - Cep Tel: 0537 277 02 24
İş: 0436 511 27 60
Kargoyla gönderecekler için
Alıcı: Hatice Dündar
Adres-1: 1071 Malazgirt P.İ.O. 49400 Malazgirt / Muş
Adres-2: Malazgirt Öğretmen Evi 49400 Malazgirt / Muş
“Ekşi Sözlük Malazgirt’e Kitap Yağdıralım Kampanyası’nda gönderilen en az 10 kitaplık her kolinin
üzerinde yazılı olan kayıtlı okur nick’ini çaylak sözlük
yazarına çevireceğim. Koli başına tek nick.” - SSG
tın kaynaklarına sahip olduğunun bilincinde olduklarını belirten Merkez
Bankası yetkilileri, doların altın karşısında hızla değer kazanması üzerine
bu müdahaleyi yapmak zorunda kaldıklarını söylediler.
Müdahalenin ardından piyasalar normale dönerken Tuncay da antrenmana kaldığı yerden devam etti.
üçüncü periyodun sonlarında Mehmet Okur’un pasını iyi takip eden Hidayet Türkoğlu kaydederken, rakip
takımın tek sayısı son periyotta faul
atışından geldi.
Maçtan sonra mikrofonlarımıza konuşan Lucescu, takımı defans ağırlıklı
oynatıp seyir zevkinin içine ettiği konusundaki yorumlara: “Rakibimiz
güçlüydü, kontrollü oynadık. Hakem
iki faulümüzü çalmadı, yine de kazanmayı bildik, özellikle ikinci yarıda
sergilediğimiz oyundan ve takımım-
‹kizler (21 May›s - 21 Haziran)
Aldığınız hapların sırt ağrınıza iyi geldiğini görünce tıp bilimine olan saygınız artacak. Yıldızlar doktordan ikinci el araba almaya karar verip kazık yemenizin
kaçınılmaz olduğunu söylüyor.
Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz)
Salı’dan itibaren çevrenize negatif enerji yaymaya
başlayacaksınız. Enerjinin vektörel bir kavram olmadığı ve çevreye yayılamayacağı gerçeğini idrak etmeniz,
haftanızın daha olumlu geçmesini sağlayabilir.
Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül)
Yükseleninizin yükselmediği bir döneme girdiğiniz bu hafta içersinde “Estağfurullah” kelimesinin
“Evet öylesiniz, Allah affetsin” manasına geldiğini öğrenince şaşıracaksınız. “Keenlemyekün” ve “Bilakaydüşart” kelimelerinin manalarını hala bilmemeniz ise, avukatlık kariyerinizde ciddi aksamalara yol açabilir.
Terazi (23 Eylül - 22 Ekim)
Kaynananızla birlikte hastanede görümcenizi ziyaret ederken istemsizce mırıldanacağınız “Yumurtanın sarısı / Yere düştü yarısı / Görümcem verem olmuş /
Kaynanama darısı” manisi, akrabalarınızla aranızın açılmasına sebep olabilir. Hastane kantininden alacağınız çay sandığınızdan sıcak çıkacak, aman dikkat!
Lucescu’lu Basketbol
Milli Tak›m› yine galip
B
asketbol Milli takımında Bogdan Tanjevic’ten boşalan antrenörlük koltuğuna oturtulan
Mircea Lucescu, takımın başında çıktığı ikinci maçtan da galip ayrıldı.
Avrupa Şampiyonası grup elemeleri
ikinci maçında deplasmanda Ukrayna’yı 2-1 yenen takımımız grubunda
averajla ikinciliğe yükseldi.
Maç son derece düşük tempoda, karşılıklı ataklarla başladı ve Türkiye genelde oyunu kendi ampulü içinde kabul etti. Galibiyeti getiren basketi
Yıllardır Whopper Menü’ye süregelen sadakatiniz,
Pazartesi öğlen saatlerinde canınız Big Mac çekince suçluluk hissetmenize yol açacak. Venüs’ün yükseldiği
şu günlerde, seçiminize yardımcı olmak için Big Mac’in
lezzet ve fiyat açısından tartışılmaz üstünlüğünü hatırlatmamıza izin verin. (Hayatın her alanına sızan gizli reklamlardan tiksineceğiniz bir döneme giriyorsunuz.)
Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos)
Merkez Bankas› Tuncay’a
müdahale etti!
ün altın fiyatlarının aniden düşmesi üzerine Merkez Bankası,
Fenerbahçeli futbolcu Tuncay Şanlı’ya müdahale ederek, futbolcunun
antrenman sırasında üzerinde bulunan 28 kolye, 14 künye ve altı külçe
altını satın aldı. Son Schalke maçından beri Tuncay’ı yakından takip ettiklerini ve bu futbolcunun zengin al-
Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s)
Haftasonuna doğru mükemmel bir daire çizeceksiniz. Fakat, geometri sınavındaki soru dairelerle değil üçgenin iç açılarının toplamıyla ilgili olduğundan, sınavdan mükemmel çizilmiş bir sıfır aldığınızla kalacaksınız.
Fenerbahçe’de ilginç geliflme:
D
Perşembe’ye doğru İskoçya’da yaşayan İrlandalı
bir arkadaşınız uzun bir aradan sonra sizle tekrar
irtibata geçecek. İngilizce “Tesadüfün böylesi, ben de tam
seni arayacaktım!” diyemediğiniz için konuşmanızın sönük
geçmesi muhtemel. Sohbete renk katmak için Kuzey İrlanda meselesi hakkında espri yapmaya kalkışmanız ise hüsranla sonuçlanabilir.
2-1
dan çok memnunum” dedi.
Karşılaşmayı tribünden üç dört kişi
izledi, maç bir buçuk ülkede canlı yayımladı. (Ukrayna Televizyonu ikinci
periyotta pes etti, kültür sanat programı yayınına geçti.)
Milli takımımız geçen hafta da Bulgaristan’ı rakibin kendi potasına attığı
basketle 2-0 yenmişti. Çarşamba
günü rakibimiz ise Fransa. Mikrofon
uzattığımız Fransızlar çarşamba gecesi maçı izlemek yerine sinemaya gitmeyi düşündüklerini belirttiler.
Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m)
Köşedeki kebapçının sizi artık sesinizden tanıması,
ve daha sipariş vermeden “Her zamankinden mi
üstat?” demesi, rejime girmenizin vaktinin geldiğine işaret
ediyor. Bu falı sağlığınızdan endişe eden eşinizin yıldızlara
rüşvet vererek yazdırdığı yönündeki iddialara kulak asmayın.
Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k)
“Fareli Köyün Kavalcısı”, “Bremen Mızıkacıları”
ve “Damdaki Kemancı”yı siz de seversiniz. Fakat
hepsinin evinizin üst katındaki daireye taşınıp bütün gece
vur patlasın çal oynasın eğlenmeleri, haftasonuna doğru tahammül sınırlarınızı zorlayacak.
O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak)
Kendinize hobi olarak illa “Yirminci Yüzyıl Harp
Tarihi”ni seçmekte kararlıysanız, Falkland Savaşı’ndan daha heyecan verici bir savaşa yoğunlaşmayı düşünebilirsiniz.
Kova (20 Ocak - 18 fiubat)
Kıskançlık krizlerinizin şiddetlenmesi üzerine bu
hafta aikido dersleri almaya başlayacaksınız, fakat
aikidonun bir savunma sanatı olduğunu öğrenmek hayallerinizi yıkacak. Soluğu “Altı Derste İleri Ninja Teknikleri”
isimli hızlandırılmış kursta alacağınızı tahmin etmek için
Jüpiter’e danışmamıza dahi gerek yok.
Bal›k (19 fiubat - 20 Mart)
Muzaffer milli tak›m›m›z, kendilerini yaln›z b›rakan taraftarlara tepkisini s›rt›n› dönerek gösterdi.
Balinaların balık değil memeli hayvan oldukları
hususunda haklısınız. Fakat bu “Moby Dick”
romanındaki Kaptan Ahab’ın meme fetişi olan bir cinsi
sapık olduğu teorinizi ispatlamıyor.
10 kas›m u
okul servisi u
kültürel boru hatt› projesi u
herkes yönetmen u
hakan günday u
charlie chaplin u
piazza navona u
Fatih K›l›ç
1975 Ordu doğumlu olan Fatih Kılıç 2005 yılında
“Kızılötesi Düşler” isimli kişisel sergisini açmış,
karma sergilerde fotoğraflarıyla
yer almış ve çeşitli yarışmalarda
dereceler kazanmıştır.
[email protected]
10
EKfi‹ 11-17 Kasım
görüfl
Okul servisi
ılmaz Erdoğan’ın lise aşkını
lojman griliğine götüren
araç. Vesaitten ziyade sürücüsünün fiyaka yüzdesine göre alaka görür. Yumurta topuklu ayakkabı, illa ki bağrı açık beyaz gömlek,
altına siyah dar pantolon olmazsa
olmazdır bu adamlarda. Bununla
beraber kendi öğretim hayatımda
evimin okula en uzak mesafede bulunmasından kelli, beni her sabah
beş buçukta uyanmak zorunda bırakan lanet olasıcadır. Daha sokak köpekleri bile pirelerini dökmek niyetiyle çöp kutularının kenarına yönelmemişken, hava aydınlanmamışken, karga dışkısını omlet yapamadan gelirdi apartmanın önüne. Cengiz İmren “Gözüm kör olsun yalan
değieeelll” nağmelerini mahalleye
yayarken yumuk gözlerim servis
içindeki yeşil/kırmızı lambaların
yaydığı şuh ışık kümelerine kayardı.
Sabahın ilk soğuğu vururken enseme, parmak aramda yarısı içilmiş sigara, sağ kolum yarı açık camın ötesinde, Cengiz İmren son nefesiyle
sevdiceğine lanet okumakta ve 10
Sosyal B’nin en çıtırı Müjde’nin bacakları dikizimde... Yok lan... Aslında seviyorum ben okul servisini...
jokond
Y
erek görece küçük bir yerde
okula gitmiş olmam, gerekse evimizin her okul değiştirdiğimde hep okul yakınlarında bir
yerlerde olması nedeniyle ben hiç
okul servisine binmedim. O yüzdendir ki bilmem ben, nasıldır okul servisinde sabahlar ya da akşam eve
dönmeler. Hep kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken rastladım ben
okul servislerine, şen şakrak, herkesin gülüp eğlendiği bir yerdi. Çoğu
sınıf arkadaşımdı, akşama kadar gülüp eğlenirdik. Yarım kalan kısımlar
olurdu, “Yarın hallederiz” derdik,
fakat yarın olunca görürdük ki akşam serviste halledilmiş o. Sonra,
aralarında hep fazladan bir yakınlık
olurdu. Gizli işaretler ya da kaş göz
işaretleri. İki ayrı dünyaydık. Onlar
mutlu ben telaşlı -yeşil yandı yanacak acele et! Sonradan büyüyüp o
günleri anarken gördük ki onlar beni, ben onları kıskanmışım.
bryan fury
G
ağ arka koltukta oturup burnunu cama dayamış, vantuzlu cam oyuncak gibi duran
bir çocuktur benim için okul servisi.
Alışamadığı mahallesi ile yine alışamadığı okulu ve arkadaşlarının arasındaki mesafeyi yakın yapmak
amacıyla kullanılan, ama o mesafeyi
daha da uzak kılan bir demir yığınıdır. İlk günün akşamında yağmurlu
bir havada yalnız başına ağlayarak
evine dönerken, seni unuttuğunun
bile farkında olmayan umarsız bir
araçtır. Uzun zamandır birbirini tanıyan insanların arasına adapte olmanın ne kadar zor, asosyal olduğunu
fark etmenin ne kadar acı olduğunu
anlamaya yarayan toplu taşıma aracıdır. Şoförle “abi” li, “amca” lı diyaloglara girememiş olmanın ezikliği,
S
yapılan şakalara katılamamanın kasılmasıdır. Beyaz bir minibüs, kaportada siyah zemin üzerinde sarı şeritler, arka camdaki kırmızı “DUR”
işaretinden ibaret makine parçasıdır.
İlerleyen zamanlarda konforun her
zaman iyi bir şey olmadığını anlama,
binilen tüm otobüs ve minibüslerden şikayet etmeme sağlayıcısı, geçmişte kalan flu bir görüntüdür.
alwayssleepy
Ç
ocukluğumun karlı zamanlarından biriydi, yer Ankara.
Annem üşümeyelim diye
servise yazdırmıştı bizi, iki adımlık
yol için servis çok para. Ama üşümeyelim istemişti işte. Sabahları
sonradan bindiğimiz için genelde
ayakta kaldığımız ve sonradan hep
ayakta kaldığımız ilk sosyal buluşmalarımızdan biriydi servis. Camdan eliyle ayıp şeyler yapan çocuklar vardı. Bir gün yer kapma telaşıyla koştum servise, on bir yaşındaydım. Yeri kaptım ama kardeşimi
unutmuşum okulda... Eve geldim
kardeşim yok, annem soruyor, ben
boş gözlerle bakıyorum. Sonra servis şoförüyle kavga etti annem, çocuğumu nasıl bırakırsınız diye... Zaten yaz gelmişti. Ankara yazın daha
güzeldi, yürünürdü, iki adımlık yoldu zaten. İşin kötüsü pikniğe götürecekti tam da servis şirketi. Annem
bize o gün köfte yaptı az ekmekli,
yedik, piknik konusu kapandı, okul
servisi macerası sona erdi.
siyah marti
ç modeli vardır bunların. İlkokul servisleri; kaçırmaktan en çok korkulanları, bu
yüzdendir miniklerin bedenlerinden
büyük takoz çantalarını savurarak
canhıraş koşturmaları. Evinin yolunu bilmiyor yavrucak. Ortaokul servisleri; ona buna laf yetiştirmekten
kıçını ancak toparlayıp da yetişilebilen modelleri. Lise servisleri, artık
eve her türlü dönüş yolunu biliyor
olmanın verdiği güvenle itina ile kaçırılanlardır bunlar. Üniversiteye gelince tıpkı okul gibi servisi de tutu-
Ü
namaz artık, koskoca okul servisinden bir kuru ring kalır geriye...
vorga
im ne derse desin bazı çocuklar okul servislerine bakıp iç geçirirler. Neden diyecek olursanız; hoşlanılan kız okul çıkışlarını müteakip hemen okul servisine atlamakta ve hemen arkadaşları
ile deliler gibi muhabbet etmeye başlamaktadır... İlk aşkların tohumları
hep bu yolla atılmaktadır. Önünüzde
oturan güzel kızı öpme isteği ilk burada gelir. Ama ne yazık ki sizin eviniz okulun hemen karşısında olduğundan ve karakteriniz okul içerisindeki arkadaşların arasında konuşmaya (daha doğrusu rezil olmaya) elvermediği için gözünüzden tuzlu bir
yaş süzülür... Halbuki ne olur okulun
bitiş zilinin çalmasını müteakip, koşup şoför Ahmet Abi’nin yanına oturup koyu bir sohbete girişseni?. Arada bir kıza çapkın bakışlar atsanız o
lider koltuğundan... ya da arka dörtlüye kurulup gruba mal edebileceğiniz lafları hiç korkmadan hoyratça
kızın yüzüne haykırsanız? Ama olmuyor işte. Böyle yürek parçalayan
bir olgudur okul servisi.
atrin
K
ek beygirli bir faytondu bizim okul servisi, sürücüsü
Mehmet Efendi’ydi, gözlerini kapatan, yan yatırdığı kasketinin
altından, bıyıkları ve ucundan kül eksilmeyen sigarası görünürdü sadece.
Sabahları tam vaktinde gelir, havalı
basmalı klaksonu iki kere çalardı,
geç kalanlara çok kızardı. O zaman
trafik de tıkanmazdı pek Caddebostan-Göztepe arasında, Bağdat Caddesi’nden ara sokaklara gire çıka,
toplam sekiz kişi olan servis mevcudunu toplaya toplaya varırdık okula.
Her şey iyi hoştu da, fayton serviste
iktidar savaşları olmaz mıydı sanki,
olurdu elbette. Kim sıranın başına,
açık havaya en yakın yere, kenara
oturacaktı; birileri inip binerken minik bir bahçe kapısını andıran arabanın kapısını kim açacaktı, erik zama-
T
nı ilk eriği yeme hakkı kimin olacaktı, billur tuz torbasında getirilen eriklerden; basamakta kısacık da olsa kimin asılarak gitmesine izin verilecekti; Mehmet Efendi’nin yanına zaman zaman oturmasına ve hatta dizginleri eline almasına, daha daha bacakları yetişiyorsa ayakla basılarak
çalınan zili çalmasına kimin izin verilecekti? İşte bütün bunlara o yılın
en kıdemlisi, gözüne girebilmeyi başarabildiyse Mehmet Efendi’nin
onayıyla hak kazanırdı... Yıllar çabucak geçiveriyor göz açıp kapayıncaya kadar, evet benim de bir okul servisim vardı bir zamanlar.
koyumavi
eyze ana yarısıdır derler ya,
yalan... Okul servisi ana yarısıdır. Altı yaşında okula başlayıp yirmili yaşların ortasına kadar
öğrenimine devam eden birey teyzesini bayramda seyranda görür, okul
servisini her gün... Anne servise
emanet eder çocuğunu... Her gün
servis muhabbeti geçer evde... Her
ay servis taksiti ayrılır... Hatta bazı
filmlerde anne boşanmış ise servisçi
amca anneye aşık olur. Böyle durumlarda daha bir itina gösterilir çocuğa, servisin kralı olur, kapıya kadar götürülür ki anneye yaranılsın...
Yani aileden biridir okul servisi...
Eğer okul eve uzaksa alın yazısı gibidir servis, kaçamazsınız; ilkokul, ortaokul, lise, üniversite... Ortaokuldan sonra kişi servisten kaçmaya,
özgürleşmeye çalışsa da fazla uzağa
kaçamaz, annenin ısrarları sonucu
yine servisle gider okula. Hatta iş
hayatında da servis vardır... Okul servisi bir sosyalleşme ortamıdır da...
Farklı sınıflardaki öğrenciler bir araya gelir, kaynaşır, bir servis kaseti
doldurtup yolculuk boyunca kâh çıstak çıstak şarkılarda oynar kâh slow
şarkılara hep bir ağızdan eşlik ederler... Nedense bir araya gelen bir
grup insan muhabbet bittikten sonra
şarkı söylemeye başlar. Serviste muhabbetin bittiği an da günün dedikodusunun bitmesine denk gelir... Bir
de bu okul servisleri coğrafi bölgele-
T
re göre farklılık gösterir... Kışların
soğuk ve karlı geçtiği Doğu Anadolu
Bölgesi’nde öğrenciler nehirleri aşmak için el yapımı sallar kullanırken;
dağlık yer şekilleri ve dağınık yerleşmenin görüldüğü Doğu Karadeniz
Bölgesi’nde el yapımı teleferikler
kullanılır... Evin okula yakın olduğu
yerlerde ise tabanvay denilen, yıl
içinde fazladan bir ayakkabı gerektiren sistem kullanılır... Bunların dışında kalan diğer yerlerde ise minibüs
ve otobüsler kullanılır... (O sürgülü
transit kapılarını da hızlı kapatmazsanız çarpar gibi. Şoför Amca kıl olur
size, bozuluyormuş yoksa... Evde de
baba arabasının kapısını yavaş kapatmazsan kızar... Ne zor iş araba kullanmak?) Bir de fon şarkısı vardır
benim okul servisi anılarımın, servisteki aşık bünyeler tarafından her gün
dinlenerek beynime kazınmış: “Bilsem ki” (bkz: Serdar Ortaç)... E muhabbet bittiğine göre hep beraber
şarkı söyleme zamanı... “Bilsem ki
bir daha hiç dönmeyecek... Bilsem
ki gözyaşım hiç dinmeyecek...”
1varmis1yokmus
kul servisi ilk başlarda
“Keşke evim okuluma yakın olsa da yürüyerek gitsem” diye, sonraları “Keşke evim
daha uzak olsa da yol daha uzun sürse” diye hayıflatandır. En arka koltuklarda en büyüklerin, cam kenarlarında büyüklerin, kalan yerlerde küçüklerin oturduğu bir garip hiyerarşik düzendir. Duruma göre ya servis
şoförünün ya da büyüklerin ne çalacağına karar verdiği; fakat her iki durumda da küçüklerin çalan şarkıyı
mutlaka beğenmeyip “Ah ben olacaktım ki o radyonun başında” diye
söylendikleri yerdir. Her sene ana
babanın cüzdanına löp diye binendir;
şubat ayında ve haziran ayında para
verecek miyiz diye cevabın değişmeyeceği bilinse de bir umut sordurtandır. Kimi zaman yatak ve televizyon karşısındaki koltuktan sonraki
en güzel uyku mekanı, kimi zaman
sınava en verimli şekilde çalışma yeridir. Camlarından millete abuk sabuk hareketler yaptığımız rezillik
aracıdır; eğer şanslıysanız bir sınıf gibi benimseyebileceğiniz ortamdır.
Olur da üniversitede servise binerseniz, yukarıdakilerin pek azıdır.
angie
O
ayatın kopyasıdır okul servisleri. Ve bu hayat modellemesinde gelinebilecek en
iyi nokta arka dörtlüdür. Bazıları doğuştan şanslıdır, servisin yüzde 90’ı
birinci sınıf olur, ilk seneden gelir
en üst noktaya ya da servisin en ağır
abisinin tanıdığıdır, aşar basamakları kolayca (bkz: hemşericilik) Bazıları müstakbel siyasetçidir, yalakalıkta sınır tanımaz, ikinci senesinde
bağlantıları sayesinde yerleşir arka
dörtlüye. Bazıları (daha doğrusu
çocukların çoğunluğu) ise çaresizce
bekler o günü, ya ulaşır ya
ulaşamaz, kader der, boynunu
büker. Kısacası okul servisi hayata
benzer, hem de fena halde.
ba of
H
kültür sanat
11
11-17 Kasım EKfi‹
Art›k herkes
yönetmen
Kendisine “yönetmen” diyen adam bir tane bile film
çekmemiflse ya da sadece arkadafl çevresinde flabalak
birkaç film çektiyse, orada onu durdurmak isterim
adi şimdi ismi bende saklı kalsın,
geçen aylardan bir tanesinde Türkiye’de bir dergi çıkmıştı. Özellikle
Türkiye’de çıktığını söylüyorum, çünkü yazılan yazılar çerçevesinde hiç de “Türkiye”den bir şey gibi görünmüyordu. Yazılarıyla ve yazarlarıyla, dergi sanki Milano’da
hazırlanıyor, Paris’te baskıya veriliyor, yazarları da Londra’da oturuyor gibilerdi. Ki,
bunu bir övgüden ziyade yergi olarak almanız gerektiğini ısrarla belirtmek zorundayım.
Zira (özellikle yazmak, çizmek gibi “düşünce”yi ve “üretim”i öne alan işler konusunda)
yaşadığı coğrafyayı ön plana koymayan, ondan beslenmeyen, hatta bir raddeye gelip
onu reddeden işler; yok olmaya mahkumdur. Değersizdir, özensizdir, özentidir.
Neyse, bu dergide özellikle iki sayfa çok
garibime gitmişti, o da sokak röportajlarına
ayrılan iki sayfaydı. Hani böyle dandik dergilerde kazağını, donunu nereden aldığını sorarlar ya, bu da öyle bir şeydi. Benim ilgimi
çeken nokta, sorulardan bir tanesi söz konusu kişinin ne iş yaptığı üzerineydi ve orada
on kişiyle röportaj yapılmışsa beşi “yönetmen” di. (Diğer beşini merak ediyorsanız
söyleyeyim, iki tanesi kreatif direktör, kalan
üçü de illüstratördü. Çok ilginç.)
Ne oldu, şaşırdınız değil mi? Ne güzel yahu,
Türk sinemasının öldüğünü, birkaç “majör”
ismin dışında genç kuşaktan bir şey çıkmadığını düşünüyorduk. E ama bir de baktık ki
H
Meflhur
polisiye
yazar› Orhan
fiahin’den
artık herkes yönetmenmiş! Lakin biraz da
olsa oturup düşünelim, gerçekte kazın ayağı
öyle mi? Sormazlar mı adama, “Madem yönetmensin, nerede filmlerin?” diye? “Ben
yönetmenim” diyen yönetmen oluyorsa, benim de tez elden “Ben Semra Hanım’ım”,
“Ben başbakanım” demem gerekmiyor mu?
Sanat›n getirdi¤i kredi
Ekşi’nin üçüncü sayısında çarpıcı bir yazı
vardı, bilmiyorum dikkatinizi celbetti mi?
“Ben yazar olmak istiyorum” söyleminden
yola çıkan yazı, önemli bir retorik noktasına
parmak basıyor ve yazar ile “yazar” arasındaki farkı göstermeye çalışıyordu. Bir tanesi yazardı, küçük harfliydi, yazıyordu, yayınlatıyordu; bir diğeri ise “yazar”dı, büyük
harflerle konuşmak, yazmasa da yazar gibi
yapmak, yağmasa da gürlemek istiyordu.
Bu yönetmenlerin de onlardan herhangi bir
farkı yok. Çünkü, dediğim gibi, artık herkes
yönetmen. Baba parası yiyebilen herkes
ÖSS’den aldığı üç kuruş puanla özel üniversitelerin sinema bölümlerine girebiliyor.
Gidin bakın üniversitelerin sinema bölümlerine, kaç tanesi “Godardcıl sinema”,
“Bergmanesk görüntü”, “Truffautsal kaşıntı”nın peşinde koşuyor. Diyorum ya, artık
herkes yönetmen diye... Bizzat tanıyorum,
üniversite sınavından önce “Sanatla ilgili
bir bölüm olsun da ne olursa olsun” diyen
insanları. Peki neden? Neden sinema oku-
mak ya da bir üst kata çıkıp sanatla ilgili bir
şeyler yapmak bu kadar revaçta oluyor yeni
nesil arasında? Neden İstiklal Caddesi’nde
adım başı “yönetmen” bulmak bu kadar zor
değil?
Çünkü sanatla uğraşmanın, sanatçı olmanın
(kim sanatçı, kim değil tartışmasına hiç de
girmek istemem. Ama gerçek sanatçılar
kendilerini biliyorlar. Bir Yılmaz Morgül
kolay yetişmiyor) getirdiği kredi, “alternatif” çevreden gelen beğeniyle birleşince
korkunç bir titr oluyor. Yani amaç film çekmek değil, film çeken adamın kazandığı,
hak ettiği unvanı elde etmek. Buna bir itirazım yok, kim neyi isterse yapsın, neyin peşinde koşarsa koşsun. Ama kendisine “yönetmen” diyen adam bir tane bile film çekmemişse ya da sadece arkadaş çevresinde
gırgırına şamatasına şabalak birkaç film
çektiyse, orada onu durdurmak isterim.
Hilkat garibesi k›sa filmler
Bir de işin daha da bir sevdiğim tarafı var.
Kendisine yönetmen desin demesin, üniversitelerin sinema bölümünde okuyan ve aldığı kerameti kendinden menkul sinema dersleriyle, diplomasını eline alır almaz yönetmen olacağını sanan insanlar da tanıdım ben.
İyi niyetle kazmalığı birbirine karıştırmayalım lütfen, zira üç kuruş aklı olan birisi dahi
“yönetmen”in özel üniversite diplomasını
alır almaz elde edilen bir unvan olmadığını
bilir. Hatta, bu da benden böyle düşünen
gençler için üzücü bir istatistik olsun: Sinema dünyasında sevdiğiniz, takdir ettiğiniz
isimlerden -neredeyse- hiçbiri sinema eğitimi almamıştır. (Sebebini başka bir yazıda
ele almak isterim.) Hiçbirine “Ne iş yapıyorsun?” sorusu sorulmamış, bu yüzden
hiçbiri “Yönetmenim” cevabını vermemiştir. Kutlarım, bunu yapan bir tek siz varsınız.
Yönetmen, “Ben yönetmenim” diyen adam
değildir. Hadi diyeceği tuttu diyelim, bunu
demeden önce birkaç film çekmeyi aklına
getirebilen adamdır. Tarihte film çekmeyi
unutan bir yönetmen de hatırlamadığıma
göre, herhalde bu önerme pek de yanlış sayılmaz.
Kısa film festivallerindeki kısa film diye
yutturulan hilkat garibelerini, sinema öğrencilerinin filmlerini, sinema üzerinde akademik düşünce üretmek mükellefiyetinde
olan insanların beş para etmez yazılarını
gördükçe; ülke sinemamız adına endişelenmeye, hatta umudumu yitirmeye başlıyorum. Bir üniversitede (hadi bunun da adını
vermeyeyim) ciddi ciddi “İbrahim Tatlıses
iyi bir yönetmendir” diyen bir akademisyenin varlığını bildikçe sinirleniyorum. Memleketten yönetmen çıkmıyorken, bol bol
“yönetmen” yetişmesine ise ne diyeyim
bilemiyorum.
“Kes!” diyeyim bari. (Ben de yönetmenim.)
benyazd›m
Dokuz ad›mda gerilim Bölüm
roman› yazma rehberi 1
lur ya, gençliğinde Mike Hammer’ın maceralarını okumuş, Sherlock Holmes’e özenip 13 yaşında
kaşkol takmaya ve pipo içmeye başlamış her
genç gibi, belki siz de hayatınızın bir noktasında gerilim dolu bir polisiye/dedektif romanı yazmaya heves ettiniz. Hatta kim bilir,
belki titrek kaleminizle ilk cümleleri kağıda
döktünüz, fakat okuyucuyu hiç geremediğinizi, ensesindeki tüyleri diken diken etmeyi
geçtim, muhatabınızın kirpiklerini dahi oynatamadığınızı fark edip şevkinizi kaybettiniz,
gerilim/polisiye yazarlığı hayalinizden cayıverdiniz. Yılmayın! Aşağıdaki adım adım gerilim romanı yazma rehberini takip ederek,
siz de her satırından korku, dehşet, ve gerilim damlayan hikayeler yazabilir, 21. yüzyılın Alfred Hitchcock’u olabilirsiniz!!! (İlk
ders: Ünlem işaretinin bol keseden kullanımı
yazınıza dinamizm katacaktır!!!)
O
1- Gerilimin Temel ‹lkeleri
Romanınızın giriş cümlesi tüm kitabın en hayati, en can alıcı noktasıdır. “Sıradan bir giriş
cümlesiyle muhteşem bir gerilim romanı
yazmanız....” desem, cümlenin gerisini varın
siz hayal edin. İlk cümleniz okuyucuyla tanıştığınız, el sıkıştığınız, birbirinize ısındığınız
yer olmanın ötesinde, hikayenin geri kalanının konusunu, tarzını, ve atmosferini belirlemesi açısından da müthiş önem taşır. Örnek
açılış cümlemize geçelim: Mahmut mutfaktaki pencereye yaklaştı, gözünü bulutlara dikip sigarasından bir nefes çekti. İşte mükemmel bir başlangıç!!!
Ana karakteri hiç vakit
kaybetmeden, ilk sözcükten tanıtıyoruz, üstelik bir
mekan ve bir faaliyet de
belirtiyoruz. Fakat bir gerilim romanına yakışacak
gerginlikte mi? Hayır, maalesef bu haliyle romanın
ilk cümlesi kimseyi germiyor, heyecanlandırmıyor. Hemen gerekli düzeltmeyi yapalım:
Mahmut mutfaktaki pencereye yaklaştı, gözünü
bulutlara dikip sigarasından bir nefes çekti...mi
acaba?
İşte şimdi okuyucu avucunuzun içinde!!!
Cümlenin sonunda ters tarafa yatırdığınız
okuyucu işkillendi, içine kitabın sonuna kadar kurtulamayacağı bir kurt düştü. Romanınızı okumaya başladığı güne kadar bildiği ve
güvendiği her şeyden şüphe etmeye başladı.
Mahmut kimdir? Ona güvenebilir miyiz? Şu
hayatta kime güvenebiliriz? Evden çıkmadan
ocağın altını kapatmayı hatırladık mı? İnsanın nefesini
kesen, kanını donduran sorular bunlar. Ne şanslısınız
ki, bu soruların hiçbirini
cevaplamanız gerekmiyor.
Başarılı bir gerilim romanının veya polisiye hikayenin
sırrı okuyucuya söylediklerinizde değil, söylemediklerinizde saklıdır. Devam
edelim: İkinci cümlenizde
aniden yön değiştirip okuyucu şaşırtmak, dumur
yağmurlarında şemsiyesiz
bırakmak, iyi bir gerilim
romanının olmazsa olmaz
kurallarından
biridir.
(Agatha Christie kitaplarının hepsinde, ikinci
cümlede aniden kapının çaldığını veya kedinin miyavladığını herhalde siz de fark etmişsinizdir). Mesela, şöyle diyebilir miyiz:
Sonra aniden kapı çalındı ve kedi miyavladı.
Fena değil, fakat üstünde biraz çalışırsak çok
daha heyecanlı olabilir. Yukarıdaki ipucunu
hatırlayarak cümlemizi tekrar yazalım:
Sonra aniden kapı çalındı ve kedi miyavladı....mı acaba?
Hah şöyle!!! Bu cümleyi bir öncekinden ayıran, belirsizlik katan ve çok daha gergin, kılan öğeyi bulabilir misiniz?
Önümüzdeki haftalarda heyecanlı ve gerilim
dolu diyaloglar yazmanın püf noktalarını ve
de aniden çakan şimşeklerin önemini inceleyeceğiz.. Sizi alıştırma yapmanız için korku
ve entrika dolu bir diyalog ile baş başa bırakıyorum. Bir dahaki sefere kadar gergin kalın:
Aysel: Cinayeti sen mı işledin Mahmut? Seni çocukluğundan beri tanıyorum, sen bir karıncayı bile incitemezsin!!
Mahmut: Haklısın...mı acaba? Belki de pek
çok karınca incittim de, senin haberin yok?
Ve tam o anda şimşek çaktı!!
(Modern Humorist dergisinden esinlenilmiştir.)
12
EKfi‹ 11-17 Kasım
inceleme
‹mkans›z› eleyince
geriye kalan
10 Kas›m’da kimimiz herkes a¤l›yor diye, kimimiz de matem
günü gülüp dayak yiyerek döktü¤ümüz her gözyafl›nda Mustafa
Kemal ölür, Atatürk süper kahraman olarak dirilirdi
nutma, unutturma, sen de
hatırla: Süpermen bir ara
ölmemiş miydi?
Hani hatırlayın, gittikçe yıldızı sönen ve yeni çağın insancıl hata ve
zaaflarla güçlendirilmiş (bir karakteri hasletleri değil zaafları güçlendirir) süper-ama-senin-benim-gibiinsan kahramanlarına ayak uyduramayan, rakiplerine ve benzerlerine
nispetle sıkıcı seviyede “süper” kalan Süpermen’i 90’ların ortasında
bir ara Doomsday denen süper-hobini ile dövüştürmüşler, kendisini
ve seriyi bu savaşın sonunda öldürmüşlerdi. Hayatım boyunca kendisini hiç sevmediğimden olacak,
ölümüne çok net sevindiğimi hatırlıyorum. Bir hayır olacak ki Süpermen’in ölümüne bir ben değil, onu
öldüren yayıncısı da çok sevinmişti.
Yayıncı firma Detective Comics
Süpermen’in öldüğü sayıyı meraklısından, koleksiyoncusuna tüm
dünyaya yüz binleri bulan sayıda
satarak bu “zamanlı” ölümünden
epey kâr etti. Nihayetinde “Bir daha dirilmeyecek” denerek içi boş,
müziğe veda eden Kayahan blöfleriyle tarihin sahnesinden kaldırılıyor gibi yapılan Süpermen kısa zaman sonra “Ulan Süpermen ne büyük adamdı? Nasıl ölür? Süpermen
ölmesin, ölemez!” diyen badem
göz sevdalısı şabalakların oluşturduğu yeni bir hedef kitleye pazarlanacak şekilde diriltildi.
İsa’dan bu yana bir süper kahramanın popülaritesi ne zaman azalır gibi olsa bir posta öldürüp diriltmek
pek fizıbıl bir adet olmuştur. Bu da
elbette ne Süpermen’in ne de türevlerinin ilk öldürülüş’ü değildir: Süpermen 1961 senesinde Lex Luthor
U
tarafından tuzağa düşürülerek öldürülür. Ama dikkat isterim! Öldürülen Süpermen’dir, çizgi roman serisi değildir. Seri devam ettiği için,
bir sonraki sayıda Louis Lane’in
tertiplediği helva gecesi yayımlanamayacağından, Süpermen hemen
ertesi macera dirilir. Yani nedir; süper kahramanı yayınevi öldürmüyorsa bir sonraki sayıda dirilmek
mecburiyetindedir. Bu ve benzeri
ölümlere bir örnek olarak elbette
Sherlock Holmes da gösterilebilir.
Sir Arthur Conan Doyle’un ünlü
detektifi ve serisi de ölüp ölüp dirilmiştir. Lakin Doyle’un detektifi
öldürmesinde etken olan bir pazarlama hilesi değildir. Doyle, bu kahramanın yakasına sümük gibi yapışmasından sıkılmıştır. Tıpkı Agatha
Christie’nin “The Curtain” (Türkçe
çeviri ismi Suveren kardeşler imzalı: “Ve Perde İndi”) isimli kitabında
Poirot’ya yaptığı gibi Doyle da
Holmes’u “The Adventure of Final
Question” (Son Soruda Fark Ettim
ki Kaydırmışım) isimli kitabında öldürür. Sonra baskılara -ve paranın
cazibesine- dayanamaz ve “Hound
of Baskervilles” (Baskerville’lerin
Köpeğiyim Ondan Parlıyorum) kitabında Sherlock Holmes karakterine geri döner. Yine de hakkını yemeyelim: Doyle belirtmeden edemez; bu Holmes’un -ölümünden
önceki- bir macerasıdır. Böylece
saygılı ve ahlaklı bir şekilde Holmes’u geri getiren ve The Strand
dergisine durduk yerde bir gecede
mevcut tirajının iki katını kazandıran Doyle, “The Adventure of the
Empty House” (Boş Zihnin Sokaklarında Koştuk) isimli kitabında iyice su koyuverir ve birden bire hortlayan Holmes’a “Aslında ölmemiştim, Moriarty’i kandırmak
içün ettim o oyunu. Sen
gerçek mi sandın Watson?
Ah ah ah!” dedirterek laçkalaşır. Bundan sonra yazarının ölmesi sebebiyle
ölümsüzlüğe intikal eden
ve muayyen olarak öldürülüp diriltilen Holmes,
muhakkak ki Süpermen’in öldürülüşünde etkendir. Yine Süpermen’in
ölümünden önce süper
kahraman olmasa da süper dallama bir kişi olan
Dallas’ın
Babi
Yuying’inin (“Meğer hepsi
rüyaymış” iğrenç izahıyla), İncil’de Lazarus ve
İsa’nın (“Meğer İsa Allah’ın oğluymuş” mucizevi izahıyla) öldürülüp diriltildiğini de belirtmeden
edemem. (Bir de “Morg
Prensesi” filminde Nilüfer Açıkalın “Meğer iğrenç bir öğrenci filmin-
deymişim de öldüğümü anlamamışım” izahıyla önce dirilip sonra öldüğünü anlıyordu, o biraz değişik,
onu tenzih ederim.)
Süpermen, ölümüne tanık olduğum
ilk süper kahraman değil. Dirileceğine kesin emin olduğumdan ölümüne sevindiğimi belirtmek isterim. Yoksa kimsenin ölümüne sevinemem. Her ölüm erken ölümdür. Bu konuda ben de hemfikirim.
Süpermen’e gelesiye sırasıyla Voltran’ın (bildiğin adi komandit iştirak robot olan) ve Kara Şimşek’in
(bildiğin araba olan) ölümüne ve
dirilişine denk geldiysem de hiç
birinin ne ölüşüne ne de dirilişine
tanık olduğum ilk süper kahraman
olan kadar ve periyodik aralıklarla
üzüldüğümü sanmıyorum.
Tanıdığım ilk süper kahramanın
Atatürk olduğunu söylersem umuyorum ki “5816” hazretleri şu çocuk zihnimi bir yıldan üç yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırmaz.
Kendisinin anısına ve hatırasına en
büyük hakaret olan bu dört haneli
kanun maddesini temin ederim ki
mahut çocuk zihnimde Atatürk’ün
süper kahraman muadilliği, kendisinin manevi şahsına ne alenen ne
de zımnen hakaret maksadı taşımaktadır. Aksine, bir çocuk zihninde canlanan Atatürk’ün süper kahramanlığa denk duruşunun altını
çizmeyi amaçlamaktadır. Uğur
Dündar’ın deyimiyle YÜCCE
TÜRRRK ADALETİ’NİN bu konuda son sözü söyleyeceğini umuyor ve devam ediyorum.
Ben de ilkokula gittim
Atatürk’ün süper kahramanlığını
zihnimde tunçlaştıran, mücevher
taşa yazan onun insanüstü haslet
ve başarıları değil, her sene aynı
coşku, tutku ve histeri ile kahrolduğumuz ölümü olmuştur. Tevekkülüm sebebiyle “Atatürk’ün ölümüne yas tutmayalım; onu, eserini
ve hatırasını anımsayalım, yad edelim” emriyle mecburi vatandaşlık
görevimiz olan “milli yas” ın “Atatürk’ü Anma” gününe dönüşmesinden evvel ilkokulda bulundum.
Bu sebepten olacak, Atatürk’ün
ölümüne emrolduğu üzere herkes
kadar ve mümkünse herkesten daha fazla üzülmeye gayret eden bir
kuşağın temsilcisiyim.
Tek başına düşmanı denize döken
(Ata’nın önüne katarak kovaladığı,
iskeleden denize dökülen Yunan
askerleri imgelemi), ülkeyi süper
bir yer yapan (seri üçgen kenarlı
fabrikalar ve tüten bacaları, laboratuar önlükleri içinde kadınlar), iğrenç karaböcük kadınları yok edip
(solda çadorlu kambur kocasının
beş adım gerisinde yürüyen kadın,
sağda Ata kreasyonu tayyörlü döpi-
yesli alımlı cumhuriyet kadını),
Nasrettin Hoca fıkrası kaçkını sarıklıların sarığını çözüp sakalını keserek prezentabl ve modern yapan
(solda rahlenin önünde bağdaş kurmuş nursuz i...nin teki, sağda bildiğin Dick Tracy, bir radyolu saati
eksik), dallama intibaı yaratan padişahı kovalayıp (solda miniskül,
beberuhi, doğrubasmaz bir adam,
belli ki Lex Luthor muadili; sağda
enfes sarı saçları, mavi gözleri ile
ATATÜRK), ihtiyacı olmadığı halde sırf bize kıyak olsun diye Cumhuriyet’i kuran ve daha nice şeyi
TEK başına yapan Atatürk’ün Süpermen’den farkına ve gerçekliğine
ancak 10 Kasım’larda arkasından
şelale yapıp akıtılan salya ve sümükle inanmak mümkün oluyordu.
Yanlış anlaşılmasın, “Doğuştan
şüpheciyim, rasyonelim, ben resmi
tarihi 6 yaşından beri revize ediyorum ulan!” demiyorum. Dediğim
tek şey şu: Ben de ilkokulda bulundum. Yani HER ŞEYİ tek başına, en güzel ve en doğru şekilde
yapabildiği iddia edilen kişilerin
ardında bir kolpacı bulunduğunu
anlayacak kadar uzun süre ilkokul
öğrencileri ile muhatap oldum diyorum. Örnek vermek gerekirse ilkokuldan bir çocuk Almanya’da
yaşayan ve asla Türkiye topraklarına ayak basmayacak olan kuzeninin havada beş takla atabildiğine
yeminler ediyordu. Tüm bu yeminlere rağmen yedi yaşındaki bir çocuk dahi bilecektir ki havada beş
takla atabilen bir kişinin varlığından ciddiyetle söz edebilmek için
ya bahsi gecen şahsın ya süper
kahraman olması ya da bu kişinin
gerçekliğinde ısrar eden kişinin
sahtekarın önde gideni olması gerekir. Bu sebepten, ne zaman Atatürk’ün süper kahramanlığı hakkında şüpheye düşecek olsam 10 Kasım törenlerindeki gözyaşının şiddet ve debisi ile doğrulur, kendime
gelirdim. O radyoaktif serpinti ya
da hava taarruz habercisi olması
gereken sirenin ötüşünde kimimiz
gerçekten, kimimiz çevremizdeki
herkes ağlıyor diye, kimimiz de
ulusal matem günü güldüğümüz ya
da üzgün görünmediğimiz için okkalı bir dayak yediğimiz için ağlarken her gözyaşında, her damlada
tarlada karga kovalamak gibi faaliyetleri olan insan Mustafa Kemal
ölür, Atatürk bir süper kahraman
olarak dirilirdi.
Mehmet Karamancı İlkokulu’nun
bahçesinde uçuşan yaprakların arasında vatanından uzak bir zenci başını andıran ve dört yanı kasımpatılarla süslenmiş Atatürk büstünün
yüzüne bakarak ağlarken sadece
onun kaybına değil, o yaşlarda Allah olduğuna emin olduğum (ama
Erkin Gören © 2005
uçaktan inip kıta denetlemekten
öte bir olayını görmediğim) Kenan
Evren dışında sürreel bir insanla
aynı devirde yaşayamadığıma üzülürdüm. Ne vardı Atatürk’le aynı
dönemde yaşamış olsaydım? Ne
vardı o meşhur resminde yeni Türk
alfabesini öğrettiği çocuklardan biri de ben olsaydım? Düşmanı iskeleden denize beraber itekleseydik?
Yobazın kafasından sarığı, karaböcüğün sırtından çadoru kafa kafaya
verip çözseydik? O Batman olaydı
ben Robin olurdum, o Zagor olsa
ben Çiko olmaya fittim. Heyhat,
tıpkı Süpermen ve Betmen gibi
Atatürk’ü de ancak resimli kitaplarda, fotoğraflarda, herkesin insanüstü bir hız ile hareket ettiği
filmlerde görüp takip edebiliyor,
belki bu yüzden hem süperkahraman olarak varlığını, hem de insan olarak yokluğunu en çok 10
Kasım’larda hissedebiliyordum.
Unutma, unutturma!
Şimdi ne zaman 10 Kasım gelse
ulusal matemim, kişisel bir yas gününe dönüşüyor. Artık Atatürk’ün
öldüğüne değil, hiç tanımadığımız
bu süperkahramanın ölümüne sustalı maymun gibi bilmeden, anlamadan üzülüp ağladığımız o toplu
histeri günlerindeki bana ve bize
üzülüyorum. 10 Kasım şiiri okuyup ağlarken ayarını kaçırıp yaşıtlarının önünde altına işeyen o sekiz
yaşındaki kız çocuğuna, buna gülenlerin yediği dayağa, ama en çok
o dayağı yiyenlerin hissettiği suçluluk duygusuna üzülüyorum. 10
Kasım’larda yaşamaya mahkum
edildiğimiz bu mitolojik ayinin
anısı aklıma bir masalın sayfası olarak değil, hayatımda açılan bir pencere olmasına ve hiçbir şeyin bu sınırsız ahmaklığın bana, bize, sana
ve size kaybettirdiği zaman ve
gözyaşını geri getirememesine
üzülüyorum. 10 Kasım’larda en
çok Mustafa Kemal’in ölüşüne değil, Atatürk’ün dirilişine, yani yanlışlarıyla doğrularıyla bir hayatı dolu dolu yaşamış bir insanın doğal
sonu olan ölümüne değil, onun
ölüp süper kahraman olarak dirilmesiyle kendine pazar payı yaratan
asalakların gölgesinde ve iradesinde yaşanan bir ömre üzülüyorum.
Sherlock Holmes “İmkansız olanı
eleyince geriye saf gerçeklik kalır”
diyor. Ne tuhaf, hayatımızda imkansız olanları eleyince geriye hiçbir şey kalmıyor. Ben her 10
Kasım’da(n) o geriye kalmayana
üzülüyorum.
İlk başta Süpermen’in ölümünü
sormuştum, sorumu değiştirip
yeniden sorayım: “Klark Kent bir
ara yaşamıştı, hatırlayan var mı?”
otisabi
araflt›rma
13
11-17 Kasım EKfi‹
‹yi k›zlar her yere, erkek
giyimi cehenneme gider!
‹lk günden bu yana kad›n modas› hep iyiye giderken erkek modas› korkunç bir tekdüzelik ve
s›radanl›¤a kofluyor. Kültür ve co¤rafya fark etmeksizin erkek ›rk› kontrplak gibi inceliyor
zel ebed içimde yaşayan ve Sözlük’te Blackmore’s Night grubunun “All For One” şarkısına ait
başlıkta kısaca bahsettiğim, şimdi ise
enine boyuna masaya yatırmayı
planladığım bir büyük sıkıntıyı
paylaşmaya hazırlanan okur;
dışarıda isen, vapurda, dolmuşta, kalabalıkta isen
çaktırmadan, evinde isen
uzun uzadıya, dikkatle
kendine bak! Evvela burnunda beyaz çentikler olan
tozlu, yamru yumru ayakkabılarına bir göz atalım. Sonra
blucinden sıkıldığın için ta göbeğe
kadar çektiğin (Bu çirkinliği belindeki potlara rağmen ısrarla giydiğin bol mu dar mı belli olmayan
svetşörtünle kamufle ettiğini biliyorum) o bayat kerhane tatlısı rengindeki kadife pantolonuna geçelim. Peki ya uzun kollunun içinden görünen ancak yakası bir türlü dairesel bir aks tutturamayan
yamuk tişört? En dışta göze çarpan
muflonlu montun verdiği şişmanlığın,
Red Kit bacaklarınla birleşince ortaya
çıkardığı katil karınca siluetini ise
sen zaten çoktan beri yerdeki gölgene bakarak fark etmiş durumdasın...
İnsanoğlu keşfediyor. En başta bir hayvanı
avlayıp çiğ çiğ yiyor, ardından pişiriyor, en
sonunda soslar icat edip lezzeti ileri götürüyor. Çileğin üstüne döktüğüm pudra şekerini
buluyor. Kamışı üfleyerek elde ettiği sesi
koskocaman bir senfoni orkestrasına genişletiyor. Makam mı yetmedi, yerine yenisini
çıkartıyor, gam oluşturuyor. Ok atarken bir
bakmışsın ısıya duyarlı “Bayıltmaya ayarlayalım” silahına koşuyoruz. Teknolojik bazlı
bir gelişme kendinden öncekini yok ediyor,
tamamdır! Ama beğeniye dayalı hiç bir yenilik, ben asla görmedim ki eskisini silip süpürsün, tarih sahnesinden kazısın. Çileği
pudrasız mı yiyeceksin, eti çiğ mi... E ye sushiyi? Kim tutar seni. Gündüz Justin Timberlake dinler iken gece Dede Efendi eseri terennüm etmek yasak mı? Diskoda “trance”
eşliğinde kendinden geçen adam evine varınca Ortaçağ dans müziği dinlese ona manyak mı derler? Peki aynı adam evinden çıkarken çeketini kenara atıp sırtına Ortaçağ kos-
E
tümünü giyse? Haah, ona manyak derler işte...
“Giyim... İşte o da bir teknoloji” diye
mırıldanacak kimseyi dinlemem! Giyim baştan ayağa zevktir, beğenidir; işlevselliği de bizlerin içine
düştüğümüz zavallı durumdan
kaçmak için uydurduğumuz
bir mazerettir. Ki, işte sorgulanması gereken nokta burada
gömülü. Neden bir dünya dolusu erkek kendinden böyle
kaçar olsun!?
Gelecek ilk itirazı peşinen def
edeyim: “Ben afişteki erkek modele bakıyorum, adamı deve tüyü
atkısı ile, jilet gibi takımı ile tartışmasızca şık buluyorum.” Behey
kardeşim, o adam zaten doğma
büyüme öyle, anadan üryan çıksa
da aklını başından alacak, darı çuvalına girse de cazibe üretecek.
Oysa büyük iddialıyım ki Zekeriya Beyaz’ın kafasına bir deri miğfer geçirsek, sırtına bir harmaniye,
beline büyük tokalı deri kemeri sarmalasak en az bir Gimli, en az bir Bilbo
Baggins olacak; alıcı gözle bakıldığı
zaman bugünkü manzaradan elli
kez daha mutedil bir görüntü arz
edecek.
İkinci tereddüt “sanayi” veya “Değişen üretim şartları” başlıkları altında ileri sürülebilir.
Reddediyorum! Eğer konu bu çağın “hızlı”
yaşandığıysa, tekstil mallarının fabrikasyon
gerekçesiyle “sadeliğe” muhtaç olduğuysa
hemen göz atalım. Son derece açıktır ki ortaya çıkan tüketim malının niteliği onu üreten
mal ile bağlıdır. Yani velkrolu (Türkçesi: cırt
cırt) cep kapakçığı üretiyorsak onu yapabilen
bir de makinemiz var demektir. Peki o makine cam elyafından gömlek dikebiliyor da niçin aynı malzemeden pelerin üretmiyor? Arkasını gösteren elbise yapabilecek kadar gemi azıya alan Japonlar aşık olunası geleneksel giysilerini neden kendi aralarında espri
konusu yapmaya başladılar, akıl alacak gibi
değil.
“Modern çağ elbiselerini giyip çıkarması,
saklaması, katlaması daha kolay!” Bu istasyondan şuraya uzanayım: Ben demiyorum ki
her giysiyi birebir 13. yüzyıldan modelleyelim. Demiyorum ki mangal yapmaya plakalı
zırh giyerek gidelim. Bilakis, özlem duyduğum tarz kullanımı son kertede kolay elementlerden oluşuyor. Teknoloji yetersizliği
nedeniyle pratik zorluk yaratan detayları hemen güncelleyelim (ilmek yerine metal düğme koy?) ve bir hayal edelim, bugün ÜTÜ
denen şeyle cebelleşmemizi gerektiren, kolları kaldırıp “heeeey” diye sevinçle bağırdığımızda kemerinden fırlayan ya da bacak bacak üstüne attık mı toptopları mengeneye
alan kıyafetler yerine toplamda tek parçadan
oluşan bir kaftan acaba nasıl olurdu!
Toplumsal çeliflkinin
temel ilkeleri
Sırada, karşı argüman olarak belki en kuvvetli sayılacak iddia var: “Alışkanlık... Biz
alıştık böyle giyinmeye. Dışarıda kalan yargılanır, şaklabana döner.” Herhalde tamamen
yanlış değil. Sokağa kadife kaftan altına üç
Adam çok karizmatik
etek giyip de çıkan dayak yer, laf yer. OlmaSen de ol? Ağlatma beni. Sen de çok karizdı nazara gelir. Ama niye buna alıştık be abi?
matik olabilirsin. Tarih kitaplarında, filmlerNiçin hala isyanlarda olmadığımızı ekonode gördüğün adamlardan yalnızca bir adım
mik, sosyal, jeofizik hiç bir dinamiğe bağlauzaksın. Üstelik onlardan daha şanslısın; dayamıyorum. Dünya erkekleri olarak neden
ha ucuzunu, daha fonksiyonelini giyebilirsin
ayaklanmadığımızı bilmiyorum. Günümüz
istesen. Leopar avlamana da lüzum yok, takTürk “bıçkın” giyim şemasını çıkaralım: Kirlidini giy! Bakkalın önünde maden suyu kali sakal, jöleli saç, siyah pantol ile ceket ve
sasına oturmuş gelene geçene selam eden
beyaz gömlek. Pekiyi bir de yalnızca iki yüzhacı dedenin Albus Dumbledore gibi olduğuyıl öncesinin bıçkınına bakalım (Reşad Eknu bir düşün. Hayran olduğun “reel” insanrem Koçu’nun kitaplarını açıp düpedüz bakalara bir bak. Özlem Tekin’den Manowar’a,
lım hatta): Kirli sakalı yine bırak; çıplak beTarkan Tevetoğlu’ndan Axl Rose’a varana
denin üzerine işlemeli, kolsuz bir yelek (gödek için için ya da dışın dışın marjinal bulduğüs kıllarında birkaç boncuk veya inci), bele
ğun herkeste süslü olma, bol olma, heybetli
dolanmış kalın bir kuşak, dize dek inen döve sere serpe olma halini göreceksin. Şimdi
kümlü bir şalvar ve altında bir kat dolak,
cümle kurmamak için bir parantez açıp içine
ayaklar ya çıplak ya da bir çift ham deriden
flamboyan isimler atıyorum bu minvalde,
sade külhani ayakkabı ile taçlandırılmış.
hayal etmeyi sana terk ediyorum (Robert
Şimdi, ben bu eşkal içerisinde büfeden pet
Smith, Marilyn Manson, Freddie Mercury,
şişe suyu satın alırken bile daha bir mutlu
Ritchie Blackmore, Dio, Dali, Barış Manço,
hissedeceğime yemin ederim hiç çekinmeMedyum Memiş, Haydar Dümen)...
den. Kurtlar Vadisi’cisini ise hayal dahi edemiyorum; Polat Alemdar değil Murad HüdaSon söz
vendigar olmayı vaat ediyorum adama!
İlk günden bu yana kadın modası hep
Bu “alıştım” kaçışını bir de şu yandan tekmeiyiye giderken, beli parçalayan korleyelim. Gel itiraf et, alıştın ama hala için
seler, ayağı sıkan pipiş gibi ayakgidiyor. Gittiği için kalkıp “en iyi kostüm”
kabılar, yetmiş beş kat arşa uzadiye bir Oscar klasmanı yarattın. Yalnızca
yan saçlar, Eva Braun stili kiraz
dönem filmini o dönemi iyi yansıttığı için
dudaklar vs hep Angelina Joödüllendiriyor gibisin ama değil. “Star
lie’ye, Sofia Boutella’vari ceyWars” u hangi dönemi yansıttı diye ödüllanlığa evrilirken, erkek
lendirdin? “The Mummy” filmini?
modası korkunç bir
Peki ya “The Lord Of The Rings”
tekdüzeliğe ve sıraüçlemesini?
danlığa
koşuyor.
Hiç erişemeyeceğimiz süper
Kültür, coğrafya
güçler için, hiç yerinde olamafark etmeksizin “en
yacağımız über güzel karaktersüslü” olması gereken
ler için romanlara, filmlere
erkek ırkı sunta gibi,
tapmak çok mümkün ancak
kontrplak gibi inceliköşedeki terzi İsmail Bey’in
yor. Rock yıldızları,
iki günde dikebileceği mütressamlar, yazarlar,
hiş bir kostümü, yani özlem
sporcular neredeyse
duyduğumuz şeylerin “hiç
bir yüzyıldır buna itiraz
değilse” sini körce, sağırhalindeler ve onları taca yok saymak modern
kip eden kitleler nedençağın vebasıdır.
se hiç eyleme geçmiyor.
İzin verirseniz dünyanın
Lütfen erkekler, kadınlaren kadim geyiklerindan daha güzel değiliz
den birine girerek “Dobelki ama daha Hamid
ğada hep erkek daha
Karzai’yiz, daha Jedi’yiz!
süslüdür” diyorum. Yalan
Diliyorum, yalvarıyomı? Sadece toplumsal değil generum ki yarın Barbaros
tik bir kaçış içindeyiz aynı zaBulvarı’nda aşağı
manda. Gözüne sürme çeken erdoğru yürürken
keğin bugün “gay bu gay” ithakapüşonunu
mına maruz kalması karşısında
başına geçirderhal saf tutuyorum ve “sensin
miş
bir
geybugey” diye bağırarak ilan
Drizzt
do
ediyorum: Ben de makyaj yapUrden göreyim ve göz göze
mak istiyorum, süslü püslü olgeleyim onunla. Gülümseyemak (fazla zarif ve feminen ollim birbirimize, at kılından bemak istemiyorsan Cermen baryaz sorgucu özgürce sallanan
barı gibi ol, Sioux şefi gibi ol,
pleksiglas başlığımı çıkarıp sehepsi bir) istiyorum. Ruh halilamlayayım onu.
me göre 14. Louis dönemi peJean Paul Gaultier defilelerinde
ruklu saray totoşu gibi
göze çarpan ve “Hangi deli giyer
allı pullu; yeri gelinlan bunu?” denen giysileri ben
ce de Hazreti
giyerim dercesine işaretleşen bir
Hamza formunda Size bunu vaat ediyorum,
kalabalık günden güne artarak düngiyinebilmek isti- dikkatli bak›n! Sonra bir de
yayı istila etsin.
üzerinizdeki düdük gibi k›yafetlere...
yorum.
aziz kedi
14
EKfi‹ 11-17 Kasım
inceleme
Charlie Chaplin olmak
endi aktardıklarından öğrendiğimiz
üzere çocukluğu çok zor şartlar altında geçer. Eski bir tiyatrocu olan
baba Chaplin, genç yaşta alkolün esiri olur.
Eve pek uğrayan bir tip değildir. Yine eski
bir tiyatrocu ve vodvil oyuncusu olan annesi ve üvey kardeşi Sydney ile yaşam savaşında başbaşa kalmıştır. Anne Chaplin dikiş dikerken iki kardeş küçük yaşlarında
çiçekçilikten eski eşya satmaya, matbaacılıktan gemi borazancılığına kadar türlü işlere girip çıkarlar. Dönem dönem dibe vurduklarında küçük Chaplinlere yetimhane
yolları gözükür. Charlie Chaplin’in, ileriki
yıllarda vereceği başucu eserlerinin malzemeleri işte bu yıllarda hafızasının köşelerine birer birer kazınmaya başlar.
K
Okuyaca¤›n›z yaz› nas›l
bafllar, nas›l biter
bilemem; ama Charlie
Chaplin’in üstün
yetene¤i ve sanat›na
bir methiye denemesi
olaca¤› âflikâr
Yüzy›l›n en çok tan›nan silueti
Üç dört fırça darbesiyle onun minik bir karikatürünü yapabilirsiniz. Peki bu karikatürvari minik adam nasıl ortaya çıktı? Charlie Chaplin, otobiyografisinde bu tipi stüdyoda kıyafet seçerken tesadüfen bulduğunu
söyler. Tesadüf müdür bilinmez, ama seçim
gerçekten de mükemmeldir. Hatta o kadar
iyi sonuç verir ki ileriki yıllarda -kendisi
bunun farkında olmasa da- Turist Ömer
adıyla ülkemizde de kendisine yer bulur.
Gerçi bunu Sadri Alışık o kadar özgün bir
hale getirir ki esin kaynağının Charlie
Chaplin olduğunu birçoğumuz düşünmemişizdir bile... Yarattığı tipleme şaşırtıcı derecede özgündür. Üstü başı toz içindeki küçük adam, yere düştüğü zaman kendisini
yere düşürene “üstümü kirlettin” dercesine
bir bakış fırlatır ve cebinden çıkardığı bezle
üstünü silmeye koyulur. Sokakta bulduğu
bebeği büyütecek kadar iyi yürekli, aşık olduğu kız bir başkasını sevdiği zaman hiçbir
şeyden haberi yokmuş gibi davranıp mutluluklarını bozmayacak kadar asil, koca bir
diktatörün yerine geçip dünyaya iyilik mesajları verecek kadar da insanoğlu insandır.
1914’te çektiği Kid Auto Races At Venice,
onun bu tiplemeyi perdeye aktardığı ilk filmidir. 6 dakikalık bu kısa film, tek bir espri üzerine kuruludur. Chaplin, ikide birde
otomobil yarışlarını çeken kameranın önüne geçip türlü pozlar verir. İşittiği türlü ha-
karet, yediği dayak, kamera önünde olma
arzusuna engel olamaz. Kişilik özelliklerini filmlerine yansıtma alışkanlığını daha ilk
filmlerinden itibaren rahatlıkla görmekteyiz. Kendini seyirciye kabul ettirip başarıyı
yakaladıktan sonra, kendi filmlerini yazıp
yönetmeye şansını elde edecektir. Yaşadığı
sokakları, aç ve parasız geçirdiği günleri,
aşık olup elde edemediği kadınları perdeye
aktarır. The Kid (1921) ile çocukluğuna
göndermeler yaparken Limelight’ta (1952)
yaşlanıp seyircisini kaybeden bir komedyeni canlandırır. Aslında hep kendini oynar.
Charlie Chaplin edindiği müthiş servet ve
Uykudan sonra
ahal, üç dağın paçasına yapışmış,
kalbinden çamur geçen, çolak evleri sobadan bozma bir Kazak köyüdür. Otuz altı hane, yüz on dört nüfus.
Her kış donup her baharda çözülen yüz on
dört yüz. Ne patikasında selam verilir, ne
de meydanında kahve içilir. Ama Kahal’da
çocuk da vardır, mezar da. Bir de İsa.
İsa’nın adı İsa’ydı. Yirmi yedi yıldır insandı.
Doğduğu odayla yaşadığı arasında yedi
adım vardı. Kahal’ın tek avcısıydı. Yabandomuzu öldürür, yabandomuzu yerdi. Ormana karışmak için güneşin batmasını beklerdi. Domuz ancak gömüldüğü karanlıktan
çıkarılırdı. Başka yolu yoktu. Köyün güneşe bulandığı saatlerde yatağa saplanan, geceleri Kahal’ın donmuş çamurunu çatlatan
ayakların tek sahibiydi. Çünkü Kahal’da,
gökyüzü ışıksız kaldığında ev kapısı açmak
günahtı. Ne çıkmak, ne de girmek için kapılar aralanırdı. Ancak İsa da yabandomuzları gibi günahtanımazdı. Belki de bu yüzden
ilk hisseden İsa oldu. Önce uykusuzluktandır diye düşündü. Belki de gündüz uyumaktan. İsa, rüyalar görmeye başladı. Üste-
K
lik gözkapakları gözlerini kapatmazken.
Rüyalarında bir kentteydi. Babasının odasına astığı takvimde gördüğü binalara benzeyen beton parçalarının üst üste yığıldığı bir
kentte. Elinde siyah bir çanta, yürüyor ve
düşünüyordu. Daha önce hiçbir zaman düşünmediklerini. Üstelik hiç duymadığı bir
dilde. Gözlerine rüya çekilmiş İsa, bir gecede dört domuz ıskalamaya ve aç kalmaya
başladı.
Chicago ıslaktır. Caddeleri soğuk, sokakları ılıktır. Buzda yürümenin en kolay yolu
üzerinde kaymaktır. Sidney de öyle yapıyordu. Bir ayağıyla kendini itip diğeriyle
buzu zımparalıyordu. Jeologdu. Toprağı da,
taşı da bilirdi. Petrol peşinde bir şirketin
yöneticisiydi. Ama gözleri açık rüyalar gören bir yönetici ancak hayali kararlar verirdi. Hayali kararlarsa ancak suyun üzerinde
yürürdü. Ne terapiler, ne de mucizesi henüz
üzerinde tüten farmakolojik buluşlar. Hiçbiri işe yaramıyordu. Oysa düzenli uyuyordu. Ama rüya krizleri bitmiyordu. Ani geliş
ve gidişler, Sidney’nin gündüzlerini gecelere bölüyor, yirmi yedi yaşındaki adamın
üne rağmen içinde bulunduğu dünyaya yabancı değildir. Sanatı, gerçek yaşamdan
beslenir. Modern Times (1936) ile insanı
makineleştiren düzenle dalgasını geçer.
1940 yapımı The Great Dictator’ı, Nazi Almanyası’nın en güçlü olduğu dönemde çekerek Adolf Hitler’i tabiri caizse itin g...ne
sokup çıkarması, tarihte örneğine az rastlanır nitelikte bir cesaret gösterisidir.
Pis komünist...
Chaplin, iflah olmaz bir Nazi karşıtıdır.
Hatta bir toplantıda bir Nazi subayının elini
sıkmayı reddetmesi basında büyük yankı
bulur. Buna karşılık insan oluşa ve dünya
vatandaşlığına yaptığı atıflar, verdiği demeçler, yaptığı geziler ve filmlerindeki
göndermeler sayesinde komünist yaftasını
yemekte gecikmez. O dönemde komünist
avlayan Amerika için hedefteki adam olmuştur. Amerikan vatandaşlığına geçmeyi
kabul etmemesi ve Amerikan ordusu adına
askere katılmayı reddetmesi, içinde bulunduğu duruma tuz biber ekecektir. Amerika
Birleşik Devletleri, neredeyse 40 yıldır
Amerika’da ikamet eden Chaplin’i, vizesini uzatmayarak cezalandıracaktır. Chaplin,
sert ve ani bir biçimde İsviçre’ye yerleşmeye karar verir. Ömrünün kalanını geçireceği topraklardan evini çoktan satın almıştır
bile. Birleşik Devletler, sahip olduğu değerin kıymetini 20 yıl sonra fark edecek, kendini affettirmek için Onur Oscar’ı vermek
üzere Chaplin’i Hollywood’a davet edecektir. O küçük, tatlı serseri, koskoca ülkeye tam manasıyla tükürdüğünü yalatmıştır.
Charlie Chaplin hiç kuşkusuz 20. yüzyılın
insanlığa verdiği en güzel hediyelerden biridir. Aynı yüzyılın insanlığa Adolf Hitler
ile attığı kazığı belki de dengeye getiren kişiydi. Üstelik filmlerinin Nazi Almanyası’nda yasak olmasına rağmen bu “kazık”
tarafından sevildiği, hayranlıkla izlendiği
bilinmektedir.
Abi o kar› yakt› senin bafl›n›
Her kabiliyetli adamın mutlaka bir arızası
vardır derler. Charlie Chaplin’in de genç
kadınlara merakı vardı. Chaplin, on yedi yaşından büyük kadınlarla pek ilgilenmezdi.
Eski eşlerinden Lita Grey -evlendiklerinde
henüz 15 yaşındaydı-, Chaplin için “Bakirelere tapardı” demişti. Tabii bu durumun bir
de bedeli olmalıydı. Onlarca babalık davası
ile eski eşlerinin ve sevgililerinin uyanık
anneleri tarafından takip edilen tazminat davalarıyla uğraşmak zorunda kaldı. Aşk adı
verilen duyguyu iliklerinde hissetmek için
yüz binlerce dolar tazminat ödedi. Basının
ve daha da önemlisi hayranlarının karşısında
türlü rezillikler yaşadı.
Charles Chaplin’in yapıtlarını incelediğimiz zaman, en önemli temalarının, insan ve
insana dair duygular olduğunu fark ediyoruz. Hayatındaki bu iniş çıkışların sanatını
olumlu etkilediğini söylememek için herhangi bir neden yok. Doğumu üzerinden
116, ölümü üzerinden de tam 30 yıl sonra
bugün milyonlarca insan için ahlaksızlık
sayılabilecek davranışlarına rağmen seksenin üzerinde eseriyle zeka ve kabiliyetin en
uygun bileşimi olarak nitelendirilmek herhalde bir insanın dünya ile alacakvereceğinin kalmaması anlamına geliyor.
kirmizi kalem
Her ruh iki insana aittir. Ruhun birinden
diğerine gitmesi için uyku şarttır. Bir insan uyur
ve diğeri uyanır. Aynı ruh, yanlışsız biçimde
iki eti de yönetir. Ancak uyku ahengini kaybetmiş
etler, ruhun zamanında yetişememesinden
ötürü delirmeye mecburlardır
yüzünü siyah ve beyaza boyuyordu.
İsa, avlanmaktan vazgeçene kadar Sidney
delirdi. Sonrası içinse artık çok geçti. İkisi
de yaşadığı hayattan hiçbir şey anlamadı.
Kahal ve Chicago arasındaki saat farkı on
iki saat kadardı.
Dünya üzerinde ölmesi emredilmiş insan
nüfusu, dünya üzerinde yaşaması emredilmiş ruh nüfusunun iki katıdır. Bu yüzden,
her ruh iki insana aittir. Ruhun birinden diğerine gitmesi için uyku şarttır. Bir insan
uyur ve diğeri uyanır. Aynı ruh, yanlışsız biçimde iki eti de yönetir. Ancak uyku ahengini kaybetmiş etler, ruhun zamanında yetişememesinden ötürü delirmeye mecburlardır. Rüyalar, ruhun paylaşıldığı diğer etin
yaşadıklarından kalanlardır. Bilinçaltıysa,
arada on iki saat farkın olduğu bir yerlerde
yaşayan diğer etin bilincidir. Buna göre,
gece uykusuna yüz vermemek, ruha acı
çektirmektir. Ancak sadece acı çeken ruhlar
dünyanın mükemmel olmadığını anlayabilir. Seçme hakkı irade sahibine aittir.
Gerçeği öğrenmek adına delirmek ya da
zamanında yatağa girmek. Burası, ruh ortağıyla tanışmak isteyenlerin diğerlerine
“iyi uykular” dilediği bir gezegendir. Her
şey uykudan sonra başlar. Siz uyuduktan
sonra.
Misafir yazar: Hakan Günday
1976 yılının Mayıs ayında, Rodos Adasında doğdu. Dört yıl sonra yüzmeyi öğrendi ve bir daha adaya dönmedi. Dokuz yaşında yazmayı öğrendiği adı, yirmi üç yaşında Kinyas ve Kayra’nın kapağında okundu. Sonra Zargana. Sonra
Piç. Sonra da Malafa. Şimdilik bu kadar. Ve ölmesine daha çok var.
popüler kültür
15
11-17 Kasım EKfi‹
Kültürel Boru Hatt› Projesi
Bu insanlar›n asl›nda ne kadar çok ortak noktas› oldu¤unu gözlerimle görüyorum. Bunu görüp
etkilenen tek kifli de de¤ilim, o k›sac›k süre sonras›nda evlerine dönen herkes ayn› hisleri yafl›yor
or olacak biliyorum, ancak
öyle bir masa düşünün ki
orada Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Arapça, Gürcüce, Ermenice,
Azerice, Farsça, Yunanca ve Rusça
bir arada konuşulsun. Üstelik bu
diller asla saldırgan bir şekilde değil, her zaman dostça amaçlar dahilinde kullanılsın.
Günümüzde her zaman görülemeyecek böyle bir ortamı 28-31 Ekim
tarihleri arasında Bodrum’daki Gümüşlük Akademisi’nde görmek
mümkündü. Yazar Latife Tekin’in
öncülüğünde yapılan “Kültürel Boru Hattı Projesi” nedeniyle Ortadoğu’nun her yerinden Türkiye’ye
gelen 20 katılımcıydı bu dilleri konuşanlar. Yıllardır, Ortadoğu denildiği zaman aklımıza sadece savaşlar gelir oldu. O bölgedeki insanların da gündelik yaşamları olabileceğini, kitap okuyabileceklerini, sinemaya gidebileceklerini, bizden
farklı olmayan bir yaşam sürebileceklerini unuttuk artık. Hemen yanı başımızda yaşayan insanlarla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz aslında.
Bildiğimizi sandıklarımız ise bize
gösterildiği kadarıyla sınırlı.
Bu nedenle projenin amacı, özellikle iç karışıklıklarıyla tanıdığımız bölgeden gelen sanatçı ve bilim adamlarının ülkelerini tanıtmaları ve bölge halklarının birbirlerini daha iyi
tanımaları için neler yapılabileceğini tartışmak. Türk basınında birkaç
gazete ve televizyonda yer bulması
dışında gözden uzakta gerçekleşen
bir dizi toplantı düzenleniyor. Bu sırada ben de projeyle ilgili bir belgesel hazırlanması amacıyla orada bulunma şerefine erişiyorum. Dört
Z
Gümüfllük Akademisi, farkl› kültürlerden misafirlerini a¤›rlad›.
gün boyunca Türkiye, İran, Irak,
Lübnan, Gürcistan, Ürdün, Ermenistan, Azerbaycan, Mısır, Suriye
ve Kıbrıs halklarının bir arada ne kadar rahat yaşayabileceklerini, çünkü aslında ne kadar çok ortak noktalarının olduğunu gözlerimle görüyorum. Ayrıca bunu görüp etkilenen tek kişi de değilim, o kısacık
süre sonrasında evlerine dönen herkes aynı hisleri yaşıyor.
Tart›flmalar bafll›yor
Toplantının ulaştığı başlıca sonuçlardan birisi, gerçekten de birbirimizi tanımayan toplumlar olduğumuz. Örneğin İran’dan gelen tiyatro, sinema ve TV yönetmeni Hüseyin Lale, ülkesini anlatırken dünyada İran ile özdeşleştirilmiş kara
çarşaflı kadın görüntüsünün ne kadar yanlış olduğundan bahsediyor:
“Kapanmak bir nevi formalite, ül-
keye geldiğinizde bir mendil genişliğinde bir kumaşı alıp saçınıza tuttursanız dahi kapanmış sayılırsınız.”
İster istemez Türkiye’yi de kara
çarşaflı kadınlarıyla tanıyan ülkeleri hatırlıyorum bunu duyduğumda.
Ya da Beyrut doğumlu, eğitimine
ülkesinden sonra MIT ve Harvard’da devam etmiş, Mimarlık ve
tasarım konularında çok ciddi başarıları bulunan Hani Asfour’un anlattıklarıyla herkes hayrete düşüyor.
Lübnan’da 15 sene boyunca devam
eden ve Hani’nin dahi sebebini anlayamadığı iç savaş sonrasında halkın yeni kurulan hükümetten yenilikler talep etmesini ancak beklentiler gerçekleşmeyince üç milyon
kişiden bir milyonunun bir günde
sokağa inişinden bahsediyor. “Sizin ülkenizde 24 milyon insanın İstanbul sokaklarına çıkmasıyla eşdeğer bir şey bu” dediğinde söyleyecek söz bulmak çok zor.
Toplantıya Ermenistan’dan katılan
TV yapımcısı Elünar Vardonyan ise
aynı zamanda “Center for Public
Dialogue and Development” adlı
merkezin temsilcisi olarak gelmiş.
Soykırım iddiaları ile ilgili orada
nasıl bir durum olduğu sorulduğu
zaman küçüklükten beri insanların,
Türklerin yaptıkları vahşi saldırılarla ilgili hikayeler dinleyerek büyü-
düğünü söylüyor. Ülkemizde de
çok benzer hikayeler anlatıldığını
ancak o hikayelerde saldıran tarafın
Ermeniler olduğunu bildiğim için
şu anki politik durumu garipsemeden edemiyorum. İki halk da aradan nesiller geçtikten sonra kendisinin ezilen taraf olduğuna inanmış
durumda ve birbirlerinin hikayelerini dinlemedikleri için de ülkelerin kapıları açılmıyor.
Ve dört günün sonu...
Bu noktada Azeri çevirmen
Anar’ın toplantıda söylediği bazı
şeylerin önemi daha çok açığa çıkıyor: “Her ülke birbiriyle savaşmıştır. İngiltere Fransa’yla uzun süre
savaştı. Almanlar bütün Avrupa’yla savaştılar. Ama ülkeler savaş sonrasında yaşananları unutabildiler ve şimdi daha güçlüler.
Halklar geçmişe takılarak ilerleyemezler, geçmişi unutup geleceğe
bakmak gerekli.”
Dört gün sonunda alınan kararlardan bir diğer önemli olanı ise Gümüşlük Akademisi’ni merkez olarak belirleyip bu grup ile çalışmaların devam ettirilmesi yönünde.
Bir web sitesinin ardından görülen
ilk amaç Ortadoğu ülkelerinde yayımlanacak bir edebiyat dergisi çıkarmak. Derginin önemini en iyi
anlatabilecek olan yine Anar’ın
sözleri: “Edebiyatın halkların birbirini tanımadaki önemi büyüktür.
Çünkü hikayesini bildiğin, şiirini
okuduğun halkı tanımış olursun.
Tanıdığına düşman olamazsın.”
Toplantı ile ilgili tek eksik İsrail’den katılımcı olmaması gibi görünüyor. Özellikle katılımcılardan gelen istek nedeniyle İsrail’den kimse
çağrılmamış. Gümüşlük Akademisi
kurucu başkanı Ahmet Filmer, “İsrail bölgede var olan bir ülke, varlığını inkar edemeyiz. Biz de ülkemizde Yahudilerle beraber yaşıyoruz, pek çok ülkeden kovulmalarına rağmen Türkiye’de asla sorun
çekmediler. O yüzden aramızda İsrail’den de katılımcı görebilmek isterdik” diyor. Ancak Suriyeli edebiyat eleştirmeni Subhi Hadidi bir
yanlış anlaşılmadan kaçınılması gerektiğini söylüyor. “Bizlerin de Yahudilerle ilgili bir sorunu yok. Benim de bir çok Yahudi arkadaşım
var. Tek sorun İsrail’in siyonist politikası. O politikadan vazgeçip Filistin’i rahat bıraktığı gün problem
ortadan kalkacak.”
Toplantının bitmesine bir gün kala
otel restoranında gerçekleştirilen
toplu yemek ise kanımca toplantının zirve noktası oluyor. Sırayla
herkesin kendi ülkesinden, kendi
dilinde şiirler okuduğu, şarkılar
söylediği bir akşam. Latife Tekin
“Altın Hızma Mülayim” isimli türküyü söyledikten sonra Iraklı şair
Abdullah Peşew Kürtçe bir şiir
okuyor, Türkiye’den Kürt asıllı şair Selim Temo bunu Türkçe’ye çeviriyor, İranlı yazar Monireh Revanipour muhteşem şarkılar söylüyor
ve bu böyle bütün akşam sürüp gidiyor. Gerçekten kültürel bir birleşim yaşanıyor gözümün önünde.
Ertesi akşam İstanbul’a geri dönüyorum. Mutluyum, heyecanlıyım,
umut doluyum. Sonra bir arkadaşıma bahsediyorum toplantıdan. Irka
dayalı bir espri yapıyor. Güzel bir
rüyadan gerçek dünyaya uyanmış
gibi hissediyorum kendimi.
madcan
Sempatik lak›rd›lar antolojisi - 1
Bazen bir iki cümlenin içine sayfalara bedel nefle, bilgelik ve tatl›l›k s›¤abiliyor. Ekfli olarak sizlere
böylesi birkaç sözü derledik. Keyifle okuyaca¤›n›z› ve efle dosta anlatarak prim yapaca¤›n›z› ümit ediyoruz
“Pek çok adam başarısını ilk
karısına, ikinci karısını ise başarısına borçludur.”
Jim Backus
“Aşk evlilikle tedavi edilebilen
geçici bir delilik halidir.”
Ambrose Pierce
“Benim prensiplerim işte bunlar. Ama beğenmediyseniz başkaları da var.”
Groucho Marx
“Zaman iyi bir öğretmendir,
ama maalesef bütün öğrencilerini
öldürür.”
Hector Berlioz
“Ülkeyi yönetmeyi bilen tüm
insanların ya taksi şoförü ya da
berber olması ne kötü.”
George Burns
“Noel Baba’ya inanmayı altı
yaşında, annemin götürdüğü mağazadaki Noel Baba benden im-
zamı istediğinde bıraktım.”
Shirley Temple
“Hayatımı mobilya satarak kazanıyordum. Maalesef sattığım
mobilyalar kendimindi.”
Les Dawson
“Eğer hayvanlar kimilerinin
dediği gibi onları yememiz için
yaratılmamışlarsa, neden etten
yapılmışlar ki?”
Tom Snyder
“Yerinde eleştirilere maruz
kalmak zor bir şeydir, özellikle de
bu eleştiri bir akrabadan, arkadaştan, tanıdıktan ya da bir yabancıdan geliyorsa.”
Franklin P. Jones
“Tenisle ilgili can sıkıcı şey şu
ki, ne kadar iyi oynarsam oynayayım, hiçbir zaman bir duvar kadar iyi olamayacağım.”
Mitch Hedberg
“Bir sümüklüböcek karşıdan
karşıya geçerken bir kaplumbağa
tarafından ezildi. Polis gelip
sümüklüböceğe bunun nasıl olduğunu sorduğunda şu cevabı aldı: ‘Hatırlamıyorum. Her şey o
kadar çabuk olup bitti ki.’”
(Anonim)
“Her problemin net, basit ve de
yanlış bir çözümü vardır.”
H.L. Mencken
Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz
Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Yaz› ‹flleri Müdürü Kemal Ekin Aysel
Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Düzeltmen kays el mecnun Kapak foto¤raf› Gökhan Y›ld›r›m Katk›da bulunanlar: aethewulf,
benbirpipodegilim, ck, days, devourthedamned, gari, gerrain, konor, nickfallin, otisabi, parantez, travis and tyler durden, trip, ttyy0 n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek
Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar
Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram
Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected]
Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur.
Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. Ekfli, tüm deste¤i ve yard›mlar› için SSG’ye (Sedat Kapano¤lu) teflekkür eder.
Piazza Navona’n›n
havuz problemi
Bernini ve Borromini eller önde kenetlenmifl pozisyonda duruyor. Papa ba¤›r›yor:
“Bu ne rezalet! Roma Roma olal› böyle ahmakl›k, böyle çocukluk görmedi!”
17. yüzyılın ünlü
sanatçıları Bernini
ve Borromini’nin
mimari eserleri
öncü ve muhteşem
oldukları kadar,
kıymeti bilinememiş
yapıtlardı aynı
zamanda. Her
ikisinin de
süslemeleri,
yaptıkları binalar ve
bir dönemin
estetiğini belirleyen
dokunuşlarını kitabi
yorumlarla değil,
kendi eserlerinin
dilinden dinlemek
ister misiniz?
Aralarındaki
rekabetten dönemin
portresine kadar
hepsi bu yazıda.
Tekmili birden,
dört sütun,
okuma süresiyle
altı dakika...
yüzyılda Roma, tarihin her döneminde
olduğu kadar tutucu,
dindar. Şehre hakim barok havanın
en yoğun hissedildiği yerlerden biri ünlü Piazza Navona Meydanı.
Bugün turistlerin istilası altındaki
meydan, Circus Domitianus’un,
Romalıların “oyunları” izlediği 30
bin kişilik stadyumun kalıntıları
üzerine inşa edilmiş. Ne de olsa
onlar da Akdenizli, ateş onların da
kanında var, oyunları, rekabeti çok
seviyor Romalılar: Gian Lorenzo
Bernini ve Borromini’ye bakmak
bunu anlamak için yeterli.
Hikayeye başından başlayalım. Papa Urbano VIII. Barberini, Roma’nın bir numaralı adamı olduğu
dönemde şehirdeki bütün çeşmeleri Bernini’ye yaptırmakta. 17. yüzyılda İtalya’da sözü geçen iki sanatçıdan biri olan Bernini bütün
ihalelerin üzerine kaldığı bu ayrıcalıklı durumdan fazlasıyla hoşnut.
Ancak Papa’nın ölümünün ardından yerine gelen Innocent Pamphilj
yaşadığı Piazza Navona’ya dillere
destan bir çeşme yaptırmaya karar
veriyor ve Bernini’yi bertaraf ederek yüzyılın diğer konuşulan sanatçısı olan Borromini’ye işi veriyor.
Borromini çalışmalarına başlıyor,
planları çiziyor ancak ortaya çıkardığı taslak Papa’nın pek hoşuna gitmiyor. Sanatçının elinin pek korkak, hayal gücünün duvarlarının
pek dar olduğunu düşünen Innocent, baldızı Donna Olimpia’nın da
17.
verdiği ara gazla görkemini yansıtmaya dayanan bu mukaddes görevi
yeniden eski Papa’nın has adamı
Bernini’ye veriyor. 1651 yılında
başlayan inşaatla iki fırlama İtalyan’ın arasındaki rekabetin de ilk
kıvılcımları ortaya çıkıyor.
Çeflme mi, kilise mi?
Bernini’nin ünü İtalya sınırlarını
aşmış “Fontana Dei Quattro Fiumi” yani “Dört Nehir Çeşmesi”
ortasında Mısır’ın Dikilitaşı ile çevresinde dört ünlü nehri sembolize
eden dört heykeli bulundurur. Bu
nehirler Tuna, Ganj, Nil ve Rio del
la Plata’dır. Bernini elbette ki eserinde, Borromini’ye attığı golün
asistini yapan Papa’ya selamını
çakmış ve görkemini sembolize
eden bir heykel ilave etmeyi ihmal
etmemiştir. Akdeniz insanına özgü
bu şirin yağcılık aynı dönemde,
1653’te hemen ünlü çeşmenin karşısına Sant’Agnese in Agone kilisesinin yapımına katılan Borromini’nin de dikkatinden kaçmamış
olacak, pek prestijli bir işi kaptırmanın acısını yüreğinde yaşayan
çılgın İtalyan sinirlerini oynatan
Bellini’ye karşılık vermenin yollarını düşünmeye başlamış. Eh, elbette ki aranızda bir çeşme nasıl kiliseden görkemli ve prestijli sayılıyor merak edenler olacaktır. Tek
cümleyle açıklayayım: Çeşme için
o kadar para harcanmış ki Papa
halkın tepkisini göze alarak Roma’da ekmeğe yaptığı zamla çeş-
menin maliyetinin bir kısmını halka yüklemeye çalışmış.
Kilisenin tarihçesine de bir dokunalım: Agnes 291 yılında doğmuş prezantabl ve soylu bir azize. 14’üne
bastığında Vali Sempronius’un şebek oğlu ile evlenmeyi reddedince
ölüm cezasına çarptırılıyor. Vali için
ne acıdır ki dönemin ahlak ve din
yasaları bakireleri idam etmeye izin
vermemekte. Ünlü bir siyasetçimizin yumurtladığı “Benim memurum
işini bilir” sözünün 3. yüzyıl temsilcisi olan pratik, pragmatik Vali
Sempronius, “Bakireyken öldüremiyorsak önce bozar sonra öldürürüz” diye düşünerek bir adamını
Wilbur Smith tasviriyle, Agnes’in
“Çöl çiçeği gibi açan kadınlığının
taç yapraklarını toplamaya” gönderiyor ki siz valinin isteğinin ne olduğunu anladınız. Din kolaylık dini
değil mi? Hayır efendim, Tanrı bu
duruma razı olmamış olacak, Agnes’in taç yapraklarını korumaya
alıyor ve vücudunu dış etmenlere
karşı koruyacak şekilde kaplıyor.
Yine de Tanrı’nın da hesap edemediği bir şekilde tecavüzcü subay
aniden asabileşerek Agnes’nin
açıktaki kellesini tek kılıç darbesiyle koparıyor, sene 304.
“Borromini bafllatt›”
Namusunu canı pahasına korumuş
Azize Agnes’e adanmış olan bu kilisenin iç dekorasyonu Rainaldi’ye, dışındaki görseller ise Borromini’ye ait. İşte iki İtalyan’ın çekişmesinin ürünü heykeller de bu
hikayeler silsilesinden doğuyor.
Bugün Piazza Navona’yı ziyaret
edenler krize dönüşen havuz probleminin sonucunu görünce hem
apışıp kalıyorlar, hem de gülümsemekten kendilerini alamıyorlar.
Eserlerinin karşılıklı duracağını bi-
len iki fırlama İtalyan’dan Bernini
olanı, çeşmesinin etrafındaki heykellere kilise üzerlerine çökecekmiş gibi, elleriyle kendilerini korumaya çalıştıklarını gösteren jest ve
mimiklerle şekil vermiş. Heykeller
adeta “Bu i..ne Borromini’nin ne
kendisinden ne de yaptığı kiliseden
hayır gelmez, her an ezilebiliriz arkadaşlar” demekte ve yemeği ateşte unutmuş Marie Curie edasıyla
bakmaktalar; kendilerini üzerlerine düşecek taşlardan koruma çabasındalar. Peki ya Borromini bu
hareketin altında kalmış mı sizce?
Hayır! Borromini’nin kilisenin sütunlarına yerleştirdiği heykellerden biri de kafasını tiksintiyle
aşağıdaki çeşmeden ayrı yöne
çevirmiş, “Bernini’den kime hayır
gelmiş ki, havuzundan çeşmesinden gelsin, bu tiksinti verici yapıyı
görmez olayım” edasıyla uzaklara
bakmakta.
İnsan 2005 senesinden geriye
dönüp baktığında kafasında şu sahneyi de canlandırabilir: Papa Innocent sinirli sinirli kemikli ayağını
yere vuruyor, takunyasının sesi
kilisenin duvarlarında yankılanıyor.
Vitrayların süzdüğü parlak gün ışığı
altında karşısında Bernini ve Borromini yarı italik ve bold “Biz ettik
sen etme ağam” duruşunda eller
önde kenetlenmiş, başlar eğilmiş
pozisyonda. Papa bağırıyor: “Bu ne
rezalet! Çocuk musunuz siz yahu!?
Roma Roma olalı böyle ahmaklık,
böyle çocukluk görmedi!”
Bernini ve Borromini ayarı alıyor,
sinsi sinsi birbirlerine bakıyorlar,
sonunda dayanamayan Bernini
dikleşip parmağıyla Borromini’yi
göstererek yanıt veriyor: “Önce
Borromini başlattı saygıdeğer Papa
Hazretleri!..”
nickfallin