şehir - Bizim Külliye

Transkript

şehir - Bizim Külliye
Muhterem Okurlar,
Elinizdeki sayımızın dosya konusu Şehir ve Şair.
Şehir, en çok şaire yakışır. Bir ressam şehirliyse
şehrin rengi, bir şair şehirliyse şehrin sesi değişir. Bu
ittifakı bir kenara itelesek de şehre dair renk ile sesin
nitelik ve nicelik açısından diğer yerleşim birimlerinkini
üçe beşe katladığı gerçeğini bir kenara öyle kolay
kolay iteleyemeyiz.
Şehrin gittikçe yoğunlaşan, yoğunlaştıkça da
giriftleşen ilişkiler ağında, vatandaşlıktan ötesi ve
istatistiki verilere dâhilinden başka yönü olmayan bir
insanın devinimi bile şehrin şairi için temadır. Caddeler,
sokaklar, parklar, bahçeler, meydanlar, otobüs ve
minibüs durakları, beklemeler, mesai çıkışları, köşe
başı dilencileri şair için ilham perisidir. Çok katlı
alışveriş merkezlerinin yürüyen merdivenlerinden
çıkarak aynalı ve lambalı vitrinleri önünden geçerken
cansız mankenlerin fısıltılarını da duyar. Orhan Veli’nin
duyduğu ve gördüğü gibi:
Dikilir köprü üzerine,
Keyifle seyrederim hepinizi.
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,
Şıp diye geçer köprünün altından;
Kiminiz düdüktür, öter;
Kiminiz dumandır, tüter;
Şehir yazılmaya ne kadar müsait ve hazırsa şair de
yazmaya…
Gelecek sayımızın dosya konusu, “Şehir ve Kitap”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet
olunuz.
Bizim Külliye
Şehir ve şair
NAZIM PAYAM
K
ader denilen pusula
Mevlana’yı Belh’ten,
Şems’i Tebriz’den
getirtip nasıl Konya’da buluşturduysa, keşke beni de üç
günlüğüne de olsa eserlerini
okuduğum o büyük dehaların
şehirlerine götürseydi. Onlar,
hangi atmosferin çocuğudurlar, duygu çıbanlarını kimler sıkmıştır? Boyunları neden kurgu düşlerinde asılı kalmış? Ayrıcalık şairde
mi, şehir de mi? Bilmek, öğrenmek isterdim.
Bu, hâlâ şiddetinden sarsıldığım bir arzudur.
Kuşkusuz, hayatı kuşatan hâlleri sarsıcı öngörüleriyle anlatan o insanların mekânını
yaşadığıma dair tanık göstermekten çekinmezdim.
Kırk yıl önceydi, çarşılarında, camilerinde
bir hizaya ve ruha dâhil edilen yerli güzelliklerimizin yüksek numunelerinden mülhem
İstanbul’a ilk adımı attığımda, aklıma gelen
Fatih’ti. Ama ben bu yeryüzü cennetini elimde “Kendi Gök Kubbemiz”le dolaşmış, semtlerin adını, hatırasını Yahya Kemal’in hülyasıyla anmıştım. Görmediğim, gezmediğim
yer kalmasın, kuruntusundaydım: Yetmedi…
Anka, varlığını
tescilleyip kendisine
veya ilgisine bir yuva
arasaydı her hâlde,
hâlden anlayan
İstanbul’u seçerdi.
Yedi tepesinden
birine konar,
çöreklenir, hayat
ağacını tüylerinin
rengiyle süslerdi.
İçindeki kuşları
salıverip ruhunu
kanatlandıracağı
inancıyla ediplerimiz
de öyle yapmıyor
mu?
3
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
“Kandilli’den Çubuklu’ya çıktık gezintiye
Yalnız kürek sadâsı gelen bir kayıktayız.”
…
“Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle,
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle”
…
“Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!
Bir zaman kendini karşındaki rü’yâya bırak!”
…
“Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen,
Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimârı
Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar’ı”
…
“Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye…”
“Silkin ve sakin ol! dedim âvâre gönlüme.”
Bugün değilse yarın, bu şehirde değilse bir
başka şehirde aradığın en uzun, en içli, ölümsüz
hikâyeyi bulur, kıyısından, köşesinden bir biçimde ona dâhil olursun. İlla İstanbul’da diyorsan, o
başka. Ömrün oldukça uğrar, ararsın. İstanbul,
şairler, yazarlar payitahtı. Daha nice edip, hatırasının nemli sayfalarını açmış seni bekliyor. Yalnız
onlar mı? Divitinden mürekkep damlayan postnişin de…
Münzevi günlerimde sezmiştim: İnsan mucizesini hiçbir müdahaleye dayanmaksızın huşuyla izleyen İstanbul’un bir başka büyüsü de
herkesin geceye gömüldüğü saatlerde iki baş
bir gönül olanlara uzlet zenginliği taşımasıydı.
Burada gökten denize düşen yıldızlar, usul usul
tepelere tırmanır, oradan kimsesizlerin, yoksulların evine, otel odalarına iner, selam verir, selam
alır. Ardından, onları minaresinden, hisarından,
çeşmelerinden akanla bir başlarına bırakır. Muhabbet, sabaha dek sürer. İnsana unutturulan şey
uyumaktır. Hastası, elgini, ihtiyarı; tevekkülün
edindirdiği uyumla bakar hayata.
Yahya Kemal’in tespitidir: “İklimden anlayan
gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski
semtlerinden herhangi birini, mesela: Koca
Mustâpaşa semtini yahut Eyüb’ü yahut Üsküdar’ı
yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i
bir hüküm vererek der ki: “Bu halk bu iklimde
ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimarîden
ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.”
Anka, varlığını tescilleyip kendisine veya ilgi-
sine bir yuva arasaydı her hâlde, hâlden anlayan
İstanbul’u seçerdi. Yedi tepesinden birine konar,
çöreklenir, hayat ağacını tüylerinin rengiyle süslerdi. İçindeki kuşları salıverip ruhunu kanatlandıracağı inancıyla ediplerimiz de öyle yapmıyor
mu?
Ahmet Hamdi Tanpınar da Yahya Kemal’le
İstanbul’da buluşmuştu. Yahya Kemal, konuğunu
uzun süre yanında tutmuş, yalnızca çeşme başlarında soluklanmak kaydıyla ona şimdilerde harap
olmuş han, hamam, külliye ve kuleleri gezdirmiş,
eski edebiyatımızda kısım kısım nadasa bırakılmış bu Müslüman Türk şehrini; İstanbul’u, bir
bütün olarak ve yeniden fethedercesine işlemişti.
Sonrası malum: Üstadın Aziz İstanbul’una
karşılık Tanpınar’ın Beş Şehir’i…
Eserini kalp yağmuruyla yoğuran, cümlelerini
mazi ateşiyle pişiren, noktasını elmasla, alyansla
süsleyen bu Yahya Kemal tilmizi, şehrengizler
meclisine girdiğinde o vakte kadar üç beş semtin
tapusuyla caka satanlar, usulca oradan ayrılırlar.
Yine kapılar İstanbul’da açılmıştır. İstanbul yine
sevdalı kalemlere serzâkirlik etmiştir. Ve yine
Anadolu’nun yerine yakışan gürbüz kalemleri boş
yerleri doldurmakta gecikmez. İşte “Uzun Çarşının Uluları”, “Altıncı Şehir”, “Yedinci Şehir”,
“Kanatsız Kuşlar Şehri”, “Harput Şehrengizi”,
“Geçmiş Zamanın Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri”…
Üstümüzden çıkardığımız ile üstümüze giyindiğimiz arasındaki fark, renkler solmayınca
sezilmiyor. Ancak kabına sığmayan coşku daima
yeniden doğar.
Bizler mizacımızın bahşettiği zevk meşguliyetiyle toplumun bir parçası oluruz. Yeni, dediğimiz şeyler de bu zevk meşguliyetiyle topluma sızar. Yeniyi topluma sızdıracak şahsiyetli
parçanın elzemi ise muhittir. Nice kalem erbabı,
evvelinden oluşturulmuş muhitinin eseridir; hele
taşrada! Taşrada erbabın inadı, ciddiyeti, ölçüsü
ve bardağı taşırması evvelkilerden gelir. Sokağa,
mahalleye, oradan şehre açılan pencereler zevke
sindirilen merak ve heyecan iledir. Zaten istikbale
emek sarf etmeye namzet yetenekleri, günübirlik
uğraşlardan kurtaran da meraktır, heyecandır.
Artık bugünün muhipleri, mazide kalan hayatın tarihini, musikisini, şiirini bir başka muhibbe
ulaştıracak yolu bulmuşlardır.■
4
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
DOLDURDUM BARDAĞIMA
BÜTÜN İSTANBULLARI
1.
Bir şadırvanın yorgun gölgesinde
Üşüyen erguvanlara düşüyorsa soğuk nefesim
Kan ter içinde bekler adımlarım
Halatı kopmuş vapurların güvertesinde
Evleri devrilmiş bütün sokaklarda
Islık çalmadan yürüyorum
Sarmaşıklar arasından yükseliyor ayın on dördü
Tunçtan sabahları özlüyorum döşümdeki atlasın
Bu şehir beni hiç sevmedi
Martılar ve güvercinler uğramadı çatılarıma
Tuhaf bir ihanetle kucakladı minareler gölgemi
Türküler söyleyen dudağımdaki taşlardan korudum
Adımlarıma yapışan kaldırımları
İstanbul çizdim avcuna yağmur bakışlı çocukların
Her sabah kurşun kubbelerde gerinen güneşi tanıyorum
Denize düşmüş ağlarda kıvranan istavritin sancısını
Daracık sokaklardan ağzı açık caddelere akan
Ürkek babaların şaşkınlığını
Ağlamalarını anlıyorum hoyrat elde gün görmemiş annelerin
İç denizinde boğulan tepelerini diri çıkmış sabahların
Yüzü sızlayan İstanbul’u
Şehre her girişimde bir İstanbul daha kalıyor geride
Yaralanmış sevgililer yarım sesler kır kahveleri
Sahilden bir yalı çekiyorum en olmadık yerlerde
Kurt yeniği ahşaplar dökülüyor sırlı tarihinden dizelerin
Eliböğründelere yaslanmış içli bir İstanbul türküsü
2.
Şimdi dedim
Lale zamanıdır
Vurdum adımlarımı hırçın Marmara boyunca
Birbirine benzeyen kahkahalar yükseldi çiçek tarlalarından
Güneş kavuran surların gölgesinden geçtim
Düştüm şerbet serinliği maviliğine dalgaların
Utangaç sesiyle ısındım nargilenin marpucundaki közde
3.
Tutsak Yedikule’de zindana iki sevgili
Bu iki sevgili ki İstanbul kadar tarumar
5
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Gemiler dolusu şahmeran geçer sokaklardan
Yahya Kemal’den şiirler dökerek kaldırımlara
Kıyıya vuran sirenler ürkütür vapurlarını bile
Pörsümüş dubalarını döver dalgaların inadı
Kimde İstanbul olur mavnadan düşen balık
Ve kimden sorulur cumbaların sessiz isyanı
Bilirim nice yazlar geçer uzaktan el sallayarak
Şebnem titrer lalenin savrulan yelesinden
Uyur İstanbul’un bütün seyip yüzleri
Yitik bir şiirde ancak bulurum yönümü
4.
“bağlamaz firdevse gönlüni galata’yı gören”
Ciğerlerine çekmişse İstanbul’un efsunlu dumanını
Ve almışsa balkonlardaki menevişlerin işaretini
Her âşık
Şaşırır yolunu gidip durduğu sevgilinin
Aydınlık ve karanlık birbirine tutunmuş
Geçerken yüzlerce yıldır şadırvanlı sokaklardan
Kızaran ufukla birlikte açarak gözlerini camiler
Yani o Müslüman taşlardan yapılmış camiler
Biraz daha İstanbul olur her gün doğuşunda
Bilirsiniz belki ancak şehir konuşur
Geceyi gündüze bağlayan bütün zamanlarda
Ay bölünmüş olsa da bıçak sırtlı minarelerle
Canlı cansız ne varsa oturur yerli yerinde
Dokunursunuz bazen şehrin alınyazısına
Bilinmedik suçlar kuşatır küçücük dünyanızı
İstanbul’da düşer sırrı bütün aynaların
Ağrıyan coğrafyaların mehlemi saklıdır serviliklerde
Çaresiz uykusundan bilerek uyanmaz Ayasofya
Ve sürekli kanar maskelenmiş gözleri
Kimse görmez
Şifreli gözyaşlarıyla kovalar Cenevizli korsanları
Ağlayan yanlarını saklayarak hepinizden
Tan yeri evliya mezarları
5.
Doldurdum bardağıma bütün İstanbulları
İntihara meyilli bulutları sıkarak avcumda
Yatıştırdım öfkeden kudurmuş yanlarımı
Şimdi masmavi bir düşün tam ortasında
Çiziyorum kadim hüsranlarını kilitsiz hisarların
Ve oturup çarmıhtaki Boğaz’a karşı
Ağrıyan yanlarından seviyorum İstanbul’u
ÖZCAN ÜNLÜ
6
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
JULIET’İN BORDO ELBİSESİ
Annesi seçerken kumaşını Juliet hiç oralı olmadı
Bordo ipek mermer masadan kalktı
Masa da: mermer ve pirinç dikkatli okur
Saçlarını tararken hizmetçi, başka günler elbisesini giydirirken
Juliet aynı Juliet mi
Ağzını bıçak açmaz
(Shakespeare İngilizcesinde yoktur bu deyim
Anlatanın tasarrufu, ha tamam)
Diken istenilen günde bitirdi
Annesinin dileği
Juliet kan içinde, kara içinde, sarı içinde
Elbise bordo, kurdele, neşe içinde
Bir parçası balkonda takılı kaldı gece
Juliet bilir mi, bilmez
Kalbi malum, aklı korku, umudu çirkin cüce
Arkası kin, önü karanlık
En çok sen sobelenirsin Juliet
Romeo’yu öyle görünce
Bordo elbise zehir oldu Juliet’e
Bunların tamamı ve daha fazlası
Aslı’nın bir düğmesi değil midir?
SEVAL KOÇOĞLU
7
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
MUSTAFA SİNAN KAÇALİN*
ile dil üzerine
Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene önceki
bir Rus romanını okuyor mu? Evet, okuyor. Biz
Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz,
okuyamıyor muyuz? Asıl problem budur.
Bir kere Türk olmayı kültür manasında
reddetmeyi bir marifet biliyoruz.
TANER NAMLI
Hocam, öncelikle bir dil âlimi olmanız ve
elbette Türk Dil Kurumu Başkanlığı göreviniz dolayısıyla Türkçenin bugünkü sorunlarını tespit etmenizi isteyerek sohbetimize başlamak istiyorum.
Türkçenin sorunu yok. Türkçeyi konuşanların sorunu var. Türkçenin konuşulmasında,
Türkçeyi kullananlar arasındaki başlıca sorun,
bilgiyi bizlere dışarıdan taşıyan çift dilli mütercimlerden kaynaklanıyor. Asıl problem budur.
Herkes belediyenin hassasiyetini dil kurumuna
mal ediyor. Ne olacak bu sokaklardaki tabelalar!... Haftada bir aynı soru, aynı dikkat. Bu
aslında dikkatsizlik ve bilgisizliktir. Ve dert yananın kendisi de yabancı tabelalı mağaza açıyor,
ilgi gördüğünü söylüyor ama bunu yine sorun
gibi görüyor. Sorun bu değil. İki sorun var: Birinci sorun, mütercimlerimizin dili bozuk. İkinci
sorun, Türkler olarak Türkçe konuşan, Türkçe
yazan atalarımızın metinlerini okuyamama
Mustafa Sinan Kaçalin
1957 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden
mezun oldu. 1990 yılında doktor oldu. 1983-1990 yıllarında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünde görev yaptı.
1987-1989 arasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından
Macaristan’da Lóránd Eötvös Üniversitesi Türk Dili
Kürsüsünde Türkçe okutmanı olarak görevlendirildi.
Aynı sürede Szeged József Attila Üniversitesi Altayistik
Kürsüsünde çalıştı. 1989’de Marmara Üniversitesindeki
görevine döndü, 1994-1999 arasında yardımcı doçent
unvanıyla öğretim üyesi olarak çalıştı. 1998’de doçent
oldu. 1998’de Marmara Üniversitesi Türkçe Eğitimi
Bölümü öğretim üyeliğine getirildi. 2000-2002 yıllarında
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Türkoloji Bölümünde misafir öğretim üyesi
olarak görev yaptı. 2006 yılında Profesör oldu. 2010
Şubat 25-Temmuz 11 tarihlerinde Pekin Minzu Üniversitesi Uygur Dili ve Edebiyatı Fakültesinde Karahanlıca,
Harezmce ve İslam kültürü ve dilinin Uygur diline tesiri konularında yüksek lisans ve doktora dersleri verdi.
Hâlen Türk Dili Kurumu Başkanlığını yürütmektedir.
* Türk Dil Kurumu Başkanı
8
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
kere Türk olmayı kültür manasında reddetmeyi bir marifet biliyoruz. Eskiden lafıyla birçok
şeyi reddetme durumuna girdik. Eskiden diyerek araya çizgi koyuyoruz, yeni abuk sabukluğu
ikame ediyoruz. Mesela, fersûde kâğıt diyoruz.
Affedersiniz ne dediniz, diyor. Kullanılmış kâğıt
deyince anlıyor. Fersûdeye ne oldu da kullanmıyorsun. Mükerrer nüshaları şuraya ayır diyorsun, ne diyorsunuz diyor. Ne oldu? Nerde sıkıntı
var? Niye mükerreri kullanmıyoruz? Tekrarlı mı
diyeceğiz yani? Yineli nüsha mı diyeceğiz? Benim
atamın kullandığı bir dil bu. Ben önce atamdan,
anamdan bu dili öğreniyorum. Sonra kalkıyorum, ayaklarım yere bastığı zaman diyorum ki,
benim atam bu dili bilmiyordu ve bu dili değiştiriyorum. Geçmiş olsun. Yaşam diye bir kelime
çıktı. Yaşamaktan yaşam diyorlar, peki kanamaktan kanam var mı? Denemekten deneyim
var. Ama yaşamaktan yaşayım yok. Masa başında uydurulmuş, türetilmiş bir kelime. Hiçbir
Türk’ün konuşmadığı bir kelime. Bizi ne Doğu
Türkistan’la ne Batı Trakya’yla bağlantı hâline
sokmayan acayip bir ucube. Kullanıyorlar, kullandırıyorlar. Burada bir yanlışlık var, düzeltelim diyorsun artık yerleşti diyorlar. Peki, hayat
kelimesi yerleşti de, ona yerleşti demiyorsun da
son on senedir yerleşmiş olan yaşam kelimesine
niye yerleşmiş diyorsun. İnsanın önce yaptığımız
mesleğe saygısı olur. Bir şey söylendiği zaman
mesleğe hürmeti olur. Diyorsun ki burada bir
yanlış var, sana sormadım diyor. Tamam, bana
sormuyorsun ama benim dilimi konuşuyorsun.
Yaşam diye bir kelime yok. Doğal diye bir kelime yok. Doğmaktan doğal varsa, gitmekten de
gidel diye bir kelime olmalı. Doğmaktan doğal
varsa eğer, gidel ne demek, gelmekten gelel ne demek? Asıl problem, atamızın dilini ve kendimizi
reddetmektir. Hele bazı Türkçe eğitimcileri. Bir
şeyler konuşuyorlar, anlayamıyoruz. İşitsel, görsel… Yahu bir kumaş ya yünlüdür ya pamukludur. Ona göre onu sıcak suya sokarsın, yoksa büzüşür, acayip bir şey olur. Şimdi bu kelime fiil mi
isim mi? İlk önce onu anlayalım. Bu ek isme mi
geliyor, fiile mi geliyor? Fiile de getiriyorlar, isme
de getiriyorlar. Öyle şey olur mu ya? Görmekten
görsel ama kamudan kamusal. İsme de gelen fiile
de gelen ek olmaz. Geçmiş olsun diyorum tekrar.
Bu Türkçeyle bir şey olmaz. Türkçe bitirilmiştir.
cehaleti içindeyiz. Başka sorun yok.
Dilde yozlaşma bahsinin amaca hizmet etmeyen, sun’î birtakım tartışmalar etrafında
döndüğünü söyleyebilir miyiz?
Bu bir sosyal problemdir. Ben bir şey biliyorum, insanlarımız da farkına varsın, şuurlanalım
diye bazı konular gündeme getirilir. O ayrı mesele. Konuyu gündeme getirdiğini sanan kişi,
konunun yirmi beşinci kere gündeme getirildiğinin farkında değil. Uyuyarak gündeme getiriyor
meseleyi. Tabela meselesini anlatıyoruz. Yirmi
gün sonra, ne olacak bu tabelalar, bu sokakların hâli. Bir hafta sonra yine aynı soru. Sorduğu
zaman dinlemiyor, bir başkasının sorduğunu da
takip etmiyor. Tabelaları belediye ruhsatı engeller. Biz ne yapabiliriz ki. Size şöyle söyleyeyim.
Siz gıda uzmanısınız diyelim. Tıp fakültesinde
çalışıyorsunuz. Gıdaların içine bozulmayı engelleyici ilaç katıldığında, bunun sağlıksız
olduğunu biliyorsunuz. Çorba, sulu yemekler,
sağlıklı yemekler yenmesi gerekiyor; tost, gazoz
gibi şeylerle beslenmek iyi değildir, bunu biliyor
ve söylüyorsunuz. Çocuğun biri şişman, bu hastalığın içine girmiş, böyle beslenmekten dolayı
vücut dengesi bozulmuş; bir elinde gazoz, bir
elinde kaşarlı tost. Bak evladım, yeme, diyor musunuz ya da deme yetkiniz var mı? O da diyor
ki, sana ne amca, canım böyle istiyor. Ben beslenme hekimiyim, dikkat etmek zorundasın deseniz,
amca, işine git demez mi? Aynı şey dil noktasına
gelince, ne olacak sokaktaki tabelaların hâli, nereye gidiyor bu dilimiz. Çok köylüce ve amiyane
bir şekilde, bu dil nereye gidiyor diyorlar. Bu dil
nereye gidiyor biliyor musunuz: Senin ağzındaki
dil iyi bir yere gidiyorsa, bu dil iyi bir yere gider.
Sen başkasıyla uğraşma, kendinle uğraş demek
lazım. Tekrar başa dönüyoruz. Asıl problemimiz, bize bilgiyi taşıyan mütercimlerin dilinin
bozuk olmasıdır. İlk problemimiz bu. İkinci
problem şu: Biz atalarımızı reddediyoruz. Sözlüğe bakmadan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
hayattayken yazdığı bir metni okuyabilen insanı
şimdi bulamazsınız. Hüseyin Rahmi çok eski
değil. Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene
önceki bir Rus romanını okuyor mu? Evet, okuyor. Biz Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz,
okuyamıyor muyuz? Asıl problem budur. Bir
9
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Bitmiştir demiyorum, bitirilmiştir…
Bu yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün
görünmüyor mu?
Konuşanlar düzeltsinler. Silahla, emir komutayla düzelmez. En güzel Türkçe, köyde
konuşulan Türkçedir. Köydeki Türkçeye saygılı
olacağız. En güzel Türkçe eski Türkçedir. Eski
Türkçeye saygılı olacağız. Köyde hangi nine, oğlum askere gitti de epeydir iletişemedim, ah bir iletişsem diyor? Hangi nine böyle konuşuyor?
Türkçenin estetiği, zarafeti de kayboluyor.
Türkçe maalesef bitti, yok artık. 1930’dan
önceki hangi metni koysak, sözlükle okuyamıyorlar. Hiçbir Türk devletinde okul diye bir kelime yoktur. Herkes mektep der. Mektebe ne oldu
da mektebi attık dilimizden. Attırdılar. Onu bir
anlayalım önce. Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan mektep diyor. Bir Türk birliği kuracağız
diye bir yaygara tutturuyoruz. Hiçbir Türk’ün
kullanmadığı Türkçeyi kullanıyoruz. Hangi
Türk dilinde doğal var? Ondan sonra diyoruz ki
ne olacak bu Türkçemizin hâli. Ya sen, Türkçeyi
yatırıp besmelesiz kesmişsin. Sonra diyorsun ki
bu et yenir mi? Kesen sensin, karnı aç olan sensin,
cevabı sen vereceksin.
Ama denetim Türk Dil Kurumu’nun vazifelerinden değil mi?
Türk Dil Kurumunun böyle bir yetkisi yok.
Asayişin korunması savcılığın vazifesidir. Suçu
savcılık takip eder, polis değil. Ama biz savcı emriyle hareket eden polisi zannederiz ki suçu takip
ediyor. Hâlbuki polis de savcı emrindedir. Türk
Dil Kurumu ne yapacak? Ey Türkler! Türkçeyi
güzel kullanın mı diyecek? Aynı zamanda problem yayın organlarında, televizyonlarda. Reklam
çıkıyor, koşul diyor. O reklamı hemen keseceksin. Nasıl kullanırsın koşul kelimesini? Türkçe
değil. Müdahale edebiliyor muyuz? Hayır, edemiyoruz.
Türkçeye büyük hizmetler eden mahallî
dergilerimiz var. Bir asır öncesinden bugüne Genç Kalemler, Küçük Mecmua dergileri gibi. Sadece edebiyatımıza, kültürümüze
değil dilimize de önemli katkılar sağladılar, sağlamaya devam ediyorlar. Taşra dergilerinin üstlendikleri vazifeler hakkında
kanaatleriniz nelerdir?
Halk evlerinin çıkardığı dergiler gibi… Bunlar iyi ve güzel adımlardır. Ben genelde eskiyle
uğraşıyorum, yeniyi zaruretten takip ediyorum.
Şunu söyleyebilirim, abuk sabuk yazmak insanı
meşgul eder, yazmakta da emek ve seviye olacak.
Emek ya bilgi açısından ya sanatkâranelik
açısından olacak. Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su gibidir. Her yerde bu
10
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su
gibidir. Her yerde bu güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik,
30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini icra
ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki olabilir, edebiyat
olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman
olmalıdır.
güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik, 30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini
icra ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki
olabilir, edebiyat olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman olmalıdır.
Kurumun bu dergileri taltif etmesi gerekmez mi? Sadece maddi anlamda değil, kurum
nasıl destek olabilir kültür ve edebiyat dergilerine?
Bu çok güzel bir şey. Böyle yapmamız lazım.
Niye yapamadık? İşte, kurumun kanunu çıkmadı, kurum şöyle bir rayına oturamadı gibi birtakım problemlerle karşılaşıldı. Mesela sadece
belge vererek maddi destek verilmez. Benim şahsi
kanaatimce taltif edilmelidirler ve kurum olarak da
buna sıcak baktığımızı söyleyebilirim.
Kültür hayatımızda Divanü Lügatit Türk’ü
yazan Kaşgarlı Mahmut ve onu tekrar hayatımıza kazandıran Ali Emiri Efendi gibi insanlar yetiştirmişiz. Günümüzde de böyle üretici
ve nakledici insanlara muhtacız. Bu dil şuurunu ve edebiyat sevgisini yeni nesle nasıl sevdireceğiz?
Osmanlı kaside yazana para ödüyordu. O
adam caizeyi aldığı zaman, o kışı çıkarıyordu,
onunla yaşıyordu. Kilisli Muallim Rifat merhuma
Keşfüzzunun’un yeni baskısını hazırlatmışlar. Maarif Vekâleti bu işte Kilisli Muallim Rifat’ı tavzif
edelim demiş. Karşılığında da şu konağı veriniz.
Bugünkü hâliyle konak dediğimiz şey bahçeli villa.
Villada kaç kişi oturuyor, hepimiz apartman dairelerinde oturuyoruz. Eğer rahat ve büyük bir apartman dairesini öyle bir evin bugünkü karşılığı
sayarsak, adam beş sene çalışıyor ve bunun kar-
şılığında bir ev alıyor. Bugün adam bir meslek
sahibi ama üç senede beş senede bir evi alamıyor. Osmanlı, bir ev alacak parayı, dili kullanan
sanatkâra aktarıyordu. Bunun karşılığı bugün şu:
Tebrik ederiz, kazandınız, iki yüz elli bin liralık
çekinizi size takdim ediyoruz. Bu işlerin karşılığı olmasın mı? Akıllı zekâlı çocuklar mimar,
mühendis olacak. Ondan sonra arta kalan ikinci
tabaka çocuklar sosyal bilimleri seçecek ve bu
sosyal bilimlerin karşılığındaki taltif ücreti de
asgari ücret olacak. Sen de bu adamdan başarı
bekleyeceksin. Böyle bir şey olmaz. Rağbet ve
taltif olacak. Eğitimimize sıra geldiği zaman maalesef para yok. Mütercim Asım’ın Kamus’u, iyi
bir kitaptır diyoruz ama çocuk hocam satılmıyor,
diyor. Satılmıyorsa, ben vermeliyim. Sınıfımda
kırk kişi varsa, kırk tane Mütercim Asım’ın
Kamus’u olmalı. Dekanlıkta bunun tahsisatı
olmalı. Sen kimya bölümüne şu tozdan, tuzdan
alıyorsun, tıp bölümüne aletler alıyorsun, ama
Mütercim Asım’dan kırk tane kitap alırken
kırk dereden su getiriyorsun. Nasıl olamayacağını, tahsisatın olmadığını, bir tane kitabın
yeteceğini, bizden başka da bu kitabı isteyenin
olmadığını, bu kitabın fotokopisinin olup olmayacağını söylüyorlar. Bana işimin nasıl yapılamayacağını anlatıyorlar. Ondan sonra da
diyorsunuz ki bu işi nasıl başaracağız? Elimizin altında hiçbir sözlük ve kıymetli eser yok.
Sadece filan yayınevinin bastığı bir Türkçe
sözlük. Sonra bununla Türkçemizi ilerleteceğiz. Mümkün mü? Değil tabi. Paranın biraz
da kültüre akıtılması lazım.
Hocam, Bizim Külliye dergisi adına teşekkür ederiz.■
11
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
M. KAYAHAN ÖZGÜL
ile edebiyat ve şehir üzerine
Klasik edebiyatımızdaki şehrengizleri, bir toprağa
verilmiş şehir olma beratları diye anlıyorum. Şehr’in
şöhret’le bağını biraz da buralardan hareketle
kurmak mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine
has kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin
medeniyet hazinesine ekleyebilendir.
A. FARUK GÜLER
M. Kayahan ÖZGÜL
1961 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümünde lisans, Gazi
Üniversitesinde lisansüstü eğitimini tamamladı.
Hâlen Gazi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesidir.
Yayınlanmış çalışmalarından bazıları:
Halid Fahri Ozansoy, Hayatı ve Eserleri
(1986), Hersekli Ârif Hikmet, Hayatı ve Eserleri (1987), Leskofçalı Galib, Hayatı ve Eserleri (1987), Yenişehirli Avni, Hayatı ve Eserleri
(1990), Türk Edebiyâtında Siyâsî Rûyâlar (1993,
2004), Resmin Gölgesi Şiire Düştü-Türk Edebiyatında Tablo Altı Şiirleri (1997), Helvacı-zâde
Muharrem Hasbi, Hayatı ve Eserleri (1998), Osman Nevres, Hayatı ve Eserleri (1999), Kandille
İskandil (2003, 2013), XIX. Asrın Benzersiz Bir
Politekniği: Münif Paşa (2005), Dîvan Yolu’ndan
Pera’ya Selâmetle-Modern Türk Şiirine Doğru
(2006), Seke Seke Ben Geldim (Sekmeler-I ve II)
(2008), Son Jön Türk Kalesi: Ahmed Kemâl Akünal (2010), XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli
Olarak Encümen-i Şuarâ (2012), Babille Ebabil
(2013)...
Modern Türk edebiyatı üzerine yapmış
olduğunuz çalışmalarınızı çok kıymetli buluyor ve bunlardan istifade ediyoruz. Çalışmalarınızda ediplerimizin mekânla, şehirle
ilişkileri üzerine tespitlerinizi ifade ediyorsunuz. Şairlerin, şehirleriyle ve şehirlerle
olan münasebeti hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?
Aman efendim, çok lütufkârsınız. Aklım
erse ve gücüm yetse, bir kıymet ifade edecek
çalışmalar yapmak isterdim. Kıt bir kabiliyetle
ancak bu kadarı yapılabiliyor. Yine de iyi niyetiniz için teşekkür ederim.
Şehir dediniz, değil mi? Şehir çok önemlidir; zira şehir umrandır, umran da medeniyet...
Şehirleşememiş kavmin kültürü olur da medeniyeti olmaz. “Medenî” olmak, “medîne”si,
şehr’i olmaktan geçer. “Şehr” kelimesi Farsça da olsa, bir yandan “şar” ile akraba, diğer
yandan “şöhret” ile köktaş gibi görünüyor gözüme... Siz şehri alır veya kurarsınız; sonra da
şehir sizi koynuna alır ve yeni baştan kurgular.
12
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Abdülhak Hâmid gibi söylersem, “bedevî” ile
“medenî”nin farkı işte buradadır. İlki tabiata
râm olur, ikincisi şehre... Medenîleşme’nin bir
tarifi de insanın tabiata hükmünü geçirme isteğinde galebe çalmasıdır ve şehir, tabiat güçlerini yenerek yahut dizginleyerek ortaya çıkardığımız mekândır. Bu manasıyla şehir, tabiata
karşı kazanılan savaşın zafer tâkıdır.
İyi de şehri kuranların zaten şehir kuracak
kadar medenî olduklarını düşünmek daha doğru olmaz mı?
Gelenekli çağlarda kimse şehir kurmamıştır. Bir yerin iklimini, suyunu, toprağını,
istihkâmını beğenir; kabilenizi ve hayvanlarınızı oraya getirip binalarınızı dikersiniz.
Evlerden başlayarak ihtiyacınızı karşılayacak
mektep, mescit, pazar gibi mekânları da inşa
edersiniz. Lâkin ortaya çıkan sadece bir köy
olur. O mütevazı yerin sakinleri, medenîleşme
yolunda verdikleri mücadeleyi köylerine yansıttıklarında, köy yavaş yavaş gelişmeye başlar.
Yanlış anlaşılmasın, köyün umranca gelişmesinden bahsediyorum; nüfusunun artmasından
değil... Aleve gelen pervaneler gibi, şehirleşme
ışığı taşıyan yere zaten insanlar akacak ve nüfus
fırlayacaktır. Geçen yıl, otomobilimin radyosundan kulağıma çalınan bir şarkıda,
Büyüyünce şehir olur köyler
Köylüler de şehirliler
deniyordu. İnanılmaz cehalet! Her civcivin
büyüyünce mutlaka hindi olacağını söylemek
kadar aptalca değil mi? Hayır efendim, her köy
büyüyünce şehir olamaz; belki kasaba olur,
hatta kent de olur; fakat şehir olmak başka
donanımlar taşımayı gerektirir. “Şehrî” olmanın kendine has prensipleri vardır; hele “hemşehrî” olma bilincini aşılamayan hiçbir kent
şehir değildir.
Bugün adı “büyükşehir belediyesi” olan pek
çok yerde şehir kültürüne tesadüf etmek mümkün değilken, bir avuç sakiniyle şehir olmayı
başarmış pek çok yer biliyorum. Sözün gelişi,
Damat İbrahim Paşa’nın Muşkara’yı “Nevşehir”
adıyle mamur etmesi, orayı şehir saymak için
yeterli midir? Bunun Batman veya Düzce’nin
il yapılmasından ne farkı var? Bir coğrafyayı
kent yapan, vali tarafından yönetilmesi olabilir; ama, bir kenti şehir yapan, medenîleşme
mücadelesidir ve onun tarihî etkilerini görebilmek için büyük kalabalıklara da ihtiyaç yoktur. Şehir, bir mahallin mülkî-idarî adı değil;
tarihî ve antropolojik kökleri olan bir kültürel
toplaşmanın mekânda beliren medenî sistematiğidir. Hiçbir zaman şehir sayılamayacağını
bilmeme rağmen, benim gözümde ve gönlümde Harput’un her zaman bir şehir olması bundandır.
Bir köyü medenîleştirip şehir yapanlar,
yetiştirdiği yöneticileridir, kanaat önderleridir, feylesoflarıdır, mimarlarıdır, sanatkâr
ve zanaatkârlarıdır; fakat son noktada, artık
bir şehir olup olmadığını belirleyen turnusol
kâğıdı şairleridir. Ne zaman ki şairler, içinde
yaşadığı yere methiyeler düzmeye başlamış;
bilin ki, orası ya şehirdir ya da şehirleşme yolunda ilerlemektedir. Klasik edebiyatımızdaki
şehrengizleri, bir toprağa verilmiş şehir olma
beratları diye anlıyorum. Şehr’in şöhret’le bağını biraz da buralardan hareketle kurmak
mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine has
kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin
medeniyet hazinesine ekleyebilendir. Viyana
ekolü, amel-i Dımışkî, Parisienne hayat, Erzurum barı, Horasan erenleri, Londra Kulesi,
Kayseri mantısı, sebk-i İsfahânî, Uşak halısı,
Nişâburek makamı gibi bir şeyler...
Şehirle şairin ilişkisi simbiyotiktir. İlk
adımda, şairi şehir yetiştirir, şehri de şair büyütür. İkinci adımda, şairi şehir büyütür, şehir
de şairi ölümsüzleştirir. Sonuncu adımda ise,
şair şehirde ölür; şehir de onu ölümsüzleştirir.
Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti
İstanbul’da da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor musunuz? Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz, köyünü terk
etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un
üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih
edildiğini hiç gördünüz mü?
İyi de bunu şehir kültürünün baskınlığıyla
mı açıklamalı?
Hayır, şehirlerin şiir kültürünün de
Âsitâne’nin şiirine bağlanma gayretleriyle açıklanmalı. İstanbul herkes için modeldir. Şehirler
İstanbul’a gıpta eder; şehirliler İstanbulluya...
Anadolu’dan, kızına İstanbul, oğluna Üsküdar
adını vermiş birkaç aile tanıdım; hatta oğlu-
13
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti İstanbul’da
da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor
musunuz? Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz,
köyünü terk etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un
üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih edildiğini hiç
gördünüz mü?
nun adına binalar diken bir müteahhidin Üsküdar Apartmanı’nda oturmuşluğum da var.
İstanbul bir zamanlar Türk’ün kızıl elması idi,
sonraları da “aksâ-yı emel”i olmayı hep sürdürdü. Bir yerlerde “İstanbul’dan bakınca her
yer taşra görünür ama, taşradan bakınca İstanbul içre görünür” demiştim. İstanbul, sadece
İstanbulluya nikâh düşmeyeceğini düşünüp
güzelliklerini de sadece ona göstermeye hazır
bir nâzenindir. Taşra şehirlerinin onunla ilişkisi, sonu hiç mutlu bitmemiş ve bitmeyecek
bir gül-bülbül hikâyesi... Ona benzemeye çalışmazsanız sizi mahremi yapmaz; lâkin ona
benzerseniz de kötü taklidi olduğunuzu düşünüp burun kıvırır. Dedim ya, müşkülpesent bir
nâzenindir. Şair olarak ondaki gelişmeleri takip
eder, onun meselelerini meseleniz bilir, yeniliği onda görür, İstanbul Türkçesi ile yazarsınız;
yine de yaranamazsınız. Çok uzağa gitmeden,
Bizim Külliye’ye bir bakın. Bir Elâzığ dergisinde Elâzığ pek az; ama her satırında İstanbul’un
entelektüel dikkatleri, poetik meseleleri, dili,
kültürel zenginliği var.
Öyle ama...
Affedersiniz, niyetim gayet hâlisane... Sözlerimden bu durumu eleştirdiğim manasını
çıkarmayın lütfen. Bin yıllardır hep olagelen
budur. İster Yenice-i Vardar’da yaşasın, isterse Bağdat’ta, gelenekli edibin kıblesi de hep
İstanbul’du. Güçlü bir kırılma yaşanmadıkça,
şimdi de bu durumun değişmesi için bir sebep
yok. Mahallî şehir kültürleri elbette önemlidir;
lâkin o kültür, tabii merkez olan İstanbul’a
bağlandığında daha da önemlidir. Çaylar ırmağa, ırmaklar denize kavuşmalıdır. Umman
nehirlerle beslenir beslenmesine de bunu hiç
itiraf etmemek meşrebi gereğidir. İstanbul,
asırlar boyunca, kocaman bir Türk coğrafyasından akan kültürel zenginliğin bütün hamulesini taşır.
Genelleyerek konuştuklarımızı biraz
daha daraltalım ve Yahya Kemâl’le İstanbul
örneği üzerinde konuşalım. Yahya Kemâl’in
şiirlerinde İstanbul’a, İstanbul’un semtlerine ve bu semtlerdeki mimariye, sanat eserlerine karşı bir hayranlık duygusu ön plana çıkıyor. Bu hayranlık duygusu, bu mekânların
ve eserlerin fiziksel güzelliklerine olduğu
kadar, arka planda, tarihî ve kültürel özelliklerine yönelik olarak da kendini gösteriyor. Ayrıca İstanbul’dan hareketle bütün
bir Türk coğrafyasının medeniyet tarihini
onun şiirlerinden okumak mümkün. Yahya
Kemâl›in «şehir”le olan münasebetini nasıl
bir çerçeveye yerleştiriyorsunuz?
Yahya Kemâl şair olmaktan önce, bir şehir adamıdır, hatta “şehir-adam”dır; hayatının
dönem noktalarını Üsküp, Paris, İstanbul,
Varşova, Lizbon, Madrid, Karaçi gibi şehirler
belirler. Doğduğu topraklar hariç, hepsi de
nehirlerin beslediği umman şehirler... Sözgelimi, mebusluğunu yaptığı Urfa, Yozgat, Tekirdağ gibi şehirler onun hayatında bir kilometre taşı olmayı başaramazlar. Aynı şekilde,
Ankara da onun için bir şehir değeri taşımaz;
çünkü resmen bir şehir sayılsa da henüz şehir
kültürü olmayan bu kasaba, şairi hiç etkilemez. Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü
sevdiğini söylediğinde, hiçbir Ankaralı çıkıp
da “Biz de en çok, Yahya Kemâl’in İstanbul’a
dönüşünü seviyoruz.” demez. Niçin? Çünkü
Türk medeniyetinin Kâbe’sini sevdiği için bir
şairi suçlamak kimsenin aklından geçmez. Da-
14
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
hası, Ankaralılar da ondan farklı düşünmezler.
İstanbul’un şehrengizini de Yahya Kemâl yazmıştır denebilir.
Yahya Kemâl de İstanbul’un turnusol
kâğıdıdır. Şehre ve onun temsil ettiklerine körlemesine bir hayranlıkla bağlı değildir; kendince sevme sebepleri ve bu sebepleri doğrularken
şiirin çok dışına taşan bir sistematiği vardır.
İstanbul’u bir laboratuvar nesnesi gibi semtlerine parçalar, ayrıştırır ve her parçasını aynü’lyakîn bilmek için, o koca gövdesini ayaklarına
ve bastonuna yükleyip kilometrelerce yürümeyi
göze alır. Tarihî yarımadayı Topkapı surlarına
kadar dolaşır; Anadolu yakasını sahil boyunca
karış karış bilir. Şehri bir bilim adamının titizliğiyle incelerken, tarihi, coğrafyası, sanat tarihi, sosyal ve demografik manzarası gibi pek çok
farklı unsuruna soğukkanlılıkla yanaşır. Nihayet, son hükmünü verdiğinde de hayranlığını
şiirleştirir: “Görmedim gezmediğim, sevmediğim
hiçbir yer” Turnusol kâğıdı artık muhabbetin
rengini almıştır.
Yani Yahya Kemâl’in İstanbul sevgisinin
akılcı, hatta ilmî bir yanı olduğunu mu söylüyorsunuz?
Evet, tam olarak bunu söylüyorum. Şairimiz, asla gözüne perde inmiş romantiklerden
olmamıştır. Sevgisinde hem tutkulu hem temkinlidir. Teslim olurken bile şuurludur. Ondaki, “niçin” sorusuna rahatça verilecek cevapları
olan bir sevgidir. İstanbul’u
da biraz böyle sever; önce
aklı, sonra kalbiyle... Mütareke yıllarının Dârülfünûnunda
şairin talebesi olan Tanpınar,
onun sınıfta coğrafya ile tarihi birleştiren bir milliyet anlayışı telkin ettiğini söyler ki,
bu anlayışın mikro örneği de
İstanbul’dur. Şair, İstanbul’u
Roma’nın üstüne kurmuş olmamızın tarihte “muzâaf bir
kıymet”i olduğunu düşünür.
Aksaray, Çarşamba, Karaman
(şimdiki Fatih) gibi ayrıştırdığı semtlerin her biri, Osmanlı
coğrafyasının dört bucağından
getirilerek iskân edilen Türklerden oluşturulduğundan, İstanbul’u “bütün
vatanın muhassalası” yahut Banarlı’nın deyişiyle “Türkiye özeti bir belde” olarak görmek için
iyi sebepleri vardır. Dolayısıyla, İstanbul’u sevmek, onda vatanı sevmeye eş bir mânâ kazanır;
her semt milliyetimizin birer timsali olur.
Öyle sinmiş ki vatan semtine milliyyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız
biz.
Yahya Kemâl’in tümevarımcı metodu,
İstanbul’u semtlerine göre parçalara ayırır.
Şair “Türk İstanbul”da, “Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan diğer yıldıza geçmiş
kadar başkalık duyulurdu.” diyor. Ona göre
“Koca Mustâpaşa” tâ fetihten beri “mü’min, mütevekkil, yoksul”, ama “hüznü zevk edinenler”in
yaşadığı semt olduğu için sevilmelidir. Eyüp,
her adımda ahireti hatırlamamızı sağlayan bir
“ölüm şehri”dir. Mimar Sinan’ın “kemâl merhalesinde binâ ettiği” Süleymaniye Câmii “milliyetimizin en büyük âbidesi”dir ve adını verdiği
semti de kendine benzetip âbideleştirir. Anadolu ve Rumeli hisarları Türk’ün gücünü, Topkapı surları ataklığını, Küçüksu ve Göksu neşesini, Kâğıthane Deresi zevkı ve şevkı ifade eder.
Üsküdar ise, İstanbul’un fethinin şahidi olduğu
için, gıpta edilmeğe lâyıktır. Gerçi şair, köhne
Üsküdar’ın dost ışıklarına hep karşı yakadan
bakmıştır; ama yine de kendini Üsküdarlılara
pek yakın hisseder.
15
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizdenim,
Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim.
“Yeni Bir Ufuk” yazısında, İstanbul toprağının her köşesinde Türk ruhunun bir başka safhasını bulduğunu söylerken gayet samimidir. Bir
seferinde Kanlıca için “Yalnız bu semti sevmek
için ömrümüz kısa” derken, bir başka seferinde
de bütün İstanbul için “Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer” demekte... Tarihten,
dinden, sosyal hayattan, mimariden hareketle
semt semt yaptığı yorumların tümevarımcı terkibinden çıkardığı nihaî hüküm budur işte...
Yahya Kemal’in şiirlerindeki şehir imgesi
ile divan şiirinin şehir imgelerini mukayese
edecek olursak ne tür benzerlikler ve farklılıklar görebiliriz?
Bu soruya okurlarınızı sıkmayacak ve derginizin hacmini aşmayacak bir cevap vermem
hayli zor. Aklımdan geçenleri iyice budayarak
söylersem, klasik şiirde şehir değil de, şehrin
kartpostalı vardır; hani bir tepeden çekilmiş
ve üzerinde “şehrin manzara-i umûmiyyesi” yazan kartlar vardır ya, işte onlar gibi... Şehrin
kuşbakışı coğrafyasını, nirengi noktası olacak
aslî binalarını tespit edebilirsiniz; ama hepsi o
kadar... Bu bir şablondur; her şiirde Boğaz’ı,
koyları, dereleri, semtleri, sarayları, camileri
bulabilirsiniz; lâkin eksik kalan, şairin bu manzarayı gözleriyle tararken şehrin ruhunu da
yakalaması ve kendi ruhuyla kaynaştırmasıdır.
Denizden her şair bahseder; önemli olan o denizde İstanbul’un karakterini, karakteristiklerini fark etmektir ve klasik şiirde XVIII. asra kadar eksik olan da budur. Bir şiirden İstanbul’un
adını çıkarıp Trabzon’u veya Antalya’yı yazdığınızda da okurun garipsemediğini görüyorsanız,
o şiir İstanbul’un denize akseden ruhunu yakalayamamış ve geleneğin mazmunlarında boğulmuş demektir. Her şehirde bir “Ulucâmi” veya
bir “Câmi-i Kebir” bulunur; aslolan, şiirde onu
şehrin ve sakinlerinin ruhuyla beraber vererek
temyiz edebilmektir. Bunu Bursa’da bir şadırvan, Sivas’ta “emmilerim sadaka” diyen çocuklar
gerçekleştirebilir. Demin de söylediğim gibi,
şehrengizler ve şehir medhiyeleri birer medeniyet beratı oldukları için, şair de şehirdeki um-
ran zenginliğini göstermekle yetinir; beldenin
karnesini çıkarır gibi...
XVIII. asırda İstanbul’un sadece umumi
manzarası verilmeyip, insan unsuru fark edilmeğe, şehrin nefes alışı, kalp gibi atan ritmi de
hissedilmeğe başlanır; lâkin, şairin kendini şehirle birlikte düşünmesi ve şehre dair özel hissiyatını, gözlemlerini aktarması için hâlâ çok
erkendir. Doğrusu istenirse, şehirle böyle unanimist bir ilişki kurabilecek şairin “şehir-adam”
olması gerekir ve bunun için Yahya Kemâl’e
kadar beklenmesi gerektiğini söylemek mübalağa olmayacaktır. Harp edebiyatı hariç,
gelenekli Osmanlı şiirinde tarih yoktur; öyleyse, şehre tarihin penceresinden bakan şair de
yoktur. XIX. asra kadar fert yoktur; demek ki,
şehrine şairin şahsî bakışı vardır ama, ferdî bakışı yoktur. İnsanlar arasında hemşehrilik varsa
da şairle İstanbul’un hemşehriliği yoktur. Bütün bu yoklar, Yahya Kemâl’le var’a dönüşür.
Osmanlı’da mevcut olan emperyal milliyet fikri, şehri de kozmopolit dokusu ile önemser ve
tebaayı oluşturan unsurların oluşturduğu renk
skalasını şiirde de görmekten memnun olurdu.
Yahudi tüccar, Arnavut ciğerci, Rum meyhaneci, Lâz kayıkçı, Ermeni sazende, Çerkes seyis,
Arap münadi, Gürcü çoban şiirlerde yerini bulurken, şehrin naturasını tamamladıkları düşünülürdü. Yahya Kemâl ise, böyle bir terkip
peşinde değildir; İstanbul’da sadece Türk’ün
medeniyet yaratma gücünü görür ve gösterir.
“Farz-ı muhâl olarak, Türklüğün, yeryüzünde, güzellik nâmına, başka bir eseri olmasaydı,
yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette
olduğunu isbât etmeye kifâyet ederdi.” deyişi,
şiirinde de yansımalarını kolayca bulacağımız
millî bir duyuşu ve duruşu işaret eder.
Son dönem Türk şiirinde, “şehir” kavramının şair lügatindeki karşılığını, çağrışımlarını nasıl izah edebilirsiniz? Yahya
Kemal’in “şehir” imgeleriyle yakınlık kuranlar var mı?
İnsan değiştikçe, şehri de değiştiriyor, şehir
algısını da... Üsküp’ten çıkıp da İstanbul âşıkı,
tarihçisi, seyyahı, şairi olabilen bir delikanlıyı
artık yetiştiremeyiz. İstanbul’a taşradan çok
daha fazla insan geliyor; fakat, medeniyete
16
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
koştuğunu farketmeden... Bin yılların şehrine,
Türk’ün mukaddes toprağına ayak bastığını
hatırlayan yok. Şehre râm olmaya gelmeyince,
filmlerde gördüğümüz o sahne tekrarlanıyor.
Başında kasketi, elinde tahta bavulu, sırtında yorganı bağlı genç, bir tepeden İstanbul’a
yumruğunu sallayarak “Seni yeneceğim İstanbul!” diye nârayı patlatıyor. Nasıl yendiği malum... Türk’ün yarattığı en büyük şehir kültürüne dâhil olacağına, onu kendine benzetmeye
çalışarak... İstanbul’un yerlisi ise, artık yerlilik
şuurunu kaybetti. Her adımında İstanbul’un
bir değerini yıkarak, toprağını kirleterek yaşıyor. Kendi şehrine bir turist kadar yabancı ve
bir turistten daha ilgisiz...
Son araştırmalardan biri, sakinlerinin
%80’den fazlasının İstanbul’da yaşamak istemediğini; buna rağmen, tasını tarağını toplayıp İstanbul’a göçenlerin sayısının da katlanarak arttığını ortaya koydu. Bu perhiz-lâhana
turşusu ilişkisi, İstanbul’un şiirini de derinden
etkiliyor. Sevmediğiniz birine güzelleme değil,
sadece hicviye yazarsınız. İçgüveyisi girdiği
bu şehri tanıdıkça seveceğini düşünenler ise,
onun millî ve tarihî ruhunu keşfetmek için
çabalamaktansa, kaşına gözüne şiir düzmeyi
yeğliyorlar. Evet, yeni şiirin İstanbul’la kurduğu ilişkinin böyle patolojik bir yanı olduğunu düşünüyorum. Ya kupkuru bir İstanbul
coğrafyası ya soğuk bir mekân düşkünlüğü ya
da sulandırılmış insan manzaraları... Bir tarihte, Adam Yayınları’nın Beyoğlu’ndaki binasının altıncı kat penceresinden bakan Memet
Fuat, Metin Eloğlu’nun “Le Grand Parmak la
Porte”si ile Küçük Parmakkapı Sokağı’nın arasında geçit olarak kullanılan hanın adını çıkaramaz. Turgay Fişekçi, Afrika Pasajı olduğunu
hemencecik söyleyiverir; çünkü İlhan Berk’in
Pera’sından okumuştur. Bir şiir kitabı şehir rehberine dönüşmüşse, ört ki ölem! Entelektüel
endişelerle İstiklâl Caddesi’ne hapsedilmiş bir
İstanbul şiirini reddediyorum. Bir bayram sabahında, Süleymaniye’de namaz kılarken koca
bir tarihi hissedecek, ceddiyle buluşacak, imanı tazelenecek başka şairler beklemek için artık
çok mu geç kaldık dersiniz?
Kalbini İstanbul’un kalbine yaslamış, ruhunu onun ruhuna mezceden üç beş şairimiz
hâlâ çırpınıp durmakta... Ne çare ki, onların da
toz duman arasında sesleri boğulup gidiyor. Bu
şartlarda, şiir-şehir ilişkisinin ancak taşranın
kadim şehirlerinde doğabileceğine ve yaşatılabileceğine olan inancım tazeleniyor. Ruhunu
kaybetmemiş şehirlerin, ruhunu kaybetmemiş
şairlerini ümitle, heyecanla takip etmeye çalışıyorum. İşte onlarda Yahya Kemâl’den izler
bulmayı umduğum oluyor. Taşra şehirlerinin
mümtaz şairlerinden, Yahya Kemâl’in şiirlerine
benzer bir İstanbul meclubiyeti değil, bir şehre
nasıl yaklaşılacağının metodolojisini öğrenmelerini bekliyorum. Tanpınar’a Beş Şehir adlı
abide kitabı yazdıranın, biraz da şair hocasından kaptığı o metod bilgisi olduğunu sanıyorum ve günümüz şairlerinin de kendi şehirlerine yönelirken aynı tekniği kullanabileceklerini,
benzer bir laboratuvar çalışması yapabileceklerini düşünüyorum. Meselâ, zamanın mimariye giydirdiği kisve için “millî peyzaj” tabirini
kullanan Yahya Kemâl’in bu dikkati, kadim
taşra şehirlerine yönelik olarak niçin tekrarlanamasın? Dadaş, efe, gakkoş, ede gibi şehriyle
ruhu kaynaşmış insanlar var olmayı sürdürdükçe, millî peyzajın poetik zemine taşınarak
estetize edilmesi her daim mümkündür. Yahya
Kemâl’in
Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın
mısraını kendi şehri için söyleyebilecek daha
çok şair, Anadolu’nun dört bir yanından niçin
çıkmasın? Yahya Kemâl’in bir şiirinden iki mısraı birleştirerek söylersem,
Bir gün dönüş olsa âhiretten
İstanbul’a dönmek isterim ben
deyişi, her şairin inanarak kendi şehrine uyarlayabileceği bir dilek olmayı niçin başaramasın?
Şiirimizde İstanbul’u yitirmeye başlamamız,
köklü şehirlerimizin yükselişine niçin dönüşemesin? Ha o diyar, ha bu diyar!... Ha bu di, ha
bu di, ha bu diyar!
Hocam, Bizim Külliye dergisi adına teşekkür ederiz.■
17
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Şehir kültürü ve şiir
VEFA TAŞDELEN
Giriş
Şehir, kültürün ve medeniyetin oluştuğu yerdir; göçebelikten kurtulmanın, toprağa
bağlanmanın ileri aşamasıdır. Şehri oluşturan
unsurlar, kültürü ve medeniyeti de oluşturan
unsurlardır. Şehir, tarihiyle, eğitimiyle, kütüphaneleriyle, güvenliğiyle, adalet sistemiyle, bir
düzeni ifade eder. Ve tabii ki, incelmiş davranış
birimlerini, geleneği göreneği.
Şiir ve şehir ilişkisini incelemek, temelde şiir
ve mekân, şiir ve kültür ilişkisini incelemektir;
şiirin oluşumunda şehrin, şehrin oluşumunda
şiirin etkisini incelemektir. Bu tür bir araştırma içine girmek, şiirli şehirlere ve şehirli şiirlere doğru bir yolculuğa çıkmaktır. Ama bütün
bunlar, şiirin taşrada, köyde, kırsal kesimde
olmayacağı anlamına gelmez. Şiir, şair neredeyse oradadır. Şiirin vatanı, şairin gönlüdür,
benliğidir. O, bir hapishanede de olsa, ölümsüz
eserler üretebilir. Bir kültür ortamı olarak şehir,
pek çok yönden şiir için uygun bir ortamıdır.
Şair şiiri, şehir de şairi doğurur, besler, büyütür,
olgunlaştırır. Bunu şiirin kökenine de indirebiliriz. Şiir, dünyayı, insanı ve evreni anlamada,
bilim ve felsefe yokken de vardı. Dolayısıyla o,
insanın deneyim, birikim ve bilgisini ifade etme
araçlarından biri olarak, Vico’nun dediği gibi,
hikmetin, bilgeliğin ilk ifade biçimini de oluş-
turur. Şiirin bu çok eski tarihi, şehri kuran, yasaları koyan ve geliştiren bilincin içinde vardır.
Hatta bu bilinci oluşturan yapıdadır.
1. Bağlanma Biçimi
Şehir, yerleşmenin, bir yere ait olmanın,
kendini bir yere ait kılmanın ifadesidir. Ona
ulaşabilmek için, evden, mahalleden, köyden,
kasabadan evrilerek geçmek; şehrin kültürünü,
geleneğini, görgüsünü ve varoluş biçimini almak gerekir. Bu nedenle şehir sadece fiziksel bir
mekân değil, yaşayan bir ruhtur da. Geçmiş zamanların birikimini kendinde barındıran, kültürün, asaletin, görkemin, zarafetin, nezaketin,
ötekine ulaşma isteğinin ruhudur. Bu anlamıyla
kültürü ve medeniyeti yaşayan, üreten, çoğaltan bir yapıdadır. Şehirler varoluşun ileri formudur; çünkü orada, İbn Haldun’un da işaret
ettiği gibi, bir hukuk ve düzen vardır. Herkes
her şeyi değil, belli bir işi yapar. Kişiler kendi
güvenliklerini ve kendi adaletlerini kendileri
sağlamazlar; onu daha üst bir kuruma devretmişlerdir. Bu da örgütlenmenin oluşmasına neden olmuştur. Yine kendi eğitimlerini kendileri
sağlamazlar. Bir üst organizasyon içinde mektep, medrese, okul, üniversite gibi kavramlar
da oluşmuştur. Şehir demek, çeşitli kültürlerin,
bilgilerin birbirine karıştığı, fikirlerin düşün-
18
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
celerin harmanlandığı mekân demektir. Şehir,
eğitim ve kültür kurumlarıyla sanatsal ve entelektüel birikimin de merkezi konumundadır.
Büyük şehirler büyük kültür merkezleridir. Bu
nedenle şehirler şiirin yurdudur.
Şehir, duygu ve düşüncelerin inceldiği, sözün zarafete büründüğü, estetik bir nitelik kazandığı, sadece anlatmanın değil aynı zamanda
güzel anlatmanın da önem kazandığı, sadece
söylemenin değil güzel söylemenin de değer arz
ettiği, sadece yaşamanın değil güzel yaşamanın
da anlam kazandığı, yemenin içmenin bile sanata ve estetiğe büründüğü bir yerdir. İnsani
ilişkilerin formal, ancak rahatsız edici olmayan
bir tutuma dönüştüğü bir yerdir. Şehir kültürü sözün ve duyguların işlendiği bir ortamdır.
Sözcüklerin duyguların işlendiği bir ortamdır.
Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke, Semerkant, Tebriz, İsfahan, Buhara, Konya, İstanbul, Kahire,
Şam… Atina, Roma, Venedik, Paris, Londra,
Berlin… ve diğerleri… Şehirlerin bir tarihi olmalı, bir geleneği olmalı, bir havası ve yaşama
biçimi olmalı. Hayat, günübirlik esen rüzgârlar
gibi esip geçmemeli sokaklarından. Anıtsal yapıları, mabetleri, eğitim kurumları, sanat merkezleri olmalı. Şehir, bu kurum ve merkezleriyle
şehirdir; düzeniyle, ahengiyle, sosyal ilişkileriyle şehirdir.
2. Şiir ve şehir
İnsan şiir söyler. Çünkü insan insana, insan
doğaya, insan kendisine ve nihayet Tanrı’ya
özlem duyar, güzel ve içtenlikli bir sözle yaklaşmak ister. İnsan şiir söyler, çünkü güzel söze
eğilim duyar. İnsan şiir söyler, çünkü kendisi
de bir sözdür. İnsan şiir söyler, çünkü varlığın
anlamını sözde bulur. Şiir, içten bir yakarıştır,
içten bir sesleniştir. Şiir, bir değer olduğu kadar
değer de vermektir. Bir güzellik olduğu kadar,
güzelliğin kıymetini de bilmektir. Hem seslendiği kişiye, hem söylediği söze, hem yaşanan
güzelliğe, hem hissedilen anlama övgüdür. İnsan, şiirle, neyi anlatırsa anlatsın, kendisinden,
kendi dünyasından haber verir. Kendisini, kendi halini beyan eder. Şiirde dile gelen, insanın
dünyasıdır. İnsanın acıları, sevinçleri ve varoluş
durumlarıdır. Şiir, insanın yalın halidir, sözün
yalın halidir, varoluşun yalın halidir. Şiir, en
son söz, en son durumdur; sözün ve varoluşun
indirgenemeyen halidir. Adeta herkesin, “ben
de böyle derdim!”, “bu, ancak böyle söylenebilir” diyebileceği bir şeydir.
Şiir ve şehir ilişkisine gelince: Bir şehirli şiirler vardır, bir de şiirli şehirler. Şiirli şehir, şiirin
yaşandığı, paylaşıldığı, önemsendiği, üretildiği
yerdir. Şiirli şehir, şairin evidir; orada itibar görür, orada rahat eder, orya yerleşir, kalbini oraya
adar. Bu şehirlerde şiire özel bir önem verilir,
insanlar konuşmalarını mısralarla, beyitlerle
süslerler. Duygularını, düşüncelerini, yaşantılarını şiirlerle ifade ederler. Birbirlerine şiirlerle
bakarlar, birbirlerine şiirlerle ulaşırlar. Tebriz,
İsfahan, İstanbul, Bağdat, Şam, Kahire, bu şehirler arasındadır; Roma, Floransa, Paris, Londra, Viyana da. Dünyanın büyük şairleri, bu şehirlerden çıkmıştır. Şiir sanatıyla uğraşmak, gelenek haline gelmiştir adeta. Bu şehirlerde şiir,
bir estetik, bir bilgelik, bir eğitim ve iletişim
biçimine dönüşmüştür. İnsanlar acılarını, sevinçlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Nüktelerini
şiirlerle, düşüncelerini, deneyimlerini şiirlerle
ifade etmişlerdir. Bayramlarını, yaslarını, yenilgi ve zaferlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Şiir,
bir faydadır, ancak doğrudan bir fayda değildir.
Bir eğitimdir, ancak doğrudan bir eğitim değildir; duyguların estetik terbiyesidir, benliğin
güzellikle yoğrulmasıdır. İçin güzelleşmesidir,
hislerin arınmasıdır. Güzelliğe duyarlı olmak,
güzelliği hissetmek, yaşamak, üretmek ve onu
sürekli kılmaktır. Böylece içsel yaşantı, bedenin
ham ve doğal yapısından kurtularak estetik bir
derinlik kazanır. Güzellik sadece bedende değil,
içte de, benlikte de, zihinde de yaşamaya başlar.
Şehir kültüründe şiirin, şiirde de şehir kültürünün zarafeti vardır.
Bazı tür şiirler vardır ki, toprağı şehirdir
onların; ancak şehirde ortaya çıkabilirler, ancak bir şehir ortamı içinde varlık kazanabilirler.
Doğa ve kültür arasındaki orantı, şiirin karakterini de belirler. Her kültür, doğadan kopmadır.
Şehirleştikçe doğadan daha da çok, daha çok
uzaklaşır insan. Şehirleşmenin derecesi, doğaya olan yakınlığımızı da belirler. İleri bir şehir
kültüründe yaşıyorsak doğaya daha uzak bir
19
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
mesafede bulunuruz. Bu yalnız fiziksel açıdan
böyle değildir, bilinç açısında da böyledir. Peki,
doğadan daha çok uzaklaşan, doğa ile kendi
arasına daha çok mesafe koyan insan, şiire daha
yakın bir mesafede mi bulunur; bu söylenebilir
mi? Tabii ki, konuyu farklı şiir türleri açısından değerlendirmek gerekir. Şöyle ki: “Türkçede Şiirin Yüklemi Sorunu” başlıklı makalede,
Türkçenin ifade imkânları arasında, iki tür şiir
biçiminin ortaya çıktığını, bunlardan ilkini,
yüklemi “söylemek” olan, “bir söylem(e) biçimi olarak şiir”, ikincisini ise yüklemi yapma,
yazma, düzme ve kurma olan “bir inşa biçimi
olarak şiir” olduğunu söylemiştik. Temelini şiir
tekniğinde bulan, “bir inşa biçimi olarak şiir”,
şehirli, eğitimli ve kültürlü bir şiirdir. Bu şiir
türünde, şiir bir sanat olarak ortaya çıkar. Belli
bir kültür, eğitim, bilgi ve gelenek üzerine inşa
edilir. İlhamı dışlamamakla birlikte, sözü, bir
bilgi, deneyim, ustalık ve teknikle kullanmayı, şiiri kurmayı ve yapmayı ifade eder. Okumanın yazmanın ürünüdür. Bu şiir biçiminin
en yetkin örneği olan divan şiiri, duruma göre
birden fazla yabancı dil bilmeyi, farklı dillerde
şiir inşa edebilmeyi gerektirir. Bu nedenle “inşa
şiir”, yapılan, kurulan estetik bir nesne olarak
bir şehir kültürünün şiiridir. Onda eğitim, bilgi, kültür, estetik ve sanat olma bilinci en üst
seviyededir. Bu özelliği ile divan şiiri, şehirli
şiirdir. Onun şiiri farklı dillerde kurma çabası,
sadece bir eğitim olayı olarak görülemez; aynı
zamanda şehrin kozmopolit yapısının da bir gereğidir. Zira şair, şiirini farklı dillerde kurarken,
şehirli olma bilinci içinde aynı şehri, hatta aynı
dünyayı paylaştığı diğer insanlara ulaşma amacı
da güder. Bu onun evrensel bir duyarlık içinde
olduğu anlamına gelir.
Şiirin doğaya yakın kısmında ise, şiiri doğrudan bir sanat biçimi olarak değil, gündelik
hayatta eğitici, öğretici ve yol gösterici bir işlevle düşünen “bir söylem(e) biçimi olarak şiir” yer
alır. Bir söyleme biçimi olarak şiirde, şiir işlevsel değerdedir. Şair de yerine göre bir öğretmen,
ahlakçı, din adamı, filozof, rehber ve terapist
görevi görür. Bu şiir biçimi, gündelik hayattaki karşılığı ile ele alınır. Sanat olma bilinci geri
plandadır. İlham ve içten söyleyiş öne çıkar.
Halk şiirindeki yalınlık, sadelik, doğallık, işlevsellik, eğiticilik, etkileyicilik, bu “doğal unsur”la
açıklanabilir. “Söylem(e) biçimi olarak şiir”, halk
içindeki hikmetin, ortak bilinçte yoğrulan bilgeliğin taşıyıcılığını da yapar. Bu nedenle aşina
bir sestir; eğitici, öğretici ve yol gösterici bir
niteliktedir. Sanat olmaktan ziyade zanaat olmaya yakındır. Bu şiir biçimi daha çok taşrada,
ana şehrin dışında, oradaki otantik köy-kasaba
kültüründen de beslenerek, belli bir hikmet ve
bilgelik geleneği üzerinde, sözün işlevselliğine
yönelik bir ifade tarzı benimser. Şiiri ilham
üzerine, içe doğuş üzerine kurar. Sözgelimi, şiir
öyle bir şey olmalı ki, sürüp giden bir kavgayı,
bir savaşı sonlandırabilmeli, dinleyen kişi bir
hayat dersi alabilmelidir. Bu şiir biçiminde, söz
etkilidir. Zira şair onu kendiliğinden söylemez,
söylettirildiğini düşünür; kendisini yüce ilhamın aracısı olarak görür. Şiiri bir sanat olarak
değil, içinde belli bir anlamın, içeriğin, ötelerden gelen kutsal esinin bulunduğu ifade biçimi
olarak görür. Onun içeriğini, okunarak, düşünerek, kurgulanmış ifadeler oluşturmaz. Kalbe
doğuşla gelen ilham oluşturur. Bu özelliği ile
gönülden gönle akmayı hedefler. Doğal ortam
duyguların da doğal yaşandığı bir ortamdır. Bu
nedenle daha sıcak, daha içten ve daha yakıcı
söyleyişleri vardır.
Büyük ve antik şehirler, Braudel’in de dediği
gibi genellikle su kenarlarına kurulmuştur. Ya
bir nehir, ya bir ırmak geçer içlerinden, ya da
bir yanlarını denize dayamışlardır. Nil, Fırat,
Dicle, Ren, Sen, Thames, Tuna, Volga nehirleri etrafında kurulan şehirler, bu tür şehirlerdir.
Büyük ve antik şehirler, ipe dizilen tespih taneleri gibi akarsuların kenarlarına dizilmişlerdir. Almanya’ya, Rusya’ya, Mısır’a, Türkiye’ye,
Irak’a, Suriye’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya ve
dünyanın diğer yerlerine baktığımızda bu gerçeği görürüz. Sen nehrinin içinde aktığı Paris’i
düşünelim, Nil’in hayat verdiği Kahire’yi, Ren
nehrinin geçtiği Düsseldorf ’u, Heidelberg’i,
Diclen’in
içinden
aktığı
Diyarbakır’ı,
Bağdat’ı… İstanbul’un içinden nehir değil, deniz geçer; üç deniz birbirine kavuşur. Trabzon,
ruhunu Karadeniz’den alır. Bütün denizlerin
kıyıları, birer liman ve ticaret kenti olarak, bir
20
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
oya gibi büyük şehirlerle süslüdür. Neresinden
bakarsak bakalım, şehirlerin kaderi, su ile yazılır. Şehrin su ile ilişkisi, sadece insanların yaşam
standartlarına değil, onların kültür ve göreneklerine, giderek şiirin oluşum sürecine de yansır.
Nehirler, şairlerin şiirlerinde yer alır. Denizler,
şairlerin şiirlerinde yer alır. Şiir, deniz, ırmak,
nehir, doğa; bütün bunlar akraba kelimelerdir.
Yahya Kemal’in şiirlerini düşünelim: Boğaz’ın
güzellikleri sıkça dile gelir onlarda. İstanbul’un
güzellikleri, yeniden hayat bulur. Kahire’den
söz eden şiirler, Nil’den de söz eder. Elazığ’dan
Diyarbakır’dan, Bağdat’tan bahseden şiirler, Fırat ve Dicle’den de bahseder; tıpkı “Ayın çekimine uğradım Dicle’nin kurmuş dudağında” diyen
şair gibi. Şunu söylemek mümkün: Her büyük
ve antik şehrin, suyla bir aşkı ve izdivacı vardır. Suyu olmayan şehirlerin imkânları da kısıtlı, ufukları da kapalıdır. Bunun şiir kültürüne yansıması kaçınılmazdır. Nehirler, denizler,
akarsular yalnız coğrafyaya hayat vermez, şairlerin şiirlerine de hayat verir. Şehrin silueti yalnız
denize, ırmağa, nehre düşmez, bütün bunlarla
birlikte şiire de düşer. Suya düşen yakamozlar,
şairlerin duygularına da düşer. Denizde parlayan mehtap, şairlerin iç dünyalarında da karşılık bulur. Irmaklar, nehirler yalnız şehirlerden
değil, şairlerin bilinçlerinden de geçer, orayı da
yeşertir. Denizin enginliği yalnız şehre genişlik
ve ufuk kazandırmaz, şairi de derin hülyalara
sevk eder.
Şehir, insanların, kültürlerin, duyguların,
dünyaların karıştığı ve kaynaştığı bir yer olarak
“öteki” duygusunun güçlü olduğu bir yerdir.
Yasa ve görenek, en çok bunu ifade eder. Yasalar, gerek etik gerekse hukuk anlamında, bizi
diğer insanlarla bir araya getirirler, onlarla olan
ilişkilerimizi düzenlerler. Dolayısıyla, şehir hayatı, öteki duygusunun geliştiği bir mekândır.
Bu noktada şu söylenebilir: Şiir de bir bakıma
öteki duygusundan kaynaklanır. Öteki için yazılır, ötekinden dolayı yazılır, ötekine ulaşmak
için, ötekiyi sevmek için yazılır. Şehir hayatı,
bizi ötekiyle karşılaştırdığı her bir anda, bir şiir
fırsatı da sunar. Her karşılaşmamız bir fırsattır;
şiir okumak, şiir söylemek, şiir yaşamak, şiir almak ve şiir vermek için.
Mekân, yalnız fiziksel olarak tutmaz insanı,
zihin yapısı ve ruh hali olarak da sarıp sarmalar.
Zihnin şekillenmesinde, dünya algısının oluşumunda önemli bir unsurdur. Çocukluğumuz
nerede geçmişse, dili nerede öğrenmişsek, ömrümüzün geri kalanı da farkında olmadan oranın algıları içinde geçer. Dağ derken oranın dağını, ırmak derken oranın ırmağını, çayır derken oranın çayırını, göl derken oranın gölünü
hatırlarız. Dünyayı algılama ve anlamlandırma
kategorilerimiz bu dönemde oluşur. Mekân, çocukluğumuzda işler içimize. Bu nedenle şiirin
şehri genellikle içinde çocukluğumuzun geçtiği şehirdir. Sokak onun sokağı, yol onun yolu,
cadde onun caddesi, dükkân onun dükkânı,
bakkal onun bakkalı, fırın onun fırınıdır. Kim
kendi şehri dışında bir şehre vurulursa, onu
kendi şehrini sevdiği gibi sever, kendi şehriyle sever. Sokaklarını kendi şehrini sevdiği gibi,
caddelerini kendi şehrini sevdiği gibi, insanlarını kendi şehrinin insanlarını sevdiği gibi sever.
Dolayısıyla, şiir ve şehir ilişkisi bağlamında atılabilecek düğümlerden birisi de, şairlerin şehir
tecrübesi ile ilgilidir. İçinde yaşadıkları şehir,
onların dünya ve evren algısına siner. Hayatı bu
şehirde gördükleri varoluş değerlerine göre algılarlar. Varoluşu bu şehirlerden edindikleri ifade
biçimleri ile dile getirirler. İçinde yetiştiği şehirler, kişiyi, davranış biçimi, yaşama ve düşünme
tutumları açısından etkiler; şehir, farkında bile
olmadan onların bilincine ve kimliğine siner.
Şiir, şehri kuran ve üreten şuurdur. Şiir, şehrin etiği ve estetiğidir. Şiir, şehirde doğar, şehir
de şiirde. Şiir, şehri çoğaltır, şehir de şiiri. Şiir,
kültürü, nezaketi ve zarafeti çoğaltır, zarafet ve
nezaket de şiiri. Her şair bir şehirden bakar, bir
şehirden seslenir. Her şairin bir şehri vardır. Şiir
ve şehir ilişkisi, günümüzde daha işleri boyuta taşınmıştır. Modern şiir, doğadan kopuk bir
şiirdir, kültürün ve şehrin şiiridir. Hem tema,
figür açısından, hem de söyleyişteki eda ve içtenlik açısından, modern şiir, tümüyle kurma
ve yapma bir şiirdir. Şair, bir dosta, kendisini
dinleyen tanıdık birine değil de yabancı birine
seslenir gibi seslenir. Bu da şiirindeki içtenlik
unsurunu azaltır, buna karşın “gösteri” yönünü artırır. Bu yüzden şiirinde, yer yer kendini
21
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
açmak yerine kapatmayı, göstermek yerine gizlemeyi, haykırmak yerine sumayı tercih edebilir. Modern şiirde, şairin, sanki kendi şiirinde
yaşayamama, kendi şiirinde kendini ifade edememe sorunu var gibidir. Öte yandan şehirlerin ethos’u bozuldukça şairlerin ethos’u, şairlerin
ethos’u bozuldukça da şehirlerin ethos’u bozulur. Bir zamanlar, İstanbul’un bir taşı için acem
mülkünü feda eden şair bilinci, zaman gelir ona
“aziz İstanbul” diye seslenir. Bunun ardından
gelen “Ula İstanbul”u anlamak zordur tabii. O
da ancak şairdeki ve şehirdeki zihniyet değişimi
ile açıklanabilir. Zihniyet değişir, şehirler de değişir; şehirler değişir, zihniyet de dönüşüme uğrar. Görünen o ki, modern zamanlarla birlikte
ortaya çıkan zihniyet değişikliğinden, şehir ve
şiir ilişkisi de fazlasıyla payını almıştır.
Sonuç
Şehir kültürü, poetikayı, şiir geleneğini,
şiir tekniğini, şiir felsefesini üreten ortamıyla,
“bir söylem(e) biçimi olarak şiir” için olmasa da,
“bir inşa biçimi olarak şiir” için asli bir unsur
olarak görülebilir. Şiirin bir sanat olarak ortaya çıkması, bir eğitiminin ve kültürünün, bir
düşüncesinin ve geleneğinin olması, onu şehir
kültürüne ait bir üretim haline getirir. Şiir, şehir kültürüne ait olmakla kalmaz, şehir de şiir
kültürüne ait bir yapılanma olarak ortaya çıkar;
zira şiir de şehir kültürünü oluşturan bir unsurdur. Eğer bir şehrin kültüründe şiir yer almazsa,
henüz orası şehir olma sürecini tamamlamamış,
bilinci ve hafızası olgunlaşmamış demektir. Şehir, şiir kültürü için ne kadar gerekliyse, şiir
de şehir kültürünün tamamlanması açısından
o kadar gereklidir. Zira şiir, sanat biçimini de
aşan bir içeriğe sahiptir. O, sadece bir sanat
değil, yerine göre bir bilgelik, yerine göre bir
güzellik, yerine göre bir muhabbet, yerine göre
bir hikmet, yerine göre bir iletişim kültürüdür.
Şiir, insanların “kendisine katıldığı” bir şeydir.
Yûnus’tan bir mısra okuyup kendimizi ifade
ederken, Fuzûli’den bir beyit okuyup duygularımızı anlatırken, Yahya Kemal’den bir dörtlük
okuyup kendi beğenimizi ortaya koyarken, bir
türkünün redifini tekrarlayıp kendi halimizi
beyan ederken, şiirdeki ruh haline de katılırız.
Bu katılımla, şair bilinci, bireysel bir duyarlık
olmaktan çıkarak toplumsal bir algılayış biçimine dönüşür.
Buna göre, şiir, şehri kuran bilinçte de vardır. Şehrin bir yarısı şiirdir; güzelliktir, aşktır,
estetiktir. Gönülden gönle doğru yürümektir;
sıçramak ve uçmaktır Şiir, yüreğin sıçrama
tramplenidir. Çünkü insan yalnız aklıyla değil, gönlüyle kurar şehri. Sadece simetri, geometri, matematik, orantı, teknoloji ve fabrika
değildir şehir; gönül de şehrin bir yerinde yaşar, aşk da. Ve o, şehrin maneviyatını ve vicdanını oluşturur, insanlığı besleyen değerler
pınarını oluşturur. Sular orada durulur, insan
orada kendi içine akar, göz orada kendi içine
bakar, bilinç orada kendi farkına varır. Şiir,
orada vicdanın dilini kullanır. Bu dil, evrensel
bir dildir. İnsan şiiri ararken, insanlığın bu ortak dilini de arar, iyiliği ve güzelliği de, sevgiyi
ve merhameti de. İnsan, şiirin dilini işitince,
çoktan beri karşılaşmadığı bir dostun sesini
işitmiş gibi olur; “işte böyle olmalı” der. Şiirin
hakikati daha yumuşak ve sert dokunuşlarla
çarpar yüreğe; uyarır, uyandırır. Bu nedenle daha hızlı ve daha derinden bir dönüşüm
sağlar. Bu nedenle şiir, şehrin kendi kendini
iyileştirme, dinginleştirme, kendi kendini sorgulama, kendi kendini anlama yollarından
biridir. Bir şehirde şairler yaşıyorsa, orada iyilik var demektir; bir şehir şiirli şehirse oranın
vicdanı hala duyarlığını yitirmemiş demektir.
Şehri, sermaye değil, gönlün ve şiirin değerleri
kurtaracaktır. Şehri görkemli yapıları, alışveriş
merkezleri, festival alanları, yer altı tünelleri
değil, şiirleri kurtaracaktır. Bir şehir için şiir
duyarlığı, parklar, bahçeler ve yeşil alanlar
gibidir. Kuşların nasıl ki konabilecekleri dallara ihtiyaçları varsa, aynı şekilde insanların
da vicdanlarını duyarlı hale getirebilecekleri,
hislerini tazeleyebilecekleri, gönüllerini arındırabilecekleri, güzellik ve iyilik duygularını
ateşleyebilecekleri şiir-parklara, şiir-hanelere
ihtiyaçları vardır. Ne de olsa şehri, savaşçı ve
sermayeci ruhlar değil, şair bilinçler kurtaracaktır. Şehir, şiiri kaybetmemelidir, şiirin değerlerinden uzaklaşmamalıdır. Aksi halde, şiirin ölümü, şehrin de ölümü olacaktır. ■
22
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
İki kıymet iki göz : şiir ve şehir
KÖKSAL ALVER
Şiir mekânla donatır kendisini, mekânın dili olur âdeta.
Evler, yollar, hanlar, camiler, kahvehaneler, kütüphaneler,
meyhaneler, apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı
organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan hâlleri
arasında derin köprüler kurar. Mekânın hâllerinde insanı
anlatır.
Ş
ehir, şiirin ana meselelerinden biridir.
Genel manada hayatın her yanıyla ilgili
olan şiir, mekânları, yerleri, coğrafyaları, iklimleri, mevsimleri en az insan hâlleri kadar
kendine ana uğrak olarak kabul eder. Bu hususlara ilişkin ince sözler söyler, derin bakışlar atar.
Hangi şaire bakılsa, hangi dünyanın şiirine göz
atılsa mutlaka şehre ve şehrin insana ettiklerine
dair pek çok mısra bulunabilir. Bu durum biraz
şiirin tabiatıyla ilgilidir. Şiir dünya sözüdür ve bu
dünyanın her anını, her sahasını gözlemleyen sıkı
bir gözlemcidir. Şiir ve edebiyat bir kayıt tutma
eylemidir. Hangi dünya işi bu keskin gözlerden
uzak kalabilir? Şiir, özgür bir şekilde bütün dünyayı dolaşan sözdür. İnsana yapışan, insanda karşılık bulan ne varsa, o şey şiirin gözünde, şiirin
dilindedir.
Şehir de böyledir ve kendini şairden, şairin
bakışından alıkoyamaz. Şehir şiire yakalanır, şehir
şaire kendisini açar. Şiir şehrin kalbine girer, gözünden çıkar, yüreğine iner, aklını başından alır.
Yani her hâline, her özelliğine, her ferdine, her
çizgisine, her anına ilişkin nağmeler yakar. Şehir
şiirde bir kez daha var olur, bir kez daha kendisini
yeniler. Şehir şiirin dilinde yeniden vücut bulur,
dillere destan olur. Şehrin gerçekliği şiirde yeniden ele alınır, yeni bir gerçeklikle şehrin portresi
çizilir. Gerçek şehir ile muhayyel şehir arasında
şair, kendince yeni bir şehir tahayyülü geliştirir.
Kendi şehrine, yaşadığı şehre, düşlediği şehre,
ideal şehre bir bakış atar.
İnsanın izini şehirde süren şiir, insan duygusu
ile şehrin görünümleri arasında bağlar kurar. Şehirli insanın ruh hâli, davranışları, düşünceleri,
çatışmaları, hayat mücadelesi, yoksulluğu varsıllığı tümüyle şiirle perçinlenir. Kişisel dünyaların
bin bir ayrıntısından toplumsal dünyaların engin
ufuklarına varıncaya kadar nice hayat kırığı nice
hikâye sızısı şiirin alnında parlar. “Bu şehirde
akşama doğru/ İçime korku/ Ayaklarıma karasu
iner” diyen Necatigil, yalın insan duygusunun
şehre nasıl bulandığını, şehirle insan arasındaki
ince bağların nasıl kurulduğunu hatırlatır. N.
Fazıl’ın Kaldırımlar şiirinde çizilen şehir atmosferi de insanı kendisine içine çeken, kendisiyle
yoğuran, şehirle hemhâl kılan bir ruh iklimini
23
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
anlatır: “Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi/
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır/ Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi/ Kaldırımlar,
içimde kıvrılan bir lisandır.”
Şehrin uzuvları olan mekânları şiir kendine mecra bilir. Şiir mekânla donatır kendisini,
mekânın dili olur âdeta. Evler, yollar, hanlar, camiler, kahvehaneler, kütüphaneler, meyhaneler,
apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı
organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan
hâlleri arasında derin köprüler kurar. Mekânın
hâllerinde insanı anlatır. Mekânı insanı anlatmak
için bir sembol olarak kurar. Şehir bu yönüyle de
şiire inanılmaz bir şekilde katkı yapar, onun anlaşılması, kavranması, açıklık kazanması için üstüne düşen ödevi yerine getirir. Mekânı konuşturan
şiir, kendi meramının da böylece somutlaştırmış
olur. “Ey garip çizgilerle dolu han duvarları/ Ey
hanların gönlümü sızlatan duvarları!...” diyen Faruk Nafiz, hanı, hanların duvarlarını konuşturur
ve duvarlara düşen satırlardaki garipliği ve çaresizliği, anlatır. B. Necatigil, ‘Evler’ şiirinde evlerin
hâllerini, insana bağlar ve evlerin içinin devir devir değişmesi gibi insanın da dönem dönem değiştiğini söyler. Sezai Karakoç, ‘Balkon’ şiirinde
balkon metaforuyla insanı, onun çağdaş tutum ve
davranışlarını yorumlar. Şiir, mekânı insana bağlar, mekânda insanlık durumunun izdüşümlerini
dillendirir.
İnsanın şehir tecrübesi farklı bir tecrübedir.
Şehirle birlikte insan yeni hayat tarzları, yeni
bakışlar, yeni tasavvurlar edinir. İnsan yerleştiği mahal ile doğrudan bağlar kurar; mekân
ile insan karşılıklı bir şekilde birbirlerini etkilerler. İnsanın şehre kattıkları ile şehrin insana kattıkları hayat sahnesinde buluşur, karışır
ve yeni bir yapı meydana getirirler. Şiir, şehrin
insan üzerindeki etkilerini, insanın da şehre
verdiklerini anlatıp durur. Hacı Bayram Veli,
“Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde/
Bakıcak didar görinür ol şarın kenaresinde/
Nagehan bir şara vardum ol şarı yapılur gördüm/
Ben dahi bile yapıldum taş u toprak aresinde”
derken, insan ile şehrin birbirine nasıl karıştığını, birbirleriyle nasıl karıldıklarını bir güzel anlatmaktadır. İnsanın da tıpkı şehir gibi yapılıyor
olması, onun toprağında karılıyor olması karşılıklı etkilenmeyi ve kültürlenmeyi açık bir şekil-
de ifade etmektedir.
Şehrin bin bir yüzü vardır, şehrin aşikâr yönleri ve saklı köşeleri vardır. Şiir, sinsi ve kurnazdır, akıllıdır, kimi yerde romantiktir; şehri sarıp
sarmalar, onu hissettirmeden onun dünyasında dolaşır durur. Bir bakarsın şiir bulvarlarda,
caddelerde, köprülerde ve meydanlardadır. Bir
bakarsın arka sokaklarda, kuytu köşelerde, izbe
yerlerdedir. Şehrin vitrinindedir, bir şairin dilinde, bir başka şairde ise şehrin kuş uçmaz kervan
geçmez yerlerindedir. Hangi yüzünü gizleyebilir
şehir şiirden, hangi benini, hangi çizgisini, hangi edasını? Şiirin şehrin çizgilerini, yüzlerini,
hâllerini bu denli takip etmesi, onun kaydını tutması, ona dair duygu ve düşüncelerin tercümanı olması gerçekten manidardır. Bu yönüyle şiir
genel edebiyatın içinde bir şehir kaynağı olarak
öne çıkmaktadır. Şehrin anlaşılması, okunması,
tanınması, bilinmesi bakımından şiir önemli bir
kaynak olarak belirmektedir.
Bir şehir kaynağı olarak şiir, şehrin tarihsel,
toplumsal, insani yönleri ile irtibatlı olduğu gibi
şehrin kendi serüveni, değişimi, başkalaşımı üzerine sözler söyleyerek kaynak olma yönünü biraz daha ayrıntılandırır. Yunus’un “Bu dünyanın
meseli bir ulu şara benzer” sözünün izinde söylenecek olursa, şehirle dünya hayatının ayrıntıları
arasında nice benzerlik kurmak kabil olur. Şehir,
dünya hayatının bir izi ve yansıması değil midir?
“Bu şarın hayalleri türlü türlü hâlleri” bir şehir
gözcüsü olan şiirin dikkatinden kaçmaz. Dünya, insan, şehir arasında mekik dokuyan şiir, en
yalın ve ne çetrefil meselelere dair kendi sözünü
söyler. Sözünün arasında insanın şehirle irtibatı,
onun şehre akışı, şehirle harman olması izlenir,
görülür. İnsanın şehirle imtihanının yakın tanığı
olarak şiir gözünü o gerçekliğe diker, oradan ince
sözler devşirir. Bir kaynak böylece çağlar durur,
söyler durur.
Şiirin şerh düştüğü bir şehir hayatı, bir şehir
insanı dikkatle izlenmeye değer. Kıymet hem şiirin hem şehrindir. İki kıymet bir aradadır. İki göz
karşı karşıyadır. İki gözün baktığı insan ve onun
dünyası, hayali, dili hayret uyandırır. Şiirin ve
şehrin ortasında insan yüzleri, insan hikâyeleri;
şiirin ve şehrin dilinde insanın bir başka biçimde
dile gelişi verimli çıkarımlara yol açabilir. ■
24
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Sezai Karakoç'un şiirlerinde şehir
ALÂATTİN KARACA
"...coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki mekânların,
şahsiyetlerin ve olayların seçimi de dünya görüşüne bağlı
olarak coğrafya içinde faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle
coğrafya seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu
mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir dünya
görüşünün de yansımasıdır. "
Coğrafya-Şehir- İdeoloji
Öncelikle şunu belirteyim:
Bir sanatçı, eserlerinde az ya da
çok, bir coğrafyaya, bir mekâna
yer verir. Varoluşun kaçınılmaz
sonucudur bu. Çünkü varlıklar
mekândan münezzeh değildir.
Ve dahası insan, yaşadığı
coğrafyayı şekillendirir, bunun
tersi coğrafya da içinde var
olan insanı şekillendirir. Bu
bakımdan coğrafyayla, mekânla
insan birbirine bağlıdır. Hacı
Bayram-ı Veli’nin dediği gibi
“ol şârı yapan insan, taş u toprak arasında kendi
dahi inşa olur». Uzatmadan söylemeli ki, coğrafyanın, mekânın siyasal/ideolojik bir anlamı da
vardır. Coğrafyayı vatan kılmak, o mekâna hem
maddeten hem de manen sahip ve egemen olmak
arzusu, coğrafyayı ideoloji ya da dünya görüşü
ile ilişkilendirir. Bu bağlamda Ziya Gökalp›ın şi-
irlerinde sözünü ettiği «Turan ili»
ideolojik/ütopik bir coğrafyadır.
Mehmet Âkif, «Turan ili nâmıyla
bir efsane edindik.» diyerek bu
ideolojik/ütopik coğrafyaya karşı
çıkar. Ama Âkif›in de kendisine
göre ideolojik/ütopik bir coğrafyası vardır. Filistin, Kudüs,
bugün de gündemde olan ideolojik anlamlar içeren coğrafya-
lardır. Örneğin Sezai Karakoç›ta
ve Nuri Pakdil›de bu anlamda
ele alınırlar. Arz-ı Mev›ud ise,
İsrail›in ideolojik/ütopik coğrafyasıdır. Kısaca, coğrafya ve bu çerçevede ülkeler
ve şehirler, dinî/tarihî değerlerinden ötürü, ideolojik/ütopik birer coğrafi simgeye dönüşürler.
Dolayısıyla Türk edebiyatında kimi şairler de,
şiir ve yazılarında coğrafyayı bu bağlamda ele
alıp anlamlandırırlar. Sadece coğrafya mı? Elbet
25
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
değil. Bu coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki mekânların, şahsiyetlerin ve olayların seçimi de dünya görüşüne bağlı olarak coğrafya içinde faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle coğrafya
seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu
mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir
dünya görüşünün de yansımasıdır. Örneğin Nazım Hikmet’in şu dizeleri şehirdeki bir mekâna
-Ayasofya’ya- bağlı olarak bir ideolojik seçimi
yansıtır. Şöyle diyor Nazım “Bir Şehir Rehberi”
adlı şiirinde Ayasofya hakkında:
“Ben ne tarih hocasıyım ne de coğrafya.
Beni ancak
dört köşe taş bir ambar
kadar
alâkadar
eder
Ayasofya»
Nazım Hikmet’in şehirdeki bu mekâna bakışı, elbette ideolojik bir anlam içerir. Bir başka
şair Osman Yüksel Serdengeçti›de ise Ayasofya,
fethin sembolüdür, İslamın küfre galebesinin
nişanesidir ve hatta müzeye çevrilmesi
nedeniyle mahzun ve mahkûmdur. Bu iki örnek
bile mekânla ideolojinin arasındaki ilişkiyi
göstermeye herhâlde yeter. Birkaç örnek daha vererek konuyu açmaya çalışalım. Yahya Kemal›in
coğrafyası üzerinde duralım. Beyatlı’nın coğrafyası, bilindiği üzere, esas itibariyle Osmanlı coğrafyası ile sınırlıdır. Bu coğrafyanın merkezinde
Osmanlının başkenti, saltanat şehri İstanbul vardır. Ve bu coğrafya, yine Osmanlılar nedeniyle
Balkanlara ve Mağrib›e değin uzanır. Buna karşılık İlhan Berk›in İstanbul Kitabı›nda bu şehir
bir Osmanlı şehri olmaktan çıkar, kozmopolit
bir kente dönüşmüştür ve dahası İstanbul onda,
yıkılması gereken bir «dükalık» olarak karşımıza
çıkar. Kentin yoksulluğudur, yoksulların, işçilerin yaşamıdır yansıtılmak istenen. İlhan Berk
bu nedenle İstanbul›a bir ‹sosyalist flaneur› gibi
bakar. Bu konuda verebileceğimiz bir başka dikkat çekici örnek Yavuz Bülent Bakiler olabilir.
Bakiler›in şiirlerinde ise, bu kez karşımıza Türklerin yaşadığı Azerbaycan, Tiyanşan Dağları,
Altay Dağları, Kerkük, Kırım, Üsküp gibi bir
coğrafya çıkmaktadır. Şu dizeler, coğrafya-şehir-
ideoloji ilişkisini yansıtan çarpıcı bir örnektir:
«Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar
Tıyan-Şan, Kadır-Gan Dağları›na dek uzar.
Kim demiş
Kim demiş ki, vatanımız; Edirne’den Kars’a
kadar.”
Aynı yolu İzleyerek, Mehmet Akif ’in de, Nuri
Pakdil’in de ve konumuz olan Sezai Karakoç’un
da ideolojik/ütopik bir coğrafyası olduğunu, bu
çerçevede Karakoç›un ideolojik coğrafyasının
belirleyeninin ise, esas itibariyle din/medeniyet
olduğunu söylememiz gerek. Yani kısaca, Sezai
Karakoç›un şiirlerinde şehir coğrafyası da, esas
itibariyle ideolojik temele dayanır. Bu temel ölçüte dayanmadan, Karakoç›un şiirlerinde coğrafyaya, şehre, şehirlere nasıl baktığı doğru biçimde saptanamaz.
Şimdi şu soruyu sormak gerek: Peki, Sezai
Karakoç›un şehir coğrafyasının sınırlarında hangi şehirler var? Bu coğrafyanın seçimindeki temel
ölçüt ne? Bu coğrafya, ne gibi bir anlam içeriyor?
İşte bu sorulara cevap verebilmek İçin evvelâ,
şunun altının çizilmesi gerekiyor: Karakoç’a göre
şehir, medeniyettir. Demek ki, bu noktada ilkin
şehir-medeniyet ilişkisi üzerinde durulmalıdır.
Şehir- din/medeniyet ilişkisi
Şehir- din/medeniyet ilişkisi üzerinde
durmadan önce şunun altını çizmek gerek: Sezai
Karakoç, bir medeniyet şiiri yazar. Eserlerinde
bir medeniyetin tarihi, bir medeniyetin şahsiyetleri, bir medeniyetin yıkılışı, bir medeniyetin direnişi ve bir medeniyetin diriliş düşüncesi vardır.
Eserlerinin tümü bu ana tema etrafında örülmüştür. Çünkü o, “Ben, memleketin durumunu, İslam âleminin durumunu, tarihî-sosyolojik
perspektiften, yani medeniyet açısından, medeniyet perspektifinden görüyorum.” dediği üzere,
tüm sorunlarımıza bir medeniyet perspektifinden bakılması gerektiğine inanmaktadır. Şehre
de bir medeniyet dairesi içinden bakar. İşte bunun için, başta bunun altını çizmek gerek.
Şehir-medeniyet ilişkisine gelince, Karakoç’a
göre, şehir medeniyetin göstergesidir. Nitekim
bir yazısında; “Her medeniyet bir şehir
getirmiştir. Medeniyetlerin kendilerine mahsus
26
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
şehirleri vardır.” der. Dolayısıyla şehirler, bir
medeniyete özgü hayat tarzının, bir kültürün,
bir kimliğin; Karakoç’un deyişiyle ruhlarımızın
aynasıdırlar. Nitekim bir şiirinde şair bunu;
“Yok olduysa da bu şehir ruhu ruhuma sindi.»
dizesiyle ifade eder. Edip Cansever de bir şiirinde «İnsan yaşadığı yere benzer.» derken aslında
aynı şeyi tersten söylemektedir. O hâlde şu cümleyle bu paragrafı bitirelim: Sezai Karakoç›ta şehir, medeniyet demektir; o, şehre bir medeniyet
perspektifinden bakar, bir medeniyet göstergesi
olarak ele alır.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz şimdi;
Karakoç, esas itibariyle medeniyeti, ikiye ayırır.
Bunlardan ilki, kuşkusuz İslam medeniyetidir, ikincisi ise bunun karşısında yer alan Batı
medeniyeti. Şair, bu medeniyet ayırımı doğrultusunda, şehirleri de ikiye ayırır. Ona göre bir
«İslâm medeniyetinin şekillendirdiği şehirler»
vardır, bir de «Batı medeniyetinin şekillendirdiği şehirler» Şair, bir şirinde İslam medeniyetince
kurulan şehirlere «İlâhi site» der, diğerlerine ise,
«İnkâr kentleri» adını verir. Ve şiirlerinde sıklıkla «İslâm şehri» ifadesini kullanır. Ona göre
Batı medeniyetine özgü kentlerin kökeni eski
Yunan›a ve Roma›ya dek uzanır. Ve, «Yunan sitesinde estetik, Roma sitesinde ise, egemenlik
somutlaşmıştır.» İlahi sitelerin temel özelliği ise,
erdemdir. Şair bunu şöyle ifade ediyor:
“Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla’sında dediği
gibi, İslâm sitesi, fazilet esasına dayanan sitedir.
İslâm şehri ki, toplumun temelidir, evet o şehir,
ancak ve ancak fazilet esasına dayanırsa yaşar
inancı vardır.”
Karakoç bu ayırımda, tüm eserlerinde görüleceği üzere, İslam medeniyetinin, kendi deyişiyle İlahi sitenin veya İslam şehirlerinin yanında yer alır. Çöküşüne ağıt yaktığı, dirileceğine
inandığı bu şehirlerdir; dolayısıyla İslam medeniyetidir.
Karakoç’un şehir coğrafyası: İslam
şehirleri
Şairin, yukarıda değindiğim medeniyet
perspektifi doğrultusunda, şehir coğrafyası,
İslam medeniyetinin yayıldığı sınırlarını kapsar.
O, bu bağlamda «Ne tükenmezdir İslâm›ın şehirleri/ En büyüğünden en küçüğüne/ Hangisini
ansam eksik kalır/ Sayılmaz güzellikleri, iyilikleri.» diyerek, şiirlerinde Mekke, Medine, Kudüs,
Bağdat, Şam, İskenderiye, Buhara, Semerkand,
Taşkent, Şiraz, İsfahan, Beyrut gibi İslam şehirlerini sayar. Anadolu›da ise, başta elbette İstanbul olmak üzere, Diyarıbekr, Urfa, Konya, Bursa gibi İslam kültürünün önemli şehirleri vardır.
Karakoç›un ülke ölçeğinde, coğrafyasında ise,
tespit edebildiğimiz kadarıyla Mısır, Cezayir,
Tunus, Filistin, Irak, İran, Afganistan, Pakistan,
Habeşistan, Eritre, Azerbaycan, Türkistan gibi
ülkeler yer alır. Kuşkusuz bu, İslam medeniyeti
merkezli bir coğrafya seçimidir ve Karakoç, -bu
coğrafya seçimiyle- şiirinin coğrafyasını «Şark-ı
Aksâ›dan Mağrib-i Aksâ›ya kadar» uzatan İslamcı bir coğrafya idealine bağlı Mehmet Âkif ’le
örtüşür.
Şair, söz konusu İslam coğrafyasına karşılık,
şiirlerinde Batı medeniyetinin kentlerine örnek
olarak ise, Paris, Moskova, Pekin ve Newyork›u
sayar. Bu kentlerden Paris, ona göre «Avrupa›nın
ülkü mezarlığıdır.», Moskova, Pekin ve Newyork
ise, «türedi bir uygarlığın kentleri»dir. Bunlar,
Karakoç’a göre, bizim model almamamız gereken - ne yazık ki model aldığımız- Batı medeniyetinin kentleridir.
“Son durak İstanbul/ İlk durak Ankara»
Bir şiirinde böyle diyor Karakoç. Yahya
Kemal’in meşhur sözünü başka bir türlü söylemiş âdeta. Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü
seviyorum demenin şiircesi. Şairin şiirlerinde,
bu dizeler doğrultusunda, şehir coğrafyasının
merkezinde İstanbul yer alır, en çok İstanbul.
Bu seçimde de asıl belirleyici ölçüt, medeniyet perspektifidir. Yani İslam medeniyetinin
önemli şehirlerinden biri olduğu için Karakoç,
şehir coğrafyasında İstanbul›a baş sırayı verir.
İstanbul onun için, «Dünyadan daha dünya,
ahiretten daha ahiret»tir, «Divan şairlerinin
kasideleri»ne benzer. Bu şehir, «Yeryüzünden
ve gökyüzünden ötede» bir şehirdir, «Doğudan Batıya uzanıp / Çin ipeğinden örülmüş
şeytan kozasını bölen” bir kılıçtır, “Tanrı’nın
kılıç hâlindeki hilâli»dir, «İslâm ruhunun kristalleşmiş heykeli»dir. Bağdat›ın dervişlik ortağı
/ Şam’ın kılıç kardeşi»dir. Böyle diyor çeşitli dizelerinde İstanbul için Karakoç. «İstanbul›dur
27
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
bu otuz yıl kana kana yaşadığım / Resmim âdeta
taşlarına geçti / Ben İstanbul›da dağıldım zerre zerre/ İstanbul damla damla içimde birikti.”
dediği, özdeşleştiği şehre, sevgiyle ve saygıyla,
kimi kez de acıyla bakar Karakoç. Ama bu
şehirde hep Müslüman kimliğini görür, ağlarsa,
bu şehrin Müslüman kimliğinin yok olmasına,
yıkılmasına, unutulmasına ağlar. İşte bu nedenle
İstanbul’a -aslında tüm şehirlere- İslam medeniyetinin sicil muhafızı olarak bakar Karakoç. Ve
şehirlerin daima Müslüman değerlerini kayda
geçer, ister kaybolsun, ister yaşasın... İstanbul›un
Müslüman kimliğine işaret etmesi nedeniyle Karakoç, Yahya Kemal›le çoğu bakımdan örtüşür.
Ama Karakoç, Beyatlı›da olmayan bir boyut
daha ekler İstanbul›a. Buna sonra geleceğiz.
Peki, İstanbul›da ne görür, neleri seçer şair?
Bu şehir bağlamında, onun bakış açısına giren,
özellikle vurguladığı şeyler nelerdir? Kısaca buna
da değinmek gerek. Çünkü bu sorulara verilecek
cevaplar, Karakoç›un şehir bağlamında ideolojisini de yansıtacaktır.
Bize mahsus görüntüler
Bir şehri bir medeniyete ait kılan çeşitli eserler vardır. Kuşkusuz, başta ibadethaneler olmak
üzere, çeşitli dinî mekânlar, bunların başında
yer alır. Mehmet Âkif ve Yahya Kemal gibi, Sezai Karakoç›un da şehirde seçtiği merkezî mekân
camilerdir. Çünkü camiler, bir şehri İslam medeniyetine ait ve özgü kılan asıl mekânlardır. Bu
bakımdan İslam şehirlerinin merkezinde, genellikle bir Camii- kebir (Ulu Cami) bulunur. İşte
o nedenle, şehrin Müslüman kimliğini vurgulamak isteyen şairin şiirlerinde, çoğu kez camiler
boy gösterir. Örneğin bir şiirinde, “Sedeflerinden yapılmış İstanbul camilerinin taşları / Beyaz Güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini
gördüm / camilerin.” der. Bir başka şiirinde şehrin ufuklarında ilk göze çarpan mekânın camiler
olduğunu şöyle dile getirir:
“Uzaktan, yakından camiler geldi
Gecemize ışık tuttular mum ve fener gibi.”
Bu çerçevede Süleymaniye, Sultanahmet,
Fatih, Eyüp Sultan, Merkezefendi, Şehzadebaşı,
Karacaahmet vb. camileri sayar. Çünkü bunlar
şehirlerimizin bize mahsus unsurlarıdır, erdemin anıtlarıdır. Nitekim bir şiirinde, şehrin bize
mahsus görüntülerini şöyle tasvir eder:
“Bize mahsus görüntüler Bursa, İstanbul, Konya, Edirne,
Bize mahsus görüntüler Diyarbekir
Ulu Cami, Peygamber Cami, Süleyman Cami,
İç Kale, Aslanlı Çeşme
Dar sokaklar, kapı içinde kapı, uygarlık bu
Kendi uygarlığımız.»
Evet, kendi medeniyetimize ait şehirlerin bize
mahsus görüntüleri bunlardır. Şair de özellikle,
bir şehri bize ait kılan bu görüntülere vurgu yapar
zaten. Âkif, Y. Kemal ve Sezai Karakoç, şehirde,
o şehri bize mahsus kılan camilerde buluşurlar.
Âkif, şehirde bir vaizdir, halkla iç içe olmak, onlara İslam medeniyetinin ahvâlini anlatmak ve
onları uyarmak için camiyi seçer daha çok. Yahya
Kemal’de cami İslam medeniyetinin hem tarihî
hem estetik değeri olarak yükselir. Karakoç bu
yönüyle Yahya Kemal›e daha yakın durur. Ancak
o, modernizm rüzgârlarının yıktığı, tahrip ettiği
maddi ve manevi sarsıntılardan korunmak için
de camileri seçer. Bu itibarla Karakoç’ta cami
modern kentte bunalan ve ruhen sarsılan bireyi
koruyan bir barınak, bir tutamak, bir sığınaktır.
Nitekim bazı dizelerinde bu duyguyu “Ara sıra
sığındığım cami kıyıları”, “Ben her taşı beş yüz
yıl önce konmuş / Bir camiye tutunarak buluyorum kendimi / Bir yağmadan böyle kurtarıyordum kendimi.» diyerek dile getirmiştir.
Bize mahsus görüntüler: Çeşmeler
Karakoç’ta İstanbul’da camiler yanında, bir
medeniyeti göstergesi olarak çeşmeler de önemli
bir yer tutar. Bu bağlamda Sultanahmet Çeşmesi, Fındıklılı Mehmet Ağa Çeşmesi, Kadıköy’de
Osman Ağa Camii’nin yanındaki Ulu Çeşme,
Kanuni Sultan Süleyman’ın adını taşıyan dört
yüz yıllık çeşme, bunlar arasında sayılabilir. Bilindiği üzere, çeşmeler İslam medeniyetine ait,
bize mahsus eserlerdir. Şair, o nedenle çeşmeler
üzerinden de şehirlerin Müslüman kimliğine
vurgu yapmaktadır. Nitekim bir dizesinde “Çeşme bir pencere uygarlığa” der. Bir başka şiirinde
çeşmeler; “Ölümsüz bir uygarlığın/ .../ Ölüm-
28
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
süz kitabeleri/ Sonsuzluğun mezar taşları”dır.
Karakoç çeşmeler aracılığıyla şiirlerinde bir şeye
daha işaret eder. Çeşmeler, İslam medeniyetinin,
estetiğinin, tarihinin modern kentlerdeki yıkılışını, unutuluşunu, tahrip edilişini de gösterirler.
Örneğin bu şiirlerde kurumuş, unutulmuş, kitabeleri kırılmış, çer çöp atılmış çeşmelere sıkça
rastlanır. Bir şiirinde bu medeniyet yıkımı çeşmeler üzerinden şöyle anlatılıyor:
“Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin yanındaki
Buruşturulmuş bir kâğıt gibi
Çürümüş sebzelerle yemişlerle
Ödüllendirilmiş
Ruhumun öz penceresi
Üstüne kokmuş isyan afişlerinin asıldığı
Yavru kedilerle köpeklerin annesi»
«Ve sen Kanuni Sultan Süleyman’ın adını
taşıyan
Onun kadar alçakgönüllü dört yüz yıllık çeşme
Taşıyorsun her yerinde
Tamir yapılır› levhalarını
Plastik veya naylondan paslı teneke ve
ıvırzıvırdan
Birtakım yeni zaman kolyelerini
Esir olana zincirini taşımak yaraşır bilirsin sen
Hiç bilmediğin bir hayatı öğreniyorsun
Kölelik ve uşaklık bodrumunun gizli dersi
Yapıştırılıyor çile balmumuyla o kutsal alnına
İdam fermanın gibi”
hirlere her zaman bir tarihsel boyut ekler; hatta
tarihsel boyutlarıyla yükselir onda şehirler. Şair,
İslam şehirlerini tasvir ederken, o şehrin tarihine, tarihsel olaylara, tarihsel şahsiyetlere, Kuran,
Tevrat ve İncil aracılığıyla sık sık atıfta bulunur.
Şehri tarihsel boyutuyla ele almada Karakoç,
Yahya Kemal›le örtüşür, ancak Yahya Kemal›de
şehrin tarihi boyutu, Osmanlı tarihi ile sınırlıdır,
Karakoç›ta ise İslam tarihi ile, Peygamberler tarihi ile… Dolayısıyla onda şehir tarihinin boyut
ve sınırları din eksenlidir. Bir başka ayrıldıkları
nokta, Karakoç şehirde tarihle şimdiki zamanı
birleştirir, İslam şehirlerinin hem tarihini hem
de aktüel durumunu tasvir eder; ancak Yahya
Kemal, şehrin hayalindeki gibi kalmasından yanadır, Tanpınar›ın işaret ettiği üzere, onda şehir
bağlamında da zaman sürekli geriye, geçmişe
doğru akar. Kısaca, Karakoç›ta şehirler üç zaman
boyutuyla ele alınırlar. Şair ilkin şehrin tarihine
yönelir, bu bir medeniyeti tarihidir ve esas itibariyle dinî bir tarihtir, ikinci boyut İslam şehirlerinin şimdiki hâlidir. Bu yıkılışı imler, böylece
şair, şehirlerimizin yıkılışını, tahrip edilişini, dolayısıyla bir medeniyetin yıkılışını gözler önüne
serer, son boyut ise, geleceğe ilişkindir ve diriliş
umudu taşır. Çünkü o, diriliş düşüncesine bağlı bir şairdir. Karakoç, bu aşamada, şehirlerimiz
bağlamında İslam medeniyetinin dirileceğine
olan umudu dile getirir.
Üç boyutlu şehirler
Çeşmeler yanında, serviler, şadırvanlar,
mezarlıklar, sahaflar, kapalı çarşılar da bir
medeniyetin göstergesi olarak Sezai Karakoç’un
şehir tablosunda yer alırlar. Görüleceği üzere
Karakoç, şehirde, şehri İslam medeniyetine ait
kılan yapıları öne çıkarmakta, böylece şehrin
kültürel kimliğine vurgu yapmaktadır. Bu yönüyle Yahya Kemal›le örtüşür, o da saydığımız
yapılar aracılığıyla şehrin dinî, tarihî ve estetik
değerlerine işaret eder. Ayrıca belirtmek gerekir
ki, Karakoç›ta şehirler, medeniyetin tarihî boyutuyla da karşımıza çıkarlar. Ama buna karşılık
örneğin Nuri Pakdil›de şehrin daha çok aktüel/
siyasal cephesi öne çıkarılır. Örneğin onda da
Filistin ve Kudüs vardır; ancak Pakdil›de Filistin
ve Kudüs, İsrail işgali ve Müslümanların direnişi
açısından ele alınır. Oysa Karakoç, ele aldığı şe-
1. Tarihsel boyut
Demin belirttiğim gibi şair, şehirlerden bahsederken mutlaka onun dinî tarihine atıfta bulunur. Örneğin Kudüs, “Gökte yapılıp yere indirilen şehir. / Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.» olan Kudüs söz konusu edildiğinde hemen
miraç olayına, Zekeriya ve İsa Peygamberlere
atıfta bulunulur. Şöyle: «Kudüs›te / Hazırlandı
kaya / Yerden yükselmeye bir parça / Ata binen
süvariye», «Burak aldı ve gitti Peygamberi». Bir
başka örnekte ise, «Senin şehrin benim şehrim
ve hepimizin şehri.” dediği Bağdat anıldığında,
Kerbelâ vakasına ve Hallac-ı Mansur›un idamına, Harun Reşit adaletine, Fuzuli’ye, Leyla ve
Mecnun’a, Cüneyd-i Bağdadi’ye gönderme yapılır:
29
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
«Bağdat ki Kerbelâ şehitlerinin kanıdır harcı
İslâm uygarlığının başkenti
Harun Reşit barışı
İmam-ı Azam adaleti
Cüneyd›in gözleri
…
Fuzuli›nin günü
Leyla vü Mecnun›un nefesi
Ve Hallac-ı Mansur›un kanıyla besli.»
Belki bir toz bulutu
İstanbul’a küflenmiş
Bir Avrupa akşamı dadanmıştır
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş
Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır”
Evet, şehirlerimize “küflenmiş bir Avrupa
akşamı” dadanmıştır artık. Bir başka şiirinde de
evlerin köksüzlüğünü, yabancılığını, yeni kurulan semtlerin yabancı seslerini, doğadan kopuk
modern kentleri şöyle tasvir ediyor:
«Bağdat›tayız
Dönüp duruyoruz yırtıcı kuşlar gibi
Çevresinde bir darağacının.” der.
“Kurudu birden doğu kaynakları,
…
“Ev yerleşmedi yeni yerine
Alışamadı kulak kuşkulu semt seslerine
Göz toprağı arıyordu, toprak yoktu.”
…
Bir ağıt var çamaşır ipinde bile.”
Şam’da hemen Mevlâna, Şems, Muhyiddin
Arabi ve Yasin suresi hatırlatılır. Şöyle diyor bir
şiirinde şair Şam›ı anlatırken:
«Şam›dayız
Mevlâna ve Mesnevi
Muhyiddin ve Yasin
Şems ve Füsus
Şems nasıl değiştirdi
Bengisu sarnıçlarından geçirerek
Mevlâna Celaleddin›i
Ve Yasin bir delikanlı biçiminde
Ağır ölüm hastalığında
Nasıl iyileştirdi İbn-i Arabi›yi»
İslam şehirlerinin yıkılışını, Karakoç doğadan kopuş bağlamında da ele alır. Çünkü İslam
medeniyetinin şehirleri, evleri, modern kentlerin ve evlerin aksine doğayla iç içedir. Bu nedenle modern kent anlayışının doğayı yok ettiği
düşüncesine onun şiirlerinde sık sık rastlanır.
İşte birkaç örnek:
“Beton atıyorlar, taş biriktiriyorlar
Duvarlar çetin, pencereler yüksek
Gittikçe kapanıyoruz içimize
Duvarlar duvarlar duvarlar
Duvarlarla çevrilerek.”
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Şair
şehirlerin dinî tarihine atıfta bulunarak, hem
onların kutsallığına hem de köklü tarihine, zengin kültürüne işaret etmektedir.
2. İkinci boyut, şimdiki zaman/yıkılış
Karakoç, şiirlerinde İslam şehirlerinin aktüel
boyutuna da geniş yer verir. Ancak bu boyutta,
şanlı geçmişe karşılık, bir yıkım, bir tahrip, bir
bozulma gözler önüne serilir. Şimdi de bunlardan birkaç örnek vermek istiyorum. Bir şiirinde
İslam şehirlerinin Batılılaşma fırtınası sonucu
yıkıldığını şöyle anlatıyor şair:
“Şam ve Bağdat kırıklara karışmıştır
Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır
O da yarım kalmıştır
Urfa ufala ufala
Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde
Modern kentte betonlarla, duvarlarla kuşatılmıştır insan. Aynı düşünceyi;
sun
“Çiçek, arkeolojik bir malzemedir artık diyorBiliyorum, O…
Arkaik bir kalıntı, arasında tunç ve taşın
İnşaat planlarında yer alan.
Mezarlara bir anı, son anı gibi bırakılan
Bir haftalık kitabedir.”
dizelerinde de ifade eder. Modern yaşamda insan
topraktan, doğadan hızla kopmaktadır. Bir başka şiirde ise bu durum;
30
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
“Toprağı fazla terk ediyoruz artık
Trenlerle, otobüslerle, otomobillerle
Yerden ayağını kesmiş uçaklar ve helikopterlerle.”
İslam şehirleri, dolayısıyla İslam medeniyeti dirilecektir. Şiirlerinde diriliş umudunu da sık sık
dile getirir. Örneğin;
dizelerinde ifade edilir.
Onun deyişiyle bu modern metropollerde gözlerimiz eşyaya bakmaktan kör olmuştur
artık. Karakoç’un yanında Turgut Uyar da
şiirlerinde modern kentin doğadan kopuşunu,
betonlaşmasını, insanın eşyaya, nesneye
köleliğini sık sık işlemiştir.
Karakoç’un asıl meselesi ise bu şiirlerde bir
medeniyetin göstergesi olan İslam şehirlerinin yıkılışıdır. Şair âdeta bu yıkılışa; Şam’ın,
Bağdat’ın yıkılışına şu dizlerinde ağıt yakar;
“Bir şey olacak biliyor ama ilerde
Aşağıda çarşıda ve şehirde
…
Bağdat’ta, Şam’da, Kudüs’te…” der.
Bir başka şiirinde;
“Gül tarhları gelecek
Küçük parklara büyük kentlere yeniden.”
diyerek ifade eder diriliş umudunu.
Şu dizelerde İslam uygarlığının bu kentlerde
yeniden dirileceğini şöyle ifade eder:
“Kentler benim kırılmış
Kollarım ve kanatlarım
Ak kuşlardan çağrılmış
Yaslar şölenine atlarım.”
“Gül uygarlığı
Gül şarabının uygarlığı
Gül kokusundan mest olup
Ölüyken dirilenler gibi
Ağacağız kente şimdi.”
Bir başka şiirinde örneğin, Bağdat’ın yıkılışını şöyle anlatır:
Şu dizeler ise, şairin hem diriliş umudunu,
hem de İslamcı anlayışını şehir-medeniyet bağlamında yansıtan dikkat çekici bir örnektir:
“Ve haberci diyor ki: n’oldu Bağdat?
Nerde onu koruyan sûr ve perde
…
Devrilen her taş benim
Yıkılan her ev benim
Benden yıkılıyor hepsi, ben yıkılıyorum
Yıkılan benim.”
“Şehrimin alnına özgür Tanrı aşkını yazmak
İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak
Bunun için savaşırım ben.”
Evet, şehirler bağlamında, kurulan modern
kentlerle, aslında yıkılan İslam medeniyetidir.
Örnekleri uzatmaya gerek yok; Karakoç’ta İslam
şehirlerinin yıkılışına pek çok örnek buluyoruz.
Aslında aşağıdaki dizeler, bu yıkılışı hüzünlü bir
Yazıyı âdeta bir dua olan şu dizeleriyle noktalıyorum. Bu dua aynı zamanda Karakoç’un
İslamcı ve dünya görüşüne bağlı diriliş düşüncesinin de ifadesidir:
biçimde dile getiren en dikkat çekici örneklerdir:
“Bırak beni ağlayayım
Altmış bin ölü verdi
Daha dün
Kardeş kardeşe
Ve Irak’ın ve İran’ın
Canım şehirlerine ağlayayım.”
3. Boyut- Gelecek – İslamın Dirilişi
Karakoç bütün bu yıkıma karşı umutludur.
31
“Mekke’ye, Medine’ye, Şam’a
Kudüs’e, Bağdat’a, İstanbul’a
Semerkant’a, Taşkent’e, Diyarbekr’e
Yetiş peygamber imdadı yetiş.
(…)
Kentlere şafaklar gibi ağan
Küçük askerlerini
Gül diksinler diye topraklarına
İnsanın ta gönlüne
Yetiştir erenlerini
Allahım
Amin.”■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Yahya Kemal Beyatlı'nın
daüssılası: Üsküp
İSMAİL ÇETİŞLİ*
T
anzimat sonrası Türk edebiyatının ana
konularından biri “vatan”dır. Kavramın bugünkü coğrafî, siyasî, ekonomik, kültürel ve sosyolojik anlamını kazanması,
tıpkı “hürriyet, medeniyet, milliyet, kanun, eşitlik”
gibi, Tanzimat sonrasındadır. Kavram özellikle,
“Vücudun kim hamîr-i mâyesi hâk-ı vatandandır/
Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten” mısralarını kendisine hayat felsefesi edinen
Namık Kemal’le kamuoyuna mal olmuştur.
Çünkü vatan kavramı, Tanzimat öncesinin Divan
ve Halk şairleri ile mutasavvıf şairlerin dillerinde
çok daha farklı anlam/anlamlarda kullanılmıştır.
(Çetişli, 2000, 3-10)
Modern dönemlerin bakışını esas aldığımızda;
“bir insanın veya toplumun üzerinde doğup büyüdüğü, havasını teneffüs edip yaşadığı coğrafya,
ülke, memleket; bir devletin hâkimiyeti altındaki
topraklar” olarak tanımlayabileceğimiz vatan, öncelikle sınırları belli bir coğrafyanın adıdır. Buna;
insanı veya toplumu kuşatan kozmik âlemin daha
sınırlı, daha yakından tanınan alanı demek de
mümkündür. Birey ve toplumun üzerinde doğup
büyüdüğü, yaşadığı, çeşitli imkân ve nimetleriyle
yetiştiği bu mekân; aynı zamanda onun kimliğini şekillendirdiği, birçok maddî ve manevî bağla
bağlı olduğu bir yerdir de. Bu sebeple “vatan”,
* Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
bazı sosyologlara göre bir toplumu millet kılan
değerlerin başında gelir. Buna bağlı olarak da millet; belli bir coğrafyada, ortak bir tarih ve değerler/
kültür etrafında birleşip bütünleşmiş, kaynaşmış
ve teşkilatlanmış toplum veya topluluğun adıdır.
Onun için Namık Kemal (1840-1888) der ki:
“İnsan vatanını sever; çünkü vatan öyle bir gâlibin
şemşiri veya bir kâtibin kalemiyle çizilen mevhûm
hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat,
uhuvvet, tasarruf, hâkimiyet, ecdada hürmet, aileye
muhabbet, yâd-ı şebâbet gibi birçok hissiyât-ı ulviyenin içtima’ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddestir.” (Kaplan, 1978, 223) Kısacası toprak veya
coğrafya, tarihi boyunca toplumunun ona; onun
da topluma verdikleriyle “vatan”laşır.
Konu ve kavramın birdenbire bu kadar öne
çıkması ve topluma mal olmasında, Fransız
İhtilâli sonrası Batı’da doğup gelişen sosyo-kültürel ve sosyo-politik anlamlı millet/milliyetçilik,
hürriyet/hürriyetçilik, vatan/vatanseverlik duygu ve düşüncelerinin Osmanlı İmparatorluğuna
sıçramasının büyük rolü mevcuttur. Bir başka
önemli faktör ise, İmparatorluğun XIX. yüzyılın
ortalarından XX. yüzyılın ilk çeyreği arası dönemde yaşadığı çözülme sürecidir. Daha yakından bakıldığında konunun kendinden önceki dönemlere
göre çok daha önem kazanmasının Kırım Harbiyle (1853-1856) başladığı, Osmanlı-Rus Harbiyle
(1877-1878) geliştiği, Trablusgarp (1911), Balkan
32
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
(1912-1913), Birinci Dünya (1914-1918) harpleri ve Millî Mücadele (1919-1922) dönemlerinde
en üst seviyeye ulaştığı görülür. Zira daha önceki
dönemlerde Türk milleti için vatan, -diğer anlamları bir yana- fethedilen veya fethedilmesi; imar
ve iskân edilmesi gereken yer/yerlerdir. Hâlbuki
XIX. yüzyılda vatanın anlamı değişir. Zira vatan
düşman saldırısına uğrayan ve işgal edilmek istenen yerdir artık.
Sonu gelmeyen savaşlar, bu savaşlarda kaybedilen onca vatan toprakları, milyonlarca “evlâd-ı
fâtihân”ın[1] asırlardır üzerinde yaşadıkları toprakları terk edip İstanbul veya Anadolu’ya hicret
etmek mecburiyetinde kalmaları, dönemin nesillerinde derin bir “gurbet” ve “daüssıla” duygusuna sebep olmuştur. Zira geride bırakılan vatan
toprakları, hem ölenlerin hem de yaşayanların göz
kapaklarında asılı kalmıştır. Aşağıdaki mısralar,
1918’lerin söz konusu ruh hâlini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar.
Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık.
Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık.
Ölenler en sonunda kurtuldular bu
dağdağadan
Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan
Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek. (Beyatlı, 1974, 79)
Yahya Kemal Beyatlı (1884-1957), bu nesillerin talihsiz çocuklarından ve hayatı müddetince
gurbet ve daüssıla duygusunu bütün derinliği ile
yaşayanlardan birisidir. Onun bu duygularının arkasında, genelde Osmanlı İmparatorluğunun çözülüp dağılışı, özelde ise doğup büyüdüğü Rumeli
ve özellikle Üsküp’ün kaybı vardır. Ayrıca Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın tespitiyle Yahya Kemal’de
yaşanan zaman, “daima arkada kalana doğru”
hareket eder. Bir başka ifadeyle büyük şiirin ana
temaları (aşk, ölüm, gurbet, ihtiyarlık gibi) karşısında onun zihni, “zihnî mekanizmanın en şairâne
tarafı olan hatırlama” ile çalışır. Bu sebeple Yahya
Kemal’in “ilhamının her kımıldanışında bir mazi
parçası canlanır.” (Tanpınar 1977: 355)
Tanpınar’ın tespiti bağlamında Yahya
Kemal’in şiirlerine topluca baktığımızda şöyle bir
1. Yahya Kemal’e göre Rumeli’de “evlâd-ı fâtihân”
sözünden, “ilk Rumeli Fâtihlerinin çocukları”
kasdedilir. (Banarlı, 1997, 16)
tablo ile karşılaşırız: Beyatlı Açık Deniz’de Rakofça kırlarının hür havasını teneffüs ederek geçirdiği
Balkan şehirlerindeki çocukluk yılları ve bu
dönemde “her lahza bir alev gibi” duyduğu sonsuzluk özlemini; Kaybolan Şehir’de henüz “hayatı
şafaklandıran çağa” girmeden annesini gömdükleri Üsküp’ü; Ufuklar’da annesinin teneşir tahtası
üzerinde sabit ve donuk gözlerle kendisine bakarken duyduğu büyük acıyı; Gurbet’te gurbet yıllarının kaygıları, hüzünleri ve yalnızlıklarını; Hüzün
ve Hâtıra’da yine gurbetteki “hicranlı günler”i ve
orada duyduğu “sonu gelmez hüzünleri”; Eski
Paris’te uzun bir dönem kaldığı Paris’in büyülü
güzelliklerini; Madrid’de Kahvehâne’de Madrid
kahvehânelerinin gürültüleri arasında Emirgan’ın
Çınaraltı kahvehânesini; Kar Mûsıkîleri’nde
Varşova’da duyduğu, ama zevk almadığı Batı
musikisini dinlerken Tanbûri Cemil Bey ve
İstanbul’u; Viranbağ’da, adı geçen mekânda sevgililerle birlikte geçirdiği mutlu yaz mevsimini;
Geçmiş Yaz’da yine sevgilinin “her anını, her rengini, her şi’rini” hazdan yarattığı “rüya gibi” yaz
mevsimini; İstanbul’un O Yerleri’nde bir zaman
cananla birlikte oldukları, ama nice zamandır
görmediği Çamlıca Tepesi’ni; Siste Söyleyiş’te ise
“sade bir semtini” sevmenin bile bir ömre değdiği
İstanbul’un aniden derin bir sisle kapanması üzerine Tevfik Fikret’in “Sis” şiirini hatırlar. Böyle bir
hatırlamanın yaktığı kıvılcımla başlayan adı geçen
şiirler, söz konusu hâtıra ve hatırlama ekseninde
genişler ve metne dönüşürler. Hemen belirtelim
ki bu hâtıra ve hatırlamalar arasında Üsküp’ün
önemli bir yeri vardır. (Çetişli, 2008, 549-558)
Bilindiği gibi Yahya Kemal, İmparatorluğun
çöküşü ve milletin yeniden inşası sürecinde büyük
ölçüde coğrafyanın şekillendirdiği bir millet ve tarih anlayışını benimser. Bu bağlamda “Kendi Gök
Kubbemiz” şairi, millî kimlik ile coğrafya/vatan
arasında sıkı bir ilişki görür. O inanır ki her coğrafya veya toprağın, üzerinde yaşayan milletten
aldığı kendine has bir rengi ve “milliyet”i vardır.
Bu sebeple vatan “bir mevhum değil, doğrudan
doğruya cedlerimizin doğduğu, bizim doğduğumuz,
evlatlarımızın doğacağı topraktır. Toprağın bir rengi, bir milliyeti vardır. Milletler büyük muhaceretlerden sonra yerleştikleri toprakları kendi öz şahsiyetleri ile temsil etmişlerdir; İtalya toprağı İtalyan,
Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman
olduğu gibi Türkiye toprağı da Türktür.” (Özbalcı,
33
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
1996, 30-31) “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve
halkı arasında hâlis ve tam bir ahenk varsa, orada,
gözlere bir vatan tablosu görünür.” (Beyatlı, 1988,
5)
Yahya Kemal’in bu düşüncelerin temelinde,
kimliğini aradığı bir sırada karşısına çıkan Camille Julian’ın; “Fransız milletini, bin yılda Fransa toprağı yarattı” cümlesinin kendi milletine uyarlanışı
vardır.
“Bir gün, bir mecmuada, Fustel de Coulange’ın
esaslı tilmizi olan ve müverrih Camille Julian’ın bir
cümlesini okudum. Bu cümle, benim, millîyetimizin
ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi birdenbire, yeni bir istikamete sevk etti. (...)
Düşünmeğe başladım. Acaba bizi de Malazgirt’ten,
1071’den sonraki sekiz yüz senede Türkiye’nin toprağı yaratmamış mıydı? (...) bu cümle kafamda birdenbire yepyeni bir ufuk açmıştı. Artık millîyetimize
dâir fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada
birleşiyordu. Bu noktadan hareket ettim.” (Banarlı,
1997, 46-47)
“Cihan vatandan ibârettir, îtikadımca...” diyen
Yahya Kemal’in -merkezinde Aziz İstanbul olmak
üzere- geniş bir vatan coğrafyası mevcuttur. “Yeri
fethetmek için gelmiş o fâtih neslin” kılıçlarıyla
çizdiği bu coğrafyanın içinde Anadolu, Rumeli,
Tunus, Cezayir, Mısır, Irak, Suriye gibi ülkeler;
Bursa, Konya, İzmir, Tekirdağ, Van; Kosova, Niğbolu, Mohaç, Varna, Belgrad, Budin, Eğri, Uyvar,
Filibe, Sofya, Selanik, Şam gibi şehirler; Sakarya,
Tuna, Tunca, Vardar, Fırat ve Nil gibi ırmaklar
vardır. Ancak bu geniş Osmanlı coğrafyası, XIX.
yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan yarım asırlık dönemde büyük savaşlara
sahne olmuş; sonunda da yağmalanıp paylaşılmış-
tır.
Bunun için Yahya Kemal’in millî daüssılasının
alanı, doğal olarak bütün Osmanlı coğrafyasıdır.
Fas ziyareti sebebiyle söylediği “Ben, kendi milletimizin hatıraları nerelere kadar giderse oralara
kadar mütehassirim.” (Banarlı, 1997, 123) cümlesi bunun açık delilidir. Süleymaniye’de Bayram
Sabahı şiirinde de bunu görürüz. Süleymaniye’de
idrak edilen bayram sabahında önce Üsküdar’dan
Bursa’ya, Konya’dan İzmir’e, Beyazıd’dan ta Van’a
kadarki yüzlerce şehir birbirine seslenir. Böylesi
“duygulu, engin ve mübârek” seherde gönlü dolan kadın, erkek ve çocuk, bir süre sonra bu defa
“büyük hatıralar rüzgârı” eşliğinde Muhaç’tan
Kosava’ya, Niğbolu’dan Varna’ya, Budin’den
Eğri’ye, Tunus’tan Cezayir’e kadar uzanan geniş
Osmanlı coğrafyasından gelen top seslerini
dinlerler.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan
mı?
Üsküdar’dan mı? Hisardan mı? Kavaklardan
mı?
Bursa›dan, Konya›dan, İzmir’den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, tâ Beyazıd›dan,
Van›dan,
Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hâtıralar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
34
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosava’dan,
Niğbolu›dan,
Varna›dan,
İstanbul’dan..
Anıyor her biri bir vak›ayı heybetle bu an;
Belgrad›dan mı? Budin, Egri ve Uyvar›dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar›dan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübârek gemiler hangi seherden geliyor? (Beyatlı, 1974, 12-13)
Bu geniş coğrafya ile birlikte onun daüssıla duygularının merkezinde hep Rumeli ve özellikle Üsküp[2]* mevcuttur. Bilindiği gibi Yahya Kemal’in
2. * Bugün genç Makedonya Cumhuriyeti’nin
başkenti olan ve Balkan yarımadasının ortasında
bulunan Üsküp (Skopje), coğrafî durumu sebebiyle,
tarih boyunca önemli bir siyasî, kültürel ve ekonomik
merkez olma durumunu korumuştur. Şehrin tarihi
M.Ö. 4000 yılına kadar uzanmaktadır. Üsküp,
Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) egemenliği
altında Hıristiyanlaştırılmış; M.S.X. yüzyıl ile XIV.
yüzyıllar arasındaki dönemde Bulgar ve Sırplar
arasında sık sık el değiştirir. Kosova muharebesinden
sonra Yıldırım Bayezid döneminde 1392’de Türkler
tarafından fethedilmiş ve Kosova vilayetinin başkenti
olmuştur. Balkan Harbi sonunda Osmanlı’nın elinden
çıkan Üsküp, yine Sırp-Bulgar çekişmesinin arenası
hâline gelmiş; 1944’te Yugoslavya Sosyalist Federal
Cumhuriyeti sınırları içinde özerk Makedonya
Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur.
soyu, hem baba hem anne tarafından III. Mustafa
devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’ya
dayanır. Beyatlı, birkaç nesil önce Üsküp’e göç etmiş ve aslen Nişli İbrahim Naci Bey ile Vranyalı
Nakiye Hanım ailesinin ilk çocuğudur. 1884’te
Üsküp’ün İshakiye Mahallesi’nde büyük validesi Âdile Hanım’ın konağında dünyaya gelmiştir.
Şair, “her taşında milliyetimizin ruhu”nun sindiğini belirttiği bu Türk şehrinde doğmakla iftihar
eder.
“Ben, ailece Üsküp’lü değilim, Nişliyim. Fakat
Üsküp’te doğduğum için iftihar ederim. Çünkü Üsküp, Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği yerdir. O
kadar Türktür ki her taşında milliyetimizin ruhu
şekillenir.” (Banarlı, 1997, 27-28)
“Üsküp’te doğmasaydım yanardım. Bursa’yı da
pek severim. Bana Üsküp’te mi veya Bursa’da mı
doğmak isterdin deseler, Bursa’yı isterdim. Fakat
Üsküp’ü de arzu ederdim. Üsküp’ü severim. Zira
orada doğdum. Çünkü çok Türk. Benim zihniyetime büyük tesiri oldu.” (Ünver, 1980, 121)
Yahya Kemal, büyük validesinin konağında
“Nanam” dediği ve “sevgiden, vefadan, merhametten, iyilikten yaratılmış ilâhî bir mahlûk” olarak nitelediği dadısı Fatma Hanım ve çok sevdiği
Arnavud asıllı dadısı genç Zeynep’in ellerinde büyür; Nanasının kocası kâhya Ali Zâim Efendi ve
külhanbeyliğe eğilimli Niş muhacirlerinden uşakları Hüseyin’den Battal Gazi destanı dinler; “Tuna
ve Morava boylarından muhaceretin hızı ile Vardar
boylarına dökülmüş fütühâtın bakıyyesi” Türklerden arabacı Deli Ahmet Ağa ile Vardar nehrine yıkanmaya gider. Daha beş yaşında iken kendinden
büyük Redife Hanım’a âşık olur ve bu aşkın ver-
35
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Ancak kendi evleri kirada olduğu için şehrin biraz dışında kira bir evde oturma zarureti Yahya
Kemal’in kalbini yakar.
“1898’de Karşıyaka cihetinde, kiralık bir eve
yerleştiğimiz vakit, Üsküp sevgisini daha iyi idrak
ettim. İki kilometre bile tutmayan bir uzaklıktan
Üsküp’ün hasreti kalbimi yakıyordu. Bazı günler,
büyük validemi ve büyük teyzemi, Karaağaçlar’daki
konakta ziyarete gittiğim vakit hasretimi gerçi teskin
ediyordum. Lakin çok da mahzun oluyordum.” (Beyatlı, 1976, 54)
Üsküp-Selanik arasındaki gidiş-gelişler bir
kenara bırakılırsa, Yahya Kemal’in asıl gurbet ve
daüssıla duygusu, annesi Nakiye Hanım’ın genç
yaşta vefatı (1897), babasının yeniden evlenmesi
üzerine son bulan aile birliği ve saadetinin yok olmasıyla söz konusu olur. Çünkü genç şair, tahsilini doğru dürüst devam ettirebilmesi düşüncesiyle
1902’de İstanbul’a gönderilir.
Kısacası Yahya Kemal, doğumundan 1902’deki
İstanbul’a gelişine kadarki çocukluk ve ilk gençlik
yıllarını bir Osmanlı-Türk şehri olan Üsküp’te
yaşamış; kimlik, kişilik ve şairliğinin temellerini bu şehrin Türk-Müslüman iklimi ile Rakofça
kırlarının hür havasında oluşturmuştur.
diği duygularla bir türkü güftesinden mülhem ve
Üsküp türkülerinin vezniyle ilk şiirini yazar. Rakofça’daki Kırçı eğlencelerine katılır; Tahta Ilıca,
Şeyh Suyu ve Çayır gibi mesire yerlerine gezmeye
gider.
Yahya Kemal’in on altı yaşına kadarki tahsil
hayatı da Üsküp’tedir. Önce âmin alaylarıyla Sultan Murad Camii’nin yanındaki beş yüz senelik
vakıf malı olan Yeni Mektep’e gider; üç yıl boyunca muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sâni Gani
efendilerden ders alır.
“Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim
doğrudan doğruya bir yeni maarif mektebinde başlasaydı milliyetimin en hoş hatırasından mahrum
kalmış olurdum. Çocukluğumda olsun birkaç sene
güzel mazimiz içinde yaşamış oldum.” (Beyatlı,
1976, 21)
Ardından Mekteb-i Edeb ve Üsküp
İdadisi’ndeki tahsil yılları gelir. Yahya Kemal’de
daüssıla, babasının memuriyeti sebebiyle Selanik’e
gidişleriyle başlar. Daha Avrupaî bir şehir olmasına rağmen Selanik’ten pek hoşlanmayan şair,
Üsküp hasretiyle şiirler yazar. Neyse ki bu ayrılış
bir süre sonra tekrar Üsküp’e dönüşle son bulur.
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı «Byron»u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü›yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı! (Beyatlı, 1974, 14-15)
“Çocukluğum (Rakofça kırlarında) geçmişti.
Rumeli’yi ve Macaristan’ı fethettiğimiz devirlerin
müphem hatıraları, henüz oralardaki halkın
hayalinden büsbütün silinmemiştiler. Sırp ve
Bulgar hudutlarıdır ki o zaman, o yerlerin halkında
birer yara gibiydiler. Mahzun hudutların ötesinde
akan sular Bulgaristan’dan ve Sırbistan’dan bize
36
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
kalan topraklara akan nehirlerdi ve bilhassa Morava nehriydi. Çünkü çocukluğumda bu nehrin etrafında ava çıkar, yeşil dallardan yapılmış bir avcı
kulübesinde saatlerce üveyik beklerdim ve o sükun
içinde -nasılsa bize kadar gelmiş olan Belgrad ve
Budin türkülerinin tesiriyle olacak- bir gün tekrar
membâları düşman elinde kalan bu suların ötesine
kadar gidebileceğimizi düşünürdüm” (Banarlı,
1982, 27-28)
Yahya Kemal’in hayatındaki bir başka gurbet,
1903-1912 yılları arasındaki Paris yıllarıdır. Dokuz yıllık Paris gurbetinden 1912’de İstanbul’a
döndüğünde Trablusgarp Harbi’nin son günleridir. Çok geçmeden patlak veren Balkan Harbi,
Yahya Kemal gibi ailesini de Üsküp’ten büsbütün
koparmıştır. Felâketler üzerine Rumeli coğrafyasının pek çok bölgesinde olduğu gibi, Üsküp’te
yaşayan Türkler ve Müslümanlar da hicret etmek
mecburiyetinde kalırlar. Büyük annesi ve konaktakiler de onlar arasındadır. Aile önce İstanbul’a
daha sonra da Balıkesir’e hicret eder.
Osmanlı İmparatorluğunun sonu olan Birinci
Dünya Harbi, son ümitlerin de alıp götürür. Bu
sebeple şair on altı yaşından kırk iki yaşına kadarki yirmi altı yıl, ne Üsküp’ü ne de Rakofça”yı
görebilecektir. “On altı yaşımdan kırk iki yaşıma
kadar Rakofça’yı görmedim ve dâima tahattür ettim. 1912 melun harbi başladığı gün ilk hamlede
kaybettiğimiz topraklardan biri orası oldu.” (Beyatlı, 1976, 31)
Bütün bu gelişmeler Osmanlı-Türk toplumunun büyük bir çoğunluğu gibi Yahya Kemal’in
ruhunda da “hicretlerin bakiyesi” derin hicranlı gurbet ve daüssıla duygularına zemin hazırlar.
İleriki yıllarda üstleneceği hariciye görevleri, bu
duygunun giderek derinleşip koyulaşmasına sebep olur. Zira Yahya Kemal, hayatının önemli bir
kısmını (1926-1933/1947-1949), yurt dışında
(Varşova, Madrit, Lizbon, Pakistan) Türkiye’nin
temsili görevine hasretmiştir. Bunun içindir ki
onun şiirlerinin ana temalarından biri, bir türlü
teskin edilemeyen gurbet ve daüssıla duygularıdır.
Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen?
Ey gurbet, ey gurûbu ufuklarda bitmeyen
Ömrün derinliğinde süren kaygı günleri!
Yıllarca, fakr içinde, hayâtın hüzünleri;
Bir çöl çoraklığında hayâlin susuzluğu; (Beyatlı,
1974, 115)
Bu duygu o kadar güçlüdür ki, şair hayatı
müddetince ölümden değil, “vatandan ayrılışın
ıztırâbı”ndan ürkecek; vatanın eski hâliyle muhayyilesinde kalmasını, ölüm sonrasının tek dileği
olarak belirtecektir.
Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,
Ceset çürür ve tahayyül kalırsa insanda,
-Cihan vatandan ibârettir îtikadımcaBudur ölümde benim çerçevem, murâdımca:
Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir,
Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,
Şerefli kubbeler iklîmi, Marmara’yla Boğaz,
Üzerinde bulutsuz ve bitmeyen yaz,
Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerlerimiz,
Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,
İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dînin,
Zaman zaman da Nevâ-Kâr’ı, doğsun, Itrî’nin.
Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle. (Beyatlı, 1974, 84)
Şimdi daüssıla duygusunun merkezini teşkil
eden Üsküp’ü Yahya Kemal’in gözü ve dilinden
biraz daha yakından tanıyalım.
Yahya Kemal’e göre Üsküp; Sarı Saltık’la
Asya’dan Diyâr-ı Rûm’a gelen evlâd-ı fâtihânın;
Murad Hüdavendigâr ve Yıldırım Beyazıt Han’ın
fethedip kurduğu nice şehirlerden birisidir. Bölge 1392 yılında fethedildiğinde Üsküp küçük
bir köydür. Şehir, şimale karşı bir Türk müdafaa
kalesi olsun düşüncesiyle kurulmuştur.
“Rumeli’yi o zaman ne kadar yerleşmişiz Yarabbi! Ve bu hakikati bugün ne kadar unuttuk. (…)
Meselâ şu bahsi geçen Üsküp’te, biz Türkler, en
maddî, riyâzî ve doğru bir tarih hesabıyle, Miladın
1392 senesinden 1914 senesine kadar tam beşyüz
on sene oturmuştuk. Hâlbuki o şehri ezelden İslav
addaden Sırplar, meselâ onu fethettiğimiz 1392
senesinden evvel tam beşyüz on sene işgal etmiş
değillerdi. Zaten Üsküp o zaman yoktu, yalnız adı
olan küçük bir köydü. Yıldırım Beyazıd tarafından,
şimale karşı bir Türk müdafaa kalesi diye kurulmuştu.” (Beyatlı, 1976, 54-55)
Yahya Kemal “Mohaç Türküsü” isimli şiirinde Üsküp’ün kapılarını aralayan Mohaç Meydan
Muharebesi’ndeki erlerin yaşadıklarını kendi dilleriyle mısralara döker. O yiğitler, atlarıyla dolu-
37
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
dizgin ileri atılırken Allah’a giden yolda son defa
birbirleriyle yarışmış; doğdukları topraklara nal
seslerinden “şimşek gibi bir hâtıra” bırakıp cennet
kapısından dörtnala geçerek cedlerine kavuşmuşlardır.
Bizdik o hücûmun bütün aşkıyle kanatlı;
Bizdik o sabâh ilk atılan safta yüz atlı.
Uçtuk, Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!
Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.
Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle;
Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle! (Beyatlı, 1974, 24-25)
Üsküp, 1392’den 1912’e kadar devam eden
510 yıl müddetince hakiki manada bir Müslüman
Türk şehridir. Şehrin Müslüman-Türk kimliğinin
en somut göstergelerinden biri öncelikle
minarelerden yükselen ve hem dinî hem de millî
musikimiz olan ezan sesleridir.
“O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak
yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün
sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri
bir mabet sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları ism-i celâlle kımıldardı. 1300 sene evvel Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i
Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semamızda hem dinî hem millî bir musiki olmuştu. O
anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî
bir sesle dolduğumu hissederdim.
Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümde bırakmış
değildir. (…) Ben Paris’te iken bile, hiç münasebeti
olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin bir hatıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde
bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur.” (Banarlı,
1997, s.27-28)
Şehirdeki İshakiye Camii, Sultan Murad Camii (Alaca Cami); Yeşil Baba, Beyan Baba, Gavri Baba, Bukağılı Baba, Cafer Baba, Gazi Baba,
Haydar Baba… türbeleri; Rifâî Tekkesi gibi
mekânlar, Üsküp’ün dinî ve ruhanî havasını çok
daha derinleştirir.
“Lâkin Müslüman toprağının en hararetli bir
çerçevesinde ikâmet ediyordum. Evlerimiz İshakiye
Camii’ne hemen hemen bitişik gibiydi. Fatih devrinin metîn Müslümanlığı bu camiin mimarisine geçmiş gibiydi. Evlerimizin önünde geniş mezarlıklar
vardı. Kapımızın önünde yüksek bir mezar taşı dikili dururdu. (…) Karşımızda Gavri Baba ve Yeşil
Baba yatarlardı.” (Beyatlı, 1976, 34)
Bu şehir Fâtih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet
ederdi ki ya Bağdat’da bir evliya fazla imiş yahud da
Üsküp’de.” (Beyatlı, 1976, 45-46)
Üsküp, insana tıpkı “Nâima Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış” intibaı veren halkının konuşması, kılık-kıyafeti ve hayat tarzıyla söz konusu
Müslüman-Türk kimliğini yakın döneme kadar
korumuştur.
“Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki
çeşnisini tamamiyle muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi.
Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvâblar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında
uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında
kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çakşırlar, kaşları
gözleri ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü.
Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Nâima Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de
çakşırlı, fermeneli; gençliğin atılganlığıyle bıçak ve
tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söylerler;
adeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler,
boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, elleri-
38
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
nin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.” (Beyatlı, 1976, 45-46)
İstanbul’un fethine iştirak eden; hatta Haliç
kenarında Üsküplü Mahallesi’ni oluşturan; pek
çok âlim, şair, münşi yetiştiren Üsküp, Selatin
Camileri’ne benzer camileri, medreseleri, tekkeleri, bedestenleri, çarşıları; kazazları, bezzazları,
haffafları, hallacları, bakırcıları, kuyumcuları, silahçılarıyla, medeniyet merkezi bir Türk şehridir.
O kadar ki Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni
eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telâkki eder.
“İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra
Haliç kenarında Üsküplü Mahallesi’ni kurmakla
İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o
zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler,
şairler, münşiler yetiştirmiş, Selatin Camileri’ne
benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. Mamafih medeniyeti
yıkılmaktan ziyade bir göl gibi durmuştu. Çarşısı,
kazazları, bezzazları, haffafları, hallacları, bakırcıları, kuyumcuları, silahcılarıyle olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu.” (Beyatlı, 1976, 47)
“Üsküp o kadar eski, o kadar Türktü ki
İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni kelimeleri,
yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki
ederdi. Balık suyu idrak etmediği gibi, Üsküp de
Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri
gibi kendine sadece Müslüman diyordu.” (Beyatlı,
1976, 47)
Bütün bunlara Vardar nehrinin gerdanlığı
Fâtih Sultan Mehmet Köprüsü’nü (Taş Köprü),
Üsküp Kalesi’ni, hapishane olarak kullanılan ve
içeride söylenilen türküler demir parmaklıklı pencerelerinden dala dalga bütün Üsküp’e yayılan
Kurşunlu Han’ı da ilâve etmek gerekir.
“Kurşunlu Han, şadırvanıyle, turnasıyle, demir
parmaklıklı pencereleriyle, menkıbeleriyle, türküleriyle, tanburalarıyle, karadüzenleriyle, Üsküplülerin
gözünde tüterdi; hakikaten de romantik bir Avrupa
şairini hayran edecek bir yerdi. Bazı sakit gecelerde,
Kurşunlu Han’ın türkülerini bizim konağın pencerelerinden, derin bir hassasiyetle dinlerdik.” (Beyatlı, 1976, 53)
İşte Yahya Kemal, kimlik ve kişilik hamurunun
yoğrulduğu böyle bir şehrin daüssılasını yaşar.
1922 yılında Tevhid-i Efkâr’da yayımlanan
“Saatler ve Manzaralar” başlıklı yazısında,
Saraçhânebaşı’nda davul zurna eşliğindeki yapılan
güreşleri seyrederken “gözünde tüten” ve “pehlivanlığın öz vatanı” olan Rumeli ve Rumeli’deki ilk
gençlik günlerini hatırlar:
“Pehlivanlığın öz vatanı, eski Rumeli gözümde
tütüyordu. Ah Rumeli’nin o sonbahar düğünleri! O
Trablus fesler, o Trablus kuşaklar, o sırma cepkenler,
o sırma câmedanlar, o gümüş köstekler, o Türk debdebesi, o atlar, o düğün alayları!... Yirmi çift davul
zurnanın gür sesleri şehri ve şehrin etrafındaki kırları doldurur. Şehrin bütün bir semtindeki konaklarına ve evlerine uzaktan ve yakından gelen misafirler
konar, meş’aleler yanar, sokaklarda davul zurnayla
kabadayılar, evlerde al dudaklı, al şalvarlı, bürümcük gömlekli, elleri ve ayakları kınalı genç köçekler,
zil ve defin hudutsuz çılgınlığıyle sabahlara kadar
raksederlerdi. Zurna sesine barut kokusunun karıştığı bu düğünler, kırda, muazzam bir güreşiyle nihayete ererdi. Yirmi çift davul, zurna ve seksen çift
pehlivanın güreşiyle tecelli eden bu millî şâşaanın
zevki anlatılamaz.” (MM, s.144)
Yahya Kemal’in söz konusu duygularını anlattığı en etkili ve en güzel şiiri de “Kaybolan
Şehir”dir. Evlâd-ı Fâtihâna Yıldırım Bayezid
Han’ın yadigârı olan Şardağı’nın eteğindeki Üsküp, şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş toprağı, firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla bizim; yalnız
bizim şehrimizdir.
39
Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han diyârıdır,
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.
Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.
Üsküp ki Şar-dağı’nda devamıydı Bursa’nın,
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş kanın.
Üç şanlı harbin arşa asılmış silahları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Üsküp’ü Yahya Kemal için kutsal kılan bir
başka önemli husus; annesinin, Nakiye Hanım’ın
naşını bağrında saklamasıdır. Şair, daha ilk gençlik
yıllarına adım attığı bir sonbahar günü annesini
kaybedince, fetihte İsa Bey’in açtığı Üsküp toprağına defnedilir. Yahya Kemal, şahsiyetinin teşekkülünde önemli rolü olan annesinin bir fotoğrafına bile sahip olamamaktan ve zamanla simasının
hafızasından büsbütün silinip gitmesinden derin
üzüntü duyar. “Annemin resminden mahrumum.
Onun bir resmi hayatımın en büyük yadigârı olurdu. Annemin simasını şimdi iyi hatırlamıyorum.”
(Beyatlı, 1976, 3)
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ
varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve
Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor.
Lâkin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı
tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının
yüreğindedir? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu
türküyü söylemiyor mu?” (Beyatlı, 1976, 146)
Kendi Gök Kubbemiz şairinin bir ömür boyu
içini yakan hasreti dindiremeden gözlerini yumduğu Üsküp’ü, 2009 ve 2013 yıllarında iki defa ziyaret etme imkânı buldum. Şehri, Yahya Kemal’in
özlemini duyarak dolaştım. Gördüm ve duydum
ki Üsküp, şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş
toprağı, firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla hâlâ bir
Osmanlı/Türk şehridir. “Türklük Avrupa’ya doğru
cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o topraklar
Türklük kokuyor.” (Beyatlı, 1976, 147)■
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hülyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.
Ancak böylesi kutsal, Şardağı’nda Bursa’nın
devamı olan Üsküp, bir gün “öz vatan”dan koparılır. Bu kopuş veya koparılışın hicranı, derin
bir yara olarak Yahya Kemal’in kalbinde ilânihaye
kanamaya devam edecektir.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. (Beyatlı, 1974, 77-78)
Son beyit, Yahya Kemal’in Üsküp’e olan
bağlılığını bütün açıklığı ile ortaya koyar. Yani
Üsküp’ün daüssılası yıllarca sürse ve biz Üsküp’te
olmasak bile Üsküp yine bizdedir. Şiirdeki “biz”
vurgusu, Yahya Kemal’in daüssılasının bireysel
olmadığının delilidir. Daha açık bir ifadeyle, “kollektif ruh”un şairi olan Yahya Kemal’de ferdî daüssıla ile millî daüssıla iç içe geçmiş halkalar gibidir.
Kaynakça
Banarlı, Nihat Sami (1982), Şiir ve Edebiyat Sohbetleri
II, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat.
Banarlı, Nihat Sami (1997), Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları
Beyatlı, Yahya Kemal (1974), Kendi Gök Kubbemiz,
İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
Beyatlı, Yahya Kemal (1976), Çocukluğum, Gençliğim,
Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
Beyatlı, Yahya Kemal (1977), Mektuplar ve Makaleler,
İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
Beyatlı, Yahya Kemal (1988), Aziz İstanbul, İstanbul,
MEB Yayınları.
Çetişli, İsmail, (2008), “Yahya Kemal’in Şiirlerinde
Hâtıra ve Hatırlama”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası,
İstanbul, S.5, s.549-558.
Çetişli, İsmail, (2000), “Türk Şiirinde Gurbet”, Ay Işığı,
S.16-17, s.3-10.
Özbalcı, Mustafa, (1996), Yahya Kemal’in Duygu ve
Düşünce Dünyası, Ankara, Akçağ Yayınları.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (1977), Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul, Dergâh Yayınları.
Ünver, Süheyl, (1980), Yahya Kemal’in Dünyası, İstanbul, Tercüman Yayınları.
Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (1978), (Hzl. M. Kaplan- İ. Enginün, B. Emil), İstanbul, İstanbul Ü. Edebiyat
Fak. Yayınları.
40
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Yahya Kemal: Şehir ve şiir
D. MEHMET DOĞAN
Ş
ehir insanlığın ortak yaşama mekânı.
Medeniyetin ve kültürün oluşum yeri.
Tarihin yazıldığı, yazıya geçirildiği
mahal… “İnsanın en büyük fazileti şehir kurmasıdır.” diyor eski Yunan’ın meşhur feylezofu
Eflatun.
Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var...
Babil, Atina, Roma, Bizans, Bağdat, Merv, Konya, Semerkand, İstanbul, Paris vb.
Medeniyet gibi edebiyat da, şiir de şehrin çocuğu.
Kırlarda rüzgârlara karışan çoban şarkıları,
şehirlerde bin bir çeşit, dal, yaprak verir; renk
renk çiçek açar. Tabiatın gerçeği, şehirde gerçeküstü ifade biçimlerine kavuşur.
Şehir bir inşa bir oluşum süreci, bu süreçte
insan da oluşuyor; yapılıyor. Ankaralı Hacı Bayram Veli,
Nâgehan bir şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım, taş ü toprak arasında
diyor. Bu şâr, yani şehir, tasavvufi anlamda insanın nefsi, manevi varlığı da olabilir. Hacı
Bayram’dan bir yüzyıl önce Anadolu’da Türkçeyi ilk defa parlatan ve böylece Farsça yöneten
Selçukludan, sonra Türkçe konuşan Osmanlıyı
müjdeleyen Yunus Emre,
Bu vücudum şârına bir dem giresim gelir
diyerek, ta o zamandan beri şehir kelimesinin
maddi anlamından farklı bir anlam yüklendiğini gösterir. Ama dervişler “ya tahammül ya sefer”
deyip yola düşerler. Yunus gibi:
Yunus sen var şârdan şâra...
dolaşırlar.
Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var,
büyük şehirlerin büyük şairleri var… Üç büyük
şairimizin adı İstanbul’la anılır: Baki, Nedim ve
Yahya Kemal.
Şairler şehirlere nispet edilir: Ruh-i Bağdadî,
Fuzuli-i Bağdadi, Urfalı Nabi, Erzurumlu Nef’i,
Diyarbekirli Süleyman Nazif vb. Bir şehirde
doğmak, bazen o şehrin şairi olmak için yetmez.
Yahya Kemal bu sebepten değil ama Üsküp şairi
olmaktan çok İstanbul şairidir… Yahya Kemal
için İstanbul, Üsküp’ü de içine alan genişlikte ve
büyüklükte bir şehirdir; bir dünyadır.
Bazı şairler var ki, bazı şehirler onlarsız anlatılamaz. Bursa deyince, “Bursa’da Zaman” şiiri-
41
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
ni ve A. H. Tanpınar’ı hatırlamamak mümkün
mü?
Bursa’ da bir eski cami avlusu
Mermer şadırvanda şakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir dıvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar...
Bizde şehri ilk mesele edinen büyük şair Yahya Kemal’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar onun
izinden gider.
Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz isimli şiir kitabında 82 şiir var. Bunların neredeyse
yarısı doğrudan doğruya İstanbul’la ilgili. Diğer
yarısı da İstanbul’suz değil…
Yahya Kemal İstanbul’u Osmanlı tarih ve medeniyetinin hülasası olarak görür. Onun kubbelerinde, kemerlerinde, sokaklarında, semtlerinde, taşında, toprağında, havasında, suyunda…
Osmanlı tarih ve medeniyetini okur. Şiirlerinin
çoğu nesirmişçesine bu görüşlerin sergilendiği ve
savunulduğu metin parçalarıdır. Yahya Kemal,
yazılarında da medeniyet ve şehir meselelerine
geniş yer veren bir şairdir.
İşte Yahya Kemal’in şiirleri ve İstanbul ve birer ikişer mısralık hatırlatmalar: Süleymaniye’de
Bayram Sabahı,
Rüya gibi bir akşamı seyretmeğe geldin...
“Kar Mûsıkileri” Yahya Kemal’in Polonya
elçiliği sırasında Varşova’da yazılmış (1927). Burada musiki üzerinden bir medeniyet mukayesesi dikkati çekiyor. Yahya Kemal, İstanbul’dan
uzaktadır ama onun en özlü sesi kulaklarında
çınlamaktadır. İstanbul artık şair için musikidir.
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu
Bin yıl sürecek sanılan kar sesidir bu
.....
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Birden mes’udum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle
Sandım uzaklaştı yağan kar ve karanlık
Uykumda bütün bir gece Körfezdeyim artık
Yahya Kemal, Kocamustapaşa’da şehrin yoksul kesimlerinde neşvü nema bulan kader-azla
yetinme, tevekkül kavramları etrafında bir hayat
felsefesi çıkarır.
“Gece” şiirinde Boğaz’ın bir köyünden,
Kandilli’den seslenir:
Kandilli yüzerken uykularda
Mehtabı sürekledik sularda
“Akşam Musıkisi” şiirinde yine aynı köyü terennüm eder:
Kandilli’ de eski bahçelerde
Bir Başka Tepeden;
Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul…
Siste Söyleniş:
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?
İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar, Hayâl
Şehir ve Ziyaret:
Onun şiirlerinde diğer Boğaz semtleri de, İstinye, Çubuklu, Bebek gibi arzı endam eder…
Ölümü bile, “Eylül Sonu”nda Boğaz köylerinde
düşünür:
Günler kısaldı. Kanlıcanın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları
......
Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor
Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor!
Yine birlikte, bu mevsim Atik-Valdedeyiz…
Atik Valdeden İnen Sokakta:
Tenha sokakta kaldım, oruçsuz ve neşesiz…
Üsküdarın Dost Işıkları, Hayal Beste ve Kar
Musikileri…
Yalnız Boğaz köyleri, semtler ile ilgili değil,
Fenerbahçe, Maltepe, Moda gibi Marmara’ya
42
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
bakan semtlerle ilgili de şiirler yazmıştır Yahya
Kemal.
İkinci bir hayat mümkün mü? Eğer bu mümkünse Yahya Kemal’in tek tercihi İstanbul’a dönmektir:
Gelmek’çün ikinci bir hayata
Bir gün dönüş olsa ahiretten
....
İstanbul’a dönmek isterim ben
....
Artık çekilince söz ve sazdan
Ömrüm İç-Erenköy’ de geçsin (Bedriye mısralar).
Bir başka İstanbul şiiri: İstanbul Ufuktaydı.
İsminde İstanbul geçmeyen, fakat muhtevası
İstanbul olan bir şiir, “Mihriyar”’da sevgili-şehir
ilişkisi kendisini hissettirir:
Siması zaman zaman parıldar
Bir sahilin en güzel yerinde
Hâlâ görünür geçen asırlar
Bir bir koyu mavi gözlerinde
......
Endamını zanneder görenler
Bir bestesi eski bestekârın
Hayran olarak bakarsınız da
Hulyanızı fetheder bu hâli,
Beşyüz sene sonra karşınızda
İstanbul fethinin hayâli....
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Şehir ve medeniyet ilişkisini çok güçlü şekilde kuran ve Osmanlı medeniyetinin şehri
olan İstanbul’u yücelten şair, dünyanın başka
ülkelerine, şehirlerine de şiirler yazmaktan geri
kalmaz. Endülüs’te Raks, Altor Şehrinde, Eski
Paris, Sicilya Kızları ve Madrid’de Kahvehane
bunlar arasındadır.
İspanya elçiliği sırasında yazılan Madrid’de
Kahvehane, şairi ister istemez kıyaslamaya götürür:
“Madrid’ de kahvehaneyi gördüm ki havradır
Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır.
Şairin zihni hemen Emirgân’ın Çınaraltı
kahvesine gider. Bir taraftan tabiat diğer taraftan
estetik işin içine karışır:
Gönül dalar suların mûsıkîsine
Bazan Yesarî hatlarının en nefisine.
Rindlerin Ölümü ise, İran’ın büyük gazel şairi Hafız üzerinden Şiraz’ı hatırlatır bize:
Yahya Kemal’in şiirlerinde İstanbul, bir kitap
konusu olabilecek zenginlikte. Biz bu yüzden
bazı şiirlerin sadece isimlerini vermekle yetinmek zorunda kalıyoruz: İstanbul’un o yerleri,
Gezinti, Moda’da Mayıs, Hüzün ve Hatıra, Ses,
Erenköy’ünde Bahar, Geçmiş Yaz, Eski Mektup,
Viranbağ.
İstanbul dışında Erzurum’a gazel yazan şair,
doğduğu şehir Üsküp’ü de unutmamıştır. O artık “Kaybolan Şehir”dir.
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şirazı hayal ettiren ahengiyle
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter
Yahya Kemal, gerçek bir “şehir şairi”… Yani
“medeniyet şairi”. Bunu bütün, şiirlerinde ve diğer eserlerinde görmek mümkün. ■
43
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Modern şehri sorgulayan şair
A. VAHAP AKBAŞ
A
hmet Hamdi Tanpınar, bir yazısında
“Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu.”
diye yakınır. “Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır.” der.
Eski İstanbul harap, fakir ve bîçare de olsa kendine göre bir hayat ve üsluba sahipti. Kaybedilen
bu “hayat ve üslup” şüphesiz bir sanat ve cemiyet
adamı olan Necip Fazıl’ı da mustarip etmektedir.
Belki bundan dolayı, şehir onun şiirinde daha çok
menfi yönleriyle ele alınır.
Hayatını ve üslubunu kaybetmiş bir şehirde
şair korkuyu, ürpertiyi, vehmi, yalnızlığı derinden yaşamaktadır. “Kaldırımlar”, “Bacalar”, “Otel
Odaları”, bu duyguların yoğun bir şekilde yaşandığı şiirlerdir. Mehmet Kaplan, “Kaldırımlar” için,
“Türk edebiyatında büyük şehrin ortasında ferdin
yaşadığı yalnızlığı bu kadar kesif ve kuvvetli olarak
anlatan pek az şiir vardır.” diyecektir (Cumhuriyet
Devri Türk Şiiri, 1973). Bu üç şiirde de, mekân
belirtilmemekle beraber, şairin Paris hayatının izleri de hissedilmektedir. Esasında şairin kendisi de
anılarında, Paris sokaklarında “Kaldırımlar şiirini
içinde biriktire biriktire” nasıl yürüdüğünü anlatmaktadır. “Bâbıâli”den alıntıladığımız şu satırlarda, bahsettiğimiz üç şiirin kaynağına ve teşekkülüne dair ipuçları var:
“Pırıl pırıl cadde… Paris kaynıyor… O, Genç
Şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her
an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş bir çocuk gibi kimsesiz ve on parasız… Ve ‘ışık beldesi’ diye
anılan Paris’te, hiçbir yerden hiçbir ümit kıvılcımı
göstermez bir karanlıkta…
Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde biriktire biriktire, saatlerce yayan, oteline gitti.
Odasına çıktı…” (Bâbıâli, 1975)
Paris’te çok fazla kalmamasına rağmen, Necip
Fazıl’ın oradan çok zengin gözlemler ve derin intibalarla döndüğü; Paris yaşantısının onun şiirinde
uzun yıllar belirleyici bir unsur olduğu çokça kişi
tarafından ifade edilmiştir.
Necip Fazıl’ın şehir temalı şiirlerine, beri yandan, şehrin kimliksizleşmesiyle birlikte şairin mizacının da bir tezahürü olarak usanç içinde, esneyen
yorgun insanlar yansımaktadır. “İstasyon”, “İskele”, “Sokak”, “Apartman” şiirlerinde bunu görmek
mümkündür. “Apartman” şiiri, hayatı ve üslubunu
kaybetmiş şehri, böyle bir şehirde yaşanan “götürü
hayat”ı anlatması bakımından önemlidir:
Sır vermeye alışkan
Pencereler aydınlık.
Duvara şüphe çakan
Gölgelerde şaşkınlık.
Üst üste insan türü;
Bu ne hayat, götürü!
Yakınlıktan ötürü
Kaçıp gitmiş yakınlık…
Şehir kültürüyle yetişen, kâh bir bohem kâh
bir sanat ve fikir adamı olarak şehri soluyan Necip
Fazıl, “Canım İstanbul” dışındaki şiirlerinde, yukarıda değindiğimiz nedenlerle bir şehir muhalifi
görünümündedir. Onda şehrin mefhum-ı muhalifi tabiattır. Arınmak, huzura ermek için tabiata
kaçar, âdeta ona sığınır. “Şehirlerin Dışından” şiirinde bizi, dünyayı şehirlerin dışından seyretmeye
çağırır. Çünkü “kat kat çıkmış evler, o cam gözlü
devler” görülmesi gereken âlemi gizlemektedir. Şehirler insanı köleleştirmekte, Allah’ı unutturmaktadır. Şehirden kaçış, doğaya sığınarak kurtuluş
44
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
fikri başka şiirlerinde de tekrarlanır. “Ses” şiirinde
şehir kıvılcım ve dumandan ibarettir; ahtır, oftur,
amandır. Şair bunlardan kaçarak ormandan gelen
sesin çağrısına uymaktadır. “Dağlarda Şarkı Söyle”
şiiri de benzer duyguları ifade eder:
Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle!
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!
Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul”u, şehri konu
alan diğer şiirlerine nazaran bazı farklılıklar göstermektedir. Diğer şiirlerindeki olumsuz bakış burada yoktur. Şiir, bir şehir güzellemesidir. Şair, şiirin
adından başlayarak bir şehri mısra mısra sevgi ipliğiyle dokur. İstanbul, tarihiyle, tabiat güzellikleriyle, semtleriyle, şairin hayatındaki ayrıntılarıyla
dondurularak bir kalıba dökülmüş gibidir. Mustafa Miyasoğlu, bu şiiri tahlil ettiği yazısında (Necip
Fazıl’ın Canım İstanbul’u, Necip fazıl Kısakürek,
1985), şiirin1960 ihtilalinden sonraki şartların
oluşturduğu psikoloji içinde yazılmış olmasına
dikkat çeker. “Canım İstanbul şiiri kırık ve hassas
bir insanın öte inancını kaybetmeden dünya
görüşünü, tarih anlayışını bir şehre bağlı kalarak
anlattığı şiirdir.” der. Benzer bir ruh hâleti içinde
İstanbul’a bakan Tevfik Fikret’in “Sis”indeki lanetli bakıştan çok farklı bir bakıştır bu şüphesiz. Bu
farkı, iki şairin bağlı olduğu değerlerin belirlediği
muhakkaktır.
Canım İstanbul’un bir özelliği de şehrin ete
kemiğe büründürülerek, somut bir şekilde anlatılmasıdır. Necip Fazıl’ın hemen bütün şiirlerinde
görülen genelleme ve soyutlama bu şiirde yoktur.
İstanbul semtleriyle, tarihî ve coğrafi ayrıntılarıyla,
hatıralardan yansıyan özel taraflarıyla son derece
somuttur. Öyle ki sanatının ana damarı mücerretlik olan Necip Fazıl, şiirin daha başında ruh gibi
soyut bir kavramı bile kalıba döküp İstanbul’a
indirgeyerek onu somutlaştırır. Yahya Kemal, göze
çarpmayan tarih hatıralarıyla dolu bir muhayyilenin, derunî bir İstanbul içinde yaşamakla çok daha
geniş bir âlemi duyabileceğini söyler. Necip Fazıl,
“Canım İstanbul”da bu geniş âlemi duyuyor ve
çok canlı bir şekilde duyuruyor.
Bunun dışında, genel olarak, mücerretlik ve
idealizmin Necip Fazıl’ın bütün fikrini kuşattığı
ve ferdi, içtimaî her meseleye bu zaviyelerden baktığı söylenebilir. Bunun içindir ki bir meseleyi en
genel ve en ideal şekliyle mütalaa eder; meselenin
detayına inmeyi çoğu zaman gereksiz görür. Belki
de ihmal eder. Şehre bir problem olarak yaklaştığı
şiirlerinde, hatta “İdeolojya Örgüsü”nde, İslam İnkılabı çerçevesinde tasavvur ettiği şehrin özelliklerini sayarken de durum farklı değildir. Mabetlerin
sade, evlerin süslü olması gibi bazı hususlar dışta
tutulursa, geriye ideal ama son derece soyut bir şehir tasavvuru kalır. Şu satırlar, bu konuda bize bir
fikir verebilir:
“İslâm inkılabında şehir, dünyaya ait her şeyi terk
ettikten sonra ‘terk’i de terk edip ‘terk-üt-terk’ makamına yükselmiş ve bu inceler incesi düsturuyla yine
dünyaya dönmüş ruhun (metropolis)idir. Bu (metropolis)lerde sokak, meydan ve bütün umumi sahalar,
teker teker Müslüman evlerinin müşterek ve maşeri
geçit çerçeveleridir ve bunlar, selim zevk ve temizlik
ölçüsüyle, bir Müslüman kadının başörtüsü kadar
güzel ve pâktır.” (İdeolojya Örgüsü, 5. basım,
1986).
O hâlde Necip Fazıl’ın şehre genel olarak bakması ve çoğu zaman soyutlamaya gitmesinin biraz
da onun dünya ve ahiret telakkisiyle, fikrî bakış
açısıyla ilgili olduğu düşünülebilir. Mesela şehrin
“mukavvadan bir köy” gibi algılanması, dünyanın
geçiciliği ile alakalandırılabilir. Bu dünyadaki her
şey gibi şehirler de fânidir. Esas yaşanacak yer,
ötesidir. “Karacaahmet” şiiri, somut bir yerin (bir
semtin, o semtle özdeşleşmiş mezarlığın) adını taşımasına rağmen, şiirde ölüm gibi soyut bir kavram merkeze alınır. Şiire dünyevi değil, uhrevi bir
hava hâkim kılınır. Karacaahmet şaire göre, yalancı
şehrin göbeğinde sahici bir beldedir:
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde
Başka mısralarında da manevi şehir imajı dikkati çeker. Dünya şehri şairin yüreğini yarmaktadır. Onun arzuladığı “nur şehri”dir:
Şehirlerde tabanım değil, yüreğim yarık;
Nur şehrine gidelim, yürü, çilekeş çarık!
“Şehrin kalbi” başlıklı şu mısralar da benzer bir
arzuyu dile getiriyor:
45
Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen.
Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
EŞİK AĞRISI
Bir yol bir yola sığınır sen içindeki dağdan
İnersin ellerinden bir ülke çiçeklenir
Bir yol bir yoldan ayrılır; renklerinle gülümse
Söylendi mi, ayrılık insanın adresidir.
Bir yol bir yola karışır, bir ırmak bir ırmağa
Bir yol bir yola bağlanır, kişi eşittir zincir
Bağ budama mevsiminde annemiz, ellerinde
Bir asma çubuğuna saklıyor rüyasını
O rüyadan kardeşlerim, başka yeşil yorumlar
Başka bağlar çoğaltıyor yeryüzü mayhoş tatlı
Çardağımızda serinlik şarabımızda kekre
Gidebilsek, nereye, bir bağ tutkusu
Bir kabuk yarası ilk, gidebilsek nereye…
Yürümek güzel Allah’ım verdiğin büyük nimet
Hamdolsun en eskiye, hamdolsun en yeniye…
MEHMET AYCI
46
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Klasik şair ve şehir
NÂMIK AÇIKGÖZ*
Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır
arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin farklı bir tezahürü,
kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır. Kilim motifleri, doğala
yakın ve üst mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık
çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental seviyeyi
gerektiren eğri çizgilerden oluşur.
K
lasik Türk şiiri, bir şehir şiiri
olduğundan bu geleneğe ait şiirde,
mazmun veya imge kurgulaması
yapılırken, muhtelif kelime havzaları’na dayanan şiirsel kurgulamalar, daha çok şehir
merkezlidir. Klasik şiiri besleyen mekânlar,
duygular, metaforik ve sembolik kullanımlar,
tasvir edilen sosyal zemin ve sosyal yapı, zevk
işlenmişliği ve inceliğinin tezahür zemini olarak şehirlere aittir; kırsala değil...
Şehir-Taşra
15. yüzyıl şairlerinden Necati Bey (Ö.
1509), aşağıdaki beytinde, laleyi kır çiçeği,
gülü ise şehir çiçeği olarak tasavvur etmiştir:
Taşradan geldi çemen mülkine bîgâne deyü
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler.
Necati Bey, bir şehir-kır mukayesesi manifestosu mahiyetinde olan bu beytinde, şehri
gül ile temsil ederken, kırsalı lale ile temsil
etmekle, aslında bir sosyal yapı mukayesesi de
yapmaktadır. Taşra, yani kırsal kesime ait olan
lalenin, gül sohbetine katılamamasının sebebi, Necati Bey’e göre, gülün incelmiş zevkleri,
lalenin de işlenmemiş zevkleri sembolize etmesi ve bu ikisinin bir arada bulunmasının
zorluğudur.
Benzer bir taşra-şehir mukayesesini Nabi
(1641-1712) de yapar. Taşra’yı, kenâr ile ifade
eden Nabi’nin kurgulamasında, davranış inceliği merkezli bir zihniyet karşılaştırması yapılır:
Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-ı şîve vü
nâzı
Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz
Nabi, insan davranışlarını mukayese ettiği
bu beytinde, Osmanlı şehrinin kristalize sembolü olan İstanbul ile taşrayı nazik olmak ve
nazenin olmak etrafında karşılaştırırken, şehirdeki işlenmiş ve rafine edilmiş üst mental
seviyeye dikkat çeker.
47
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Klasik şair, imge kurgulaması yaparken, beslendiği
habitatın kelime havzalarına başvurur. Mesela, klasik şair,
mekân itibariyle bağ ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı
kullanır, geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde, küçük
alandır; yani bir tabiat minyatürüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı
çemende gül, servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri
çoğunluktadır.
Nabi, bilgi (irfan) ve kol gücü etrafında
kurguladığı şehir-köy mukayesesini yaptığı
şu beytinde de, iki sosyal yapının farklılığına
işaret eder:
Hünerün var ise bir şehrde bir ârif bul
Yohsa her karyede bir nice bahâdır bulunur
Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin
farklı bir tezahürü, kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır. Kilim motifleri, doğala yakın ve üst
mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık
çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental seviyeyi gerektiren eğri çizgilerden oluşur.
Benzer çizgi farklılığını, mimaride de görmek
mümkündür. Mesela kırsal kesim camilerinin
çizgileri düz ve kırık iken, özellikle 15. yüzyıldan itibaren inşa edilen şehir camilerinde
kıvrım ve daire hâkimdir.
Müzikte de halı-kilim ve mimarideki farklılığa benzer bir oluşum vardır. Kırsal kesim
müziği, daha çok ana seslerden oluşurken,
şehir müziği ara sesleri, yani sesteki nüansı
ortaya çıkaran ayrıntıyı kullanmasıyla dikkati
çeker.
Klasik şiir, sevgilinin güzelliğini ifade
ederken, rafine bir zevki yansıtır. Mesela,
klasik şiirde sevgilinin yanağı güle benzetilirken, halk şiirinde, yanak elmaya benzetilir.
Aynı şekilde, klasik şiirde sevgilinin dudağı
la’l (yakut)’e, gözü sad harfine benzetilirken,
halk şiirinde dudak kiraza, göz zeytin veya
üzüme benzetilir. Dikkat edilirse, kırsal kesim
şiirinde, edebî estetik kurgulamasının kelime
havzası yiyeceklerdir; yani tabiata daha yakın
olan “damak zevki” ne dayanır; klasik şiirde
ise daha üst seviyede bir estetik algı ve yorumlama söz konusudur.
Klasik Şairin Habitatı: Şehir
Edebiyat, diğer kültürel unsurlardan yalıtılmış bir şekilde, tek başına mütalaa edilecek
bir olgu değildir. Bir dönemin edebiyatı neyse, mimarisi, musikisi, resmi de benzer yapı ve
nitelikleri taşır.
Mimari, tezhip, hüsn-i hat ve musikideki
ritimle edebiyattaki ritim aynıdır ve hepsinin temel yapısını oluşturan ritim, simetrik
tekrara dayanır. Simetrik tekrar, ana motifin
geometrik bir şekilde çoğullaşmasıdır. Mimari, tezhip ve halı-kilim, bunu çizgilerle yapar;
musiki usulle, şiir vezinle...
Edebiyat dâhil, bütün sanat eserleri, aynı
habitatın eseridir. Edebiyattaki zihniyet ve nitelik ile diğer güzel sanat şubelerindeki zihniyet ve özellik birbirinin zıddı ve birbirinden
farklı olamaz. Mesela şair Baki ile Süleymaniye ve Itri’yi aynı habitatta düşünmek mümkündür de, gökdelenlerle ve Sibel Can ile
aynı habitatta düşünmek mümkün değildir.
Çünkü Baki’yi besleyen ve ona yetişme ortamı
sağlayan habitat, mimaride Süleymaniye’yi,
musikide Itri’yi de besler; gökdeleni ve Sibel
Can’ı değil.
Klasik şair, imge kurgulaması yaparken,
beslendiği habitatın kelime havzalarına başvurur. Mesela, klasik şair, mekân itibariyle bağ
ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı kullanır, geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde, küçük alandır; yani bir tabiat minya-
48
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
türüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı çemende gül,
servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri
çoğunluktadır.
Âşıklara kûyunda “be-rev” didi adûlar
Şehre giricek Türk iti Fürsî ulur ey dost
Zati bu beytinde, Farsça bilmeyi o dönemin entelektüel düzeyinin bir göstergesi olarak zikrederken, köpeğe benzettiği rakiplerin
Türkçe Def ol!.. demeyip Farsça be-rev (Günümüz Farsçasında boro) demelerinin şehir ortamında olacağını söyler.
Fuzuli (1483-1556), şair şöhretinin ancak
şehirlerde
gerçekleşebileceğini
belirttiği
aşağıdaki beytiyle, şair habitatının söyleyen
ve dinleyen-okuyan açısından şehir olduğunu
ifade eder:
16. yüzyıl şairi Enverî,
Nideyin sahn-ı çemen seyrini cânânım yok
Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok
beytini söylerken, mekân, duygu ve zihniyet
olarak şehirli bir tavır sergiler.
Gene aynı şekilde Neşati (1623-1674)’nin,
Bâğa sensiz bakamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handânı değil, serv-i hırâmânı bile
beytinde yansıtılan duygu inceliği ve mekân,
şehre aittir.
Klasik şiirde, sevgilinin bulunduğu yer köy
(karye, rüsta) değil, şehre ait olan semt (kûy)
veya mahalledir. Âşık sevgilisini görmek için
onun mahallesi veya semtinin sokaklarında
dolaşır.
Şehir, Medeniyet, Şair
Şehir, yani medine medeniyetin eseridir ve
medeniyetler de şehirlerin; yani medine’lerin
eseri. Medeniyetin bir alt grubu da kültür ve
folklordur. Kültür ve folklor kapalı toplumların eserleri olup durağanlaşmış sürekliliği ve
doğal olanın muhafazasını; toplumsal etkileşim ve iletişime açık olan şehirler ise değişim,
dinamizm ve rafine işlenmişliği ifade eder.
Şehirlerdeki etkileşim açısından, klasik
şiirde, o zamanın etkin edebî kültürü olan
Arap ve Fars edebiyatı ile girilen etkileşim,
şehir ortamında oluşan bir etkileşimdir. 15.
yüzyıl şairlerinden Priştineli Mesihi, bu etkileşimi, şu beytinde ifade etmektedir:
Mesîhî gökden insen sana yer yok
Yüri var gel ya Arap’dan ya Acemden
Zati (1471-1546), benzer bir etkileşimin
ancak şehirlerde olabileceğini, ironik bir dille
şöyle ifade eder:
Tabî’at şöhre-i şehr olmağa meyl-i tamâm
itdi
Ne pinhân eyleyem sevdâ beni rüsvâ-yı ‘âm
itdi
Yaradılışının şöhreti ancak şehir gibi kalabalık yerleşim birimlerinde sağlamakla mümkün olacağını belirten Fuzuli, bu tavrının onu
halka rezil ettiğini söyleyerek şiir, şair ve şehir
arasındaki habitatik ilişkiye dikkat çeker.
Klasik şairlerin bariz özelliklerinin belirtilmesinde, şehrî olmaları; yani İstanbul’da doğup büyümelerine vurgu yapılır. Tezkirelerde
biyografileri verilen bazı şairler için, Osmanlı
şehirciliğinin sembolü olan İstanbul’da doğup
yetişmek habitatik bir üstünlük olarak zikredilir.
Sonuç
Klasik şairler, gelişme ve beslenme ortamı
olarak kırsallı değil, şehirli olmalarıyla dikkati
çekerler. Şehrin rafine zevki ve imge kurgulamasıyla söyledikleri şiirlerin muhatabı da yine
rafine duygularıyla şehirlilerdir. Çeşitli kelime hazzalarından aldıkları kelimeleri, sentetize ve rafine bir zevk ile işleyen şairler, kelime
hazinesi, imge kurgulaması, mekân, beşerî his
ve haslet itibariyle, tamamen şehirli insanların
zihniyet ve duygularını anlatırlar. Bu yüzden,
başta da ifade edildiği üzere, klasik Türk şairi,
bir şehir şairi; şiiri de şehir şiiridir.■
49
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Şairin kelimelerinde
izhar olan şehir
TANER TATAR
Ş
air akıl kalemini batırır kalp hokkasına
allar kelimeleri. Gönülde demler sözü,
muhabbetle süzer, kâğıdın teline serer.
Şeyh Galib, kimliğini kalemiyle yazar; “Şair demek ehl-i dil demektir” ve “Şairliğe suz-i derd
lâzım”dır. Bir manada insanı şair yapan derdidir. “Dertli ne ağlayıp gezersin burada, ağlatırsa
Mevla’m yine güldürür” diyen Yunus’un iniltisi
aşktan doğar:
Dolap niçin inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevla’ya aşık oldum
Anın için inilerim
Muallim Cûdi Efendi kelimelerini inciler arasından seçer ve “Şair hazinedârıdır esrâr-ı hilkatin” der. Zira şair kalbine yaslanan, ellerini göğe
açandır. Kul elini göğe açar, Allah onun gönlünü açar. Gönül, hazinelere maliktir. Hazinedar,
ancak kıymeti bilen kişidir. O da evvela kendini
bilendir. Ya hazinelere malik viraneler!
Aziz Bey’in kalemi ise ketumdur, söylenebileceklerle söylenemeyecekleri ayırt eder: Ehl-i irfan
söylemez her hâlini/ Hal olur izharı var ihfâsı var.
Elbette her hali veya her derdi, herkes anlasın diye
söylemek de mümkün değildir. Şair bir kelimede
birkaç imada bulunandır. Herkes arifliği nispe-
tinde manaya erer. Kaldı ki, Nefi gibi “Derdim
nice bir sînede pinhân ederim ben/ Bir âh ile bu
âlemi vîrân ederim ben”, derken gönlünde yanan
volkanın ateşi bir ah ile püskürüverir, dokunanı
yakar, küle çevirir.
Yenişehirli Avni Bey için şair iki âleme de gizli
olan mukaddes bir boşlukta, gözlere görünmeksizin uçan bir hüma kuşudur: Şâir o hümâdır ki
iki âleme pinhân/ Bir cevv-i mukaddeste hafiyyü’ttayerândır. Şair, gizli olanı söz ile aşikâr kılmak
ister. Lakin ona erişebilmek biraz kısmet meselesidir. Meğerki kuş, başa kona!
Şair, her zaman doğruyu söyleyen kişi olmayabilir. Zira bazen abartır, bazen gördüğüne gönlünden ikramda bulunur ve latif ilaveler yapar:
Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki
şair sözü elbette yalandur. Yalanı doğru söylemek
de yine şairde bulunur.
Akif de şairliğe “işsizlerin en maskarası” derken, iki yakasından tutup, oldukça hırpalar şiiri.
Şuara denilince keskin bir bıçak oluverir dili:
50
Hangi san’atte rüsûhun göze çarpar?Anlat!
Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı?
-Hayır.
-Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır.
-Şâirim.
-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.
Af edersin onu!
-İmkânı yok etmem, ne demek!
Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse›ne,
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.
Ama pek hırpaladın şi’ri...
-Evet, hırpaladım:
Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep
yaladım,
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
«Ş’uarâ» dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri
Bu sıkılmazlara «medh et!» diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
...
Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever.
-Vâkıâ «inne mine›ş-şi›ri... « büyük bir ni›met;
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.
Ben ki Attâr ile Sa›dî›yi okur, hem severim;
Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.
Hem senin şi’re müdâfi› çıkışın ma›nâsız:
Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.›
Kimi mevlidci diyor...
Âh olabilsem, nerde!
Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.
-Kimi bid›atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.
Üstad da şairliği cüce varlıkların işi olarak görüp, gölgeler âleminden birliğe yükselmeyi hedef
edinirken, yine de şiirin kanatlarını takar kelimelerine ve gönlümüze uçuruverir:
Kaçır beni âhenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.
Şairlik iddiasında olan cüceler de var:
Ben şairim,
Sen benim güzelim.
Kalem benim elimde,
Seni istediğim gibi resmederim.
Geçmiş neslin âbide şahsiyetleri, akılda üretip, gönülde demlediler harfleri tek tek. Muhabbet süzgecinden geçirip, nota nota sıraya dizdiler.
Musikiyle izdivaç eyleyip, gök kubbeye hediye
eylediler. Birbiri ardınca güzel söz söylediler.
Edebi atmadan, edebiyata daldılar. Gönüllerinde
pişirdiklerinin sadece dışarıya taşanını saldılar.
Gönül berraklığı, nahoş olanları ifade ederken
bile, süzgecinden geçirip aklaştırmış: Kelâm-ı kibar. Zaten güzel olanlar ise nura garkolmuş.
Şimdi, “sinede yük olan paslı yürekler”den geçen,
güzelliğe dair olanlar bile, dışarıya paslı olarak
dökülmektedir.
Bir yanda davul gümbürtüsü ile konuşanlar,
diğer yanda ney gibi, hayâ perdesini yırtmadan,
sırları inletenler.
Kelimeden balonlar mı uçurduk
Gök kubbeye;
Şişkin
Lakin içi boş,
Rengarenk
Ama sunî.
Bir küçük dikenle patlayıveren,
Güneşin gülümsemesinde sönüveren,
Diğer tarafta yediveren.
Rengarenk,
Kadife tenli,
Güneşe gülen,
Dikeni kendinden.
Şairin sesi ruhunun derinliklerinden gelir.
Goethe’nin kalemi şöyle yazar: “Ziyafet sofrasının
artıkları ile geçinen adam hiçbir zaman efendi olamaz. Edebiyat bir kabiliyet işidir sonradan kazanılamaz. Eğer, ağzınızdan çıkan sözler ruhunuzun derinliklerinden fışkırmıyor ise; dinleyicilerin kalplerine tesir edemezsiniz. Başkalarından duyduklarını
veya kitaplardan okuduklarını tekrarlayan adam,
maymuna benzer ve ancak çocukları güldürebilir.”
Kaldı ki tekrar şairin işi değildir. Fuzûlî’nin dediği gibi “Eylesen tûtiye ta’lîm-i edâ-yı kelimât/ Sözü
insan olur ammâ özü insan olmaz.”
Yazar, toplum denilen toprağı kalemiyle çapalar. Tohumu, semaya boy versin diye serper.
Eseri boy boylar, soy soylar. Tohum toprakta can
51
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
bulur. Toprak onu kendi canıyla besler. Tohum
kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinlere daldıkça, özüne öz katar ab-ı hayat. Yazar, gönül güneşi
ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulut olur,
bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmur olur,
sağanak olur, kar olur.
Söylenmedik sözün kalmadığı gök kubbede,
söylenmişleri bulmak oldukça güç. Şimdi gök
kubbe küskün. Hasretle baki kalacak hoş sadâları
bekliyor. Gök kubbeye içimden şöyle seslenmek
geliyor:
Ey dünya başının tâcı
Gök kubbe
Yuttun bütün hoş sadâları
Yuttun.
Geri vermemek için
Nefesini tuttun.
Sadâların hoşları kaçtı
Birer birer
Kara yeryüzünden
Havalandı aniden
Duyulmadı kanat sesleri.
Sakladın gök kubbe
Sakladın
Yıldırımlarla sûretini
Gürültünle sesini
Çıkardın kuşağını
Saldın üzerimize bir duman
Efendim aman.
Şairin dediği gibi “gül nerde bülbül nerde, gülün yaprağı yerde”. Cemiyet, yaprağı yerden kaldıracak nesli bekliyor.
***
Toprak aşkın teri ile yoğrulur, taş taş üstüne
konulur, içinde hayat bulunur. Sular gönül gibi
akar, iki yaka arasına köprü kurulur. Allah’ın huzuruna vardıkta şehadet parmağı kalkar, minare
göğe doğrulur. Geri gelmeyen dualar okunur,
cihannümalara tekbirlerle doldurulan kubbeler
kondurulur. Demir, yürekte yakılır, örste dövülür, Mevlana ile sema dönülür. Çoklukta birlik
olunur, herkes gelir şehir kurulur. Taş u toprak
gönülde can bulur, dil candan konuşur şair olunur.
Şair, şehirde yaşayan değil, şehri gönlüne
alandır. Yaşadığı diyar, onun için ete kemiğe
bürünmüş bir yardır; eşi benzeri yoktur, aşk
derdine devadan gayri her şey vardır. Nedim’in
göz bebeğine yerleşen İstanbul, paha biçilemeyen
bir mekândır:
Bu şehr-istanbûl ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.
Mekân, mazi ile istikbalin halde yaşandığı
yerdir. Şehir, tarihin görünen yüzüdür, bazen asık
suratlı bazen de güler yüzlüdür. Aslını ve manayı unutanlara kendisini hatırlatır. Bir zamanlar
hendeseden abide zannedilen mimari yapılar,
mananın göğe yükselişinin mekânı olduklarını
göstererek, ferdi kendi iç âlemlerine seyahat etmeye davet ederler. Şair bir bayram namazı, hendeseden abide zannettiği gökkube altındaki cumhura bakarken, cetlerin mağfiret iklimine girerek
huzura erer.
Zaman her şehirde bir başka akar. Şair için
Bursa’da zaman billur bir âvize olur. “Orhan zamanından kalma bir duvar/ Onunla bir yaşta ihtiyar çınar”. İhtiyar çınara sırtını dayayan genç
şair şehrin köklerine indikçe, mekânda dal budak
salan kelimeleri semaya boy verir.
Bir garip Orhan Veli’dir şair, kâh Urumeli
Hisarına oturup bir türkü tutturur, kâh gözlerini kapatır ve yaşadığı şehri dinler. Hafiften esen
rüzgâr eşliğinde, yükseklerden gelen sürü sürü
kuşların çığlıklarını, sucuların hiç durmayan çıngırak seslerini, çekiç seslerini, türküleri, küfürleri
velhasıl şehir hayatının fısıltılarını ve feryatlarını
mısralarında bize duyurur.
Yahya Kemâl, “bir hayali asra dalan ab uyanmasın” diye aheste çeker kürekleri, kamaşsa da
gözleri, bir tepeden şehre bakar, bestekâr efsunlu
güzellikleri Türkü diye yakar:
52
Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Perdelerin arasından mavi ışık sızmakta
Bütün diller suskun
Hayatın tamamı durmakta
Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.
Yavuz Bülent Bakiler ise İstanbul’a “can evinden bakan”lardandır. Kelimeleri candan cana ram
olur:
Can evimden baktım sana İstanbul!
Rüzgârların anamın duâsı kadar serin.
Beyaz şamdanlar gibi yükseliyordu
İnce, kalem kalem minârelerin.
Şehrin serseri kaldırımlarında, yeryüzünde
yalnız ben derbederim diyen, kaldırımların
emzirdiği şair yürür. Kaldırımların kara sevdalı
eşi, esrarlı bir uykuya dalıp, şehrin sokaklarında
ölmek ister. Dirildiği mekân ise ay ile güneşin
ezelden beri orada yaşadıkları İstanbul’dur:
Dönmüş bütün bakışlar bir yöne
Dolmuş bu mavi ışık tek gönüllere
Gerçek dünyada tabiat elemlerle
Sokaktaki köpekler susmuş bile!
Her yanda aynı görüntü nafile.
Ölmedim hayattayım şu an
Gerçek bir ışık arıyor gözlerim her an
Zihinler doğuştan boş bir ekran.
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visâle,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.
Perdeli odanın dışında
Gecenin ölümcül karanlığında
Unutulmuşluğun karşılığında
İnsana sırt çeviren dünya
Bütün bu insanlar mı yalnız
Sadece yalnız olan ben miyim yoksa!
Tabiatta yapraklar yine sararır
Akşamlar kızıllıktan sonra
Eskisi gibi yine kararır
Güneş yine ümitlerle doğar
Yine kederlerle batar
Ekran göstermemişse neye yarar!
Şehir insanın sürekli “ol”duğu mekândır. Nagehan ol şara varan, ol şarı yapılır görürken sadece seyirci değildir. Kendisi dahi bile yapılır taş u
toprak arasında. Ariflerin sözünden cahiller anlamasa da söz, şehrin pazarında para eder, taşa bile
biçim verilirken, âşıkların kanı sebil olur:
Güneş son bir defa batarken
Son kızıllık son hüzün olmuş
Denize düşen alevi ekran yutarken
Mazideki görkemli aşk unutulmuş
Şimdi güller de solmuş
Yalnız ses ve ışıklar kafese dolmakta
Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan âresinde
Bakıcak dîdar görünür ol şârın kenâresinde
Nâgehan ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
Ben dahı bile yapıldım taş u toprak âresinde
Bina yapmaktan, yapılmaya fırsat bulamayan
bir nesil! Bir yanda taşı gönül ocağında pişirip,
aşk ile birbirine bağlayan şehre sevdalılar; öte
yanda aşkı olmayan taş gönüllerle inşa edilmiş
binalarda taşlaşanlar! Bulutlara yaklaşmayı, göğe
yükselmek zannedenler. Olmak yolunu kaybettiklerinden, sahip olmaya meyledenler ve kaybettiklerini beyaz cam arkasında arayanlar:
Şairin gönlünün görünür mekânıdır şehir. Yitirilmiş ilhamların cennet mekânını vesveseler mi
işgal etti? Zahir!
“Ah ne yer ne yar kaldı, gönlüm dolu ahu zar
kaldı”. Yer sarsıldı, olmamış yapılar titredi toprağa döndü, hüznün yüreği çarparken düşte daüssıla kaldı. Ümide gelince:
“Şu mihrap sinanüddin, şu minare Sinandır
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!”■
Dolaşıyorum gecenin karanlığında
Loş, nemli o sessiz sokaklarında
53
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Şehrin ruhu
MUSTAFA ÖZÇELİK
1.
Üniversite yıllarım Bursa’da geçti. Eskişehir
gibi Batılı algı ve anlayışlarla inşa edilmiş bir
şehirden Bursa’ya gelmek benim için büyük bir
şanstı. Zira şehir nedir, ne anlama gelir, şehirli
kimdir, nasıl bir özellik taşır, şehirle insan arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir gibi sorulara
burada cevap buldum. Böylece bende bir şehir
bilinci oluştu. Tabii bunda bir Bursa âşığı olan
Tanpınar okumalarımın da çok önemli bir payı
olduğu muhakkaktır. Diyebilirim ki, Bursa’yı
Tanpınar’ın bana açtığı kapılardan girerek tanıdım. Tanımak, Tanpınar’ın da dediği gibi sevmek, sevmek ise anlamaktı. İşte Bursa’yı tanıma,
peşinden onu sevmeyi ve anlamayı getirdi.
Bursa’ya yakınlığı dolayısıyla ikinci tanış olduğum şehir ise İstanbul oldu. Hafta sonlarında fırsat ve imkân buldukça oraya da gidiyor,
Yine Tanpınar’ın izini takip ederek İstanbul’u
da tanımaya, sevmeye ve anlamaya çalışıyordum. Tanpınar, Beşşehir’de İstanbul’u ayrıca
Erzurum’u, Konya’yı ve Ankara’yı da anlatıyordu. Eskişehir’in bir köyünde doğup şehir olarak
önce Eskişehir’i daha sonra Bursa ve İstanbul’u
gören biri elbette bu şehirler arasında mukayeseler yapar. Ben de öyle yaptım. Sonuç, şu idi:
Bursa ve İstanbul, maddi yapısının dışında tarihî
ve manevi bir yapısı dolayısıyla özel bir havası
olan kadim şehirlerdi. Eskişehir ise adı eski olmasına rağmen Cumhuriyet döneminde il olmuş
yeni bir şehirdi. Odunpazarı semti dışta tutulacak olur ise orada ne tarihe ne geleneğe açılan
bir kapı, dolayısıyla soluyacağınız, hissedeceğiniz
bir manevi atmosfer yoktu. Tamamen modern ve
seküler bir anlayışa göre inşa ve dizayn edilmişti.
Kadim şehirlerle modern şehirleri ayıran en
önemli özellik, işte bu noktada belirginleşiyordu.
İlki bir ruha sahipti, diğeri ise bundan yoksundu.
Ruh, nasıl insanın canlı bir varlık olmasının temel şart ise şehirler için de durum aynıdır. Şehrin
ruhu yoksa o şehir, sizin için sadece maddi yapısıyla bir gerçeklik ifade eder. Ama ruhu olmadığı
için bir geçmişi, bir hafızası da yoktur. Sadece
fiziki bir dünyada yaşar, metafizikten yoksun
kalırsınız. Böyle bir şehrin insanı da kendisini
ona göre şekillendirir ve tanımlar. Beslendiği bir
kökü yani geçmişi olmadığı için bugününü de
tam manasıyla yaşayamaz, dolayısıyla bir gelecek
tasavvuru da olmaz, olamaz. Oysa ruhu olan bir
şehirde yaşamak, öyle değildir. Adım başı karşılaştığınız bir tarihî yapı, bir çeşme, bir ermiş türbesi sizi geçmişe bağlar, bir tarih ve kültür bilinci
kazandırır. O bilinçle geleneğe yaslanıp hayatın
dünden bugüne akan, bugünden de geleceğe
54
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Bursa, işte bu üç zaman dilimini aynı anda yaşadığım bir şehir oldu. O şehirde Emir Sultan’la,
Geyikli Baba ile, Osman ve Orhan Gazi ile, Yıldırım Beyazıt’la, Karagöz ve Hacivat’la birlikte
yaşadım. Her tarihî yapı, bir hatırayı fısıldadı
bana. Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirinde
söylediği gibi “Çinilere sinmiş Kur’an sesleri”ni
burada duydum. Ulu Camii’nin şadırvanlarından abdest alırken bu camide imamlık yapan
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin mısralarının
Bursa semasında nasıl yankılandığını gördüm.
Gölgesinde dinlediğim ihtiyar çınarlar ne sırlar
fısıldadı bana. Çeşmelerinden su içerken “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” diyen Evliya Çelebi’yi
tebessümle hatırladım. Mezarlıkları bile farklıydı. Bir şiirimde söylediğim gibi “Ölüm burada
sessiz ve vakur”du. Mezar taşlarındaki zarafet,
ölümü bile güzelleştiriyordu. Türkülerinde, şarkılarında aşkın en saf sesi yankılanıyordu.
Bütün bunlar, şehrin insanını da etkileyen,
şekillendiren unsurlardı. Bursalı olmak, belli niteliklere sahip olmak demekti. Bu, beyefendilik,
hanımefendilik, çelebilik, çalışkanlık, hoşgörü,
sevgi, nezaket ve incelik demekti. Biliyoruz ki,
insan sadece şehri inşa etmez, şehir de insanı inşa
eder. Böylece şehir, insanla; insan şehirle bütünleşir. Bu bütünleşmeden medeniyet doğar, sanat
doğar. Zira medeniyet, kültür, sanat dediğimiz
şey, bir şehrin tarihiyle, coğrafyasıyla, insanıyla
birlikte oluşturduğu bir birikimdir.
metafiziğe hatta insani olana dair hiçbir şey fısıldamazdı. Siz de zorunlu olarak ona göre biçimlenirdiniz. Günübirlik yaşama, geçmiş ve gelecek
algısından yoksunluk sizi bekleyen sonuçlardı.
Boğulacak gibi oldum. Bursa’ya dönme
imkânı da yoktu.
O günlerde Kütahya’dan aldığım bir iş teklifi
üzerine buraya geldim. Daha önce hiç görmediğim bu şehir, daha kendisine yaklaşırken beni
Acem Dağı’nın ihtişamıyla karşıladı. Bursa’da
Uludağ’ın da esrarına nüfuz etmeye çalışan biri
olarak bu durum beni bir hayli etkiledi ve Kütahya ile ilgili ilk izlenimim gayet müspet oldu. Bursa gibi sırtını bir dağa yaslayan bu şehir, benim
güvenli bir kale’m olabilirdi. Burada yaşamaya
başlayınca bu hissimde yanılmadığımı anladım.
Kütahya da Bursa gibi tarihi, hafızası, maneviyatı
dolayısıyla ruhu olan bir şehirdi. Şüphesiz bütün
özellikleriyle bir Bursa değildi ama onu hatırlatan
pek çok özelliği vardı. Bursa nasıl bir Osmanlı
şehriyse burası da Germiyan şehriydi. Bursa gibi
başşehirlik yapmış, devlet adamı, şair, bestekâr
görmüş, yetiştirmiş, bir medeniyetin, kültürün
estetik normlarına göre inşa edilmiş bir şehirdi.
Burada da tarih içinde yolculuk yapabilir, Musalla mezarlığında coşkulu Sufi Sunulllah Gaybi’nin
mısralarının metafizik dünyasıyla etten kemikten
sıyrılıp başka bir âleme nüfuz edebilir, Şair Şeyhi
ile Osmanlı medeniyetinin ihtişamını görebilir,
Ulu Camii’nde nice bin ruh ile bir sabah namazı
kılabilirdiniz. Bursa Ulu Cami’ninki gibi Kevser
ırmağı coşkusunda zikrederken yankısını duvardaki çiniler nakşeden şadırvanın sularını işitebilirdiniz.
3.
4.
akacak olan ırmağında daha dingin, anlamlı bir
hayatı yaşarsınız.
2.
Böyle bir şehirde ne yazık ki üç yıl kalabildim.
Bir gün, buraya temelli olarak yerleşme hayaliyle yine Eskişehir’e döndüm. Sudan çıkmış balık
gibiydim. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği bu şehir, Bursa tecrübesinden sonra
beni çöle düşmüş biri hâline getirdi. Biraz önce
de belirttiğim gibi burası Odunpazarı dışta tutulacak olursa yeni bir şehirdi. Adı şehir olsa bile
gerçekte kentti. Kentin ise tarihi ve hafızası dolayısıyla ruhu olmazdı. İnsanlarını ya stadyumlarda görürdünüz ya da alışveriş merkezlerinde ya
da fıskiyeli parklarda… Onlar ise insana geçmişe,
Bu şehre üç yıl için gelmiştim ama tam yirmi
üç yıl kaldım. Bursa, hâlâ yaşamayı hayal ettiğim bir şehir olmaya devam etse bile susuzluğumu büyük ölçüde burada dindirebildim. İnanç
ve düşünce dünyam, sanat anlayışım, geçmişe,
bugüne ve geleceğe bakışım, hayat algım büyük
ölçüde bu şehre göre şekillendi. Yani şehir beni
biçimlendirdi ve inşa etti. İşte bu durumdan dolayıdır ki Kütahya, kadim kimliğiyle fiziki gerçekliğinin dışında bir dünya sundu bana. Onu
tanımak, tanıdıkça sevmek, sevdikçe anlamak
mümkün hâle geldi. Malum, anlamak ise anlaş-
55
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
mayı getirir peşinde… Anlaşmak ise, zıtlıklarımız olsa bile uyumlu olmaktır, barış içinde yaşamaktır, değerler, eserler üretmektir. Zamanı üç
boyutlu yaşamaktır. Dolayısıyla bugüne kadar ne
yazdımsa onların ilhamını bana Bursa’dan sonra
Kütahya verdi.
Zorunluluklar olmasaydı hayatımın sonuna
kadar orada Kütahya’da yaşamak isterdim. Ama
kısmet bu kadarmış. Yirmi üç yılın sonunda doğup büyüdüğüm, öğrenim gördüğüm ama bu
ruh meselesinden dolayı çok da benimseyemediğim şehrime, pek çok insan için modern şehirler
anlamında yaşamak için tercih edilen Eskişehir’e
döndüm. Böylece hayatımın yeni bir imtihan
dönemine girdim. Eskişehir, bir kent olarak kuruluşu sırasında nasıl seküler bir inşa faaliyetine
konu olmuşsa şimdi bu noktada bir hayli yol
almış gözüküyor. Modern insanın tapınakları
olarak nitelendirilen büyük alışveriş merkezleri, Porsuk kıyısına sıralanan kafeleri, çok katlı
apartmanları, parkları ile ismiyle müsemma olmayan daha yeni bir şehir olmuş. Yeni, modern,
seküler olana ait ne ararsanız bulmak mümkün.
Adım başı bir heykel… Diyeceksiniz ki neyin
nesi bunlar? Hemen söyleyelim, hiçbirinin ne
Eskişehir’in ne de Anadolu’nun tarihiyle, sembol
şahsiyetleriyle bir ilgisi var. Hepsi, Prag, Viyana,
Venedik gibi Avrupa şehirlerine öykünerek inşa
edilmiş heykeller. Dolayısıyla özellikle de şehrin
merkezinde bir Avrupa kenti havası alır gibi olsanız da ona böyle bir kimlik kazandıran unsurlar, yerli bir havadan tamamen uzak. Zaten bir
süre sonra farkında bile olmuyor, kendinizi bir
şehirde değil, kurgulanmış, doğal olmayan bir
mekânda hissediyorsunuz.
Şehrin neredeyse dörtte üçlük kısmını geziyorsunuz, ne karşılaştığımız tarihî bir yapı, ne
bir çeşme, ne bir ermiş kabri var. Dolayısıyla sizi
geçmişe götürecek ne Selçukluyu ne Osmanlıyı
yani geçmişi hatırlatacak bir yapı bulabiliyorsunuz. Gölgesinde serinleyebileceğiniz bir çınar
ağacı da yok. Zira burası hem bozkırdır hem de
malum Çınar Osmanlıdır; burası olsa olsa akasyayı sever. Kısacası eğer modern telakkiler sahip
bir kimlik içinde ve bu tarz bir hayatın insanı
iseniz sizin için ideal bir kenttir ama benim gibi
Tanpınar’dan şehir bilinci kazanmış biri iseniz
böyle bir yere şehir demeniz ve burada şehirli
olarak kendinizi idrak etmeniz asla mümkün değildir.
5.
Çok karamsar gibi görünen bir tablo çizdiğimin farkındayım. Ama gerçek böyle. Fakat bir
teselli noktam da yok değil. Yazının başından
beri bu tespitlerin dışında tuttuğum Odunpazarı
semti bu şehir için bir umut kaynağı... Şehrin hakiki, tarihî ve metafizik çehresi oradadır. Bu yüzden Odunpazarı’nda Selçukludan, Osmanlıdan,
Mimar Sinan’dan, Çoban Mustafa Paşa’dan izler, hatıralar bulabilirsiniz. Daha umutlu bir şey
söyleyeyim. İnsan, sonuçta kulaklarını metafizik
olanın sesine ne kadar tıkasa da ruhu olan bir
varlıktır. Modern hayatın gürültüsü onu insani
ve manevi olana özlemimin bastırmaya çalışsa da
insan, ruhunun çığlığına daha fazla tıkayamıyor
kulağını… Mesele Eskişehir’de ise Espark’ta pizza
yiyip alışveriş çılgınlığı ile kapitalist canavara et
süt olduktan sonra pestili çıkmış vaziyette evine
dönerken Alaeddin Camii’nden yükselen ezan
sesleriyle silkinip bu tarihî camiye girme ihtiyacı duyabilir, oradan da daha büyük bir zenginlik
için Odunpazarı’na gidebilirsiniz. Odunpazarı’na
gitmek ise insanın ruhunun sesine kulak vermesidir. Son asra ait olsalar da bizi tarihe çeken ve
son dönemde hayata yeniden döndürülen evler,
ardından Kurşunlu Camii, onun avlusundaki
Mevlevihane, orada gördüğümüz bir minyatür,
bir ebru, işittiğimiz bir ney sesi daha sonra Şeyh
Şahabettin Türbesi’ne doğru giden kadınların
teslimiyet hâlleri, köşedeki kalaycı dükkânı başka
bir dünyaya götürebilir bizi.
İşte Eskişehir’de şehir, bu yüzden
Odunpazarı’dır. Burada kanaatkârlık vardır, çayı
daha ucuza içer, taş fırından ekmek alır, tanısa da
tanımasa da kendisine selam veren biriyle mutlaka karşılaşırsınız. Diyeceğim odur ki Bursa’dan
Kütahya’dan sonra şimdi Odunpazarı’nda nefes
alabiliyorum. Değilse boğulup kalacağım bu şehirde. Nostalji de bu kadar mı olur diyenleri de
duyar gibiyim emin olun bu nostalji değil. Ruh
sahibi bir varlık olarak ruhu olan bir şehrin insan
için ne manaya geldiğini söyleme çabası benimki. Şehirle bütünleşmek, şehirle barışmak, orada
yaşamanın güvenini huzurunu hissedebilmek…
Ötesi yok… ■
56
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Şehir, edebiyat ve dergi
MEHMET NURİ YARDIM
Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri soruyorum,
birçoğundan haberleri yok. “Önce çıkan dergileri takip
edin, eksiklikleri varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin,
röportaj yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle
besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan herkesin dergi
çıkarması gerekmez ki? Ekmek yiyen her insan fırın mı
açıyor?”
Y
azımın başlığı bu. Şehir, edebiyat ve
dergi arasında nasıl bir münasebet
vardır diye sorulabilir. Bizim gibi
dünyaya kültür sanat gözüyle bakanlar, edebiyat dürbünüyle çevreyi gözleyenler için çok
ilgisi vardır şüphesiz.
Bir şehre gidiyorsanız, orada elbette tarihî
eserleri gezer görürsünüz. Mimarların yıllar,
asırlar önce inşa ettiği külliyeleri, camileri, çeşmeleri, medreseleri, müzeleri, türbeleri temâşâ
edersiniz. Bu zaten her zaman olması gereken
bir keyfiyet… Çünkü bunlar şehrin remizleridir, işaretleridir, alâmetleridir. Ama bir de şehirlerin kültürel dinamikleri vardır. Bunlar da
o şehrin kütüphaneleridir, kitapçı çarşılarıdır,
dergi yazıhaneleridir, edebiyat mahfilleridir.
Bunları gidip görmemişseniz o şehri tanımamışsınız demektir. Geziniz yarım, tenezzühünüz kısır kalmıştır.
Bu yüzden ben bir şehre gittiğimde orada
ikamet eden şair ve yazarları mutlaka sorarım. Onlarla bir an önce tanışmak, görüşmek ve hasbihal etmek için âdeta can atarım. Kahramanmaraş’a gidip de Bahaeddin
Karakoç’u ziyaret etmemişseniz, Kayseri’de
bulunup da Muhsin İlyas Subaşı’nı görmemişseniz, Elazığ’a uğrayıp Nâzım Payam’a selâm
vermemişseniz bu geziler bence yarım kalmış
seyahatlerdir. O yolculukları yenilemeniz, o
eksiklikleri telâfi etmeniz gerekiyor.
Elazığ’da Bizim Külliye
Anadolu’da isimler ne kadar güzeldir, ikindi
serinliğinde bir çarşı camiinde bulunmak insanı ne kadar huzurlu kılıyorsa, edebiyat heyecanının soluklandığı bir dergide dostlarla sohbet
de o denli anlamlı, o ölçüde zevklidir. Elazığ
deyince benim aklıma edebiyat gelir. Şiir,
57
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
mani, hoyrat gelir.
Harput’un türküleri
çınlar dört bir yanda.
Elbette bu zengin folklor, gür bir edebiyat ortamında besleniyor.
Bu
edebiyatı
bereketlendirenler de
dergiler…
E l a z ı ğ’ d a
artık
şehirle
özdeşmiş bir dergimiz var: Bizim
Külliye… Bu derginin
tak ipçileri,
okuyucuları ve yazarları
var.
Türkiye genelinde dergiler yayımlanıyor.
Ama Anadolu dergiciliği bir başka. Dergiler
her ay çıkıyor. Kim bunun farkında, kimin
umurunda? Ben dergilerin ne kadar büyük
zahmetlerle, çilelerle, fedakârlıklarla çıktığını
yakından bilirim. Yazılar sipariş edilir önce,
sonra toplanır. Dizgileri yapılır, mizanpajı tamamlanır, resimler eklenir. Eksiği fazlası var
mı ona bakılır. Son kontroller de yapıldıktan
sonra matbaaya gönderilir. Matbaadan geldikten sonra bu sefer bir başka heyecan, özge bir
telâş kaplar içinizi. Acaba gözden kaçmış bir
şey var mı, eksik bir yazı kalmış mı, imzalar
tamam mı, dipnotlar eklenmiş mi, kapakta bir
ihmal yoktur inşallah… Derken o fasıl biter,
bu sefer de asıl dert başlar… Derginin dağıtımı, abonelere ulaşması, basına gönderilmesi,
tanıtılması, okuyucuya ulaşması, insanları yayından haberdar etmek… Bütün bunlar kolay
gibi görünen ama zor işler…
Bu yüzden dergi çıkarmayı düşünenler, gelip
bana sorduklarında, fakire danıştıklarında hep
şunu demişimdir: “Lütfen bir daha, bir daha
düşünün… Çıkaracağınız dergi bir boşluğu
dolduracak mı, başkalarına bir faydası olacak
mı, dergiyi bekleyen okuyucu var mı, derginin
tanıtımını, dağıtımını yapabilecek misiniz? Paranız var mı, paranız? Dergi yazarlarına telif
ödeyebilecek misiniz? İlân meselesini hallettiniz mi?” Ve daha bir sürü soru… Sonra da seh-
pamda serili duran onlarca dergiyi
gösteririm. Amacım onları dergi düşüncesinden
vazgeçirmek
değil, vallahi
değil. Asla ve
kat’a. Bu hiç
mümkün müdür, olabilir mi?
Dergilerin fikir
v e
sanat hayatımızdaki
yerini kim inkâr edebilir? Ne kadar ehemmiyetli olduklarına başından beri candan inananlardanım.
Bu
konuda üstatlarımızın sözleri mıh gibi
zihnimde çakılmıştır. Cemil Meriç’in “dergiler
hür tefekkürün kaleleri”dir sözü bir pelesenk
gibi yapışmıştır dilime. İyi güzel de “kale”
olabilecek dergi kurabilecek miyiz? Yoksa
kartondan yapılmış köhne bir kalenin harap
bir burcunu mu temsil edecek dergi… Siz ‘kale’
kuramazsanız sizi de kimse ‘kaale’ almaz.
Dergi çıkarmak zor. Hem de çok zor.
Her ay yüzlerce sanat edebiyat dergisi çıkıyor Türkiye’de. Kaçı okuyucuya ulaşıyor bunların acaba? 1000 tirajını aşan kaç
dergimiz var, en önemlisi tesir sahaları
nedir? Gündem oluşturabiliyorlar mı, bir
sanat dalgası uyandırabiliyorlar mı? Gençleri
yönlendirebiliyorlar mı, okul olabiliyorlar mı,
okul? Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri soruyorum, birçoğundan haberleri yok.
“Önce çıkan dergileri takip edin, eksiklikleri
varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin, röportaj yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan
herkesin dergi çıkarması gerekmez ki? Ekmek
yiyen her insan fırın mı açıyor?”
Bazıları bu sözlerimden memnun kalıyor,
kimisi de hayallerini yıktığım için darılıyor.
Ne gam, ben doğru bildiğimi, inandığımı söylemeliyim. Memnun kalsa da, darılsa da canı
sağ olsun dostların. Ama gencecik enerjileri
boşa akmasın istiyorum. Çünkü geçmişte çok
tanık oldum böyle boş, beyhûde çabalara. “İlle
58
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
de dergi çıkaracağım.” diyen o genç kardeşlerimizin, daha sonra edebiyattan nasıl soğuduklarına ve kültür dünyasından uzaklaştıklarına
şahidim.
Şehirlerin hâtıra defteri
Elazığ’ın bende sır gibi sakladığım unutulmaz güzel hâtıraları vardır. Askerlik yaptığım
ilçeye yakındı bu ilimiz ve hafta sonları arada
bir şehre gelir, İstanbul’a duyduğumuz hasreti
bir nebze Elazığ’ın o büyük ve renkli caddesini
arşınlayarak, kalabalıklara karışarak giderirdik.
Bir gün yaşadığım o askerlik hâtıralarını yazabilecek miyim bilmiyorum. Birkaç erle kaldığımız, dağın yamacına kurulmuş o askerlik
şubesini anlatabilecek miyim acaba? Oradaki
çalışmalarımı, okumalarımı, hayallerimi ve
yaşadıklarımı okuyucularımla paylaşabilecek
miyim? Belki bir gün denerim, kim bilir?
Maksadım kendi anılarıma dalmak değil
şüphesiz. Bu şehrimizin değerli bir yazarından
biraz bahsetmek, onun hizmetlerini anmak ve
yayın yönetmeni olduğu Bizim Külliye’ye verdiği emeğe dikkat çekmek. Bir edebiyatçı olarak eserleri üzerinde durmuştum, yeni kitapları
hakkında yine yazacağım.
Sanırım tahmin ettiniz... Evet Nâzım
Payam’dan söz ediyorum. Bir iki yardımcısıyla
birlikte
hazırladığı
ve
okuyucularına
ulaştırdığı Bizim Külliye’den bahsedeceğim
elbette.
Anadolu’da
dergi
çıkarmanın
zorluklarını zaman zaman yazıyorum. Ama
bu güçlüklere rağmen, Bizim Külliye hakikaten Anadolu’nun sesi soluğu oldu. Elazığ’dan
Türkiye’ye yayılan bu edebiyat güldestesi, vardığı kurak toprakları bile gülistana çeviriyor.
Çünkü Bizim Külliye’nin her sayısı birbirinden
güzel yazılarla, araştırmalar, hikâyeler, denemeler, şiirlerle doludur. Şimdi aklıma geldi, aslında ‘külliye’ kelimesi ne kadar güzel ve kuşatıcıdır değil mi? Kül, tam, yani bütün demektir. Dergi için eskilerin kullandığı ‘mecmua’yı
ne kadar da andırıyor değil mi? Neyse külliye,
mecmua veya dergi... Sonuçta edebî ürünlerin
buluştuğu ve okuyucuya ulaştığı bir kâğıt bohçasıdır, bir hevenktir kastettiğimiz.
Dergiler edebiyatın yansıması, edebiyat
şehrin aynasıdır. Birini diğerinden ayırt
edemezsiniz. Keşke her şehrin, her ilçenin,
hatta her köyün bir dergisi olsa… Keşke
insanlarımız yaşadıkları toprakların türkülerini
bu sayfalarda seslendirse… Keşke içindeki şiir
ateşini bazı şairler bu dergilerde harlasa… Keşke denemeler bu soluk kâğıtlarda kaleme dökülse, keşke edebiyatı ciddiye alanlar her şehrin, her ilçenin, her mahallenin ve köyün gözbebekleri kabul edilse…
Yazıya başlarken ne demiştik? Şehir, edebiyat
ve dergi… İnanın birbirine o kadar aşina, yekdiğerine o kadar yakın akraba ki bu kavramlar, tarif etmesi zor. Bu üç kelime, üç kavram
aslında birbirini hatırlatır. Edebiyatı şehirden
çıkarsanız geriye çok bir şey kalmaz. Dergiler
soluk alıp vermezse bir kentte orada edebiyattan, edebî hayattan ve edebiyat ortamından
söz edemezsiniz. Ben Anadolu’yu çok seviyorum, Anadolu’daki bütün şehirlere de hayranım. Elbette iflah olmaz bir İstanbul âşığıyım,
ama bu benim Bursa’ya, Erzurum’a, Kayseri’ye,
Samsun’a, Elazığ’a yönelmeme engel değil ki?
Sonuçta bütün şehirlerimiz büyük medeniyetlere beşiklik etmiştir. Ve bu şehirlerimizde
yaşayanlar iyi, anlayışlı, ahlâklı ve iyiliksever,
merhametli vatandaşlarımızdır. Bu bakımdan
şehirlerimizi çok seviyorum, ama hemen ardından edebiyat muhitlerini merak ediyorum.
Oraya doğru giderken çarşılardaki kitapçılarda
ve bayilerde yayımlanmış ve okuyucuya sunulmuş dergileri sorar, ara bulur ve okurum.
Dergisiz şehirlerin bir kanadı kolu kırıktır.
İklim hüzünlüdür. Dergiler o şehrin edebiyatını
zinde ve diri tutar hâlbuki. Edebiyat ise hayatla
iç içe ve insanlarla aynîleşmiştir. Öyleyse başlığı boşuna atmadım. Evet, şehir, edebiyat ve
dergi… Olmazsa olmaz üç önemli unsur… Zaman zaman yazılarımı kısa nükteler ve sloganlarla bitiriyorum. Öyleyse buyurun: “Yaşasın
şehir”, “Yaşasın edebiyat”, “Yaşasın dergiler.”■
59
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Farabi'de şehir kavramı:
"El Medinetü'l Fâzıla"
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
F
arabi, 9. asırda Türkistan’ın Farab
şehrinde doğmuş, 10. asrın ortalarında
Şam’da vefat etmiş (870-950) bir Türk
bilginidir. Yaşadığı asırlar Türklerin toplu olarak
İslamı henüz kabul etmedikleri bir döneme
rastlamaktadır. Bu gösteriyor ki, İslam daha
o asırlarda bile Türkistan bölgesine ulaşmış
ve birçok aile onunla şereflenebilmiştir. Hatta
onunla yetinmeyerek, o bölgede gelecek asırlarda
bile önemini koruyan Farabi gibi büyük İslam
mütefekkirlerini yetiştirmiştir. Farabi’nin önemi,
elbette ki sadece bu özelliğiyle sınırlı değildir. Onun
Aristo ve Eflatun’u Arapçaya tercüme faaliyetleri,
onların görüşlerinden ziyade, muhakeme ve felsefi
disiplinleri oluşturma metotlarından hareket
ederek İslam düşünce sistemini kendi zeminine
yerleştirmede öncülük etmesi büyük önem
taşımaktadır.
Burada, Farabi’nin İslam felsefesindeki yerinin
anlaşılması bakımından Ord. Prof. Dr. Ernst
von Aster’in “Felsefe Tarihi”de ‘İslam Felsefesi’ni
işlediği bölümüne ilk isim olarak Farabi’yle
başlaması önemlidir bir hususiyettir. Farabi’nin
devamında İbni Sina ile gelişen geniş bir listeye
dikkatimizi çeker. Aster, Farabi’den söz ederken;
“İslam felsefesinde önce, başlı başına bir kişilik
olarak ‘Farabi’ ile karşılaşıyoruz. Aslen Türk olan
Farabi için her bilgide Allah’a katılmak, Allah
tarafından aydınlatılmış olmak esastır. Bu nedenle
onda her mistikte olduğu gibi, gözlem aksiyondan
üstündür.” (1) tespitinde bulunur.
İslam kültürüne, felsefi disiplini kazandıran
bu büyük Türk bilgininin çok sayıda eseri vardır.
Biz burada, o yıllarda, yani bundan bin küsur yıl
önce şehirleşme olgusuna bakışını anlattığı “El
Medinet’ül Fazıla (faziletli, üstün şehir)” isimli
kitabından hareket ederek, şehir felsefesine bakışı
üzerinde duracağız.
Farabi’nin neden din eksenli düşündüğünün
kavranabilmesi için önce bu “Medine” kavramının
üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum.
“Arapça’da ‘medeniyet’ kelimesi, şehir anlamına
gelen ‘medine’den, ‘medine’ kelimesi ise ‘din’den
türemiştir. Din Arapçada (deyn) şeklinde yazılır.
Bu kelimenin ayrıca bir manası daha vardır;
(borç) demektir. Bunun izahı yapılırken de, “Bir
vakte aktarılıp tehir edilmeyen borç” anlamına
geldiği belirtilir ki dinin hikmeti de burada ortaya
çıkar. Yani kul, Allah’a karşı kendisini borçlu
hissedecektir. Bu borç, herhangi bir vakit ile
sınırlı değildir. “Ölene kadar kulun Allah’a kulluk
borcu” ifadesi de buradan kaynaklanmaktadır.
60
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Böyle olunca medeniyet, şehir ve insan ilişkisi
bakımından Farabi’nin meseleye eğilmesi biraz
da dinî zaruretten doğmaktadır. Bunun için
de kitabının önemli bir kısmını insan inanç ve
imanıyla ilgili bölüme ayırır. “İnsanın Topluluk ve
Yardımlaşmaya İhtiyacı Hakkında” ki bölümünde
ise, sosyolojik bir tanım yapar:
“Muhtelif insanların bir araya gelmelerinden
topluluk peyda olur (ortaya çıkar). Bunlar da ya
kâmildirler veya eksiktirler. Kâmil olanlar üç kısma
ayılır: Küçük, orta ve büyük. Büyük topluluk,
yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir.
Ortancası, yeryüzünün (ayrı ayrı) milletlerinden
teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında
oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise,
köy, mahalle, sokak ve ev halkından teşekkül eder.”
Bu genel sınıflandırmadan sonra, şehir faktörü
üzerinde durur. Onun, şehri merkeze alması,
diğerlerinin önemini dikkate almadığı anlamında
değildir elbette. Yaşadığı dönemin sosyo kültürel
ve sosyo politik ve hatta sosyo ekonomik
özelliklerini dikkate alırsak, bir felsefeci için şehrin
irdelenmesinde zaruret vardır.
Özel ilgi alanı olarak şehir üzerinde
düşüncelerini vereceği için önce böyle bir tasnif
yapmış ve sonra bütün içindeki bu parçanın
meselelerine eğilmiştir. Bunu belirttikten sonra,
onun bu konuya bakışına yönelebiliriz:
Arapça bir terim vardır: “Şeref ’ül mekân
bil mekîn” Bir mekânın şerefini yücelten orada
yaşayanlardır. Farabi, bu mantıkla şehri ele alır
ve orasının “Fazıl Şehir” olma ön şartını, bu şehri
yöneten insanların kalitesine bağlar. Aslında o
“Şehir nedir?” sorusuna cevap ararken şehrin
tanımını şöyle yapar:
“Fâzıl Şehir, tam sıhhatli bir vücuda benzer.
Bu vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaratılış ve
kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün
iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalp –
adında bir uzuv- varsa bu hâkim uzva mertebece
yakın olan uzuvlar ve bunların birbirleriyle sıkı
münasebetleri bulunan diğer uzuvlar varsa bu
tabii uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri
güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı
uzuvlar varsa, şehir de böyledir. Yani şehri teşkil
eden unsurlar, yaratılışta çeşitli ve birbirlerinden
üstün yapıdadırlar. Bunların arasında riyaset
vazifesini gören bir insanla, mertebece ona yakın
başka kimseler bulunur. Bunların her biri kendi
kabiliyet ve mertebelerini reisin gayelerine uygun
bir surette kullanır. Bu yüksek rütbe sahiplerinin
emrinde başka kimseler bulunduğu gibi, bunların
da emrinde başkaları bulunur. Mertebeler
silsilesiyle (sıralamayla) böyle alçala alçala nihayet
en aşağı tabakalara varılır ki bu sonuncular, artık
başkalarına emretmeyip yalnız aldıkları emirleri
yerine getirirler.”
Farabi, bundan sonra doğrudan “şehrin
niteliği”ni etkileyecek temel faktörler üzerinde
durur ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştirir
ve şehri yönetecek insanın böyle bir görevi
üstlenmesindeki temel disiplini de açıklar:
“Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir
adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin,
siyasete tabiat ve yaratılışı ile müstaid (istidatlıkabiliyetli) bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve
iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır.”
Bundan sonra bu yeteneklerin detayına girer
ve böyle bir şehir yöneticisinde bulunması gereken
önemli vasıfları sayar:
“Üzerinde hiçbir kimse bulunmayan reis:
O, fazıl şehrin önderi ve birinci reisidir; o hem
fazıl milletin reisi hem meskûn olan yeryüzünün
reisidir. Bu hâl ancak, doğduğu an iki meziyeti
kendisine toplayan kimseye nasip olur:
Evvela vücudunun tam ve her uzvunun
kıvamında olması lazımdır ki vazifesini kolayca
yapsın.
Sonra kendisine söylenen her şeyi tabiatıyla
iyi kavrayıp anlaması lazımdır ki hem söyleyenin
maksadını hem de söz konusu olan şeyi olduğu
gibi anlasın.
Sonra hafızası kuvvetli olmalı ki anladığı,
gördüğü, işittiği ve sezdiği her şeyi iyi bellesin ve
unutmasın.
Sonra uyanık ve zeki olması lazımdır ki
gördüğü en ufak delili anında fark edip yerinde
kullanmasını bilsin.
Sonra güzel konuşmasını bilmeli ki zamirindeki
her şeyi açıkça izah etsin.
Sonra öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmesi, buna
kendini kaptırmış olması ve her şeyi kolayca
öğrenmesi lazımdır ki öğrenme ve öğretme
yorgunlukları ona ne ıstırap versin ne de onun
vücudunu hırpalasın.
Sonra yemeye, içmeye, kadınlara düşkün
61
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
olmaması ve tabiatıyla oyundan sakınması
lazımdır.
Sonra doğruluğu ve doğruları sevmesi,
yalandan ve yalancılardan nefret etmesi lazımdır.
Sonra ulu olması, ululuğu sevmesi lazımdır
ki utandırıcı şeylere düşmesin ve tabiatıyla hep
yüksek şeyleri arasın ve gümüşle altın gibi şeylere
ve diğer dünyalıklara göz koymasın.
Sonra adaleti ve adalet ehlini sevmesi,
istibdattan, zulümden ve zalimlerden nefret
etmesi lazımdır ki hem kendi akrabasından, hem
başkalarından hak arasın, onları hakka davet etsin,
istibdat kurbanlarının imdadına yetişsin, iyi ve
güzel bildiği her şeyi desteklesin.
Sonra mutedil mizaçta olmalı ki kendisinden
adalet istendiği zaman şiddet göstermesin, titizlik
ve aksilik etmesin; fakat istibdada ve kötülüğe
davet edildiği zaman şiddet ve aksilik göstersin.
Sonra büyük bir azim ve irade sahibi olmalı ki
zaruri bulduğu şeyleri gerçekleştirmek hususunda
cesaret göstersin, korkak yahut yumuşak olmasın.”
Farabi, bu şartların doğal olarak bir kimsede
toplanmasının güç olduğunu da hatırlatır ve hiç
olmazsa bu şartlardan beş altısını kendisinde
bulundurana bu görevin verilmesi gerektiğini
söyler: “Bu da olmaz ise, halk uygun bulduğunu
kendi
yönetiminin
başına
getirmelidir.”
der. Bunun da beş ayrı maddede zikrettiği
özelliklerini sıralarken kendisinden önceki adil
şehir yöneticisinin uygulama geleneğini devam
ettirmesinin önemine vurgu yapar, bu da olmaz
ise, bu şartları ayrı ayrı kendisinde bulunduran
bir koalisyonun şehri yönetmesi gerektiğini söyler.
Bir şehrin yıkılmasına zemin hazırlayan tek şartın
ise, “Hikmet”i kendisinde bulunduracak bir
yöneticinin olmamasıdır. Bunu şöyle izah eder:
“Hikmet, riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün
-diğer şartlar bulunsa bile- fazıl şehir yöneticisiz
kalır. Şehri idare eden reis olmayınca şehir
tehlikeye maruz olur. Kendisine teslim olacak bir
hâkim bulamayan şehir, gecikmez yıkılır!”
Filozofumuz
burada
‘Hikmet’ten
ne
kastettiğini açıklamıyor ancak verdiği tanım,
“Vahye dayanan tebliğin tatbikçisi ve adil olması”
gerektiği şeklindedir.
Şehir yöneticisinden ibaret değildir elbette.
İyi bir yöneticinin olması, bir şehrin iyi olmasına
yetmez. Halkının da yöneticisinin niteliklerini
kavrayacak ve uygulayacak vasıfta olması gerekir.
Farabi bu hususa da dikkatimizi çeker ve şehirlerin
niteliklerini şöyle anlatır:
“Fazıl şehre aykırı olan şehirler şunlardır: Cahil
şehir, fasık şehir, değişmiş şehir, şaşkın şehir. Fazıl
şehre aykırı olan fertlerden de şehir belalarını
(belalı kimseleri) saymak lazım.
Cahil Şehir: Öyle bir şehirdir ki, halkı, saadeti
ne tanırlar ne düşünürler. Kendilerine öğretilse
bile ne onu kabul ederler ne de ona inanırlar.
Onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazat
(başıboş) olmak, saygı ve itibar kazanmak gibi
şeylere hayatın gayesi nazarıyla bakarlar.
Bu şehir başka bir sürü şehirlere ayrılır:
Zaruri Şehir: Bunun halkı yaşamak için yiyecek
içecekten, giyecekten, evden ve kadından ancak
zaruri olan miktarla yetinirler ve bu şeyleri elde
etmek için birbirlerine yardım ederler.
Değiştirici Sarraf Şehir: Bunun halkı ancak
servetlerini artırmağa çalışırlar. Topladıkları
serveti başka uğurda kullanmayıp onu hayatın
gayesi addederler.
Bayağılık Bedbahtlık Şehri: Bunun halkı
hayatın maddi zevkine düşkündürler. Yemek
içmek, şehvet peşinde koşmak, tahayyüle dalmak
gibi şeyleri, hele eğlence ve şakayı her şeyden
üstün tutarlar.
Haysiyet Şehri: Bunun halkı başka milletler
arasında ün ve itibar kazanmak, övülmek, saygı
görmek şan ve şöhretlerini artırmak için el ele
verirler.
Tagallüb (Zafer) Şehri: Bunun halkı başkalarını
ezmeye fakat başkaları tarafından ezilmemeye
çalışırlar. Bütün zevkleri zaferden ibarettir.
Cimai Şehir: Bu şehir halkı başıboş yaşamayı,
dilediklerini yapmayı severler.
Bu şehirlerin halkları, kralları tarafından
istedikleri gibi idare edilirler.
Fasık Şehir: Düşünce itibariyle fazıl şehirlerden
fark edilmezler. Ulu ve aziz Allah’a fazıl şehir halkı
gibi inanırlar Fakat işleri cahil şehir halkının
ileridir.
Değişmiş Şehir: Eskiden fazıl şehir halkı gibi
düşünüp yaşarken başka fikirlerin tesiriyle değişmiş
ve başka türlü çalışıp yaşamaya başlamışlardır.
Şaşkın Şehir: Dünya hayatından sonra saadete
kavuşacaklarını zannetmekle beraber, Allah-u
Teâla hakkında fasık fikir güderler.
62
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Bu şehirlerin yöneticileri fazıl şehir
yöneticilerinin zıddı sayılırlar, halkı da öyledir.”
Farabi’nin idealindeki şehir, “Fazıl Şehir”dir.
Ona göre, bu şehrin halkının da önemli nitelikleri
olmalıdır. Böyle bir şehirde yaşayan halk niye
yaşar, nasıl yaşar, bunların da disipline edilmiş
olarak anlatılması gerektiğinin üzerinde durur.
Ona göre insanların ‘aidiyet duygusu’ ile ‘kolektif
sorumluluğu’ toplumu huzura götüren iki önemli
dikkat alanıdır:
“Fazıl şehir halkının bildikleri ve yaptıkları
müşterek şeyler bulunduğu gibi, bilimde ve işte
saadet merhalesine bu iki şeyle varırlar: Biri, ferdi
başkasına bağlayan beraberlikle. Diğeri, ferdi
mensup olduğu zümreye bağlayan beraberlikle.
Her fert bu iki saadete ulaşmak için çalıştığı
takdirde üstün bir ruh seviyesine ulaşır.”
Farabi, şehirleri, kültür ve medeniyetin tek
belirleyicisi, yücelticisi ve yayıcısı olarak görür.
Şehirlerin bu niteliklerine evvela iyi bir yönetici ile,
sonra eğitilmiş bir halk ile varılacağını söyler. Ona
göre, bir yapı yığınından çıkıp şehrin insanileşmesi,
için yöneten ile yönetilenin vasıfları çok önemlidir.
Eğitilmemiş bir toplumun adaletinin zulme
dönüşeceğinin altını çizer ve “Fasık şehir halkının
adaletini zorbalığın hâkimiyeti” olarak açıklar.
Hatta bunların inançlarındaki takva hâllerinin
bile samimiyetten uzak istismara yönelik bir
yaşama biçimi olduğunun altını çizer.
Yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate alırsak
Farabi, Aristo ve Eflatun’dan etkilenmiş olsa bile,
İslami disiplin içinde bir şehir hayatından yanadır.
Eflatun’un devlet anlayışında özel mülkiyeti
reddedilir, kadın dahi ortak sayılır, çok tanrılı bir
inanç sistemi vardır.(3) Farabi’nin dikkatli bir
Müslüman felsefeci olarak bunları benimsemesi
mümkün değildi. Şehirler, onun tanımıyla ‘fazıl’
ve ‘fasık’ olarak ikiye ayrılsa da, burada yaşayan
insanların tamamını bu iki belirleyici ortak nitelik
etrafında toplamak pek mümkün değildir. Fazıl
şehirde pek ala kötü insanlar da bulunabilir. Zaten
kendisi de yöneticilerinin istenilen bütün vasıfları
taşımasının güçlüğünde söz eder ve hiç olmazsa
bunlardan birkaçını kendisinde bulunduranın
şehrin reisi olması gerektiğini söyler. Fasık şehirde
de kuşkusuz iyi insanlar bulunacaktır. Ancak
çoğunluğun hâkimiyetiyle böyle bir sınıflandırma
dikkate alınmış olmaktadır. Kendi ömrünü
Bağdat ve Halep’te sultan saraylarında geçirmiş
olmasını düşünürsek bir anlamda himayelerinde
bulunduğu devlet erkânına taşımaları gerektiği
tavrı tavsiye etmiş olmalıdır.
Burada dikkate alınması gereken bir önemli
husus, felsefeci kabul edilen Farabi’nin şehrin
tanımını yaparken daha çok sosyolojik hususları
dikkate almış olmasıdır. Şehirlerin fiziki dokusu
kadar beşerî dokusunun önemi elbette göz ardı
edilemez.
Şehir her şeyden evvel bir sosyal muhit
oluşturur ve onun içinde varlığını sürdürür.
Bundan dolayı da siyasi ve sosyal özelliği yanında
bir de yerleşim hususları, varlığını koruyup
sürdürme stratejisi vardır. En önemlisi de şehrin
iç ve dış güvenliğidir. İyi bir yönetici şehri iyi
idare eder, ama güvenlik konusunda zaaf varsa,
bu yöneticinin gücünü de aşabilir. Bakınız bizim
o yıllardaki tarihimizde bu yönde çok önemli bir
uyarı yapılmıştır. “Börteçine’nin vefatından sonra
evlatları birbirinden ayrılırlar. Bunlar Çinlilerle
savaşırlardı. Bunlardan biri Çin şehirlerini görmüş
ve aynı şekilde şehir kurmak istemiş, ancak
kumandanlarından biri: ‘Efendim, biz Çinlilerin
onda biri kadarız. Bizim kuvvetimiz ancak serbest
kalıp hareket etmemizdedir. Hâlbuki şehir halkı
kafeste yaşar gibi surlarda yaşarlar’(2), diyerek buna
karşı çıkmıştır. O yıllarda da bu güvenlik kaygısının
aşıldığını sanmıyoruz. Ayrıca, geçinme yollarının,
iş, meslek ve sanat sahibinin, zanaatkârlığın,
ulaşımın, altyapı hizmetlerinin hem yönetenler
için, hem de halk için ciddi bir sorun olduğu
aşikârdır. Şehircilikte yöneticinin en büyük sorunu
bunlarla başlar. Bu, günümüzde de geçerliliğini
koruyan bir ana problem alanıdır. Elimizdeki
çalışmada, bu dikkat noktalarına karşı herhangi
bir uyarıcı bilgi pek yoktur. Anlaşılan kendi şehir
anlayışında işin maddi tarafını değil, sadece beşerî
tarafını düşündüğünü göstermektedir. Buna
rağmen, Farabi gibi bir mütefekkirin, on asır
öncesinde şehircilik meselesine ilgi duyması, kabul
etmek gerekir ki olağanüstü bir öngörüşlülüktür.
Türk-İslam toplumuna musikide, şiirde, felsefede
yeni anlayışlar getiren bir insanın, şehri bu gayretin
dışında tutması düşünülemezdi. Galiba onu üstün
insan konumuna taşıyan da bu yanı olsa gerektir.■
63
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
İnsan, değer ve eğitim
LEVENT BAYRAKTAR*
"...insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla
bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek kendisini
inşa etmesine paralel olarak; kültür ve medeniyetler
de tıpkı insanoğlu gibi yüce değerlerle sağlıklı ilişkiler
kurarak var olur, varlığını idame ettirir ve geliştirirler."
İ
nsan hakkında bir hüküm veya tanım
vermek gerektiğinde ilk akla gelen
onun düşünen ve konuşan varlık olarak
betimlenmesidir. Şüphesiz bu tanım yanlış olmamakla beraber eksiktir. Çünkü insanoğlu,
düşünme ve konuşma yetilerinin yanı sıra en
az onlar kadar önemli bir diğer ayırıcı özelliğe
daha sahiptir ki bu da bir değer varlığı olmasıdır.
İnsan ve değer ilişkisi bir madalyonun iki
yüzü gibidir. İnsan olmak, değerler evreni içerisine doğmak ve orada yetişmek demekse, değer de ancak bir insan tarafından yaşanmak ve
temsil edilmek yoluyla belirginlik kazanır. Bu
yüzden “insan ve değer” biri olmadan diğerinin düşünülemeyeceği bir kavram çifti oluş-
*Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve
Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü
turur.
İnsanın değer veya değerlerle tanışması
eğitim yoluyla mümkündür. Zira tabiatta değer değil olgular vardır. Olgular, sebep-sonuç
ilişkisi çerçevesinde meydana gelmektedir. Tabiat, determinizm ve nedensellik yasaları düzeninde işlemekte ve araştırılmaktadır. Fakat
konu insan olduğunda onun bilimsel açıdan
incelenmesi ve açıklanması yetersiz kalmaktadır. Çünkü insanoğlu, karmaşık bir varlık
olarak sadece bilimin, sırlarını çözebileceği bir
varlık değildir. İşte bu yüzden insanın anlaşılabilmesi için onun meydana getirdiği kültür
ve medeniyetin de irdelenmesi zorunludur.
Bu meseleye bir de insanın ihtiyaçları penceresinden bakmak gerekirse; insanoğlunun
sadece maddi ve fizyolojik ihtiyaçları karşılanarak mutlu olabilen bir varlık olmadığı görülür. Dolayısıyla insan söz konusu olduğunda,
zorunlu olarak karşımıza, maddi ve fizik ger-
64
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Değerler, insan kalabalıklarını anlamlı birliklere ve
sosyal varlıklara dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler,
normlar, inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için sadece
bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde anlam
ve birlik kazanarak, anlaşma, dayanışma, yardımlaşma
ve belki de en önemlisi birlikte varolma aşamalarını
gerçekleştirebilmektedir.
çeklik içerisinde betimlenemeyecek ve tüketilemeyecek bir alan çıkıyor ki bu da “değer”
alanıdır.
İnsanoğlu, değerle/değerlerle ilişkiye geçmeden ve bilinç sahibi olmadan önce sadece
bir biyolojik varlık konumundadır. Değerler o
biyolojik varlığı “insan” mertebesine çıkarırlar. Ancak bu bir süreç işidir. İnsan olmak, bir
oluş ve tekâmül içerisinde gerçekleşir. Böylece
değerlerin insanoğlunu manevi bir tekâmül
sürecine soktuğunu ve bu oluşun bir kerede
bütün zamanlar için tamamlanmış bir doğasının olmadığını fakat kemale doğru bir seyir
olarak betimlenebileceğini fark ediyoruz.
Değerleri düşünmeye başlayınca mutlaka fark edilmesi gereken bir diğer husus da
insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla
bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek
kendisini inşa etmesine paralel olarak; kültür
ve medeniyetler de tıpkı insanoğlu gibi yüce
değerlerle sağlıklı ilişkiler kurarak var olur,
varlığını idame ettirir ve geliştirirler.
Sosyolojik açıdan bakıldığında ise değerlerin dinî, millî ve insani hayatın temelini
oluşturduğu görülür. Değerler, insan kalabalıklarını anlamlı birliklere ve sosyal varlıklara
dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler, normlar, inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için
sadece bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde anlam ve birlik kazanarak, anlaşma,
dayanışma, yardımlaşma ve belki de en önemlisi birlikte varolma aşamalarını gerçekleştirebilmektedir.
Böylece değerlerle ilişki/irtibat kurmak
ve onları yaşamak, temsil etmek, geliştirmek
insanoğlu için en temel ve hayati imtihan konumundadır. Zira değerlerle irtibatı öncesinde
sadece biyolojik ve fizyolojik bir varlık olan
insan, değerler sayesinde ve vasıtasıyla metafizik ve manevi bir varlığa dönüşmekte, İslamî
bir dille söylemek gerekirse “eşref-i mahlûkat”
mertebesine yükselmektedir.
Gelinen bu noktada değerler eğitiminin
önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Çünkü yukarıda da belirtmeye çalıştığımız
gibi insan olmanın ve insan soyunu devam ettirebilmenin biricik yolu insanoğluna bir değer
varlığı olduğu bilincini kazandırabilmekten
geçmektedir. Zira “değer endişesi”nden uzaklaşılan bir dünyada insanoğlu kendisini sadece
bir beden varlığı olarak görmekte ve yeryüzünde bulunuş gayesini de bedensel zevklerinin
tatmini derekesine indirgemektedir.
Oysa insanoğlu, başlangıçta da söylendiği gibi bir tekâmül varlığıdır. Ve bu tekâmül
sadece biyolojik sahada değil, asıl kültür,
medeniyet ve manevi sahada cereyan etmektedir. Böylece değerler eğitiminin dayanması
gereken temel prensip; insanoğlunun madde
ve mana bütünlüğü olarak, manevi tekâmülü
ile gerçek manada insan olabileceğinin şuurunu kazandırmak olmalıdır. Ancak böylelikle
“insan, insanın kurdudur” algısına dayalı bir
dünyadan; “insanların en hayırlısı, insanlara
hayrı olandır” prensibinin hâkim olduğu bir
dünyaya ulaşılabilir.■
65
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Güzellik ile hakikat arasında
MİLAY KÖKTÜRK
Ö
nce edebiyat filizlendi, sonra felsefe neşvünema
buldu; önce güzellik
algılanıp kurgulandı,
sonra hakikat peşine
düşüldü. İnsanın güzellik ile hakikat arasında bitmeyen yolculuğu başladı. İlk başta
duygusal çağlar yaşandı, sonra akıl çağları
başladı. Hayal dünyasında kurgulanan evren tasarımı mitosu ve mitik söyleyiş
biçimlerini oluşturdu; sonra varolanın
duyusal/akılcı açıklama denemeleri
kendisini gösterdi ve bu sürece logos
dendi.
Bu öncelik ve sonralık, birbirini
izleyen iki insanlık durumundan olduğu kadar insan varlığının ikili doğasından da kaynaklandı. Duygu varlığı olmak birincil varoluş kategorisini
teşkil ettiğinden, ilk başta duygusal
yoğunluk dışa vurulmalıydı. Edebî
etkinlik buradan beslendi. İkincil varoluş kategorisini teşkil eden ise akıl
varlığı olmaktır. Aklın hükmünü icra
Felsefede edebiyat
hep var oldu. Felsefî
üslup edebî üslubu
bir gölge gibi takip
etti. Edebiyatta da
felsefe varlığını
hissettirmekten geri
kalmadı. Felsefe bir
kez doğduktan sonra,
edebiyat felsefesiz
yapamadı. Felsefe
de edebiyatı rahat
bırakmadı. Aslında
edebiyat ile ilişki
kurma zorunluluğu
hep felsefeden
geldi. Teorik olarak,
edebiyat felsefeye
kayıtsız kalabilir, ama
felsefe edebiyata
kayıtsız kalamazdı!
66
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
edişi daha geç gerçekleşir. Yaşama pratiği bu
minvalde tezahür eder. Zaten çocukluk çağları duyguların, yetişkinlik çağları aklın hükümranlık çağları değil mi! Sözün özü şu ki,
varoluşsal bakımdan ve tarihsel süreçte tablo
böyledir. Buna paralel olarak, pür akılcı bir
etkinlik olarak felsefe, insani doğadaki bu
sıralamaya uygun şekilde, edebiyattan sonra
kendisini göstermeliydi, öyle de oldu!
Bir eser
Bir ve aynı varlığın ürünü olarak edebiyat
ve felsefe, doğaları gereği, iki yol güzergâhını
yansıtır. Edebiyat duygulanım yaşayan insanı,
felsefe her şeyi akıl terazisinde tartan zihinsel
varoluş sahibi bireyi temsil eder. Nasıl aynı bireydeki iki yapısal nitelik birbiriyle ilişkilenmeksizin varlığını sürdüremiyorsa, edebiyat ve
felsefe de birbirine kayıtsız ve birbiriyle ilgisiz
ve ilişkisizce var olamazdı, olamadı da! Ama
bu ikisinin ilişkisi çoğunlukla gerilimli oldu.
Onların ilişkisinin soruşturulması da bir o kadar güçlük içermekteydi. Çoğu sanat veya düşünce insanı bu çetrefil soruna şöyle bir değinip uzaklaşmayı tercih etti. Ancak kısa zaman
önce seçkin bir düşünce insanı, Vefa Taşdelen,
Felsefeden Edebiyata (Hece Yayınları, Ankara
2013) adlı eseriyle bu gerilimli ilişki üzerine
kapsamlı bir inceleme ve derinlemesine bir çözümleme yaptı.
“Edebiyat ve Varoluş” başlıklı ilk bölümde çeşitli insani etkinlik biçimleri ile edebiyat
ilişkisinin tartışıldığı görülmektedir. İkinci
bölümde ise edebiyat ile felsefe karşılaştırılmakta, “edebiyattaki felsefe-felsefedeki edebiyat” başlığıyla ve bu başlık altındaki çözümlemelerle, bu ikisinin ayrılamayacağı dile getirilmektedir. İfade biçimlerinin, edebî türlerin
ele alındığı bir sonraki bölümde ise şiir, masal,
mektup ve biyografi incelenmiştir. Edebiyat
eğitimi ve çocuk edebiyatına ilişkin incelemelerle devam eden eser, edebî ve felsefî metinlerin karşılaştırılmasıyla sona ermektedir. Bu
kitap, gerek konularının kapsamı gerekse akışı
göz önüne alınınca, bir felsefecinin kalemin-
den çıkan ve edebiyat ile felsefeyi karşılaştıran
seçkin bir eser olarak kendisini göstermektedir.
Felsefe ve edebiyat
Edebiyat, felsefeciler tarafından felsefi bakışın merceği altına yatırıldı. Edebiyatçılar
kendi pencerelerinden felsefenin nasıl göründüğüne dair çok fazla bir şey söylemediler.
Onlar arasında ‘felsefe önemlidir, felsefesiz
olmaz’ şeklinde genel yargılara hep rastlandı.
Bazı felsefe hareketlerinin edebiyattaki etkisi
buna kanıt olarak gösterildi. Fakat edebî perspektiften felsefe analiz edilip soruşturmaya
tabi tutulmadı; çünkü edebiyatın görevi analiz
ve soruşturma değildi.
Felsefe edebiyatın doğasını, edebî etkinliği
ve edebî eseri kendine konu edindi. Örneğin,
felsefenin bakış açısından, “kalem yalnızca
yazan bir nesne değildir; gören göz, hisseden
yürek, kaygılanan vicdandır da.” (s.20) Dolayısıyla bu kalemden dökülen yazı nesnel varolanlar arasında bir nesne türü mevcudiyet
değildir. “Yazı duygusal, zihinsel, toplumsal
ve ruhsal deneyimlerin en yoğun biçimde yansıdığı bir alandır. Bu galeride olası insanlık
durumları, ruh hâlleri, davranış biçimleri sergilenir. İnsan yazarken, varoluş bir kez daha
varoluşsallaşır.” (s.22)
Varoluş bir eylem ve bir bilinç biçimi içinde
varoluştur. Bu bilinç biçimi varolana basitçe
iliştirilmiş bir eklenti değil, dünyaya katılım
tarzıdır. Dünyaya etkin olarak katılabileceğimiz gibi edilgin olarak da orada yer alabiliriz.
“Yazma bilinciyle baktığımızda, dünyanın
edilgen bir nesnesi olmaktan çıktığımızı hissederiz. Bu bize, sanki dünyayı evirip çevirme,
onu yeniden kurma, yeniden kurgulama ve bu
şekilde insanlık için bir dilekte bulunma fırsatı verir.” (s.20) Bu imkân varoluş biçimini
dünyaya edilgin katılım olmaktan çıkarır ve
özneye kendi bireysel mevcudiyetini aşabilme
yolu açılır.
Yazma eylemi ve bu eylemle vücut kazanan
yazı, içerdiği ruhsallık bakımından, nesnel
67
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden
yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası yok
edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak bir
derinlik kazanır. Derinliğin huzur ve sükûneti sığ olanın
gürültülü çağıltısından daha değerlidir. “Felsefeden
Edebiyata”nın satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz.
varolanlar arasında bir varolan değil, varoluşun nabız atışını her bilince sunan bir nefestir. O, varolan ve varoluşu keşfe çıkan bilinç
içindir. Bu yönüyle “…yazı varoluştan çıkar ve
yine varoluşa döner. Diğer varoluşsal edimler
ise varoluştan çıkarlar, ama bir bilinç ve bakış
olarak varoluşa geri dönmezler. Bu nedenle bir
romanı, bir öyküyü bir şiiri okuduğumuz zaman, duygularımızın, insanlık kavrayışımızın
zenginleştiğini hissederiz.” (s.25)
Felsefe sanatsal etkinliklere her ne kadar
güzel ve güzelliği konu edinen ‘estetik’ çerçevesinde baksa da, bu bakış biçimi, edebiyat söz
konusu olduğunda yetersiz kalır. Çünkü diğer
sanatlarda ‘biçim’e sinmiş duygusal yoğunluk
vardır; edebiyatta ise duygu ‘akıcı biçim’e, söz
düzenine kaynaklık teşkil eder.
Ritm ve ahenk duygusunu bedensel figürlere dönüştüren insan bununla yetinmedi ve
duygusal yoğunluğunu ötekine bizzat bildirmek istedi. Bundan söz sanatları doğdu. Böylece duygular sözcüklerde ve sözcüklerle raks
etmeye başladı. Söz söylemek ise akılcılıkla
ve akıl düzenine uygunlukla karakterize olur.
Dolayısıyla dile gelen sözde sırf duygusallık
barınmaz. Orada aklın ayak izi de olmak zorundadır. Hepsi birden, varoluşsal zemini
anlatır. Bu bakımdan, “yazının varoluşsallığı
hem varoluşsal bir edim, hem de varoluşu anlamak, yorumlamak ve yeniden kurmak isteyen “varoluş üzerine” bir edimdir. O, hayatın
ve insan olmanın anlamını irdeler, bir varoluş
bilinci oluşturur.” (s.22)
Her ikisi de insandan hareket eder. Biri
pratik yaşamı, diğeri kuramsal dünyayı; biri
bilgileri diğeri yaşantıları dile getirir. (s.319)
Bu bakımdan da, edebiyat ile felsefenin ilişkisinde hep bir problem barınır. Çünkü temelde
biri duygunun diğeri aklın sesi/dışa vurumudur. Yaşama pratiğinde akıl ile duygu hep gerilimli ilişki içinde değil mi? Bazen biri diğerini derinden etkiler bazen diğeri birini! Bazen
biri diğerini kendisi olmaktan çıkarır, bazen
diğeri birini. Ama hiçbiri diğerinden kopamaz. Aynı kaynaktan akan bu iki yönelimin
ilişkisi sorunlu olduğu gibi, onların ete kemiğe
bürünmesi anlamına gelen ürün ve üretimlerin ilişkisi de sorunlu olur.
Felsefede edebiyat hep var oldu. Felsefî üslup edebî üslubu bir gölge gibi takip etti. Edebiyatta da felsefe varlığını hissettirmekten geri
kalmadı. Felsefe bir kez doğduktan sonra, edebiyat felsefesiz yapamadı. Felsefe de edebiyatı rahat bırakmadı. Aslında edebiyat ile ilişki
kurma zorunluluğu hep felsefeden geldi. Teorik olarak, edebiyat felsefeye kayıtsız kalabilir,
ama felsefe edebiyata kayıtsız kalamazdı!
Felsefe iyi ve kötü yönetimden, insanların
erdemli ve erdemsiz davranışlarından, sevginin ve güzelliğin ne olduğundan, mutluluğa
nasıl ulaşılacağından söz eder; sanat bunları
somut örneklerle betimler. Her felsefe biraz sanat kokmalı, her sanat eserinden biraz felsefe
bulunmalı.” (s.319) Her ikisi birbirini dışladığında, kuru, ruhsuz ve derinliksiz bir etkinlik
olacaktır.
Felsefe gibi kurgusal bir temele dayanan,
baştan aşağı kurgusal bir anlatı olan edebi-
68
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
yatın anlamı, yaşanmış gerçeklikle bağlantılı
kurgular dile getirmesi değil, anlattıklarını
anlatım biçimi ve anlatım gücüdür. Edebiyat
neyi niçin söylediğini gerekçelendirmekle yükümlü değildir. Lakin felsefe ise yargılarını temellendirmek zorundadır. (s.316) Her ikisi de
dil kullanır, ama aynı dilin iki farklı kullanımıdır bu! “Sanatın dili özü itibarıyla gündelik
dildir. Felsefenin dili, işlenmiş, kavramsal yapısı oluşmuş bir dildir. Özleri anlamaya, gelip
geçici olmayanı ortaya çıkarmaya yönelik bir
dildir. Sanatın dili aksine gelip geçici varoluş
alanını betimleyen bir dildir… tanımlamaya
değil ifadedeki güzelliğe yönelir.” (s.317)
Diğer yandan felsefe her şeyi kuşatma iddiası taşımaktayken, edebiyat sadece kendi
olgu ve ilgi alanıyla sınırlı bir varoluş kazandı.
Felsefe, bu evrenselci iddiası gereği, edebiyatı
da kuşatmalıydı. Bu temasın sonucu ise, edebiyatın felsefeyi âdeta eritip yeni kalıba dökmesi oldu; edebiyat felsefenin katı/kuru akılcı
söylemini sıcacık hâle getirdi. Yani ikisinin
teması her birinin diğerini zenginleştirmesiyle
sonuçlandı. Bu açıdan bakınca, bu iki etkinlik biçiminin ilişkisinin her zaman problemli
olduğu söylenemez. Zaten felsefe ile edebiyatın birbiri içinde kendi varoluşunu kaybetmesi
veya her ikisinin aynı etkinlik biçimi içine sürüklenmesi her ikisinin de yok oluşu anlamına
gelir. Zaten onlardan biri diğerini kendisi olmaktan çıkardığı zaman, onu geliştirmiş olmaz,
yıkmış olur.
Edebiyat ile felsefenin ayrı güzergâhlarda yollarına devam etmesi, doğaları gereği olması gereken bir şeydir. Çünkü ikisinin çıkış kaynakları
ve yönelimleri farklıdır; “edebiyat güzelliğe, felsefe hakikate yönelir. Birisinin hakikati duyusal
diğerininki zihinseldir. Biri duyulardan diğeri
akıldan beslenir. Biri gerçeği kavramsallaştırır,
diğeri betimler.” (s. 318) Buna paralel olarak da
“… edebî metin tekil olayları, olguları, hâdiseleri
anlatır, tekil varoluş durumlarından söz eder.
Felsefi metin tekil hâdiseler olgular peşinde koşmaz; her zaman bütüncül açıklamalar peşinden
gider.” (s.315)
Farklı kaynaklardan beslenen iki etkinlik biçimi ve bu süreçte doğan iki tür ürün, insanın
önüne elbette farklı ufuklar serecektir. “Edebî
metinde yazarın penceresinden seyrederiz dünyayı, felsefi metinde ise filozofun penceresinden.
Ancak edebî metin daha duygusal, daha özneldir. Felsefi metin kavramsal yapısıyla, edebî
metne göre daha nesnel ve evrensel bir nitelik arz
eder.” (s.317) İnsan dünyasının ise her iki etkinlik ve üretim biçimine ihtiyacı vardır.
Edebiyat da felsefe de varoluşun yansımasıdır. Varolmak ‘arada olmak’tır. Varolmakla doğum ile ölüm arasında yerimizi alırız. Bu seyahatte bir bugünden diğer bugüne geçip gideriz;
her bugün dün ile yarın arasındadır. Bu süreçte
etkin iç güçlerimizden biri akıl, diğeri duygudur; yaşamak akıl ile duygu arasında kalarak
nefes atmaktır. Kutupların adına ister theoria ve
praxis diyelim, isterse gerçek ve hayal yahut tasarım; hep ‘arada oluş’a batmış hâldeyiz. Arada
olmaklık bir insanlık durumu, bir vakıadır. O,
çok farklı görünümleri ve biçimleriyle kendini
gösterir. İşte iki etkinlik biçimi olarak felsefe ve
edebiyat iki ayrı olgu arasında kalmayı anlatır.
Edebiyat güzellik felsefe hakikat peşinde olduğuna göre, arada kalmış insan ikisinden de vaz
geçemediği için, arada kalmışlığını iki ayrı etkinlik ile aşmaya çalışır. Yani bu etkinliklerin
her ikisi de arada kalmışlıktan kurtulma hamlesi
demektir. Lakin iki ayrı nokta olması bakımından bu ikisinin bireyi sürüklediği mecra da farklı
olur: “Edebiyat bizi varoluş biçimleri ile karşılaştırır; sadece kendi varoluşumuz ile değil, başkalarının varoluşu ile de. Başkalarının yaşam öykülerine duyduğumuz merakın temelinde, başkalarının
varoluşu ile zenginleşme, o varoluş deneyimlerini
kendi varoluşumuza katma isteği vardır.” (s.315)
Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden
yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası yok edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak bir derinlik kazanır. Derinliğin
huzur ve sükûneti sığ olanın gürültülü çağıltısından daha değerlidir. “Felsefeden Edebiyata”nın
satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz.■
69
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
ÜLKEM
İ
n
s
a
n
Kastan ve kandan mufassal bir rüyaysa
Kusurlu bir yeryüzü çalgısıdır yaşamak.
Bir halk ki diliyle düdük yapmasını bilmez.
O dilde soru yok, ünlem yoksa neye yarar?
Güzel ülkem, yitiktir yüzündeki asma gülü.
Bodur şenliğinde bile kederin kızıl atları,
Bozulmuş patikalarda mavzer sesini seviyorsa
Beyaz bir gülü doğurmaz vakitsiz cemreler.
Kusurdur, gergefin sinesine girmeyen iğne ucu.
Kusurdur, gül yerine can düşüyorsa bir bahçeye.
TARIK ÖZCAN
70
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Şehir ve şair
MEHMET KURTOĞLU
İ
Diyorsun ki, “bir başka ülkeye,
bir başka denize gitmek istiyorum;
bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz.
Ama kötü yazgım peşimi bırakmaz ne yapsam,
ve kalbim şimdi burada gömülü bir ceset sanki.
Ruhum daha ne kadar katlanacak bu çoraklığa?
Hangi yana çevirsem yüzümü, ne yana baksam
Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma
Bunca yıllarımı heder ettiğim şu ülkede.”
Yeni bir ülke bulamazsın, arama sakın,
Bir başka deniz de bulamayacaksın.
Nereye gitsen bu kent senin ardından gelecek,
Aynı sokaklarda dolaşıp duracaksın yine,
ve yaşlanacaksın aynı, hep aynı mahallede,
hep aynı evlerde ağaracak saçların.
Ve dünyayı bir uçtan bir uca dolansan da
Dönüp bu kente geleceksin sonunda.
Yanılma sakın, bir başka gelecek umma,
ne seni bekleyen bir gemi var limanda
ne de beklediğin bir başka çıkar yol.
Nasıl tükettiysen ömrünü şurada, şu köşecikte,
Öyle kıydın demektir ona, tüm yeryüzünde.”
Konstantinos Kavafis
nsanın kişiliğinin ve kimliğinin oluşumunda en önemli olgulardan biri hiç kuşkusuz yaşadığı şehirdir. Bu yüzden şehrin
insan kaderini belirleyici bir özelliği vardır. Meşhur bir tanımla söyleyecek olursak, insan şehri
imar eder, şehir de insanı inşa eder. Bu yüzden
toplumbilim ve hemşerilik olgusu çıkmış, bu
yüzden belli coğrafyada yaşayanların belli renk ve
davranışları oluşmuştur. Napolyon’un ‘coğrafya
kaderi belirler’ sözünü yalnızca stratejik bir bağlamda değil, aynı zamanda insan ve toplum bağlamında da ele almak gerekir.
Şehir şair ilişkisini de bu çerçevede değerlendirdiğimizde genel manada şehir ile insan, özel
anlamda şehir ile şair arasında derin ve güçlü bir
bağ olduğunu görürüz. Bunu belki de en güzel
Firuzan dile getirmiş ve “benim iki öğretmenim
var, birincisi annem, ikincisi şehrim” diyerek
özetlemiştir. Türk ve dünya edebiyatında hiçbir şair yoktur ki, doğup yaşadığı şehirle özdeşleşmemiş olsun. Balzac, Baudleare’ı, Hugo’yu
Paris’ten, Dickens’i Londra’dan, Dostoyevski’yi
Saint Petersburg’tan, Yahya Kemal’i Necip Fazıl
ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı İstanbul’dan, Attila İlhan’ı İzmir, İstanbul, Paris’ten, Ahmet Arif ’i
Urfa ve Diyarbakır’dan ayrı düşünemezsiniz. Bu
şairler doğup yaşadıkları şehirleri öylesine özümsemişlerdir ki, o şehirler olmadan bu şairleri, bu
şairler olmadan o şehirleri tanımlamak mümkün
değildir. Mehmet Akif Ersoy ve Sezai Karakoç
gibi medeniyet şairlerimizin şiirlerinde ise bütün
bir ümmet coğrafyasını bulmak mümkündür. Şiirlerinde İslam coğrafyası, İslam’ın kutsal ve kadim şehirleri vardır. Öyle ki, bu şairlerin şiirlerinde şehirler ete kemiğe bürünür, adeta dile gelir,
71
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Üstat’ın deyişiyle mermerlerin nabzında tekbirler
çarpar.
Şehir ile şair arasındaki ilişki nefrete dönüşse
dahi, o nefrette gizli bir mensubiyet, aidiyet saklıdır. Örneğin şehir vandaliziminden kaçan şair
ve yazarlar, doğup yaşadıkları şehirlere nefretlerini kusarken dahi, gerçekte o şehirle olan ilişkilerini ve bağlarını dışa vurmuş olurlar. Çünkü
şairin şehirle yaşadığı ilişkinin sonucudur oluşan
duygu. Şehre duyulan öfke, şehre duyulan sevgiden kaynaklanır. Mesela Cemil Meriç’in düşünce
dünyasında kitap ve şehir önemli bir yer tutar.
Meriç’in zihinsel dünyasında ve kişiliğinde yaşadığı Antakya’yı, okuduğu roman, hikâye ve şiirlerde ise hayal ettiği Paris’i göz ardı ederek onu
tanımlayamazsınız. Bohem yaşadığı Antakya’da
Paris rüyası görmüş biridir. Şehri zihninde hep
bir kadın olarak tasavvur etmiştir. Çünkü gençliğinin geçtiği Antakya’nın bohem dünyasının bir
üst noktası Paris’tir. Zira onun doğup büyüdüğü
Antakya, o dönemlerde Fransız kültürü etkisinde, çok dilli çok kimliklidir. Bırakıp giderken bu
şehri, gerçekte yine ona benzeyen bir başka şehir
aramıştır. Çünkü o bu şehirdeki aşklarını, romanlardan tanıdığı Paris’te bulabileceğine inanmıştır.
Bu yüzden her yazar ve şairin bir ilk şehri bir de
varmak istediği bir şehri vardır.
Şairlerin şehirleri olduğu gibi, şehirlerin de
şairleri vardır. Şehirler ve şairler birbirine öylesine anlam katarlar ki, kimin kimden etkilendiğini
ayırt etmek zorlaşır. İstanbul Yahya Kemal ile anlam bulur, Süleymaniye dile gelir, camiler, çeşmeler, sebiller, tepeler ve deniz estetik bir fotoğraf
oluşturur, şehir gözümüzde azizleşir. İstanbul’u
herkes görmüştür ama hiç kimsenin onu azizleştirmek gibi bir derdi olmamıştır. Onun azizleşmesi için Yahya Kemal’i beklemesi gerekmiştir.
Şair ve şehir arasındaki bu ilişki öylesine güçlüdür
ki, şairler, Yahya Kemal’de olduğu gibi şehirleri
dönüştürür, şehirler ise şairleri. Şehirler, şairlerle
anlam ve ruh bulurlar. Şehirlerin ruh mimarları
azizler olduğu söylenir, ben buna şairleri de katıyorum. Tıpkı Cahiliye Araplarının şairleri yükledikleri insanüstü güç ve gizem gibi şairlerin de
şehirlere tıpkı azizler gibi gizem güç kattığına inanıyorum. Divan şairi Nâbî, uzun süre Halep’te
kaldıktan sonra İstanbul’a döner ve yazdığı bir
gazelinde şöyle bir ifade kullanır:
“Sûdâgeran-ı şehr-i Stanbul’a arz eder
Nâbî bu nev-kumaş Haleb yadigârıdır”
Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak,
“Tüccarlar şehri İstanbul’a arz eder
Nâbî, bu yeni kumaş Halep hediyesidir”
Şair burada tüccardan maksat şairleri kastetmiş, kumaştan maksat da şiiri. Şair, bir yandan
yaşadığı Halep’in kumaşıyla kendi şiirini örtüştürürken diğer yandan kaliteli Halep kumaşıyla şiirinin büyüklüğünü ima etmiştir. İstanbul
şairlerine de işte şiir görün bağlamında meydan
okumuştur. Nâbî’nin bu gazeliyle Halep ile olan
bağını ortaya koymuş, merkez-taşra ayrımında
Halep’in başkent İstanbul’dan geri kalmadığını
vurgulamak istemiştir.[1] Onun bu şiirde yaptığı
şey, gerçekte İstanbul’u karalamak değil, on beş
yılının geçtiği Halep’e olan aidiyetini göstermektir. Bilindiği gibi onun üç şehri vardır, doğup
yaşadığı Urfa, hayali ve güzelliğiyle büyülendiği İstanbul ve uzlete çekildiği şehir Halep’tir.
Nâbî’nin kişiliğini ve sanatını şekillendiren bu üç
şehri bilmeden onu tanımlayamayız.
Şairlerin, şiirlerinde anlattıkları şehirler gerçekten var olan şehirler midir? Pek sanmıyorum.
Şairlerin anlattıkları şehirler ile hakikatte var olan
şehirler arasında büyük bir uçurum vardır. Şair,
tıpkı âşık olduğu güzeli bambaşka bir şekilde algıladığı gibi şehirleri de bambaşka algılar ve öyle
anlatırlar. Gördüğünüz, yaşadığınız şehir ile şairini anlattığı şehir hiçbir zaman örtüşmez. Çünkü
şairler, şehirlere bambaşka anlam ve ruh verirler.
Zira şair, şehirden aldığı ilhamla görünen şehri
değil, o şehre kattığı ruhla yeni bir şehir inşa eder.
Bu Necip Fazıl’ın;
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar”
diye ifade ettiği hakikattir. Yine şehirlere şairlerin
kattığı anlam ve ruh bağlamında usta şair Sezai
Karakoç’un medeniyet perspektifinden bakarak
ve ruhunu katarak yazdığı şehirlere bakmak yeterli olacaktır. Örneğin Köpük şiirinde:
“Ve gül Nemrudun yaktığı ateşte açan
1. Nâbî’nin başka gazellerinde İstanbul’u sanat ve
edebiyatta ayrı bir yere koyduğu, taşranın merkez
karşısında sönük kaldığını anlattığı gazellerini
unutmamak gerekir. Zira Nâbî, İstanbul sevgisini her
zaman farklı tutmuştur.
72
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Koncalanan açılan gelişen İbrahim’in elinde
Tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara
Urfa’da yıldızların yıldızdan ayın aydan
Günün günden fazla bir şey olduğu orada
Uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza
Kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta
İçilemeyen bir su bardakta
Aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarda”[2]
Mısralarıyla anlattığı Urfa, Nemrut, İbrahim, mağara, kutsal balık gibi somut isim ve
mekânlarla tasvir edilmesine rağmen, soyut olarak ateşin gül bahçesine dönüşmesi, balıkların
kutsallığının aklı aşan boyutunun anlatılması,
İbrahim ve Nemrut mücadelesine gönderme
yapılması ve bütün bunların şairin zihninde ve
gönlünde uyandırdığı duygularla yeni bir Urfa
fotoğrafı oluştuğunu görürüz. Ve bu oluşan Urfa,
hakikatteki Urfa değildir, şairin yeniden anlam ve
duygu katarak inşa ettiği soyut bir Urfa’dır. Daha
açık ifadesiyle şairin Urfa’sıdır.
Şairlerin içinde şehirleri görmeden ama gören
birinden daha güzel ve daha iyi anlatan bir şair
varsa eğer, sanırım o yalnızca Sezai Karakoç’tur.
Özellikle Sezai Karakoç’un İslam medeniyetinin
şehirlerini anlatması böylesine bir duygu ve tasavvurun sonucudur. Onun şiirlerinde Mekke,
Medine, Kudüs, Şam şehirleri önemli yer tutar,
bazen İslam şehirleriyle Batı şehirlerini medeniyet bağlamında karşılaştırır. Bozulan ve Batı uygarlığının şehirlerini ‘Batık Şehirler’ diye tanımlar
ve İslam şehirlerini ise tanrısal ve insani olarak
anlatır. İslam medeniyetinin gelecekte ‘Diriliş
Sitesi’den doğacağını muştular. Tanrı şehri olarak
tanımladığı Kudüs’ü ise şöyle tasvir eder:
“Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen
şehir
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri
Yeşile dönmüş türbelerin demiri
Zamanın rüzgâr gibi esen zehriyle
Ve yatırlar patır patır kaçıyor geceleri
Boşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibi
Kaçıyorlar Lût şehrinden kaçar gibi
Tuz heykele dönüşmemek için Tanrı gazabıyla
Susmuş minarelerin azabıyla
Yıkılmış cami kubbelerinin ıstırabıyla
Ve şehit kemiklerinin bakışı bir başka bakış
2. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.135, Diriliş yay.
2006, İstanbul
Artık burada taş bile durmak istemez
Ve ayı görmek istemez zeytin ağaçları
Eğilerek selamlamazlar hilali hurmalar
Artık ne Zekeriya ne İsası var
Sararmış bir tomar mı mucizeler
Ölülerin dirilişi şifa veren kelimeler
Ve ne de Miraçtan bir iz
Yerden yükselen kaya
Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri
Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız
yüreklerin”[3]
Şehir yaşanmışlıkların, şair duygu ve hissedişlerin sözcüsü. Şehir zamanla kadimleşir, şiirin gücü zamana direnciyle ölçülür. Binlerce
yıl dillerden düşmeyen şiirler vardır. Binlerce yıl
her şeye rağmen zamana direnen şehirler vardır.
Şehir ve şair veya şiir ve şehir bazen öylesine özdeşleşirler ki, kimin kimi var ettiği, kimin kime
anlam kattığını bilemezseniz. Örneğin İstanbul,
Bursa, Konya, Ankara, Erzurum Tanpınarlaşmış
şehirlerdir. Zira bu “Beş Şehir’i Tanpınarsız anlamak, Tanpınarsız gezip görmek mümkün değildir. Onun gözüyle bakarsanız Bursa’da zamanın
farkına varır, Konya’da Selçukluyu duyumsar,
Erzurum’da türkülerin şehrin muhayyilesindeki
yerini anlar, Ankara’da milli mücadeleyi görür
ve İstanbul’da ihtişamlı Osmanlı medeniyetinin
izlerini sürersiniz. Şehirler Tanpınar ile adeta yeniden anlam kazanır.
Büyülü şehirler vardır her şaire ilham, her
sanatçıya malzeme verir. Bu tür şehirleri görüp
duygulanmamak, etkilenmek mümkün değildir.
Doğu’da Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Bursa, Konya, Urfa, Mardin, Batı’da Roma, Venedik,
Paris, Prag… Örneğin İstanbul ve Paris’e anlam
katan birçok şair ve sanatçı vardır. Yine Mekke,
Medine, Kudüs üzerine binlerce kitap yazılmış,
binlerce şiir söylenmiştir. Mekke’yi Kudüs’ü,
İstanbul ve Urfa’yı görüp de şiir yazmamış şair
hemen hemen yok gibidir. Adı geçen bu kadim
şehirler, bazen şairleri öylesine etkimişlerdir ki,
hiç beklemediğiniz şiirler yazmalarına vesile olmuştur. Egzotik ve mistik bir yanları vardır bu
şehirlerin. Her göreni adeta sarsar. Örneğin Urfa,
modern zamanlarda mimari ve sosyal yaşam olarak ortaçağda kalmış bir şehir görüntüsü verir.
Şehrin dini kimliği ise gelen giden herkesi etkiler,
3. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.628, Diriliş yay.
2006, İstanbul
73
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
metafizik bir dünyaya, mistik bir havaya sokar.
Örneğin ateist/seküler olduğu söylenen Ahmet
Kutsi Tecer gibi bir şair, Urfa’da öylesine mistik
bir şiir yazar ki, şairini tanımakta zorlanırsınız.
“Bir gece Urfa’da Halilürrahman’da
Su ay doğduğu garip zamanda
İçimde hicranlı bir bülbül sesi
Aklımda seccade bir gül bahçesi
Üstümde yıldızlar önümde havuz”
diye başlayan uzunca şiiri gerçekten hem Türk
edebiyatında metafizik derinliği, mistik yönü oldukça ağır basan bir şiirdir. Bu şiir aynı zamanda
Urfa için yazılmış en güzel şiirlerden biridir. Şehrin şaire ilham vermesi ve şair-şehir ilişkisi bağlamında üzerinde düşünülmesi gereken bir şiirdir.
Urfa’nın bir de feodal ilişkilerini, Güneye mahsus
duyarlılığını folklorik bir duyarlılıkla anlatan Ahmet Arif ise, A.Kutsi Tecer’in tersine şehri dindar
ve mistik olmanın ötesinde öfkeli, kavgacı ve mücadeleci olarak tasvir eder ve şöyle seslenir:
“Vurun ulan
Vurun
Ben kolay ölmem
Ocakta küllenmiş közüm
Karnımda sözüm var
Haldan bilene
Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını
Üç nazlı selvi
Ömrüne doymamış üç dağ parçası
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hasım, dağların çocukları
Fransız kuşatmasına karşı koyanda”
Ahmet Arif, Urfa’da gençliğinin geçmesine ve
yaşamasına rağmen şehrin dini kimliğinden daha
çok geleneksel ve folklorik kimliği üzerinde yoğunlaşmıştır. Şehir ona başka bir ilham vermiştir.
Onun şiirlerinde Urfa yiğitliği sembolize eder.
“Mavzer değil kürek tutar Urfalı Nezif ” diyerek
hem Urfa’da üzerine ağıt yakılmış bir kabadayıyı
anlatır hem de Otuzüç Kurşun şiirinde anlattığı
tarihi bir olaydan Urfa Kurtuluş Savaşı’na geçer
ve “Babam gözlerini verdi Urfa önünde (…) Fransız kuşatmasına karşı koyanda” diye yazar. Urfa’yı
başka bir sevdiğini söyleyen Halide Nusret ise,
Durup şen yüzüne bakasım gelir
Gönlümden kaygıyı atar bu Urfa”
diyerek şehrin kendisinde oluşturduğu sevgiyi dile getirir. Urfalı doğumlu şairlerde ise şehir
daha başka bir hal alır. Onların şehre bakışı, dışarıdan bakanlar gibi değildir. Kimisi M.Akif İnan
gibi ‘Ağlayan Şehir’ adıyla yazdığı şiirde:
“İhmalin vefasız alçak hükmüne
Sabırla elini bağlayan şehir
Haşmetli devrinde gördüğü güne
Bakıpta anarak ağlayan şehir”
diyerek derdiyle hem hal olmuş, kimisi de Halil
Gülüm gibi
Meczup muhibbesin bir sende bulsa
Cem’in meclisleri sende kurulsa
İçin cennet dışın cehennem olsa
Sanma ki, içine dönerim Urfa”
diyerek şehre küskünlüğünü dile getirmiştir. Şehir aynı şehirdir fakat şairlere verdiği ilham farklı
farklıdır. Urfa örneğinde olduğu gibi bir şehrin,
birkaç şairin bakışıyla birbiriyle çatışan anlamlar
ürettiğini görürsünüz. Örneğin İstanbul, Attila İlhan’ın şiirlerinde bohem ve seküler bir şehir olarak tasvir edilirken, Necip Fazıl ve Sezai
Karakoç’ta ikilem yaşadığını ve “Karacaahmet
ağlarken, Beyoğlu’nun tepindiğini” görürsünüz.
Bir başka şairin şiirinde, örneğin Yahya Kemal’de
İstanbul estetikleşip kristalleşir daha doğrusu aziz
bir şehir olur.
Tabi şehir şair bağlamında, şairin düşünce ve
duygu dünyasını şekillendirin en önemli hakikat,
hiç kuşkusuz doğup yaşadığı şehirdir. Şair doğup
yaşadığı şehirden neyi almışsa onu şiir, roman,
hikâye veya bir başka şekilde mutlaka şehre fazlasıyla iade eder. Böylece şehir şaire, şair de şehre
anlam ve zenginlik katmış olur. Şehirleri tanımak
ve tanımlamak istiyorsanız şairlerin şiirlerine, şairleri tanımak istiyorsanız doğup yaşadıkları şehre
bakınız. Sahi ne demişti Edip Cansever bir şiirinde:
“Taşları cevherdir takasım gelir
Otunu gül gibi kokasım gelir
74
“insan doğduğu yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına
Suyunda yüzen balığına
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının tepelerinin dumanlı eğilimine”■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Tabelalar, şair ve şehir
SÜLEYMAN DAŞDAĞ
Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle beslenip
dünyaya açılan ve dünya edebiyatında adeta sanatı ile
sökülmesi mümkün olmayan bir mıh gibi duran bir başka
şairimiz de “Cahit Sıtkı Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu
isimle de bir tabela aracılığıyla tanışacaktım.
N
e zaman bir tabela görsem, 1970
yılının başlarında, doğuda il ilçe
demeden memur olarak çalışan
babamın tayininin çıktığı Diyarbakır’ı hatırlarım. Gideceğimiz yerin o günün ölçeğinde büyük bir şehir olduğunu söyleyen annem, “Orası
büyük şehirdir. Dikkatli olmazsanız kaybolursunuz” deyince merak ve endişem daha da artmış ve kaybolmamak için kendimce yöntemler
düşünmeye başlamıştım. Üst üste gibi duran taş
evleriyle aklımda kalan Bitlis’teki iki katlı taş evden eşyaların kamyona nasıl yerleştirildiğini hiç
hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, komşularımızla sarmaş dolaş ağlaştığımız sırada komşularımızdan birinin söylediği; “Camiler Medreseler/ Komşum geldi deseler/ Bir kuş kadar canım
var/ Veririm isterseler” manisiydi.
Eşyalarımızın yüklendiği kamyonun şoför
mahallinde annem, babam ve kardeşlerimle
“Büyük olarak aklıma işlediğim şehre” doğru
yol alırken, ailesinden ilk kez ayrılmış birer evlat
gibiydik. Eşyalarımızın o dar sokaklardan na-
sıl olup da kısa sürede, Sobacı Yaşar’ın kiracısı
olduğumuz eve taşındığını da hatırlamıyorum.
Bizleri ailelerinden birer fertmişiz gibi bağrına
basan ev sahiplerimizin de geldiğimiz şehirden
göç eden bir aile olduğunu bilmek, o zamanlar bana farklı ve güçlü bir güven duygusu da
vermiyor değildi hani. Hafta başında, daha önce
tasarladığım gibi, duvarların kenarından adımlarımı sayarak ilk köşeyi döndükten sonra on
metre ötede olan ve evimize toplam yirmi metre uzaklıkta olan İsmet Paşa İlkokulu’na gidip
eve dönünce, okul yolunu öğrenmiş ve ilk sınavı
geçmiştim. Akşamüstü evin o kocaman avlusundan çıkıp bitişikte sağda bulunan fırınından
ekmek almaya giderken, yaklaşık yirmi metre
ötede sallanıp duran bir tabela gözüme ilişti.
Üzerinde “Ziya Gökalp Müzesi” yazıyordu. O
daracık sokakta, birkaç insan boyu yükseklikteki
duvarlarla örülü bu yapıdan içeri girince, ortasında iki katlı siyah bazalt taşlardan yapılmış taş
evlerle çevrili bir avlu olduğunu görmekte gecikmedim. Daha sonraları, yükseklikte birinci,
75
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
uzunlukta ise ikinci olduğunu sonradan öğrendiğim ve şehri bir kalkan balığı gibi çevreleyen
surlarını gördüğümde ise, bazalt taşların belleğine kazınmış gizemli ve bir o kadar da sıcak
kimliğiyle Diyarbakır’ın herkesi kucakladığını
hissettim.
Bir tabelanın çekim gücüyle tanıdığım Ziya
Gökalp’in, Türkçülük akımının en önemli isimlerinden biri olduğunu ve Dünyadaki Türkleri
birleştiren güçlü bir Türk devleti kurulması idealine sahip olduğunu babamdan öğrenecektim.
Ziya Gökalp’in surlarla veya sınırlarla çevrelenemeyecek kadar büyük bir şair, yazar ve düşünür
olduğunu zihnime o gün kaydettim. Zihnime
kaydettiğim böylesine donanımlı bir şairin bir
şehri, bir ülkeyi etkileyebileceği, hatta sınırlar
ötesini kolaylıkla etkisi altına alabileceğini düşünmem o günlerin eseridir. Yani şair isterse şehirden daha etkin olabilir. Diyarbakır’ın uzun
yıllar Ziya Gökalp’in ideallerine uygun bir şehir
olarak kalmış olması ve duvarların onu zapt edememesi bu düşünceyi doğrular niteliktedir. O
halde, “Yaşadığı şehirden etkilenip zihinsel anlamda oraya hapsolan şairler yerel, diğerleri ise
ulusal hatta ötesi ruhları okşayabilir” şeklinde
düşünmek mümkündür. Bir başka deyişle, “Şehir var şairi hapseden, hükmeden ve şehir var
şairi dizginleyemeyen” de denebilir.
Şairi hapseden ve hükmeden şehir denince
akla ilk gelen elbette İstanbul’dur. İstanbul’da
nefes alıp veren, can kulağıyla bu şehri dinleyip
etkilenmeyen şair var mıdır? Bilinmez. Ancak
İstanbul’un bile hapsedemediği şairler olduğunu görünce, ne kadar etkileyici de olsa şehrin,
zihinlerine pranga vurmamış bir şair ve düşünürü sınırlayamadığı söylenebilir. Bu nedenledir
ki, Ziya Gökalp Diyarbakır’ın hapsedemediği,
ünü ülke sınırlarını aşan evrensel bir kalemşor
olmuştur. Benzer şekilde, “Yaşamak bir ağaç gibi
tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine” diyen Nazım Hikmet de bu tezi doğrulayan bir
başka değerimizdir. “Her ne kadar Ziya Gökalp
ve Nazım Hikmet farklı dünyaların kalemleri
gibi düşünülse de, ikisinin de “Aynı ülkenin gü-
zel günlere yelken açması” ideali olduğu unutulmamalıdır. Nazım Hikmet’in “Türk dilinin
gücünü dünyaya ispatlamış olduğu gerçeği” de
bu fikri doğrulamaktadır. Dolayısıyla, zamana
çakılmış birer mıh olan bu iki değerimizi, kardeş
bir ormanın özgür birer ulu ağacına benzetmek,
belki de en doğru olandır.
Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle
beslenip dünyaya açılan ve dünya edebiyatında
adeta sanatı ile sökülmesi mümkün olmayan bir
mıh gibi duran bir başka şairimiz de “Cahit Sıtkı Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu isimle de
bir tabela aracılığıyla tanışacaktım. Dolayısıyla, tabelaların benim hayatımda başka bir yeri
vardır. Yılın son aylarıydı. Diyarbakır’ın en eski
ve tarihi yerleşim yerlerinden biri olan Cami
Kebir Mahallesinden ayrılıp Yenişehir Semtinde bulunan Viktorya Apartmanındaki evimize
taşınmıştık. Çok sevdiğim ve hala saygıyla andığım öğretmenim Fatma Tekin, “Bu çocuğu
ben mezun edeceğim” şeklinde ısrar edince, bu
mahalleyle bağımın sürmeye devam etti. Okula
gidip gelirken, her gün geçtiğim o daracık sokaklardan birinde gözüme çarpan bir başka tabela sallanıyordu; “Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi”.
Günün birinde merakımı yenip müzenin içine
girdiğimde, bazalt taşlarla örülmüş bir başka
muhteşem evle karşılaşmıştım. İnsan bu evde
gerçekten dünya ölçeğinde bir şair olabilirdi.
Bu tabelaların sahiplerinin etkisiyle olsa gerek, ilerde seçeceğim meslekle hiç ilgisi olmayan
edebiyata ve özellikle şiire ilgi duymaya başlamış
ve arkadaşlarımın çaktırmadan sevdiği kızlara
aşk mektupları yazmaya başlamıştım. O günlerde bir kızla birlikte dolaşmak o kadar da kolay
olmadığı için, yazılan mektup bir fırsatı bulunup kızın eline tutuşturulur ve yanıt beklenirdi.
Eğer yanıt olumlu ise benim işim ikiye katlanırdı. Çünkü işin ikinci aşamasında kıza şiir yazmak kalıyordu. Bu da genellikle bir kızın kalbine giden engelleri ortadan kaldıran son darbe
olurdu. Aşkın, hayatın şairi olan ve “Kabirde
böceklere ezberletirim güzelliğini” diyerek son
noktayı koyan bu dahi ile gerçek anlamda tanış-
76
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
mam da, bu günlerde satın aldığım şiir kitabıyla
başlar. Hangi şiirini okusam çarpılıyor, belki bir
hafta şiirin vurucu etkisiyle, duygular denizinde kulaçlar atıyordum. Bir insan nasıl oluyor da
bu kadar güçlü ifadeleri kağıtlara değil, ruhlara
işliyor, zihinlere mıhlıyordu anlayamıyordum.
Kendisi farkında mıydı? Bilemiyorum. Ama
ben hala bu inanılmaz kalemi oynatan ilahi bir
desteğin olduğunu düşünmekteyim. Onun ülke
sınırlarının ötesini de bilen, donanımlı bir dahi
olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Böyle bir
deneyime duygu kasırgaları ve İstanbul’da eklenince ortaya “Cahit Sıtkı Tarancı” çıkmıştı. Dolayısıyla, ne zaman daracık bir sokakta bir tabela
görsem Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’yı anar ve
güçlü ruhların daracık sokaklara hapsolamayacağını düşünürüm.
Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’nın ülkeye mal
olmuş sanatçılar olduğunu daha ortaokuldayken öğrenmem de yine tesadüfidir. Babam
Cuma akşamları camiye giderken bazen beni de
yanında götürürdü. Her gittiğimde yaşlı, tonton
bir amca ile oğlunu görürdüm. Babam “Bak bu
doktor her Cuma akşamı babasını alıp buraya
gelir” der ve bu manzaraya gıptayla bakardı.
Galiba ilerde bizim de böyle olmamızı isterdi
ama ömrü yetmedi. Günün birinde, yaşlı amcanın İstanbullu ve çalıştığı yıllarda Laleli’nin
tek Müslüman diş hekimi olduğunu, oğlunun
görevi nedeniyle buraya geldiklerini, adının
Ziya ve oğlununkinin de Gökalp olduğunu öğrendiğimde hayret etmiştim. Baba ve oğulun
isimlerini birleştirince ortaya o deha çıkıyordu.
Bu yaşlı beyefendinin bir Ziya Gökalp hayranı
olduğu açıkça görülüyordu. Ahbaplığımız biraz daha ilerleyince, gelininin de bir Cahit Sıtkı hayranı olduğunu öğrenmekte gecikmedik.
Günün birinde gelin hanımla tanıştığımızda,
Cahit Sıtkı’ya olan hayranlığından söz etmiş ve
neredeyse onunla ilgili mini bir konferans bile
vermişti. Bu ailenin Diyarbakır’ı görmeden Ziya
Gökalp ve Cahit Sıtkı’ya olan bu içtenliği, surların bu şairleri zapt edemediklerinin önemli bir
göstergesiydi benim için. Bu kadar sevilen bu
iki şairimizin bana göre en ilginç noktaları ise
şiirlerinde doğup büyüdükleri şehre yeterince,
belki de hiç yer vermemiş olmalarıdır. Bu şairlerin bu yönlerini değerlendirmek ise, başlı başına
uzmanlarca ele alınması gereken bir konudur.
Buna karşın, “Hasretinden prangalar eskittim” diyerek “Demirin hasret karşısındaki aczini” dizeleriyle yüreklere işleyen “Ahmet Arif ”
i bu iki şairden ayıran önemli noktalardan biri
ise “Kah şehri solumuş, kah aşmış olması”dır.
“Kanadı kırık kuş merhamet ister/ Aaahhh!
Senin yüzünden kana batacak!/ Mona Roza siyah güller, ak güller” diyen ve dünyada alacağı
yolu henüz tamamlamamış olan Sezai Karakoç
ta, Diyarbakır’ın yetiştirdiği sıra dışı bir şairdir. Gizemi taşlarının karalığında saklı olan bu
şehrin bağrından kopan şairlerin ortak paydası
ise, “Yerelleşmeyi kabul etmeyip, bazalt taşların gizemli dünyasında yüzmeyi öğrenmeleri ve
ufukların ötesindeki ruhlara doğru kulaç atmış
olmalarıdır.” Dolayısıyla, “Yerelleşmenin yerel
tatlarının evrensel mutfağı keşfetmenin önünde
önemli bir engel” olduğunu görmüş olmaları,
bu şairleri insani duyguların birer temsilcisi haline getirmiştir. Bir başka deyişle bu kalemlerin
şehre hapsolmamış olmaları, ülkemiz ve ötesi
için birer şans olmuştur.
İnsani duyguların bir bedene, bir şehre, bir
ülkeye hapsolamayacak kadar mukaddes olduğu fikrine rağmen, yaşadığı şehre hapsolmak
isteyen şairlerin olduğu da unutulmamalıdır.
Şiirlerinde ağız veya yerel motifler kullanan bu
kalemler genellikle yerel tatlara hitap eder ve beğeni toplarlar. Genel olarak düşünüldüğünde,
tüm şairler için “yazılan şiirlerin hedef kitlesi,
şehir ve şair etkileşiminde galip tarafı belirleyen
önemli bir öğedir” denebilir. Şairin şehre hapsolması veya şehri aşması tamamen şairin tercihidir. Hangisinin doğru olduğu kararı ise okuyuculara kalmaktadır. Sonuç olarak, tabelaların
yaşamda beklenmedik etkilerinin örneklendiği
bu yazı, şiirsel bir püskürmeyle “Her insanın
kafasında var bir dünya/ Gezer dünya üzerinde
bir sürü dünya” şeklinde noktalanabilir.■
77
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
İstanbul'da bir garip Orhan Veli
ESRA AKPINAR*
İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim…
G
üzelin ve güzelliğin mısralara döküldüğü bir edebi tür olan şiir, şüphesiz
kendisine İstanbul’dan daha iyi bir
konu bulamazdı. Divan Edebiyatında adına nice
şehrengizler yazılan bu şehirler güzeli, modern
edebiyatta da unutulmamış, hakkında antolojileri dolduracak kadar şiirler yazılmıştır. Tarih
boyunca üç büyük medeniyete ev sahipliği yapan
İstanbul’un, Türk Edebiyatına en çok tesiri olan
şehir olması şaşırtıcı değildir. Mehmet Kaplan
Türk Edebiyatında İstanbul başlıklı makalesinde
İstanbul’un, sanatkârları derinden etkileyip onların fikir dünyasını şekillendirdiğini şöyle dile
getirmiştir:
“Fetih’ten sonra beş yüz yıla yakın Osmanlı
Devleti’nin başkenti olan ve nesiller boyunca Türk
zevk ve yaratıcılığının her sahada en mükemmel
örnekleriyle dolarak büyük bir medeniyet merkezi
haline gelen İstanbul, Türk edebiyatı üzerinde derin tesirler yapmıştır. Güzel ve çeşitli tabiat manzaraları, muhteşem sarayları, konakları, yalıları,
mabetleri, medreseleri, imalathaneleri, çarşıları,
eğlence yerleri ve mesireleriyle bu büyük şehir denilebilir ki, Türklerin yaşayış tarzlarıyla beraber,
hayat görüşlerini ve karakterlerini de değiştirmiş
onlara bir başka hüviyet vermiştir.”[1]
Zengin ve köklü bir geçmişe sahip olan
İstanbul’da bulunup da ondan etkilenmeyen,
eserlerine konu etmeyen sanatkâr yok denecek
kadar azdır. Türk Edebiyatı tarihinde üzerine en
çok şiir yazılan, bir dekor, bir zemin olarak gerek
şiirlerde gerekse diğer edebî türlerde çok geniş
bir şekilde yer bulan bir şehir olmuştur. Coğrafi
yönden ayrıcalıklı konumu, nesilden nesile aktarılan kültür mirası ve sanatçılara ilham verecek
kadar muhteşem doğal güzellikleriyle Türk Edebiyatının değişmez temalarından biri olmaya hak
kazanmıştır. Bu nadide şehir; günün her saatinde, her vaktinde orada yaşayanlar için eşsiz manzaralar çizerken; iki kıtayı birleştiren Boğazı’yla,
* Yaşar Ü., Türk Dili Okutmanı.
1. Mehmet Kaplan, “Türk Edebiyatında İstanbul”,
Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh
Yay., İstanbul, 2012, s.37
78
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
köprüleri ve emsalsiz Haliç’iyle, adaları, seyre doyulmaz tabiatıyla, zengin tarihi dokusuyla uzaktakilerin de hayallerini süslemektedir.
Orhan Veli'nin şiirlerinde İstanbul
Türk Edebiyatında şiir ve İstanbul, İstanbul
şairi denince şüphesiz akla ilk gelen isimler Nedim ve Yahya Kemal’dir. Ömer Faruk Akün’ün
ifadesiyle Türk Edebiyatına İstanbul’u tanıtan
Yahya Kemal’dir. Bu iki isimden bir adım sonra
da Orhan Veli gelir. Orhan Veli İstanbul’a Yahya Kemal’den farklı bir gözle bakar. Bu fark, insandan ve insanın yaşam algısı ve beklentisinden
kaynaklanır. Orhan Veli’de, Yahya Kemal’in her
bir noktasında tarihi ve kültürel geçmişini beraberinde taşıyan İstanbul yerine küçük, şehirli
insanın yaşamsal alanı olan bir İstanbul karşımıza çıkar. Yahya Kemal Kocamustafapaşa’yı
kültürün devamı içinde anlatırken; Orhan Veli
Kasımpaşa’yı, Galata Köprüsü’nü bir başka
anlatır. Burada tarihi perspektif terk edilmiş olur.
Bir tepeden İstanbul’u dinleyen, İstanbul’a türküler yazan Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul,
pek çok semtiyle kâh ana tema olarak yer alır,
kâh pitoresk bir zemin olarak karşımıza çıkar.
Orhan Veli’nin “Bütün Şiirleri” adlı eserinde
tüm yaşamı boyunca yazdığı şiirleri yer alır. 176
şiirin bulunduğu bu kitap üzerine yaptığımız
incelemede üç şiirde doğrudan İstanbul’u konu
alan şair, on yedi şiirinde de İstanbul’un çeşitli
semtlerini, günlük yaşamını söz konusu eder. Bu
sayı toplam şiir sayısına oranla az görülse de, şairin en bilinen, sevilen, Orhan Veli deyince akla
gelen şiirleri bunlardır.
Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte Garip
topluluğunun bir üyesi olan Orhan Veli, Türk şiirinde o zamana dek süregelen pek çok kaideyi
yıkmış, edebiyata yeni bir soluk getirmiştir. Bu
tavır onun konuları seçişi ve işleyişinde de görülür. Garip şiirinin son evrelerinde ayrı bir tema
olarak karşımıza çıkan İstanbul’un ele alınışı, o
zamana kadar yazılmış şiirlerdeki İstanbul’dan
farklıdır.
“1920’den 1950’lere kadar yazılan şiirlerde,
İstanbul’a duyulan sevgi ve bağlılık; şehir yoluyla
ulaşılan düşünce duyarlık ve inanç; şehrin farklı
mekânlarının gönderdiği tarihsel ve kültürel ha-
fıza; günlük yaşamalar içinde şehrin mekânlarına
yüklenen anlam ve işlevler birbirinden oldukça
farklıdır. Otuz yıllık kısa bir zaman dilimi göz
önüne alınırsa, poetik, tematik ve ideolojik açılardan Türk şiirinin en çeşitli dönemi Cumhuriyet
dönemidir. Doğal olarak bu çeşitlilik, mekân algısında sözü edilen farklılıkları beslemiştir. Örneğin,
kimi şairler, İstanbul’u, medeniyetin eşyaya sinmiş
hali olarak görürken; kimi şairler, aynı şehri, doğal
ve sıradan yaşamakların mekânı olarak görürler.
Şehri, insanda güzellik ve uyum düşüncesi uyandıran manzaralar olarak gösteren şairler olduğu gibi;
yoksulların ve varlıklıların uyumsuzluk içinde yaşadıkları bir çatışma alanı olarak gören şairler de
vardır.”[2]
Bu noktada Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul, doğal ve tarihi yönlerinden ziyade sosyal yapısı ile ele alınmış; İstanbul’da yaşanan günlük
hayat içerisinde ‘küçük insan’ın geçim sıkıntısı
anlatılmıştır. Artık İstanbul, mekân olarak metropol şehrin karmaşası içinde yalnız, küskün,
melankolik adama ev sahipliği yapmaktadır.
1914’ün İstanbul’unda, Beykoz’da doğan Orhan Veli’nin çocukluğu, Beykoz ve Beşiktaş’ta
geçmiştir. Bir süre Ankara’da yaşayan, işi gereği
Anadolu’nun bazı şehirlerinde dolaşan şair, hayatının son günlerini yine çok sevdiği İstanbul’da
geçirmiş, son nefesini de burada vermiştir. Kardeşi Adnan Veli, onun İstanbul tutkusu hakkında şunları söyler:
“Boğaziçi’ne hele Göksu deresine bayılırdı. Bu
derenin denize karıştığı noktadaki kırmızı eve oldum olası hayrandı. Balık tutmak, kürek çekmek,
yüzmek en hoşlandığı şeylerdi… Yürümekten hiç
bıkmazdı. Bazen Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek ıslık çalarak gittiği olurdu.”[3]
Buradan da anlaşılacağı üzere Orhan Veli’nin
hayatında ve şiirlerinde deniz ve su önemli bir
yer tutar. Bu deniz manzarasının içinde martı
da vardır. Hicret şiirinde pencereden bakan şair
denizi ve limanı görür. Bu muhteşem manzara
karşısında büyülenen şair için böyle bir şehri bı2. Mehmet Narlı, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan
Veli ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü.,
SBE Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.158
3. Adnan Veli Kanık, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957,
s.14-15
79
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
rakıp başka şehre gitmek ahmaklıktır. Ayrıca deniz manzarasını tamamlayan liman da önemli bir
unsurdur. Limanla birlikte direkler aklına gelir.
Orhan Veli’nin en bilinen şiirlerinden biri
olan ve şarkı olarak bestelenen Dedikodu adlı şiirinde kimi İstanbul semtlerinden bahseder:
Kim görmüş ama kim
Eleniyi öptüğümü
Yüksekkaldırımda güpegündüz?
Melahati almışım da sonra
Alemdar›a gitmişim öyle mi?
.....
Güya bir de galataya dayanmıştık
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu... (s.44)[4]
Kirli bir gün ışığı dökülecektir
....
Limanda sıra bekleyen gemilerin arasında
İnsanlar hayat mücadelesinde
Adamlar kadınlar çocuklar... (s.86)
Yol boyunca İstanbul hasretiyle yanan şair
sürekli gezip dolaştığı, sevdiği yerlerin hayalini
kurar:
Hele şu haliç vapuru
İskeleye yanaşsın
Yolcular çıksın hele
En güzel saati şimdi Eyüp›ün (s.88)
Bayram şiirinde Harbiye, Gemiler şiirinde Kız
Kulesi, Efkârlanırım şiirinde Üsküdar ve Beyoğlu gibi semtler, kahveleri, vapurları, iskeleleri ve
insanlarıyla söz konusu edilir. Garip şiirine kadar
söz konusu edilmeyen her türlü eğlence ve safahat âleminin merkezi Beyoğlu semti, ilk kez Orhan Veli’nin şiirlerinde karşımıza çıkar. Vesikalı
bir yâri olan, her türlü cinsel arzularını rahatlıkla
şiirlerinde dile getirebilen bir şair için, bu durum
şaşırtıcı olmasa gerektir. İstanbul’un önemli simgesel alanlarından biri olan Galata Köprüsü müstakil olarak bir şiire konu olmuştur. Galata Köprüsü adlı şiirde köprünün üstünde durup keyifle
gelip geçeni seyreden şair, görüş alanına giren
kürek çeken, olta atıp balık avlayan geçim derdindeki insanlara seslenir. (s.118) Yaşamak adlı
şiirinde fırsat bulup yarım gün dahi olsa Çamlıca
tepesine çıkıp boğazın güzelliği içinde kaotik hayattan soyutlanıp, o mavilik içinde kaybolup her
şeyi unutabilmek ister. Yol Türküleri adlı şiirde
Hereke’den yola çıkan şair İzmir, Düzce istikametinde yol alırken Düzce’de bir otel odasında
kederli bir halet-i ruhiye içerisinde İstanbul’u
düşler:
Galata köprüsü açılmak üzeredir
Kül rengi sulara
4. İncelemedeki şiir alıntıları şu eserden yapılmıştır:
Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 2012.
İstanbul Türküsü şiirinde İstanbul ana tema
olarak yer alır. Bu koca şehir içinde Boğaziçi’nde
fakir bir Orhan Veli tarifi na-mümkün kederlere
gark olmuştur.
Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:
“Istanbul’un mermer taşları
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
….
“İstanbul’un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum, duyurmayın anama;
El konuşur sevişirmiş bana ne?.... (s.74)
Rumelihisarı’nda denize karşı oturup “aman
aman”larla türküler söyleyen şair, mustarip halini
dile getirdikten sonra şiirin ilk bendinde söylediği
İstanbul’da Boğaziçi’nde Veli’nin oğlu fakir
bir Orhan Veli olduğunu dile getirdiği dizeleri
ile bitirir. Bu bize Rumelihisarı’ndan söylenen
sözlerin adeta bir yankı gibi Anadoluhisarı’ndan
geri döndüğü izlenimi uyandırır. Şair kendi
çaresizliğini mekânla türkü arasında bir ayniyet
kurmaya çalışarak verir.
İstanbulu Dinliyorum şiiri Orhan Veli deyince
belki de ilk akla gelen, onu İstanbul şairi yapan
eseridir. Hafif rüzgâr esintisi altında İstanbul’u
dinleyen, gözleyen, hisseden şair bu sinestetik
yapıyla bize İstanbul’un günlük bir panoramasını
sunar. “Şair, İstanbul’un değişik yönlerini birlikte
80
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
ele aldığı bu şiirinde, sucularıyla, Kapalı Çarsısıyla, Mahmut Paşasıyla, kaldırımda yürüyen yosmaları ve onlara laf atan bıçkınlarıyla İstanbul’u geniş
bir perspektif ve dinamik bir figüratif yapı içinde
sunar”[5]
Orhan Veli’nin sürrealist anlayışla kaleme aldığı adeta küçük bir çocuğun ağzıyla yazdığı Kapalı Çarşı şiirinde; Kapalı Çarşı’nın panoramik
olarak yer alırken esasında bir simge olarak kullanılmıştır. Mehmet Narlı’ya göre “Kapalı Çarşı
geçmişten güne uzanan ruhun; eski ile yeni arasında adı konulamayan özlemlerin; fizik ve metafizik
çağrışımların; ritimli ve karmaşık iç dünyaların
simgesel mekânı olarak, birçok şair tarafından dile
dökülmüştür”.[6] Şair burada, İstanbul’un kültürel ve sosyal zenginliğini vurgulamak maksadıyla
Kapalı Çarşı’yı simgeleştirmiştir. Onun nezdinde Kapalı Çarşı, eski sandık odalarında saklanan
eski eşyalar gibi eski hatıraların da yer aldığı kapalı bir kutudur.
Beyaz Maşlahlı Hanım şiirinde bir eski
İstanbul güzelinden bahseder. Bu hanımefendi
bir cuma günü Kalender’den sandala binmiş, bir
elinde şemsiyesi ötekinde yelpazesi ile Göksu’ya
mesireye gider. (s.231)
İstanbul İçin şiiri isim olarak İstanbul adını
taşımakla beraber mekânsal olarak hiçbir ibare
bulunmamaktadır.
Türk şiirinde devrinde sokaktaki adamın dili
ve yaşamını şiire taşıyarak yeniliğini ortaya koyan
Orhan Veli Kanık, doğduğu ve hayran olduğu
İstanbul’u şiirlerinde sıkça kullanmıştır. Zaman
zaman şiirin ana konusu olan İstanbul ve semtleri, zaman zaman -doğrudan doğruya söz konusu
edilmese bile- küçük adamın yaşadığı mekân olarak arka planda varlığını hissettirmiştir. Orhan
Veli’ye kadar yazılan İstanbul şiirleri işleyiş bakımından onda bir kırılma yaşar. Orhan Veli’nin
İstanbul’u her türlü sevinci de kederi de içinde
barındıran günlük hayat telaşının mekânıdır. Bununla birlikte onun müthiş bir ritmi ve güzelliği vardır. Nitekim “Bir Şehri Bırakmak” şiirinde
Hakan Sazyek, Cumhuriyet Dönemi Türk
Şiirinde Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara,
1999,s. 161
5.
yaşadığı ve gördüğü kendi İstanbul’unu anlatır.
Onun sevdiği kadın, doğduğu köy, geçmişi, ölmüşleri hep bu şehirdedir.
Sanat görüşü gereği toplumsal içerikli şiirlerden yana olan Orhan Veli, şiirleri aracılığıyla
toplumun sorunlarına neşter vurup hiç çekinmeden eleştirilerini dile getirir. Cumhuriyet döneminde aldığı göçle toplumsal bir yapılanmanın
ve dönüşümün sancısını çeken İstanbul´un sokaktaki yaşantısını şiirine taşır. Bu hayat içerisinde aşktan, eğlenceye, kederden hüzne kadar her
şeyi bulmak mümkündür. Kısacası Orhan Veli
İstanbul’u, Yahya Kemal’in aksine tarih, sanat ve
kültür kenti olarak değil, cıvıl cıvıl insanlarıyla
kalabalık, meyhaneleri, aşkları ve tüm yaşanmışlığıyla kutsallığını kaybetmiş bir şehir olarak
anar. ■
Kaynakça
Ercilasun, Bilge, Orhan Veli Kanık (Hayatı, Sanatı ve
Eserlerinden Seçmeler), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 1998
Gümüş, Semih, Orhan Veli Kanık, KTB Yayınları, Ankara, 2011
Kaplan Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012
Kaplan, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012
Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri-2, Dergâh Yayınları,
İstanbul, 2012
Kanık, Adnan Veli, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957
Kanık, Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012
Narlı, Mehmet, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan Veli
ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü., SBE
Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.157-171.
Sazyek, Hakan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde
Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999
Tuncer, Hüseyin, Garipçiler I. Yeniciler, Akademi Kitabevi, İzmir, 1997
Yetiş, Kâzım, Türk Edebiyatında İstanbul’un Fethi ve
Fatih, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2005
6. Mehmet Narlı, a.g.e., s.167
81
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
BEN ÖYLE GÜZELİM
azm ü cezm ü kasd ile..
kırk harami kırıklığında
üzerime toz konduruldu
belirmiş sızılı sazlı sözlü hâin
recm imiş rejme rujunu unutturan
kırktan eksilen otuzdokuzunda
pat. pat. pat. kuş vuruşu.
ağaçtan silkelenen
politikmişim güya sevmelerimde
tutar varsa tutumlu olsan
ne yazar yazgı sorunumu
İSMAİL KEMAL DURHAN
82
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
İMDAT AVŞAR
ile hikâyeciliği üzerine
Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli ilim
adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi olarak
gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya çıktığımı
ve Anadolu insanını tipler şeklinde anlattığımı
ve bu tipler etrafında gerçekleşen olayları
canlı yaşayarak anlattığımı söylediler.
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
İmdat Avşar
1967 yılında Kırşehir-Kaman’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Kaman’da
tamamladı. 1989 yılında Kırşehir
Eğitim Yüksekokulunu bitirdikten sonra, öğretmenliğe başladı. 1993-1997
yılları arasında İnönü Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Eğitim Yöneticiliği
ve Denetçiliği Anabilim Dalından
mezun oldu. 2007 yılından bu yana
yazdığı şiir ve hikâyeler ile tanındı.
Avrasya Yazarlar Birliği ve Dünya
Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi olan
Avşar, Türk dünyasının ortak edebiyat
dergisi Kardeş Kalemler’in yazı
kurulundadır.
2009 yılında, Kültür Bakanlığı ve
Yozgat Valiliğince düzenlenen Abbas
Sayar Hikâye Yarışmasında, Şehnaz
Hanım Koleji adlı hikâyesi ile birincilik ödülünü alan İmdat Avşar, 2012
yılında ise Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği
tarafından Soğuk Rüya eseriyle yılın
hikâyecisi seçildi.
Edebiyatımızda Anadolu’nun, bozkırın yazarı olarak tanınıyorsunuz. Biraz yetiştiğiniz muhiti anlatır mısınız? Tasvirlerinizde Anadolu insanının bakış açısı var. Tasvirlerinizi,
hayal dünyasını şekillendiren maziniz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Ben bozkırda doğdum, bozkırda büyüdüm. Bozkırın yaşantısı çok zengin çok renklidir aslında. Bozkır adı hiç kimseyi yanıltmasın. Bozkır kuru çorak yer gibi algılanıyor; ama
bitki örtüsü açısından en zengin iklim türü bozkırdır. Küçük
yaşlardan itibaren olaylara ve çevreye karşı aşırı bir dikkatim
vardı. Belki de bu yaratılıştan gelen bir özellikti; bilemiyorum. Fakat yaptığım her işte gözlediğim her olayda farklı bir
yan bulurdum. Öte yandan sözlü kültürle beslenme açısından da son derece şanslıydım. Ebem, annem, babam, daha
doğrusu yaşadığım köyde, bulunduğum muhitte son derece
zengin bir sözlü kültürü de yaşanmaktaydı. Babamdan Köroğlu destanını, Dede Korkut hikâyelerini dinledim. Bunun
yanında masallar anlatırdı. Orijinal masallar da anlatırdı. Bu
masalların bir kısmını ben derledim, bir kısmı hafızamda
duruyor; ilk fırsatta bunları da mutlaka yazacağım. Sonradan kaynaklara baktım, varyantlarını veya aynılarını bula83
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
madım. Şimdi bütün bunlar birleşince zengin
bir çocukluk yaşantısı oldu benim hayatımda.
Tabiatla iç içe, sözlü kültürü büyüklerimden
dinleyerek yoğruldum. Zengin bir çocukluk
atmosferi yaşadım. Mesela Aytmatov’da da
çok zengin bir çocukluk yaşantısı var; kaldı ki
eserlerinin büyük bir bölümü ya bir çocuğun
gözünden anlatılıyor ya da kahraman bir çocuk.
Sultanmurat’ta, Cemile’de o çocukluk yaşantısının izlerini bulmak mümkün. Dolayısıyla
çocukluğun zengin bir yaşantıyla geçmesi daha
sonraki hikâyelere de kaynaklık eden unsurlardan biridir.
Bir yazar mı olacaktım, bunları yazacak mıydım, bunlar sadece hafızamda yaşayacak mıydı,
bütün bunları çocuk yaşta bilmiyordum. Bir
şeyleri daha güzel anlatma, daha farklı anlatma
daha farklı ifade etme gibi özellikler vardı, çocukluğumdan hatırlıyorum. Ve şunu da eklemek
gerekir: Ben aklımın ilk yettiğinde ağlarken tanıdım annemi. Annem çok güzel bir ezgiyle ağıtlar
söylerdi. Annemin görüntüsü hafızamda 37-38
yıl önce; şimdi 43 yaşındayım. Yani aklımın ilk
yetmeye başladığında annemin siması geliyor
aklıma, kilim dokurken günlük işleri yaparken
sızlanıp ağıtlar söylerdi. Kafiyeli, vezinli sözler
söylerdi. Dolayısıyla oradan da bir kulak dolgunluğu var. Babamın babaannesine Âşık Karı
derler, bir kadınmış. Ben onu tanımadım. Çok
güçlü şiirler söylemiş bir kadın. Günümüzde de
var onun şiirleri. Ailede, gelenekte böyle şeyler
vardı. İlkokul üçüncü sınıfta okuyordum. İlginç
bir anım var, onu anlatmak istiyorum. Bizim ev
köy evlerinden biraz farklıydı; çünkü bizim evde
radyo vardı. 1973 yılından bahsediyorum; pilli
bir radyomuz vardı. Elektrik henüz yoktu köyde. Pilli radyo köyde birkaç evde vardı. 1974’te
Kıbrıs çıkarmasında bütün kadınlar, ihtiyarlar
bizim evin önüne toplanılır, radyo son ses açılırdı; haberleri dinleyip kadınlar ağlaşırdı. Kitaplarımız vardı. Babam ilkokul üçüncü sınıftan
terk olmasına rağmen çok okuyan bir insandı. O
yıllarda çok zor olmasına rağmen birçok gazete
ve dergiyi toplamış, küçük bir köy kütüphanesi
oluşturmuş, evinde bir odayı tashih etmişti. Biz
de bu kitapların içerisinde büyüdük.
İmdat Bey ilk hikâyenizi nasıl yazdınız?
Kalemi elinize almanızı anlatır mısınız? İlk edebî
müsveddeleriniz, ilk heyecan sizde nasıl başladı?
Öğretmen ilkokul üçüncü sınıfta bir ödev
verdi, “Bir türkü yazıp gelin.” dedi. Bir türkünün sözlerini yazıp geleceğiz, ödevimiz bu. Eve
geldim. Annemizden babamızdan derleyip geleceğiz. Annemin okuma yazması yok. Ağıtlar
bilmesine rağmen ‘bir türkü söyle anne bunu
yazayım’ dediğinizde bunu söyleyemez. Benim
aklıma radyoda dinlediğim bir türküyü yazma
fikri geldi. Radyoyu açtım. Bir müddet sonra
bir türkü başladı. Hacı Taşan söylüyordu, Keskinli bir Abdal. Onun “Açtım perdeyi de turnayı gördüm.” diye bir uzun havası başladı. Ben
hemen kalem defteri alıp bu türküyü yazmaya
başladım. Türkünün hızına yetişemedim. İki
dörtlük yazabildim ancak son dörtlüğü yazamadım. İçimde bir eksiklik duygusu başladı. Bunu
nasıl yazacağım, nasıl yapacağım; hatırlayamıyorum da türküyü. Bu türkünün sözlerini kendim
tamamlamaya başladım. Belki radyodan duyduğum sözlerin aralarını doldurarak bir dörtlük de
ben ekledim. Ödevimi götürdüğümde öğretmen
çok güldü. İlginçtir, ben hem hece ölçüsünü
tutturmuşum hem de iyi bir kafiye düzeni vardı. Benim ilk şiirim odur. Ne yazdığımı da tam
hatırlayamıyorum. Öğretmenin şu sözlerinden
hatırlıyorum, sen burayı kendin yazmışın kerata
dedi. Benim bu ilk şiir denememdi. Daha sonra
ilkokul birinci sınıfta bir Türkçe öğretmenimiz
vardı. Türkçe öğretmenimiz bir hikâye yazma
ödevi verdi. Ben hikâyeyi yazdım. Köyde
dinlediğim gözlemlediğim bir hikâyeydi bu.
Şimdi ben o hikâyeyi yeniden yazmak istiyorum;
ama şu anda o hikâyenin şartları oluşmuş değil.
Benim babamın bir dayısı vardı. Ömrünün son
yıllarından hatırlıyorum. Lakabı Kel Feyiz’di.
Babam Kel Feyiz’le ilgili bir olay anlatmıştı.
Kel Feyiz annesinin karnındayken ağlamış. O
zamanlar doktor falan yok tabii. Korkuya kapılıyorlar. Dehşet bir şey, annesinin karnında
ağlayan bir çocuk. Hemen hocaya götürüyorlar.
Hoca kara kitabı açıp “Bu çocuk kız olursa kötü
ahlaka sahip olur. Eğer erkek olursa hırsız, uğursuz, yolsuz, eşkıya biri olur.” der. Tabii Kel Feyiz
doğuyor. O yıllarda Türkiye’nin sayılı hırsızlarından biri oluyor. Hatta 4-5 yaşlarındayken
komşunun kümesine girip yumurta çalmış, ilk
84
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
hırsızlığa öyle başlamış. Ben bu olayı anlattım.
İlginç bir olaydan kesitti. Fakat nasıl anlatmışsam, olayların akışı, tasvirler, kulakları çınlasın
Türkçe öğretmenimiz Sema Süsal hanımefendiyi
bir daha hiç görmedim. O, hikâyemi değerlendirdi. Beni öğretmenler odasına götürdü. Diğer
öğretmen arkadaşlarına anlattı. “İşte köyden
gelen bir çocuk, müthiş bir hikâye yazmış.” diye
diğer öğretmenlere okuttu. Bu da benim ilk
hikâye denememdi.
İlk hikâyeniz “Evin Yıkılsın Haci”. İlk olmasına rağmen usta bir yazarın kaleminden
çıkmış gibi. Profesyonel olarak yazarlık hayatınıza başlamanızın serüveni hakkında neler
söylemek istersiniz?
2006 yılının Mayıs ayında Iğdır’da görev yaparken “Birinci Ağrı Dağı Şiir Etkinlikleri”ni
düzenledik. Millî Eğitim Müdürü beni çağırdı.
“Bu işlerden sen anlarsın, ben bir şairi ısrarla istiyorum. Onu mutlaka buraya getirin.” dedi. O
şair Ali Akbaş’tı. Ben Ali Akbaş’ı “Masal Çağı”
kitabından tanırdım. Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları düzenlenirdi her yıl. Ve bu şölen her
sene kitaplaştırılırdı. Elazığ Güldestesi, Harput
Şiir Akşamları Güldestesi adıyla kitaplaştırılırdı.
Ali Akbaş’ın şiirlerini oradan da takip ederdim.
Çok sevdiğim bir şairdi. Kardaş Edebiyatlar dergisinde de birkaç şiirini okudum. Masal Çağı
ezberlediğim bir kitaptı. Daha sonra Kültür
Bakanlığı yayınlarından çıkan
“Kuş Sofrası”nı okudum. Ali
Akbaş’ın telefonuna ulaştık,
aradık. Geleceğini, memnun
olduğunu, Iğdır’da İbrahim
Bozyel adında biriyle tanıştığını ve İbrahim Bozyel’in memleketine gelmeyi çok istediğini
söyledi. Nurullah Genç’le birlikte ikisi gelmişlerdi. Nurullah Genç’in meşguliyetleri çok
olduğundan gece geldi, ertesi gün şiir şölenine katıldı ve
Erzurum’a döndü. Ali Akbaş
için beş günlük bir program
yapmıştım. Nahçıvan’a, Kars’a,
Doğu Beyazıt’a gideriz diye düşündüm. Tanışmamız şiir akşamları vasıtasıyla
oldu. Tabii 4-5 gün birlikte vakit geçirince Ali
Hocayla yakından tanışma imkânı buldum.
Önce şiir üzerine konuştuk. Ona şiirlerimi
gösterdim. Şiirlerimi beğendi, çok güzel olduğunu söyledi. “Biz 2007 Ocak ayında Kardeş
Kalemler adıyla bir dergi çıkaracağız, şiirlerini
gönder, yayımlayalım.” dedi. Ben Ali Akbaş’a
hikâye yazma düşüncemin olduğunu da söyledim. Bana, “Sende çok zengin bir birikim, halk
kültürü var. Olayları çok seri ve çok güzel anlatıyorsun. Eğer bunları hikâye yaparsan çok güzel
olur.” dedi. Hatta ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın Haci”yi kısaca anlattım. Çok beğenmişti ve
mutlaka yazmam gerektiğini söylemişti. Kardeş
Kalemler’in ilk sayısında bir şiirim yayımlandı.
Ardından diğer takip eden sayılarda başka şiirlerim yayımlandı. Ardından hikâye yazmayı
denedim. Ali Akbaş’a nasıl yazacağımı sordum.
“Anlattığın gibi yazarsan gayet güzel olur.” dedi.
Ali Akbaş vasıtasıyla Kayseri’de yaşayan Emir
Kalkan adlı bir hikâyeci var onunla tanıştım.
Onun 4-5 tane hikâye kitabı vardı. Ben Emir
Kalkan’a “Böyle böyle konular var, hikâyeyi
nasıl yazıyorsunuz?” diye sordum. O da benzeri şeyler söyledi. Bu hikâyeler anlatıldığı gibi
yazılıyormuş diye düşündüm. 2007 yılının Eylül
ayında ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın Haci”yi
bilgisayarın başına oturup yazmaya başladım.
Oradaki öz olayı o kadar çok anlatmıştım ki
hikâye içimde hazırdı. Ve bilgisayara bir gece de
85
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle bir süzüşleri
vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil ekinlerin içerisinde birer
cennet kuşuydu benim için. Epey izledikten sonra onların
havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim.
döktüm. Ertesi gün maille Ali Akbaş’a ve Emir
Kalkan’a gönderdim. İkisi de çok olumlu şeyler
söylediler. Ağabeyime gönderdim daha sonra.
Bir ay sonra da Ekim sayısında benim “Evin Yıkılsın Haci” adlı ilk hikâyem Kardeş Kalemler’de
yayımlandı. Hikâye yayımlandıktan sonra Ali
Akbaş ve diğer okuyucular benim asıl tarzımın
nesir olduğunu söylediler. Hikâye yazmam gerektiğinden bahsettiler ve bunun peşini bırakmamamı istediler. Ondan sonra “Hamdi Kirve”
adlı ikinci hikâyemi yazdım. Ardından hikâyeler
serisi devam etti. Zaman zaman şiire ara verdik.
Eksik kalan bir yanımdı hikâye yazmak. Çok
seri bir şekilde hikâyeler yazmaya başladım. Bu
zamana kadar 45 tane hikâyeyi tamamladım. 15
tane hikâyem Ötüken yayınlarından “Çiğdemleri Solan Bozkır” olarak çıktı. Bir kısmı Kardeş
Kalemler dergisinde yayımlanıyor. Kısmet olursa ikinci üçüncü kitaplar gelecektir.
İsterseniz biraz da hikâyelerinizdeki
kahramanlardan
bahsedelim.
Bu
kahramanlar son derece canlı ve hayatın
içerisinden. Hamdi Kirve, Muhterem, Rahman Dayı, Türbenin Delisi bu kahramanlardan biraz bahseder misiniz? Ve ayrıca tabii
Abdal kahramanlara değinebilir misiniz?
Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli ilim adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi
olarak gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya
çıktığımı ve Anadolu insanını tipler şeklinde
anlattığımı ve bu tipler etrafında gerçekleşen
olayları canlı yaşayarak anlattığımı söylediler.
Kahramanlarım benim bizzat gördüğüm, şahit
olduğum kahramanlardı. Bu kahramanlarla ya
bir şeyler yaşamışım ya karşılaşmışımdır. Dolayısıyla onları bütün özellikleriyle hikâyelerimde
yansıtmaya çalıştım. Bir de öğretmenlik yaşantımdan gördüğüm bizzat yaşadığım tipler var.
Rahman Dayı, Hamdi Kirve, Şeyhin Çavuşu
gibi tipler Anadolu’nun değişik yerlerinde öğretmenken karşılaştığım tipler. Bunun yanında
çocukluğumdan kalan birtakım tipler var. Mesela “Bizim Evin Kıblesi”nde anlattığım Vahide
Nine, ilginç bir kadın tipidir. Eşyayı, dünyayı
tek bir referansa göre algılayan çilekeş Anadolu kadınıdır. Yine benim hikâyemde çocuklar
vardır, ki bunlar öğretmenlik yaptığım yıllarda
benim öğrencilerim olmuş çocuklardır. Bu
tipleri anlattım hikâyelerimde. Ağırlıklı olarak
benim ilk kitabımda Abdal tipleri ortaya çıktı.
Bu zamana kadar Abdallar hakkında tarihî,
sosyolojik birtakım araştırmalar yapılmasına
rağmen sanırım edebiyata bu kadar canlı ve
belirgin girmeleri benim kitabımla oldu. İlk kitabımda altı tane abdal hikâyesi var. Bu Abdal
hikâyelerinde onların yaşayışlarını, kültürlerini,
hayata tutunuşlarını anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla o hikâyelerde Abdalların günlük yaşantısından değişen ve gelişen teknolojik şartlar ve toplumsal yapılara nasıl uyum sağladıklarını veya
sağlayabileceklerini göstermeye çalıştım. Tabii
Abdalları konu edinişimin temel nedenlerinden
biri de onların hem gariban, rint, alçak gönüllü
olmaları; hem de Abdallarla birlikte yüzyıllarca
birikip gelen ve teknolojik şartlarla yok olmaya
yüz tutan o müzik geleneğini; millî çalgılarımızı,
sazı, kemanı; bizi her dinlediğimizde hüzünlere
götüren türküleri, bozlakları; davulu zurnayı,
düğünü halayı kaybolmaya yüz tutan değerleri
işlemleri idi. “Abdal Kocası” adlı hikâyemde büyük bir saz ustasının, büyük bir türkü ustasının
nasıl türküleriyle birlikte yok olduğunu; yine
“Evin Yıkılsın Haci”de popüler kültürel değerlerin onların yaşayışına nasıl etkilediğini, kültürel değer olan futbolun Abdalların yaşantısında
nasıl bir değişmeye neden olduğunu göstermeye
çalıştım. Abdal Âdem orada bütün ümidini Galatasaraylı Haci’nin gol atmasına bağlıyor; çünkü ekmeğini oradan kazanmaya başlamış; dü-
86
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
ğünler yok. Dolayısıyla Galatasaraylı Haci’nin
direkten dönen topunun Abdal Âdem’in ekmeğine nasıl mani olduğunu özetledim. Yani direkten dönen bir top sosyolojik olarak toplumda
bir ferdin ekmeğine bağlı olabiliyor. Yine “Bahri
Usta” hikâyesinde baba- oğul iki saz ustasının
yaşantısı… Orada da değişen kültürel değerler;
yeni kuşağın arabesk müziğe takılması; Abdalların tamamen yabancı olduğu Arabesk şarkıcılardan türküler istemesi; bu istekleri karşılayamayan Abdalların yaşadıkları güçlükler anlatılmaya
çalışılmıştır. Özetlemek gerekirse Abdallar, ihtiyarlar, kadınlar benim tiplerim bunlar.
Hikâyelerinizdeki kahramanlar sadece
insanlar değil; aynı zamanda hayvanlar da
var. Şimdi doğadan bahsettiniz. Bir kartal
hikâyeniz var, “Şah Kartal”. Yayımlanmamış
bize gönderdiğiniz “Analık Hindi” hikâyeniz
var. Hayvan kahramanları da eserlerinizde
işliyorsunuz, biraz bunlardan bahseder misiniz?
Turnalara ilişkin hatıraları duyuyorduk çocukken. Turnanın nasıl bir kuş olduğunu merak
ediyordum. Zaman zamanda kitaplardan görüyordum. Iğdır’a gidince “Türkiye’nin Kuşları”
adlı bir kitap aldım. Türkiye’nin kuşlarını tanımaya çalışıyordum. Iğdır’da hâlâ bozulmamış
bir tabiat bölgesi vardı. Iğdır ile Aralık ilçesi arasında yarı bataklık, kamışlı; Kayseri’deki Sultan
Sazlığı’na benzer; doğal bir alan. Ağrı Dağı’nın
hemen dibinde. O köylere teftişe gittiğimde çok
farklı, çok renkli kuşlar görüyordum. O kuşların ne olduğunu öğrenmek için de artık elimde “Türkiye’nin Kuşları” kitabıyla geziyordum.
Bir kuş görsem hemen açıp kitaptan o kuşun
hangi kuş olduğunu bulmaya çalışıyordum. O
kitap içerisinde farklı tür turnalara çok baktım.
Bir gün dört arkadaş arabayla teftişe gidiyorduk.
Yemyeşil ekinlerin içerisinde yaklaşık 70-80 tane
turna gördüm. Hafiften bir yağmur yağmıştı.
Arkadaşa hemen durmasını söyledim. Üzerimde
takım elbise, kravat, iskarpin var. Arkadaşlara,
“Siz beni burada bırakın, köye gidip gelin. Dönüşte beni buradan alırsınız.” dedim. Arkadaşlar anlayışla karşıladılar. Hatta “Ne yapacaksın
falan?” gibilerinden kelamlar ettiler. İlerideki
kuşların yanına yaklaşmaya, onlara bakmaya ça-
lışacağım söyledim. Güldüler. Sazlığın içerisine
girdim. Kuşları ürkütmemek için sağa sola eğilerek yavaş yavaş ilerledim. Çamur oldu üstüm
başım; ama aldırmadan devam ettim. Turnalara
15-20 metre kadar yaklaştım. O anı görmek lazım; sözle anlatılmaz. Turna o kadar asil, o kadar
güzel bir kuş ki yani nasıl anlatmalı? Çok harika
bir boynu var, boynunun altında turna telleri...
Gözlerinde kızıl sürmeler. Yeşil ekinler içinde
parlayan pırıl pırıl bir gümüş gibiydi turnalar.
Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle
bir süzüşleri vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil
ekinlerin içerisinde birer cennet kuşuydu
benim için. Epey izledikten sonra onların
havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim.
Sindiğim, pustuğum yerden ortaya çıktım.
Ben ortaya çıkınca kuşlar birdenbire uçmaya
çalıştılar. Turna iri bir kuş olduğu için uçması,
yerden birden bire havalanması zor oluyor; o
yüzden dönerek havalanıyorlar, hava akımını
sağlayabilmek için birbirlerine yardım ediyorlar.
Hepsi birbirinin ardına düşüyor ve helezon gibi
yukarıya doğru çıkıyor. O anda koşsam turnalardan bir ikisini yakalayabilirdim. Döne döne
yayları çizmeye havalanmaya başladılar; ama o
anda turnaların bir tanesinin ayağının hafiften
sallandığını gördüm. Ya bir avcı kurşunu değmişti ya da başka bir şekilde sakatlanmıştı. Ve
o uçmaya çalışıyor fakat daha çok zorlanıyordu. Diğerleri epeyce yükselmişti. O, en arkada
kalmıştı. Sürü birdenbire yaralı turnayı havalandırmak için aşağıya doğru bir hareket çizdi,
o yaralı turnanın etrafında dönmeye başladı ve
yaralı turna yukarıya doğru çıktı. Uçup gittiler.
Tabiat olaylarının da üstüne gidiyorum. Şunu
da söyleyeyim, ben genç yaşlarımdan itibaren
1990’lı yıllarda avcıydım. İlginç de bir avcılığım
vardır benim. Bazen kuşlar önümden geçer ateş
etmeye kıyamam. Daha çok onları gözlemeye,
onları izlemeye çalışan bir avcıydım. Bu nedenle
de tabiatı çok yakın gözlemleme imkânım oldu.
Mesela “Şah Kartal” hikâyesinde bunu anlatmıştım. Şah Kartal’la bir avcının karşılaşmasıydı bu.
Çok güzel, yeni hikâyelerinizi merakla
bekliyor, Bizim Külliye ve okuyucularımız
adına teşekkür ediyorum.■
87
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Küheylan at
BERİK ŞAHANOV(Kazakistan)
çev. İMDAT AVŞAR
T
alih bir insanın yüzüne bir kez güldü mü; bir ömür boyunca da güler, bu tecrübeyle sabittir ve her zaman da böyle olmuştur. Tаurbаy da talihi yüzüne gülen, şanslı insanlardan
biriydi. O, fırsat bulup çocukluğunu yaşamadan, daha at sırtına sağlamca oturmadan,
herkesin saygı duyduğu ve herkesin “Tаukе”[1] diye çağırdığı bir adam olmuştu. Nedense, böylelerini Allah esirgiyor, özel bir merhamet gösteriyor. Evet, bazen yüce Allah birine o kadar merhamet
ediyor ki, o merhameti bölebilsek, on tane bedbaht adama fazlasıyla yeter. Allah Taurbay’a aklı da
yeteneği de bolca vermişti. Öyle güzel konuşurdu ki, belagatli konuşmakta üstüne yoktu. Taurbay
aynı zamanda, sağlam yapılı, sert karakterli biriydi. Bu özelliklerinden dolayı da daha gençlik çağlarında, vali Bekbolıs’ın dikkatini çekmiş, Bekbolıs onu yanına almıştı. Ünü Kazakistan sınırlarını aşan
ve idrak sahibi, mert, güvenilir biri olarak tanınan Bekbolıs’ın himayesinde olması, Taurbay’ı günlük
geçim kaygılarından da azat etmişti.
Taurbay’ın yeteneklerine ve iş bitirmekteki becerisine güvenen Bekbolıs, onu oba beyi ilan ederek, oba yönetimini ona emanet etmişti. Daha çok genç iken bahtı yüzüne gülen ve oba beyi olan
Taurbay, o zamana kadar hiçbir başarısızlığa uğramamış, hiçbir engel görmemişti. Daha olgunlaşmadan ona verilen görevler ve tanınan yetkiler başını döndürmüş ya da damarlarında taşıdığı kana
gizlenmiş gurur ve kibir sonradan uyanmıştı. Taurbay, neredeyse bu dünyanın gerçek sahibinin
kendisi olduğunu sanmaya başlamıştı… Böylece Taurbay, hiç kimseye hesap vermemeyi, kendisini
herkesten yüksek görmeyi alışkanlık haline getirdi. Artık insanlara zorbalık ediyor, haksızlık yapıyor,
gizli kapaklı işler de çeviriyor ama vicdan azabı çekmiyordu. Gün geçtikçe daha çok zulmediyor,
daha çok gaddarlaşıyordu. Bütün bunlara rağmen onun sürüleri de günbegün çoğalıyor, hayvanları
hızla artıyordu…
Elbette bazıları bu işin içinde bir iş olduğundan şüpheleniyorlardı ama Taurbay’ın çevirdiği gizli
dolapların hepsini bilmelerine imkân yoktu. Taurbay, kendisinin dürüstlüğünden şüphe edenlerle
konuşmuyor, selamı sabahı kesiyordu.
1. Tauke: Taurbay Eke sözünün Kazak dilinde kısaltılmış halidir. Taurbay ağa anlamındadır.
88
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Böylece insanlar, onun yaptıklarını sineye çeker
oldular: “Ne yapalım, bütün olan bitene rağmen
Bekbolıs onun ardında duruyorsa, biz de sabırla
dayanmalıyız,” diye düşünüyorlardı. Bekbolıs, yıllar
geçtikçe yaşlanıyor, işlerden elini ayağını çekiyor ve
yavaş yavaş bütün güç, Taurbay’ın eline geçiyordu.
Bekbolıs, elbette Taurbay’ın gizli kapaklı işlerinden
ve ardından nice dolaplar çevirdiğinden habersizdi.
Taurbay ise yaptıklarından dolayı kimsenin hesap
sormamasından ve yaptıklarının cezasız kalmasından cesaret alıyor; bu yüzden biraz daha azıyor, kuduruyor ve adeta insanlıktan çıkıyordu…
Bu oba halkı, çok eskilerden beri uçsuz bucaksız bozkırda göçebe olarak yaşıyordu ve bu uçsuz
bucaksız bozkırdaki geniş otlakların sahibiydi. Oba
beylerinin ise birbirleriyle çekişmekten ve sahip oldukları zenginlikleri birbirlerinin gözüne sokmaktan başka bir marifetleri yoktu. Hiçbir iş yapmadan
yiyip içiyorlar ve meclislerde, şenliklerde günü gün
edip eğleniyorlardı.
Taurbay bu kargaşadan büyük bir maharetle
istifade ediyordu. Nerde gözünün tuttuğu bir küheylan at görse, eninde sonunda ona sahip oluyor,
onun göz koyduğu at, er ya da geç, onun yılkısına
katılıyordu. Sadece at mı? Nerede bir güzel kız görse, hangi kıza gönlü düşse, eninde sonunda ona da
sahip oluyordu. Elbette dünyada insan nefsine hükmeden şeyler pek çoktur. Nefsi öldürmek ve gözü
gönlü tok tutmak her insanın karı değil. Gözler
nekes, yürek açgözlüdür. Günahkâr insan doymak
bilmiyor, dünyada ne kadar malı olsa da yine istiyor.
Ancak en sonunda, açgözlüleri mahveden de tamah
oluyor.
O eyaletin uzak, ıssız, bir obasında Tаmаş,
Cаgаş ve Аlmаs adında üç yetim kardeş yaşıyordu.
Bunlar çok fakir değillerdi, kendi başlarının çaresine
bakıyorlar, kimseye muhtaç olmadan, kimseye boyun eğmeden geçinip gidiyorlardı. Kendi sahip olduklarını gözbebekleri gibi koruyorlardı. Babalarından onlara, bir miktar hayvan miras olarak kalmıştı
ve üç kardeş bu hayvanları idare ediyordu. Babalarından kalma küheylan atın üstüne titriyorlar, ona
çok iyi bakıyorlardı. Bu küheylan atın şöhreti bütün vilayete yayılmıştı. At gerçekten de çok güzeldi
ve bu atı görenler hemen: “Tamaş’ın küheylanı,”
diyorlardı. En yaşlı aksakallar bile, bu civarda
böyle güzel bir atı görmediklerini söylüyorlardı.
Tabi ki bu şöhretli atın nerde olduğunu Tаurbаy
da duymuştu. O atı görür görmez de gözü düşmüştü. Önceleri Tаurbаy, bu atı zahmetsizce elde
edeceğinden hiç şüphe duymuyordu. Yetimlerden
büyük olanın yanına gidip, ona arkadaşlığını teklif edecek, dostluğun hatırına da atı alıp gidecekti.
Nasılsa Taurbay’ın kimseye borçlu kalmayacağını
herkes biliyordu…
Taurbay, üç kardeşten en büyük olanın yanına
varıp da bu ricasının bildirdiğinde, beklemediği bir
tepki ve itiraz ile karşılaştı:
-Olmaz! Tаurbаy, Eğer siz bu atı buradan götürürseniz, benim yüreğimin ortasına bir bıçak
saplamış olursunuz. Bu at benim canımdan daha
kıymetlidir. Üstelik de bu atın sahibi sadece ben değilim, kardeşlerim de var. Ama bu at sadece benim
olsaydı bile, asla size veremezdim, sizin bu ricanızı
yerine getirmezdim.
Tаurbаy bu tip itirazlara alışkın değildi. O, her
zaman istediklerinin elde eden biriydi. Buna rağmen, sakin davrandı, işi tatlı dille halletme yoluna
gitti, Tаmаş’ı güzel sözlerle ikna etmeye çalıştı. Ama
tatlı dilin de işe yaramadığını, bu yiğidi yola getirmenin zor iş olduğunu fark etti. Geri çekilmesine ve
bu attan vazgeçmesine ise gururu mani oluyordu.
Taurbay ne kadar ısrar ediyorsa, Tamaş da o kadar
direniyordu.
Sonunda üç kardeşi de yanına çağıran Tаurbаy,
onlara: Her biriniz, benim yılkımdan, istediğiniz
atı seçin, alın. Ama seçip aldığınız üç atın yerine,
Tаmаş’ın küheylanını bana verin, dedi. Lâkin üç
kardeş de bu işe razı olmadılar. Tаurbаy sözün bittiğini anladı, öfkesini ve kinini içine atıp oradan
uzaklaştı. Ama bu küheylan at, eşi bulunmaz cinstendi, onu unutmak, ondan vazgeçmek mümkün
değildi. Küheylan at, görünüşü, boyu posu, yürüyüşü ve koşuşu ile emsalsiz bir dünya güzeliydi.
Bozkırda yaşayanlar, Tаmаş’ın küheylanının
zahiri görünüşüne, nadir güzelliğine göre değer veriyorlardı. Sahipleri, bu atı henüz büyük yarışlara
sokmamışlar; meydana çıkarmamışlardı. Ama oba
içinde düzenlenen yarışlarda, menzile her zaman
birinci varıyordu. Bu atı görenin ruhu yerinden oynuyor, ona sahip olma arzusu ile yanıp tutuşuyordu.
Tаurbay da öfkeden deliye dönmüştü, geceleri gözlerine uyku girmiyordu. Ben de bunun intikamını
Tamaş’tan almazsam, bana da Taurbay demesinler,
diye dişlerini sıkıyordu. Tаurbay, intikam almak
için acele etmeye gerek yok, diye düşünmüştü. Ama
fırsatını buldukça, Tamaş ve kardeşlerine zarar vermekten geri durmuyordu. Ortanca kardeş Cagaş nişanlı idi, nişan töreni daha yeni yapılmış, kızın başlığı verilmiş ve artık düğün günü de belli olmuştu.
Altı ay sonra, Cagaş’ın düğünü olacaktı.
Tаurbay sık sık Cаgаş’ın nişanlısının bulundu-
89
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
ğu obaya gidip gelirdi. Önceleri o kız ile ilgilenmek,
aklının ucundan bile geçmemişti. Ama bu kez, o
obaya, sırf bu kızı görmek için gitti. Kızın adı Arkul
idi. Arkul’un da obadaki diğer kızlardan pek bir farkı yoktu. Sade, güzel, temiz bir kızdı. Evde de onu
çok seviyorlardı. Hatta kızı biraz el bebek gül bebek
büyüttüklerinden, bir çocuk gibi nazlı, biraz da şımarıktı.
Tаurbay misafir olduğu eve kötü niyetle; bir
başkasının nişanlısını yoldan çıkarmak amacıyla gitmişti. Kızın güzel olduğunu görünce de biraz şaşırdı.
Kızın siyah gözleri, mahmur bakışları, al yanağı ve
her adımda servi gibi ırgalanan bedeni, Tаurbay’ın
çok hoşuna gitti. Bir an, gerçek niyetini unutup bu
kıza başka duygularla âşık olduğunu düşündü. Kıza
baktıkça, sabır kâsesi dolup taşıyordu.
Tаurbay uzun uğraşlardan sonra obada yaşayan
kadınlardan birini ikna edip yoldan çıkardı. Kadın,
kız ile gizlice konuşup onu Tаurbay ile görüştüreceğine dair söz verdi.
Arkul tuzağa düştüğünü anlayınca, önce çok
korktu. Ama sonra, maharetli bir yılanın bakışıyla
efsunlanan ve donup kalan kuşlar gibi kanat çırpamaz hale geldi. Arkul, Tаurbay’ın tatlı dilinden etkilenmişti, Tаurbay ise kızın etkilendiğini hissedip
baskı ve tazyikini artırmaya başladı.
Tаurbay, kıza: Seni görür görmez, aklım başımdan uçtu. Mevkiimi, makamımı unuttum.
İnsanların beni kınamasından da; akrabalarımın acı
sözlerinden de korkmuyorum, dedi.
Tаurbay, Arkul’un saf kalpli olduğuna ve kızın
da onun duygularına karşılık vereceğinden emindi.
Çünkü onun istediği anda başka bir güzel bulacağını herkes biliyordu. Ama ona sadece Arkul lazımdı,
bu anda başka hiç kimseyi gözü görmüyordu.
Arkul, Tаurbay’a cevap verdi:
-Ama ben nişanlıyım. Sоnrа dedikodudan, olacak rezaletlerden başımı kurtaramam.
Kendi emellerine kavuşmak için hiçbir şeyden
çekinmeyen bir hırsı vardı Tаurbay’ın. Bu nedenle,
kızın biraz yola geldiğini hissedince, seninle evleneceğim, diye yeminler etti ve:
-Ben yarın sabah seni istemeye, elçiler gönderirim. Hiçbir şeyi esirgemem senden, malım mülküm, param pulum neyim varsa senin içindir. Baban ne isterse veririm. Ben, bu bozkırın ortasına,
senin için bembeyaz bir çadır kurarım…
Tаurbay, o gece, herkes yattıktan sоnrа Arkul’un
çadırına yaklaşıp gizlice içeri geçti ve Arkul’a sahip
oldu…
İlk ihtirasın alevi çok çabuk söndü. Tаurbay
ise ortalıktan kayboldu, bir daha Arkul’un obasında görünmedi. Tаurbay’ın Arkul ile arasının iyi olduğu dedikoduları ayyuka çıktı ve bu şayia hemen
Cаgаş’ın kulağına da çalındı. Üç kardeş aralarında
konuştular, Cagaş, Arkul’u istemediğini söyledi ve
nişanı bozdular. Arkul babasının evinde kaldı.
Tаurbay’ın sevincine diyecek yoktu. Ama
Cаgаş’ın nişanlısının ırzına geçmek bile, onun
içindeki intikam ateşini tam olarak söndüremedi.
Tаurbay, yeni bir takım planlar kurmaya başladı.
***
Tаurbay’ın davranışlarında garip değişiklikler
görülmeye bаşlаdı. Önceleri mallarını, koyunlarını
sаtmаk için Аk Mоlu’yа veya Kаrа Otkеl’e sadece güz mevsiminde; hayvаnlаrın en besili çağında
götürürdü. Sonbahar, hayvan satmak için en uygun
zamandı. Ama Tаurbay, son zamanlarda sık sık pazara gidiyordu. Güvendiği adamlarından ibaret küçük kervanlar diziyor; civardaki yakın ve uzak köylerin pаzаrlаrınа seferler düzenliyordu. Oba sakinleri, Tаurbay’ın ne yapmak istediğine bir türlü akıl
erdiremiyorlardı. Bazıları, Tаurbay’ın hayvancılığın
taşını atıp ticaretle meşgul olmak istediğini söylüyordu. Ama bütün bunlar, bir tahminden öteye geçmiyordu. Tаurbay’ın yapmak istediği şeylerden hiç
kimsenin haberi yoktu.
Taurbay ise kendi dizdiği kervanlar ile bozkırı
baştanbaşa dolaşıyor; en uzak köylere hatta uzak
kasaba ve şehirlere kadar gidiyordu. Son zamanlarda, Avul Ata’ya kadar gittiğini söylüyorlardı. Bunca
uzak diyarları gezip dolaşan Taurbay, sonunda istediğini bulmuştu. Taşkent Pazarında gördüğü iri yarı
bir Türkmen, anında onun dikkatini celp etti. Bu
Türkmen’in karayağız teni, geniş omuzları, adaleli ve güçlü kolları Taurbay’ın çok hoşuna gitmişti.
Ancak Taurbay’ı ilgilendiren, sadece Türkmen’in dış
görünüşü değildi elbette…
Taurbay, iri yarı Türkmen’e dönüp sordu:
Hey, yiğit, ne satıyorsun? Pazara ne getirdin?
Taurbay’ın gözlerindeki vahşi parıltılar,
Türkmen’in hiç hoşuna gitmedi, aniden sertçe
cevap verdi:
- Ne getirdiğim seni ilgilendirmez, dedi, Ne bakıyorsun? Sana borcum mu var?
Taurbay, Türkmen’in bu kaba davranışını
pek umursamadı; Çünkü onun bütün dikkati,
Türkmen’in satmak için pazara getirdiği atta idi.
Taurbay, gözlerine inanamıyordu, sanki bir mucize gerçekleşmişti. Türkmen’in satmak için getirdiği küheylan at, öyle bil Tamaş’ın küheylanı atı ile
ikiz kardeşti. Bu atın donu, duruşu, yürüyüşü,
90
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
görünüşü, yelesi, Tamaş’ın küheylan atı ile tıpa tıp
aynıydı…
Taurbay:
-Bu at kaç yaşında, diye sordu.
Türkmen, gönülsüzce, diliyle dişinin arasında
birkaç kelam edip atın yaşını söyledi. Tamaş, gülümsedi. Bu at ile Tamaş’ın küheylanı, demek ki
aynı yaşta, diye geçirdi içinden.
Taurbay, uzun zamandır, dolaştığı bütün pazarlarda işte böyle bir at arayıp durmuştu. İşte, aradığı
at karşısındaydı, onu bulmuştu ve sahibi ne kadar
isterse istesin, ödemeye hazırdı. Fakat Taurbay,
böylesine güzel bir atı, bu iri yarı Türkmen’in niçin
satmak istediğine de bir türlü akıl erdiremiyordu.
Sahibinin bu atı niçin satmak istediğini öğrenmek
için sordu:
- Çok güzel bir atın var, bunu niçin
satıyorsun?
Türkmen, onunla konuşmayı istemiyordu, biraz
kızgın bir halde cevap verdi:
-Yiğit! Buraya bak! Bu atı almak istiyorsan al!
Almayacaksan, boş boş konuşup da başımı ağrıtma!
Anlaşılan, Türkmen atı satmak istemiyordu, ya
da gönülsüz satıcıydı. Taurbay’ın sorusuna etraflıca
cevap vermedi.
Taurbay; Ya bu at ile ilgili uğursuz bir hadise
oldu ya da bu adama da çok acele para lazım, ya da
atı çalmıştır, bu nedenle elinde tutmaya korkuyor,
satıp kurtulmak istiyor, diye düşündü. Sonra yeniden Türkmen’e döndü ve sordu:
-Evet, yiğit, bu atı kaça satıyorsun?
-…
Sıkı bir pazarlık başladı ama Türkmen, dediği fiyattan bir kuruş aşağı inmedi. Taurbay onun istediği parayı ödeyip atı satın aldı. Taurbay bu ata binip
kendi hayvanlarının yanına vardığında, arkadaşlarının ağzı açık kaldı; hayretle sordular:
-Bunu nerden aldın? Sanki Tamaş’ın küheylan
atının ikiz kardeşi, tıpkı Tamaş’ın atı, ne çok benziyor!
Tаurbаy’ın çok güzel bir at aldığı haberi, bütün
obaya yayıldı. Herkes, bu atın Tamaş’ın küheylanına
benzediğinden bahsediyordu. Tаurbаy ise аtının
üstüne titriyor; onu özenle besliyor; sadece düğünlerde ve bayramlarda biniyordu…
Bozkıra kış gelmişti, şubat ayının ortalarıydı.
Tаurbаy erkenden yаtаğа girse de, sağa sola dönüp
durdu, uyuyamadı. İçinde bir huzursuzluk vardı,
gözünü uyku tutmadığından, nihayet karısını uyandırdı:
-Kalk, kalk! Acıktım, akşamki yemeği ısıt, biraz
yiyeyim…
Kadın yataktan kalkıp şalını omuzlarına örttü.
-Bir yere mi gideceksin?
-Evet, çabuk ol, yemeği ısıt.
-Taurbay, böyle birdenbire aklına ne düştü?
Gеcenin kаrаnlığındа nereye gideceksin?
-Çok konuşma! Nereye gideceğim seni ilgilendirmez, dedi Taurbay ve karısını azarladı: Sen her
şeye burnunu sоkmа, git yemeği ısıt!
Kadın, bir süre yemeği ısıtmakla meşgul oldu
ama merakını da yenemedi, nihayet kendini tutamayıp sordu:
- Uzağa mı gideceksin?
Taurbay sakince cevap verdi:
-Hayır, hiçbir yere gitmiyorum, buradayım,
obada biriyle görüşüp geri geleceğim.
Taurbay, yemeğini yedikten sonra atına atlayıp
obadan çıktı ve atını komşu obaya doğru hızla sürdü. Taurbay, Tamaş’ın kendi atı için obanın biraz
ilerisine bir tavla yaptığını biliyordu. Tavlanın yerini
de öğrendiği için obanın içine girmedi, kenardan
dolaşıp küheylanın olduğu tavlaya yanaştı.
Tavlanın yakınlarındaki köpekler, Taurbay’ı fark
edince hep bir ağızdan havlamaya başladılar. Ama
Taurbay temkinliydi, yanında getirdiği et parçalarını köpeklere doğru fırlattı, köpekler seslerini keserek
gece vakti ayaklarına gelen kısmetlerini yemeye koyuldular…
Tаurbay atından inip tavlaya yaklaştı, tavlanın kapısı ipi ile bağlanmıştı. İpi çözüp içeri geçti,
küheylanın olduğu yere yaklaştı. Atın ayaklarında
demir bukağı vardı. Tаurbay yanında getirdiği aletleri işe koşup atın аyаklаrını bukağıdan kurtardı.
Bukağının zinciri şakırdayarak yere düştü. Aceleyle
Tamaş’ın atını tavladan dışarı çıkaran Tаurbay, kendi atını da tavlaya sürüp ayaklarını bukağıya geçirerek bağladı ve Tаmаş’ın küheylanına atladı. Atın
üzerindeyken tavlanın damına yaklaştı ve kibriti
çalıp kamışları tutuşturdu. Kuru kamışlar o anda
alevlendi, Tаurbay ise küheylanı mahmuzlayıp tepelerin arkasına doğru, dörtnala uzaklaştı…
Taurbay, tepeliklerden hayli uzaklaşmıştı ki,
аrkаsından gelen tüyler ürpertici bir kişneme sesi
duydu. Bu kişneme, Taurbay’ın bir Türkmen’den aldığı аtının ölüm öncesinde son kişnemesi, son haykırışıydı. Tаurbаy ürperdi bir an, bütün bedeninden
bir titreme geçti ama bunu pek de önemsemedi, küheylanı var gücüyle kırbaçlayıp kendi obasına doğru
dörtnala sürdü.
Tаmаş’ın küheylanının ölüm haberi dört bir
yana yayıldı. Elbette civar obalardaki insanlar, bu
91
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
yıkıldı sanki… Her şey birdenbire tersine döndü,
dört bir yan, zifiri karanlığa gömüldü. Tаurbay’ın
аtının ön аyаkları bir kurt inine rastlamış ve ayağı
kırılan hayvan yere yuvarlanınca, Tаurbay da tepesi
aşağı yere çakılmıştı…
Arkadan gelen yiğitler, çok eziyet çekmesin diye,
önce yаrаlı atı öldürdüler sоnrа da komşu obaya bir
аdаm yоllаdılаr. Komşu obadan bir deve getirdiler
ve yаrаlı Tаurbay’ı deveye yükleyerek obaya getirdiler.
Tаurbay uzun süre yatalak kaldı, ayağa kalkamadı. Ama asla moralini bozmuyor, halinden şikâyetçi
olmuyordu. Yakınları onun üstüne titredikleri için,
yavaş yavaş kendine geliyordu. Birkaç ay sonra ayağa kalkabildi ama bu olaydan sonra, sancı nöbetleri
geçirmeye başladı. Birdenbire dehşet acılarla yatağa
düşüyor; bedeni ateşler içinde kalıyor ve bilinçsizce
sayıklamaya başlıyordu.
Bu amansız hastalık, Tаurbаy’ın en yakın arkadaşı oldu. O ağrı nöbetine tutulunca, akrabaları
onun öleceğinden endişe ediyorlardı ama birkaç
günlük şiddetli ağrılardan sonra, Tаurbаy yeniden
аyаğа kalkıyordu.
Taurbay, uzun yıllar yaşadı ama gerçeği hiç
kimseye anlatmadı. Kimse onun çektiği ıstırapların sebebini öğrenemedi. Öğrenmeleri de mümkün değildi çünkü Taurbay, işlediği cinayeti itiraf
edecek bir adam değildi. Hem itiraf etse, ne değişecekti ki? Geçmişi gеriye getirmek mümkün
değildi. Bu uğursuz sır, ömrü boyunca Taurbay’ın
vicdanında ağır bir yük gibi kaldı.
Tаurbаy’ın yaşı yetmişi geçmişti, bir ağrı
nöbetine daha tutuldu ve dehşetli acılarla yatağa düştü. Üç ay boyunca, ölümle hayat arasında
debelendi durdu. Çocukları, hısım akrabaları, ha
öldü, ha ölecek diye nöbet tutuyorlardı. Ölüm
öncesinde Taurbay’ın ıstıraplarını görmek, hiç
hoşlarına gitmese de Taurbay’ı ölüm döşeğinde
yalnız bırakmıyorlardı.
Taurbay’ın yakınları:
- Allah, acaba hangi günahlarından dolayı ona
böyle bir azap veriyor? Diye birbirlerine soruyorlar, cevabı da kendileri veriyordu:
-Demek ki, аlnınа böyle yazılmış!
…
Tаurbаy’ın silinip sönmekte оlаn şuurundа,
hemen her saniye, Türkmen atının feci ölümü
canlanıyordu. Dört bir yanı alevler sarıyor, Türkmen atının acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarında çınlıyordu. Taurbay, bu ıstıraplı gecelerden
birinde, sonsuz bir karanlığa gömüldü…■
yangının tesadüfen çıkmadığını biliyorlardı ama
hiçbir delil olmadığı için düşüncelerini dile getiremiyorlardı. Obada hep bu hadise konuşuluyor,
insanlar bu olayı unutamıyorlardı. Tаurbay ise hiçbir şey olmamış gibi küheylan ata binip sağa sola
seğirtiyordu ama bu atı oba sakinlerinin gözünden
uzak tutmaya gayret gösteriyordu. Fakat alev alev
yanacak olan tavlanın içine, bukağı ile ayaklarından
bağlanmış halde bıraktığı Türkmen аtının, ölüm
öncesi acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarından
gitmiyor; onu asla rаhаt bırakmıyordu. O at sık sık
rüyalarına giriyor ve dünyayı kaplayan bir sesle acı
acı kişniyordu. Her gece, adeta kulağının dibinde
kişneyen o atın sesiyle yataktan fırlayan Taurbay,
korkuyla, bağırarak ve kan ter içinde uyanıyordu…
Mal, mülk, şan, şöhret insana her bir şeyi
unutturur. Tаurbаy da yаvаş yаvаş о hadiseyi
unuttu ve hayatını kendi akışına bıraktı.
O hadisenin üstünden bir yıl geçmişti. Tаurbаy’ın göçebe obası her zamanki gibi
hayvаnlаrı önlerine katıp yaylalara çıktı. Yaylada
cirit müsabakaları ve at yarışları düzenlenmeye
bаşlаdı. Tаurbаy da, artık küheylanı imtihan etmenin zamanı geldi, diye düşünüyordu. Bir gün,
bütün civar obaların yiğitleri toplanıp gelsinler,
dağlardan sürülerle kurtlar inmiş, onları sürülere yaklaştırmamak lazım; yоksа hayvаnlаrı telef
edecekler, diye civar obalara haber saldı.
Civar obaların yiğitlerinin toplanması çok
sürmedi. Onlarca atlı, bir iki saat içinde geldi.
Tаurbаy da bu yiğitlerin önüne düştü ve dağlara
doğru at sürdüler.
Civar obalardan gelen yiğitler:
-Taurbay, sen bu küheylanla, galiba ilk kez
ava çıkıyorsun, eğer elimiz bоş dönmezsek, süründeki en yağlı tokluyu kurban edecek ve bize
kavurma pişireceksin, dediler.
Tаurbay gülümseyerek bu teklifi kabul etti…
Onlar, birbirlerine takılarak, şakalaşarak ilerlerken, aniden iki tepenin аrаsındа, bir kurt göründü.
Tаurbаy onu görür görmez yiğitlere emir verdi.
-Çabuk olun, köpekleri bırakın, yoksa kaçıp
gidecek!
Köpekler ve atlılar kurdun peşine düştüler. Deminden beri sessizce uzanan bozkır, köpek sesleri,
nal sesleri ve atlıların naralarıyla inlemeye başladı.
Tаurbаy’ın atı, diğer atları geride bırakıp köpeklerin hemen arkasına kadar yaklaştı. Tаurbаy’ın
da kurda yaklaşmasından cesaret alan köpekler,
süratlerini biraz daha artırıp kurdun neredeyse ensesinde solumaya başladılar ancak o anda, dünya
92
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Bu oyunda sen yoksun
ŞEMSETTİN ÜNLÜ
1
Altı ay önce, karlı, fırtınalı bir gecede, cam silecekleri çalışmadığı için, ıssız bir dağ geçidinde,
arabasının içinde, on saatten daha uzun bir süre, donmama savaşımı verdiğinin soğuk, sancılı anılarını yeniden yaşıyor gibiydi Cemil.
Kar yoktu, fırtına da yoktu bu yolculukta. O yana bu yana; cam sileceklerinin açıp araladığı
görüntüler, puslu, bulanık görüntülerdi. Cemil›in görme, gördüğünü algılama süresi; sileceklerin
silme hızı; bir de olanca yoğunluğu ile yağan yağmur... Bu kez, donmama savaşımının sancılı
saatlerinde değil, yol üstü, oyunculardan birinin kendisi olduğu üçlü bir oyunun içinde olduğunu
düşünüyordu.
Yol üstü üçlü bir oyundu bu: Görüntüyü açma, açılan görüntüyü örtme, yolu görebilme oyunu.
Sağa, sonra sola... Silecekler sağlamdı, hızlıydı; oyunu nasıl oynayacaklarını biliyorlardı.
Bir süre yavaşlıyor, görüntüyü açıyor; sonra birden hızını artırıyordu yağmur. Oyunun, ne
yapacağı, nasıl oynayacağı bilinmeyen oyuncusuydu yağmur.
Üçüncü oyuncu; yolu görecek, gördüğünü doğru algılayacak olan kişi, Cemil’in kendisiydi...
Koltuğunda oturuyor, önü sıra, silinip kapanan yağmur yüklü görüntüye bakıyordu. İnsanın,
arabanın, doğanın devinimlerinin uyumunu, dengesini, bütünlüğünü sağlamayı amaçlayan
edimler, donmama savaşımını verdiği o ıssız dağ geçidinde ne denli olağansa, şimdi de o denli
olağandı.
Olağanı, olması gerekeni buydu: Bir yanı ile arabanın içinde, direksiyonun başında, öbür yanı
ile alışkın, içe dönük, başkaca bir dünyada olduğunun ayrımındaydı Cemil; “Fırtına var / deniz var / batık gemiler, ölü denizciler var / sen yoksun bu oyunda. “
Gözünü yoldan, su birikintilerinden, kaçınılması gereken çukurlardan ayırmıyordu...
“Sen yoksun bu oyunda.”
93
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Böyle diyor şiirdeki karakaşlı, iri gözlü bilici
kadın...
Kimdir o oyunda olmayan?
Şairin kendisi, bir başkası ya da okurlardan
biri mi ?
Fırtınanın, batık gemilerin, ölü denizcilerin
olduğu bir oyun, nasıl bir oyundur?
Sürücü yoksa yol da, silecekler de yoktur
oyunda.
Ama yağmur, yağmurun yağma olasılığı, her
yolculukta, tasarlanabilen her oyununda vardır
yaşamın.
Sileceklerin çalışması, her hızda, her yoğunluktaki yağmura karşın sürücünün önünü görmesi, gördüğünü algılayabilmesi, sade, sıradan
şeylerdir.
Ama donmak, ıssız bir dağ yolunda, arabanın içinde donup kalmak da öyle midir?
Sıradan mıdır? Doğumla gelen ölümle gider
mi her zaman ? Özünde değişen bir şey olmaz
mı yaşamın?
Yağmur, ışık, aşk, hava, su, asal oyunculardır
da; Cemil, Celal, Sibel, yaşamı yaşanılır kılan daha
nice insan, kalabalıklar, sıradan oyuncular mıdır? Hırlı hırsız... korkak, cesur... bilge, aymaz...
çirkin, güzel... bunlar, güçlü oyuncularıdır bütün oyunların!
Onlar olmadı mı, yaşam oyunu da olmaz...
Paydos.
Oyun biter, perde iner!
Sibel, tiyatro oyuncusu, Celal tıp doktoruydu. İkisi de akrabası, yakın dostlarıydı Cemil’in.
Dört yıl süren delidolu bir beraberlikten sonra
evlenmişler, yılı dolmadan da, araya başka aşklar,
tutkular girmiş, ayrılmışlardı.
“ Olur... Yaparım.”
Gideceği yer, doğup büyüdüğü yerdi
Cemil›in.
Celal›in, ayrıldığı karısı Sibel adına icraya
yatırılacak olan para yanında, evrak çantasının
içindeydi.
Yetmiş iki bin lira bu Celal... Yatır bankaya, havale etsinler. “ diyecek olmuş; ”Ancak
toplayabildim... Geç kalır!” yanıtını almıştı Celal›den.
Araba yolda, yol yağmur altında, para çantaydı dört saattir...
Aşk, aşktır; asal oyuncularından biridir de
yaşamın...
Ölmez mi, ölümsüz müdür aşklar?
İhanetler, kavgalar, bunalımlar gelir geçer de,
aşklar kalır mı?
Şiirlerinden birinde; “Coşkuluydu, ışıltısı kendi içinde bir küçük göl / esintilerle
dolu uzun bir bahardı...” diye tanımlamıştı aşkı
Celal. Bu aşk, fakültedeki arkadaşlığın, nişanlılık,
evlilik, sonra da ayrılıkların gelip çattığı yılların
aşkı mıdır?
Yağmur hızlandı, sağanağa döndü.
Diklendi, toparlandı Cemil.
Kapı camları, arka cam, geri görme aynaları,
gün ışığının uzanabildiği her yer, damla damla su
sızıntılarıyla örtülmüştü. Sağanağın patırtısı motorun sesini boğuyordu.
“Duralım mı, gidelim mi? Bu oyunda var mıyım ben gerçekten?”
Yavaşladı; solundaki kapının camını araladı,
dışarıya baktı Cemil. Islak, boğuntulu, ucu görünmeyen bir tünelin içinde gibiydi araba.
“Dursam mı? Durmasam mı? “ Gülümsedi. “
‹Olmak ya da olmamak!”
Hadi, durmayalım bakalım! İşin içinde
durmak, durmamak vardır da, donmak yoktur...
Korkulacak bir şey de yoktur!
Yağmurun eli tutulmaz, önü kesilmez.
Şurada bir yerlerde bir kapı vardır; oyun
bitince o kapıdan çıkar gider yağmur... ‹Dur...
aman... oyun bitti mi? ‹ Oyundakilerden biri yağmursa, yelse, kimse sormaz, soramaz... Nasıl yaşayacağımızın yasalarını koyanlar bizler değiliz... Bizim kendi benzetmemizdir yaşamın oyuna, oyunun yaşama benzemesi. Yavaş ya da hızlı, sileceklerin buyruğumuza
uyması, küçük, çok küçük bir ayrıntıdır. Oyunlardaki bütün aşklar, esintiler, ayrılıklar, acılar,
alaysamalar da öyle.
Günlerden bir gün, yıldızlara, öte dünyalara
gidilir.
Ne iyi, gidilsin güle güle!
Ama bu, gücü, sağlığı yerinde birinin yaya
yürüyüşle bir saatte tırmandığı şu bayırı, berikinin koşarak; daha hızlı, daha hızlı koşarak tırmanıvereceği, akıp giden sabah yelini arkasında
bırakabileceği anlamına gelmez hiç.
Gün boyu değil, yaşam boyu acıkacak, doyacak, soluklanacak olanlarız biz...
94
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Âşık olunur da olunmaz da.
Arkamızda yoksa önümüzdedir ayrılıklar...
En küçüğünde bir top ateş!... İncelikleri, derinlikleri, aşınmaz kuralları ile, ucu bucağı bilinmeyen bir evrende bir top ateş olmaktır var olmak... Acılı, güldürülü, ezgili oyunlar alır ateşi. “
2
Kapı camını araladı, dışarıya uzandı Cemil.
Çakıl döşeli toprak yolun sağından, ayağı fren
pedalının üstünde, yolun iki yanını görebilecek gibi ağır, özenli bir ustalıkla indi yokuşu.
Sarı, boğuntulu bir ışık... Karaltılar... Tenteli bir araba yolun ucunda...
Yavaşladı Cemil; tenteli arabanın iki boy yakınına vardı, durdu.
Karaltılardan biri yaklaştı, eğildi; ”Köprü
suyun altında Bey... Biz geçemedik!...” dedi.
İki ayrık, çipil göz, sarkık, uzunca bir burun... Sesi ikircikli, soluğu kesik kesikti adamın; yağmurluğunun içinde, kamburunu çıkarmış, öne
eğilmişti.
Gün ağardığında yola çıkmıştı Cemil; dört, dört buçuk saattir yoldaydı.
Yağmur geciktirse de, kalan yolu bir saatte alabileceğini düşünüyordu. Kasaba girişine kadar, ağaçlı, az eğimli, düz bir yoldu
yolun bu bölümü. Irmak yok... dere falan da
95
yok... “ Adam uyduruyor... düpedüz uyduruyor!” diye geçirdi aklından.
“Köprü mü?.. Ne köprüsü?..”
Tabancayı ancak gördü Cemil. Patlama sesi,
yağmurun boğuntusuna, kırılıp saçılan yan camın gürültüsüne karıştı...
“Buyur, in... İn aşağı!”
“ Olmadı...”
“ İn... İn arabadan!”
“ Olmadı! Olmuyor dedim...” Sesini yükseltti, toparlandı Cemil; “Hesapta bu yoktu...
Bu karaltılar yoktu.” diye geçirdi içinden. Uzandı, yüzünü yüzüne yaklaştırdı ayrık gözlünün;
“Oyunda bu yoktu. Sen de yoksun oyunda!... “ diye bağırdı var gücüyle; “ Duydun
mu ki?” Vitesi itti, gaza bastı; direksiyonu sola
çevirdi ; “Duydun mu?” diye yineledi yüksek
sesle.
Sıçradı, kendisini kurtarmaya çalıştı ayrık
gözlü... yağmurluğu kaydı, dizi üstüne yere yuvarlandı.
Arkada dikilip duran iki karaltının üstüne
üstüne sürdü arabayı Cemil; sıyırır gibi, tenteli
kamyoneti solladı, öne geçti; hızlandı; “Sen
yoksun
oyunda...
Arkadaşların da yok !...” diye söylendi
dişlerinin arasından.
Yağmur yağıyordu... O yana bu yana,
görüntüyü açma çabasındaydı silecekler.■
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
ŞEHİR
Dişleri kenetli sarhoş geceler;
Geceler geceler, beyni sulanmış!
Fikirde, zehirle zifir heceler;
Geceler zavallı, kana bulanmış!
Gürültü gürültü, şehir bu mudur?
Biraz sis ve zillet, zan pençe pençe!
Bir dehşetli azâb, bir korku mudur,
İrisleri oyan zâlim şirpençe?
Saatte zemberek altın oymalı;
Bu sokak başında, dilenen de kim?
Sevgiler hep masal, çehre riyâlı;
Niçin bu caddede yalnızım, tekim?
Şehir: Kâbus dolu, kayadan mahzen!
Şehir: Camdan fânûs, kurak akvaryum.
Bâzen neş›e dolu, ıztırap bâzen;
Bu akan gürûhda bir ben mi yokum?
Gelip geçenlere durup soran yok;
Nedir bu izdiham, bu telâşınız?
Asırlar karamsar, saniyeler şok;
Niçin ağrı çeker hâlâ başınız?
Afişler afişler, renk renk tezatlar…
Adını koymalı, koymalı bunun!
Kadın mı bu mahlûk: Haraç-mezatlar!...
Ya sincap yâhût da kafeste maymun!
Yaldızlı, kokartlı, sırmalı, simli
Gözlükler aynalı, som çerçeveler!
Bir hayâlet gezer moda isimli;
Şarkılar beyinde neler geveler?
Keneler asılı kafatasında;
Bir mâdenî levha gönül, apacı!
Çıngırak sesleri haz tavasında,
Şifâ niyetine çekiyor sancı!
Kıvrılan caddeler, düz olun artık!
Siz ey apartmanlar bize yaklaşın!
Gözlerimiz mahmûr, dilimiz sarkık...
Yeter ey ufuklar siz berraklaşın!
M.HÂLİSTİN KUKUL
96
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Kentleşen şehrin şiiri olacak mı?
AHMET ULUDAĞ
İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı dünyanın
garp dışında kalan diğer milletleri gibi. Akmaya devam
edecek de. Almanya’nın 1950’deki şehirleşme oranına biz
ancak 2010 yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1
milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu 50 yıldan
daha az bir sürede gerçekleşmiştir.
Ü
zerine şiir yazılmamış bir şehir var
mıdır? Ben, yoktur diyorum. Bazıları bilinir çünkü bir bilinen şairin
gönlüne düşmüştür, güçlü bir şairin mısralarına dizilmiştir, o şehir, kendisi başlı başına bir
Leyla’dır, uğruna çöllere düşülecek… Bazılarının şiiri kâğıt olup harmanlanmamıştır, sözde
kalmıştır ya da şöyle bir garip yolcunun gönlünü yakıp geçmiştir. Kor olup yaksa da, zehir içip
şerbet içtik diyenler, bir ateş yalımıydı rüzgârla
geldi, ince bir yağmurda söndü gitti demişlerdir;
diyememişlerdir…
Başka coğrafyaları bilmem ama benim bildiğim şehirler içinde üzerine en çok şiir yazılan
şehir “bir taşına bütün Acem mülkü feda edilebilen” şehirdir. O şehrin şairi de Yahya Kemal…
Bütün hayranlığıma rağmen merakımı mucip
olan husus, şehrin gerçek hayatının dışında kalmış Yahya Kemal’in nasıl olup da şehrin manevi iklimi ile şiirlerinde böylesine hemhâl olmuş
olmasıdır. Çocukluğunun geçtiği, maddeten ve
manen bereketli iklimlerdeki hayatının, hislerinin ve acılarının İstanbul’da tezahürü müdür?
Bir meşenin kökünü söker gibi acıtarak, kanatarak, bir daha hayat bulmamacasına sökülüşün
acısının, hayaller âleminde kalmış, yaşamadığı
ama destan destan dinlediği günlerin özlemle
birleşmesinin sonucu mudur?
Rakamlar gönül adamlarına pek bir şey
söylemez. O hislerinin peşinden gitmeyi tercih
eder. Kemiyet değil keyfiyet mühimdir, onun
için. Ben de rakamlara fazla önem atfetmeden,
kentleşen şehirlere değinmek istiyorum biraz
da… Kentleşen şehir tabiri garip görünebilir
ama şu anda şehirleşen her yer köyleşmektedir
yani kentleşmektedir. Kent Türkçede esasen köy
manasına gelen bir kelimedir. Dilimizi bozarak
harsımızla, milletimizle, ait olduğumuz medeniyet dairesiyle alâkamızı kesmek isteyenler bu
kelimeyi, başka kelimeler gibi, getirdiler ki, hem
diğer Türk topluluklarıyla hem de Müslüman
toplumlarla birbirimizi daha az anlayalım. So-
97
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
nuçta bütün halklar birleşip bir komün olacaktık;
demir perde çöktü, topluca global olduk. Böyle
olunca da dünyayı hep cüzdan zaviyesinden görmeye başladık. Kaybolan güzelliklere, kaybolan
değerlere ağıt yakmamızı da timsahın gözyaşları
mesabesinde düşünmek daha doğru olacaktır.
İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı
dünyanın garp dışında kalan diğer milletleri
gibi. Akmaya devam edecek de. Almanya’nın
1950’deki şehirleşme oranına biz ancak 2010
yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1
milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu
50 yıldan daha az bir sürede gerçekleşmiştir. Yani
garp sindire sindire şehirleşmiş, bizler ise hızla
kentleşmişiz… Yollar, binalar yapacağız derken
tarihi, sanatı, mimariyi, çevreyi hepten unutmuşuz. Kafesteki kuşlar ve saksıdaki çiçeklerin dışında tabiat bilmeyen, kapının önünde, toza toprağa
bulanarak oyun oynamamış bir çocuk büyüyecek
ve şehrin şiirini yazacak. Hangi şehri yazacak? Ne
yazacak?
Aslında garbın günahını hep birlikte çekiyoruz. Makineleşen garp, dünyayı sömürdü ve sömürmeye devam ediyor. Garbın dışındakiler de
garptaki hayatın rahatlığına özendi. Rahat hayat,
tabii ki güzel şey, eğer israf batağına batmazsanız.
Bugün garp ve özentileri israf çukurunda debelenmektedir. Sadece kendi hayatlarının değil, hepimizin hayatını, milyon yıllara meydan okumuş
şu ihtiyar dünyanın düzenini tehdit ediyorlar.
Kutuplarda buzullar dünyamızın hâline gözyaşları döküyor. Maazallah bir gün gözyaşları kuruyacak. İşte o zaman, bize kim ağlayacak kim
destanımızı yazacak?
Şiir aşktır, aşkı anlatır, aşkla anlatır… Şehir
olmazsa şiir eksik olur. Köyde hayat tabiatı
yaşamaya yöneliktir. O tabiatın içinde her
gün yaşayan insan şiirini yazamaz. Şehirde
tabiat kısmen mevcuttur. Müsaittir havası şiire,
edebiyata… Aşk ise mebzul miktarda bulunur.
Hatta öylesine fazladır ki, ayaklar altına düşmüştür. Bu da kentleşmenin ürünüdür. Televizyon
karşısında uzanacaksın, orada gösterilen tabiata,
aşka ve biraz da arabesk katkılı şiire bakacaksın.
“Of be!” diyeceksin, sadece. Çünkü kelime haznen, hazne olmaktan çıkmış, büzüşmüş bir torbaya dönüşmüş. Kitaba küseceksin, şiire küseceksin, edepten uzaklaşacak, edebî olanı fark etmeyeceksin. Şiir şimdiki kadar bile para etmeyecek.
Hangi şair şiirle yaşayıp, şiirini paylaşacak?
Geliri artan Çin ve Hindistan /ve diğerleri)
herkesi korkutuyor. Garplı ya onlar da bizim gibi
yaşamaya başlarsa diyor… Tam bugünkünün beş
katı israf… Sular çoktan paralı, hava da bedava
olmayacak belli ki… Bizler bu değişimin yaşandığı dönemde geçiriyoruz günlerimizi. Hâlâ kuş
sesi, su sesi, tabiatın neşesi ile neşvünema buluyoruz. Şiirlerimizde tabiat da var şehrin kenarlarındaki insanlarda… Kentleşmenin karşısında cılız
da olsa ses verebiliyoruz. Şehrin kayboluşunu
gören ama kasabayı, şehri yaşamış bizlerin mısralarında şehir olacaktır, şehrayin olacaktır ama
towerler, residenceler ve sitelerle çevrilmiş dünyası
olanların şiirinde şehir nerede olacak? Biz yıkımı
yazdık, gecekonduyu yazdık, kaybolan değerleri
yazdık, ucundan kenarından şehre bulaştık. Televizyon ekranından veya kulenin camından seyrettiği gerçek şehri nasıl şiirlerine işleyecek? Bu
noktada Yahya Kemal’i düşünüyorum, tekrar... ■
98
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Medine'nin şairleri
NİYAZİ KARABULUT
Ş
ehirler vardır, ruhumuzun o en mahfuz
köşesinde
hatırasını
sakladığımız.
Zaman zaman kıyıya vuran dalgalar
gibi gelir vurur bilincimizin kıyılarına. Ütopyalar
vardır, ulaşmak ümidiyle içimizde sakladığımız.
Kavuşmak ümidini bir sevda gibi taşıdığımız.
Kimse görmese, nerede olduğunu bilmese de,
adları anıldığında içimizi sırf var olduklarını
bilmekten ötürü ılık bir rüya denizine döndüren
şehirler, coğrafyalar: Mekke, Buhara, Şam, Tebriz,
Urfa, Hicaz… Medine, Medinetü’l-Münevvere,
Medinetü’n-Nebi. Medeniyetin kalbi.
Bu şehir yalnız yeryüzünün en değerli incisini
içinde saklamıyor, o inciyi görmeye gelenleri de
birer inci tanesine dönüştürüyor. Bu şehir hiçbir
mensubiyetin veremeyeceği bir aidiyet duygusu
üflüyor kalplere. Binlerce kilometre öteden gelip
bir anda yerlisi oluyorsunuz beldenin. Bunun için
seferi olamıyorsunuz bu şehirde. Bu şehrin misafiri
yoktur, yerlisi vardır.
Şehir insan ilişkisini herkes yaşar ama şairler ve
gönül insanları bu ilişkinin bir bakıma felsefesini
dile getirir, anlam katmanları arasında dolaşarak
yeni sanat ürünlerinin hareket noktası yaparlar.
Güzeller kendilerine şiirler yazdırırlar, güzel
şehirler de öyledir. Çoğu zaman bir şehir, bir sevgili ile özdeşleşir. Medine şehrinin Medinetü’n-Nebi
olması böyle bir şey.
Şairler bir şehri seviyorlarsa, orada sevdikleri
olduğu içindir. Medine şehrinde Habibullah varken hangi şair bu sevgiliye bigâne kalabilir. Allah’ın
sevdiğini sevmeyen şair olabilir mi? Onu sevmekle
kendileri yücelmiş üç şair var. Peygamber iltifatına
mazhar olmuş üç güzel insan. Allah’ın dinine dilleriyle, şiirleriyle yardım eden üç şair:
Hassan b. Sabit
Kâfirlere karşı İslam ve Müslümanları şiirleriyle
destekleyen, “Resulullah’ın şairi” diye bilinen sahabe. Şair-i Resulullah...
Hassan b. Sabit(r.a) Müslüman olduktan sonra
peygamberimizin yanından ayrılmamış, ihtiyarlığına rağmen yazdığı ve söylediği şiirleri ile müşrikler
üzerinde büyük tesir yaparak Müslümanları cihada
teşvik etmiştir. Resulullah, Hassan b. Sabit’in müşriklere karşı söylediği şiirler hakkında “Hassan’ın
beyitleri düşmana ok darbesinden daha etkilidir.”
buyurmuştur[1].
Hassan b. Sabit(r.a) şiirleriyle; Resulullahı, İslamiyeti ve Müslümanları över, İslamın
yücelmesini ve cihadı teşvik edici beyitler söylerdi.
Ayrıca Kureyş kâfirleri ve diğer müşriklerin İslama
saldırılarına karşı onların yüz karalarını ortaya koyucu şiirlerle ağızlarını sustururdu. Hassan bütün
şairlerin en üstünlerinden biri kabul edilmiştir.[2]
1. İbnü›l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, s. 26.
2. Tehzibu’t-Teshib, II, 247, Asr-ı Saadet, III, 372.
99
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Medine’de Peygamberimiz Mecsid-i Nebevide
Hassan b. Sabit’e ait bir minber yaptırmış, İslami
tebliğin sadece kılıçla değil aynı derecede söz ve sanatla da gerçekleştirilmesinin önemine dikkat çekmiştir. Ona şöyle söylemiştir: “Ey Hassan, müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrail
seninledir. Ashabım silahla harp ettikleri gibi sen
de dilinle savaş” [3].
Hassan b. Sabit (r.a), hayatı boyunca şiir sahasının önde gelen simalarından biri olmuştur.
Bedir Savaşı’ndan sonra Yahudi şair Ka’b b. Eşref savaşta ölen Mekkeli müşrikler için şiirler
söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiirlere karşı
Peygamberimiz (sav) de Hassan b. Sabit’e şiirler
yazmasını söylemiş Hassan b. Sabit de Yahudi şaire
karşı şiirler yazarak onun Mekkeli müşrikler arasında itibarının sarsılmasına neden olmuştur.
Hicretin dokuzuncu yılında Temimoğulları kabilesinden bir heyet, esirlerini almak üzere
Medine›ye gelmişti. Yanlarında en meşhur hatiplerini de getirerek İslam aleyhinde propaganda
yapmayı düşünmüşlerdi. Ancak Peygamberimiz
Hassan b. Sabit’e, Utarid adlı şairin söylediği şiire karşılık «Kalk bunun konuşmasına karşılık ver.»
emriyle, Hassan b. Sabit oradaki müşriklere etkili
bir şiir okumuş ve onların meclisten çıkıp gitmelerini sağlamıştır. Daha sonra Temim heyetinden
Akra b. Habis, kendinden geçerek «Allah›a yemin
olsun ki bu zata (Resulullaha), bizim bilmediğimiz
bir yardım gelmektedir. O muhakkak muvaffak
olur, onun hatibi ve şairi bizim şairimizden üstündür.» diyerek hayranlık ve İslamın gücünü itiraf
etmiştir. [4]
Hassan b. Sabit (r.a), Peygamberimizin vefatıyla ruhi bir çöküntü içerisine girmiş ve üzüntüsünden gözleri görmez olmuştur. Uzun mersiyeler
söyleyerek Peygamberimizin arkasından yas tutmuştur. Şiirlerinin birinde «Resulullah›ın pak alnı
karanlık içinde göründüğü zaman ortalığa nur saçan, karanlığı aydınlatan çerağ gibi görünür.» demişti. Peygamberimizin «Muhakkak ki Allahu Teala, Resulünü övmek ve müdafaa etmek hususunda
Hassan›ı Cebrâil (a.s)›la takviye etmektedir.» hadisi
3. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü›l Meâd, çev. Vecdi Akyüz,
Ali Vasfikurt, Salim Ögüt, İstanbul 1990, IV, 68-69.
4. Buhâri, Bedu’l-Halk 6; Meğâzî, 30; Müslim,
Fadailü’s-Sahabe,153-157.
onun tek tesellisi olmuştur[5].
Kab b. Züheyr
Züheyr, sadece şair değil, aynı zamanda bilgeydi de. Züheyr, Hristiyan ve Yahudi âlimlerinin
yanlarına gider, onları dinler, onlardan ahir zamanda bir Peygamber gönderileceğini işitirdi. Züheyr,
dede, baba, oğul ve torunuyla, kudretli şairler yetiştiren bir kabileden gelmekteydi.
Ka’b Bin Züheyr de ölüm hükmü giyenlerdendi. Mekke fethedilince, Taif’e kaçmış, Taif halkı
da Müslüman olunca, sığınacak yer bulamamıştı.
Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in Müslüman olduğunu öğrenince, ona çok kızmış, bunun üzerine
bir şiir yazmıştı. Şiirinde, Peygamberimize ve İslamiyete karşı hoş olmayan sözler sarf etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: - Kâ’b’a
kim rastlarsa, onu öldürsün! Kardeşi Büceyr, “Başının çaresine bak!” diye yazarak durumu kendisine
bildirdi. Büceyr, kardeşi Kâ’b’a yazdığı mektubun
bir kısmında şöyle diyordu: “Resulullahı şiir yazarak hicvedip üzen Mekkelilerden bazıları öldürüldü. Eğer sağ kalmak istiyorsan, acele Resulullahın
yanına gel! O, yaptığına pişman olup, tövbe ederek
yanına gelen kimseyi affeder. Bu mektubumu alır
almaz Müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu
dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde nereye
gideceksen git!” Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in
mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti.
Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları, onun
için, “O, artık öldürülmüş demektir!” diyerek dedikodu yayıyorlardı. Kâ’b bin Züheyr, bu durum
karşısında derin derin düşünmeye başladı. Bulutsuz gökyüzüne, uçsuz bucaksız çöle, kum tepeciklerine, daha ötelere; ufuklara baktı bir süre... Gökyüzünün geceleri laciverdi bir atlas ve yıldızların
birer kandil olarak çok şeyler anlattığını düşündü.
Pişmanlıkla karışık bir hayal kırıklığı ile yazdıklarından çok yazamadıklarının derdine düşmüştü
sanki koca şair. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu.
Bir süre sonra gerçeği şair sezgisiyle yakalayan soylu şairler kervanına katıldı. Artık bundan sonra,
başka bir gerçek, başka bir ışık aramayacağına dair
içinde beliren kuvvetli inancın hayret ve dehşeti
içindeydi. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi.
Peygamber efendimizi metheden ve kendisinin de
tövbe edip Müslüman olduğunu bildiren uzun bir
5. İbn Hişam, C.4, s.146.
100
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
şiir yazdı.
Medine yollarına düştü. Alev alev yüzüne
vuran kum fırtınası bile engelleyemiyordu onu.
Medine’ye varınca, gizlice Cüheyni kabilesinden
olan bir arkadaşının evine gidip misafir oldu. Ertesi gün sabah, evine misafir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin yanına götürdü. Kâ’b bin Züheyr,
devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi. Peygamberimizin yanına yaklaşıp kendini tanıtmadan
dedi ki: Ya Resulallah! Kâ’b bin Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye
gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem, aman
verip Müslüman olmasını kabul eder misiniz?
Gözleri önündeydi, Resulullahın duygularını okumaya çalışırken korkunun esintisini ve ölümün nefesini yüreğinde duyumsadı. Düşte bile görmemişti heyecanın böylesini. Göğsü üzerine düşen başını
ağır ağır kaldırdı Kâ’b, bir kez bakabildi rahmet
peygamberine, şimdi artık gidebilecek bir başka
yön, bir başka yol, bir başka mekân olamayacağını
biliyordu. Peygamberimizin cevabı “evet” oldu. Bir
şeyler koptu sanki içinden. Utanıyordu. Ya Resulullah, ben şehadet ederim ki, Allahtan başka ilâh
yoktur. Sen de Onun Resulüsün! “Sen kimsin?” sorusuna, “Ben, Kâ’b bin Züheyr’im.” cevabını verdi.
Ashab-ı Kiram onun Kâ’b bin Züheyr olduğunu
anlayınca, Ensar’dan biri ayağa kalkıp: Ya Resulallah, müsaade et, boynunu vurayım!” dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Vazgeç ondan! O,
içinde bulunduğu hâlden pişman ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir.”[6] Bu cümleler onu rahatlatmıştı. Sonsuza dek yitirdiğini sandığı kelimeler bir
anda hatırına gelmeye başladı, kendini toparladı.
Ve “Suad uzaklaştı” mısraı ile başlayan kasidesini
okurken nefesler tutulmuş, ashab onu dinliyordu.
Resulullah takdirini göstermek için sırtından bürdesini çıkarıp K’ab’a giydirdi. Bu hem onu hem de
şiirini korumaya alan bir bürümeydi.
“Haber aldım ki; Allah’ın elçisi beni ölümle tehdit
etti.
Aftan başkası umulmaz Allah’ın elçisinden
hâlbuki.
Mühlet ver! Seni hidayete ulaştıran ki;
Sana içinde açıklamalar ve kıssalar olan Kur’an’ı
hibe etti.
6. MorTaka, 2008-Bahar, S.10, s.105.
İspiyoncuların sözleriyle yargılama beni
Sözümde aşırı gittiysem de değilim günahkâr biri.
Öyle bir makamda bulunuyorum ki;
Böyle bir makamda korkmaz mı fil ve işitse benim görüp, işittiğimi.
Yaklaştıkça titrerdi, eğer olmasaydı onun için
Allah’ın izniyle, Resulün teminatı.” [7]
Abdullah b. Revaha
Hicretin yedinci senesi idi. Umretül kaza yapılıyor. Mekke’ye yaklaşırken Resulullah efendimiz
Kusva adlı devesinin üzerinde ve devenin yuları
da Abdullah bin Revaha’nın elinde bulunuyordu.
Abdullah bin Revaha, hem şiirler söylüyor hem
ilerliyordu: “Çekilin kâfirler nebinin yolundan bugün,
Vururuz yoksa boynunuzu inkâr etmiştiniz dün,
Öyle bir vuruş ki ayırır gövdeden başı,
Hatırlatmaz insana ne dost ne arkadaşı.»
Bunun üzerine Hz. Ömer ona: “Ya Abdullah,
Harem’de Allah’ın Resulünün huzurunda mı böyle
karşıdakileri çatışmaya tahrik eden şiiri söylüyorsun?” demiş, Resulullah da: “Bırak ya Ömer söylesin. Vallahi Abdullah’ın sözleri bu kâfirlere ok
yarasından daha fazla tesir eder.” buyurmuştur.[8]
Resulullah, İbn Revaha için “Kardeşiniz
şüphesiz bâtıl söz söylemez.» buyurmuş, “ bâtıl
sözler dışındaki şiirlerde hikmet ve yarar vardır.”
demiştir.
Peygamber efendimiz biraz sonra Abdullah bin
Revaha’ya;
“Allahuteala’dan başka ilah yoktur! Bir olan odur!
Vaadini gerçekleştiren odur! Bu kuluna yardım
eden odur! Askerlerini güçlendiren odur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız
odur, de!” buyurdu. Ve hayır duada bulundu.
Abdullah bin Revaha da söylemeye devam etti.
Diğer Ashâb-ı kiram da onun söylediklerini tekrar
ediyordu.
7. Sünen-i Tirmizi, C.V,s.139, H.no:2847.
8. İbnu Hişam, C.IV,s.15-16.
101
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Mute seferine çıkılırken herkes birbiriyle kucaklaşıyor, helâlleşiyordu. Bu sırada arkadaşları,
Hz. Abdullah›ın ağladığını fark ettiler. Ağlama sebebi sorulduğunda şöyle demişti: “Benim dünyaya
karşı sevgim, sizlere karşı ziyade arzum yoktur.
Ancak ben Resul-i Ekrem›den (s.a.v) Meryem
suresi yetmiş birinci «İçinizden hiçbiriniz hariç
olmamak üzere mutlaka hepiniz cehenneme varacaksınız.» ayetini işitmiştim. Ayette bahsolunan
cehenneme uğradığımda hâlim nice olur diye düşündüğümden ağlıyorum.»
Uğurlayanlardan bazıları onu teselli ederek,
«Cenab-ı Hak sizleri korusun, düşman şerrini
sizden uzaklaştırarak sağ salim dönmenizi nasip
etsin.» demişler, bunun üzerine Abdullah su şiiri
söylemiştir:
“Günahkârım fakat ben
Af isterim Rabbimden
Ya da kanımı dökecek bir vuruş isterim.
Kılıç ya da mızrakla deşilip çıkmış ciğerim.
Ta ki beni gören samimice desin
Su savaşçıya Allah rahmet eylesin.”
Yine Mûte’de ordu komutasını eline alırken şu
şiiri söylemiştir:
“Nefsim bir isteksizlik var sende
Savaşacaksın dilesen de dilemesen de
Hani çoktandır yoktu sende ölüm korkusu
Ca’fer, ne güzel geliyor cennet kokusu .”[9]
Zeyd b. Erkam der ki: “Ben Abdullah bin
Revaha’nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim.
Mûte seferine çıktığımızda beni de terkisine bindirmişti. Geceleyin biraz gidince dudaklarından
şehitliği özlediğini ve buna kavuşmak için yandığını ifade eden şiirler söylüyordu. Bu beyitleri işitince ağladım. Bunu fark eden Abdullah bin Revaha,
bana dedi ki:
-Sana ne oluyor! Şehit olmamın sana ne zararı
var? Hak Teala bana şehitliği nasip ederse, sen de
hayvanıma biner, geri döner, yerine ulaşırsın. Ben
ise dünyanın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden
kurtularak özlediğim şehitlik makamına kavuşurum.
Abdullah bin Revaha, iki rekât namaz kılıp
uzun bir süre dua etti. Sonra Zeyd’e dönerek dedi
ki: “Ey çocuk! İnşallah bu sefer şehitlik nasip olacaktır.”
İslam ordusu, Şam topraklarında bulunan, Ma›an şehrine kadar hiç durmadı. Bizans
İmparatorunun büyük bir ordu yolladığını haber
aldılar. Derhal istişare toplantısı yapıldı. Herkes
fikrini söyledi. Abdullah b. Revaha ayağa kalktı:
“Ey Mücahitler! Bu sefere niçin çıktığımızı, hatırlamıyor gibisiniz! Çünkü hepiniz biliyorsunuz ki,
ya kahramanca savaşıp zafer kazanacağız veya Allah
rızası için ölüp şehit olacağız... Bu mertebelerin ikisi de, her Müslüman için, en büyük şereftir.”
“Kardeşlerim, unutmayın ki biz düşmana karşı, sayı ve silâh çokluğuyla savaşmıyoruz. Cenab-ı
Hakkın lütfettiği, İslam dini ve iman gücümüzle,
er meydanına atıldık. Hepimiz yüce Allah’tan, iki
şey diliyoruz: Ya gazilik, ya şehitlik.” diyerek sözlerini tamamladı. Oradakiler:
“Vallahi, Revaha›nın oğlu doğru söylüyor.” dediler. Sonra da hep birlikte, ilerlemeye başladılar.
Abdullah bin Revaha çarpışırken bir ara parmağı ağır yaralandı. Kopmak üzere idi. Bunun üzerine atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına
koyup: «Sen sadece yaralı parmak değil misin? Zaten bu kazaya da Allahuteala’nın yolunda uğramış
bulunuyorsun.» diyerek parmağı çekip kopardı.
Sonra tekrar atına binip olanca gücüyle çarpışmaya
devam etti. Çarpışmanın bir anında Abdullah bin
Revaha atından inmişti. Amcasının oğlu kendisine biraz pişmiş et getirdi ve: “Al, bunu ye de biraz
güçlen.” dedi. Abdullah bin Revaha üç günden
beri bir şey yememişti. Etten ağzına bir lokma
aldığı sırada, Müslümanların bulunduğu yerde bir
karışıklık gördü. Bunun üzerine: «Arkadaşların bu
hâlde iken sen hâlâ bu dünyadasın ve yiyip içmekle
meşgulsün.» diyerek nefsini kınadı ve elindeki eti
bırakarak tekrar savaşa başladı. Çok geçmeden Abdullah da şehit oldu.
Abdullah bin Revaha, Peygamber efendimizin
vahiy kâtipleri arasındadır. Onun hakkında buyurdular ki: “Cenab-ı Hak, Abdullah bin Revaha›ya
rahmet eylesin. Melekler onun meclisiyle öğünürlerdi...”
Peygamberimiz onun şiiriyle ilgili olarak, «Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha etkilidir.»
buyurmuştur.■
9. İbnu Hişam, C.IV,s.20-21.
102
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
"Şair, şehir ve tezkire: Diyarbakır örneği"
NURULLAH ALKAÇ
A
nadolu’da, Gazi Hünkâr devrinde atılan şiir tohumları, Yıldırım Bayezit zamanında yeşermeye başlamış, Kanuni Sultan Süleyman döneminde olgunlaşmış, 19. yüzyılda Batı’nın etkisiyle de farklı bir yol
izlemiş ve Cumhuriyet’le beraber, sadece ‘Gelenek’ olarak var olabilmiştir. Osmanlı coğrafyasında, bu tarihî seyir içinde, 28 kaynağın ışığında, İstanbul’dan
Selanik’e, Diyarbakır’dan Bağdat’a, 211 yerleşim merkezinden[1] ‘tezkireci’den
‘aşçı’ya, şeyhülislam’dan ‘terzi’ye birbirinden farklı 108 mesleğe[2] ait 3182 şair[3]
ortaya çıkmıştır. Osmanlıdaki şair bolluğunu ve şiir eğilimini Âşık Çelebi’nin şu
fıkra tadındaki alıntılamasında bulmak mümkün: ‘‘Rivâyet olınur ki, Prizen’de
doğan oğlan addan mukaddem mahlas korlar; Yenice (Vardar)’da doğan oğlan
‘Baba’ diyecek vakt Fârisî söyler; Priştine’de oğlan toğsa dividi belinde doğar.’’
Latîfî, Osmanlı ülkesindeki bu şair bolluğunun nedenleri olarak, ülkenin havasının ve suyunun güzelliğini gösterir[4]. Ayrıca tezkirecilerin, her şiir yazanı
değil de, bu işi meslek edinmiş ve kaliteli şairleri aldıkları düşünüldüğünde, bu
bolluğa farklı rakamlarda şairler de eklenmiş olacaktır.
Şehir ve kültür, birbiriyle yan yana en çok düşünülecek iki kelimedir. Çünkü kültürün üretildiği merkezler hemen daima şehirler olmuştur. En önemli
şehirlerin aynı zamanda yönetim merkezi olarak seçildikleri ve edebî faaliyetlerin en yoğun yerler olarak yaşandığı bilinmektedir. IX. asra kadar Ötüken,
Hoça ve Turfan şehirlerinin merkezinde gelişen siyasi ve edebî gelişmenin, X-XI.
asırlarda Kaşgar ve Balasagun’a devredildiği zamanlar olmuştur. XIII. asra kadar
Doğu Türkçesi çerçevesinde oluşan bu merkezler, Batı Türklüğü için de bir esas
olmuştur. XIII. yüzyılda Harezm, XV. yüzyılda Herat, Semerkand ve Buhara
1. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar Osmanlı Kültür Coğrafyasına
Bakış’’, V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, İstanbul 23-28 Eylül 1985, Tebliğler, S.145-152; Mustafa
İsen, ‘‘Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlar’da Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Akçağ,
Ankara-1997, s.64-75;* Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Tezkireden Biyografiye’’, Kapı Yayınları, 1. Basım: Nisan
2010, s.169-182,.Aynı makale biraz farklı olarak, Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, 6. Baskı, Editör: Mustafa
İsen, Ankara-2011, s.377-383; * Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler. Hzl. Mehmet Kalpaklı. YKY. 1.
Baskı: İstanbul, Aralık 1999, s.302-305.
2. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar: Divan Şairlerinin Meslekî
Konumları’’, Millî Eğitim, S.83/ Mart-1989, s.35.
3. Muhsin Macit, ‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ Üzerine’’, Millî Eğitim dergisi,
S.86, Haziran-1989, Şair sayısı 3134 olarak verilmiş s.77;* Dr. Ali Duymaz, ‘‘Tezkirelere Göre Divan
Edebiyatı İsimler Sözlüğü’’, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.31, S.1, . Burada birer mahlası
sayılmayan 47 şair dışında toplam şair sayısı 3139 olarak verilmiştir, s.499.
4. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘XVI. Yüzyıl Sonuna Kadar Osmanlılarda Biyografi Geleneği’’, Tezkireden
Biyografiye, s.21.
103
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
İstanbul
Bursa
Edirne
Konya
Diyarbakır
Kastamonu
Bağdat
Gelibolu
Kütahya
Bosna
Antep
Buhara
Serez
Manisa
V. Yenicesi
Bolu
Isparta
Üsküp
Amasya
Aydın
Manastır
Rumeli
Erzurum
Filibe
Selanik
Sofya
Ankara
Trabzon
Tokat
609
156
150
69
40
36
35
24
24
26
26
26
21
20
20
19
19
18
17
17
17
17
16
16
16
16
15
15
14
Doğu coğrafyasının merkezi iken, Batı Türklüğü
için de Bağdat, Diyarbakır, Gence, Tebriz, Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi ilâve merkezler
ortaya çıkmıştır. Bu merkezlerin özellikle kültürel
bakımdan ortaya çıkışını sağlayan birtakım alt
yapı, yani eğitim kurumları vardı. Bu kurumların
başlıcasını medreseler, tekkeler ve askerî merkezler
olarak tanımlamak mümkün[5].
Tezkire:
Bilindiği gibi, Arapça zikr ( ‫ﺮﻛﺬ‬,z-k-r/fi’l) kökünden gelen tezkire (‫)ﻩﺮﻛﺫﺗ‬, tef’ile vezninde mastar olup isim olarak da kullanılabilmektedir. Sözlüklerde ‘‘anmaya, hatırlamaya vesile olan kâğıt,
varaka, risale ’’[6] gibi anlamlarda kullanılır. Edebiyatta ise ‘‘Divan Edebiyatında şairlerin yaşam öykülerini derleyen, onlarla ilgili değerlendirmelerde
bulunan, şiirlerinden örnekler veren yapıtlara’’[7]
denilmiştir. Tezkirelerde bahsi geçen kişinin hayat
hikâyesi, nereli olduğu, hangi dönemde yaşadığı,
hangi eğitim ve görev süreçlerinden geçtiği, başından geçen önemli olaylar, önemli eserleri ve ölüm
tarihi gibi öne çıkan noktalar belirtilerek, varsa şiirlerinden örnekler verilir[8]. Kısacası tezkireler, öznel veya nesnel, şu üç özellikleri kendilerinde barındırmışlardır: Edebiyat tarihi, eleştiri ve antoloji.
Bugün, ‘‘Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı,
5. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Klasik Şiirin Merkezi Olarak
İstanbul’’, bilig-13/ Bahar-2000, s.1-6
6. Raif Necdet Keteli, ‘‘Resimli Türkçe Kamus’’ Haz: Prof.
Dr. Recep Toparlı, Belgin Tezcan Aksu, Canan Selvi Kanoğlu,
Seyfullah Türkmen. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,
Türk Dil Kurumu Yayınları:842. Ankara-2004, s.502
7. ‘Tezkire’ kavramı için bk. Büyük Larousse Sözlük ve
Ansiklopedisi. Milliyet gazetesi. C.22, s.11483; *Ana
Britannica, C. 20, s. 573-4; *Sabah Meydan Larousse, Cilt:19,
s.247-8.; *Abdülkadir Karahan, ‘Tezkire’ ,İA, XII/1, s. 226230; * Harun Tolasa, ‘‘Tezkire’’, Türk Ansiklopedisi, C.31, Millî
Eğitim Basımevi, Ankara-1982, s. 161-163; *Yusuf Öz (Fars
Edebiyatı), Mustafa Uzun (Türk Edebiyatı) ‘‘Tezkire’’, TDVİA.
C. 41, İstanbul-2012, s. 68-73; *İskender Pala, ‘Ansiklopedik
Divan Şiiri Sözlüğü’, Kapı yayınları, 18. Basım: Kasım 2009,
s.456; *Abdülbaki Gölpınarlı, ‘‘Şuara Tezkireleri ve Tezkireciler’’,
Aylık Ansiklopedi, Seri:2, I(İstanbul, Temmuz-1949), s.28-31;*
Necati Elgin, ‘‘Şuara Tezkireleri’’,Konya Halkevi Kültür Dergisi,
s.129-130 (Temmuz- Ağustos 1949); *Zeki Pakalın, ‹‘Tezâkir-i
Şuara’’, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.III,
s.486-490;* Mehmet Halit, ‘‘Teskereler ve Teskireciler’’, Hayat,
C.V, S.107, Ankara, 13 Kânunevvel 1928, s.44-45;* Doç. Dr.
Mustafa İsen, ‘‘Divan Edebiyatında Bir Tür: Tezkireler’’, Millî
Eğitim, S.90/Ekim-1989, s.22-26.
8. Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet Âkif’in
Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir Nüshası’’, Turkish
Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara, s.2532.
kent, site’’[9] olarak ifade edilen şehir, tezkirelerde
çoğunlukla şairlerin doğum-ölüm yerleri ve meslekleri olarak geçmektedir. Şehir, genel olarak şairlerin nerede doğduklarını ortaya koymaya yönelikken, bazen de tezkireciler tarafından coğrafî ve
beşerî yönleriyle okuyucuya tanıtılır[10].
Şehirlere yönelik bilgilerin verilmesi, insanı etkileyen doğal ve beşerî faktörlerin tespitine imkân
tanımaktadır. İklimin insan üzerindeki etkisi belirgindir. Coğrafî çevrenin, şairin hayatı ve yetişmesiyle ilgili olan bazı yönlerine de bazen değinildiği
görülür. Şairin mizacının, şairliğinin, kültürel birikiminin coğrafî ve kültürel çevre şartlarıyla açıklanması, hatta değerlendirilmesi gibi bir anlayış ve
tutuma ara sıra olsa rastlamak mümkündür.
Divan şiiri, şehrin şairidir ve bütün kültürel
birikimi, sosyal davranışı şehrin içinde biçimlenir.
Osmanlı sınırları içinde, eğitim görmüş, sanat ve
bilim alanlarında yetenekleri olan herkes gibi şair
de, İmparatorluğun merkezine doğru akar[11];
çünkü tanınmanın, değer görmenin ve rahat yaşamanın en elverişli olduğu yerdir şehir. Ve bu
çoğunlukla başkent olur. Osmanlının başkenti
hüviyetinde olan İstanbul, bu açıdan, en çok ilgiyi çeken merkez konumundadır. Âdeta ‘Klasik
Türk Edebiyatı’nın bel kemiği durumundadır.
Ayrıca doğum yeri baz alındığında, tezkirelerde
en çok şair çıkartan il özelliğine sahiptir. Şarkın ve
İslam âleminin en önemli kültür ve eğitim mües9. Güncel Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr/bts/ ET:07-042013.
10. Kitap-Tez: Prof. Dr. Harun Tolasa, ‘‘ Sehî, Lâtîfi ve Âşık
Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve
Eleştirisi’’, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yay., Bornovaİzmir 1983; Pervin Çapan, ‘‘18.yy. Tezkirelerinde Edebiyat
Araştırma ve Tenkidi’’, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Elazığ 1993, 547s.(Basılmamış Doktora Tezi);
Yrd. Doç. Dr. Filiz Kılıç, ‘‘XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair
ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Akçağ Yayınları, Ankara
1998,; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz, ‘‘Onaltıncı Yüzyıl
Tezkirelerinde (Ahdî, Gelibolulu Âlî, Kınalızâde, Beyânî) Şairin
Dünyası, Ankara, 2012. Makale: Doç. Dr. Pervin Çapan,
‘‘Tezkirelerde İstanbul’un Ele Alınışı’’, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C.31,
2004; Yrd. Doç. Dr. Ömer Bayram, ‘‘Nevvab Tezkiresinde Şair
ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Turkish Studies, Volume
7/1, Winter 2012, Turkey; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz,
‘‘Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Mekân Tasvir ve Tavsifleri’’, Turkish
Stadies, Volume 7/1, Winter 2012, Turkey; Dr. Aysun Ayduran,
‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir, Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan
Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’, bilig-12/ Kış-2000; Filiz Kılıç,
‘‘Tezkireler Işığında İstanbul’’, Tarihi, Kültürü ve Sanatıyla
VII Eyüp Sultan Sempozyumu Tebliğler (10-12 Mayıs 2003)
Eyüp Belediyesi; Arş. Gör. Resul Kaya, ‘‘Tuhfe-i Nâilî’de Şair
Kimlikleri’’, Turkish Studies, Volume 4/2 Winter 2009.
11. Mehmet Narlı, ‘‘Şiir ve Şehir (Divan Şiirinden Cumhuriyet
Şiirine)’’, Hece (Aylık Edebiyat Dergisi), Yıl:13, S.150/151/152,
Haziran-Temmuz-Ağustos 2009, s.30
104
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
seseleriyle donatılan, İslamın merkezi ve taht şehri
olan İstanbul, Osmanlı devletinin her döneminde
sanat ve kültür merkezi olma özelliğini korumuştur.
Hemen her asırda Şark dünyasının çeşitli bölgelerinden, hatta yabancı diyarlardan ilim ve sanat erbabı
Osmanlıdaki iltifata muhatap olmak için İstanbul’a
gelerek saraya şiir sunmanın çabası içinde olmuştur.
İstanbul’da bu zengin kültür hayatı, sadece İstanbul’la
kalmayıp taşraya da uzanmıştır. Mesela Manisa,
Kütahya ve Amasya gibi şehzadelerin bulundukları
sancaklar, stratejik ve yönetim açısından önemli birer merkez olmalarının yanı sıra, şiir ve edebiyatında
yaşandığı birer kültür muhitleridir. İstanbul’da ilim ve
sanat adına yapılan çalışmalar, kısa zamanda buralarda yankısını buluyor, şehzadelerin çevresinde ilmî ve
edebî bir mahfil, aydın bir kadro teşekkül ediyordu[12].
Tezkirelerde İstanbul için kullanılan kelime
veya kelime grupları çeşitlidir: ‘İstanbul, Stanbul,
mahrûse-i İstanbul, şehr-i İstanbul, Kostantiniyye,
mahmiyye-i Kostantiniyye, mahrûse-i Kostantiniyye, Dârü’s-saltanat, Dârü’s-saltanatü’l-aliyye, Dârü’ssaltanat-ı Kostantiniyye, İslâmbol, şehr-i İslâmbol,
dârü’s-saltane İslâmbolu’l-mahmiyye, Dârü’l-mülk,
dârü’t-devlet, sevâd-ı a’zam, ümmüd’dünyâ’ gibi.
İstanbul XVI (Sehî, Latifî, Hasan Çelebi, Ahdî,
Beyanî), XVII (Riyazî, Faizî, Rıza, Yümnî, Asım,
Güfti, Mucib) ve XVIII. (Safayî, Salim, Beliğ, Safvet,
Ramiz, Silahdarzade, Esrar Dede, Âkif) yüzyılda yazılmış tezkirelerde:
1. Hilafet merkezidir.
2. Saltanat makamıdır.
3. Faziletli, bilgili kişilerin/ sanatkârların yetiştiği, toplandığı, ilim, irfan yeri/ madeni/ beşiğidir.
Her alanda söz sahipleri burada toplanırlar. Şehir, bir
cazibe merkezidir.
4. Talep, istek makamıdır.
5. Şeref kazanılan ya da şerefi artıran yerdir.
6. Hüma’ya yani devlet kuşuna veya mutluluğa
yuva/mekân olan şehirdir.
7. Tabiatın güzelliği/ havası misk gibi, suyu şerbet gibi tatlı/ iklimi yani âb u hevâsı latif’tir.
8. Mahalleleri bereketlidir.
9. Kaleleri sağlamdır.
10. Kısacası bütün bu özellikleriyle İstanbul
benzeri olmayan bir şehirdir.
nasıl bir sosyo-kültürel zenginliğe, coğrafî güzelliğe, imkânlara ve siyasî konuma sahip olduğu tezkire12. Yrd. Doç. Dr. Cevdet Dadaş, ‘‘Osmanlı Arşiv Belgelerinde
Şairlere Verilen Câize ve İhsanlar’’, Türkler Ansiklopedisi. Yeni
Türkiye yayınları. Editörler Hasan Celâl Güzel, Prof. Dr. Kemal
Çiçek, Prof. Dr. Salim Koca. C.11 Ankara-2002, s.748-757.
105
cilerce ifade edilmiştir.
DİYARBAKIR:
A)Tarih:
Şehrin adı ilk olarak Asur hükümdarı Adad-Nirari
I (M.Ö. 1310-1281)’den kalma bir kılıç kabzasında
Amidi veya Amedi olarak yazılmıştır. XIII. yüzyıldan
bu yana yazılmış bazı eserlerde Kara-Amid, bazılarında Kara-Hamid denildiği görülür. Dede Korkut
Kitabı’nda ‘Hamid’ adı geçmiştir. ‘Kara’ sıfatı, şehri
baştan başa kuşatan surların ve yapıların esmer bazalt
taştan yapılmış olmasında takıldığı kabul edilmektedir. Kara- Amid adı bazı Arap tarihçilerinin eserlerinde, bu adın tercümesi olan ‘Âmid-i Sevdâ’ olarak yazılmıştır. İlkin Yukarı-Dicle bölgesine verilen Diyar-i
Bekr adı, daha sonra ilin adı olmuş, yine Amid veya
Kara Amid denilmeye devam edilmiştir. Daha sonra
şehrin bu adı yavaş yavaş unutularak yerini XX. yüzyıl
başlarından itibaren ‘Diyarbekir’e bırakmıştır[13].
‘Belde-i nur’, ‘belde-i ilm ü irfan’ olarak yorumlanan Diyarbakır’ın eski adı Amida olup, çeşitli rivayetlerle birlikte, kelimenin nereden geldiği kesin olarak
bilinmemektedir. İslami dönemde bu isim Âmid şeklini almış ve XVII. Yüzyıla kadar hem şehir hem de
onun merkez olduğu sancağın adı olarak kullanılmıştır. Osmanlılar döneminde bazen Kara Âmid adıyla
anılan şehrin daha sonraki adı olan Diyarbekir ise
Müslüman Araplar bölgeyi fethettikten sonra, Tabîa
Arapları’nın iki büyük kabilesinden biri olup Dicle
kenarlarında yaşayan Bekir b. Vâil kabilesinin yayıldığı
topraklara verilen Diyâr Bekr veya Diyâr-ı Bekr adına
dayanır. Bu bölge için ne zamandan beri kullanıldığı
kesin olarak bilinmemekle birlikte VIII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda geçtiği tespit edilen Diyâr-ı Bekr
Osmanlı hâkimiyeti döneminde Diyarbekir şeklini
alarak Âmid şehri ve sancağı merkez olmak üzere teşkil edilen beylerbeyliğin adı olmuş, XVII. Yüzyıldan
sonra ise şehir merkezi için kullanılmaya başlanmış,
1937’de Diyarbakır şekline çevrilmiştir[14].
Diyarbakır, bir taraftan çeşitli geçim kaynakları
bulunan bir bölgenin merkezi, bir taraftan da ehemmiyetli yolların kavşağında olmasıyla, tarih boyunca
gelişme imkânı bulmuştur. Aslında ilk çağlarda bile
ana yollar üzerinde bulunan ticaret merkezi özelliğine
sahipti[15].
13. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri ile Diyarbakır
Tarihi’’, C.1 (Başlangıçtan Akkoyunlular’a Kadar), Nehir Matbaası,
Ankara-1987, s.3-5
14. ‘‘Diyarbakır (Nejat Köyünç)’’, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İstanbul- 1994, C. 9, s. 464-5.
15. ‘‘Diyarbakır’’ maddesi, İslam Ansiklopedisi, C.3, M.E.B.
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
B)Kültürel Faaliyetler:
Diyarbakır, Anadolu’da Müslümanlar tarafından ilk önemli merkezlerden biridir. Şehir, kültür
merkezi vasfını koruyarak XII. yüzyıl başlarına kadar İslam dünyasının dördüncü önemli ilim ve edebiyat merkezi olmayı sürdürmüştür. Etnik ve dinî
açıdan farklılığı, barışçıl bir zeminde bünyesinde
toplamış ve sürdürmüştür. XI. yüzyıl sonlarından
itibaren Türk yönetimine geçmiş, gelişimini sürdürmüş ve Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde önemli
bir geçiş noktası özelliğini kazanmış, kendisine has
bir ağız oluşturmuş.
Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun
bir süre iç ve dış tehlikelerden uzak kalması, devletin
en büyük ve en önemli eyaletlerden birinin merkezi
yapılması ve İran’a karşı yapılan savaşlarda üs ve kışlak olması dolayısıyla çok kısa süre içinde toparlanıp
eski ihtişamını elde etti[16].
Coğrafi, ticaret ve siyasi özellikler kadar bölgenin bilim ve sanat ehlini yetiştirmesinin nedenleri
arasında sanat hamiliğinin etkisi de göz ardı edilmemelidir. Diyarbakır’ın Osmanlı zamanında Beylerbeyliği merkezi olması, siyasi işleyişinin yanında
bölgenin bilim ve sanat merkezi olarak öne çıkmasında da etkili olmuştur. Osmanlının başka bölgelerinde olduğu gibi Diyarbakır Beylerbeylerinin ve
buralarda çeşitli zamanlarda valilik yapmış Paşaların
da hami olarak çevrelerindeki ilim ve sanat ehlini
desteklemeleri ve korumaları bu bölgedeki kültürel
canlanmanın en önemli nedeni olarak düşünebilir[17].
‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler
Sölzüğü’[18]nde 40 şairle 5. sırada yerini almıştır.
İstanbul Millî Eğitim Basımevi- 1988. Besim Darkot ve Mükrim
H. Yınanç, s.601-625
16. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları
Üzerine’’, Yedi İklim, S. 35 / Şubat-1993.
17. Tûba Işınsu İsen-Durmuş, ‘‘Diyarbakır’ın Bir Kültür
Merkezi Olmasında Sanat Korumacılığının Rolü’’,
‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu,
Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır
Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, C.3, Ankara-2008.
18. Kültür Ve Turizm Bakanlığı yayınları:942, Hzl. Doç.
Dr. Haluk İpekten, Doç. Dr. Mustafa İsen, Doç. Dr. Recep
Toparlı, Doç. Dr. Naci Okçu, Yrd. Doç. Dr. Turgut Karabay.
Ankara-1988. Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ndeki şair sayıları,
şu kaynak eserlerden hareketle tespit edilmiştir: Mecâlisü’nNefâis, Mecmaü’l-Havâs, Heşt Behişt, Latîfî Tezkiresi, Ahdî:
Gül-şen-i Şuarâ, Âşık Çelebi: Meşâirü’ş-Şuarâ, Kınalızâde Hasan
Çelebi’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ’sı, Beyânî Tezkiresi, Riyâzü’ş-Şuarâ,
Yümnî Tezkiresi, Rızâ Tezkiresi, Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr, Güftî:
Teşrîfâtü’ş-Şuarâ, Mucîb Tezkiresi, Sâlim Tezkiresi, Safâyî Tezkiresi,
Gül-deste-i Riyâz-ı İrfân, Nuhbetü’l-Âsâr li-zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr,
Adâb-ı Zurefâ, Şefkat Tezkiresi, Ârif Hikmet Tezkiresi, Fatin:
Hâtimetü’l-Eşâr, Esrâr Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’si;
Gelibolulu Âlî’nin Kunhü’l-Ahbâr, Abdurrahman-ı Hibrî’nin
Edirne’de yetişen şairlerle ilgili olarak yazmış olduğu Enîsü’l-
Diyarbakırlı şairlerin tespit için tekrar ‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ne
başvurulduğunda, ‘Diyarbakır’da doğdu.’ ifadesi
çerçevesinde[19] 36; bugün Diyarbakır’ın ilçesi konumunda olan ‘Çermik’te doğdu.’[20] ifadesiyle 1;
‘Diyarbakırlı’dır.’[21] ifadesiyle 1; ‘Diyarbakır’a yerleşti.’[22] ifadesiyle 3, ‘Diyarbakır…oğludur.’[23] ifadesiyle 2; Salim ve Safaî tezkirelerinde ‘Erzurum’da
doğdu’ ğu kabul edilen Edib’in Ramiz tezkiresinde
‘Diyarbakırlı’[24] olduğu; Sehî ve Latifî tezkirelerinde
‘Türkistanlı’ olarak gösterilen ‘Cemilî’[25]nin de Fâzi
dikkate alınarak Diyarbakırlı olduğu kabul edildiğinde bu sayı toplamda 45 olmaktadır.
Şevket Beysanoğlu’nun üç ciltlik ‘Diyarbakır’lı
Fikir ve Sanat Adamları’ adlı çalışmasında 4. yüzyıldan günümüze kadar Diyarbakır’da yetişen bilim
ve sanat adamlarının sayısının 421 olduğu tespit
edilmiştir. Bunların 174’ü bilim adamı, 288’i şair
ve yazar, 5’i hattat, 8’i bestekâr ve 6’sı ressamdır[26].
‘Diyar-bakır’ ve ‘Âmid’ isimleri esas alınarak
kimi tezkirelerdeki Diyarbakırlı şairlerin sayısı tespit
edilmeye çalışıldığında şu tablo karşımıza çıkmaktadır:
Müsâmirîn’i, Âkif Mehmed’in Enderun’da yetişmiş olan şairleri
anlattığı Mir’âtü’ş-Şi’r’i ile bu eserlerin yazma nüshalarından
yararlanılmıştır.
19. Âkif (S.25; Kay:AH.), Çâkerî (97; Kay:Ram.), Emîrî
(112-3;Kay:SAL.,BEL.,RAM).,Emnî (113; Kay:SA., SAL.),
Emrî (114; Kay: SA., BEL.), Fâmî (127; Kay: SA., SAL., BEL.),
Halîlî (175; Kay: S., L., AÇ, HÇ., B., K.), Hamdî (179; Kay:
SA., SAL.), Hâmî (181; Kay:AS., RAM.,Ş.), Hâsim (189;
Kay:SA., SAL.,RAM.), Humârî (215; Kay:A.), İsmet (231;
Kay:FAT.), İzzetî (235; Kay:SA.), Kâmî (242; Kay:FAT.), Lebib
(263; Kay:FAT.), Lebib (163; Kay:RAM.), Lebib (163; Kay:Ş.),
Lebib (264; Kay:SAL.), Meâlî (277; Kay:SA., BEL.), Mesîhî
(285; Kay:AÇ.,BEL.), Nigâhî (339; Kay:RI.,M.,BEL.), Nisbetî
(345; Kay:SA.), Ömrî (355; Kay:AS.,G.,SA.,BEL.), Refî (376;
Kay:AH.,FAT.), Sâfî (411; Kay:FAT.), Safvet (412; Kay: FAT.),
Saîd (417; Kay:FAT.), Sîret (450; Kay:AH.), Şehdî (471; Kay:Y.,
SA.,BEL.), Şöhretî (489-490; Kay:R.,F.,RI.), Şuhûdî (490;
Kay:A.), Şûrî (491; Kay:SA.,SAL.,BEL.), Tufeylî (507; Kay:A.),
Ülfetî (511; Kay:A.), Vahyî (518; Kay:RI.,M.,AH.), Vücûdî (532;
Kay:SA.,BEL.).
20. Fuzûlî (S.153; Kay:Y.)
21. Yüsrî (S.540; Kay:SA.)
22. Sünnî (Rumeli’ne bağlı Semendire’de doğdu, s.45960, Kay:A.,HÇ.), Nazîf Süleyman (Diyarbakır’da mahkeme
başkâtipliği ve bazı vezirlere divan kâtipliği görevlerinde bulundu,
s.325; Kay:FAT.), Hakkî (Erzurum Hasankale’de doğdu.
Diyarbakır Tillo’ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah’a bağlandı. Tillo’da
öldü, s.172; Kay:FAT.)
23. Lütfî (Diyarbakır müftüsü Ali Efendi’nin oğludur, s.268;
Kay:FAT.), Ahmed (Diyarbakır Paşası olan İskender Paşa’nın
oğludur, s.18; Kay:A.)
24. Edib (s.106, Kay:SA.,SAL.,RAM.)
25. Cemilî (s.87; Kay:S.,L.,HÇ.,K.,F.)
26. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri İle Diyarbakır
Tarihi’’, C.2 (Akkoyunlular’dan Cumhuriyete Kadar), Nehir
Matbaası, Ankara-1990, s.674.
106
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Tezkire Yazarı
Tezkirenin Adı
Ölüm
K. Dönem
T. Ş. S
Diyarbakır
XVI. YY.
Sehî Bey
Heşt-Behişt1 (Bihişt, Sekiz Cennet)
1548
1400-1538
240
Yok
Latifî
Tezkire-i Şu’arâ2
1582
140-1546
334
1
Hasan Çelebi
Tezkiretü’ş-şu’arâ3
1586
1400-1585
640
1
Ahdî
Gülşen-i Şu’arâ4 (Şairlerin Gül Bahçesi)
1593-4
1520-1563
381
1
Gelibolulu Âlî
Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı5
1600
1299-1599
305
1
XVII. YY.
Rıza
Tezkire-i Şu’arâ6
1672
1591-1640
269
3
Yümnî
Tezkire-i Şu’arâ7
1675
1600-1662
29
4
Diyarbakırlı Mûcib
Tezkire-i Şu’arâ8
1726
1609-1710
107
1
Safayî
Tezkire-i Şu’arâ9
1725
1640-1719
484
12
Mirzazâde Sâlim
Tezkire-i Şu’arâ10
1743
1688-1722
423
7
Bursalı İsmail Beliğ
Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr11
1729
1620-1726
414
8
Hüseyin Râmiz
Âdâb-ı Zurefâ12 (Zariflerin Âdabı)
1788
1720-1784
375
7
Enderunlu Âkif
Mir’ât-i Şi’r13 (Şiir Aynası)
1779
17. yüzyıl
23
Yok
1290-1873
281
4
76
4
XVIII. YY.
XIX. YY.
(Çaylak) Tevfik
Kâfile-i Şu’arâ14 (Şairler Bölüğü)
1893
XX. YY.
Mehmed Sirâceddin
Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ15
1924
1834-1907
Ali Emirî’nin şu iki eseri de sadece Diyarbakırlı şairlere yer verilmiştir.
‘Ali Emirî
‘Alî Emîrî
Esâmî-i Şu’arâ-yı Amîd16
Tezkire-i Şu‘arâ’-i Âmid17
1924
1924
Evliya Çelebi 1655’te Diyarbakır’a gelmiştir[27]. Onun verdiği bilgilere göre Diyarbakır’da Fis
Kayası’nın aşağısında bulunan nehrin iki yanı, güllük gülistanlık, bağ, bostan ve reyhan olduğu için
yeryüzünde tanınmış bir dinlenme yeri olup her 5-6
ay Diyarbakır halkının Şattü’l-Arab faslını ettikleri
bir gezinti ve eğlence yeridir. Seyyah’ın yaklaşımında
Diyarbakır’ın iklimi hoş olduğu için insanları güzel,
şen şakrak, laubali kişilerdir. ‘Suyunun ve havasının
tatlılığından dolayı halkı gayet zeki, çocukları gayet
27. Ejder Okumuş, ‘‘Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde
Diyarbakır’’, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu,
Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır
Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, Ankara-2008. C. 1,
s.173-186
107
212
79
akıllı ve soyludur.’ demektedir. Gençlerin güzelliklerini de Diyarbakır’ın havasına bağlar. Diyarbakır’da
düzgün ve sanatlı bir şekilde rahatlıkla konuşan kimseler vardır.
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde: ‘‘Bu
Diyarbakır’da nice yüz fasih ü beliğ şuarâ-yı kâmiller
vardır ki, her biri Fuzulî ve Ruhî misaldir. Birçoğu ile
hem enis ü celis olduk. Hakkâ ki emsalleri nâ mevcut
birer zât-i fezâil-nümâdır // Bu Diyarbakır şehrinde
yüzlerce şair ve üstün yetenekli insanlar yetişmiştir
ki her biri, dilleri doğru ve kurallara uygun biçimde
kullanmakta ve şiir yazmakta Fuzulî ve Bağdatlı Ruhî
gibidirler. Birçoğu ile oturup konuşma mutluluğuna
eriştik. Doğrusunu söylemek gerekirse, benzerleri az
bulunur erdemli kişilerdir.’’
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
XV.-1911
1890-94 yılları arasında Diyarbekir’de valilik yapan Giritli Sırrı Paşa’nın Diyarbakır için söylediği;
‘‘Diyarbekirlilerden müctemi bir cemaatte gözlerimi bağlayıp otursam ve elimi atsam, tuttuğum ya
şair, ya münşidir.’’[28] sözü burada hatırlanması gerekiyor.
Diyarbakır’dan hareketle tezkirelerde şehirlere
yönelik kullanılan ifadeler ve şairlerin sahip olduğu
şair sayısını tespit edilmeye çalışılmıştır.
Diyarbakır, Râmiz’in ‘Âdâb-ı Zurafâ’sında,
Emîrî; ‘‘…medîne-i (şehir) Diyâr-ı Bekrden
nümâyende-i (gösterici, görünücü) zuhûr (ortaya çıkma, görünme)…’’, Edîb; ‘‘…Âmidiyyyü’lasl…’’, Âgâh; ‘‘… Diyâr-ı Bekr dinmekle zebân-zed
(söylenen, alışılmış) medîne-i Âmidde bir müddet
kûşe-gîr-i ( köşeye çekilen) ikâmet (oturma) oldukda ol kazâ-yı şeref-fezânıŋ (şeref artırıcı) âb (su) ü
hevâ-yı (hava) letâfet-efzâsına rağbet ve ahâlisinin
sadâkatlerine meyl ü rağbet buyurmalarıyla …’’, Pîrî
Efendi; ‘‘… Galatadan Sipâhî Mehmed Efendi yerine Diyâr-ı Bekr kâzîsı olup…’’, Çâkerî ‘‘Medîne-i
28. M.Şefik Korkusuz: Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent
yay.İst.2007. ‘‘Diyarbekirlilerden müteşekkil büyük bir mecliste
gözlerim kapalı olarak el yordamı ile o zevattan herhangi birini
yakalasam! O muhterem zat: Ya âlimdir, ya şair, ya edipdir, ya
hattatdır, ya musikişinasdır, ya büyük bir sanatkârdır ve tam manası
ile begefendidir…’’. Prof. Dr. Mükremin Halil Yınanç da Diyarbekr için ; ‘‘Dünyada şehir mesahasına nisbetle en çok âlim, fazıl,
edip, şair, musikişinas, hattat, sanatkâr, büyük insan yetiştiren şehir
Amid’dir, Diyarbekir’dir…’’. Zübeyde Kırmızı, ‘‘Amid-i Nur’’,
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, s.211.
Diyâr-ı Bekrden zuhûr…’’, Hâmî; ‘‘Fi’l-asl Diyâr-ı
Bekr ahâlîsinden olup…’’, Rızâ Efendi; ‘‘…
medîne-i Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle makzıyyü’lmerâm olmuşlar idi.’’, Çeteci ‘Abdu’llâh Pâşâ;
‘‘Şehr-i mübârizân (kuvvetli münakaşaya kalkışanlar) ve makarr-ı (oturulan yer, karar edilen yer) dilâverân (yiğitler, yürekliler) olan şehr-i bî-misl (benzersiz, eşsiz) ü bî-akrân (benzersiz, eşi görülmeyen)
olan medîne-i Diyâr-ı Bekre izâfe ile şöhret-karîn
Çermik nâm kasabadan zuhûr…’’, ‘İzzî-i Dîger
Re’îs-zâde; ‘‘Mevâlî-i ‘ızâmdan Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle mümtâz…’’, Lebîb; ‘‘Diyâr-ı Âmidden
zuhûr…’’ örneklerinde olduğu gibi, ‘Diyâr-ı Bekr’
veya ‘Âmid’ şeklinde şairlerin doğum veya yerleşme
yerleri olarak geçmiştir.
*
Tezkire-i Mucibi’te sadece Vahyî’nin Diyarbakırlı olduğu şu şekilde yer almıştır: ‘‘Diyarbekrî
‘Ömer Çelebî’dir.’’
*
Mehmed Sirâceddin ‘‘Mecma’-ı Şuarâ Tezkire-i
Üdebâ’’sında şairlerden Hamdî; ‘‘Şehr-i Diyârbekr
(Âmid)’dendir.’’, Nihânî; ‘‘Diyârbekr şehrinden
zuhûr etmişdir.’’, Ahmed, ‘‘Diyâr-bekr şehrinden zuhûr etmişdir.’’, Güzârî, ‘‘Şehr-i Diyârbekr’dendir.’’, Râmiş, ‘‘Diyâr-bekr (Âmid) şehrinden zuhûr etmişdir.’’ şeklinde, sadece nerde doğduklarına yönelik bilgi olarak yer almıştır.
Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiresinde doğum
yerlerini veya yetiştikleri yeri takdim ederken: İstan-
108
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
bul, Bursa, Edirne, Vardar Yenicesi, Üsküp, Serez,
Gelibolu, Prizen, Manastır, Konya, Trabzon, Tire,
Bağdat, Sinop, İznik, Akşehir, Rodos, Malakara,
Şiraz … gibi kültür merkezlerini genellikle tanıtma yoluna gitmiştir. Tezkirelerde çoğunlukla Amid
adıyla geçen bir bölge veya vilâyet adı olan Diyarbakır, Hasan Çelebî Tezkire’sinde Dicle ve Fırat nehrinin arasında kalan şehrin ikliminin güzel olduğu
sadece bir şairin biyografisinde belirtilmiştir. Halili: Letafet-i ab u heva ile şöhre-i dehr ve makbul u
memduh-ı Zeyd ü ‘Amr olan Diyarbekrdendür[29].
Kaynakça
1. Mustafa İsen, ‘‘Sehi Bey Tezkiresi, Heşt Bihişt’’. Akçağ Yayınları, 2. Basım: Ankara-1998.
2. Doç. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Latîfî Tezkiresi’’. Akçağ Yayınları, 1.Baskı, Ankara-1999. Halîlî (s.203-4)
3. *Hasan Çelebi, ‘‘Tezkiretü’ş-şu’arâ’’. Hzl. Aysun Sungurhan-Eyduran. Ankara-2009. T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü (www.
kulturturizm. gov. tr adresinden) 3215 Kültür Eserleri;
Halîlî (C.1, s.283-284).
4. Süleyman Solmaz, ‘‘Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâ’sı’’. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları, Ankara-2005 ve
Ayrıca T. C Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve
Yayımlar Genel Müdürlüğü (www. kulturturizm. gov. tr adresinden) 3219 Kültür Eserleri. C.2, Tufeylî (S.208-209)
5. Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını: S.:93. Tezkireler Dizisi-S.2 Hzl. Dr. Mustafa İsen. Ankara-1994. Halîlî (135)
6. Gencay Zavotçu; ‘‘Rıza Rezkiresi (İnceleme-Metin),
Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul, Mayıs-2009. Nigâhi (223),
Şöhreti (271), Vahyî (283)
7. Sadık Erdem, ‘‘Mehmed Sâlih Yümnî, Tezkire-i
Şu’arâ-i Yümnî’’. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul-1988, s. 85-112. Şânî (97-8), Şehdî (99), ‘İzzetî (102),
Fuzûlî (103),
8. Kudret Altun, ‘‘Tezkire-i Mucîb (İnceleme-Tenkitli
Metin-Dizin-Sözlük’’. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
yayınları (Tezkireler Dizisi:3). 1. Baskı. Ankara-1997. Vahyî
(62)
9. Doç. Dr. Pervin Çapan, ‘‘Mustafa Safâyî Efendi,
Tezkire-i Safâyî (Nuhbetü’l-Âsâr Min Fevâ’idi’l-Eş’âr)’’
,İnceleme-Metin-İndeks; Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını: 322, Tezkire Dizisi
Sayı: 9; Ankara-2005. Mehmed (Emnî), Mehmed (Emîrî),
Ahmed (Hamdî), İbrahim (Hâsim),Yahya (Şehdî), Hasan
(Şûrî), Ömer (Amrî), İsmail (Fâmî), Mehmed (Me’âlî), Ali
29. Dr. Aysun Ayduran, ‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir,
Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’,
bilig-12/Kış-2000, s.40-1.
(Nisbetî), Ahmed (Vücûdî),Yüsrî. Kitabın 25-35 sayfaları
arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer verilmiştir.
10. Prof. Dr. Adnan İnce, ‘Tezkireü’ş-Şu’arâ/Sâlim Efendi’, Atatürk Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yayını: 335; Birinci baskı Ankara-2005.
Tokadî Mehmed Emin (Emîn-i Burusî-Eski Mahlası Sâdık),
Mehmed (Emîrî), İbrahim (Hâsim-i Diger), Ahmed Çelebi
(Hamdî-i Diger), Hasan Ağa (Şûrî), İsmail (Fâmî), Lebîb-i
Diger. Kitabın 33-56 sayfaları arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer verilmiştir.
11. İsmail Belîğ, ‘‘ Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’lEş’âr’’. Hzl. Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu. Atatürk
Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları. Ankara-1999. Tezkireler Dizisi:4 2. Baskı, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara-1999.
Âgâh, Emîrî, Abdülkerim (Şânî), Hasan Ağa (Şûrî), Yusuf
Efendi (Şehdî), İsmail Efendi (Fâmî), Mehmed Çelebi
(Me‘âlî), Ahmed Efendi (Vücûdî). Kitabın XV-XXXIV sayfaları arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer
verilmiştir
12. Sadık Erdem, ‘‘Râmiz ve Âdâb-ı Zurefâ’sı’’. (İnceleme-Tenkitli Metin-İndeks-Sözlük), Atatürk Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, S.79,
Tezkireler dizisi-S.1, Ankara-1994; Emîrî (S.11-2), Edîb
(12), Çâkerî (59), Hâsim-i Dîger (65-6), Hâmî (72), Çeteci
‘Abdu’llâh Pâşâ (Çermîk;215-6), Lebîb (260-1).
13. *Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet Âkif ’in Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir
Nüshası’’, Turkish Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara.
14. Mehmet Tevfik, ‘‘Kâfile-i Şu’arâ’’, Hzl. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır, Hanife Koncu, Doğu Kütüphanesi, 1. Baskı: İstanbul-2012. Mehmed, Emnî (Burnaz
Mehmed Ağa), İbrâhîm (Hâsim), Ahmed (Hicâzî),Halîl.
15.
Mehmed Sirâceddin, ‘‘Mehmed Sirâceddin
Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ’’. Hzl. Dr. Mehmet Arslan, Sivas-1994. Hamdî (43-4), Nihânî (65-6), Ahmed (70),
Râmiş (97-9).
16. *Ali Emirî , ‘‘Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmîd’’. Hzl. Galip
Güner-Nurhan Güner. (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu), Anıl Matbba ve Ciltevi, Ankara-2003. Kaynak Eserler Dizisi: 2; *Hasan Yılmaztürk, ‘‘Esamî-i Şuara-yı Amid’’,
Fatih Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Ali Fuat Bilkan, İstanbul-1999; *Kasım Hayber,
‘‘Tezkire-i Şu’arâ-yı Âmid’’, Yüksek Lisans Tezi, Danışman:
Ümit Tokatlı, (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu) Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul-1989;
*Mehmet Arslan, ‘‘Ali Emîrî ve Tezkire-i Şu‘arâ-i Âmid’’,
Yedi İklim IV/35 (İstanbul, Şubat-1993);
17. ‘Alî Emîrî , ‘‘Tezkire-’i şu‘arâ-’i Âmid’’, C.1, Dersa‘adet, Matba‘-ı Âmidî, 1328 (١٤٢٨), Üç ciltten mürekkep
olan kitabın ilk cildi olup ‘z’ harfine kadar ele alınmıştır. ■
109
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
KEMAL BATMAZ
AYDEMİR, Şerif, Çiçekten
Harman Olmaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2013.
Çiçekten harman olmaz ama
okuyucunun gönlünü efil efil
harmanlayan hikâyelerden oluşan bir kitap Çiçekten Harman
Olmaz. Şerif Aydemir’in kalemi
ömrün “aşk” ve “sevgi” tırnağında yer alan kısmını gönülleri eleyen bir dil yalınlığı ve akışkanlığı ile anlatmış. Dili öylesine rahat ki her
cümlesinde her yargısında bir ata beyanı, atasözü inceliği var.
İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han
65/3. 34433
Beyoğlu/ İSTANBUL
Tlf. (0212) 251 03 50
PAYAM, Nazım, Ses Ve
Yaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2013.
“Şehrin oluşturduğu anafor; bazen değer düğümlerini
öylesine gevşetiyor ki her şey
kendiliğinden müflis ironiye
dönüşüyor. “Ben”den başka hiçbir şeyi ciddiye
almıyor insan. Balkona mahkûm çocuklar, geçkin bekârlar, bir başına bırakılmış ihtiyarlar,
rezil yoksulluk ve yersiz yurtsuz hain ihtiras,
sinsice zevklendiriyor onu. Küçük hesaplardan
dolayı huzur vericilerini, huzur verecekleri ha-
yatın kör kuyusuna itmekten çekinmiyor. Zaman zaman sorarım kendime: Acaba, derim,
bencilliği insandan başka yeşertecek saksı var
mı?”
Ses Ve Yaz, yazarın ikinci deneme kitabı.
İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han
65/3 34433
Beyoğlu / İSTANBUL
Tlf. (0212) 251 03 50
ÇETİŞLİ, İsmail,
Şairin
Diliyle Hz. Peygamber, Denizli Belediyesi Kültür Yayınları,
Denizli, 2013.
Değerli Hocam Prof. Dr.
İsmail Çetişli’nin hazırladığı
Şairin Diliyle Hz. Peygamber
antolojisinin çıktığı haberini
vermekten mutluluk duyduğumu belirtmek
isterim. Antolojiyi yine kendisinin diliyle tanıtmak istiyorum:
“…okuyucuya Tanzimat sonrası Türk şiirinde Hz. Peygamber konusunu kronolojik
bir bütünlük içinde sunabilmek ve şairin O’na
olan aşkını duyurabilmek amacıyla hazırlanmıştır.”
ÇETİŞLİ, İsmail, Şiirimizde
Peygamber ve Gül, Denizli Belediyesi Kültür Yayınları, Denizli,
2013.
Ömürlerin ve âlemin yegâne
110
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
Gül’ü Hz. Peygamber şiirimizin en temel esin
kaynaklarından biri. Prof. Dr. İsmail Çetişli
Tanzimat’tan günümüze kadarki 150 yıllık dönemde Hz. Peygamber üzerinde odaklanan ve
500 şairin kaleme aldığı 1600 manzumede gül
metaforu veya sembolünün yeri; kullanılış sebebi ve tarzlarını tespit, tasvir ve tahlil etmeye
çalıştığını ifade ediyor. Dileriz ki sevgisi kalbimizden, kokusu zihnimizden, rengi hayalimizde eksik olmasın. Rabbimiz, O Gül hürmetine
çaresizliğimizi hoş görsün.
DURSUN, Yusuf, Cennet
Kapısı Çanakkale, Nar yayınları, İstanbul, 2013.
“Atalar mirası aziz vatanda,
Modern çağın çocukları yaşıyor.
İş başa düşerse kullanmak
için
Süngüsünü koynunda taşıyor!” diyor yazar.
Edebiyatımızda çocuklara yönelik eserler eskiye nazaran daha çok üretilmekte. İşin
tarihî ve çocuklarımızı bilinçlendirici yönü de
Yusuf Dursun gibi yazarlarımızın kalemiyle
tamamlanmaya çalışılmakta. Cennet Kapısı
Çanakkale, çocuklarımız için bulunmaz bir aidiyet bilinci oluşturacaktır diye düşünüyorum.
İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han
65/3. 34433
Beyoğlu/ İSTANBUL
Tlf. (0212) 251 03 50
kafa yoran bir isim… Dergilerde yer alan şiirlerinin yanı sıra, Ümraniye Belediyesi’nin düzenlediği şiir yarışmasında birincilik ödülü de aldı.
Uzun yılların ürünü olan kitabına Kuklacı
ismini uygun görmüş.
Kalender Yıldız şiiri için şu tespitte bulunabiliriz: Günlük güneşlik şiirler yazmıyor! Aslında, günümüz insanı gibi hızı seven, değerleri olduğu kadar yazılı-görsel her türlü ürünü
oburca tüketen ve tabii ki unutan, okurlar için
hazmı zor, kafa yorulması, durup düşünülmesi
gereken şiirler yazıyor.
Geniş zamana yayılan bu şiirler şairin değişen yahut gelişen şiir anlayışını da okura gösteriyor.
Manas Yayıncılık’tan okuruna 11 yeni
eser.
2006 yılında kurulan Manas Yayıncılık son
yayınlarıyla kültür hayatımıza 60’a yakın kitap
kazandırarak Elazığ’da Türkiye’ye örnek teşkil
edecek bir çalışmaya imzasını attı.
Kültür ve sanat faaliyetleriyle sesini duyuran Manas Yayıncılık Ali Emîrî Efendi’ye
Saygı programı çerçevesinde yine Ali Emîrî
Efendi’nin aziz hatırasına yeni yayınlarını okuyuculara tanıttı.
Ejderha Taşı, Harputlu Divan Şairleri, Harput Ağzı, Kurbağa Avcıları, Bin Beyaz Karanfil,
Diyarbakır Müziği Ve Folkloru, Kördüğüm,
Azebaycan Fuzuli Araştırmacılığı, Elazığ İli Yer
Adları Üzerine Bir İnceleme, Elazığ ve Yöresinde Ziyaret Yerleri, Bizim Şehrin Divaneleri.
Bu sayımızda beş kitabı sizinle paylaşacağız.
YILDIZ, Kalender, Kuklacı, Sütun Yay.
2013.
martılar içinde göçmen kuşum ben
kalsam yabancıyım gitsem
sürgünüm
Kalender Yıldız, uzun zamandır şiir yazan, şiir üzerine
ONUR, M. Naci, Harputlu Divan Şairleri, Manas
Yayıncılık, Elazığ, 2013.
1988 yılında aynı adla birinci basımı yapılan eserin
ikinci baskısı. Eserde16. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar Harput’ta yetişmiş 47
111
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3
divan şairini ihtiva etmekte. Araştırmacılara
büyük faydası olacağı inancıyla titiz bir çalışma ile ortaya konulmuş.
KANTER, Necati, Bizim Şehrin Divaneleri, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013.
Yarı belgesel olan hikâyeler bir şehri şehir
yapan ayrıntıları saklıyor satırlarında. Eskimiş fotoğraflarıyla eskimeyen hatıralarımıza
götürmeyi vaat ediyor yazar.
Hikâyeler bazı eksiklikleri mi yoksa fazlalıkları mı anlatıyor, karar sizin.
ÖZCAN, Tarık, Kördüğüm, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013.
“Kördüğüm'le kendi tekliğimi ortaya koydum." diyor
şair Tarık Özcan. unvanlardan arınmış saf bir aşk, sevgi ve acının dili ile seslenmiş
okura. Biricik olmanın dil ve şekil endişesiyle
açılan her sayfada hissettiğimiz bir modern
ve geleneksel kompleks meydana getirmiş
‘Kördüğüm’le.
ÜNLÜ, Şemsettin, Kurbağa Avcıları, Manas Yayıncılık,
Elazığ, 2013.
Hayatımızın derinlerinde
kalmış kesitleri, en ince ayrıntısına kadar hatırlayıp masalsı
bir dil ile anlatmış Kurbağa
Avcıları’nda yazar. Dikkat etmeyene fazla bir
şey söylemez belki ama yazarın dikkatinden
kaçmayan kesitler var eserde acılara ve yokluklara dair.
ÜNLÜ, Şemsettin, Bin Beyaz Karanfil, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013.
Yazar, yazının tarih kadar eski ama şiirin
daha eski olduğunu söylüyor. İnsanlık ile şiirin
hep var olacağını ekliyor. Zaten sanatçının temel gayesi de bir şekilde “var” ile “yok”u işletmek değil mi? Sözün bittiği yerde dile gelmez
mi şiir! Yazar en eski sanat şiir ile konuşmuş
Bin Beyaz Karanfil’de. Okurken dinlemek de
okuyucudan…
Manas Yayıncılık
Kitap İsteme Adresi:
Nailbey Mah. Vali Fahribey Cad. Huzur İş
Merkezi No:1 Kat:5/14 ELAZIĞ
Tlf/Fax. (0424) 2371315
e-posta: [email protected]
ÜLGER
Nevzat,
Osmanlı’nın İktisat Mantığı.
Dünyanın sayılı devletlerinden birini inşa ederek değişmelerin zirve yaptığı sanayi devrine rağmen uzun süre
ayakta kalmayı başarmış bir
Osmanlı Devleti’nin ve onun elitinin benzeri az bulunur bir meritokrasi (zeka ve kabiliyeti ölçüsünde yükselme) içinde zekayı
her türlü beşeri değerin doruğunda tutmakla
ünlü vasıfları ile günümüze sıradan tarihçinin dahi rahatlıkla fark edebileceği çelişkileri idrak etmemiş olmasına ihtimal verilemez.
Öyle ise Osmanlı olaylara bizim anladığımız
çözümlerle yaklaşmıyor. Aksine olayı normal
karşılıyordu.
Osmanlıların ekonomiyi bilmedikleri değil, aslında en iyi bildikleri şeyin ekonomi
olduğu anlaşılmıştır.
Ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri iddiası tamamen asılsız çıkmıştır.
Aslında ticareti teşvik edilen ve korunan bir
sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme sistemindeki ayrıcalıklı kalem konumu ortaya çıkmıştır.
İsteme adresi:
Nevzat Ülger
Sürsürü Mah. Mimberli Sk:
No: 13
A/4 Elazığ
112
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 3

Benzer belgeler