Yayınlanmaya Değer Bulunanlar

Transkript

Yayınlanmaya Değer Bulunanlar
3
SANALLIK/ GERÇEKLİK – KENT/ÜTOPYA
Tokyo şehri gece görüntüsü/sanal gerçeklik
1
Tüm siyaset felsefesi, ‘egemenlik’, ‘diyalektik’, ‘genel irade’, ‘kuvvetler ayrımı’,
‘kamuoyu’, ‘ortak çıkar’ gibi kurgularla uğraşır. Kurgu, tüm siyasi teoriyi nasıl
2
niteliyorsa, ütopya yazımını da öyle niteler.” J. C. Davis
İmge ile mekan arasındaki ilişki her zaman mimarlığın ana tartışmalarından biri olmuştur hatta imgenin
söylevden daha etkili olduğuna kadar gitmiştir bu tartışma. İmge üretimi ise, en az mekan üretimi kadar
önemlidir çünkü mimarlık için temsiliyet ve sunum temel araçlardır. Ve mekanın soyut düzlemden maddesel
düzleme geçmesiyle, imge de bir meta olarak üretilmeye, tüketilmeye ve pazarlanmaya ve hatta pazarlama
tekniği olarak geliştirilmeye hazır olduğunu kanıtlamıştır. Ancak kabul etmek gerekir ki, imge, soyutluktan çok
sanallığı ile ön plana çıkmakta, ve bu özelliği ile mekandan kolayca ayrışmakta ve daha kolay
metalaştrılabilmektedir. Tüm bu sanallığın, postmodernizm ile pekiştiği ise su götürmez bir gerçektir. Paul
Virilo, Enformasyon Bomnası adlı kitabında postmodern bilimi, aşırılık bilimi ile eş tutar ve şöyle devam eder:
“Aşırılık bilimi” ise her tür bilimin tamamen ortadan kalkması gibi hesaplanmayacak kadar büyük bir
risk almaktadır. Bir anda sibernetiğe dönüşen bir bilginin içinden çıkan trajik bir olgudur tekno-bilim;
aynı zamanda kitlesel bir tekno-kültürdür. Bu biçimiyle de, önceden olduğu gibi Tarih’in ilerlemesinin
öznesi değil, hakikatin hızlanmasının yarattığı baş dönmesinin öznesidir. Üstelik bu son öznelik durumu
3
da her tür hakikiliğin aleyhine işlemektedir.”
Günümüzde kapitalist kentlerin gün geçtikçe bir distopya imgesi ürettiğini izlemekteyiz. Tüm fantazmagorik
imgeler ve kurmaca gerçeklikler arasında gidip giden, durmaksızın büyüyen bir kent. Dört tarafı medya
cepheler, yüksek kuleler, reklam panoları, billboard’lar ile çevrilmiş bir kent gerçekliği. Çoğu zaman başımızı
kaldırıp bakmadığımız bina boyunda dev ilanlar ve hızla beraber ilginin gitgide azaldığı bir kent algısı ile
“enformasyon” bombardımanı altında kaldığımız saatler ve kent deneyimleri… Tüm bu sanal gerçeklik içinde tek
maddesel gerçek metadır. Elbette metanın önerdiği bu gerçeklik sadece kapitalizmin sanal/soyut çemberi içinde
1
http://www.uncoolcentral.com/japan2/index.htm (Son erişim: 01.10.2012)
J. C. Davis, Utopia and Ideal Society: A Study of English Utopian Writing 1516-1700, Cambridge University Press,
Cambridge, 1983, s.17. Krishan Kumar, Ütopyacılık, İmge Yayınevi, 2005, s.49.
3
Paul Virilio, Enformasyon Bombası, Metis Yayınları, İstanbul, 2003, s.9.
2
4
sorgulandığında gerçektir. Uzam, yani space’in , matematiksel ve soyut bir kavram olmaktan kurtulup somut
bir gerçeklik kazanmasının temelinde de alınıp satılabilir olma koşulunun olduğunu ise Henri Lefebvre “The
5
Production of Space” adlı kitabında uzamın süreci ile özetlemiştir. Artık sadece kent parselleri değil, kent
imgeleri ve hatta bu kent imgelerinin önerdiği ve empoze ettiği tüm günlük hayat pratikleri de bir meta haline
gelmiştir.
İmge üretiminde ütopyaların yeri ise yadsınamayacak kadar önemlidir. Krishan Kumar’ın dediği gibi, ütopya
6
sadece ayıkken hayal edilen bir şey olsaydı, ilgi çekici olmazdı. İmge kelimesinin köküne baktığımızda imgeimage-imagine köklerinin benzerliği de göz önüne çıkar. Kurgu dünyaların imgeleri olan ütopyalar, çoğu zaman
umut verici özelliğe sahiptir. Diğer bir yandan, “Lewis Mumford, ilk ütopyanın bizzat kent olduğunu iddia
7
edecek kadar ileri gitmiştir.” Günümüz ekonomik-politik koşullarında kentler ise, neoliberal üretim ve
kapitalizmin zalimliğinde gitgide büyüyen bir kabusa dönüşürken, ütopyalar için en uygun ölçeklerden birini
oluşturur. Çünkü kentler, tüm yapılı çevresinin altında, farklı ölçekte sosyal ve politik ilişkiler ağ “gerçekliğini”
örgütler. Virilio’ya göre ise, gerçek kent yerini sanal kent’e bırakmaktadır ve “yere bağımlı olmayan böyle bir
8
kent META-KENT totaliter/bütünleştirici, aslında küreselleştirici niteliği herkes tarafından bilinen metro9
politika’nın merkezi olacaktır.”
Diğer bir yandan, camera obscura da bir sanal gerçeklik aracı olarak örnek verilebilir. Camera obscura’nın
çalışma prensibi düşünülürse, kamerayı/odayı kullanan kişinin yansıtılmış görüntü üzerinden bir imge
üretmesinin yanı sıra, “çerçevelenmiş imge” üretmesi açısından da büyük resmi göstermeyerek imgeyi
manipüle ettiği söylenebilir. İmgenin bağlamı sadece o çerçeve içine sıkışmıştır, gerçek bağlam ise
kaybolmuştur. Artık son ürün, tamamen kamerayı kullanan sanatçının göstermek istediğidir, yani onun
gerçeğidir. Bu noktada ütopya imgeleri ise farklı bir kategoride değerlendirmelidir. Çünkü tüm ütopyalar kendi
içsel yapısı nedeniyle kendi dünyasını kurgular ve kendi sınırlarını zorlar. Bu yüzden, Kumar’ın da dediği gibi
“[M]esele açık: Ütopya aslında kendinde ve kendi için edebi bir hayal egzersizi olmaktan çok toplumsal ve siyasi
10
spekülasyon aracıdır.”
Bu yüzden Utopie değildir, doğru ayarı
11
Eutopie’dir benim adım: mutluluk diyarı.
Aslında tüm mimarlar için soru çok açıktır: Kapitalist bağlamda meta olmayan kentsel imge üretimi mümkün
müdür? David Harvey, Umut Mekanları adlı kitabında, bağlamı seçemediğimizi, yani kapitalizm içerisinde
12
üreteceğimiz her ürünün bir meta haline geleceği inancıyla, ütopyaların önemli bir yeri olduğunu vurgular.
Kelime anlamına bakıldığında da Harvey’nin ne kadar haklı olduğunu görebiliriz. Kumar ütopyayı “hem hiç bir
13
yer (outopia) hem de iyi bir yer (eutopia) olarak tanımlar. Diğer bir deyişle, hem iyi bir umut hem de yeni bir
hayal, bağlamı hayal olan bir mekan temsil eder. Ütopya ile önerilen sadece mekansal ya da kentsel bir imge
değil, tüm gerçekliği ve kurgusuyla bir hayattır. Bize “mutluluk” vadeden de tüm ütopik gerçeklik, olmayan bir
yerin önerdiği iyi yer umududur. Bu imgelerde veya hayallerde metanın değeri yoktur.
Peki ütopyaları metadan daha değerli yapan nedir? Ütopik imgelerin kar amacı güden bir değeri yoktur çünkü el
değiştirmezler, ancak paylaşıldığında değerlenirler. Tamamen hayal ürünü dahi olsa, sanallık ya da sanal bir
gerçeklikten uzak bir doğruluk taşır. Tüm neoliberal, kapitalist, sanal kentsel imajlar ile karşılaştırıldığında;
4
Yazar bu kelimeyi hem sayısal hem de mekansal anlamıyla kullanmaktadır.
Henri Lefebvre, The Production of Space, Blackwell, UK, 1991.
6
Krishan Kumar, Ütopyacılık, İmge Yayınevi, 2005, s.9.
7
A.g.e., s.25.
8
Büyük harf ve italik karakterler alıntı sahibine aittir.
9
Paul Virilio, Enformasyon Bombası, Metis Yayınları, İstanbul, 2003, s.15.
10
Krishan Kumar, Ütopyacılık, İmge Yayınevi, 2005, s.43.
11
Kumar’ın notu: Ütopyacı şiir More’un Utopia’sının Everyman baskısında yayınlandı, s.140.
A.g.e., s.42.
12
David Harvey, Umut Mekanları, çev. Zeynep Gambetti, Metis Yayınları, İstanbul, 2008.
13
Krishan Kumar, Ütopyacılık, İmge Yayınevi, 2005, s.9.
5
ütopyaların olmayan iyi yerin birebir tahayyülünü yaptığı görülür. Hiçbir art niyet aramaksızın, hiçbir yalana
14
başvurmadan üretilirler, kurgulanırlar. Diğer bir deyişle, Kumar’ın da dediği gibi ütopyalar ‘dürüsttür’. Sanal
gerçekliği değil, kendi gerçekliklerini inşa ederler ve başka hiçbir gerçeklik ile sorgulanamazlar. Kumar’a göre:
“Utopia’daki yaşamı tüm yoğunluğu ve somut özgünlüğüyle anlatmak, dolambaçlı mantıksal irdelemeler isteyen
teorik konuları ikna edici bir şekilde işlemenin yöntemi olmaktadır. Başka herhangi bir yöntemle bu meseleler
15
önyargı ve belirsizlik içinde darmadağın olur.”
Kentsel mekan üzreinden dahi kar amacı güden kapitalizmin yeni hedefini imgeye çevirmesine şaşırmamak
gerek. Kapitalizmin tüm dünyayı hükmetme amacını kabullenmişken, imgenin en güçlü araçlardan biri olduğunu
da kabullenmiş oluruz. Bütün kabullenmişliklerin içinde hala direniş umudunu aşılayan ise ütopyadır. Çünkü
onlar alınıp satılamaz sadece paylaşılır. Ütopya herkes içindir, kişilerin ve sınıfların üzerindedir ve eğer hepimize
yetecek kadar umut varsa bu sistem içinde, “dürüst” ve “gerçeklik” vaadeden ütopyalar sayesindedir. Çünkü
ütopyaların:
“Mükemmelik idealleri teoriktir; yazarları, amaca uygulamada ulaşmanın sorunlarına oldukça kayıtsız
kalabilirler (ama bu, ütopyaların pratik değerine kayıtsız oldukları anlamına gelmez). Uygulamalı
ütopyacılar, çoğu insanın olanaksız, aptalca veya safça idealist bulduğu bazı şeyleri başarmak için
çabalar. Onlar için başarı, ideal teoriyi ne kadar karşıladığı değil, insane toplumunda kaçınılmaz olduğu
düşünülen tavizleri ve yozlaşmayı reddederek, yaşamanın görece kısa bir süre dahi olsa olanaklı
16
olduğunu ne kadar gösterdikleri ile ölçülür.”
Grau, White Rabbit Miami ütopyası/ütopya gerçekliği
14
17
Krishan Kumar, Ütopyacılık, İmge Yayınevi, 2005.
A.g.e., s.42-43.
16
A.g.e., s.116-117.
17
Grau, White Rabbit – Station de métro aérien, Miami, 2009, http://relationalthought.wordpress.com/ (Son erişim:
01.10.2012)
15
10
MİMARLIĞIN “META”MORFOZU
Özet
Günümüzde kentler çok hızlı değişmektedir. Bu duruma ayak uydurma çabası insanı yormakta veya
bir boşlukta bırakmaktadır. Kişi bir arayış içindedir. Bunu fırsat bilen “simsar” zihniyetler, ranta
çevirmek için planlarını yapmayı geciktirmemiştir. Birilerinin ceplerini doldurabilmek adına geçmişin
kökten silinip atılmasını görmezden gelemeyiz. Bizi bu noktaya taşıyan nedenleri araştırıp çözüm
üretmek gerekir.
İnsan-Kent-Hatıra Olarak Yazılır İmge Diye Okunur
Kent imgesinin tanımı yapılırken sadece sokakları, parkları, heykelleri değil canlı bir yapı olarak
insanlardan daha doğrusu yaşayan insanların kültüründen, yaşayış şekillerinden, alışkanlıklarından
anlamlı bir yığın olarak toplumdan söz etmek gerekir. Yani kent ve kültürü bir arada olması gereken
birbirini tamamlayan bir organizma parçaları gibi düşünülmelidir. Dolayısıyla kent canlıdır. 1
“Bir kentteki hareketli elemanlar, özellikle de insanlar ve onların faaliyetleri, sabit fiziksel bölümler kadar önemlidir. Biz
bu gösterinin izleyicileri olarak kalamayız, kendimizde onun bir parçasıyız, öteki katılımcılarla birlikte sahnede yer alırız.
Çoğu kez kendi algılamamız süreklilik göstermez, kısmi bölük pörçük olur, daha çok dikkatimizi çeken şeylerle bölünür.
Hemen hemen bütün duyularımız devrededir. Kentin imgesi bütün bunların birleşimidir. (Kevin Lynch, 2010).
Kısaca kentleri tanımlarken yalnızca taş, beton, çelikten değil hatıra, duygu ve gözlemlerden de
bahsedilmelidir.
Kent kavramı içinde barındırdığı imgelerle anlam taşır. Öyle ki günümüzde isimleri geçtiğinde
imgesel çağrışımlar oluşur. Mısır’ı Piramitler, Paris’i Eiffel, Venedik’i gondollar New York’u Özgürlük
Anıtı, İstanbul’u Boğaz her şeyden önce anımsatır. 2 Bu belli başlı kentlerin içinde yer alan, onlarla
bütünleşmiş yapılar o kentlerin kafamızda yer etmesini sağlamıştır.
“Zamanla imgeler canlandırdığı şeyden daha kalıcı olur.”(John Berger, 2012).
Kentin anlamı olmasına karşın artık zihnimizde oluşan algılar ön plana çıkmaya başlamıştır. Yapının
içerdiği anlama kendimizden bir şeyler katma ihtiyacı duyarız. Bunun nedeni onda kendimizden
parçalar bulmamızdır. Başarılı imge her zaman topluma bir mesaj verip kişide öznel bir düşünce
oluşturmasını sağlar. Bu sayede kalıcı ve sürekli bir imge olur.
Kolları Sıvayalım…
Kapsamlı bir yeni oluşum başladığında tasarımcı yeni bir imge yaratmakla karşı karşıya gelir. Bu
süreçte gerçekleştirilen çok boyutlu disiplinler arası bir kentsel analiz, yeni ve özgün bir kavramsal
imgenin oluşmasını sağlar. Oluşumla ilgili diyagramların ayrıştırılması ve bunların süreklilik gösteren
algısal unsurlar olarak birleştirilmesi kent imgesinin iskeletini oluşturur. Bu çalışma doğal ve inşa
edilmiş çevrenin yeniden keşfedilmesinin yanı sıra gelenek ve yenilik tartışmasını gündeme
getirmektedir. Bu nedenle yeni bir mimari ve kentsel çalışmada öncelikli olarak yapılması gereken bu
tartışmanın bir parçası olan kentsel imge konusunun fiziksel ve kültürel bağlama nasıl yansıdığının
1
2
3
Lynch, 2010
Alkan, 2006
Sağlam, Uludağ, Güleç, 2012
araştırılmasıdır. 3 Fakat bunu yaparken sabit bir fikir yerine bağlamsal, evrensel, gerçekçi ve güncel bir
bakış açısıyla gerçekleştirilirse geleceğin mimarisiyle ilgili potansiyel ortaya çıkmaya başlar.
Çalışma boyunca değişken fiziksel ve kültürel dinamikler de göz önüne alınmalıdır. Çünkü mimarlık
diğer sanatlar gibi taşınabilir değildir. Doğası gereği bulunduğu yerle ilgilidir. Bu yüzden değişim
yapanlar taşınmaz bu eserin geleceğe nasıl adapte olacağını düşünmelidir.
“İlla ki Hacivat ve Karagöz’ün Evlerini Yapmak Zorunda Değiliz!”
Kentsel tasarımlarda izlenen ilk yöntem gelenekçi yaklaşım olmuştur. Çünkü toplumun belirlediği
herhangi bir görüşün dışına çıkmak isyankar olmayı gerektiriyordu. Bu yüzden çevresine saygı duyan
ve onlardan biriymiş gibi davranan eserler yapılıyordu. Bu durum antik çağlardan beri rastlanan bir
olgudur. Bu yaklaşım çevresiyle hiçbir tezatlık göstermeyen bir zincirin halkaları gibi birbirinin aynısı
ve birlikte olan yapılardan oluşur. Bu sayede anlamını derinleştirir ve insanlarda tek bir sağlam
düşünce oluşmasını sağlar. Öyle ki Rönesans mimarlarının tasarladığı kentler Descartes’e aklın gücüne
duyduğu güven için esin kaynağı olacak derecede bütünlüklüydü. 4
Alışveriş merkezindeki müşteri, otoyolda ilerleyen sürücü, parkta oynayan çocuk, camide ibadet
eden kişide ortak bir nokta zor bulunur. Eğer bu kadar farklı olmalarına rağmen kentten sürekli aynı
mesajı alıyorlarsa sıkıcı bir süreç başlıyor demektir. Bu durum şuna benzer: Çok güzel kokan bir odaya
girseniz bile burnunuz bir süre sonra o kokuyu almayı bırakacaktır. Sürekli aynı mesajlar beyne
iletilmektedir ve bu durum koku hücrelerinde tepkisizleşmeye neden olacaktır. İnsan da aynı şekilde
ne kadar güzel bir mekanda olursa olsun bir süre sonra bunlardan bıkacaktır. Zaten ilerleyen süreç de
sabit bu yargıya takılıp kalmayacaktır. Değişen düşünceler, ilerleyen teknolojiler kısaca sürekli bir
devinim içinde olan bir evrende durağan bu olgu insanlar tarafından kabul görmeyecektir. Bu yüzden
“Her şeyin en iyisi eskidedir” gibi saplantılı bir düşünceye kapılmamak gerekir. Toplum artık bu
monotonluktan sıkılmıştır ve kent yaşantılarında değişiklikler istemektedir.
İlişkiler Çelişkiler…
Tarihsel alandaki bir değişim tasarımcıyı hassas bir teraziye götürür. Terazinin bir ucunda geçmişteki
toplumun değerleri diğer ucunda gelecek nesil için oluşturulacak değer bulunur. Burada önemli olan
tepkilere neden olmadan ikisini dengede tutmaktır. Sanırım usta mimar kendini burada gösteriyor.
Örnek olarak Turgut Cansever’in Demir Tatil Köyü evlerini göstermek yanlış olmaz. Eski ve yeninin
sonsuz dansı olarak da adlandırabiliriz bu yapıtı. Bu yapı ve çevresi arasındaki ilişkiler zamanla artmış,
yapı da katılaşma eğilimi göstermiştir. Uzaklarda aramaya da gerek yok, burnumuzun dibinde
yeterince örnek var. Bu yüzden “Türkiye’de kim yapmış ki biz yapalım?” düşüncesi korkak ve “cılız”
zihniyetlerin vicdanını rahatlatmak adına söyledikleri kocaman bir yalandır.
Günümüzde bütün yapılar arasındaki süreç aynı şekilde işlemez farklı birliktelikler farklı sonuçlar
doğurur. Örneğin mantıksal olarak benzeşmeyen öğelerin oluşturduğu çiftler birbirini destekleyebilir,
birbirleriyle uyumları etkilerini güçlendirebilir veya çelişerek kendilerini yok edebilirler. Muazzam bir
öğe komşuluğundaki küçük bir yapıyı gölgede bırakarak ölçek dışına itebilir. Doğru konumlandırılmış
bir öğe ise yanında bulunduğu yapıyı iyileştirip güçlendirebilir. Yani bir alanın bütüncül imgesinde her
nokta eşit yoğunlukta değildir. Baskın figürler, boş alanlar, odak noktaları ve bağ dokular vardır.
Ancak bir alan ister yoğun, ister nötr olsun içinde sadece kendisini net bir biçimde imgeyle
bütünleştiren yapılar ayakta kalabilecektir. 5 Bunu sağlamak için binlerce kentlinin algısal açlığını
karşılayacak, sürekli ve ucu açık bir imge yaratılmalıdır. Ucu açık bir imge olması insanlarda merak
4
5
Baş, 2006
Lynch, 2010
uyandırarak onları kendi dünyasını keşfetmeye çağırır. Kentlinin gizemli bir labirentte sürpriz ipuçları
bularak bu karmaşadan zevk almasını sağlar.
Günümüzde çevresiyle uyumlu bir formu tasarlamak için çok az çaba sarf edilmektedir. Problem ya
ihmal edilmekte ya da mimarlık ve planlama ilkelerine dayalı bölük pörçük uygulamalara
bırakılmaktadır. 6 Kent içerisinde oluşturulan yapı adaları değil, kentten kopmuş kent parçalarıdır söz
konusu olan. Her biri kendi bağlamını kendisi oluşturmakta, kendi iç bütünlüğünü kent mekanının
fiziksel ve toplumsal olarak parçalanışı pahasına ortaya koymaktadır.
Bu Terste Bir İşlik Var!
Bağlama karşı konumlanmak öncelikle onu fark etmeyi gerektirmektedir. Bu nedenle 20. yüzyıl
mimarlık adına bağlamı fark etme ve ona karşı bir tavır geliştirmenin tarihi olarak da okunabilir.
Örneğin kenar mahallenin düzensiz mezbeliği arasında bulunan lüks bir villayı ele alalım. Evi gıptayla
ya da öfkeyle izleyen mahalle sakinlerinin yükleyeceği anlam dışında evin kendinde mimari bir anlam
var mıdır? Yanıtımız mimarlık yaklaşımımıza göre değişecektir. Postmodernizmin anarşisini
benimseyen bir yaklaşım bu manzaradan rahatsız olmayabilir. Hatta bu zıtlığın kendisini bile bir
estetik değer olarak kabul edebilir. Elbette bu örnekte bağlamdan kopukluk durumu bir tür
karikatürdür. Yine de bağlama karşı kayıtsızlığın ve mimarın kendi tarzını ön plana çıkaracak bir biçim
peşinde olmasının, günümüz mimarlığı içinde yaygın bir tavır haline geldiği düşünülebilir. Bir yaratıcı
etkinlik olarak mimari tasarımın bağlamla çatışma halinde olması olağan, hatta gerekli görülebilirse
de çatışma halinde olmakla kayıtsız olmak aynı şey değildir. 7
Postmodernizm başlığı altında toplanan eleştirilere bakılırsa yaşayan kentler üretmekte başarısız
olmuştur. Bunun nedenleri arasında mimarın yanlış uygulamasının yanı sıra insanların etrafında olup
bitenlere anlam verememesi veya karşı olması da vardır. MIT tarafından yapılan bir araştırmada
deneklerden biri değişen çevresi hakkında şunları söylüyor: “Kentte yaşayan insanlar üzerinde nostalji
ve hüzün hakimdir. Bu da değişimleri reddetmeye ya da onlara yeterince ayak uydurmamaya kadar
varabilir.” Kentteki hızlı transformasyon ve buna ayak uydurulamaması toplumu rahatsız etmiştir.
Çünkü bu değişimler genellikle kentliyi duygusal açıdan yorar ve algısal imgesinin zarar görmesine
neden olur.
Paranın Kölesiyiz, Özentiliğin Efendisi…
Zaman ilerledikçe hayatlarımızda değişen şeyler oldu fakat son zamanlarda bu durum katlanarak
ilerlemekte. Çünkü ortada kapitalist bir yarış var ve insanları ağına çekmek için yapılmış türlü türlü
oyunlar. Bütün sektörlerde olduğu gibi mimarlıkta bundan nasibini almıştır. Artık “güzellik, işlevsellik,
dayanıklılık” yerine “minimum alan, maksimum kazanç” hesabı yapılmaktadır. Bunun en “güzel”
örneği gökdelenlerdir. El Maktum boşuna mı İstanbul’un göbeğine Dubai Kulelerini dikiyor? 8 Hatta
bunu silüete, kente, kültüre karşı çıkma pahasına yapıyor. Anlaşılan birileri İstanbul’u gerçekten çok
seviyor(!) Ne yazık ki sorun sadece bununla sınırlı değil, yaşadığımız bütün mekanlar aynı tehditle
karşı karşıyadır. Örneğin küçükken mahallemdeki bakkal her perşembe bedava şeker verirdi, manav
fiyat yerine “tadına bakmak helal” yazardı, fırından sıcak ekmeği alıp en kıtır yerlerini bitirirdik eve
gitmeden. Artık bakkal Remzi Amca yok, manav Yaşar Dayı dükkanı kapatmış. Yani hatıralarımız, o
zamanın duyguları, o samimi diyaloglar yok. Bugünlerde onların yerine “Shopping Mall” ve “AVM”
çılgınlığımız var. İçine süt almak için girip deri ceket alıp çıkan müşteriler var daha doğrusu bunu
sağlamak için yapılmış bir düzen var ortada. İnsanları içinde tutmak ve alışveriş yapmasını sağlamak
6
7
8
Baş, 2006
Baş, 2006
Gökerman, 2009
için oluşturulmuş bir “mimari yaklaşım”. Ne yazık ki artık bu yarışa hükümetler ve yerel yönetimler de
dahil oldu. Ülkelerini ve ya şehirlerini tanıtmak veya ilgi çekmek adına akla hayale gelmeyecek
projelerin peşinde olan yönetimler var. Örneğin bir belediye başkanı Fransa’da yapmış olduğu bir gezi
sonucu Şanzelize Caddesini çok beğeniyor. Bunun üzerine tarihi ve doğasıyla ünlü kendi şehrine
“kentsel dönüşüm” başlığı altında bu caddeyi taşıyor ortasına da bir anıt konduruyor her şey
tamam(!) Bunu yapan zihniyetin her şeye özenen küçük bir çocuktan farkı var mıdır? Bu konuda
verecek örneğimiz çok çünkü para için sattığımız, para yüzünden satılmadığımız şey kalmadı. Bir şeye
değer biçerken paradan başka bir şey düşünmez olduk. Bu yüzden artık yaşadığımız mekanlar yok
meta’lar var…
Sonuç
“ Mevzu bahis olan eskiyi biraz değiştirmek, şurada bir sokağı genişletmek, burada bir evi yıkmak ve mümkün olan
yerlere bütün bir mahalle ilave etmek değil, bütünü alakadar eden bir ‘ide’nin tesiri altında, mevcut olanı daha henüz mevcut
olmayanla karakteristik bir vahdet halinde toplamaktır. O zaman ve ancak o zaman şe’ni olabilecek olan canlı bir şey
yapılmış olur.” (Egli, 1936)
Bütün bunlardan çıkan sonuç, en değerli imgenin güçlü ve bütüncül olana en çok yaklaşan imge
olduğudur: yoğun, değişmez ve canlı; her türlü öğeyi ve form karakteristiklerini bir arada barındıran
ve yoğunlaşmaları zayıf olmayan, duruma göre zincirleme ve ya hiyerarşik olarak düzenlenebilen
imgeler. Tabi ki böyle bir imgeye çok ender rastlanır ya da hiç rastlanmaz. Temel kabiliyetlerini
aşamayan güçlü bireysel veya kültürel tipler vardır. Bu durumda çevre, uygun kültürel tipe göre
hazırlanmalı veya kent sakinlerinin değişen isteklerini tatmin etmek üzere çok çeşitli olarak
şekillendirilmelidir.
KAYNAKLAR











4
5
Kevin Lynch, Kent İmgesi, Çev. İrem Başaran, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010
Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, 2010
John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yayınları, 2012
Sema Serim, 20. Yüzyıl’da Mimarlık Bilgisi Ve Bağlamın Keşfi, Erciyes Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı:22 Yıl:2007 (359-366 s.)
Ömer Aytaç, Kent Mekanlarının Sosyo-Kültürel Coğrafyası, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi Cilt: 17, Sayı: 2 Yıl:2007 (199-226 s.)
Yener Baş, Planlama-Mimarlık İlişkisi Yeniden Tanımlanırken…, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama
Bölümü, Ankara, 2006
M. Ebru Erdönmez*, Altan Akı, Açık Kamusal Kent Mekanlarının Toplum İlişkilerindeki
Etkileri, YTÜ Mimarlık Fakültesi e-Dergisi Cilt:1, Sayı:1, 2005
Hülya Alkan, Belleğimizdeki Kent, http://blog.milliyet.com.tr, Haziran, 2006
Uzay Gökerman, Dubai Kuleleri İstanbul'a Yakışır Mı?, http://blog.milliyet.com.tr, Şubat,
2009
Hakan Sağlam, Zeynep Uludağ, Gülşah Güleç, Çağdaş Kentte “Yeni” Bir Bağlam Tartışması:
KIZILAY ÜZERİNE ALTERNATİF BİR GELECEK SUNMAK, Mimarlık Dergisi, 365.Sayı, 2012
Ernst Arnold Egli, Şehir Planları, “Komün Bilgisinin Esas Meseleleri”, İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1936, (185-199 s.)
Baş, 2006
Lynch, 2010
11
ŞİZOFRENİK KENT İSTANBUL: Bir "rüya kent söylemi"
"İnsan da ağaca benzer, ne kadar yükseğe ve
ışığa çıkmak isterse, o kadar yaman kök salar
yere, aşağılara, karanlıklara, derinliğe, kötülüğe."
Friedrich Nietzsche.
Post-modern kent İstanbul 'un gerçek "Mimar"ları, gerçek kötü kahramanları kimler?
Mimarlar, mühendisler, müteahhitler, politikacılar, belediyeler ... mi gerçekten? Bizler
kendimize ve herkese söylediğimiz yalanlarla kıvranaduralım; varlığın kendi çıkarları için
yarrattığı, ormanları yakıp yıkan bencil, köyü de kenti de sahiplenen açgözlü, sahip
olduklarıyla kaybettiklerine sızlanan ikiyüzlü, yıkımlarla, tahliyelerle yaratılan 1. sınıf kent
imgelerini sahiplenen yalancı, engin değer sahibi modern kentli "biz"iz.
Her insan, rüyalarının türlü çeşitlerine sahip olabilmek için ne denli beyaz (iyinin rengi), siyah
(kötünün rengi) veya renksiz maskeler takıp, soylu söylemlerle ucuz hayaller (image) satma
peşinde olduğunun inkarıyla yana dursun; İstanbul, "kentli"siyle, rüyasıyla ve kaynaşmış çok
gerçekli (şizofrenik) kimlik, yapı ve anlamı ile *"muazzam bir meta birikimidir." (Kapital,45)
**Şizofreni kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen "şizo" (schizein, Yunanca:
σχίζειν) ve akıl anlamına gelen "frenos" (phrēn, phren- Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin
birleşiminden gelir. Anlatılmak istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı
gerçekliğe inanmasıdır. "Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın algılamasına denk
düşerken, "ikinci gerçeklik" sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme
dayalı bir gerçekliktir. (şizofreni nedir? vikipedi)
İmge mi? Mimarlık mı?
Sorduğumuz soruların cevaplarını anlamlandırma sürecinde, kendimizden kaçmamız kadar
olağan bir başka şey elbette ki olamaz. Bizler ki; yaptıklarını meşrulaştırma çabası güderken,
suçluyu senaryonun çok başında belirlemiş, ardı sıra gelen suçlamaları başrole atmanın
dayanılmaz hafifliğiyle iyiyi oynamak hazzından vazgeçememiş "değerler" mucidiyiz.
Asıl olan bizler ki; İstanbul'un eşsiz yeşilinde, tarihi dokusunda, sınıfsız kentleşme yolunda,
eşsiz boğazında, rantsız yapılaşmasında bir nebze dahi rol almayan, pür ve saf adem ile havva
kızı yahut oğluyuz (!) (?)
Bizler , mimarlığı, kent dokusunu, kamu kavramını, bir kenti, doğayı, kendi dışında var olan
ve kente ait olan herşeyi bir pazarlama aracı olarak kullanan şizofrenik kentin şizofren
mimarlarıyız! :
*Paçavracılar; rüya satıcılarıyız. Artık hayatlar biriktiririz.Yamalı hayallerle yep yeni
sandığımız yaşanmış hayatlar üzerine kurulu dünyalarda, sahte bir ışıkla varlığımızı ispat
ederiz. Parıldayan kusursuz kent sığınakları, ne bize ne de kente aittir. Kimimiz lüks yüksek
duvarlı sitelerde yaşayarak satarız ulaşılmaz hayallerimizi, kimilerimiz şehrin dokularına
sızmış şeffaf duvarlı, sınırları olmayan kutularımızdan gösteririz yabancı hayatlara sahip
olunası sanılan rüyalarımızı.
Dilenciler; yüzyılın beleşçileriyiz. Bizlerin kesişen bir yolu vardır ki; o yolda ne taş vardır ne
diken. Mevki-makam dileniriz. Hata yapmaksa tek "hata"mız, kör gözler, sağır kullaklar, dilsiz
ağızlar dileniriz. Para dilenmeyecek kadar değer sahibi isek, rüşvet olarak mutlak anlayış,
mutlak şefkat ve gerçekleşmiş - hazır hayalleri dileniriz.
**Kumarbazlar; başka hayatların akbabalarıyız. Bir odaya bir kimlikle girip başka bir kimlikle
çıkarız. Sahtecilik ve soysuzluk bizim diğer adlarımız. Biz hem yancıyız hem karşı, hem
kazananız hem kaybeden, hem ağlayanız hem gülen, hem zenginiz hem de fakir; biz modern
kentin kimlik sorunuyuz.
Gezginler; yersiz, zamansız ve amaçsız burjuvalarız. Sokakların mimarlarıyız.Geçtiğimiz her
sokağı sessizce bir bir okuruz ve ardından yeniden yazarız onları, bu defa haykırarak okumak
için, "Ben yazdım o sokağı." diyebilmek için.Bir çok yabancı geçer o yerlerden ancak bilirler ki
o sokakalarda, o caddelerdeydik. Yahut her an geçebiliriz.
Tefeciler; özverili katilleriz. Düşkünlerin hayallerinin ressamlarıyız. Bol renkli paletimizde
çizemeyeceğimiz tablo yoktur; aydınlık çehreler, huzurlu yuvalar, zengin sofralar, cıvıl cıvıl
bahçelerin hayallerini satarız. Evet, yarın daha fazlasını alacağımızı bilerek satarız. Hiç kimse
ile pazarlık etmeden satarız. Gün gelir de kent, bu hayalleri yutmak isterse, önünde kimsenin
duramayacağını bile bile satarız.
Divaneler; kör - kütük aşığız. Nice kıyımlara, nice yıkımlara şahit oluruz, lakin göz görmez.
Aşktandır ki göz, gözü görmez. Bu ne can'a olan aşktır ne de canan'a, ki kimsenin aklı ermez.
Biz kör bir rüyanın kuyusunda yollara divaneyiz. Tek bir ses duyar, onun dilinden konuşuruz .
***Berduşlar; özgür 'hiç' kimseyiz. Olup biten bunca kaostan, dönen dolaplardan, zenginin
parasından, züğürdün çenesinden, doktorun ilminden kime ne, bize
ne... Bunca
boşvermişliğin içinde "şey" lere yüklediğimiz sayısız anlam ve değerlerin varlığı, yahut
yitmişliği, bugün kentin kör bir kuyusunda, ücra bir köşesinde, karanlık bir deliğinde yaşayan
kimsesiz ve hiçkimse olan biz berduşlara çare mi?
Serseriler; protestocuyuz. Gördüklerimize sessiz kalamayız. Yalnışlar silsilesi bu kadar hızlı ve
çabuk sararken bizi, kenti ve benliğimizi; biz kentin gerçek mimarları olarak susamayız. Sesli
sesli, haykırarak söyleriz gerçeklerimizi ki herkes duysun, herkes dinlesin. Bizi harekete
geçiren yegane şey önümüze koyulan engellerdir. Belki yanlışları doğruya çevirmek için geç
olsa da; bizler, doğrunun sesi olmayı amaç edinmişizdir.
*Paçavracılar ( chiffonnier ) C.Baudelaire' in modern kent kahramanlarından biridir. Sanatın
modern kentle kaynaşmasını canlandıran şairene bir kahramandır.**Kumarbaz *** Berduş
Onlar Baudelaire'in kalabalıklardan ayıkladığı yakınlarıdır. ( Ali Artun, Modern Kentin
Ressamı, C.Baudelaire, Sunuş. )
Bir çok gerçek kent karakteri ile kent imgesi ve meta sorgulanabilir. Ancak en ahlaklısı ve en
gerçek karakteri sersiler mi olmuş? Hangi meta unsuru içeren "şey" ler için serseri; ruhuna,
bedenine, hayatına ve mimarı olduğu çevresine anlam yüklemiş ? Sahte mimarlıkların içinde
kendi yarattığı kent ona istediklerini vermiş mi?
Ne burjuva, ne de aristokrat olmayı kabbullenemeyen serseri, kimliğinin içine sıkışmış kayıp
bir ruh mu ? Değil! O da en az diğerleri kadar kötü ve şifozren! İstediği tek şey bir berduş
kadar özgür, bir tefeci kadar bencil, bir gezgin kadar yalnız, bir paçavracı kadar sesli, bir
dilenci kadar dokunulmaz, bir kumarbaz kadar cesaretli ve bir divane gibi coşkun yaşamak.
Bir serseri bedenine sıkışmış olarak yaşamak değil gerçek olan... Gerçek olan, sahip olduğu
ruhu, ancak başka bedenlerde var kılabilmesi.
Serseri; sahte, ahlaksız ve en acınası kahramanlık rüyası modern mimarinin. Diğerleri gibi
meta peşinde koşmayanı mı ?! Hayır, koşamaya cesareti olmayan sahte kahramanı, kendine
bile itiraf edemeyen, gerçeklerini bağıran, çağıran, haykıran ve anlayışı kendisi gibi bir
zavallının öfkesinde bulan hayali kahramanı kentin.
Şizofrenik kentin imgelem mimarisinde serseri, bir gün tanrı olmak istediğini en usul ve
sessizce söyleyerek kendini en masum kılan gerçek sadece...
Paçavracıdan daha mı mütevazi? Dilenciden daha mı mağrur? Tefeciden daha mı dürüst?
Gezginden daha mi kibirli? Kumarbazdan daha mı ahlaklı ? Ve diğer ve diğerlerinden daha da
mı gerçek?
Her türlü "şey"lerin meta unsuruna dönüştürüldüğü, böylesine çoklu gerçek kimlikler ile
kaynaşmış olan bir kent silüeti düşünün ki "gerçek" mimarlık ürünleriyle donatılmış olsun! Ve
bunun adı da "imge" değil de" mimarlık" olsun!
Ben İstanbul da yaşayan bir serseriyim.
Her fırsatta, daha güzel kent hayalleri kuran bir mimarım. Daha dün, önünden geçtiğim
villalardan oluşan bir siteyi, yeşili katlettiği için yerin dibine sokan bir kent savunucusuyum.
Gördüğüm her korunun yarın nasıl ve kimlere satılacağına dair senaryolar yazan bir vicdan
erbabıyım. Kentsel dönüşüm adı altında yapılan beton yığını, çok katlı mezarlıklara nefretle
bakan bir aktivistim. Kent dokusuna kenetlenmiş rant savaşında yitip giden mahallelerin ve
orada yaşayan renkli insanların bir ağıtçısıyım. Ben, yeni köprülere, yeni camilere karşı bir
savaşçıyım.
Ben, henüz küçük bir fidanım, kökleri ışıkla sulanan.
KAYNAKÇA
1. Karl Marx, Kapital 1 ( Eriş Yayınları )
2. Modern Hayatın Ressamı, Charles Baudelaire ( iletişim Yayınları )
3. Marx'ın Kapitali İçin Kılavuz, David Harvey ( Metis Yaınları )
4. Göstergeler İmparatorluğu, Roland Barthes ( Yapı Kredi Yayınları )
5. The Image Of The City, Kevin Lynch ( MIT Press )
6. Ways of Seeing , John Berger, Sven Blomberg, Chris Fox, Micheal Dibb, Richard Hollis
(BBC ve Penguin Books)
7. UğurTanyeli,“Mimarlıkta Değişmekte Olan Ne? Biçim Bilgsinden Süreç Bilgisine"
Arredamento Mimarlık, 2012/09
13
YAZI…KALICILIK VE MİMARLIK…
Evren üzerindeki kalıcılığın bir bellek üzerinden tariflenmesi sırasında ‘tüm seslerin’ kayıpsız bir kayıt
altına alınma durumundan söz edilir.Evrene asılan notalar,titreşimler,harfler tüm bu özenli stok
sırasında sonsuz bir zaman dilimini deşifre ederken bizim ‘an’a ait okumalarımızdaki referanslarımızı
edinimlerimize en yakışanı ‘başkalaşlaşmalar’dır.
Farklı renk skalarını aynı tualde toplayan en görkemli fırça ise ‘sanat’tır.Sanatın sonsuz yelpazesini bir
cümlede toplayan ‘'Sanat güzelliğin ifadesidir… Bu ifade söz ile olursa şiir, nağme ile olursa musiki, nakş
ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık… olur.’’ifadesi bir tanımdan
fazlasıdır.’Zamansız’lık podyumunda ifadelerin gücünü yansıtan bir heykel,bir şiir yapımı neredeyse
yüzyıllar süren görkemli bir Gotik katedrale kafa tutacak kadar iddialıdır.Aynı iddianın beslediği bir sürü
yaşam kesitini de çevçeveleyip asarlar çoğu zaman zihinsel takvimlerimize.Frank Lloyt Wright’ın ‘Okul;iki
öğrencinin ağaç altında konuşmasıyla başlar.’ tanımındaki başka göz filtresi taramalı Stonhenge’i.O
şuurla anlama kabiliyetini harekete geçirmeli ki ‘gelecek için geçmiş’ odaklı bir hassasiyete erişsin.
İzi sürülen inanç,beslenme,avlanma gibi tüm durumların büyük ipuçlarının saklı olduğu mimari
yapıların doğru değerlendirilmesi,bilinçli süzgeçlerden geçirilerek yorumlanması ‘kalıcılığı’ katleden
savaş,yanlış kurumsal politikalar gibi nedenlerle yetersiz kalabilmektedir.Yazının süreç tanımındaki
giriş,gelişme,sonuç bölümleriyle eşleştirmek gerekirse kent belleğinden günümüze ‘aktarım’ işlemini
‘gelişme’ bölümüyle eşleştirmek yanlış olmaz.Müdahalelerin,fikirsel altlıkların ve yaklaşımların ortak
paydada bulaşamaması yorumlanan mimari eserlerin netliğinden çalmaktadır.
Sümerler inanışları nedeniyle koruma duygusuna sahipken,Grekler taklit etmekten
çekinmemişlerdir.Ortaçağ ‘koruma’ anlamında neredeyse karanlık çağ iken;Avrupa’da 14 yy uyanma
hareketine,18 yy soğukkanlı akılcı yaklaşımlara,19 yy ise bilimsel bakış açısına dönüştü.Viollet-le-Duc
‘gerekirse yapıyı daha önce hiç sahip olmadığı forma sokma’ fikrini benimserken,William Morris ‘yapıyı
kendi haline bırakmak’ taraftarıydı.Müdahalelerin yapıda izini sürerken yazınsal en vurucu yaklaşım
Victor Hugo’nun ‘onarım en az yıkımlar kadar tehlikelidir.’ Yorumu iki müdahale arasındaki terazinin
denge çubuğunu hedef gösterir.Geçmişin güvenli dünyası ile geleceğin yenilik çağrısı arasındaki ikilem
tarih boyunca insanları ve toplumları uğraştırmıştır.
1964 yılında Venedik Tüzüğü kültür varlıklarının korunması ve restorasyona ilişkin uluslararası
nitelikte temel bir belge olarak kabul görmüştür.Ülkemizdeki otoritelerin Venedik Tüzüğü ilkeleriyle
paralel çalışmalarına maalesef uzun bir kayıp dönem sonrasında rastlıyoruz.1933 yılında yapılan bir
düzenlemeyle belediyeler kent planları hazırlamak için bir uzman çalıştırmak,bu plan sınırları içinde
kalan anıtları belirlemek ve çevresinde 10mt genişliğinde bir geniş alan bırakmak zorunda kalındı.Bu
yaklaşım Venedik Tüzüğündeki ‘Tarihi anıtlar tek başlarına değil çevreleriyle birlikte ele alınmalı ve
korunmalıdır.’ İfadesiyle tamamen zıttır.1950-1970 yıllarındaki kara lekenin nedeleri arasında:bilinç
eksikliği ve donanımlı örgütlenme girişiminin olmaması,yanlış yaklaşımlar ve devletin merkezi yönetim
üzerinden çözme çabaları,ödenek eksiliği,arkeolojik ve anıtsal yapılara önem verilirken sivil mimarinin
kaderine terk edilmesi vardır.
2000’li yıllardan sonraki zirvelere tırmanan başarılı müdahalelerde emeği geçen,Oktay Ekinci,Metin
Sözen gibi bu serüvenin ipi göğüsleyenleriyle Tarihi Kentler Birliği projesiyle Safranbolu evleri başta
olmak üzere birçok sivil insifiyatifler,yerel yönetimler bu çabaya ortak edilmiştir.Bilinçlendirmeye ve
sahiplenme hissinin aşılanmasındaki en önemli kısım yazılı ve görsel basını da bu çalışmalara ortak
etmek olmuştur.
‘Zararın neresinden dönülse kardır’ ümidini karalayan evrensel kriterler içeren Venedik Tüzüğü’ne
uymayan müdahalelerin uygulanabiliyor olması ülkemizin kültürel tahribata doyamadığının acı
kanıtıdır.’Yakın zamanda makyajı biten İstiklal Caddesi'nde beş yıldır süren Demirören AVM inşaatı,
çevresindeki binaları yutarak önce şişmanladı, sonra da boy attı.’ Oysa boyu, yanındaki tarihi binayla eşit
olacaktı. Günde ortalama 3 milyon kişinin geçtiği İstiklal Caddesi’nin orta yeri... Ağa Camii ile bir süredir
kapalı olan tarihi Emek Sineması’nın bulunduğu Serkil Doryan (Cercil D’Orient) binasının arasında sokak
alışverişi kültüründen uzak bir AVM’nin biçim itibariyle böyle hayat bulması sorgulanması gereken bir
durumdur.
Hali hazırdaki geçmiş zamanı sahneleyen tüm mimari öğelerimizi dekor olarak kullanmanın yanı sıra
inavasyon çağının süslü tak takıştır sentez modellerini en şık halleriyle konfor odağında sunumu tüm
müdahalelerin daha ılımlı bir vitrinde sergilenmesini sağlayabilmiştir.Sözlü ifadenin pazarlamadaki rolündeki
‘gerçekcilik’ ise hiçbir zaman net tavır seyredememiştir.’’ En yaygın sloganlaşmış şekliyle ‘’biçim işlevi izler’’
(L. Sullivan) yada ‘’ev içinde yaşanan makinadır’’ (Le Corbusier) diye anlaşılan işlevsellik ilkesi , Sullivan
anlayışından çok daha uzaktır aslında.Aynı şekilde, bir Villa Savoie’nin öyle kolay kolay makine statüsüne
indirgenemeyeceğini söylemek çok da zor olmasa gerek.İzlediğimiz bu sloganların bir polemiği güçlendirmek
, bir öncü hareketi tanıtmak ve yaygınlaştırmak için etkin birer araç olurken aynı zamanda tanıttıkları
nesneyi şematikleştirerek zayıf düşürürler.Modern Harekette mit statüsüne yükselen ikinci tema teknolojinin
belirleyiciliği ilkesidir . Modern mimarlıkta biçimin yeni teknoloji ve yapım süreçlerinin kaçınılmaz ve rasyonel
bir sonucu olduğu görüşü uzun yıllar tedavülde kalmış, bununla açıklanamayacak estetik kaygıların varlığı,
gerçekte olmasa bile söylem düzeyinde ısrarla yadsınmıştır.Modern hareketi teolojij ve tarihsel olarak
zorunlu bir doktrin halinde sunan bir dünya görüşü için bu anlaşılır bişeydir, çünkü estetik boyutun özerkliği
bir kez kabul edilince mimari tasarımın öznel ve göreli bir statüye sahip olduğu sonucun varmak gerekecektir
ki bu tarihsel zorunlulukla bağdaşmaz ve yakın zamanlara kadar da hiç de itibar gören bir şey değildir.’’
Kaosun eteğinden çekiştiren bir diğer konu ise megakentlerin kapsül çözümlerinin stilize ortamlarda tüm
mesleki hassasiyet sahiplerinin kaygı duyduklarına hazır cevap tutumudur.Hali hazırdaki geçmiş zamanı
sahneleyen tüm mimari öğelerimizi dekor olarak kullanmanın yanı sıra inavasyon çağının süslü tak takıştır
sentez modellerini en şık halleriyle konfor odağında sunumu tüm müdahalelerin daha ılımlı bir vitrinde
sergilenmesini sağlayabilmiştir.
Evrilen karmaşanın kendi döngüsünde yer arayan zihin haritaları multi disipliner paydaşların çoğu zaman
iyi vaatlerine kanmak zorunda bırakılmıştır.Rant savaşlarıyla ‘’kentsel dönüşüm’’ modellerinin tüm cazip çok
seçenekli yaşam modelleri sınırları keskin hatlarıya belirlenmiş bir tektipin zemin hazırlıkladır. Kentin
yaşlanmasına izin verilmeksizin hep taze kalan bu çok seçenekliliğe yama olan marjinal fikirler tasarlanabilir
olmanın imkanıyla beslenirken , kent aktörlerinin pusulasınında kuzeyinde yerini
sağlamlaştırmıştır.Soylulaştırma projelerinin geri planında sessizliğini koruyan yaman çelişkilerin satır
aralarındaki yerleri gün geçtikçe daha da azalmaktadır.Gündelik normların üzerine bir beden büyük
yapılaşma önerileriyle yerleşim yerine kondurulan yaşam alanlarının beton istifralarının tek nedenleri
‘iyileştirilmiş’ olmalarıdır.Aynı ‘iyliştirme’ modelinin doğadan özür borcu olarak; hektarlarca yeşil alanın
kurban verilmesiyle başlayan inşa süreçlerini görmezden gelip , aynı topraklara ‘sürdürülebilir’ doğa dostu
yapılar önerip adeta günah çıkarıyoruz.Düşey aksta yükseldikçe temas noktalarımız azalıyor, azalırken
sığlaşan imge değerlerinin mekanikleşen dünyaya ne kadar daha çok yakıştığına hem fikir oluyoruz.Yerel
parametreler doğanın kendi nefesindeki izlerinden faydalanan Stonhenge’e , igloya , Yunan tapınağının
prototipi olan megarona ayıp ediyoruz.
‘Tarih içerisinde anıta yapılan çalışmalarda yeniden inşaa yapılmamalı,ancak yeni ve eski malzemenin
bütünlenmesine dikkat edilmelidir.’ bilincinden çok uzak tüm bu müdahaleler Can Yücel’in özet satırlarında
saklıdır:’ 20 yaşında ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben ve bugünkü ben dördümüz. yirmi yaşım, otuz
beş yaşımı tutucu buldu. Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi. Yatıştırayım dedim. -Sen karışma
moruk- dediler. Büyük hır çıktı.’
Kaynakça: Mimari Eleştiri Yazıları – Şevki Vanlı Vakfı
ÇEKÜL Yerelden Ulusala Ulusaldan Evrensele Koruma Bilinci

Benzer belgeler