Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi - Ege-book

Transkript

Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi - Ege-book
Ege Üniversitesi Adına
İmtiyaz Sahibi
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz
Yayın Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Atilla Silkü
Sorumlu Müdür
Prof. Dr. M. Bülent Özkan
Genel Yayın Yönetmenleri
Yrd. Doç. Dr. Engin Önen
Yrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı
Yayın Kurulu Üyeleri
Prof. Dr. Şevket Toker
Uzm. Dr. E. Figen İnan
Özlem Arınık Topuz
Dilek Maktal Canko
Ali İhsan Mimtaş
Demet Altuntaş
Gamze Karademir Erol
Muhabir ve Fotoğrafçılar
Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş,
Gamze Karademir Erol, Bora Aslan,
Duygu Öztürk, Petek Durgeç, Semih Hızal
Konuk Yazarlar
Prof. Dr. M. Bülent Özkan, Prof. Dr. Nuri Bilgin,
Prof. Dr. Ayfer Haydaroğlu, Prof. Dr. Serdar Evren,
Prof. Dr. Zeki Arikan, Doç. Dr. Günay Taş,
Yrd. Doç. Dr. Engin Önen, Yrd. Doç. Bircan Dindar,
Okt. Latif Daşdemir, Ümit Aydoğan
Ayfer Tunç, Metin Gençol
Redaksiyon
Prof. Dr. Şevket Toker
Öğr. Gör. Dr. Bahar Dervişcemaloğlu
Arş. Gör. Göksu Çiçekli Koç
Kapak İllüstrasyonu
Sinan Kutlu
Tasarım
Gamze Karademir Erol
Erhan Çukurlu
Reklam Sorumlusu
EÜ Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
Reklam Rezervasyon
Ege Üniversitesi Rektörlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne
(0 232) 342 59 72 numaralı telefon numarasından veya
[email protected] e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.
Yönetim Yeri
Ege Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir
Tel: (0 232) 388 01 10
www.egeburada.ege.edu.tr
Basım Yeri
Arkadaş Matbaacılık Ltd. Şti.
1258 Sokak No:22 Kahramanlar/İzmir
Tel: (0 232) 425 08 71
Basım Tarihi: 28 Eylül 2009
Yayın Türü
Yerel, Süreli, Üç Aylık
Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından yayınlanır.
Engelsiz bir üniversite
Engelsiz Ege Birimi bir
yıldır engelli öğrenciler
adına, her türlü engeli
ortadan kaldırmak için
çalışıyor.
Merhaba,
İlk sayımız okurlarla buluştu. Çok olumlu tepkiler aldık. Değerlendirmeye değer bazı önerilerin gelmesi
de bizi umutlandırdı doğrusu. Bundan sonra her sayının öncekinden daha iyi ve zengin olması için çabalarımızı sürdüreceğiz.
EGEDEN’in bir bülten veya Rektörlük faaliyetlerinin duyurularının ağırlıkta olduğu bir yayın olmamasına
özen göstermekteyiz. İlk sayıda olduğu gibi bu sayıda da farklı bir tarzın peşinde olduğumuz anlaşılacaktır.
İkinci sayımızda “Evren Sizi bekliyor” sloganı eşliğinde ve UNESCO’nun 2009 yılını “Dünya Astronomi
Yılı” ilan etmesi nedeniyle bu konuda bir dosya sunuyoruz. Onun için kapak konusunu Galileo Galile’nin
gökyüzünü ilk kez gözlemlemeye başlamasının dört yüzüncü yılı olan “Dünya Astronomi Yılı” olarak seçtik.
Bu sayıda önemli röportajlar bulacaksınız. Bir Ege Üniversiteli olan ve uzun yıllardır İzmir Ticaret Odası
Meclis Başkanlığını yürüten Necip Kalkan’a üniversite yıllarını ve bugün sahip olduğu konum açısından
görüşlerini sorduk. Aynı zamanda İZKA Kalkınma Kurulu Başkanı olan Kalkan’dan proje başvurularının
durumunu öğrenmeye çalıştık.
Zenginliği kentle ve toplumla paylaşmada İzmir’in sembol ismi Salih İşgören, sağlık, eğitim ve kültür
alanında kalıcı eserler vermeyi sürdürüyor. Bu kapsamda üniversitemize de önemli katkılar veren İşgören’in
bu örnek kişiliğinden bazı izleri bir röportajla sergilemeye çalıştık.
Orman yangınları, Batı Karadeniz gezisi ve Madde Bağımlılığı Enstitüsü gibi daha çok sayıda yazı ve
habere bu sayıda yer verdik.
Güncel bir konu olan 3G teknolojisini sağlık ve iletişim boyutuyla ele alan inceleme yazıları umarız
ilginizi çeker. Atatürk ve Cumhuriyet, Edebiyat Fakültesi tarafından sürdürülen kazılar, Kadifekale üzerine
sosyolojik bir değerlendirmeyi ve konuk yazar Ayfer Tunç’un şehirlerin cinsiyeti üzerine denemesini içeren
yazıların ilginizi çekeceğini umarız.
Eleştiri ve önerilerinizle üçüncü sayımızda daha iyi bir dergi ile karşınızda olmayı hedefliyoruz.
HAZIRLAYAN:
Gamze KARADEMİR EROL
“E
ngellilik”, “özürlülük”,
“sakatlık” kavramları, bu
kavramlar arasındaki
farklar ve dünyadaki dağılımı sıklıkla karşılaşılan başlıklar. Söz konusu
kavramlar arasındaki farkların günlük
yaşamda değeri yok. Çünkü önemli
olan, bireylerin engellilik durumunu
tanımlayan kavramlar değil, engelli
bireylerin toplumdaki diğer bireylere
göre farklı hizmet gereksinimlerinin
olduğunun bilinmesi.
Dünya Sağlık Örgütü, özürlülüğü
fonksiyonel bir hasar (impairment),
sakatlığı normal aktivitelerde kısıtlılık
(disability) ve engelliliği ise sosyal dezavantaj (handicap) olarak tanımlıyor.
Engellilik dışındaki kavramlar daha
çok bireyin fonksiyon kaybına odaklanırken, engellilik kavramı bir engeli
nedeniyle sosyal yaşamın etkilenmesi
olarak ele alınıyor.
Biraz daha ayrıntılandırmak
gerekirse engellilik, herkesin kolayca
yararlandığı toplu ulaşım, eğitim,
kamu binalarından ve hizmetlerinden
faydalanma gibi haklardan herhangi
bir fiziksel engel nedeniyle yararlanamama durumuna, engellenmişliğe
dikkati çekiyor.
Araştırmalar, engellilerin günlük
yaşamlarında bireysel, toplumsal ve
sisteme ilişkin engeller ile karşılaştı-
ğını ve hatta bu engeller nedeniyle
ayrımcı tavırlara da maruz kaldıklarını
gösteriyor. Engellilerin gereksinimlerinin farkına varılması, onlara sunulacak olan hizmetleri de etkilemesi bakımından önem taşıyor. Türkiye gibi
gelişmekte olan ülkelerde engellilerle
ilgili faaliyetlerde yalnızca eğitim
yeterli değildir. Engelliliğin yaygınlığı
ve çeşitleri; engellilerin hizmetlere
ulaşımı ve istihdamı gibi tüm alanları
inceleyen araştırmaların yapılması
gereklidir.
Tüm üniversitelere bir
birim kurulacak
Son yıllarda bu amaçla yürütülen
çalışmalara hız verildi. 2005 yılında
Özürlüler İdaresi Başkanlığı yasası
çıkarıldı. Bu yasanın maddelerinden
birinde de yüksek öğrenim gören
öğrencilerin olanaklarının iyileştirilmesi yer alıyordu. Yüksek Öğretim
Kurumu (YÖK) da bu yasaya dayanarak 20 Haziran 2006’da bir yönetmelik
çıkardı. Bu, tüm üniversitelerde engelli öğrencilerin yaşamlarını kolaylaştıracak ve engelleri ortadan kaldıracak
düzenlemeleri içinde barındıran bir
yönetmelikti. Bu yönetmelik gereği,
yükseköğretim kurumları tarafından
bir rektör yardımcısı sorumluluğunda,
özürlü öğrencilerin akademik, idari,
fiziksel, psikolojik, barınma ve sosyal
alanlarla ilgili ihtiyaçlarını tespit
etmek ve bu ihtiyaçların karşılanması
için yapılması gerekenleri belirleyip,
yapılacak çalışmaları planlamak,
uygulamak, geliştirmek ve yapılan çalışmaların sonuçlarını değerlendirmek
üzere, mediko-sosyal sağlık, kültür
ve spor işleri daire başkanlığına bağlı
özürlü öğrenciler birimi oluşturulması
karara bağlandı. İlk etapta 20’ye yakın
üniversite kendi bünyesinde bir birim
kurdu. Ege Üniversitesi’ndeki birimin
oluşturulması 2008 Temmuz’unda
gerçekleşti. Kuruluş aşamasında
“Engelsiz Ege” adını alan birim, Ege
Üniversitesi’nde engelleri ortadan
kaldırmaya yönelik bir birim olarak
çalışmalarını yürütüyor.
Birimin on gönüllüsü var
Engellerin ortadan kaldırılması
için çalışmalar yürüten birimin bir yıl
içerisinde yaklaşık 10 gönüllü öğrencisi oldu.
“Engelsiz Ege Birimi” üniversite
sınavına giren öğrencilere tercih
döneminde danışmanlık yaparak
başlıyor hizmete. Bu birim, engelli
öğrencilerin tercih etmek istedikleri
bölümün fiziki olanaklarından, öğ-
Üniversitemiz içerisinde
fiziki olanaklarla ilgili
iyileştirme ve düzenleme
çalışmaları yapılmaktadır.
50. Yıl Köşkü önüne yapılan rampa eğimi ve açısı
bakımından engelliler için
iyi örneklerden biridir.
renme kaynaklarına, eğitim sırasında
karşılaşabilecekleri sorunlardan
seçecekleri bölümün iş hayatında
istihdam edilmeleri sırasında yaratacağı avantaj ve dezavantajlara kadar
pek çok konu hakkında bilgi vermeye
çalışıyor. Birim, Ege Üniversitesi’ni
kazanan tüm öğrencilere kayıt esnasında birimin çalışmaları hakkında
bilgi veren bir broşür dağıtıyor. Bu
yolla tercih döneminde birimden
haberdar olmayan engelli öğrencilere
de ulaşılmış oluyor. Hatta bir yakını
engelli olan ve sonraki yıllarda Ege
Üniversitesi’ni tercih edecek öğrenciler için de ön bilgi niteliği taşıyor.
Daha sonra direkt birimle bağlantıya
geçen engelli öğrencilerin sorunlarının tesbiti ile bu sorunların çözülebilmesi için aracı birim görevini görüyor.
İhtiyaç duyan engelli öğrencilere de
sağlık ve psikolojik destek konularında yönlendirmede bulunuyor.
Fiziksel yapı envanteri
oluşturuldu
İlk olarak fiziki olanakların iyileştirilmesi için kampüs içindeki tüm
binaların giriş, merdiven, tuvalet gibi
ortak alanlarında durum saptaması
yapan, fotoğrafları çeken birim, kampüsteki 55 binanın fiziksel yapı envanterini çıkardı. Engelli öğrencilerin
halihazırda eğitim gördüğü binalar
öncelikli olmak üzere tüm binalardaki
ihtiyaçları belirledi.
Fiziksel yapıların zorlayıcılığı ve
binaların eskiliği nedeniyle bazen zihniyet değiştirmenin daha iyi çözümler
üreteceğine inançla Engelsiz Ege
Birimi farkındalık yaratma eğitim-
leri veriyor. Bir proje ile Hollanda’ya
ziyarette bulunan Engelsiz Ege birimi
Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Hatice Şahin, Ege Üniversitesi olanaklarını Hollanda ile karşılaştırınca çok da geride
olmadığımızı fark ettiğini söylüyor.
Avrupa’da engellerin çoktan ortadan
kaldırıldığı yaygın kanısının aksine
örneğin Hollanda da hâlâ aşılamayan
fiziki zorluklar olduğunu dile getiren
Şahin şunları söylüyor: “Binalar bazen
zorlayıcı olabilir fiziki açıdan. Bu gibi
durumlarda zihinleri değiştirmenin
daha yapıcı olduğunu gördük. Eğitim
öğretimi alt katlara kaydırabiliyorsunuz..”
Kampüs üniversitesi
olmak avantaj
Şahin, kampüs üniversitesine
sahip olmamız ve kampüsümüzün
düz bir alanda kurulmuş olması nedeniyle Türkiye’deki pek çok üniversiteye kıyasla daha iyi şartlara sahip
olduğumuzu ekliyor. Şahin sözlerini
şöyle sürdürüyor: “Örneğin Orta Doğu
Teknik Üniversitesi kampüs mimarisi
bakımından ödül almış bir üniversite. Eğimli bir alan üzerinde kurulu.
Binaları bırakın kampüs içinde bile
o kadar çok merdiven var ki. Mimari
güzelliği sağlamaları açısından bu
merdivenlerin hemen hepsi trabzansız. Engelli öğrenciler için hepsi ayrı
ayrı bir engel. Oysa bireysel farkındalıkların artmasıyla öyle düzenlemeler
yapabilirsiniz ki. Belki yolu uzatabilirsiniz ama basamaklardan kurtarılmış,
düz bir yol haline getirebilirsiniz ve
pek çok başka şey…”
Kütüphane ve Dokümantasyon
Daire Başkanlığı ile iyi bir işbirliği
kurduklarını dile getiren Şahin şu
bilgileri veriyor: “Merkez kütüphanemizde görme engelli öğrencilere
yönelik sesli kitap okuma çalışmaları başlatıldı. Önümüzdeki yıllar
içinde sesli kitap arşivimizin gittikçe
büyüyeceğini umuyorum. Ayrıca bir
proje kapsamında engelli öğrencilerin yabancı dil eğitimi almaları için
kütüphane seminer salonunun kullanımına olanak sağlandı. Bu engelli
öğrencilerimizin yabancı dil eğitimi
almasının yanı sıra engelli ve engelsiz
öğrencilerin karşılaşmaları için ortak
bir mekan yaratılması anlamında da
faydalı bir uygulama oldu. Böylelikle
öğrenciler, kampüste engelli öğrencilerin de varolduğu ile ilgili bir farkındalık kazanmaya başladılar.”
Engellerin yok olması için
kaynaşma çok önemli
Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor: Engelsiz kişilerin farkındalıkları
ya da bilgileri ancak yaşamlarında bir
engelli olduğu zaman artıyor. Dolayısıyla engelli ve engelsizler arasındaki
kaynaşma engellerin ortadan kalkmasında çok önemli bir nokta. Her insan
bir gün engelli olma riskiyle karşı
karşıyadır. Engellilik bireyin tek başına
sorunu değil, toplumun da sorunudur. Dolayısıyla bu sorunu ortadan
kaldıracak olan da toplumun kendisidir. İşte tam da bu nedenle Engelsiz
Ege Birimi’nin amacı engelli bireylerin
aynı çatı altında toplanıp çözümleri
kendi aralarında aramaları değildir.
Aksine engelli bireylerin engelleri
aşıp sosyal hayata daha iyi entegre
olmalarını sağlamak, engelli olmayan bireylerde de engellilik bilincini
yaratmak. Şahin, bu amaçla birimde
gönüllü olarak görev almak isteyen
sağlıklı bireylerin olmasının kendilerini çok mutlu edeceğini dile getiriyor:
“Engelli öğrencilerin bizimle temas
ettiği noktalarda, bizlere yardımcı
olabilirler. Bilinçlendirme toplantılarında bizlerle birlikte çalışabilirler.
İletişimde yetişemediğimiz noktalarda bizlere yardımcı olabilirler. Sağlıklı
bireylerin bizlerle çalıştığını görmek
hepimizi çok mutlu edecektir.”
Her engellinin ihtiyacı
farklı
Her engellinin ayrı bir engeli ve
dolayısıyla ayrı ihtiyaçları olduğunu
belirten Şahin şunları söylüyor: “Birim
olarak önümüzdeki yıllar için hedefimiz öğretim üyelerimizden başlayarak
tüm kampüs içinde engellilikle ilgili
farkındalık eğitimleri vermek. Geçen yıl Öğrenci Köyü’nde bir eğitim
gerçekleştirdik. Ama dinleyici kitlemizi
daha da genişletmek istiyoruz. Hiç
aklınıza gelir mi, öğretim üyesinin
bıyığının olması duyma engelli dudak
okuyan öğrenciler için bir engel. Bu ve
benzeri daha pek çok engel, yaşamadan hemen hiç birimizin akıl edemeyeceği ama kolay çözümleri olan
sorunlar aslında. Bu olayda, örneğin
öğretim üyesi bıyığını kesmek istemeyebilir ama öğrenciye dersi takip
etmesi için notlar verebilir ya da kaynak önerebilir. Bu nedenle engellilerle
iletişimde farkındalık eğitimlerinin çok
büyük rolü olduğunu düşünüyorum.”
Birim uluslararası çalışıyor
Çalışmaları üniversite içinde sınırlı
kalmayan birim aynı zamanda uluslararası ortaklı bir projenin de üyesi.
Avrupa Birliği - Türkiye Sivil Toplum
Diyaloğunun Geliştirilmesi programı kapsamında yürütülen “Engelli
Öğrencilerle Engelsiz Üniversiteye
Doğru” projesi hakkında Şahin şunları
anlatıyor: “Mustafa Kemal Üniversitesi, Orta Doğu
Teknik Üniversitesi
ve Hollanda Yüksek
Öğrenim ve Engellilik Uzmanlık Merkezi
Handicap+Studie,
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Hollanda
Yüksek Öğrenim
Enstitüsü, Ankara
NİHA’nın yer aldığı
bu projeye biz de
Ege Üniversitesi
olarak 2008 Aralık
ayında gözlemci
üye sıfatıyla dahil olduk. Hollanda’ya
yapılan ziyaretin yanı sıra Ankara’da
yapılan bir toplantıya katıldık ve
engelli öğrencilerin gereksinimleri
üzerinden bir kampüs nasıl yaratılabilir, öğrenme kaynakları nasıl düzenlenebilir, engelsiz birimleri nasıl daha
aktif çalışabilir gibi konularda bilgi ve
deneyim sahibi olduk. Bu çerçevede
engelli öğrencilerle ilgili bir platform
oluşturuldu ve bu platforma bizim 4
öğrencimiz yabancı dil dersi alarak
dahil oldular. Eğitim sonunda öğrenciler Avrupa’nın ilk ‘Engelli Öğrenci
Platformu’nu kurmuş oldular.”
Bunun yanı sıra Türkiye’deki
üniversitelerde kurulan engelsiz
birimlerinin oluşturduğu bir platform
mevcut. 2009 Mart’ında bu platformun 3. Çalıştayı gerçekleştirildi.
Bu çalıştayı Ege Üniversitesi’nin
yapması öngörüldüğü halde bir
teknik aksaklıktan dolayı İstanbul
Üniversitesi’ne devredildi. Şahin,
2009-2010 eğitim yılında 4. Çalıştayın
Ege Üniversitesi’nde gerçekleştirileceğini söylüyor ve sözlerini şöyle
sürdürüyor: “Aslında 3. çalıştaya bizim
ev sahipliği yapamamış olmamız
bir avantaj oldu, çünkü birim olarak
bir çalıştaya katılıp üniversitemizi
temsil ettik ve çalıştayın planlanması
- gerçekleştirilmesi ile ilgili deneyim
elde etme şansı yakaladık. 4. Çalıştayı 11 - 12 Mart 2010 tarihinde Ege
Üniversitesi’nde gerçekleştireceğiz. Bu süreç içerisinde kampüste biraz daha tanındık, benimsendik, idari
işlerle ilgili de deneyime sahip olduk.
Bu deneyimle daha iyi bir çalışma
ortaya çıkaracağımızdan eminim.”
Engelsiz Ege Birimi Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Hatice Şahin (en sağda) ve birim öğrencileri
kayıt haftasında açtıkları danışma ve tanıtım standındalar.
Evren sizi bekliyor
Prof.Dr. Serdar EVREN
Ege Üniversitesi
Fen Fakültesi
Astronomi ve
Uzay Bilimleri Bölümü
U
luslararası Astronomi
Birliği 2009 yılını, Galileo
Galilei’nin 1609 yılında
teleskopla ilk astronomik gözlemleri
yapışının 400’ncü yılı olması nedeniyle “Evren Sizi Bekliyor” teması
altında “Dünya Astronomi Yılı 2009”
(DAY2009) olarak ilan etti. Birleşmiş
Milletler, Uluslararası Astronomi
Birliği’nin bu çağrısını Eğitim-Bilim
ve Kültür Örgütü UNESCO’nun da
destek vermesiyle 2009 yılını Dünya
Astronomi Yılı olarak kabul etti. Tam
400 yıl önce gök cisimlerinin çıplak
göz yerine teleskopla gözlenmeye
başlanması, gök bilimde yeni bir ufuk
açmıştır.
DAY2009, ülkemizin de yer aldığı
yaklaşık 140 ülkede büyük bir coşkuyla kutlanmaktadır. Bütün bu ülkelerde
popüler gök bilime yönelik yapılacak
olan etkinlikler sayesinde özellikle
çocukların ve gençlerin bilime ilgisi,
ulusal ve tüm dünya bazında arttırılmaya çalışılmaktadır. Şu anda dünyada binlerce profesyonel ve amatör
gök bilimci ile yüzlerce gök bilim
topluluğu bu etkinliklerde görev
alıyor. Dolayısıyla dünyanın en büyük
gök bilim ağı kurulmuş durumda.
Etkinlikler gök bilimle ilgili birimlerin
bulunduğu tüm üniversite ve kuruluşlar tarafından gerek bölgesel gerekse
yurt çapında ortak olarak yapılıyor.
İlk insanlar gök olaylarından nasıl
faydalanılacağını henüz bilmiyorlardı.
Gökyüzündeki bazı çevrimsel olayları izliyor ve bu olayların kayıtlarını
yapıyorlardı. Örneğin, mağaralara,
kemiklerin üzerine Ay’ın evrelerini
çiziyorlardı. MÖ 10000-3000 arasında
gökyüzündeki çevrimsel olayların
anlaşılmaya başlanmasıyla tarımda
ilerlemeler oluyor, çevrimsel olaylar
kayıtlara daha iyi geçiriliyor ve daha
gelişmiş takvimler hazırlanıyordu. Gün uzunluklarının değiştiği,
Güneş’in gökyüzünde aynı yolu
izlemediği farkediliyor ve Güneş’in
hareketleriyle mevsimler arasında bir
ilişki olduğu anlaşılıyordu. İlk çağlardaki gök bilim çalışmalarını kullanan
Yunanlıların buluşları kayıtlara geçen
ilk buluşlardır.
Gezegenler 1500 yılına kadar
yıldızlar arasında hareket eden ışıklı
daireler olarak bilinirdi. Bu görüşü
değiştiren devrim 1500 ile 1600 yılları
arasında Avrupa’dan geldi. Kopernik
Devrimi olarak adlandırılan bu değişimin sonucunda, güneş sisteminin
yeni şekli kavrandı: Merkezde Güneş
ve etrafında dolanan gezegenler.
Kopernik Devrimi, Güneş’in güneş
sisteminin merkezinde olduğunun
bulunmasıyla, Yer-merkezli eski kuramları yıkan çok önemli bir devrimdir. 1540-1690 yılları arasında yaklaşık
150 yıllık bir süre içinde geliştirilmiştir.
Bu dönem içinde çok meşhur beş
bilimci yetişmiştir: Kopernik, Tycho,
Kepler, Galileo ve Newton.
Kopernik Modeli’nin oturtulmasında
Kepler Yasaları’nın o kadar önemi
olmayacaktı. Galileo, Kepler’den
farklı olarak pratik aklını muhteşem
bir şekilde kullanarak, “o muhteşem”
teleskobuyla 1609 yılında gözlemlere başladı. 1610 yılında en önemli
gözlem sonuçlarını elde etti. Örneğin,
Jüpiter’in 4 uydusunu bularak ilk defa
yer etrafında dolanmayan gök cisimlerinin varlığını ispat etmiş oldu.
Bundan başka, Galileo’nun teleskobu Venüs gezegeninin hilal evresinden başlayan ve Dolun Venüs’e yakın
bir evreye kadar
değişik evreler gösteren gök olaylarına
tanık oldu. Galileo,
Ay üzerindeki dağları
gördü ve Ay’ın da Yer
benzeri jeolojik özellikleri
olan bir “Dünya” olduğunu
ısrarla vurguladı. Bu buluşlar Avrupalı düşünürleri heyecanlandırdı.
Galileo’nun gözlemleri
Eğer, İtalyan bilimci Galileo
Galilei’nin gözlemleri olmasaydı ve
teleskobun bulunuşu o dönemde
yapılmasaydı, güneş sistemine ilişkin
Dünya Astronomi Yılı
etkinlikleri ve projeler
Türkiye’de 2009 yılında uygulanmaya başlayan etkinliklere yönelik
11 ana proje, aslında tüm dünyada uygulanması istenen
ve Uluslararası Astronomi
Birliği tarafından belirlenen temel projelerdir.
Bu projeler genel anlamda çocukları, gençleri,
öğretmenleri ve
bilime meraklı herkesi
harekete geçirebilecek
cinsten etkileyici çalışmalardır. Hedef kitle öğrenciler ve
öğretmenler gibi görünse de popüler
etkinliklerin çoğu toplumsal bir bilim
şölenine dönüşmüştür. Amaçlardan
biri de bilimsel düşünmeyi, araştırmaya yönelik bir toplum olmayı
öğretebilmek ve merak edebilmeyi
ateşlemektir.
Düşünülen projelerden birçoğu
“Evren Sizi Bekliyor” genel teması
içinde kalırken; gök bilim dünyamızdaki kadın gök bilimcilerin tanınması
ve dünya üzerinde karanlık gökyüzüne sahip yerlerin korunmasına yönelik özel projeler de bulunmaktadır.
100 saat gök bilim
Galileo’nun Jüpiter uydularının gözlemleri
Dünyanın dört bir tarafındaki
gözlemevlerinden, halka yönelik
etkinliklerin yapıldığı gözlem alanlarından 100 saat boyunca sürekli
olarak gök cisimlerinin tanıtılmasına
yönelik bir projedir. 100 saat boyunca
gökcisimleri teleskoplarla gösteriliyor
ve bilgiler veriliyor.
Bu projenin amacı insanların
Galileo’nun kullandığı gibi küçük bir
teleskopla gökyüzünü keşfetmelerini
sağlamaktır. Kaç kişi acaba küçük bir
teleskopla Ay’a bakarak üzerindeki
dağları ve kraterleri daha ayrıntılı görmüştür veya gözlemevlerindeki bilimsel araştırmalarda kullanılan daha
büyük teleskoplarla Ay’ın üzerindeki
kraterlerin içine girip dolaşmıştır ya
da “Gezegenlerin Kralı” Jüpiter’in
bulut kuşaklarını incelemiş, Galileo
uydularını tek tek saymış, “Yüzüklerin
Efendisi” olan Satürn gezegeninin
seyir zevkine doyulmayan halkalarını
seyretmiştir? Hepsini görmek için basit bile olsa yalnız bir teleskop gerekir.
Kadın gök bilimciler:
yanlış kanıyı yıkmak
Birleşmiş Milletler’in amaçlarından
biri de tüm uluslarda cinsiyet ayrımı
yapmadan erkeklere tanınan yetkiyi
kadınlara da vermektir. “Kadın Gök
Bilimciler” projesi, gök bilimciler ve genelde bilimin her dalındaki bilim insanları arasında cinsiyet ayrımını ortadan
kaldırmak amaçlı düşünülmüştür.
Ege Üniversitesi’nde 2009
Dünya Astronomi Yılı Etkinlikleri
Karanlık gökyüzü
farkındalığı
Gezegenimizin bize bıraktığı kültürel ve doğal mirasın bir parçası olan
Samanyolu’nun bir kolunu şehirlerden görmek neredeyse artık bir hayal.
Bu kadar aydınlık ortamlar içinde gök
cisimlerini seçebilmek bile bir mucize.
O halde karanlık gökyüzünü korumak
bizlere düşmektedir. Onun için de
dünyadaki yerleşim yerleri üzerinden
gökyüzüne yayılan şehir ışıklarını en
aza indirmeyi sağlamak hepimizin
görevidir. Bu proje sayesinde, karanlık
gökyüzü isteğinde veya farkında olan
herkesin kendi bölgesindeki ışık kirliliğini yok edecek önlemleri almaya
katkıda bulunması gerekir.
Prof.Dr. Serdar EVREN
Ege Üniversitesi
Fen Fakültesi
Astronomi ve
Uzay Bilimleri Bölümü
E
Gök bilim ve Dünya
mirası: evrensel hazineler
UNESCO ve Uluslararası Astronomi
Birliği, UNESCO’nun çalışma teması
içindeki eğitim ve kültür üzerine
ortak bir çalışmayı benimseyerek, Gök
Bilim ve Dünya Mirası üzerine birlikte
çalışacakları bir proje üretti. Bu projenin amacı, gök bilim ile ilişkili özelliklerin kültürel ve bilimsel değerlerini
kabul ederek bilim ve kültür arasında
bir bağlantı kurulmasını sağlamak ve
böylece, dünya üzerindeki gök bilim
ile ilgili yerleşim yerlerinin hasara uğramasını engellemek ve onları olması
gereken kimliğine kavuşturmak.
Galileo Öğretmen Eğitim
Programı
Gök biliminin doğal ortamı uzayın
derinliklerinde olduğundan gök bilimcilerin laboratuvarı da bizden çok
uzaklardadır. Fizik yasalarını, kimya
formüllerini ve matematik eşitliklerini
kullanarak öğrenmeye çalıştığımız
evreni öğretim programları içine
koyarak gök cisimlerini tanıtmak
eğitimcilerin işidir. Uluslararası Astronomi Birliği’nin çağrısı üzerine ilk ve
ortaöğretim öğretmenlerine yönelik
başlatılan bir programla 2012 yılına
kadar gök bilim konusunda bilgili
öğretmenler ağı oluşturulacaktır.
Onun için de tüm ülkelerde özellikle
fen bilgisi öğretmenlerine yönelik
düzenlenecek olan çalıştaylar sayesinde “Galileo Elçileri” adıyla uzman bir
öğretmen kadrosu oluşturulacaktır.
10
Dünya’dan Evren’e
bakış: bilimin güzelliği
Evrenin büyüleyici görüntüleri, büyük teleskoplar veya atmosfer dışındaki uydular ve uzay araçları tarafından özel teknikler kullanılarak çekilmektedir. Bu fotoğraflar hem sanatsal değerlere sahip olurken hem de birçok bilimsel gerçeği gözler önüne sermektedir. Uluslararası Astronomi Birliği
tarafından seçilen fotoğraflar tüm
ülkelerin sergi salonlarında ve sokaklarında sergilenmektedir.
Unutmayınız
“Evren Sizi Bekliyor”.
ge Üniversitesi Fen Fakültesi
Astronomi ve Uzay Bilimleri
Bölümü öğretim elemanları,
lisansüstü ve lisans öğrencileriyle
birlikte 2008 yılının Ekim ayından beri
2009 Dünya Astronomi Yılı kapsamında ilk ve orta öğretime, üniversite
öğrencilerine ve halka yönelik çeşitli
popüler etkinlikler düzenliyor.
Dünya Astronomi Yılı’nın
140 ülkede aynı anda yürütülen
tüm projeleri, bütün yıl boyunca Astronomi ve Uzay Bilimleri
Bölümü ve Gözlemevi tarafından İzmir içindeki ve dışındaki
birçok kuruluşta gerçekleştirildi.
6 aylık dönem içinde toplam
145 popüler astronomi etkinliği
sayesinde toplam on bin kişiye
ulaşıldı. Etkinliklerin 17’si İzmir
dışında yapıldı.
Organizasyonu yapılan
birbirinden önemli etkinlikleri;
gözlemevi ziyaretleri, okullarda
gök cisimlerinin gösterilmesi,
gözlem şenlikleri ve konferanslar gibi 4 ana başlık altında
toplayabiliriz. Uluslararası
Astronomi Birliği’nin hedefleri
doğrultusunda özellikle çocuklara, öğrencilere yönelik, gök
cisimlerini teleskopla gösterme
etkinliklerinin tümü Ege Üniversitesi Gözlemevi’nde yapıldı. EÜ
Gözlemevi’nde düzenlenen 53 organizasyona katılan ilk ve ortaöğretim
öğrenci sayısı 1600’dür. Gözlemevi’nin
Kurudağ mevkiinde deniz seviyesinden 632 m yüksekte kurulmuş olması,
kampüse 17 km uzakta ve kolay ulaşıma uygun olmayan arazi ve yol yapısı
bu sayının çok daha fazla olmasını
engellemiştir.
Gözlemevi’ne gündüz gelen
okullara teleskopların tanıtımı yapılırken, özel güneş filtreleri kullanılarak
Güneş gözlemi yaptırıldı. Güneş ve
diğer yıldızlar hakkında genel bilgiler
verilirken, Gözlemevi’ndeki Astronomi Aletleri Müzesi dolaştırıldı. Gece
gelebilen okullar her ne kadar Güneş’i
inceleyememiş olsalar da, uydumuz
Ay’ı, yıldızları, yıldız kümelerini, ölü
yıldız kalıntılarını, Venüs, Mars, Satürn,
Jüpiter gibi gezegenlerimizi yakından
inceleyebilme fırsatı buldu. Ayrıca
bu öğrencilere gece gökyüzündeki
takımyıldızları tanıtıldı. Gözlemevi’ne
gelemeyen onlarca okula ise Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim
elemanlarımız ve öğrencilerimiz, gece
ve gündüz etkinliklerine göre birçok
tanıtımı okullarda gerçekleştirdiler.
Birçok kuruluşta düzenlenen diğer
bir organizasyon türü ise gözlem şenlikleridir. Bu şenliklerde astronomik
kavramların anlatıldığı, gök cisimlerinin tanıtıldığı, müzik ve fotoğraf
gösterilerinin yapıldığı ve Dünya
Astronomi Yılı’nın öneminin vurgulandığı konferanslar verildi. Toplam
19 gözlem şenliğine 2000 kişi katıldı.
Diğer bir etkinlik dalı da değişik
kuruluşlarda öğretim elemanları ve
öğrenciler tarafından düzenlenen
konferanslardı. Toplam 73 konferansa
yaklaşık 6400 kişi katıldı. Bu konferansların bir çoğunda temel astronomi kavramları; film, animasyon ve
görüntülerle anlatıldı. Bazılarında
etkinlik biraz daha genişletilerek katılımcılara basit deneyler, uygulamalar
ve projeler yaptırıldı.
Düzenlenen toplantı ve sempozyumların bir kısmı da ilk ve ortaöğretim Fen ve Teknoloji, Fizik, Matematik
ve Coğrafya öğretmenlerine
yönelik olmuştur. Bir günden bir
haftaya kadar süren bu organizasyonlarda öğretmenlere
kendi derslerinde astronomik
kavramları nasıl kullanacakları
konusunda bilgiler verilmiş, uygulamalar yaptırılmıştır. Burada
amaç fen bilgisine olan ilgiyi astronomiyi kullanarak arttırmaya
çalışmak, bol görsel malzemeyle konuları kolay öğrenebilecek
düzeye getirmektedir. Önümüzdeki yıldan itibaren fen dersleri
müfredatına konan astronomi
konuları hakkında ders notları
ve öğretmenlerin kullanımına
yönelik ders materyalleri hazırlanmıştır. Bu kurslara katılan
öğretmenler tüm dünyada “Galileo Elçileri” olarak adlandırılacaktır. Bu organizasyon yalnız
bu sene değil 2012 yılına kadar
devam edecek ve daha sonra
tüm “Galileo Elçileri”nin internet
üzerinden birbiriyle haberleşmesi
sağlanacaktır.
Bu tür organizasyonlara önümüzdeki dönemde de devam edilecektir.
2009 Dünya Astronomi Yılı etkinliklerinin tamamını EÜ Astronomi ve
Uzay Bilimleri Bölümü web adresinden takip edebilirsiniz.
(http://astronomy.ege.edu.tr)
11
Astronomi ve Kadınlar
Theano
(~MÖ 520)
Hypatia
(~ 4. yy.)
Caroline Herschel
(1750-1848)
Mary Fairfax Somerville
(1780 – 1872)
Astronom Kadınlar
Doç. Dr. Günay TAŞ
Ege Üniversitesi
Fen Fakültesi
Astronomi ve
Uzay Bilimleri Bölümü
A
stronomi bilimi, dünya üzerindeki ilk
insanla başlar. Gökyüzünün kararmasıyla hayatı tehlikeye giren, Güneş’in
doğmasıyla adeta yeniden dirilen insanın ilk
tapındığı cisim de Güneş’tir. Dolunay’ın karanlığı
delen huzur verici varlığı nedeniyle, Ay da tanrılar
arasında yer alır. Ay ve Güneş’in hareketlerinin
izlenmesinin, yeryüzündeki yaşamın sürmesinde
çok önemli olduğunun farkedilmesi üzerine yalnız
bu cisimlerin izlendiği çok büyük “Gözlemevleri”
yapıldı. Burada tek işleri gökyüzündeki hareketleri
izlemek olan “astronomlar” bulunurdu. Yaptıkları,
insan yaşamını etkileyen, hayati öneme sahip bir
işti. Bu yüzden, kutsallardı ve büyük bir bilgiye,
dolayısıyla erke sahiplerdi. Böylece, bu gözlemevleri tapınak, astronomlar da astronom rahip adını
alıyordu. Gökyüzündeki hareketlerin ve olayların
sürekli izlenmesi ve günlükler şeklinde arşivlenmesi Sümerlere kadar uzanır. İnsanın gökyüzü ile
olan yaşamsal bağı, astronomi bilimini ve onunla
uğraşan astronomların geçtikleri yolu, tarihi, sosyal
ve dini algılardan bağımsız incelemeyi zorlaştırır.
Bu yüzden, bilim yolunda ilerleyen insanın hikayesinin içinde astronomiye gönül veren kadınları
ve bilimde kadının rolünü konuşmak, daha doğru
olacaktır.
12
Tarihten günümüze hepsi birbirinden değerli
çok sayıda kadın astronom vardır. Ancak, bu yazıda
tümünden bahsetme olanağı olmadığı için, hepsini
sonsuz bir saygıyla anarak, yalnız birkaçının yaşamından alıntılar yapacağım.
En ünlü kadın evren bilimcilerden biri
Pythagoras’ın eşi Theano (~MÖ 520), bir diğeri
ise Cyrene’li Arete (~MÖ 370)’dir. Arete, Plato
Akademisi’ndeki eğitiminden sonra babası Aristippus tarafından kurulmuş olan düşün okulunun
başına geçti. Doğal tarih ve eğitim üzerine kırktan
fazla kitap yazdı.
Hristiyanlık öncesi dünyada kadınlar,
İskenderiye’de, 4. yy’da kısa süreli bir bilimsel
bahar yaşadılar. İskenderiye pek çok kadın
bilimciye ev sahipliği yaptı. Bu dönemde bilinen
en etkili kadın bilimci Hypatia (~ 4. yy.)’dır. Kendisi
astronom ve matematikçidir. Efsanevi İskenderiye
Kütüphanesi’nin son kütüphanecisidir. Cebir
alanında çok önemli çalışmalar yapmıştır. Maalesef
yaşadığı dönemde hem Hypatia hem de genel olarak bilim yapan herkes için soğuk bir hava esiyordu.
Hypatia hristiyan ayak takımına karşı kütüphaneyi
korumaya çalışırken çok vahşi bir şekilde öldürüldü.
Batı dünyasında Hypatia’nın ölümünü takip eden
bin yıl içinde önemli hiçbir bilimsel yenilik ya da
ilerleme gerçekleşmedi.
Hristiyanlık döneminde eğitimin biçimini
düzenleme işi rahiplerin elindeydi. Cambridge,
Oxford, Bologna ve Paris’teki ortaçağ üniversiteleri
yedi serbest sanat olarak bilinen eğitim sistemini
kurdu. Bu konular iki ana bölüme ayrılıyordu:
trivium (gramer, konuşma sanatı ve mantık) ve
quadrivium (geometri, aritmetik, müzik ve astronomi). 8. yy’da manastırlardaki rahibelerin, hem
anadilinde hem de latince okur-yazarlığa ek olarak
belli bir konuda eğitim alma şansı olurdu.
Maria Mitchell
(1818 – 1889)
Rahiplerin emirlerindeki evleri yöneten baş
keşişler tarafından manastır, kendini adayacağı belli bir konuyla görevlendirilirdi. Bu “görev” bazı evler
için doğa bilimleri çalışmaktı. Örneğin; Hildegard of
Bingen (1098 -1179), doğa bilimleri çalışma şansı
buldu ve en üretken ve başarılı rahibe bilimcilerden
biri oldu. Tıp, din bilimi, doğa tarihi ve evren bilim
gibi geniş bir ilgi alanına sahipti.
Bilim Devrimi, René Descardes tarafından
ilerletilmiş ve genç Isaac Newton tarafından
benimsenmiş bir bilimsel yöntemin kullanılmaya
başlanmasıyla harekete geçmiştir. Bu dönemde her
bilim alanından bilimciler veriyi sayısallaştırmak
ve kopyalamak için aynı sistemi kullandı. Doğa
bilimlerinde, güçlü yeni araçların geliştirilmesi
sayesinde çok küçük ve çok uzak dünyaların kapıları
açıldı. Mikroskobun icadı ve teleskop dizaynının
geliştirilmesiyle biyologlar ve astronomlar şimdi
gerçek fiziksel gözlemlere sahipti. Bu, bilimsel felsefede köklü değişimler olması anlamına geliyordu.
Düzenlenmiş yeni veri sistemi, bilgiye ulaşma
ve yayımlamada artan bir kolaylık, öğrenmenin
kolayca paylaşıldığı bir atmosfer yarattı. Kopernik,
Kepler, Galileo ve Newton’un çalışmalarını temel
alan, herkesçe anlaşılabilir bilimsel araştırmalar,
herhangi bir okur-yazar kişiye ulaşabilecek bilimsel
eğitim sağladı. Böylece, Avrupa tarihinde bu
dönemden günümüze kadar gelen okumuş, iyi
eğitim almış bir sınıf oluştu. Özellikle astronomide
kadınlar, bilimsel devrimin omurgasını oluşturuyordu.
Bu dönemin “yeni tür” kadın astronomlarına
ilişkin ilk örnek Tycho Brahe’nin kız kardeşi Sophie
Brahe (1600)’dir. Yaptığı gözlemler daha sonra
Kepler’in, gezegenleri eliptik yörüngelere yerleştirmesine olanak sağladı. Tycho’nun memuriyeti
boyunca onun huysuzluklarına katlanarak hem ona
çalışmalarında destek oldu hem de sayısız çalışma
yaptı. Yaşamının ilerleyen kısmında gözlemlerini,
yayımlanmamış ama iyi korunmuş bir hatırat içinde
topladı. Sonraki bilimciler bu gözlemlerden çok
yararlandı.
Royal Astronomy of Berlin’in üyelerinden
Gottfried Kirsch’in eşi Maria Kirsch (1700) evliliği
öncesinde astronomi eğitimi almıştı. Fakat, bilimsel
kariyeri eşiyle birlikte yaptığı çalışmalarla oldu.
Maria Kirsch, 1702’de keşfedilmiş bir kuyrukluyıldız
üzerine çalıştı. Gezegen kavuşumları ve Aurora Borealis üzerine yazılar yazdı. Eşinin ölümünden sonra, hamisi olan kişi ölene kadar Kraliyet astronomu
olarak çalıştı. Bu zaman boyunca oğlunu yardımcısı
olarak yetiştirdi. Oğlu Berlin Gözlemevi müdürü
olduğunda annesi ve kız kardeşini yardımcısı olarak
seçti. Maria Kirsch, Tsar sarayından kral Büyük
Peter (Peter the Great)’in astronom olarak çalışması
davetini, ailesinden ayrılmamak için geri çevirdi.
Paris Gözlemevi müdürü Jerome Lalande
(1750), özel projelerde çalışmak üzere kadınları
ücret karşılığı işe alırdı. Bunların arasında amatör
astronom Mme. Lepaute, Mme. Du Piery ve
Lalande’ın eşi Marie-Jeanne de Lalande vardır.
Bu kadınlar kuyruklu yıldızlar üzerine değerli
çalışmalara sahiptir.
Caroline Herschel’in, (1780) erkek kardeşleri William ve Alexander’la birlikte İngiltere’ye
gittiği zaman hayali, şarkıcı olmaktı. Gerçekten
de dönemin en beğenilen sopranolarından biri
oldu. 1781’de William Herschel’in Uranüs’ü keşfi ve
kraliyet astronomu olma teklifi alması ile hayatları
değişti. Caroline ve William Herschel kardeşler
dönemin en büyük teleskoplarını yaptılar. Bu
teleskoplar sayesinde astronomide tamamen
yeni alanlar yarattılar: Yıldız astrofiziği ve Güneş
sistemi cisimleri. Yirmi yıl içinde bu iki kardeş 1000
çift yıldız, 2500’den fazla bulutsu ve yıldız kümesi
keşfetti. Caroline ve William Herschel’in birlikteliği
herhangi bir bilimsel alanda görülebilecek en üretken mesleki ortaklık oldu. Caroline, Royal Society
tarafından altın madalyayla ödüllendirildi.
Mary Fairfax Somerville (1820)’in babası
deniz kaptanıydı ve uzun süre evden uzak kalırdı.
Annesi ise İncil okuduğu ve düzenli olarak dua
ettiği sürece ne yaptığı ile ilgilenmezdi. Küçük
erkek kardeşi ve amcasından aldığı kitaplar ve
onların yol göstericilikleri sayesinde böylesi bir
aile ortamından, eğitim altyapısını kurgulamış,
latince, cebir ve geometri öğrenimi almış bir kişi
olarak çıkabildi. İlk eşinin ölümü, onun ekonomik
bir rahatlamaya kavuşmasını sağladı. Matematiğe
olan sevgisi nedeniyle, geçmişte Hypatia tarafından
yazılmış eşitliklerle ilgilendi ve bu çalışmalarıyla bir
gümüş madalya kazandı. Mary’nin ikinci eşi Royal
Society’nin üyesiydi. Bu üyelik sayesinde Mary
kütüphanelere girip çıkmakta zorluk yaşamadı ve o
dönemin önemli bilimcileri ile sohbet etme olanağı
buldu. Mary’nin astrofizik çalışmaları önemlidir.
Güneş rüzgarının elektromanyetik etkilerini, ışık
tayfını çalıştı. 1827’de Laplace’ın ünlü “Mechanique Celeste”sini tercüme etti ve ekler yaptı. Bu
çalışmanın sonucunu “Mechanism of the Heavens”
adlı bir kitapta yayımladı. Bu kitabın içinde, orjinalinde olmayan diyagramlar, ispatlar, astronomi
tarihi ve matematik çalışmaları vardı. Yüzyılın
geri kalanında bu kitap Oxford ve Cambridge’de
temel kaynak olarak kaldı. Bunun dışında “On the
Connecxion of the Physical Sciences”, “Principia” ve
“Physical Geography” adlı kitapları yazdı. 1872’de
Mary öldüğünde astronomi hem kadınların hem de
erkeklerin kariyer alanı olmuştu.
19. yy’ın sonlarında Harvard Gözlemevi’nde
astronomi bilimindeki en önemli çalışmalardan
birine imza atan bir kadın bilimciler grubu
oluştu. Teleskopların büyüklüğü ve gücü arttıkça
çok sayıda veri toplanmaya başlanmıştı. Sorun,
bunca verinin organize edilmesi, işlenmesi ve
kataloglanmasıydı. Harvard College Gözlemevi
Müdürü E.C. Pickering kadınları işe almaya başladı.
Bunlara daha sonra “kadın bilgisayarlar” adı verildi.
Pickering’le çalışan kadınlar arasında en önemli
isimlerden biri, yıldızların tayf türleri için gözlemsel
sınıflama sistemi oluşturulması üzerine çalışan,
Williamina Fleming (1881)’dir. Fleming, aynı
zamanda, 300’den fazla değişen yıldız, 60 bulutsu
ve on nova keşfetti. Fleming’in sınıflama sistemini
Annie Jump Cannon (1896) yeniden düzenledi.
Günümüzde astronomi öğrencilerine öğrettiğimiz
sınıflamayı oluşturdu. Henrietta Swan Leavitt
(1902)’in, astronomiye kuramsal katkısı büyüktür.
Çalıştığı fotoğraf plakları üzerinde belirlediği
Cepheid değişenlerinin dönemleri ile ışınım güçleri
arasında bir ilişki olduğunu buldu. Günümüzde
bu bulgu gök adamız ve gök ada dışı cisimlerin
uzaklıklarını bulmakta kullanılmaktadır.
Pickering bu kadınların çalışmalarının sonuçlarını kendi ismiyle yayımlardı, fakat çalışmacılara
da saygınlık sağlardı. Ama bu kesinlikle bir eşitlik
durumu değildi, fakat karşılıklı olarak yararlıydı. Bu
çalışkan kadınların bir yüksek lisans öğrencisinden
farkları; tez yap(a)mamaları, kendi istedikleri
alanda çalışmayı seçme lükslerinin ve ne kadar
hevesli ve yetenekli olurlarsa olsunlar akademik
olarak ilerleme şanslarının olmamasıdır. Fleming
ve Cannon, Harvard’da profesör olarak kaldılar.
Ancak, bu pozisyonlar fahriydi. Maalesef, Leavitt’e
fahri profesörlük bile ölümünden sonra verildi.
Türk Kadın Astronomlar
İlk Türk kadın astronom Nüzhet Gökdoğan’dır.
Babası Atatürk’ün silah arkadaşlarından Tümgeneral Zihni Toydemir’dir. 1933 Üniversite Reformu’yla
birlikte, Prof. E.F. Freundlich ve iki yardımcısıyla
İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde 29 Eylül
1934’te kurulan Astronomi Enstitüsü’ne ilk Türk
Doçenti olarak tayin edilmiştir. 1948’de profesörlüğe yükseltilmiş ve ardından fen fakültesini temsilen
üniversite senatörü ve daha sonra 1954’te dekan
seçilmiştir. Türk üniversitelerinin ilk kadın senatörü
ve dekanı olmuştur. 1954’te kurulan Türk Astronomi Derneği’nin de kurucularındandır. Yirmi yıl kadar
bu derneğin başkanlık görevini üstlenmiştir.
Asıl adı Mari Sukiasyan olan Paris Pişmiş, 300
yıl önce Ege’den İstanbul’a göçen bir ailenin üç
çocuğundan biridir. Pişmiş 1911 yılında İstanbul
- Ortaköy’de doğdu. 4 yaşına kadar aynı mahallede
kaldı. “Olgun” anlamına gelen “Pişmiş” soyadı Maliye Bakanı olan dedesine zamanın Padişahı olan III.
Selim tarafından verilmişti. Henüz beş yaşında bir
anaokulu öğrencisi iken okumayı söktü, ablasının
matematik problemlerini çözebiliyordu. Pişmiş’in
liseyi bitirdiği yıllarda kızların matematik eğitimi
yapmaları pek alışıldık bir durum değildi. Ailesi
karma bir okula giderse kaygısıyla eğitimine devam
etmesini istemiyordu. Paris Pişmiş, aile engellerini
aşıp İstanbul Üniversitesi Matematik ve Astronomi
Bölümü’ne girdi ve burayı 1933 yılında bitirdi. Türk
üniversitelerinin tarihinde bu bölümü bitiren ilk kız
öğrenciydi.
Hitler Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye gelen
hocalarından Prof. Freundlich, ondan doktora
tezi olarak evrenin dönmesi ile ilgili bir çalışma
hazırlamasını ister. Doktora tezinin başarısından
etkilenen hocası Harvard Üniversitesi’ne bir mektup
yazarak bu değerli öğrencisine bir yıllık burs sağlar.
Başarılı olduğu görülünce süre üç yıla çıkarılır. Genç
Paris, burada tanıştığı bir Meksikalı öğrenciyle;
Felix Recillas ile evlenir ve Meksika’ya yerleşir. Bu
ülkede Pueblo Astrofizik Gözlemevi’nin ve Meksika
Üniversitesi Astronomi Bölümü’nün kurucuları
arasında yer alır.
1965 yılında kendi adıyla anılan yeni yıldız
kümeleri keşfeder. Şu anda Pişmiş’in adıyla anılan
23 yıldız kümesi var gökyüzünde. Paris Pişmiş 1
Ağustos 1999’da yaşamakta olduğu Meksika’da
aramızdan ayrıldı.
Janet Akyüz-Mattei 1943’de Bodrum’da doğdu.
Kataklismik değişen yıldızlar ve zonklayan değişenler alanında uzmanlaşmış, uluslararası tanınan
bir Türk astronomdur. Üniversite eğitimi için gittiği
Amerika’da Harvardlı bilgisayar kadınlardan Maria
Mitchell’in adının verildiği gözlemevinde çalışma
teklifi aldı. Yüksek lisansını Virginia Üniversitesi’nde
(1972), doktorasını ise Ege Üniversitesi’nde (1982)
tamamladı. 1973’ten itibaren 30 yıl The American
Association of Variable Star Observers (AAVSO)’ın
yöneticiliğini yaptı. AAVSO’nun müdürüyken
1911’den itibaren çoğunluğu amatör olan gözlemcilerden topladığı 10 milyonu bulan gözlemlerle
dünyanın en büyük veri tabanını oluşturdu. Yer
konuşlu ve uzay tabanlı amatör ve profesyonel 600
13
Türk kadın astronomlarından ve
bu makalenin yazarı Doç. Dr. Günay Taş.
gözlem programını koordine etti. Öğrenciler için
200 eğitim programı hazırladı. Yaşamı boyunca
pek çok ödül aldı; “The Centennial Medal of
the Société Astronomique de France, 1987”;
“George Van Biesbroeck Prize”; “American
Astronomical Society, 1993”; “Leslie Peltier
Award”, “Astronomical League, 1993”; “First
Giovanni Battista Lacchini Award For Collaboration With Amateur Astronomers”, “Unione
Astrofili Italiani, 1995”; ve “The Jackson-Gwilt
Medal of the Royal Astronomical Society, 1995”.
İsmini onurlandırmak üzere yeni keşfedilen ana
kuşak asteroidlerinden birine onun adı verildi;
“Asteroid 11695 Mattei”. Maalesef 2004 yılında
lösemi yüzünden onu kaybettik.
Neden Kadınlar
Arasından Öncü
/ Mucit Bilimciler
Çıkmamaktadır?
Tarihten günümüze bakıldığında çok sayıda
astronomun bilime katkıları sayesinde hem içinde
yaşadığımız dünyayı hem de parçası olduğumuz evreni algılayışımız ilerlemiştir. Bilim tarihi yeniliklerin
tarihidir ve öncesindeki bilimsel düşünceden büyük
kopuşlar gösteren başarıları kaydeder. Bilim tarihine
baktığımızda kadınların daha ziyade yorumlar
üstlendiği ve “öncü” olan kadın bilimci sayısının az
olduğu görülür. Bunun nedeni, klasik dönemin sonundan itibaren kadınlara verilen rollerin kökleri ve
bu nedenle, öncünün rekabetçi doğasıyla uzlaşmayan kadın davranış biçimidir. Toplumda kadının rolü;
dini, sosyal yaklaşımlar ve geleneklerle çok fazla
belirlenir. Üst sınıftan kadınlarda bile sistematik bir
eğitim eksikliği vardır. Üniversite yaşamı, bilimsel
topluluklara üyelik, çeşitli endüstriyel kariyer
biçimleri genellikle onlara kapalıdır. Geçmişte ve
kısmen günümüzde, oy hakları yoktur ve çoğunlukla
finansal yaşamları kontrolleri dışındadır. Kadınlar
tarafından kadınlar için koyulan beklentiler, sinsice
birikmiş etkilere neden olur ve eninde sonunda
sınırlamalar başlar; kadınlardan evlilik, çocuk büyütme konularında daha çok ilgili olması, konuşması
ve aile yaşamının refahını sağlaması, eşine destek
olması istenir, beklenir. Bu beklentiler arasında kariyer savaşı vermek kadının aklına gelmez, gelse bile
öncelikli konularını arka plana attığı için toplumsal
bir tepkiye maruz kalır.
Diğer yandan, kadın bilimcilerin başarılarının
tarih tarafından sistematik olarak hafife alınmış
olması da diğer bir etmendir. Sosyal ve politik
nedenlerle geçmişte kadınlar hep bir meslektaşlarıyla çalışmak durumunda kaldılar. Bu meslektaş
genellikle eş, baba, erkek kardeş ya da oğul gibi
aileden ya da yakın akrabalar arasından oldu. Astronomi, aileden biriyle ya da kendi başına evde yapıla-
14
bilmesi nedeniyle, kadınlar için çok iyi bir çalışma
alanıydı. Çünkü bu tür çalışma biçimi, kadınları
sosyal baskılara karşı koruyordu. Yapılan çalışmalar
ve sonuçları mektup yoluyla tartışılabilirdi. Gerçi
geçmişte kadın, bir bilimci olarak görülmemiş ve
yaptığı çalışmaların sonuçlarının kullanılmasında
iznine başvurulmamıştır.
Antik dönemde kadın astronomlar ve “doğal
filozoflar” sosyal tabulardan bağımsız olarak
çalışabiliyorlardı. Roma İmparatorluğu döneminden
19. yy’a kadar ne kadın ne de erkek, astronomi
ya da diğer bilim alanlarında kariyer yaparken
görülmedi. Roma’nın düşüşünden sonra adeta bir
gecede durum değişti. Rönesans boyunca dünya
tekrar öğrenmenin ışığıyla aydınlandı. Yeni keşifler
yapılmaya ve bilimsel üretimlere geri dönüldü.
Ancak şimdi bu bilimsel çalışmalar yalnız erkekler
tarafından yapılıyordu. Üniversiteler kadınlara
kapalıydı. Avrupa’da çağın tek söz sahibi kiliseydi
ve kadının sosyal rolünü de belirliyordu. Bu rol
aile ya da manastır dışında her alana kapalıydı. Bu
baskı ve yasakçı dönem Bilimsel Devrim’le birlikte
hafiflemeye başladı.
Genellikle kadın ve erkek yetiştirilirken verilen terbiye, aynı sosyal sınıftan
olsalar bile çok farklı olmuştur. Eğitimdeki bu cinsiyet tabanlı fark, hiç şüphesiz
insanlığın en eski tarihindeki köklerinden
kaynaklanır; avcı / toplayıcı toplumların
iş paylaşımıyla ilişkili ilk kökler. Yine de
insanlık tarihinde kadınlar erkek kardeşleriyle aynı değerde görülmeseler de eğitim
alırlardı.
Tarihe bakıldığında kadınların eşitlikçi
bir yaklaşımla bilimsel eğitim aldıkları bazı
okullar olduğunu görüyoruz; Pythagorean
Birliği’nde, daha sonra Akademi’de ve
Epicurean okulunda. Bu okullar kadınla
erkeğin eşit kabul edildiği ortamlardı.
Tıp, astronomi ve simya alanında erkek ve
kadınlar tarafından öğrenciler eğitilirdi.
Tarihin bu döneminde yalnız Aristotle’ın
Lyceum’u kadınları engelledi. Aristo’nun
kadınlara karşı olan eğilimleri, maalesef
günümüzdeki anlayışı da yönetir hale gelmiştir.
Aristo, döl yatağında bile kadının erkekten aşağı bir
konumda olduğunu düşünür. Embriyoloji üzerine
yaptığı bir çalışmada (De Generatione Animallium)
kadınların deforme olmuş erkekler olduğunu
söyler.
11. yy’da Toledo kütüphanesinde Aristo’nun
bu çalışmaları bulunup, kurtarılıp, yeniden gün
ışığına çıkarıldığında, Hristiyan bilimsel düşüncesinin temelini oluşturdu. Bu yüzden, bu çağda
Kilise eliyle başlatılan Aristo’cu eğilimler 2000
yıldır hüküm sürmekte ve bilimsel çalışma yapmak
isteyen kadınların sosyal koşullarını hâlâ negatif
olarak etkilemektedir.
Günümüzde öncü ve lider kadın sayısının sadece astronomi değil her alanda hâlâ az olmasının
böyle bir tarihi altyapısı vardır. Günümüz astronomi
alanı dünyayla kıyaslandığında oldukça kalabalık
bir kadın bilimci topluluğuna sahiptir: Türk Astronomi Derneği’nin anketine göre her üç astronomdan biri kadındır. Ege Üniversitesi Astronomi
Bölümü’nde hali hazırda 18 doktoralı astronomun
5’i kadındır.
Kaynaklar:
-Hamilton, G., arXiv:/physics/0001026v1[physics.hist_ph]
-Boydağ, F. Şenel, 2003, Matematik Dünyası
-Fraknoi, A., 2008, Preparing for the 2009 International Year of Astronomy, ASP Conference Series, Vol. 400, M. G. Gibbs, J. Barnes, J. G. Manning, and B. Partridge, eds.,“Women in Astronomy:
A Brief Resource Guide”
-Türk Astronomi Derneği çalışması (özel görüşme)
-http://www.christina-river-institute.org/mattei.htm
-http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/biliminsanlari/turkbilimadami/S-334-38.pdf
-divulgamat.ehu.es/.../MateOspetsuak/Theano.asp
-http://www.cfa.harvard.edu/~jshaw/pick.html
-http://www.womanastronomer.com/women_astronomers.htm
Ege Üniversitesi’nin göğe bakan yüzü:
Gözlemevi Uygulama ve
Araştırma Merkezi
1 Temmuz 2009 tarihinde kurulan Ege Üniversitesi
Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi bünyesindeki Gözlemevi, 1965’ten beri Fen Fakültesi Astronomi ve
Uzay Bilimleri Bölümü lisans ve lisansüstü programlarında yer alan ders ve uygulamalar için gerekli imkanları
sağlamaya devam ediyor. “Gök bilimleri alanındaki
bilimsel çalışmaları, etkinlikleri organize etmek, yürütmek, eğitimi desteklemek, geliştirmek ve bilim-toplum
projeleri çerçevesinde halka yönelik etkinlikler düzenlemek, yurt içi ve yurt dışından gelen ziyaretçilere gökyüzünü ve gök cisimlerini tanıtma çalışması yapmak” gibi
bilim-toplum ilişkisini güçlendirme amacı güden faaliyetleri öncelikleri arasına alan Merkez’de 5 kişi çalışıyor.
Gezegenevleri (planetaryumlar) kurmak da merkezin
hedefleri arasında bulunuyor.
Gözlemevi’nde 48 cm, 40 cm, 35 cm ve 30 cm çaplı dört teleskop bulunuyor. Birçok küçük teleskop da
öğrencilerin uygulamalarında ve halka yönelik popüler
astronomi çalışmalarında kullanılıyor. Gözlemevinde,
çeşitli gözlem aletleri, fotoğraflar ve gök taşlarından
bir de müze oluşturulmuş. Halka yönelik olarak düzenlenen yaz okullarında her yaştan katılımcıya zengin
görsel malzemeler eşliğinde çağdaş bilgiler aktarılırken,
katılımcılar öğretim üyelerinin verdiği eğitimlerde doğru
bilgiye ulaşma şansı buluyor. İlk ve ortaöğretim öğrencileri ve yetişkinlere yönelik seminerler de düzenleniyor.
SÖYLEŞİ:
Demet ALTUNTAŞ
FOTOĞRAF: Bora ASLAN
E
ge Üniversitesi Gözlemevi
Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Zeynel
Tunca ile, gözlemevi ve astronomi
çalışmaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Nif Dağı eteklerine kurulmuş
olan Gözlemevi’nin uzun, topraklı
ve zorlu yolunda başlayan söyleşimize Gözlemevi’nin “cennet köşesi”
benzetmesini hak eden bahçesinde
devam ettik. Astronomi hakkındaki
pek az bilgimizle gittiğimiz ve özverili
çalışanlar tarafından çok nazik bir şekilde karşılandığımız Gözlemevi’nde
söyleştiğimiz Prof. Dr. Tunca’nın
bizlere aktardığı engin bilgilerinin
ancak bir kısmını burada paylaşabiliyoruz. Egeden okurlarının, içinde
bulunduğumuz Dünya Astronomi Yılı
kapsamında Merkez’in düzenlediği
etkinliklere katılarak gök bilimlerinin
alabildiğine derin ve şaşırtıcı dünyası
hakkında daha fazla bilgileneceğini
umuyoruz.
Ülkemizdeki astronomi faaliyetleri
ve gözlemevleri hakkında bilgi verir
misiniz?
Türkiye’de 4 üniversitede Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü
var. Bunlar Ege, İstanbul, Ankara ve
Erciyes Üniversiteleri. Diğerlerinde,
Fizik Bölümü içersinde Astrofizik
Anabilim Dalı şeklinde çalışmalar
sürdürülüyor. Astronomi ve Uzay
Bilimleri Bölümü olan üniversitelerde gözlemevleri de bulunuyor.
Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde de
bizden farklı olarak radyo dalgaboyu
bölgesinde çalışan bir gözlemevi var.
Bizim çalışma alanımız, optik bölge
dediğimiz, gördüğümüz ışığı inceleyen alan. Bunların yanı sıra Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi bünyesinde kurulu Astrofizik Araştırma
Merkezi(ÇAAM) ve Ulupınar Astrofizik
Gözlemevi astronomi çalışmalarını
geniş bir kadro ile sürdürüyorlar.
Astronomi çalışması yapılan yerlerde, eğitim ve bilimsel çalışmaların
uygulama alanı olarak, yani labora-
15
tuvar olarak gözlemevleri kuruluyor.
İlk kurulan İstanbul Üniversitesi’nde,
gözlemevinin kuruluşundan sonra
Türkiye’den yurt dışına bilim insanları
gönderildi. Bunlardan biri de Prof.Dr.
Nüzhet Gökdoğan’dı. Bu önemli bilim
insanının, doktorasını yurt dışında
tamamlayıp döndükten sonra yaptığı
çalışmalar ve üniversiteye dışarıdan
gelen Alman bilim adamlarının da
katkısıyla Cumhuriyet döneminin
Astronomik anlamda ilk gözlemevi
İstanbul Üniversitesi’ndeki gözlemevi kuruldu. O zamanki olanaklar ne
kadar kısıtlı da olsa, hava kirliliği fazla
olmadığı için gözlem yapabiliyorlardı.
Ege Üniversitesi Gözlemevi’nin kuruluşu nasıl gerçekleşti?
Ege Üniversitesi Gözlemevi, 1962
yılında çalışmalarına başlayan bölümümüz bünyesinde 1965’te kuruldu.
Bölümümüz ve Gözlemevimizin
kurucusu hocamız Prof. Dr. Abdullah Kızılırmak’tır. Gözlemevimizin
kurulmasında zamanın Fen Fakültesi
Dekanı Prof.Dr. Yusuf Vardar ve Ege
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mustafa
Uluöz’ün katkıları büyüktür. Kuruluş
sonrasında da hep özverili çalışmalar
söz konusudur. Son 15 yıldır gözlemevi sorumluluğunu yürüten Prof.Dr.
Serdar Evren, yaptığı değerli çalışmalarla gözlemevimizi bugünkü düzeyine getirmiştir. Bundan sonra aynı
bilinçle, hep birlikte daha ötelere
götürmek amacımızdır.
Gözlemevi her yerde kurulmaz.
Çünkü biz, insanların gökyüzüne
baktığında göremedikleri sönük
ışıkları inceliyoruz. Işık kirliliği, hava
kirliliği, çevre kirliliğinden kaçmaya
çalışıyoruz. Atmosfer yapısının en
kötü etkileri yere yakın olan katmanlarında oluşur. Gözlem yapabilmemiz
için bu elverişsiz tabakanın üstüne
çıkmak zorundayız. İzmir çevresine
baktığımızda, yükseklere çıkmanın bir
maliyeti olduğunu görüyoruz. Hava
durumu da gözlemlerimizi etkiliyor.
Sonuç olarak, gözlemevlerini olabildiği kadar yükseğe, şehirden uzak(ışık
ve hava kirliliğinden uzak), yıl içinde
açık gece sayısının fazla olduğu alanlara kurmak gerekir. Yer bulunduktan
sonra, sıra gözlem aletlerini almaya
gelir ki, bu aletler de oldukça maliyetlidir. Bizim büyük teleskopumuz,
NATO destekli bir projeyle alınmıştır.
16
Uzun bir süre Türkiye’nin Üniversite
bazında en büyük teleskopuydu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin
122 cm çaplı teleskopu bu ünvanımızı
elimizden aldı.
Sizce Türkiye’de bulunan 4 Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü yeterli
mi? Başka bir deyişle, astronomi ile
ilgili Türkiye’de yapılan araştırmaları ve astronomiye olan ilgiyi nasıl
görüyorsunuz?
Salt bilim dediğimiz zaman ülkemizde insanlar kendisini geri çekiyor.
Bunun karşısında, örneğin parçacık
hızlandırmak yoluyla evrenin ilk oluştuğu dönemleri anlamak için müthiş
bütçelerle Cern deneyi yapılıyor.
Deneyin günlük yaşamımızı etkileyecek herhangi bir sonucunun henüz
açıklanmamasına rağmen deneye ilgi
büyük ve bu çalışmanın değeri kamuoyunda da takdir görüyor. İşte amaç
bu: öğrenmek. Türkiye’de bir futbolcu,
transfer ücreti olarak yılda 1 milyon
Euro alabiliyor. Bu miktarda bir para
ile, TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nde
1 metrelik bir teleskop edinebilmek
için karşı karşıya kaldığımız olumsuz
şartları anlatamam. Ülkemizde bilime
ayrılan para çok az. Diğer bilim dallarında bu destek az da olsa var, sıra
astronomiye geldiğinde destek alacak
EÜ Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi
“Dünya Astrononomi Yılı 2009” Etkinlik Takvimi
Tarih/Saat
Etkinlik
Etkinlik adı
04-10 Ekim 2009 (her gün)
20:00-22:00
* Seminer ve Gözlem
Dünya Uzay Haftası - http://www.uzayhaftasi.org/
-http://www.worldspaceweek.org/
09-23 Ekim 2009 (her gün) * Seminer ve gözlem
20:00-23:00
şenliği
Dünya Yıldız Sayımı Günleri http://www.windows.
ucar.edu/citizen_science/starcount
21 Ekim 2009
20:00-22:00
* Seminer ve gözlem
Orionid Göktaşı Yağmuru
24 Ekim 2009
19:00-21:00
Gözlemevi Ziyareti
Seminer ve gözlem
Adnan Menderes Üniversitesi, Fizik Bölümü
Gözlemevi tanıtımı - DAY2009 etkinlikleri
6 Kasım 2009
19:30-21:30
* Seminer ve gözlem
Tycho Brahe Cassiopeia’da “yeni yıldız” buldu (1572)
http://seds.org/~spider/Spider/Vars/sn1572.html
17 Kasım 2009
20:00-22:00
* Seminer ve gözlem
Leonid Göktaşı Yağmuru
13 Aralık 2009
20:00-22:00
* Seminer ve gözlem
Geminid Göktaşı Yağmuru
21 Aralık 2009
19:00-21:00
* Seminer ve gözlem
27 Yıl Dönemli Epsilon Aurigae Örten Çift Yıldızının
Tam Tutulma Başlangıç
31 Aralık 2009
19:00-02:00
* Seminer, gözlem ve
eğlence
Parçalı Ay Tutulması, MAVİ AY ve parti
* 24 Ekim 2009’da Adnan Menderes Üniversitesi’ne gerçekleştirilecek Gözlemevi Ziyareti hariç,
etkinliklerin tümü üniversitemiz gözlemevinde gerçekleştirilecektir.
kurum bulmakta zorlanıyoruz. Gözlemevlerinin altyapısını oluşturduktan
sonra belki paraya pek ihtiyaç kalmıyor, ama geliştirmek istediğimizde
yine para devreye giriyor. Almanya,
kendi ülkesinde iklim elverişsiz olduğu için Şili’de gözlemevi kuruyor ve
8-10 metrelik ayna çaplı teleskoplar
kullanıyorlar; biz ise o teleskopların
yanında çok küçük kalan teleskopları
almaya, çalıştırmaya zorlanıyoruz. Ülkemizde bilimin gelişmesini istiyorsak
bilime verilen önemin, ayrılan paranın
artması gerek. Teknolojik olanaklar
arttıkça çalışmalar daha rahatlıyor,
bilgiye daha çabuk ulaşılıyor ve daha
çok bilgi elde ediliyor.
Ege Üniversitesi Gözlemevi’nin çalışma alanını tam olarak nasıl tarif
edersiniz?
Burada yaptığımız çalışmalar
sadece astronominin optik bölge
dediğimiz alanında; yani çıplak gözümüzün algıladığı dalga boylarında
gerçekleşiyor. Evrene dair bildiğimiz
her şeyi cisimlerden bize ulaşan
ışınımı inceleyerek elde edebiliyoruz.
Teleskopun kalitesi, büyüklüğü ve
odak uzunluğu ayrıntıyı görmek için
önemli. Yıldızların ışığındaki zamanla
oluşan değişimleri ve konumlarındaki
değişimleri inceleyebiliyoruz.
Bilimi, astronomiyi halka nasıl
sevdirebiliriz? Bu konuda neler
yapılmalı?
Bizim amaçlarımızdan biri de bu
zaten. Yönetmeliğimizin içinde de
mevcut. 13 sene önce Gözlemevinde
başlattığımız “Amatör Astronomlar
Yaz Okulları”yla astronomiyi halka
sevdirmeyi amaçladık. Üniversiteler
içinde de Ege Astronomi’nin yeri,
gerek çalışmaları, gerek halka ve
öğrencilere yönelik etkinlikleriyle
diğerlerinden biraz öndedir.
Sokağa çıktığınızda “Bu kadar aç
insan varken bilime bu kadar fazla
para ayrılmalı mı ?” sorusu akla gelebilir. Bu ikilemi tam olarak çözemiyorsunuz. Toplumun bilinç, sağlık, eğitim
ya da açlık-tokluk düzeyi normale
ulaşmadığı sürece bu sorular bizi
zorlar. Halk “Bu ne işimize yarayacak?”
diye sorabilir. Biz diyoruz ki, bizim
yaptığımız araştırmaların insanlara
hemen gerçekleşen ve vatandaşa
doğrudan yönelen bir katkısı yok. Bu
gözlemler, çok önceden beri yapılagelen gözlemler ve hepsi bir öncekilerin birikimine eklenerek ilerliyor.
İlk yapılan çalışmalarda elde edilen
ilk bulgular, örneğin Kepler’in yaptığı
gözlemler sonucu yörüngeler hakkında doğru bilgilere ulaşması bulması,
farkında olmadan çok fazla işimize
yarıyor. Uydular sayesinde televizyon
seyrediyoruz, 3G telefon kullanıyoruz; bunların hepsi
ilk çalışmalarla
birlikte, üst üste
eklenerek gelişen
bilimin sayesinde
gerçekleşiyor. Yanmayan
kumaş, teflon tava, fotoğraf ve diğer optik aletlerdeki
CCD alıcılar gibi bir çok ürün uzay
çalışmaları sırasında ulaşılan sonuçlardır. Bunların hepsini bir kenara
bırakalım, hiç mi merak yok insanlarda? Evren denen devasa yapı nedir?
Evrende neredeyiz? Evrende yalnız
mıyız? Güneş’imiz bizi daha ne kadar
aydınlatacak, ısıtacak? Gök olayları
nasıl oluyor? Bu bilgi eksikliklerinde
hep falcılar, astrologlar, ufocular yani
bilimsel bilgileri çıkarları için yanlış
kullananlar ortaya çıkıyor. Medyamız
da ne yazık ki buna izin veriyor. Bunun da önüne geçmeliyiz.
Merak eksikliğinin sebeplerinden
biri de ilköğretimden beri, öğrencinin
öğrenme sürecinde aktifleşmesini
engelleyen eğitimdeki aksaklıklar.
Öğrenme çabası gittikçe azaldı artık.
Bizim çalışmalarımız içerisinde Milli
Eğitim Bakanlığı öğretmenlerine yönelik eğitim programları açtık. 3 sene
önce, TÜBİTAK Ulusal Gözlemevinde
görevli olduğum tarihlerde tam güneş tutulması sırasında Antalya’da bir
sempozyum yaptık. 3 gün içerisinde
hem güneş tutulmasını izledik hem
konuları tartıştık. Çeşitli illerden 115
Fen Bilgisi ve Fizik öğretmeni katıldı.
Anlatılanlardan sonra öğretmenler
“Biz birçok şeyi yanlış biliyormuşuz,
bize yanlış öğretmişler” dedi. Öğretmenin toplum içersindeki sosyal ve
ekonomik durumunu düzeltmeden,
bilgiyi tam vermeden, ilköğretim-ortaöğretim kurumlarında iyi öğrenciler
yetiştirmeden üniversite öğretiminde
gelişme görülemez. Üniversitede fen
bilimlerine yönelik istekler azaldı.
Amerika’da öğrencileri fen bilimlerine
yöneltmek için astronomiyi kullandılar, halka bilimi, astronomiyi sevdirmek için planetaryumlar(gökevleri), okullara gözlemevleri ve laboratuvarlar kuruluyor ve sonuçları da
gerçekten olumlu. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerine gittiğinizde hemen
her kentte en az bir planetaryum
olduğunu görürsünüz.
Ege Üniversitesi Gözlemevi çalışmalarına destek nasıl?
Yetkili kişilerin buna gerçekten
önem vermeleri gerekiyor. Rektörümüz birçok şey için söz verdi ve
17
Gözlemevi’nin en dikkat
çeken parçalarından
birisi olan Foucault Sarkacı,
adını Fransız fizikçi Léon
Foucault’dan almıştır.
İlk defa deneysel olarak
Dünya’nın kendi ekseni
çevresinde döndüğünü
kanıtlayan sarkaç
düzeneğidir.
çalışmalarımıza destek oluyor, bunlar
güzel şeyler. Burası Rektörlükten,
Dekanlıktan gelen ek yardımlarla
ayakta kalıyordu. Son yıllarda da kendi
yağımızda kavrulmaya çalışıyoruz. Etkinliklerde birçok eksiğimizi üniversite
yönetimine yansıtmadan çözmeye çalışıyoruz. Yaz okullarımızdaki katılımcılarımız da gözlemevine teknik destek
ve malzeme bağışında bulundu.
Gözlemevimizde çalışanların özverisi
çok önemli. Başarımızın altında yatan,
büyük oranda çalışanlarımızın ve
gözlem yapan araştırmacılarımızın bu
özverisidir. Bundan sonra çalışmalarımız, Rektörlüğe bağlı bir Merkez olarak güvence altında sürecek. Ayrıca,
medyanın elinde olağanüstü bir güç
var, ancak bunu kullanamıyoruz. Yazılı
ve görsel basında bilim muhabiri hiç
yok. Bunun sonucu bilimsel haberlerde, bilinçli ya da gözden kaçan çok
yanlışlar yapılıyor.
Astronomi ve Uzay Bilimleri
Bölümü’nde eğitim görmek isteyen
gençlere tavsiyeleriniz ne olabilir?
Bu bölümde okumak isteyenlerin
matematik ve fizik alanlarında kendilerini yetiştirmiş ve bu bilim dalından
keyif alan kişiler olması gerek. Sabaha
kadar gözlem yapan öğrencilerimiz,
arkadaşlarımız bu işi sevmeselerdi
yapamazlardı. İstek çok önemli. Mezuniyet sonrası durum ise bütün Fen
Fakültesi mezunları için aynı.
Mesela çocukken astronot olmak
isteyen gençler mi gelsin buraya?
Burada bir çelişkiye düşüyoruz.
Burada uzay çalışması yok, buradan
mezun olanlar astronot olmuyor,
“astronom” oluyor. Astronotlar uzay
çalışmalarının bir parçası olan, genelde pilotlar arasından seçilerek yetiştirilen kişilerdir. Ancak, günümüzde
atmosfer dışında belirli bir yüksekliğe
kadar çıkan kişilere astronot ünvanı
veriliyor. Astronot olmak isteyenler
uzay ve havacılık ile ilgili bölümlere
yönelmelidir. Astronomi Bölümlerinde uzay çalışmalarına yönelik bir
program da gelecekte açılabilir.
Yeni açılan uygulama ve araştırma merkezlerimiz
Kaynak Teknolojisi Eğitim, Muayene,
Uygulama ve Araştırma Merkezi
Ege Üniversitesi Kaynak Teknolojisi Eğitim, Muayene,
Uygulama ve Araştırma Merkezi, 20 Ocak 2009 tarihinde,
Kaynak Mühendisliği alanındaki personeli yetiştirmek amacıyla kuruldu. Uluslararası akreditasyonu sağlamak üzere
İtalyan Kaynak Enstitüsü ve bir klas kuruluşu olan Rina ile
imzalanan protokol çerçevesinde, merkezde 500 saat teorik
ve uygulamalı eğitim verilecek. Lisans eğitimini veya yüksek
lisans eğitimini tamamlamış makine, metalurji, malzeme ve
imalat mühendisleri bu eğitimi almak için başvurabilecekler.
İtalyan Kaynak Enstitüsü ile ortak düzenlenecek olan sınavlar
sonucunda başarılı olanlara uluslararası geçerliliği olan “Kaynak Mühendisliği” diploması verilecek. Merkezdeki eğitimin
uygulama kısmı için Oerlikon Kaynak Elektrotları ve Sanayi
AŞ ile Linde AŞ tarafından akredite edilmiş bir laboratuvar
kuruldu. Ege Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nden
5, İstanbul Teknik, Kocaeli ve Yıldız Teknik Üniversiteleri’nden
de birer öğretim üyesinin yanında, endüstri kuruluşlarında
deneyimli 4 kaynak mühendisi de merkez çalışmalarına destek veriyor. Merkez Müdürü Prof. Dr. Vural Ceyhun, “Kaynak
Mühendisliği Nabucco Boru Hattı Projesi ve Mavi Akım Projesi
ile daha da öne çıkan bir alan oldu. Kaynak gördüğümüz her
yerde var: Gözlüğümüzde, alyansımızda… Bütün endüstriyel
uygulamalarda kaynak var” diye konuştu.
18
AIDS Uygulama ve Araştırma Merkezi
Türkiye’de Hacettepe Üniversitesi’nin ardından Ege
Üniversitesi’nde de AIDS Uygulama ve Araştırma Merkezi
Temmuz ayında hizmete girdi. Konuyla ilgili bilgi veren
AIDS Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü ve Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Gökengin, Merkez olarak
amaçlarının; HIV/AIDS’e ilişkin bölgesel verileri toplayarak
analiz etmek, konuyla ilgili araştırmalar yapmak, hasta ve
hasta yakınlarını ve başta risk grupları olmak üzere toplumu bu hastalıklar konusunda bilgilendirmek, HIV/AIDS
enfeksiyonuna ilişkin danışmanlık hizmetleri vermek, epidemiyolojik ve klinik araştırmalar yapmak olduğunu söyledi.
Merkez olarak HIV/AIDS ile birlikte yaşayan kişilerin taban
oluşturduğu sivil toplum kuruluşları ile iş birliği içerisinde
olacaklarını kaydeden Prof.Dr.Gökengin, “Hastaların da
merkezimizde gönüllü olarak görev almalarını istiyoruz.
Hastaların birbirlerine danışmanlık yapması çok önemlidir.
Özellikle Pozitif Yaşam Derneği ve Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Savaşım Derneği ile ortak çalışmalar gerçekleştirmeyi düşünüyoruz” diye konuştu. Türkiye’de HIV/AIDS izlemi
yapan, tanı ve tedavi hizmeti veren merkezlerin sayısının
yetersiz olduğunu açıklayan Prof.Dr.Gökengin, “Türkiye’de
bu alanda yeterli epidemiyolojik veriye sahip değiliz. Merkezimiz bu alanda önemli bir misyonu üstlenecek” dedi.
ATATÜRK ve
CUMHURİYET
A
tatürk’ün batan bir imparatorluğun külleri arasından,
milletiyle birlikte, kanla,
irfanla kurduğu Cumhuriyet’in 86.
yıldönümünü idrak ettiğimiz bugünlerde, büyük liderin bizlere emanet
etmiş olduğu ölümsüz eseri Cumhuriyeti minnet ve şükran duygularımızla
bir kere daha kutluyoruz. Atatürk’ün
önderliğinde; Samsun’dan başlayıp,
İzmir’de noktalanan ve Lozan’da biçimlenen, çöküşten kurtuluşa uzanan
yol çetin ve bütün dünyaya parmak
ısırtacak bir yeniden diriliş olmuştur.
Bu kutlu yol sonunda eskimişliklerin
üstüne yepyeni bir sayfa açılmış ve
adına da “Cumhuriyet” denmiştir.
“Yeni Türkiye Devleti bir halk devleti, halkın devletidir. Oysa geçmişteki
devlet, bir kişi devleti, kişilerin devleti
idi. ” diyen Atatürk, kurmuş olduğu
Cumhuriyeti: “...Cumhuriyet rejimi
demek, demokrasi sistemiyle devlet
biçimi demektir. Demokrasi ilkesinin
en modern, en mantıklı uygulamasını
sağlayan hükümet biçimi cumhuriyettir!.. Cumhuriyet, yüksek ahlak
değerlerine ve niteliklerine dayanan
bir yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir....” şeklinde tanımlamıştır.
Annesi Zübeyde Hanımın kabri
başında, “Millî hâkimiyet uğrunda
canımı vermek, benim için vicdan ve
namus borcum olsun.” andı içen Atatürk, Osmanlı Devleti’nin gücünün zayıflayarak Batı’ya bağımlı
hale gelmesini, milletin yönetim
işlerinden uzak tutulmasına
bağlamış ve “millî hâkimiyet
öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar
yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler
her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.” demek suretiyle cumhuriyetin Türk Milleti için önemini
vurgulamıştır. Bu bakımdan
aşağıda yer alan Atatürk ve Halil
Ağa hikâyesi Atatürk dönemi devlet
yönetimi ve Atatürk’ün cumhuriyet
anlayışını ortaya koyması bakımından
güzel bir örnektir .
Nuri Conker’in yardımıyla Florya
Köşkü nöbetçilerini atlatarak köşkten
kaçan Atatürk, Çekmece’ye doğru
ilerlerken akşam güneşi altında çift
süren bir köylüyü görür. Çiftin bir
yanında öküz, bir yanında merkep
vardır. Eşit güçlerle çekilmediği için
sapan yalpa yapmaktadır.
Atatürk köylüye seslenir: “Kolay
gelsin Ağa!..” Köylü bu sese “Kolay
gelsin.” diye karşılık verir.
“İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden
yüzünüz güldü mü?”
Köylü isteksiz konuşur: “Tanrı’nın
gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı
mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı
yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı
da rahmeti esirgedi.”
“Bakıyorum, sabanın bir yanında
öküz, bir yanında merkep koşulu.
Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, hıdrellezde
vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memurları köylünün
üretim aracını satar mı? Olmaz böyle
şey! Muhtara şikâyet etseydin...”
Köylü güler: “Muhtar başında deel
miydi memurun, a bey?”
Atatürk, “Kaymakama gitseydin.”
Köylü iyice güler. “Sen de benle gönül
Okt. Latif DAŞDEMİR
Ege Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve
İnkılâp Tarihi Bölümü
mü eyleyon beyim?” der.
Atatürk konuşmayı sürdürür. “E
peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun işi bu
değil mi?” Atatürk’ün saflığına iyiden
iyiye inanan köylü güler. Konuşmanın
tadını çıkardığı için keyiflenir.
“Bırak şu sağırı Allasen, biz onun
buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi
duyurabilir miyiz?”
Atatürk sorar: “Adın ne senin Ağa?”
“Halil... Köylük yerde sorsan, Halil
Ağa derler...”
“Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.”
“Acık çiftimiz- çubuğumuz varken
adımız ağa’ya çıkmış.”
“Peki, Halil Ağa, bu senin
işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir
çiftçinin üretim aracı elinden
alınmaz. Sen aldılar diyorsun.
Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil
İsmet Paşa var bilir misin?”
Atatürk, İzmir-Kemalpaşa’da bir
vatandaşın derdini dinlerken (30 Ocak 1931)
19
“Bilmez olur muyum, beyim?”
“Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne
iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin
ona... Herhalde çaresini bulurdu.”
“Sen benim konuşmamdan
hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak
şimci, tutalım gittim vardım, beni
o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki
kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı
göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler
ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o
sağırın sağırı! Heç işitmez beni...”
Nuri Conker, lafa karışmak ister,
Atatürk bir hareketiyle onu durdurur.
“E peki, bakalım bu dediğime ne
bulacaksın! Atatürk koca yaz şuracıkta
oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da
seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..”
der.
Köylü iyice keyiflenmiş ve gülerek
“Sen ne diyorsun bey?” der. “Mustafa
Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü
görmek için Peygamber gücü gerek...
Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten,
işinden gücünden başını kaldırıp
bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..” der.
Halil Ağa, sigarasının son nefesini
ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten
yeni aldığı sigarayı da kulağının
arkasına yerleştirir, çiftinin başına
gitmeye hazırlanır. Konuşacak bir
şey de kalmamıştır. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak, “Senden
hoşlandım Halil Ağa” der. “Bir gün
köyüne de gelir, bir ayranını içerim.
Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine
de sana söylüyorum, hakkını kimsede
bırakma ara!..” der.
20
Nuri Conker ve Atatürk döner,
arabaya binerler. Halil Ağa, onları
uğurlarken. “Meraklanma beyim,
evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu,
Devlet Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek...” der.
Otomobil hareket ettiğinde
Atatürk’ün canı sıkılmıştır. “Bir
uygun yerden dönelim, tadı kaçtı
bu işin!..” der. Dönüş yolunda
Atatürk konuşmaz, sigara üstüne
sigara yakar, yüzünde ince bir
keder oluşur. “Yahu çocuk, şu
Halil Ağa’nın vergi borcundan
öküzünü satmışız, merkeple
çift sürüyor, hala da ‘Devlet
Baba’diyor. Ne mübarek millet, bu
millet!..” der.
Köşke döndüklerinde Atatürk
yaverine emreder: “Şimdi” der.
“İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe
bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin
Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara
da haber ver.” Yaver odadan çıktıktan
sonra Atatürk, Nuri Conker’e döner:
“Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil
Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim
olduğumu söyleme. Tüccar, zengin
bir adam filan dersin. ‘Seni sevdi, sana
öküz alıverecek’ diye bir şeyler söyle,
kandır. Kuşkulandırmadan al getir
buraya.” der.
O akşam Atatürk’ün sofrasında
Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin
Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk
vardır. Atatürk, “Bu akşam soframıza
efendimiz gelecek. Kendisine nasıl
davranacağınızı çok merak ediyorum.”
dedikten bir süre sonra içeri başyaver
girer ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler
söyler. Atatürk “Buyursun!” der.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa,
gündüz konuştuğu beyin sofranın
başında oturduğunu, yanı başında da
İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce,
şaşkınlıktan donakalır. Dizlerinin bağı
çözülür. Atatürk onu görünce ayağa
kalkar. Arkasından bütün konukları da
ayağa kalkar. Atatürk son konuğunu,
“Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki
konuklarına tanıtır: “İşte beklediğimiz,
Efendimiz” der.
Nuri Conker, Halil Ağa’yı
Atatürk’ün sağ başına oturtur, kendisi de yanındaki sandalyeye geçer.
Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten
Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil
Ağa’yı, bir yanında öküz, bir yanında
merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl
kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir
şekilde anlattıktan sonra şöyle der:
“Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte
yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım, Halil Ağa
da orada bana söylediklerini olduğu
gibi tekrarlayacak.”
Halil Ağa’ya döner: “Bak beri, Halil
Ağa” der. “Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü
pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana
hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de
alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de
orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: Bakıyorum
sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu
senin?” Halil Ağa dudakları titreyerek
Atatürk’ün ayağına kapanacak olur.
Atatürk müsaade etmez: “Yoo, bak
böyle şey istemem. Soruyorum cevap
ver.” der.
Soru-cevap faslı valiye kadar
aynen tekrarlanır. Sofradakiler, soluk
almadan konuşmayı dinlerler. Ürkütücü sorulara gelmiştir sıra. Atatürk
sorar: “Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi
bu değil mi?” Vali Muhittin Üstündağ,
Hali Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyor. Nasıl desin?
Ter basmıştır iyice, işi savuşturmanın
yoluna kaçar:
“Vali paşamızı biz görüp dururuz
buralarda. Eteğine düşsek derdimizi
duyurabilir miyiz ki...”
“Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru...”
“Böyle demedik mi beyim?..”
“Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur
soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle
mi dedi bize Halil Ağa?”
Nuri Conker karşılık verir. “Hayır
Paşam!..”
“Gördün mü?.. Demek aklında
yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin
sen, vali neden duymazmış?.. Aynen
bana söylediğin gibi söyle.”
Halil Ağa kekeleyerek konuşur:
“Köylük yerinde bizim dilimiz sağır
demeye alışmıştır, paşam.” “Kusura
kalma gayri...” der.
Atatürk gülmeye başlar: “Diplo-
matsın ki, yaman diplomatsın, Halil
Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası
değil, doğruyu konuşacağız... Söyle
bana, orada dediğin gibi...” der.
Halil Ağa gözünü yumup, başını
yere eğer: “Şaşırmıştım, ağzımdan
yanlışlıkla ‘Bırak bu sağırı’ diye bir laf
kaçırmışım...” der.
Sofrada gülüşmeler başlar.
“Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: “E, peki bir Başvekil İsmet
Paşa var, bilir misin?” Halil Ağa İsmet
Paşa’nın yüzüne bakar ve gözlerini
yere indirir: “Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün...”
der.
Atatürk Halil Ağa’yı durdurur. “Bırak şimdi övgüleri. Ben lafın gerisini
getireyim: Tamam öyleyse, hemen
her hafta İstanbul’a geliyor, Florya
Köşkü’ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir
gün kapıda bekleseydin de derdini
dökseydin ona. Herhalde bir çaresini
bulurdu.” der.
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verir:
“Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar
da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü
yanacağız!..” der.
Atatürk’ün sesi iyice sertleşir: “Beni
uğraştırma, Halil Ağa. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını
tekrarlayacaksın!..” der.
Halil Ağa ürker, toparlanır. Başını
yine yere gömüp konuşur: “Şanlı
Paşamıza da sağır dedikti ya...”
“Yalnız sağır değil, ‘sağırın sağırı’
değil miydi?”
Halil Ağa yere eğik başını acıyla
sallar: “Öyle dedikti paşam, doğrusun!..” der.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda
daha fazla ısrar etmez, sözü kendine
getirir.
“Son soruyu sorayım şimdi” “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
“Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü
bırakacak değildi ya?” der.
“Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir,
halimi dinler.” der.
“Bırak bunları Halil Ağa, dediğini
tekrarla.” Halil Ağa birden diklenir.
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği
içinde doğrulur. Atatürk’ün gözlerinin
içlerine bakarak konuşur.
“İşte bunu demem Paşam” dedi.
“Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!” der.
Atatürk gülmeye başlar: “Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor.
Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün
yüzünü görmek için, Peygamber
gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam.
‘Görsem de, işinden gücünden, yiyip
içmekten başını kaldıracak da bizim
öküzün arkasından mı seğirtecek’
demiştin.” der.
Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar
inmeye başlar. Taş kesilmiş, duruyor.
Atatürk konuşmasını içtenlikle
sürdürür: “Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin
ya fazla üstelemeyeyim” der.
“Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa...
Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu
anlatmak içindi: Şu gördüğün altı
bay hükümet... Yani, biri Başbakan,
ötekiler de Bakan! Memlekete göz
kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler.
Bir kanun gerekti mi, bu baylar
hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi
olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan
mı, velhasıl neredense, bir kanun
buluştururlar, Türkçeye çevirtirler,
21
sonra basıp imzayı gönderirler Büyük
Millet Meclisi’ne... Bu Millet Meclisi
dediğim, şu alt baştan senin yanına
kadar olan beyler. Kanun bunlara
gelir. Bunlar da ‘hükümet elbette
incelemiş, gerekeni düşünmüştür,
benim ayrıca zorlanmama gerek yok’
derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur
sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi
memuru gelir, vergi borcundan Halil
Ağa’nın öküzünü çeker, satar... Halil
Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir
yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim
zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra
ben bunları görürüm, içim kan ağlar,
işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle
bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim
yerimde olsan, efkâr dağıtmak için,
bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa
tutar, sana ‘sarhoş’ der...”
Halil Ağa’nın dili çözülmüştür:
“Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı
da içer, hocası da içer...” der.
Atatürk sorar: “Peki sen de içer
misin?”
“Hiç bulunur da içilmez olur mu,
Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..”
Atatürk hizmet edenlere işaret
eder, kadehleri doldurtur. Kendi
kadehini Halil Ağa’ya uzatır: “Hadi
bakalım Halil Ağa sağlığına içelim.”
der. Halil Ağa, “Koca Allah, benim
ömrümden de sana pay düşürsün
Paşam, sağlık düşürsün” dedikten
sonra, edeple başını kenara çevirir,
eline verilen kadehi bir yudumda
boşaltıverir. Yüzü kızarmış, gözleri
parlar. Ellerini dizlerinin üzerine
koyarak Atatürk’e döner: “Yunan’ı
denize döktün Paşam, bayrağımızı
başucumuza diktin. Benim gibi bir
köylü parçasını sofrana alıp içirdin,
sana duaya bilem dilim dönmez
ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh
paşam, ayağını öpem...” der.
Halil Ağa Atatürk’ün ayağını
öpmek için davranınca, Atatürk onu
sıkıca tutar ve bu hareketi yapmasını
önler. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün
ellerine sarılır, ellerini öpmeye başlar:
“Bayrağımız gibi sen de başımızdan
eksik olma inşallah! Sana her kim
düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca
Paşam!..” der.
“Yemek yemedin!..”
“Yemek kolay... Meraklanır çocuk-
22
Necip Kalkan:
“Ege mezunuyum”
diye iftihar ediyorum
lar, ben köyüme döneyim.” der.
Atatürk Nuri Conker’e işaret eder.
Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına
gelir, Halil Ağa kalkar, önce Atatürk’ü,
sonra sofradakileri selamlayıp kapıya
doğru edeple geri geri çekilir. Kapı
kapandığı zaman Atatürk sofradaki
öteki konuklarına döner:
“Efendimizin halini gördünüz mü
beyler? Devlet size böyle davransa,
siz ne yaparsınız? Mübarek millet
bu, adam millet bu... Şimdi bu adam
milletin karşısında ‘adam olmak,’ bize
düşüyor!..” der.
Sofrada kesin bir
sessizlik vardır. Kimse
gözlerini Atatürk’ten
ayıramıyor: “Halil
Ağa’nın öküzünü satıp,
üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da
bizim yaptığımız kanun
yanlış yorumlanarak
Halil Ağa’nın öküzünü
satıyor. İkisi de bence
birbirinden farksız...
Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına
aykırıdır. Nasıl yaparız,
nasıl yapmışız bunu?
Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman
sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki,
olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı
var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var;
acaba oralarda neler oluyor? Bu çark
iyi dönmüyor beyefendiler!..” der.
Atatürk ve Halil Ağa hikâyesi...
Zaman zaman kaybettiğimiz, sahip
çıkamadığımız, hayatımızda fazla
yer veremediğimiz ama milletimizin
özünde var olan ve asla kaybolup
gitmeyecek değerlerimizin varlığını
hatırlatan bir anı olmanın ötesinde;
sağduyulu, anlayışlı, fedakâr, çalışkan,
mütevazı, emeğe saygı gösteren,
şefkatli ve erdemli yöneticilerle ancak
cumhuriyet idaresinin gerçek anlamını bulacağını göstermiş olmasıdır.
Yarınlara umutla bakmak istiyorsak
eğer, Cumhuriyetimizi Atatürk dönemindeki “berraklık” ile yaşamamız
gerekir aksi takdirde...
Neyzen Tevfik’in dizelerinde:
“Bir Egeli” köşemizin bu sayıdaki konuğu Ege
Üniversitesi’nin değerli mezunlarından biri
olan, İzmir Ticaret Odası Meclis Başkanı ve İzmir
Kalkınma Ajansı-Kalkınma Kurulu Başkanı
Necip Kalkan. Toplantıdan toplantıya,
açılıştan açılışa hiç şikayet etmeden
koşturan, hatta bu temponun ve iyi niyetinin kendini genç tuttuğuna inanan
Kalkan ile İTO’daki makam odasında
bir söyleşi gerçekleştirdik.
SÖYLEŞİ:
FOTOĞRAF:
B
Kime sordumsa seni
doğru cevap vermediler;
Kimi alçak, kimi hırsız,
kimi deyyus! dediler...
Künyeni almak için,
partiye ettim telefon:
Bizdeki kayda göre,
simdi o mebus dediler!..
Şeklinde ifadesini bulan son dönem
Osmanlı yönetim anlayışının giderek
günümüz Türkiye’sine de hâkim olması kaçınılmaz olur...
Demet ALTUNTAŞ
Bora ASLAN
ir Egeli köşemizin bu
sayıdaki konuğu Ege
Üniversitesi’nin değerli
mezunlarından biri olan, İzmir Ticaret
Odası Meclis Başkanı ve İzmir Kalkınma Ajansı-Kalkınma Kurulu Başkanı
Necip Kalkan. Toplantıdan toplantıya,
açılıştan açılışa hiç şikayet etmeden
koşturan, hatta bu temponun ve iyi
niyetinin kendini genç tuttuğuna
inanan Kalkan ile İTO’daki makam
odasında bir söyleşi gerçekleştirdik.
1974 yılında Ege üniversitesi Tekstil
Mühendisliği Bölümü’nü iyi bir derece ile bitirdiğinizi biliyoruz. Biraz o
yıllardan bahseder misiniz?
Aslında gönlümde yatan tekstil
mühendisliği değil,elektrik mühendisliğiydi. Elektrik mühendisi olmak
için üniversite sınavına girdim ve
Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Elektrik
bölümünü kazandım. Fakat o zamanlar hiç unutmuyorum, arkadaşım
Nazım Karaçalı ile İstanbul’a gitmek
üzere karar verdik. O zamanlar yol pa-
rası 16 lira. Ailemde yok, bende yok,
kimsede yok... Sonuçta 16 lira bulup
kayıt olamadık. O zamanlar Tekstil
Mühendisliği Fakültesi’nin sınavları
ayrıydı. Teknik resim, matematik,
fizikten imtihana girdim ve birincilikle kazandım. Sanayi odasından
burs alarak tekstil mühendisi oldum.
Bugün bana sorsan “Necip tekstil mühendisi olmandan memnun musun”
diye “memnunum” derim. Ama tekrar
sorarsan ne olmak istersin diye 15-16
yaşımdaki idealimi gerçekleştirmek
istediğimi söylerim.
“Eğlence zamanı eğlence,
ders zamanı ders.”
Üniversite yıllarınızdaki yaşamınızda sosyal bir öğrenci miydiniz?
Okuldaki sosyal hayatın her parçasında biz vardık. Tabii bizim üniversiteyi bitirdiğimizde inanılmaz aktif bir
hayatımız vardı. Hem spor hem sosyal
konularda hep ön plandaydım. Ben
olmadan olmuyordu yani. Zaten okul
döneminde güreşçiydim. O zaman
kırmış olduğum bir Türkiye rekorum
vardı, 4 defa da üniversiteler arası
müsabakalarda şampiyon oldum,
İzmir birincisi oldum, çok aktif bir
hayatım vardı. Ege Üniversite’sini tüm
Türkiye’de temsil ettim, milli takım
kamplarına katıldım. Çok hızlı, seri,
çok aktif bir hayat vardı o zamanlarda.
Bizim arkadaşlarımızın bilmediği
bir şey var: Şapla şeker karışmaz. Şap
zamanı şapla uğraşacaksın, şeker
zamanı şekerle uğraşacaksın. Ben
derste devamsızlık yapmazdım, dersi
derste dinlerdim. Sınav dönemi 2 ay
boyunca benden iyi ders çalışan olmazdı. O zamanlar ben, İlhami Ulutus,
Remzi Sever ders çalışırdık. Saat gece
1-2 gibi bunlar yorulur uyurdu, ben
ezana kadar ders çalışırdım. O kadar
çok çalışıyordum ki kitabı arkadaşlarıma verip istediği yerden sormasını
istiyordum. Eğlence zamanı eğlence,
23
ders zamanı ders. Hayatım boyunca
iş ile eğlenceyi veya boş zamanlarımı
karıştırmadım. Ama şimdi öğrenciler
bunu yapmıyor. Kendi oğlum dahil,
gençliğin geneli böyle. Güne erken
başlayıp sabahı yaşamanın tadını
çoğu bilmiyor. Haftada bir kez eğleniyorsan tamamdır, ama bunu iki kere
yapamazsın. Yaparsan hayatında geri
kalırsın, hayatın sefil tarafında kalırsın.
Yalnızlığı sevmiyorsunuz…
Hiç sevmem. Ben her olayda
vardım. Kavgada ben vardım,dövüşte
ben vardım, kız arkadaşlarla gezmede
ben vardım, sinemalara gitmede, ders
çalışmada, okul gezilerinde gene ben
vardım. Benim hayatım hep insanlarla
geçti, beni yalnız göremezsin hiçbir
zaman. Kim söylediyse çok doğru
söylemiş: “Yalnızlık Allah’a mahsus”.
Ama insan insanlığını çevresiyle anlar,
çevresindeki insanlarla anlar.
Üniversite hayatınıza dair hatırladığınız eksiklikler neler?
Okul bilinci oluşturmak çok
önemli. Şimdi öyle dersler var ki
dersin adını bile hatırlamıyorum,
kaldı ki içeriğini hatırlayayım. Adını
hatırlamadığım derslerden dolayı
okuldan atılanlar vardı. Eğitim sisteminde daha çok üniversite-sanayici iş
birliğini ön plana çıkarıp, gençlere iş
hayatında alacakları yeri üniversite sı-
24
ralarında muhakkak yaşatmak gerek.
Yani pratikleri ve iş hayatını üniversiteye sokmak lazım. Ama şu an işleyen
sistem yanlış, 1 aylık stajlarla bu işin
olmayacağı aşikar.
Üniversite-sanayi iş birliğine önem
veriyorsunuz…
Tabii ki.. Üniversiteler ilim irfan yuvası bir kere. Bizim Türk sanayicisinde
araştırma çok az. Ama üniversitelerde
araştırma ve ufuk, bir vizyon farkı
var. Üniversitelerde var olan bilimi
buradaki ticaretle, imalatla, ihracatla, sanayiyle birleştirmek lazım. Ben
üniversite - sanayi iş birliğine önem
veren bir insanım. Bence sivil toplum
örgütleri, İzmir’i yönetenler İzmir’deki
üniversitelerle her dalda işbirliğine
girmeli, ortak fikir üretip takip etmek
zorundadırlar yarınlar için.
Sizin öğrenciliğinizdeki Ege Üniversitesi ile şimdiki halini karşılaştırınca neler söyleyebilirsiniz?
Ege Üniversitesi bizim zamanımıza
göre çok büyümüş, çok modernleşmiş. Çok daha fazla imkanlara sahip
bir üniversite haline gelmiş. Ben her
yerde “Ege Üniversitesi mezunuyum.”
diye iftihar ediyorum.
14 yıldır İZTO Meclis Başkanı’sınız.
Nasıl bu kadar uzun süre başkanlığa
seçildiniz?
Altı dönem üst üste seçildim.
Her dönem bir önceki
aldığım oydan daha
fazlasını aldım. Bunun
tek sebebi, meclis üyeleri
olarak görev yapan 179
tane iş adamıyla bütünleşmek. Buraya işi en
geniş olan, en zengin
olan kişi seçilmiyor,
buraya insan ilişkisi en iyi
olan kişi başkan seçiliyor.
Ticaret Odası ticari bir
parlamento niteliğinde.
Bu ticari parlamento, o
ticari şehirdeki ticaretin
yürümesiyle ilgili, sorunların çözümüyle ilgili
kararlar alan bir noktada.
Bu nokta hakkaniyetle
yönetmeyi, idare etmeyi,
kararların alınmasını ve
alınan kararların takip
edilmesini, meselelerin
çözülmesini gerektirir.
Bu işleri de baştaki insan
yapar. Baştaki insan
çalışmalarında adil, tutumlu ve doğru
davranırsa insanlar onu seçer.
İzmirlisiniz, İzmir için çalışıyorsunuz.
Kentin yönetiminde başka bir pozisyonda hizmet vermeyi düşündünüz
mü?
Daha çok parlamentoyu istiyorum.
Hayatta en büyük idealim milletvekili
olup meclis tokmağını elime almak.
Benim bir lafım var: Ben İzmir için
doğmuşum. Bu sözüm kahvehanelerde bile yazar. İstanbul’ u bana verseler
ben gene geri veririm, İzmir’i isterim.
Ben kendimi İzmir’in bir parçası olarak
görüyorum. Bensiz İzmir, İzmirsiz beni
düşünemiyorum.
Benim liseyi bitirdiğim sene
İzmir’in nüfusu 300 bindi. Şimdi sadece şehir içinde 2.5 milyon insan var.
300 binden 2.5 milyon nüfusa ulaşmış
bir şehirde tabii ki yapılması gereken
çok şey var. İzmir’in en büyük sıkıntısı
köyden kente göç ve gecekondulaşma. İlk önce bu sorunların çözülmesi
lazım.
Herkesin yardımına koşan Necip
Kalkan, hep mi böyleydi? Biraz aile
yaşamınızdan da bahseder misiniz?
Benim babam marabaydı. Ben
saat 4 – 5 gibi marul kesmeye giderdim küçükken. Ben daha üniversitede
okurken kendime ev alacak parayı
kazandım. Ben maydanoz satarak büyüdüm. “Maydanozcu Necip” lakabım
da oradan gelir. Çocukluğumda da,
gençliğimde de hep yardıma ihtiyacı
olanlar için elimden geleni yaptım.
Birilerinin insanlar için bir şeyler yapması lazım. Türkiye’de herkes bulunduğu makamları kendi menfaatine,
çıkarına kullanmıyor. Öyle insanlar var
ki o makamın verdiği yetkiyi insanların dertlerinin çözümü için kullanıyor,
ben de o insanlardan biriyim sadece
ve bunu zevkle yapıyorum.
İzmir Kalkınma Ajansı Yönetim Kurulu Başkanısınız, İZKA’nın faaliyetleri
hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye’de kalkınma hep
Ankara’dan planlanır, Ankara’daki
planı diğer şehirler uygular. Ama artık
devir değişti. Merkezden yerele değil
yerelden merkeze doğru kalkınma
planları yapılmak zorunda. Türkiye’de
şimdiye kadar 8 tane kalkınma planı
yapıldı. Artık bölgesel kalkınma devri.
Bir bölgede kalkınmayla ilgili kararları o bölgenin insanı veriyor artık.
Türkiye’ye baktığımızda başarılı ola-
mamamızın nedeni Devlet Planlama
Teşkilatı’nın araştırmasına göre yerel
potansiyeli harekete geçirememektir.
Yerel potansiyeli harekete geçirmek
için de birincisi plan lazım, ikincisi
para lazım. Kalkınma Ajanslarında
para var. Türkiye’de Kalkınma Ajansı
şu anda 10 yerde var. Devlet Planlama Teşkilatı’nın İzmir’deki bir kolu
gibi düşünün İZKA’ yı. İZKA’da şehri
tanıtma var, yabancı sermayeyi şehre
çekme var, şehri markalaştırma var…
Şehrin KOBİ’lerini, sosyal kurumlarını
parasal hibe yardımlarıyla harekete
geçirme var... Geçen gün Kalkınma
Ajansı hem kobilere hem de sosyal
içerikli kuruluşlara tam 30 trilyon
hibe yardımında bulundu. Yeni
projelerinde turizm sektörü ve tarım
sektörü var.
İZKA’ya yönelik birtakım eleştiriler
var, özellikle proje desteği verilen
kurumları seçme kriterleriyle ilgili.
Bu konuda ne diyeceksiniz?
Bu eleştirilerin olması normal.
Bizden evvel Türkiye’ de Kalkınma
Ajansı yoktu ki onlara sorup fikir
alışverişinde bulunalım. Muhakkak
eksik tarafları var ancak ilelebet böyle
sürecekA5
değildir.
Kalkınma
YK OZEL COZUMLER
yatay 9/1/09
3:11 PMAjansı’na
Page 1
gelen projelerin içeriğinin belli proje
Necip Kalkan kimdir?
1950 yılında İzmir’de doğan Necip Kalkan, ilk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladı. Ege Üniversitesi Tekstil Mühendisliği
Fakültesi’nden 1974 yılında iyi derece ile mezun olarak Tekstil Mühendisi olarak hayata atıldı. Güreş sporunda çeşitli ödülleri bulunan
Kalkan, 1980’li yıllarda İzmir’de Güreş Ajanlığı ve Güreş Federasyonu
üyeliği yaptı. Ege Giyim Sanayicileri Derneği’nin Kurucu Başkanı
olan ve 2 yıl boyunca bu görevi sürdüren Kalkan, aynı süre içinde
İzmir Ticaret Odası Meclis Başkan Vekilliği görevini de üstlendi. Bu
görevlerin yanı sıra Büyükşehir Belediyesi 1. Başkan Vekilliğinde 5
yıl, Konak Belediye Meclis üyeliğinde 5 yıl görev yaptı. Necip Kalkan
İzmir’de kurulu Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Kalkan Çorap Fabrikası’nın kurucusu ve yöneticisidir. 24 Ağustos 2006
tarihinde Kalkınma Kurulu Başkanlığı’na seçilen ve 14 yıldır İzmir
Ticaret Odası Meclis Başkanlığı’nı yürüten Kalkan evli ve iki çocuk
babasıdır.
yazım tekniklerine uygunluğu da
önemli. Proje yazmayı bilmiyoruz,
bunu öğrenmek lazım öncelikle. İzmir
Kalkınma Ajansı`nın 29.4 milyon TL
tahsis ettiği Sosyal Kalkınma ve KOBİ
Mali Destek Programı kapsamındaki
başarılı bulunan 169 projeden biri de
İzmir Valiliği AB ve Dış İlişkiler Koordinasyonu Merkezi`nin hazırladığı `Proje
Zengini İzmir` projesi oldu. “Proje yazC
M
Y
CM MY CY
ma projesi” olarak tanımlanabilecek
olan bu proje kapsamında Genel Direktörlüğünü Menderes Kaymakamı
Ahmet Önal`ın yaptığı uzmanlardan
oluşan ekip, isteyen herkese `proje
yazma` eğitimi verecek. Projeyle,
İzmir`in proje yazma kapasitesini
geliştirilmesi planlanıyor. Projenin
çalışma alanı KOBİ`lerden üniversitelere, kaymakamlıklardan meslek
örgütlerine ve derneklere kadar
CMY
K bir yelpazeyi kapsıyor.
geniş
25
G
3
r
i
r
i
t
e
g
r
ne
ARAŞTIRMA / İNCELEME
BİR EGELİ’NİN YAŞAMI
ü
r
ü
öt
ne g
Ümit AYDOĞAN
Ege Üniversitesi
İletişim Teknolojileri Uzmanı
S
on günlerde en çok tartışılan
konulardan biri 3G. Televizyonlarda hemen hemen
her kuşakta yayınlanan 3G ile ilgili
reklamlar, gazetelere verilen sayfa
sayfa ilanlar, 3G teknolojisi ile
yapılabileceklerin neredeyse
sınırsız olduğunu anlatıyor,
insanın kendisini uzay yolu
filmlerinden birinde hissetmesine neden oluyor. 3G ile birlikte internetin ve dolayısıyla
bilginin hemen her an elimizin
altında olacağı vurgulanıyor,
iletişimde bir sınırsızlıktan
bahsediliyor.
tısı ve veri iletimi de mümkündü.
2.5G: 2G’nin günümüze modernize edilmiş versiyonu olarak ifade edilmektedir. Ses ve kısa mesaj iletişimin
dışında multimedya destekli mesaj
(MMS) ile fotoğraf ve görüntü iletimi
ve aynı zamanda wap, GPRS gibi altyapılara entegre olarak mobil olarak
internete bağlamak da mümkündü.
Günümüzde kullandığımız telefon-
Peki ama nedir 3G?
3G İngilizce açılımı 3rd
Generation Mobile Network,
Türkçesi ile 3. Nesil Mobil İletişim Ağı. Tarihsel gelişim süreci
içerisinde iletişim teknolojisindeki yenilikler, kullanılan
teknolojinin niteliğine bağlı
olarak ait olduğu dönemi kapsayan nesillerle ifade edilmektedir.
3G de bu alanda mobil iletişimdeki
3. Nesil teknolojiyi simgeler. Kısaca
özetleyecek olursak:
1G: Kullanılan birinci nesil kablosuz iletişimi simgeler. 1979 yılında ortaya çıkan ilk nesil mobil ve kablosuz
iletişime izin veren teknolojik altyapıyı oluşturan unsurlara verilen isimdir.
1G tamamen analog teknolojiyi
kullanıyordu ve sadece ses iletişimine
imkan tanıyordu.
2G: Kablosuz iletişime tamamen
sayısal bir altyapı ile imkan veren
ikinci nesil 90’lı yılların başında kullanılmaya başlandı. Sesin yanında aynı
zamanda kısa mesaj modem bağlan-
26
ların çoğu 2.5G teknolojisine uygun
telefonlardır.
3G ise 2.5G’ye oranla veri iletiminin daha çok ön plana çıktığı telefonun yanında televizyon, internet,
gazete ve diğer haber ve bilgi alma
kaynaklarına erişimin entegre bir
şekilde ve yüksek hızda internet bağlantısı (2-14 mbps’lik yüksek hızlar)
kullanılarak, mobil telefon altyapısı
ile sunulduğu üstün kalitede mobil
video ve audio akışına imkan veren
bir teknolojidir.
3G nin ve onunla birlikte gelen
hizmetlerin zaman içerisinde gerekli
standartlara ulaşması ve stabil bir
hale gelmesiyle birlikte 10 yılı aşkın
bir süredir hayatımızın vazgeçilmezleri arasında olan cep telefonları,
günlük hayat içerisinde kendisine
olan ihtiyacı daha fazla hissettirmeye başlayacak, hayatımıza getirdiği
yeniliklerle birlikte ihtiyaçtan daha
fazlası konumuna gelecekler. 3G ile
birlikte iletişimde karşılıklı etkileşim
ve interaktivite artacak, internet ve
ona entegre olan bütün sistemlere
erişebileceğiz. Kısacası günlük hayatla
ilgili olan hemen hemen her şey cep
telefoları ile yönlendirilebilecek. 3G
teknolojisinin hayatımıza getireceği
yeniliklere şöyle bir bakacak olursak;
En bilinen şekliyle cep telefonları üzerinden görüntülü konuşma
mümkün hale gelecek. Bir bilgisayara
ve istemci bir yazılıma gerek kalmadan telefon rehberindeki herkesle
istediğimiz yerden görüntülü olarak
konuşabilme imkanına sahip olacağız. Diğer yandan görüntülü konuşma
imkanı 3G teknolojsine geçmiş olan
diğer ülkelerde olduğu gibi kamusal
hizmetlere erişim ve sağlık alanında
devrim niteliğinde hizmetlerin verilmesine sebep olacak.
3G sayesinde sağlık alanında
yaşanacak en büyük yeniliklerden birisi de uzaktan tedavi
olacak.
E-devlet uygulamalarına
baz istasyonunun olduğu
her yerden erişilebilecek, bu
da bürokrasinin karşımıza
çıkardığı engellerin azalmasına sebep olacak ve birey ve
devlet arasında çok hızlı iletişim kurulabilecek. Güvenlik
sektöründeki ihtiyaçlarda da
oldukça esnek bir yapı gelişecek. Örneğin; evdeki veya
ofisteki bir güvenlik kamerasına cep telefonu ile bağlanıp
görüntüsünü alabileceğiz,
kontrol edebileceğiz ve istersek kapatıp açabileceğiz. Böylelikle akıllı konut uygulamaları önem
kazanacak örneğin; eve gelmeden kaloriferi çalıştırıp evimizi ısıtabileceğiz
veya klimamızı çalıştırıp soğutabileceğiz. Bunlara paralel olarak e-ticaret
uygulamaları daha da yaygınlaşacak.
Cep telefonu kullanılarak alışveriş
yapılabilecek, banka işlemleri çok
daha hızlı ve banka şubesine ihtiyaç
olmadan gerçekleştirilebilecek. İş yerinde veya ofiste çalışma yerine insan
kaynağı daha iyi değerlendirilecek
ve “home office” imkanları daha fazla
yaygınlık kazanacak. Mobil imkanların
gelişmesiyle birlikte uzaktan eğitim
uygulamalarındaki interaktivite ve
katılım miktarında artış gözlenecek.
3G ve Radyasyon
3.
Nesil (3.Generasyon3G) iletişim teknolojisi,
kablosuz ağ sisteminin
en gelişmişi olup şu ana kadar sesli
iletişim aracı olarak kullandığımız cep
telefonunda artık görüntü, bilgi aktarımı, sayısal veriler, TV, faks, internet,
medya haberciliği gibi büyük iletişim
kolaylığı getiriyor. İletişim teknolojisinin önlenemez yükselişinde sırada
4G bekliyor. Yakın bir gelecekte kitle
iletişim sistemlerindeki teknolojik
gelişmelerle o kadar iç içe olacağız ki
daha öncesinin varlığını unutup hayal
bile edemeyeceğiz. Beklenen gerçek
budur!
Madalyonun öte yüzündeki gerçek
ise bu teknolojik gelişmenin sağlığımızı etkileyebileceği, beyin tümörlerine yol açabileceği, manyetik kirliliğin
doğayı etkiliyebileceği endişesidir.
Daha 2G üzerindeki tartışmalar
sürerken 3G, 4G ve daha ötesi bizim
sağlığımızı nasıl etkiler? Söz konusu
iyonize olmayan radyasyonun giderek
artan gücü bize zarar verir mi? Yetişen
nesil için, çocuklarımız için 3G güvenli
midir?
Bu sorulara yanıt ararken 3G’nin
kulağa yapıştırılmadan mobil telefon
görüşmesi olanağı vermesi ve beyne
olan etkinin daha az olacağını dikkate
alarak 3G’nin daha güvenli olduğu
sonucuna varmak ilerisini görmemek,
meseleye at gözlüğü ile bakmak
demektir. 3G görüşmesinde belki
beyin daha az etkileniyor olabilir ama
konuşma süresi uzarsa etkilenme kaçınılmazdır. Manyetik kirliliğin esas
kaynağı baz istasyonlarındadır.
3G ile birlikte baz istasyonları daha
yaygınlaşacaktır.
Baz istasyonlarında örümceklerin
yaşamaması, kuşların çevresine yuva
yapmaması dikkat çekicidir. Elektromanyetik kirlilikteki artış hayvanları ve
doğal hayatı olumsuz etkilemektedir.
Önceki sistemlerin tartışmaları hâlâ
sürerken 3G henüz çok yeni bir sistem
olup insan, hayvan ve tabiatta ne gibi
sonuçlar doğuracağı tam olarak bilinmemektedir. Ancak elektromanyetik
kirlilik oranı arttıkça tüm canlıların risk
altına girmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu teknoloji ile beraber bugüne
kadar 1 baz istasyonu olan yerde, artık
daha fazla baz istasyonu olacak, bu
da manyetik kirliliğe yol açacaktır.
İngiltere’de 3G ile beraber baz istasyonu sayısının 50.000–70.000 civarında
artış göstermesi bunun delilidir. Daha
çok baz istasyonu; daha çok iyonize
olmayan radyasyon, daha çok manyetik kirlilik demektir. 3G’nin hem insan
hem de çevre sağlığı açısından büyük
riskler içerdiğini gözden kaçırmamak
gerekir.
Elektrikle çalışan her türlü aletin
elektromanyetik dalga(EMD) ürettiği
bilinmektedir. Evimizde güvenle kullandığımız ev aletleri, beyaz eşyalar,
mikrodalga fırınların tümü EMD üretmektedir. Cep telefonlarının da bu
aletlerden daha fazla EMD üretmesi
söz konusu değildir. Düşük enerjili ve
düşük frekanslı olan bu EMD ler iyonizasyona neden olmazlar ve iyonize
olmayan radyasyon olarak bilinirler.
İyonize radyasyonun her ne kadar
fiziksel ve kimyasal olarak iyonizasyon özellikleri yoksa da ısıl etkilerinin
olduğu bilinmektedir. Zaman içinde
bu etkinin yapabilecekleri konusunda
tam bir fikrimiz yoktur ve tartışmalar
devam etmektedir. Bazı çalışmalarda
cep telefonlarının beyinde ısı artışına
neden olduğu ve hücrelerde DNA
hasarına yol açabileceği, kan basıncını
arttırdığı gösterilmiştir. Küçük çaplı kanıt değeri düşük çalışmalarda kanserle
ilişkili etkiler rapor edilirken geniş
kapsamlı çalışmalarda bu bulguların
kanıtları bulunamamış ve çalışmaların
daha geniş kapsamlı devamı öneril-
Prof. Dr. Ayfer HAYDAROĞLU
Ege Üniversitesi
Kanserle Savaş Uygulama ve
Araştırma Merkezi Müdürü
miştir. Çalışmalardan sonuç almak ve
istatistiksel farklılıklara ulaşabilmek
için binlerce denek ve uzun yıllar
gerekmektedir. 3G’nin hızlı iletişimi
daha da yaygınlaştıracağı, baz istasyonlarının sayıca çok fazlalaşacağı ve
yaşadığımız ortamdaki iyonize olmayan radyasyon oranının çok artacağı
aşikardır. Daha önceki çalışmalarda
bu manyetik kirlilikteki artışın etkileri
olmadığı için 3G’nin bize etkilerini tam
olarak bilemeyeceğiz. Devam eden
İyonize olmayan radyasyonla ilgili
çalışmaların sonuçlarının alınmasına
daha çok zaman olduğu düşünülürse
dikkat etmemiz gereken konuları gözden uzak tutamayız. İyonlaştırmayan
radyasyondan korunmak için Uluslararası İyonlaştırmayan Radyasyondan
Koruma Komisyonunun (International
Commission of Non-Ionizing Radiation Protection- ICNIRP) referans değerlerini dikkate almamız gerekir.
Farklı cep telefonlarının yaydığı
iyonize olmayan radyasyon oranları
aynı değildir. Bu konuda ICNIRP GSM
mobil telefonlarda SAR(Specific Absorbtion Rate - Özgül Soğurma Oranı)
için limit belirlemiştir. Bu değer 10 gr’
lık kütle başına 2 W/kg olarak belirtilmiştir. Kullanılan cep telefonlarında
bu değerlere uyum olup olmadığına
dikkat etmek gerekir.
Cep telefonu kullanımında
etkilenme açısından konuşma süresi
ve telefona olan mesafe iki önemli
unsurdur. Cep telefonları amacına
uygun kullanılırsa problem olmayacaktır. Ancak çok uzun süreli görüşmeler eğer kulağa yakın yapılırsa beyne
ulaşan ısıl dalgaların zararlı bir etkisi
beklenebilir. Özellikle çocuklarda yaş
ne kadar küçük ise kafatası inceliğine
bağlı olarak beyin etkilenmesi daha
çok olmaktadır. Özellikle 10 yaştan
küçük çocuklarda cep telefonu görüşmelerine kısıtlama getirilmelidir.
Son zamanlarda GSM şirketleri
sınırsız telefon görüşmesi kampanyaları ile uzun süreli görüşmelere
teşvik etmekte, özellikle gençler
ve bayanlar üzerinde bunun daha
etkili olduğu görülmektedir. Üç GSM
şirketinin başlattığı sınırsız konuşma
27
3G İstihdam Kapısı Oldu
Her teknolojik gelişme beraberinde bazı olumsuzlukları da getirir. Ancak bu kez beklendiği gibi olmadı. 3G
teknolojisinin hayatımıza girmesiyle birlikte yaklaşık 3
bin kişilik yeni istihdam alanı açılmış olacak.
3G teknolojisi hayatımıza hızlı bir giriş yaptı. Getirdiği yenilikler teknoloji meraklısı olsun olmasın herkesin
dilinde. Yaygınlaşmasıyla birlikte günlük yaşamda daha
da fazla yer alması beklenen 3G diğer bir özelliğiyle
de konuşuluyor. Her teknolojik gelişmeyle birlikte
ortaya çıkan iş gücü kaybı bu kez tersine dönecek. Yeni
uygulamalarla birlikte operatör şirketler yaklaşık 3 bin
yeni personele ihtiyaç duyacak. Gençler için önemli
bir alternatif olacak bu alanda işe alımların şimdiden
başladığı bildiriliyor.
paketleriyle vatandaşların konuşma
süreleri her geçen gün artmaktadır.
Bu yılın ilk 3 ayında geçen yılın aynı
dönemine göre Turkcell’de yüzde 45,
Vodafone’da yüzde 13,7, Avea’da ise
yüzde 8’lik görüşme sürelerinde artış
yaşandığı bildirilmiştir. Bu nedenle
cep telefonları ile ilgili reklamlarda
uzun süreli görüşmelerin özendirilmesinden sakınılmalı ve sınırlama
getirilmelidir.
Cep telefonlarının mümkün
olduğunca az kullanılması gerektiği
unutulmamalıdır. Cep telefonları ile
konuşurken yalnız görüşme amacımızı
açıklayacak kadar kısa ve öz konuş-
malı, mümkünse kulaklıkla görüşerek
telefonu kendimizden uzak tutmalıyız.
Özellikle uzun görüşmelerde mutlaka
kulaklık kullanılmalıdır. Araçtayken
sete bağlanıp hoparlörden görüşülmesi daha sağlıklı olmaktadır. Cep
telefonunun sürekli aynı tarafla değil
değiştirilerek görüşülmesi olumlu bir
tedbirdir.
Hoparlörü açıp çalma sesi duyulana kadar daha fazla enerji harcandığı
için bu sırada telefonu kulağa götürmemek gerekmektedir. Karşı taraf
telefonu açtığında radyasyon etkisi
azalmaktadır. Hoparlörü açıp çalma
sesi duyulana kadar telefonu kulağa
götürmemek iyi olur.
3G görüşmelerinde görüşme uzatılırsa iyonize olmayan radyasyondan
etkilenme oluşacağı unutulmamalıdır.
Bu nedenle küçük çocukları uzun 3G
görüşmelerinden de uzak tutmakta yarar vardır. 3G ile yeni ve daha
güçlü baz istasyonların kurulacağı göz
önüne alınarak bu baz istasyonlarının
çevreye zarar vermemesi için yönetmeliklere uygun olarak yapılması ve
denetlenmesi gerektiği unutulmamalıdır. Okul, hastane, park gibi alanların
çevresinde kesinlikle baz istasyonu
ve yüksek gerilim hattı bulunmaması
gerekmektedir.
İnternet gazetecisinin gözünden 3G
Gazetecilikte devrim başladı
Türkiye 30 Temmuz’da yeni bir iletişim teknolojisiyle tanıştı. 3G olarak adlandırılan mobil kullanıcılar için geniş alanda kablosuz telefon görüşmeleri,
görüntülü aramalar ve kablosuz veri aktarımı yapan
bu üçüncü nesil telefonlar, aslında yeni bir iletişim
devriminin başlangıcı oldu.
Sonsuz bilgi hazinesi internete, dağda, bayırda
ulaşabilme özgürlüğüne kavuşturan bu teknoloji beraberinde dünyadaki gelişmeleri anında izleyebilme
ayrıcalığı da getirdi.
Gazetecilikte de yeni bir dönemin başlamasına yol
açan bu teknolojinin, internet gazeteciliğinin önünü
de açacağı şüphesiz.. Çünkü 3G, artık oturduğunuz
yerden internete bağlanıp haberleri yazılı, görüntülü,
hatta sesli izleyebilme fırsatı sunuyor.
İsveç ve Amerika gibi bazı ülkeler, daha şimdiden 3G’den daha hızlı veri aktarımı sağlayan 4G’ye
geçti bile. Talepler arttıkça teknolojinin geliştirileceği
şüphesiz.
Türkiye’deki GSM şirketlerinin açıklamaları ve
3G’ye geçenlerin sayısı, bu teknolojinin hızla yayılacağını gösteriyor. İnternette sürekli dolaşan gençlerin, internet gazeteciliğine hızla yol aldıracağı, yazılı
basının bu teknolojiyle geride kalıp, kan kaybedeceği
düşünülüyor. Yazılı basının, tiraj kaybını önlemek için
araştırma haberciliğine yöneleceği konuşuluyor.
İbrahim Irmak
www.haberhurriyeti.com
28
29
KAMPÜSTE SÖYLEŞİ
Doğan
Canku’dan
yaşam
öğütleri
FOTOĞRAF: ve SÖYLEŞİ: Duygu ÖZTÜRK
Doğan Canku: “Hani derler ya; bir kelebeğin kanat çırpışından tüm
evren etkilenir. İnsanoğluna bahşedilen akıl ve özgür irade ile ya var
olursunuz, ya da yok olursunuz. Kanat çırpmak özgür irade işi.
Nasıl çırpılacağı ise akıl işidir. .”
B
ir dönemin ünlü müzik grubu Modern Folk Üçlüsü’nün
üyesi, Flamenko Müziğinin
öncülerinden, öğretmen, aikidocu,
Doğan Canku; her biri farklı bir dünya
olan renkli uğraşları ve yaşam öyküsüyle Ege Üniversitesi’ndeydi…
2,5 yaşında ilk bestenizi yaptınız,
hiç yardım almadan gitar çalmayı
öğrendiniz. Müzikle ilgili yaşadığınız bu ilginç süreç nasıl gelişti biraz
bahsedebilir misiniz?
Bu alan aslında biraz metafiziğe
giriyor. Ben müzikle ilgili yeteneğimin
30
başka bir yaşamdan geldiğine inanıyorum. Muhakkak genetik olarak da
bir şeyler var yani. İki buçuk yaşında
bir çocuğun beste yapıp ‘baba ben
beste yaptım, bunu notaya al’ demesi
zaten şaşırtıcı bir şey doğal olarak. O
yaşta doğru düzgün dil bile konuşamazken, bunu söylemek şaşırtıcı. Tabii
bunun üzerine babamın bendeki bu
yeteneği keşfedip üzerime düşmesi
de çok önemli.
İkincisi müziğe olan ilgimin
babam tarafından geldiğine inanıyorum. Babamın da müziği seviyor
olması bana büyük artılar kazandır-
dı. Evimize zaman zaman babamın
arkadaşları gelirlerdi. Şarkılar söylenir, ud, keman, darbuka çalınır,
Türk müziği icra edilirdi. Öyle bir
ortamın içerisinde büyüdüm. İlkokul
çağında mandolin çalmaya başladım. Ardından babamdan keman
dersleri almaya başladım. İlk müzik
nosyonları bana babam tarafından
kazandırıldı. Ardından babam beni
konservatuvara yazdırdı. İzmir Devlet
Konservatuvarı’na birincilikle girdim.
Babam orada kalmamı çok istedi,
ama esas hedefim Ankara’ydı. Ankara
Devlet Konservatuvarı’nı çok iyi de-
receyle kazandım ve çello bölümüne
girdim. Taşradan gelmiş biri olarak
çelloyu da ilk defa orada gördüm, çok
sevdim. Konservatuvarda benim için
küçücük özel bir çello yaptılar. Piyano
ve benzeri yardımcı enstrümanlarla
beraber 6 sene çello tahsilime devam
ettim. Sonra gitarla karşılaştım.
Çocukluğumda ilkokul çağlarında bir
turistte görmüştüm gitarı, hafızama
kazınmıştı. Gitarı mandolin gibi çalmaya çalışıyordum. Türkiye’de gitara
kolay ulaşamazdık o zamanlar, hele
taşrada... Bir gitar buldum ve onunla
uğraşmaya başladım. Tabii temelde
enstrüman bilgisi, nota
bilgisi, kulak, müzik eğitimi
olunca enstrümanı kolayca
çözmeye başlıyorsun kendi
kendine. Neticede gitar
hayatımın bir parçası haline
geldi. Tek bir gitar öğretmenim olmadı, ama birçok
öğretmenim, hocam oldu.
Bir filmde gördüğüm bir
gitarcı bile benim hocamdı.
Sahnede gördüğüm birisinden esinlendim, hocam
oldu. Onların bana hocalık
yaptıklarından haberleri
bile yok. Şimdi benim
içinde aynı şeyi söyleyen
gençler oluyor. Bir e-posta
gönderip, kendisine yıllarca
hocalık yaptığımı söyleyenler oluyor. Ben de bunlardan haberdar değilim tabii
ki. İnsanlara bu yollarla dahi ufacık bir
faydam olabiliyorsa ne mutlu.
Modern Folk Üçlüsü geçtiğimiz günlerde 40.sanat yılını kutladı. Müzik
yaşamınızda 40 yılı geride bırakmak
nasıl bir duygu?
Şöyle bir geriye doğru baktığımda, sadece MFÜ ile geçen 40 yıl içinde
o kadar çok şey sığdırmışız ki hayata.
Neredeyse dünyanın ¾’ünü gezip
görmüşüz. Binlerce konser, radyo,
televizyon programı. Gerek özel
hayatımızda, gerek sanat hayatımızda
saymakla bitmeyecek kadar çok anımız var. Hayat bu değil mi? Yaşanmış
güzel anılar, sahip olabildiğimiz ve
beraberimizde götürebileceğimiz tek
değer.
En az bunun kadar değerli olan
da, 40 yıl sonra dahi sevgi ve saygı ile
anılıp, bu günün genç yüreklerinde
bile, yer edinebiliyor olmak.
40 yıl önceki Modern Folk Üçlüsü’yle
şimdiki Modern Folk Üçlüsü arasında ne gibi farklar var? Modern Folk
Üçlüsü özellikle de Doğan Canku 40
yılın ardından kendini nasıl görüyor? 40 yıllık müzik serüveninizden
biraz bahseder misiniz?
Bir kere bariz bir şekilde yaşlardan
dolayı siyah ve beyaz farkı var! Ama
ben kendimi ruhsal olarak olgun-
laşmış ancak, bir nebze dahi yaşlanmamış hissediyorum. Tabii aynaya
bakmadığım sürece!.
Hayat bir süreç. Bu süreç içinde
isteseniz de istemeseniz de sürekli
değişirsiniz. MFÜ’nün en aktif olduğu
zamanlarda sık sık aşamalar kaydettik.
Halk Müziğimizi çok seslendirdikten
sonra, Klasik Türk Müziğini çok sesli
yorumladık. Pop müziği icra ettik.
Repertuvarımıza dünya ülkelerinin
müziklerinden ekledik. Ulusal televizyonumuzda çeşitli programların
yapımcılığını üstlendik. Çocuklar için
bizden daha çok şarkı üreten başka
biri yoktur diye düşünüyorum.
Bütün bunların yanı sıra MFÜ
dışında bir Doğan Canku yarattım.
Bugün bir çok tanınmış müzisyenin
ve şarkıcının hayatlarına dokunabildim. Onların var olmalarına katkıda
bulundum. Açtığım dersanelerde
binlerce insan müzik eğitimi aldı.
Yoga felsefesiyle, aikidosuyla ve daha
birçok yönleriyle insanlara hizmette,
yaşama katkıda bulundum. Bütün
bunları kısacık bir ömre sığdırabilmek
insanı mutlu ediyor.
40. sanat yılı kutlama konserlerine
İzmir’den başladınız. İzmir’i seçmenizin özel bir sebebi var mı?
Ülkemizde en çok İzmir’de sahneye çıktık. İzmir izleyicisi ile aramızda
özel bir bağ var gibi. Doğan
Canku olarak da en çok
İzmir’de konser verdim. En
güzel ve dolu konserlerim
bu güzel şehirde gerçekleşti. Bu, İzmir halkının sanata
bakış açısından da kaynaklanıyor olabilir.
40. sanat yılı konserlerine İzmir’den başlamak için
özel bir nedenimiz yoktu.
Sanırım İzmir her zamanki
gibi önce davrandı.
Modern folk üçlüsünden
sonra halk müziğini çok
sesli yorumlayan gruplar
çoğaldı. Devam eden bu
akım sizce günümüzde
nasıl temsil ediliyor. Yeni
müzisyenleri nasıl buluyorsunuz?
Bazı türküler o dönemlerde de çok
sesli icra ediliyorlardı. Türk Halk Müziği şarkıları çoklu seslendiriliyordu,
orkestralar, küçük gruplar zaten yapıyorlardı bunları. Ancak bizim yaptığımız gibi halk müzikleri vokal olarak
icra edilmiyordu. Farklı olarak biz halk
müziklerini ilk kez üç sesli vokal haline getirdik. Tabii bu çok farklı geldi
insanlara. Ondan sonra Türkiye’de
modern folk akımı başladı, hatta şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı
böyle bir orkestra da var. Güzel işler
hala yapılıyor. Türküler farklı düzenlemelerle daha çağdaş yorumlanmaya
devam ediliyor. Türkiye’de bazı şeyler
kötüye giderken diğer taraftan güzel
işlerin yapılması mutluluk verici.
31
Aynı soruyu Flamenko müziğiyle
ilgilenen yorumcular için sormak
gerekirse neler söylersiniz? Örneğin
son dönemlerde Flamenko müziğiyle büyük bir çıkış yakalayan ÖyküBerk ikilisini nasıl buluyorsunuz?
Bugün Türkiye’de Flamenko müziğiyle ilgili kurulmuş önemli dernekler
var. Oralarda çok başarılı Flamenkocular, gitarcılar, dansçılar yetişiyor.
Hatta bazılarını İspanyol sanabilirsiniz. Yani o kadar ileri seviyedeler.
Öykü ve Berk’e gelince son dönemde
çok iyi bir başarı yakaladılar. Onlara
tavsiye edebileceğim tek şey, kendilerini tekrarlamaktan kaçınmalarıdır.
Benim parçalarımın yüzde doksanı da
Flamenko tarzında. Ama başlı başına
Flamenko müziği değil; bu tekniğin
tadı var şarkılarımda...
Siz 1981 yılında Eurovizyon’da Ayşegül Aldinç ve Modern Folk Üçlüsü
olarak “Dönme Dolap” adlı parça ile
ülkemizi temsil etmiştiniz.
Eurovizyon yarışmasının o zaman
da benim için hiçbir önemi yoktu,
bugün de yok. Benim müziğim
zaten Eurovizyon’la bağdaşan bir
müzik türü değil. Yine de katılmamız
gerektiği için Eurovizyon’a katıldık.
Ama hayatımda bir daha o şarkıyı asla
söylemedim. Eurovizyon sanatçının
belki bir süre için popülaritesini yükseltmesi ya da koruması için atacağı
profesyonelce bir adım olabilir. Ama
gözden de kaçırmamak gerekir ki
Eurovizyon’a katılıp da bir anda yok
olan çok insan var. Eurovizyon bir
anlık heyecan gibidir, aşk gibidir. Asla
sevgi gibi değildir, sürekliliği yoktur.
Sevgi benim yaptığım gibi ömür boyu
sürer. Bu bir hedef değil. Ama biz de
o heyecanı tattık on sekizinci olduk.
Bence bu alan fazlasıyla televizyonları,
plak şirketlerini ilgilendiren bir alan.
Hakkında çok konuşuldu, pek çok
yorum yapıldı ama daha önce
Eurovizyon’a katılmış bir sanatçı
olarak siz Hadise’nin performansını
nasıl buldunuz?
Hadise’nin söylediği şarkı çok basit
ve pek de müzikal değeri olmayan
bir şarkı olmasına rağmen Eurovision kriterlerine göre bestelenmiş, bu
anlamda başarılı bir şarkıydı. Ancak
Hadisenin performansı, şarkının
şansının artmasına büyük katkıda
bulundu. Hadise’nin sesi de, fiziği de
dikkat çekiciydi.
Eurovision şarkı yarışmasını ben
biraz da piyango çekilişine benzetiyorum. Büyük ikramiyeyi kazanıyorsun
ama çoğu zaman o paranın hayrını
göremiyorsun. Tabii çok az olmakla
birlikte bazı istisnalar var.
Müziğin yanında yoga, aikido ve
metafizikle de ilgileniyorsunuz. Hep-
sini birden yürütmek zor olmuyor
mu? Yoksa her biri birbirinden mi
besleniyor?
Evet birbirinden besleniyor
diyebiliriz, hatta birbiriyle iç içe. İnsan
içinde olmadan bunu anlayamıyor.
Yani sadece aikido yapmak değil,
sadece yoga, metafizik, sadece müzik
değil. Bunların arasındaki bağı oluşturabilmek önemli. Bence bir sanatçı
müzisyen, şair, ressam, ne olursa
olsun yaşamdan doğadan esinlenerek
var oluyor. Gördüğümüz bir çiçekten,
kuştan, rüyalarımızdan besleniyoruz,
deneyimlediğimiz metafiziki olaylardan, hissettiğimiz ama tam olarak
adlandıramadığımız şeylerden de
mutlaka etkileniyoruz ve belki de
bilmeden onları eserlerimize yansıtıyoruz. Ben bu tür şeyleri çok derinlemesine yaşıyorum ama anlatmam
pek kolay olmuyor. Ancak bunların
yansımalarını müziğimde görebilmeniz mümkün.
Birçok uzak doğu sporu varken neden aikidoyu seçtiniz ve bu alanda
uzmanlaştınız?
Taekwando’yla da, kungfuyla da,
karateyle de ilgilendim. Çok uzun
yıllar önce bir aikidocuyla tanıştım
ve o sporcunun yaptıklarından çok
etkilendim. O zamanlar Türkiye’de bu
spor pek yaygın değildi. Yani sanki
dövüşmüyor, dans ediyordu. Aradan
“Hayatı biraz daha farklı boyutlarıyla yaşanabilir kılmak gerekiyor. Doğanın değiştirilemeyen yasaları var. Ancak hepimiz var olan bu müthiş düzeni,
farklılıkları değiştirme yoluna giderek sık sık hataya düşüyoruz. Belki de hayata renk katan bu farklılıklardır.”
32
çok yıllar geçti. 2000’de Türkiye’nin ilk
aikidocularından İhsan Özgün adında
çok değerli bir hocayla çalışmaya
başladım. Ancak belirtmem gerekir ki
aikido bütün uzak doğu dövüş sanatlarının içinde müsabakası olmayan tek
daldır. Çünkü aikido bir savaş sanatıdır, dövüş sanatı değil. Aynı zamanda
öldürücüdür. Yani müsabakanın
mağlubu yoktur, yalnızca galibi vardır.
Aikido der ki; ‘iyi bir aikido evrensel
enerjiyle uyum sağlamalıdır’. Sonuç
olarak burada savaş yok anlayacağınız
gibi. Bana saldıran kişiye dahi uyum
sağlamam gerekiyor bu sporda. Aynı
zamanda aikidocu önce kendi nefsini
yenebilendir. Bakıldığında aikido,
metafizik ve meditasyonla da uyum
içinde. Yani armoni, uyum sağlamak
müzikte de var yogada da, aikidoda
da. Temel yaklaşımları aynı. Bence
önemli bir diğer ayrıntı da şu ki; aikido
çalışmalarında partnerler vücutlarını
birbirlerine teslim eder ve kendilerini
geliştirmek için birbirlerinin vücutlarını kullanırlar. Partnerler çalışma
sonunda birbirlerine teşekkür ederek
ayrılırlar. Bu durumda nasıl karşındakine zarar verebilirsin ki. Dolayısıyla
her yönüyle aikidoyu kendime ve
mesleğime çok yakın buluyorum.
Ege Üniversitesi olarak bir konservatuvara sahibiz. Müzikle ilgilenen
öğrencilerimiz öncelikli olmak üzere
tüm yeni başlayanlara tavsiyeleriniz
neler olur?
Schumann’ın bir sözü vardır;
“Teknik üstünlük ancak yüksek
amaçlara hizmet ettiğinde değerlidir”. Bu söz bizim müzik piyasasında
çok söylenir. Çünkü orkestralar hayatlarındaki dengeyi pek bulamazlar.
Genelde sanatçıların egoları yüksektir.
Ne kadar başarılı, süratli, teknik müzik
yaparsanız yapın ancak bir amacınız
olursa güçlü olursunuz. Müziği de
böyle kullanmak gerektiğini düşünüyorum.
Gençlerin de, bu sözü ezberlemenin ötesinde yaşamlarına dahil
etmeleri gerekiyor. Bu sadece müzik
için geçerli değil tabii ki. Her işte olduğu gibi müzik için de çok çalışmak
gerekiyor.
Hani Yunus’un bir sözü vardır;
“Çeşmelerden bardağın doldurmadan
kor isen, bin yıl dahi beklesen kendi
dolası değil”. Dolayısıyla kabiliyet ve
yetenek tabii ki gerekli olan şeyler
ama esas olan egoyu sıfırlayarak çok
çalışmaktır.
Popüler kültürün etki alanını genişletmesiyle her şey çok çabuk eskir ve
tüketilir oldu. Eşyalar, arkadaşlıklar,
aşklar, şarkılar… Bu konuda ne
düşünüyorsunuz? Popüler kültürün
bizleri belki biraz daha az etkilemesi
için hangi yolların peşine düşülmeli,
neler yapılmalı?
Derinliği olmayan, içi boş, kof bir
şeyin yüzeyine dokunmaktan başka
ne yapabilirsiniz? Bir de, yüzeyin
ötesinde bir şeyler olup olmadığı hakkında fikir yürütebilecek bir birikime
sahip değilseniz, size sunulanların
yüzeyine dokunarak tatmin olmaya çalışırsınız. İçinde vitaminden,
mineralden eser olmayan yiyeceklerle
beslendiğinizi sanırsanız…
Hiç hareket etme zahmetine
girmeden, uydurma diyetlerle sağlıklı olmaya çalışırsanız… Geceleri
evinizde birkaç satır kitap okumak ya
da bir dost ile sohbet yerine diskolar-
da payınıza düşen 1 metrekareden
daha az bir alanda, bir elinizde kadeh
diğerinde sigara sallanıp durmayı
eğlenmek ve stres atmak sanırsanız…
Televizyonlarda her gün yayınlanan
“kimin eli kimin cebinde”
programlarından, çoğunluğu
şiddet içeren film ve dizilerden
başınızı kaldıramazsanız. Sonuçta kimleri zengin edersiniz?
Çıkarcılar isterler mi böyle bir
“popüler kültür kültürsüzlüğünün” yok olmasını?
Neler yapılmalı? İşte bu,
binlerce sayfalık bir kitap
konusu. Bir kere hayatı olduğu
gibi kabul etmek lazım. Zaman
zaman yaşanılan aksiliklere bende
ters çıkarım, inkar ederim. Tabiî ki
yanlışları sorgulama yoluna giderim.
Olduğu gibi kabul etmekten kastım
şu; doğada değiştirilemeyen yasalar
vardır. İnsanların, hayvanların kalıplaşmış davranış şekilleri vardır. İnsanlar
birbirinden farklıdır. Ama bunları
düzeltme yoluna gidemezsiniz belki
de hayata renk katan bu farklılıklardır.
Bu farklılıklara rağmen yine de birbirimizden bir şeyler almamız gerekir.
Tabi ki bu da dayatmayla olmaz.
Maalesef bu hataya hepimiz sık sık
düşüyoruz. Bunun dışında kendimizi
ve bedenimizi sevmeliyiz. Bedenimiz
bize verilen bir emanettir. Ruh spor
yaparak, sanatla uğraşarak, iyi ve
doğru beslenerek, kötü alışkanlıklardan uzak durarak bedeni yüceltmek
zorundadır. Böyle bir yaşam bilincini
hayatımıza dahil ettiğimizde mutlu
oluruz. Hayattan belki de daha fazla
zevk alırız. Geç de olsa, BEN değil BİZ
demenin zamanıdır artık. Sonuç verir
mi bilemiyorum.
Hani derler ya; bir kelebeğin
kanat çırpışından tüm evren etkilenir. İnsanoğluna bahşedilen akıl ve
özgür irade ile ya var olursunuz, ya da
yok olursunuz. Kanat çırpmak özgür
irade işi. Nasıl çırpılacağı ise akıl işidir.
Dümen, akıl yerine içgüdülerimizin
elindeyse, özgür irade kendine en
cazip gelenin arkasından koşar
gider. Akıla öncelik tanırsak, özgür
irademize de neye karar vereceği
hakkında alternatif sunmuş oluruz.
Bunu tüm yaşama uyguladığımızda,
evrime katkıda bulunacağımız şüphe
götürmez… Evrime katkıda bulunan
her şey mutlak doğruya en yakın
olandır. İster yüz, ister boğul…
33
Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü
Kadifekale’yi anlamak
Ben hemen her sene araştırma, röportaj ve çeşitli vesilelerle
Kadifekale’ye birkaç kez çıkarım, Kadifekale hakkında
efsanelere sahip olanların bir kısmını da yanımda götürürüm.
Bu efsane ile baş etmek benim boyumu aşar ama yine de bu
çabayı anlamlı bulurum. Bir sosyal bilimci olarak, Kadifekale
bana heyecan verir. Zaman zaman öğrencilerimi de bu
heyecana ve gözleme ortak etmekten ayrı bir haz duyarım.
Üstelik her gittiğimde, sokaklarında gezdiğimde, oradaki
insanların benim yabancı olduğumu fark ettiklerini fark eder,
ben de kısmen yabancılığımı hissederim. Bu gettonun en net
tanımıdır belki de. Oysaki kentin diğer bölgelerinde ne kimse
sizin o semtten olmadığınızı fark eder ne de siz kendinizi
yabancı hissedersiniz. Çünkü zaten herkes az çok yabancı
olduğu için bu duygu hissedilmez.
İ
zmir’in ne tarihini ne de bugününü
Kadifekale’siz anlamak mümkündür.
Kadifekale’yi çok önemli sembolik bir yer haline getiren üç önemli faktör bulunmaktadır. Birincisi
İzmir’in tarihinde çok önemli bir yere sahip olmasıdır.
İkincisi, Körfezin ve İzmir’in en iyi göründüğü yerlerin
başında gelmesidir. Üçüncüsü ise, gecekondu ve
varoş denilince ilk akla gelen yer olmasıdır.
İlginç olan nokta, ilk iki özelliğinin üçüncü
özelliğin gölgesinde kalmasıdır. Çünkü bugün kime
sorsanız, Kadifekale için, “gidilemez ve gidilmemesi
gereken riskli bir yer” olduğu yanıtını alırsınız.
Şoföründen gazetecisine, esnafından profesörüne kadar çok geniş yelpazedeki İzmirliler için,
Kadifekale şu çağrışımlarla özdeştir: İzmir’deki Mardinlilerin, Kürtlerin ve midyecilerin merkezidir. Suç
işleyenlerin ve Kürtçü örgütlerin etkin olduğu bir
semttir. Kadifekale’nin halk arasında, “kurtarılmış
bölge” ve “küçük Mardin” gibi başka sıfatları da
bulunmaktadır.
Bu yargıların doğru olanları da var, efsane
olanları da. Örneğin Kadifekale, Mardin’den göç
etmiş olan yurttaşlarımızın ağırlıkta olduğu bir
semttir ama, Erzurum ve Konya’dan gelenlerin de
küçümsenemeyecek bir ağırlığı bulunmaktadır.
Kadifekale’yi, İzmir’in “suç merkezi” veya “Kürtçü
örgütlerin merkezi” olarak görmek abartılı bir
gözlemdir ve bu iddiayı doğrulayacak verilere
sahip değiliz. Örneğin emniyet istatistiklerine
göre, kapkaç türünde suçlara karışan zanlıların
oturdukları semtlerin dağılımında, başka bazı
mahalleler Kadifekale’nin önüne geçebilmektedir.
Yine herhangi bir suç örgütüne mensup kişiler,
Kadifekale kadar, başka semtlerde de ortaya
34
Merkezdeki
Kenar
KADİFEKALE
çıkabilmektedir. Bu ön yargıları besleyen çok sayıda
faktör bulunmaktadır. Bunlar içerisinde güvenlik,
en önde gelen nedenlerden biridir. Diğer önemli bir
neden de etnik temelli siyasal gerginliklerdir.
Kadifekale, bir yandan ülkemizde yaşanan
gecekondulaşma ve hatta gecekonduların varoşa
dönüşümü sürecinin tipik izlerini taşımaktadır.
Dolayısıyla bu semt, geleneksel gecekondulaşma
kavramına uyan ve uymayan bazı özellikleri bir
arada barındırmaktadır. Bunlara değinmeden önce,
kısa bir kavramsal açıklama yapmak yararlı olabilir.
Kentleşme ile ilgili konularda, en fazla kullanılan kavramlar arasında “gecekondu”, “kenar/çeper”,
“varoş” ve “getto” gibilerini saymak mümkündür.
Birbiriyle aynı anlama gelmemelerine rağmen çoğu
zaman bu kavramlar birbirleri yerine de kullanılmaktadır.
Bu aslında tek başına, önemli bir akademik
tartışma ve kavram kargaşası sorunudur. Her bir
kavram belli bir sosyal teorinin parçasıdır ve o
sosyal teori içerisinde anlamlıdır.
Örneğin “gecekondu” kavramı daha çok evrimci
ve modernleşmeci teorik yaklaşımların ürünü olarak sosyal bilimler literatürüne girmiştir. Kentleşme
sürecinde belli bir evreyi ifade eder. Köyden ya da
kırsal kesimden gelenlerin kentte tutunmak için
oluşturdukları ve kentin yerleşik kesimlerinden
farklı bir yaşam alanını ifade eder. Kente geldikleri
halde henüz kente özgü iş, eğitim, konut ve yaşam
tarzına sahip olmayan bu kesimin durumu, söz
konusu teorik yaklaşımlarda geçici bir durum olarak
görülür. Gecekondular bir süre sonra kentin planlı
ve yasal bölümüne dahil olacak, gecekondulular da
kente özgü iş ve yaşam tarzına ulaşarak kentleşeceklerdir. Kır ve kent arasında “gecekondu” bir
ara kategori, geçiş dönemi ve sosyolog Mübeccel
Kıray’ın adlandırması ile tampon kurumdur.
Öte yandan “gecekondu” kavramının, kente
uyum sağlama ve kente tutunma çabasının ortaya
çıkardığı bir kurum olarak algılanması, belli ölçüde
ellili ve altmışlı yıllardaki “yumuşak kentleşme”
olarak da anılan dönemin ürünüdür. Yoksulluk ve
kitlesellik bu dönemin gecekondulaşmasında en
önemli meşruiyet kaynağıydı.
Merkez-çevre teorisi açısından
“gecekondu”nun kenar olarak tanımlanması mümkündür. Kenar veya çeper kavramlarının kentleşme
literatürüne girmesi daha çok, şehir merkezinin
mekansal olarak dış çeperinde kümelenen ve aynı
zamanda yoksulluk, kamu hizmetlerinin yetersizliği
gibi özellikleri bakımından da şehrin merkezine
benzememeyi ifade etmek için kullanılır olmuştur.
“Getto” ve “varoş” kavramları ise, bazen kesişmekle birlikte, birbirlerinden farklı anlamlara gelmekte ve “gecekondu”ya göre daha sert bir kentleşme modeline denk düşmektedir. Son dönemlerde
bu kavramların daha fazla tercih edilmesi tesadüf
değildir. Çünkü kentleşme süreci, bir süredir daha
sert bir evreye girmiş bulunmaktadır. “Gecekondu”,
uyum ve bütünleşme süreçleri ile birlikte anılırken,
“varoş” ve “getto” ise daha çok ayrışma ve çatışma
çağrışımlarına sahiptir. Gecekondudan varoşa geçiş,
aynı zamanda kentleşme serüvenimizin yeni bir
evreye girdiğini göstermektedir.
Gecekondu daha çok kırsal kesimden gelen
yoksul kitlelerin mekanı iken, varoş ve getto
yoksulluğa ek olarak suç, illegalite ve etnik çatışma
gibi temaları da içermektedir.
Gecekondu, bir sistem olarak kentin marjında,
sınırında ama dahil olmaya meyilli iken, varoş,
kentin dışında ve bütünleşmeden çok çatışma ve
ayrışmaya meyilli bir ortamı ifade etmektedir.
Gecekondu, kısmen kapalı olmakla birlikte
kentin diğer kesimleri ile iletişime açık olmasına ve
temas etmesine rağmen, getto, içe kapalılığı ve bütünden kopmayı ifade etmektedir (Son dönemlerde
kullanılmaya başlanan “elit gettoları” kavramını da
bu çerçevede değerlendirmek mümkündür).
Bu teorik açıklamalar ışığında Kadifekale’yi
değerlendirmeye kalkıştığımızda, bu semtimizin
gecekondu özellikleri şu şekilde betimlenebilir:
İlki kırsal kesimden gelen, niteliksiz işgücü özelliği
taşıyan insanların, hemşehrilik ve akrabalık
dayanışma örüntüleri içinde, iş ve konut edinme
çabaları ile kente tutunma stratejilerinin burada
tüm canlılığıyla sürmesidir. Hemşehrilik dayanışmasına dayanan enformel iş olarak, midyecilikle uğraşanların ağırlıkta olması da, bildiğimiz
gecekondu şemasına uyan bir durum. Diğer bir
özellik olarak, birbirine bitişik
ve sağlıksız bir yapılaşma
İzmir’in kuruluşu ve Kadifekale
dikkat çekmektedir. Bu durum
Büyük İskender günün birinde Pagos tepesi’nde
yoksulluğun göstergelerinden
avlanırken,
bir çınar ağacının altında uyuyakalır. Rüyasında
biri olmakla birlikte, bölgenin
iki
su
perisi
görür.
Periler O’na Smyrna kentini burada (Pagos
tarihi ve coğrafi (Sit ve
Tepesi)
yeniden
kurmasını ve halkı buraya yerleştirmesini
heyelan bölgesi) konumuyla
söylerler.
Gördüğü
rüyayı
yorumlayan kahin, İskender’e kuruda bağlantılıdır.
lacak yeni kent sayesinde İzmirlilerin daha mutlu olacaklarını
Ama öte yandan,
anlatır. Bunun üzerine İskender, Pagos Tepesi’nde bir kale
Kadifekale’nin mekansal ve
kurulması için emir verir. Komutanlarından General Lycimachos,
diğer bazı sosyal özellikleM.Ö. 4.yüzyılda kaleyi inşa eder.
rinin konumu, geleneksel
gecekondu teorilerine pek
uymamaktadır. Çünkü yoğun
göçe bağlı olarak yaşanan
kentleşme serüvenimizde, gecekondular genellikle daha iyi anlaşılır. Semte alışmanın yanı sıra, bu
kentin kenarlarında yer almaktadır. Bundan dolayı
bölgede yaşamayı tercih eden insanlar, zaten fakir
bu bölgeler, bazen “kenar” veya “çeper” olarak
oldukları için, bu tercihi yapıyorlar. Oysaki şehrin
da adlandırılmıştır. Oysa Kadifekale, mekansal
diğer bölgelerinde ödeyemeyecekleri bazı bedellerolarak kentin merkezinde yer almaktadır. Bu
le karşılaşacaklar. Ayrıca, taşınma kaygısı yaratan
basit bir fark değildir. Bundan dolayı “Merkezdeki
bir diğer faktör, gidecekleri yerlerde karşılaşacakları
Kenar” tanımını kullandık. Bir gecekondu bölgesi
kültürel farklar.
olarak merkezde yer alması, Kadifekale’nin diğer
Sosyal hayat açısından “kenar” özellikleri taşıgecekondu bölgelerinden farklı mekansal ve sosyal yan bir semtin mekansal olarak merkezde olmasını
özelliklere sahip olmasına da neden olmaktadır.
önemli kılan diğer bir faktör şudur: Metropolün
Surları ve manzarası ile, İzmir’in en güzel yeri.
kenar semtinde gettolaşmış bir yaşam o kentte
Merkeze yakın konum, sanayi ve ticaret bölgelerine daha az hissedilebilir ama merkezde olduğu için
kolay ulaşım, bölgenin stratejik önemini artırıyor.
Kadifekale, kentin diğer kesimleri tarafından daha
Sit alanı ve heyelan bölgesi olması, bölgenin gelişfazla hissedilen bir bölge. Sosyal temas olmasa da
mesini engelliyor ama stratejik önemini azaltmıyor.
farklı kesimlerin birbirine yakın olmasını sağlayan
Sit ve heyelan bölgesi olması nedeniyle, bölgenin
bu durum, karşılıklı olarak mesafeliliğe ve aralarda
gelişmesinin engellenmesi iki anlama geliyor.
zihinsel surların oluşturulmasına neden olmaktadır.
Birincisi, mevcut konutların restorasyon ve tamirine
Karşılıklı ön yargı ve kent içinde yeniden ördüizin verilmemesidir. Oysaki, diğer birçok gecekondu
ğümüz
zihinsel surlar yüzünden diyalog kuramıyor,
bölgesi, İmar Planları veya Kentsel Yenileme Proçözüm üretmekte zorlanıyoruz. Bu güvensizlik
jeleri yoluyla çok katlılaşıyor ve konut sahiplerine
ortamında, “Kadifekale kurtarılmış bölge ve
yeni rantlar sağlıyor. Bölgenin gelişimini engellegidilmesi en riskli yerlerden biri” efsanesi de destek
yen diğer bir konu da, aynı gerekçelerle, bölgeye
buluyor, “burası boşaltılıp, sonra zenginlere peşkeş
kamu hizmeti getirilememesidir. Yol yapımı ve genişletilmesi mümkün değil, okul, postane ve sağlık çekilecek” propagandası da. Yoksulluğu, kente
tutunma biçimi, mekan organizasyonu, yaşam biocağı yapılamıyor. Yasa dışı konuma düşecekleri
çimleri ve bölgede yaşayanların etnik özellikleri ile
için belediyelerin ve diğer kamu kuruluşlarının bu
Kadifekale, İzmir’in mekansal olarak merkezi ama
hizmetleri vermesi de zor gözüküyor.
sosyal olarak kenarıdır. Kadifekale’deki insanlarla
Merkeze yakınlık, çok güzel bir manzara
konuştuğunuzda “kenar” kavramını da daha iyi
ve gettolaşmış bir sosyal hayat belli bir yaşam
anlarsınız. Merkezdekilerin buraya bakarken sahip
biçimine alışmış bu
yoksul aileler için
olduğu zihinsel bazı bariyerlerin simetriği, buradaki
büyük avantajlar sunuyor. insanlarda da çok güçlüdür. “Bizi dışlıyorlar” ve
Onun için son birkaç
“Kürt nüfus ağırlıkta olduğu için bu bölgeyi dağıtyıldır gündemde olan
mak istiyorlar” inancı o kadar güçlü ki, bu onların
Kentsel Dönüşüm Projesi
içe kapanmasında en önemli temaya dönüşüyor.
kapsamında hazırlanan
Bu durum, ciddi bir kentsel bütünleşme ve
Yeşildere’de yapılmış olan yurttaşlık bağı üzerinden birlikte olma sorunu.
çok katlı TOKİ konutlarına
Özellikle metropollerimizde daha gergin bir
taşınmamakta direnikentleşme sürecine girdiğimizin sembolik bir
yorlar. Burada yaşayan
örneği olan Kadifekale bize, kentsel bütünleşme
insanların ekonomik ve
boyutunda yeni bir yurttaşlık krizinin çarpıcı bir
kültürel özellikleri dikkate örneğini sunmaktadır. Söylenmesi kadar kolay
alındığında, bölgeyi niçin
olmamakla birlikte, daha özel, kapsamlı ve karşılıklı
terk etmek istemedikleri
iletişim mekanizmalarının işletilmesini gerektiriyor.
35
Edebiyat Fakültesi ve
arkeolojik kazılar
Eski Foça’daki Phok
Prof. Dr. Zeki ARIKAN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü
Yakın Çağ Tarihi A.B.D.
F
akültemizin girişinde, sol taraftaki
duvarda bulunan kabartma pano, yurdun
çeşitli yerlerinde yapılan kazıları simgeler. Bundan anlaşıldığına göre Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümleri Doğudan Batıya
kadar bir çok yerde kazılar yürütmektedir. Her yıl
Haziran sınavlarının bitiminde arkeologlar yola
koyulur. Eylül ayında dönüş başlar. Ders yılı içinde
bütün bir yıla yayılan konferanslarda, bu kazılardan
elde edilen sonuçlar bize sunulur. Biz de bu kazılar
hakkında daha somut bilgilere ulaşırız. Böylece
bütün yurt yüzeyinde yapılan kazıların bütün
sonuçları önümüze gelir.
Bütün bu çabalar, yalnız üniversitemiz adına
değil, ülkemiz adına da onur vericidir. Niçin? Çünkü,
Cumhuriyet’ten önce ülkemizdeki kazılar hep
yabancılar tarafından yürütülürdü. İmparatorluk
döneminde Osman Hamdi Bey, uluslararası alanda
tanınmış tek Türk arkeoloğu olarak görülmektedir.
O, imparatorluğun geniş coğrafyasında önemli
36
kazılara imza attı. Büyük İskender lahdini buldu.
Arkeoloji Müzesi’ni (Asar-ı Atika Müze-i Hümayun)
kurdu. Kazılarla ilgili düzenlemelere imza attı.
Tanzimattan sonra çıkarılan ilk yönetmeliklerdeki
boşluklar pek çok eserin yurt dışına gitmesine
yol açtı. 1882 ve 1904 Nizamnameleri bunun
önüne geçebildi. 1904 nizamnamesi Cumhuriyet
döneminde de uzun süre yürürlükte kaldı. Böylece
yapılan kazılarda elde edilen malzemenin yurt
dışına çıkarılmasının önüne geçilebildi.
Osmanlı İmparatorluğu toprakları içindeki sit
alanları yabancıların kazı yapmak için çok önem
verdikleri çekici bir uğraştı. Çünkü bu toprakların
altındaki zenginlikler öteden beri biliniyordu.
Ekonomik alanda olduğu gibi arkeolojik alanda da
büyük devletler, Türkiye’de tam bir yarışma içinde
bulunuyorlardı. Kazı izni alan ülkeler bunun siyasal
nüfuzla eş anlamlı olduğunu biliyorlardı. Bu yarış,
bu rekabet Cumhuriyet dönemine kadar devam etti.
Atatürk, üzerinde yaşadığımız toprakların
altındaki zenginliğin bilincine varmamızı istiyor
aynı zamanda ülkemizin uluslararası bir yarış alanı
olmaktan kurtarılması gerektiğini savunuyordu.
Atatürk, bir yandan bu doğrultuda çaba harcarken
öte yandan da geleceğin arkeologlarını yetiştirmek
için büyük bir çalışma içine girmiş bulunuyordu.
Onun Avrupa’ya gönderdiği öğrenciler, gerçek anlamda bir Türk arkeolojisinin kurucusu oldular. Bugün uluslararası düzeyde onlarca arkeoloğumuzun
bulunduğunu unutmamak gerekir. Ülkemizin yer
altı zenginliklerinin ortaya çıkmasını ve dünyaya
tanıtılmasını bu arkeologlarımıza borçluyuz. Yabancı arkeologların bu alandaki çabalarını yadsımıyor
ve takdir ediyoruz. Ancak arkeoloji, Cumhuriyet
döneminde bir yarış ve bir rekabet alanı olmaktan
çıkmış, yerini karşılıklı anlayışa dayanan bir iş
birliğine bırakmıştır.
Ben, fakültemizce yürütülen kazılardan ikisiyle
yıllardan beri yakından ilgilenirim. İlki Milas’taki
Menteşeoğulları’nın başkenti Beçin’de yapılan kazıdır. Öteki de Eski Foça kazıları… Beçin’de Prof. Dr.
Rahmi Hüseyin Ünal’ın başkanlığında yürütülen bu
kazıda, onun bilinçli, disiplinli ve titiz çalışmalarına
tanık oldum. Kitabeler, mezartaşları konusunda
derin bilgisiyle Öğr. Gör. Aydoğan Demir’in, eski
sikkeler üzerinde genç yaşta uzmanlaşan Gültekin
Teoman’ın katkıları, bu eski başkentin tarihsel ve
kültürel varlığına yepyeni açılımlar sağladı. Yazın
sıcakta, güneş altında çalışan öğrencilerin, işçilerin
emeğini de elbette dile getirmek gerekir. Kazıya
katılan öğrencilerle paylaştığımız yemek ve çay
saatlerini unutamam…
aia kazısı
Bütün bu çalışmalar sürecinde ortaya çıkan
cami, han, hamam, zaviye gibi eserler, mezartaşları
ve sikkeler, İbni Battuta’nın XIV. yüzyılda, Evliya
Çelebi’nin XVII. yüzyılda ziyaret ettikleri Beçin’i
günümüze taşıdı. Yine bu çalışmalar sırasında
birkaç yıl önce bulunan binlerce sikke, yakın bir
zamanda ortaya çıkacak bilimsel bir yayının temelini oluşturacaktır. Bütün bu verilerden, Menteşe
tarihinin büyük araştırıcısı rahmetli Prof. Paul
Wittek’in, yaşamış olsaydı ne kadar büyük mutluluk
duyacağını tahmin etmek zor değil…
Beçin, Beylikler döneminde geniş bir alana
yayılmış kalabalık bir kentti. Osmanlı’nın ilk
zamanlarında, hatta XVI. yüzyılda bile bu özelliğini
koruyordu. Fakat giderek bu özelliğini yitirdi ve
tamamen metruk bir hale geldi. Kazı alanının
meskûn olmaması çalışmalar açısından olumludur.
Çünkü bu durum olası sorunları ve sürtüşmeleri
ortadan kaldırır. Oysa yerleşim alanlarında kazı
yapmak yığınla sorunun ortaya çıkmasına yol açar.
Eski Foça bu tür kazı alanlarından biridir.
Bu kazı alanına gelince; ben Eski Foça’nın
Osmanlı dönemi tarihini araştırıyorum. O yüzden
buraya daha sık gidip geliyorum. Prof. Dr. Ömer
Özyiğit başkanlığında 1989 yılından beri yürütülen Phokaia kazıları, bu eski İyonya kentinin
pek çok bilinmeyen öğelerini gün ışığına
çıkardı. Buradaki kazılar ilkin 1913 – 1914 ve
1920 yıllarında Fransız arkeolog Felix Sartiaux
tarafından yönetildi. Daha sonra Ord. Prof. Dr.
Ekrem Akurgal Eski Foça’da kazılara başladı.
Akurgal, Athena tapınağının yerini doğru olarak belirleyebildi. Fakat buradaki kazılar, Prof.
Özyiğit’in çalışmalarıyla yepyeni bir anlam ve
içerik kazandı. Prof. Özyiğit kentin çeşitli yerlerinde
yaptığı kazılarla Foça’nın antik dönemde büyük bir
seramik üretim merkezi olduğunu gösterdi. Kentin
antik tiyatrosunun yeri ilk kez keşfedildi. Antik
tiyatronun Anadolu’daki en eski taş tiyatro binası
olduğu anlaşıldı. Tiyatro M.Ö. 340 – 330 yıllarına
tarihlendi.
Athena tapınağında bulunan grifonlar ve protonlar, bu alanda yürütülen çalışmaların en verimli
buluşları olarak görülmektedir. Ancak tapınaktaki
çalışmalar sınırlıdır. Çünkü, Athena tapınağının
üstünde okul binası yükselmektedir. Bu bakımdan
tapınak halen toprak altındadır.
Öte yandan, Herodotos’un sözünü ettiği duvar
da açığa çıkarılan eserler arasındadır. Foça’nın
7 km doğusundaki Pers mezar anıtının da çevre
düzenlemesi yapılmış ve ziyaret edilebilir konuma
getirilmiştir. Foça’nın içinde bulunan Bizans
nekropolü kentin sürekliliğini kanıtlayan önemli
bir buluştur.
Antik dönem kalıntılarının yanında sonradan yapılan eserler, Foça’nın zengin tarihinin
sürekliliğini ortaya koymaktadır. Kuruluşu antik
döneme kadar uzanan Roma, Bizans, Ceneviz ve
Edebiyat Fakültesi tarafından
yürütülen diğer kazılar
Aydın
Kadıkalesi (Anaia) Aydın
İlyas Bey Külliyesi
Balıkesir Antandros
Denizli Beycesultan
Denizli Kale-i Tavas (Tabae)
Denizli Tripolis
Diyarbakır Kavuşan
İzmir
Yeşilova
İzmir
Klaros
İzmir
Yakaköy Mezarlığı
Manisa Aigai
Siirt
Başur
Siirt
Çattepe
Van
Ayanis
Osmanlı dönemindeki onarımlarla bu güne kadar
gelen kent surları bunun en önemli kanıtıdır.
Prof. Özyiğit’in, bu onarımların hangi döneme
ait olduklarını belirlemek için gösterdiği çabalar
her türlü takdirin üstündedir. Foça’da Fatih Sultan
Mehmet, Kayalar camileriyle Hafız Süleyman Ağa
Mescidi, rıhtım başlıca Osmanlı eserleri olarak
görülmektedir. Yanlış olarak Venedik Kalesi olarak
bilinen Osmanlı kalesinin yıkıntılarını da göz
önünde bulundurmak gerekir. Yine bir Osmanlı
hamamını da bunlara eklemek gerekir. Fakat asıl
sorun, Osmanlı mezarlığının temizlenmesi ve
kitabeleriyle bir bütün olarak ele alınması, ortaya
çıkarılmasıdır. Bu alanda da çalışmalar başlamıştır.
Foça, Yeni Foça ile birlikte ortaçağda önemli bir
şap üretim merkezi olarak görülmektedir. Her iki
Foça’nın şap madenlerini Cenevizliler işletiyor ve
bundan olağanüstü kazançlar elde ediyorlardı.
Ceneviz egemenliği 1455’te sona erdi. Ancak şap
üretimi bir süre daha devam etti. Şap, İtalya’daki
dokumacılığın en önemli girdilerinden biriydi. İşte
burada yapılan arkeolojik kazılar Eski Foça’yı bir çok
özellikleriyle günümüze taşımıştır.
Menteşeoğulları Başkenti Beçin
Prof. Dr. Zeynep Mercangöz
Yrd. Doç. Dr. Yekta Demiralp
Yrd. Doç. Dr. Şakir Çakmak
Doç. Dr. Gürcan Polat
Yrd. Doç. Dr. Eşref Abay
Prof. Dr. Bozkurt Ersoy
Yrd. Doç. Dr. Aytekin Erdoğan
Doç. Dr. Gülriz Kozbe
Yrd. Doç. Dr. Zafer Derin
Prof. Dr. Nuran Şahin
Yrd. Doç.Dr. Ertan Daş
Prof. Dr. Ersin Doğer
Yrd. Doç. Dr. Haluk Sağlamtimur
Yrd. Doç. Dr. Haluk Sağlamtimur
Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu
37
Toplumla paylaştıkça artan
başarının mimarı…
SÖYLEŞİ ve FOTOĞRAF:
Demet ALTUNTAŞ
Ali İhsan MİMTAŞ
Ege Üniversitesi tarafından Salih İşgören’e Üstün Hizmet Madalyası verilmesi konusunda, Prof. Dr. Haluk Baylas ve Prof. Dr. İnan Soydan
ile birlikte aynı komisyonda yer alan Prof. Dr. Nuri Bilgin, Egeden’e
şunları söyledi:
“Her toplumda, insanların izlemesi için işaretlenmiş ve pek çoğumuzun çocuklarına öğütlediği, herkesin geçtiği emin ve güvenli yollar
vardır. Bu yollardan en yaygını, sadece bugün değil, gelecekte de refah içinde yaşamak için, kazandıklarını biriktirmek ve ölünceye kadar
muhafaza etmektir. Kendisi ve ailesi için garantili, risksiz bir gelecek
arzusu, hiç kuşkusuz hemen herkes için anlaşılır insani bir duygudur.
Fakat bu duygu, insanı, ihtiyat ve tedbirle davranmaya, sadece kendi
dünyasında var olmaya, küçük bir dünyada yaşamaya götürür. Benlik
kaygısı üstüne merkezlenmiş böyle bir hayat, toplum için bir model
olamaz. Toplumda herhangi kalıcı bir iz bırakmadan, döşenmiş raylar
üzerinde akıp giden hayatlarla dolu dünyamız. Kimseyi fark etmediği
gibi kimse tarafından da fark edilmeyen insanların ben merkezli sıradan hayatlarıdır bunlar.
Ama dünyamıza nadir de olsa, düz yolda ve iniş aşağı yürümek
yerine ter dökerek ‘kendi yokuşunu izleyen’, başkalarının dertlerine ve
acılarına, yokluklarına ve yoksunluklarına duyarlı Salih İşgören gibi
insanlar da geliyor.
Salih Bey, eğitim, sağlık ve kültür alanlarındaki hizmet ve katkıları
ile örnek bir insan olmuştur. Eşi ile birlikte, kazandıklarını, pek çok
zenginin yaptığı gibi lüks bir hayat yolunda harcamak yerine, başkalarıyla, daha doğrusu bizlerle paylaşma yolunu seçmiştir. Zenginliklerin nasıl kullanılacağı konusunda parmakla gösterilecek bir model
olan Salih İşgören, İzmir’e damgasını vuran hizmet ve eserleriyle, hiç
kuşkusuz kolektif hafızamızda yerini alacaktır…”
38
“İ
zmirli hayırsever işadamı”…
İzmirlilerin böyle bildiği Salih
İşgören, telefonla kendisine
ilettiğimiz röportaj talebimize hemen
olumlu cevap verdi. Biz “Ne zaman uygunsunuz?” diye sorunca, “Bu öğleden
sonra olur mu?” sorusuyla karşılaştık
ve yoğun gündeminin arasında bize
zaman ayıran Sayın İşgören ile sıcak bir
yaz gününde, Alsancak’taki evinde yaşamından, başarılarından ve aşkından
bahsettik. Röportaj bittiğinde evden,
82 yaşındaki “Salih Baba”nın içten,
kararlı, çalışkan, hiçbir işi ertelemeyen,
sonuç odaklı kişiliğinden etkilenmiş
olarak çıktık.
İzmir’in ve Türkiye’nin en başarılı
işadamlarından birisiniz. Özellikle
yaptığınız bağışlarla, hayır işleriyle
tanınıyorsunuz. Biz bu başarı öyküsünün sırrını öğrenmek istiyoruz…
Ailem, Yunanistan’ın Midilli
Adası’ndan gelip İzmir’e yerleşmiş.
Altı kardeşiz. Ben İzmir’de dünyaya
geldim. Zengin bir aileden gelmeme
rağmen ben altı yaşındayken babamın iflas etmesiyle çok zor günler
yaşamaya başladık. Yakınlarımızın
desteği sayesinde geçimimizi sağlıyorduk. Okula giderken Yeni Hayat
gazetesi vardı. Onu arkadaşlarıma
satardım. Öğretmenim;” Senin kafan
ticarete çok yatkın, ticarete yönelmelisin” diyerek beni ticaretle uğraşmaya
teşvik etti. 16-17 yaşlarında Milas’a
gider, meyve bahçelerinin ürününe
ortak olur, ürünleri İstanbul’a pazarlardık. O zamanlar Karşıyaka’nın
çileği çok meşhurdu. Karşıyaka’dan
aldığımız çileği İstanbul’da, oradan
aldığımız çiroz balığını da İzmir’de
satardık. Giderek iyi kazanmaya
başladım. Kazandıklarımı da biriktiriyordum; çünkü para kuş gibidir,
gevşek tutarsan uçar, çok sıkarsan
ölür. Ticarette parayı bin lira yapmak
çok zordur; fakat bin liradan sonra
çabucak büyür. Parayı kazanmak
kadar tutmak da önemlidir. Bugünkü
servetim aslında bedensel çalışmakla
değil, yaptığım yatırımlarla oluştu.
Yatırım yaparken sermaye kendinin
olursa işlerinin büyümesi daha kolay
olur. En son olarak da Tofaş’ın 55 sene
Ford kamyonlarını sattım.
“Ben fakir babasıyım”
Altı yaşına kadar zengin yaşadım
ama sonra aç kaldım. Babama çok
kızardık bize hazır bırakmadın diye.
Bıraksaydı biz de hazıra alışırdık.
Oysa iyi ki açlığı parasızlığı yaşadık.
Yani ben fakir babasıyım. Şimdi 82
yaşındayım.. O yıllarda Atatürk reis-i
cumhurdu..
Her girişimci sizin kadar başarılı
olamıyor. İş ve özel yaşamınızda sizi
başarılı kılan prensipler nelerdir?
Dürüstlük şart. Seni kandıran
birine ikinci sefer kanmazsın. Dürüst
olursam sen bana güvenirsin, ihtiyacını gelir benden alırsın, sözüme inanırsın. “Araba alacaksam Salih Baba’ya
gidelim, dürüst adam kandırmaz bizi”
derlerdi. Hem dürüst hem çalışkan
olursan ve işini seversen kazanırsın.
Ayrıca ne iş yaparsan yap işinin başında olacaksın. Çok yayılmayacaksın.
Çok dağılmayacaksın. Çok hırslı da
olmayacaksın.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin pek çok birimine destek veren İşgören,
bu kapsamda gerçekleştirilen protokol törenlerinden birinde.
Yaptığınız bütün çalışmalarda,
temel amacınız neydi? Gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var
mıydı?
Gençliğimde hayalim para kazanmak ve zengin olmaktı. Daha sonra
hayır yapma işini rahmetli karıcığım
aşıladı. Bu hayırlardan sonra bütün
işlerim su gibi akıp gitti.
Böylece para kazanıp, bu parayla
kazandığım toprağın insanına hizmet
etmek amacıyla çalıştım.
Nevvar Hanım’ın hayır işlerinde en
büyük destekçiniz olduğunu biliyoruz. Kendisinin nasıl bir yaklaşımı
vardı?
Ben Tofaş’ ın baş bayisiyken
Nevvar Hanım o zamanın Valisi Vecdi
Gönül’ den, bir okula ihtiyaç olduğunu duymuş, bana “ Okul yaptırırsan
sermayen azalır mı?“ diye sordu; ben
“ Hayır azalmaz .“ deyince, “Hayır
yaparsan Allah daha çok verir.” diyerek
beni teşvik etti. İlk yaptırdığım okul
Salih İşgören İlköğretim Okulu’dur.
O okulu yaptırırken geceler boyunca
çalıştık. Gerçekten de eşimin dediği gibi, hayra başladım, sermayem
bozulmadı, Allah daha çok iş verdi,
ben daha çok kazandım ve daha çok
bağış yapmaya başladım. Eşim, bir iş
bitmeden diğer hayır işine başlamak
isterdi. Eşimin kendisinde olan ve
bende de oluşturduğu hayır yapma
aşkı hiç bitmedi. Sevgili eşimi kaybetmemle birlikte, vücudumun yarısı da
gitti. Onun şu an cennette olduğuna
inanıyorum; çünkü bu kadar hayırsever biri ancak cennette olabilir.
Sizce, diğer işadamlarının veya yüksek gelirli kişilerin de böyle şeyler
yapması gerekmiyor mu?
Herkesin imkanları nispetinde
toplum için bir şeyler yapması gerekiyor. Kültürü varsa kültüründen, parası
varsa parasından, parası yoksa emeğinden... İmkanları nispetinde herkes
bu devlete, bu millete borcunu ifa
etmeli. Bu bir sorumluluk. Bir insanın
parası varsa bir hayır yapmalı. İlla ki
hastane yapmak zorunda değil ama
küçük bir şey de olsa yapabileceğini
yapmalı.
Genelde sağlık ve eğitim konularında bağışlar yapıyorsunuz.
Şimdi bakın bir memleketin
kalkınması için eğitimle sağlık şart.
Eğitimin olmaz sağlığın olursa katil
olursun, hırsız olursun… Sağlığın
39
olmaz eğitimin olursa çalışamazsın,
faydalı olamazsın. İkisi çok önemli.
Eğitimli sağlıklı bir cemiyet iyi çalışır
ve yükselir. Bu arada ihtiyarlarımıza
da sahip çıkmalıyız. İki huzurevi yaptık. Bir de alzaymır hastaları için bir
merkez yapacağız. Gençlerimize ve
yaşlılarımıza sahip çıkmalıyız.
Türkiye’nin en güzel şehirlerinden
biri. Mesela İnciraltı, Narlıdere muhitlerini, kıyı şeridini ve Urla’yı hep
sevdim. Çeşme çok güzel ama son
zamanlarda çok kalabalıklaştı.
İzmir’deki üniversitelerde, özellikle
üniversite hastanelerinde de büyük
katkılarınız var. En son Ege Üniversitesi ile ilgili çalışmalarınızı anlatır
mısınız?
En son organ naklini yaptık. Şimdi
de İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nın
beşinci katında kanser hastanesine
başladık. Ege Üniversitesi’nin çalışmalarını çok iyi görüyorum. Baş iyi
olunca her şey iyi olur. Kısa zamanda
iki iyi şey kazandırıyoruz Ege Üniversitesi yönetimiyle birlikte. Dokuz Eylül
Üniversitesi’ne de çocuk ve doğum
hastanesi yapacağız önümüzdeki
dönemde.
Salih İşgören gününü nasıl geçirir?
Gündelik yaşamınızdan biraz bahseder misiniz?
Tabiatı severim. İnsanları severim.
Yaptığım yardımları takip ederim,
okullara giderim, çocukları gördükçe
canlanıyorum. Dışarıda gezerken,
okullarımdan mezun olan biriyle
karşılaşmak beni çok mutlu ediyor.
Bir gün arkadaşımla dışarıda yemek
yerken garson, elinde bir şişe şampanyayla geldi ve arka masadan bir
öğrencimin gönderdiğini söyledi.
Hemen gidip tanıştım, 25- 26 yaşında
bir avukattı,” Salih Amca ben sizin
okulunuzdan mezunum” dediğinde
çok duygulanmıştım. Yardım isteniyorsa, ilgili yere gidip tetkik ediyorum.
Medyayı takip ediyorum. Her gün iki
gazete alırım. Televizyonu çok izlerim.
Dünya gidişatını takip ederim. Dünyayı iyi takip etmek lazım. Yaşantına,
parana ona göre yön vereceksin.
Neden İzmir’de yaşamayı seçtiniz?
Ben İzmir’de doğdum. Beni bu
hale getiren İzmir halkıdır. Ben de
kazandıklarımı onlarla paylaşıyorum.
İzmir’i seviyorum, halkını seviyorum, memleketimi seviyorum. İzmir
“Dünya gidişatını takip
etmek lazım.”
Türkiye’deki ekonomik gidişatı nasıl
görüyorsunuz?
2000 yılında biz büyük bir ekonomik kriz yaşadık, darbe aldık. Bu
sebeple kriz konusunda tecrübeliyiz.
Son krizden ötürü pek çok Avrupa
ülkesi bizden daha kötü durumda. Biz
artık büyüdük. Türkiye’nin gidişatını
iyi görüyorum.
Ne tür müzik dinlersiniz?
Türk sanat müziğini çok severim.
Pop müziğini iyi bulmuyorum. “Nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatımı”… Sözlere bak... Mesela
Abdülhamit yazmış vefat eden eşine
“Aç kollarını aç ben geldim”… (Duygulanıyor, bir süre söyleşiye ara veriyoruz). Eski şarkıcıların hepsi güzeldir.
Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses..
Şimdi güzel sesli kadınlar pek az.. Yeni
yetişen pek yok. Neden yok? Görünüşü güzel olanı meşhur ediyorlar.
Son olarak gençlere tavsiyelerinizi
alabilir miyiz?
Gençler öncelikle sevdikleri işi
yapmaları gerektiğini bilmeli. Ben ticareti sevmeseydim bu kadar başarılı
olamazdım. Bunun yanı sıra dürüst ve
çalışkan olmalılar.
Salih İşgören’e 1997 yılında üstün hizmetlerinden
dolayı dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından bir teşekkür plaketi verildi.
40
Doğa sporcuları her mevsim
çalışıyor
HAZIRLAYAN:
Duygu ÖZTÜRK
EYLÜL 2009
41
Ü
niversitemiz bünyesinde
Sağlık, Kültür ve Spor Daire
Başkanlığı çatısı altında
farklı konularda çalışmalar yürüten
70 öğrenci topluluğu bulunuyor.
Tiyatrodan resme, arkeolojiden su altı
rugby’sine pek çok alanda çalışmalar
yapıyorlar. Eğitim yılında öğrencilerin
bir arada olması nedeniyle hemen
hepsi faaliyetlerini ekim – haziran ayları arasında sürdürürken bazıları da
var ki gerçekleştirecekleri faaliyetlerde hava koşullarının etkisi nedeniyle
yazın da çalışmalarını sürdürüyorlar.
Bu topluluklar disiplin ve adrenalinin
bir arada hissedildiği doğa sporları
toplulukları…
Doğa ve Dağcılık, Havacılık, Kaya
Tırmanışı ve Mağaracılık toplulukları,
üyelerine daha iyi eğitimler vermek
ve alanlarına uygun faaliyetleri
gerçekleştirebilmek üzere yazın da
çalışmalarını sürdürüyor.
Bu topluluklara üye olan tüm öğrenciler, öncelikle sıkı teorik eğitimlerden geçiriliyor. Bu eğitimlerin sonunda sınava tabi tutulan öğrenciler, eğer
başarılı olurlarsa pratik eğitimlere
başlayabiliyorlar. Pratik eğitimlerde
de başarı gösteren ve deneyim kazanan üyeler topluluklara göre değişik
zamanlarda ortalama 2 yıllık deneyimin sonunda yardımcı eğitmen ve
eğitmen düzeyine ulaşabiliyor. Bu
işleyiş, toplulukların, eğitimlerin ve
faaliyetlerin sürekliliğini sağlıyor.
Daha çok adrenalini sevenlerin başvuruda bulunduğu bu topluluklarda
disiplin ve eğitimlerin yanı sıra takım
çalışması ve üyeler arası güven de
büyük önem taşıyan unsurlar. Bunlar
riskleri olan sporlar olduğu için bu
sporun üyelerin kişilikleriyle örtüşmesi gerekiyor. Eğitim süreci her ne kadar ilk başta üyelerin gözünü korkutsa da, adrenalinin ve doğayla başbaşa
olmanın keyfine bir kez varanlar bu
uğraşlardan vazgeçemiyor.
8 ayda 23 tırmanış
Tüm topluluklarda olduğu gibi
Doğa ve Dağcılık Topluluğu’nda
(DODAK) da temel amaç topluluğu
önceki yıllarda olduğundan daha
ileri seviyelere taşımak. Gerek nitelik,
gerekse nicelik olarak tırmanış sayısını
artırmak ve çıtayı daha da yükseltmek. Bu konuda DODAK, geçen
42
Uçma aşkı gerçeğe
dönüyor
eğitim yılında Türkiye’de daha önce
hiçbir üniversite topluluğu tarafından
yapılamayanı başardı ve sekiz ayda
23 yüksek irtifa tırmanışını, başarı
hikayelerine dönüştürdü.
Tırmanışlar haricinde her hafta
sonu doğa yürüyüşleri gerçekleştiriyor. İlk dönem ve ikinci dönem
toplam 20’nin üzerinde doğa gezisi
yapıyor. Üstelik bu doğa gezileri tüm
öğrencilere açık, sadece dağcılıkla
ilgilenenlerin değil tüm öğrencilerin
katılabileceği geziler oluyor. Bunlar
doğa ve dağcılığı sevdirmeye yönelik
etkinlikler. Bu geziler, dağcılık eğitimi
vermekten ziyade piknik yürüyüş gibi
sosyalleşme imkanı sağlıyor. Doğa yürüyüşleri, kampçılık, kaya tırmanışı bu
alanların hepsi dağcılık için de gerekli
oluyor. Bu nedenle üyeler hepsini
öğreniyor, deneyimliyor. DODAK, ilk
pratik eğitimlerini Mahmut Dağ’da
ya da Bozdağ’da veriyor. İlerleyen zamanlarda kış eğitimlerini Uludağ’da,
ilk yüksek irtifa eğitimlerini Aksaray
Hasandağ’da veriyor. Bunun hemen
ardından İzmir’de Kaynaklar ve
Örnekköy’de kaya tırmanış eğitimleri
veriliyor. Tüm eğitimleri bitirdikten
sonra yaz döneminde de Aladağlar’a
gidiliyor. Bu yaz tırmanışı, tüm eğitimlerin ardından 3 bin metre üzerindeki
ilk tırmanış olması, 15 günlük bir
süreyi kapsaması ve uzun süreli kamp
eğitimi ve deneyimini de kapsaması
nedeniyle önem taşıyor. Tüm bu sü-
recin sonunda DODAK’a yeni katılmış
olan üyeler gelişim ekibi olarak adlandırılıyor, aktif üye olmaya ve tırmanıcı
ekibin gerçekleştirdiği faaliyetlere
katılmaya hak kazanıyorlar.
Bu yaz da Aladağlar’da bir tımanış
gerçekleştiren DODAK, bunun yanında Uludağ’ın teknik tırmanış rotalarına da gitti ve orada da antrenman
yaptı. Topluluğun yaklaşık 3 yıldır
başkanlığını yürüten Engin Pekmezekmek, dağcılığın kendi hayatına
çok olumlu etkileri olduğunu belirtiyor. Pekmezekmek şunları söylüyor:
“Ben 24 yaşıma yeni girdim. Fakat
dağcılık sayesinde Türkiye’nin hemen
her yerini gördüm. Çünkü Türkiye’nin
her yerinde mutlaka bir dağ var. Dolayısıyla ülkemizin hemen her köşesine
ayak basıyoruz. Gittiğimiz zaman
orada sadece tırmanış yapıp dönmüyoruz. O bölgedeki tarihi yerleri
de geziyoruz, elimizden geldiğince
sosyal sorumluluk anlamında da işler
yapıyoruz.
Örneğin, tırmanış için gittiğimiz
bölgelerin civar köylerine de yardım
götürüyoruz. Üyelerimiz kendi bütçelerinin el verdiği ölçüde özellikle
çocuklar için kitap, defter, kalem,
giyecek gibi malzemeler götürmeye
çaba sarfediyorlar. Tüm bunlar, insana
genç yaşta birçok kimsenin yaşayamayacağı tecrübeleri kazandırıyor.
Günlük yaşantınızda biriyle sohbet
ettiğinizde çok fazla farkınız olduğunuzu görüyorsunuz”.
Uçmak birçok insanın hayali...
Havacılık Topluluğu Yamaç Paraşütü Takımı (EHAVK) da bu hayali biraz
olsun gerçekleştirmeye çalışıyor.
EHAVK bünyesinde ilk sene yamaç
paraşütünün başlangıç eğitimini
veriyor. Hava trafik kuralları, malzeme
bilgisi, meteoroloji ve aerodinamik
olmak üzere 4 temel teorik ders veriliyor. Hızlandırılmış olarak bu eğitimleri
alan öğrenciler, kısa bir süre içinde bu
derslerden sınava tabi tutuluyor.
Uçmak hayaliyle topluluğa başvuruda bulunanların sayısı dönem
başında yaklaşık 350-400 civarında
oluyor. Teorik sınavı geçenler pratik sınava girmeye hak kazanıyor. Bu sınavla sayı yaklaşık 100 civarına düşmüş
oluyor. Pratik sınav ise; derslerde çim
saha üzerinde öğretilen kuşanma,
malzeme tanıma, refleks kontrolünü
kapsıyor. Pratik sınavın sonucunda
ise yaklaşık 40 kişi başlangıç eğitimi
almak üzere kulübe kabul ediliyor. Bu
sayı kulüpte başlangıç seviyesindeki
öğrencileri oluşturuyor.
Başlangıç seviyesindeki öğrenciler
her hafta sonu Kemalpaşa Akalan’a
gidiyor. Burada yer çalışmalarına
başladıklarını ifade eden topluluk
eğitmenlerinden Hakan Öksüz,
şunları anlatıyor: “Yer eğitimi grubun
performansına bağlı olarak 4 – 6 hafta
arasında değişiyor. Buradaki eğitimlerin ardından ekibimizi başlangıç
tepesine yani Ödemiş’e götürüyoruz.
Eğimi yaklaşık 60 – 70 metre olan
bu tepeden, öğrencilerimiz telsiz
komutlarının yardımıyla ilk uçuşlarını
gerçekleştiriyorlar. Her öğrencinin
dönem içinde yaklaşık 10 uçuş gerçekleştirmesinden sonra yıl sonunda
Fethiye’deki kampımıza gidiyoruz.
Böylelikle öğrencilerimiz bin 700
metre yükseklikteki Babadağ’dan ilk
yüksek irtifa uçuşlarını gerçekleştirmiş oluyorlar. Bu uçuş yaklaşık yarım
saat boyunca deniz üstünde devam
ediyor. Tüm bu faaliyetlerin sonunda
üyelerimizin başlangıç eğitimleri son
buluyor.”
Yağmurlu havalar haricinde birçok
hava koşulunda uçmak mümkün.
Bu sporda aynı zamanda rüzgar da
önemli bir faktör. Rüzgarın çok sert
olmaması gerekiyor. Yaz aylarında
ise termal oluşumlar sebebiyle yer
şekillerinden ısınıp kopan ve yükselen
hava akımlarını kullanarak Cross uçuş
adı verilen uçuşlar gerçekleştirilebiliyor. Bu teknikle uzun mesafeli uçuşlar
gerçekleştirmek mümkün olduğunu söyleyen Öksüz, bu sene uzun
yıllardır hayal ettikleri Manisa –Ege
Üniversitesi arasında uçma planını
topluluktan 2 kişinin gerçekleştirdiğini belirtiyor. Bu mesafe 25 – 30 kmlik
bir rota olduğu için büyük bir önem
taşıyor.
öğrencilere ileri tırmanış eğitimi veriliyor. Antalya, sportif kaya tırmanışı
gerçekleştirebilmek için büyük bir
sektör. Kaya yapısı bu spora çok elverişli. Tırmanışın ilerlemesi açısından
da çok uygun. Üstelik sadece ülkemizde değil, dünya genelinde tüm tırmanıcıların tercih ettiği bir yer. Bu sayede
EKATT üyeleri yurtdışından gelen bir
çok yabancı tırmanışçıyla da tanışma
fırsatı bulduğu gibi, Türkiye’den de
kampa katılan ileri seviyede tırmanıcılarla sürekli beraber olabiliyor.
Daha az risk
EKATT Yönetim Kurulu Üyesi
Erhan Çetinkaya, bilinenin aksine
yaz sıcağında güneş altında tırmanış
gerçekleştirmenin çok zor olduğunu
şöyle anlatıyor: “Sıcakta çıplak elle
yola hakim olmak imkansızlaşıyor.
Dolayısıyla gölgelik alana ihtiyaç
duyuyoruz. Gölgelik alanları takip etmek durumundayız. Bu nedenle kaya
tırmanışının en iyi yapıldığı aylar mart
sonraları yani yaz aylarının başı. Bahar
aylarında güneşin ve soğuğun sizi
rahatsız etmeyeceği aylar, en uygun
tırmanış zamanlarıdır. Kış aylarında
çok fazla çalışma yürütemediğimiz
için Ege Üniversitesi’nden kampüs
içinde yer alacak bir tırmanış duvarı
talep ettik. Şu anda proje aşamasında.
Bu duvar geldikten sonra iki dönem
boyunca kayıt alabileceğiz. Yani iki
dönem boyunca eğitimlerimiz ve
çalışmalarımız devam edebilecek. Her
şeye rağmen yaz aylarında da çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Hemen her
hafta sonu Kaynaklar’da tırmanıyoruz.
”Her sene yaklaşık 60 – 70 üyeyle
birlikteyken geçen eğitim yılında 140
Sportif kaya tırmanışı dünyada
da yeni yeni tanınan, yaygınlaşan
bir spor. Kaya yüzeyine çakılı boltlar
üzerinde tırmanışlarımızı gerçekleştiriyoruz. Dağcılıktan daha az riski var
ama etap bakımından bakıldığında
dağcılıktan daha zor. Kaya tırmanışı,
bedenen ve ruhen sürekli ilerleme
arzusuyla yapılan bir spor. Bu spora
başlayanlar bulmaca severler gibi,
sürekli daha ilerisini daha zorunu çözmek istiyor. Sportif Kaya Tırmanışı
Topluluğu (EKATT) işe öncelikle 6
haftayı kapsayan teorik eğitimle başlıyor. İlk pratik eğitimleri Karşıyaka’da
Örnekköy’de, sonraki tırmanışlarımızı da Kaynaklar’da veriyor. Her yıl
özellikle 19 Mayıs’ta hem Gençlik
ve Spor Bayramı dolayısıyla hem de
genel teorik ve pratik derslerimizin
sona ermesi sebebiyle Antalya’ya
kampa gidiyor ve orada yeni üyelerle
10 günlük bir kamp gerçekleştiriyor.
Tüm eğitimlerin ve kampın sonunda
topluluğumuza devam etmek isteyen
43
Ayfer TUNÇ
civarında üyeyle birlikte çalıştıklarını
belirten Çetinkaya, şunları ekliyor:
“Tabii bu sayıyla Antalya’daki kampa
katılmamız imkansız. Bu yılki kampa
40 kişilik bir ekiple katıldık. 40 kişiyle
bile o koşullarda birlikte hareket
etmek bir hayli zor oldu, ama bir o
kadar da keyif aldık. Tırmanış bir ekip
çalışmasıdır. Tırmanırken yalnızca
kendinizi düşünemezsiniz. Etik çerçeveye daima uymak zorundasınız. Gerek doğayla gerek diğer kullanıcılarla
olan ilişkilerde bu ilkeler göz önünde
bulundurulmalı. Bizim EKATT olarak
temel prensibimiz tırmanış bölgesine
götürdüğümüzden daha fazla çöp
getirmek. Özellikle bunu gerçekleştirebilmek için çok çaba sarf ediyoruz.”
Derinlerde keşif
Yeryüzünde ayak basılmamış çok
az yer var. Mağaralar da bunlardan
biri. Ve bu gizem, bu sporu cazip
kılıyor. Bilinmeyen yerleri keşfetme
ve merak duygusu öğrencilerin bu
spora yönelmesini sağlıyor.
Mağara Araştırma Topluluğu
(EMAK), doğayla pek iç içe olmamış,
yaşamı özellikle büyük şehirlerde geçmiş kişileri öncelikle doğa
yürüyüşleri gibi faaliyetlerle doğaya
alıştırıyor. Ayrıca mağaralar kapalı
mekanlar. Bu denli kapalı mekanlara
birdenbire adapte olmak zor olduğu
için ilk etapta kanyon yürüyüşleri yapılarak üyelerin bu kapalılık hissine,
bu farklı atmosfere ayak uydurmaları sağlanmaya çalışılıyor. Herkes
bu zorlu sporun temposuna ayak
uyduramayabiliyor. Mağaracılıkta
44
da teknik bilginin yanı sıra en önemli
nokta ekip ruhu. Yardımlaşma ve saygı çok önemli. Mağara içinde, herkes
birbirine güvenmek durumunda.Yeni
üyelere, yatay mağaralarda yapılan
yürüyüşlerin ardından SRT (single
rope technicque) - Tek İp Tekniği adını
taşıyan eğitim veriliyor. Bu yolla üyeler dikey mağaralara alışabilmek için
tek iple açık alanda iniş ve çıkış pratiği
yapıyorlar. Bu eğitimi geçemeyen kişi
mağaracı olamıyor. Çünkü mağaracılık bir iple derinlere inmek ve aynı iple
yukarı çıkmak becerisini gerektiriyor.
Bütün bu teorik ve pratik eğitimlerden sonra, dikey mağaralara giriş
başlıyor ve mağaraların derinliği zamanla artıyor. EMAK üyeleri, derinliği
30-60 metre arasında değişen inişler
yapıyor. Tüm eğitimlerin ardından yıl
sonunda topluluk en fazla 10 kişiyle
yoluna devam ediyor.
EMAK Başkanı Betül Seyhan
coğrafi olarak Toroslar - Antalya
bölgesinin bu spor için çok elverişli
olduğunu belirtiyor. Bölgenin karstik
bir yapıya sahip olması nedeniyle bünyesinde çok sayıda mağara
bulundurduğunu ifade eden Seyhan
şunları söylüyor: “Mağaracılığın temelinde araştırma faaliyetleri yatıyor.
Henüz bilinmeyen ve keşfedilmemiş
bir mağarayı bulup, haritasını çıkarıp
diğer tüm mağaracılara kazandırmak
için uğraşıyoruz. Bizden önceki EMAK
eğitmenleri, Manavgat’ta toplam 9
gün bir araştırma faaliyetinde bulun-
muşlar. Ayrıca spordan öte mağaraların korunması için de çalışıyoruz.
Türkiye’de bilinçsizce turizme açılan
birçok mağara var. Bunların korunması için diğer üniversite toplulukları
ve derneklerle bu bilincin yayılması
konusunda işbirliği yapıyoruz.
“Mağaralar suların toplandığı
önemli yerlerdir. Özellikle karların
erimesinden sonra tüm mağaralar su
çekiyor. Dolayısıyla kar ve yağmur suları, aktif mağaralara girmeyi elverişsiz
hale getiriyor. Bu nedenle yaz ayları
mağaracılık için çok uygun. Yıl içindeki eğitimlerin ardından yaz aylarını
daha yararlı geçirmek için EMAK üyeleri daha zorlu ve derin mağaralarda
inişler gerçekleştiriyor. Bu yaz Ödemiş
Ayvacık Mağarası’na gittiklerini söyleyen Seyhan, bu mağaranın aslında
bir subatan olduğunu anlattı. Seyhan
şunları söyledi: “Subatanlardaki su hareketliliği nedeniyle bu tür mağaralara
yaz aylarında girmeyi tercih ediyoruz.
Haritası çıkarılmış araştırması yapılmış
bir mağara Ayvacık. Ancak derinliği
yaklaşık 240 metre. Dolayısıyla bizim
için çok büyük bir deneyim oldu. Bu
tür mağaraların içine kamp kurmak da
mümkün. Bir mağaracı için mağaranın
sonuna varabilmek en önemli şeydir.
Bunu dağcıların zirveye ulaşmayı
hedeflemesi olarak düşünebiliriz. Mağaracıların da zirvesi mağaranın en dip
noktasına varabilmektir. Dolayısıyla
böylesi bir derinlikten yukarıya varabilmek için mağarada konaklamamız ve
dinlenmemiz gerekiyor”.
Kadın şehirler, erkek şehirler
İçinden gelip geçtiğim, arada bir ziyaret ettiğim veya yaşadığım şehirleri kişileştirmekten çok
hoşlanırım. Sanki bir toprak, bir yerleşim bölgesi ya
da en basitinden bir kavram değilmiş de, iyi kötü
tanıdığım bir insanmış gibi onlara türlü karakterler
yakıştırırım, huylar atfederim. Şehir dediğimiz
şey hemen herkesçe kabul edilen niteliklere sahip
bir arazi parçasından ibaret değildir çünkü; resmî
belgelere, sözlüklere ya da monografilere sığmaz.
Şehir, onu bir biçimde tanımış herkesin farklı
büyüklükte bir hatırasına yataklık eden, saydıklarımı kapsayıp aşan, sonuçta ruhumuza etki eden
bir organizmadır. Şehirlerimizin tarihi ile kendi
tarihimizin kesiştiği yerde özgeçmişimizden bir
parça oluşur, bize kimliğimizin bir unsurunu verir.
Bazı şehirlerin çılgın âşıkları olur. Ama tıpkı
hayattaki gerçek aşklar gibi fırtınalıdır bu ilişki.
Kimi zaman hızlı yaşanır, yenilgiyle biter, ardında
küskünlük, teessüf, hatta nefret bırakır. Bazılarının
aşkı bir dargın bir barışıktır. Öyle hayal kırıklıkları
yaşanır ki terk edilir, ama onsuz yaşanamaz; baş
önde, ders alınmış süklüm püklüm geri dönülür.
İstanbul, Ankara, İzmir gibi şanslı şehirlerin böyle
iflah olmaz aşıkları vardır. Elbette bütün şehirlerin
aşıkları vardır, onların arasında da çılgınlık çizgisini
aşanlar çoktur. Ama İstanbul, Ankara, İzmir aşıkları
saplantılıdır, onlarda mantık işlemez. Bence bu
üçü, Türkiye’nin üç büyük şehri oldukları için değil,
tarihlerinden gelen hususiyetlerini kendi zamanlarına katabildikleri için özel, sıra dışı şehirlerdir.
İstanbul’un aşığı İzmir’inkinden, Ankara’nınki her
ikisinden farklıdır ama, her biri diğerininkini hor
görür; sahici ve eşsiz olan kendi aşkıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, İstanbul’dan
ya nefret edilir ya da uğruna ölünecek bir kadın
gibi çılgınca sevilir. Ben de kendi aşkımın biricik
olduğuna inananlardanım, “rabbin bana bir nimeti
varsa o da” İstanbul’dur; canıma da okusa, iflahımı
da kesse benim için daima gül pembe dehendir.
Ama şehirlerle aşk tek taraflıdır, biz onun
aşkından ölüp biterken, o bizi umursamaz, kendi
zamanını ve düzenini yaşar.
Şehirlerin zihnimizde, kendi cinsiyetimizden
bağımsız, yaşadığımız aşkı etkilemeyen bir cinsiyeti
de vardır. “Biz” diyerek genellememeliyim belki
de. Ama şehirleri kişileştirenlerin çoğu gibi, ben de
onlara bir cinsiyet yakıştırırım. Böylece zihnimde
dolgun bir imge olarak şekillenirler, cinsiyetleri
karakterlerine etki eder. Tümüyle öznel bu kişileştirmeye ihtiyaç duyarım, çünkü bir şehri insanmış
gibi tahayyül etmek, ona insani nitelikler atfetmek,
şehirlerle ünsiyet peyda etme yollarımdan biridir.
Bir şehrin kadın ya da erkek olduğuna nasıl
karar veririm bilmiyorum, açıkçası pek de aydınlık
bir süreç değil bu. Şehrin, -gerçeğe uygun olup
olmamasıyla hiç ilgilenmediğim- mitolojisi,
bugününü yaşama biçimi, zamanın ağır ya da
canlı akışı, o şehre mahsus alışkanlıkların kişilerde
bıraktığı izler, eski hikayelerin günümüze kalan
tortusu, bugün yaşananların bize ulaşan coşkusu,
oralıların bilinçli-bilinçsiz aktardıkları, kısacası
şehrin bir anlamda soyut varlığını oluşturan şeyler
bir tür “aura”ya tekabül eder, böylece zihnimde
o şehre dair, ama tümüyle bana özgü bir halet-i
ruhiye oluşur; bütün bunlar bir araya gelerek o
şehri kadın veya erkek diye nitelememe yol açar.
Bazı şehirlerin cinsiyeti çok kişi için aynıdır.
Örneğin İzmir’i kime sorsak muhtemelen kadın
diyecektir. Benim için de İzmir ve İstanbul kadın,
Ankara erkektir. Ama cinsiyetleri aynı olsa da
karakterleri tümüyle farklıdır. İstanbul her an
yeni bir kocayı içgüveysi almaya hazır, kendine
olabildiğince iyi bakan, dominant ve yaşlı bir
kadın iken; İzmir, özen göstermediği Allah vergisi
güzelliğinden emin, eski kocayı sepetleyip yenisini
yatağına aldı alacak kadar canlı ve doyumsuzdur.
İstanbul dünya yansa bir çuval samanı yanmaz gibi
görünür ama içten içe kendini hırpalar. Oysa dünya
yansa İzmir’in bir çuvalcık samanı gerçekten yanar.
İzmir gideni gittiği an unuturken, İstanbul eski
kocalarının akıbetini merak eder. İstanbul Bizans’ın
güvenilmez torunudur, atalarından dalavere geni
almıştır. İzmir sıcaktır, vakti dalavere düşünmekle
geçirmek yerine, eğlenmeyi tercih eder.
Trabzon erkek iken, komşusu Rize kadındır.
Nedeni çok basittir. Trabzon denince aklıma
tabanca, Rize denince çay toplayan peştamallı
kadınlar gelir çünkü. Orhan Kemal’in edebiyatıyla
pamuk tarlalarına hayat verdiği Adana erkek, eski
çağlardan kalma bir soyluluğun izlerini taşıyan
Bursa kadındır, yıllar önce gözden düşmüş bir
“kadınefendi” gibi yaşar, ne de olsa bir zamanlar
başkent olmuştur, ama zamana ayak uydurayım
derken tökezlemiş, mücevherlerini elden çıkarmıştır. Antalya tembel, gevşek, iri memeli bir kadın;
Konya sorumluluk sahibi, çalışkan bir erkektir; eker
biçer, okumuştur da üstelik. Edirne sarışın ince
bıyıklı bir erkek, Tekirdağ sarışın bir genç annedir;
sarmaşıklı, müstakil bir evde ailesiyle yaşar. Her
ikisi de neşelidirler. Kars esmer ve mahzun bir
erkek; Mardin güzel siyah gözlü ve soylu bir aileye
mensup bir kadındır. Artvin münzevi bir erkektir,
az konuşur, açık renk gözleri vardır, hep yükseklere
bakar, Adapazarı ağlamaklı bir kadındır, nadiren
güler, ama güldüğünde de kahkahası çınlar.
Zihnimde böyle sıralanır şehirler.
Cemal Süreya’nın “Göçebe” şiirini hatırladım.
Dizeleriyle şehirleri bir bir katederken bir yerde
şöyle der. “Ben hangi şehirdeysem/Yalnızlığın
başkenti orası.
Ayfer Tunç
1964’te Adapazarı’nda doğdu. İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilgiler fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çeşitli
edebiyat ve kültür dergilerinde yazılar yazmaya başladı. 1989
yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü
Armağanı’na katıldı, Saklı adlı yapıtıyla birincilik ödülünü aldı.
1999-2004 arasında Yapı Kredi Yayınları’nda yayın yönetmeni
olarak görev yaptı. 2001 yılında yayınlanan ve okurdan büyük
ilgi gören Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70’li Yıllarda Hayatımız adlı yapıtı, 2003
yılında yedi Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Uluslar arası Balkanika Ödülü’nü kazandı
ve altı balkan diline çevrilmesine karar verildi. Aynı kitap Suriye ve Lübnan’da Arapça olarak
yayınlandı. Tunç’un 2003 yılında Sait Faik’in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut adlı
senaryosu filme çekildi ve TRT’de gösterildi.
Ayfer Tunç’un yayımlanmış kitapları: Saklı (öykü) 1989, Kapak Kızı (roman) 1992, İkiyüzlü
Cinsellik (araştırma) 1994, Mağara Arkadaşları (öykü) 1996, Aziz Bey Hadisesi (öykü) 2000, Bir
Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (yaşantı) 2001, Taş-Kağıt-Makas (öykü) 2003, Evvelotel
(öykü) 2006, “Ömür Diyorlar Buna” (yaşantı) 2007, “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlis Anlatilan Kisa
Tarihi” (roman) 2009.
45
Milli servetimiz
YOK OLUYOR
HABER: Petek DURGEÇ
2008 yılında
Avrupa’da
orman yangınlarından
en ağır hasar gören
ülkenin Türkiye olduğu
belirtiliyor.
Bunu izleyen ülkeler,
Yunanistan ve İtalya.
Ülkemizdeki orman
yangını tehlikesi ise
en çok haziran ve ekim
ayları arasında
yükseliyor.
46
D
ünyanın birçok yerinde
olduğu gibi Türkiye’de
de ormanların geleceğini
tehlikeye sokan etkenlerin başında
yangınlar geliyor. Türkiye, yüzölçümünün yaklaşık yüzde 25’ini oluşturan
alanların ormanlar ile örtülü olduğu
şanslı bir ülke. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı meydana gelen yangınlar
nedeniyle orman alanlarımız büyük
ölçüde tahrip edilmiş durumda.
Türkiye’de orman kanununun kabul
edildiği 1937 yılından beri tutulan
orman yangını istatistikleri, 1937’den
2007’ye kadar geçen 70 yıllık sürede
toplam 1,5 milyon hektar ormanlık
alanın yanarak kül olduğunu, yılda ortalama 4000 yangında 10 bin hektar
ormanlık alanın da yangınlardan zarar
gördüğünü ortaya koyuyor. Geçtiğimiz yılın sonunda Avrupa Birliği
tarafından yayınlanan “Avrupa’da
Orman Yangınları 2008” başlıklı
rapor, 2008 yılında Avrupa’da orman
yangınlarından en ağır hasar gören
ülkenin Türkiye olduğunu belirtiyor.
Raporda, Türkiye’de 2008’de 2 bin
135 orman yangını meydana geldiği,
bunlardan 5 yangının 500 hektardan büyük olduğu, 12 yangının da
100-500 hektar arası tahribat yaptığı
açıklanıyor. Rapordaki diğer çarpıcı
veriler ise şunlar: “Uydu görüntülerinden yararlanarak yapılan tahminlere göre 2008’de Türkiye’de 27 bin
848 hektar alan yandı, bunu izleyen
Yunanistan’da 24 bin 573, İtalya’da ise
24 bin 449 hektar zarar gördü. 17 Avrupa ülkesinde 2008 yılında 156 bin
449 hektar orman yandı. Türkiye’de
yangınla mücadelede ise 933 itfaiye
aracı, 161 buldozer, 144 su tankı, 128
greyder, 111 treyler, 72 su tankı, 82
karavan, 366 motorlu araç, 717 motosiklet, 6 yönetim helikopteri, 13 kiralık
helikopter, 15 dromader söndürme
uçağı, 2 CL-215 Canadair uçağı kullanılıyor. 775 yangın kulesi inşa edildi,
ormanlar bu kulelerden 24 saat gece
ve gündüz gözlemleniyor. 2007’den
bu yana Orman Genel Müdürlüğü
tüm buldozer, itfaiye, helikopter ve
uçakları, söndürme esnasında Araç
İzleme Sistemi ile yönlendiriyor.”
Orman yangını doğayı
tehdit ediyor
AB raporunda ayrıca Türkiye’de
orman yangını tehlikesinin en çok Haziran ve Ekim ayları arasında yükseldiği, çok yüksek sıcaklık, düşük nem ve
etkili rüzgar koşullarının bulunduğu
Temmuz-Ağustos’ta doruğa ulaştığı belirtildi. Orman yangınlarının
Türkiye’nin doğasını tehdit eden en
önemli faktörlerden biri olduğunun
belirtildiği raporda, ülkemizde 7 milyon 182 bin 51 hektar duyarlı alanın
“1” numaralı, 5 milyon 91 bin 788
hektar alanın ise “2” numaralı yangın
tehlike düzeyinde olduğu vurgulandı.
Türkiye’de en büyük orman yangınları
Ege ve Akdeniz bölgelerinde yaşanıyor. Yanan alan genişliğine göre,
Muğla, Antalya, Çanakkale ve İzmir en
tehlikeli bölgeler listesinde ilk sıralarda yer alıyor.
Yanan ormanların yerine konması
da son derece önemli bir sorun. Kül
olan bir ormanlık alan ancak 20 - 30
yıl sonra yeniden canlanabiliyor.
Ormanlar yanınca yalnızca ağaçlar
değil onlarla birlikte yanan ormandaki biyolojik çeşitlilik de kaybedilmiş
oluyor. Biyoçeşitliliğin azalması ise
ekolojik dengeyi olumsuz etkiliyor,
bazı türlerin tamamen yok olmasına,
istenmeyen bazı türlerin ise çoğalmasına yol açıyor. Orman yangınları
ayrıca gıda güvenliğinin ve çeşitliliğin
azalmasına, su kaynaklarının yok
olması, karbon salınımının artması
gibi olumsuz etkileri de beraberinde
getiriyor.
Orman yangınlarından sonra
ise ormanın yeniden yapılandırma
çalışmalarının uzun vadeli ve sürdürülebilir şekilde planlanarak başlatılması
gerekiyor. Uzmanlar, Türkiye’nin hızla
azalan ormanlık alanlarını korumanın
en etkili yolunun yangın söndürme
organizasyonu, toplumsal bilinçlendirme, yangın sonrası restorasyon ve
ulusal işbirliğini kapsayan bir yangın
yönetim planlanması olduğunu belirtiyorlar. Orman yangınları ekolojik,
kültürel ve tarihi mirası yok ettiği gibi,
ülke imajını, turizmi ve ekonomiyi de
sekteye uğratıyor. Yangınlarla asıl yok
olanın ülkemizin akciğerleri ve milli
serveti olduğunu akıllardan çıkarmamak gerekiyor.
Kaplumbağa ile alevlerin yarışı
İzmir-Bornova Çiçekliköy ile Evka–3 arasındaki 200 hektarlık
ormanlık alanın yok olmasına neden olan yangın, ormanlık alandaki yaban hayatına da büyük zarar verdi. Rüzgârın etkisiyle kısa
sürede geniş bir alanın alevlerle kaplanması, yüzlerce canlının
sonu oldu. İtfaiye görevlileri ve Orman Genel Müdürlüğü’ne bağlı
ekipler, hasarı en alt düzeyde tutmak ve yangının genişlemesini önlemek amacıyla var güçlerini ortaya koydular. Bu üzücü
yangının içinde objektifimiz bir kaplumbağanın yarış hikâyesine
odaklandı. Hikâye bu kez biraz farklı… Bir kaplumbağanın amansız alevlere karşı yaşamı pahasına olan yarışı…
İtfaiyecilerin tesellisi oldu
Tüm öğleden sonra alevlerle savaşan görevliler günün sonuna
doğru yorgunluktan bitkin ve yanan ormanlık alanın büyüklüğü
nedeniyle üzgündüler. Halen dumanı tüten bir çalının dibinde
kendini yarıya kadar toprağa gömerek, tortop olmuş kaplumbağayı görünce ölmüş olduğunu düşünerek daha da üzüldüler.
Belli ki göz açıp kapayana kadar ormanı kaplayan alevlerden
kaçamamıştı. Ancak o yaşıyordu. Sesleri duyunca ben buradayım
dercesine minik başını kabuğundan dışarı uzattı. Görevliler onu
alevlerin uzağına götürüp yangın nedeniyle ısınan kabuğuna su
döküp soğuttular ve hayata döndürdüler. Onu gören her itfaiye
görevlisi, “yaşıyor mu?” diye soruyordu. Kaplumbağanın yaşaması
emeklerinin boşa olmadığının bir kanıtı olacaktı sanki. Sonra onu
ormanın güvenli bir kenarından ait olduğu doğaya bıraktılar ve
alevlerle olan savaşımlarına devam ettiler.
47
Ormanları yangından
siz koruyabilirsiniz
Metin GENÇOL
Ege Orman Vakfı
Genel Müdürü
Y
az aylarında, gazetelerde yer
alan bazı başlıklar birbirine çok benzer: “Ciğerimiz
yanıyor.” Evet; her orman yangınında,
ulusça ciğerimiz yanıyor. Yeşil örtüyü
yok eden cehennem alevleri, hiç
kuşkusuz hepimizi derinden üzüyor.
Vatandaş haklı olarak, orman yangınlarıyla daha etkili mücadele yapılmasını, çıkan yangınların en az hasarla
söndürülmesini istiyor.
Biliyor musunuz? Ülkemizde çıkan
orman yangınlarının yüzde 97’sini insanlarımız dikkatsizlik, ihmal sonucu
veya kasten çıkarmaktadır. Sigaradan,
anız yakılmasından, piknik sonrası
mangal ateşlerinin gelişigüzel orman
içine atılmasından, elektrik hatlarının
kopmasından, yabani hayvanları
ormandan uzaklaştırmak maksadıyla
her yıl ülkemizde ortalama 2000 adet
yangın çıkmakta ve 10 bin hektar
orman yanmaktadır. Orman yangınlarının söndürülmesi için de önemli
miktarda harcamalar yapılıyor. 2008
yılında Orman Genel Müdürlüğü 300
milyon TL.’yi bu işler için sarf etmiştir.
Aslında, eğitim ve propaganda
çalışmalarıyla orman yangınlarını
azaltabiliriz. Orman köylerinde,
okullarda, çeşitli topluluklarda orman
yangınlarının nasıl çıktığı, yangın
çıkmasıyla birlikte vatandaşlarımıza
düşen görevler anlatılırken yangın
sonrası ormanda meydana gelen yıkım gözler önüne serilebilir. Amerika,
1950 yılından bu yana sembol olarak
seçtiği Smokey Bear’la (tüm dünya
onu yangından kaçan ayı yavrusu
olarak tanıyıp, biliyor) orman yangınlarının azalmasını sağlıyor. “Smokey
Bear” programı sayesinde, Birleşik
Devletler’de her yıl yaklaşık 20 milyar
dolarlık zarar önleniyor. Belki biz
48
50 bin Egeli 50 bin fidan
Ege Üniversitesi köklerini geleceğe uzatıyor
E
ge Üniversitesi, Ege Orman
Vakfı işbirliği ile “Ege Cumhuriyet Ormanı” oluşturmaya
hazırlanıyor. Üniversite’nin geleceğe
bir armağanı olmasının yanısıra, son
dönemlerde orman yangınlarının
oluşturduğu tahribata da ilgi çekecek
olan ve 50 bin fidanın hedeflendiği
kampanya, EÜ mensuplarının ve tüm
halkın katılımına açık olacak. Vakıf ile
üniversite arasında 27 Ağustos’da 50.
Yıl Köşkü’nde düzenlenen protokol
töreninde konuşan Ege Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz,
şunları söyledi: “Üniversite olarak sivil
toplum kuruluşlarıyla yapılan işbirliklerinin önemli olduğunu biliyoruz.
Üniversitenin görevi bilimi üretmek,
topluma yaymak,
güncel konular
üzerinde topluma
önderlik etmektir.
Çevre bilinci ve
çevre duyarlılığı,
küresel ısınma ile
birlikte çok önemli hale gelmiştir.
Bilinç kazandırmak,
yaşama geçirilmesini sağlamak en çok
üstünde durduğumuz konudur.” Prof.
Dr. Yılmaz “Ev, hasta
ziyaretlerinizi fidan hediye ederek
yapınız” diyerek toplumu kampanyaya destek olmaya çağırdı.
Kızılçam Öyküsü
de yangından kaçan kaplumbağayı
orman yangınlarının sembolü haline
getirebiliriz.
Peki, orman yangını felaketiyle
nasıl savaşacağız? Orman yangınlarının gelişip büyümesinde dört unsur
önemli rol oynuyor. Yanıcı maddeler,
hava şartları, arazi yapısı ve insan
unsuru. Yangınların etkili olduğu
Akdeniz iklim kuşağında hakim bitki
örtüsü çam ağaçları ve maki florasıdır.
Bunların yapraklarında ve odununda
bulunan eteri yağlar yangını hızlandırır. Hava sıcaklığı, rutubet, rüzgar
yangının şiddetini tayin eder. Arazinin
meyli, bakısı, yüksekliği yangının
seyrini etkiler. İnsan unsuru için de
şunu söyleyebiliriz: Yangının geç fark
edilmesi, geç ulaşılması, söndürmede
çalışanların eğitimleri, kondisyonu,
söndürmede kullanılan teçhizatın (el
araçlarından, helikopter ve uçaklara
kadar) yeterli olup olmadığı, yangınların gelişmesini etkiler. Geçmişte yaşanan ve kamuoyunca çok iyi bilinenbir yangından söz etmek istiyorum.
03 Temmuz 2006 gecesi, AyvalıkÇamlık Dinlenme Tesislerindeki or-
manlık alanda piknik ateşinden çıktığı
iddia edilen yangın, rüzgarın fırtına
şeklinde denize doğru esmesiyle kısa
sürede yayılma gösterdi. Yangın 250
m genişliğindeki denizi aşarak Şeytan
Sofrası’na sıçradı. Yangının bu şekilde
denizi aşması beklenmedik bir gelişmeydi. Buna teknik olarak yangının
konveksiyonla yayılması deniyor. Aşırı
rüzgar, gece yangın söndürme çalışmalarının güçlüğü nedenleriyle Badavut yönüne de sirayet eden yangın
sonuçta 168 hektar orman alanının
yanmasına sebep oldu. Şeytan Sofrası
yangını, ormancılık tarihine denizi
aşan orman yangını olarak geçti.
Öncelikle, şunu unutmamamız
gerekiyor. Yangınla mücadelede “kaybedilen zaman” daha fazla risk, daha
fazla maliyet getirir. Orman yangını
ihbar telefon numarasının “177” olduğunu burada hatırlatmak isterim.
Yangına erken müdahale yangının
büyümesini önler. Yangınlara yalnız
Haziran - Ekim ayları arasında değil,
her zaman hazır olmalıyız. Mutlaka
sizin de katkılarınız olabilir. Ormanları
yangından siz koruyabilirsiniz.
Ülkemizde meydana gelen orman yangınlarının büyük bölümü yazları sıcak ve kurak geçen Akdeniz
iklimi etkisi altındaki Ege, Akdeniz ve Marmara Bölgeleri kıyı alanlarında yer alan kızılçam ormanlarında
görülmektedir.
Kızılçam (Pinus brutia), doğal yetişme ortamlarında (Akdeniz ekosistemi) 1200 metre rakıma kadar
rastlanabilen, kıyıya yakın yükseltilerde genellikle düzgün olmayan gövdeli, kalın dallı ve dağınık taçlı,
yüksek rakımlı alanlarda ise düzgün ve 25 metreye kadar boylanabilen uzun gövdeli, ince dallı, toplu ve
sivri tepe oluşturan bir ağaçtır. Kızılçamlar yetişme ortamı istekleri bakımından son derece kanaatkâr
bitkilerdir. Bitki besin elementleri yönünden fakir, kurak ve taşlı topraklarda, güney yamaçlarında, nispi
rutubeti çok düşük ortamlarda bile kolaylıkla yetişebilmektedir.
Büyük çoğunluğu antropojen (insan kaynaklı) nedenlerle oluşan ve toplumun her kesimini derinden
üzen orman yangınlarının önlenmesi için kamuoyu oluşturulması ve halkın bilinçlendirilmesi büyük
önem taşımaktadır. Ancak Akdeniz ekosisteminde orman yangınlarının belirli zaman dilimlerinin geçmesi sonunda ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu ve bu durumun yararlı sonuçları bulunduğu bilinen
bir gerçektir. Kızılçamın gölgede çimlenme zorluğu gösteren tohumlarının çimlenmesi ve yine gölge
ortamlarda yeterince gelişemeyen fidelerinin yaşayabilmesi için adeta belirli büyüklüğe ulaşan kızılçam
ağaçlarının kendini ortamdan uzaklaştırarak, yeni nesillerine uygun ortam yaratma yönünde programlandırıldıkları düşüncesi akla gelmektedir.
Gerçekten kızılçam ağaçlarının kolay yanma özellikleri, yanan kozalaklarını yüzlerce metre ileriye
fırlatabilmeleri, kozalaklarının bir kısmının içindeki tohumların hayatiyetlerini kaybetmeden yıllarca
kapalı olarak kalabilmesi ve yangın dönemlerinde tohumun zarar görmemesi, yangın sonrasında
açılan kozalaklardan çıkan kızılçam tohumlarının yangın sonrasında oluşan mineral maddelerce zengin
topraklarda kolayca çimlenebilmesi bu düşünceyi desteklemektedir. Kızılçam ağaçlarının bu ilginç
özellikleri nedeniyle Akdeniz ormanlarının kendilerini yenileme potansiyelleri bulunmaktadır ve yeniden
ağaçlandırma çalışmalarında bu çok önemli özellik göz önünde bulundurulmaktadır.
Yanmak için her fırsatı değerlendirecek bir yapıya sahip olan kızılçam ağaçlarının belirli büyüklüklere ulaşmadan yanmalarını önlemek konusunda çok dikkatli olmak ve ayrı bir hassasiyet göstermek
gerektiği unutulmamalıdır.
Prof. Dr. M. Bülent ÖZKAN
Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölüm Başkanı
Ege Orman
Vakfı Yönetim
Kurulu Başkanı
Cem Bakioğlu da
devletin konuyla ilgili yaptığı
çalışmalara sivil
toplum örgütleri
ve bütün kuruluşların destek olması gerektiğini vurguladı. EÜ Genel
Sekreteri Prof. Dr.
M. Bülent Özkan
da toplantıda “Ege
Cumhuriyet Ormanı” Kampanyası ile
ilgili bilgi verdi. Toplantıda, EÜ Yönetimi, fidan bağışlayarak kampanyayı
başlatmış oldu. Ayrıca Cem Bakioğlu
da 1000 fidan bağışlayarak kampanyaya destek verdi.
Ege Üniversiteliler
kutlamalarını fidan ile
yapacak
Kampanyayla birlikte, Ege
Üniversitesi, kurum içi kutlamalarda, cenaze törenlerinde ve
benzeri törenlerde çiçek, çelenk
veya diğer alternatifler yerine
fidan gönderecek. EÜ mensupları kutlama veya törenler
için EÜ Basın ve Halkla İlişkiler
Müdürlüğü’nden Ege Orman
Vakfı’nın fidan bağış kartlarından
temin edebilecek..
Egelilerin bağışladığı fidanlarla, İzmir İl Çevre ve Orman
Bölge Müdürlüğü’nün Urla’da
tahsis ettiği alanda oluşturulacak olan ormanın ilk fidanları,
26 Ekim-13 Kasım 2009 tarihleri
arasında yapılacak olan, “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri”
kapsamında Ege Üniversitesi
Lojmanları sahasında dikilecek.
Ege Üniversitesi’nin idari-akademik tüm çalışanları, mezun ve
emekli mensuplarının yanısıra
tüm halkımız 4 TL, EÜ öğrencileri ise 3 TL bağış ile ormana bir
fidan dikimi ve bu fidanın 5 yıllık
bakımını sağlamış olacaklar.
Ayrıntılı bilgi için www.halkilis.
ege.edu.tr adresine ulaşılabilir.
49
Abant Gölü, Bolu’nun 34 kilometre güney
batısında bulunan, çam ve köknar ağaçlarının
baskın olduğu bir Tabiat Parkı içinde, yaklaşık
1350 metre yükseklikte ve alanı 125 hektarı
bulan bir heyelan gölüdür. En derin yeri 18 m’dir.
Gölden çıkan ve Abant Alabalığı olarak bilinen
balık literatüre Salmo trutta abanticus olarak
girmiştir. Göl birkaç kaynak suyu, iki-üç kısmen
devamlı olan akarsu ve özellikle de kar ve yağmur suları ile beslenmektedir. Gölün etrafında
oteller ve restoranlar mevcuttur. Abant gölünün
Ankara’ya yaklaşık uzaklığı 2 saat kadardır.
Amasra, Batı Karadeniz Bölgesinde, Bartın
iline bağlı bir ilçedir. Denize doğru uzanmış
bir burun, burnun iki yanında korunaklı birer
liman görevi gören iki koy ve ana karaya bağlı ve
bağımsız adaları ile eşsiz bir görsel güzelliğe de
sahip olan Amasra hem 3000 yıllık tarihi, hem
çekicilik ve balıkçılığa dayanan yerel sanatları,
hem de kendini çevreleyen ormanlık alanları ile
görülmeye değer yerlerden biridir. Amasra halen
özgün balık lokantaları, orta boyuttaki otelleri ve
sayısız ev pansiyonuyla turizme katkıda bulunmaktadır. 13. Yüzyılda Cenevizliler tarafından ele
geçirilen Amasra’ya Fatih Sultan Mehmet 1460
yılı Ekim ayında bir sefer düzenler. Şehre hakim
bir tepeye geldiğinde hayranlığını belli eden
meşhur sözü eder: “Lala, lala!, çeşm-i cihan bu
m’ola”… ve kaleye haber gönderir: “Bu kadar güzel bir yere zarar vererek almak istemem kalenin
anahtarını bana getiriniz.” Bunun üzerine kale
komutanı anahtarı Fatih’in bulunduğu tepeye
getirir ve şehir savaşmadan zapdedilmiş olur.
Egeliler’ in Batı
Karadeniz gezisi
HABER: Yrd. Doç. Dr. Bircan DİNDAR
FOTOĞRAF: Ali İhsan MİMTAŞ
Ege Üniversitesi Rektörlüğü
tarafından akademik ve
idari personel için düzenlenen
“Batı Karadeniz Turu”na katılan
Güneş Enerjisi Enstitüsü
Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bircan
Dindar, Bolu Abant Gölü, Amasra,
İnebolu,Safranbolu, Abana,
Kastamonu güzergahında pek
çok tarihi ve turistik mekanın ziyaret
edildiği gezi ile ilgili izlenimlerini
“Egeden” için yazıya döktü.
50
E
ge Üniversitesi Rektörlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ nün organizasyonunda gerçekleştirilen “Batı Karadeniz
Gezisi”, doğal güzelliklerin ve Kurtuluş
Savaşı’nda çok önemli yeri olan tarihsel mekanların korunuyor olduğunun
görülmesi açısından beni çok mutlu
etti. Bir rehber eşliğinde, kültürümüze, geleneklerimize ve tarihimize
ilişkin, gerçek belge, eşya ve fotoğraflarla, duygu ve bilgi dolu anlar
yaşamanın zevkine vardım. Organizasyonun önünde ve arkasında olup,
emeği geçen tüm komite elemanlarına, kalpten teşekkür ediyorum.
Sabahın erken saatlerinde, yolculuğun ilk durağı olan Abant Gölü’nde,
nemli ve biraz serin ortamda sabah
kahvaltısı ve bir bardak çay eşliğinde,
dingin bir göl manzarası, kıyılardaki,
kocaman yayvan yaprakları üzerinde
açmaya çalışan nilüfer çiçekleri ve
nilüfer yapraklarına tutunarak etrafı
seyreden ya da üzerine yerleşen minik kurbağalar ve göl kıyısında henüz
çiçeklerini açmış kuşburnu bitkileriyle, ancak rüyalarda olabilecek doğal
güzellikleri anlatmak çok güç… Bunu
anlayabilmek için o havayı teneffüs
etmek gerek.
Sonraki durağımızda, çocukluğumda kartpostallardan tanıyarak
sevdiğim, aklımın bir köşesinde
yer etmiş olan ve görmeyi çok arzu
ettiğim Amasra’ da gezip fotoğraf
çekmek, “Amasra Salatası”nı önce
seyredip, tadına bakmak ve ardından
Amasra’ yı tekneden seyretmek de
hepimiz için büyük bir keyifti.
İlk kez bulunduğum, Safranbolu,
Yörük Köyü ve Kastamonu evlerinin
dışlarının olduğu kadar, içlerinin
de pek çok mimarî inceliklere sahip
olduğunu görmek bana çok çekici
geldi. Her türlü kullanılan ev eşyasının, incelikli tasniflere olanak tanıyan,
duvardan duvara ve tavandan yere
Safranbolu evleri, Karabük iline bağlı
Safranbolu ilçesinde, 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı
kent dokusunun günümüze kadar korunduğu
bölgenin genel adıdır. Safranbolu evleri eskiden
yumurta akından yapılıp çok uzun süre depreme
dayanırmış. Bu evlerin bir depreme dayanma
özelliği de toprağın dibine yapılmamasıdır.
Meyve bahçeleri içindeki konumları, planları,
selamlık köşkleri, iç düzenlemeleri, sedirlerle
çevrili fıskiyeli havuzları, ahşap işleri (tavanlar,
kapılar, dolaplar), yaşmaklı ocakları, geniş saçakları, kabaralı süslü halkalı kapıları ile Türk konut
mimarlığının en özgün örneklerini oluşturan
Safranbolu evleri, UNESCO tarafından Dünya
Kültür Mirası listesine alınmıştır. Homeros’un
İlyada destanında adı Paplagonya olarak geçen
Safranbolu’da sırası ile Hititler, Frigler, dolaylı
yoldan Lidyalılar, Persler, Helenler, Romalılar,
Selçuklular, Çobanoğulları, Candaroğulları ve
Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır.
51
Çamaşırhane / Yörük Köyü - Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte
19. yy da Sipahioğlu sülalesi tarafından imar edilmiştir. 1996 yılında Yörük Vakfı
tarafından restore edilerek hizmete açılan çamaşırhanede, her kadının boyuna
göre çamaşır yıkama yeri var. Burası kadınların bir nevi sosyalleşme yeri olarak
değerlendirilebilir.
Ahmet Ortaakarsu 2005 yılında Antalya, Sultanahmet ve
İzmir 2008 yılında Taksim meydanında Kültür Bakanlığı
katkılarıyla gerçekleştirilen altın eller el sanatları
festivaline katılmış. 82 yaşında ve bakırcılık ustası.
8 yaşında çıraklık, 36’da kalfalık, 50’li yaşlarda da
mesleğinin zirvesinde…
kadar olan, oymalı ahşap dolaplara
bir düzen dahilinde yerleştiriliyor
olması, her ayrıntının işlevsellikle değerlendiriliyor olmasını görmek, bu
yapıların olağanüstü bir bilgi birikimi
ile ileri düzeyde mimarlık ve mühendislik çalışması olduğunu düşündürdü. Yörede öğrendiğim bir bilgi de,
çalışmaların gerçekten çok ince bir
şekilde planlanıp tamamlandığına
ilişkin düşüncemi pekiştirdi: Bir yıl
içinde bir evin ancak bir odasının
tadilatı tamamlanabiliyormuş ve
işlem tamamlandığında usta, mutlaka
bir duvarının uygun bir yerine işin
bitiş tarihini yazarmış. Dolayısıyla, bir
odanın en son hangi tarihte tadilat
gördüğünü her zaman bilmek mümkün olabiliyor. Yapılar, tarihî belgesini
üstünde taşıyor.
Safranbolu’nun, safranlı lokumları,
renk armonisi içindeki yemekleri,
pilavları ve makarnalarının tadına
bakmak, fotoğraflarını çekmek kadar
güzeldi.
52
Karadeniz’ in bir başka sahili olan,
Kurtuluş Savaşımız’daki kahramanlıklarıyla hafızamızda yer eden, 27 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu’ dan
sonra, “Şapka Devrimi” nin ikinci tanıtımının yapıldığı, şirin kasaba İnebolu’
yu ve tarihsel Türkocağı binasını gezip
dolaşmak, Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen
tarafından yapılmış olan balmumu
Atatürk Heykelini ve o günlere ilişkin
malzeme, eşya, belge ve fotoğrafları
yakından görmek heyecan vericiydi.
Yüzde 74’ ü ormanla kaplı olduğu
bilinen, geleneksel Türk evleri, Kurtuluş Savaşı’nın çılgın Türklerinden olan
Şehit Şerife Bacı Heykeli, ahşap ürünleri, taş baskı örtüleri, özel dokumaları
ve tırnak düğümü dantelli örtüleriyle,
ve de çekme helvasıyla meşhur olan
Kastamonu’ da bulunmak ve şehir
merkezindeki bir tepeden, her saat
başı saati haber veren bir saat kulesiyle, farkında olarak yaşamak, ayrı bir
güzellikti.
Gezi boyunca dolu dolu geçen
her günün gecesinde konakladığımız Ilgaz dağlarında, çam ormanları
içinde, pırıl pırıl aydınlık, oksijenin
maksimum olduğu, çevre kirliliği diye
bir problemin yaşanmadığı bir ortamda uyanmak, sabah yürüyüşlerini
yaşamak, doyulmaz bir güzellikti.
Batı Karadeniz’ den Ege’ ye
yöneldiğimizde gezimizin son uğrak
yeri, başkentimiz Ankara idi. Daha
önce görmüş olmama rağmen tekrar
tekrar gezmekten bıkmayacağım,
her seferinde farklı ayrıntıları gözlediğim, ulusumuzun temellerinin
atıldığı, I.Türkiye Büyük Millet Meclisi
( Kurtuluş Savaşı Müzesi) ve II. TBMM
binaları, yine Atatürk’ ün telkinleri ile
Hitit eserlerinin getirtilip, Fatih dönemi eseri olan, tarihi Mahmut Paşa
Bedesteni’nde sergilenmesini istediği
ve 1921 yılında Hitit müzesi olarak
açılışının yapıldığı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ ni gezmek tarih içinde
bir seyahat gibiydi.
Müze rehberi Turhan Sekizkök’ten
aldığımız bilgiye göre, başlangıçta
sadece Hitit dönemine ait eserlerin sergilendiği müze, daha sonra,
kronolojik bir sırayla sergilenmekte
olan, diğer uygarlıklara ait eserlerle
ve kendine özgü koleksiyonları ile
dünyanın sayılı müzeleri arasında yer
alan Anadolu Medeniyetleri Müzesi
haline gelmiş. 1997 tarihinde İsviçre’
de 68 müze arasından birinci seçilerek Avrupa’da “Yılın Müzesi” ünvanını
almış bir müzemiz olması da ayrıca
gurur verici…
Büyük Kurucu’nun yattığı
Anıtkabir’de saygı duruşundan sonra,
Anıtkabir bünyesinde sayısız bölümlerden oluşan ve 2001’de açılan, çeşitli savaş sahnelerinin, resim, materyal,
ses ve ışık etkileri ile canlandırıldığı,
Atatürk’ ün silah arkadaşları ve kahramanlıkları bilinen diğer kahramanlara ilişkin büstler, freskler ve yağlı
boya tabloların yer aldığı, panoramik
Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’ ni
ziyaret ettik. Yine Prof. Dr. Büyükerşen
tarafından yapılmış olan, Atatürk’ ün
bir başka balmumu heykelini daha
gördük.
53
Madde bağımlılığıyla mücadelede
Türkiye’nin
ilk ve tek enstitüsü
SÖYLEŞİ: Ali İhsan MİMTAŞ
2
008 yılında kurulan Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı,
Toksikoloji ve İlaç Bilimleri (BATI)
Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Hakan
Coşkunol, Enstitü’yü Egeliler için anlatırken, madde bağımlılığı konusunda
da önemli bilgiler verdi.
Türk Ocağı, Atatürk`ün İnebolu`da
şapka devrimi konuşmasını yaptığı binadır.
2006 yılında restore edilmiştir.
Son ziyaretlerimiz tamamladıktan
sonra, dolu dolu yaşanmış günlerin
ve saatlerin ardından çok bilgilenmiş,
çok çok mutlu, biraz yorgun olarak
İzmir’ e dönüş yolculuğumuz başladı.
Ülkemizi görmeye, tanımaya, tarihimizi biraz daha sindirmeye meraklı
olan, tüm gezi katılımcılarına teşekkür ediyorum. Egeli olarak, görmeyi
istedik ve bir arada olduk, güzel sohbetler ve arkadaşlıklar yaşadık. Bize
sunulan ve paylaşılan bu güzellikleri
ve gerçekleri, ben de her zaman ve
herkesle paylaşmaya açığım. Organizasyonun başından sonuna, emeği
geçen herkese bir kez daha sonsuz
teşekkürlerimi sunar, daha nice kültür
gezilerinin devamını dilerim.
54
Ülkemizde madde bağımlılığı
konusunda kurulan ilk enstitü Ege
Üniversite’sinde yer almaktadır. Enstitünün kuruluşu nasıl gerçekleşti?
Madde Bağımlılığı, Toksikoloji
ve İlaç Bilimleri Enstitüsü, madde
bağımlılığı ile mücadele amacıyla
oluşturulan Türkiye’nin ilk ve tek
enstitüsüdür. Ege Üniversitesi’nin,
BATI Enstitüsü’nün kurulmasıyla
ilgili temel hedefi Türkiye’de madde
bağımlılığıyla ilgili eğitim, araştırma
ve tedavi konularında, yerel ve ulusal
politikaların belirlenmesinde ışık tutabilecek bir kurum oluşturmaktı. Ege
Üniversitesi’nde bağımlılık konusunda yapılan çalışmalar çok köklüdür
ve bu hedef doğrultusunda birçok
kurum birlikte çalışmaktadır. Üniversitemizde madde bağımlılığı konusunda 2 tane köklü tedavi kurumu var
olup, bunlardan bir tanesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı içindeki
Bağımlılık Tedavi Birimidir. Türkiye’nin
en eski bağımlılık birimlerinden olan,
Psikiyatri içindeki Bağımlılık Tedavi
Birimi 1994 yılında kurulmuştur.
Bir diğeri ise yine alanında öncülük
yapan 2003 yılında kurulan Çocuk ve
Ergen Madde Bağımlılığı Tedavi ve
Eğitim Merkezidir (EGEBAM). Her iki
kurum da enstitünün kurulmasında
öncülük etmişlerdir. Aynı zamanda
Zehir Uygulama ve Araştırma Merkezi
(ZAUM) bağımlılık yapan maddelerin saptanması ve saptanmasındaki
ölçütlerin geliştirilmesiyle ilgili, BATI
Enstitüsünün oluşturulmasına öncü-
Soldan sağa: Enstitü Sekreteri Hasan Şahin, Enstitü Müdür Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Serap A. Akgür,
Enstitü Müdürü Prof. Dr. Hakan Coşkunol
lük eden kurumlardan bir diğeridir.
İlaç Uygulama ve Araştırma Merkezi
(ARGEFAR) de bu enstitünün kurulmasında rol alan merkezlerden biridir.
İşte, bu kurumların işbirliğiyle BATI
Enstitüsü kuruldu.
Bundan sonraki adımımız madde
bağımlılığı ve ilgili anabilim dallarının
YÖK tarafından kabul edilmesinin
sağlanması ve madde bağımlılığı
alanında yüksek lisans ve doktora
programlarının oluşturulması. Madde
bağımlılığı alanında Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde bir meclis araştırması yapıldı ve meclis araştırma
komisyonunun sonuç önerilerinden
bir tanesi, madde bağımlılığı ile
ilgili eğitim ve tedavi merkezlerinin
desteklenmesi şeklindeydi. Türkiye’de
İçişleri Bakanlığına bağlı Uyuşturucu
ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme
Merkezi (TUBİM) ise Madde Bağımlılığı Anabilim dallarının üniversitelerde
oluşturulması yönünde bir karar aldı.
Sağlık Bakanlığı Madde Bağımlılığı
Bilim Komisyonu da benzer bir kararı
destekliyor. Keyifli ama bir yandan da
oldukça zor bir süreç.
Enstitüde uygulanan tedavi yöntemleri neler? Terapi veya ilaç bizim
sade vatandaş olarak ilk aklımıza
gelen şeyler. Bunun dışında hastaların sosyal hayata katılımına yönelik
ne tür programlar uyguluyorsunuz?
BATI Enstitüsü, tedavi etmekten
öte tedavide yöntem geliştirmek ve
standart tedavi modelleri oluşturmak
amacıyla hizmet veriyor. Tedaviyi
rutine soktuktan sonra bu tedavilerin uygulanmasıyla ilgili kurumlara
öncülük yapıyoruz. Örneğin halen
yapmakta olduğumuz bir çalışma var.
Türkiye’de madde bağımlılığı nedeniyle yakalanan ve yakalandıktan
sonra zorunlu olarak tedavi alanlara,
“denetimli serbestlik” çerçevesinde
bir tedavi programı uygulanıyor. Bu
kişilerin tedavisiyle ilgili sorumluluğu
Sağlık Bakanlığı, izlemiyle ilgili sorumluluğu ise Adalet Bakanlığı almıştır.
Hastanelerde denetimli serbestlik
olgularına yönelik standart tedavi
programlarının uygulanması için
Sağlık Bakanlığı Madde Bağımlılığı
Bilim Komisyonunda alınan kararlar
doğrultusunda uygulanan tedavi
55
bulunmaktadır. Enstitümüzün sosyal
sorumluluk çalışması olarak çalışmamızın bulgularını, yapılması gerekenleri, projeleriyle birlikte İzmir Valiliğine sunmayı planlıyoruz.
programının geliştirilmesi, etkin bulunursa Türkiye’deki bağımlılık merkezlerine yerleştirilmesini BATI Enstitüsü
üstlenmiştir.
Denetimli Serbestlik Konusunda tedavi için başvuran kişi ne kadardır?
İzmir’de 2 bin civarında Türkiye’de
ise 20 bin civarında. Zorunlu tedavi
kapsamında bu kişilere standart bir
tedavi programı uygulanması, bu
programın ve etkinliğinin test edilmesi gerekmektedir. İşte enstitü burada
devreye giriyor. Bu programın oluşturulması ve oluşturulduktan sonra test
edilmesi ve bu etkinliği test ettikten
sonra bu programın Türkiye’de diğer
merkezlerden gelecek uzmanlara da
bu programın eğitiminin verilmesi ve
sertifikasyonun sağlanması gerekiyor.
Enstitünün hedefleri bunlar aslında.
Enstitünün tedavi hedefleri de
araştırma ve eğitim odaklı gibi görünüyor.
Elbette. Türkiye’de şu anda
19 tane Alkol, Madde Araştırma,
Tedavi Merkezi (AMATEM) var. Halen
AMATEM’lerin görevli personelinin
standart bir eğitim alması ve sertifikasyonu söz konusu değil. Bağımlılık
profesyonellerine yönelik eğitimin
oluşturulması ve bakanlık düzeyinde
sertifikasyonunun sağlanması için
Sağlık Bakanlığıyla işbirliği içindeyiz.
Madde bağımlılığı açısından risk
altında olan kişilere yönelik eğitimler
(öğrenciler, çalışan gençler) ve eğitici
eğitimlerinin (rehber öğretmenler,
sağlık ve emniyet personeli) geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması çalışmalarımız da sürmektedir.
BATI Enstitüsü olarak geçen sene
“Madde Kullanım Bozukluklarında Yasalar ve Etik” konusunda bir sempozyum yaptık. Ege Bölgesi’nde madde
bağımlılığı ile ilişkili çalışan hekimlere,
hukukçu, sosyal çalışmacılara yönelik olan bu sempozyumda İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Dokuz
Eylül Üniversitesi ile işbirliği yapıldı.
Bu sene Türkiye’de trafikten sorumlu
emniyet amirlerine yönelik “Trafikteki
Sürücülerde Alkol ve Madde” konulu
çalıştayı düzenliyoruz.
Peki uyuşturucu madde kullanan
kişiler size nasıl ulaşıyor? Yani emniyetten sonra mı size sevk ediliyor?
56
Birkaç yoldan ulaşıyorlar. Bunlardan bir tanesi, madde kullanan
kişilerin kendi rızalarıyla bırakmak için
gelmeleridir. Bu kişiler 18 yaşın üstündeyse psikiyatriye, 18 yaşın altındaysa
çocuk psikiyatrisinin içindeki bağımlılıkla ilgili birimlere yönlendiriliyorlar.
Bunun yanı sıra aileler ya da kurumlar
da kişileri gönderebiliyor. Yani aile bir
şekilde bağımlı olan kişiyi saptıyor
ve saptadığı kişiyi rızasıyla tedaviye
getiriyor. Yine işyerleri, kurum içinde
sorunların çıkmasıyla herhangi bir
yasal sorun olmaksızın idari sorunlarla bağlantılı olarak o kişilerin rızası
doğrultusunda tedaviye yönlendirebiliyorlar. Bir diğer yol ise denetimli
serbestlikte olduğu gibi madde bağımlısı kişinin çevresindekiler tehdit
oluşturabilmesi sebebiyle yasal bir
tedavi zorunluluğu ile tedavi kurumlarına yönlendirilmesidir. Ancak bu
kişilerin yönlendirilmesi ve tedavisi
BATI Enstitüyle işbirliği içinde olan
kurumlarda olmaktadır. Ege Üniversitesinde erişkin olguların tedavisini
Bağımlılık Tedavi Birimi, çocuk ve
ergenlerin tedavisini ise EGEBAM
yapmaktadır.
İzmir’de 2 bin denetimli serbestlik
olgu olması çok yüksek bir oran
değil mi? Türkiye ortalamasına
baktığımızda..
İzmir’in madde kullanımıyla ilgili
duruma ışık tutacak bir araştırma yaptık. 6 bin lise öğrencisini kapsayan bu
çalışmada, İzmir’de ve çevre ilçelerde,
alkol, sigara ve madde kullanım oranlarını saptadık. Yasadışı madde kullanımı oranı %1,4 olarak bulunmuştur.
İzmir açıkçası diğer şehirlerden çok
ciddi bir farklılık göstermemekte
hatta bazı maddelerde diğer şehirlerde çok daha düşük madde kullanım
oranları bulunmaktadır. Fakat İzmir’de
belli bölgelerde ve belli özelliklerdeki
gençlerde madde kullanımı daha da
riskli olabiliyor.
Çalışmamızdan çıkan birkaç tane
ön sonuçtan bahsetmek gerekirse
İzmir’de yasadışı madde kullanımının ötesinde yasal olan maddelerin
kullanımı “sigara (lise ogrencilerinde
kullanim orani %28) ve alkol (%33)
kullanımı” daha dikkat etmemiz
gereken bir durum olarak ortaya
çıkmaktadır. İkinci olarak risk oluşturabilecek ya da koruyucu olabilecek
faktörleri saptadık. Risk oluşturabilecek faktörlerden en önemlilerden
bir tanesi anne ve babalarda madde,
sigara ve alkol kullanımı, anne-baba
ayrılıkları ve arkadaş çevresinde
madde kullanımıdır. Gençlerin madde
kullanımında anne-baba özellikleri ve
içinde bulundukları çevrenin özellikleri bir risk olarak karşımıza çıkıyor. Bu
yüzden de risk faktörlerini ortadan
kaldıracak ve koruyucu faktörleri ön
plana çıkaracak çalışmalar yapmamız
gerekiyor.
Gençlerde İzmir’in madde kullanım haritasını çıkardık. Bu haritada
100’e yakın koruyucu ve risk faktörü
belirlendi. Her bir madde için, örneğin uçucu madde için ya da sigara
kullanımı için farklı risk faktörleri
Eğitim sürecinin hiçbir yerinde
madde bağımlılığı konusunda
en ufak bir bilgiye rastlamadık.
Bizi uyaran insanlar da kulaktan dolma bilgilerle bizi
donatıyorlar. Bu konuya eğitim
sisteminde yer verilmemesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Madde bağımlılığı
eğitiminin bir çok boyutu var. Bunlardan birisi
bağımlılıkla ilişkili olabilecek alanlara lisans
düzeyinde bağımlılık
eğitiminin verilmesidir.
Bu konuda Ege Üniversitesi yine öncülük
yapan kurum olmuştur.
Ebelik, hemşirelik ve
sağlık memurluğunda
lisans düzeyine “madde
bağımlılığı” dersi 5 yıldır
düzenli olarak verilmektedir. Ancak bu derslerin ilgili diğer meslek
kollarına da yaygınlaştırılması yapılmalıdır.
İkincisi ise eğitim verenlerin eğitimidir ki Enstitü olarak temel hedefimiz bu konudaki eğitimleri yaygınlaştırmaktır. İzmir’de eğitim projesini
yaptığımız çalışmayla birlikte Valiliğe
sunduğumuzda rehber öğretmen
eğitim modüllerini de sunmamız gerekecek, ondan sonra da bu modüller
kapsamındaki programların onun
sürekliliğini sağlamamız gerekecektir.
Halen okullarda madde bağımlılığı
eğitimleri yapılıyor ama nasıl ve kimler tarafından yapılıyor? Bazı okullar
bu eğitimden bıkmışken bazı okullar
ise eğitim açlığı içinde oluyor. Eğitim
hedef bölgelere yeterince ulaşamıyor, yetkin kişilerce uygulanmıyor ve
böyle olunca da o eğitimin yaygın ve
standart olmasıyla ilgili çeşitli sorunlar
ortaya çıkıyor. Eğitimlerin etkinliğinin
yeterince test edilememesi de bir
başka sorunu oluşturuyor.
Ünlüler gençlerde bir model oluşturuyor mu?
Çok ciddi bir rol model oluşturuyorlar. Özellikle ergenlik dönemi
kişinin anne-babayla ilgili sorunlar
yaşayıp, kendi içinde bulunduğu
gruplar ve o grupların idolü olan
kişilerle ilgili rol modelleri oluşturduğu bir dönemdir. Bu kişilerin herhangi
bir olumsuz davranış olarak kamuoyunda görülmeleri aynı davranışların
model alınmasını da beraberinde
getiriyor. Burada basına büyük bir görev düşmektedir. Verilecek haberlerin
gençleri etkileyebilecek unsurlarının
gözden geçirilerek sunulmasında
yarar vardır.
İş yerlerinde madde kullanan personelimiz var mı, öğrencimiz var mı,
trafikteki şoför kullanıyor mu diye
dikkat etmiyoruz. İş yerlerinde madde kullananların saptanabilirliğinin
bilinmesi caydırıcı olur mu?
Trafik işin tamamen ayrı bir boyutudur. BATI Enstitüsü tarafından “Alkol
ve Trafik” adlı bir kitap Eylül 2009’da
Ege Üniversitesi yayını olarak çıkarılıyor. Trafikte alkollü olarak 1 kere
yakalanan kişinin 6 ay, 2 kere yakalanan kişinin 2 yıl boyunca ehliyeti
alınıyor. İkinci kere yakalanan kişiler
bir eğitimden geçiyor. Bu eğitimden
geçirilen kişilere eğitim veren Sağlık
Bakanlığı görevlileri var.
İzmir’de trafik eğitici eğitimlerini
İl Sağlık Müdürlüğü ile BATI Enstitüsü
birlikte yürütmektedir. Profesyonel
sürücüler ise, işin çok daha farklı bir
boyutudur. Şu anda İzmir Büyükşehir
Belediyesi’nin aldığı bir karar var. Bu
karar trafikteki profesyonel sürücülerin, taksi şoförlerinin madde kullanımı
olup olmadığının tespit edilmesinin
denetlenmesidir.
Bu karar alınmış olmasına karşın
halen işlemiyor. Kararın uygulamaya
geçmesini sağlamak ve bu programın
işlemesiyle ilgili belediyeyle işbirliği
içinde bulunmak hedeflerimiz arasındadır. Diğer önemli hedeflerimizden
bir tanesi de sanayi ile işbirliği içinde
olmak, uygulamaya yönelik alanlarda
örneğin, madde kullanımının trafikte
saptanmasına yönelik yöntemlerinin
geliştirilmesi gibi çalışmaların birlikte
yapılmasıdır.
Demokrasi ve birey
özgürlüklerini ön plana
çıkaran toplumlarda
özgürlükler madde
kullanımında da zaman
zaman bu anlamda
değerlendiriliyor. Bu
konudaki görüşünüz
nedir?
Bazı kültürlerde
madde kullanımına belli
boyutlarıyla izin veriliyor. Bunlardan bilinen
örnek Hollanda’da belli
kafelerde yasal olmayan
maddelerin (esrar, hallusinojenler) kullanılması
ve belli miktar alınmasının serbest olmasıdır.
Tabii ki bunun kafeler
dışında kullanılmasıyla ilgili yasal
düzenlemeler vardır. Ancak bu durum
birçok olumsuzluğu beraberinde
getirmektedir.
Yasal olmayan diğer maddelerin kullanımı ve bağımlılığında
Hollanda’da belirgin bir artış kendini
göstermektedir. Serbestlikler beraberinde bizim kontrol edemediğimiz
birçok olumsuzlukları da getiriyor.
Sigarayla ilgili uygulamaya konan
son yasa sizce caydırıcı olacak mı?
Aslında geçişin keskin olmasının
getirdiği birtakım tepkiler dışında
açıkçası çok da iyi bir uygulama.
Toplumda sigaranın kullanılmasının
zorlaştırılmasının, kullanma ihtimali
olabilecek, başlayacak kişilerin başlamasını ve kullanmasını çok azaltacağı
kanısındayım. Yaptığımız çalışmalarda
esrar kullanan gençlerin hepsinin ilk
başta sigara kullandığını görmekteyiz. Buradan hareketle gencin sigara
kullanmamasının sağlanması esrar
kullanılmasını çok belirgin olarak
önleyecektir.
57
Az sayıda eski eserin bağışlanmasıyla oluşturulan
Eski Eserler Koleksiyonu’nda bugün bini aşkın eser yer alıyor.
Eski Eserler
Koleksiyonu
HABER: Duygu ÖZTÜRK
FOTOĞRAF: Gamze KARADEMİR EROL
E
Mısır’ın yeni krallık dönemi 18.hanedan firavunlarından III.Thutmosis’in yaptırdığı sunağın
(üstteki) hiyeroglif yazılı kaidesinde şöyle deniyor: “Güneşin oğlu Thutmosis bu anıtı ‘Ra-men
Xeper’in Görkemli Anıtı olarak adlandırılan büyük
salonu inşa ettirdiği sırada babası Amon-Ra’nın
anısına dikti. Hayat veren (Tanrı) işte böyle yaptı.”
Girlandlı Friz (İ.Ö 1. yy. - İ.S. 1. yy.) adı verilen
süsleme örneğinin (sağdaki fotoğraf üstteki eser),
kale duvarı veya tak parçası olduğu düşünülmektedir. Altında bulunan iki tablet ve ortalarındaki
heykelcik de farklı dönemlere ait mezar taşlarıdır.
58
debiyat Fakültesi Eski
Eserler Koleksiyonu, 1995
İzmir Arkeoloji Müzesi
Müdürlüğü’nden alınan koleksiyonerlik belgesi ile faaliyete geçirilmiştir.
Az sayıda eser ile başlayan
koleksiyon, şu an bin adedi aşkın
esere sahiptir. Eserler koleksiyona
bağış yoluyla kazandırılmıştır.
Koleksiyona eser bağışlayanlar
arasında İzmir İngiliz Konsolosu
A.William Buttigieg, Manisa
Gördes İlçesi’nden eski milletvekili ve koleksiyoner Hayri
Büke, Prof. Dr. Gönül Öney, Prof.
Dr.Ö.Faruk Huyugüzel, Prof. Dr.
Sabri Sürgevil, Doç. Dr. Süley-
man Özkan, koleksiyoner Yavuz Tatış,
arkeolog Şükrü Tül, Civan Gezek, Hasan Arıcan, Şerif Başoğlu, Hulusi Emmeti, İbrahim Karakoç ve Menemen
Doğa Köyü ahalisi bulunmaktadır.
Tarihin adeta yeniden hayat bulduğu, geçmişin günümüzde tekrar
canlandığı sergide 529 adet sikke
ile 652 adet arkeolojik ve etnoğrafik
Üst raf: M.Ö. 2000 Doğu Anadolu kapları
Orta raf: M.Ö. 2000 Asur tablet ve mühürleri
Alt raf: M.Ö. 3000 Doğu Anadolu kapları
karakterli eser bulunmaktadır. Bu
eserler, yaklaşık İ.Ö.3.bin yıldan İ.S.20.
yüzyıla kadar olan döneme aittir.
Bu eserlerden Mısır hiyeroglif yazıtı içeren bir sunak kaidesi; silindir
mühür örnekleri; çivi yazılı kil tablet
örnekleri; Grekçe ve Osmanlıca yazıtlı
mezar stelleri örnekleri; çanak-çömlek
ve alet örnekleri koleksiyonu ziyaret
edenlerce görülebilir. Yine mimari
süsleme örnekleri; figürin örnekleri,
amphoralar, tüfek ve tabancalar ve
ayrıca Grek, Roma, Bizans Sikkeleri ile
Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Sikke
örnekleri de koleksiyonda sergilenmektedir.
Koleksiyonun en ilgi çekici ve değerli parçalarından biri olan Eski Mısır
Kum taşından yapılmış 75.2 cm uzunluğunda, yapımı İ.Ö.1479-1425 yılları
arasında tamamlanmış bu antik eserin yapım hikayesi de bir hayli ilginç.
“İ.Ö. 3100’lerde, hanedanlar dönemi
öncesi, Aşağı ve Yukarı Mısır,Yukarı
Mısır Kralı Narmer tarafından birleştirilmiştir. Erken hanedanlar döneminde (İ.Ö.2950-2575.1.-3.sülale) yüksek
bir medeniyet seviyesine ulaşan Mısır,
güçlü ve zengin sülalelerin bireylerinden olan bir kral (firavun) tarafından
yönetiliyordu. Kralların ölümünden
sonra da dünyadakine benzer bir yaşam süreceğine inanıldığından, krallar
için anıtsal piramit mezarlar yapılmış
ve içlerine yiyecekler, ev eşyaları,
mücevherler ve silahlar konmuştur.
Eski krallık döneminde (İ.Ö.25752150:4.-8.Sülale), 4.sülale zamanında
sanat ve teknolojide zirveye ulaşan
Mısırlılar, dünyanın yedi harikasından biri sayılan, Gize’deki piramitleri
yapmışlardır.Mısır’ın yeni krallık dönemi 18.hanedan firavunlarından III.
Thutmosis’in yaptırdığı Ege Üniversitesi Eski Eser Koleksiyonu’nda yer
alan sunağın hiyeroglif yazılı kaidesi
ise şöyle; “Güneşin oğlu Thutmosis bu
anıtı ‘Ra-men Xeper’in Görkemli Anıtı’
olarak adlandırılan büyük salonu inşa
Hint-Avrupa kökenli olan Persler, İ.Ö. 1300 dolaylarında, Kafkaslar üzerinden geçerek, Güneybatı İran’da Parsa (Fars) eyaletine yerleşmişler, İ.Ö. 1. bin ortalarına değin, o dönemde
bölgeye egemen olan Med Krallığı’na bağlı bir prenslik olarak yaşamışlardır. İ.Ö. 558’de
yeni prens ilan edilen II. Kyros, güçlenmiş ve İ.Ö. 550’de Med ordusunu bozguna
uğratarak, Med Devleti’ne son vermiş ve büyük Pers Devleti’ni kurmuştur. İ.Ö.
6. yüzyıl ortalarında Med Devleti’nin aniden çöküşü ve Kyros yönetimindeki
Perslerin yükselişi, Ön Asya’daki dengeleri bozmuş ve yeni bunalımlara
yol açmıştır. Sonunda tüm Anadolu Pers egemenliği altına girmiştir. İ.Ö.
546 tarihinde Pers Kralı II. Kyros’un, Lydia Kralı Kroisos’u mağlup ederek,
Lydia Krallığı topraklarını hakimiyeti altına aldığı tarihe kadar sikke
basmamış olan Persler, kralları II. Kyros (İ.Ö. 558-529) ve II. Kambyses
(İ.Ö. 529-521) dönemlerinde Lydia Krallığı sikke tiplerini (Önyüzünde,
karşılıklı aslan ve boğa protomu; arka yüzünde, zımba çukurluğu)
kullanmışlardır. Kendilerine özgü ilk sikkeleri İ.Ö. 515 dolaylarında, Kral
I. Darius (İ.Ö. 521-486) döneminde basmışlardır. Bu sikkelerin önyüzünde,
bir elinde yay, diğer elinde mızrak ya da hançer tutan taçlı kral figürü;
arka yüzünde ise şekilsiz zımba çukurluğu vardır. Perslerin altın sikkelerine
“Dareikos”, gümüş sikkelerine “Siglos” denir. Dareikoslar 8.4 gr., Sigloslar 5.6 gr.
ağırlığındadırlar. Persler, aynı tipte olan sikkelerini, Kral Darius III’ün (İ.Ö. 336-331)
İ.Ö. 331’de, Arbela’da Büyük İskender’e mağlup olmasına kadar basmışlardır.
60
ettirdiği sırada babası Amon-Ra’nın
anısına dikti. Hayat veren (Tanrı) işte
böyle yaptı.”
Koleksiyonda dikkat çeken diğer
önemli parçalar Pers Sikkeleri ile İngiliz Konsolosu A.William Buttigieg tarafından armağan edilen tüfeklerdir.
Ateşli, hafif bir silah türü olan tüfek,
13. yüzyılda barutun bulunuşundan
sonra icat edilmiş ve yavaş yavaş
geliştirilmiştir. Tarihi kayıtlara göre,
14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
kullanılmaya başlayan ilk tüfekler, yivsiz ve ağızdan dolmadır. Ağır oldukları
için de kale burçlarından, bir duvar ya
da dayanağın üzerinden kullanılmaya
elverişli idi. Bu haliyle tüfek, bir savunma silahı karakteri gösteriyordu. İlk
tüfeklerin ateşleme sistemi, kibrit, fitil
benzeri, yavaş yavaş yanan nesnelerle
çalışıyordu. 18. yüzyıl başlarında çakmak taşı kullanılarak daha güvenilir
bir ateşleme düzeni sağlanmıştır. 19.
yüzyıl başlarında ise ateşleme kapsülü keşfedilmiş ve bunun ardından,
namlusu yivli, mekanizması iğneli
ve kuyruktan doldurulan tüfekler
geliştirilmiştir.
1996 yılında bir sergi salonu
düzenlenerek, eserler sergilenmeye
başlanmıştır. Sergi salonu, Edebiyat
Fakültesi Dekanlığı koridorunda yer
almaktadır. Koleksiyon sergi salonu
olarak ziyarete açıktır. Ziyaret etmek
isteyenler Uzm. Mehmet Önder’e müracaat ederek koleksiyonu görebilirler.
Su sporları takımımız
başarılara imza atıyor
E
HABER: Duygu ÖZTÜRK
Ege Üniversitesi
Spor Kulübü Su Topu
Takımı Açık Küme’den,
2. lige yükseldi.
Kulüpler arasında
ODTÜ’den sonra
2. üniversite kulübü
takımı olan Su Topu
Takımımız, önümüzdeki
dönemde birinci lige
yükselmeyi hedefliyor.
ge Üniversitesi Su Topu
Kulübü; 90’lı yıllarda birinci
ligde oynayan ve o yıllarda
inanılmaz başarılara imza atan kadronun dağılmasının ardından 2007
yılında tekrar kuruldu.
Ege Su Sporları Tenis İhtisas
Kulübü’nün (ESTİ), ekibin kurulması
esnasında antrenör, teknik ve taktik
anlamında sağladığı desteklerle
Ege Üniversitesi Su Topu Takımı bir
anlamda küllerinden yeniden doğdu.
Bu sporla ilgilenen öğrencilerin lisanslarının çıkarılmasıyla beraber Ege
Üniversitesi Su Topu Takımı profesyonel anlamda yarışmalara katılmaya
başladı. Kısa sürede büyük yol kateden takım Türkiye 2. ligine yükseldi.
Üniversitemiz Su Topu Takımı Türkiye
Su Topu Federasyonu Kulüpleri
arasında yapılan müsabakalara da
katıldı. 2007 – 2008 döneminde Sutopu Açık Küme Grup Final Müsabakaları Ön Elemeleri Gaziantep’teydi.
Gaziantep’ten grup şampiyonu
olarak ayrıldı ve İstanbul’daki play
off müsabakalarına katılmaya hak
kazandı. Ancak final maçını kaybederek ikinci kümeye çıkamadı. Su Topu
Takımı idareci ve oyuncusu Tarkan
Laleli, bu olayın takımı kamçıladığını
ve diğer yarışmalara daha iyi hazırlandıklarını söylüyor.
Geçen dönemde ise tüm maçları
açık ara farkla kazanan tamımımız, ardından final maçında İstanbul Moda
takımıyla karşı karşıya geldi. Yine
farklı bir galibiyetle maçı tamamlayan
Ege Üniversitesi Spor Kulübü 2. Lige
yükselmiş oldu. Laleli “Gerek kondisyonumuzla, gerek takım ruhumuzla
bir bütün olduğumuzu kanıtlamış olduk. İstanbul takımlarına karşı Ege’yi
en iyi şekilde temsil ettik” dedi.
Tarkan Laleli, su topu her ne kadar
dünya çapında çok bilinen ve çok
sevilen bir spor dalı olsa da İzmir’de
bu branşla ilgili çok fazla kulüp olmadığı için bu sporun hak ettiği ilgiyi
bulamadığını söyledi. Laleli sözlerini
şöyle sürdürdü: “İzmir’in bir sahil şehri
olarak bu konuda iddialı olmasını
ve bu iddiasını da ortaya koymasını
istiyoruz”.
Takımla ilgili değerlendirmelerde
bulunan Laleli şunları söyledi: “Şu
anda bakıldığında su topu takımımız
oldukça güçlü. Ekipteki oyuncuların
61
Ege Üniversitesi tekstil ürünlerinde iddialı
Ege Üniversitesi
Tekstil ve Konfeksiyon
Uygulama ve Araştırma
Merkezi ürettiği
ürünlerin sağlamlığı
çoğunluğunu Ege Üniversitesi Master
Takımında yüzen sporcular oluşturuyor.Yine takımımız Ege Üniversitesi
mezunları, öğrencileri, personeli, akademisyeninden, su topuna ve Ege’ye
gönül vermiş oyunculardan oluşuyor.
Yakın tarihte su topu takımımızın
antrenmanları start alıyor. Müsabakalara kadar önümüzde yaklaşık bir
yıllık süreç var. Bu süre içerisinde iyi
bir kadroyla, iyi bir çalışma temposu
ve iyi bir takım ruhuyla takımımızı
birinci ligde görmeyi planlıyoruz.”
Ege Üniversitesi Spor Kulübü
1955 yılında Ege Üniversitesi’nin
kuruluşuyla birlikte faaliyete geçti.
Bu kulübün zaman zaman aktiviteleri
arttı, her branşta gelişme gösterdi.
Ege Üniversitesi Yüzme Kulübü ise,
Ege Üniversitesi Olimpik Kapalı
Yüzme Havuzu’nun yapımının tamamlanması ve faaliyete geçmesinin
hemen ardından “Ege Üniversitesi
Spor Kulübü”nün bir şubesi olarak
kuruldu. 1990 yılında İzmir’deki özel
bir kulübün kendini lağvetmesiyle
Ege Üniversitesi yüzme şubesi oldu.
Ege Üniversitesi Yüzme Kulü-
62
bü, milli takıma yüzücü vererek,
uluslararası müsabakalara katılarak
ülkeyi, Türk yüzme sporunu ve Ege
Üniversitesi’ni başarıyla temsil ediyor.
Ege Üniversitesi Yüzme Kulübü, 20
yetişkin sporcuyla başlayan çalışmalarını ve kapasitesini 15 yıl içerisinde
10 kattan fazla artırarak, 0-4 yaş
öğrenim grubundan, 20 yaş ve üzeri
elit yüzücüye kadar olan geniş bir
yelpazede, 256 sporcuyla çalışmalarını sürdürüyor. Bu gün 46 tane yüzme
kulübü barındıran ülkemizde yüzme
kulübümüz ilk onun içinde yer alıyor.
Ege Üniversitesi Spor Kulübü
Yüzme Şubesi Başkanı Birol Akşit, bu
güne kadar elde edilen başarıların
oldukça kısıtlı imkanlarla kazanıldığını söylüyor ve ekliyor: “Şu anda ise
elimizde milli takım antrenörlüğü
düzeyinde arkadaşlarımız da bulunuyor. İdarecilerimiz Ege Üniversitesi içinden seçiliyor. Bu arada Ege
Üniversitesi üst yönetimi de kulübe
her zaman çok büyük destek veriyor.
En büyük avantajımız olimpik bir
havuzumuzun var olması ve kampus
içinde çalışmalarımızı sürdürebiliyor
olmamız. Beden Eğitimi Spor Yüksek
Okulu(BESYO)’nun da üniversitemizde olması bizim için büyük avantaj.
Türkiye’de genellikle ilk üçte, özellikle belirli yaş gruplarında Türkiye
şampiyonluğunu elimizde tutuyoruz.
Özellikle altyapıda çok iyi bir öğrenci kitlemiz var”. Kulüp bünyesinde
lisanslı üniversite öğrencilerinin yanı
sıra küçük yaş gruplarında sporcular
da yer alıyor. Bu küçük yaş grupları
içindeki çoğu öğrenci Ege Üniversitesi personelinin yakınları ve çocukları.
Sporcular, büyükler ve altyapı sporcuları olarak yaş gruplarına göre değişik
yarışlara katılıyor. Büyüklerdeki başarı
oranımız diğer gruplara oranla daha
az. Çünkü bu kategorideki öğrenciler
İzmir dışındaki başka üniversitelere
de gidebildiklerinden sayımızda belli
oranda kopma ve dağılma oluyor.
Her gün biraz daha büyüyen
kulüp bünyesinde Su Altı Performans
Sporları adında yeni bir branş oluşturuldu. Bu branşta büyükler kategorisinde üniversite öğrencileri yarışacak.
Sualtı Performans Sporları; su altı
rugby’si, su altı hokey, su altı hedef
vurma ve paletli yüzme adı altında 4
ayrı branşta etkinlik gösterecek.
Akşit, “Bu güne kadar ki çalışmalarımız sayesinde su altı hokeyi ve su
altı rugby’si dallarında Türkiye’deki
diğer kulüpler arasında oldukça iddialı bir konuma ulaştık. Çalışmalarımız
her geçen gün katlanarak devam
ediyor. Her branştaki ekiplerimizi en
kısa zamanda çok daha iyi yerlerde
görmek için Ege Üniversitesi olarak
çabalıyoruz ve diğer braşlarda da
açılımlar yapmak istiyoruz” diyor.
ve kalitesi konusunda
iddialı.
HABER: Petek DURGEÇ
E
ge Üniversitesi bünyesindeki fakültelerin uygulama
alanlarında üretilen ürünler yalnızca kampüs içinden değil
kampüs dışından gelen müşterilerin
de ilgisini çekiyor. Ege Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi Tekstil Mühendisliği Bölümü, ürettikleri kaliteli
ürünleri kampüs içindeki satış yerinde
tüketiciye sunuyor. Bölüm, bünyesinde barındırdığı Tekstil ve Konfeksiyon
Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin
çalışmaları kapsamında birbirinden
zevkli ve kaliteli pek çok tekstil ürünü
üretiyor. Konfeksiyon atölyesinde
üretilen tişörtten şapkaya, kazaktan
şala, laboratuar önlüğünden çantaya
kadar pek çok ürün, tüketicilerden
yoğun ilgi görüyor.
Tişörtler her zaman gözde
Satış yerinin sorumlusu Yasemin
Çıngırt, “Her zaman en fazla ilgi ‘Ege
Üniversitesi’ ambleminin yer aldığı
tişörtlere oluyor.” diyor.
Çıngırt sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Kış mevsimine uygun olan kazak ve
şallar da rağbet gören ürünler ara-
sında. Ürünlerimizde en fazla iddialı
olduğumuz nokta ise kaliteleri. Her
biri son derece sağlam ve senelerce kullanılabilecek nitelikte. Ayrıca
ürünlerimizin tamamı her beğeniye
hitap edecek kadar da zevkli” şeklinde konuştu. Kampüs dışından da
ürünleri satın almaya gelen pek çok
müşterinin bulunduğunu ifade eden
Çıngırt, özellikle has yünden üretilen
bel korseleri ve dizliklere olan talebin
çok yoğun olduğunu söylüyor. Atölye,
dışarıdan gelen biniş (cüppe) taleplerini de karşılıyor.
TEKSTİL MÜHENDİSLİĞİ FAKÜLTESİ
SATIŞ YERİ FİYAT LİSTESİ
En fazla ilgi, Ege Üniversitesi ambleminin
yer aldığı tişörtlere.
Erkek-Bayan Kazak
15 TL
Süveter
10 TL
Çantalar
3 TL
Şal
5 TL
Bel Korsesi
5 TL
Dizlik
5 TL
Tişört
7,5 TL
Bereler
1,5 TL
Atlet
1,5 TL
Öğretim Üyesi Cüppesi
71 TL
63
HAZIRLAYAN:
Demet ALTUNTAŞ
“İnsan Kaynakları Sayfası”, Ege Üniversitesi’nin tüm çalışanlarını
ilgilendiren konular hakkında her sayımızda güncel bilgileri aktarmak
amacıyla hazırlandı. Bu sayıda, EÜ Personel Dairesi Başkanlığı’ndan
aldığımız bilgiler ışığında kadroların durumu ve görevde yükselme
eğitimleri ile ilgili bilgilere köşemizde yer verdik.
Her sayımızda bu bilgileri güncellemeye devam edeceğiz.
Görevde yükselme
“Yükseköğretim Üst Kuruluşları
ile Yükseköğretim Kurumları Personeli Görevde Yükselme ve Ünvan
Değişikliği Yönetmeliği” uyarınca; 07
Temmuz 2009 tarihinde yapılan “Şef
kadrosu görevde yükselme sınavı”nda
başarılı olup atanmaya hak kazanan
30 personelin atamaları 10 Ağustos
2009 tarihinde yapıldı. Ayrıca Mühendis, Kimyager, Biyolog ve Tekniker
kadroları için başvuruların tamamlanmasının ardından, ünvan değişikliği
sınavı 01 Eylül 2009 tarihinde yapıldı.
“Ünvan değişikliği sınavı”na 33 personel katıldı.
Yeni memurlara
oryantasyon programı
Öğrenim ve katkı kredisine af resmi
gazetede yayınlandı
MADDE 15- 16/8/1961 tarihli ve 351 sayılı Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar
Kurumu Kanununa aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 4 – Bu Kanun ile 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunundan
doğan ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce takibe alınmış
olan borcunu üç ay içerisinde Kuruma başvurarak ödeme taahhüdünde
bulunanların, borcunun tamamını;
a) Başvuru süresi içinde defaten ödemesi durumunda bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının yüzde yetmişbeşi,
b) Oniki ay içinde aylık eşit taksitler halinde ödemesi durumunda bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının yüzde
ellisi,
c) Yirmidört ay içinde aylık eşit taksitler halinde ödemesi durumunda
bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının
yüzde yirmibeşi,
ç) Otuzaltı ay içinde aylık eşit taksitler halinde ödemesi durumunda bu
maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının
yüzde onu, terkin edilir.
Taksitli ödemeler başvuru tarihini takip eden aydan itibaren başlar. Aylık
taksitlerin aksatılmadan ödenmesi halinde bu maddenin yürürlük tarihinden
itibaren gecikme zammı uygulanmaz. Aylık taksitlerin süresinde ödenmemesi
halinde bu madde hükümleri uygulanmaz. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce ödenen tutarlar red ve iade edilmez. Bu madde kapsamına giren
alacaklara karşılık yapılmış hacizler ödemeler nispetinde kaldırılır. Uygulamaya ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığının görüşü alınarak Kurum tarafından
belirlenir.”
64
ÖSYM tarafından açıklanan KPSS2009/3 Yerleştirme Sonuçları uyarınca
Ege Üniversitesi’nde 11 memur, 1
gemi adamı, 1 psikolog, 1 sosyal çalışmacı, 20 hemşire, 9 sağlık teknikeri
ve 9 teknisyen kadrosuna yerleştirme
yapıldı. Üniversitemiz kadrolarına
yerleştirilmesi yapılan 52 adaydan 18
Ağustos 2009 tarihine kadar başvurularını yapmış olanlar 24 Ağustos
2009 tarihinde göreve başladı, aynı
gün Personel Daire Başkanlığı’nca
hazırlanan Oryantasyon Programı’na
katıldılar.
Boş kadroların dağıtımı
Rektörlükte tutulan boş kadroların
bölüm ve anabilim dallarına dağılımı
yapıldı. Atamalar için Yükseköğretim
Kurulundan aktarım izni bekleniyor.
YÖK’ten izin bekleniyor
10.07.2009 tarih ve 9099 sayılı
yazı ile Yükseköğretim Kurulu’ndan
öğretim üyesi ve öğretim elemanı
kadroları için kullanma izni istendi.
Maaş işlemleri
Ağustos ayından itibaren maaş
işlemleri Fakülte Dekanlıkları tarafından yapılmaya başlandı.
Kampüs Polikliniği açılıyor
Ege Üniversitesi öğrenci ve personelleri sağlık hizmetini yeni açılan
Tıp Fakültesi Kampüs Polikliniği’nden alabilecek.
Tüm öğrenci, personel ve ailelerine sağlık hizmeti verecek olan Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi
Kampüs Polikliniği, Sağlık, Kültür ve
Spor Daire Başkanlığı binasında 28
Eylül 2009 tarihinde hizmet vermeye
başlayacak. Poliklinikte, Acil Tıp , Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları (2), Dermatoloji, Diş Hastalıkları (5), Enfeksiyon
Hastalıkları, Gastroenteroloji, Göğüs
Hastalıkları, Göz Hastalıkları, Halk
Sağlığı, İç Hastalıkları, Kadın Hastalıkları ve Doğum, Kulak Burun Boğaz,
Psikiyatri ile Radyoloji dallarında 19
doktor ve dokuz hemşire görev yapacak. Ayrıca hastalara bu poliklinik
bünyesinde radyolojik işlemler ve Tıp
Fakültesinin tüm laboratuvarlarında
tetkik yaptırma imkanı da sağlanacak.
Tıp Fakültesi Hastanesi polikliniği
olması nedeni ile üçüncü basamak
sağlık hizmeti verilecek olan birimde,
sigarayı bırakmak isteyen öğrencilerimize hizmet veren Sigara Bırakma
Polikliniği gibi koruyucu sağlık hizmetleri de yürütülecek.
Nasıl yararlanılır?
Kampüs Polikliniği’miz hafta içi
08.00-16.30 saatleri arasında hasta kabul edecek. Kurumumuz Ambulansı
da 08.00-19.00 saatleri arasında acil
durumlarda hizmet verecek.
Öğrencilerimizin poliklinik
hizmetlerinden yararlanabilmeleri
için Sosyal Sigortalar Kurumu ve
Bağkur kapsamında Sosyal Güvenlik
Kurumu’na tabii ise T.C Kimlik numaraları ile veya Emekli Sandığına bağlı
ise emekli sandığı sağlık karnesi ile
başvuru yapmaları yeterlidir.
Herhangi bir Sosyal Güvenlik
Kurumuna bağlı olmayan 25 yaşın
üzerindeki öğrencilerimiz kimlik
bilgileri ile, 25 yaşın altındaki öğrencilerimiz ise anne ve babalarının kimlik
bilgileri ile Sağlık, Kültür ve Spor Daire
Başkanlığı sağlık bürosuna başvurarak sağlık karnesi çıkartabilecekler.
Sosyal Güvencesi olamayan öğrencilerimizin tanı ve tedavi ödemeleri
kurumumuzca karşılanacak.
Kendi yemeğimizi
kendimiz pişiriyoruz
Yemek sektöründe yaşanan sıkıntılar ve alınan hizmetin beklentiyi
karşılamaması nedeniyle önceki yıllarda ihale ile yemek hizmeti satın
alan Ege Üniversitesi artık kendi yemeğini kendisi yapıyor. Ağustos 2009
tarihinden itibaren başlatılan uygulamada Ege Üniversitesi’nden mezun
gıda mühendislerinin denetiminde 65 kişilik mutfak personeli, yenilenen mutfak ve mazlemelerle Ege Üniversitesi öğrenci ve personeli için
yemek hazırlıyor. İnsan sağlığı ve gıda güvenliği açısından kaliteli bir yemek üreterek, yemekhaneden mümkün olduğunca fazla öğrenci ve personelin faydalanmasının sağlanması ve ISO 9000 ile ISO 22000 Güvenli
Gıda Standardı Belgeleri’yle bu kalitenin tescil ettirilmesi hedefleniyor.
Hem ana mutfak hem de dağıtım merkezi olarak kullanılacak 1 Nolu
Yemekhane, Rektörlük tarafından 2009 yılı başında ilgili akademik birimlerden oluşturulan “Hazır Yemek Üst Komisyonu”nun çalışmaları sonucunda hazırlanan projeye göre yenilendi. Burada oluşturulan modern
mutfak, günlük 5 bin kişinin yemek ihtiyacını karşılayacak kapasitesi ve
“işbaşı eğitimleri” tamamlanan nitelikli personeli ile kampüsün çeşitli
okul ve birimlerine yemek hizmeti vermeye başladı.
65
Su varlığı ve kalitesinin sınırlı olduğu yerlerde su yönetimine
destek sağlayacak projenin Türkiye’deki uygulama alanı ise
Tahtalı Barajı Koruma Havzası’nda bulunuyor
Su tasarrufu projesi üreticinin
hayatını kolaylaştıracak
HABER: Petek DURGEÇ
A
vrupa Birliği 6. Çerçeve
Programı tarafından desteklenen ve sekiz ülkenin
katıldığı “İşletme Düzeyinde Optimum Su Yönetimi” isimli projenin Türkiye çalışması Ege Üniversitesi Ziraat
Fakültesi Tarımsal Yapılar ve Sulama
Bölümü ile Bahçe Bitkileri Bölümü
tarafından yürütülüyor. EÜ Ziraat
Fakültesi Tarımsal Yapılar ve Sulama
Bölümü Öğretim Üyesi ve Proje Ülke
Koordinatörü Prof. Dr. Hakkı Tüzel,
proje ile su varlığı ve kalitesinin sınırlı
olduğu yerlerde, işletme düzeyinde
kullanılabilecek ve su yönetimine
destek sağlayabilecek pazara hazır bir
sistemin geliştirilmesinin hedeflendiğini söyledi.
Proje kapsamında gerçekleştirilen
araştırma sonuçlarının son derece
çarpıcı olduğunu belirten Prof. Dr.
Tüzel, “Çiftçi 1 ton su karşılığı 31.6 kg
hıyar verimi elde ederken, tam sulama uygulaması ile 1 ton suya karşılık
40.6 kg hıyar verimi alındı. Toprak
nem algılayıcılarının okumalarına
dayandırılan tam otomatik sulama
ve gübreleme ile çiftçi uygulamasına
göre ise yüzde 19 ila 31 verim artışı ve
yüzde 11 ila 22 oranında su tasarrufu
sağlandı” diye konuştu.
Projenin, arazi çalışmaları, farklı
sulama yapıları, ürün deseni ve yerel
su sağlayıcılar dikkate alınarak Türkiye, İtalya, Ürdün ve Lübnan’daki farklı
koşullara sahip deneme alanlarında
yürütüldüğünü belirten Prof. Dr.
Tüzel, “ Türkiye’deki uygulama alanı
Tahtalı Barajı Koruma Havzası’nda
bulunuyor. Tahtalı Barajı İzmir’in en
önemli içme suyu kaynaklarından
biri. Şehrimizin su ihtiyacının yüzde
31.5’ini karşılayan baraj suyunun
kirlenmesinin önlenmesi gerekiyor.
66
Bu amaçla baraj gölünün etrafında
koruma alanı oluşturuldu ve uygulama alanı olarak orası seçildi” diye
konuştu.
Uygulama alanında gerçekleştirilen çalışmalarla ulaşılmak istenen en
temel amacın bitki kök bölgesi altına
su akışının kontrol edilmesi ve çevre
kirliliğinin azaltılması olduğunu söyleyen Prof. Dr. Tüzel şunları söyledi:
“Projenin amaçları arasında bitki
su gereksiniminin belirlenerek en
uygun sulama programının geliştirilmesi, kısıtlı sulama yapılarak bitkinin
su kısıntısına tepkisinin saptanması,
tarla deneme sonuçlarının üretici
uygulamalarıyla karşılaştırılarak su
tasarrufunun saptanması, modern
sulama tekniklerinin tanıtılması ve su
kaynaklarının daha etkin kullanılması
ile üreticilerimizin su kullanımı konusunda bilinçlendirilmesi bulunuyor.
2007 yılından beri devam eden proje
boyunca bu hedeflerin tamamının
gerçekleştirildiğini gururla söyleyebiliriz. Bu amaçlara uygun olarak tarla
günleri ve çalıştaylar düzenleyerek
katılımcılara proje kapsamında bilgiler veriliyor.”
2010 Japon Yılı için işbirliği
E
ge Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz,
Japon-Türk Kültür Değişim
Derneği Başkanı Kanji Ishimoto ve
Japon üniversiteleri ve sivil toplum
kuruluşları ile yoğun işbirliği içinde
olan Ege Üniversitesi Mühendislik
Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr.
Nalan Kabay’ı makamında kabul
etti. Yapılan görüşmede 2010 yılının
Türkiye’de Japon yılı olarak ilan edilmiş olması nedeniyle düzenlenecek
ortak aktiviteler görüşüldü.
Ishimoto ve Prof. Dr. Yılmaz, Ege
Üniversitesi yerleşkesine Japon
yılı aktiviteleri kapsamında Japon
Kültürünün sembolü haline gelen
150 adet kiraz ağacı dikilmesi ve
dikimlerin geleneksel Japon sanat
gösterileri eşliğinde yapılması
konusunda bir takvim belirlediler. Ishimoto Japon - Türk
Kültür Değişim Derneği
olarak, 2010 yılının Ekim
ayında İzmir’de düzenleyecekleri Japon - Türk Kültür
Festivali kapsamında İzmir
Büyükşehir Belediyesi ve
Ege Üniversitesi ile işbirliği
içinde olmak istediklerini
belirtti. Festivale dünyaca
ünlü Tokyo Flüt Orkestrasının
katılacağını belirten Ishimoto,
“Festivalde Japon geleneksel
sanatları olan ‘ikebana’, ‘origami’,
‘shodo’, ‘wadaiko’, ‘sado’ ve ‘bujutsu’
gösterileri yapılacak” dedi.
Rektör Yılmaz da Japon yılı
çerçevesinde gerçekleştirilecek
aktivitelere Ege Üniversitesi olarak katkı vermekten memnuniyet
duyacaklarını belirtti. Rektör Yılmaz’ı
ziyaret eden Ishimoto ve Prof. Nalan
Kabay daha sonra Ege Üniversitesi
Pasifik ve Atlantik İşbirlikleri Uzmanı
Selin Tozkoparan ile birlikte İzmir
Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz
Kocaoğlu’nu da makamında ziyaret
ederek Japon Yılı aktiviteleri ile ilgili
Başkana bilgi verdi.
Kardeş Üniversitemiz Kumamoto
Üniversitesi Ege Üniversitesi’nde
ortak araştırma laboratuvarı kurdu.
Ege Üniversitesi ile 2000 yılından bu yana kardeş üniversite olan
Japonya’nın Kumamoto Üniversitesi
21.Yüzyıl Mükemmeliyet Merkezi
Sorumlusu Prof.Dr.Masayasu Ohtsu,
Mühendislik Fakültesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde “Binalarda Tahribatsız Test Etme Yöntemleri” konusunda kurulacak Uluslararası İşbirliği
Laboratuvarı’nın protokol imzalama
ve tabela asma merasimine katılmak
için Ege Üniversitesi’ni ziyarete geldi.
Ege Üniversitesi Rektörü Prof.
ve gelecek nesillere aktarılacak önemli
bir eser olarak kalacağını vurguladı.
Kumamoto Üniversitesi ve Ege Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümleri
arasında ortak araştırmaların yürütüleceği bu laboratuarda, deprem bölgesinde olan ülkemiz için büyük önem
taşıyan, mevcut binaların tahribatsız
olarak depreme dayanıklılık testlerini
yapmak üzere mevcut test tekniklerinin geliştirilmesi konusunda araştırmalar yapılacak. Benzer bir laboratuar
Kumamoto Üniversitesi’nde de eş
zamanlı olarak kurulacak.
Kumamoto Üniversitesi’nde
İnşaat Mühendisliği alanında doktora çalışmalarını tamamlayarak
Ege Üniversitesi’ne dönen Yrd.
Doç.Dr.Ninel Alver ve Kumamoto Üniversitesi’nden Prof.
Dr.Masayasu Ohtsu Ege ve
Kumamoto’da kurulan laboratuarlardan sorumlu olacak.
Bu laboratuarların ekipman
ve malzeme destekleri,
Kumamoto Üniversitesi
21.Yüzyıl Mükemmeliyet
Merkezi tarafından 5 yıllık
bir proje kapsamında destekleniyor. Proje sayesinde
karşılıklı öğrenci ve araştırmacı değişimi de desteklenecek.
Japon Öğrenciler de
Ege’yi Tercih Ettiler…
Dr.Candeğer Yılmaz ve Ege Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr.Atilla
Silkü’yü makamlarında ziyaret eden
Prof.Dr.Ohtsu, Ege Üniversitesi bünyesinde ilk kez kurulacak bu türden bir
laboratuvarı on yıldır işbirliği yaptıkları
kardeş üniversite Ege Üniversitesi’nde
kurmaktan büyük memnuniyet
duyduklarını belirtti. Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Yılmaz Japonya
ile kurulan dostluk köprüsünün bu
laboratuvar ile daha da pekişeceğini
2009 Yaz döneminde araştırma ve
ortak çalışma yapmak üzere partner
üniversitemiz Kumamoto Üniversitesi
Bilgisayar, Makine, Kimya Mühendisliği ve Mimarlık fakültesinden altı
Japon öğrenci burslarını Ege Üniversitesinde kullanmayı tercih etti. Rektör
Yardımcısı Prof. Dr. Atilla Silkü’nün
evsahipliğinde Japon öğrenciler için
düzenlenen “hoş geldin yemeği”nde
Prof. Dr. Silkü, Ege Üniversitesi ile
Kumamoto arasında kurulan bağın
önemini vurgulayan bir konuşma
yaptı. Bu yıl JASSO bursu ile üç EÜ
öğrencisi daha Kumamoto’da eğitim-
67
Plastik sanatlar şöleni
3. EgeArt Sanat Günleri yeni yıl öncesi İzmir’de
E
ge Üniversitesi’nin kentimize
kazandırdığı plastik sanatlar
şöleni EgeArt, Aralık 2009’da
tekrar sanat severlerle buluşuyor.
Sanatın tartışıldığı paneller, usta
sanatçıların tanıtıldığı söyleşiler, yurt
dışından katılan sanatçıların düzenleyeceği canlı performanslar yanında
dinletiler ve konserler ile 3. EgeArt
Sanat Günleri yine zengin bir içerikle
sanatseverlerin karşısına çıkacak.
Ege Üniversitesi’nce düzenlenen
3. EgeArt Sanat Günleri, bu yıl geleneksel sanatın yanı sıra, sanatın yeni
akımlarına kucak açarak, birbirinden
değerli eserleri sanatseverlerin izlenimine ve değerlendirmesine sunacak.
EgeArt kapsamındaki tüm etkinlikler
İzmir’in seçkin 12 Kültür Merkezi ve
Sanat Galerisi’ne yayılacak. Ulusal ve
uluslararası 220 usta sanatçıyı 1000’in
üzerinde eser ile bir araya getirecek olan 3. EgeArt Sanat Günleri,
bölgemizin değerli sanatçılarının
ürettiği seçkin eserleri de göz önüne
taşıyacak. Ayrıca Türk sanatını yurt
dışında yaşatan duayen sanatçılar da
EgeArt’ta bir araya gelecek. 3. EgeArt
Sanat Günleri aynı zamanda, Üniversitelerin Güzel Sanatlar Fakülteleri
öğretim elemanlarının buluşma ve
bilgi paylaşma ortamı da olacak.
3. EgeArt Sanat Günleri programında bu yıl ilk kez Vakıfbank
sponsorluğunda “Yarışmalı Heykel Çalıştayı” düzenleniyor. Türkiye çapında
duyurulan yarışmaya katılan 22 sanatçının eser seçimi 3 Eylül’de EÜ Atatürk
Kültür Merkezi’nde yapıldı. Türkiye’nin
ünlü heykel sanatçılarından Mehmet
Aksoy ve Prof. Meriç Hızal ile birlikte
jüride yer alan Ege Üniversitesi Genel
Sekreteri Prof. Dr. Bülent Özkan,
EgeArt Sanat Danışma Kurulu Başkanı
Tüzüm Kızılcan, Yrd. Doç. Gökçen
Ergür, Yunus Tonkuş, Cam Sağbil projeleri değerlendirdi. Değerlendirme
sonucunda Malik Bulut’un mermer
eseri, Ali Dirier’in mermer eseri ve Özgür Turhan ile Yıldız Güner Turhan’ın
ahşap eseri çalıştaya girmeye hak
kazandı. Seçilen 3 eser 15 Eylül – 17
Ekim 2009 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Kampüsü’nde belirlenen bir
68
alanda sanatçıların
bir aylık çalışmaları sonucunda
tamamlanacak.
Ege Üniversitesi
kampüsünde
sanatı yaşatmayı
amaçlayan bu
çalışmada, sanatçılar öğrencilerin
gözlemleri eşliğinde heykel yapım-
larını sürdürecek ve
bilgi paylaşımında bulunacak. 17 Ekim 2009
tarihinde tamamlanacak
olan eserler sanatçılar
tarafından, Ege Üniversitesi koleksiyonuna
bağışlanacak ve kampüsün belirli alanlarına yerleştirilerek
sanatseverlerin izlenimine sunulacak.
Egeli gençler bisikletle
Türkiye yollarında
Ege Üniversiteli bisiklet tutkunu gençler yeniden Türkiye yollarında. “Temiz, sağlıklı ve kaliteli yaşam için Bisikletle Türkiye Turu” parolasıyla yola çıkan gençleri Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer
Yılmaz uğurladı. Ege Üniversitesi Bisiklet Topluluğu’nun düzenlediği
etkinlik 2009-2011 yıllarına yayılmış olarak, toplam 8 etapta 61 gün
süreyle, 37 ilin sınırları içinde, yaklaşık 6000 km yolun geçilmesiyle
tamamlanacak. İlk etap Sarp Sınır Kapısından 27 Temmuz’da başladı.
Sinop’ta son bulan ilk etapta 17 kişilik ekip 13 günde yaklaşık 740
km. kat etti. Ardından Eylül 2009’daki 2. etapta İzmir-Antalya parkuru,
Temmuz 2010’daki 3. etapta Van-Mardin parkuru, Eylül 2010’daki 4.
etapta Antalya-Hatay parkuru, Kasım 2010’daki 5. etapta MardinAdana parkuru, Mayıs 2011’deki 6. etapta Sinop İstanbul parkuru,
Temmuz 2011’deki 7. etapta Van-Mardin parkuru, Eylül 2011’deki son
etapta ise İstanbul-İzmir parkuru tamamlanacak. Turun ilk etabında
kısa bir süre önce selin vurduğu şehirlerde Karadeniz turu yapan
Egeli gençler selzedelerle birlikte olup, onlara moral verdiler.
Türkiye birincileri Ege
Üniversitesi’ni tercih ediyor
ÖSS Sayısal-1 Türkiye birincisi
Gülşen Yücel ve ÖSS Sayısal-2 puan
türünde Türkiye birincisi olan Çağatay Ermiş isimli iki başarılı öğrenci
bundan sonraki eğitim hayatlarını
devam ettirecekleri Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nde EÜ Rektörü Prof.
Dr.Candeğer Yılmaz ve Tıp Fakültesi
Dekanı Prof.Dr.Serhat Bor tarafından
düzenlenen toplantı ile karşılandı.
Türkiye’nin iki gözde öğrencisinin Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni
tercih etmelerinden dolayı haklı bir
gurur yaşadıklarını belirten Prof.
Dr.Candeğer Yılmaz, “Üniversitemiz
için bu sadece bir başlangıç. Öğrencilerimizin ailelerine de çocuklarını
buraya kadar eğittikleri için teşekkür
ederim” diye konuştu. Dekan Prof. Dr.
Bor da, iki başarılı öğrencinin aralarına katılmasından dolayı çok mutlu
olduklarını ve öğrencilerin kendilerini
seçmesiyle başarı çıtalarının daha da
fazla yükseleceğini belirtti. Prof. Dr.
Bor, “Ege Tıp, 270 yataklı poliklinikleri
ve 460 profesörüyle daha ilgi çekici
hâle gelmiştir. Artık öğrencilerin de
sorumlulukları bizim kadar arttı” sözleriyle Ege Tıp Fakültesi’nin her geçen
sene yükselen bir değer olduğuna
vurgu yaptı. Ayrıca eğitim kalitesini
arttırma çalışmalarının bir adımı
olarak bu yıldan itibaren araştırmacı
hekimlik programını başlatacaklarını
belirten Prof. Dr. Bor, “Öğrencilerimiz
ikinci sınıftan itibaren isterlerse bu
programı tercih edecekler. Ülkemizin
nitelikli bilim insanlarına çok ihtiyacı
var. Bu sayede bu açığı kapatmış
olacağız” diye sözlerine ekledi.
Toplantıda basın mensuplarından
gelen sorular üzerine, ÖSS birincilerinin Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni
seçmesindeki en büyük etkenin bu
kurumun başarısı ve kalitesi olduğu
belirtildi. Rektör Prof.Dr.Yılmaz ve
Dekan Prof.Dr.Bor tarafından öğrencilere Temel Tıp Bilimleri Sözlüğü ve
Anatomi kitabı hediye edildi. Rektör
ve Dekan öğrencilere ‘’I love you Ege’’
yazılı rozet taktı. Ayrıca öğrencilerin
tüm eğitimleri boyunca düzenli olarak burs desteği alacakları belirtildi.
Hem eğlendiler hem öğrendiler
Ege Üniversitesi, Doğa Koruma
ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ve
TÜBİTAK işbirliğiyle “Dilek Yarımadası
Büyük Menderes Deltası Milli Parkı’nda
Eğlenceli Deniz Eğitimi Kampı” organize edildi. İzmir ve Aydın illerindeki
ortaöğretim öğrencilerine yönelik
olarak düzenlenen kampa ilgi büyük
oldu. Gençlere, başta yüzme ve aletli
dalış olmak üzere; kano kullanma,
deniz canlılarını tanıma, seramikten
deniz canlıları yapma, gemici düğümleri atma, su ürünlerini pişirme gibi
beceriler öğretildi. Projenin yürütücüsü olan Ege Üniversitesi Su Ürünleri
Fakültesi’nden Arş. Gör. Dr. Benal Gül,
etrafı denizlerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen deniz kültürümüzün
zayıf olduğunu belirterek, “Denizlerle
ilişkimizi güçlü ve sağlıklı biçimde
kurmak gerekiyor. Denizlerden daha
fazla faydalanmamın ve aynı zamanda
onu daha fazla korumanın yolu bilgiden ve öğrenmekten geçiyor” şeklinde konuştu. Kamptaki öğrencilerin
değişik okullardan ve sosyo-kültürel
katmanlardan geldiğine dikkat çeken
Gül, kampın aynı zamanda eğlenceli
ve yararlı bir tatil olduğuna dikkati
çekerek, bu olanaklara sahip olamayan
gençler için fırsat eşitliği sağlamaktan
mutlu olduklarını dile getirdi.
Öğrencilere kamp boyunca farklı
akademik branşlarda çalışan öğretim
üyeleri tarafından eğlenceli ve yararlı
dersler verildi. Kampın son günü
olan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda
Kuşadası’nda yapılan törene katılan
öğrenciler ve eğitmenler, Atatürk
Heykeli’ne ellerindeki çiçekleri bıraktılar. Kampı tamamlayan öğrencilere
başarı sertifikaları sunuldu. Ayrıca
kampın öyküsü İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Murat Ünal tarafından belgesel olarak hazırlanacak.
69
Ege Üniversitesi
İzmir’le kucaklaşıyor
İzmir marka
şehir olacak
Ege Üniversitesi Emel Akın Meslek
Yüksekokulu tarafından İzmir Kalkınma Ajansı Sosyal Kalkınma Hibe Programı kapsamında yürütülen “İzmir
Gelinlik ve Abiye Sektörü Estetik ve
Teknik Olarak Üretim Kalitesini Arttırıyor” isimli proje basına tanıtıldı. Proje
ile İzmir’in gelinlik ve abiye sektöründe bir marka şehri olması amaçlanıyor. Ege Üniversitesi Atatürk Kültür
Merkezi’nde düzenlenen toplantıda
konuşan EÜ Emel Akın Meslek Yüksek
Okulu Müdürü ve Proje Yürütücüsü
Prof.Dr.Ziynet Öndoğan, amaçlarının
İzmir gelinlik ve abiye sektörünün
markalaşma sürecinde tasarım ve üretimde insan kaynakları standartlarını
yükseltmek olduğunu söyledi.İzmir
ilindeki gelinlik ve abiye firmalarının Türkiye’deki gelinlik ve abiye
üretiminin yüzde 75’ini karşıladığını
belirten Türkiye Hazır Giyim ve Moda
Federasyonu Başkanı ve Ege Giyim
Sanayicileri Derneği Başkanı Nedim
Örün, “Amacımız önümüzdeki 5 yıl
içinde İzmir’i Milano, Paris, Barcelona
gibi merkezlerle yarışabilir duruma
getirmek” dedi.
Emel Akın Meslek Yüksek Okulu
tarafından hazırlanan abiye
kıyafetlerden bir örnek
İzmir için yeni bir kimlik
İNOVİZ
Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül
Üniversitesi ve Yüksek Teknoloji
Enstitüsü yeni bir işbirliğine imza
atarak İzmir’de bulunan Biyomedikal
Teknolojiler Sanayi ve Üretim sektörünü desteklemek amacıyla İNOVİZ
platformunu oluşturdu. Platform kapsamında, kurumlar arasında teknoloji
ve bilgi transferine ortam yaratılacak.
“Sağlık için İzmir” teması ile başlatılan İNOVİZ ile ortak bir Ar-Ge Merkezi kurulmasının yanı sıra yurt dışında
bulunan bilim insanlarının platform
çalışmalarına dahil edilmesi ve ortak
yüksek lisans ve doktora programlarının oluşturulması planlanıyor.
Platform üyesi üniversitelerin rektörleri ve proje koordinatörlerini Yeşil
Köşk’te ağırlayan EÜ Rektörü Prof. Dr.
Candeğer Yılmaz, İzmir Üniversiteler
Platformu’nun eğitim, araştırma ve
yüksek lisans programlarının gerçekleşmesine doğru genişlediğini belirterek “Bu doğrultuda özellikle yurt
dışındaki Türk bilim insanlarını İzmir’e
getirmeyi amaçlıyoruz. Platform çalış-
70
maları kapsamında bir Ar-Ge ünitesi
kurulacak. İNOVİZ’i üniversitelerin
yüksek lisans ve doktora programlarındaki bilimsel ve akademik deneyimleri birleştirerek İzmir için yeni bir
açılım yaratmak amacıyla başlatıyoruz. Bunun için imzalanan protokol
ile sanayicinin beklentisine uygun
programları ve Ar-Ge çalışmalarını
işbirliği içerisinde hayata geçireceğiz”
diye konuştu.
Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mehmet Füzün Bilimsel
işbirliğinin ilk temellerinin İNOVİZ ile
atılmış olduğunu söyledi.
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Rektörü Prof. Dr. Zafer İlken, ise “İNOVİZ ciddi bir program. Bu programın
eğitim ayağı var, araştırma geliştirme
ayağı var. Sonrasında üretime yönelik
bir ayağı da olacak. Çok iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Türkiye
için bir ilk” dedi.
Ege Üniversitesi Sürekli Eğitim
Merkezi (EGESEM) İzmir kentiyle bütünleşerek, deneyimlerini paylaşmak
için start verdi. Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Candeğer Yılmaz başkanlığında EÜ Lokali’nde bir araya gelen
Yönetim Kurulu ve Danışma Kurulu
üyeleri gelecekle ilgili gerçekleştirmeyi düşündükleri projeler konusunda
fikir alışverişinde bulundu. Eğitimin
yaşam boyu sürmesi gereken, sürekli
bir etkinlik olduğunun altını çizen
Prof.Dr.Yılmaz, “Zengin birikimi olan
üniversitemizin kentle bütünleşerek,
deneyimlerini beklentilere cevap
verecek şekilde uygun hâle getirmesi
gerekir.Bu bağlamda Ege Üniversitesi
Sürekli Eğitim Merkezimiz önemli bir
misyonu yerine getirmek çabasında.
Birçok eğitim programı düzenlemeye çalışıyoruz. Bu aşamada kentin,
sanayicinin beklentilerini göz önüne
alıyoruz” dedi. Sürekli eğitim merkezlerinin gelişmiş ülkelerde sosyal
ihtiyaçlar doğrultusunda toplumun
her kesimine bilgi, beceri, eğitim,
sosyal sorumluluk, toplum bilinci,
kişisel gelişim kazandırmak amacıyla
oluşturulmuş merkezler olduğunu
vurgulayan EGESEM Müdürü Prof.
Dr.Eser Sözmen, “EGESEM olarak
yalnız İzmir’in değil, Ege Bölgesi’nin
eğitim merkezi olmak istiyoruz” diye
konuştu.
2009-2010 Akademik
Yılı Açılış Töreni
Ege Üniversitesi 2009-2010
Akademik Yılı Açılış Töreni 6 Ekim
2009 tarihinde gerçekleştirilecek.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün
Alsancak Cumhuriyet Meydanı’nda
bulunan anıtına saat 09.00’da çelenk
sunulması ile başlayacak tören, saat
10.30’da Prof. Dr. Yusuf Vardar MÖTBE
Kültür Merkezi’nde düzenlenecek
açılış töreni ile devam edecek. Bu yıl
ilk dersi, Ege ve Dokuz Eylül Üniversitelerinin eski öğretim üyelerinden
olan, Yaşar Üniversitesi Eski Rektörü,
ekonomist ve yazar Prof. Dr. İlter Akat
sunacak. Aynı günün akşamında
Rektörlük bahçesinde İzmir İl protokolü, EÜ akademik ve idari personeline yönelik düzenlenecek olan açılış
kokteylinde İzmirli sanatçı Sedat Yüce
sahne alacak.
Cumhuriyet ve Atatürk Günleri
Cumhuriyetimizin kuruluşunun
86. ve Ulu Önder Mustafa Kemal
Atatürk’ün vefatının 71. yıldönümlerini kapsayan 26 Ekim – 13
Kasım 2009 tarihleri arasında Ege
Üniversitesi’nde, “Cumhuriyet ve
Atatürk Günleri” düzenlenecek. Ege
Üniversitesi’nin farklı birimlerinin
hazırladığı farklı etkinliklerle zengin
bir programın sunulacağı “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” kapsamında
düzenlenecek konferanslar, konserler,
sergiler ve diğer etkinlikler tüm İzmir
halkına açık olacak. 3 Kasım tarihinde
Prof. Dr. Yusuf Vardar MÖTBE Kültür
Merkezi’nde İzmir Devlet Opera ve
Balesi sanatçılarının sahneleyeceği
“Carmina Burana” Balesi ile yine aynı
yerde 9 Kasım’da gerçekleşecek
Oda Müziği Konseri bu etkinliklerden bazıları. Ayrıca, Mustafa Kemal
Atatürk’ün ölümünün 71. yıldönümü
için İzmir’de yapılacak olan anma
töreni bu yıl İzmir Valiliği koordinasyonunda Ege Üniversitesi tarafından
düzenlenecek.
Ege İletişim
“Pusula”dan
şaşmadı
Ege Üniversitesi İletişim
Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü
öğrencileri, Türkiye Halkla İlişkiler
Derneği tarafından bu yıl sekizincisi düzenlenen Altın Pusula Halkla İlişkiler Ödülleri’nde birinciliğe
layık görüldü.
EÜ İletişim Fakültesi Araştırma
Görevlisi Mikail Bat danışmanlığında, Buket Kayalıer, Ebru Dimen
ve Merve Şengöz tarafından hazırlanan “Bir tıkla iletişim’’ başlıklı
proje birincilik ödülünü Marmara Üniversitesi ile paylaştı. 13
kategoride toplam 130 projenin
katıldığı yarışmada kazandıkları
birincilik nedeniyle çok gururlu
olduklarını belirten Halkla İlişkiler
Bölümü öğrencileri sonraki
yıllarda da ödüllerin devamının
geleceğini söylediler.
Hızlı iletişim için:
egeburada.ege.edu.tr
Kampüsteki yaşamı elektronik
ortama da yansıtmak, haberleşmede internet teknolojisinin
hızından faydalanmak amacıyla
Ege Üniversitesi Rektörlüğü Basın
ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nün
hazırladığı “EgeBurada” web
sitesi “www.egeburada.ege.edu.
tr” adresinden duyuruları ve
haberleri tüm Egelilerle paylaşıyor. Ayda ortalama 5000 farklı
kullanıcı tarafından ziyaret edilen
sitede, haberlerin dışında günlük
duyurular, EÜ mensuplarından
gelen yazılar ve görsel eserler de
yer alıyor. BHİM Basın Birimince
hazırlanan haber ve yazıların yanısıra Ege Ajans kaynaklı haberlerin
de güncel olarak yayınlandığı
EgeBurada web sitesinin içeriğine
Ege Üniversitesi’nin tüm mensupları katkıda bulunabiliyor.
71
İçimdeki Bilim Adamı
(1963)
Ege Üniversitesi (EÜ) Elektron Mikroskopi Görüntüleme Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr.
Nejat Topçuoğlu’nun “İçimdeki Bilim Adamı” adlı fotoğrafı
Avrupa Bilim Eğlence Gecesi kapsamında düzenlenen yarışmada dünyanın her yerinden verilen internet oylarıyla
birinci seçildi.
Dünya genelinden yüzlerce fotoğrafın katıldığı yarışmada birincilik alan eser, 26 Eylül 2008 tarihinde EÜ Bilim
Teknoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi (EBİLTEM)’in
düzenlediği Avrupa Bilim Eğlence Gecesinde 18 yaş üstü
kategoride Türkiye birincisi olmuş ve bunun üzerine Avrupa Birliği’nin Brüksel’deki merkezine gönderilmişti.
1963 yılında çektiği fotoğrafın dünyanın pek çok yerinden oylarla birinci seçilmesinin kendisini mutlu ettiğini
belirten Prof. Dr. Topçuoğlu, “Fotoğrafçılık kişiyi başka
dünyalara götüren çok keyifli bir uğraş. Çok genç yaştan
itibaren bu sanata ilgi duyuyorum. Fotoğrafçılığa gönül
vermiş gençlere doğada çok fazla gözlem yapmalarını ve
fotoğraf makinelerini çok iyi tanımalarını öneriyorum. Fotoğrafçılık zaman ayırdıkça kişiyi içine alan bir tutkudur”
diye konuştu.
Aynı zamanda da bir elektro mikroskopist olan Prof.
Dr. Topçuoğlu, 22-29 Haziran 2009 tarihleri arasında
Trabzon’da gerçekleştirilen 19uncu Elektron Mikroskobi
Kongresi’de düzenlenen yarışmada da “Sevgi ile Kucaklaşma” adlı eserle üçüncülüğe layık görülmüştü.
72
Topçuoğlu’nun
fotoğrafı
dünya birincisi

Benzer belgeler