Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi - Ege-book
Transkript
Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi - Ege-book
Ege Üniversitesi Adına İmtiyaz Sahibi Prof. Dr. Candeğer Yılmaz Yayın Kurulu Başkanı Prof. Dr. Atilla Silkü Sorumlu Müdür Prof. Dr. M. Bülent Özkan Genel Yayın Yönetmenleri Yrd. Doç. Dr. Engin Önen Yrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı Yayın Kurulu Üyeleri Prof. Dr. Şevket Toker Uzm. Dr. E. Figen İnan Özlem Arınık Topuz Dilek Maktal Canko Ali İhsan Mimtaş Demet Altuntaş Gamze Karademir Erol Muhabir ve Fotoğrafçılar Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş, Gamze Karademir Erol, Bora Aslan, Duygu Öztürk, Petek Durgeç, Semih Hızal Konuk Yazarlar Prof. Dr. M. Bülent Özkan, Prof. Dr. Nuri Bilgin, Prof. Dr. Ayfer Haydaroğlu, Prof. Dr. Serdar Evren, Prof. Dr. Zeki Arikan, Doç. Dr. Günay Taş, Yrd. Doç. Dr. Engin Önen, Yrd. Doç. Bircan Dindar, Okt. Latif Daşdemir, Ümit Aydoğan Ayfer Tunç, Metin Gençol Redaksiyon Prof. Dr. Şevket Toker Öğr. Gör. Dr. Bahar Dervişcemaloğlu Arş. Gör. Göksu Çiçekli Koç Kapak İllüstrasyonu Sinan Kutlu Tasarım Gamze Karademir Erol Erhan Çukurlu Reklam Sorumlusu EÜ Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Reklam Rezervasyon Ege Üniversitesi Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne (0 232) 342 59 72 numaralı telefon numarasından veya [email protected] e-posta adresinden ulaşabilirsiniz. Yönetim Yeri Ege Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir Tel: (0 232) 388 01 10 www.egeburada.ege.edu.tr Basım Yeri Arkadaş Matbaacılık Ltd. Şti. 1258 Sokak No:22 Kahramanlar/İzmir Tel: (0 232) 425 08 71 Basım Tarihi: 28 Eylül 2009 Yayın Türü Yerel, Süreli, Üç Aylık Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından yayınlanır. Engelsiz bir üniversite Engelsiz Ege Birimi bir yıldır engelli öğrenciler adına, her türlü engeli ortadan kaldırmak için çalışıyor. Merhaba, İlk sayımız okurlarla buluştu. Çok olumlu tepkiler aldık. Değerlendirmeye değer bazı önerilerin gelmesi de bizi umutlandırdı doğrusu. Bundan sonra her sayının öncekinden daha iyi ve zengin olması için çabalarımızı sürdüreceğiz. EGEDEN’in bir bülten veya Rektörlük faaliyetlerinin duyurularının ağırlıkta olduğu bir yayın olmamasına özen göstermekteyiz. İlk sayıda olduğu gibi bu sayıda da farklı bir tarzın peşinde olduğumuz anlaşılacaktır. İkinci sayımızda “Evren Sizi bekliyor” sloganı eşliğinde ve UNESCO’nun 2009 yılını “Dünya Astronomi Yılı” ilan etmesi nedeniyle bu konuda bir dosya sunuyoruz. Onun için kapak konusunu Galileo Galile’nin gökyüzünü ilk kez gözlemlemeye başlamasının dört yüzüncü yılı olan “Dünya Astronomi Yılı” olarak seçtik. Bu sayıda önemli röportajlar bulacaksınız. Bir Ege Üniversiteli olan ve uzun yıllardır İzmir Ticaret Odası Meclis Başkanlığını yürüten Necip Kalkan’a üniversite yıllarını ve bugün sahip olduğu konum açısından görüşlerini sorduk. Aynı zamanda İZKA Kalkınma Kurulu Başkanı olan Kalkan’dan proje başvurularının durumunu öğrenmeye çalıştık. Zenginliği kentle ve toplumla paylaşmada İzmir’in sembol ismi Salih İşgören, sağlık, eğitim ve kültür alanında kalıcı eserler vermeyi sürdürüyor. Bu kapsamda üniversitemize de önemli katkılar veren İşgören’in bu örnek kişiliğinden bazı izleri bir röportajla sergilemeye çalıştık. Orman yangınları, Batı Karadeniz gezisi ve Madde Bağımlılığı Enstitüsü gibi daha çok sayıda yazı ve habere bu sayıda yer verdik. Güncel bir konu olan 3G teknolojisini sağlık ve iletişim boyutuyla ele alan inceleme yazıları umarız ilginizi çeker. Atatürk ve Cumhuriyet, Edebiyat Fakültesi tarafından sürdürülen kazılar, Kadifekale üzerine sosyolojik bir değerlendirmeyi ve konuk yazar Ayfer Tunç’un şehirlerin cinsiyeti üzerine denemesini içeren yazıların ilginizi çekeceğini umarız. Eleştiri ve önerilerinizle üçüncü sayımızda daha iyi bir dergi ile karşınızda olmayı hedefliyoruz. HAZIRLAYAN: Gamze KARADEMİR EROL “E ngellilik”, “özürlülük”, “sakatlık” kavramları, bu kavramlar arasındaki farklar ve dünyadaki dağılımı sıklıkla karşılaşılan başlıklar. Söz konusu kavramlar arasındaki farkların günlük yaşamda değeri yok. Çünkü önemli olan, bireylerin engellilik durumunu tanımlayan kavramlar değil, engelli bireylerin toplumdaki diğer bireylere göre farklı hizmet gereksinimlerinin olduğunun bilinmesi. Dünya Sağlık Örgütü, özürlülüğü fonksiyonel bir hasar (impairment), sakatlığı normal aktivitelerde kısıtlılık (disability) ve engelliliği ise sosyal dezavantaj (handicap) olarak tanımlıyor. Engellilik dışındaki kavramlar daha çok bireyin fonksiyon kaybına odaklanırken, engellilik kavramı bir engeli nedeniyle sosyal yaşamın etkilenmesi olarak ele alınıyor. Biraz daha ayrıntılandırmak gerekirse engellilik, herkesin kolayca yararlandığı toplu ulaşım, eğitim, kamu binalarından ve hizmetlerinden faydalanma gibi haklardan herhangi bir fiziksel engel nedeniyle yararlanamama durumuna, engellenmişliğe dikkati çekiyor. Araştırmalar, engellilerin günlük yaşamlarında bireysel, toplumsal ve sisteme ilişkin engeller ile karşılaştı- ğını ve hatta bu engeller nedeniyle ayrımcı tavırlara da maruz kaldıklarını gösteriyor. Engellilerin gereksinimlerinin farkına varılması, onlara sunulacak olan hizmetleri de etkilemesi bakımından önem taşıyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde engellilerle ilgili faaliyetlerde yalnızca eğitim yeterli değildir. Engelliliğin yaygınlığı ve çeşitleri; engellilerin hizmetlere ulaşımı ve istihdamı gibi tüm alanları inceleyen araştırmaların yapılması gereklidir. Tüm üniversitelere bir birim kurulacak Son yıllarda bu amaçla yürütülen çalışmalara hız verildi. 2005 yılında Özürlüler İdaresi Başkanlığı yasası çıkarıldı. Bu yasanın maddelerinden birinde de yüksek öğrenim gören öğrencilerin olanaklarının iyileştirilmesi yer alıyordu. Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) da bu yasaya dayanarak 20 Haziran 2006’da bir yönetmelik çıkardı. Bu, tüm üniversitelerde engelli öğrencilerin yaşamlarını kolaylaştıracak ve engelleri ortadan kaldıracak düzenlemeleri içinde barındıran bir yönetmelikti. Bu yönetmelik gereği, yükseköğretim kurumları tarafından bir rektör yardımcısı sorumluluğunda, özürlü öğrencilerin akademik, idari, fiziksel, psikolojik, barınma ve sosyal alanlarla ilgili ihtiyaçlarını tespit etmek ve bu ihtiyaçların karşılanması için yapılması gerekenleri belirleyip, yapılacak çalışmaları planlamak, uygulamak, geliştirmek ve yapılan çalışmaların sonuçlarını değerlendirmek üzere, mediko-sosyal sağlık, kültür ve spor işleri daire başkanlığına bağlı özürlü öğrenciler birimi oluşturulması karara bağlandı. İlk etapta 20’ye yakın üniversite kendi bünyesinde bir birim kurdu. Ege Üniversitesi’ndeki birimin oluşturulması 2008 Temmuz’unda gerçekleşti. Kuruluş aşamasında “Engelsiz Ege” adını alan birim, Ege Üniversitesi’nde engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir birim olarak çalışmalarını yürütüyor. Birimin on gönüllüsü var Engellerin ortadan kaldırılması için çalışmalar yürüten birimin bir yıl içerisinde yaklaşık 10 gönüllü öğrencisi oldu. “Engelsiz Ege Birimi” üniversite sınavına giren öğrencilere tercih döneminde danışmanlık yaparak başlıyor hizmete. Bu birim, engelli öğrencilerin tercih etmek istedikleri bölümün fiziki olanaklarından, öğ- Üniversitemiz içerisinde fiziki olanaklarla ilgili iyileştirme ve düzenleme çalışmaları yapılmaktadır. 50. Yıl Köşkü önüne yapılan rampa eğimi ve açısı bakımından engelliler için iyi örneklerden biridir. renme kaynaklarına, eğitim sırasında karşılaşabilecekleri sorunlardan seçecekleri bölümün iş hayatında istihdam edilmeleri sırasında yaratacağı avantaj ve dezavantajlara kadar pek çok konu hakkında bilgi vermeye çalışıyor. Birim, Ege Üniversitesi’ni kazanan tüm öğrencilere kayıt esnasında birimin çalışmaları hakkında bilgi veren bir broşür dağıtıyor. Bu yolla tercih döneminde birimden haberdar olmayan engelli öğrencilere de ulaşılmış oluyor. Hatta bir yakını engelli olan ve sonraki yıllarda Ege Üniversitesi’ni tercih edecek öğrenciler için de ön bilgi niteliği taşıyor. Daha sonra direkt birimle bağlantıya geçen engelli öğrencilerin sorunlarının tesbiti ile bu sorunların çözülebilmesi için aracı birim görevini görüyor. İhtiyaç duyan engelli öğrencilere de sağlık ve psikolojik destek konularında yönlendirmede bulunuyor. Fiziksel yapı envanteri oluşturuldu İlk olarak fiziki olanakların iyileştirilmesi için kampüs içindeki tüm binaların giriş, merdiven, tuvalet gibi ortak alanlarında durum saptaması yapan, fotoğrafları çeken birim, kampüsteki 55 binanın fiziksel yapı envanterini çıkardı. Engelli öğrencilerin halihazırda eğitim gördüğü binalar öncelikli olmak üzere tüm binalardaki ihtiyaçları belirledi. Fiziksel yapıların zorlayıcılığı ve binaların eskiliği nedeniyle bazen zihniyet değiştirmenin daha iyi çözümler üreteceğine inançla Engelsiz Ege Birimi farkındalık yaratma eğitim- leri veriyor. Bir proje ile Hollanda’ya ziyarette bulunan Engelsiz Ege birimi Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Hatice Şahin, Ege Üniversitesi olanaklarını Hollanda ile karşılaştırınca çok da geride olmadığımızı fark ettiğini söylüyor. Avrupa’da engellerin çoktan ortadan kaldırıldığı yaygın kanısının aksine örneğin Hollanda da hâlâ aşılamayan fiziki zorluklar olduğunu dile getiren Şahin şunları söylüyor: “Binalar bazen zorlayıcı olabilir fiziki açıdan. Bu gibi durumlarda zihinleri değiştirmenin daha yapıcı olduğunu gördük. Eğitim öğretimi alt katlara kaydırabiliyorsunuz..” Kampüs üniversitesi olmak avantaj Şahin, kampüs üniversitesine sahip olmamız ve kampüsümüzün düz bir alanda kurulmuş olması nedeniyle Türkiye’deki pek çok üniversiteye kıyasla daha iyi şartlara sahip olduğumuzu ekliyor. Şahin sözlerini şöyle sürdürüyor: “Örneğin Orta Doğu Teknik Üniversitesi kampüs mimarisi bakımından ödül almış bir üniversite. Eğimli bir alan üzerinde kurulu. Binaları bırakın kampüs içinde bile o kadar çok merdiven var ki. Mimari güzelliği sağlamaları açısından bu merdivenlerin hemen hepsi trabzansız. Engelli öğrenciler için hepsi ayrı ayrı bir engel. Oysa bireysel farkındalıkların artmasıyla öyle düzenlemeler yapabilirsiniz ki. Belki yolu uzatabilirsiniz ama basamaklardan kurtarılmış, düz bir yol haline getirebilirsiniz ve pek çok başka şey…” Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı ile iyi bir işbirliği kurduklarını dile getiren Şahin şu bilgileri veriyor: “Merkez kütüphanemizde görme engelli öğrencilere yönelik sesli kitap okuma çalışmaları başlatıldı. Önümüzdeki yıllar içinde sesli kitap arşivimizin gittikçe büyüyeceğini umuyorum. Ayrıca bir proje kapsamında engelli öğrencilerin yabancı dil eğitimi almaları için kütüphane seminer salonunun kullanımına olanak sağlandı. Bu engelli öğrencilerimizin yabancı dil eğitimi almasının yanı sıra engelli ve engelsiz öğrencilerin karşılaşmaları için ortak bir mekan yaratılması anlamında da faydalı bir uygulama oldu. Böylelikle öğrenciler, kampüste engelli öğrencilerin de varolduğu ile ilgili bir farkındalık kazanmaya başladılar.” Engellerin yok olması için kaynaşma çok önemli Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor: Engelsiz kişilerin farkındalıkları ya da bilgileri ancak yaşamlarında bir engelli olduğu zaman artıyor. Dolayısıyla engelli ve engelsizler arasındaki kaynaşma engellerin ortadan kalkmasında çok önemli bir nokta. Her insan bir gün engelli olma riskiyle karşı karşıyadır. Engellilik bireyin tek başına sorunu değil, toplumun da sorunudur. Dolayısıyla bu sorunu ortadan kaldıracak olan da toplumun kendisidir. İşte tam da bu nedenle Engelsiz Ege Birimi’nin amacı engelli bireylerin aynı çatı altında toplanıp çözümleri kendi aralarında aramaları değildir. Aksine engelli bireylerin engelleri aşıp sosyal hayata daha iyi entegre olmalarını sağlamak, engelli olmayan bireylerde de engellilik bilincini yaratmak. Şahin, bu amaçla birimde gönüllü olarak görev almak isteyen sağlıklı bireylerin olmasının kendilerini çok mutlu edeceğini dile getiriyor: “Engelli öğrencilerin bizimle temas ettiği noktalarda, bizlere yardımcı olabilirler. Bilinçlendirme toplantılarında bizlerle birlikte çalışabilirler. İletişimde yetişemediğimiz noktalarda bizlere yardımcı olabilirler. Sağlıklı bireylerin bizlerle çalıştığını görmek hepimizi çok mutlu edecektir.” Her engellinin ihtiyacı farklı Her engellinin ayrı bir engeli ve dolayısıyla ayrı ihtiyaçları olduğunu belirten Şahin şunları söylüyor: “Birim olarak önümüzdeki yıllar için hedefimiz öğretim üyelerimizden başlayarak tüm kampüs içinde engellilikle ilgili farkındalık eğitimleri vermek. Geçen yıl Öğrenci Köyü’nde bir eğitim gerçekleştirdik. Ama dinleyici kitlemizi daha da genişletmek istiyoruz. Hiç aklınıza gelir mi, öğretim üyesinin bıyığının olması duyma engelli dudak okuyan öğrenciler için bir engel. Bu ve benzeri daha pek çok engel, yaşamadan hemen hiç birimizin akıl edemeyeceği ama kolay çözümleri olan sorunlar aslında. Bu olayda, örneğin öğretim üyesi bıyığını kesmek istemeyebilir ama öğrenciye dersi takip etmesi için notlar verebilir ya da kaynak önerebilir. Bu nedenle engellilerle iletişimde farkındalık eğitimlerinin çok büyük rolü olduğunu düşünüyorum.” Birim uluslararası çalışıyor Çalışmaları üniversite içinde sınırlı kalmayan birim aynı zamanda uluslararası ortaklı bir projenin de üyesi. Avrupa Birliği - Türkiye Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi programı kapsamında yürütülen “Engelli Öğrencilerle Engelsiz Üniversiteye Doğru” projesi hakkında Şahin şunları anlatıyor: “Mustafa Kemal Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Hollanda Yüksek Öğrenim ve Engellilik Uzmanlık Merkezi Handicap+Studie, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Hollanda Yüksek Öğrenim Enstitüsü, Ankara NİHA’nın yer aldığı bu projeye biz de Ege Üniversitesi olarak 2008 Aralık ayında gözlemci üye sıfatıyla dahil olduk. Hollanda’ya yapılan ziyaretin yanı sıra Ankara’da yapılan bir toplantıya katıldık ve engelli öğrencilerin gereksinimleri üzerinden bir kampüs nasıl yaratılabilir, öğrenme kaynakları nasıl düzenlenebilir, engelsiz birimleri nasıl daha aktif çalışabilir gibi konularda bilgi ve deneyim sahibi olduk. Bu çerçevede engelli öğrencilerle ilgili bir platform oluşturuldu ve bu platforma bizim 4 öğrencimiz yabancı dil dersi alarak dahil oldular. Eğitim sonunda öğrenciler Avrupa’nın ilk ‘Engelli Öğrenci Platformu’nu kurmuş oldular.” Bunun yanı sıra Türkiye’deki üniversitelerde kurulan engelsiz birimlerinin oluşturduğu bir platform mevcut. 2009 Mart’ında bu platformun 3. Çalıştayı gerçekleştirildi. Bu çalıştayı Ege Üniversitesi’nin yapması öngörüldüğü halde bir teknik aksaklıktan dolayı İstanbul Üniversitesi’ne devredildi. Şahin, 2009-2010 eğitim yılında 4. Çalıştayın Ege Üniversitesi’nde gerçekleştirileceğini söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Aslında 3. çalıştaya bizim ev sahipliği yapamamış olmamız bir avantaj oldu, çünkü birim olarak bir çalıştaya katılıp üniversitemizi temsil ettik ve çalıştayın planlanması - gerçekleştirilmesi ile ilgili deneyim elde etme şansı yakaladık. 4. Çalıştayı 11 - 12 Mart 2010 tarihinde Ege Üniversitesi’nde gerçekleştireceğiz. Bu süreç içerisinde kampüste biraz daha tanındık, benimsendik, idari işlerle ilgili de deneyime sahip olduk. Bu deneyimle daha iyi bir çalışma ortaya çıkaracağımızdan eminim.” Engelsiz Ege Birimi Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Hatice Şahin (en sağda) ve birim öğrencileri kayıt haftasında açtıkları danışma ve tanıtım standındalar. Evren sizi bekliyor Prof.Dr. Serdar EVREN Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü U luslararası Astronomi Birliği 2009 yılını, Galileo Galilei’nin 1609 yılında teleskopla ilk astronomik gözlemleri yapışının 400’ncü yılı olması nedeniyle “Evren Sizi Bekliyor” teması altında “Dünya Astronomi Yılı 2009” (DAY2009) olarak ilan etti. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Astronomi Birliği’nin bu çağrısını Eğitim-Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO’nun da destek vermesiyle 2009 yılını Dünya Astronomi Yılı olarak kabul etti. Tam 400 yıl önce gök cisimlerinin çıplak göz yerine teleskopla gözlenmeye başlanması, gök bilimde yeni bir ufuk açmıştır. DAY2009, ülkemizin de yer aldığı yaklaşık 140 ülkede büyük bir coşkuyla kutlanmaktadır. Bütün bu ülkelerde popüler gök bilime yönelik yapılacak olan etkinlikler sayesinde özellikle çocukların ve gençlerin bilime ilgisi, ulusal ve tüm dünya bazında arttırılmaya çalışılmaktadır. Şu anda dünyada binlerce profesyonel ve amatör gök bilimci ile yüzlerce gök bilim topluluğu bu etkinliklerde görev alıyor. Dolayısıyla dünyanın en büyük gök bilim ağı kurulmuş durumda. Etkinlikler gök bilimle ilgili birimlerin bulunduğu tüm üniversite ve kuruluşlar tarafından gerek bölgesel gerekse yurt çapında ortak olarak yapılıyor. İlk insanlar gök olaylarından nasıl faydalanılacağını henüz bilmiyorlardı. Gökyüzündeki bazı çevrimsel olayları izliyor ve bu olayların kayıtlarını yapıyorlardı. Örneğin, mağaralara, kemiklerin üzerine Ay’ın evrelerini çiziyorlardı. MÖ 10000-3000 arasında gökyüzündeki çevrimsel olayların anlaşılmaya başlanmasıyla tarımda ilerlemeler oluyor, çevrimsel olaylar kayıtlara daha iyi geçiriliyor ve daha gelişmiş takvimler hazırlanıyordu. Gün uzunluklarının değiştiği, Güneş’in gökyüzünde aynı yolu izlemediği farkediliyor ve Güneş’in hareketleriyle mevsimler arasında bir ilişki olduğu anlaşılıyordu. İlk çağlardaki gök bilim çalışmalarını kullanan Yunanlıların buluşları kayıtlara geçen ilk buluşlardır. Gezegenler 1500 yılına kadar yıldızlar arasında hareket eden ışıklı daireler olarak bilinirdi. Bu görüşü değiştiren devrim 1500 ile 1600 yılları arasında Avrupa’dan geldi. Kopernik Devrimi olarak adlandırılan bu değişimin sonucunda, güneş sisteminin yeni şekli kavrandı: Merkezde Güneş ve etrafında dolanan gezegenler. Kopernik Devrimi, Güneş’in güneş sisteminin merkezinde olduğunun bulunmasıyla, Yer-merkezli eski kuramları yıkan çok önemli bir devrimdir. 1540-1690 yılları arasında yaklaşık 150 yıllık bir süre içinde geliştirilmiştir. Bu dönem içinde çok meşhur beş bilimci yetişmiştir: Kopernik, Tycho, Kepler, Galileo ve Newton. Kopernik Modeli’nin oturtulmasında Kepler Yasaları’nın o kadar önemi olmayacaktı. Galileo, Kepler’den farklı olarak pratik aklını muhteşem bir şekilde kullanarak, “o muhteşem” teleskobuyla 1609 yılında gözlemlere başladı. 1610 yılında en önemli gözlem sonuçlarını elde etti. Örneğin, Jüpiter’in 4 uydusunu bularak ilk defa yer etrafında dolanmayan gök cisimlerinin varlığını ispat etmiş oldu. Bundan başka, Galileo’nun teleskobu Venüs gezegeninin hilal evresinden başlayan ve Dolun Venüs’e yakın bir evreye kadar değişik evreler gösteren gök olaylarına tanık oldu. Galileo, Ay üzerindeki dağları gördü ve Ay’ın da Yer benzeri jeolojik özellikleri olan bir “Dünya” olduğunu ısrarla vurguladı. Bu buluşlar Avrupalı düşünürleri heyecanlandırdı. Galileo’nun gözlemleri Eğer, İtalyan bilimci Galileo Galilei’nin gözlemleri olmasaydı ve teleskobun bulunuşu o dönemde yapılmasaydı, güneş sistemine ilişkin Dünya Astronomi Yılı etkinlikleri ve projeler Türkiye’de 2009 yılında uygulanmaya başlayan etkinliklere yönelik 11 ana proje, aslında tüm dünyada uygulanması istenen ve Uluslararası Astronomi Birliği tarafından belirlenen temel projelerdir. Bu projeler genel anlamda çocukları, gençleri, öğretmenleri ve bilime meraklı herkesi harekete geçirebilecek cinsten etkileyici çalışmalardır. Hedef kitle öğrenciler ve öğretmenler gibi görünse de popüler etkinliklerin çoğu toplumsal bir bilim şölenine dönüşmüştür. Amaçlardan biri de bilimsel düşünmeyi, araştırmaya yönelik bir toplum olmayı öğretebilmek ve merak edebilmeyi ateşlemektir. Düşünülen projelerden birçoğu “Evren Sizi Bekliyor” genel teması içinde kalırken; gök bilim dünyamızdaki kadın gök bilimcilerin tanınması ve dünya üzerinde karanlık gökyüzüne sahip yerlerin korunmasına yönelik özel projeler de bulunmaktadır. 100 saat gök bilim Galileo’nun Jüpiter uydularının gözlemleri Dünyanın dört bir tarafındaki gözlemevlerinden, halka yönelik etkinliklerin yapıldığı gözlem alanlarından 100 saat boyunca sürekli olarak gök cisimlerinin tanıtılmasına yönelik bir projedir. 100 saat boyunca gökcisimleri teleskoplarla gösteriliyor ve bilgiler veriliyor. Bu projenin amacı insanların Galileo’nun kullandığı gibi küçük bir teleskopla gökyüzünü keşfetmelerini sağlamaktır. Kaç kişi acaba küçük bir teleskopla Ay’a bakarak üzerindeki dağları ve kraterleri daha ayrıntılı görmüştür veya gözlemevlerindeki bilimsel araştırmalarda kullanılan daha büyük teleskoplarla Ay’ın üzerindeki kraterlerin içine girip dolaşmıştır ya da “Gezegenlerin Kralı” Jüpiter’in bulut kuşaklarını incelemiş, Galileo uydularını tek tek saymış, “Yüzüklerin Efendisi” olan Satürn gezegeninin seyir zevkine doyulmayan halkalarını seyretmiştir? Hepsini görmek için basit bile olsa yalnız bir teleskop gerekir. Kadın gök bilimciler: yanlış kanıyı yıkmak Birleşmiş Milletler’in amaçlarından biri de tüm uluslarda cinsiyet ayrımı yapmadan erkeklere tanınan yetkiyi kadınlara da vermektir. “Kadın Gök Bilimciler” projesi, gök bilimciler ve genelde bilimin her dalındaki bilim insanları arasında cinsiyet ayrımını ortadan kaldırmak amaçlı düşünülmüştür. Ege Üniversitesi’nde 2009 Dünya Astronomi Yılı Etkinlikleri Karanlık gökyüzü farkındalığı Gezegenimizin bize bıraktığı kültürel ve doğal mirasın bir parçası olan Samanyolu’nun bir kolunu şehirlerden görmek neredeyse artık bir hayal. Bu kadar aydınlık ortamlar içinde gök cisimlerini seçebilmek bile bir mucize. O halde karanlık gökyüzünü korumak bizlere düşmektedir. Onun için de dünyadaki yerleşim yerleri üzerinden gökyüzüne yayılan şehir ışıklarını en aza indirmeyi sağlamak hepimizin görevidir. Bu proje sayesinde, karanlık gökyüzü isteğinde veya farkında olan herkesin kendi bölgesindeki ışık kirliliğini yok edecek önlemleri almaya katkıda bulunması gerekir. Prof.Dr. Serdar EVREN Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü E Gök bilim ve Dünya mirası: evrensel hazineler UNESCO ve Uluslararası Astronomi Birliği, UNESCO’nun çalışma teması içindeki eğitim ve kültür üzerine ortak bir çalışmayı benimseyerek, Gök Bilim ve Dünya Mirası üzerine birlikte çalışacakları bir proje üretti. Bu projenin amacı, gök bilim ile ilişkili özelliklerin kültürel ve bilimsel değerlerini kabul ederek bilim ve kültür arasında bir bağlantı kurulmasını sağlamak ve böylece, dünya üzerindeki gök bilim ile ilgili yerleşim yerlerinin hasara uğramasını engellemek ve onları olması gereken kimliğine kavuşturmak. Galileo Öğretmen Eğitim Programı Gök biliminin doğal ortamı uzayın derinliklerinde olduğundan gök bilimcilerin laboratuvarı da bizden çok uzaklardadır. Fizik yasalarını, kimya formüllerini ve matematik eşitliklerini kullanarak öğrenmeye çalıştığımız evreni öğretim programları içine koyarak gök cisimlerini tanıtmak eğitimcilerin işidir. Uluslararası Astronomi Birliği’nin çağrısı üzerine ilk ve ortaöğretim öğretmenlerine yönelik başlatılan bir programla 2012 yılına kadar gök bilim konusunda bilgili öğretmenler ağı oluşturulacaktır. Onun için de tüm ülkelerde özellikle fen bilgisi öğretmenlerine yönelik düzenlenecek olan çalıştaylar sayesinde “Galileo Elçileri” adıyla uzman bir öğretmen kadrosu oluşturulacaktır. 10 Dünya’dan Evren’e bakış: bilimin güzelliği Evrenin büyüleyici görüntüleri, büyük teleskoplar veya atmosfer dışındaki uydular ve uzay araçları tarafından özel teknikler kullanılarak çekilmektedir. Bu fotoğraflar hem sanatsal değerlere sahip olurken hem de birçok bilimsel gerçeği gözler önüne sermektedir. Uluslararası Astronomi Birliği tarafından seçilen fotoğraflar tüm ülkelerin sergi salonlarında ve sokaklarında sergilenmektedir. Unutmayınız “Evren Sizi Bekliyor”. ge Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim elemanları, lisansüstü ve lisans öğrencileriyle birlikte 2008 yılının Ekim ayından beri 2009 Dünya Astronomi Yılı kapsamında ilk ve orta öğretime, üniversite öğrencilerine ve halka yönelik çeşitli popüler etkinlikler düzenliyor. Dünya Astronomi Yılı’nın 140 ülkede aynı anda yürütülen tüm projeleri, bütün yıl boyunca Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü ve Gözlemevi tarafından İzmir içindeki ve dışındaki birçok kuruluşta gerçekleştirildi. 6 aylık dönem içinde toplam 145 popüler astronomi etkinliği sayesinde toplam on bin kişiye ulaşıldı. Etkinliklerin 17’si İzmir dışında yapıldı. Organizasyonu yapılan birbirinden önemli etkinlikleri; gözlemevi ziyaretleri, okullarda gök cisimlerinin gösterilmesi, gözlem şenlikleri ve konferanslar gibi 4 ana başlık altında toplayabiliriz. Uluslararası Astronomi Birliği’nin hedefleri doğrultusunda özellikle çocuklara, öğrencilere yönelik, gök cisimlerini teleskopla gösterme etkinliklerinin tümü Ege Üniversitesi Gözlemevi’nde yapıldı. EÜ Gözlemevi’nde düzenlenen 53 organizasyona katılan ilk ve ortaöğretim öğrenci sayısı 1600’dür. Gözlemevi’nin Kurudağ mevkiinde deniz seviyesinden 632 m yüksekte kurulmuş olması, kampüse 17 km uzakta ve kolay ulaşıma uygun olmayan arazi ve yol yapısı bu sayının çok daha fazla olmasını engellemiştir. Gözlemevi’ne gündüz gelen okullara teleskopların tanıtımı yapılırken, özel güneş filtreleri kullanılarak Güneş gözlemi yaptırıldı. Güneş ve diğer yıldızlar hakkında genel bilgiler verilirken, Gözlemevi’ndeki Astronomi Aletleri Müzesi dolaştırıldı. Gece gelebilen okullar her ne kadar Güneş’i inceleyememiş olsalar da, uydumuz Ay’ı, yıldızları, yıldız kümelerini, ölü yıldız kalıntılarını, Venüs, Mars, Satürn, Jüpiter gibi gezegenlerimizi yakından inceleyebilme fırsatı buldu. Ayrıca bu öğrencilere gece gökyüzündeki takımyıldızları tanıtıldı. Gözlemevi’ne gelemeyen onlarca okula ise Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim elemanlarımız ve öğrencilerimiz, gece ve gündüz etkinliklerine göre birçok tanıtımı okullarda gerçekleştirdiler. Birçok kuruluşta düzenlenen diğer bir organizasyon türü ise gözlem şenlikleridir. Bu şenliklerde astronomik kavramların anlatıldığı, gök cisimlerinin tanıtıldığı, müzik ve fotoğraf gösterilerinin yapıldığı ve Dünya Astronomi Yılı’nın öneminin vurgulandığı konferanslar verildi. Toplam 19 gözlem şenliğine 2000 kişi katıldı. Diğer bir etkinlik dalı da değişik kuruluşlarda öğretim elemanları ve öğrenciler tarafından düzenlenen konferanslardı. Toplam 73 konferansa yaklaşık 6400 kişi katıldı. Bu konferansların bir çoğunda temel astronomi kavramları; film, animasyon ve görüntülerle anlatıldı. Bazılarında etkinlik biraz daha genişletilerek katılımcılara basit deneyler, uygulamalar ve projeler yaptırıldı. Düzenlenen toplantı ve sempozyumların bir kısmı da ilk ve ortaöğretim Fen ve Teknoloji, Fizik, Matematik ve Coğrafya öğretmenlerine yönelik olmuştur. Bir günden bir haftaya kadar süren bu organizasyonlarda öğretmenlere kendi derslerinde astronomik kavramları nasıl kullanacakları konusunda bilgiler verilmiş, uygulamalar yaptırılmıştır. Burada amaç fen bilgisine olan ilgiyi astronomiyi kullanarak arttırmaya çalışmak, bol görsel malzemeyle konuları kolay öğrenebilecek düzeye getirmektedir. Önümüzdeki yıldan itibaren fen dersleri müfredatına konan astronomi konuları hakkında ders notları ve öğretmenlerin kullanımına yönelik ders materyalleri hazırlanmıştır. Bu kurslara katılan öğretmenler tüm dünyada “Galileo Elçileri” olarak adlandırılacaktır. Bu organizasyon yalnız bu sene değil 2012 yılına kadar devam edecek ve daha sonra tüm “Galileo Elçileri”nin internet üzerinden birbiriyle haberleşmesi sağlanacaktır. Bu tür organizasyonlara önümüzdeki dönemde de devam edilecektir. 2009 Dünya Astronomi Yılı etkinliklerinin tamamını EÜ Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü web adresinden takip edebilirsiniz. (http://astronomy.ege.edu.tr) 11 Astronomi ve Kadınlar Theano (~MÖ 520) Hypatia (~ 4. yy.) Caroline Herschel (1750-1848) Mary Fairfax Somerville (1780 – 1872) Astronom Kadınlar Doç. Dr. Günay TAŞ Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü A stronomi bilimi, dünya üzerindeki ilk insanla başlar. Gökyüzünün kararmasıyla hayatı tehlikeye giren, Güneş’in doğmasıyla adeta yeniden dirilen insanın ilk tapındığı cisim de Güneş’tir. Dolunay’ın karanlığı delen huzur verici varlığı nedeniyle, Ay da tanrılar arasında yer alır. Ay ve Güneş’in hareketlerinin izlenmesinin, yeryüzündeki yaşamın sürmesinde çok önemli olduğunun farkedilmesi üzerine yalnız bu cisimlerin izlendiği çok büyük “Gözlemevleri” yapıldı. Burada tek işleri gökyüzündeki hareketleri izlemek olan “astronomlar” bulunurdu. Yaptıkları, insan yaşamını etkileyen, hayati öneme sahip bir işti. Bu yüzden, kutsallardı ve büyük bir bilgiye, dolayısıyla erke sahiplerdi. Böylece, bu gözlemevleri tapınak, astronomlar da astronom rahip adını alıyordu. Gökyüzündeki hareketlerin ve olayların sürekli izlenmesi ve günlükler şeklinde arşivlenmesi Sümerlere kadar uzanır. İnsanın gökyüzü ile olan yaşamsal bağı, astronomi bilimini ve onunla uğraşan astronomların geçtikleri yolu, tarihi, sosyal ve dini algılardan bağımsız incelemeyi zorlaştırır. Bu yüzden, bilim yolunda ilerleyen insanın hikayesinin içinde astronomiye gönül veren kadınları ve bilimde kadının rolünü konuşmak, daha doğru olacaktır. 12 Tarihten günümüze hepsi birbirinden değerli çok sayıda kadın astronom vardır. Ancak, bu yazıda tümünden bahsetme olanağı olmadığı için, hepsini sonsuz bir saygıyla anarak, yalnız birkaçının yaşamından alıntılar yapacağım. En ünlü kadın evren bilimcilerden biri Pythagoras’ın eşi Theano (~MÖ 520), bir diğeri ise Cyrene’li Arete (~MÖ 370)’dir. Arete, Plato Akademisi’ndeki eğitiminden sonra babası Aristippus tarafından kurulmuş olan düşün okulunun başına geçti. Doğal tarih ve eğitim üzerine kırktan fazla kitap yazdı. Hristiyanlık öncesi dünyada kadınlar, İskenderiye’de, 4. yy’da kısa süreli bir bilimsel bahar yaşadılar. İskenderiye pek çok kadın bilimciye ev sahipliği yaptı. Bu dönemde bilinen en etkili kadın bilimci Hypatia (~ 4. yy.)’dır. Kendisi astronom ve matematikçidir. Efsanevi İskenderiye Kütüphanesi’nin son kütüphanecisidir. Cebir alanında çok önemli çalışmalar yapmıştır. Maalesef yaşadığı dönemde hem Hypatia hem de genel olarak bilim yapan herkes için soğuk bir hava esiyordu. Hypatia hristiyan ayak takımına karşı kütüphaneyi korumaya çalışırken çok vahşi bir şekilde öldürüldü. Batı dünyasında Hypatia’nın ölümünü takip eden bin yıl içinde önemli hiçbir bilimsel yenilik ya da ilerleme gerçekleşmedi. Hristiyanlık döneminde eğitimin biçimini düzenleme işi rahiplerin elindeydi. Cambridge, Oxford, Bologna ve Paris’teki ortaçağ üniversiteleri yedi serbest sanat olarak bilinen eğitim sistemini kurdu. Bu konular iki ana bölüme ayrılıyordu: trivium (gramer, konuşma sanatı ve mantık) ve quadrivium (geometri, aritmetik, müzik ve astronomi). 8. yy’da manastırlardaki rahibelerin, hem anadilinde hem de latince okur-yazarlığa ek olarak belli bir konuda eğitim alma şansı olurdu. Maria Mitchell (1818 – 1889) Rahiplerin emirlerindeki evleri yöneten baş keşişler tarafından manastır, kendini adayacağı belli bir konuyla görevlendirilirdi. Bu “görev” bazı evler için doğa bilimleri çalışmaktı. Örneğin; Hildegard of Bingen (1098 -1179), doğa bilimleri çalışma şansı buldu ve en üretken ve başarılı rahibe bilimcilerden biri oldu. Tıp, din bilimi, doğa tarihi ve evren bilim gibi geniş bir ilgi alanına sahipti. Bilim Devrimi, René Descardes tarafından ilerletilmiş ve genç Isaac Newton tarafından benimsenmiş bir bilimsel yöntemin kullanılmaya başlanmasıyla harekete geçmiştir. Bu dönemde her bilim alanından bilimciler veriyi sayısallaştırmak ve kopyalamak için aynı sistemi kullandı. Doğa bilimlerinde, güçlü yeni araçların geliştirilmesi sayesinde çok küçük ve çok uzak dünyaların kapıları açıldı. Mikroskobun icadı ve teleskop dizaynının geliştirilmesiyle biyologlar ve astronomlar şimdi gerçek fiziksel gözlemlere sahipti. Bu, bilimsel felsefede köklü değişimler olması anlamına geliyordu. Düzenlenmiş yeni veri sistemi, bilgiye ulaşma ve yayımlamada artan bir kolaylık, öğrenmenin kolayca paylaşıldığı bir atmosfer yarattı. Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’un çalışmalarını temel alan, herkesçe anlaşılabilir bilimsel araştırmalar, herhangi bir okur-yazar kişiye ulaşabilecek bilimsel eğitim sağladı. Böylece, Avrupa tarihinde bu dönemden günümüze kadar gelen okumuş, iyi eğitim almış bir sınıf oluştu. Özellikle astronomide kadınlar, bilimsel devrimin omurgasını oluşturuyordu. Bu dönemin “yeni tür” kadın astronomlarına ilişkin ilk örnek Tycho Brahe’nin kız kardeşi Sophie Brahe (1600)’dir. Yaptığı gözlemler daha sonra Kepler’in, gezegenleri eliptik yörüngelere yerleştirmesine olanak sağladı. Tycho’nun memuriyeti boyunca onun huysuzluklarına katlanarak hem ona çalışmalarında destek oldu hem de sayısız çalışma yaptı. Yaşamının ilerleyen kısmında gözlemlerini, yayımlanmamış ama iyi korunmuş bir hatırat içinde topladı. Sonraki bilimciler bu gözlemlerden çok yararlandı. Royal Astronomy of Berlin’in üyelerinden Gottfried Kirsch’in eşi Maria Kirsch (1700) evliliği öncesinde astronomi eğitimi almıştı. Fakat, bilimsel kariyeri eşiyle birlikte yaptığı çalışmalarla oldu. Maria Kirsch, 1702’de keşfedilmiş bir kuyrukluyıldız üzerine çalıştı. Gezegen kavuşumları ve Aurora Borealis üzerine yazılar yazdı. Eşinin ölümünden sonra, hamisi olan kişi ölene kadar Kraliyet astronomu olarak çalıştı. Bu zaman boyunca oğlunu yardımcısı olarak yetiştirdi. Oğlu Berlin Gözlemevi müdürü olduğunda annesi ve kız kardeşini yardımcısı olarak seçti. Maria Kirsch, Tsar sarayından kral Büyük Peter (Peter the Great)’in astronom olarak çalışması davetini, ailesinden ayrılmamak için geri çevirdi. Paris Gözlemevi müdürü Jerome Lalande (1750), özel projelerde çalışmak üzere kadınları ücret karşılığı işe alırdı. Bunların arasında amatör astronom Mme. Lepaute, Mme. Du Piery ve Lalande’ın eşi Marie-Jeanne de Lalande vardır. Bu kadınlar kuyruklu yıldızlar üzerine değerli çalışmalara sahiptir. Caroline Herschel’in, (1780) erkek kardeşleri William ve Alexander’la birlikte İngiltere’ye gittiği zaman hayali, şarkıcı olmaktı. Gerçekten de dönemin en beğenilen sopranolarından biri oldu. 1781’de William Herschel’in Uranüs’ü keşfi ve kraliyet astronomu olma teklifi alması ile hayatları değişti. Caroline ve William Herschel kardeşler dönemin en büyük teleskoplarını yaptılar. Bu teleskoplar sayesinde astronomide tamamen yeni alanlar yarattılar: Yıldız astrofiziği ve Güneş sistemi cisimleri. Yirmi yıl içinde bu iki kardeş 1000 çift yıldız, 2500’den fazla bulutsu ve yıldız kümesi keşfetti. Caroline ve William Herschel’in birlikteliği herhangi bir bilimsel alanda görülebilecek en üretken mesleki ortaklık oldu. Caroline, Royal Society tarafından altın madalyayla ödüllendirildi. Mary Fairfax Somerville (1820)’in babası deniz kaptanıydı ve uzun süre evden uzak kalırdı. Annesi ise İncil okuduğu ve düzenli olarak dua ettiği sürece ne yaptığı ile ilgilenmezdi. Küçük erkek kardeşi ve amcasından aldığı kitaplar ve onların yol göstericilikleri sayesinde böylesi bir aile ortamından, eğitim altyapısını kurgulamış, latince, cebir ve geometri öğrenimi almış bir kişi olarak çıkabildi. İlk eşinin ölümü, onun ekonomik bir rahatlamaya kavuşmasını sağladı. Matematiğe olan sevgisi nedeniyle, geçmişte Hypatia tarafından yazılmış eşitliklerle ilgilendi ve bu çalışmalarıyla bir gümüş madalya kazandı. Mary’nin ikinci eşi Royal Society’nin üyesiydi. Bu üyelik sayesinde Mary kütüphanelere girip çıkmakta zorluk yaşamadı ve o dönemin önemli bilimcileri ile sohbet etme olanağı buldu. Mary’nin astrofizik çalışmaları önemlidir. Güneş rüzgarının elektromanyetik etkilerini, ışık tayfını çalıştı. 1827’de Laplace’ın ünlü “Mechanique Celeste”sini tercüme etti ve ekler yaptı. Bu çalışmanın sonucunu “Mechanism of the Heavens” adlı bir kitapta yayımladı. Bu kitabın içinde, orjinalinde olmayan diyagramlar, ispatlar, astronomi tarihi ve matematik çalışmaları vardı. Yüzyılın geri kalanında bu kitap Oxford ve Cambridge’de temel kaynak olarak kaldı. Bunun dışında “On the Connecxion of the Physical Sciences”, “Principia” ve “Physical Geography” adlı kitapları yazdı. 1872’de Mary öldüğünde astronomi hem kadınların hem de erkeklerin kariyer alanı olmuştu. 19. yy’ın sonlarında Harvard Gözlemevi’nde astronomi bilimindeki en önemli çalışmalardan birine imza atan bir kadın bilimciler grubu oluştu. Teleskopların büyüklüğü ve gücü arttıkça çok sayıda veri toplanmaya başlanmıştı. Sorun, bunca verinin organize edilmesi, işlenmesi ve kataloglanmasıydı. Harvard College Gözlemevi Müdürü E.C. Pickering kadınları işe almaya başladı. Bunlara daha sonra “kadın bilgisayarlar” adı verildi. Pickering’le çalışan kadınlar arasında en önemli isimlerden biri, yıldızların tayf türleri için gözlemsel sınıflama sistemi oluşturulması üzerine çalışan, Williamina Fleming (1881)’dir. Fleming, aynı zamanda, 300’den fazla değişen yıldız, 60 bulutsu ve on nova keşfetti. Fleming’in sınıflama sistemini Annie Jump Cannon (1896) yeniden düzenledi. Günümüzde astronomi öğrencilerine öğrettiğimiz sınıflamayı oluşturdu. Henrietta Swan Leavitt (1902)’in, astronomiye kuramsal katkısı büyüktür. Çalıştığı fotoğraf plakları üzerinde belirlediği Cepheid değişenlerinin dönemleri ile ışınım güçleri arasında bir ilişki olduğunu buldu. Günümüzde bu bulgu gök adamız ve gök ada dışı cisimlerin uzaklıklarını bulmakta kullanılmaktadır. Pickering bu kadınların çalışmalarının sonuçlarını kendi ismiyle yayımlardı, fakat çalışmacılara da saygınlık sağlardı. Ama bu kesinlikle bir eşitlik durumu değildi, fakat karşılıklı olarak yararlıydı. Bu çalışkan kadınların bir yüksek lisans öğrencisinden farkları; tez yap(a)mamaları, kendi istedikleri alanda çalışmayı seçme lükslerinin ve ne kadar hevesli ve yetenekli olurlarsa olsunlar akademik olarak ilerleme şanslarının olmamasıdır. Fleming ve Cannon, Harvard’da profesör olarak kaldılar. Ancak, bu pozisyonlar fahriydi. Maalesef, Leavitt’e fahri profesörlük bile ölümünden sonra verildi. Türk Kadın Astronomlar İlk Türk kadın astronom Nüzhet Gökdoğan’dır. Babası Atatürk’ün silah arkadaşlarından Tümgeneral Zihni Toydemir’dir. 1933 Üniversite Reformu’yla birlikte, Prof. E.F. Freundlich ve iki yardımcısıyla İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde 29 Eylül 1934’te kurulan Astronomi Enstitüsü’ne ilk Türk Doçenti olarak tayin edilmiştir. 1948’de profesörlüğe yükseltilmiş ve ardından fen fakültesini temsilen üniversite senatörü ve daha sonra 1954’te dekan seçilmiştir. Türk üniversitelerinin ilk kadın senatörü ve dekanı olmuştur. 1954’te kurulan Türk Astronomi Derneği’nin de kurucularındandır. Yirmi yıl kadar bu derneğin başkanlık görevini üstlenmiştir. Asıl adı Mari Sukiasyan olan Paris Pişmiş, 300 yıl önce Ege’den İstanbul’a göçen bir ailenin üç çocuğundan biridir. Pişmiş 1911 yılında İstanbul - Ortaköy’de doğdu. 4 yaşına kadar aynı mahallede kaldı. “Olgun” anlamına gelen “Pişmiş” soyadı Maliye Bakanı olan dedesine zamanın Padişahı olan III. Selim tarafından verilmişti. Henüz beş yaşında bir anaokulu öğrencisi iken okumayı söktü, ablasının matematik problemlerini çözebiliyordu. Pişmiş’in liseyi bitirdiği yıllarda kızların matematik eğitimi yapmaları pek alışıldık bir durum değildi. Ailesi karma bir okula giderse kaygısıyla eğitimine devam etmesini istemiyordu. Paris Pişmiş, aile engellerini aşıp İstanbul Üniversitesi Matematik ve Astronomi Bölümü’ne girdi ve burayı 1933 yılında bitirdi. Türk üniversitelerinin tarihinde bu bölümü bitiren ilk kız öğrenciydi. Hitler Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye gelen hocalarından Prof. Freundlich, ondan doktora tezi olarak evrenin dönmesi ile ilgili bir çalışma hazırlamasını ister. Doktora tezinin başarısından etkilenen hocası Harvard Üniversitesi’ne bir mektup yazarak bu değerli öğrencisine bir yıllık burs sağlar. Başarılı olduğu görülünce süre üç yıla çıkarılır. Genç Paris, burada tanıştığı bir Meksikalı öğrenciyle; Felix Recillas ile evlenir ve Meksika’ya yerleşir. Bu ülkede Pueblo Astrofizik Gözlemevi’nin ve Meksika Üniversitesi Astronomi Bölümü’nün kurucuları arasında yer alır. 1965 yılında kendi adıyla anılan yeni yıldız kümeleri keşfeder. Şu anda Pişmiş’in adıyla anılan 23 yıldız kümesi var gökyüzünde. Paris Pişmiş 1 Ağustos 1999’da yaşamakta olduğu Meksika’da aramızdan ayrıldı. Janet Akyüz-Mattei 1943’de Bodrum’da doğdu. Kataklismik değişen yıldızlar ve zonklayan değişenler alanında uzmanlaşmış, uluslararası tanınan bir Türk astronomdur. Üniversite eğitimi için gittiği Amerika’da Harvardlı bilgisayar kadınlardan Maria Mitchell’in adının verildiği gözlemevinde çalışma teklifi aldı. Yüksek lisansını Virginia Üniversitesi’nde (1972), doktorasını ise Ege Üniversitesi’nde (1982) tamamladı. 1973’ten itibaren 30 yıl The American Association of Variable Star Observers (AAVSO)’ın yöneticiliğini yaptı. AAVSO’nun müdürüyken 1911’den itibaren çoğunluğu amatör olan gözlemcilerden topladığı 10 milyonu bulan gözlemlerle dünyanın en büyük veri tabanını oluşturdu. Yer konuşlu ve uzay tabanlı amatör ve profesyonel 600 13 Türk kadın astronomlarından ve bu makalenin yazarı Doç. Dr. Günay Taş. gözlem programını koordine etti. Öğrenciler için 200 eğitim programı hazırladı. Yaşamı boyunca pek çok ödül aldı; “The Centennial Medal of the Société Astronomique de France, 1987”; “George Van Biesbroeck Prize”; “American Astronomical Society, 1993”; “Leslie Peltier Award”, “Astronomical League, 1993”; “First Giovanni Battista Lacchini Award For Collaboration With Amateur Astronomers”, “Unione Astrofili Italiani, 1995”; ve “The Jackson-Gwilt Medal of the Royal Astronomical Society, 1995”. İsmini onurlandırmak üzere yeni keşfedilen ana kuşak asteroidlerinden birine onun adı verildi; “Asteroid 11695 Mattei”. Maalesef 2004 yılında lösemi yüzünden onu kaybettik. Neden Kadınlar Arasından Öncü / Mucit Bilimciler Çıkmamaktadır? Tarihten günümüze bakıldığında çok sayıda astronomun bilime katkıları sayesinde hem içinde yaşadığımız dünyayı hem de parçası olduğumuz evreni algılayışımız ilerlemiştir. Bilim tarihi yeniliklerin tarihidir ve öncesindeki bilimsel düşünceden büyük kopuşlar gösteren başarıları kaydeder. Bilim tarihine baktığımızda kadınların daha ziyade yorumlar üstlendiği ve “öncü” olan kadın bilimci sayısının az olduğu görülür. Bunun nedeni, klasik dönemin sonundan itibaren kadınlara verilen rollerin kökleri ve bu nedenle, öncünün rekabetçi doğasıyla uzlaşmayan kadın davranış biçimidir. Toplumda kadının rolü; dini, sosyal yaklaşımlar ve geleneklerle çok fazla belirlenir. Üst sınıftan kadınlarda bile sistematik bir eğitim eksikliği vardır. Üniversite yaşamı, bilimsel topluluklara üyelik, çeşitli endüstriyel kariyer biçimleri genellikle onlara kapalıdır. Geçmişte ve kısmen günümüzde, oy hakları yoktur ve çoğunlukla finansal yaşamları kontrolleri dışındadır. Kadınlar tarafından kadınlar için koyulan beklentiler, sinsice birikmiş etkilere neden olur ve eninde sonunda sınırlamalar başlar; kadınlardan evlilik, çocuk büyütme konularında daha çok ilgili olması, konuşması ve aile yaşamının refahını sağlaması, eşine destek olması istenir, beklenir. Bu beklentiler arasında kariyer savaşı vermek kadının aklına gelmez, gelse bile öncelikli konularını arka plana attığı için toplumsal bir tepkiye maruz kalır. Diğer yandan, kadın bilimcilerin başarılarının tarih tarafından sistematik olarak hafife alınmış olması da diğer bir etmendir. Sosyal ve politik nedenlerle geçmişte kadınlar hep bir meslektaşlarıyla çalışmak durumunda kaldılar. Bu meslektaş genellikle eş, baba, erkek kardeş ya da oğul gibi aileden ya da yakın akrabalar arasından oldu. Astronomi, aileden biriyle ya da kendi başına evde yapıla- 14 bilmesi nedeniyle, kadınlar için çok iyi bir çalışma alanıydı. Çünkü bu tür çalışma biçimi, kadınları sosyal baskılara karşı koruyordu. Yapılan çalışmalar ve sonuçları mektup yoluyla tartışılabilirdi. Gerçi geçmişte kadın, bir bilimci olarak görülmemiş ve yaptığı çalışmaların sonuçlarının kullanılmasında iznine başvurulmamıştır. Antik dönemde kadın astronomlar ve “doğal filozoflar” sosyal tabulardan bağımsız olarak çalışabiliyorlardı. Roma İmparatorluğu döneminden 19. yy’a kadar ne kadın ne de erkek, astronomi ya da diğer bilim alanlarında kariyer yaparken görülmedi. Roma’nın düşüşünden sonra adeta bir gecede durum değişti. Rönesans boyunca dünya tekrar öğrenmenin ışığıyla aydınlandı. Yeni keşifler yapılmaya ve bilimsel üretimlere geri dönüldü. Ancak şimdi bu bilimsel çalışmalar yalnız erkekler tarafından yapılıyordu. Üniversiteler kadınlara kapalıydı. Avrupa’da çağın tek söz sahibi kiliseydi ve kadının sosyal rolünü de belirliyordu. Bu rol aile ya da manastır dışında her alana kapalıydı. Bu baskı ve yasakçı dönem Bilimsel Devrim’le birlikte hafiflemeye başladı. Genellikle kadın ve erkek yetiştirilirken verilen terbiye, aynı sosyal sınıftan olsalar bile çok farklı olmuştur. Eğitimdeki bu cinsiyet tabanlı fark, hiç şüphesiz insanlığın en eski tarihindeki köklerinden kaynaklanır; avcı / toplayıcı toplumların iş paylaşımıyla ilişkili ilk kökler. Yine de insanlık tarihinde kadınlar erkek kardeşleriyle aynı değerde görülmeseler de eğitim alırlardı. Tarihe bakıldığında kadınların eşitlikçi bir yaklaşımla bilimsel eğitim aldıkları bazı okullar olduğunu görüyoruz; Pythagorean Birliği’nde, daha sonra Akademi’de ve Epicurean okulunda. Bu okullar kadınla erkeğin eşit kabul edildiği ortamlardı. Tıp, astronomi ve simya alanında erkek ve kadınlar tarafından öğrenciler eğitilirdi. Tarihin bu döneminde yalnız Aristotle’ın Lyceum’u kadınları engelledi. Aristo’nun kadınlara karşı olan eğilimleri, maalesef günümüzdeki anlayışı da yönetir hale gelmiştir. Aristo, döl yatağında bile kadının erkekten aşağı bir konumda olduğunu düşünür. Embriyoloji üzerine yaptığı bir çalışmada (De Generatione Animallium) kadınların deforme olmuş erkekler olduğunu söyler. 11. yy’da Toledo kütüphanesinde Aristo’nun bu çalışmaları bulunup, kurtarılıp, yeniden gün ışığına çıkarıldığında, Hristiyan bilimsel düşüncesinin temelini oluşturdu. Bu yüzden, bu çağda Kilise eliyle başlatılan Aristo’cu eğilimler 2000 yıldır hüküm sürmekte ve bilimsel çalışma yapmak isteyen kadınların sosyal koşullarını hâlâ negatif olarak etkilemektedir. Günümüzde öncü ve lider kadın sayısının sadece astronomi değil her alanda hâlâ az olmasının böyle bir tarihi altyapısı vardır. Günümüz astronomi alanı dünyayla kıyaslandığında oldukça kalabalık bir kadın bilimci topluluğuna sahiptir: Türk Astronomi Derneği’nin anketine göre her üç astronomdan biri kadındır. Ege Üniversitesi Astronomi Bölümü’nde hali hazırda 18 doktoralı astronomun 5’i kadındır. Kaynaklar: -Hamilton, G., arXiv:/physics/0001026v1[physics.hist_ph] -Boydağ, F. Şenel, 2003, Matematik Dünyası -Fraknoi, A., 2008, Preparing for the 2009 International Year of Astronomy, ASP Conference Series, Vol. 400, M. G. Gibbs, J. Barnes, J. G. Manning, and B. Partridge, eds.,“Women in Astronomy: A Brief Resource Guide” -Türk Astronomi Derneği çalışması (özel görüşme) -http://www.christina-river-institute.org/mattei.htm -http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/biliminsanlari/turkbilimadami/S-334-38.pdf -divulgamat.ehu.es/.../MateOspetsuak/Theano.asp -http://www.cfa.harvard.edu/~jshaw/pick.html -http://www.womanastronomer.com/women_astronomers.htm Ege Üniversitesi’nin göğe bakan yüzü: Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi 1 Temmuz 2009 tarihinde kurulan Ege Üniversitesi Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi bünyesindeki Gözlemevi, 1965’ten beri Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü lisans ve lisansüstü programlarında yer alan ders ve uygulamalar için gerekli imkanları sağlamaya devam ediyor. “Gök bilimleri alanındaki bilimsel çalışmaları, etkinlikleri organize etmek, yürütmek, eğitimi desteklemek, geliştirmek ve bilim-toplum projeleri çerçevesinde halka yönelik etkinlikler düzenlemek, yurt içi ve yurt dışından gelen ziyaretçilere gökyüzünü ve gök cisimlerini tanıtma çalışması yapmak” gibi bilim-toplum ilişkisini güçlendirme amacı güden faaliyetleri öncelikleri arasına alan Merkez’de 5 kişi çalışıyor. Gezegenevleri (planetaryumlar) kurmak da merkezin hedefleri arasında bulunuyor. Gözlemevi’nde 48 cm, 40 cm, 35 cm ve 30 cm çaplı dört teleskop bulunuyor. Birçok küçük teleskop da öğrencilerin uygulamalarında ve halka yönelik popüler astronomi çalışmalarında kullanılıyor. Gözlemevinde, çeşitli gözlem aletleri, fotoğraflar ve gök taşlarından bir de müze oluşturulmuş. Halka yönelik olarak düzenlenen yaz okullarında her yaştan katılımcıya zengin görsel malzemeler eşliğinde çağdaş bilgiler aktarılırken, katılımcılar öğretim üyelerinin verdiği eğitimlerde doğru bilgiye ulaşma şansı buluyor. İlk ve ortaöğretim öğrencileri ve yetişkinlere yönelik seminerler de düzenleniyor. SÖYLEŞİ: Demet ALTUNTAŞ FOTOĞRAF: Bora ASLAN E ge Üniversitesi Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Zeynel Tunca ile, gözlemevi ve astronomi çalışmaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Nif Dağı eteklerine kurulmuş olan Gözlemevi’nin uzun, topraklı ve zorlu yolunda başlayan söyleşimize Gözlemevi’nin “cennet köşesi” benzetmesini hak eden bahçesinde devam ettik. Astronomi hakkındaki pek az bilgimizle gittiğimiz ve özverili çalışanlar tarafından çok nazik bir şekilde karşılandığımız Gözlemevi’nde söyleştiğimiz Prof. Dr. Tunca’nın bizlere aktardığı engin bilgilerinin ancak bir kısmını burada paylaşabiliyoruz. Egeden okurlarının, içinde bulunduğumuz Dünya Astronomi Yılı kapsamında Merkez’in düzenlediği etkinliklere katılarak gök bilimlerinin alabildiğine derin ve şaşırtıcı dünyası hakkında daha fazla bilgileneceğini umuyoruz. Ülkemizdeki astronomi faaliyetleri ve gözlemevleri hakkında bilgi verir misiniz? Türkiye’de 4 üniversitede Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü var. Bunlar Ege, İstanbul, Ankara ve Erciyes Üniversiteleri. Diğerlerinde, Fizik Bölümü içersinde Astrofizik Anabilim Dalı şeklinde çalışmalar sürdürülüyor. Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü olan üniversitelerde gözlemevleri de bulunuyor. Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde de bizden farklı olarak radyo dalgaboyu bölgesinde çalışan bir gözlemevi var. Bizim çalışma alanımız, optik bölge dediğimiz, gördüğümüz ışığı inceleyen alan. Bunların yanı sıra Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi bünyesinde kurulu Astrofizik Araştırma Merkezi(ÇAAM) ve Ulupınar Astrofizik Gözlemevi astronomi çalışmalarını geniş bir kadro ile sürdürüyorlar. Astronomi çalışması yapılan yerlerde, eğitim ve bilimsel çalışmaların uygulama alanı olarak, yani labora- 15 tuvar olarak gözlemevleri kuruluyor. İlk kurulan İstanbul Üniversitesi’nde, gözlemevinin kuruluşundan sonra Türkiye’den yurt dışına bilim insanları gönderildi. Bunlardan biri de Prof.Dr. Nüzhet Gökdoğan’dı. Bu önemli bilim insanının, doktorasını yurt dışında tamamlayıp döndükten sonra yaptığı çalışmalar ve üniversiteye dışarıdan gelen Alman bilim adamlarının da katkısıyla Cumhuriyet döneminin Astronomik anlamda ilk gözlemevi İstanbul Üniversitesi’ndeki gözlemevi kuruldu. O zamanki olanaklar ne kadar kısıtlı da olsa, hava kirliliği fazla olmadığı için gözlem yapabiliyorlardı. Ege Üniversitesi Gözlemevi’nin kuruluşu nasıl gerçekleşti? Ege Üniversitesi Gözlemevi, 1962 yılında çalışmalarına başlayan bölümümüz bünyesinde 1965’te kuruldu. Bölümümüz ve Gözlemevimizin kurucusu hocamız Prof. Dr. Abdullah Kızılırmak’tır. Gözlemevimizin kurulmasında zamanın Fen Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Yusuf Vardar ve Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mustafa Uluöz’ün katkıları büyüktür. Kuruluş sonrasında da hep özverili çalışmalar söz konusudur. Son 15 yıldır gözlemevi sorumluluğunu yürüten Prof.Dr. Serdar Evren, yaptığı değerli çalışmalarla gözlemevimizi bugünkü düzeyine getirmiştir. Bundan sonra aynı bilinçle, hep birlikte daha ötelere götürmek amacımızdır. Gözlemevi her yerde kurulmaz. Çünkü biz, insanların gökyüzüne baktığında göremedikleri sönük ışıkları inceliyoruz. Işık kirliliği, hava kirliliği, çevre kirliliğinden kaçmaya çalışıyoruz. Atmosfer yapısının en kötü etkileri yere yakın olan katmanlarında oluşur. Gözlem yapabilmemiz için bu elverişsiz tabakanın üstüne çıkmak zorundayız. İzmir çevresine baktığımızda, yükseklere çıkmanın bir maliyeti olduğunu görüyoruz. Hava durumu da gözlemlerimizi etkiliyor. Sonuç olarak, gözlemevlerini olabildiği kadar yükseğe, şehirden uzak(ışık ve hava kirliliğinden uzak), yıl içinde açık gece sayısının fazla olduğu alanlara kurmak gerekir. Yer bulunduktan sonra, sıra gözlem aletlerini almaya gelir ki, bu aletler de oldukça maliyetlidir. Bizim büyük teleskopumuz, NATO destekli bir projeyle alınmıştır. 16 Uzun bir süre Türkiye’nin Üniversite bazında en büyük teleskopuydu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin 122 cm çaplı teleskopu bu ünvanımızı elimizden aldı. Sizce Türkiye’de bulunan 4 Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü yeterli mi? Başka bir deyişle, astronomi ile ilgili Türkiye’de yapılan araştırmaları ve astronomiye olan ilgiyi nasıl görüyorsunuz? Salt bilim dediğimiz zaman ülkemizde insanlar kendisini geri çekiyor. Bunun karşısında, örneğin parçacık hızlandırmak yoluyla evrenin ilk oluştuğu dönemleri anlamak için müthiş bütçelerle Cern deneyi yapılıyor. Deneyin günlük yaşamımızı etkileyecek herhangi bir sonucunun henüz açıklanmamasına rağmen deneye ilgi büyük ve bu çalışmanın değeri kamuoyunda da takdir görüyor. İşte amaç bu: öğrenmek. Türkiye’de bir futbolcu, transfer ücreti olarak yılda 1 milyon Euro alabiliyor. Bu miktarda bir para ile, TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nde 1 metrelik bir teleskop edinebilmek için karşı karşıya kaldığımız olumsuz şartları anlatamam. Ülkemizde bilime ayrılan para çok az. Diğer bilim dallarında bu destek az da olsa var, sıra astronomiye geldiğinde destek alacak EÜ Gözlemevi Uygulama ve Araştırma Merkezi “Dünya Astrononomi Yılı 2009” Etkinlik Takvimi Tarih/Saat Etkinlik Etkinlik adı 04-10 Ekim 2009 (her gün) 20:00-22:00 * Seminer ve Gözlem Dünya Uzay Haftası - http://www.uzayhaftasi.org/ -http://www.worldspaceweek.org/ 09-23 Ekim 2009 (her gün) * Seminer ve gözlem 20:00-23:00 şenliği Dünya Yıldız Sayımı Günleri http://www.windows. ucar.edu/citizen_science/starcount 21 Ekim 2009 20:00-22:00 * Seminer ve gözlem Orionid Göktaşı Yağmuru 24 Ekim 2009 19:00-21:00 Gözlemevi Ziyareti Seminer ve gözlem Adnan Menderes Üniversitesi, Fizik Bölümü Gözlemevi tanıtımı - DAY2009 etkinlikleri 6 Kasım 2009 19:30-21:30 * Seminer ve gözlem Tycho Brahe Cassiopeia’da “yeni yıldız” buldu (1572) http://seds.org/~spider/Spider/Vars/sn1572.html 17 Kasım 2009 20:00-22:00 * Seminer ve gözlem Leonid Göktaşı Yağmuru 13 Aralık 2009 20:00-22:00 * Seminer ve gözlem Geminid Göktaşı Yağmuru 21 Aralık 2009 19:00-21:00 * Seminer ve gözlem 27 Yıl Dönemli Epsilon Aurigae Örten Çift Yıldızının Tam Tutulma Başlangıç 31 Aralık 2009 19:00-02:00 * Seminer, gözlem ve eğlence Parçalı Ay Tutulması, MAVİ AY ve parti * 24 Ekim 2009’da Adnan Menderes Üniversitesi’ne gerçekleştirilecek Gözlemevi Ziyareti hariç, etkinliklerin tümü üniversitemiz gözlemevinde gerçekleştirilecektir. kurum bulmakta zorlanıyoruz. Gözlemevlerinin altyapısını oluşturduktan sonra belki paraya pek ihtiyaç kalmıyor, ama geliştirmek istediğimizde yine para devreye giriyor. Almanya, kendi ülkesinde iklim elverişsiz olduğu için Şili’de gözlemevi kuruyor ve 8-10 metrelik ayna çaplı teleskoplar kullanıyorlar; biz ise o teleskopların yanında çok küçük kalan teleskopları almaya, çalıştırmaya zorlanıyoruz. Ülkemizde bilimin gelişmesini istiyorsak bilime verilen önemin, ayrılan paranın artması gerek. Teknolojik olanaklar arttıkça çalışmalar daha rahatlıyor, bilgiye daha çabuk ulaşılıyor ve daha çok bilgi elde ediliyor. Ege Üniversitesi Gözlemevi’nin çalışma alanını tam olarak nasıl tarif edersiniz? Burada yaptığımız çalışmalar sadece astronominin optik bölge dediğimiz alanında; yani çıplak gözümüzün algıladığı dalga boylarında gerçekleşiyor. Evrene dair bildiğimiz her şeyi cisimlerden bize ulaşan ışınımı inceleyerek elde edebiliyoruz. Teleskopun kalitesi, büyüklüğü ve odak uzunluğu ayrıntıyı görmek için önemli. Yıldızların ışığındaki zamanla oluşan değişimleri ve konumlarındaki değişimleri inceleyebiliyoruz. Bilimi, astronomiyi halka nasıl sevdirebiliriz? Bu konuda neler yapılmalı? Bizim amaçlarımızdan biri de bu zaten. Yönetmeliğimizin içinde de mevcut. 13 sene önce Gözlemevinde başlattığımız “Amatör Astronomlar Yaz Okulları”yla astronomiyi halka sevdirmeyi amaçladık. Üniversiteler içinde de Ege Astronomi’nin yeri, gerek çalışmaları, gerek halka ve öğrencilere yönelik etkinlikleriyle diğerlerinden biraz öndedir. Sokağa çıktığınızda “Bu kadar aç insan varken bilime bu kadar fazla para ayrılmalı mı ?” sorusu akla gelebilir. Bu ikilemi tam olarak çözemiyorsunuz. Toplumun bilinç, sağlık, eğitim ya da açlık-tokluk düzeyi normale ulaşmadığı sürece bu sorular bizi zorlar. Halk “Bu ne işimize yarayacak?” diye sorabilir. Biz diyoruz ki, bizim yaptığımız araştırmaların insanlara hemen gerçekleşen ve vatandaşa doğrudan yönelen bir katkısı yok. Bu gözlemler, çok önceden beri yapılagelen gözlemler ve hepsi bir öncekilerin birikimine eklenerek ilerliyor. İlk yapılan çalışmalarda elde edilen ilk bulgular, örneğin Kepler’in yaptığı gözlemler sonucu yörüngeler hakkında doğru bilgilere ulaşması bulması, farkında olmadan çok fazla işimize yarıyor. Uydular sayesinde televizyon seyrediyoruz, 3G telefon kullanıyoruz; bunların hepsi ilk çalışmalarla birlikte, üst üste eklenerek gelişen bilimin sayesinde gerçekleşiyor. Yanmayan kumaş, teflon tava, fotoğraf ve diğer optik aletlerdeki CCD alıcılar gibi bir çok ürün uzay çalışmaları sırasında ulaşılan sonuçlardır. Bunların hepsini bir kenara bırakalım, hiç mi merak yok insanlarda? Evren denen devasa yapı nedir? Evrende neredeyiz? Evrende yalnız mıyız? Güneş’imiz bizi daha ne kadar aydınlatacak, ısıtacak? Gök olayları nasıl oluyor? Bu bilgi eksikliklerinde hep falcılar, astrologlar, ufocular yani bilimsel bilgileri çıkarları için yanlış kullananlar ortaya çıkıyor. Medyamız da ne yazık ki buna izin veriyor. Bunun da önüne geçmeliyiz. Merak eksikliğinin sebeplerinden biri de ilköğretimden beri, öğrencinin öğrenme sürecinde aktifleşmesini engelleyen eğitimdeki aksaklıklar. Öğrenme çabası gittikçe azaldı artık. Bizim çalışmalarımız içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı öğretmenlerine yönelik eğitim programları açtık. 3 sene önce, TÜBİTAK Ulusal Gözlemevinde görevli olduğum tarihlerde tam güneş tutulması sırasında Antalya’da bir sempozyum yaptık. 3 gün içerisinde hem güneş tutulmasını izledik hem konuları tartıştık. Çeşitli illerden 115 Fen Bilgisi ve Fizik öğretmeni katıldı. Anlatılanlardan sonra öğretmenler “Biz birçok şeyi yanlış biliyormuşuz, bize yanlış öğretmişler” dedi. Öğretmenin toplum içersindeki sosyal ve ekonomik durumunu düzeltmeden, bilgiyi tam vermeden, ilköğretim-ortaöğretim kurumlarında iyi öğrenciler yetiştirmeden üniversite öğretiminde gelişme görülemez. Üniversitede fen bilimlerine yönelik istekler azaldı. Amerika’da öğrencileri fen bilimlerine yöneltmek için astronomiyi kullandılar, halka bilimi, astronomiyi sevdirmek için planetaryumlar(gökevleri), okullara gözlemevleri ve laboratuvarlar kuruluyor ve sonuçları da gerçekten olumlu. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerine gittiğinizde hemen her kentte en az bir planetaryum olduğunu görürsünüz. Ege Üniversitesi Gözlemevi çalışmalarına destek nasıl? Yetkili kişilerin buna gerçekten önem vermeleri gerekiyor. Rektörümüz birçok şey için söz verdi ve 17 Gözlemevi’nin en dikkat çeken parçalarından birisi olan Foucault Sarkacı, adını Fransız fizikçi Léon Foucault’dan almıştır. İlk defa deneysel olarak Dünya’nın kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtlayan sarkaç düzeneğidir. çalışmalarımıza destek oluyor, bunlar güzel şeyler. Burası Rektörlükten, Dekanlıktan gelen ek yardımlarla ayakta kalıyordu. Son yıllarda da kendi yağımızda kavrulmaya çalışıyoruz. Etkinliklerde birçok eksiğimizi üniversite yönetimine yansıtmadan çözmeye çalışıyoruz. Yaz okullarımızdaki katılımcılarımız da gözlemevine teknik destek ve malzeme bağışında bulundu. Gözlemevimizde çalışanların özverisi çok önemli. Başarımızın altında yatan, büyük oranda çalışanlarımızın ve gözlem yapan araştırmacılarımızın bu özverisidir. Bundan sonra çalışmalarımız, Rektörlüğe bağlı bir Merkez olarak güvence altında sürecek. Ayrıca, medyanın elinde olağanüstü bir güç var, ancak bunu kullanamıyoruz. Yazılı ve görsel basında bilim muhabiri hiç yok. Bunun sonucu bilimsel haberlerde, bilinçli ya da gözden kaçan çok yanlışlar yapılıyor. Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü’nde eğitim görmek isteyen gençlere tavsiyeleriniz ne olabilir? Bu bölümde okumak isteyenlerin matematik ve fizik alanlarında kendilerini yetiştirmiş ve bu bilim dalından keyif alan kişiler olması gerek. Sabaha kadar gözlem yapan öğrencilerimiz, arkadaşlarımız bu işi sevmeselerdi yapamazlardı. İstek çok önemli. Mezuniyet sonrası durum ise bütün Fen Fakültesi mezunları için aynı. Mesela çocukken astronot olmak isteyen gençler mi gelsin buraya? Burada bir çelişkiye düşüyoruz. Burada uzay çalışması yok, buradan mezun olanlar astronot olmuyor, “astronom” oluyor. Astronotlar uzay çalışmalarının bir parçası olan, genelde pilotlar arasından seçilerek yetiştirilen kişilerdir. Ancak, günümüzde atmosfer dışında belirli bir yüksekliğe kadar çıkan kişilere astronot ünvanı veriliyor. Astronot olmak isteyenler uzay ve havacılık ile ilgili bölümlere yönelmelidir. Astronomi Bölümlerinde uzay çalışmalarına yönelik bir program da gelecekte açılabilir. Yeni açılan uygulama ve araştırma merkezlerimiz Kaynak Teknolojisi Eğitim, Muayene, Uygulama ve Araştırma Merkezi Ege Üniversitesi Kaynak Teknolojisi Eğitim, Muayene, Uygulama ve Araştırma Merkezi, 20 Ocak 2009 tarihinde, Kaynak Mühendisliği alanındaki personeli yetiştirmek amacıyla kuruldu. Uluslararası akreditasyonu sağlamak üzere İtalyan Kaynak Enstitüsü ve bir klas kuruluşu olan Rina ile imzalanan protokol çerçevesinde, merkezde 500 saat teorik ve uygulamalı eğitim verilecek. Lisans eğitimini veya yüksek lisans eğitimini tamamlamış makine, metalurji, malzeme ve imalat mühendisleri bu eğitimi almak için başvurabilecekler. İtalyan Kaynak Enstitüsü ile ortak düzenlenecek olan sınavlar sonucunda başarılı olanlara uluslararası geçerliliği olan “Kaynak Mühendisliği” diploması verilecek. Merkezdeki eğitimin uygulama kısmı için Oerlikon Kaynak Elektrotları ve Sanayi AŞ ile Linde AŞ tarafından akredite edilmiş bir laboratuvar kuruldu. Ege Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nden 5, İstanbul Teknik, Kocaeli ve Yıldız Teknik Üniversiteleri’nden de birer öğretim üyesinin yanında, endüstri kuruluşlarında deneyimli 4 kaynak mühendisi de merkez çalışmalarına destek veriyor. Merkez Müdürü Prof. Dr. Vural Ceyhun, “Kaynak Mühendisliği Nabucco Boru Hattı Projesi ve Mavi Akım Projesi ile daha da öne çıkan bir alan oldu. Kaynak gördüğümüz her yerde var: Gözlüğümüzde, alyansımızda… Bütün endüstriyel uygulamalarda kaynak var” diye konuştu. 18 AIDS Uygulama ve Araştırma Merkezi Türkiye’de Hacettepe Üniversitesi’nin ardından Ege Üniversitesi’nde de AIDS Uygulama ve Araştırma Merkezi Temmuz ayında hizmete girdi. Konuyla ilgili bilgi veren AIDS Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü ve Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Gökengin, Merkez olarak amaçlarının; HIV/AIDS’e ilişkin bölgesel verileri toplayarak analiz etmek, konuyla ilgili araştırmalar yapmak, hasta ve hasta yakınlarını ve başta risk grupları olmak üzere toplumu bu hastalıklar konusunda bilgilendirmek, HIV/AIDS enfeksiyonuna ilişkin danışmanlık hizmetleri vermek, epidemiyolojik ve klinik araştırmalar yapmak olduğunu söyledi. Merkez olarak HIV/AIDS ile birlikte yaşayan kişilerin taban oluşturduğu sivil toplum kuruluşları ile iş birliği içerisinde olacaklarını kaydeden Prof.Dr.Gökengin, “Hastaların da merkezimizde gönüllü olarak görev almalarını istiyoruz. Hastaların birbirlerine danışmanlık yapması çok önemlidir. Özellikle Pozitif Yaşam Derneği ve Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Savaşım Derneği ile ortak çalışmalar gerçekleştirmeyi düşünüyoruz” diye konuştu. Türkiye’de HIV/AIDS izlemi yapan, tanı ve tedavi hizmeti veren merkezlerin sayısının yetersiz olduğunu açıklayan Prof.Dr.Gökengin, “Türkiye’de bu alanda yeterli epidemiyolojik veriye sahip değiliz. Merkezimiz bu alanda önemli bir misyonu üstlenecek” dedi. ATATÜRK ve CUMHURİYET A tatürk’ün batan bir imparatorluğun külleri arasından, milletiyle birlikte, kanla, irfanla kurduğu Cumhuriyet’in 86. yıldönümünü idrak ettiğimiz bugünlerde, büyük liderin bizlere emanet etmiş olduğu ölümsüz eseri Cumhuriyeti minnet ve şükran duygularımızla bir kere daha kutluyoruz. Atatürk’ün önderliğinde; Samsun’dan başlayıp, İzmir’de noktalanan ve Lozan’da biçimlenen, çöküşten kurtuluşa uzanan yol çetin ve bütün dünyaya parmak ısırtacak bir yeniden diriliş olmuştur. Bu kutlu yol sonunda eskimişliklerin üstüne yepyeni bir sayfa açılmış ve adına da “Cumhuriyet” denmiştir. “Yeni Türkiye Devleti bir halk devleti, halkın devletidir. Oysa geçmişteki devlet, bir kişi devleti, kişilerin devleti idi. ” diyen Atatürk, kurmuş olduğu Cumhuriyeti: “...Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet biçimi demektir. Demokrasi ilkesinin en modern, en mantıklı uygulamasını sağlayan hükümet biçimi cumhuriyettir!.. Cumhuriyet, yüksek ahlak değerlerine ve niteliklerine dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir....” şeklinde tanımlamıştır. Annesi Zübeyde Hanımın kabri başında, “Millî hâkimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcum olsun.” andı içen Atatürk, Osmanlı Devleti’nin gücünün zayıflayarak Batı’ya bağımlı hale gelmesini, milletin yönetim işlerinden uzak tutulmasına bağlamış ve “millî hâkimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.” demek suretiyle cumhuriyetin Türk Milleti için önemini vurgulamıştır. Bu bakımdan aşağıda yer alan Atatürk ve Halil Ağa hikâyesi Atatürk dönemi devlet yönetimi ve Atatürk’ün cumhuriyet anlayışını ortaya koyması bakımından güzel bir örnektir . Nuri Conker’in yardımıyla Florya Köşkü nöbetçilerini atlatarak köşkten kaçan Atatürk, Çekmece’ye doğru ilerlerken akşam güneşi altında çift süren bir köylüyü görür. Çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardır. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapmaktadır. Atatürk köylüye seslenir: “Kolay gelsin Ağa!..” Köylü bu sese “Kolay gelsin.” diye karşılık verir. “İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?” Köylü isteksiz konuşur: “Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.” “Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?” “Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.” “Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin...” Köylü güler: “Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?” Atatürk, “Kaymakama gitseydin.” Köylü iyice güler. “Sen de benle gönül Okt. Latif DAŞDEMİR Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü mü eyleyon beyim?” der. Atatürk konuşmayı sürdürür. “E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun işi bu değil mi?” Atatürk’ün saflığına iyiden iyiye inanan köylü güler. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenir. “Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?” Atatürk sorar: “Adın ne senin Ağa?” “Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...” “Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.” “Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa’ya çıkmış.” “Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?” Atatürk, İzmir-Kemalpaşa’da bir vatandaşın derdini dinlerken (30 Ocak 1931) 19 “Bilmez olur muyum, beyim?” “Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu.” “Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni...” Nuri Conker, lafa karışmak ister, Atatürk bir hareketiyle onu durdurur. “E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..” der. Köylü iyice keyiflenmiş ve gülerek “Sen ne diyorsun bey?” der. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..” der. Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştirir, çiftinin başına gitmeye hazırlanır. Konuşacak bir şey de kalmamıştır. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak, “Senden hoşlandım Halil Ağa” der. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!..” der. 20 Nuri Conker ve Atatürk döner, arabaya binerler. Halil Ağa, onları uğurlarken. “Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek...” der. Otomobil hareket ettiğinde Atatürk’ün canı sıkılmıştır. “Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!..” der. Dönüş yolunda Atatürk konuşmaz, sigara üstüne sigara yakar, yüzünde ince bir keder oluşur. “Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da ‘Devlet Baba’diyor. Ne mübarek millet, bu millet!..” der. Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emreder: “Şimdi” der. “İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.” Yaver odadan çıktıktan sonra Atatürk, Nuri Conker’e döner: “Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. ‘Seni sevdi, sana öküz alıverecek’ diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya.” der. O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan oluşan yirmi beş konuk vardır. Atatürk, “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek. Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.” dedikten bir süre sonra içeri başyaver girer ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyler. Atatürk “Buyursun!” der. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan donakalır. Dizlerinin bağı çözülür. Atatürk onu görünce ayağa kalkar. Arkasından bütün konukları da ayağa kalkar. Atatürk son konuğunu, “Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıtır: “İşte beklediğimiz, Efendimiz” der. Nuri Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ başına oturtur, kendisi de yanındaki sandalyeye geçer. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa’yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle der: “Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım, Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.” Halil Ağa’ya döner: “Bak beri, Halil Ağa” der. “Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?” Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak olur. Atatürk müsaade etmez: “Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.” der. Soru-cevap faslı valiye kadar aynen tekrarlanır. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı dinlerler. Ürkütücü sorulara gelmiştir sıra. Atatürk sorar: “Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?” Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyor. Nasıl desin? Ter basmıştır iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçar: “Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki...” “Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru...” “Böyle demedik mi beyim?..” “Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?” Nuri Conker karşılık verir. “Hayır Paşam!..” “Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle.” Halil Ağa kekeleyerek konuşur: “Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam.” “Kusura kalma gayri...” der. Atatürk gülmeye başlar: “Diplo- matsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi...” der. Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğer: “Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağırı’ diye bir laf kaçırmışım...” der. Sofrada gülüşmeler başlar. “Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: “E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?” Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne bakar ve gözlerini yere indirir: “Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün...” der. Atatürk Halil Ağa’yı durdurur. “Bırak şimdi övgüleri. Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşkü’ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.” der. Halil Ağa yine kaçamak yanıt verir: “Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..” der. Atatürk’ün sesi iyice sertleşir: “Beni uğraştırma, Halil Ağa. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..” der. Halil Ağa ürker, toparlanır. Başını yine yere gömüp konuşur: “Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya...” “Yalnız sağır değil, ‘sağırın sağırı’ değil miydi?” Halil Ağa yere eğik başını acıyla sallar: “Öyle dedikti paşam, doğrusun!..” der. Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmez, sözü kendine getirir. “Son soruyu sorayım şimdi” “Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.” “Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?” der. “Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.” der. “Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.” Halil Ağa birden diklenir. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğrulur. Atatürk’ün gözlerinin içlerine bakarak konuşur. “İşte bunu demem Paşam” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!” der. Atatürk gülmeye başlar: “Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor. Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. ‘Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek’ demiştin.” der. Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başlar. Taş kesilmiş, duruyor. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürür: “Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim” der. “Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçeye çevirtirler, 21 sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok’ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana ‘sarhoş’ der...” Halil Ağa’nın dili çözülmüştür: “Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer...” der. Atatürk sorar: “Peki sen de içer misin?” “Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..” Atatürk hizmet edenlere işaret eder, kadehleri doldurtur. Kendi kadehini Halil Ağa’ya uzatır: “Hadi bakalım Halil Ağa sağlığına içelim.” der. Halil Ağa, “Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün” dedikten sonra, edeple başını kenara çevirir, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverir. Yüzü kızarmış, gözleri parlar. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döner: “Yunan’ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem...” der. Halil Ağa Atatürk’ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tutar ve bu hareketi yapmasını önler. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün ellerine sarılır, ellerini öpmeye başlar: “Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!..” der. “Yemek yemedin!..” “Yemek kolay... Meraklanır çocuk- 22 Necip Kalkan: “Ege mezunuyum” diye iftihar ediyorum lar, ben köyüme döneyim.” der. Atatürk Nuri Conker’e işaret eder. Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına gelir, Halil Ağa kalkar, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekilir. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döner: “Efendimizin halini gördünüz mü beyler? Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında ‘adam olmak,’ bize düşüyor!..” der. Sofrada kesin bir sessizlik vardır. Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyor: “Halil Ağa’nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..” der. Atatürk ve Halil Ağa hikâyesi... Zaman zaman kaybettiğimiz, sahip çıkamadığımız, hayatımızda fazla yer veremediğimiz ama milletimizin özünde var olan ve asla kaybolup gitmeyecek değerlerimizin varlığını hatırlatan bir anı olmanın ötesinde; sağduyulu, anlayışlı, fedakâr, çalışkan, mütevazı, emeğe saygı gösteren, şefkatli ve erdemli yöneticilerle ancak cumhuriyet idaresinin gerçek anlamını bulacağını göstermiş olmasıdır. Yarınlara umutla bakmak istiyorsak eğer, Cumhuriyetimizi Atatürk dönemindeki “berraklık” ile yaşamamız gerekir aksi takdirde... Neyzen Tevfik’in dizelerinde: “Bir Egeli” köşemizin bu sayıdaki konuğu Ege Üniversitesi’nin değerli mezunlarından biri olan, İzmir Ticaret Odası Meclis Başkanı ve İzmir Kalkınma Ajansı-Kalkınma Kurulu Başkanı Necip Kalkan. Toplantıdan toplantıya, açılıştan açılışa hiç şikayet etmeden koşturan, hatta bu temponun ve iyi niyetinin kendini genç tuttuğuna inanan Kalkan ile İTO’daki makam odasında bir söyleşi gerçekleştirdik. SÖYLEŞİ: FOTOĞRAF: B Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler; Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus! dediler... Künyeni almak için, partiye ettim telefon: Bizdeki kayda göre, simdi o mebus dediler!.. Şeklinde ifadesini bulan son dönem Osmanlı yönetim anlayışının giderek günümüz Türkiye’sine de hâkim olması kaçınılmaz olur... Demet ALTUNTAŞ Bora ASLAN ir Egeli köşemizin bu sayıdaki konuğu Ege Üniversitesi’nin değerli mezunlarından biri olan, İzmir Ticaret Odası Meclis Başkanı ve İzmir Kalkınma Ajansı-Kalkınma Kurulu Başkanı Necip Kalkan. Toplantıdan toplantıya, açılıştan açılışa hiç şikayet etmeden koşturan, hatta bu temponun ve iyi niyetinin kendini genç tuttuğuna inanan Kalkan ile İTO’daki makam odasında bir söyleşi gerçekleştirdik. 1974 yılında Ege üniversitesi Tekstil Mühendisliği Bölümü’nü iyi bir derece ile bitirdiğinizi biliyoruz. Biraz o yıllardan bahseder misiniz? Aslında gönlümde yatan tekstil mühendisliği değil,elektrik mühendisliğiydi. Elektrik mühendisi olmak için üniversite sınavına girdim ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Elektrik bölümünü kazandım. Fakat o zamanlar hiç unutmuyorum, arkadaşım Nazım Karaçalı ile İstanbul’a gitmek üzere karar verdik. O zamanlar yol pa- rası 16 lira. Ailemde yok, bende yok, kimsede yok... Sonuçta 16 lira bulup kayıt olamadık. O zamanlar Tekstil Mühendisliği Fakültesi’nin sınavları ayrıydı. Teknik resim, matematik, fizikten imtihana girdim ve birincilikle kazandım. Sanayi odasından burs alarak tekstil mühendisi oldum. Bugün bana sorsan “Necip tekstil mühendisi olmandan memnun musun” diye “memnunum” derim. Ama tekrar sorarsan ne olmak istersin diye 15-16 yaşımdaki idealimi gerçekleştirmek istediğimi söylerim. “Eğlence zamanı eğlence, ders zamanı ders.” Üniversite yıllarınızdaki yaşamınızda sosyal bir öğrenci miydiniz? Okuldaki sosyal hayatın her parçasında biz vardık. Tabii bizim üniversiteyi bitirdiğimizde inanılmaz aktif bir hayatımız vardı. Hem spor hem sosyal konularda hep ön plandaydım. Ben olmadan olmuyordu yani. Zaten okul döneminde güreşçiydim. O zaman kırmış olduğum bir Türkiye rekorum vardı, 4 defa da üniversiteler arası müsabakalarda şampiyon oldum, İzmir birincisi oldum, çok aktif bir hayatım vardı. Ege Üniversite’sini tüm Türkiye’de temsil ettim, milli takım kamplarına katıldım. Çok hızlı, seri, çok aktif bir hayat vardı o zamanlarda. Bizim arkadaşlarımızın bilmediği bir şey var: Şapla şeker karışmaz. Şap zamanı şapla uğraşacaksın, şeker zamanı şekerle uğraşacaksın. Ben derste devamsızlık yapmazdım, dersi derste dinlerdim. Sınav dönemi 2 ay boyunca benden iyi ders çalışan olmazdı. O zamanlar ben, İlhami Ulutus, Remzi Sever ders çalışırdık. Saat gece 1-2 gibi bunlar yorulur uyurdu, ben ezana kadar ders çalışırdım. O kadar çok çalışıyordum ki kitabı arkadaşlarıma verip istediği yerden sormasını istiyordum. Eğlence zamanı eğlence, 23 ders zamanı ders. Hayatım boyunca iş ile eğlenceyi veya boş zamanlarımı karıştırmadım. Ama şimdi öğrenciler bunu yapmıyor. Kendi oğlum dahil, gençliğin geneli böyle. Güne erken başlayıp sabahı yaşamanın tadını çoğu bilmiyor. Haftada bir kez eğleniyorsan tamamdır, ama bunu iki kere yapamazsın. Yaparsan hayatında geri kalırsın, hayatın sefil tarafında kalırsın. Yalnızlığı sevmiyorsunuz… Hiç sevmem. Ben her olayda vardım. Kavgada ben vardım,dövüşte ben vardım, kız arkadaşlarla gezmede ben vardım, sinemalara gitmede, ders çalışmada, okul gezilerinde gene ben vardım. Benim hayatım hep insanlarla geçti, beni yalnız göremezsin hiçbir zaman. Kim söylediyse çok doğru söylemiş: “Yalnızlık Allah’a mahsus”. Ama insan insanlığını çevresiyle anlar, çevresindeki insanlarla anlar. Üniversite hayatınıza dair hatırladığınız eksiklikler neler? Okul bilinci oluşturmak çok önemli. Şimdi öyle dersler var ki dersin adını bile hatırlamıyorum, kaldı ki içeriğini hatırlayayım. Adını hatırlamadığım derslerden dolayı okuldan atılanlar vardı. Eğitim sisteminde daha çok üniversite-sanayici iş birliğini ön plana çıkarıp, gençlere iş hayatında alacakları yeri üniversite sı- 24 ralarında muhakkak yaşatmak gerek. Yani pratikleri ve iş hayatını üniversiteye sokmak lazım. Ama şu an işleyen sistem yanlış, 1 aylık stajlarla bu işin olmayacağı aşikar. Üniversite-sanayi iş birliğine önem veriyorsunuz… Tabii ki.. Üniversiteler ilim irfan yuvası bir kere. Bizim Türk sanayicisinde araştırma çok az. Ama üniversitelerde araştırma ve ufuk, bir vizyon farkı var. Üniversitelerde var olan bilimi buradaki ticaretle, imalatla, ihracatla, sanayiyle birleştirmek lazım. Ben üniversite - sanayi iş birliğine önem veren bir insanım. Bence sivil toplum örgütleri, İzmir’i yönetenler İzmir’deki üniversitelerle her dalda işbirliğine girmeli, ortak fikir üretip takip etmek zorundadırlar yarınlar için. Sizin öğrenciliğinizdeki Ege Üniversitesi ile şimdiki halini karşılaştırınca neler söyleyebilirsiniz? Ege Üniversitesi bizim zamanımıza göre çok büyümüş, çok modernleşmiş. Çok daha fazla imkanlara sahip bir üniversite haline gelmiş. Ben her yerde “Ege Üniversitesi mezunuyum.” diye iftihar ediyorum. 14 yıldır İZTO Meclis Başkanı’sınız. Nasıl bu kadar uzun süre başkanlığa seçildiniz? Altı dönem üst üste seçildim. Her dönem bir önceki aldığım oydan daha fazlasını aldım. Bunun tek sebebi, meclis üyeleri olarak görev yapan 179 tane iş adamıyla bütünleşmek. Buraya işi en geniş olan, en zengin olan kişi seçilmiyor, buraya insan ilişkisi en iyi olan kişi başkan seçiliyor. Ticaret Odası ticari bir parlamento niteliğinde. Bu ticari parlamento, o ticari şehirdeki ticaretin yürümesiyle ilgili, sorunların çözümüyle ilgili kararlar alan bir noktada. Bu nokta hakkaniyetle yönetmeyi, idare etmeyi, kararların alınmasını ve alınan kararların takip edilmesini, meselelerin çözülmesini gerektirir. Bu işleri de baştaki insan yapar. Baştaki insan çalışmalarında adil, tutumlu ve doğru davranırsa insanlar onu seçer. İzmirlisiniz, İzmir için çalışıyorsunuz. Kentin yönetiminde başka bir pozisyonda hizmet vermeyi düşündünüz mü? Daha çok parlamentoyu istiyorum. Hayatta en büyük idealim milletvekili olup meclis tokmağını elime almak. Benim bir lafım var: Ben İzmir için doğmuşum. Bu sözüm kahvehanelerde bile yazar. İstanbul’ u bana verseler ben gene geri veririm, İzmir’i isterim. Ben kendimi İzmir’in bir parçası olarak görüyorum. Bensiz İzmir, İzmirsiz beni düşünemiyorum. Benim liseyi bitirdiğim sene İzmir’in nüfusu 300 bindi. Şimdi sadece şehir içinde 2.5 milyon insan var. 300 binden 2.5 milyon nüfusa ulaşmış bir şehirde tabii ki yapılması gereken çok şey var. İzmir’in en büyük sıkıntısı köyden kente göç ve gecekondulaşma. İlk önce bu sorunların çözülmesi lazım. Herkesin yardımına koşan Necip Kalkan, hep mi böyleydi? Biraz aile yaşamınızdan da bahseder misiniz? Benim babam marabaydı. Ben saat 4 – 5 gibi marul kesmeye giderdim küçükken. Ben daha üniversitede okurken kendime ev alacak parayı kazandım. Ben maydanoz satarak büyüdüm. “Maydanozcu Necip” lakabım da oradan gelir. Çocukluğumda da, gençliğimde de hep yardıma ihtiyacı olanlar için elimden geleni yaptım. Birilerinin insanlar için bir şeyler yapması lazım. Türkiye’de herkes bulunduğu makamları kendi menfaatine, çıkarına kullanmıyor. Öyle insanlar var ki o makamın verdiği yetkiyi insanların dertlerinin çözümü için kullanıyor, ben de o insanlardan biriyim sadece ve bunu zevkle yapıyorum. İzmir Kalkınma Ajansı Yönetim Kurulu Başkanısınız, İZKA’nın faaliyetleri hakkında neler söyleyebilirsiniz? Türkiye’de kalkınma hep Ankara’dan planlanır, Ankara’daki planı diğer şehirler uygular. Ama artık devir değişti. Merkezden yerele değil yerelden merkeze doğru kalkınma planları yapılmak zorunda. Türkiye’de şimdiye kadar 8 tane kalkınma planı yapıldı. Artık bölgesel kalkınma devri. Bir bölgede kalkınmayla ilgili kararları o bölgenin insanı veriyor artık. Türkiye’ye baktığımızda başarılı ola- mamamızın nedeni Devlet Planlama Teşkilatı’nın araştırmasına göre yerel potansiyeli harekete geçirememektir. Yerel potansiyeli harekete geçirmek için de birincisi plan lazım, ikincisi para lazım. Kalkınma Ajanslarında para var. Türkiye’de Kalkınma Ajansı şu anda 10 yerde var. Devlet Planlama Teşkilatı’nın İzmir’deki bir kolu gibi düşünün İZKA’ yı. İZKA’da şehri tanıtma var, yabancı sermayeyi şehre çekme var, şehri markalaştırma var… Şehrin KOBİ’lerini, sosyal kurumlarını parasal hibe yardımlarıyla harekete geçirme var... Geçen gün Kalkınma Ajansı hem kobilere hem de sosyal içerikli kuruluşlara tam 30 trilyon hibe yardımında bulundu. Yeni projelerinde turizm sektörü ve tarım sektörü var. İZKA’ya yönelik birtakım eleştiriler var, özellikle proje desteği verilen kurumları seçme kriterleriyle ilgili. Bu konuda ne diyeceksiniz? Bu eleştirilerin olması normal. Bizden evvel Türkiye’ de Kalkınma Ajansı yoktu ki onlara sorup fikir alışverişinde bulunalım. Muhakkak eksik tarafları var ancak ilelebet böyle sürecekA5 değildir. Kalkınma YK OZEL COZUMLER yatay 9/1/09 3:11 PMAjansı’na Page 1 gelen projelerin içeriğinin belli proje Necip Kalkan kimdir? 1950 yılında İzmir’de doğan Necip Kalkan, ilk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamladı. Ege Üniversitesi Tekstil Mühendisliği Fakültesi’nden 1974 yılında iyi derece ile mezun olarak Tekstil Mühendisi olarak hayata atıldı. Güreş sporunda çeşitli ödülleri bulunan Kalkan, 1980’li yıllarda İzmir’de Güreş Ajanlığı ve Güreş Federasyonu üyeliği yaptı. Ege Giyim Sanayicileri Derneği’nin Kurucu Başkanı olan ve 2 yıl boyunca bu görevi sürdüren Kalkan, aynı süre içinde İzmir Ticaret Odası Meclis Başkan Vekilliği görevini de üstlendi. Bu görevlerin yanı sıra Büyükşehir Belediyesi 1. Başkan Vekilliğinde 5 yıl, Konak Belediye Meclis üyeliğinde 5 yıl görev yaptı. Necip Kalkan İzmir’de kurulu Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Kalkan Çorap Fabrikası’nın kurucusu ve yöneticisidir. 24 Ağustos 2006 tarihinde Kalkınma Kurulu Başkanlığı’na seçilen ve 14 yıldır İzmir Ticaret Odası Meclis Başkanlığı’nı yürüten Kalkan evli ve iki çocuk babasıdır. yazım tekniklerine uygunluğu da önemli. Proje yazmayı bilmiyoruz, bunu öğrenmek lazım öncelikle. İzmir Kalkınma Ajansı`nın 29.4 milyon TL tahsis ettiği Sosyal Kalkınma ve KOBİ Mali Destek Programı kapsamındaki başarılı bulunan 169 projeden biri de İzmir Valiliği AB ve Dış İlişkiler Koordinasyonu Merkezi`nin hazırladığı `Proje Zengini İzmir` projesi oldu. “Proje yazC M Y CM MY CY ma projesi” olarak tanımlanabilecek olan bu proje kapsamında Genel Direktörlüğünü Menderes Kaymakamı Ahmet Önal`ın yaptığı uzmanlardan oluşan ekip, isteyen herkese `proje yazma` eğitimi verecek. Projeyle, İzmir`in proje yazma kapasitesini geliştirilmesi planlanıyor. Projenin çalışma alanı KOBİ`lerden üniversitelere, kaymakamlıklardan meslek örgütlerine ve derneklere kadar CMY K bir yelpazeyi kapsıyor. geniş 25 G 3 r i r i t e g r ne ARAŞTIRMA / İNCELEME BİR EGELİ’NİN YAŞAMI ü r ü öt ne g Ümit AYDOĞAN Ege Üniversitesi İletişim Teknolojileri Uzmanı S on günlerde en çok tartışılan konulardan biri 3G. Televizyonlarda hemen hemen her kuşakta yayınlanan 3G ile ilgili reklamlar, gazetelere verilen sayfa sayfa ilanlar, 3G teknolojisi ile yapılabileceklerin neredeyse sınırsız olduğunu anlatıyor, insanın kendisini uzay yolu filmlerinden birinde hissetmesine neden oluyor. 3G ile birlikte internetin ve dolayısıyla bilginin hemen her an elimizin altında olacağı vurgulanıyor, iletişimde bir sınırsızlıktan bahsediliyor. tısı ve veri iletimi de mümkündü. 2.5G: 2G’nin günümüze modernize edilmiş versiyonu olarak ifade edilmektedir. Ses ve kısa mesaj iletişimin dışında multimedya destekli mesaj (MMS) ile fotoğraf ve görüntü iletimi ve aynı zamanda wap, GPRS gibi altyapılara entegre olarak mobil olarak internete bağlamak da mümkündü. Günümüzde kullandığımız telefon- Peki ama nedir 3G? 3G İngilizce açılımı 3rd Generation Mobile Network, Türkçesi ile 3. Nesil Mobil İletişim Ağı. Tarihsel gelişim süreci içerisinde iletişim teknolojisindeki yenilikler, kullanılan teknolojinin niteliğine bağlı olarak ait olduğu dönemi kapsayan nesillerle ifade edilmektedir. 3G de bu alanda mobil iletişimdeki 3. Nesil teknolojiyi simgeler. Kısaca özetleyecek olursak: 1G: Kullanılan birinci nesil kablosuz iletişimi simgeler. 1979 yılında ortaya çıkan ilk nesil mobil ve kablosuz iletişime izin veren teknolojik altyapıyı oluşturan unsurlara verilen isimdir. 1G tamamen analog teknolojiyi kullanıyordu ve sadece ses iletişimine imkan tanıyordu. 2G: Kablosuz iletişime tamamen sayısal bir altyapı ile imkan veren ikinci nesil 90’lı yılların başında kullanılmaya başlandı. Sesin yanında aynı zamanda kısa mesaj modem bağlan- 26 ların çoğu 2.5G teknolojisine uygun telefonlardır. 3G ise 2.5G’ye oranla veri iletiminin daha çok ön plana çıktığı telefonun yanında televizyon, internet, gazete ve diğer haber ve bilgi alma kaynaklarına erişimin entegre bir şekilde ve yüksek hızda internet bağlantısı (2-14 mbps’lik yüksek hızlar) kullanılarak, mobil telefon altyapısı ile sunulduğu üstün kalitede mobil video ve audio akışına imkan veren bir teknolojidir. 3G nin ve onunla birlikte gelen hizmetlerin zaman içerisinde gerekli standartlara ulaşması ve stabil bir hale gelmesiyle birlikte 10 yılı aşkın bir süredir hayatımızın vazgeçilmezleri arasında olan cep telefonları, günlük hayat içerisinde kendisine olan ihtiyacı daha fazla hissettirmeye başlayacak, hayatımıza getirdiği yeniliklerle birlikte ihtiyaçtan daha fazlası konumuna gelecekler. 3G ile birlikte iletişimde karşılıklı etkileşim ve interaktivite artacak, internet ve ona entegre olan bütün sistemlere erişebileceğiz. Kısacası günlük hayatla ilgili olan hemen hemen her şey cep telefoları ile yönlendirilebilecek. 3G teknolojisinin hayatımıza getireceği yeniliklere şöyle bir bakacak olursak; En bilinen şekliyle cep telefonları üzerinden görüntülü konuşma mümkün hale gelecek. Bir bilgisayara ve istemci bir yazılıma gerek kalmadan telefon rehberindeki herkesle istediğimiz yerden görüntülü olarak konuşabilme imkanına sahip olacağız. Diğer yandan görüntülü konuşma imkanı 3G teknolojsine geçmiş olan diğer ülkelerde olduğu gibi kamusal hizmetlere erişim ve sağlık alanında devrim niteliğinde hizmetlerin verilmesine sebep olacak. 3G sayesinde sağlık alanında yaşanacak en büyük yeniliklerden birisi de uzaktan tedavi olacak. E-devlet uygulamalarına baz istasyonunun olduğu her yerden erişilebilecek, bu da bürokrasinin karşımıza çıkardığı engellerin azalmasına sebep olacak ve birey ve devlet arasında çok hızlı iletişim kurulabilecek. Güvenlik sektöründeki ihtiyaçlarda da oldukça esnek bir yapı gelişecek. Örneğin; evdeki veya ofisteki bir güvenlik kamerasına cep telefonu ile bağlanıp görüntüsünü alabileceğiz, kontrol edebileceğiz ve istersek kapatıp açabileceğiz. Böylelikle akıllı konut uygulamaları önem kazanacak örneğin; eve gelmeden kaloriferi çalıştırıp evimizi ısıtabileceğiz veya klimamızı çalıştırıp soğutabileceğiz. Bunlara paralel olarak e-ticaret uygulamaları daha da yaygınlaşacak. Cep telefonu kullanılarak alışveriş yapılabilecek, banka işlemleri çok daha hızlı ve banka şubesine ihtiyaç olmadan gerçekleştirilebilecek. İş yerinde veya ofiste çalışma yerine insan kaynağı daha iyi değerlendirilecek ve “home office” imkanları daha fazla yaygınlık kazanacak. Mobil imkanların gelişmesiyle birlikte uzaktan eğitim uygulamalarındaki interaktivite ve katılım miktarında artış gözlenecek. 3G ve Radyasyon 3. Nesil (3.Generasyon3G) iletişim teknolojisi, kablosuz ağ sisteminin en gelişmişi olup şu ana kadar sesli iletişim aracı olarak kullandığımız cep telefonunda artık görüntü, bilgi aktarımı, sayısal veriler, TV, faks, internet, medya haberciliği gibi büyük iletişim kolaylığı getiriyor. İletişim teknolojisinin önlenemez yükselişinde sırada 4G bekliyor. Yakın bir gelecekte kitle iletişim sistemlerindeki teknolojik gelişmelerle o kadar iç içe olacağız ki daha öncesinin varlığını unutup hayal bile edemeyeceğiz. Beklenen gerçek budur! Madalyonun öte yüzündeki gerçek ise bu teknolojik gelişmenin sağlığımızı etkileyebileceği, beyin tümörlerine yol açabileceği, manyetik kirliliğin doğayı etkiliyebileceği endişesidir. Daha 2G üzerindeki tartışmalar sürerken 3G, 4G ve daha ötesi bizim sağlığımızı nasıl etkiler? Söz konusu iyonize olmayan radyasyonun giderek artan gücü bize zarar verir mi? Yetişen nesil için, çocuklarımız için 3G güvenli midir? Bu sorulara yanıt ararken 3G’nin kulağa yapıştırılmadan mobil telefon görüşmesi olanağı vermesi ve beyne olan etkinin daha az olacağını dikkate alarak 3G’nin daha güvenli olduğu sonucuna varmak ilerisini görmemek, meseleye at gözlüğü ile bakmak demektir. 3G görüşmesinde belki beyin daha az etkileniyor olabilir ama konuşma süresi uzarsa etkilenme kaçınılmazdır. Manyetik kirliliğin esas kaynağı baz istasyonlarındadır. 3G ile birlikte baz istasyonları daha yaygınlaşacaktır. Baz istasyonlarında örümceklerin yaşamaması, kuşların çevresine yuva yapmaması dikkat çekicidir. Elektromanyetik kirlilikteki artış hayvanları ve doğal hayatı olumsuz etkilemektedir. Önceki sistemlerin tartışmaları hâlâ sürerken 3G henüz çok yeni bir sistem olup insan, hayvan ve tabiatta ne gibi sonuçlar doğuracağı tam olarak bilinmemektedir. Ancak elektromanyetik kirlilik oranı arttıkça tüm canlıların risk altına girmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu teknoloji ile beraber bugüne kadar 1 baz istasyonu olan yerde, artık daha fazla baz istasyonu olacak, bu da manyetik kirliliğe yol açacaktır. İngiltere’de 3G ile beraber baz istasyonu sayısının 50.000–70.000 civarında artış göstermesi bunun delilidir. Daha çok baz istasyonu; daha çok iyonize olmayan radyasyon, daha çok manyetik kirlilik demektir. 3G’nin hem insan hem de çevre sağlığı açısından büyük riskler içerdiğini gözden kaçırmamak gerekir. Elektrikle çalışan her türlü aletin elektromanyetik dalga(EMD) ürettiği bilinmektedir. Evimizde güvenle kullandığımız ev aletleri, beyaz eşyalar, mikrodalga fırınların tümü EMD üretmektedir. Cep telefonlarının da bu aletlerden daha fazla EMD üretmesi söz konusu değildir. Düşük enerjili ve düşük frekanslı olan bu EMD ler iyonizasyona neden olmazlar ve iyonize olmayan radyasyon olarak bilinirler. İyonize radyasyonun her ne kadar fiziksel ve kimyasal olarak iyonizasyon özellikleri yoksa da ısıl etkilerinin olduğu bilinmektedir. Zaman içinde bu etkinin yapabilecekleri konusunda tam bir fikrimiz yoktur ve tartışmalar devam etmektedir. Bazı çalışmalarda cep telefonlarının beyinde ısı artışına neden olduğu ve hücrelerde DNA hasarına yol açabileceği, kan basıncını arttırdığı gösterilmiştir. Küçük çaplı kanıt değeri düşük çalışmalarda kanserle ilişkili etkiler rapor edilirken geniş kapsamlı çalışmalarda bu bulguların kanıtları bulunamamış ve çalışmaların daha geniş kapsamlı devamı öneril- Prof. Dr. Ayfer HAYDAROĞLU Ege Üniversitesi Kanserle Savaş Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü miştir. Çalışmalardan sonuç almak ve istatistiksel farklılıklara ulaşabilmek için binlerce denek ve uzun yıllar gerekmektedir. 3G’nin hızlı iletişimi daha da yaygınlaştıracağı, baz istasyonlarının sayıca çok fazlalaşacağı ve yaşadığımız ortamdaki iyonize olmayan radyasyon oranının çok artacağı aşikardır. Daha önceki çalışmalarda bu manyetik kirlilikteki artışın etkileri olmadığı için 3G’nin bize etkilerini tam olarak bilemeyeceğiz. Devam eden İyonize olmayan radyasyonla ilgili çalışmaların sonuçlarının alınmasına daha çok zaman olduğu düşünülürse dikkat etmemiz gereken konuları gözden uzak tutamayız. İyonlaştırmayan radyasyondan korunmak için Uluslararası İyonlaştırmayan Radyasyondan Koruma Komisyonunun (International Commission of Non-Ionizing Radiation Protection- ICNIRP) referans değerlerini dikkate almamız gerekir. Farklı cep telefonlarının yaydığı iyonize olmayan radyasyon oranları aynı değildir. Bu konuda ICNIRP GSM mobil telefonlarda SAR(Specific Absorbtion Rate - Özgül Soğurma Oranı) için limit belirlemiştir. Bu değer 10 gr’ lık kütle başına 2 W/kg olarak belirtilmiştir. Kullanılan cep telefonlarında bu değerlere uyum olup olmadığına dikkat etmek gerekir. Cep telefonu kullanımında etkilenme açısından konuşma süresi ve telefona olan mesafe iki önemli unsurdur. Cep telefonları amacına uygun kullanılırsa problem olmayacaktır. Ancak çok uzun süreli görüşmeler eğer kulağa yakın yapılırsa beyne ulaşan ısıl dalgaların zararlı bir etkisi beklenebilir. Özellikle çocuklarda yaş ne kadar küçük ise kafatası inceliğine bağlı olarak beyin etkilenmesi daha çok olmaktadır. Özellikle 10 yaştan küçük çocuklarda cep telefonu görüşmelerine kısıtlama getirilmelidir. Son zamanlarda GSM şirketleri sınırsız telefon görüşmesi kampanyaları ile uzun süreli görüşmelere teşvik etmekte, özellikle gençler ve bayanlar üzerinde bunun daha etkili olduğu görülmektedir. Üç GSM şirketinin başlattığı sınırsız konuşma 27 3G İstihdam Kapısı Oldu Her teknolojik gelişme beraberinde bazı olumsuzlukları da getirir. Ancak bu kez beklendiği gibi olmadı. 3G teknolojisinin hayatımıza girmesiyle birlikte yaklaşık 3 bin kişilik yeni istihdam alanı açılmış olacak. 3G teknolojisi hayatımıza hızlı bir giriş yaptı. Getirdiği yenilikler teknoloji meraklısı olsun olmasın herkesin dilinde. Yaygınlaşmasıyla birlikte günlük yaşamda daha da fazla yer alması beklenen 3G diğer bir özelliğiyle de konuşuluyor. Her teknolojik gelişmeyle birlikte ortaya çıkan iş gücü kaybı bu kez tersine dönecek. Yeni uygulamalarla birlikte operatör şirketler yaklaşık 3 bin yeni personele ihtiyaç duyacak. Gençler için önemli bir alternatif olacak bu alanda işe alımların şimdiden başladığı bildiriliyor. paketleriyle vatandaşların konuşma süreleri her geçen gün artmaktadır. Bu yılın ilk 3 ayında geçen yılın aynı dönemine göre Turkcell’de yüzde 45, Vodafone’da yüzde 13,7, Avea’da ise yüzde 8’lik görüşme sürelerinde artış yaşandığı bildirilmiştir. Bu nedenle cep telefonları ile ilgili reklamlarda uzun süreli görüşmelerin özendirilmesinden sakınılmalı ve sınırlama getirilmelidir. Cep telefonlarının mümkün olduğunca az kullanılması gerektiği unutulmamalıdır. Cep telefonları ile konuşurken yalnız görüşme amacımızı açıklayacak kadar kısa ve öz konuş- malı, mümkünse kulaklıkla görüşerek telefonu kendimizden uzak tutmalıyız. Özellikle uzun görüşmelerde mutlaka kulaklık kullanılmalıdır. Araçtayken sete bağlanıp hoparlörden görüşülmesi daha sağlıklı olmaktadır. Cep telefonunun sürekli aynı tarafla değil değiştirilerek görüşülmesi olumlu bir tedbirdir. Hoparlörü açıp çalma sesi duyulana kadar daha fazla enerji harcandığı için bu sırada telefonu kulağa götürmemek gerekmektedir. Karşı taraf telefonu açtığında radyasyon etkisi azalmaktadır. Hoparlörü açıp çalma sesi duyulana kadar telefonu kulağa götürmemek iyi olur. 3G görüşmelerinde görüşme uzatılırsa iyonize olmayan radyasyondan etkilenme oluşacağı unutulmamalıdır. Bu nedenle küçük çocukları uzun 3G görüşmelerinden de uzak tutmakta yarar vardır. 3G ile yeni ve daha güçlü baz istasyonların kurulacağı göz önüne alınarak bu baz istasyonlarının çevreye zarar vermemesi için yönetmeliklere uygun olarak yapılması ve denetlenmesi gerektiği unutulmamalıdır. Okul, hastane, park gibi alanların çevresinde kesinlikle baz istasyonu ve yüksek gerilim hattı bulunmaması gerekmektedir. İnternet gazetecisinin gözünden 3G Gazetecilikte devrim başladı Türkiye 30 Temmuz’da yeni bir iletişim teknolojisiyle tanıştı. 3G olarak adlandırılan mobil kullanıcılar için geniş alanda kablosuz telefon görüşmeleri, görüntülü aramalar ve kablosuz veri aktarımı yapan bu üçüncü nesil telefonlar, aslında yeni bir iletişim devriminin başlangıcı oldu. Sonsuz bilgi hazinesi internete, dağda, bayırda ulaşabilme özgürlüğüne kavuşturan bu teknoloji beraberinde dünyadaki gelişmeleri anında izleyebilme ayrıcalığı da getirdi. Gazetecilikte de yeni bir dönemin başlamasına yol açan bu teknolojinin, internet gazeteciliğinin önünü de açacağı şüphesiz.. Çünkü 3G, artık oturduğunuz yerden internete bağlanıp haberleri yazılı, görüntülü, hatta sesli izleyebilme fırsatı sunuyor. İsveç ve Amerika gibi bazı ülkeler, daha şimdiden 3G’den daha hızlı veri aktarımı sağlayan 4G’ye geçti bile. Talepler arttıkça teknolojinin geliştirileceği şüphesiz. Türkiye’deki GSM şirketlerinin açıklamaları ve 3G’ye geçenlerin sayısı, bu teknolojinin hızla yayılacağını gösteriyor. İnternette sürekli dolaşan gençlerin, internet gazeteciliğine hızla yol aldıracağı, yazılı basının bu teknolojiyle geride kalıp, kan kaybedeceği düşünülüyor. Yazılı basının, tiraj kaybını önlemek için araştırma haberciliğine yöneleceği konuşuluyor. İbrahim Irmak www.haberhurriyeti.com 28 29 KAMPÜSTE SÖYLEŞİ Doğan Canku’dan yaşam öğütleri FOTOĞRAF: ve SÖYLEŞİ: Duygu ÖZTÜRK Doğan Canku: “Hani derler ya; bir kelebeğin kanat çırpışından tüm evren etkilenir. İnsanoğluna bahşedilen akıl ve özgür irade ile ya var olursunuz, ya da yok olursunuz. Kanat çırpmak özgür irade işi. Nasıl çırpılacağı ise akıl işidir. .” B ir dönemin ünlü müzik grubu Modern Folk Üçlüsü’nün üyesi, Flamenko Müziğinin öncülerinden, öğretmen, aikidocu, Doğan Canku; her biri farklı bir dünya olan renkli uğraşları ve yaşam öyküsüyle Ege Üniversitesi’ndeydi… 2,5 yaşında ilk bestenizi yaptınız, hiç yardım almadan gitar çalmayı öğrendiniz. Müzikle ilgili yaşadığınız bu ilginç süreç nasıl gelişti biraz bahsedebilir misiniz? Bu alan aslında biraz metafiziğe giriyor. Ben müzikle ilgili yeteneğimin 30 başka bir yaşamdan geldiğine inanıyorum. Muhakkak genetik olarak da bir şeyler var yani. İki buçuk yaşında bir çocuğun beste yapıp ‘baba ben beste yaptım, bunu notaya al’ demesi zaten şaşırtıcı bir şey doğal olarak. O yaşta doğru düzgün dil bile konuşamazken, bunu söylemek şaşırtıcı. Tabii bunun üzerine babamın bendeki bu yeteneği keşfedip üzerime düşmesi de çok önemli. İkincisi müziğe olan ilgimin babam tarafından geldiğine inanıyorum. Babamın da müziği seviyor olması bana büyük artılar kazandır- dı. Evimize zaman zaman babamın arkadaşları gelirlerdi. Şarkılar söylenir, ud, keman, darbuka çalınır, Türk müziği icra edilirdi. Öyle bir ortamın içerisinde büyüdüm. İlkokul çağında mandolin çalmaya başladım. Ardından babamdan keman dersleri almaya başladım. İlk müzik nosyonları bana babam tarafından kazandırıldı. Ardından babam beni konservatuvara yazdırdı. İzmir Devlet Konservatuvarı’na birincilikle girdim. Babam orada kalmamı çok istedi, ama esas hedefim Ankara’ydı. Ankara Devlet Konservatuvarı’nı çok iyi de- receyle kazandım ve çello bölümüne girdim. Taşradan gelmiş biri olarak çelloyu da ilk defa orada gördüm, çok sevdim. Konservatuvarda benim için küçücük özel bir çello yaptılar. Piyano ve benzeri yardımcı enstrümanlarla beraber 6 sene çello tahsilime devam ettim. Sonra gitarla karşılaştım. Çocukluğumda ilkokul çağlarında bir turistte görmüştüm gitarı, hafızama kazınmıştı. Gitarı mandolin gibi çalmaya çalışıyordum. Türkiye’de gitara kolay ulaşamazdık o zamanlar, hele taşrada... Bir gitar buldum ve onunla uğraşmaya başladım. Tabii temelde enstrüman bilgisi, nota bilgisi, kulak, müzik eğitimi olunca enstrümanı kolayca çözmeye başlıyorsun kendi kendine. Neticede gitar hayatımın bir parçası haline geldi. Tek bir gitar öğretmenim olmadı, ama birçok öğretmenim, hocam oldu. Bir filmde gördüğüm bir gitarcı bile benim hocamdı. Sahnede gördüğüm birisinden esinlendim, hocam oldu. Onların bana hocalık yaptıklarından haberleri bile yok. Şimdi benim içinde aynı şeyi söyleyen gençler oluyor. Bir e-posta gönderip, kendisine yıllarca hocalık yaptığımı söyleyenler oluyor. Ben de bunlardan haberdar değilim tabii ki. İnsanlara bu yollarla dahi ufacık bir faydam olabiliyorsa ne mutlu. Modern Folk Üçlüsü geçtiğimiz günlerde 40.sanat yılını kutladı. Müzik yaşamınızda 40 yılı geride bırakmak nasıl bir duygu? Şöyle bir geriye doğru baktığımda, sadece MFÜ ile geçen 40 yıl içinde o kadar çok şey sığdırmışız ki hayata. Neredeyse dünyanın ¾’ünü gezip görmüşüz. Binlerce konser, radyo, televizyon programı. Gerek özel hayatımızda, gerek sanat hayatımızda saymakla bitmeyecek kadar çok anımız var. Hayat bu değil mi? Yaşanmış güzel anılar, sahip olabildiğimiz ve beraberimizde götürebileceğimiz tek değer. En az bunun kadar değerli olan da, 40 yıl sonra dahi sevgi ve saygı ile anılıp, bu günün genç yüreklerinde bile, yer edinebiliyor olmak. 40 yıl önceki Modern Folk Üçlüsü’yle şimdiki Modern Folk Üçlüsü arasında ne gibi farklar var? Modern Folk Üçlüsü özellikle de Doğan Canku 40 yılın ardından kendini nasıl görüyor? 40 yıllık müzik serüveninizden biraz bahseder misiniz? Bir kere bariz bir şekilde yaşlardan dolayı siyah ve beyaz farkı var! Ama ben kendimi ruhsal olarak olgun- laşmış ancak, bir nebze dahi yaşlanmamış hissediyorum. Tabii aynaya bakmadığım sürece!. Hayat bir süreç. Bu süreç içinde isteseniz de istemeseniz de sürekli değişirsiniz. MFÜ’nün en aktif olduğu zamanlarda sık sık aşamalar kaydettik. Halk Müziğimizi çok seslendirdikten sonra, Klasik Türk Müziğini çok sesli yorumladık. Pop müziği icra ettik. Repertuvarımıza dünya ülkelerinin müziklerinden ekledik. Ulusal televizyonumuzda çeşitli programların yapımcılığını üstlendik. Çocuklar için bizden daha çok şarkı üreten başka biri yoktur diye düşünüyorum. Bütün bunların yanı sıra MFÜ dışında bir Doğan Canku yarattım. Bugün bir çok tanınmış müzisyenin ve şarkıcının hayatlarına dokunabildim. Onların var olmalarına katkıda bulundum. Açtığım dersanelerde binlerce insan müzik eğitimi aldı. Yoga felsefesiyle, aikidosuyla ve daha birçok yönleriyle insanlara hizmette, yaşama katkıda bulundum. Bütün bunları kısacık bir ömre sığdırabilmek insanı mutlu ediyor. 40. sanat yılı kutlama konserlerine İzmir’den başladınız. İzmir’i seçmenizin özel bir sebebi var mı? Ülkemizde en çok İzmir’de sahneye çıktık. İzmir izleyicisi ile aramızda özel bir bağ var gibi. Doğan Canku olarak da en çok İzmir’de konser verdim. En güzel ve dolu konserlerim bu güzel şehirde gerçekleşti. Bu, İzmir halkının sanata bakış açısından da kaynaklanıyor olabilir. 40. sanat yılı konserlerine İzmir’den başlamak için özel bir nedenimiz yoktu. Sanırım İzmir her zamanki gibi önce davrandı. Modern folk üçlüsünden sonra halk müziğini çok sesli yorumlayan gruplar çoğaldı. Devam eden bu akım sizce günümüzde nasıl temsil ediliyor. Yeni müzisyenleri nasıl buluyorsunuz? Bazı türküler o dönemlerde de çok sesli icra ediliyorlardı. Türk Halk Müziği şarkıları çoklu seslendiriliyordu, orkestralar, küçük gruplar zaten yapıyorlardı bunları. Ancak bizim yaptığımız gibi halk müzikleri vokal olarak icra edilmiyordu. Farklı olarak biz halk müziklerini ilk kez üç sesli vokal haline getirdik. Tabii bu çok farklı geldi insanlara. Ondan sonra Türkiye’de modern folk akımı başladı, hatta şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı böyle bir orkestra da var. Güzel işler hala yapılıyor. Türküler farklı düzenlemelerle daha çağdaş yorumlanmaya devam ediliyor. Türkiye’de bazı şeyler kötüye giderken diğer taraftan güzel işlerin yapılması mutluluk verici. 31 Aynı soruyu Flamenko müziğiyle ilgilenen yorumcular için sormak gerekirse neler söylersiniz? Örneğin son dönemlerde Flamenko müziğiyle büyük bir çıkış yakalayan ÖyküBerk ikilisini nasıl buluyorsunuz? Bugün Türkiye’de Flamenko müziğiyle ilgili kurulmuş önemli dernekler var. Oralarda çok başarılı Flamenkocular, gitarcılar, dansçılar yetişiyor. Hatta bazılarını İspanyol sanabilirsiniz. Yani o kadar ileri seviyedeler. Öykü ve Berk’e gelince son dönemde çok iyi bir başarı yakaladılar. Onlara tavsiye edebileceğim tek şey, kendilerini tekrarlamaktan kaçınmalarıdır. Benim parçalarımın yüzde doksanı da Flamenko tarzında. Ama başlı başına Flamenko müziği değil; bu tekniğin tadı var şarkılarımda... Siz 1981 yılında Eurovizyon’da Ayşegül Aldinç ve Modern Folk Üçlüsü olarak “Dönme Dolap” adlı parça ile ülkemizi temsil etmiştiniz. Eurovizyon yarışmasının o zaman da benim için hiçbir önemi yoktu, bugün de yok. Benim müziğim zaten Eurovizyon’la bağdaşan bir müzik türü değil. Yine de katılmamız gerektiği için Eurovizyon’a katıldık. Ama hayatımda bir daha o şarkıyı asla söylemedim. Eurovizyon sanatçının belki bir süre için popülaritesini yükseltmesi ya da koruması için atacağı profesyonelce bir adım olabilir. Ama gözden de kaçırmamak gerekir ki Eurovizyon’a katılıp da bir anda yok olan çok insan var. Eurovizyon bir anlık heyecan gibidir, aşk gibidir. Asla sevgi gibi değildir, sürekliliği yoktur. Sevgi benim yaptığım gibi ömür boyu sürer. Bu bir hedef değil. Ama biz de o heyecanı tattık on sekizinci olduk. Bence bu alan fazlasıyla televizyonları, plak şirketlerini ilgilendiren bir alan. Hakkında çok konuşuldu, pek çok yorum yapıldı ama daha önce Eurovizyon’a katılmış bir sanatçı olarak siz Hadise’nin performansını nasıl buldunuz? Hadise’nin söylediği şarkı çok basit ve pek de müzikal değeri olmayan bir şarkı olmasına rağmen Eurovision kriterlerine göre bestelenmiş, bu anlamda başarılı bir şarkıydı. Ancak Hadisenin performansı, şarkının şansının artmasına büyük katkıda bulundu. Hadise’nin sesi de, fiziği de dikkat çekiciydi. Eurovision şarkı yarışmasını ben biraz da piyango çekilişine benzetiyorum. Büyük ikramiyeyi kazanıyorsun ama çoğu zaman o paranın hayrını göremiyorsun. Tabii çok az olmakla birlikte bazı istisnalar var. Müziğin yanında yoga, aikido ve metafizikle de ilgileniyorsunuz. Hep- sini birden yürütmek zor olmuyor mu? Yoksa her biri birbirinden mi besleniyor? Evet birbirinden besleniyor diyebiliriz, hatta birbiriyle iç içe. İnsan içinde olmadan bunu anlayamıyor. Yani sadece aikido yapmak değil, sadece yoga, metafizik, sadece müzik değil. Bunların arasındaki bağı oluşturabilmek önemli. Bence bir sanatçı müzisyen, şair, ressam, ne olursa olsun yaşamdan doğadan esinlenerek var oluyor. Gördüğümüz bir çiçekten, kuştan, rüyalarımızdan besleniyoruz, deneyimlediğimiz metafiziki olaylardan, hissettiğimiz ama tam olarak adlandıramadığımız şeylerden de mutlaka etkileniyoruz ve belki de bilmeden onları eserlerimize yansıtıyoruz. Ben bu tür şeyleri çok derinlemesine yaşıyorum ama anlatmam pek kolay olmuyor. Ancak bunların yansımalarını müziğimde görebilmeniz mümkün. Birçok uzak doğu sporu varken neden aikidoyu seçtiniz ve bu alanda uzmanlaştınız? Taekwando’yla da, kungfuyla da, karateyle de ilgilendim. Çok uzun yıllar önce bir aikidocuyla tanıştım ve o sporcunun yaptıklarından çok etkilendim. O zamanlar Türkiye’de bu spor pek yaygın değildi. Yani sanki dövüşmüyor, dans ediyordu. Aradan “Hayatı biraz daha farklı boyutlarıyla yaşanabilir kılmak gerekiyor. Doğanın değiştirilemeyen yasaları var. Ancak hepimiz var olan bu müthiş düzeni, farklılıkları değiştirme yoluna giderek sık sık hataya düşüyoruz. Belki de hayata renk katan bu farklılıklardır.” 32 çok yıllar geçti. 2000’de Türkiye’nin ilk aikidocularından İhsan Özgün adında çok değerli bir hocayla çalışmaya başladım. Ancak belirtmem gerekir ki aikido bütün uzak doğu dövüş sanatlarının içinde müsabakası olmayan tek daldır. Çünkü aikido bir savaş sanatıdır, dövüş sanatı değil. Aynı zamanda öldürücüdür. Yani müsabakanın mağlubu yoktur, yalnızca galibi vardır. Aikido der ki; ‘iyi bir aikido evrensel enerjiyle uyum sağlamalıdır’. Sonuç olarak burada savaş yok anlayacağınız gibi. Bana saldıran kişiye dahi uyum sağlamam gerekiyor bu sporda. Aynı zamanda aikidocu önce kendi nefsini yenebilendir. Bakıldığında aikido, metafizik ve meditasyonla da uyum içinde. Yani armoni, uyum sağlamak müzikte de var yogada da, aikidoda da. Temel yaklaşımları aynı. Bence önemli bir diğer ayrıntı da şu ki; aikido çalışmalarında partnerler vücutlarını birbirlerine teslim eder ve kendilerini geliştirmek için birbirlerinin vücutlarını kullanırlar. Partnerler çalışma sonunda birbirlerine teşekkür ederek ayrılırlar. Bu durumda nasıl karşındakine zarar verebilirsin ki. Dolayısıyla her yönüyle aikidoyu kendime ve mesleğime çok yakın buluyorum. Ege Üniversitesi olarak bir konservatuvara sahibiz. Müzikle ilgilenen öğrencilerimiz öncelikli olmak üzere tüm yeni başlayanlara tavsiyeleriniz neler olur? Schumann’ın bir sözü vardır; “Teknik üstünlük ancak yüksek amaçlara hizmet ettiğinde değerlidir”. Bu söz bizim müzik piyasasında çok söylenir. Çünkü orkestralar hayatlarındaki dengeyi pek bulamazlar. Genelde sanatçıların egoları yüksektir. Ne kadar başarılı, süratli, teknik müzik yaparsanız yapın ancak bir amacınız olursa güçlü olursunuz. Müziği de böyle kullanmak gerektiğini düşünüyorum. Gençlerin de, bu sözü ezberlemenin ötesinde yaşamlarına dahil etmeleri gerekiyor. Bu sadece müzik için geçerli değil tabii ki. Her işte olduğu gibi müzik için de çok çalışmak gerekiyor. Hani Yunus’un bir sözü vardır; “Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen, bin yıl dahi beklesen kendi dolası değil”. Dolayısıyla kabiliyet ve yetenek tabii ki gerekli olan şeyler ama esas olan egoyu sıfırlayarak çok çalışmaktır. Popüler kültürün etki alanını genişletmesiyle her şey çok çabuk eskir ve tüketilir oldu. Eşyalar, arkadaşlıklar, aşklar, şarkılar… Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Popüler kültürün bizleri belki biraz daha az etkilemesi için hangi yolların peşine düşülmeli, neler yapılmalı? Derinliği olmayan, içi boş, kof bir şeyin yüzeyine dokunmaktan başka ne yapabilirsiniz? Bir de, yüzeyin ötesinde bir şeyler olup olmadığı hakkında fikir yürütebilecek bir birikime sahip değilseniz, size sunulanların yüzeyine dokunarak tatmin olmaya çalışırsınız. İçinde vitaminden, mineralden eser olmayan yiyeceklerle beslendiğinizi sanırsanız… Hiç hareket etme zahmetine girmeden, uydurma diyetlerle sağlıklı olmaya çalışırsanız… Geceleri evinizde birkaç satır kitap okumak ya da bir dost ile sohbet yerine diskolar- da payınıza düşen 1 metrekareden daha az bir alanda, bir elinizde kadeh diğerinde sigara sallanıp durmayı eğlenmek ve stres atmak sanırsanız… Televizyonlarda her gün yayınlanan “kimin eli kimin cebinde” programlarından, çoğunluğu şiddet içeren film ve dizilerden başınızı kaldıramazsanız. Sonuçta kimleri zengin edersiniz? Çıkarcılar isterler mi böyle bir “popüler kültür kültürsüzlüğünün” yok olmasını? Neler yapılmalı? İşte bu, binlerce sayfalık bir kitap konusu. Bir kere hayatı olduğu gibi kabul etmek lazım. Zaman zaman yaşanılan aksiliklere bende ters çıkarım, inkar ederim. Tabiî ki yanlışları sorgulama yoluna giderim. Olduğu gibi kabul etmekten kastım şu; doğada değiştirilemeyen yasalar vardır. İnsanların, hayvanların kalıplaşmış davranış şekilleri vardır. İnsanlar birbirinden farklıdır. Ama bunları düzeltme yoluna gidemezsiniz belki de hayata renk katan bu farklılıklardır. Bu farklılıklara rağmen yine de birbirimizden bir şeyler almamız gerekir. Tabi ki bu da dayatmayla olmaz. Maalesef bu hataya hepimiz sık sık düşüyoruz. Bunun dışında kendimizi ve bedenimizi sevmeliyiz. Bedenimiz bize verilen bir emanettir. Ruh spor yaparak, sanatla uğraşarak, iyi ve doğru beslenerek, kötü alışkanlıklardan uzak durarak bedeni yüceltmek zorundadır. Böyle bir yaşam bilincini hayatımıza dahil ettiğimizde mutlu oluruz. Hayattan belki de daha fazla zevk alırız. Geç de olsa, BEN değil BİZ demenin zamanıdır artık. Sonuç verir mi bilemiyorum. Hani derler ya; bir kelebeğin kanat çırpışından tüm evren etkilenir. İnsanoğluna bahşedilen akıl ve özgür irade ile ya var olursunuz, ya da yok olursunuz. Kanat çırpmak özgür irade işi. Nasıl çırpılacağı ise akıl işidir. Dümen, akıl yerine içgüdülerimizin elindeyse, özgür irade kendine en cazip gelenin arkasından koşar gider. Akıla öncelik tanırsak, özgür irademize de neye karar vereceği hakkında alternatif sunmuş oluruz. Bunu tüm yaşama uyguladığımızda, evrime katkıda bulunacağımız şüphe götürmez… Evrime katkıda bulunan her şey mutlak doğruya en yakın olandır. İster yüz, ister boğul… 33 Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Kadifekale’yi anlamak Ben hemen her sene araştırma, röportaj ve çeşitli vesilelerle Kadifekale’ye birkaç kez çıkarım, Kadifekale hakkında efsanelere sahip olanların bir kısmını da yanımda götürürüm. Bu efsane ile baş etmek benim boyumu aşar ama yine de bu çabayı anlamlı bulurum. Bir sosyal bilimci olarak, Kadifekale bana heyecan verir. Zaman zaman öğrencilerimi de bu heyecana ve gözleme ortak etmekten ayrı bir haz duyarım. Üstelik her gittiğimde, sokaklarında gezdiğimde, oradaki insanların benim yabancı olduğumu fark ettiklerini fark eder, ben de kısmen yabancılığımı hissederim. Bu gettonun en net tanımıdır belki de. Oysaki kentin diğer bölgelerinde ne kimse sizin o semtten olmadığınızı fark eder ne de siz kendinizi yabancı hissedersiniz. Çünkü zaten herkes az çok yabancı olduğu için bu duygu hissedilmez. İ zmir’in ne tarihini ne de bugününü Kadifekale’siz anlamak mümkündür. Kadifekale’yi çok önemli sembolik bir yer haline getiren üç önemli faktör bulunmaktadır. Birincisi İzmir’in tarihinde çok önemli bir yere sahip olmasıdır. İkincisi, Körfezin ve İzmir’in en iyi göründüğü yerlerin başında gelmesidir. Üçüncüsü ise, gecekondu ve varoş denilince ilk akla gelen yer olmasıdır. İlginç olan nokta, ilk iki özelliğinin üçüncü özelliğin gölgesinde kalmasıdır. Çünkü bugün kime sorsanız, Kadifekale için, “gidilemez ve gidilmemesi gereken riskli bir yer” olduğu yanıtını alırsınız. Şoföründen gazetecisine, esnafından profesörüne kadar çok geniş yelpazedeki İzmirliler için, Kadifekale şu çağrışımlarla özdeştir: İzmir’deki Mardinlilerin, Kürtlerin ve midyecilerin merkezidir. Suç işleyenlerin ve Kürtçü örgütlerin etkin olduğu bir semttir. Kadifekale’nin halk arasında, “kurtarılmış bölge” ve “küçük Mardin” gibi başka sıfatları da bulunmaktadır. Bu yargıların doğru olanları da var, efsane olanları da. Örneğin Kadifekale, Mardin’den göç etmiş olan yurttaşlarımızın ağırlıkta olduğu bir semttir ama, Erzurum ve Konya’dan gelenlerin de küçümsenemeyecek bir ağırlığı bulunmaktadır. Kadifekale’yi, İzmir’in “suç merkezi” veya “Kürtçü örgütlerin merkezi” olarak görmek abartılı bir gözlemdir ve bu iddiayı doğrulayacak verilere sahip değiliz. Örneğin emniyet istatistiklerine göre, kapkaç türünde suçlara karışan zanlıların oturdukları semtlerin dağılımında, başka bazı mahalleler Kadifekale’nin önüne geçebilmektedir. Yine herhangi bir suç örgütüne mensup kişiler, Kadifekale kadar, başka semtlerde de ortaya 34 Merkezdeki Kenar KADİFEKALE çıkabilmektedir. Bu ön yargıları besleyen çok sayıda faktör bulunmaktadır. Bunlar içerisinde güvenlik, en önde gelen nedenlerden biridir. Diğer önemli bir neden de etnik temelli siyasal gerginliklerdir. Kadifekale, bir yandan ülkemizde yaşanan gecekondulaşma ve hatta gecekonduların varoşa dönüşümü sürecinin tipik izlerini taşımaktadır. Dolayısıyla bu semt, geleneksel gecekondulaşma kavramına uyan ve uymayan bazı özellikleri bir arada barındırmaktadır. Bunlara değinmeden önce, kısa bir kavramsal açıklama yapmak yararlı olabilir. Kentleşme ile ilgili konularda, en fazla kullanılan kavramlar arasında “gecekondu”, “kenar/çeper”, “varoş” ve “getto” gibilerini saymak mümkündür. Birbiriyle aynı anlama gelmemelerine rağmen çoğu zaman bu kavramlar birbirleri yerine de kullanılmaktadır. Bu aslında tek başına, önemli bir akademik tartışma ve kavram kargaşası sorunudur. Her bir kavram belli bir sosyal teorinin parçasıdır ve o sosyal teori içerisinde anlamlıdır. Örneğin “gecekondu” kavramı daha çok evrimci ve modernleşmeci teorik yaklaşımların ürünü olarak sosyal bilimler literatürüne girmiştir. Kentleşme sürecinde belli bir evreyi ifade eder. Köyden ya da kırsal kesimden gelenlerin kentte tutunmak için oluşturdukları ve kentin yerleşik kesimlerinden farklı bir yaşam alanını ifade eder. Kente geldikleri halde henüz kente özgü iş, eğitim, konut ve yaşam tarzına sahip olmayan bu kesimin durumu, söz konusu teorik yaklaşımlarda geçici bir durum olarak görülür. Gecekondular bir süre sonra kentin planlı ve yasal bölümüne dahil olacak, gecekondulular da kente özgü iş ve yaşam tarzına ulaşarak kentleşeceklerdir. Kır ve kent arasında “gecekondu” bir ara kategori, geçiş dönemi ve sosyolog Mübeccel Kıray’ın adlandırması ile tampon kurumdur. Öte yandan “gecekondu” kavramının, kente uyum sağlama ve kente tutunma çabasının ortaya çıkardığı bir kurum olarak algılanması, belli ölçüde ellili ve altmışlı yıllardaki “yumuşak kentleşme” olarak da anılan dönemin ürünüdür. Yoksulluk ve kitlesellik bu dönemin gecekondulaşmasında en önemli meşruiyet kaynağıydı. Merkez-çevre teorisi açısından “gecekondu”nun kenar olarak tanımlanması mümkündür. Kenar veya çeper kavramlarının kentleşme literatürüne girmesi daha çok, şehir merkezinin mekansal olarak dış çeperinde kümelenen ve aynı zamanda yoksulluk, kamu hizmetlerinin yetersizliği gibi özellikleri bakımından da şehrin merkezine benzememeyi ifade etmek için kullanılır olmuştur. “Getto” ve “varoş” kavramları ise, bazen kesişmekle birlikte, birbirlerinden farklı anlamlara gelmekte ve “gecekondu”ya göre daha sert bir kentleşme modeline denk düşmektedir. Son dönemlerde bu kavramların daha fazla tercih edilmesi tesadüf değildir. Çünkü kentleşme süreci, bir süredir daha sert bir evreye girmiş bulunmaktadır. “Gecekondu”, uyum ve bütünleşme süreçleri ile birlikte anılırken, “varoş” ve “getto” ise daha çok ayrışma ve çatışma çağrışımlarına sahiptir. Gecekondudan varoşa geçiş, aynı zamanda kentleşme serüvenimizin yeni bir evreye girdiğini göstermektedir. Gecekondu daha çok kırsal kesimden gelen yoksul kitlelerin mekanı iken, varoş ve getto yoksulluğa ek olarak suç, illegalite ve etnik çatışma gibi temaları da içermektedir. Gecekondu, bir sistem olarak kentin marjında, sınırında ama dahil olmaya meyilli iken, varoş, kentin dışında ve bütünleşmeden çok çatışma ve ayrışmaya meyilli bir ortamı ifade etmektedir. Gecekondu, kısmen kapalı olmakla birlikte kentin diğer kesimleri ile iletişime açık olmasına ve temas etmesine rağmen, getto, içe kapalılığı ve bütünden kopmayı ifade etmektedir (Son dönemlerde kullanılmaya başlanan “elit gettoları” kavramını da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür). Bu teorik açıklamalar ışığında Kadifekale’yi değerlendirmeye kalkıştığımızda, bu semtimizin gecekondu özellikleri şu şekilde betimlenebilir: İlki kırsal kesimden gelen, niteliksiz işgücü özelliği taşıyan insanların, hemşehrilik ve akrabalık dayanışma örüntüleri içinde, iş ve konut edinme çabaları ile kente tutunma stratejilerinin burada tüm canlılığıyla sürmesidir. Hemşehrilik dayanışmasına dayanan enformel iş olarak, midyecilikle uğraşanların ağırlıkta olması da, bildiğimiz gecekondu şemasına uyan bir durum. Diğer bir özellik olarak, birbirine bitişik ve sağlıksız bir yapılaşma İzmir’in kuruluşu ve Kadifekale dikkat çekmektedir. Bu durum Büyük İskender günün birinde Pagos tepesi’nde yoksulluğun göstergelerinden avlanırken, bir çınar ağacının altında uyuyakalır. Rüyasında biri olmakla birlikte, bölgenin iki su perisi görür. Periler O’na Smyrna kentini burada (Pagos tarihi ve coğrafi (Sit ve Tepesi) yeniden kurmasını ve halkı buraya yerleştirmesini heyelan bölgesi) konumuyla söylerler. Gördüğü rüyayı yorumlayan kahin, İskender’e kuruda bağlantılıdır. lacak yeni kent sayesinde İzmirlilerin daha mutlu olacaklarını Ama öte yandan, anlatır. Bunun üzerine İskender, Pagos Tepesi’nde bir kale Kadifekale’nin mekansal ve kurulması için emir verir. Komutanlarından General Lycimachos, diğer bazı sosyal özellikleM.Ö. 4.yüzyılda kaleyi inşa eder. rinin konumu, geleneksel gecekondu teorilerine pek uymamaktadır. Çünkü yoğun göçe bağlı olarak yaşanan kentleşme serüvenimizde, gecekondular genellikle daha iyi anlaşılır. Semte alışmanın yanı sıra, bu kentin kenarlarında yer almaktadır. Bundan dolayı bölgede yaşamayı tercih eden insanlar, zaten fakir bu bölgeler, bazen “kenar” veya “çeper” olarak oldukları için, bu tercihi yapıyorlar. Oysaki şehrin da adlandırılmıştır. Oysa Kadifekale, mekansal diğer bölgelerinde ödeyemeyecekleri bazı bedellerolarak kentin merkezinde yer almaktadır. Bu le karşılaşacaklar. Ayrıca, taşınma kaygısı yaratan basit bir fark değildir. Bundan dolayı “Merkezdeki bir diğer faktör, gidecekleri yerlerde karşılaşacakları Kenar” tanımını kullandık. Bir gecekondu bölgesi kültürel farklar. olarak merkezde yer alması, Kadifekale’nin diğer Sosyal hayat açısından “kenar” özellikleri taşıgecekondu bölgelerinden farklı mekansal ve sosyal yan bir semtin mekansal olarak merkezde olmasını özelliklere sahip olmasına da neden olmaktadır. önemli kılan diğer bir faktör şudur: Metropolün Surları ve manzarası ile, İzmir’in en güzel yeri. kenar semtinde gettolaşmış bir yaşam o kentte Merkeze yakın konum, sanayi ve ticaret bölgelerine daha az hissedilebilir ama merkezde olduğu için kolay ulaşım, bölgenin stratejik önemini artırıyor. Kadifekale, kentin diğer kesimleri tarafından daha Sit alanı ve heyelan bölgesi olması, bölgenin gelişfazla hissedilen bir bölge. Sosyal temas olmasa da mesini engelliyor ama stratejik önemini azaltmıyor. farklı kesimlerin birbirine yakın olmasını sağlayan Sit ve heyelan bölgesi olması nedeniyle, bölgenin bu durum, karşılıklı olarak mesafeliliğe ve aralarda gelişmesinin engellenmesi iki anlama geliyor. zihinsel surların oluşturulmasına neden olmaktadır. Birincisi, mevcut konutların restorasyon ve tamirine Karşılıklı ön yargı ve kent içinde yeniden ördüizin verilmemesidir. Oysaki, diğer birçok gecekondu ğümüz zihinsel surlar yüzünden diyalog kuramıyor, bölgesi, İmar Planları veya Kentsel Yenileme Proçözüm üretmekte zorlanıyoruz. Bu güvensizlik jeleri yoluyla çok katlılaşıyor ve konut sahiplerine ortamında, “Kadifekale kurtarılmış bölge ve yeni rantlar sağlıyor. Bölgenin gelişimini engellegidilmesi en riskli yerlerden biri” efsanesi de destek yen diğer bir konu da, aynı gerekçelerle, bölgeye buluyor, “burası boşaltılıp, sonra zenginlere peşkeş kamu hizmeti getirilememesidir. Yol yapımı ve genişletilmesi mümkün değil, okul, postane ve sağlık çekilecek” propagandası da. Yoksulluğu, kente tutunma biçimi, mekan organizasyonu, yaşam biocağı yapılamıyor. Yasa dışı konuma düşecekleri çimleri ve bölgede yaşayanların etnik özellikleri ile için belediyelerin ve diğer kamu kuruluşlarının bu Kadifekale, İzmir’in mekansal olarak merkezi ama hizmetleri vermesi de zor gözüküyor. sosyal olarak kenarıdır. Kadifekale’deki insanlarla Merkeze yakınlık, çok güzel bir manzara konuştuğunuzda “kenar” kavramını da daha iyi ve gettolaşmış bir sosyal hayat belli bir yaşam anlarsınız. Merkezdekilerin buraya bakarken sahip biçimine alışmış bu yoksul aileler için olduğu zihinsel bazı bariyerlerin simetriği, buradaki büyük avantajlar sunuyor. insanlarda da çok güçlüdür. “Bizi dışlıyorlar” ve Onun için son birkaç “Kürt nüfus ağırlıkta olduğu için bu bölgeyi dağıtyıldır gündemde olan mak istiyorlar” inancı o kadar güçlü ki, bu onların Kentsel Dönüşüm Projesi içe kapanmasında en önemli temaya dönüşüyor. kapsamında hazırlanan Bu durum, ciddi bir kentsel bütünleşme ve Yeşildere’de yapılmış olan yurttaşlık bağı üzerinden birlikte olma sorunu. çok katlı TOKİ konutlarına Özellikle metropollerimizde daha gergin bir taşınmamakta direnikentleşme sürecine girdiğimizin sembolik bir yorlar. Burada yaşayan örneği olan Kadifekale bize, kentsel bütünleşme insanların ekonomik ve boyutunda yeni bir yurttaşlık krizinin çarpıcı bir kültürel özellikleri dikkate örneğini sunmaktadır. Söylenmesi kadar kolay alındığında, bölgeyi niçin olmamakla birlikte, daha özel, kapsamlı ve karşılıklı terk etmek istemedikleri iletişim mekanizmalarının işletilmesini gerektiriyor. 35 Edebiyat Fakültesi ve arkeolojik kazılar Eski Foça’daki Phok Prof. Dr. Zeki ARIKAN Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yakın Çağ Tarihi A.B.D. F akültemizin girişinde, sol taraftaki duvarda bulunan kabartma pano, yurdun çeşitli yerlerinde yapılan kazıları simgeler. Bundan anlaşıldığına göre Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümleri Doğudan Batıya kadar bir çok yerde kazılar yürütmektedir. Her yıl Haziran sınavlarının bitiminde arkeologlar yola koyulur. Eylül ayında dönüş başlar. Ders yılı içinde bütün bir yıla yayılan konferanslarda, bu kazılardan elde edilen sonuçlar bize sunulur. Biz de bu kazılar hakkında daha somut bilgilere ulaşırız. Böylece bütün yurt yüzeyinde yapılan kazıların bütün sonuçları önümüze gelir. Bütün bu çabalar, yalnız üniversitemiz adına değil, ülkemiz adına da onur vericidir. Niçin? Çünkü, Cumhuriyet’ten önce ülkemizdeki kazılar hep yabancılar tarafından yürütülürdü. İmparatorluk döneminde Osman Hamdi Bey, uluslararası alanda tanınmış tek Türk arkeoloğu olarak görülmektedir. O, imparatorluğun geniş coğrafyasında önemli 36 kazılara imza attı. Büyük İskender lahdini buldu. Arkeoloji Müzesi’ni (Asar-ı Atika Müze-i Hümayun) kurdu. Kazılarla ilgili düzenlemelere imza attı. Tanzimattan sonra çıkarılan ilk yönetmeliklerdeki boşluklar pek çok eserin yurt dışına gitmesine yol açtı. 1882 ve 1904 Nizamnameleri bunun önüne geçebildi. 1904 nizamnamesi Cumhuriyet döneminde de uzun süre yürürlükte kaldı. Böylece yapılan kazılarda elde edilen malzemenin yurt dışına çıkarılmasının önüne geçilebildi. Osmanlı İmparatorluğu toprakları içindeki sit alanları yabancıların kazı yapmak için çok önem verdikleri çekici bir uğraştı. Çünkü bu toprakların altındaki zenginlikler öteden beri biliniyordu. Ekonomik alanda olduğu gibi arkeolojik alanda da büyük devletler, Türkiye’de tam bir yarışma içinde bulunuyorlardı. Kazı izni alan ülkeler bunun siyasal nüfuzla eş anlamlı olduğunu biliyorlardı. Bu yarış, bu rekabet Cumhuriyet dönemine kadar devam etti. Atatürk, üzerinde yaşadığımız toprakların altındaki zenginliğin bilincine varmamızı istiyor aynı zamanda ülkemizin uluslararası bir yarış alanı olmaktan kurtarılması gerektiğini savunuyordu. Atatürk, bir yandan bu doğrultuda çaba harcarken öte yandan da geleceğin arkeologlarını yetiştirmek için büyük bir çalışma içine girmiş bulunuyordu. Onun Avrupa’ya gönderdiği öğrenciler, gerçek anlamda bir Türk arkeolojisinin kurucusu oldular. Bugün uluslararası düzeyde onlarca arkeoloğumuzun bulunduğunu unutmamak gerekir. Ülkemizin yer altı zenginliklerinin ortaya çıkmasını ve dünyaya tanıtılmasını bu arkeologlarımıza borçluyuz. Yabancı arkeologların bu alandaki çabalarını yadsımıyor ve takdir ediyoruz. Ancak arkeoloji, Cumhuriyet döneminde bir yarış ve bir rekabet alanı olmaktan çıkmış, yerini karşılıklı anlayışa dayanan bir iş birliğine bırakmıştır. Ben, fakültemizce yürütülen kazılardan ikisiyle yıllardan beri yakından ilgilenirim. İlki Milas’taki Menteşeoğulları’nın başkenti Beçin’de yapılan kazıdır. Öteki de Eski Foça kazıları… Beçin’de Prof. Dr. Rahmi Hüseyin Ünal’ın başkanlığında yürütülen bu kazıda, onun bilinçli, disiplinli ve titiz çalışmalarına tanık oldum. Kitabeler, mezartaşları konusunda derin bilgisiyle Öğr. Gör. Aydoğan Demir’in, eski sikkeler üzerinde genç yaşta uzmanlaşan Gültekin Teoman’ın katkıları, bu eski başkentin tarihsel ve kültürel varlığına yepyeni açılımlar sağladı. Yazın sıcakta, güneş altında çalışan öğrencilerin, işçilerin emeğini de elbette dile getirmek gerekir. Kazıya katılan öğrencilerle paylaştığımız yemek ve çay saatlerini unutamam… aia kazısı Bütün bu çalışmalar sürecinde ortaya çıkan cami, han, hamam, zaviye gibi eserler, mezartaşları ve sikkeler, İbni Battuta’nın XIV. yüzyılda, Evliya Çelebi’nin XVII. yüzyılda ziyaret ettikleri Beçin’i günümüze taşıdı. Yine bu çalışmalar sırasında birkaç yıl önce bulunan binlerce sikke, yakın bir zamanda ortaya çıkacak bilimsel bir yayının temelini oluşturacaktır. Bütün bu verilerden, Menteşe tarihinin büyük araştırıcısı rahmetli Prof. Paul Wittek’in, yaşamış olsaydı ne kadar büyük mutluluk duyacağını tahmin etmek zor değil… Beçin, Beylikler döneminde geniş bir alana yayılmış kalabalık bir kentti. Osmanlı’nın ilk zamanlarında, hatta XVI. yüzyılda bile bu özelliğini koruyordu. Fakat giderek bu özelliğini yitirdi ve tamamen metruk bir hale geldi. Kazı alanının meskûn olmaması çalışmalar açısından olumludur. Çünkü bu durum olası sorunları ve sürtüşmeleri ortadan kaldırır. Oysa yerleşim alanlarında kazı yapmak yığınla sorunun ortaya çıkmasına yol açar. Eski Foça bu tür kazı alanlarından biridir. Bu kazı alanına gelince; ben Eski Foça’nın Osmanlı dönemi tarihini araştırıyorum. O yüzden buraya daha sık gidip geliyorum. Prof. Dr. Ömer Özyiğit başkanlığında 1989 yılından beri yürütülen Phokaia kazıları, bu eski İyonya kentinin pek çok bilinmeyen öğelerini gün ışığına çıkardı. Buradaki kazılar ilkin 1913 – 1914 ve 1920 yıllarında Fransız arkeolog Felix Sartiaux tarafından yönetildi. Daha sonra Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal Eski Foça’da kazılara başladı. Akurgal, Athena tapınağının yerini doğru olarak belirleyebildi. Fakat buradaki kazılar, Prof. Özyiğit’in çalışmalarıyla yepyeni bir anlam ve içerik kazandı. Prof. Özyiğit kentin çeşitli yerlerinde yaptığı kazılarla Foça’nın antik dönemde büyük bir seramik üretim merkezi olduğunu gösterdi. Kentin antik tiyatrosunun yeri ilk kez keşfedildi. Antik tiyatronun Anadolu’daki en eski taş tiyatro binası olduğu anlaşıldı. Tiyatro M.Ö. 340 – 330 yıllarına tarihlendi. Athena tapınağında bulunan grifonlar ve protonlar, bu alanda yürütülen çalışmaların en verimli buluşları olarak görülmektedir. Ancak tapınaktaki çalışmalar sınırlıdır. Çünkü, Athena tapınağının üstünde okul binası yükselmektedir. Bu bakımdan tapınak halen toprak altındadır. Öte yandan, Herodotos’un sözünü ettiği duvar da açığa çıkarılan eserler arasındadır. Foça’nın 7 km doğusundaki Pers mezar anıtının da çevre düzenlemesi yapılmış ve ziyaret edilebilir konuma getirilmiştir. Foça’nın içinde bulunan Bizans nekropolü kentin sürekliliğini kanıtlayan önemli bir buluştur. Antik dönem kalıntılarının yanında sonradan yapılan eserler, Foça’nın zengin tarihinin sürekliliğini ortaya koymaktadır. Kuruluşu antik döneme kadar uzanan Roma, Bizans, Ceneviz ve Edebiyat Fakültesi tarafından yürütülen diğer kazılar Aydın Kadıkalesi (Anaia) Aydın İlyas Bey Külliyesi Balıkesir Antandros Denizli Beycesultan Denizli Kale-i Tavas (Tabae) Denizli Tripolis Diyarbakır Kavuşan İzmir Yeşilova İzmir Klaros İzmir Yakaköy Mezarlığı Manisa Aigai Siirt Başur Siirt Çattepe Van Ayanis Osmanlı dönemindeki onarımlarla bu güne kadar gelen kent surları bunun en önemli kanıtıdır. Prof. Özyiğit’in, bu onarımların hangi döneme ait olduklarını belirlemek için gösterdiği çabalar her türlü takdirin üstündedir. Foça’da Fatih Sultan Mehmet, Kayalar camileriyle Hafız Süleyman Ağa Mescidi, rıhtım başlıca Osmanlı eserleri olarak görülmektedir. Yanlış olarak Venedik Kalesi olarak bilinen Osmanlı kalesinin yıkıntılarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Yine bir Osmanlı hamamını da bunlara eklemek gerekir. Fakat asıl sorun, Osmanlı mezarlığının temizlenmesi ve kitabeleriyle bir bütün olarak ele alınması, ortaya çıkarılmasıdır. Bu alanda da çalışmalar başlamıştır. Foça, Yeni Foça ile birlikte ortaçağda önemli bir şap üretim merkezi olarak görülmektedir. Her iki Foça’nın şap madenlerini Cenevizliler işletiyor ve bundan olağanüstü kazançlar elde ediyorlardı. Ceneviz egemenliği 1455’te sona erdi. Ancak şap üretimi bir süre daha devam etti. Şap, İtalya’daki dokumacılığın en önemli girdilerinden biriydi. İşte burada yapılan arkeolojik kazılar Eski Foça’yı bir çok özellikleriyle günümüze taşımıştır. Menteşeoğulları Başkenti Beçin Prof. Dr. Zeynep Mercangöz Yrd. Doç. Dr. Yekta Demiralp Yrd. Doç. Dr. Şakir Çakmak Doç. Dr. Gürcan Polat Yrd. Doç. Dr. Eşref Abay Prof. Dr. Bozkurt Ersoy Yrd. Doç. Dr. Aytekin Erdoğan Doç. Dr. Gülriz Kozbe Yrd. Doç. Dr. Zafer Derin Prof. Dr. Nuran Şahin Yrd. Doç.Dr. Ertan Daş Prof. Dr. Ersin Doğer Yrd. Doç. Dr. Haluk Sağlamtimur Yrd. Doç. Dr. Haluk Sağlamtimur Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu 37 Toplumla paylaştıkça artan başarının mimarı… SÖYLEŞİ ve FOTOĞRAF: Demet ALTUNTAŞ Ali İhsan MİMTAŞ Ege Üniversitesi tarafından Salih İşgören’e Üstün Hizmet Madalyası verilmesi konusunda, Prof. Dr. Haluk Baylas ve Prof. Dr. İnan Soydan ile birlikte aynı komisyonda yer alan Prof. Dr. Nuri Bilgin, Egeden’e şunları söyledi: “Her toplumda, insanların izlemesi için işaretlenmiş ve pek çoğumuzun çocuklarına öğütlediği, herkesin geçtiği emin ve güvenli yollar vardır. Bu yollardan en yaygını, sadece bugün değil, gelecekte de refah içinde yaşamak için, kazandıklarını biriktirmek ve ölünceye kadar muhafaza etmektir. Kendisi ve ailesi için garantili, risksiz bir gelecek arzusu, hiç kuşkusuz hemen herkes için anlaşılır insani bir duygudur. Fakat bu duygu, insanı, ihtiyat ve tedbirle davranmaya, sadece kendi dünyasında var olmaya, küçük bir dünyada yaşamaya götürür. Benlik kaygısı üstüne merkezlenmiş böyle bir hayat, toplum için bir model olamaz. Toplumda herhangi kalıcı bir iz bırakmadan, döşenmiş raylar üzerinde akıp giden hayatlarla dolu dünyamız. Kimseyi fark etmediği gibi kimse tarafından da fark edilmeyen insanların ben merkezli sıradan hayatlarıdır bunlar. Ama dünyamıza nadir de olsa, düz yolda ve iniş aşağı yürümek yerine ter dökerek ‘kendi yokuşunu izleyen’, başkalarının dertlerine ve acılarına, yokluklarına ve yoksunluklarına duyarlı Salih İşgören gibi insanlar da geliyor. Salih Bey, eğitim, sağlık ve kültür alanlarındaki hizmet ve katkıları ile örnek bir insan olmuştur. Eşi ile birlikte, kazandıklarını, pek çok zenginin yaptığı gibi lüks bir hayat yolunda harcamak yerine, başkalarıyla, daha doğrusu bizlerle paylaşma yolunu seçmiştir. Zenginliklerin nasıl kullanılacağı konusunda parmakla gösterilecek bir model olan Salih İşgören, İzmir’e damgasını vuran hizmet ve eserleriyle, hiç kuşkusuz kolektif hafızamızda yerini alacaktır…” 38 “İ zmirli hayırsever işadamı”… İzmirlilerin böyle bildiği Salih İşgören, telefonla kendisine ilettiğimiz röportaj talebimize hemen olumlu cevap verdi. Biz “Ne zaman uygunsunuz?” diye sorunca, “Bu öğleden sonra olur mu?” sorusuyla karşılaştık ve yoğun gündeminin arasında bize zaman ayıran Sayın İşgören ile sıcak bir yaz gününde, Alsancak’taki evinde yaşamından, başarılarından ve aşkından bahsettik. Röportaj bittiğinde evden, 82 yaşındaki “Salih Baba”nın içten, kararlı, çalışkan, hiçbir işi ertelemeyen, sonuç odaklı kişiliğinden etkilenmiş olarak çıktık. İzmir’in ve Türkiye’nin en başarılı işadamlarından birisiniz. Özellikle yaptığınız bağışlarla, hayır işleriyle tanınıyorsunuz. Biz bu başarı öyküsünün sırrını öğrenmek istiyoruz… Ailem, Yunanistan’ın Midilli Adası’ndan gelip İzmir’e yerleşmiş. Altı kardeşiz. Ben İzmir’de dünyaya geldim. Zengin bir aileden gelmeme rağmen ben altı yaşındayken babamın iflas etmesiyle çok zor günler yaşamaya başladık. Yakınlarımızın desteği sayesinde geçimimizi sağlıyorduk. Okula giderken Yeni Hayat gazetesi vardı. Onu arkadaşlarıma satardım. Öğretmenim;” Senin kafan ticarete çok yatkın, ticarete yönelmelisin” diyerek beni ticaretle uğraşmaya teşvik etti. 16-17 yaşlarında Milas’a gider, meyve bahçelerinin ürününe ortak olur, ürünleri İstanbul’a pazarlardık. O zamanlar Karşıyaka’nın çileği çok meşhurdu. Karşıyaka’dan aldığımız çileği İstanbul’da, oradan aldığımız çiroz balığını da İzmir’de satardık. Giderek iyi kazanmaya başladım. Kazandıklarımı da biriktiriyordum; çünkü para kuş gibidir, gevşek tutarsan uçar, çok sıkarsan ölür. Ticarette parayı bin lira yapmak çok zordur; fakat bin liradan sonra çabucak büyür. Parayı kazanmak kadar tutmak da önemlidir. Bugünkü servetim aslında bedensel çalışmakla değil, yaptığım yatırımlarla oluştu. Yatırım yaparken sermaye kendinin olursa işlerinin büyümesi daha kolay olur. En son olarak da Tofaş’ın 55 sene Ford kamyonlarını sattım. “Ben fakir babasıyım” Altı yaşına kadar zengin yaşadım ama sonra aç kaldım. Babama çok kızardık bize hazır bırakmadın diye. Bıraksaydı biz de hazıra alışırdık. Oysa iyi ki açlığı parasızlığı yaşadık. Yani ben fakir babasıyım. Şimdi 82 yaşındayım.. O yıllarda Atatürk reis-i cumhurdu.. Her girişimci sizin kadar başarılı olamıyor. İş ve özel yaşamınızda sizi başarılı kılan prensipler nelerdir? Dürüstlük şart. Seni kandıran birine ikinci sefer kanmazsın. Dürüst olursam sen bana güvenirsin, ihtiyacını gelir benden alırsın, sözüme inanırsın. “Araba alacaksam Salih Baba’ya gidelim, dürüst adam kandırmaz bizi” derlerdi. Hem dürüst hem çalışkan olursan ve işini seversen kazanırsın. Ayrıca ne iş yaparsan yap işinin başında olacaksın. Çok yayılmayacaksın. Çok dağılmayacaksın. Çok hırslı da olmayacaksın. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin pek çok birimine destek veren İşgören, bu kapsamda gerçekleştirilen protokol törenlerinden birinde. Yaptığınız bütün çalışmalarda, temel amacınız neydi? Gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mıydı? Gençliğimde hayalim para kazanmak ve zengin olmaktı. Daha sonra hayır yapma işini rahmetli karıcığım aşıladı. Bu hayırlardan sonra bütün işlerim su gibi akıp gitti. Böylece para kazanıp, bu parayla kazandığım toprağın insanına hizmet etmek amacıyla çalıştım. Nevvar Hanım’ın hayır işlerinde en büyük destekçiniz olduğunu biliyoruz. Kendisinin nasıl bir yaklaşımı vardı? Ben Tofaş’ ın baş bayisiyken Nevvar Hanım o zamanın Valisi Vecdi Gönül’ den, bir okula ihtiyaç olduğunu duymuş, bana “ Okul yaptırırsan sermayen azalır mı?“ diye sordu; ben “ Hayır azalmaz .“ deyince, “Hayır yaparsan Allah daha çok verir.” diyerek beni teşvik etti. İlk yaptırdığım okul Salih İşgören İlköğretim Okulu’dur. O okulu yaptırırken geceler boyunca çalıştık. Gerçekten de eşimin dediği gibi, hayra başladım, sermayem bozulmadı, Allah daha çok iş verdi, ben daha çok kazandım ve daha çok bağış yapmaya başladım. Eşim, bir iş bitmeden diğer hayır işine başlamak isterdi. Eşimin kendisinde olan ve bende de oluşturduğu hayır yapma aşkı hiç bitmedi. Sevgili eşimi kaybetmemle birlikte, vücudumun yarısı da gitti. Onun şu an cennette olduğuna inanıyorum; çünkü bu kadar hayırsever biri ancak cennette olabilir. Sizce, diğer işadamlarının veya yüksek gelirli kişilerin de böyle şeyler yapması gerekmiyor mu? Herkesin imkanları nispetinde toplum için bir şeyler yapması gerekiyor. Kültürü varsa kültüründen, parası varsa parasından, parası yoksa emeğinden... İmkanları nispetinde herkes bu devlete, bu millete borcunu ifa etmeli. Bu bir sorumluluk. Bir insanın parası varsa bir hayır yapmalı. İlla ki hastane yapmak zorunda değil ama küçük bir şey de olsa yapabileceğini yapmalı. Genelde sağlık ve eğitim konularında bağışlar yapıyorsunuz. Şimdi bakın bir memleketin kalkınması için eğitimle sağlık şart. Eğitimin olmaz sağlığın olursa katil olursun, hırsız olursun… Sağlığın 39 olmaz eğitimin olursa çalışamazsın, faydalı olamazsın. İkisi çok önemli. Eğitimli sağlıklı bir cemiyet iyi çalışır ve yükselir. Bu arada ihtiyarlarımıza da sahip çıkmalıyız. İki huzurevi yaptık. Bir de alzaymır hastaları için bir merkez yapacağız. Gençlerimize ve yaşlılarımıza sahip çıkmalıyız. Türkiye’nin en güzel şehirlerinden biri. Mesela İnciraltı, Narlıdere muhitlerini, kıyı şeridini ve Urla’yı hep sevdim. Çeşme çok güzel ama son zamanlarda çok kalabalıklaştı. İzmir’deki üniversitelerde, özellikle üniversite hastanelerinde de büyük katkılarınız var. En son Ege Üniversitesi ile ilgili çalışmalarınızı anlatır mısınız? En son organ naklini yaptık. Şimdi de İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nın beşinci katında kanser hastanesine başladık. Ege Üniversitesi’nin çalışmalarını çok iyi görüyorum. Baş iyi olunca her şey iyi olur. Kısa zamanda iki iyi şey kazandırıyoruz Ege Üniversitesi yönetimiyle birlikte. Dokuz Eylül Üniversitesi’ne de çocuk ve doğum hastanesi yapacağız önümüzdeki dönemde. Salih İşgören gününü nasıl geçirir? Gündelik yaşamınızdan biraz bahseder misiniz? Tabiatı severim. İnsanları severim. Yaptığım yardımları takip ederim, okullara giderim, çocukları gördükçe canlanıyorum. Dışarıda gezerken, okullarımdan mezun olan biriyle karşılaşmak beni çok mutlu ediyor. Bir gün arkadaşımla dışarıda yemek yerken garson, elinde bir şişe şampanyayla geldi ve arka masadan bir öğrencimin gönderdiğini söyledi. Hemen gidip tanıştım, 25- 26 yaşında bir avukattı,” Salih Amca ben sizin okulunuzdan mezunum” dediğinde çok duygulanmıştım. Yardım isteniyorsa, ilgili yere gidip tetkik ediyorum. Medyayı takip ediyorum. Her gün iki gazete alırım. Televizyonu çok izlerim. Dünya gidişatını takip ederim. Dünyayı iyi takip etmek lazım. Yaşantına, parana ona göre yön vereceksin. Neden İzmir’de yaşamayı seçtiniz? Ben İzmir’de doğdum. Beni bu hale getiren İzmir halkıdır. Ben de kazandıklarımı onlarla paylaşıyorum. İzmir’i seviyorum, halkını seviyorum, memleketimi seviyorum. İzmir “Dünya gidişatını takip etmek lazım.” Türkiye’deki ekonomik gidişatı nasıl görüyorsunuz? 2000 yılında biz büyük bir ekonomik kriz yaşadık, darbe aldık. Bu sebeple kriz konusunda tecrübeliyiz. Son krizden ötürü pek çok Avrupa ülkesi bizden daha kötü durumda. Biz artık büyüdük. Türkiye’nin gidişatını iyi görüyorum. Ne tür müzik dinlersiniz? Türk sanat müziğini çok severim. Pop müziğini iyi bulmuyorum. “Nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatımı”… Sözlere bak... Mesela Abdülhamit yazmış vefat eden eşine “Aç kollarını aç ben geldim”… (Duygulanıyor, bir süre söyleşiye ara veriyoruz). Eski şarkıcıların hepsi güzeldir. Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses.. Şimdi güzel sesli kadınlar pek az.. Yeni yetişen pek yok. Neden yok? Görünüşü güzel olanı meşhur ediyorlar. Son olarak gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyiz? Gençler öncelikle sevdikleri işi yapmaları gerektiğini bilmeli. Ben ticareti sevmeseydim bu kadar başarılı olamazdım. Bunun yanı sıra dürüst ve çalışkan olmalılar. Salih İşgören’e 1997 yılında üstün hizmetlerinden dolayı dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından bir teşekkür plaketi verildi. 40 Doğa sporcuları her mevsim çalışıyor HAZIRLAYAN: Duygu ÖZTÜRK EYLÜL 2009 41 Ü niversitemiz bünyesinde Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı çatısı altında farklı konularda çalışmalar yürüten 70 öğrenci topluluğu bulunuyor. Tiyatrodan resme, arkeolojiden su altı rugby’sine pek çok alanda çalışmalar yapıyorlar. Eğitim yılında öğrencilerin bir arada olması nedeniyle hemen hepsi faaliyetlerini ekim – haziran ayları arasında sürdürürken bazıları da var ki gerçekleştirecekleri faaliyetlerde hava koşullarının etkisi nedeniyle yazın da çalışmalarını sürdürüyorlar. Bu topluluklar disiplin ve adrenalinin bir arada hissedildiği doğa sporları toplulukları… Doğa ve Dağcılık, Havacılık, Kaya Tırmanışı ve Mağaracılık toplulukları, üyelerine daha iyi eğitimler vermek ve alanlarına uygun faaliyetleri gerçekleştirebilmek üzere yazın da çalışmalarını sürdürüyor. Bu topluluklara üye olan tüm öğrenciler, öncelikle sıkı teorik eğitimlerden geçiriliyor. Bu eğitimlerin sonunda sınava tabi tutulan öğrenciler, eğer başarılı olurlarsa pratik eğitimlere başlayabiliyorlar. Pratik eğitimlerde de başarı gösteren ve deneyim kazanan üyeler topluluklara göre değişik zamanlarda ortalama 2 yıllık deneyimin sonunda yardımcı eğitmen ve eğitmen düzeyine ulaşabiliyor. Bu işleyiş, toplulukların, eğitimlerin ve faaliyetlerin sürekliliğini sağlıyor. Daha çok adrenalini sevenlerin başvuruda bulunduğu bu topluluklarda disiplin ve eğitimlerin yanı sıra takım çalışması ve üyeler arası güven de büyük önem taşıyan unsurlar. Bunlar riskleri olan sporlar olduğu için bu sporun üyelerin kişilikleriyle örtüşmesi gerekiyor. Eğitim süreci her ne kadar ilk başta üyelerin gözünü korkutsa da, adrenalinin ve doğayla başbaşa olmanın keyfine bir kez varanlar bu uğraşlardan vazgeçemiyor. 8 ayda 23 tırmanış Tüm topluluklarda olduğu gibi Doğa ve Dağcılık Topluluğu’nda (DODAK) da temel amaç topluluğu önceki yıllarda olduğundan daha ileri seviyelere taşımak. Gerek nitelik, gerekse nicelik olarak tırmanış sayısını artırmak ve çıtayı daha da yükseltmek. Bu konuda DODAK, geçen 42 Uçma aşkı gerçeğe dönüyor eğitim yılında Türkiye’de daha önce hiçbir üniversite topluluğu tarafından yapılamayanı başardı ve sekiz ayda 23 yüksek irtifa tırmanışını, başarı hikayelerine dönüştürdü. Tırmanışlar haricinde her hafta sonu doğa yürüyüşleri gerçekleştiriyor. İlk dönem ve ikinci dönem toplam 20’nin üzerinde doğa gezisi yapıyor. Üstelik bu doğa gezileri tüm öğrencilere açık, sadece dağcılıkla ilgilenenlerin değil tüm öğrencilerin katılabileceği geziler oluyor. Bunlar doğa ve dağcılığı sevdirmeye yönelik etkinlikler. Bu geziler, dağcılık eğitimi vermekten ziyade piknik yürüyüş gibi sosyalleşme imkanı sağlıyor. Doğa yürüyüşleri, kampçılık, kaya tırmanışı bu alanların hepsi dağcılık için de gerekli oluyor. Bu nedenle üyeler hepsini öğreniyor, deneyimliyor. DODAK, ilk pratik eğitimlerini Mahmut Dağ’da ya da Bozdağ’da veriyor. İlerleyen zamanlarda kış eğitimlerini Uludağ’da, ilk yüksek irtifa eğitimlerini Aksaray Hasandağ’da veriyor. Bunun hemen ardından İzmir’de Kaynaklar ve Örnekköy’de kaya tırmanış eğitimleri veriliyor. Tüm eğitimleri bitirdikten sonra yaz döneminde de Aladağlar’a gidiliyor. Bu yaz tırmanışı, tüm eğitimlerin ardından 3 bin metre üzerindeki ilk tırmanış olması, 15 günlük bir süreyi kapsaması ve uzun süreli kamp eğitimi ve deneyimini de kapsaması nedeniyle önem taşıyor. Tüm bu sü- recin sonunda DODAK’a yeni katılmış olan üyeler gelişim ekibi olarak adlandırılıyor, aktif üye olmaya ve tırmanıcı ekibin gerçekleştirdiği faaliyetlere katılmaya hak kazanıyorlar. Bu yaz da Aladağlar’da bir tımanış gerçekleştiren DODAK, bunun yanında Uludağ’ın teknik tırmanış rotalarına da gitti ve orada da antrenman yaptı. Topluluğun yaklaşık 3 yıldır başkanlığını yürüten Engin Pekmezekmek, dağcılığın kendi hayatına çok olumlu etkileri olduğunu belirtiyor. Pekmezekmek şunları söylüyor: “Ben 24 yaşıma yeni girdim. Fakat dağcılık sayesinde Türkiye’nin hemen her yerini gördüm. Çünkü Türkiye’nin her yerinde mutlaka bir dağ var. Dolayısıyla ülkemizin hemen her köşesine ayak basıyoruz. Gittiğimiz zaman orada sadece tırmanış yapıp dönmüyoruz. O bölgedeki tarihi yerleri de geziyoruz, elimizden geldiğince sosyal sorumluluk anlamında da işler yapıyoruz. Örneğin, tırmanış için gittiğimiz bölgelerin civar köylerine de yardım götürüyoruz. Üyelerimiz kendi bütçelerinin el verdiği ölçüde özellikle çocuklar için kitap, defter, kalem, giyecek gibi malzemeler götürmeye çaba sarfediyorlar. Tüm bunlar, insana genç yaşta birçok kimsenin yaşayamayacağı tecrübeleri kazandırıyor. Günlük yaşantınızda biriyle sohbet ettiğinizde çok fazla farkınız olduğunuzu görüyorsunuz”. Uçmak birçok insanın hayali... Havacılık Topluluğu Yamaç Paraşütü Takımı (EHAVK) da bu hayali biraz olsun gerçekleştirmeye çalışıyor. EHAVK bünyesinde ilk sene yamaç paraşütünün başlangıç eğitimini veriyor. Hava trafik kuralları, malzeme bilgisi, meteoroloji ve aerodinamik olmak üzere 4 temel teorik ders veriliyor. Hızlandırılmış olarak bu eğitimleri alan öğrenciler, kısa bir süre içinde bu derslerden sınava tabi tutuluyor. Uçmak hayaliyle topluluğa başvuruda bulunanların sayısı dönem başında yaklaşık 350-400 civarında oluyor. Teorik sınavı geçenler pratik sınava girmeye hak kazanıyor. Bu sınavla sayı yaklaşık 100 civarına düşmüş oluyor. Pratik sınav ise; derslerde çim saha üzerinde öğretilen kuşanma, malzeme tanıma, refleks kontrolünü kapsıyor. Pratik sınavın sonucunda ise yaklaşık 40 kişi başlangıç eğitimi almak üzere kulübe kabul ediliyor. Bu sayı kulüpte başlangıç seviyesindeki öğrencileri oluşturuyor. Başlangıç seviyesindeki öğrenciler her hafta sonu Kemalpaşa Akalan’a gidiyor. Burada yer çalışmalarına başladıklarını ifade eden topluluk eğitmenlerinden Hakan Öksüz, şunları anlatıyor: “Yer eğitimi grubun performansına bağlı olarak 4 – 6 hafta arasında değişiyor. Buradaki eğitimlerin ardından ekibimizi başlangıç tepesine yani Ödemiş’e götürüyoruz. Eğimi yaklaşık 60 – 70 metre olan bu tepeden, öğrencilerimiz telsiz komutlarının yardımıyla ilk uçuşlarını gerçekleştiriyorlar. Her öğrencinin dönem içinde yaklaşık 10 uçuş gerçekleştirmesinden sonra yıl sonunda Fethiye’deki kampımıza gidiyoruz. Böylelikle öğrencilerimiz bin 700 metre yükseklikteki Babadağ’dan ilk yüksek irtifa uçuşlarını gerçekleştirmiş oluyorlar. Bu uçuş yaklaşık yarım saat boyunca deniz üstünde devam ediyor. Tüm bu faaliyetlerin sonunda üyelerimizin başlangıç eğitimleri son buluyor.” Yağmurlu havalar haricinde birçok hava koşulunda uçmak mümkün. Bu sporda aynı zamanda rüzgar da önemli bir faktör. Rüzgarın çok sert olmaması gerekiyor. Yaz aylarında ise termal oluşumlar sebebiyle yer şekillerinden ısınıp kopan ve yükselen hava akımlarını kullanarak Cross uçuş adı verilen uçuşlar gerçekleştirilebiliyor. Bu teknikle uzun mesafeli uçuşlar gerçekleştirmek mümkün olduğunu söyleyen Öksüz, bu sene uzun yıllardır hayal ettikleri Manisa –Ege Üniversitesi arasında uçma planını topluluktan 2 kişinin gerçekleştirdiğini belirtiyor. Bu mesafe 25 – 30 kmlik bir rota olduğu için büyük bir önem taşıyor. öğrencilere ileri tırmanış eğitimi veriliyor. Antalya, sportif kaya tırmanışı gerçekleştirebilmek için büyük bir sektör. Kaya yapısı bu spora çok elverişli. Tırmanışın ilerlemesi açısından da çok uygun. Üstelik sadece ülkemizde değil, dünya genelinde tüm tırmanıcıların tercih ettiği bir yer. Bu sayede EKATT üyeleri yurtdışından gelen bir çok yabancı tırmanışçıyla da tanışma fırsatı bulduğu gibi, Türkiye’den de kampa katılan ileri seviyede tırmanıcılarla sürekli beraber olabiliyor. Daha az risk EKATT Yönetim Kurulu Üyesi Erhan Çetinkaya, bilinenin aksine yaz sıcağında güneş altında tırmanış gerçekleştirmenin çok zor olduğunu şöyle anlatıyor: “Sıcakta çıplak elle yola hakim olmak imkansızlaşıyor. Dolayısıyla gölgelik alana ihtiyaç duyuyoruz. Gölgelik alanları takip etmek durumundayız. Bu nedenle kaya tırmanışının en iyi yapıldığı aylar mart sonraları yani yaz aylarının başı. Bahar aylarında güneşin ve soğuğun sizi rahatsız etmeyeceği aylar, en uygun tırmanış zamanlarıdır. Kış aylarında çok fazla çalışma yürütemediğimiz için Ege Üniversitesi’nden kampüs içinde yer alacak bir tırmanış duvarı talep ettik. Şu anda proje aşamasında. Bu duvar geldikten sonra iki dönem boyunca kayıt alabileceğiz. Yani iki dönem boyunca eğitimlerimiz ve çalışmalarımız devam edebilecek. Her şeye rağmen yaz aylarında da çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Hemen her hafta sonu Kaynaklar’da tırmanıyoruz. ”Her sene yaklaşık 60 – 70 üyeyle birlikteyken geçen eğitim yılında 140 Sportif kaya tırmanışı dünyada da yeni yeni tanınan, yaygınlaşan bir spor. Kaya yüzeyine çakılı boltlar üzerinde tırmanışlarımızı gerçekleştiriyoruz. Dağcılıktan daha az riski var ama etap bakımından bakıldığında dağcılıktan daha zor. Kaya tırmanışı, bedenen ve ruhen sürekli ilerleme arzusuyla yapılan bir spor. Bu spora başlayanlar bulmaca severler gibi, sürekli daha ilerisini daha zorunu çözmek istiyor. Sportif Kaya Tırmanışı Topluluğu (EKATT) işe öncelikle 6 haftayı kapsayan teorik eğitimle başlıyor. İlk pratik eğitimleri Karşıyaka’da Örnekköy’de, sonraki tırmanışlarımızı da Kaynaklar’da veriyor. Her yıl özellikle 19 Mayıs’ta hem Gençlik ve Spor Bayramı dolayısıyla hem de genel teorik ve pratik derslerimizin sona ermesi sebebiyle Antalya’ya kampa gidiyor ve orada yeni üyelerle 10 günlük bir kamp gerçekleştiriyor. Tüm eğitimlerin ve kampın sonunda topluluğumuza devam etmek isteyen 43 Ayfer TUNÇ civarında üyeyle birlikte çalıştıklarını belirten Çetinkaya, şunları ekliyor: “Tabii bu sayıyla Antalya’daki kampa katılmamız imkansız. Bu yılki kampa 40 kişilik bir ekiple katıldık. 40 kişiyle bile o koşullarda birlikte hareket etmek bir hayli zor oldu, ama bir o kadar da keyif aldık. Tırmanış bir ekip çalışmasıdır. Tırmanırken yalnızca kendinizi düşünemezsiniz. Etik çerçeveye daima uymak zorundasınız. Gerek doğayla gerek diğer kullanıcılarla olan ilişkilerde bu ilkeler göz önünde bulundurulmalı. Bizim EKATT olarak temel prensibimiz tırmanış bölgesine götürdüğümüzden daha fazla çöp getirmek. Özellikle bunu gerçekleştirebilmek için çok çaba sarf ediyoruz.” Derinlerde keşif Yeryüzünde ayak basılmamış çok az yer var. Mağaralar da bunlardan biri. Ve bu gizem, bu sporu cazip kılıyor. Bilinmeyen yerleri keşfetme ve merak duygusu öğrencilerin bu spora yönelmesini sağlıyor. Mağara Araştırma Topluluğu (EMAK), doğayla pek iç içe olmamış, yaşamı özellikle büyük şehirlerde geçmiş kişileri öncelikle doğa yürüyüşleri gibi faaliyetlerle doğaya alıştırıyor. Ayrıca mağaralar kapalı mekanlar. Bu denli kapalı mekanlara birdenbire adapte olmak zor olduğu için ilk etapta kanyon yürüyüşleri yapılarak üyelerin bu kapalılık hissine, bu farklı atmosfere ayak uydurmaları sağlanmaya çalışılıyor. Herkes bu zorlu sporun temposuna ayak uyduramayabiliyor. Mağaracılıkta 44 da teknik bilginin yanı sıra en önemli nokta ekip ruhu. Yardımlaşma ve saygı çok önemli. Mağara içinde, herkes birbirine güvenmek durumunda.Yeni üyelere, yatay mağaralarda yapılan yürüyüşlerin ardından SRT (single rope technicque) - Tek İp Tekniği adını taşıyan eğitim veriliyor. Bu yolla üyeler dikey mağaralara alışabilmek için tek iple açık alanda iniş ve çıkış pratiği yapıyorlar. Bu eğitimi geçemeyen kişi mağaracı olamıyor. Çünkü mağaracılık bir iple derinlere inmek ve aynı iple yukarı çıkmak becerisini gerektiriyor. Bütün bu teorik ve pratik eğitimlerden sonra, dikey mağaralara giriş başlıyor ve mağaraların derinliği zamanla artıyor. EMAK üyeleri, derinliği 30-60 metre arasında değişen inişler yapıyor. Tüm eğitimlerin ardından yıl sonunda topluluk en fazla 10 kişiyle yoluna devam ediyor. EMAK Başkanı Betül Seyhan coğrafi olarak Toroslar - Antalya bölgesinin bu spor için çok elverişli olduğunu belirtiyor. Bölgenin karstik bir yapıya sahip olması nedeniyle bünyesinde çok sayıda mağara bulundurduğunu ifade eden Seyhan şunları söylüyor: “Mağaracılığın temelinde araştırma faaliyetleri yatıyor. Henüz bilinmeyen ve keşfedilmemiş bir mağarayı bulup, haritasını çıkarıp diğer tüm mağaracılara kazandırmak için uğraşıyoruz. Bizden önceki EMAK eğitmenleri, Manavgat’ta toplam 9 gün bir araştırma faaliyetinde bulun- muşlar. Ayrıca spordan öte mağaraların korunması için de çalışıyoruz. Türkiye’de bilinçsizce turizme açılan birçok mağara var. Bunların korunması için diğer üniversite toplulukları ve derneklerle bu bilincin yayılması konusunda işbirliği yapıyoruz. “Mağaralar suların toplandığı önemli yerlerdir. Özellikle karların erimesinden sonra tüm mağaralar su çekiyor. Dolayısıyla kar ve yağmur suları, aktif mağaralara girmeyi elverişsiz hale getiriyor. Bu nedenle yaz ayları mağaracılık için çok uygun. Yıl içindeki eğitimlerin ardından yaz aylarını daha yararlı geçirmek için EMAK üyeleri daha zorlu ve derin mağaralarda inişler gerçekleştiriyor. Bu yaz Ödemiş Ayvacık Mağarası’na gittiklerini söyleyen Seyhan, bu mağaranın aslında bir subatan olduğunu anlattı. Seyhan şunları söyledi: “Subatanlardaki su hareketliliği nedeniyle bu tür mağaralara yaz aylarında girmeyi tercih ediyoruz. Haritası çıkarılmış araştırması yapılmış bir mağara Ayvacık. Ancak derinliği yaklaşık 240 metre. Dolayısıyla bizim için çok büyük bir deneyim oldu. Bu tür mağaraların içine kamp kurmak da mümkün. Bir mağaracı için mağaranın sonuna varabilmek en önemli şeydir. Bunu dağcıların zirveye ulaşmayı hedeflemesi olarak düşünebiliriz. Mağaracıların da zirvesi mağaranın en dip noktasına varabilmektir. Dolayısıyla böylesi bir derinlikten yukarıya varabilmek için mağarada konaklamamız ve dinlenmemiz gerekiyor”. Kadın şehirler, erkek şehirler İçinden gelip geçtiğim, arada bir ziyaret ettiğim veya yaşadığım şehirleri kişileştirmekten çok hoşlanırım. Sanki bir toprak, bir yerleşim bölgesi ya da en basitinden bir kavram değilmiş de, iyi kötü tanıdığım bir insanmış gibi onlara türlü karakterler yakıştırırım, huylar atfederim. Şehir dediğimiz şey hemen herkesçe kabul edilen niteliklere sahip bir arazi parçasından ibaret değildir çünkü; resmî belgelere, sözlüklere ya da monografilere sığmaz. Şehir, onu bir biçimde tanımış herkesin farklı büyüklükte bir hatırasına yataklık eden, saydıklarımı kapsayıp aşan, sonuçta ruhumuza etki eden bir organizmadır. Şehirlerimizin tarihi ile kendi tarihimizin kesiştiği yerde özgeçmişimizden bir parça oluşur, bize kimliğimizin bir unsurunu verir. Bazı şehirlerin çılgın âşıkları olur. Ama tıpkı hayattaki gerçek aşklar gibi fırtınalıdır bu ilişki. Kimi zaman hızlı yaşanır, yenilgiyle biter, ardında küskünlük, teessüf, hatta nefret bırakır. Bazılarının aşkı bir dargın bir barışıktır. Öyle hayal kırıklıkları yaşanır ki terk edilir, ama onsuz yaşanamaz; baş önde, ders alınmış süklüm püklüm geri dönülür. İstanbul, Ankara, İzmir gibi şanslı şehirlerin böyle iflah olmaz aşıkları vardır. Elbette bütün şehirlerin aşıkları vardır, onların arasında da çılgınlık çizgisini aşanlar çoktur. Ama İstanbul, Ankara, İzmir aşıkları saplantılıdır, onlarda mantık işlemez. Bence bu üçü, Türkiye’nin üç büyük şehri oldukları için değil, tarihlerinden gelen hususiyetlerini kendi zamanlarına katabildikleri için özel, sıra dışı şehirlerdir. İstanbul’un aşığı İzmir’inkinden, Ankara’nınki her ikisinden farklıdır ama, her biri diğerininkini hor görür; sahici ve eşsiz olan kendi aşkıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, İstanbul’dan ya nefret edilir ya da uğruna ölünecek bir kadın gibi çılgınca sevilir. Ben de kendi aşkımın biricik olduğuna inananlardanım, “rabbin bana bir nimeti varsa o da” İstanbul’dur; canıma da okusa, iflahımı da kesse benim için daima gül pembe dehendir. Ama şehirlerle aşk tek taraflıdır, biz onun aşkından ölüp biterken, o bizi umursamaz, kendi zamanını ve düzenini yaşar. Şehirlerin zihnimizde, kendi cinsiyetimizden bağımsız, yaşadığımız aşkı etkilemeyen bir cinsiyeti de vardır. “Biz” diyerek genellememeliyim belki de. Ama şehirleri kişileştirenlerin çoğu gibi, ben de onlara bir cinsiyet yakıştırırım. Böylece zihnimde dolgun bir imge olarak şekillenirler, cinsiyetleri karakterlerine etki eder. Tümüyle öznel bu kişileştirmeye ihtiyaç duyarım, çünkü bir şehri insanmış gibi tahayyül etmek, ona insani nitelikler atfetmek, şehirlerle ünsiyet peyda etme yollarımdan biridir. Bir şehrin kadın ya da erkek olduğuna nasıl karar veririm bilmiyorum, açıkçası pek de aydınlık bir süreç değil bu. Şehrin, -gerçeğe uygun olup olmamasıyla hiç ilgilenmediğim- mitolojisi, bugününü yaşama biçimi, zamanın ağır ya da canlı akışı, o şehre mahsus alışkanlıkların kişilerde bıraktığı izler, eski hikayelerin günümüze kalan tortusu, bugün yaşananların bize ulaşan coşkusu, oralıların bilinçli-bilinçsiz aktardıkları, kısacası şehrin bir anlamda soyut varlığını oluşturan şeyler bir tür “aura”ya tekabül eder, böylece zihnimde o şehre dair, ama tümüyle bana özgü bir halet-i ruhiye oluşur; bütün bunlar bir araya gelerek o şehri kadın veya erkek diye nitelememe yol açar. Bazı şehirlerin cinsiyeti çok kişi için aynıdır. Örneğin İzmir’i kime sorsak muhtemelen kadın diyecektir. Benim için de İzmir ve İstanbul kadın, Ankara erkektir. Ama cinsiyetleri aynı olsa da karakterleri tümüyle farklıdır. İstanbul her an yeni bir kocayı içgüveysi almaya hazır, kendine olabildiğince iyi bakan, dominant ve yaşlı bir kadın iken; İzmir, özen göstermediği Allah vergisi güzelliğinden emin, eski kocayı sepetleyip yenisini yatağına aldı alacak kadar canlı ve doyumsuzdur. İstanbul dünya yansa bir çuval samanı yanmaz gibi görünür ama içten içe kendini hırpalar. Oysa dünya yansa İzmir’in bir çuvalcık samanı gerçekten yanar. İzmir gideni gittiği an unuturken, İstanbul eski kocalarının akıbetini merak eder. İstanbul Bizans’ın güvenilmez torunudur, atalarından dalavere geni almıştır. İzmir sıcaktır, vakti dalavere düşünmekle geçirmek yerine, eğlenmeyi tercih eder. Trabzon erkek iken, komşusu Rize kadındır. Nedeni çok basittir. Trabzon denince aklıma tabanca, Rize denince çay toplayan peştamallı kadınlar gelir çünkü. Orhan Kemal’in edebiyatıyla pamuk tarlalarına hayat verdiği Adana erkek, eski çağlardan kalma bir soyluluğun izlerini taşıyan Bursa kadındır, yıllar önce gözden düşmüş bir “kadınefendi” gibi yaşar, ne de olsa bir zamanlar başkent olmuştur, ama zamana ayak uydurayım derken tökezlemiş, mücevherlerini elden çıkarmıştır. Antalya tembel, gevşek, iri memeli bir kadın; Konya sorumluluk sahibi, çalışkan bir erkektir; eker biçer, okumuştur da üstelik. Edirne sarışın ince bıyıklı bir erkek, Tekirdağ sarışın bir genç annedir; sarmaşıklı, müstakil bir evde ailesiyle yaşar. Her ikisi de neşelidirler. Kars esmer ve mahzun bir erkek; Mardin güzel siyah gözlü ve soylu bir aileye mensup bir kadındır. Artvin münzevi bir erkektir, az konuşur, açık renk gözleri vardır, hep yükseklere bakar, Adapazarı ağlamaklı bir kadındır, nadiren güler, ama güldüğünde de kahkahası çınlar. Zihnimde böyle sıralanır şehirler. Cemal Süreya’nın “Göçebe” şiirini hatırladım. Dizeleriyle şehirleri bir bir katederken bir yerde şöyle der. “Ben hangi şehirdeysem/Yalnızlığın başkenti orası. Ayfer Tunç 1964’te Adapazarı’nda doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerinde yazılar yazmaya başladı. 1989 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü Armağanı’na katıldı, Saklı adlı yapıtıyla birincilik ödülünü aldı. 1999-2004 arasında Yapı Kredi Yayınları’nda yayın yönetmeni olarak görev yaptı. 2001 yılında yayınlanan ve okurdan büyük ilgi gören Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70’li Yıllarda Hayatımız adlı yapıtı, 2003 yılında yedi Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Uluslar arası Balkanika Ödülü’nü kazandı ve altı balkan diline çevrilmesine karar verildi. Aynı kitap Suriye ve Lübnan’da Arapça olarak yayınlandı. Tunç’un 2003 yılında Sait Faik’in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu filme çekildi ve TRT’de gösterildi. Ayfer Tunç’un yayımlanmış kitapları: Saklı (öykü) 1989, Kapak Kızı (roman) 1992, İkiyüzlü Cinsellik (araştırma) 1994, Mağara Arkadaşları (öykü) 1996, Aziz Bey Hadisesi (öykü) 2000, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (yaşantı) 2001, Taş-Kağıt-Makas (öykü) 2003, Evvelotel (öykü) 2006, “Ömür Diyorlar Buna” (yaşantı) 2007, “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlis Anlatilan Kisa Tarihi” (roman) 2009. 45 Milli servetimiz YOK OLUYOR HABER: Petek DURGEÇ 2008 yılında Avrupa’da orman yangınlarından en ağır hasar gören ülkenin Türkiye olduğu belirtiliyor. Bunu izleyen ülkeler, Yunanistan ve İtalya. Ülkemizdeki orman yangını tehlikesi ise en çok haziran ve ekim ayları arasında yükseliyor. 46 D ünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ormanların geleceğini tehlikeye sokan etkenlerin başında yangınlar geliyor. Türkiye, yüzölçümünün yaklaşık yüzde 25’ini oluşturan alanların ormanlar ile örtülü olduğu şanslı bir ülke. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı meydana gelen yangınlar nedeniyle orman alanlarımız büyük ölçüde tahrip edilmiş durumda. Türkiye’de orman kanununun kabul edildiği 1937 yılından beri tutulan orman yangını istatistikleri, 1937’den 2007’ye kadar geçen 70 yıllık sürede toplam 1,5 milyon hektar ormanlık alanın yanarak kül olduğunu, yılda ortalama 4000 yangında 10 bin hektar ormanlık alanın da yangınlardan zarar gördüğünü ortaya koyuyor. Geçtiğimiz yılın sonunda Avrupa Birliği tarafından yayınlanan “Avrupa’da Orman Yangınları 2008” başlıklı rapor, 2008 yılında Avrupa’da orman yangınlarından en ağır hasar gören ülkenin Türkiye olduğunu belirtiyor. Raporda, Türkiye’de 2008’de 2 bin 135 orman yangını meydana geldiği, bunlardan 5 yangının 500 hektardan büyük olduğu, 12 yangının da 100-500 hektar arası tahribat yaptığı açıklanıyor. Rapordaki diğer çarpıcı veriler ise şunlar: “Uydu görüntülerinden yararlanarak yapılan tahminlere göre 2008’de Türkiye’de 27 bin 848 hektar alan yandı, bunu izleyen Yunanistan’da 24 bin 573, İtalya’da ise 24 bin 449 hektar zarar gördü. 17 Avrupa ülkesinde 2008 yılında 156 bin 449 hektar orman yandı. Türkiye’de yangınla mücadelede ise 933 itfaiye aracı, 161 buldozer, 144 su tankı, 128 greyder, 111 treyler, 72 su tankı, 82 karavan, 366 motorlu araç, 717 motosiklet, 6 yönetim helikopteri, 13 kiralık helikopter, 15 dromader söndürme uçağı, 2 CL-215 Canadair uçağı kullanılıyor. 775 yangın kulesi inşa edildi, ormanlar bu kulelerden 24 saat gece ve gündüz gözlemleniyor. 2007’den bu yana Orman Genel Müdürlüğü tüm buldozer, itfaiye, helikopter ve uçakları, söndürme esnasında Araç İzleme Sistemi ile yönlendiriyor.” Orman yangını doğayı tehdit ediyor AB raporunda ayrıca Türkiye’de orman yangını tehlikesinin en çok Haziran ve Ekim ayları arasında yükseldiği, çok yüksek sıcaklık, düşük nem ve etkili rüzgar koşullarının bulunduğu Temmuz-Ağustos’ta doruğa ulaştığı belirtildi. Orman yangınlarının Türkiye’nin doğasını tehdit eden en önemli faktörlerden biri olduğunun belirtildiği raporda, ülkemizde 7 milyon 182 bin 51 hektar duyarlı alanın “1” numaralı, 5 milyon 91 bin 788 hektar alanın ise “2” numaralı yangın tehlike düzeyinde olduğu vurgulandı. Türkiye’de en büyük orman yangınları Ege ve Akdeniz bölgelerinde yaşanıyor. Yanan alan genişliğine göre, Muğla, Antalya, Çanakkale ve İzmir en tehlikeli bölgeler listesinde ilk sıralarda yer alıyor. Yanan ormanların yerine konması da son derece önemli bir sorun. Kül olan bir ormanlık alan ancak 20 - 30 yıl sonra yeniden canlanabiliyor. Ormanlar yanınca yalnızca ağaçlar değil onlarla birlikte yanan ormandaki biyolojik çeşitlilik de kaybedilmiş oluyor. Biyoçeşitliliğin azalması ise ekolojik dengeyi olumsuz etkiliyor, bazı türlerin tamamen yok olmasına, istenmeyen bazı türlerin ise çoğalmasına yol açıyor. Orman yangınları ayrıca gıda güvenliğinin ve çeşitliliğin azalmasına, su kaynaklarının yok olması, karbon salınımının artması gibi olumsuz etkileri de beraberinde getiriyor. Orman yangınlarından sonra ise ormanın yeniden yapılandırma çalışmalarının uzun vadeli ve sürdürülebilir şekilde planlanarak başlatılması gerekiyor. Uzmanlar, Türkiye’nin hızla azalan ormanlık alanlarını korumanın en etkili yolunun yangın söndürme organizasyonu, toplumsal bilinçlendirme, yangın sonrası restorasyon ve ulusal işbirliğini kapsayan bir yangın yönetim planlanması olduğunu belirtiyorlar. Orman yangınları ekolojik, kültürel ve tarihi mirası yok ettiği gibi, ülke imajını, turizmi ve ekonomiyi de sekteye uğratıyor. Yangınlarla asıl yok olanın ülkemizin akciğerleri ve milli serveti olduğunu akıllardan çıkarmamak gerekiyor. Kaplumbağa ile alevlerin yarışı İzmir-Bornova Çiçekliköy ile Evka–3 arasındaki 200 hektarlık ormanlık alanın yok olmasına neden olan yangın, ormanlık alandaki yaban hayatına da büyük zarar verdi. Rüzgârın etkisiyle kısa sürede geniş bir alanın alevlerle kaplanması, yüzlerce canlının sonu oldu. İtfaiye görevlileri ve Orman Genel Müdürlüğü’ne bağlı ekipler, hasarı en alt düzeyde tutmak ve yangının genişlemesini önlemek amacıyla var güçlerini ortaya koydular. Bu üzücü yangının içinde objektifimiz bir kaplumbağanın yarış hikâyesine odaklandı. Hikâye bu kez biraz farklı… Bir kaplumbağanın amansız alevlere karşı yaşamı pahasına olan yarışı… İtfaiyecilerin tesellisi oldu Tüm öğleden sonra alevlerle savaşan görevliler günün sonuna doğru yorgunluktan bitkin ve yanan ormanlık alanın büyüklüğü nedeniyle üzgündüler. Halen dumanı tüten bir çalının dibinde kendini yarıya kadar toprağa gömerek, tortop olmuş kaplumbağayı görünce ölmüş olduğunu düşünerek daha da üzüldüler. Belli ki göz açıp kapayana kadar ormanı kaplayan alevlerden kaçamamıştı. Ancak o yaşıyordu. Sesleri duyunca ben buradayım dercesine minik başını kabuğundan dışarı uzattı. Görevliler onu alevlerin uzağına götürüp yangın nedeniyle ısınan kabuğuna su döküp soğuttular ve hayata döndürdüler. Onu gören her itfaiye görevlisi, “yaşıyor mu?” diye soruyordu. Kaplumbağanın yaşaması emeklerinin boşa olmadığının bir kanıtı olacaktı sanki. Sonra onu ormanın güvenli bir kenarından ait olduğu doğaya bıraktılar ve alevlerle olan savaşımlarına devam ettiler. 47 Ormanları yangından siz koruyabilirsiniz Metin GENÇOL Ege Orman Vakfı Genel Müdürü Y az aylarında, gazetelerde yer alan bazı başlıklar birbirine çok benzer: “Ciğerimiz yanıyor.” Evet; her orman yangınında, ulusça ciğerimiz yanıyor. Yeşil örtüyü yok eden cehennem alevleri, hiç kuşkusuz hepimizi derinden üzüyor. Vatandaş haklı olarak, orman yangınlarıyla daha etkili mücadele yapılmasını, çıkan yangınların en az hasarla söndürülmesini istiyor. Biliyor musunuz? Ülkemizde çıkan orman yangınlarının yüzde 97’sini insanlarımız dikkatsizlik, ihmal sonucu veya kasten çıkarmaktadır. Sigaradan, anız yakılmasından, piknik sonrası mangal ateşlerinin gelişigüzel orman içine atılmasından, elektrik hatlarının kopmasından, yabani hayvanları ormandan uzaklaştırmak maksadıyla her yıl ülkemizde ortalama 2000 adet yangın çıkmakta ve 10 bin hektar orman yanmaktadır. Orman yangınlarının söndürülmesi için de önemli miktarda harcamalar yapılıyor. 2008 yılında Orman Genel Müdürlüğü 300 milyon TL.’yi bu işler için sarf etmiştir. Aslında, eğitim ve propaganda çalışmalarıyla orman yangınlarını azaltabiliriz. Orman köylerinde, okullarda, çeşitli topluluklarda orman yangınlarının nasıl çıktığı, yangın çıkmasıyla birlikte vatandaşlarımıza düşen görevler anlatılırken yangın sonrası ormanda meydana gelen yıkım gözler önüne serilebilir. Amerika, 1950 yılından bu yana sembol olarak seçtiği Smokey Bear’la (tüm dünya onu yangından kaçan ayı yavrusu olarak tanıyıp, biliyor) orman yangınlarının azalmasını sağlıyor. “Smokey Bear” programı sayesinde, Birleşik Devletler’de her yıl yaklaşık 20 milyar dolarlık zarar önleniyor. Belki biz 48 50 bin Egeli 50 bin fidan Ege Üniversitesi köklerini geleceğe uzatıyor E ge Üniversitesi, Ege Orman Vakfı işbirliği ile “Ege Cumhuriyet Ormanı” oluşturmaya hazırlanıyor. Üniversite’nin geleceğe bir armağanı olmasının yanısıra, son dönemlerde orman yangınlarının oluşturduğu tahribata da ilgi çekecek olan ve 50 bin fidanın hedeflendiği kampanya, EÜ mensuplarının ve tüm halkın katılımına açık olacak. Vakıf ile üniversite arasında 27 Ağustos’da 50. Yıl Köşkü’nde düzenlenen protokol töreninde konuşan Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, şunları söyledi: “Üniversite olarak sivil toplum kuruluşlarıyla yapılan işbirliklerinin önemli olduğunu biliyoruz. Üniversitenin görevi bilimi üretmek, topluma yaymak, güncel konular üzerinde topluma önderlik etmektir. Çevre bilinci ve çevre duyarlılığı, küresel ısınma ile birlikte çok önemli hale gelmiştir. Bilinç kazandırmak, yaşama geçirilmesini sağlamak en çok üstünde durduğumuz konudur.” Prof. Dr. Yılmaz “Ev, hasta ziyaretlerinizi fidan hediye ederek yapınız” diyerek toplumu kampanyaya destek olmaya çağırdı. Kızılçam Öyküsü de yangından kaçan kaplumbağayı orman yangınlarının sembolü haline getirebiliriz. Peki, orman yangını felaketiyle nasıl savaşacağız? Orman yangınlarının gelişip büyümesinde dört unsur önemli rol oynuyor. Yanıcı maddeler, hava şartları, arazi yapısı ve insan unsuru. Yangınların etkili olduğu Akdeniz iklim kuşağında hakim bitki örtüsü çam ağaçları ve maki florasıdır. Bunların yapraklarında ve odununda bulunan eteri yağlar yangını hızlandırır. Hava sıcaklığı, rutubet, rüzgar yangının şiddetini tayin eder. Arazinin meyli, bakısı, yüksekliği yangının seyrini etkiler. İnsan unsuru için de şunu söyleyebiliriz: Yangının geç fark edilmesi, geç ulaşılması, söndürmede çalışanların eğitimleri, kondisyonu, söndürmede kullanılan teçhizatın (el araçlarından, helikopter ve uçaklara kadar) yeterli olup olmadığı, yangınların gelişmesini etkiler. Geçmişte yaşanan ve kamuoyunca çok iyi bilinenbir yangından söz etmek istiyorum. 03 Temmuz 2006 gecesi, AyvalıkÇamlık Dinlenme Tesislerindeki or- manlık alanda piknik ateşinden çıktığı iddia edilen yangın, rüzgarın fırtına şeklinde denize doğru esmesiyle kısa sürede yayılma gösterdi. Yangın 250 m genişliğindeki denizi aşarak Şeytan Sofrası’na sıçradı. Yangının bu şekilde denizi aşması beklenmedik bir gelişmeydi. Buna teknik olarak yangının konveksiyonla yayılması deniyor. Aşırı rüzgar, gece yangın söndürme çalışmalarının güçlüğü nedenleriyle Badavut yönüne de sirayet eden yangın sonuçta 168 hektar orman alanının yanmasına sebep oldu. Şeytan Sofrası yangını, ormancılık tarihine denizi aşan orman yangını olarak geçti. Öncelikle, şunu unutmamamız gerekiyor. Yangınla mücadelede “kaybedilen zaman” daha fazla risk, daha fazla maliyet getirir. Orman yangını ihbar telefon numarasının “177” olduğunu burada hatırlatmak isterim. Yangına erken müdahale yangının büyümesini önler. Yangınlara yalnız Haziran - Ekim ayları arasında değil, her zaman hazır olmalıyız. Mutlaka sizin de katkılarınız olabilir. Ormanları yangından siz koruyabilirsiniz. Ülkemizde meydana gelen orman yangınlarının büyük bölümü yazları sıcak ve kurak geçen Akdeniz iklimi etkisi altındaki Ege, Akdeniz ve Marmara Bölgeleri kıyı alanlarında yer alan kızılçam ormanlarında görülmektedir. Kızılçam (Pinus brutia), doğal yetişme ortamlarında (Akdeniz ekosistemi) 1200 metre rakıma kadar rastlanabilen, kıyıya yakın yükseltilerde genellikle düzgün olmayan gövdeli, kalın dallı ve dağınık taçlı, yüksek rakımlı alanlarda ise düzgün ve 25 metreye kadar boylanabilen uzun gövdeli, ince dallı, toplu ve sivri tepe oluşturan bir ağaçtır. Kızılçamlar yetişme ortamı istekleri bakımından son derece kanaatkâr bitkilerdir. Bitki besin elementleri yönünden fakir, kurak ve taşlı topraklarda, güney yamaçlarında, nispi rutubeti çok düşük ortamlarda bile kolaylıkla yetişebilmektedir. Büyük çoğunluğu antropojen (insan kaynaklı) nedenlerle oluşan ve toplumun her kesimini derinden üzen orman yangınlarının önlenmesi için kamuoyu oluşturulması ve halkın bilinçlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Ancak Akdeniz ekosisteminde orman yangınlarının belirli zaman dilimlerinin geçmesi sonunda ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu ve bu durumun yararlı sonuçları bulunduğu bilinen bir gerçektir. Kızılçamın gölgede çimlenme zorluğu gösteren tohumlarının çimlenmesi ve yine gölge ortamlarda yeterince gelişemeyen fidelerinin yaşayabilmesi için adeta belirli büyüklüğe ulaşan kızılçam ağaçlarının kendini ortamdan uzaklaştırarak, yeni nesillerine uygun ortam yaratma yönünde programlandırıldıkları düşüncesi akla gelmektedir. Gerçekten kızılçam ağaçlarının kolay yanma özellikleri, yanan kozalaklarını yüzlerce metre ileriye fırlatabilmeleri, kozalaklarının bir kısmının içindeki tohumların hayatiyetlerini kaybetmeden yıllarca kapalı olarak kalabilmesi ve yangın dönemlerinde tohumun zarar görmemesi, yangın sonrasında açılan kozalaklardan çıkan kızılçam tohumlarının yangın sonrasında oluşan mineral maddelerce zengin topraklarda kolayca çimlenebilmesi bu düşünceyi desteklemektedir. Kızılçam ağaçlarının bu ilginç özellikleri nedeniyle Akdeniz ormanlarının kendilerini yenileme potansiyelleri bulunmaktadır ve yeniden ağaçlandırma çalışmalarında bu çok önemli özellik göz önünde bulundurulmaktadır. Yanmak için her fırsatı değerlendirecek bir yapıya sahip olan kızılçam ağaçlarının belirli büyüklüklere ulaşmadan yanmalarını önlemek konusunda çok dikkatli olmak ve ayrı bir hassasiyet göstermek gerektiği unutulmamalıdır. Prof. Dr. M. Bülent ÖZKAN Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölüm Başkanı Ege Orman Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Cem Bakioğlu da devletin konuyla ilgili yaptığı çalışmalara sivil toplum örgütleri ve bütün kuruluşların destek olması gerektiğini vurguladı. EÜ Genel Sekreteri Prof. Dr. M. Bülent Özkan da toplantıda “Ege Cumhuriyet Ormanı” Kampanyası ile ilgili bilgi verdi. Toplantıda, EÜ Yönetimi, fidan bağışlayarak kampanyayı başlatmış oldu. Ayrıca Cem Bakioğlu da 1000 fidan bağışlayarak kampanyaya destek verdi. Ege Üniversiteliler kutlamalarını fidan ile yapacak Kampanyayla birlikte, Ege Üniversitesi, kurum içi kutlamalarda, cenaze törenlerinde ve benzeri törenlerde çiçek, çelenk veya diğer alternatifler yerine fidan gönderecek. EÜ mensupları kutlama veya törenler için EÜ Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nden Ege Orman Vakfı’nın fidan bağış kartlarından temin edebilecek.. Egelilerin bağışladığı fidanlarla, İzmir İl Çevre ve Orman Bölge Müdürlüğü’nün Urla’da tahsis ettiği alanda oluşturulacak olan ormanın ilk fidanları, 26 Ekim-13 Kasım 2009 tarihleri arasında yapılacak olan, “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” kapsamında Ege Üniversitesi Lojmanları sahasında dikilecek. Ege Üniversitesi’nin idari-akademik tüm çalışanları, mezun ve emekli mensuplarının yanısıra tüm halkımız 4 TL, EÜ öğrencileri ise 3 TL bağış ile ormana bir fidan dikimi ve bu fidanın 5 yıllık bakımını sağlamış olacaklar. Ayrıntılı bilgi için www.halkilis. ege.edu.tr adresine ulaşılabilir. 49 Abant Gölü, Bolu’nun 34 kilometre güney batısında bulunan, çam ve köknar ağaçlarının baskın olduğu bir Tabiat Parkı içinde, yaklaşık 1350 metre yükseklikte ve alanı 125 hektarı bulan bir heyelan gölüdür. En derin yeri 18 m’dir. Gölden çıkan ve Abant Alabalığı olarak bilinen balık literatüre Salmo trutta abanticus olarak girmiştir. Göl birkaç kaynak suyu, iki-üç kısmen devamlı olan akarsu ve özellikle de kar ve yağmur suları ile beslenmektedir. Gölün etrafında oteller ve restoranlar mevcuttur. Abant gölünün Ankara’ya yaklaşık uzaklığı 2 saat kadardır. Amasra, Batı Karadeniz Bölgesinde, Bartın iline bağlı bir ilçedir. Denize doğru uzanmış bir burun, burnun iki yanında korunaklı birer liman görevi gören iki koy ve ana karaya bağlı ve bağımsız adaları ile eşsiz bir görsel güzelliğe de sahip olan Amasra hem 3000 yıllık tarihi, hem çekicilik ve balıkçılığa dayanan yerel sanatları, hem de kendini çevreleyen ormanlık alanları ile görülmeye değer yerlerden biridir. Amasra halen özgün balık lokantaları, orta boyuttaki otelleri ve sayısız ev pansiyonuyla turizme katkıda bulunmaktadır. 13. Yüzyılda Cenevizliler tarafından ele geçirilen Amasra’ya Fatih Sultan Mehmet 1460 yılı Ekim ayında bir sefer düzenler. Şehre hakim bir tepeye geldiğinde hayranlığını belli eden meşhur sözü eder: “Lala, lala!, çeşm-i cihan bu m’ola”… ve kaleye haber gönderir: “Bu kadar güzel bir yere zarar vererek almak istemem kalenin anahtarını bana getiriniz.” Bunun üzerine kale komutanı anahtarı Fatih’in bulunduğu tepeye getirir ve şehir savaşmadan zapdedilmiş olur. Egeliler’ in Batı Karadeniz gezisi HABER: Yrd. Doç. Dr. Bircan DİNDAR FOTOĞRAF: Ali İhsan MİMTAŞ Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından akademik ve idari personel için düzenlenen “Batı Karadeniz Turu”na katılan Güneş Enerjisi Enstitüsü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bircan Dindar, Bolu Abant Gölü, Amasra, İnebolu,Safranbolu, Abana, Kastamonu güzergahında pek çok tarihi ve turistik mekanın ziyaret edildiği gezi ile ilgili izlenimlerini “Egeden” için yazıya döktü. 50 E ge Üniversitesi Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ nün organizasyonunda gerçekleştirilen “Batı Karadeniz Gezisi”, doğal güzelliklerin ve Kurtuluş Savaşı’nda çok önemli yeri olan tarihsel mekanların korunuyor olduğunun görülmesi açısından beni çok mutlu etti. Bir rehber eşliğinde, kültürümüze, geleneklerimize ve tarihimize ilişkin, gerçek belge, eşya ve fotoğraflarla, duygu ve bilgi dolu anlar yaşamanın zevkine vardım. Organizasyonun önünde ve arkasında olup, emeği geçen tüm komite elemanlarına, kalpten teşekkür ediyorum. Sabahın erken saatlerinde, yolculuğun ilk durağı olan Abant Gölü’nde, nemli ve biraz serin ortamda sabah kahvaltısı ve bir bardak çay eşliğinde, dingin bir göl manzarası, kıyılardaki, kocaman yayvan yaprakları üzerinde açmaya çalışan nilüfer çiçekleri ve nilüfer yapraklarına tutunarak etrafı seyreden ya da üzerine yerleşen minik kurbağalar ve göl kıyısında henüz çiçeklerini açmış kuşburnu bitkileriyle, ancak rüyalarda olabilecek doğal güzellikleri anlatmak çok güç… Bunu anlayabilmek için o havayı teneffüs etmek gerek. Sonraki durağımızda, çocukluğumda kartpostallardan tanıyarak sevdiğim, aklımın bir köşesinde yer etmiş olan ve görmeyi çok arzu ettiğim Amasra’ da gezip fotoğraf çekmek, “Amasra Salatası”nı önce seyredip, tadına bakmak ve ardından Amasra’ yı tekneden seyretmek de hepimiz için büyük bir keyifti. İlk kez bulunduğum, Safranbolu, Yörük Köyü ve Kastamonu evlerinin dışlarının olduğu kadar, içlerinin de pek çok mimarî inceliklere sahip olduğunu görmek bana çok çekici geldi. Her türlü kullanılan ev eşyasının, incelikli tasniflere olanak tanıyan, duvardan duvara ve tavandan yere Safranbolu evleri, Karabük iline bağlı Safranbolu ilçesinde, 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı kent dokusunun günümüze kadar korunduğu bölgenin genel adıdır. Safranbolu evleri eskiden yumurta akından yapılıp çok uzun süre depreme dayanırmış. Bu evlerin bir depreme dayanma özelliği de toprağın dibine yapılmamasıdır. Meyve bahçeleri içindeki konumları, planları, selamlık köşkleri, iç düzenlemeleri, sedirlerle çevrili fıskiyeli havuzları, ahşap işleri (tavanlar, kapılar, dolaplar), yaşmaklı ocakları, geniş saçakları, kabaralı süslü halkalı kapıları ile Türk konut mimarlığının en özgün örneklerini oluşturan Safranbolu evleri, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır. Homeros’un İlyada destanında adı Paplagonya olarak geçen Safranbolu’da sırası ile Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler, Helenler, Romalılar, Selçuklular, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır. 51 Çamaşırhane / Yörük Köyü - Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 19. yy da Sipahioğlu sülalesi tarafından imar edilmiştir. 1996 yılında Yörük Vakfı tarafından restore edilerek hizmete açılan çamaşırhanede, her kadının boyuna göre çamaşır yıkama yeri var. Burası kadınların bir nevi sosyalleşme yeri olarak değerlendirilebilir. Ahmet Ortaakarsu 2005 yılında Antalya, Sultanahmet ve İzmir 2008 yılında Taksim meydanında Kültür Bakanlığı katkılarıyla gerçekleştirilen altın eller el sanatları festivaline katılmış. 82 yaşında ve bakırcılık ustası. 8 yaşında çıraklık, 36’da kalfalık, 50’li yaşlarda da mesleğinin zirvesinde… kadar olan, oymalı ahşap dolaplara bir düzen dahilinde yerleştiriliyor olması, her ayrıntının işlevsellikle değerlendiriliyor olmasını görmek, bu yapıların olağanüstü bir bilgi birikimi ile ileri düzeyde mimarlık ve mühendislik çalışması olduğunu düşündürdü. Yörede öğrendiğim bir bilgi de, çalışmaların gerçekten çok ince bir şekilde planlanıp tamamlandığına ilişkin düşüncemi pekiştirdi: Bir yıl içinde bir evin ancak bir odasının tadilatı tamamlanabiliyormuş ve işlem tamamlandığında usta, mutlaka bir duvarının uygun bir yerine işin bitiş tarihini yazarmış. Dolayısıyla, bir odanın en son hangi tarihte tadilat gördüğünü her zaman bilmek mümkün olabiliyor. Yapılar, tarihî belgesini üstünde taşıyor. Safranbolu’nun, safranlı lokumları, renk armonisi içindeki yemekleri, pilavları ve makarnalarının tadına bakmak, fotoğraflarını çekmek kadar güzeldi. 52 Karadeniz’ in bir başka sahili olan, Kurtuluş Savaşımız’daki kahramanlıklarıyla hafızamızda yer eden, 27 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu’ dan sonra, “Şapka Devrimi” nin ikinci tanıtımının yapıldığı, şirin kasaba İnebolu’ yu ve tarihsel Türkocağı binasını gezip dolaşmak, Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen tarafından yapılmış olan balmumu Atatürk Heykelini ve o günlere ilişkin malzeme, eşya, belge ve fotoğrafları yakından görmek heyecan vericiydi. Yüzde 74’ ü ormanla kaplı olduğu bilinen, geleneksel Türk evleri, Kurtuluş Savaşı’nın çılgın Türklerinden olan Şehit Şerife Bacı Heykeli, ahşap ürünleri, taş baskı örtüleri, özel dokumaları ve tırnak düğümü dantelli örtüleriyle, ve de çekme helvasıyla meşhur olan Kastamonu’ da bulunmak ve şehir merkezindeki bir tepeden, her saat başı saati haber veren bir saat kulesiyle, farkında olarak yaşamak, ayrı bir güzellikti. Gezi boyunca dolu dolu geçen her günün gecesinde konakladığımız Ilgaz dağlarında, çam ormanları içinde, pırıl pırıl aydınlık, oksijenin maksimum olduğu, çevre kirliliği diye bir problemin yaşanmadığı bir ortamda uyanmak, sabah yürüyüşlerini yaşamak, doyulmaz bir güzellikti. Batı Karadeniz’ den Ege’ ye yöneldiğimizde gezimizin son uğrak yeri, başkentimiz Ankara idi. Daha önce görmüş olmama rağmen tekrar tekrar gezmekten bıkmayacağım, her seferinde farklı ayrıntıları gözlediğim, ulusumuzun temellerinin atıldığı, I.Türkiye Büyük Millet Meclisi ( Kurtuluş Savaşı Müzesi) ve II. TBMM binaları, yine Atatürk’ ün telkinleri ile Hitit eserlerinin getirtilip, Fatih dönemi eseri olan, tarihi Mahmut Paşa Bedesteni’nde sergilenmesini istediği ve 1921 yılında Hitit müzesi olarak açılışının yapıldığı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ ni gezmek tarih içinde bir seyahat gibiydi. Müze rehberi Turhan Sekizkök’ten aldığımız bilgiye göre, başlangıçta sadece Hitit dönemine ait eserlerin sergilendiği müze, daha sonra, kronolojik bir sırayla sergilenmekte olan, diğer uygarlıklara ait eserlerle ve kendine özgü koleksiyonları ile dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Anadolu Medeniyetleri Müzesi haline gelmiş. 1997 tarihinde İsviçre’ de 68 müze arasından birinci seçilerek Avrupa’da “Yılın Müzesi” ünvanını almış bir müzemiz olması da ayrıca gurur verici… Büyük Kurucu’nun yattığı Anıtkabir’de saygı duruşundan sonra, Anıtkabir bünyesinde sayısız bölümlerden oluşan ve 2001’de açılan, çeşitli savaş sahnelerinin, resim, materyal, ses ve ışık etkileri ile canlandırıldığı, Atatürk’ ün silah arkadaşları ve kahramanlıkları bilinen diğer kahramanlara ilişkin büstler, freskler ve yağlı boya tabloların yer aldığı, panoramik Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’ ni ziyaret ettik. Yine Prof. Dr. Büyükerşen tarafından yapılmış olan, Atatürk’ ün bir başka balmumu heykelini daha gördük. 53 Madde bağımlılığıyla mücadelede Türkiye’nin ilk ve tek enstitüsü SÖYLEŞİ: Ali İhsan MİMTAŞ 2 008 yılında kurulan Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri (BATI) Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Hakan Coşkunol, Enstitü’yü Egeliler için anlatırken, madde bağımlılığı konusunda da önemli bilgiler verdi. Türk Ocağı, Atatürk`ün İnebolu`da şapka devrimi konuşmasını yaptığı binadır. 2006 yılında restore edilmiştir. Son ziyaretlerimiz tamamladıktan sonra, dolu dolu yaşanmış günlerin ve saatlerin ardından çok bilgilenmiş, çok çok mutlu, biraz yorgun olarak İzmir’ e dönüş yolculuğumuz başladı. Ülkemizi görmeye, tanımaya, tarihimizi biraz daha sindirmeye meraklı olan, tüm gezi katılımcılarına teşekkür ediyorum. Egeli olarak, görmeyi istedik ve bir arada olduk, güzel sohbetler ve arkadaşlıklar yaşadık. Bize sunulan ve paylaşılan bu güzellikleri ve gerçekleri, ben de her zaman ve herkesle paylaşmaya açığım. Organizasyonun başından sonuna, emeği geçen herkese bir kez daha sonsuz teşekkürlerimi sunar, daha nice kültür gezilerinin devamını dilerim. 54 Ülkemizde madde bağımlılığı konusunda kurulan ilk enstitü Ege Üniversite’sinde yer almaktadır. Enstitünün kuruluşu nasıl gerçekleşti? Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü, madde bağımlılığı ile mücadele amacıyla oluşturulan Türkiye’nin ilk ve tek enstitüsüdür. Ege Üniversitesi’nin, BATI Enstitüsü’nün kurulmasıyla ilgili temel hedefi Türkiye’de madde bağımlılığıyla ilgili eğitim, araştırma ve tedavi konularında, yerel ve ulusal politikaların belirlenmesinde ışık tutabilecek bir kurum oluşturmaktı. Ege Üniversitesi’nde bağımlılık konusunda yapılan çalışmalar çok köklüdür ve bu hedef doğrultusunda birçok kurum birlikte çalışmaktadır. Üniversitemizde madde bağımlılığı konusunda 2 tane köklü tedavi kurumu var olup, bunlardan bir tanesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı içindeki Bağımlılık Tedavi Birimidir. Türkiye’nin en eski bağımlılık birimlerinden olan, Psikiyatri içindeki Bağımlılık Tedavi Birimi 1994 yılında kurulmuştur. Bir diğeri ise yine alanında öncülük yapan 2003 yılında kurulan Çocuk ve Ergen Madde Bağımlılığı Tedavi ve Eğitim Merkezidir (EGEBAM). Her iki kurum da enstitünün kurulmasında öncülük etmişlerdir. Aynı zamanda Zehir Uygulama ve Araştırma Merkezi (ZAUM) bağımlılık yapan maddelerin saptanması ve saptanmasındaki ölçütlerin geliştirilmesiyle ilgili, BATI Enstitüsünün oluşturulmasına öncü- Soldan sağa: Enstitü Sekreteri Hasan Şahin, Enstitü Müdür Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Serap A. Akgür, Enstitü Müdürü Prof. Dr. Hakan Coşkunol lük eden kurumlardan bir diğeridir. İlaç Uygulama ve Araştırma Merkezi (ARGEFAR) de bu enstitünün kurulmasında rol alan merkezlerden biridir. İşte, bu kurumların işbirliğiyle BATI Enstitüsü kuruldu. Bundan sonraki adımımız madde bağımlılığı ve ilgili anabilim dallarının YÖK tarafından kabul edilmesinin sağlanması ve madde bağımlılığı alanında yüksek lisans ve doktora programlarının oluşturulması. Madde bağımlılığı alanında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir meclis araştırması yapıldı ve meclis araştırma komisyonunun sonuç önerilerinden bir tanesi, madde bağımlılığı ile ilgili eğitim ve tedavi merkezlerinin desteklenmesi şeklindeydi. Türkiye’de İçişleri Bakanlığına bağlı Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi (TUBİM) ise Madde Bağımlılığı Anabilim dallarının üniversitelerde oluşturulması yönünde bir karar aldı. Sağlık Bakanlığı Madde Bağımlılığı Bilim Komisyonu da benzer bir kararı destekliyor. Keyifli ama bir yandan da oldukça zor bir süreç. Enstitüde uygulanan tedavi yöntemleri neler? Terapi veya ilaç bizim sade vatandaş olarak ilk aklımıza gelen şeyler. Bunun dışında hastaların sosyal hayata katılımına yönelik ne tür programlar uyguluyorsunuz? BATI Enstitüsü, tedavi etmekten öte tedavide yöntem geliştirmek ve standart tedavi modelleri oluşturmak amacıyla hizmet veriyor. Tedaviyi rutine soktuktan sonra bu tedavilerin uygulanmasıyla ilgili kurumlara öncülük yapıyoruz. Örneğin halen yapmakta olduğumuz bir çalışma var. Türkiye’de madde bağımlılığı nedeniyle yakalanan ve yakalandıktan sonra zorunlu olarak tedavi alanlara, “denetimli serbestlik” çerçevesinde bir tedavi programı uygulanıyor. Bu kişilerin tedavisiyle ilgili sorumluluğu Sağlık Bakanlığı, izlemiyle ilgili sorumluluğu ise Adalet Bakanlığı almıştır. Hastanelerde denetimli serbestlik olgularına yönelik standart tedavi programlarının uygulanması için Sağlık Bakanlığı Madde Bağımlılığı Bilim Komisyonunda alınan kararlar doğrultusunda uygulanan tedavi 55 bulunmaktadır. Enstitümüzün sosyal sorumluluk çalışması olarak çalışmamızın bulgularını, yapılması gerekenleri, projeleriyle birlikte İzmir Valiliğine sunmayı planlıyoruz. programının geliştirilmesi, etkin bulunursa Türkiye’deki bağımlılık merkezlerine yerleştirilmesini BATI Enstitüsü üstlenmiştir. Denetimli Serbestlik Konusunda tedavi için başvuran kişi ne kadardır? İzmir’de 2 bin civarında Türkiye’de ise 20 bin civarında. Zorunlu tedavi kapsamında bu kişilere standart bir tedavi programı uygulanması, bu programın ve etkinliğinin test edilmesi gerekmektedir. İşte enstitü burada devreye giriyor. Bu programın oluşturulması ve oluşturulduktan sonra test edilmesi ve bu etkinliği test ettikten sonra bu programın Türkiye’de diğer merkezlerden gelecek uzmanlara da bu programın eğitiminin verilmesi ve sertifikasyonun sağlanması gerekiyor. Enstitünün hedefleri bunlar aslında. Enstitünün tedavi hedefleri de araştırma ve eğitim odaklı gibi görünüyor. Elbette. Türkiye’de şu anda 19 tane Alkol, Madde Araştırma, Tedavi Merkezi (AMATEM) var. Halen AMATEM’lerin görevli personelinin standart bir eğitim alması ve sertifikasyonu söz konusu değil. Bağımlılık profesyonellerine yönelik eğitimin oluşturulması ve bakanlık düzeyinde sertifikasyonunun sağlanması için Sağlık Bakanlığıyla işbirliği içindeyiz. Madde bağımlılığı açısından risk altında olan kişilere yönelik eğitimler (öğrenciler, çalışan gençler) ve eğitici eğitimlerinin (rehber öğretmenler, sağlık ve emniyet personeli) geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması çalışmalarımız da sürmektedir. BATI Enstitüsü olarak geçen sene “Madde Kullanım Bozukluklarında Yasalar ve Etik” konusunda bir sempozyum yaptık. Ege Bölgesi’nde madde bağımlılığı ile ilişkili çalışan hekimlere, hukukçu, sosyal çalışmacılara yönelik olan bu sempozyumda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ile işbirliği yapıldı. Bu sene Türkiye’de trafikten sorumlu emniyet amirlerine yönelik “Trafikteki Sürücülerde Alkol ve Madde” konulu çalıştayı düzenliyoruz. Peki uyuşturucu madde kullanan kişiler size nasıl ulaşıyor? Yani emniyetten sonra mı size sevk ediliyor? 56 Birkaç yoldan ulaşıyorlar. Bunlardan bir tanesi, madde kullanan kişilerin kendi rızalarıyla bırakmak için gelmeleridir. Bu kişiler 18 yaşın üstündeyse psikiyatriye, 18 yaşın altındaysa çocuk psikiyatrisinin içindeki bağımlılıkla ilgili birimlere yönlendiriliyorlar. Bunun yanı sıra aileler ya da kurumlar da kişileri gönderebiliyor. Yani aile bir şekilde bağımlı olan kişiyi saptıyor ve saptadığı kişiyi rızasıyla tedaviye getiriyor. Yine işyerleri, kurum içinde sorunların çıkmasıyla herhangi bir yasal sorun olmaksızın idari sorunlarla bağlantılı olarak o kişilerin rızası doğrultusunda tedaviye yönlendirebiliyorlar. Bir diğer yol ise denetimli serbestlikte olduğu gibi madde bağımlısı kişinin çevresindekiler tehdit oluşturabilmesi sebebiyle yasal bir tedavi zorunluluğu ile tedavi kurumlarına yönlendirilmesidir. Ancak bu kişilerin yönlendirilmesi ve tedavisi BATI Enstitüyle işbirliği içinde olan kurumlarda olmaktadır. Ege Üniversitesinde erişkin olguların tedavisini Bağımlılık Tedavi Birimi, çocuk ve ergenlerin tedavisini ise EGEBAM yapmaktadır. İzmir’de 2 bin denetimli serbestlik olgu olması çok yüksek bir oran değil mi? Türkiye ortalamasına baktığımızda.. İzmir’in madde kullanımıyla ilgili duruma ışık tutacak bir araştırma yaptık. 6 bin lise öğrencisini kapsayan bu çalışmada, İzmir’de ve çevre ilçelerde, alkol, sigara ve madde kullanım oranlarını saptadık. Yasadışı madde kullanımı oranı %1,4 olarak bulunmuştur. İzmir açıkçası diğer şehirlerden çok ciddi bir farklılık göstermemekte hatta bazı maddelerde diğer şehirlerde çok daha düşük madde kullanım oranları bulunmaktadır. Fakat İzmir’de belli bölgelerde ve belli özelliklerdeki gençlerde madde kullanımı daha da riskli olabiliyor. Çalışmamızdan çıkan birkaç tane ön sonuçtan bahsetmek gerekirse İzmir’de yasadışı madde kullanımının ötesinde yasal olan maddelerin kullanımı “sigara (lise ogrencilerinde kullanim orani %28) ve alkol (%33) kullanımı” daha dikkat etmemiz gereken bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak risk oluşturabilecek ya da koruyucu olabilecek faktörleri saptadık. Risk oluşturabilecek faktörlerden en önemlilerden bir tanesi anne ve babalarda madde, sigara ve alkol kullanımı, anne-baba ayrılıkları ve arkadaş çevresinde madde kullanımıdır. Gençlerin madde kullanımında anne-baba özellikleri ve içinde bulundukları çevrenin özellikleri bir risk olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden de risk faktörlerini ortadan kaldıracak ve koruyucu faktörleri ön plana çıkaracak çalışmalar yapmamız gerekiyor. Gençlerde İzmir’in madde kullanım haritasını çıkardık. Bu haritada 100’e yakın koruyucu ve risk faktörü belirlendi. Her bir madde için, örneğin uçucu madde için ya da sigara kullanımı için farklı risk faktörleri Eğitim sürecinin hiçbir yerinde madde bağımlılığı konusunda en ufak bir bilgiye rastlamadık. Bizi uyaran insanlar da kulaktan dolma bilgilerle bizi donatıyorlar. Bu konuya eğitim sisteminde yer verilmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Madde bağımlılığı eğitiminin bir çok boyutu var. Bunlardan birisi bağımlılıkla ilişkili olabilecek alanlara lisans düzeyinde bağımlılık eğitiminin verilmesidir. Bu konuda Ege Üniversitesi yine öncülük yapan kurum olmuştur. Ebelik, hemşirelik ve sağlık memurluğunda lisans düzeyine “madde bağımlılığı” dersi 5 yıldır düzenli olarak verilmektedir. Ancak bu derslerin ilgili diğer meslek kollarına da yaygınlaştırılması yapılmalıdır. İkincisi ise eğitim verenlerin eğitimidir ki Enstitü olarak temel hedefimiz bu konudaki eğitimleri yaygınlaştırmaktır. İzmir’de eğitim projesini yaptığımız çalışmayla birlikte Valiliğe sunduğumuzda rehber öğretmen eğitim modüllerini de sunmamız gerekecek, ondan sonra da bu modüller kapsamındaki programların onun sürekliliğini sağlamamız gerekecektir. Halen okullarda madde bağımlılığı eğitimleri yapılıyor ama nasıl ve kimler tarafından yapılıyor? Bazı okullar bu eğitimden bıkmışken bazı okullar ise eğitim açlığı içinde oluyor. Eğitim hedef bölgelere yeterince ulaşamıyor, yetkin kişilerce uygulanmıyor ve böyle olunca da o eğitimin yaygın ve standart olmasıyla ilgili çeşitli sorunlar ortaya çıkıyor. Eğitimlerin etkinliğinin yeterince test edilememesi de bir başka sorunu oluşturuyor. Ünlüler gençlerde bir model oluşturuyor mu? Çok ciddi bir rol model oluşturuyorlar. Özellikle ergenlik dönemi kişinin anne-babayla ilgili sorunlar yaşayıp, kendi içinde bulunduğu gruplar ve o grupların idolü olan kişilerle ilgili rol modelleri oluşturduğu bir dönemdir. Bu kişilerin herhangi bir olumsuz davranış olarak kamuoyunda görülmeleri aynı davranışların model alınmasını da beraberinde getiriyor. Burada basına büyük bir görev düşmektedir. Verilecek haberlerin gençleri etkileyebilecek unsurlarının gözden geçirilerek sunulmasında yarar vardır. İş yerlerinde madde kullanan personelimiz var mı, öğrencimiz var mı, trafikteki şoför kullanıyor mu diye dikkat etmiyoruz. İş yerlerinde madde kullananların saptanabilirliğinin bilinmesi caydırıcı olur mu? Trafik işin tamamen ayrı bir boyutudur. BATI Enstitüsü tarafından “Alkol ve Trafik” adlı bir kitap Eylül 2009’da Ege Üniversitesi yayını olarak çıkarılıyor. Trafikte alkollü olarak 1 kere yakalanan kişinin 6 ay, 2 kere yakalanan kişinin 2 yıl boyunca ehliyeti alınıyor. İkinci kere yakalanan kişiler bir eğitimden geçiyor. Bu eğitimden geçirilen kişilere eğitim veren Sağlık Bakanlığı görevlileri var. İzmir’de trafik eğitici eğitimlerini İl Sağlık Müdürlüğü ile BATI Enstitüsü birlikte yürütmektedir. Profesyonel sürücüler ise, işin çok daha farklı bir boyutudur. Şu anda İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı bir karar var. Bu karar trafikteki profesyonel sürücülerin, taksi şoförlerinin madde kullanımı olup olmadığının tespit edilmesinin denetlenmesidir. Bu karar alınmış olmasına karşın halen işlemiyor. Kararın uygulamaya geçmesini sağlamak ve bu programın işlemesiyle ilgili belediyeyle işbirliği içinde bulunmak hedeflerimiz arasındadır. Diğer önemli hedeflerimizden bir tanesi de sanayi ile işbirliği içinde olmak, uygulamaya yönelik alanlarda örneğin, madde kullanımının trafikte saptanmasına yönelik yöntemlerinin geliştirilmesi gibi çalışmaların birlikte yapılmasıdır. Demokrasi ve birey özgürlüklerini ön plana çıkaran toplumlarda özgürlükler madde kullanımında da zaman zaman bu anlamda değerlendiriliyor. Bu konudaki görüşünüz nedir? Bazı kültürlerde madde kullanımına belli boyutlarıyla izin veriliyor. Bunlardan bilinen örnek Hollanda’da belli kafelerde yasal olmayan maddelerin (esrar, hallusinojenler) kullanılması ve belli miktar alınmasının serbest olmasıdır. Tabii ki bunun kafeler dışında kullanılmasıyla ilgili yasal düzenlemeler vardır. Ancak bu durum birçok olumsuzluğu beraberinde getirmektedir. Yasal olmayan diğer maddelerin kullanımı ve bağımlılığında Hollanda’da belirgin bir artış kendini göstermektedir. Serbestlikler beraberinde bizim kontrol edemediğimiz birçok olumsuzlukları da getiriyor. Sigarayla ilgili uygulamaya konan son yasa sizce caydırıcı olacak mı? Aslında geçişin keskin olmasının getirdiği birtakım tepkiler dışında açıkçası çok da iyi bir uygulama. Toplumda sigaranın kullanılmasının zorlaştırılmasının, kullanma ihtimali olabilecek, başlayacak kişilerin başlamasını ve kullanmasını çok azaltacağı kanısındayım. Yaptığımız çalışmalarda esrar kullanan gençlerin hepsinin ilk başta sigara kullandığını görmekteyiz. Buradan hareketle gencin sigara kullanmamasının sağlanması esrar kullanılmasını çok belirgin olarak önleyecektir. 57 Az sayıda eski eserin bağışlanmasıyla oluşturulan Eski Eserler Koleksiyonu’nda bugün bini aşkın eser yer alıyor. Eski Eserler Koleksiyonu HABER: Duygu ÖZTÜRK FOTOĞRAF: Gamze KARADEMİR EROL E Mısır’ın yeni krallık dönemi 18.hanedan firavunlarından III.Thutmosis’in yaptırdığı sunağın (üstteki) hiyeroglif yazılı kaidesinde şöyle deniyor: “Güneşin oğlu Thutmosis bu anıtı ‘Ra-men Xeper’in Görkemli Anıtı olarak adlandırılan büyük salonu inşa ettirdiği sırada babası Amon-Ra’nın anısına dikti. Hayat veren (Tanrı) işte böyle yaptı.” Girlandlı Friz (İ.Ö 1. yy. - İ.S. 1. yy.) adı verilen süsleme örneğinin (sağdaki fotoğraf üstteki eser), kale duvarı veya tak parçası olduğu düşünülmektedir. Altında bulunan iki tablet ve ortalarındaki heykelcik de farklı dönemlere ait mezar taşlarıdır. 58 debiyat Fakültesi Eski Eserler Koleksiyonu, 1995 İzmir Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü’nden alınan koleksiyonerlik belgesi ile faaliyete geçirilmiştir. Az sayıda eser ile başlayan koleksiyon, şu an bin adedi aşkın esere sahiptir. Eserler koleksiyona bağış yoluyla kazandırılmıştır. Koleksiyona eser bağışlayanlar arasında İzmir İngiliz Konsolosu A.William Buttigieg, Manisa Gördes İlçesi’nden eski milletvekili ve koleksiyoner Hayri Büke, Prof. Dr. Gönül Öney, Prof. Dr.Ö.Faruk Huyugüzel, Prof. Dr. Sabri Sürgevil, Doç. Dr. Süley- man Özkan, koleksiyoner Yavuz Tatış, arkeolog Şükrü Tül, Civan Gezek, Hasan Arıcan, Şerif Başoğlu, Hulusi Emmeti, İbrahim Karakoç ve Menemen Doğa Köyü ahalisi bulunmaktadır. Tarihin adeta yeniden hayat bulduğu, geçmişin günümüzde tekrar canlandığı sergide 529 adet sikke ile 652 adet arkeolojik ve etnoğrafik Üst raf: M.Ö. 2000 Doğu Anadolu kapları Orta raf: M.Ö. 2000 Asur tablet ve mühürleri Alt raf: M.Ö. 3000 Doğu Anadolu kapları karakterli eser bulunmaktadır. Bu eserler, yaklaşık İ.Ö.3.bin yıldan İ.S.20. yüzyıla kadar olan döneme aittir. Bu eserlerden Mısır hiyeroglif yazıtı içeren bir sunak kaidesi; silindir mühür örnekleri; çivi yazılı kil tablet örnekleri; Grekçe ve Osmanlıca yazıtlı mezar stelleri örnekleri; çanak-çömlek ve alet örnekleri koleksiyonu ziyaret edenlerce görülebilir. Yine mimari süsleme örnekleri; figürin örnekleri, amphoralar, tüfek ve tabancalar ve ayrıca Grek, Roma, Bizans Sikkeleri ile Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Sikke örnekleri de koleksiyonda sergilenmektedir. Koleksiyonun en ilgi çekici ve değerli parçalarından biri olan Eski Mısır Kum taşından yapılmış 75.2 cm uzunluğunda, yapımı İ.Ö.1479-1425 yılları arasında tamamlanmış bu antik eserin yapım hikayesi de bir hayli ilginç. “İ.Ö. 3100’lerde, hanedanlar dönemi öncesi, Aşağı ve Yukarı Mısır,Yukarı Mısır Kralı Narmer tarafından birleştirilmiştir. Erken hanedanlar döneminde (İ.Ö.2950-2575.1.-3.sülale) yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşan Mısır, güçlü ve zengin sülalelerin bireylerinden olan bir kral (firavun) tarafından yönetiliyordu. Kralların ölümünden sonra da dünyadakine benzer bir yaşam süreceğine inanıldığından, krallar için anıtsal piramit mezarlar yapılmış ve içlerine yiyecekler, ev eşyaları, mücevherler ve silahlar konmuştur. Eski krallık döneminde (İ.Ö.25752150:4.-8.Sülale), 4.sülale zamanında sanat ve teknolojide zirveye ulaşan Mısırlılar, dünyanın yedi harikasından biri sayılan, Gize’deki piramitleri yapmışlardır.Mısır’ın yeni krallık dönemi 18.hanedan firavunlarından III. Thutmosis’in yaptırdığı Ege Üniversitesi Eski Eser Koleksiyonu’nda yer alan sunağın hiyeroglif yazılı kaidesi ise şöyle; “Güneşin oğlu Thutmosis bu anıtı ‘Ra-men Xeper’in Görkemli Anıtı’ olarak adlandırılan büyük salonu inşa Hint-Avrupa kökenli olan Persler, İ.Ö. 1300 dolaylarında, Kafkaslar üzerinden geçerek, Güneybatı İran’da Parsa (Fars) eyaletine yerleşmişler, İ.Ö. 1. bin ortalarına değin, o dönemde bölgeye egemen olan Med Krallığı’na bağlı bir prenslik olarak yaşamışlardır. İ.Ö. 558’de yeni prens ilan edilen II. Kyros, güçlenmiş ve İ.Ö. 550’de Med ordusunu bozguna uğratarak, Med Devleti’ne son vermiş ve büyük Pers Devleti’ni kurmuştur. İ.Ö. 6. yüzyıl ortalarında Med Devleti’nin aniden çöküşü ve Kyros yönetimindeki Perslerin yükselişi, Ön Asya’daki dengeleri bozmuş ve yeni bunalımlara yol açmıştır. Sonunda tüm Anadolu Pers egemenliği altına girmiştir. İ.Ö. 546 tarihinde Pers Kralı II. Kyros’un, Lydia Kralı Kroisos’u mağlup ederek, Lydia Krallığı topraklarını hakimiyeti altına aldığı tarihe kadar sikke basmamış olan Persler, kralları II. Kyros (İ.Ö. 558-529) ve II. Kambyses (İ.Ö. 529-521) dönemlerinde Lydia Krallığı sikke tiplerini (Önyüzünde, karşılıklı aslan ve boğa protomu; arka yüzünde, zımba çukurluğu) kullanmışlardır. Kendilerine özgü ilk sikkeleri İ.Ö. 515 dolaylarında, Kral I. Darius (İ.Ö. 521-486) döneminde basmışlardır. Bu sikkelerin önyüzünde, bir elinde yay, diğer elinde mızrak ya da hançer tutan taçlı kral figürü; arka yüzünde ise şekilsiz zımba çukurluğu vardır. Perslerin altın sikkelerine “Dareikos”, gümüş sikkelerine “Siglos” denir. Dareikoslar 8.4 gr., Sigloslar 5.6 gr. ağırlığındadırlar. Persler, aynı tipte olan sikkelerini, Kral Darius III’ün (İ.Ö. 336-331) İ.Ö. 331’de, Arbela’da Büyük İskender’e mağlup olmasına kadar basmışlardır. 60 ettirdiği sırada babası Amon-Ra’nın anısına dikti. Hayat veren (Tanrı) işte böyle yaptı.” Koleksiyonda dikkat çeken diğer önemli parçalar Pers Sikkeleri ile İngiliz Konsolosu A.William Buttigieg tarafından armağan edilen tüfeklerdir. Ateşli, hafif bir silah türü olan tüfek, 13. yüzyılda barutun bulunuşundan sonra icat edilmiş ve yavaş yavaş geliştirilmiştir. Tarihi kayıtlara göre, 14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kullanılmaya başlayan ilk tüfekler, yivsiz ve ağızdan dolmadır. Ağır oldukları için de kale burçlarından, bir duvar ya da dayanağın üzerinden kullanılmaya elverişli idi. Bu haliyle tüfek, bir savunma silahı karakteri gösteriyordu. İlk tüfeklerin ateşleme sistemi, kibrit, fitil benzeri, yavaş yavaş yanan nesnelerle çalışıyordu. 18. yüzyıl başlarında çakmak taşı kullanılarak daha güvenilir bir ateşleme düzeni sağlanmıştır. 19. yüzyıl başlarında ise ateşleme kapsülü keşfedilmiş ve bunun ardından, namlusu yivli, mekanizması iğneli ve kuyruktan doldurulan tüfekler geliştirilmiştir. 1996 yılında bir sergi salonu düzenlenerek, eserler sergilenmeye başlanmıştır. Sergi salonu, Edebiyat Fakültesi Dekanlığı koridorunda yer almaktadır. Koleksiyon sergi salonu olarak ziyarete açıktır. Ziyaret etmek isteyenler Uzm. Mehmet Önder’e müracaat ederek koleksiyonu görebilirler. Su sporları takımımız başarılara imza atıyor E HABER: Duygu ÖZTÜRK Ege Üniversitesi Spor Kulübü Su Topu Takımı Açık Küme’den, 2. lige yükseldi. Kulüpler arasında ODTÜ’den sonra 2. üniversite kulübü takımı olan Su Topu Takımımız, önümüzdeki dönemde birinci lige yükselmeyi hedefliyor. ge Üniversitesi Su Topu Kulübü; 90’lı yıllarda birinci ligde oynayan ve o yıllarda inanılmaz başarılara imza atan kadronun dağılmasının ardından 2007 yılında tekrar kuruldu. Ege Su Sporları Tenis İhtisas Kulübü’nün (ESTİ), ekibin kurulması esnasında antrenör, teknik ve taktik anlamında sağladığı desteklerle Ege Üniversitesi Su Topu Takımı bir anlamda küllerinden yeniden doğdu. Bu sporla ilgilenen öğrencilerin lisanslarının çıkarılmasıyla beraber Ege Üniversitesi Su Topu Takımı profesyonel anlamda yarışmalara katılmaya başladı. Kısa sürede büyük yol kateden takım Türkiye 2. ligine yükseldi. Üniversitemiz Su Topu Takımı Türkiye Su Topu Federasyonu Kulüpleri arasında yapılan müsabakalara da katıldı. 2007 – 2008 döneminde Sutopu Açık Küme Grup Final Müsabakaları Ön Elemeleri Gaziantep’teydi. Gaziantep’ten grup şampiyonu olarak ayrıldı ve İstanbul’daki play off müsabakalarına katılmaya hak kazandı. Ancak final maçını kaybederek ikinci kümeye çıkamadı. Su Topu Takımı idareci ve oyuncusu Tarkan Laleli, bu olayın takımı kamçıladığını ve diğer yarışmalara daha iyi hazırlandıklarını söylüyor. Geçen dönemde ise tüm maçları açık ara farkla kazanan tamımımız, ardından final maçında İstanbul Moda takımıyla karşı karşıya geldi. Yine farklı bir galibiyetle maçı tamamlayan Ege Üniversitesi Spor Kulübü 2. Lige yükselmiş oldu. Laleli “Gerek kondisyonumuzla, gerek takım ruhumuzla bir bütün olduğumuzu kanıtlamış olduk. İstanbul takımlarına karşı Ege’yi en iyi şekilde temsil ettik” dedi. Tarkan Laleli, su topu her ne kadar dünya çapında çok bilinen ve çok sevilen bir spor dalı olsa da İzmir’de bu branşla ilgili çok fazla kulüp olmadığı için bu sporun hak ettiği ilgiyi bulamadığını söyledi. Laleli sözlerini şöyle sürdürdü: “İzmir’in bir sahil şehri olarak bu konuda iddialı olmasını ve bu iddiasını da ortaya koymasını istiyoruz”. Takımla ilgili değerlendirmelerde bulunan Laleli şunları söyledi: “Şu anda bakıldığında su topu takımımız oldukça güçlü. Ekipteki oyuncuların 61 Ege Üniversitesi tekstil ürünlerinde iddialı Ege Üniversitesi Tekstil ve Konfeksiyon Uygulama ve Araştırma Merkezi ürettiği ürünlerin sağlamlığı çoğunluğunu Ege Üniversitesi Master Takımında yüzen sporcular oluşturuyor.Yine takımımız Ege Üniversitesi mezunları, öğrencileri, personeli, akademisyeninden, su topuna ve Ege’ye gönül vermiş oyunculardan oluşuyor. Yakın tarihte su topu takımımızın antrenmanları start alıyor. Müsabakalara kadar önümüzde yaklaşık bir yıllık süreç var. Bu süre içerisinde iyi bir kadroyla, iyi bir çalışma temposu ve iyi bir takım ruhuyla takımımızı birinci ligde görmeyi planlıyoruz.” Ege Üniversitesi Spor Kulübü 1955 yılında Ege Üniversitesi’nin kuruluşuyla birlikte faaliyete geçti. Bu kulübün zaman zaman aktiviteleri arttı, her branşta gelişme gösterdi. Ege Üniversitesi Yüzme Kulübü ise, Ege Üniversitesi Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu’nun yapımının tamamlanması ve faaliyete geçmesinin hemen ardından “Ege Üniversitesi Spor Kulübü”nün bir şubesi olarak kuruldu. 1990 yılında İzmir’deki özel bir kulübün kendini lağvetmesiyle Ege Üniversitesi yüzme şubesi oldu. Ege Üniversitesi Yüzme Kulü- 62 bü, milli takıma yüzücü vererek, uluslararası müsabakalara katılarak ülkeyi, Türk yüzme sporunu ve Ege Üniversitesi’ni başarıyla temsil ediyor. Ege Üniversitesi Yüzme Kulübü, 20 yetişkin sporcuyla başlayan çalışmalarını ve kapasitesini 15 yıl içerisinde 10 kattan fazla artırarak, 0-4 yaş öğrenim grubundan, 20 yaş ve üzeri elit yüzücüye kadar olan geniş bir yelpazede, 256 sporcuyla çalışmalarını sürdürüyor. Bu gün 46 tane yüzme kulübü barındıran ülkemizde yüzme kulübümüz ilk onun içinde yer alıyor. Ege Üniversitesi Spor Kulübü Yüzme Şubesi Başkanı Birol Akşit, bu güne kadar elde edilen başarıların oldukça kısıtlı imkanlarla kazanıldığını söylüyor ve ekliyor: “Şu anda ise elimizde milli takım antrenörlüğü düzeyinde arkadaşlarımız da bulunuyor. İdarecilerimiz Ege Üniversitesi içinden seçiliyor. Bu arada Ege Üniversitesi üst yönetimi de kulübe her zaman çok büyük destek veriyor. En büyük avantajımız olimpik bir havuzumuzun var olması ve kampus içinde çalışmalarımızı sürdürebiliyor olmamız. Beden Eğitimi Spor Yüksek Okulu(BESYO)’nun da üniversitemizde olması bizim için büyük avantaj. Türkiye’de genellikle ilk üçte, özellikle belirli yaş gruplarında Türkiye şampiyonluğunu elimizde tutuyoruz. Özellikle altyapıda çok iyi bir öğrenci kitlemiz var”. Kulüp bünyesinde lisanslı üniversite öğrencilerinin yanı sıra küçük yaş gruplarında sporcular da yer alıyor. Bu küçük yaş grupları içindeki çoğu öğrenci Ege Üniversitesi personelinin yakınları ve çocukları. Sporcular, büyükler ve altyapı sporcuları olarak yaş gruplarına göre değişik yarışlara katılıyor. Büyüklerdeki başarı oranımız diğer gruplara oranla daha az. Çünkü bu kategorideki öğrenciler İzmir dışındaki başka üniversitelere de gidebildiklerinden sayımızda belli oranda kopma ve dağılma oluyor. Her gün biraz daha büyüyen kulüp bünyesinde Su Altı Performans Sporları adında yeni bir branş oluşturuldu. Bu branşta büyükler kategorisinde üniversite öğrencileri yarışacak. Sualtı Performans Sporları; su altı rugby’si, su altı hokey, su altı hedef vurma ve paletli yüzme adı altında 4 ayrı branşta etkinlik gösterecek. Akşit, “Bu güne kadar ki çalışmalarımız sayesinde su altı hokeyi ve su altı rugby’si dallarında Türkiye’deki diğer kulüpler arasında oldukça iddialı bir konuma ulaştık. Çalışmalarımız her geçen gün katlanarak devam ediyor. Her branştaki ekiplerimizi en kısa zamanda çok daha iyi yerlerde görmek için Ege Üniversitesi olarak çabalıyoruz ve diğer braşlarda da açılımlar yapmak istiyoruz” diyor. ve kalitesi konusunda iddialı. HABER: Petek DURGEÇ E ge Üniversitesi bünyesindeki fakültelerin uygulama alanlarında üretilen ürünler yalnızca kampüs içinden değil kampüs dışından gelen müşterilerin de ilgisini çekiyor. Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Tekstil Mühendisliği Bölümü, ürettikleri kaliteli ürünleri kampüs içindeki satış yerinde tüketiciye sunuyor. Bölüm, bünyesinde barındırdığı Tekstil ve Konfeksiyon Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin çalışmaları kapsamında birbirinden zevkli ve kaliteli pek çok tekstil ürünü üretiyor. Konfeksiyon atölyesinde üretilen tişörtten şapkaya, kazaktan şala, laboratuar önlüğünden çantaya kadar pek çok ürün, tüketicilerden yoğun ilgi görüyor. Tişörtler her zaman gözde Satış yerinin sorumlusu Yasemin Çıngırt, “Her zaman en fazla ilgi ‘Ege Üniversitesi’ ambleminin yer aldığı tişörtlere oluyor.” diyor. Çıngırt sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kış mevsimine uygun olan kazak ve şallar da rağbet gören ürünler ara- sında. Ürünlerimizde en fazla iddialı olduğumuz nokta ise kaliteleri. Her biri son derece sağlam ve senelerce kullanılabilecek nitelikte. Ayrıca ürünlerimizin tamamı her beğeniye hitap edecek kadar da zevkli” şeklinde konuştu. Kampüs dışından da ürünleri satın almaya gelen pek çok müşterinin bulunduğunu ifade eden Çıngırt, özellikle has yünden üretilen bel korseleri ve dizliklere olan talebin çok yoğun olduğunu söylüyor. Atölye, dışarıdan gelen biniş (cüppe) taleplerini de karşılıyor. TEKSTİL MÜHENDİSLİĞİ FAKÜLTESİ SATIŞ YERİ FİYAT LİSTESİ En fazla ilgi, Ege Üniversitesi ambleminin yer aldığı tişörtlere. Erkek-Bayan Kazak 15 TL Süveter 10 TL Çantalar 3 TL Şal 5 TL Bel Korsesi 5 TL Dizlik 5 TL Tişört 7,5 TL Bereler 1,5 TL Atlet 1,5 TL Öğretim Üyesi Cüppesi 71 TL 63 HAZIRLAYAN: Demet ALTUNTAŞ “İnsan Kaynakları Sayfası”, Ege Üniversitesi’nin tüm çalışanlarını ilgilendiren konular hakkında her sayımızda güncel bilgileri aktarmak amacıyla hazırlandı. Bu sayıda, EÜ Personel Dairesi Başkanlığı’ndan aldığımız bilgiler ışığında kadroların durumu ve görevde yükselme eğitimleri ile ilgili bilgilere köşemizde yer verdik. Her sayımızda bu bilgileri güncellemeye devam edeceğiz. Görevde yükselme “Yükseköğretim Üst Kuruluşları ile Yükseköğretim Kurumları Personeli Görevde Yükselme ve Ünvan Değişikliği Yönetmeliği” uyarınca; 07 Temmuz 2009 tarihinde yapılan “Şef kadrosu görevde yükselme sınavı”nda başarılı olup atanmaya hak kazanan 30 personelin atamaları 10 Ağustos 2009 tarihinde yapıldı. Ayrıca Mühendis, Kimyager, Biyolog ve Tekniker kadroları için başvuruların tamamlanmasının ardından, ünvan değişikliği sınavı 01 Eylül 2009 tarihinde yapıldı. “Ünvan değişikliği sınavı”na 33 personel katıldı. Yeni memurlara oryantasyon programı Öğrenim ve katkı kredisine af resmi gazetede yayınlandı MADDE 15- 16/8/1961 tarihli ve 351 sayılı Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Kanununa aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. “GEÇİCİ MADDE 4 – Bu Kanun ile 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunundan doğan ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce takibe alınmış olan borcunu üç ay içerisinde Kuruma başvurarak ödeme taahhüdünde bulunanların, borcunun tamamını; a) Başvuru süresi içinde defaten ödemesi durumunda bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının yüzde yetmişbeşi, b) Oniki ay içinde aylık eşit taksitler halinde ödemesi durumunda bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının yüzde ellisi, c) Yirmidört ay içinde aylık eşit taksitler halinde ödemesi durumunda bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının yüzde yirmibeşi, ç) Otuzaltı ay içinde aylık eşit taksitler halinde ödemesi durumunda bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar hesaplanan gecikme zammının yüzde onu, terkin edilir. Taksitli ödemeler başvuru tarihini takip eden aydan itibaren başlar. Aylık taksitlerin aksatılmadan ödenmesi halinde bu maddenin yürürlük tarihinden itibaren gecikme zammı uygulanmaz. Aylık taksitlerin süresinde ödenmemesi halinde bu madde hükümleri uygulanmaz. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce ödenen tutarlar red ve iade edilmez. Bu madde kapsamına giren alacaklara karşılık yapılmış hacizler ödemeler nispetinde kaldırılır. Uygulamaya ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığının görüşü alınarak Kurum tarafından belirlenir.” 64 ÖSYM tarafından açıklanan KPSS2009/3 Yerleştirme Sonuçları uyarınca Ege Üniversitesi’nde 11 memur, 1 gemi adamı, 1 psikolog, 1 sosyal çalışmacı, 20 hemşire, 9 sağlık teknikeri ve 9 teknisyen kadrosuna yerleştirme yapıldı. Üniversitemiz kadrolarına yerleştirilmesi yapılan 52 adaydan 18 Ağustos 2009 tarihine kadar başvurularını yapmış olanlar 24 Ağustos 2009 tarihinde göreve başladı, aynı gün Personel Daire Başkanlığı’nca hazırlanan Oryantasyon Programı’na katıldılar. Boş kadroların dağıtımı Rektörlükte tutulan boş kadroların bölüm ve anabilim dallarına dağılımı yapıldı. Atamalar için Yükseköğretim Kurulundan aktarım izni bekleniyor. YÖK’ten izin bekleniyor 10.07.2009 tarih ve 9099 sayılı yazı ile Yükseköğretim Kurulu’ndan öğretim üyesi ve öğretim elemanı kadroları için kullanma izni istendi. Maaş işlemleri Ağustos ayından itibaren maaş işlemleri Fakülte Dekanlıkları tarafından yapılmaya başlandı. Kampüs Polikliniği açılıyor Ege Üniversitesi öğrenci ve personelleri sağlık hizmetini yeni açılan Tıp Fakültesi Kampüs Polikliniği’nden alabilecek. Tüm öğrenci, personel ve ailelerine sağlık hizmeti verecek olan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kampüs Polikliniği, Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı binasında 28 Eylül 2009 tarihinde hizmet vermeye başlayacak. Poliklinikte, Acil Tıp , Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları (2), Dermatoloji, Diş Hastalıkları (5), Enfeksiyon Hastalıkları, Gastroenteroloji, Göğüs Hastalıkları, Göz Hastalıkları, Halk Sağlığı, İç Hastalıkları, Kadın Hastalıkları ve Doğum, Kulak Burun Boğaz, Psikiyatri ile Radyoloji dallarında 19 doktor ve dokuz hemşire görev yapacak. Ayrıca hastalara bu poliklinik bünyesinde radyolojik işlemler ve Tıp Fakültesinin tüm laboratuvarlarında tetkik yaptırma imkanı da sağlanacak. Tıp Fakültesi Hastanesi polikliniği olması nedeni ile üçüncü basamak sağlık hizmeti verilecek olan birimde, sigarayı bırakmak isteyen öğrencilerimize hizmet veren Sigara Bırakma Polikliniği gibi koruyucu sağlık hizmetleri de yürütülecek. Nasıl yararlanılır? Kampüs Polikliniği’miz hafta içi 08.00-16.30 saatleri arasında hasta kabul edecek. Kurumumuz Ambulansı da 08.00-19.00 saatleri arasında acil durumlarda hizmet verecek. Öğrencilerimizin poliklinik hizmetlerinden yararlanabilmeleri için Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağkur kapsamında Sosyal Güvenlik Kurumu’na tabii ise T.C Kimlik numaraları ile veya Emekli Sandığına bağlı ise emekli sandığı sağlık karnesi ile başvuru yapmaları yeterlidir. Herhangi bir Sosyal Güvenlik Kurumuna bağlı olmayan 25 yaşın üzerindeki öğrencilerimiz kimlik bilgileri ile, 25 yaşın altındaki öğrencilerimiz ise anne ve babalarının kimlik bilgileri ile Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı sağlık bürosuna başvurarak sağlık karnesi çıkartabilecekler. Sosyal Güvencesi olamayan öğrencilerimizin tanı ve tedavi ödemeleri kurumumuzca karşılanacak. Kendi yemeğimizi kendimiz pişiriyoruz Yemek sektöründe yaşanan sıkıntılar ve alınan hizmetin beklentiyi karşılamaması nedeniyle önceki yıllarda ihale ile yemek hizmeti satın alan Ege Üniversitesi artık kendi yemeğini kendisi yapıyor. Ağustos 2009 tarihinden itibaren başlatılan uygulamada Ege Üniversitesi’nden mezun gıda mühendislerinin denetiminde 65 kişilik mutfak personeli, yenilenen mutfak ve mazlemelerle Ege Üniversitesi öğrenci ve personeli için yemek hazırlıyor. İnsan sağlığı ve gıda güvenliği açısından kaliteli bir yemek üreterek, yemekhaneden mümkün olduğunca fazla öğrenci ve personelin faydalanmasının sağlanması ve ISO 9000 ile ISO 22000 Güvenli Gıda Standardı Belgeleri’yle bu kalitenin tescil ettirilmesi hedefleniyor. Hem ana mutfak hem de dağıtım merkezi olarak kullanılacak 1 Nolu Yemekhane, Rektörlük tarafından 2009 yılı başında ilgili akademik birimlerden oluşturulan “Hazır Yemek Üst Komisyonu”nun çalışmaları sonucunda hazırlanan projeye göre yenilendi. Burada oluşturulan modern mutfak, günlük 5 bin kişinin yemek ihtiyacını karşılayacak kapasitesi ve “işbaşı eğitimleri” tamamlanan nitelikli personeli ile kampüsün çeşitli okul ve birimlerine yemek hizmeti vermeye başladı. 65 Su varlığı ve kalitesinin sınırlı olduğu yerlerde su yönetimine destek sağlayacak projenin Türkiye’deki uygulama alanı ise Tahtalı Barajı Koruma Havzası’nda bulunuyor Su tasarrufu projesi üreticinin hayatını kolaylaştıracak HABER: Petek DURGEÇ A vrupa Birliği 6. Çerçeve Programı tarafından desteklenen ve sekiz ülkenin katıldığı “İşletme Düzeyinde Optimum Su Yönetimi” isimli projenin Türkiye çalışması Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarımsal Yapılar ve Sulama Bölümü ile Bahçe Bitkileri Bölümü tarafından yürütülüyor. EÜ Ziraat Fakültesi Tarımsal Yapılar ve Sulama Bölümü Öğretim Üyesi ve Proje Ülke Koordinatörü Prof. Dr. Hakkı Tüzel, proje ile su varlığı ve kalitesinin sınırlı olduğu yerlerde, işletme düzeyinde kullanılabilecek ve su yönetimine destek sağlayabilecek pazara hazır bir sistemin geliştirilmesinin hedeflendiğini söyledi. Proje kapsamında gerçekleştirilen araştırma sonuçlarının son derece çarpıcı olduğunu belirten Prof. Dr. Tüzel, “Çiftçi 1 ton su karşılığı 31.6 kg hıyar verimi elde ederken, tam sulama uygulaması ile 1 ton suya karşılık 40.6 kg hıyar verimi alındı. Toprak nem algılayıcılarının okumalarına dayandırılan tam otomatik sulama ve gübreleme ile çiftçi uygulamasına göre ise yüzde 19 ila 31 verim artışı ve yüzde 11 ila 22 oranında su tasarrufu sağlandı” diye konuştu. Projenin, arazi çalışmaları, farklı sulama yapıları, ürün deseni ve yerel su sağlayıcılar dikkate alınarak Türkiye, İtalya, Ürdün ve Lübnan’daki farklı koşullara sahip deneme alanlarında yürütüldüğünü belirten Prof. Dr. Tüzel, “ Türkiye’deki uygulama alanı Tahtalı Barajı Koruma Havzası’nda bulunuyor. Tahtalı Barajı İzmir’in en önemli içme suyu kaynaklarından biri. Şehrimizin su ihtiyacının yüzde 31.5’ini karşılayan baraj suyunun kirlenmesinin önlenmesi gerekiyor. 66 Bu amaçla baraj gölünün etrafında koruma alanı oluşturuldu ve uygulama alanı olarak orası seçildi” diye konuştu. Uygulama alanında gerçekleştirilen çalışmalarla ulaşılmak istenen en temel amacın bitki kök bölgesi altına su akışının kontrol edilmesi ve çevre kirliliğinin azaltılması olduğunu söyleyen Prof. Dr. Tüzel şunları söyledi: “Projenin amaçları arasında bitki su gereksiniminin belirlenerek en uygun sulama programının geliştirilmesi, kısıtlı sulama yapılarak bitkinin su kısıntısına tepkisinin saptanması, tarla deneme sonuçlarının üretici uygulamalarıyla karşılaştırılarak su tasarrufunun saptanması, modern sulama tekniklerinin tanıtılması ve su kaynaklarının daha etkin kullanılması ile üreticilerimizin su kullanımı konusunda bilinçlendirilmesi bulunuyor. 2007 yılından beri devam eden proje boyunca bu hedeflerin tamamının gerçekleştirildiğini gururla söyleyebiliriz. Bu amaçlara uygun olarak tarla günleri ve çalıştaylar düzenleyerek katılımcılara proje kapsamında bilgiler veriliyor.” 2010 Japon Yılı için işbirliği E ge Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Japon-Türk Kültür Değişim Derneği Başkanı Kanji Ishimoto ve Japon üniversiteleri ve sivil toplum kuruluşları ile yoğun işbirliği içinde olan Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Nalan Kabay’ı makamında kabul etti. Yapılan görüşmede 2010 yılının Türkiye’de Japon yılı olarak ilan edilmiş olması nedeniyle düzenlenecek ortak aktiviteler görüşüldü. Ishimoto ve Prof. Dr. Yılmaz, Ege Üniversitesi yerleşkesine Japon yılı aktiviteleri kapsamında Japon Kültürünün sembolü haline gelen 150 adet kiraz ağacı dikilmesi ve dikimlerin geleneksel Japon sanat gösterileri eşliğinde yapılması konusunda bir takvim belirlediler. Ishimoto Japon - Türk Kültür Değişim Derneği olarak, 2010 yılının Ekim ayında İzmir’de düzenleyecekleri Japon - Türk Kültür Festivali kapsamında İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Ege Üniversitesi ile işbirliği içinde olmak istediklerini belirtti. Festivale dünyaca ünlü Tokyo Flüt Orkestrasının katılacağını belirten Ishimoto, “Festivalde Japon geleneksel sanatları olan ‘ikebana’, ‘origami’, ‘shodo’, ‘wadaiko’, ‘sado’ ve ‘bujutsu’ gösterileri yapılacak” dedi. Rektör Yılmaz da Japon yılı çerçevesinde gerçekleştirilecek aktivitelere Ege Üniversitesi olarak katkı vermekten memnuniyet duyacaklarını belirtti. Rektör Yılmaz’ı ziyaret eden Ishimoto ve Prof. Nalan Kabay daha sonra Ege Üniversitesi Pasifik ve Atlantik İşbirlikleri Uzmanı Selin Tozkoparan ile birlikte İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu da makamında ziyaret ederek Japon Yılı aktiviteleri ile ilgili Başkana bilgi verdi. Kardeş Üniversitemiz Kumamoto Üniversitesi Ege Üniversitesi’nde ortak araştırma laboratuvarı kurdu. Ege Üniversitesi ile 2000 yılından bu yana kardeş üniversite olan Japonya’nın Kumamoto Üniversitesi 21.Yüzyıl Mükemmeliyet Merkezi Sorumlusu Prof.Dr.Masayasu Ohtsu, Mühendislik Fakültesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde “Binalarda Tahribatsız Test Etme Yöntemleri” konusunda kurulacak Uluslararası İşbirliği Laboratuvarı’nın protokol imzalama ve tabela asma merasimine katılmak için Ege Üniversitesi’ni ziyarete geldi. Ege Üniversitesi Rektörü Prof. ve gelecek nesillere aktarılacak önemli bir eser olarak kalacağını vurguladı. Kumamoto Üniversitesi ve Ege Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümleri arasında ortak araştırmaların yürütüleceği bu laboratuarda, deprem bölgesinde olan ülkemiz için büyük önem taşıyan, mevcut binaların tahribatsız olarak depreme dayanıklılık testlerini yapmak üzere mevcut test tekniklerinin geliştirilmesi konusunda araştırmalar yapılacak. Benzer bir laboratuar Kumamoto Üniversitesi’nde de eş zamanlı olarak kurulacak. Kumamoto Üniversitesi’nde İnşaat Mühendisliği alanında doktora çalışmalarını tamamlayarak Ege Üniversitesi’ne dönen Yrd. Doç.Dr.Ninel Alver ve Kumamoto Üniversitesi’nden Prof. Dr.Masayasu Ohtsu Ege ve Kumamoto’da kurulan laboratuarlardan sorumlu olacak. Bu laboratuarların ekipman ve malzeme destekleri, Kumamoto Üniversitesi 21.Yüzyıl Mükemmeliyet Merkezi tarafından 5 yıllık bir proje kapsamında destekleniyor. Proje sayesinde karşılıklı öğrenci ve araştırmacı değişimi de desteklenecek. Japon Öğrenciler de Ege’yi Tercih Ettiler… Dr.Candeğer Yılmaz ve Ege Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr.Atilla Silkü’yü makamlarında ziyaret eden Prof.Dr.Ohtsu, Ege Üniversitesi bünyesinde ilk kez kurulacak bu türden bir laboratuvarı on yıldır işbirliği yaptıkları kardeş üniversite Ege Üniversitesi’nde kurmaktan büyük memnuniyet duyduklarını belirtti. Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Yılmaz Japonya ile kurulan dostluk köprüsünün bu laboratuvar ile daha da pekişeceğini 2009 Yaz döneminde araştırma ve ortak çalışma yapmak üzere partner üniversitemiz Kumamoto Üniversitesi Bilgisayar, Makine, Kimya Mühendisliği ve Mimarlık fakültesinden altı Japon öğrenci burslarını Ege Üniversitesinde kullanmayı tercih etti. Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Atilla Silkü’nün evsahipliğinde Japon öğrenciler için düzenlenen “hoş geldin yemeği”nde Prof. Dr. Silkü, Ege Üniversitesi ile Kumamoto arasında kurulan bağın önemini vurgulayan bir konuşma yaptı. Bu yıl JASSO bursu ile üç EÜ öğrencisi daha Kumamoto’da eğitim- 67 Plastik sanatlar şöleni 3. EgeArt Sanat Günleri yeni yıl öncesi İzmir’de E ge Üniversitesi’nin kentimize kazandırdığı plastik sanatlar şöleni EgeArt, Aralık 2009’da tekrar sanat severlerle buluşuyor. Sanatın tartışıldığı paneller, usta sanatçıların tanıtıldığı söyleşiler, yurt dışından katılan sanatçıların düzenleyeceği canlı performanslar yanında dinletiler ve konserler ile 3. EgeArt Sanat Günleri yine zengin bir içerikle sanatseverlerin karşısına çıkacak. Ege Üniversitesi’nce düzenlenen 3. EgeArt Sanat Günleri, bu yıl geleneksel sanatın yanı sıra, sanatın yeni akımlarına kucak açarak, birbirinden değerli eserleri sanatseverlerin izlenimine ve değerlendirmesine sunacak. EgeArt kapsamındaki tüm etkinlikler İzmir’in seçkin 12 Kültür Merkezi ve Sanat Galerisi’ne yayılacak. Ulusal ve uluslararası 220 usta sanatçıyı 1000’in üzerinde eser ile bir araya getirecek olan 3. EgeArt Sanat Günleri, bölgemizin değerli sanatçılarının ürettiği seçkin eserleri de göz önüne taşıyacak. Ayrıca Türk sanatını yurt dışında yaşatan duayen sanatçılar da EgeArt’ta bir araya gelecek. 3. EgeArt Sanat Günleri aynı zamanda, Üniversitelerin Güzel Sanatlar Fakülteleri öğretim elemanlarının buluşma ve bilgi paylaşma ortamı da olacak. 3. EgeArt Sanat Günleri programında bu yıl ilk kez Vakıfbank sponsorluğunda “Yarışmalı Heykel Çalıştayı” düzenleniyor. Türkiye çapında duyurulan yarışmaya katılan 22 sanatçının eser seçimi 3 Eylül’de EÜ Atatürk Kültür Merkezi’nde yapıldı. Türkiye’nin ünlü heykel sanatçılarından Mehmet Aksoy ve Prof. Meriç Hızal ile birlikte jüride yer alan Ege Üniversitesi Genel Sekreteri Prof. Dr. Bülent Özkan, EgeArt Sanat Danışma Kurulu Başkanı Tüzüm Kızılcan, Yrd. Doç. Gökçen Ergür, Yunus Tonkuş, Cam Sağbil projeleri değerlendirdi. Değerlendirme sonucunda Malik Bulut’un mermer eseri, Ali Dirier’in mermer eseri ve Özgür Turhan ile Yıldız Güner Turhan’ın ahşap eseri çalıştaya girmeye hak kazandı. Seçilen 3 eser 15 Eylül – 17 Ekim 2009 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Kampüsü’nde belirlenen bir 68 alanda sanatçıların bir aylık çalışmaları sonucunda tamamlanacak. Ege Üniversitesi kampüsünde sanatı yaşatmayı amaçlayan bu çalışmada, sanatçılar öğrencilerin gözlemleri eşliğinde heykel yapım- larını sürdürecek ve bilgi paylaşımında bulunacak. 17 Ekim 2009 tarihinde tamamlanacak olan eserler sanatçılar tarafından, Ege Üniversitesi koleksiyonuna bağışlanacak ve kampüsün belirli alanlarına yerleştirilerek sanatseverlerin izlenimine sunulacak. Egeli gençler bisikletle Türkiye yollarında Ege Üniversiteli bisiklet tutkunu gençler yeniden Türkiye yollarında. “Temiz, sağlıklı ve kaliteli yaşam için Bisikletle Türkiye Turu” parolasıyla yola çıkan gençleri Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz uğurladı. Ege Üniversitesi Bisiklet Topluluğu’nun düzenlediği etkinlik 2009-2011 yıllarına yayılmış olarak, toplam 8 etapta 61 gün süreyle, 37 ilin sınırları içinde, yaklaşık 6000 km yolun geçilmesiyle tamamlanacak. İlk etap Sarp Sınır Kapısından 27 Temmuz’da başladı. Sinop’ta son bulan ilk etapta 17 kişilik ekip 13 günde yaklaşık 740 km. kat etti. Ardından Eylül 2009’daki 2. etapta İzmir-Antalya parkuru, Temmuz 2010’daki 3. etapta Van-Mardin parkuru, Eylül 2010’daki 4. etapta Antalya-Hatay parkuru, Kasım 2010’daki 5. etapta MardinAdana parkuru, Mayıs 2011’deki 6. etapta Sinop İstanbul parkuru, Temmuz 2011’deki 7. etapta Van-Mardin parkuru, Eylül 2011’deki son etapta ise İstanbul-İzmir parkuru tamamlanacak. Turun ilk etabında kısa bir süre önce selin vurduğu şehirlerde Karadeniz turu yapan Egeli gençler selzedelerle birlikte olup, onlara moral verdiler. Türkiye birincileri Ege Üniversitesi’ni tercih ediyor ÖSS Sayısal-1 Türkiye birincisi Gülşen Yücel ve ÖSS Sayısal-2 puan türünde Türkiye birincisi olan Çağatay Ermiş isimli iki başarılı öğrenci bundan sonraki eğitim hayatlarını devam ettirecekleri Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde EÜ Rektörü Prof. Dr.Candeğer Yılmaz ve Tıp Fakültesi Dekanı Prof.Dr.Serhat Bor tarafından düzenlenen toplantı ile karşılandı. Türkiye’nin iki gözde öğrencisinin Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni tercih etmelerinden dolayı haklı bir gurur yaşadıklarını belirten Prof. Dr.Candeğer Yılmaz, “Üniversitemiz için bu sadece bir başlangıç. Öğrencilerimizin ailelerine de çocuklarını buraya kadar eğittikleri için teşekkür ederim” diye konuştu. Dekan Prof. Dr. Bor da, iki başarılı öğrencinin aralarına katılmasından dolayı çok mutlu olduklarını ve öğrencilerin kendilerini seçmesiyle başarı çıtalarının daha da fazla yükseleceğini belirtti. Prof. Dr. Bor, “Ege Tıp, 270 yataklı poliklinikleri ve 460 profesörüyle daha ilgi çekici hâle gelmiştir. Artık öğrencilerin de sorumlulukları bizim kadar arttı” sözleriyle Ege Tıp Fakültesi’nin her geçen sene yükselen bir değer olduğuna vurgu yaptı. Ayrıca eğitim kalitesini arttırma çalışmalarının bir adımı olarak bu yıldan itibaren araştırmacı hekimlik programını başlatacaklarını belirten Prof. Dr. Bor, “Öğrencilerimiz ikinci sınıftan itibaren isterlerse bu programı tercih edecekler. Ülkemizin nitelikli bilim insanlarına çok ihtiyacı var. Bu sayede bu açığı kapatmış olacağız” diye sözlerine ekledi. Toplantıda basın mensuplarından gelen sorular üzerine, ÖSS birincilerinin Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni seçmesindeki en büyük etkenin bu kurumun başarısı ve kalitesi olduğu belirtildi. Rektör Prof.Dr.Yılmaz ve Dekan Prof.Dr.Bor tarafından öğrencilere Temel Tıp Bilimleri Sözlüğü ve Anatomi kitabı hediye edildi. Rektör ve Dekan öğrencilere ‘’I love you Ege’’ yazılı rozet taktı. Ayrıca öğrencilerin tüm eğitimleri boyunca düzenli olarak burs desteği alacakları belirtildi. Hem eğlendiler hem öğrendiler Ege Üniversitesi, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ve TÜBİTAK işbirliğiyle “Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkı’nda Eğlenceli Deniz Eğitimi Kampı” organize edildi. İzmir ve Aydın illerindeki ortaöğretim öğrencilerine yönelik olarak düzenlenen kampa ilgi büyük oldu. Gençlere, başta yüzme ve aletli dalış olmak üzere; kano kullanma, deniz canlılarını tanıma, seramikten deniz canlıları yapma, gemici düğümleri atma, su ürünlerini pişirme gibi beceriler öğretildi. Projenin yürütücüsü olan Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Arş. Gör. Dr. Benal Gül, etrafı denizlerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen deniz kültürümüzün zayıf olduğunu belirterek, “Denizlerle ilişkimizi güçlü ve sağlıklı biçimde kurmak gerekiyor. Denizlerden daha fazla faydalanmamın ve aynı zamanda onu daha fazla korumanın yolu bilgiden ve öğrenmekten geçiyor” şeklinde konuştu. Kamptaki öğrencilerin değişik okullardan ve sosyo-kültürel katmanlardan geldiğine dikkat çeken Gül, kampın aynı zamanda eğlenceli ve yararlı bir tatil olduğuna dikkati çekerek, bu olanaklara sahip olamayan gençler için fırsat eşitliği sağlamaktan mutlu olduklarını dile getirdi. Öğrencilere kamp boyunca farklı akademik branşlarda çalışan öğretim üyeleri tarafından eğlenceli ve yararlı dersler verildi. Kampın son günü olan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Kuşadası’nda yapılan törene katılan öğrenciler ve eğitmenler, Atatürk Heykeli’ne ellerindeki çiçekleri bıraktılar. Kampı tamamlayan öğrencilere başarı sertifikaları sunuldu. Ayrıca kampın öyküsü İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Murat Ünal tarafından belgesel olarak hazırlanacak. 69 Ege Üniversitesi İzmir’le kucaklaşıyor İzmir marka şehir olacak Ege Üniversitesi Emel Akın Meslek Yüksekokulu tarafından İzmir Kalkınma Ajansı Sosyal Kalkınma Hibe Programı kapsamında yürütülen “İzmir Gelinlik ve Abiye Sektörü Estetik ve Teknik Olarak Üretim Kalitesini Arttırıyor” isimli proje basına tanıtıldı. Proje ile İzmir’in gelinlik ve abiye sektöründe bir marka şehri olması amaçlanıyor. Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen toplantıda konuşan EÜ Emel Akın Meslek Yüksek Okulu Müdürü ve Proje Yürütücüsü Prof.Dr.Ziynet Öndoğan, amaçlarının İzmir gelinlik ve abiye sektörünün markalaşma sürecinde tasarım ve üretimde insan kaynakları standartlarını yükseltmek olduğunu söyledi.İzmir ilindeki gelinlik ve abiye firmalarının Türkiye’deki gelinlik ve abiye üretiminin yüzde 75’ini karşıladığını belirten Türkiye Hazır Giyim ve Moda Federasyonu Başkanı ve Ege Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Nedim Örün, “Amacımız önümüzdeki 5 yıl içinde İzmir’i Milano, Paris, Barcelona gibi merkezlerle yarışabilir duruma getirmek” dedi. Emel Akın Meslek Yüksek Okulu tarafından hazırlanan abiye kıyafetlerden bir örnek İzmir için yeni bir kimlik İNOVİZ Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Yüksek Teknoloji Enstitüsü yeni bir işbirliğine imza atarak İzmir’de bulunan Biyomedikal Teknolojiler Sanayi ve Üretim sektörünü desteklemek amacıyla İNOVİZ platformunu oluşturdu. Platform kapsamında, kurumlar arasında teknoloji ve bilgi transferine ortam yaratılacak. “Sağlık için İzmir” teması ile başlatılan İNOVİZ ile ortak bir Ar-Ge Merkezi kurulmasının yanı sıra yurt dışında bulunan bilim insanlarının platform çalışmalarına dahil edilmesi ve ortak yüksek lisans ve doktora programlarının oluşturulması planlanıyor. Platform üyesi üniversitelerin rektörleri ve proje koordinatörlerini Yeşil Köşk’te ağırlayan EÜ Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, İzmir Üniversiteler Platformu’nun eğitim, araştırma ve yüksek lisans programlarının gerçekleşmesine doğru genişlediğini belirterek “Bu doğrultuda özellikle yurt dışındaki Türk bilim insanlarını İzmir’e getirmeyi amaçlıyoruz. Platform çalış- 70 maları kapsamında bir Ar-Ge ünitesi kurulacak. İNOVİZ’i üniversitelerin yüksek lisans ve doktora programlarındaki bilimsel ve akademik deneyimleri birleştirerek İzmir için yeni bir açılım yaratmak amacıyla başlatıyoruz. Bunun için imzalanan protokol ile sanayicinin beklentisine uygun programları ve Ar-Ge çalışmalarını işbirliği içerisinde hayata geçireceğiz” diye konuştu. Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Mehmet Füzün Bilimsel işbirliğinin ilk temellerinin İNOVİZ ile atılmış olduğunu söyledi. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörü Prof. Dr. Zafer İlken, ise “İNOVİZ ciddi bir program. Bu programın eğitim ayağı var, araştırma geliştirme ayağı var. Sonrasında üretime yönelik bir ayağı da olacak. Çok iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Türkiye için bir ilk” dedi. Ege Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi (EGESEM) İzmir kentiyle bütünleşerek, deneyimlerini paylaşmak için start verdi. Ege Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Candeğer Yılmaz başkanlığında EÜ Lokali’nde bir araya gelen Yönetim Kurulu ve Danışma Kurulu üyeleri gelecekle ilgili gerçekleştirmeyi düşündükleri projeler konusunda fikir alışverişinde bulundu. Eğitimin yaşam boyu sürmesi gereken, sürekli bir etkinlik olduğunun altını çizen Prof.Dr.Yılmaz, “Zengin birikimi olan üniversitemizin kentle bütünleşerek, deneyimlerini beklentilere cevap verecek şekilde uygun hâle getirmesi gerekir.Bu bağlamda Ege Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezimiz önemli bir misyonu yerine getirmek çabasında. Birçok eğitim programı düzenlemeye çalışıyoruz. Bu aşamada kentin, sanayicinin beklentilerini göz önüne alıyoruz” dedi. Sürekli eğitim merkezlerinin gelişmiş ülkelerde sosyal ihtiyaçlar doğrultusunda toplumun her kesimine bilgi, beceri, eğitim, sosyal sorumluluk, toplum bilinci, kişisel gelişim kazandırmak amacıyla oluşturulmuş merkezler olduğunu vurgulayan EGESEM Müdürü Prof. Dr.Eser Sözmen, “EGESEM olarak yalnız İzmir’in değil, Ege Bölgesi’nin eğitim merkezi olmak istiyoruz” diye konuştu. 2009-2010 Akademik Yılı Açılış Töreni Ege Üniversitesi 2009-2010 Akademik Yılı Açılış Töreni 6 Ekim 2009 tarihinde gerçekleştirilecek. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Alsancak Cumhuriyet Meydanı’nda bulunan anıtına saat 09.00’da çelenk sunulması ile başlayacak tören, saat 10.30’da Prof. Dr. Yusuf Vardar MÖTBE Kültür Merkezi’nde düzenlenecek açılış töreni ile devam edecek. Bu yıl ilk dersi, Ege ve Dokuz Eylül Üniversitelerinin eski öğretim üyelerinden olan, Yaşar Üniversitesi Eski Rektörü, ekonomist ve yazar Prof. Dr. İlter Akat sunacak. Aynı günün akşamında Rektörlük bahçesinde İzmir İl protokolü, EÜ akademik ve idari personeline yönelik düzenlenecek olan açılış kokteylinde İzmirli sanatçı Sedat Yüce sahne alacak. Cumhuriyet ve Atatürk Günleri Cumhuriyetimizin kuruluşunun 86. ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının 71. yıldönümlerini kapsayan 26 Ekim – 13 Kasım 2009 tarihleri arasında Ege Üniversitesi’nde, “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” düzenlenecek. Ege Üniversitesi’nin farklı birimlerinin hazırladığı farklı etkinliklerle zengin bir programın sunulacağı “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” kapsamında düzenlenecek konferanslar, konserler, sergiler ve diğer etkinlikler tüm İzmir halkına açık olacak. 3 Kasım tarihinde Prof. Dr. Yusuf Vardar MÖTBE Kültür Merkezi’nde İzmir Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının sahneleyeceği “Carmina Burana” Balesi ile yine aynı yerde 9 Kasım’da gerçekleşecek Oda Müziği Konseri bu etkinliklerden bazıları. Ayrıca, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 71. yıldönümü için İzmir’de yapılacak olan anma töreni bu yıl İzmir Valiliği koordinasyonunda Ege Üniversitesi tarafından düzenlenecek. Ege İletişim “Pusula”dan şaşmadı Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü öğrencileri, Türkiye Halkla İlişkiler Derneği tarafından bu yıl sekizincisi düzenlenen Altın Pusula Halkla İlişkiler Ödülleri’nde birinciliğe layık görüldü. EÜ İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi Mikail Bat danışmanlığında, Buket Kayalıer, Ebru Dimen ve Merve Şengöz tarafından hazırlanan “Bir tıkla iletişim’’ başlıklı proje birincilik ödülünü Marmara Üniversitesi ile paylaştı. 13 kategoride toplam 130 projenin katıldığı yarışmada kazandıkları birincilik nedeniyle çok gururlu olduklarını belirten Halkla İlişkiler Bölümü öğrencileri sonraki yıllarda da ödüllerin devamının geleceğini söylediler. Hızlı iletişim için: egeburada.ege.edu.tr Kampüsteki yaşamı elektronik ortama da yansıtmak, haberleşmede internet teknolojisinin hızından faydalanmak amacıyla Ege Üniversitesi Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nün hazırladığı “EgeBurada” web sitesi “www.egeburada.ege.edu. tr” adresinden duyuruları ve haberleri tüm Egelilerle paylaşıyor. Ayda ortalama 5000 farklı kullanıcı tarafından ziyaret edilen sitede, haberlerin dışında günlük duyurular, EÜ mensuplarından gelen yazılar ve görsel eserler de yer alıyor. BHİM Basın Birimince hazırlanan haber ve yazıların yanısıra Ege Ajans kaynaklı haberlerin de güncel olarak yayınlandığı EgeBurada web sitesinin içeriğine Ege Üniversitesi’nin tüm mensupları katkıda bulunabiliyor. 71 İçimdeki Bilim Adamı (1963) Ege Üniversitesi (EÜ) Elektron Mikroskopi Görüntüleme Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Nejat Topçuoğlu’nun “İçimdeki Bilim Adamı” adlı fotoğrafı Avrupa Bilim Eğlence Gecesi kapsamında düzenlenen yarışmada dünyanın her yerinden verilen internet oylarıyla birinci seçildi. Dünya genelinden yüzlerce fotoğrafın katıldığı yarışmada birincilik alan eser, 26 Eylül 2008 tarihinde EÜ Bilim Teknoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi (EBİLTEM)’in düzenlediği Avrupa Bilim Eğlence Gecesinde 18 yaş üstü kategoride Türkiye birincisi olmuş ve bunun üzerine Avrupa Birliği’nin Brüksel’deki merkezine gönderilmişti. 1963 yılında çektiği fotoğrafın dünyanın pek çok yerinden oylarla birinci seçilmesinin kendisini mutlu ettiğini belirten Prof. Dr. Topçuoğlu, “Fotoğrafçılık kişiyi başka dünyalara götüren çok keyifli bir uğraş. Çok genç yaştan itibaren bu sanata ilgi duyuyorum. Fotoğrafçılığa gönül vermiş gençlere doğada çok fazla gözlem yapmalarını ve fotoğraf makinelerini çok iyi tanımalarını öneriyorum. Fotoğrafçılık zaman ayırdıkça kişiyi içine alan bir tutkudur” diye konuştu. Aynı zamanda da bir elektro mikroskopist olan Prof. Dr. Topçuoğlu, 22-29 Haziran 2009 tarihleri arasında Trabzon’da gerçekleştirilen 19uncu Elektron Mikroskobi Kongresi’de düzenlenen yarışmada da “Sevgi ile Kucaklaşma” adlı eserle üçüncülüğe layık görülmüştü. 72 Topçuoğlu’nun fotoğrafı dünya birincisi