3 ncü Sayının Tamamı Nisan / 2016

Transkript

3 ncü Sayının Tamamı Nisan / 2016
TARİH KRİTİK DERGİSİ
Journal of History Critique
Hakemli Kitap Tanıtımı ve İncelemeleri Dergisi /Peer Reviewed Journal for Book Review
and Review Essays
Yıl/Year 2 • Sayı/Issue 3 • Nisan/April 2016 • e-ISSN 2149-8733
SAHİBİ/Owner
Oğuzhan SAYGILI
EDİTÖR/Editor
Doç. Dr. Hasip SAYGILI
EDİTÖR YARDIMCISI/Vice Editor
Ali ARSLAN, Fatih ORTA, Fatih AKMAN
YAYIN KURULU/Editorial Board
Prof.Dr. İskender ÖKSÜZ
Büyükelçi (E)/Ambassador (R) H. Kemal GÜR
Prof.Dr. Mahir AYDIN
Prof.Dr. Alfina SIBGATULLINA
Prof.Dr. Fatma ÜREKLİ
Dr. Abdrasul İSAKOV
MUSAHHİH/Proofread
Yunus ALICI, Serhat DEMİR, Mustafa Hakan YILDIRIM
AĞ TASARIM/Web Designer
Hasan AKYOL
GRAFİKER/Graphic Designer
Gökhan Özkan ETİ
[email protected] [email protected] www.tarihkritik.com
23 Nisan Mah. 11 No.lı Sok. 3/2 Turkuaz Apt. B Blok No 2 Şahinbey 27070 Gaziantep
Tarih Kritik Dergisi, tarih sahasında yılda dört kez Ocak, Nisan, Temmuz ve Ekim aylarında
yayımlanan kitap tanıtımı ve incelemeleri dergisidir. Yazılar, derginin değil yazı
sahiplerinin görüşünü yansıtır. Yazı sahipleri akademik ve hukuki olarak yazılarından
sorumludur.
Journal of History Critique is quarterly published in January, April, July and October for
book review and review essays on history. The writings reflect opinions of the authors, not
that of the journal. Reviewers are responsible for their reviews in regard of academic and
legal matters.
İÇİNDEKİLER/Contents
Başlangıçtan Günümüze Kırgızistan ve Kırgızlar, Erhan Arıklı
Abdrasul İSAKOV
1
Bozkırdan Cennet Bahçesine Timurlular, Hayrunnisa Alan
Yağmur ÇAKAN
7
Malazgirt Muharebesi, Carole Hillenbrand
Fatih ORTA
13
Modern Dünya Sistemi-3 1730-1840, Immanuel Wallerstein
Abdullah KÖKTÜRK
18
İmparatorluk - Britanya’nın Dünyayı Biçimlendirişi, Niall Ferguson
Hakan ŞAHİN
25
Vidin Kalesi – Tuna Boyundaki İnci, Mahir Aydın
Ahmet Cengiz KARAGÖZ
29
Şah’ın Ülkesinde, Okan Yeşilot
Leyla DERVİŞ
41
Türk Modernleşmesi – Zihniyet İktisat Tarih, Abdülkadir İlgen
Fahri YETİM
45
Kudüs Yolculuğu 1868-1869, Mihail Macarov
Sümeyye KUZ
51
Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Osmanlı İstihbarat Ağı, Ahmet Yüksel
Mehmet Murat AKTAŞ
55
The Kaiser’s Army, David Stone
Cemal CANDAN
60
Ruslar Bizansın Peşinde, Fatih Ünal
Sümeyra Ayşe ÇALIŞIR
66
Enver, Murat Bardakçı
Erol AKCAN
71
Balkan Harbi Hatıratı, Yüzbaşı Osman Nuri
Şükrü CÖMERT
78
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, İsmail Küçükkılınç
Hasip SAYGILI
81
Healing The Nation, Yücel Yanıkdağ
Mesut UYAR, Çev. S Esra SAYGILI
86
İttihat ve Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları, Erol Akcan
Salih BAŞKUTLU
89
Balkan Savaşları, Lev Troçki
Melih DİNÇER
93
Shared Histories for a Europe Without Dividing Lines, Council of Europe
Sibel YALI
98
Tarih Notları, Bernard Lewis
Muhittin YENİKEÇECİ
103
Paşa Paşa Yatacaksınız, İkrami Özturan
Ramazan BULUT
110
Kitap incelemeleri/Review Essays
Balkan Savaşları 1912-1913, Richard C Hall
M. Murat TAŞAR
Kitap İnceleme ve Kitap Tanıtım Esasları/Guideline for Reviews
115
126
KİTAP TANITIMLARI/BOOK REVIEWS
Tarih Kritik - Sayı 3 Nisan 2016
Başlangıçtan Günümüze Kırgızistan ve Kırgızlar
Erhan Arıklı
Ankara, Nüans Kitapevi, 2015, VIII+231 sayfa, İSBN: 978-605-5450-78-6
Abdrasul İSAKOV ∗
Kırgız tarihi eskiden Türkiye’de teferruatlı şekilde bilinmezdi. İki ülke arasında doğrudan
ilişkilerin kurulmasından sonra bu durum değişti. Son yıllarda Kırgız tarihinin çeşitli
konularını ele alan kitap ve diğer çalışmalar Türkiye’de artarak neşredilmeye başladı. Kırgız
ve
∗
Kırgızistan
tarihi
ile
Dr., Ankara., [email protected].
Türkiye’de
basılan
çalışmaların
bibliyografyaları
da
neşredilmektedir. 1 Bu yazımızda tanıtmak istediğimiz Erhan Arıklı’nın Başlangıçtan
Günümüze Kırgızistan ve Kırgızlar çalışması da Kırgız tarihinin Türkiye’de çeşitli yönleriyle
tanıtılmasına az da olsa katkı yapacak bir eserdir. Bu katkıyı artırmak, okuyucunun ön
bilgilendirilmesini sağlamak ve eserin muhtemel sonraki baskılarına da yardımcı olmak
maksadıyla biz daha ziyade kitapta gözümüze çarpan eksiklikleri ön plana çıkaran bir tenkit
yazmayı uygun gördük.
Eser üç bölümden oluşmaktadır. Sunuş ve Önsöz’den sonra kitabın birinci bölümü Giriş
kısmıyla başlamaktadır. Giriş kısmında yazar kısaca Kırgızistan ve Kırgızları araştıran bilim
adamları, seyyahlar hakkında bilgi vermektedir. Birinci bölümde Orta Asya’nın coğrafi
durumu, Kırgızistan ile Kırgızların başlangıçtan 1991 yılına kadarki tarihi anlatılmaktadır.
Kitabın ikinci bölümünde ise bağımsız Kırgız Cumhuriyeti’nin tarihi cumhurbaşkanlarının
görev aldığı dönemlere ayrılarak ele alınmıştır. Eserin üçüncü bölümünde ise Kırgızların ve
Türk halklarının kültür ve medeniyeti anlatılmıştır.
Kitaptaki konu başlıklarının sırasına bakılarak bu çalışmanın Kırgızistan’da mevcut olan
tarih kitapları tarzında hazırlandığı söylenebilir. Erhan Arıklı’nın Kırgızistan’da bulunmuş
olması bunda etkili olmuş olsa gerek. Fakat bu kitabı Kırgız tarih kitaplarından farklı kılan,
eserde Kırgız tarihinin Türk tarihi içine yerleştirilmeye çalışılmasıdır. Başka bir deyişle
Kırgız tarihi ile ilgili kitaplar(ın)da merkeze Kırgız tarihi konularak anlatılırken, Arıklı’nın
çalışmasında merkezde genel Türk tarihi ve ona eklenmeye çalışılan ama bize göre pek de
başarılı olmayan bir Kırgız tarihi denemesi yapılmıştır. Türk Keneşi’nin Türk halklarının
ortak tarihi, ortak tarih ders kitabı üzerinde çalışmalar yürüttüğü bir zamanda neşredilen bu
çalışmanın, hazırlanış fikri güzel olmasına karşılık, kitap içeriğinin pek yeterli olmadığı,
ortak tarih çalışmalarına iyi örnek teşkil edecek bir çalışma hususiyetine sahip bulunmadığı
söylenebilir.
Öncelikle kitabın aceleye getirilerek basıldığını veya düzeltici ile editörün kitaba gereken
ciddiyeti göstermediğini söylemeliyiz. Daha iyimser bir yaklaşımla baskıya verilirken
kitabın kontrol edilmemiş eski nüshası yanlışlıkla basılmış da olabilir. Çünkü kitabın her
sayfasında basit imla hataları bulunmaktadır.
2
Abdrasul İsakov, “Kırgızlar ve Kırgızistan Tarihi ile İlgili Türkiye’de Yayımlanmış Bilimsel Çalışmalar (19102009)”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, Yıl: 5, Sayı: 9, Ankara: USAK Yay., 2010, s. 101- 131; Abdrasul
İsakov, “Kırgızlar ve Kırgızistan Tarihi ile İlgili Türkiye’de Yayımlanmış Bilimsel Çalışmalar (2010-2014)”,
Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, Yıl: 9, Sayı: 19, Ankara: USAK Yay., 2015, s. 145-161.
1
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Kitabın dipnotlarında da büyük sorunlar mevcut. Dipnotların çoğu parantez içinde verilmiş,
ama bir kısmı parantez dışında kalmıştır. Bazı bölümlerin dipnotları tamamen italiktir.
Dipnotlardaki birkaç yabancı eserin Türkçe anlamı verilmiş ama bu bütün yabancı kaynaklar
için uygulanmamıştır. Hatta bazı dipnotlarda yabancı eserin aslı verilmemiş, sadece Türkçe
anlamı verilmiştir.
Yazar, bazı büyük bölümleri iki veya üç çalışmaya atıf yaparak hazırlamıştır. Kırgız tarihini
anlatan kitapta 23 sayfası dipnotsuz geçilen bölümler bulunmaktadır (s. 96-118). Kitabın
aceleye geldiği ve gereken hassasiyetin gösterilmediği çalışmanın Kaynaklar kısmından da
açıkça görülmektedir. Kaynaklar kısmına dipnotlar olduğu gibi kopyalanıp yapıştırılmıştır.
Dipnotlar kısmındaki “Geniş bilgi için bkz:” tarzındaki açıklamalar kitabın Kaynaklar
kısmındaki künyede de aynen tekrarlanmış. Kaynakların cinsine, soyadına göre
düzenlenmesi veya bir dipnottaki birkaç eserin Kaynaklar kısmında ayrı ayrı verilmesi gibi
konulara değinmiyoruz bile.
Çalışmada kullanılan tabirler eserin farklı sayfalarında, karşınıza farklı farklı şekilde
çıkabiliyor. Örneğin, Hokand tabiri, bir yerde Hokan, başka bir yerde Hokent şekillerinde
görülmektedir (s. 116, 124). Bu yanlış tabirler bir kereye mahsus yapılmadığı için bunların
imla hatası olduğunu da söyleyemeyiz. Bir başka örnek vermek gerekirse, Yedisu tabiri
Yedi-Su, Yedisu, Yedi Su şekillerinde farklı farklı görülmektedir. Sart Kalmuklar tabiri Sarı
Kalmuk şeklinde verilmiştir (s. 102). Herkes tarafından bilinen Münevver Kar, Cemal ad
Karşi, Afanasyevo, Andronove, Yedioğuz gibi isim ve tabirlerin yanlış yazılması, büyük
ihtimalle yazarın önsözde teşekkür ettiği asistanlarının bilgileri Türkçe’ye tercüme ederken
terminolojiye dikkat etmediklerini, daha sonraki düzeltme, redaksiyon süreçlerinin farklı
şekilde işlediğini de göstermektedir.
Yazar, Kırgızların ünlü şairi, manasçı, masalcı, şecere uzmanı olan Togolok Moldo’yu “Ünlü
Kırgız tarihçisi” şeklinde tanıtmakta ve dipnotta onun ismini yanlış vermektedir (s. 29).
Togolok Moldo Kırgızların ünlü şahsiyetlerinden biridir ama onun tarih çalışması
bulunmamaktadır ve o da kendisini tarihçi olarak görmemiş, şecereci sıfatıyla Kırgız
Bilimler Akademisi’ne bildiği ve halk arasından topladıkları bilgileri kayda geçirerek teslim
etmiştir. Yazar ayrıca, eski Cumhurbaşkanı Askar Akayev’i de iyi tarihçi olarak
3
tanıtmaktadır (s. 95). Askar Akayev’in iyi bir tarihçi olduğu tartışmaya açık bir konudur ve
onun imzasını taşıyan tarih kitaplarının ne tür şartlarda kaleme alındığı iyice incelenmelidir.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Kitabın pek çok alt başlığı metin ile uyuşmuyor veya eksik verilmiştir. Örneğin, kitabın
“Bakır Devrinde Kırgızistan” bölümünde yazar dört sayfa Avrasya coğrafyasındaki bakır
devri, bu devrin bölgedeki izleri hakkında anlatıyor ama bir cümle Kırgızistan’daki bakır
devri ve onun kalıntıları hakkında bilgi vermiyor (s. 12-15). Veya kitabın Kırgızların dili
kısmında on sayfadan fazla Türkçe, onun tarihi serüveni yazılıyor ve sonunda yarım sayfa
Kırgız Türkçesini diğer lehçelerden ayıran bariz farklar anlatılarak konu geçiştiriliyor ve
oradan da alt başlık veya başlık konulmadan Kırgız tarihi başlatılıyor (s. 33-43). Benim bu
eleştirimden Türkçe karşıtlığı anlamı çıkmamalıdır. Keşke yazar, Türkçe’nin tarihi ve
şimdiki durumunu anlatırken, Kırgız dili veya Kırgız lehçesinin durumunu da ilgili yerlerde
bir iki cümle ile anlatsaydı. Türklerin kullandıkları alfabeler anlatılıyor ama Kırgızlar ile
ilgili hazırlanan kitapta Kırgızların kullandıkları alfabelerden ayrıca bahsedilmiyor. Buna
benzer hataları eserin çoğu yerinden bulmak mümkündür.
Arıklı, kitabın Usunlar Devleti ve Kırgızlar kısmında, Eberhard ve kaynak vermeden
Aristov’a atıf yaparak Wusunlar için Kırgızların ataları demektedir (s. 52-53). Aslında bu
görüş, çoğu Kırgız tarihi uzmanı tarafından pek fazla destek gören bir faraziye değildir.
Kırgız tarih biliminde eski Kırgızların Hunlar ile muhatap oldukları biliniyor. Yazar Aristov
örneğinde görüldüğü gibi, eserinde tırnak içinde, bold ve italik olarak verdiği pek çok önemli
alıntıların kaynaklarını vermemektedir.
Kitabın 68. sayfasında Ulu Kırgız Devleti hakkında bahsederken, yazar bu tabirin Barthold
tarafından 1927 yılında yazdığı “Kırgızlar” isimli makalede ortaya atıldığını bildirir. Aslında
Barthold tarafından yazılan bir makale değil kitap çalışmasıydı. 2
Yazar kitabında Yenisey Kırgızlarının Nevruz Bayramını kutladığını iddia etmektedir (s.
76). Üstelik bu bilgiyi Yenisey Kırgızlarının Bahar Bayramı ile yan yana, ayrı bir bayram
olarak vermektedir. Yenisey Kırgızlarının Bahar Bayramını kutladığını biliyoruz ama ayrıca
Nevruz Bayramını kutladığına dair bilgilere vakıf değiliz.
Manas Destanı’nda daha önce görmediğimiz “yeni” bilgilere bu çalışmada karşılaşıyoruz.
Yazar tarafından kaynak verilmeden alıntı yapılan Manas Destanı’nda, Sarıbagış adında
Manas’ın oğlu ve Eltabar adında Manas’ın güvendiği şahıs varmış (s. 78-79). Biz bu şahıs
4
adlarını Manas Ansiklopedisi’nden bulamadık. Güvenilir kaynağı olmayan, kulaktan duyma
V. V. Barthold, Kirgizı. İstoriçeskiy Oçerk, Frunze 1927; Ulu Kırgız Devleti tartışması hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz: Abdrasul İsakov, Kırgız-Moğol İlişkileri, Basılmamış Doktora Tezi, A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara 2014, s. 54-58.
2
History Cnitique – Issue 3, April 2016
ve Kırgızların göğsünü kabartmak amacıyla kaleme alınan bilimsellikten uzak popüler
çalışmalardan alınan bu tür bilgiler aslında bilim dünyasına fayda değil, zarar vermektedir.
Yazar ortaçağ Kırgız tarihini anlatırken bir alt başlığa Karahitaylar Devleti (Nogaylar) ve
Kırgızlar adını vermekte, ama Karahitayların nasıl Nogay olduklarını ilgili bölümde
açıklamamaktadır (s. 81-83). Hem zaman, hem mekân olarak Karahitaylar Devleti ile
Nogaylar arasında bağlantı kurmak oldukça güçtür.
Kitapta Kırgız Cumhuriyeti’nin adının 1925 yılında Kazak Muhtar Cumhuriyeti olarak
değiştirildiğine dair yanlış bilgi verilmektedir (s. 132). Aslında 15 Ocak 1925 tarihinde Kara
Kırgız Muhtar Cumhuriyeti ilan edilmiştir. 3
Arıklı kitabının 131. sayfasında “Enver Paşa’nın şahadeti ile Basmacılık Hareketi çok büyük
bir darbe yedi. Bu tarihten sonra Türkistan’da örgütlü bir isyan hareketi meydana gelmedi”
demektedir. Oysa Kırgızistan’daki Basmacılık hareketinin ikinci dönemi 1926-1935 yılları
arasında cereyan etmiştir. 4
Yazar Kırgızistan’da uzun yıllar bulunmasına karşılık Kazakların “aul”u ile Kırgızların
“ayıl”ını karıştırmış (s. 26) ve Kazakların “aul”unu Kırgızlara mal etmektedir. Aslında bir
taraftan bakıldığında, aynı anlama gelen bu tabir, kardeş ve komşu halklar tarafından
kullanılmaktadır ve bu çok büyük yanlış sayılmaz. Ama öbür taraftan, bölgede bulunmuş ve
bölgeyi bilen bir bilim adamı olarak bu tür ince farkları da bilmesi ve buna dikkat etmesi
gerekmez mi? Yazar ayrıca, günümüz Kırgızistan topraklarında Alay adlı şehrin olduğunu
ileri sürmektedir (s. 89). Bilindiği kadarıyla Kırgız Cumhuriyeti’nde Alay adında dağ, vadi,
ilçe (rayon) adı bulunmaktadır.
Kitabın Bağımsız Kırgız Cumhuriyeti bölümünün girişindeki beş sayfada SSCB, ABDSSCB rekabeti anlatılmakta ve kitap 2015 yılında basılmasına karşılık, bu bölüm 2011
yılında Almazbek Atambayev’in cumhurbaşkanı seçilmesi ile son bulmaktadır. Aynı şekilde
kaynağı belirtilmeyen Kırgızistan’ın Tarihi Kronolojisi de M.Ö. 300 binden başlayıp 1878
yılında Pişpek şehrinin kurulmasıyla son bulmaktadır. Doğal olarak akıllara “Kırgız tarihinin
kronolojisi 1878 yılında bitiyor mu?” sorusu gelmektedir.
5
“İstoriçeskiy Oçerk, Kirgizskaya Sovetskaya Sotsialistiçeskaya Respublika”, Bolşaya Sovetskaya
Entsiklopediya, Tom 23, Vtoroe İzdanie, Moskva 1953, s. 75- 83; İstoriya Kirgizskoy SSR, c. II, Frunze 1986, s.
318- 329.
4
Ayrıntılı bilgi için bkz: Tamara Ölçekçi, Kırgızların Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Arasında Sosyo-Kültürel
Durumları, Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2004.
3
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Kitabın sonunda, Kırgız Cumhuriyeti Milli Müzesi’nden çekildiği düşünülen 25 sayfa Kırgız
ve Kırgızistan kültürüne has çeşitli resimler kısa açıklamaları ile verilmiştir. Bu kısma
herhangi bir başlık konulmazken, kitap içinde bu resimlere sıkça atıf yapılmaktadır.
Prof. Dr. Erhan Arıklı’yı KKTC ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin gelişmesi için
gösterdiği çaba ve başarılarından tanıyoruz. Bu bağlamda KKTC ile Kırgız Cumhuriyeti
ilişkilerinin sınıf atlamasında büyük emeği bulunmaktadır. Maalesef Kırgız tarihi ile ilgili
neşrettiği bu çalışma, basit hatalarla dolu, çelişkili ifadeler içeren ve akademik titizlikten
uzak bir eser olmuştur. Yazarın iyi niyetle Türk halkları tarihi içinde Kırgız tarihini verme
çabasının da amacına ulaşamadığını söylemeliyiz. Yazar eğer bu çalışmayı yeniden
neşretmeyi düşünüyor ise en azından yaptığımız bu eleştirileri müsbet bir yaklaşımla
değerlendirmelidir.
6
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Bozkırdan Cennet Bahçesine Timurlular (1360-1506)
Hayrunnisa Alan
İstanbul, Ötüken Yayınları, 2016, s.340 ISBN 978-975-437-655-5
Yağmur ÇAKAN ∗
Tarih bilimi ile ilgilenmek o bilimin sadece bir alanı ya da bir bütünü ile ilgilenmek demek
değildir. Kaldı ki tek başına incelendiği takdirde anlamından uzaklaşır ve bizim
zihinlerimizde bir bütün oluşturmaktan ziyade bilgilerimiz havada kalır. Kendi tarihimizi
anlamak için aslında tüm dünyanın tarihini bilmemiz ve doğru okumamız gerekmektedir.
Yaklaşık olarak 150 yıllık Timur tarihini bilmek de bu anlamda önemlidir. O coğrafyayı
anlayarak doğru yorumlamak gerekir. Biz biliyoruz ki her hadise bir önceki ve bir sonraki
hadise ile oldukça bağlantılıdır. Timur Tarihini anlamak da Osmanlı tarihine kadar gelen
∗
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, [email protected]
süreci anlamamızı sağlar. Bu amaçla Prof.Dr. Hayrunnisa Alan tarafından Timur tarihini tüm
detayları ile anlatan bu kitap hazırlanmıştır. Kitabımız altı bölümden oluşmakta ve Timur
Tarihini her boyutu ile ele almaktadır.
Kitabın birinci bölümü Emir Timur’un Barlas Kabilesine mensup olduğu ifadesi ile başlar.
Devamında bu kabilenin şeceresi detaylandırılmıştır. Timur soyunu inceleyen Borthould,
Zeki Velidi Togan gibi birçok isim olduğundan bahsedilir. Bir başka yazar olan Arapşah’ta
Timur’un bir eşkıya olduğunun düşünüldüğünü yazar. Timur’un eşleri ve evlilikleri anlatılır.
Kabilenin Çağatay Han’a verilişi anlatılır. Hanedanın devlet yönetiminin özelliklerinden
bahsedilirken devletin beslendiği kültür kaynaklarının Cengizî gelenek, yerleşik hayat, İslam
dini olduğu belirtilir(s.28).Timur’un devlet yönetimindeki karakteri anlatılır. Metnin izleyen
satırlarında Harezm bölgesi tanıtılmıştır. Timur’un bu bölgeyi alışı ayrıntılı olarak anlatılır.
Harezm’de bulunan Kongrad kabilesi tanıtılmıştır. Herat’a ikinci gidişin farkları
incelenmiştir. Timur bu bölgeye giderken mahiyetindeki ordular anlatılmıştır. 1384 yılında
Mazenderan Şehrine yönelmesinin sebepleri üzerinde durulur. Toktamış’ın Urus Handan
kaçıp Timur’a sığınışı ve ona verilenler sayesinde Altınorda’ya karşı savunması anlatılır.
Timur’la Urus Hanın arası açıldığından ikilinin savaşmak üzereyken havaların soğuması ve
Urus hanın vefatı ile savaşın olmadığı açıklanır. Ölüm haberinden sonra Urus Hanı Dest-i
Kıpçak ve Cuci ulusunu hâkimiyet için gönderdiğinden bahseder. Altınordu’ya sahip olmak
için yaptığı hazırlıklar ve sonunda başarısı anlatılır. Toktamış’ın Timur’a ihanet ederek
topraklarına saldırmasının nedenleri açıklanır. Timur’la Toktamış’ın karşı karşıya geldiği
I.Deşt-i Kıpçak seferi ve Toktamış’ın kendisine müttefik aradığı II.Deşt-i Kıpçak seferleri
uzun uzun anlatılmıştır.
Timur 1391 yılına kadar Şiraz’ı ele geçirememiştir. Burayı alamamasının altında yatan bazı
sorunlar irdelenmiştir. Muzafferiler’i ilhak edişi, Şiraz, Bağdat ve Tekrir’in ele geçirilişi
anlatılmıştır.
Bu bölgelerden sonra Anadolu’da ki devlet ve beyliklerle kurduğu
münasebetleri ve onların Timur’a karşı duruşları izah edilmeye çalışılmıştır (s.97-98).
Hindistan Seferi anlatılır. Nedenleri, olay ve sonuçları üzerinde durulur. Devrin tarihçilerinin
konu ile ilgili görüşleri dikkate alınmıştır. Ankara Savaşı bahsine değinilmiştir. Savaş
sebepleri tek tek açıklanmıştır. Yıldırım ve Timur arasındaki başlıca problemlerden birisi
8
Erzincan Emiri Toharten meselesidir (s.67)
Anadolu’da ki beyliklerin toplanarak topraklarını geri istemesi de bir başka sebeptir.
Osmanlı toprağı sayılan Sivas’ı alması savaşı başlatan bir başka nedendir. Yine Osmanlı
History Cnitique – Issue 3, April 2016
tarihini derinden etkileyen ve büyük sonuçlar ortaya çıkaran bu savaşın sonuçları da ayrıntılı
şekilde işlenmiştir.
Hepimizin bildiği gibi Timur’un son seferi Çin üzerine ancak daha gitmeden önce
topraklarını torunları arasında paylaştırmıştır. Daha sonra Çin hâkimi Tunguz Han’ın
Müslümanları öldürmesi ile Timur’a gelen elçilerin yardım istediği böylelikle Timur’un da
Çin üzerine hazırlık yaptığı anlatılır. Çin’e tam hakimiyet sağlamayan Timur zorlu kış
şartlarına dayanamayarak vefat etti. Emir Timur’un hayatından , kişiliğinden ,soyundan,
başarılarından , bahsedilerek I. Bölüm bitirilmiştir.
Kitabın II. bölümünde Mirza Şahruh dönemi anlatılır. Timur’dan sonra kalan toprakların
Miranşah ve Şahruh arasında dağıtılmasıyla başlar anlatı. Kendisinden sonra tahtta görmek
istediği torun Şahruh Cengiz hanın soyundandı. Timur’un ölüm haberini alınca topraklarda
bulunan görevliler kendi maiyetlerindeki alanı korumaya geçmişlerdir. Timur’un ölümünden
sonra Horasan ve Maveraünnehir hakimiyetini ele geçirmesiyle Fars bölgesini de hakimiyet
altına almak istemesi ve süreç anlatılır. (özne kim) Timur’un mirası için Azerbaycan, Güney
İran-Fars, Maveraünnehir’ de yaşanan mücadelelerden Şahruh galip gelmiştir (s.99).
Metne devam ederken Mirza Şahruh’un Karakoyun hükümdarı Kara Yusuf’a kendisine
bağlanma teklifini reddetmesi üzerine ikili savaşa girmek üzereyken Kara Yusuf’un vefatı
üzerine oğlunun şehri Timur tarafına bıraktığını anlatan satırlar karşılıyor. Bundan sonra
Şahruh’un bu sırada yaptığı seferler ve olaylar anlatılır. Çıktığı ikinci Azerbaycan seferi
detaylandırılarak anlatılmıştır. Bu sırada Şahruh’un vefatı vefattan sonra topraklar arası
paylaşım yapılması, seferler, savaşlar izah edilmiştir. Hanedan üyeleri arasında yaşananlar
izah edilmiştir. Hayatta olan tek çocuğu Uluğ Bey ve torunlarına neler olduğu anlatılmıştır.
1447-1458 arası Timur için çok karmaşık bir dönemdir.
Kitabın üçüncü bölümünde Ebu Said yılları izah edilir. Ebu Said’in hayatı, babasının hayatı,
şerecesi, çocukluğu ve gençliği, karakteri anlatılmaktadır. Ebu Said’in Semerkant için
verdiği mücadele, bu bölgede kalma çabaları, öncesi ve sonrası anlatılmaktadır. Hapse girişi
konu edilmiştir.
Baysungur’un oğlu Babür’ün yaptığı faaliyetler anlatılmaktadır. Mirza sultan ile ilişkileri
9
konu edilmiştir. Babür’ün Belhi ele geçirmek için yaptığı hazırlıklar, güzergahı ve bunu
duyan Ebu Said tarafından şehrin savunması için yapılan hazırlıklar ve alınan önlemler
anlatılmıştır. Şehrin kuşatılması ânı detaylandırılmıştır. Bu olanlar bir antlaşma ile
sonlandırılmıştır.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Ebu Said’in Herat’ı ele geçirmesine kadar geçen sürede olaylar detaylı olarak işlenmiştir. Bu
bölgeye hâkim olan Timur’a hâkim oluyordu(s.162).
Ebu Said’in Herat’ı almasıyla Mirza Alaüddevle, Mirza Sencer, Mirza İbrahim’in Ebu
Said’e karşı duruşları mercek altına alınmıştır. Bu isimlerin tek tek önce hayatlarının
anlatılmasından başlanmıştır. Sonra faaliyetlerinden ve Ebu Said’le ilişkilerinden
bahsedilmiştir. Mirza İbrahim’le Ebu Said arasında yapılan dostluk antlaşması konu
edilmiştir. Ebu Said’e karşı Mirza İbrahim ve Mirza Sencer arasında yapılan mücadele de
Ebu Said’in savaş esnasında dağılışı derinlemesine işlenmiştir. Ebu Said’in Uluğ Bey’in
torunu olan Mirza Muhammed Cuki ile girdiği ilişki izah edilmiştir. Cuci’nin isyan
etmesinin sebepleri üzerinde durulmuştur.
Kitabın dördüncü bölümünde Hüseyin Baykara’nın kısaca kimliği anlatılmıştır. Ebu Said’e
karşı gelen mirzalar arasındaydı. Hüseyin Bey-i Türkmen’le yaptığı mücadeleler ayrıntılı
haliyle izah edilmiştir. Ebu Said’le başta ilişkilerinin çok iyi gittiği ancak sonradan bazı
değişimlere uğradığı anlatılmaktadır.
İkilinin arasında olan hâkimiyet mücadelesinden dolayı Mirza Hüseyin’e kaçtığı belirtilir.
Cuci isyan ettiği için şehir değiştiren Mirza Hüseyin’in peşine düştüğü anlatılır. Mücadele bu
şekilde devam eder. Hüseyin Baykara’nın Herat’ta tahta ikinci defa geçiş mücadelesi
anlatılmaktadır.
Hüseyin Baykara’nın Ebu Said’e ait bazı yerleri ele geçirerek Ebu Said’e Maveraünnehir’in
öte tarafının bırakılması anlatılır. Ebu Said’in oğulları arasındaki hâkimiyet mücadelesi ve
bu mücadelenin Moğollar’ın işine geldiği izah edilir. Bazı yerler Özbekler’in eline geçtiyse
de kendi mücadelelerinden bunu göremiyorlardı. Özbekler bazı yerleri ele geçirip
ilerliyorlardı. Hüseyin Baykara’nın Özbeklere karşı çıktığı yolculukta hastalanıp vefat ettiği
anlatılır.
Beşinci bölümde diğer devletlerle olan ilişkiler anlatılmaktadır.
Özbeklerle olan ilişkiler ayrıntılı olarak işlenmiştir. Özbekler’in Maveraünnehir’e akın
yapmaları ile başlayan ve sonunda Özbekler’e
10
yenilen Uluğ Bey anlatılmaktadır.
Özbekler’in Maveraünnehir’e yaptıkları diğer baskınlar ve bunların üzerinde durulur. Özbek
hükümdar Ebü’l- Hayr ile Ebu Said arasındaki mücadeleler detaylı olarak işlenmiştir.
Özbeklerin toprak genişletme çabaları üzerinde durulmuştur. Timur’un vefatından sonra
Özbekler’in Timurluları tarih sahnesinden silmesi anlatılmaktadır.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Moğollar ile olan ilişkiler; Cengiz Han’ın vefatı üzerine çocukları arasında çıkan karışıklığı
ve Uluğ Bey ‘in bu karışıklıklardan kendisine fayda sağlamak için çıktığı seferlerde Uluğ
Bey’e olan bağlılıkları anlatılır. 1426 yılında Özbek Han’la yeniden bir anlaşmazlık çıktığı
ve Timur’un aldığı yenilgi izah edilir. Özbekler’in Maveraünnehir’i almasına giden süreç
açıklanır. Maveraünnehir Özbekelr’in eline geçince Hüseyin Baykara döneminde Özbek
Moğol sınırı ortadan kalkar (s.241).
Timur ile Çin ilişkisine hangi kaynaklardan bakılması gerektiği, Konfüçyus’un Çin ile ilgili
olarak söyledikleri üzerinde durulmuştur. Orta Asya’dan gelen hediyeler vs. Çin’in ilk
imparatoru olan Hung wu ve Timur arasındaki elçi ve hediyeleşme anlatılmıştır. Timur’un
ölümünden sonra da Çin ile ilişkilerin sürdüğü ve iki ülke arasında yaşanan olaylar
anlatılmıştır. Timur’un yıkılışına kadar süregelir ilişkileri.
Timur ve Karakoyunlular arasındaki ilişkilerin Timur’un 1387 senesinde Karakoyunlu Kara
Mehmet üzerine yürümesi ile başladığını yazar. Mirzalar arasında çıkan mücadelelerden
bahsedilir. Karakoyun –Cihanşah münasebetleri üzerinde durulur. Cihanşah’ın Herat’ı alışı
anlatılmaktadır. Herattan çekildikten sonra olan olaylar konu edilmiştir.
Timur-Berkuk arası ilk mücadele bir elçilik heyeti ile başlar. Anadolu’daki mücadeleler
anlatılmıştır. Timur ölünce topraklarına Şahruh’un hâkim olduğu ve Karakoyunlular’ın Irak-ı
Acem ve Arap faaliyetleri sonucunda Şahruh’un onlar üzerine sefere çıkmasına sebep olur.
Karakoyunluların varlığının Osmanlı-Memlük-Timur arasındaki sınırın ortadan kalkmasına
neden olduğu anlatılmaktadır.
Osmanlı-Timur münasebetlerinde ilk bilinen ilişkinin Şahruh-Çelebi Mehmet arasındaki
mektuplaşma olduğu ifade edilir. II.Murat devri Osmanlı- Timur ilişkileri üzerinde durulur.
Ebu Said’in vefatı üzerine Azerbaycan ve Irak Timur kontrolünden çıkınca iki devlet
arasında sınır kalmadı(s.262). Hüseyin Baykara –Fatih arasında Osmanlı – Timur ilişkileri
için dostluk mesajları içeren mektuplar yazıldığından söz ediyoruz.
Altıncı ve son bölümde devlet içi teşkilatlardan bahsedilmiştir. Timur döneminin güç
odaklarının neler olduğundan bahsedilir. Hanedanın tek soydan geldiği, Timurluların
başarıları ve Ebu Said döneminin politikaları anlatılmıştır. Merkez teşkilatında hem askeri
11
hem idari görevi olan kurumlar tek tek açıklanmıştır. Timurlular döneminde askeriyenin
öneminden bahsedilmiş, ordunun tanımı yapılmıştır. Herhangi bir olayda verilen cezalar
üzerinde durulmuştur. Ordunun kullandığı silahlar açıklanmıştır. Timur maliyesi ile ilgili
eksik bilgi olduğu söylenir. Devletin gelir kaynakları ve vergiler üzerinde durulmuştur.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Vergilerin kimlerden alındığı kayıt usulleri hakkında bilgi tayin edilmiştir. Timur parası
hakkında ayrıntılı bilgi sunulmuştur. Ticaretin genel olarak nasıl olduğu hangi yollardan
ticaret yapıldığı ayrıntılı olarak sunulmuştur. Bölge coğrafyası açısından yetiştirilen meyvesebzeler tanıtılmıştır.
İncelemiş olduğumuz eser tek bir ciltte 150 yıllık bir serüvene dair her şeyi ayrıntıları ile
anlatmıştır. Lisans ve üstü düzeyde her öğrencinin okuyabileceği düzeyde bir kitaptır. Ancak
kitapta çok fazla isim geçmektedir bu da şahsım adına okumayı zorlaştırmakta ve dikkat
dağınıklığına sebebiyet vermektedir. Kitabın en genelinde konular fotoğraf ve haritalarla
desteklenmiştir ve bu da akılda net bir kalıcılık sağlamaktadır. Özellikle bir bölüme atıfta
bulunmam gerekir ki Ankara Savaşı’nın nedenlerini bu zamana kadar hiçbir kitapta
böylesine açıklanarak okumadım ve bu beni çok tatmin etti. Sonuna eklenen soy kütüğü
kitabı okurken takıldığımız isim ve aile konularında kolaylık sağlamıştır. Ayrıca
bibliyografya bizi bu kitaptan farklı yerlere götürerek farklı kapılar açmamızı sağlayacaktır.
Dilsel olarak çok ağır bir kitap değil ancak kolay bir kitapta değil zira yer ve kişi isimleri çok
fazla ki bu akışa mani olmaktadır. Metinde anlatılan konunun tarafsızlığı ön plandadır zira
zaferlerin yanında yenilgilerden de bahsedilmektedir ki bu her tarih kitabında olmayan bir
husustur. Yukarda bahsetmiş olduğumuz kitap üslup olarak çok fazla anlatılan olayları
betimleme yoluna gitmeden öğretici bir üslup yoluna gitmiştir. Keyifli okumalar..
12
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Türklerin Efsanesi, İslamın Simgesi Malazgirt Muharebesi
Carole Hillenbrand, (Çev.Mehmet Moralı)
Alfa Yayınları, İstanbul, 2015, 312 sayfa, ISBN: 978-605-106-969-2.
Fatih ORTA∗
1071’de Bizans ve Selçuklu ordularını karşı karşıya getiren Malazgirt Savaşı’nın günümüzde
dahi büyük bir ilgiye mazhar olduğunu söyleyebiliriz. Bunun pek çok sebebi olsa da, Türk
milletince Anadolu’nun fethinin bu savaşın galibiyetle neticelenmesi ile başladığı dile
∗
Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
getirilir. Gerek Batılı gerekse de Türk araştırmacılar bu savaş üzerinde durmuşlardır. Fakat
ülkemizde bu savaşa dair yazılan kitaplar özellikle son üç dört yıllık süreçte ortaya çıkmıştır.
1971’de savaşın 900. yılı hatırasına armağan olarak hazırlanan ve Türk Tarih Kurumu’nca
neşredilen Malazgirt Armağanı kitabı dışında konu ile alakalı olarak ilmi hüviyette kaleme
alınan kitaplar son birkaç yılda neşredilmiştir. Örnek vermek gerekirse, Mustafa Alican’ın
Kıyametin İlk Günü Malazgirt 1071, Muharrem Kesik’in 1071 Malazgirt Zafere Giden Yol,
Erdoğan Merçil’in Alplarsan ve Malazgirt adlı editoryal kitabını zikredebiliriz. Bunların
haricinde Malazgirt Savaşı’nı konu edinen pek çok edebi eser de mevcuttur. Kısacası bu
konuya olan ilgi de bir azalma söz konusu olmadığı kanaatindeyiz.
Edinburgh Üniversitesi’nde İslam Tarihi profesörü olarak görev yapan Hillenbrand’ın
elimizdeki kitabı 2007 yılında Turkish Myth and Muslim Symbol: the Battle of Manzikert
adıyla Edinburgh’ta neşredilmiştir. Yazarın ayrıca Türkçeye çevrilmiş bir kitabı daha
bulunmaktadır: Müslümanların Gözünden Haçlı Seferleri (Alfa Yayınları, Çev. Nurettin
Elhüseyni, İstanbul, 2015). Ortaçağ Türk-İslam tarihi üzerine çalışan Hillenbrand’ın
elimizdeki eseri konuya -bizim için- yeni yaklaşımlar getireceğini düşünüyoruz..
Malazagirt Muharebesi adlı eser iki ana kısım (birinci kısım 5, ikinci kısım 2 bölüm), ekler,
kaynakça ve dizinden müteşekkildir. Ek-A’da Mihaik Attaleiates’in kaleminden Malazgirt
Muharebesi, Ek-B’de Aristakes Lastivertsi, Urfalı Mateos, Nikeforos Bryennios, Suriyeli
Mikhail, el-Makin, Bar Habreus gibi Hristiyan kaynakların verdiği bilgiler ve son olarak EkC’de İbnü’l-Adim, Ali b. Münkid, Ravendi, Reşidüddin gibi ortaçağ Müslüman yazarlarının
savaşa dair yazdıkları yazılar yer almaktadır.
Birinci kısım birinci bölümde yazar niçin böyle bir çalışma yaptığı, Savaşın Selçuklu ve
Bizans arka planı, Fatımilerin rolü, savaşın günü, seyri, sonuçları ve kaynaklar hakkında
bilgi vermiştir. İkinci bölümde savaşa dair (muahrar) (Bu kelimeyi tam anlamadım)
kaynakların tutumu üzerinde durulmuştur. El-Turtuşi, İbn el-Kalanisi, El-Azimi, İbn elAzrak el-Fariki, Nişapuri, İbnü’l Cevzi gibi kaynakların savaş hakkında neler yazdığı
üzerinde durulduğu gibi yazılanların yorumu da yapılmıştır. Üçüncü bölümde savaşa dair 13.
asır kaynaklarının ne dile getirdiğine temas edilmiştir. Bu cümleden burada El-Hüseyni, ElBundari, İbn l-Aşir, Sıbt b. El-Cevzi gibi kaynaklarda yazılanlar ve bunların yorumu yer
14
almaktadır.
Dördüncü bölümde ise 14. ve 15. asır kaynaklarının savaşa nasıl bir yaklaşımda
bulunduklarına değinilmiştir. Reşidüddin, Aksarayi, Hamdullah Müstevfi, Mirhand gibi
History Cnitique – Issue 3, April 2016
zamanın öne çıkan kaynaklarında yer alan bilgiler değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Birinci
kısmın beşinci ve son bölümünde Malazgirt Savaşı’nın dönemin kaynaklarında ne şekilde
yazıldığına dair bilgiler verilmiştir. Öncelikle İslam tarihçiliğinin/tarihçilerinin anlatım
özelliklerine değinilmiş ardından da Malazgirt Savaşı’nın İslam tarihçilerince hangi değerler
üzerine inşa edildiğine temas edilmiştir.
İkinci kısmın ilk bölümünde Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda Türklerin Haçlılar
yaptıkları mücadeleler kabaca ele alınmıştır. Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi’nin
Frenklerle mücadelesi, Miryokefalon Savaşı, Türk Memlukların Haçlılarla münasebetleri,
Osmanlıların Niğbolu Savaşı, Varna Savaşı, İkinci Kosova, İstanbul’un Fethi, Mohaç Savaşı,
Viyana Seferi (1683), Akka Savunması gibi önemli olaylar Malazgirt Savaşı düzleminden
hareketle yoruma tutulmuştur. Yazarın deyişiyle “bu bölüm, özellikle İslamın Hristiyanlık
karşısındaki üstünlüğünü simgeleyen Malazgirt’in süregiden rol modelliği üzerine
yoğunlaşmıştır (s.217).” ifadesini takip eden son bölüm Malazgirt Savaşı’nın Türk milli
kimliğinin inşasında nasıl bir role sahip olduğuna dairdir. Atatürk’ün tarihe eğilimi ve
Malazgirt Savaşı’na atfettiği önemin de alındığı bu dönemde yirminci asırdaki önemli Türk
tarihçiler ve Selçuklu tarihi araştırmalarının durumuna temas edilmiştir. Bu bölümün bizce
en dikkat çeken tarafı Türk araştırmacıların Malazgirt Savaşı üzerine yoğunlaşmaları ve
Selçuklu tarihi ile ilgileridir. Hillenbrand ayrıca bu asırda Atatürk ile Alparslan’ın mukayese
edilmesi üzerinde de durmuştur. Bu bölümde ayrıca Malazgirt Savaşı’nın 900. Yıldönümü
hazırlıkları da etraflıca ele alınmıştır.
Hillenbrand, Malazgirt Savaşı’nın gerçekte çok büyük bir öneme haiz olduğuna ve Türklere
Anadolu’nun kapısını açtığına dair görüşe şüphe ile yaklaşmaktadır. Hillenbrand, “Gibbon
zamanından bu yana tarihçiler geleneksel olarak bu muharebeyi, sonrasında Bizans Küçük
Asya’sının kademeli bir şekilde Müslüman Anadolu’ya dönüştüğü bir dönüm noktası olarak
görmüştür (s.15).” şeklinde savaşa dair yaygın yaklaşımı belirtmektedir. Hillenbrand, bu
savaşın Bizans için yıkıcı bir niteliği olmadığını ve Selçuklular için de Anadolu’yu
fethetmek
maksadı
ile
yapılmadığı
kanaatindedir.
Yazar,
Alparslan’ın
Bizans’ın
doğusundaki güçsüzlüğü ve dâhili sorunlarından faydalanmadığı, aynı şekilde halefi
Melikşah’ın da böyle bir gayret içinde olmadığını belirtmektedir. Hillenbrand, Cheynet’e
15
dayanarak Bizans ordusunun çok az bir kısmının savaşa dâhil olduğunu ve savaşta Bizans
ordusunun az bir kısmının dağıldığını belirtir ve Alparslan’ın muharebeden sonraki ılımlı
tavrını buna bağlar.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Kitapta Alparslan’ın ilk hedefinin Fatimiler olduğu, Bizans imparatoru Romanos
Diogenes’in hücumu ile Alparslan’ın savaşa girmek mecburiyetinde kaldığı anlatılmaktadır.
Yazar, Bizans ordusundaki Türklerin taraf değiştirmese ve ihtiyat birliklerinin firar etmese
Bizans en kötü ihtimalle günü kurtarabileceğini ifade etmektedir. Yazar, Selçukluların
savaşın galibini olduğunu ancak bunun rastlantısal olarak gerçekleştiğini belirtmektedir
(s.32).
Ortaçağ İslam kaynaklarını temel alarak eserine yön veren Hillenbrand’ın mezkur kaynaklara
nasıl yaklaştığına dair bilgi vermek elzemdir. İslam tarih yazıcılığının ders verici ve Allah
merkezli bir tarih modeli olduğunu (s.129) belirtmektedir. Mezkur kaynaklarda Malazgirt
Savaşı’nın anlatımında en temel husus olarak savaşın İslam adına yapıldığı ve galibiyetle
Hristiyanlığa darbe vurulduğuna işaret edilmektedir. Bu savaşın kazanılmasında kaynaklar,
Allah’ın Alparslan’ın yanında olduğu, Alparslan’ın bir mücahid olduğu, Cuma gününün
kutsiyeti, Roman Diogenes’in günahkâr olması gibi sebeplerde hemfikirdir.
Malazgirt Savaşı’nda sayıları ne kadar olursa olsun Alparslan’ın ordusu Roman Diogenes’in
ordusundan daha az askere sahipti. Mezkur kaynaklarda Selçuklu ordusu bir İslam ordusu
olarak algılanır. Bununla beraber Hillenbrand, Alprlaslan’ın ordusunun tek bir birleşik birim
gibi tanıtıldığını, Roman Diogenes’in ordusunun ise Türk, Ermeni, Frenklerden müteşekkil
derme çatma bir paralı asker topluluğu olarak tanıtıldığını ve ortak dinsel amaçlarının
görmezden gelindiğini ifade etmektedir (s.141). Hillenbrand’a göre Ortaçağ Müslüman
kaynaklardan muharebeyi canlandırmaya çalışmak gereksiz bir umuttur (s.161).
Anadolu’nun Türk yurdu olma sürecinde göze çarpan olaylardan birisi de Myriokephalon
Savaşı’dır. Carole Hillenbrand’ın kanaatine göre bu savaş bir dizi önemli yönüyle
Malazgirt’in tekrarıdır. Hillenbrand’a göre; “Ortaçağ İslam tarihine eğilen hem batılı hem
de Türk araştırmacılar, Myriokephalon Muharebesini görmezden gelmeye eğilimlidir. Cahen
bile, bu muharebeye çok az dikkat eder. Modern Türk araştırmacılar içinde, muharebede
gerçekten genel bir önem gören yalnızca Köymen’dir” (s.178-79).
Yazar bu savaşın tarih yazımında potansiyeli olduğunu ancak görmezden gelindiğini de ifade
etmektedir.
16
Milli Mücadele’nin kazanılması ve akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dizi
yenilik programlarını gerçekleştirmesi sürecinde tarihe ayrılan önem göze çarpmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yoğun teşvikleri neticesinde tarih araştırmalarında gözle görülür
History Cnitique – Issue 3, April 2016
bir kıpırdanma vardı. Türk milliyetçiliği ile Türk tarihçiliğinin birbirine paralel seyrettiği bu
dönemde Fuad Köprülü bir lokomotifi andırıyordu. Hillenbrand’ın ifadesi ile Köprülü,
Köymen, Kafesoğlu, Turan gibi Türk tarihçiler, Osmanlı döneminin çok kültürlü
karmaşıklığı aşıp delici bir yoğunlaşmayla Anadolu’nun ilk fatihleri olan Selçuklulara
odaklanabiliyorlardı (s.225). Gerçekten de cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Selçuklulara
karşı bariz bir ilgi mevcuttur.
Son bölümde yazar, Köymen, Kafesoğlu, Turan gibi Selçuklu tarihi mütehassıslarının
Malazgirt Savaşı’na nasıl yaklaştıklarını ele almıştr. Hillenbrand’ın mevzu ile alakalı
yorumu ise şöyledir:
“Selçuklular üzerine kimi Türkiyat araştırmalarında görülen farklı, ama aynı ölçüde üzüntü
verici eksiklik de açık şovence yaklaşımlardır; bu eğilimin en belirgin örneği, Turan’ın
Selçukluların dünyayı fethetmek üzere ilahi bir vekâlete sahip oldukları temasını
incelemesinde görülür, bu tutum Amerikalı İslam tarihçisi Stephen Humphrey tarafından
eleştirişmiştir.” (s.231).
Carole Hillenbrand’ın elimizdeki eseri Orta Çağ İslam kaynakları temel alınarak hazırlanmış,
ayrıca yer yer Bizans kaynaklarının da şahitliğine başvurulmuştur. Savaşı takip eden
yıllardan Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğumuz yıllarına kadar Malazgirt
Savaşı’nın İslam ve daha sonra Türk kaynaklarda nasıl yorumlandığı üzerinde durulmuştur.
Kanaatimizce böyle bir çalışma daha evvel literatürümüzde mevcut değildi. Eserde yer yer
bizim yıllardan beri alışageldiğimiz söylemlere/bilgilere muhalefet edilmesi dikkat çekse de
savaşın niteliğine ve sonuçlarına dair önemli yorumlar içermektedir. Ayrıca zengin ve
doyurucu bir kaynakçaya da sahip olması kıymetini arttıran hususiyetlerden bir tanesidir.
17
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Modern Dünya Sistemi, 3. Cilt, Kapitalist Dünya Ekonomisinin Büyük Yayılımının İkinci
Evresi, 1730-1840,
Immanuel Wallerstein, (çev. Latif Boyacı).
İstanbul, Yarın Yayınları, 2011, 375 sayfa, ISBN: 605-4195-54-1.
Abdullah KÖKTÜRK ∗
Immanuel Wallerstein dört ciltlik Modern Dünya Sistemi kitaplarında dünyanın onaltıncı
18
yüzyıldan başlayarak uluslararası işbölümü ile karakterize edilen bir ekonomik sistemi
yaşadığını savunmaktadır. “Modern Dünya Sistem”in kökeni Wallerstein’a göre, onaltıncı
∗
Piri Reis Üniversitesi Öğretim Görevlisi, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Doktora Öğrencisi,
[email protected]
History Cnitique – Issue 3, April 2016
yüzyılda Batı Avrupa’da yaşanan değişim ve dönüşümlerdir. Bu sistem temelde büyük
değişiklikler yaşamadan günümüze kadar devam etmiştir. Sanıldığı gibi "kapitalist" olan
devletler değil, sistemin kendisidir. Tek tek ülkeler, dünya-sistemi içinde belirli işlevleri
yerine getirir. Uzun dönemli ekonomik, toplumsal ve ideolojik eğilimleri incelemeden
toplumsal gerçekliği anlamamız hayli zordur.
Daha önce incelenen birinci ciltte 1 Wallerstein’ın uzun onaltıncı yüzyıl dediği 1450-1640
yılları arasında modern dünya sisteminin temel ekonomik ve siyasal kurumlarının oluşması
hikâye edilmişti. Daha sonra incelenen ikinci ciltte 2, 1600-1750 yılları arasında modern
dünya sisteminin kapitalizme geçişte yaşadığı sıkıntılar anlatılmakta, bütünleşen dünya
kapitalizminin bu sorunlara verdiği cevaplar araştırılmaktaydı.
Burada incelenecek üçüncü ciltte ise, sanayi devriminin üretim süreçlerine etkileri,
İngiltere’nin modern üretim tekniklerini ve donanmasını kullanarak kurduğu hegemonya ve
sebep-sonuçları ile Fransız devrimi analiz edilmektedir. Bu kitapta ayrıca Rusya, Hindistan
ve Osmanlı imparatorluğu gibi ülkelerin modern dünya ekonomisine, yani dünya kapitalist
sistemine katılmaları konu edilmektedir. Kitap, onsekizinci yüzyılın son evresinden
başlayarak İspanya, Portekiz, İngiltere ve Fransa’nın Amerika kıtasından çekilmesinin
incelenmesi ile son bulmaktadır.
Bu kitapta da son yüz sayfa kaynaklara ayrılmış ve nerdeyse her sayfanın yarısı dip notlardan
oluşmaktadır. Eğer her dip notu okumaya kalkar iseniz, her Wallerstein kitabı gibi okumakta
zorlanabilirsiniz. Benim tavsiyem zorunlu olmadıkça dip notlara dönmemenizdir. Zaten
bilhassa araştırmacıların okuyacağı bir kitap olduğundan derinlemesine araştırdığınız ve
ilgilendiğiniz bir konu ise ise dip not ve kaynaklara tekrar dönmeniz en doğru seçenek
olacaktır.
Kitabın birinci bölümünün başlığı “Sanayi ve Burjuvazi”dir. Bu bölüm Sanayi devriminin
nedenleri ve tanımlanması ile başlamakta ve devrimin ilk olarak İngiltere’de başlamasının
sebepleri incelenmektedir. Wallerstein her zaman yaptığı gibi bir çok araştırmacının bu
konudaki görüşlerini aktardıktan sonra, bunun sebeplerini; makineleşmeyi ve proleterleşmeyi
sağlayan artan talep, makineleşmeyi mümkün kılan yeterli sermaye birikiminin bulunması,
19
Abdullah Köktürk, Kitap İncelemesi, Modern Dünya Sistemi, 1. Cilt, Kapitalist Tarım ve 16. Yüzyıl’da Avrupa
Dünya Ekonomisinin Kökenleri, http://tarihkritik.com/pdf/sayi_1/sayi01_03_modern.pdf (27.03.2016)
2
Abdullah Köktürk, Kitap İncelemesi, Modern Dünya Sistemi, 2. Cilt, Avrupa-Dünya Sisteminin Pekiştirilmesi
ve Merkantelizm, 1600-1750, http://www.tarihkritik.com/pdf/sayi_2/sayi02_02_modern.pdf, (Erişim Tarihi:
27.03.2016)
1
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
demografik devrimi mümkün kılan ve toprak-kira ilişkilerinin gelişimini sağlayan tarım
devrimi olarak izah etmektedir (s.16). Toprakların birleştirilerek küçük çitçilerin toprağı terk
etmesine neden olan “çitleme” uygulaması ve tarımdaki düzenlemeler ile köyden
şehre/sanayiye işgücü kaydırılması, nüfus artışı, sanayi devrimine devletin yardımı da ayrı
ayrı incelenmektedir (s. 25-30).
Üretim sürecinin zorlaması ile çırçır makinesi, mekik, iplik eğirme makinelerinden buhar
makinelerine kadar çeşitli icatlarla tekstil endüstrisinde büyük gelişmeler yaşanmıştır. Yine
demir ve çelik sanayindeki gelişmeler demiryollarının gelişimine, buhar kazanındaki
gelişmeler de başta kömür olmak üzere enerji sektöründe gelişmelere yol açmıştır.
Teknolojik gelişmeler bilhassa tekstil endüstrisinde dışarı iş verme sisteminin sona ermesine
ve büyük fabrikaların kurulmasına yol açmıştır. Yine bu gelişmeler üretim ilişkilerinde
büyük değişikliklere sebep olmuştur. Dış ticarette görülen ise hammadde ithalinin artması ve
mamul mal ürünlerinin ihracı ve yeni pazarlar ihtiyacıdır (s. 34-39).
Wallerstein birinci bölümün sonunda Fransız Devrimini incelemeye başlar. Ona göre Fransız
Devrimi “senyörlük sistemini ve feodal toplumun ayrıcalıklı sınıflarını ortadan kaldırması
açısından burjuva, kapitalist toplumun gelişimine işaret eder” (s. 47). Ancak devrimi
aristokratlar başlatmış ve halk tamamlamıştır. 1789’da burjuvazi halk güçlerinin desteği ile
liderliği aristokrasiden almıştır (s. 49). Ancak Fransız Devrimindeki köylü ayaklanmalarının
siyasi sonucu, “liberal parlamenter” bir rejimden çok merkezi ve bürokratik bir devlet
olmuştur. (s. 61) Wallerstein’a göre; Fransız Devriminin burjuva devrim olarak görülmesinin
bir nedeni de, Rus Devrimini proleter devrim olarak görebilmek içindir. Wallerstein, “Rus
Devrimi’nin totaliter devrim görüntüsünü yok etmek için Fransız Devrimi’ne liberal bir
devrim görüntüsü yaratmaya çalışmanın da bir anlamı olmadığına inanıyorum” diyerek Rus
Devrimini suçlamayı da ihmal etmemektedir (s. 62). Wallerstein, Tocqueville’i de tanık
göstererek Fransız Devriminin temel ekonomik ve siyasi dönüşüme işaret etmediğini belirtir.
Ona göre; “Fransız Devrimi daha ziyade, kapitalist dünya ekonomisi açısından, ideolojik üst
yapının sonunda ekonomik tabanı yakaladığı bir andı. Geçişin nedeni ya da gerçekleşme anı
değil, onun nedeni idi” (s. 64).
İkinci bölüm “Merkezde Mücadele (1763-1815)” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde
20
onsekizinci yüzyıl sonunda İngiltere’nin Fransa karşısında sağladığı rekabet üstünlüğü ve
bunun nedenleri incelenmektedir. İngiliz sanayinin üretim maliyetleri 1790’dan sonra hızla
düşmeye başlamıştır. Bunun bir sebebi, İngiltere’nin hammaddeyi Avrupa dışı koloni
History Cnitique – Issue 3, April 2016
pazarlarından çok ucuza sağlamasıdır (s.81). Fransız iç pazarının cazibesi de tam tersi olarak
dış pazarda rekabet için teknolojik yeniliklerden uzak tutmuştur. Fransa’nın Amerikan
Devrimini desteklemesi çok büyük maliyet getirmiş ve Fransız Devriminin sebeplerinden
birini oluşturmuştur (s.91). Amerika’da savaşı kaybeden İngiltere ise bu sefer hiçbir yönetim
gideri olmadan Amerikan ticaretini ele geçirmiş ve ekonomik olarak bu durumdan kazançlı
çıkmıştır (s.94).
Fransa 1786’da İngiliz mamul maddelerinin etkisini küçümseyerek İngiltere’yi bir serbest
ticaret antlaşması yapmaya ikna etmişti. Fransızlar şarap gibi tarım ürünleri, lüks kumaşlar,
ipek, cam eşya ihraç edecek, buna karşı İngilizler kaba İngiliz pamuklusu, çanak çömlek
satacaktı. Durum Fransızların beklediği gibi olmamış, İngilizler bir miktar daha fazla şarap
almış ancak bu hiçbir zaman çok fazla olmamıştı. Ancak Fransız pazarı halkın çoğunun
kullandığı İngiliz pamukluları ile dolmuş, Fransa’da yüzbinlerce işçi işiz kalmıştır. 1789’a
kadar fiyatlarındaki düşüşler sonucu şarap üreticileri alım güçlerinin yüzde kırkını
yitirmişlerdi. Bunun yanında tahıl ve ekmek fiyatlarında oluşan yüksek fiyatlar da
Wallerstein’e göre ihtilâli ateşleyen nedenlerden biri olmuştur (s. 105). 1786 antlaşması 1793
de Konvansiyon tarafından resmen reddedilmiştir (s. 110).
Wallerstein, Fransız ihtilâlinin bir “burjuva devrimi” olduğu konusundaki yorumlara eleştiri
getiren A. Mathiez’e gönderme yapar. Mathiez, çalışmasında, 1789’da mutlak monarşinin
gücünün zaten sınırlı olduğunu, senyörlerin kamusal bütün güçlerini devlete kaptırmış
durumda olduklarını, serfliğin fiili olarak ortadan kalktığını, ticaret ve endüstri onsekizinci
yüzyıl boyunca geliştiği için burjuvazinin de bildiğimizden daha az muhalif olduğunu
savunmaktadır (s.113). Wallerstein bunun üzerine şu soruyu sorar; “o zaman Fransız
Devrimi nedir?” (s. 123). İhtilal üç şeydir ona göre. Bir tanesi; İngiliz devletinin ekonomik
hegemonyasına karşı Fransız devletini reformlara zorlamak için yapılan bilinçli bir
girişimdir. Ancak bu reformlar hedefine ulaşamamış ve İngiliz liderliği artarak devam
etmiştir. İkincisi; ihtilal modern dünya sistemi tarihinde ilk kez kamu düzeninin çökmesine
yol açan sistem karşıtı (anti-kapitalist) koşulları ortaya çıkarmıştır. Ve daha sonraki sistem
karşıtı hareketlerin manevi temeli olmuştur: Ancak bu, ihtilalin burjuva devrimi olduğunu
değil, olmadığını gösterir. Üçüncü olarak; ihtilalin bir sonucu da feodal ideolojinin hala
21
devam ettiği bir kapitalist dünya ekonomisinin feodalizm ile bağlarını koparması olmuştur.
Ancak bu da, bir burjuva kapitalist devriminin başlangıcına değil, onun tam olarak
olgunlaşmasına işaret eder (s. 124). İhtilalin ardından kilise mallarının kamulaştırılması
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
kilise mülkü olan binaların fabrikalara dönüştürülmesine yaradığı için Fransa’nın
endüstrileşmesine katkıda bulunmuştur (s.128).
Napolyon dönemi, ihtilalin ardından başlamış olan korumacılık yasalarının korunduğu ve
bunlara yenilerinin eklendiği bir dönemdir. Fransa’nın bu dönemdeki en büyük hedefi
İngiltere’nin dünya hegemonyasını önlemek olmuştur. Bunu sağlamak için Avrupa’daki
mamul malların çıkış noktalarını kapatmak ve İngiltere’nin hammadde ithalatını engellemek
amaçlanmıştır (s.130). Ancak Napolyon Savaşlarının sona ermesi ile Fransa’nın
planladığının aksine, İngiltere’nin dünya sistemi hegemonyasını ele aldığı görülmüştür.
İngiltere 1783-1816 yılları arasında, Yeni Zelanda, Malta, Seylan. Mauritius adaları dâhil
bilhassa Pasifik Okyanusu’nda birçok adayı ele geçirerek dünya gücünü pekiştirmiştir (s.
135).
Üçüncü bölüm dünya ekonomisinin periferisinde ve dış alanında bulunan Rusya (Avrupa
bölgesi), Osmanlı İmparatorluğu (Rumeli, Anadolu, Suriye ve Mısır), Hindistan alt kıtası ve
Batı Afrika’nın (kıyı bölgeleri) kapitalist dünya ekonomisinin üretim süreçlerine katılımı ile
ilgilidir. İngiliz yönetimi altında Hindistan ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısında indigo,
ham ipek, pamuk ve afyon ihraç ediyordu. İlk iki ürün Avrupa’ya giderken, pamuk ve afyon
Çin’e gidiyordu (s.154). Osmanlı İmparatorluğu ise 1750 dolaylarında dünya ekonomisi ile
bütünleşmeye başlamıştır. Onsekizinci yüzyılın sonuna doğru Balkanlar Fransız pamuk
endüstrisinin temel tedarikçisi durumuna gelmiş, ondokuzuncu yüzyılda Fransızların yerini
İngiliz ve Avusturyalılar almaya başlamıştır. Ancak Amerikan ve Mısır pamuğunun rekabeti
ile karşılaşan Anadolu pamuğunun rolü azalmaya başlamıştır. Rusya’nın Avrupa ile ticareti
1750-1850 yılları arasında çarpıcı bir yükseliş yaşamıştır. Genel hammadde ihracatçısı olan
Rusya’nın ihraç malları Fransa tekstil sanayi için kendir ve ketendi. İngiliz teknolojisi
çökertene kadar demir endüstrisi de önemli ihraç malları arasında yer almıştır. Daha sonra
demirin yerini buğday alacaktır (s.155-156).
1761’de Fransızların Osmanlı İmparatorluğu’ndan ithal edilen pamuk ipliğine yüksek bir
gümrük duvarı koyması Osmanlı genç sanayisi için sonun başlangıcı olmuştur. 1838 İngiliz
Ticaret Antlaşmasının etkisi ile 1862’de Osmanlı artık bir imalat ülkesi değildir. Suriye’de
ise imalat sanayinin çöküşü 1820’lerde başlamış ve 1840’larda Halep ve Şam’da süreç
22
tamamlanmıştır. İngiliz antlaşması şartlarının dayatılması sonucu 1841’de Mısır’da
fabrikalar çürümeye terk edilmiştir (s.166).
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Onsekizinci yüzyılda Batı Afrika sanıldığının aksine endüstriden yoksun değildi. 1750’den
önce Gine’de yerel pamuklu kumaşlar İngiliz mamullerinin rekabetine direnebiliyordu. Batı
Afrika’da tekstil yanında, demircilik ve demir dökümü on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’dan
gelen ithal ucuz ürünlerle yok edilmiştir (s.168).
İngiltere’nin dünya sistemi üzerinde hegemonya kurmasında kullandığı araçların
anlaşılabilmesi açısından Çin ile yaptığı çay-pamuk-afyon ticareti (veya Hindistan-ÇinBritanya) üçgeninin incelenmesi önemlidir. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi Çin’den çay
alıyor ve bunu gümüş ile ödüyordu. Bu alımlar bir ara o kadar arttı ki gümüş yetiştiremez
oldu. İngilizler Avrupa’ya gönderilmesi çok ekonomik olmayan Hint pamuğunu Çin’e ihraç
edip çay paralarını bu yolla ödeme yolunu buldular. Anacak Çin’in pamuk talebi daralınca
İngilizler pamuğun yerine geçecek yeni bir ürün keşfettiler. Bengal’de yetişen Hint afyonu.
Bir süre sonra Çin’in afyon ithalatı o kadar arttı ki İngilizlerin çay için ödediklerinin çok
fazlası İngilizlere geri akmaya başladı. Bunun sonucu afyon savaşlarıdır (s.184-185).
Wallerstein bu bölümde ayrıca İslam dünyasında onsekizinci yüzyılda Sufi tarikatların
dirilmesini de ele almaktadır. Bu dirilişin sebebi ona göre, Hıristiyan Avrupa
yayılmacılığının neden olduğu tehdit hissi ile Moğol, Safevi ve Osmanlı İmparatorluklarının
çöküş sürecidir (s. 185). Bölüm sonunda Osmanlı İmparatorluğunun reform hareketlerine
rağmen çöküş süreci ile, Çar Peter (Petro) ve Çariçe II. Catherine (Katerina) dönemindeki
Rus modernleşmesi analiz edilmektedir.
Üçüncü cildin “Yerleşimcilerin Amerika Kıtasındaki Sömürgelerden Çekilmesi” adını
taşıyan son bölümü, İspanya, İngiltere, Portekiz ve Fransa’nın Amerika kıtasından
çekilmelerinin öyküsüdür.
Ondokuzuncu yüzyılın ortasında Amerika’nın yarısı Avrupa
sömürgeleri, diğer yarısı ise kapitalist dünya-ekonomisinin dışında kalan bölgelerdir. Süreç
içinde
Amerika
kıtasının
dekolonizasyonu
Avrupalı
yerleşimcilerin
himayesinde
gerçekleşmiştir. Yine bu süreçte, sömürgeler bağımsız egemen devletlere dönüşmüş ve
devletlerarası sistem yeniden şekillenmiştir. Bu dönüşümde Amerikalı yerliler ve siyahlar
yeni egemen devletlerin çoğunda nüfusun büyük kısmını oluşturmalarına rağmen –Haiti
hariç- dışarıda bırakılmışlardır.
23
Modern Dünya Sistemi kitaplarının bu incelediğimiz üçüncü cildinde İngiltere’de başlayan
sanayi devrimi, Fransız İhtilâli ve İngiltere’nin hegemonya kurma süreci incelenmiştir.
Wallerstein’ın de dediği gibi, onsekizinci yüzyılda ne sanayi devrimi, ne Fransız İhtilâli, ne
de Amerika’daki bağımsızlık savaşı dünya kapitalist sistemine önemli meydan okumalar
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
değildi. Aksine bunlar sistemin daha da güçlenmesini temsil ediyorlardı. Halk güçleri baskı
altına alınmış ve siyasi güçleri kısıtlanmıştı. On dokuzuncu yüzyılda bu güçlerin halefleri
hatalarından ders çıkararak daha düzenli ve sistematik, tamamıyla yeni bir mücadele
stratejisi oluşturacaklardır. Okumaya başladığımız dördüncü cilt 1789-1914 arasında bu
mücadeleleri anlatmaktadır.
24
History Cnitique – Issue 3, April 2016
İmparatorluk: Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi
Niall Ferguson, (Çeviren: Nurettin Elhüseyni)
İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 3.bs., 2015, 391 Sayfa, ISBN:978-975-08-1974-2
Hakan ŞAHİN *
Britanyalı tarihçi, halen Harvard Üniversitesi profesörlerinden Niall Ferguson’un YKY’den
3. baskısı geçtiğimiz Mart’ta çıkan “İmparatorluk” adlı kitabı “Britanya’nın Modern
Dünyayı Biçimlendirmesi” alt başlığını taşıyor. Çalışma, modern dünyanın oluşumunda
İngilizlerin rolünü ve “yağmurlu bir takımadanın dünyaya nasıl hükmettiğini” açıklamayı
25
hedefliyor. Kitabın ilk bölümünde, Britanya’nın öncelikle bir ekonomik olgu olarak
başladığına ve gelişimine ticaretin ve tüketiciliğin güç verdiğine, ikinci bölümde, daha önce
*
Dr., Serbest Araştırmacı
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
dünyada benzeri görülmemiş bir göç şeklinde Britanyalıların dünyanın dört bir yanına
dağılması olarak ortaya çıkan İngiliz sömürgeciliğine değiniliyor. Dinsel mezheplerin
Britanya nüfuzunun yaygınlaşmasındaki yerine değinen bölümden sonra dördüncü bölümde
dikkatler dünyaya bu denli yayılmış bir yapıyı yöneten İngiliz bürokrasisine çekiliyor.
İmparatorluğun askeri boyutuna odaklanan altıncı bölümün ardından, son bölümde yazarın
deyimiyle “daha acımasız rakip imparatorluklarla” karşılaştığı 20. yüzyıldaki rolü ele
alınıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1959’da Londra’ya ziyareti sırasında arkadaşı Hüseyin Tahsin
Salor’a yazdığı bir mektupta “İngiliz santimantalitesinin bir tarafını bu imparatorluk kaygısı
demeyeceğim, gururu yapıyor” der. 1 Bu incelemede, kitabın çok zengin tarihsel ayrıntılarla
bezeli bu bölümleri okuyucuya bırakılarak, kitabın bütününe rengini veren İngiliz
aklına/tavrına yahut Tanpınar’ın deyişiyle gururuna bir miktar değinilecektir. Kitapta bunun
açıkça ve yekpare bulabileceği yer ise yer ise yazarın “içten”den çok “cüretkâr” bir şekilde
kaleme aldığı Giriş bölümüdür. Bu bölüm, kitapta İngiliz şecaatinin nasıl arz edileceğine dair
bir hülasa ve ona bir mukaddime olarak da okunabilir.
Ferguson, Britanya’nın cesametini okuyucuya anlatmaya kendi ailesinden başlıyor. Ailenin
coğrafi yayılmışlığının biriktirdiği müktesebatın kendisi kadar okuyucuyu da etkileyeceğini
umuyor. Bu minvalde, dedesi John, Ekvador’daki yerlilere hırdavat ve kaçak viski satmış;
saldırıya geçen uçaklara ve bunaltıcı sıcağa dair hikâyelerini dinlerken duyduğu heyecanı
hala hatırladığı diğer dedesi Tom, Kraliyet Hava Kuvvetlerinin bir pilotu olarak Hindistan ve
Burma’da bulunmuştur. Meslek hayatına Kraliyet Donanmasında başlayan amcası Ian,
Kalküta’da mimar ve “gurbetçi maceraperestliğin sembolü”dür. Babası Kenya’da hekimdir.
Bu yüzden çocukluk anılarını sömürge Afrikası süslemiştir: “Avlanan çitaların görüntüsü,
şarkı söyleyen Kikuyu kadınlarının sesi, olgunlaşmış mangonun kokusu.. Glasgow’a
döndükten sonra bile, oradan getirip kanepeye serdikleri antilop postu, duvarda Masai
savaşçının portresi, kız kardeşinin ve kendisinin zebra derisinden bavulu, Mombasa’dan
alınmış cicili bicili bir sepet, gnu tüyünden yapılı bir sineklik, oyma tahtadan bir suaygırı,
afrikadomuzu ve aslan figürleri..” Bütün bunlar evi sömürgecilik sonrası dönemin küçük bir
müzesine dönüştürmüştür.
26
Yazara göre, iki büyük dünya savaşına ve onca tasfiyeye rağmen İmparatorluk (Britanya
İmparatorluğu) halen devam etmektedir. Nitekim bir İngiliz dostu Hindistan’dan şöyle
1
Zeynep Kerman (haz.), Tanpınar’ın Mektupları, Dergah Yayınları, İstanbul, 2012, s.98
History Cnitique – Issue 3, April 2016
bahsetmiştir: “Ayrıldı, ama hâlâ saatini Big Ben’e göre ayar ediyor.” Peki ya Hindistan’ın
maruz kaldıkları? İşte giriş bölümünün ana teması aslında tam da budur. Kitabın tümü
boyunca da yazar bu sorunun belirlediği bir eksende dolaşacaktır.
1982’de
Oxford’a
girdiğinde,
üniversitenin “Bu
kurum sömürgeleştirmeyi
esefle
karşılamaktadır gibisinden” bir önergeyi tartışmakta olduğuna tanık olan Ferguson, bir
refleksle bu fikre karşı çıkacaktır. Konuyu “ciddi” olarak incelemeye başladığında ise fikri
değişecek ve “ailemle birlikte acınacak ölçüde yanıltıldığımızı anladım… İmparatorluk
sonuçta tarihin Kötü Şeylerinden biriydi” diyecektir. Yukarıda “cüretkâr” denilirken neyin
kastedildiği anlaşılmış olmalıdır. Burası, nüktedan Ferguson’un bu kitapta Britanya’nın
aslında tarihin Kötü Şeylerinden biri olmadığını anlatacağını söylediği yerdir.
Peki ya öyle değilse, nedir? Yazara göre, Hindistan olsun Britanya’nın sömürdüğü diğer
toplumlar ve topraklar olsun, Britanya “bir güç tarafından kollanmamaları halinde kolayca
yağmacılığa ve haksızlığa maruz kalabilecek” toplumlara daha önce hiçbir devletin bağımlı
bir halka sunmadığı bir yönetim sağlamıştır. Ferguson, John Stuart Mill gibi “Hindistan’daki
Britanya yönetiminin insanoğlunca bilinenler içinde sadece niyet bakımından en halisane
değil, tatbikat bakımından da en faydalılarından biri olduğunu” savunmadığını söyledikten
sonra, “ama” der, “tarihte hiçbir düzen 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Britanya
İmparatorluğunun başardığı ölçüde malların, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımını
ileriye götürmediği ortadadır. Batı’nın hukuk, düzen ve yönetim normlarının evrensel hale
gelmesinde başka hiçbir milletin onlar kadar payı yoktur.”
Başka bir deyişle yazar, İmparatorluğunun günahları olduğunu “elbette” kabul etmekte, ama
hemen ardından, “İmparatorluğun olmadığı bir dünyayı hayal etmek öğreticidir” diyerek,
“biz olmasak ne olurdu, bir düşünün” demeye getirmektedir. Bunu yaparken verdiği kimi
tarihsel örneklerle ise sadece Hindistan’a yahut Afrika’ya hücum etmekle kalmıyor, örneğin
Hollanda veya ABD’yi de tartışmanın içine çekiyor: “Britanya olmasaydı Kalküta diye bir
yer olmazdı. (…) Eğer Hollanda 1664’te İngilizlere teslim etmiş olmasaydı, Nieuw
Amsterdam acaba bugün bildiğimiz New York olur muydu?”
“Evet, tiksindirici bir ırk ayrımcılığını uzun yıllar sürdürdü, evet, köleler edinmek ve
27
sömürmek için uğraştılar, 1857’de Hindistan, 1831 ve 1865’te Jamaika, 1899’da Güney
Afrika emperyal otoriteye kafa tuttuğunda Britanya’nın gösterdiği tepki vahşiceydi. Kıtlık
1840’larda İrlanda’yı, 1870’de Hindistan’ı vurduğunda aldırışsızlardı” şeklinde sıraladığı
kabulleri okurken, okuyucu “şimdi içten bir açıklama gelecek” şeklinde bir beklentiye
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
girebiliyor. Gelen açıklama ise soğukkanlı ve asimetriktir: “Ama tarihte hiçbir düzen
malları, sermayeyi ve işgücünün serbest dolaşımını Britanya kadar ileri götürmedi.”
Ferguson, 1982’de Oxford’a gittiğindekine benzer bir tutumu ve aklı muhafaza etmiş
görünüyor. Dilinde bilgi var, hikmet yok; kabul var, özür yok. Çünkü Ferguson bilimadamı
soğukkanlılığı ile yaklaşıyor ve okuyucunun hem duygusallığı hem de ahlaksal bir tartışmayı
bir kenara bırakmasını salık veriyor. Kim bilir, belki de içine atıyordur. Yukarıda zikredilen
mektubun devamında Tanpınar şöyle diyecektir: “İngilizlerin de kendilerine göre dertleri
olacak ki, saat beş dedi mi halk meyhanelerin kapısında kuyruk yapıyorlar. Ve meyhanede
baş başa verip konuşan iki İngiliz kadar dokunaklı şey azdır.” 2
Britanya İmparatorluğu’nu savaşlar ve siyaset ekseninden ziyade bir yandan sermaye akışı
ve ticaret açısından ele alan, bir yandan da kişisel tarih kayıtlarına ve kültürel oluşumlara yer
veren bu kitabın belki de en zayıf noktası, Britanya’nın kolonilerine, buralarda yaşayan
insanlara ve onların yaşam tarzlarına karşı yıkıcı bir politika ve uygulamalar gütmediğine
ilişkin tartışmalı iddiasıdır. Kendisi kitapta bu kelime ile ifade etmese de, eğer “iyi
imparatorluk” diye bir kavramdan söz edilecekse Ferguson bunun Britanya İmparatorluğu
olduğunu ima etmektedir. Yine de kitap, bu iddiasını desteklemek için yararlandığı
kaynaklar ve verdiği örneklerin zenginliği bakımından bilgi yüklü bir çalışma. Anlatım tarzı
olarak ortalama bir tarih okurunun sayfalarında gezineceği bir tarih kitabı. Çevirisi de gayet
başarılı. Bu kitabın, sömürülen ve sömürgeleştirilen toplumların nasıl yönetildiğini, nasıl ve
nerede hata yaptıklarını anlamak bakımından mutlaka okunması gereken bir çalışma
olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
28
2
Kerman, s. 98.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Vidin Kalesi Tuna Boyu’ndaki İnci,
Mahir Aydın
İstanbul, Ötüken Neşriyat., 2015, 232 sayfa, ISBN:978-605-1552-57-6.
Ahmet Cengiz KARAGÖZ
Osmanlı tarihini incelemek isteyenlere temel bir usul öneren bu kitapta yazar Mahir Aydın
kendi ifadesi ile Osmanlı’nın imparatorluk çarkını, Vidin penceresinden görmeye çalışmıştır.
Kitabın; 1690-1830 yılları arasındaki Osmanlı Devleti kronolojisinin ve bu dönem Avrupa
haritasının el altında bulundurularak okunması tavsiye edilir.
Sunuş ve girişi takiben dört bölüm, sonuç, kaynakça ve dizinden oluşan kitapta sunuş; Vidin
29
Kalesi hakkında merak uyandıran ikinci paragrafı ile okuyucuyu cezbetmektedir. Girişte
‘’Avrupa’nın Amazonu’’ olarak tanımlanan Tuna nehri; Tuna Boyu: Kendini Aşan Nehir
başlığı ile ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Birinci bölüm; Kale Binası: İnsan Kokulu Taşlar
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
başlığı altında kalenin fiziki yapılarını, ikinci bölüm; Kale Yönetimi: Sorumluluğu Ortak
Taşıyanlar başlığı altında kalenin yönetiminde etkili makamları, üçüncü bölüm; Kale Askeri:
Ekmeğini Silahtan Kazananlar başlığı altında kalenin savunmasında görev alanları, dördüncü
bölüm ise Kale Hayatı: Savaşın Gölgesinde Yaşayanlar başlığı ile sivil hayatı incelemiştir.
Sonuç kısmında yazar; günümüze kadar Osmanlı İmparatorluğunun taşrası ile ilgili önemli
çalışmalar yapılmış ise de bunun henüz yeterli düzeyde olmadığı kanaatindedir. Bu kısım
günümüze de ışık tutabilecek önemli mesajlar vermektedir: Genç Osman’dan 200 yıl sonra
gerçekleştirilmeye çalışılan yeniden yapılanma çok gecikmiş olduğundan imparatorluğun
cazibesini yitirmesine, ortak çıkar şemsiyesi olan devletin taşradan başlayan ayaklanmalarla
gerilemesine, yenileşme hamlelerinin de anlamsızlaşmasına sebep olur. Yazarın son sözü
‘’imparatorluk kavramını bir cirit değneği gibi atıp tutanlaradır’’ ve en önemli mesajıdır;
yazarın ifadesi ile ‘’imparatorluk; ardından özlem gözyaşı dökülen ve dar zamanlarda,
kudretinin nostaljisine sığınılan, bir kahramanlık öyküsü değildir. Bin yılda bir zor görülen
bu baht yıldızı, ancak kendi yapısı gibi, disiplinler arası yaklaşım ile anlaşılabilen, tarihsel
bir armağandır. Bunun kolay olduğunu sananlar, yalnız imparatorluk kuranları değil, onun
egemenlik şemsiyesi altına girenleri de, bugün imkânlarından yararlandığı kendi devletini de
en hafif deyiş ile küçümsemiş olurlar.’’
Denilebilir ki Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş döneminde Avrupa’daki her bir
serhat kalesinin temelli kaybı, sebep sonuç ilişkileri bakımından nerdeyse imparatorluğun
çöküşüne dair bir numunedir. Kitap bu gözle okunmalı ve irdelenmelidir.
Kitap; dönemin Vidin Kalesi’nin maddi gerçeklerini sayısal tablolara ve metinlere istinaden
okuyucuya sunan üslubu itibariyle ancak yazardan alıntılar ve sonunda belki kısa bir
yorumla özetlenebilecek türden olduğundan özet; bu metodu takip etmektedir.
Tuna Boyu: Kendini Aşan Nehir
‘’Yeryüzünde hiçbir nehir, Tuna kadar ülkeler arası renklilik taşımaz. Yüzyıllar boyunca
Avrupa kıtasının doğasını ve uygarlığını etkilemiştir.
‘’Avrupa’nın Amazonu olarak da tanımlanan bu çok özellikli nehir, Karaorman’dan
Karadeniz’e uzanan 3 bin kmlik yolculuğunda hep aynı duruşu göstermez. Alpleri aşamayan
30
yağmur bulutları yüzünden, bir gecede 10 m yükselirken, taşkınlardan oluşan küçük su
havzaları, balık, kuş ve ağaç türleri için, zengin bir hayat kaynağı olur. Bir zamanlar ince
History Cnitique – Issue 3, April 2016
donanmanın hükümran olduğu bu su yolu, 18 inci yüzyılın başında, daha çok ulaşım ve
ticaretle gündemdedir.’’
‘’Tuna’nın sağ kıyısını, imparatorluğun genel bütünlüğü, sol kıyısını ise, özel Eflak ve
Boğdan toprağı oluşturur….’Kimi zaman beri yaka, Türk yakası veya İslam yakası olarak da
isimlendirilir.’’
‘’Tuna Nehri ve ona katılan akarsular, Vidin Kalesi için de çok yönlü önem taşır. Bosna’dan
başlayıp; Belgrad ve Vidin üzerinden İstanbul’a uzanan canlılık, konunun ilk göze çarpan
özelliğidir.’’
‘’Belgrad ve Vidin gibi iki büyük kalenin Tuna boyunda yer alması, ulaşım yoğunluğu için
yeterli bir gerekçedir… Bu büyük ve geniş kapsamlı ulaşım, her iki yönde de yapılır. Ancak
temel kurumların başkentte bulunması; top, cebe, humbara, barut ve kurşun türü, temel
ihtiyaçların da buradan karşılanmasını gerektirir… Bu ulaşımın başlangıç noktası
Tophane’dir.’’
‘’Tuna’nın ulaşım işlerliği gibi, toprağın verimli oluşu da, bölgeyi ticaret yönünden zirveye
taşır. Bu konuda bilinen en büyük örnek, Valide Turhan Sultan’ın 1664’de yaptırdığı ve
İstanbul’daki Yeni Cami bitişiğindeki Mısır çarşısıdır.
‘’Kış geldiğinde Tuna’da, buz mevsimi başlar ve hayat durur… Bu yüzden ulaşımın,
Kasım’dan önce yapılmasına büyük özen gösterilir. Bölgeye gönderilen fermanlar sık sık,
Tuna’nın donması yaklaşıyor uyarısında bulunulur.’’
‘’Tuna donanmasına, Tuna Kaptanı kumanda eder… Savaş döneminde ince donanmaya
kumanda etmesinden dolayı, Tuna Muhafızı veya Tuna Başbuğu olarak da anılır… Tuna
kaptanı, daha çok büyük çaplı işleri yürütmekle görevlidir. Bu konuda; Tuna iskelelerinde
gemi yapımı, orduya malzeme taşınması için tüccardan gemi kiralanması ve gemi ulaşımının
düzgün yapılması sayılabilir. Ayrıca mevsiminde, başkentin yiyeceği için iskelelerde alım
yapmak, bu konuda karaborsayı önlemek, Tuna Boyu palangalarına dizdar önermek, kale
envanteri için başkentten gelen denetçiye eşlik etmek ve kale onarımı sırasında işin başında
durmak da Tuna Kaptanı’nın sorumluluk alanıdır. ’’
31
‘’Bir iskeleye bağlı gemiler, gemiler kethüdası olan ağanın gözetimindedir. Bu ağa, iskele
kaptanı unvanı ile anılırken, 1800’lerin başında liman reisi olarak adlandırılır… Bunlar
öncelikle kendi iskelesine bağlı gemilerin işleyişinden sorumludur. Ayrıca Tuna’dan geçişi
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
engelleyen baltalıkları temizler, transit geçen gemiyi öteki iskeleye ulaştırır ve hatta kale
onarımlarına bile destek verir. ’’
‘’Tuna’nın ülkeler arası konumu, gümrük uygulamasını da zorunlu kılar. Bu nedenle her
büyük iskelede, bir gümrükhane bulunur. Buranın en üst düzey yetkilisi gümrük eminidir…
Gümrüğe giren mala değer biçmek için, başlangıçta Yahudilerden, bilirkişi yardımı alınır.
Ayrıca iskeleye giren ve çıkan mal, gümrük kantarı ile tartılıp, gümrük defterine yazılır.
Gemiler gümrük emininin bilgisi ve gümrük tezkiresi olmadıkça yükleme yapamaz.’’
‘’Başkentin bal, balmumu, sadeyağ, donyağı, keçi yağı, yapağı, pastırma ve deri ihtiyacı
büyük ölçeklerde Tuna Boy’undan karşılanır. Özellikle mum; camiler, mescitler, eski ve yeni
saray, Tersane-i Amire ile halkın evlerini aydınlatılması için çok önemlidir. 1763 yılında
Venedikli, Bosnalı, Polonyalı Ermeni ve Yahudi karaborsacılar, kimini korkutarak, kimine
yüksek fiyat vererek, üreticinin elindeki malı alınca, tepki sert olur.’’
‘’Tuna Boyu’ndaki zabitlere, kara sığır başına dört beş altın veren Hıristiyan ve Yahudiler,
bunları; Avusturya, Venedik, Dubrovnik, Macaristan ve Polonya’ya götürünce, Eflak,
Boğdan ve Tuna kıyısındaki hayvan kesim yerleri etkilenir. Buğday gelmediği zamanlarda,
başkentte çekilen sıkıntı, nice makam sahiplerini yerinden etmiştir. Bu konunun Tuna
Boyu’ndaki sorumlusu da Vidin Muhafızı’dır.’’
‘’İmparatorluğun en verimli havzası olan Tuna Boyu’ndaki ticari ürün, daha çok, bu bölgede
kurulan askeri savunma hattının ihtiyacını karşılamak, diğer bir deyişle, kendi içinde
tüketilmek üzere değerlendirilir.’’
Yukarıda kitaptan alıntı yaparak özetlemeye çalıştığım ‘’Tuna Boyu: Kendini Aşan Nehir’’
bölümü kitabın girişine alınarak Vidin Kalesi coğrafyasının hâkim unsuru olan Tuna Nehri
imparatorluk dönemi kavramları ile tanıtılmaya, Tuna Boyu’nun özelde Vidin, genelde ise
imparatorluk için önemi anlatılmaya çalışılmıştır. Girişte dikkati çeken hususlar; o dönemde
Müslüman olmayanların Tuna Boyu ticaretindeki ağırlığı, devletin hizmet satın alması, az
sayıda Müslüman yönetici ile ticareti yönlendirme gayretleridir.
Kale Binası: İnsan kokulu Taşlar
32
‘’Yüzyıllar boyunca imparatorluğun, iki önemli cephesinde iki büyük kale vardır. Doğuda
İran’a karşı Bağdat, batıda Avusturya’ya karşı Belgrad. … Fetih anlayışı üzerine kurulu
imparatorluk siyasetinde, sınır kavramı yok gibidir. … 1718’de Belgrad’ı Avusturya alacak,
History Cnitique – Issue 3, April 2016
işte bundan sonra sınır ve savunma kavramları, yerli yerine oturacaktır. … Böylece
Tameşvar’a bağlı Vidin, ilk kez serhat heyecanını yaşayacak..’’
‘’İran cephesi artık eski önemde değildir. Zaten aralarında cihad motivasyonu yaşanmayan
bu iki komşu, eldekini koruma kaygısına yönelmiştir. Yeni dönemde Rusya, yalnızca
Rumeli’de değil, Kafkasya’da da büyük tehlike boyutuna gelmiştir. Bu yüzden, Kırım’ın
sağındaki Anapa’dan Batumun yukarısındaki Faş’a kadar inen tüm kaleler, yeniden yapılır.’’
‘’1719-1724 yılları arasında Vidin ..tepeden tırnağa yeniden yapılır. … imparatorluk
kalelerinin kürsüsü düzeyine çıkar. Bu önemi ve kendisi için kullanılan Rumeli’nin kilidi
tanımı, ileriye doğru yapılan akınlar döneminin artık çok geride kaldığının da öteki adı
olur.’’
‘’Vidin Kalesi asker ya da sivil gözetilmeden, savunma üzerine kurulu bir bütün olduğundan,
bölgedeki her şey, onun ilgi alanı içindedir. Örneğin; çevredeki yolların genişletilmesi ve
temiz tutulması ile köprülerin onarımı da kalenin sorumluluğundadır.’’
‘’Vidin’i kale yapan birimler; duvar, kapı, hendek, köprü, tabya, kışla, cebehane, palanga,
top ve donatım gereçlerinden oluşur.’’
Yazar, görüldüğü gibi Vidin Kalesi’nin tarih içindeki yerini duraklayan imparatorluk
kavramı ile özdeşleştirmiş ve Kale ve mücavir alanını bu çerçevede 44 sayfada ayrıntılı
olarak tanıtmıştır. Okuyucular için yabancı olabilecek palangalar ‘’ Büyük savunma
merkezleri olan kaleler arasındaki boşluğu kapatan küçük savunma noktalarıdır….ya bir
kaza veya bir kasaba türünden yerleşim birimi bütünlüğünde, ya da derbent, geçit veya nehir
kıyısında yer alır. Nasıl ki kaleler, savaş üzerine kurulu olmakla birlikte sosyal hayatın da
geçtiği merkezlerdir; …. Palangalarda da aynı değerler yaşanır.
Bu bölümde dikkatten kaçırılmaması gereken ikinci bilgi ise Rusya’nın o dönemdeki
siyasetinin bugün de ete kemiğe bürünüp canlandığı, tarihin jeopolitiğin esaretinde tekerrür
etmekte olduğudur.
Üçüncü dikkati çeken konu ise İran’la ilgilidir. Yazarın ‘’….aralarında cihad motivasyonu
yaşanmayan iki komşu,...’’ ifadesi; İslam’ı millileştirmiş olan İran’ın günümüze kadar da
33
süren Pers Milliyetçiliğinin hedeflerine yönelik Şii ittifakı görünümünde ancak jeopolitik
yanı ağır basan ve Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletleri için ciddi bir tehdit teşkil
etmiş faaliyetlerini göz ardı etmiştir.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Kale Yönetimi: Sorumluluğu ortak taşıyanlar
‘’Vidin Kalesi’ndeki yönetimin yetki ve sorumluluk dengesinde öne çıkanları; muhafız, kadı,
viladika, dizdar, nazır, defterdar, emin ağa, voyvoda ve knezdir.’’
‘’Kalenin asker-sivil zirvesini, muhafız ve kadı oluştururken yönetimin ağır yükü, yerli
ağaların üstündedir. Çünkü onlar, kale halkı içinden çıkar ve görev değişikliği ile gidecekleri
başka bir yerleri yoktur.’’
‘’Vidin’de yönetici olarak görev yapan herkes, kaledeki işleyişe ve kuşaklar boyunca sürüp
giden hayata katkıda bulunur. Asıl amaç ötekileştirmek değildir. Tam tersine yetinebilmenin
en alt sınırını zorlamadan, gerekirse bu uğurda birbirine katlanarak, bir ortak paylaşımda
bulunmaktır. Bu titizliğin sağladığı sahiplenme sayesinde, Pazaryeri’nde bulunan darağacı,
kimsenin asılarak idamının aracı olmaz.’’
‘’Bir kalenin en üst düzey yöneticisi, paşa rütbesindeki muhafızdır.’’
‘’Muhafızların temel görevleri için fermanlarda, şu konulara vurgu yapılır: 1) Düzeni
sağlamak,
2)
Herkesi
korumak,
3)
Zorbalığa
izin
vermemek,
4)
Fermanları
uygulamak.…Ancak onun yönetim düzeyi üst perdedendir. Bir bakıma orkestra şefidir.
Çünkü kalede 29 ağa vardır ve bunların her biri, kendi alanında yetkili ve sorumludur. Öyle
ki muhafız, askere bile karışamaz. Asker konusundaki karar, başkentte alınır ve vekil
konumundaki, kalenin yeniçeri ağası da uygular. Eğer birisi kaleden sürgün edilecek ise,
buna asker dahil, ancak halkın oybirliği ile yapılır.’’
‘’Muhafızın görev ayrıntısında; ekmek için buğday alımı, narh uygulaması ile fiyat
belirleme, gümrük gelirlerinin kontrolü, büyük ölçekte taşınan paranın güvenliği ile
komşuluk ilişkileri, öne çıkar. Bu komşular Avusturya ve Eflak olması, kendisinin, yabancı
devletler ile imzalanan barış ya da kapitülasyon anlaşmaları konusunda, bilgilenmesini
gerektirir. Kısaca muhafız, yalnızca komutan değil, aynı zamanda siyaset sorumluluğu olan
devlet adamıdır.’’
‘’Şer’i mahkemede görülemeyen kimi çetrefilli davalar, muhafız huzurunda çözüme
kavuşturulur.’’
34
‘’Her muhafız değişiminde, saraydaki eşya, tümüyle yenilenir.’’
‘’Kadı, kaledeki yönetimin sivil kanadını temsil eder ve muhafız ile birlikte üst düzey
sorumluluk üstlenir….kadı muhafızın sorumlu olduğu konularda bile, sağlama görevi
History Cnitique – Issue 3, April 2016
üstlenir. Özellikle muhafızdan şikayet edilen durumlarda, başvurulabilecek en önemli
güvencedir.
‘’Muhafızın olmadığı kısa dönemlerde, kaymakam atanırsa da kadıdan, durumu gözetmesi
ve başkasını işe karıştırmaması istenir. Vidin halkı ile ilgili uyarılar da kadı üzerinden
yapılır.’’
‘’Vidin’in Avusturya cephesinde olmasından dolayı, bu devlet ile yapılan antlaşma ve ortaya
çıkan yeni durum bilgisi kadı ile de paylaşılır.’’
‘’İmparatorluklar milliyetler üstü bir kavram olduğundan, Osmanlı’da da iki bloktan oluşan,
din grupları vardır; Müslüman olanlar ve olmayanlar. Müslüman olmayanların en üst düzey
temsilcisi… başkentte Rum Patriği, …Vidin’de de bir metropolit, Slavca söylemek
gerekirse, bir viladika bulunur’’
‘’…viladikanın
varlığı,…
aidiyet
duygusu
ile
birlikte,
milli
kimlik
kaybının
önlenmesidir…Burada, imparatorluk yönetiminin gösterdiği tahammül…hoşgörünün önemli
payı vardır…viladikalar ancak iki konuda gündeme gelirler; vergi ve evlilik…’’
‘’Vidin’deki knezler, kale varoşu ve köylerde yaşayan Bulgar halkın temsilcisidir… tek ve
üst kimlik din olduğu için , Vidin genelinde halkı temsil görevi, aslında viladikanındır.
Ancak din dışı konularda bu temsil, knezindir.’’
‘’Knez, kendiliğinden değil, halkın arasında öne çıkan ve devletin resmen tanıdığı, sorumlu
vekildir…devlet ile birey arasında bağlantıdır ve imparatorluğun yaygın biçimde başvurduğu
birbirine kefil tutma uygulamasının, başka örneğidir.’’
Kitabın en ilginç bölümü ikinci bölümüdür. İmparatorluğun; taşrasındaki yerel yönetimlerin
dahilindeki ve bunların merkezle ilişkisindeki kurduğu mekanizmalar günümüzün de
meselelerine çözüm getirebilecek fren-denge sistemleri bakımından incelemeye değerdir.
Yazar ‘’sorumluluğu ortak taşıyanlar’’ başlığı ile özellikle Osmanlı Devleti’nin taşra
birimleri dahilinde kurduğu bir dengeyi incelemekte ve kitabın hacminin müsaadesi
nispetinde asgari ölçüde merkez taşra münasebetlerine de değinmektedir. Sonuncu konu
üzerinde biraz daha ayrıntıya girilse idi imparatorluğun duraklama ve dağılma süreci
35
açısında ipuçları verilebilir, günümüze de ışık tutabilirdi.
Ayrıca dikkati çeken bir husus da; imparatorlukların milliyetler üstü bir kavram olarak
nitelendirilmesidir. Aslında imparatorluklar dinler üstü bir kavramdır. Muhafızın; şer’i
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
mahkemelere çözümlenemeyen çetrefilli uyuşmazlıklara çözüm getirmesi, ya da maslahata
uygun karar vermesi görevi dikkate alındığında Osmanlı’da üst kimlik, devletin gücü ile
korunan Osmanlı Tabiiyeti’dir. Devletin gücünün zayıflaması sonucunda dini aidiyetin,
olmadı, milli aidiyetin ön plana çıkması da yadırganacak bir husus olmamalıdır. Çünkü
devletlerin gerileme döneminde gaye ve eylem birliğini tahakkuk ettiren ilk aidiyet aslında
yeni devleti de doğuran aidiyettir. Osmanlıcılık akımının neden itibar görmediğini de ancak
böylece açıklamak mümkündür.
Bir diğer dikkati çeken husus ise her muhafız değişiminde muhafız sarayının eşyalarının
tümden değiştirilmesidir. İsrafın muhafız seviyesindeki boyutu devletin her kademesindeki
israfa ve halkımızın ve devletimizin günümüzdeki israfının köklerine işaret ettiğinden
önemli bir tespittir.
Kale Askeri: Ekmeğini Silahtan Kazananlar
‘’Vidin Kalesi’nde görev yapan ve ekmeğini silahtan kazanan askeri; sipahi, yeniçeri, cebeci,
topçu, toparabacı, humbaracı, azap, sekban, beşli ve gönüllüler olarak sınıflayabiliriz.’’
‘’Bir zamanlar yeniçerilik, çok sıkı disiplin ve uzun bir süreçten geçilerek elde edilirdi.
Üstelik bu konuda istekli olmak da yetmez, seçilmek gerekirdi. Bu özel ve seçkin askerin
disiplinini, en iyi biçimde, kırk yeniçeri bir kıl ile burulur, deyişi anlatır. Ancak o dönem
artık çok geride kalmıştır. Önce evlenmelerine izin verilir, daha sonra da ölen babasının
yerine yeniçeri olan, kuloğlu asker yaygınlaşır. En sonunda da , Yeniçeri Ocağı yani dergah-ı
muallanın çok uzağına düşen, yerli yeniçeri ortaya çıkar…..Yerliler, odalılar ve
yamak…grubuna ayrılır…Günlük olarak yedi akçe alan yamaklar arasında ticaretle
uğraşanlar… bu yüzden görev yerlerini terk edenler fermanla uyarılır. Hatta 1795 yılında,
kendileri için yeni bir düzenlemeye gidilir. Çünkü Başkentten gelen icmal defterinde Vidin
için 10711 yamak kayıtlıdır. Kalede yapılan kontrolde ise, gerçek sayının 7553 olduğu
görülür…kale ve taşra yamaklarının elinde, birden çok esame, yani maaş cüzdanı vardır ki,
böyle bir uygulama yasaktır..’’
‘’Ancak bu durum kamuda karşılığı olan bir yönelimdir. Çünkü bu dönemde askerlik ve
onunla ilgili sektörler, geniş ve önemli bir yer tutar. Böylece asker olmak, yaygın bir geçim
36
yoludur. Bir yere kapılanamayan, yani iş bulamayanlar ise, haydutluk ve eşkıyalık yolunu
tutar. İmparatorluğun geriye yaslandığı bu dönemde, kale askerinin sayısı da, savunma
anlayışına koşut olarak artış gösterir.’’
History Cnitique – Issue 3, April 2016
‘’Akınlar dönemi artık kapandığı ve yerini, sabit savunma aldığı için, sipahiye olan ihtiyaç
da verilen önem de azalır. Çünkü halktan fazla vergi istemek, sefer için geldiği yerdeki halkı
evinden çıkarıp kendisi yerleşmek ya da iskân bahanesi ile dolaşıp, köylüye yük olmak
yüzünden, haklarında şikâyet söz konusu olur. Oysa bu konular imparatorluğun her zaman
önem verdiği, reaya ve beraya üzerinde titremek anlayışına, çok aykırı davranışlardır.’’
Ders kitaplarında kuru kuruya okutulan Osmanlı askeri teşkilatı ve sosyal yapı ile etkileşimi
yazar tarafından duraklama dönemindeki imparatorluğun Vidin Kalesi numune alınarak,
okuyucunun gözünde gayet başarılı olarak canlandırılmıştır. Fütühata dayalı devlet
siyasetinde toprak kazanımlarıyla üretken ve gelir getiren ordunun, duraklamayla savunmaya
ve sadece tüketen bir teşkilat haline gelmesi, Avrupa’nın keşifler ve yapısal dönüşüm
hamlelerine karşılık verememesi kısaca Avrupa’daki yapısal dönüşümden habersiz hantal bir
ordu besleyen bir refah ve israf devleti rehaveti ile hayatına devam etmesi devletin önce
duraklamasına sonra gerileyip yıkılmasına sebep olduğunu yazar; Vidin penceresinden etkili
olarak ortaya konmuştur. Burada dikkatlerden kaçırılmaması gereken yapısal dönüşümlerin
eğitim tabanlı, uzun soluklu ve zamanında başlayanının makbul olduğudur. Nitekim sonuç
bölümünde yazarın işaret ettiği iki yüz yıllık gecikme bu gerçeği doğrular niteliktedir.
İkinci olarak dikkatinizi kapılanma sözcüğüne çekmek isterim. Devlet daima istihdam kapısı
olarak görülmüştür, halen de görülmektedir. Bizde özel teşebbüs ruhunu öldüren bu garantici
kapılanma anlayışının kökleri pek eskiye dayanmaktadır. Tarım ve fütuhat toplumundaki bir
yere kapılanmak ile devlet kapısı arasındaki katı ilişkinin, sanayileşmesi son derece gecikmiş
henüz bilgi toplumu çağından uzak olan ülkemizde de günümüze kadar sürdüğü
muhakkaktır. Girişimcilik cesareti ve ruhunun gençlerimize zerk edilmesi veya devlet
kapısından ziyade üretici bir özel sektörde kapılanma anlayışının benimsenebilmesi;
günümüzün genç işsizlerinden, incelenen dönemdeki işsizliği isabetle bir güvenlik meselesi
olarak gören kitaptaki tabirle ‘’haydut ve eşkıyalarından’’ çok çekmememiz için elzemdir.
Nitekim; yapısal dönüşüm yerine, diğer bir deyişle iktisadi düzenin değiştirilmesi ile birlikte
yeniçeriliğin tasfiyesi ve yerine düzenli ordu kurulması yerine devlet kadrolarının yerli
yeniçeriler ile doldurulması gibi geçici tedbirlere başvurulması çare olmamıştır.
Para küçük namustur. Yetersiz gelir ve dengesiz gelir dağılımı toplumları hukuk ve ahlak
37
dışı yollara iter. Nitekim yerli yeniçeri yamakların ticaretle uğraşmaları, bir kişiye birden
fazla maaş cüzdan tanzimi, yamak sayılarının gerçekten fazla gösterilmesi bunların
sonucudur.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Kale Hayatı: Savaşın Gölgesinde Yaşayanlar
‘’Bir kale binası, uzaktan göründüğü gibi ölümcül silahlar ve soğuk taşlar yığını değildir. Bu
duygusuz görünümün arkasında, hayata tutunan insanlar yaşar. O insanlar, dünyaya
savaşmak için gelmediklerine göre, taş duvarların çevrelediği kalede, hayatın her duygusu
yaşanır. Savaş ise ancak; kırk gün kar yağar, bir gün av olur örneği, iş başa düşünce
kaçınılmazdır. Ne de olsa, aynı geminin yolcularıdır. Ayrıca onlar, kale savunmasının arka
plan desteğidir. Bir kuşatmada, herkes silaha sarılırken, yalnız kadın ve çocuklar, yer altı
sığınağı olan zeminliğe çekilir.’’
‘’Bir kaledeki nüfusu, kaleyi savunan asker ile yerleşik halk olan gayrimüslimler oluşturur.’’
‘’ Müslüman olanlara; yöneten zengin karşılığı beraya, gayrimüslim olanlara da; yönetilen,
yoksul karşılığı reaya denir. Gayrimüslim halkı; hırıstiyan ve Yahudiler oluşturur ve bunların
ortak tanımı, ehl-i zimmettir. Onlar baş vergisi öderken, Müslümanlar maktu denilen
belirlenmiş bir vergi verir. Vergi kayıtları, nufus konusunda çok değerli bilgi sunar.
‘’Vidin’in Hıristiyan halkını; çok büyük oranda Bulgarlar ile az sayıda Ermeni, Rum, ve
Hırıstiyan Çingene oluşturur. ….Yahudiler ise çok sayıda olmasa da, ekonomik ağırlığı
önemlidir. …sayısı 437 dir. …taife denir. Varoşta emlak ve arazileri olmayıp, altı ayda bir
200 kuruş vergi ödemeleri için ellerinde fetih döneminden kalma senetleri vardır. …
Yahudilerin, ekonomik hayatta, ticaret ve özellikle de borç para konusunda belirgin bir
ağırlığı görülür. Vidin’deki Müslümanların sayısı ise, asker vergiden muaf olduğu için
belirsizdir.’’
‘’…İmparatorluğun yönetim anlayışı, Müslüman’ı asli unsur saydığı ve kendinden gördüğü
için daha çok gayrimüslimi gözetir ve onları korumayı, Tanrının verdiği görev sayar.
Aslında, ticaretten uzak duran ve ekonomik çarkını gayrimüslimlerin döndürdüğü
imparatorlukta, kimin zengin kimin yoksul olduğu, incelikli ve önemli bir sorudur.’’
‘’Önceleri sade bir yaşam içerisinde olan Müslüman halk, 18. Yüzyılın ikinci yarısına doğru,
zengin bir görüntü sergiler. Sade demir ürünü olan kara kılıç sayıca azalırken, özellikle
38
gümüş işlemeli silahların sayısı artar. …. Bir başka önemli konu, din duygusu yüksek olan
kale Müslümanlarının hacca gitmesidir. Son dönemlerde fetih ile desteklenmeyen inanç
coşkusu, ibadet ile karşılanır.’’
History Cnitique – Issue 3, April 2016
‘’Son olarak, Vidin’deki kadınlar, sosyal hayatta oldukça aktif bir rol oynar. Özellikle
Müslüman kadınlar, ticaret ile uğraşır ve kendilerinden borç para bile alınır. Hatta, çeşitli
sosyal problemlerin çözümü için, mahkemeye dilekçe verenlerin sayısı az değildir. Bu
dilekçeler mahkemede titizlikle değerlendirilir ve gereği yerine getirilir.
İmparatorluğun gayrimüslim halkı gözetmesi ve korumasının, azınlıktaki Müslüman üst
seviye yönetici ve askerin kontrolündeki kalede, halkın imparatorluğa sadakatini sağlama
amacı vardır. Yazarın bunun ‘’tanrısal bir görev sayılması’ açıklamasının temelinde de barış
dini olan İslamiyet’in toplum hayatında sükûnet ve huzuru emretmesi yatar.
Bizdeki gösteriş merakını özetleyen ‘’ayranı yok içmeye, atla gider gezmeye’’ deyişi
demektir ki bugüne mahsus değil. Gazalarda geçen zaman ve parlatılan kara kılıçların yerini
kalelerde miskinlikle geçen zaman ve gümüşle süslenen kılıçların alması Müslüman bir
toplumda hoş görülmemesi gereken bir durumdur. Müslüman ahalinin sade hayattan
gösterişli bir hayata geçişi ve bununla birlikte hacca giderek itibar sahibi olmak istemesini
İslamiyet ile bağdaştırmak mümkün olmadığına göre yazarın bunu din duygusunun
yüksekliği ile açıklaması doğru olmayabilir.
Maişetini aslen askerlik hizmeti ile sağlayan Müslüman erkeklerin ticaret yapması hem
yasak ve hem de fütuhat zamanlarında mümkün olmadığından ticari hayatında askerlik
hizmetinden muaf olan gayrimüslim ahalinin iştigali ve malvarlığı edinerek zenginleşmesi,
özellikle dünyanın her yanına dağılmış ve birbiri ile bulundukları yerin ihtiyaçlarını
muhabere eden Yahudilerin ticaret ve para hayatında ağırlıkları olması pek tabii karşılanan
bir husustur. Vergi gelirlerinin azalması, paranın değerinin düşmesi askerin gelirini olumsuz
etkilerken ticaretle uğraşan gayrimüslimlerin gelirini ve malvarlığını artırmıştır. Müslüman
kadınların sosyal hayatta özellikle ticaret hayatında yer alması ve başarılı olmaları da bu
şartların bir sonucu olsa gerektir. Bu konuda ayrıca savaşlarda şehit düşenlerin ailelerine
yapılan yardımları da incelemek gerekir.
Vergi defterlerinde kaydı olmayan askerlerin mevcudunun tespit edilememesinin yanında
maaş kayıtlarının da doğru olmaması Müslüman nüfusun, dolayısıyla kale nüfusunun tam
tespitine imkan vermemektedir. Bu durum imparatorluğun diğer yerlerinde de varit
39
olduğundan aslında tarihi iddia ve yorumlarda bir eksiklik yaratması kaçınılmazdır.
Sonucunu girişe aldığım kitabın bölümlerinin özeti ve yorumlarını böylece tamamlamış
oldum. Son söz olarak diyebilirim ki kitap bir Osmanlı Kalesinin tanıtımı için yeterli bilgiyi
haiz iken yazarın hacmi sınırlı tutup kitaba aktarmadığı bilgilerin varlığı göz ardı
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
edilmemelidir. İlgilenenler daha fazlasını yazardan istirham edebilirler. Bugün için Osmanlı
dönemindeki bir kalenin ne önemi var diye düşünenlere şu cevap verilebilir: her şehir
gerçekte bir kaledir. Şehir halkının devlete sadakatinin sağlanması merkezi yönetimin
üzerine bir farzdır. Topyekûn mukavemetin bütün imkânlarını içlerinde barındıran bugünkü
şehirler aslında birer patlamaya hazır bir bomba haline geldiklerinde rejim; Suriye’deki
örneğinde olduğu gibi ancak tek tek evler yıkıldığında, halkı muhacir, mülteci olmuş ruhsuz
şehirlerde, hâkimiyet sağlayabilmektedir. O gün kaleyi muhafazanın veya içten fethetmenin
yolu kale halkının kazanılması idi. Bugün de değişmemiştir. Şehirlerin de muhafazası veya
merkezi otoriteye baş kaldırması; şehir halkının sadakatini sağlayacak veya ifsat edecek pek
çok algı operasyonlarına imkan veren sosyal medya dahil her türlü; sosyal ekonomik ve idari
tedbirlerin alınmasını gerektirir. Özetle bugünün kaleleri şehirler; hem birbirleri ve hem de
merkezi otorite ile bağlarını güçlendirecek tedbirlere muhtaçtır.
40
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Şah’ın Ülkesinde. Rus Çarı I. Petro’nun İran Elçisi Artemiy Volınskiy’nin Kafkasya
Raporu
Okan Yeşilot
Yeditepe Yayınevi, 2014, 192 sayfa. ISBN: 978-605-5200-38-1
Leyla DERVİŞ ∗
Kiev civarında ufak bir devletçiğin çatısı altında yaşayan Ruslar, Türk halkları sayesinde
büyük bir devlete sahip oldular. Başlangıçta bir Türk-Moğol devleti olarak kurulan Altın
Orda zamanla tamamen bir Türk devleti haline gelmişti. Altın Orda’dan cihanşümul devlet
41
düzeni başta olmak üzere çok şey öğrenmiş olan Ruslar, zamanla Altın Orda Devleti’nin
parçalanmasıyla
∗
ortaya
çıkan
Türk
hanlıklarına
üstünlük
sağlayarak
topraklarını
Yrd. Doç. Dr. Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Antalya. [email protected]
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
genişletmiştir. Kazan, Astrahan, Kırım ve Sibir hanlıklarını, Nogay yurdunu hâkimiyetleri
altına almakla yetinmeyen Rusların bir sonraki hedefi İran veya namı diğer Azerbaycan
toprakları olmuştur.
Prof. Dr. Okan Yeşilot tarafından kaleme alınan ve 2014 yılında İstanbul’da Yeditepe
yayınevi tarafından basılan Şah’ın Ülkesinde. Rus Çarı I.Petro’nun İran Elçisi Artemiy
Volınskiy’nin Kafkasya Raporu adlı eserde,
Rusya’nın XVIII. yüzyıl başlarında Hazar
Denizi’ni ve Azerbaycan topraklarını ele geçirerek yeni topraklara ve ham maddelere sahip
olmak, sıcak denizlere inmek, ticaret yollarının Rusya üzerinden Avrupa’ya geçmesini
sağlamak,
Rusya’nın
güney
sınırlarının
emniyetini
pekiştirmek,
ayrıca
Osmanlı
İmparatorluğu’nu kuşatarak daha da güçsüzleştirmek politikaları anlatılmaktadır. Artemiy
Volınskiy’in İran seyahatı notlarını ele alan bu çalışma seyahatname tarzı bir eserdir.
Kitap, giriş, iki ayrı bölüm, değerlendirme, kaynakça, ekler ve dizinden oluşmaktadır. Eserin
Giriş bölümünde seyahatnameler, onların devlet politikalarındaki yeri, Çarlık Rusyası’nın
yayılma politikalarındaki seyyahların ve onların rapor, not ve hatıralarının önemi, I.
Petro’nun bölgeye olan ilgisi ve bu ilginin gerekçeleri, Azerbaycan topraklarına XVIII.
yüzyılda yapılan seyahatlar ve Artemiy Volınskiy’in İran Seyahatı Raporu üzerine Rusça ve
Azerbaycan Türkçesi’nde yapılan çalışmalar hakkında bilgi verilmektedir. Yazar, 628
sayfadan ibaret olan bu raporun, Azerbaycan’ın XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki tarihinin
öğrenilmesinde çok önemli bir kaynak olduğunu belirtmektedir (s.13-14).
Eserin birinci bölümünde Çarlık Rusyası’nın Deli Petro dönemi (1682-1725), özellikle
Petro’nun yaptığı reformlar ve izlediği dış politika ayrıntılı şekilde ele almıştır. Petro’nun
ailesi ve onun iktidara gelmesini ele alarak başlayan birinci bölümde, Petro’nun yaptığı
reformlar madde madde anlatılmaktadır. I. Petro tarafından başlatılan sosyal, idari, iktisadi,
askeri ve dini reformlar, Çarlık Rusyası’nın büyümesi ve Türk topraklarını işgal etmesinin en
önemli sebeplerinden biridir. Örnek olarak yazar, Rus bilim adamı Nevskaya’ya atıf yaparak,
“Kurulan akademi ve batıdan çağrılan bilim adamlarının ülkeye sağladığı en büyük katkı,
Türkistan başta olmak üzere doğudaki toprakların Rusya’ya ilhak edilmesiydi” demektedir
(s.25).
42
Ayrıca bu bölümde Rusya’nın batı ve doğu politikaları, Osmanlı-Rus ilişkileri kısaca
anlatılmaktadır. Kanaatimizce, yazar eserinde I. Petro Dönemi Türk-Rus İlişkileri ve
Elçiliğin Osmanlı’yı İlgilendiren Yönü konularını çok kısa tutmuştur. Türk bilim adamları ve
okurları için hazırlanan bu eserde bahsettiğimiz konular daha ayrıntılı ele alınmalıydı. Zira
History Cnitique – Issue 3, April 2016
XVIII. yüzyıl başlarındaki Osmanlı-Rus ilişkilerinin bir yönünü, Kafkaslar, Hazar Denizi ve
İran coğrafyası üzerinde çatışan politikalar oluşturuyordu. Buralardaki Osmanlı-Rus
ilişkilerine ışık tutacak Volınskiy’in seyahat günlüğü ve ilgili raporlarındaki bilgiler son
derece önemlidir. Yine de birinci bölümdeki Deli Petro dönemindeki Çarlık Rusyası’nın
durumu ve Rusya’nın dış politikası hakkındaki bilgiler okuyucuyu eserin ana konusuna
hazırlamakta, Rusya’nın neden İran’a elçi gönderdiğini açıklayarak resmin çerçevesinin
çizilmesini sağlamaktadır. Yeşilot’un birinci bölümde konu ile ilgili doyurucu derecede
Rusça kaynak kullandığını söyleyebiliriz.
Kitabın ikinci bölümünde, Yarbay Artemiy Volınskiy’in 1715-1718 yıllarında 72 kişilik
heyetle İran’a gerçekleştirdiği sefer,
Volınskiy’in elçilik raporlarına dayandırılarak
anlatılmaktadır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için yazar, ikinci bölümü Artemiy
Volınskiy’i çocukluğundan itibaren tanıtarak başlatmaktadır. Artemiy Volınskiy’in
gerçekten de üzerinde durulması gereken bir şahıs olduğu, bu kitabın ilgili kısmı okunduğu
zaman daha iyi anlaşılacaktır. Deli Petro’nun güvendiği kişilerinden biri olan, ünlü devlet
adamı, başarılı bir subay, deneyimli bir diplomat olan Artemiy Volınskiy Türkiye’de pek
fazla bilinmemekte ve tanınmamaktadır. Volınskiy ile ilgili Türkiye’de tanıttığımız bu eser
ve tarafımızca yazılan birkaç makale haricinde başka çalışma bulunmamaktadır (L. Derviş,
“Astrahan Valisi Artemiy Volınskiy”; “Artemiy Volınskiy’in Kazan Valiliği ve Başkurt
Raporu”).
İkinci bölümün devamında Volınskiy’in İran elçiliği, görevlendirme kararının Çar tarafından
imzalanmasından elçinin Rusya’ya geri dönüşüne kadar, adım adım Volınskiy’in raporu
ışığında ele alınmaktadır. Kitabı okurken iki husus dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki Deli
Petro’nun, dolayısıyla Rusya’nın atacağı adımları önceden planlayıp, bilim adamları,
askerler, seyyahlar, casuslar vd. kimselerden istifade ederek yapacağı hamleleri olabildiğince
sağlam zemine oturtmaya çalışmasıdır. Nitekim yazar, Petro’nun İran ve Hazar bölgesine
inme işini 6 sene planladığını yazmaktadır (s.47). Bu durumu Volınskiy’in günlüğündeki
bilgilerden de açıkça görebilmekteyiz. Volınskiy seyahatı sırasında, olabildiğince her şeyi
not etmeye çalışmıştır. Zaten Petro’nun bizzat hazırlayıp ona verdiği talimatlar (s.62-68) da
sıradan elçilere verilen talimatlardan değildi. Volınskiy bu durumu, günlüğünde şöyle
43
açıklamaktadır: “Görünürde işimiz İran ile dostluğu pekiştirmek ve ticareti geliştirmek olsa
da, seferimin gerçek amacı eğer bilinseydi, orada kolayca ortadan kaldırılabilirdim” (s.6263). Volınskiy genç yaşta olmasına rağmen, diplomat ve devlet adamı olarak karşılaştığı
bütün engel ve zorlukları bertaraf ederek İran seferini büyük başarı ile yerine getirmiştir.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Daha o devirlerde Rusya’nın planlı-programlı çalıştığı, Volınskiy’in elçi olarak
görevlendirilmesinde çok açık bir şekilde görülmektedir.
Kitapta dikkati çeken bir başka husus, Safevi Devleti’nin acınacak bir durumda olmasıdır.
Volınskiy günlük ve raporlarında Safevi Devleti ile ilgili o kadar ayrıntılı bilgiler veriyor ki,
Müslüman bir Türk devletinin içinde bulunduğu duruma üzülmemek elde değil. Bu Türk
coğrafyasında aradan 300 yıl geçmesine rağmen pek çok konuda halen mesafe alamadığımız
kitabı okurken açık görülmektedir. Bu sebepten dolayı bile, kitap okunmaya değer
niteliktedir.
Eserdeki bazı ufak gramer hataları, eserin tamamına gölge düşürmemekte, kitabın akıcılığını
bozmamaktadır. Sadece Volınskiy’in günlük ve raporlarındaki bilgilerin dipnotlarının
internet linkleri şeklinde verilmesi ilgili sayfaların dipnot kısmını kabarık gösterdiği
söylenebilir. Belki bu dipnotlar, Volınskiy’in günlük ve raporları bir ciltte veya bir arşivde
toplanırsa, daha sonraki baskılarda orası kaynak gösterilerek kaldırılabilir. Kitaptaki bir diğer
husus, yazar tarafından önemli görülen günlükteki bazı cümlelerin eserde tekrar tekrar
kullanılmasıdır. Bu cümleler her ne kadar önemli olsa da, tekrar edildiği için göze
batmaktadır.
Volınskiy’in seyahat notlarını okuduktan sonra, eserin ekler kısmının da yetersiz kaldığını
söyleyebiliriz. Ekler kısmında Petro’nun Volınskiy’e İran’daki diplomatik misyonu ile ilgili
talimatın Türkçesi ve Volınskiy’in günlüğünden birkaç görsel örnek verilmektedir. Eserin
ana kaynağı olan Volınskiy’in günlük ve raporlarının tamamı verilmese de önemli
kısımlarının fotokopileri eserin ekler kısmında yer almalıydı. Bu hususun eserin ikinci
baskısında dikkate alınacağını umut ediyoruz.
Kuzey komşumuz olduğu için Rusya’nın güney politikası, bu politikaların mazisi dünden
bugüne tarafımızca çok iyi bilinmelidir. Bu nedenle Rus-Türk ilişkilerine ışık tutacak olan
Okan Yeşilot’un tanıttığımız bu çalışması, okunmaya değer kıymetli bir eserdir.
44
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Türk Modernleşmesi Zihniyet İktisat Tarih
Abdülkadir İlgen
Dergah Yayınları, 2014, 392 Sayfa, ISBN: 978-975-995-5.
Fahri YETİM ∗
Türk iktisat tarihi üzerine birçok inceleme yapılmıştır. 1930’larda Ömer Lütfi Barkan’la
başlayan bu alandaki çalışmalar, Sabri F. Ülgener, Halil Sahillioğlu, Mübahat Kütükoğlu,
Mehmet Genç, Şevket Pamuk, Halil İnalcık ve Ahmet Tabakoğlu …gibi isimlerin
45
öncülüğünde gelişmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bu isimler arasında “Türk Weber”i
olarak bilinen Sabri F. Ülgener’in, Türk iktisat tarihini zihniyet yapıları üzerinden incelemesi
∗
Doç.Dr. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Eskişehir, [email protected]
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
ve yeni bir perspektif getirmesi dolayısıyla farklı bir yeri vardır. İktisat tarihçiliğinde
zihniyet ekolü olarak görülen bu akımın günümüzdeki temsilcilerinden biri de Abdülkadir
İlgen’dir. Türk modernleşmesi, Batı dışı modernlikler arasında kendine özgü farklılıklar
taşıyan oldukça problematik bir süreçtir. Yaklaşık iki asra varan tarihsel deneyime rağmen
modernitenin içselleştirilmesiyle ilgili zihniyet düzeyindeki sorununun henüz tam olarak
aşılamadığı günümüzde bu sorunun yapısal ve tarihsel nedenleri üzerinde çalışmalar özel bir
önem taşımaktadır. Bir anlamda tarihin diyalektiği olarak görülebilecek ilgili koşullar altında
ortaya çıkan modernitenin özgün versiyonlarından biri olan Türk modernleşmesinin iktisat,
kültür ve zihniyet düzeyindeki problemlerinin çözümlenmesi, bu olgunun Batı dışı
tarihselliği açısından durumunun anlaşılmasının yanı sıra Türk tarihinin de kendi içinde
bütünlüklü kavranmasının yolunu açacaktır. Abdülkadir İlgen de bu çalışmasıyla tarih
perspektifinden hareket ederek Türk modernleşmesinin iktisat eksenli kültür ve zihniyet
düzleminde yeni bir çözümlemesini yapmıştır.
İktisat tarihçiliğinin önde gelen teorileriyle sürekli bir etkileşim izlenimini veren çalışma
ağırlıklı olarak Ülgener’in açtığı çığırdan hareketle yeni bakış açıları getirmektedir. Eser,
yazarın daha önce çeşitli dergilerde yayınlamış olduğu makalelerin bir araya getirilmesiyle
ortaya çıkmıştır. Bu yüzden sistematik bir bölümleme yoktur. İçindekiler açısından
makalelere bakıldığında ana temanın, ‘neden bizde de Batılı muadillerinde olduğu gibi
toplumu dönüştüren bir piyasa yapısının gelişmediği’ sorusu ekseninde Türk tipi
modernleşmenin açmazlarının temel sorun olduğu görülmektedir. İlgen, bu sorunu
oryantalist bakış açıları içinde Maxim Rodinson’un, İslam toplumlarının durağanlığının
İslam’dan kaynaklanıp kaynaklanmadığı sorusuna verdiği, “meselenin İslam’la ilişkili bir
sorunsal olarak ortaya konulamayacağı” şeklindeki cevaba da dayanarak, Ernest Renan’ın
Türk aydınlarının önemli bir kısmı tarafından sorgusuz kabul edilen “İslam terakkiye
manidir” teziyle zımnen bir hesaplaşma içine girmiştir. Eserin temel perspektifine
bakıldığında Ülgener etkisinin çok belirgin bir şekilde ortaya çıktığı görülmektedir.
Modernite olgusu karşısında Doğulu toplumlar içinde Türk iktisat tarihinde modern iktisadın
ve “homo-economicus”un oluşamayışının nedenleri üzerinde zihniyet sorunu inceleyen
Ülgener’in geliştirdiği perspektif büyük ölçüde yazar tarafından da benimsenmiştir. İlgen de
46
tıpkı Ülgener’in temel sorusu olan “insan doğasının ayrılmaz bir parçası olan maddi ihtiras
ve kazanma tutkusunu yönü, aynen Batı’da olduğu gibi, neden bizde de normal mecrasında
olağan biçimde mesafe alamamış veya ve ne gibi engellerle karşılaşmış; karşılaşmışsa bu
engellemeler üzerinde yapısal durum ve ahlaki normların ne gibi olumsuz etkileri
History Cnitique – Issue 3, April 2016
olmuştur?(s. 207)” düşüncesi üzerinde yoğunlaşarak bu konu üzerinde iktisadın kendi doğası
dışındaki diğer amilleri ortaya koymaya çalışmıştır. Yazar önsözde, Weber’in örgütlenmiş
rasyonellik yöntemini benimseyen Ülgener’in açtığı çığırla bu yöntemin Türkiye özelindeki
tezahürlerini elle tutulur hale getirme çabasının meselenin anlaşılması açısından yegâne
örnek olduğunu belirtmektedir.
Eserin ilk makalesi, “Türk Kimliği ve İktisadi Hayat: Zihniyete Dair Tarihi- Sosyolojik Bir
İnceleme” adını taşımaktadır. Bu çalışmada Ülgener’in yöntemine sadık kalınarak daha çok
Türk iktisadi hayatının genel bir profilini çıkarma denemesi amaçlanmıştır. Yazar’ın bu
konuda vardığı sonuç, “Türk kimliği ver bu kimliğin oluşmasında hayati etkiye sahip ahlak
ve zihniyet dünyasının temelleri, sadece Asya steplerinden getirilen alışkanlıklar ve İslam’ın
kökleri, antik Yunan’a kadar uzatılabilecek geleneksel yorumunda değil, aynı zamanda
yükselen merkezi devlet mekanizmasının hayatın her anına sirayet eden yapısal
karakteristiklerinde (gelenekçilik-fiskalizm-provizyonizm) aranmalıdır” şeklinde olup bu
tespitiyle Mehmet Genç’in paradigmasına yakın bir duruş sergilemektedir. Yazara göre
yaşanılan bütün gerilime rağmen istikamet bellidir ve modernleşme kendi ritmini gittikçe
bulmaktadır. Bu konuda, meta ya da rakam fetişizminin yaşanıldığı çağda şimdiye kadar
önce iman sonra şüpheleri bertaraf etme yolu tercih edilirken şimdi modernliğin kavramları
üzerinde yeniden düşünülerek, önce iman yerine, önce tahkik denilerek farklı bir tavır
sergilemeyi yeni zihniyetin sinyalleri olarak görülmektedir. Ancak bu tercihe rağmen Türk
kimliğinin Erol Güngör’ün tarif ettiği manada hem ekonomik ve sosyal, hem de siyasal ve
hukuki yönlerden hedef belirsizliği sorunu çektiği düşüncesi vurgulanmaktadır( s. 46).
Eserin ikinci makalesi “Batı Anadolu’nun Dünya-Ekonomiyle Bütünleşme Sancıları ve
Gayrimüslim Teb’anın Rolü (1876-1908)” başlığını taşımakta en hacimli makalesini
oluşturmaktadır. Belleten’de yayınlanmış olan bu makale arşiv belgelerine dayalı vilayet
salnameleri ve sanayi istatistiklerin kullanıldığı akademik bir çalışmadır. 19. Yüzyıl Osmanlı
modernleşmesinde nüfus ve sanayi alanında görülen gelişmelerin tahlil edildiği çalışma tablo
ve istatistiklerle zenginleştirilmiştir. Ulaşımdaki gelişmeler demiryolları ve karayolları
alanında yapılan atılımlar, tarımsal üretim, arazi dağılımı, vergi politikaları, hayvancılık ve
imalat sanayi ve İzmir Limanından yapılan ithalat ve ihracata dair temel veriler makalede
47
incelenen konular arasında yer almaktadır. Makalede ayrıca Batı Anadolu’dan başlayan
dünya ticaretine eklemlenme sürecinin ve son dönem Osmanlı ekonomi politiğinin ülkeyi
yarı sömürge durumuna getirip getirmediği de değerlendirilmiştir. Bu konudaki bulgulardan
birisi, bu dönemde ülkede etkinliklerini giderek arttıran Rum ve Ermeni burjuvazisi, sadece
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
pazar mantığının taşıyıcı ve dönüştürücüleri olarak değil, aynı zamanda merkezi bürokrasiyi
endişelendirecek boyutta emperyalizmin içerideki destekçileri olarak görülmeye başlamış
olmalarıdır (s. 115). Yine makalenin temel tespitlerinden biri de, bölgedeki gayrimüslim ve
ecnebi sermayesinin, özellikle geleneksel olmayan biçim ve içerikteki alanlarda bölgenin asli
unsurlarını bütünüyle dışarıda bırakacak bir etki ve büyüklüğe ulaşmış bulunmasıdır (s.114).
Bu durum da yukarıda sözünü ettiğimiz algıyı derinleştirici bir etki yaratmıştır.
Eserde üçüncü sırada yer alan makale “Türk Modernleşmesi ve İktisadi Zihniyet: Arayış ve
Tereddütler (1839-1908)” başlığını taşımakta olup eserin temel perspektifini yansıtmaktadır.
Bu konuda modernleşme dönemi iktisadi zihniyetini anlaşılmaz kılan temel yanılgılardan
biri olarak, bir dönemin sadece ekonomist yaklaşımlarla izah edilemeyeceğini öne süren
İlgen, bu dönemde ortaya çıkan siyasal muhalefetin de durumunu bu açıdan tahlil etmiş ve
Şerif Mardin ve Wambery’e dayanarak bu muhalefetin konumunun ortaya çıkan yeni
imkânlardan faydalanamama durumuyla yakından ilgili olduğunu belirtmiştir. Geniş halk
yığınlarının, Türk modernleşmesinin hem erken hem de geç devirdeki temsilcilerine mesafeli
bir tavır içinde bulunmalarının müstakil bir inceleme konusu olması gerektiğini düşünen
yazar, sonuç itibarıyla çeşitli nedenlerle bu tavrın tutuculuğa ve modernim karşıtlığına
dönüştüğü gözlemine ulaşmıştır.
Eserin bir diğer makalesi, “Perdeyi Aralayan Adam. Sabri F. Ülgener” başlığını taşımaktadır.
Bu makalede Ülgener’in akademik ve entelektüel portresi yer almaktadır. Ülgener’in
“Zihniyet ve Din” adlı eserinin onun adeta bir hayat envanteri olduğunun vurgulandığı
makalede halledilmesi gereken temel problemlerden birinin belki de en önemlisinin “tarihi
iktisadi insan”ın bütün yönleriyle ortaya konulması olduğu belirtilmiştir. Makalede ayrıca
Türk toplumundaki mevcut kazanma insiyakının niçin, ne yoldan ve hangi araçlarla rasyonel
değil de irrasyonel kanallara boşaltılarak heba edildiği sorusunun cevabı olarak; bizde doğu
ticareti ve arkasından iç pazarın kapanması, içerde ve dışarda emniyet ihlallerinin artması,
olağan kazanç yolları ve sermaye birikiminin zorlaştırılması, gündelik ticareti aksatan feodal
zihniyet ve en nihayet iş hayatının olumsuz yönde etkilenmesine sebep olan dini-tasavvufi
etkenlerden dolayı, kazanma insiyakının iktisadi sahadan ziyade gayri iktisadi sahaya
yöneldiği tesbitine verilmiştir. Yazar, Ülgener’in bu konudaki yoruma dayalı orijinal
48
görüşlerinin olması gereken yankıyı bulmadan unutulma noktasına geldiğini belirtmektedir.
Eserde bir başka makale yine Ülgener’le ilgilidir. “Yorumlayıcı Anlama ile Nedensel
Açıklamanın Sınırlarında Ufkumuza Düşen Bir Aydınlık: Sabri F. Ülgener”, adını taşıyan
History Cnitique – Issue 3, April 2016
çalışmada yazar yine Ülgener’in yöntemi ve perspektifi üzerine yoğunlaşmıştır. Bu konuda
zihniyet sonunun doğasının şark insanının çelişkisinden kaynaklandığı vurgulanmış ve
“homo- economicus”un kendi sosyolojik evreninde aranılması gerektiği belirtilmiştir (s.
265).
Bir diğer makale; “İthal İkamecilikten İhracata: Türk Ekonomisinde Zihniyet ve Değişim
(1960-2000)” başlığını taşımakta ve 20. Yüzyılın ikinci yarsında Türkiye’deki ekonomik
gelişimin bir panoraması verilmektedir. 24 Ocak Kararları ile Türk ekonomisinin dünya
ekonomisindeki platform değişikliğine uyum sürecinin değerlendirildiği çalışmada yeni
dönemde DPT’nin işlevine de temas edilmiştir.
“Kalvinizmin Gölgesinde Gelişen Bir Sınıf; Müslüman Burjuvazi veya Kalvinist
Müslümanlar” başlığını taşıyan diğer bir makalede ise “80’li yıllardan itibaren piyasa
ekonomisine geçiş süreciyle birlikte Türkiye’de orta sınıfın geçirdiği evrim sonucunda yeni
ortaya çıkan Anadolu sermayesinin öyküsü, bunda kalvinizmin etkisi ve İslami burjuva
tartışmalarının doğasına yer verilmiştir.
Eserin bundan sonraki bölümleri Türk Yurdu dergisinde yayınlanmış makalelerden
oluşmaktadır. “Cumhuriyet Türkiye’si: Bir Modernleşme Tecrübesinin Zihniyet Kodları”
adını taşıyan makalede, Cumhuriyet devriminin yurttaş yetiştirme projesi ile ilgili olarak
seçkinlerin tavrına dönük bir eleştiri yer almaktadır. Bu konuda beklenilen sonucun
alınamayışıyla ilgili olarak seçkinci bürokrasinin iktidar tekelini demokratik zeminde
kurumsallaştırmayı, daha doğrusu hem siyasal hem de ekonomik demokratikleşmeyi
rasyonel olarak biçimlendirme konusunda yeterli donanıma sahip olmadıkları gibi yeterince
istekli olmadıkları şeklinde temel bir saptamada bulunmaktadır(s. 335).
“Türk Modernleşmesi ve Milliyetçilik: Bir Zihniyet Yorumlaması” başlıklı makalede yazar,
milliyetçiliğin ulus inşası dolayımında modernleşmedeki yerini incelemiştir. Bu konuyla
ilgili olarak, yeni gelişmelerin 19. asrın pozitivist bulutlarını dağıttığını ve kendi
“etnosantrik” dünyamızın demir kafesini kırıcı etkisini vurgulayan görüşlere yer verilmiştir.
Eserin, “Sekülerleşme Üzerine”; “Kendinden Kopartılan İnsan” ve “Yeni İhtiyacı” adlarını
taşıyan son üç makalesi tematik yönden benzerlik göstermektedir. Modernizmin eleştirisinin
49
bu yapıldığı bu çalışmalarda sekülerleşmeyle yaşanılan metafizik kaybı karşısında yer yer
yazarın Nietzschevari çığlıkları duyulmaktadır. Yine bu meyanda modernite ile başlayan
çözülme süreci ve bunalım karşısında olarak Nurettin Topçu’nun “Hareket Felsefesi”ne
dayanarak yeni çıkış yolları aranmaktadır.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Eserin metodolojik yönden dipnotlandırma sistemi itibarıyla bir takım sorunları
bulunmaktadır. Ancak bu durum işin esas kısmı açısından problem teşkil edecek düzeyde
değildir. Bütün bu değerlendirmelerimiz sonucunda eser, Türk modernleşmesi gibi oldukça
çetrefilli bir konuda son dönemlerde yapılmış orijinal düşünceler içeren bir çalışma
hüviyetindedir. Eser, en azından bizim de içinde bulunduğumuz tradisyonalist toplumların
ihtiyaç duydukları kuvvetin, değer anlayışını değiştirecek zihniyet ortamına, kısaca her türlü
irrasyonel motivasyondan arınmış, rasyonel bir anlayışa ulaşmaları şartına bağlı olduğunu
söyleyen ve günümüzde unutulmaya yüz tutmuş görünen Ülgener etkisinin canlı kalmasına
vesile olacak niteliktedir.
50
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Kudüs Yolculuğu - Edirne, İstanbul, İzmir, İskenderiye 1868-1869
Mihail Macarov, Çev. Hüseyin Mevsim
İstanbul, Kitap Yayınevi, 2015, 96 sayfa, ISBN: 978-605-105-139-0
Sümeyye KUZ∗
Orijinal adı “Na Boji Grob Predi 60 Godini” (60 Yıl Önce Kutsal Kabirde) olan eser hatırat
ve gezi notu tarzında ele alınmış. Eseri çeviren, önsöz ve giriş kısmını kendi üslûbuyla ele
alan Hüseyin Mevsim, bu kısımlarda Mihail Macarov ile ilgili bilgiler vermiş;
Bulgaristan’da bir köy olan Koprivşitsa’nın
1
abacılık 2 konusunda ne kadar ilerlediğini,
51
∗
Necmettin Erbakan Üniversitesi Tarih Bölümü Öğrencisi, Konya, [email protected]
Osmanlı Dönemindeki adı Avratalan.
2
Avratalan halkının ürettiği bir tür kumaş çeşidi olan abanın ticaretini yapan kişilere verilen isim.
1
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Osmanlı ordusuna üniforma dikerek payitahta ve daha sonra Asya, Avrupa ve Afrika’nın
çeşitli yerlerinde ticaret hayatına atılan Avratalan halkından bahsediyor.
Avratalanlı ve varlıklı bir abacı olan İvan Macarov’un en büyük oğlu Mihail Macarov, 1854
yılında dünyaya gelmiştir. Abacı olmak isteği ile mesleğin bütün inceliklerini öğrenen
Mihail Macarov, daha sonra seçimini eğitimden yana yapmış. Robert Kolej mezunu olan
Macarov, oldukça hareketli ve zorlu bir hayat sonunda Ocak 1944’te yaşama veda etmiştir.
Eseri, tercüme eden ve Türkçeye hazırlayan Akademisyen Hüseyin Mevsim, Kudüs Yolcuğu
hakkında şu önemli değerlendirmede bulunur: “Bulgar Toplumunun hac olgusu, Filibe’nin
yanı sıra Edirne, Tekirdağ, İstanbul, İzmir, İskenderiye, Kahire, Yafa, Kudüs, Selanik, Serez
gibi o dönemde Osmanlı coğrafyasında yer alan şehirlerle yapılan ticari faaliyetler, ulaşım
ve posta hizmetleri, imparatorluğun tebaası Bulgar ve Rumlar arasındaki gergin ilişkiler,
kilise ve eğitim şartları, gündelik yaşamdan kesitler, Filistin’de Hıristiyan hacıların kutsal
ibadetini rahatlıkla ve emniyet içinde yerine getirmeleri için Osmanlı Devleti’nin
oluşturduğu düzen vs. gibi birçok konuda son derece ilginç gözlem ve tanıklıklar içerir.”
(Hüseyin Mevsim s. 15)
Mevsim’in, Bulgarların Kudüs ile imtihanı başlığı altında ele aldığı bölümde, Bulgarların
Bizans’tan Hıristiyanlığı kabul ettiklerini ve Ortodoks âleminin ayrılmaz bir parçası
olduklarından bahsetmiş. Kudüs’e gidip hacı olmanın yaşamlarına sağlayacak katkıyı
ziyadesiyle özümsemiş Bulgar toplumunun, hac yolunda çektikleri zorluklardan bahsetmiş.
Ayrıca hacı unvanının Bulgarlara toplumsal bir itibar kazandırdığını, Bulgarlara göre bu
unvanın, kapıları açan büyük bir kimlik olduğundan bahsetmiş. Zorlu hac yolculuğundan
sonra memleketlerine dönen Bulgar hacılarının bir kahraman gibi karşılandığını belirtmiş.
Bu zorlu yolculuğun ardından hacılar, yolculuk esnasında başından geçenleri defalarca
sıkılmadan ayrıntıları ile anlatmalarına neden olurmuş…
18. yy sonu ve 19. yy başlarında milli ve kültürel boyutta gelişim sağlayan Bulgarlar yeni
fikirler benimsemiş ve bu fikirleri geliştirmiş ve bu neticede eğitime ağırlık verme gibi
düşünceler ortaya çıkmış. Dini bağnazlığa ve batıla karşı eleştirilerin sertleştiğini, inanç ve
kilise ritüellerinin rasyonelleştirmeye çalışıldığından söz ediyor. Bunun neticesinde de
52
olağan olarak hacılığa karşı olumsuz bir tavır alınmış…
1868-1869 Kudüs Yolculuğu bölümünde Macarov, hac yolculuğunu anlatmaya başlar.
Babası İvan Macarov, Donço Palayev ve Dragiya kardeşlerin Avratalan’da kurduğu ticari
History Cnitique – Issue 3, April 2016
ortaklıktan söz ediyor ve bu ortaklığın adının Mısır Şirketi olarak bilindiğini söyler.
Babasının içlerinde en varlıklı ortak olduğunu ve onun İstanbul’daki ortaklığı temsil
ettiğinden bahseder. Aba ve çorap, yapılan ticarette ana ürünlerdir. Ürünlerini Avratalan’dan,
Çanakkale üzerinden İskenderiye’ye ve Kahire’ye ihraç ediyorlar. Avratalan’da temel geçim
kaynağının abacılık ve çorapçılık olduğunu belirten Macarov, burada kadınların oynadığı
büyük rolden söz ederek, eşlerinin aba ve çorapları satmak için aylarca gelmediğini ve
başlarında kocaları olmadan geçimini sağlayan Bulgar kadınlarından bahseder.
Kırım Savaşı’ndan sonra Macarov ailesi ve ortakları olan Donço Palayev ile birlikte
çıkılacak olan hac yolculuğunu ve bu hazırlığı anlatır. Fakat şu konuyu da dikkate almak
lazım Bulgar parasının Kudüs’teki Yunan ruhaniliğine kaptırılması hoş karşılanmaz.
Ailesinin eleştirilmeyi göze alıp içsel bir kabulleniş ile hac yolculuğuna çıktığı görülür.
Kudüs yolculuğuna kız çocuklarının götürülmediğini, nedeninin ise kız çocuklarını eşinin
götürmesinin daha makul olduğunu ve hac yolculuğu zorlu olduğundan ve kızların perişan
olmaması için götürülmediklerinden bahsedilir eserde…
Avratalan’dan Filibe’ye kadar atlarla yola çıkan hacı adaylarının karşılaştığı mekânları
detaylı bir biçimde anlatır. Şunu belirtmeliyim ki Türk toprağında yolculuk etmenin güvenlik
bakımından çok zorlu olduğunu dile getiren Macarov, Kudüs’e varacağı zamana kadar yer
yer Türklerin koruması ve yardımı altında gittiğinden de bahseder. Filibe’den sonra
Edirne’ye yönelen hacı taifesi yol almaya devam eder. Edirne’de dikkatini çeken birçok yer
oluyor Macarov’un. Bu yerler; Selimiye Camii, Taş Köprü, Kapalıçarşı... Macarov,
Osmanlı’nın Filibe’de hiç asker bulundurmadığından, ancak Edirne’de bir kolordu
olduğundan sokaklarda da asker ve subaya karşılaşmanın mümkün olduğunu belirtir. Ve
burada bu askerlerin kadınlara ve çocuklara karşı tavırlarının kırıcı olduğu kanısına varır.
(Bu konu hakkında düşüncemi belirtmem gerekirse, Macarov’un bir Bulgar milliyetçisi
olduğu aşikârdır ve sadece Türkler değil, Rumlar ve Araplara da kitabı okudukça bir
önyargısının olduğu izlenimini almış durumdayım.)
Hayvancılık hakkında da ilerleyen zamanlarda Avratalan hayvancılığının Tekirdağ ovalarına
bağlı olduğundan bahsediyor. İstanbul’a geldiklerinde burada uzun bir müddet kalıyorlar.
İstanbul’da 4-5 aylığına Bulgar kilisesine yakın bir yerde ev tutulması için babası mektup
53
yazmış ve bu siparişi yerine getirilmişti. Macarov, milli uyanışlarını da Rum nüfuzunu
zayıflatmak isteyen Türklere bağlı olduğunu söylüyor. İstanbul’da ticari işlerini bitiren baba
Macarov, Mısır’a doğru hareket kararını alır ve yola çıkılır. Mısır’a giden yolda vapur
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
yolculuğunun duraklarından biri olan İzmir’den de çokça bahseder. Bulgar ve Rumların
İzmir’de iyi geçindiğini vurgular. İskenderiye’ ye vardıklarında burayı İstanbul ile
karşılaştırır ve o dönemde İstanbul’un İskenderiye’ye göre geri kaldığına söyler. İskenderiye
Macarov’da olumlu ve derin izler bırakıyor. Burdan ayrıldıktan sonra Kahire’ye doğru bir
trenin üçüncü sınıf vagonunda yola çıkıyorlar. Burada Araplardan hayıflanan yazar tren
istasyonlarında tuhaf görünümlü pişmiş güvercin ve kızartılmış ufak yumurtalardan
bahsediyor. Hayran kaldığı İskenderiye’den sonra Kahire onda biraz hayal kırıklığına neden
oluyor. Kudüs yolcuları burada konaklamak için bir handa kalıyor. Macarov burada çeşitli
milletlerin bulunduğundan bahsediyor. Birlikte ticaret yaptıkları Araplardan, dürüst ve
düzgün olduklarını belirten Buharalılardan da bahseder. Buradan sonraki istikamet Filistin
oluyor, buraya İskenderiye’ye gidip vapur ile Yafa’ya gitmeyi planlıyorlar. Bu yolculuk
önceden de bildikleri üzere zor bir yolculuk oluyor ve vapur ile dalgalar arasında ölüm kalım
mücadelesi vererek Yafa’ya varıyorlar. Burada hacıları Türk zaptiyeler karşılıyor ve onları
Rum manastırına götürüyorlar. Kudüs’e giden bu yol da meşakkatli olup, dilenen Arap
kadın ve erkeklerden bahsediliyor. Filistin’de yaşayanların yarısının hacıların sadakasıyla
geçindiğini izlenimini alıyor Macarov…
Ve Kutsal Şehre varıyorlar. Macarov burada yetişkin hacı adaylarının yüzünde huşuyu
andıran sessiz saadetten bahsediyor ancak kendisinde sadece bir merak duygusunu olduğunu
belirtiyor.
Burada Kudüs patrikliğinden hoş izlenim almadıklarını belirten Macarov:
“...sanki patriklik değil, bir panayır yeriydi burası. Dindarlık falan hak getire.” diyor. Daha
sonra Aziz Nikola Manastırı’na yerleşiyorlar. Burada çeşitli ibadetlerini ve hac vazifelerini,
ziyaretlerini nasıl ve ne şekilde yerine getirdiklerinden bahsediyor. Şeria nehrinde vaftiz
edilmeleri, paskalya merasimi gibi olaylardan söz ediyor. Hacılık vazifelerini yerine
getirdikten sonra memlekete dönüşü ele alan yazar, Kudüs’e varılınca hacıların coşkulu bir
kalabalık ile karşılandıklarından, fazlaca getirilen çeşitli hediyelerin ziyaretçilere
verildiğinden bahsetmiş…
Eser, dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik durumuna ışık tutmak ve elde olan
bilgilerimizin karşılaştırılması açısından son derece önemlidir. Dili gayet açık ve anlaşılır
olan bu eser okura ayrı bir tat verecektir.
54
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Rusların Kafkasya'yı İstilası ve Osmanlı İstihbarat Ağı
Ahmet Yüksel
Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, 315 sayfa, ISBN:978-975-995-539-7
Mehmet Murat AKTAŞ∗
Devletler için vazgeçilmez olan istihbarat, sıradan insanlar için tarih boyunca merak ve ilgi
uyandıran bir konu olmuştur. Günümüzde istihbarattan söz edildiğinde akla ilk gelen
teknoloji olsa da insan unsuru önemini korumaktadır. Bundan yaklaşık 200 yıl önce teknoloji
olmaksızın sadece insana dayalı yapılan istihbaratı Ahmet Yüksel kitabında konu
edinmektedir. Bu alandaki çalışmaların azlığı, istihbaratçıların ketumluğu ile ilişkilendirilse
55
de tarihsel açıdan inceleme yapmak isteyenler için, bol malzeme bulunduğunu bu kitap
göstermektedir. İstihbarat bir devletin gözü ve kulağıdır. Asla, aklı ve kalbi olarak
∗
Stratejik Araştırmalar Enstitüsü
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
değerlendirilmemelidir.
Kitap, Kafkasya coğrafyası, insan ve tarihinden başlayarak, Osmanlı istihbarat ağının oluşum
ve işleyişini, Kırım'ın ilhakı ve Kafkasya, Rusya ile Osmanlı istihbarat ağını anlatır. Özetle,
Osmanlı'nın Kafkasya’ya istihbarat açısından ilgisi 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan
sonra artmış olsa da artık çok geç kalınmıştır. Çünkü Rusya bu antlaşmayla beraber Kırım'ı
ilhak etmiş ve oradan Kafkasya'ya yayılma olanağı bulmuştur. Kitap, bölge özelinde
Osmanlı ve Rusya çatışmasını konu alır. Yazar; çalışmanın, I. Abdülhamit ve III. Selim
dönemlerine indirgenmesini bir zamansal sınırlamaya tabi tutulmasını, Rusya'nın
Kafkasya'yı istila yönündeki en esaslı adımlarını o dönem içinde atmaya başlamasından ve
zafer yürüyüşünü de aynı zaman dilimi içerisinde ve büyük oranda tamamlamış olmasından
kaynaklandığını belirtir.
Dört bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde Kafkasya'nın coğrafi ve demografik
durumuna yer verilir. Kafkasya'da yerleşim bölgeleri genellikle yüksek yaylalar ve derin
vadilere yayılmıştır. Yüksek dağ silsilesi, bölgedeki insanların tarihlerini, kültür ve
karakterlerini başkalarından farklı kılmıştır. Yazar, askeri açıdan büyük ölçüde savunma
imkânı sağlayan dağlar, kültürel ve etnik bakımdan bölünmüş bir coğrafyanın doğmasına
sebep olmuş olduğu görüşündedir. Çünkü kendilerini düşmanlarına karşı coğrafi açıdan
korumasını sağlayan engebeli ve yüksek dağlar, dik ve derin vadiler ve ilk çağlardan kalan
gür ormanlar, aynı zamanda Kafkasyalıların birleşmelerini engellemiştir. Birinci bölüm,
Osmanlı-Rus çatışmasının tarihsel arka planını ayrıntılı şekilde inceler.
Kafkasya’daki direniş ve istihbarat çalışmaları kitabın birinci bölümünden sonra büyük
bölümünü oluşturur. Yazar, İmam Mansur’un lideri olduğu direnişin sayısız direnişlerden
biri olduğunu anlatır. Bu direnişte büyük zaferler elde edildiği gibi, maalesef ders alınması
gereken büyük hezimetlerde yaşanmıştır. İlk etapta, Mansur'u yakalamak isteyen 10 bin
kişilik Rus birliği geri dönüş yolunda kuşatıldığı ve imha edildiğini anlatır. Yazar, Mansur'un
başarılarının Osmanlı yardımını da celbettiği görüşündedir. Bu yardımın, Kafkasya ile
Osmanlı'yı aynı dini amaçlar altında, Ruslara karşı birleştirdiği fikrindedir. Osmanlı
yardımıyla Ruslar ikinci kez bozguna uğradı ve geri çekildiler. Yazara göre, kısa sürede,
Rusların Kafkasya'dan atılabileceği umudu doğmuştu. Fakat bu olumlu havanın Battal
56
Hüseyin Paşa komutasındaki birliklerin düşmanı takip etmek yerine beklemeyi tercih
etmesiyle, bir anda tersine döndüğünü anlatır. 30 bin askeri varken kolayca imha edebileceği
General Harmann komutasındaki 3600 asker ve 6 toptan oluşan Rus birliği üzerine sadece
History Cnitique – Issue 3, April 2016
500 askerini gönderdiğini ifade eder. Ruslara yenilerek geri çekilen bu askerlerin ordugâha
kaçışarak gelmesini Rus baskını sanan Osmanlı birlikleri dağınık şekilde kaçmaya
başladığını anlatır. Maalesef, Battal Hüseyin Paşa’nın, paniği önleyip sayıca üstün
kuvvetleriyle Rusları yenebilecek bir durumdayken düşmana teslim olduğundan bahseder.
Kitapta Osmanlı yöneticilerinde basiretsizlik ve ilgisizliğin hâkim olduğunu anlatır. Görev
yerine bile gitmeyen ve sonucunda kazasının Rusların eline düşmesine sebep olan Paşa
örneklerinden bahseder. Her ne kadar cezası idam olsa da kanaatimizce bu durum
yöneticilerde apaçık bir disiplinsizlik, basiretsizlik olduğunu göstermektedir. Bunlar
olmasaydı, Kafkasya Ruslardan kurtarılabilir miydi, sorusu gündeme gelebilir. Bununla
birlikte, iyi bir planlamayla, en az hata payıyla, yüzyıllardır gelen bir geri çekiliş ve toprak
kaybı söz konusu olmazdı. Yazar, kitapta savaş psikolojisini de işlemiştir. Dağıstanlılar ve
Çerkezler savaşçı kavimler, bu yüzden savaşa özendirilmeleri gerektiği raporlarda
belirtilmiş, Rusya içlerine saldırı planlarının var olduğu görülmektedir. Özellikle
Dersaadet'ten gönderilen Mehmet Bey'in muazzam ileri görüşlü, stratejik planları olduğunu
görüyoruz. Kabartay’lar ve Kuban üzerinden, Rus topraklarına saldırmayı planlamıştır.
Böylece Rusları meşgul edecek ve Ruslar Kırım'da zayıflayacaktır. Kabartay, Çerkez ve
Abaza'larla Kazan Tatarlarıyla birleşip Rusya içlerine saldırmayı tavsiye etmektedir. Yazar,
bu dahiyane fikir üzerinde epey durmaktadır. Fakat taktik ve stratejik açıdan önemli mevki,
kale ve sınırları belirtmek için harita kullanılmaması kitapta hissedilen en büyük eksiklerden
biridir.
Bütün bunlar olup biterken, Rusların Batı'da da başları sıkışıktır, Prusya'nın 150.000 kişilik
birliği Rus sınırına gönderilmek üzere hazır olduğu gibi, Rusların Lehlerle de güven
sorunları vardır. Dolayısıyla, Yazar, Rusların Batı’da da asker bulundurmak zorunda
olduklarını belirtir. Bu da şüphesiz onların kuvvetlerini birkaç cephede birden meşgul
ettiğini anlıyoruz.
Bu süreçte, az sayıda askeri olan Acu Kalesi fethedilmiş, Kerç önlerinde Rus donanmasının
varlığına dair istihbaratlar alınmasıyla bütün bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. Kafkas
kabileleriyle müşterek harekât başarılamamış ve Kafkasya defteri III. Selim tarafından
kapatılmıştır. Fransız elçisi de Rusların yenilgiye uğrayabileceği mevzi ve pozisyonlara dair
57
istihbarat sağlamasına rağmen, toprak kazanma politikasından vazgeçilmiştir. Gürcistan Hanı
II. İrakli'nin Ruslarla Osmanlı arasında ikili oynaması Osmanlı'yı sıkıntıya sokmuştur.
Süleyman Paşa gibi paşalar onun ikili siyaseti yüzünden, padişaha karşı zor duruma
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
düşmüştür. Bölgedeki geçit ve yolları tutmuş olduğumuzdan Gürcü askerler katledildi.
Kafkasya'da Rusların savaşa girme olasılığından sonra Dağıstanlıları yakıp yıkma olaylarını
engellemeye
yönelik
göstermelik
önlemler
alındı.
Çünkü
Babıâli
Gürcülerin
cezalandırılmasını istiyordu. Osmanlı ordusuna katılmak isteyen Dağıstanlı gruplar, Tiflis'e
girmeyi öneriyorlar, fakat mevsimin kış olduğu söylenerek bu reddediliyor, yine de hediyeler
verilerek liderlerinin iyi niyet ve sevgilerini celbediyorlardı. Gürcülere karşı İranlıların Ağa
Muhammed Han liderliğinde savaşları söz konusudur. Kitapta adına sıkça rast geldiğimiz
Boğdan Voyvodası Rusların Gürcistan tarafına 30 bin kadar asker yollayacağı haberini çok
önceden vermiştir. Yazar bu ismin üzerinde çok durmasının sebebi kendisinin hakikaten
Osmanlının büyük bir İstihbarat ihtiyacını karşıladığını ve çok önemli işler yapmasıdır.
Balkanlar gibi uzak bir coğrafyadan bu istihbaratı Osmanlı'ya ulaştırabilmiştir.
Yazar, İrakli'nin Azerbaycan hanlarını yanına çekme çabalarından bahsediyor ama İrakli
başarılı olamamıştır. İranlıların sınır ihlallerinden dolayı düşmanlıklarını ortaya çıkmış,
Osmanlı Devleti gizlice savaşa hazırlanmaya başlamıştır. İstihbarat çarkının bir ayağının da
tacirler olduğunu görülmektedir. Gerek düşman gemilerinin limanları, sayıları ya da İranRusya ilişkilerinin içeriği bu tüccarlardan öğrenilebiliyordu. Rusların trans-Kafkasya planları
üzerinde duran yazar, Rusların İranlılarla müttefik gibi görünüp, İran’ın sınır bölgelerine el
koymak istemesini, sonra Azerbaycan taraflarına asker yığıp tüm İran’ı ele geçirme
hedeflerinden bahsetmiştir. Ruslar, İrakli ve Solomon gibi Gürcü hanları vasıtasıyla Osmanlı
topraklarını karıştırmak ve bundan faydalanarak İran'ı istila etme fikrindedir. Buradan
casuslar vasıtasıyla devletlerin en derin planlarının dahi öğrenilebileceğini anlıyoruz.
Yazara göre, devlet reislerine bakarak, devletin gücü hakkında genel bir yorumda
bulunmamız da mümkündür. Örneğin, Ağa Muhammed Han ilkel, kaba davranışlara sahip,
yönetimi ise bir aşiret idaresini andırmaktaydı. Bu haliyle İran, büyük bir tehdit
oluşturmuyordu. 1 Maalesef, 1787-92 Rus Harbinden yorgun çıkan yönetim, Azerbaycan ve
Dağıstan hanlarının Ağa Muhammed Han'a karşı bir ittifak oluşturma önerisini geri çevirmek
durumunda kaldı. Dolayısıyla bölgeye herhangi bir müdahalede bulunmadı. Bunun
sonucunda bazı hanlar İran saflarına geçti.2 Bu vaka, bizce herhangi bir gelişmeye müdahale
etmemenin, kontrolü kaybetmenin en kesin ve net yolu olduğunu gösteren bir ibret
58
*Stratejik Araştırmalar Enstitüsü
1
Tarih-i Cevdet,C.VI,s.183.
2
Işıktan,”1787-1792 Osmanlı-Rus Harbi Sırasında ve Sonrasında Osmanlı Devleti’nin Dağıstan Hanları ile
Münasebetleri”,s.40-42.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
vesikasıdır. Yazar, bununla birlikte, bölgede adımıza gelişen güzel gelişmeleri de aktarır.
Esas birliğinden ayrılan 16 bin kişilik bir Rus birliğini 30 bin kişilik bir Lezgi ordusu
bozguna uğratmıştır. Fakat bu başarıların uzun döneme yayılamadığını anlıyoruz.
Yazar, okuyucuyu Osmanlı istihbarat ağının çok zengin ve geniş olduğuna ve yetenekli
casuslardan kurulduğuna defalarca kez ikna etmeyi başarmaktadır. İstihbarat kaynakları kimi
zaman çok şaşırtıcıdır. Öyle ki, haber kaynağı bazen Rus ordusuna da sızabilmektedir. Bu
yabancı dil bilen casuslara sahip olunduğu anlamına gelmektedir. Rusların aynı anda hem
Fransa hem İran hem de Osmanlı ile savaş halinde olmasına rağmen, Azerbaycan’da
tutunabilmesine yerel hanlıkların beceriksizliklerine bağlamak mantıklıdır. Üstelik Dağıstan
ve Şeki halkı, Rus yönetimini bir türlü benimseyemiyordu. Fakat bütün bu avantajlar
değerlendirilemedi. 3
Tarihsel atıf ve dipnotlara sık yer veren yazarın, disiplinli bir çalışma ortaya koyduğu
gözden kaçmamaktadır. Fakat bölge haritası ve görsel kullanımına neredeyse hiç
başvurmadığı da ortadadır. Kafkasya gibi büyük bir coğrafyada geçen tarihi olaylar
anlatılırken, harita ve görsel kaynaklara daha sık yer verilmesi çok yerinde olacağı
değerlendirilmiştir. Çünkü her bölge, mevki, nehir ismi geçtiği anda okuyucunun aklında
olayların ve coğrafyanın yer etmesi açısından harita ve görsel kaynak kullanmak yararlı
olacaktır. Ayrıca, bu görsel eksikliği okuyucunun dikkatini zedeleyebilir. Yine de çok iyi bir
bölge ve istihbarat tarihi kitabı olduğu kanaatindeyim.
Kafkasya, Osmanlılar açısından yenilgiyle kapanan bir defter olsa da, istihbarat çalışmalarını
gözlemlemek adına kitapta önemli hususlar vardır. Kafkasya hakkında İstanbul'a ulaşan
raporlardan bazılarının Arapça, Farsça veya Çerkezce olmaları Osmanlı istihbarat ağının
genişlik ve zenginliğine işaret etmesi bakımından önemlidir.
59
3
Mehmetov,Türk Kafkası’nda Siyasi ve Etnik Yapı/Eski Çağlardan Günümüze Azerbaycan Tarihi,s.482.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
The Kaiser’s Army, The German Army in World War One
David Stone
Conway, London/New York, 2015, 511 sayfa, ISBN: 978-1-8448-6235-
Cemal CANDAN 1
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-Alman askeri ilişkileri dendiğinde iki söylem ortaya çıkar:
Birincisi, Almanların, bizi bir oldu-bitti ile savaşa soktuğu, diğeri ise, kendi çıkarları için
yüzbinlerce vatan evladının şehit olmasına neden oldukları. Maalesef, aradan geçen koca bir
60
yüz yıla rağmen de; Alman askeri arşivlerinin yanması, Türk Genelkurmayının da dönemin
askeri arşiv belgelerini tasnif edip kullanıma sunmayı inatla ihmal etmesi nedeniyle, bu iki
1
İstanbul Üniversitesi T.C. Tarihi Bölümü doktora öğrencisi, [email protected]
History Cnitique – Issue 3, April 2016
klasik söylemden daha öteye geçilmesi ve bu iki ordunun birlikte nasıl savaştıklarının
detaylarına ulaşılması mümkün olmamaktadır. Bunun yanı sıra Birinci Dünya Savaşı’nda
Alman-Osmanlı askeri ilişkilerinin incelemesini zorlaştıran tali etkenler ise; ülkemizdeki
Almanca bilen tarihçi sayısının çok az olmasından dolayı Almanca ikincil kaynakların
hakkıyla incelememesi ve asker kökenli tarihçilerimizin bir elin parmaklarından az olması
nedeni ile harekâtın askeri açıdan tam anlamı ile değerlendirilememesidir.
Bunun sonucu olarak, dönemin stratejik seviye harp tarihi incelemeleri, siyasi tarih
araştırmaları içerisinde erimekte, araştırmalar çoğunlukla Alman kaynaklardan yoksun
olarak yapılmakta, Türk-Alman askeri ilişkilerinin bir ayağını oluşturan Alman Ordusu,
kendine has kimliği ortaya konamadan, “Almanlar” tabirinin içinde geçiştirilmektedir.
Hâlbuki Alman Ordusu’nu tanımadan, bu ordunun Osmanlı cephelerindeki etkisini gerçek
anlamda ortaya koymak imkânsızdır. David Stone’un “Kaiser’s Army; German Army in
World War One” adlı kitabı işte bu eksikliği giderme yönünde fırsat sunan bir eserdir.
David Stone, mesleki yaşamının büyük bir bölümünü Almanya’da Alman meslektaşları ile
birlikte geçirmiş bir İngiliz piyade subayı ve aynı zamanda da emekliliğini müteakip kendini
Alman Ordusu’nu araştırmaya adamış bir askeri tarih araştırmacısıdır. Yazarın incelediğimiz
eseri her ne kadar İngilizce ise de, daha önceki kitapları gibi büyük oranda Alman arşivlerine
ve Almanca yazılmış yayınlara dayanmaktadır.
Kitap, bir önsöz ve giriş bölümünü müteakip dokuz bölüm ve iki ekten oluşmaktadır. Ayrıca
kitabın ortasında, Alman üniformalarını gösterir renkli resimli bir ara bölümde
bulunmaktadır.
“Barış Zamanında Kayzer Ordusu 1871-1914 (Sf. 21-50)”adlı ilk bölümde yazar,
bağımsızlığını kazanmasından Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar geçen süreçte,
Alman Devleti’nin siyasi ve sosyo-ekonomik hayatındaki değişiklikleri ve bu değişikliklerin
Alman Ordusu’nu nasıl etkilediğini ortaya koymaktadır. Alman (Prusya) Ordusu artık
bağımsızlığı değil, dünya süper gücü olmayı hedefleyen bir devletin ordusudur. Üstelik
şimdi yanı başında bütçesine ortak olan bir de donanma vardır. Bu bölümde; Alman-Fransız
Savaşı’nda kazanılan tecrübelere göre ordunun nasıl yeniden teşkilatlandırıldığını, yeni harp
61
silah araç ve gereçlerinin orduya nasıl adapte edildiğini, Alman subaylarının toplumdaki
üstün yerlerini ve aristokrasisinin orduyu kontrol etme çabalarını, İmparator II: Wilhelm ile
Alman Genelkurmayı arasındaki etkileşimi, Schlieffen planının nasıl ortaya çıktığını, planda
yapılan değişiklikleri ve planın hatalarını, bu süreçte Alman Harp Akademisi’nde geliştirilen
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
yeni harekât doktrinini ve “görev tipi emir” ile harbe hazırlık konseptini, Ekim’de tek er
eğitimi ile başlayıp, Eylül’de ordu manevraları ile biten yıllık eğitim sistemini bulmak
mümkündür.
Savaşta Kayzer’in Ordusu (sf. 53-134); adlı ikinci bölümde dört yıllık savaşın bir özeti
sunulmaktadır. Bu bölümü okunmaya kılan özelliği, savaşın her döneminde, Alman
genelkurmayının değişen savaş koşullarına adapte olarak ordunun savaşma gücünü artırmak
için hangi taktik ve teknik değişiklikleri yaptığının ortaya konmasıdır. Bu kapsamda,
“Muharebe Devamlı Talimatının” kullanılmaya başlaması, “statik savaşta savunma/taarruz
muharebelerinin komuta prensipleri” konseptlerinin geliştirilmesi, dörtlü teşkilattan üçlü
teşkilata geçiş, kimyasal gaz, tank ve tanksavar silahlarının gelişimi, siper yapım teknikleri
ve hava kuvvetlerinin ayrı bir sınıf olarak teşkilatlanması, harp tarihinin gelişimine ışık
tutması açısından ilgi çekici kısımlardır. Ayrıca zaman zaman cephedeki askerin günlük
yaşamına ilişkin verilen kısa anekdotlar savaşı hissetmemizi sağlamaktadır. Bu bölüme
ilişkin getirilebilecek tek eleştiri, yazarın adeta bir Alman gibi, Türk cephelerindeki bütün
başarıları Alman komutanlara mal etmesi ve Goltz Paşa’ya ilişkin verilen bilgilerdeki
hatalardır.
‘Silahlı Kuvvetlerin Yapısı’ başlıklı üçüncü bölümde (sf. 135-138); ülkenin hem askeri
komuta yapısı hem de düzenli ve çeşitli türdeki yedek birliklerinin (Reserve, Landwehr,
Ersatz, Landsturm and Ersatz) teşkilatları detaylı olarak anlatılmaktadır. Bu bölümde
vurgulanan kayda değer ilk nokta, federal hükümet bünyesinde bir harbiye nezaretinin
bulunmaması, buna karşılık dört federe devletin (Prusya, Bavyera, Saksonya ve
Württemberg) kendi harbiye nezareti ve genelkurmay başkanlıklarının olması gerçeğidir.
Yine, askeri kabine, İmparator, (Prusya) Harbiye Nazırlığı, (Prusya) Genelkurmay
Başkanlığı’ndan oluşan askeri komuta sisteminde, aslında esas komuta yetkisinin
genelkurmay başkanlığında olduğu, büyük genelkurmay ve genelkurmay yapıları ile kurmay
subayların yetiştirilme süreçleri, ordu, kolordu, tümen yapıları ve savaş süresince geçirdiği
değişimin
anlatıldığı
bölümlerin
araştırmacılar
için
değerli
bilgiler
içerdiği
değerlendirilmektedir.
Subaylar ve Askerler (sf. 159-198) başlıklı dördüncü bölüm; sıradan okuyucu için çok fazla
62
detay, buna karşın Alman ordusunu inceleyen bir tarih araştırmacısı için de kolay kolay her
kaynakta bulunamayacak değerli bilgiler içermektedir. Bu kapsamda, subay eğitiminden tek
er eğitimine kadar Alman askeri eğitim sistemi, asker alma sistemi, subaylar ve askerlere
History Cnitique – Issue 3, April 2016
ödenen aylıklar, disiplin sistemi, dinin ordu üzerindeki etkisi, askerlerin savaştaki günlük
hayatı, askerlere sağlanan kolaylık tesisleri, izin sistemi ve kadınların savaşla birlikte toplum
içerisindeki değişen sorumlulukları çok detaylı olarak anlatılmaktadır.
Alman Ordusu’nda, her federe devletin ve hemen hemen her sınıfın ayrı bir üniforması
olması, savaş ve barış durumu vs. hallerde giyilen kıyafetlerin değişik olması, orduda çok
çeşitli kıyafetlerin bulunmasına yol açıyordu. Üniformalar ve teçhizat adlı beşinci bölümde
(sf. 199-235) askeri kıyafetler, savaşta elde edilen tecrübelere göre kıyafetlerin geçirdiği
değişimde dâhil olmak üzere, gayet detaylı olarak anlatılmaktadır. Ayrıca savaşta görülen
ihtiyaca göre çelik miğferin ve künye levhasının icadı da bu bölümün ilgi çekici kısımlarını
oluşturmaktadır. Bu bölümdeki açıklamalar ile kitabın ortasında yer alan üniforma
resimlerinin birlikte kullanılmasının özellikle dönemin askeri fotoğraflarının incelenmesinde
büyük kolaylık sağlayacağı şüphesizdir.
Muharip Sınıflar başlıklı altıncı bölümde (sf. 237-282); piyade, süvari ve topçu sınıflarının
savaştan önceki teşkilatlarının ve silahlarının savaşta elde edilen tecrübeye göre nasıl
değiştiği detayları ile anlatılmaktadır. Bu bölümde; savunma savaşının karakterine bağlı
olarak makineli tüfek birliklerinin ve topçunun artan önemi ve bu birliklerdeki büyük
gelişme, buna karşılık süvari sınıfının Fransız cephesinde adeta işlevsiz kalması ve hatta
piyade olarak yeniden teşkilatlandırılması ilgi çekici hususlar olarak yer almaktadır. Yine
hava kuvvetlerinin ayrı bir sınıf olarak teşkilatlandırılması, siper savaşlarının bir sonucu
olarak düşman siperlerine akın düzenleyen hücum kıtalarının oluşturulması, hammadde ve iş
gücündeki sıkıntı sonucu Almanların tank geliştirme ve üretme çabalarında İngilizlerin
gerisinde kalması bu bölümde dikkati çeken noktalar arasındadır.
Bir önceki bölüme benzer şekilde, yedinci bölüm de (sf. 283-362); istihkâm, havacılık ve
hava savunma, muhabere, ulaştırma, lojistik ve ikmal, ölçme, sıhhiye, veteriner ve inzibat
gibi muharebe destek ve muharebe hizmet destek sınıflarının teşkilat malzeme ve
kadrolarının açıklanmasına ayrılmıştır. Yine savaşın siper savaşlarına dönmesi ile birlikte
istihkâm sınıfında yaşanan büyük değişim vurgulanmaktadır. Bu değişim kapsamında mayın
savaşları, alev makinelerinin devreye girmesi ve kimyasal gaz kullanımı önde gelen
değişikliklerdir. Yine 1916’ya kadar ulaştırma sınıfının altında olan havacılığın öneminin fak
63
edilmesi, uçak sayısının 250’den 3970’e çıkması ve umulmadık derecede büyüyerek önem
kazanması buna karşılık da uçaksavar sınıfının ortaya çıkması yine bölümünde verilen kayda
değer bilgiler arasındadır. Daha önceleri ulaştırma sınıfının bünyesinde bulunan haberleşme
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
sınıfı da savaş esnasında telefonun yanı sıra telgraf ve telsiz haberleşmesinin de
yaygınlaşması ile ayrı bir sınıf haline gelmiştir.
Sekizinci Bölümde (sf. 363-408); Alman ordusunun muharebe doktrini ve buna bağlı
muharebe devamlı talimatı ele alınmaktadır. Bu bölümde öncelikle savaşın hemen
öncesindeki askeri talimnamelerde yer alan doktrinler ve müteakiben de savaş sırasında elde
edilen tecrübelere göre söz konusu doktrinlerin nasıl değişim gösterdiğine ilişkin bilgiler,
bugüne kadar uzanan söz konusu taktiklerin nasıl oluştuğunu anlamak açısından büyük fayda
sağlamaktadır. Gözden kaçırmamak gerekir ki bu bölüm, Osmanlı Ordusu’nda görev yapan
Alman general ve subayları ile Alman sistemine göre yetişmiş Osmanlı kurmaylarının
hazırladıkları planların ve muharebelerin icrası esnasında verdikleri kararların hangi esaslara
dayandığını anlamakta büyük fayda sağlamaktadır. Bu kapsamda bu bölümde Alman
ordusunun intikal, yaklaşma yürüyüşü, taarruz, savunma, süvarinin kullanım esasları, topçu
ateş desteği, ordugâh esasları ve geri bölge kuvvetlerinin kullanımı konularında detaylı bilgi
sunulmaktadır. Bu bölüm sadece muharebe doktrinleri ile sınırlı kalmamakta, askerlerin
günlük yaşantılarından da kesitler sunulmaktadır. Ancak bu bölümün belki de eleştirilecek
tek yanı büyük oranda Fransız cephesine bağlı kalması ve siper savaşlarını esas almasıdır.
Diğer cephelerle ilgili esaslar sınırlı kalmaktadır.
Dokuzuncu ve son bölümde (sf.409-414); Almanya’nın ve Alman Ordusu’nun ateşkes ve
barış anlaşması sürecindeki tutumu ve icraatları ortaya konmaktadır. Ateşkes ilanı ile birlikte
Hindenburg
yönetimindeki
Genelkurmay
Başkanlığı
aslında
Alman
Ordusu’nun
yenilmediğini, politikacıların ve onları destekleyen bazı çıkar çevrelerinin ihaneti ile ateşkes
antlaşmasının imzalandığı propagandasına girişirler. Bu dönemdeki ordunun en büyük
rolünden biri de başta sosyalistler olmak üzere ülkede başkaldıran bütün grupları bastırması
ve Almanya’nın komünist rejime geçmesini engellemesi olmuştur. Müttefiklerin hedefi ise,
geçen dört yılın intikamını almak ve Alman Ordusu’nu bir daha taarruz edemeyecek şekilde
sınırlamaktı. Bu amacı gerçekleştirmenin ilk adımı da genelkurmay başkanlıklarının ve harp
akademileri ile diğer askeri okullarının kapatılması oldu.
Silahlar ve Teçhizat Sf. (415-446)adlı kitabın ilk ekinde, Alman ordusunda kullanılan başlıca
silah, araç ve gereçlerinin resimleri ve adedi bilgileri, söz konusu malzemenin hangi ihtiyaca
64
karşılık olarak ortaya çıktığı, envantere ne zaman girdiği ve diğer ordulardaki muadilleri ile
karşılaştırılması gibi kısa açıklamalar yer almaktadır. Söz konusu malzeme büyük oranda
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Osmanlı ordusu tarafından da kullanıldığı için Osmanlı ordusunun etkinliğinin araştırılması
içinde kullanım imkânı da sağlamaktadır.
Kitabın araştırmacılar için belki de en önemli kısımlarından birisini de ikinci ekte yer alan
Almanca-İngilizce askeri terimler sözlüğü (sf. 447-468) oluşturmaktadır. Söz konusu
sözlüğün askeri arşiv belgelerini inceleyecek araştırmacılara büyük kolaylık sağlayacağı
şüphesizdir.
Sonuç olarak; yazar önsözünde bu kitabın hem sıradan okuyucular için hem de tarih
araştırmacıları için yazıldığını vurgulasa da, bu kitabın sıradan okuyucuya çok ilginç ve
cazip geleceğini söylemek mümkün görülmemektedir. Çünkü kitapta sıradan okuyucuya
ilginç gelebilecek bölümler diğer birçok kaynakta da mevcuttur. Buna karşılık, son derece
detay ve teknik bilgiler içeren bölümler kolaylıkla sıkılmasına yol açacaktır. Diğer yandan,
bu ayrıntılı ve teknik bilgiler, askeri tarih araştırmacısı için birçok kaynağı araştırarak
bulunması gerekecek birçok bilgiyi derli toplu olarak bir arada sunması açısından önem arz
etmektedir. Bu açıdan, yazarın askeri tarih araştırmaları için güzel bir kaynak kitap
hazırlamış olduğu, söz konusu döneme ilişkin çalışma yapan askeri tarih araştırmacılarının
mutlaka bu kitabı edinip, kütüphanelerine başvuru kaynağı olarak koymaları gerekir diye
değerlendirilmektedir.
65
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Ruslar Bizans’ın Peşinde – İstanbul Rus Arkeoloji Enstitüsü (1894-1914)
Fatih Ünal
İstanbul, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 1.basım, 2015, 232 sayfa, ISBN 978-605-5857-41-7
Sümeyra Ayşe ÇALIŞIR ∗
Ruslar Bizans’ın Peşinde isimli bu çalışmada Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün kuruluşundan,
yapısından, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar Osmanlı coğrafyasında taşınabilir eski
eserlerin tespit ve toplanması için Bizans tarihi bakımından kıymetli tarihi eserler bulunan
eski kültür merkezlerine yapılan keşif gezilerinden bahsedilmiştir. Bunun yanı sıra bazı
66
∗
Öğr. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih bölümü, İstanbul,
[email protected]
History Cnitique – Issue 3, April 2016
ülkelerdeki kazı çalışmaları, Osmanlı döneminde camiye çevrilmiş olan Bizans kilise ve
manastırlarında yapılan araştırmalar ele alınmıştır (s.10).
Eserin müellifi Fatih Ünal 1968 yılında Kayseri’de doğmuş, ilk ve ortaöğretimini de
Kayseri’de tamamlamıştır. Lisans, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Tarih
bölümünde yapmıştır. Türk-Rus ilişkileri üzerine araştırmalar yapmaktadır. Bunun Rusya
Federasyonuna bağlı Tataristan’da Kazan Türk Dünyası Kültür Merkezi Müdürlüğünden
dolayı Rusya tarihi ile fazlaca alakadar olmasından kaynaklanması kuvvetle muhtemeldir.
Yazar evli, iki çocuk babasıdır ve halen Ordu Üniversitesi’nde Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümünde öğretim üyesi görevini sürdürmektedir.
Kitaba kısaca bakılınca beş bölümden oluştuğu görülmektedir. İlk bölümde 1894’te kurulan
İstanbul Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün kuruluşu ve Rusya’nın yabancı bir ülkede açtığı ilk
ilmi kuruluş olması konu edilmiştir. Osmanlının Balkanlarda yaptığı küçük bir faaliyetin bile
o bölgede daha öncesinde öyle bir şey yapılmadığı için çok ses getirmesi gibi bir algı
oluşturmak istercesine, Ruslarda bu enstitünün öncesinde böyle bir kurum barındırmayan bir
şehir olan İstanbul’da kurulmasına karar vermişlerdir. Bunu da “Atina’da Batılı enstitülerin
sonuncusu olmaktansa İstanbul’da ilk olmak” düşüncesi ile tasdiklemişlerdir. Ayrıca Atina,
Roma ve İstanbul seçeneklerinden İstanbul’un seçilmesinin sebeplerinden birinin hiç
şüphesiz ki politik olduğu belirtilmiştir. Osmanlı hükümeti tarafından bakıldığında ise bu
kurumu başlangıçta kabul etmek istemediği ve Ruslara bu sevdalarından vazgeçmelerini
münasip bir dille söyledikleri görülmektedir. Fakat dönemin şartları göz önünde
bulundurulduğunda Rusya ile siyasi bir krizin kesinlikle yaşanmamasına özen gösteriliyordu
ve bundan mütevellit bu kuruluşa her ne kadar sıcak bakılmasa da göz yumulduğu
anlaşılmaktadır.
Enstitü Bizans İmparatorluğu’nun tarihi, kültürü, sanat ve medeniyeti ile eserlerini
incelemek amacıyla kurulmuştur. Rusların Bizans tarihiyle bu denli ilgilenmesi Bizans’ın
ortadan kalkmasıyla kendilerini Doğu Hristiyanlığının temsilcisi ve Bizans’ın varisi olarak
görmeye başlamasından kaynaklansa gerek. Genel olarak Bizans İmparatorluğu sahasına
giren bölgeler araştırma alanlarını oluşturuyordu. Öncelikli alanları İstanbul başta olmak
üzere Anadolu, Balkanlar, Filistin, Kudüs ve Suriye’ydi.
67
Eserin ilerleyen bölümlerinde enstitünün yapısından, faaliyetlerinden, burada yapılan
bilimsel toplantılardan ve üyeler için verilen uygulamalı derslerden bahsedilmiştir. Rus
araştırmacıların üzerinde durduğu konulardan birisinin de dini el yazma eserler olması
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
hasebiyle Kayseri’nin Sarımsaklı köyünde bir İncil bulunduğu duyulunca enstitü derhal bu
eserin peşine düşmüştür. Eserin ele geçirilmesi Batılı rakipleri nazarında ve bittabi Hristiyan
âleminde onlara itibar sağlıyordu. Sarımsaklı köylüleri bu yazma eser için en az 1000 lira
talep ediyorlardı. İncil on bin rubleye satın alınarak Mayıs 1896’da Rusya’ya götürüldü ve
Halk Kütüphanesi El Yazma Eserler bölümüne konuldu. Maddi değerine bakılmaksızın bu
eserin alınıp Rusya’ya götürülmesi Rusların bu coğrafyada Hristiyanlığa verdiği önemi
gözler önüne sermektedir.
Kitabın içeriğinde devam edildikçe yüzey araştırmaları için Rus konsoloslara gönderilen
mektuplara ve bu doğrultuda yapılan keşif gezilerine değinildiği görülmektedir. Osmanlı
geçmiş dönemlerden beri hudutlarında bulunan eski eserleri, harabeleri vs. belli bir izinle
arkeologların ziyaret etmesine müsaade ediyor fakat buralarda bulunan objelerin
toplanmasına katiyen izin vermiyor, tesadüfen buldukları eserler hakkında da Müze-i
Hümâyun’u haberdar etmeleri gerektiğini bildiriyordu. Bu durum elbette Ruslar için de
geçerliydi. Enstitü de Rus elçiliği bünyesinde faaliyet gösterdiğinden dolayı gerekli izinler
Rus elçiliği tarafından alınıyordu. Kazı çalışmaları özel izne bağlıydı. Ayrıca bilimsel gezi
ve incelemeler için verilen izinlerde de neleri yapabilecekleri ve nelere müsaade edilmediği
net bir şekilde açıklanıyordu.
Bunların haricinde Karadeniz, Anadolu, Ortadoğu ve Balkanlarda, İstanbul ile Marmara
çevresi ve adalarda da keşif seyahatleri yapmışlardı. Dördüncü bölümde “Rus Arkeologların
Kazı ve Bakım Çalışmaları” adı altında Rusların bu doğrultuda keşif ve kazı çalışmaları için
talepleri, Osmanlının bu konuya yaklaşımı ayrıntısı ile işlenmiştir. Ma’mafih Makedonya ve
Bulgaristan’da kazı çalışmaları ve birçok camide inceleme çalışmaları yapıldığından
bahsedilmiştir.
Balkan savaşlarının başlamasıyla Rus Arkeoloji Enstitüsünün faaliyetlerinde göz ardı
edilemeyecek aksamalar meydana gelmiştir. Önceleri pek çok bölgelerde külfetsiz faaliyet
gösteren enstitü artık dergisini dahi düzenli olarak çıkaramaz hale gelmişti. 16 Ekim 1914’e
kadar Enstitü faaliyetlerini ağır aksak devam ettirdi fakat Osmanlı ile Rusya’nın karşı karşıya
geldiği Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması sonu oldu. Rus elçi geri çağırılıp Osmanlı ile
diplomatik ilişkiler kesilince de çalışanları İstanbul’u terk etmek zorunda kaldılar.
68
Enstitü’nün kütüphanesine, müzesine ve tüm özel arşivine Osmanlı Müze-i Hümâyun idaresi
tarafından el konuldu. Enstitü binasının ise daha sonraları Osmanlılar tarafından revir olarak
kullanıldığı belirtilmiştir.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Trabzon ve Doğu illerinin Rus işgaline uğradığı dönemlerde Enstitünün kurulmasında büyük
rol oynayan Upenski Trabzon’a gelerek müze koleksiyonunun ve kütüphanesinin geri
alınması için teşebbüslerde bulunmuş fakat netice alamamıştır. Müze-i Hümâyun’a aktarılan
eserler savaş yıllarında Osmanlı tarafından titizlikle korunmuştur. Bunun üzerine Upenski
yılmamış, savaşın sunduğu karışıklıktan da faydalanarak Trabzon ve civarında araştırma ve
kazı çalışmaları yapmıştır. Fakat bu çalışmalar sadece ilmi yönden düşünülmemelidir. Zira
Upenski bu bölgelerde Bizans mirasını ortaya çıkararak bu mirasa ortaklık iddia etme
gayesindedir.
Enstitü’nün malları meselesinden artık Müze-i Hümâyun da sıkılmıştı ki bunların bir an
evvel kendi bünyesinden çıkarılmasını veyahut başka bir çözüm yolu bulunmasını
istiyorlardı. Sonraları Trabzon’dan götürülen dini el yazmalar karşılığında Enstitü’den
kalanları Ruslara vermeyi teklif ettiler. Toplamda 26.703 cilt eserden ve el yazma
koleksiyonundan oluşan kütüphane Ruslara teslim edildi. Bu arşivin hemen hemen hepsi
muhafaza edilmiş fakat bir kısmının halen kayıp olduğu anlaşılmaktadır.
Eserin muhteviyatına genel olarak bakıldığında olumsuz yönlerinden bahsetmek pek fazla
mümkün olmamaktadır. Zira yazar, böylesine yoğun teorik bilgi içeren ve çoğu okuru
cezbetmeyecek bir konuyu işlemesine rağmen son derece akıcı ve sade bir dil kullanmıştır.
Eserin akıcılığı ve açıklayıcılığı özelliğini bir bütün haline getiren ve ikna ediciliğe bir
destek niteliğinde karşımıza çıkan olumlu özelliklerden bir tanesi de görsel zenginliktir.
Yazar eserinde sıklıkla bahsedilen tarihi eserlerin ve mekânların fotoğraflarına yer vermiştir.
Bu da kitabı düz anlatımdan çıkarmıştır.
Bunların yanı sıra Ünal konuyu işlerken madalyonun tek yüzüne odaklanmamış, olayları
hem Osmanlı hem de Rusya açısından ele almıştır. Bunun da günümüz yazarlarına bakıldığı
zaman maalesef nadir karşılaşılan bir özellik olduğu görülmektedir. Olumlu olarak
nitelendirilebilecek bir diğer unsur ise dipnotlara sıklıkla başvurulmuş olmasıdır. Bu da
yazarın eserini yoğun bir çalışmanın ardından kaleme aldığını ortaya çıkarmaktadır. Eser
sonunda detaylı bir de kaynakça bulunmaktadır. Tek sayfalık kaynakça ile yazılmış birçok
kitaba nazaran bu eserde kaynakçanın yoğunluğu okura başvurulacak kaynak sayısını
dipnotlarla beraber arttırmakta ve mukayese bakımından geniş bir çerçeve oluşturmaktadır.
69
Sonuç olarak eserdeki doğrular ufak tefek hataları götürmektedir. Eserin son kısmında yazar
sonuç mahiyetinde bir yazı kaleme almıştır. Bu da kitap okunurken gözden kaçan noktaları
okuyucunun gözleri önüne sermiştir. Esere genel olarak bakıldığı vakit yalnızca Rusya veya
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Bizans ile ilgilenenlerin okuması gereken bir kitap değil, aynı zamanda Osmanlı tarihi ile de
alakadar olanların mutlaka kütüphanelerinde bulundurup, okumaları gereken bir eser olduğu
anlaşılmaktadır.
70
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Enver
Murat Bardakçı,
İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Baskı, 2015, 784 sayfa. ISBN: 978-605-332-603-8.
Erol AKCAN ∗
Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın, ekranlardan hazırlamakta olduğunu duyurduğu Enver Paşa’yla
ilgili eseri, nihayet okuyucu ile buluştu. Eserle ilgili düşünce ve eleştirilerimizi ifade etmeden önce
Bardakçı’nın hakkını teslim etmemiz gerekir: Bardakçı, son zamanlarda gerek televizyon ekranlarında
yaptığı tarih programı ve gerekse yakın tarihimizle ilgili özel arşivinde bulunan belgeleri yayımlamak
suretiyle tarihimizin farklı dönemlerinin anlaşılmasına önemli katkılar yapmıştır.
Bardakçı’nın son katkısı Enver’i yayımlamak suretiyle oldu. Eser, Enver Paşa’yla ilgili Bardakçı’nın
71
özel arşivinde bulunan belgelerden ve Bardakçı’nın farklı kaynaklardan hareketle verdiği bilgilerden
∗
Yrd.Doç.Dr. Iğdır Üniversitesi,
[email protected]
İİBF,
Siyaset
Bilimi
ve
Uluslararası
İlişkiler
Bölümü,
Öğretim Üyesi,
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
oluşmaktadır. Bu yazıyla, Bardakçı’nın eserindeki katılmadığımız bazı noktalara temas etmek ve
eserdeki bazı bilgi hatalarına işaret etmek suretiyle Enver’e küçük bir katkıda bulunmak istiyoruz.
Bardakçı’nın eserinde dikkatimizi çeken ilk husus, bugüne kadar Enver Paşa üzerine yazılan eserlerin
sıralandığı listede Nevzat Kösoğlu’nun eserine yer verilmemiş olmasıdır 15. Kösoğlu’nun eserinin bu
listede yer almaması Bardakçı’nın bilinçli bir tercihi midir, yoksa gözünden mi kaçmıştır bilemiyoruz.
Bardakçı’nın Türkiye’de yapılan yüksek lisans tezlerini dahi takip eden sıkı bir yayın takipçisi
olduğunu göz önüne aldığımızda bunun bir gözden kaçma sonucu olduğuna ihtimal veremiyoruz.
Nitekim Kösoğlu’nun Şehit Enver Paşa’sını okuyan okuyucu, Bardakçı’nın Enver’ini okuduğunda, bu
eserin Şehit Enver Paşa’ya bir reddiye olarak yazıldığı izlenimine kapılacaktır. En azından biz,
Bardakçı’nın üslubundan ve oluşturmaya çalıştığı “Enver algısı”ndan böyle bir sonuca vardık.
Esasen Enver Paşa’yı anlamak isteyen bir okuyucunun ya da araştırmacının aracı kişilere ihtiyacı
olmadığı kanaatindeyiz. Enver Paşa, kısa süren ömrünün neredeyse her dönemini hem yaşayan hem de
yazan tarihi bir şahsiyettir. Bugün meraklı bir okuyucu, kendisinin bizzat yazarak bıraktığı ve eşinden
itinayla saklamasını istediği hususi mektuplarını ve diğer yazışmalarını okumak suretiyle Enver
Paşa’nın nasıl bir insan olduğunu anlayabilir. Enver Paşa hakkında bugün ileri sürülen “TürkçüTurancı”, “İslamcı”, “Alman hayranı”, “Napolyon hayranı” vb. yakıştırmaların tamamı, başkalarının
uydurmalarından ibarettir. Enver Paşa, kendi yazışmalarında bu türden yakıştırmaları hak edecek
ifadelere yer vermediği gibi, yaşadığı dönemde yapılan bu yakıştırmaların bazılarını da bizzat kendisi
reddetmiştir. Örneğin, Napolyon’u taklit ettiği söylentileri kulağına gittiği zaman eşine yazdığı
mektupta “Ne kadar yanlış bir telakki. Ben, benden başka bir şey değilim, olamam, binaenaleyh
Napolyon’un taklidi olarak ikinci olmak aklımdan hiç geçmemiştir” (s. 226) diye yazacaktır. Bardakçı,
“Enver’i yaptıklarının ve yazdıklarının ışığında değerlendirmeye çalıştım” diyor (s. 26). Enver
Paşa’ya yapılan bu yakıştırmalardan Türkçü-Turancı olduğu iddiasına karşı çıkıyor. Enver Paşa’nın
“Turancı” değil, “İslamcı” olduğunu iddia ediyor (s. 159). Biz, Enver Paşa’ya yapılan bu türden
yakıştırmaları, onu anlamanın ve tarihselleştirmenin önündeki en büyük engel olarak gördüğümüz için
bu yakıştırmalardan hiçbirine katılmıyoruz. Tarihi şahsiyetleri illaki bir kalıba oturtmak zorunda
değiliz. İnsanlar hayatlarının farklı dönemlerinde farklı şeyler söylemiş ya da yazmış olabilirler.
Bunlardan hareketle tarihi şahsiyetleri muayyen kalıplara hapsetmenin doğru olmadığını düşünüyoruz.
Bardakçı’nın Enver’i yaptıklarının ve yazdıklarının ışığında değerlendirmeyi ne kadar başarabildiği ise
tartışmaya açıktır.
Bardakçı’nın ifadelerindeki Enver Paşa ile kendi yazışmalarındaki Enver Paşa farklı insanlar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Enver Paşa’nın kendi yazışmalarından hareket edersek, hayatında dini
72
değerleri yaşamaya gayret gösteren, İslami değerlere bağlı, mütevazı, methedilmeyi sevmeyen bir
insan profiliyle karşılaşırız. Bardakçı da Enver’in “dindar” olduğu kanaatine sahiptir (s. 213). Ancak,
15
Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, Ötüken, İstanbul 2008, 654 sayfa.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
eserin bir başka yerinde Enver’in “kibir sahibi olduğunu” (s. 21) iddia ediyor. Bardakçı, Enver’in
“medhedilmeyi aslında gayet sevdiğini” iddia ediyor (s. 11). Ama Enver Paşa’nın bizzat kendi
yazdıklarına bakacak olursak şöyle diyor: “Biliyorsunuz ne için olursa olsun methiyeler duymaktan
hoşlanmam. Vatan için yapıldığında, yapılan her şey tabiidir” 16.
Bardakçı, eserinde “tahmin üzerine tarih yazılmasının mümkün olmadığına inandığını” söyleyerek
Abdülhamit’in mutlakiyetçi idaresi yerine özgürlüklere izin veren bir idare kurması halinde
imparatorluğun akıbetinde bir değişiklik olur muydu sorusuna cevap vermekten kaçınıyor (s. 71).
Ancak, konu Enver’e gelince “tahmin üzerine tarih yazılmasının mümkün olmadığını” unutuyor ve şu
cümleleri yazabiliyor: “Enver Paşa mücadelesinde mağlup olmayıp da galip gelse idi, Türkiye’de
bugün Mustafa Kemal’in ismi yahut Kemalizm kavramı değil, Şark milletlerine mahsus yüceltme
merakı ile her an ve her yerde İsmail Enver ile Enverizm sözleri işitilecek; okullarda, kışlalarda ve
resmi dairelerde Enver’in fotoğrafları ile büstleri yer alacak, meydanlarda onun heykelleri olacaktı.”
(s. 13).
Tarihçi olduğumuz için Bardakçı’nın bu cümlelerine, tahminlerden hareketle Enver Paşa şöyle
yapardı, böyle yapmazdı tarzında cevaplar vermeyeceğiz. Sadece şu soruları sormakla ve bazı yanıtlar
vermekle yetineceğiz: İttihat ve Terakki’nin “denetleme” ve “tam iktidar” olduğu yıllarda Enver
Paşa’nın Bardakçı’nın bu sıraladığına benzer uygulamalar olmuş mudur? Enver Paşa’nın “Osmanlı
Ordularının Başkumandan Vekili” olduğu yıllarda, Almanların “Osmanlı ülkesinde orduyu tutan her
şeyi tutar” dediği dönemlerde, Türkiye’yi “Enverland” diye niteledikleri dönemlerde Enver Paşa’nın
Bardakçı’nın dediği şeyleri yapmasına engel olacak bir kuvvet var mıydı? Enver Paşa ve Mustafa
Kemal Paşa zihniyet ve idare anlayışı olarak birbirinden farksız iki tarihi şahsiyet midir?
Bize göre Enver Paşa’nın bunları yapması için mağlup veya galip olmasının hiçbir önemi yoktur.
Enver’in mücadelesi siyasi iktidar veya mevki-makam elde edip “tekçi-otoriter” bir rejim kurmak,
millete tahakküm kurmak olsaydı zaten bunu yapabilecek gücü elde etmişti. İttihat ve Terakki’nin
Bab-ı Ali Baskını’nı yapmasından sonra Enver’in Harbiye Nazırı ve Erkân-ı Harbiye Reisi olmaktan
kim, hangi kuvvet alıkoyabilirdi? Enver Paşa’nın bu anlamda Mustafa Kemal Paşa ile aynı zihniyet ve
anlayışta bir insan olduğuna da katılmıyoruz. Enver Paşa’nın güçlü olduğu dönemlerdeki
uygulamalarından ve yazdıklarından hareketle bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Paşa’nın ülkeden
ayrıldıktan sonraki süreçte Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektuplarda gelecekle ilgili tavsiyeleri ve
Ankara’ya yönelttiği eleştiriler kendisinin nasıl bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir:
“..Lüzumsuz vehim ve tecebbüre kapılma…, ..memlekette bir şahsın veya yalnız bir kısmının
tahakkümüne doğru gitme…, şimdiden kanunsuz hareketlere ve lüzumsuz şiddetlere giderseniz
73
korkarım ki hayırlı netice vermez. Millet, Sultan Hamid idaresi zamanındaki millet değildir. Artık
tahakküm ve tecebbüre çok dayanamaz” (s. 552).
16
Kendi Mektuplarında Enver Paşa, Yay. Haz. M. Şükrü Hanioğlu, Der Yay., İstanbul 1989, s. 40.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Bu tavsiyeleri veren Enver Paşa’nın galip olduktan sonra Bardakçı’nın dediği şekilde Kemalizm’e
benzer bir rejim kuracağı söylenebilir mi? Bizce söylenemez. Enver Paşa’nın böyle bir rejim
kurabilmesi için önce saltanat ve hilafeti ortadan kaldırması beklenir. Oysa Bardakçı’nın da eserinde
belirttiği üzere Enver Paşa, saltanata ve hilafete bağlıdır (s. 222). Eylül 1921 tarihindeki kongrenin
kararlarından bir tanesi de “saltanatın ve hilafetin muhafazası” yönündedir (s. 521). Enver Paşa’nın
hem saltanata ve hilafete bağlı olduğunu yazmak hem de galip gelseydi Enverizm kurardı demek kendi
içinde tutarsızlıktır.
Bardakçı’nın Enver Paşa’nın mücadelesiyle ilgili şu cümlelerine de katılmıyoruz: “Enver Paşa yenildi,
hem de ağır, çok ağır bir yenilgiye uğradı, tarihe galip değil, mağlup olarak geçti; hayalleri ve
yapmak istedikleri macera, mücadele, savaş, oyun, kumar yahut başka ne şekilde isimlendirilse
isimlendirilsin, hepsini kaybetti!” (s. 11). Bu cümleler son derece toptancı yaklaşımlardır. Enver
Paşa’nın verdiği mücadelede şüphesiz başarıları da vardır başarısızlıkları da. Bu meseleye hangi
açıdan bakıldığı ile ilgili bir durumdur. Enver’in Bakü’deki Doğu Halkları Kurultayında söylediği
sözler bu açıdan önemlidir: “Yoldaşlar! Bugün istilacılara karşı kahramanca dövüşen Türk ordusu-ki
kuvvetlerini rençberlerden alıyor, söylediğim gibi mağlup olmamıştı, ancak bir zaman için tüfeklerini
aşağı indirmişti. Bu ordu aynı düşmanla on beş sene savaştıktan sonra, şimdi de iki yıldır nihayetsiz
ihtiyaç ve sıkıntı içinde muharebeye sebatla devam ediyor” (s. 527).
Yakın tarihimizin en büyük açmazlarından birisi, Türk milletinin ve içinden çıktığı ordunun, Balkan
Harbi’yle başlayan ve Mudanya Mütarekesi ile sonuçlanan on yıllık savaş dönemini bir bütün olarak
değil, son iki kısmını “Kurtuluş Savaşı” ya da “Milli Mücadele” adıyla kopararak ayrı bir
değerlendirmeye tabii tutulmuş olmasıdır. Bize göre, farklı merhalelerden geçen bu on yıllık süreç bir
bütün olarak değerlendirilmelidir. Balkan ve Birinci Dünya Harbi içerisinde elde edilen kazanımların
muhasebesi tam olarak yapılmadan mücadelenin son merhalesindeki başarılar anlaşılamaz. Bahsini
ettiğimiz süreçte, kazanılan ve kaybedilen savaşlardan söz edilebilir ancak kaybedilen bir harpten söz
edilemez. Bir milletin mücadelesi yalnızca askeri açıdan da değerlendirilemez. Bazen cephede
kazanan bir millet, diplomasi masasında kaybedebilir. Büyük Güçler, Anadolu’da başlayan hareketi
hiçbir zaman öncesinden ayrı bir mücadele olarak değerlendirmemişler, Osmanlı’yla olan bütün
hesaplarını Lozan’da delegelerimizin önüne getirmişlerdir.
Bardakçı’nın değerlendirilmelerinde ne kadar sathi bir bakış açısına sahip olduğunu en güzel şekilde
şu cümleleri ortaya koymaktadır: “Almanya’nın ilk dünya harbinin sona ermesinin üzerinden 72 sene
geçtikten sonra telafi edebildiği sıkıntıları, 1918’de işgale uğrayan Türkiye 1922’de, yani sadece dört
senede çözebilmişti ve bunu sağlayan da Mustafa Kemal’in liderliğindeki hareket olmuştu.” (s. 15).
74
Türkiye’nin Cihan Harbi’nin sıkıntılarını dört sene içinde çözdüğüne Bardakçı ve dileyen okuyucuları
inanabilir. Bu cümleler bizim için hamasetten başka hiçbir anlam ifade etmemektedir.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Bardakçı’nın Enver’in Harbiye Nezareti’ne gelmesiyle ilgili düşünceleri de hayli sorunludur: “Siyasi
alanda güç elde edip askeri hiyerarşide kısa zamanda en tepeye yükselmesini de galip geldiği bir
muharebeye değil yine silahlı bir eyleme, 23 Ocak 1913’te yine arkadaşlarıyla beraber Babıali’yi
basmasına, zamanın sadrazamı Kamil Paşa’ya imzalattığı istifa mektubunu Sultan Reşat’a götürüp
sadarete Mahmut Şevket Paşa’nın tayinini sağlamasına borçluydu… Devletin ve iktidarın zirvesine
yerleşmiş, üstelik hanedanın da damadı olmuştu ama savaşların mağlubu idi!” (s. 21).
Enver’in Harbiye Nezareti’ne gelmesi silahlı eylem sayesinde gerçekleştiyse neden harbiye nazırı
olmak için bir yıl beklemek zorunda kaldı? Mevcut hükümeti deviren Enver, neden sadaret ve harbiye
nazırlığı makamlarını başkalarına sundu? Devletin ve iktidarın zirvesine yerleşen ve hanedana damat
olan Enver Paşa, Ocak 1914 öncesinde hangi savaşların mağlubu idi? Bardakçı’nın dediği gibi Enver
Paşa’nın harbiye nezaretine gelmesinde silahlı eylem ve damat olması değil, zamanın zorunlulukları
etkili olmuştur. Rütbe verilirken ise Trablusgarp’taki direnişte ve Edirne’nin geri alınmasında
gösterdiği çalışmaları etkili olmuştur. Rumeli’nin kaybedilmesinden sonra orduda yapılacak
ıslahatların gerçekleşmesi için “İttihatçı bir harbiye nazırı” kaçınılmaz hale gelmiştir. Şayet, bu
reformları gerçekleştirmekte Ahmet İzzet Paşa, tereddüt göstermemiş olsaydı, Enver Paşa harbiye
nazırı olmayabilirdi. Ordu içerisinde varlığı inkâr edilemeyecek genç kuşak ittihatçı subaylar ancak
kendi içlerinden çıkmış ve itimat ettikleri bir komutanın başlarında olmasını istiyordu. Talat Paşa başta
olmak üzere, sivil kanatta hükümette kendilerinden bir harbiye nazırıyla çalışma taraftarıydı. Mahmut
Şevket Paşa’yla yaşanan anlaşmazlıklar ittihatçı olmayan bir harbiye nazırı ile çalışmanın zorluklarını
göstermişti. Rumeli’nin kaybedilmiş olduğu bir atmosferde, ordunun başına Enver Paşa’nın getirilmiş
olması orduda ve kamuoyunda-kişisel çekememezlikler bir tarafa bırakılırsa- olumlu karşılandı.
Enver Paşa’nın Ocak 1914’te harbiye nazırı olmadan önce “Hürriyet Kahramanı”, “Edirne Fatihi” ve
Trablusgarp kahramanı olarak kamuoyunda hayli şöhretli bir insan olduğu bilinmektedir. Doğrusu,
Enver Paşa’nın hangi “savaşların mağlubu” olduğunu biz bilmiyoruz. Bardakçı’nın kastettiği Balkan
Harbi’yse şayet, Enver Paşa’nın bu savaş başladığı sırada Trablusgarp’ta olduğu ve kendisini zaten
kaybedilmiş bir savaşın içinde bulduğu bilinmektedir. Bardakçı’nın Balkan Harbi’nin ve bu harp
içerisinde yaşanan Bolayır çıkartmasının faturasını Enver Paşa’ya keseceğini zannetmiyoruz. Enver
Paşa’nın harbiye nazırı olması için İttihat ve Terakki’nin asker kanadının hükümete ve saraya baskı
yaptığı (s. 104) ise M. Ragıp Esatlı başta olmak üzere yıllar sonra yazılan anı sahiplerinin
uydurmalarıdır. Bardakçı’dan Enver Paşa’nın harbiye nazırlığı öncesi başarılarını ve bu makama
getirilişini değerlendirirken hiç olmazsa eserinde yer verdiği W. Churchill kadar insaflı olmasını
beklerdik (s. 124).
75
Bardakçı’nın Enver Paşa’nın harbiye nazırı olduktan sonra orduda gerçekleştirdiği reformlarla ilgili
düşünceleri yanlış değil fakat noksandır: “Enver, orduyu gençleştirip ayağa kaldırmaya çalışmış,
askere mücadele azmi vermişti ama çabaları hep kumanda heyetine, yani subaylara yönelikti ve
Anadolulu askerin bilgi seviyelerini arttıracak, memleketlerini ve dünyayı tanıtacak hiçbir faaliyette
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
bulunulmamıştı.” (s. 136). Gerçekten Bardakçı’nın dediği gibi Enver’in orduya dönük reformları
tümüyle kumandaya yönelik miydi? Askere ve askerliğe dönük reform çabaları yok mudur? Bu
soruların ilkinin yanıtı hayır, ikincisinin yanıtı ise evettir. Enver Paşa’nın harbiye nazırlığına gelir
gelmez ilk yaptığı işlerden birisi mevcut asker alma kanununu değiştirmek ve askerlik muafiyetlerini
kaldırmak olmuştur. Üst düzey mektep öğrencilerinin okullarda askerlik eğitimine tabi tutulmaları ve
atış eğitimi almaları bu dönemde başlamıştır. Askerlik öncesi gençlerin bedenen, zihnen ve ruhen
askere hazırlanmalarına yönelik paramiliter gençlik kuruluşları da Enver Paşa’nın harbiye nazırlığı
döneminde başlamıştır. Kendisinin Başbuğ’u olduğu İzciler Ocağı ve Osmanlı Güç Dernekleri Cihan
Harbi öncesinde, Osmanlı Genç Dernekleri ise harbin ortalarında bu yönde atılan adımlardır 17. Ne
kadar başarılı oldukları tartışılmakla birlikte Enver Paşa’nın reformları tümüyle kumanda heyetine
münhasırdır, askere yönelik hiçbir faaliyette bulunmamıştır denemez.
Bardakçı, Enver Paşa’nın Türkistan’a giderken “körlemesine bir macera” ya atıldığını, elinde o
beldeleri anlatan bir kitap, rapor, yahut not değil, Alexandre Dumas’ın Kraliçe Margo isimli romanı
olduğunu ifade ediyor ve sonu ünlemle biten bir cümleyle esaretten kurtarmak istediği yerlere bu
romanı okuyarak gittiğini belirtiyor (s. 327). Bardakçı, herhalde buradan hareketle Enver’in Türkistan
mücadelesini “körlemesine bir macera” olarak niteliyor. Enver’in mücadele etmek istediği yere
giderken gittiği bölge dışında eser okuması “körlemesine bir macera” ya atılmanın işareti sayılacak
olursa, Trablusgarp’a giderken de Faust’u okumaktadır 18. Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Taarruz’dan
birkaç gün önce Çalıkuşu’nu okuduğu bilinmektedir 19. Enver’inde dahil olduğu bu genç kuşağın
savaştayken savaşa giderken dahi kitap okumaları bizce eleştirilecek bir durum değil, aksine gıpta
edilecek bir durumdur. Bugün bunca rahatın içinde kitap okumayan nesilleri düşününce, Enver’in bu
davranışının dahi eleştiri konusu olmasına anlam veremiyoruz.
Eserdeki bazı gözden kaçan bilgi hatalarına sonraki baskılarında düzeltilmesi için burada yer vermek
istiyoruz. Bardakçı, eserinde II. Abdülhamit’in II. Meşrutiyet’i ilan tarihi olarak 23 Temmuz 1908
tarihini veriyor ki bu tarih eserin doksan sekizinci sayfasında verildiği gibi 24 Temmuz 1908 olmalıdır
(s. 62). Mustafa Kemal Paşa’nın veliaht Vahdettin ile Almanya yolculuğunun tarihi 1916 Ekim olarak
veriliyor, doğru tarih Aralık 1917 olmalıdır (s. 17). Balkan Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ne
saldırmasının tarihi Kasım 1912 değil, Ekim 1912 olmalıdır (s. 104). Osmanlı donanmasının Rus
limanlarını bombalaması 29 Ağustos 1914 değil, 28/29 Ekim 1914 olmalıdır (s. 105). Eserde,
Trablusgarp’a giden subaylar arasında Hafız Hakkı Paşa’nın ismi zikrediliyor. Ancak, konuyla ilgili
eserlerde ve Bardakçı’nın yayına hazırladığı günlüklerinde biz böyle bir bilgiye rastlamadık (s. 113).
Eserin 217. Sayfasında Anadolu’ya geçeceği sırada Tiflis’te şehit edilen kişi Enver değil, Cemal
76
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Erol Akcan, İttihat ve Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları, TTK, Ankara
2015.
18
Kösoğlu, a.g.e, s. 106.
19
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. II, Remzi Yayınevi, İstanbul 2008, s. 474.
17
History Cnitique – Issue 3, April 2016
olmalıdır (s. 217). Enver’in “sabık hariciye nazırlığı” herhalde sabık harbiye nazırlığı olmalıdır (s.
309). Eserin ekler kısmında 188 ve 189 dipnotların belge numaraları yanlış verilmiştir (s. 593). Doğru
belgeler 43 yerine 44, 49 yerine 45 olmalıydı. Yine, 208 numaralı dipnotun belge numarası 57 değil,
56 olmalıydı. Eserin, 249. sayfasındaki tarihin miladi çevirisi 1 Ekim 1918 değil, 1 Kasım 1918
olmalıydı (s. 249). Kırım Harbi’nin tarihi 1858 değil, 1854-1856 olmalıydı (s. 297).
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Murat Bardakçı, Enver’i ve mücadelesini yazmış ama Enver’i ve
mücadelesini anlayamamış.
77
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Balkan Harbi Hatıratı
Yüzbaşı Osman Nuri, Haz. Zeynep Kerman
İstanbul, Dergah Yayınları, 2014, 86 sayfa, ISBN: 978-975-995-522-9
Şükrü CÖMERT 20
Balkan Harbi Hatıratı Deniz Yüzbaşı Osman Nuri tarafından 1912-1913 yıllarında Balkan Harbi
boyunca yaşadıklarını kaleme alınmış bir hatıralar bütünüdür. Osman Nuri’nin asıl adı Üsküdarlı
Mehmet Rıfat bin Osman’dır. Deniz Müzesi arşivinde bulunan künyesine göre (Atik-Eski- Künye
numarası 4469 Cedid-Yeni- Künye numarası 513’dür) Rumi 1298/1882-1883 Dersaadet (İstanbul)’de
doğmuş ve Süleymaniye mahallesi nüfus kütüğüne kayıtlıdır.
Mekteb-i Rüştiye-i Bahriye (Deniz Lisesi)’den mezun olan Yüzbaşı Osman Nuri 13 Mart 1897’de
Mekteb-i Fünun-u Bahriye (Deniz Harp Okulu)’na girmiş ve 29 Mart 1899’da teğmen rütbesi ile
mezun olmuştur. 9 Nisan 1901’de Üsteğmen, 23 Temmuz 1908’de Yüzbaşı 3 Şubat 1914’de Birinci
Sınıf Yüzbaşılığa terfi etmiştir. İyi derecede İngilizce bilen Osman Nuri Bey donanmanın çeşitli
78
gemilerinde görev yapmış ve Balkan Harbi esnasında Mesudiye zırhlısının II. Komutanlığını deruhte
ederken söz konusu hatıratını kaleme almıştır.
20
Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Asıl adıyla Yüzbaşı Üsküdarlı Mehmet Rıfat Bey 1924 yılında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, Başbakan İsmet İnönü ve Milli Savunma Bakanı Kazım Orbay’ın imzalarının bulunduğu üçlü
kararname ile emekli edilmiştir. Meslek hayatı boyunca ve emeklilik döneminde çok sayıda mesleki
makale ve tercüme kaleme alan Mehmet Rıfat Bey’in yazıları dönemin Bahriye dergisi Donanma
Mecmuasında yayınlanmıştır.
Yüzbaşı Osman Nuri Bey’in Balkan Harbi Hatıratı beş ana bölümden oluşmaktadır. Balkan Harbi
Hatıratı başlıklı birinci bölümün birinci kısmında Mesudiye Zırhlısının Haliç Tersanesindeki bakım
onarım faaliyetleri ve İstanbul’dan ayrılışı anlatılmıştır. İkinci kısımda Tekirdağ’ın düşman tarafından
işgali ve bu süreçte karada muharebelere devam eden kuvvetlerin kısmen mühimmat ikmali ile deniz
topçu atışı ile desteklenmesi ve muhacirlerin nakliye gemilerine intikal ettirilmesi ele alınmıştır.
Çatalca Hatt-ı Müdafaamızın Cenahlarında başlıklı üçüncü kısımda ve Nara’da başlıklı dördüncü
kısımda başta Hamidiye Kruvazörü olmak üzere donanma unsurları ile birlikte kara kuvvetlerine
yapılan deniz topçu desteği ve bu müşterek harekat boyunca elde edilen başarılar anlatılmış, aynı
zamanda gemideki yaşamdan kesitler sunulmuştur.
16 Aralık 1912’de Yunan donanmasına bağlı unsurlarla yapılan İmroz Muharebesinin anlatıldığı
İkinci bölümde, bu muharebeye ilişkin çok detaylı bilgiler sunulmuştur. Ayrıca bölümün sonunda
muharebeye katılmış bir Yunan Subayının İngiliz Naval Military Record isimli dergide yayınlanan
hatıratına yer verilmiş ve kendi hatıraları ile karşılaştırmalar yapılarak Yunan subayının iddiaları
çürütülmüştür.
İkinci Huruç ve Üçüncü Huruç isimleri verilen bölümlerde Türk Donanmasının Balkan Harbi
esnasında Çanakkale boğazı ve mücavir bölgelerde yaptığı harekatları yer verilmiştir.
Son bölümde Yunan donanması ile Limni açıklarındaki muharebe ile Bolayır önlerinde yapılan
faaliyetler anlatılmış, hatıratın bu kısmında diğer kısımlarda olduğu gibi özeleştiri yapmaktan
kaçınılmamıştır.
Osman Nuri Bey’in tüm hatıratında tarafsız bir yaklaşım söz konusudur. Balkan savaşlarının deniz
muharebeleri ve harekatları Mesudiye Zırhlısına verilen görevler açısında ayrıntılı bir şekilde
anlatılmış, denizci personelin yaşadığı sıkıntılar çok canlı bir şekilde gözler önüne serilmiştir.
Özellikle gemilerin ikmal eksiklikleri ile kömür bütünlemesi yapılırken yaşananlar ve Mesudiye gibi
büyük bir geminin ekmek fırını dahi olmaması Türk Donanmasının o dönemdeki zayıf durumunu
gözler önüne sermektedir.
Bununla birlikte Yunan filoları ile yapılan muharebelerden İmroz Muharebesinde Türk donanmasının
79
atış üstünlüğü ve topçu personelin imkansızlıklara rağmen başarıları anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde
Limni Muharebesindeki başarısızlık çok açık ve mübalağadan uzak bir şekilde işlendiğinden
İngilizlerin Yunan denizci personeli üç dört hafta gibi kısa bir sürede eğiterek başarı kazanmalarına
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
vesile oldukları öğrenilmektedir. Bunun yanı sıra Türk gemilerinin teçhizat ve top modellerinin eski
olmasından dolayı daha kısa menzile atış yapılabilmesinin deniz muharebelerindeki başarısızlıkların
bir diğer nedeni olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak söz konusu eser sayesinde Balkan Savaşlarına deniz kuvvetleri açısında bakma fırsatı
elde edilmektedir. Denizcilerin Osmanlı Devletinin son dönemini yaşadığı yıllarda hizmet aşkıyla
elinden geleni yapmaya çalışan subayların ve erlerin gerek düşmanla gerekse deniz şartlarıyla zorlu
mücadelesi, zafere ve başarılara olan özlemleri güzel bir edebi üslupla gözler önüne serilmiştir.
Özellikle ikmal sistemi açısından Mesudiye Zırhlısının kömür alma işlemi süresince gemi personelinin
sekiz yüz ton kömürün kömür ambarlarının girişine kadar sırtlarında taşımasının anlatıldığı bölüm
oldukça ilgi çekicidir.
Bununla birlikte gemide fırın bulunmaması nedeniyle ekmek pişirilemediği ve gemideki kurtlu
peksimetlerin dövülerek kurtlarının ayrılıp kalanın yeniden hamur yapılarak gemi kazanı önünde
yeniden pişirilmesi personelin çektiği lojistik sorunları çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Diğer yandan Donanmanın eksik ve kusurlu tarafları, mürettebatın eğitim yetersizliği ve üstün yönleri
açıkça ortaya konmuştur. Balkan savaşı süresince Mahmut Şevket Paşa, Enver Paşa ve Hurşit Paşa’nın
donanmayı ziyareti esnasında Sadrazam ve Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket paşa’nın “bundan
böyle kuvvetli bir donanma inşası arzu edildiğinden bu hususta kabinenin sarf-ı mesai edeceğinden ve
icra edilen muharebatta donanmamızın gösterdiği faaliyet şayan-ı takdir olup icabında yine aynı
suretle fedakarlık beklendiğinden bahsederek netice-i makal olarak muvaffakiyet (yani huruç) elde
edilmesi” temennisinde bulunması ve kitapta Sayfa 82’de bulunan74 numaralı dipnotta bu hususta
kabinenin çalıştığını belirtmesi, Osmanlı Devlet adamlarının bir deniz gücü vizyonu olduğunu ancak
günün şartları nedeniyle bunu gerçekleştiremedikleri değerlendirilmektedir.
Güçlü bir donanmaya sahip olmayan Osmanlı Devletinin Çanakkale civarına sıkışıp kaldığı ve deniz
harekatlarını kısmen Karadeniz’de olmakla birlikte ağırlıklı olarak iç deniz olan Marmara’da yaptığı
artık Büyük devletlerin donanması ile boy ölçüşmek bir yana tamamen etkisiz bir hale geldiği
anlaşılmaktadır.
80
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık
İsmail Küçükkılınç,
İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2016, 352 sayfa, ISBN: 978-6051553276.
Hasip SAYGILI ∗
Yakın tarihle ilgili ilgi çekici bu eser hukukçu yazar İsmail Küçükkılınç tarafından yayınlanmıştır.
Eser yazarın üzerinde çalıştığı, son birkaç yıl içinde bir kısmı yayınlanmış yazılarının konu bütünlüğü
çerçevesinde kronolojik-tematik olarak yeniden gözden geçirilmesi ve genişletilmesi ile meydana
gelmiştir. Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık’ın Birinci Dünya Savaşı’nın yüz yıl
81
sonunda dönemin aktörlerini farklı bir bakış açısıyla değerlendirmesiyle literatüre anlamlı bir katkı
yapacağı beklenebilir. Küçükkılınç’ın eserinin dönemle ilgili yayınlanmış ve genel kabul görmüş
kanaatlere yaslanmadan farklı ve bizce özgün görüşler ileri sürdüğü ifade edilmelidir. Yazar söz
∗
Doç. Dr, FSMVÜ, İstanbul, [email protected]
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
konusu tezlerini savunurken, literatürde bilinmeyen, kendisinin ortaya çıkardığı bilgi ve belgeleri
kullandığı iddiasında değildir. Ancak önemli bir kısmı akademik camia ve kamuoyunun ilgi ve
dikkatini çekmeyen bilgi ve tanıklıkları genel olarak kaynak tenkidi de yaparak okuyucuya sunmuş ve
tezlerinde bütünlüklü ve tutarlı olarak kullanmıştır.
İsmail Küçükkılınç, İttihadçılık ve İttihatçılar konusunda muhafazakâr mütedeyyin kesim, Kemalistler
ve liberallerin düşmanca denilebilecek olumsuz bakış açılarını kaynaklara dayanarak eleştirmektedir.
Yazara göre geleneksel muhafazakâr mütedeyyin çevrelerdeki İttihadçı algısı Sultan Abdülhamid
odaklıdır. İttihadçılar yabancı güçlerin yönlendirmesi ile Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren ve
böylece koskoca imparatorluğu harbe sokarak batıran komitacı maceracı siyonist, mason, dönme ve
dinsizler koalisyonudur. Kemalist bakış açısına göre de İttihadçılar, imparatorluğu batırmış daha sonra
da Mustafa Kemal’in şahsını ortadan kaldırmaya çalışmış maceracı, hayalperest, komitacı zihniyeti
temsil etmektedir. Liberal çevreler için ise İttihadçılar Türk olmayanları dışlayan onlara tehcir ve
katliam dahil her türlü şiddeti uygulamaya önceden kararlı homojen bir grup olarak görülmektedir.
Yazar eserinin başlarında Jön Türklük ile İttihadçılığın birbirine karıştırıldığı fikrindedir. İsmail
Küçükkılınç Jön Türklerin memleket gerçekleri konusunda çok net görüş sahibi olmayan soyut siyasi
projelerle meşgul kimseler olduğunu ancak İttihadçılığın memleketin Avrupa topraklarının elden
çıkmak üzere olduğu endişesiyle harekete geçen hamiyet sahibi subay ve memur ağırlıklı yapılar
olduğunu ileri sürmektedir. Sultan Abdülhamid’e Meşrutiyeti tekrar yürürlüğe sokturan 23 Temmuz
1908 hareketinin de ayakları yere basmayan Jön Türklerin değil gözlerini budaktan sakınmayan
İttihadçıların eseri olduğuna vurgu yapmaktadır.
Jön Türklük ve Kemalizm kıskacında İttihadçılık İttihadçıların “heterojen bir koalisyon” olduğunu
aralarında İslamcı, Türkçü, pozitivist, dinsiz kimseler olduğu gibi kavmî olarak Türklerin dışında
Arnavut, Çerkez, Arap gibi unsurların da bulunduğuna dikkat çekmektedir. Eser bu kadar farklı siyasi
görüş ve etnik kökene mensup insanın Osmanlı İmparatorluğunun siyasi varlığının son bulmaması için
bir araya geldiklerini somut örneklerle ileri sürmektedir.
Kitap, İttihadçılara yönelik darbeci ve komitacı ithamlarının de gerçekle çok fazla uyuşmadığının
misallerini vermektedir. Meşrutiyet devrinde ilk siyasi darbeye 1912 yılında İttihadçıların maruz
kaldığı ve komitacılık ithamının da daha ziyade Rumeli’de 1908 öncesi devletin yargı yetkisini
kullanamaz hale gelmesinden ötürü bazı subay ve mülki idare amirlerinin kendi işlerini kendileri
görmek zorunda kalmalarından dolayı zihinlere yerleştiği eserin savunduğu önemli tezlerdendir.
Birinci Dünya Harbi içinde Ermeni tehcirinin tehcirin ıztırar hali olduğunu savunan eserde, tehcirle
82
Balkan Harbi’nde neredeyse Avrupa topraklarının tamamını kaybeden Osmanlı Devletinin Doğu
Anadolu’da bir Ermenistan kurulmasını önlediği kanaati paylaşılmaktadır.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Yazara göre Ermeni Meselesi’nde “ıztırar hali”, “meşru müdafaa” tezinin anlamsızlığı üzerine
ulaştığı bir tezdir:
Mesele, tehcir mi soykırım mı? Ermeni tezi, tehcirin soykırımın kılıfı olduğunu iddia ediyor. Ancak
onlar var olduğunu iddia ettikleri “soykırım” bir an için olmasaydı da bizatihi tehciri yine “soykırım”
olarak telakki edeceklerdi. Zaten günümüzde “soykırım” suçunun gerçekleşmesi için ölü sayısı
önemini yitirmiş gibi gözükmektedir. Bir unsurun tek bir ferdinin burnu kanamadan dahi gerçekleşmiş
bir tehcirin “soykırım” olmasa bile “etnik temizlik” kapsamında mütalaa edileceğinden şüphe
duyulmamalıdır. Meşru müdafaa, aslında mevcut bir saldırıya karşı kendini korumadır. Meşru
müdafaa için saldırı mevcut ya da mevcut kuvvetinde muhtemel halinde olmalıdır. Birisinin size silah
doğrultması ya da belindeki silaha hızla sarılması bu kabildendir. Yine birisi size yumruk attıktan ve
bu yumruğun etkisi geçtikten sonra sizin de ona atacağınız yumruk meşru müdafaa değildir. Ayrıca
meşru müdafaa bizatihi size saldırana karşı yapılmalıdır. Mesela birisi size saldırıyor diye siz de onun
yanındaki kardeşine tekme atamazsanız. Hele siz tekmeyi yedikten saatler sonra size tekme atanı değil
de onun kardeşini bulup tekmelerseniz bu meşru müdafaa olmadığı gibi üstelik suç teşkil eden bir fiil
olur. “Iztırar hali” ise meşru müdafaa gibi değildir. Bir tehlike sebebiyle bizatihi tehlikenin müsebbibi
ya da faili değil de masum birine zarar veriyorsunuz. Sayıları az veya çok bir Ermeni ayrılıkçı
komitacı topluluğu, belli bir Ermeni nüfusun varlığını o nüfusun temerküz ettiği bölgenin devletten
ayrılması ve bağımsızlık ilanı için yeterli sebep olarak görüyor. Büyük devletler de bunu destekliyor
ya da hoş görüyor. Bunun zaten Balkan Harbi’nden sonra altyapısı da hazırlanmış, 9 Şubat 1914
Yeniköy Anlaşması ile de maksat hasıl olmuş gibidir. Ermeniler nüfuslarıyla mütenasip olmayan bir
temsil oranına sahip olmuşlardır. Geriye neticeyi istihsal edecek vurucu darbe kalmıştı. Şayet biz
Cihan Harbi’ne girmesek, herhangi bir bahaneye bile gerek duymayarak Anadolu’yu işgal edecek
olan Rusların emrinde ve desteğinde hareket geçecek olan Ermeni komitacılar kendi halklarından da
destek bularak büyük bir katliama ve tehcire başlayacak bilhassa Doğu’da etnik Ermeni homojenliği
sağlanacaktı. Yazarın eserinde de defaatla tekrar edildiği üzere geçmişte de hep böyle olmuş, Mora,
Tuna ve Makedonya bu şekilde kaybedilmiştir. Osmanlı Devleti ıztırarda kaldığı için tehcire müracaat
etmiştir. Tehlikenin yakınlaştığını gösteren ise Ermeni komitacıların Rus saflarına geçmesi ve Rus
birliklerine mihmandarlık yapmasıydı. Bir de Van’daki hadise kırıntı şeklindeki iyi niyeti de izale
etmişti. Yazara göre Mora, Tuna ve Makedonya ayaklanmalarında da bu bölge Hıristiyanlarının
tamamı değil, komitacılıkla temayüz etmiş çok küçük bir unsuru silahlı tedhiş faaliyetlerinde
bulunmuştur. Kısaca bir bölgedeki gayrimüslim dinî-etnik unsurun tamamının isyana teşebbüs etmesi
değil, bizatihi nüfusun varlığı devletten ayrılmak için yeter sebep kabul ediliyordu. Çok az sayıdaki
komitacının isyan ve terör faaliyetlerinin sebebi, bizatihi bu faaliyetlerle başarıya ulaşma maksadına
83
değil, isyan çıkan bölgede asayişsizlik olduğu ve Hıristiyanların zulme maruz kaldığı mesajını Batılı
büyük devletlere verme gayesine matuftu. Fakat 93 Harbi ile Balkan Harbi’nde komitacılar haricinde
sivil Hıristiyanlar da yıllarca yan yana yaşadıkları Müslüman komşularını kesmekten imtina etmesi.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Osmanlı Devleti harbe girmese, ittifaksız kalıp İtilaf devletleriyle tek başına mücadele etmek
mecburiyetinde kalsaydı aynı şeyin Anadolu topraklarında da yaşanmayacağının garantisi yoktu.
Osmanlı Devleti’nin hedeflediği gayenin husulü için tehcir kâfi gelmekteydi. Bunun için hiç kimsenin
burnunun kanamasına ihtiyaç yoktu. Sol-liberaller maksadın katliam, tehcirinse bunun kılıfı olduğunu
iddia ediyor. Yazar ise maksadın Anadolu’daki bir avuç Müslümanın bekası olduğunu söylüyor.
Tehcir maksada kâfi olduğu için katliam bir alternatif olarak dahi hatıra gelmiş değildir. Ancak
tehcirin haklılığını ispat ve izah sadedinde söylenecek şey de meşru müdafaa değil ıztırar halidir.
Çünkü tehcirin hukuki-ahlaki-siyasi bir meşruiyetinin olması gerekir. Yazara göre tehcirde haklı
olmamız yollarda yapılan kimi katliamları inkâr etmemizi gerektirmez. Ancak yaşanan can kayıpları
hem amaç değildir hem de kasten öldürmelerin sayısı o günkü değer telakkisi icabı soykırım tabirini
hak edecek bir oranda değildir. Sol-liberaller amacın etnik homojenliği sağlamak için katliam
olduğunu, tehcirin bunun üzerini örtmek için bulunan çözüm yolu olduğunu iddia ediyor. Onlara göre
Balkan Harbi’nde yaşananlar katliamın kuvvetli bir faktörüdür. Onlar bunun Ermenilerin yok
edilmesi için gerekçe yapıldığını iddia ediyor. Yazar ise tam aksine yaşanan tecrübelerden yola
çıkarak Kırım, Kafkasya, Mora, Tuna ve Makedonya’da yaşanan katliam ve tehcirler elde kalan son
toprak parçası olan Anadolu’da da yaşanmasın diye, sadece toprak kaybıyla kalmayacak, Anadolu’da
toplanmış bir avuç Müslümanın da kaybına yol açacak bir felaketin vukuuna mani olmak için ıztırar
hali olarak tehcire müracaat edildiğini, katliam ve soykırım iddiasının bir iftira olduğunu savunuyor.
Yazar yukarıdaki Ermeni meselesine dair yaklaşımından da tahmin edilebileceği Batı Anadolu’daki
Rum nüfusun kaçırılmasını da Anadolu’ya yakın adalar gibi bölgenin Yunanistan’a ilhakına mani
olacak demografik bir tedbir gözüyle değerlendirmektedir.
Fikrimizce hukukçu İsmail Küçükkılınç’ın “ıztırar hali” tezi hukukçular başta akademik camia ve dış
politika karar vericileri tarafından etraflı şekilde değerlendirmeyi hak etmektedir.
Ermeni tehciri konusunda sorumluluğun İttihadçı liderlere yüklenmesinin kabul edilmesinin
muhafazakâr mütedeyyin çevreler için bir tuzak olduğunu söyleyen Küçükkılınç, Ermeni görüşünü
savunan kalemlerden Taner Akçam’dan yaptığı alıntı ile tehcir sorumluluğunun doğrudan İslam dini
olduğu algısının bir sonraki aşamada seslendirileceği ikazını yapmaktadır.
Yazar tehcirle ilgili Kürt, Çerkez, Gürcü gibi herhangi bir unsuru suçlamanın çıkar yol olmadığını, bu
hareketin hatasıyla sevabıyla bütün Müslüman unsurun eseri olduğunu söylemektedir.
İsmail Küçükkılınç eserinde Sultan Abdülhamid’den Kâzım Karabekir’e kadar dönemin aktörlerinin
kamuoyunca pek fazla bilinmeyen uygulamalarını da eleştiriden muaf tutmama hakkaniyeti
84
göstermiştir. Filistin konusunda hassasiyeti bilinen Sultan Abdülhamid’in bölgeye Yahudi göçüne
mani olacak yaptırım gücünden yoksun oluşuna işaret edilmesi bu çerçevede işaret edilmelidir. Milli
Mücadele döneminde Kâzım Karabekir Paşa’nın şahsi siyasi beklentilerle Enver Paşa aleyhine
girişimleri de eserde keskin ifadelerle tenkit edilmiştir.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk dönemi ile ilgili konular tartışılırken muhafazakâr kesimdeki
popüler kaynaklara bilinçli bir şekilde atıfta bulunulmadığı anlaşılmaktadır. Dönemle ilgili hadiselerde
kurucu lidere yakınlığı bilinen kimselerin eserleri daha ziyade kullanılmıştır.
İzmir Suikastı
girişiminin muhalefeti tasfiye etmek için gerekçe olarak kullanılması yazarı “mahkeme eliyle
komitacılık” yargısına götürmüştür.
Komitacılık çerçevesinde Ethem Bey, Topal Osman, İsmail Hakkı Tekçe ve Deli Halid Paşa örnek
vakaları incelenmiştir. Yazarın yazdıklarından kurucu liderin yerinde ve zamanında uygun adamı
uygun işte kullanma konusunda da büyük bir kabiliyet sahibi olduğu çıkarsanabilir. Bu çerçevede
muhafazakâr algıda siyasi bir cinayete kurban gittiği kabul edilen Deli Halid Paşa’nın adi bir cinayetle
hayatını kaybettiği yorumunun yazarın hatır gönül dinlemeyen doğruculuğunun işareti olarak kabulü
gerekir.
Eser genel olarak kronolojik bir sıra takip etmekte ise de “Mustafa Kemal ve Komitacılık” bölümünün
alt konularının sıraları anlattıkları ana kilit olayların tarihleri esas alınarak düzenlenirse daha uygun
olabilecektir. Bu durumda ilk üç alt konu dışındaki alt konuların kitaptaki sıraları değişmiş olacaktır.
Yazar kaynak seçiminde özenli hareket etmesine rağmen İsmet Bozdağ ve Arif Cemil gibi
anlatılarında sınır tanımayan kimselere yer vermeseydi daha iyi olacaktı, fikrindeyiz. 21 Kitaba bir
sonraki baskısında birkaç sayfalık bir sonuç ve değerlendirme bölümü eklenmesini de yazarın sonucu
okuyucuya bıraktığı beyanına rağmen tavsiye etmek isteriz.
Eser, özgün tespitleriyle farklı siyasi koordinatlardaki okuyuculara farklı bir bakış açısının ipuçlarını
sunacak bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin hak ettiği etkiyi yaratmasını temenni ediyoruz.
85
İsmet Bozdağ’ın Sultan Abdülhamid’in Hatıraları adlı uydurma bir kitap yayınladığı bilinmektedir. Arif Cemil de Teşkilatı Mahsusa anılarını anlatırken iaşe sıkıntısı yaşayan subayların etrafta başıboş dolaşan erlerden birisini keserek yediklerini
iddia edebilecek birisidir.
21
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Healing the Nation: Prisoners of War, Medicine and Nationalism in Turkey, 1914-1939.
(İyileşen Millet: Türkiye’de Harp Esirleri, Tıp ve Milliyetçilik, 1914-1939)
Yücel Yanıkdağ
Edinburgh: Edinburgh University Press, 2013. ix + 303 s.., ISBN 978-0-7486-6578-5, ISBN 978-0- 74869589-8.
Mesut UYAR∗
Çev. S. Esra SAYGILI∗∗
1919 ve 1923 yılları arasında I. Cihan Harbi'nin sona ermesinden çok sonra Osmanlı savaş esirleri
memleketlerine geri iade edildiklerinde, soğuk bir karşılamayla birlikte çektikleri çileler için sınırlı
ilgiye maruz kaldılar. Uğruna savaştıkları imparatorluk bölünmüş ve yerini yeni politik oluşumlar
yerlerini almıştı. Daha da kötüsü, çoğu "yaşayan ölü" ya da hastalık taşıyıcıları olarak görüldü. Diğer
savaş gazilerine farklı muamele sergileyip, şüpheli yaklaştıkları inancı ile, eski mahkumlar sürekli
olarak kendilerini emniyetsiz hissettiler. Anlaşılabilceği gibi, nihai yenilginin utancı ile esir
86
alınmanın küçük düşürülmüş hali ve memleketteki soğuk karşılama birleştiğinde bu duruma
∗
Doç. Dr. University of New South Wales, Avustralya
∗∗
YL İngilizce Öğretmeni, Silopi Atatürk Anadolu Lisesi, Şırnak, [email protected]
History Cnitique – Issue 3, April 2016
rastlanmıştır. Çoğu savaş mahkumu savaşı, unutmak istedikleri karanlık bir fasıl olarak görmüştür.
Son zamanlarda sadece Türkçe de değil aynı zamanda İngilizce’de de Osmanlı savaş gayretleri ve
Birinci Cihan Harbi sırasında askerlerin deneyimleri üzerine olan tarihi çalışmalarda büyük bir artış
olmuştur fakat ne yazık ki Osmanlı savaş mahkumlarına bilimsel ilgi çok azdır. Onlar hakkında temel
bilgiler bile (örneğin esirlerin sayısı, esir tutuldukları yerler, tutsaklık koşulları, geri dönebilenlerin
sayısı) yetersizdir. Yücel Yanıkdağ’ın sadece mahkumları değil, aynı zamanda Osmanlı-Türk nöropsikiyatristler, milliyetçilik ve Büyük Savaş esnasında ve sonrasında kimlik arayışını da kapsamasına
rağmen, bu kitap Osmanlı savaş mahkumlarının akıbetini inceleyen şimdiye kadar ki en iyi çalışmadır.
Kitap giriş ve sonsöz ile altı bölüme ayrılmıştır. İlk dört bölüm mahkumların Rusya ve Mısır'daki
esaretlerine odaklanmıştır. Mezopotamya, Hindistan, Burma, Malta’daki öteki şavaş mahkumu
kampları ve diğer yerler, mevcut kaynakların eksikliği ve tüm bu kamplardan bilgi edinmenin sınırsız
külfeti nedeniyle kapsanmamıştır. Baştanbaşa tatsız bir okumadır. Özellikle Rusya’da, kalabalık, eksik
sağlık önlemleri, yetersiz yiyecek istihkakı, dinlenme tesisi eksikliği, salgın hastalıklar, sert disiplin ve
genel ihmal, hem fiziksel hem de zihinsel olarak mahkumlara büyük zarar vermiştir. Diğer
mahkumlara kıyasla; Rusya ve Mısır’daki Osmanlı mahkumları ölüm oranı fuzuli bir şekilde yüksekti.
Ancak, korkunç deneyimleri, utançları ve aşağılanmaları sadece bireysel hissiyat aramak için değil
aynı zamanda milletlerinin kurtuluşu için taktik ve yöntemlerin gelişmesi yolunda güdülenmelerini
sağlamıştır. Yanıkdağ, mahkumların zihinsel dönüşümünü ve çilelerini anlatmak için, kişisel
öykülemelerini ve hapishane gazetelerini etkin bir şekilde kullanır.
Tıbbi makalelere, kitaplara ve anılara dayanan geriye kalan iki bölüm, bilumum Türk milletini,
özellikle yurtlarına geri gönderilen mahkumların Osmanlı-Türk nöro-psikiyatristlerin yorumlarını
inceler. Öjeni ve psikiyatrinin son kıta teorileri etkisi altında, Türk hekimleri korku ile ırksal ve
ulusal yozlaşmayı keşfetti. Daha sonra yozlaşmayı her yerde görmeye başladılar ve yozlaşmanın gen
havuzunun kirlenmesiyle ulusu tehlikeye atacağı konusunda uyarıda bulundular. Almanya’daki
meslektaşlarına doğrudan karşı olarak, Türk hekimleri, güçsüzü ve yozlaşmışı baskın, en iyi ve
aydının ölümüne sebep olmanın ve ruhsal bedenlerin yozlaşması konusunda savaşın psikobozuklukların açığa çıkmasında aracı olduğu kararına varmışlardır. Savaş kırşkırtmaları yerine,
hekimler hükümetin kararı olan İkinci Cihan Harbi’nden uzak durma yargısını etkin olarak
desteklediler. Son söz Türk tarihçiliğinde uzun süredir ihmal edilen bellek kaybı ve anı konularının
önemini vurgulamaktadır. Açıkça görülüyor ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin efsanelerin sadece
esaslarını değil, aynı zamanda bu efsanelerin yaratılışında toplumun farklı kesimlerinin görevlerini
de incelemeye ihtiyaç vardır.
87
Not etmeye değen iki eleştiri vardır. İlk olarak, kitap mükemmel bir makale derlemesi gibi görünüp
okunuyor. Savaş mahkumları, nöro-psikiyatristler, milliyetçilik, kimlik ve buna bağlı söylemler gibi
çeşitli konuları kapsarken, Yakındağ bunları uyumlu bir şekilde sunmuyor. Çoğu bölüm kendine
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
yetiyor ve hatta son söz bile kendi başına bir makale olarak sayılabilir. İkinci olarak, kitabın
İngilizce olarak mevcut olmasına rağmen, mahkum edebiyatı, tıbbi yayınlar ve ikinci kaynakçaya
ve daha fazla arşiv belgelerine çoğu bilim adamının ulaşması bazı muammaların açıklanmasına
kesinlikle yardımcı olurdu.
Bu iki nokta bir yana, bu kitap Osmanlı esirleri üzerinde daha fazla
başkalarının ilham kaynağı olacaktır.
88
History Cnitique – Issue 3, April 2016
araştırma yapmak için
İttihat ve Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları
Erol Akcan,
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2015, 410 sayfa, ISBN: 9789751630537
Salih BAŞKUTLU∗
Modernite ve ulus-devlet inşası gibi 19. yüzyıl değerlerinin ulusun makbul vatandaşlarını yetiştirmek
amacıyla çocukluk ve gençlik yıllarının nasıl algılandığı, gençlik ve iktidar arasındaki ilişki çok
89
tartışılan bir konudur. Yeni doğmakta olan ulus devletlerin kimlik oluşturma çabalarında ve
ideolojilerinde yadsınamayacak öneme haiz bir toplumsal grup olan gençlik Batı’da Aydınlanma Çağı
∗
Sakarya Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Doktora öğrencisi
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
ile birlikte yeni bir algı ile ele alındı. Şöyle ki devletin bütün gücünü açığa çıkarma arzusu, gölgede
kalmış toplumsal gruplara -Gençler, çocuklar, kadınlar- yeni bir anlam yükledi. Bu dönemde siyasal
ve toplumsal alanın yeni gözdesi olan genç nesil beden terbiyesi ve sporun dinçleştirici etkisiyle
paramiliter örgütler çatısı altında dönemin acil ihtiyaçları doğrultusunda militarist ve milliyetçi bir
yapıda kitle-iktidar ilişkileri gözetilerek makbul birer vatandaş şeklinde yetiştirilmeye çalışıldı.
Böylece siyasal toplumsallaşma gereği devlet ricalinin arzuladığı dönemin koşullarına uyumlu,
jimnastik ve beden eğitimi aracılığıyla itaatkar, atik ve gayretli bireylerden oluşan şuurlu ve kuvvetli
bir millet meydana getirilmeye çalışıldı. Denilebilir ki; modern devletin bahşettiği “biyo-pilitika”
araçları yönetici elitlere “eril bir ulus” inşa olanağı vermiştir.
Osmanlı Devleti’nde modern devlet olgusunun yerleşmeye başlamasıyla birlikte, devlet-toplum
ilişkileri de bu meyanda yeni bir boyut kazandı. Devlet “memalik-i şahaneden, vatana” dönüşürken,
halk da “reayadan, vatandaşa” dönüşmüştür. II. Abdulhamit’in (1876-1909) tahttan indirilmesi ile
birlikte sınırlı ve muhafazakar bir ideolojinin yerini İttihat ve Terakki Partisi’nin temsil ettiği
milliyetçi ve saldırgan bir ideoloji almıştır. Yeni rejim modern devletin özelliklerini benimsiyordu.
Osmanlı kültürü ve İslamcılık ideolojisi ile modern milliyetçiliğin sorunlu bir bileşkesi olan
Osmanlıcılık ideolojisinden etnik temelli Türkçülük lehine feragat edilmeye başlandı. Etnik kimlik
üzerine kurulu ve dile dayalı bir milliyetçilik olan Türkçülük daha etkin bir iktidar aygıtıydı. Yeni
dinamik iktidar ile birlikte devlet-toplum ilişkileri de yeniden şekilleniyordu.
Osmanlı Devleti’nin imparatorluk kimliğinin Balkan Savaşları (1912-1913) ile birlikte zayıflayışı
devlet ricalini ulusçu ideolojiye sarılmaya itti. Balkan Harbi’nden sonra rejimin politik düşünüşü,
vurguyu millilik-etniklik boyutuna yapmak üzere yeniden kurgulandı. Buna koşut olarak iktidar
coğrafi merkez konusunda da yeni bir ayarlamaya gitti.
Büyük oranda yitirilen Balkanlar’daki
Osmanlı egemenliğinin ardından, devlet ricali bundan böyle önceliği Anadolu’ya tanıyarak yeni bir
toprak dengesi kurmaya çalıştı. Böylece Anadolu yeni devletin mekansal kimliği olurken, paramiliter
yapılanmalarla milliyetçi-militarist bir potada yoğrulmaya çalışılan toplum da “ideal yurttaş”
kimliğini temsil ediyordu.
İmparatorluktan ulus devlete geçiş evresinde iktidar kliği yeni siyasal sisteme uygun vatansever ve
milliyetçi-militarist bir doğrultuda toplumun politizasyonunu sağlamak ve topyekun savaşlar evresinde
potansiyel askeri güç devşirmek amacıyla toplumun genelini kendi ihtiyaçları doğrultusunda
mobilizasyonunu gerçekleştirmek ve onları seferber etmek için çok sayıda paramiliter teşkilatın
kurulmasına önayak oldu ve kendi politikalarının demografik-toplumsal altyapısını hazırlama uğraşına
girdi. Böylece yeni modernist,-pozitivist iktidar, merkezi, otoriter ve milliyetçi bir çizgi takip ederken,
90
toplumu da geliştirdiği politikalarla kontrol edip, daha derin nüfuz etme çabasındaydı.
İlk olarak Avrupa’da gözlemlenen asker-millet olgusu, küresel anlamda karşılık bulmakta
gecikmemiştir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde böylesi bir olgunun gelişimi Batılı örnekleri ile benzerlik
History Cnitique – Issue 3, April 2016
gösterir. Zorunlu askerlik ve askerlik öncesi eğitimle vücut sağlamlığının önemi vurgulanırken ulusçu
ideolojiyi esas alan politikalar izlenmiştir. Balkan Savaşları’nın sonuçlarından çıkarılan dersler ile
Harb-ı Umumi’ye hazırlanan Osmanlı Devleti’nin genel çizgisinin asker-millet oluşumundan geçtiği
somut örnekler ile gözlenebilmektedir.
Osmanlı Devleti’nin en çok ilgi uyandıran ve en bilinen, araştırılan dönemi şüphesiz II. Meşrutiyet
Dönemi’dir (1908-1918). Bir toplumsal grup olarak gençliğin dönemin koşullarına uyumlu
mobilizasyonunu amaçlayan paramiliter yapılanmalar ise bugüne dek bu ilgiden pek nasibini alamadı.
Fakat son dönemde bu çok yönlü, çok boyutlu alan tarihçilerin, araştırmacıların ilgi odağı olmasına
rağmen henüz daha gün yüzüne çıkmayan, el değmemiş konuların varlığı da aşikardır ve
araştırmacılarını beklemektedir. Erol Akcan’ın doktora tezi çerçevesinde ortaya koyduğu “İttihat ve
Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları” isimli çalışması bir nebze olsun bahsi geçen
eksikliği giderme amacındadır. Çalışma, her ne kadar İttihatçıların devr-i iktidarında ortaya çıkan
milliyetçi-militarist gençlik örgütlenmelerini konu edinmiş olsa da, bunlar birer kurum gibi
incelenmemiş; Osmanlı Devleti ve dünyadaki fikri atmosferin mezkur oluşumlara etkisi de göz önünde
bulundurulmuştur. Yani çalışmada gençlik kuruluşlarının ortaya çıkışının yanı sıra onları doğuran
zihin yapısı da kurgunun içinde tutulmuştur.
Yazar, ayrıca ele aldığı konu üzerinde daha önce yapılmış olan çalışmaların eksik yanlarına dikkat
çekmiştir. Ona göre bunlar ya her araştırmacının ayrı bir kaynak türünden hareketle meseleyi ele
alması sebebiyle konunun bütün yönlerini ortaya koyamamasından doğan teşkilat merkezli anlatılar ya
da pratik savaş koşullarının ivedi ihtiyaçlarının etkisini yoğun işleyen sıkıntılı eserlerdir. Ayrıca
kendisinden önceki çalışmaların gençliği sürekli “savaş” ile ilintili olarak değerlendirmesine eleştiri
getirip; paramiliter derneklerin tek kuruluş amacının gençliği savaş için seferber etmek olmadığını zira
Balkan Harbi’nde ordusu çöken, vatanı savunmasız kalan bir memlekette, elde kalan vatanı korumayı
amaçlayan bir düşünce üzerinden de okumalarının yapılması gerektiğine dikkat çekerek, bu örgütlerin
savaşlarla ve savaşın ihtiyaçları ile olan bağlantısını ikincil öncelik olarak göstermeye çalışmıştır. Bu
noktada yazar, topyekun savaşların acil ihtiyaçları doğrultusunda gençleri fiziksel ve ruhsal açıdan
askere hazırlama amaçlarını sık sık dile getiren, kapsamlı ve etkin bir örgütlenme oluşturma çabası
içinde olan dönemin yönetici elitlerinin faaliyetlerini gözden kaçırmış olmalı ki çalışmanın ilerleyen
bölümlerinde bu görüşüyle uyuşmayan argümanlar ortaya koymakta, çıkarımlarda bulunmaktadır.
Böylelikle yazar doldurmak istediği noktaya işaret etmiş, olguların felsefi arka planlarını da tezine
katmış, arşiv kaynaklarını kullanmış ve anlatısını oluşturmada dönemin külliyatına aktif bir rol
biçmiştir.
91
Bu çalışma, gençlik teşkilatlarını basitçe ve yalnızca bir kurumsal olgu olarak değil, aynı zamanda
Osmanlı vilayetleri ve taşra kesiminde gündelik hayat içinde cereyan eden sosyo-politik pratikler
bütünlüğü olarak kavramsallaştırmayı önermektedir. Konuya bu açıdan bakıldığında gençlik
teşkilatları üzerine yoğunlaşan bir çalışma, ulus-devlet oluşum sürecinin gündelik siyasetin aktüelliği
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
içinde anlaşılmasını mümkün kılacaktır. Bunun dışında, paramiliter faaliyetlerdeki gelişmelerin
Avrupa ayağına da değinmiş ve gençliğin politik öznelleştirilmesi meselesini Osmanlı’nın mevzusu
olmaktan çıkartmıştır.
Esas olarak bu çalışma millet-i müsellaha kavramı üzerinden kurgulanmış desek abartmış olmayız. Ele
alınan konun bir özeti olan bu kelime; toplumun, askeri ihtiyaçları doğrultusunda topyekun savaşa ve
seferberliğe her an hazır hale getirilmesini tasvir etmektedir. Erol Akcan, silahlı milletin ortaya çıkışını
Avrupa’daki gelişimi açısından genel hatlarıyla ele almış, birçok çalışmanın savunduğu bu durumun
Osmanlı cenahında da paralel olarak gerçekleştiği düşüncesini kabul etmekle birlikte; yazara göre
Batı’nın ve Osmanlı’nın rol icrası temelde farklıdır. Ona göre her iki dinamik için de kendi koşulları
doğrultusunda önce fikri bir zemin hazırlanmış sonra ideolojilerin ortaya çıktığını savunarak konuya
yerel bir perspektiften bakmaya çalışmıştır. Başka bir deyişle söz konusu çalışma Osmanlı’daki
gençlik örgütlerinin oluşum itibariyle Avrupa’nın diğer bölgeleriyle gözlenen eş zamanlılığa ve
paralelliğe vurgu yapmakla birlikte esas olarak söz konusu yapılanmaların Osmanlı’ya özgü nitelikleri
üzerinde yoğunlaşmıştır. Kanımızca Avrupa’daki paramiliter örgütlerin daha çok orta sınıf ailelerin
çocuklarına hitap etmesi, Osmanlı’da ise mezkur örgütlenmelerin reayanın özelliklede kırsal
kesimdeki ailelerin çocuklarına nüfuz etmeye çalışması yazarı bu tür bir düşünceye itmiş olmalıdır.
Çalışma, paramiliter örgütlerin kurulmasında Balkan Savaşları’ndaki bozgunun yarattığı psikolojiye
ağırlık vererek, yoğun olarak işlediği dönemin yazılı literatüründen ordunun mağlubiyetine sebep
olarak; neferlerinin fiziken zayıflığı, emirleri anlayıp uygulamadaki sıkıntıları, vatanı savunmaya
duyulan şevkin azlığına dikkat çekerek paramiliter yapılamaları anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu
sebeple yazar Osmanlı vatandaşlarının, askerlik öncesinde, okullar ve gençlik örgütleri vasıtasıyla
şekillendirilerek orduya alınmalarının yönetici elitlerce düşünüldüğünü savunmaktadır. Çalışma bu
popülist tutumun halkın tepkisine yol açtığını ortaya koymuş, toplumda iktidarın hakiki maksadını
anlayacak ve destekleyecek militarist bir zihniyet ve toplum yapısının henüz bu tarihlerde Osmanlı
coğrafyasında mevcut olmadığına kanaat getirmiştir.
Eser, Balkan Harbi yenilgisinden sonra ortaya çıkan “intikam” duygusunun anlamını kurcalamış,
bunun üzerinden vücut bulan vatanseverlik ajitasyonunu ortaya koymuştur. Ayrıca iktidarın gençlik
dernekleri üzerinden geçmişe atıf yaparak beden terbiyesi ve jimnastik faaliyetlerini yerleştirme
amacının yanı sıra kökensel bir iktidar arayışı içerisinde de olduğuna dikkat çekilmiştir.
Bir diğer nokta ise müellifin dönemin en önemli bilimsel akımlarından olan sosyal-darwinist
ideolojiye anlatım kurgusu içinde yer vermemesi dikkat çekici bir eksiklik olarak durmaktadır. Netice
92
itibariyle eksiklikleri olmakla birlikte yazar, güçlü bir gençlik ve sağlık kültünün nüfuz ettiği başarılı
bir dönem tablosu çizmiştir. Araştırmasına konu ettiği paramiliter örgütlenmeler hakkındaki
değerlendirmeleri ise, kendinden sonraki çalışmalara kaynak teşkil edebilecek türdendir.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Balkan Savaşları
Lev Troçki, Çev. Tansel Güney
İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, 656 sayfa, ISBN: 978-605-360-747-2
Melih DİNÇER 22
Bu eser 1879 yılında Ukrayna’da doğan Lev Troçki tarafından yazılmıştır. Varlıklı bir Musevi
çiftçinin beşinci çocuğu olan Troçki liseyi bitirdikten sonra hukuk eğitimi almıştır. Troçki 1896
yılında Nikolayev’e taşındı, burada Marksist ve devrimci yapılarla yakın ilişki içine girdi, sendika
üyesi oldu. Burada tutuklanıp hapse atıldı, 1900 yılında dört yıla mahkûm edilerek Sibirya’ya sürgüne
gönderildi. Sibirya’dan 1902 yılında kaçtı. Parti içerisinde gerçekleşen ayrımda monarşinin
devrilmesini ve yeni çözümler üretilmesini öne süren grupta yer aldı. Bu süreçte başta Lenin olmak
93
üzere daha sonra devrim saflarında birlikte mücadele edeceği kişilerle tanıştı. 1905 Devrimi’nde aktif
rol oynadığı için ikinci kez tutuklandı, tekrar Sibirya’ya sürgün edildi. 1907 yılında Viyana’ya kaçtı,
22
Harp Akademileri Stratejik Enstitüsü
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Pravda gazetesini çıkardı. Daha sonra Balkan Savaşları’nı gözlemlemesi için Kievskaya Misl gazetesi
tarafından Balkanlar’a gönderildi. 1917 Şubat Devrimi ile Rusya’ya dönerek Bolşeviklere katıldı.
Kızıl Ordu’nun kurulmasında aktif rol oynadı. Rusya’da önemli bir teorisyen ve komutan olan Troçki
1927 yılında Komünist Parti’den tasfiye olunca Almatı’ya sürüldü. Buradan İstanbul’a gönderildi,
Büyükada’da 1933 yılına kadar yaşadı. İstanbul macerasından sonra kısa süre Norveç’te ve Fransa’da
kaldı. 1936 yılında Meksika’ya yerleşti, burada Dördüncü Enternasyonal’in kurulması ve gelişmesi
için faaliyet gösterdi. Parti içinde oluşan ayrışma ve tasfiye sonucunda 1940 yılında Stalin tarafından
Meksika’da öldürtüldü.
Troçki Balkan Savaşı’na ilişkin yazılarını oluşturduğu dönemde Rusya’daki Çarlık yönetimini
eleştirmenin yanı sıra Balkanları da incelemekte ve özellikle Birinci Dünya Savaşı ile Balkan Savaşları
hakkında ciddi gözlemler yapmaktaydı. Bu gözlemleri neticesinde çok fazla veriye ulaşan Troçki, bu
veriler doğrultusunda o dönemi sosyal, siyasal ve ekonomik olarak aydınlatabilecek makaleler
yazmıştır. Troçki’nin kitabına bakıldığında eserini üç bölüme ayırdığı görülmektedir. Birinci bölüm
genel olarak savaştan önce yaşananları anlatmaktadır. Türkiye’de gerçekleşen 1909 darbesini ve Jön
Türkleri değerlendirmektedir. Ayrıca bu bölümde Balkanlar’da faal sosyal demokratlar ve Bulgaristan
demokrasisi incelenmektedir. İkinci bölüm kitabın en uzun bölümü olmasının yanı sıra savaşın
gerçeklerinin de anlatıldığı bölüm olma özelliğini taşımaktadır. Yazar ikinci bölüme Sırbistan’ı
anlatarak başlamaktadır. Sırbistan’a gidişini, orada yapmış olduğu gözlemleri ve bunlara ek olarak
Lazar Paçu, Stoyan Novakoviç ve Nikola Paşiç gibi önemli isimleri anlatmaktadır. Sırbistan’da
bulunan siyasal yapılanmalara ve basına değinmektedir. Yazar ikinci bölümde daha sonra Birinci
Balkan Savaşı’nı ve ardından gelen İkinci Balkan Savaşı’nı anlatmaktadır. Fakat kitap için özellikle
vurgulanması gereken husus bu kitabın detaylı bir harp tarihi kitabı olmamasıdır. Troçki bu eserinde
cepheyi değil cephe gerisini yani Balkanlar’ın sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlarını anlatmıştır.
Kitapta genel olarak Balkan Savaşları sırasında yaşanan sosyal olaylar incelenmektedir. Özellikle
ikinci bölümde incelenen Türkiye’de ortaya çıkan Ermeni Sorunu ve Bulgar kuvvetlerinde yer alan
Andranik Bölüğü önemli sayılabilecek konulardır. Yazar üçüncü bölümde savaş sonrası Romanya’yı
anlatmaktadır. Eserini bu bölüm ile bitirerek Balkanlar hakkında bir değerlendirme yapmaktadır.
Lev Troçki’nin anlattıkları detaylı incelenecek olursa 1905 Rus Devrimi’nin bütün Avrupa’da
proletarya hareketini başlattığını söylediği görülecektir. Yazara göre bu devrim proletarya hareketinde
ciddi bir canlanmayı gündeme getirmiştir. Fakat yazar burada Türkiye’deki Jön Türk darbesi ile ilgili
yazı yazan seleflerine oranla darbenin niteliklerini farklı açıdan yorumlamaktadır. Ona göre Avrupa’da
eğitim almış, oradaki rejimleri tanımış mühendisler ve öğretmenler kendi alanlarında iş bulamayınca
94
orduya subay olmuşlardır, ordudaki ciddi yozlaşmayı görmüşler ve bunun sonucunda bir örgütlenme
hareketine gidip darbe gerçekleştirmişlerdir. Troçki’ye göre Rusya’da proletaryanın yaptığını
Türkiye’de Jön Türkler yapmıştır. Ayrıca kendi ideolojisi açısından hanedan yönetimine karşı olan
Troçki Rusya’daki Çarlık yönetimine karşı olduğu gibi Türkiye’deki imparatorluğa da karşıydı.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Bununla birlikte göreve gelen devrim hükümetinin önündeki önemli görevleri ekonomik bağımsızlığı
gerçekleştirmek, ulus ve devletin birliğini sağlamak, siyasal özgürlüğü elde etmek ile korumak olarak
belirlemiştir. Türkiye ile ilgili yapmış olduğu gözlemler incelendiğinde hepsinin kayda değer olduğu
ve analiz edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Troçki’nin Jön Türk
yönetimini hanedana benzetip eleştirmesi ilgi çekicidir. Aslında kitap okunduğunda net olarak
anlaşılan husus, Troçki’nin özellikle Türkiye ile ilgili konularda oldukça adil olduğu ve önemli
gözlemler yaptığıdır. Çünkü o dönemlerde söz konusu Müslümanlar veya Türkler olduğunda
inanılmaz derecede ayrımcı olan Avrupa basınına rağmen Troçki Balkan Savaşları’nda yapılan Bulgar
ve Sırp mezalimini açıkça ve objektif bir şekilde anlatmaktadır.
Eserde Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde Slavların, Ermenilerin ve Rumların ciddi zulümler
gördükleri belirtilmektedir. Fakat kitabı okurken konuyu bir tarihçi gözüyle yorumlamak gerekli
olduğundan bunun aksine o dönemin şartları göz önüne alınmadan yorumlama yapılırsa bu eleştiri
anakronik olacaktır. Bu dikkat edilmesi gereken bir husustur çünkü kitapta bahsedilen dönemde
Osmanlı İmparatorluğu’nu bu tarz suçlamalarla yargılamayan yoktur. Bu anlamda devlete ciddi bir ön
yargı ile yaklaşılmaktadır. Böyle düşünüldüğünde Lev Troçki’nin bu şekilde değerlendirmesi
olağandır. Asıl üstünde durulması gereken husus Troçki’nin adaletli bir şekilde Türklere yapılan
mezalimi anlatmasıdır.
İkinci bölüm detaylı incelendiğinde Sırbistan ve Bulgaristan ile ilgili ciddi bilgiler verdiği
görülmektedir. Sırbistan’a bakıldığında halkın savaş istemediği fakat yöneticilerinin yönlendirmesi ile
bu savaşa girildiği anlatılmaktadır. Burada göze çarpan kısımlar Andranik Bölüğü, Türkiye’deki
Ermeni Sorunu ve sansür konularıdır. Andranik Bölüğü denilen husus Bulgar ordusundaki gönüllü
Ermeniler konusudur. Başlarında Türklere yaptığı mezalim ile tanınan Andranik Ozanyan
bulunmaktadır.
Troçki Sırp mezalimini bir Sırp arkadaşından dinlediği hikâye aracılığıyla çok çarpıcı şekilde
nakletmektedir. ‘’Benim Üsküp’e gelişimden iki gün önce, şehirde yaşayanlar sabahleyin uyanınca
Vardar üzerindeki esas köprünün altında yani, şehrin ta göbeğinde karşılarına yığın yığın cesetler
çıkmış, kafaları kesilmiş Arnavut cesetleri… Kimileri, bunların, komitacıların öldürdüğü Üsküplü
Arnavutlar olduğunu söyledi, kimi ise cesetleri Vardar nehri sularının köprünün altına kadar
taşıdığını ileri sürdü. Apaçık bir şey varsa, o da, başları kesilmiş bu adamların bir çarpışmada
öldürülmedikleriydi‘’.
Troçki hakkındaki en ilginç hususlardan birisi de sansürün her tarafı sardığı dönemde adil bir şekilde
95
bu gerçekleri yazmasıdır. O dönemin sansür uygulamalarına bakıldığında Bulgaristan’da basının ciddi
anlamda sansür mekanizması ile çalıştığı görülmektedir. Bulgaristan’da politik ve askeri olmak üzere
iki ayrı sansür kurulu bulunmaktadır. Oldukça sistemli çalışan bu yapılar haberleri yönlendirmekte ve
yalan haberlerin yayınlanmasını sağlamaktaydılar. Buna örnek olarak aşağıdaki alıntı gösterilebilir:
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
‘’Bir telgraf metni yazılınca, bu metin sansür komitesinin önüne getiriliyor. Bu komitede iki üç
tane son derece genç siville birlikte, iki üç yedek subay bulunuyor. Bütün Sofya gazetelerini de sansür
ettikleri için, işleri başlarından aşkın. Bir telgraf önce sıranın kendisine gelmesini bekliyor, sonra, biri
telgrafı okuyunca, eğer metin herhangi bir şüphe uyandırırsa, Profesör Tsonçev’in incelemesine
gönderiliyor. Onaylanan bir metin, sansürün imzası ile ’Savaş Bakanlığı–Genelkurmay’ diye bir
mühür taşıyor. Bu dokümanla telgraf ofisine gidiliyor‘’.
Buradan anlaşılacağı üzere Bulgaristan’da ve bütün Balkanlar’da basın tamamen yalan haber
yapmakta ve sansür uygulamaktaydı. İşte bu durum Troçki’nin eserini daha da mühim bir duruma
getirmektedir. Çünkü o dönemde bu gerçekleri yazabilen tek kişi Troçki’dir.
Son bölümde yazar savaş sonrası Romanya’yı anlatmakta, Romanya üzerinden bütün Balkan
coğrafyasını ele almaktadır. Bu konuda özellikle değindiği husus bazı insanlar maddi olarak ciddi
sıkıntı içerisindeyken bazılarının çok rahat yaşadığıdır. Ek olarak Romanya’da ciddi bir Musevi
sorunun bulunduğuna da işaret etmektedir. Troçki özellikle devletin dininin antisemitizm olduğunu
söylemektedir. Romanya’da din ve inanç konusunda ayrım yapılmamasını düzenleyen Berlin
Antlaşması’nın 44. maddesine rağmen Vladimir Purishkevich liderliğinde Romanya’da ciddi anlamda
bir ayrım yapıldığını belirtmektedir. Berlin Antlaşması’nın 44.maddesi:
‘’Romanya’da din ve inanç farkları, kamu görevlerine, resmi meslek ve hizmetlere erişimine ilişkin
vatandaşlık haklarından ve siyasal haklardan yararlanmasıyla ilgili herhangi bir hususta herhangi bir
kimsenin dışlanması veya haklarının tanınmaması için gerekçe gösterilemez.
Gerek Romanya devletinde doğanların gerekse yabancıların her türlü ibadeti açıkça yapma özgürlüğü
güvence altındadır ve hiçbir cemaatin hiyerarşik yapısına ve ruhani liderleriyle ilişkilerine yönelik
hiçbir türde kısıtlama getirilemez.
Düvel-i Muazzama’nın ticaretle ve başka işlerle iştigal eden vatandaşları, dinsel inançları ne olursa
olsun, Romanya’da tam eşitliğe sahip olacaktır.’’
Özellikle bu hususta Avrupa basınını elinde tutan mali anlamda güçlü Musevilerin Romanya’daki
Musevilere destek vermediklerini ve hatta kendi çıkarları uğruna onları hiçe saydıklarını ve onların
düşmanları ile işbirliği yaptıklarını açıklamaktadır. Troçki açıkça kitabında bu durumdan iğrendiğini
ifade ederek konuyu sonlandırmaktadır. Yazar sonra kitabın son bölümlerinde yine kimi
yolculuklarına değinerek savaştan önce ve sonrasına dair bazı haritalar vererek kitabını
tamamlamaktadır.
96
Sonuç olarak irdelenmesi gereken temel husus Troçki’nin o dönemde kimsenin açıklayamadığı
hususları gözler önüne serdiği gerçeğidir. Bu durum analiz edildiğinde o dönemde Avrupa basınında
ciddi bir sansür faaliyeti olduğu anlaşılmaktadır. Troçki sansüre karşı durarak gerçekleri makalelerinde
belirtmiştir. Ayrıca Bulgaristan’daki siyasete, Dimitar Blagoev, Lazar Paçu gibi önemli siyasetçilere
History Cnitique – Issue 3, April 2016
değinerek kitabında Balkanlar’daki siyasi durumu çok net bir şekilde özetlemektedir. Kitabında adı
geçen birçok şahsiyetle görüşen ve onlarla yaptığı söyleşileri makalelerinde yayımlayan Troçki bu
yolla o dönemin liderlerinin bölge politikaları hakkında ne düşündüklerini çok açıkça dile
getirebilmektedir. Ayrıca Türkiye ile ilgili yapmış olduğu gözlemler yine oldukça önemli noktalara
değinmektedir. Özellikle Balkan Savaşları sırasında yapılan mezalim ve yine Osmanlı Devleti’nde
gerçekleşen darbeci yönetim şekline dair ciddi gözlemleri vardır. Bunun yanı sıra yazar 1878 Berlin
Antlaşması’nın Avrupalı diplomatların Balkanlar’da istedikleri sınırı belirleme ve politika oluşturma
faaliyetine giden bir araç olduğunu belirtmektedir. Balkanlar’ın bu antlaşma ile istenilen şekilde
bölünmesi amaçlandığını vurgulamaktadır. Buna çözüm olarak Balkan ülkelerinin birleşerek bir
federasyon altında yönetilmelerini teklif etmektedir. Ona göre Balkanlar’ın tek kurtuluş yolu bu
federasyondadır.
97
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Shared Histories for a Europe without Dividing Lines
Strasburg, Avrupa Konseyi, 2014, 901 s.
Sibel YALI 23
Türkçeye “Ayıran Sınırlar Olmadan Avrupa için Paylaşılan Tarihler” olarak çevirebileceğimiz bu
kitap dış kaynaklara bağlantılar içeren interaktif bir e-kitaptır. Bu kitap, Avrupa Konseyi tarafından
dört yıllık bir projenin nihai sonucu olarak geliştirilmiştir. Kitap, öğretmen eğitimleri için örnek
öğretme ve öğrenme materyalleri seti olarak tasarlanmıştır. İngilizce ve Fransızca çift lisanda
hazırlanan bu eser, okul müfredatları, tarih kitapları ve öğretim malzemeleri ile tarih öğretmenlerinin
görev, yetkinlik ve eğitimlerine “yeni bir bakış açısı” getireceği iddiasını taşımaktadır.
98
E-kitap, seçilmiş temalar kapsamında dört ana bölümden oluşmaktadır. Bu temalar sırasıyla “Sanayi
Devriminin Etkisi”, “Eğitimin Gelişimi”, “Sanat Tarihinde Yansıtıldığı Haliyle İnsan Hakları” ile
“Avrupa ve Dünya” başlıklarını taşımaktadır. Her bir tema için özenle seçilmiş konular, önemli ve ilgi
23
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Anabilim Dalı, e-posta: [email protected]
History Cnitique – Issue 3, April 2016
çekici içeriden bakışlar sağlamakta, okuyucuyu ilgili tarihsel konularda araştırmaya sevk etmektedir.
Ayrıca her bir konu farklı yaş gruplarına yönelik öğretim ünitelerini içermektedir. Bunlar,
öğretmenlere kendi durumlarına uygun olan başka üniteleri de oluşturma konusunda yardımcı
olabilecek niteliktedir.
Kitabın birinci bölümünde, “demografi ve sosyal değişim”, “zaman ve alan” ile “sanayi mirasımız” alt
başlıkları altında ulusal kültür ve tarihin Avrupa bağlamında, Avrupa kültür ve tarihinin de dünya
bağlamında konumlandırılmasına çalışılmıştır. Bölüm sonunda farklı ülkelerden akademisyen
tarihçilerin makalelerine yer verilmiştir. Bu kapsamda Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Berrin
Ceylan Ataman’ın “Endüstri Devrim Tarihi” başlığını taşıyan Fransızca lisanında hazırlanmış bir
makalesi yer almaktadır. Bu makalede Osmanlı Devleti’nin demografik yapısı tasvir edilmiş ve
devletin sanayileşememesinin nedenleri üzerinde durulmuştur.
Kitabın ikinci bölümünde, eğitimin gelişimi üç farklı bakış açısı üzerinden değerlendirilmiştir. Bunlar
sırasıyla, “eğitime erişim”, “pedagojik reform” ve “bilgi ve fikir değiş tokuşu” alt başlıklarıdır. Bu
bölümdeki konular çerçevesinde Avrupa’daki geleneksel eğitim anlayışının zaman içinde modern
anlayışa evrilişini küresel bağlamda aktarmaya çalışmaktadır. Bu bölümde kültürler, medeniyetler ve
halklar arasında ve bunların her birinin diğerlerinin gelişimine, büyümesine ve yaratıcılığına katkıları
Avrupa fikri ve konsepti çerçevesinde işlenmektedir. Bölüm sonunda farklı ülkelerden akademisyen
tarihçilerin bu konu çerçevesindeki makaleleri yer almaktadır.
Kitabın üçüncü bölümünde “bireysel yaşamın değeri”, “eşit bireyler olarak onurlu biçimde bir arada
yaşamak” ve bireysel özerklik ve konuşma özgürlüğü” alt başlıklarına yer verilmiştir. Bu konular
sanatın özgünlüğü ve evrenselliği bağlamında ele alınmıştır. Bu çerçevede insan hakları, demokrasi ve
hukukun üstünlüğüne saygıyı ilerletmek üzere kültürlerarası diyaloğun güçlendirilmesine duyulan
ihtiyaç dile getirilmiştir. Bu kapsamda “Imagining The Balkans” başlığı altında uluslararası gezici bir
sergi de organize edilmiştir. Bu çalışmalara ülkemizden Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof.
Tülay Artan destek vermiştir. Ayrıca ilgili bölüm sonunda yer alan makaleler arasında Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Doç. Dr. Erdem Denk’in “Pratikte İnsan Hakları” başlıklı
yazısı yer almaktadır. Bu makalede Ankara’da yapılan bir araştırmanın sonuçlarına yer verilmiştir.
Kitabın son bölümünde Avrupa’nın kıta dışında kalan medeniyetler tarafından nasıl algılandığına yer
verilmiştir. Bu çerçevede Avrupalılık portresi çizilmeye çalışılmıştır. Bu konu “Avrupa ve dünya
arasındaki karşılaşmalar”, “değerlerin paylaşımı” ve “Avrupa hakkındaki algıların şekillenmesi” alt
başlıkları altında işlenmiştir. Bu konuların aktarımında günümüz Avrupa toplumlarının çok büyük
99
kültürel çeşitliliğiyle ilgili farkındalığına vurgu yapılmış ve bu toplumların büyük çeşitlilik içeren
kültürel miraslarına karşı duyarlılığın arttırılmasına odaklanılmıştır. Özellikle bu bölümde
küreselleşme genel bağlamında, dünyanın diğer bölgelerinin kültür tarihi ve medeniyetleriyle ilgili
daha iyi bilgilendirme yapılması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Böylece Avrupa’nın klasik tarih
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
öğretimi anlayışından kurtularak çok yönlü bakış açısıyla küresel bir tarih anlatısına geçilmesi
gerektiği sinyalleri verilmiştir.
Avrupa Konseyi tarafından yukarıdaki paragraflarda bahsedilen ana temaların seçilmesinin nedeni
esasında ortak bir kimliğin bu çerçevede inşa edilebileceği temel varsayımından kaynaklanmaktadır.
Bir başka deyişle tarih öğretiminin bu yaklaşımla ele alınması ile geleceğin yurttaşlarının, “birlikte
yaşama”ya, tamamen bilgiyle donatılmış bir şekilde onay vermelerini sağlayabileceği inancıdır. Zira
bu çalışmada savaş olgusundan çok barış ve uzlaşma olgusu üzerinde durulmuş, makalelerde milli
tarih anlayışından ziyade bölgesel ve küresel yaklaşımlara vurgu yapılmıştır. Bir başka deyişle Avrupa
halklarının tarih sahnesinde karşılıklı etkilerle sonuçlanmış etkileşimler veya mübadeleler yaşadığının
altı çizilmiş, sistemli temas içeren veya içermeyen yakınlaşmalar ve paralel gelişmeler ile birbirleriyle
etkileştiğine dikkat çekilmiştir. Avrupa tarihindeki gerilimler ve çatışmaların yıpratıcı etkisinden
ziyade bunların uzlaşma süreçlerinin olduğunun hatırlatması yapılmıştır. Bu vesileyle her bölge için
müşterek gelişmeler ve dönüşümlerin söz konusu olduğu örnekleri verilmiştir. Böylece çeşitli
kültürleri ve kimlikleri bir araya getiren son dönemdeki Avrupa işbirliği ve inşa sürecine girildiği
aktarılmıştır. Çalışmanın başında Avrupa Konseyi’nin tarih öğretimi alanındaki yayınlarının bir listesi
de verilmiştir. Tüm bu çalışmaların genel çerçevesi Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 21. yüzyıl
Avrupası’nda tarih eğitimi hakkındaki Tavsiye Kararı’nda aşağıdaki gibi özetlenmiştir:
[…] Tarih eğitimi Yahudi Soykırımının, soykırımların ve insanlığa karşı işlenen diğer
suçların etnik temizliğin ve geniş kapsamlı insan hakları ihlallerinin tekrarlanmasını ya
da inkarını önlemede geçmişin yaralarını sarmada ve Avrupa Konseyi’nin özellikle
kendisini adamış olduğu temel değerleri ilerletmede yararlıdır. İnsanlar arasında
uzlaşma tanıma anlayış ve karşılıkllı güvende belirleyici bir faktördür. Demokratik bir
Avrupa’da tarih eğitimi sorumlu ve etkin vatandaşlar yetiştirmede ulusal kimlik anlayışı
ve hoşgörü prensiplerine dayalı olarak tüm farklılıklar için saygıyı geliştirmede hayati
bir yer işgal etmelidir. Tarih eğitimi ideolojik manipulasyon ve propoganda amacı
olmamalı hoşgörüsüz ve aşırı milliyetçi yabancı düşmanı ırkçı ya da antisemitik fikirlerin
yayılması için kullanılmamalıdır. Tarihsel araştırma ve okullarda öğretildiği şekilde tarih
eğer tarihin suistimaline izin veriyor ya da teşvik ediyorsa hiçbir şekilde ve hiçbir amaçla
Avrupa Konseyi’nin temel değerleriyle ve mevzuatıyla bağdaşamaz. Tarih eğitimi tarih
müfredatında Avrupa’nın tarihsel gelişimi süresince farklı ülkeler dinler ve düşünce
ekolleri arasındaki karşılıklı olumlu etkileşimlerin altı çizilmek suretiyle önyargı ve
basmakalıp tiplemelerin ortadan kaldırılmasını ve ayrıca tarihsel gerçeklerin inkarından
100
tahrifinden atlanmasından bilgisizlikten ya da ideolojik araçlar için kullanılmasından
kaynaklansın ya da kaynaklanmasın tarihin kötüye kullanılmasının eleştirel gözle
araştırılmasını içermelidir. (COE 2008:29-30)
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Bu çerçevede e-kitabın hedef kitlesine yönelik tarih öğretiminde yeni bir model sunduğu söylenebilir.
Zira seçilen tüm konuların mümkün olduğu kadar çeşitlilik içeren ve çoğulcu bir yaklaşımla ele
alındığı görülmektedir. Ayrıca sunumlar çerçevesinde tarih araştırmalarında son zamanlardaki
gelişmelerin dikkate alındığı izlenmektedir. Verilen örnekler bağlamında münazara ve araştırmaların
geliştirilmesi mümkündür. Ayrıca tüm ünitelerde, konu başlıkları ile ilintili görüntülerin, raporların,
görsel ve işitsel arşiv malzemelerinin, özel ilgi alanlarına yönelik televizyon ve internet yayınlarının
referansları verilmektedir. Seçilen malzemelerin tümünde öteki ile ilgili uygun olmayan imajlara yol
açabilecek, toplumlarla ilgili klişeleşmiş kalıpların, basmakalıp imajların, yanlı görüşlerin, modası
geçmiş görüş ve yorumların tespit edilerek eleştirel bir biçimde analiz edilebilmesi esas alındığı
anlaşılmaktadır. Bunlara ilave olarak anlatılarda Avrupa’nın tarihsel deneyimleri kapsamında çeşitlilik
prensibinin dikkate alındığı göze çarpmaktadır. Her bölüm sonunda Amerika’dan Çin’e, Gürcistan’dan
Malta’ya farklı ülkelerden akademisyenlerin konu çerçevesinde kaleme aldığı makaleleri yer
almaktadır. Bu makaleler üzerinden aynı konu hakkındaki farklı yorum ve değerlendirmelere
ulaşılması mümkün görünmektedir.
Kitabın giriş bölümünden de okunabileceği üzere bu çalışmanın hazırlanmasında akademisyenlerden
sivil toplum kuruluşlarına kadar çok sayıda uzman kişi ve kurumlardan destek alınmıştır. Bu interaktif
çalışma, Avrupa Konseyi’nin uzun soluklu bir projesi sonucunda farklı ülkelerden onlarca
akademisyen, tarihçi, eğitimci, müfredat geliştirici ve konu uzmanlarının yaptıkları toplantılar
neticesinde oluşturulmuştur. Ancak bu çalışmalar birer taslak halinde Avrupa Konseyi’nin tarih
uzmanları ve danışmanlarına sunulmuştur. Kitaba son hali John Hamer, Brian Carvell ve Luisa de
Bivar Black tarafından verilmiştir. Dolayısıyla bu kitabın adı geçen tarihçilerin inanç, kültür ve
fikirlerini yansıtması mümkün görünmektedir. Ancak bu üç tarihçinin kültürel çeşitliliğin genel
anlamda suistimal edildiği ortamlarda, gerginliğin ve çatışmanın önlenmesi ve çatışma ve çatışma
sonrası dönemlerden sonra uzlaşma sürecinin geliştirilmesi duyarlılığını benimsedikleri içeriğin
bütününde hissedilmektedir.
Bu bağlamda bu kitabın tarih öğretimi açısından yeni ve çok kıymetli bir çalışma olduğunu
söyleyebiliriz. Zira bu çalışma ekseninde halkların ortak tarihi mirasına dair farkındalığın artırılması,
tarihsel etkileşimler ve yaklaşımlara dair daha iyi bilgi sahibi olarak çatışmaların önlenmesi ve
uzlaşma süreçlerine katkı sağlanması imkan dahilinde görünmektedir. Ayrıca bu çalışma Avrupa
Konseyi’nin Kültürlerarası Diyalog hakkındaki Beyaz Kitap’ın önerilerini yaygınlaştırabilmesi için de
atılmış etkili bir adımdır. Ancak bu kıymetli çalışmanın sadece çift dilde yazılması, interaktif
101
hazırlanması ve ulus devletlerin tarih öğretimi müfredatlarını kapsamaması nedenleriyle eleştirilere
maruz kalması kaçınılmazdır.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Avrupa Konseyi’nin resmi dillerinin İngilizce ve Fransızca olması nedeniyle bu çalışmanın sadece iki
dilde yayınlanmış olması anlaşılabilir. Ancak amaç Beyaz Kitap’ta ele alınan değerlerin
yaygınlaştırılması ise çalışmanın farklı dillerdeki versiyonlarına da erişimin mümkün olması
gerekmektedir. Ayrıca çalışmanın interaktif olması internet erişimi olmayan ya da kısıtlı olan kitlenin
ihtiyacını da karşılamamaktadır. Dolayısıyla bu çalışmanın anlaşmalı kurumlardan talep üzere kitap
olarak
temini
sağlanabilmelidir.
Bir
diğer
nokta
öğretmenlerin
bu
çalışmadan
nasıl
faydalanabilecekleri noktasında düğümlenmektedir. Zira ulusların tarih öğretimi müfredatları kendi
tarihsel ve siyasal perspektifleri doğrultusunda şekillenmektedir. Bunu değiştirmek ya da
farklılaştırmak imkan/insiyatif dahilinde değildir. Bu nedenle hükümetlerarası bir uzlaşının ya da
paylaşılan tarih anlayışının reformatif bir şekilde geliştirilmesi gerekmektedir.
Kanımca bu kitap Avrupa Konseyi’nin 21. yüzyılda tarih öğretimi adımlarını belirleyen bir başlangıç
niteliğini taşımaktadır. Bu hususta Avrupa Konseyi’nin Demokrasi Bölümü Genel Direktörü Snežana
Samardžić-Marković “ihtiyaç duyduğumuz eğitim çocuklarımız için arzu ettiğimiz toplum tarafından
tanımlanmalı” demektedir (COE, 2014:7).
Bugün Avrupa’da arzu edilen toplum farklılıkların
biraradalığı şeklinde ifade edilmektedir. Bu çerçevede eğitimde (ve tarih öğretiminde) hükümetlerarası
bir politika yaklaşımının benimsenmesi mümkün görülmektedir. Bu bağlamda “Paylaşılan Tarihler”
kitabının benimsenmesi ve yaygınlaştırılması tartışmalara açık görünmektedir.
Referanslar

Council of Europe. (2001). Recommendation (2001) 15 on History Teaching in 21st Century
Europe.

Council of Europe. (2008). White Paper on Intercultural Dialogue. Living Together as Equals in
Dignity.

Council of Europe. (2011). Recommendation 1880 (2011) on Intercultural Dialogue and The
Image of The Other in History Teaching.

Council of Europe.
(2014). Shared Histories for a Europe without Dividing Lines (e-
book). https://asp.zone-secure.net/v2/index.jsp?id=6423/8544/44168&lng=en
01.09.2015
102
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Erişim Tarihi:
Tarih Notları-Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları
Bernard Lewis
Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2015, 428 sayfa, ISBN: 978-975-509-824-1
Muhittin YENİKEÇECİ∗
Otobiyografi, öz yaşam öyküsüdür. Tanınmış bir kişinin kendi yaşam öyküsünü anlattığı edebiyat
türüdür. Kaynak olarak kişi kendisini ve aile büyüklerinden aldığı bilgileri kullanır. Otobiyografilerde
yazar kendine ait eserleri, düşünceleri ve yapmış olduğu ya da katkıda bulunduğu önemli işleri aktarır.
Bu yazılı anlatım türü aynı zamanda iyi bir belgeseldir. Bu alanda çalışacaklara ve yazarın yaşadığı
dönemin özelliklerine kaynaklık eder. 1
103
Tarih ise; toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan olayları, zaman ve yer
göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını,
∗
1
Doktora Öğrencisi, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Otobiyografi
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri ve kendi iç sorunlarını inceleyen bilimdir. 2
Tarihin konu birimi öncelikle tarihi olay, bu olayın nedeni ya da nedenleri, yani yorumudur.
3
Bu
yorum tarihçinin bilgi ve entelektüel birikimi ile ilgilidir. Her eser bu nedenle, yazanın öznelliğini de
bünyesinde barındırır.
Tanıtımını yapacağımız, İngiliz asıllı ABD’li tarihçi Bernard Lewis’in Tarih Notları, Bir Ortadoğu
Tarihçisinin Notları isimli eseri; otobiyografik bir eser niteliğindedir ve yazarın bir Ortadoğu tarihçisi
olması nedeniyle aynı zamanda tarihi bir belge niteliği taşımaktadır. Eser yazarın çocukluğundan
itibaren; ailesinin özellik ve değerleri başta olmak üzere, aldığı eğitim ve akademik kariyerinin izlerini
taşımaktadır. Bu nedenle eser, hem öznellik hem de bilimsel nesnelliğe azami hassasiyet gösterilerek
kaleme alınmıştır. Öyleki eser sahibi, “Bir yandan İslam’ı ve onun kutsallıklarını karalamakla, diğer
yandan onun kusurlarını savunmak ve hatta örtbas etmekle suçlandım. Bense, saldırılar her iki
taraftan da gelmeye devam ettikçe, bilimsel nesnelliğime güven duymayı sürdüreceğim (s.5).” ifadesi
ile bu husustaki hassasiyetini ortaya koymuştur.
Prof. Bernard Lewis, kendi ifadesi ile “Osmanlı Arşivlerine girme fırsatını kaçırmayan” (s.4) ve
yayınlanan çalışmaları Osmanlı Dönemi ya da Modern dönem veya bu ikisi üzerine olan bir
“Ortadoğu” uzmanıdır. İslam Tarihi ve İslam-Batı ilişkisi konusunda da uzmanlaşmıştır. 4 Ortadoğu
konusunda uzmanlaşmış batılı uzmanlar arasında en çok okunan yazarlardandır.
Yahudi kökenlidir. Eserden anlayabildiğimiz kadarı ile Yahudiliği, itikat ve ibadet boyutunu aşan,
Yahudiliğe önemli hizmetler veren bir yapı arz etmektedir. Analizlerinde Yahudi olmasının etkileri
görülmektedir.
Lewis, “şarkiyatçı” olmadığını, bir orta doğu tarihçisi olduğunu iddia etmekte ve eserde genel
anlamda nesnel ve objektif bir yaklaşım sergilemektedir. Bununla birlikte, batı-doğu karşılaştırmalı
incelemelerinde oryantalist/şarkiyatçı bir yaklaşım hâkimdir. Bu kapsamda, Edward Said ile
yaşadıkları tartışmanın, Lewis’in “Şarkiyatçıların Babası” olduğu iddiası üzerine başladığı ve fakat
aslında bir “pozitivist - post pozitivist paradigmalar arası tartışması” olduğu anlaşılmaktadır. Yine
eserden Lewis’in “realist kuramı” benimsediği anlaşılmaktadır ve George W. Bush’un danışmanlığını
yaptığı 5 dönemde bulunduğu tavsiyelerde “sert güç” unsurlarının “yumuşak güç” unsurlarına göre
daha ağırlık taşıdığı görülmektedir. Bu bahis içerisinde belirtmek gerekir ki Lewis, İngiltere-Amerika
Birleşik Devletleri (ABD) ittifakını destekleyen ve ittifakın menfaatlerini savunan bir düşünce
yapısına sahiptir.
104
Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskı, Ankara, 2009, s.1907
Oral Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, 4. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara Ekim 2003, s.12
4
https.77tr.m.wikipedia.org7wiki7Bernard Lewis
5
https.77tr.m.wikipedia.org7wiki7Bernard Lewis
2
3
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Bernard Lewis bu gün itibari ile 100 yaşında, duyma aletlerine ve yürürken baston ya da yürütece
ihtiyaç duyuyor. Bu süreyi dolu dolu ve sürekli üzerine koyarak geçirmiş. Tatmin edici bir kariyere
sahip. 29 dile çevrilen 32 kitap yazmış. Mekânlar ve kültürler keşfetmiş ve kendi ifadesi ile “15 dille
oynamış” bir tarihçidir (s.396). Bernard Lewis, uzun tarihçilik yaşamında en başından itibaren,
toplumu, dillerini öğrenerek, eserlerini okuyarak, yaşadığı yerleri gezerek ve insanları ile konuşarak,
onları anlayarak tarihçilik yapmış (s.3).
Kısaca tanıtımını yapacağımız kitap ve eserin yazarı hakkında bilgi verdikten sonra, eseri tanıtmak
istemekteki temel amacımı da ifade etmek isterim. Öncelikle yazarın, kendi yaşam sürecinde Ortadoğu
bölgesinde yaşanan olayları engin tarih birikimi ile bütünleştirerek yorumlaması nedeniyle ortaya
çıkan eserin; okunmasını, anlaşılmasını ve incelenmesini istemiş olmamdan kaynaklanmıştır. Zira
Ortadoğu bölgesi, bugün hala hem küresel ve bölgesel hem de ulusal ve yerel düzlemde uluslararası
güç dağılımına yön veren mücadelelerin her seviyede devam ettiği bir bölge özelliği taşıyor.
Bahse konu eseri tanıtmaktaki diğer amacım ise Bernard Lewis’i tanıtmak, bir akademisyen ve bilim
insanı olarak onun bireysel özelliklerine ve çalışma metod/yöntemlerine dikkat çekerek, neden
Bernard Lewis’lerin okunduğu ya da küresel dünyanın en önemli üretim faktörü haline gelen bilginin
neden Bernard Lewis’ler tarafından üretildiğine dikkat çekmek olsa gerek.
Kitap; “Giriş” bölümünü müteakip (s.3-6), “İlk yıllar” (s.7-55), “Savaş Yılları” (s.56-89), “Osmanlı
Arşivlerinde” (s.90-117), “Kültürel Diplomasi” (s.118-152), “Neden Tarih Çalışmalı” (s.153-169),
“Akademik Yaşamdan Kesitler” (s.170-194), “Atlantik’i Geçmek” (s.195-223), Bölge Ülkeleri (s.224258), “Medeniyetler Çatışması” (s.259-301), “Şarkiyatçılık ve Doğru Düşünme Kulübü” (s.302-324),
“Paris’te Yargılanma” (s.325-338), “Tarih Yazmak ve Yeniden Yazmak” (s.339-367), “Siyaset ve Irak
Savaşı” (s. 368-394) isimli 13 ana bölüm ile devam etmiş ve sonsöz yerine yazılmış “Özetle” (s.395396) bölümü ile tamamlanmıştır. Ayrıca esere iki adet “Ek” (s.397-422) konmuştur. Ek-1: eser
sahibinin “Ağıt” isimli bir şiirinden, Ek-2 ise “Unvan, Ödül ve Yayınlar” ismi ile eser sahibinin
unvanı, görevleri, yayınları ve ödülleri hakkında bilgi verildiği bir Ekten oluşmaktadır. Ana
bölümlerin içerikleri, bölüm ismini aşan değişik konuları içerebilmektedir. Bu bölümler eser sahibinin
yaşam çizgisini takip eden olaylar çerçevesinde; hem tarihi hem de uluslararası ve siyasi konularda
anlatı ve yorumları içermektedir.
Birinci bölüm olan “İlk Yıllar” (s.7-55) başlangıçta, eser sahibinin aldığı eğitim ve düşün dünyasının
oluşmasına etki eden aile bireyleri ile eğitmenlerini/hocalarını konu edinmiştir. Kitap toplamaya
başlaması, yabancı dil kabiliyetinin keşfi ve eğitimi, Paris’te Adnan Adıvar’dan aldığı ilk Türkçe
105
dersleri, şiir yazma merakının oluşması, yazar olma isteği, üniversite seçimi ve öğrenciliği ile ilk Orta
doğu ziyareti ve Ortadoğu meselelerine ilgi göstermesi konularını kapsamaktadır. Bu bölümde
özellikle babasının etkisi ve aldığı dini eğitim nedeniyle Yahudiliğe duyulan ilginin artmasının yanı
sıra yine babasının sosyal statüsü ve dünya görüşü nedeniyle “oryantalist” dünya görüşünün ilk
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
tohumlarının da bu dönemde atıldığına şahit olmaktayız. Bölümün ilerleyen sahifelerinde, “İlahi
Dinler” ve “Kutsal Kitaplar” ile “Haşhaşiler” konularındaki ilk çalışma ve yorumlarına yer
verilmiştir. Bahse konu bölümün son kısmında ise iş tercihini Londra Üniversitesinde yardımcı
öğretim üyeliğinden yana kullanarak ilk işine ve nasıl bir akademik çevreye sahip olduğu konu
edinilmiştir.
İkinci bölüm “Savaş Yılları” nda (s. 56-89) bir ”İstihbarat Personeli” olarak eser sahibinin istihbarat
eğitimi ve savaşta yürüttüğü istihbarat faaliyetleri konu edilmiştir. Bu bölümde özellikle Alman
istihbaratının zafiyetleri ve bu zafiyetten bütün ittifak devletleri cephesinde nasıl faydalanıldığı
anlatılmıştır. Bölümün ilerleyen sahifelerinde casusluk faaliyetleri ve dinlemeler bahsi içerisinde
muhabere hatlarının ne kadar hassas olduğu, özelikle Müttefik telefon dinlemelerinin kontrol altına
alınması ile tüm Müttefik faaliyetlerinin takip edilebildiği ifade edilmiştir. Bu bölümde ayrıca “Yahudi
bir İngiliz İstihbarat Subayı Olmak” konulu alt bölüm içerisinde bir gece vardiyası sohbeti esnasında,
İrlanda Sorunu üzerine yapılan tartışmadan hareketle yıllar sonra yapılan ve Türk-Kürt meselesine ait
başka bir tartışma ile bağlantılı olarak eser sahibinin ifadesi ile ”İngiliz-İrlanda Meselesi Orta
Doğu’daki Sünni-Şii Meselesini açıklamak için kullanılabilir; fakat Türk-Kürt ya da Arap-Kürt
meselesi için değil (s.76-77).” tespitinde bulunulmuştur. Bölümün son kısmında eser sahibi “Savaşın
Sonu” alt başlığı ile savaştan neler öğrendiğini ve bunun tarihçiliğine etkilerini anlatmıştır.
Üçüncü bölüm “Osmanlı Arşivlerinde” (s.90-117) ise Osmanlı Arşivlerinin Osmanlı Gelişme
Dönemi’nde iyi seviyede olduğu, her konunun takibine imkân sağladığı, fakat Duraklama Dönemi ile
arşiv kalitesinin düştüğü ifade edilmektedir. Bölüm içerisinde, eser sahibinin “Tarihte Arapların
varlığı” konusunda yaptığı çalışma ve bu çalışma kapsamında Osmanlı arşivlerinden nasıl istifade
ettiği konusuna da değinilmiştir. Bu bölümde ayrıca Türk demokrasisinin nasıl geliştiği ve Türkiye’de
Modernleşmenin doğuşu bahse konu edilmiştir.
Aynı bahiste devamla, Türkiye’de çok partili
demokratik düzene geçişteki başarı, fakat buna rağmen Adnan Menderes’in “iktidarı geldiği yolla
bırakmamaya dönük hiçbir niyetinin olmadığını gösterdi (s.111).” ifadesi ile devamında yaşanan ve
hala dönemsel olarak rastlanan anti demokratik anlayışlar ifade edilmiştir.
Dördüncü Bölüm olan “Kültürel Diplomasi” (s.118-152) de, Britanya İmparatorluğu faaliyetlerinin
oryantalist niteliğinin ortaya konduğu ve zimmi bir eleştirinin yapıldığı giriş bölümünü müteakip;
ABD ve Büyük Britanya kültürel diplomasilerinin mukayesesi yapılmıştır. İlerleyen sahifelerde Sudan
örneğinde Büyük Britanya kültürel diplomasi uygulamalarının nasıl geliştirildiği ve başta üniversiteler
olmak üzere yumuşak güç vasıtalarının nasıl kullanıldığı anlatılmıştır. Bölüm içerisinde yine Pakistan
ve Afganistan hem bu ülkeleri kısa bir tarihi hem de kültürel diplomasi uygulamaları açısından ele
106
alınmıştır.
Beşinci bölüm olan “Neden Tarih Çalışılmalı ?” (s.153-169) bölümü, eser sahibinin tarihçi kimliğinin
de etkisi ile tarihsel bilimselliğin, kitabın otobiyografik roman yönüne göre ağır bastığı bir bölümdür.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Bu bölümde özellikle; tarih çalışmalarının doğası, bilimsel yanının hangi özellikleri taşıması gerektiği,
tarihçilik ile propagandanın ayrılmasının gerekliliği ve bilimsel bir tarih çalışmasının nasıl yapılması
gerektiği konularına ağırlık vermiştir. İlerleyen sahifelerde, tarih dersi veren bir akademisyenle
araştırma yapan bir akademisyeni incelemiş ve akademik hayatta da istifade edilebilecek tecrübelerini
aktarmıştır. Eserin yazarı “İslam Tarihi ve Kültürel Kibir Tehlikesi” alt başlığı ile Batı ile İslam
ilişkilerini; dürüstlük, sempati ve empati çerçevesinde incelerken, kendisini sorgulayan bir oryantalist
kimliğine bürünmüştür.
Altıncı Bölüm “Akademik Yaşamdan Kesitler” (s.170-194), eser sahibinin akademik yaşam süreci
içerisinde yaşadığı önemli olaylar ve bunların yorumunu kapsamaktadır. Bu bölümde özellikle yabancı
öğrenciler ve bunların eğitimi ile ilgili bizim üniversite ve akademik camiamızın da dikkate almasının
faydalı olacağı bilgiler verilmiştir.
Yedinci bölüm olan “Atlantik’i Geçmek” (s.195-223) bölümünde, özellikle ABD’lerine yerleşme,
ABD’de ki üniversiteler ve akademik yaşam anlatılmış daha sonra Büyük Britanya’da ki üniversite ve
akademik camia ile mukayesesi yapılmıştır. Bölüm içerisinde İran Şahı ile yapılan görüşme ile kimlik
ve vatandaşlık alt bölümleri İngiliz ve Amerikan vatandaşlık anlayışlarının algılanabilmesi açısında
ilginç bilgiler sunmaktadır.
Sekizinci bölüm olan ”Bölge Ülkeleri” (s.224-258) başlıklı bölümde, Orta doğu ülkeleri; genel
tanıtım, kültürel özellikleri ve “Arap-İsrail Sorunu” sürecindeki pozisyon ve politikaları çerçevesinde
ele alınmıştır. Bölüm içerisinde ayrıca eser sahibinin, İsrail yönetimi ile ilişkileri ve danışmanlık
faaliyetleri özel bir yer tutmuştur. Bu çerçevede “Arap-İsrail Barış Süreci” incelenmiş ve İsrail-Mısır
Barışı’na giden yolda eser sahibinin faaliyetleri anlatılmıştır. Eserin ilerleyen sahifelerinde; Ürdün ve
Filistin Barış Süreçleri, liderlerle ilişkiler ve katkı vermek adına yürütülen faaliyetler bahse konu
edilmiştir. Bu bölüm analiz ve yorumlarında eser sahibinin kültürel kimliği yer yer kendisini
hissettirse de barış adına yapılan çalışmalardaki önemli katkısının yadsınamaz olduğu ifade
edilmelidir.
Dokuzuncu bölüm olan “Medeniyetler Çatışması” (s.259-301) başlıklı bölümün başlangıcında, “İlahi
Dinler” temelinde bir medeniyetler analizi yapılmıştır. Bu analizde özellikle İlahi Dinler’in
benzerlikleri ve farklılıkları ele alınarak birbirlerini anlama ve empati kurma kanallarının neler
olabileceği ortaya konmaya çalışılmıştır. İslam ve İslam topluluklarının özellikleri ortaya konarak, bu
topluluklarla irtibat ve anlaşmanın nasıl tesis edilebileceği üzerinde tespitlerde bulunulmuştur. İslam
ve Anti Semitizm alt başlığı ile Anti Semitizmin kökenlerinin İslamiyet’te değil Hristiyan Batı’da
107
olduğu vurgulanmıştır. İlerleyen sahifelerde İran Devrimi incelenmiş ve son bölümde, Müslüman
öfkesinin kökenleri ve ABD karşıtlığının nasıl oluştuğu anlatılmıştır. Bu anlatılarda ABD karşıtlığının
gelişmesine, ABD geri çekilmesi ve zayıf görüntüsünün etkili olduğu tespiti ortaya konmuş, bu
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
nedenle bunun önlenebilmesi için sert gücü esas alan politikaların da dikkate alınması gerektiği
vurgulanmıştır.
Onuncu bölüm, “Şarkiyatçılık ve Doğru Düşünce Kültü” (s.302-324)nde, ağırlıklı olarak Edward Said
ile yaşanan “Şarkiyatçılık/Oryantalizm” ve kimin ne kadar bilimsel çalıştığı tartışmaları yer almıştır.
İyi incelenmesi ve bölüm içerisinde adı geçen eserlerinde okunması halinde hem meşhur
“oryantalizm” kavramı hem de pozitivizm-post pozitivizm tartışmasının, kültürel köklerinin
anlaşılmasına katkı sağlayabilir.
On birinci bölüm “Paris’te Yargılanma” (s.325-338)
başlıklı bölümdür. Bu bölümde 1915
Olaylarının analizi Holocaust ile karşılaştırmalı olarak yapılmakta ve bir tarih profesörü gözü ile
1915’te yaşananların “soykırım” olmadığı ortaya konmaktadır. Lewis, 1993 yılında Le Monde
gazetesinde yaptığı söyleşilerde, yukarıda ifade edildiği gibi, 1915 olaylarının bir ”soykırım”
olmadığını, “savaşın bir yan ürünü” olduğunu belirtmişti. Paris’te bir mahkeme bunu “Ermeni Soy
Kırımının İnkârı” olarak kabul etmiş ve tarihçi hakkında bu söyleşilerden dört dava açmıştı. Eserde
Lewis, Le Monde'da çıkan söyleşilerde Ermeni olayını Yahudi Holocaust'u ile bir tutmanın yanlış
olduğunu iki sebeple açıklıyor. Birincisi, Ermeniler silahlı bir isyan hareketi içindeydiler, Yahudiler
için böyle bir durum söz konusu değildi. İkincisi ise, Osmanlı'da Ermeniler sadece ayaklandıkları bazı
bölgelerde cezalandırıldılar, büyük kentlerdekiler ise bir ölçüde buna muhatap olmadılar (s.327).
Lewis eserinin bu bölümde, 1915 Olaylarında Rusya etkisine de dikkat çekmiştir. Bahse konu
bölümde ayrıca, tarihçilerin/bilim insanlarının konularına mahkemelerin ön yargılı ve ideolojik bir
takım varsayımlarla yaklaşmalarının yaratacağı problemler de ayrıntılı olarak incelenmiştir.
On ikinci bölüm olan “Tarih Yazmak ve Yeniden Yazmak” (s.339-367) başlığı altında, tarih yazımında
üslubun nasıl oluştuğu; berraklık, kesinlik ve zarafet kavramları çerçevesinde açıklanmıştır. Gelecek
dönemde psikolojik analizlerinde tarih yazımının içerisinde olacağı ve tarihsel yorumlara derinlik
katacağı ifade edilmiştir. Bu bölümde ayrıca eserin yazarı değişik başlıklar altında yaptığı çalışmaları
anlatarak tarih yazımına yaptığı katkıları anlatmıştır.
On üçüncü bölüm, “Siyaset ve Irak Savaşı” (s.368-394) başlıklı bölümdür. Bu bölümde Lewis,
dönemin ABD Başkanı George W Bush’un danışmanı sıfatı ile başta Savunma Bakanı Dick Cheney
ve yönetimin üst düzey yetkilileri ile yaptığı görüşmelerden bahsetmiştir. İlginç anlatılar içeren bu
bölüm, Realist ABD siyasetinin nasıl oluştuğu ve işlediği açısında önemli bilgiler sunmaktadır.
Lewis’in düşünce yapısı nedeniyle eleştirel bir nitelikte ortaya atılan ve “Lewis Doktrini” kavramı ile
anılan olumsuz iddiaları cevaplandırdığı ileriki sahifeler ilgi ile okunmaya adaydır. Bu bölümdeki
108
açıklamalardan Lewis’in düşüncelerindeki “dünya sisteminin”, ABD hegemonyasında bir istikrar
arayışı olduğu hissi edinilmektedir. On üçüncü bölümün son kısmındaki “Arap Baharı ya da
Hoşnutsuzluğun Kışı” başlıklı alt bölüm ise İslam topluluklarının kültürel bir analizi üzerinden, İslam
History Cnitique – Issue 3, April 2016
topluluklarını anlama ve Arap Baharının başarısızlığının nedenleri konusunda önemli tespitleri
içermektedir.
Sonuç yerine yazılan “Özetle” (s.395-396) bölümünde ise Lewis, ilerlemiş yaşına rağmen fiziksel ve
zihinsel bazı sıkıntılar yaşasa da duygusal olarak böyle olmadığını, yaşamını sevdiğini ve tatmin edici
bir kariyere sahip olduğunu ifade ederek eseri tamamlıyor.
Sonuç olarak, Orta Doğu ve İslam tarihi konusunda yaşayan en önemli tarihçilerden biri olan Bernard
Lewis, yaşadığı dönemin olaylarını otobiyografik bir eser ile anlatırken aynı zamanda eseri, tarihsel bir
belge niteliği de taşıyor. Lewis’in tanıttığımız bölümde de vurguladığımız gibi, aldığı kültürel öğreti
ve içinde yaşadığı Batı toplumunun değerleri nedeniyle yer yer Yahudi ve Oryantalist bakış
açısına/yorumlara
rastladığımız anlatıları,
eser
sahibinin
özgünlüğünün
sınırları
içerisinde
değerlenmek daha doğru olur diye düşünüyorum. Genel anlamda tarihimiz açısından hassasiyet
yaratan konularda ortaya koyduğu yaklaşımın objektifliği ve verdiği bilgiler kitabın bizim açımızdan
önemini artırıyor.
Eserde özelikle tarih alanında çalışan doktora ve yüksek lisans öğrencileri için öğretici ve yol gösterici
olacak bilgiler verilmiştir. Beşinci - Neden Tarih Çalışılmalı ?” (s.153-169) - ve On ikinci -“Tarih
Yazmak ve Yeniden Yazmak” (s.339-367) -
bölümler;
bilimsel araştırmaya nasıl yaklaşılacağı,
metodolojinin nasıl belirleneceği, tarih çalışmalarının bilimsel yanının hangi özellikleri taşıması
gerektiği ve bilimsel bir tarih çalışmasının nasıl yapılması gerektiği konularında kıymetli bilgiler
içermektedir.
Çağımızın ana üretim faktörü olan ” bilgi üretimi”, söylemin oluşturulması ve bu sayede olaylara yön
verme becerisine sahip olmanın da ana vasıtasıdır. Bilimsel süreçleri gerçek anlamda içeren çalışmalar
yapılmadan üretilen bilgi söylem oluşturma ve olaylara yön verme kabiliyeti içermezler. Bernard
Lewis’in bireysel özellikleri ve eserinde işaret ettiği usul ve yöntemler bizlere bilimsel bilgi üretimi
için katkı sağlayıcı nitelikler taşıyabilir. Bu nedenle eserlerinin okunması ve incelenmesi gerektiğini
ifade etmek isterim.
109
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Paşa Paşa Yatacaksınız
İkrami Özturan
İstanbul, Bilgi Yayınevi, 2014, 352 sayfa, ISBN : 9789752204928
Ramazan BULUT ∗
İkrami Özturan emekli bir Kurmay Albay. Kamuoyunda “Balyoz “ olarak bilinen dava kapsamında
haksız ve hukuka aykırı bir şekilde
971 gün Hasdal Askeri Cezaevinde yattı. “Paşa Paşa
Yatacaksınız” isimli bu kitap yazarın ikinci kitabı. İlk kitabı “Elveda” Bilgi yayınlarından çıktı;
yazarının tutuklu bir muvazzaf subay olması onu ilkler arasına soktu. İçeriği itibariyle kamuoyunda
büyük ilgi gördü.
İkrami Özturan sunuş yazısında “ ‘bir kitap yazan, kendisine yazar diyor’ şeklindeki haklı eleştirilerini
dikkate alarak; ilerideki sayfalarda, size ‘kitabın yazarı’ olarak değil ‘kitabın yazanı’ olarak hitap
edeceğim” (s.18) şeklinde mütevazi bir duruş sergilese de o artık bir yazardır. Çünkü İkrami Özturan
110
cezaevine girince şakırdayan, çıkınca dut yemiş bülbüle dönen sıradan bir “yazan” değildir. O’nun
yazma ihtiyacı sadece duygu yoğunluğuna endeksli bir durum değildir. Zira cezaevinden çıktıktan
sonra da yazmaya devam etti. Yani yolda 3. bir kitabı daha var: “Çuvaldız”…Basım aşamasında olan
∗
Avukat, Bilgi Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi
History Cnitique – Issue 3, April 2016
bu kitabın da yine ilkler arasına gireceğini değerlendiriyorum. Yazar kişilik itibariyle de müzik ve
resim gibi sanatın diğer kollarıyla da ilgili ve yetenekli birisi. Cezaevinde iken katılmış olduğu bir
resim sergisi ve halihazırda yöneticiliğini yapmış olduğu bir musiki derneği bu kanaatimizi destekler
niteliktedir.
İlk bakışta yazarının cezaevinde bir tutuklu olması bu kitabı cezaevi kitapları arasına soksa da, “Paşa
Paşa Yatacaksınız” bu kategorinin dışında bir kitaptır. Bu kitabı diğer cezaevi kitaplarından farklı
kılan yanı cezaevi dışında cereyan eden duruşmalar ile sınırlı olmasıdır. Yazar bunu şöyle dile
getirmektedir:
“118 duruşma süresince, diğer deyişle mahkemede harcadığım yaklaşık 900 saat
boyunca sürdürdüğüm gözlemler, aldığım notlar, yaptığım sohbetler ve röportajlar,
okuduğum binlerce sayfalık duruşma zabıtları ve mahkeme dosyaları…”(s.18).
Ancak yazarın bütün bu duruşmalarda yaşananları trajikomik bir şekilde anlatması okuyucuyu sürekli
bir acı tebessümle karşı karşıya bırakmaktadır. Kitap 340 sayfa olmasına rağmen son sayfasına kadar
bu acı tebessüm hız kesmeden sürebilmektedir.
Yazarın kendine has bir takım anlatım özelliklerinin bu kitapta daha da belirginleştiğini söyleyebiliriz.
Mahkemenin önyagısını dile getirirken “savun-ma” veya “savun ama!”(s.321) gibi kelime oyunları
ile “bizlerin ‘ak’ veya ‘hak’ dediğine, onlar hep ‘kara’ veya ‘biraz daha ara’”(s.33), çapraz sorgu
yerine “çarpan sorgu” (s137) demesi, bilgisayar hakimiyeti yüksek olan sanıklardan Abdurrahman
Başbuğ için “Diji Apo” (s.143), “bu liste ‘Ekacılar’a ek acılar getirmişti.” (s186) gibi ironik
göndermelerde bulunması bunun en iyi örneklerindendir. Yine mahkemeyi tasvir ederken yazarın
ayçiçeklerinden yola çıkması oldukça etkileyicidir.
“Mahkeme nasıl bir yerdir bilir misiniz?
Ağustos ayındaki ayçiçekleri gibi boynu büküklerin oluşturduğu bir tarladır mahkeme..
İzleyici sıralarındakilerin boynu büküktür, babasız, eşsiz, oğulsuz ve arkadaşsız kaldıkları
için…
Sanık sıradakilerin boyunları büküktür, hakka ve hukuka bir türlü kavuşamadıkları için,
Sanık sırasındakilerin boyunları büküktür, hakka ve hukuka bir ülü kavuşamadıkları
için…
Avukat sıradakilerin boynu büküktür, müvekkillerine adalet sağlayamadıkları için…
111
Kürsüdekilerin boyunları büküktür, duvarlarında yazılı adaleti dağıtamadıkları için…
Özetle, boynu bükük ayçiçeklerinin oluşturduğu bir tarladır mahkeme..” (s.79)
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
Yazarın diline de değinmek gerekir. Yazar, ancak literatüre hakim kişilerin anlayabileceği bazı tanım
ve kavramları kendine has bir tarzda basitleştirerek anlaşılabilir kılmakta oldukça maharetlidir.
Kendisi bir hukukçu olmamasına rağmen genel hukuk literatürüne hakimiyeti konusunda herhangi bir
açık vermemektedir. Bu da yazarın bu kitabı yazmadan veya yazarken ne denli okuduğunun ve
araştırdığının bir göstergesidir. Giordano Bruno, Sokrates, Dreyfus ve Deniz Gezmiş davaları sıradan
davalar olmasa da hukuk eğitimi almamış insanların kolayca yorumlayabileceği davalardan değildir.
Özellikle bunları ironik bir şekilde mukayeseli anlatması özel bir durumdur:
“Sokrates en azından hakkında davayı açanı biliyordu. Atinalı bir genç, Melotos. Balyoz davasında
ise, biz üzerimize iftira atanları ne biliyorduk ne de tanıyorduk”(s47).
Yine
Magna Carta Libertatum ve Bangolare ilkesinin bazı maddeleri ile Balyoz yargı sürecini ironik bir
şekilde karşılaştırması da yaban atılır bir şey değildir. (s.51,54)
“…komedimizin başrol oyuncusu yargının;Magna Carta’nın ‘M’ sinden,Habeas
Corpus’un ‘H’ sinden ve Bagolare ve Budapeşte İlkeleri’nin ‘B’sinden bile hoşlanmadığı
bu derslere hiç ilgi göstermediği açıkça görülmektedir.Karnesinde tek notu yüksek ve
başarılı olduğu ders, ne ki Jacobs’un düşman ceza hukukudur”(s62).
Kitap niteliği itibariyle bir yandan inceleme, ceride, günlük, istatistiksel ve dokümanter bilgi gibi bir
takım unsurları içerisinde bulundururken bir yandan da dipnot ve kaynakçaları ile akademik bir
çalışma izlenimi vermektedir. En önemlisi ise bu reel ve somut bilgileri tiyatral bir dil ile okuyucuya
aktarmasıdır. Bu yüzden de yazar kitaba tiyatral bir kurgu vererek sık sık okuyucunun dikkatini sanki
perdeye yöneltmektedir. Kitabın içindekiler kısmında da bunu görmek mümkündür. Yazar kitabını iki
perdelik bir oyun olarak kurgulamış ve “kapanış” ile son noktayı koymuştur. Dolayısıyla görsel bir
oyun için kitaptan birçok senaryonun çıkarılması mümkündür.
Başlangıçta kitapta trajikomik bir anlatımın olduğunu belirtmiştik. Bunun dayanağı ise yazarın 118
celse içerisinden seçmiş olduğu gerçek olay ve kişisel hikayelerdir. Bu hikayelerin hepsinin ortak
özelliği ise savunma niteliğindeki bir takım söylemler olmasıdır. Bu da Türk Hukuk Sistemi’nde ilk
kez görülen bir savunma biçimidir.Bazen beddua, bazen ders verme, bazen isyan, bazen inceden
inceye dokundurma, bazen de dalgasını geçme şeklinde ortaya konan bu tavır kitapta sıkça yer
almaktadır.Bu da okuyucuya ivme kazandırmakta ve okuyucunun kitaba ilgisini artırmaktadır.
“…Şimdi bir dileğim var, bana bu iftirayı atan, özgürlüğüm ve yaşam hakkımın gasp
112
edilmesine neden olanlara, ortam sağlayanlara çok uzun bir ömür diliyorum.O kadar bir
ömür ki, yaşadıkları her anın ıstırap içerisinde geçmesini diliyorum…”(s.124).
“..Yaşanan bu hukuksuslauk ile Türk Hukuku bana borçlu, ben ise alacaklıyım.Buün, şu
an tam 4 ay 7 gün, 3 saat ve 10 dakika alacağım var özgürlüğümden.Ey Türk Hukuk,
History Cnitique – Issue 3, April 2016
bana borcunuzu ödeyiniz.Borcunuzun bu dünyadaki ederi ivedi beraattir.Faizi ise ahrette
tahsile edilecektir.”(s126).
“…Fakat hükümete de şöyle bir haksızlık yapılmış(iddianame kastediliyor),aynı
sayfalarda ve diğer iddianamenin her yerinde AKP hükümeti, AKP bilmem ne, devamlı
AKP diye yazılmış.Nedir bu AKP?Sayın Başbakanımızın bu kelimeye çok kızdığını bürün
televizyon konuşmalarında anladık propogadalarında.Bunun için ben Sayın Başbkanlık
nezdinde, bu iddianameyi yazan,kontrol ederken bu AKP kelimesini’ Adalet ve Kalkınma
Partisi’ diye düzeltmeyen savcılar,polisler ve bunu görmezlikten gelen, iddianameyi kabul
eden hakimler hakkında suç duyurusunda bulunuyorum.Çok ayıp edilmiştir.Resmi bir
evrakta böyl bir hatayı yapmamanız gerekiyordu.”(s.131).
“Şimdi 22 şubar 2010 sabahı saat 8:30 sularında kapım çaldı.Kapıyı açtığım zaman,
dışarıda yaklaşık 10 tane polis vardı. 10 tane.Ben 63 yaşındayım, 10 tane polis, orantısız
güç bu, evim falan aranmadı.Ofisim de aranmadı..Allahtan anlayışlı biri, herhalde
komiserdi, bilmiyorum rütbesini, herkes sivildi.’ Yani biraz daha adam getirseydin dedim’
utandı ve diğerlerini gönderdi.Bir kişi olarak beni evden aldı.Aşağı indiğim zaman
yaklaşık beş-altı tane de araba vardı.Bütün köşeler tutulmuş.Vatandaşlar balkonlarda,
herkesin söylediği şu:’ Camiyi bombalayacak, uçakları düşürecek hainle paşası
gidiyor”(s.132).
Tek başına hayatını idare ettiremeyecek ölçüde her türlü hastalıkla muzdarip sanıklardan E. Albay
Mehmet Yoleri’nin hikayesi ise kitabın en can alıcı noktalarından biri. Nitekim sanıklardan biri tahliye
talebinde bulunurken şöyle demektedir: “Mehmet Yoleri’ye yol verin, onun yatacağını da ben
yatarım” (s. 117).
Kitabın 335 ve devamı sayfalarında yer alan “Balyoz Davası Yargı Sürecinin Kilometre Taşları”
başlığı altındaki kronoloji ise başlı başına bir olaydır. Yine kararın ertesi günü muhtelif gazete
başlıklarının kayda alınmasını da önemsemek gerekir. Araştırmacı bir gazeteci sabrı ve tizliği ile
kayda alınan bu olaylar silsilesi ileride bir çok esere kaynakça olabilecek niteliktedir.
“Kadı kızında kusur” minvalinde şunu da belirtmek gerekir: Yazarın askeri dünya görüşünü arada bir
ön plana çıkarmasını ve bazı yerlerde bunu sloganvari vurgulamasını bir gereksizlik olarak
değerlendiriyorum. Bu, bazı okuyucular nezdinde kabul görse de bazı okuyucular nezdinde ise
olumsuz etki yaratabilir. Halbuki ortak acıları dile getirme, bir döneme tanıklık etme ve evrensel
hukuk kurallarına atıf yapma konusunda iddialı olan böyle bir eseri her türlü ideoloji ve önyargıdan
113
uzak tutmanın onu daha da baki kılacağı kanaatindeyim.
Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016
KİTAP İNCELEMESİ
114
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Balkan Savaşları / 1912 -1913 I. Dünya Savaşı’nın Provası,
Richard C. Hall, Çev. M. Tanju Akad,
İstanbul, Homer Kitabevi, 1. Basım 2003, 225 sayfa, ISBN: 975-829-339-7
M. Murat TAŞAR ∗
Kitap, 1912 – 1913 yıllarında tamamı daha önce Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yer almış olan,
Güneydoğu Avrupa’da (Balkan) bulunan Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’ın dâhil
olduğu ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürüttükleri savaşı konu edinmektedir. 1877 Berlin
Konferansında toprak taleplerinin yeterince karşılanmadığı ve Osmanlı Devleti’nin Büyük Güçler
tarafından kayırılmış olduğunu düşünen, giderek bir ideoloji olarak ortaya çıkan milliyetçilik
etkisindeki Osmanlı Devleti’nden yeni bağımsızlık kazanmış Balkan ülkelerinin güç ve toprak
kazanma mücadelesi kitabın asıl konusunu teşkil etmektedir. Balkan coğrafyası Batı Avrupa’ya
kıyasla geç uluslaşmanın yaşandığı, bu yüzden de dönemin en etkili ideolojisi olan milliyetçiliğin sivil
- asker bürokratlar ve devlet adamları arasında önemli taraftar bulduğu, bağımsızlıklarını elde etmiş
oldukları sınırlardan memnun olmadıkları, her bir devletin asli etnisitesinin (komşu) diğer bir devlette
de bulunduğu coğrafyadır. Aralarındaki etnik ve teritoryal sorunlar bir büyük güç olan Osmanlı
İmparatorluğu hegemonyası altında 20. Yüzyıla kadar ertelenerek taşınmıştır. Yazar eserinde her
∗
Harp Akademileri, Stratejik Araştırma Enstitüsü, Harp Tarihi ve Strateji Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi,
[email protected]
açıdan bu çetin coğrafyada devletlerin kendi aralarında ve eski hegomonik güce karşı yaptıkları
yaklaşık iki yıla yakın süren savaşı çok boyutlu incelemiştir.
Kitabın Bölümleri
Kitap sekiz bölümden oluşmaktadır. Her bir bölüm yaklaşık otuz sayfadan ibarettir. Her bölümün
sonunda bir “Sonuç” alt başlığı bulunmakta ve o bölümde ele alınan konular kısaca
değerlendirilmektedir. Kitabın en başında, ilk bölümden önce altı harita bulunmakta ve savaş öncesi
durumdan İkinci Balkan Savaşı sonunda sınırlardaki değişiklikler bu haritalarda gösterilmektedir.
Yazara göre I. Balkan Savaşı 8 Ekim 1912 – 30 Mayıs 1913, II. Balkan Savaşı 29 Haziran 1913 –
Eylül 1913 tarihleri arasındadır.
İlk bölüm “Balkan Savaşı’nın Kökenleri” üzerine yazılmıştır. Berlin Kongresinden başlayarak savaşın
başlaması aşamasında “Askeri Güçler”in de değerlendirildiği bu bölümde “Berlin Kongresi”,
“Balkanlar’da Milli Emeller”, “Bosna Krizi”, “Balkan Birliğinin Kurulması”, Savaşa Hazırlık” ve
Askeri Güçler” alt bölümleri oluşturmaktadır.
İkinci Bölüm “Birinci Balkan Savaşı: Trakya Harekât Planı” başlığını taşımakta, daha çok Bulgaristan
ve Yunanistan’ın açtığı cephelerdeki savaşlar “Hazırlıklar, Savaşın Çıkışı, Kırklareli, Lüleburgaz,
Çatalca, Edirne ve Batı Trakya / Rodoplar” başlıkları altında incelenmektedir.
Üçüncü Bölüm, “Birinci Balkan Savaşı: Batı Harekât Planı” başlığı altında Sırbistan ve Karadağ’ın
açtığı Arnavutluk ve Makedonya’daki çatışmalar (Kumanova, Prilep, Manastır, İşkodra) çatışmalar ve
Yunan yarımadasındaki Selanik, Teselya, Epir ve Deniz Savaşları ele alınmaktadır.
Dördüncü Bölüm “Ateşkes” başlığını taşımaktadır. Çatalca Ateşkesi, Londra Barış Konferansı, Londra
Büyükelçiler Konferansı, Bulgar–Yunan Anlaşmazlığı, Bulgar–Sırp Anlaşmazlığı, Genç Türk Darbesi
alt başlıklarında ateşkes süreci ele alınmıştır.
Beşinci bölüm “Üç Kuşatma” başlığını taşımakta ve Bolayır, Yanya, Edirne, Çatalca, İşkodra
başlıkları altında 30 Ocak 1913’te ateşkesin feshinden sonra açılan beş cephedeki çatışmalar ve
kuşatılmış olan Yanya, Edirne ve İşkodra’nın düşüşleri ele alınmaktadır.
Altıncı Bölüm’de “Ara Dönem” başlığını altında St. Petersburg Büyükelçiler Konferansı ardından
yeniden oluşan Yunan–Sırp İttifakı ve Londra Antlaşması ve Makedonya konusundaki anlaşmazlıklar
değerlendirilmiştir.
116
Müttefikler Arası Savaş başlığını taşıyan Yedinci Bölüm’de Bulgar İkinci Ordusunun Yenilgisi ve
Bulgar ricatları, Rumen müdahaleleri, Osmanlı’nın Bulgaristan’ı İstilası, Bükreş ve İstanbul
Antlaşmaları değerlendirilmiştir.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
“Sonuçlar ve değerlendirmeler” başlığını taşıyan son bölümde Arnavutluk devletinin balkan
Savaşlarının sonucu olarak ortaya çıkışı, Balkan Savaşlarının Birinci Dünya Savaşını hangi yönlerden
nasıl etkilediği, savaştaki kayıplar, maliyetler ve mezalimler ele alınmıştır.
Dipnotlar, Kaynakça ve İndeks
Dipnotlar, kaynakça ve indeks kitabın sonundadır. Yazar kaynakçanın başında arşiv kaynaklarını,
genel kitapları ve makaleleri koymuş, daha sonra ülkelere göre ayırmıştır. Arşiv kaynağı olarak Bulgar
ve Amerikan arşivlerinden ve Alman Dışişleri Bakanlığı’nın diplomatik belgelerinden yararlandığı
görülmektedir. En geniş kaynakça Bulgaristan hakkında olup (yaklaşık 3 sayfa), Karadağ en az kaynak
kullanılan ülkedir. Kitaba bir indeks eklenmesi özellikle araştırmacılar için önemli bir kolaylıktır.
Kitabın İçeriği
Yazar, Balkan Savaşlarının 20. Yüzyılda sadece Avrupalılar arasında cereyan eden ilk çatışması
olmasına burgu yaptıktan sonra, dört önemli sonuca ulaşmaktadır:
1- Balkan Savaşları, kitle orduları, makinaları ve tüm sivil nüfusu kapsayan özellikleriyle modern
savaşlar çapını açtığı,
2- Bu savaşların Osmanlı’yı Trakya’nın Doğu köşesi hariç Avrupa’dan çıkardığı,
3- Bağımsız ve fakat zayıf bir Arnavutluk devleti kurduğu,
4- Balkan Savaşları ile ilgili problemlerin Yugoslavya’nın 1990’lı yıllardaki çözülüşünde de
yeniden ortaya çıktığı (Büyük Sırbistan, Kosova ve Makedonya’nın statüsü ile ilgili sorunlar),
Yazar hemen her fırsatta, Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı arasında her açıdan benzerlikler
olduğunu vurgulamaktadır. Öyle ki Balkan Savaşları Birinci Dünya Savaşı’nın “ilk aşaması”dır, hatta
“ikisi de aynı savaştır”. Aynı taktik ve silahları kullanarak milliyetçilik ideolojisinin etkisinde amansız
bir savaş yürütülmüştür. Çatalça’daki siper savaşı Batı cephesinde yaşanacak olan siper savaşlarının
habercisidir. Salgın hastalıklar ise taraf ve sivil asker ayırımı gözetmeyen en önemli düşman olmuştur.
Savaşların sonunda mağluplar, kendilerini toparlayarak yeniden ulusal amaçlarını gerçekleştirme
çabasında olmaları da diğer önemli bir benzerliktir. Bu bağlamda Balkan Savaşlarında savaş alanı olan
yerler, Birinci Dünya Savaşı’nda yeniden savaş alanları oldular: Sutrimitsa, Manastır ve Doyran,
Gelibolu, Çanakkale ve Selanik. Bu bağlamda yazara göre Balkan için Balkan Savaşları ile Nirinci
Dünya Savaşını ayırmanın imkansızdır. Balkan müttefiklerinin savaşı yürütme şekillerinin bir sonraki
savaşta Antant ülkelerinin savaşı yürütme şekillerine benzediği, müttefikler arasında çok az işbirliği
olduğu, her birinin kendi amacını öncelikle gerçekleştirmeye çalıştığı ve hepsinin arasında da çıkar
çatışması olduğu yazarın ulaştığı sonuçlardır. En önemli işbirliğinin Yunan deniz gücünün Osmanlı
ordularının ablukası için Bulgar ve Sırp birliklerini nakletmesi olduğu, bunun Birinci Dünya
Savaşı’nda İngiliz deniz gücünün yaptıkları ile çok benzeştiği, Karadağ hariç savaşa katılan tüm
ülkelerin daha çok keşif amaçlı da olsa uçak kullandıklarını, Osmanlıların uçaklarının olmasına
rağmen kullandıklarına dair bir bilginin olmadığını belirtmektedir. Yazarın ulaştığı diğer önemli bir
sonuç, Karadağ hariç tüm savaşa katılan tüm Balkan ülkelerinde asker– sivil çatışmasının yaşandığını,
Osmanlı’da Ocak 1913’te askeri darbe gerçekleştiği, Yunanistan’da bu çatışmanın 1941 yılına kadar
devam etmiş olduğu sonucuna ulaşmıştır. Yine önemli bir tespiti, savaşa katılmayan ve hatta gözlemci
dahi göndermiş olan, ancak sonraki savaşlara katılacak ülkelerin Balkan Savaşları’ndan ne cereyan
ettiği anda ne de sonrasında askeri kurumlarını aydınlatma dersler çıkarma konusunda başarılı
olamadıklarıdır: Siper savaşı, ağır topçu ve makinalı tüfek ateşine karşı piyade hücumu bunların en
önemlileridir. Askeri bilgi toplamakla görevli askeri ataşelerinin ilgilerinin daha çok strateji ve taktik
konularında yoğunlaştığını, ancak siperlerin inşası ve pozisyonu, ateşin siperler üzerindeki etkileri,
arazilerin konumu ve askerlerin yönetilmesi gibi konuların kurmay subayların ilgisini çok da
çekmediğini vurgulamaktadır. Bu yüzden de Birinci Dünya Savaşı’nda asker öğütme haline dönüşen
siper savaşlarının yeniden yaşandığına vurgu yapmaktadır. Avrupalıların “Balkanlar gibi azgelişmiş
bir bölgeden çıkarılacak bir ders görmemeleri”nin zımni varlığından bahsetmektedir. Gözlemcilerin
sonuçlardan dersler çıkarmak yerine Almanların Krupp toplarının üstünlüğü, Fransızlar Schneider
silahlarının mükemmelliğini araştırdıkları tespitini yapmaktadır.
Savaş Kayıpları / Savaş Mezalimi
20. yüzyılda karşılıklı sivillerin hedef alındığı ilk çatışma olduğu, Sivil halkın savaş hedefi olarak
görülmesinin Balkan Savaşlarına damgasını vurduğunu belirtmekte;
•
Bunu, yıllarca süren nefrete bağlamanın durumu hafifletmek olacağı
•
Sivil halka yönlendirilen şiddetin en önemli sebebinin gerilla harbine bir karşılık olduğu
•
Şiddetin amacının homojen bir ulus devlet yaratılması olduğu belirtmektedir.
Yazar insan kayıpları yanında maliyetlerin de bir rakamsal karşılıklarını vermektedir. Buna göre insan
kayıplarında ilk sırayı Osmanlı İmparatorluğunun kayıpları her ne kadar belirlemesi zor da olsa ilk
sıradadır (100.000). Daha sonra Bulgarlar insan kaybında 66.000’dir, Birinci Balkan Savaşı’nda
Bulgar ordusunun %21’i yok olmuştur. En az kayıp ülkenin nüfusu ve coğrafyası ile de doğru orantılı
olarak Karadağ’a aittir (yaklaşık 3100). Yazarın dikkat çektiği bir diğer insani konu mezalimlerdir.
Yazara göre kıtal karşılıklı gerçekleşmiştir ve bu durum Avrupa’da işlenecek “korkunç eylemler”
çağını başlatmıştır. “Onlar insan değil!” vurgusunu ilk kez Yunanlıların Bulgarlara karşı kullandığını,
daha sonra her etnisetinin bir diğerine karşı aynı söyleme sarıldığını belirtmektedir. 20. Yüzyılda
118
sivillerin hedef alındığı ilk çatışma olduğu, sivil halkın bu şekilde imhasının Balkan Savaşlarına
damgasını vurduğunu belirtmektedir. Hiç zikretmese de yazarın belirtmek istediği “etnik temizlik”
yapıldığıdır. Bu sayede ele geçirilecek toprakların tertemiz olması amaçlanmıştır, ancak savaşın
sonunda hiçbir ulusun da bu amacına ulaşamadığı görülmüştür. Balkan milletlerinin bir nesillerini bu
History Cnitique – Issue 3, April 2016
savaşta yok ettikleri yazarın diğer önemli bir görüşüdür. İnsani kayıplar konusunda en objektif verileri
ve değerlendirmeyi Carnegie Raporu’nda yer aldığını (Avusturya-Macaristan, Almanya, İngiltere,
Rusya ve ABD’den birer, Fransa’dan iki üye), bu yedi kişilik heyetin savaşın yapıldığı alanları
incelediğini belirtmektedir.
İkinci Balkan Savaşı’nın eski müttefiklerin eski müttefik halk üzerinde mezalimlerinin gerçekleştiğini,
Birinci ve İkinci Balkan Savaşı’nda özellikle de İstanbul ve Bulgaristan’ın büyük mülteci akınlarına
maruz kaldığını belirtmektedir.
Kantitatif Verileri Kullanılması: Savaş’taki insani kayıplar ve savaşın maliyeti
Hall, kitabın ilk bölümünde Askeri Güçler alt başlığı altında askeri güç karşılaştırması (sf. 21), son
bölüm olan “Sonuçlar ve Değerlendirmeler”de de “Kayıplar” (sf. 179 - 180) ve “Maliyetler” (sf. 184)
altbaşlıklarında verileri değerlendirmiştir. Ek’teki tablo 1 ve tablo 2 de bu veriler gösterilmektedir.
Yazarın özellikle Osmanlı İmparatorluğu’na dair veri toplamakta zorlandığı gözlenmektedir. Bu
durumu yazar verileri ulaşamadığı ile açıklasa ve kısmen haklı olsa da daha önce yapılmış olan başka
çalışmalarda sayısal veriler yer almıştır 1, Osmanlı İmparatorluğu’na dair hiçbir veri bulunmuyor
değildir. Yazarın kaynak kullanmakta özellikle Bulgaristan’a ayrı bir önem verdiği de anlaşılmaktadır.
Bulgaristan ile ilgili kaynakları üç sayfa tutarken, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili kaynaklar ancak bir
sayfa kadardır ve kullanmış olduğu kaynakların çoğu da ikincil kaynaklardır.
Eleştiri
İçerik Açısından
20. Yüzyılın başında, Güneydoğu Avrupa’da yaşanan, çok taraflı ve etkileri bugün dahi hissedilen
savaşı derli - toplu yazmak kolay değildir. Tarihsel olayların daha sonra yaşadıkları zaman diliminin
şartlarına göre değerlendirilmediği, adeta bir propaganda alanına dönüştüğü göz önüne alındığında
Hall’in kitabı objektif olarak nitelenebilir. Ancak kitabın olumlu yönlerine rağmen, daha çok bakış
açısından kaynaklandığı söylenebilecek eksiklikler de göze çarpmaktadır:
1- Büyük güçlerin kimi desteklediği: Her ne kadar Berlin Konferansı sonrasındaki süreçte
Avrupa’da Büyük Güçlerin “denge”nin sarsılmaması yönünde iradeleri olsa da, hem Balkan
Savaşı’na giden hem de Balkan savaşlarının yaşandığı süreçte mutlaka etkileri olduğu tarihi
bir gerçektir. Yazarın eserinde bu konuyu yeterince ele almamış olması bir eksiklik olarak
görülebilir.
2- Eserin temel iddialarından biri balkan Savaşı’nın her yönüyle sonraki savaşlara -ki bununla
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını kastetmektedir-, örnek teşkil etmesi, bu savaşlarda
yaşanan tüm olumsuzlukların sadece Balkan halklarının yapıp ettikleri olduğu, bunda
Tablo – 3, şu kitaba göre oluşturulmuştur: M. Small / D. Singer, Resort to Arms. International and Civil Wars, 18161980, London 1982,
1
Avrupa’nın hiçbir dahli olmadığı kanaatini vurgulamasıdır. Hatta yazar balkan Savaşları
yaşanmasaydı Birinci Dünya Savaşı da çıkmayacak noktasına kadar gelmektedir. Hemen
hemen her fırsatta ve örneklerle bu kanaatini tekrarlamakta, Balkan Savaşları’nın özellikle
Birinci Dünya Savaşı’nın bir provası olduğunu yinelemekte, hangi açılardan sonraki savaşlara
örnek teşkil ettiğini tek tek sıralamaktadır: Her ne kadar Avrupa’da daha sonraki savaşlarda
işlenecek her türlü melanetin ilk ve önce Balkan Savaşlarında ortaya çıktığı ve bu durumun da
en önemli sebebinin Milliyetçilik ideolojisi olduğunu belirtse de, yani bir anlamda sonraki
savaş suçlarının öncüllerini Balkan halklarının işlediğini söylese de, söz konusu Milliyetçilik
akımının Avrupa’dan neşet etiğini ve Balkanlarda bu savaş olmasa dahi Milliyetçilik ve
Sosyal Darwinizm etkisiyle Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının yine cereyan edeceğini
unutmuş gözükmektedir. Bu bir anlamda, -çok sarih olmasa da- sonraki savaş suçlarını asıl
olarak Avrupalıların başka kültürlerden aldığı, başka örneklerin onlara yol gösterdiği
sonucuna ulaştırır ki kabul edilebilir değildir. Savaşın doğası gereği ve artık topyekûnlaşmış
bir savaş döneminde, modern yıkıcı aletler kullanarak yapılan savaşların başka bir sonuç
vermesi beklenemezdi. Hem savaşın topyekûnlaşmasının hem de daha gelişmiş olarak
nitelenen ancak gelişmişlikleri daha kısa sürede daha fazla insan öldürmek olan savaş araç –
gereçlerinin büyük çoğunlukla Avrupalıların üretimi olduğu ise ayrı bir fasıldır. Bu bağlamda
Milliyetçiliğin nerede ortaya çıktığı, kimler tarafından nasıl yayıldığı ve devletler arasındaki
güç mücadelesinde bir araç olarak nasıl kullanıldığı ayrıca sorgulanmalıdır.
Teknik açıdan
Eserin İngilizceden çevirisi sade, anlaşılır, akıcı ve güzel bir Türkçe ile yapılmıştır. Teknik açıdan
özen gösterilmiş bir kitap olduğu kanaati oluşmakla birlikte, aşağıdaki şu konular eleştiri konusu
olabilir:
 Haritaların kitabın en başında yer almak yerine, ilgili bölümlerde olmaları okuyucu için daha
yararlı olabilirdi,
 Dipnotlar kitabın sonunda yer almak yerine, ilgili bölüm sonlarında ya da sayfa altlarında
bulunmaları daha iyi olabilirdi,
 Bazı yerlerde -mesela «sonuçlar ve değerlendirmeler» bölümü gibi-, yer alan rakamların
dipnotlarda kaynaklarının belirtilmesi daha yararlı olabilirdi,
120
Sonuç
Yazar göre, Balkan Savaşlarının en önemli sonuçlarından biri hatta trajedisi olarak Sırbistan ile
Bulgaristan arasında kalıcı bir Balkan Birliği’nin sağlanamamış olmasıdır. Kurulacak sağlam bir
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Balkan Birliği’nin Avusturya–Macaristan’ın Sırp “terörizmi”ne karşı sert adımlar atmasını
önleyebileceği görüşündedir. Yazara göre İttifakın çöküşünün üç sebebi vardır:
1- Bulgaristan’ın Makedonya’da Yunanistan ile bir coğrafi paylaşıma gitmek istememesi,
2- Adriyatik Denizi’ndeki Avusturya–Macaristan ve İtalya çıkarlarıdır. Bu çıkarlar toplamı
sonrasında bölgedeki Sırp, Karadağ ve Yunan emellerini engellemek için bağımsız bir
Arnavutluk yaratılması,
3- Mart 1912 Antlaşmasının garantörü Rusya’nın tutarsız davranışları sonucu Sofya’daki etkisini
yitirmesi, buna bağlı olarak Boğazlarda fiziki kontrol imkanını yitirmesi ve Sırbistan’da daha
az avantajlı konuma bağlanarak bu ülkeyi 1914’te izlemek zorunda kalmaları,
Ayrıca Osmanlı Devletine dair de önemli eleştirilerde bulunmaktadır:
Özellikle, Balkan Birliği
içindeki çatlaklardan yeterince yararlanılmamış olmasının altını çizmektedir. Bu bağlamda Sırbistan’ı
saf dışı etmek için Novi Pazar’ın (Sancak) verilmesinin Sırpları Kosova ve Makedonya’dan uzak
tutabileceğini, Yunanlılara da Girit ve Ege adalarında imtiyazlar verilmesinin Yunanlılarla bir
anlaşmaya varılabileceğini vurgulamaktadır. Ancak mesela Bulgaristan’a Yunanistan üzerinden denize
bir çıkış verilmesinin savaşı tam tersine çevirebileceği konmuşunda herhangi bir fikri yoktur. Ancak
Osmanlı Devletine dair Balkan İttifakındaki çatlaklardan yeterince faydalanmadığı ya da bu ittifakı
çatlatmak için çaba göstermediği tespiti doğrudur.
Yazarın nihai kanaati Balkan Yarımadası’nın yapılandırılması için ulus devlet yapılarının en iyi çözüm
olmadığıdır.
Kitap,
araştırmacılar
için
ön
bir
kaynak
niteliğindedir.
Özellikle
Balkan
devletlerinin
gerçekleştirdikleri ittifakta kendi aralarındaki çekişmelerin anlaşılması bakımından değerini muhafaza
edecek bir kurguya sahiptir.
122
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Tablo 3, Savaşa katılan ülkelerin her 10.000 kişilik nüfusuna karşılık savaşta ölü sayısı (sadece
Osmanlı İmparatorluğu’nun girdiği savaşlar alınmıştır)
Savaşlar
Ülkeler
Osmanlı
Osmanlı – Rus Savaşı 1828 – 29 Rusya
Kırım Savaşı 1853 – 56
Birinci Balkan Savaşı 1912 - 13
124
8,8
Osmanlı
15,4
Rusya
14,4
Fransa
26,2
Birleşik Krallık
7,9
Sardunya Krallığı
4,4
Osmanlı İmparatorluğu
58,5
Osmanlı – Rus Savaşı 1877 – 78 Rusya
Birinci Balkan Savaşı 1912 - 13
33,5
12,6
Osmanlı İmparatorluğu
13,6
Bulgaristan
72,7
Sırbistan
50,0
Yunanistan
18,5
Osmanlı İmparatorluğu
9,4
Bulgaristan
40,0
Sırbistan
61,7
Yunanistan
9,3
Romanya
2,0
Osmanlı İmparatorluğu
175,7
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Birinci Dünya Savaşı 1914 – 18
Rusya
104,9
Sırbistan
106,7
Belçika
115,1
Romanya
471,8
Fransa
329,3
Almanya
268,7
Avusturya - Macaristan 228,1
Birleşik Krallık
196,5
İtalya
184,7
ABD
13,1
KİTAP İNCELEME VE KİTAP TANITIMI ESASLARI
1. Tarih Kritik Dergisi (TKD) tarih sahasında genel kaide olarak son iki yılda
yayınlanmış eserlerin Türkçe ve İngilizce tanıtım ve incelemelerini yayınlar. Başka
bir yayın organında yayınlanmış yazıların çevirileri yayınlanabilir. Çevirilerin özgün
metni de gönderilmelidir.
2. TKD’ye gönderilen yazılar editör tarafından derginin yayın kriterleri açısından
incelenir. Editör kuşkuya düştüğü hususlarda yayın kurulundan görüş talep alır.
Uygun bulunan yazı ilgili hakeme gönderilir. Hakemin uygun bulduğu yazı
yayınlanır. Editör yazılarda yazım şekli ile ilgili değişiklik yapabilir.
3. Yazarlara herhangi bir telif ücreti ödenmez.
4. Kitap tanıtımı bir eserin sırf özeti değil, eleştirel olarak değerlendirmesi olmalıdır.
Kitap tanıtımı yapan yazar kitapla aynı fikirde olabilir veya kitabın fikirlerine karşı
çıkabilir veya kitabın sunduğu bilgilerde, yargılarda veya yapıda örnek teşkil eden
veya eksik kalan yönleri belirtebilir. Kitap tanıtımı yapan yazar ayrıca kitapla ilgili
düşüncelerini de açık bir şekilde ifade etmelidir.
5. Kitap incelemesi, bir kitaptan ortaya konulan en önemli noktalara ışık tutularak
bunların eleştirel olarak tartışılmasıdır. Kitap incelemesi giriş, kitabın özeti, eleştirel
tartışma ve sonuç gibi genel bir yapıyı takip etmelidir. Kitap incelemesi yazarı,
a.
Giriş kısmında ana tez ve yaklaşımını ifade etmeli,
b.
Özet kısmında kitabın esas argüman ve iddiaları üzerine odaklanmalı
ve çalıştığı disipline getirdiği katkı ve itirazları sıralamalı,
c.
Eleştirel tartışma kısmında kitap yazarının alanında yaptığı katkıların
önemini değerlendirmeli, argümanlarının dayandığı veriler ve bunların bağlama
uygun kullanılıp kullanılmadığını incelemeli ve
ç.
126
Sonuç kısmında kitaba ilişkin ulaştığı sonuçları ifade etmelidir.
6. Başlık bilgilerinde tanıtım veya incelemesi yapılan eserin adı, yazarı, yayımlandığı
şehir ve yayınevi, yayım yılı, kaç sayfa olduğu ve ISBN numarası yazılmalıdır.
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Başlık bilgilerinin iki satır altına tanıtım veya incelemeyi sonuna yazanın adı
SOYADI sağa dayalı olarak açıklama işareti konularak yazılır:
Doğu Avrupa Türk Mirasının Son Kalesi Kırım
Yücel Öztürk (ed.)
İstanbul, Çamlıca Basım Yayın, 2015, 432 sayfa, ISBN: 978-605-9964-38-8.
Fatih ORTA∗
7. Sayfa altında özel işarete karşılık olarak yazarın akademik unvanı, mensup olduğu
kurum ve e-posta adresi yazılır (∗Dr., Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,
Konya, [email protected]).
8. Kitap tanıtımı metinleri 800-1500 kelime arasında, kitap inceleme metinleri ise
2500-4000 kelime arasında olması tercih edilir.
9. Tanıtım veya incelemenin yapıldığı eserin kapak sayfası resmi metnin başlık
bilgilerinin hemen üstüne ortalanarak konulur.
10. Yazı karakteri Times New Roman, 11 punto, satırlar bir buçuk aralıklı, dipnotlar
9 punto ve tek aralıklı yazılmalıdır. Paragraflar arası önceki 3 nk, sonra 3 nk, iki yana
dayalı olmalıdır.
11. Metin içinde vurgulanması istenen kısımlar italik olarak yazılmalıdır. Alıntılar
ise italik harflerle ve tırnak içinde verilmelidir. Üç satırdan az olan alıntılar satır
arasında, üç satırdan fazla olan alıntılar ise satırbaşı yapılarak satırın iki yanından 1
cm içeride blok halinde, 9 punto ve 1 satır aralığıyla yazılmalıdır.
12. Dipnotlar klasik yöntemde sayfa altında numaralandırılarak verilir.
GUIDELINES FOR BOOK REVIEWS AND REVIEW ESSAYS
1. The Journal of History Critique (JHC) publishes book reviews and review essays in Turkish
and English of works in the fields of history, published in the past two years, as a general rule.
Translations of previews and essays published in other chronicles and/or journals may also be
published. In that case, the original texts of the translations should also be forwarded to JHC.
2. All reviews sent to JHC is subject to examination of the Editor who will conduct an
appraisal of the work to establish its conformity with the Journal’s publishing criteria. The
Editor may ask for the opinion of the Editorial Board in case it is so required. Convenient
review is sent to the referee. Upon aproval of the referee, review is publish. The Editor may
make changes regarding the layout format.
3. No honorarium will be paid to the authors/researchers.
4. Book reviews should not merely be a summary of the work but should include a critical
assesment of the work as well. Book Reviewer shall offer agreement or disagreement with the
author and identify where he/she finds the work exemplary or deficient in its contents of
knowledge, judgments, or structure. Reviewer shall also clearly state his/her opinion of the
work which is discussed.
5. Review essay shall offer an insight into the most important points of the book and discuss
these points within a critical approach. Review essays shall follow a general pattern of
introduction, summary of the book, critical discussion and conclusion. Author of the review
essay shall
a.
Express the fundamentals of his/her thesis and basic approach in the
introduction,
b.
Focus on main arguments and assertions of the book and list its contributions
and objections in its field in the summary,
c.
Evaluate the contributions of the author of the book to his/her field and
examine the data on which his/her arguments have been based and the way in which he/she
has used these data within the context of the critical assessment.
d.
128
Express in the conclusion part he/she has inferred about the book
6. Title information vis-a vis the review shall include name of the book or essay, author of
the book, publication place and printing house, publication year, number of pages, and ISBN
number. Two lines below the title, name and family name of reviewer should be written with
asterisk right aligned. See an example below;
History Cnitique – Issue 3, April 2016
Cross and Crescent in the Balkans: The Ottoman Conquest of South Eastern Europe
David Nicolle,
Barnsley, Pen & Sword Books, 2010. Pp. xvi, 256, ISBN: 978-184415-954-3.
Mesut UYAR ∗
7. In footnote section, academic title, institution and e-mail address of reviewer are required to
be written with asterisk (∗Associate Professor., University of New South Wales,
Canberra, [email protected] ).
8. It is preferred that book reviews should be between 800-1500 words and review essays
2500 to 4000 words.
9. Cover page picture of the reviewed work is set in the center aligned above the title of
review or essay.
10. The typeface must be written in Times New Roman, font size 11, line spacing 1,5,
footnotes font size 9 and with single line spacing. Spacing of paragraphs must be 3 pts with
the previous one, and 3 pts. with the following one and justified.
11. The important points which need to be emphasized in the text should be written in italics.
Citations/quotations should be in italics and inverted commas. Citations/quotations less than
three lines should be written between lines. If it is more than three lines it must be placed as
block 1 cm inside equally from the beginning and the end of the line with font size 9 and 1
linespacing.
12. Footnotes will be given in classical manner i.e bottom of the page with numbers.
TARİH KRİTİK DERGİSİ
Journal of History Critique
Hakemli Kitap Tanıtımı ve İncelemeleri Dergisi /Peer Reviewed Journal for Book Review and Review Essays
Yıl/Year 2 • Sayı/Issue 3 • Nisan/April 2016 • e-ISSN 2149-8733
SAHĠBĠ/Owner
Oğuzhan SAYGILI
EDĠTÖR/Editor
Doç. Dr. Hasip SAYGILI
EDĠTÖR YARDIMCISI/Vice Editor
Ali ARSLAN, Fatih ORTA, Fatih AKMAN
YAYIN KURULU/Editorial Board
Prof.Dr. Ġskender ÖKSÜZ
Büyükelçi (E)/Ambassador (R) H. Kemal GÜR
Prof.Dr. Mahir AYDIN
Prof.Dr. Alfina SIBGATULLINA
Prof.Dr. Fatma ÜREKLĠ
Dr. Abdrasul ĠSAKOV
MUSAHHĠH/Proofread
Yunus ALICI, Serhat DEMĠR, Mustafa Hakan YILDIRIM
AĞ TASARIM/Web Designer
Hasan AKYOL
GRAFĠKER/Graphic Designer
Gökhan Özkan ETĠ
[email protected] [email protected] www.tarihkritik.com

Benzer belgeler