3 ncü Sayının Tamamı Nisan / 2016
Transkript
3 ncü Sayının Tamamı Nisan / 2016
TARİH KRİTİK DERGİSİ Journal of History Critique Hakemli Kitap Tanıtımı ve İncelemeleri Dergisi /Peer Reviewed Journal for Book Review and Review Essays Yıl/Year 2 • Sayı/Issue 3 • Nisan/April 2016 • e-ISSN 2149-8733 SAHİBİ/Owner Oğuzhan SAYGILI EDİTÖR/Editor Doç. Dr. Hasip SAYGILI EDİTÖR YARDIMCISI/Vice Editor Ali ARSLAN, Fatih ORTA, Fatih AKMAN YAYIN KURULU/Editorial Board Prof.Dr. İskender ÖKSÜZ Büyükelçi (E)/Ambassador (R) H. Kemal GÜR Prof.Dr. Mahir AYDIN Prof.Dr. Alfina SIBGATULLINA Prof.Dr. Fatma ÜREKLİ Dr. Abdrasul İSAKOV MUSAHHİH/Proofread Yunus ALICI, Serhat DEMİR, Mustafa Hakan YILDIRIM AĞ TASARIM/Web Designer Hasan AKYOL GRAFİKER/Graphic Designer Gökhan Özkan ETİ [email protected] [email protected] www.tarihkritik.com 23 Nisan Mah. 11 No.lı Sok. 3/2 Turkuaz Apt. B Blok No 2 Şahinbey 27070 Gaziantep Tarih Kritik Dergisi, tarih sahasında yılda dört kez Ocak, Nisan, Temmuz ve Ekim aylarında yayımlanan kitap tanıtımı ve incelemeleri dergisidir. Yazılar, derginin değil yazı sahiplerinin görüşünü yansıtır. Yazı sahipleri akademik ve hukuki olarak yazılarından sorumludur. Journal of History Critique is quarterly published in January, April, July and October for book review and review essays on history. The writings reflect opinions of the authors, not that of the journal. Reviewers are responsible for their reviews in regard of academic and legal matters. İÇİNDEKİLER/Contents Başlangıçtan Günümüze Kırgızistan ve Kırgızlar, Erhan Arıklı Abdrasul İSAKOV 1 Bozkırdan Cennet Bahçesine Timurlular, Hayrunnisa Alan Yağmur ÇAKAN 7 Malazgirt Muharebesi, Carole Hillenbrand Fatih ORTA 13 Modern Dünya Sistemi-3 1730-1840, Immanuel Wallerstein Abdullah KÖKTÜRK 18 İmparatorluk - Britanya’nın Dünyayı Biçimlendirişi, Niall Ferguson Hakan ŞAHİN 25 Vidin Kalesi – Tuna Boyundaki İnci, Mahir Aydın Ahmet Cengiz KARAGÖZ 29 Şah’ın Ülkesinde, Okan Yeşilot Leyla DERVİŞ 41 Türk Modernleşmesi – Zihniyet İktisat Tarih, Abdülkadir İlgen Fahri YETİM 45 Kudüs Yolculuğu 1868-1869, Mihail Macarov Sümeyye KUZ 51 Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Osmanlı İstihbarat Ağı, Ahmet Yüksel Mehmet Murat AKTAŞ 55 The Kaiser’s Army, David Stone Cemal CANDAN 60 Ruslar Bizansın Peşinde, Fatih Ünal Sümeyra Ayşe ÇALIŞIR 66 Enver, Murat Bardakçı Erol AKCAN 71 Balkan Harbi Hatıratı, Yüzbaşı Osman Nuri Şükrü CÖMERT 78 Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, İsmail Küçükkılınç Hasip SAYGILI 81 Healing The Nation, Yücel Yanıkdağ Mesut UYAR, Çev. S Esra SAYGILI 86 İttihat ve Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları, Erol Akcan Salih BAŞKUTLU 89 Balkan Savaşları, Lev Troçki Melih DİNÇER 93 Shared Histories for a Europe Without Dividing Lines, Council of Europe Sibel YALI 98 Tarih Notları, Bernard Lewis Muhittin YENİKEÇECİ 103 Paşa Paşa Yatacaksınız, İkrami Özturan Ramazan BULUT 110 Kitap incelemeleri/Review Essays Balkan Savaşları 1912-1913, Richard C Hall M. Murat TAŞAR Kitap İnceleme ve Kitap Tanıtım Esasları/Guideline for Reviews 115 126 KİTAP TANITIMLARI/BOOK REVIEWS Tarih Kritik - Sayı 3 Nisan 2016 Başlangıçtan Günümüze Kırgızistan ve Kırgızlar Erhan Arıklı Ankara, Nüans Kitapevi, 2015, VIII+231 sayfa, İSBN: 978-605-5450-78-6 Abdrasul İSAKOV ∗ Kırgız tarihi eskiden Türkiye’de teferruatlı şekilde bilinmezdi. İki ülke arasında doğrudan ilişkilerin kurulmasından sonra bu durum değişti. Son yıllarda Kırgız tarihinin çeşitli konularını ele alan kitap ve diğer çalışmalar Türkiye’de artarak neşredilmeye başladı. Kırgız ve ∗ Kırgızistan tarihi ile Dr., Ankara., [email protected]. Türkiye’de basılan çalışmaların bibliyografyaları da neşredilmektedir. 1 Bu yazımızda tanıtmak istediğimiz Erhan Arıklı’nın Başlangıçtan Günümüze Kırgızistan ve Kırgızlar çalışması da Kırgız tarihinin Türkiye’de çeşitli yönleriyle tanıtılmasına az da olsa katkı yapacak bir eserdir. Bu katkıyı artırmak, okuyucunun ön bilgilendirilmesini sağlamak ve eserin muhtemel sonraki baskılarına da yardımcı olmak maksadıyla biz daha ziyade kitapta gözümüze çarpan eksiklikleri ön plana çıkaran bir tenkit yazmayı uygun gördük. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Sunuş ve Önsöz’den sonra kitabın birinci bölümü Giriş kısmıyla başlamaktadır. Giriş kısmında yazar kısaca Kırgızistan ve Kırgızları araştıran bilim adamları, seyyahlar hakkında bilgi vermektedir. Birinci bölümde Orta Asya’nın coğrafi durumu, Kırgızistan ile Kırgızların başlangıçtan 1991 yılına kadarki tarihi anlatılmaktadır. Kitabın ikinci bölümünde ise bağımsız Kırgız Cumhuriyeti’nin tarihi cumhurbaşkanlarının görev aldığı dönemlere ayrılarak ele alınmıştır. Eserin üçüncü bölümünde ise Kırgızların ve Türk halklarının kültür ve medeniyeti anlatılmıştır. Kitaptaki konu başlıklarının sırasına bakılarak bu çalışmanın Kırgızistan’da mevcut olan tarih kitapları tarzında hazırlandığı söylenebilir. Erhan Arıklı’nın Kırgızistan’da bulunmuş olması bunda etkili olmuş olsa gerek. Fakat bu kitabı Kırgız tarih kitaplarından farklı kılan, eserde Kırgız tarihinin Türk tarihi içine yerleştirilmeye çalışılmasıdır. Başka bir deyişle Kırgız tarihi ile ilgili kitaplar(ın)da merkeze Kırgız tarihi konularak anlatılırken, Arıklı’nın çalışmasında merkezde genel Türk tarihi ve ona eklenmeye çalışılan ama bize göre pek de başarılı olmayan bir Kırgız tarihi denemesi yapılmıştır. Türk Keneşi’nin Türk halklarının ortak tarihi, ortak tarih ders kitabı üzerinde çalışmalar yürüttüğü bir zamanda neşredilen bu çalışmanın, hazırlanış fikri güzel olmasına karşılık, kitap içeriğinin pek yeterli olmadığı, ortak tarih çalışmalarına iyi örnek teşkil edecek bir çalışma hususiyetine sahip bulunmadığı söylenebilir. Öncelikle kitabın aceleye getirilerek basıldığını veya düzeltici ile editörün kitaba gereken ciddiyeti göstermediğini söylemeliyiz. Daha iyimser bir yaklaşımla baskıya verilirken kitabın kontrol edilmemiş eski nüshası yanlışlıkla basılmış da olabilir. Çünkü kitabın her sayfasında basit imla hataları bulunmaktadır. 2 Abdrasul İsakov, “Kırgızlar ve Kırgızistan Tarihi ile İlgili Türkiye’de Yayımlanmış Bilimsel Çalışmalar (19102009)”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, Yıl: 5, Sayı: 9, Ankara: USAK Yay., 2010, s. 101- 131; Abdrasul İsakov, “Kırgızlar ve Kırgızistan Tarihi ile İlgili Türkiye’de Yayımlanmış Bilimsel Çalışmalar (2010-2014)”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, Yıl: 9, Sayı: 19, Ankara: USAK Yay., 2015, s. 145-161. 1 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Kitabın dipnotlarında da büyük sorunlar mevcut. Dipnotların çoğu parantez içinde verilmiş, ama bir kısmı parantez dışında kalmıştır. Bazı bölümlerin dipnotları tamamen italiktir. Dipnotlardaki birkaç yabancı eserin Türkçe anlamı verilmiş ama bu bütün yabancı kaynaklar için uygulanmamıştır. Hatta bazı dipnotlarda yabancı eserin aslı verilmemiş, sadece Türkçe anlamı verilmiştir. Yazar, bazı büyük bölümleri iki veya üç çalışmaya atıf yaparak hazırlamıştır. Kırgız tarihini anlatan kitapta 23 sayfası dipnotsuz geçilen bölümler bulunmaktadır (s. 96-118). Kitabın aceleye geldiği ve gereken hassasiyetin gösterilmediği çalışmanın Kaynaklar kısmından da açıkça görülmektedir. Kaynaklar kısmına dipnotlar olduğu gibi kopyalanıp yapıştırılmıştır. Dipnotlar kısmındaki “Geniş bilgi için bkz:” tarzındaki açıklamalar kitabın Kaynaklar kısmındaki künyede de aynen tekrarlanmış. Kaynakların cinsine, soyadına göre düzenlenmesi veya bir dipnottaki birkaç eserin Kaynaklar kısmında ayrı ayrı verilmesi gibi konulara değinmiyoruz bile. Çalışmada kullanılan tabirler eserin farklı sayfalarında, karşınıza farklı farklı şekilde çıkabiliyor. Örneğin, Hokand tabiri, bir yerde Hokan, başka bir yerde Hokent şekillerinde görülmektedir (s. 116, 124). Bu yanlış tabirler bir kereye mahsus yapılmadığı için bunların imla hatası olduğunu da söyleyemeyiz. Bir başka örnek vermek gerekirse, Yedisu tabiri Yedi-Su, Yedisu, Yedi Su şekillerinde farklı farklı görülmektedir. Sart Kalmuklar tabiri Sarı Kalmuk şeklinde verilmiştir (s. 102). Herkes tarafından bilinen Münevver Kar, Cemal ad Karşi, Afanasyevo, Andronove, Yedioğuz gibi isim ve tabirlerin yanlış yazılması, büyük ihtimalle yazarın önsözde teşekkür ettiği asistanlarının bilgileri Türkçe’ye tercüme ederken terminolojiye dikkat etmediklerini, daha sonraki düzeltme, redaksiyon süreçlerinin farklı şekilde işlediğini de göstermektedir. Yazar, Kırgızların ünlü şairi, manasçı, masalcı, şecere uzmanı olan Togolok Moldo’yu “Ünlü Kırgız tarihçisi” şeklinde tanıtmakta ve dipnotta onun ismini yanlış vermektedir (s. 29). Togolok Moldo Kırgızların ünlü şahsiyetlerinden biridir ama onun tarih çalışması bulunmamaktadır ve o da kendisini tarihçi olarak görmemiş, şecereci sıfatıyla Kırgız Bilimler Akademisi’ne bildiği ve halk arasından topladıkları bilgileri kayda geçirerek teslim etmiştir. Yazar ayrıca, eski Cumhurbaşkanı Askar Akayev’i de iyi tarihçi olarak 3 tanıtmaktadır (s. 95). Askar Akayev’in iyi bir tarihçi olduğu tartışmaya açık bir konudur ve onun imzasını taşıyan tarih kitaplarının ne tür şartlarda kaleme alındığı iyice incelenmelidir. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Kitabın pek çok alt başlığı metin ile uyuşmuyor veya eksik verilmiştir. Örneğin, kitabın “Bakır Devrinde Kırgızistan” bölümünde yazar dört sayfa Avrasya coğrafyasındaki bakır devri, bu devrin bölgedeki izleri hakkında anlatıyor ama bir cümle Kırgızistan’daki bakır devri ve onun kalıntıları hakkında bilgi vermiyor (s. 12-15). Veya kitabın Kırgızların dili kısmında on sayfadan fazla Türkçe, onun tarihi serüveni yazılıyor ve sonunda yarım sayfa Kırgız Türkçesini diğer lehçelerden ayıran bariz farklar anlatılarak konu geçiştiriliyor ve oradan da alt başlık veya başlık konulmadan Kırgız tarihi başlatılıyor (s. 33-43). Benim bu eleştirimden Türkçe karşıtlığı anlamı çıkmamalıdır. Keşke yazar, Türkçe’nin tarihi ve şimdiki durumunu anlatırken, Kırgız dili veya Kırgız lehçesinin durumunu da ilgili yerlerde bir iki cümle ile anlatsaydı. Türklerin kullandıkları alfabeler anlatılıyor ama Kırgızlar ile ilgili hazırlanan kitapta Kırgızların kullandıkları alfabelerden ayrıca bahsedilmiyor. Buna benzer hataları eserin çoğu yerinden bulmak mümkündür. Arıklı, kitabın Usunlar Devleti ve Kırgızlar kısmında, Eberhard ve kaynak vermeden Aristov’a atıf yaparak Wusunlar için Kırgızların ataları demektedir (s. 52-53). Aslında bu görüş, çoğu Kırgız tarihi uzmanı tarafından pek fazla destek gören bir faraziye değildir. Kırgız tarih biliminde eski Kırgızların Hunlar ile muhatap oldukları biliniyor. Yazar Aristov örneğinde görüldüğü gibi, eserinde tırnak içinde, bold ve italik olarak verdiği pek çok önemli alıntıların kaynaklarını vermemektedir. Kitabın 68. sayfasında Ulu Kırgız Devleti hakkında bahsederken, yazar bu tabirin Barthold tarafından 1927 yılında yazdığı “Kırgızlar” isimli makalede ortaya atıldığını bildirir. Aslında Barthold tarafından yazılan bir makale değil kitap çalışmasıydı. 2 Yazar kitabında Yenisey Kırgızlarının Nevruz Bayramını kutladığını iddia etmektedir (s. 76). Üstelik bu bilgiyi Yenisey Kırgızlarının Bahar Bayramı ile yan yana, ayrı bir bayram olarak vermektedir. Yenisey Kırgızlarının Bahar Bayramını kutladığını biliyoruz ama ayrıca Nevruz Bayramını kutladığına dair bilgilere vakıf değiliz. Manas Destanı’nda daha önce görmediğimiz “yeni” bilgilere bu çalışmada karşılaşıyoruz. Yazar tarafından kaynak verilmeden alıntı yapılan Manas Destanı’nda, Sarıbagış adında Manas’ın oğlu ve Eltabar adında Manas’ın güvendiği şahıs varmış (s. 78-79). Biz bu şahıs 4 adlarını Manas Ansiklopedisi’nden bulamadık. Güvenilir kaynağı olmayan, kulaktan duyma V. V. Barthold, Kirgizı. İstoriçeskiy Oçerk, Frunze 1927; Ulu Kırgız Devleti tartışması hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Abdrasul İsakov, Kırgız-Moğol İlişkileri, Basılmamış Doktora Tezi, A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2014, s. 54-58. 2 History Cnitique – Issue 3, April 2016 ve Kırgızların göğsünü kabartmak amacıyla kaleme alınan bilimsellikten uzak popüler çalışmalardan alınan bu tür bilgiler aslında bilim dünyasına fayda değil, zarar vermektedir. Yazar ortaçağ Kırgız tarihini anlatırken bir alt başlığa Karahitaylar Devleti (Nogaylar) ve Kırgızlar adını vermekte, ama Karahitayların nasıl Nogay olduklarını ilgili bölümde açıklamamaktadır (s. 81-83). Hem zaman, hem mekân olarak Karahitaylar Devleti ile Nogaylar arasında bağlantı kurmak oldukça güçtür. Kitapta Kırgız Cumhuriyeti’nin adının 1925 yılında Kazak Muhtar Cumhuriyeti olarak değiştirildiğine dair yanlış bilgi verilmektedir (s. 132). Aslında 15 Ocak 1925 tarihinde Kara Kırgız Muhtar Cumhuriyeti ilan edilmiştir. 3 Arıklı kitabının 131. sayfasında “Enver Paşa’nın şahadeti ile Basmacılık Hareketi çok büyük bir darbe yedi. Bu tarihten sonra Türkistan’da örgütlü bir isyan hareketi meydana gelmedi” demektedir. Oysa Kırgızistan’daki Basmacılık hareketinin ikinci dönemi 1926-1935 yılları arasında cereyan etmiştir. 4 Yazar Kırgızistan’da uzun yıllar bulunmasına karşılık Kazakların “aul”u ile Kırgızların “ayıl”ını karıştırmış (s. 26) ve Kazakların “aul”unu Kırgızlara mal etmektedir. Aslında bir taraftan bakıldığında, aynı anlama gelen bu tabir, kardeş ve komşu halklar tarafından kullanılmaktadır ve bu çok büyük yanlış sayılmaz. Ama öbür taraftan, bölgede bulunmuş ve bölgeyi bilen bir bilim adamı olarak bu tür ince farkları da bilmesi ve buna dikkat etmesi gerekmez mi? Yazar ayrıca, günümüz Kırgızistan topraklarında Alay adlı şehrin olduğunu ileri sürmektedir (s. 89). Bilindiği kadarıyla Kırgız Cumhuriyeti’nde Alay adında dağ, vadi, ilçe (rayon) adı bulunmaktadır. Kitabın Bağımsız Kırgız Cumhuriyeti bölümünün girişindeki beş sayfada SSCB, ABDSSCB rekabeti anlatılmakta ve kitap 2015 yılında basılmasına karşılık, bu bölüm 2011 yılında Almazbek Atambayev’in cumhurbaşkanı seçilmesi ile son bulmaktadır. Aynı şekilde kaynağı belirtilmeyen Kırgızistan’ın Tarihi Kronolojisi de M.Ö. 300 binden başlayıp 1878 yılında Pişpek şehrinin kurulmasıyla son bulmaktadır. Doğal olarak akıllara “Kırgız tarihinin kronolojisi 1878 yılında bitiyor mu?” sorusu gelmektedir. 5 “İstoriçeskiy Oçerk, Kirgizskaya Sovetskaya Sotsialistiçeskaya Respublika”, Bolşaya Sovetskaya Entsiklopediya, Tom 23, Vtoroe İzdanie, Moskva 1953, s. 75- 83; İstoriya Kirgizskoy SSR, c. II, Frunze 1986, s. 318- 329. 4 Ayrıntılı bilgi için bkz: Tamara Ölçekçi, Kırgızların Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Arasında Sosyo-Kültürel Durumları, Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2004. 3 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Kitabın sonunda, Kırgız Cumhuriyeti Milli Müzesi’nden çekildiği düşünülen 25 sayfa Kırgız ve Kırgızistan kültürüne has çeşitli resimler kısa açıklamaları ile verilmiştir. Bu kısma herhangi bir başlık konulmazken, kitap içinde bu resimlere sıkça atıf yapılmaktadır. Prof. Dr. Erhan Arıklı’yı KKTC ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin gelişmesi için gösterdiği çaba ve başarılarından tanıyoruz. Bu bağlamda KKTC ile Kırgız Cumhuriyeti ilişkilerinin sınıf atlamasında büyük emeği bulunmaktadır. Maalesef Kırgız tarihi ile ilgili neşrettiği bu çalışma, basit hatalarla dolu, çelişkili ifadeler içeren ve akademik titizlikten uzak bir eser olmuştur. Yazarın iyi niyetle Türk halkları tarihi içinde Kırgız tarihini verme çabasının da amacına ulaşamadığını söylemeliyiz. Yazar eğer bu çalışmayı yeniden neşretmeyi düşünüyor ise en azından yaptığımız bu eleştirileri müsbet bir yaklaşımla değerlendirmelidir. 6 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Bozkırdan Cennet Bahçesine Timurlular (1360-1506) Hayrunnisa Alan İstanbul, Ötüken Yayınları, 2016, s.340 ISBN 978-975-437-655-5 Yağmur ÇAKAN ∗ Tarih bilimi ile ilgilenmek o bilimin sadece bir alanı ya da bir bütünü ile ilgilenmek demek değildir. Kaldı ki tek başına incelendiği takdirde anlamından uzaklaşır ve bizim zihinlerimizde bir bütün oluşturmaktan ziyade bilgilerimiz havada kalır. Kendi tarihimizi anlamak için aslında tüm dünyanın tarihini bilmemiz ve doğru okumamız gerekmektedir. Yaklaşık olarak 150 yıllık Timur tarihini bilmek de bu anlamda önemlidir. O coğrafyayı anlayarak doğru yorumlamak gerekir. Biz biliyoruz ki her hadise bir önceki ve bir sonraki hadise ile oldukça bağlantılıdır. Timur Tarihini anlamak da Osmanlı tarihine kadar gelen ∗ Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, [email protected] süreci anlamamızı sağlar. Bu amaçla Prof.Dr. Hayrunnisa Alan tarafından Timur tarihini tüm detayları ile anlatan bu kitap hazırlanmıştır. Kitabımız altı bölümden oluşmakta ve Timur Tarihini her boyutu ile ele almaktadır. Kitabın birinci bölümü Emir Timur’un Barlas Kabilesine mensup olduğu ifadesi ile başlar. Devamında bu kabilenin şeceresi detaylandırılmıştır. Timur soyunu inceleyen Borthould, Zeki Velidi Togan gibi birçok isim olduğundan bahsedilir. Bir başka yazar olan Arapşah’ta Timur’un bir eşkıya olduğunun düşünüldüğünü yazar. Timur’un eşleri ve evlilikleri anlatılır. Kabilenin Çağatay Han’a verilişi anlatılır. Hanedanın devlet yönetiminin özelliklerinden bahsedilirken devletin beslendiği kültür kaynaklarının Cengizî gelenek, yerleşik hayat, İslam dini olduğu belirtilir(s.28).Timur’un devlet yönetimindeki karakteri anlatılır. Metnin izleyen satırlarında Harezm bölgesi tanıtılmıştır. Timur’un bu bölgeyi alışı ayrıntılı olarak anlatılır. Harezm’de bulunan Kongrad kabilesi tanıtılmıştır. Herat’a ikinci gidişin farkları incelenmiştir. Timur bu bölgeye giderken mahiyetindeki ordular anlatılmıştır. 1384 yılında Mazenderan Şehrine yönelmesinin sebepleri üzerinde durulur. Toktamış’ın Urus Handan kaçıp Timur’a sığınışı ve ona verilenler sayesinde Altınorda’ya karşı savunması anlatılır. Timur’la Urus Hanın arası açıldığından ikilinin savaşmak üzereyken havaların soğuması ve Urus hanın vefatı ile savaşın olmadığı açıklanır. Ölüm haberinden sonra Urus Hanı Dest-i Kıpçak ve Cuci ulusunu hâkimiyet için gönderdiğinden bahseder. Altınordu’ya sahip olmak için yaptığı hazırlıklar ve sonunda başarısı anlatılır. Toktamış’ın Timur’a ihanet ederek topraklarına saldırmasının nedenleri açıklanır. Timur’la Toktamış’ın karşı karşıya geldiği I.Deşt-i Kıpçak seferi ve Toktamış’ın kendisine müttefik aradığı II.Deşt-i Kıpçak seferleri uzun uzun anlatılmıştır. Timur 1391 yılına kadar Şiraz’ı ele geçirememiştir. Burayı alamamasının altında yatan bazı sorunlar irdelenmiştir. Muzafferiler’i ilhak edişi, Şiraz, Bağdat ve Tekrir’in ele geçirilişi anlatılmıştır. Bu bölgelerden sonra Anadolu’da ki devlet ve beyliklerle kurduğu münasebetleri ve onların Timur’a karşı duruşları izah edilmeye çalışılmıştır (s.97-98). Hindistan Seferi anlatılır. Nedenleri, olay ve sonuçları üzerinde durulur. Devrin tarihçilerinin konu ile ilgili görüşleri dikkate alınmıştır. Ankara Savaşı bahsine değinilmiştir. Savaş sebepleri tek tek açıklanmıştır. Yıldırım ve Timur arasındaki başlıca problemlerden birisi 8 Erzincan Emiri Toharten meselesidir (s.67) Anadolu’da ki beyliklerin toplanarak topraklarını geri istemesi de bir başka sebeptir. Osmanlı toprağı sayılan Sivas’ı alması savaşı başlatan bir başka nedendir. Yine Osmanlı History Cnitique – Issue 3, April 2016 tarihini derinden etkileyen ve büyük sonuçlar ortaya çıkaran bu savaşın sonuçları da ayrıntılı şekilde işlenmiştir. Hepimizin bildiği gibi Timur’un son seferi Çin üzerine ancak daha gitmeden önce topraklarını torunları arasında paylaştırmıştır. Daha sonra Çin hâkimi Tunguz Han’ın Müslümanları öldürmesi ile Timur’a gelen elçilerin yardım istediği böylelikle Timur’un da Çin üzerine hazırlık yaptığı anlatılır. Çin’e tam hakimiyet sağlamayan Timur zorlu kış şartlarına dayanamayarak vefat etti. Emir Timur’un hayatından , kişiliğinden ,soyundan, başarılarından , bahsedilerek I. Bölüm bitirilmiştir. Kitabın II. bölümünde Mirza Şahruh dönemi anlatılır. Timur’dan sonra kalan toprakların Miranşah ve Şahruh arasında dağıtılmasıyla başlar anlatı. Kendisinden sonra tahtta görmek istediği torun Şahruh Cengiz hanın soyundandı. Timur’un ölüm haberini alınca topraklarda bulunan görevliler kendi maiyetlerindeki alanı korumaya geçmişlerdir. Timur’un ölümünden sonra Horasan ve Maveraünnehir hakimiyetini ele geçirmesiyle Fars bölgesini de hakimiyet altına almak istemesi ve süreç anlatılır. (özne kim) Timur’un mirası için Azerbaycan, Güney İran-Fars, Maveraünnehir’ de yaşanan mücadelelerden Şahruh galip gelmiştir (s.99). Metne devam ederken Mirza Şahruh’un Karakoyun hükümdarı Kara Yusuf’a kendisine bağlanma teklifini reddetmesi üzerine ikili savaşa girmek üzereyken Kara Yusuf’un vefatı üzerine oğlunun şehri Timur tarafına bıraktığını anlatan satırlar karşılıyor. Bundan sonra Şahruh’un bu sırada yaptığı seferler ve olaylar anlatılır. Çıktığı ikinci Azerbaycan seferi detaylandırılarak anlatılmıştır. Bu sırada Şahruh’un vefatı vefattan sonra topraklar arası paylaşım yapılması, seferler, savaşlar izah edilmiştir. Hanedan üyeleri arasında yaşananlar izah edilmiştir. Hayatta olan tek çocuğu Uluğ Bey ve torunlarına neler olduğu anlatılmıştır. 1447-1458 arası Timur için çok karmaşık bir dönemdir. Kitabın üçüncü bölümünde Ebu Said yılları izah edilir. Ebu Said’in hayatı, babasının hayatı, şerecesi, çocukluğu ve gençliği, karakteri anlatılmaktadır. Ebu Said’in Semerkant için verdiği mücadele, bu bölgede kalma çabaları, öncesi ve sonrası anlatılmaktadır. Hapse girişi konu edilmiştir. Baysungur’un oğlu Babür’ün yaptığı faaliyetler anlatılmaktadır. Mirza sultan ile ilişkileri 9 konu edilmiştir. Babür’ün Belhi ele geçirmek için yaptığı hazırlıklar, güzergahı ve bunu duyan Ebu Said tarafından şehrin savunması için yapılan hazırlıklar ve alınan önlemler anlatılmıştır. Şehrin kuşatılması ânı detaylandırılmıştır. Bu olanlar bir antlaşma ile sonlandırılmıştır. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Ebu Said’in Herat’ı ele geçirmesine kadar geçen sürede olaylar detaylı olarak işlenmiştir. Bu bölgeye hâkim olan Timur’a hâkim oluyordu(s.162). Ebu Said’in Herat’ı almasıyla Mirza Alaüddevle, Mirza Sencer, Mirza İbrahim’in Ebu Said’e karşı duruşları mercek altına alınmıştır. Bu isimlerin tek tek önce hayatlarının anlatılmasından başlanmıştır. Sonra faaliyetlerinden ve Ebu Said’le ilişkilerinden bahsedilmiştir. Mirza İbrahim’le Ebu Said arasında yapılan dostluk antlaşması konu edilmiştir. Ebu Said’e karşı Mirza İbrahim ve Mirza Sencer arasında yapılan mücadele de Ebu Said’in savaş esnasında dağılışı derinlemesine işlenmiştir. Ebu Said’in Uluğ Bey’in torunu olan Mirza Muhammed Cuki ile girdiği ilişki izah edilmiştir. Cuci’nin isyan etmesinin sebepleri üzerinde durulmuştur. Kitabın dördüncü bölümünde Hüseyin Baykara’nın kısaca kimliği anlatılmıştır. Ebu Said’e karşı gelen mirzalar arasındaydı. Hüseyin Bey-i Türkmen’le yaptığı mücadeleler ayrıntılı haliyle izah edilmiştir. Ebu Said’le başta ilişkilerinin çok iyi gittiği ancak sonradan bazı değişimlere uğradığı anlatılmaktadır. İkilinin arasında olan hâkimiyet mücadelesinden dolayı Mirza Hüseyin’e kaçtığı belirtilir. Cuci isyan ettiği için şehir değiştiren Mirza Hüseyin’in peşine düştüğü anlatılır. Mücadele bu şekilde devam eder. Hüseyin Baykara’nın Herat’ta tahta ikinci defa geçiş mücadelesi anlatılmaktadır. Hüseyin Baykara’nın Ebu Said’e ait bazı yerleri ele geçirerek Ebu Said’e Maveraünnehir’in öte tarafının bırakılması anlatılır. Ebu Said’in oğulları arasındaki hâkimiyet mücadelesi ve bu mücadelenin Moğollar’ın işine geldiği izah edilir. Bazı yerler Özbekler’in eline geçtiyse de kendi mücadelelerinden bunu göremiyorlardı. Özbekler bazı yerleri ele geçirip ilerliyorlardı. Hüseyin Baykara’nın Özbeklere karşı çıktığı yolculukta hastalanıp vefat ettiği anlatılır. Beşinci bölümde diğer devletlerle olan ilişkiler anlatılmaktadır. Özbeklerle olan ilişkiler ayrıntılı olarak işlenmiştir. Özbekler’in Maveraünnehir’e akın yapmaları ile başlayan ve sonunda Özbekler’e 10 yenilen Uluğ Bey anlatılmaktadır. Özbekler’in Maveraünnehir’e yaptıkları diğer baskınlar ve bunların üzerinde durulur. Özbek hükümdar Ebü’l- Hayr ile Ebu Said arasındaki mücadeleler detaylı olarak işlenmiştir. Özbeklerin toprak genişletme çabaları üzerinde durulmuştur. Timur’un vefatından sonra Özbekler’in Timurluları tarih sahnesinden silmesi anlatılmaktadır. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Moğollar ile olan ilişkiler; Cengiz Han’ın vefatı üzerine çocukları arasında çıkan karışıklığı ve Uluğ Bey ‘in bu karışıklıklardan kendisine fayda sağlamak için çıktığı seferlerde Uluğ Bey’e olan bağlılıkları anlatılır. 1426 yılında Özbek Han’la yeniden bir anlaşmazlık çıktığı ve Timur’un aldığı yenilgi izah edilir. Özbekler’in Maveraünnehir’i almasına giden süreç açıklanır. Maveraünnehir Özbekelr’in eline geçince Hüseyin Baykara döneminde Özbek Moğol sınırı ortadan kalkar (s.241). Timur ile Çin ilişkisine hangi kaynaklardan bakılması gerektiği, Konfüçyus’un Çin ile ilgili olarak söyledikleri üzerinde durulmuştur. Orta Asya’dan gelen hediyeler vs. Çin’in ilk imparatoru olan Hung wu ve Timur arasındaki elçi ve hediyeleşme anlatılmıştır. Timur’un ölümünden sonra da Çin ile ilişkilerin sürdüğü ve iki ülke arasında yaşanan olaylar anlatılmıştır. Timur’un yıkılışına kadar süregelir ilişkileri. Timur ve Karakoyunlular arasındaki ilişkilerin Timur’un 1387 senesinde Karakoyunlu Kara Mehmet üzerine yürümesi ile başladığını yazar. Mirzalar arasında çıkan mücadelelerden bahsedilir. Karakoyun –Cihanşah münasebetleri üzerinde durulur. Cihanşah’ın Herat’ı alışı anlatılmaktadır. Herattan çekildikten sonra olan olaylar konu edilmiştir. Timur-Berkuk arası ilk mücadele bir elçilik heyeti ile başlar. Anadolu’daki mücadeleler anlatılmıştır. Timur ölünce topraklarına Şahruh’un hâkim olduğu ve Karakoyunlular’ın Irak-ı Acem ve Arap faaliyetleri sonucunda Şahruh’un onlar üzerine sefere çıkmasına sebep olur. Karakoyunluların varlığının Osmanlı-Memlük-Timur arasındaki sınırın ortadan kalkmasına neden olduğu anlatılmaktadır. Osmanlı-Timur münasebetlerinde ilk bilinen ilişkinin Şahruh-Çelebi Mehmet arasındaki mektuplaşma olduğu ifade edilir. II.Murat devri Osmanlı- Timur ilişkileri üzerinde durulur. Ebu Said’in vefatı üzerine Azerbaycan ve Irak Timur kontrolünden çıkınca iki devlet arasında sınır kalmadı(s.262). Hüseyin Baykara –Fatih arasında Osmanlı – Timur ilişkileri için dostluk mesajları içeren mektuplar yazıldığından söz ediyoruz. Altıncı ve son bölümde devlet içi teşkilatlardan bahsedilmiştir. Timur döneminin güç odaklarının neler olduğundan bahsedilir. Hanedanın tek soydan geldiği, Timurluların başarıları ve Ebu Said döneminin politikaları anlatılmıştır. Merkez teşkilatında hem askeri 11 hem idari görevi olan kurumlar tek tek açıklanmıştır. Timurlular döneminde askeriyenin öneminden bahsedilmiş, ordunun tanımı yapılmıştır. Herhangi bir olayda verilen cezalar üzerinde durulmuştur. Ordunun kullandığı silahlar açıklanmıştır. Timur maliyesi ile ilgili eksik bilgi olduğu söylenir. Devletin gelir kaynakları ve vergiler üzerinde durulmuştur. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Vergilerin kimlerden alındığı kayıt usulleri hakkında bilgi tayin edilmiştir. Timur parası hakkında ayrıntılı bilgi sunulmuştur. Ticaretin genel olarak nasıl olduğu hangi yollardan ticaret yapıldığı ayrıntılı olarak sunulmuştur. Bölge coğrafyası açısından yetiştirilen meyvesebzeler tanıtılmıştır. İncelemiş olduğumuz eser tek bir ciltte 150 yıllık bir serüvene dair her şeyi ayrıntıları ile anlatmıştır. Lisans ve üstü düzeyde her öğrencinin okuyabileceği düzeyde bir kitaptır. Ancak kitapta çok fazla isim geçmektedir bu da şahsım adına okumayı zorlaştırmakta ve dikkat dağınıklığına sebebiyet vermektedir. Kitabın en genelinde konular fotoğraf ve haritalarla desteklenmiştir ve bu da akılda net bir kalıcılık sağlamaktadır. Özellikle bir bölüme atıfta bulunmam gerekir ki Ankara Savaşı’nın nedenlerini bu zamana kadar hiçbir kitapta böylesine açıklanarak okumadım ve bu beni çok tatmin etti. Sonuna eklenen soy kütüğü kitabı okurken takıldığımız isim ve aile konularında kolaylık sağlamıştır. Ayrıca bibliyografya bizi bu kitaptan farklı yerlere götürerek farklı kapılar açmamızı sağlayacaktır. Dilsel olarak çok ağır bir kitap değil ancak kolay bir kitapta değil zira yer ve kişi isimleri çok fazla ki bu akışa mani olmaktadır. Metinde anlatılan konunun tarafsızlığı ön plandadır zira zaferlerin yanında yenilgilerden de bahsedilmektedir ki bu her tarih kitabında olmayan bir husustur. Yukarda bahsetmiş olduğumuz kitap üslup olarak çok fazla anlatılan olayları betimleme yoluna gitmeden öğretici bir üslup yoluna gitmiştir. Keyifli okumalar.. 12 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Türklerin Efsanesi, İslamın Simgesi Malazgirt Muharebesi Carole Hillenbrand, (Çev.Mehmet Moralı) Alfa Yayınları, İstanbul, 2015, 312 sayfa, ISBN: 978-605-106-969-2. Fatih ORTA∗ 1071’de Bizans ve Selçuklu ordularını karşı karşıya getiren Malazgirt Savaşı’nın günümüzde dahi büyük bir ilgiye mazhar olduğunu söyleyebiliriz. Bunun pek çok sebebi olsa da, Türk milletince Anadolu’nun fethinin bu savaşın galibiyetle neticelenmesi ile başladığı dile ∗ Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü getirilir. Gerek Batılı gerekse de Türk araştırmacılar bu savaş üzerinde durmuşlardır. Fakat ülkemizde bu savaşa dair yazılan kitaplar özellikle son üç dört yıllık süreçte ortaya çıkmıştır. 1971’de savaşın 900. yılı hatırasına armağan olarak hazırlanan ve Türk Tarih Kurumu’nca neşredilen Malazgirt Armağanı kitabı dışında konu ile alakalı olarak ilmi hüviyette kaleme alınan kitaplar son birkaç yılda neşredilmiştir. Örnek vermek gerekirse, Mustafa Alican’ın Kıyametin İlk Günü Malazgirt 1071, Muharrem Kesik’in 1071 Malazgirt Zafere Giden Yol, Erdoğan Merçil’in Alplarsan ve Malazgirt adlı editoryal kitabını zikredebiliriz. Bunların haricinde Malazgirt Savaşı’nı konu edinen pek çok edebi eser de mevcuttur. Kısacası bu konuya olan ilgi de bir azalma söz konusu olmadığı kanaatindeyiz. Edinburgh Üniversitesi’nde İslam Tarihi profesörü olarak görev yapan Hillenbrand’ın elimizdeki kitabı 2007 yılında Turkish Myth and Muslim Symbol: the Battle of Manzikert adıyla Edinburgh’ta neşredilmiştir. Yazarın ayrıca Türkçeye çevrilmiş bir kitabı daha bulunmaktadır: Müslümanların Gözünden Haçlı Seferleri (Alfa Yayınları, Çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul, 2015). Ortaçağ Türk-İslam tarihi üzerine çalışan Hillenbrand’ın elimizdeki eseri konuya -bizim için- yeni yaklaşımlar getireceğini düşünüyoruz.. Malazagirt Muharebesi adlı eser iki ana kısım (birinci kısım 5, ikinci kısım 2 bölüm), ekler, kaynakça ve dizinden müteşekkildir. Ek-A’da Mihaik Attaleiates’in kaleminden Malazgirt Muharebesi, Ek-B’de Aristakes Lastivertsi, Urfalı Mateos, Nikeforos Bryennios, Suriyeli Mikhail, el-Makin, Bar Habreus gibi Hristiyan kaynakların verdiği bilgiler ve son olarak EkC’de İbnü’l-Adim, Ali b. Münkid, Ravendi, Reşidüddin gibi ortaçağ Müslüman yazarlarının savaşa dair yazdıkları yazılar yer almaktadır. Birinci kısım birinci bölümde yazar niçin böyle bir çalışma yaptığı, Savaşın Selçuklu ve Bizans arka planı, Fatımilerin rolü, savaşın günü, seyri, sonuçları ve kaynaklar hakkında bilgi vermiştir. İkinci bölümde savaşa dair (muahrar) (Bu kelimeyi tam anlamadım) kaynakların tutumu üzerinde durulmuştur. El-Turtuşi, İbn el-Kalanisi, El-Azimi, İbn elAzrak el-Fariki, Nişapuri, İbnü’l Cevzi gibi kaynakların savaş hakkında neler yazdığı üzerinde durulduğu gibi yazılanların yorumu da yapılmıştır. Üçüncü bölümde savaşa dair 13. asır kaynaklarının ne dile getirdiğine temas edilmiştir. Bu cümleden burada El-Hüseyni, ElBundari, İbn l-Aşir, Sıbt b. El-Cevzi gibi kaynaklarda yazılanlar ve bunların yorumu yer 14 almaktadır. Dördüncü bölümde ise 14. ve 15. asır kaynaklarının savaşa nasıl bir yaklaşımda bulunduklarına değinilmiştir. Reşidüddin, Aksarayi, Hamdullah Müstevfi, Mirhand gibi History Cnitique – Issue 3, April 2016 zamanın öne çıkan kaynaklarında yer alan bilgiler değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Birinci kısmın beşinci ve son bölümünde Malazgirt Savaşı’nın dönemin kaynaklarında ne şekilde yazıldığına dair bilgiler verilmiştir. Öncelikle İslam tarihçiliğinin/tarihçilerinin anlatım özelliklerine değinilmiş ardından da Malazgirt Savaşı’nın İslam tarihçilerince hangi değerler üzerine inşa edildiğine temas edilmiştir. İkinci kısmın ilk bölümünde Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda Türklerin Haçlılar yaptıkları mücadeleler kabaca ele alınmıştır. Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi’nin Frenklerle mücadelesi, Miryokefalon Savaşı, Türk Memlukların Haçlılarla münasebetleri, Osmanlıların Niğbolu Savaşı, Varna Savaşı, İkinci Kosova, İstanbul’un Fethi, Mohaç Savaşı, Viyana Seferi (1683), Akka Savunması gibi önemli olaylar Malazgirt Savaşı düzleminden hareketle yoruma tutulmuştur. Yazarın deyişiyle “bu bölüm, özellikle İslamın Hristiyanlık karşısındaki üstünlüğünü simgeleyen Malazgirt’in süregiden rol modelliği üzerine yoğunlaşmıştır (s.217).” ifadesini takip eden son bölüm Malazgirt Savaşı’nın Türk milli kimliğinin inşasında nasıl bir role sahip olduğuna dairdir. Atatürk’ün tarihe eğilimi ve Malazgirt Savaşı’na atfettiği önemin de alındığı bu dönemde yirminci asırdaki önemli Türk tarihçiler ve Selçuklu tarihi araştırmalarının durumuna temas edilmiştir. Bu bölümün bizce en dikkat çeken tarafı Türk araştırmacıların Malazgirt Savaşı üzerine yoğunlaşmaları ve Selçuklu tarihi ile ilgileridir. Hillenbrand ayrıca bu asırda Atatürk ile Alparslan’ın mukayese edilmesi üzerinde de durmuştur. Bu bölümde ayrıca Malazgirt Savaşı’nın 900. Yıldönümü hazırlıkları da etraflıca ele alınmıştır. Hillenbrand, Malazgirt Savaşı’nın gerçekte çok büyük bir öneme haiz olduğuna ve Türklere Anadolu’nun kapısını açtığına dair görüşe şüphe ile yaklaşmaktadır. Hillenbrand, “Gibbon zamanından bu yana tarihçiler geleneksel olarak bu muharebeyi, sonrasında Bizans Küçük Asya’sının kademeli bir şekilde Müslüman Anadolu’ya dönüştüğü bir dönüm noktası olarak görmüştür (s.15).” şeklinde savaşa dair yaygın yaklaşımı belirtmektedir. Hillenbrand, bu savaşın Bizans için yıkıcı bir niteliği olmadığını ve Selçuklular için de Anadolu’yu fethetmek maksadı ile yapılmadığı kanaatindedir. Yazar, Alparslan’ın Bizans’ın doğusundaki güçsüzlüğü ve dâhili sorunlarından faydalanmadığı, aynı şekilde halefi Melikşah’ın da böyle bir gayret içinde olmadığını belirtmektedir. Hillenbrand, Cheynet’e 15 dayanarak Bizans ordusunun çok az bir kısmının savaşa dâhil olduğunu ve savaşta Bizans ordusunun az bir kısmının dağıldığını belirtir ve Alparslan’ın muharebeden sonraki ılımlı tavrını buna bağlar. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Kitapta Alparslan’ın ilk hedefinin Fatimiler olduğu, Bizans imparatoru Romanos Diogenes’in hücumu ile Alparslan’ın savaşa girmek mecburiyetinde kaldığı anlatılmaktadır. Yazar, Bizans ordusundaki Türklerin taraf değiştirmese ve ihtiyat birliklerinin firar etmese Bizans en kötü ihtimalle günü kurtarabileceğini ifade etmektedir. Yazar, Selçukluların savaşın galibini olduğunu ancak bunun rastlantısal olarak gerçekleştiğini belirtmektedir (s.32). Ortaçağ İslam kaynaklarını temel alarak eserine yön veren Hillenbrand’ın mezkur kaynaklara nasıl yaklaştığına dair bilgi vermek elzemdir. İslam tarih yazıcılığının ders verici ve Allah merkezli bir tarih modeli olduğunu (s.129) belirtmektedir. Mezkur kaynaklarda Malazgirt Savaşı’nın anlatımında en temel husus olarak savaşın İslam adına yapıldığı ve galibiyetle Hristiyanlığa darbe vurulduğuna işaret edilmektedir. Bu savaşın kazanılmasında kaynaklar, Allah’ın Alparslan’ın yanında olduğu, Alparslan’ın bir mücahid olduğu, Cuma gününün kutsiyeti, Roman Diogenes’in günahkâr olması gibi sebeplerde hemfikirdir. Malazgirt Savaşı’nda sayıları ne kadar olursa olsun Alparslan’ın ordusu Roman Diogenes’in ordusundan daha az askere sahipti. Mezkur kaynaklarda Selçuklu ordusu bir İslam ordusu olarak algılanır. Bununla beraber Hillenbrand, Alprlaslan’ın ordusunun tek bir birleşik birim gibi tanıtıldığını, Roman Diogenes’in ordusunun ise Türk, Ermeni, Frenklerden müteşekkil derme çatma bir paralı asker topluluğu olarak tanıtıldığını ve ortak dinsel amaçlarının görmezden gelindiğini ifade etmektedir (s.141). Hillenbrand’a göre Ortaçağ Müslüman kaynaklardan muharebeyi canlandırmaya çalışmak gereksiz bir umuttur (s.161). Anadolu’nun Türk yurdu olma sürecinde göze çarpan olaylardan birisi de Myriokephalon Savaşı’dır. Carole Hillenbrand’ın kanaatine göre bu savaş bir dizi önemli yönüyle Malazgirt’in tekrarıdır. Hillenbrand’a göre; “Ortaçağ İslam tarihine eğilen hem batılı hem de Türk araştırmacılar, Myriokephalon Muharebesini görmezden gelmeye eğilimlidir. Cahen bile, bu muharebeye çok az dikkat eder. Modern Türk araştırmacılar içinde, muharebede gerçekten genel bir önem gören yalnızca Köymen’dir” (s.178-79). Yazar bu savaşın tarih yazımında potansiyeli olduğunu ancak görmezden gelindiğini de ifade etmektedir. 16 Milli Mücadele’nin kazanılması ve akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dizi yenilik programlarını gerçekleştirmesi sürecinde tarihe ayrılan önem göze çarpmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün yoğun teşvikleri neticesinde tarih araştırmalarında gözle görülür History Cnitique – Issue 3, April 2016 bir kıpırdanma vardı. Türk milliyetçiliği ile Türk tarihçiliğinin birbirine paralel seyrettiği bu dönemde Fuad Köprülü bir lokomotifi andırıyordu. Hillenbrand’ın ifadesi ile Köprülü, Köymen, Kafesoğlu, Turan gibi Türk tarihçiler, Osmanlı döneminin çok kültürlü karmaşıklığı aşıp delici bir yoğunlaşmayla Anadolu’nun ilk fatihleri olan Selçuklulara odaklanabiliyorlardı (s.225). Gerçekten de cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Selçuklulara karşı bariz bir ilgi mevcuttur. Son bölümde yazar, Köymen, Kafesoğlu, Turan gibi Selçuklu tarihi mütehassıslarının Malazgirt Savaşı’na nasıl yaklaştıklarını ele almıştr. Hillenbrand’ın mevzu ile alakalı yorumu ise şöyledir: “Selçuklular üzerine kimi Türkiyat araştırmalarında görülen farklı, ama aynı ölçüde üzüntü verici eksiklik de açık şovence yaklaşımlardır; bu eğilimin en belirgin örneği, Turan’ın Selçukluların dünyayı fethetmek üzere ilahi bir vekâlete sahip oldukları temasını incelemesinde görülür, bu tutum Amerikalı İslam tarihçisi Stephen Humphrey tarafından eleştirişmiştir.” (s.231). Carole Hillenbrand’ın elimizdeki eseri Orta Çağ İslam kaynakları temel alınarak hazırlanmış, ayrıca yer yer Bizans kaynaklarının da şahitliğine başvurulmuştur. Savaşı takip eden yıllardan Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğumuz yıllarına kadar Malazgirt Savaşı’nın İslam ve daha sonra Türk kaynaklarda nasıl yorumlandığı üzerinde durulmuştur. Kanaatimizce böyle bir çalışma daha evvel literatürümüzde mevcut değildi. Eserde yer yer bizim yıllardan beri alışageldiğimiz söylemlere/bilgilere muhalefet edilmesi dikkat çekse de savaşın niteliğine ve sonuçlarına dair önemli yorumlar içermektedir. Ayrıca zengin ve doyurucu bir kaynakçaya da sahip olması kıymetini arttıran hususiyetlerden bir tanesidir. 17 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Modern Dünya Sistemi, 3. Cilt, Kapitalist Dünya Ekonomisinin Büyük Yayılımının İkinci Evresi, 1730-1840, Immanuel Wallerstein, (çev. Latif Boyacı). İstanbul, Yarın Yayınları, 2011, 375 sayfa, ISBN: 605-4195-54-1. Abdullah KÖKTÜRK ∗ Immanuel Wallerstein dört ciltlik Modern Dünya Sistemi kitaplarında dünyanın onaltıncı 18 yüzyıldan başlayarak uluslararası işbölümü ile karakterize edilen bir ekonomik sistemi yaşadığını savunmaktadır. “Modern Dünya Sistem”in kökeni Wallerstein’a göre, onaltıncı ∗ Piri Reis Üniversitesi Öğretim Görevlisi, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Doktora Öğrencisi, [email protected] History Cnitique – Issue 3, April 2016 yüzyılda Batı Avrupa’da yaşanan değişim ve dönüşümlerdir. Bu sistem temelde büyük değişiklikler yaşamadan günümüze kadar devam etmiştir. Sanıldığı gibi "kapitalist" olan devletler değil, sistemin kendisidir. Tek tek ülkeler, dünya-sistemi içinde belirli işlevleri yerine getirir. Uzun dönemli ekonomik, toplumsal ve ideolojik eğilimleri incelemeden toplumsal gerçekliği anlamamız hayli zordur. Daha önce incelenen birinci ciltte 1 Wallerstein’ın uzun onaltıncı yüzyıl dediği 1450-1640 yılları arasında modern dünya sisteminin temel ekonomik ve siyasal kurumlarının oluşması hikâye edilmişti. Daha sonra incelenen ikinci ciltte 2, 1600-1750 yılları arasında modern dünya sisteminin kapitalizme geçişte yaşadığı sıkıntılar anlatılmakta, bütünleşen dünya kapitalizminin bu sorunlara verdiği cevaplar araştırılmaktaydı. Burada incelenecek üçüncü ciltte ise, sanayi devriminin üretim süreçlerine etkileri, İngiltere’nin modern üretim tekniklerini ve donanmasını kullanarak kurduğu hegemonya ve sebep-sonuçları ile Fransız devrimi analiz edilmektedir. Bu kitapta ayrıca Rusya, Hindistan ve Osmanlı imparatorluğu gibi ülkelerin modern dünya ekonomisine, yani dünya kapitalist sistemine katılmaları konu edilmektedir. Kitap, onsekizinci yüzyılın son evresinden başlayarak İspanya, Portekiz, İngiltere ve Fransa’nın Amerika kıtasından çekilmesinin incelenmesi ile son bulmaktadır. Bu kitapta da son yüz sayfa kaynaklara ayrılmış ve nerdeyse her sayfanın yarısı dip notlardan oluşmaktadır. Eğer her dip notu okumaya kalkar iseniz, her Wallerstein kitabı gibi okumakta zorlanabilirsiniz. Benim tavsiyem zorunlu olmadıkça dip notlara dönmemenizdir. Zaten bilhassa araştırmacıların okuyacağı bir kitap olduğundan derinlemesine araştırdığınız ve ilgilendiğiniz bir konu ise ise dip not ve kaynaklara tekrar dönmeniz en doğru seçenek olacaktır. Kitabın birinci bölümünün başlığı “Sanayi ve Burjuvazi”dir. Bu bölüm Sanayi devriminin nedenleri ve tanımlanması ile başlamakta ve devrimin ilk olarak İngiltere’de başlamasının sebepleri incelenmektedir. Wallerstein her zaman yaptığı gibi bir çok araştırmacının bu konudaki görüşlerini aktardıktan sonra, bunun sebeplerini; makineleşmeyi ve proleterleşmeyi sağlayan artan talep, makineleşmeyi mümkün kılan yeterli sermaye birikiminin bulunması, 19 Abdullah Köktürk, Kitap İncelemesi, Modern Dünya Sistemi, 1. Cilt, Kapitalist Tarım ve 16. Yüzyıl’da Avrupa Dünya Ekonomisinin Kökenleri, http://tarihkritik.com/pdf/sayi_1/sayi01_03_modern.pdf (27.03.2016) 2 Abdullah Köktürk, Kitap İncelemesi, Modern Dünya Sistemi, 2. Cilt, Avrupa-Dünya Sisteminin Pekiştirilmesi ve Merkantelizm, 1600-1750, http://www.tarihkritik.com/pdf/sayi_2/sayi02_02_modern.pdf, (Erişim Tarihi: 27.03.2016) 1 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 demografik devrimi mümkün kılan ve toprak-kira ilişkilerinin gelişimini sağlayan tarım devrimi olarak izah etmektedir (s.16). Toprakların birleştirilerek küçük çitçilerin toprağı terk etmesine neden olan “çitleme” uygulaması ve tarımdaki düzenlemeler ile köyden şehre/sanayiye işgücü kaydırılması, nüfus artışı, sanayi devrimine devletin yardımı da ayrı ayrı incelenmektedir (s. 25-30). Üretim sürecinin zorlaması ile çırçır makinesi, mekik, iplik eğirme makinelerinden buhar makinelerine kadar çeşitli icatlarla tekstil endüstrisinde büyük gelişmeler yaşanmıştır. Yine demir ve çelik sanayindeki gelişmeler demiryollarının gelişimine, buhar kazanındaki gelişmeler de başta kömür olmak üzere enerji sektöründe gelişmelere yol açmıştır. Teknolojik gelişmeler bilhassa tekstil endüstrisinde dışarı iş verme sisteminin sona ermesine ve büyük fabrikaların kurulmasına yol açmıştır. Yine bu gelişmeler üretim ilişkilerinde büyük değişikliklere sebep olmuştur. Dış ticarette görülen ise hammadde ithalinin artması ve mamul mal ürünlerinin ihracı ve yeni pazarlar ihtiyacıdır (s. 34-39). Wallerstein birinci bölümün sonunda Fransız Devrimini incelemeye başlar. Ona göre Fransız Devrimi “senyörlük sistemini ve feodal toplumun ayrıcalıklı sınıflarını ortadan kaldırması açısından burjuva, kapitalist toplumun gelişimine işaret eder” (s. 47). Ancak devrimi aristokratlar başlatmış ve halk tamamlamıştır. 1789’da burjuvazi halk güçlerinin desteği ile liderliği aristokrasiden almıştır (s. 49). Ancak Fransız Devrimindeki köylü ayaklanmalarının siyasi sonucu, “liberal parlamenter” bir rejimden çok merkezi ve bürokratik bir devlet olmuştur. (s. 61) Wallerstein’a göre; Fransız Devriminin burjuva devrim olarak görülmesinin bir nedeni de, Rus Devrimini proleter devrim olarak görebilmek içindir. Wallerstein, “Rus Devrimi’nin totaliter devrim görüntüsünü yok etmek için Fransız Devrimi’ne liberal bir devrim görüntüsü yaratmaya çalışmanın da bir anlamı olmadığına inanıyorum” diyerek Rus Devrimini suçlamayı da ihmal etmemektedir (s. 62). Wallerstein, Tocqueville’i de tanık göstererek Fransız Devriminin temel ekonomik ve siyasi dönüşüme işaret etmediğini belirtir. Ona göre; “Fransız Devrimi daha ziyade, kapitalist dünya ekonomisi açısından, ideolojik üst yapının sonunda ekonomik tabanı yakaladığı bir andı. Geçişin nedeni ya da gerçekleşme anı değil, onun nedeni idi” (s. 64). İkinci bölüm “Merkezde Mücadele (1763-1815)” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde 20 onsekizinci yüzyıl sonunda İngiltere’nin Fransa karşısında sağladığı rekabet üstünlüğü ve bunun nedenleri incelenmektedir. İngiliz sanayinin üretim maliyetleri 1790’dan sonra hızla düşmeye başlamıştır. Bunun bir sebebi, İngiltere’nin hammaddeyi Avrupa dışı koloni History Cnitique – Issue 3, April 2016 pazarlarından çok ucuza sağlamasıdır (s.81). Fransız iç pazarının cazibesi de tam tersi olarak dış pazarda rekabet için teknolojik yeniliklerden uzak tutmuştur. Fransa’nın Amerikan Devrimini desteklemesi çok büyük maliyet getirmiş ve Fransız Devriminin sebeplerinden birini oluşturmuştur (s.91). Amerika’da savaşı kaybeden İngiltere ise bu sefer hiçbir yönetim gideri olmadan Amerikan ticaretini ele geçirmiş ve ekonomik olarak bu durumdan kazançlı çıkmıştır (s.94). Fransa 1786’da İngiliz mamul maddelerinin etkisini küçümseyerek İngiltere’yi bir serbest ticaret antlaşması yapmaya ikna etmişti. Fransızlar şarap gibi tarım ürünleri, lüks kumaşlar, ipek, cam eşya ihraç edecek, buna karşı İngilizler kaba İngiliz pamuklusu, çanak çömlek satacaktı. Durum Fransızların beklediği gibi olmamış, İngilizler bir miktar daha fazla şarap almış ancak bu hiçbir zaman çok fazla olmamıştı. Ancak Fransız pazarı halkın çoğunun kullandığı İngiliz pamukluları ile dolmuş, Fransa’da yüzbinlerce işçi işiz kalmıştır. 1789’a kadar fiyatlarındaki düşüşler sonucu şarap üreticileri alım güçlerinin yüzde kırkını yitirmişlerdi. Bunun yanında tahıl ve ekmek fiyatlarında oluşan yüksek fiyatlar da Wallerstein’e göre ihtilâli ateşleyen nedenlerden biri olmuştur (s. 105). 1786 antlaşması 1793 de Konvansiyon tarafından resmen reddedilmiştir (s. 110). Wallerstein, Fransız ihtilâlinin bir “burjuva devrimi” olduğu konusundaki yorumlara eleştiri getiren A. Mathiez’e gönderme yapar. Mathiez, çalışmasında, 1789’da mutlak monarşinin gücünün zaten sınırlı olduğunu, senyörlerin kamusal bütün güçlerini devlete kaptırmış durumda olduklarını, serfliğin fiili olarak ortadan kalktığını, ticaret ve endüstri onsekizinci yüzyıl boyunca geliştiği için burjuvazinin de bildiğimizden daha az muhalif olduğunu savunmaktadır (s.113). Wallerstein bunun üzerine şu soruyu sorar; “o zaman Fransız Devrimi nedir?” (s. 123). İhtilal üç şeydir ona göre. Bir tanesi; İngiliz devletinin ekonomik hegemonyasına karşı Fransız devletini reformlara zorlamak için yapılan bilinçli bir girişimdir. Ancak bu reformlar hedefine ulaşamamış ve İngiliz liderliği artarak devam etmiştir. İkincisi; ihtilal modern dünya sistemi tarihinde ilk kez kamu düzeninin çökmesine yol açan sistem karşıtı (anti-kapitalist) koşulları ortaya çıkarmıştır. Ve daha sonraki sistem karşıtı hareketlerin manevi temeli olmuştur: Ancak bu, ihtilalin burjuva devrimi olduğunu değil, olmadığını gösterir. Üçüncü olarak; ihtilalin bir sonucu da feodal ideolojinin hala 21 devam ettiği bir kapitalist dünya ekonomisinin feodalizm ile bağlarını koparması olmuştur. Ancak bu da, bir burjuva kapitalist devriminin başlangıcına değil, onun tam olarak olgunlaşmasına işaret eder (s. 124). İhtilalin ardından kilise mallarının kamulaştırılması Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 kilise mülkü olan binaların fabrikalara dönüştürülmesine yaradığı için Fransa’nın endüstrileşmesine katkıda bulunmuştur (s.128). Napolyon dönemi, ihtilalin ardından başlamış olan korumacılık yasalarının korunduğu ve bunlara yenilerinin eklendiği bir dönemdir. Fransa’nın bu dönemdeki en büyük hedefi İngiltere’nin dünya hegemonyasını önlemek olmuştur. Bunu sağlamak için Avrupa’daki mamul malların çıkış noktalarını kapatmak ve İngiltere’nin hammadde ithalatını engellemek amaçlanmıştır (s.130). Ancak Napolyon Savaşlarının sona ermesi ile Fransa’nın planladığının aksine, İngiltere’nin dünya sistemi hegemonyasını ele aldığı görülmüştür. İngiltere 1783-1816 yılları arasında, Yeni Zelanda, Malta, Seylan. Mauritius adaları dâhil bilhassa Pasifik Okyanusu’nda birçok adayı ele geçirerek dünya gücünü pekiştirmiştir (s. 135). Üçüncü bölüm dünya ekonomisinin periferisinde ve dış alanında bulunan Rusya (Avrupa bölgesi), Osmanlı İmparatorluğu (Rumeli, Anadolu, Suriye ve Mısır), Hindistan alt kıtası ve Batı Afrika’nın (kıyı bölgeleri) kapitalist dünya ekonomisinin üretim süreçlerine katılımı ile ilgilidir. İngiliz yönetimi altında Hindistan ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısında indigo, ham ipek, pamuk ve afyon ihraç ediyordu. İlk iki ürün Avrupa’ya giderken, pamuk ve afyon Çin’e gidiyordu (s.154). Osmanlı İmparatorluğu ise 1750 dolaylarında dünya ekonomisi ile bütünleşmeye başlamıştır. Onsekizinci yüzyılın sonuna doğru Balkanlar Fransız pamuk endüstrisinin temel tedarikçisi durumuna gelmiş, ondokuzuncu yüzyılda Fransızların yerini İngiliz ve Avusturyalılar almaya başlamıştır. Ancak Amerikan ve Mısır pamuğunun rekabeti ile karşılaşan Anadolu pamuğunun rolü azalmaya başlamıştır. Rusya’nın Avrupa ile ticareti 1750-1850 yılları arasında çarpıcı bir yükseliş yaşamıştır. Genel hammadde ihracatçısı olan Rusya’nın ihraç malları Fransa tekstil sanayi için kendir ve ketendi. İngiliz teknolojisi çökertene kadar demir endüstrisi de önemli ihraç malları arasında yer almıştır. Daha sonra demirin yerini buğday alacaktır (s.155-156). 1761’de Fransızların Osmanlı İmparatorluğu’ndan ithal edilen pamuk ipliğine yüksek bir gümrük duvarı koyması Osmanlı genç sanayisi için sonun başlangıcı olmuştur. 1838 İngiliz Ticaret Antlaşmasının etkisi ile 1862’de Osmanlı artık bir imalat ülkesi değildir. Suriye’de ise imalat sanayinin çöküşü 1820’lerde başlamış ve 1840’larda Halep ve Şam’da süreç 22 tamamlanmıştır. İngiliz antlaşması şartlarının dayatılması sonucu 1841’de Mısır’da fabrikalar çürümeye terk edilmiştir (s.166). History Cnitique – Issue 3, April 2016 Onsekizinci yüzyılda Batı Afrika sanıldığının aksine endüstriden yoksun değildi. 1750’den önce Gine’de yerel pamuklu kumaşlar İngiliz mamullerinin rekabetine direnebiliyordu. Batı Afrika’da tekstil yanında, demircilik ve demir dökümü on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’dan gelen ithal ucuz ürünlerle yok edilmiştir (s.168). İngiltere’nin dünya sistemi üzerinde hegemonya kurmasında kullandığı araçların anlaşılabilmesi açısından Çin ile yaptığı çay-pamuk-afyon ticareti (veya Hindistan-ÇinBritanya) üçgeninin incelenmesi önemlidir. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi Çin’den çay alıyor ve bunu gümüş ile ödüyordu. Bu alımlar bir ara o kadar arttı ki gümüş yetiştiremez oldu. İngilizler Avrupa’ya gönderilmesi çok ekonomik olmayan Hint pamuğunu Çin’e ihraç edip çay paralarını bu yolla ödeme yolunu buldular. Anacak Çin’in pamuk talebi daralınca İngilizler pamuğun yerine geçecek yeni bir ürün keşfettiler. Bengal’de yetişen Hint afyonu. Bir süre sonra Çin’in afyon ithalatı o kadar arttı ki İngilizlerin çay için ödediklerinin çok fazlası İngilizlere geri akmaya başladı. Bunun sonucu afyon savaşlarıdır (s.184-185). Wallerstein bu bölümde ayrıca İslam dünyasında onsekizinci yüzyılda Sufi tarikatların dirilmesini de ele almaktadır. Bu dirilişin sebebi ona göre, Hıristiyan Avrupa yayılmacılığının neden olduğu tehdit hissi ile Moğol, Safevi ve Osmanlı İmparatorluklarının çöküş sürecidir (s. 185). Bölüm sonunda Osmanlı İmparatorluğunun reform hareketlerine rağmen çöküş süreci ile, Çar Peter (Petro) ve Çariçe II. Catherine (Katerina) dönemindeki Rus modernleşmesi analiz edilmektedir. Üçüncü cildin “Yerleşimcilerin Amerika Kıtasındaki Sömürgelerden Çekilmesi” adını taşıyan son bölümü, İspanya, İngiltere, Portekiz ve Fransa’nın Amerika kıtasından çekilmelerinin öyküsüdür. Ondokuzuncu yüzyılın ortasında Amerika’nın yarısı Avrupa sömürgeleri, diğer yarısı ise kapitalist dünya-ekonomisinin dışında kalan bölgelerdir. Süreç içinde Amerika kıtasının dekolonizasyonu Avrupalı yerleşimcilerin himayesinde gerçekleşmiştir. Yine bu süreçte, sömürgeler bağımsız egemen devletlere dönüşmüş ve devletlerarası sistem yeniden şekillenmiştir. Bu dönüşümde Amerikalı yerliler ve siyahlar yeni egemen devletlerin çoğunda nüfusun büyük kısmını oluşturmalarına rağmen –Haiti hariç- dışarıda bırakılmışlardır. 23 Modern Dünya Sistemi kitaplarının bu incelediğimiz üçüncü cildinde İngiltere’de başlayan sanayi devrimi, Fransız İhtilâli ve İngiltere’nin hegemonya kurma süreci incelenmiştir. Wallerstein’ın de dediği gibi, onsekizinci yüzyılda ne sanayi devrimi, ne Fransız İhtilâli, ne de Amerika’daki bağımsızlık savaşı dünya kapitalist sistemine önemli meydan okumalar Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 değildi. Aksine bunlar sistemin daha da güçlenmesini temsil ediyorlardı. Halk güçleri baskı altına alınmış ve siyasi güçleri kısıtlanmıştı. On dokuzuncu yüzyılda bu güçlerin halefleri hatalarından ders çıkararak daha düzenli ve sistematik, tamamıyla yeni bir mücadele stratejisi oluşturacaklardır. Okumaya başladığımız dördüncü cilt 1789-1914 arasında bu mücadeleleri anlatmaktadır. 24 History Cnitique – Issue 3, April 2016 İmparatorluk: Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi Niall Ferguson, (Çeviren: Nurettin Elhüseyni) İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 3.bs., 2015, 391 Sayfa, ISBN:978-975-08-1974-2 Hakan ŞAHİN * Britanyalı tarihçi, halen Harvard Üniversitesi profesörlerinden Niall Ferguson’un YKY’den 3. baskısı geçtiğimiz Mart’ta çıkan “İmparatorluk” adlı kitabı “Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirmesi” alt başlığını taşıyor. Çalışma, modern dünyanın oluşumunda İngilizlerin rolünü ve “yağmurlu bir takımadanın dünyaya nasıl hükmettiğini” açıklamayı 25 hedefliyor. Kitabın ilk bölümünde, Britanya’nın öncelikle bir ekonomik olgu olarak başladığına ve gelişimine ticaretin ve tüketiciliğin güç verdiğine, ikinci bölümde, daha önce * Dr., Serbest Araştırmacı Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 dünyada benzeri görülmemiş bir göç şeklinde Britanyalıların dünyanın dört bir yanına dağılması olarak ortaya çıkan İngiliz sömürgeciliğine değiniliyor. Dinsel mezheplerin Britanya nüfuzunun yaygınlaşmasındaki yerine değinen bölümden sonra dördüncü bölümde dikkatler dünyaya bu denli yayılmış bir yapıyı yöneten İngiliz bürokrasisine çekiliyor. İmparatorluğun askeri boyutuna odaklanan altıncı bölümün ardından, son bölümde yazarın deyimiyle “daha acımasız rakip imparatorluklarla” karşılaştığı 20. yüzyıldaki rolü ele alınıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, 1959’da Londra’ya ziyareti sırasında arkadaşı Hüseyin Tahsin Salor’a yazdığı bir mektupta “İngiliz santimantalitesinin bir tarafını bu imparatorluk kaygısı demeyeceğim, gururu yapıyor” der. 1 Bu incelemede, kitabın çok zengin tarihsel ayrıntılarla bezeli bu bölümleri okuyucuya bırakılarak, kitabın bütününe rengini veren İngiliz aklına/tavrına yahut Tanpınar’ın deyişiyle gururuna bir miktar değinilecektir. Kitapta bunun açıkça ve yekpare bulabileceği yer ise yer ise yazarın “içten”den çok “cüretkâr” bir şekilde kaleme aldığı Giriş bölümüdür. Bu bölüm, kitapta İngiliz şecaatinin nasıl arz edileceğine dair bir hülasa ve ona bir mukaddime olarak da okunabilir. Ferguson, Britanya’nın cesametini okuyucuya anlatmaya kendi ailesinden başlıyor. Ailenin coğrafi yayılmışlığının biriktirdiği müktesebatın kendisi kadar okuyucuyu da etkileyeceğini umuyor. Bu minvalde, dedesi John, Ekvador’daki yerlilere hırdavat ve kaçak viski satmış; saldırıya geçen uçaklara ve bunaltıcı sıcağa dair hikâyelerini dinlerken duyduğu heyecanı hala hatırladığı diğer dedesi Tom, Kraliyet Hava Kuvvetlerinin bir pilotu olarak Hindistan ve Burma’da bulunmuştur. Meslek hayatına Kraliyet Donanmasında başlayan amcası Ian, Kalküta’da mimar ve “gurbetçi maceraperestliğin sembolü”dür. Babası Kenya’da hekimdir. Bu yüzden çocukluk anılarını sömürge Afrikası süslemiştir: “Avlanan çitaların görüntüsü, şarkı söyleyen Kikuyu kadınlarının sesi, olgunlaşmış mangonun kokusu.. Glasgow’a döndükten sonra bile, oradan getirip kanepeye serdikleri antilop postu, duvarda Masai savaşçının portresi, kız kardeşinin ve kendisinin zebra derisinden bavulu, Mombasa’dan alınmış cicili bicili bir sepet, gnu tüyünden yapılı bir sineklik, oyma tahtadan bir suaygırı, afrikadomuzu ve aslan figürleri..” Bütün bunlar evi sömürgecilik sonrası dönemin küçük bir müzesine dönüştürmüştür. 26 Yazara göre, iki büyük dünya savaşına ve onca tasfiyeye rağmen İmparatorluk (Britanya İmparatorluğu) halen devam etmektedir. Nitekim bir İngiliz dostu Hindistan’dan şöyle 1 Zeynep Kerman (haz.), Tanpınar’ın Mektupları, Dergah Yayınları, İstanbul, 2012, s.98 History Cnitique – Issue 3, April 2016 bahsetmiştir: “Ayrıldı, ama hâlâ saatini Big Ben’e göre ayar ediyor.” Peki ya Hindistan’ın maruz kaldıkları? İşte giriş bölümünün ana teması aslında tam da budur. Kitabın tümü boyunca da yazar bu sorunun belirlediği bir eksende dolaşacaktır. 1982’de Oxford’a girdiğinde, üniversitenin “Bu kurum sömürgeleştirmeyi esefle karşılamaktadır gibisinden” bir önergeyi tartışmakta olduğuna tanık olan Ferguson, bir refleksle bu fikre karşı çıkacaktır. Konuyu “ciddi” olarak incelemeye başladığında ise fikri değişecek ve “ailemle birlikte acınacak ölçüde yanıltıldığımızı anladım… İmparatorluk sonuçta tarihin Kötü Şeylerinden biriydi” diyecektir. Yukarıda “cüretkâr” denilirken neyin kastedildiği anlaşılmış olmalıdır. Burası, nüktedan Ferguson’un bu kitapta Britanya’nın aslında tarihin Kötü Şeylerinden biri olmadığını anlatacağını söylediği yerdir. Peki ya öyle değilse, nedir? Yazara göre, Hindistan olsun Britanya’nın sömürdüğü diğer toplumlar ve topraklar olsun, Britanya “bir güç tarafından kollanmamaları halinde kolayca yağmacılığa ve haksızlığa maruz kalabilecek” toplumlara daha önce hiçbir devletin bağımlı bir halka sunmadığı bir yönetim sağlamıştır. Ferguson, John Stuart Mill gibi “Hindistan’daki Britanya yönetiminin insanoğlunca bilinenler içinde sadece niyet bakımından en halisane değil, tatbikat bakımından da en faydalılarından biri olduğunu” savunmadığını söyledikten sonra, “ama” der, “tarihte hiçbir düzen 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Britanya İmparatorluğunun başardığı ölçüde malların, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımını ileriye götürmediği ortadadır. Batı’nın hukuk, düzen ve yönetim normlarının evrensel hale gelmesinde başka hiçbir milletin onlar kadar payı yoktur.” Başka bir deyişle yazar, İmparatorluğunun günahları olduğunu “elbette” kabul etmekte, ama hemen ardından, “İmparatorluğun olmadığı bir dünyayı hayal etmek öğreticidir” diyerek, “biz olmasak ne olurdu, bir düşünün” demeye getirmektedir. Bunu yaparken verdiği kimi tarihsel örneklerle ise sadece Hindistan’a yahut Afrika’ya hücum etmekle kalmıyor, örneğin Hollanda veya ABD’yi de tartışmanın içine çekiyor: “Britanya olmasaydı Kalküta diye bir yer olmazdı. (…) Eğer Hollanda 1664’te İngilizlere teslim etmiş olmasaydı, Nieuw Amsterdam acaba bugün bildiğimiz New York olur muydu?” “Evet, tiksindirici bir ırk ayrımcılığını uzun yıllar sürdürdü, evet, köleler edinmek ve 27 sömürmek için uğraştılar, 1857’de Hindistan, 1831 ve 1865’te Jamaika, 1899’da Güney Afrika emperyal otoriteye kafa tuttuğunda Britanya’nın gösterdiği tepki vahşiceydi. Kıtlık 1840’larda İrlanda’yı, 1870’de Hindistan’ı vurduğunda aldırışsızlardı” şeklinde sıraladığı kabulleri okurken, okuyucu “şimdi içten bir açıklama gelecek” şeklinde bir beklentiye Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 girebiliyor. Gelen açıklama ise soğukkanlı ve asimetriktir: “Ama tarihte hiçbir düzen malları, sermayeyi ve işgücünün serbest dolaşımını Britanya kadar ileri götürmedi.” Ferguson, 1982’de Oxford’a gittiğindekine benzer bir tutumu ve aklı muhafaza etmiş görünüyor. Dilinde bilgi var, hikmet yok; kabul var, özür yok. Çünkü Ferguson bilimadamı soğukkanlılığı ile yaklaşıyor ve okuyucunun hem duygusallığı hem de ahlaksal bir tartışmayı bir kenara bırakmasını salık veriyor. Kim bilir, belki de içine atıyordur. Yukarıda zikredilen mektubun devamında Tanpınar şöyle diyecektir: “İngilizlerin de kendilerine göre dertleri olacak ki, saat beş dedi mi halk meyhanelerin kapısında kuyruk yapıyorlar. Ve meyhanede baş başa verip konuşan iki İngiliz kadar dokunaklı şey azdır.” 2 Britanya İmparatorluğu’nu savaşlar ve siyaset ekseninden ziyade bir yandan sermaye akışı ve ticaret açısından ele alan, bir yandan da kişisel tarih kayıtlarına ve kültürel oluşumlara yer veren bu kitabın belki de en zayıf noktası, Britanya’nın kolonilerine, buralarda yaşayan insanlara ve onların yaşam tarzlarına karşı yıkıcı bir politika ve uygulamalar gütmediğine ilişkin tartışmalı iddiasıdır. Kendisi kitapta bu kelime ile ifade etmese de, eğer “iyi imparatorluk” diye bir kavramdan söz edilecekse Ferguson bunun Britanya İmparatorluğu olduğunu ima etmektedir. Yine de kitap, bu iddiasını desteklemek için yararlandığı kaynaklar ve verdiği örneklerin zenginliği bakımından bilgi yüklü bir çalışma. Anlatım tarzı olarak ortalama bir tarih okurunun sayfalarında gezineceği bir tarih kitabı. Çevirisi de gayet başarılı. Bu kitabın, sömürülen ve sömürgeleştirilen toplumların nasıl yönetildiğini, nasıl ve nerede hata yaptıklarını anlamak bakımından mutlaka okunması gereken bir çalışma olduğunu söylemek yerinde olacaktır. 28 2 Kerman, s. 98. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Vidin Kalesi Tuna Boyu’ndaki İnci, Mahir Aydın İstanbul, Ötüken Neşriyat., 2015, 232 sayfa, ISBN:978-605-1552-57-6. Ahmet Cengiz KARAGÖZ Osmanlı tarihini incelemek isteyenlere temel bir usul öneren bu kitapta yazar Mahir Aydın kendi ifadesi ile Osmanlı’nın imparatorluk çarkını, Vidin penceresinden görmeye çalışmıştır. Kitabın; 1690-1830 yılları arasındaki Osmanlı Devleti kronolojisinin ve bu dönem Avrupa haritasının el altında bulundurularak okunması tavsiye edilir. Sunuş ve girişi takiben dört bölüm, sonuç, kaynakça ve dizinden oluşan kitapta sunuş; Vidin 29 Kalesi hakkında merak uyandıran ikinci paragrafı ile okuyucuyu cezbetmektedir. Girişte ‘’Avrupa’nın Amazonu’’ olarak tanımlanan Tuna nehri; Tuna Boyu: Kendini Aşan Nehir başlığı ile ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Birinci bölüm; Kale Binası: İnsan Kokulu Taşlar Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 başlığı altında kalenin fiziki yapılarını, ikinci bölüm; Kale Yönetimi: Sorumluluğu Ortak Taşıyanlar başlığı altında kalenin yönetiminde etkili makamları, üçüncü bölüm; Kale Askeri: Ekmeğini Silahtan Kazananlar başlığı altında kalenin savunmasında görev alanları, dördüncü bölüm ise Kale Hayatı: Savaşın Gölgesinde Yaşayanlar başlığı ile sivil hayatı incelemiştir. Sonuç kısmında yazar; günümüze kadar Osmanlı İmparatorluğunun taşrası ile ilgili önemli çalışmalar yapılmış ise de bunun henüz yeterli düzeyde olmadığı kanaatindedir. Bu kısım günümüze de ışık tutabilecek önemli mesajlar vermektedir: Genç Osman’dan 200 yıl sonra gerçekleştirilmeye çalışılan yeniden yapılanma çok gecikmiş olduğundan imparatorluğun cazibesini yitirmesine, ortak çıkar şemsiyesi olan devletin taşradan başlayan ayaklanmalarla gerilemesine, yenileşme hamlelerinin de anlamsızlaşmasına sebep olur. Yazarın son sözü ‘’imparatorluk kavramını bir cirit değneği gibi atıp tutanlaradır’’ ve en önemli mesajıdır; yazarın ifadesi ile ‘’imparatorluk; ardından özlem gözyaşı dökülen ve dar zamanlarda, kudretinin nostaljisine sığınılan, bir kahramanlık öyküsü değildir. Bin yılda bir zor görülen bu baht yıldızı, ancak kendi yapısı gibi, disiplinler arası yaklaşım ile anlaşılabilen, tarihsel bir armağandır. Bunun kolay olduğunu sananlar, yalnız imparatorluk kuranları değil, onun egemenlik şemsiyesi altına girenleri de, bugün imkânlarından yararlandığı kendi devletini de en hafif deyiş ile küçümsemiş olurlar.’’ Denilebilir ki Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş döneminde Avrupa’daki her bir serhat kalesinin temelli kaybı, sebep sonuç ilişkileri bakımından nerdeyse imparatorluğun çöküşüne dair bir numunedir. Kitap bu gözle okunmalı ve irdelenmelidir. Kitap; dönemin Vidin Kalesi’nin maddi gerçeklerini sayısal tablolara ve metinlere istinaden okuyucuya sunan üslubu itibariyle ancak yazardan alıntılar ve sonunda belki kısa bir yorumla özetlenebilecek türden olduğundan özet; bu metodu takip etmektedir. Tuna Boyu: Kendini Aşan Nehir ‘’Yeryüzünde hiçbir nehir, Tuna kadar ülkeler arası renklilik taşımaz. Yüzyıllar boyunca Avrupa kıtasının doğasını ve uygarlığını etkilemiştir. ‘’Avrupa’nın Amazonu olarak da tanımlanan bu çok özellikli nehir, Karaorman’dan Karadeniz’e uzanan 3 bin kmlik yolculuğunda hep aynı duruşu göstermez. Alpleri aşamayan 30 yağmur bulutları yüzünden, bir gecede 10 m yükselirken, taşkınlardan oluşan küçük su havzaları, balık, kuş ve ağaç türleri için, zengin bir hayat kaynağı olur. Bir zamanlar ince History Cnitique – Issue 3, April 2016 donanmanın hükümran olduğu bu su yolu, 18 inci yüzyılın başında, daha çok ulaşım ve ticaretle gündemdedir.’’ ‘’Tuna’nın sağ kıyısını, imparatorluğun genel bütünlüğü, sol kıyısını ise, özel Eflak ve Boğdan toprağı oluşturur….’Kimi zaman beri yaka, Türk yakası veya İslam yakası olarak da isimlendirilir.’’ ‘’Tuna Nehri ve ona katılan akarsular, Vidin Kalesi için de çok yönlü önem taşır. Bosna’dan başlayıp; Belgrad ve Vidin üzerinden İstanbul’a uzanan canlılık, konunun ilk göze çarpan özelliğidir.’’ ‘’Belgrad ve Vidin gibi iki büyük kalenin Tuna boyunda yer alması, ulaşım yoğunluğu için yeterli bir gerekçedir… Bu büyük ve geniş kapsamlı ulaşım, her iki yönde de yapılır. Ancak temel kurumların başkentte bulunması; top, cebe, humbara, barut ve kurşun türü, temel ihtiyaçların da buradan karşılanmasını gerektirir… Bu ulaşımın başlangıç noktası Tophane’dir.’’ ‘’Tuna’nın ulaşım işlerliği gibi, toprağın verimli oluşu da, bölgeyi ticaret yönünden zirveye taşır. Bu konuda bilinen en büyük örnek, Valide Turhan Sultan’ın 1664’de yaptırdığı ve İstanbul’daki Yeni Cami bitişiğindeki Mısır çarşısıdır. ‘’Kış geldiğinde Tuna’da, buz mevsimi başlar ve hayat durur… Bu yüzden ulaşımın, Kasım’dan önce yapılmasına büyük özen gösterilir. Bölgeye gönderilen fermanlar sık sık, Tuna’nın donması yaklaşıyor uyarısında bulunulur.’’ ‘’Tuna donanmasına, Tuna Kaptanı kumanda eder… Savaş döneminde ince donanmaya kumanda etmesinden dolayı, Tuna Muhafızı veya Tuna Başbuğu olarak da anılır… Tuna kaptanı, daha çok büyük çaplı işleri yürütmekle görevlidir. Bu konuda; Tuna iskelelerinde gemi yapımı, orduya malzeme taşınması için tüccardan gemi kiralanması ve gemi ulaşımının düzgün yapılması sayılabilir. Ayrıca mevsiminde, başkentin yiyeceği için iskelelerde alım yapmak, bu konuda karaborsayı önlemek, Tuna Boyu palangalarına dizdar önermek, kale envanteri için başkentten gelen denetçiye eşlik etmek ve kale onarımı sırasında işin başında durmak da Tuna Kaptanı’nın sorumluluk alanıdır. ’’ 31 ‘’Bir iskeleye bağlı gemiler, gemiler kethüdası olan ağanın gözetimindedir. Bu ağa, iskele kaptanı unvanı ile anılırken, 1800’lerin başında liman reisi olarak adlandırılır… Bunlar öncelikle kendi iskelesine bağlı gemilerin işleyişinden sorumludur. Ayrıca Tuna’dan geçişi Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 engelleyen baltalıkları temizler, transit geçen gemiyi öteki iskeleye ulaştırır ve hatta kale onarımlarına bile destek verir. ’’ ‘’Tuna’nın ülkeler arası konumu, gümrük uygulamasını da zorunlu kılar. Bu nedenle her büyük iskelede, bir gümrükhane bulunur. Buranın en üst düzey yetkilisi gümrük eminidir… Gümrüğe giren mala değer biçmek için, başlangıçta Yahudilerden, bilirkişi yardımı alınır. Ayrıca iskeleye giren ve çıkan mal, gümrük kantarı ile tartılıp, gümrük defterine yazılır. Gemiler gümrük emininin bilgisi ve gümrük tezkiresi olmadıkça yükleme yapamaz.’’ ‘’Başkentin bal, balmumu, sadeyağ, donyağı, keçi yağı, yapağı, pastırma ve deri ihtiyacı büyük ölçeklerde Tuna Boy’undan karşılanır. Özellikle mum; camiler, mescitler, eski ve yeni saray, Tersane-i Amire ile halkın evlerini aydınlatılması için çok önemlidir. 1763 yılında Venedikli, Bosnalı, Polonyalı Ermeni ve Yahudi karaborsacılar, kimini korkutarak, kimine yüksek fiyat vererek, üreticinin elindeki malı alınca, tepki sert olur.’’ ‘’Tuna Boyu’ndaki zabitlere, kara sığır başına dört beş altın veren Hıristiyan ve Yahudiler, bunları; Avusturya, Venedik, Dubrovnik, Macaristan ve Polonya’ya götürünce, Eflak, Boğdan ve Tuna kıyısındaki hayvan kesim yerleri etkilenir. Buğday gelmediği zamanlarda, başkentte çekilen sıkıntı, nice makam sahiplerini yerinden etmiştir. Bu konunun Tuna Boyu’ndaki sorumlusu da Vidin Muhafızı’dır.’’ ‘’İmparatorluğun en verimli havzası olan Tuna Boyu’ndaki ticari ürün, daha çok, bu bölgede kurulan askeri savunma hattının ihtiyacını karşılamak, diğer bir deyişle, kendi içinde tüketilmek üzere değerlendirilir.’’ Yukarıda kitaptan alıntı yaparak özetlemeye çalıştığım ‘’Tuna Boyu: Kendini Aşan Nehir’’ bölümü kitabın girişine alınarak Vidin Kalesi coğrafyasının hâkim unsuru olan Tuna Nehri imparatorluk dönemi kavramları ile tanıtılmaya, Tuna Boyu’nun özelde Vidin, genelde ise imparatorluk için önemi anlatılmaya çalışılmıştır. Girişte dikkati çeken hususlar; o dönemde Müslüman olmayanların Tuna Boyu ticaretindeki ağırlığı, devletin hizmet satın alması, az sayıda Müslüman yönetici ile ticareti yönlendirme gayretleridir. Kale Binası: İnsan kokulu Taşlar 32 ‘’Yüzyıllar boyunca imparatorluğun, iki önemli cephesinde iki büyük kale vardır. Doğuda İran’a karşı Bağdat, batıda Avusturya’ya karşı Belgrad. … Fetih anlayışı üzerine kurulu imparatorluk siyasetinde, sınır kavramı yok gibidir. … 1718’de Belgrad’ı Avusturya alacak, History Cnitique – Issue 3, April 2016 işte bundan sonra sınır ve savunma kavramları, yerli yerine oturacaktır. … Böylece Tameşvar’a bağlı Vidin, ilk kez serhat heyecanını yaşayacak..’’ ‘’İran cephesi artık eski önemde değildir. Zaten aralarında cihad motivasyonu yaşanmayan bu iki komşu, eldekini koruma kaygısına yönelmiştir. Yeni dönemde Rusya, yalnızca Rumeli’de değil, Kafkasya’da da büyük tehlike boyutuna gelmiştir. Bu yüzden, Kırım’ın sağındaki Anapa’dan Batumun yukarısındaki Faş’a kadar inen tüm kaleler, yeniden yapılır.’’ ‘’1719-1724 yılları arasında Vidin ..tepeden tırnağa yeniden yapılır. … imparatorluk kalelerinin kürsüsü düzeyine çıkar. Bu önemi ve kendisi için kullanılan Rumeli’nin kilidi tanımı, ileriye doğru yapılan akınlar döneminin artık çok geride kaldığının da öteki adı olur.’’ ‘’Vidin Kalesi asker ya da sivil gözetilmeden, savunma üzerine kurulu bir bütün olduğundan, bölgedeki her şey, onun ilgi alanı içindedir. Örneğin; çevredeki yolların genişletilmesi ve temiz tutulması ile köprülerin onarımı da kalenin sorumluluğundadır.’’ ‘’Vidin’i kale yapan birimler; duvar, kapı, hendek, köprü, tabya, kışla, cebehane, palanga, top ve donatım gereçlerinden oluşur.’’ Yazar, görüldüğü gibi Vidin Kalesi’nin tarih içindeki yerini duraklayan imparatorluk kavramı ile özdeşleştirmiş ve Kale ve mücavir alanını bu çerçevede 44 sayfada ayrıntılı olarak tanıtmıştır. Okuyucular için yabancı olabilecek palangalar ‘’ Büyük savunma merkezleri olan kaleler arasındaki boşluğu kapatan küçük savunma noktalarıdır….ya bir kaza veya bir kasaba türünden yerleşim birimi bütünlüğünde, ya da derbent, geçit veya nehir kıyısında yer alır. Nasıl ki kaleler, savaş üzerine kurulu olmakla birlikte sosyal hayatın da geçtiği merkezlerdir; …. Palangalarda da aynı değerler yaşanır. Bu bölümde dikkatten kaçırılmaması gereken ikinci bilgi ise Rusya’nın o dönemdeki siyasetinin bugün de ete kemiğe bürünüp canlandığı, tarihin jeopolitiğin esaretinde tekerrür etmekte olduğudur. Üçüncü dikkati çeken konu ise İran’la ilgilidir. Yazarın ‘’….aralarında cihad motivasyonu yaşanmayan iki komşu,...’’ ifadesi; İslam’ı millileştirmiş olan İran’ın günümüze kadar da 33 süren Pers Milliyetçiliğinin hedeflerine yönelik Şii ittifakı görünümünde ancak jeopolitik yanı ağır basan ve Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletleri için ciddi bir tehdit teşkil etmiş faaliyetlerini göz ardı etmiştir. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Kale Yönetimi: Sorumluluğu ortak taşıyanlar ‘’Vidin Kalesi’ndeki yönetimin yetki ve sorumluluk dengesinde öne çıkanları; muhafız, kadı, viladika, dizdar, nazır, defterdar, emin ağa, voyvoda ve knezdir.’’ ‘’Kalenin asker-sivil zirvesini, muhafız ve kadı oluştururken yönetimin ağır yükü, yerli ağaların üstündedir. Çünkü onlar, kale halkı içinden çıkar ve görev değişikliği ile gidecekleri başka bir yerleri yoktur.’’ ‘’Vidin’de yönetici olarak görev yapan herkes, kaledeki işleyişe ve kuşaklar boyunca sürüp giden hayata katkıda bulunur. Asıl amaç ötekileştirmek değildir. Tam tersine yetinebilmenin en alt sınırını zorlamadan, gerekirse bu uğurda birbirine katlanarak, bir ortak paylaşımda bulunmaktır. Bu titizliğin sağladığı sahiplenme sayesinde, Pazaryeri’nde bulunan darağacı, kimsenin asılarak idamının aracı olmaz.’’ ‘’Bir kalenin en üst düzey yöneticisi, paşa rütbesindeki muhafızdır.’’ ‘’Muhafızların temel görevleri için fermanlarda, şu konulara vurgu yapılır: 1) Düzeni sağlamak, 2) Herkesi korumak, 3) Zorbalığa izin vermemek, 4) Fermanları uygulamak.…Ancak onun yönetim düzeyi üst perdedendir. Bir bakıma orkestra şefidir. Çünkü kalede 29 ağa vardır ve bunların her biri, kendi alanında yetkili ve sorumludur. Öyle ki muhafız, askere bile karışamaz. Asker konusundaki karar, başkentte alınır ve vekil konumundaki, kalenin yeniçeri ağası da uygular. Eğer birisi kaleden sürgün edilecek ise, buna asker dahil, ancak halkın oybirliği ile yapılır.’’ ‘’Muhafızın görev ayrıntısında; ekmek için buğday alımı, narh uygulaması ile fiyat belirleme, gümrük gelirlerinin kontrolü, büyük ölçekte taşınan paranın güvenliği ile komşuluk ilişkileri, öne çıkar. Bu komşular Avusturya ve Eflak olması, kendisinin, yabancı devletler ile imzalanan barış ya da kapitülasyon anlaşmaları konusunda, bilgilenmesini gerektirir. Kısaca muhafız, yalnızca komutan değil, aynı zamanda siyaset sorumluluğu olan devlet adamıdır.’’ ‘’Şer’i mahkemede görülemeyen kimi çetrefilli davalar, muhafız huzurunda çözüme kavuşturulur.’’ 34 ‘’Her muhafız değişiminde, saraydaki eşya, tümüyle yenilenir.’’ ‘’Kadı, kaledeki yönetimin sivil kanadını temsil eder ve muhafız ile birlikte üst düzey sorumluluk üstlenir….kadı muhafızın sorumlu olduğu konularda bile, sağlama görevi History Cnitique – Issue 3, April 2016 üstlenir. Özellikle muhafızdan şikayet edilen durumlarda, başvurulabilecek en önemli güvencedir. ‘’Muhafızın olmadığı kısa dönemlerde, kaymakam atanırsa da kadıdan, durumu gözetmesi ve başkasını işe karıştırmaması istenir. Vidin halkı ile ilgili uyarılar da kadı üzerinden yapılır.’’ ‘’Vidin’in Avusturya cephesinde olmasından dolayı, bu devlet ile yapılan antlaşma ve ortaya çıkan yeni durum bilgisi kadı ile de paylaşılır.’’ ‘’İmparatorluklar milliyetler üstü bir kavram olduğundan, Osmanlı’da da iki bloktan oluşan, din grupları vardır; Müslüman olanlar ve olmayanlar. Müslüman olmayanların en üst düzey temsilcisi… başkentte Rum Patriği, …Vidin’de de bir metropolit, Slavca söylemek gerekirse, bir viladika bulunur’’ ‘’…viladikanın varlığı,… aidiyet duygusu ile birlikte, milli kimlik kaybının önlenmesidir…Burada, imparatorluk yönetiminin gösterdiği tahammül…hoşgörünün önemli payı vardır…viladikalar ancak iki konuda gündeme gelirler; vergi ve evlilik…’’ ‘’Vidin’deki knezler, kale varoşu ve köylerde yaşayan Bulgar halkın temsilcisidir… tek ve üst kimlik din olduğu için , Vidin genelinde halkı temsil görevi, aslında viladikanındır. Ancak din dışı konularda bu temsil, knezindir.’’ ‘’Knez, kendiliğinden değil, halkın arasında öne çıkan ve devletin resmen tanıdığı, sorumlu vekildir…devlet ile birey arasında bağlantıdır ve imparatorluğun yaygın biçimde başvurduğu birbirine kefil tutma uygulamasının, başka örneğidir.’’ Kitabın en ilginç bölümü ikinci bölümüdür. İmparatorluğun; taşrasındaki yerel yönetimlerin dahilindeki ve bunların merkezle ilişkisindeki kurduğu mekanizmalar günümüzün de meselelerine çözüm getirebilecek fren-denge sistemleri bakımından incelemeye değerdir. Yazar ‘’sorumluluğu ortak taşıyanlar’’ başlığı ile özellikle Osmanlı Devleti’nin taşra birimleri dahilinde kurduğu bir dengeyi incelemekte ve kitabın hacminin müsaadesi nispetinde asgari ölçüde merkez taşra münasebetlerine de değinmektedir. Sonuncu konu üzerinde biraz daha ayrıntıya girilse idi imparatorluğun duraklama ve dağılma süreci 35 açısında ipuçları verilebilir, günümüze de ışık tutabilirdi. Ayrıca dikkati çeken bir husus da; imparatorlukların milliyetler üstü bir kavram olarak nitelendirilmesidir. Aslında imparatorluklar dinler üstü bir kavramdır. Muhafızın; şer’i Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 mahkemelere çözümlenemeyen çetrefilli uyuşmazlıklara çözüm getirmesi, ya da maslahata uygun karar vermesi görevi dikkate alındığında Osmanlı’da üst kimlik, devletin gücü ile korunan Osmanlı Tabiiyeti’dir. Devletin gücünün zayıflaması sonucunda dini aidiyetin, olmadı, milli aidiyetin ön plana çıkması da yadırganacak bir husus olmamalıdır. Çünkü devletlerin gerileme döneminde gaye ve eylem birliğini tahakkuk ettiren ilk aidiyet aslında yeni devleti de doğuran aidiyettir. Osmanlıcılık akımının neden itibar görmediğini de ancak böylece açıklamak mümkündür. Bir diğer dikkati çeken husus ise her muhafız değişiminde muhafız sarayının eşyalarının tümden değiştirilmesidir. İsrafın muhafız seviyesindeki boyutu devletin her kademesindeki israfa ve halkımızın ve devletimizin günümüzdeki israfının köklerine işaret ettiğinden önemli bir tespittir. Kale Askeri: Ekmeğini Silahtan Kazananlar ‘’Vidin Kalesi’nde görev yapan ve ekmeğini silahtan kazanan askeri; sipahi, yeniçeri, cebeci, topçu, toparabacı, humbaracı, azap, sekban, beşli ve gönüllüler olarak sınıflayabiliriz.’’ ‘’Bir zamanlar yeniçerilik, çok sıkı disiplin ve uzun bir süreçten geçilerek elde edilirdi. Üstelik bu konuda istekli olmak da yetmez, seçilmek gerekirdi. Bu özel ve seçkin askerin disiplinini, en iyi biçimde, kırk yeniçeri bir kıl ile burulur, deyişi anlatır. Ancak o dönem artık çok geride kalmıştır. Önce evlenmelerine izin verilir, daha sonra da ölen babasının yerine yeniçeri olan, kuloğlu asker yaygınlaşır. En sonunda da , Yeniçeri Ocağı yani dergah-ı muallanın çok uzağına düşen, yerli yeniçeri ortaya çıkar…..Yerliler, odalılar ve yamak…grubuna ayrılır…Günlük olarak yedi akçe alan yamaklar arasında ticaretle uğraşanlar… bu yüzden görev yerlerini terk edenler fermanla uyarılır. Hatta 1795 yılında, kendileri için yeni bir düzenlemeye gidilir. Çünkü Başkentten gelen icmal defterinde Vidin için 10711 yamak kayıtlıdır. Kalede yapılan kontrolde ise, gerçek sayının 7553 olduğu görülür…kale ve taşra yamaklarının elinde, birden çok esame, yani maaş cüzdanı vardır ki, böyle bir uygulama yasaktır..’’ ‘’Ancak bu durum kamuda karşılığı olan bir yönelimdir. Çünkü bu dönemde askerlik ve onunla ilgili sektörler, geniş ve önemli bir yer tutar. Böylece asker olmak, yaygın bir geçim 36 yoludur. Bir yere kapılanamayan, yani iş bulamayanlar ise, haydutluk ve eşkıyalık yolunu tutar. İmparatorluğun geriye yaslandığı bu dönemde, kale askerinin sayısı da, savunma anlayışına koşut olarak artış gösterir.’’ History Cnitique – Issue 3, April 2016 ‘’Akınlar dönemi artık kapandığı ve yerini, sabit savunma aldığı için, sipahiye olan ihtiyaç da verilen önem de azalır. Çünkü halktan fazla vergi istemek, sefer için geldiği yerdeki halkı evinden çıkarıp kendisi yerleşmek ya da iskân bahanesi ile dolaşıp, köylüye yük olmak yüzünden, haklarında şikâyet söz konusu olur. Oysa bu konular imparatorluğun her zaman önem verdiği, reaya ve beraya üzerinde titremek anlayışına, çok aykırı davranışlardır.’’ Ders kitaplarında kuru kuruya okutulan Osmanlı askeri teşkilatı ve sosyal yapı ile etkileşimi yazar tarafından duraklama dönemindeki imparatorluğun Vidin Kalesi numune alınarak, okuyucunun gözünde gayet başarılı olarak canlandırılmıştır. Fütühata dayalı devlet siyasetinde toprak kazanımlarıyla üretken ve gelir getiren ordunun, duraklamayla savunmaya ve sadece tüketen bir teşkilat haline gelmesi, Avrupa’nın keşifler ve yapısal dönüşüm hamlelerine karşılık verememesi kısaca Avrupa’daki yapısal dönüşümden habersiz hantal bir ordu besleyen bir refah ve israf devleti rehaveti ile hayatına devam etmesi devletin önce duraklamasına sonra gerileyip yıkılmasına sebep olduğunu yazar; Vidin penceresinden etkili olarak ortaya konmuştur. Burada dikkatlerden kaçırılmaması gereken yapısal dönüşümlerin eğitim tabanlı, uzun soluklu ve zamanında başlayanının makbul olduğudur. Nitekim sonuç bölümünde yazarın işaret ettiği iki yüz yıllık gecikme bu gerçeği doğrular niteliktedir. İkinci olarak dikkatinizi kapılanma sözcüğüne çekmek isterim. Devlet daima istihdam kapısı olarak görülmüştür, halen de görülmektedir. Bizde özel teşebbüs ruhunu öldüren bu garantici kapılanma anlayışının kökleri pek eskiye dayanmaktadır. Tarım ve fütuhat toplumundaki bir yere kapılanmak ile devlet kapısı arasındaki katı ilişkinin, sanayileşmesi son derece gecikmiş henüz bilgi toplumu çağından uzak olan ülkemizde de günümüze kadar sürdüğü muhakkaktır. Girişimcilik cesareti ve ruhunun gençlerimize zerk edilmesi veya devlet kapısından ziyade üretici bir özel sektörde kapılanma anlayışının benimsenebilmesi; günümüzün genç işsizlerinden, incelenen dönemdeki işsizliği isabetle bir güvenlik meselesi olarak gören kitaptaki tabirle ‘’haydut ve eşkıyalarından’’ çok çekmememiz için elzemdir. Nitekim; yapısal dönüşüm yerine, diğer bir deyişle iktisadi düzenin değiştirilmesi ile birlikte yeniçeriliğin tasfiyesi ve yerine düzenli ordu kurulması yerine devlet kadrolarının yerli yeniçeriler ile doldurulması gibi geçici tedbirlere başvurulması çare olmamıştır. Para küçük namustur. Yetersiz gelir ve dengesiz gelir dağılımı toplumları hukuk ve ahlak 37 dışı yollara iter. Nitekim yerli yeniçeri yamakların ticaretle uğraşmaları, bir kişiye birden fazla maaş cüzdan tanzimi, yamak sayılarının gerçekten fazla gösterilmesi bunların sonucudur. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Kale Hayatı: Savaşın Gölgesinde Yaşayanlar ‘’Bir kale binası, uzaktan göründüğü gibi ölümcül silahlar ve soğuk taşlar yığını değildir. Bu duygusuz görünümün arkasında, hayata tutunan insanlar yaşar. O insanlar, dünyaya savaşmak için gelmediklerine göre, taş duvarların çevrelediği kalede, hayatın her duygusu yaşanır. Savaş ise ancak; kırk gün kar yağar, bir gün av olur örneği, iş başa düşünce kaçınılmazdır. Ne de olsa, aynı geminin yolcularıdır. Ayrıca onlar, kale savunmasının arka plan desteğidir. Bir kuşatmada, herkes silaha sarılırken, yalnız kadın ve çocuklar, yer altı sığınağı olan zeminliğe çekilir.’’ ‘’Bir kaledeki nüfusu, kaleyi savunan asker ile yerleşik halk olan gayrimüslimler oluşturur.’’ ‘’ Müslüman olanlara; yöneten zengin karşılığı beraya, gayrimüslim olanlara da; yönetilen, yoksul karşılığı reaya denir. Gayrimüslim halkı; hırıstiyan ve Yahudiler oluşturur ve bunların ortak tanımı, ehl-i zimmettir. Onlar baş vergisi öderken, Müslümanlar maktu denilen belirlenmiş bir vergi verir. Vergi kayıtları, nufus konusunda çok değerli bilgi sunar. ‘’Vidin’in Hıristiyan halkını; çok büyük oranda Bulgarlar ile az sayıda Ermeni, Rum, ve Hırıstiyan Çingene oluşturur. ….Yahudiler ise çok sayıda olmasa da, ekonomik ağırlığı önemlidir. …sayısı 437 dir. …taife denir. Varoşta emlak ve arazileri olmayıp, altı ayda bir 200 kuruş vergi ödemeleri için ellerinde fetih döneminden kalma senetleri vardır. … Yahudilerin, ekonomik hayatta, ticaret ve özellikle de borç para konusunda belirgin bir ağırlığı görülür. Vidin’deki Müslümanların sayısı ise, asker vergiden muaf olduğu için belirsizdir.’’ ‘’…İmparatorluğun yönetim anlayışı, Müslüman’ı asli unsur saydığı ve kendinden gördüğü için daha çok gayrimüslimi gözetir ve onları korumayı, Tanrının verdiği görev sayar. Aslında, ticaretten uzak duran ve ekonomik çarkını gayrimüslimlerin döndürdüğü imparatorlukta, kimin zengin kimin yoksul olduğu, incelikli ve önemli bir sorudur.’’ ‘’Önceleri sade bir yaşam içerisinde olan Müslüman halk, 18. Yüzyılın ikinci yarısına doğru, zengin bir görüntü sergiler. Sade demir ürünü olan kara kılıç sayıca azalırken, özellikle 38 gümüş işlemeli silahların sayısı artar. …. Bir başka önemli konu, din duygusu yüksek olan kale Müslümanlarının hacca gitmesidir. Son dönemlerde fetih ile desteklenmeyen inanç coşkusu, ibadet ile karşılanır.’’ History Cnitique – Issue 3, April 2016 ‘’Son olarak, Vidin’deki kadınlar, sosyal hayatta oldukça aktif bir rol oynar. Özellikle Müslüman kadınlar, ticaret ile uğraşır ve kendilerinden borç para bile alınır. Hatta, çeşitli sosyal problemlerin çözümü için, mahkemeye dilekçe verenlerin sayısı az değildir. Bu dilekçeler mahkemede titizlikle değerlendirilir ve gereği yerine getirilir. İmparatorluğun gayrimüslim halkı gözetmesi ve korumasının, azınlıktaki Müslüman üst seviye yönetici ve askerin kontrolündeki kalede, halkın imparatorluğa sadakatini sağlama amacı vardır. Yazarın bunun ‘’tanrısal bir görev sayılması’ açıklamasının temelinde de barış dini olan İslamiyet’in toplum hayatında sükûnet ve huzuru emretmesi yatar. Bizdeki gösteriş merakını özetleyen ‘’ayranı yok içmeye, atla gider gezmeye’’ deyişi demektir ki bugüne mahsus değil. Gazalarda geçen zaman ve parlatılan kara kılıçların yerini kalelerde miskinlikle geçen zaman ve gümüşle süslenen kılıçların alması Müslüman bir toplumda hoş görülmemesi gereken bir durumdur. Müslüman ahalinin sade hayattan gösterişli bir hayata geçişi ve bununla birlikte hacca giderek itibar sahibi olmak istemesini İslamiyet ile bağdaştırmak mümkün olmadığına göre yazarın bunu din duygusunun yüksekliği ile açıklaması doğru olmayabilir. Maişetini aslen askerlik hizmeti ile sağlayan Müslüman erkeklerin ticaret yapması hem yasak ve hem de fütuhat zamanlarında mümkün olmadığından ticari hayatında askerlik hizmetinden muaf olan gayrimüslim ahalinin iştigali ve malvarlığı edinerek zenginleşmesi, özellikle dünyanın her yanına dağılmış ve birbiri ile bulundukları yerin ihtiyaçlarını muhabere eden Yahudilerin ticaret ve para hayatında ağırlıkları olması pek tabii karşılanan bir husustur. Vergi gelirlerinin azalması, paranın değerinin düşmesi askerin gelirini olumsuz etkilerken ticaretle uğraşan gayrimüslimlerin gelirini ve malvarlığını artırmıştır. Müslüman kadınların sosyal hayatta özellikle ticaret hayatında yer alması ve başarılı olmaları da bu şartların bir sonucu olsa gerektir. Bu konuda ayrıca savaşlarda şehit düşenlerin ailelerine yapılan yardımları da incelemek gerekir. Vergi defterlerinde kaydı olmayan askerlerin mevcudunun tespit edilememesinin yanında maaş kayıtlarının da doğru olmaması Müslüman nüfusun, dolayısıyla kale nüfusunun tam tespitine imkan vermemektedir. Bu durum imparatorluğun diğer yerlerinde de varit 39 olduğundan aslında tarihi iddia ve yorumlarda bir eksiklik yaratması kaçınılmazdır. Sonucunu girişe aldığım kitabın bölümlerinin özeti ve yorumlarını böylece tamamlamış oldum. Son söz olarak diyebilirim ki kitap bir Osmanlı Kalesinin tanıtımı için yeterli bilgiyi haiz iken yazarın hacmi sınırlı tutup kitaba aktarmadığı bilgilerin varlığı göz ardı Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 edilmemelidir. İlgilenenler daha fazlasını yazardan istirham edebilirler. Bugün için Osmanlı dönemindeki bir kalenin ne önemi var diye düşünenlere şu cevap verilebilir: her şehir gerçekte bir kaledir. Şehir halkının devlete sadakatinin sağlanması merkezi yönetimin üzerine bir farzdır. Topyekûn mukavemetin bütün imkânlarını içlerinde barındıran bugünkü şehirler aslında birer patlamaya hazır bir bomba haline geldiklerinde rejim; Suriye’deki örneğinde olduğu gibi ancak tek tek evler yıkıldığında, halkı muhacir, mülteci olmuş ruhsuz şehirlerde, hâkimiyet sağlayabilmektedir. O gün kaleyi muhafazanın veya içten fethetmenin yolu kale halkının kazanılması idi. Bugün de değişmemiştir. Şehirlerin de muhafazası veya merkezi otoriteye baş kaldırması; şehir halkının sadakatini sağlayacak veya ifsat edecek pek çok algı operasyonlarına imkan veren sosyal medya dahil her türlü; sosyal ekonomik ve idari tedbirlerin alınmasını gerektirir. Özetle bugünün kaleleri şehirler; hem birbirleri ve hem de merkezi otorite ile bağlarını güçlendirecek tedbirlere muhtaçtır. 40 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Şah’ın Ülkesinde. Rus Çarı I. Petro’nun İran Elçisi Artemiy Volınskiy’nin Kafkasya Raporu Okan Yeşilot Yeditepe Yayınevi, 2014, 192 sayfa. ISBN: 978-605-5200-38-1 Leyla DERVİŞ ∗ Kiev civarında ufak bir devletçiğin çatısı altında yaşayan Ruslar, Türk halkları sayesinde büyük bir devlete sahip oldular. Başlangıçta bir Türk-Moğol devleti olarak kurulan Altın Orda zamanla tamamen bir Türk devleti haline gelmişti. Altın Orda’dan cihanşümul devlet 41 düzeni başta olmak üzere çok şey öğrenmiş olan Ruslar, zamanla Altın Orda Devleti’nin parçalanmasıyla ∗ ortaya çıkan Türk hanlıklarına üstünlük sağlayarak topraklarını Yrd. Doç. Dr. Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Antalya. [email protected] Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 genişletmiştir. Kazan, Astrahan, Kırım ve Sibir hanlıklarını, Nogay yurdunu hâkimiyetleri altına almakla yetinmeyen Rusların bir sonraki hedefi İran veya namı diğer Azerbaycan toprakları olmuştur. Prof. Dr. Okan Yeşilot tarafından kaleme alınan ve 2014 yılında İstanbul’da Yeditepe yayınevi tarafından basılan Şah’ın Ülkesinde. Rus Çarı I.Petro’nun İran Elçisi Artemiy Volınskiy’nin Kafkasya Raporu adlı eserde, Rusya’nın XVIII. yüzyıl başlarında Hazar Denizi’ni ve Azerbaycan topraklarını ele geçirerek yeni topraklara ve ham maddelere sahip olmak, sıcak denizlere inmek, ticaret yollarının Rusya üzerinden Avrupa’ya geçmesini sağlamak, Rusya’nın güney sınırlarının emniyetini pekiştirmek, ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nu kuşatarak daha da güçsüzleştirmek politikaları anlatılmaktadır. Artemiy Volınskiy’in İran seyahatı notlarını ele alan bu çalışma seyahatname tarzı bir eserdir. Kitap, giriş, iki ayrı bölüm, değerlendirme, kaynakça, ekler ve dizinden oluşmaktadır. Eserin Giriş bölümünde seyahatnameler, onların devlet politikalarındaki yeri, Çarlık Rusyası’nın yayılma politikalarındaki seyyahların ve onların rapor, not ve hatıralarının önemi, I. Petro’nun bölgeye olan ilgisi ve bu ilginin gerekçeleri, Azerbaycan topraklarına XVIII. yüzyılda yapılan seyahatlar ve Artemiy Volınskiy’in İran Seyahatı Raporu üzerine Rusça ve Azerbaycan Türkçesi’nde yapılan çalışmalar hakkında bilgi verilmektedir. Yazar, 628 sayfadan ibaret olan bu raporun, Azerbaycan’ın XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki tarihinin öğrenilmesinde çok önemli bir kaynak olduğunu belirtmektedir (s.13-14). Eserin birinci bölümünde Çarlık Rusyası’nın Deli Petro dönemi (1682-1725), özellikle Petro’nun yaptığı reformlar ve izlediği dış politika ayrıntılı şekilde ele almıştır. Petro’nun ailesi ve onun iktidara gelmesini ele alarak başlayan birinci bölümde, Petro’nun yaptığı reformlar madde madde anlatılmaktadır. I. Petro tarafından başlatılan sosyal, idari, iktisadi, askeri ve dini reformlar, Çarlık Rusyası’nın büyümesi ve Türk topraklarını işgal etmesinin en önemli sebeplerinden biridir. Örnek olarak yazar, Rus bilim adamı Nevskaya’ya atıf yaparak, “Kurulan akademi ve batıdan çağrılan bilim adamlarının ülkeye sağladığı en büyük katkı, Türkistan başta olmak üzere doğudaki toprakların Rusya’ya ilhak edilmesiydi” demektedir (s.25). 42 Ayrıca bu bölümde Rusya’nın batı ve doğu politikaları, Osmanlı-Rus ilişkileri kısaca anlatılmaktadır. Kanaatimizce, yazar eserinde I. Petro Dönemi Türk-Rus İlişkileri ve Elçiliğin Osmanlı’yı İlgilendiren Yönü konularını çok kısa tutmuştur. Türk bilim adamları ve okurları için hazırlanan bu eserde bahsettiğimiz konular daha ayrıntılı ele alınmalıydı. Zira History Cnitique – Issue 3, April 2016 XVIII. yüzyıl başlarındaki Osmanlı-Rus ilişkilerinin bir yönünü, Kafkaslar, Hazar Denizi ve İran coğrafyası üzerinde çatışan politikalar oluşturuyordu. Buralardaki Osmanlı-Rus ilişkilerine ışık tutacak Volınskiy’in seyahat günlüğü ve ilgili raporlarındaki bilgiler son derece önemlidir. Yine de birinci bölümdeki Deli Petro dönemindeki Çarlık Rusyası’nın durumu ve Rusya’nın dış politikası hakkındaki bilgiler okuyucuyu eserin ana konusuna hazırlamakta, Rusya’nın neden İran’a elçi gönderdiğini açıklayarak resmin çerçevesinin çizilmesini sağlamaktadır. Yeşilot’un birinci bölümde konu ile ilgili doyurucu derecede Rusça kaynak kullandığını söyleyebiliriz. Kitabın ikinci bölümünde, Yarbay Artemiy Volınskiy’in 1715-1718 yıllarında 72 kişilik heyetle İran’a gerçekleştirdiği sefer, Volınskiy’in elçilik raporlarına dayandırılarak anlatılmaktadır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için yazar, ikinci bölümü Artemiy Volınskiy’i çocukluğundan itibaren tanıtarak başlatmaktadır. Artemiy Volınskiy’in gerçekten de üzerinde durulması gereken bir şahıs olduğu, bu kitabın ilgili kısmı okunduğu zaman daha iyi anlaşılacaktır. Deli Petro’nun güvendiği kişilerinden biri olan, ünlü devlet adamı, başarılı bir subay, deneyimli bir diplomat olan Artemiy Volınskiy Türkiye’de pek fazla bilinmemekte ve tanınmamaktadır. Volınskiy ile ilgili Türkiye’de tanıttığımız bu eser ve tarafımızca yazılan birkaç makale haricinde başka çalışma bulunmamaktadır (L. Derviş, “Astrahan Valisi Artemiy Volınskiy”; “Artemiy Volınskiy’in Kazan Valiliği ve Başkurt Raporu”). İkinci bölümün devamında Volınskiy’in İran elçiliği, görevlendirme kararının Çar tarafından imzalanmasından elçinin Rusya’ya geri dönüşüne kadar, adım adım Volınskiy’in raporu ışığında ele alınmaktadır. Kitabı okurken iki husus dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki Deli Petro’nun, dolayısıyla Rusya’nın atacağı adımları önceden planlayıp, bilim adamları, askerler, seyyahlar, casuslar vd. kimselerden istifade ederek yapacağı hamleleri olabildiğince sağlam zemine oturtmaya çalışmasıdır. Nitekim yazar, Petro’nun İran ve Hazar bölgesine inme işini 6 sene planladığını yazmaktadır (s.47). Bu durumu Volınskiy’in günlüğündeki bilgilerden de açıkça görebilmekteyiz. Volınskiy seyahatı sırasında, olabildiğince her şeyi not etmeye çalışmıştır. Zaten Petro’nun bizzat hazırlayıp ona verdiği talimatlar (s.62-68) da sıradan elçilere verilen talimatlardan değildi. Volınskiy bu durumu, günlüğünde şöyle 43 açıklamaktadır: “Görünürde işimiz İran ile dostluğu pekiştirmek ve ticareti geliştirmek olsa da, seferimin gerçek amacı eğer bilinseydi, orada kolayca ortadan kaldırılabilirdim” (s.6263). Volınskiy genç yaşta olmasına rağmen, diplomat ve devlet adamı olarak karşılaştığı bütün engel ve zorlukları bertaraf ederek İran seferini büyük başarı ile yerine getirmiştir. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Daha o devirlerde Rusya’nın planlı-programlı çalıştığı, Volınskiy’in elçi olarak görevlendirilmesinde çok açık bir şekilde görülmektedir. Kitapta dikkati çeken bir başka husus, Safevi Devleti’nin acınacak bir durumda olmasıdır. Volınskiy günlük ve raporlarında Safevi Devleti ile ilgili o kadar ayrıntılı bilgiler veriyor ki, Müslüman bir Türk devletinin içinde bulunduğu duruma üzülmemek elde değil. Bu Türk coğrafyasında aradan 300 yıl geçmesine rağmen pek çok konuda halen mesafe alamadığımız kitabı okurken açık görülmektedir. Bu sebepten dolayı bile, kitap okunmaya değer niteliktedir. Eserdeki bazı ufak gramer hataları, eserin tamamına gölge düşürmemekte, kitabın akıcılığını bozmamaktadır. Sadece Volınskiy’in günlük ve raporlarındaki bilgilerin dipnotlarının internet linkleri şeklinde verilmesi ilgili sayfaların dipnot kısmını kabarık gösterdiği söylenebilir. Belki bu dipnotlar, Volınskiy’in günlük ve raporları bir ciltte veya bir arşivde toplanırsa, daha sonraki baskılarda orası kaynak gösterilerek kaldırılabilir. Kitaptaki bir diğer husus, yazar tarafından önemli görülen günlükteki bazı cümlelerin eserde tekrar tekrar kullanılmasıdır. Bu cümleler her ne kadar önemli olsa da, tekrar edildiği için göze batmaktadır. Volınskiy’in seyahat notlarını okuduktan sonra, eserin ekler kısmının da yetersiz kaldığını söyleyebiliriz. Ekler kısmında Petro’nun Volınskiy’e İran’daki diplomatik misyonu ile ilgili talimatın Türkçesi ve Volınskiy’in günlüğünden birkaç görsel örnek verilmektedir. Eserin ana kaynağı olan Volınskiy’in günlük ve raporlarının tamamı verilmese de önemli kısımlarının fotokopileri eserin ekler kısmında yer almalıydı. Bu hususun eserin ikinci baskısında dikkate alınacağını umut ediyoruz. Kuzey komşumuz olduğu için Rusya’nın güney politikası, bu politikaların mazisi dünden bugüne tarafımızca çok iyi bilinmelidir. Bu nedenle Rus-Türk ilişkilerine ışık tutacak olan Okan Yeşilot’un tanıttığımız bu çalışması, okunmaya değer kıymetli bir eserdir. 44 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Türk Modernleşmesi Zihniyet İktisat Tarih Abdülkadir İlgen Dergah Yayınları, 2014, 392 Sayfa, ISBN: 978-975-995-5. Fahri YETİM ∗ Türk iktisat tarihi üzerine birçok inceleme yapılmıştır. 1930’larda Ömer Lütfi Barkan’la başlayan bu alandaki çalışmalar, Sabri F. Ülgener, Halil Sahillioğlu, Mübahat Kütükoğlu, Mehmet Genç, Şevket Pamuk, Halil İnalcık ve Ahmet Tabakoğlu …gibi isimlerin 45 öncülüğünde gelişmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bu isimler arasında “Türk Weber”i olarak bilinen Sabri F. Ülgener’in, Türk iktisat tarihini zihniyet yapıları üzerinden incelemesi ∗ Doç.Dr. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Eskişehir, [email protected] Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 ve yeni bir perspektif getirmesi dolayısıyla farklı bir yeri vardır. İktisat tarihçiliğinde zihniyet ekolü olarak görülen bu akımın günümüzdeki temsilcilerinden biri de Abdülkadir İlgen’dir. Türk modernleşmesi, Batı dışı modernlikler arasında kendine özgü farklılıklar taşıyan oldukça problematik bir süreçtir. Yaklaşık iki asra varan tarihsel deneyime rağmen modernitenin içselleştirilmesiyle ilgili zihniyet düzeyindeki sorununun henüz tam olarak aşılamadığı günümüzde bu sorunun yapısal ve tarihsel nedenleri üzerinde çalışmalar özel bir önem taşımaktadır. Bir anlamda tarihin diyalektiği olarak görülebilecek ilgili koşullar altında ortaya çıkan modernitenin özgün versiyonlarından biri olan Türk modernleşmesinin iktisat, kültür ve zihniyet düzeyindeki problemlerinin çözümlenmesi, bu olgunun Batı dışı tarihselliği açısından durumunun anlaşılmasının yanı sıra Türk tarihinin de kendi içinde bütünlüklü kavranmasının yolunu açacaktır. Abdülkadir İlgen de bu çalışmasıyla tarih perspektifinden hareket ederek Türk modernleşmesinin iktisat eksenli kültür ve zihniyet düzleminde yeni bir çözümlemesini yapmıştır. İktisat tarihçiliğinin önde gelen teorileriyle sürekli bir etkileşim izlenimini veren çalışma ağırlıklı olarak Ülgener’in açtığı çığırdan hareketle yeni bakış açıları getirmektedir. Eser, yazarın daha önce çeşitli dergilerde yayınlamış olduğu makalelerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yüzden sistematik bir bölümleme yoktur. İçindekiler açısından makalelere bakıldığında ana temanın, ‘neden bizde de Batılı muadillerinde olduğu gibi toplumu dönüştüren bir piyasa yapısının gelişmediği’ sorusu ekseninde Türk tipi modernleşmenin açmazlarının temel sorun olduğu görülmektedir. İlgen, bu sorunu oryantalist bakış açıları içinde Maxim Rodinson’un, İslam toplumlarının durağanlığının İslam’dan kaynaklanıp kaynaklanmadığı sorusuna verdiği, “meselenin İslam’la ilişkili bir sorunsal olarak ortaya konulamayacağı” şeklindeki cevaba da dayanarak, Ernest Renan’ın Türk aydınlarının önemli bir kısmı tarafından sorgusuz kabul edilen “İslam terakkiye manidir” teziyle zımnen bir hesaplaşma içine girmiştir. Eserin temel perspektifine bakıldığında Ülgener etkisinin çok belirgin bir şekilde ortaya çıktığı görülmektedir. Modernite olgusu karşısında Doğulu toplumlar içinde Türk iktisat tarihinde modern iktisadın ve “homo-economicus”un oluşamayışının nedenleri üzerinde zihniyet sorunu inceleyen Ülgener’in geliştirdiği perspektif büyük ölçüde yazar tarafından da benimsenmiştir. İlgen de 46 tıpkı Ülgener’in temel sorusu olan “insan doğasının ayrılmaz bir parçası olan maddi ihtiras ve kazanma tutkusunu yönü, aynen Batı’da olduğu gibi, neden bizde de normal mecrasında olağan biçimde mesafe alamamış veya ve ne gibi engellerle karşılaşmış; karşılaşmışsa bu engellemeler üzerinde yapısal durum ve ahlaki normların ne gibi olumsuz etkileri History Cnitique – Issue 3, April 2016 olmuştur?(s. 207)” düşüncesi üzerinde yoğunlaşarak bu konu üzerinde iktisadın kendi doğası dışındaki diğer amilleri ortaya koymaya çalışmıştır. Yazar önsözde, Weber’in örgütlenmiş rasyonellik yöntemini benimseyen Ülgener’in açtığı çığırla bu yöntemin Türkiye özelindeki tezahürlerini elle tutulur hale getirme çabasının meselenin anlaşılması açısından yegâne örnek olduğunu belirtmektedir. Eserin ilk makalesi, “Türk Kimliği ve İktisadi Hayat: Zihniyete Dair Tarihi- Sosyolojik Bir İnceleme” adını taşımaktadır. Bu çalışmada Ülgener’in yöntemine sadık kalınarak daha çok Türk iktisadi hayatının genel bir profilini çıkarma denemesi amaçlanmıştır. Yazar’ın bu konuda vardığı sonuç, “Türk kimliği ver bu kimliğin oluşmasında hayati etkiye sahip ahlak ve zihniyet dünyasının temelleri, sadece Asya steplerinden getirilen alışkanlıklar ve İslam’ın kökleri, antik Yunan’a kadar uzatılabilecek geleneksel yorumunda değil, aynı zamanda yükselen merkezi devlet mekanizmasının hayatın her anına sirayet eden yapısal karakteristiklerinde (gelenekçilik-fiskalizm-provizyonizm) aranmalıdır” şeklinde olup bu tespitiyle Mehmet Genç’in paradigmasına yakın bir duruş sergilemektedir. Yazara göre yaşanılan bütün gerilime rağmen istikamet bellidir ve modernleşme kendi ritmini gittikçe bulmaktadır. Bu konuda, meta ya da rakam fetişizminin yaşanıldığı çağda şimdiye kadar önce iman sonra şüpheleri bertaraf etme yolu tercih edilirken şimdi modernliğin kavramları üzerinde yeniden düşünülerek, önce iman yerine, önce tahkik denilerek farklı bir tavır sergilemeyi yeni zihniyetin sinyalleri olarak görülmektedir. Ancak bu tercihe rağmen Türk kimliğinin Erol Güngör’ün tarif ettiği manada hem ekonomik ve sosyal, hem de siyasal ve hukuki yönlerden hedef belirsizliği sorunu çektiği düşüncesi vurgulanmaktadır( s. 46). Eserin ikinci makalesi “Batı Anadolu’nun Dünya-Ekonomiyle Bütünleşme Sancıları ve Gayrimüslim Teb’anın Rolü (1876-1908)” başlığını taşımakta en hacimli makalesini oluşturmaktadır. Belleten’de yayınlanmış olan bu makale arşiv belgelerine dayalı vilayet salnameleri ve sanayi istatistiklerin kullanıldığı akademik bir çalışmadır. 19. Yüzyıl Osmanlı modernleşmesinde nüfus ve sanayi alanında görülen gelişmelerin tahlil edildiği çalışma tablo ve istatistiklerle zenginleştirilmiştir. Ulaşımdaki gelişmeler demiryolları ve karayolları alanında yapılan atılımlar, tarımsal üretim, arazi dağılımı, vergi politikaları, hayvancılık ve imalat sanayi ve İzmir Limanından yapılan ithalat ve ihracata dair temel veriler makalede 47 incelenen konular arasında yer almaktadır. Makalede ayrıca Batı Anadolu’dan başlayan dünya ticaretine eklemlenme sürecinin ve son dönem Osmanlı ekonomi politiğinin ülkeyi yarı sömürge durumuna getirip getirmediği de değerlendirilmiştir. Bu konudaki bulgulardan birisi, bu dönemde ülkede etkinliklerini giderek arttıran Rum ve Ermeni burjuvazisi, sadece Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 pazar mantığının taşıyıcı ve dönüştürücüleri olarak değil, aynı zamanda merkezi bürokrasiyi endişelendirecek boyutta emperyalizmin içerideki destekçileri olarak görülmeye başlamış olmalarıdır (s. 115). Yine makalenin temel tespitlerinden biri de, bölgedeki gayrimüslim ve ecnebi sermayesinin, özellikle geleneksel olmayan biçim ve içerikteki alanlarda bölgenin asli unsurlarını bütünüyle dışarıda bırakacak bir etki ve büyüklüğe ulaşmış bulunmasıdır (s.114). Bu durum da yukarıda sözünü ettiğimiz algıyı derinleştirici bir etki yaratmıştır. Eserde üçüncü sırada yer alan makale “Türk Modernleşmesi ve İktisadi Zihniyet: Arayış ve Tereddütler (1839-1908)” başlığını taşımakta olup eserin temel perspektifini yansıtmaktadır. Bu konuda modernleşme dönemi iktisadi zihniyetini anlaşılmaz kılan temel yanılgılardan biri olarak, bir dönemin sadece ekonomist yaklaşımlarla izah edilemeyeceğini öne süren İlgen, bu dönemde ortaya çıkan siyasal muhalefetin de durumunu bu açıdan tahlil etmiş ve Şerif Mardin ve Wambery’e dayanarak bu muhalefetin konumunun ortaya çıkan yeni imkânlardan faydalanamama durumuyla yakından ilgili olduğunu belirtmiştir. Geniş halk yığınlarının, Türk modernleşmesinin hem erken hem de geç devirdeki temsilcilerine mesafeli bir tavır içinde bulunmalarının müstakil bir inceleme konusu olması gerektiğini düşünen yazar, sonuç itibarıyla çeşitli nedenlerle bu tavrın tutuculuğa ve modernim karşıtlığına dönüştüğü gözlemine ulaşmıştır. Eserin bir diğer makalesi, “Perdeyi Aralayan Adam. Sabri F. Ülgener” başlığını taşımaktadır. Bu makalede Ülgener’in akademik ve entelektüel portresi yer almaktadır. Ülgener’in “Zihniyet ve Din” adlı eserinin onun adeta bir hayat envanteri olduğunun vurgulandığı makalede halledilmesi gereken temel problemlerden birinin belki de en önemlisinin “tarihi iktisadi insan”ın bütün yönleriyle ortaya konulması olduğu belirtilmiştir. Makalede ayrıca Türk toplumundaki mevcut kazanma insiyakının niçin, ne yoldan ve hangi araçlarla rasyonel değil de irrasyonel kanallara boşaltılarak heba edildiği sorusunun cevabı olarak; bizde doğu ticareti ve arkasından iç pazarın kapanması, içerde ve dışarda emniyet ihlallerinin artması, olağan kazanç yolları ve sermaye birikiminin zorlaştırılması, gündelik ticareti aksatan feodal zihniyet ve en nihayet iş hayatının olumsuz yönde etkilenmesine sebep olan dini-tasavvufi etkenlerden dolayı, kazanma insiyakının iktisadi sahadan ziyade gayri iktisadi sahaya yöneldiği tesbitine verilmiştir. Yazar, Ülgener’in bu konudaki yoruma dayalı orijinal 48 görüşlerinin olması gereken yankıyı bulmadan unutulma noktasına geldiğini belirtmektedir. Eserde bir başka makale yine Ülgener’le ilgilidir. “Yorumlayıcı Anlama ile Nedensel Açıklamanın Sınırlarında Ufkumuza Düşen Bir Aydınlık: Sabri F. Ülgener”, adını taşıyan History Cnitique – Issue 3, April 2016 çalışmada yazar yine Ülgener’in yöntemi ve perspektifi üzerine yoğunlaşmıştır. Bu konuda zihniyet sonunun doğasının şark insanının çelişkisinden kaynaklandığı vurgulanmış ve “homo- economicus”un kendi sosyolojik evreninde aranılması gerektiği belirtilmiştir (s. 265). Bir diğer makale; “İthal İkamecilikten İhracata: Türk Ekonomisinde Zihniyet ve Değişim (1960-2000)” başlığını taşımakta ve 20. Yüzyılın ikinci yarsında Türkiye’deki ekonomik gelişimin bir panoraması verilmektedir. 24 Ocak Kararları ile Türk ekonomisinin dünya ekonomisindeki platform değişikliğine uyum sürecinin değerlendirildiği çalışmada yeni dönemde DPT’nin işlevine de temas edilmiştir. “Kalvinizmin Gölgesinde Gelişen Bir Sınıf; Müslüman Burjuvazi veya Kalvinist Müslümanlar” başlığını taşıyan diğer bir makalede ise “80’li yıllardan itibaren piyasa ekonomisine geçiş süreciyle birlikte Türkiye’de orta sınıfın geçirdiği evrim sonucunda yeni ortaya çıkan Anadolu sermayesinin öyküsü, bunda kalvinizmin etkisi ve İslami burjuva tartışmalarının doğasına yer verilmiştir. Eserin bundan sonraki bölümleri Türk Yurdu dergisinde yayınlanmış makalelerden oluşmaktadır. “Cumhuriyet Türkiye’si: Bir Modernleşme Tecrübesinin Zihniyet Kodları” adını taşıyan makalede, Cumhuriyet devriminin yurttaş yetiştirme projesi ile ilgili olarak seçkinlerin tavrına dönük bir eleştiri yer almaktadır. Bu konuda beklenilen sonucun alınamayışıyla ilgili olarak seçkinci bürokrasinin iktidar tekelini demokratik zeminde kurumsallaştırmayı, daha doğrusu hem siyasal hem de ekonomik demokratikleşmeyi rasyonel olarak biçimlendirme konusunda yeterli donanıma sahip olmadıkları gibi yeterince istekli olmadıkları şeklinde temel bir saptamada bulunmaktadır(s. 335). “Türk Modernleşmesi ve Milliyetçilik: Bir Zihniyet Yorumlaması” başlıklı makalede yazar, milliyetçiliğin ulus inşası dolayımında modernleşmedeki yerini incelemiştir. Bu konuyla ilgili olarak, yeni gelişmelerin 19. asrın pozitivist bulutlarını dağıttığını ve kendi “etnosantrik” dünyamızın demir kafesini kırıcı etkisini vurgulayan görüşlere yer verilmiştir. Eserin, “Sekülerleşme Üzerine”; “Kendinden Kopartılan İnsan” ve “Yeni İhtiyacı” adlarını taşıyan son üç makalesi tematik yönden benzerlik göstermektedir. Modernizmin eleştirisinin 49 bu yapıldığı bu çalışmalarda sekülerleşmeyle yaşanılan metafizik kaybı karşısında yer yer yazarın Nietzschevari çığlıkları duyulmaktadır. Yine bu meyanda modernite ile başlayan çözülme süreci ve bunalım karşısında olarak Nurettin Topçu’nun “Hareket Felsefesi”ne dayanarak yeni çıkış yolları aranmaktadır. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Eserin metodolojik yönden dipnotlandırma sistemi itibarıyla bir takım sorunları bulunmaktadır. Ancak bu durum işin esas kısmı açısından problem teşkil edecek düzeyde değildir. Bütün bu değerlendirmelerimiz sonucunda eser, Türk modernleşmesi gibi oldukça çetrefilli bir konuda son dönemlerde yapılmış orijinal düşünceler içeren bir çalışma hüviyetindedir. Eser, en azından bizim de içinde bulunduğumuz tradisyonalist toplumların ihtiyaç duydukları kuvvetin, değer anlayışını değiştirecek zihniyet ortamına, kısaca her türlü irrasyonel motivasyondan arınmış, rasyonel bir anlayışa ulaşmaları şartına bağlı olduğunu söyleyen ve günümüzde unutulmaya yüz tutmuş görünen Ülgener etkisinin canlı kalmasına vesile olacak niteliktedir. 50 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Kudüs Yolculuğu - Edirne, İstanbul, İzmir, İskenderiye 1868-1869 Mihail Macarov, Çev. Hüseyin Mevsim İstanbul, Kitap Yayınevi, 2015, 96 sayfa, ISBN: 978-605-105-139-0 Sümeyye KUZ∗ Orijinal adı “Na Boji Grob Predi 60 Godini” (60 Yıl Önce Kutsal Kabirde) olan eser hatırat ve gezi notu tarzında ele alınmış. Eseri çeviren, önsöz ve giriş kısmını kendi üslûbuyla ele alan Hüseyin Mevsim, bu kısımlarda Mihail Macarov ile ilgili bilgiler vermiş; Bulgaristan’da bir köy olan Koprivşitsa’nın 1 abacılık 2 konusunda ne kadar ilerlediğini, 51 ∗ Necmettin Erbakan Üniversitesi Tarih Bölümü Öğrencisi, Konya, [email protected] Osmanlı Dönemindeki adı Avratalan. 2 Avratalan halkının ürettiği bir tür kumaş çeşidi olan abanın ticaretini yapan kişilere verilen isim. 1 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Osmanlı ordusuna üniforma dikerek payitahta ve daha sonra Asya, Avrupa ve Afrika’nın çeşitli yerlerinde ticaret hayatına atılan Avratalan halkından bahsediyor. Avratalanlı ve varlıklı bir abacı olan İvan Macarov’un en büyük oğlu Mihail Macarov, 1854 yılında dünyaya gelmiştir. Abacı olmak isteği ile mesleğin bütün inceliklerini öğrenen Mihail Macarov, daha sonra seçimini eğitimden yana yapmış. Robert Kolej mezunu olan Macarov, oldukça hareketli ve zorlu bir hayat sonunda Ocak 1944’te yaşama veda etmiştir. Eseri, tercüme eden ve Türkçeye hazırlayan Akademisyen Hüseyin Mevsim, Kudüs Yolcuğu hakkında şu önemli değerlendirmede bulunur: “Bulgar Toplumunun hac olgusu, Filibe’nin yanı sıra Edirne, Tekirdağ, İstanbul, İzmir, İskenderiye, Kahire, Yafa, Kudüs, Selanik, Serez gibi o dönemde Osmanlı coğrafyasında yer alan şehirlerle yapılan ticari faaliyetler, ulaşım ve posta hizmetleri, imparatorluğun tebaası Bulgar ve Rumlar arasındaki gergin ilişkiler, kilise ve eğitim şartları, gündelik yaşamdan kesitler, Filistin’de Hıristiyan hacıların kutsal ibadetini rahatlıkla ve emniyet içinde yerine getirmeleri için Osmanlı Devleti’nin oluşturduğu düzen vs. gibi birçok konuda son derece ilginç gözlem ve tanıklıklar içerir.” (Hüseyin Mevsim s. 15) Mevsim’in, Bulgarların Kudüs ile imtihanı başlığı altında ele aldığı bölümde, Bulgarların Bizans’tan Hıristiyanlığı kabul ettiklerini ve Ortodoks âleminin ayrılmaz bir parçası olduklarından bahsetmiş. Kudüs’e gidip hacı olmanın yaşamlarına sağlayacak katkıyı ziyadesiyle özümsemiş Bulgar toplumunun, hac yolunda çektikleri zorluklardan bahsetmiş. Ayrıca hacı unvanının Bulgarlara toplumsal bir itibar kazandırdığını, Bulgarlara göre bu unvanın, kapıları açan büyük bir kimlik olduğundan bahsetmiş. Zorlu hac yolculuğundan sonra memleketlerine dönen Bulgar hacılarının bir kahraman gibi karşılandığını belirtmiş. Bu zorlu yolculuğun ardından hacılar, yolculuk esnasında başından geçenleri defalarca sıkılmadan ayrıntıları ile anlatmalarına neden olurmuş… 18. yy sonu ve 19. yy başlarında milli ve kültürel boyutta gelişim sağlayan Bulgarlar yeni fikirler benimsemiş ve bu fikirleri geliştirmiş ve bu neticede eğitime ağırlık verme gibi düşünceler ortaya çıkmış. Dini bağnazlığa ve batıla karşı eleştirilerin sertleştiğini, inanç ve kilise ritüellerinin rasyonelleştirmeye çalışıldığından söz ediyor. Bunun neticesinde de 52 olağan olarak hacılığa karşı olumsuz bir tavır alınmış… 1868-1869 Kudüs Yolculuğu bölümünde Macarov, hac yolculuğunu anlatmaya başlar. Babası İvan Macarov, Donço Palayev ve Dragiya kardeşlerin Avratalan’da kurduğu ticari History Cnitique – Issue 3, April 2016 ortaklıktan söz ediyor ve bu ortaklığın adının Mısır Şirketi olarak bilindiğini söyler. Babasının içlerinde en varlıklı ortak olduğunu ve onun İstanbul’daki ortaklığı temsil ettiğinden bahseder. Aba ve çorap, yapılan ticarette ana ürünlerdir. Ürünlerini Avratalan’dan, Çanakkale üzerinden İskenderiye’ye ve Kahire’ye ihraç ediyorlar. Avratalan’da temel geçim kaynağının abacılık ve çorapçılık olduğunu belirten Macarov, burada kadınların oynadığı büyük rolden söz ederek, eşlerinin aba ve çorapları satmak için aylarca gelmediğini ve başlarında kocaları olmadan geçimini sağlayan Bulgar kadınlarından bahseder. Kırım Savaşı’ndan sonra Macarov ailesi ve ortakları olan Donço Palayev ile birlikte çıkılacak olan hac yolculuğunu ve bu hazırlığı anlatır. Fakat şu konuyu da dikkate almak lazım Bulgar parasının Kudüs’teki Yunan ruhaniliğine kaptırılması hoş karşılanmaz. Ailesinin eleştirilmeyi göze alıp içsel bir kabulleniş ile hac yolculuğuna çıktığı görülür. Kudüs yolculuğuna kız çocuklarının götürülmediğini, nedeninin ise kız çocuklarını eşinin götürmesinin daha makul olduğunu ve hac yolculuğu zorlu olduğundan ve kızların perişan olmaması için götürülmediklerinden bahsedilir eserde… Avratalan’dan Filibe’ye kadar atlarla yola çıkan hacı adaylarının karşılaştığı mekânları detaylı bir biçimde anlatır. Şunu belirtmeliyim ki Türk toprağında yolculuk etmenin güvenlik bakımından çok zorlu olduğunu dile getiren Macarov, Kudüs’e varacağı zamana kadar yer yer Türklerin koruması ve yardımı altında gittiğinden de bahseder. Filibe’den sonra Edirne’ye yönelen hacı taifesi yol almaya devam eder. Edirne’de dikkatini çeken birçok yer oluyor Macarov’un. Bu yerler; Selimiye Camii, Taş Köprü, Kapalıçarşı... Macarov, Osmanlı’nın Filibe’de hiç asker bulundurmadığından, ancak Edirne’de bir kolordu olduğundan sokaklarda da asker ve subaya karşılaşmanın mümkün olduğunu belirtir. Ve burada bu askerlerin kadınlara ve çocuklara karşı tavırlarının kırıcı olduğu kanısına varır. (Bu konu hakkında düşüncemi belirtmem gerekirse, Macarov’un bir Bulgar milliyetçisi olduğu aşikârdır ve sadece Türkler değil, Rumlar ve Araplara da kitabı okudukça bir önyargısının olduğu izlenimini almış durumdayım.) Hayvancılık hakkında da ilerleyen zamanlarda Avratalan hayvancılığının Tekirdağ ovalarına bağlı olduğundan bahsediyor. İstanbul’a geldiklerinde burada uzun bir müddet kalıyorlar. İstanbul’da 4-5 aylığına Bulgar kilisesine yakın bir yerde ev tutulması için babası mektup 53 yazmış ve bu siparişi yerine getirilmişti. Macarov, milli uyanışlarını da Rum nüfuzunu zayıflatmak isteyen Türklere bağlı olduğunu söylüyor. İstanbul’da ticari işlerini bitiren baba Macarov, Mısır’a doğru hareket kararını alır ve yola çıkılır. Mısır’a giden yolda vapur Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 yolculuğunun duraklarından biri olan İzmir’den de çokça bahseder. Bulgar ve Rumların İzmir’de iyi geçindiğini vurgular. İskenderiye’ ye vardıklarında burayı İstanbul ile karşılaştırır ve o dönemde İstanbul’un İskenderiye’ye göre geri kaldığına söyler. İskenderiye Macarov’da olumlu ve derin izler bırakıyor. Burdan ayrıldıktan sonra Kahire’ye doğru bir trenin üçüncü sınıf vagonunda yola çıkıyorlar. Burada Araplardan hayıflanan yazar tren istasyonlarında tuhaf görünümlü pişmiş güvercin ve kızartılmış ufak yumurtalardan bahsediyor. Hayran kaldığı İskenderiye’den sonra Kahire onda biraz hayal kırıklığına neden oluyor. Kudüs yolcuları burada konaklamak için bir handa kalıyor. Macarov burada çeşitli milletlerin bulunduğundan bahsediyor. Birlikte ticaret yaptıkları Araplardan, dürüst ve düzgün olduklarını belirten Buharalılardan da bahseder. Buradan sonraki istikamet Filistin oluyor, buraya İskenderiye’ye gidip vapur ile Yafa’ya gitmeyi planlıyorlar. Bu yolculuk önceden de bildikleri üzere zor bir yolculuk oluyor ve vapur ile dalgalar arasında ölüm kalım mücadelesi vererek Yafa’ya varıyorlar. Burada hacıları Türk zaptiyeler karşılıyor ve onları Rum manastırına götürüyorlar. Kudüs’e giden bu yol da meşakkatli olup, dilenen Arap kadın ve erkeklerden bahsediliyor. Filistin’de yaşayanların yarısının hacıların sadakasıyla geçindiğini izlenimini alıyor Macarov… Ve Kutsal Şehre varıyorlar. Macarov burada yetişkin hacı adaylarının yüzünde huşuyu andıran sessiz saadetten bahsediyor ancak kendisinde sadece bir merak duygusunu olduğunu belirtiyor. Burada Kudüs patrikliğinden hoş izlenim almadıklarını belirten Macarov: “...sanki patriklik değil, bir panayır yeriydi burası. Dindarlık falan hak getire.” diyor. Daha sonra Aziz Nikola Manastırı’na yerleşiyorlar. Burada çeşitli ibadetlerini ve hac vazifelerini, ziyaretlerini nasıl ve ne şekilde yerine getirdiklerinden bahsediyor. Şeria nehrinde vaftiz edilmeleri, paskalya merasimi gibi olaylardan söz ediyor. Hacılık vazifelerini yerine getirdikten sonra memlekete dönüşü ele alan yazar, Kudüs’e varılınca hacıların coşkulu bir kalabalık ile karşılandıklarından, fazlaca getirilen çeşitli hediyelerin ziyaretçilere verildiğinden bahsetmiş… Eser, dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik durumuna ışık tutmak ve elde olan bilgilerimizin karşılaştırılması açısından son derece önemlidir. Dili gayet açık ve anlaşılır olan bu eser okura ayrı bir tat verecektir. 54 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Rusların Kafkasya'yı İstilası ve Osmanlı İstihbarat Ağı Ahmet Yüksel Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, 315 sayfa, ISBN:978-975-995-539-7 Mehmet Murat AKTAŞ∗ Devletler için vazgeçilmez olan istihbarat, sıradan insanlar için tarih boyunca merak ve ilgi uyandıran bir konu olmuştur. Günümüzde istihbarattan söz edildiğinde akla ilk gelen teknoloji olsa da insan unsuru önemini korumaktadır. Bundan yaklaşık 200 yıl önce teknoloji olmaksızın sadece insana dayalı yapılan istihbaratı Ahmet Yüksel kitabında konu edinmektedir. Bu alandaki çalışmaların azlığı, istihbaratçıların ketumluğu ile ilişkilendirilse 55 de tarihsel açıdan inceleme yapmak isteyenler için, bol malzeme bulunduğunu bu kitap göstermektedir. İstihbarat bir devletin gözü ve kulağıdır. Asla, aklı ve kalbi olarak ∗ Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 değerlendirilmemelidir. Kitap, Kafkasya coğrafyası, insan ve tarihinden başlayarak, Osmanlı istihbarat ağının oluşum ve işleyişini, Kırım'ın ilhakı ve Kafkasya, Rusya ile Osmanlı istihbarat ağını anlatır. Özetle, Osmanlı'nın Kafkasya’ya istihbarat açısından ilgisi 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra artmış olsa da artık çok geç kalınmıştır. Çünkü Rusya bu antlaşmayla beraber Kırım'ı ilhak etmiş ve oradan Kafkasya'ya yayılma olanağı bulmuştur. Kitap, bölge özelinde Osmanlı ve Rusya çatışmasını konu alır. Yazar; çalışmanın, I. Abdülhamit ve III. Selim dönemlerine indirgenmesini bir zamansal sınırlamaya tabi tutulmasını, Rusya'nın Kafkasya'yı istila yönündeki en esaslı adımlarını o dönem içinde atmaya başlamasından ve zafer yürüyüşünü de aynı zaman dilimi içerisinde ve büyük oranda tamamlamış olmasından kaynaklandığını belirtir. Dört bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde Kafkasya'nın coğrafi ve demografik durumuna yer verilir. Kafkasya'da yerleşim bölgeleri genellikle yüksek yaylalar ve derin vadilere yayılmıştır. Yüksek dağ silsilesi, bölgedeki insanların tarihlerini, kültür ve karakterlerini başkalarından farklı kılmıştır. Yazar, askeri açıdan büyük ölçüde savunma imkânı sağlayan dağlar, kültürel ve etnik bakımdan bölünmüş bir coğrafyanın doğmasına sebep olmuş olduğu görüşündedir. Çünkü kendilerini düşmanlarına karşı coğrafi açıdan korumasını sağlayan engebeli ve yüksek dağlar, dik ve derin vadiler ve ilk çağlardan kalan gür ormanlar, aynı zamanda Kafkasyalıların birleşmelerini engellemiştir. Birinci bölüm, Osmanlı-Rus çatışmasının tarihsel arka planını ayrıntılı şekilde inceler. Kafkasya’daki direniş ve istihbarat çalışmaları kitabın birinci bölümünden sonra büyük bölümünü oluşturur. Yazar, İmam Mansur’un lideri olduğu direnişin sayısız direnişlerden biri olduğunu anlatır. Bu direnişte büyük zaferler elde edildiği gibi, maalesef ders alınması gereken büyük hezimetlerde yaşanmıştır. İlk etapta, Mansur'u yakalamak isteyen 10 bin kişilik Rus birliği geri dönüş yolunda kuşatıldığı ve imha edildiğini anlatır. Yazar, Mansur'un başarılarının Osmanlı yardımını da celbettiği görüşündedir. Bu yardımın, Kafkasya ile Osmanlı'yı aynı dini amaçlar altında, Ruslara karşı birleştirdiği fikrindedir. Osmanlı yardımıyla Ruslar ikinci kez bozguna uğradı ve geri çekildiler. Yazara göre, kısa sürede, Rusların Kafkasya'dan atılabileceği umudu doğmuştu. Fakat bu olumlu havanın Battal 56 Hüseyin Paşa komutasındaki birliklerin düşmanı takip etmek yerine beklemeyi tercih etmesiyle, bir anda tersine döndüğünü anlatır. 30 bin askeri varken kolayca imha edebileceği General Harmann komutasındaki 3600 asker ve 6 toptan oluşan Rus birliği üzerine sadece History Cnitique – Issue 3, April 2016 500 askerini gönderdiğini ifade eder. Ruslara yenilerek geri çekilen bu askerlerin ordugâha kaçışarak gelmesini Rus baskını sanan Osmanlı birlikleri dağınık şekilde kaçmaya başladığını anlatır. Maalesef, Battal Hüseyin Paşa’nın, paniği önleyip sayıca üstün kuvvetleriyle Rusları yenebilecek bir durumdayken düşmana teslim olduğundan bahseder. Kitapta Osmanlı yöneticilerinde basiretsizlik ve ilgisizliğin hâkim olduğunu anlatır. Görev yerine bile gitmeyen ve sonucunda kazasının Rusların eline düşmesine sebep olan Paşa örneklerinden bahseder. Her ne kadar cezası idam olsa da kanaatimizce bu durum yöneticilerde apaçık bir disiplinsizlik, basiretsizlik olduğunu göstermektedir. Bunlar olmasaydı, Kafkasya Ruslardan kurtarılabilir miydi, sorusu gündeme gelebilir. Bununla birlikte, iyi bir planlamayla, en az hata payıyla, yüzyıllardır gelen bir geri çekiliş ve toprak kaybı söz konusu olmazdı. Yazar, kitapta savaş psikolojisini de işlemiştir. Dağıstanlılar ve Çerkezler savaşçı kavimler, bu yüzden savaşa özendirilmeleri gerektiği raporlarda belirtilmiş, Rusya içlerine saldırı planlarının var olduğu görülmektedir. Özellikle Dersaadet'ten gönderilen Mehmet Bey'in muazzam ileri görüşlü, stratejik planları olduğunu görüyoruz. Kabartay’lar ve Kuban üzerinden, Rus topraklarına saldırmayı planlamıştır. Böylece Rusları meşgul edecek ve Ruslar Kırım'da zayıflayacaktır. Kabartay, Çerkez ve Abaza'larla Kazan Tatarlarıyla birleşip Rusya içlerine saldırmayı tavsiye etmektedir. Yazar, bu dahiyane fikir üzerinde epey durmaktadır. Fakat taktik ve stratejik açıdan önemli mevki, kale ve sınırları belirtmek için harita kullanılmaması kitapta hissedilen en büyük eksiklerden biridir. Bütün bunlar olup biterken, Rusların Batı'da da başları sıkışıktır, Prusya'nın 150.000 kişilik birliği Rus sınırına gönderilmek üzere hazır olduğu gibi, Rusların Lehlerle de güven sorunları vardır. Dolayısıyla, Yazar, Rusların Batı’da da asker bulundurmak zorunda olduklarını belirtir. Bu da şüphesiz onların kuvvetlerini birkaç cephede birden meşgul ettiğini anlıyoruz. Bu süreçte, az sayıda askeri olan Acu Kalesi fethedilmiş, Kerç önlerinde Rus donanmasının varlığına dair istihbaratlar alınmasıyla bütün bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. Kafkas kabileleriyle müşterek harekât başarılamamış ve Kafkasya defteri III. Selim tarafından kapatılmıştır. Fransız elçisi de Rusların yenilgiye uğrayabileceği mevzi ve pozisyonlara dair 57 istihbarat sağlamasına rağmen, toprak kazanma politikasından vazgeçilmiştir. Gürcistan Hanı II. İrakli'nin Ruslarla Osmanlı arasında ikili oynaması Osmanlı'yı sıkıntıya sokmuştur. Süleyman Paşa gibi paşalar onun ikili siyaseti yüzünden, padişaha karşı zor duruma Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 düşmüştür. Bölgedeki geçit ve yolları tutmuş olduğumuzdan Gürcü askerler katledildi. Kafkasya'da Rusların savaşa girme olasılığından sonra Dağıstanlıları yakıp yıkma olaylarını engellemeye yönelik göstermelik önlemler alındı. Çünkü Babıâli Gürcülerin cezalandırılmasını istiyordu. Osmanlı ordusuna katılmak isteyen Dağıstanlı gruplar, Tiflis'e girmeyi öneriyorlar, fakat mevsimin kış olduğu söylenerek bu reddediliyor, yine de hediyeler verilerek liderlerinin iyi niyet ve sevgilerini celbediyorlardı. Gürcülere karşı İranlıların Ağa Muhammed Han liderliğinde savaşları söz konusudur. Kitapta adına sıkça rast geldiğimiz Boğdan Voyvodası Rusların Gürcistan tarafına 30 bin kadar asker yollayacağı haberini çok önceden vermiştir. Yazar bu ismin üzerinde çok durmasının sebebi kendisinin hakikaten Osmanlının büyük bir İstihbarat ihtiyacını karşıladığını ve çok önemli işler yapmasıdır. Balkanlar gibi uzak bir coğrafyadan bu istihbaratı Osmanlı'ya ulaştırabilmiştir. Yazar, İrakli'nin Azerbaycan hanlarını yanına çekme çabalarından bahsediyor ama İrakli başarılı olamamıştır. İranlıların sınır ihlallerinden dolayı düşmanlıklarını ortaya çıkmış, Osmanlı Devleti gizlice savaşa hazırlanmaya başlamıştır. İstihbarat çarkının bir ayağının da tacirler olduğunu görülmektedir. Gerek düşman gemilerinin limanları, sayıları ya da İranRusya ilişkilerinin içeriği bu tüccarlardan öğrenilebiliyordu. Rusların trans-Kafkasya planları üzerinde duran yazar, Rusların İranlılarla müttefik gibi görünüp, İran’ın sınır bölgelerine el koymak istemesini, sonra Azerbaycan taraflarına asker yığıp tüm İran’ı ele geçirme hedeflerinden bahsetmiştir. Ruslar, İrakli ve Solomon gibi Gürcü hanları vasıtasıyla Osmanlı topraklarını karıştırmak ve bundan faydalanarak İran'ı istila etme fikrindedir. Buradan casuslar vasıtasıyla devletlerin en derin planlarının dahi öğrenilebileceğini anlıyoruz. Yazara göre, devlet reislerine bakarak, devletin gücü hakkında genel bir yorumda bulunmamız da mümkündür. Örneğin, Ağa Muhammed Han ilkel, kaba davranışlara sahip, yönetimi ise bir aşiret idaresini andırmaktaydı. Bu haliyle İran, büyük bir tehdit oluşturmuyordu. 1 Maalesef, 1787-92 Rus Harbinden yorgun çıkan yönetim, Azerbaycan ve Dağıstan hanlarının Ağa Muhammed Han'a karşı bir ittifak oluşturma önerisini geri çevirmek durumunda kaldı. Dolayısıyla bölgeye herhangi bir müdahalede bulunmadı. Bunun sonucunda bazı hanlar İran saflarına geçti.2 Bu vaka, bizce herhangi bir gelişmeye müdahale etmemenin, kontrolü kaybetmenin en kesin ve net yolu olduğunu gösteren bir ibret 58 *Stratejik Araştırmalar Enstitüsü 1 Tarih-i Cevdet,C.VI,s.183. 2 Işıktan,”1787-1792 Osmanlı-Rus Harbi Sırasında ve Sonrasında Osmanlı Devleti’nin Dağıstan Hanları ile Münasebetleri”,s.40-42. History Cnitique – Issue 3, April 2016 vesikasıdır. Yazar, bununla birlikte, bölgede adımıza gelişen güzel gelişmeleri de aktarır. Esas birliğinden ayrılan 16 bin kişilik bir Rus birliğini 30 bin kişilik bir Lezgi ordusu bozguna uğratmıştır. Fakat bu başarıların uzun döneme yayılamadığını anlıyoruz. Yazar, okuyucuyu Osmanlı istihbarat ağının çok zengin ve geniş olduğuna ve yetenekli casuslardan kurulduğuna defalarca kez ikna etmeyi başarmaktadır. İstihbarat kaynakları kimi zaman çok şaşırtıcıdır. Öyle ki, haber kaynağı bazen Rus ordusuna da sızabilmektedir. Bu yabancı dil bilen casuslara sahip olunduğu anlamına gelmektedir. Rusların aynı anda hem Fransa hem İran hem de Osmanlı ile savaş halinde olmasına rağmen, Azerbaycan’da tutunabilmesine yerel hanlıkların beceriksizliklerine bağlamak mantıklıdır. Üstelik Dağıstan ve Şeki halkı, Rus yönetimini bir türlü benimseyemiyordu. Fakat bütün bu avantajlar değerlendirilemedi. 3 Tarihsel atıf ve dipnotlara sık yer veren yazarın, disiplinli bir çalışma ortaya koyduğu gözden kaçmamaktadır. Fakat bölge haritası ve görsel kullanımına neredeyse hiç başvurmadığı da ortadadır. Kafkasya gibi büyük bir coğrafyada geçen tarihi olaylar anlatılırken, harita ve görsel kaynaklara daha sık yer verilmesi çok yerinde olacağı değerlendirilmiştir. Çünkü her bölge, mevki, nehir ismi geçtiği anda okuyucunun aklında olayların ve coğrafyanın yer etmesi açısından harita ve görsel kaynak kullanmak yararlı olacaktır. Ayrıca, bu görsel eksikliği okuyucunun dikkatini zedeleyebilir. Yine de çok iyi bir bölge ve istihbarat tarihi kitabı olduğu kanaatindeyim. Kafkasya, Osmanlılar açısından yenilgiyle kapanan bir defter olsa da, istihbarat çalışmalarını gözlemlemek adına kitapta önemli hususlar vardır. Kafkasya hakkında İstanbul'a ulaşan raporlardan bazılarının Arapça, Farsça veya Çerkezce olmaları Osmanlı istihbarat ağının genişlik ve zenginliğine işaret etmesi bakımından önemlidir. 59 3 Mehmetov,Türk Kafkası’nda Siyasi ve Etnik Yapı/Eski Çağlardan Günümüze Azerbaycan Tarihi,s.482. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 The Kaiser’s Army, The German Army in World War One David Stone Conway, London/New York, 2015, 511 sayfa, ISBN: 978-1-8448-6235- Cemal CANDAN 1 Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-Alman askeri ilişkileri dendiğinde iki söylem ortaya çıkar: Birincisi, Almanların, bizi bir oldu-bitti ile savaşa soktuğu, diğeri ise, kendi çıkarları için yüzbinlerce vatan evladının şehit olmasına neden oldukları. Maalesef, aradan geçen koca bir 60 yüz yıla rağmen de; Alman askeri arşivlerinin yanması, Türk Genelkurmayının da dönemin askeri arşiv belgelerini tasnif edip kullanıma sunmayı inatla ihmal etmesi nedeniyle, bu iki 1 İstanbul Üniversitesi T.C. Tarihi Bölümü doktora öğrencisi, [email protected] History Cnitique – Issue 3, April 2016 klasik söylemden daha öteye geçilmesi ve bu iki ordunun birlikte nasıl savaştıklarının detaylarına ulaşılması mümkün olmamaktadır. Bunun yanı sıra Birinci Dünya Savaşı’nda Alman-Osmanlı askeri ilişkilerinin incelemesini zorlaştıran tali etkenler ise; ülkemizdeki Almanca bilen tarihçi sayısının çok az olmasından dolayı Almanca ikincil kaynakların hakkıyla incelememesi ve asker kökenli tarihçilerimizin bir elin parmaklarından az olması nedeni ile harekâtın askeri açıdan tam anlamı ile değerlendirilememesidir. Bunun sonucu olarak, dönemin stratejik seviye harp tarihi incelemeleri, siyasi tarih araştırmaları içerisinde erimekte, araştırmalar çoğunlukla Alman kaynaklardan yoksun olarak yapılmakta, Türk-Alman askeri ilişkilerinin bir ayağını oluşturan Alman Ordusu, kendine has kimliği ortaya konamadan, “Almanlar” tabirinin içinde geçiştirilmektedir. Hâlbuki Alman Ordusu’nu tanımadan, bu ordunun Osmanlı cephelerindeki etkisini gerçek anlamda ortaya koymak imkânsızdır. David Stone’un “Kaiser’s Army; German Army in World War One” adlı kitabı işte bu eksikliği giderme yönünde fırsat sunan bir eserdir. David Stone, mesleki yaşamının büyük bir bölümünü Almanya’da Alman meslektaşları ile birlikte geçirmiş bir İngiliz piyade subayı ve aynı zamanda da emekliliğini müteakip kendini Alman Ordusu’nu araştırmaya adamış bir askeri tarih araştırmacısıdır. Yazarın incelediğimiz eseri her ne kadar İngilizce ise de, daha önceki kitapları gibi büyük oranda Alman arşivlerine ve Almanca yazılmış yayınlara dayanmaktadır. Kitap, bir önsöz ve giriş bölümünü müteakip dokuz bölüm ve iki ekten oluşmaktadır. Ayrıca kitabın ortasında, Alman üniformalarını gösterir renkli resimli bir ara bölümde bulunmaktadır. “Barış Zamanında Kayzer Ordusu 1871-1914 (Sf. 21-50)”adlı ilk bölümde yazar, bağımsızlığını kazanmasından Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar geçen süreçte, Alman Devleti’nin siyasi ve sosyo-ekonomik hayatındaki değişiklikleri ve bu değişikliklerin Alman Ordusu’nu nasıl etkilediğini ortaya koymaktadır. Alman (Prusya) Ordusu artık bağımsızlığı değil, dünya süper gücü olmayı hedefleyen bir devletin ordusudur. Üstelik şimdi yanı başında bütçesine ortak olan bir de donanma vardır. Bu bölümde; Alman-Fransız Savaşı’nda kazanılan tecrübelere göre ordunun nasıl yeniden teşkilatlandırıldığını, yeni harp 61 silah araç ve gereçlerinin orduya nasıl adapte edildiğini, Alman subaylarının toplumdaki üstün yerlerini ve aristokrasisinin orduyu kontrol etme çabalarını, İmparator II: Wilhelm ile Alman Genelkurmayı arasındaki etkileşimi, Schlieffen planının nasıl ortaya çıktığını, planda yapılan değişiklikleri ve planın hatalarını, bu süreçte Alman Harp Akademisi’nde geliştirilen Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 yeni harekât doktrinini ve “görev tipi emir” ile harbe hazırlık konseptini, Ekim’de tek er eğitimi ile başlayıp, Eylül’de ordu manevraları ile biten yıllık eğitim sistemini bulmak mümkündür. Savaşta Kayzer’in Ordusu (sf. 53-134); adlı ikinci bölümde dört yıllık savaşın bir özeti sunulmaktadır. Bu bölümü okunmaya kılan özelliği, savaşın her döneminde, Alman genelkurmayının değişen savaş koşullarına adapte olarak ordunun savaşma gücünü artırmak için hangi taktik ve teknik değişiklikleri yaptığının ortaya konmasıdır. Bu kapsamda, “Muharebe Devamlı Talimatının” kullanılmaya başlaması, “statik savaşta savunma/taarruz muharebelerinin komuta prensipleri” konseptlerinin geliştirilmesi, dörtlü teşkilattan üçlü teşkilata geçiş, kimyasal gaz, tank ve tanksavar silahlarının gelişimi, siper yapım teknikleri ve hava kuvvetlerinin ayrı bir sınıf olarak teşkilatlanması, harp tarihinin gelişimine ışık tutması açısından ilgi çekici kısımlardır. Ayrıca zaman zaman cephedeki askerin günlük yaşamına ilişkin verilen kısa anekdotlar savaşı hissetmemizi sağlamaktadır. Bu bölüme ilişkin getirilebilecek tek eleştiri, yazarın adeta bir Alman gibi, Türk cephelerindeki bütün başarıları Alman komutanlara mal etmesi ve Goltz Paşa’ya ilişkin verilen bilgilerdeki hatalardır. ‘Silahlı Kuvvetlerin Yapısı’ başlıklı üçüncü bölümde (sf. 135-138); ülkenin hem askeri komuta yapısı hem de düzenli ve çeşitli türdeki yedek birliklerinin (Reserve, Landwehr, Ersatz, Landsturm and Ersatz) teşkilatları detaylı olarak anlatılmaktadır. Bu bölümde vurgulanan kayda değer ilk nokta, federal hükümet bünyesinde bir harbiye nezaretinin bulunmaması, buna karşılık dört federe devletin (Prusya, Bavyera, Saksonya ve Württemberg) kendi harbiye nezareti ve genelkurmay başkanlıklarının olması gerçeğidir. Yine, askeri kabine, İmparator, (Prusya) Harbiye Nazırlığı, (Prusya) Genelkurmay Başkanlığı’ndan oluşan askeri komuta sisteminde, aslında esas komuta yetkisinin genelkurmay başkanlığında olduğu, büyük genelkurmay ve genelkurmay yapıları ile kurmay subayların yetiştirilme süreçleri, ordu, kolordu, tümen yapıları ve savaş süresince geçirdiği değişimin anlatıldığı bölümlerin araştırmacılar için değerli bilgiler içerdiği değerlendirilmektedir. Subaylar ve Askerler (sf. 159-198) başlıklı dördüncü bölüm; sıradan okuyucu için çok fazla 62 detay, buna karşın Alman ordusunu inceleyen bir tarih araştırmacısı için de kolay kolay her kaynakta bulunamayacak değerli bilgiler içermektedir. Bu kapsamda, subay eğitiminden tek er eğitimine kadar Alman askeri eğitim sistemi, asker alma sistemi, subaylar ve askerlere History Cnitique – Issue 3, April 2016 ödenen aylıklar, disiplin sistemi, dinin ordu üzerindeki etkisi, askerlerin savaştaki günlük hayatı, askerlere sağlanan kolaylık tesisleri, izin sistemi ve kadınların savaşla birlikte toplum içerisindeki değişen sorumlulukları çok detaylı olarak anlatılmaktadır. Alman Ordusu’nda, her federe devletin ve hemen hemen her sınıfın ayrı bir üniforması olması, savaş ve barış durumu vs. hallerde giyilen kıyafetlerin değişik olması, orduda çok çeşitli kıyafetlerin bulunmasına yol açıyordu. Üniformalar ve teçhizat adlı beşinci bölümde (sf. 199-235) askeri kıyafetler, savaşta elde edilen tecrübelere göre kıyafetlerin geçirdiği değişimde dâhil olmak üzere, gayet detaylı olarak anlatılmaktadır. Ayrıca savaşta görülen ihtiyaca göre çelik miğferin ve künye levhasının icadı da bu bölümün ilgi çekici kısımlarını oluşturmaktadır. Bu bölümdeki açıklamalar ile kitabın ortasında yer alan üniforma resimlerinin birlikte kullanılmasının özellikle dönemin askeri fotoğraflarının incelenmesinde büyük kolaylık sağlayacağı şüphesizdir. Muharip Sınıflar başlıklı altıncı bölümde (sf. 237-282); piyade, süvari ve topçu sınıflarının savaştan önceki teşkilatlarının ve silahlarının savaşta elde edilen tecrübeye göre nasıl değiştiği detayları ile anlatılmaktadır. Bu bölümde; savunma savaşının karakterine bağlı olarak makineli tüfek birliklerinin ve topçunun artan önemi ve bu birliklerdeki büyük gelişme, buna karşılık süvari sınıfının Fransız cephesinde adeta işlevsiz kalması ve hatta piyade olarak yeniden teşkilatlandırılması ilgi çekici hususlar olarak yer almaktadır. Yine hava kuvvetlerinin ayrı bir sınıf olarak teşkilatlandırılması, siper savaşlarının bir sonucu olarak düşman siperlerine akın düzenleyen hücum kıtalarının oluşturulması, hammadde ve iş gücündeki sıkıntı sonucu Almanların tank geliştirme ve üretme çabalarında İngilizlerin gerisinde kalması bu bölümde dikkati çeken noktalar arasındadır. Bir önceki bölüme benzer şekilde, yedinci bölüm de (sf. 283-362); istihkâm, havacılık ve hava savunma, muhabere, ulaştırma, lojistik ve ikmal, ölçme, sıhhiye, veteriner ve inzibat gibi muharebe destek ve muharebe hizmet destek sınıflarının teşkilat malzeme ve kadrolarının açıklanmasına ayrılmıştır. Yine savaşın siper savaşlarına dönmesi ile birlikte istihkâm sınıfında yaşanan büyük değişim vurgulanmaktadır. Bu değişim kapsamında mayın savaşları, alev makinelerinin devreye girmesi ve kimyasal gaz kullanımı önde gelen değişikliklerdir. Yine 1916’ya kadar ulaştırma sınıfının altında olan havacılığın öneminin fak 63 edilmesi, uçak sayısının 250’den 3970’e çıkması ve umulmadık derecede büyüyerek önem kazanması buna karşılık da uçaksavar sınıfının ortaya çıkması yine bölümünde verilen kayda değer bilgiler arasındadır. Daha önceleri ulaştırma sınıfının bünyesinde bulunan haberleşme Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 sınıfı da savaş esnasında telefonun yanı sıra telgraf ve telsiz haberleşmesinin de yaygınlaşması ile ayrı bir sınıf haline gelmiştir. Sekizinci Bölümde (sf. 363-408); Alman ordusunun muharebe doktrini ve buna bağlı muharebe devamlı talimatı ele alınmaktadır. Bu bölümde öncelikle savaşın hemen öncesindeki askeri talimnamelerde yer alan doktrinler ve müteakiben de savaş sırasında elde edilen tecrübelere göre söz konusu doktrinlerin nasıl değişim gösterdiğine ilişkin bilgiler, bugüne kadar uzanan söz konusu taktiklerin nasıl oluştuğunu anlamak açısından büyük fayda sağlamaktadır. Gözden kaçırmamak gerekir ki bu bölüm, Osmanlı Ordusu’nda görev yapan Alman general ve subayları ile Alman sistemine göre yetişmiş Osmanlı kurmaylarının hazırladıkları planların ve muharebelerin icrası esnasında verdikleri kararların hangi esaslara dayandığını anlamakta büyük fayda sağlamaktadır. Bu kapsamda bu bölümde Alman ordusunun intikal, yaklaşma yürüyüşü, taarruz, savunma, süvarinin kullanım esasları, topçu ateş desteği, ordugâh esasları ve geri bölge kuvvetlerinin kullanımı konularında detaylı bilgi sunulmaktadır. Bu bölüm sadece muharebe doktrinleri ile sınırlı kalmamakta, askerlerin günlük yaşantılarından da kesitler sunulmaktadır. Ancak bu bölümün belki de eleştirilecek tek yanı büyük oranda Fransız cephesine bağlı kalması ve siper savaşlarını esas almasıdır. Diğer cephelerle ilgili esaslar sınırlı kalmaktadır. Dokuzuncu ve son bölümde (sf.409-414); Almanya’nın ve Alman Ordusu’nun ateşkes ve barış anlaşması sürecindeki tutumu ve icraatları ortaya konmaktadır. Ateşkes ilanı ile birlikte Hindenburg yönetimindeki Genelkurmay Başkanlığı aslında Alman Ordusu’nun yenilmediğini, politikacıların ve onları destekleyen bazı çıkar çevrelerinin ihaneti ile ateşkes antlaşmasının imzalandığı propagandasına girişirler. Bu dönemdeki ordunun en büyük rolünden biri de başta sosyalistler olmak üzere ülkede başkaldıran bütün grupları bastırması ve Almanya’nın komünist rejime geçmesini engellemesi olmuştur. Müttefiklerin hedefi ise, geçen dört yılın intikamını almak ve Alman Ordusu’nu bir daha taarruz edemeyecek şekilde sınırlamaktı. Bu amacı gerçekleştirmenin ilk adımı da genelkurmay başkanlıklarının ve harp akademileri ile diğer askeri okullarının kapatılması oldu. Silahlar ve Teçhizat Sf. (415-446)adlı kitabın ilk ekinde, Alman ordusunda kullanılan başlıca silah, araç ve gereçlerinin resimleri ve adedi bilgileri, söz konusu malzemenin hangi ihtiyaca 64 karşılık olarak ortaya çıktığı, envantere ne zaman girdiği ve diğer ordulardaki muadilleri ile karşılaştırılması gibi kısa açıklamalar yer almaktadır. Söz konusu malzeme büyük oranda History Cnitique – Issue 3, April 2016 Osmanlı ordusu tarafından da kullanıldığı için Osmanlı ordusunun etkinliğinin araştırılması içinde kullanım imkânı da sağlamaktadır. Kitabın araştırmacılar için belki de en önemli kısımlarından birisini de ikinci ekte yer alan Almanca-İngilizce askeri terimler sözlüğü (sf. 447-468) oluşturmaktadır. Söz konusu sözlüğün askeri arşiv belgelerini inceleyecek araştırmacılara büyük kolaylık sağlayacağı şüphesizdir. Sonuç olarak; yazar önsözünde bu kitabın hem sıradan okuyucular için hem de tarih araştırmacıları için yazıldığını vurgulasa da, bu kitabın sıradan okuyucuya çok ilginç ve cazip geleceğini söylemek mümkün görülmemektedir. Çünkü kitapta sıradan okuyucuya ilginç gelebilecek bölümler diğer birçok kaynakta da mevcuttur. Buna karşılık, son derece detay ve teknik bilgiler içeren bölümler kolaylıkla sıkılmasına yol açacaktır. Diğer yandan, bu ayrıntılı ve teknik bilgiler, askeri tarih araştırmacısı için birçok kaynağı araştırarak bulunması gerekecek birçok bilgiyi derli toplu olarak bir arada sunması açısından önem arz etmektedir. Bu açıdan, yazarın askeri tarih araştırmaları için güzel bir kaynak kitap hazırlamış olduğu, söz konusu döneme ilişkin çalışma yapan askeri tarih araştırmacılarının mutlaka bu kitabı edinip, kütüphanelerine başvuru kaynağı olarak koymaları gerekir diye değerlendirilmektedir. 65 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Ruslar Bizans’ın Peşinde – İstanbul Rus Arkeoloji Enstitüsü (1894-1914) Fatih Ünal İstanbul, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 1.basım, 2015, 232 sayfa, ISBN 978-605-5857-41-7 Sümeyra Ayşe ÇALIŞIR ∗ Ruslar Bizans’ın Peşinde isimli bu çalışmada Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün kuruluşundan, yapısından, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar Osmanlı coğrafyasında taşınabilir eski eserlerin tespit ve toplanması için Bizans tarihi bakımından kıymetli tarihi eserler bulunan eski kültür merkezlerine yapılan keşif gezilerinden bahsedilmiştir. Bunun yanı sıra bazı 66 ∗ Öğr. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih bölümü, İstanbul, [email protected] History Cnitique – Issue 3, April 2016 ülkelerdeki kazı çalışmaları, Osmanlı döneminde camiye çevrilmiş olan Bizans kilise ve manastırlarında yapılan araştırmalar ele alınmıştır (s.10). Eserin müellifi Fatih Ünal 1968 yılında Kayseri’de doğmuş, ilk ve ortaöğretimini de Kayseri’de tamamlamıştır. Lisans, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünde yapmıştır. Türk-Rus ilişkileri üzerine araştırmalar yapmaktadır. Bunun Rusya Federasyonuna bağlı Tataristan’da Kazan Türk Dünyası Kültür Merkezi Müdürlüğünden dolayı Rusya tarihi ile fazlaca alakadar olmasından kaynaklanması kuvvetle muhtemeldir. Yazar evli, iki çocuk babasıdır ve halen Ordu Üniversitesi’nde Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi görevini sürdürmektedir. Kitaba kısaca bakılınca beş bölümden oluştuğu görülmektedir. İlk bölümde 1894’te kurulan İstanbul Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün kuruluşu ve Rusya’nın yabancı bir ülkede açtığı ilk ilmi kuruluş olması konu edilmiştir. Osmanlının Balkanlarda yaptığı küçük bir faaliyetin bile o bölgede daha öncesinde öyle bir şey yapılmadığı için çok ses getirmesi gibi bir algı oluşturmak istercesine, Ruslarda bu enstitünün öncesinde böyle bir kurum barındırmayan bir şehir olan İstanbul’da kurulmasına karar vermişlerdir. Bunu da “Atina’da Batılı enstitülerin sonuncusu olmaktansa İstanbul’da ilk olmak” düşüncesi ile tasdiklemişlerdir. Ayrıca Atina, Roma ve İstanbul seçeneklerinden İstanbul’un seçilmesinin sebeplerinden birinin hiç şüphesiz ki politik olduğu belirtilmiştir. Osmanlı hükümeti tarafından bakıldığında ise bu kurumu başlangıçta kabul etmek istemediği ve Ruslara bu sevdalarından vazgeçmelerini münasip bir dille söyledikleri görülmektedir. Fakat dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda Rusya ile siyasi bir krizin kesinlikle yaşanmamasına özen gösteriliyordu ve bundan mütevellit bu kuruluşa her ne kadar sıcak bakılmasa da göz yumulduğu anlaşılmaktadır. Enstitü Bizans İmparatorluğu’nun tarihi, kültürü, sanat ve medeniyeti ile eserlerini incelemek amacıyla kurulmuştur. Rusların Bizans tarihiyle bu denli ilgilenmesi Bizans’ın ortadan kalkmasıyla kendilerini Doğu Hristiyanlığının temsilcisi ve Bizans’ın varisi olarak görmeye başlamasından kaynaklansa gerek. Genel olarak Bizans İmparatorluğu sahasına giren bölgeler araştırma alanlarını oluşturuyordu. Öncelikli alanları İstanbul başta olmak üzere Anadolu, Balkanlar, Filistin, Kudüs ve Suriye’ydi. 67 Eserin ilerleyen bölümlerinde enstitünün yapısından, faaliyetlerinden, burada yapılan bilimsel toplantılardan ve üyeler için verilen uygulamalı derslerden bahsedilmiştir. Rus araştırmacıların üzerinde durduğu konulardan birisinin de dini el yazma eserler olması Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 hasebiyle Kayseri’nin Sarımsaklı köyünde bir İncil bulunduğu duyulunca enstitü derhal bu eserin peşine düşmüştür. Eserin ele geçirilmesi Batılı rakipleri nazarında ve bittabi Hristiyan âleminde onlara itibar sağlıyordu. Sarımsaklı köylüleri bu yazma eser için en az 1000 lira talep ediyorlardı. İncil on bin rubleye satın alınarak Mayıs 1896’da Rusya’ya götürüldü ve Halk Kütüphanesi El Yazma Eserler bölümüne konuldu. Maddi değerine bakılmaksızın bu eserin alınıp Rusya’ya götürülmesi Rusların bu coğrafyada Hristiyanlığa verdiği önemi gözler önüne sermektedir. Kitabın içeriğinde devam edildikçe yüzey araştırmaları için Rus konsoloslara gönderilen mektuplara ve bu doğrultuda yapılan keşif gezilerine değinildiği görülmektedir. Osmanlı geçmiş dönemlerden beri hudutlarında bulunan eski eserleri, harabeleri vs. belli bir izinle arkeologların ziyaret etmesine müsaade ediyor fakat buralarda bulunan objelerin toplanmasına katiyen izin vermiyor, tesadüfen buldukları eserler hakkında da Müze-i Hümâyun’u haberdar etmeleri gerektiğini bildiriyordu. Bu durum elbette Ruslar için de geçerliydi. Enstitü de Rus elçiliği bünyesinde faaliyet gösterdiğinden dolayı gerekli izinler Rus elçiliği tarafından alınıyordu. Kazı çalışmaları özel izne bağlıydı. Ayrıca bilimsel gezi ve incelemeler için verilen izinlerde de neleri yapabilecekleri ve nelere müsaade edilmediği net bir şekilde açıklanıyordu. Bunların haricinde Karadeniz, Anadolu, Ortadoğu ve Balkanlarda, İstanbul ile Marmara çevresi ve adalarda da keşif seyahatleri yapmışlardı. Dördüncü bölümde “Rus Arkeologların Kazı ve Bakım Çalışmaları” adı altında Rusların bu doğrultuda keşif ve kazı çalışmaları için talepleri, Osmanlının bu konuya yaklaşımı ayrıntısı ile işlenmiştir. Ma’mafih Makedonya ve Bulgaristan’da kazı çalışmaları ve birçok camide inceleme çalışmaları yapıldığından bahsedilmiştir. Balkan savaşlarının başlamasıyla Rus Arkeoloji Enstitüsünün faaliyetlerinde göz ardı edilemeyecek aksamalar meydana gelmiştir. Önceleri pek çok bölgelerde külfetsiz faaliyet gösteren enstitü artık dergisini dahi düzenli olarak çıkaramaz hale gelmişti. 16 Ekim 1914’e kadar Enstitü faaliyetlerini ağır aksak devam ettirdi fakat Osmanlı ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması sonu oldu. Rus elçi geri çağırılıp Osmanlı ile diplomatik ilişkiler kesilince de çalışanları İstanbul’u terk etmek zorunda kaldılar. 68 Enstitü’nün kütüphanesine, müzesine ve tüm özel arşivine Osmanlı Müze-i Hümâyun idaresi tarafından el konuldu. Enstitü binasının ise daha sonraları Osmanlılar tarafından revir olarak kullanıldığı belirtilmiştir. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Trabzon ve Doğu illerinin Rus işgaline uğradığı dönemlerde Enstitünün kurulmasında büyük rol oynayan Upenski Trabzon’a gelerek müze koleksiyonunun ve kütüphanesinin geri alınması için teşebbüslerde bulunmuş fakat netice alamamıştır. Müze-i Hümâyun’a aktarılan eserler savaş yıllarında Osmanlı tarafından titizlikle korunmuştur. Bunun üzerine Upenski yılmamış, savaşın sunduğu karışıklıktan da faydalanarak Trabzon ve civarında araştırma ve kazı çalışmaları yapmıştır. Fakat bu çalışmalar sadece ilmi yönden düşünülmemelidir. Zira Upenski bu bölgelerde Bizans mirasını ortaya çıkararak bu mirasa ortaklık iddia etme gayesindedir. Enstitü’nün malları meselesinden artık Müze-i Hümâyun da sıkılmıştı ki bunların bir an evvel kendi bünyesinden çıkarılmasını veyahut başka bir çözüm yolu bulunmasını istiyorlardı. Sonraları Trabzon’dan götürülen dini el yazmalar karşılığında Enstitü’den kalanları Ruslara vermeyi teklif ettiler. Toplamda 26.703 cilt eserden ve el yazma koleksiyonundan oluşan kütüphane Ruslara teslim edildi. Bu arşivin hemen hemen hepsi muhafaza edilmiş fakat bir kısmının halen kayıp olduğu anlaşılmaktadır. Eserin muhteviyatına genel olarak bakıldığında olumsuz yönlerinden bahsetmek pek fazla mümkün olmamaktadır. Zira yazar, böylesine yoğun teorik bilgi içeren ve çoğu okuru cezbetmeyecek bir konuyu işlemesine rağmen son derece akıcı ve sade bir dil kullanmıştır. Eserin akıcılığı ve açıklayıcılığı özelliğini bir bütün haline getiren ve ikna ediciliğe bir destek niteliğinde karşımıza çıkan olumlu özelliklerden bir tanesi de görsel zenginliktir. Yazar eserinde sıklıkla bahsedilen tarihi eserlerin ve mekânların fotoğraflarına yer vermiştir. Bu da kitabı düz anlatımdan çıkarmıştır. Bunların yanı sıra Ünal konuyu işlerken madalyonun tek yüzüne odaklanmamış, olayları hem Osmanlı hem de Rusya açısından ele almıştır. Bunun da günümüz yazarlarına bakıldığı zaman maalesef nadir karşılaşılan bir özellik olduğu görülmektedir. Olumlu olarak nitelendirilebilecek bir diğer unsur ise dipnotlara sıklıkla başvurulmuş olmasıdır. Bu da yazarın eserini yoğun bir çalışmanın ardından kaleme aldığını ortaya çıkarmaktadır. Eser sonunda detaylı bir de kaynakça bulunmaktadır. Tek sayfalık kaynakça ile yazılmış birçok kitaba nazaran bu eserde kaynakçanın yoğunluğu okura başvurulacak kaynak sayısını dipnotlarla beraber arttırmakta ve mukayese bakımından geniş bir çerçeve oluşturmaktadır. 69 Sonuç olarak eserdeki doğrular ufak tefek hataları götürmektedir. Eserin son kısmında yazar sonuç mahiyetinde bir yazı kaleme almıştır. Bu da kitap okunurken gözden kaçan noktaları okuyucunun gözleri önüne sermiştir. Esere genel olarak bakıldığı vakit yalnızca Rusya veya Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Bizans ile ilgilenenlerin okuması gereken bir kitap değil, aynı zamanda Osmanlı tarihi ile de alakadar olanların mutlaka kütüphanelerinde bulundurup, okumaları gereken bir eser olduğu anlaşılmaktadır. 70 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Enver Murat Bardakçı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Baskı, 2015, 784 sayfa. ISBN: 978-605-332-603-8. Erol AKCAN ∗ Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın, ekranlardan hazırlamakta olduğunu duyurduğu Enver Paşa’yla ilgili eseri, nihayet okuyucu ile buluştu. Eserle ilgili düşünce ve eleştirilerimizi ifade etmeden önce Bardakçı’nın hakkını teslim etmemiz gerekir: Bardakçı, son zamanlarda gerek televizyon ekranlarında yaptığı tarih programı ve gerekse yakın tarihimizle ilgili özel arşivinde bulunan belgeleri yayımlamak suretiyle tarihimizin farklı dönemlerinin anlaşılmasına önemli katkılar yapmıştır. Bardakçı’nın son katkısı Enver’i yayımlamak suretiyle oldu. Eser, Enver Paşa’yla ilgili Bardakçı’nın 71 özel arşivinde bulunan belgelerden ve Bardakçı’nın farklı kaynaklardan hareketle verdiği bilgilerden ∗ Yrd.Doç.Dr. Iğdır Üniversitesi, [email protected] İİBF, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Öğretim Üyesi, Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 oluşmaktadır. Bu yazıyla, Bardakçı’nın eserindeki katılmadığımız bazı noktalara temas etmek ve eserdeki bazı bilgi hatalarına işaret etmek suretiyle Enver’e küçük bir katkıda bulunmak istiyoruz. Bardakçı’nın eserinde dikkatimizi çeken ilk husus, bugüne kadar Enver Paşa üzerine yazılan eserlerin sıralandığı listede Nevzat Kösoğlu’nun eserine yer verilmemiş olmasıdır 15. Kösoğlu’nun eserinin bu listede yer almaması Bardakçı’nın bilinçli bir tercihi midir, yoksa gözünden mi kaçmıştır bilemiyoruz. Bardakçı’nın Türkiye’de yapılan yüksek lisans tezlerini dahi takip eden sıkı bir yayın takipçisi olduğunu göz önüne aldığımızda bunun bir gözden kaçma sonucu olduğuna ihtimal veremiyoruz. Nitekim Kösoğlu’nun Şehit Enver Paşa’sını okuyan okuyucu, Bardakçı’nın Enver’ini okuduğunda, bu eserin Şehit Enver Paşa’ya bir reddiye olarak yazıldığı izlenimine kapılacaktır. En azından biz, Bardakçı’nın üslubundan ve oluşturmaya çalıştığı “Enver algısı”ndan böyle bir sonuca vardık. Esasen Enver Paşa’yı anlamak isteyen bir okuyucunun ya da araştırmacının aracı kişilere ihtiyacı olmadığı kanaatindeyiz. Enver Paşa, kısa süren ömrünün neredeyse her dönemini hem yaşayan hem de yazan tarihi bir şahsiyettir. Bugün meraklı bir okuyucu, kendisinin bizzat yazarak bıraktığı ve eşinden itinayla saklamasını istediği hususi mektuplarını ve diğer yazışmalarını okumak suretiyle Enver Paşa’nın nasıl bir insan olduğunu anlayabilir. Enver Paşa hakkında bugün ileri sürülen “TürkçüTurancı”, “İslamcı”, “Alman hayranı”, “Napolyon hayranı” vb. yakıştırmaların tamamı, başkalarının uydurmalarından ibarettir. Enver Paşa, kendi yazışmalarında bu türden yakıştırmaları hak edecek ifadelere yer vermediği gibi, yaşadığı dönemde yapılan bu yakıştırmaların bazılarını da bizzat kendisi reddetmiştir. Örneğin, Napolyon’u taklit ettiği söylentileri kulağına gittiği zaman eşine yazdığı mektupta “Ne kadar yanlış bir telakki. Ben, benden başka bir şey değilim, olamam, binaenaleyh Napolyon’un taklidi olarak ikinci olmak aklımdan hiç geçmemiştir” (s. 226) diye yazacaktır. Bardakçı, “Enver’i yaptıklarının ve yazdıklarının ışığında değerlendirmeye çalıştım” diyor (s. 26). Enver Paşa’ya yapılan bu yakıştırmalardan Türkçü-Turancı olduğu iddiasına karşı çıkıyor. Enver Paşa’nın “Turancı” değil, “İslamcı” olduğunu iddia ediyor (s. 159). Biz, Enver Paşa’ya yapılan bu türden yakıştırmaları, onu anlamanın ve tarihselleştirmenin önündeki en büyük engel olarak gördüğümüz için bu yakıştırmalardan hiçbirine katılmıyoruz. Tarihi şahsiyetleri illaki bir kalıba oturtmak zorunda değiliz. İnsanlar hayatlarının farklı dönemlerinde farklı şeyler söylemiş ya da yazmış olabilirler. Bunlardan hareketle tarihi şahsiyetleri muayyen kalıplara hapsetmenin doğru olmadığını düşünüyoruz. Bardakçı’nın Enver’i yaptıklarının ve yazdıklarının ışığında değerlendirmeyi ne kadar başarabildiği ise tartışmaya açıktır. Bardakçı’nın ifadelerindeki Enver Paşa ile kendi yazışmalarındaki Enver Paşa farklı insanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Enver Paşa’nın kendi yazışmalarından hareket edersek, hayatında dini 72 değerleri yaşamaya gayret gösteren, İslami değerlere bağlı, mütevazı, methedilmeyi sevmeyen bir insan profiliyle karşılaşırız. Bardakçı da Enver’in “dindar” olduğu kanaatine sahiptir (s. 213). Ancak, 15 Nevzat Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, Ötüken, İstanbul 2008, 654 sayfa. History Cnitique – Issue 3, April 2016 eserin bir başka yerinde Enver’in “kibir sahibi olduğunu” (s. 21) iddia ediyor. Bardakçı, Enver’in “medhedilmeyi aslında gayet sevdiğini” iddia ediyor (s. 11). Ama Enver Paşa’nın bizzat kendi yazdıklarına bakacak olursak şöyle diyor: “Biliyorsunuz ne için olursa olsun methiyeler duymaktan hoşlanmam. Vatan için yapıldığında, yapılan her şey tabiidir” 16. Bardakçı, eserinde “tahmin üzerine tarih yazılmasının mümkün olmadığına inandığını” söyleyerek Abdülhamit’in mutlakiyetçi idaresi yerine özgürlüklere izin veren bir idare kurması halinde imparatorluğun akıbetinde bir değişiklik olur muydu sorusuna cevap vermekten kaçınıyor (s. 71). Ancak, konu Enver’e gelince “tahmin üzerine tarih yazılmasının mümkün olmadığını” unutuyor ve şu cümleleri yazabiliyor: “Enver Paşa mücadelesinde mağlup olmayıp da galip gelse idi, Türkiye’de bugün Mustafa Kemal’in ismi yahut Kemalizm kavramı değil, Şark milletlerine mahsus yüceltme merakı ile her an ve her yerde İsmail Enver ile Enverizm sözleri işitilecek; okullarda, kışlalarda ve resmi dairelerde Enver’in fotoğrafları ile büstleri yer alacak, meydanlarda onun heykelleri olacaktı.” (s. 13). Tarihçi olduğumuz için Bardakçı’nın bu cümlelerine, tahminlerden hareketle Enver Paşa şöyle yapardı, böyle yapmazdı tarzında cevaplar vermeyeceğiz. Sadece şu soruları sormakla ve bazı yanıtlar vermekle yetineceğiz: İttihat ve Terakki’nin “denetleme” ve “tam iktidar” olduğu yıllarda Enver Paşa’nın Bardakçı’nın bu sıraladığına benzer uygulamalar olmuş mudur? Enver Paşa’nın “Osmanlı Ordularının Başkumandan Vekili” olduğu yıllarda, Almanların “Osmanlı ülkesinde orduyu tutan her şeyi tutar” dediği dönemlerde, Türkiye’yi “Enverland” diye niteledikleri dönemlerde Enver Paşa’nın Bardakçı’nın dediği şeyleri yapmasına engel olacak bir kuvvet var mıydı? Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa zihniyet ve idare anlayışı olarak birbirinden farksız iki tarihi şahsiyet midir? Bize göre Enver Paşa’nın bunları yapması için mağlup veya galip olmasının hiçbir önemi yoktur. Enver’in mücadelesi siyasi iktidar veya mevki-makam elde edip “tekçi-otoriter” bir rejim kurmak, millete tahakküm kurmak olsaydı zaten bunu yapabilecek gücü elde etmişti. İttihat ve Terakki’nin Bab-ı Ali Baskını’nı yapmasından sonra Enver’in Harbiye Nazırı ve Erkân-ı Harbiye Reisi olmaktan kim, hangi kuvvet alıkoyabilirdi? Enver Paşa’nın bu anlamda Mustafa Kemal Paşa ile aynı zihniyet ve anlayışta bir insan olduğuna da katılmıyoruz. Enver Paşa’nın güçlü olduğu dönemlerdeki uygulamalarından ve yazdıklarından hareketle bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Paşa’nın ülkeden ayrıldıktan sonraki süreçte Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektuplarda gelecekle ilgili tavsiyeleri ve Ankara’ya yönelttiği eleştiriler kendisinin nasıl bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir: “..Lüzumsuz vehim ve tecebbüre kapılma…, ..memlekette bir şahsın veya yalnız bir kısmının tahakkümüne doğru gitme…, şimdiden kanunsuz hareketlere ve lüzumsuz şiddetlere giderseniz 73 korkarım ki hayırlı netice vermez. Millet, Sultan Hamid idaresi zamanındaki millet değildir. Artık tahakküm ve tecebbüre çok dayanamaz” (s. 552). 16 Kendi Mektuplarında Enver Paşa, Yay. Haz. M. Şükrü Hanioğlu, Der Yay., İstanbul 1989, s. 40. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Bu tavsiyeleri veren Enver Paşa’nın galip olduktan sonra Bardakçı’nın dediği şekilde Kemalizm’e benzer bir rejim kuracağı söylenebilir mi? Bizce söylenemez. Enver Paşa’nın böyle bir rejim kurabilmesi için önce saltanat ve hilafeti ortadan kaldırması beklenir. Oysa Bardakçı’nın da eserinde belirttiği üzere Enver Paşa, saltanata ve hilafete bağlıdır (s. 222). Eylül 1921 tarihindeki kongrenin kararlarından bir tanesi de “saltanatın ve hilafetin muhafazası” yönündedir (s. 521). Enver Paşa’nın hem saltanata ve hilafete bağlı olduğunu yazmak hem de galip gelseydi Enverizm kurardı demek kendi içinde tutarsızlıktır. Bardakçı’nın Enver Paşa’nın mücadelesiyle ilgili şu cümlelerine de katılmıyoruz: “Enver Paşa yenildi, hem de ağır, çok ağır bir yenilgiye uğradı, tarihe galip değil, mağlup olarak geçti; hayalleri ve yapmak istedikleri macera, mücadele, savaş, oyun, kumar yahut başka ne şekilde isimlendirilse isimlendirilsin, hepsini kaybetti!” (s. 11). Bu cümleler son derece toptancı yaklaşımlardır. Enver Paşa’nın verdiği mücadelede şüphesiz başarıları da vardır başarısızlıkları da. Bu meseleye hangi açıdan bakıldığı ile ilgili bir durumdur. Enver’in Bakü’deki Doğu Halkları Kurultayında söylediği sözler bu açıdan önemlidir: “Yoldaşlar! Bugün istilacılara karşı kahramanca dövüşen Türk ordusu-ki kuvvetlerini rençberlerden alıyor, söylediğim gibi mağlup olmamıştı, ancak bir zaman için tüfeklerini aşağı indirmişti. Bu ordu aynı düşmanla on beş sene savaştıktan sonra, şimdi de iki yıldır nihayetsiz ihtiyaç ve sıkıntı içinde muharebeye sebatla devam ediyor” (s. 527). Yakın tarihimizin en büyük açmazlarından birisi, Türk milletinin ve içinden çıktığı ordunun, Balkan Harbi’yle başlayan ve Mudanya Mütarekesi ile sonuçlanan on yıllık savaş dönemini bir bütün olarak değil, son iki kısmını “Kurtuluş Savaşı” ya da “Milli Mücadele” adıyla kopararak ayrı bir değerlendirmeye tabii tutulmuş olmasıdır. Bize göre, farklı merhalelerden geçen bu on yıllık süreç bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Balkan ve Birinci Dünya Harbi içerisinde elde edilen kazanımların muhasebesi tam olarak yapılmadan mücadelenin son merhalesindeki başarılar anlaşılamaz. Bahsini ettiğimiz süreçte, kazanılan ve kaybedilen savaşlardan söz edilebilir ancak kaybedilen bir harpten söz edilemez. Bir milletin mücadelesi yalnızca askeri açıdan da değerlendirilemez. Bazen cephede kazanan bir millet, diplomasi masasında kaybedebilir. Büyük Güçler, Anadolu’da başlayan hareketi hiçbir zaman öncesinden ayrı bir mücadele olarak değerlendirmemişler, Osmanlı’yla olan bütün hesaplarını Lozan’da delegelerimizin önüne getirmişlerdir. Bardakçı’nın değerlendirilmelerinde ne kadar sathi bir bakış açısına sahip olduğunu en güzel şekilde şu cümleleri ortaya koymaktadır: “Almanya’nın ilk dünya harbinin sona ermesinin üzerinden 72 sene geçtikten sonra telafi edebildiği sıkıntıları, 1918’de işgale uğrayan Türkiye 1922’de, yani sadece dört senede çözebilmişti ve bunu sağlayan da Mustafa Kemal’in liderliğindeki hareket olmuştu.” (s. 15). 74 Türkiye’nin Cihan Harbi’nin sıkıntılarını dört sene içinde çözdüğüne Bardakçı ve dileyen okuyucuları inanabilir. Bu cümleler bizim için hamasetten başka hiçbir anlam ifade etmemektedir. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Bardakçı’nın Enver’in Harbiye Nezareti’ne gelmesiyle ilgili düşünceleri de hayli sorunludur: “Siyasi alanda güç elde edip askeri hiyerarşide kısa zamanda en tepeye yükselmesini de galip geldiği bir muharebeye değil yine silahlı bir eyleme, 23 Ocak 1913’te yine arkadaşlarıyla beraber Babıali’yi basmasına, zamanın sadrazamı Kamil Paşa’ya imzalattığı istifa mektubunu Sultan Reşat’a götürüp sadarete Mahmut Şevket Paşa’nın tayinini sağlamasına borçluydu… Devletin ve iktidarın zirvesine yerleşmiş, üstelik hanedanın da damadı olmuştu ama savaşların mağlubu idi!” (s. 21). Enver’in Harbiye Nezareti’ne gelmesi silahlı eylem sayesinde gerçekleştiyse neden harbiye nazırı olmak için bir yıl beklemek zorunda kaldı? Mevcut hükümeti deviren Enver, neden sadaret ve harbiye nazırlığı makamlarını başkalarına sundu? Devletin ve iktidarın zirvesine yerleşen ve hanedana damat olan Enver Paşa, Ocak 1914 öncesinde hangi savaşların mağlubu idi? Bardakçı’nın dediği gibi Enver Paşa’nın harbiye nezaretine gelmesinde silahlı eylem ve damat olması değil, zamanın zorunlulukları etkili olmuştur. Rütbe verilirken ise Trablusgarp’taki direnişte ve Edirne’nin geri alınmasında gösterdiği çalışmaları etkili olmuştur. Rumeli’nin kaybedilmesinden sonra orduda yapılacak ıslahatların gerçekleşmesi için “İttihatçı bir harbiye nazırı” kaçınılmaz hale gelmiştir. Şayet, bu reformları gerçekleştirmekte Ahmet İzzet Paşa, tereddüt göstermemiş olsaydı, Enver Paşa harbiye nazırı olmayabilirdi. Ordu içerisinde varlığı inkâr edilemeyecek genç kuşak ittihatçı subaylar ancak kendi içlerinden çıkmış ve itimat ettikleri bir komutanın başlarında olmasını istiyordu. Talat Paşa başta olmak üzere, sivil kanatta hükümette kendilerinden bir harbiye nazırıyla çalışma taraftarıydı. Mahmut Şevket Paşa’yla yaşanan anlaşmazlıklar ittihatçı olmayan bir harbiye nazırı ile çalışmanın zorluklarını göstermişti. Rumeli’nin kaybedilmiş olduğu bir atmosferde, ordunun başına Enver Paşa’nın getirilmiş olması orduda ve kamuoyunda-kişisel çekememezlikler bir tarafa bırakılırsa- olumlu karşılandı. Enver Paşa’nın Ocak 1914’te harbiye nazırı olmadan önce “Hürriyet Kahramanı”, “Edirne Fatihi” ve Trablusgarp kahramanı olarak kamuoyunda hayli şöhretli bir insan olduğu bilinmektedir. Doğrusu, Enver Paşa’nın hangi “savaşların mağlubu” olduğunu biz bilmiyoruz. Bardakçı’nın kastettiği Balkan Harbi’yse şayet, Enver Paşa’nın bu savaş başladığı sırada Trablusgarp’ta olduğu ve kendisini zaten kaybedilmiş bir savaşın içinde bulduğu bilinmektedir. Bardakçı’nın Balkan Harbi’nin ve bu harp içerisinde yaşanan Bolayır çıkartmasının faturasını Enver Paşa’ya keseceğini zannetmiyoruz. Enver Paşa’nın harbiye nazırı olması için İttihat ve Terakki’nin asker kanadının hükümete ve saraya baskı yaptığı (s. 104) ise M. Ragıp Esatlı başta olmak üzere yıllar sonra yazılan anı sahiplerinin uydurmalarıdır. Bardakçı’dan Enver Paşa’nın harbiye nazırlığı öncesi başarılarını ve bu makama getirilişini değerlendirirken hiç olmazsa eserinde yer verdiği W. Churchill kadar insaflı olmasını beklerdik (s. 124). 75 Bardakçı’nın Enver Paşa’nın harbiye nazırı olduktan sonra orduda gerçekleştirdiği reformlarla ilgili düşünceleri yanlış değil fakat noksandır: “Enver, orduyu gençleştirip ayağa kaldırmaya çalışmış, askere mücadele azmi vermişti ama çabaları hep kumanda heyetine, yani subaylara yönelikti ve Anadolulu askerin bilgi seviyelerini arttıracak, memleketlerini ve dünyayı tanıtacak hiçbir faaliyette Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 bulunulmamıştı.” (s. 136). Gerçekten Bardakçı’nın dediği gibi Enver’in orduya dönük reformları tümüyle kumandaya yönelik miydi? Askere ve askerliğe dönük reform çabaları yok mudur? Bu soruların ilkinin yanıtı hayır, ikincisinin yanıtı ise evettir. Enver Paşa’nın harbiye nazırlığına gelir gelmez ilk yaptığı işlerden birisi mevcut asker alma kanununu değiştirmek ve askerlik muafiyetlerini kaldırmak olmuştur. Üst düzey mektep öğrencilerinin okullarda askerlik eğitimine tabi tutulmaları ve atış eğitimi almaları bu dönemde başlamıştır. Askerlik öncesi gençlerin bedenen, zihnen ve ruhen askere hazırlanmalarına yönelik paramiliter gençlik kuruluşları da Enver Paşa’nın harbiye nazırlığı döneminde başlamıştır. Kendisinin Başbuğ’u olduğu İzciler Ocağı ve Osmanlı Güç Dernekleri Cihan Harbi öncesinde, Osmanlı Genç Dernekleri ise harbin ortalarında bu yönde atılan adımlardır 17. Ne kadar başarılı oldukları tartışılmakla birlikte Enver Paşa’nın reformları tümüyle kumanda heyetine münhasırdır, askere yönelik hiçbir faaliyette bulunmamıştır denemez. Bardakçı, Enver Paşa’nın Türkistan’a giderken “körlemesine bir macera” ya atıldığını, elinde o beldeleri anlatan bir kitap, rapor, yahut not değil, Alexandre Dumas’ın Kraliçe Margo isimli romanı olduğunu ifade ediyor ve sonu ünlemle biten bir cümleyle esaretten kurtarmak istediği yerlere bu romanı okuyarak gittiğini belirtiyor (s. 327). Bardakçı, herhalde buradan hareketle Enver’in Türkistan mücadelesini “körlemesine bir macera” olarak niteliyor. Enver’in mücadele etmek istediği yere giderken gittiği bölge dışında eser okuması “körlemesine bir macera” ya atılmanın işareti sayılacak olursa, Trablusgarp’a giderken de Faust’u okumaktadır 18. Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Taarruz’dan birkaç gün önce Çalıkuşu’nu okuduğu bilinmektedir 19. Enver’inde dahil olduğu bu genç kuşağın savaştayken savaşa giderken dahi kitap okumaları bizce eleştirilecek bir durum değil, aksine gıpta edilecek bir durumdur. Bugün bunca rahatın içinde kitap okumayan nesilleri düşününce, Enver’in bu davranışının dahi eleştiri konusu olmasına anlam veremiyoruz. Eserdeki bazı gözden kaçan bilgi hatalarına sonraki baskılarında düzeltilmesi için burada yer vermek istiyoruz. Bardakçı, eserinde II. Abdülhamit’in II. Meşrutiyet’i ilan tarihi olarak 23 Temmuz 1908 tarihini veriyor ki bu tarih eserin doksan sekizinci sayfasında verildiği gibi 24 Temmuz 1908 olmalıdır (s. 62). Mustafa Kemal Paşa’nın veliaht Vahdettin ile Almanya yolculuğunun tarihi 1916 Ekim olarak veriliyor, doğru tarih Aralık 1917 olmalıdır (s. 17). Balkan Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ne saldırmasının tarihi Kasım 1912 değil, Ekim 1912 olmalıdır (s. 104). Osmanlı donanmasının Rus limanlarını bombalaması 29 Ağustos 1914 değil, 28/29 Ekim 1914 olmalıdır (s. 105). Eserde, Trablusgarp’a giden subaylar arasında Hafız Hakkı Paşa’nın ismi zikrediliyor. Ancak, konuyla ilgili eserlerde ve Bardakçı’nın yayına hazırladığı günlüklerinde biz böyle bir bilgiye rastlamadık (s. 113). Eserin 217. Sayfasında Anadolu’ya geçeceği sırada Tiflis’te şehit edilen kişi Enver değil, Cemal 76 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Erol Akcan, İttihat ve Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları, TTK, Ankara 2015. 18 Kösoğlu, a.g.e, s. 106. 19 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. II, Remzi Yayınevi, İstanbul 2008, s. 474. 17 History Cnitique – Issue 3, April 2016 olmalıdır (s. 217). Enver’in “sabık hariciye nazırlığı” herhalde sabık harbiye nazırlığı olmalıdır (s. 309). Eserin ekler kısmında 188 ve 189 dipnotların belge numaraları yanlış verilmiştir (s. 593). Doğru belgeler 43 yerine 44, 49 yerine 45 olmalıydı. Yine, 208 numaralı dipnotun belge numarası 57 değil, 56 olmalıydı. Eserin, 249. sayfasındaki tarihin miladi çevirisi 1 Ekim 1918 değil, 1 Kasım 1918 olmalıydı (s. 249). Kırım Harbi’nin tarihi 1858 değil, 1854-1856 olmalıydı (s. 297). Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Murat Bardakçı, Enver’i ve mücadelesini yazmış ama Enver’i ve mücadelesini anlayamamış. 77 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Balkan Harbi Hatıratı Yüzbaşı Osman Nuri, Haz. Zeynep Kerman İstanbul, Dergah Yayınları, 2014, 86 sayfa, ISBN: 978-975-995-522-9 Şükrü CÖMERT 20 Balkan Harbi Hatıratı Deniz Yüzbaşı Osman Nuri tarafından 1912-1913 yıllarında Balkan Harbi boyunca yaşadıklarını kaleme alınmış bir hatıralar bütünüdür. Osman Nuri’nin asıl adı Üsküdarlı Mehmet Rıfat bin Osman’dır. Deniz Müzesi arşivinde bulunan künyesine göre (Atik-Eski- Künye numarası 4469 Cedid-Yeni- Künye numarası 513’dür) Rumi 1298/1882-1883 Dersaadet (İstanbul)’de doğmuş ve Süleymaniye mahallesi nüfus kütüğüne kayıtlıdır. Mekteb-i Rüştiye-i Bahriye (Deniz Lisesi)’den mezun olan Yüzbaşı Osman Nuri 13 Mart 1897’de Mekteb-i Fünun-u Bahriye (Deniz Harp Okulu)’na girmiş ve 29 Mart 1899’da teğmen rütbesi ile mezun olmuştur. 9 Nisan 1901’de Üsteğmen, 23 Temmuz 1908’de Yüzbaşı 3 Şubat 1914’de Birinci Sınıf Yüzbaşılığa terfi etmiştir. İyi derecede İngilizce bilen Osman Nuri Bey donanmanın çeşitli 78 gemilerinde görev yapmış ve Balkan Harbi esnasında Mesudiye zırhlısının II. Komutanlığını deruhte ederken söz konusu hatıratını kaleme almıştır. 20 Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü History Cnitique – Issue 3, April 2016 Asıl adıyla Yüzbaşı Üsküdarlı Mehmet Rıfat Bey 1924 yılında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan İsmet İnönü ve Milli Savunma Bakanı Kazım Orbay’ın imzalarının bulunduğu üçlü kararname ile emekli edilmiştir. Meslek hayatı boyunca ve emeklilik döneminde çok sayıda mesleki makale ve tercüme kaleme alan Mehmet Rıfat Bey’in yazıları dönemin Bahriye dergisi Donanma Mecmuasında yayınlanmıştır. Yüzbaşı Osman Nuri Bey’in Balkan Harbi Hatıratı beş ana bölümden oluşmaktadır. Balkan Harbi Hatıratı başlıklı birinci bölümün birinci kısmında Mesudiye Zırhlısının Haliç Tersanesindeki bakım onarım faaliyetleri ve İstanbul’dan ayrılışı anlatılmıştır. İkinci kısımda Tekirdağ’ın düşman tarafından işgali ve bu süreçte karada muharebelere devam eden kuvvetlerin kısmen mühimmat ikmali ile deniz topçu atışı ile desteklenmesi ve muhacirlerin nakliye gemilerine intikal ettirilmesi ele alınmıştır. Çatalca Hatt-ı Müdafaamızın Cenahlarında başlıklı üçüncü kısımda ve Nara’da başlıklı dördüncü kısımda başta Hamidiye Kruvazörü olmak üzere donanma unsurları ile birlikte kara kuvvetlerine yapılan deniz topçu desteği ve bu müşterek harekat boyunca elde edilen başarılar anlatılmış, aynı zamanda gemideki yaşamdan kesitler sunulmuştur. 16 Aralık 1912’de Yunan donanmasına bağlı unsurlarla yapılan İmroz Muharebesinin anlatıldığı İkinci bölümde, bu muharebeye ilişkin çok detaylı bilgiler sunulmuştur. Ayrıca bölümün sonunda muharebeye katılmış bir Yunan Subayının İngiliz Naval Military Record isimli dergide yayınlanan hatıratına yer verilmiş ve kendi hatıraları ile karşılaştırmalar yapılarak Yunan subayının iddiaları çürütülmüştür. İkinci Huruç ve Üçüncü Huruç isimleri verilen bölümlerde Türk Donanmasının Balkan Harbi esnasında Çanakkale boğazı ve mücavir bölgelerde yaptığı harekatları yer verilmiştir. Son bölümde Yunan donanması ile Limni açıklarındaki muharebe ile Bolayır önlerinde yapılan faaliyetler anlatılmış, hatıratın bu kısmında diğer kısımlarda olduğu gibi özeleştiri yapmaktan kaçınılmamıştır. Osman Nuri Bey’in tüm hatıratında tarafsız bir yaklaşım söz konusudur. Balkan savaşlarının deniz muharebeleri ve harekatları Mesudiye Zırhlısına verilen görevler açısında ayrıntılı bir şekilde anlatılmış, denizci personelin yaşadığı sıkıntılar çok canlı bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Özellikle gemilerin ikmal eksiklikleri ile kömür bütünlemesi yapılırken yaşananlar ve Mesudiye gibi büyük bir geminin ekmek fırını dahi olmaması Türk Donanmasının o dönemdeki zayıf durumunu gözler önüne sermektedir. Bununla birlikte Yunan filoları ile yapılan muharebelerden İmroz Muharebesinde Türk donanmasının 79 atış üstünlüğü ve topçu personelin imkansızlıklara rağmen başarıları anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde Limni Muharebesindeki başarısızlık çok açık ve mübalağadan uzak bir şekilde işlendiğinden İngilizlerin Yunan denizci personeli üç dört hafta gibi kısa bir sürede eğiterek başarı kazanmalarına Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 vesile oldukları öğrenilmektedir. Bunun yanı sıra Türk gemilerinin teçhizat ve top modellerinin eski olmasından dolayı daha kısa menzile atış yapılabilmesinin deniz muharebelerindeki başarısızlıkların bir diğer nedeni olduğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak söz konusu eser sayesinde Balkan Savaşlarına deniz kuvvetleri açısında bakma fırsatı elde edilmektedir. Denizcilerin Osmanlı Devletinin son dönemini yaşadığı yıllarda hizmet aşkıyla elinden geleni yapmaya çalışan subayların ve erlerin gerek düşmanla gerekse deniz şartlarıyla zorlu mücadelesi, zafere ve başarılara olan özlemleri güzel bir edebi üslupla gözler önüne serilmiştir. Özellikle ikmal sistemi açısından Mesudiye Zırhlısının kömür alma işlemi süresince gemi personelinin sekiz yüz ton kömürün kömür ambarlarının girişine kadar sırtlarında taşımasının anlatıldığı bölüm oldukça ilgi çekicidir. Bununla birlikte gemide fırın bulunmaması nedeniyle ekmek pişirilemediği ve gemideki kurtlu peksimetlerin dövülerek kurtlarının ayrılıp kalanın yeniden hamur yapılarak gemi kazanı önünde yeniden pişirilmesi personelin çektiği lojistik sorunları çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Diğer yandan Donanmanın eksik ve kusurlu tarafları, mürettebatın eğitim yetersizliği ve üstün yönleri açıkça ortaya konmuştur. Balkan savaşı süresince Mahmut Şevket Paşa, Enver Paşa ve Hurşit Paşa’nın donanmayı ziyareti esnasında Sadrazam ve Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket paşa’nın “bundan böyle kuvvetli bir donanma inşası arzu edildiğinden bu hususta kabinenin sarf-ı mesai edeceğinden ve icra edilen muharebatta donanmamızın gösterdiği faaliyet şayan-ı takdir olup icabında yine aynı suretle fedakarlık beklendiğinden bahsederek netice-i makal olarak muvaffakiyet (yani huruç) elde edilmesi” temennisinde bulunması ve kitapta Sayfa 82’de bulunan74 numaralı dipnotta bu hususta kabinenin çalıştığını belirtmesi, Osmanlı Devlet adamlarının bir deniz gücü vizyonu olduğunu ancak günün şartları nedeniyle bunu gerçekleştiremedikleri değerlendirilmektedir. Güçlü bir donanmaya sahip olmayan Osmanlı Devletinin Çanakkale civarına sıkışıp kaldığı ve deniz harekatlarını kısmen Karadeniz’de olmakla birlikte ağırlıklı olarak iç deniz olan Marmara’da yaptığı artık Büyük devletlerin donanması ile boy ölçüşmek bir yana tamamen etkisiz bir hale geldiği anlaşılmaktadır. 80 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık İsmail Küçükkılınç, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2016, 352 sayfa, ISBN: 978-6051553276. Hasip SAYGILI ∗ Yakın tarihle ilgili ilgi çekici bu eser hukukçu yazar İsmail Küçükkılınç tarafından yayınlanmıştır. Eser yazarın üzerinde çalıştığı, son birkaç yıl içinde bir kısmı yayınlanmış yazılarının konu bütünlüğü çerçevesinde kronolojik-tematik olarak yeniden gözden geçirilmesi ve genişletilmesi ile meydana gelmiştir. Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık’ın Birinci Dünya Savaşı’nın yüz yıl 81 sonunda dönemin aktörlerini farklı bir bakış açısıyla değerlendirmesiyle literatüre anlamlı bir katkı yapacağı beklenebilir. Küçükkılınç’ın eserinin dönemle ilgili yayınlanmış ve genel kabul görmüş kanaatlere yaslanmadan farklı ve bizce özgün görüşler ileri sürdüğü ifade edilmelidir. Yazar söz ∗ Doç. Dr, FSMVÜ, İstanbul, [email protected] Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 konusu tezlerini savunurken, literatürde bilinmeyen, kendisinin ortaya çıkardığı bilgi ve belgeleri kullandığı iddiasında değildir. Ancak önemli bir kısmı akademik camia ve kamuoyunun ilgi ve dikkatini çekmeyen bilgi ve tanıklıkları genel olarak kaynak tenkidi de yaparak okuyucuya sunmuş ve tezlerinde bütünlüklü ve tutarlı olarak kullanmıştır. İsmail Küçükkılınç, İttihadçılık ve İttihatçılar konusunda muhafazakâr mütedeyyin kesim, Kemalistler ve liberallerin düşmanca denilebilecek olumsuz bakış açılarını kaynaklara dayanarak eleştirmektedir. Yazara göre geleneksel muhafazakâr mütedeyyin çevrelerdeki İttihadçı algısı Sultan Abdülhamid odaklıdır. İttihadçılar yabancı güçlerin yönlendirmesi ile Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren ve böylece koskoca imparatorluğu harbe sokarak batıran komitacı maceracı siyonist, mason, dönme ve dinsizler koalisyonudur. Kemalist bakış açısına göre de İttihadçılar, imparatorluğu batırmış daha sonra da Mustafa Kemal’in şahsını ortadan kaldırmaya çalışmış maceracı, hayalperest, komitacı zihniyeti temsil etmektedir. Liberal çevreler için ise İttihadçılar Türk olmayanları dışlayan onlara tehcir ve katliam dahil her türlü şiddeti uygulamaya önceden kararlı homojen bir grup olarak görülmektedir. Yazar eserinin başlarında Jön Türklük ile İttihadçılığın birbirine karıştırıldığı fikrindedir. İsmail Küçükkılınç Jön Türklerin memleket gerçekleri konusunda çok net görüş sahibi olmayan soyut siyasi projelerle meşgul kimseler olduğunu ancak İttihadçılığın memleketin Avrupa topraklarının elden çıkmak üzere olduğu endişesiyle harekete geçen hamiyet sahibi subay ve memur ağırlıklı yapılar olduğunu ileri sürmektedir. Sultan Abdülhamid’e Meşrutiyeti tekrar yürürlüğe sokturan 23 Temmuz 1908 hareketinin de ayakları yere basmayan Jön Türklerin değil gözlerini budaktan sakınmayan İttihadçıların eseri olduğuna vurgu yapmaktadır. Jön Türklük ve Kemalizm kıskacında İttihadçılık İttihadçıların “heterojen bir koalisyon” olduğunu aralarında İslamcı, Türkçü, pozitivist, dinsiz kimseler olduğu gibi kavmî olarak Türklerin dışında Arnavut, Çerkez, Arap gibi unsurların da bulunduğuna dikkat çekmektedir. Eser bu kadar farklı siyasi görüş ve etnik kökene mensup insanın Osmanlı İmparatorluğunun siyasi varlığının son bulmaması için bir araya geldiklerini somut örneklerle ileri sürmektedir. Kitap, İttihadçılara yönelik darbeci ve komitacı ithamlarının de gerçekle çok fazla uyuşmadığının misallerini vermektedir. Meşrutiyet devrinde ilk siyasi darbeye 1912 yılında İttihadçıların maruz kaldığı ve komitacılık ithamının da daha ziyade Rumeli’de 1908 öncesi devletin yargı yetkisini kullanamaz hale gelmesinden ötürü bazı subay ve mülki idare amirlerinin kendi işlerini kendileri görmek zorunda kalmalarından dolayı zihinlere yerleştiği eserin savunduğu önemli tezlerdendir. Birinci Dünya Harbi içinde Ermeni tehcirinin tehcirin ıztırar hali olduğunu savunan eserde, tehcirle 82 Balkan Harbi’nde neredeyse Avrupa topraklarının tamamını kaybeden Osmanlı Devletinin Doğu Anadolu’da bir Ermenistan kurulmasını önlediği kanaati paylaşılmaktadır. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Yazara göre Ermeni Meselesi’nde “ıztırar hali”, “meşru müdafaa” tezinin anlamsızlığı üzerine ulaştığı bir tezdir: Mesele, tehcir mi soykırım mı? Ermeni tezi, tehcirin soykırımın kılıfı olduğunu iddia ediyor. Ancak onlar var olduğunu iddia ettikleri “soykırım” bir an için olmasaydı da bizatihi tehciri yine “soykırım” olarak telakki edeceklerdi. Zaten günümüzde “soykırım” suçunun gerçekleşmesi için ölü sayısı önemini yitirmiş gibi gözükmektedir. Bir unsurun tek bir ferdinin burnu kanamadan dahi gerçekleşmiş bir tehcirin “soykırım” olmasa bile “etnik temizlik” kapsamında mütalaa edileceğinden şüphe duyulmamalıdır. Meşru müdafaa, aslında mevcut bir saldırıya karşı kendini korumadır. Meşru müdafaa için saldırı mevcut ya da mevcut kuvvetinde muhtemel halinde olmalıdır. Birisinin size silah doğrultması ya da belindeki silaha hızla sarılması bu kabildendir. Yine birisi size yumruk attıktan ve bu yumruğun etkisi geçtikten sonra sizin de ona atacağınız yumruk meşru müdafaa değildir. Ayrıca meşru müdafaa bizatihi size saldırana karşı yapılmalıdır. Mesela birisi size saldırıyor diye siz de onun yanındaki kardeşine tekme atamazsanız. Hele siz tekmeyi yedikten saatler sonra size tekme atanı değil de onun kardeşini bulup tekmelerseniz bu meşru müdafaa olmadığı gibi üstelik suç teşkil eden bir fiil olur. “Iztırar hali” ise meşru müdafaa gibi değildir. Bir tehlike sebebiyle bizatihi tehlikenin müsebbibi ya da faili değil de masum birine zarar veriyorsunuz. Sayıları az veya çok bir Ermeni ayrılıkçı komitacı topluluğu, belli bir Ermeni nüfusun varlığını o nüfusun temerküz ettiği bölgenin devletten ayrılması ve bağımsızlık ilanı için yeterli sebep olarak görüyor. Büyük devletler de bunu destekliyor ya da hoş görüyor. Bunun zaten Balkan Harbi’nden sonra altyapısı da hazırlanmış, 9 Şubat 1914 Yeniköy Anlaşması ile de maksat hasıl olmuş gibidir. Ermeniler nüfuslarıyla mütenasip olmayan bir temsil oranına sahip olmuşlardır. Geriye neticeyi istihsal edecek vurucu darbe kalmıştı. Şayet biz Cihan Harbi’ne girmesek, herhangi bir bahaneye bile gerek duymayarak Anadolu’yu işgal edecek olan Rusların emrinde ve desteğinde hareket geçecek olan Ermeni komitacılar kendi halklarından da destek bularak büyük bir katliama ve tehcire başlayacak bilhassa Doğu’da etnik Ermeni homojenliği sağlanacaktı. Yazarın eserinde de defaatla tekrar edildiği üzere geçmişte de hep böyle olmuş, Mora, Tuna ve Makedonya bu şekilde kaybedilmiştir. Osmanlı Devleti ıztırarda kaldığı için tehcire müracaat etmiştir. Tehlikenin yakınlaştığını gösteren ise Ermeni komitacıların Rus saflarına geçmesi ve Rus birliklerine mihmandarlık yapmasıydı. Bir de Van’daki hadise kırıntı şeklindeki iyi niyeti de izale etmişti. Yazara göre Mora, Tuna ve Makedonya ayaklanmalarında da bu bölge Hıristiyanlarının tamamı değil, komitacılıkla temayüz etmiş çok küçük bir unsuru silahlı tedhiş faaliyetlerinde bulunmuştur. Kısaca bir bölgedeki gayrimüslim dinî-etnik unsurun tamamının isyana teşebbüs etmesi değil, bizatihi nüfusun varlığı devletten ayrılmak için yeter sebep kabul ediliyordu. Çok az sayıdaki komitacının isyan ve terör faaliyetlerinin sebebi, bizatihi bu faaliyetlerle başarıya ulaşma maksadına 83 değil, isyan çıkan bölgede asayişsizlik olduğu ve Hıristiyanların zulme maruz kaldığı mesajını Batılı büyük devletlere verme gayesine matuftu. Fakat 93 Harbi ile Balkan Harbi’nde komitacılar haricinde sivil Hıristiyanlar da yıllarca yan yana yaşadıkları Müslüman komşularını kesmekten imtina etmesi. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Osmanlı Devleti harbe girmese, ittifaksız kalıp İtilaf devletleriyle tek başına mücadele etmek mecburiyetinde kalsaydı aynı şeyin Anadolu topraklarında da yaşanmayacağının garantisi yoktu. Osmanlı Devleti’nin hedeflediği gayenin husulü için tehcir kâfi gelmekteydi. Bunun için hiç kimsenin burnunun kanamasına ihtiyaç yoktu. Sol-liberaller maksadın katliam, tehcirinse bunun kılıfı olduğunu iddia ediyor. Yazar ise maksadın Anadolu’daki bir avuç Müslümanın bekası olduğunu söylüyor. Tehcir maksada kâfi olduğu için katliam bir alternatif olarak dahi hatıra gelmiş değildir. Ancak tehcirin haklılığını ispat ve izah sadedinde söylenecek şey de meşru müdafaa değil ıztırar halidir. Çünkü tehcirin hukuki-ahlaki-siyasi bir meşruiyetinin olması gerekir. Yazara göre tehcirde haklı olmamız yollarda yapılan kimi katliamları inkâr etmemizi gerektirmez. Ancak yaşanan can kayıpları hem amaç değildir hem de kasten öldürmelerin sayısı o günkü değer telakkisi icabı soykırım tabirini hak edecek bir oranda değildir. Sol-liberaller amacın etnik homojenliği sağlamak için katliam olduğunu, tehcirin bunun üzerini örtmek için bulunan çözüm yolu olduğunu iddia ediyor. Onlara göre Balkan Harbi’nde yaşananlar katliamın kuvvetli bir faktörüdür. Onlar bunun Ermenilerin yok edilmesi için gerekçe yapıldığını iddia ediyor. Yazar ise tam aksine yaşanan tecrübelerden yola çıkarak Kırım, Kafkasya, Mora, Tuna ve Makedonya’da yaşanan katliam ve tehcirler elde kalan son toprak parçası olan Anadolu’da da yaşanmasın diye, sadece toprak kaybıyla kalmayacak, Anadolu’da toplanmış bir avuç Müslümanın da kaybına yol açacak bir felaketin vukuuna mani olmak için ıztırar hali olarak tehcire müracaat edildiğini, katliam ve soykırım iddiasının bir iftira olduğunu savunuyor. Yazar yukarıdaki Ermeni meselesine dair yaklaşımından da tahmin edilebileceği Batı Anadolu’daki Rum nüfusun kaçırılmasını da Anadolu’ya yakın adalar gibi bölgenin Yunanistan’a ilhakına mani olacak demografik bir tedbir gözüyle değerlendirmektedir. Fikrimizce hukukçu İsmail Küçükkılınç’ın “ıztırar hali” tezi hukukçular başta akademik camia ve dış politika karar vericileri tarafından etraflı şekilde değerlendirmeyi hak etmektedir. Ermeni tehciri konusunda sorumluluğun İttihadçı liderlere yüklenmesinin kabul edilmesinin muhafazakâr mütedeyyin çevreler için bir tuzak olduğunu söyleyen Küçükkılınç, Ermeni görüşünü savunan kalemlerden Taner Akçam’dan yaptığı alıntı ile tehcir sorumluluğunun doğrudan İslam dini olduğu algısının bir sonraki aşamada seslendirileceği ikazını yapmaktadır. Yazar tehcirle ilgili Kürt, Çerkez, Gürcü gibi herhangi bir unsuru suçlamanın çıkar yol olmadığını, bu hareketin hatasıyla sevabıyla bütün Müslüman unsurun eseri olduğunu söylemektedir. İsmail Küçükkılınç eserinde Sultan Abdülhamid’den Kâzım Karabekir’e kadar dönemin aktörlerinin kamuoyunca pek fazla bilinmeyen uygulamalarını da eleştiriden muaf tutmama hakkaniyeti 84 göstermiştir. Filistin konusunda hassasiyeti bilinen Sultan Abdülhamid’in bölgeye Yahudi göçüne mani olacak yaptırım gücünden yoksun oluşuna işaret edilmesi bu çerçevede işaret edilmelidir. Milli Mücadele döneminde Kâzım Karabekir Paşa’nın şahsi siyasi beklentilerle Enver Paşa aleyhine girişimleri de eserde keskin ifadelerle tenkit edilmiştir. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk dönemi ile ilgili konular tartışılırken muhafazakâr kesimdeki popüler kaynaklara bilinçli bir şekilde atıfta bulunulmadığı anlaşılmaktadır. Dönemle ilgili hadiselerde kurucu lidere yakınlığı bilinen kimselerin eserleri daha ziyade kullanılmıştır. İzmir Suikastı girişiminin muhalefeti tasfiye etmek için gerekçe olarak kullanılması yazarı “mahkeme eliyle komitacılık” yargısına götürmüştür. Komitacılık çerçevesinde Ethem Bey, Topal Osman, İsmail Hakkı Tekçe ve Deli Halid Paşa örnek vakaları incelenmiştir. Yazarın yazdıklarından kurucu liderin yerinde ve zamanında uygun adamı uygun işte kullanma konusunda da büyük bir kabiliyet sahibi olduğu çıkarsanabilir. Bu çerçevede muhafazakâr algıda siyasi bir cinayete kurban gittiği kabul edilen Deli Halid Paşa’nın adi bir cinayetle hayatını kaybettiği yorumunun yazarın hatır gönül dinlemeyen doğruculuğunun işareti olarak kabulü gerekir. Eser genel olarak kronolojik bir sıra takip etmekte ise de “Mustafa Kemal ve Komitacılık” bölümünün alt konularının sıraları anlattıkları ana kilit olayların tarihleri esas alınarak düzenlenirse daha uygun olabilecektir. Bu durumda ilk üç alt konu dışındaki alt konuların kitaptaki sıraları değişmiş olacaktır. Yazar kaynak seçiminde özenli hareket etmesine rağmen İsmet Bozdağ ve Arif Cemil gibi anlatılarında sınır tanımayan kimselere yer vermeseydi daha iyi olacaktı, fikrindeyiz. 21 Kitaba bir sonraki baskısında birkaç sayfalık bir sonuç ve değerlendirme bölümü eklenmesini de yazarın sonucu okuyucuya bıraktığı beyanına rağmen tavsiye etmek isteriz. Eser, özgün tespitleriyle farklı siyasi koordinatlardaki okuyuculara farklı bir bakış açısının ipuçlarını sunacak bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin hak ettiği etkiyi yaratmasını temenni ediyoruz. 85 İsmet Bozdağ’ın Sultan Abdülhamid’in Hatıraları adlı uydurma bir kitap yayınladığı bilinmektedir. Arif Cemil de Teşkilatı Mahsusa anılarını anlatırken iaşe sıkıntısı yaşayan subayların etrafta başıboş dolaşan erlerden birisini keserek yediklerini iddia edebilecek birisidir. 21 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Healing the Nation: Prisoners of War, Medicine and Nationalism in Turkey, 1914-1939. (İyileşen Millet: Türkiye’de Harp Esirleri, Tıp ve Milliyetçilik, 1914-1939) Yücel Yanıkdağ Edinburgh: Edinburgh University Press, 2013. ix + 303 s.., ISBN 978-0-7486-6578-5, ISBN 978-0- 74869589-8. Mesut UYAR∗ Çev. S. Esra SAYGILI∗∗ 1919 ve 1923 yılları arasında I. Cihan Harbi'nin sona ermesinden çok sonra Osmanlı savaş esirleri memleketlerine geri iade edildiklerinde, soğuk bir karşılamayla birlikte çektikleri çileler için sınırlı ilgiye maruz kaldılar. Uğruna savaştıkları imparatorluk bölünmüş ve yerini yeni politik oluşumlar yerlerini almıştı. Daha da kötüsü, çoğu "yaşayan ölü" ya da hastalık taşıyıcıları olarak görüldü. Diğer savaş gazilerine farklı muamele sergileyip, şüpheli yaklaştıkları inancı ile, eski mahkumlar sürekli olarak kendilerini emniyetsiz hissettiler. Anlaşılabilceği gibi, nihai yenilginin utancı ile esir 86 alınmanın küçük düşürülmüş hali ve memleketteki soğuk karşılama birleştiğinde bu duruma ∗ Doç. Dr. University of New South Wales, Avustralya ∗∗ YL İngilizce Öğretmeni, Silopi Atatürk Anadolu Lisesi, Şırnak, [email protected] History Cnitique – Issue 3, April 2016 rastlanmıştır. Çoğu savaş mahkumu savaşı, unutmak istedikleri karanlık bir fasıl olarak görmüştür. Son zamanlarda sadece Türkçe de değil aynı zamanda İngilizce’de de Osmanlı savaş gayretleri ve Birinci Cihan Harbi sırasında askerlerin deneyimleri üzerine olan tarihi çalışmalarda büyük bir artış olmuştur fakat ne yazık ki Osmanlı savaş mahkumlarına bilimsel ilgi çok azdır. Onlar hakkında temel bilgiler bile (örneğin esirlerin sayısı, esir tutuldukları yerler, tutsaklık koşulları, geri dönebilenlerin sayısı) yetersizdir. Yücel Yanıkdağ’ın sadece mahkumları değil, aynı zamanda Osmanlı-Türk nöropsikiyatristler, milliyetçilik ve Büyük Savaş esnasında ve sonrasında kimlik arayışını da kapsamasına rağmen, bu kitap Osmanlı savaş mahkumlarının akıbetini inceleyen şimdiye kadar ki en iyi çalışmadır. Kitap giriş ve sonsöz ile altı bölüme ayrılmıştır. İlk dört bölüm mahkumların Rusya ve Mısır'daki esaretlerine odaklanmıştır. Mezopotamya, Hindistan, Burma, Malta’daki öteki şavaş mahkumu kampları ve diğer yerler, mevcut kaynakların eksikliği ve tüm bu kamplardan bilgi edinmenin sınırsız külfeti nedeniyle kapsanmamıştır. Baştanbaşa tatsız bir okumadır. Özellikle Rusya’da, kalabalık, eksik sağlık önlemleri, yetersiz yiyecek istihkakı, dinlenme tesisi eksikliği, salgın hastalıklar, sert disiplin ve genel ihmal, hem fiziksel hem de zihinsel olarak mahkumlara büyük zarar vermiştir. Diğer mahkumlara kıyasla; Rusya ve Mısır’daki Osmanlı mahkumları ölüm oranı fuzuli bir şekilde yüksekti. Ancak, korkunç deneyimleri, utançları ve aşağılanmaları sadece bireysel hissiyat aramak için değil aynı zamanda milletlerinin kurtuluşu için taktik ve yöntemlerin gelişmesi yolunda güdülenmelerini sağlamıştır. Yanıkdağ, mahkumların zihinsel dönüşümünü ve çilelerini anlatmak için, kişisel öykülemelerini ve hapishane gazetelerini etkin bir şekilde kullanır. Tıbbi makalelere, kitaplara ve anılara dayanan geriye kalan iki bölüm, bilumum Türk milletini, özellikle yurtlarına geri gönderilen mahkumların Osmanlı-Türk nöro-psikiyatristlerin yorumlarını inceler. Öjeni ve psikiyatrinin son kıta teorileri etkisi altında, Türk hekimleri korku ile ırksal ve ulusal yozlaşmayı keşfetti. Daha sonra yozlaşmayı her yerde görmeye başladılar ve yozlaşmanın gen havuzunun kirlenmesiyle ulusu tehlikeye atacağı konusunda uyarıda bulundular. Almanya’daki meslektaşlarına doğrudan karşı olarak, Türk hekimleri, güçsüzü ve yozlaşmışı baskın, en iyi ve aydının ölümüne sebep olmanın ve ruhsal bedenlerin yozlaşması konusunda savaşın psikobozuklukların açığa çıkmasında aracı olduğu kararına varmışlardır. Savaş kırşkırtmaları yerine, hekimler hükümetin kararı olan İkinci Cihan Harbi’nden uzak durma yargısını etkin olarak desteklediler. Son söz Türk tarihçiliğinde uzun süredir ihmal edilen bellek kaybı ve anı konularının önemini vurgulamaktadır. Açıkça görülüyor ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin efsanelerin sadece esaslarını değil, aynı zamanda bu efsanelerin yaratılışında toplumun farklı kesimlerinin görevlerini de incelemeye ihtiyaç vardır. 87 Not etmeye değen iki eleştiri vardır. İlk olarak, kitap mükemmel bir makale derlemesi gibi görünüp okunuyor. Savaş mahkumları, nöro-psikiyatristler, milliyetçilik, kimlik ve buna bağlı söylemler gibi çeşitli konuları kapsarken, Yakındağ bunları uyumlu bir şekilde sunmuyor. Çoğu bölüm kendine Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 yetiyor ve hatta son söz bile kendi başına bir makale olarak sayılabilir. İkinci olarak, kitabın İngilizce olarak mevcut olmasına rağmen, mahkum edebiyatı, tıbbi yayınlar ve ikinci kaynakçaya ve daha fazla arşiv belgelerine çoğu bilim adamının ulaşması bazı muammaların açıklanmasına kesinlikle yardımcı olurdu. Bu iki nokta bir yana, bu kitap Osmanlı esirleri üzerinde daha fazla başkalarının ilham kaynağı olacaktır. 88 History Cnitique – Issue 3, April 2016 araştırma yapmak için İttihat ve Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları Erol Akcan, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2015, 410 sayfa, ISBN: 9789751630537 Salih BAŞKUTLU∗ Modernite ve ulus-devlet inşası gibi 19. yüzyıl değerlerinin ulusun makbul vatandaşlarını yetiştirmek amacıyla çocukluk ve gençlik yıllarının nasıl algılandığı, gençlik ve iktidar arasındaki ilişki çok 89 tartışılan bir konudur. Yeni doğmakta olan ulus devletlerin kimlik oluşturma çabalarında ve ideolojilerinde yadsınamayacak öneme haiz bir toplumsal grup olan gençlik Batı’da Aydınlanma Çağı ∗ Sakarya Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Doktora öğrencisi Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 ile birlikte yeni bir algı ile ele alındı. Şöyle ki devletin bütün gücünü açığa çıkarma arzusu, gölgede kalmış toplumsal gruplara -Gençler, çocuklar, kadınlar- yeni bir anlam yükledi. Bu dönemde siyasal ve toplumsal alanın yeni gözdesi olan genç nesil beden terbiyesi ve sporun dinçleştirici etkisiyle paramiliter örgütler çatısı altında dönemin acil ihtiyaçları doğrultusunda militarist ve milliyetçi bir yapıda kitle-iktidar ilişkileri gözetilerek makbul birer vatandaş şeklinde yetiştirilmeye çalışıldı. Böylece siyasal toplumsallaşma gereği devlet ricalinin arzuladığı dönemin koşullarına uyumlu, jimnastik ve beden eğitimi aracılığıyla itaatkar, atik ve gayretli bireylerden oluşan şuurlu ve kuvvetli bir millet meydana getirilmeye çalışıldı. Denilebilir ki; modern devletin bahşettiği “biyo-pilitika” araçları yönetici elitlere “eril bir ulus” inşa olanağı vermiştir. Osmanlı Devleti’nde modern devlet olgusunun yerleşmeye başlamasıyla birlikte, devlet-toplum ilişkileri de bu meyanda yeni bir boyut kazandı. Devlet “memalik-i şahaneden, vatana” dönüşürken, halk da “reayadan, vatandaşa” dönüşmüştür. II. Abdulhamit’in (1876-1909) tahttan indirilmesi ile birlikte sınırlı ve muhafazakar bir ideolojinin yerini İttihat ve Terakki Partisi’nin temsil ettiği milliyetçi ve saldırgan bir ideoloji almıştır. Yeni rejim modern devletin özelliklerini benimsiyordu. Osmanlı kültürü ve İslamcılık ideolojisi ile modern milliyetçiliğin sorunlu bir bileşkesi olan Osmanlıcılık ideolojisinden etnik temelli Türkçülük lehine feragat edilmeye başlandı. Etnik kimlik üzerine kurulu ve dile dayalı bir milliyetçilik olan Türkçülük daha etkin bir iktidar aygıtıydı. Yeni dinamik iktidar ile birlikte devlet-toplum ilişkileri de yeniden şekilleniyordu. Osmanlı Devleti’nin imparatorluk kimliğinin Balkan Savaşları (1912-1913) ile birlikte zayıflayışı devlet ricalini ulusçu ideolojiye sarılmaya itti. Balkan Harbi’nden sonra rejimin politik düşünüşü, vurguyu millilik-etniklik boyutuna yapmak üzere yeniden kurgulandı. Buna koşut olarak iktidar coğrafi merkez konusunda da yeni bir ayarlamaya gitti. Büyük oranda yitirilen Balkanlar’daki Osmanlı egemenliğinin ardından, devlet ricali bundan böyle önceliği Anadolu’ya tanıyarak yeni bir toprak dengesi kurmaya çalıştı. Böylece Anadolu yeni devletin mekansal kimliği olurken, paramiliter yapılanmalarla milliyetçi-militarist bir potada yoğrulmaya çalışılan toplum da “ideal yurttaş” kimliğini temsil ediyordu. İmparatorluktan ulus devlete geçiş evresinde iktidar kliği yeni siyasal sisteme uygun vatansever ve milliyetçi-militarist bir doğrultuda toplumun politizasyonunu sağlamak ve topyekun savaşlar evresinde potansiyel askeri güç devşirmek amacıyla toplumun genelini kendi ihtiyaçları doğrultusunda mobilizasyonunu gerçekleştirmek ve onları seferber etmek için çok sayıda paramiliter teşkilatın kurulmasına önayak oldu ve kendi politikalarının demografik-toplumsal altyapısını hazırlama uğraşına girdi. Böylece yeni modernist,-pozitivist iktidar, merkezi, otoriter ve milliyetçi bir çizgi takip ederken, 90 toplumu da geliştirdiği politikalarla kontrol edip, daha derin nüfuz etme çabasındaydı. İlk olarak Avrupa’da gözlemlenen asker-millet olgusu, küresel anlamda karşılık bulmakta gecikmemiştir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde böylesi bir olgunun gelişimi Batılı örnekleri ile benzerlik History Cnitique – Issue 3, April 2016 gösterir. Zorunlu askerlik ve askerlik öncesi eğitimle vücut sağlamlığının önemi vurgulanırken ulusçu ideolojiyi esas alan politikalar izlenmiştir. Balkan Savaşları’nın sonuçlarından çıkarılan dersler ile Harb-ı Umumi’ye hazırlanan Osmanlı Devleti’nin genel çizgisinin asker-millet oluşumundan geçtiği somut örnekler ile gözlenebilmektedir. Osmanlı Devleti’nin en çok ilgi uyandıran ve en bilinen, araştırılan dönemi şüphesiz II. Meşrutiyet Dönemi’dir (1908-1918). Bir toplumsal grup olarak gençliğin dönemin koşullarına uyumlu mobilizasyonunu amaçlayan paramiliter yapılanmalar ise bugüne dek bu ilgiden pek nasibini alamadı. Fakat son dönemde bu çok yönlü, çok boyutlu alan tarihçilerin, araştırmacıların ilgi odağı olmasına rağmen henüz daha gün yüzüne çıkmayan, el değmemiş konuların varlığı da aşikardır ve araştırmacılarını beklemektedir. Erol Akcan’ın doktora tezi çerçevesinde ortaya koyduğu “İttihat ve Terakki Fırkası’nın Paramiliter Gençlik Kuruluşları” isimli çalışması bir nebze olsun bahsi geçen eksikliği giderme amacındadır. Çalışma, her ne kadar İttihatçıların devr-i iktidarında ortaya çıkan milliyetçi-militarist gençlik örgütlenmelerini konu edinmiş olsa da, bunlar birer kurum gibi incelenmemiş; Osmanlı Devleti ve dünyadaki fikri atmosferin mezkur oluşumlara etkisi de göz önünde bulundurulmuştur. Yani çalışmada gençlik kuruluşlarının ortaya çıkışının yanı sıra onları doğuran zihin yapısı da kurgunun içinde tutulmuştur. Yazar, ayrıca ele aldığı konu üzerinde daha önce yapılmış olan çalışmaların eksik yanlarına dikkat çekmiştir. Ona göre bunlar ya her araştırmacının ayrı bir kaynak türünden hareketle meseleyi ele alması sebebiyle konunun bütün yönlerini ortaya koyamamasından doğan teşkilat merkezli anlatılar ya da pratik savaş koşullarının ivedi ihtiyaçlarının etkisini yoğun işleyen sıkıntılı eserlerdir. Ayrıca kendisinden önceki çalışmaların gençliği sürekli “savaş” ile ilintili olarak değerlendirmesine eleştiri getirip; paramiliter derneklerin tek kuruluş amacının gençliği savaş için seferber etmek olmadığını zira Balkan Harbi’nde ordusu çöken, vatanı savunmasız kalan bir memlekette, elde kalan vatanı korumayı amaçlayan bir düşünce üzerinden de okumalarının yapılması gerektiğine dikkat çekerek, bu örgütlerin savaşlarla ve savaşın ihtiyaçları ile olan bağlantısını ikincil öncelik olarak göstermeye çalışmıştır. Bu noktada yazar, topyekun savaşların acil ihtiyaçları doğrultusunda gençleri fiziksel ve ruhsal açıdan askere hazırlama amaçlarını sık sık dile getiren, kapsamlı ve etkin bir örgütlenme oluşturma çabası içinde olan dönemin yönetici elitlerinin faaliyetlerini gözden kaçırmış olmalı ki çalışmanın ilerleyen bölümlerinde bu görüşüyle uyuşmayan argümanlar ortaya koymakta, çıkarımlarda bulunmaktadır. Böylelikle yazar doldurmak istediği noktaya işaret etmiş, olguların felsefi arka planlarını da tezine katmış, arşiv kaynaklarını kullanmış ve anlatısını oluşturmada dönemin külliyatına aktif bir rol biçmiştir. 91 Bu çalışma, gençlik teşkilatlarını basitçe ve yalnızca bir kurumsal olgu olarak değil, aynı zamanda Osmanlı vilayetleri ve taşra kesiminde gündelik hayat içinde cereyan eden sosyo-politik pratikler bütünlüğü olarak kavramsallaştırmayı önermektedir. Konuya bu açıdan bakıldığında gençlik teşkilatları üzerine yoğunlaşan bir çalışma, ulus-devlet oluşum sürecinin gündelik siyasetin aktüelliği Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 içinde anlaşılmasını mümkün kılacaktır. Bunun dışında, paramiliter faaliyetlerdeki gelişmelerin Avrupa ayağına da değinmiş ve gençliğin politik öznelleştirilmesi meselesini Osmanlı’nın mevzusu olmaktan çıkartmıştır. Esas olarak bu çalışma millet-i müsellaha kavramı üzerinden kurgulanmış desek abartmış olmayız. Ele alınan konun bir özeti olan bu kelime; toplumun, askeri ihtiyaçları doğrultusunda topyekun savaşa ve seferberliğe her an hazır hale getirilmesini tasvir etmektedir. Erol Akcan, silahlı milletin ortaya çıkışını Avrupa’daki gelişimi açısından genel hatlarıyla ele almış, birçok çalışmanın savunduğu bu durumun Osmanlı cenahında da paralel olarak gerçekleştiği düşüncesini kabul etmekle birlikte; yazara göre Batı’nın ve Osmanlı’nın rol icrası temelde farklıdır. Ona göre her iki dinamik için de kendi koşulları doğrultusunda önce fikri bir zemin hazırlanmış sonra ideolojilerin ortaya çıktığını savunarak konuya yerel bir perspektiften bakmaya çalışmıştır. Başka bir deyişle söz konusu çalışma Osmanlı’daki gençlik örgütlerinin oluşum itibariyle Avrupa’nın diğer bölgeleriyle gözlenen eş zamanlılığa ve paralelliğe vurgu yapmakla birlikte esas olarak söz konusu yapılanmaların Osmanlı’ya özgü nitelikleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Kanımızca Avrupa’daki paramiliter örgütlerin daha çok orta sınıf ailelerin çocuklarına hitap etmesi, Osmanlı’da ise mezkur örgütlenmelerin reayanın özelliklede kırsal kesimdeki ailelerin çocuklarına nüfuz etmeye çalışması yazarı bu tür bir düşünceye itmiş olmalıdır. Çalışma, paramiliter örgütlerin kurulmasında Balkan Savaşları’ndaki bozgunun yarattığı psikolojiye ağırlık vererek, yoğun olarak işlediği dönemin yazılı literatüründen ordunun mağlubiyetine sebep olarak; neferlerinin fiziken zayıflığı, emirleri anlayıp uygulamadaki sıkıntıları, vatanı savunmaya duyulan şevkin azlığına dikkat çekerek paramiliter yapılamaları anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu sebeple yazar Osmanlı vatandaşlarının, askerlik öncesinde, okullar ve gençlik örgütleri vasıtasıyla şekillendirilerek orduya alınmalarının yönetici elitlerce düşünüldüğünü savunmaktadır. Çalışma bu popülist tutumun halkın tepkisine yol açtığını ortaya koymuş, toplumda iktidarın hakiki maksadını anlayacak ve destekleyecek militarist bir zihniyet ve toplum yapısının henüz bu tarihlerde Osmanlı coğrafyasında mevcut olmadığına kanaat getirmiştir. Eser, Balkan Harbi yenilgisinden sonra ortaya çıkan “intikam” duygusunun anlamını kurcalamış, bunun üzerinden vücut bulan vatanseverlik ajitasyonunu ortaya koymuştur. Ayrıca iktidarın gençlik dernekleri üzerinden geçmişe atıf yaparak beden terbiyesi ve jimnastik faaliyetlerini yerleştirme amacının yanı sıra kökensel bir iktidar arayışı içerisinde de olduğuna dikkat çekilmiştir. Bir diğer nokta ise müellifin dönemin en önemli bilimsel akımlarından olan sosyal-darwinist ideolojiye anlatım kurgusu içinde yer vermemesi dikkat çekici bir eksiklik olarak durmaktadır. Netice 92 itibariyle eksiklikleri olmakla birlikte yazar, güçlü bir gençlik ve sağlık kültünün nüfuz ettiği başarılı bir dönem tablosu çizmiştir. Araştırmasına konu ettiği paramiliter örgütlenmeler hakkındaki değerlendirmeleri ise, kendinden sonraki çalışmalara kaynak teşkil edebilecek türdendir. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Balkan Savaşları Lev Troçki, Çev. Tansel Güney İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, 656 sayfa, ISBN: 978-605-360-747-2 Melih DİNÇER 22 Bu eser 1879 yılında Ukrayna’da doğan Lev Troçki tarafından yazılmıştır. Varlıklı bir Musevi çiftçinin beşinci çocuğu olan Troçki liseyi bitirdikten sonra hukuk eğitimi almıştır. Troçki 1896 yılında Nikolayev’e taşındı, burada Marksist ve devrimci yapılarla yakın ilişki içine girdi, sendika üyesi oldu. Burada tutuklanıp hapse atıldı, 1900 yılında dört yıla mahkûm edilerek Sibirya’ya sürgüne gönderildi. Sibirya’dan 1902 yılında kaçtı. Parti içerisinde gerçekleşen ayrımda monarşinin devrilmesini ve yeni çözümler üretilmesini öne süren grupta yer aldı. Bu süreçte başta Lenin olmak 93 üzere daha sonra devrim saflarında birlikte mücadele edeceği kişilerle tanıştı. 1905 Devrimi’nde aktif rol oynadığı için ikinci kez tutuklandı, tekrar Sibirya’ya sürgün edildi. 1907 yılında Viyana’ya kaçtı, 22 Harp Akademileri Stratejik Enstitüsü Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Pravda gazetesini çıkardı. Daha sonra Balkan Savaşları’nı gözlemlemesi için Kievskaya Misl gazetesi tarafından Balkanlar’a gönderildi. 1917 Şubat Devrimi ile Rusya’ya dönerek Bolşeviklere katıldı. Kızıl Ordu’nun kurulmasında aktif rol oynadı. Rusya’da önemli bir teorisyen ve komutan olan Troçki 1927 yılında Komünist Parti’den tasfiye olunca Almatı’ya sürüldü. Buradan İstanbul’a gönderildi, Büyükada’da 1933 yılına kadar yaşadı. İstanbul macerasından sonra kısa süre Norveç’te ve Fransa’da kaldı. 1936 yılında Meksika’ya yerleşti, burada Dördüncü Enternasyonal’in kurulması ve gelişmesi için faaliyet gösterdi. Parti içinde oluşan ayrışma ve tasfiye sonucunda 1940 yılında Stalin tarafından Meksika’da öldürtüldü. Troçki Balkan Savaşı’na ilişkin yazılarını oluşturduğu dönemde Rusya’daki Çarlık yönetimini eleştirmenin yanı sıra Balkanları da incelemekte ve özellikle Birinci Dünya Savaşı ile Balkan Savaşları hakkında ciddi gözlemler yapmaktaydı. Bu gözlemleri neticesinde çok fazla veriye ulaşan Troçki, bu veriler doğrultusunda o dönemi sosyal, siyasal ve ekonomik olarak aydınlatabilecek makaleler yazmıştır. Troçki’nin kitabına bakıldığında eserini üç bölüme ayırdığı görülmektedir. Birinci bölüm genel olarak savaştan önce yaşananları anlatmaktadır. Türkiye’de gerçekleşen 1909 darbesini ve Jön Türkleri değerlendirmektedir. Ayrıca bu bölümde Balkanlar’da faal sosyal demokratlar ve Bulgaristan demokrasisi incelenmektedir. İkinci bölüm kitabın en uzun bölümü olmasının yanı sıra savaşın gerçeklerinin de anlatıldığı bölüm olma özelliğini taşımaktadır. Yazar ikinci bölüme Sırbistan’ı anlatarak başlamaktadır. Sırbistan’a gidişini, orada yapmış olduğu gözlemleri ve bunlara ek olarak Lazar Paçu, Stoyan Novakoviç ve Nikola Paşiç gibi önemli isimleri anlatmaktadır. Sırbistan’da bulunan siyasal yapılanmalara ve basına değinmektedir. Yazar ikinci bölümde daha sonra Birinci Balkan Savaşı’nı ve ardından gelen İkinci Balkan Savaşı’nı anlatmaktadır. Fakat kitap için özellikle vurgulanması gereken husus bu kitabın detaylı bir harp tarihi kitabı olmamasıdır. Troçki bu eserinde cepheyi değil cephe gerisini yani Balkanlar’ın sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlarını anlatmıştır. Kitapta genel olarak Balkan Savaşları sırasında yaşanan sosyal olaylar incelenmektedir. Özellikle ikinci bölümde incelenen Türkiye’de ortaya çıkan Ermeni Sorunu ve Bulgar kuvvetlerinde yer alan Andranik Bölüğü önemli sayılabilecek konulardır. Yazar üçüncü bölümde savaş sonrası Romanya’yı anlatmaktadır. Eserini bu bölüm ile bitirerek Balkanlar hakkında bir değerlendirme yapmaktadır. Lev Troçki’nin anlattıkları detaylı incelenecek olursa 1905 Rus Devrimi’nin bütün Avrupa’da proletarya hareketini başlattığını söylediği görülecektir. Yazara göre bu devrim proletarya hareketinde ciddi bir canlanmayı gündeme getirmiştir. Fakat yazar burada Türkiye’deki Jön Türk darbesi ile ilgili yazı yazan seleflerine oranla darbenin niteliklerini farklı açıdan yorumlamaktadır. Ona göre Avrupa’da eğitim almış, oradaki rejimleri tanımış mühendisler ve öğretmenler kendi alanlarında iş bulamayınca 94 orduya subay olmuşlardır, ordudaki ciddi yozlaşmayı görmüşler ve bunun sonucunda bir örgütlenme hareketine gidip darbe gerçekleştirmişlerdir. Troçki’ye göre Rusya’da proletaryanın yaptığını Türkiye’de Jön Türkler yapmıştır. Ayrıca kendi ideolojisi açısından hanedan yönetimine karşı olan Troçki Rusya’daki Çarlık yönetimine karşı olduğu gibi Türkiye’deki imparatorluğa da karşıydı. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Bununla birlikte göreve gelen devrim hükümetinin önündeki önemli görevleri ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirmek, ulus ve devletin birliğini sağlamak, siyasal özgürlüğü elde etmek ile korumak olarak belirlemiştir. Türkiye ile ilgili yapmış olduğu gözlemler incelendiğinde hepsinin kayda değer olduğu ve analiz edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Troçki’nin Jön Türk yönetimini hanedana benzetip eleştirmesi ilgi çekicidir. Aslında kitap okunduğunda net olarak anlaşılan husus, Troçki’nin özellikle Türkiye ile ilgili konularda oldukça adil olduğu ve önemli gözlemler yaptığıdır. Çünkü o dönemlerde söz konusu Müslümanlar veya Türkler olduğunda inanılmaz derecede ayrımcı olan Avrupa basınına rağmen Troçki Balkan Savaşları’nda yapılan Bulgar ve Sırp mezalimini açıkça ve objektif bir şekilde anlatmaktadır. Eserde Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde Slavların, Ermenilerin ve Rumların ciddi zulümler gördükleri belirtilmektedir. Fakat kitabı okurken konuyu bir tarihçi gözüyle yorumlamak gerekli olduğundan bunun aksine o dönemin şartları göz önüne alınmadan yorumlama yapılırsa bu eleştiri anakronik olacaktır. Bu dikkat edilmesi gereken bir husustur çünkü kitapta bahsedilen dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nu bu tarz suçlamalarla yargılamayan yoktur. Bu anlamda devlete ciddi bir ön yargı ile yaklaşılmaktadır. Böyle düşünüldüğünde Lev Troçki’nin bu şekilde değerlendirmesi olağandır. Asıl üstünde durulması gereken husus Troçki’nin adaletli bir şekilde Türklere yapılan mezalimi anlatmasıdır. İkinci bölüm detaylı incelendiğinde Sırbistan ve Bulgaristan ile ilgili ciddi bilgiler verdiği görülmektedir. Sırbistan’a bakıldığında halkın savaş istemediği fakat yöneticilerinin yönlendirmesi ile bu savaşa girildiği anlatılmaktadır. Burada göze çarpan kısımlar Andranik Bölüğü, Türkiye’deki Ermeni Sorunu ve sansür konularıdır. Andranik Bölüğü denilen husus Bulgar ordusundaki gönüllü Ermeniler konusudur. Başlarında Türklere yaptığı mezalim ile tanınan Andranik Ozanyan bulunmaktadır. Troçki Sırp mezalimini bir Sırp arkadaşından dinlediği hikâye aracılığıyla çok çarpıcı şekilde nakletmektedir. ‘’Benim Üsküp’e gelişimden iki gün önce, şehirde yaşayanlar sabahleyin uyanınca Vardar üzerindeki esas köprünün altında yani, şehrin ta göbeğinde karşılarına yığın yığın cesetler çıkmış, kafaları kesilmiş Arnavut cesetleri… Kimileri, bunların, komitacıların öldürdüğü Üsküplü Arnavutlar olduğunu söyledi, kimi ise cesetleri Vardar nehri sularının köprünün altına kadar taşıdığını ileri sürdü. Apaçık bir şey varsa, o da, başları kesilmiş bu adamların bir çarpışmada öldürülmedikleriydi‘’. Troçki hakkındaki en ilginç hususlardan birisi de sansürün her tarafı sardığı dönemde adil bir şekilde 95 bu gerçekleri yazmasıdır. O dönemin sansür uygulamalarına bakıldığında Bulgaristan’da basının ciddi anlamda sansür mekanizması ile çalıştığı görülmektedir. Bulgaristan’da politik ve askeri olmak üzere iki ayrı sansür kurulu bulunmaktadır. Oldukça sistemli çalışan bu yapılar haberleri yönlendirmekte ve yalan haberlerin yayınlanmasını sağlamaktaydılar. Buna örnek olarak aşağıdaki alıntı gösterilebilir: Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 ‘’Bir telgraf metni yazılınca, bu metin sansür komitesinin önüne getiriliyor. Bu komitede iki üç tane son derece genç siville birlikte, iki üç yedek subay bulunuyor. Bütün Sofya gazetelerini de sansür ettikleri için, işleri başlarından aşkın. Bir telgraf önce sıranın kendisine gelmesini bekliyor, sonra, biri telgrafı okuyunca, eğer metin herhangi bir şüphe uyandırırsa, Profesör Tsonçev’in incelemesine gönderiliyor. Onaylanan bir metin, sansürün imzası ile ’Savaş Bakanlığı–Genelkurmay’ diye bir mühür taşıyor. Bu dokümanla telgraf ofisine gidiliyor‘’. Buradan anlaşılacağı üzere Bulgaristan’da ve bütün Balkanlar’da basın tamamen yalan haber yapmakta ve sansür uygulamaktaydı. İşte bu durum Troçki’nin eserini daha da mühim bir duruma getirmektedir. Çünkü o dönemde bu gerçekleri yazabilen tek kişi Troçki’dir. Son bölümde yazar savaş sonrası Romanya’yı anlatmakta, Romanya üzerinden bütün Balkan coğrafyasını ele almaktadır. Bu konuda özellikle değindiği husus bazı insanlar maddi olarak ciddi sıkıntı içerisindeyken bazılarının çok rahat yaşadığıdır. Ek olarak Romanya’da ciddi bir Musevi sorunun bulunduğuna da işaret etmektedir. Troçki özellikle devletin dininin antisemitizm olduğunu söylemektedir. Romanya’da din ve inanç konusunda ayrım yapılmamasını düzenleyen Berlin Antlaşması’nın 44. maddesine rağmen Vladimir Purishkevich liderliğinde Romanya’da ciddi anlamda bir ayrım yapıldığını belirtmektedir. Berlin Antlaşması’nın 44.maddesi: ‘’Romanya’da din ve inanç farkları, kamu görevlerine, resmi meslek ve hizmetlere erişimine ilişkin vatandaşlık haklarından ve siyasal haklardan yararlanmasıyla ilgili herhangi bir hususta herhangi bir kimsenin dışlanması veya haklarının tanınmaması için gerekçe gösterilemez. Gerek Romanya devletinde doğanların gerekse yabancıların her türlü ibadeti açıkça yapma özgürlüğü güvence altındadır ve hiçbir cemaatin hiyerarşik yapısına ve ruhani liderleriyle ilişkilerine yönelik hiçbir türde kısıtlama getirilemez. Düvel-i Muazzama’nın ticaretle ve başka işlerle iştigal eden vatandaşları, dinsel inançları ne olursa olsun, Romanya’da tam eşitliğe sahip olacaktır.’’ Özellikle bu hususta Avrupa basınını elinde tutan mali anlamda güçlü Musevilerin Romanya’daki Musevilere destek vermediklerini ve hatta kendi çıkarları uğruna onları hiçe saydıklarını ve onların düşmanları ile işbirliği yaptıklarını açıklamaktadır. Troçki açıkça kitabında bu durumdan iğrendiğini ifade ederek konuyu sonlandırmaktadır. Yazar sonra kitabın son bölümlerinde yine kimi yolculuklarına değinerek savaştan önce ve sonrasına dair bazı haritalar vererek kitabını tamamlamaktadır. 96 Sonuç olarak irdelenmesi gereken temel husus Troçki’nin o dönemde kimsenin açıklayamadığı hususları gözler önüne serdiği gerçeğidir. Bu durum analiz edildiğinde o dönemde Avrupa basınında ciddi bir sansür faaliyeti olduğu anlaşılmaktadır. Troçki sansüre karşı durarak gerçekleri makalelerinde belirtmiştir. Ayrıca Bulgaristan’daki siyasete, Dimitar Blagoev, Lazar Paçu gibi önemli siyasetçilere History Cnitique – Issue 3, April 2016 değinerek kitabında Balkanlar’daki siyasi durumu çok net bir şekilde özetlemektedir. Kitabında adı geçen birçok şahsiyetle görüşen ve onlarla yaptığı söyleşileri makalelerinde yayımlayan Troçki bu yolla o dönemin liderlerinin bölge politikaları hakkında ne düşündüklerini çok açıkça dile getirebilmektedir. Ayrıca Türkiye ile ilgili yapmış olduğu gözlemler yine oldukça önemli noktalara değinmektedir. Özellikle Balkan Savaşları sırasında yapılan mezalim ve yine Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen darbeci yönetim şekline dair ciddi gözlemleri vardır. Bunun yanı sıra yazar 1878 Berlin Antlaşması’nın Avrupalı diplomatların Balkanlar’da istedikleri sınırı belirleme ve politika oluşturma faaliyetine giden bir araç olduğunu belirtmektedir. Balkanlar’ın bu antlaşma ile istenilen şekilde bölünmesi amaçlandığını vurgulamaktadır. Buna çözüm olarak Balkan ülkelerinin birleşerek bir federasyon altında yönetilmelerini teklif etmektedir. Ona göre Balkanlar’ın tek kurtuluş yolu bu federasyondadır. 97 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Shared Histories for a Europe without Dividing Lines Strasburg, Avrupa Konseyi, 2014, 901 s. Sibel YALI 23 Türkçeye “Ayıran Sınırlar Olmadan Avrupa için Paylaşılan Tarihler” olarak çevirebileceğimiz bu kitap dış kaynaklara bağlantılar içeren interaktif bir e-kitaptır. Bu kitap, Avrupa Konseyi tarafından dört yıllık bir projenin nihai sonucu olarak geliştirilmiştir. Kitap, öğretmen eğitimleri için örnek öğretme ve öğrenme materyalleri seti olarak tasarlanmıştır. İngilizce ve Fransızca çift lisanda hazırlanan bu eser, okul müfredatları, tarih kitapları ve öğretim malzemeleri ile tarih öğretmenlerinin görev, yetkinlik ve eğitimlerine “yeni bir bakış açısı” getireceği iddiasını taşımaktadır. 98 E-kitap, seçilmiş temalar kapsamında dört ana bölümden oluşmaktadır. Bu temalar sırasıyla “Sanayi Devriminin Etkisi”, “Eğitimin Gelişimi”, “Sanat Tarihinde Yansıtıldığı Haliyle İnsan Hakları” ile “Avrupa ve Dünya” başlıklarını taşımaktadır. Her bir tema için özenle seçilmiş konular, önemli ve ilgi 23 İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Anabilim Dalı, e-posta: [email protected] History Cnitique – Issue 3, April 2016 çekici içeriden bakışlar sağlamakta, okuyucuyu ilgili tarihsel konularda araştırmaya sevk etmektedir. Ayrıca her bir konu farklı yaş gruplarına yönelik öğretim ünitelerini içermektedir. Bunlar, öğretmenlere kendi durumlarına uygun olan başka üniteleri de oluşturma konusunda yardımcı olabilecek niteliktedir. Kitabın birinci bölümünde, “demografi ve sosyal değişim”, “zaman ve alan” ile “sanayi mirasımız” alt başlıkları altında ulusal kültür ve tarihin Avrupa bağlamında, Avrupa kültür ve tarihinin de dünya bağlamında konumlandırılmasına çalışılmıştır. Bölüm sonunda farklı ülkelerden akademisyen tarihçilerin makalelerine yer verilmiştir. Bu kapsamda Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Berrin Ceylan Ataman’ın “Endüstri Devrim Tarihi” başlığını taşıyan Fransızca lisanında hazırlanmış bir makalesi yer almaktadır. Bu makalede Osmanlı Devleti’nin demografik yapısı tasvir edilmiş ve devletin sanayileşememesinin nedenleri üzerinde durulmuştur. Kitabın ikinci bölümünde, eğitimin gelişimi üç farklı bakış açısı üzerinden değerlendirilmiştir. Bunlar sırasıyla, “eğitime erişim”, “pedagojik reform” ve “bilgi ve fikir değiş tokuşu” alt başlıklarıdır. Bu bölümdeki konular çerçevesinde Avrupa’daki geleneksel eğitim anlayışının zaman içinde modern anlayışa evrilişini küresel bağlamda aktarmaya çalışmaktadır. Bu bölümde kültürler, medeniyetler ve halklar arasında ve bunların her birinin diğerlerinin gelişimine, büyümesine ve yaratıcılığına katkıları Avrupa fikri ve konsepti çerçevesinde işlenmektedir. Bölüm sonunda farklı ülkelerden akademisyen tarihçilerin bu konu çerçevesindeki makaleleri yer almaktadır. Kitabın üçüncü bölümünde “bireysel yaşamın değeri”, “eşit bireyler olarak onurlu biçimde bir arada yaşamak” ve bireysel özerklik ve konuşma özgürlüğü” alt başlıklarına yer verilmiştir. Bu konular sanatın özgünlüğü ve evrenselliği bağlamında ele alınmıştır. Bu çerçevede insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygıyı ilerletmek üzere kültürlerarası diyaloğun güçlendirilmesine duyulan ihtiyaç dile getirilmiştir. Bu kapsamda “Imagining The Balkans” başlığı altında uluslararası gezici bir sergi de organize edilmiştir. Bu çalışmalara ülkemizden Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Tülay Artan destek vermiştir. Ayrıca ilgili bölüm sonunda yer alan makaleler arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Doç. Dr. Erdem Denk’in “Pratikte İnsan Hakları” başlıklı yazısı yer almaktadır. Bu makalede Ankara’da yapılan bir araştırmanın sonuçlarına yer verilmiştir. Kitabın son bölümünde Avrupa’nın kıta dışında kalan medeniyetler tarafından nasıl algılandığına yer verilmiştir. Bu çerçevede Avrupalılık portresi çizilmeye çalışılmıştır. Bu konu “Avrupa ve dünya arasındaki karşılaşmalar”, “değerlerin paylaşımı” ve “Avrupa hakkındaki algıların şekillenmesi” alt başlıkları altında işlenmiştir. Bu konuların aktarımında günümüz Avrupa toplumlarının çok büyük 99 kültürel çeşitliliğiyle ilgili farkındalığına vurgu yapılmış ve bu toplumların büyük çeşitlilik içeren kültürel miraslarına karşı duyarlılığın arttırılmasına odaklanılmıştır. Özellikle bu bölümde küreselleşme genel bağlamında, dünyanın diğer bölgelerinin kültür tarihi ve medeniyetleriyle ilgili daha iyi bilgilendirme yapılması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Böylece Avrupa’nın klasik tarih Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 öğretimi anlayışından kurtularak çok yönlü bakış açısıyla küresel bir tarih anlatısına geçilmesi gerektiği sinyalleri verilmiştir. Avrupa Konseyi tarafından yukarıdaki paragraflarda bahsedilen ana temaların seçilmesinin nedeni esasında ortak bir kimliğin bu çerçevede inşa edilebileceği temel varsayımından kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle tarih öğretiminin bu yaklaşımla ele alınması ile geleceğin yurttaşlarının, “birlikte yaşama”ya, tamamen bilgiyle donatılmış bir şekilde onay vermelerini sağlayabileceği inancıdır. Zira bu çalışmada savaş olgusundan çok barış ve uzlaşma olgusu üzerinde durulmuş, makalelerde milli tarih anlayışından ziyade bölgesel ve küresel yaklaşımlara vurgu yapılmıştır. Bir başka deyişle Avrupa halklarının tarih sahnesinde karşılıklı etkilerle sonuçlanmış etkileşimler veya mübadeleler yaşadığının altı çizilmiş, sistemli temas içeren veya içermeyen yakınlaşmalar ve paralel gelişmeler ile birbirleriyle etkileştiğine dikkat çekilmiştir. Avrupa tarihindeki gerilimler ve çatışmaların yıpratıcı etkisinden ziyade bunların uzlaşma süreçlerinin olduğunun hatırlatması yapılmıştır. Bu vesileyle her bölge için müşterek gelişmeler ve dönüşümlerin söz konusu olduğu örnekleri verilmiştir. Böylece çeşitli kültürleri ve kimlikleri bir araya getiren son dönemdeki Avrupa işbirliği ve inşa sürecine girildiği aktarılmıştır. Çalışmanın başında Avrupa Konseyi’nin tarih öğretimi alanındaki yayınlarının bir listesi de verilmiştir. Tüm bu çalışmaların genel çerçevesi Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 21. yüzyıl Avrupası’nda tarih eğitimi hakkındaki Tavsiye Kararı’nda aşağıdaki gibi özetlenmiştir: […] Tarih eğitimi Yahudi Soykırımının, soykırımların ve insanlığa karşı işlenen diğer suçların etnik temizliğin ve geniş kapsamlı insan hakları ihlallerinin tekrarlanmasını ya da inkarını önlemede geçmişin yaralarını sarmada ve Avrupa Konseyi’nin özellikle kendisini adamış olduğu temel değerleri ilerletmede yararlıdır. İnsanlar arasında uzlaşma tanıma anlayış ve karşılıkllı güvende belirleyici bir faktördür. Demokratik bir Avrupa’da tarih eğitimi sorumlu ve etkin vatandaşlar yetiştirmede ulusal kimlik anlayışı ve hoşgörü prensiplerine dayalı olarak tüm farklılıklar için saygıyı geliştirmede hayati bir yer işgal etmelidir. Tarih eğitimi ideolojik manipulasyon ve propoganda amacı olmamalı hoşgörüsüz ve aşırı milliyetçi yabancı düşmanı ırkçı ya da antisemitik fikirlerin yayılması için kullanılmamalıdır. Tarihsel araştırma ve okullarda öğretildiği şekilde tarih eğer tarihin suistimaline izin veriyor ya da teşvik ediyorsa hiçbir şekilde ve hiçbir amaçla Avrupa Konseyi’nin temel değerleriyle ve mevzuatıyla bağdaşamaz. Tarih eğitimi tarih müfredatında Avrupa’nın tarihsel gelişimi süresince farklı ülkeler dinler ve düşünce ekolleri arasındaki karşılıklı olumlu etkileşimlerin altı çizilmek suretiyle önyargı ve basmakalıp tiplemelerin ortadan kaldırılmasını ve ayrıca tarihsel gerçeklerin inkarından 100 tahrifinden atlanmasından bilgisizlikten ya da ideolojik araçlar için kullanılmasından kaynaklansın ya da kaynaklanmasın tarihin kötüye kullanılmasının eleştirel gözle araştırılmasını içermelidir. (COE 2008:29-30) History Cnitique – Issue 3, April 2016 Bu çerçevede e-kitabın hedef kitlesine yönelik tarih öğretiminde yeni bir model sunduğu söylenebilir. Zira seçilen tüm konuların mümkün olduğu kadar çeşitlilik içeren ve çoğulcu bir yaklaşımla ele alındığı görülmektedir. Ayrıca sunumlar çerçevesinde tarih araştırmalarında son zamanlardaki gelişmelerin dikkate alındığı izlenmektedir. Verilen örnekler bağlamında münazara ve araştırmaların geliştirilmesi mümkündür. Ayrıca tüm ünitelerde, konu başlıkları ile ilintili görüntülerin, raporların, görsel ve işitsel arşiv malzemelerinin, özel ilgi alanlarına yönelik televizyon ve internet yayınlarının referansları verilmektedir. Seçilen malzemelerin tümünde öteki ile ilgili uygun olmayan imajlara yol açabilecek, toplumlarla ilgili klişeleşmiş kalıpların, basmakalıp imajların, yanlı görüşlerin, modası geçmiş görüş ve yorumların tespit edilerek eleştirel bir biçimde analiz edilebilmesi esas alındığı anlaşılmaktadır. Bunlara ilave olarak anlatılarda Avrupa’nın tarihsel deneyimleri kapsamında çeşitlilik prensibinin dikkate alındığı göze çarpmaktadır. Her bölüm sonunda Amerika’dan Çin’e, Gürcistan’dan Malta’ya farklı ülkelerden akademisyenlerin konu çerçevesinde kaleme aldığı makaleleri yer almaktadır. Bu makaleler üzerinden aynı konu hakkındaki farklı yorum ve değerlendirmelere ulaşılması mümkün görünmektedir. Kitabın giriş bölümünden de okunabileceği üzere bu çalışmanın hazırlanmasında akademisyenlerden sivil toplum kuruluşlarına kadar çok sayıda uzman kişi ve kurumlardan destek alınmıştır. Bu interaktif çalışma, Avrupa Konseyi’nin uzun soluklu bir projesi sonucunda farklı ülkelerden onlarca akademisyen, tarihçi, eğitimci, müfredat geliştirici ve konu uzmanlarının yaptıkları toplantılar neticesinde oluşturulmuştur. Ancak bu çalışmalar birer taslak halinde Avrupa Konseyi’nin tarih uzmanları ve danışmanlarına sunulmuştur. Kitaba son hali John Hamer, Brian Carvell ve Luisa de Bivar Black tarafından verilmiştir. Dolayısıyla bu kitabın adı geçen tarihçilerin inanç, kültür ve fikirlerini yansıtması mümkün görünmektedir. Ancak bu üç tarihçinin kültürel çeşitliliğin genel anlamda suistimal edildiği ortamlarda, gerginliğin ve çatışmanın önlenmesi ve çatışma ve çatışma sonrası dönemlerden sonra uzlaşma sürecinin geliştirilmesi duyarlılığını benimsedikleri içeriğin bütününde hissedilmektedir. Bu bağlamda bu kitabın tarih öğretimi açısından yeni ve çok kıymetli bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu çalışma ekseninde halkların ortak tarihi mirasına dair farkındalığın artırılması, tarihsel etkileşimler ve yaklaşımlara dair daha iyi bilgi sahibi olarak çatışmaların önlenmesi ve uzlaşma süreçlerine katkı sağlanması imkan dahilinde görünmektedir. Ayrıca bu çalışma Avrupa Konseyi’nin Kültürlerarası Diyalog hakkındaki Beyaz Kitap’ın önerilerini yaygınlaştırabilmesi için de atılmış etkili bir adımdır. Ancak bu kıymetli çalışmanın sadece çift dilde yazılması, interaktif 101 hazırlanması ve ulus devletlerin tarih öğretimi müfredatlarını kapsamaması nedenleriyle eleştirilere maruz kalması kaçınılmazdır. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Avrupa Konseyi’nin resmi dillerinin İngilizce ve Fransızca olması nedeniyle bu çalışmanın sadece iki dilde yayınlanmış olması anlaşılabilir. Ancak amaç Beyaz Kitap’ta ele alınan değerlerin yaygınlaştırılması ise çalışmanın farklı dillerdeki versiyonlarına da erişimin mümkün olması gerekmektedir. Ayrıca çalışmanın interaktif olması internet erişimi olmayan ya da kısıtlı olan kitlenin ihtiyacını da karşılamamaktadır. Dolayısıyla bu çalışmanın anlaşmalı kurumlardan talep üzere kitap olarak temini sağlanabilmelidir. Bir diğer nokta öğretmenlerin bu çalışmadan nasıl faydalanabilecekleri noktasında düğümlenmektedir. Zira ulusların tarih öğretimi müfredatları kendi tarihsel ve siyasal perspektifleri doğrultusunda şekillenmektedir. Bunu değiştirmek ya da farklılaştırmak imkan/insiyatif dahilinde değildir. Bu nedenle hükümetlerarası bir uzlaşının ya da paylaşılan tarih anlayışının reformatif bir şekilde geliştirilmesi gerekmektedir. Kanımca bu kitap Avrupa Konseyi’nin 21. yüzyılda tarih öğretimi adımlarını belirleyen bir başlangıç niteliğini taşımaktadır. Bu hususta Avrupa Konseyi’nin Demokrasi Bölümü Genel Direktörü Snežana Samardžić-Marković “ihtiyaç duyduğumuz eğitim çocuklarımız için arzu ettiğimiz toplum tarafından tanımlanmalı” demektedir (COE, 2014:7). Bugün Avrupa’da arzu edilen toplum farklılıkların biraradalığı şeklinde ifade edilmektedir. Bu çerçevede eğitimde (ve tarih öğretiminde) hükümetlerarası bir politika yaklaşımının benimsenmesi mümkün görülmektedir. Bu bağlamda “Paylaşılan Tarihler” kitabının benimsenmesi ve yaygınlaştırılması tartışmalara açık görünmektedir. Referanslar Council of Europe. (2001). Recommendation (2001) 15 on History Teaching in 21st Century Europe. Council of Europe. (2008). White Paper on Intercultural Dialogue. Living Together as Equals in Dignity. Council of Europe. (2011). Recommendation 1880 (2011) on Intercultural Dialogue and The Image of The Other in History Teaching. Council of Europe. (2014). Shared Histories for a Europe without Dividing Lines (e- book). https://asp.zone-secure.net/v2/index.jsp?id=6423/8544/44168&lng=en 01.09.2015 102 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Erişim Tarihi: Tarih Notları-Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları Bernard Lewis Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2015, 428 sayfa, ISBN: 978-975-509-824-1 Muhittin YENİKEÇECİ∗ Otobiyografi, öz yaşam öyküsüdür. Tanınmış bir kişinin kendi yaşam öyküsünü anlattığı edebiyat türüdür. Kaynak olarak kişi kendisini ve aile büyüklerinden aldığı bilgileri kullanır. Otobiyografilerde yazar kendine ait eserleri, düşünceleri ve yapmış olduğu ya da katkıda bulunduğu önemli işleri aktarır. Bu yazılı anlatım türü aynı zamanda iyi bir belgeseldir. Bu alanda çalışacaklara ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerine kaynaklık eder. 1 103 Tarih ise; toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan olayları, zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, ∗ 1 Doktora Öğrencisi, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul. https://tr.wikipedia.org/wiki/Otobiyografi Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri ve kendi iç sorunlarını inceleyen bilimdir. 2 Tarihin konu birimi öncelikle tarihi olay, bu olayın nedeni ya da nedenleri, yani yorumudur. 3 Bu yorum tarihçinin bilgi ve entelektüel birikimi ile ilgilidir. Her eser bu nedenle, yazanın öznelliğini de bünyesinde barındırır. Tanıtımını yapacağımız, İngiliz asıllı ABD’li tarihçi Bernard Lewis’in Tarih Notları, Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları isimli eseri; otobiyografik bir eser niteliğindedir ve yazarın bir Ortadoğu tarihçisi olması nedeniyle aynı zamanda tarihi bir belge niteliği taşımaktadır. Eser yazarın çocukluğundan itibaren; ailesinin özellik ve değerleri başta olmak üzere, aldığı eğitim ve akademik kariyerinin izlerini taşımaktadır. Bu nedenle eser, hem öznellik hem de bilimsel nesnelliğe azami hassasiyet gösterilerek kaleme alınmıştır. Öyleki eser sahibi, “Bir yandan İslam’ı ve onun kutsallıklarını karalamakla, diğer yandan onun kusurlarını savunmak ve hatta örtbas etmekle suçlandım. Bense, saldırılar her iki taraftan da gelmeye devam ettikçe, bilimsel nesnelliğime güven duymayı sürdüreceğim (s.5).” ifadesi ile bu husustaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Prof. Bernard Lewis, kendi ifadesi ile “Osmanlı Arşivlerine girme fırsatını kaçırmayan” (s.4) ve yayınlanan çalışmaları Osmanlı Dönemi ya da Modern dönem veya bu ikisi üzerine olan bir “Ortadoğu” uzmanıdır. İslam Tarihi ve İslam-Batı ilişkisi konusunda da uzmanlaşmıştır. 4 Ortadoğu konusunda uzmanlaşmış batılı uzmanlar arasında en çok okunan yazarlardandır. Yahudi kökenlidir. Eserden anlayabildiğimiz kadarı ile Yahudiliği, itikat ve ibadet boyutunu aşan, Yahudiliğe önemli hizmetler veren bir yapı arz etmektedir. Analizlerinde Yahudi olmasının etkileri görülmektedir. Lewis, “şarkiyatçı” olmadığını, bir orta doğu tarihçisi olduğunu iddia etmekte ve eserde genel anlamda nesnel ve objektif bir yaklaşım sergilemektedir. Bununla birlikte, batı-doğu karşılaştırmalı incelemelerinde oryantalist/şarkiyatçı bir yaklaşım hâkimdir. Bu kapsamda, Edward Said ile yaşadıkları tartışmanın, Lewis’in “Şarkiyatçıların Babası” olduğu iddiası üzerine başladığı ve fakat aslında bir “pozitivist - post pozitivist paradigmalar arası tartışması” olduğu anlaşılmaktadır. Yine eserden Lewis’in “realist kuramı” benimsediği anlaşılmaktadır ve George W. Bush’un danışmanlığını yaptığı 5 dönemde bulunduğu tavsiyelerde “sert güç” unsurlarının “yumuşak güç” unsurlarına göre daha ağırlık taşıdığı görülmektedir. Bu bahis içerisinde belirtmek gerekir ki Lewis, İngiltere-Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ittifakını destekleyen ve ittifakın menfaatlerini savunan bir düşünce yapısına sahiptir. 104 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskı, Ankara, 2009, s.1907 Oral Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, 4. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara Ekim 2003, s.12 4 https.77tr.m.wikipedia.org7wiki7Bernard Lewis 5 https.77tr.m.wikipedia.org7wiki7Bernard Lewis 2 3 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Bernard Lewis bu gün itibari ile 100 yaşında, duyma aletlerine ve yürürken baston ya da yürütece ihtiyaç duyuyor. Bu süreyi dolu dolu ve sürekli üzerine koyarak geçirmiş. Tatmin edici bir kariyere sahip. 29 dile çevrilen 32 kitap yazmış. Mekânlar ve kültürler keşfetmiş ve kendi ifadesi ile “15 dille oynamış” bir tarihçidir (s.396). Bernard Lewis, uzun tarihçilik yaşamında en başından itibaren, toplumu, dillerini öğrenerek, eserlerini okuyarak, yaşadığı yerleri gezerek ve insanları ile konuşarak, onları anlayarak tarihçilik yapmış (s.3). Kısaca tanıtımını yapacağımız kitap ve eserin yazarı hakkında bilgi verdikten sonra, eseri tanıtmak istemekteki temel amacımı da ifade etmek isterim. Öncelikle yazarın, kendi yaşam sürecinde Ortadoğu bölgesinde yaşanan olayları engin tarih birikimi ile bütünleştirerek yorumlaması nedeniyle ortaya çıkan eserin; okunmasını, anlaşılmasını ve incelenmesini istemiş olmamdan kaynaklanmıştır. Zira Ortadoğu bölgesi, bugün hala hem küresel ve bölgesel hem de ulusal ve yerel düzlemde uluslararası güç dağılımına yön veren mücadelelerin her seviyede devam ettiği bir bölge özelliği taşıyor. Bahse konu eseri tanıtmaktaki diğer amacım ise Bernard Lewis’i tanıtmak, bir akademisyen ve bilim insanı olarak onun bireysel özelliklerine ve çalışma metod/yöntemlerine dikkat çekerek, neden Bernard Lewis’lerin okunduğu ya da küresel dünyanın en önemli üretim faktörü haline gelen bilginin neden Bernard Lewis’ler tarafından üretildiğine dikkat çekmek olsa gerek. Kitap; “Giriş” bölümünü müteakip (s.3-6), “İlk yıllar” (s.7-55), “Savaş Yılları” (s.56-89), “Osmanlı Arşivlerinde” (s.90-117), “Kültürel Diplomasi” (s.118-152), “Neden Tarih Çalışmalı” (s.153-169), “Akademik Yaşamdan Kesitler” (s.170-194), “Atlantik’i Geçmek” (s.195-223), Bölge Ülkeleri (s.224258), “Medeniyetler Çatışması” (s.259-301), “Şarkiyatçılık ve Doğru Düşünme Kulübü” (s.302-324), “Paris’te Yargılanma” (s.325-338), “Tarih Yazmak ve Yeniden Yazmak” (s.339-367), “Siyaset ve Irak Savaşı” (s. 368-394) isimli 13 ana bölüm ile devam etmiş ve sonsöz yerine yazılmış “Özetle” (s.395396) bölümü ile tamamlanmıştır. Ayrıca esere iki adet “Ek” (s.397-422) konmuştur. Ek-1: eser sahibinin “Ağıt” isimli bir şiirinden, Ek-2 ise “Unvan, Ödül ve Yayınlar” ismi ile eser sahibinin unvanı, görevleri, yayınları ve ödülleri hakkında bilgi verildiği bir Ekten oluşmaktadır. Ana bölümlerin içerikleri, bölüm ismini aşan değişik konuları içerebilmektedir. Bu bölümler eser sahibinin yaşam çizgisini takip eden olaylar çerçevesinde; hem tarihi hem de uluslararası ve siyasi konularda anlatı ve yorumları içermektedir. Birinci bölüm olan “İlk Yıllar” (s.7-55) başlangıçta, eser sahibinin aldığı eğitim ve düşün dünyasının oluşmasına etki eden aile bireyleri ile eğitmenlerini/hocalarını konu edinmiştir. Kitap toplamaya başlaması, yabancı dil kabiliyetinin keşfi ve eğitimi, Paris’te Adnan Adıvar’dan aldığı ilk Türkçe 105 dersleri, şiir yazma merakının oluşması, yazar olma isteği, üniversite seçimi ve öğrenciliği ile ilk Orta doğu ziyareti ve Ortadoğu meselelerine ilgi göstermesi konularını kapsamaktadır. Bu bölümde özellikle babasının etkisi ve aldığı dini eğitim nedeniyle Yahudiliğe duyulan ilginin artmasının yanı sıra yine babasının sosyal statüsü ve dünya görüşü nedeniyle “oryantalist” dünya görüşünün ilk Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 tohumlarının da bu dönemde atıldığına şahit olmaktayız. Bölümün ilerleyen sahifelerinde, “İlahi Dinler” ve “Kutsal Kitaplar” ile “Haşhaşiler” konularındaki ilk çalışma ve yorumlarına yer verilmiştir. Bahse konu bölümün son kısmında ise iş tercihini Londra Üniversitesinde yardımcı öğretim üyeliğinden yana kullanarak ilk işine ve nasıl bir akademik çevreye sahip olduğu konu edinilmiştir. İkinci bölüm “Savaş Yılları” nda (s. 56-89) bir ”İstihbarat Personeli” olarak eser sahibinin istihbarat eğitimi ve savaşta yürüttüğü istihbarat faaliyetleri konu edilmiştir. Bu bölümde özellikle Alman istihbaratının zafiyetleri ve bu zafiyetten bütün ittifak devletleri cephesinde nasıl faydalanıldığı anlatılmıştır. Bölümün ilerleyen sahifelerinde casusluk faaliyetleri ve dinlemeler bahsi içerisinde muhabere hatlarının ne kadar hassas olduğu, özelikle Müttefik telefon dinlemelerinin kontrol altına alınması ile tüm Müttefik faaliyetlerinin takip edilebildiği ifade edilmiştir. Bu bölümde ayrıca “Yahudi bir İngiliz İstihbarat Subayı Olmak” konulu alt bölüm içerisinde bir gece vardiyası sohbeti esnasında, İrlanda Sorunu üzerine yapılan tartışmadan hareketle yıllar sonra yapılan ve Türk-Kürt meselesine ait başka bir tartışma ile bağlantılı olarak eser sahibinin ifadesi ile ”İngiliz-İrlanda Meselesi Orta Doğu’daki Sünni-Şii Meselesini açıklamak için kullanılabilir; fakat Türk-Kürt ya da Arap-Kürt meselesi için değil (s.76-77).” tespitinde bulunulmuştur. Bölümün son kısmında eser sahibi “Savaşın Sonu” alt başlığı ile savaştan neler öğrendiğini ve bunun tarihçiliğine etkilerini anlatmıştır. Üçüncü bölüm “Osmanlı Arşivlerinde” (s.90-117) ise Osmanlı Arşivlerinin Osmanlı Gelişme Dönemi’nde iyi seviyede olduğu, her konunun takibine imkân sağladığı, fakat Duraklama Dönemi ile arşiv kalitesinin düştüğü ifade edilmektedir. Bölüm içerisinde, eser sahibinin “Tarihte Arapların varlığı” konusunda yaptığı çalışma ve bu çalışma kapsamında Osmanlı arşivlerinden nasıl istifade ettiği konusuna da değinilmiştir. Bu bölümde ayrıca Türk demokrasisinin nasıl geliştiği ve Türkiye’de Modernleşmenin doğuşu bahse konu edilmiştir. Aynı bahiste devamla, Türkiye’de çok partili demokratik düzene geçişteki başarı, fakat buna rağmen Adnan Menderes’in “iktidarı geldiği yolla bırakmamaya dönük hiçbir niyetinin olmadığını gösterdi (s.111).” ifadesi ile devamında yaşanan ve hala dönemsel olarak rastlanan anti demokratik anlayışlar ifade edilmiştir. Dördüncü Bölüm olan “Kültürel Diplomasi” (s.118-152) de, Britanya İmparatorluğu faaliyetlerinin oryantalist niteliğinin ortaya konduğu ve zimmi bir eleştirinin yapıldığı giriş bölümünü müteakip; ABD ve Büyük Britanya kültürel diplomasilerinin mukayesesi yapılmıştır. İlerleyen sahifelerde Sudan örneğinde Büyük Britanya kültürel diplomasi uygulamalarının nasıl geliştirildiği ve başta üniversiteler olmak üzere yumuşak güç vasıtalarının nasıl kullanıldığı anlatılmıştır. Bölüm içerisinde yine Pakistan ve Afganistan hem bu ülkeleri kısa bir tarihi hem de kültürel diplomasi uygulamaları açısından ele 106 alınmıştır. Beşinci bölüm olan “Neden Tarih Çalışılmalı ?” (s.153-169) bölümü, eser sahibinin tarihçi kimliğinin de etkisi ile tarihsel bilimselliğin, kitabın otobiyografik roman yönüne göre ağır bastığı bir bölümdür. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Bu bölümde özellikle; tarih çalışmalarının doğası, bilimsel yanının hangi özellikleri taşıması gerektiği, tarihçilik ile propagandanın ayrılmasının gerekliliği ve bilimsel bir tarih çalışmasının nasıl yapılması gerektiği konularına ağırlık vermiştir. İlerleyen sahifelerde, tarih dersi veren bir akademisyenle araştırma yapan bir akademisyeni incelemiş ve akademik hayatta da istifade edilebilecek tecrübelerini aktarmıştır. Eserin yazarı “İslam Tarihi ve Kültürel Kibir Tehlikesi” alt başlığı ile Batı ile İslam ilişkilerini; dürüstlük, sempati ve empati çerçevesinde incelerken, kendisini sorgulayan bir oryantalist kimliğine bürünmüştür. Altıncı Bölüm “Akademik Yaşamdan Kesitler” (s.170-194), eser sahibinin akademik yaşam süreci içerisinde yaşadığı önemli olaylar ve bunların yorumunu kapsamaktadır. Bu bölümde özellikle yabancı öğrenciler ve bunların eğitimi ile ilgili bizim üniversite ve akademik camiamızın da dikkate almasının faydalı olacağı bilgiler verilmiştir. Yedinci bölüm olan “Atlantik’i Geçmek” (s.195-223) bölümünde, özellikle ABD’lerine yerleşme, ABD’de ki üniversiteler ve akademik yaşam anlatılmış daha sonra Büyük Britanya’da ki üniversite ve akademik camia ile mukayesesi yapılmıştır. Bölüm içerisinde İran Şahı ile yapılan görüşme ile kimlik ve vatandaşlık alt bölümleri İngiliz ve Amerikan vatandaşlık anlayışlarının algılanabilmesi açısında ilginç bilgiler sunmaktadır. Sekizinci bölüm olan ”Bölge Ülkeleri” (s.224-258) başlıklı bölümde, Orta doğu ülkeleri; genel tanıtım, kültürel özellikleri ve “Arap-İsrail Sorunu” sürecindeki pozisyon ve politikaları çerçevesinde ele alınmıştır. Bölüm içerisinde ayrıca eser sahibinin, İsrail yönetimi ile ilişkileri ve danışmanlık faaliyetleri özel bir yer tutmuştur. Bu çerçevede “Arap-İsrail Barış Süreci” incelenmiş ve İsrail-Mısır Barışı’na giden yolda eser sahibinin faaliyetleri anlatılmıştır. Eserin ilerleyen sahifelerinde; Ürdün ve Filistin Barış Süreçleri, liderlerle ilişkiler ve katkı vermek adına yürütülen faaliyetler bahse konu edilmiştir. Bu bölüm analiz ve yorumlarında eser sahibinin kültürel kimliği yer yer kendisini hissettirse de barış adına yapılan çalışmalardaki önemli katkısının yadsınamaz olduğu ifade edilmelidir. Dokuzuncu bölüm olan “Medeniyetler Çatışması” (s.259-301) başlıklı bölümün başlangıcında, “İlahi Dinler” temelinde bir medeniyetler analizi yapılmıştır. Bu analizde özellikle İlahi Dinler’in benzerlikleri ve farklılıkları ele alınarak birbirlerini anlama ve empati kurma kanallarının neler olabileceği ortaya konmaya çalışılmıştır. İslam ve İslam topluluklarının özellikleri ortaya konarak, bu topluluklarla irtibat ve anlaşmanın nasıl tesis edilebileceği üzerinde tespitlerde bulunulmuştur. İslam ve Anti Semitizm alt başlığı ile Anti Semitizmin kökenlerinin İslamiyet’te değil Hristiyan Batı’da 107 olduğu vurgulanmıştır. İlerleyen sahifelerde İran Devrimi incelenmiş ve son bölümde, Müslüman öfkesinin kökenleri ve ABD karşıtlığının nasıl oluştuğu anlatılmıştır. Bu anlatılarda ABD karşıtlığının gelişmesine, ABD geri çekilmesi ve zayıf görüntüsünün etkili olduğu tespiti ortaya konmuş, bu Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 nedenle bunun önlenebilmesi için sert gücü esas alan politikaların da dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır. Onuncu bölüm, “Şarkiyatçılık ve Doğru Düşünce Kültü” (s.302-324)nde, ağırlıklı olarak Edward Said ile yaşanan “Şarkiyatçılık/Oryantalizm” ve kimin ne kadar bilimsel çalıştığı tartışmaları yer almıştır. İyi incelenmesi ve bölüm içerisinde adı geçen eserlerinde okunması halinde hem meşhur “oryantalizm” kavramı hem de pozitivizm-post pozitivizm tartışmasının, kültürel köklerinin anlaşılmasına katkı sağlayabilir. On birinci bölüm “Paris’te Yargılanma” (s.325-338) başlıklı bölümdür. Bu bölümde 1915 Olaylarının analizi Holocaust ile karşılaştırmalı olarak yapılmakta ve bir tarih profesörü gözü ile 1915’te yaşananların “soykırım” olmadığı ortaya konmaktadır. Lewis, 1993 yılında Le Monde gazetesinde yaptığı söyleşilerde, yukarıda ifade edildiği gibi, 1915 olaylarının bir ”soykırım” olmadığını, “savaşın bir yan ürünü” olduğunu belirtmişti. Paris’te bir mahkeme bunu “Ermeni Soy Kırımının İnkârı” olarak kabul etmiş ve tarihçi hakkında bu söyleşilerden dört dava açmıştı. Eserde Lewis, Le Monde'da çıkan söyleşilerde Ermeni olayını Yahudi Holocaust'u ile bir tutmanın yanlış olduğunu iki sebeple açıklıyor. Birincisi, Ermeniler silahlı bir isyan hareketi içindeydiler, Yahudiler için böyle bir durum söz konusu değildi. İkincisi ise, Osmanlı'da Ermeniler sadece ayaklandıkları bazı bölgelerde cezalandırıldılar, büyük kentlerdekiler ise bir ölçüde buna muhatap olmadılar (s.327). Lewis eserinin bu bölümde, 1915 Olaylarında Rusya etkisine de dikkat çekmiştir. Bahse konu bölümde ayrıca, tarihçilerin/bilim insanlarının konularına mahkemelerin ön yargılı ve ideolojik bir takım varsayımlarla yaklaşmalarının yaratacağı problemler de ayrıntılı olarak incelenmiştir. On ikinci bölüm olan “Tarih Yazmak ve Yeniden Yazmak” (s.339-367) başlığı altında, tarih yazımında üslubun nasıl oluştuğu; berraklık, kesinlik ve zarafet kavramları çerçevesinde açıklanmıştır. Gelecek dönemde psikolojik analizlerinde tarih yazımının içerisinde olacağı ve tarihsel yorumlara derinlik katacağı ifade edilmiştir. Bu bölümde ayrıca eserin yazarı değişik başlıklar altında yaptığı çalışmaları anlatarak tarih yazımına yaptığı katkıları anlatmıştır. On üçüncü bölüm, “Siyaset ve Irak Savaşı” (s.368-394) başlıklı bölümdür. Bu bölümde Lewis, dönemin ABD Başkanı George W Bush’un danışmanı sıfatı ile başta Savunma Bakanı Dick Cheney ve yönetimin üst düzey yetkilileri ile yaptığı görüşmelerden bahsetmiştir. İlginç anlatılar içeren bu bölüm, Realist ABD siyasetinin nasıl oluştuğu ve işlediği açısında önemli bilgiler sunmaktadır. Lewis’in düşünce yapısı nedeniyle eleştirel bir nitelikte ortaya atılan ve “Lewis Doktrini” kavramı ile anılan olumsuz iddiaları cevaplandırdığı ileriki sahifeler ilgi ile okunmaya adaydır. Bu bölümdeki 108 açıklamalardan Lewis’in düşüncelerindeki “dünya sisteminin”, ABD hegemonyasında bir istikrar arayışı olduğu hissi edinilmektedir. On üçüncü bölümün son kısmındaki “Arap Baharı ya da Hoşnutsuzluğun Kışı” başlıklı alt bölüm ise İslam topluluklarının kültürel bir analizi üzerinden, İslam History Cnitique – Issue 3, April 2016 topluluklarını anlama ve Arap Baharının başarısızlığının nedenleri konusunda önemli tespitleri içermektedir. Sonuç yerine yazılan “Özetle” (s.395-396) bölümünde ise Lewis, ilerlemiş yaşına rağmen fiziksel ve zihinsel bazı sıkıntılar yaşasa da duygusal olarak böyle olmadığını, yaşamını sevdiğini ve tatmin edici bir kariyere sahip olduğunu ifade ederek eseri tamamlıyor. Sonuç olarak, Orta Doğu ve İslam tarihi konusunda yaşayan en önemli tarihçilerden biri olan Bernard Lewis, yaşadığı dönemin olaylarını otobiyografik bir eser ile anlatırken aynı zamanda eseri, tarihsel bir belge niteliği de taşıyor. Lewis’in tanıttığımız bölümde de vurguladığımız gibi, aldığı kültürel öğreti ve içinde yaşadığı Batı toplumunun değerleri nedeniyle yer yer Yahudi ve Oryantalist bakış açısına/yorumlara rastladığımız anlatıları, eser sahibinin özgünlüğünün sınırları içerisinde değerlenmek daha doğru olur diye düşünüyorum. Genel anlamda tarihimiz açısından hassasiyet yaratan konularda ortaya koyduğu yaklaşımın objektifliği ve verdiği bilgiler kitabın bizim açımızdan önemini artırıyor. Eserde özelikle tarih alanında çalışan doktora ve yüksek lisans öğrencileri için öğretici ve yol gösterici olacak bilgiler verilmiştir. Beşinci - Neden Tarih Çalışılmalı ?” (s.153-169) - ve On ikinci -“Tarih Yazmak ve Yeniden Yazmak” (s.339-367) - bölümler; bilimsel araştırmaya nasıl yaklaşılacağı, metodolojinin nasıl belirleneceği, tarih çalışmalarının bilimsel yanının hangi özellikleri taşıması gerektiği ve bilimsel bir tarih çalışmasının nasıl yapılması gerektiği konularında kıymetli bilgiler içermektedir. Çağımızın ana üretim faktörü olan ” bilgi üretimi”, söylemin oluşturulması ve bu sayede olaylara yön verme becerisine sahip olmanın da ana vasıtasıdır. Bilimsel süreçleri gerçek anlamda içeren çalışmalar yapılmadan üretilen bilgi söylem oluşturma ve olaylara yön verme kabiliyeti içermezler. Bernard Lewis’in bireysel özellikleri ve eserinde işaret ettiği usul ve yöntemler bizlere bilimsel bilgi üretimi için katkı sağlayıcı nitelikler taşıyabilir. Bu nedenle eserlerinin okunması ve incelenmesi gerektiğini ifade etmek isterim. 109 Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Paşa Paşa Yatacaksınız İkrami Özturan İstanbul, Bilgi Yayınevi, 2014, 352 sayfa, ISBN : 9789752204928 Ramazan BULUT ∗ İkrami Özturan emekli bir Kurmay Albay. Kamuoyunda “Balyoz “ olarak bilinen dava kapsamında haksız ve hukuka aykırı bir şekilde 971 gün Hasdal Askeri Cezaevinde yattı. “Paşa Paşa Yatacaksınız” isimli bu kitap yazarın ikinci kitabı. İlk kitabı “Elveda” Bilgi yayınlarından çıktı; yazarının tutuklu bir muvazzaf subay olması onu ilkler arasına soktu. İçeriği itibariyle kamuoyunda büyük ilgi gördü. İkrami Özturan sunuş yazısında “ ‘bir kitap yazan, kendisine yazar diyor’ şeklindeki haklı eleştirilerini dikkate alarak; ilerideki sayfalarda, size ‘kitabın yazarı’ olarak değil ‘kitabın yazanı’ olarak hitap edeceğim” (s.18) şeklinde mütevazi bir duruş sergilese de o artık bir yazardır. Çünkü İkrami Özturan 110 cezaevine girince şakırdayan, çıkınca dut yemiş bülbüle dönen sıradan bir “yazan” değildir. O’nun yazma ihtiyacı sadece duygu yoğunluğuna endeksli bir durum değildir. Zira cezaevinden çıktıktan sonra da yazmaya devam etti. Yani yolda 3. bir kitabı daha var: “Çuvaldız”…Basım aşamasında olan ∗ Avukat, Bilgi Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi History Cnitique – Issue 3, April 2016 bu kitabın da yine ilkler arasına gireceğini değerlendiriyorum. Yazar kişilik itibariyle de müzik ve resim gibi sanatın diğer kollarıyla da ilgili ve yetenekli birisi. Cezaevinde iken katılmış olduğu bir resim sergisi ve halihazırda yöneticiliğini yapmış olduğu bir musiki derneği bu kanaatimizi destekler niteliktedir. İlk bakışta yazarının cezaevinde bir tutuklu olması bu kitabı cezaevi kitapları arasına soksa da, “Paşa Paşa Yatacaksınız” bu kategorinin dışında bir kitaptır. Bu kitabı diğer cezaevi kitaplarından farklı kılan yanı cezaevi dışında cereyan eden duruşmalar ile sınırlı olmasıdır. Yazar bunu şöyle dile getirmektedir: “118 duruşma süresince, diğer deyişle mahkemede harcadığım yaklaşık 900 saat boyunca sürdürdüğüm gözlemler, aldığım notlar, yaptığım sohbetler ve röportajlar, okuduğum binlerce sayfalık duruşma zabıtları ve mahkeme dosyaları…”(s.18). Ancak yazarın bütün bu duruşmalarda yaşananları trajikomik bir şekilde anlatması okuyucuyu sürekli bir acı tebessümle karşı karşıya bırakmaktadır. Kitap 340 sayfa olmasına rağmen son sayfasına kadar bu acı tebessüm hız kesmeden sürebilmektedir. Yazarın kendine has bir takım anlatım özelliklerinin bu kitapta daha da belirginleştiğini söyleyebiliriz. Mahkemenin önyagısını dile getirirken “savun-ma” veya “savun ama!”(s.321) gibi kelime oyunları ile “bizlerin ‘ak’ veya ‘hak’ dediğine, onlar hep ‘kara’ veya ‘biraz daha ara’”(s.33), çapraz sorgu yerine “çarpan sorgu” (s137) demesi, bilgisayar hakimiyeti yüksek olan sanıklardan Abdurrahman Başbuğ için “Diji Apo” (s.143), “bu liste ‘Ekacılar’a ek acılar getirmişti.” (s186) gibi ironik göndermelerde bulunması bunun en iyi örneklerindendir. Yine mahkemeyi tasvir ederken yazarın ayçiçeklerinden yola çıkması oldukça etkileyicidir. “Mahkeme nasıl bir yerdir bilir misiniz? Ağustos ayındaki ayçiçekleri gibi boynu büküklerin oluşturduğu bir tarladır mahkeme.. İzleyici sıralarındakilerin boynu büküktür, babasız, eşsiz, oğulsuz ve arkadaşsız kaldıkları için… Sanık sıradakilerin boyunları büküktür, hakka ve hukuka bir türlü kavuşamadıkları için, Sanık sırasındakilerin boyunları büküktür, hakka ve hukuka bir ülü kavuşamadıkları için… Avukat sıradakilerin boynu büküktür, müvekkillerine adalet sağlayamadıkları için… 111 Kürsüdekilerin boyunları büküktür, duvarlarında yazılı adaleti dağıtamadıkları için… Özetle, boynu bükük ayçiçeklerinin oluşturduğu bir tarladır mahkeme..” (s.79) Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 Yazarın diline de değinmek gerekir. Yazar, ancak literatüre hakim kişilerin anlayabileceği bazı tanım ve kavramları kendine has bir tarzda basitleştirerek anlaşılabilir kılmakta oldukça maharetlidir. Kendisi bir hukukçu olmamasına rağmen genel hukuk literatürüne hakimiyeti konusunda herhangi bir açık vermemektedir. Bu da yazarın bu kitabı yazmadan veya yazarken ne denli okuduğunun ve araştırdığının bir göstergesidir. Giordano Bruno, Sokrates, Dreyfus ve Deniz Gezmiş davaları sıradan davalar olmasa da hukuk eğitimi almamış insanların kolayca yorumlayabileceği davalardan değildir. Özellikle bunları ironik bir şekilde mukayeseli anlatması özel bir durumdur: “Sokrates en azından hakkında davayı açanı biliyordu. Atinalı bir genç, Melotos. Balyoz davasında ise, biz üzerimize iftira atanları ne biliyorduk ne de tanıyorduk”(s47). Yine Magna Carta Libertatum ve Bangolare ilkesinin bazı maddeleri ile Balyoz yargı sürecini ironik bir şekilde karşılaştırması da yaban atılır bir şey değildir. (s.51,54) “…komedimizin başrol oyuncusu yargının;Magna Carta’nın ‘M’ sinden,Habeas Corpus’un ‘H’ sinden ve Bagolare ve Budapeşte İlkeleri’nin ‘B’sinden bile hoşlanmadığı bu derslere hiç ilgi göstermediği açıkça görülmektedir.Karnesinde tek notu yüksek ve başarılı olduğu ders, ne ki Jacobs’un düşman ceza hukukudur”(s62). Kitap niteliği itibariyle bir yandan inceleme, ceride, günlük, istatistiksel ve dokümanter bilgi gibi bir takım unsurları içerisinde bulundururken bir yandan da dipnot ve kaynakçaları ile akademik bir çalışma izlenimi vermektedir. En önemlisi ise bu reel ve somut bilgileri tiyatral bir dil ile okuyucuya aktarmasıdır. Bu yüzden de yazar kitaba tiyatral bir kurgu vererek sık sık okuyucunun dikkatini sanki perdeye yöneltmektedir. Kitabın içindekiler kısmında da bunu görmek mümkündür. Yazar kitabını iki perdelik bir oyun olarak kurgulamış ve “kapanış” ile son noktayı koymuştur. Dolayısıyla görsel bir oyun için kitaptan birçok senaryonun çıkarılması mümkündür. Başlangıçta kitapta trajikomik bir anlatımın olduğunu belirtmiştik. Bunun dayanağı ise yazarın 118 celse içerisinden seçmiş olduğu gerçek olay ve kişisel hikayelerdir. Bu hikayelerin hepsinin ortak özelliği ise savunma niteliğindeki bir takım söylemler olmasıdır. Bu da Türk Hukuk Sistemi’nde ilk kez görülen bir savunma biçimidir.Bazen beddua, bazen ders verme, bazen isyan, bazen inceden inceye dokundurma, bazen de dalgasını geçme şeklinde ortaya konan bu tavır kitapta sıkça yer almaktadır.Bu da okuyucuya ivme kazandırmakta ve okuyucunun kitaba ilgisini artırmaktadır. “…Şimdi bir dileğim var, bana bu iftirayı atan, özgürlüğüm ve yaşam hakkımın gasp 112 edilmesine neden olanlara, ortam sağlayanlara çok uzun bir ömür diliyorum.O kadar bir ömür ki, yaşadıkları her anın ıstırap içerisinde geçmesini diliyorum…”(s.124). “..Yaşanan bu hukuksuslauk ile Türk Hukuku bana borçlu, ben ise alacaklıyım.Buün, şu an tam 4 ay 7 gün, 3 saat ve 10 dakika alacağım var özgürlüğümden.Ey Türk Hukuk, History Cnitique – Issue 3, April 2016 bana borcunuzu ödeyiniz.Borcunuzun bu dünyadaki ederi ivedi beraattir.Faizi ise ahrette tahsile edilecektir.”(s126). “…Fakat hükümete de şöyle bir haksızlık yapılmış(iddianame kastediliyor),aynı sayfalarda ve diğer iddianamenin her yerinde AKP hükümeti, AKP bilmem ne, devamlı AKP diye yazılmış.Nedir bu AKP?Sayın Başbakanımızın bu kelimeye çok kızdığını bürün televizyon konuşmalarında anladık propogadalarında.Bunun için ben Sayın Başbkanlık nezdinde, bu iddianameyi yazan,kontrol ederken bu AKP kelimesini’ Adalet ve Kalkınma Partisi’ diye düzeltmeyen savcılar,polisler ve bunu görmezlikten gelen, iddianameyi kabul eden hakimler hakkında suç duyurusunda bulunuyorum.Çok ayıp edilmiştir.Resmi bir evrakta böyl bir hatayı yapmamanız gerekiyordu.”(s.131). “Şimdi 22 şubar 2010 sabahı saat 8:30 sularında kapım çaldı.Kapıyı açtığım zaman, dışarıda yaklaşık 10 tane polis vardı. 10 tane.Ben 63 yaşındayım, 10 tane polis, orantısız güç bu, evim falan aranmadı.Ofisim de aranmadı..Allahtan anlayışlı biri, herhalde komiserdi, bilmiyorum rütbesini, herkes sivildi.’ Yani biraz daha adam getirseydin dedim’ utandı ve diğerlerini gönderdi.Bir kişi olarak beni evden aldı.Aşağı indiğim zaman yaklaşık beş-altı tane de araba vardı.Bütün köşeler tutulmuş.Vatandaşlar balkonlarda, herkesin söylediği şu:’ Camiyi bombalayacak, uçakları düşürecek hainle paşası gidiyor”(s.132). Tek başına hayatını idare ettiremeyecek ölçüde her türlü hastalıkla muzdarip sanıklardan E. Albay Mehmet Yoleri’nin hikayesi ise kitabın en can alıcı noktalarından biri. Nitekim sanıklardan biri tahliye talebinde bulunurken şöyle demektedir: “Mehmet Yoleri’ye yol verin, onun yatacağını da ben yatarım” (s. 117). Kitabın 335 ve devamı sayfalarında yer alan “Balyoz Davası Yargı Sürecinin Kilometre Taşları” başlığı altındaki kronoloji ise başlı başına bir olaydır. Yine kararın ertesi günü muhtelif gazete başlıklarının kayda alınmasını da önemsemek gerekir. Araştırmacı bir gazeteci sabrı ve tizliği ile kayda alınan bu olaylar silsilesi ileride bir çok esere kaynakça olabilecek niteliktedir. “Kadı kızında kusur” minvalinde şunu da belirtmek gerekir: Yazarın askeri dünya görüşünü arada bir ön plana çıkarmasını ve bazı yerlerde bunu sloganvari vurgulamasını bir gereksizlik olarak değerlendiriyorum. Bu, bazı okuyucular nezdinde kabul görse de bazı okuyucular nezdinde ise olumsuz etki yaratabilir. Halbuki ortak acıları dile getirme, bir döneme tanıklık etme ve evrensel hukuk kurallarına atıf yapma konusunda iddialı olan böyle bir eseri her türlü ideoloji ve önyargıdan 113 uzak tutmanın onu daha da baki kılacağı kanaatindeyim. Tarih Kritik- Sayı 3, Nisan 2016 KİTAP İNCELEMESİ 114 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Balkan Savaşları / 1912 -1913 I. Dünya Savaşı’nın Provası, Richard C. Hall, Çev. M. Tanju Akad, İstanbul, Homer Kitabevi, 1. Basım 2003, 225 sayfa, ISBN: 975-829-339-7 M. Murat TAŞAR ∗ Kitap, 1912 – 1913 yıllarında tamamı daha önce Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yer almış olan, Güneydoğu Avrupa’da (Balkan) bulunan Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’ın dâhil olduğu ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürüttükleri savaşı konu edinmektedir. 1877 Berlin Konferansında toprak taleplerinin yeterince karşılanmadığı ve Osmanlı Devleti’nin Büyük Güçler tarafından kayırılmış olduğunu düşünen, giderek bir ideoloji olarak ortaya çıkan milliyetçilik etkisindeki Osmanlı Devleti’nden yeni bağımsızlık kazanmış Balkan ülkelerinin güç ve toprak kazanma mücadelesi kitabın asıl konusunu teşkil etmektedir. Balkan coğrafyası Batı Avrupa’ya kıyasla geç uluslaşmanın yaşandığı, bu yüzden de dönemin en etkili ideolojisi olan milliyetçiliğin sivil - asker bürokratlar ve devlet adamları arasında önemli taraftar bulduğu, bağımsızlıklarını elde etmiş oldukları sınırlardan memnun olmadıkları, her bir devletin asli etnisitesinin (komşu) diğer bir devlette de bulunduğu coğrafyadır. Aralarındaki etnik ve teritoryal sorunlar bir büyük güç olan Osmanlı İmparatorluğu hegemonyası altında 20. Yüzyıla kadar ertelenerek taşınmıştır. Yazar eserinde her ∗ Harp Akademileri, Stratejik Araştırma Enstitüsü, Harp Tarihi ve Strateji Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected] açıdan bu çetin coğrafyada devletlerin kendi aralarında ve eski hegomonik güce karşı yaptıkları yaklaşık iki yıla yakın süren savaşı çok boyutlu incelemiştir. Kitabın Bölümleri Kitap sekiz bölümden oluşmaktadır. Her bir bölüm yaklaşık otuz sayfadan ibarettir. Her bölümün sonunda bir “Sonuç” alt başlığı bulunmakta ve o bölümde ele alınan konular kısaca değerlendirilmektedir. Kitabın en başında, ilk bölümden önce altı harita bulunmakta ve savaş öncesi durumdan İkinci Balkan Savaşı sonunda sınırlardaki değişiklikler bu haritalarda gösterilmektedir. Yazara göre I. Balkan Savaşı 8 Ekim 1912 – 30 Mayıs 1913, II. Balkan Savaşı 29 Haziran 1913 – Eylül 1913 tarihleri arasındadır. İlk bölüm “Balkan Savaşı’nın Kökenleri” üzerine yazılmıştır. Berlin Kongresinden başlayarak savaşın başlaması aşamasında “Askeri Güçler”in de değerlendirildiği bu bölümde “Berlin Kongresi”, “Balkanlar’da Milli Emeller”, “Bosna Krizi”, “Balkan Birliğinin Kurulması”, Savaşa Hazırlık” ve Askeri Güçler” alt bölümleri oluşturmaktadır. İkinci Bölüm “Birinci Balkan Savaşı: Trakya Harekât Planı” başlığını taşımakta, daha çok Bulgaristan ve Yunanistan’ın açtığı cephelerdeki savaşlar “Hazırlıklar, Savaşın Çıkışı, Kırklareli, Lüleburgaz, Çatalca, Edirne ve Batı Trakya / Rodoplar” başlıkları altında incelenmektedir. Üçüncü Bölüm, “Birinci Balkan Savaşı: Batı Harekât Planı” başlığı altında Sırbistan ve Karadağ’ın açtığı Arnavutluk ve Makedonya’daki çatışmalar (Kumanova, Prilep, Manastır, İşkodra) çatışmalar ve Yunan yarımadasındaki Selanik, Teselya, Epir ve Deniz Savaşları ele alınmaktadır. Dördüncü Bölüm “Ateşkes” başlığını taşımaktadır. Çatalca Ateşkesi, Londra Barış Konferansı, Londra Büyükelçiler Konferansı, Bulgar–Yunan Anlaşmazlığı, Bulgar–Sırp Anlaşmazlığı, Genç Türk Darbesi alt başlıklarında ateşkes süreci ele alınmıştır. Beşinci bölüm “Üç Kuşatma” başlığını taşımakta ve Bolayır, Yanya, Edirne, Çatalca, İşkodra başlıkları altında 30 Ocak 1913’te ateşkesin feshinden sonra açılan beş cephedeki çatışmalar ve kuşatılmış olan Yanya, Edirne ve İşkodra’nın düşüşleri ele alınmaktadır. Altıncı Bölüm’de “Ara Dönem” başlığını altında St. Petersburg Büyükelçiler Konferansı ardından yeniden oluşan Yunan–Sırp İttifakı ve Londra Antlaşması ve Makedonya konusundaki anlaşmazlıklar değerlendirilmiştir. 116 Müttefikler Arası Savaş başlığını taşıyan Yedinci Bölüm’de Bulgar İkinci Ordusunun Yenilgisi ve Bulgar ricatları, Rumen müdahaleleri, Osmanlı’nın Bulgaristan’ı İstilası, Bükreş ve İstanbul Antlaşmaları değerlendirilmiştir. History Cnitique – Issue 3, April 2016 “Sonuçlar ve değerlendirmeler” başlığını taşıyan son bölümde Arnavutluk devletinin balkan Savaşlarının sonucu olarak ortaya çıkışı, Balkan Savaşlarının Birinci Dünya Savaşını hangi yönlerden nasıl etkilediği, savaştaki kayıplar, maliyetler ve mezalimler ele alınmıştır. Dipnotlar, Kaynakça ve İndeks Dipnotlar, kaynakça ve indeks kitabın sonundadır. Yazar kaynakçanın başında arşiv kaynaklarını, genel kitapları ve makaleleri koymuş, daha sonra ülkelere göre ayırmıştır. Arşiv kaynağı olarak Bulgar ve Amerikan arşivlerinden ve Alman Dışişleri Bakanlığı’nın diplomatik belgelerinden yararlandığı görülmektedir. En geniş kaynakça Bulgaristan hakkında olup (yaklaşık 3 sayfa), Karadağ en az kaynak kullanılan ülkedir. Kitaba bir indeks eklenmesi özellikle araştırmacılar için önemli bir kolaylıktır. Kitabın İçeriği Yazar, Balkan Savaşlarının 20. Yüzyılda sadece Avrupalılar arasında cereyan eden ilk çatışması olmasına burgu yaptıktan sonra, dört önemli sonuca ulaşmaktadır: 1- Balkan Savaşları, kitle orduları, makinaları ve tüm sivil nüfusu kapsayan özellikleriyle modern savaşlar çapını açtığı, 2- Bu savaşların Osmanlı’yı Trakya’nın Doğu köşesi hariç Avrupa’dan çıkardığı, 3- Bağımsız ve fakat zayıf bir Arnavutluk devleti kurduğu, 4- Balkan Savaşları ile ilgili problemlerin Yugoslavya’nın 1990’lı yıllardaki çözülüşünde de yeniden ortaya çıktığı (Büyük Sırbistan, Kosova ve Makedonya’nın statüsü ile ilgili sorunlar), Yazar hemen her fırsatta, Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı arasında her açıdan benzerlikler olduğunu vurgulamaktadır. Öyle ki Balkan Savaşları Birinci Dünya Savaşı’nın “ilk aşaması”dır, hatta “ikisi de aynı savaştır”. Aynı taktik ve silahları kullanarak milliyetçilik ideolojisinin etkisinde amansız bir savaş yürütülmüştür. Çatalça’daki siper savaşı Batı cephesinde yaşanacak olan siper savaşlarının habercisidir. Salgın hastalıklar ise taraf ve sivil asker ayırımı gözetmeyen en önemli düşman olmuştur. Savaşların sonunda mağluplar, kendilerini toparlayarak yeniden ulusal amaçlarını gerçekleştirme çabasında olmaları da diğer önemli bir benzerliktir. Bu bağlamda Balkan Savaşlarında savaş alanı olan yerler, Birinci Dünya Savaşı’nda yeniden savaş alanları oldular: Sutrimitsa, Manastır ve Doyran, Gelibolu, Çanakkale ve Selanik. Bu bağlamda yazara göre Balkan için Balkan Savaşları ile Nirinci Dünya Savaşını ayırmanın imkansızdır. Balkan müttefiklerinin savaşı yürütme şekillerinin bir sonraki savaşta Antant ülkelerinin savaşı yürütme şekillerine benzediği, müttefikler arasında çok az işbirliği olduğu, her birinin kendi amacını öncelikle gerçekleştirmeye çalıştığı ve hepsinin arasında da çıkar çatışması olduğu yazarın ulaştığı sonuçlardır. En önemli işbirliğinin Yunan deniz gücünün Osmanlı ordularının ablukası için Bulgar ve Sırp birliklerini nakletmesi olduğu, bunun Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz deniz gücünün yaptıkları ile çok benzeştiği, Karadağ hariç savaşa katılan tüm ülkelerin daha çok keşif amaçlı da olsa uçak kullandıklarını, Osmanlıların uçaklarının olmasına rağmen kullandıklarına dair bir bilginin olmadığını belirtmektedir. Yazarın ulaştığı diğer önemli bir sonuç, Karadağ hariç tüm savaşa katılan tüm Balkan ülkelerinde asker– sivil çatışmasının yaşandığını, Osmanlı’da Ocak 1913’te askeri darbe gerçekleştiği, Yunanistan’da bu çatışmanın 1941 yılına kadar devam etmiş olduğu sonucuna ulaşmıştır. Yine önemli bir tespiti, savaşa katılmayan ve hatta gözlemci dahi göndermiş olan, ancak sonraki savaşlara katılacak ülkelerin Balkan Savaşları’ndan ne cereyan ettiği anda ne de sonrasında askeri kurumlarını aydınlatma dersler çıkarma konusunda başarılı olamadıklarıdır: Siper savaşı, ağır topçu ve makinalı tüfek ateşine karşı piyade hücumu bunların en önemlileridir. Askeri bilgi toplamakla görevli askeri ataşelerinin ilgilerinin daha çok strateji ve taktik konularında yoğunlaştığını, ancak siperlerin inşası ve pozisyonu, ateşin siperler üzerindeki etkileri, arazilerin konumu ve askerlerin yönetilmesi gibi konuların kurmay subayların ilgisini çok da çekmediğini vurgulamaktadır. Bu yüzden de Birinci Dünya Savaşı’nda asker öğütme haline dönüşen siper savaşlarının yeniden yaşandığına vurgu yapmaktadır. Avrupalıların “Balkanlar gibi azgelişmiş bir bölgeden çıkarılacak bir ders görmemeleri”nin zımni varlığından bahsetmektedir. Gözlemcilerin sonuçlardan dersler çıkarmak yerine Almanların Krupp toplarının üstünlüğü, Fransızlar Schneider silahlarının mükemmelliğini araştırdıkları tespitini yapmaktadır. Savaş Kayıpları / Savaş Mezalimi 20. yüzyılda karşılıklı sivillerin hedef alındığı ilk çatışma olduğu, Sivil halkın savaş hedefi olarak görülmesinin Balkan Savaşlarına damgasını vurduğunu belirtmekte; • Bunu, yıllarca süren nefrete bağlamanın durumu hafifletmek olacağı • Sivil halka yönlendirilen şiddetin en önemli sebebinin gerilla harbine bir karşılık olduğu • Şiddetin amacının homojen bir ulus devlet yaratılması olduğu belirtmektedir. Yazar insan kayıpları yanında maliyetlerin de bir rakamsal karşılıklarını vermektedir. Buna göre insan kayıplarında ilk sırayı Osmanlı İmparatorluğunun kayıpları her ne kadar belirlemesi zor da olsa ilk sıradadır (100.000). Daha sonra Bulgarlar insan kaybında 66.000’dir, Birinci Balkan Savaşı’nda Bulgar ordusunun %21’i yok olmuştur. En az kayıp ülkenin nüfusu ve coğrafyası ile de doğru orantılı olarak Karadağ’a aittir (yaklaşık 3100). Yazarın dikkat çektiği bir diğer insani konu mezalimlerdir. Yazara göre kıtal karşılıklı gerçekleşmiştir ve bu durum Avrupa’da işlenecek “korkunç eylemler” çağını başlatmıştır. “Onlar insan değil!” vurgusunu ilk kez Yunanlıların Bulgarlara karşı kullandığını, daha sonra her etnisetinin bir diğerine karşı aynı söyleme sarıldığını belirtmektedir. 20. Yüzyılda 118 sivillerin hedef alındığı ilk çatışma olduğu, sivil halkın bu şekilde imhasının Balkan Savaşlarına damgasını vurduğunu belirtmektedir. Hiç zikretmese de yazarın belirtmek istediği “etnik temizlik” yapıldığıdır. Bu sayede ele geçirilecek toprakların tertemiz olması amaçlanmıştır, ancak savaşın sonunda hiçbir ulusun da bu amacına ulaşamadığı görülmüştür. Balkan milletlerinin bir nesillerini bu History Cnitique – Issue 3, April 2016 savaşta yok ettikleri yazarın diğer önemli bir görüşüdür. İnsani kayıplar konusunda en objektif verileri ve değerlendirmeyi Carnegie Raporu’nda yer aldığını (Avusturya-Macaristan, Almanya, İngiltere, Rusya ve ABD’den birer, Fransa’dan iki üye), bu yedi kişilik heyetin savaşın yapıldığı alanları incelediğini belirtmektedir. İkinci Balkan Savaşı’nın eski müttefiklerin eski müttefik halk üzerinde mezalimlerinin gerçekleştiğini, Birinci ve İkinci Balkan Savaşı’nda özellikle de İstanbul ve Bulgaristan’ın büyük mülteci akınlarına maruz kaldığını belirtmektedir. Kantitatif Verileri Kullanılması: Savaş’taki insani kayıplar ve savaşın maliyeti Hall, kitabın ilk bölümünde Askeri Güçler alt başlığı altında askeri güç karşılaştırması (sf. 21), son bölüm olan “Sonuçlar ve Değerlendirmeler”de de “Kayıplar” (sf. 179 - 180) ve “Maliyetler” (sf. 184) altbaşlıklarında verileri değerlendirmiştir. Ek’teki tablo 1 ve tablo 2 de bu veriler gösterilmektedir. Yazarın özellikle Osmanlı İmparatorluğu’na dair veri toplamakta zorlandığı gözlenmektedir. Bu durumu yazar verileri ulaşamadığı ile açıklasa ve kısmen haklı olsa da daha önce yapılmış olan başka çalışmalarda sayısal veriler yer almıştır 1, Osmanlı İmparatorluğu’na dair hiçbir veri bulunmuyor değildir. Yazarın kaynak kullanmakta özellikle Bulgaristan’a ayrı bir önem verdiği de anlaşılmaktadır. Bulgaristan ile ilgili kaynakları üç sayfa tutarken, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili kaynaklar ancak bir sayfa kadardır ve kullanmış olduğu kaynakların çoğu da ikincil kaynaklardır. Eleştiri İçerik Açısından 20. Yüzyılın başında, Güneydoğu Avrupa’da yaşanan, çok taraflı ve etkileri bugün dahi hissedilen savaşı derli - toplu yazmak kolay değildir. Tarihsel olayların daha sonra yaşadıkları zaman diliminin şartlarına göre değerlendirilmediği, adeta bir propaganda alanına dönüştüğü göz önüne alındığında Hall’in kitabı objektif olarak nitelenebilir. Ancak kitabın olumlu yönlerine rağmen, daha çok bakış açısından kaynaklandığı söylenebilecek eksiklikler de göze çarpmaktadır: 1- Büyük güçlerin kimi desteklediği: Her ne kadar Berlin Konferansı sonrasındaki süreçte Avrupa’da Büyük Güçlerin “denge”nin sarsılmaması yönünde iradeleri olsa da, hem Balkan Savaşı’na giden hem de Balkan savaşlarının yaşandığı süreçte mutlaka etkileri olduğu tarihi bir gerçektir. Yazarın eserinde bu konuyu yeterince ele almamış olması bir eksiklik olarak görülebilir. 2- Eserin temel iddialarından biri balkan Savaşı’nın her yönüyle sonraki savaşlara -ki bununla Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını kastetmektedir-, örnek teşkil etmesi, bu savaşlarda yaşanan tüm olumsuzlukların sadece Balkan halklarının yapıp ettikleri olduğu, bunda Tablo – 3, şu kitaba göre oluşturulmuştur: M. Small / D. Singer, Resort to Arms. International and Civil Wars, 18161980, London 1982, 1 Avrupa’nın hiçbir dahli olmadığı kanaatini vurgulamasıdır. Hatta yazar balkan Savaşları yaşanmasaydı Birinci Dünya Savaşı da çıkmayacak noktasına kadar gelmektedir. Hemen hemen her fırsatta ve örneklerle bu kanaatini tekrarlamakta, Balkan Savaşları’nın özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın bir provası olduğunu yinelemekte, hangi açılardan sonraki savaşlara örnek teşkil ettiğini tek tek sıralamaktadır: Her ne kadar Avrupa’da daha sonraki savaşlarda işlenecek her türlü melanetin ilk ve önce Balkan Savaşlarında ortaya çıktığı ve bu durumun da en önemli sebebinin Milliyetçilik ideolojisi olduğunu belirtse de, yani bir anlamda sonraki savaş suçlarının öncüllerini Balkan halklarının işlediğini söylese de, söz konusu Milliyetçilik akımının Avrupa’dan neşet etiğini ve Balkanlarda bu savaş olmasa dahi Milliyetçilik ve Sosyal Darwinizm etkisiyle Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının yine cereyan edeceğini unutmuş gözükmektedir. Bu bir anlamda, -çok sarih olmasa da- sonraki savaş suçlarını asıl olarak Avrupalıların başka kültürlerden aldığı, başka örneklerin onlara yol gösterdiği sonucuna ulaştırır ki kabul edilebilir değildir. Savaşın doğası gereği ve artık topyekûnlaşmış bir savaş döneminde, modern yıkıcı aletler kullanarak yapılan savaşların başka bir sonuç vermesi beklenemezdi. Hem savaşın topyekûnlaşmasının hem de daha gelişmiş olarak nitelenen ancak gelişmişlikleri daha kısa sürede daha fazla insan öldürmek olan savaş araç – gereçlerinin büyük çoğunlukla Avrupalıların üretimi olduğu ise ayrı bir fasıldır. Bu bağlamda Milliyetçiliğin nerede ortaya çıktığı, kimler tarafından nasıl yayıldığı ve devletler arasındaki güç mücadelesinde bir araç olarak nasıl kullanıldığı ayrıca sorgulanmalıdır. Teknik açıdan Eserin İngilizceden çevirisi sade, anlaşılır, akıcı ve güzel bir Türkçe ile yapılmıştır. Teknik açıdan özen gösterilmiş bir kitap olduğu kanaati oluşmakla birlikte, aşağıdaki şu konular eleştiri konusu olabilir: Haritaların kitabın en başında yer almak yerine, ilgili bölümlerde olmaları okuyucu için daha yararlı olabilirdi, Dipnotlar kitabın sonunda yer almak yerine, ilgili bölüm sonlarında ya da sayfa altlarında bulunmaları daha iyi olabilirdi, Bazı yerlerde -mesela «sonuçlar ve değerlendirmeler» bölümü gibi-, yer alan rakamların dipnotlarda kaynaklarının belirtilmesi daha yararlı olabilirdi, 120 Sonuç Yazar göre, Balkan Savaşlarının en önemli sonuçlarından biri hatta trajedisi olarak Sırbistan ile Bulgaristan arasında kalıcı bir Balkan Birliği’nin sağlanamamış olmasıdır. Kurulacak sağlam bir History Cnitique – Issue 3, April 2016 Balkan Birliği’nin Avusturya–Macaristan’ın Sırp “terörizmi”ne karşı sert adımlar atmasını önleyebileceği görüşündedir. Yazara göre İttifakın çöküşünün üç sebebi vardır: 1- Bulgaristan’ın Makedonya’da Yunanistan ile bir coğrafi paylaşıma gitmek istememesi, 2- Adriyatik Denizi’ndeki Avusturya–Macaristan ve İtalya çıkarlarıdır. Bu çıkarlar toplamı sonrasında bölgedeki Sırp, Karadağ ve Yunan emellerini engellemek için bağımsız bir Arnavutluk yaratılması, 3- Mart 1912 Antlaşmasının garantörü Rusya’nın tutarsız davranışları sonucu Sofya’daki etkisini yitirmesi, buna bağlı olarak Boğazlarda fiziki kontrol imkanını yitirmesi ve Sırbistan’da daha az avantajlı konuma bağlanarak bu ülkeyi 1914’te izlemek zorunda kalmaları, Ayrıca Osmanlı Devletine dair de önemli eleştirilerde bulunmaktadır: Özellikle, Balkan Birliği içindeki çatlaklardan yeterince yararlanılmamış olmasının altını çizmektedir. Bu bağlamda Sırbistan’ı saf dışı etmek için Novi Pazar’ın (Sancak) verilmesinin Sırpları Kosova ve Makedonya’dan uzak tutabileceğini, Yunanlılara da Girit ve Ege adalarında imtiyazlar verilmesinin Yunanlılarla bir anlaşmaya varılabileceğini vurgulamaktadır. Ancak mesela Bulgaristan’a Yunanistan üzerinden denize bir çıkış verilmesinin savaşı tam tersine çevirebileceği konmuşunda herhangi bir fikri yoktur. Ancak Osmanlı Devletine dair Balkan İttifakındaki çatlaklardan yeterince faydalanmadığı ya da bu ittifakı çatlatmak için çaba göstermediği tespiti doğrudur. Yazarın nihai kanaati Balkan Yarımadası’nın yapılandırılması için ulus devlet yapılarının en iyi çözüm olmadığıdır. Kitap, araştırmacılar için ön bir kaynak niteliğindedir. Özellikle Balkan devletlerinin gerçekleştirdikleri ittifakta kendi aralarındaki çekişmelerin anlaşılması bakımından değerini muhafaza edecek bir kurguya sahiptir. 122 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Tablo 3, Savaşa katılan ülkelerin her 10.000 kişilik nüfusuna karşılık savaşta ölü sayısı (sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun girdiği savaşlar alınmıştır) Savaşlar Ülkeler Osmanlı Osmanlı – Rus Savaşı 1828 – 29 Rusya Kırım Savaşı 1853 – 56 Birinci Balkan Savaşı 1912 - 13 124 8,8 Osmanlı 15,4 Rusya 14,4 Fransa 26,2 Birleşik Krallık 7,9 Sardunya Krallığı 4,4 Osmanlı İmparatorluğu 58,5 Osmanlı – Rus Savaşı 1877 – 78 Rusya Birinci Balkan Savaşı 1912 - 13 33,5 12,6 Osmanlı İmparatorluğu 13,6 Bulgaristan 72,7 Sırbistan 50,0 Yunanistan 18,5 Osmanlı İmparatorluğu 9,4 Bulgaristan 40,0 Sırbistan 61,7 Yunanistan 9,3 Romanya 2,0 Osmanlı İmparatorluğu 175,7 History Cnitique – Issue 3, April 2016 Birinci Dünya Savaşı 1914 – 18 Rusya 104,9 Sırbistan 106,7 Belçika 115,1 Romanya 471,8 Fransa 329,3 Almanya 268,7 Avusturya - Macaristan 228,1 Birleşik Krallık 196,5 İtalya 184,7 ABD 13,1 KİTAP İNCELEME VE KİTAP TANITIMI ESASLARI 1. Tarih Kritik Dergisi (TKD) tarih sahasında genel kaide olarak son iki yılda yayınlanmış eserlerin Türkçe ve İngilizce tanıtım ve incelemelerini yayınlar. Başka bir yayın organında yayınlanmış yazıların çevirileri yayınlanabilir. Çevirilerin özgün metni de gönderilmelidir. 2. TKD’ye gönderilen yazılar editör tarafından derginin yayın kriterleri açısından incelenir. Editör kuşkuya düştüğü hususlarda yayın kurulundan görüş talep alır. Uygun bulunan yazı ilgili hakeme gönderilir. Hakemin uygun bulduğu yazı yayınlanır. Editör yazılarda yazım şekli ile ilgili değişiklik yapabilir. 3. Yazarlara herhangi bir telif ücreti ödenmez. 4. Kitap tanıtımı bir eserin sırf özeti değil, eleştirel olarak değerlendirmesi olmalıdır. Kitap tanıtımı yapan yazar kitapla aynı fikirde olabilir veya kitabın fikirlerine karşı çıkabilir veya kitabın sunduğu bilgilerde, yargılarda veya yapıda örnek teşkil eden veya eksik kalan yönleri belirtebilir. Kitap tanıtımı yapan yazar ayrıca kitapla ilgili düşüncelerini de açık bir şekilde ifade etmelidir. 5. Kitap incelemesi, bir kitaptan ortaya konulan en önemli noktalara ışık tutularak bunların eleştirel olarak tartışılmasıdır. Kitap incelemesi giriş, kitabın özeti, eleştirel tartışma ve sonuç gibi genel bir yapıyı takip etmelidir. Kitap incelemesi yazarı, a. Giriş kısmında ana tez ve yaklaşımını ifade etmeli, b. Özet kısmında kitabın esas argüman ve iddiaları üzerine odaklanmalı ve çalıştığı disipline getirdiği katkı ve itirazları sıralamalı, c. Eleştirel tartışma kısmında kitap yazarının alanında yaptığı katkıların önemini değerlendirmeli, argümanlarının dayandığı veriler ve bunların bağlama uygun kullanılıp kullanılmadığını incelemeli ve ç. 126 Sonuç kısmında kitaba ilişkin ulaştığı sonuçları ifade etmelidir. 6. Başlık bilgilerinde tanıtım veya incelemesi yapılan eserin adı, yazarı, yayımlandığı şehir ve yayınevi, yayım yılı, kaç sayfa olduğu ve ISBN numarası yazılmalıdır. History Cnitique – Issue 3, April 2016 Başlık bilgilerinin iki satır altına tanıtım veya incelemeyi sonuna yazanın adı SOYADI sağa dayalı olarak açıklama işareti konularak yazılır: Doğu Avrupa Türk Mirasının Son Kalesi Kırım Yücel Öztürk (ed.) İstanbul, Çamlıca Basım Yayın, 2015, 432 sayfa, ISBN: 978-605-9964-38-8. Fatih ORTA∗ 7. Sayfa altında özel işarete karşılık olarak yazarın akademik unvanı, mensup olduğu kurum ve e-posta adresi yazılır (∗Dr., Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Konya, [email protected]). 8. Kitap tanıtımı metinleri 800-1500 kelime arasında, kitap inceleme metinleri ise 2500-4000 kelime arasında olması tercih edilir. 9. Tanıtım veya incelemenin yapıldığı eserin kapak sayfası resmi metnin başlık bilgilerinin hemen üstüne ortalanarak konulur. 10. Yazı karakteri Times New Roman, 11 punto, satırlar bir buçuk aralıklı, dipnotlar 9 punto ve tek aralıklı yazılmalıdır. Paragraflar arası önceki 3 nk, sonra 3 nk, iki yana dayalı olmalıdır. 11. Metin içinde vurgulanması istenen kısımlar italik olarak yazılmalıdır. Alıntılar ise italik harflerle ve tırnak içinde verilmelidir. Üç satırdan az olan alıntılar satır arasında, üç satırdan fazla olan alıntılar ise satırbaşı yapılarak satırın iki yanından 1 cm içeride blok halinde, 9 punto ve 1 satır aralığıyla yazılmalıdır. 12. Dipnotlar klasik yöntemde sayfa altında numaralandırılarak verilir. GUIDELINES FOR BOOK REVIEWS AND REVIEW ESSAYS 1. The Journal of History Critique (JHC) publishes book reviews and review essays in Turkish and English of works in the fields of history, published in the past two years, as a general rule. Translations of previews and essays published in other chronicles and/or journals may also be published. In that case, the original texts of the translations should also be forwarded to JHC. 2. All reviews sent to JHC is subject to examination of the Editor who will conduct an appraisal of the work to establish its conformity with the Journal’s publishing criteria. The Editor may ask for the opinion of the Editorial Board in case it is so required. Convenient review is sent to the referee. Upon aproval of the referee, review is publish. The Editor may make changes regarding the layout format. 3. No honorarium will be paid to the authors/researchers. 4. Book reviews should not merely be a summary of the work but should include a critical assesment of the work as well. Book Reviewer shall offer agreement or disagreement with the author and identify where he/she finds the work exemplary or deficient in its contents of knowledge, judgments, or structure. Reviewer shall also clearly state his/her opinion of the work which is discussed. 5. Review essay shall offer an insight into the most important points of the book and discuss these points within a critical approach. Review essays shall follow a general pattern of introduction, summary of the book, critical discussion and conclusion. Author of the review essay shall a. Express the fundamentals of his/her thesis and basic approach in the introduction, b. Focus on main arguments and assertions of the book and list its contributions and objections in its field in the summary, c. Evaluate the contributions of the author of the book to his/her field and examine the data on which his/her arguments have been based and the way in which he/she has used these data within the context of the critical assessment. d. 128 Express in the conclusion part he/she has inferred about the book 6. Title information vis-a vis the review shall include name of the book or essay, author of the book, publication place and printing house, publication year, number of pages, and ISBN number. Two lines below the title, name and family name of reviewer should be written with asterisk right aligned. See an example below; History Cnitique – Issue 3, April 2016 Cross and Crescent in the Balkans: The Ottoman Conquest of South Eastern Europe David Nicolle, Barnsley, Pen & Sword Books, 2010. Pp. xvi, 256, ISBN: 978-184415-954-3. Mesut UYAR ∗ 7. In footnote section, academic title, institution and e-mail address of reviewer are required to be written with asterisk (∗Associate Professor., University of New South Wales, Canberra, [email protected] ). 8. It is preferred that book reviews should be between 800-1500 words and review essays 2500 to 4000 words. 9. Cover page picture of the reviewed work is set in the center aligned above the title of review or essay. 10. The typeface must be written in Times New Roman, font size 11, line spacing 1,5, footnotes font size 9 and with single line spacing. Spacing of paragraphs must be 3 pts with the previous one, and 3 pts. with the following one and justified. 11. The important points which need to be emphasized in the text should be written in italics. Citations/quotations should be in italics and inverted commas. Citations/quotations less than three lines should be written between lines. If it is more than three lines it must be placed as block 1 cm inside equally from the beginning and the end of the line with font size 9 and 1 linespacing. 12. Footnotes will be given in classical manner i.e bottom of the page with numbers. TARİH KRİTİK DERGİSİ Journal of History Critique Hakemli Kitap Tanıtımı ve İncelemeleri Dergisi /Peer Reviewed Journal for Book Review and Review Essays Yıl/Year 2 • Sayı/Issue 3 • Nisan/April 2016 • e-ISSN 2149-8733 SAHĠBĠ/Owner Oğuzhan SAYGILI EDĠTÖR/Editor Doç. Dr. Hasip SAYGILI EDĠTÖR YARDIMCISI/Vice Editor Ali ARSLAN, Fatih ORTA, Fatih AKMAN YAYIN KURULU/Editorial Board Prof.Dr. Ġskender ÖKSÜZ Büyükelçi (E)/Ambassador (R) H. Kemal GÜR Prof.Dr. Mahir AYDIN Prof.Dr. Alfina SIBGATULLINA Prof.Dr. Fatma ÜREKLĠ Dr. Abdrasul ĠSAKOV MUSAHHĠH/Proofread Yunus ALICI, Serhat DEMĠR, Mustafa Hakan YILDIRIM AĞ TASARIM/Web Designer Hasan AKYOL GRAFĠKER/Graphic Designer Gökhan Özkan ETĠ [email protected] [email protected] www.tarihkritik.com