- Aile Hekimliği Portalı

Transkript

- Aile Hekimliği Portalı
1
Yenİ Çıkan İlaç ve Takvİye Edİcİ Gıdalar
Kurkum Zerdeçal Ekstresi İçeren Sıvı Takviye Edici Gıda
Etken Madde: Her 5 ml’sinde, 10 mg Zerdeçal Ekstresi
Özelliği: Çocuklarda takviye edici gıda olarak zerdeçal, antiinflamatuar,
antioksidan, antiviral ve antibakteriyel özelliklere sahiptir.
P.S.F.: 19,90 TL
Acı Kaybımız
OMÜ Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Füsun Yarış,
yıllardır sürdürdüğü kanserle mücadelesinde yenik düşerek aramızdan ayrıldı.
Değerli hocamızın ölümü ailesini ve bizleri gözyaşlarına boğdu.
Firma: BERKO
Matofin 1000 mg xr tablet
Etken Madde: Her bir XR tablet, 1000 mg metformin HCl içerir.
Özelliği: Yetişkinlerde, özellikle aşırı kilolu hastalarda tip 2 diyabetes mellitus tedavisi; yeterli glisemik kontrolde diyet
ve egzersiz tedavisi tek başına yeterli glisemik kontrol sağlayamadığında MATOFİN XR monoterapi şeklinde veya
diğer oral antidiyabetik ajanlarla veya insülin ile kombinasyon halinde kullanılabilir.
P.S.F.: 9,97 TL
Firma: SANOVEL
Cardofix 10 mg/160 mg Film Kaplı Tablet
Cardofix 5 mg/160 mg Film Kaplı Tablet
tken Madde: Amlodipin besilat 13.87 mg (10 mg amlodipin baza eşdeğer içerir)
Valsartan 160 mg Amlodipin besilat 6.94 mg (5 mg amlodipin baza eşdeğer içerir)
Özelliği: CARDOFİX, • Esansiyel hipertansiyon tedavisi; • Amlodipin ya da valsartan monoterapisi ile kan basıncı
yeterli düzeyde kontrol edilemeyen hastalarda endikedir.
P.S.F.: 5/160 (18,53 TL) - 10/160 (23,53 TL)’
Firma: SANOVEL
Lisans Yüksek Lisans
Doktora
Doçentlik
Profesörlük
2
Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi
Aile Hekimliği Uzmanlık Eğitimi
Kanser Epidemiyolojisi İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü
Aile Hekimliği Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi 2005
Aile Hekimliği Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi 2011
3
İÇİNDEKİLER
58
22
AVRUPA’NIN
KÜÇÜK
HAZİNELERİ
16
20
26
36
56
KÜRŞAT BAŞAR
DR. HAKAN UZUN
PROF. DR. KORAY TOPGÜL
UZM. DR. MİTHAT TOSUN
DR. HATİCE BOLATCAN
Dr. Tamer KARAARSLAN
48
PEUGEOT 308
EAT BLUE HD
8
MEGAPİKSEL
10
KİTAP KULÜBÜ
38
Ali ATAY
12
BÜYÜK FİKİR
28
STRESLE BAŞ ETMENİN 12 YOLU
YRD. DOÇ. DR. KENAN TAŞTAN
32
KAPAK RÖPORTAJ
DR. OĞUZHAN GÜN
42
AĞVA
DR. HASAN KOCA
46
TEKNOLOJİ
64
SİNEMA
4
5
EDİTÖR
kalemleri bu ay
NE YAZDI?
KÜNYE
İMTİYAZ SAHİBİ VE GENEL YAYIN
YÖNETMENİ
MUHAMMET SIDDIK AKDOĞAN
YAYIN EDİTÖRÜ
MURAT KAAN YURTTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
MUHAMMET SIDDIK AKDOĞAN
REDAKTÖR
CEYDA AKDOĞAN
HUKUK DANIŞMANI
Av. Fahrettin CANPOLAT
KURUMSAL İLETİŞİM
TM Bilgisayar
Tel: (0 362) 237 22 56
Kazımkarabekir Mah. Siteler Bulvarı
No:3Demetkent Sitesi A Blok Daire 8
İlkadım/SAMSUN
www.ailehekimleri.net
[email protected]
[email protected]
GRAFİK TASARIM
UĞUR OFSET
www.ugurofset.com.tr
REKLAM REZERVASYON
GSM: 0 505 637 00 69
BASKI YERİ
UĞUR OFSET MATBAACILIK
Pazar Mahallesi Mukayyitzade Sk.
No:48 İlkadım/SAMSUN
Tel: 0362 431 52 55 – 432 09 90
Baskı Tarihi: 5 MAYIS 2015
6
Dr. Tolga SUCU
Mesleğe bağlılığı ve azmiyle, hayata bakış
açısıyla bizlere hep örnek olacak
Geçtiğimiz ay, kelimelerle anlatılamayacak kadar çok değerli bir hocamızı
Sayın Prof. Dr. Füsun Yarış’ı kaybetmenin acısını yaşadık. Ülkemizin saygın
bilim insanlarından ve kanserle mücadelenin sembol isimlerinden OMÜ Tıp
Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Füsun Yarış, yıllardır
sürdürdüğü kanserle mücadelesinde yenik düşerek aramızdan ayrıldı.
Bende emeği, yine kelimelerin kifayetsiz kaldığı derecede büyüktür. İleri
evre bir kanser hastası olmasına rağmen hayattan umudunu kesmedi ve
kanser hastalarının da hayata tutunmalarına yardımcı olmak için ‘Kanser
hastalarına Kötü Haber Verme’ konusunda da uluslararası bir tıp kitabına
da bölüm yazmıştı. Değerli hocamızın ölümü ailesini ve bizleri gözyaşlarına
boğdu. Onun bizlere verdiği öğütleri hep hatırlayacak ve mesleki
çalışmalarını örnek almaya devam edeceğiz.
Derginin kapak konusunda, KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan Gün’den mesleki
sorunları ve aynı zamanda AHEF Hukuk Komisyonu’nda çalışmalarda
bulunduğu için, bizlere AHEF’in çalışmaları hakkında bilgi vermesini istedik
ve Dr. Gün’ün bizler için hayati konularda önemli saptamalarda bulundu.
Her sayıda olduğu gibi bu sayımızda da, aile hekimleri dernekleri
başkanlarının bölgesel sorunlarını işlediğimiz çalışmaya yer verdik ve bu
defa ADANAHED Başkanı Dr. Tamer Karaarslan ile Adana’da görev yapan
meslektaşlarımızın sorunlarını işledik ve derneğin bu sorunlar karşısında
neler yaptığını öğrendik.
Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden hocamız Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan
bizlere stresi yenmenin 12 yolunu anlattı ve bu konuda yazdığı kitap
hakkında bilgiler aktardı.
Daha önceki birkaç sayımızda ünlülerle gerçekleştirdiğimiz aile hekimliği ve
sağlıkları üzerine sohbetlerimiz vardı. Bu sayıda Leyla ve Mecnun dizisiyle
gönüllere taht kuran ve iyi bir izleyici kitlesi yakalayan ünlü oyuncu Ali Atay
ile aile hekimliği, sağlığı ve ilk kez yönetmen koltuğuna oturup çektiği filmi
Limonata hakkında keyifle okuyacağınız bir röportaj gerçekleştirdik.
Sayfaları çevirmeye devam edin ve teknolojiden otomobile, seyahatten
Avrupa’nın bilinmedik kasabalarındaki görülmeye değer yerlerini tanıyın.
Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere. Sevgiyle kalın!
7
ÇEPEÇEVRE
TARİH
İnsanı
çepeçevre
saran
Almanya’daki
bu
dev
platformun ortasında duran
ziyaretçiler dehşet dolu bir
görüntüye bakıyor. Karşılarında
duran
Almanya’nın
bir
harabeye dönmüş Dresden
şehrinin
100
metreye
30
metre
boyutlarındaki
görüntüsü.
Dresden
bir
zamanlar dünyanın en güzel
ve en iyi korunmuş Orta
Çağ şehirlerinden biri olarak
gösteriliyordu. Ama savaşın
bitmesine sadece aylar kala,
13 Şubat 1945’te Müttefikler
tarafından bombalanmaya
başlandı ve sadece iki gün
içerisinde bu hale getirildi.
Şehrin içi dışına çıkarken 25
bin insan öldü. Amerikalı
ünlü yazar Kurt Vonnegut, o
sırada bir savaş esiri olarak
Dresden’de
tutuluyordu
ve kıyımı kendi gözleriyle
gördü. Bundan esinlenerek
yazdığı Mezbaha No 5, tüm
zamanların en ünlü savaş
karşıtı kitaplarından biri olarak
gösteriliyor.
Enstalasyonun
arkasındaki isim olan Yadegar
Asisi, ekibiyle birlikte yıllardır
bu proje üzerinde çalışıyor
ve bilgisayarlı grafikler ve
3D programlar kullanarak
bugüne kadar 30 panorama
üretmişler.
Ocak
ayında
ziyarete açılan panoramayı
görenlerin platformdan savaş
karşıtı duygularla ayrıldıklarına
şüphe yok.
8
9
KİTAP
KULÜBÜ
HANGİ TÜRÜ
TERCİH
EDERSİNİZ
Hazırlayan: Kaan YURTTÜRK
?
AFRODİZYAKLAR
GERÇEK Mİ?
YETENEKLİ BAY
KAZUO ISHIGURO
BİR “YALNIZLIK YERİM”
OLSA DİYENE
Bana Ait Bir Yer / Michael
Pollan/
Sinek Sekiz Yayınevi
Kitabın yazarı Pollan, eşiyle
yaşadığı evin arkasındaki
ormanda okumak, yazmak
ve hayal kurmak için bizzat
“Kendi beceriksiz elleriyle”
inşa
ettiği
kulübesinin
hikayesini
anlatıyor.
Bir
‘çalışma
mekanı’,
bir
‘yalnızlık yeri’ ya da ‘kaçış
hayali’ olarak tasarladığı bu
evi, önce kafasının içinde
şekillendiriyor Pollan ve
uzun uzun hayalini kuruyor.
Pollan birkaç yılda, epey
sancılı bir yapım sürecinin
sonunda, inşa ettiği ‘yazı
evi’nin doğum hikayesini
anlatırken, mimari ile yazı
yazmak arasında güçlü
köprüler kuruyor.
VİYANA’YI ‘AŞK’ İLE
KEŞFETMEK İSTEYENE
Viyana’da Aşk / David
Vogel / YKY
1. Dünya Savaşı öncesinde
Viyana’yı farklı sınıflar ve
kesimlerden
karakterlerle
tüm yönleriyle anlatmayı
başaran David Vogel, haklı
olarak Franz Kafka, Stefan
Zweig, Joseph Roth gibi
çağdaşı büyük yazarlarla
karşılaştırılıyor. Bu romanda
çok sık karşımıza çıkan bir
erkek tipi var. Cebinde beş
kuruşu olmayan, üstelik ne
doğru dürüst bir eğitimi ne
de belli bir mesleği olan,
avare bir adam. Elinden
düşmeyen sigarası, hep
dolu tutmaya çalıştığı şarap
kadehi, - artık edebiyat
mı, resim mi, heykel mi
bilinmez- bir ya da birkaç
sanat dalına ilgisi var.
10
Gömülü Dev /
Kazuo Ishıguro
YKY
Yeteneği zamanında duyurulan
(on yıl arayla iki kez gelecek vaat
eden genç Britanyalı yazarlar
arasında gösterilmişti), birikimi
İngiliz edebiyatı alanında olan,
deneyimi sayısız ödülle ve adaylıkla
kanıtlanmış Ishiguro’nun, bu yeni
alanda başarısını belirleyecek olan
kriter bence ‘mesele’si olacak.
Yeni romanı ‘Gömülü Dev’
yayınlandığından
beri
Kazuo Ishıguro, İngiliz yayın
piyasasının en önemli gündem
maddelerinden biri haline
geldi. Olay, fantastik/mitik bir
anlatı damarına, şimdiye kadar
yabancı durmuş bir kıdemli
yazarın girip giremeyeceğiyle
ilgili… Dünyayla aynı anda bizde
de yayınlanan ‘Gömülü Dev’,
edebiyat
eleştirmenlerinden
de geçerli aldı. Kabaca, Kral
Arthur sonrası dönemde, mistik
bir unutuştan mustarip yaşlı bir
çiftin, Britonlar ile Saksonların
düşman kardeşler olarak tetikte
yaşadıkları bir coğrafyada,
oğullarının
köyüne
doğru
seyahate çıkmaları ve devler,
ejderler, savaşçılar ve Yuvarlak
Masa emeklileriyle dolu bir
macera yaşamaları olarak
özetlenebilecek bu roman,
çok satar listesinin tepesine en
azından İngiltere’de kuruldu.
EDEBİYAT ALEMLERİNDE KONUŞULAN 3 MEVZU
1
2
3
İngiliz Yazar Louis de Bernieres, son kitabı ’Kanatsız Kuşlar’da Mustafa Kemal Atatürk’e geniş yer verdi ve ünlü
yazar, “O kitap Atatürksüz olmazdı.Çünkü o dönemde
yapılan bütün büyük işlerde Atatürk çıkıyor karşınıza”
dedi.
Dünyanın okunabilir en küçük kitabınının yaratıcısı şair,
yazar ve Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği Kurucu
Başkanı Ümit Yaşar Işıkhan’a dünyanın en küçük kitaplığı armağan edildi.
Köy kökenli bir ailenin çocuğu olan ve hayatı boyunca
taşıdığı o iri gövdesinin altında tam bir çocuk ruhu taşıyan ünlü yazar Honore De Balzac’ın, kitabını yazarken
duyduğu sonsuz cinsel isteğini, gün içerisinde beraber
olduğu altı kadınla ancak giderebilmesi.
KAFANIZI KURCALAYAN
KEŞFET
İNSANI KEŞFETMEK İSTEYENE
Mucize Tatlı / Giuseppina
Torregrossa /
Doğan Kitap
Özellikle
belirtmekte
fayda var ki, kitabın yazarı
Torregrossa İtalya’nın en
tanınmış jinekologlarından.
Bu
nedenle
yarattığı
kahraman
Agata’nın
ailesindeki bütün kadınların
hikayesinde arzulu bir erkek
var. Ama bu hikayelerin
tartışmasız başrol oyuncusu
memeler!
Agata’nın
teyzeleri Nellina ve Titina ileri
yaşlarında tek göğüsleriyle
kalmış birer Amazon. Kadınlar
için memenin, sadece arzu
edilen bir organ değil, aynı
zamanda onların en önemli
aksesuarı da olduğu çok iyi
bir şekilde anlatılıyor.
Kısa yanıt:Her kültürün kendi
afrodizyakları var.
EĞER
C
BiR SORU MU VAR
?
[email protected]
Adresine yollayın cevaplayalım
doğal afrodizyak arıyorsanız
seçenekleriniz
bol.
2011
tarihli
bir araştırma raporu laboratuvar
hayvanlarında azdırıcı etkisi olan 34 bitki
türü saptamış. Fakat doğal afrodizyak
diye pazarlanan ürünlerin büyük kısmının
Batı standartlarına göre bilimsel olarak
ispatlanması
gerekiyor.
Erkeklerde
cinsel işlevselliği tedavi etmeye çalışan
araştırmacılar bir dizi bitki ve hayvanın
afrodizyak etkisi üzerine başlangıç
niteliğinde (ama sonuca varamayan)
araştırmalar yürüttüler.
Bunlar arasında ‘dugu dugu’ diye
bilinen Malezya deniz sülüğü, Bufo
kurbağasının cildinden elde edilen
kimyasal madde, sarıakreplerden ve
Brezilya’nın ‘kollu’ örümceklerinden
alınan priyapik zehir, İspermeçet
balinalarının esmer amberi ve
hamsterların
vajinal
salgılarında
bulunan bir protein de bulunuyor. Yani
her kültürün kendine ait bir afrodizyakı
bulunuyor. Kuzey Amerika’da ise halk
istiridyenin afrodizyak etkisi olduğuna
inanıyor.
2014 yılında hayvanlar üzerinde yapılan
bir araştırma kamuoyuyla paylaşılsa da
insanlar üzerinde etkisinin ne olduğuna
dair henüz bir araştırma yapılmış değil.
Fakat, bilim dünyasında Kore kırmızı
ginsenginin büyük bir afrodizyak
etkisine sahip olduğu kanıtlandı.
Sentetik ilaçlar, örneğin beyinde
dopamin salgılanmasını etkileyenler
(genelde
veriliyor)
Parkinson
hastalarına
hiperseksüel
davranışa
yol açabiliyor. Bu yan etki hastaların
sadece yüzde 2 ile 3’ünde görülüyor
ama varlığı kesin. Bu da cinsel
güdüyü geliştiren başka ilaçların da
olabileceğinin kanıtı oluyor. Belki de
bu ilaçlar bir kase kaplan çorbasından
daha etkilidir.
ANTARKTİKA BUZULU NE KADAR KALIN?
Kısa yanıt:Bunun cevabını bulmak pek de kolay değil.
KÜLT BİR ROMAN
OKUMAK İSTEYENE
Şahika / Archıbald Joseph
Cronın
Altın Bilek Yayınları
Archıbald Joseph Cronın’ın
milyonlarca okura ulaşan
efsane romanı ‘Şahika’, Pınar
Temurcan’ın harika çevirisiyle
raflardaki yerini aldı. Pek çok
modern yazara ilham veren,
sinema filmi ile milyonlarca
insanı etkilemeyi başaran
Şahika, yazıldığı günden
bugüne yetmişin üzerinde
ülkede yayımlanan kült bir
roman… Genç bir doktor,
1920’lerde salgın hastalık,
fakirlik ve batıl inançlarla karşı
karşıya kalır… Sonrasında mı?
Cronın, her bir ayrıntıyı nakış
gibi işleyerek okuyucunun
gözünde sahneler yaratıyor.
C
ANTARKTİKA’DAKİ buzulun kalınlığını,
ölçmek pek de kolay değil. Çünkü hem
üst katmanı dondurucu bir soğuğa sahip
hem de dibine ulaşmak imkansız.
Alt bölümün en ince yerlerde bile,
yüzeyden 200 metre derinliğe kadar
uzandığı biliniyor. Ancak buzun nispeten
ince olduğu yerleri kazmak daha zor. Her
şeyden önce bunun büyük bir titizlikle
ve dikkatlice yapılması gerek. Sonuçta
aşağıya doğru dümdüz inecek şekilde
yapılamıyor. Bu nedenle buzun kalınlığının
en az on katı kadar bir mesafenin
dolambaçlı olarak kazılması gerekiyor.
Bilim insanları bu buzun sadece kar
yağışıyla kalınlaştığını düşünmekteydiler.
Fakat modern araştırmalar, buzulun
dipteki suyu da dondurarak her iki yöne
doğru genişleyebildiğini gösterdi.
11
BÜYÜK FİKİR
Yeni Tedaviler
ANTİBİYOTİK DİRENCİNE KARŞI ALTERNATİF
BİR SİLAH; BAKTERİYOFAJLAR
Yeni bir antibiyotiğin doğuşuna mı şahit olacağız, yoksa
doğanın bize sunduklarını mı gözden geçireceğiz?
VİRÜSLERDEN bahsedildiği zaman
çoğumuzun aklına gelen ilk şey
onların zararlı etkileri, hastalık yapma
yetenekleri olur. Sosyal medyada
ya da basında çıkan haberlerde,
bu boyu küçük ama etkisi büyük
mikroorganizmalarla ilgili duyulanlar
onlara karşı verilen savaştan ibaret.
Gerçekten de virüslerin oldukça
çetin düşmanlar olduklarını söylemek
yanlış olmaz, oysa sebep oldukları
hastalıklar bir yana, son yapılan
araştırmalar bizler için savaşa bilecek
küçük bir grup yandaşın da var
olduğunu gösteriyor.
Bakteriyofajlar, en kısa tabiriyle
bakteriler ile beslenen virüsler olarak
tanımlanır. Yıllarca bizlere kötü
adamlar olarak tanıtılan virüslerin
bir
noktada
bizlere
yardımcı
olabileceğini düşünmek zor, fakat
imkansız değil. Bu virüsler, yaşamsal
faaliyetlerini
devam
ettirmek
adına kendilerine konak olarak
bakterileri seçmiş durumda. İlk
kez 1920’li yıllarda Gürcistan’da
bir bakteriyoloji laboratuvarı olan
George
Eliava
Enstitüsü’nde
keşfedilip incelenmeye başlanan bu
canlıların değerinin anlaşılması uzun
sürmedi. Bu çalışmalar sonucunda;
henüz antibiyotik gibi güçlü bir silahın
keşfedilmediği zamanlarda dizanteri
ve diyare benzeri, bakteri kaynaklı
hastalıkların tedavisi yapılarak birçok
kişinin hayatı kurtarıldı. Bakterilere
karşı fajlar aracılığı ile verilen bu
savaşa faj terapisi deniliyor. Tedavi,
hasta kişide bulunan bakterilere
uygun
bakteriyofajın
vücuda
verilmesi ve savaşmalarını sağlamak
üzerine kurulu. Savaşacak bakteri
kalmadığında, fajlar da besinsiz
kalmalarından
ötürü
kendilerini
inaktive ediyor ve vücuttan atılıyor. Bu
konuya
yönelik
yaptığım
araştırmalar neticesinde 2006 yılına
12
kadar ulaşabildim. 2006 yılında
Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi, Listeria
isimli gıda zehirlenmesine sebap
olan bakteriye karşı bakteriyofajların
kullanımını onayladı.
ANTİBİYOTİK DİRENCİ
Bakteri türleriyle olan savaşımız
1928 yılında, Alexander Fleming’in
günümüz
antibiyotiğinin
atası
kabul edilen Penisilin’in iyileştirici
gücünü bulmasıyla birlikte hızlanmış.
Antibiyotikler, bakterilerinin çeşitli
metabolik
aktivitelerine
etki
ederek onları zararsız hale getirir.
Günümüzde en ufak bakteriyel
enfeksiyon karşısında dahi bu kadar
güçlü savaşçıların kullanılmasının
sebebi kişilerin bir an önce hasta
yataklarından
kalkıp,
günlük
yaşantılarının aksamasına daha
fazla izin vermek istememeleri olsa
gerek. Oysa bu acele davranışlarımız
bizi büyük bir sorunun eşiğine
kadar getirdi: Bakterilerde gelişen
antibiyotik direnci. Antibiyotikler
güçlü, bu doğru fakat ne var ki
bakterinin de kendine ait bir savunma
mekanizması bulunuyor. Birbirleriyle
gen alışverişinde bulunabilmeleri ve
mutasyonlara
uğramaları
onların
öğrenen
ve
gelişen
canlılar olduğunun kanıtı.
Uzun bir süre boyunca en
ufak
enfeksiyonda
dahi
yüksek miktarlarda kullanılan
antibiyotikler, hayatta kalma
becerilerini
körükleyerek
gelişmelerine sebep oldu. Bulaşıcı
hastalıklar uzmanları, ne kadar
çok antibiyotik kullanılırsa
bakterilerin o derece
antibiyotiğe
karşı
direnç kazanacağını
söylüyor.
GEÇMİŞTEN GELEN KAHRAMANLAR
Tabii ki yaptığım araştırmanın belli bir
noktasında aklıma “Bu konuda bu
zamana kadar neler yapılmış ve
neler yapılabilir?” sorusu takıldı ve bu
soruya cevaplar bulmakla epey de
bir zaman harcadım doğrusu. Evvela
antibiyotikleri geliştirmek için ayrılan
yüksek bütçeler bir kenara bırakılırsa,
bakterilerle savaşmak için 1940’lı
yıllardan beri Rusya ve Gürcistan
gibi ülkelerde kullanılan faj terapisi
alternatif bir yöntem olabilir. Türkiye’de
bu konuda Hacettepe Üniversitesi
tarafından bir araştırmanın yapıldığını
öğrendim ve bu araştırmada da
bakteriyofaj
terapisi,
antibiyotik
tedavisine göre çok daha spesifik.
Antibiyotikler
vücutta
bulunan
zararlı ve yararlı bütün bakterilere
saldırırken, her faj sadece kendisine
özel konağa tutunduğundan barışçıl
bir yaşam sürdüğümüz bakterilere
zarar gelmesi söz konusu olmuyor.
Üstelik bakterilerin geliştirebileceği
olası mutasyonlara karşılık, fajlar da
mutasyon geçirerek onlara cevap
verme yeteneğine sahip. Bakterilerin
temizlenmesinin
ardından
kalan virüslerin ne şekilde
ait bir takım negatif yönleri var, yani
pek de masum sayılmaz. Her şeyden
önce, bakteriyle besleniyor olsalar
dahi onlar hala virüs. Bu gerçek
geçmiş yıllarda ülkeleri faj terapisini
kullanmaktan soğutan etkenlerden
biri oldu. Bir diğer proplem ise fajların
vücuda verilmesine takiben, immün
sistem tarafından yabancı madde
olarak kabul edilerek yok edilmeye
çalışılması.
Antibiyotikler
ayrım yapmadan
önlerine gelen bütün bakterileri yok
ederken, bakteriyofajlar sadece
kendilerine özel olanları tercih ediyor.
Bu da vücudumuzda bulunan yararlı
bakterilerin
zarar
görmemesini
sağlıyor.
Her ne üzerinde araştırma yapıyor
olsam bir şekilde şu adrese
mutlaka ulaşıyor oluyorum. Kudüs
Üniversitesi… Kudüs Üniversitesi’nden
Doktor Ronen Hazan, Doktor Nurit
Beyth ve ekip arkadaşları faj terapisini
Enterococcus
faecalis
denilen
ve insanda kalp kapakçıklarına ve
boşaltım sistemine yerleşen ya da
menenjit yapan bu bakteri türü
üzerinde
uygulamış.
Raporlara
göre EFDG1 denilen bakteriyofajlar,
antibiyotik
direncine
sahip
Enterococcus
faecalis
üzerinde etkili olmuş. Ayrıca
araştırmacılar, bahsi geçen
faj türünün sahip olduğu
genleri
inceleyerek
insanlarda oluşabilecek
herhangi bir zarara sebep
olamayacaklarını
göstermiş. Geçmişte insanların, virüs
olduklarından dolayı kendilerine
zarar verebileceklerine inandıkları
fajları artık gelişmiş yöntemlerle
inceleyebiliyor olmamız güzel bir
haber.
Doktor
Ronen
Hazan’a
göre,
bakterilerle
savaşımıza
devam
edebilmek için doğanın bizlere
sunduklarını tekrar gözden geçirmek
için güzel bir zamandayız.
Faj terapisinin ucuz bir tedavi
şekli
olduğu
göz
önünde
bulundurulduğunda, oldukça büyük
bir pazara sahip olan antibiyotik
üretiminin geçmişte neden tercih
edildiği konusunda bir tahminde
bulunabiliriz. Halbuki dünya üzerinde
ekstrem koşullarda dahi yaşamlarını
sürdürmeye
devam
edebilen
bakteri türleriyle mücadele etmek
her geçen gün zorlaşıyor. Antibiyotik
kullanımına
olan
bağlılığımız,
yeniliklere kapalı olmamız ve her
şeyin başında bakterilerin kendilerini
geliştiren mikroorganizmalar olması
bu durumun sebepleri arasında
gösterilebilir. Amerika, Asya gibi
kıtaların da sahip olduğu antibiyotik
hayranlığı yavaş yavaş gerilemeye
başladığına göre, çok daha spesifik
bir tedavi şekli olan faj terapisinin
eski ününü bir kez daha kazanacağı
günler artık pek uzak görünmüyor.
temizleneceği
konusunda düşünülmesine
de gerek yok. Zira besinleri olan
bakterileri
bulamadıklarında
kendiliğinden inaktive oluyorlar.
Günümüzde
antibiyotiğe
alerjisi
olan birçok insan için ise faj terapisi
alternatif bir yöntem olmaya devam
ediyor. Dünyada, özellikle bir çok
Avrupa ülkesinde durum böyle
fakat, ülkemizde üzülerek belirtelim
ki henüz antibiyotikle tedavi
sonlandırılmış değil.
Elbette bu tedavi şeklinin de kendisine
13
bu ay neler oldu?
5 Bin Aile Hekimi İşsiz Kalacak
Prof. Dr. Füsun Yarış, kansere
yenik düştü
Ülkemizin saygın bilim insanlarından ve kanserle
mücadelenin
sembol
isimlerinden
Samsun
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği
Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Füsun Yarış, yıllardır
sürdürdüğü kanserle mücadelesinde aramızdan
ayrıldı. Yaklaşık 7 yıldır pek çok zorluğa rağmen
gerçek bir ‘Kanser Survivor’ı olmayı başaran Prof.
Dr. Füsun Yarış, pek çok aksiliğe ve ölümcül hataya
karşı kanseri yenmeyi başarmıştı. İleri evre bir kanser
hastası olmasına rağmen tüm öngörüleri alt eden Prof. Dr. Füsun Yarış, kanser hastaları için örnek
bir bilim insanı olmanın dışında kanser tedavisi
süresince görevini uzun süre sürdürmüş ve ‘Kanser
hastalarına kötü haber verme’ konusunda uluslar
arası bir tıp kitabına da bölüm yazmıştı. Aramızdan
ayrılan değerli bilim insanı ve tıp hekimi Prof. Dr.
Füsun Yarış ile bundan bir yıl önce Ailehekimleri.net
Dergisi olarak özel bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Prof.
Dr. Füsun Yarış’ı saygıyla anıyoruz.
Aile hekimlerine 20 ceza puanı
mahkemelik oldu
Sağlık Bakanlığı’nın, Aile Hekimliği Ödeme ve
Sözleşme Yönetmeliği’ndeki, hafta sonu nöbetlerine
gitmeyen aile hekimlerine verdiği ceza puanını
5’ten 20’ye çıkarılması, 5 kez nöbete gitmeyen aile
hekiminin sözleşmesinin feshedilmesi hükümleri
yargıya taşındı. Tüm Sağlık-Sen, Danıştay’a açtığı
davanın dilekçesinde nöbete gelmemeye 20 ihtar
puanı verilmesi, arttırılan ihtar puanları, sözleşme
döneminin iki mali yıl olarak sabitlenmesi gibi
çalışanların mağduriyetine neden olacak 19
düzenlemenin iptalini istedi.
Mazeretsİz
nöbet
tutmayan aİle
hekİmİne ceza
14
Sağlık Bakanlığı’nın nöbete gelmeyen aile hekimine 20 puan
ceza puanı uygulaması nedeniyle 5 bin aile hekimi işsiz
kalacak. AHEF Başkanı Dr. Murat Girginer; “Şu anda ülkenin
15.000 aile hekimine ihtiyacı olduğu herkes tarafından kabul
edilen bir gerçekken, uygulamada özveri ile çalışan aile
hekimlerinin görevlerine son vermek için ağırlaştırılmış ceza
puanları ile üzerlerinde baskı kurmak ne kadar gerçekçidir
düşündürücüdür. Önümüzde ki 2-3 ay içinde aile hekimliğinde
atılan 5000 aile hekimi ile aile hekimliği uygulaması ileriye
değil geriye gidecektir. Bunun sorumlusu da nöbet kararında
olduğu gibi Ceza puanlarının da artırılmasına karar veren
Sağlık Bakanlığıdır” dedi.
Aile hekimleri 3 gün iş bırakıyor
Aile hekimleri ve aile sağlığı çalışanları Sağlık Bakanlığı’nın ceza
puanları, tehdit, cumartesi nöbetleri gibi uygulamalarına karşı
20-21-22 Mayıs tarihlerinde 3 gün iş bırakacak. İş bırakma
eylemi Ankara ve İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin her
ilinde yapılacak.
Yönetmeliğin hukuka aykırılıklar ve hizmetin niteliğine uygun
olmayan hükümler içerdiği gerekçesiyle iptali için yargıya
başvuran aile hekimleri yönetmelik değişikliğinin birinci
basamak sağlık çalışanlarına dayatılan esnek ve fazla çalışma,
güvencesiz çalışma koşullarını ceza puanlarıyla daha da
ağırlaştırma ve çalışanların mücadele direncini kırmaya yönelik
olduğuna dikkat çekti.
Anayasa Mahkemesi’nin aile hekimliğinde
nöbete
vize
vermesinin
ardından,
Sağlık Bakanlığı izinsiz, mazeretsiz mesai
dışı hizmet ve nöbete gelmeyenlere
müeyyide uygulama kararı aldı. Sağlık
Bakanlığı, aile hekimliğinde ödeme ve
sözleşme konularında düzenlemeye gitti.
Bakanlık yayınladığı yeni yönetmelikle aile
hekimliğinde uygulanacak ihtar puan cetveli
yeniden düzenlendi. Buna göre, çalışma
saati ve kıyafeti, verem hastalarının takibi,
aşı ve aşılama ile nöbet gibi konularda ihtar
puanlarında değişiklik yapıldı. Bakanlığın
yeni düzenlemesine göre, çalışma saatleri
planına uymamada 3 yerine 5, izinsiz işe
gelmemede her gün için 5 yerine 10,
verem (tüberküloz) hastalarının doğrudan
gözetim
tedavisini
yapmama
veya
yapılmasını sağlamama durumunda 5
yerine 10, mevzuatla verilen diğer hizmetleri
yapmama halinde de 5 yerine 10 ihtar
puanı verilecek. Düzenlemeyle ayrıca
giyilmemesi durumunda 5 puanlık ihtar
puanı verilen iş kıyafetine açıklık getirildi.
Önceki düzenlemedeki “forma” ibaresi,
“mesleki beyaz önlük ve forma” şeklinde
değiştirildi.
15
YAZAR
“Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz?
Kürşat BAŞAR
İçimde uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığın işte bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri neredeydiniz?
ESKİ AŞKLAR,
MUTLULUK, HÜZÜN
VE BİR BAHAR AKŞAMI
BİR ŞARKININ HİKAYESİNDE GİZLİDİR, ESKİ AŞKLARIN
BAŞKALIĞI…
Acaba sahiden de eski aşklar başka mıydı? Yoksa geçmişe
bakarken biz mi öyle sanıyoruz?
Geçmişin aşklarını ancak efsaneleşmiş biçimleriyle okuyup
izlediğimiz ve ayrıntılarını bilmediğimiz için mi bize öyle
geliyor?
Bir bahar daha başlarken bir şarkının öyküsünü anlatsam
belki de gerçekten ne büyük farklar olduğunu düşünebiliriz...
Sayısız kez seslendirilen, Zeki Müren’den Barış Manço’ya
kadar pek çok ünlünün söylediği bir Selahattin Pınar bestesi...
Adı: ‘Bir Bahar Akşamı’.
Aslında Fuat Edip Baksı’nın 1963 yılında yayınlanan kitabında
yer alan bir şiir. Fuat Edip Bey öğretmen. Aynı zamanda
birkaç şiir kitabı yazmış ve şiirleri pek çok besteye güfte
olmuş.
‘Bir Bahar Akşamı’nın hikayesi oldukça ilginç. Fuat Bey 1819 yaşlarındayken rüyasında çok güzel bir kız görmüş. Uzun
zaman etkisinden kurtulamamış bu rüyanın ve bu genç kızı
aramış durmuş. Ama tabii öyle bir kıza rastlamamış. Ailesi
onu bu garip platonik aşktan kurtarmak için mi bilinmez biraz
da zoraki evlendirmiş. Uzun yıllar öğretmenlik yapan Fuat
Edip Bey’in yaşlılık günlerinde yolu bir akşamüstü Çamlıca
Kız Lisesi’ne düşmüş. O yoldan geçerken öğrenciler de
dağılmaktaymış. Birdenbire karşısında yıllar önce rüyasında
gördüğü kızı görüp kalakalmış. Genç öğrenci de bu yaşlı
adamın kendisine bakışından şaşkın, utanarak uzaklaşmış.
İşte o unutulmaz şarkının güftesi bunun üzerine yazılmış.
16
İnsanın gerçek değil de bir Türk filmi öyküsü olduğunu
düşüneceği türden bir şey değil mi? Bugünlerde
rüyasındaki bir sevgiliye tutulup yıllarca onu
unutmayan kimse kalmış mıdır? Herkesin birbirine
internetten hazır aşk mesajları yolladığı, balonlar
ve kalp logolarıyla ilan-ı aşk ediverdiği, gecenin bir
saatinde başlayıp bir hafta sonra bir başka gece
biten ilişkilerin büyük aşk diye manşetlere taşındığı,
‘aşkım’ sözcüğünün artık içimizi kıydığı bugünlerde
bunları anlamak biraz zor...
İşin ilginç yanı, bu şiiri besteleyen ünlü besteci
Selahattin Pınar’ın da hayatının büyük bir aşkın
peşinde solup gitmiş olmasıdır.
Babası tarafından ‘çalgıcı’ olmak istediği için evden
kovulan bestekar, udi ve tanburi
Selahattin Pınar, yıllar sonra 25
yaşında, bu kez de tiyatro oyuncusu
olmak istediği için ailesi tarafından
dışlanan Afife Jale ile
tanışır ve evlenir.
Müslüman kadınların
sahneye çıkmasının
yasak
olduğu
1920’li
yıllarda,
içindeki tiyatro aşkını
öldüremeyen
Afife,
önceleri
Selahattin
Pınar’la çocukluğunu,
gençliğini
ve
aşkı
yaşasa
da
bu
yoksunluğu bir türlü
gideremeyecektir.
Önce Taksim’de sonra
Fatih’e bahçeli bir evde
otururlar.
Bahçede
saklambaç oynarlar,
balığa
çıkarlar...
Afife’nin yazdığı şiirler
için Selahattin Bey
sonraları,
‘çocuk
resimleri gibi şiirlerdi...’
diyecektir.
Hayatında hepi topu birkaç kez
sahneye çıkabilen Afife için bu evlilik
belki sakin ve korunaklı bir limandır
ama içindeki aşk, ilk sahneye
çıktığında oynadığı sahne için
söylediği gibi ‘o unutulmaz saadet’
kesin yasaklar nedeniyle artık asla
geri gelmeyecektir.
Bu Afife’yi, ne kadar gizlemeye
çalışsa da yiyip bitirmektedir. Tiyatro
aşkı yüzünden hem ailesi tarafından
reddedilmiş hem devletin tokadını
yiyip ahlaksızlıkla yaftalanmıştır. Üstelik
bütün bunların sonunda, ilk oyun
gecesi bir yazarın onu alnından
öperek söylediği, “Bizim tiyatromuza
bir fedai lazımdı, işte sen o
fedaisin” cümlesi ne yazık ki hüsranla
sonuçlanmıştır.
İşin garip tarafı, Cumhuriyet’ten
sonra Türk kadınlarının sahneye
çıkması desteklenmiş ve Bedia
Muvahhit gibi pek çok isim üne
kavuşmuştur. Ama bu küskünlük
döneminde Afife, morfin denen bir
illete bulaşmış ve bu kez de onun
acılarıyla boğuşmaktadır.
Bu nedenle de, Darülbedayi’de
iş bulamayacak, birtakım özel
kumpanyalarda sahneye çıkmaya
çalışacaktır.
Yazık ki bütün bunlar da işe yaramaz
Kavga ettikleri zaman ve morfin iptilası bütün hayatını ele
bile, ‘ben haklıyım’ geçirir. Hatta sırf bu nedenle aşkını,
yerine ‘sen haklısın’ sevgilisini aldatıp kendisini bu illete
demeyi tercih ederler.
alıştıran bir eczacıyla birlikte olur.
Sonunda onu anlamaya, belki onu
bu durumdan kurtarmaya çalışan
bestecinin de morfine başlaması
nedeniyle artık ondan kesin olarak
ayrılmaya karar verir. Selahattin
Bey’e sonunda, “En azından seni
bu bataklığa sürüklemek istemem”
diyecektir.
Büyük bir coşkuyla başlayan sanat
hayatı da kendisine kol kanat geren
aşkı da onu kurtaramayacak ve
sonunda Bakırköy’e yatıp son günlerini
bu hastanede geçirecektir.
Selahattin Pınar’ın ‘Nereden sevdim
o zalim kadını’ gibi eserleri kuşkusuz
ona yazılmıştır ve sonradan mutsuz
bir
evlilik
yapıp
geçmişinden
kurtulmuş görünse de ünlü besteci
onu asla unutmayacak ve son
olarak ‘Hatıralar’ adlı şarkıyı da ona
söyleyecektir.
‘Beni de alın koynunuza hatıralar/
dolanıp kalayım bir an boynunuza
hatıralar...’
Aşk büyük bir mutlulukla büyük bir
hüznü birlikte taşıyor bazen.
Bir rastlantının, bir bahar akşamının
size ne getireceğini, nasıl bir hayata
sürükleyeceğini bilmek gerçekten de
imkansız.
17
röportaj
Her branşta başarının adı:
LİMAN HASTANESİ
Liman Hastanesi, butik hastaneciliğin en güzel örneklerinden. Çabuk ve kaliteli hizmet sunan
konseptiyle Liman Hastanesi, EXILIS MEDİKAL estetik cihazı ile bir yeniliğe daha imza attı.
Op. Dr. Alaaddin Balcı
Liman Hastanesi, hem medikal
konularda, hem de destekleyici
tedaviler konusunda ileri teknolojiyi
kullanarak, en etkin ve başarılı
sonuçlar almayı hedeflemiş olan
bir hastane ve bu alanda yaptığı
yatırımlarla da adından söz ettiriyor.
Liman Hastanesi Başhekimi ve Kadın
Hastalıkları Doğum Uzmanı Op. Dr.
Alaaddin Balcı ile Liman Hastanesi’nin
hizmetlerinden ve estetikte devrim
niteliğinde olan EXILIS’a dair merak
ettiklerimizi sorduk.
Bize biraz Liman Hastanesi hakkında
bilgi verir misiniz?
Liman Hastanesi bundan 3 yıl önce
doğdu. O dönemde Akademi
Tıp Merkezi ile statejik ortaklık
anlaşmamızı yaptık ve projeyi süratle
hayata geçirmek için imzaları attık.
Liman Hastanesi’nde ANAKLİNİK Tıp
Merkezi’nin kadın doğum ve çocuk
hastalıkları konusundaki deneyimi ile
Akademi Tıp Merkezi’nin genel tıp
branşlarındaki deneyimini bir araya
getirdik. 2014 yılının Ocak ayında 28
18
uzman hekim, tüm branşlarda 23
polikliniği ile hizmete başladık. Ayda
ortalama 10-12 Bin hastayı muayene
ediyoruz.
Peki, sizi diğer hastanelerden
farklı kılan belli başlı özellikleriniz
nelerdir?
Devasa
hastane
binalarındaki
stresi hastalarımıza yaşatmadan,
tamamen aile sıcaklığı ve güveni
içerisinde hastalarımızla ilgileniyoruz.
Hastalarımızın sadece doktoru değil,
aynı zamanda dostu ve arkadaşı
olmak istiyoruz. Liman manzaralı 35
odamız mevcut ve tüm odalarımız
tek kişilik. Standart ve suit odalarda
hastalarımıza bakmaktayız. Tam
donanımlı 3 ameliyathane, tam
teşekküllü laboratuarımız, genel ve
çocuk yoğun bakım odamız, 2 adet
4 boyutlu USG ve diğer radyolojik
tetkiklerle
tam
donanımlı
bir
hastaneyiz. Ayrıca Ozon terapi, EXILIS
Medikal estetik cihazımız, ESWL ve
lazer epilasyon gibi yardımcı sağlık
hizmetlerini de sunmaktayız.
DÜNYA GÖZÜYLE EXILIS
Amerika FDA onaylı EXILIS Elite ile
200 Binden fazla uygulama yapıldı.
Amerika’da en iyi zayıflama cihazı ve
en iyi kırışıklı giderici cihazı ödüllerini
aldı.
BAŞARI ORANI
Amerika’nın dışında, Avrupa ve
Türkiye’de çeşitli doktor sitelerinde
memnuniyet oranının yüzde 80 etkin
olduğu ifade edilmektedir.
EXILIS ETKİ MEKANİZMASI
EXILIS, yağ hücrelerinin hacimlerinin
RF ve ultrason dalgalarıyla azaltılması
yoluyla bölgesel zayıflama ve cildin
sıklaştırılmasını
hedefleyen
noninvazif bir tedaviyi kapsıyor. Öncelikle
RF enerjisi hedeflenen derin termal
dokuların
ısıtılmasını
sağlıyor.
Metabolik aktiviteyi başlatarak, yeri
tespit edilmiş yağ dokusu lipolizini
hızlandırıyor. Böylece yağ hücresinin
hacmi azaltılarak yağ tabakası
kırılıyor. Cihazın başlıkları üzerindeki
termometre, hastaya uygun işin
hazırlanmasına da yardımcı oluyor.
Ayrıca başlıklar üzerinde bulunan
soğutucu da cilde temas ederek
cildin soğutulmasını ve yapısının
korunmasını
sağlıyor.
Böylelikle
ultrasonun mekanik enerjisi ve
radyofrekans enerjisi, hedeflenen
yağ hücrelerinin hacmini azaltırken,
cilt dokusunu da koruyarak sıklaştırıyor.
İNCELME VE SIKLAŞMADA
EN SON TEKNOLOJİ
Tüm teknolojileri bünyesinde toplayan
EXILIS, ergonomik başlığı sayesinde
kolay
uygulama
sağlıyor
ve
uyguladığı yağ hacmini azaltmaya
yönelik yöntemi sayesinde en hızlı
tedavi sürecini başlatıyor. Yapılan
çalışmalarda herhangi bir yan
etkisinin olmadığı tespit edilen ve
FDA tarafından da onaylanan EXILIS,
aynı başlıklarda taşıdığı yeni nesil
radyofrekans, en gelişmiş ultrasound
ve krio soğutma işlemlerinden
yararlanıyor.
UYGULANMA SEANSI VE SÜRESİ
EXILIS seansı 30 ila 40 dakika
arasında sürüyor. Sonrasında ise kişi
günlük aktivitelerine hemen devam
edebiliyor. İlk seans sonrası bile
etkileri hemen ortaya çıkan EXILIS, 7
ile 10 günde bir uygulanıyor. Yaklaşık
4 ya da 6 seans sonrası mükemmel
sonuçlara ulaşılıyor.
KONFORLU VE ACISIZ UYGULAMA
En iyi kozmetik sonucu sağlayan ideal
ısıtma ve soğutma kombinasyonu ile
enerjiyi hedefleme kabiliyetine sahip
EXILIS, konforlu olduğu kadar acısız bir
tedavi sunuyor. Güvenli, etkili, hassas
ve ağrısız bir yöntem olan EXILIS, tüm
cilt tiplerinde kullanılabiliyor. Etkileri
kanıtlanmış olan EXILIS yönteminde
aynı anda yüz başlığıyla sıklaştırıcı,
şekillendirici ve toparlayıcı bir
uygulama yapılabiliyor.
KULLANIM ALANLARI
Alın çatlakları
Kaz ayakları
Gıdı sarkmaları
Çene sarkmaları
Doğum çatlak ve sarkmaları
Selülitlerde
Kol içindeki gevşemeler, fazlalık ve
sarkmalar
Karın, göbek ve yanlardaki yağ birikimleri
Mide, karın ve alt karın fazlalıkları
Sırtta oluşan sarkmalar ve yağ
fazlalıkları
Popo sıkılaştırma, kaldırma ve
toparlama
Basenler ve iç bacaklarda
şekillendirme
Arka bacakla, yağ birikimleri olan ve
selülitli bölgeler
Ön ve iç bacaklarda elastikiyet
kaybına bağlı olarak oluşan sarkma,
yağ fazlalıkları ve dalgalanmalar
EXLIS invazif yağ aldırma (Liposuction)
tekniklerinde tedavi öncesinde ve
sonrasında da tamamlayıcı olarak
kullanılabiliyor. Uygulama özellikle
orta seviye yağ birikimlerine sahip
ve Lipoplasti için uygun olmayan
hastalarda kullanılabiliyor.
19
Asıl görevi yapmamak 10 puan iken asıl görevin olmayan bir görevi
yapmamak 20 puan olamaz…
Hakan UZUN - TRABZON
YAZAR
CEZA
YÖNETMELİĞİ
16.04.2015 tarihinde görünürde, Yeni Aile Hekimliği Ödeme
ve Sözleşme Yönetmeliği yayınlandı. Fakat yayınlanan
yönetmelik
incelendiğinde,
yönetmelikte
yapılan
değişikliklerin çoğunda cezaların artırıldığı ve cezaların ön
planda olduğu görülmektedir. Bu yapılan değişikliklerle
birlikte ülkemizdeki aile hekimliği uygulamasında yeni
bir safhaya geçildiği görülmektedir. 2005 yılında Düzce
ilimizde başlayıp, 2011 yılında tüm ülkede uygulanmaya
başlayan aile hekimliği uygulamasının en önemli özelliği
aile hekimlerinin bu işi gönül vererek yaptıkları ve bu sayede
aile hekimliği uygulamasının Dünya örneklerinden farklı
olarak kısa sürede ülkemizde başarıya ulaşmasıydı. Fakat
geldiğimiz bu süreçte yayınlanan bu ceza yönetmeliğiyle
beraber artık ülkemizdeki aile hekimliği uygulamasının
temelinin gönüllük ve özveriye dayalı bir çalışma
modelinden, cezalandırmaya ve mobinge dayalı bir
çalışma temeline doğru geçiş yapıldığı görülmektedir. Bu
yeni cezaya dayalı aile hekimliği uygulaması ülkemizde ki
aile hekimliği uygulamasının başarısını ortadan kaldıracak
ve aile hekimliğinde geriye doğru kötü gidişi hızlandıracaktır.
Şimdi gelin hep beraber yeni ceza yönetmeliğimizi
inceleyelim.
1. Sözleşmelerin içeriği, süresi ve dönemi ile ilgili yönetmeliğin
6. madde’ nin 2. ve 3.maddelerinde değişiklikler yapılmıştır.
Bu maddeler;
(2)Sözleşmenin süresi ve dönemi iki mali yıldır.
(3)Sözleşme dönemi bitmeden başka bir aile hekimliği
birimine yerleşen aile hekimi ile yeni sözleşme imzalanmaz.
Yeni birimdeki görev mevcut sözleşme doğrultusunda
yürütülür.”
Özellikle bu maddelerde yapılan değişiklikle beraber daha
önce en fazla iki mali yıl olan sözleşme süreleri, değişiklikle
20
beraber iki mali yılla sabitlenmiştir. Burada ki amaç
bir yıllık sözleşme imzalanarak yılda 100 ceza
puanı kullanılma hakkını engellemek olmuştur. Bu
değişiklikle bir sözleşme döneminde ceza puanı 100
puana sabitlenmiştir. Özellikle (3). madde de yapılan
değişiklikle ceza puanları 100 puan sınırına ulaşmış
olan aile hekimliği çalışanlarının birim değişikliğinde
ceza puanlarının sıfırlanması engellenmiştir. Özellikle
bu değişiklikle imzaladığımız sözleşmelerde yer alan
birimler dışında sözleşme imzalamadan başka
birimde çalışma durumunu doğuracaktır ki, bu
kısmın mahkemeler tarafından hukuksuz bulunarak
iptal edileceği açıktır.
2. Bu yönetmeliğin en can alıcı değişikliği ise
İZİNLER konusunda Anayasa Mahkemesi’ nin
kararına rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin kararının
uygulanmayıp, izinlerin aynı yönetmelikte geçici
maddelerle yeniden düzenlenmesi olmuştur.
Oysaki Anayasa’ nın 50. maddesinde” Ücretli hafta
ve bayram tatili ile ücretli yıllık izin hakları ve şartları
kanunla düzenlenir.” denmesine rağmen, AHEF olarak
yıllardır izinlerin kanunla düzenlenmesi gerektiğini
söylememize rağmen, Anayasa Mahkemesinin
Ödeme ve Sözleşme Yönetmeliğindeki izinler
konusunda ki maddeleri Anayasaya aykırı bulup
iptal etmesine rağmen, yine izinlerin yönetmelikte
geçici madde ile düzenlenmesini sizlerin takdirine
bırakıyorum.
3. Yönetmeliğin 13. ve 14. maddelerinde yapılan
değişikliklerle “ …..gerektiren fiilin kişiye tebliğ tarihinde
itibaren yedi gün içinde alınan savunmalar uygun
görülmediği takdirde,” hükmü getirilerek, kişilere
savunma hakkı tanınmadan, savunma alınmadan,
soruşturma yapılmadan sözleşmelerinin fesih
edilemeyeceği veya ihtar puanı verilemeyeceği
hüküm altına alınmış oldu. Peki bundan önce
savunma hakkı verilmeden, soruşturma yapılmadan
yapılan sözleşme fesihleri, verilen ihtar puanları ne
olacak ?
4. Yönetmeliğin 13. maddesinin h) bendinde yapılan
değişiklikle beraber” 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununun 125 inci maddesinin birinci fıkrasının
(E) bendinde yer alan fiil ve hâllerin, işlendiğinin
tespit edilmesi” hükmünün getirilmiş olması, eski
yönetmelikte suçun mahkeme kararıyla sabit
olması gerekliliğinin ortadan kaldırılarak, kişiden
kişiye değişebilecek bir yorumla işlendiğinin tespit
edilmesi gibi bir ifadenin getirilmiş olmasının sahada
ki uygulamasın da büyük sıkıntılar ve haksızlıklar
yaratacağı açıktır. 5. Yönetmeliğin 13/6 ve 14/6 maddelerinde yapılan
değişiklikle beraber “ihtarı gerektiren fiilin işlendiğinin
öğrenildiği tarihten itibaren en geç iki ay içinde
gerekli işlem başlatılarak takip eden altı ay içerisinde
sonuçlandırılır. İhtarı gerektiren fiillerin işlendiği
tarihten itibaren iki yıl içinde ihtar verilmemesi hâlinde
ihtar verme yetkisi zamanaşımına uğrar.” şeklinde
maddenin değiştirilmesi, maddenin aynı anlamı
taşımasına rağmen şimdiye kadar yaşadığımız
uygulamalarda sahada idare tarafından kötüye
uygulanacak bir madde olarak karşımıza çıkacaktır.
6. Bu Yönetmeliğin asıl çıkartılma sebebinin ne
olduğunu yeni ihtar puanı cetvelini incelediğimiz
zaman görmekteyiz. Bu yönetmelik
tamamen aile sağlığı çalışanlarının
sözleşmelerinin fesih edilmesinin
hızlandırılması için çıkartılmış olduğu
görülmektedir. Şimdi bu ihtar puan
cetvelini incelediğimiz zaman;
a-Çalışma
saatleri
planına
uymamak: 3 puandan-5 puana
çıkartılmış.
b-İzinsiz işe gelmemek (işe gelmediği
her gün için): 5 puandan- 10 puana
çıkartılmış.
cYeşil
ve
kımızı
reçeteleri
bulundurmamak: 0 puandan -10
puana çıkartılmıştır.
d-Tüberküloz hastalarının doğrudan
gözetim tedavisini yapmamak veya
yapılmasını sağlamamak:
5
puandan- 10 puana çıkartılmıştır.
e-Mevzuatla verilen diğer görevleri
yapmamak: 5
puandan-10
puana çıkartılmıştır.
f-Miadı geçmiş aşı bulundurmak:
0 puandan- 15 puana çıkartılmıştır.
g-Mesai
dışı
hizmet
ve/veya
nöbete mazeretsiz gelmemek: 0
puandan-20 puana çıkartılmıştır.
Ceza
puanlarının
bu
şekilde
artırılması
Anayasa’nın
ölçülülük
ilkesine aykırıdır. Ceza puanları
ancak kanunla çerçevesi çizildikten
sonra yönetmeliklerle düzenlenebilir.
Oysaki 5258 sayılı Aile Hekimliği
Kanunda herhangi bir temel çerçeve
çizilmeden idareye sözleşme feshine
gidebilecek şekilde ceza puanı
düzenleme yetkisi verilmesi hukuka
aykırıdır.
Anayasa’nın 38. maddesinin ilk
fıkrasında ise “Kimse, ... kanunun
suç saymadığı bir fiilden dolayı
cezalandırılamaz” denilerek “suçun
yasallığı”, üçüncü fıkrasında da
“ceza ve ceza yerine geçen
güvenlik tedbirleri ancak kanunla
konulur” denilerek “cezanın yasallığı”
ilkesi getirilmiştir. Anayasa’nın 38.
maddesinde yer alan “suçta ve
cezada kanunilik” ilkesi uyarınca,
hangi eylemlerin yasaklandığı ve bu
yasak eylemlere verilecek cezaların
hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak
biçimde
kanunda
gösterilmesi,
kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının
belli olması gerekmektedir. Kişilerin
yasak eylemleri önceden bilmeleri
düşüncesine dayanan bu ilkeyle
temel hak ve özgürlüklerin güvence
altına alınması amaçlanmaktadır.
Anayasa’nın 38. maddesinde idari
ve adli cezalar arasında bir ayrım
yapılmadığından disiplin cezaları
da bu maddede öngörülen ilkelere
tâbidir. Cezaların Kanunda Yer
Alması Da Tek Başına Yeterli Değildir
Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:
Esas Sayısı: 2013/28, Karar Sayısı:
2013/106, Karar Günü: 3.10.2013
Ceza yaptırımına bağlanan fiilin
kanunun “açıkça” suç sayması
şartına bağlanmış olmasıyla, suç
ve cezalara ilişkin düzenlemelerin
şekli bakımdan kanun biçiminde
çıkarılması yeterli olmayıp, bunların
içerik bakımından da belirli amacı
gerçekleştirmeye elverişli olmaları
gerekir. Bu açıdan kanunun metni,
bireylerin hangi somut fiil ve olguya
hangi hukuksal yaptırımın veya
sonucun bağlandığını belirli bir açıklık
ve
kesinlikte
öngörebilmelerine
imkân verecek düzeyde kaleme
alınmış olmalıdır. Bu nedenle,
belirli bir kesinlik içinde kanunda
hangi fiile hangi hukuksal yaptırımın
bağlandığının bireyler tarafından
bilinmesi ve eylemlerin sonuçlarının
öngörülebilmesi gerekir. Ceza puanlarının bir amacı olmasının
yanı sıra cezaların da ölçülü olması
gerekmektedir
Başka bir deyiş ile aile hekimliği
hizmetleri ile ilgili bir cezadan daha
yüksek bir ceza yine bu hizmetler ile
ilgili olmalı örneğin tıbbi atıklar ile ilgili
bir ceza aile hekimliği hizmetleri ile
ilgili cezalardan fazla olmamalı, aile
hekimleri koruyucu sağlık hizmetleri
veriyor ise bu hizmetler arasında da
cezai yönden ayrım olamaz. örneğin
aşılama ile gebe izlem arasında
ceza farkı olamaz, miadı geçmiş
bir aşı ile bir ilacın insan hayatı
için oluşturabileceği tehdit farklı
olamaz. Ancak miadı dolmuş aşı ve
ilaç bulmak bunların kişilere tatbik
edileceği anlamına de gelmemeli.
Suç işlenmeden işlenmiş gibi ceza
verilemez.
Ölçülülük İlkesi
Esas Sayısı: 2013/32, Karar Sayısı:
2013/112
Kanun
koyucu,
düzenlemeler
yaparken hukuk devleti ilkesinin bir
gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır.
Bu ilke ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve
“orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır.
“Elverişlilik”,
başvurulan
önlemin
ulaşılmak istenen amaç için elverişli
olmasını,
“Gereklilik”
başvurulan
önlemin
ulaşılmak istenen amaç bakımından
gerekli olmasını
ve “Orantılılık” ise başvurulan önlem
ve ulaşılmak istenen amaç arasında
olması gereken ölçüyü ifade
etmektedir.
Bir kurala uyulmaması nedeniyle
kanun koyucu tarafından öngörülen
yaptırım
ile
ulaşılmak
istenen
amaç arasında da “ölçülülük ilkesi”
gereğince makul bir dengenin
bulunması zorunludur. Buna göre
yorumlarsan aile hekimlerinin, aile
hekimliği hizmetlerini yapmak için
işe gelmemelerinin “10 “ ceza
puanıyla cezalandırıldığı bir yerde,
aile hekimliği hizmetleri arasında
sayılmayan,
belediyelerin
defin
nöbeti, adalet bakanlığın adli
nöbeti, kamu hastanelerinin acil
nöbetinin, aile hekimleri tarafından
yapılmaması halinde “ 20 “ ceza
puanıyla
cezalandırılmaları,
Anayasa’nın
ölçülülük
ilkesine
aykırılık teşkil etmektedir. Asıl görevi
yapmamak 10 puan iken asıl görevin
olmayan bir görevi yapmamak 20
puan olamaz…
Tüm
ceza
puanları
incelenip
değerlendirildiği
zaman
görülmektedir ki, ceza puanları
eski yönetmeliğe göre 37 puan
artırılmıştır. Özellikle artırılan ihtar
puanlarının
çalışma
planına
uymamak, izinsiz işe gelmemek,
mevzuatta
verilen
görevleri
yapmamak ile mesai dışı hizmet ve/
veya nöbete mazeretsiz gelmemek
olduğu görüldüğü zaman bu ceza
puanlarında bu kadar çok artış
yapılmış olması Bakanlığın açıkladığı
gibi
ASM
nöbetlerine
katılma
oranlarının %80’lerde olmadığını
göstermektedir. Bu yönetmelikteki
ceza puanlarındaki artışın, bu kadar
fazla yapılmış olması bizlere aile
sağlığı çalışanlarının, Aile Hekimliği
Kanununda görev tanımında yer
almayan ve aile hekimliğinin temel
yapısına aykırı olarak, nöbetlerde
kendilerine kayıtlı olmayan, her gelen
hastaya bakma zorunluluğunun
olmasının, aile hekimliğine aykırı
olduğunu bir kere daha ispatlayarak,
aile hekimleri ve aile sağlığı
çalışanlarının,
aile
hekimliğine
sahip çıkmak için yaptıkları ASMTSM nöbetlerine gitmeme eyleminin
başarıya ulaştığının bir kanıtıdır.
Şu çok iyi bilinmelidir ki gönüllük ve
özveriyle aile hekimliğini ülkemizde
zirveye çıkartan aile hekimlerine
ve aile sağlığı çalışanlarına, ceza
puanları ve mobing uygulayarak
aile hekimliğinde aynı başarıları
yakalamak mümkün olmayacaktır.
Saygılarımla
21
RÖPORTAJ
A ARSL AN
Dr. M. Tamer KAR
Sağlık Bakanlığı tarafından çıkarılan
ücret ve sözleşme yönetmeliği aile
hekimleri arasında kaygılara neden
oldu. ADANAHED Başkanı Dr. M. Tamer
Karaarslan, Sağlık Bakanlığı tarafından
aile hekimleri üzerinde korku imparatorluğu
yaratılmak istendiğini söylüyor.
22
DÜNYADA UYGULANAN AİLE HEKİMLİĞİ
ÖRNEK ALINARAK, ÜLKEMİZDE DE
UYGULANMAYA
BAŞLANAN
AİLE
HEKİMLİĞİ UYGULAMASINDA SORULAR
HER GEÇEN GÜN ARTARAK DEVAM
EDİYOR. Her sayımızda değişik illerdeki
aile hekimleri derneği başkanlarıyla
gerçekleştirdiğimiz
röportajlarda,
aile hekimlerinin sorunlarına yer
verdik. Sonuçta, her geçen gün
aile hekimlerinin sorunları sadece
bölgesel olarak değil aynı zamanda
da genel olarak da artarak devam
ediyor. Avrupa ülkeleri standartında
hizmet vermek istediklerini belirten aile
hekimleri, durumun her geçen gün
daha da kötüye gitmesinden endişe
duyuyor.
Hekim olarak 25 yılı geride bıraktığını
belirten Adana Aile Hekimleri Derneği
(ADANAHED) Başkanı Dr. M. Tamer
Karaarslan,
aile
hekimi
olarak
çalışmasına daha ne kadar devam
edeceğini bilemediğini söylüyor.
612 aile hekiminin görev yaptığı
Adana’da, 29 ASM’de 135 hekim
kiraladıkları
binalarda
hastalarına
hizmet veriyor. ADANAHED Başkanı Dr.
Tamer Karaarslan ile Adana’da görev
yapan aile hekimlerinin sorunlarını
ve
genel
olarak
yaşanan
sorunlara yönelik ne gibi çözüm
arayışlarına gidilmesi gerektiğini
konuştuk.
Öncelikle
sohbetimize
Adana’daki ASM kiralarının
nasıl
olduğunu
sorarak
başlamak istiyorum. Adana’da
görev yapan aile hekimlerinin
durumu nasıl?
Türkiye’nin birçok yerinde olduğu gibi
Adana’da da ASM kiraları, başlı başına
bizler için bir sorun teşkil etmekte. İl de
kurulan komisyonlar kiraları belirliyor.
Yerel yöneticilerin bu konuda duyarlı
olmaları bir yana, ASM’leri adeta
‘ticarethane’ gibi değerlendiriyorlar.
Merkezle periferde hemen hemen
aynı miktarda kiralar istendi. Sonra
aile hekimlerini tek tek çağırarak, kira
sözleşmesi yapmak istediler.
Peki siz bu aşamada, yani dernek
olarak her hangi bir müdahale
bulunmadınız mı?
Arkadaşlarımıza
fiyatların
fahiş
olduğunu ve bu rakamlar karşısında
imza
atmamalarını
istedik.
Anlaşamadıkları
taktirde
bizleri
ASM’lerimizden
atamayacaklarını,
atarlarsa da gerekirse ASM’lerin
bahçesine
çadır
kurarak
hastalarımıza bakmaya devam
edeceğimizi söyledik.
İstenilen
fiyatlara
inilmesi
konusunda başarıya ulaştınız mı?
Pek başarıya ulaştığımız söylenemez.
Bazıları bu meselelerle uğraşmak
istemedi ve sözleşme imzaladı.
İmzalamayanlar ve bizlerle birlikte
ortak hareket edenler ise çok daha
düşük
rakamlarla
anlaşmaya
vardı. Fakat, bu demek değildir ki,
ASM kiraları bugünde sorun teşkil
etmiyor. Halk Sağlığı Merkezleri’ne
devrolmayan ASM’lerden, kiraları
kimin alacağı konusunda sorunlar
devam ediyor.
Sizce bu yıl aile hekimlerini neler
bekliyor? Geçen yıla kıyasla, herşey
daha iyi olacak mı?
Artık aile hekimliğinden bahsetmek
hayal oldu. Aile hekimliği seçimlere,
oy kaygısına kurban edildi. Geçen yıl
çıkarılan nöbet yasası ile öldürülmüş,
bu yılki kanun ve yönetmeliklerle de
gömülmüştür.
Tükenmişlik yarattı…
Çok fazla karamsar bir taplo
çizdiğinizi düşünmüyor musunuz?
Aslında bu taployu çizen bizler değiliz.
Bakın her sözleşme döneminde
gerçekleşen hak kayıpları, kanun
çıkarmak yerine torba kanunlarla
şekillendirilmeye çalışılan uygulama,
çıkan
kanunları
hiçe
sayan
yönetmelikler, yönetmelikleri hiçe
sayan genelgelerle içinden çıkılamaz
hale getirildi. Arkasında durulmayan
uygulamalar çalışanlarda bıkkınlık
ve tükenmişlik yarattı. Varsa yoksa
poliklinik hizmetleri denilip, sabah 8
akşam 5 tüm mesai boyunca hasta
muayene edilmesi istenildi.
AHEF BİZLERİ BİR ARADA TUTUYOR!
Federasyonumuz siyasi bir kimlik taşımamakta ve tüm
ülke genelini kucaklamaktadır. Bu diğer STK’ların yapamadığı bir şeydir ve asla hafife alınmamalıdır.
Peki, bu uygulamalar nasıl bir
soruna yol açtı?
Koruyucu hekimlik diye bir şeyin
kalmamasına neden oldu. Kanser
tarama ve evde bakım göz boyama
uygulaması halini aldı. Her Alo 184
araması doğruluğu araştırılmadan
soruşturma veya savunma olarak
bizlere döndü. Diğer kurumların
yapması gereken işler aile hekimi
ve aile sağlığı çalışanlarının sırtına
yüklendi.
Size sorarım hangi ülkede çalışanlar
idareye karşı gelerek, sistemi korumak
ve savunmak adına bu kadar
mücadele etmek zorunda kalmıştır?
Böyle bir uygulama yok!
Bilmiyorum. Buna cevap vermek
zor…
Cevap verememekte haklısınız.
Çünkü, bu durum sosyologlarca
inceleme konusu olmalı. Hangi
ülkede kanun çıkmasına rağmen
yaklaşık bir yıldır çalışanlar, nöbet
denilen
uygulamaya
iştirak
etmemektedir ve idare buna karşı
çoğu kez ceza bile verememektedir?
Hangi ülkede çalışanlar idare ile
bu kadar çok konuda davalık
olmuştur? Hangi ülkede çalışanlar
idare tarafından potansiyel suçlu
muamelesi görmektedir? Dünyada
böyle bir uygulama bulamazsınız.
O halde neden aile hekimlerinin bu
sorunlarına çözüm bulmak yerine,
daha fazla sorun yaratılmaya
çalışılıyor?
İşte bende sizin bu sorunuza bir
cevap verememekteyim. Bakın
ülkenin Sağlık Bakanı ekranlara çıkıp
vatandaşlarına gerçek olmayan
açıklamalar yapmakta. Algı yönetimi
yapılmaktadır. Başbakan bile yaptığı
açıklamayla,
aile
hekimlerinin
maaşlarına yüzde 50 hatta yüzde
75
artış
algısını
yaratmaktan
çekinmemektedir.
Gelecek karanlık…
Yakın zamanda çıkartılan ücret ve
sözleşme yönetmeliği konusundaki
düşünceleriniz neler?
Aile
hekimliği
çalışanları
artık
çalışmaktan zevk almıyor. Durum
her geçen gün daha kötüye gidiyor.
Mevcut idare ben yaptım oldu
mantığı ile devam ettiği sürece pek
de düzelecek bir şey yok.
Belki komplo teorisi diyebilirler ama
23
gelecek karanlık. Arkadaşlarımızın
anlamadığı konu, idare artık hekimleri
gözden çıkarmış olmasıdır. Sağlık
artık halka hizmet olarak değil, gelir
kaynağı olarak görülmektedir. Bugün
SGK Kanunu 2006 yılından beri şöyle
demektedir: Tanımlar; Aile Hekimi :
Kurumla (ki kurum SGK olmaktadır)
anlaşma yapmış hekimdir.
Bunun anlamı nedir?
Bunu anlamı şudur. Sağlık Bakanlığı
devekuşu
dediğimiz
şu
anki
durumumuzu kamudan ücretsiz
izinli, sözleşmeli personel olarak
tanımlamıştır.
Yakında
kamuyla
da bir ilgimiz kalmayacak ve
ASM’lerin idaresi, önce belki devlet
sonra da taşeronlarca yapılmaya
başlanacak. Bundan sonra da
taşeronların emrinde SGK’lı hekimler
olarak çalışmaya devam edeceğiz.
Zaten bakanlık tarafından yapılması
planlanan 2 Bin 500 ASM ve
bakanlık açıklamaları da bunun bir
göstergesidir.
derneğimizin başkanı olan Dr.
Kadir Can Tuncel’in, diğer illerdeki
arkadaşlarımızla kurduğu iletişimle
illerde Aile Hekimleri Dernekleri
olduğunu ve bunların federatif
yapılanmaya geçtiklerini öğrendik.
Bizlerde bir grup arkadaşımızla
Adana’da derneğimizi kurduk. İlk
olarak 2008 yılında Ankara’daki
Genel Kurula gözlemci olarak
katıldık. Biz diğer yönetim kurulu
üyeleri
‘Federasyon’
olgusunu
anlayamamıştık.
İlk
katıldığımız
toplantı her ne kadar atışmalarla
geçtiyse de, delegelerle yaptığımız
görüşmeler,
arkadaşlarımızda
gördüğümüz heyecan beni çok
etkiledi. Bunları arkadaşlarımızla
paylaştık ve hemen sonrasında da
üye olduk.
O halde biraz konuyu değiştirmekte
fayda var. Biraz da AHEF’e
üyeliğinizden ve bu süreçten sözeder
misiniz?
Mayıs 2008’de Adana’da aile
hekimliği başladıktan soran bir takım
sıkıntılarımızın olduğunu görünce,
daha önce beraber çalıştığımız
arkadaşlarımızla sorunları paylaşıp
çözme yoluna gitmeye başladık.
Bu arada, daha sonra kuracağımız
24
25
YAZAR
Prof. Dr. Koray TOPGÜL
Bu sözler içinde birçok ayrıntıyı saklıyor, saklarken haykırıyor.
O yıllarda türeyen bir tanımlayıcı sözcük vardı “entel”. Aslında
tek kelimede anlatıveriyordu her şeyi. Entelektüel değil
“entel”. Cem Karaca’nın şarkısının özeti gibiydi. Çok tartışılır,
entelektüel ve aydın kavramları. Dünyada da bizde de.
Jean-Paul Sartre, aydın ve bilgi teknisyeni üzerinde durur.
Pratik bilgi teknisyeni bir alanda uzmanlaşmış, iyi eğitimli
kişidir özetle. Hekimler de bu gruptandır temel olarak.
Bilgi teknisyeni der Sartre, egemen ideolojiyi kabul eder
ya da onunla uzlaşır. Tamamen kötü niyetle evrendeki
özelin hizmetine sokma noktasına gelir özdenetim uygular
ve apolitikleşir, agnostikleşir v.s….teknisyen karşı koyma
gücünden vazgeçer.
BİR TÜR
RUHANİ
AZINLIK
YARIM PORSİYON AYDINLIK, CEM KARACA’NIN
ŞARKISIYDI. Almanya’dan döndükten sonra bilip
bilmeden eleştiren ve entelektüel olarak tanımlanan
kişilere yanıt olsun diye yaptığı şarkı şöyleydi;
Her zaman ki köşenizde
Her zaman ki barınızın
Önünüzde viski ve havuç
Ve bir eliniz çenenizde
Kaşınız hafifçe yukarıda
Bakışlarınız ne kadar bilgiç
Hiçbir şey üretemeden
Sadece eleştirirsiniz
O halde iyi eğitilmiş, bir konuda uzmanlaşmış, yetkin her
kişi aynı zamanda aydın olamıyor. Entelektüel ile aydın
aynı kişi midir? Entelektüelin genel tanımı şöyle; “ Zekasını
analitik düşünme yetisini mesleği gereği ya da şahsi
amaçlarına erişmekte kullanan kişi.” Fikir üreten, derin
düşünen kişi anlamları da var. Ancak benim algımda aydın
ile tam örtüşmüyor. Batı literatüründe pek çok defa ortak
anlamda kullanılsa da bence aydın, bizde bazen entel diye
tanımlanan ve bilgili ama yukarıdaki tanıma uyan bencil
karakterinden ötürü entelektüelin çok ötesinde bir kavramdır.
Edward Said, entelektüeli şöyle tanımlıyor ki benim demek
istediğim aydının genel tanımı da budur; “Entelektüel birey
hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse
gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin,
insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda
belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerekir… Nabza
göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak,
şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah
çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entellektüelin kamusal
rolüne en çok gölge düşüren tavırdır.” Kamusal rol, bunun
çok önemli olduğu kesindir.
“Aydın, tarihin
bir ürünüdür.
Bu bakımdan,
Julian Benda entelektüeli (benim
anladığım anlamda aydını) bir
tür ruhani azınlık olarak tanımlar.
Ona göre entelektüel (aydın)
kolektif
duygular
düzeyinde
düşünmeyi bırakıp dikkatini tüm
uluslar ve halklara, evrensel olarak
uygulanabilecek aşkın değerler
üzerinde yoğunlaşmalıdır.
Aydının kamusal rolü aslında hemen
her zaman muhalif olmaktır. Aydın
bilgisel ve teknik birikimini eleştiriye,
sorgulamaya, üretmeye ve hiçbir
siyasi, dini ve milli baskıyı hissetmeden
bunları paylaşmaya yönlendirmelidir.
Aydının temel muhatabı halktır.
Ancak aydın sürünün bir parçası da
değildir. Aydın, karşı çıkışının kişisel
olarak kendine neye mal olacağını
düşünmeden sürü davranışlarına
açıkça karşı çıkar. İçinde bulunduğu
dünyada haksızlıklara karşı sonsuz bir
muhalefet eylemi arzusu duyar ve
bu istek karşı durulamaz, bedellerine
hazır olunan bir istektir. Aydın sorgular
ve yeniden inceler, itaat ve sadakat
otoritenin sorunudur. Said’e göre
aydın, “Bir şeyleri sadece pasif olarak
istememekle yetinmez bunu aktif
olarak kamuoyuna söyler.” Kamu ile
paylaşılan her düşünce paylaşıldığı
andan itibaren kamusaldır. Sonuçta
aydın her zaman yalnızlık ile saf
tutma arasında bir yerde durur.
Aydın insanlar uzaydan gelme, özel
yaratılmış insanlar değildir elbet.
Yaşadıkları toplumun yapısı ve
dinamikleri ile ortaya çıkarlar. Tarihin,
yaşadıkları çağın ışığını ve etkisini alırlar
hiçbir toplum
kendini
suçlamadan
aydınlarından
şikayet edemez.
Çünkü ne
ve bu etkilerle ilişkili çıktılar verirler.
Dolayısıyla yaşadıkları toplumun
hem etkisi hem de sorumluluğu
vardır aydınlar üzerinde. Sartre şöyle
diyor; “Aydın, tarihin bir ürünüdür.
Bu bakımdan, hiçbir toplum kendini
suçlamadan aydınlarından şikayet
edemez. Çünkü ne ektiyse onu
biçmiştir.”
ektiyse onu
biçmiştir.”
Aydının
kamusal rolü
aslında hemen
her zaman
muhalif
olmaktır.
26
27
RÖPORTAJ
STRESLE
BAŞA ÇIKMANIN
12 YOLU !
Stres herkesin sorunu... Peki neden stresliyiz? Stres
vücudumuzda ve zihnimizde ne gibi değişimlere neden
olur? Stresle nasıl baş edebiliriz? Yrd. Doç. Dr. Kenan
Taştan, stresle başetmenin 12 altın kuralını açıkladı
an TAŞTAN
Yrd. Doç. Dr. Ken
odern toplumun hastalığı olarak ifade edilen stres, aslında
günlük yaşamımızın da bir parçası olmuş durumda. Şöyle
bir çevrenize baktığınızda, hemen hemen herkesin, farkına
varmasa da, yoğun bir stres yüküne sahip olduğunu görürsünüz.
Çünkü, strese neden olan şeyler o kadar basite indirgenmiş
haldeki. Mesela günlük yaşamınızda değişikliğe neden olan
herhangi bir şey, vücut sağlığınızda meydana gelebilecek bir değişim,
hayatınızda strese yol açabiliyor. Yine günlük yaşamdaki değişimler, yaşadığımız anlaşmazlıklar,
çatışmalarımız da stres yaşamamıza neden olabiliyor. Stres yaratan bir
durumla karşılaştığınızda ise yaptıklarınız, stres seviyenizi etkiliyor. Strese dair
bu zamana kadar gerçekleştirilen araştırmalardan çıkan sonuçları, pek de
öyle yabana atmamanız gerekiyor. Zira bu araştırmalar, stres seviyenizin
yükselmesine ve uzun süre bu şekilde devam etmesine izin verdiğiniz
taktirde, yüksek bir bedel ödemeye de hazır olmanız gerektiğini gösteriyor.
Neden mi?
28
Çünkü siz stresliyken bedensel- psikolojik
ve davranışsal değişimler yaşıyorsunuz.
‘Stres’ ve ‘Stresin Nedenleri’, hatta
‘Stres İle Başetme Yöntemleri’ gibi
çağımızın vebası olarak adlandırılan
‘Stres’ her açıdan ele alınsada ve çok
sayıda öneri sunulsada, kişik özellikleri ile
stres arasındakli ilişki hep merak edildi.
Üzerinde çeşitli araştırmalar yapılan
bu konu hakkında yaptığı çalışmalarla
adından söz ettiren Erzurum Atatürk
Üniversitesi Tamamlayıcı Ve Alternatif
Tıp Merkezi Hipnoterapi Polikliniği’nde
görev yapan Yrd. Doç. Dr. Kenan
Taştan ile bu konuyu ele aldık.
Öncelikle ‘Stres Yönetimi’ adlı bir
kitap çıkarttınız. Bu kitabınızdan
sözeder misiniz?
Yapılan araştırmalara göre stresle
mücadele anlamında kullanılan teknik
sayısının iki bin civarında olduğu biliniyor.
Ancak bu tekniklerden birçoğu hemen
hiç kullanılmamakta, birçoğu da çok
az kullanılmakta. Bunu ilaç sektöründe
var olan ve kullanılan ilaçlarla izah
etmek mümkün. Günümüzde ilaç
rehberlerinde adı geçen ilaç sayısı
yaklaşık 10 Bin civarındadır. Ancak
bu ilaçlardan eczanelerde yaklaşık
iki bin kadarı satılmaktadır. İlaç sayısı
ile pratikte kullanılan arasında bariz
farklar bulunuyor. Stres yönetiminde
bahsedeceğimiz teknikler de bu
şekildedir. Aşağıda bahsedeceğimiz
tekniklerin her biri her durumda
kullanılabilir diye bir kural. Bu tekniklerin
hangisinin nerede kullanılacağına siz
tek başınıza karar verebileceğiniz gibi,
size danışmanlık yapan bir uzmanla
birlikte karar vermeniz de mümkün.
Size sıkıntı veren ve sizi strese sokan
durumun yapısına göre seçeceğiniz
teknik önemli. Bazen kişiyi sıkıntıya
sokan durumlar için kaçınma tekniğini
önerirken, bazen de üzerine gitme ve
sizi sıkıntıya sokan sebeple yüzleşme
önerilebilir. Bu iki durum birbirine
zıt görünse de, hangi tekniğin ne
zaman ve kime uygulanacağı sizin
tecrübelerinize göre veya profesyonel
bir destekle belirlenir.
STRESLE BAŞA ÇIKMANIN 12 YOLU
Günlük hayatta karşılaştığımız, bizi baskı
altına alan ve sıkıntıya sokan herşey,
stres olarak tanımlanıyor. Durum
böyle olunca, sizde takdir edersiniz
ki stresten kaçınmak mümkün değil.
Madem kaçamıyoruz, o halde strese
neden olan her şeyden birkaç öneri ile
kurtulabiliriz. İşte Yrd. Doç. Dr. Kenan
Taştan, stresle başa çıkmanın 12 altın
kuralını açıklıyor:
1. BAKIŞ AÇISINI DEĞİŞTİRMEK: En
önemli teknik, kişinin kendisinde
stres yaratan konularda bakış açısını
değiştirmesi yönünde. Çünkü yapılan
çalışmalar kişiyi esas sıkıntıya sokan
şeyin başına gelen olaylar değil, bu
olayları nasıl algıladığı ve nasıl tepki
verdiği konusunda hem fikir.
2. KAÇINMAK: Bu teknikte kişi,
kendisini hangi konuda sıkıntı da
hissediyorsa ve bunların sebepleri her
ne ise, mümkün mertebe onunla bir
araya gelmemeye çalışmalıdır.
3. MÜDAHALE ETMEK: Stres oluşturan
olay, kişi, mekan… Artık tahammül
sınırlarınızı zorlayan bir hâle gelebilir.
İşte böyle durumlarda sizi strese
sokan her ne ise, ona müdahale
etmeniz gerekir.
4. DİNLENMEK: Dinlenmek derken,
boş boş oturmayı kasdetmiyoruz.
Dinlenmenin daha çok bilinçli ve bilgi
donanımlı olması gerekiyor. Bunun
içinde dinlenmeyi üç ana başlık
altında ele almalıyız; uygun olacaktır:
Bedensel dinlenme: Bu dinlenmenin
en basit şeklidir.
Mental dinlenme: Bilindiği gibi bu
kelime ruhsal, moral ve psikoloji gibi
kelimelerle açıklanıyor.
Sosyal dinlenme: Sosyal dinlenme
günümüzde gittikçe önem kazanan
bir
kavram.
Sosyal
dinlenme
olabilmesi için ilk önce insanın
kendini ve diğer insanları, doğru
olarak, psikososyal bilimler ve
davranış bilimleri açısından tanıması
gerekiyor.
5. DOĞRU BESLENME: Tabii ki
doğru beslenme aynı zamanda
dengeli beslenme anlamına da
geliyor. Yani az yemek kadar, çok
yemek de sağlığımız açısından son
derece zararlı. Kişinin kendi vücut
kitle indeksini koruması ve ona göre
beslenmesi hem metabolik hem de
ruhsal sağlığı açısından son derece
önemli. Bu noktada beslenme
konusundaki temel ilkelere de dikkat
edilmeli.
6. ERGOTERAPİ: En az yorularak en
yüksek verimi alabilmek demek.
Örneğin, bir öğrencinin verimli ders
çalışma tekniklerini ve ilkelerini bilerek
ders çalışması ile bu tekniklerden
habersiz birinin çalışmalarından
aldıkları verim aynı olmayacaktır. Bu
teknikleri bilen bir öğrenci daha az
zamanda, daha fazla verim alarak
çalışacak, hem bedensel ve hem
de ruhsal olarak daha fazla tatmin
duygusu yaşayacak. Hiç kuşkusuz bu
da o kişinin yaşam kalitesini arttıracak.
7.
RELAKSASYON:
Gevşeme,
rahatlama demektir. Gerginlikten,
stresten kurtulma demektir. Bu teknik
daha çok işin uzmanları tarafından
hastalarına
veya
danışanlarına
uygulanan bir teknik olmakla birlikte,
zaman zaman kişinin kendi iç
konuşmaları veya eşinin dostunun
sıkıntılı
birine
yaptıkları
olumlu
telkinlerle de olabilmektedir.
8.
HOBİ
TERAPİSİ:
Kişinin
kendisini
oyalayabileceği
ve
STRES NEDİR VE
NELER STRESE NEDEN OLUR?
Yrd. Doç. Dr. Kenan Taştan, stresin açlık ya da susuzluk
gibi hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu
söylüyor. Bu nedenle de insanı strese sokan şeylere
bakıldığında, aslında ortada o kadar da şaşılacak bir
durumun olmadığı görülüyor. Mesela her hangi bir
faturanızı ödemek için sırada bekliyor olmanız, eşinizle
tartışmanız ya da trafik ışıklarında yaşadığınız sorunlar
gibi basit etmenler içerisinde de farkında olmadan
stres yaşıyoruz. Bunca zamandır strese yönelik çok
sayıda tanımlama yapıldığına dikkat çeken Yrd. Doç.
Dr. Taştan, stresi tam olarak tarif etmenin ve onu
kelimelerle izah etmenin mümkün olmadığını söylüyor.
Zaten genel olarak bir araştırma yaptığınızda sizde
göreceksiniz ki, stresin 300 den fazla tanımı yapılmış
olmasına rağmen, tıp camiasının üzerinde tam olarak
kanıya vardığı bir tanımlama henüz yok. Yine de stresi
tanımlamaya kalkarsak, insanın küçük ya da büyük ayırt
etmeksizin yaşadığı belli bir olay ya da durum karşısında
duygusal ve fiziksel dünyasında gösterdiği ‘zorlanıyorum’
reaksiyo. Taştan’a göre zaten bu dünya güle oynaya
sorunsuz olarak yaşayabileceğimiz bir hayat değil. İnsan
Dünya’ya geldiği ilk andan, son nefesini verene kadar
zorluklarla mücadele etmek zorunda kalıyor. İşte bu
nedenlerle insanı birçok şey strese sokabiliyor. İş yerinde
yaşadığı huzursuzluklar, aile içi anlaşmazlıkları ya da aile
içi şiddet, boşanma, cinsel taciz, cinsel engellenme,
ekomik zorluklar ve ölüm gibi daha birçok etkeni
sıralamak mümkün.
29
gereksiz
düşüncelerden
kendini
koruyabileceği bir terapi türü.
9. İBADET ETMEK: Sıkıntılarımızı
yenmede ve stresle mücadele
etmede “ibadet etmek” fikri, son
dönemlerde tedavi teknikleri arasına
girmiş
bulunuyor.
İngiltere’de
din ve ruh hastalıklarının tedavisi
“religionandpyschiatry” adı altında,
yirmi beş ciltlik, her biri bin küsur
sayfalık bir başvuru eseri bulunuyor.
Avrupa
bu
anlamda
stresle
mücadele teknikleri arasında ibadet
etmeye ayrı bir önem vermekte.
10. DÜZENLİ EGZERSİZ YAPMAK:
Düzenli egzersizin, sadece insan
sağlığını ve dolaylı olarak üretim
verimini de arttırdığını iyi bilen bazı
firmalar egzersize önem veriyor. İsviçre’nin en büyük motor imalatçısı
olan Volvo’da, genel müdür ve
onun altındaki idarecilerin her hafta
30 dakika firmanın spor salonunda
veya açık havada, bu iş için özel
olarak hazırlanmış sahada, beden
hareketleri
yapmaları
isteniyor.
Amerika’da ise, Rockwell Corporation
çalışanlarına haftada üç kez düzenli
egzersiz yapmaları için izin veriliyor.
Yapılan tüm çalışmalar egzersizin
stresle baş etmemizi kolaylaştırdığını
gösteriyor.
11. SEYAHAT ETMEK: Yani hareket
halinde olmak ve yeni yerler
keşfetmenin heyecanını yaşamak
gerekir. Seyahat edenler, hayatın
bir
müddet
sonra
getirdiği
monotonluktan da kurtuluyor. Yeni
yerler görerek, yeni insanlar tanıyarak,
azalan enerjisini yeniden şarj etme
fırsatı buluyor. Belirli periyotlarda
yapılacak seyahatler kişinin içinde
biriken negatif enerjinin de azalmasını
sağlıyor.
12. SAVUNMA MEKANİZMALARINI
KULLANMAK:
Beden
sağlığımızı
koruyabilmemiz için vücudumuzda
harika bir mekanizma bulunuyor.
Hariçten
giren
bir
mikrobu
vücudumuzda bulunan lenfositler
imha etmek için hemen harekete
geçmekte; mikrobu bulmakta ve
onunla savaşa başlamaktadırlar.
Eğer mikrobu öldürmek için çok
sayıda lenfosit gerekli ise, lenf
bezleri çok çalışarak daha çok
lenfosit üretmektedirler. Bu nedenle
vücutta herhangi bir mikrobun
olup olmadığını anlamak için lenf
bezlerinin
bulunduğu
bölgelere
bakılır.
Buralar;
kasıklar,
kulak
arkaları, vb. bölgelerdir. Kulak arkası
muayenesinde kulak arkasındaki lenf
bezi şişmişse, “Vücutta mikrop var”
30
denilir. Aynen bunun gibi, psikososyal
sağlığımızı da koruyabilmek için
vücudumuzda psikososyal savunma
mekanizmaları var. Bunlar da bireyin
psikososyal
sağlığının
tehlikeye
girdiğine dair işaretler veriyor. Bu
belirtileri deniz fenerine benzetebiliriz.
Kişinin kendisine gemi kaptanı dersek,
ona yön verecek olan deniz fenerine
kaptanın dikkat etmesi gerekir.
Aksi halde geminin karaya oturma
ihtimali var.
Yrd. Doç. Dr.
Kenan Taştan
Kim dir?
1968 yılında İskenderun’da doğdu. Dicle
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun
olduktan sonra Aile Hekimliği ihtisasını
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yaptı.
Yedi yıl Aile Hekimliği yaptıktan sonra
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile
Hekimliği Anabilim Dalı’nda yardımcı
doçent olarak göreve başladı. Atatürk
Üniversitesi Tamamlayıcı ve Alternatif
Tıp Merkezi’nde Hipnoterapi Polikliniği’ni
açtı. 2 yıldır Yeni Asya Gazetesi’nde Salı
günleri “Terapi” adlı köşesinde makaleler
yazıyor. Yayımlanmış olan kitaplar: NLP
ile korkularını güce dönüştür, Evliliğinizin
kaçıncı
kilometresindesiniz?,
Çocuk
eğitiminde şimdiki aklım olsaydı, Kişilik
tiplerine göre stres yönetimi, Pano
yazıları, Terapistin terapisi, Serdengeçti,
Bilinçaltının terapötik gücü: Hipnoterapi ve
Stres yönetimi.
KİŞİLİK TİPLERİ VE BU KİŞİLİKLERDE
EN SIK GÖRÜLEN PSİKİYATRİK
HASTALIKLAR
Kişilik tipleri, psikoloji dünyasında
yıllardır tartışılan ve bu alanda farklı
yaklaşımların olduğu bir konu. Bazı
bilm insanlarına göre, kişilik tiplere
ayrılamaz ve insanların benzer
kişilik özelliklerine bakılarak karar
verilemez. Fakat çoğu bilim insanı
ise farklı kişilik tipleri olduğunu ve her
bireyin ortak bir takım davranışsal
ve duygusal özellikler taşıdığı
üzerinde hem fikir. Yrd. Doç. Dr.
Kenan Taştan, ‘Enegram’ denilen
9 farklı kişilik tipi olduğunu ve bu
kişilik tiplerinde ise en sık görülen
psikiyatrik hastalıkların belirlendiğini
söylüyor.
MükemmeliyetçiReformcu: Bu kişilik tipi genel olarak
tertipli ve düzenli. Yaptığı iş her ne
olursa olsun özenle yapmaya ve
hakkını vermeye çalışır. Bazen bu
uygulamalarda aşırıya kaçabiliyor.
Kişilik tipleri içerisinde en adil olabilen
bu grubun sık yakalanabilecekleri
psikiyatrik hastalık obsesif kompulsif
bozukluk. Yardımsever: Kişilik tipleri
içerisinde en verici olabilen grup
ve en çok zorlandıkları şeylerden
biri, birilerine “hayır” diyebilmek. En
sık yakalanabilecekleri psikiyatrik
hastalık
anksiyete.
BaşaranMotivatör: İmajlarına çok düşkün
ve çok çalışkanlar. Kendilerine bir
hedef belirler ve oraya ulaşmak
için çok gayret ederler. En sık
yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık
narsizm. Traji-Romantik: Duygu
durumları çok çabuk değişebilen bir
grup. Estetik yönleri ve özgün yapıları
çok gelişmiş. Duygu durumları çok
çabuk değişebildiğinden en sık
yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık
depresyon. Araştırmacı-Gözlemci:
Kişilik tipleri arasında en zeki olabilen
grup. Genelde dahilerin de içinde
bulunduğu bu grup araştırmayı
ve gözlem yapmayı çok sever. En
sık yakalanabilecekleri psikiyatrik
hastalık şizofreni. Sadık-Sorgulayan:
Kişilik tipleri arasında en şüpheci
olabilen, buluttan nem kapabilen
bir grup. En sık yakalanabilecekleri
psikiyatrik
hastalık
paranoya.
Rahatına Düşkün: Kişilik tipleri içinde
en coşkulu, dolu dolu yaşamayı
seven, kesinlikle zora gelemeyen
ve hayatın her anında zevk ve
rahat odaklı yaşamayı seven kişiler
bu gruptan. İnsan ilişkileri ve iletişim
yetenekleri çok gelişmiş. En sık
yakalanabilecekleri psikiyatrik hastalık
bipolar affektif bozukluk. Lider: Kişilik
tipleri içerisinde en kararlı ve cesur
olabilen, acıdan çok kaçınmayan
ve doğru olduğuna inandığı
şeyleri zarar göreceğini bilse bile
söylemekten çekinmeyenlerin kişilik
grubudu. En sık yakalanabilecekleri
psikiyatrik
hastalık
antisosyalite.
Barışçı: Kişilik tipleri içerisinde en
uysal, sessiz, agresiflikten en uzak ve
insanlarla uyumlu geçinebilen grup.
Kolay kolay itiraz edemezler. Kişilik
tipleri içerisinde bağımlı ve kısmen
pasif-saldırgan kişilik bozukluğunun
en sık görüldüğü kişilik tipi.
31
RÖPORTAJ
“Devekuşu”
durumumuzun
ORTADAN KALKMASI
GEREKİYOR ! …
Dr. Oğuzhan Gün
AHEF Hukuk Yürütme Kurulu Üyesi
ve KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan
Gün, sağlık politikalarına yön
verenler ile AHEF’in, olması
gereken Aile Hekimlği Sistemi
üzerinde uzlaşması gerektiğini ve
‘Devekuşu’ gibi davranışlardan
ve çekingenliklerden kurtulmak
gerektiğini söylüyor.
Öncelikle AHEF Hukuk Yürütme Kurulu
Üyesi ve KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan
Gün ile gerçekleştirdiğimiz röportajımıza
başlamadan önce çok önemli bir
tespiti belirtmek gerekiyor. O da AHEF’in,
örgütü temsil eden tüm oluşumlarıyla
birlikte yani yönetim kurulları, temsilciler
meclisi ve sahada görev yapanlar dahil;
“Nasıl bir aile hekimliği modeli olmalı?”
konusunu tüm yönleriyle ele alması
ve uzlaşılan model üzerinde bir karara
varması gerektiğidir. Neden mi? Çünkü,
dergimizin 14 sayısı boyunca AHEF’in
hemen hemen tüm yöneticileriyle
işlediğimiz aile hekimlerinin sorunlarının
azalmadığını, artarak devam ettiğini
onlardan dinledik. Haliyle AHEF’in böyle
bir karara varılmaksızın uygulamaya karar
verdiği her türlü planın, bizzat başarısızlığa
uğradığını geçtiğimiz yıl gördük ve
32
yaşadık. Peki, neden AHEF’in hem aile
hekimlerini memnun edecek hem
de hastaların daha da iyi bir şekilde
hizmet almasını sağlayacak böyle
bir modeli oluşturması gerekiyor?
AHEF Hukuk Yürütme Kurulu Üyesi
ve KAHED Başkanı Dr. Oğuzhan
Gün’ün de dile getirdiği gibi sağlık
çalışanlarını
itibarsızlaştırmaya
yönelik politikalar ve algı yönetimi,
iş güvencesinin olmaması, özlük
hakları, görev tanımları, izinler ve
ücret tanımlamaları ve daha birçok
sorun çözülebilmiş değil.
İşte tam da bu noktada AHEF Hukuk
Yürütme Kurulu Üyesi ve KAHED
Başkanı Dr. Oğuzhan Gün ile aile
hekimlerinin mecvut sorunları ve
herkesin bildiği bu sorunlara yönelik
yapılması
gereken
çalışmaları
masaya yatırdık.
Öncelikle röportajımıza çok merak
edilen bir konuyu size yöneltmekle
başlamak istiyorum. AHEF ’in
örgütlenme modeli ve bu modelin
sürdürülebilirliği
hakkındaki
düşünceleriniz nelerdir?
Bilindiği üzere illerde Aile Hekimleri
Dernekleri ve Aile Hekimleri Dernekleri
Federasyonunun yasak ve izne
tâbi
faaliyetleri,
yükümlülükleri,
denetimleri ve uygulanacak cezalar
ile derneklere ilişkin diğer hususlar
5253 Sayılı Dernekler Kanunu ile
belirlenmiştir.
Örgütlenme, ortak bir çabayı
gerektiren
bir
amacın
gerçekleştirilebilmesi için gerekli
yapının
oluşturulmasına
yönelik
olarak
yapılan
eylemlerdir.
Örgütlenme, örgütün amacının
gerçekleştirilmesine yönelik dinamik
bir yapının kurulmasıdır. Örgütlenme,
düzensizlikten bir düzen yaratma
sürecidir. İyi bir örgüt oluşturmada
iki önemli nokta vardır. Bunlardan
birincisi gelişmiş bir iletişim sistemidir.
İkincisi ise örgütün amaçlarının
bireysel gereksinimlere de cevap
verecek biçimde oluşturulmasıdır.
Etkili bir örgütlenme İçin: örgüt
üyeleri arasında öncelikle amacın
ne olduğu konusunda ortak bir bilinç
oluşmalıdır. Her görevin ne olduğu
açık bir şekilde belirlenmelidir. Aynı
doğrultuda,
örgütteki
bireylerin
sahip oldukları yetki ve sorumluluklar
belirlenmelidir. Ancak yetki ve
sorumluluklar eşit ve dengeli bir
şekilde dağıtılmalıdır. Örgüt adı
altında meslek odaları, sendikalar,
federasyon ve dernekler vb. ifade
edilmektedir. Örgütler birbirlerinin
alternatifi olarak sunulmamalı ve
birbirleri ile çatıştırılmamalıdır.
Meslek
örgütünün
yönetim
organlarında hizmet süreli olmalı,
yönetici insan kaynağı yenilenmelidir.
Yönetim organları oluşturulurken çıkar
çatışmalarına fırsat verilmemelidir.
Örgütsel kaynaklar mesleki çıkarlar
gözetilerek kullanılmalıdır. Mesleki
örgütlenme, katılımcı, sorgulayan,
irdeleyen, çok sesli, farklılıkların
birlikteliğinden
sinerji
yaratan,
bağımsız davranabilen bireylerden
oluşmalıdır. Örgütlenmenin sinerjisi
meslek için kullanılmalıdır.
İfade etmeye çalıştığım çerçevede
ideal bir örgütün oluşturulması ve
sürdürülmesi mevcut dernek statüsü
ile maddi-manevi sağlanabilir mi
tartışılmalıdır.
Peki, AHEF’in 2013 yılındaki genel
kurulundan
günümüze
kadar
geçen süreci değerlendirir misiniz?
Bilindiği üzere 05.10.2013 tarihinde
delegasyonun 2/3 oranını aşacak
sayıda katılımı ile AHEF ’in kurumsal
yapısına ve imajına uygun biçimde
demokratik ve katılımcı bir genel
kurul gerçekleştirilmişti. Genel Kurula
katılan delegasyon çok net şekilde
mesajını ortaya koymuş; grupların
arasındaki çatışma ve kavgaya
prim verilmemesini, bilgi, birikim ve
tecrübelerin
değerlendirilmesini,
bu süreçte tecrübe kazanmış ve
her kademede katkı sağlamış
meslektaşlarımızın
süreçte
aktif
olmasını istemişti. Gruplaşmaları,
çatışmaları bir kenara bırakarak bu
sürece katkı sağlamış kişilerin arasına
yenilerini ekleyerek yetkilendirmişti.
Maalesef
genel
kuruldan
günümüze kadar geçen süreçte
AHEF ‘in kurumsal yapısı ve imajı
zarar görmüş bulunmaktadır. Söz
konusu gruplar arasındaki ayrışma
ve kutuplaşma süreci hızlanarak
günümüze kadar ulaşmış ve bu
durum illere kadar sirayet etmiş
bulunmaktadır. Hali hazırda kurulları
ve komisyonları çalışmayan ve
birkaç kişi ile yönetilmeye çalışılan
bir örgüt görüntüsü verilmektedir.
Örgütümüz adına bu talihsiz sürecin
ivedilikle sonlandırılması ve kalıcı
tedbirler alınması gerekmektedir.
Bu bağlamda Ekim 2015 ’de
gerçekleştirilecek
AHEF
Olağan
Seçimli Genel Kurulu tarihi bir fırsat
olarak görmekteyim.
33
Biraz da Kocaeli’nde görev yapan
aile hekimlerimizden sözedelim.
KAHED’in çalışmalarına değinir
misiniz?
Kocaeli’nde 18.12.2013 tarihinde
gerçekleştirilen
olağan
genel
kurulumuz ile göreve talip olan
çalışkan ve fedakar meslektaşlarım ile
birlikte süreci yönetmeye çalışıyoruz.
KAHED ’in kurullarında görev alan
meslektaşlarımızın yanı sıra ilçe
temsilcilerimize, KAHED Danışma
grubumuza, nöbet takip grubumuza
ve desteğini esirgemeyen ilimiz aile
hekimlerine değerli katkılarından
dolayı
şükranlarımı
sunuyorum.
Sonuç olarak başarı, uyum içerisinde
çalışan fedakâr meslektaşlarıma
aittir.
Kocaeli Aile Hekimleri Derneği
olarak ilimizde sağlık camiasının
en etkin ve teşkilatlı sivil toplum
örgütü olmak ile gurur duyuyoruz.
Kocaeli aile hekimliği camiası
olarak
siyasallaşmadan
aile
hekimliği siyaseti gütmeye ve bu
süreçte tüm sivil toplum kuruluşları
ile çerçevesi belirlenmiş, karşılıklı
kazanç
esasına
dayanan
işbirliği içerisinde olmaya gayret
gösterdik.
Ayrıca AHEF Genel Kurulunu takip eden
dönemde ortaya çıkan kutuplaşma
sürecinin ilimizde ayrışmalara ve
kutuplaşmalara yol açmaması için
özen göstermiş bulunmaktayız. Bu
çerçevede desteğini esirgemeyen
tüm meslektaşlarıma ayrıca teşekkür
ediyorum.
Kocaeli Aile Hekimleri Derneği olarak
ilimizde bugüne kadar olduğu gibi
bundan sonrasında da tüm sivil
toplum örgütlerinin desteği alınarak
Aile Hekimliği Sistemi çalışanlarının
hak mücadelesi için en üst düzeyde
sorumluluk
alınmaya
kararlılıkla
devam edeceğiz.
İlinizdeki faaliyetleriniz ve nöbet
görevlendirmeleri süreci hakkında
bilgi verebilir misiniz?
Kocaeli Aile Hekimleri Derneği
elde ettiği hukuksal kazanımları,
kamuoyunda oluşturduğu algı ve
nöbetlere icap edilmemesi kararına
ortalama yüzde 82’ e varan katılım
oranları ile bu süreçte aile hekimliği
camiasına
rol
model
olmayı
başarmış bulunmaktadır. Şöyle ki;
-Süreçte ilimizde görev yapan
tüm aile hekimlerinin, aile sağlığı
çalışanlarının acil nöbetleri süreci
hakkında
değerlendirmelere
katkı sağlamasını, bu süreçte
planlanacak eylemlere yüksek katılım
34
Demokratik ve katılımı teşvik eden yönetim şekli ile AHEF’i çok daha
ileriye taşıyacağımızı biliyor, tüm kurulları ve komisyonları verimli
çalışan, aile hekimlerinin temsilini, aile hekimlerinin kazanımlarını
önceliği kabul eden bir AHEF göreceğime tüm kalbimle inanıyorum.
olmayan aile hekimi olan davacının
aslen toplum sağlığı merkezi
hekimlerine verilmiş bir görevi yerine
getirmediği gerekçesi ile hakkında
tesis edilen dava konusu işlem(ihtar
puanı) hukuka aykırı bulunmuştur.
AHEF Yönetim Kurulu, Kocaeli Aile
Hekimleri Derneği Yönetim Kurulu
ve Kocaeli Aile Hekimlerinin katılımı
ile ‘’Kocaeli ilinde Aile Hekimliği
Uygulamaları ve Acil Nöbetleri’’
konulu
panel
düzenlenmiştir.
Marmara Bölgesi İlleri Aile Hekimleri
Derneklerini bir araya getirerek
bölgesel bazda iletişimin ve
dayanışmanın
güçlendirilmesi
yönünde çalıştay gerçekleştirilmiş
bulunmaktadır.
Kocaeli
Aile
Hekimleri Derneği Şırnak, Şanlıurfa ve
Isparta örneklerinde olduğu gibi ülke
çapında mobing ve idari baskıya
maruz kalan meslektaşlarımızın her
zaman yanında olmaya çalışmıştır.
sağlanmasını ve alınacak kararların
etkin olarak uygulanmasını sağlamak
için periyodik saha toplantıları
düzenlendi.
Acil servis ve ASM görevlendirmeleri
sürecinde ilimizde 300’ü aşkın sayıda
aile hekimi ve aile sağlığı çalışanının
katılımı ile etkili basın açıklamaları
gerçekleştirilerek
kamuoyu
bilgilendirildi.
İlimizde
nöbet
listelerinin öncelikle yürütmesinin
durdurulması
ve
yargılama
sonucunda iptali taleplerimizi içeren
davalar Kocaeli İdare Mahkemesi
nezdinde açıldı. Bu kapsamda
Kocaeli 2.İdare Mahkemesi Mayıs
Ayı Nöbet Listelerinin yürütmesinin
durdurulması ve iptali istemi ile
açtığımız davada Semt Poliklinikleri
bakımından yürütme durdurma
kararı vermiş bulunmaktadır. Bu
karar ile tüm Türkiye‘de semt
poliklinikleri konusu gündem dışına
itildi.
4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu
Görevlilerinin Yargılanması Hakkındaki
Kanunun 9. maddesi uyarınca
soruşturma izni istenmesine ilişkin
çıkartılan karara Sakarya Bölge İdare
Mahkemesine yapılan itiraz başvurusu
kabul edilmiş ve soruşturma izni
verilmemesine
karar
verilmiştir.
Söz konusu karar ulusal çapta ses
getiren ve meslektaşlarımızın hareket
alanını genişleten önemli bir karar
olarak değerlendirilmektedir. Kocaeli
ilinde görev yapan aile hekimleri
ve aile sağlığı çalışanları hakkında
düzenli olarak kanuna ve yasalara
aykırı işlemler ve düzenlemeler
yaparak eziyet, yıldırma, psikolojik
baskı kuran idarecilerin eylemlerine
uyan 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun ilgili maddeleri uyarınca
cezalandırılmaları için suç duyurusu
ve şikâyette bulunulmuştur. Sonuç
olarak Mayıs-Ekim 2014 Acil Nöbet
ve Ocak 2015 tarihinden günümüze
kadar süren ASM Nöbet Eylemlerinde
ortalama yüzde 82 katılım sağlanmış
olup;
mücadelemiz
kararlılıkla
sürdürülmektedir.
Diğer faaliyetleriniz neler?
İlimiz İzmit ilçesinde aile hekimlerinin
defin ruhsatı ve yerinde otopsi nöbeti
tutmasına ilişkin nöbet listesinin
iptali istemiyle açtığımız davada
yürütmenin durdurulması ve nöbet
listelerinin iptali kararı verilmiştir. Mesai
saatleri içerisinde adli tabip nöbeti
tutacağı yönünde bir düzenleme
AHEF ve KAHED Eğitim
Komisyonlarının
planlamaları
doğrultusunda ilimizde periyodik
eğitim faaliyetleri gerçekleştirildi.
KAHED
Sosyal
Faaliyet
ve
Organizasyon
Komisyonumuz
faaliyetlerini
sürdürmektedir.
Mahşer-i Cümbüş Tiyatro Ekibini
ilimizde
misafir
ederek
aile
hekimlerinin stres atması sağlandı.
Kocaeli Aile Hekimleri Derneği
Araştırma
Komisyonumuz
ülke
çapında nöbet eylemleri katılım
oranlarının belirlenmesi ve ilimizdeki
sorunların belirlenmesi konularında
çalışmalar yürüttü. Kocaeli Valiliği,
KHSM, Kamu Hastaneler Birliği İl
Genel Sekreterliği, Kocaeli Büyükşehir
ve İlçe Belediyeleri, Siyasi Partiler,
Kocaeli Tabip Odası, Sendikalar ve
Basın-Yayın Kuruluşları ile periyodik
görüşmeler gerçekleştirilmektedir. KAHED olarak üyesi olduğumuz
AHEF ile uyum ve işbirliği içerisinde
olmaya; tüm faaliyetlere katkı
sağlamaya azami ölçüde çaba
gösteriyoruz.
1978 yılında öğretmen baba ve ev hanımı annenin ilk
çocuğu olarak Artvin ili Arhavi ilçesinde dünyaya geldi.
İlk ve Orta öğrenimini Samsun’un Alaçam ilçesinde
tamamladıktan sonra, 1991 yılında Amasya Anadolu
Öğretmen Lisesi ’nde öğrenim gördü. 19 Mayıs Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nden 2002 yılında mezun oldu. Samsun’un
Havza ilçesi Gidirli Köyü Sağlık Ocağı’na göreve başladı.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı Zonguldak Filyos 4.
Elektronik ve İstihbarat Birlik Komutanlığı’nda yürütmekte
olduğu askerlik hizmetinden 2005 yılı ocak ayı sonunda
Tabip Teğmen rütbesi ile terhis edildi. Samsun Havza
Devlet Hastanesi Acil Servisinde ve B tipi 112 Acil Hizmetler
istasyonunda 2 yıl kadar görev yaptıktan sonra 01.03.2007
yılında Aile Hekimliği Pilot Uygulaması kapsamında Samsun
Havza Gidirli Aile Sağlığı Merkezi’nde Aile Hekimi olarak
göreve başladı. 2010 Ağustos ayında İzmit KuruçeşmeYenimahalle 1 No ’lu Sağlık Ocağı’na tayin oldu. Halen
Kocaeli Körfez Güney Aile Sağlığı Merkezi’nde Aile Hekimi
olarak görev yapıyor. KAHED Yönetim Kurulu Başkanlığı ve
AHEF Hukuk Yürütme Kurulu üyeliği görevlerini sürdürüyor.
Futbol müsabakalarını seyretmeyi, otomobil kullanmayı
ve seyahat etmeyi seviyor. Teknolojik yenilikler ve bilişim
sektörü ilgi alanları arasında. Evli ve 6 yaşında bir erkek
çocuk babası. Orta derecede İngilizce biliyor.
35
YAZAR
Hangisinin günümüz insanına daha yakın olduğunu
söylemekte zorlanabilirsiniz …
Gittiğiniz yönü dikkate almazsanız yani …
Uzm. Dr. Mithat TOSUN
Ve her mola vediğinizde …
Durduğunuzda, insanların aslında nasıl da yavaş
yavaş değiştiğini farkedip şaşarsınız ….
Daha önce mola vediğinizdekilerden farklıdırlar …
Hele hele uzaklaştıkça günümüz insanından ne
kadar farklı olduklarına şaşarsınız …
İlk başladığınızda … 100 metre sonra Hz. İsanın
doğumuna ulaşırsınız …
Takvimlerimizdeki milat burada başlar …
İNSANLIĞIN EVRİMİNE
KISA BİR YOLCULUK
Bir küçük kız ….
Tutsun annesinin elinden …
Ve annesi de tutsun kendi annesinin elinden …
Ve böylece uzayıp giden bir nesiller zinciri oluştuğunu
düşleyelim ….
İnsandan, Şempanzeden ve Bobobolardan da öte ….
Taa ilk insansıya kadar diyelim …
Ne kadar uzun olabilir ki böyle elele oluşturulacak bir zincir?
Belki 300 kilometre kadar …
Şimdi bir bisiklete binerek bu zincir boyunca geriye doğru
gittiğinizi düşünün …
Bu yolu belki de 2 günde gidersiniz ancak … Elbette biraz
antremanlıysanız …
Homo Sapiens ile başlarsınız …
Sonra sırayla Homo Erectus …
Homo Habilis…
Australopithecus …
Ardipithecus filan gelir ….
Arasıra durup bir soluklanırsınız, dinlenirsiniz …
Durduğunuzda belki aynı anda 20 insanı
algılayabilirsiniz …
Ufkunuz normalde bu kadardır …
Belki bu kadar bile değildir normalde …
ancak
Baktığında insanların ne kadar da birbirine benzediğini
düşünebilirsiniz başlangıçta …
36
400 metre sonra taş devrindesinizdir …
İnsanlar bindiğiniz bisikleti şaşkınlıkla izler …
Yapıldığı metal bile mucizedir onlar için ….
Siz ve giysiniz, bisikletin tekeri ve diğer aksamlarına
hiç değinmeyelim bile …
İlk kilometre taşına geldiğinde Neandertalerlere
rastalarsınız …
Ama onlar bizim evrim çizgimizin parçası değillerdir
…
100.000 yıl önce bizim çizgimizden ayrıldıkları
varsayılır genelde …
5. kilometreye geldiğinizde belki de Fransadaki
mağaralardaki resimleri yapanlardan biri sizin atanız
olabilir diye düşünebilirsiniz …
2.2 kilometre sonra buzullarda bulunmuş olan Ötzi’nin
akrabalarına rastlayabilirsiniz …
3. kilometreden sonra insanları artık hep çıplak
göreceksiniz … Üstlerinde giysileri yoktur artık*giysi …
Olasılıkla Afrika’da bir yerlerdesinizdir
…
Burada artık modern insanın sınırına
varmış olabilirsiniz …
Bazıları bu sınırı 7. kilometreye kadar
uzatmaya çalışsa da …
Sınırların kesin olmadığını gördünüz
…
Sınırlar biraz da keyfi çizilmiş …
Ani sıçramalar yok öyle …
Hep yavaş yavaş …
15. kilometrede dilin ortaya çıktığı
döneme geldiniz …
Zaten yol boyunca laf atsanız
yalnızca ilk 10, bilemediniz 20 kişiyle
anlaşabilirsiniz belki …
Ondan sornrası olsa olsa belki beden
diliyle …
20. kilometrede bazı insanların ilkel
yay ve ok kullandıklarını …
Birazcık daha gidince sadece
ağaçtan yapma mızrakları …
Daha sonra ise yalnızca yontulmuş
keskin taşları kullandıklarına tanık
olacaksınız …
Sonra 100. kilometreye kadar
genelde hep yontulmuş taşlarla
uğraşan
insanları
göreceksiniz
olasılıkla…
O çağ hakkında o kadar az şey
biliyoruz ki …
Bundan
dolayı
da
neler
görebileceğinizi
söylemekten
çekiniyoruz …
Ama sizi bazı sürprizlerin beklediğine
emin olabilirsiniz …
150. kilometrede artık yolun yarısına
geldiniz ….
Gece yatmaya hazırlansanız iyi
olacak …
Kendinize güvenli bir yer bulmalısınız
Sizi misafir edebilecek olanlara
Australopithecus diyoruz günümüzde
…
Elbette Avustralyada yaşadıkları için
değil …
Sözcük
çevirisi
belki
‘Güneyli
Maymunsular’ anlamına geliyor
diyebiliriz
Sabah artık dinlenmiş olarak kalktınız
ve yola koyuldunuz.
Önünüzde 150 kilometre kadar daha
yolunuz var …
Yanından geçtikleriniz hala insana
benziyorlar mı … ?
Biraz daha kambur … Daha uzun
kollu …Ve biraz daha ufaklar beden
olarak değil mi … ?
Lucy atalarınızdan biri olabilir mi
acaba … ?
160. kilometrede Ardipithecus denen
insansılara rastlayacaksınız …
120 santim kadar boyları olmalı …
Ama hala iki ayakları üstünde dik
yürümeye çalışıyorlar …
250.
kilometrede
gördüğünüz
insansılar artık ‘4 ayak üstünde’
diye tanımlanan biçimde hareket
ediyorlardır …
Artık insandan çok maymunlara
benzediğini düşünebiliriz …
300. kilometrede artık şempanzelere
ulaşmadınız elbette …
Hem şempanzelerin, hemde bizim
atamız olan ortak atalarımıza ulaşmış
olmalısınız …
Bu sadece insan soyunun başlarına
doğru kısa bir yolculuktu …
yeter herhade …
Oysa ne kadar ilginç bir yolculuk
olurdu değil mi … ?
Umarım sizi gündelik düşüncelerin
ötesine kılavuzluk yaparak çıkarttığım
geziden
benim
kadar
keyif
almışsınızdır …
İki kent arasına her metreye bir kişi
olmasa da belli aralıklarla böyle
poster resimler hazırlayıp loysak
diyorum ….
Yolculuklarımız aslında ne kadar da
eğlenceli ve eğitici olurdu değil mi
…?
*insan zinciri
Bu analoji için fikir Richard Dawkins’ten
esinlenilmiş. Aslında Dawkins’e göre
yolculuk 300 kilometre sürmüyorsu
sanırım ama olsun. Fikir vermesi
açısından zihin açıcı bir fikir jimnastiği
bence ….
Dawkins’e göre İnsanla Şempanzenin
ayrışmasından beri yaklaşık 25.000
kuşak geçmiş.
Fermi yaklaşımı yaparak hesaplama
kolaylığı olsun diye biz bunu 30.ooo
kuşak olarak kabul edelim ve elele
tutuşan kişi başına hesaplamada
kolaylık olsun diye 1 metre
hesaplayalım ….
İki kuşak arasında da 20 yıl olsun
ortalama ….
*giysi
190.000 yılönce giysi biti diğer insan
bitlerinden genetik olarak ayrılmış
diye duyduğumu anımsıyorum.
Evrimin ta başına kadar bisikletle
gitmeye ne enerjiniz, ne de ömrünüz
37
RÖPORTAJ
“
Biz böyle şeyleri yabancı filmlerde izlerdik ve imrenirdik
açıkcası ve şimdi bizim ülkemizde de böyle bir sağlık hizmetinin
sunuluyor olduğunu bilmek mutlu edici, sevindirici.
”
ALİ ATAY’ın menajeri Sibel Demir
Atar’ın aracılığıyla gerçekleştirdiğimiz
röportaj, başta sağlık üzerine olacaktı.
Her oyuncu gibi pek de sağlıklı
olmayan setlerdeki çalışma ortamı
nedeniyle Ali Atay’ın sağlık üzerine
söyledikleri kısıtlı olunca, röportajın
rotası bu yıl İstanbul Film Festivali’nde
de gösterime girmesi beklenen
ancak geçtiğimiz ay vizyona giren ilk
filmi ‘Limonata’ üzerine oldu.
Bir aile hekiminiz var mı ve
doktorunuzla aranız nasıl?
Bundan yaklaışk bir sene önce
hayatımı değiştiren bir karar alarak,
sağlığıma daha çok önem vermeye
başladım. Aslında el verdiği ölçüde
diyelim.
Benim
Aile
Hekimim
oturduğum semtte yani Nişantaşı’nda
ve doktorum ne derse onu büyük
bir özveriyle yapmaya çalışıyorum.
Konu sağlıktan açılınca aklıma
ünlü tiyatro yazarı Voltaire’in sağlık
üzerine söylediği söz gelir ve onun bu
sözünü sizlerle de paylaşmak isterim;
“Bir ulusun kaderi, başbakanın
sindirim organlarının iyi çalışıp
çalışmamasına bağlıdır.”
ALİ ATAY
DOKTORUM NE DERSE
YAPMAYA ÇALIŞIYORUM
Hayran kitlesini ‘Leyla ile Mecnun’ ile oluşturdu.
Ardından ‘Ben De Özledim’ ile alkışları topladı.
Oyunculuktaki yeteneği ile bir sıkıntımız yok; Her
şey ortada. Fakat, genç kızların gözdesi Ali Atay,
sağlığına ne kadar önem veriyor? Biraz sağlıktan
daha çok ilk yönetmenlik deneyimi olan yeni filmi
‘Limonata’ ya dair keyifli bir röportaj yaptık.
38
Bir gününüz nasıl geçiyor?
Çalışma saatlerimiz ve günlerimizin
bu kadar belirsiz olmasından
kaynaklanıyor olsa gerek ki net bir
cevap veremiyorum. Bilmiyorum,
açıkcası bir günüm bir günümü
tutmuyor yani. Bu yoğunluk içinde
beslenmenize dikkat ediyor musunuz,
derseniz cevabım elimden geldiği
kadar olacak.
Malum dizilerde çok yoğun çalışma
saatleri olabiliyor. Genel olarak
sağlığınız için ne yapıyorsunuz?
Sorduğunuz
soru
çok
doğru
bir saptama. Setlerde sağlıklı
beslenemiyoruz, o nedenle aslında
kimi zaman aile hekimimin bana
önerdiği besinleri yanımda taşımaya
çalışıyorum.
Sizlerle
paylaşmak
istemediğim, aile hekimimin bildiği
bir rahatsızlığım var ve bu nedenle
dengeli beslenmeye ve önerdiği
gıdaları almaya özen gösteriyorum.
Bana göre en sağlıklı yemek, evde
yapılan yemektir.
Aile hekiminize genellikle ne
sıklıklarla gidersiniz?
Benim aile hekimim, inanın benim
sağlığımı benden daha fazla
düşünüyor diyebilirim. En yakın
dostum gibi bazı zamanlarda o
beni aramakta ve nasıl olduğumu
gerçekten merak etmekte. Hani
biz böyle şeyleri yabancı filmlerde
izlerdik ve imrenirdik açıkcası ve
şimdi bizim ülkemizde de böyle bir
sağlık hizmetinin sunuluyor olduğunu
bilmek mutlu edici, sevindirici. Ya
aslında gerçekten oldukça insani ve
gurur verici.
39
“
Sansür
dünyanın en
korkunç şeyi.
Sansür yüzünden
filmimi her hangi
bir gösterimden
çekmeyi bırak,
ülkeden gitmeyi
göze alırım.
”
Oyunculuk ve senaristlğin üzerine
‘yönetmen’ olarak karşımıza çıktınız.
Nasıl başladı bu süreç ve Limonata
filminizden söz eder misiniz?
Bir dizi projesinde Ertan Saban ile
çalışırken, birlikte film çekmek üzerine
konuşmaya başladık. Bana sürekli
Makedonya’nın da içinde olduğu
bölgede bir proje yapmak istediğini
söylüyordu. Sonunda ikna olmuştum
ama ben de belli bir bölgede
değil, yollarda çekmek istiyordum.
İkna olduğum fikri ‘hemen’ hayata
geçirmek gibi bir huyum var. ‘Önerileri
hemen hayata geçirmem gerek’
diye düşünürüm. Bir taraftan belgesel
de çok sevdiğim için gerçek olan
bir şeyi anlatma durumunu da çok
yaşarım. Zaten bu yüzden, Ertan ile
konuşa konuşa rol alacağım proje,
‘Madem oynuyorum ben yazayım,
madem yazıyorum ben çekeyim’
durumuna kadar geldi. Başlangıçta
oyuncu olarak dahil olduğum projeyi
çekmeye başladım. Bu arada
‘Limonata’ya kadar fotoğraf dahi
çekmemiş adamım.
Peki, bu filmden istediğiniz sonucu
alacağınızı düşünüyor musunuz?
Yani gişede durum ne olur?
Bunu önünüyormuş gibi algılamayın
ama filmdeki ifadelerden içinde
40
bir yönetmen yok. Benim ‘dönem’
derdim var. Anlatılan şeyin nasıl
anlatıldığı benim için önemli. Kimi
yönetmen beklentileri karşılamak,
kimi de istenileni yerine getirmek
adına film çeker. Evet, yönetmenlik
koltuğuna oturan herkes kendini
birçok yönetmenin işiyle geliştirir ama
ben ‘Limonata’yla bütün ezberlerimi
unuttum.
bulunduğumuz
durumlara
kadar her şeyiyle doğru bir proje
çıkardığıma
inanıyorum.
Şayet
aksini düşünseydim, üzerinde hala
düşünüyor olurdum. Müzikleriyle
bile bizzat ilgilendim. Sonuçta yirmi
yıldır oyunculuk yapıyorum ve artık
bir duygunun nasıl ifade edilmesi
gerektiğini biliyorum.
Çalıştığınız oyuncularla daha önce
başka dizilerde de rol aldınız. Bunun
bu filminizde bir avantajı oldu mu?
Birlikte
çalıştığım
arkadaşlarımı
yakından tanıyor olmak, tabiki bir
avantaj sağladı. Bu aynı zamanda
yönetmen için de büyük bir
şanstır. Oyuncu koçu ile çalışmış
bir yönetmen ile çalışmanın ne
kadar önemli olduğunu biliyorum.
Oyuncuya müthiş avantajlar katar
ve bu durumda set bitmesin
istersin.
Çalıştığım
oyuncuların
deyim yerindeyse ‘ciğerini’ bilir
hale geldiğim için bana yalan
söyleyemediler. Oyuncu sıkıştığı anda
çok güzel yalan söyleyebilir. Çoğu
yönetmen de yer bunu. Ya da onun
da işine gelmez; ‘yemiş gibi yapıp’
ışığı kaçırmamak adına sahneyi
kesip atabilir. Dolayısıyla ben de sırf
sahnenin ‘güzelliği’ için oyuncularımı
kullanmadım.
Limonata’nın
film
festivalinde
gösterileceğini
okumuştuk.
Sonrasında festival iptal olunca
sinemada izleyeceğiz. Bunun bir
farkı var mı?
Biz ‘festival filmi’ veya ‘vizyon filmi’
diye yola çıkmadık. Bizim derdimiz
bir hikaye anlatmaktı. Benim için film,
filmdir. Bende sorduğunuz bu soru,
sinemayı konumlandırma isteğinden
doğan bir yargı. Film, filmdir. Birileri
zamanında bir şeyleri yanlış anlamış,
başkalarını
yanlış
yönlendirmiş;
yanlış yönlenen insanların da kafası
karışmış.
Beğenmediğiniz
filmler
olabilir,
benim de var mesela. Nuri
Bilge Ceylan’ın, bazı filmlerini
çok seviyorum, bazılarını da hiç
sevmiyorum. Onun en sevdiğim
projesi üçlemesidir: ‘Kasaba’, ‘Mayıs
sıkıntısı’ ve ‘Uzak’. ‘Kasaba’yı ilk
izlediğimde sevmemiştim. ‘Mayıs
Sıkıntısı’nı izledikten sonra ‘Kasaba’yı
sevmeye başladım. Bu filmleri
izledikçe adamın dünya çapında
neden sevildiğini anlıyorsunuz.
Bu ilk yönetmenlik deneyiminizde,
daha
önceden
beğendiğiniz
yönetmenlerin esintileri oldu mu?
Bu yaşıma kadar o kadar çok film
izledim ki, gerçekten takıntılı olduğum
Birazda filmin anlattığı öyküden söz
edermisiniz? Bu öyküyü izlemeye
neden gidelim?
Bu film farklı kültürlerden ve birbirini
tanımayan iki kardeşin hikayesi. Bunun
yanında iki farklı baba-oğul ilişkisi
anlatılıyor. Ben babam öldüğünde
16 yaşındaydım. Ona vereceğim
çok şey vardı ama çok küçüktüm; şu
an 40 yaşıma gelmek üzereyim ve
babama bu filmi hediye ettim. Bu
filmi bitiripte izledikten sonra ‘Bir tane
birayı hak ettim’ dedim kendime.
İnternette
yaptığım
kısa
bir
araştırmayla, bu filmi daha önce
‘Kan Limonata Değildir’ ismiyle
başka birinin yönetmenliğinde
çekmeyi planladığınızı öğrendim.
Sonrası nasıl oldu peki?
Bu
film
2009
yılından
beri
aklımızdaydı. Yani yazma aşaması
o dönemlere denk geliyor. Ben
sizinde sorduğunuz gibi bu filmde
oynayacaktım. Sonra filmi çekecek
doğru yönetmeni bulamayınca karar
değiştirdik. Filmi çekenin arkadaşımız
olmasını istiyorduk. O açıdan filmi
bir yönetmene emanet etmek
istemedik. O arada film kendi kendini
demlemeye başladı. Sonra ben
karar verdim filmi çekmeye. Kendi
kendime “Eğer bunu halledebilirsek,
yani doğru yolu açabilirsek, oradan
yürürüz ve kendi filmlerimizi yapmaya
başlarız” diye düşündüm. Kimseden
bir şey beklememize gerek yok.
Eğer bir şey istiyorsak biz yapalım,
yapabiliyorsak da devam edelim.
Çünkü anlatacak çok hikaye var.
Yönetmenlere, yapımcılara falan
kızmadan, anlamsız sürtüşmeler
yaşamadan filmi kendi kendimize
halledelim istedik.
Filmini ilk izlediğinde ne düşündün?
Bu ‘Olmuş’ dedin mi?
Tam anlamıyla bitmemişken yüz
kere falan izlemişimdir. Bitmiş halini
ise bir kez izledim. İki kişi izledik,
şimdi çektiğimiz dizi Mutlu Ol Yeter’in
setinden çıkıp gece iki de izleyebildim.
Bitmiş halini izleyince içime bir
huzur doldu yani film benim içime
sindi. İnşallah düşündüğümüz olur,
hayalimizi gerçekleştirmeye başlarız,
ki bizim hayalimiz film çekmek değil,
kendimize bir yol açmaktı. Eğer sizler
bize ‘kendi filminizi çekin’ ehliyetini
verirseniz, buradan devam ederiz.
“SANSÜR YÜZÜNDEN ÜLKEDEN
GİTMEYİ GÖZE ALIRIM”
Bir sahnede kamera duvardaki
‘Kan Limonata Değildir’ yazısına
odaklanıyor. Film adını da buradan
alıyor. Ne gibi anlamı var bu sözün?
Bu film bir kardeşlik hikayesi anlatıyor.
Kardeşliğin aslında benim gözümden
ne anlama geldiğini. Kan limonata
değildir. Yani kan limonata gibi
akıtılacak ucuz bir madde değildir.
Bu filmin içinden hem yol geçiyor
hem de yüksek şiddette sevgi. Yani
organik bir dokusu var bu filmin.
Konuşurken bu cümle aklımıza düştü.
Şu anda olup biten mevzulardan
bahsediyorduk, savaşlardan falan.
Film için ‘yol filmi mi, komedi filmi
mi?’ diye soranlar var. Hiçbiri değil.
Bu sadece iki adamın hikayesi. Ölüm
döşeğinde babasının son arzusunu
yerine getirmek için kardeşini
bulmaya giden bir adam onu nasıl
ikna edip eve getirir? Ve bütün
hikayeyi serbest çağrışımla yazdık.
Sektörde yaşanan sansür için ne
düşünüyorsunuz?
Sansür dünyanın en korkunç şeyi.
Sansür yüzünden filmimi her hangi
bir gösterimden çekmeyi bırak,
ülkeden gitmeyi göze alırım. Çünkü,
içeriği ne olursa olsun, onaylarsın
veya onaylamazsın, mesele sansür
ise oturup beş kere falan düşünmen
gerekiyor. Ben sebebiyle sonucuyla
ilgilenmiyorum. O film yayınlanıyor
mu, yayınlanmıyor mu?
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Bizim sektörümüz yorucu, yıpratıcı ve
çalışma saatlerimiz düzensiz. Ama
bu sağlığımıza dikkat etmeyeceğimiz
anlamına gelmiyor. Tam tersine
herkesin aile hekimine danışarak,
en azından yapabildiği ölçülerde ve
mutlaka aile hekimlerinin tavsiyelerine
uyarak, kendilerine bir çeki düzen
vermeleri gerektiğini söylüyorum. Ki
bunu yapsınlar. Bazen sinir sistemimiz
hem fiziki hem de beyinsel açıdan
dayanamıyor. Aslında pek sağlıklı
yaşadığımız söylenemezse de sağlık
herşeyden önemli ve kıymetini
bilmeliyiz.
Sorularınız için, verdiğiniz uğraşlar ve
sanatçılara duyduğunuz hassasiyet
için ailehekimleri derginize teşekkür
ederim. Başarılar sizinle olsun.
41
Dr. Hasan KOCA
AĞVA
Bugün batıda Bursa ve İstanbul,
doğuda Kastamonu ve Bartın
ile sınırlanan bölge, antik çağda
Bitinya (Bithynia) ismiyle biliniyordu.
Bitinyalılar (Bithyn kavmi) göçmen
Trakyalılardı. Yunan mitolojisine göre,
Troya’dan dönerken şiddetli fırtına
nedeniyle Trakya’da kıyıya çıkan
prens Demephon, kral Phyleus’un
misafiri olur. Thrakia kralının kızı Phyllis
misafir prense aşık olur. Thesseus’un
oğlu Demephon da genç kızın
aşkını karşılıksız bırakmaz, karşılık verir,
sonsuza dek birlikte olma sözü verir
ona. Demephon, ülkesine dönüp
yarım kalan işlerini tamamlamak
için sevgilisinden izin ister. Phyllis
sevgilisinin sözüne güvenerek bu izni
verir. Kararlaştırdıkları günde genç
kız Demephon’un gemisini görmek
için limana kadar yürür ama prens
gelmez. Demephon evlenip çocuk
sahibi olmuştur bile. Çok uzun zaman
geçtikten sonra Phyllis, Demephon’un
dönmeyeceğini anlar. Trakyayı terk
edip Bitinya’da iki suyun arasındaki
bir köye yerleşir. Üzüntüsünden
kendini asıp meyve vermeyen ve
yeşermeyen bir badem ağacına
dönüşür. Bu ağacın yanındaki nehir
42
de Pyhllis’dir. İstanbul Boğazı ile
Sakarya Nehri’nin tam ortasında bir
yerlerde bulunduğu söylenmekle
birlikte hangi akarsu olduğu net
değildir.
Fakat Phyllis’in Ağva’daki Yeşilçay
olması
kuvvetle
muhtemeldir.
Rodos’lu
Apollonius’un
Argonautika’sından Phyllis’in diğer
bir adının da Psillus olduğunu
biliyoruz. Psillion/Psillium Ağva’dır. Tıpkı
Calpe’nin Kerpe, Rhoe’nin Cebeci,
Artane’nin Şile, Rheba’nın (Ad
Herba) Riva Deresi olduğu gibi. Eğer
gerçekten de Phyllis Ağva’da ise o
zaman Ağva’daki iki dereden (Göksu
ve Yeşilçay) yeşil renkli olanın Phyllis
olması daha muhtemeldir. Çünkü
“phyllis”,
Yunanca
“phyllon”dan
(yaprak) türemiş bir sözcüktür. Bunu
dedikten sonra Türkçe Vikipedi’nin
Ağva makalesinden şu cümleyi
aynen alalım : “Ağva’nın doğusunda
kalan Yeşilçay, adını her iki sahilindeki
bitki örtüsünün suya yansıyan
renginden almıştır”. Aynı makaleden
son bir cümle : Ağva, Latince “iki
dere arasına kurulmuş köy” ve “su”
anlamına geliyor”.
HANGİ YOLDAN GİDECEĞİZ?
Hangi yoldan gideceğiz, diye soruyor
bacanak, bir yandan aracı kullanıp,
bir yandan da yol kenarlarında
açmış birbirinden güzel gelincikleri
seyrederken.
Henüz
Kandıra’ya
gelmeden
bir
Ağva
tabelası
gözümüze
ilişiyor,
körlemesine
giriyoruz yola. Yaklaşık yarım saat
sonra varıyoruz kalacağımız otele.
Eskiden yalnızca birkaç pansiyonun
olduğu Göksu Irmağının neredeyse
tamamı otel ve pansiyonlardan
oluşuyor. Bir İstanbul Masalı dizisinden
sonra herkes daha da ilgilenir olmuş
Ağva’yla. Bu da burada bulunan
konaklama
alanlarını
oldukça
arttırmış. Otele yerleştikten sonra
hemen Ağva’nın merkezine gitmeye
karar veriyoruz hanımlarla birlikte.
Fakat çocuklar otelin bahçesini
görünce oynamak istiyor, hamakta
sallanmak, özgürce yuvarlanmak
çayırların üzerinde.
YEŞİLÇAY
Beldenin merkezi küçük dükkanları
olan,
özgürce
yürüyüşler
yapabileceğiniz bir yer. Sahilde bir
deniz feneri mevcut. Etrafı insanların
rahatlıkla oturup, denizi seyretme
fırsatı sunuyor. Hemen solunda ise
uzun bir sahil. Mayıs ayında su biraz
soğuk olsa da, insan en azından
ayaklarını suya sokmak istiyor. Ağva
ayrıca balıkçı teknelerinin mekânı.
Derelerde kano veya deniz bisikleti
ile gezinti yapılabiliyor. Motorlu
teknelerle birkaç saatlik gezintiler
organize
edilebiliyor.
Çocuklar
biraz direniyor tekneye binmek için.
Yeşilçay’da bir tekne kiralayıp ırmağı
gezmeye başlıyoruz. Yeşilçay’ın en
yeşil olduğu zamanda geldiniz, diyor
teknemizin kaptanı, tekneye mazot
doldururken. Evet aylardan mayıs
ve biz Ağva’da güneşli bir günde
şehir yaşantısının tüm sıkıntılarından
uzaktayız. Yeşilçay’da bir tekne
kiralayıp ırmağı gezmeye başlıyoruz.
Yemyeşil bir nehir, masmavi bir
deniz, çimenler, ağaçlar; işte gerçek
dinlendirici tatil bu…
43
NELER YAPILIR?
Neler yapabilirim orada derseniz,
yemyeşil çimenlerin üzerinde kitabınızı
okuyabilir, doğal ürünlerle kahvaltı
edebilir, nehirde deniz bisikletiyle
veya sandallarla gezinti yapabilir,
denize girebilir, keyifli kafesinde
kahvelerinizi
yudumlayabilirsiniz.
Akşam yemeğiniz de sizi şömine
başında bekliyor olacak. Hele ki
şarap sever biriyseniz seçeneklerini
görünce keyiften ölebilirsiniz.
Oteller kısmına gelirsek, şöyle
düşünün nehir kenarında ya da
deniz kenarında kalabilirsiniz. Şimdi
başta bana da deniz daha iyi geldi
ama yemyeşil nehri gördüğünüz
anda pişman olabilirsiniz derim ben.
Buranın özelliği olağanüstü güzellikteki
bu manzarası, hem de yaz kış.
Nehir
kenarında
araba
ile
ulaşabileceğiniz yolu olanlar ya da
karşı tarafında teleferik tarzı bir aletle
ulaşabileceğiniz oteller mevcut. O
da romantik olabilir belki ama biz
ulaşımın kolay olduğu bir otel seçtik.
44
NASIL GİDİLİR?
İstanbul’a 97 kilometre uzaklıkta
olan bu şirin beldeye ulaşmak için
öncelikle Şile’ye gitmek gerekiyor.
Şile’ye kadar yol otoban kalitesinde.
Şile’ye ulaştıktan sonra; iki seçenekle
Ağva’ya gidilebiliyor:
Birincisi, sahil yolu; Şile Çayırbaşı’ndan
iki yol ayrılıyor. Sahil yolu, Kabakoz,
Akçakese
yolunun
devamında
Şuayipli ile karşılaşıyorsunuz. İsaköy
dönüşüne gelinince Ağva tabelaları
yardımcı oluyor.
Şile’den Ağva’ya ikinci yol güzergahı
ise; Çayırbaşı’ndan, Teke Köyü’ne
giden yolu takip edip Teke, Gökmaslı
ve İsaköy istikametinin devamında
Ağva’ya ulaşmak.
Gebze tarafından ulaşım için;
Mollafenari istikametine doğru gidip
Tem yolunu takip ederek, soldan
Teke yoluna sapmak, Teke’ye gelince
de sağdan İsaköy yoluna girmek
gerekiyor.
İzmit tarafından ulaşım için; Kandıra
otobanı ile ilk önce Kandıra, Akçaova
ve sonra Ağva’ya ulaşılabiliyor.
İstanbul Ağva arası mesafe 108
kilometre olup, araçla ortalama 2
saat 50 dakika sürmektedir.
Kocaeli Ağva arası mesafe 48
kilometre olup, araçla ortalama 1
saat 10 dakika sürmektedir.
Bursa Ağva arası mesafe 194
kilometre olup, araçla ortalama 3
saat 20 dakika sürmektedir.
Ankara Ağva arası mesafe 404
kilometre olup, araçla ortalama 5
saat sürmektedir.
İzmir Ağva arası mesafe 515
kilometre olup, araçla ortalama 7
saat 30 dakika sürmektedir.
Phyllis’in
ağaca
dönüştüğünü
öğrenen Demephon büyük bir
suçluluk duyup Phyllis’in ülkesine gelir.
Phyllis’in dönüştüğü kuru badem
ağacına sarılıp ağlamaya başlar ve
gözyaşları ağacı yeşertir, çiçeklendirir.
Badem
ağacının
yapraklarını
döktüğü mevsimse, Phyllis’in öldüğü
mevsimdir. Phyliss, tıpkı badem
ağacının güzel havaya kandığı gibi
kanmıştır aşığının ömür boyu birliktelik
sözüne; badem ağacının yemişe
durmadan
karayele
çarpılması
gibi çarpılmıştır karasevdaya. Bu
sevdanın meyvesidir badem.
45
LG 55EC930 V OLED TV
Bu televizyonun en dikkat çeken yanı
kavisli yapıda tasarlanmış olması. Bunun
yanı sıra LED, LCD ve plazmaya göre
çok daha parlak görüntü sağlayan OLED
panale sahip olması da bir diğer avantajı.
LG 55EC930 V’nin iki adet kumandası
bulunuyor. Bu kumandaların ilki, işlevsel bir
kızılötesi kumanda. İkincisi ise LG’nin en son
Magic Remote işaretçisi. Bu televizyondaki
OLED ekran görüntüsünü görünce, bunu
başka bir televizyonla kıyaslamanız inanın
pek mümkün olmuyor. Aşılamaz siyah
seviyesi performansı, dinamik parlaklık
zirveleri, derin ve zengin renkleriyle bu
teknoloji en zor sahnelerde bile oldukça
başarılı performans sergiliyor.
TEKNOLOJİ
LENOVO YOGA TABLET 2 PRO
Lenovo Yoga Tablet 2 Pro modeli bir ilk olarak, üzerinde
hem projektör hem de subwoofer destekli hoparlör
taşıyor. Ekranını masa üzerine konumlandırabilmeniz
için Yoga Tablet 2 Pro’nun alt kısmında gizlenen
ve açılabilen bir stant var. Tabletin arka yüzündeki
düğmeye basarak açabileceğiniz bu satantla ekranın
açısını değiştirebilirsiniz. Bu tabletin malzeme kalitesi
ise muazzam. Büyük yekpare ekran ve arka yüzeyde
stant kısmında kullanılan metalik malzeme, tabletin
tasarım çizgisine de önemli ölçüde yön veriyor. Yine
ekran menteşesinin bir kenarında güç düğmesi var.
Diğer kenarında ise bir piko projektör konumlandırılmış. Ayrıca 8 MP çözünürlüğündeki arka kamera fotoğraf
çekmek için ideal.
ESCORT JOYE E8
Escort Joye E8, üst seviye özellikleri, başarılı tasarımı,
etkileyici performansı ve uygun fiyatıyla dikkat çekiyor. Bu
telefonda 5 inç büyüklüğünde , Full HD çözünürlükte IPS
ekran kullanılmış. Bu da telefona gerçekten geniş bir görüş
açısı sunuyor. HD çözünürlükte video kaydı yapabilmesi
de cabası. Ön yüzeyin alt kısmındaki beyaz bölgede
dokunmatik Android kontrol düğmeleri var ve aydınlatma
özelliği es geçilmemiş.
TOSHİBA STOR.E CANVİO 1TB
Kablosuz ağınızın etki alanını artırmak daha önce hiç
bu kadar kolay olmamıştı. Bu harici disk, basit ve boş
bir depolama alanından çok daha fazlasını sunuyor. 5
renk seçeneği bulunan disklerin hepsinde plastik, parlak
piyano kaplaması kullanılmış. Bu haliyle çok şık durduğunu
belirtmek gerekir. Diskinizle internete bağlı bir bilgisayarla ve
bilgisayarınız açık olduğu sürece, diskinizin içine ister başka
bir bilgisayardan isterseniz de akıllı telefonuzdan erişebilirsiniz.
Bu şekilde diskteki fotoğraflara bakmak, müzikleri ve videoları
doğrudan oynatmak da mümkün. Windows yüklü bir
bilgisayar kullanıyorsanız diskin içinde bulunan tam sürüm
NTI Backup Now EZ yazılımını kurarak harici diskinize otomatik
yedekleme de yapabilirsiniz.
46
TOSHİBA TECRA Z50-A-11C
Üst düzey özelliklere sahip olan bu bilgisayar, iş yapmaya
ve ofis çalışmalarını daha da zevkli hale getirmek için
yaratılmış. Aydınlatmalı klavyesi ise özellikle yetersiz ışığa
sahip ortamlarda çalışmanızı kolaylaştırıyor. Klavye tasarımı
ise şıklığına başka bir hava katıyor. Pili 9 saati aşkın bir süre
dayanmakla birlikte, metal kasası çabuk ısınmasını da önlüyor.
Günlük rutin çalışmalarınızda bilgisayarın fanının çalıştığını bile
duymuyorsunuz. Çünkü buna gerek olmuyor.
VESTEL VENÜS 5.5 V
Şık bir tasarıma sahip olan, yerli akıllı telefon Vestel Venüs
5.5 V’de sunulan işletim sistemi Android 4.4. Elbette bu
telefonda en dikkati çeken özellik, 4G desteğinin olması.
Arka kamerası 13 MP çözünürlükte. LED ışık desteği ise,
düşük ışıkta çekilen fotoğrafların detayını artırıyor. Bluetooth
özelliğinin olduğunu söylemeye gerek dahi yok. Aktif bir
kullanımda ise pil ömrü 1 gün.
SAMSUNG GALAXY A5
Tasarıma ve malzeme kalitesine önem veren
bu yeni seri beklentileri karşılıyor. Şıklık konusunda
gerçekten başarılı olan bu telefonun ön kamerası
5MP çözünürlükte günümüz trendine uygun şekilde
fotoğraflar çekebildiği gibi, Full HD video kaydıda
yapabiliyor.
JABRA SPORT ROX
Jabra, zaten yüksek kaliteli ses
teknolojisiyle bilindik bir marka.
Firmanın çıkartmış olduğu bu
model ise sporculara yönelik
kolay
kullanım
özelliklerine
sahip. ABD ordusunda suya,
kuma dayanıklı olduğu tescil
edilmiş olan bu kulaklıkta, ayrıca
gürültü engelleme özelliği de
bulunuyor.
47
OTOMOBİL
Peugeot 308 EAT6 BlueHD
B
Otomatik şanzımanın sadece konfor anlamına geldiği yılları çoktan
geçtik. Peugeot 308 EAT6 BlueHDi, hem hızlanma hem de yakıt ekonomisi
sağlayan otomatik şanzımanıyla kullanıcıyı oldukça memnun ediyor.
Full LED farlar duygularınızı doruğa
çıkarmak için en ince ayrıntısına kadar
düşünülmüş.
48
Vites topuzunun arkasında şanzımanın
spor modu seçim düğmesi, anahtarsız
çalıştırma putonu ve elektronik park freni
bulunuyor.
Yolu oldukça detaylı bir şekilde
görebildiğiniz gibi, geriye
gidişlerde hiçbir kör noktanın
kalmamasını sağlıyor.
Küçük direksiyon simidi ve
yükseltimiş gösterge paneli,
otomobili daha da çekici ve
güvenli hale getiriyor.
ence Peugeot 308 EAT6
BlueHDi, Fransızların ürettiği
en iyi otomobillerden
biri. Mağza içerisinde
gerçekleştirdiğimiz
çekimler esnasında
otomobil hakkında
edindiğimiz bilgiyi,
daha sonrasında
gerçekleştirdiğimiz
sürüş ile test ettik. EAT6
otomatik şanzıman ve
düşük yakıt tüketimi bu
aracı diğerlerine oranla
tartışmasız lider kılıyor.
VİTES GEÇİŞLERİ HIZLI
Peugeot 308 EAT6 BlueHDi,
anahtarsız olarak çalıştırıp
otoyola çıktığımızda vites
geçişlerinin daha hızlı ve
akıcı olması, sürüşümüzü
daha da keyifli kıldı. Hızlı
çalıştığı kadar yerinde vites
geçişleriyle de 130 HP’lik
motor gücü olduğunu
öğrendiğimiz araç, bu
motot gücünü oldukça
verimli kullanıyor. İçerde
mi? İçerde kesinlikle motor
sesi yok. İstenildiğinde vites
koluyla manuel olarak da
vites değişimine izin veren
otomatik şanzıman, vites
kolu yanındaki ‘S’ yani sport
tuşuyla da daha keskin bir
karaktere
bürünebiliyor.
Test aracımızda bulunan
Sport Pack opsiyonu ile
birlikte bu tuşa basıldığında
daha hassaz gaz tepkisi,
daha sportif motor sesi ve
kırmızı renkli göstergeler
aktif oluyor.
SINIFININ LİDERİ
308 EAT6 BlueHDi’ın 1.6
litrelik dizel motoru aynı
zamanda litre başına
ürettiği 192 Nm’lik tork
değeriyle, bence kompakt
hatchback sınıfının lideri.
Elbette
dizel-otomatik
kombinasyonunda
yakıt
tüketimi
de
önemli!
Peugeot
308,
dizelotomatik kombinasyonuyla
3.3 lt/100 km’lik ortalama
yakıt tüketimi verisine sahip.
Bizim kullanımımızda ise bu
tüketim değeri daha da
azdı.
ÇEVRE DOSTU
100
km
hızlanmasını
sadece 9,5 saniyede
tamamlayan otomobil, 92
g/km CO2’den başlayan
emisyonlarıyla, tam bir
çevre dostu.
GEÇİŞLER SARSINTISIZ
Tork
konvertörlü
olan
şanzıman
sarsıntısız
geçişleriyle göz dolduruyor.
Manuel modu bulunan
şanzımanı
direksiyon
arkasındaki
kulakçıklarla
da kontrol etmek mümkün.
Ortadaki dijital ekrandan
turbo basıncı ve tork
eğrisini
görebiliyorsunuz.
En dikkat çeken nokta ise
direksiyonun sertleşip, gaz
tepkilerinizin daha canlı
hale gelmesi oluyor.
İÇ MEKAN
Küçük direksiyon simidi
ve yükseltimiş gösterge
paneli, otomobili daha
da çekici ve güvenli hale
getirmiş. Orta konsolda
kullanılan düğme sayısını
en
aza
indirgemek
için
neredeyse
bütün
kumanda
düğmeleri
konsol üzerinde yer alan
dokunmatik
ekrana
alınmış. Şık görünümlü
havalandırma ızgaralarının
yanlarında ana menüleri
seçmeye
yarayan
Geniş oturma alanlı koltuklar iç
mekanın monotonluğunu kırıyor ve
cam tavanı yaşam alanını daha da
ferah hale getiriyor.
dokunmatik paneller yer
alıyor.
Yine oldukça şık görünümlü
olan
vites
topuzunun
arkasında şanzımanın spor
modu seçim düğmesi,
anahtarsız
çalıştırma
putonu, elektronik park
freni, sportif sürüş düğmesi
ve kayar kapaklı bir göz
bulunurken, bu gözün
içerisine katlanabilir bir
bardaklık yerleştirilmiş.
BAGAJ
420 litrelik büyük bir
bagaj hacmine sahip
olan
otomobilin
bu
hacmini, asimetrik olarak
katlanan
arka
koltuk
sırtlıkları sayesinde daha
da
arttırabiliyorsunuz.
Bagaj zemini altında da
küçük depolama alanları
bulunuyor.
KONFOR
Konu
konfordan
açılmışken, tam donanımlı
olan
test
aracımızda,
geniş
oturma
alanlı
koltukların beyaz renkli
döşemeleri iç mekanın
monotonluğunu
kırıyor
ve cam tavanı yaşam
alanını daha da ferah
hale getiriyor. Konforun
yanında düşük tüketimde
sunan bu otomobil, iç
mekanı, sunduğu sürüş
keyfi
ve
yenilikleriyle
bizlerin alınmasını tavsiye
ettiği ender araçlardan
biri. Tüm meslektaşlarıma
gönül
rahatlığıyla
bu
aracı almaları konusunda
öneride bulunuyorum.
Test aracımızda, geniş oturma alanlı
koltukların beyaz renkli döşemeleri iç
mekanın monotonluğunu kırıyor.
49
ÜNLÜ TEORİK fizikçi Albert Einstein,
20. yüzyılın başlarında uzayda hiçbir
şeyin ışıktan hızlı gidemeyeceğini
gösterdi ve aynı zamanda maddenin
enerjiye, enerjinin de maddeye
dönüşebildiğini kanıtlayarak atom
çağını başlattı. Yine aynı dahi adam
1905-1915 yıllarında görelelik teorisini
geliştirdi. Böylece Dünya’nın Güneş ve
Güneş’in de Samanyolu Galaksisi’nin
merkezindeki süper kütleli kara deliğin
çevresinde dönmesini sağlayan
kütleçekim kuvvetini en kapsamlı
şekilde açıkladı. İster yörüngedeki
uydularla yapılan lazer ışını testleri
olsun ister parçaçık hızlandırıcılardaki
yüksek enerjili proton testleri, görelilik
teorisi o günden bugüne yapılan tüm
deneylerde defalarca kanıtlanarak
geçerliliğini korudu. Ancak Einstein,
Amerikalıların deyişiyle “Hayattan
daha büyük bir şahsiyet” ve erişilmez
bir bilim insanı olarak tanınmadan
önce herkes gibi hayalleri olan
sıradan bir araştırmacıydı. Nitekim
1944 yılında New York Times’a verdiği
bir demeçte şöyle demiş; “Neden
kimse beni anlamıyor ama herkes
beni seviyor?”
ARAŞTIRMA
DÜNYAYI DEĞİŞTİREN
DENKLEM
E=mc2
“HAYAL GÜCÜ BİLGİDEN DAHA ÖNEMLİDİR. BİLGİ
SINIRLIDIR, HAYAL GÜCÜ İSE
DÜNYAYI KUŞATIR”
ALBERT EINSTEIN, 29 EKİM 1929
Yazan: KAAN YURTTÜRK
50
Oysa bu çelişkiye, yani insanların
Einstein’a hem hayranlıkla hem de
şaşkınlıkla bakmasına yine onun
kendi sözleri yol açıyordu.
Einstein
bir
gün
“Tanrı’nın
düşüncelerini bilmek istiyorum”
demişti, “Gerisi detaydır”. Öte
yandan Evren’in fiziksel sırrını belki
de sadece E=mc2 gibi kısa ve
basit bir denklemle ifade etmek
isteyen Einstein bir gün şunu da
söylemişti: “Kütleçekim insanların
aşık olmasından sorumlu değildir.”
Öyleyse kimdi Einstein? Nasıl
düşünüyor ve nasıl hayal ediyordu?
Görelelik teorisiyle sağduyunun
kabullerini yıkarak Evren’in sırlarını
nasıl aydınlattı? Einstein hakkında
bu araştırmayı yaparken hem çok
zorlandım ama bir o kadar da
merakla, büyük bir ilgiyle herşeyi
öğrenmek istedim. Bu araştırmayı
keyfini çıkararak okumanızı tavsiye
ediyorum.
BİLİMSEL DEHANIN PEŞİNDE
Bilim tarihçilerine göre işin püf
noktası deneyler ve gözlemlerle test
edilen akıl yürütmeyi, hayal gücüyle
birleştirmekte yatıyor. Bilimsel deha
işte bu kavşakta ortaya çıkıyor ama
Einstein’ın keşiflerinin asıl sırrı onun sıra
dışı hayal gücünde yatıyor.
Modern fiziğin kurucuları arasında
sayılan
Einstein’ın
ölümünün
Albert Einstein Ünlü bilim insanı gençlik yıllarında ders veririken.
EINSTEIN GÖRSEL OLARAK DÜŞÜNÜYOR, FORMÜLLERİN KARŞILIK
GELDİĞİ GEOMETRİYİ GÖZÜNDE CANLANDIRIYORDU. GÖRELİLİK
TEORİSİNİ DE EVREN’İN KUMAŞI OLAN UZAY-ZAMAN DOKUSUNU
HAYAL EDEREK GELİŞTİRDİ.
ardından, nörologlar fizikçinin beynini
uzun yıllar boyunca araştırdı ve
etik açıdan tartışmalı sayılabilecek
incelemelere tabi tuttu. Patolog
Thomas Harvey’in yıllarca sakladığı
Einstein’ın beyni üzerinde birçok
teori üretildi ve beyin kabuğundaki
sinir ağlarının Einstein’ın normal
insanlardan çok daha zeki olmasını
sağladığı öne sürüldü. Bununla birlikte
Einstein’ın beyninin diğer insanlardan
farklı olmadığını söyleyenler de oldu.
Bunu iddia edenler; insan zekasının
beyin kabuğunun kıvrımlarına kadar
indirgemek nörolojik temelli yeni bir
ırkçılığı ve ayrımcılığı beraberinde
getirebilirdi.
Fakat; Einstein’ı Einstein yapan şeyin
bu olmadığı yeni yeni (kuantum
fizikçileri tarafından) anlaşılmaya
başlandı. O’nu günümüzde de dahi
yapan şey görselleştirme, yani görsel
hayal gücü. Einstein matematik
formüllerini gözünde canlandırmayı
seviyor, herşeyi görselleştiriyordu.
Örneğin çocukken babası ona bir
pusula hediye ettiğnde geceler
boyu oturup kuzeyi gösteren ibreyi
izlemiş ve daha sonra tanıdıklarına bu
deneyimin onu heyecanlandırarak
tüylerini diken diken ettiğini söylemişti.
Evet, Einstein, en büyük görsel
zekaya sahip dehalardan biriydi.
Dil çıkardığı popüler fotoğrafıyla
çocuklara da ilham kaynağı olan
ve sanki bu tavrıyla yetişkinlere de
hayatı fazla ciddiye almamayı
öğütleyen Einstein, gerçek dehasını
yerçekiminin sırrını çözerek gösterdi.
Ancak, Stephen Hawking’in aynı adı
taşıyan kitabında anlattığı gibi o da
“kendinden önce gelen devlerin
omuzlarında yükselmişti.”
Einstein 1884 yılında 5 yaşında bir
çocukken pusulanın iğnesini oynatan
görünmez kuvveti hayranlıkla izliyordu.
Yıllar sonra merakını gidermek
amacıyla İskoçyalı fizikçi James Clerk
Maxwell’in geliştirdiği denklemleri
incelemeye başladı. Maxwell’in
sadece
denklemlerini
gözden
geçirdiğinde, bir radyosyon türü
olan ışığa elektromanyetik kuvvetin
ürettiği güç alanlarındaki salınımların
yol açtığını gördü. Maxwell’in
denkleminde ışık hızının evrensel
bir sabit olduğu gösteriliyordu,
yani elektromanyetik bir radyosyon
türü olan görülebilir ışığın hareketi
gözlemciden bağımsızdı. Einstein’ın
özel görelilik teorisinin temeli işte bu
bağlantıyla atıldı: Genç fizikçi, “Bir
ışık ışınının sırtına binseydim dünye
nasıl görünürdü?” diye sordu.
Bu soruyu yanıtlamak için bir
insanın saatte 100 km hızla giden
bir otomobilde yolculuk ettiği ve
arabanın önüne doğru saatte 50
km hızla bir top attığı varsayılabilir.
Bu durumda yolda yanından geçen
51
ÖZEL GÖRELİLİĞİN DOĞUŞU
arabaya bakan biri için araba ile
tgopun hızları birbirine eklenecek
ve deneye konu olan top, yol
kenarındaki seyircilerin yanından
saatte 150 km hızla geçip gidecektir.
Aynı şekilde bir kişi saatte 80 km hızla
gidiyor ve arkaya doğru saatte 60
km hızla bir top atıyorsa, topun hızı
yol kenarında bekleyen gözlemci için
80-60=saatte 20 km olacaktı.
ÖYLEYSE GÖRELELİK NEYE GÖRE?
Bunlar
Einstein’ın
Galileo
ve
Newton’dan
öğrendiği
hareket
kanunlarıydı. Peki ya uzay gemisinde
ışık hızının üçte biriyle, yani saniyede
100 bin km hızla yol alan bir astronot
söz konusu olduğunda durum
değişir miydi? Bu astronot öne doğru
saniyede 300 bin km hızla giden bir
ışık ışını yollasa, örneğin önüne bir el
feneri tutsa ışığın toplam hızı geminin
yanından hızla geçtiği sabit bir uzay
yolcusuna göre saniyede 400 bin km
mi olurdu?
Evren’in sağduyuya aykırı olsa da bir
mantığı olması gerektiğini düşünen
Einstein, bu noktada en can alıcı
soruyu sordu: Işık hızının peşinden
koşarsam ışığı yakalayabilir miyim?
Einstein ışık hızını yakalabilseydi Newton
haklı çıkacaktı ama bunun bir bedeli
vardı. Zamanın ve uzayın mutlak
olması durumunda, elektromanyetik
kuvvetin doğasını açıklayan kusursuz
Maxwell denklemlerinin yanlış olduğu
ortaya çıkacaktı. Yok Maxwell haklıysa
ve Newton yanılıyorsa bu kez de ışık
hızının boşlukta neden sabit olduğunu
ve neden ışık hızının el fenerinin
hızına göre değişmediğini gösteren
bir formül geliştirmek gerekiyordu.
Einstein özel görelelik teorisini bu
çelişkiyi çözmek için geliştirdi ve
sorduğu sorunun cevabının “hayır”
olduğunu öğrendi.
KİMSE IŞIĞI YAKALAYAMAZ
Çünkü kimse ışıktan hızlı gidemezdi:
Einstein deney ve gözlemlere
baktığında ışık hızının sabit olduğunu
52
Einstein 1905 Mayıs ayında bir
gün kendisi gibi patent ofisinde
çalışan yakın dostu Michele
Besso’yu ziyaret etti ve on yıldan
uzun bir süredir aklını kurcalayan
sorunu dikkatine sundu: Fiziğin
temel taşları olan Newton
mekaniği ve Maxwell denklemleri
birbiriyle uyumlu değildi. Ya birinin
ya da diğerinin yanlış olması
gerekiyordu. Ancak hangi teori
doğru olursa olsun nihai çözüm
fizik dünyasını kökten değiştirecek
nitelikte olacaktı.
Einstein bu paradoksu ışık hızıyla
yarışa girerek çözmeye çalıştı,
öyle ki hayatının ileriki yıllarında o
günü şöyle hatırlayacaktı: “Özel
görelilik teorisinin nüvesi bu
paradoksta yatıyordu”. Einstein
ile Besso saatlerce konuştular ve
soruna her açıdan baktılar. Bu
bağlamda Maxwell’in ışık hızının
sabit oluşu görüşüyle çelişen
Newton’ın mutlak uzay ve zaman
kavramını da ele aldılar. Sonunda
yorgunluğa yenik düştüklerinde
Einstein bu soruyu yanıtlamayı
asla başaramayacağını söyledi.
Ancak o gece eve döndüğünde
durumu
zihninde
tartmaya
devam ediyordu. Özellikle de
Bern şehrinin simgesi olan saat
kulesinin yanında tramvayla
geçtiği
günü
hatırlıyordu.
Einstein, tramvayın saat kulesini
tam arkasına alarak kuleden ışık
hızıyla uzaklaşsaydı ne olacağını
merak etti ve bu durumda
saatin durmuş görüneceğini
fark etti, çünkü saat kulesinin ışığı
tramvayla aynı hızda gittiği için
Einstein’a asla ulaşamayacaktı.
Bununla birlikte hem tramvayın
saati hem de kulenin saati
kendi referans çerçevelerinde
normal hızda çalışmaya devam
edecekti ve yalnızca birbirine
göre yavaşlayacaktı.
Aslında bunun çok yalın ve
zarif bir cevabı vardı. Zaman
cisimlerin ne kadar hızlı hareket
ettiğine bağlı olarak Evren’de
farklı hızlarda akıyordu. Evren’in
dört bir köşesindeki sayısız hayali
saat ayrı bir zamanı gösteriyordu.
Einstein nihayet dediği gibi
Tanrı’nın
ne
düşündüğünü
anlamıştı: “Uzay ve zamanla
ilgili kavramlarımızla yasalarımızın
yalnızca deneyimlerimizle açık bir
ilişki içinde olduğunda geçerlilik
kazanacağını anladığım anda
sorunun çözümünü de bulmuş
oldum. Eşzamanlılık konseptini
esnek bir formda yorumlamak
gerekiyordu
ve
görelilik
teorisindeki sonuçlara da böyle
vardım.”
Einstein ertesi gün Besso’nun
evine gitti ve daha merhaba
bile demeden baklayı ağzından
çıkardı:
“Teşekkür
ederim.
Sorunu
tümüyle
çözdüm!”
Einstein yaşlılığında o günü
şöyle yorumlayacaktı: “Benim
çözümüm zaman konseptini
yeniden analiz etmekti. Zaman
mutlak olarak tanımlanamazdı
ve bu nedenle de zamanla ışık
hızı arasında ayrılmaz bir ilişki
vardı.” Einstein bunu izleyen altı
hafta boyunca parlak buluşunun
matematiksel detaylarını çıkardı
ve bu sonuçları dünyanın en
önemli bilimsel makalelerinden
birinde paylaştı.
Ancak genç adam bu sırada
öyle yorulmuştu ki makaleleri eşi
Mileva’ya matematiksel hatalara
karşı kontrol etmesi için teslim
ettikten hemen sonra yatağa girdi
ve iki hafta boyunca yataktan
çıkmadı. 31 sayfalık elle yazılmış
makalenin son hali “Hareketli
Cisimlerin
Elektrodinamiği”
başlığını taşıyordu ama mütevazi
yazı dünya tarihini değiştirecekti.
Einstein
makalesinde
hiçbir
fizikçiye gönderme yapmıyor
ve yalnızca Besso’ya teşekkür
ediyordu. Dahi fizikçinin makalesi
Annalen der Physik dergisinin
Eylül 1905 sayısında, derginin
17.
cildinde
yayımlandı.
Aslında Einstein çığır açan
buluşları tetikleyen üç ayrı
makale yayımlamıştı o sayıda.
Öyle
ki
meslektaşlarından
Max Born, derginin 17. cildinin
bilimsel literatürün en önemli
yayınlarından
biri
olduğunu
söyledi. Her biri ayrı bir konuya
değinen o üç makale bugün
de birer başyapıt olarak kabul
ediliyor. Annalen der Physik’in
Eylül 1905 sayısının nüshaları
1994’te düzenlenen bir açık
arttırmada 15 bin dolara satıldı.
görüyordu. 1860’larda Amerikalı
fizikçi Albert Michelson ile kimyazı
Edward Morley, uzaktaki bir yıldızdan
dünyaya gelen ışığın hızını saniyede
300 bin km olarak ölçmüştü ve bu
hız hiç değişmiyordu. Dünya’nın
Güneş çevresindeki 1 yıllık turu
sırasında
Güneş’e
yakınlaşması
ya da uzaklaşması da ışık hızını
değiştirmiyordu. Dünya Güneş’e
yakın da olsa uzak da olsa Güneş ışığı
hep aynı hızda Dünya’ya ulaşıyordu.
Işık hızının herkes için sabit olmasının
Evren açısında çok önemli bir sonucu
vardı: Fizik yasaları gözlemcinin
hareketlerine göre değişmiyordu.
Konumu ve hızı ne olursa olsun
fizik yasaları herkes için aynıydı.
Bu durumda uzayın ve zamanın
birbirinden ayrı olduğunu, yani
uzayla zamanın mutlak ve değişmez
olduğunu söyleyen Newton mekaniği
yanılıyordu. Işık hızı ancak uzay ve
zaman ışığa göre eğilip bükülerek
şekil değiştiriyorsa sabit olabilirdi.
Böylelikle Einstein özel göreleliği
geliştirmişti: Neye göre? Işığa göre.
GÖRELİLİĞİN ŞAŞIRTICI SONUÇLARI
Einstein özel göreliliğin şaşırtıcı
sonuçlarını incelemek için Almanların
Gedanken deneyleri dediği bir dizi
düşünce deneyi yaptı ve zamanın
yavaşlaması konusunu anlamaya
çalıştı. Doğrusu bu deneyi masa
başında yaptığı da söylenemez.
Einstein’ın hayal gücü İsviçre’nin
fiili başkenti Bern’de tramvaya
binip evine dönerken çalışmaya
başlamıştı. Genç patent memuru
yolda giderken şehrin saat kulesine
baktı ve kulenin tramvayın gerisinde
kalışını seyretti.
Bu sırada tramvay ışık hızına yaklaşırken
arkasında ne göreceğini merak
ediyordu. Hızla geride bıraktığı saatin
yelkovanı gözüne nasıl görünecekti?
Sonuçta tramvay vagonu saniyede
300 bin km ile ışık hızına ulaştığında
saat kulesi de tramvaydan ışık hızında
uzaklaşıyor olacaktı. Bu durumda
zamanın donması ve saat kulesinin
yelkovanının durması gerekiyordu.
Çünkü tramvay ile saat kulesinden
Einstein’ın gözüne gelen ışık ışınları
aynı hızda gidiyor olacaktı. Bu tuhaf
olayı açıklamanın tek yolu ışığın tüm
gözlemciler için aynı hızda gittiğini
kabul etmekti.
Bu durum günlük hayatta ışıktan çok
daha yavaş giden otomobiller için de
geçerliydi. Bir araba yol kenarındaki
tarlada çalışan bir çiftçinin yanından
saatte 100 km hızla giderken, çiftçinin
zamanı otomobilin sürücüsüne göre
biraz hızlı akacak ve sürücünün
zamanı da çiftçiye göre biraz
yavaşlayacaktı. Ancak, otomobil
çiftçiden onu tam arkasına alarak ışık
hızında uzaklaşmadığı için çiftçinin
zamanı sürücüye göre asla tümüyle
durmayacaktı. Einstein böylece 1915
yılında geliştireceği genel görelilik
teorisinin de temelini atmış oluyordu.
Zamanın yavaşlaması sadece iki
kişi arasındaki hız farkına değil, aynı
zamanda hızlanmaya (ivmelenme)
ve yön değişikliğine, yani vektörel
süreçlere bağlıydı.
İKİZLER PARADOKSUNA GİRİŞ
Günlük hayatta saat farkları ihmal
edilebilecek kadar küçüktü. Örneğin
uçakta ayda 100 saat yolculuk eden
bir işadamı dünyanın geri kalanına
göre yılda sadece 1/1000 saniye
kazanacak ve dolayısıyla saniyenin
binde biri kadar yavaş yaşlanacaktı.
Einstein’ın,
ikizler
paradoksunun
ancak uzay gemisi ile ışık hızının yüzde
90’ı gibi çok yüksek hızlarda giden
astronotlar için geçerli olacağını
anladı. Işık hızının yüzde 90’ı ile giden
ve Dünya’yı geride bırakan astronotlar
Yeryüzü’ndeki ikizlerine göre yüzde 44
daha yavaş yaşlanacaktı.
Peki zamanın yavaşlaması ne
demekti? Sonuçta bir cismin hızı o
cismin uzayda belirli bir yönde ve belirli
bir sürede aldığı yoldu. İvmelenme
gibi vektörel süreçler de bu şekilde
ortaya çıkıyordu. Einstein bu noktada
uzay-zamanın bir bütün olduğunu ve
zamanın akışını da matematiksel bir
grafikle, yani bir tür “zaman uzayı” ile
gösterebileceğini fark etti. Kısacası
ışık hızına yaklaşan cisimlerin boyu
hareket yönünde kısalıyordu. Çünkü
uzay-zamanda ışık hızının herkes
için aynı olmasının tek yolu, hızlanan
cisimlerin boyunun kısalması ve
saatlerinin yavaşlamasıydı. Örneğin
ışık hızına yakın hızda giden bir
basketbol topu, topun karşıdan hızla
üstüne gelişini seyreden rakip oyuncu
için yufka yaprağı gibi yassılaşacak
ve derinliğini kaybederek iki boyutlu
bir cisme dönüşecekti. Einstein
bunu Lorentz dönüşümleri denilen
matematik formülleriyle gösterdi
ve uzay-zamanın bükülebildiğini
göstermek için de eğri Riemann
geometrisini kullandı.
KISALMA, YAVAŞLAMA VE KÜTLE
ARTIŞI
Einstein uzay-zamanda kısalma ve
yavaşlamaya yol açan göreliliğin
üçüncü bir etkisi daha olduğunu
gördü: Işık hızına yaklaşan cisimlerin
kütlesi artıyordu. Nitekim uzayzamanı birlikte tanımlayan formülleri
geliştirdiği zaman E=mc2 denklemi
ile enerjinin kütleye ve kütlenin de
enerjiye dönüşebileceğini gösterdi.
Nasıl ki uzayda ışık hızına yaklaşan
cisimlerin boyu hareket yönünde
kısalıyordu, bunları daha fazla
hızlandırmak için eklenen enerjinin
büyük kısmı da cisimleri hızlandırmak
yerine kütlesini artırmaya yarıyordu.
İşte bu yüzden kütleli cisimlerin ışık
hızında gitmesi olanaksızdı. Çünkü
ışık hızında gitmek için gereken
enerjinin tamamı cismin kütlesini
artırmakta kullanılacak ve dolayısıyla
ışık hızına ulaşmak için sonsuz enerji
gerekecekti.
Einstein uzayda ışık hızının sabit
olması için bütün cisimlerin hızının
ışık hızına göre ölçülmesi gerektiğini
ortaya koymuştu. Bunu yapabilmek
için de hiçbir cismin ışık hızında
veya ışıktan hızlı gidemeyeceğini
göstermek gerekiyordu. Einstein
bunu Newton mekaniğinden kalma
bir olguyu formüle ederek kanıtladı:
Kütleli bütün cisimler hızlanmaya
direnç gösteriyor ve fizikte buna
eylemsizlik deniyordu. Örneğin bir
arabayı hızlandırmak için motoru
53
Foto1: Einstein ilk eşi Mileva ile.
Foto 2: Einstein ikinci eşi Elsa ile
seyahatte.
daha hızlı çalıştırmak, daha çok
yakıt yakmak ve daha fazla enerji
tüketmek gerekiyordu. Kütleli bir
cisim ışık hızında gidemezdi, çünkü
hızlanmaya sonsuz direnç gösterirdi.
YERÇEKİMİ VE GENEL GÖRELİLİK
Bilim insanları, Uluslararası Uzay
İstasyonu’nda
(ISS)
çalışan
astronotların
ağırlıksız
ortamda
olduğunu söylüyor, ancak dikkat
edilecek olursa yerçekimsiz ortamda
olduklarını söylemiyor. Yerçekimi
Dünya’nın
yüzeyinin
hemen
yakınındaki cisimlere uyguladığı
kütleçekim gücü olarak tanımlanıyor.
Küçük g ile ifade edilen bu çekim
gücü, astronotlar ve uzay istasyonları
gibi cisimlerin Dünya’ya düşmesine
neden oluyor. Ancak bu noktada
hem evrensel kütleçekim kuvveti
(büyük G) hem de merkez kaç
kuvveti devreye giriyor.
Örneğin Dünya yörüngesinde dönen
ISS sürekli olarak yeryüzüne düşüyor,
ama yerden 420 km yüksekte
çok hızlı döndüğü ve Dünya’da
yuvarlak olduğu için ISS ile Dünya
arasındaki mesafe hiç kısalmıyor.
Fizikçiler bu durumu serbest düşüş
olarak adlandırıyor. Serbest düşüş
halindeki bir cisimde düşüş yönü
ve hızı değişmiyor. Cisimlerin ağırlık
kazanması ise sadece Dünya’ya göre
hız veya yön değiştirdikleri zaman,
yani hızlandıkları ya da yavaşladıkları
zaman ortaya çıkıyor. Serbest düşüş
halindeki ISS astronotları bu sebeple
ağırlıksız ortamda bulunuyor (elbette
manevra roketleri ateşlenirken mikro
yerçekimi ortamında).
Genel görelilik teorisi aynı zamanda
güçlü bir yerçekimine sahip olan
cisimlerin üzerinde zamanın daha
yavaş aktığını gösteriyor. Yerçekimi
özünde cisimlerin hızlanmasıyla
ilgili olduğundan ve kütle çekimde
bir gökcisminin diğer cisimleri
kendine doğru çekmesi anlamına
geldiğinden, özel görelilikte geçen
“hızlanan cisimlerde zaman yavaşlar”
önermesi genel görelilikte “yerçekimi
54
İNİŞLİ ÇIKIŞLI BİR HAYAT
Einstein’ın amacı Evren’in bütün
güzelliğini tek bir kısa denkleme
sığdırmaktı, ancak bu rüyayı
gerçekleştimek için uzun yıllar
çalışması ve kendine dostça
davranmayan akademik dünya ile
mücadele etmesi gerekti. Einstein
çoğu insan gibi küçükken başladı
ama 1915’te yayınladığı genel
görelilik teorisinin ardından bütün
dünya onu tanıdı.
1900 yılında Albert Einstein Zürih
Teknik
Üniversitesi’nde
okuyan
21 yaşında bir öğrenciydi ve
öğretmenleri onun tembel bir çocuk
olduğunu düşünüyordu. Doğrusu
öğretmenlerinden hiçbiri onun 15
yıl içinde dünyanın en ünlü bilim
insanı olacağını tahmin edemezdi
ve Einstein da okul yıllarındaki
umursamazlığının bedelini mezun
olduktan sonra işsiz kalarak ödedi.
Depresyon ve umutsuzluk
Einstein kısa süre içinde babasını
kaybettiğinde olanlardan kendini
sorumlu
tuttu.
1902
yılında
depresyona girmişti ve ailesi için bir
yüz karası olduğunu düşünüyordu.
Böylece İsviçre’nin başkenti Bern’e
taşınarak bilim dünyasından uzak
bir kariyere atılmaya karar verdi.
Bu noktada arkadaşlarından biri
ona İsviçre patent ofisinde patent
memuru olarak iş ayarladı.
Einstein patent ofisinin üçüncü
katındaki odasında haftada altı
gün çalışılarak İsviçre hükümetine
sunulan
patent
başvurularını
incelemeye başladı. Detaylı analiz
ve büyük dikkat isteyen bu iş görelilik
teorisi için kendisini geliştirmesine de
yardımcı oldu. Einstein tüm patent
değerlendirme raporlarını en kısa
sürede hazırlayarak amirlerine teslim
ediyor ve Evren’in sırlarını düşünmek
için yeterli boş vakit buluyordu.
Böylece ofisteki sandalyesinde
otururken
gökkuşağının
farklı
renklerini oluşturan ışık huzmeleriyle
hareket edebilseydi ne göreceğini
hayal etmeye çalıştı.
Özel hayatı ve evlilikleri
Mileva Maric, Einstein’ın ilk eşiydi.
Hatta evlenmeden önce Liesel
adını verdikleri bir kızları olmuştu
fakat Liesel’in hayatı konusunda
net bir bilgi bulunmuyor, bebekken
öldüğü ya da evlatlık verildiği
söyleniyor. Einstein ve Maric 1903’te
evlendikten sonra oğulları oldu: Hans
Albert ile Eduard. Ama genç çift
1914’te ayrı yaşamaya başladı ve
1919’da boşandı. Ardından Einstein
tekrar evlendi ve 1922’de Nobel
Ödülü aldıktan sonra bundan elde
ettiği parayı çocuklarına bakması
için eski eşine gönderdi ve 1930’da
şizofreni teşhisi konulan Eduard’ın bir
klinikte tedavi görmesi için gereken
desteği sağlayarak ailesine yardım
etmeyi sürdürdü.
Einstein’ın ilk eşiyle geçirdiği fırtınalı
yıllar bugünde gizemini koruyor.
Öyle ki zaman içinde Maric’in 1905
yılında Einstein’a mal edilen bilimsel
makalelere büyük katkı yaptığını
öne sürenler oldu. Ancak sonunda
Einstein’ın ilk eşinin iyi bir fizik eğitimi
almış olmasına karşın hiçbir bilimsel
çalışma yapmadığı konusunda
görüş birliğine varıldı. 1912 yılında
Paskalya tatili sırasında kuzeni Elsa
Löwenthal ile görüşmeye başlayan
Albert Einstein 2 Haziran 1919’da
onunla evlendi ve genç çift Margot
ile Ilse adında iki kız evlat edindi.
Ancak
Einstein’ın
1920-1933
arasında çok sayıda evlilik dışı ilişki
yaşadığı da söyleniyor. Einstein’ın
evliliği nispeten kısa sürdü çünkü Elsa
Einstein 1936 yılında kalp ve böbrek
yetmezliğinden hayatını kaybetti.
güçlü olan gökcisimlerinde zaman
yavaşlar” şeklinde ifade edilebiliyor.
Interstellar
(Yıldızlar
Arasında)
filmindeki Gargantua adlı kara
deliğin
yörüngesinde
zamanın
Dünya’ya göre daha yavaş geçmesi
de bundan kaynaklanıyor.
EİNTEİN INTERSTELLAR (YILDIZLAR
ARASINDA) FİLMİNİ İZLEMEDİ
Elbette dahi fizikçi Interstellar’ı
(Yıldızlar Arasında) filmini izlemedi
ama genel görelilik için şu düşünce
deneyini yaparak filme esin kaynağı
oldu: Eintein ışık hızına yakın hızda
giden bir uzay gemisinde zamanın
yavaşlayacağını biliyordu. Üstelik
dışarıdan bakan biri için bu gemi ışık
hızına yaklaşmasına rağmen gökte
süper yavaş hareket edecekti ve birisi
gemide yere su bardağı düşürse
dışarıdan bakanlar için bardağın
yere düşüp parçalanması saatler
alacaktı. Oysa yapay yerçekimi
yaratan gemideki astronotlar için
bardak bir saniyede düşüp kırılacaktı.
Peki hangi gözlem doğruydu? Bardak
ne zaman kırılıyordu? Dünya’ya göre
iki saat sonra mı? Yoksa astronota
göre 1 saniye içinde mi? Özel görelilik
ışık hızına yaklaşan gemide zamanın
Dünya’ya göre yavaşlayacağını
gösteriyor ve Einstein’ın sezgileri de
hem Dünya’daki gözlemcinin hem
de astronotların haklı olacağını
söylüyordu. Evet, bardağın yere
düşüp kırılması iki saat sürmüştü ve
evet bardağın yere düşüp kırılması
bir saniye almıştı. Görelilik prensibine
göre herkes haklıydı. Oysa Einstein her
iki gözlemcinin de haklı olduğunu ayrı
bir fizik formülüyle göstermek istiyordu.
Bu formülle göreliliğin hızlanan ve
yavaşlayan cisimler üzerindeki etkisini
gösterecekti. Örneğin, astronotlardan
biri ışık hızına yakın hızda giden
geminin kapısını açıp su bardağını
uzaya attığı zaman yavaşlayarak
Dünya’ya doğru düşmeye başlayan
bardağın
zamanıyla
Dünya’nın
zamanının birbirine nasıl eşitlendiğini
matematiksel olarak açıklayacaktı.
Böylece Einstein hızlanmayı, yerçekimi
ve kütleçekimi bir araya getiren tam
kapsamlı bir teori geliştirmeyi başardı.
E=mc2
denklemiyle
özetlenen
bu genel teori enerjinin kütle çarpı
ışık hızının karesine eşit olduğuna
işaret ediyordu. Işık hızına karşılık
gelen c’den türetilen c2 ifadesi
ivmelenmeye karşılık geldiği için,
genel görelilik teorisi sadece basit
hız farklarıyla ilgilenen özel göreliliğin,
hızlanmayı ve yavaşlamayı da
hesaba katmasını sağlıyordu.
EİNSTEİN’IN
GENEL
GÖRELİLİK
TEORİSİ OLMASAYDI NELER OLURDU?
Kısacası, Einstein ve bulduğu
genel görelilik teorisi olmasaydı,
günümüzde binlerce yıl geçmesine
rağmen mağaralarda yaşayan
atalarımızdan halen daha bir
farkımızın kalmayacağını özellikle
vurgulamamız
gerekiyor.
Bilim
insanları Dünya’dan 20 bin km uzakta
dönen küresel konumlandırma (GPS)
uydularındaki saatlerin, yerçekimin
aradaki
mesafe
yüzünden
zayıflaması sebebiyle nasıl daha hızlı
çalıştığını açıklayamazdı. Nitekim
bugün mühendisler GPS uydularında
zamanın Dünya’ya göre daha hızlı
aktığını hesaba katmak zorunda.
Yoksa akıllı telefonlarla yapılan
Swarm check-in’leri doğru konumu
göstermezdi.
EFSANE ASANSÖR
Einstein bu kez ayaklarının yere
sağlam
bastığı
hareketsiz
bir
asansörde olduğunu ve normal
ağırlığını hissettiğini düşündü. Bu
durumda uzaydan Dünya’ya doğru
saniyede 9.8 metrelik yerçekimi
ivmelenmesiyle düştüğünü söylemek
ile asansörde ayakta durduğunu
söylemek arasında bir fark var mıydı?
Hayır, her durumda asansördeki kişi
normal ağırlığını hissedecekti.
Ardından Newton’un elmasını farklı bir
bağlamda kullanmak isteyen Einstein,
yere bir elma atmayı denedi. Genel
görelilik teorisine göre, bir elmanın
yere doğru düşmesi ile asansörün
zemininin yükselerek uzayda sabit
duran bir elmaya yerçekimine bağlı
serbest düşüş hızıyla alttan çarpması
aynı şeydi. Einstein hızlanma,
yavaşlama ve yön değiştirme gibi
değişiklikler söz konusu olmadığı
sürece uzay boşluğunda sabit hızla
gitmek Dünya’ya doğru serbest
düşüş halinde olmak arasında hiçbir
fark olmadığını anladı. Bu mantığı
görelilik
teorisine
uyguladığında
ise yalnızca güçlü bir kütleçekim
alanında, örneğin süper kütleli bir
kara deliğin olay ufkunun yakınında
zamanın neden yavaş aktığını
anlamakla kalmadı aynı zamanda
ışık hızına yaklaşan cisimlerin boyunun
neden hareket yönünde kısaldığını
da çözmüş oldu.
TESTLERDEN BAŞARIYLA GEÇTİ
Genel görelilik, GPS uydularından
jet uçaklarındaki atom saatlerine
kadar sayısız testten başarıyla
geçti. Genel göreliliğin en çarpıcı
sonucu, durağan kütlesi sıfır olan
ve bu nedenle de boşlukta ışık
hızında giden fotonların bile E=mc2
denklemi uyarınca yerçekiminden
etkilenmesi gerektiğiydi. Enerji kütleye
ve kütlede enerjiye dönüşebildiği için
ışık ışınları bile uzay-zamanı büken
kütleçekim alanından etkileniyordu.
Einstein’ın genel görelilik teorisi 1919
yılında gözlemlenen güneş tutulması
sırasında test edildi ve deneyin
sonucunu heyecanla bekleyen
bilim insanları ışığın onun dediği
gibi büküldüğünü gördükleri zaman
Albert Einstein da tarihin en büyük
bilim insanları arasında yerini almış
oldu.
TANRI’NIN DÜŞÜNCELERİNİ
ANLAMAK
Einstein 1920 yılından 18 Nisan
1955’te hayata gözünü yumduğu
ana
kadar
asla
kamuoyu
gündeminden
düşmedi
ve
zamanının
ilerisindeki
devrimsel
görüşleriyle
daha
hayattayken
ölümsüzlüğü
yakalayan
nadir
insanlar arasında yer aldı. Bu süre
zarfında sayısız gazete ve dergiye
manşet olan Einstein’a yeni kurulan
İsrail devletinin cumhurbaşkanlığı
bile teklif edildi ama o bu teklifi geri
çevirdi.
Einstein E=mc2 ile atom çağının
önünü açmış ve Japonya’ya atılan
atom
bombalarının
geliştirildiği
Manhattan projesine ilham vermiş
olamsına karşın, nükler silahlara
ömrünün sonuna kadar karşı çıktı
ve en mutlu zamanlarının Zürih
kafelerinde hayaller kurduğu günler
olduğunu sık sık dile getirdi. 1900’lerin
başlarında düzenlenen partilerde
keman çalarak dönemin genç
kızları arasında küçük bir ün kazanan
Einstein, yaratıcılığının en belirgin
özelliği olan şakacılığını ve merak
duygusunu hiç kaybetmedi.
55
Dr. Hatice BOLATCAN
YAZAR
KAPLUMBAĞA
TERBİYECİSİ
ÇIKARDIĞI KANUNLA KORUMA KÜLTÜRÜNÜ BAŞLATARAK
ARKEOLOJİK YAĞMANIN ÖNÜNE GEÇEN KİMDİR?
Osmanlı’da güzel sanatlar eğitimi veren tek bir kurum
olmadığı dönemde ilk güzel sanatlar lisesini kurarak,
öğrencilerin güzel sanatlar eğitimi için yurtdışına gitme
zorunluluğunu ortadan kaldıran kimdir? Kurduğu müze
ile müzecilik anlayışını başlatan ilk Türk arkeoloğu kimdir?
Ressam kimliği ile tanınan, hem doğu hem batı kültürüne
vakıf olması sebebiyle Osmanlı kültürünü batıya tanıtma
misyonu yüklenen sanat adamı kimdir? Aydınlanma
düşüncesinin tohumlarını eken kimdir? Hal böyleyken
Türkiye’nin sahiplenmesi gereken bu girişimci entelektüel
sanat adamının, Osmani Hamdi Bey’in ölümünün 100.yılı
Unesco tarafından “Osman Hamdi Bey Yılı” ilan edildi.
Osman Hamdi Bey’in babası yurtdışına eğitim için giden
ilk dört öğrenciden biridir. Paris’te hazırlık eğitimden sonra
maden mühendisliği eğitimini aldı ve Osmanlı Devleti’nin ilk
maden mühendisi oldu. İbrahim Ethem Paşa oğlu Osman
Hamdi’nin Paris’te Hukuk eğitimi almasını istiyordu. Osman
Hamdi Bey’in Paris’e geldiği günlerde III.Napolyon’un mutlak
iktidarı hüküm sürmekteydi. Osman Hamdi Bey Paris’te 8
yıl kaldı. Önce hazırlık okulunu tamamladı, Fransızcasını
kusursuz hale getirdi. Sonra hukuk fakültesine girdi. Fakat
dersleri bir türlü sevemedi. O dönemde Paris’te Beaux
Arts klasik bir sanat eğitimi veriyordu. Beaux Arts’ta konuk
öğrenci olarak derslere katıldı. Atölyeden atölyeye koşarak
ünlü ressamlarla çalışıyor ve kendi rengini arıyordu. İbrahim
Ethem Paşa oğlunun hukuk eğitimini bırakmasını bir türlü
kabullenemiyordu.
1867 Mayısının son günlerinde Fransız gazeteleri imparator
III.Napolyon’un Türk Sultanını Paris’e davet ettiğini, Sultanın
56
da bu davete olumlu cevap verdiği yazıyordu.
Osman Hamdi okuduklarına inanamadı. Yüzlerce
yıldır hiçbir Osmanlı Sultanı savaş dışında Osmanlı
sınırlarının dışına çıkmamıştı. Sultan Abdülaziz’i Lion
Garın’da III.Napolyon bizzat kendisi karşıladı.
Paris’teki sekiz yılın ardından babası yazdığı mektupla
İstanbul’a dönmesini istiyordu. Osman Hamdi
Paris’te tanıştığı Maria isimli Fransız kızla evlendi.
Babasına yazdığı mektupta resim yapmaktan asla
vazgeçmeyeciğini yazıyordu.
İstanbul’a döndükten sonra İbrahim Ethem Paşa
Bağdat’a yolladı. Mithat Paşa Bağdat Valisiydi. Bir
çok kişi gibi Osman Hamdi Bey de Mithat Paşa’nın
imparatorluğun kaderini değiştireceğine inanıyordu.
Kısa bir süre sonra Mithat Paşa’nın Bağdat’taki
görevi bitti. Osman Hamdi Bey Bağdat’taki iki yılın
ardından Istanbul’a döndü. Paris’te batıyı, Bağdat’ta
doğuyu ve de yokluğu yaşamıştı. Özel hayatında
batılı gibi davranmasının, tablolarında doğulu gibi
görülmesinin ardında belki de bu çelişki vardı.
1873 yılın da Viyana Fuarı nedeniyle Avrupa’ya gitti.
Viyana Sergisi Osmanlı Baş komiseri olarak görev aldı.
Viyana’da kaldığı süreçte Maria isimli Fransız kıza aşık
oldu. Evlenme teklif etti. Düğün İstanbul’da yapıldı.
O’na Naile dedi.
5 Şubat 1877 sabahı Sadrazam Mithat Paşa
görevden alındı. Yerine babası İbrahim Ethem Paşa
sadrazam oldu. Osman Hamdi Bey’in duyguları
karmakarışıktı. Mithat Paşa için üzülürken babası
için sevinmesi gerekiyordu. 93 harbi olarak bilinen
Osmanlı-Rus savaşı sırasında 6. Bölgenin Belediye
reisi olarak görev yaptı.
Hayatını değiştirecek mevkiye 40 yaşına basmak
üzereyken 1881 yılında müze müdürü olarak
atanmasıyla geldi.Modern anlamda müzeciliği
başlatan Osman Hamdi Bey’dir. 400 küsür yaşındaki
Çinili köşk müze olarak kullanılıyordu. Çinili köşkün
ne halde olduğunu Osman Hamdi Bey biliyor ve
Paris’teyken bir çok defa gittiği Louvre Müzesini
hatırlamadan edemiyordu. Birkaç ay sonra 10 Ocak
1882’de Sanayi-i Nefise Mektebini kurdu ve başına
geçti. 3 Mart 1883 günü eğitime başladı. Aslında
aklındaki, Sanayi-i Nefise Mektebinde Ecole des Beaux
Arts’ın eğitim anlayışını hayata geçirmekti. Burası
Osmanlı Devletinin ilk Güzel Sanatlar Akademisiydi.
Bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi
olarak bilinir. Arkeoloji Müzesinin yeni müdürü Osman
Hamdi Bey ilk önce Nemrut’a çıkmak istiyordu.İlk Türk
kazı ekibi Komagene Kral’lığının kutsal mezar alanı
olarak kullandığı bölgeye çıktı. Sağlam halatlar,
çevreden güçlü köylüler ve ekipteki heykeltıraşlarla
heykeller kaldırıldı, onarıldı. Osman Hamdi Bey
ressam olduğu için Sanayi-i Nefise Mektebine
müdür olmuştu. Müze müdürü olduğu için arkeolog
olmak zorunda kaldı. Bu sayede yeni bir fetih hareketi
başlattı. Bu fetih kuzey-güney, doğu-batıya değil
tarihsel olarak toprağın derinliklerine doğru olacaktı.
Başlattığı işin daha verimli olması için tüzüğü
değiştirmesi gerekti. 1874’te çıkan Nizamname’nin
üzerinden 10 yıl geçmişti ama bir türlü tarihi eserlerin
yurtdışına çıkışına engel olunamamıştı. Yürürlükteki
tüzük engel olmak şöyle dursun hırsızlığa açık açık
onay veriyordu. Devlet kazı yapan ve arazi sahibi
buluntuları eşit olarak paylaşır diyordu. On yıllardır
arkeolojik yağma yaşanıyordu. Karl Humann adında
bir Alman mühendis Bergama antik
kentini kazmış ve Zeus Sunağı’nı
Ege’de bekleyen bir gemiyle Berlin’e
taşımıştı. Zeus Sunağı Berlin’de
birleşti. Henry Şchlieman ise Hisarlık
Tepesini kazıyor ve Truva savaşının
kahramanlarından Kral Priamos’un
hazinesi olan eserleri alıp yurtdışına
kaçırıyordu.
Kazıda bulunan eserlerin artık
tümünün Osmanlı Devleti’ne ait olma
zamanı gelmişti.21 Şubat 1884’te
yeni Asar-ı Atike Nizamnamesi
yürürlüğe girdi. Bundan böyle
toprağın altında ve üstündeki tüm
eserler devlete ait olacaktı. Avrupa
bu durumdan hoşlanmasa da artık
oyun Istanbul’daki müze müdürünün
kurallarına göre olacaktı.
Bir sonraki durak Sayda idi. 30 Nisan
1887 günü Sayda Limanı’na varıldı. İskender Lahiti ve Ağlayan Kadın
Lahiti burada bulundu. Tüm lahitler
sapasağlam müzeye taşındı. Bunlar
nerede
sergilenecekti?
Osman
Hamdi’nin en büyük hayali büyük bir
Arkeoloji Müzesi kurmaktı. Görkemli
bir müze binası yaptıracaktı. Mimar
Alexander Vallaury görevlendirildi.
Istanbul Arkeoloji binası 13 Haziran
1891’de
hizmete
girdi.Lahitlerin
gelmesinden 4 yıl sonra açıldı. Ama
beklenildiğine değdi. Istanbul’un
en gözalıcı neoklasik eseri olmuştu.
İskender Lahitini görmek için tüm
dünyadan ziyaretçiler geliyordu.
Arkeoloji
Müzesinin
açılmasının
ardından Osman Hamdi Bey her
konuda destek gördüğü babasını
kaybetti. İbrahim Ethem Paşa’nın
hayatı
da
ilginçti.
1820’nin
başlarında Sakız Ada’sında bir Rum
ailenin bebeği olarak dünyaya
geldi. Yunan ayaklanmasının olduğu
yıllar Sakız Ada’sında çarpışmalar
devam ediyordu. Savaşta ailesini
kaybeden kız ve erkek çocuklar
Istanbul’a getirilir. Kızlar cariye erkekler
köle olarak satılırdı. Ancak bu bebek
dönemin önemli siyasi figürlerinden
Hüsrev Paşa tarafından evlat edinildi
ve İbrahim Ethem adı verildi. Böylece
bu erkek bebeğin kaderi değişti.
Osmanlı Devleti’nde yurtdışı eğitime
giden ilk dört öğrenciden biridir.
Pasteur ile aynı sınıfta olduğu ve onu
geçerek okul birincisi olarak mezun
olduğu söylenir. Osmanlı’nın ilk
maden mühendisidir. Çeşitli nazırlık
görevlerinde ve sadrazamlıkta görev
almıştır.
Yeni yüzyılda Osman Hamdi Bey
resim çalışmalarına daha çok zaman
ayırdı. Birçok başyapıt bu dönemde
tamamlandı. Genç bir kadını rahle
üzerinde tanımladığı Mihrap isimli
tablosu muhafazakar kesimlerde
tepki uyandırdı.Kadın model
olarak eşi Naile Hanım’ı,erkek
model olarak kendini kullanıyordu.
Model
kullanmadığında
fotoğraftan çalışırdı. 1906 yılının
özel bir önemi var. 1906 yılında
Arkeoloji
Müze
Müdürlüğü
görevinde çeyrek asrı doldurdu.
Avrupa’da kraliyet nişanlarıyla
ödüllendirildi. Osman Hamdi
Bey yaşayan bir efsaneydi artık.
Sayda buluntularının İstanbul’a
nakli sırasında Lahitlerin başına bir
iş gelmesin diye kendini Lahitlere
zincirlediği
konuşuluyordu.
Padişahın
lahitleri
Alman
İmparatoruna hediye edeceği
söylendiğinde; “O lahitlerin içine
girer kendimi öldürürüm. Lahiti
alan benim cesedimi de alır”
dediği kulaktan kulağa yayılıyordu.
Aynı yıl Kaplumbağa Terbiyecisi
Tablosunu da tamamladı.Tablo
bittiğinde başyapıtına baktığını
anladı.1907’de
Kaplumbağa
Terbiyecisi tablosundan bir tane
daha yaptı. Tablolarına isim
vermezdi. Tablolar sergilerde
teşhir edildikçe basında haberleri
yayınlandıkça bir isim önem çıkar
ve tablo öyle anılmaya başlardı.
Doğu kostümleri içinde kendini
çizmişti. Kaplumbağa Terbiyecisi
Tablosunda ayakta dikilen adamın
yüzünde hem bir baba şefkati,
hem sert bir öğretmen bakışı
vardı. Gözünü kaplumbağalara
umutsuzca diktiği de geleceğe
umutla baktığı da söylenebilirdi.
Ama ne olursa olsun yaşlı eğiticinin işi
zordu. Çünkü o ağırkanlı hayvanların
öğrenmeye hevesi olmadığı aşikardı.
Başlarındaki adamın sabırlı olmaktan
başka çaresi yoktu. Kendi hayat
hikayesini özetlemişti. Batılılaştırmaya
çalıştığı muhafazakar toplumda
eğitici rolü oynamak iğne ile kuyu
kazmaya benziyordu. Kaplumbağa
Terbiyecisinden farkı yoktu aslında.
Osman Hamdi Bey Oryantalist
resimlerinde;
Osmanlı-Selçuklu
motiflerini kullanarak, o zaman
batıda yapılan doğuyu biçimsel
olarak gören bir takım, ön yargılara
göre niteleyen bir oryantalizm
anlayışının dışında bir oryantalist
anlayışla hareket etti resimlerinde.
Gerçi resimlerini Paris ve Londra
salonları için yaptı.Hocaları Jeron
ve Blanche’den farkı kendi bildiği
bir dünyayı resimlemesiydi.İslam
toplumunu, İslam kültürünü ve onun
ürettiği sanat örneklerini resimlerinde
defalarca ele aldı. Çiniler, etnik
kıyafetler, maden ocakları, din
adamlarını görürüz resimlerinde.
Osmanlı dünyasını batıya tanıtma
fırsatı da vardı Osman Hamdi
Bey’in. Çünkü O hem doğu hem
batı kültürüne vakıftı. Biz bunu batılı
bir oryantalistte göremeyiz. Osman
Hamdi Bey üslup olarak Fransız
Oryantalizminin devamcısıdır. Türk
resminde büyük figürü kullanan
sanatçıdır. İlk figüratif çalışmaları
yaptı. Öyküsü olan ve mesajı olan
resimler yapmıştır. Anıtsal boyutta
figür resmi Osman Hamdi Bey ile
başlar. Sanayi-i Nefise Mektebi ilk
açıldığında Avrupa akademilerinde
eğitim almış yabancı hocalarla
derslere başlayarak Türk resminde
yeni bir sayfa açmıştır.
Osman Hamdi Bey 1910 yılına
hasta
olarak
girdi.24
Şubat
1910’da
korkulan
gerçekleşti.
Naaş-ı ilk olarak kendi elleriyle var
etti. Müzenin bahçesine getirildi.
Öğrenciler,hocalar,müze çalışanları
karşıladılar
O’nu
cenazesinde
Türkler kadar yabancılar da vardı.
Büyükelçiler,diplomatlar yerli yabancı
birçok devlet adamı cenazedeydi.
Ayasofya’daki cenaze namazının
ardından Osman Hamdi Bey’in naaşını taşıyan vapur iskeledeki insan
selini selamlayarak Eskihisar’a dümen
kırdı. Vasiyeti gereği Eskihisar’da
defnedildi. Birçok ilke imza atan bu
vizyoner entelektüel insanın hayatının
sinema filmi olması dileğimle …
Bol sanatlı bir yıl dilerim.
GEZİ
Avrupa’nın
küçük
hazineleri
Bir İngiliz köyü düşünün, ABD’ye taşınmak
istenmiş olsun. Bir İtalyan köyü düşünün, ‘Orta
Çağ Manhattan’ı diye anılsın. Avrupa’nın meşhur
kentleri bir yana; köyleri, kasabaları ve minik
şehirleri başka yana…
Tuz madeninin var ettiği güzellik
HALLSTATT, SALZKAMMERGUT / AVUSTURYA
allstatt’ta insan neye bakacağını şaşırıyor. Mimariye
mi, dağlara mı, göle mi? Köyün her yanı bir estetik
mucizesi. Üçgen çatılı zarif evleri, heybetli dağları ve bu
güzellikleri ayna gibi yansıtan gölüyle Hallstatt masal
kitabından çıkmış gibi. Bu minik Avusturya köyü için
‘buzdağı’ benzetmesi yerinde olur, zira görünenden
fazlası yerin altında! Köyü çevreleyen dimdik dağlar
dünyanın en eski tuz madenine ev sahipliği yapıyor.
Eğlence arayanlar; bu madeni mutlaka görmeli:
‘Salzkammergut’ denilen bu madenlere inilebiliyor,
hem de kızaklarla! Yeraltındaki tuz gölü ve tarih öncesi
dönemden kalma bir madencinin mumyası görülmeli.
Burada tuz madenciliği çok eski çağlarda başlamış;
tarihte ‘Hallstatt Dönemi’ (M.Ö. 800-400) diye anılan bir
periyot bile var. Hallstatt’ta, türünün son örneklerinden
olan, Saint Michael Klisesi’ndeki Kemik Evi’ni de ziyaret
edip, binden fazla kafatasının sergilendiği mezarlığı
58
da görmelisiniz. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer
alan köyü gezmekten vaktiniz kalırsa, yakınlardaki
Dachstein Buzulu’nu ziyaret edebilir ya da Obertraun’da
mağara turu yapabilirsiniz. Bad Goisern de özellikle
yazın yürüyüşçüler ve bisikletçiler arasında popüler.
Yazın köyde otel bulmak sıkıntılı; alternatifi yakınlardaki
Obertraun.
Nasıl gidilir? Salzburg’dan otobüs ve trenle,
Viyana’dan trenle gelinebilir. Tren istasyonu gölün karşı
kıyısında; köye feribot ve teknelerle geçilebilir. Köye
araç girişi mayıstan ekime kadar sınırlanıyor, elektronik
kapılardan giriş yapılıyor. Gece köyde konaklarsanız
kapılardan geçip, ücretsiz park edebiliyorsunuz. Yine
de öncesinde otelden
kontrol edin.
59
Haydutların gözdesiydi
RONDA, MALAGA / İSPANYA
Van Gogh’un ışığına
aşık olduğu şehir
ransa’nın güneyinde, güneşin yıkadığı bir küçük şehir… Sıkış tepiş sokakları
ve renkli kafeleri ‘daha önce gördüm’ hissi
yaratırsa şaşırmayın; nedeni Van Gogh’tur.
1888’de Arles’a güneyin ışığını keşfetmek
ve çalışacak ucuz bir yer bulmak için gelen Hollandalı ressam, ‘Cafe Terrace’ dahil
30’dan fazla eserini burada yaptı. Resmettiği pek çok yer hala görülebilir. Van Gogh
şehri ziyaret için ideal zamanı da, arkadaşı ressam Paul Gauguin’e yazdığı bir mektupta söylemişti: “Eğer mistral rüzgarı vakti
gelirsen Arles seni hayal kırıklığına uğratır
belki. Ama bekle. Eninde sonunda buranınşiirselliğini kavrayacaksın.” Bölgenin parlak
renkleri, burada doğan tasarımcı Christian
Lacroix’yı da etkilemiş. Provence güneşinin
altında renk renk evleri, Rhone Nehri, şarap
barları, bistroları, taş meydanları, etkileyici
Roma kalıntıları ve yaz vakti lavanta tarlalarıyla Arles büyüleyici. Bir zamanlar buradaki
devasa açık hava tiyotralarında gladyatör
dövüşleri ve at arabası yarışları yapılırmış.
Günümüzde amfitiyatro kanlı boğa dövüşlerinin merkezi. Arles, UNESCO Dünya Kültür
Mirası Listesi’nde.
Nasıl gidilir? Nimes, Montpellier, Marseille
ve Avignon gibi ana hatlardan tren seferleri
mevcut. Aix-en-Provence ve Camargue’nün
çeşitli noktalarından otobüs seferleri bulunuyor. Nimes Havaalanı 20 kilometre mesafede, ancak buradan Arles’a toplu taşıma
aracı yok.
arp kayalıkların üzerinde nefes
kesen
bir
güzellik
Ronda…
Endülüs’ün üç büyükleri Cordoba,
Sevilla ve Granada’yı tepeden
izliyor. Etraf, Guadalevin Nehri’nin
biçimlendirdiği yeşil vadilerle çevrili.
Ortasından derin El Tajo boğazıyla ikiye
ayrılıyor ve 18’inci yüzyıl yapımı Puente
Nuevo köprüsüyle tekrar bağlanıyor.
Bir taraf eski, bir taraf yeni merkez.
Köprüden güneye doğru yürürseniz
sizi, Mağribi kültürünün izlerini taşıyan
çarpıcı eski şehir bölgesi La Ciudad
karşılayacak. Çevre şık dükkanlar,
kafeler, tapas barlarıyla dolu. Eski şehri
gezerken, kendi özel bahçeleri içinde
malikanelere de rastlayacaksınız.
Rönesans karakteristiğini yansıtan
bu çarpıcı yapılarda, günümüzde
kasabanın ileri gelenleri yaşıyor.
Bir vakitler buraların hakimi İslami
dönem yapıları ve saraylarmış, hatta
zenginliği nedeniyle bölge haydutların
da gözdesiymiş. Haydutlarda epey
sonra, 19’uncu yüzyılın sonlarında
kasaba Alexandre Dumas, Ernest
Hemingway ve Orsa Welles gibi yazar
ve oyuncuların favorisi olmuş. Kasaba
halkı, geçen yıl ABD First Lady’si
Micheal Obama’yı ağırlamaktan da
memnun. Son bir not olarak, Ronda’nın
‘modern’ boğa dövüşlerinin doğduğu
yer olduğunu da belirtelim. Günümüz
boğa dövüşlerinin ne derece modern
olduğu tartışılır ama bu kültürün izleri
kasabada sıkça karşınıza çıkacak.
Ülkenin en eski arenalarından Plaza
de Toros buna örnek. Nasıl gidilir?
Endülüs’ün pek çok yerinden tren ya
da otobüsle ulaşılabilir. 100 kilometre
mesafedeki Malaga’yı merkez kabul
edersek, trenle iki saat, otobüsle
iki saatten az sürede Ronda’ya
ulaşabilirsiniz.
ARLES, PROVENCE / FRANSA
60
61
Orta Çağ Manhattan’ı
SAN GIMIGNANO, TOSKANA / İTALYA
loransa ve Siena arasında küçük bir Orta Çağ kasabası… Toskana’nın yeşil çayırlarının orta yerinde yükselen
14 kulesiyle bir tür Orta Çağ Manhattan’ına benzetiliyor. Altın günlerinde burada tam 72 kule ev varmış
ve bazılarının yüksekliği 50 metreyi buluyormuş. “Neden bu kadar yüksek kuleler yapmaya ihtiyaç duydular?”
sorusuna anlamlı bir yanıt bekliyorsanız, yanılıyorsunuz. Kulelerin uzunluğu, zenginlerin güç gösterisinden başka bir
şey değildi. Kasabada, kule evler kadar 14’üncü ve 15’inci yüzyıllardan kalma sanat eserleri, freskler, meydanlar,
saraylar ve çeşmelerde dikkat çekici. Elsa Vadisi’nin bağlar ve servilerle bezeli büyüleyici manzarasına nazır
San Gimignano’nun özellikle beyaz şarabı ve safranı meşhur. Toskana sıcağında kavrulmamak için akşamüstü
ziyaret edin. UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi’ndeki kasabada, haziran ayında Orta Çağ Festivali düzenleniyor.
Nasıl gidilir? Floransa ve Siena’dan düzenli otobüs seferleri bulunuyor. San Gimignano’da tren istasyonu yok ama
yakındaki Poggibonsi’den otobüsle geçiş yapılabilir.
Harikalar diyarı
ROTHENBURG OB DER TAUBER, BAVYERA / ALMANYA
Bu uzun ve telafuzu zor isim, ‘Tauber Nehri’nin üzeri’ anlamına geliyor. Almanya’daki Orta Çağ temalı Romantik
Yol’un en popüler durağı olan kasabanın bin yıllık geçmişi savaşlarla yazılmış. Bu sebeple etrafı duvarlarla çevrili.
Fakat kapılarından içeri geçince, sanki bir peri masalının içine düşüyorsunuz. Pencerilerinden çiçekler sarkan
üçgen çatılı evler, daracık sokaklar, taş meydanlar, küçük kuleler… Mimari hemen hiç bozulmamış ve atmosfer
inanılmaz. Kasabayı meşhur ‘Gece nöbetçisi’ ile karanlıkta da gezebilirsiniz. Yılda milyonlarca turist çeken 11 bin
nüfuslu kasabanın festivali bol; ama Kasım ayındaki fantastik Peri Masalı Haftası’nı özellikle anmalıyız.
Nasıl gidilir? Frankfurt’tan otomobil ya da trenle gidilebilir. En yakın havaalanları Frankfurt am Main (175
kilometre), Stuttgart (165 kilometre) ve Nürnberg’de (90 kilometre) bulunuyor.
62
63
SİNEMA
7
Hızlı Ve
Öfkeli
”
YÖNETMEN
James Wan
OYUNCULAR
Vin Diesel,
Paul Walker,
Dwayne Johnson,
Jason Statham,
Michelle
Rodriguez,
Jordana Brewster,
Kurt Russell
YAPIM
2015 Japonya-ABD
137dk.
Dağıtım: UIP
14 YILDA YEDİ FİLME
ULAŞAN SERİNİN BU
YENİ ATAĞI, EFEKT
SANATINI ÇOK
İLERİLERE
TAŞIYAN,
TEKNOLOJİNİN
GÖVDE
GÖSTERİSİNE
DÖNÜŞEN
EN PARLAK BÖLÜM.
64
Kaan YURTTÜRK
IZLI VE ÖFKELİ 7” EKRANDAKİ
POLİSİYE DİZİLERE BENZİYOR: ÖNCEKİ
BÖLÜMLERİ KAÇIRSANIZ BİLE, hemen
bağlanacağınız, heyecanlı ve renkli bir
gösteri bekliyor sizleri. ‘Yıldız Savaşları (Star
Wars)’ gibi karizmatik bir ismi olmadan,
milyonlarca fanatik yaratmadan on dört
yılda yedi filme ulaşabilmiş serinin bu yeni
ayağı, efekt sanatının ufkunu çok ilerilere
taşıyan, teknolojinin gövde gösterisine
dönüşen en parlak bölüm olarak da övgüyü
hak ediyor.
Evet; son model efektler, bol adrenalin,
şişirilmiş kaslar, güzel kızlar, ritmik müzik,
onlarca sofistike patlama ve akıl almaz
takip sahneleri ile ‘Hızlı Ve Öfkeli 7’ 137
dakikalık gösterişli bir seyirlik. Filmde şişirilmiş
kaslara sahip erkeklere dikkat kesilen bayan
seyircilerin; “Offf, vay vay adamdaki
kasa bak!”, “Yuhh be o nasıl muhteşem
bi vücut” demeleri benim gibi sizlerin
de sinirlerini aşırı derecede bozabilir. Bu
durumda filmi bir kenara bırakıp yanınızdaki
bayan izleyiciyle aynı benim gibi kendinizi
şöyle bir tartışmanın içinde bulabilirsiniz; “O
adam hormonlu, kaslarına iğne yaptırıyor,
üstelik öylelerinin beyni de çok küçük
olur, tabii her yönden…”. Bilmiyorum belki
de siz böyle bir tartışmaya girmeye bilirsiniz,
hatta yanınızda oturan ve hiç tanımadığınız
bu bayana kol kaslarınızı da göstermezsiniz
ama eğer benim gibi yanınızda bir başka
birinin met edilişine asla katlanamayan bir
yapınız varsa, her türlü tartışabilirsiniz de,
hiç tanımadığınız insanlarla bile! Yalnız,
hatırı sayılır bir kol kasına sahip olduğumu
yanımda oturan bayana kabul ettirdim.
Nasıl mı? Hiç susmayarak!
Neyse gelelim biz filmin öyküsüne. Filmin
öyküsü tam bir sabun köpüğü ve iskelet
sadece intikam üzerine kurulmuş durumda.
Klasik kahramanlarımızın yanında üç tane
de yeni karakter var bu kez.
Birincisi Deckard Shaw (Jason Statham);
serinin önceki bölümünde ekip tarafından
elemine edilmiş kardeşi Owen’ın intikamını
almak için Dominic Torreto (Vin Diesel) ile
arkadaşlarının peşine düşen, özel yetiştirilmiş
asker eskisi.
İkincisi, Torreto’ya yeni düşmanını etkisiz
hale getirmek üzere işbirliği teklif eden
devlet görevlisi Frank Petty (Kurt Russell) ve
üçüncüsü, bu yardımın karşılığında ekibin
bulmaya söz verdiği genç bilgisayar kurdu
Ramsey (Natalie Emmanuelle). Ramsey,
herhangi birinin dünyanın neresinde
olduğunu çok kısa sürede saptayabilecek
program ‘Tanrı’nın Gözü’nün mucidi.
Kaliforniya’da başlayıp Kafkas Dağları’na
atlayan, oradan Abu Dabi’ye geçen ve
Los Angeles sokaklarında sona eren, iki
‘Kötü’ye karşı bir grup ‘İyi’nin mücadelesi
özetle. Aslında anlatılanların, konunun pek
de önemi yok gibi; varsa yoksa bol aksiyon
ve hız…
Şöyle bir hoşluk daha var işin içinde; baştan
sona Disney çizgi filmlerini anımsatır
şekilde kahramanların üzerine binalar
yıkılıyor, köprüler çöküyor, uçurumdan
arabalar yuvarlanıyor; bir gökdelenden
diğerine süper lüks arabalar uçuyor; her şey
oluyor ama kimseye bir şey olmayacağının
gönül rahatlığıyla, eğlenerek izliyorsunuz
hepsini. Ne güzel! Ne de olsa bu
kahramanlar hormonla şişirilmiş aşırı
abartılı kaslara sahipler ya, beton
düşsede kafalarına, o koskoca betonun
altından sadece boyunlarını kıtlatarak
çıkıveriyorlar. İşte, ‘Kas çok ama akıl yok!’
ifadeli teorimi perçinleyen karelerden
film geçilmemekte.
Tabii, masal ortamını bir parça gerçeğe
dönüştürme endişesi de yok değil. Örneğin;
Vin Diesel’in bu gerçeküstü yapıyı, ‘ailenin
önemi’ni vurgulayan sahnelerle, sevdiği
kadın Letty ile flört ederek dengelemeye
çalıştığı bölümlere de rastlanıyor ‘yedinci’de.
Tüm bunları alt alta dizince, ‘Hızlı Ve Öfkeli’
serisinin büyük laflar etmeden, haddini
bilerek, sadece aksiyon ve avantürle
ilgilenerek akıllıca yaşlandığı görülüyor…
Yaşlandığı görülüyor, zira bu hormonlu
kaslara sahip adamların yaşı oldukça
geçkin ve daha ne kadar o kaslar iğneyle
gidebilir ki?
Gelelim yönetmene; ‘Hızlı Ve Öfkeli’nin
son dört filmini yönetmiş Justin Lin’den (bu
arada bu bilgiye de sadece benden
ulaşabilirsiniz, o da Justin’in karısının
Japonya’nın en güzel hatunu olduğunun
söylenmesi) görevi devralan James Wan
korku dünyasından transfer biri. Testere (Saw),
Korku Seansı (The Conjuring), Ruhlar Bölgesi
(Insidious) gibi popüler korku örneklerine
hayat vermiş 37 yaşındaki James Wan,
250 milyon dolarlık (6. Filmden 90 milyon
dolar fazla) yüksek bütçeli bir prodüksiyonu üstlenerek, özellikle dövüş sahnelerinde son
derece inandırıcı koreografi yaratıp seyirciye
azami saygı göstererek bu işin altından da
başarıyla kalkıyor.
Bir söz de Paul Walker için; ünlü oyuncunun
30 Kasım 2013’te trafik kazasında yaşamını
yitirmesinin ardından tüm şirazesi kayan
‘Hızlı Ve Öfkeli 7’nin bu darbeyi en az
hasarla atlattığını söyleyebiliriz rahatlıkla.
Bitmemiş sahneler nedeniyle devreye
sokulan walker’ın iki kardeşi Caleb ile Cody,
kollarla ya da loş ışıkla surat saklama gibi
yöntemlerle işi iyi idare etmiş gerçekten.
Akademi’den
Oscar’ı
beklediklerini
açıklayacak kadar ‘Hızlı Ve Öfkeli 7’ye inanan
Diesel bu filmle seriyi bitirir mi? Yapımcılar
arasında bulunan ve son karelerde Walker’ı
duygusal sözlerle sonsuza uğurlayan Vin
Diesel’in, dostunun yokluğunda böyle bir
karar alması, 14 yıllık zorlu serüvende başı
dik ayrılması olası. Ancak, kapıyı açık bırakan
sahnelere bakınca biteceğine inanmak zor.
Üstelik, ilk altı filmin hasılatı da 2 milyar 700
milyon dolar hani…
Vin Diesel ile
Dwayne Johnson
gibi aşırı hormonlu
devin dişine uygun
bir düşman olmuş
Jason Statham.
Aileyle ilgili mesajlar
çok yüzeysel ve
beylik kalıyor.
“HIZLI VE ÖFKELİ”
SERİSİNİN BÜYÜK
SÖZLER ETMEDEN,
HADDİNİ BİLEREK,
SADECE AKSİYON
VE
AVANTÜRLE
İLGİLENEREK
AKILLICA
YAŞLANDIĞI
GÖRÜLÜYOR…
65
ÇENGEL BULMACA
Yukarıdan Aşağı
2. Normal yerinden başka yerde bulunan,dışarıda
bulunan anlamında tıbbi terim
3. Ilıkla soğuk arası?
4. Doğu Karadeniz yöresine özgü bir tür kıyı teknesi?
6. Çıkış yeri kolaylıkla bulunamayacak kadar karışık
koridorları olan yapı ?
7. Normal tansiyonlu şahıs
11. Duvar ve tavan süslemeleri yapan usta?
14. Elin iç tarafı?
15. Saç ve tırnağın esas maddesi
16. Aile Hekimi, yazar ve NLP uzmanı.(Resim 2)
ÖD
Ü
LLÜ
18. Karada yaşayan memelilerin en iri ve güçlü hayvanı.
20. Dedektif?
22. Bir bağlaç.
23. Sıvı ile eş anlamlı?
25. KAHED Başkanı.(Resim 1)
27. Damarda akar?
28. Karadeniz bölgesinden bir ilimiz.
29. Oyuncu, yönetmen.(Resim 3)
31. Yalnız, tek, sırf yada?
33. Doğaüstü varlıklarla ilişki kurma sanatı ?
40. Puberteden sonra küçülen ön mediastendeki salgı bezi
Soldan Sağa
1. Madenle ilgili, madensel?
5. ADANAHED Başkanı.(Resim 4)
8. Bacakta bir kemik
9. Bir renk.
10. Kırık yada çıkık ?
12. Gözün en iç tabakası
13. Fotoğrafçılıkta, Tayfın Bütün Renklerinde Duyarlı Olan
Fotoğraf Kağıtları İçin Kullanılan Terim
17. Geçimlik, Geçinme Parası?
19. İngilizce sarılık
21. Asalak diğer adı?
24. Kanserle ilgilenen tıp dalı
26. İnce ve uzun metal çubuk?
30. Aşırı terleme ?
32. Melanin yapan hücre
34. Böceklerde vücudun son bölümü
35. Bağırsak kurdu?
36. Dinlenmek İçin Çalışmaya Ara Verme ?
66
37. Bir burç adı?
38. Öğretim ve eğitim sistemi?
39. Türk ve Altay halk kültüründe ve mitolojisinde silah.
41. Karındaki iç organları örten zar
42. Bir Bütünü Oluşturan Şeylerin Tümü?
Nisan Ayı Talihlisi
Dr. Hasbi ÖZBEK
(Samsun/Çarşamba)
31 MAYIS’a Kadar Anahtar Kodunu aşağıdaki
E-mail adresine gönderen ilk
Aile Hekimine 32 GB Flash Memori HEDİYE!
e-mail: [email protected]
Not: Mail adresine gelen cevapların
gönderiş saatlerine bakılacaktır.
67
68