teknoklazm 2. istanbul tasarım bienali creatıve europe
Transkript
teknoklazm 2. istanbul tasarım bienali creatıve europe
MAISON OBJET TAKAS KENTLER CREATIVE EUROPE BİYOFİLİK TASARIM G GÜNDEME TASARIM PENCERESİNDEN BAKMAYA ÇALIŞAN BİR GAZETE İÇİN 2013 SONU, BİÇİLMİŞ KAFTANDI. BÜTÜN İLGİ ODAĞI AYAKKABI KUTULARIYDI MADEM MADEM... ONLARA DAİR SÖYLENECEK İKİ ÇİFT SÖZÜMÜZ OLMALIYDI. NIKE AIR İÇİN TASARLANAN ŞİŞME KUTULARDAN BAHSEDEBİLİRDİK PEKALA. AYAKK AYAKKABININ NASIL DA HAVADA ASILI GİBİ DURDUĞUNDAN DEM VURUR, HAV HAVADAN GELENLERİ YÂD EDERDİK. AYNI MARKANIN KOLEKSİYONLARI İÇİNDE KÜÇÜK BİR TURLA, ‘ID CUSTOM’ AYAKKABISI İÇİN TASARLANAN ŞEFFAF KUTULARA GEÇER; “İÇİ DIŞI BİR OLMANIN” ÖNEMİNİ DİLE GETİRİRDİK; NASIL DA DÜZEN İÇİN OLMAZSA OLMAZ OLDUĞUNU... O KADAR AYAKKABI DEMİŞKEN, RONNY POON’UN CONVERSE İÇİN YAPTIĞI “BABY STAR” KUTULARINI ATLARSAK OLMAZDI; EVLATLAR İÇİN TASARLANAN BU KUTUCUKLARA KİM ATLARSA DİYEBİLİRDİ! 5 TANE KUTUNUN BİRLEŞTİĞİNDE CONVERSE YILDIZINI HAYIR DİYE TAMAMLADIĞINI ANLATIRDIK... VOLTRAN OLUŞTURMAK ÜZERİNE FİKİR TAMAMLADIĞI YAPARDIK. TEATİSİ YAPARDIK AY AYAKKABI Ş ŞART DEĞİLDİ ZATEN AMBALAJ TASARIMINI GÜNDEME GETİRMEK İÇİN.. N ... S İÇİN... STARBUCKS İÇİN YAPILMIŞ BİR ÖĞRENCİ PROJESİNDEN BAHSEDERDİK MESELA. ÜÇ KAHVE ALANA BİR FİNCAN HEDİYE EDİLSİN DİYE AMBALAJ MES TASARLAYA TASARLAYAN LÜBNANLI CARLA MEZHER’IN KUTUSUNUN ÜSTÜNE “LESS IS MORE” (AZ ÇOKTUR) YAZDIĞINI ANLATIRDIK. MİMAR LUDWIG MIES VAN DER ROHE ROHE’NİN BU ÜNLÜ CÜMLESİNİN, BİR KUTUNUN ÜSTÜNDE NASIL DA MANİDAR DURDUĞUNU DÜŞÜNÜRDÜK KARA KARA... DU ORADAN TÜRK TASARIMCILARA GEÇERDİK ELBETTE... ÜRÜNLERİYLE, THEDESIGNERWALL.COM’UN EN İYİ YILBAŞI HEDİYELERİ SEÇKİSİNDE YER ALAN SE SENCER ÖZDEMİR VE BÜŞRA MEHLİKE KURT’U ANARDIK. AĞAÇ FORMUNU ANDI ANDIRAN KUTU TASARIMLARIYLA İKİ GENÇ TASARIMCININ, ÜRETİCİNİN İHTİYAÇL İHTİYAÇLARINI NASIL DA ÇÖZDÜĞÜNÜ SÖYLER, AYAKKABI NUMARALARINA GÖRE KUT KUTUNUN EBATLARININ DEĞİŞEBİLDİĞİNİ EKLERDİK. TÜRKİYE’DE YAŞAMANIN TASARIMA ETKİLERİNİ TARTIŞIRDIK HARARETLE, HALİYLE... VE SONUNDA... SON KUTULARIYLA BİRLİKTE GERİDE KALAN YILA BAKIP, HEVESLE VED VEDA EDERDİK. 2. İSTANBUL TASARIM BİENALİ Umut Kart umut@k [email protected] TEKNOKLAZM OCAK 2014 +!,%ª4!3!2)-ª-%2+%:î.î.ª!9,)+ª4!3!2)-ª'!:%4%3î$î2ª0!2!ªî,%ª3!4),-!: KALEBODUR HER AÇIDAN BEKLENMEYENİ YA R AT I R . C-Extreme Çimento, traverten ve ahşap doku görünümünü buluşturan fullbody porselen. Kalebodur’dan. kale.com.tr facebook.com/kalebodur OCAK/2014 03 Bahar Aksel [email protected] AVRUPA İÇİN YARATICILIK VAKTİ Avrupa Birliği’nin Kültür ve “Media” başlıklı destek programları, tamamladıkları başarılı sürecin ardından 2014 itibariyle yeni bir döneme geçiyor. Bu yeni dönemin çerçevesi ise geçtiğimiz günlerde açıklandı: Creative Europe yani “Yaratıcı Avrupa”. 2014 – 2020 yılları arasını kapsayan yeni dönemde verilecek fonlar yaratıcı sektörler, kültür ve sanat alanlarına odaklanacak. Başlığın bu şekilde seçilmesinin nedeni ise kültür ve yaratıcılık odaklı sektörlerin ekonomik büyümeye önemli katkısı, yeni iş fırsatları yaratması, inovasyonu desteklemesi ve sosyal birleşme konusunda olumlu rol oynaması üzerinden açıklanıyor. Bu fon programı aynı zamanda Europe 2020 kapsamında hedeflenen “büyüme ve iş fırsatlarının artması” stratejisinin de temelini oluşturuyor. Dolayısı ile kültür ve sanatı “lüks” olarak algılamaktan öte üretim ve ekonomik büyümeye katkıda bulunan önemli bir araç olarak tanımlıyor. Creative Europe kapsamında kültür, sinema, televizyon, müzik, edebiyat, performans sanatları, kültürel miras ve ilgili alanlarda en az 250.000 sanatçı ve kültür çalışanı, 2.000 sinema, 800 film ve 4.500 kitap çevirisine fon sağlanması hedeflemekte. Diğer yandan kültür/sanat alanında çalışan birçok küçük ölçekli firma ve girişimin de desteklenmesi, sayılarının arttırılması planlanıyor. Böylece, kültürel ve yaratıcı sektörlerin dijital çağ ve küreselleşmenin fırsatlarından faydalanmaları sağlanarak uluslararası ölçekte yeni fırsatlar, pazarlar ve izleyici kitleleri yaratılabilecek. Ne kadar fazla sayıda sanatçı ve kültür çalışanı uluslararası ölçekte çalışma imkanı bulursa sektörün o kadar büyümesi ve kendini beslemesi söz konusu. anlatmak konusunda sahip olduğu güç tartışılmaz. Creative Europe vesilesi ile tarihi sinemaların yıkıldığı, AVM’ler dışında kentin belleğinde yer eden sanat merkezlerinin kalmadığı İstanbul’da fon kaygısı ile de olsa farkındalık artabilir. Desteklenecek sektörler arasında en çok öne çıkanlardan biri de sinema. Avrupa’nın kültür ve dil çeşitliliğini koruyarak sanat üretimi ve sinema alanında yarışabilirliğini geliştirmek hedeflenerek 1.000’den fazla Avrupa filminin dağıtımı, Avrupa içi ve dışında gösterimi, 2.500 sinemanın programlarında %50 oranında Avrupa filmlerine yer vermesi koşulu ile fon alabileceği belirtilmekte. Film sektörünün sadece kasting ve çekim değil destek veren yeme-içme, temizlik gibi hizmet dalları ile çok geniş bir çevreye ekonomik girdi sağladığı biliniyor. Diğer yandan kültürleri, şehirleri, toplumları uluslararası ölçekte tanıtmak ve Diğer yandan, kültür ve sanat alanındaki bu yaklaşım Avrupa için yeni değil. Uzun süredir kültür, sanat, tasarım ve yaratıcı alanların desteklenerek fark yaratılması, bilgi ve fikir üretiminin desteklenmesi konusunda çalışmalar yürütülüyor, projeler destekleniyor, hatta Almanya örneğinde olduğu gibi yeni mezunlara kendi işlerini kurmaları için girişimi teşvik edici imkanlar tanınıyor. Bilgi toplumu olmanın gerekleri, bilgi ve fikir üretimi için fırsatlar yaratarak, ve bunu devlet politikaları ile de destekleyerek yerine getiriliyor. artmakta. Çeşitli bakanlıklar ve kalkınma ajansları kapsamında konu ele alınıp gündeme getirilse de küçük ölçekte yaratıcı işler ile ilgili girişimler macera olarak nitelenerek, büyük yatırımcıların insafına bırakılıyor. Üretim ile doğrudan ilişkili tasarım alanlarında düzenlenen etkinlikler, fuarlar finans zorlukları nedeniyle hem kendi gücünü hem de İstanbul’un avantajlarını kullanacak şekilde bir etki yaratamıyor. Konuyu daha sanatsal açıdan ele alan Bienaller ise farklı bir kulvarda değerlendirilerek yine çeşitli zorluklar ile karşılaşıyor. Yeni fikirlerin üretilmesi için kültür, sanat, üretim ve bunları destekleyecek kimlikli mekanların birlikteliğinin önemi, bunlar arasında oluşacak sinerjinin yeniliklere yol açabileceği uzun zamandır tartışılıyor. Avrupa Birliği üzerinden gelen bu tip çağrıların doğru kullanılarak, Türkiye’de farkındalığın ve politikaların artmasının sağlanması; İstanbul’da sayısı artan kültür sanat etkinliklerinin görünürlüğü ve etki alanlarının artması konusunda olumlu etki yaratarak İstanbul’u bir inşaatlar kenti olmaktan çıkarıp fikir üretimi merkezi haline getirmesi mümkün. Türkiye’de ise, üretimde artı değer yaratmaya duyulan ihtiyaç gün geçtikçe Fotoğraflar: http://ec.europa.eu/culture/ creative-europe/ 04 Dilek Öztürk [email protected] 6 YETENEK BELLİ OLDU! Maison & Objet Paris Fuarı’nın organizatörü Safi, her yıl “Seçme Yetenekler” adı altında, altı yeni tasarımcıyı öne çıkaran özel bir etkinlik düzenliyor. Bu sene Tasarım Dergisi ile işbirliği yapan organizasyonun seçimleri netleşti. Türkiye’nin “Yılın Genç Tasarımcısı” ödülünü aldı. Tasarımcıya, 2012 yılında Suck UK için tasarladığı “dijital kek kalıpları” ile Design Turkey tarafından “İyi Tasarım” ödülü verildi. Talents A La Carte seçmelerine ilgi yoğundu ve 11 Kasım 2013 tarihine kadar, mobilya, iç mekan, mimari, takı, grafik, moda ve aksesuar tasarımı alanında toplam 65 adet başvuru yapıldı. 20 Kasım 2013 tarihinde tasarımcı Derin Sarıyer, moda tasarımcısı Bahar Korçan, tasarımcı ve İstanbul Tasarım Bienali Danışma Kurulu Üyesi Özlem Yalım Özkaraoğlu, içmimar ve danışman Mahmut Nüvit Doksatlı, Tasarım Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve mimar Enis Tibet ve Tasarım Dergisi Editörü Dilek Öztürk’ün jüri olarak katıldığı toplantıda tüm başvurular değerlendirildi. Yapılan elemeler sonucu, 65 başvurudan 6 tanesi finale kaldı ve 2428 Ocak 2014 tarihleri arasında Paris’te düzenlenecek olan Maison&Objet fuarında, Talents A La Carte bölümünde seçilen ürünlerini sergileme imkanı kazandı. İşte seçilen 6 tasarımcı... Umut Demirel Endüstriyel tasarımcı Umut Demirel kendi adını taşıyan tasarım ofisini 2012 yılında İstanbul’da kurdu. Kendi stüdyosunu kurmadan önce Adnan Serbest, Alaaddin Adworks, Productions-Graphics gibi tasarım ofislerinde deneyim kazandı ulusal ve uluslararası firmalar için tasarımlar geliştirdi. Umut Demirel tasarım hayatı boyunca fizik, matematik, geometri gibi sayısal bilimlere ilgi duydu ve geliştirdiği ürünlerde bu ilgiyi etkili bir biçimde yansıttı. Ceren Başgöze Ceren Başgöze, 2012 de eşi mimar Fatih Başgöze ile laBoratuvar tasarım ofisini kurdu ve o günden beri kendi mobilya ve iç mekan tasarımlarını yapıyorlar. Şule Koç İstanbul’da çalışmalarını yürüten Şule Koç, ürün ve mekansal tasarım odaklı çalışan bir endüstriyel tasarımcı. 2009’da Red Dot Tasarım Ödülleri ve Design Turkey Üstün Tasarım Ödülleri tarafından fark edilen “Black Diamond” koltuk tasarımı ile tanındı. 2013 yılında, “Stone & More” adlı doğal taş duvar kaplamaları koleksiyonu Elle Tasarım Ödülleri ve A’Golden Tasarım Ödülleri tarafından ödüllendirildi. Koç’un çalışmaları, sergi ürünleri ve iç mekan tasarımı gibi farklı ölçeklerde geniş bir yelpazeye hitap ediyor. Meriç Kara 2003 yılından beri dünya çapında çeşitli sergilerde ve yayınlarda yer aldı. 2007 yılında Phaidon Yayınları “&fork” tarafından dünyanın en heyecan verici genç ürün tasarımcıları arasında yer aldı. 2010 yılında çiçek saksılarından oluşan solo sergisi ‘A Shizophrenic Domestic Project’ ile Elle Decor, Uluslararası Tasarım Ödüllerinde Deniz Duru 2011’de Deniz Duru tarafından kurulan 333km’deki tasarım ve üretim süreci tasarımcıların, mimarların, mühendislerin ve mobilya uzmanlarının entelektüel, görsel ve pratik zekalarının ve zanaat anlayışlarının birleşmesinden meydana geliyor. Bir ürün, tasarım stüdyosu ve atölyenin etkileşimi ile üretilen çoklu modeller ile sonlandırılıyor. Bu işbirliği malzeme anlayışını arttırıyor ve yeni tasarımların üretilmesi için ortam hazırlıyor. Burcu Büyükünal Burcu kendini çağdaş takılar tasarlayan bir tasarımcı olmanın yanısıra, kavramsal sanat eserleri de üreten birisi olarak tanımlıyor. Tasarladığı takılar malzemelerin ve tekniklerin imkanlarından ve kendisinin pratik deneyiminden esinleniyor. Bunun yanısıra, tasarımcının kavramsal çalışmaları, insan vücudu ve takı ile olan gelenekleri ve sosyal normları sorguluyor. OCAK/2014 05 Barış Gün Şahin [email protected] GELECEK ARTIK ESKİSİ GİBİ DEĞİL İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen ikincisi 18 Ekim-14 Aralık 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilecek İstanbul Tasarım Bienali’nin teması açıklandı: “Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil”. Tasarım Beinali tema metninde karşımıza çıkan “Hızlı bir dönüşümden geçen İstanbul, tasarıma ve tasarımın günlük hayatla ilişkisine dair alternatif düşünce üretmenin merkezlerinden biri. Dolayısıyla, dünyamızın yeni koşullarına cevap veren çeşitli tasarım fikirlerini buluşturacak bir bienal için ideal yer.” açıklaması katılımcıları ve ilgili tüm aktörleri kışkırtıcak ve heyecanlandıracak gibi görünüyor. alanda çalışan kişileri katkıda bulunmaya çağırıyor. İmge, animasyon, video, grafik, diyagram ve/veya metin formunda, ama bu formlarla sınırlı da olmayan manifestolarla ilgileniyoruz. Son kertede her bir katkının formu, fikri en etkin şekilde iletme prensibiyle belirlenmelidir. Tasarım manifestosunu sunmak için son tarih 1 2. İstanbul Tasarım Bienali Direktörü Deniz Ova sorularımızı yanıtlıyor: Şubat 2014. Son olarak, İstanbul Tasarım Bienali’nin Türkiye, değişimden korkmayan ve sesini çıkaran bir dönem geçiriyor. Bu sürecin, 2. İstanbul Tasarım Bienali’ne yansımaları sizce olacak mı? Tasarım politikalarına, şehirciliğe dair söylemler ve önerilerin geleceğini düşünüyor musunuz? Bunu bize en iyi şekilde bienale gelecek olan proje başvuruları gösterecek. Tasarım Bienali olarak ilk günden beri tasarımın tüm alanlarını - mimarlık, kentsel planlama, endüstri ürünleri tasarımı, grafik tasarım, moda tasarımı, yeni medya tasarımı ve bu alanların alt dalları - kapsadığımızın altını çiziyoruz. Bunun yanında bienalin önemli hedeflerinden birisi tasarım alanında söylem ve eleştirel düşünme ortamının oluşmasına ve zenginleşmesine katkı sağlamak. Bienal’a gelecek başvuruların zenginliği ve kapsamı bu anlamda önemli olacaktır. 2. İstanbul Tasarım Bienali sanki bizlere “içinizden konuşmayın, gelin, paylaşın, üretin, geliştirin, beraber değiştirelim” diyor... Katılıyor musunuz? Elbette... Bu yaklaşımımız ne kadar çok insan tarafından karşılık bulursa o kadar iyi, hep beraber önümüzdeki tasarım bienalini şekillendiriyor olacağız. İlk bienalden itibaren etkinliğin çok önemli bir parçası olan açık çağrı duyuruları da bunun bir göstergesi. 2.İstanbul Tasarım Bienali temasını tek bir cümle ile özetleyecek olsanız... En iyi özet başlığın kendisi: Gelecek artık eskisi gibi değil. 2. İstanbul Tasarım Bienali mekânları ve ana serginin yanı sıra bienal kapsamında gerçekleştirilecek akademi programı, atölye çalışmaları, tasarım yürüyüşleri, yaratıcı film kuşağı, seminer ve paneller gibi etkinliklerin ayrıntıları 2014 yılında duyurulacak. Bienalin sergi alanı, katalog ve görsel kimliği Superpool ve PP (Project Projects) tarafından hazırlanıyor. Bienalin tanıtım kampanyası ise Alametifarika tarafından hazırlanacak. Bienal ekibi “Tasarımcılar, size ihtiyacımız küratörü Zoe Ryan ve yardımcı küratör Meredith Carruthers da beraber geliştirme, üretme üzerine olan bu söyleme çok değer veriyorlar ve bizimle birlikte bu çağrıyı yüksek sesle dile getiriyorlar. Çalışmalarının başladığı ilk aylardan beri buralarda yürütülen projeler, yapılan çalışmalar, üretimler ve geliştirilen söylemler üzerine yoğun bir araştırma içindeler. var!” diye seslenerek, İKSV Yönetim Kurulu Projelerin seçimi ve süreçle ilgili 3 püf noktası verecek olsanız... Projelerin seçimi ve bu süreç ile ilgili bir “püf noktası” olduğunu düşünüyorum. İlk ve en önemli adım metnin okunması ve anlamlandırılması olacaktır. Başvurumuzda aynen yazılı olduğu gibi; İstanbul Tasarım Bienali, tasarımla bağlantılı herhangi bir Başkanı Bülent Eczacıbaşı önümüzdeki yıl İstanbul Tasarım Bienali’nin ücretsiz gerçekleştirileceği de duyurulmuş oldu. Tasarım Bienali’ne katılmak isteyenlerin 1 Şubat 2014 tarihine kadar başvurmaları gerekiyor. Ayrıntılı bilgi ve başvuru koşullarıyla ilgili detaylara tasarimbienali. iksv.org adresinden ulaşılabilir. 06 Esra Bici Nasır [email protected] EVSELLİK, EV, BARINMA VE MİMARLIK TARİHİ Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı 8. Lisansüstü Araştırmaları Sempozyumu’nu Aralık ayında gerçekleştirdi. hane/aile, ev/yuva, iş/ev temaları üzerinden irdeleyen güncel araştırmalar sunuldu ve bu çalışmaların mimarlık tarihi alanında ürettiği yeni bilgi tartışıldı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı, iki yılda bir, belirli temalara odaklanan lisansüstü araştırmaları sempozyumları düzenliyor. Sırasıyla Osmanlı, Cumhuriyet ve Eski Çağ dönemlerini ele alan sempozyum dizisi, Cinsiyet/Cinsellik, Kimlik/ Aidiyet, Hamilik ve Kent temaları altında devam etti. 12-13 Aralık 2013 tarihinde düzenlenmiş olan sekizinci toplantı, Evsellik, Ev ve Barınma teması ile gerçekleştirdi. Bu toplantıda sunulan bildirilerde mekanları, zamanları ve insanları; evsellik, aile, cinsiyet, mahremiyet, barınma, konut, ev kültürü kavramları ve kamusallık/mahremiyet, Sempozyum’un ilk günü olan 12 Aralık Perşembe günü iki konuşma ve bildirilerin sunulduğu iki oturum gerçekleşti. Çalışma alanları klasik ve geç antikite dönemindeki konut mimarisi ve gündelik yaşam, kadın ve cinsiyet çalışmaları olan ODTÜ Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Lale Özgenel’in yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan sempozyum, davetli konuşmacı Kadir Has Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Didem Kılıçkıran ile devam etti. Feminizmde sürekli farklı boyutlar kazanarak değişen ev üzerine kavramsallaştırmaların, yani bir anlamda feminizmin ev ile macerasının, ev ve domestisite üzerine güncel çalışmaların yön verdiği açılımları ele alan Kılıçkıran’ın konuşması ilgiyle izlenerek ‘kadın ve ev’ kavramları üzerine kavramları üzerine canlı ve verimli bir tartışmayı tetikledi. Prof. Dr. Suna Güven’in oturum başkanlığını yaptığı birinci oturumda Deniz Çetin, ‘Domus ile Metropolis Arasında Mekan’, Selin Mutdoğan ‘Günümüz Yaşam Biçiminde Konutun Kazandığı Yeni Anlamlar’ ve Esra Bici Nasır ‘Güncel Salon Fikri ve Salon Pratiklerine Dair Bir Kesit’ başlıklı bildirilerini sundular. İkinci oturum Prof. Dr. Ali Uzay Peker tarafından yürütüldü. Bu oturumda Gizem Özer ve Tamer Sermet Özgür, ‘Osmanlılarda Konut Mimarisi ve İskan Meselelerine Kavramsal Yaklaşımlar’, Gökçen Özkaya ’18. Yüzyıl İstanbul’unda Evlerin Barınma ve Konfor Koşulları’, Bengi Su Ertürkmen ‘A Research on ‘Jews and Privacy’ in the Ottoman Empire: Through the Neighborhood Organization to Dwellings, Ankara Jewish Quarter’ başlıklı çalışmalarıyla farklı konuları tartışmaya açtılar. Sempozyumun ikinci günü üç oturum gerçekleşti. İlk oturum Doç. Dr. Elvan Altan Ergut’un oturum başkanlığında Özge Sezer‘in bildirisiyle başladı. Köy evi ve erken Cumhuriyet dönemindeki köy hayatının planlamasını ele alan Sezer’den sonra Umut Şumnu Ankara’daki İkramiye Evleri; Duygu Yarımbaş ise İkramiye Evleri ve Yapıldıkları Dönemin Konut Algısı Arasındaki İlişkiler üzerine sunumlarını gerçekleştirdiler. Bu oturumdaki son konuşma ise Deniz Dokgöz’ün ‘Türkiye’de Modern Konut İmgesi ve Sivil Algısal Boyutu ‘Kübik Ev’ bildirisi oldu. İkinci günün diğer iki oturumu genel olarak İngilizce sunumlarla gerçekleşti. Doç. Dr. Namık Erkal’ın oturum başkanlığını yaptığı ikinci oturum, Aliye Menteş’in ‘Continuity and Change of Rural Traditions in the Mediterrenean Villages’ başlıklı bildirisiyle başladı. Ceren Kürüm’ün ‘Reconstructing ‘Home’ in the House of ‘the Enemy’: PostWar Dwelling Appropriation by Turkish Cypriot Refugees ve Şebnem Soher’in ‘Possibility of Dwelling and Local Modernism of Tozkoparan’ konuşmalarıyla devam etti. Bu oturum Mustafa Önge’nin ‘Konya’nın Yerel Konutlarının Tarihi Kent Mekanından Silinmesi: Bir Bellek Yitimi Öyküsü’ ile sonlandı. Son günün son oturumu Dr. Haluk Zelef tarafından yürütülerek Y.İpek Mehmetoğlu’nun ‘Public House Domestic Nature: Reading the Everyday Spaces of Gertrude Stein and Charlotte Perriand’ ile başladı. Daniel S. Willkens’in Crafting A Cabinet: The Evolution of the Working Spaces at Jefferson’s Monticello and Soane’s Museum’ ve Stephanie Dadour’un ‘The Comeback of Domesticity in the late 1980s North American Architecture’ bildirisiyle devam eden oturum Münevver Aygün Aşık’ın ‘Florya Atatürk Deniz Köşkü’nde Mahremiyet ve Kamusallık Üzerine Bir Değerlendirme’ başlıklı konuşmasıyla sonlandı. Bildiri sunumlarının sonunda gerçekleşen kapanış paneli ele alınan konular ve kavramlar ekseninde zengin tartışma ortamı yarattı. Gerek kapanış panelinde, gerek oturumlar esnasında gerçekleşen konut, ev, evsellik, barınma ile ilgili zihin açıcı kavramsal tartışmalar ve yorumlamalar sempozyumu keyifli ve doyurucu kıldı. OCAK/2014 07 Gözde Severoğlu [email protected] ENDÜSTRİYEL TASARIM “MÜHENDİSLİĞİ” İki kelimeyle mi üç kelimeyle mi anlatalım diye dert edinirken... Her sene yepyeni okullar bünyesine bu bölümü dahil ederken, biz ETMK’nın beşiğinde tıngır mıngır sallanırken... Gündemimize Endüstriyel Tasarım Mühendisliği düştü. Endüstriyel Tasarım veya Endüstri Ürünleri Tasarımı... İki kelimeyle mi üç kelimeyle mi anlatalım diye dert edindiğimiz, her sene ailemize yepyeni bir okulun katıldığı çok anlamlı bölümümüzün, ön lisans, ikinci öğretim ve şimdi de Mühendisliği hayırlı uğurlu olsun! kontenjanı ile yılların açığını kapatmayı destekliyor adeta! Melikşah Üniversitesi 25 kişi, Okan Üniversitesi 30 kişi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi 45 kişi, Selçuk Üniversitesi 10 kişi, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi 30 kişi, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi 24 kişi, Atılım Üniversitesi 30 kişi, Yeditepe Üniversitesi 55 kişi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi 30 kişi, Haliç Üniversitesi 26 kişi, Doğuş Üniversitesi 25 kişi ve Marmara Üniversitesi 30 kişi kontenjanı ile her sene mezun vermeye devam ediyor. Ekibe yeni katılan Gebze Üniversitesi ise henüz kontenjanlarını belirlememiş durumda. Güzel Sanatlar ya da Mimarlık Fakültesi bünyesindeki Endüstriyel Tasarım bölümlerine Amasya, Gebze, Karabük ve Tekirdağ’daki üniversitelerin eklenmesi ile tasarımcı yetiştirmekte kontenjanları artırmanın önceliğimiz olduğu söylenebilir. Bu lisans eğitimlerinin yanında, iki yıla indirerek sıkıştırılmış tasarımcı diploması sunan ön lisans bölümlerinin yer aldığı okullar, sektöre hızla ara eleman kazandırıyor! Diğer yandan, kurulan ikinci öğretimler, gecesi gündüzüne zaten karışacak tasarım öğrencisi için nasıl bir fayda yaratacak tartışma konusu. Mühendislik Önlisans Ostim Meslek Yüksekokulu’ndaki ön lisans programının 40 kişilik kontenjanı bulunuyor. Yüksekokul bünyesindeki diğer bölüm başlıkları ise Elektrik Enerjisi Üretim, İletim ve Dağıtımı, Kaynak Teknolojisi, Lastik ve Plastik Teknolojisi, Mekatronik. Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi’ndeki aynı bölümün kontenjanı ise 50 kişi. Hacettepe Üniversitesi ikinci öğretim ile beraber 60 Kişi. Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi 30 kişi. Plato Meslek Yüksekokulu 40 kişi. Kastamonu Üniversitesi ikinci öğretim ile beraber 50 kişi iken Namık Kemal Üniversitesi 25 kişilik kontenjana sahip. Sadece 2013-2014 döneminde toplam 295 kişilik ön lisans kontenjanı açıldı. Lisans Anadolu Üniversitesi 62 kişi, İzmir Ekonomi Üniversitesi 30 kişi, Yaşar Üniversitesi 22 kişi, Bahçeşehir Üniversitesi 44 kişi, Gazi Üniversitesi 25 kişi, Işık Üniversitesi 30 kişi, İstanbul Arel Üniversitesi 24 kişi, İstanbul Bilgi Üniversitesi 50 kişi, İstanbul Teknik Üniversitesi 45 kişi, Kadir Has Üniversitesi 30 kişi kontenjana sahip. İkinci öğretim ile beraber Karabük Üniversitesi 150 kişilik Mayıs ayında Endüstriyel Tasarım Mühendisliği Sempozyumu da gerçekleştiren Erciyes Üniversitesi, ikinci öğretimle beraber 82 kişi. Karabük Üniversitesi Meslek ve Teknik Lise mezunlarına yönelik lisans programı ile beraber 68 kişi kontenjan açmış durumda. Gazi Üniversitesi ön lisans ve lisansın yanında mühendisliğini de açarak takımı tamamlıyor, öğrenci alımına ise 20142015 döneminde başlayacağını belirtiyor. Toplam 148 kişilik kontenjan ile Bilgisayar Destekli birçok başlığın yanında, makine, mekatronik, grafik, sanat ve tasarım, tasarım teknolojisi, elektrik elektronik gibi başlıklarda ders içerikleri hazırlıyor. Bölümün Türkiye dışındaki karşılığı üretim ile iç içe ilerlerken, bizdeki kurgu biraz ondan biraz bundan gibi bir başlıkta çözümleniyor. Bir tutam Endüstri Mühendisliği’nden, çokça Makine Mühendisliği’nden bir karma kurgulanıyor ve üstüne içinde tasarım geçen birkaç ders içeriği eklenerek yeni bir endüstriyel tasarım tanımı ortaya çıkıyor. Halbuki bu bölümün en önemli başlığının da üretim olduğu ilk bakışta fark ediliyor. Endüstriyel Üretim Mühendisliği olabilecekken neden adı Endüstriyel Tasarım oluveriyor, o da bir türlü anlamlandırılamıyor. 08 Dilek Öztürk [email protected] REDDEDİLDİ “Ödül yağmuruna tutuldu. Yüzlerce, binlerce kopya sattı. Çok tuttu.” Sizce bu tabirler, tasarım değerini ölçmeye yeterli sayılır mı? Yaratıcı dünya bu süslü tanımların altında ezileli çok oluyor. İşin kalitesinden daha ağır olan bu ithamları yapıştırmaya da ayrıca meraklıyız. Kreatif projenin etrafında, kendisinden daha ağır kalan bu övgüler, bize resmin tamamını göstermiyor maalesef. Yaratıcı endüstrilerde iş üreten kişilerin red alması artık gündelik yaşamlarının bir parçası haline gelmişken, bir sergi, onları bu rutinden çekip çıkardı. “Reddedildi” (Rejected) projesi, Munich Creative Business Week 2013 için geliştirildi. Tasarımı ödüllendirmek anlamında ilk defa madalyonun öteki yüzünden bakan bir yaklaşımla... “Rejected”, daha önce hiçbir yerde yayınlanmayan ve küratörlerden, müze direktörlerinden, fuarlardan, yarışma jürilerinden red almış farklı yaratıcı disiplinlerden çalışmalar içeriyor. Bazen haksız sebeplerle, bazen de ince ekonomik hesaplar ya da tamamen kişisel çıkarlar ya da çıkarsızlıklar sebebiyle reddedilen ve değerlendirilemeyen toplam 11 proje, farklı bir sergileme anlayışı ile gözler önüne serildi; siyah tabutlar içinde. Bu ironiye belki de gerek yok ama bu çalışmalar yakından incelenmeyi hakediyor. Serginin mottosu ise “kabul edildi” oldu, reddedilmelere karşı. Sergi, fotoğraftan, moda,tasarımı, grafik, endüstriyel tasarım ve ayrıca müzik, belgesel film ve tasarım kritiği metinlerine kadar geniş bir yelpazede reddedilen gerçeklikleri sundu. Kimler Reddedildi? Savaş sonrası Alman ekolü döneminde dünyaya gelmiş fotoğraf sanatçısı Florian Böhm, çalışmalarında Amerikan sokak fotoğrafçılığından ilham alıyor. New Yorklular’ın sokaklarda, kaldırımlarda yürümek için beklerkenki hallerine odaklanan Böhm, gündelik hayatta oldukça banal kabul edilebilecek bu duruma dikkat çekmek istiyor. Böhm’ün bu çalışmaları Alman mimari ve endüstriyel fotoğraf tarihinde bir dönüm noktası olan ikili Bern ve Hilla Becher’e bir atıfta bulunuyor. Endüstri miarsı yerine, sokaklarda bekleyen kişiler, kitle halini alıyor. Kentte ortak paylaşılan bu bekleme deneyimi sosyolojik bir platform oluyor artık ve kişilerin halleri, 21. Yüzyıl şehirleşmesinin fonunda anlatılıyor. Sokak fotoğrafçılığının bu kadar yaygın olduğu dönemde Böhm’ün çalışmalarının ne kadar red alabileceği ise tartışma konusu elbet. Mirko Borsche ise bir grafik tasarımcı. Mirko, tasarımın öğrenme, anlama ve eğlenme için bir kaynak olduğuna inanıyor. Şimdiye kadar farklı ülkelerde grup sergilere katılan ve kendi kişisel sergisini de açmış olan Borsche, Reddedldi sergisinin kataloğunu da kendi tasarlamış. Katalogta en çok dikkat çeken sayfa, Samuel Beckett’ın sözünün olduğu sayfa: Ever tried. Ever failed. No matter. Try again. Fail again. Fail better. (Hep denedin. Hep yenildin. Olsun, yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.) Münih’te çalışmalarını sürdüren moda tasarımcısı Ayzit Bostan’ın çalışmaları için, lüks segment modanın performans sanatı ile buluştuğu nokta tanımı yapıldı. Bir “reddedilen” için oldukça iddialı bir yorum. Bostan’ın çalışmaları gündelik hayatta tercih edilebilecek tasarımların basit oyunlarda gündelik olmaktan çıkan ve obje olma yolunda ilerleyen bir çizgide gidip geliyor. Nitzan Cohen ise yanıtlanması ilgi çeken soruları sormak isteyen bir endüstriyel tasarımcı. Bu ekol bize hiç de yabancı gelmeyen Eindhoven’dan kaynaklanıyor. Yıllarca Konstantin Grcic’in yanında çalışan Cohen’in çizgilerinde hem Eindhoven’dan aldığı gelenekleri, hem de Grcic’in esintisini görebiliyoruz. Stüdyosunda, ekibiyle birlikte araştırmaya dayalı, mekan ve objeler üzerinden yeni bir görsel lisan oturtmaya çalışan kavramsal projeler geliştiriyor. Belirli malzemeler ve tekniklere dayalı çalışan takı tasarımcısı Saskia Diez, tasarımlarında geometrik formlara ve metale yer veriyor. Takı tasarımı alanında özgünlük oldukça sorgulanan bir konu. Renk, malzeme ve form arayışı her takı tasarımcısını ortak noktalara ve aynılığa sevkediyor. Farklılaşmak için ne yapmak lazım? Belki de Rejected projesinin temeli bu soruya dayanıyor. OCAK/2014 09 Umut Kart [email protected] DİSİPLİNLERİN ENTEGRASYONU MERKEZDE GMK eski başkanı Yeşim Demir, Icograda yönetim kuruluna yeniden Başkan Yardımcısı olarak seçildi. Sorularımızı yanıtlayan Demir, Icograda’nın disiplinlerin entegrasyonu konusunu merkeze aldığını söyledi. - Yeniden başkan yardımcısı olarak seçilmeniz Türkiye adına ne anlama geliyor? Icograda Afrika, Okyanusya, Amerika, Asya, Avrupa kıta bölgelerinden toplam 68 ülkenin üye olduğu bir dünya konseyi. Yönetim kurulu oluşumunda bölgelerin dengeli biçimde dağılmasına da özen gösteriliyor. ‘’Professional’’, ‘’Promotional’’, ‘’Educational’’ gibi üyelik kategorilerinde 150’ye yakın kuruluş, dünyada grafik tasarım, görsel iletişim tasarımın disiplinlerini temsil eden birçok meslek örgütü, üniversiteleler ve kurumlar var. Hal böyle olunca kararlar ve gerçekleşen etkinlikler bölgeler arasında bir karar ve planlama dengesi gerektiriyor. 2011’de ilk kez Taipeideki Genel Kurul’da göreve seçilmiştim. Yönetim kuruluna bir kez seçildikten sonra orada kendi örgütünüzü temsiliyetiniz sona eriyor. Artık yönetim kurulunda bireysel olarak kendi donanımınızla görev yapıyorsunuz. - Icograda’nın yakın dönem planlarından bahsedelim mi biraz da? Icograda zamanın ruhunu yakalamış bir oluşum. Biz de disiplinlerin entegrasyonu konusunu merkeze aldık. Önümüzdeki iki yıl zarfında yine dünyanın çeşitli bölgelerinde tasarım haftaları ile Icograda’yı aktif olarak izleyeceğiz. Elbette devam eden projeler de var. Iridescent ve Indigo (International Indigenous Design Network) dünyada tasarım kültüründe etkileşimi artırmak açısından çok önemli projeler. Sürdürülebilirlik Icograda’nın önemli parçalarından biri. Dünya çapında yüzlerce etkinliğe destek veriliyor. ADAA tasarım ödülleri bunlardan biri. Achievement, Education ve Excellence ödüllerine bu yıl bir de Presidents Award’u ekledik. - Genel kurulun kimlik tasarımı da size ait. Bu tasarımda kriterleriniz nelerdi? Icograda bu yıl 50 yaşını kutladı. 50. Yıl logosu geçen dönem yönetim kurulunda görev yapan Fabrica’nın kreatif direktörü Omer Vulpinari’ye ait. Vulpinari’nin logosu yerkürenin ve kıtaların geometrik yapısından yola çıkıyor ve Icograda’nın bir dünya kuruluşu oluşu fikrini destekliyordu. Benim öteden beri tekrarın peşine düşmek gibi bir dürtüm var. Eğer bu yoksa da ben var ediyorum. ‘’Tekrar’’ çocukluğumdan beri akıma nakşolunmuş bir var oluş türü. Selçuklu kapı bezemelerinden, tekrar eden hareketlerden, dokulara kadar her tür örüntü ve tekrar bana çok cezbedici geliyor. İki boyutu üç boyuta çıkartıp sonra onu tekrar iki boyutlu olarak yeni bir tanımla yeniden kurmayı, böylelikle “şeyler”e tekrar yolu ile yeni gerçeklilikler katmayı heyecan verici buluyorum. Vulpinari’nin logosoundaki geometrik izleri alıp 2 ve 3 boyutlu olarak tekrar ettim ve 50. Yıl kutlamasına çoğalma, çeşitlilik gibi kavramları da ekleyerek kutlama etkisinde bir sarmal yarattım. Genel kurul İstanbul’da yapılsaydı erguvan va turquaz renkleri ile desteklenecekti. Montreal’e alınınca tüm renkler devreye girdi. - Türkiye’de grafik tasarımın geldiği noktayı değerlendirebilir misiniz? Mesleki üretimimizi yaşadığımız hayattan soyutlayamayız. Tasarımın bireysel bir geçitten akıp kolektif bir vahaya döküldüğüne inananlardanım. Tasarımcı ne kadar meraklı, olursa herkes için o kadar iyi. Ben öğrencilerimde müthiş bir tutku ve merak görüyorum. Yaşadığımız günlerin zorluğu onları zaman zaman bloke etse de – kimi etmiyor ki?- yaşadıkları çağın farkındalar. Ülkemizde grafik tasarımın sorumlulukları ve meselelerinin yurt dışından bir farkı yok. Disiplinler birbirlerine ihtiyaç ve saygı gösterdikçe, işveren tasarımcıya kıymetini hakkını verdiği sürece gelişim daha sağlıklı olacak. - Sizce “communication design”ın (iletişim tasarımı) tanımı zaman içinde değişiyor mu? Tabii, malzeme değişirse tarif de değişir. Teknolojiyi tutabilene aşkolsun. Disiplinler, endüstriler birbirine komşu iken artık ortak çalışır oldular. En azından danışmalar çoğaldı. Bence iletişim tasarımı gerçek anlamını şimdi buluyor. Bir tasarımcı bir soruya yanıt ararken tüm disiplinleri gözetmeli, kurumsal görsel kimlik, mimari, endüstriyel tasarım, digital cözümler, hepsi aynı gemiye binerse, hedefe eksiksiz varılır. - Meslek örgütlerinin Türkiye’deki konumuna nasıl yaklaşıyorsunuz? Meslek örgütlerinin daha etkin olması için tasarımcılar bir yandan üretirken diğer yandan beraber neler yapabileceklerine bakmalılar. Ben kendi hesabıma işte tam da bu yüzden hayatımın bir kesitinde GMK, Icograda gibi oluşumlarda gönüllü olarak çalışmaya karar verdim. Tasarımcılar bireysel mesailerinden bir kısımını bu ortak var oluşa ayırabilirlerse meslek kuruluşları çok daha etkin bir yapıya kavuşur. Sponsorluk ve teşvik kavramları da çok önemli. Meslek örgütlerinin gönüllü kurumlar olduğunu düşünürsek her etkinliğin, her adımın meşakkatini hayal etmek zor olmaz. 10 Gözde Severoğlu [email protected] YILIN RENGİ: PARLAK ORKİDE Her sene iki büyük sezon ve renginden malzemesine, yer kaplamasından duvarına değişiveren başlıklar... Renk, malzeme, ürün dili bir yana, asıl odaklanmak üzere yola çıkış noktamız ise her koşulda insanın ihtiyaçları... Renk, “bu sene bu moda”, diyebileceğiniz bir başlıktan öte bir fonksiyona sahip. Fiziksel olduğu kadar, duygusal, ruhsal ve zihinsel çağrışımları mevcut. Renk bilimci ve Uluslararası Renk Komisyonu üyesi Ümit Ünal, renk komisyonunun çalışmalarının sadece tekstil için değil otomotivden başlayarak tüm endüstrilere hizmet verdiğini belirtiyor. Rengi, ecza dolabındaki bir ilaç gibi görüyor. İlerleyen günlerde ihtiyaç duyulacak o ilacın temini konusunda üreticilerin hazırlıklarına erken başlamasının gerektiğini belirtiyor. Tasarım endüstrisine renk standardizasyonu getiren, ipuçlarını dünyanın dört bir yanında dolaşarak bulan Pantone ise 50 yılı aşkın süredir rengi bir ifade biçimi olarak kullanmamıza imkan veriyor. Ortaya çıkacak ürün, mekan, tekstil ürünü ve daha farklı konularda yaratıcılığımızı tetiklemekle kalmıyor, insanın düşünme biçimi, duyguları ve fiziksel reaksiyonları konusunda çalışıyor. Rengi daha verimli kullanmak üzere bizlere genişletilmiş kartelalar önererek yol göstermeyi taahhüt ediyor. Renk seçimi için bir ilham kaynağı olan Pantone, tüketici için ürün ve hizmet habercisi gibi çalışıyor. 2000 yılından bu yana bilirkişi duruşu ile yılın rengini bizlerle paylaşmayı sürdürüyor ve 2014 için Parlak Orkide (Radiant Orchid) diye sesleniyor. Parlak Orkide, çağdaş ve yenilikçi dili ile, güzellik kavramına sağlık ve canlılık başlığı ile ulaşıyor. Yaratıcılığın yenilik ve özgünlük ile kesiştiği noktada karşımıza çıkan renk, kullanıldığı yere enerji katıyor. Sıcak ve soğuk renklerin bir harmanı kabul edilen mor, saç ve cilt tonları ile ilgili ayırt edici kombinasyonlar yaratmaya imkan veriyor. Kozmetik konularda kardeş tonları pembe, lila ve benzer bir iddaya sahip kırmızı ile iyi anlaşarak seçenekler yaratıyor ve parlaklığı ile nitelikli bir rötuş kabul ediliyor. İç mekanda ürünlerde ve aksesuarlarda aksan renk olarak kullanıldığında, mekana yeni bir düzen getirebileceği söyleniyor. Zeytin rengi ve avcı yeşili ile kesiştiğinde kendi varlığını gözler önüne sermeyi başarıyor ve izleyicisini etkiliyor. Diğer yandan, açık sarı ve turkuaz ile bir araya geldiğinde ise muhteşem bir ortaklık sunacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bu capcanlı renk, nötr sayılabilecek gri, bej ve boz kahverengi ile bir arada bulunduğu mekana, hayat enerjisi getiriyor. Canlandırdığı sırada başka bir tarafı yok etmeyi tercih etmiyor. Kendi varlığını gözler önüne seren Parlak Orkide, diğer renklere de fırsat yaratmayı başarıyor. Parlak Orkide rengi, birçok kişi için dişil kabul edilse de bir arada kullanıldığı renk ve miktarları ile farklı hedef kitleler için vurucu alternatifler sunmayı başaracağa benziyor. Mobilya, perde, halı üçlemesinde şampanya ve bej renklerin ağırlıklı olarak kullanıldığı ülkemizde, Parlak Orkide’nin aksesuar ölçeğinde mekanlara dahil olacağı söylenebilir. Küresel ölçekte baktığımızda ise bu rengin inovasyon rengi olduğu tarifleniyor. Her yılın rengi bambaşka paletler ile yakınlaşabilir nitelikte oluyor ki bu da bu renklerin her daim her insan için aynı değeri taşıyamayacağına referans oluveriyor. Ancak, Pantone’nın ilanı ile başlayan süreç, tüm yıl boyunca, markanın iş birlikçilerinin ürünlerini Parlak Orkide’leştireceğini gösteriyor. OCAK/2014 11 2014’TE ÖNE ÇIKANLAR Tasarımcılar her geçen gün geçmişten ilham almakla yeni form ve teknikler üretmek arasında gidip gelirken 21. yüzyılın giyim anlayışı aradığı yeri bulmaya başladı bile. Opak ve Saydam saydam kolların omuzlarını yer yer sezon modasına uydurarak açıkta bırakmış. Yaka ve bel hattı kesiklerinde oval formlar uçuşan etekleri güncelleştirirken Antonio Marras’nın florak şıklığına eşlik eden üç boyutlu süslemeler yine yarı saydam kumaşların üzerine çalışılmış olan desenleri vurguluyor. Dantellerin desenlerinin tenin açıkta kalan bölgeleri üzerinde daha belirgin kılındığı koleksiyonlar yine saydam, açık, kapalı, opak ve transparanı gizliden gizliye sorgulayan nitelikte. Yarı saydam kumaşların opak kumaşlara verdiği destek birkaç sezondur gitgide artarken Fendi, 2014 İlkbahar Yaz koleksiyonunda geometrik kesikleri alışılmış bir uygulamaya gidip sert malzemelerle vurgulamak yerine yarı saydam organze türü kumaşlarla çalışmış. Kesimleri farklı bir biçimde öne çıkaran bu malzeme kontrastı fütüristik etkiyi desteklerken iki boyutlu detay zenginliğine yer yer origamiyi andıran bir üç boyutluluk eşlik ediyor. En üst katmanın arkasında kalan kumaşlardaki oyunlarsa koleksiyonun diğer bir albenisi. Yoğunlaşan Baskı Detayları Celine önümüzdeki sezonda sıklıkla karşımıza çıkacak olan pop etkili desenleri en iyi şekilde işleyen markalardan. İlgi çekici baskı çeşitlerinin kullanımı yeniden yaygınlaşalı ve koleksiyonların göz alıcı unsurlarından biri haline geleli birkaç sezon oldu. Alışılageldik kullanımlara git gide yenileri eklenedursun, Celine de dış giyim parçalarına uyguladığı desenleri klasikleşmiş, her zaman farklı ancak sade Stilize delikler olmayı başaran kimliğine zarar vermeden en iyi şekilde kullanmış. İncelenen Göğüs Hattı Prada’nın bu sezonki sürprizi, koleksiyonları içindeki tüm tutarlılığa rağmen sergilediği özgünlük, bu kez iç ve dış kavramını sorgulayan modellere hayat vermiş. Çeşitli yüz baskılarıyla renklendirilmiş elbise ve paltoları olabilecek en androjen biçimde ve dişiliği ön plana çıkarmayan bir üslupla bölen göğüs detayları, geçmişi geri getirmekten ziyade yeni arayışlara yönelen ve giysi modellerinin yerini yeniden belirleyen 21. Yüzyıl tasarımcısının bu sezonki incilerinden biri. Ten bahane, desen şahane Chloe uzun ve bileğe doğru açılan yarı Christopher Kane’in önümüzdeki sezon için hazırladığı koleksiyonda yer alan, Alexander Clader’in kinetik heykellerini anımsatan delikler, aslında çiçek yapraklarından yola çıkılarak tasarlanmış. Basit formlar üzerinde ön plana çıkarılan detaylar siyah, lila, krem rengi düz takımlarda ve desenli parçalarda kullanılmış. Birkaç sezondur sıklıkla karşımıza çıkan desen incelemesi ise kumaşlar üzerinden değil, Anish Kapoor’un içe doğru oyulmuş heykellerindeki ideolojiyi çağrıştıran bir biçimde, kumaş yerine tenin açıkta kalan bölgelerinde uygulanarak elde edilmiş. 12 Esra Bici Nasır [email protected] SALZBURG KIŞ OKULU Fachhochshule Salzburg Üniversitesi`nde gerçekleştirilen Salzburg Kış Okulu’na ülkemizden Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi öğrencileri katıldı ve kültürlerarası tasarım atölyesi deneyimi kazandılar. Mimarlık ve tasarım eğitimi disiplinlerarası, kültürlerarası farklı boyutta deneyimlere açık olan ve olanak sağlayan bir süreç. Bu süreçte farklı ülkelerin öğrencileriyle işbirliği yapmak, farklı kültürlerin yer aldığı coğrafyalarda deneyim kazanmak, eğitimin niteliğine zenginlik sağlıyor ve öğrencilerin vizyonlarını geliştiriyor. Bu anlamda, Avusturya’da bulunan Fachhochshule Salzburg Üniversitesi’nde kış döneminde gerçekleştirilen Salzburg Kış Okulu iyi bir örnek teşkil ediyor. Ülkemizden de Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlik ve Tasarim Fakültesi’nin katıldığı, Salzburg Kış Okulu gerek tasarım, iç mimarlık ve mimarlık gibi farklı disiplinlerden öğrencileri bir araya getiren yapısıyla, gerek farklı kültür ve coğrafyalardan gerçekleşen katılımlarıyla hakkında söz edilmeye değer. Salzburg’da gerçekleşen Kış Okulu, Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlik ve Tasarim Fakültesi’nin Mimarlık, Endüstri Ürünleri Tasarımı ve İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümleri’nin katılımıyla, Avusturya Fachhochshule Salzburg Üniversitesi’nde kış döneminde üç yıldır devam eden atölye çalışmaları şeklinde yapılıyor. FH Salzburg’ta bulunan ve diğer üniversitelerden değişim programıyla gelen öğrencilerin de katılımıyla bir haftalık tasarım atölyesi gerçekleştiriliyor. Farklı ülke ve bölümlerden karma grupların oluşturulduğu çalışmada öğrenciler, tasarımın farklı ölçeklerdeki uygulamalarında birlikte çalışarak işbirliği yapıyorlar. Kış Okulu’nun atölye calışmasının değerlendirme jürisine ise Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Elçin Tezel ve Öğ. Gör. Sinan Polvan’la birlikte FH Salzburg Üniversitesi öğretim üyeleri Günther Grall, Michael Ebner, Alexander Petutschnigg ve Bernd Stelzer katılıyor. Yine bu yıl aralık ayında yapılan Salzburg Kış Okulu’na katılan Bahçeşehir Üniversitesi öğrencileri farklı kültürden öğrencilerle ortak proje yapma, farklı kültürden eğitmenlerle tanışma ve farklı disiplinleri tanıma olanağı buldular. Aynı proje başlığının farklı ölçeklerinde çalışan gruplar, birbirlerinin çalışma alanlarına ait dili anlamak, iletişim kurmak ve ortak bir tasarım dilini yakalamak için çaba sarfettiler. Öğrencilerin üzerinde çalıştığı tasarım projesindeki odak Kuchl bölgesinin kendine özgü doğa özellikleri ve bu özellikler çevresinde gerçekleşen etkinlikler oldu. Tipik özellikleri mevsimsel değişim koşulları ve doğada gerçekleştirilen spor ve egzersiz olanakları olan Kuchl bölgesinde olası etkinlikler treking, tırmanma, bisiklet sürme, kayak yapma, kayma, göl ve nehirlerde kano yapmak şeklinde sayılabilir. Bu etkinliklerle ilgili olarak tasarım problemi, öğrencilere iki farklı ölçekte analiz edilebilecek şekilde verildi. İlk alternatif olarak öğrencilerin Kuchl ve çevresinin mevsimsel olanaklarına bağlı olarak spor, egzersiz ve eğlence etkinliklerini baz alması söz konusu oldu. Bu bağlamda öğrencilerden çocuklar, genç insanlar ve yetişkinler için amatör egzersiz ve eğlence amaçları için yeni bir ekipmanın tasarlanması beklendi. Gölde, nehirde, tepelerde ve dağlarda yaz veya kış şartları için kullanılabilecek bu ekipman bireysel kullanım veya maksimum 3 kişinin kullanımı için istendi. Öğrencilerin seçebileceği ikinci tasarım problemi alternatifi ise spor ve eğlence etkinliğini gerçekleştirecek insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri taşınabilir/ sökülebilir bir modül tasarımı oldu. Bu modülün eğlence ve egzersiz için gerekli ekipmanların kiralanmasnın yanı sıra kafe bölümüyle dinlenmeye de olanak tanıyabileceği öngörüldü. Dolayısıyla, taşınabilir ve sökülebilir bu modülün, eğlence ve egzersiz etkinlikleri esnasında değişik amaçlar için kullanılabilecek potansiyeli ön plana çıktı. Öğrenciler, mekanı tasarlarken birbirine eklenme potansiyeli olan modüler bir ünite olarak veya seçilen bir alanda çoklu sayılarda tek başına duran bir birim olarak düşünme alternatiflerine sahip oldular. Öğrencilerden, projelerini tasarlarken, seçtikleri etkinliğe göre, uygun malzemeler ve yapım çözümlerini önermeleri beklendi. Öğrencilerin tasarım süreçleri çeşitli aşamalardan oluştu. Öncelikle üzerinde çalışmak istedikleri bölgeyi ziyaret edip analiz ettiler. Daha sonra Kuchl çevresindeki koşullarla ilişkili egzersiz ve eğlence ekipmanını tasarlamaya başladılar. Bundan sonraki aşamada, öğrencilerden içerde gerçekleşecek etkinliği barındıracak modülü tasarlamaları beklendi. Yapılan tasarımların dijital sunumları gerçekleştirilerek uygun ölçekte maketleri yapıldı. Tüm bu aşamalar bir tasarım ekibi olarak hazırlanarak tasarlandı. Ekip çalışmasını gerçekleştiren öğrenciler, farklı bir kültürle, farklı bir kültür, coğrafya ve yaşam koşulları için, işbirliği içinde, keşif halinde çalışmanın ve tasarlamanın keyfini ve başarısını yaşadılar. OCAK/2014 13 Onur Mengi [email protected] NEDEN KIRMIZI YEŞİL? Tüm dünyada Noel ve yeniyıl kutlamalarını geride bıraktığımız şu günlerde, hiç merak edip de neden her sene tasarımların bazı renklere büründüğünü düşündünüz mü acaba? Her yılın son günlerinde, hediyelik ürünlerden aksesuar tasarımlarına, iç ve dış mekan düzenlemelerinden aydınlatmalara, giysi tasarımlarından yiyecek tasarımlarına kadar heryerde karşımıza çıkan, bizim kültürümüze ait olmasa da etkisini her köşe başında gördüğümüz, kimi zaman bizimmişçesine sarıldığımız bazen de çok sıradan bulduğumuz, kaçmak istesek de kaçamadığımız, bu geleneksel anlayışın nedenlerine ve nasıllarına dair bir dosya hazırladık. Bakalım tüm dünyayı etkisi altına alan ve tüketim çılgınlığını daha da körükleyen bu tasarımlardaki belirli kodların öyküsü nerelere uzanıyormuş? Gösterge bilim temelinde baktığımızda neye işaret ediyorlarmış? Ve bu alanda geçtiğimiz yılın tasarım fenomenleri nelermiş? Aslında Noel ve onu takip eden yeni yıl dönemindeki tasarımlarda birçok parlak ve sıcak renk yer alırken, bunlardan en çok bilinenleri kırmızı ve yeşil renk. Yeşil rengin çıkış noktası, çobanpüskülü (Holly), sarmaşık (Ivy) ve ökseotu (Mistletoe) gibi yaprağını dökmeyen yeşil bitkiler. Çobanpüskülü eski İngiliz inanışlarında, yılın son günlerinde eve bu bitkiyi getirenin bütün bir yıl boyunca evin hakimi olacağını savunurken, kırmızı meyveleri ise İsa’nın öldüğü gün dikenli tellerinden akan kanı simgeliyor. Sarmaşık, gösterge olarak iyi bir yaşam için tanrıya sarılmayı işaret ediyor. Bazı ülkelerde, yalnızca dış mekanda, kilise cephelerine sarılan bu bitki, kiliseyi ve üyelerini ışıktan, diğer bir deyişle metaforik olarak “aydınlanma” dan korumakla görevli. Ayrı hikayeleri olan ve ökseotunun da dahil olduğu bu bitkiler yeşil de kalabildikleri için, aslında uzun kış günlerinin çok sürmeyeceği ve baharın elbet geleceğini sembolize etmişler binlerce yıl. Bilinen ilk kullanımı Romalılar tarafından şansın bir temsili olarak kış aylarında değiş tokuş ile olan bu yeşil bitkiler, daha sonraları Mısırlılar tarafından kış festivallerini kutlamak için kullanılan palmiye yapraklarına evrilmiş. Orta çağlarda ise Avrupalılar tarafından İsa’nın doğumunun kutlandığı günde, yalnızca belirli kimseler tarafından okunabilen İncil’deki Adem ile Havva’nın yaşadığı cennet bahçesi olarak geçen mekanda bulunan, üzerinde kırmızı elmaların bulunduğu bir çam ağacında karşımıza çıkmış. Hikayedeki bu ağacın, yıllar içerisinde simgeselleşmesi ile noel ağacı, ve tarihteki yolculuğunda formu değişse de temsiliyeti hiç değişmeyen kış aylarında umut veren yeşil yapraklar üzerinden yeşil renk, yılın bu dönemlerinin en büyük göstergeleri olarak günümüze kadar gelmişler. Kırmızı ise cennet bahçesindeki elmanın rengi olması yanısıra, aynı zamanda Hristiyanlıkta çarmıha gerilen İsa’nın kanına işaret ediyor. Bazı Hristiyan kiliselerinde, fetva verme yetkisini haiz üst kademeden din adamı piskoposların giydikleri cüppelerin rengi de kırmızı. Hatta St. Nicholas’ın da giydiğine inanılan bu rengin daha sonraları da Santa Claus’a atfedilmesi süpriz değil. 1930’ların en popüler semiotik tartışmalarından olan Coca-Cola reklamları ve Santa Claus’un aslında bir içecek firması tarafından tüketim sembolü olarak ortaya atılmış olma ihtimali de tamamen renk temelli bir argüman. Tartışmalar sonucunda, Santa’nın Coca-Cola tarafından yaratılmış olmasından çok, kış aylarındaki soğuk içecek tüketiminin desteklenmesine yönelik reklam kampanyalarında kırmızılar içerisindeki Santa’nın bu kırmızı logolu içecek firmasının satışlarına o dönemler ve sonrasında oldukça katkıda bulunduğu ise aşikar. Renklerin öyküsünde hal böyleyken, tasarımlarda neler oldu peki? En çok dikkat çekenler şüphesiz global markaların yeni ürünleri ve reklam stratejileriydi. 2013’ün son günlerinde piyasaya çıkan, ayakkabı devi Nike’ın Kevin Durant imzalı Nike KD VI ayakkabısı çok koşuldu. Parlak kırmızı üst yüzeyi, turkuaza çalan yeşil tabanı ve kendinden emin, büyük Nike logosu ile tam da bugünler için tasarlanmış gibiydi. Detaylarında altın rengi parlak yüzeyler de dikkat çekerken, satış fiyatı stratejk olarak ortalamalarının altında tutuldu. En büyük rakibi Adidas ise tabi ki rahat durmamıştı. Adidas Crazy 8 “Nightmare Before Christmas” modeli, karanlıkta fosforlu yeşil parlayan tabanı ve logosu ile biraz fazla karanlık bir ayakkabı olarak karşımıza çıktı. Ancak o da yeşilden vazgeçememişti. Kırmızıya vurgu yapan markalar da vardı. Bunlardan en önemlileri, her sene olduğu gibi Coca-Cola ve Starbucks’tı. Coca-Cola bu sene John Lewis ile yola çıkıp, Disney karakterleri üzerinden yeni yıl gününe hazırlıkları anlattı reklam kampanyasında. Afişlerde ise o vazgeçilmez kırmızı renk, olmazsa olmaz Santa Claus ve bu seneye özel, tura çıkaracağı tır da vardı. Markanın, belki servis verdiği alan olarak değil, ama reklam kampanyası olarak en büyük rakibi şüphesiz Marks & Spencer’dı. Kırmızının hakim olduğı tüm fantastik hikayeleri biraraya getiren marka, ünlü model David Gandy ve aktris Helena Bonham-Carter’lı bir reklam kampanyası ile karşımıza çıktı. Yeşilin de sıkça vurgulandığı görsellerde Kırmızı Başlıklı Kız ve Oz Büyücüsü hikayelerinden sahneler canlandırıldı. Afişleri de reklam filminden kesitler sunuyordu. Her sene bu dönemlerde twitter ve instagram gibi sosyal mecralardan kahve bağımlılarının paylaşmaya, tartışmaya doymadığı, yılın en bekleneni Starbucks kimliği ise yine kırmızıydı evet, ancak bu sefer farklı grafikler ile. Her sene düzenlediği grafik tasarım yarışmasının bu seneki kazanını yeşili kullanmaktan kaçınmış olsa gerek, o çok bilindik yeni yıl süslerinin soyutlanmış halini, irili ufaklı geometrilerle, koyu kırmızı ifade ettiği tasarımları tüm dünyada yine o çok konuşulan markalardan yapmayı başardı Starbucks’ı. Noel ve yeni yılda, hem iç hem de küresel pazar sayesinde gözümüzün epeyce doyduğu kırmızı ve yeşil renkler, bakalım seneye tasarım dünyasında nerede ve nasıl karşımıza çıkacaklar. 14 Bahar Türkay [email protected] GELECEKTE NE YİYECEĞİZ? 868 milyon insanın yetersiz beslendiği ve 1.3 milyar ton yiyeceğin, yani açlık çeken insanların ihtiyacının yaklaşık dört katı gıdanın çöpe gittiği bir dünyada gelecekte bizi ne bekliyor acaba? Sürdürülebilirliği, “sağduyunun daha özenli hali” olarak tanımlayan Şilili mimar Alejandro Aravena, “sağduyunu izlersen sürdürülebilirlik sorunlarının %90’ını çözersin” diyor. Son yıllarda dünyanın ve doğal kaynakların elimizden kayıp gittiğine dair aciliyet duygusuyla birlikte ilgilenmeye başladığımız sürdürülebilir tarım ve besin kaynaklarının devamlılığı meselesine aynı sağduyu ekseninden yaklaşabiliriz. Müge Akgün Radikal gazetesindeki 30 Kasım tarihli yazısında, 5. Uluslararası Gıda ve Beslenme Forumu’nda tartışılan çok çarpıcı rakamlara yer verdi; -Dünyada 868 milyon yetersiz beslenen, 1.5 milyar obez / fazla kilolu insan var. -Her yıl açlıktan 36 milyon, çok yemeğin getirdiği hastalıklardansa 29 milyon kişi ölüyor. -Dünya genelinde üretilen tahılların üçte biri hayvanların beslenmesi ve biyo yakıt olarak kullanılıyor. -Dünyada 1.3 milyar ton yiyecek yani açlık çeken insanların ihtiyacının yaklaşık dört katı gıda israf ediliyor, çöpe gidiyor. Rakamlar aciliyet duygusunu ve bu konudaki şuurumuzu tetiklemek adına önemli. Gelinen noktada etkenlerden birisi yiyeceğin ve besin üretiminin endüstrileşmesi. Bunun biyoçeşitliliğe (biodiversity) olumsuz etkisinin bedelleriyse ağır. Besin üretimindeki endüstrileşmenin dayandırıldığı ilk nedensellik dünyada doyurulması gereken çok fazla aç nüfusun olması. Fakat konuyla ilgili çalışan uzmanlar dünya üzerindeki kullanılmayan arazilerin, doğru şekilde sisteme sokulması halinde kendini döndürebilecek potansiyele sahip olduğunu ortaya koyuyor. Lokanta Maya ve Gram’ın kurucu ortağı şef Didem Şenol da aynı görüşte. Şenol bununla birlikte meselenin, bu konuda yeterli eğitim sahibi olunmaması, sadece tüketicilerin değil besin üreticilerinin ve tarımla uğraşanların da kolaya kaçma eğilimiyle ilgili bir tarafı da olduğunu vurguluyor. Aksini kuvvetlendirmeyen devlet politikaları da eklenince, gelinen aşamada yok olan evladiyelik tohum cinsleri bile var. Tüm bunların karışısındaysa dünyanın çok büyük kısmının çöp yediğine inanan bir kitle... Bu farkındalıktan yola çıkarak çalışmalar yürüten Türkiye’deki önemli inisiyatiflerden birisi, Slow Food hareketinin bileşenlerinden “Fikir Sahibi Damaklar”. Kısa zamanda yarattıkları geniş kamuoyu yanında, sürdürdükleri çalışmalardan en etkili olanları “Gerçek Ekmek” ve “Lüfer Koruma Timi” kampanyaları. Kurucusu Defne Koryürek bir röportajında bu alandaki endüstrileşmeyi, “yaşamımızın temel ihtiyacı olan gıdanın doğal olmaktan çıkıp mekanize oluşu ve kar odaklı hale gelmesi” olarak tarif ediyor. Sürdürülebilir tarım ve besin üretimi konusunda benzer hedeflerle kentsel ölçekte yürütülen koruma çalışmaları da mevcut. Yenikapı ve Kuzguncuk Bostanlarının ve kentteki küçük ekim alanlarının bozulmadan bölge halkı tarafından aynı amaçla kullanımının devamını sağlamak üzere yürütülen etkinliklerde ve geliştirilen projelerde başı mimarların, kent planlamacıların ve tasarımcıların çektiğini görüyoruz. Didem Şenol bu işin tasarım boyutunun insanların ilgilerini çekmek, bizlerin düşünmediği birşeyleri bize düşündürtmek, hepimizin bildiği ama gözardı ettiğimiz şeyleri gözümüze sokmak adına anlamlı olabileceği ve bir heyecan yarattığı görüşünde. Dünyada biyoçeşitliliğin korunması, sürdürülebilir tarımın daha yoğun desteklenmesi, yayılması ve yerel besin kullanımı konularında önemli çalışmalar yürütülüyor. Açık kaynak laboratuvarı işleviyle çalışan biyoçeşitlilik çiftlikleri, tükenmek üzere olan tohumların ücretsiz dağıtımını yapan tohum merkezleri, organik atıklardan mantar ve başka besinler üreten vakıflar var. Bu alanda Kuzey Avrupa ülkelerinin öncü olduğunu söylemek mümkün. Nordik mutfağında son 5-6 yıldır gözle görülür bir değişim yaşanıyor ve İskandinav ülkelerinin çoğunda bu alanda bilgi-deneyim paylaşımı üzerine işbirlikleri, açık kaynak besin araştırma laboratuvarları (open source food research lab) gelişiyor. Çalışmaların bir kısmı kurumsal ve akademik bir yapıda yürütülüyor. Örnekler arasında Slow Food’la birlikte kurulan, çiftçilerin ve besin üreticilerinin geleneksel bilgisiyle teknolojik ve bilimsel araştırmaları birleştiren The University of Gastronomic Science’ı (Torino, İtalya), 2005’ten beri organik tarım üreten, bu konudaki akademik talepleri karşılayan ve Sürdürülebilir Besin Projesi’ni (Sustainable Food Project) yürüten Yale University’yi sayabiliriz. “NY Nordisk Mad”, “Nordic Food Lab”, Danimarka’dan çıkan “MAD” ve “Cook it Raw” gibi inisiyatiflerse, şeflerin yiyecek talebini karşılamanın ötesinde, disiplinlerarası bir yaklaşımla endüstride sürdürülebilirliği sağlamanın aciliyeti konusundaki farkındalığı arttırmaları gerektiğinden yola çıkıyor. Şeflerin farklı alanlardan uzmanlarla bir araya geldikleri bu gruplar, hem projeler üretiyor hem de etkinlikleriyle çalışmalarının yayılmasını sağlıyor. Bazı üyelerinin Danimarka ve İsveç hükümetlerine bu alanda danışmanlık veriyor olmasıysa, bazı devletlerin bu konudaki artan ciddiyetini açığa çıkarıyor. OCAK/2014 15 Müge Yorgancı [email protected] ANLATIMIN EN KISA YOLU: İNFOGRAFİKLER Tasarımcılar fikirlerini hızlı ve etkili bir şekilde geniş kitlelere yaymak için görsel araçlardan en iyi şekilde faydalanıyor. Kimilerine göre görselleştirmenin altın çağındayız kimilerine göre ise bilgi kirliliğinin boyutlarına bir yenisi eklendi. Şehir her gün muazzam miktarda veri üretiyor. Araç ile ya da yaya olarak yaptığımız seyahatlerden, deniz yolunu mu yoksa karayolunu mu tercih ettiğimize, atmosfere ne kadar karbon yaydığımızdan, ne kadar su tükettiğimize kadar her hareketimiz analiz edilebilir büyük veri setleri oluşturmaya aday. Haydarpaşa’, ‘Herkesin Kadıköy’ü’, ‘Göztepe Parkı’, ‘Kadıköy’de Kültür ve Sanat Üretimi’ ile ‘Semt Pazarları/ Gel Vatandaş Gel’ başlıklarında hazırlanan infografiklerin tasarım sürecinde alanlar ile ilgili işlenmemiş datalar ve metaforlar yardımıyla infografikler üretildi. kadar görünüyor? İstanbul genelinde Avrupa yakasında baskın oranda düzenlenen faaliyetlere Kadıköylüler’in katılımını gösteren araştırmalardan yola çıkan ekip, Kadıköy’ün var olan kültür ve sanat üretimine, katılımcı sayıları ile ses veriyor. Veri görselleştirme, bu verileri damıtmak ve insanların keşfetmesi, anlaması ve kullanabilmesi için geliştirilen, kolay görsel formları amaçlayan yöntemleri kapsıyor. Bugün sıklıkla karşılaştığımız infografikler ise ilgili veriler bir süzgeçten geçirilip, yorumlandıktan sonra hazırlanıyor ve enformasyonu hızlı ve kompakt bir şekilde sunmayı amaçlıyor. Son Durak Haydarpaşa Herkesin Kadıköy’ü Haydarpaşa Garını hem tarihi ve yapım özellikleri hem de insan algısı, kültür ve hizmet değerleri ile ele alan infografik çalışması için yapının yıllar boyu İstanbul ile ve şehre yeni gelenlerle kurduğu ilişkiler, sayısal ve içeriksel olarak desteklendi. Çalışmayı yapan ekip, bir anlamda Haydarpaşa’nın sahip olduğu bu değerler bütününü gözler önüne sererek UNESCO Kültür Mirası sayılmasına giden yolu araladı. Yaklaşık 532 bin nüfusa sahip Kadıköy, bir aktarma merkezi olmasından da kaynaklı olarak birçok insana da gün içerisinde ev sahipliği yapıyor. İnfografik çalışması için çeşitli karakterler oluşturan ekip, sık kullanılan günlük güzergahları takip ederek nokta nokta Kadıköy Merkez’e hayat veren odak noktalarına ışık tutuyor. Pek çok disiplin tarafından kullanılan bir veri sunum yöntemi olarak infografikler yerel yönetimler ve kent plancıları için de kullanışlı bir katılım yöntemi. İnfografikler yardımı ile şehrin ana kullanıcılarının ve profesyonellerin, yaşadıkları alanlardaki farkındalıklarının arttırılmasını hedefleyen, Türkiye’nin bir ilçe özelindeki ilk infografik atölyesi, geçtiğimiz aylarda Kadıköy’de gerçekleştirildi ve atölyenin infografikleri, 25 Ekim – 9 Kasım arasında ilk olarak Tasarım Atölyesi Kadıköy’de sergilendi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) ve Tasarım Atölyesi Kadıköy (TAK) işbirliği ile düzenlenen Atölye sürecinde çeşitli disiplinlerden bir araya gelen gruplar Kadıköy ile ilgili beş ana tema üzerinde çalıştı. ‘Son Durak Gel Vatandaş, Pazara Gel! Üretici ve tüketici ilişkisinin, mahalle dokularında yer alan önemli örneklerinden biri olan semt pazarlarına davet niteliği de taşıyan çalışma, Kadıköy’deki semt pazarları bilgilerini eğlenceli bir şekilde sunuyor. Kadıköy’ün Kültür ve Sanat Potansiyeli Kadıköy’deki kültür ve sanat üretimi ne Veri görselleştirmenin köklerinde her ne kadar kartografya, haritacılık bilimi yer alsa da bugün görselleştirme teknikleri çevre, sağlık, finans gibi farklı alanlarda yoğun bir şekilde kullanılıyor. İnfografiklerin infografiği olarak adlandırılan bir çalışmada, sosyal medyada ve web üzerinde yayılan infografiklerdeki sunum şekilleri, seçilen renkler, kullanılan veri türlerini kapsayan veriler grafikler ile anlatılmış. İnfografik alanına ancak girizgah yapabileceğimiz bu yazının sonunda birkaç kaynak ve internet sitesi önermekte fayda var. Örneğin visual.ly adlı internet sitesi bir infografik ve data görselleştirme veri tabanı. Farklı içerikteki görselleştirmeler tematik olarak kategorilere ayrılmış biçimde bu veri tabanında sunuluyor. Bu veri tabanında paylaşılan mimarlık alanındaki örneklerden biri de National Geographic tarafından desteklenen, Gaudi ve eserleri konusuna odaklanan görselleştirme rakamsal verilerden çok Gaudi’nin tasarım anlayışındaki önemli noktaları vurgulamış ve çalışmalarını bir kronoloji içinde sunmuş. Bir anlamda infografiklerin varlık sebebi olan veri görselleştirme yöntemleri ile ilgili kaynaklara baktığımızda özellikle algı boyutunun güncel literatürde tartışılan konular olduğunu görebiliriz. İlk akla gelen yayınlar arasında; Information Visualization Beyond the Horizon (Chaomei Chen), Information Visualization Perception for Design (Colin Ware) ve Ware Information architecture for the World Wide Web (Peter Morville) yer alıyor. Veri görselleştirme konusundaki çalışmaların derinliğini gördükçe tasarımcılar için ne kadar ufuk açıcı bir alan olduğunu düşünmemek elde değil. Farklı alanlardaki görselleştirme tasarımcılarının ve araştırmacıların geçtiğimiz yıllardaki ürünleri heyecan verici. Elbette, ne kadar çok yol kat edildiğini görsek de, bunların sadece ilk adımlar olduğunu ve çok daha uzun bir yolculuğumuz olduğunu kabul etmeliyiz. Şehrine Ses Ver atölyesi ile ilgili örnekleri detaylı incelemek, infografik hazırlamak konusunda kendinizi denemek ve katılım ile ilgili bilgi için www.sehrinesesver.com web sitesini ziyaret edilebilirsiniz. 16 Eray Çaylı [email protected] SIRADA TEKNOKLAZM Son dönemde yükselişte olan “teknolojik ürünleri imha etme” trendini mantıksız bir vandalizm olarak görmenin ötesinde ele alabilir miyiz? Son yıllarda giderek artan sıklıkta karşılaştığımız ve son model teknolojik ürünlerin etrafında şekillenen bir furya var. Ürün geliştirmesine milyonlarca dolar harcanan ve dünya çapında yüzbinlerce kullanıcının ilgisine mazhar olan cihazlar piyasaya henüz yeni çıkmışlarken birtakım kişiler tarafından imha ediliyor. Dahası, söz konusu kişilerin imha faaliyetlerini belgeledikleri ve internet üzerinden paylaştıkları videolar milyonlarca tık alıyor. Tasarımın geldiği en üst düzey noktanın bir karinesi olarak kullanıcılara sunulan bu ürünlerin maruz kaldığı yıkıcılığı nasıl yorumlamalı? “Tasarım” ve “imha” kavramları arasındaki ilişki ilk bakışta katı bir karşıtlık üzerinden şekilleniyor gibi gözükebilir. Ancak tasarım tarihine hızlı bir bakış bize madalyonun diğer bir yüzünün daha olduğunu söylüyor. Zira tasarımcıların, “yıkım” kavramını, bertaraf edilmesi gereken bir tehlikeden öte, kendi amaçları doğrultusunda kullanabilecekleri bir araç olarak gördüklerini de biliyoruz. Yıkımın araçsallaştırıldığı durumların en bilinen örneği “planlı eskime” olgusu. “Planlı eskime,” Amerika Birleşik Devletleri’nde 1920’lerin sonunda gerçekleşen ve “Büyük Buhran” diye de anılan ekonomik krizin sonuna denk gelen dönemde Bernard London adlı bir emlakçı tarafından ortaya atılıyor. London, “eğer devlet yeni krizleri önlemek istiyorsa, tasarlanmış nesnelere de gıda maddelerindekine benzer bir son kullanma tarihi biçsin ve bu tarihi ürünlerin üzerine işlesin” diyor. Bu son derece basit öneri 1950’lerde tasarımcılar tarafından biraz daha sofistike bir şekilde ele alınıyor. ABD’nin yaptığı büyük sanayi atılımı sonucu arzın talepten kat kat fazla olabileceği riskini bertaraf etmek isteyen firmalar, London’ın fikrini tasarım aracılığıyla ürünlerinin temel bir özelliği haline getiriyorlar. Ürünlerin “kendi kendilerini imha edecekleri” şekilde tasarlanabileceği, böylece tüketimin körüklenebileceği ve ekonominin canlı tutulabileceği fikrini hayata geçiriyorlar. “Planlı eskime” ilkesinin tasarım dünyasındaki etkisini günümüze değin sürdürdüğü biliniyor. Üstelik bu etkinin yalnızca, tekstil gibi, ürünlerin açıkça “sezonluk” olarak tüketilmek üzere piyasaya sürüldüğü sektörlerde değil, hemen tüm endüstriyel ürünlerde geçerli olduğu söylenebilir. Konumuz olan teknolojik ürünler özelindeyse, Catherine Rampell’in geçtiğimiz günlerde New York Times’a yazdığı makalede öne sürdüğü iddialar “planlı eskime”nin süregelen etkisine işaret eder nitelikte. Rampell, yazısında, iPhone 5S ve 5C’nin piyasaya sürüldüğü günlerde kendisinin kullanmakta olduğu ve söz konusu telefonların bir nesil önceki modellerinden iPhone 4’ün, bir anda, şarjının çabuk tükenmeye başladığından ve yavaşladığından bahsediyor. Yazar, Apple’ın bu sorunu bilinçli olarak yarattığını ve böylece kullanıcıları bir üst modele geçmeye zorlamayı amaçladığını iddia ediyor. Rampell’in sözünü ettiği sorunlar her ne kadar yazılımla ilgili olsalar da, teknolojik ürünleri piyasaya çıkar çıkmaz fiziksel yıkıma uğratanları da rahatsız ediyor olmaları olası. Geçtiğimiz günlerde satışa çıkan ve dükkânların önünde uzun kuyrukların oluşmasına neden olan Playstation 4’ü satın alır almaz parçalayan Kanada Montreal ve ABD Orlando’daki kullanıcılar pekâlâ planlı eskimenin ipliğini pazara çıkarmayı amaçlıyor da olabilirler. Hatta internette faaliyet gösteren ve kendi geliştirdikleri testlerle teknolojik ürünlerin dayanıklılığını ölçen, testi geçemeyen ürünleriyse gösterişli bir şekilde imha ederek bu yıkımın videolarını paylaşan GizmoSlip gibi platformların da benzer bir motivasyonla hareket ettikleri söylenebilir. Ancak bahsettiğimiz yıkıcı güdünün altında yatan bir diğer motivasyondan daha bahsedilebilir. Bu da, teknolojik ürünlerin kendi özellerindeki “planlı eskime” benzeri sorunlardan çok, toplum üzerinde yaptıkları genel etkinin olumsuzluğuna dikkat çekme amacına ilişkin. Elbette, söz konusu ürünlerin pratikte hayatın her alanını ele geçirdiği ve sembolik olarak da birer ikonaya dönüştükleri bir çağda onları hedef alan bir “ikonoklazm”ın ortaya çıkmış olmasını da garipsememek gerekiyor. Aslında, bu bağlamda “ikonoklazm”ın tarihi de, “planlı eskime” gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın takip eden dönemde başlıyor. Savaş sonrasında, insan hayatını iyileştireceğine inanılarak umut bağlanan çamaşır makinesi, mikrodalga ve televizyon gibi ürünler, 1960’lara gelindiğinde etraflarında gelişen tüketim kültürünün de etkisiyle toplumsallığı boğan birer bela olarak görülmeye başlanıyorlar. O dönem, sanat dünyasında “Vienna Action Group” ve “Auto-Destructive Art” gibi grup ve akımların ortaya çıkmasının ardında da bu boğucu etkiye yöneltilmek istenen bir eleştiri yatıyor. Michael Haneke’nin 1989 tarihli “Yedinci Kıta” filminde, hikâyenin merkezindeki Avrupalı orta-sınıf ailenin tüketim kültürü etrafında şekillenen hayatlarının sahteliğini fark ederek topluca intihar etmelerinden önce evlerindeki eşyaları parçaladıkları yarım saatlik bir sahneye yer verilmesi belki de bu eleştirinin zirve noktasını oluşturuyor. Bu eleştirel geleneğin günümüzdeki temsilcileri Playstation ve Xbox’larını parçalayanlar olabilir mi? “Gerçeğe mümkün olduğunca yakın” bir deneyim sunmak üzere tasarlanan “birinci şahıs nişancı” oyunlarıyla ün kazanan söz konusu cihazların, gerçek insanlar tarafından gerçek silahlarla imha edildiği “TechAssassin” (Teknoloji suikastçısı) benzeri girişimler ve modern çağ ikonoklastlarının eylemlerini kamusal alanda ve insanların gözü önünde yapmaya yatkın oldukları dikkate alınırsa benzer eylemleri mantıksız bir vandalizm olarak görmektense böylesi bir eleştiri geleneğinin ışığında ele almak daha anlamlı olabilir. OCAK/2014 17 Bikem İbrahimoğlu [email protected] SÜRDÜRÜLEBİLİR MODADAN SON NOTLAR Ucuz ve kaçak işçi çalıştırmaktan, 21.yüzyıl tüketicisinin anlam arayışına, ekolojik üretim, geridönüşümlü yeni malzemeler ve hayvan haklarından, üçüncü dünya sosyal projelerine kadar modanın yolculuğu... klasikliğiyle çevre dostu bir seçim olacağını söyleyerek lüks markaları da çevreci yapıyor. Lüks markalar çevreci doğarken (Stella Mc Cartney gibi, koleksiyonlarında ne kürk ne deri kullanmayan), aynı zamanda gerek insana, el işi ve göz nuruna verdikleri değer, gerek yüksek kaliteli, uzun süre kullanılabilir modası geçmeyen modeller yarattıklarından otomatikman çevreci kategorisinde gözüküyor ama durum çelişkili: Bir taraftan Prada, Chanel gibi markalar ihtiyaç duydukları derilerin üretimi icin Amazon ormanlarının yok olmalarından sorumlu tutuluyor, diğer taraftan “petit h de Hermès” tipi ismi gibi küçük ama anlamlı projeler hayata geçiyor. Hermès, Haziran ayında açılan Paris rue de Sevrès butiğinde bir atölye kurarak, Kelly çantaların tokaları, carré ipek eşarpların kumaş fazlaları, ya da defoları olan timsah derilerinden binbir çeşit yeni obje üretip onlara yeni bir hayat kazandırıyor. Önceleri Nike ve Reebok gibi markalar Uzak Doğu’da çocuk işçi çalıştırmaktan mıhlanırken, günümüzün suçluları hızlı moda markaları. Asgari ücretin 38 dolar olduğu Bangladeş’te, Nisan ayında 1000’i aşkın işçinin hayatını kaybetmesine yolaçan Rana Plaza faciası sonunda, H&M, Zara, C&A de dahil 30’u aşkın firma, çalışma koşullarını iyileştiren“Clean Clothes Campaign”in altına bu sene imzalarını atıyor. Genel trendlerde ise, özellikle X ve Y kuşağı ile birlikte, tüketicilerde sonu olmayan tüketimi anlamlandırmaya ve gittikçe daha çok etik değerleri olan markalardan alışveriş yapmaya doğru bir eğilim var. Neyin nerede ve nasıl üretildiğini bilmek istiyorlar. Aşılması gereken ise tüm araştırmaların tüketicilerin kafasındaki sürdürülebilir moda imajının modayla alakası olmayan kara kuru ve biçimsiz organik pamuk t-shirtlerden ibaret olduğunu söylemesi. Nerede bunun albenisi, hayal kurdurtan cazibesi? Kafalardaki ön yargıyı bozmak için 2004’ten beri Paris Moda Haftası’na (2013’ten beri nedense Berlin’de) paralel geliştirilen “Ethical Fashion Show” hem katılımcı firmalar hem de defileleriyle bizlere işin moda yönünü gösterdiği gibi birçok sosyal projeyle varlık kazanan “niş” markayı da bu kapsamda tanıtıyor. Edun markası sesini en çok duyurabilenlerden. 2005’te U2’nun Bono’su ve eşi Ali Hewson tarafından En büyük umut ise hızlı modanın devlerinden, 49 ülkede 2800 mağazası ile yılda 550 milyon giysi satan H&M’in, yeni yetişen çok daha eğitimli bir kuşağın geleceğin tüketicilerini oluşturacağını düşünerek başlattığı “Conscious Collection” adlı geri dönüşümlü malzemelerden üretilen, Vanessa Paradis’li bir reklam kampanyası ile tanıtılan koleksiyonu. Uganda’da pamuk üreticilerini destekleyerek Afrika’yı kalkındırmak amacıyla kuruluyor. İnsanlar her ne kadar misyonlara inanıyorsa da moda kurallarına göre oynamayanlar için acımasız. 2009’da tam havluyu atmak üzereyken LVMH gurubunun %49’unu satın almasıyla, bu sefer doğru oynayan yeni bir soluk kazanıyor: 2013 te Diesel ile yaptığı ortak koleksiyonda, 70’lerin 4 cepli jeanlerini, Zulu örgü işlemeleri ve Afrika metal işçiliği aksesuarları ile birleştiriyor. New York Moda Haftası’na katılıyor, filli, Sahara görüntülü bol Afrika’lı basın ilanları veriyor. Daily Telegraph gazetesinin stil direktörü Tamsin Blanchard’in 2007 de yayınlanan kitabı “ Green is the New Black” ekolojik bilincin, suçluluk duygusu olmadan yapılan alışverişin, “ethical bling” ve “eco-couture”ün modacı ağzıyla “cool ve trendy“ olduğunu anlatırken, eğer bir çanta alınacaksa, Chanel 2.55’in dayanıklılığı ve Première Vision artık yeni eko-kumaşların da merkezi. Muz, pirinç gibi alternatif liflerden yapılan kumaşların yanı sıra, dokusu ve görünüşü pamuklu olmakla birlikte esasında geri dönüştürülmüş PET şişelerinden yapılan ReCanvas, ve dillerden düşmeyen “New Life”ın yeni çeşitleri sergileniyor. Tasarımcıların hayıflanışı ise açık: bir de fiyatlar düşse… Konu önemli: Yakın gelecekte giysilerimizin etiketlerinde doğal, organik, geridönüşümlü malzeme, sosyal proje, sürdürülebilir ekonomi , know-how gibi labeller de yer alacak. 18 Onur Mengi [email protected] BUYURUN OTURUN Kentsel tasarımın çok sevdiği tartışmadır... Yayalar. Ne yapsak bunları? Herbirine birer Flanörmüşçesine rol biçip, şehir içinde durmaksızın yürüyeceklerini öngörürdük hep planlarda. Ta ki son dönemlere kadar. Şimdi onlar için artık biraz dinlenme vakti. Düşünün ki mükemmel bir şehir tasarımıyla çıkageldik. Her şey tıkır tıkır işliyor; taşıt yoğunluğu az, motorlu taşıt hızları düşürülmüş, herşey yayalara göre tasarlanmış, kesintisiz bir sirkülasyon, bisikletliler yolda, güvenlik maksimum seviyede sağlanmış, herkes alabildiğince yürüyor. Peki bunlar yorulduklarında, iki sohbete ihtiyaç duyduklarında, bir şehirli olarak dert paylaşmak istediklerinde ne yapıyorlar? Kentin günlük koşturması içinde bir anda durup, yanlarından akıp geçen hayatı seyretmek onlar için cazip olmaz mıydı hiç düşündünüz mü? Evet kentsel tasarımcılar bu durumu yeniden gözden geçirdiler. Artık yeni bir anlayış ile karşı karşıyayız, yürünebilir (walkable) şehir konseptinden bir yenisine geçiyoruz; oturulabilir (sit-able) şehirler. Son dönemlerde çıkan, mantar gibi bitiveren (pop-up) kafelere, park-etme (park-ing) günlerine bir kardeş daha geldi şimdilerde. Hepsi aynı amaca hizmet ediyorlar; oturmak. Şehircilik ve kent tasarımı ile ilgili son trendler, bu hiç sormadığımız sorulara dikkat çekip neden oturulabilir şehirler tasarlanması gerektiğinin altını çiziyor. Sade bir ahşap banktan, köşe kahvesinden fazlasının gerekli olduğuna, gerçek bir kamusal mekanın aslında onun tam göbeğinde, tam da ona ait olanla varolduğuna, şehirde yeralan dinamizmin ve insan çeşitliliğinin gözlemlemenin, bunlarla kişisel etkileşimlerin ve yüzyüze gelmelerin, yakın durmanın ve sohbet etmenin gerekliliğine inanıyorlar. Kutuplaşma ya da strata oluşturmak üzerine kurulu akıp giden bir kamusaldan daha çok, durup bakan, gören, algılayan ve paylaşan bir kamusalın tasarlanmasının bir aracı aslında, oturmak. Durum böyle olunca şehir içi yaya ağlarına bağlı süpriz mekanlar, rahatlama birimleri, gözlem noktaları, oturma elemanları, üst örtüler ve peyzaj elemanlarının tasarımları, oturma eyleminin alt araçları olarak çıkıyor karşımıza. New York’taki Paley Park bunun en iyi örneklerinden belki de ve en eskilerinden. Zion & Breen mimarlık ofisi tarafından tasarlanan ve 1967’de açılan mekan, Manhattan’ın en işlek noktalarını birbirine bağlayan ana akstan içeri doğru açılan bir avlu. Dört basamaklı merdivenlerinden ve engelli rampasından ulaşılabilen, kotlandırılmış bir arka bahçe. Tasarımında malzeme, doku, desen ve ses öğeleri dikkate alınmış. Hafif malzemeden üretilmiş beyaz sandalyeleri, kontrast peyzaj öğeleri ve New York’un gürültüsünü bir ölçüde kesen beyaz kaskatlı su havuzu ile düşük kapasiteli de olsa, günlük rutininden sapmak isteyenlerin uğrak noktası uzun yıllardır. Hudson Nehri kıyısında alabildiğinde yürüdüğümüz, Joshua David ve Robert Hammon tarafından kurulan ve kar amacı gütmeyen Friends of the High Line ile hayata geçirilmiş projesi ile o meşhur High Line rekreasyon alanının sağladığı kaçış noktaları, peyzaj ve konsept tasarımının en güçlü vurgusu. Yalnızca oturmakla kalmayıp, uzun oturma ve yatma eylemlerine de olanak sağlıyor. Belirli noktalarda birkaç kent sahnesi bile yaratılmış cam bölmeden akıp giden trafiği seyrederken. Bahsettiklerimize cevap verircesine, dinamik kent hayatını, tam da göbeğinden gözlemleyebiliyorsunuz. Tarihine uygun, endüstriyel bir görüntü için demir kullanılan atmosferde, ahşap malzeme ve çelik ana hatlardan oluşan, aydınlatmalı oturma elemanları ve bankları, cam detaylar ile birleşiyor. Oturmaya yönelik kentsel tasarım uygulamaların yanı sıra, dünyanın farklı kentlerinde devam eden, benzer amaçlı servis tasarımlarına da rastlamak mümkün. Bunlardan en önemlisi de 2 saatlik bir enstelasyon ile işe başlamış, sonrasında bir fenomen olarak tüm dünyaya yayılmış fakat bir türlü ülkemize uğramamış olan park-etme günü (park-ing day). 2005 yılından beri, 6 farklı kıtadan 35 ülkedeki 162 kentte toplam 975 tane, yol kenarında ayrılmış 1 arabalık park alanında, tasarım yoluyla oluşturulmuş geçici kullanımlar var. Süpriz mekan tasarımı deyince aklımıza ilk gelen bu proje, trafiğin içinde, geçici de olsa aykırı bir alan yaratma ile tam bir kent gözlemi deneyimi sunuyor. Bunu bazen çim halı ve ahşap masalar ile yaparken, bazen de 1 metrekarelik dev bir bank ile başarıyor. En büyük başarısı da kullanıcıyı şaşırtan ve deneyimletirken eğlendiren, ama bir yandan da sorgulatan yapısı. Tüm deneyim, süreçleriyle bir katılımcılık ve paylaşım içeriyor. Bir diğer proje de mantar gibi bitiveren (pop-up) kafeler. Bunlar Illy, Nescafe, Algida gibi küresel markalar dahil olmak üzere, yerel ölçekteki girişimleri de kapsayan, yeme, içme ve oturma mekanları. Büyük bir bulvarın hemen üzerinde, küçücük bir alana sıkıştırılmış ama aslına bir o kadar büyük bir kentsel deneyim sunan kullanımlar bunlar. Oturma eylemini destekleyen başka bir proje de yine New York’ta başlatılan, kalıcı olmamak üzerine planlanmış, belirli dönemlerde Times Square gibi kentin en can alıcı noktalarına taşınan yüzlerce sandalye. Bunlar zemin döşemesinde farklılaşmaya giderek, oturma mekanını araç yada yaya trafiğinden ayrırken, renkli ve gözalıcı sandalye ve masalar ile fark ediliyor. Oturulabilir bir mekanın tasarımı bazen de beraberinde soylulaştırmayı ya da yerinden etmeyi gündeme getiriyor. Kamusal mekanda kim, nerde ve neden oturmalı? Kentin kendi işler organizması içinde yapılacak bir müdahale, sosyal bir çelişkiye de yol açabilir ya da başka bir fonksiyonun işlerliğini bozabilir. Mükemmelliyetle tasarladığınız bir mekan, evsizlerin uğrak noktası haline gelebilirken, bazen de aksine kullanıcı kitlesinin mevcut mekandaki tasarımın aidiyetsizliği nedeniyle terk etmesine yol açabilir. Önerilen tasarım odaklı bu oturma eyleminin, görselliğinin ve işlevselliğinin yanı sıra böyle bir bakış açısıyla da değerlendirilmesi gerekiyor. Yürürken, durup dinlendir, paylaşmaya ortam sağlayan, çeşitlendiren ve en önemlisi kentseli duyular ile keşfetmeyi sağlarken oturulabilir kent tasarımları, güvenliği sağlanmış ve özgüveni arttırılmış bir kamusalı da önermeli değil mi? OCAK/2014 19 Beste Sabır [email protected] BİYOFİLİK TASARIM: İnsan benliği ve yaşayan sistemler arasındaki içgüdüsel bağdan bahseden “biyofilik tasarım” beraberinde duyarlı ve yenilikçi süreçleri getiriyor. Biyofilik tasarım; Biyolog E. O. Wilson tarafından yaklaşık 20 yıl önce ortaya atılan ve yaşayan sistemlere karşı doğuştan gelen bağ anlamına gelen biyofili kavramını mimariye taşıyor. Araştırmalar insanın doğa ile bütünleşik yapılar içinde daha verimli çalıştığını, daha çabuk iyileştiğini ve daha kolay öğrendiğini kanıtlıyor. Bu paralelde kavram kentsel şifa olarak da adlandırılabilir aslında. Benzer bulgular sonucunda okullar, hastaneler ve özellikle ofislerin biyofilik tasarım prensiplerini barındırmaya başladığı dikkat çekiyor. Bu paralelde biyofilik tasarım, geleceğin ofislerini şekillendirecek temel bir faktör olarak öne çıkıyor. Her şehir kendine has doğal yöntemlere ihtiyaç duyar. Katılım bu anlamda çok önemli bir nokta; kent içinde aktif bir bütünlüğü ortaya çıkarıyor. Biyofilik bir kent; yaşayanların çoğunluğunun doğadan aktif olarak keyif aldığı bir aşamada olan yerleşimler için kullanılabilir. Doğa ile kurulan bu bağ bazen kuş gözlemi, bazen ekip dikme, tırmanış, doğa festivalleri gibi araçlarla kurulabilir. Biyofilik tasarım, yaşadığımız kentleri tasarlamak açısından yenilikçi modeller ortaya koymayı beraberinde getiriyor. Bizler doğaya yakın bir şekilde yaşayıp çalıştığımızda, duygusal ve fiziksel anlamda en sağlıklı ve üretken şekilde var oluyoruz. Doğaya karşı bu içten gelen temel ihtiyacımıza rağmen ne yazık ki, bizi doğadan soyutlayan şehirler yaratmaya devam ediyoruz. Biyofilik tasarım doğayı öğrenmenin öneminden bahsetti. Malzeme binaya dair bilgi verebilir, bu da sürdürülebilirliğin bir parçası aslında. Örneğin ağaçlarda halkalarında onların yaşamlarını görebiliyoruz, bu ölçeği, bu tarihi insan ölçeğinde kullanmak yani binaya girdi verir şekilde ele almak da sürdürülebilirliğin, bir bilinç yaratmanın kapılarını aralıyor. odağına koymanın yanı sıra bu paralelde çok daha üretken ve sosyal bir kentliden bahsediyor. Dolayısıyla bu anlayış sadece fizik mekana değil bütüncül olarak tüm canlılara odaklanan çözümleri ve senaryoları gerektiriyor. Avrupa’da süregelen Yeşil Kent Programına (Green Capital City Program) başvuran kentlerin cevaplaması gereken sorulardan bazıları: Kentinizin yüzde kaçı yeşil alanlara 300 metre yakınlığında yaşıyor? Kentlerdeki günlük “doğa” miktarı/dozajı - dozu nedir? Günlük yaşamın içinde doğa deneyiminin yeri ne? Kaç saat ya da ne kadar süreye yayılıyor? Birçok kent bu konuda, kentsel yerleşimleri doğa bütünlüğünde tasarlamak için aktivasyon planları geliştiriyor. Ekolojik sistemler ve kentsel ekolojik ağlardan bahsedecek olursak, biyofilik tasarım paralelinde ev ve doğanın kurduğu “direk bağlantı” en önemli nokta. Örneğin Helsinki’de evden çıktığınızda doğal ağ ile birebir kurduğunuz bağ çok kısa bir zaman alıyor. Evden çıkıp kentteki doğal ağın bir parçası haline gelmeniz an meselesi yani! Singapur, San Francisco, Portland, Phoenix gibi şehirler biyofilik kentlerin prototip özelliklerine uyum sağlıyor. Geçtiğimiz hafta biyofilik kent örneklerinden biri olan Oslo ve Norveç bütünündeki mimari pratiklere ve kentsel dönüşüme duyarlı yaklaşımlara odaklanan ve Snøhetta, Helen & Hard, A-lab, Nordic ve FutureBuilt gibi ofislerin sunum yaptığı etkinlik, konuyu derinleştirmek için iyi bir altlık sunuyor. Snøhetta “kenti canlı tut” sloganı paralelinde proje süreçlerinin içine halkı da dahil ediyor. Açık bir ortaklık ile katılımcı sayısını artırmayı hedefliyor. Mimarlık insanları bir araya getirme gücüne sahip. Endüstrileşmiş ormancılıktan ahşabı çıkarırsak kente daha fazla girdi sağlayacağını düşünen Helen & Hard ise sunumunda, ahşabın nasıl kullanılması gerektiğini ve bu yöntemleri Hala ülkemizde sürdürülebilirlik bir moda, gelip geçici bir trend gibi görülüyor. Selçuk Avcı’nın benzetmesi paralelinde; Türkiye kentleşme anlamında şu anda aç bir insan gibi, durmaksızın yemek yiyor. Büyük bir hızla yeni binalar yapılıyor ve bunun altı ise deprem vb. gibi sebeplerle dolduruluyor, projeler hızlandırılıyor. Yatırımcılar hızla dönüşmeye çabalıyor, peki biz bu kadar hızlı bir ivmeyle hiç bir ara kademeyi fark etmeden dönüşmek istiyor muyuz? Yaşayanlarla diyalog oluşturacak platformlarla ve finansal girdileri daha dengeli kullanacak politikalarla bu hızlı süreci kavramamız, bunun için de derin bir nefes alıp yavaşlamamız gerekiyor. Bu paralelde Norveç mimarlığının deneyimleri Türkiye için önemli bir girdi oluşturabilir, bilgi ve deneyim paylaşımı anlamında belki de iyi olabilir. Çözüm belki de karmaşıklık değil de basitlikte; çünkü basitlik beraberinde esnekliği de getiriyor. * Biyofilik kentler üzerine hazırlanan filmi izlemek için: http://www.biophilicdesign. net/film-trailer.html 20 F.Dilek Himam [email protected] YER ÇEKİMİ VE TASARIM Yönetmen Alfonso Cuaron, gerilim dolu uzay macerası Gravity / Yer çekimi filmi ile izleyicilere muhteşem bir uzay deneyimi yaşatırken uzayı farklı boyutlarıyla tasarım dünyasının gündemine soktu. 1960’lı yıllarda Ay’a yapılan ilk seyahat ve uzaya olan büyük ilgi sonrasında tasarım dünyasında Lava lambası ve Andre Courrages’in soğuk beyaz astronot tasarımları gibi ikonik tasarımlar ortaya çıkmıştı. Günümüze kadar uzaya ilişkin üretilen birçok sinema projesinin ardından ise uzmanlara göre yakın zamanın uzaya ilişkin en önemli sinema projelerinden biri olarak Yer çekimi filmi, 2001: Space Odyssey ve Solaris gibi başyapıtlar kadar beğeni topladı. Başrollerini Sandra Bullock ve George Clooney’ nin paylaştığı film, bir uzay yolculuğunda rutin bir keşif yürüyüşü sırasında her şey yolunda gibi görünürken yaşanan bir felaketten sonra olanları anlatan bir uzay deneyimini konu alıyor. Filmi bu kadar önemli yapan unsurların başında yer çekimi olmayan bir ortama ilişkin izleyiciye yaşatılan kusursuz bir uzay simülasyonu geliyor; bu etkinin yaratılmasında özellikle ses tasarımcılarının etkisi büyük. Filmin tamamının uzay boşluğunda geçtiği sahnelerde sadeliğin ve yalınlığın anlatımı son derece karmaşık bir görsellik dengesi sunuyor. Filmin özel efekt tasarımcıları, 3D teknolojisi ile hayal gücü sınırlarını sorgulayıp gerçeklik algısını değiştiriyor. 1970’li yıllarla birlikte ses tasarımcılarının film sektöründe başlayan önemi, bugün Cuaron gibi önemli yönetmenlerin elinde 3D teknolojisi ile birleştiğinde sınırsız olanaklar sunuyor. 1990’lardan sonra ortaya çıkan dummy head gibi kayıt teknolojileri ile sesin mekandaki konumlanmalara göre düzeyinin değiştirildiği pahalı ses teknolojileri geliştirilmişti. Sanal bir model olarak ortaya çıktıktan sonra konserlerdeki canlı kayıtlarda ve aktörlerin diyalog kayıtlarında da kullanılmakta olan bu teknolojiler, sinema sektöründe önemli bir hale gele gelmeye başladı. Yer çekimi filmi bu anlamda önemli örneklerden biri oldu. sesin özel olarak film için kaydedildiğini açıklıyor. Bu anlamda nesnelerin varlığı dolayısıyla sesler duyulabilmiş ve nesne ile kurulan ilişki üzerinden gerçeğe en yakın biçimde sesler tasarlanmış. Bu şekilde 3D görüntüler gibi ses de üç boyutlu biçimde tasarlanarak sadece görsel değil işitsel bir deneyim de yaşatıyor izleyiciye. Bu anlamda yeni kuşak sinema sektöründe filmi görmek yerine filmi duymanın da önemli olacağı yeni bir aşamaya gelindiği söyleniyor. Uzaylılar ve kötü canavarlar olmadan fonda sadece uzay boşluğunu ve tüm güzelliği ile dünyayı gördüğümüz sahnelerle, özellikle boşluğun ve yer çekiminin olmadığı bir mekan algısını yaşatma amacını taşıyan filmde anlatması zor bir durum olan sessizlik ve boşluk başarılı bir şekilde anlatılmış. Tasarımcı Glenn Freemantle, filmdeki her Filmde sadece ses tasarımı dışında iç mekan tasarımından giysilere kadar birçok nesne ayrıntıları ile düşünülmüş. Yer çekimsiz bir ortamda gerçekleşen patlama sahnelerindeki renk kodları, vakum etkileri, giysilerin pozisyonu, yüzeylerde yaşanan geometrik deformasyonlar yerçekimsiz bir ortamda en gerçek haliyle gösterilmeye çalışılmış. Filmde kullanılan giysi tasarımlarında her kıvrım, her açıdan doğru görünüm kurgulanarak tasarlanmış, giysiler bir anlamda fiziksel dünyada nasıl dikiliyorsa ona uygun referanslarla dijital dünyada tasarlanmış ve adeta dijital dikişler kullanılmış. Gerçek astronot giysileri içinde hareket etmenin çok kısıtlı olduğunu belirten NASA’nın uzay giysisi tasarımcıları astronot giysilerindeki fiziksel konforu ve hareket kabiliyetini de sağlayacak tasarımlar üretmenin zorluğunu belirtirlerken filmde bu giysiler daha fonksiyonel ve estetik biçimde kullanılmış. Her bilinmeyen şey gibi uzay da bilinmeyen özellikleri ile tasarım dünyası için son derece ilham verici. Bir gün dünyayı yaşanmaz hale getirdiğimizde eğer uzayda bir çare aramak istersek bizim de yerçekimsiz ortama uygun nesnelere ihtiyacımız olabilir. OCAK/2014 21 Bahar Turkay, Merve Yücel [email protected] GÖÇEBE YAŞAM VE TASARIM Son yıllarda çevre sorunlarıyla ilgili aciliyet hissi arttıkça, dünyanın farklı noktalarında insanlar daha az enerji ve doğal kaynak kullanımının mümkün olduğu göçebe hayatlara geçmeye başladı. Ve tasarım dünyası bunun farkında... bağdaştıranlardan birisi Raymond Wilson. Bu alanın öncülerinden olan Wilson ‘60’ların sonunda “geçicilik” fikrinin artık çağdaş düşünce sistemine girdiğini, sadece insanların ve evlerin değil, malzemenin, gereçlerin taşınabilirliğini sağlayan gelişmiş bir teknolojiyi açığa çıkardığını ifade etmişti. Bu perspektifle, seyyar mimari elemanların endüstriyel / seri üretimleriyle ilgili derinlemesine çalışmalar yürütmüştü. Türk Dil Kurumu tanımıyla göçebeliğin kelime anlamı; bir toplumsal birliğin, yaşamak için gerekli kaynakları elde edebilmek üzere düzenli aralıklarla yer değiştirme geleneğinde veya alışkanlığında olması. Vikipedi’ye göre, Avrupa’da yerleşik yaşamın ilk izleri MÖ 3000 yıllarına, Orta Asya’daysa MÖ 5000’lere rastlar. Dünya uzun yıllardır yerleşik düzenin hakim olduğu bir yer. Diğer yandan pek çok sebeple Moğolistan, Pakistan, Hindistan, Avustralya, Günaydoğu Asya gibi dünyanın farklı noktalarında, Türkiye’de ise Konya civarlarında göçebe yaşayan topluluklar var. Geçim kaynağı olarak çoğunlukla hayvancılığa bağımlı olsalar da günümüzde sadace hayvan üzerinde değil motorla seyahat eden göçebe topluluklar da var. Mevsimsel olarak yer değiştiriyorlar ve devamlılıkları için en önemli konu coğrafi şartlara uyum. Göçebelikten başka yaşam pratiği olmayan böyle topluluklar olduğu gibi, tercihler doğrultusunda yerleşik hayattan -yeni bir deneyim olan- göçebeliğe geçildiği durumlar da mevcut. Mimar Alejandro Zaera-Polo, bu durumu “tek bir yaşam alanına hakim olmaktansa, sonsuz yeni alana yönelme eğilimi” şeklinde ifade ediyor. Yaşam alanı dediğimiz şeye dair bu yeni anlayışın, bizleri onu değiştirmek için yeni, yaratıcı yollar keşfetmeye zorladığından bahsediyor. Bu tercihte gezegenimizin içinde bulunduğu durum da etkili. Son yıllarda çevre sorunlarıyla ilgili aciliyet hissi arttıkça, dünyanın farklı noktalarında insanlar daha az enerji ve doğal kaynak kullanımının mümkün olduğu göçebe hayatlara geçmeye başladı. Kent göçebeleri (urban nomads) olarak tanımlanan bu insanlar böylece gezegenin sürdürülebilirliğine katkı sağlamış oluyor. Toplulukların başından beri sürdürdüğü bir yaşam biçimi de olsa, sonradan yapılan bir tercih de olsa; bizim yerleşik yaşamımızdakinden farklı ihtiyaçlar söz konusu. Süreç, sistem, sonuç, disiplin veya düşünme pratiği olarak farklı kaplara koyduğumuz “tasarım”ın bir tarafı insanların/insanlığın ihtiyaçlarını düşünmek üzerineyse, göçebe yaşam konusunda ortaya konulan projeler olmalı ve var. Kent-göçebe hayatlar için mimari ve tasarım çözümleri sunan firmalardan birisi Studio Arte. Göçebe yaşamlar için ekonomik, ekolojik ve sürdürülebilir çözümler üzerine yürüttükleri çalışmalar sonucu “Nomad Living” isimli konteyner projeleri ortaya çıkmış. Standart bir nakliye konteynerini farklı bir yaşam alanına dönüştüren, prototipini Portekiz’in Algavre bölgesinde bir alana yerleştiren Studio Arte’nin projesi aynı zamanda ev-ofis, yalnız yaşama yeni başlayan gençler için yaşam alanı, alternatif tatil deneyimi gibi başka kullanım seçeneklerine de açık ve ekonomik bir kaçış imkanı sunuyor. Kent-göçebe yaşama dair ‘80’lerin sonunda yeni bir görü ortaya koyan Japonyalı Toyo Ito, 1985 ve 1989 yıllarında gerçekleştirdiği “Pao for the Tokyo Nomad Girl” projesi, patlayan Japon ekonomisi ve 20.yüzyıl sonlarında yoğunlaşan yüksek modernizm, toplumun değişen doğası, şiddetlenen tüketim kültürü tartışmalarına bir önermeydi. Ito’nun projesi aslında metaforik anlamda göçebe yaşam tarzına, hem kalıcılığı olan hem de gelip geçici bir doğaya sahip mimari bir önerme içeriyordu. Göçebelik fikrinini mimarlıkla ilk Bu konudaki en güncel çalışmalardan biriyse İspanyalı Jorge Penadés tarafından tasarlanan göçebe mobilyalar (nomad furnitures). Basit tahta plakalardan oluşan mobilya parçaları bir sırt çantasına dönüşüyor, vidalama veya yapıştırmaya gerek olmadan sadece parlak renkte metal bağlantı noktalarıyla kurulum yapılıyor, böylece hem kurulumu, hem taşınması kolay bir hal alıyor. Rahatlığı en aza indirip, hareket kabiliyetini en üst seviyeye çıkartacak bir tasarım üzerine çalışmış olan tasarımcıya göre; günümüzde lüks konforla ilgili olmaktan çıktı, artık lüks telaşlı ve yoğun çağdaş yaşam koşullarında huzur bulabilmek için nerede olabileceğine karar verme ve kaçabilme özgürlüğü... Mezuniyet projesi olarak ortaya çıkan tasarım, 21-24 Kasım tarihlerinde “Product Design Madrid”de izleyicilere sunuldu. Geçici mobilyalarla ilgili yeni olasılıklar üzerine araştırmaları devam eden ve mobilyaya sabitlik değil seyyarlık anlayışı üzerinden yaklaşmayı sürdüren Penadés aynı prensiple bir koleksiyon yaratmayı amaçlıyor. 22 Beste Sabır [email protected] TAKAS-KENTLER: SAHİPLENME, PAYLAŞ! Para ekonomisi yerini paylaşım ekonomisine bırakıyor. Fiziki ve sanal mekanlardaki takas ortamları ise toplumun parçalarını bir tutkalla kaynaştırırken beraberinde iletişim, paylaşım ve güven gibi kavramları da getiriyor. “Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarının anlattığı gibi, ama bu değiş-tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; ayrıca kelime, arzu ve anı değiş-tokuşlarıdır.” I. Calvino, Görünmez Kentler. İnsanlığın avcılık toplumundan tarım toplumuna geçmesiyle yerleşik hayat başlar. Öncesindeki “savaşla” kazanma olgusu böylelikle yerini takasa bırakır. Daha sonra Lidyalılar bu takas sistemini “para” ile kökten değiştirirler. Paranın icadının yaklaşık 2700 yıl sonrasında, günümüzün küresel krizle sarsılan kentleri ve bu döngünün içinde paranın dışında bir gücün olduğuna inanan - arayan üretken insan modeli, yeniden takasa dönüyor. Lidyalılar parayı icat eder ama para sıkışıklığına çözüm bulamazlar. Nakit sıkışıklığının yaşandığı günümüzde takas ekonomisi hem ekonomiye, hem kentlere hem de günümüz insanının batı ve somut aklına iyi gelecek ve yumuşatacak bir alternatif gibi görünüyor. Bu işbirlikçi tüketimin gerçek yararı, kökten bir şekilde toplumun sosyal değerlerini etkilemesi. Ailelerin dağıldığı, para ekonomisinin hayatların ana dönüştürücüsü haline getirilmek istendiği günümüz sisteminde sokakta, tanımadığımız insanların “şey”leri paylaşması, anlamlı birlikteliklerin yaratımını beraberinde getiriyor. Dünyada yaygınlaşan takas sistemi, 2013 verileriyle 50’den fazla ülkede deneyimleniyor. Bunun yanı sıra zaman bankası mantığıyla çalışan gruplar da bulunuyor. (Zumbara bunun en etkili örneği.) Yunanistan’daki 86.000 nüfuslu Volos kentinin krizle baş edebilmek için Avro’ya bir alternatif olarak geliştirdiği para biriminin adı TEM. Bu kuponlarla yeni sistemi işleterek ekonomiyi canlı tutmaya çalışıyorlar. Sahip olunan ve takas edilmek istenen beceri ya da mallar, sisteme sokularak kredi toplanıyor. Örneğin bal verip ya da kuaförlük hizmeti karşılığında TEM alınıyor, bu kuponlar da ihtiyaçları karşılamak için kullanıldığı bu sistem Yunanistan’da yaklaşık olarak 39 kentte uygulanıyor. Takasa imkan tanıyan ortamlar, toplumun -daha önce hiç bu kadar deneysel ve içten yöntemlerle paylaşmamış, yakınlaşmamış- parçalarını bir tutkal gibi bir araya getiriyor ve buna güven duygusunu da ekliyor. Bir yandan küreselleşmenin eğilimleri kamusal alanların özelleşmesini, metalaşmasını getire dursun takas ekonomisi ve pratikleri, sadece fiziksel mekanda, kent merkezlerinde, pazarlarda değil aynı zamanda sanal mekanlarda da gelişim gösteriyor. İnternetteki takas, lokal ölçeğe de yansıyabiliyor böylelikle uzak mesafeler, paylaşılan - takas edilen emek ve ürünlerle kısalıyor, toplum arasında iletişim köprüleri kuruluyor. Paylaşan, takas eden kent tam olarak ne mi demek? Bu, emeği, zamanı, ürünü sadece para ile değil farklı yöntemlerle ve araçlarla ölçebilen bir topluluk. Bir ekmeğin değeri sadece bir lira olamayabilir pekala, bu aynı zamanda el yapımı bir deftere, sabuna ya da bir çoraba denk gelebilir. Tek ihtiyacımız olan lenslerimizi yeniden ayarlamak! Bu esnek düşünce sistemi, daha üretken ve verimli toplumları, mekanları ve iletişim modellerini beraberinde getirebilir. Bu paralelde belediyelerce sosyal hayatın mikro-dinamiklerinin desteklemesi, makro etkilere yol açabilir. OCAK/2014 Logo Yazılım’dan Yarışma İMMİB zamanı Doğal taşlar yarışıyor İstanbul Maden İhracatçıları Birliği’nin Türk doğal taşlarının marka değerini yükseltmek amacıyla hayata geçirdiği 3. Doğal Taş Tasarım Yarışması’na başvurular başladı. Bu yıl üçüncü kez düzenlenen yarışma, profesyoneller ve öğrenciler için iki ayrı kategoriden oluşuyor. Son başvuru tarihi 7 Şubat 2014 olan 3. Doğal Taş Tasarım Yarışması, Türkiye ile birlikte K.K.T.C’den de katılımcılarını bekliyor. Su ve Enerji “Su ve Enerji” konulu Dünya Su Günü Afiş Tasarım Yarışması, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından konunun öneminin genç nesillere benimsetilmesi ve bilgi düzeyinin artırılması için düzenleniyor. Dereceye girecek eserler Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün katılacağı tüm sergi ve fuarlarda sergilenerek, su bilincinin genç nesillere ve vatandaşlara aktarılmasında katkıda bulunacak. Son başvuru tarihi 22 Şubat 2014. İMMİB 2014 Endüstriyel Tasarım Yarışmaları Genel Sekreterliği ve ETMK işbirliği ile düzenlenen İMMİB 2014 Endüstriyel Tasarım Yarışmalarına başvurular başladı. Yarışmaya metalden Mamul Ürünler “Endüstriyel Mutfak Ekipmanları”, Plastikten Mamul Ürünler “Rattan Desenli Plastik Ürün Setleri”, Elektrikli Küçük Aletler “Sürdürülebilir Çevre İçin Tasarım” ve Konsept 2014 “Zeka Geliştirici Oyuncak Tasarımı” olmak üzere toplamda 4 ayrı dalda katılım gösterilebilir. Yarışmanın son başvuru tarihi 7 Şubat 2013. Ezo Gelin Kim? Ezo Gelin Uluslararası Görsel İmge Tasarım Yarışması ile adı yıllarca türkü, film ve çorbayla özdeşleşen ancak araştırmalar sonucu herhangi bir görseli bulunamayan Ezo Gelin’in, görsel bir imgeyle de tanıtılması ve hem yöre hem de ülke turizmine kazandırılması hedefleniyor. Son başvuru tarihi 01 Mart 2014 olan yarışmada kazanan tasarımın, zaman içinde yapılacak tanıtım çalışmalarının da katkısıyla, Ezo Gelin dendiğinde akıllara gelen ve markalaşmış değerli bir görsel imge olması bekleniyor. Özel günlerde kullanılmak üzere, 3 boyutlu üretilebilecek kurumsal ödül nesnesi arayışındaki Logo Yazılım, 3 Boyutlu Kurumsal Ödül Nesnesi Tasarımı Yarışması düzenledi. Yarışma, üniversitelerin tasarım bölümlerinde eğitim gören öğrencilerine açık. Son başvuru tarihi 22 OCAK 2014 olan yarışmanın jürisinde Emre Senan, Bihrat Mavitan, Mine Ovacık, Orhan Irmak, Tuğrul Tekbulut gibi tanınmış isimler yer alıyor. Serap Alp [email protected] Yenilik Sensin LC Waikiki tarafından bu sene ilk kez düzenlenen “Yenilik Sensin’13 Moda Tasarım Yarışması” sonuçlandı. Jüri değerlendirmesi sonucunda finale kalan 10 tasarımın sergilendiği ödül töreni, 18 Aralık 2013›te tarihi Sirkeci Garı’nda gerçekleşti. Jüride Moda Tasarımcısı Özgür Masur, Stil Danışmanı Deniz Marşan, Moda Tasarımcısı Elif Cığızoğlu, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil Tasarım Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Yeşim Bağrışen gibi LC Waikiki CMO’su Maria Comfort ve LC Waikiki Tasarım Ekibi temsilcileri yer alıyordu. Otomotiv Tasarım Yarışması Uludağ Otomotiv Endüstrisi İhracatçıları Birliği’nin 3.kez düzenlediği Otomotiv Tasarım Yarışması 2014 otomotiv endüstrisinin gereksinimlerine karşılık gelecek, farklılık, yaratıcılık ve yenilikçilik içeren projelerin teşvik edilmesi ve değerlendirilmesini hedefliyor. Her kategoride katılımcılardan sektörün katma değer yaratma becerilerini artıracak özgün ve yenilikçi komponent bazlı projelerin geliştirilmesi bekleniyor. T.C vatandaşı olan, 18 yaşını doldurmuş, otomotiv komponent tasarımı konusunda ilgisi bulunan herkese açık. Son başvuru tarihi ise 14 Mart 2014. 23 Açık Çağrı Başvuruları 2. İstanbul Tasarım Bienali, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından “Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil” başlığıyla, Zoë Ryan küratörlüğünde 18 Ekim-14 Aralık 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Bienale katılmak isteyenlerin manifestolarını göndermeleri için son başvuru tarihi 1 Şubat 2014. Bienale katılmak isteyenlerin, imge, animasyon, video, grafik, diyagram ve/veya metin formunda, ama bu formlarla sınırlı da olmayan manifestolarını, 1 Şubat 2014 tarihine kadar göndermeleri gerekiyor. Bienalin teması ve başvuru koşullarıyla ilgili detaylı bilgiler tasarimbienali. iksv.org adresinde yer alıyor. “Context & Plurality” satışta Mimarlık ve Sanat alanının dünyadaki en önemli yayınevlerinden biri olan Rizzoli NewYork tarafından basılan, Philip Jodidio ve Süha Özkan›ın editörlüğünde hazırlanan ve Emre Arolat Mimarlık tarafından son dönemde üretilen çalışmaları içeren, EAA Emre Arolat Architects Context & Plurality adlı kitap, ilk olarak New York’ta satışa çıktı. Kitap, Amerika ve Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada satışa sunulmaya başlandı. Yayın Türü: Aylık Sahibi: Kaleseramik Çanakkale Kalebodur Seramik A.Ş. Koordinasyon: Kale Tasarım Merkezi Editör: Umut Kart (sorumlu) Katkıda Bulunanlar: Gözde Tüfekçi Sayfa Tasarımı: Emre Senan Tasarım ve Danışmanlık; Emre Senan, Özge Güven, Nurhan Seyrekbasan Danışma Kurulu: Serhan Ada, Erdem Akan, İhsan Bilgin, Asiye Bodur, Füsun Curaoğlu, Yeşim Demir, Ömer Durmaz, Alpay Er, Cem Erciyes, Sertaç Ersayın, Hakan Ertem, Güran Gökyay, Korhan Gümüş, Gamze Güven, Gülay Hasdoğan, Tansel Korkmaz, Zeynep Bodur Okyay, Suha Özkan, Kuyaş Örs, Nevzat Sayın, Emre Senan Baskı: Veritas Baskı, Yeşilce Mahallesi Diken Sokak No: 34. Levent-İstanbul Tel: 0212 294 50 20 İletişim: Kale Tasarım Merkezi-Silahtarağa Mah. Kazım Karabekir Cad. No: 2/6 34060 Eyüp/İstanbul, Tel: 0212 311 75 68, 0212 371 53 95 [email protected], [email protected] Kale Tasarım Merkezi’nin ücretsiz tasarım gazetesidir. www.kaletasarimmerkezi.com