09 - Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı

Transkript

09 - Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
T.C.
MALİYE
BAKANLIĞI
SAYI 8
BÜLTEN
EYLÜL 2007
Daha Demokratik, Şeffaf, Hesap Verebilir ve Etkin bir AB için: Reform
Anlaşması
BU SAYIDA:
YOLSUZLUK
ÜZERİNE:KISA BİR GİRİŞ
KÜRESEL
PİYASALARDAKİ SON
GELİŞMELER VE HEDGE
FONLAR
AVRUPA BİRLİĞİ VE
TÜRKİYE’DE
OMBUDSMANLIK
KURUMU
TÜRKİYE’NİN BİRLEŞMİŞ
MİLLETLER GÜVENLİK
KONSEYİ GEÇİCİ
ÜYELİĞİNE ADAYLIĞI
BASEL II: GELİŞİMİ,
GETİRDİĞİ FIRSATLAR
VE RİSKLER
HİNDİSTAN: VARLIK
İÇİNDE YOKLUKTA
UMUT VAAD EDEN ÜLKE
2
6
8
Haziran 2007 AB Zirvesi’nde AB liderlerinin, anlaşmaların ve AB
kurumlarının reform edilmesi yönünde anlaşmaya varmaları, 2005 yılında AB
Taslak Anayasası’nın Fransa ve Hollanda tarafından reddedilmesinden bu yana
reform süreci açısından en önemli gelişme olarak görülmektedir. Bu reform
sürecine ilişkin ayrıntıların Portekiz Dönem Başkanlığı süresince daha da
netleşeceği belirtilmektedir. Bu doğrultuda kurulan Hükümetlerarası Konferans
reform sürecine yönelik çalışmalarına 23 Temmuz 2007 tarihi ile başlamış ve bu
çalışmaların detaylarının Ekim 2007’de kabul edilmesi karalaştırılmıştır.
AB kurumlarının ve anlaşmaların reform edilmesi amacıyla oluşturulan
Hükümetlerarası Konferans için belirlenen başlıca gündem maddeleri şunlar
olmuştur:
•
•
10
13
16
•
•
•
•
AB Konsey’inde kararların çifte çoğunluk kuralı ile alınması,
Ortak Karar Alma Usulü’nün (codecision) ve Nitelikli Oy Çokluğu Kuralı’nın
daha da yaygınlaştırılması,
Dönem Başkanlığı yerine sürekli bir Konsey Başkanlığı’nın oluşturulması,
Komisyon içerisindeki Komiser sayısının 27’den 15’e düşürülmesi,
Ulusal parlamentoların AB yasama sürecinde daha da güçlendirilmesi,
Anlaşmalara, AB’ye üyelikten çıkabilmeyi sağlayacak yeni bir maddenin
eklenmesi.
Ayrıca, iklim değişikliği, enerji güvenliği, uluslararası suç ve terörizm
gibi gündemde olan diğer konulara da atıfta bulunulması hedeflenmektedir.
Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 23 Temmuz 2007’de
Hükümetlerarası Konferans’ın açılışında yaptığı konuşmada, amaçlarının
hazırlanacak olan bu reform anlaşmasının Haziran 2009’da gerçekleşecek
Avrupa Parlamentosu seçimleri ile birlikte yürürlüğe sokulması olduğunu
belirtmiştir.
Hazırlanacak olan bu Reform Anlaşması ile AB, daha demokratik, hesap
verebilir, etkin ve dış ilişkilerinde uyumlu olabilmeyi ve aynı zamanda
küreselleşen bir dünyada var olan engelleri ve fırsatları birlikte karşılayabilmeyi
amaçlamaktadır.
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
YOLSUZLUK ÜZERİNE: KISA BİR GİRİŞ
i
LATİF YILMAZ AB Uzman Yardımcısı
1. Yolsuzluk Nedir ve Nasıl
Tanımlanmaktadır?
Yolsuzluk konusunda genel ve kapsayıcı bir
tanım yapmak çok da kolay görünmemektedir.
Genel anlamda herhangi bir gücün kanunlara
aykırı olarak, kişisel çıkar amaçlı kullanılması
şeklinde bir tanım yapılabilir. Ancak böyle bir
tanımlama bir takım sorunları da beraberinde
getirmektedir. Bu tanımda tam olarak hangi
fiillerin yolsuzluk kapsamına gireceği, hangi
fiillerin yolsuzluk kapsamında olmayacağı belli
değildir. Bunun yerine birçok devlet ve
uluslararası kurum yolsuzluğu, yolsuzluk
kapsamına giren fiiller üzerinden tanımlamayı
seçmektedir. Böyle bir yaklaşım, yolsuzluk
suçunun kapsamını göstermesi bakımından
daha faydalı görünmektedir.
Yolsuzluk genel anlamda iki kategoride ifade
edilmektedir: büyük yolsuzluk ve küçük
yolsuzluk. Büyük yolsuzluk tanımı, yolsuzluğun
kamu yönetiminin en üst seviyelerine, siyasal
partilere, hükümetlere, üst düzey bürokratlara
ve yargı mensuplarına kadar uzandığı durumu
ifade etmektedir. Küçük yolsuzluk ise, adından
da anlaşılacağı üzere daha küçük çaptaki
yolsuzluklar için kullanılmaktadır. Küçük
yolsuzluk olarak adlandırılan durumda, daha
küçük miktarlarda sağlanan parasal veya
parasal olmayan menfaatler söz konusu
olmaktadır. Bir memurun işini yaparken ufak
miktarlarda parasal menfaat sağlaması veya
alt düzey memuriyetlere yakın akraba veya
tanıdıkların
atanması
bu
kapsamda
değerlendirilebilecek yolsuzluklar arasındadır.
Yolsuzlukla ilgili bir diğer tanım ise aktif ve
pasif yolsuzluktur. Parasal veya parasal
olmayan bir menfaatin teklif edilmesi veya
verilmesi aktif yolsuzluk olarak tanımlanırken,
bu menfaatin edinilmesi pasif yolsuzluk olarak
tanımlanmaktadır. Yolsuzluk sırasında edinilen
menfaatler çok çeşitli olabilir. Sadece parasal
bir menfaatin doğrudan elde edilmesi,
yolsuzluğun önemli bir boyutu olmakla beraber
tek boyutu değildir. Menfaat parasal olabileceği
gibi, istihdam, şirket ortaklığı, özel bilgi
sağlama, cinsel veya başka faydalar elde etme
gibi çok farklı şekilde kendini gösterebilir. Bazı
durumlarda menfaati elde eden kişi, doğrudan
yolsuzlukla ilişkisi olan biri de olmayabilir.
Örneğin, bir kişi akrabasının, arkadaşının veya
bir dostunun menfaati için de yolsuzluk olayına
karışabilir. Bu, bazen söz konusu farklı kişinin
bir işte istihdam edilmesi veya bu kişiye maddi
veya manevi bir menfaatin sağlanması
şeklinde olabilir.
2. Yolsuzluk Çeşitleri
Yolsuzlukla
mücadelede,
teorik
olarak
yolsuzluğu tanımlamak kadar önemli olan bir
diğer husus ise, ne tür yolsuzluk çeşitlerinin
olabileceğini ortaya çıkarmaktır. Kesin ve net
olarak ortaya konmuş yolsuzluk çeşitleri,
yolsuzlukla mücadelenin daha sağlıklı olması
için elzemdir. Şüphesiz konu suç olduğunda,
suçun ne şekilde ortaya çıkacağı, tam olarak
kestirilemez. Suç işleyen aktörler çeşitli yöntem
ve şekillerle suçu işleyebilirler. Bu yöntemler
tam olarak ortaya çıkarılmadıkça, suç ve
suçluyla mücadele de zor olacaktır. Bu kısımda
genel olarak yolsuzluk başlığı altında ele
alınan suçlara değinmeye çalışacağız.
2.1
Rüşvet
Yolsuzluk
çeşitlerinin
başında
rüşvet
gelmektedir. Özellikle rüşvet konusu bugün
birçok ülkenin yaşadığı önemli bir sorundur.
Gelişmekte olan ülkelerde çok daha önemli
boyutlarda olmasına rağmen, gelişmiş ülkelerin
de en büyük sorunları arsında yer almaktadır.
Rüşvetin yaygınlaşması bir çok sorunu
beraberinde getirmektedir. Bu sorunların
başında vatandaş ile devlet arasında var olan
toplumsal sözleşmenin ihlal edilmesi ve bunun
sonucu olarak vatandaş-devlet ilişkilerinin
zedelenmesi gelmektedir. Rüşvet suçunda,
genel olarak, kamuda üst mevkilerde bulunan
kişiler hedef seçilmektedir. Fakat, bu demek
değildir ki sadece üst düzey yöneticiler rüşvetle
karşı karşıya kalmaktadır. Rüşvet, şüphesiz,
kamunun her seviyesinde ortaya çıkabilir
ancak kapsam olarak büyük boyutlu rüşvetler
genelde
üst
düzey
yöneticileri
hedef
seçmektedir. Bürokratlar dışında, politikacılar,
yasa uygulayıcılar, hakim ve savcılar, vergi
memurları ve müfettişler en fazla rüşvete hedef
olanlar arasında yer almaktadır.
Peki insanlar niçin rüşvet teklif ederler?
Rüşvetle ulaşılmak istenen amaç, hedef nedir?
2
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
Şüphe yok ki, hedefler çok çeşitli olabilir.
Bazen bir ihale almak, bazen bir kurumda veya
şirkette istihdam edilmek, makam mevki sahibi
olmak ve bazen de kamunun bir karar
almasını, bir düzenleme çıkarmasını sağlamak
olabilir. Rüşvet vermedeki temel amaçlardan
biri alınacak kararları etkilemek şeklinde ortaya
çıkabilir. Bu durumda kişi kararın alınma
sürecinde nüfuz sahibi olabilmek için etkili
kişilere rüşvet teklif edebilir. Böylece kendisinin
veya yakınlarının çıkarına hizmet edecek bir
kararın alınmasını sağlayabilir.
2.1.1
Uygun Olmayan Değerde Bir Hediye
Verilmesi veya Alınması
Gündelik kamusal hayatta en fazla karşılaşılan
yolsuzluk çeşitlerinden biri de yüksek değere
sahip hediyelerin verilmesi veya alınmasıdır.
Aslında burada geçen hediye sözcüğü sadece
rüşvet üzerinde bir örtü işlevi görmektedir.
Hediye alan ve hediyeyi veren açısından
vicdani bir rahatlık yaratsa da, esasen
rüşvetten farklı değildir. Tabi söz konusu
hediyenin rüşvet ve yolsuzluk kapsamında
sayılması hediyenin değerine bağlıdır. Ancak,
burada ne kadarlık bir hediyenin rüşvet
sayılacağı veya sayılmayacağı tamamen
özneldir. Bu öznelliği ortadan kaldırmak
amacıyla çoğu devlet hediyenin maddi değeri
konusunda bir takım sınırlamalar getirmektedir.
Bazı devletler ise, daha da ileriye gidip, kamu
personelinin herhangi bir miktarda hediye
kabul etmesini tamamen yasaklamıştır. Şunu
belirtmek gerekir ki, bu tür sınırlamalar çok da
etkin olmayabilir. Değer konusu ancak hediye
açık bir şekilde kayıt altına alındığı zaman
anlamlı olabilir. Eğer söz konusu hediye gizli
tutuluyorsa, ki çoğu zaman da gizli
tutulmaktadır, belli bir değer sınırı belirleme
pek işe yaramayabilir.
2.1.2
Daha Az Vergi Vermek Amacıyla
Rüşvet
Rüşvetin en yaygın olarak
yaşandığı
alanlardan bir diğeri de vergiye konu olan
durumlardır. Özellikle vergi memurları ve
rüşvet çoğu insanın gündelik hayatında sıklıkla
bir arada kullandığı kavramlardır. Vergi
vermenin gönüllülükten çok devletin zoruna
dayandığı ülkelerde, vergi ve rüşvet kolaylıkla
bir araya gelebilmektedir. Vergi vermekten
kaçmaya
çalışan
mükellefler,
vergi
memurlarına rüşvet vermeyi seçmekte ve bu
yolla ya ödeyecekleri vergiyi tamamen ortadan
kaldırmaya ya da ödeyecekleri vergiyi önemli
ölçüde azaltmaya çalışmaktadırlar. Bu alanda
rüşvetin,
dolayısıyla
yolsuzluğun
yaygınlaşması hem kamu finansmanı üzerinde
önemli negatif etkiler yaratmakta hem de
serbest piyasa ekonomisin temel dayanağı
olan rekabetçiliği bozmakta ve haksız rekabet
koşulları yaratmaktadır. Yolsuzluğun çok
yaygın olduğu ülkelerde, kamu finansmanında
ve ekonomik etkinlikte ciddi kayıpların ve
zorlukların oluşacağını beklemek abartı
olmayacaktır. Yolsuzluğun çok üst seviyelere
kadar ulaştığı durumlarda bir borç krizi
ülkelerin kaçınılmaz kaderi olacaktır. Bu
noktada, ülkemizde yolsuzluk ile bozulan kamu
finansmanı arasındaki olası ilişkileri ortaya
çıkaran araştırmalar yapılabilir. Bilindiği üzere
yolsuzluk Türkiye gündemine özellikle 1980’li
yıllarla beraber girmiş ve 1990’lı yıllarda en üst
seviyesine ulaşmıştır. Bu yıllar aynı zamanda
kamu finansmanında da çok ciddi sorunların
yaşandığı yıllardır. Yolsuzluğun artması bir
yandan azalan vergi gelirleri sonucu kamu
gelirlerini azaltmış, bir yandan da kamu
harcamalarını önemli ölçüde arttırmıştır.
Dolayısıyla, kamu finansmanı hem gelirler hem
de harcamalar yönünden kıskaca alınmış ve
tek yol olarak borçlanma öne çıkarılmıştır.
Şüphesiz, bu dönem içerisinde kamu borç
stokunun artmasında farklı dinamikler rol
oynamıştır. Ancak kanaatimizce, yolsuzluğun
borç stokuna etkisi azımsanmayacak bir
seviyededir.
2.1.3
Sahtekarlık Saikiyle Rüşvet
Rüşvetin yoğun olarak ortaya çıkmasında rol
oynayan bir diğer neden ise sahtekarlıktır.
Kişiler veya gruplar bazı konularda sahte
evraklar edinerek haksız kazançlar sağlamak
ve birilerini yanıltmak için sahtekarlık yapmak
isteyebilirler. Bu durumda söz konusu
sahtekarlık ile ilgili gerekli evrak ve belgeleri
elde edebilmek için rüşvet teklif edebilirler. Bu
bazen sahte bir kimlik kartının, bazen sahte bir
diplomanın, bazen ise sahte bir tapunun
edinilmesi amacıyla yapılabilir.
3
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
2.1.4
Yargıda Rüşvet
2.1.6
Haksız Bilgi Edinimi
Yargı da, diğer birçok alan gibi rüşvetin sıklıkla
görülebileceği alanlardan biridir. Vergi alanında
yaşanan yolsuzluğun bir benzeri de yargıda
yaşanabilmektedir. Vergi yükünden kaçmak
için nasıl rüşvete başvuruluyorsa, aynı şekilde
yargıdan
kaçmak
için
rüşvete
başvurulabilmektedir. Vergi konusunda ortaya
çıkan rüşvetin ağır ekonomik sonuçları olurken,
yargıda yaşanan rüşvetin sosyal anlamda çok
ağır sonuçları olmaktadır. Ayrıca yargıya
yolsuzluğun
bulaşması,
yolsuzlukla
mücadelenin önünde de en büyük engeldir.
Yargıda yolsuzluğun ileri derecelere varması,
yolsuzlukla mücadeleyi adeta bir kısır döngüye
sokmaktadır. Ayrıca, yolsuzluğun yargıya
bulaşması ve yayılması toplumları ayakta tutan
en önemli değerlerden biri olan adaletin de
yozlaşmasını beraberinde getirmektedir.
Yolsuzluk ve rüşvet konusunun bir diğer önemli
öğesi haksız bilgi edinmedir. Özellikle kamu ve
özel sektörün sahip olduğu stratejik nitelikteki
bilgilere ulaşmak amacıyla rüşvet bir araç
olarak kullanılabilmektedir. Kişilerin veya
şirketlerin finansal veya başka konulardaki
bilgilerine ulaşabilmek amacıyla rüşvet ortaya
çıkabilmektedir. Bu bazen bir ihalenin
alınabilmesi veya bazen de haksız rekabet
üstünlüğü
elde
edebilmek
için
yapılabilmektedir. Toplulukların yanı sıra kişiler
de rüşvet aracılığıyla haksız bilgi edinebilirler.
Yüksek mevkilere gelmek veya birilerini
yerinden edebilmek için gerekli kritik bilgilere
ulaşmak amacıyla da rüşvet kullanılabir.
2.1.5
Yolsuzluğun türleri olarak hırsızlık, sahtekarlık
ve zimmete para geçirme, görevi gereği para
veya benzeri değerlerde eşyaların teslim
edildiği kişilerin bulaştıkları suçlar arasında yer
alır. Bu suçlardan hırsızlık şüphesiz ki
yolsuzluğun kapsamını aşmaktadır. Hırsızlık
kişinin kendisine hiçbir şekilde ait olmayacak
bir malı veya parayı sahibinin rızası dışında
edinmesidir. Ancak kamuda hırsızlık, yolsuzluk
kapsamında
değerlendirilebilecek
ve
karşılaşılabilecek suçlardan biridir. Kamunun
sahip olduğu malların kişisel kullanım veya
satılma amacıyla çalınması nadir de olsa
görülebilmektedir. Saydığımız suçlardan en
önemlileri
zimmete
para
geçirme
ve
sahtekarlıktır. Her iki suçun da kamuda
görülme olasılığı hırsızlığa nazaran daha fazla
olabilmektedir. Zimmete para geçirme adından
da anlaşılacağı üzere, kamusal görevi gereği
para toplayan kişinin, bu paranın bir kısmını
veya tamamını kendi adına almasıdır. Bu
suçun tespit edilmesi bazı durumlarda çok zor
olabilmektedir. Eğer görevli aldığı paralar
karşılığında herhangi bir belge vermemişse,
suçun tespiti de zorlaşmaktadır. Sahtekarlık
daha da karışık bir suçtur. Sahtekarlığı bazı
durumlarda kamu görevlisi yapabileceği gibi,
bazı durumlarda da kamudan hizmet alan
vatandaş yapabilir. Örneğin devletin belli
şartlara bağlı olarak yardım dağıtması
durumunda bu şartları sağlamayan bazı kişiler
şartları sağlıyormuş gibi gösterecekleri belgeler
Özel Sektörde Rüşvet
Yolsuzluk ve buna bağlı olarak rüşvet söz
konusu olduğunda tartışmalar genel olarak
kamu kesimi üzerinde yoğunlaşmakta ve
yolsuzluk sadece kamunun yaşadığı bir
sorunmuş gibi düşünülmektedir. Halbuki,
yolsuzluk kamunun olduğu kadar özel sektörün
de gündeminde olan bir sorundur. Özellikle
finansal kesimde oldukça yaygın bir şekilde
görülebilmektedir. Borsalarda, bankacılık ve
sigortacılık sektöründe yolsuzluk önemli bir
tehdit olarak ortaya çıkmaktadır. Hisse
senetlerinin manipule edilmesi, bankalardan
kredi alınırken kolaylık sağlanması ve sigorta
şirketlerinden tazminat alınması amacıyla
yapılan yolsuzluklar özel sektör yolsuzluğunun
en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Bu
alandaki yolsuzlukta rüşvet en önemli araç
durumundadır. Kişiler veya topluluklar rüşvet
yoluyla özel sektörde manipülasyonlar yaparak
rekabetin bozulmasına yol açabilirler. Ayrıca
özel sektörde yaşanan yolsuzlukla kamu
sektöründe yaşanan yolsuzluk arasında ciddi
bağlantılar bulunmaktadır. Bazen kamu
yolsuzluğu özel sektördeki yolsuzluk için bir
zemin oluştururken bazen de özel sektördeki
yolsuzluk kamu kesimindeki yolsuzluk için
zemin
oluşturabilmektedir.
Başarılı
bir
yolsuzlukla mücadele stratejisi hem kamudaki
hem de özel sektördeki yolsuzluğu hedef
almalıdır.
2.2
Hırsızlık, Sahtekarlık ve Zimmete Para
Geçirme
4
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
hazırlayarak yardımdan yararlanabilirler veya
herhangi bir kamu hizmetinden başkasının
adına düzenlenmiş
belgeleri kullanarak
faydalanabilirler. Sahtekarlık suçu bazen hem
kamu görevlisinin hem de vatandaşın beraber
hareket etmesiyle işlenebilir. Bu, sahte belge
veya evrak hazırlanması olabileceği gibi, sahte
olan bir evraka göz yumulması şeklinde de
olabilir. Sonuç olarak bu tür suçların da
yaygınlaşması beraberinde birçok olumsuzluğu
getirecek ve kamu hizmetlerinin etkin ve daha
az maliyetli şekilde verilmesini önleyecektir.
2.3
Gasp ve Şantaj
Yolsuzluğun görülebileceği diğer bir durum ise,
kaba
kuvvete
dayanan
metotların
kullanılmasıdır. Gasp ve şantaj bu tür
metotların başında gelir. İlkinde zorla ve kaba
kuvvetle bir şeyler elde edilmeye çalışılırken,
ikincisinde çeşitli tehditler kullanılarak istenen
hedefe ulaşılmaya çalışılır. Gasp ve şantajı
kamu görevlilileri yapabilecekleri gibi çoğu
durumlarda da, kamu görevlisi hem suçu
işleyen hem de mağdur olabilir.
2.4
Nepotizm ve Kayırmacılık
Adam kayırmacılık özellikle ülkemizde en fazla
yaygınlık gösteren yolsuzluk çeşididir. Eskisi
kadar yaygın olmasa bile bu yolsuzluk türünün
hala var olduğu ve konuşulduğu bilinmektedir.
Nepotizm ve kayırmacılık kamu görevlisi
atanırken,
tercihlerde
liyakat
yerine
yakınlıkların,
akrabalıkların
veya
arkadaşlıkların etkili olması durumudur. Bunu
bazen bir politikacı, bazen üst düzey bir
bürokrat bazen de daha alt görevlerde çalışan
bir memur yapabilir. Bürokraside adam
kayırmacılığın yaygınlaşması kadar tehlikeli
başka bir yolsuzluk türü yoktur. Çünkü bu tür
bir yolsuzluk yukarıda saydığımız diğer
yolsuzluk çeşitlerinin de birincil sebebidir. Daha
en başta yolsuzluk sürecine bulaşmış bir kamu
görevlisinin ileriki aşamalarda yolsuzluğa
duyarlı olmasını beklemek çok zordur
AB ÇEVRE BAKANLARI ARTAN SU KITLIĞINI VE KURAKLIĞI TARTIŞMAK İÇİN
TOPLANIYORLAR
AB Dönem Başkanı Portekiz, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak artan kuraklık ve su kıtlığı
ile mücadeleyi tartışmak amacıyla AB üye ülkelerinin Çevre Bakanlarını bir araya getiriyor. 31
Ağustos ve 1 Eylül 2007’de Lizbon’da toplanacak olan Bakanların, mevcut durumu analiz
etmesi ve kuraklık ve su kıtlığı ile mücadelede yeterli düzeyde kurumsal, teknik ve mali
araçların oluşturulmasına ilişkin bir Avrupa Stratejisi’ne yönelik adımlar atması
beklenilmektedir.
Avrupa Komisyonu’nun Haziran 2007’de yayımladığı rapora göre, 2000 ve 2006 yılları
arasındaki her yılda AB sınırlarının %15’i ve nüfusun %17’si kuraklık ve su kıtlığından
etkilenmiş bulunmaktadır. Rapor son yıllarda kuraklığın Avrupa ekonomisine maliyetinin 6,2
milyon Avro olduğunu belirtmiştir.
i
Bu yazı hazırlanılırken büyük oranda “The Global Programme Against Corruption, UN Anti-Corruption Toolkit, 3nd
Edition, Vienna, September 2004” adlı yayından faydalanılmıştır.
< http://www.uneca.org/itca/governance/Documents/corruption_un_anti_corruption_toolkit_sep04.pdf > web adresinden söz
konusu yayına ulaşılabilir.
5
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
KÜRESEL PİYASALARDAKİ SON GELİŞMELER VE HEDGE FONLAR
IŞIL DEĞERLİ AB Uzman Yardımcısı
Son yıllarda dünyada pek çok alanda yaşanan
hızlı küreselleşme sürecine finansal piyasalar
da dâhil olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin
kambiyo kontrollerini kaldırıp dışa açılması ve
gelişmiş ülke piyasalarıyla bütünleşmeye
başlamasıyla dünyadaki finansal ortam da
genişlemiştir. Bu gelişmelerle birlikte 'küresel
likidite', 'hedge fonlar’ ve 'carry trade' gibi
kavramlar günümüzde sıklıkla telaffuz edilir
olmuştur. Son günlerde ABD’de patlak veren
mortgage kriziyle birlikte küresel piyasalarda
hareketli günler yaşanmaya başlamıştır. Bu
dalgalanmanın nedenlerini anlayabilmek için
öncelikle bahsedilen kavramları açıklayalım.
'Hedge fon' terimi, genellikle kısa vadeli
hareket eden ve yüksek kâr amacıyla
piyasadan piyasaya dolaşan fonları ifade
etmektedir. Bu fonlar yüksek kâr gördüğü
yerlere hızla girip, kârlar düşünce hızla
çıkmaktadırlar. Pek çok ekonomist, bu fonları
küresel ekonomide krize neden olabilen en
önemli etmenler arasında göstermektedir.
Özünde yatırım fonları gibi çalışmakla birlikte
düzenleme ve risk profili açısından ciddi
anlamda farklılık gösteren hedge fonlar,
yatırımcılara ve fon yöneticilerine sağladığı
yüksek getiriler nedeni ile son yıllarda büyük
yaygınlık kazanmışlardır. Son yıllarda özellikle
türev ürünlerinin kullanımına bağlı olarak
giderek yaygınlaşan hedge fonları 2006 yılı
itibari ile 1.3 trilyon dolarlık işlem hacmine
1
ulaşmıştır.
‘Carry trade’, faizi düşük ülkelerin para birimleri
cinsinden borçlanıp, faizi yüksek para birimleri
cinsinden
yatırım
yapmak
anlamına
gelmektedir. Gelişen piyasalarda düşmeye
başlayan risk primleri, yüksek getiri arayan
yatırımcılar için çekici olduğundan, düşük faizli
ülkenin para biriminden borçlanıp yüksek olana
yatırmak biçiminde özetlenen 'carry trade'
işlemleri yayılmıştır. Carry trade'i genellikle
hedge fonlar kullanmaktadır. Bugünkü finansal
ortamda carry trade işlemleri genellikle yen ile
yapılmaktadır. Yatırımcılar, faizi düşük olan
yen cinsinden borçlanarak, yüksek getirili para
birimlerine ve hisse senetlerine yatırım
yapmaktadırlar. Hisse senetlerinin yükseldiği
dönemlerde yatırımcıların aldıkları yeni daha
yüksek bir hızda bozdurması yene değer
kaybettirirken, piyasaların düştüğü dönemlerde
ise yatırımcıların yen pozisyonlarını kapaması
yenin yükselmesine yol açmaktadır.
‘Küresel likidite’ tanımlanması oldukça zor bir
kavram olarak karşımıza çıkmakla birlikte
temelde bir parasal büyüklük olarak ifade
edilmektedir. Buna genellikle büyük ülkelerin
(başta ABD olmak üzere, G5) para arzı
büyüklükleri
katılmaktadır.
Bu
parasal
büyüklüğe bazıları döviz rezervlerini, bazıları
ulusal kredi hacimlerini, bazıları ülke dışındaki
ABD Hazine enstrümanlarını bazıları da türev
enstrümanları ekleyerek bir küresel likidite
2
tanımı ve ölçümü üretmektedir. Günümüzde,
küresel likiditede meydana gelen bir azalma
veya durgunluk dünyanın herhangi bir yerinde
tüm küresel piyasaları etkileyecek bir mali
krizin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir.
Örneğin, son haftalarda ABD’de ortaya çıkan
mortgage sorunu tüm dünyadaki finans
piyasalarını etkilemiş ve küresel piyasalarda
dalgalanmaya neden olmuştur.
Bu kavramları açıkladıktan sonra son günlerde
yaşanan küresel dalgalanmanın nedenlerini
daha iyi anlayabiliriz. 2007’nin Şubat ayında
ABD’de patlak veren mortgage sorunu, konut
sektöründeki yavaşlamanın bir sonucu olarak
ortaya çıkmıştır. Gelir düzeyi düşük kesimlere
ödeme gücü araştırılmadan verilen yüksek
faizli mortgage kredileri sorunun yayılmasında
etkili olmuştur. Mortgage kredilerine dayalı
menkul kıymetlere yatırım yapan fonlar da
sonuçta önemli ölçüde zarar etmişlerdir.
Bankaların bu menkul kıymetlerden zarar
etmeleri, Temmuz ayında kredi sıkışıklığına yol
açmıştır.
Genel olarak, karşılaştığımız küresel piyasa
dalgalanmasının
3
temel
nedeni
3
bulunmaktadır :
a) ABD’de faizler düşük iken verilen
mortgage (gayrimenkul) kredilerinin geri
ödenmesinde zorluk çıkması.
b) Hedge fonlarda oluşan riskler. Hedge
fonlara yapılan yatırımlar, aslında içinde
fazla bir risk bulundurmaz gibi duruyor ve
temel
olarak
piyasalardaki
arbitraj
olanaklarından
faydalanarak
yüksek
getiriler yaratıyorlarsa da, fonlardan toplu
çekimler yapılması halinde kaçınılmaz
6
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
olarak likidite riski doğuyor ve fonlar iflas
edebiliyorlar.
c) Petrol
fiyatlarındaki
yükselmenin
yavaşlaması.
Petrol
fiyatlarının
yükselmesiyle, petrol üreten ülkelerde
büyük fonlar birikmeye başlamış ve bu
büyük fonlar, bizim gibi gelişmekte olan
ülkelere büyük miktarlarda yatırılmıştır.
Yatırımların tamamlanabilmesi için, bu
paraların akış hızının artarak sürmesi
gerekmektedir. Bu süreç de sadece petrol
fiyatlarındaki artışlarla sürdürülebilecektir.
Çoğu ekonomiste göre son günlerde
yaşadığımız bu krizin arkasındaki asıl neden
hedge fonlardır. Hedge fonların yatırımlarını
bankalardan aldıkları paralarla gerçekleştiriyor
olmaları piyasaları en fazla tedirgin eden unsur
olarak
karşımıza
çıkmaktadır.
Sunday
Telegraph'da yer alan bir habere göre hedge
fonlar, küresel finansal piyasalarda yaşanan
çalkantıların gizli sebebidir. Sunday Telegraph,
risk çeşitlendirmeye gidip likidite sağlayarak
finansal
piyasaların
istikrarına
katkıda
bulunmakla yükümlü hedge fonların bu krizin
tam
merkezinde
bulunduğuna
dikkat
çekmektedir.
Bu noktada, krizin asıl sebebi olarak düşünülen
hedge fonları daha ayrıntılı incelemekte fayda
vardır. Hedge fonlar, genellikle benzer risk
kategorisindeki ülke tahvilleri, hisse senetleri,
özel sektör tahvilleri, kredi türev enstrümanları
gibi enstrümanlarından oluşturulan portföylerin
olası getiri farklarından faydalanmak beklentisi
ile oluşturulur. Hedge fonlar üç temel yatırım
stratejisine dayanmaktadır. Bunlar piyasa
trendi, olay tabanlı (event driven) ve arbitraj
stratejileridir. Piyasa trendi stratejisi önemli bir
makro olayın (Avrupa Para Birliği’nde
oluşabilecek olan bir kriz vb.) üzerine
geliştirilen
bir
yatırım
stratejisi
ile
oluşturulmaktadır. Olay tabanlı yatırım stratejisi
bir firmaya yönelik olan olumsuz bir olay (firm
distress) ya da şirket satın almalarına yönelik
olabilir. Arbitraj stratejisi ise birbirlerine risk
yönünden benzeyen ama getiri yönünden farklı
4
olan enstrümanlar arasında yapılır.
Hedge fonların likidite sağlamak, fiyat
belirlenmesi ile enformasyonun doğru ve etkin
kullanılmasına katkıda bulunmak ve küresel
portföylerde çeşitlilik sağlamak gibi faydalarının
var olmasının yanı sıra önemli olumsuzlukları
da vardır. Bunlar, finansal istikrarı bozabilir ve
gelişmekte olan ülkelerin yerel maliye veya
para politikalarının etkinliğinin azalmasına
neden olabilirler.
Yukarıda anlatılanları kısaca özetlemek
gerekirse ABD'de konut balonunun sönmeye
başlamasıyla, konut sektöründeki riskli (yüksek
getirili) kredilere dolaylı olarak para bağlayan
bazı hedge fonlar sarsıntı geçirmişlerdir. Bu
sarsıntı devam edince, bu fonlara göre
pozisyon almaya çalışan yatırımcılar, riskli
kâğıtlardan ve riskli yatırımlardan daha güvenli
yatırımlara yönelmiştir. İşte bu hareket de önce
ABD, daha sonra da dünya piyasalarında
dalgalanmaya neden olmuştur. ABD Merkez
Bankası Fed, yaşanan krize son vermek
amacıyla iskonto faiz oranlarında bir indirim
yaparak piyasalarda geçici bir rahatlama
sağlamış olsa da, birçok ekonomist sorunun
tam olarak çözülemediği ve zora giren yeni bir
fon haberinin küresel piyasalarda yeniden
dalgalanmaya neden olabileceği görüşündedir.
KAYNAKLAR:
1 http://www.ntvmsnbc.com/news/402188.asp?cp1=1
2 www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=222935&tarih=02/06/2007
3 http://www.milliyet.com.tr/2007/08/21/yazar/toruner.html
4 http://www.ntvmsnbc.com/news/402188.asp?cp1=1
5 http://www.milliyet.com.tr/2007/07/31/yazar/uras.html
7
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE’DE OMBUDSMANLIK KURUMU
AYŞENUR ONUR AB Uzman Yardımcısı
Demokratik toplumların temel özelliklerinden
biri, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerinin
siyasi iktidarı kullananlara karşı korunması ve
güvence altına alınmasıdır. Bu yönde atılan
adımlar, Fransız Devriminin bir sonucu olan
hukuk devleti anlayışı ile gündeme gelmiştir.
Hukuk devleti anlayışının da bir sonucu olarak
pek çok demokratik ülke, yurttaşlarını
yönetenlere karşı koruyabilmek için hızlı ve
etkin
bir
şekilde
işleyecek
kurumları
oluşturmaya yönelmiştir. İşte bu nedenle
oluşturulan kurumlardan biri olan ve tarih
olarak 18. yüzyılın başlarına dayandırılabilen
Ombudsmanlık kurumunun temel görevi kişi
hak ve özgürlüklerini ve yurttaşları yönetime
karşı korumak ve kötü yönetimden doğan
haksızlıkları önlemektir.
1713 yılında İsveç’te kurulan ve 1809 yılında
İsveç Anayasası’na girerek anayasal bir kurum
niteliğine kavuşan Ombudsmanlık müessesesi
kelime olarak yüksek yönetim denetçisi, kamu
denetçisi, kamu hakemi, medeni hakların
savunucusu ya da Parlamento komiseri gibi
tanımlamaları; kurum olarak ise Parlamento
tarafından Parlamento’yu temsil etmek üzere
i
seçilmiş kişileri ifade eder.
Yine de
“Ombudsman”
birçok
değişik
şekilde
tanımlanabilir, çünkü Ombudsmanı uyarlayan
her ülke, kurumu kendi sistemine uyarlayarak
adapte etmiştir. İlke itibariyle Parlamento
tarafından atanan, ancak hükümete olduğu
kadar Parlamento’ya karşı da bağımsız bir
kamu görevlisi olan Ombudsmanın genelde
yasal bir yaptırım yetkisi yoktur. Daha açık bir
ifadeyle Ombudsman, yönetimin mağdur ettiği
bireylerin yaptıkları şikâyetler üzerine harekete
geçen, geniş bir soruşturma ve araştırma
yetkisi
ile
incelediği
bu
şikâyetleri
Parlamento’ya rapor etmekle görevli tarafsız,
bağımsız, özerk ve özgür bir kamu görevlisidir.
Ombudsmanlık
kurumu,
Avrupa
Birliği
müktesebatındaki yerini 7 Şubat 1992’de
Maastricht’te
imzalanan
Avrupa
Birliği
Anlaşması ile almıştır. Böylece Avrupa Birliği
Ombudsmanı, Birliğin işlevsel kurumlarından
biri haline gelmiştir. Yine AB Anlaşması’nın
önemli kazanımlarından biri olan Avrupa
vatandaşlığının sağladığı haklar sayesinde
bireylere
Avrupa
denetçiliği
yani
Ombudsmanlık kurumuna başvuru hakkı
sağlanmıştır. Böylelikle de ortaklık kurumları ile
yurttaşlar
arasındaki
güven
ilişkisinin
güçlendirilmesi hedeflenmiştir. Hakikaten de
13–14 Ekim 2000’de Fransa’nın Biarritz
kentinde gerçekleşen AB zirvesinde kabul
edilen ve 7–8 Aralık’taki Nice Zirvesi’nde
onaylanan Avrupa Birliği Temel Haklar
Şartı’nın 41. maddesinde de belirtildiği gibi
temel bir hak olarak kabul edilen “iyi yönetim
hakkı”nın gerçekleştirilmesinde Ombudsmanlık
temel kurumlardan biri olarak benimsenmiş ve
üye ülkelerden de anayasal veya bölgesel ya
da yerel bazda Ombudsmanlık kurumu
ii
oluşturmaları istenmiştir. İlk defa 1995 yılında
seçilen Avrupa Ombudsmanlığını bugün 1
Nisan 2003’te seçilen ve Yunanistan eski
ulusal Ombudsmanı olan P. Nikiforos
Diamandouros yürütmektedir.
AB Ombudsmanı, AB kurumlarındaki kötü
yönetime ilişkin olarak yapılan şikâyetleri
inceler. Ombudsman, bir kurumun kanuna
uygun davranmaması, iyi yönetim ilkelerine
saygı göstermemesi veya insan haklarını ihlal
etmesi halinde söz konusu olan idari
usulsüzlükler, haksızlık, ayrımcılık, yetkiyi
kötüye kullanma, cevap vermeme, bilgi
vermeyi reddetme ve gereksiz gecikmeler gibi
kötü yönetim durumlarını inceler. Ombudsman
araştırmalarını
şikâyetlere
dayanarak
yapabileceği gibi kendi inisiyatifi ile de
araştırmalar başlayabilir. Ombudsman, toplum
kurumlarından kaynaklanan kötü yönetimlerle
ve Adalet Divanı’nın verdiği kararlar dışında
veya İlk Derece Mahkemesi’nin yetki alanı
dışında ortaya çıkan haksızlıklarla ilgilenmektir.
Yani, Adalet Divanı ve İlk Derece Mahkemesi
yargılama
görevlerini
yerine
getirirken
Ombudsman’ın yetkisi dışında kalmaktadır. Bu
durum AB mevzuatında yer alan kuvvetler
ayrılığı ilkesinin bir sonucudur. Bunun dışında
da Ombudsmanın inceleme yapamayacağı
bazı hususlar vardır ki bunlar; üye devletlerin
ulusal, bölgesel ve yerel makamlarına karşı
yapılan şikâyetler, ulusal mahkemelerin ve
ulusal Ombudsmanların faaliyetlerine yönelik
yapılan şikâyetler ve ticari işletmeler veya özel
iii
kişiler aleyhindeki şikâyetlerdir.
Avrupa
Ombudsmanı’na
Avrupa
Birliği’ne
üye
devletlerin vatandaşı olan veya olmasa bile o
devlette ikamet eden ya da kayıtlı işyeri
bulunan
gerçek
veya
tüzel
kişiler
başvurabilmektedir. Ombudsman, problemi
çözmek amacı ile ilgili kurumu şikâyetten
haberdar edebilir. Araştırmaları sırasında
sorunun
tatmin
edici
şekilde
çözümlenememesi
halinde,
Ombudsman,
mümkünse, kötü yönetimi düzeltecek ve
8
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
şikâyette bulunanı tatmin edecek dostane bir
çözüm bulmaya çalışacaktır. Uzlaştırma
girişiminin
başarısız
olması
halinde,
Ombudsman
sorunu
çözmek
üzere
tavsiyelerde
bulunabilir.
Kurumun
Ombudsmanın tavsiyelerini kabul etmemesi
halinde, Ombudsman Avrupa Parlamentosu’na
iv
sunulmak üzere özel bir rapor hazırlayabilir.
Avrupa Birliği, Ombudsmanı hukuk devleti ve
insan hakları açısından zaruri bir kurum olarak
görmektedir. Bu nedenle de AB, Ombudsmanı
Birlik müktesebatına dahil ederek üye olacak
ülkeleri Ombudsmanlığa geçiş açısından
mecburi tutmuştur. Bu açıdan AB’ye aday
statüsüne
sahip
olan
Türkiye’de
de
Ombudsmanlık kurumunun kurulması ve
örgütlenmesi için çalışmalar başlatılmıştır.
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (19962000) kamu denetçisi kurumunun kurulması
öngörülmüştür. 55. Hükümet döneminde de
İnsan Hakları Koordinasyon Üst Kurulu,
Ombudsmanlık kurumu ile ilgili bir düzenleme
yapılmasına karar vermiştir. Bu anlayışla çeşitli
ülkelerin Ombudsmanlık kurumu mevzuatı
derlenmiştir. Sadece teorik bir incelemeyle de
yetinmeyip çeşitli ülkelerin Ombudsmanları,
Türkiye’ye davet edilmiştir. Kendileriyle yapılan
görüşmelerde
hem
ülkelerindeki
Ombudsmanlık kurumunun işleyişi hakkında
bilgi alınmış, hem Türkiye için düşünülen
Ombudsmanlık kurumu ile ilgili görüş
alışverişinde bulunulmuştur. Bu doğrultuda
hazırlanan ve 38 maddeden oluşan Kamu
Denetçiliği Kurumu Yasa Tasarısı; idarenin
insan haklarına saygılı, hukuka ve hakkaniyete
uygun, düzenli ve verimli bir şekilde
çalışmasını ve kamu hizmetlerinin daha iyi
görülmesini sağlamak için önerilerde bulunmak
amacıyla TBMM’nin salt çoğunluğu ile bir
Kamu Başdenetçisi ve en çok on kamu
denetçisi seçilerek atanması öngörülmekte ve
Başdenetçilik ve Genel Sekreterlikten oluşan
Kamu Denetçiliği Kurumu’nun kurulması
v
amaçlamaktadır.
Kamu
Denetçiliği
Kurumu’nun oluşturulmasını öngören Kamu
Denetçiliği Kurumu Kanunu Tasarısı’nın da yer
aldığı 9. Uyum Paketi, Ekim 2006’da TBMM’de
onaylanmıştır.
Ülke
düzeyinde
faaliyet
göstermesi öngörülen Kamu Başdenetçisi ve
Kamu denetçilerinin görevleri, nitelikleri,
seçimleri, çalışma ilkeleri,
bağımsızlığı,
Kuruma yapılacak başvurular ve Kurum
personeli
ile
ilgili
konular
hakkında
düzenlemeleri içeren 28/09/2006 tarihli ve
5548 sayılı Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu,
26318 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak
vi
yürürlüğe
girmiştir.
Ancak
Anayasa
Mahkemesi, kanunun geçici 1. maddesinin
Anayasa’ya aykırılığı konusunda güçlü belirtiler
bulunduğu ve uygulanması halinde sonradan
giderilmesi güç veya olanaksız durum ve
zararların
doğabileceği
gözeterek
esas
hakkında karar verilinceye kadar yürürlüğün
durdurulmasına oy birliği ile karar vermiş ve bu
karar 01/11/2006 tarihli Resmi Gazete’de
yayımlanmıştır.
Sonuç
olarak
Ombudsmanlık
kurumu,
günümüzde artık modern ve demokratik ülkeler
açısından diğer denetim mekanizmalarına ek
olarak bireylerin haklarının korunması ve iyi
yönetişimin gerçekleşmesinde gerekli görülen
bir kurum haline gelmiştir. Öyle ki bu kurum,
AB hukuku çerçevesinde hakların adli
korunmasının alternatifi değil, tamamlayıcısı
olarak düşünülmektedir. AB müktesebatına
dahil edilen Ombudsmanlık kurumunun AB
üyeliği yolunda ilerleyen Türkiye tarafından da
oluşturulması hem bir zaruriyet hem de bir
ihtiyaçtır. Çünkü er geç bu kurumu ihdas
etmesi
gereken
Türkiye
açısından
Ombudsmanlık kurumu gerek demokrasinin
sağlam temellere oturtulmasında gerekse
insan haklarının güvencesinin sağlanmasında
ülkenin
geleceğinde
önemli
bir
rol
oynayacaktır.
i
Galip DEMİR, Ahi Araştırma ve Eğitim Kurumu Genel Başkanı, (Ombudsman Kurumunun Tarihsel Gelişimi ve Hukuk
Devletindeki Yeri) Hukuk Devletinde Ombudsmanın Rolü Semineri, 08-11 Mayıs 2004, Nevşehir.
ii
Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı için bakınız; http://www.disk.org.tr/print.asp?ContentID=372 - 58k
iii
Bakınız http://europa.eu/institutions/others/ombudsman/index_en.htm
iv
Ramazan Şahin, “Ombudsman ya da Kamu Denetçiliği ve Avrupa Birliği”, Türk İdare Dergisi, ss. 75-90, s.82., erişim adresi:
http://birimweb.icisleri.gov.tr/tid/dergi/444_75_90.doc
v
Kamu Denetçiliği Kanunu Tasarısı, “Genel Grekçe”, erişim adresi: http://www.kgm.adalet.gov.tr/kamudenetciligikanunu.htm 103k
vi
T.C Adalet Bakanlığı 2006 Yılı Bakanlık Faaliyet Raporu, “Hazırlığı Bakanlığımızca yapılıp 2006 yılında yürürlüğe giren
Kanunlar”, Nisan 2007, ss.1-179, s.93.
9
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
TÜRKİYE’NİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ GEÇİCİ ÜYELİĞİNE ADAYLIĞI
İBRAHİM BARIŞ ŞAYLAN AB Uzman Yardımcısı
küresel
düzeyde
işbirliğinin
gerçekleştirilmesinde en güçlü uluslararası
aktörlerden biri olması açısından uluslararası
ilişkilerde ayrı bir öneme sahiptir.
Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi Geçici Üyeliğine Adaylığı
Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) başlıca
organlarından biri olan Güvenlik Konseyi’ne
2009–2010 dönemi için geçici üyelik adaylığını,
21 Temmuz 2003 tarihinde ilan etmiş
bulunmaktadır. 1951–1952 ile 1954–1955
dönemlerinde ve en son olarak 1961 yılında
Polonya ile paylaştığı bir yıllık yarı dönemde
BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olan
Türkiye, bu görevi tekrar üstlenebilmek için
gerekli çalışmaları, adaylığını ilan ettiği 2003
yılından beri sürdürmektedir. Türkiye’nin
adaylığı ile ilgili ayrıntılara geçmeden önce BM
Güvenlik Konseyi hakkında bazı açıklamalarda
bulunmak konunun daha iyi anlaşılması
açısından yararlı olacaktır. Bu bağlamda, ilk
olarak BM Güvenlik Konseyi’nin gelişimi,
yapısı, işleyişi, üyeleri, görev ve sorumlulukları
üzerinde durulacak; daha sonra ise geçici
üyelerin seçilmesi çerçevesinde Türkiye’nin
adaylığı değerlendirilecektir.
II. Dünya Savaşı gibi büyük bir yıkım getiren ve
insanoğlunun gelecekle ilgili önemli dersler
çıkarmasına yol açan bir savaş ardından
kurulan BM, buna benzer yıkımların bir daha
yaşanmamasını
sağlamak
amacıyla
uluslararası barış ve güvenliğin tesisini ve
korunmasını temel görev olarak benimsemiştir.
24 Ekim 1945 yılında, aralarında Türkiye’nin de
bulunduğu 51 ülke tarafından kurulan BM,
başta Genel Kurul, Güvenlik Konseyi,
Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet Konseyi,
Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı
olmak üzere birçok organdan oluşmaktadır.
192 üye devlete sahip olan BM, evrensel bir
katılımın sağlandığı bir örgüt olması ve ayrıca
Güvenlik Konseyi, BM Şartı’nda belirtildiği
üzere, BM’nin 15 üyesinden oluşmaktadır. Bu
15 üyenin 5’i, yani ABD, Birleşik Krallık, Çin
Halk
Cumhuriyeti,
Fransa
ve
Rusya
Federasyonu, daimi üyeleri oluşturmaktadır.
Diğer geçici 10 üye ise, BM’nin uluslararası
barış ve güvenliğin korunmasına ve örgütün
diğer amaçlarına olan katkılarının yanı sıra adil
bir
coğrafi
dağılım
dikkate
alınarak
seçilmektedir. Bu geçici üyeler iki yıllık bir
dönem için BM Genel Kurulu tarafından
seçilmektedir.
Güvenlik
Konseyi
geçici
üyelerinin, 1965 yılında yürürlüğe giren
değişiklikler sonucu 6’dan 10’a çıkarılması ile
Konsey’e yeni katılacak dört üyeden ikisinin bir
yıllık dönem için seçilmesi ve görev süresi
biten üyenin bir sonraki dönemde üyeliğe
yeniden seçilememesi kararlaştırılmıştır. Ancak
seçimlerde oluşan çıkmazlar ya da rotasyonun
gerektirdiği bazı şartlar, ardı ardına yeniden
seçilme kuralına istisna teşkil edebilmektedir.
Şu an, Belçika, Kongo, Gana, Endonezya,
İtalya, Panama, Peru, Katar, Slovakya, Güney
Afrika geçici üyeler olarak Konsey’de görev
almaktadırlar.
Güvenlik Konseyi’nin başlıca görev ve
sorumlulukları şunlardır:
• BM’nin
amaçları
doğrultusunda
uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması;
• Uluslararası çatışmalara yol açabilecek
anlaşmazlıkların
veya
durumların
soruşturulması;
• Bir uyuşmazlığın barışçıl yollarla çözülmesi
yönünde tavsiyelerde bulunulması;
• Silahlanmayı düzenleyecek bir sistemin
kurulmasına yönelik planların hazırlanması;
• Barışa yönelik bir tehdidin veya saldırı
eyleminin varlığının tespit edilmesi ve gerekli
önlemlerin
alınması
için
tavsiyelerde
bulunulması;
• Saldırı eylemini önlemek amacıyla güç
kullanımı dışında diğer önlemlerin ve ekonomik
10
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
yaptırımların uygulanmasına yönelik olarak BM
üyelerine çağrıda bulunulması;
• Saldırıda bulunanlara karşı askeri harekatın
başlatılması;
• Yeni üyelerin kabulü ile ilgili tavsiyelerde
bulunulması;
• Stratejik bölgelerde BM’nin vesayet işlevinin
üstlenilmesi;
• BM Genel Sekreteri’nin atanması hakkında
Genel Kurul’a tavsiyede bulunulması ve
Uluslararası Adalet Divanı yargıçlarının Genel
Kurul ile birlikte seçilmesi.
bulunmaktadır. Konsey’de bu gruplardan,
uygulamada Afrika Ülkeleri 3 ve Asya Ülkeleri
2 üye ile olmak koşuluyla toplam 5 üye, Doğu
Avrupa Ülkeleri 1 üye, Latin Amerika ve
Karayip Ülkeleri 2 üye ve WEOG ülkeleri 2 üye
ile temsil edilmektedir. Türkiye hem WEOG
hem
Asya
Grubunun
çalışmalarına
katılabilmekte; ancak seçimlerde sadece
WEOG içerisinden aday olabilmektedir.
Seçilebilmek için Genel Kurul’a katılan ve oy
kullanan ülkelerin üçte ikisinin olumlu oyunu
almak gerekmektedir.
Güvenlik Konseyi içerisinde oylamaya ilişkin
usullere bakılacak olursa; Konsey’deki her
üyenin bir oyu bulunmakta ve usule ilişkin
konularda 15 üyenin 9’unun olumlu oy
kullanması
yeterli
olmaktadır.
Önemli
konularda ise yine 9 olumlu oy yeterli olmakta;
ancak bu durumda veto gücüne sahip 5 daimi
üyenin hepsinin birden de olumlu oy kullanmış
olması gerekmektedir. Güvenlik Konseyi’nde
alınan kararlara BM’nin tüm üyeleri uymakla
yükümlüdür ve böylece Konsey bağlayıcı karar
alabilme yetkisine sahip olabilmektedir. Bu
bağlamda, Güvenlik Konseyi’nin uluslararası
konulardaki ve BM içerisindeki bu rolü,
Güvenlik Konseyi’ne üye olmanın önemini açık
bir şekilde ortaya koymaktadır.
Doğal olarak bu seçim süreci içerisinde ülkeler
arasında rekabet oluşabilmektedir. Bunu göz
önünde bulunduran ülkeler, yoğun bir
diplomasi trafiği içersinde lobi faaliyetlerinde
bulunmaktadır. Tarihi, kültürel, siyasi ve
ekonomik açıdan ikili ilişkiler, ülkelerin
uluslararası temel konulara yönelik tutumları ve
BM kapsamındaki görevlere katılımları, bu
faaliyetler
içerisinde
belirleyici
unsurlar
olmaktadır. Bunun farkında olan Türkiye de bu
süreçte gerekli lobi faaliyetlerinde bulunmakta
ve bu doğrultuda oluşturulan Eylem Planı
çerçevesinde diplomatik ve özel temsilciler
yoluyla yoğun kampanyalar yürütmektedir.
Örneğin, yürütülen bu kampanyalar sayesinde
14-16 Haziran 2004 tarihlerinde İstanbul’da
gerçekleştirilen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)
Dışişleri Bakanları 31. Konferansı’nda kabul
edilen 1/31-ORG sayılı kararla, Türkiye’nin
Güvenlik Konseyi geçici üyelik adaylığına
2009-2010 dönemi için destek sağlanmıştır.
Aynı zamanda, bu kampanya sürecinde
konuyla
ilgili
bir
de
internet
sitesi
(http://www.turkeyforunsc.org/)
kuran
Türkiye, hem internet hem de görsel basın
aracılığıyla bu süreçte daha çok destek
toplamak
için
gerekli
çalışmaları
sürdürmektedir. Bundan başka, 9–10 Temmuz
2007 tarihlerinde Türkiye’nin daveti üzerine
İstanbul’da gerçekleşen “Küreselleşmenin En
az Gelişmiş Ülkeler Yararına İşletilmesi”
başlıklı En az Gelişmiş Ülkeler Konferansı
süresince, çoğunluğu Afrika ve Asya ülkesi
olmak üzere toplam 50 ülkeden oluşan En az
Gelişmiş Ülkeler nezdinde de Türkiye’nin
adaylığına destek aranmış ve bu doğrultuda
çeşitli başarılar elde edilmiştir.
Güvenlik Konseyi ile ilgili genel bilgileri
verdikten sonra, Güvenlik Konseyi’ne geçici
üye seçilmesine ilişkin sürecin ve bu
çerçevede Türkiye’nin 2009-2010 dönemi için
geçici üyeliğe adaylığının değerlendirilmesi bu
noktada yerinde olacaktır. 2009-2010 dönemi
için seçimler, 2008 yılında BM Genel
Kurulu’nda yapılacaktır. Türkiye adaylığını,
2009-2010 dönemi için içerisinden iki üyenin
seçileceği Batı Avrupa ve Diğer Devletler
Grubu’ndan (Western Europe and Others
Group – WEOG) koymuştur. Aynı grupta yer
alan Avusturya ve İzlanda da adaylıklarını
açıklamış bulunmaktadırlar. Burada şunu
belirtmek yararlı olacaktır; BM içerisinde
coğrafi temsilin adil bir şekilde sağlanması
açısından coğrafi dağılıma dayalı çeşitli gruplar
kurulmuştur. Buna göre, BM içerisinde: i) Afrika
Ülkeleri, ii) Asya Ülkeleri, iii) Doğu Avrupa
Ülkeleri, iv) Latin Amerika ve Karayip Ülkeleri
ve v) Batı Avrupa ve Diğer Ülkeler (Avustralya,
Kanada, ABD, İsrail ve Yeni Zelanda dahil)
olmak üzere toplam beş coğrafi grup
Doğu-Batı, Kuzey-Güney olmak üzere çeşitli
kültür ve medeniyetleri ortak bir noktada
11
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
buluşturabilme
kapasitesine
sahip
ve
bölgesinde istikrarın sağlanmasında belirleyici
bir unsur olan Türkiye, coğrafi açıdan pek çok
çatışma ve tehdidin yakınında bulunması
açısından hem bölgesel hem de küresel
düzeyde barış ve istikrarın tesisinde özel bir
öneme sahiptir. BM’nin kurucu üyelerinden biri
olmakla birlikte Türkiye, BM şemsiyesi altında
yürütülen
Binyıl
Kalkınma
Hedefleri,
sürdürülebilir kalkınma ve teröre karşı
mücadelede
işbirliği
gibi
başlıca
BM
faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmakta ve bu
faaliyetlere her türlü insani, ekonomik ve teknik
yardımda bulunmaktadır. Özellikle, Türkiye’nin
BM Barış Güçleri’ne ve BM barışı koruma
faaliyetlerine
verdiği
destek
önemli
boyutlardadır. Türkiye, BM kurulduğundan beri
Asya, Afrika, Latin Amerika, Balkanlar,
Kafkaslar ve Orta Doğu olmak üzere dünyanın
birçok yerine asker, sivil polis ve gözlemci
göndermiştir. Nisan 2007 itibariyle, Türkiye 296
sivil polis, 5 askeri gözlemci ve 993 asker
olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde
barışı koruma faaliyetlerine katılmaktadır.
Ayrıca, insani ve teknik yardım açısından da
önemli destekler sağlamaktadır. Örneğin, 2005
yılında Türkiye’nin gelişmekte olan ülkelere
yaptığı kalkınma yardımlarının miktarı 601
milyon dolara ulaşmıştır. Özellikle son yıllarda,
Türkiye Afrika ülkelerine yapılan küresel
yardımlarda önemli bir bağışçı ülke olarak
ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak, kurulduğundan bu yana “Yurtta
Barış, Dünyada Barış” ilkesini benimseyen
Türkiye, coğrafi ve kültürel açıdan mevcut
konumu, uluslararası politikada edindiği
tecrübeleri ve BM’nin ilke ve hedeflerine olan
bağlılığı ile barış ve istikrarın korunmasına
büyük katkılarda bulunabilecek bir potansiyele
sahiptir. Türkiye’nin, 46 yıldır yer almadığı ve
uluslararası barış ve istikrar açısından
belirleyici bir role sahip olan Güvenlik
Konseyi’nde, 2009-2010 döneminde geçici üye
olarak yer alması hem Türkiye’nin uluslararası
konumu hem de küresel düzeyde barış ve
istikrarın sağlanması açısından büyük öneme
sahiptir.
Kaynakça:
www.disisleri.gov.tr/MFA/ForeignPolicy/InternationalOrganisations/UN/bmgk_en/default.htm
http://www.turkeyforunsc.org/
http://www.un.org/Docs/sc/
www.securitycouncilreport.org (Securtiy Council Report: Special Research Report No: 4, 11 August
2006.)
http://www.un.org/Docs/sc/scrules.htm
The UN Charter, http://www.un.org/aboutun/charter/
12
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
BASEL II: GELİŞİMİ, GETİRDİĞİ FIRSATLAR VE RİSKLER
SELCEN YILDIRIM AB Uzman Yardımcısı
1980’lerden sonra uluslararası ticaretin ve
sermaye
hareketlerinin
serbestleşmesiyle
küreselleşen dünya ekonomisi, reel sektör için
rekabetin önemini gitgide artırmıştır. Pazarda
tutunabilmek ve rekabet edebilirliği artırmak,
başta Ar-Ge olmak üzere önemli yatırımları
gerektirdiğinden sektörün finansman talepleri
ve çeşitliliği artmıştır. Özellikle 1990’larda
Güney Kore, Endonezya, Arjantin ve ülkemizin
de
tecrübe
ettiği
dünyada
yaşanan
makroekonomik krizlerin finansal piyasaları
derinden etkilemesi risk algılamalarında yeni
kriterler oluşturmuş ve aracı kuruluşların etkin
risk yönetimi yürütmelerini gerektirmiştir.
Finansal krizlerin de makroekonomik istikrarı
bozucu etkileri ve geçmiş yıllarda batık
bankaların GSYİH’ya oranla getirdiği yüksek
maliyetler düşünüldüğünde fon talep edenlerle
arz
edenler
arasındaki
mekanizmanın
sorunsuz işlemesinin kritik öneme sahip olduğu
anlaşılmaktadır.
Parasal ve finansal istikrarı sağlamak ve
merkez bankaları ve bankacılık denetim
otoriteleri arasındaki işbirliğini geliştirmek
amacıyla 1930’da İsviçre’nin Basel kentinde
kurulan
BIS
(Bank
for
International
Settlements-Uluslararası
Takas
Bankası)
yukarda bahsedilen ekonomik gelişim ve
küreselleşmenin
finansal
istikrarı
etkilememesini
hedeflemiştir.
1988’de
yayımladığı Basel-I (Sermaye Yeterliliği
Uzlaşısı) farklı ülkelerde uygulanan sermaye
yeterliliği hesaplama yöntemlerini birbirleriyle
uyumlu hale getirerek bu konuda uluslararası
platformda geçerli olacak asgari bir sektör
i
standardı haline gelmiştir . Basel I, Bankaların
krizlere karşı dayanıklılığını artırmak üzere
banka sermayelerinin riskli aktiflerinin %8’den
az olamayacağını ifade eden sermaye yeterlilik
rasyosunu getirmiştir. Ülkemizde de 1989
yılından itibaren temel alınan bu sermaye
yeterliliği ölçüm yöntemi, uluslararası ekonomik
ilişkilerdeki gelişmeler, piyasaların genişlemesi,
teknoloji alanındaki gelişmeler,
rekabet
koşullarındaki
değişiklikler
ve
dolayısıyla risk türlerinin artmasıyla beraber
yetersiz kalmıştır. Sermayenin sadece kredi
riskiyle ilişkilendirilmesi, OECD ülkesi kriterinin
olması, portföy içinde riskin dağıtılmış
olmasına
dikkat
edilmemesi,
risklerin
zaman/vade
boyutunun
yetersiz
değerlendirilmesi, sadece 5 farklı risk ağırlığı
vererek risk duyarlılığının eksik kalması BaselI’in eksiklikleri arasında sayılmaktadır. Basel
Komitesi bütün bu eksiklikleri ele alarak Yeni
Basel Sermaye Yeterliliği Uzlaşısına ilişkin ilk
istişari metnini 1999 yılında, ikincisini 2001’de,
üçüncüsünü ise 2003’te yayımlamıştır. Bu
metinler 2004’te revize edilerek nihai olarak
ii
Basel-II ortaya konmuştur . Basel II’nin göze
çarpan en büyük farkı kredi risklerinin ve
piyasa risklerinin yanında operasyonel risklerin
de bankaların finansal yapılarında dikkate
alınmasıdır.
AB’de 2007’de, ülkemizde ise 2008’de
uygulamaya geçecek olan Basel II üç yapısal
bloktan oluşmaktadır: 1) Asgari sermaye
yükümlülüğü 2) Denetim otoritesinin gözden
geçirilmesi 3) Piyasa disiplini. Birinci yapısal
blokta Basel I’deki asgari %8’lik sermaye oranı
ve piyasa riski hesaplaması (standart yaklaşım
ve maruz değer yaklaşımı-VaR) aynı kalırken
kredi riski hesaplamasında operasyonel risk
dahil edilerek değişiklikler yapılmıştır. Kredi
riski hesaplamasında Standart Yaklaşım
(Standardised Approach-SA), Basitleştirilmiş
Standart Yaklaşım (Simplified Standardised
Approach-SSA), Temel İçsel Derecelendirme
Yaklaşımı (Foundation Internal Ratings BasedIRB), İleri Düzey İçsel Derecelendirme
Yaklaşımı (Advanced IRB) kullanılırken,
operasyonel risk ise Temel Gösterge
Yaklaşımı (Basic Indicator Approach-BIA),
Standart Yaklaşım (SA), Alternatif Standart
Yaklaşım (ASA) veya İleri Ölçüm Yaklaşımları
(Advanced Measurement Approach-AMA) ile
iii
hesaplanacaktır .
13
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
Standart Yöntem ile ayrılması gereken sermaye = Risk tutarı * Risk Ağırlığı * %8
(Risk Ağırlıklı Aktifler)
iv
Risk Ağırlıkları
Varlıklar
Şirketlere Verilen
Krediler
AAA
AA%20
A+
A%50
BBB+
BB%100
BB-‘nin
Altı
%150
Derecesiz
%100
İçsel Derecelendirme Yöntemi ile hesaplama: EAD * Fn (PD; LGD; M; R )* %8
EAD(Exposure at Default): Temerrüt halinde risk
PD(Pobability of Deafult): Temerrüt olasılığı
LGD(Loss Given Default): Temerrüt halinde kayıp
M(Maturity):Vade
R: Korelasyon
İkinci yapısal blokta bankanın risk yönetimi
yaklaşımını denetim otoritesi incelemektedir.
Bankaların sermaye durumları genel risk
profilleriyle ve stratejileriyle uyumlu olmalıdır.
Üçüncü yapısal blok ise kamuya açıklanması
gereken
bilgilerle
şeffaflığı
sağlamayı
hedeflemektedir.
Açıklanan
standartların
uluslararası standartlarla uyumlu olması
gerekmektedir. Bütün bu yükümlülüklerle nihai
amaç olan piyasa disiplini sağlanmaya
çalışılmıştır.
Basel II’ye geçiş özellikle gelişmekte olan
ülkeler için önemli maliyetler getirse de özel
sektöre risk yönetimi kültürünü ve piyasa
disiplinini kazandıracaktır. Yasal sermaye
seviyesinin yerini ekonomik sermaye kavramı
almaya başlayacaktır ki bu da bankanın
faaliyetlerinden
kaynaklanabilecek
beklenmeyen kayıplara karşı tampon görevini
görmekte daha etkin olacaktır. Çünkü yasal
sermaye seviyesi düzenleyici otorite tarafından
belirlenirken ekonomik sermaye farklı tipteki
riskleri hesaba katar ve banka sahip olduğu
toplam risklerle sermayesi arasındaki bağı
kurmaya çalışır. Bu durum aynı zamanda
bankaya katma değer katan iş alanlarının
belirlenmesine de yardımcı olur. Bunun
yanında küresel finans sisteminin oluşturduğu
yeni
standarda
uymamanın
getireceği
maliyetler çok daha fazla olacaktır.
Bankaların
risk
yönetiminin
etkinliğinin
artmasıyla
beraber
bankaların
müşteri
konumundaki şirketlerin kurumsal yönetişim
yapılarında iyileşme olacaktır. Çünkü gereken
sermaye firmalara verilen kredilerin ya standart
yöntemle derecelendirme kuruluşlarının
vereceği ya da içsel derecelendirmeyle
alacakları rating ile değişen risk ağırlıklarıyla
belirlenmesi
sonucu
oluşacaktır.
Rating(derece) kredi müşterisinin kredibilitesini
sayısal olarak değerlendirmesidir. Kredi
müşterisinin borcunu ödeme kapasitesini
belirler, müşterileri risklerine göre sınıflandırır
ve müşterilerin gelecekte temerrüde düşme
olasılığını (probabilty of default-PD) tahmin
etmek için kullanılır. Kredi müşterisiyle ilgili
finansal raporlar, vergi raporları, banka-kurum
geçmiş ticari bilgileri gibi kantitatif verilerin
yanında müşteri toplantıları, müşteri anketleri
ve pazar araştırma raporları gibi kalitatif
raporlar kredi müşterisinin riskini ve dolayısıyla
derecesini tespit edecektir. Bu kredi risk
dereceleri ise firmaların talep ettikleri kredilerin
türünü, limitini ve fiyatını etkileyecektir. Böylece
şirket yönetimi ve finansal açıdan sağlam ve
şeffaf olan işletmeler daha üst limitlerde ve
daha maliyeti düşük kredi edinebileceklerdir.
Banka tarafında ise düşük dereceye sahip bir
firma için banka daha çok risk alacağı için
karşılık olarak daha çok sermaye tutacak ve
dolayısıyla kaynaklarını getirisi olan birtakım
yatırımlardan mahrum bırakacaktır. Bu durum
da
firmalara
kullandırılacak
kredilerin
v
maliyetlerini artıracaktır.
Basel II’nin Türkiye’yi ilgilendirdiği diğer bir
konu ise KOBİ’lere yönelik yaklaşımıdır.
Türkiye’deki işletmelerin %99,5’inin, istihdamın
%64’ünün ve katma değerin %36’sının
KOBİ’lere ait olduğunu hatırlanırsa bu geçiş
sürecinde KOBİ’lerin eksikliklerini analiz
ederek uluslararası rekabete hazır olmaları
ülkemiz açısından büyük önem arz etmektedir.
Basel II’ye göre KOBİ tanımı satış cirosu 50
14
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
milyon Euro’yu aşmayan firmalar olarak
belirlenmiştir. Bir bankadaki toplam kredisi 1
milyon Euro’nun altında kalanlar “perakende
portföy” içinde, üstünde kalanlar ise “kurumsal
portföy” içinde sınıflandırılmıştır. Dışardan
rating notu olmayan bir firma standart yönteme
göre perakende portföyde %75 risk ağırlığı ile
değerlendirilecektir.
Kurumsal
portföyde
değerlendirilen ve dışsal derecelendirme
notuna sahip olmayan bir firma %100 risk
ağırlığına tabi olacak, risk ağırlığı ülke risk
ağırlığından daha iyi olamayacaktır. Eğer
firmanın rating notu varsa ülke risk ağırlığından
daha iyi bir dereceye sahip olabilecektir.
Bununla beraber Basel II’ye uyumla birlikte
firmaların
dışsal
derecelendirmeye
tabi
tutulmaları ve şeffaflaşmaları neticesinde
AB’ye üyelik sürecinde yabancı sermayenin
girişi ile birlikte ülkemizin yurtdışı borçlanma
maliyeti de düşecek ve ülke notumuz (B+)
iyileşerek ülkemizin risk ağırlığı %100’ün altına
(%50, %75 seviyelerine) inebilecektir. Bu
durumda da kurumsal portföyde yer alan
firmalara uygulanacak risk ağırlığı bu
seviyelere indiğinde, bankaların daha az
sermaye tutmaları neticesinde kredi faiz
oranlarında ciddi düşüşler olabilecek ve bu da
kredi kullanan firmalara büyük avantajlar
vi
sağlayabilecektir.
notlar ekonominin devresel hareketleriyle aynı
yönde hareket edecektir. Ekonominin daraldığı
ve büyüdüğü böyle dönemlerde temerrüt
olasılıkları ve dolayısıyla risk düzeyleri de
değişecek ve buna bağlı hesaplanan
sermayeler
arasında
da
ciddi
farklar
oluşacaktır. Özellikle kriz dönemlerinde
bankaların aynı yönde verdikleri kararlar
sistemik riski ortaya koymakta ve sektörün
istikrarını bozucu dışsal bir unsur haline gelip
vii
krizi derinleştirmektedir.
Risk yönetimi finansal istikrarı sağlamak
açısından büyük öneme sahiptir. Bu yüzden
bankacılık sektörünün risk ölçümüne göre
fiyatlama yapması zorunlu bir durumdur.
Yabancı fonlara en çok ihtiyacı olan KOBİ’lerin
değişen bankacılığın yeni kurallarına uyması
kaçınılmazdır. Bundan ötürü firmalar kayıt
düzenlerini gözden geçirerek düzenli bir yapıya
kavuşturmalı
ve
şeffaflık
sağlamalıdır.
Derecelendirme
sistemi
KOBİ’lere
tanıtılmalıdır. KOBİ’ler risklerini belirlemenin
yanında bunları etkin yönetebilmeli ve toplam
risklerini
düşürmeye
yönelik
planlar
oluşturmalıdırlar.
Bankalara ve resmi otoritelere getireceği
maliyetler ise bu uzlaşının gerektirdiği bilgi
teknolojilerine ilişkin donanım alımları, ilgili
personelin istihdamı ve eğitilmesi gibi alanları
içermektedir.
Bütün bu yukarda anlatılanların dışında Basel
II bazı olumsuzluklar taşımaktadır. Sermaye
gereği
hesaplanırken
kredi
riski
hesaplamasında borçluların risk ağırlıkları
sahip oldukları kredi notuna bağlıdır ve bu
Standart
yaklaşımda
derecelendirme
kuruluşlarının üstlendiği rol bazı soru işaretleri
oluşturmaktadır.
Borçlunun
notunun
bu
kuruluşlar arasında tutarlı olması güvenilirlik
açısından önem taşımaktadır. Potansiyel talebi
kendilerine çekmek için iyi not vererek
güvenilirliği
sarsmaları,
artan
talebi
karşılayabilecek
sayıda
derecelendirme
firmasının olup olmaması, talep edilmeksizin
not verilmesi standart yaklaşımda ortaya
çıkabilecek problemlerdir. Ayrıca standart
yaklaşımda
örneğin,
B-‘nin
altında
derecelendirilmiş bir firmanın risk ağırlığı %150
iken derecelendirilmemiş bir firmaya %100
ağırlık verilmesi riskli olan firmaların not
viii
almaktan kaçınmalarına sebep olmaktadır.
Basel II, gelişmiş ülkelerdeki oyuncular için
kolay olabilecek bir geçiş süreci olurken
gelişmekte olan ülkelerdeki finans ve reel
sektörünün gerçekleştirmesi gereken bir dizi
yenilik söz konusudur. Küresel ekonominin
oluşturduğu bu yeni norm gelişmekte olan
ülkelerin
borçlanmaları
üzerinde
bazı
olumsuzluklara sahip olsa da sistemin dışında
kalmak
yeni
maliyetleri
beraberinde
getirecektir. Şirketlerde kurumsal yönetişimin
artması kayıt dışılığı azaltan bir mekanizma
olarak sonuçlanması beklenmektedir. AB’ye
uyum çerçevesinde de ele alırsak Basel II’ye
uyum AB finans sektörüne yakınsamayı
kolaylaştıracaktır.
i
http://www.bis.org/about/index.htm
www.bddk.org.tr/turkce/Basel-II/125010_Soruda_Basel-II.pdf
iii
www.bddk.org.tr/turkce/Basel-II/1272calismaraporu_2005_3.pdf
iv
www.vergiportali.com/doc/21122006BASELII.pdf
v
www.bddk.org.tr/turkce/Basel-II/1272calismaraporu_2005_3.pdf
vi
www.ebso.org.tr/tr/Konferans_KOBI_Kitapcigi.pdf
vii
BDDK ARD Çalışma Raporları No. 2005/3
viii
ibid.
ii
15
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
HİNDİSTAN: VARLIK İÇİNDE YOKLUKTA UMUT VAAD EDEN ÜLKE
DUYGU YÜCESOY AB Uzman Yardımcısı
Son yıllarda Asya’da, yüksek miktarda yabancı
yatırım çeken ve artan ihracatı ile dünya ticaret
dengelerini sarsan Çin’den başka, sahip
olduğu ucuz emek ve geniş nüfusla doğunun
ışığı olmaya aday bir ülke daha dikkat çekiyor:
Hindistan. Farklı renklerin, dinlerin, felsefelerin
en iyi buluşma noktalarından biri olan
Hindistan, sadece zengin kültürüyle değil son
yıllarda ekonomide kaydettiği gelişmelerle de
dünyanın ilgi odağı olmaya devam ediyor. Bu
yazıda, Hindistan’ın siyasi ve ekonomik
tarihindeki önemli noktalara, ekonomisinde son
yıllarda yaşanan gelişmelere ve HindistanAvrupa Birliği ilişkilerine değinilecektir.
Siyasi ve Ekonomik Geçmiş
Hindistan bayrağının ortasında bulunan ve
devlet tarafından onaylanmış Dharma Çakra’yı
simgeleyen mavi tekerlek, İngiliz kolonisi
altındaki tekstil ithalatlarını protesto etmek ve
küçük ölçekli tarım ve sanayi toplumunun
asaletini vurgulamak için Gandhi tarafından
kullanmıştır. 15 Ağustos 1947’de bağımsızlığın
kazanılmasıyla birlikte ülke bu sembolün
felsefesi ile yönetilmeye devam etmiştir.
Sonrasında ise Hindistan’ın hedefi, Gandhi
dönemi ekonomisinin ötesine geçmek ve
yaşam standartlarını arttırmak olmuştur. 26
Ocak 1950’de anayasanın kabulüyle kurulan
anayasal demokrasiyle Hint başarısının
sürekliliğinin
temellerinin
atıldığı
i
varsayılmaktadır.
Hindistan’da bağımsızlığı takip eden 30 yıl
içerisinde gözle görülür bir ekonomik ilerleme
kaydedilememiş; esas büyüme, 1991 ödemeler
dengesi krizinden sonra liberal ekonomiye
yakınlığıyla bilinen Bharatiya Janata Partisi
tarafından hayata geçirilen ve özellikle 1997
Asya Krizi’yle sekteye uğrayan ekonomik
reform hamlelerinin devam ettirilmesiyle
gerçekleştirilmiştir. Reform öncesinde özel
sektör müdahaleleri, dış ticaret ve doğrudan
yabancı yatırım üzerinde yoğun bir şekilde
kendini hissettiren devlet kontrolü, reformlarla
azaltılarak pazarların yavaş yavaş yabancı ve
özel sektörlere açılması sağlanmıştır. Şimdiki
Başbakan Manmohan Singh liderliğinde de
ciddi bir reform zinciri başlatılmıştır. Reformlar
devletin ve bürokrasinin saygınlığını tesis
etmeye, devleti ekonomiden çekmeye, özel
sektörü geliştirmeye, devleti güvenlik, sağlık ve
eğitim gibi en önemli kamusal hizmetleri
vermeye ve halka karşı hesap verebilir hale
getirmeye çalışmaktadır.
Procter and Gamble’ın (P&G) Hindistan'daki
şirketinin eski CEO'su Gurcharan Das, Foreign
Affairs Dergisi'nin Temmuz-Ağustos 2006
sayısındaki “The India Model” adlı yazısında,
1980- 2002 döneminde yılda yüzde 6, 20022005 döneminde ise yılda yüzde 7,5 oranında
büyüyen Hindistan ekonomisinin dünyanın en
iyi performansa sahip ülkeleri arasında
ii
bulunduğunu belirtmiştir. Gerçekten de, satın
alma gücü paritesi ile Hindistan günümüzde
dünyanın
üçüncü
büyük
ekonomisi
konumundadır. Yine Das’a göre, son 20 yıl
içinde Hindistan’daki orta sınıf dört misli
büyümüş (250 milyon kişi) ve her yıl ülke
nüfusunun yüzde 1'i fakirlik sınırının üstüne
çıkmıştır. Aynı zamanda, nüfus artışı da yılda
yüzde 2,2’den yüzde 1,7’ye düşmüştür.
Hindistan ekonomideki bu büyümeyi emek
yoğun ucuz imalat ürünlerinin ihracatına dayalı
klasik Asya modeli yerine kendi iç pazarına,
yatırımdan çok tüketime, sanayiden çok
hizmetlere, düşük yetenek gerektiren imalattan
çok
yüksek
teknolojiye
dayandırmıştır.
Tüketimin itici gücünü kullanan bu model
sonucunda
eşitsizlik
Hindistan'da
diğer
gelişmekte olan ülkelere kıyasla çok daha az
seviyede artmıştır. Büyüme, şimdilik, hizmetler
ve iç tüketim iticiliğinde gerçekleştirilmektedir.
Tüketim, 2006 itibariyle gayrisafi yurt içi
hasılanın yüzde 64'üdür.
16
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
iii
Ekonomik Göstergeler
Hindistan Merkezî İstatistik Teşkilâtı tarafından
açıklanan geçici rakamlara göre, 2006- 2007
mali yılında (Nisan 2006-Mart 2007) ekonomik
büyüme %9,4 olarak gerçekleşmiştir. Yüksek
büyümenin yarattığı yüksek enflasyonla
mücadele amacıyla uygulanan sıkı para
politikaları nedeniyle 2007- 2008 mali yılında
büyüme
oranının
geçen
yılın
üstüne
çıkamayacağı belirtilmiştir. Ekonomik büyüme
2005- 2006 mali yılında %9, 2004- 2005 mali
yılında %7,5, 2003- 2004 mali yılında ise %8,5
olarak açıklanmıştır.
2006- 2007 mali yılında doğrudan yabancı
sermaye girişi geçen yıla göre 2,8 kat artarak
15,7 milyar ABD Doları’na ulaşmıştır. Yabancı
yatırımlarda ilk sıraları hizmetler (%38),
elektrikli ekipmanlar üretimi (bilgisayar yazılımı
ve
elektronik
dahil)
(%22),
inşaat,
telekomünikasyon ve gayrimenkul sektörleri
almıştır. Bu dönemde Hindistan’a doğrudan
yatırım yapan ülkelerin başında Mauritius (6,4
milyar ABD Doları), İngiltere, ABD, Hollanda,
Japonya ve Singapur yer almış; bu beş ülkenin
yatırımları
toplam
yabancı
sermaye
yatırımlarının %83’ünü oluşturmuştur.
yazılım ve donanım ile kıymetli taşlardır. 2006
yılı itibariyle ihracattaki ve ithalattaki başlıca
ülkeler ve ülkelerin oranları aşağıda gösterildiği
gibidir:
İHRACAT
4,40%
Birleşik Devletler
7,90%
17,40%
Birleşik Arap Emirlikleri
Çin
Birleşik Krallık
8,50%
İTHALAT
4,50%
8,50%
Çin
Birleşik Devletler
Almanya
4,50%
Singapur
5,90%
Son yıllarda artan enflasyon oranı nedeniyle
Hindistan Merkez Bankası (Reserve Bank of
India) ve hükümet tarafından alınan tedbirlerle
Mayıs sonu itibariyle yıllık enflasyon oranı
%5,3 olarak gerçekleşmiştir. 2006- 2007 mali
yılında mali açığın ve bütçe açığının GSYİH’ye
oranları ise sırasıyla %3,5 ve %2 olarak
gerçekleşmiştir.
Dış ticaret verilerine bakıldığında ihracatın
2007- 2008 mali yılında da artacağı
düşünülebilir;
fakat
enflasyon
oranını
düşürmek amacıyla uygulanmaya başlanan
sıkı para politikaları, artan yabancı sermaye
girişi ve ABD Dolarının değer kaybetmesi
nedeniyle Hindistan Rupi’sinin son zamanlarda
%10 değer kazanması, bir sonraki yıl için 160
milyar Dolar olarak öngörülen ihracat hedefinin
gerçekleşmesini zorlaştırmıştır.
Nisan 2006- Mart 2007 döneminde ihracat
yıllık %23,9 artışla 124,6 milyar ABD Doları’na;
ithalat ise yıllık %26,9 artışla 181,4 milyar
ABD Doları’na ulaşmıştır. Böylece önceki yılda
46 milyar ABD Doları olan dış ticaret açığı
56,8 milyar ABD Doları’na yükselmiştir.
İhracatta daha da geliştirilmesi öngörülen
alanlar turizm, tarımsal sanayi, teknolojik
Hindistan ile özdeşleşmiş sorunlar ise halen
devam
etmektedir.
Bu
sorunların
en
önemlilerinden biri, bilişim teknolojilerinde öncü
ülkelerden biri olsa da kişi başına düşen milli
gelirin düşük olması (Dış Ticaret Müsteşarlığı
2006 verilerine göre 800$) ve son 20 yılda
önemli gelişmeler kaydedilmiş olsa da fakirliğin
hala yüksek seviyelerde seyretmesinden dolayı
17
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
son teknolojik gelişmelerin hane halkı
tarafından kullanılmamasıdır. 2006 yılı itibariyle
sabit hat kullanıcılarının 50 milyonu bile
bulmaması ve 970 milyondan fazla insanın
telefon bağlantısı kurma olanağına bile sahip
olmaması bu durumu en çarpıcı şekilde gözler
iv
önünde sermektedir. Bir yandan ise Hindistan
özellikle
Amerika’daki
telekomünikasyon
malzemesi üreticilerine ucuz bilgi teknolojisi
açısından
önemli
fırsatlar
sunmaktadır.
Hindistan’ın diğer önemli sorunları ise tıp
alanında da gelecek vaat etmesine rağmen
sağlık hizmetindeki yetersizlikler; elektrik
dağıtım ve ulaşım altyapısındaki aksaklıklar,
ilköğretimde kalite eksikliği ve gittikçe artan
kamu açığıdır.
Hindistan- Avrupa Birliği İlişkileri
Hindistan- AB ilişkileri ticarete dayandırılarak
ele alındığında, 1990 yılında 4,4 milyar € olan
ticaretin 2006 yılında 46 milyar €’nun üstüne
v
çıktığı görülmektedir. 2006 yılında AB’nin
Hindistan’dan yaptığı ithalat 22,4 milyar € ile
temel olarak tekstil, tarım ürünleri ve
kimyasalları kapsarken; Hindistan’a yapılan
ihracat 24 milyar € ile daha çok makine ve
kimya ürünlerini kapsamıştır. 2006 yılında
Hindistan- AB ticaretinde %16’lık kadar artış
sağlanmıştır. AB, Hindistan’ın önemli ticaret
partnerleri arasında yer almakta (ithalat ve
ihracatta toplam %20’lik payla) ve doğrudan
yabancı yatırımda önemli bir kaynak teşkil
etmektedir. Buna karşın Hindistan, AB’nin
toplam ticareti içinde sadece %1,8’lik bir paya
sahiptir ve AB, dünya çapında yaptığı
yatırımların sadece %1,3’ünü Hindistan’a
ayırmaktadır. Bu nedenle, Hindistan- AB
ilişkileri her geçen gün daha da önem
kazanmaktadır. Bu amaçla, ikili ilişkileri
geliştirmek, ekonomik işbirliği yapmak ve
ticaretin ve yatırımın önündeki engelleri en aza
indirmek amacıyla 7 Eylül 2005 tarihinde
Delhi’de düzenlenen Zirve’de, Hindistan ve AB
ortak bir eylem planı benimsemiş ve bu
çerçevede bir Yüksek Seviye Ticaret Grubu
(High
Level
Trade
Group)
kurmayı
kararlaştırmışlardır. Bunu takiben, Konsey, 23
Nisan 2007 tarihinde Hindistan ile Serbest
Ticaret Anlaşması’na (STA) ilişkin bir
müzakere direktifini kabul etmiştir ve bu STA’
ya ilişkin müzakereler 28- 29 Haziran 2007
tarihlerinde başlatılmıştır. Bu sene Brüksel ve
Delhi’de de müzakerelerin devam ettirilmesi
planlanmaktadır. STA’nın sadece mal ve
hizmet ticaretini değil yatırımı, tarife dışı
engelleri; fikri ve sınai mülkiyet hakları, rekabet
ve şeffaflık gibi kural ve düzenlemeleri de
kapsaması beklenmektedir.
Hindistan, gelişmekte olan ülke statüsü ile
AB’ye yaptığı ihracatta AB Genelleştirilmiş
Preferanslar
Sistemi
altındaki
indirilmiş
tarifelerden en geniş şekilde yararlanan
ülkedir. Yalnız, Hindistan’da halen var olan
tarife seviyeleri AB endüstrisi için problem
oluşturmaktadır.
Hindistan,
niceliksel
kısıtlamalar, ithalat lisansı ve geniş yelpazede
yer alan ürünler için sertifikalandırma gibi tarife
dışı engeller de uygulamaktadır. Bu yüzden bu
tarifelerin
kaldırılması
veya
indirilmesi
müzakerelerin temel amaçlarından biridir.
Hindistan ve AB arasında imzalanmış ikili
anlaşmaların en önemlileri şu şekilde
sıralanmaktadır:
•
1993’te imzalanıp 1994’te yürürlüğe giren
İşbirliği
Anlaşması
(Co-operation
Agreement)
•
Bilim ve Teknoloji Anlaşması (2001Science and Technology Agreement)
•
Gümrük
İşbirliği
Anlaşması
(2004Customs Co-operation Agreement)
Bunlar dışında şu an Deniz Ticaret Anlaşması
da Hindistan ve AB arasında müzakere
edilmektedir. Resmi müzakereler 2003 yılı
Kasım ayında düzenlenen 4. Zirve’de
başlatılmıştır.
18
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
HİNDİSTAN’A DAİR DİĞER BİLGİLER
•
28 eyalet ve 7 bölgeden oluşan federal bir cumhuriyettir. Hindistan’da 1650 civarında dil
konuşulmaktadır; bunların sadece 15 tanesi resmi dildir.
•
Dünya Bankası Hindistan’ı “düşük gelirli ülke” olarak sınıflandırmaktadır. Hindistan,
Dünya Ekonomik Forumu’nca hazırlanan “2006- 2007 Global Competitiveness Report”’ta
da 50 ülke arasında 4,4’lük bir skorla 43. sırada yer almaktadır.
•
Kast sistemi hala yoğun bir şekilde devam etmektedir.
Uluslararası staj değişim programlarında en çok tercih edilen Asya ülkesi Hindistan’dır.
Flaman Bayrağı
Belçika’da Siyasi Kriz
*
Valon Bayrağı
Belçika’da 10 Haziran 2007’de gerçekleştirilen seçimler sonucu hükümeti kurmakla
görevlendirilen Flaman kesimden Hristiyan Demokrat Parti Lideri Yves Leterme koalisyon
oluşturmaya yönelik olarak diğer partilerle yaptığı görüşmelerden bir sonuç alamadı.
Koalisyon arayışlarında Valon ile Flaman partiler arasındaki uzlaşmazlığın, Flamanların
kurumsal reform önerilerinden kaynaklandığı belirtilmektedir. Bölgesel yönetimleri yeni
yetkilerle güçlendirmeyi amaçlayan söz konusu ekonomik, sosyal ve adli reform önerilerinin
Valon-Flaman arasında var olan bölünmeyi daha da ilerleteceği düşünülmekteydi. Ayrıca
ulusal gelir ve giderlerin paylaşımında sorunlar yaşandığı belirtilmektedir. Şu an Kral II.
Albert’in bu siyasi krizi çözmesi için bir aracı görevlendirmesi beklenmektedir.
Belçika, kuzeyde ekonomik bakımdan güçlü olan ve Hollandaca konuşan Flamanlar, güneyde
Fransızca konuşan Valonlar ile bu iki bölge arasında köprü görevindeki başkent Brüksel olmak
3 ana bölgeden oluşan bir federal devlettir. Yıllardır Flamanlar özerkliklerini arttırmak için
çabalamakta; ancak Valonlar buna karşı çıkmaktaydı.
*
http://www.euractiv.com
i
The Harris School. (2006). Economic Reform in India. University of Chicago
Das, G. (2006, July/ August). The India model. Foreign Affairs.
(http://www.foreignaffairs.org/20060701faessay85401/gurcharan-das/the-india-model.html)
iii
http://www.musavirlikler.gov.tr/upload/IND/May%C4%B1s-2007.doc
iv
2004 yılına ait verilerdir.
v
http://ec.europa.eu/external_relations/india/intro/index.htm
ii
19
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
BÜLTEN
AB’DEN HABERLER …
AVRUPA İŞ DÜNYASI TÜRKİYE’NİN AB’YE KATILIMINI DESTEKLİYOR
*
Avrupa Reform Merkezi, Avrupalı işadamlarının, politikacıların ve seçmenlerin aksine
Türkiye’nin üyeliğinin getireceği faydalara inandıklarını rapor etti. AB katılım sürecinin ülke
ekonomisini daha iyi konuma getireceği beklentisiyle beraber hızlı büyüyen Türk ekonomisine
milyarlarca dolar yatırım yapan AB’li yatırımcıların Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımın
%60’ını oluşturduğunu belirten çalışma yatırımcı güveninin gitgide artmakta olduğunu
kaydetti. Türkiye’nin üyelik yolunun kolay ve engelsiz olmamasına rağmen AB’nin Türkiye’ye
ihracatının yıllık 58 milyar dolar ile üçe katlamasını, Türkiye’nin AB’ye ihracatının ise yıllık 48
milyar dolar ile dörde katlamasını “açık bir ekonomik fayda” olarak değerlendirdi.
Rapor, Türkiye’nin yabancı yatırımlar açısından cazip olmasını hızlı büyüyen iç pazarına,
Avrupa, Asya ve Orta-doğu arasındaki stratejik konumuna ve kırsal kesimden göçlerin
ücretleri düşük tutması sonucu oluşan ucuz işgücüne bağladı. Çalışma aynı zamanda,
müzakere sürecinin başarılı olunmasında AB iş çevresinin katkıda bulunacağı bazı yolların
altını çizdi. Doğrudan yabancı yatırımlar sayesinde Türkiye’nin tarımdan yüksek kalitede
üretim ve hizmetler ekonomisine dönüşeceğini, şirketlerin ekonomide yapısal ve düzenleyici
değişiklikler yapılması yönünde lobi çalışması yapmaları gerektiğini ve AB’de Türkiye
hakkındaki tartışmalarda Türkiye lehinde bir ses oluşturmalarının faydalı olacağını belirtti.
*
http://www.euractiv.com
*
AB ENERJİ PİYASASININ DAHA SIKI KONTROLÜNE YÖNELİK YENİ YASA TASARISI
Avrupa Birliği, enerji sektöründe daha fazla rekabeti sağlamak amacıyla yeni bir yasayla büyük
enerji tedarikçilerini üretim ve dağıtım şirketleri olarak ayırmayı planlıyor. Avrupa Komisyonu,
Avrupa’nın büyük enerji şirketlerini dağıtım kanallarının kontrolünden vazgeçirmeye yönelik
taslak tüzük paketini yayınladı. Taslağa göre üretimi dağıtımdan ayırmak için iki model
sunuluyor. İlk model şirketlerin dağıtım şebekelerini satmalarını ya da bunları ayrı bir şirket
olarak ayırmalarını öngörürken ikinci modelde şirketler şebeke sahipliğini devam
ettirebiliyorlar ancak dağıtımın tüm kontrolünü elinde bulunduran bağımsız bir sistem
operatörünü tayin etmeleri gerekiyor.
Bunun haricinde piyasaya yeni giren oyuncular ve müşteriler için şeffaflığı ve doğru
fiyatlamayı sağlamak için Komisyon, elektrik ve gaz sağlayıcılarının fiyatlarını, müşterilerinin
isimlerini, miktarlarını ve sözleşme sürelerini ulusal enerji düzenleyici kurumlarına
bildirmelerini mecbur kılabilecek. Yasa tasarısı 19 Eylül 2007’de Komisyona sunulmadan önce
kesin onaylanacak gibi görünürken yasalaşmadan önce AB Konseyinin üye ülkelerinin
çoğunluğu tarafından da onay alması gerekiyor.
*
http://www.euractiv.com
20
T.C.
MALİYE BAKANLIĞI
AB VE DIŞ İLİŞKİLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI
İlkadım Caddesi No:2 Kat:6 06450 Dikmen/ANKARA
Telefon: (312) 415 23 38
Faks: (312) 417 11 72
e-posta: [email protected]
http://www.maliye-abdid.gov.tr/
© 2007 T.C. Maliye Bakanlığı
Tüm hakları saklıdır.

Benzer belgeler

türkiye`nin yolsuzlukla mücadelesine hong kong

türkiye`nin yolsuzlukla mücadelesine hong kong Hazırlanacak olan bu Reform Anlaşması ile AB, daha demokratik, hesap verebilir, etkin ve dış ilişkilerinde uyumlu olabilmeyi ve aynı zamanda küreselleşen bir dünyada var olan engelleri ve fırsatlar...

Detaylı