Sayı 54 Nisan 2013 - ATAUM

Transkript

Sayı 54 Nisan 2013 - ATAUM
ATAUM
e-bülten
Yıl 5 - Sayı 54
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Avrupa Gündemi...
MART 2013
Almanya’da Yeni Parti
‘Euro’yu Ortadan Kaldıralım!’
Almanya’da “Almanya için Alternatif” (Alternative für Deutschland-AfD) adıyla yeni bir siyasal partinin tohumları
atıldı. Hangi konuda “alternatif” oldukları sorusunun cevabıysa, AB parasal birliğine yaklaşımlarında görülüyor.
AfD, Almanya’nın Euro’dan ayrılmasını, daha doğru bir ifadeyle ortak para biriminin lağvedilmesini istiyor.
Liderliğini Hamburg Üniversitesi ekonomi profesörü Bernd Lucke’un yaptığı AfD’nin kadrosunda, Almanya’nın önde
gelen ekonomistleri ve akademisyenleri var. Bu durum partiye “Profesörlerin Partisi” lakabının takılmasına yol açtı. 14
Nisan’da ilk kongresini yapmaya hazırlanan partinin tüm çabası, Eylül 2013 federal seçimlerine yetişebilmek.
EURO'NUN BİR GELECEĞİ YOK MU?
Vural YAVAŞ
AfD, Euro konusunda Alman kamuoyunda büyük endişelerin var olduğunu, fakat Bundestag’da (Federal
Alman Meclisi) iktidarından muhalefetine hiç bir partinin bunu dile getirmediğini belirtiyor. İşte parti
ismindeki “alternatif” de buradan geliyor. Hedef, Euro karşıtı kesimlerin sesi olmak. Son yapılan TNS-Enmid
anketi de zamanlama olarak kendilerine büyük katkı sağladı. Çünkü ankete göre her dört Almandan biri
Euro’yu bir hata olarak değerlendiriyor ve muhtemel bir seçimde Euro karşıtı bir partiye oy verebileceklerini
söylüyor. Tabii ki bunun “bütün oylar AfD’ye” gibi algılanmaması gerek, zira söz konusu ankette parti ismi
verilmiyor. Peki, bu yeni parti Almanya’da istediğini alabilecek mi? Zira bu boyuttaki Avrupa şüpheciliği
şimdiye kadar Almanya’da pek başarı yakalayamadı. (devamı 2 ve 3. sayfada)
Yunanistan’dan
Manzaralar
Troyka’ya Sunulan
Beşinci Adak
'Malvinas Meselesi'
Papa’ya Kaldı
Bilim 'Tanrı
Parçacığı'nın Peşinde
Christos TEAZIS
sayfa 6
Elâ BİLGEN
sayfa 7
Esra AKGEMCİ
sayfa 8
Mühdan SAĞLAM
sayfa 10
İngiltere ile AİHM
Arasında Ayrılık Çanları
İsveç’te Cinsiyet Eşitliği
Sınırları Zorluyor!
Esra DERE
sayfa 13
Ceren BEKTAŞ
sayfa 14
'Habemus Papam'
Emre YÜKSEL
sayfa 11
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
Portre: Jules Verne
Recep Ersel ERGE
sayfa 18-19
2
‘Euro’yu Ortadan Kaldıralım!’
Vural YAVAŞ
İkinci Dünya Savaşı dönemindeki milliyetçilik yaraları,
bir “barış projesi” olarak
algılanan AB’nin engellenmesine karşı Almanya'da
her zaman ciddi bir kamuoyu
bloğu oluşturdu. Bu nedenle
MART 2013
de aşırı sağa yeşil ışık yakan
herhangi bir Birlik karşıtı
oluşum ülkede güç kazanamadı. Diğer yandan AfD
kendisini sağ ya da sol
olarak tanımlamıyor. Tabanını herhangi bir eğilime
kapatmaktan ziyade Eylül
seçimlerinde barajı aşabilmek adına henüz politik
havayı koklama aşamasında. Siyaset sahnesine etkili
bir giriş yapan AfD, türdeş
partilere nazaran kamuoyu-
Euro karşıtı fakat AB taraftarı
AfD, ilk toplantısını Frankfurt’un kuzeyinde yer alan
Oberursel’de gerçekleştirdi.
Beklenenden çok daha fazla
katılım olduğu için organizatörler hayli zorlandı. Katılımcıların içeri girebilmeleri
için salonu bölen duvar panelleri bile söküldü.
Partinin hali hazırda bir manifestosu yok, internet sitesi
bile bir kaç hafta önce kuruldu. Bununla birlikte, basın
açıklamalarından anlaşıldığı üzere, ses getiren birkaç
temel amacı var. Bunlardan
ilki, vurgulandığı gibi, Euro
hakkında. Parasal birliğin
yerine eski ulusal para birimlerine geri dönmek ya da
mevcut Euro Bölgesi kadar
kapsamlı ve geniş olmayan
daha dar ve homojen bir para bloğunun oluşturulması
çağrısı var. Burada homojenlikle kastedilen, Almanya’yı
ekonomik değerlerin birbirine yakın olduğu Avusturya,
Finlandiya ve Hollanda gibi
Kuzey ülkeleriyle parasal bir
birlikteliğe sokmak.
İkinci olarak, AB içinde daha
ademi merkeziyetçi bir yapılanmaya gitme ve bürokrasinin azaltılması vurgulanıyor. Burada Avrupa kuşkuculuğuna yakın siyasal partilerin ana söylemi rahatlıkla
görülebiliyor. Partinin internet sitesinde “eski, hantallaşmış, kurumsallaşmış partiler” ifadeleri dikkat çekiyor.
Bu da özellikle İtalya’da Beppe Grillo’nun başarıya ulaştığı son seçimlerdeki yaklaşımını hatırlatıyor bizlere. Ay-
rıca parti tarafından bir selam da İngiltere Başbakanı
David Cameron’a gönderiliyor. Çünkü AB’ye yetki devrini ilgilendirecek önemli
gündem maddeleri için referanduma gidilmesi çağrısı
yapılıyor. Bu iki husus, günümüz Avrupa siyasetinde tepki oylarını çekmeyi hedefleyen neredeyse tüm popülist
partilerin kullandıkları söylemlere dönüşmüş durumda. Yunanistan’dan sonra
İtalya ve hatta yaklaşan seçimlerde İngiltere’deki yükseliş hesaba katıldığında,
partinin Almanya için böylesi
bir alternatifi kaçırması da
beklenmemeli herhalde.
Son hedef olarak Ortak Pazar'a daha fazla yoğunlaşmak geliyor. Çünkü bu husus
da öncelikle Almanya’nın çıkarına görülüyor. AfD’ye göre, aşırı borçlanma içindeki
ülkelerin yükünün diğer üye
devletlere yansıtılmasına bir
son verilmeli. Avrupa İstikrar
Mekanizması (ESM) gibi oluşumların da sonlandırılması
ve borçlu ülkelerin iflaslarına
izin verilmesi talep ediliyor.
Sloganlarında Almanya’nın
her durumda başvurulan
“AB’nin para babası” olmasına karşı eleştiriler yükseliyor.
Bu yaklaşım, homojen ve dar
kapsamlı parasal blok hedefiyle birlikte okunduğunda,
ülkeyi “borç batağına saplanmış Latin dünyasının mali
yüklerinden uzaklaştırma"
isteği rahatça görülebiliyor.
Bu arada belirtmekte fayda
var: Yeni oluşumun önemli
destekçilerinin başında Hans
Olaf Henkel yani Alman Sanayicileri Federasyonu’nun
eski başkanı geliyor. Bir diğer
önemli isim de Alman muhafazakâr Frankfurter Allgemeine Zeitung’ un eski direktörü Konrad Adam. Nitekim
bu şahıslar partinin kuruluş
aşamasında kamuoyunun
dikkatinin çekmede önemli
rol oynamış durumdalar.
Almanya için alternatif olmaya hazırlanan parti, aslında ülkede yalnız değil. Alman siyasetinde yerleşik düzen karşıtı hareketlerin başında Korsan Parti ve Özgür
Seçmenler (Freie Wähler)
geliyor. Gündemi ve sol eğilimi nedeniyle Korsan Parti
AfD için olası bir müttefik gibi gözükmüyor; fakat Özgür
Seçmenler için durum farklı.
Özgür Seçmenler bir siyasal
parti değil, daha çok kamuoyundaki rahatsızlığı yansıtabilmek adına yerel boyutta
siyaset yapmayı tercih eden
bir sivil toplum hareketi.
2008’deki Bavyera Eyaleti
seçimlerinde gösterdikleri
başarı dikkate değer. Söylemlerindeki Euro karşıtlığı
da AfD ile bu hareketin işbirliği olasılığını ortaya koyuyor. Hatta AfD’nin bir partiye
dönüşmeden önceki hali
olan “2013 Seçimleri için Alternatif” hareketi, Özgür
Seçmenler ile yerel seçimlerde ittifak yapabilmişti. Bununla birlikte, federal boyutta bir ortaklık hali hazırda
mümkün gözükmüyor, zira
Özgür Seçmenler AfD’nin bu
ATAUM
e-bülten
nun ilgisini çekmeyi de başarmış durumda. Ellerindeki
bir diğer önemli koz da, partinin kendisini “Euro karşıtı
fakat AB taraftarı” olarak
tanımlaması.
teklifini geri çevirmiş durumda. Bu tablo yola yeni çıkan
AfD için iyiye işaret değil. Zira henüz hiçbir teşkilatının
hazır olmadığı ve seçimlere
birkaç ay kaldığı düşünüldüğünde, yerel boyutta yıllardan beri varlığını sürdüren
deneyimli bir ortak çok işe
yarayabilirdi. Nitekim bu durumun parti içi fikir ayrılıklarını tetikleyebileceği de dile
getiriliyor.
Anlaşılan, tablo AfD için
tümüyle toz pembe değil.
Zaten diğer Avrupa ülkelerindeki Avrupa şüphecileri
gibi karizmatik ve popüler
liderlerden ve yönetici tayfasından yoksun olduğu ve
fazlasıyla elitist bir yapılanma olduğu eleştirisi alıyor.
Şimdilik akademisyen ve
ekonomistlerden oluşan
AFD’nin bu gidişle ancak dar
bir kesim tarafından destek
görebileceği vurgulanıyor.
Ayrıca “tek gündemli” partilerin yaşadıkları en büyük
sorun olan kitleselleşememe
ya da uzun soluklu olamama, AFD için de geçerli.
Korsan Parti örneğinde görüldüğü gibi, politikasını tek
bir konu üzerine oluşturarak
tepki oylarını toplayan bu
türden partiler, diğer alanlarda yeterli açılımları yaratamadıkları için sönüyorlar.
1980’lerde bu sorunun üstesinden “başarıyla” gelebilen
ve merkezileşerek kitleselleştiği için eleştiri de alan Yeşiller gibi AFD’nin de acilen
Euro dışında politikalar üretmesi gerektiği söyleniyor.
ATAUM
MART 2013
e-bülten
Almanya’nın UKIP’i?
AfD aslında klasik liberal ve
muhafazakâr eğilimlere sahip bir parti gibi. Söylemlerine bakıldığında ayrıca
“klasik” Avrupa şüphecisi
gibi de duruyor. Fakat Almanya’nın kendine has
koşullarına göre formüle
edilmiş etkili bir politik açılım
getiriyorlar. Euro’ya saldırırlarken bundan esas AB’nin
zarar gördüğünün altını
çiziyorlar. Zaten Lucke’ya
göre AFD, Avrupa karşıtı
değil Avrupa yanlısı bir parti.
Benzer söylemler yumuşak
Avrupa şüpheciliği olarak
adlandırılan görüşlerdeki
siyasal partiler tarafından da
daha önce dile getirilmişti.
Fakat Almanya için bu sloganın önemi oldukça fazla.
Kurucu ülke olmanın dışında
son yıllarda Avrupa’nın belki
de yegâne lokomotifi olan
Almanya’nın AB harici bir
politika izlemesi olası gözükmüyor, en azından orta
vadede. Bu bakımdan AfD’
ye göre, halk nezdindeki
ekonomik etkileri ifşa eden
fakat AB’nin de Ortak Pazar
bağlamında derinleşmesini
destekleyen bir politik açılım
iş görebilir. Zaten bu yüzden
parti, Birliğe atfedilen “barış
projesi” kavramını da Euro’
yla ilişkilendiriyor. Üyeler
arasında sürekli çekişme ve
tartışmalara neden olan
Euro’nun barış ortamına ve
de entegrasyona zarar verdiğinin altını çiziyorlar.
Yukarıda belirtildiği gibi,
oluşumun ilk kongresi 14
Nisan’da. Eylül seçimlerine
yetişebilmek için 16 eyaletin
her birinde iki bin imza
toplamayı hedefliyorlar. Yasal mevzuata göre, bu yaza
kadar süreci tamamlamazlarsa seçimlere giremeyebilirler. Fakat parti yetkililerine
göre, Mart’ta dört binden
fazla yeni üye kazanılmış
durumda. Buysa seçimler
için büyük bir engelin olmadığı anlamına geliyor.
Peki, Merkel’in partisi CDU
için ciddi bir tehdit oluşturuyor mu AfD? Parti lideri
Bernd Lucke, uzun yıllar
Merkel’in partisi CDU’da
görev almış birisi. Zaten AfD’
nin önde gelen üyelerine
bakıldığında da benzeri bir
durum göze çarpıyor. Bu
bağlamda partinin, iktidarın
eylemlerinden yorulan muhafazakâr eğilimli CDU destekçilerini kendisine çekmesi
beklenebilir. Öte yandan,
Almanya’daki ana akım partiler şimdilik sessiz; CDU ise
bu yeni oluşumu tehdit
‘Euro’yu Ortadan Kaldıralım!’
Vural YAVAŞ
yaratacak kadar önemsemiyor havasında.
Eylül’de yapılacak seçimler
yaklaştıkça Euro krizinde ciddi dalgalanmaların olması
AFD’ye yarayacakken, rutinleşen politik bir havanın hayat bulmasıysa seçimleri
Merkel’in CDU’su lehine sonuçlandıracak gibi. Bu durumda, AfD için yüzde 5
barajının aşılmasının iyice
imkânsız hale geleceği ifade
ediliyor. Zaten CDU’nun oylarını aşındırması durumunda da bu, kendisinden çok
muhtemel SPD-Yeşiller ittifakına yarayacaktır. Fakat her
hâlükârda Almanya için Alternatif hareketi Merkel’in
yeni “UKIP problemi” olacak
gibi görünüyor.
3
4
AB’nin Suriye’deki İkilemi
Uzay AYSEV
MART 2013
ATAUM
e-bülten
AB’nin Suriye’deki İkilemi
Uzay AYSEV
Mart’ın ikinci haftasında yapılan AB Brüksel Zirvesi, Birlik üyelerinin Suriye konusundaki fikir ayrılıklarını ortaya seren bir tartışmaya sahne oldu. Konuyu AB zirvesine
taşıyan Fransa, Bir leşik
Krallık’la birlikte son zamanlarda Suriyeli muhaliflerin silahlandırılmasına yönelik attığı adımlara bir yenisini daha ekledi. Fransa ve Birleşik
Krallık, böylece Şubat sonlarına doğru muhaliflere personel taşıyıcı araçlar gibi sivillerin korunması amacıyla
kullanılabilecek askeri ekipmanların verilmesinin önünü
açan değişikliği bir adım ileriye taşımayı amaçlıyor. Zirve
esnasında AB’nin Suriye’ye
yönelik uyguladığı silah ambargosunu kaldırmasını talep eden Fransız Cumhurbaşkanı François Hollande,
“Suriyelilerin taviz vermez
otoriter bir rejim tarafından
katledilmesine izin veremeyiz” görüşünde. Benzer bir
açıklama da Fransız Dışişleri
Bakanı Laurent Faibus’tan
geldi. Fabius, AB’nin karar
alamaması durumunda Birleşik Krallık ve Fransa’nın
Libya’da Kaddafi’ye karşı sergiledikleri işbirliğini Suriye
konusunda da sürdüreceği
mesajını verdi. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı William
Hague ise, şu an ambargonun kaldırılmasıyla ilgili bir
karar alınmamış olmasına
rağmen, ambargonun radikal muhaliflere bir etkisi olmadığı gibi ılımlı muhaliflerin önünde de bir engel teşkil
ettiğini ifade etti. Zirvede Birleşik Krallık ve Fransa’nın taleplerine en önemli muhalefetse Almanya’dan geldi. Nitekim Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westervelle, ambargonun kalkmasının bölgede konvansiyonel silahların yayılmasına ve savaşın bütün bölgeye sıçramasına sebep olacağını dile getirdi.
AB’nin Mayıs 2011’de Suriye’ye koyduğu silah ambargosu her üç ayda bir yeni gelişmeler ışığında gözden geçirilmekte ve gereklilik durumunda şartları değiştirilmekte.
Tarafların sivilleri de hedef aldığı bu tarz iç savaşlara yönelik nasıl bir politik yaklaşım sergilenmesi gerektiği sorusu çok klasik bir uluslararası ilişkiler ikilemidir aslında. Bu bağlamda AB üyelerinin önünde silah ambargosuyla ilgili iki seçenek var.
İlki, hali hazırda uygulanan
ambargoyu sürdürmek. Bu
yaklaşıma karşı çıkanlar 90’
ların ortasında eski Yugoslavya’da patlak veren ve on
binlerce insanın hayatını kaybettiği Bosna’daki iç savaşı
örnek gösteriyor. O dönemde Bosna’ya yönelik silah ambargosu uygulamakta ısrarcı
davranan AB ülkeleri, Bosnalı Müslümanların “Yugoslavya” tarafından desteklenen Bosnalı Sırplara karşı dezavantajlı konuma düşürüldüğü iddiasıyla eleştirilmişti.
İşte AB ambargosunun da Suriyeli ılımlı muhalifleri, Katar
ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen radikal
İslamcı gruplarla Rusya ve
İran tarafından desteklenen
Esat rejimi karşısında zayıf
konuma düşürdüğü dile getirilmekte. Üstelik Libya örneği de bu stratejinin yaratabileceği sıkıntıları net bir şekilde gözler önüne sermekte.
Buna göre, Kaddafi rejiminin
yıkılmasını izleyen günlerde
iç savaş sırasında hızla yayılan ve ülke içerisindeki rakip
grupların ellerine geçen konvansiyonel silahların ülkeyi
nasıl istikrarsızlığa sürüklediği ortada. Üstüne üstlük 7
Mart’ta yapılan BM Güvenlik
toplantısında kabul edilen çözüm önerisinde Libya’nın bir
silah pazarı haline geldiği ve
bu durumun bölgesel ve
uluslararası güvenliğe olumsuz etkide bulunduğu da belirtilmişken. Bu silahların Mali gibi birçok ülkedeki silahlı
militan grupların eline geçmesinin bölge üzerindeki büyük etkileri olabileceği aşikâr. Nitekim benzer sorunların çözülmesi amacıyla son
yıllarda BM çatısında yürütülen “Silah Ticareti Anlaşması
Konferansı”nda ortaya çıkan
taslak anlaşmanın altıncı
maddesi ikinci bendi, üye ülkelerin uluslararası yükümlülüklerine aykırı bir durum
teşkil edecek silah transferlerine girişmemelerini öngörüyor. Uluslararası Adalet
Divanı’nın 1980’lerde ABDNikaragua davasında aldığı
“bir ülkedeki isyancı grupların finansal veya lojistik yoldan desteklenmesinin o ülkenin iç işlerine müdahale
teşkil ettiği” yönündeki kararı bu açıdan önemli. Bu karar
ışığında herhangi bir ülkenin
Suriyeli muhalifleri desteklemesi hali hazırda örfi uluslararası hukuka aykırı bir durum teşkil edecektir. Üstelik
taslak Silah Ticareti Anlaşması’nın kabul edilmesi durumunda bu türden her tür
eylem yeni bir hukuksal engelle de karşılaşacak.
Diğer seçenekse statükoyu
sürdürmek, bir diğer deyişle
Almanya’nın konuyla ilgili
mevcut pozisyonu. Mart başında ambargo kararında yapılan değişikliğin yeterli olduğunu ifade eden Alman Dışişleri Bakanı, buna rağmen
AB partnerleriyle herhangi
başka bir değişikliği tartışmaya hazır olduklarını belirtti. Almanya’nın ambargonun
kaldırılmasıyla ilgili en büyük
çekincesi, muhaliflere sağlanacak silahların “yanlış ellere” yani radikal grupların eline geçmesi. Bu tarz grupların Esat’ı destekleyen bölgelerde sivillere karşı yürüttüğü
ve “insanlığa karşı suç” kategorisinde değerlendirilebilecek saldırılarını Uluslararası
Af Örgütü ve İnsan Hakları
İzleme Örgütü gibi sivil toplum örgütleri sıkça raporlamakta. Ayrıca yukarıda değinilen taslak Silah Ticareti
Anlaşması’nın altıncı maddesinin üçüncü bendi, des-
teklenen grupların sağlanan
silahları soykırım, insanlığa
karşı suç ve savaş suçları işlemerken kullanabileceği ihtimalinin farkında olunması
durumunda söz konusu desteği yasadışı ilan etmekte.
İki seçenek arasında uluslararası hukuk çerçevesinde
meşru kabul edilebilecek tek
seçenek de bu. Nitekim uluslararası ilişkilerde bir devletin veya bir grup devletin bir
diğer devlete silah ambargosu uygulamasının önünde
hiçbir hukuki engel söz konusu değil. Bu açıdan bakıldığı zaman ikinci yaklaşım
daha tercih edilebilir bir durumda. Buna rağmen bu yaklaşımın da bir dezavantajı
var: İki tarafın da sivilleri katlettiği rapor edilen son yılların en kanlı iç savaşlarından
birine karşı kayıtsız kalmak.
BM tarafından yapılan son
açıklamaya göre, bugüne kadar Suriye’de 70 bin insan
hayatını kaybetti. Elbette kayıtsızlık vicdani açıdan kabul
edilebilir bir durum değil. Bu
bağlamda üçüncü ve “ideal”
bir çözüm söz konusu. İlgili ülkeler arasında uluslararası
bir fikir birliği sağlanması ve
iç savaşın taraflarını anlaşmaya zorlayacak şartların
oluşturulması. Ne yazık ki içerisinde yaşadığımız ve her
devletin kendi çıkarını kolladığı uluslararası politik yapıda insan hayatı öncelik taşımamakta. Dünya’nın büyük
güçlerinin de, Suriye’de savaşan kesimlerin de mutabakata varmasının önündeki
en büyük engel bu. Tarafların (ve müttefiklerinin) barış
arayışında değil karşı tarafa
üstünlük sağlamak amacında olması.
2 ATAUM
e-bülten
MART 2013
Euro Bölgesi’nde İdeolojik Çatlak
Gökçe ÖZSU
5
Euro Bölgesi’nde İdeolojik Çatlak
Gökçe ÖZSU
14-15 Mart’ta yapılan AB Liderler Zirvesi öncesinde Euro
bölgesinin büyümesine ilişkin fikir ayrılıkları kamplaşma boyutuna ulaşmıştı.
Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’den gelen
öneriler büyük tartışmalara
gebeyken, Almanya Başbakanı Merkel de katı çizgisinden taviz vermedi. Zirve öncesinde -geçmiş yıllardan
alışılmışın dışında- Hollande
Merkel’le değil İspanya Başbakanı Rajoy’la bir araya geldi. Buysa, yarı dedikodu yarı
felaket senaryosu olacak şekilde, ideolojik bir kamplaşma olarak algılandı. Çatlağı
yatıştıransa İngiltere oldu.
Zirve öncesinde üst düzey
diplomatların medyaya yansıyan iki öngörüsüne göre,
zirve ya çok da büyük tartışmaların dönmeyeceği sessiz
ve sakin bir şekilde geçecek
ya da “ideolojik kamplaşmayla” çok zorlu geçecekti.
Bahisler ilk ihtimali daha
avantajlı gösterirken aslında
ortada ikincisini haklı çıkaracak makul bir sebep vardı:
Fransız Cumhurbaşkanı, Euro bölgesinin en büyük ekonomisi Almanya’nın Euro tahvilleriyle büyüme ve istihdam
temelli mali konsolidasyon
politikalarını yürütmesini
ateşli bir şekilde savunuyordu. Buna karşı Merkel ise Euro tahvillerinin olası önlem
paketine dâhil edilebileceğini, ancak bunun genel bir
borç krizine çare olamayacağını iddia ediyordu.
Öte yandan, teknokrat İtalyan hükümetinin uzatmalı lideri Mario Monti’nin “dayatılan” kemer sıkma politikalarını tartışmaya açma ihtimali de Birlik çevrelerinde
“can sıkıcı bir olasılık” olarak
nitelendiriliyordu.
Almanya’da yaklaşan seçimler ve İtalya’da kapıya dayanan hükümet krizi Mart zirvesinin daha hassas dengelerde durmasına neden olurken, her türlü olası ideolojik
ayrım bir yana, sürdürülebilir
büyümenin sağlanması ve işsizlikle bütçe açıklarının düşürülmesi konusunda tüm liderlerin mutabık olması, zirvenin sakin geçmesinin tek
sebebi olarak gözüküyordu.
Burada önemli olan, orta vadede yapısal mali açıkları kısma ve gelir-gider arasındaki
doğru dengeyi sağlama hedeflerini zirvenin sonuç bildirisine koymaktı. Zira bu, kemer sıkma karşıtları dışında
herkesin kabul edebileceği
bir öneriydi. Zaten beklenen
ideolojik tartışmanın tüm liderlerin kabul ettiği argümanlar üzerinden dönmesi
çok da mantıklı değildi. Ancak şuna da hak vermek gerekir ki, Euro bölgesi kısa vadede dahi önünü göremezken, Birliğin bu aşamada
ideolojik kamplaşmaya varacak derin çatlaklara da
tahammülü yoktu.
Böylesine gergin bir ortamda
başlayan zirvede Merkel’in
ilk açıklaması, Hollande’ın
öngördüğünün aksine Euro
tahvilleriyle borçlanmanın istenen büyümeyi teşvik etmeyeceği yönündeydi. Buna gerekçe olarak kurucu antlaşma metinlerini referans gösteren Merkel, bazı üyelerin diğer üyelerin borçlarını üstlenmesinin söz konusu olamayacağını söyleyerek tahvil
önerisine kapıları kapattı. Nitekim Euro bölgesinin lokomotifi olan Almanya’nın
ağırlığını koymasıyla da tahvil meselesi zirvenin sonuç
bildirisine girmedi. Almanya’
nın tahvil önerisine karşı çıkmasının tek sebebi kurucu
antlaşmalar değil elbet. Alman yetkililer, Yunanistan ve
İspanya gibi ancak fahiş rakamlarla borçlanabilen ülkelerin kendileri gibi büyük ekonomilerin güvencesiyle daha düşük oranlarla borçlanmasının sağlanması durumunda gündemdeki yapısal
reformların geleceğine zarar
verileceği görüşündeydi. Kısacası, borçlanma faizlerinin
artmasından endişeliydiler.
Euro bölgesinin son 4 yılda
ikinci kez resesyona girmesi
nedeniyle büyüme sağlayacak önlem planlarının daha
da önem kazandığı açık. Merkel bu bağlamda yapısal reformda ısrar ederken, Hollande ise üye hükümetlerinin
makro-ekonomik açıdan daha aktif rol oynayarak borçlanmanın devamına önem
veriyor. Ancak birtakım bürokratik kaynaklar, Merkel’i
haklı çıkarırcasına, geçtiğimiz aylarda hazırlanan Birlik
bütçesinin İspanya, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerin
borçlanmasına yeni bir engel teşkil ettiğini vurguluyor.
Zira bütçede -tarihinde ilk
kez- yüzde 3.3 gibi bir kesinti
öngörülüyor ve uzun vadede
bütçenin esnetilme ihtimali
de çok az.
Benzer bir şekilde, rekor faizlerle borçlanmanın önüne
geçebilmek için yapısal reformu Hollande’ın da aslında kabul ettiği düşünülüyor.
Ancak ülkesindeki yüksek
bütçe açığı ve vergi reformunun uygulamada henüz rayına oturmamış olması, Hol-
lande’ı Almanya’nın sağlayacağı güvence mekanizmasını ön planda tutmaya itiyor.
Bu açıdan bakıldığında, zirvenin ‘’ideolojik’’ kampları
şöyle sınıflandırılabilir. Bir
yanda Hollande’ı destekleyen bütçe açıkları fazla Akdeniz ülkeleri bulunmakta.
Diğer yandaysa, Merkel’i destekleyen kuzeyli refah ülkeleriyle birlikte nispeten daha
uygun borçlanma faizleri
olan Birliğin yeni üyeleri var.
İngiltere’ye ise Almanya’nın
katı tutumunu yumuşatarak
daha esnetilebilir mali açık
kurallarının kabul edilmesini
sağlamak düşüyor.
Zirve’nin sonuç bildirisinde
büyüme ve rekabetin desteklenmesinin yanında mali önlemlerin büyüme dostu olması ve kamusal mali yönetimin modernize edilmesi gibi
ilkesel kararlar da mevcut.
Bunların genel kapsamlı bir
kararın parçası olduğu görülüyor ve kabul edilmeleri de
İngiltere’nin her iki tarafı da
yatıştırma politikasının sonucu. Öte yandan, kısa dönemde büyümenin ‘’boostlanması’’ ve yeni bir mali disiplinin sürdürülebilir bir büyümeyle öngörülmesi ifadeleri
de Merkel’in zirvedeki ağırlığını gösteriyor. İlk bakışta
Hollande’a verilen tavizmiş
gibi gözüken işsizliği azaltmak için vergilerin revize
edilmesi ve verimli kamusal
yatırımların teşvik edilmesi gibi kararlar da aslında ‘’Merkelci’’ yaklaşımla örtüşmesi
bakımından bir ayrıksılık taşımıyor gibi duruyor. Bu nedenle, AB liderlerinin zirveyi
öncesinden farklı olarak daha sakin tamamladıklarını
söylemek de mümkün.
6
Yunanistan'dan Manzaralar
Christos TEAZIS
ATAUM
MART 2013
e-bülten
Yunanistan’dan Manzaralar
Christos TEAZIS
Verilen resmi rakamlara gö- Hastaneler o kadar kötü dure işsizlik yüzde 26.8. Gayri rumda ki, en basit ilaçları biresmi rakamsa elbette bilin- le hastalara veremiyorlar.
miyor. Bu rakam 2 gençten bi- Örneğin Zakinthos adası hasrinin işsiz olduğunu gösteri- tanesinin durumu o kadar köyor. Ayrıca, Troyka, 26 bin tü ki, yakıt neredeyse kalmadevlet memurunun işten dı, hastaların yemeği verileçıkartılması için hükümete miyor, ilaçlar tükenmek üzebaskı yapıyor. Gerçekleştiril- re. Oysa çok acil ameliyatse neredeyse 100 bin kişi aç- ların yapılması gerekiyor.
lıkla baş başa kalacak.
İlaç alamayanlar için sosyal
Son 2 sene içinde intiharlar eczaneler kuruldu. Hastaneyüzde 40 arttı.
ye gidemeyenler için de sosKilise her gün 50 bin kişiye ye- yal muayeneler kuruldu. Ülmek veriyor. Bu sayı gün be kede günde 40 kürtaj yapılıgün artmakta.
yor.Dönem dönem büyük şe“İşsizlere nasıl yemek verilir” hirlerde bedava sebze, meykonulu seminerler düzenlen- ve dağıtılıyor. Katılım sarsıcı
meye başladı.Son sene 65 boyutlara ulaşıyor.
bin işyeri kapandı.
Bazı okullarda ısıtma için yaAnnesi babası işsiz olan ço- kıt bile yok. Öyle ki, bir işacuklar açlıktan sınıfta bayı- damı 200 okul ısıtacak kadar
lıyorlar. 25 bin öğrencinin petrolü Milli Eğitim Bakanlıokula aç geldiği tahmin edi- ğı’na hibe etti.
liyor. Okullarda yemek dağı- Bazı devlet dairelerinde tetılmaya başladı.
mizlik malzemesi yok. İnsan-
lar bazı malzemeleri evden
getiriyor.Gençler yurtdışına
kaçmak için yollar arıyor. Herkes yurtdışındaki akrabanın
yanına giderse iş bulup bulamayacağını soruşturuyor.
Yurtdışında akrabası olmayanlar da dünyanın dört bir
köşesinde iş arayışında.
Bazı öğrenciler, ailelerine
destek olabilmek amacıyla
okulu bırakıp iş arıyor.
Stresten kalp krizi vakaları
arttı. Nitekim özel şirkette çalışan bir adam, “kovuldun!”
sözünü duyduğunda kalp krizi geçirerek öldü.
Geçen ay üniversiteli 4-5 öğrenci yakıt yok diye ısınma
amacıyla dışarıda yaktıkları
mangalı, evin içinde getirdiler. Sonuç? 1 ölü, bir diğeri
de yoğun bakımda.
Asgari ücret, 500 Euro.Hırsızlık vakaları tavana vurdu.
Her iki günde bir insan öldü-
rülüyor. Girit’te vakalar yüzde 700 arttı. Thesalia bölgesindeyse yüzde 310.
Eskiden insanlar masada kalan yemeklerini çöpe atardı.
Şimdi kalan yemekleri çöplerin yanına koyuyorlar. Yemekleri alan kişilerin profili 3
sene önce aklımıza bile
gelmeyecek kişilerden oluşuyor. Eskiden, bir evde sadece aile fertleri yoktu. Dede, nine hatta kardeşlerin aileleri aynı çatı altındaydı.
80’li yıllardan sonra ve özellikle 90’lı ve 2000’lı yıllarda
çocuklar işe girdikten sonra
kendileri için ayrıca bir ev tutuyordu. Şimdiyse krizden dolayı insanlar neredeyse geleneksel aile yapısına bir dönüş eğilimi içinde.
Bunlar Yunanistan’daki ekonomik krizin etkilerini ortaya
koyuyor. Yoruma bile gerek
bırakmaksızın.
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Hermes
Ofset Ltd. Şti., Kazım Karabekir Cad. Murat Çarşısı 39/16 İskitler/ANKARA Tel: 0(312) 341 01 97 · Basım Tarihi: 10.01.2012
10 ATAUM
MART 2013
e-bülten
Troyka’ya Sunulan Beşinci Adak
Elâ BİLGEN
Troyka’ya Sunulan Beşinci Adak
Elâ BİLGEN
25 Mart’ta alınan ekonomik
destek kararıyla birlikte Kıbrıs, Euro Bölgesi’ndeki ekonomik krizin başladığı 2010’
dan bu yana IMF, AB Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası’nın oluşturduğu Troyka
tarafından “kurtarılan” beşinci Euro Bölgesi üyesi oldu.
Ancak Kıbrıs’a sunulan / dayatılan “kurtarma paketi”yle
belirlenen yöntemler, daha
önce İrlanda, Yunanistan,
Portekiz ve İspanya için öngörülenlerden önemli farklılıklar içeriyor. Zira alışageldiğimiz kurtarma paketleri
uzun vadede ülke ekonomilerinin büyümesi ve istihdamın arttırılması için yeni iş
alanlarının açılması amacıyla özelleştirmeler, sosyal yardım ve emeklilik fonlarında
yapılan kısıtlamalar, çalışma
saatlerinin arttırılması ve ça-
lışan sayısının azaltılması gibi yöntemleri içermekteydi.
Kıbrıs’taysa bu tedbirlere ek
olarak yerel bankalarda
mevduatı olanlardan ilave
vergi alınmasına karar verilmesi söz konusu.
18 milyar Euro’luk ekonomisini düze çıkarmak için 17
milyar Euro’ya ihtiyacı olan
Kıbrıs, ilk defa Haziran
2012’de destek için AB’nin
kapısını çalmıştı. 27 üyeli AB
içinde Malta ve Estonya’dan
sonra en küçük üçüncü ekonomiye sahip olan Kıbrıs’ın
bu talebi karşısında Troyka’
nın cevabı, içerde 6 milyarlık
bir gelir kalemi oluşturulması şartıyla 10 milyar Euro
borç verilebileceği oldu. Euro Bölgesi maliye bakanları,
oluşturulacak gelir kalemi
için mevduat vergilerinin arttırılması öngörürken, Kıbrıs
yönetimi emeklilik fonlarının
kullanılmasını istiyordu. Ancak özellikle de Almanya’nın
bankaların yüksek faizlerinden yararlanan yatırımcılardan alınan vergilerin arttırılması konusundaki ısrarıyla
kriz siyasi bir boyut kazandı.
Oysa Angela Merkel, krizin
aşılması için zenginlerden
yardım istenmesi gerektiğini
vurgulamakta. Merkel’e göre, AB’de yaşayan diğer vergi
mükellefleri kadar krizden sorumlu olan mevduat sahipleri de krizin aşılmasına destek
vermek zorunda.
AB’nin 100 bin Euro’nun üzerindeki mevduatlardan
yüzde 9.9, 100 bini geçmeyenlerde de yüzde 6.75 oranında vergi alınması planına
/önerisine Kıbrıslılar büyük
tepki gösterdi. Ayrıca Kıbrıs
Rum Ortodoks Kilisesi de hal-
kın bankalardaki paralarına
el konulmasını “Avrupalıların
adiliği” olarak değerlendirerek, Rusya’nın AB’nin alternatifi olabileceğini ifade etti.
Hemen ertesinde kararın
yasalaşması için Parlamento’da yapılan oylamadaysa
tek bir “evet”e bile ulaşılamadı ve plan reddedildi. Bu
durum AB’yi kızdırırken Kıbrıs Maliye Bakanı Mihailis Saris şansını bir de Moskova’da
denemek üzere Rusya’ya hareket etti. Zira Kıbrıs bankalarında bulunan mevduatın
yaklaşık üçte biri Rus yatırımcılara ait. Gel gelelim, Rum
Bakan iki gün süren görüşmelerin ardından Moskova’
dan eli boş döndü. Buysa, Euro Bölgesi halklarının ahını
almaya alışkın olan Merkel’i
haklı çıkardı.
rarının, 19 Mart’ta Parlamento’nun Troyka kararlarını onaylamamasının sebep
olduğu türden bir siyasi çıkmaza yol açmaması için bu
defa daha tedbirli davranıldı. Nitekim IMF, hesabı 100
bin Euro’dan fazla olan mevduat sahiplerine getirilecek
vergi oranlarının Parlamento
onayına ihtiyaç duyulmadan
belirlenmesi koşulunu getirirdi. Almanya Maliye Bakanı
Wolfgang Schaeuble de anlaşmanın Kıbrıs Parlamentosu tarafından onaylanmasına gerek olmadığı vurgusunu yaptı.
İlk defa başvurulan bu farklı
tedbirlere rağmen, önceki
beş ülke ve Kıbrıs için hazırlanan kurtarma paketlerinin
göz ardı edilmemesi gereken
bir ortak noktası var: Uygulamalar sırasında içinde bulunulan “olağanüstü koşullar” nedeniyle demokrasi ve
demokratik haklar öyle ya da
böyle zedeleniyor. Şöyle ki,
İtalya’da Kasım 2011’de Mario Monti’nin önce ömür boyu senatör, ardından Başbakan “yapılması”yla başlayan
teknokrat hükümet dönemi
ve İspanya’da geçen yılki büyük grev ve sokak eylemlerinden sonra pasif direniş sergileyenler de dâhil olmak
üzere sokak gösterilerine katılanlar hakkında cezaların
ağırlaştırılmasını içeren yasal düzenlemeler yapılmıştı.
Kıbrıs’ta parlamentonun devre dışı bırakılmaya çalışılmasınınsa durumun vahametini
arttırdığı ortada. Dolayısıyla
19 Mart’ta Kıbrıs Parlamentosu’nda verilen “hayır” oyları, yalnız küçülen ekonomiler karşısında atılan çığlıkların değil, ekonomilerin büyüklüğü oranında çoğalıp
azalan demokrasilerin de
ilginç bir örneğini oluşturmakta.
‘Güney’ Kıbrıs
UNDP tarafından hazırlanan
İnsani Gelişme Endeksi’nin
2012 değerlendirmesinde,
Kuzey-Güney ayrımının sadece gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkeler arasında değil
her ülkenin kendi içinde yaşanan bir ayrışma olduğu hatırlatılıyor. Kıbrıs’ta Mart sonlarında yaşanan durum da
bu nu ka nıt lar ni te lik te.
2004’ten bu yana bir AB ülkesi olan adada yaklaşık iki
haftadır bankalar kapalı ve
ATM’lerden nakit para çekilmesine günlük sınırlamalar
getirilmiş durumda. Üstelik
belirsizlik nedeniyle günlük
ihtiyaçlar için kullanılan marketlerin bile kredi kartı kabul
etmediği bildiriliyor. Limanlarda ve havaalanlarında bagajlar kontrol ediliyor, 10 bin
Euro üzerindeki nakit paralara el konularak ülkeden para kaçışı önlenmeye çalışılıyor. Başka bir AB ülkesi İngiltere’yse, Kıbrıs'taki askeri üs-
lerinde bulunan askerlerinin
maaş ödemelerini aksatmamak için adaya uçak dolusu
para gönderiyor.
Böyle bir atmosferde Kıbrıs
yönetimi yapılan bazı değişikliklerle “kurtarma paketi”
için Troyka’nın elini sıkmak
durumunda kaldı. 25 Mart’
ta varılan anlaşma uyarınca
bankacılık sisteminde düzenlemeye gidilerek ülkenin
en büyük ikinci bankası Laiki
Bank kapatılacak, yeni düzenlemenin maliyetiyse hesabı 100 bin Euro’yu aşan
mevduat sahiplerine kesilecek. İlk bakışta küçük hesap
sahiplerine dokunmadan sadece zenginlerden vergi
alınması geniş kitlelerin yararına gibi görünse de, dünyadaki uygulamalara bakıldığında kredi faizlerinin yükseltilmesi gibi yollarla faturanın bir şekilde yine “sıradan insanlara” kesildiği ortaya çıkıyor. Üstelik 25 Mart ka-
7
8
'Malvinas Meselesi' Papa’ya Kaldı
Esra AKGEMCİ
MART 2013
ATAUM
e-bülten
'Malvinas Meselesi' Papa’ya Kaldı
Esra AKGEMCİ
“Vatikan’ın yeni Papa’yı seçmek için dünyanın öbür ucuna gitmek zorunda kalmasına”, Katolik Kilisesi’nin başına geçen ilk Latin Amerikalı
dini lider olan Buenos Airesli
Kardinal Jorge Mario Bergoglio’nun kendisi bile şaşırmış görünüyor. Yeni Papa’
dan bize ne demeyin. Papa’
nın kim olacağı sadece Katolikleri ilgilendiren bir mevzu
değil. Zira ünlü sosyolog Wallerstein, Vatikan’ın arta kalan mutlak monarşilerden biri olarak önemli bir jeopolitik
figür olduğunu ve liderinin her ne kadar misyonu sınırlandırılmış olsa da- dünya siyasetine olası etkilerinin de
dikkatle izlenmesi gerektiğini belirtiyor. Arjantinli bir Papa seçilmesinin, uzun dönemde dünya çapında doğuracağı sonuçları kestirmek
için elbette çok erken. Ancak
Arjantin açısından değişen
bir şey olacak mı, daha doğrusu yeni Papa’nın Arjantin’e
bir faydası olacak mı, belki
şimdiden bunun sözünü
edebiliriz. Zira Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernández de Kirchner’in Papa’
dan dilek listesi şimdiden hazır. İlk sırada Malvinas, ya da
daha popüler adıyla Falkland krizi var.
Papa’nın ‘kirli’ sicili
13 Mart’ta seçilerek Francis
adını alan Arjantinli Kardinal
Jorge Mario Bergoglio, ülkesinin önde gelen isimlerinden biriydi ve dini bir liderin
çok ötesinde, ekonomiden
sağlığa kadar birçok farklı
güncel sorun hakkında tartış mak tan çe kin me yen
önemli bir siyasi figürdü. Elbette muhafazakârdı ve ötenaziden idam cezasına, kürtajdan eşcinsel evliliğe kadar
birçok konuda Kilisenin geleneksel katı ilkelerinden taviz vermiyordu. Daha da vahimi, cunta rejimiyle işbirliği
yaptığına dair bazı belgeler
söz konusu.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Latin Amerika’da bütüncül, yekpare bir Katolik
Kilisesi’nden söz etmek mümkün değil. Örneğin, Brezilya’
da 1970’lerde askeri rejime
karşı koyan ve işçi ve köylü
mücadelesini destekleyen kilisenin, Arjantin’de askeri dik-
tatörlük döneminde işlenen lında Arjantin, “geçmişle
cinayetleri onayladığını ve se- hesaplaşma” konusunda
siz kaldığını görüyoruz. Ya da benzer diktatörlük süreçleri
her bir ülkede kilise içinde bir- yaşamış Latin Amerika ülkebirine karşı akımlar da bulu- leri arasında en çok yol kat etnabiliyor. Nikaragua’da San- miş ülkelerden. Demokrasidinist gerillaları destekleyen ye geçiş sürecinde Alfonsín
piskoposlara karşı papazla- yönetimi birçok cunta liderini
rın kontra-gerillaları destek- yargı önüne çıkarmayı balemesi gibi.
şardı ve önce Nestor, ardınArjantin’e geri dönersek, 24 dan da Cristina Kirchner yöMart 1976’da yapılan dar- netimleri “kirli savaş”la yüzbeyle başlayan ve “kirli sa- leşmeye devam etti. Kardivaş” olarak anılan cunta dö- nal Bergoglio da bu dönemneminde, üst düzey bir din de tanık olarak iki kez mahadamı olan Bergoglio’nun, kemeye çağrıldıysa da koyani bugünkü Papa Francis’ nuşmak istemedi. Şimdinin
in de sol eğilimli rahipleri ih- Arjantinli Papasının Kirchner
bar ettiği, iki tanesinin kaçı- hükümetlerinin önde gelen
rılmasına ve işkence edilme- muhaliflerinden biri olmasısine göz yumduğu yönünde nın en büyük nedeni bu. Ayiddialar var. Arjantin Katolik rıca Kirchner’in kürtajı ve eşKilisesi, son yıllarda cunta dö- cinsel evliliği mümkün kılan
nemindeki işbirlikçiliğinden yasalarının da Papa’yı ne kadolayı iki kere özür dilediyse dar rahatsız ettiğini tahmin
de, her 24 Mart’ta meydan- etmek zor değil. Tabii, bir de
lar “faşist kilise” sloganlarıy- siyaseten muhafazakârlıkta
la inlemeye devam ediyor. As- kül bırakmayan çiçeği bur-
nunda Papa’nın ekonomi söz
konusu olduğunda oldukça liberal bir tavır takındığını ve
Kirchner’in kamulaştırma faaliyetlerine sıcak bakmadığını da belirtmek gerek. Zaten
Vatikan’ın yeni lideri seçildikten sonra Cristina Kirchner’le yapacağı görüşme bu
açıdan da merakla bekleniyordu. Papa’nın resmi göreve başlama ayini için Vatikan’a giden Kirchner, umduğundan sıcak karşılandı.
Öyle ki, Papa’nın elini sıkıp
sıkmamak konusunda tereddüt ederken, Papa Kirchner’i
yanağından öptü ve Arjantin
Devlet Başkanı’nın ziyaretinin özel bir anlamı olduğunu, resmi bir görüşmenin
ötesinde ince bir jest olarak
gördüğünü açıkladı. 20 dakika süren görüşmede Kirchner, Papa’dan Mal vi nas
/Falkland sorununa müdahil
olmasını istedi.
Papa’dan beklentiler
Geçtiğimiz sene İngiltere, donanmasının en modern destroyerlerinden biri olan HMS
Dauntless’ı ve nükleer başlıklı füze taşıdığı iddia edilen
Vanguard denizaltısını Arjantinlilerin Malvinas, İngilizlerinse Falkland dediği
adaya sevk etmiş ve iki ülke
arasında yüzyıldır çözülemeyen sorunu alevlendirmişti.
Kirchner, İngiltere’yi “Güney
Atlantik’i militarize etmek ve
silahlandırmaya çalıştırmakla” suçlamış ve adayı diplomatik yollarla geri almaya ka-
rarlı olduklarını açıklamıştı.
Kirchner, Papa’dan da
“İngiltere’nin Güney Atlantik’teki askeri varlığının doğuracağı sorunlardan kaçınmak için müdahale etmesini” talep etti ve “biz diyalog
istiyoruz ve diyalogun başarılı olması için Papa’dan katkı
yapmasını bekliyoruz” diye
konuştu. Arjantin kamuoyunda Papa’nın “kirli” imajını temizlemek için Malvinas
konusunda mesai harcayabileceğine dair bir beklenti
de yok değil. Zira Papa Fran-
cis’in geçen sene Buenos
Aires’teki bir ayinde Falkand
Savaşı’nda ölen Arjantinli askerler için dua ederken
“Falkland adası anavatanın
bir parçasıydı ve gasp edildi”
dediği yönünde söylentiler
de var. Peki, Papa’nın elinden gerçekten bir şey gelir
mi? 1978’de Arjantin ile Şili
sınırının bir bölümünü oluşturan Beagle kanalı, iki ülke
arasında gerginlik sebebi olmuş, sorun 1985’te Papa II.
Juan Pablo’nun araya girmesiyle çözülmüştü. Kirchner’e
göre bugünkü tarihsel koşullar Papa’nın aracılık yapması
için çok daha uygun çünkü
Arjantin’de de Britanya’daki
gibi demokratik bir hükümet
var. Ancak Kirchner’in göz ardı ettiği bir şey var ki, İngiliz
hükümeti BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un bile arabuluculuk yapmasına yanaşmamış, tüm diyalog/müzakere yollarını kapamıştı. Bu
durumda Papa’dan hayır beklemek pek de makul görünmüyor.
ATAUM
e-bülten
MART 2013
‘Falkland/Malvinas Halkı’ Referanduma Gitti
Volkan YAMANER
9
‘Falkland/Malvinas Halkı’ Referanduma Gitti
Volkan YAMANER
İngilizlerin bölgeye geldiği
ilk günden bu yana aidiyet sorunlu olan Falkland/Malvinas Adaları’nın sakinleri,
Mart’ta referanduma gitti.
Referandum kararı Haziran
2012’de ada hükümeti tarafından alınmıştı. Arjantin’in
“sonucu önceden belli olan
referandum” olarak gördüğü
oylamanın sonucunda Falkland/Malvinas halkı yüzde
98.9 gibi bir oranla Birleşik
Krallık’a bağlılığını teyit etti.
Referandum sonucunda bir
açıklama yapan İngiltere
Başbakanı David Cameron,
dünya kamuoyunun referandum sonuçlarına saygılı olması gerektiğini belirtti.
Adaya 1833’ten bu yana İngilizlerin sahip olması ve ada
halkının kendisini İngiliz olarak tasavvur etmesi İngiltere’yi referandum vb. kararları alma konusunda rahatlatırken, Arjantin’i de bir
o kadar zora sokmakta. Arjantin muhtemelen bu nedenle sorunun aslında müzakereler yoluyla çözülmesini istemekte.
Ancak Arjantin’in Falkland/
Malvinas’ın karasularında
petrol aramanın, egemenlik
haklarına aykırı olduğunu,
İngiltere’nin de petrol ve doğal gaz arama faaliyetlerini
"Falkland Adası halkının kendi kaderini tayin hakkı” olarak gördüğünü belirttiği sürece gerginlik devam edeceğe benziyor.
Aidiyeti oldukça tartışmalı
olan adaların “keşfi”, Portekizliler, İspanyollar ve İngilizler tarafından sahiplenilmekte. 19. yüzyıldan bu yana İngiltere egemenliğinde
olan bu adalar, birçok kez bu
ülkeyle Arjantin arasında ihtilafa neden oldu. Öte yandan, Milletlerarası Adalet
Divanı’nın yargı yetkisinin Arjantin tarafından tanınmaması nedeniyle soruna yargısal bir çözüm getirme imkânı da olamadı.
Falkland/Malvinas Adaları
üzerindeki egemenlik sorunu, 1964'te BM Sömürge Sorunları Komisyonu'nun gündemine geldi. Arjantinliler,
Malvinas olarak adlandırdıkları adaları kendi ülkelerinin bir parçası olarak görüyor. Buna göre, Güney Amerika'ya coğrafi yakınlığı olan
adalar üzerinde İspanya'nın
halefi olarak Arjantin egemen. Dolayısıyla İngiltere
adalar üzerindeki hükümranlığı Arjantin'e devretmeli,
yönetimiyse belirli bir anlaşmaya uygun olarak sürdürmeli. İngiltere’yse adada yaşayan İngiliz asıllı halkın isteklerine aykırı olduğundan
böyle bir düzenlemeye gidile me ye ce ği gö rü şün de.
1833'ten beri adalar üzerinde "işgal ve yönetimi" sürdürdüğünü söyleyen İngiltere’ye
göre, BM Şartı'nın 1. maddesi çerçevesinde Falklandlılara self-determinasyon ilkesi
uygulanmalı. Öyle ki, Falkland Adaları’nın Arjantin'in
yönetim ve denetimine geçmesi halinde sömürge durumunun sona ermeyeceği,
tam tersine başlayacağı iddia edilmekte.
1982’de Arjantin’de cunta
yönetimiyle başa gelen General Leopodo Galtieri ve seçimlerin yeni kazanmış olan
Birleşik Krallık Başbakanı
Margaret Thatcher aynı anda benzer sorunlar yaşamışlardı: Halk desteğini kaybetmek. Fakat Margaret Thatc-
Peki, adalar neden (hâlâ) sorun?
Belki savaştan son referanduma kadar giden yolda kamuoyundan gelen tepkilere
bakmak, sorunu anlamanın
yollarından birisi olabilir.
1986 FIFA Dünya Kupası’
nda İngiltere’yle karşılaşan
Arjantin’in ünlü futbolcusu
Maradona, maç sonunda
yaptığı açıklamada savaşa
vurgu yaparken attığı golü savaşta ölen Arjantin askerlerinin anısına adamıştı. 2012’
de Şili’de bir televizyon programına katılan ünlü İngiliz
grubu Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters, bir
İngiliz olarak ülkesinin sömür ge ci geç mi şin den
utandığını belirtirken Falkland/Malvinas Adaları’nın
Arjantine’e ait olması gerektiğinin altını çizdi. Bunun yanında İngiliz şarkıcı Morrissey’in Arjantin’de verdiği
konserde sahneye “Kate ve
William’dan nefret ediyoruz”
tişörtüyle çıkması da iki ülke
arasındaki “kadim” gerginliği en güzel anlatan tepkilerden birisiydi.
Falkland/Malvinas’ın coğrafi
konumu bu soruyu cevaplandırmada önemli bir rol oy-
nuyor. Atlantik Okyanusu ile
Pasifik Okyanusu arasındaki
önemli bir geçiş noktası olan
adalar, Güney Atlantik’i
kontrol etme imkânı da sağlıyor. Buysa hem Güney
Amerika’da bölge gücü olmak isteyen Arjantin’in hem
de eski ihtişamlı günlerini
unutmayan İngiltere’nin bölgeye ilgisinin nedenini gösteriyor.
Bölgede birkaç yıl önce petrolün bulunması da iki ülke
arasında Falkland/Malvinas’ın egemenliğinin paylaşılamamasının yeni/güncel
her aradığı halk desteğini kolaylıkla bulmuştu. Çünkü General Galtieri toplumun milliyetçilik duygularını artırmak, gündemi oyalamak ve
de kendisine karşı sesleri bastırmak için Falkland/Malvinas Adaları sorununu bir
milli mesele haline getirmeye başlamıştı. Nitekim kendisine karşı yapılan toplu gösterilerden 2 gün sonra askere alımları başlattı. 19 Mart
1982’de de Arjantin Falkland /Malvinas’ın Güney Georgia Adasına çıkartma yaptı. 2 Nisan’a gelindiğinde
savaş bütün Falkland/Malvinas Adaları’na yayılmıştı.
Toplamda 10 hafta süren
savaş İngilizlerin galibiyetiyle sonuçlandı. İngiltere, BM
ve AET'de büyük diplomatik
destek gördü. Arjantin'e ekonomik zorlama tedbirleri uygulandı. İngiltere, Arjantin
Devlet Başkanı Galtieri’nin
ayrılmasından sonra da adadan çekilmedi. Ancak taraflar aradan geçen zaman zarfına rağmen ada üzerinde
hak iddia etmeye devam etmekte.
nedenlerinden. Zaten son derece değerli bir kaynak olan
petrol, bilinen rezervlerinin
gün geçtikçe azalmasıyla daha da değerli bir kaynak haline gelmeye başladı. Bu da
sorunun niteliğini “tarihsel”
ve “stratejik” olmaktan daha
“ekonomik” bir hale getiriyor. Falkland /Malvinas bölgesinde balıkçılığın önemli
bir gelir kaynağı teşkil etmesi
de sorunun daha çok ekonomik olduğunu gösteren bir diğer etmen.
10
Bilim 'Tanrı Parçacığı'nın Peşinde
Mühdan SAĞLAM
MART 2013
ATAUM
e-bülten
Bilim 'Tanrı Parçacığı'nın Peşinde
Yaklaşık 30 yıldır fizikçileri
peşinden koşturan ve başına
ödül dahi konulan Higgs Boson, yakayı ele verdi. İsviçre’
nin Cenevre kentinde bulunan CERN laboratluvarında
görevli bilim insanları, Büyük
Hadron Çarpıştırıcısı adlı
cihazda yapılan deneylerle
modern fiziğin en önemli
bilmecelerinden birisi olan
ve “Tanrı Parçacığı” olarak
da bilinen Higgs Boson’un
varlığının kesinleştiğini duyurdular. 2008’den bu yana
CERN’de Higgs Boson’u bulmaya ilişkin deneylerde ilk
umut ışığı Aralık 2011’de
doğmuştu. O dönemde
CERN tarafından yapılan
açıklamada, yapılan deneylerde Higgs Boson’a benzediği iddia edilen partiküllerin
elde edildiği ancak sonucun
kesinleşmediği ifade edilmişti. Yaklaşık bir yıldır Higss
Boson arama çalışmalarına
Mühdan SAĞLAM
hız veren CERN, nihayet yıllardır peşinden koşulan
atomaltı parcacığının izine
rastladıklarını kamuoyuyla
paylaştı. Bilim çevrelerinde
büyük bir heyecanla karşılanan bu sonuç, aslında uzun
soluklu bir çalışmanın ürünü.
Kütlenin Higgs Boson’la imtihanı
Adını Edinburg Üniversitesi'ndeki ünlü İngiliz Fizikçi
Peter Higgs’ten alan bosonla
ilgili ilk teori 1970’larda ortaya atıldı. 1970’lerde fizikçiler, zayıf kuvvet ve elektro
manyetik kuvvet arasında
güçlü bir bağ olduğunu anladılar. Bu buluş, fizik dünyasında büyük bir ilerleme
olarak kabul gördü. Fakat
buraya kadar başarılı giden
teori, matematiksel olarak
bir anlam sorunu yaşadı,
çünkü kuvvet taşıyan parçacıkların kütleye sahip olmaması gerekiyordu. Bir başka
deyişle, kütle konusunda bü-
yük bir açmazla karşı karşıya
kalındı.
Kütle konusu üzerine yoğunlaşan bir grup fizikçi olan
Peter Higgs, Robert Brout ve
Francois Englert, “Higgs
Boson” tadını taşıyan bir yaklaşımı ortaya koydular. İşte
bu yaklaşımla “Higgs Field”
isimli alan ve bu olanda
ortaya çıkan Higgs Bosonla
saplanıp kalınan kütle açmazı aşılmaya çalışıldı. Teoriye göre Büyük Patlama’dan
sonraki anlarda parçacıkların kütleleri yoktu. Genişlemeye başlayan ve soğuyan
evren, belli bir sıcaklık
değerinin altına düştüğünde
görünmeyen bir kuvvet alanı
olan “Higgs Field” oluştu.
Bu, tüm evreni kapsayan bir
alan olarak ele alındı. Bu
alanda Higgs Bosonlar
oluştu ve bununla etkileşim
içine giren her cisim de
Higgs Boson aracılığıyla kütle kazandı. Parçacıkların bu
alanla etkileşimleri oranında
kütlelerinde ağırlık oluştuğu
kabul edildi.
Higgs Boson teorisi, ilk anda
bilim dünyasında büyük bir
yankı uyandırmamışsa da
bilim insanları çeşitli deneylerle Higss Boson’un peşine
düştü. Ne var ki, teorinin
temeli olan büyük patlama
ya da ona yakın bir deney
ortamı sağlanamadığı için,
Tanrı Parçacığı’nın varlığı
soru işareti olarak kalmaya
devam etti. İstenen deneyler
yapılmamış olsa da bilim
dünyası “acaba olabilir mi”
sorusu etrafında Higgs Boson’u aramaya devam etti.
Bu arayışa en son 2008’de
Büyük Patlama’ya hayat
veren CERN de katıldı. Ve nihayet aranan sorunun muhtemel cevabı “Atlas Deneyi”
nden geldi.
birlikte Güneş’in 100 bin katı
yani 2 trilyon derece sıcaklığın açığa çıkması sağlanıyor.
İşte bu sıcaklıkla birlikte yeni
parçacıkların yanı sıra Higgs
Bosonlar da ortaya çıktı. Böylece 30 yıldır varlığı bir türlü
kanıtlanamayan maddeye
kütle veren Higgs Boson görüntülenebilmiş oldu. Aslında geçtiğimiz Aralık ’ta
CERN’de yapılan Atlas Deneyi’nde Higss Boson olduğunu düşünülen partiküllerin izine rastlanıldığı kamu-
oyuyla paylaşılmıştı. Ancak
bundan emin olmak için deneylere devam kararı alınmıştı. Ve nihayet yıllardır bilim dünyasını peşinden sürükleyen varlığı muamma,
eşkâli belirsiz Higgs Boson
kıskıvrak ele geçirildi. Öte
yandan, CERN’un önemli
fizikçilerinden Joe Incandela, uğraştıkları şeyin Higgs
Boson’u olduğundan emin
olduklarını, ancak bunun ne
tip bir boson olduğunu anlamak için önlerinde daha
uzun bir yol olduğunu ifade
ediyor.
Tanrı parçacıklarının peşine
düşen bilim insanları, CERN’
den yapılan açıklamayla
heyecanlı bir bekleyiş içinde.
Evrenin sırlarının keşfinde
önemli bir aşama olarak görülen Higgs Boson’un ispatı,
fiziğin kayıp köşe taşlarından
birisini açığa çıkaracak olması bakımından çok önemli
bir eşik. 14 milyar yıl önce
oluşan evrenin bir sırrını daha açığa çıkarmak adına.
Atlas Deneyi
“Higgs Boson’u bulduk” cevabıyla kamuoyunun karşısına çıkan CERN, İsveç- Fransa sınırında yerin altına kurulan lâboratuarında yaptığı
Atlas Deneyi’yle 2008’den
bu yana Tanrı Parçacığı’nın
peşinde. Bu deneyde elektron ve pozitron gibi atom içi
parçacıklar ışık hızına yaklaştırılarak dairesel bir döngüde hareket ettiriliyor. Birbiriyle çarpıştırılan parçacıklar daha sonra imha ediliyor.
Isının iyice yükselmesiyle
ATAUM
MART 2013
e-bülten
'Habemus Papam'
Emre YÜKSEL
11
'Habemus Papam'
Emre YÜKSEL
Kardinaller Meclisi, Papa
XVI. Benedictus’un istifasının
ardından yeni Papa’yı seçti.
Kardinal Jorge Mario Bergoglio, Francis adını alarak
266. Papa oldu. İtalyan kökenli Arjantinli olan Bergoglio, 17 Aralık 1936’da Buenos Aires’te doğdu. Kimya
mühendisliğinin ardından fel-
sefe eğitimi de alan Bergoglio, Arjantin ve Almanya’da
teoloji okudu. 1958’de kiliseye katıldı. 1969’da papaz
ve 1998’de de Buenos Aires
İlk Cizvit, İlk Arjantinli, İlk Francis
Kardinaller Meclisi, Papa Benedictus’un 28 Şubat’ta görevi bırakmasının ardından
Konklav da denilen Papa seçimine 12 Mart’ta başladı.
Kural olarak 115 Kardinalli
Meclis’te üçte ikilik çoğunluk
sağlanması gereken oylamanın ilk turunda hiçbir
aday bu orana ulaşamadı ve
Sistine Şapeli’nin bacasından siyah duman yükseldi.
İkinci günün ilk turunda da
adayların hiçbirisi aranan çoğunluğu sağlayamadı. Katolik dünyayı sevindiren gelişmeyse aynı günün ikinci oylamasından geldi. Sistine
Şapeli’nin bacasından beyaz
duman yükseltilerek duyurulan Konklav’da, Buenos Aires Başpiskoposu Jorge Mario Bergoglio yeterli çoğunluğu sağladı ve yeni Papa seçildi. Ayrıca, Latince “Habemus Papam” yani “Papamız
var” duyurusu da Aziz Petrus
Bazilikası’nın büyük locasından Dinler Arası Diyalog Kurulu Başkanı ve Protodiacono sıfatını taşıyan Fransız Kardinal Jean-Louis Tauran tarafından yapıldı. Geleneğe
uygun olarak kendisine bir
Papalık ismi belirleyen Bergoglio, bundan böyle “Papa
Francis” diye anılacak. Aslın-
da kendisi bu ismi seçen ilk
Papa oldu. Bu ismin özelliğiyse, Fransisken Tarikatı’nın
kurucusu “Aziz Assisili Francis”ten geliyor olması. Yoksulların dostu olan ve basit
bir yaşam tarzını benimseyen Assisili Francis, bu yönüyle yeni Papa tarafından
örnek alınacak. Nitekim genelde Papa seçilen kişi hangi
azizin yolundan gidecekse
onun adını seçiyor. Bergoglio
da bu ismi seçerek hem nasıl
bir Papa olacağının, hem de
bu ismi alan ilk Papa olarak
diğerlerinden farklı olacağının sinyallerini vermiş oldu.
Ancak bu, yeni Papa’nın birçok ilkinden sadece biri. Nitekim kendisi Katolikliğin,
Dominiken ve Fransiskenlerle birlikte en önemli tarikatlarından olan Cizvitlerin çıkardığı ilk Papa. Ayrıca, bin
300 yıl sonra Avrupa dışından seçilen ve daha da
önemlisi Latin Amerika’dan
seçilen ilk Papa olma özelliğini de taşıyor. Francis, Papa
olarak yaptığı ilk balkon konuşmasında halkı selamladı:
“Ey kardeşlerim, bildiğiniz gibi kardinallerin amacı Roma’
ya bir piskopos seçmekti.
Öyle görünüyor ki, kardinaller kendi aralarında bir kara-
Göreve başlaması
Bergoglio, 19 Şubat’ta res- cek olan bu yüzük, her papa
men görevine başladı. Yapı- için özel olarak hazırlanıyor
lan törende, Protodiacono ve papanın vefatı ya da göreKardinal Jean-Louis Tauran, vinden istifa etmesi duruPapa’nın cüppesinin üzerin- munda çekiçle parçalanıyor.
de taşıyacağı Pallium adlı ku- Yeni Papa, resmi Papalık ayimaş bandı Papa Francis’e tak- ninde bir de konuşma yaptı:
dim etti. Kardinaller Meclisi “Bugün birçok karanlığın
Dekanı Angelo Sodano da içinde umut ışığı görmeye ve
papalık yüzüğü olarak bili- başkalarına umut veren kanen “Balıkçı Yüzüğü”nü dın ve adamlar olmaya ihtiPapa’nın sağ el yüzük par- yacımız var. Tanrı'nın yaratmağına taktı. Papa’nın dam- tığı her erkek ve kadının kogası ve imzası yerine geçe- runması, onlara sevgi ve şef-
Başpiskoposu oldu. Kardinalliğeyse 2001’de dönemin
Papası II. Jean Paul tarafından yükseltildi.
ra vardılar ve bir kişiyi seçtiler. Şimdi hepimiz buradayız.
Tüm dünya sevgi ve kardeşlik
yolunda ilerlemeli.” Papa, konuşmasını, selefi XVI. Benedictus ve kendisi için dua
edilmesini isteyerek bitirdi ve
iyi geceler dileyerek balkondan ayrıldı.
Aslında Bergoglio’nun Papa
seçilmesi çoğu insan için
sürpriz bir karar oldu. Bahislerde adı hiç geçmeyen Kardinal, beklenenin aksine çok
kısa bir sürede, yalnızca 3 oylama sonunda çoğunluğu
sağlamış oldu. Öte yandan,
Bergoglio’nun seçilmesi beklenen bir gelişmeydi de. Zira
Bergoglio, Ratzinger’in (XVI.
Benedictus) papa seçildiği
2005 seçimlerinde en güçlü ikinci adaydı. Ayrıca Kardinallik döneminde Katolik
Kilisesi’nin hem muhafazakâr hem de liberal kanadına
cazip gelen özellikleriyle dikkati çekmişti. Eşcinsel evlilik,
ötenazi ve kürtaj konularında kilisenin yerleşik tutumunu takınan Bergoglio, sosyal
adalet konularındaki düşünceleriyle de tanınmakta.
2007’deki bir konuşmasında
“dünyanın eşitsizliklerin en
fazla olduğu bölgesindeyiz.
En çok büyüyen, ama insan-
ların çektiği acının en az hafiflediği kıtasındayız” sözleriyle bu konudaki düşüncelerini açıklamıştı. Ayrıca süsten
uzak bir yaşam sürdürdüğü
de yaygın kanı. Nitekim biyografi yazarı Francesca Amrogetti onu “Buenos Aires'
teyken metroya, otobüse binen Kardinal Bergoglio, Roma'ya gitmesi gerektiğinde
ekonomik sınıf uçardı” sözleriyle tanımlıyor. Arjantin’
deyken bir apartman dairesinde yaşayan yeni Papa,
kendi yemeğini kendisi pişirmesiyle de ünlü.
Yeni Papa’nın kendi ülkelerinden çıkması sebebiyle Arjantin halkı büyük heyecan
içerisinde. Katolikliğin resmi
din olduğu ülkede, Bergoglio’nun Papa seçilmesi büyük
mutluluk yarattı. Ülke basını
Bergoglio için özel baskı yaparken, sokaktaki Arjantinliler de yeni Papa’nın mütevazı kişiliğine vurgu yapıyor. Bir
Arjantinli onu “sadelik onun
için çok doğal. Protokollerden hoşlanmaz” sözleriyle tanımlıyor. Ancak yine de
1976-1982 arasındaki darbe döneminde diktatörlerle
işbirliği yapmakla suçlanan
Bergoglio’ ya tepkiyle yaklaşanlar da var.
katle bakılması, umudun ufkunu genişletmek ve ışık demetinin kara bulutlar arasından süzülmesine izin vermektir.” Törende ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’dan
Almanya Şansölyesi Angela
Merkel’e kadar 132 ülkenin
temsilcileri de yerlerini aldı.
Törende esas ilgiyiyse 959 yıl
aradan sonra Papalık törenine katılan ilk Patrik olan
Bartholomeos çekti. Papa
Francis de bu katılımı karşı-
lıksız bırakmadı ve iki dini lider törende kucaklaştı. Papa
Francis’in göreve başladıktan sonra gerçekleştirdiği ilk
icraatlardan birisi de selefi
XVI. Benedictus’u ziyaret etmek oldu. Benedictus’un
ikamet ettiği Castel Gandolfo’da gerçekleşen görüşmede ikili birlikte dua etti.
Benedictus döneminden birçok sorunu devralan Francis,
özellikle çocuk tacizleri ve yolsuzlukla uğraşacak.
Vatandaş Gel
12 Gel
Onur HAZNEDAR
MART 2013
ATAUM
e-bülten
Gel Vatandaş Gel
Onur HAZNEDAR
Yıl 1492. İspanya’nın güney
kıyılarından gemiler kalkar
Yeni Dünya’yı keşfetmeye.
Herkes bu yılı genelde Kristof
Kolomb’un bu keşfiyle hatırlar. Ancak madalyonun bir
de öteki yüzü vardır. İspanya’nın önemli limanlarından
Cadiz ve Sevilla’da binlerce
Yahudi kendilerini kurtaracak bir gemi bekler. Aradan
yıllar geçer, tarihler bugünü
gösterir ve İspanya aradan
geçen 520 yıl sonrasında kovduğu binlerce Yahudi’ye kucak açar. Vatandaşlık kanununda yapılacak değişiklikle
Sefarad Yahudilerinin vatandaşlığa alınmalarının kolaylaştırılacağı açıklanır.
Süreç, geçtiğimiz Kasım’da
İspanya Adalet Bakanı Al-
berto Ruiz-Gallardón ile Dışişleri Bakanı José Manuel
García-Margallo‘nun ortaklaşa düzenledikleri basın
açıklamasıyla başladı. Buna
göre Sefarad Yahudileri, Yahudi Toplumları Federasyonu’ndan alacakları bir sertifikayla birlikte otomatik olarak İspanya vatandaşı olabilecekler. Böylelikle 1982 tarihli yasada yer alan iki sene
ikamet etmeyle Anayasa ve
Krala bağlılık yemini etme gibi şartlardan Sefarad Yahudileri muaf tutulacak. Ayrıca,
çifte vatandaşlığın yasak olduğu İspanya’da önceki vatandaşlıklarını korumalarına
izin verilerek Sefarad Yahudilerine bu anlamda da ayrıcalık tanınacak.
Her ne kadar bu girişim parlamentodan geçerek yasal
hale henüz gelmemiş olsa
da, tüm dünyadaki Sefarad
Yahudilerini heyecanlandırmışa benziyor. Başvuruları
değerlendiren Yahudi Cemaatleri Federasyonu’nun
açıklamayı takip eden ilk bir
ay içerisinde altı bin başvuru
aldıklarını belirtmesi de bunun açık bir göstergesi. New
York Times gazetesinin Paris
Muhabiri Doreen Carvajal
da başvuranlardan biri. Hâlihazırda ABD vatandaşı olan
Carvajal, aslen Katolik olarak yetişmiş; Yahudi kökenli
olduğunu da ancak bundan
birkaç yıl önce keşfetmiş.
Carvajal’ın ailesi, o dönemde din değiştirmek zorunda
kalan Sefarad Yahudilerindenmiş. Fakat Federasyonla
irtibata geçtiğinde kendisi Katolik olduğu için vatandaşlığa başvuramayacağını öğrenmiş. Bunun için tekrardan
Yahudi olması gerektiği kendisine bildirilmiş. Yani aslında bakılırsa 520 sene önce
atalarına yapılanın tersi kendisinden istenmiş. Bu, planlanan kanundaki bir eksiklik
olarak göze çarpıyor. Ancak
Federasyon Genel Sekreteri
Mauricio Toledano’ya göre
yeni yasa parlamentoya sunulduğunda şimdi Yahudi olsun ya da olmasın Sefarad
kökenli herkese vatandaşlık
hakkı verilecek.
zenginlerden oluşan bu kesimin İspanya’ya gelerek ekonomiyi canlandırmaları beklenebilir. Zira bu kişilerin çoğu varlıklı iş adamları ve bankerler. Ama ekonominin durgunluk yaşadığı bir ülkeye
bu insanlar niye gelsin ki?
Barcelona Üniversitesi’nden
tarihçi Maria Josep Estanyol
da bu noktaya vurgu yapıyor: “Durumun vahimliği göz
önünde bulundurulursa, İspanya’ya dönülmemesi yönünde tavsiyede bulunurdum.” Kimilerine göreyse bu
girişim İsrail’le ilişkileri yumuşatmanın bir aracı olarak
görülüyor. Filistin’in BM’de
gözlemci devlet statüsü verilmesi oylamasında lehte oy
kullanan İspanya’nın İsrail’le
ilişkilerini yumuşatmak için
bu girişimde bulunduğu id-
dia ediliyor. Bu girişime Müslümanların davet edilmemesi de aslında bu ikinci nedeni
doğrular nitelikte. Zira o dönemde Yahudilerle birlikte
Müslümanlar da İspanya’yı
terk etmek zorunda bırakılmıştı. Zaten bu nedenle Müslümanlar, bu girişime oldukça tepki gösteriyor.
Neden şimdi?
Aslında yıllardan beri Sefarad Yahudilerinin vatandaşlığa kabul edilmeleri için çeşitli hükümetler girişimlerde
bulunuyor. Peki, ne oldu da
bugün bu durum bir anda ciddi bir boyut kazanabildi?
İspanya’nın ekonomik krizden en çok etkilenen Avrupa
ülkelerinden biri olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek. Teorik olarak daha çok
Sefarad Yahudileri
Sefarad kelimesi, İbrani dilinde İspanya anlamına geliyor. Günümüzde de 1492’de
engizisyondan kaçarak çeşitli ülkelere sığınan Yahudiler için kullanılıyor. 1492’de Endülüs Devleti Kastilya Kraliçesi Isabel ve Aragon Kralı
Ferdinand tarafından işgal edilir. Burada yaşayan Yahudilere de iki seçenek sunulur:
Ya Hıristiyanlığa geçeceklerdir ya da ülkeyi terk edeceklerdir. Mart 1492’de Kovulma Fermanı olarak bilinen
“Elhamra Kararnamesi” imzalanır ve Yahudilerden yanlarına altın ya da gümüş gibi
değerli eşyalarını almaksızın
dört ay içinde ülkeyi terk etmeleri istenir. Eğer gitmezlerse de idama mahkûm olacakları açıkça belirtilir. Hal
böyle olunca vatansız kalan
binlerce Yahudi başta Osmanlı olmak üzere dünyanın
çeşitli bölgelerine dağılır. Bugün 40-50 bin civarında Sefarad Yahudisi olduğu tahmin ediliyor.
Sonuç olarak, aradan bunca
yıl geçmesine rağmen bir
“özür” olarak bu tarz bir girişim olumlu karşılanabilir. Ancak “neden şimdi” sorusu da
ortada duruyor. Zaten ekonomik krizle başı dertte olan
bir hükümet, neden vatandaşlık davetinde bulunur?
Bu cevaplanması zor bir soru. Evet, bu insanların çoğu
zengin ama aynı zamanda
zengin olmayan kesim de
muhakkak var. Zaten bu nedenle belli bir miktar para
ödeyip gayrimenkul satın
alanların da bu uygulamadan yararlanabileceği dair
çeşitli dedikodular ortalıkta
dolaşıyor. Mesela, İngiltere’den bir Sefarad Yahudisi
bu yeni düzenlemeyi duyunca İspanya’da ev yaptırmaya
başlamış, hatta mezarı için
bir yer satın almış bile. Eğer
durum böyleyse, İspanya’nın
gayrimenkul satışıyla ekonomisine sıcak para çekmeyi
planladığı söylenebilir. Ancak zenginler için İspanya bugün hem güvensiz hem de cazip değil. Bu nedenle İspanya'nın bu girişimi ne denli
başarıya ulaşır, belli değil.
11
ATAUM
MART 2013
e-bülten
İngiltere ile AİHM Arasında Ayrılık Çanları
Esra DERE
İngiltere ile AİHM Arasında Ayrılık Çanları
Esra DERE
İngiltere’nin AB’den çıkıp çıkmayacağı tartışılırken, ülkenin Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nden (AİHM) de
ayrılabileceğine dair sinyaller veriliyor. Nitekim Mart başında gerçekleştirilen bir konferansta konuşan İngiltere
İçişleri Bakanı, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin suçla
mücadelelerine zarar verdiğini ve göç kontrolünü zorlaştırdığını, bu nedenle sözleşmeden ayrılmayı gündeme getirmeleri gerektiğini
söyledi. Aslında Sözleşme’
den ayrılma fikri daha önce
İngiliz basınında da yer almıştı, ancak ilk kez May tarafından da açıkça ve "resmen"
dile getirilmiş oldu.
May, konuşmasında, “2015'
e kadar AİHM konusunu çözmek için bir plana ihtiyacımız
olacak. Sözleşmeden tamamen çekilmek de dâhil olmak üzere tüm seçeneklerin
açıkça gündemde olmasını
istiyorum” dedi. Hedef olarak gösterilen 2015 yılı
önemli, zira Başbakan David
Cameron, 2015'teki seçimleri kazanması halinde 2017
sonuna kadar AB üyeliklerini
referanduma götürme sözü
vermişti. Kısacası, bir AB kurumu olmamakla birlikte,
AİHM meselesinin İngiltere'
nin AB üyeliğiyle ilgili tartış-
maların sürdüğü bir döneme
denk gelmesi hiç tesadüf değil. Ayrıca, 1 Mart'ta düzenlenen bir ara seçimde AB
karşıtı İngiltere Bağımsızlık
Partisi'nin Muhafazakâr Parti'
yi üçüncülüğe iterek ikinci sırada yer almasının da May’
in mahkemeye ilişkin açıklamalarında etkili olduğu düşünülüyor.
Bir diğer zamansal tesadüfse
şöyle: May’in bu açıklamaları, İngiltere'de AİHM’le ilgili
tartışmaları hararetlendiren
Ürdünlü imam Ebu Katade'
nin tekrar hapse gönderildiği
gün yapıldı. İngiltere hükümeti, Usame Bin Ladin’in
Avrupa’daki sağ kolu olduğu
öne sürülen Ebu Katade'yi terör suçlamasıyla yargılandığı
Ürdün'e geri göndermek istiyor. Ancak ülkedeki davanın
adil olmayacağı kanaatinde
olan AİHM, Ebu Katade'nin
iadesine izin vermiyor. Nitekim Mahkeme, terör şüphesiyle 6 yıldır gözaltında tutulan Ebu Katade'yi ülkesi
Ürdün'e gönderme kararı
alan İngiltere Yüksek Mahkemesi'nin kararını, “güvenlik şartlarının uygun olmaması” gerekçesiyle bozmuştu. Bunun üzerine Avrupa
Kon se yi Par la men ter ler
Meclisi'nde (AKPM) yaptığı
konuşmada David Cameron,
AİHM'in, yargı kararlarının
götürüldüğü temyiz mahkemesi konumundan bir an önce kurtulup, asli vazifesi olan
“ciddi insan hakları ihlallerine” yoğunlaşması gerektiğini savunmuştu. İngiliz Başbakan, aynı konuşmada,
AİHM'in verdiği kararlarla ül-
kesindeki terörle mücadeleye zarar verdiğini öne sürerek “acil reform” çağrısında
da bulunmuştu. Konuşması
aslında epey keskindi: “Strasbourg sürekli oyunun kurallarını değiştirerek Ebu Katade gibi tehlikeli insanların
iadesine izin vermiyor. Biz bu
sözleşmenin neresinde yer
alıyoruz, kendimize sormalıyız. Diğer ülkelerdeki insan
hakkı ihlallerini gerçekten
azaltabiliyor muyuz? Şüphelerim var. Peki, kendi ulusal
çıkarlarımız doğrultusunda
hareket etme alanımızı kısıtlıyor muyuz? Kendi yüksek
mahkememizin, aslında yüksek mahkeme olmadığını kabul ediyor muyuz? Bence
ediyoruz.”
İngiltere’nin reform istekleri
İngiltere’nin Avrupa Konseyi’
nin dönem başkanlığını yaptığı geçtiğimiz Nisan’da
Brighton’da bir zirve toplantısı yapıldı. İngiltere hükümeti hazırladığı teklifte Avrupa Konseyi’nin işleyişinde
gerçekleşmesini istediği değişiklikleri sıraladı. İstenen
değişiklikler arasında AİHM’
in ulusal mahkemelerin karar açıkladığı benzer davalara bakmaması da vardı. Bunun istisnasıysa “ulusal mahkemenin sözleşmenin yorumunda açıkça bir hata yapması” ya da “sözleşmenin yorumuyla ilgili ciddi kuşkular
bulunması” olarak belirtildi.
Hükümet aynı zamanda,
mahkemeye başvurmak için
ulusal mahkemenin kararının üzerinden geçecek azami süreyi de iki ila dört ay
arasında bir süreye düşürmek istiyor. Bu istekler, temel
olarak Strasbourg merkezli
mahkemenin güçlerini kısıtlamaya yönelik.
İngiltere, bu tepki ve istekleriyle, AİHM’in yetkilerinin
azaltılmasını amaçlayan
“yetki ikamesi” ilkesinin kabul edilmesini ve böylece de
Mahkeme’nin ulusal mahkemelerde alınmış kararları
bozma yetkisinin azaltılmasını talep ediyor. Dahası,
AİHM’in temyiz merci olarak bilir. Açık ki, ulusal tedbirleişlev görmesinden rahatsız ol- rin uygulanma alanının daduğunu ve iç hukuk sistemi- ralmasıyla güvenlik zaafının
nin herhangi bir uluslararası artacağı ve terörle mücademüdahaleyle dönüşmesine lenin zarar göreceği düşünüizin vermeye niyetli olmadı- lüyor. Terörle mücadelenin
ğını ortaya koyuyor. Ayrıca hızlı, sonuca yönelik ve prauygulamada serbestliğin ar- tik uygulamalarla hayata getırılması amacıyla hükümet- çirildiği düşüncesinden halere “takdir payı” bırakılması reketle, AİHM’in ağır işleyişi,
da öneriliyor. Böylelikle geniş özgürlük tanımları ve
İngiltere, uluslararası bir demokratik standartları ramahkemenin kararlarının uy- hatsızlık uyandırıyor. Bu itigulanmasında ulusal otori- barla, AİHM’in reforme ediltelerin söz sahibi olmasını mesi bir yana, İngiltere’nin
bekliyor.
mahkemenin yargı yetkisini
İngiltere’nin bu önerileri gün- tanımayabileceği yolundaki
deme getirirkenki temel kay- haberler de önem taşıyor.
gısının terör olduğu söylene-
İngiltere yalnız değil
Mahkeme, bugüne kadar,
İngiltere dışında birçok üye
ülkenin de tepkisiyle karşı
karşıya kaldı. Bu ülkelerden
biri olan Almanya’da Anayasa Mahkemesi’nin 2004’te
aldığı ve hala yürürlükte
olan bir karara göre, AİHM’
in verdiği kararlar Alman
mahkemeleri tarafından istenirse dikkate alınıyor. Ancak AİHM kararlarının Alman yasalarının üzerinde olduğu kabul edilmiyor. Bu karar, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Alman Ana-
yasası’nın üzerinde olmadığı
ve AİHM’in kararlarının bağlayıcı olmadığı anlamına geliyor. AİHM kararları, bir anlamda Alman mahkemelerinin kararlarında yoruma
açık konularda yardımcı olarak değerlendiriliyor.
İtalya’daysa AİHM, 2009’da
okul dersliklerinde haç işaretleri bulunmasının “öğrencilerin din özgürlüğünü ihlal
ettiği” kararı almasının ardından tartışmaya açıldı.
O dönemde görevde bulunan Silvio Berlusconi hükü-
meti, haç işaretinin dini değil
İtalyan kültürüne ait olduğunu savunmuş ve “ideolojik
bir Avrupa mahkemesi kimliğimizi çalmaya çalışıyor” diye tepki göstermişti. İtalyan
hükümetinin temyize gitmesi
sonucunda konuyu 18 Mart
2011’de görüşen AİHM büyük kurulu, ikiye karşı on beş
oyla okullarda haç işaretleri
bulunması konusunun İtalyan devletinin karar vereceği
bir iş olduğuna ve bunun din
ve eğitim özgürlüklerini ihlal
etmediğine hükmederek bir
önceki kararı bozmuştu.
Bu defa ve bundan önce de
çok sayıda davada mahkeme kararlarıyla ters düşen
İngiltere’nin bundan sonra
nasıl bir adım atacağı kesin
olmasa da, bu “ayrılıkçı” tavrın zaten mesafeli yaklaşılan
Avrupa kurumlarıyla uzaklığı
daha da artırdığı gözlenebiliyor. İngiltere, bir anlamda
kendi içine dönmeye ve kaybettiğini düşündüğü otoriteyi
yeniden kendi elinde toplamaya çalışıyor.
13
11
Cinsiyet Eşitliği Sınırları Zorluyor!
14 İsveç’te
Ceren BEKTAŞ
MART 2013
ATAUM
e-bülten
İsveç’te Cinsiyet Eşitliği Sınırları Zorluyor!
Ceren BEKTAŞ
Cinsiyet eşitliğinde dünyanın
en ileri sistemlerinden birine
sahip olduğu yaygın kabul
gören İsveç, bir politikacının
erkeklerin de idrarlarını oturarak yapması gerektiğini
söylemesiyle cinsiyet eşitliğini yeniden ve fakat bu kez
farklı bir şekilde tartışmaya
başladı. Her ne kadar ilgili
politikacı bunun sağlık için
gerekli olduğunu savunsa
da, bir başka amacı da İsveç
erkeklerini test etmekti. İsveçli erkeklerin “erkeklik hakkımızın elimizden alınması”
olarak yorumladığı bu “öneri”, gerçekten cinsiyet eşitliği
açısından gerekli mi? Öyle
ki, bazıları İsveç yönetimini
“radikal feminist ajandası” olduğu için eleştirirken cinsiyet
eşitliği konusunda daha birçok şeyin yapılması gerektiğini düşünenler de bulunmakta.
İsveç, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda dünya ülkeleri arasında en üst sıralarda
yer almakta. Cinsiyet eşitliğine yapılan vurgu, eğitim sisteminden iş hayatına, politik
alandan anne-babalık iznine kadar toplumsal hayatın
her alanında kendini göstermekte. Kadın hakları söz konusu olduğunda da İsveç de-
yim yerindeyse parmakla
gösterilen ilk örneklerden biri. Peki bu durum gerçekten
toplumsal cinsiyet eşitliğini
sağlayan bir olgu mu, yoksa
toplumsal eşitliği sağlamak
için yapılan aşırı cinsiyetçi bir
tutum mu?
Kadın ve erkek arasında siyasal ve sosyo-ekonomik
farklılıkların giderilmesi için
kadın ve erkek olmadan kaynaklanan biyolojik farklılıkların da mı törpülenmesi gerekiyor? Yanıtın bu olduğunu
söylemek zor. Zira İsveç’te sürecin bu denli radikalleşmesi
ve pozitif ayrımcılığın doruğa
ulaşması (“biyolojik olarak
kadını erkeksileştiren, erkeği
de kadınsılaştıran”), erkek ve
kadın arasındaki biyolojik
farklılığı gidererek temelde
insan haklarını çiğneyen bir
olguya dönüşmekte. Pozitif
ayrımcılık, eşit olmayanlar
arasında dezavantajlı durumda olan grubu avantajlı
konuma yükseltmek için yapılıyor. Tam da bu noktada
kadınların zaten temelden
amiyane tabirle “ezik” olduğu genel kabul görmüş durumda oluyor. İdrarını oturarak yaparken bile! Yine buradan hareketle, pozitif ayrımcılık toplumda kadınları
yükseltip erkekleri üzerinde
egemenlik kurulması gereken bir varlık olarak gösterip
aslında eleştirilen noktanın
bu sefer de erkekler aleyhine
tezahür etmesine neden oluyor. İsveç yönetimine eleştiri
de işte tam da burada.
“Radikal Feminist ajandası”
olarak görülen yönetim, yine
bu anlayış çerçevesinde erkeğin çalışma, rekabet, üstünlük, savaş ve baskı gibi
sert ve katı bir otoriteyi temsil
ederken, kadınlarınsa barış,
sevgi, hoşgörü, uzlaşma nezaket ve yumuşaklık gibi
ılımlı değerleri temsil ettiklerini ve kadın merkezli bir toplumun daha insani bir toplum olacağını savunmuş oluyor. Ve bu durumda kadın
hakları talebi, erkeklere
egemen olmaya ve yine erkekleri ezmeye dönüşüyor.
İsveç yönetimi bu politikalara devam ettiği sürece, radikal feminist ajandaya sahip
görülmeye de devam edecek. Bu anlayışa göre, olması
gereken olana yani iki grup
(siyasi ve sosyo-ekonomik koşullarda) birbirine eşitlenene
kadar sürecin devam etmesi,
eşitlendiği durumda/durumlarda da pozitif ayrımcılık politikasına son verilmesi. Ki za-
ten İsveç ilk bağlamda nispeten epey yol almışa benziyor.
Nitekim İsveç, 2008 Küresel
Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’
nda cinsiyet eşitliği konusunda lider ülkelerden biri olarak yer almakta. Dünya Ekonomik Forumu’nun girişimiyle hazırlanan bu rapor,
eğitim, sağlık, politik ve ekonomik alanda yapılan değerlendirmelerle ölçülmekte. Peki, lider konumdaki İsveç’in yine Dünya Ekonomik
Forumu’nun açıkladığı “Küresel Cinsiyet Uçurumu” raporunda bu denli ön plana
çıkmasının nedeni ne?
Öncelikle belirtilmeli ki, toplumsal cinsiyet eşitliği İsveç
toplumunun temel taşı. Bu
da kadınların, toplumun her
alanında erkeklerle eşit hak
ve yükümlülüklere, eşit fırsatlara sahip olduğu anlamına geliyor. Ayrıca, kadın ve
erkeklerin aynı şartlarda, aynı ücretlerle çalışıp yaşamlarını sürdürmeleri, yani meslek ve aile hayatlarını bir arada ve şiddete maruz kalma
endişesi olmaksızın yürütebilmeleri anlamına da geliyor.
Daha somutlaştırmak için bir
kaç veriye kulak verilebilir.
Anne-babalık izni, eğitim sistemi, iş hayatı
Anne ve babanın, çocuğu
doğduktan ya da evlat edindikten sonra, her biri için
özel tanınan, başka bir deyişle birbirlerine devredemeyecekleri 60 günlük izinleri
var. Çocuğu doğan bir baba,
işinden 10 gün ve hatta ikizleri olduysa 20 gün ek izin
alabiliyor. Nitekim 2008'de
anne-babalık iznini kullananların yüzde 20’si erkekti.
İsveç’te üst ve orta eğitimini
tamamlayan kadınların sayısı erkeklerden fazla. Yine verilere göre, üniversite öğrencilerinin yüzde 60’ı kadın ve
yüksek eğitim diplomalarının üçte ikisini kadınlar almakta. Lisansüstü eğitim alanların yarısını ve doktora
derecesi alanların yüzde
48’ini de yine kadınlar oluşturmakta.
İsveç, işyerlerinde kadınerkek eşitliğinin korunması
Sonuç: Açık ara fark!
İsveç’te cinsiyet eşitliğini sağama çabaları artarak devam eden çalışmalarla desteklenmekte. Başarılı olma-
sında şüphesiz birçok girdi ve
de ğiş ken et ki li. Fa kat
İsveç’te ve toplumsal cinsiyet
eşitliği üst düzey olan diğer
ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin arttırılması konusunda
da büyük ilerleme kaydetmiş
durumda. Ayrımcılık Yasası’
nın iki faslı, işyerlerinde toplumsal cinsiyet eşitliğine değinmekte. Öte yandan, eşit
işe farklı ücret yani ücret eşitsizliği de cinsiyet eşitsizliği
olarak değerlendirilmekte.
İş hayatında üst düzey görevlerde çalışan kadınların oranı, kamu sektöründe daha
fazla olmakla birlikte özel
sektörde de bu oran gün geçtikçe artış göstermekte. Yine
verilere göre, belediye, il
meclisi ve merkezi devlet yönetiminde çalışanların yüzde
52’si, İsveç parlamenterlerinin yüzde 47’si ve 22 devlet
bakanından 10’u kadın. Genel seçimlerle belediye ve il
meclislerine girenlerin yüzde
41’ini de yine kadınlar oluşturmakta.
ülkelerde bu sürecin tek başına ve ayrı bir konu olarak
değil de bir bütünün parçası
olarak görülmesini ve her dü-
zeydeki resmi politikaya dâhil edilmesini sağlayan bir akım var: Mainstreaming yani, “ana akıma yerleştirme”.
11
ATAUM
e-bülten
MART 2013
Beyler Öne Geyler Arkaya!
Recep Ersel ERGE
15
11
Beyler Öne Geyler Arkaya!
Recep Ersel ERGE
“Eşcinsel milletvekilleri meclis genel kurulunda ön sıralarda değil, en arkadaki sırada oturmalı, hatta bir duvarın arkasında.” Bu sözler kime ait olursa olsun demokratik bir ülkede skandal yaratmaya yeterdi, ama özellikle de o demokrasiyi inşa edenlerin başındaki “ulusal
kahraman”a aitse. Zira bitmek tükenmek bilmeyen özgürlük talepleriyle 1980’ler
boyunca komünist iktidarın
baş ağrısı olan, Lenin Tersanesi’nin iflah olmaz elektrik
teknisyeni ve Dayanışma
(Solidarność) sendikasının efsanevi lideri Lech Walesa’ya
ait bu sözler. 1983 Nobel
Barış Ödülü’nün sahibi, post
-komünist Polonya’nın ilk
cumhurbaşkanı olan Lech
Walesa’dan bahsediyoruz.
Polonya’da eşcinseller için
bir “medeni/sivil birliktelik”
yasası çıkarılmasına yönelik
çalışmalar aylardır sürüyor. 1
Mart akşamı TVN24 televizyonuna verdiği röportajda eski cumhurbaşkanına sorulan
sorulardan biri de bu konudaki gelişmeler hakkında ne
düşündüğüydü. Walesa’nın
Katolik inancına bağlı olduğu bilindiğinden eşcinsel haklarından yana tavır alması
beklenmiyordu elbette, ancak “duvarın ar ka sın da
otursunlar” ifadesiyle başlayan açıklamaları da daha az
şaşırtıcı olmadı.
Öncelikle eşcinsellerin azınlıkta olduğunu hatırlatan Walesa, “azınlıkların az haklarla
yetinmesi gerektiğini” belirtti. Sanki hak ve özgürlükler
kelle sayısıyla orantılı olarak
kullanılıyormuş gibi. “Azınlıklar kendini çoğunluğa empoze edemez” sözleri de bu
bağlamda bir oligarşi eleşti-
risi değildi elbette. Gerçi bununla ne demek istediğini
sonradan açıklığa kavuşturdu, ama diğer sözleriyle birlikte ilk anda demokrasinin
olmazsa olmazı çoğulculuk ilkesini eleştiriyor gibi anlaşıldı. Bir noktadan sonra da tamamen sorudan uzaklaşıp
eşcinsellerle ilgili bütün endişelerini baştan sona anlatmaya başladı. Cinsel azınlıkların sokaklara çıkıp bazı telkinlerde bulunmalarının hoş
olmadığını, torunları için endişelendiğini ifade etti. Eşcinsel onur yürüyüşlerinin şehir merkezlerinde değil kenar mahallelerde düzenlenmesi gerektiğini belirtti. Bir
zamanlar özgürlük adına canını ortaya koyan birinden
duymayı beklemeyeceğiniz
sözlerdi bunlar.
Eşcinsel yönelimini gizlemeyen ilk Polonyalı milletvekili
Robert Biedron da konuyla ilgili yorumunda bu çelişkiye
dikkat çekiyordu. Buna rağmen “o olmasaydı bugün
ben de burada olamazdım”
diyerek Walesa’ya olan hayranlığını da gizlemedi Biedron. Yalnız, Walesa’nın oğluna da bir mesajı vardı, babasıyla oturup medeni/sivil birliktelikler gibi bazı meseleleri konuşmasını tavsiye etti. Zira iktidar partisi milletvekili
olan Jaroslaw Walesa babasının düşüncesinin “bütünüyle yanlış ve tehlikeli” olduğu görüşünde. Bu yaklaşımın “eski neslin tipik özelliklerinden biri” olduğunu söyleyen genç siyasetçiye göre,
eski neslin zihinsel gelişimi
kendi başlattıkları toplumsal
gelişmeye maalesef ayak uyduramadı.
Tek eleştirinin aile içinden
gelmediğini söylemeye her-
halde gerek yok. Ancak her
şeye rağmen sözlerinin arkasında duran Walesa, özür dilemeyi reddetti. Hatta, kişisel
internet sitesinde yayınladığı
bir yazıda, eşcinsellerin neden bazı haklara sahip olmaması gerektiği konusunda ilginç bir yaklaşım daha
sergiliyordu: “Tanrı kadını ve
erkeği yarattı ve sonra çoğalmalarını istedi. Herkes eşcinsellere uysaydı emekliliğimizi kim finanse edecekti?” Yazının altında da hafta boyunca aldığı destek mektuplarını
yayınlamıştı Walesa. Öte yandan, iktidar partisinden bir
milletvekilinin yorumuna göre, çoğu tuvalet duvarlarında
okunabilecek türden ifadeler
içeriyordu bu mektuplar.
Yeri gelmişken belirtelim,
eleştirilerin öbür tarafında
Walesa’yı destekleyen büyük
bir kitlenin var olduğu da bir
gerçek. Bir anket çalışmasına göre, her üç Polonyalıdan
biri eşcinsel milletvekillerinin
mecliste arkaya oturması gerektiği fikrine katılıyor. Bütün
siyasi partiler Walesa’yı kınarken ana muhalefet konumundaki muhafazakâr Hukuk ve Adalet’in (PiS) gelişmelere sessiz kalması da bu
yüzden şaşırtıcı değil. Buna
rağmen bir PiS milletvekili
“bu tip sözlerin hiç sarf edilmemiş olması gerektiğini”
açık yüreklilikle ifade etti.
“Asla özür dilemeyeceğim.
Şimdiye kadar hiç kimse
Walesa’ya diz çöktüremedi”
diyen efsanevi lider, buna
karşın daha sonra yanlış anlaşıldığını söyleyerek daha
dikkatli sözcüklerle sözlerine
açıklık getirmeye çalıştı.
Azınlıklara saygı duyduğunu
belirterek başlayan Walesa,
kendisinin de birden fazla eş-
cinsel arkadaşı olduğunu, zaten olabileceğini, çünkü kimsenin yatak odasıyla ilgilenmediğini söyledi ve ekledi:
“Sadece, homoseksüellikleriyle gösteriş yapmalarından
hoşlanmıyorum… Bu gösterişten, başka meseleler dururken sürekli bu muhabbetin yapılmasından bıktım
artık.”
Sadece bu kadarını söyleseydi gerçekten de LGBT toplumuna yönelik mantıklı bir
eleştiri yaptığından bahsedilebilirdi. En azından “duvarın
arkasında otursunlar” demeseydi azınlıkların salt kendi yaşam koşullarını iyileştirmek için ne ölçüde haklar talep edebileceği problemi ciddi bir tartışmanın konusu
olabilirdi. Ne var ki Walesa
açtı ağzını, yumdu gözünü.
Bu yüzden mahkemelik olmamasının tek sebebiyse,
hakkındaki soruşturmayı yürüten savcıların eski cumhurbaşkanını neyle suçlayacaklarını bulamamaları oldu. Polonya Ceza Yasası’nın nefret
suçunu düzenleyen maddelerinde ulusal, etnik ve dini
azınlıkların yanında cinsel
azınlıklara koruma sağlayan
bir hüküm yer almıyor.
Evli çiftlerin sahip olduğu bazı hakları eşcinsel çiftlerin de
kullanabilmesi için yapılan
çalışmalar şimdiye kadar üç
farklı tasarıda ifadesini buldu, ancak üçü de yasalaşamadı. Başbakan Donald
Tusk, aynı konuda yeni bir tasarının önümüzdeki iki ay
içinde parlamentoya sunulacağını açıkladı. Kısacası, Polonya’nın medeni/ sivil birliktelik tartışması devam
etmekte. Walesa’nın sözleri
de tartışma içinde yeni bir tartışma yaratmış durumda.
'Külkedisi' Hayata Gözlerini Yumdu
16
2 Yasemin KARADAĞ
MART 2013
ATAUM
e-bülten
'Külkedisi' Hayata Gözlerini Yumdu
Yasemin KARADAĞ
Dillere destan aşk hikâyesiyle İsveç’in “Külkedisi” olarak
adını duyurmuş olan İsveç
Prensesi Lilian, 10 Mart Pazar günü “uykusundayken
huzur içinde” öldü. Lilian,
Prens Bertil’le evlenebilmek
için tam 33 yıl beklemek zorunda kalmış ve hayatının aşkıyla ancak 61 yaşında evlenebilmişti. Çünkü soylu bir ailenin kızı değildi ve uzun bir
süre geçerli olan kurallara
göre de Kraliyet Ailesi’ne gelin olması imkânsızdı.
Lillian May Davies, 30 Ağustos 1915’de Swansea’da
dünyaya geldi. Adının ortasındaki iki “l” harfinden birini
modellik ve şarkıcılık kariyerine başladığı zaman kaldırttı ve adını Lilian’a çevirdi. Küçüklüğünden itibaren sahip
olduğu hayatı sürdürmek istemiyordu ve bu nedenle yaşına rağmen radikal kararlar
alarak yoluna devam etmeyi
tercih etmişti. Annesi ve babası, Lilian daha beş yaşındayken ayrılmaya karar vermişti. Yanında kaldığı annesi
geçimlerini tezgâhtar olarak
sağlıyordu ve yaşadıkları orta halli hayat pek de Lilian’ın
düşlediği gibi değildi. Bu nedenle olsa gerek, 14 yaşında
okuldan ayrılarak bir çamaşırhanede çalışmaya başladı. 16 yaşında da her zaman
hayalini kurduğu modellik,
balerinlik ya da şarkıcılık
mesleklerinden birini yapabilmek için Londra’ya geldi.
Eylül 1940’ta İsveç’li bir aktör olan Ivan Craig’le evlendi. Hiçbir zaman oyunculuk
namına parlak bir kariyeri olmayan Ivan Craig, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Britanya
Ordusu’na katıldı ve ardından görev için gittiği Afrika’
dan ancak savaş sona erdikten sonra dönebildi. Hem bu
uzun süren ayrılık hem de
Ivan’ın yokluğunda Lilian’ın
hayatının aşkına tesadüf etmesi, Ivan döndükten kısa
bir süre sonra boşanmalarına neden oldu.
Lilian, savaşın hüküm sürdüğü yıllarda Kraliyet Donanması’na radyo, telsiz gibi iletişim araçlarının yapıldığı bir
fabrikada ve yaralıların tedavi edildiği bir hastanede
çalışarak geçimini sürdürdü.
O dönemde Prens Bertil de
İsveç Elçiliği’ndeki görevi nedeniyle Londra’da bulunuyordu. Lilian ve Prens Bertil’
in nasıl tanıştıklarına dair birden fazla senaryo bulunmakta. İddialardan birine göre, Lilian’ın Londra’da yaşadığı dairesinde yapılan 28.
doğum günü partisinde tanıştılar. Lilian ve Prens Bertil’
in Londra’da bir gece kulübünde tanıştıkları ve sonrasında Prens’in Lilian’ın doğum gününe katıldığı yönünde görüşler de bulunmakta. Kesin olansa, 1943’
te tanışmış oldukları. Prens
Bertil, doğum günü hediyesi
olarak, daha sonra Lilian’ın
evinin bahçesinde her zaman yetiştirilecek ve onların
aşklarının sembolü haline gelecek olan beyaz bir orkide
vermiş. Zaten tanıştıktan kısa bir süre sonra birbirlerine
âşık olmuşlar.
Ancak evlenmelerine engel
birden fazla neden vardır. Birincisi, Lilian o sırada evlidir
ama eşi Ivan Afrika’dan döner dönmez boşanabileceklerini düşünmektedir. İkinci
ve çok daha önemli olan nedense, Lilian’ın soylu bir ailenin kızı olmamasıdır. Sıradan
bir ailenin kızıdır; halktan biridir. Prens Bertil’se Kral Gustaf VI. Adolph’un ikinci oğludur. Aslında tahtın bir sonraki varisi Prens Bertil’in ağabeyi Gustaf Adolph’tur. Fakat
Gustaf 1947’de bir uçak kazasında ölür ve kurallar gereği taht sırasında onu takip
eden olan oğlu Carl XVI. Gustaf da henüz 9 aylıktır. Buysa,
Kral’dan boşalan yeri doldurabilecek Kraliyet ailesinin erkek üyesinin Bertil olduğu anlamına gelmektedir. Zira
Gustaf kral olacak yaşa gelene kadar Prens Bertil’in olası
bir durumda “Kral naibi”
olarak başa geçmesi gerekecekti. Bu görev sırası ondadır
çünkü Bertil’in yerine naip
olabilecek diğer iki kardeş de
çoktan kraliyet ailesine mensup olmayan sıradan kişilerle evlenerek tahta geçme
haklarından feragat etmiştir.
Kısacası, Prens Bertil’in de
Lilian’ı tercih ederek bu hakkından vazgeçmesi durumunda ülke içinden çıkılması
mümkün olmayan bir duruma sürüklenebilecektir. Nitekim Bertil’in babası Kral
Gustaf VI. Adolph, Bertil’in
Lilian’la evlenmesini “doğal
olarak” hiçbir zaman onaylamaz. Bertil de evlenmediği
Lilian’ı “gizli kadını” olarak
tutmaya karar verir.
cih etmişti. Bu sayede Bertil
ve Lilian 7 Aralık 1976’da
Kral ve Kraliçe’nin de katılımıyla Drottiningholm Kilise
Sarayı’nda evlendiler. 5
Ocak 1997’de, Prens Bertil
84 yaşında vefat edene kadar da aşklarını “rahatça yaşama”nın verdiği huzurla evliliklerini sürdürdüler.
Prenses Lilian, vefatının ardından Bertil’le olan anılarını yazdığı “My Life With Prince Bertil” adlı kitabını 2000 yılında yayınlattı. 33 yıl boyunca ilişkilerini gizli tutmaları
gerektiğinden çocuk sahibi
olamamışlardı. Özellikle Prens’in vefatından sonra Kral
Carl XVI. Gustaf’ın eşi Kraliçe Silvia ile kız kardeş kadar
yakın oldular ve Prenses Lilian hiçbir zaman gideremediği çocuk özlemini Kraliçe’nin
çocuklarıyla gidermeye çalıştı. Ölene kadar da Kraliyet
Ailesi’nin değerli bir üyesi
olarak gerekli saygı ve sevgiyi her zaman gördü. Ne de olsa artık soyluların bir parçasıydı. Aslında onun için değişen pek bir şey olmamıştı.
Uzun yıllar boyunca Prens
Bertil’le olan ilişkisini gözlerden uzakta yaşamaya çalışırken nasıl titiz ve dikkatli bir
yaşam sürmüşse, Kraliyet
Ailesi’nin bir parçası olduğu
andan itibaren ve Prens’in vefatından sonra da öyle yaşadı. Hayatını hep "dikkat ederek" yaşadı.
33 yıl süren ‘gizli’ aşk
Lilian’la Bertil’in yaşadığı
aşk, 33 yıl boyunca “gözlerden uzak” sürdü. Lilian bu süre boyunca önce Fransa’nın
güneyindeki villalarında daha sonrada Stockholm’deki
evlerinde hayatını sürdürdü.
Yaşlı Kral Gustaf VI. Adolph
da Bertil’in tercih ettiği bu
yönteme göz yumdu ama
Lilian’ı hiçbir zaman Kraliyet
Ailesi’nin gelini olarak görmedi. Lilian da bu süre içerisinde her zaman nerede durması gerektiğini, ne yapması
gerektiğini bilerek asil bir duruş sergiledi. Nitekim o dönemde Kraliçe Elizabeth’in
Londra’da kendisine sunduğu çay davetine de haddi olmadığını düşünerek katıl-
madı. Gelgelelim Bertil’in kız
kardeşi olan Danimarka Kraliçesi Ingrid ve uçak kazasında hayatını kaybeden kardeşinin eşi olan Prenses Sibylla
tarafından “servet avcısı
kadın” olarak suçlanmaktaydı. Oysa bu tarz suçlamalar
karşısında da sessizliğini koruyarak "asil" bir duruş sergilemeye devam etti.
Lilian’la Prens Bertil’in evliliği de Kral Gustaf VI. Adolph’
un ölümüne, yani 1976’ya
kadar gerçekleşemedi. Kral’
ın ölümünden sonra yeni
Kral olan Carl XVI. Gustaf döneminde kurallar yumuşatıldı. Çünkü yeni Kral da Kraliyet Ailesi’ne mensup olmayan bir kadınla evlenmeyi ter-
10 ATAUM
e-bülten
MART 2013
Bağımsızlığının 95. Yılında 'E-stonya'
Ahmet SÖNMEZ
17
Bağımsızlığının 95. Yılında 'E-stonya'
Ahmet SÖNMEZ
24 Şubat 2013 tarihi itibariyle Estonlar bağımsızlıklarının
ve Estonya Bağımsızlık Bildirgesi’nin (“Estonya Halkları
Manifestosu”) ilanının 95. yılını kutladı. Söz konusu 95 yılın yaklaşık 50 yılı Sovyetler
Birliği'ne bağlı bir cumhuriyet olarak geçti, ta ki 20
Ağustos 1991'de Estonya
Yüksek Sovyeti'nin kararıyla
Estonya Sovyet Sosyalist
Cumhuriyeti'nin yerini resmen Estonya Cumhuriyeti
alana kadar.
2012 yılı itibariyle 1.3 milyon
kişinin yaşadığı Estonya'nın
ön plana çıktığı önemli bir kamu politikası alanı var: Bilgi
ve iletişim teknolojilerinin bir
kolu olarak elektronik devlet
hizmetleri. Cumhurbaşkanı
Toomas Hendrik Ilves, 2011’
de Elektronik Devlet Hizmetleri’yle ilgili bir konferansta
vatandaşlarını “e-believer”
(e-inanan) olarak tanımlarken iyi yönetişim için elektronik kamu hiz met le ri nin
önemli olduğunun altını
çizmiş ve e-hükümet uygulamalarında Estonya'nın öncülük yaptığını belirtmişti.
2013 yılı itibariyle yayımlanan ve Estonya Ekonomik
İşler ve İletişim Bakanlığı'nın
finanse ederek Baltık Araştırmaları Enstitüsü ile Praxis ismindeki Estonya merkezli iki
düşünce kuruluşundan Tarmo Kalvet, Marek Tiits ve Hille Hinsberg’e hazırlatmış olduğu bir rapor, Estonya'daki
elektronik kamu hizmetlerinin etkinlik açısından en son
geldiği noktayı ortaya koymakta. Rapor, Cumhurbaşkanı Ilves'inki kadar pembe
ve iddialı bir tablo çizmemekle beraber Estonya'daki
elektronik kamu hizmetlerinin yarattığı etki açısından
yüksek bir fayda sağlandığı-
nı belirtmekte ve geleceğe
dönük olarak da ulaşılması
önemli bir takım hedefler
koymakta.
Elektronik ortamda sunulan
15 farklı kamu hizmetini (eokul, vergi işlemlerinin elektronik ortamda yapılması, nüfus sayımı, e-reçete dâhil olmak üzere sağlık hizmetleri,
gümrük işleri, motorlu taşıt
kaydı, toplu taşıma biletlerinin elektronik olarak yüklenmesi, elektronik oy verme ve
diğerleri) merceğine alan
araştırmanın ortaya koyduğu ve Estonya medyasına da
yansıyan çarpıcı sonuçlardan
bir tanesi, kamu hizmetlerindeki hızlanma. Görünen o ki,
kullanılan elektronik çözümler, hizmetlerin geleneksel
yollarla sunumunu on iki kata kadar hızlandırmış. Vergi
beyannamelerinin on-line
olarak doldurulabilmesi ve
şirketlerin elektronik ortamda tescil edilebilmesi en büyük etkiye sahip elektronik
hizmetler olarak ön plana çıkmakta. Daha önce geleneksel yolla 375 dakika alan şirketlerin kayıt altına alınması
işlemi, hâlihazırda elektronik ortamda sadece 30 dakika almakta. Bu durum, sade
vatandaşlar açısından olduğu kadar girişimciler / yatırımlar açısından da önemli
bir ölçüt.
Kullanıcılar, e-hizmet sağlayıcılar ve bu e-hizmetleri geliştirebilecek konumda olanların görüşleri dikkate alınarak yapılan araştırmaya göre, kullanıcılar söz konusu 15
kamu hizmetinin eskiye nazaran daha erişilebilir olduğunu belirtmiş ve farklı devlet dairelerine gitmek veya
farklı bilgi sistemlerinden bilgi almak zorunda kalmamanın önemli zaman kazancı
sağladığını ifade etmiş. Aşağı yukarı aynı durum kamu
hizmetlerinin kolaylaştırılması açısından da söz konusu. Nitekim kullanıcıların yüzde 80’i 15 kamu hizmetinden 12 tanesinin kullanımının artık daha kolay olduğunu belirtiyor. Bu alanda hissedilen en önemli değişiklik,
vergi beyannamelerinin geçmişe göre çok daha kolay doldurulması.
Rapor, Estonya'da e-hizmetlerin kullanımı ve geliştirilmesi sayesinde önemli zaman ve para tasarrufu sağlandığını gösteriyor. Ancak
bunun doğru olarak ölçülmesinin ve e-hükümet yatırımlarının maliyet-etkinlik
analizinin yapılmasının çok
güç olduğu da eklenmekte.
Yine raporun önemli tespitlerinden bir diğeri de bilgi
teknolojilerinin tam kapasite
kullanımında pahalı altyapı
yatırımlarının tek başına yeterli olmadığı. Zira Estonya'
daki sistemin belkemiğini,
2002’den beri tüm vatandaşların zorunlu olarak çipli
bir kart taşımaları ve X-Road
adı verilen kamu hizmetleriyle kullanılan veri tabanları
arasında güvenli bilgi alışverişine olanak sağlayan bir dijital bilgi otobanı oluşturuyor. Bu nedenle, gerçekçi ve
başarılı e-hizmetler için kamu idarelerinin örgüt yapılarında ve birbirleriyle iletişimlerinde ciddi değişikliklere
gitmeleri gerektiğinin altı çizilmekte.
Ayrıca elektronik kamu hizmetlerinin Estonya'nın önemli bir ihracat kalemi olması açısından karamsar bir
tablo da çizilmekte. Buna göre, farklı Estonya devlet kurumlarının çok farklı yasal ve
kurumsal düzenlemelere sa-
hip olması, elektronik kamu
hizmetlerinin dışarıya satılmasını sınırlamakta. E-seçim, çipli elektronik kimlik
kartı ve X-Road dışında kalan
elektronik hizmetlerin başka
ülkeler tarafından kolayca
kopya edilmesinin mümkün
olduğu sonucuna da varılmış. Yalnız bu tabii ki Estonya'daki elektronik kamu hizmetlerinin dünya çapında
satış amaçlı promosyonunun
yapılmasına -uluslararası
uyumluluğunu garanti etmek şartıyla- engel değil. En
önemli tavsiye olarak ön plana çıkansa, Ekonomik İşler
ve İletişim Bakanlığı'nın hizmetlerin hız ve zaman açısından izlemesini sağlayacak
bir sistemin kurulması.
Elektronik hizmetlerin hayatın her alanını kapsadığı oldukça açık. Hizmetin elektronik ortama aktarılması bir
anlamda şeffaflıkla, etkinlikle ve kolay erişilebilirlikle
eşanlamlı tutulmakta. Ama
akla hemen şu soru geliyor:
Oyların yıllardır olduğu gibi
seçim kabininde değil de evde internet başında ama sadece bir avuç uzmanın anlayabileceği denli karmaşık bir
dijital platformda verilmesi
bu hizmeti daha şeffaf ve demokratik kılmakta mı? Belli
elektronik hizmetlere (örneğin sağlık) neden sadece
belli bir yaş grubuna veya belli bir etnik ve sosyo-ekonomik gruba ait olanlar yoğun
olarak ulaşırken diğerleri daha az ulaşıyor? Bu sorulara
Estonya özelinde cevaplar bulunması, çareler üretilmesi
gerekiyor. Zira elektronik hizmetlerin yaygınlaşmasının
sunduğu çözümler bir takım
sorunları da kendi içinde taşımakta.
Portre
Portre
Recep Ersel ERGE
Jules Verne
Bilim kurgu yeni bir tür olduğuna göre Verne’in yazdıkları da türünün ilk örnekleriydi. Ne var ki yayıncılar “fazla bilimsel”
buldukları romanlarını sürekli reddediyordu. Afrika’yı balonla keşfetme hikâyesini beğenen Pierre Jules Hetzel’le 1862’de
tanışması her şeyi değiştirdi. İlk romanı “Balonla Beş Hafta” 1863’te yayımlandı. Artık bu dünyadaki yerini bulmuştu.
On dokuzuncu yüzyılda Ay’a
giden, derin deniz keşiflerine
çıkan bir düşün adamıydı Jules Verne. Duraklamadan
haftalarca seyahat edebilecek hava ve deniz araçlarının
yapılabileceğini biliyordu. Televizyonun olmadığı çağda
interneti hayal etmişti. Gelecekte neyin nasıl olacağına
dair akıl almaz bir öngörü yeteneği vardı, çünkü çağın yeniliklerini yakından takip
ediyordu. Farkındalığı sadece bilimle de sınırlı değildi aslında, geleceğe ilişkin her şe-
yi kapsıyordu. Üstelik öyle
her zaman da iyimser değildi. Örneğin, 1870’te Paris’in
işgaliyle sonuçlanan bir
Fransa-Almanya savaşından
sonra yazdığı bir öyküde gelecek yüzyılın dünya savaşlarını haber veriyordu sanki.
Kitle imha silahlarının kullanıldığı bu öyküde dünyaya
hâkim olmak isteyen karizmatik ve çılgın bir Alman lideri de yer almaktaydı. Neyse ki böyle “sıkıcı” şeyleri
ayıklayan bir yayıncısı vardı
Jules Verne’in. Ünlü yazar,
ününü onun sayesinde kazandı.
Jules Gabriel Verne, 8 Şubat
1828’de Fransa’nın liman
şehri Nantes’da doğdu.
Çocukluğunda limana girip
çıkan çeşit çeşit gemileri
izlemekten büyük zevk alır,
hayal gücünün de yardımıyla
macera dolu yolculuklara çıkardı. İlkokuldaki sınıf öğretmeni yıllar önce çıktığı seferden bir daha dönmeyen bir
denizcinin karısıydı. Çocuklara kocasının Robinson Crusoe gibi hayatta kaldığını, bir
gün döneceğini söyleyip dururdu. Öğretmeninden dinlediklerinin etkisi çok ileride,
başlıcaları “Esrarengiz Ada”
(1874) ve “Robinsonlar Okulu” (1882) olmak üzere romanlarında belirgin şekilde
kendini gösterecekti.
Avukat olan babası, liseyi bitirdikten sonra Jules Verne’i
Paris’e hukuk eğitimi almaya
gönderdi. Verne ise hukuktan çok tiyatroyla ilgileniyor
gibiydi. Hukuk diplomasını
aldıktan sonra bile aklı hâlâ
tiyatroda, edebiyattaydı. Hay-
ATAUM
e-bülten
ran olduğu ünlü yazar Alexandre Dumas’yla bizzat tanıştı, hatta aynı adı taşıyan
oğluyla da yakın arkadaş oldular, birlikte çalışmalar yaptılar. Dumas’nın da cesaretledirmesiyle sonunda hukukçuluğu tamamen bırakan
Jules Verne -babasının Nantes’teki bürosunu ona devretme teklifini bile reddetmişti- on yıl sürecek bir oyun
yazarlığı kariyerine başladı.
Oyunları kötü değildi, ama
başarılı da sayılmazdı. Kazandıklarıyla asgari giderlerini karşılayamıyordu. Ek iş
olarak borsacılık yapmaya
başladı. Çok da katkısı olmayacaktı bu işin, ama evlenmesine yetecek kadar iktisadi istikrara kavuşmasını sağladı. 1857 başında evlendiği
Honorine de Viane ile 18591860 arasında Britanya
Adaları’na seyahat ettiler.
Bu, öür boyu yapacakları yaklaşık yirmi seyahatten ilkiydi.
1861 yazında tek oğulları
Michel Jean Pierre doğdu. Bu
arada yazı çalışmalarına devam eden Jules Verne, Milli
Kütüphane’de bilimsel araştırmalar yapıyordu. Bilimsel
bilgiyle kurgusal macerayı
birleştiren yeni bir roman türü oluşturabileceğini düşünmekteydi.
Bilim kurgu yeni bir tür olduğuna göre Jules Verne’in yazdıkları da türünün ilk örnekleriydi. Ne var ki romanları
yayıncılar tarafından sürekli
reddediliyordu; çoğu zaman
“fazla bilimsel” olduğu gerekçesiyle. 1862’de Pierre Jules Hetzel’le tanışmasına kadar böyle devam etti. Hetzel,
MART 2013
Afrika’yı balonla keşfetme hikâyesini beğenmişti. Düzeltmeler için Verne’e yardım etti ve böylece yazarın ilk romanı olan “Balonla Beş
Hafta” 1863’te yayımlandı.
Çok beğenilmişti. Hâlâ düzgün bir geliri yoktu, ama Jules Verne artık bu dünyadaki
yerini bulduğunu biliyordu.
Heyecanla kendini çalışmaya verdi. Yazarlık kariyeri gerçek anlamda henüz yeni başlıyordu.
O günden sonra en büyük
dostu ve destekçisi olan
Hetzel’le tam bir takım arkadaşı gibiydiler. Hetzel’in teklifiyle daha çok “bilim kurgu”
üretmek için uzun vadeli bir
sözleşme imzaladı. Borsacılığı bırakan Verne, tam zamanlı olarak yazmaya başladı. Bu arada Hetzel sayesinde bilim adamlarından oluşan bir arkadaş çevresi ediniyordu. Makalelerini okuduğu insanlarla yüz yüze sohbetler yapma imkânına kavuştu böylece. Hayal gücüyle
o da bilim adamlarına ilham
verdiği için aralarında saygın
bir yer edinmişti. Hatta uçaklarla ilgili ilk fikirlerin tartışıldığı bir vakıf örgütlenmesinde yönetim kuruluna seçildi.
“Dünya’nın Merkezine Yolculuk”,“Kaptan Grant’ın
Çocukları” ve “Ay’a Yolculuk
”, 1864-1865’te birbiri ardına yayımlandı. Kurgulamanın zevki bir yana, Jules Verne gerçek bir macera tutkunuydu. Çok geçmeden kendi
gemisini satın aldı ve karısıyla birlikte yeniden açık denizlere yelken açtı. Britanya
Adaları’ndan Akdeniz’e kadar yaptığı yolculuklar öykü
ve romanları için bir dolu ilham ve malzeme kaynağı oldu. Dönüşte Paris’teki dünya
fuarını gezen Verne, ilk
“denizaltı” tasarımını burada
gördü. “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” (1870) adlı
başyapıtını bu fikir üzerine inşa etti. Fuardaki tasarımı biraz geliştirmişti tabii. Onun
denizaltısı “Nautilus” kömürle değil elektrikle çalışıyordu. Elektrik de sudan elde
edilmekteydi. Böylece istediği kadar su altında kalabilirdi
Kaptan Nemo. Bu yeteneğe
sahip olan dünyanın ilk nükleer denizaltısı “USS Nautilus”, ABD Donanması tarafından 1954’te suya indirilecekti.
1970’ler boyunca Verne en
güzel eserlerini vermeye devam etti. Dünyaca tanınan,
varlıklı bir yazardı artık. Her
şey yolunda giderken 1886’
da bir gece en sevdiği yeğeni
Gaston tarafından silahlı saldırıya uğradı. Kurtuldu kurtulmasına, ama dizini parçalayan bir kurşun ömür boyu
topal kalmasına sebep oldu.
Biraz kıskanç biraz da deli olduğu anlaşılan Gaston, akıl
hastanesine kaldırıldı. Verne
ise kendi haline üzülecek vakit bile bulamadı, çünkü vurulduktan bir hafta sonra
Hetzel’in ölüm haberini aldı.
Ertesi yıl da annesini kaybetti. İsyankâr oğluyla giderek
artan problemleri ve bazı
ekonomik sorunlar da üstüne eklenince, hayata bakışı
iyice karamsarlaştı. Bilim ve
teknolojinin yapıcı tarafına
Portre: Jules Verne
Recep Ersel ERGE
21
19
değil de yıkıcı tarafına daha
fazla odaklanır olmuştu artık. Veya sadece okura öyle
geliyordu. Çünkü editörlük
işini devralan oğul Hetzel’in
tarzı babasından farklıydı.
“Sıkıcı” şeyleri ayıklamaya çalışmıyordu.
Son günlerini hasta yatağında geçiren Jules Verne, 24
Mart 1905’te Amiens’deki
evinde şeker hastalığından
öldü. Ölmeden önce bir çekmece dolusu roman taslağını
imha etmişti; biri hariç. Son
romanı “Yirminci Yüzyılda
Paris” (1886), bir asır boyunca bir kasada saklı durduktan sonra ilk kez 1996’da yayınlandı. Zamanında Hetzel’
in “korkunç” diyerek yayımlamayı reddettiği bu roman,
boğazına kadar materyalizme gömülmüş olan Paris’te
hayatın anlamını sorgulayan
bir bilginin hikâyesini anlatıyordu.
Sayısız yeniliği hayal ederek
“bilim kurgunun babası”
olan Jules Verne, yirminci
yüzyıl boyunca öngörülerinin
-iyi veya kötü- bir bir hayata
geçmesiyle “kâhin” unvanını
da kazandı. Romanları tiyatroya uyarlandı, filme çekildi
ve televizyona aktarıldı. Hem
de bazıları birkaç kere. Toplamda yetmişten fazla kitap
yazan Jules Verne, Agatha
Christie’den sonra, tüm zamanların en çok çevirisi yapılan ikinci yazarı unvanına da
sahip. Hayranları yarattığı
dünyaların büyüsüne kapılmaya devam ediyor, henüz
gerçekleştirilememiş fikirleri
de günümüzün bilim adamlarına ilham veriyor. Hâlâ...
7
Avrupanın
Marşları
Belçika
Yiğit KÖSEOĞLU
Söylence bu ya, tiyatro oyunculuğu yapan Alexandre Dechet (1801-1830), ya da arkadaşları arasında kendisine
seslenildiği şekilde Jannevel, şehir şehir gezer tiyatro gösterileri sergilermiş. Devrimin patlamasından hemen
öncesinde bu zatın yolu Brüksel’e düşmüş. Sanatçı oyununun hemen ertesinde tiyatrocu kişiliğiyle devrimcilerin bir
araya geldiği bir toplantıda ortaya atmış kendini ve “Brabaçonne”- yani Barabant’ın şarkısı- adı altında topladığı
mısraları hazıruna okumuş. Bu sözler devrimciler arasında çok sevilmiş. Daha sonra bağımsızlık mücadelesi uğruna
verdiği ruh nedeniyle hem Jannevel’in kendisi hem de bu eseri bir efsane haline gelmiş ve Belçika milli marşının
sözleri de böylece doğmuş.
Hemen ekleyelim: Her ne kadar Belçika milli marşının sözleri Dechet’in bu eserine dayandırılsa da, günümüzde resmi
olarak kabul edilen milli marşın sözleri Dechet’in yazdığı sözler değil aslında. Zira Dechet tarafından yazılan sözler
tarih içerisinde birkaç kez değişikliğe uğramış. Bu değişiklerden ilki 1860’ta olmuş ve sözlerin bir kısmı monarşik
yönetimle uyumlulaştırılmış. 1921’deyse 1860’ta kabul edilen sözlerin sadece dördüncü kıtası resmi marş olarak
kabul edilmiş ve bu güne kadar da bu sözler değişmeden gelmiş.
Bilindiği gibi Belçika’nın üç resmi dili bulunmakta. Bu sebeple her üç dilde de marşın sözleri resmi olarak tanınmakta
ve resmi olarak her kesim tarafından seslendirilmekte. Bu yazıda Fransızca dilindeki resmi marş sözleri esas
alınmakta. Diğer dillerdeki sözler genelinde Fransızcaya benzer anlamlar içermekle birlikte bazı mısralarda anlamsal
farklılıkların olduğu vurgulanmalı.
Eserin bestesine gelecek olursak, ortaya çıkışı sözlerin ortaya çıktığına inanılan 1830’a rastlamakta. Bu beste
François van Campenhout (1779-1848) tarafından yapılmış ve resmi olarak kabul edilmiş durumda.
Belçika, değerli anam,
Senin için kalplerimiz, senin için kollarımız
Senin için akıttığımız kanlarımızla beraber, ey vatanımız!
Sen her zaman yücelik ve güzellik içinde yaşayacaksın.
Ve senin yenilmez birliğin için,
Ölümsüz düsturumuz:
Kral için, doğruluk için ve özgürlük için,
Kral için, doğruluk için ve özgürlük için,
Kral için, doğruluk için ve özgürlük için.
BASINDA TÜRKİYE - AB
İLİŞKİLERİNİN 50 YILI
30 Mart 2007'de Radikal gazetesinde yayınlanan bu haber,
ATAUM bünyesinde hazırlanan “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ (ed. Erdem Denk) başlıklı kitaptan alınmıştır.
Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut
gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden
halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri
bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki
algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler
konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için...
Kültürlerarası İletişim Teknikleri
Sertifika Programı
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
ATAUM-BİM (2013)
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...