SİYAHBANT – Sanatta Sansür: Farklı Aktörler ve Mekanizmalar
Transkript
SİYAHBANT – Sanatta Sansür: Farklı Aktörler ve Mekanizmalar
© 2012, Siyah Bant. Edıtör Asena Günal Araştirma tasarimi Banu Karaca Yayin Koordınatörü Pelin Başaran Tasarim ve Uygulama Fevkalade Baski Mas Matbaacılık A.Ş. Kağit Enzo Lux Cream 70 gr yaziyüzlerı Oranda BT, PF Agora Sans Pro, PF Din Text Comp Pro, Nexus Typewriter TF www.siyahbant.org İçindekiler 4 Önsöz | Pelin 6 Değişen ve değişmeyen boyutlarıyla sansür | Erden 9 Devlet sansürü ve devletin anonim vekilleri | Banu Başaran Kosova Karaca 19 “Böyle Tanıdıklarım Var II”: Bir dava düşmesi, bir beraat 20 “Ekümenopolis” belgeselinin Enez’deki gösteriminin iptali üzerine 21 “Yala ama Yutma” oyununun hedef gösterilmesi 23 Bahar Kültür Merkezi’nden tiyatro sanatçısı Çiçek Tekdemir’in anlatımı 26 Bir oto-sansür vakası: “Muhafız” | Burak 35 Delier “Ellinci Yılında 6–7 Eylül Olayları” sergisine düzenlenen saldırı üzerine | Balca 37 Şükran Moral’ın “Amemus” sergisinin iptali üzerine 38 Medya, sanat ve sansür üzerine... | Yasemin Ergener İnceoğlu 44 “Geçimli’de havan mermisi, İstanbul’da kitap” | Pelin 50 Sevgili İçişleri Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız! 52 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahramanmaraş Mitingi konuşması 54 Grup Yorum’a yönelik baskılar bitmiyor 55 Kıskaç daralırken: Film festivalleri ve eser işletme belgesi | Elif 64 Yasaklanan “Bêrîvan” filminin yönetmeni Aydın Orak ile söyleşi 70 Dersim katliamının yasaklanan belgeseli: “38” 72 İnce sınırlar: Güncel sanatta sermaye, sanat kurumu ve devlet üçgeninde sansür | Arzu 81 “İnsanlık Anıtı”ndan “ucube”ye | Başaran Ergezen Pelin Başaran Sansürle Mücadele Deneyimleri 87 Index on Censorship üzerine | Julia 89 Sanatsal ifade özgürlüğünü savunmak | 91 Basın bildirisi Kopenhag 22 Aralık 2011: “Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü korumak için duyulan acil ihtiyaç” 92 Düşünce Suçları Müzesi’ne doğru | Şanar 94 Kamusal Sanat Laboratuvarı Farrington Ole Reitov Yurdatapan Yayıntaş 4 Önsöz Pelin Başaran Siyah Bant fikri, 2011’de “İfade Özgürlüğü” başlıklı Hrant Dink Anısına Atölye Çalışması’na paralel kurgulanan, Sabancı Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi Banu Karaca’nın öncülüğünde tasarlanan “Çağdaş Sanatta Sansür” adlı yuvarlak masa toplantısının hazırlık sürecinde ortaya çıktı. Bu konuda yaptığı akademik araştırma ile toplantıya önayak olan Banu ile toplantının kapsam ve içeriğini çalışmaya başladığımızda, sanatta sansür vakalarının sanatçılar arasında bile çok fazla bilinmediğini, tartışılmadığını, belgelenmediğini ve en önemlisi sanatta sansüre karşı ortak bir dayanışma ağının yokluğunu bir kez daha gördük. Siyah Bant, sansürün, sadece devlet sansüründen bahsedilemeyeceği gerçeğinden hareketle, farklı yöntem ve aktörlerini araştırmak, sansür vakalarını belgelemek, analiz etmek ve sansürle mücadele etmek amacıyla Ağustos 2011’de web sitesinin açılmasıyla başladı. Web sitesinde 2000 yılı sonrasında güzel sanatlar, görsel sanatlar, sinema, müzik, dans ve tiyatro alanlarında gerçekleşen sansür vakaları yer alıyor ve bu vakalarda kullanılan cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme, tehdit etme, korkutma, aşağılama, engelleme, saldırı, gayrimeşrulaştırma, ötekileştirme gibi farklı sansür yöntemlerine dikkat çekiliyor. Sansür vakalarını araştırmak için ulusal ve yerel gazeteler, dergiler, televizyonlar, internet ve yazılı kaynaklarda kapsamlı bir araştırma yapıldı ve bu mecralarda duyurulan vakalar arşivlendi. Kamuoyuna duyurulmamış sansür vakalarına ulaşabilmek için seçilen 9 farklı kentte, sanatçılar, kurumlar, yerel basın, sivil toplum kuruluşları ve aktivistlerle 80 birebir görüşme yapıldı. Siyah Bant girişimini başlattığımız dönemden bugüne, siyasi gerilim gittikçe tırmandı, Kürt bölgesindeki görece rahatlama yerini sistematik gözaltılara ve tutuklamalara bıraktı. Banu Karaca’nın bu kitaptaki yazısında adlandırdığı gibi, “devlet ve devletin anonim vekilleri” tarafından uygulanan kültürel ve sanatsal üretimin üzerindeki baskı arttı veya daha açık yaşanmaya başlandı. İktidarın her türlü muhalefeti kırma ve sindirme amaçlı sürekli uyarı veren hali, sadece kültür ve sanat üreticilerinde değil, her alanda içselleştirilmiş bir endişe duygusuna dönüştü ve üst kademeden alta, bürokratları ve devletin çıkarını gözeten birey ve kurumları ifade özgürlüğüne keyfî müdahalelerde bulunma konusunda cesaretlendirdi. Buradan kastımız, sansürün AKP hükümeti ile başladığı değil. Elbette ki, bu hükümetten önce de sansür farklı biçimlerde, çeşitli aktörler tarafından uygulanıyordu. Bizim için önemli olan, Erden Kosova’nın kitaptaki yazısında belirttiği gibi, “sansürün değişen ve değişmeyen boyutlarını” tespit etmek ve tarihsel bağlamına yerleştirmek. Araştırma sürecinde içerik ve yöntemle ilgili çeşitli zorluklarla karşılaştık. İlki, sansürün tanımının, aktörlerinin ve yöntemlerinin genişlemesi ve çoğu sansürün örtülü biçimde gerçekleşmesinin, sansür vakalarının ulaşılabilirliğini ve doğrulanmasını zorlaştırması. Üstelik bazı sanatçıların sansürle beraber anılmak istememeleri, ilişkilerini korumaya yönelik çabaları ve sansürün duyurulmasının kendilerini daha belirgin hedefler haline getirme olasılığı, bu zorluğu pekiştirdi. Bu durum, özellikle de, çağdaş sanat kurumları arasında rekabetin iyice kızıştığı ve sanatçılar üzerindeki piyasa baskısının arttığı bir ortamda kendini hissettirdi. Sanatçıların Siyah Bant 5 kurumlarla ilişkisinde risk alamayacak pozisyona itilmeleri ve sanatçıların bu pozisyondan dışarı çık(a)mamaları, sohbet ortamında dile getirilen birçok sansür vakasının açıkça konuşulmasına engel oldu. Başka bir nokta ise, sansürle mücadele için bir dayanışma ağı ve baskı grubu yaratmanın güçlüğüydü. Sansüre maruz kalan sanatçılarla yaptığımız görüşmelerden çıkardığımız sonuç, sanatçıların bu konuda yalnız bırakıldıklarını hissetmiş olmalarıydı. Bunda, sansür vakalarının sistematik bir şekilde duyurulmamasının, sansürü ve aktörlerini teşhir eden, sanatçıya destek veren, sanatçıların ifade özgürlüğü ve mesleki haklarını gözeten kurumların eksikliği kadar, çeşitli nedenlerle –sanat eserinin yeterince “iyi” olmaması, sanatçının saygı uyandırmaması, sanatçının kurumlarla ilişkisinin şüphe uyandırması vb.– kasıtlı olarak destek verilmemesinin de payı var. Bu durum, sanatta ifade özgürlüğünün, bizler –kültür sanat üreticileri ve savunucuları– için de bazı sınırları olabileceğini düşündürüyor. Yalnızca devletin ve toplumun “hassasiyetleri” değil, bizim de içselleştirdiğimiz sınırların ne olduğu ve nasıl zorlanabileceği üzerine düşünmek gerekiyor. Bir dayanışma ağı yaratmak amacıyla oluşturulan sanattasansür elektronik posta grubu, ilk dönemde yoğun bir ilgiyle karşılansa da, devamında büyük bir hareketliliğe yol açmadı. Bu, sorunun sadece vakaların duyurulmasıyla çözülmeyeceği, haber almanın –medyadaki sansüre rağmen– farklı mecralarla mümkün olabildiği bugünkü ortamda, istikrarlı bir aktivizme ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Buradan hareketle, Siyah Bant, sonraki adımlarında bir ağ ve baskı grubu oluşturmak, bu grubu bir eylem programı etrafında örgütlemek ve ifade özgürlüğünün güvenceye alınması için aktif çalışan organizasyonlarla stratejik ortaklıklar geliştirmek için çalışacak. Sanatta ifade özgürlüğü ve sansürün farklı boyutlarını ve kesitlerini derinlemesine inceleyecek araştırmalar tasarlayacak, çeşitli grup ve kurumlarla ortaklıklar geliştirmek amacıyla diyalog toplantıları düzenleyecek. Siyah Bant’ın araştırmaları uluslararası ortakları vasıtasıyla uluslararası alanda duyurulacak. Ek olarak, sanatta ifade özgürlüğü ve sansür meselesini hukuki açıdan değerlendirmek, mevzuatı incelemek, sorunları tespit etmek ve çözüm önerileri geliştirmek amacıyla Prof. Dr. Turgut Tarhanlı danışmanlığında tüm yıla yayılan çalıştaylar organize edilecek. Bu çalıştaylarda aynı zamanda, sansürle mücadelede nasıl bir aktivizm önerilebileceği ve aktivizmde insan hakları hukukunun rolü ve koruma mekanizmalarından yararlanma imkânının ne olduğu araştırılacak. Siyah Bant kitabı, farklı sansür mekanizmalarına ve aktörlerine dikkat çekmek, araştırma süresince edindiğimiz ilk bulguları değerlendirmek ve konuyla ilgili bir tartışma başlatmak amacıyla hazırlandı. Kitapta, sanatta ifade özgürlüğü konusunda araştırma yapan yazarların yazıları, sansürle mücadelede yerel ve uluslararası deneyimler ve sansür vakaları yer alıyor. Belirtmek isterim ki, web sitesinde belgelenen vakalar arasından oluşturulan bu seçki, diğer sansür deneyimlerinden daha önemli olduğundan değil, yazıların referansları gözönünde bulundurularak oluşturulmuştur. Siyah Bant’ın ve bu kitabın gerçekleşmesi için deneyimlerini ve arşivlerini paylaşan tüm kurum ve kişilere, web sitesinin güncellenmesindeki gönüllü desteği için Seval Yılmaz’a, araştırma sürecine katkıları için Roza Erdem, Çiğdem Armağan ve Duygu Ula’ya, Anadolu Kültür ve Tütün Deposu’na, Siyah Bant Danışma Kurulu üyeleri; Eylem Ertürk, Asena Günal, Yasemin İnceoğlu, Banu Karaca, Erden Kosova, Elif Yarsuvat ve Fırat Yücel’e sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. 6 Değişen ve değişmeyen boyutlarıyla sansür Erden Kosova Sanat eleştirmeni Son birkaç yıl içinde sayıları ciddi biçimde artan özel girişimlere ait sanat kurumlarının da bir tür uyumsallık atmosferi yaratmaya çalıştığı, bağlı oldukları sermaye yapıları, yatırımları ve buna eşlik eden kültürel tercihler hakkında ortaya çıkan çatışmaları perdelemeye ve görünürlükten uzaklaştırmaya çabaladıkları görülmekte. Devletin toplum üzerindeki denetiminin zor kullanımına dayandığı ve meşru görüldüğü, bunun neredeyse geleneğe (diğer bir eğretilemeyle, genetik yapıya) dönüşmüş bir süreklilik haline geldiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Osmanlı’nın emperyal ölçekte geliştirmiş olduğu denetim yapısı çok büyük değişiklere uğramaksızın, toplum üzerine tepeden empoze edilmiş şekilsel modernlik deneyimine de aktarılmış görülüyor; militarizm, milliyetçilik ve devletçiliğin temel dinamikler olarak işlediği siyasal ortamın üzerinden bir de Soğuk Savaş’ın paranoya, kumpas ve dış dünyadan yalıtım üzerine kurulu kara bulutu geçmiş durumda. İfade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar, sansür vakaları, kitap yasaklamalar, gazete kapatmalar, yazar ve sanatçıların kovuşturmalara uğramaları, hapis ya da sürgün edilmeleri, gazetecilere yönelik suikastler… hem rakam hem de çeşitlilik anlamında konuyla ilgili oldukça ‘zengin’ bir birikim mevcut. Bu yöndeki geniş tecrübeye rağmen, özellikle yakın geçmişte yaşanmış olan sansür pratiklerini toplu biçimde ele alan, çözümlemeye tabi tutmuş olan araştırma sayısı oldukça az. Belki de artık devlet işleyişine dair sabit bir veri olarak algılandığı için, ifade özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik müdahaleleri bir bütün olarak not etmeye yönelik fazla çaba gösterilmemiş gibi görünüyor. Bunun yanında, son yirmi yıllık dönemde siyasal zeminde yaşanan kayışlar sansür konusunu farklı bir gözle, analitik bir perspektifle değerlendirme gerekliliğini daha da fazla hissettiriyor. Sert kutuplaşmalar sonucunda sadece devletin güvenlik ve idareden sorumlu birimleri değil siyasal alanı oluşturan sivil aktörlerin de karşıt görüşün ifade alanını daraltmaya, onu tümden susturmaya yönelik hamlelerde bulunabildiğine tanık olduk son yıllarda. Baskı kavramı üzerine geliştirilmiş düşünce kalıplarını sarsacak bir biçimde sadece devletin değil, devletdışı oluşumların da farklı olana tahammül göstermediği, sınırlandırmaları, kısıtlamaları bizzat kendisinin talep ettiği pek çok vaka yaşadık bu dönemde. Bunun da ötesine geçilip, siyasal alanda örgütlü ya da örgütsüz biçimde gelişen linç ve vandallık gibi şiddet eylemlerinin belirli bir özerkliğe sahip olduğu düşünülen kültür mekânlarına da uzandığı yeni bir dönemin içine girdik. Daha önce de 7 çeşitli şiddet eylemleriyle karşılaşılmıştı ama 6-7 Eylül olayları sırasında çekilen fotoğraflarla oluşturulmuş bir serginin açılışında Karşı Sanat’ın bir grup milliyetçi/ ulusalcı tarafından basılması ve sergilenen fotoğrafların tahrip edilmesi (bkz. sayfa 35) (2005) kazanılmış alan, özerklik sahası olarak kavranan şeylerin ne kadar kırılgan olduğunu, oluşturulmuş yapıların nasıl da çözülebileceğini gözler önüne sermiş oldu. Tophane Olayları olarak adlandırılan ve 2010 Eylül’ünde bir dizi sanat galerisine karşı örgütlü biçimde düzenlenen saldırı, beraberinde getirdiği pek çok sorunsalla birlikte bu kırılganlığın uç noktaya taşındığının göstergesi oldu. Son on yıllık dilime daha yakından baktığımızda devlet yapısını kendine göre yeniden ‘format’layan AKP hükümetinin icraatlerinin devreye girdiğini; ve sansürün daha yakından ele alınması aciliyetli bir ihtiyaç olarak bir kez daha önümüzde durduğunu görüyoruz. Bir yandan geçmişten devralınan ve KCK operasyonları ile birlikte en kristalleşmiş örneğine tanık olduğumuz, ceberrut, saldırgan ve azarlayan üslubuyla karşıt görüşleri sindirmeye, silmeye çalışan gelenek; diğer yandan siyasal müzakere ortamına ‘ince ayar’ vermeye çalışan, basın-yayın organlarını uyumsallığa mahkûm eden dolaylı/ dolaysız manipülasyon çabaları; bir diğer yandan ‘çoğunluğun hassasiyetleri’ne sahip çıkma argümanı üzerinden geliştirilen toplum mühendisliği örnekleri… Farklı damarlardan beslenen bu denetim ve şekillendirme inadı kültür ve sanat alanına da çeşitli ve sayılarının arttığı hissini veren sansür pratikleriyle yansımakta. Yine de sansür sadece Türkiye’nin siyasal gündemindeki gerginlikler üzerinden ele alınabilecek bir kavram değil. Devlet yapısının doğası haline gelmiş denetim ve sınırlandırma uygulamaları ve toplumun muhafazakâr/reaksiyoner kesimlerinin kendinlerine vazife edinip müdâhil oldukları vakalar kadar patırtı çıkarmayan ama belki de bunlardan daha etkin bir sessizleştirme mekanizması olarak işleyen üçüncü bir faktör belirginlik kazanmakta. Son birkaç yıl içinde sayıları ciddi biçimde artan özel girişimlere ait sanat kurumlarının da bir tür uyumsallık atmosferi yaratmaya çalıştığı, bağlı oldukları sermaye yapıları, yatırımları ve buna eşlik eden kültürel tercihler hakkında ortaya çıkan çatışmaları perdelemeye ve görünürlükten uzaklaştırmaya çabaladıkları görülmekte. Öyle ki, net olarak sansür kavramıyla tanımlanamayacak olsa bile sanatçıların çalışmaları üzerinde manipülatif etkiler yaratan yeni mekanizmalar ortaya çıkmakta. Finansal yapılarını ve alışverişlerini şeffaflıktan uzak yöntemlerle var eden bu tür girişimler sanat ve sermaye arasındaki bağların kurcalanmasını istemeyen bir görüntü sergilemekte. Sunum koşullarının giderek daha belirgin biçimde sterilleştirildiği, elit katmanlara hitap ettiği, çeşitli sosyal filtrelerle donatıldığı, pazarlama stratejilerine terk edildiği ve panel, tartışma ve yayın gibi düşünsel-eleştirel dolayımlardan uzak tutulduğu bir ortamda çatlak seslerin, pürüzlerin belirmesi istenmemekte. Farklı ortamlarıyla çalışanlarıyla sorunlar yaşayan büyük sermaye kuruluşları bu çatışmaların sanat ve kültür alanındaki faaliyetlerine yansımasından ciddi biçimde rahatsızlık duymakta. Yaratılan sınıfsal ve ekolojik tahribatı perdelemek ve pozitif bir şirket kimliği, algısı yaratmak üzere kültürel ve sanatsal etkinliklerin araçsallaştığı bir ortamda eleştirelliğin çerçevesi de giderek daralmakta. Bu tür bir tavır sosyal çatışmalardan temizlenmiş, kurumları ve izleyiciyi hırpalamayan, var olan sosyal ve politik gerginliklerin üzerine gitmeyen, uzlaşımsal bir sanat anlayışını öne çıkarmakta. Bu koşullar altında profesyonel sözleşmeler, medya ile kurulan ilişkiler, göste- 8 rilecek olan sanat çalışmalarının içeriği ve hatta kimi hallerde biçimsel özellikleri konusunda sanatçının tercihleri üzerinde manipülatif etkilerde bulunabilecek müdahalelerle de karşılaşılabilmekte. Kurum prestiji, kişisel bağlar ve benzer vakalardan haberdar olmama nedeniyle sanatçılar bu tür müdahalelere karşı sessiz kalabilmekte, ya da ne tür bir tepki vereceği konusunda kafa karışıklığı yaşabilmekte. Berrak tanımlamalarla yaklaşılması kolay olmayan bu gri ve flu görünümdeki denetim alanı kurumlarla çatışmalar yaşayanların yalnızlaştırılması ve sessizleştirilmesine, daha da kötüsü genel bir oto-sansür atmosferinin oluşmasına neden olmakta. Bütün bu gelişmeleri dikkate alan Siyah Bant projesi bir yandan son yirmi yıl içinde yaşanan sansür pratiklerine dair bir bellek haznesi oluşturmaya çabalıyor, diğer yandan konu etrafında gelişen yeni sorunsalları ortaya koymayı ve bir tartışma alanı oluşturmayı amaçlıyor. Kültürel üretim alanının bütününü kavramak ve çözümlemek, bunun da ötesine geçerek denetim mekanizmalarına karşı direnç ittifakları kurmak zor iş elbet. Bugüne kadar oluşturulmuş eleştirel alanın giderek daha fazla eridiğinin farkında olan Siyah Bant ekibi akıntının tersine doğru atılacak adımların çoğalacağı ve sıklaşacağı umudunu taşıyor güçlü bir biçimde. 9 Devlet sansürü ve devletin anonim vekilleri* Banu Karaca Sabancı Üniversitesi, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi İncelenen sansür vakaları, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına ilişkin olarak Türkiye’de kayda değer olumsallıklar bulunduğunu gözler önüne sermektedir: söylenemez olanın alanı net olmayan bir şekilde belirlenmiştir. İfade özgürlüğüne yapılan müdahaleleri bilhassa başarılı kılan da esasen bu keyfiyettir. Türkiye’deki sansür tartışmaları genelde ifade özgürlüğünü engelleyen, baskıcı ve yekpare bir devlet yapısı üzerinden yapılıyor. Ancak yakından bakıldığında durumun daha karmaşık olduğu görülmektedir. 1980 darbesine ve sonrasındaki döneme damgasını vuran yasaklayıcı girişimlerden farklı olarak, sanattaki mevcut sansür mekanizmaları, sanatsal ifadelere ve onların yayılmasına ilişkin olarak gayrimeşrulaştırma ve yıldırma amacı gütmektedir. Bu durum bilhassa “Türkiye devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” ve egemenliğine tehdit şeklinde yorumlanabilen ifadeler için geçerlidir. Sanatçıları hedef almak, kendilerini yalnız hissetmelerine yol açmak ve bir korku ve kaygı atmosferi yaratmak, söz konusu gayrimeşrulaştırma stratejisinin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Aşağıda incelenen sansür vakaları, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına ilişkin olarak Türkiye’de kayda değer olumsallıklar bulunduğunu gözler önüne sermektedir: söylenemez olanın alanı net olmayan * Bu yazı, Toplum ve Bilim dergisinin 125. sayısında yayınlanacak makalemin kısaltılmış bir versiyonudur. bir şekilde belirlenmiştir. İfade özgürlüğüne yapılan müdahaleleri bilhassa başarılı kılan da esasen bu keyfiyettir. Bu şekilde, oto-sansür teşvik edilmekte ve sanatın özerkliğini vurgulayarak sanat ile politika arasında kavramsal bir ayrımı pekiştiren sanatsal özgürlük savunularına kapı açılmaktadır. Bu durum, Kürt hak mücadelesiyle açıkça ilişkili bulunan ve bölgede etkin olan Kürt sanatçılar söz konusu olduğunda daha da geçerlidir. Kendilerinin tüm sanatsal ifadeleri, yasadışı politik aktivizme ya da daha açıkça söyleyecek olursak, ayrılıkçı politikaya ve terörizme kışkırtmaya denk tutulmaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yönetimindeki devlet ve belediye kurumları 1980 sonrası dönemdeki kültür ve sanat politikalarına yeni destekler getirdikleri için takdir ediliyor olsalar da,1 söz konusu desteğe ilişkin politik ve estetik parametreler başta genel ahlâk tartışmalarına ilişkin olarak gitgide daha çok eleştirilir hale gelmiştir. Bu konuyu şimdilik paranteze almak istesem de, belirtmem gerekir ki, bilhassa pornografi meselesi söz konusu olduğunda, genel ahlâka ilişkin olarak diğer ülkelerde geçerli olan hayli 10 standartlaşmış düzenlemeler Türkiye’de de yürürlüktedir. Bu tür düzenlemeler şüphesiz önemlidir. Yine de, Marjorie Heins’ın gösterdiği üzere,2 tartışılan tasvirlerin en hassas olanlara, yani çocuklara ve reşit olmayan kişilere zarar verebileceği öne sürüldüğünde, sansür çok daha yaygın bir şekilde kabul edilebilir hale gelmektedir. Heins bu şekilde belirlenen sansür önlemlerinin çoğu zaman, ifade özgürlüğü açısından başta görünenden çok daha geniş çapta ihlallere yol açan bir başlangıç noktası teşkil ettiğini de öne sürmektedir. Cinsel açıdan istismar teşkil edici imge nedir tartışmasını önemsiz kılmadan, Gauguin’in “Kıskandın mı?” (1892) adlı eserine ilişkin bir vaka, sanatta çıplaklığın nasıl kolayca toplumsal açıdan uygunsuz addedilebileceğine dair yakın tarihli bir örnek oldu. İki çıplak kadının yer aldığı tablo, Star TV’de yayınlanan bir programda flulaştırılarak sansürlendi.3 Bu tür medya müdahaleleri öylesine normalleşmiş durumda ki, süregiden kamusal tepkilere ya da Kültür ve Turizm Bakanlığı ve hatta genel siyaset aygıtının müdahalesine bağlı olmaksızın cereyan etmekteler. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kültür politikalarından sorumlu devlet görevlileri, hoşgörüyle yaklaşılması bir yana, toplumsal düşünüm süreçlerini beslediğinden ve toplumun ve politik sistemin olgunlaşmasına ayna tuttuğundan ötürü sanatın eleştirel gücünün arzu edilir olduğunu sıkça öne sürerler. Türkiye’de güncel sanata yönelik yapısal destekler bulunmasa da, sanatın özgürlüğüne ilişkin anayasal güvence verilmesi de aynı tavrın yansımasıdır. Ancak geçtiğimiz on yılda Kültür ve Turizm Bakanlığı da AKP yönetimindeki belediyeler de (birkaç istisna dışında) sanatta ifade özgürlüğünü korumak için ne yetkilerini kullanmış ne de sanatın veya sanatçıların yanında durmuşlardır. Onun yerine, göreceleştiren konumlara çekilmeyi tercih etmişlerdir: İfade özgürlü- ğünden yana olduklarını sıkça dile getiren yetkililer, aynı zamanda “toplumsal hassasiyetlerin” hesaba katılması gerektiğini de vurgulamaktadırlar. Toplumsal hassasiyetler nosyonu, belirlenme şekline bağlı olarak, sanatta ifade özgürlüğüne yönelik saldırıları meşrulaştırmak için gitgide daha fazla kullanılmaktadır. Devletin anonim vekilleri: “Serbest Vuruş”un adli deneyimi 2005 İstanbul Bienali’nde Vasıf Kortun ve Charles Esche, sanatçı Halil Altındere’yi 9. İstanbul Bienali bünyesindeki “misafirperverlik alanı”nda bir sergi hazırlamak üzere davet etmişlerdi. Sergideki işlerin çoğu militarizm, milliyetçilik ve Kürt hak mücadelesi gibi doğrudan politik temalarla ilgiliydi. Misafirperverlik alanı Bienal’le birlikte 16 Eylül 2005’te, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Ermeniler üzerine bir konferansın ertelenmesi, Karşı Sanat Çalışmaları’nda 6-7 Eylül 1955 olaylarına ilişkin bir sergiye saldırıda bulunulması4 (bkz. sayfa 35) ve “Kürt Sorunu”na yeniden dikkat çekilmesi gibi milliyetçi tepkilerin hararetli olduğu bir dönemde açıldı. Dolayısıyla “Serbest Vuruş”un önce sanat dünyasından sonra da toplumdan büyük bir ilgi görmüş olması şaşırtıcı olmamıştı. Açılıştan bir ay sonra “kimliği belirsiz bir ziyaretçi” savcılığa sergi hakkında suç duyurusunda bulundu ve 13 Ekim 2005’te Beyoğlu 2. Sulh Ceza Mahkemesi sergi kataloğu için toplatma kararı çıkardı. Mahkeme kararı üç görsele dayanıyordu: Demet Yoruç’a ait “Hulk”, Murat Tosyalı’ya ait “İtaat” ve Burak Delier’e ait “Muhafız”.5 Rütbe işaretleri ve üniformalar gibi askerî göndermeler içeren resimlerin Türk Silahlı Kuvvetleri’ni alenen aşağıladığına karar verildi. Mahkemenin kataloğu toplatma kararında şöyle deniliyordu: “ [...]Türk askerine hangi şart ve vaziyette olursa olsun saldırılması lazım bir hedefmiş gibi 11 kötü niyetlerini göstererek TSK’yı alenen aşağılar mahiyette resim yayımladıkları anlaşılmaktadır”.6 Ertesi gün polis memurları Altındere’nin ofisine baskın yapmış, ancak tümü sergi açılışında dağıtılmış olduğundan ötürü herhangi bir kataloğa rastlayamamışlardır. On iki gün sonra, Halil Altındere’nin avukatı Murat Altındere’nin yaptığı temyiz başvurusunun ardından, 3. Asliye Ceza Mahkemesi toplatma kararını iptal etti. Mahkeme bu defa kararını şöyle açıkladı: “geçerli yerel hukuki düzenlemelere göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. ve 10. maddeleri emsal teşkil etmektedir ve toplatma kararı söz konusu maddeler uyarınca iptal edilmiştir.” Karar şöyle devam ediyordu: Toplatma kararına neden olarak gösterilen fotoğraflardan hiçbiri bu maddelerde belirtilen kısıtlama nedenlerini ihlal etmemiştir. Kitabın toplatılmasına neden olan fotoğrafların sanatsal değeri tartışılsa da, kuvvet kullanımını çağrıştırsa da ve toplumun büyük çoğunluğunca hoş karşılanmayacak nitelikte olsa da, içeriği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi normlarına uygun olduğu sürece, demokrasinin bütün bu duygulanımlara katlanmak olduğu da unutulmamalıdır. Kendisiyle gerçekleştirilen bir söyleşide Altındere, Türkiye’de ilk kez bir sergi kataloğunun toplatıldığını belirtmiştir. İfadesine göre, savunması aşağıdaki görüşün ısrarla belirtilmesine dayanıyordu: Resimler sanat eseridirler ve sanat, doğası gereği özgürce eleştiride bulunur. Ayrıca 301. maddenin 4. paragrafına başvurduk; burada eleştiri maksadıyla kullanılan ifadelerin suç teşkil etmediğini ve sanatın bizim tabirimizle (yoruma açık olması anlamında) “açık yapıt” meydana getirdiğini belirttik. Sanat tarihin- den örnekler içeren bir dosya hazırladık ve meseleden bu şekilde kurtulduk.7 Bu olayda dikkat çekici bazı tutarsızlıklar bulunmaktadır. Öncelikle, sözde aşağılayıcı malzemeye karşı yapılmış bir suç duyurusu söz konusudur. Kanuni gerekliliğe rağmen ilk davacının kimliği savcılık8 tarafından asla açıklanmamıştır, ancak suç duyurusunun bir şehit eşi veya oğlunu askerde kaybeden bir anne tarafından yapıldığına dair söylentiler dolaşmıştır. Bu senaryolardan biri hakikaten doğru olsaydı, resimlerden haberdar edildikten sonra savcı, davanın kişilik haklarına saldırı yerine bir devlet kurumunu aşağılama iddiası gerekçesiyle açılabileceğinin en doğrusu olduğu hükmünü verirdi.9 Fakat bu şekilde bile, davanın baştan neden, örneğin serginin kapatılmasına değil de yalnızca bir kataloğun toplatılmasına odaklandığı sorusu yanıtsız kalıyor. Mesele olan, çoğaltılabilen ve kolayca yayılabilen resimler miydi? Yoksa güçlü ve büyük ölçüde devlet yanlısı İKSV bünyesinde gerçekleştirilen ve övgüler toplamış hayli popüler bir bienal kapsamındaki sergiyi kapatmanın büyük bir uluslararası skandala yol açacağına dair bir hesaplamadan dolayı mı böyle yapılmıştı? Üstelik katalog toplatma işlemi titizlikle uygulanmamıştı. Altındere’nin ofisine yakın bir kitabevi toplatma emrinin yürürlükte olduğu sırada bile satışa devam ediyordu. Yalnızca kısa süre geçerli olan, tutarsızca uygulanan ve hızla iptal edilen bu karar ne gerçekleştirme niyetindeydi ve esasen ne elde etti? Akla dört olası ve birbiriyle bağlantılı açıklama geliyor. İlk olarak; toplatma emri serginin meşruiyetini zedelemede bir ölçüde başarılı olmuştu. Mahkemeye, sanatsal bir eleştiriyi aşağılayıcı bir “tasvir”den ayıran hayli bulanık sınırları irdelemenin yanısıra, (estetik teori alanında bir uzmanlık bulunmamasına rağmen) işlerin sanatsal niteliğini de yorumlayarak 12 gerçekten de bir aşağılama cereyan edip etmediğini araştırma fırsatı verdi. Mahkemenin belirli bir şekilde yorum yapmayı seçmiş olması belirtilmesi gereken önemli bir husus. Mahkeme, kararın yasalara uygun olmanın yanısıra demokratik devlet formunun gerektirdiği ölçüde hoşgörülü de olduğunu vurguladı. Wendy Brown’ın analizine dayanarak, mahkeme kararının aynı anda hem söz konusu imajları, hem de “hoşgörü gösterileni hoşgörü gösterene kıyasla aşağı, sapkın veya marjinal olarak belirleyerek” imajları üretenleri gayrimeşrulaştırdığını söyleyebiliriz.10 İkinci olarak; geçici yasak, gazeteleri ve diğer medya kanallarını söz konusu resimleri yayınlamama konusunda sindirdiği ve böylece olası çok daha geniş bir yayılmayı baskıladığı ölçüde de başarılıydı. Üçüncü olarak; söz konusu tasvirlerin altında yatan devlet uygulamaları yerine, militarizm tasvirlerini problematik olarak sınıflandırarak, eleştiriyi “şeyin kendisinden” onun tasvirine başarıyla kaydırmaktadır; böylece politik meselelerin kendileri değil temsilleri problematik addedilmektedir. Brown’dan hareketle okunduğunda, hiç de hoşgörü yoluyla olmayan bu yer değiştirme, yarattıkları etkinin veya ifade ettikleri duruşların liberal bir demokraside (istenmeden de olsa) hoşgörüyle karşılanmaya ihtiyaç duyduğuna işaret ederek, sanat eserlerinin depolitizasyonuna neden olur. Son olarak da, bu gayrimeşrulaştırma hareketi Altındere’nin şahsının bir hedef olarak belirlenmesine yol açmıştır. Kargaşa burada da sona ermemiştir. Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı bu defa Altındere’nin şahsına yönelik adli soruşturma başlattı. Belirtilen gerekçe yine, o zaman geçerli ifadesiyle “Türklüğe hakaret”i suç kabul eden Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi uyarınca, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin alenen aşağılanması idi.11 301. maddeye ilişkin eleştirilere karşılık Türkiye’deki yetkililer, devleti ve kurumlarını (bayrak dâhil olmak üzere) aşağılamaya karşı Avrupa’da yürürlükte bulunan benzer bir dizi yasaya dikkat çektiler ve sorunun kanundan değil uygulanmasından kaynaklandığını belirttiler. Geçmişte, Ermeni Soykırımı’na ve Türkiye’nin çok-etnili ve çok-dilli yapısına ilişkin olarak, devletin çokkültürlülük anlayışının onayladığı “evcilleştirilmiş çeşitlilik” için belirlenen sınırların dışına çıkan ifadelerin tümü (1982 Anayasası’nın 3. maddesinde belirtildiği üzere) Türkiye’nin bütünlüğüne tehdit olarak yorumlanabiliyor ve “bölücülük propagandası” olarak görülebilecek ifadeler de dâhil olmak üzere terörizm sayılıyordu. Bu şekilde, tüm bu suç isnatları, anayasa güvencesindeki ifade özgürlüğüne (Anayasa’nın 26. maddesi) ve (27. maddede düzenlenen) bilim ve sanat özgürlüğüne getirilen kısıtlamaları yansıtmaktadır. Gerçekten cezalandırma veya yasaklama araçları olmaktan ziyade, bu tür suç isnatları, belirli tür imajların gayrimeşrulaşmasına ve bu sırada da fikir sahiplerinin (politik) hedefler haline gelmesine neden oluyor. Altındere 13 Nisan 2006’da suçlamalardan beraat etmiş olsa da, söz konusu vaka doğrudan yasaklama girişimleri dışındaki hukuki suçlamaların nasıl işlediğini ve ne tür tutarsız örüntülere yol açtığını gözler önüne sermektedir. Altındere’nin savunmasının tek dayanağı ifade özgürlüğü değildi; aynı zamanda onun işlerinin ve sergilerinin, eleştirel saiki aşağılamaya denk tutulamayacak bir güç olan sanatın örnekleri olduğunda ısrar ediliyordu. Politik atıfları olsa bile sanatsal imgelerin politik söylemlerden veya diğer tür eleştirel ifadelerden farklı muamele görmesi gerektiği anlayışı bu vakada görsel sanat ve politikanın hem birliğini hem de farklılığını vurgulamaktadır. Ayrıca sanatın etkisini hem koruyan hem de zayıflatan iki uçlu sanatta özerklik kavramının bir tezahürünü sunmaktadır.12 13 Valiliğin takdiri, polis müdahaleleri ve yıldırma Yukarıda tartışılan örnek, adli kanallar yoluyla gerçekleşen bir müdahale sunarken, susturma girişimleri, baskı, yıldırma ve gayrimeşrulaştırmayı içeren “estetiğin idaresi”,13 başka yollardan da işlemektedir. Örneğin Türkiye’de, bir sanat etkinliğinin kamu düzenini bozabileceği kanısında oldukları takdirde yerel idareciler, kendi bölgelerindeki sinema, müzik ve tiyatro gösterilerini engelleme inisiyatifine sahiptirler.14 Söz konusu düzenleme, sansür gücünün valilik düzeyinde genişletildiği ve valilere, askerî cunta tarafından kurulmuş ulusal film ve müzik sansür kurulları tarafından onaylanmış olsa bile eserlere yasak getirme yetkisinin verildiği 1986 yılına dayanır. Milli güvenlik ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ilişkin daha önce bahsi geçen tehditler dışında ahlâk, sağlık, gelenek ve görenekler açısından kamu düzenini bozma gerekçesiyle de “özgür ifade” engellenebilir. Bununla birlikte, hukuki araçlara dayanmak zorunda olmaksızın sanat etkinliklerine müdahale etme konusunda polisin de takdire bağlı yetkileri bulunmaktadır. Türkiye’ye ilişkin 1989 tarihli Helsinki Watch Raporu’nda yer almış iki önemli gözlem; hukuki, hukuk dışı veya keyfî güce bağlı susturma girişimlerine ilişkin olarak bugün de geçerlidir: (a) hukuki süreç, yasağı kaldırmak isteyen davacılar için çok pahalıdır, bu da sansüre uğrayanların (buna kişisel tehditler gibi diğer tür susturma girişimlerini de eklemek isterim) hukuki çareler aramak konusunda tutuk davranmalarına neden olabilir; ve (b) sansür deneyiminin gelecekteki yaratıcı girişimleri doğrudan etkilediğini ve bu tür yıldırmanın, sıkça felç hali diye nitelenen oto-sansürü doğurduğunu ve süreklileştirdiğini düşündürmektedir. 1980’lerin sonlarında görülmüş susturma stratejilerinin o günden bu yana gerçekleşmiş hukuki reformlara rağmen hâlâ kullanılıyor olması, Ahmet Öğüt’ün “Hafif zırhlı” adlı video animasyonuna ilişkin vakada belirgin hale gelmektedir. Yapıt, İstanbul’daki Tepebaşı mahallesinde yer alan The Marmara Pera Hotel’in tepesine konulmuş büyük bir LCD reklam panosunda yer alan bir sergi projesi olan Yama kapsamında gösterildi. Öğüt’ün animasyonunda bulunan standart zırhlı askerî araca neredeyse komik bir biçimde sürekli küçük taşlar isabet ediyordu; taşlar epey küçüktü ve heybetli araca herhangi bir zarar vermek için fazlasıyla kuvvetsizdiler. Enstalasyon, 4 Eylül 2006’da Türk askerî birliklerinin Lübnan’a gönderilmesini protesto edenleri engellemek için Taksim Meydanı’nda toplanan bir polis birliği videoyu fark edinceye dek, 20 gün boyunca orada kaldı. Gazetelerin bildirdiğine göre, görevli memurlar animasyonu “kamu düzenine tehdit”, “terörist eylemlere” çağrı ya da başka bir ifadede belirtildiği üzere “terörizm propagandası” olarak görmüşlerdi.15 Söz konusu teröristlerin kimler olabileceği asla belirtilmemişti; fakat görünüşe bakılırsa, bu şekilde sınıflandırılmış bir tehlike iması bile, otele bir polis gönderilerek gösterimin derhal durdurulmasını talep etmek için yeterli bir gerekçe sağlamıştı. Öğüt aleyhine herhangi bir suçlama yapılmadı ve dava açılmadı. Sanatçı polis müdahalesinin iptaline ilişkin hukuki herhangi bir girişimde de bulunmadı. Dolayısıyla, bu vaka hukuki yöntemlere başvurulmadan gerçekleştirilen başarılı bir bastırma ve yıldırma olarak sınıflandırılabilir. Polis bir yıl sonra Hafriyat Karaköy’de gerçekleşen “Allah Korkusu” başlıklı bir afiş sergisinin açılışına da müdahale etti. Sergi hakkında İslâmcı gazete Vakit’te yazı çıkmıştı ve gazete sergiyi yalnızca başlığından ötürü “rezalet” olarak duyurmuş- 14 tu. 5 Kasım 2007’de “Küstah Sergi” başlığı atan Vakit makalenin sonunda sergi mekânının açık adresini vermeyi de ihmal etmemişti.16 Kendilerini tehdit altında hisseden Hafriyat kolektifi açılışta polis koruması istedi. Gelen polis memurları, mekânı incelerken sergilenen afişlerden bazılarını “sakıncalı” buldular ve daha ayrıntılı bir araştırma yapmak üzere, terörle mücadele ekibiyle birlikte yeniden geldiler.17 Polis müdahalesi, özellikle de polisin açılışta esasen bir miktar koruma sağlamak için bulunuyor olmasından ötürü yıldırıcı bir etki yaptı. Neriman Polat’ın katıldığı bir panelde belirttiği üzere, sonuç olarak, anlaşmazlığı engellemeye yönelik bir girişimle (aynı zamanda posterlerin bazılarının estetik niteliklerinden ziyade ihtilaf üzerinden değerlendirilebileceği düşüncesiyle) bazı eserler, yoğun tartışmaların ardından buruk bir şekilde sergiden çekildi.18 Türkiye devletinin geniş menzili Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın çelişkili bir biçimde müdahale ettiği bir örnek, Hüseyin Karabey’in filmi “Gitmek” olmuştur. Bakanlığın fon verdiği film tamamlanmasının ardından bazı prestijli uluslararası film festivallerine kabul edilmişti. 2008 yılının Aralık ayında eleştirmenlerin övgüleriyle Türkiye’de gösterime girdi. Aynı tarihlerde “Gitmek” İsviçre’de düzenlenen ve Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da sponsorları arasında bulunduğu Culturescapes Turkey adlı festivalde de gösterilecekti. İlk gösterim gerçekleşmeden önce film aniden programdan çıkarıldı; zira Bakanlığın Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı İbrahim Yazar, “Gitmek” filminin gösterimi durdurulmadığı takdirde 400.000 Avroluk ciddi miktarın festivale verilmeyeceğine dair bir tehditte bulunmuştu. Sonraki günlerde Yazar’ın, üstlerinin onayı ve bilgisi olmaksızın hareket etmiş olduğu ortaya çıktı. Kendisiyle yapılan bir görüşmede Ya- zar, “böyle hassas zamanlarda” “bir Türk kızının bir Kürt’e âşık” olması hikâyesinin “Türk duyarlığının[a]” aykırı olduğunu ifade etmişti.19 Bir basın toplantısında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, birimiyle ilişkili sansür girişimlerinin maksatlı olmadığını belirtip, filmin ulusal gösteriminin aksi yönde bir kanıt teşkil ettiğine işaret ederek konuyu kapatmaya çalıştı. Ancak ısrarlı sorular karşısında, Türkiye’nin imajını etkilediği takdirde, festivalin ana sponsoru olarak Türkiye devletinin programda değişiklik talep etmesinin gayet doğal olduğunu söyledi. Yerel organizatörlerin Güneydoğu Anadolu’dan Kürdistan diye bahsettiklerine dikkat çekerek şu soruyu sordu: “Türkiye’nin bir bölümünün bir başka isimle isimlendirilmesi karşısında sessiz mi kalmalıyız?”20 Film sonunda sinema yönetmenlerinin girişimiyle festivalden bağımsız olarak sinemalarda gösterildi. Bu vakada da görülen çok sayıda tutarsızlık, sponsor olan devlet kurumunun filmin dolaşıma girmesini (ya da daha ziyade gösterileceği çerçeveyi) sınırlamaya çalışması ve mali tehdit yoluyla Türkiye dışında baskı uygulamasıyla sınırlı değildir.21 Olaydan birkaç ay sonra Karabey, Bakan Günay’ın olayın bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını belirterek kendisinden şahsen özür dilediğini bildirdi. Yazar ise, Siyah Bant araştırması çerçevesinde, 21 Mart 2012’de kendisiyle yaptığımız bir görüşmede, söylediklerinin basın tarafından kasten çarpıtıldığını öne sürerek, herhangi bir pişmanlık ifade etmedi. Kendi müdahalelerinin “yalnızca, festivalde sponsorluk anlaşmasında taahhüt edilenden farklı bir grup film gösterilmesinden kaynaklandığını” söyledi. 15 Sanatçılar ve Kürt hak mücadelesi: Nezaret, taciz ve yargı Kürt kökenli sanatçılar yaratıcı faaliyetlerinin “Kürt sanatı” olarak sınıflandırılmasından duydukları rahatsızlığı uzun zamandır belirtiyorlar, Kürt hak mücadelesiyle organizasyonel olarak bağlantılı sanatçılar ise tek tek güncel sanatçılardan (hatta sanatçı kolektiflerinden) farklı birtakım güçlüklerle karşı karşıya kalıyorlar. Muhtemelen bunun en belirgin olduğu yer (büyük hareket ve genişleme kapasitelerinden ötürü) Mezopotamya Kültür Merkezleri (MKM). Fakat görünüşe bakılırsa, belirli sanat ve kültür etkinliklerinin nerede gerçekleştiği de Kürt sanatçıların karşılaştığı baskılarda etkili olmaktadır. Örneğin MKM İstanbul’un, İstanbul’da düzenlediği etkinliklere ilişkin olarak 2000’lerin başından bu yana kontrol mekanizmalarında bir gevşeme görülmekle birlikte, bölgedeki etkinlikleri hâlâ sıkı gözetim altındadır. Etkinliklerden önce kendilerinden kimlik bilgileri, temiz kâğıdı ve program ayrıntıları düzenli olarak istenmektedir. Kürt bölgesinde kültür ve sanat etkinlikleri hâlâ alışıldığı üzere filme alınmaktadır. 2002’den beri İstanbul’da yaşayan ve “örgüt propagandası” ile suçlanan MKM sanatçıları her iki mekânda da aynı programları sundukları zaman bile, bu tür vakaların İstanbul yerine bölgede yaşanması da dikkate değerdir. Sıkça belirtilen bir diğer tutarsızlık, sanatçıların devletin TRT Şeş kanalında da çalınıyor olan bazı şarkıları politik gösterilerde söylemekle suçlanmaları. Bölgedeki tüm belediye merkezlerinde olduğu gibi Diyarbakır’da da bölgeye ait emniyet güçleri kültür ve sanat etkinliklerini düzenli olarak takip ve kayıt etmektedir. Bu uygulama yalnızca MKM’ler için değil, örneğin Anadolu Kültür’ün, Diyarbakır Sanat Merkezi kapsamındaki etkinlikleri gibi bağımsız sanat organizasyonları için de geçerlidir. Söz konusu kayıtları kimin izliyor olduğu ve hangi kriterlere göre değerlendirme yapıldığı halen bilinmemektedir. Ancak MKM’nin arşivlerinde sık sık baskın ve toplatma yapılmaktadır ve sanatçılar bölgedeki, hatta belki ülkedeki en iyi sanat arşivinin emniyette olduğunu sıkça belirtmektedir. Dahası, yerel güvenlik güçleri tarafından PKK ile yakın algılanan sanat organizasyonları sürekli polis gözetimi altındadır. Yine de bir dizi mekân açmış ve şehirlerde sanatı etkin şekilde desteklemekte olan BDP yönetimindeki belediyeler ile bölgedeki valilikler arasında önemli bir ayrım söz konusudur. Sanatta ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar iki yönetim düzeyi arasındaki gerilim alanında tesis edilmektedir. Valiliğe veya Belediye’ye bağlı olan ve bağımsız olan kurumların deneyimleri çok farklı olmaktadır. Örneğin Belediye’ye bağlı olan Diyarbakır Şehir Tiyatrosu, önemli bir kısmı Kürtçe olan repertuvarını ciddi engellerle karşılaşmadan sergileyebilirken, bağımsız olan Dicle Fırat Kültür Sanat Merkezi’nin üyeleri (ve ziyaretçileri) kültür merkezine girip çıkarlarken düzenli olarak rahatsız edilmektedirler. Taciz ve gözdağı yoluyla sistematik baskı uygulanmasının, bölgedeki susturma repertuarının önemli bir kısmını teşkil etmesi, Adana MKM vakasında belirgin bir hal almaktadır. Merkez üyelerinin, yerel güvenlik güçleri tarafından sistemli bir şekilde rahatsız edilmesinden cesaret bulan, Kürt olmayan MKM komşuları organizasyona itirazlarını benzer şekilde ifade etmeye başladılar ve son birkaç yılda merkezi tekrar tekrar yer değiştirmek zorunda bıraktılar. Bölgede vuku bulan en dikkat çekici sansür vakalarından biri, Batman’daki Bahar Kültür Merkezi’ne bağlı (NavenDa Canda Baharé) 13 sanatçıyla ilgilidir. Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dava açtığı sanatçıların “suçları” iddianameye göre, “2006 Batman Kültür Sanat Festivali’ne katılmak, yerel Nevruz kutla- 16 malarında yer almak, basın toplantılarına katılmak ve politik toplantı ve gösterilerde vurmalı çalgılar çalarak destekleyici sloganlar atmak” gibi faaliyetlerdir. “Bölücülük propagandası”yla suçlanmanın yanısıra bazı sanatçılar Gösteri ve Yürüyüş Kanunu’nun 2911 sayılı maddesine aykırı davranışlarla da suçlanmışlardır. Temyiz sürecindeki davada sanatçıların bazıları için 20 yıla varan hapis cezaları istenmektedir. Suçlanan sanatçıların çoğu geçtiğimiz dört yıl zarfında aleyhlerine açılmış başka davalarla da mücadele etmekteler.22 Vaka, Kürt sanatçılardan gelen tüm ifadelerin (mevcut politik konjonktürde) politik ifade olarak yorumlandığını göstermesi bakımından çarpıcıdır. Altındere vakasının aksine Diyarbakır Mahkemesi, ifadeleri sanata ilişkin bir soru olarak değerlendirmemiş, doğrudan yasadışı siyasi ifadeler olarak tanımlamıştır. Dikkat çekmek istediğim (ve bölgedeki görüşmelerle desteklenmiş) ikinci husus, bölgedeki Kürt sanatçılara karşı açılmış ve devam etmekte olan davaların birçoğunun mevcut hükümetin sözde “Kürt açılımı” sırasında veya sonrasında toplanmış kanıtlara dayanıyor olması. AKP’nin “açılım” dizisinin “samimiyeti”ne (şayet böyle bir samimiyet bulunduğu farz edilebilirse) ilişkin sorular doğurmaktan öte, Bahar Kültür Merkezi’ne bağlı sanatçılara karşı açılan davalar, Türkiye’nin 2004 yılından bu yana geçirdiği hukuki reformlar ve sözde demokratikleşme önlemlerine rağmen, potansiyel olarak “suçlayıcı” bilgiler toplanmasının asla bırakılmadığını göstermektedir. Bu bilgiler daha sonra, politik açıdan müsait anlarda keyfî bir şekilde iddianamelere dönüştürülebilir (veya böyle müsait bir an gelene dek bir ‘çekmecede’ bekletilebilir), fakat örgütlenen Kürt sanatçılara yönelik genel şüphe, görünüşe bakılırsa asla dinmemektedir. Bahar Kültür Merkezi vakası üçüncü bir açıdan da dikkate değerdir: bireysel hükümler dışında mahkeme, bir denetimli serbestlik önlemi olarak soruşturma kapsamındaki 13 sanatçının beş yıl boyunca herhangi bir sanatsal veya kültürel etkinliğe katılmaktan men edilmesi yönünde de karar vermiştir. Bu tür bir kararın hukuki parametrelerine (yani neyin kültürel etkinlik sayıldığı neyin sayılmadığı, kültür merkezine gitmenin de bir suç olup olmadığı) ilişkin araştırma hâlâ süregiderken, cezaları, özellikle Kürt hak mücadelesinde etkin sanatçıları tecrit etmeye ve kendileri tarafından üretilen her tür ifadeyi engellemeye yönelik bir önlem olarak okumak mümkündür. Adli makamların bu denetimli serbestlikteki “ihlalleri” değerlendirip değerlendirmeyecekleri ve ne zaman böyle yapacakları zaman içinde görülecek. Bu tür kısıtlamalar Kürt sanatçıların üretimlerini ve günümüzdeki politik seferberliği etkilemekle kalmamaktadır; bölgedeki sanatçıların sıkça işaret ettiği üzere, Kürt sanat repertuarının sürdürülebilir şekilde geleceğe aktarılması açısından da sonuçları olacaktır. Adana’da yaşayan bir Kürt müzisyen ve besteci bu hususu etkileyici bir şekilde dile getirmiş ve kendisine ait tüm müzik eserlerinin Telif Hakları Genel Müdürlüğü’ne kayıtlı olduğunu belirtmiştir. Telif bedellerini ödemiş olan sanatçı şu an “anayasaya aykırı” bulunan bazı parçalarını icra edememektedir. Bu vakada “kültürel düzenleme”23 biçiminde görülen sansür, hangi ifadelerin tolere edileceğinin ve hangileri için kısıtlama olmaksızın dolaşım izni verileceğinin sınırlarını belirlemekle kalmıyor, aynı zamanda, Türkiye devletinin bu şekilde engellenen sanatsal ifadeleri ve üreticilerini görünmez kılarken, onlardan kâr etmeyi sürdürdüğünü de gösteriyor. İngilizce’den çeviren: Gülin Ekinci 17 Notlar 1. Bkz. Aksoy, Asu (2009) “Zihinsel Deği- 11.“Türklüğü” aşağılama olarak algılanan ta- şim? AKP İktidarı ve Kültür Politikası”, Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş içinde, der. H. Ayça İnce ve Serhan Ada, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 179-198. 2. Heins, Majorie (2001) Not in Front of the Children: “Indecency”, Censorship, and the Innocence of Youth, New York: Hill and Wang. 3. http://bianet.org/bianet/sanat/139831gauguine-televizyonda-sansur 4. Saldırıya ilişkin bir tartışma için bkz. Ergener, Balca (2009) “ ‘Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları’ Sergisi ve Sergiye Yapılan Saldırı Üzerine”, Red Thread, 2009. http:// www.red-thread.org/en/article.asp?a=25. 5. Demet Yoruç ve Murat Tosyalı’nın işleri sergide gösterilmekle birlikte Delier’in işi açılıştan kısa bir süre sonra kaldırıldı. Ayrıntılı bir analiz için Burak Delier’in bu kitaptaki yazısına başvurunuz. 6. Akt. Ergün, Demet Bilge (2005) “Katalog toplatıldı: Bienale ‘301’ gölgesi”, Radikal, 27 Ekim 2005; http://www.radikal.com.tr/ haber.php?haberno=168190. 7. Halil Altındere ile söyleşi, İstanbul, 17 Ağustos 2007. 8. Hale Tenger’in “Böyle Tanıdıklarım Var II” işi için de, kimliği açıklanmayan biri şikâyetçi olmuştur, bkz. sayfa 19. 9. Karikatüristlere karşı davaları nam salan Başbakan bizzat söz konusu stratejinin başlıca öncüsü olmuştur; örneğin bkz.: http://bianet.org/bianet/ bianet/44041-basbakan-devlet-vekarikatur, http://bianet.org/bianet/ bianet/83115-basbakandan-bir-karikaturdavasi-daha, http://bianet.org/bianet/ ifade-ozgurlugu/105021-basbakanindava-actigi-leman-dergisine-kufur-vetehdit. 10.Brown, Wendy (2006) Regulating Aversion. Tolerance in the Age of Identity and Empire, Princeton: Princeton University Press. vırlar için referans teşkil etmiş olan maddedeki ifade, iddialara göre, netleştirme amacıyla değiştirilmiştir. Söz konusu değişiklikler: “Türklük” yerine “Türk halkı” ifadesinin kullanılması, en yüksek cezanın üç yıldan iki yıla indirilmesi ve 30 Nisan 2008 itibariyle dava açılması için Adalet Bakanlığı’nın (dolayısıyla politik yetkililerin) izninin aranmasıdır (5759 numaralı kanun). Hükümet ifade özgürlüğünün bir ihlali olarak görülen 301. maddeye getirilen ulusal ve uluslararası eleştirilere karşılık bu yasa değişikliklerini sunmuş, ancak eleştiriler sürmüştür; zira “içerikte değil ifade tarzında değişiklik yapılmıştır, dolayısıyla ifade özgürlüğünün genişletilmesine katkıda bulunmamaktadır” [Algan, Bülent (2008) “The Brand New Version of Article 301 of Turkish Penal Code and the Future of Freedom of Expression Cases in Turkey”, German Law Journal 09/12: 2237-2252, s. 2241]. Yakın geçmişte bu bağlamdaki tartışmanın büyük kısmı ceza kanunundaki, “Türklüğe” (ve güncellenmiş versiyonunda “Türk halkına”) ve “kurumlarına” “hakareti” suç addeden ihtilaflı 301. maddeye odaklanmıştı. 301. madde işlevini sürdürmüyor gibi gözükse de bir yıldırma yöntemi oluşturmuştur. 12.Devereaux, Mary (1995) Protected Space. Politics, Censorship, and the Arts. In Ethics and the Arts. An Anthology, D.E.W. Fenner, der. (s. 41-58), New York Garland Publishing, Inc. s 52-55. 13.Burt, Richard (1994) The Administration of Aesthetics: Censorship, Political Criticism, and the Public Sphere, Minneapolis: University of Minnesota Press, s.xi. 14.Söz konusu yetkinin uygulandığı yakın tarihli bir vaka Ekümenopolis örneğidir, ayrıntıları için bkz. sayfa 20. 15.Sönmez, Ayşegül (2006) “Masa ve ekrandan sanat gösterimi”, Sabah, 29 Eylül 2006, http://arsiv.sabah.com. 18 tr/2006/09/29/cm/aja101-20060908103.html. Ayrıca bkz. Yıldız, Adnan (2006) “12 Eylül’ün karşısına!”, Radikal, 12 Eylül 2006, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6257. 16.Gazetenin günümüzdeki versiyonu olan Akit aynı hedef gösterme ve nefret söylemi stratejisini Özen Yula’nın “Yala ama Yutma” oyunu için de kullanmıştır; bkz. sayfa 21. 17.Tartışmalı bulunan görsellerin tümü Mustafa Kemal’in yüceltilmesi temasıyla ilgiliydi. Detaylı bilgi için bkz. Saymaz, İsmail (2007) “Yağmurdan kaçarken”, Radikal, 14 Kasım 2007; radikal.com.tr/ haber.php?haberno=238788; Serin, Ayten (2007) “Allah Korkusu sergisi açılmadan korkuttu”, Hürriyet, 7 Kasım 2007; http:// www.hurriyet.com.tr/gundem/7639192. asp?m=1 ve Şahin, Özden (2009) “Censorship on visual arts and its political implications in contemporary Turkey: Four case studies from 2002- 2009”, Sabancı Üniversitesi, yayınlanmamış master tezi, s. 72-83. 18.Neriman Polat, “Güncel Sanatta Sansür” başlıklı panel tartışması, 4. Hrant Dink Anısına Atölye, İstanbul, 28 Mayıs 2011. 19.http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT ype=RadikalDetayV3&ArticleID=906900& Date=05.11.2008&CategoryID=82 20.Önderoğlu, Erol (2008) “Kültür Bakanlığı ‘Gitmek’i Festival Programından Çıkarttı”, bianet, 3 Kasım 2008. http://bianet.org/ biamag/bianet/110616-kultur-bakanligigitmeki-festival-programindan-cikartti. 21.Bu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın önce fon verip sonrasında gayrimeşrulaştırdığı tek proje değildir. Benzer bir diğer örnek Handan İpekçi imzalı "Hejar"dır. 22.Vakaya ilişkin mevcut çevrimiçi haberleri birarada görmek için bkz. http://www. siyahbant.org/?p=63. 23.Butler, Judith (1998) “Ruled Out: Vocabularies of the Censor”, Censorship and Silencing: Practices of Cultural Regulation içinde, der. R.C. Post, Los Angeles: Getty Research Institute for the History of Art and the Humanities, s. 247-259. 19 “Böyle Tanıdıklarım Var II”: Bir dava düşmesi, bir beraat 1992 yılında Hale Tenger’e 3. Uluslararası İstanbul Bienali’nde sergilenen “Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı eseri nedeniyle iki dava açıldı. İlkinde açılan dava düştü, ikincisinde de beraat kararı çıktı. Bir duvar yerleştirmesi olan “Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı çalışma Kapalıçarşı işi turistik iki hazır objenin tekrarlanarak kullanımından oluşuyor. Bunlardan ilki, kilden orijinali Selçuk Müzesi’nde olan bereket tanrısı (Priapos) diğeri ise -görmedim-duymadım-konuşmadım üç maymuncuk heykelciği. Üç maymuncuk heykelcikleri fonu oluştururken Priapos heykelcikleri yıldızlar ve ayı oluşturuyorlar. Dava süreci, Beşir Ayvazoğlu’nun Türkiye gazetesinde yazdığı yazıda Tenger’i hedef göstermesiyle başladı. Ayvazoğlu, bu eserden bahsedip sanatçının böyle bir iş yaparken bir şekilde “karşılığını” beklemesi gerektiğini söylüyordu. Bu haberi okuyan, Çanakkale’den kimliği belirtilmeyen bir kadının incindiği gerekçesiyle savcılığa telefonla şikâyette bulunduğu iddia edildi ve Tenger hakkında önce Türk Bayrağı’na hakaretten dava açıldı. Eserin gerçek bir bayrak olmaması nedeniyle dava düştü. Akabinde Türk ulusunun sembollerine hakaretten dava açıldı. Tenger savunmasında başka ülkelerin bayrağında da ay yıldız olduğunu ve bunun, kadınların erkekler tarafından ezilmesini anlatan evrensel değerler taşıyan bir eser olduğunu belirtti. Bu davadan ise beraat etti. Eser 1992’de beraat etti ama “göstermek” üzerinden aynı dava yeniden açılabileceği için Tenger, 2007’de İstanbul Modern’de bir seçkide ve santralistanbul’un açılış sergisi olan “Modern ve Ötesi”nde sergilenmesi taleplerini geri çevirdi. 1+1 dergisine (no. 5, Ağustos 2010) verdiği bir röportajda talepleri geri çevirmesini, bu tip durumlarla tek başına uğraşmak zorunda kalması ve ortalığın gerginliğiyle açıklıyordu. "Böyle Tanıdıklarım Var II", Hale Tenger, 1992, pirinç döküm Priapos ve üç-maymun heykelcikleri, 700 × 9 × 140 cm 20 “Ekümenopolis” belgeselinin Enez’deki gösteriminin iptali üzerine İmre Azem’in yönetmenliğini yaptığı İstanbul’un yaşadığı kentsel dönüşüm sürecini ve temelindeki dinamikleri sorgulayan “Ekümenopolis-Ucu Olmayan Şehir” belgesel filminin 4 Temmuz 2012 günü Enez’de yapılması planlanan gösterimi, Kaymakam tarafından trafiği aksatacağı gerekçesiyle son anda iptal edildi. Kentsel dönüşümün getirdiği mağduriyetlere dikkat çekmek ve mahalleleri bilgilendirmek için belgeselin ücretsiz gösterimlerini düzenleyen Kent Hareketleri adlı yerel inisiyatif, gösterimden önce filmin bir kopyasını Kaymakamlık’a, Belediye’ye ve Emniyet’e dağıtarak, ilgili tüm kurumların izin ve onaylarını almıştı. Enez Kaymakamı Fatih Baysal, basın bürosu yoluyla yaptığı açıklamada Enez’in yaz aylarında çok kalabalık olduğunu ve bu yüzden yer sorunu nedeniyle izin vermediklerini belirterek yeniden müracaat edilirse değerlendirebileceklerini söyledi. Kent Hareketleri, Bilgi Edinme Yasası Kanunu çerçevesinde, Enez Kaymakamlığı’na iptal gerekçesiyle ilgili bilgilendirme talep eden bir başvuru yaptı. Gelen yanıtta, trafik sıkışıklığının sebep olarak gösterilmesi üzerine, filmin yönetmeni İmre Azem, Enez Kaymakamlığı’na bir dilekçe yazarak trafik düzenlemesinden Enez Belediyesi’nin sorumlu olduğunu ve gösterimin gerçekleşeceği yolun rutin olarak saat 21:00’den itibaren trafiğe kapandığını hatırlattı. Üstelik belediye gösterime izin vermekle kalmamış, gün boyu anonslarla halka duyurmuştu. Azem’in, yurtiçi ve yurtdışındaki festivallerde ve özel programlarda defalarca gösterilmiş olan ve hatta vizyona giren filminin, Enez’deki gösteriminin, Kaymakamlık dâhil tüm mecralardan gerekli yasal izinler alındığı halde, keyfî ve sözlü bir şekilde iptal edilmesinin gerekçesini sorduğu bu dilekçeye henüz yanıt gelmedi. Kaymakamın, kentsel dönüşüm sürecini ve aktörlerini deşifre eden ve eleştiren bu belgeselin gösterimini keyfî bir şekilde, ikna edici olmayan sebepler öne sürerek iptal etmesi, Kaymakamlığın ve ilgili mecraların filmin içeriğinden rahatsız olduklarına dair bir düşünce uyandırıyor. Film, bugüne kadar İstanbul ve Ankara’da sinemalarda 7 hafta vizyonda gösterildi. Yurtiçi ve yurtdışında birçok festivale katıldı ve 2011 Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nde “Documentarist Yeni Yetenek Ödülü”, 2011 Saraybosna Film Festivali’nde “İnsan Hakları Ödülü”, 44. SİYAD Ödülleri’nde “En İyi Belgesel Ödülü” ve İstanbul Mimarlar Odası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nde “En İyi Belgesel Ödülü”nü aldı. Filmin Taksim Gezi Parkı gibi kamusal mekânlarda gösterimi gerçekleşti. Azem, filmin yasaklanmasından sonra ilginin arttığını, Enez’de küçük grupların evlerde toplanarak filmi seyrettiğini belirtti. 21 “Yala ama Yutma” oyununun hedef gösterilmesi “biriken” grubunun yönettiği “Yala ama Yutma” oyunu, Vakit gazetesinin hedef göstermesiyle başlayan baskı ve tehditler neticesinde 15 Şubat 2010 tarihinde Kumbaracı50’de yapacağı prömiyeri ve gösterileri iptal etti. Özen Yula’nın metnini yazdığı oyun bir meleğin kendini Türkiye’de porno film setinde oyuncu Leyla’nın bedeninde bulmasını anlatıyor; bir porno setinde ekonomik eşitsizlik, küresel ısınma, kadın hakları, militarizm gibi konuları masaya yatırıyor. Vakit gazetesi oyun henüz gösterilmeden, “Ahlaksız oyundan tahrik dolu mesajlar” başlığı ve “Sağduyulu müslümanlar, ahlaksız tiyatronun oynanmadan kaldırılmasını istiyor” spotuyla ilk haberini yaptı. Sonraki günlerde oyunun gösteriminin yasaklanmasını isteyen çeşitli görüşleri derleyerek “Ahlaksız oyun çileden çıkarttı”, “Pornografik oyuna tepkiler büyüyor. Birçok internet sitesine yorum yazan müslümanlar iptal edilmediği takdirde protesto edeceklerini söylediler” gibi yorumları haberleştirdi. Gazetenin art arda yaptığı haberlerin etkisiyle tiyatro bir dilekçe ile İstanbul Valiliği’ne başvurdu. Dilekçede Vakit gazetesinde provokasyon haberleri çıktığı, bu sebeple Emniyet’ten oyunun oynanacağı tarihler için güvenlik önlemi alınması talep ediliyordu. “Yala ama Yutma” ekibi de yaptığı başvuruda sanatçılar için Emniyet’ten koruma talep etti. Oyunun yönetmenlerinden Okan Urun sonradan katıldığı bir toplantıda, bürokratik işlemler sırasında görevlilerin yardımcı olmadıklarını, kendilerini Emniyet’e yönlendirdiklerini ve bu sürecin gerginliklerini daha da artırdığını söyledi. Emniyet’e gittikleri gün, Beyoğlu Belediyesi’ne bağlı zabıta ekipleri özel bir emirle Kumbaracı50’ye gelip yangın merdiveni olmadığı gerekçesiyle tiyatroyu mühürledi. Sanatçılara ve tiyatroya elektronik posta ve telefon yoluyla yapılan tehditler artınca, kendilerini ve misafir oldukları tiyatroyu tehlikeye sokmamak için oyunu oynamamaya karar verdiler ve yaptıkları basın açıklamasında “(…) ‘Yala ama Yutma’ oyununun bu şartlarda, bu dönemde ve Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’da oynanamayacak olduğunun, oynanmasının istenmediğinin göstergesidir. Biz de bu durum doğrultusunda kendimizin, yakınlarımızın, seyircilerimizin güvenliği açısından oyunumuzu zorunlu ve zamanı ve mekânı belirsiz olarak ertelediğimizi açıklıyoruz.” dediler. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay 12 Şubat günü CNN Türk’te katıldığı “Afiş” programında konuyla ilgili kendisine yöneltilen soruya. “(…) sanatçı arkadaşlarımız zaten toplumla ilgili bazı değerleri gözetmek konusunda bazı basın organları kadar dikkat göstereceklerdir. Sansürcü bir yaklaşımdan yana değilim fakat benim de bazı kriterlerim var. Bazı filmlerde işin ucunun kaçtığı olmuştur, bunlara müdahale ettiğim oluyor” şeklinde yanıt verdi. Urun bir kültür bakanı olayları değerlendirirken “Ben sansüre karşıyım, ama...” diye 22 cümlesine başlarsa, Tophane’deki halkın da Kumbaracı50’ye “Ayağınızı denk alın. Biz oraya sopalarla geliriz.” demesinin normal karşılanacağını söyledi. Urun, süreci anlatırken tüm bu yaşananlardan sonra korkmanın ve korktuğunu söylemenin en doğal hakları olduğunu, aslen korkutanların bunu nasıl başarabildiklerine bakmak gerektiğini belirtti. Kumbaracı50’ye mekânda gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra ruhsat verildi ve tiyatro yeniden açıldı. Oyun İDANS 04 Festivali kapsamında “yeni eser” başlığıyla, farklı bir görsel ve gözden geçirilmiş tanıtıcı metin ile, yurtdışında, New York ve Almanya’da festivallerde gösterildi. “Yala ama Yutma” oyununu hedef gösteren Vakit gazetesi, 02.02.2010 23 Mazlum-Der’in hazırladığı, İfade ve Toplu Eylem Özgürlüklerinin İhlali Araştırma ve İnceleme Raporu’nda yer alan (Ekim 2011), Bahar Kültür Merkezi’nden tiyatro sanatçısı Çiçek Tekdemir’in anlatımı Bahar Kültür Merkezi’nin tiyatro grubunda sanatçıyım. Ayrıca müzikle de uğraşıyorum. Bahar Kültür Merkezi şirket olarak kurulmuş profesyonel bir sanat merkezidir. Burada birçok sanat dalları alanında çalışmalarımız var. Mesela Tiyatro grubumuz var, birkaç müzik grubumuz var. Müzik gruplarımız her yerde tanınıyor. Birçok arkadaşımızın albümü var ayrıca arkadaşlarımızın müzik klipleri televizyonlarda yayınlanıyor. Yurtiçi yurtdışı birçok etkinliğe davet ediliyoruz. Ücret karşılığında sahne alıyoruz. Bunların dışında resim kurslarımız ve folklor çalışmalarımız da var. Çocuklara sanat eğitimi veriyoruz. Çocuk koromuz var. Tiyatro dışında sinema filmlerinde de oynadığımız olmuştur. Genel olarak demek istediğim hepimiz profesyonel sanatçıyız. Sanatımızı ayırımsız icra ediyor; Türkçe, Kürtçe her dilde sanat yapmaya çalışıyoruz. Tabii bu coğrafyada sanat yapmak kolay değil. Hele de çok kültürlü bir sanat anlayışına sahipseniz işiniz daha da zor. Arkadaşlarımızla sanatımızı icra ederken birçok tuhaf davaya maruz kaldık. Bunlardan örnekler vermek isterim. Tiyatro grubu olarak kadınların haksızca ve fazlaca tutuklanmasına ilişkin eleştirel bir oyunumuz vardı. Sanat sokağında sahne almıştık. BDP’nin talebi karşılığı ücret mukabilinde sanat sokağında bulunan kitleye oyunumuzu sergiledik. Bizim etkinliğimiz sona erdikten sonra oyun sergilemek dışında bizim hiçbir ilgimizin olmadığı bu kitle sanat sokağından belediyeye yürüyüş yapmış. Biz o yürüyüşe hiç katılmamamıza rağmen sonradan bizlere de yürüdüğümüz gerekçesiyle dava açıldığını öğrendik. Tiyatro oyununu sergileyen biz beş arkadaşa ve bizi izleyip de yürüyüşe katılmayan bir arkadaşımıza dava açıldı. Bizi izleyen arkadaşımız hem tiyatro oyunu oynamaktan hem de yürüyüşe katılmaktan davalık oldu. Onun her iki etkinlikle de ilgisi yoktu. Bize açılan dava Toplantı ve Gösteri Yasasından dolayı mı açıldı yoksa örgüt propagandasından mı açıldı hatırlamıyorum. Ben bu hukuki işlerden de pek anlamam. O kadar dava açıldı ki hakkımızda inanın hatırlamıyorum artık. Yine sanat etkinliğe gittiğimiz günün birinde içinde bulunduğum minibüs durduruldu ve kimlik kontrolü yapıldı. Ardından bana bir ifade vermem gerektiğini söyleyerek Emniyete götürdüler. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Ben sanat sokağındaki etkinlik olabilir mi diye düşünürken baktım ki başka bir soruşturmaymış. Terörle mücadele şubesinde işte neymiş sen “Oramar” adlı şarkıyı söylemişsin, bu şarkıyı söylediğin için terör örgütünün propagandasını yapmışsın, o yüzden buradasın dediler. Bunun üzerine avukatım gelinceye kadar ifade vermeyeceğim dedim. Bana önceden uzattıkları kâğıdı da imzalamadım. Ayrıca öyle bir şarkıyı okumadığımı çok iyi bildiğimden avukatım geldikten sonra ifademde de belirttim. Ben müzik etkinliklerinde sadece erbane çalarım, erbane grubundayım, şarkı söylemem dedim. Ben gerçekten de şarkı söylemiyorum. Tiyatrocuyum ve bazı konserlerde erbane (tef) çalmayı seviyorum o kadar. İfademden sonra savcılık beni tutuklamaya sevk etti ancak 24 mahkeme serbest bıraktı. Savcı da çok anlayışlıydı. Ben kendisine sadece sanatımı icra ettiğimi ve başka bir amacımın olmadığını söyleyince saygı duyduğunu söylemişti. Ben serbest bırakıldıktan dört gün sonra polisler yine geldi ve itiraz üzerine tutuklandığımı söylediler. Direkt cezaevine gönderildim. İlk mahkemede neyle suçlandığımı sordum. Bir baktım ki her biri farklı tarihte olan sanat etkinliklerim beş altı soruşturmaya konu olmuş ve birleştirilmiş. Bu arada soruşturmalardan sadece biri etkinlik dışıydı. Mesele de şu; günün birinde evden çıkıp işyerinde giderken sanat sokağında bir kalabalık gördüm. Kalabalık doğal olarak insanın dikkatini çeker ve sonuçta ben de bir insanım. Ben de herkes gibi kalabalığa yanaştım ve baktım ki basın açıklaması okunuyor. Ben sadece açıklamayı biraz dinleyip ardından işe gittim. Meğerse o basın açıklamasından sonra kitle ile polis arasında çatışma çıkmış ve sonradan öğrendim ki o çatışmadan ben de sorumlu tutuluyorum. Hâlbuki ben hiçbir şeyi görmeden hatta basın açıklaması sona ermeden işe gitmiştim. Ardından yaşanan çatışmada kırılan bütün camlardan dahi beni de sorumlu tutan bir dava açmışlar. Bu konuda yine tuhaf sorularla karşılaştım. Pankartları sen mi hazırladın? Camları sen mi kırdın? gibi tuhaf sorulardı. Yine birleştirilen bir soruşturmamda saçma bir suçlama daha oldu. Üç sanatçı arkadaşımla gittiğimiz bir etkinlikte üçümüz de erbane çalıp aynı şeyleri yapmamıza rağmen o arkadaşlarıma dava açılmayıp sadece bana dava açıldı. Açılan dava yine terör örgütünün propagandasını yapma suçundanmış. Ben yine mahkemede suçumu sordum, bana slogan atmışsın dediler. Bunun üzerine CD getirin dedim, ben slogan atmadım. Slogan attığıma ya da yasaklı bir şarkı söylediğime dair bir delil varsa kabul ederim dedim. En son baktılar ki CD görüntülerinde hiçbir şey yok, dediler ki sen sloganlara erbane ile ritim tutmuşsun! Dolayısıyla suça karışmışsın dediler. İşin ilginç tarafı katıldığım etkinliklerin hepsinde sadece sanatımı yaptım ve hiçbir zaman ne bir taş ne bir slogan ya da şiddet eylemine bulaşmadım. Toplam dört ay cezaevinde kaldım. Cezaevindeyken yine komik bir durum oldu. Ben dediğim gibi pek hukuk işlerinden de anlamam. Öyle şiddet eylemleri ile de bir ilişkim olmadığı için rahattım. Çünkü sadece konser ve tiyatro etkinliklerimden dolayı cezaevindeydim. Cezaevinde olduğum bir gün kahvaltıya çıktığımda tesadüfen bir baktım ki Taraf gazetesinin manşetindeyim. İddianamemde hakkımda 54 yıl hapis cezası isteniyormuş ve Taraf gazetesi bunu manşetine taşımıştı. İnanın hakkımda o kadar ceza istendiğini ilk defa oradan öğrendim. Kendi kendime vay be dedim! İnsan adam öldürse bu kadar ceza almaz dedim. Haberi okuduktan sonra şoka girmiştim. Allah Allah dedim bir ritim tutmanın karşılığı 54 yıl olur mu? Yasak şarkı bile okusaydım bu kadar ceza istenmezdi. Sonuçta yasaklı şarkılar bütün düğünlerde açıkça söyleniyor. Bana neden bu kadar ceza istediler diye kendi kendime düşündüm. Mesela birleştirilen bu davada bir başka suçlamayı daha söyleyeyim. Belediye Başkanımız Nejdet Atalay’ın adaylık tanıtım programı vardı. Bizim erbane grubuna ücret karşılığı bu tanıtım programına çıkmamız teklifi yapıldı. Biz de kabul ettik ve gittik. Kitle önünde erbane çaldık ve programımızı bitir- 25 dik. Ardından yine soruşturma açıldı ve dediler ki terör örgütü propagandası yaptın. Orada yine ben şarkı okumamıştım sadece erbane çalmıştım. Gruptan bazı arkadaşlar folklorik bir iki şarkı söylemiştiler o kadar. Bütün birleştirilen bu soruşturmalarım neticesinde ikinci celsede mahkeme karar verdi ve 11 yıl 8 ay ceza aldım. Ayrıca beş yıl süreyle denetimli serbestlik tedbirine tabi tutulmama karar veren mahkeme, bir yıl süreyle kahvehane, oyun salonu, bar gibi yerlerle gösteri ve mitinglere katılmamı da yasakladı. Daha çok mitinglerde sahne aldığım için bu sayede fiilen sanatımı da icra edemeyecek bir yasağa kavuştum. Hükümle birlikte tahliyeme de karar verdiler. Tahmin edersiniz ki bu ceza onaylanırsa hayatım alt üst olacak. Ben bu cezaları hak etmediğimi düşünüyorum. Bütün bu sürecin Kürt sorunu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu halkın sanatını kendi dili ile icra etmesi yargılanıyor. Mesela ben DTP değil de AKP aday tanıtımında erbane çalmış olsaydım adım gibi eminim bana bu davalar açılmazdı. Aksine beni kutlarlardı. Mesela TRT 6 var örneğin. Orda siz ne yaparsanız yapın serbestsiniz. Ancak otoriteden bağımsız kendi özgür iradenizle sanat yaptığınızda sesinizi kısarlar. Bahar Kültür Merkezi’ndeki sanatçılar olarak bizler, katıldığımız etkinliklerde hiçbir zaman şiddeti teşvik edecek veya özendirecek bir davranışta bulunmadık. Etkinliklere sanatçı kimliğimizle katılıyoruz ve bu ülkenin gerçekten barışı ve insan haklarını tesis etmesini, şiddetin ortadan kalkması gerektiğini savunuyoruz. Biz şiddetten hep zarar gördük ve şiddeti tasvip etmemiz beklenemez. Hepimiz bu sorundan yeterince çektik. Biz hiçbir etkinliğimizde kavga etmedik, polisle didişmedik, slogan atmadık. Bu davalarla karşılaşmamız gerçekten çok ayıptır ve bu davalar toplumun ve Türkiye’nin hayrına olmayan davalardır. Korkumuzdan yolda yürürken kendimizi kaşıyamayacak hale geldik. Ya kaşıdıktan sonra hakkımızda dava açılırsa diye korkuyoruz. Biz bunu hak etmiyoruz. Bu bir zulümdür. Buna hukuk da denmez. Hukuk böyle ise vay bu hukukun haline! Gerçekten hiç kimseye faydası olmayan bir süreç yaşıyoruz. Biz barışa dair inancımızı hiçbir zaman yitirmiyoruz. İnşallah bu süreç biter ve barış olur. 26 Bir oto-sansür vakası: “Muhafız” Burak Delier Sanatçı Oto-sansürün çıkmazı burada: Sansürcü, baskıcı, saldırgan harekete geçmeden; muhtemel saldırının muhtemel nesnesi saldırıyı öngörerek kendi kendini iptal ediyor. Geçmiş ya da yakın zamanlarda gerçekleşmiş saldırıların hafızalarımızdaki izi bu iptali kışkırtıyor. “Serbest Vuruş” sergisi, Charles Esche ve Vasıf Kortun’un küratörlüğünde gerçekleşen 9. İstanbul Bienali (2005) dâhilinde “misafirperverlik alanı” adını koydukları, Roll ve Express dergisinin düzenlediği bir sergi ve konuşma dizisinin ve Hafriyat’ın düzenlediği “İmalat Hatası” sergisinin bulunduğu bölümde yer alıyordu.1 Halil Altındere’nin küratörlüğünü yaptığı sergiye ben de iki işimle katkıda bulunmuştum. Biri gerçekte isim koymadığım ama sıkça “AB bayraklı kız” olarak adlandırılan fotoğraf, diğeri de Dolmabahçe Sarayı önündeki muhafızın karşısına elinde bir satır tutarak onun taklidini yapan arkası dönük bir figürün bulunduğu “Muhafız” ismini verdiğim bir fotoğraftı. Bilindiği gibi “Muhafız” adlı işim sergilenemedi ve daha sonra Bienal süresince çıkartılan “2Yılda1” adlı gazetede Vasıf Kortun, Halil Altındere’ye kaygılarını iletmesinin ardından fotoğrafı kendi kendime indirdiğimi söyledi ve bunun da işin tartışılmasının önünü açtığına işaret etti.2 Gerçekten de bugün iş, sergilenebilseydi mahrum kalacağı anlamlara sahip. Fakat ben indirilmesinin benim kararım olduğunu açık yüreklilikle söyleyemem.3 Eğer buna karar almak denebilirse, bu karar bana ve benim çabalarıma rağmen kolektif bir biçimde alındı. Yani faili açık olmayan (sanatçı mı, sanatçılar mı, küratörler mi, kurum mu, hepsi mi, belirli bir “sağduyu” mu?) kolektif bir oto-sansür eylemi idi. Dedikodularla, bölük pörçük, kulaktan kulağa aktarımlarla büyüyen, sergi alanına avukat getirip görüşünün alınması gibi hukuki bir sanat ve tavır peyda etmeye çalışan baskı ortamının etkisiyle; benim, mücadeleyle geçen ve hayli yıpratıcı olan tartışmalar neticesinde haftanın son günü “indirebilirsiniz” demem ile göz açıp kapayıncaya kadar fotoğrafın alaşağı edilmesiyle sonuçlanan bir süreç idi. Vasıf Kortun’un yazısı ise bütün bu süreç yaşandıktan sonra kaleme alındı. Yazı fotoğrafın sebep olduğu kaygı ve korkuları net bir biçimde ifade ediyor: “Delier’in işi ise tartışmanın oluşamadığı, bayrakların açıldığı, silahların çekildiği, körleşmiş bir alana çarpmaktaydı.(…) tek bir işin hem kendi sergisini hem de tüm Bienal’i esir alacağını öncelikli olmak üzere, meselenin bu dar kalıplar içerisinde ele alınmasının yaratacağı tüm komplikasyonlar” (…) “bu eseri, bir sanat eserinin statüsünü, demokrasiyi tartışabilmek için bu geri çekilmenin çok önemli olduğuna inanıyorum.”4 Ben burada “Muhafız” vakasının bir analizini sunmak ve “Muhafız”ı aynı dönemde üretilmiş iki önemli iş ile (Şener Özmen ve Erkan Özgen’in “Tate Modern 27 Yolu” ve Serkan Özkaya’nın “Davut”u) karşılaştırarak -bizi “mâdun” olarak konumlandıran adı konmamış ama yaygın ve geçerli olduğunu düşündüğüm “kültür siyaseti”nin ötesinde- “Muhafız”ın kaygı uyandıran “kültür siyaseti”ni tartışmak istiyorum. Bu, aslında güncel kültür dünyasının zihinsel sacayaklarını oluşturan (sitüasyonizm, post-yapısalcılık, postkolonyal teori gibi) yönelimlerin hesaba katıldığı çok daha kapsamlı bir çalışmayı gerektiriyor. Burada ancak kendi deneyimim üzerinden bu girişimin ipuçlarını ortaya koymaya çalışacağım. Başlamak için serginin açılışından önceki haftaya dönmek istiyorum. O sırada Vasıf Kortun’un yazısı kaleme alınmamıştı, yazı fotoğraf indirildikten ve sergi açıldıktan sonra yazıldı. İş indirilmeden önce, sergideki bazı sanatçılar da işi indirmemi telkin ediyorlardı. Dile getirdikleri nedenler Kortun’un kaygıları ile örtüşüyordu: işin boyutunun büyümesi ile etkisinin değişmesi, diğer işlerle yan yana geldiğinde anlamının kayması, şiddet propagandası yapması gibi… Bunun yanında işi kaldırmamın benim lehime olacağını, beni korumak için bu tür telkinlerde bulunduklarını söyleyenler de vardı. Örneğin, bu baskı ortamını savuşturmak için bir gazetede çalışan arkadaşıma haber yapması için danıştığımda, gazete editörlerinin “beni korumak için haber yapmamayı daha doğru bulduklarını” söyledi. Kısacası beni işi indirerek sağduyulu olmaya çağıran yumuşak ama kuvvetli bir baskı ortamıyla kuşatılmıştım. Şimdiden geriye bakınca bu oto-sansürün öznesinin teker teker bireyler olmaktan ziyade içinde bulunduğumuz korku atmosferi olduğunu görüyorum. Teker teker bireyleri ve onların nedenlerini aşan, daha büyük, baskı yaratan bir duygu atmosferi ve bu atmosferin tetiklemesi ile ortaya çıkan beceriksizce kotarılmış kolektif bir oto-sansür söz konusuydu. Burak Delier’in “İsimsiz” (2004) adlı işinin afişi, İstiklal caddesinden çekilmiş fotoğraf, 2005 Oysa ben tam da, kolektifliğe inancım doğrultusunda, serginin kuruluşuna yardım ettiğim için sürekli sergi mekânındaydım. Bu, bütün süreci son derece canlı bir biçimde yaşamama sebep oldu. Belki de serginin kurulmasına yardım etmeseydim gün be gün sanatçı arkadaşlarımın bana işi indirmemi telkin etmelerine maruz kalmayacaktım. Ama öyle olmadı, sergi açılışından önceki yaklaşık bir haftalık süre boyunca her gün bizzat sergiye katılan sanatçıları işin kalması gerektiği konusunda ikna etmeye çalıştım ve her seferinde başardığımı sanarak yanıldım. Gerilimin hüküm sürdüğü, korku ve kaygı duygusunun hâkim olduğu 28 bir atmosfere karşı benim savunmalarım sadece geçici başarılar elde edebiliyordu. Ertesi gün ya da yarım saat sonra tekrar aynı talep, tavsiye ve telkinlerle karşı karşıya kalıyordum. Elbette o gün için kültür dünyasında kaygı ve korku duymak son derece doğaldı. Bienal’in açılışından üç hafta önce, Karşı Sanat’ta, 50. yılında 6-7 Eylül Olayları’nın fotoğraflarını gösteren sergi Kemal Kerinçsiz’in başını çektiği milliyetçi bir grup tarafından basılmış, sergi görevlisi tartaklanmıştı (bkz. sayfa 35). Aynı dönemde, Bilgi Üniversitesi’nde “Ermeni Konferansı”na (24 Eylül 2005) katılanlara saldırılmış ve Orhan Pamuk, Das Magazine dergisine (05 Şubat 2005) verdiği bir mülakatta sarf ettiği ‘’30 bin Kürt’ü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürdük” sözleri yüzünden 301’den yargılanmakta, dava çıkışlarında milliyetçilerin saldırısına uğramaktaydı.5 Bu korku, 2007 yılında Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi ile doruğa ulaşacaktı. Türkiye’nin tarihinden çok iyi bildiğimiz suikast ve linç kültürü kuşatması altındaydık. O günden bugüne Türkiye’de bu linç kültürü zayıflamamış, daha da palazlanmış durumda. Kültür sanat üreticileri için sorun ortada: Böyle bir baskıcı atmosfere nasıl direnmeli ve bu ortam içinde nasıl konuşmalı? Karşı Sanat’ı 6-7 Eylül gibi “hassas” meselelerde sergi yapmaması için, Orhan Pamuk’u, Taner Akçam’ı, Hrant Dink’i, poşu takan ya da parasız eğitim talep eden öğrenciyi,6 Türkiye toplumunu göz önünde bulundurmaları ve sözlerini biraz olsun yumuşatmaları, araştırmalarının, tavırlarının, taleplerinin yönünü revize etmeleri için uyarmalı mıyız? Sanmıyorum. Eğer biraz olsun nefes alabileceğimiz bir aralık yaratmak, korku ve kaygılarımızı dağıtmak istiyorsak, bunu ancak, herhangi bir kültür üreticisinin tavrını veya işini tasvip etmesek dahi onunla dayanışarak başarabiliriz. “Muhafız”, Burak Delier, 2005, fotoğraf Kendi kendini besleyen özne olarak korku atmosferi “Muhafız”ın indirilmesinin içinde bulunduğumuz bu gerilimli, korku ve kaygı atmosferinin baskısını azalttığını savunamayacağımızı düşünüyorum. Hatta bizzat bu kolektif oto-sansür eyleminin ve genel olarak oto-sansürün korkularımızı tasdik eden ve büyüten bir etkisi var. Oto-sansürün çıkmazı burada: Sansürcü, baskıcı, saldırgan harekete geçmeden; muhtemel saldırının muhtemel nesnesi saldırıyı öngörerek kendi kendini iptal ediyor. Geçmiş ya da yakın zamanlarda gerçekleşmiş saldırıların hafızalarımızdaki izi bu iptali kışkırtıyor. Korku ve hafızası kendini üretiyor ve kendini silme eylemini gerçekleştirerek kendi bilgisini tasdik ediyor. Biz de, korku duygusunun içine daha da çekilerek tekrar ve tekrar korkuyu üretiyor ve büyütüyoruz. Bu anlamda korku duygusu perfor- 29 matif. Hem belirli eylemleri tetiklemesi ve belirli eylemleri engellemesi anlamında, hem de kendi kendini üretmesi, doğrulaması anlamında. Oto-sansürün sarmalı bu şekilde çalışıyor ve bizi kuşatarak neredeyse doğal bir atmosfer haline geliyor. Yaptığımız için korkmuyoruz; korkuyoruz çünkü yapmıyoruz. Korku oto-sansürü, oto-sansür korkuyu besliyor. Oto-sansür eylemi genelde kültür üreticisinin iktidarı tamamen karşısına almadan varlığını sürdürmek amacıyla başvurduğu bir yöntem. Birçok sanatçı, araştırmacı, gazeteci hayatını kurumsallaşmış, içselleştirilmiş oto-sansür yöntemleriyle sürdürüyor. Türkiye kültür dünyasında sansürün de, oto-sansürün de yaygın olduğunu biliyoruz. Genelde bilinçli ya da bilinçsiz oto-sansür mekanizmaları sonrası geriye sunulması başarı olan bir hakikat parçası değil, kibarlaştırılmış, kırpılmış ve sevimlileşmiş bir sunum kalıyor. Üstüne üstlük oto-sansür eyleminde başarılı olamadık. Bizim oto-sansür eylemimizde böyle bir süreç işlemedi ve iktidar ile karşı karşıya gelmek zorunda kaldık. Daha doğrusu “biz” değil, hatta sanat yapıtını üreten sanatçı bile değil, onu katalog yoluyla basan ve yayan kişi karşı karşıya kaldı. “Muhafız” indirildikten sonra sergi ve “Muhafız” değil ama sergi kataloğu yayıncısı olarak Halil Altındere 301. madde uyarınca “TSK’yı aşağılamaktan” dava edildi. Katalog sergiden önce basılmıştı; işi sergiden indirmek sadece gerilim ortamının geçici bir şekilde rahatlamasına yaradı. Bunun yanında dava konusu olan sadece “Muhafız” değildi, orduya dair görsellerin bulunduğu iki iş daha, anlam, tarz, tavır farkları gözetilmeksizin eklenmişti. Kataloğun dava konusu olmasının nedeni ise eylemin basın yayın yoluyla bir suç haline gelmesiydi.7 Tek bir kanaldan yani sergi mekânından gerçekleşen bir eylem, doğrudan 301. maddenin konusu olmuyor ve sanatsal ifade özgürlüğü kap- samına sokularak savunulması çok daha kolay. Buradan bakınca bütün olay, bilinçli olarak düşünülmüş, kurulmuş, belirli nedenleri olan bir oto-sansür eylemindense; tamamen korku duygusunun girdabında gelişmiş, anlık ve saçma bir refleks gibi duruyor. Tabii bütün bunlar eylemin amacının, sergiyi sürdürmek, kazasız belasız, feda edilecek en minimumla mutlu sona, yani açılış ve sonrasında kapanış gününe ulaşmak olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla bu eylemdeki gizli mantık bir işin, bütünü sürdürmek için feda edilebilir olduğunu söylüyor. Kaygılı bakışların dile getirdiği işin şiddet propagandası yapıyor olduğu tezi; işin açmaya yeltendiği meşru şiddet tartışmasını, işe karşı fiilî şiddet uygulayarak sonlandırıyor. Eğer oto-sansürü tetikleyen korku atmosferidir dersek, aracı fiilî bir şiddet, amacı sergiyi sürdürmektir diyebiliriz. Korku atmosferinin ruhlarımızdaki hâkimiyeti, bizi, sürdürmek pahasına hoşnutsuzluk yaratan unsurun feda edildiği bir hayatta kalma siyasetine götürüyor. Bu siyasetin, az olanın, önemsiz addedilenin, bir unsur, parça olanın feda edildiği iktidar mantığı ile ilişkisi aşikâr. Oysa nefes alacağımız alanı genişletebilecek başka siyasetler, tavırlar seçilebilirdi. Sanatçıların tıpkı -İstanbul Modern’in Bubi’nin işini müzayedeye almaması sonrası gelişen boykot eylemi gibi8- baskıyı boykot etmeleri ya da basitçe sanatçının, bir bütün olarak serginin sözünün veya küratörün yanında yer almaları gibi. Bir sanatçı etiği ihtiyacı Kuşkusuz “Muhafız”ın indirilmesi bağlamında bahsetmemiz gereken genel bir “kültür siyaseti” ile yankılanan başka bir boyut da var. Bu boyut, işlerin, tavırların estetik politikaları, içerik-biçim tartışmaları ile ilgili olmaktan ziyade -sansür söz konusu olduğunda bu tartışmalar inandırıcılıklarını yitirerek ikincilleşirler- daha çok 30 etik ile ilgilidir. Diyelim bir sanatçı “özgürleşmeden”, “direnmekten”, “alan açmaktan”, “içeriden saptırmaktan” bahsediyor ama bu sanatçı aynı zamanda başka bir sanatçının işinin indirilmesini savunuyor. Hangi durumda bir sanatçı başka bir sanatçıya işini kaldırması yönünde telkinde bulunabilir? Bu durumda kültür üreticileri olarak nasıl bir taktik izlememiz gerekir? Hiçbir şekilde böyle bir telkinde bulunamaz demeli ve bunu bir ilke, prensip haline getirerek yerleştirmeye mi çaba harcamalıyız? Korku atmosferine karşı verilecek kolektif veya bireysel cevap hangisi olmalıdır: Aynı fikirde, aynı estetik politik görüşü savunmasak bile işin kalması için dayanışmak mı; yoksa bu estetik politik tavrı savunmadığımız için ya da taktik uğruna kaldırılmasını mı talep etmek? Bu soruların cevapları ancak kültür dünyası kendi içinde bazı tavırları, davranış biçimlerini, basit etik değerleri tartışarak içselleştirebildiğinde ve bu tartışmayı bir birikim haline getirebildiği ölçüde verilebilecektir. Bunun yanında, son zamanlarda ortaya çıkan sansür olaylarına verilen tepkileri ve bizzat Siyah Bant girişimini göz önüne aldığımızda, “Muhafız”ın indirilmesi olayından çok daha sağlıklı bir tartışma ve dayanışma ortamı içinde olduğumuzu söylemek mümkün. Bir kültür siyaseti tartışması Şimdi meselenin başka bir boyutunu, her sanat yapıtının bir konuşma edimi olduğunu öne sürerek, güncel sanat dünyasında yaygın olan ve “Muhafız”ın indirilmesinde etkili olan bir kültür siyasetini tartışmak istiyorum. Bir kültür siyaseti neyin, nasıl söylenebileceğine karar vermekten başka bir şeydir. Buna karar vermek iktidarın işidir. Bir kültür siyaseti daha çok söylenebilenler ve söylenemeyenler içinde ve bunların arasındaki ilişkide temellenir. Kültür siyaseti tarihin ve toplumun belirli bir ânında bağlamsallaşarak kendi ânına, içinde bulunduğu ortama, atmosfere bir cevap üretir. Direngen bir kültür siyasetinin gözeteceği tam da bu söylenenlerin ve söylenmeyenlerin/sessizliklerin ilişkisinin canlandığı bağlam ile kurduğu etkileşimdedir. Her yapma bir yapmama, her konuşma bir sessizlik olduğu ölçüde her sanat tavrı, her konuşma kendi içinde dile getirmediğinin suskunlaştırılmasıdır. Bu anlamda tartışılacak şey, genel olarak doğru, iyi, güzel sanatın/konuşmanın ne olması gerektiği değil; sanat yapıtlarının içinden çıktıkları bağlam ile kurdukları ilişkidedir. Bana işimi indirmemi telkin eden dil korkunun etkisi ile mi bu telkinde bulunuyor yoksa başka bir sanatsal, estetik tavrı savunduğu için mi? Spivak’ın bahsettiği mâdunun dili9 gibi, iktidarın dilini kendilerine mal ederek dolambaçlı, dolaylı, alttan alta gelişen bir özneleşmeyi mi savunuyorlar yoksa düpedüz uzlaşmacı bir tavra savrularak iktidarın yeniden üretilmesine mi sebep oluyorlar? Uzlaşmaya göz kırptığımız için mi dolaylı, kurnaz, ince bir estetiği savunuyoruz; yoksa bu “ince” kültür siyasetinin bugün burada direnmek, özgürleşmek vs. anlamına geleceğine inandığımız için mi? Bu sorular kaygan, konumların geçişli olduğu bir tartışma zeminine işaret ediyor. Türkiye güncel sanat ortamında geçerli kültür siyasetinin, taktikler ile işleyen, kendini açık etmek istemeyen bir tür “mâdun konuşması” olduğunu düşünüyorum. Elbette bu kendi başına eleştirilecek bir şey değil, her konuşma belirli bir taktik içerir. Direkt olarak “doğruyu söylemek” de bir taktiktir.10 Her daim geçerli olan ve bizi başarıya götürecek ebedi formüllerden ziyade; ancak kısmi olarak geçerli, uzlaşmacı, direngen, çıkar güden, uzlaşmaz, şiddetli, yumuşak, gözüpek, çekingen taktikler vardır. Güncel sanat dünyasında geçerli olanın giderek uzlaşmaya meyilli bir dil haline geldiğine, bunun da mâdunun taktiklerinin kurum- 31 sallaşması nedeniyle gerçekleştiğine inanıyorum. “Muhafız”ın indirilmesi vakası bizi belirli bir kültürel siyasete işaret eden bu konuşma taktiklerini tartışmaya çağırıyor. Mâdunun dilinin kurumsallaşması sorunu Mâdunun, zayıf olanın dolambaçlı, kurnaz, yan, alt ve öte anlamlarla dolu parçalanmış dili ve bunun “Muhafız”ın indirilmesi ile ilişkisi üzerinde duralım. Türkiye sanatının ve kültür üreticilerinin halet-i ruhiyesinin “mâdun” kavramı üzerinden okunup okunamayacağı tartışmalı olabilir. Fakat Vasıf Kortun’un vurguladığı geri çekilmenin fazileti ve bunun da ötesinde kültür dünyasında çeşitli “alt-kimlikleri”, “ötekileri”, “minör varoluşları” gündeme taşımaya çalışan yönelim, kültür üreticilerini asıl özne olmadıkları bir ortama konumluyor ve konuşurken izlenecek dolambaçlı, dolaylı, “güzel”, ince bir konuşma tarzına işaret ediyor. Çoğu zaman bu dolaylı konuşma taktikleri sanatsal konuşma ile de örtüştürülüyor. Sanatsal konuşma bir dolayım, katmanlılık, kurnazlık içermek zorundadır, asıl, iyi, doğru, güzel sanat budur diye söyleniyor.11 “Muhafız” tam da fazla meydan okuyucu, direkt, kaba, dolambaçsız bulunduğu için bir gerilim yarattı ve kolektif bir oto-sansüre uğradı. Bu durumda korku atmosferinin bizi dolambaçlı bir mâdun diline doğru itmesinin ötesinde; belirli bir mutluluk ve özgürlük vaadi – iyi sanat, uluslararası Bienal, demokratikleşme, farklı kimlik ve konumların tanınması- ile motive olan bir ortamda, belirli bir uzlaşmayı da içeren bu dilin dört bir yandan sanat üretimi için zorunlu kılınması ile karşılaşıyoruz. Kanımca bu meseleleri tartışabileceğimiz iki örnek Şener Özmen ve Erkan Özgen’in “Tate Modern Yolu” (2003) ile Serkan Özkaya’nın “Davut”udur. (“Davut”, “Muhafız”ın indirildiği Bienal’in ana sergisinde bulunuyordu.) “Tate Modern Yolu”, mâdunun dili kavramı ile rahatlıkla okunabilir. Bu dilin altında, modernleşmiş ve kendinde Kürtleri sömürgeleştirme hakkını gören Türk kibrini boşa çıkartan bir özgüven ve meydan okuma vardır. Video her ne kadar Türk bakış açısına dayanarak, Kürtleri “geri” olduğu varsayılan bir kırsal arka plana oturtsa ve Batı’ya giden yolu, kendi girişiminin altını oyan bir Don Kişot’luk olarak kodlayıp kendini sözde düşük bir konuma yerleştirse de, hedefi (İstanbul değil), dünya güncel sanatının merkezi Tate Modern’dir. Video uzun süre İstanbul Modern’de ve dünyanın birçok sanat kurumunda gösterildi. Belki Türkiye’den çıkmış en çok sergilenen iş konumundadır. “Tate Modern Yolu”nun bu başarısı hiç kuşkusuz Türklüğün kibrini kırmaya ve boyun eğdirmeye adaydır. Elbette İstanbul Modern gibi Türk burjuvazisinin güncel sanatı kendine mal ettiği bir mekânda sergilenmesi kartları yeniden dağıtmıştır. Fakat video tam da Türk gözünü içselleştirerek kendini “Kürtleştirdiği” ve bunun yanında Türkiye’yi değil, dünyayı hedefleyerek meydan okuduğu ölçüde bir mâdun konuşması örneğidir. Burada dünyanın merkezinin yani Tate Modern’in hedeflenmesi Kürdistan’dan başlayan iddialı bir yolculuğun –Türk gözü için de- meşrulaştırılmasını sağlamaktadır. Muktedirin kodları “kırsal Kürt”, “meşru hedef: Tate Modern”, kendi girişimini mütevazı bir kılıfa oturtan ve zayıflığını baştan kabul eden “Don Kişotluk”, özneleşmeye işaret eden cüretli bir eylemin meşrulaştırılması için işe koşulmuştur. “Tate Modern Yolu” muktedirin meşru kodlarını kendine mal eden dolambaçlı bir özneleşme ve bir mâdun konuşmasıdır. Bir nevi “geri çekilerek” içeriden fetheden bir konuşmadır. Serkan Özkaya’nın Batı modern sanatının en temel eserlerinden birinin büyütülmüş ve altın renkli bir kopyasını yapma girişimi “Davut”, Türk modernleş- 32 mesinin iyi, doğru, güzel, “Batılı” sanat üretme arzusunu ve bizatihi büyük Batı’yı ti’ye alan bir çalışma idi. Ulaşamadığı Batı’yla ve kendi kopyacılığıyla dalga geçerek Batılılaşmaya uğraşan Türk imgesini canlandırıyordu. “Davut”un mâdunun dilinden az ya da fazla olduğu da söylenebilir. Bu, kanımca Türk modernleşmesinin sömürgeleştirilmiş değil, kendini-sömürgeleştirmiş (kendinde “geri” olduğu varsayılan Doğu’yu hatırlatan ne varsa silerek ve yerine “modern” diye düşünülen ne varsa koyarak) olmasından kaynaklanmaktadır. “Davut” görünürde zorlayıcı, dayatıcı, sömürgeci bir güç olmadan kendini-sömürgeleştiren Türk modernleşmesinin abartılı bir parodisi biçiminde bir mâdun konuşması olarak düşünülebilir. “Tate Modern Yolu” da, “Davut” da sanatın kabul görmüş merkezini hedefleyen ve bu şekilde kendi yaptıkları şeyi meşrulaştırırken aynı zamanda, kendi kendilerine işin ciddiyetinin altını boşaltan parodik girişimlerdir. İkisi de gizli dirençler barındıran, kaleyi içten ele geçirmeye çalışan, bizzat kalenin statüsünü de tartışmaya açan işlerdir. Bu iki iş açısından dikkat çekici olan, “Tate Modern Yolu”nun bariz üstünlüğü ve başarısıdır.12 “Tate Modern Yolu” bir mâdun konuşması olarak birçok yerde sergilendi, fakat “Muhafız” ilk görücüye çıktığı anda aşağı indirildi. Neden? Çünkü “Muhafız” kendini meşrulaştıracak Tate Modern ya da Davut gibi sanatsal merkezleri hedeflemek yerine, tam da girişimini itibarsızlaştıracak Dolmabahçe Sarayı’ndaki muhafızı hedeflemişti. Üstelik “Tate Modern Yolu”nda ya da “Davut”ta olduğu gibi hedefi kutsamak, onun önünde boyun eğerek ele geçirmeye çalışmak için değil, bizzat hedefin parodisi aracılığıyla onun bir eleştirisini kotarmak için. “Tate Modern Yolu” ve “Davut” burada olmayan, ötedeki ve kimsenin itiraz etmeyeceği bir merkezi kutsamak aracılığıyla burası (Türkiye) için bir seçenek sunarken, “Muhafız” bu olumlu seçeneği sunmuyordu. “Muhafız”da bu olumlayıcı, ötedeki, kabul görmüş, arzu nesnesi olarak merkez imgesi (Davut, Tate = Batı) bulunmamaktaydı. İkisi de yerel, biri sivil biri kurumsal iki silahlı figürün gerilimli ve uzatılmış karşılaşma ânını gösteriyordu. Amacı bugün burada, bizim yakınımızda olan bir şeyi, şiddetin tekelini ve bu tekelin meşruluğunu sorunsallaştırmaktı. Direkt olarak bugün buradaki şiddeti, şiddetin kaynağını ve meşruiyetini tartışmak istediği ve bir eleştiri kotarmak istediği için yeterince dolambaçlı, kurnaz, “sanatsal” bulunmadı ve bu haliyle olumlamaktan ziyade olumsuzlayan bir işti. Rahatsız edici olmasının kaynağında -direkt olarak doğruyu söyleyip söylememesi sorunsalının ötesinde- bu olumsuzluk, önerisizlik ve güncel felakete işaret etmesi bulunuyordu. Geriye sorulması gereken şu soru kalıyor: Eğer sanat alanında mâdun konuşması taktikleri ile konuşmak, geri çekilerek uzlaşmanın yolunu bulmak ve olumlamak zorunluluksa, bu zorunluluğu tartışmadan nasıl “alan açabilir”, “içeriden saptırabilir”, bir özgürleşme, demokratikleşme pratiği kotarabiliriz? Sanat ve kültür alanında toplumsal gerilimin yarattığı baskı ve korku sarmalına işaret ederek veya salt sanatsal saikler ile mâdunun dilinin estetiğini kurumsallaştıran bir konuşma dayatması varsa bununla nasıl baş etmelidir? Mâdun dili ve taktikleri yoluyla konuşmak ve olumlamak kültür dünyasının gizli bir zorunluluğu mudur? Bu soruların da ötesinde asıl olarak sanat dünyasında tartışılması gereken: Bu taktiklerin sınırları var mıdır? Varsa bu sınırları ortaya çıkarmanın yolu nedir ve nasıl daha direngen taktikler ortaya koyabiliriz? Elbette “Muhafız”ın “direngen/ eleştirel”, “Tate Modern Yolu”nun ya da “Davut”un “uzlaşmacı” işler olduğunu söylemiyorum. Belirli formüllere dayanan 33 ve şematik bir haritayı varsayan bu tür yargılar, tartışmak ve üzerinde düşünmek istediğim soruları erteleyen ve geciktiren bir etki yaparlar. Bu iki işi seçmemin nedeni “Muhafız” ile hem dönemsel hem de zihinsel kaynak ve niyet olarak yakınlıkları. Amacım bu işlerin kullandıkları taktikleri, bu taktiklerin işleme tarzlarını, sınırlarını ve kültür siyaseti ile ilişkilerini ortaya koymaktı. Özellikle Kürt/Türk sorusu açısından bakıldığında “Tate Modern Yolu” ile “Muhafız”ı yan yana düşünmek hâlâ oldukça cezbeci. Eğer “Muhafız”ın indirilmesinin bir değeri varsa, bu değeri ancak çeşitli yakınlıkları bulunan ve yan yana duran işlerle karşılaştırarak ortaya koyabiliriz diye düşünüyorum. Bitirirken: Taktiklerin sınırlılıkları Son olarak sansüre uğramanın ya da kolektif ve anonim oto-sansür eyleminin mağduru dilinden uzaklaşmama yarayacak bir duygumu dile getirmek istiyorum. Böyle bir mağduriyeti hiç hissetmedim. Aksine -ne kadar naif olsa da- işim böyle bir kargaşaya ve tartışmaya yol açtığı için bir tür haz duymaktayım. İlk sergilerimden beri en büyük dertlerimden biri, işlerimin açılışların ve kültür ortamının genel kutlama, eğlence ve mutluluk havası içinde eriyip gitmesiydi. Bu kendinden memnun, olumlayıcı, başarı ve kariyer dilinin hâkim olduğu ortama yeterince iyi cevaplar üretemediğimi hissediyordum. Bu sefer işlerim eriyip gitmediler ve başarılı olmanın, gösterilebilmenin, sergilenebilir olmanın tuzağına düşmediler –evet, benim “sergilenebilen” diğer işlerim gibi her sergilenebilen işin bir ayağı bu uzlaşma tuzağındadır. Haz duygusu, işimin eriyip gitmesine engel olan sergi alanındaki garip gerilime sebep olmaktan kaynaklanıyor. Bu basit ve birçok açıdan “esprili” bulunabilecek fotoğraf üzerinden yaşadığım deneyim, hem kendi meselelerimi hem de geçerliliğinden kuşku duyulabilecek “red- dedilmenin hazzı” diyebileceğim duygu üzerinde düşünmemi ve oyunu daha açık görebilmemi sağlıyor. Reddedilmek ya da kabul edilip onaylanmak, iki uç ve mutlak konum olarak oyunun bittiği ve gerçekte var olmayan konumlardır. Ne “Muhafız”ın “reddedilmesini”, ne “Davut”, “Tate Modern Yolu” veya herhangi bir konuşmanın “kabulünü”, bu iki konuma denk gelecek şekilde ortaya koyabilmek ve düşünebilmek mümkün değildir. Bu üç işin karşılaştırılmasının, oyun alanının ortasına ve bu orta alandaki güncel bazı sorunlara işaret ettiği kanaatindeyim. Dolayısıyla, “Muhafız”ın kullandığı konuşma/eleştiri tarzı büyütülmemeli. Her türlü konuşma tarzının bir sınırı, yapabildikleri ve yapamadıkları var. Bahsettiğim gibi “Muhafız”, sanat dünyasında geçerli olan genel hassasiyetlerden, baskın “güzel” konuşma tarzlarından ayrılan; parçalanmış toplumu yumuşak bir biçimde buluşturmayı hedefleyen herhangi bir meşrulaştırıcı idealden yoksun bir işti. İçine sıkışmış olduğumuz güncel durumun absürdlüğünü karanlık bir biçimde ortaya koyuyor ve eleştiriyordu. Bir an için, bu niteliği onu, hem kültür dünyası hem de toplum için katlanılmaz hâle getirdi. Bu katlanılmazlık ise bulunduğu toplumsal bölünmüşlüğe, gerilim ortamına, tahammülsüzlüğe ve bu ortama cevap veren hâkim kültür siyasetlerine bağlı olarak geçici bir durum… Notlar 1. http://9b.iksv.org/turkce.asp?Page=Positio nings&Sub=HZone&Content=FreeKick 2. Kortun, Vasıf, “Burak Delier’in Kaldırılan İşi Üzerine”, 2 yılda1, Radikal Gazetesi Bienal Eki, 2005 http://www.anibellek. org/?p=87; 20.08.2012 tarihinde girildi. 3. Açıkçası bir tarafıyla söylemek isterdim. Çünkü bugünden geriye doğru baktığımda “geri çekilme”nin aynı zamanda bir protesto eylemi olabileceğini görebiliyorum. 34 4. 5. 6. 7. 8. 9. Fakat protesto anlamına gelebilecek ve düşünce için alan açan bir “geri çekilme” nasıl olmalıdır? O sıralarda fotoğrafın indirilmesine böyle bir anlam atfedebileceğim ortam oluşmamıştı; bizzat sanatçıların, beni işimi indirmeye çağırmaları ve kullandıkları argümanlar olan biten her şeyi yadırgamama sebep olmuştu. Fotoğraf dolayısıyla üzerimde oluşan baskı, direnmem gerektiğini söylüyordu. Ancak ve ancak bu yadırgama ve kopma tamamen belirginleştikten sonra kızgınlık ve protesto da içeren bir şekilde indirilmesine onay verebildim. Sanırım bu yazı ile, fotoğrafın indirilmesinden sonra sergi alanında indirilmiş fotoğrafın boşluğunun yarattığı düşünceli sessizliğin çağrısına cevap verebileceğim. Agy. Bkz. Banu Karaca’nın bu kitaptaki yazısı. Bkz. Cihan Kırmızıgül Davası için: “Poşu Davası’nda mahkemenin gerekçeli kararı” http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1087673 &CategoryID=77&Rdkref=6. 20/08/2012 tarihinde girildi. Parasız Eğitim pankartı soruşturması için: “Poşu’dan Sonra Yelek Delili” http://www.radikal.com.tr/Radikal. aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID =1091739&CategoryID=77&Rdkref=6. 20.08.2012 tarihinde girildi. Bkz. “Katalog Toplatıldı.. Bienal’e 301 Gölgesi”, Radikal, 27.10.2005, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=168190; 21.08.2012 tarihinde girildi. Bkz. Kiger, Rümeysa, “Panel Dicussion becomes artistic town-hall meeting at Istanbul Modern”, Today’s Zaman, 29.12.2011. http://www.todayszaman. com/news-267121-panel-discussionbecomes-artistic-town-hall-meetingat-istanbul-modern.html; 21/08/2012 tarihinde girildi. Spivak, Gayatri Chakravorty, “Can the Subaltern Speak?” (Mâdun Konuşabilir mi?), der. Cary Nelson ve Lawrence Grossberg, Marxism and the Interpretation of Culture içinde, Urbana: Illinois University Press, s. 271–313. 10.Bu konuda Süreyya Evren’in “risk alarak iktidara doğruyu söylemek” anlamına gelen parrhesia edimi ile sanat ilişkisini tartıştığı yazılara bakılabilir: “Art, Poverty, Parrhesia”, Springerin, no. 3/06, 2006. http://www.springerin.at/dyn/heft_text. php?textid=1810&lang=en. “Sanat ve Parrhesia” BirGün, 02.04.2006, http:// www.birgun.net/writer_2006_index. php?category_code=1187091385&news_ code=1143982095&year=2006&month= 04&day=02#.UDHzvqCj7Mo; 20.09.2012 tarihinde girildi. 11.Ayrıca parrhesia kavramı üzerinden “Muhafız” ve “Serbest Vuruş” sergisinin bir tartışması için “Parrhesia Edimi ve Sanatta Siyasal Olan”, Söyleşi, Erden Kosova ve Süreyyya Evren, Art-ist Güncel Sanat Seçkisi, no. 05, 2006. 12.Bkz. Antmen, Ahu “Golsüz Bir Serbest Vuruş”, Radikal, 21.09.2005. www.radikal. com.tr/haber.php?haberno=164661, Madra, Beral “Gayet Yalın Bir Bienal”, Radikal, 25.11.2005. www.radikal.com.tr/ haber.php?haberno=170999; 20.08.2012 tarihinde girildi. 13.“Davut” ise son derece manidar bir biçimde serginin açılış gününden önce devrildi. Devrilme nedeni olarak birçok mantıklı neden sayılabilir: Rüzgâr, kötü mühendislik, kötü yer seçimi vs. Sayılabilecek bu mantıklı nedenlerin ötesinde, bu dev, altın renkli kopya “Davut”un devrilişi, bazı anlamlar içeriyor elbette. Bunları başka bir yerde tartışmak üzere şimdilik bırakıyorum. “Davut” heykelinin devrilmesi haberi için bkz.: “Davut heykeli paramparça” Hamsici, Mahmut 12.09.2005, Radikal, http://www.radikal.com.tr/haber. php?haberno=163893 27.08.2012 tarihinde girildi. 35 “Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” sergisine düzenlenen saldırı üzerine* Balca Ergener İstanbul’da yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı 6 ve 7 Eylül 1955’te büyük çaplı bir saldırı gerçekleşti.2 20-30 kişilik gruplar halinde ve birbirleriyle bağlantı içinde hareket eden yaklaşık 100.000 kişi, İstanbul’da gayrimüslimlerin yoğunlukla yaşadığı ve çalıştığı birçok mahalle ve semtte şiddet eylemleri gerçekleştirdi. Önceden tedarik edilen çeşitli araç-gereç kullanılarak, benzer yöntemlerle evler ve işyerleri yıkıp döküldü, yağmalandı; içlerindeki eşyalar parçalandı, sokaklara atıldı, taşıtların arkasında sürüklendi; kiliseler, cemaat okulları ve mezarlıklar tahrip edildi. Bu saldırı, gayrimüslimlerin, özellikle de Rum Ortodoks cemaatinin İstanbul’dan yurt dışına göç etmesinin en önemli nedenlerinden birini oluşturdu. Bu olayların 50. yıldönümüne denk gelen 6 Eylül 2005 tarihinde, İstanbul’da, Karşı Sanat Çalışmaları’nda “Tümamiral Fahri Çoker’in Arşivinden: Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” adlı bir sergi açıldı. Sergide, 6-7 Eylül Olayları’ndan hemen sonra İstanbul’da kurulan üç askerî mahkemeden biri olan Beyoğlu Bölgesi Sıkıyönetim Mahkemesi’nde başhâkimlik yapan merhum Emekli Tümamiral Fahri Çoker’in Tarih Vakfı’na bağışladığı, ancak kendi ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet ettiği özel arşivinde bulunan ve daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan fotoğraflardan derlenmiş bir seçki yer alıyordu. Orijinalleri siyah-beyaz baskı olan fotoğraflar, Karşı Sanat Çalışmaları tarafından büyütülerek tekrar basılmıştı. Ayrıca, tarihçi Dilek Güven’in o sırada yayımlanan ve konuyu daha önce yapılan araştırmalardan çok daha geniş bir kapsamda, homojen ulus-devletin inşası ve dönemin sosyo-ekonomik politikaları çerçevesinde incelediği ve olayların devlet yöneticileri ve destekledikleri kurumlar tarafından planlandığını gösteren çeşitli belgeler içeren Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları başlıklı akademik çalışmasından alıntılanan bilgilere ve tanıklıklara yer veriliyordu. Sergi, açılış gününde 20-30 kişilik bir grubun saldırısına uğradı. Galeriye giren saldırganlar böyle bir serginin yapılmasını protesto ederek kimi fotoğraflara yumurta attılar, kimi fotoğrafları yırtıp galeri penceresinden aşağı fırlattılar.3 Serginin açılış tarihinden önce Valilik izni alınmış, o zaman Elhamra Pasajı’nın üçüncü katında bulunan galerinin karşısındaki St. Antuan Kilisesi’nin önüne iki yüz kadar polis yerleştirilmiş ve mekânın içerisinde sivil polisler görevlendirilmişti. Açılıştan iki saat önce Kemal Kerinçsiz,4 yanında ellerinde kalın ahşap sopalı küçük Türk bayrakları taşıyan iki genç ile birlikte sergi mekânına geldi, “teftiş etti” ve çıktı. Açılış sırasında gerginlik, iki kişinin, sergide olayların yanlış aktarıldığını, Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da ve Girit’te Türk* Bu yazı, Red Thread dergisinde çıkan makaleden bölümler alınarak hazırlanmıştır. Makale için bkz. “‘Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları’ Sergisi ve Sergiye Yapılan Saldırı Üzerine”, Red Thread, 2009. http://www.red-thread.org/en/article.asp?a=25. 36 lere yapılanların anlatılmadığını bağıra bağıra orada bulunanlara ve gazetecilere söylemesi ve şiirler okumasıyla başladı. Daha sonra, aralarında Ramazan Kırkık ve İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanlarından Levent Temiz’in de bulunduğu yaklaşık 20-30 kişilik bir grup ana salona girdi, “Türkiye Türktür, Türk kalacak”, “hainlere ölüm”, “ya sev ya terk et”, “neden Kıbrıs’taki fotoğrafları değil de, bu fotoğrafları asıyorsunuz”, “Atatürk’ün evini yakanları savunmayın” gibi sloganlar atmaya, bildiri dağıtmaya ve fotoğraflara yumurta atmaya başladı.5 Sergi düzenleyicileri, iki kişi içeride bağırarak konuşma yapmaya başladığı andan itibaren sivil polisleri uyarmış ancak bir önlem alınmamış; saldırganlar fotoğrafları yırtmaya ve pencerelerden atmaya başladığında balkonda bulunan ziyaretçiler aşağıdaki polis ekiplerine haber verdiyse de polis ancak yaklaşık on beş dakika sonra yukarı çıkmış ve saldırganları dağıtabilmiştir. Karşı Sanat Çalışmaları Yöneticisi Feyyaz Yaman, o akşam ve daha sonra, dört kez karakol ve adliyelerde ifade vermiş, gözaltına alınan üç kişiyi teşhis etmiştir. Buna rağmen, sadece mülke saldırmak suçuyla açılmış olan dava, saldırıya katılmayan bir sanıkla sonuçsuz bir şekilde devam etmektedir. Bu dava sonuçlanmadan yeni bir dava açılmasının da hukuken imkânı yoktur. 1. 2. 3. 4. Notlar Olaylarla ilgili aktardığım tüm bilgiler için Dilek Güven’in konuyla ilgili araştırmasına başvurdum: Güven, Dilek (2005) Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Saldırı konusunda aktardıklarım Karşı Sanat Çalışmaları yöneticisi Feyyaz Yaman’ın anlatısına dayanmaktadır. Aralarında Hrant Dink, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ın da bulunduğu 40’tan fazla gazeteci ve yazar için “Türklüğe hakaret”ten dava açan Büyük Hukukçular Birliği Başkanı Kerinçsiz, halen Ergenekon davasında tutuklu yargılanmaktadır. Özmen, Kemal “6-7 Eylül Sergisine Saldırdılar”, Bianet, 6 Eylül 2005, http:// www.bianet.org/bianet/insan-haklari/66620-6-7-eylul-sergisine-saldirdilar [13 Ağustos 2009]. 37 Şükran Moral’ın “Amemus” sergisinin iptali üzerine Şükran Moral, 2 Aralık 2010’da Casa Dell’Arte Galeri’de bir kadınla seviştiği “Amemus” adlı performanstan sonra gelen tehditler ve medyanın sanatçıyı ve galeriyi hedef göstermesi sonucunda, performansın fotoğraflarından ve video çalışmasından oluşan sergiyi iptal etti. Moral, elektronik posta ve telefon aracılığıyla kendisine ve ailesine yönelik -ölüme kadar varan- tehditlerin her geçen gün arttığını belirtti. Moral’ın tedirginliğinin nedenlerinden biri, tehditle korku ve baskı yaratan kişilerin kimliklerinin belirsiz olması, bu sebeple kendini korumanın zorluğu. Suç duyurusunda bulunmak istedi, fakat başvurduğu avukatlar çeşitli nedenlerle bu teklifi kabul etmediler. Galerinin yaptığı suç duyurusundan ise bir sonuç alınamadı. Sonuç olarak Moral, bu tehditlerden korkup ülkeyi geçici bir süre terk etmek zorunda kaldı. Kitapta yer alan vakalardan farklı olarak, Vakit ya da Akit gazetesi tarafından yürütülen hedef gösterme, korkutma, tehdit etme yöntemleri, bu sefer medyada daha geniş bir ölçekte uygulandı. Haber kaynakları performansı skandalize eden bir dille haberleştirirken, bazı yayın organları performansın basit ve sansasyon yaratma amaçlı olduğunu, sanatsal bir değer taşımadığını iddia ettiler. Sanatçıyı yalnızlaştıran ve işin meşruiyetini zedeleyen medyanın yürüttüğü negatif mobilizasyonun bu vakada bu kadar genişlemesinin kadın düşmanlığı ve homofobi ile bağı açık. Sanatçı performansın ertesi günü yaptığı basın açıklamasında şunları söyledi: “20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar gelen süreç, insan bedeni ile ilgili politikaların ele alındığı performans sanatı ve türevlerinin örnekleri ile dolu. Bu, Marina Abramovic, Tracey Emin gibi isimlerin de yer aldığı bir süreç ve temelinde 1960’ların hippi hareketi, cinsel özgürlük mücadeleleri ve feminist hareketlerin başkaldırıları yer alıyor. Bu bile başlı başına politik bir gösterge ve bu gösterge, iktidarların bedenler üzerinde kurduğu hegemonyanın varlığının belirtisidir: Bedeni kontrol altına almak ve arzu ettiği şekli vermek. Bugüne kadarki tüm performanslarımda hep “tabularla” bir derdim oldu. Düşünceleri, saf aklın yerine eylemdeki bedenin özgürleştireceğine inanıyorum. Bu noktada önemli tabulardan birisi “cinsellik”. Cinsellik, iktidarların “yasakladığı” alanların başında yer alıyor. Örtük olarak masa altına süpürülen “heteroseksüel” ilişkilerin varlığının yanında, yüz çevrilen “gay/lezbiyen” ilişkilerin normal dışı olarak kodlanması da dikkat çekmek istediğim önemli bir konu. Bu performanstaki “sevişme”, sanatsal bir eylemdir. İzleyiciler (bakanlar) ise bu sanat etkinliğinin pasif konumdaki okuyucularıdır; ve bu bağlamda etkinlik bir “cinsel gösteri” değil, bir “ahlak” sorununun ele alınmasıdır. Yoksa, seks asli olarak yaşamsal bir gerçeklik. Belki de çalışmada sorgulanabilecek olan, galerideki “sanatın” yeryüzüne inmesi ya da bir gündelik olgu olarak cinselliğin “sanatın fildişi kulesine” çıkması çizgisindeki “sınır ihlali”nin olup olmadığıdır”. Casa Dell’Arte Galeri iptal haberini duyurduğu ve basın bildirisini paylaştığı web sitesinde, sanatçının ifade özgürlüğüne her zaman öncelik verdiklerini ve bunun yanı sıra, içinde yaşadığımız toplumun belli hassasiyetlerini saygıyla karşıladıklarını belirtti. 38 Medya, sanat ve sansür üzerine… Yasemin İnceoğlu Galatasaray Üniversitesi, İletişim Fakültesi Medya, olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak “ötekileştirdiği” ve “hedef” haline getirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici “potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunarak, toplumdaki “öteki” gruplara karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu grupların kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açar. “Bekçi köpeği” [watch dog] işlevi taşıyan medya, yasama-yürütme-yargının yani üç kuvvetin kamu adına eleştirilmesi hatta denetlenmesi amacıyla dördüncü kuvvet olarak ortaya çıkmıştır. Fakat özellikle 1980’lerin neo-liberal politikalarıyla birlikte medya patronlarının kişisel çıkarlarının yön vermeye başladığı bir ortamda medya bu işlevini kaybetmeye başladı. Tabii bundan medya patronlarının tek bir aktör olduğu sonucuna varmak yanlış olur. Devletin ideolojik aygıtı olarak medya, egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve meşrulaşması ve rızanın üretimi için çalışır. Günümüz demokrasilerinde, artık yurttaşların hak ve taleplerini dikkate almayan, tüm siyasal, ekonomik ve kültürel taleplerin kamusal alanda temsil edilmesini sağlamayan bir medya sistemi kabul edilebilir değil. Gazetecilerin kamuya karşı olan sosyal sorumlulukları, her türlü başka sorumluluktan, özellikle de işverenleri ve kamu yetkililerine karşı sorumluluklarından önce gelir. Bu bağlamda medyanın sivil toplum dinamiklerinin gelişimine ve toplumda yatay iletişimi gerçekleştirmeye yönelik olarak üstleneceği en önemli rol, “iktidarların resmî ideolojisine” alet olmamaktır. Medya iktidar mekanizmaları ile uzlaşı içinde olduğu, çıkar birliği sağlamayı amaçladığı, toplumsal gerilimi önlemeye çalıştığı durumlarda, bilinçli ya da bilinçsiz, doğrudan ya da dolaylı olarak iktidarın amaçlarına hizmet ediyor. Bu konuda iktidarın temel amaçlarından birisi, uygulanan politikaların yol açtığı mevcut duruma, ortama ve müsebbiplerine karşı toplumsal rıza gösterilmesini sağlamakla sınırlı kalıyor. Medya, iktidarların söylemi doğrultusunda gündemi yönlendirme, bunalım konularını yaygınlaştırma, toplumu siyasal konulardan uzaklaştırma yani siyasetsizleştirerek kayıtsızlaştırma, konuyla ilgili bilgilerden yoksun bırakma, mevcut durumu normal kaçınılmaz şartlar olarak sunma, toplumsal umudu söndürme, iktidar ve politikalarının alternatifsizliğini vurgulama, muhtemel sivil itaatsizlik girişimlerini engelleme amacına uygun bir basın yayın politikası benimseyebiliyor. İktidar, kitle iletişim araçları üzerinden, kamusal tartışmaların çerçevesini ve gündemini belirleyerek, bu konuları kamu gündemine taşıma veya ondan uzaklaştırma yeteneğine sahiptir. Yurttaşlar arasındaki bunalım duygusunu kolektifleştirerek ve bunalımın tedavisi için sıkı 39 önlemler alınması gerektiği yolundaki resmî iddiaları yayarak, örtük bunalımın açık bunalım haline dönüştürülmesinde de etkilidir. Siyasal iktidar, kitle iletişim araçları üzerinden statükoya alternatif olabilecek her türlü yapılanmanın önünü keser. Bu nedenle de kitle iletişim araçları siyasal kayıtsızlığın en önemli besleyicileri olarak karşımıza çıkar. Yani, kamusal senaryonun siyasetsizleştirme / kayıtsızlaştırma etkisiyle, Baudrillard’ın vurguladığı gibi, politik tutkular yerini siyasi tiksinmeye bıraktı. Böylece, birey giderek inisiyatifini kaybetti, siyasi ve ekonomik konulara ilişkin kamusal alanın arkasındaki gerçeklerden de uzak kalmaya başladı. Enformasyon üretilerek değil, yok edilerek sisteme rıza yaratılıp meşruiyet sağlanır. Kitle iletişim araçları, haber görüntüsü altında bilgisizleştirici haberler sunmaktadır. Bunun için, kitle iletişim araçlarında siyasal konulara ilişkin bilgiler her geçen gün daha azalmakta, iktidar otoritesini zedelemeyecek bilgileri vermekte ise cömert davranılmaktadır. Diğer yandan, siyasal sistemin “bekçilik” rolü haberlere verildiğinden sivil itiraz, protesto girişimleri ve benzeri sivil itaatsizlik girişimleri iletişim araçlarının süzgecinden geçirilir ve olaya karışanlar kızgın kalabalıklar şeklinde gösterilerek toplum vicdanına havale edilir. İktidarın ekonomik uygulamalarına yapılan protestolar kitle iletişim araçlarında çoğunlukla haksız bir eylem olarak gösterilip hükümetin haklılığı vurgulanır. Louis Althusser tarafından devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak tanımlanan, Gramsci’nin ise hegemonyanın kurulması için sürekli rıza üretiminde en önemli araçlardan biri olarak değerlendirdiği medya, “egemen ideoloji”yi yeniden kurma görevini yerine getirir. Egemen söylemler haberin söyleminde doğallaştırılarak sunulurken, statükoyu tehdit edebilecek açıklamalar dışlanır. Medyadaki söylem, iktidarların söylemini yeniden üretirken hangi kaynakların kullanılacağına, hangi aktörlerin kamuya sunulacağına, haber başlıklarının seçimine, ne söyleneceğine ve özellikle de nasıl söyleneceğine karar verilerek oluşturulur. Kaynaklarla bağlantılar, haberin üslubu, nasıl sunulduğu, hangi alıntıların yapıldığı, egemen başlıkların neler olduğu, metinde ne gibi çağrışımların üretildiği, haberdeki anlamı ve ideolojiyi oluşturan söylemin unsurları olarak işlev görür. Türkiye’de medyanın durumuna bakıldığında aslında sansürün çok da yeni bir şey olmadığını, Osmanlı’dan beri sansür uygulamalarının mevcut olduğunu görüyoruz. Türkiye’deki esas sorun; sendikasızlaştırılmış örgütsüz medyanın öz-denetim (oto-kontrol) mekanizmasını da iyi çalıştıramaması ve sansürün yanı sıra içselleştirilmiş, neredeyse gönüllü bir oto-sansürün varlığıdır. Medyanın belli bir ideolojik çerçeve ve/veya kişisel çıkarlar doğrultusunda bazı haberleri yayımlamama, eksik ya da çarpıtarak yayımlama yoluna başvurarak kamunun bilgi edinme hakkını ihlal ettiğini görüyoruz. Devletin ideolojik aygıtı olan medyanın, kendi gündemini yaratırken, toplumsal bağlamdan kopuk şekilde hem örtük hem açık biçimde ırkçılık, etnik önyargı, zenofobi (yabancı korkusu-nefreti), antisemitizm gibi kavramlar üzerinden nefreti yeniden ürettiğini ya da pompaladığını biliyoruz. Medya, olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak “ötekileştirdiği” ve “hedef” haline getirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici “potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunarak, toplumdaki “öteki” gruplara karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu grupların kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açar. Bu durum, bir yandan kişinin belirli bir gruba aidiyeti yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması, hedef gösterilmesi, diğer yandan, nefret söylemi üreten gruba güç ve önem 40 atfetmesi açısından oldukça zararlıdır. Söylenenlerden çok söylenmeyenler, normal, rasyonel ve mantıklı görünenler, nefret söyleminin teşhisini zorlaştırırlar. Medyada biz-onlar, güçlü-güçsüz ayrımı ve ötekileştirme ziyadesiyle mevcut. Medya ötekileştirdiği grubun insani değerini inkâr ederek onlara uygulanan şiddet ve aşağılayıcı davranışları meşrulaştırabiliyor. Birtakım tanımlamalar, ölçüler, öngörüler üzerinden hareket ediyor. Halbuki TGC’nin “Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi”nde şöyle deniyor; Gazeteci başta barış, demokrasi, insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arası nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türlü şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz. 1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi nefret söylemiyle ilgili bir tavsiye kararı aldı. Bu kararda nefret söylemi şöyle tanımlanmıştır: “Irkçı nefret, yabancı düşmanlığı, antisemitizm veya hoşgörüsüzlük ifade eden saldırgan milliyetçilik de dâhil olmak üzere, hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimidir.” Kendini her zaman kin ve öfke dolu ifadelerle ortaya koymadığı ve hatta zaman zaman gayet normal ve mantıklı göründüğü için nefret söylemini teşhis etmek kolay olmayabilir. Nefret suçuna giden sürecin çıkış noktası olan, nefret suçunun önünü açan, onu teşvik eden, tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün dışa vurumu olan nefret söyleminde, hedef alınan gruplara “toplumda size yer yok” mesajı yinelenerek verilir; grup üyeleri pasifleştirilir. Bu durum doğal olarak demokratik düzeni yıpratır; zira insanın en temel hakkı olan “yaşama ve katılım hakkı” elinden alınmış olur. Bu bölümde; ayrımcı bir dil kullanan dolayısıyla doğal olarak ötekileştirme içeren, var olan bir durumu genelleştirerek toplumun genel kabulü, değiştirilemez doğrusuymuş gibi sunan veya nefret söylemi içeren haber örneklerine bir göz atalım. Özel olarak haberler üzerinden gidecek olursak: Edirne’deki kadın heykelini “başörtüsünü başından atan kadın heykeli” olarak yorumlayan Milli Gazete’de yayımlanan haberde1 bir miktar nefret söylemi olduğu ifade edilebilir; heykeli yapan ve savunan insanlar “yobazlıkla” suçlanmaktadır. Yine haberde kullanılan “milli manevi değerlerimiz” söylemi son derece dışlayıcıdır. Edirne denilince akla Osmanlı ve Selimiye başta olmak üzere önemli mimari özelliklere sahip manevi mekânlar gelirken yapılan bu sapkın ve ahlaksız erotik heykel insanları derinden yaralıyor. Yapılan bu ahlaksız faaliyetler ‘Cumhuriyeti böyle mi kurduk?’ sorusunu akla getiriyor. Sözde çağdaşlık kisvesi altında yapılan bu bağnaz ve ahlaksız heykele inançlı yaşayan insanlar, ‘Edirne’yi düşmanlardan kurtaranlar, çağdaş ve çıplak kadınlar değildi, Edirne’yi müdafaa edenler imanlı, inançlı ve ahlaklı kadınlardı’ diyerek tepki gösterdiler. ifadesi ciddi hakaretler içermekle birlikte “çıplak kadınlar” adı altında çok muğlak ama aynı zamanda ciddi bir hedef gösterme işine girişilmektedir. “Bir toplumu dininden uzaklaştırırsan o toplumu yok 41 edebilirsin” sözü referans kabul edilerek üstü yarı kapalı biçimde dine inanmayanlar ya da daha geniş yorumla başka bir dine inananların toplumu yok edeceği mesajı veriliyor. Zaten haberden anlaşılacağı üzere heykel bu tür gerekçelerle bir kez yıkılmış ve yeniden yapılmış; gazetenin bu haberle hedefi, heykelin kaldırılması için kamuoyu oluşturmak ya da daha açık bir şekilde yeniden yıkılması için birtakım insanları özendirmek veya tahrik etmek. Bir başka örnek, “CHP’li Oktay Ekşi’ye Heykel Tepkisi” başlıklı haber,2 konusu Dumlupınar Üniversitesi’nden Ermenistan bayrağındaki armayı andırdığı için kaldırılan Aslan ve Kartal heykeli mevzuunu meclis gündemine taşıyan Oktay Ekşi’ye tepki. Ancak haberde Kütahya İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği’nin (KİHMED) tepkisi aynen aktarılmış ve deniyor ki: “Dernekten yapılan yazılı açıklamada, heykellerin Hristiyan asıllı Türk heykeltıraş Atanas Karaçoban tarafından yapıldığı ifade edilerek şöyle denildi: ‘Heykellerin yapıldığı zamanlarda Kütahya halkı, üniversitenin kapısından pek giremezdi. Neyse ki o günler geride kaldı. Şimdilerde üniversitenin halkıyla kucaklaşmasının sevincini yaşıyoruz.’” Burada simgeleştirme adını verdiğimiz yani doğal bir özelliğin olumsuz maksatla kullanılması örneği çok açık. Hiç gerek olmadığı halde heykeltıraşın dinine bir gönderme var. Üstü kapalı bir art niyet ve kumpasa işaret ediliyor. Yine metinde kullanılan “Kütahya halkı” ifadesinden yalnızca Kütahya’da yaşayan Sünni, Müslüman ve Türk halka referans verildiği anlaşılıyor; bunun dışında kalanlar halktan ve makbul değil izlenimi yaratılıyor. Gazetenin sorunlu olan basın açıklaması metnini olduğu gibi yayınlamayı tercih etmiş olması, tüm bu ifadeleri onaylamış olduğu algısını yaratıyor. Dumlupınar Üniversitesi’nden kaldırılan aslan ve kartal heykeli 42 Üçüncü örnek olan “Sanat, nereye kadar?” başlıklı haberde3 İzmir’de açılan serginin eleştirisi var; nefret söylemi var mı yok mu tartışılır ancak bir ötekileştirme olduğu kesin. “‘Aykırı’ isimli, İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) üyeleri tarafından düzenlenen sergide rahatsız edici fotoğraflar sergilendi. Fotoğraflar arasında, sanat adı altında dinlerin ortak değerlerine ve ahlâka hakaret içeren kareler de yer alıyor.” “Sezer, ‘Erkek erkeğe öpüşenler, başörtülü iki kadının öpüşmesi ve başında örtü olan bir kadını iç çamaşırlarıyla gösteren fotoğraflara inanamadım. Aileler gelip dolaşıyor bu sergileri, çocuklar da görüyor. Eşcinselliği özendirici ve başörtülü dindar hanımları aşağılayan bu sergi hemen kapatılmalı’ dedi.” gibi ifadeler kimin ahlâkı kimi rahatsız ediyor ve bu nasıl ölçülüyor sorularını akla getirirken, bunları normal ve ahlâka aykırı bulmayanlar, örneğin yukarıdaki ifadeye göre eşcinseller ötekileştirilmiş hatta ahlâksızlıkla yaftalanmış oluyor. Çok açık olmasa bile burada biraz abartma/ yükleme/ çarpıtma örneğini görebiliyoruz; daha geniş yorumla bu haberin üstü kapalı ötekileştirme içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak bu ve benzer haberler için asıl ve en önemli sorun medyanın toplumun bir kesiminde (çoğunlukla muhafazakâr bir kesiminde) varolduğuna inandığı, gördüğü bir değer yargısını abartıp toplumun tüm kesimine yükleyerek ve bunun dışında kalanları dışlayarak sunması ve daha da ötesinde hedef göstermesi, kamuoyu tepkisi yaratmaya çalışması ve sonuçta da bazı durumlarda (ki bence çoğunlukla) başarıya ulaşması. Bu durumda medya, sanatta sansürün baş tetikleyicilerinden biri haline dönüşüyor. Haberde “Hristiyan ve Müslüman kadınlar” ifadesinin de yanıltmaca olduğunu düşünüyorum zira herhangi bir Hıristiyan derneğinin ya da kadının tepkisine yer verilmiş değil. Aynı haber yine benzer üslupla Yeni Şafak’ta “Bu fotoğraflar değerlere ‘aykırı’” şeklinde verilmiş:4 Hatta haber içinde bir başlık da “İZMİR İÇİN AYKIRI DEĞİL”; bu da “gâvur İzmir”e bir başka gönderme ve yaftalama, aslında ifade IFOD Başkanı’na ait ama haberde kullanılma şekli İzmir’in ahlâksızlığını ya da daha yumuşak ifadeyle aykırılığını vurgular nitelikte ama hangi ya da kimin değerlerine aykırı. Haberin bir başka versiyonu olan “Ahlaksız Sergi’yi Savundular” başlıklı haberde,5 yukarıda saydığım üstü kapalı unsurlar daha açık şekilde ifade edilmiş ve daha doğrudan hakaret var: Ahlaksız fotoğraf sergisinde tepki gören fotoğraflar kaldırılınca sanatçı(!)lar tepki gösterip sergiyi kaldırdılar. Bunun adını sansür olarak nitelendiren sözde sanatçılar bu ahlaksız fotoğrafların kaldırılmasına anlam veremediler. Fotoğrafları site ilkelerimize ters düştüğü için yayınlayamıyoruz. Fotoğrafların savunmasını yapan sanatçıların(!) bazı noktalarını da müstehcenliği sebebiyle yayınlayamadık. Sanata yönelik haberlerin doğurduğu sakıncalara örnek olarak, İskender Pala’nın Zaman gazetesinde yer alan, Şehir Tiyatroları’nda bir oyuna ilişkin, oyunun sınırlarını aşan sansür talep eden eleştirisini verebiliriz:6 Pala, seyretmediği anlaşılan “Günlük Müstehcen Sırlar” adlı oyun ile ilgili şunları yazabiliyor : “Elbette müstehcenlik diz boyu, ama içinde seyirciyi ilgilendirecek ne bir hayat dersi, ne bir erdem, ne de tiyatronun genel amacına yönelik bir toplum eleştirisi var. Eğer bu oyunun amacı seyirciye teşhircilik hakkında hayat dersi vermek ise buna devlet parasıyla bayağılıktan başka ne denir? Seyirciye hakaret de cabası. Peki repertuarın diğer oyunlarındaki % 80 cinsel sululuk ve müstehcenliklere ne demeli?” Bu yazıda nefret söylemi veya hakaretin varlığından söz etmek doğru olmayabilir ancak Pala, 43 kendi değerlerini tüm toplumun değeriymiş gibi sunarak, buna aykırı bir durumu hedef gösteriyor ve en nihayetinde bu sanat yapıtını ortadan kaldırmaya çağırıyor. Sonuç İnsan haklarının ayrılmaz bir parçasını oluşturan ifade özgürlüğü siyasi, sanatsal, ticari vs. her türlü ifadeyi kapsamına aldığı gibi, görüş sahibi olma özgürlüğü, bilgi ve düşünce edinme özgürlüğü ile bilgi ve düşünceyi yayma özgürlüğünü de içermektedir. İfade özgürlüğü söz konusu olduğunda devletin kişinin bu özgürlüğüne müdahale etmemesi, bir kişinin ifade özgürlüğüne müdahale edildiği zaman bu kişinin ifade özgürlüğünü koruması, bireylerin ifade özgürlüklerini kullanabilmesi için gerekli önlemleri alması gerekmektedir. İfade özgürlüğü yalnız genel ahlâk, devlet güvenliği, çocuk pornografisi gibi gerekçelerle değil, nefret söylemi söz konusu olduğunda da sınırlandırılmalıdır. Aksi takdirde nefret söylemine maruz kalan grupların korunmaya değer görülmediğine ve hatta bu gruplara yöneltilen nefret söyleminin onaylandığına dair bir algı oluşabilir. Medyanın haberleştirdiği nefret söylemi kadar bizzat medyanın ürettiği nefret söylemi de izlenmeli ve rapor edilmelidir, zira demokrasilerde en etkin yol teşhir etmektir. Bu konuda sivil toplum kuruluşları, kamu otoriteleri ve bizzat medyanın koordineli çalışması gerekmektedir. Kaynakça Damlapınar, Zülfikar (2002) “İktidar ve Kitle İletişim Araçları Üzerinden Rıza Üretimi, Teorik ve Ampirik Açıdan Kamusal Senaryo Süreci”, İletişim, no.14. Damlapınar, Zülfikar (2008) “Medya ve Siyasete Güvenirlilik”, Medya ve Siyaset, Eğitim Kitabevi, Konya. van Dijk, T.A. (2005) “Söylemin Yapıları ve İktidar Yapıları”, Medya, İktidar, İdeoloji, Mehmet Küçük (der. ve çev.), ikinci baskı, Ark Yayınları, Ankara. İnceoğlu, Yasemin (der.) (2012) Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 1. 2. 3. 4. 5. 6. Notlar http://www.milligazete.com.tr/haber/yobazligin-heykeli-228735.htm http://www.haberyurdum.com/chplioktay-eksiye-heykel-tepkisi-20230n/ http://medyasofa.com/421-sanat-nereyekadar.html http://yenisafak.com.tr/ Gundem/?i=361302 http://www.habereditor.com/news_print. php?id=82149 http://www.zaman.com.tr/yazar. do?yazino=1244776 44 “Geçimli’de havan mermisi, İstanbul’da kitap” Pelin Başaran Şahin’in bu tehditkâr ve ısrarlı üslubu, bir yandan devletin milliyetçi kodlarına dair ipuçları sunarken, bir yandan da temsil ettiği AKP’nin demokratik hak ve talepleri daraltan politikalarını besleyen sistemi katıksız görmemizi sağlıyor. Üstelik görevi sebebiyle dolaysız ve hazmedilmesi güç bir şekilde dile getirilen bu politikaları bile meşrulaştırabiliyor. Bir siyasetçinin ifadeleri üzerinden devletin kültürel üretimi denetim ve baskı altına alan politikalarına dair tespitlerde bulunmak kendi başına sorunlu bir yaklaşım. Bu yaklaşım, siyasetçinin mensubu olduğu siyasi hareketin uygulayıcısı değil de, “şahsına münhasır” biri gibi algılanmasına sebep olabilir. İdris Naim Şahin’in1 göreve başladığından itibaren partisini aşan karikatürleşmiş imgesi dolaşımda olsa da, İçişleri Bakanı gibi önemli bir pozisyonda olduğundan, bu ifadeleri kendi başlarına siyasi bir etkiye sahiptir. Bunun en açık örneği olarak, akademisyenler, sanatçılar ve sivil toplum kuruluşlarını hedef alan, adeta gelecekte olacakların habercisi “Arka Bahçe” konuşması, idrak edilmesi zaman alan ağır, korkutucu bir tehdit olarak tarihe geçti. Şahin’in bu tehditkâr ve ısrarlı üslubu, bir yandan devletin milliyetçi kodlarına dair ipuçları sunarken, bir yandan da temsil ettiği AKP’nin demokratik hak ve talepleri daraltan politikalarını besleyen sistemi katıksız görmemizi sağlıyor. Üstelik görevi sebebiyle dolaysız ve hazmedilmesi güç bir şekilde dile getirilen bu politikaları bile meşrulaştırabiliyor. Biz bu yazıda, Şahin’in bize gösterdiklerine bakmak istiyoruz. Şahin’in en belirgin stratejilerinden biri, 7200 Kürt siyasetçinin,2 2824 öğrencinin3 cezaevinde olduğu ve 83 gazetecinin tutuklu4 olduğu Türkiye’de demokratik hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğine dair iddiayı reddeden ve hak ve özgürlük taleplerini gayrimeşrulaştıran tavrı. Bunu, PKK’nin Silvan baskını sonrasında yaptığı Türkiye’deki sınırsız özgürlüğe işaret ettiği konuşmasında açıkça görebiliriz: Herkesin aklını başına alması gerekiyor. Bu ülke özgürlüklerin alabildiğince var olduğu ve doya doya yaşandığı bir ülke. O kadar ki özgürlükleri sonuna kadar yaşayıp bu ülkede hâlâ özgürlük yok diyecek kadar özgürlüklerin yaşandığı bir ülke. Galiba bir eksiklik var. Var olan özgürlüklerin varlığını itiraf edecek kadar beyni, aklı özgürlükten yoksun olan birtakım insanlar var. Bu gerçekle karşı karşıyayız.5 Böyle bir kurgu içinden, Şahin’in Kürt sorununa yaklaşımı da, Kürtlerin hak mücadelesini itibarsızlaştırmak ve yok saymak yönünde gerçekleşiyor. “Kürtlerin ülkeyi bölmeye çalışacak kadar özgür” 45 olduklarını vurgulayan Şahin, Kürt sorunu ile ilgili “Sorun sorun diyorlar. Sorun ne? Ben arıyorum sorunu bulamıyorum... Sorun yol mu? Sorun şarkı mı? Sorun kıyafet mi? Sorun ibadet mi? Sorun hastane mi?”6 açıklamalarından anlaşılacağı üzere Kürt sorununun bahsini açmamakta direniyor. Bunun yerine, sonraki konuşmalarında da sıkça belirteceği gibi, “uzaklardan, sınır ötesinden sınır içerisine, dağlara, tenha yerlerden son zamanlarda şehir merkezlerine kadar toplumun farklı kesimlerine kadar, üniversitelerine, bir kısım basın kurumlarının içerisine, ekonomik yapıya, sokağa kadar inmek suretiyle, gündüz külahlı gece silahlılardan oluşan bir büyük yapıyı adeta ahtapotun kolları gibi bu devletin varlığına kastetmek için oluşturmuş”7 bir şebekeden bahsediyor. Bu şebekenin başı, PKK ve KCK (kendi deyimiyle Kürtleri Cebren Köleleştirme Hareketi) olmakla birlikte, BDP hiyerarşinin ortalarında yer alıyor. Örgüt, farklı ırklardan kişileri dinsizlik ve inançsızlık ortak paydasında biraraya getirmiş ve bölge halkını etkisi altına almıştır.8 Şahin’in şemalandırdığı bu ana yapı, kendi deyimiyle şebeke, Şahin’in nefret söyleminin ve saldırılarının referans noktasını oluşturuyor. Bu referans noktasından hareketle, kültürel ve sanatsal üretimi bu “şebeke”ye hizmet eden unsurlar olarak işaret ediyor ve hedef gösteriyor. Milli Gazete’nin Zerdüştlüğe ve Yezidiliğe yönelik nefret söylemi ve ayrımcı bir dil kullandığı “Dağda Zerdüşt, Şehirde Pagan” başlıklı haber ve Şahin’in Nusaybin’de yer alan Mitanni Kültür Merkezi’ni hedef göstermesi buna örnek gösterilebilir: Son zamanlarda başta terör örgütü PKK ve KCK olmak üzere Kürtlere karşı sistematik bir inanç sömürüsü politikası yürüttükleri bilinen bir gerçek. Terör örgütünün yanı sıra bu sömürüye siyasi partilerin de katıldığı görüldü. Mardin’in Nusaybin ilçesinde BDP’li Belediyenin açtığı Mitanni Kültür Merkezi’nin duvarlarına işlenmiş Zerdüştlere ve Yezidilere ait ilginç figürlere rastlandı. Mitanni Kültür Merkezi’nin duvarlarında yer alan figürlerin Zerdüştlerin Tanrısı ‘Ahura Mazda’ya ve Yezidi inancına ait Melek Tavus’a ait olduğu ortaya çıktı. İslâm inancına bağlılığı ile bilinen bölge halkının yavaş yavaş asimile edilerek, cahiliye dönemindeki pagan dinlerine yönlendirilmek istenmesi tepkilere neden oluyor. Bu asimile projesinin terör örgütünün yanı sıra bazı siyasi partilerin de desteğiyle sistematik bir biçimde yapıldığı kaydediliyor. (...) Halkı İslâm’dan uzaklaştırmak ve Pagan inancına doğru kaydırmak için, bu sapkın inançların “İslâmiyet’ten pek farkının olmadığı” söylemlerini kullanarak bu sapkınlığı halka yavaş yavaş enjekte etmeye çalışıyorlar. Bölge halkı bu sapkın söylemlere itibar etmeyince şehrin çeşitli yerlerinde Pagan inancının figürlerini ön plana çıkararak halkı bu sapkın inançlara sürüklemeye çalıştıkları görüldü.9 Bu haberin yayınlanmasından sonra, İdris Naim Şahin, BDP’li milletvekillerinin kendisi hakkında verdiği gensoru önergesi görüşmeleri sırasında haberi göstererek, BDP’nin KCK’nin bir parçası olduğunu, PKK ve KCK’nin halkı kandırarak İslâm dininden uzaklaştırdığını, Zerdüştlüğe ve Yezidiliğe yönlendirdiğini iddia etti. Kanıt olarak iki fotoğraf sundu: Biri Mitanni Kültür Merkezi’nin Zerdüştlüğe ve Yezidiliğe ait figürlerin yer aldığı duvarlarının, diğeri ise “domuz eti yiyen PKK’liler”in fotoğraflarıydı.10 Bu söylem, içerdiği ötekileştirmeyle beraber, Kürtleri “şebeke” tarafından manipüle edilen figüranlar olarak addederek Kürt hareketinin etkisini ve temsil gücünü kırmaya çalışmakta. Kürtlere dair bu algıyı pekiştirmeye yönelik acımasız ve sindiril- 46 Nusaybin Mitanni Kültür Merkezi duvar detayı mesi zor açıklamalardan biri, 34 kişinin hayatını kaybettiği Uludere katliamından sonra yaptığıydı. Olaydan sonra Şahin, …yanlıştan doğru sonuç çıkmaz. Bu hayatını kaybeden vatandaşlarımız kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler. Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç olunca yargılanamaz duruma gelip hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı gölgede kaldı. O bölge Kandil’e doğru bölücü terör örgütü KCK’nın kontrolünde olan bir bölgedir. Bölücü terör örgütünün sıktığı kurşun, attığı bomba yediği ekmek, giydiği ayakkabı parayla alınıyor. Baronların da parada payı var. Para hareketinin bir bölümü kaçakçılıktır. 34 insanımız, çoğu yaşı küçük gençlerimiz bu olayın sadece figüranlardır. Filmin büyüğüne bakmak lazım. Filmin senaristi, baş oyuncusu vardır. Figüranlara takılıp kalıyoruz. 11 açıklamasını yaptı ve devletin özür dileyeceği bir olay olmadığını belirtti. Her ne kadar AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bu açıklamayı “insani” bulmadığını12 söylese de, Başbakan Tayyip Erdoğan, Şahin’in yaptığı açıklamayı kendi beyanlarıyla pekiştirdi ve devletten özür beklentisinin yersiz olduğunu söyledi. Şahin’in, sadece Kürt bölgesiyle sınırlı olmayan baskı ve engellemelerin arka planı, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen “Terörle Mücadele Değerlendirme ve Koordinasyon 45. Toplantısı”nda “terörü besleyen arka bahçedeki otların iyi teşhis edilmesi gerektiğini” ifade ettiği “Arka Bahçe” konuşmasında kendini açık eder: (…) Onlarda kural yok. Hukukta kural, düzen, hak, iyiyi kötüden ayırt etmek, suçluyu suçsuzdan ayırt etmek var. Hatta kandırılmış, korkutulmuş, kaçırılmış ve terör örgütüne yerleştirilmiş olanlara yönelik insani bir yaklaşımla mücadele var. Bir tarafta hukuksuzluk, bir tarafta hukuk çerçevesinde yapılan bir mücadele var, terör örgütünün yürüttüğü çalışma sadece dağda, bayırda, şehirde, 47 sokakta, gece arka sokaklarda haince pusu kurarak yaptığı saldırılardan ibaret değil, sadece silahlı terör değil. Bunun bir başka ayağı daha var. Psikolojik terör var, bilimsel terör var. Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var. (…) Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra’dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur. Çağın gereği ne kadar sivil toplum kuruluşumuz varsa o kadar demokratik bir ülkeyiz ama oraya da sızmak lazım terör açısından, sızılır, sızarsınız, sızmışlardır. Masum dernektir, bakarsınız kültür derneği, bakarsınız eğitim derneği. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle mücadeleniz kolay bana göre ama bu arka bahçede ayrık otu ile tereler birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince anlıyorsunuz. (...) Ve bir tarafta terör yapısı, gayrihukuki, illegal yapı. Bir tarafta onunla mücadele eden sizler, hukuki yapı hukuk çerçevesinde öyle de olmaya devam edecek, şikâyetimiz yok. Bir tarafta da terörün silahsız yapısı. Silahlıya destek veren yapı. Yani yardımcı kuvvetler. Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle ayırt etmek durumundayız, bunları hepimiz bilmek durumundayız. Terör, terörle mücadele, bir de mücadele edenle mücadele eden bir yapı var. O psikolojik harekâtın farkındayız. (…) O kadar hınç var ki devlete karşı, kendi paçavra ara sözleşmelerinde, devlet olmayan bir organizasyon. Yani Türk devletine düşmanlar, bunu anladık da kendilerinin kurmak istedikleri organizasyonda bile devleti kullanmayacak kadar devlet düşmanlığı var. Ben söylüyordum, şimdi itirafçılar söylüyor. Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlâksızlığın, gayri insani durumun olduğu bir ortam.13 İçişleri Bakanı’nın bu konuşması, ifade özgürlüğü hakkını koruyan yasaların uygulanmasıyla ilgili devletin taşıdığı sorumluluktan vazgeçtiği şeklinde yorumlanabilir. İktidar, muhalefet potansiyeli taşıyan her türlü eğilimi marjinalleştirerek ve kriminalize ederek “şüpheli” konumuna itiyor ve alanı günden güne daraltarak sansürün ve oto-sansürün doğallaşmasına neden oluyor. Böylece, kültürel üretimi yasalar yoluyla değil, yarattığı korku atmosferiyle kontrol altına almayı başarıyor. Bir yandan da, demokratik kurumları, eğitim kurumlarını ve sanatçıları hedef göstererek gerek bizzat devlet kurumları gerekse devletin çıkarlarını gözeten kurumlar ve bireyler tarafından sansürün yaygınlaştırılmasını teşvik ediyor. Bu durum bürokrasinin alt kademelerine, kurumlara ve toplumun geneline yayılıyor. İcat edilen çeşitli toplumsal hassasiyetler ortaya atılarak sanatsal ifadenin sınırları keyfî bir şekilde sorgulanıyor. 48 Sanatsal ifade özgürlüğünün bu şekilde tehdit edilmesi sanatçılar tarafından büyük ve örgütlü bir tepkiyle karşılandı. Bir grup sanatçı “Sevgili Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız!” başlıklı bir bildiri yayınlayarak Şahin’i istifaya davet etti (bkz. sayfa 50). Fakat Şahin, tepkilere rağmen, görevinde kalmayı sürdürdü ve bu minvalde açıklamalarına devam etti. Katıldığı bir toplantıda kendisine yöneltilen Şemdinli’deki çatışmalara dair sorulara “ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir, bu çatışma İstanbul’da kalemle devam ediyor, İstanbul’da kitapla devam ediyor. Geçimli’de atılan havan mermisiyle burada, Ankara’da yazılan yazıların bir farkı yoktur” diye yanıt verdi. 14 Bu açıklama basında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında gazetecilerin Ahmet Şık’ın yazdığı kitabın toplatılması üzerine sordukları “Kitap yazmak nasıl terör olur?” sorusuna verdiği “Öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tesirlidir” yanıtıyla beraber yer aldı. Bir kitabın kitleler üzerinde, bir bomba etkisi yaratacak kadar etkili ve tehlikeli görülmesinin altında başka bir boyut daha var: Devletin entelektüalizm karşıtlığı. Bu çatışma, devlet tarafından güdülen baskıcı politikaları meşrulaştırmak için kullanılıyor. Özellikle son dönemde muhafazakâr sanat ve devlet/şehir tiyatrolarının yeniden yapılandırılması tartışmaları çerçevesinde,15 Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından da sıkça takınılan bu tavır (bkz. sayfa 52), kültür üretimlerini sadece kriminalize ederek değil, muhafazakâr kültürel kodlar oluşturarak ve halktan kopuk, elitist olduğunu iddia ettikleri üretimleri bu kodların dışında bırakarak ötekileştiriyor. Böylece, doğrudan sansür yerine, toplumdaki beğenileri ve referans sistemini yeniden düzenleyerek, bazı kültürel üretimlerinin cesaretini kırıyor ve meşruiyetini zedeliyor. Sözleri, devletin farklı baskı politikalarını belgelemesi açısında önem teşkil eden İdris Naim Şahin’in etkisi yalnızca söylemsel düzeyde değil. Bilançosu ağır. BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün durumu çok iyi özetleyen alıntısı ile bu yazıyı sonlandırmak yerinde olur: İç güvenlik aygıtının başındaki bu ağzı bozuk kişinin bir yıl içinde mizah dünyasının en çok eğlenilen şahsiyetlerinden biri haline gelmiş olması, kimseyi aldatmamalı. Eğlence dünyasının bu favori figürü bir yıllık görevi sırasında son on yılın en ağır devlet terörünü sahneleyen gücün başında duruyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) verilerine göre onun emri altındaki güçler sadece 2011’de 3 bin 252 kişiye işkence ve kötü muamelede bulundu, “dur ihtarına uymadıkları gerekçesiyle” 57 kişiyi öldürdü, 130 kişiyi yaraladı. Grevlerde, ekolojik direnişlerde, öğrenci protestolarında, sokaktaki çocukların gösterilerinde, kadın eylemlerinde, kimlik kontrollerinde binlerce insanın uğradığı aşağılayıcı, onur kırıcı ve zorbaca muamelelerde onun damgası var. Ama onu orada tutan da işte o “tarihin en güçlü hükümeti”nin başındaki kişi: Tayyip Erdoğan! Ne yazık ki, İdris Naim Şahin mizah dergilerinin kapağındaki bir karikatür değil, elinde ölümcül bir güç tutan bir gerçek şahsiyet, o Tayyip Erdoğan’ın alter-egosudur, ya da öyle olduğu için bir karikatürdür: Daha kurulmadan çökmeye başlayan bir post-modern sultanlık hevesinin iş başında tuttuğu altı kaval üstü şişhane zaptiye amiri!16 49 Notlar 1. AKP’nin kurucu ekibinde yer alan İdris 13.“İçişleri Bakanı’ndan yeni terör tarifleri”, Naim Şahin, 2002 Genel Seçimleri’nde İstanbul Milletvekili olarak Meclis’e girdi. Milletvekilliğine 24. Dönem Ordu Milletvekili olarak devam ediyor. 2011’den beri ise hükümette İçişleri Bakanlığı görevini sürdürüyor. 2. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nden bilgi alınmıştır. 3. “2824 öğrenci cezaevinde” http://www. cnnturk.com/2012/turkiye/08/07/2824. ogrenci.cezaevinde/671910.0/index.html 4. http://tutuklugazeteciler.blogspot.co.uk/ 5. “İçişleri Bakanı: Herkesin aklını başına alması gerekiyor”, 15.07.2011, http:// www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType= RadikalDetayV3&ArticleID=1056383&Ca tegoryID=78 6. “Kürt sorunu nedir? Arıyorum, bulamıyorum”, 07.11.2011, http://www.radikal.com. tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3& ArticleID=1068841&CategoryID=78 7. Agy. 8. http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem24/yil2/ham/b09501h.htm 9. “Dağda Zerdüşt, şehirde Pagan”, 16.01.2012, http://www.milligazete.com. tr/haber/dagda-zerdust-sehirde-pagan-227149.htm 10.İdris Naim Şahin’in bu konuşması üzerine Mitanni Kültür Merkezi, Milli Gazete ve Şahin’in saldırılarını kınayan ve bu iddiaları reddeden bir basın açıklaması yaptı. “Milli Gazete’ye tepki”, 19.01.2012, http:// www.etha.com.tr/Haber/2012/01/19/ guncel/mitanni-kultur-merkezinden-milligazeteye-tepki/ 11.“Şahin: Emir Kara Kuvvetleri’nden”, 23.05.2012, http://bianet.org/bianet/ bianet/138555-sahin-emir-havakuvvetlerinden 12.“Ak Parti Uludere’de faturayı Şahin’e kesti!”, 24.05.2012, http://www.cnnturk. com/2012/turkiye/05/24/ak.parti.uluderede.faturayi.sahine.kesti/662265.0/index. html 26.12.2011, http://www.radikal.com.tr/ Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Art icleID=107362 14.“Şahin: Savaş İstanbul’da kalemle devam ediyor”, 08.08.2012, http://www.radikal. com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay V3&ArticleID=1096473&CategoryID=78 &Rdkref=7 15.Konuyla ilgili haberler için Siyah Bant sitesine bakınız: http://www.siyahbant. org/?p=1444 16.“Diyarbakır’da aslında neler oldu?”, 22.07.2012, http://m.radikal.com.tr/iphone/NewsDetail.aspx?ArticleID=122731&C ategoryIDs=21 50 Sevgili İçişleri Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız!* 26 Aralık 2011 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, asla unutulmaması gereken bir hukuk, siyaset ve insanlık dersine imza atmıştır. Aşağıda imzası bulunan biz sanatçılar, kendisinin başımızdan eksik olmaması için duacıyız. Kendisi, devlet adamlığı ciddiyetiyle konuyu biraz üstü kapalı ele almış, bizlere daha açık konuşma cesaretini vermiştir. “Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra’dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.” diyor Sayın Şahin. Bu arka bahçelerden üniversite, dernek ve sivil toplum kuruluşlarının derhal kapatılması, bahsi geçen İstanbul, İzmir ve Bursa gibi kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesi ve Avusturya, Almanya, İngiltere ile ilişkilerin en alt seviyeye indirilmesi şarttır. Siyasi irade bunları yaptığında bizlerin koşulsuz desteğini yanında bulacaktır. Yine aynı beyanatında Sayın Bakan “Devlet namustur, devlet özgürlüktür, eğitimdir, sağlıktır, devlet hayatın ta kendisidir.” derken de çekingen davranmıştır. Devlet bunların hepsi ama şüphesiz ki çok daha fazlasıdır. Bizler devletimiz için varız. Her şey, devlet için vardır. Meclisin duvarındaki yazının da ivedilikle “Hâkimiyet kayıtsız şartsız devletindir” ibaresiyle değiştirilmesini istemek hakkımızdır. Hayatta en önemli şey devlettir. Devlet, her şeydir. Yaşasın devlet. Yalnız bakanımızın “Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlâksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam” diyerek bizleri hayal kırıklığına uğrattığının altını çizmek isteriz. Şüphesiz ki ahlâksızlık, namussuzluk çok geniş alanlardır ve müzikten sinemaya, edebiyattan plastik sanatlara, eşek etinden ateizme kadar uzanan yelpazedeki tüm farklılıklar, aykırı fikirler, sözümona “yaratıcı” faaliyetler de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Örneğin rock şeytanın müziği, resim haram, dans ve heykel müstehcendir, hepsi külliyen yasaklanmalıdır. Karikatür çizmeninse cezası müebbetten az olmamalıdır. Son olarak Sayın Şahin, terörün arka planına dair unutulmaz söylevinde, şarkı kisvesi altındaki terör ve şarkıcı kisvesi altındaki teröristten de dem vurarak, “Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle ayırt etmek durumundayız.” diyerek hainlere, düşmanlara ve kötülere büyük bir koz vermiştir. Sayın Bakan belli ki bir mahalle baskısı mağduru olarak sanata karşı olmadığını ifade etmek zorunda bırakılmıştır. Kendisinden sanatçılar olarak beklentimiz, bir ifade ve temsil biçimi olarak sanata karşı olduğunu açıklamasıdır. Çünkü büyük bir üzüntüyle ifade etmek isteriz ki şu anda bu ülkede yaşayan sanatçıların önemli bölümü Sayın Şahin’in değerini teslim etmek erdeminden yoksun kayıp * http://sevgilibakanimiz.tumblr.com/ sitesinden alınmıştır. 51 ruhlardır ve bunlara karşı olmak gerekir, maazallah siyasi rakiplerin yapamadığını bunlar bir gün yapıverirler. İnsanı tefe koyup oynatır ve bunlar, şeytana pabucunu ters giydirirler. Sayın Şahin, Sözlerinizin arkasında durun ve sanatı topyekün terör kapsamına alarak yasaklayın, ya da şunu yapın: Bu cümle hariç bütün metni tersten okuyun ve derhal özür dileyerek o koltuğu bırakın, çünkü bu toplumun tüm iç güvenlik mekanizmasının tepesinde oturan şahsınızın ilgili beyanları; demokratik, laik, sosyal hukuk devleti tanımını dolayısıyla Anayasa’yı hiçe saymasının yanında, sizin aksinize dünyanın her yerinde geçerli işler üretme kapasitesine sahip sanatçılara, ülkede din özgürlüğü olduğunu düşünmeleri doğal olan Zerdüştlere ve zaten gündelik faşizm tarafından sürekli taciz edilen eşcinsellere hakaret niteliği taşımakta, sizden farklı düşünen herkese korku salmakta ve onları terörize etmektedir. Saygılarımızla.. 52 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahramanmaraş Mitingi konuşması 8 Mayıs 2012 Sevgili kardeşlerim; bunlar sanatı sanat için yaparlar. Bunlar sanatı toplum için yapmazlar. Sanat toplum için yapılır. Sanat toplum için yapılırsa değer ifade eder. Bunlar elitisttir. Bunlar Jakobendir. Bunlar kendi kast sistemlerine başkalarının girmesine asla müsaade etmezler. Hem Devlet Tiyatrosu’ndan maaş alacak, hem Şehir Tiyatrosu’ndan maaş alacak; ondan sonra çıkacak istediği zaman dizi-filmlerde oynayacak, istediği zaman başka yerlerde rol alacak, her yerden de bu şekilde nemalanacak. He! Mesele bu. Şu son birkaç gündür zihinlerinin ardındakini ortaya dökmeye, niyetlerini açık etmeye başladılar. Daha önce çıktılar, bu kesim millete bidon kafalı dedi. Çıktılar, bu aziz millete göbeğini kaşıyan adam dediler. Şimdi de kasaba bürokratı diyerek, belediyedeki temizlik işçisi tiyatrocu oluyor diyerek, kendilerince yine milleti aşağılıyor, milleti küçümsüyorlar. Rahmetli Cem Karaca bunlara o güzel şarkısıyla gereken cevabı aslında zamanında verdi. Ne dedi biliyor musunuz? “Bunlar aydın değil, bunlar yarım porsiyon aydın.” dedi. Rahmetli Cem Karaca’nın deyimiyle bunlar barlarda, barların önlerinde viski, bir elleri çenelerinde, kaşları hafif yukarıda, bilgiç bakışlarla, hiçbir şey üretmeden sadece hakaret ederler. Tiyatrodan sadece bunlar anlar. Sinemadan, müzikten, heykel, resim edebiyattan sadece bunlar anlar. Bunlar milleti beğenmez; milletin alın terini beğenmez; milletin kültürünü, tercihini beğenmezler. Yıllarca karikatürlerle aşağıladılar bu milleti. Yıllarca köşelerinden, ekranlarından aşağıladılar. Yıllarca oyunlarında, filmlerinde, yazılarında bu ülkenin gerçek hizmetkarlarını – din adamlarını – aşağıladılar. Finansmanı devletten aldılar ama finansmanın gerçek sahibi milleti aşağıladılar. Bakınız; geçen yıl Devlet Tiyatrosu’na harcanan para ne biliyor musunuz? Değerli kardeşlerim, ne biliyor musunuz? Bakın söyleyeyim sizlere, 140 milyon Türk Lirası... Peki gelen ne, gelir ne? Geliri de söyleyeyim sizlere, 4 milyon Türk Lirası... 140 milyon Türk lirası nere, 4 milyon Türk lirası nere? Sevgili kardeşlerim, on yıllar boyunca sırtlarını statükoya dayadılar; oradan nemalandılar, şimdi de statükonun değişmesinden ciddi rahatsızlık duyuyorlar. Burada tekrar söylüyorum, kusura bakmasınlar. Çok bilmiş despot tavırları ile millete de milletin hükümetlerine de parmak sallayarak azarlama dönemi artık geride kaldı. Milletin en masum taleplerini irtica diyerek, gericilik diyerek, yobazlık diyerek bir kaşık suda boğma dönemleri artık geride kaldı. Sanatın, sanatçının kimliğinin, aydın yazar kimliğinin arkasına sığınıp milleti küçümseme, milleti azarlama, milleti hizaya sokma dönemi artık geride kaldı; ve artık tarihe kavuştu. Milletin parasını, milletin vergisini, tüyü bitmedik yetimin hakkını alıp ondan sonra da milletin tercihlerini, milletin seçtiği hükümetleri aşağılama, tahkir etme dönemi artık kapandı. Bundan sonra buyursunlar sırtlarını devlete değil; o aşağıladıkları, o kasaba bürokratı dedikleri, o temizlik işçisi tiyatrocu dedikleri millete gitsin oraya başvursunlar. Şunu herkes bilsin; bu ülkede siyasette, bürokraside, hukukta kast sistemi, hanedanlık sistemi AK Parti ile birlikte sona ermiştir. Bizzat gerçek aydınların, 53 bizzat bilim adamlarının çabaları ile gayretleri ile sanatta, bilimde, fikir hayatında da kast ve hanedanlık sistemi artık son bulmak zorundadır. Bu millet artık aşağılamalara, tahkire boyun eğmeyecek. Bu millet kendi tercihlerinin, kendi talep ve arzularının yok sayılmasına artık göz yummayacak. Bu millet kendi öz vatanında, kendi öz yurdunda artık parya muamelesi görmeyecek. Ak Parti ile birlikte millet bürokrasinin ve bürokratik elitlerin hizmetkârı olmaktan çıkmıştır. Bürokrasi artık milletin hizmetine girmiştir. Allah’ın izniyle bu değişmeyecek. Ne diyoruz biz? Şimdi biz diyoruz ki, kardeşim sen tiyatro mu oynayacaksın; özgürce hareket et, kurun kendi aranızda tiyatronuzu buyrun serbest olarak, özel sektör olarak bu alana girin. Ne kadar Türkiye’de sahnemiz var; ki bizim dönemimizde, kardeşlerim, tiyatro sahneleri hiçbir dönemle mukayese edilmeyecek şekilde artmıştır. Ha biz sizlere sahneleri tahsis ederiz; ve bu sahnelerde sizleri destekleriz, yeri gelir senaryoyu beğenirsek bizim de inceleme kurullarımız buralara da sponsor olur, buralarda da destekleri veririz. Ama artık o bugüne kadar geldiğiniz anlayış olmayacak. Çıkın, serbest istediğiniz gibi hareket edin, özgür olun, özerk olun, özel olun; ama artık devlet tiyatro sahnesinden çekiliyor, buyrun siz tiyatro sahnesinde kalın. 54 Grup Yorum’a yönelik baskılar bitmiyor 1985 yılında kurulan politik müzik grubu Grup Yorum’un üyeleri, bugüne kadar defalarca gözaltına alındı, tutuklandı, konserleri yasaklandı ve albümleri toplatıldı. Sadece grup üyeleri değil, Grup Yorum dinleyicileri de benzer bir baskıyla karşı karşıya kaldılar. En son görülen davalarından birinde, 8 Ağustos 2012’de, yargılanan Grup Yorum üyeleri Seçkin Aydoğan, Melis Ciddioğlu ve Cemre Baş tahliye olamadı. Aydoğan, Ciddioğlu ve Baş 13 Aralık 2011’de Nurtepe’deki bir yürüyüşe katıldıkları gerekçesiyle gözaltına alınmış ve 16 Aralık’ta tutuklanmışlardı. “Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ithamıyla Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 314/2. maddesi uyarınca yargılanıyorlar. Ayrıca Aydoğan, Taksim meydanında yapılan “‘Yürüyüş’ çalışanları serbest bırakılsın” protestosuyla basın açıklamasına katıldığı ve “örgüt sloganı attığı” gerekçesiyle, 2911 Sayılı Toplantı ve Yürüyüş Kanunu’na Muhalefet ile Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 7/2. maddesindeki “örgüt propagandası” suçlamalarıyla yargılanıyor. Baskı ve tutuklamaların yanında, Grup Yorum üyelerinin geçtiğimiz günlerde maruz kaldıkları ağır işkence de basına yansıdı. Grup üyeleri Selma Altın, Dilan Balcı, Grup Yorum korosu elemanı Damla Sandal, Kültür Sanat Yaşamında Tavır dergisi sahibi Bahar Kurt ve İdil Tiyatro Atölyesi oyuncusu Bahar Ertürk basın açıklaması yapmak isteyen TAYAD’lı ailelere destek için Adli Tıp Kurumu önüne gitmişlerdi. Grup Yorum’un web sitesinde bildirildiği üzere, Selma Altın’ın polis tarafından kasıtlı bir şekilde her iki kulağına aldığı darbeler sonucunda kulak zarı yırtılmış, burnu kanamış ve kaburgalarında hasar meydana gelmişti. Grup Yorum, işkenceleri protesto etmek için 17 Eylül 2012 tarihinde “İşkenceye karşı yürüyoruz” çağrısıyla bir yürüyüş düzenledi. Grup Yorum’un karşılaştığı başka bir engelleme ise, bilet satış portalı Biletix ile kendi konserlerini düzenleyen organizasyon şirketi arasında gerçekleşti. Yıllardır Yorum’un konser biletlerini satan Biletix, biletlerini “terör örgütüne yardım ettiği iddialarını” gerekçe göstererek “inceleme bitene kadar” satmayacağını açıkladı. Gelen tepkiler üzerine kurum, rutin incelemenin gerçekleştiğini ve herhangi bir suç unsuru ile karşılaşılmadığını bildirdi. Sonrasında Biletix, bir basın açıklaması yaparak, tüm etkinliklerde bilet satışına hukuki bir engel olup olmadığını değerlendirme süreci ve kriterlerinin uygulandığını, kamuoyunda bu durumun Grup Yorum’a yönelik bir karar gibi gösterilip, kendilerinin mağdur edildiğini söyledi. Yorum, bilet satışlarını Mybilet’e devretti. 55 Kıskaç daralırken: Elif Ergezen Film festivalleri ve eser işletme belgesi Belgesel sinemacı Her aşaması düşünülerek ve adım adım planlanarak “sinemamızın yeni tarihi yazılıyor”. Öte yandan devlet ne kadar çabalarsa çabalasın, değişen ve gelişen yeni teknolojilerin ulaşılabilirliğiyle başa çıkması mümkün değil. Biz filmler yapmaya nasılsa devam edeceğiz ve onları göstermenin yollarını elbet buluruz! Son zamanlarda eser işletme belgesi olmadığı için festivallerde gösterilemeyen film vakalarıyla sık karşılaşır olduk. Bu durum, birkaç sene öncesinden işaretlerini veren ve nihayet, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürü Mesut Cem Erkul’un “sinemamızın yeni tarihi yazılıyor”1 diye ilan ettiği yeni döneme dair fikir veriyor. Bu yazıda, süreci özetleyerek, eser işletme belgesi zorunluluğunun, festivaller ve biz bağımsız sinemacılar açısından ifade özgürlüğü kısıtlamalarına ve hatta sansüre varan sonuçlarını ele alacağız. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kararlı bir şekilde sürdürülen Türkiye sinema sektörünü şekillendirme çalışmaları 2004’te çıkarılan 5224 sayılı kanunla hızlandı. Zira hemen ertesinde Bakanlık, yeni meslek örgütlerinin kurulmasını ve bu örgütlerin Türkiye’de özerk bir sinema kurumu kurulmasına dair çalışma yürütmek amacıyla biraraya gelmesini teşvik etti. Bunun sonucunda, 2006’da sinema sektörü içindeki hemen hemen bütün örgütler toplanarak, özerk bir sinema kurumu için taslak çalışmalar yapmaya başladı. Bu platform, festivallerden, sinema yazarlarına, film merkezle- rinden meslek birliklerine, derneklerden, vakıflardan sendikaya kadar, toplam 33 örgüt2 temsilcisinin katılabildiği bir tartışma alanına dönüştü. Platform amacını, Türkiye Sinema Kurumu yasasını yazmak olarak belirlemişti ve kurum kurulduktan sonra kendini feshedecekti. Fakat sinemacıların, kurulacağı umulan “özerk” sinema kurumunda görev alma hırsları ve elbette telif gelirlerinin göz kamaştıran miktarları belirmeye başlayınca, erkeklerin dilinin egemen olduğu sığ bir tartışma ve çıkar çatışmasıyla platform işlevini yitirdi. 15 Ocak 2010’da sektördeki sekiz meslek birliği3 (platform kadar geniş bir temsiliyeti olmayan) Meslek Birlikleri Güç Birliği adlı verilen yeni bir örgütlenme için biraraya geldi. Pangaltı’daki binanın kirası ve giderleri Bakanlık tarafından karşılandığı için Güç Birliği’ndeki meslek birliklerinin bağımsızlık iddiası zayıf kalıyor. Birliği tanımlamaya bu şekilde başlayarak onlara haksızlık yapmıyorum. Bu yazıda değineceğimiz sorunların özünde, Bakanlıkla kurulan bu maddi bağımlılık ilişkileri yatıyor. Bu bir geçiş dönemi ve şüphesiz sonunda, bu birliğin telif gelirlerini toplayan ve dağıtan 56 bir kuruma dönüşmesi hedefleniyor. Zira, Kültür ve Turizm Bakanlığı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda (FSEK) yapılması önerilen değişiklikleri içeren taslağında, “Meslek Birlikleri” yerine “Telif Birlikleri” ifadesini kullanmayı öneriyor.4 Başka bir deyişle, Bakanlık, telif gelirlerinin toplanması ve dağıtılması üzerinden sektörü yeniden yapılandırmaya çalışıyor. İlk bakışta manevi hakların korunması açısından anlaşılır görünse de, bu uygulama başka sonuçlara gebe. Güç Birliği’nin ilk icraatı, Sanatsal Etkinlikler Komisyonu’na (SEK) işlerlik kazandırmak oldu. SEK, aslında 5224 sayılı kanuna bağlı olarak 2005’te düzenlenen 25731 sayılı yönetmeliğin 15. maddesinde de yer alıyor.5 Buna göre, ülkede yapılan tüm sanatsal etkinliklerin, Bakanlıktan destek alabilmek için, bu komisyondan geçmesi gerekiyor. Bu komisyon; görevi, zamanla belli bir ödeme karşılığında bir “olur belgesi” vermekten ibaret olan bir uygulayıcıya dönüşmüş, şimdiye kadar üzerinde durulmamış ve takibi yapılmamış bir yapı. 2010’da SEK’in yönetiminin Güç Birliği’ne geçmesinden sonra da hâlâ tam olarak etkin bir kurum olduğu söylenemez. Burada önemli olan ayrıntı ise şu: Komisyonun web sitesinde SEK Hakkında6 bölümünde 2005 senesinde çıkarılan Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 9. maddesi’ne7 atıfta bulunularak, sanatsal etkinlikler kapsamında gösterilecek filmler için, “ülke içinde üretilen filmler de kayıt ve tescil edilmiş olmak kaydıyla bu etkinliklere katılabilir” deniyor. Bu yönetmelik, tüm ticari dolaşım ve gösterimler için eser işletme belgesi alınması gereğini vurguluyor. Böylece Bakanlık, destek verdiği festivalleri SEK’e yönlendirerek, bizzat meslek örgütleri eliyle, eser sahiplerinin manevi haklarının ihlâl edilmemesi ve hak sahipliğinin düzenlenmesi amacıyla filmlerin kayıt ve tescil belgesi almasının yaygınlaşmasını sağlamaya çalışıyor. Bakanlık, sanatsal etkinliklerde gösterilecek filmlerin eser işletme belgesi olması gereğini, destek sözleşmelerine 2011’den itibaren bir madde olarak da koydu. Kontrol mekanizmasının üzerinde yükseldiği temel, aslında filmlerin ve festivallerin devlete olan bu maddi bağımlılıkları. Dayanağı ise yukarıda belirttiğimiz, SEK’ten çok önce yazılmış ve SEK’in de atıfta bulunduğu yasa ve yönetmelikler. Yönetmelikte, ticari dolaşım ve gösterim için birbirinden ayrı hükümler yer almadığı için, ticari olmayan gösterimler için de eser işletme belgesi alma, dolayısıyla kayıt ve tescil yaptırma zorunluluğu olduğu söylenebilir. Siyah Bant’ın yaptığı bir görüşmede, Sinema Genel Müdürü Cem Erkul, yönetmelik kapsamında, filmlerin, ticari dolaşıma çıksın ya da çıkmasın, festivaller dâhil tüm gösterimleri için kayıt ve tescil ettirilmeleri gerektiğinin altını çiziyor. Yıllardır festivallerin bunu uygulamadıklarından yakınarak, 2011 Aralık ayından itibaren artık bütün festivallerde bu uygulamanın yerine getirileceğini söylüyor.8 Biz sinemacılar açısından bu belgede ısrar edilmesi, fiilî bir sansür uygulamasına ve dayatmaya dönüşebiliyor. 2006 yılında çıkarılan Fikir ve Sanat Eserleri Kayıt Tescili Hakkındaki Yönetmenliğin 2. Bölümü 5. madde C bendinde,9 “kayıt ve tescile ilişkin gereken belgeler” bölümünde belirtildiği üzere, kayıt ve tescil ettirilecek filmlerden, Eser İşletme Belgesi almak için “değerlendirme ve sınıflandırmanın sonucunu gösterir belge” isteniyor. Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu, bugün sansürün örtülü bir şekilde uygulandığı kurul. Kurul üyeleri, filmlerin hangi yaş gruplarında ve hangi saat aralıklarında gösterilmesinin uygun olduğuna ve ticari gösterime sokulup sokulmayacağına karar 57 veriyor. Yüksek yaş sınırı getirerek aslında gizli bir sansür yaparken; filmin, ticari dolaşıma ve gösterime sokulmasını uygun bulmayarak açık sansür de uygulayabiliyor. Filmler öncelikle alt kurullarda değerlendiriliyor ve kurul üyelerinin anlaşmazlığı ya da filmin yapımcısı ya da dağıtımcısının itirazı üzerine Üst Kurul toplantıya çağrılıyor. Alt kurullar, bir Bakanlık temsilcisi ile, biri psikolog diğeri sinemacı, iki meslek örgütü temsilcisi olmak üzere, toplam üç kişiden oluşuyor. Üst kurul yine meslek örgütlerinden ve bakanlık temsilcisi kişilerden oluyor. FSEK’teki 4. madde, Yeni Kanun taslağında korunmuş.10 Fakat tek bir farkla: Bu defa meslek birliklerinin temsili, üç üye yerine iki üyeye düşmüş, buna karşılık Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan bir temsilci de Üst Kurul’a eklenmiş. 4. madde’nin “Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulları ve Üst Kurulu” başlığında şöyle deniyor: “Üst kurul en az altı üyenin katılımıyla toplanır ve en az beş üyenin aynı yöndeki oyuyla karar alınır”. Sadece Bakanlıkların temsili dört iken beş oyla karar alınabiliyor olması ve kalan üyelerin Bakanlıkça seçilmesi, yeni dönemde de -eğer bu taslak olduğu gibi kabul edilirse- bu kurulun bir sansür kurulu gibi çalışmaya devam edeceği tezini güçlendiriyor. Bu noktada, Alt Kurul toplantılarına Belgesel Sinemacılar Birliği temsilcisi olarak katılmış biri olarak söyleyebilirim ki sorun sadece kanunun kendisinden de kaynaklanmıyor. Kanunun oldukça muğlak maddeler içermesinden dolayı, uygulanması ve yorumlanması kurul üyelerinin öznel değerlendirmelerine bağlı olduğundan, tartışmalar filmlerin yasaklanmasına kadar varabiliyor. Kurulda yer alan psikoloğun sanat alanındaki özgürlüğü kısıtlayıcı tutumu, bazen Bakanlık temsilcisinden de katı olabiliyor. Örneğin “bir erkeğin bir başka erkeğin kulağını, aralarındaki eşcinsel ilişkiyi sezdirecek şekilde biraz fazlaca öpmesi” çocukların ruh sağlığına zarar verebilir sonucuna varabiliyor.11 Meslek örgütlerinden gelenlerin dünya görüşleri ve ahlâk anlayışları ile şekillenen ve devletin yönlendirmelerinin de olduğu bir keyfî alan, özetle. Meslekten kişilerin yasaklamaya dönük yaklaşımı, içselleştirilmiş bir sansürcü tutumun da sonucu. Bu uygulamalarda devletin sığındığı en kuvvetli argümansa, tüm bu kurul üyelerinin meslek örgütlerinden kişilerden oluştuğu gerçeği. Bu sahiden de en can alıcı nokta. Fakat oto-sansür mekanizmasının işleyişine dair akıl yürütürken, devletin son zamanlarda sanatçılar üzerinde artan baskı ve tehdidini de göz ardı etmemeli. Mesut Cem Erkul, Ocak ayının başında verdiği ilk demeçte, destekleme konusunda yeni bir mekanizma oluşturularak, Bakanlık tarafından gişe yapan, genel izleyiciye hitap eden, yani tüm aile bireylerinin birlikte izleyebileceği film projelerinin teşvik edileceğini belirtti.12 Erkul’un bu açıklamasıyla, yüklü miktarda desteğin ne tür projelere aktarılacağı konusunda kurul üyelerinin kanaatini şekillendirmek, yaş sınırı kriterlerine müdahale etmek ve hatta proje başvurusu yapacakları yönlendirmek istediği anlaşılıyor. “Seyirci üzerinden destek verilebilir” denilerek Değerlendirme ve Sınıflandırma Kuruluna göre genel izleyiciye hitap eden filmlere verilecek desteğin yüksek tutulması şeklinde özetlenebilecek bu yönelim, “Türk aile yapısına ve ahlâk anlayışına uygun” ve genel -çoğunluk- izleyicinin zevkine hitap eden eserlere verilecek desteğin çok yüksek tutulmasıyla, bunun dışında kalan filmlerin neredeyse destek alabilme ve yaygın gösterim umudunu yok ediyor. Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst Kurulu’na Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan bir temsilcinin eklenmiş olması bu yaklaşımın sonucu şüphesiz. Sinema sektöründeki yapım ve dağıtım 58 sorunları karşısında dayanışma gösteren, çoğu Yeni Sinema Hareketi13 içindeki sinemacıların itirazı önemli: Kurgulanmaya çalışılan bu teorik zeminin hem sanatın tümünde ve doğal olarak sinemada tek bir karşılığı vardır; sansür ve adam kayırma. Sanatın doğasına, maddi koşullarla ve çerçevesi müphem Türk aile değerleriyle sınır çizmek kabul edilemez. Bu tanımlamalarda aslında filmlerin daha çekilmeden sansüre uğraması, belirli bir çizgideki sinemanın teşvik edilmesi, zaten kâr etme amacı taşıyan ticari yapımların bir daha ödüllendirilmesi gibi Kültür Bakanlığı’nın asli görevi olmayan birçok amaç güdüldüğü görülmektedir.14 Özetle, Bakanlık’ın çabasını, sadece telif hak sahiplerinin belirlenmesi, telif gelirlerinin toplanması ve dağıtılmasının düzenlenmesi olarak görmek naiflik olur. Festivallerde gösterilecek filmlerin eser işletme belgesi alması ve/veya kayıt ve tescil ettirilmesi şartı, Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu’ndan geçmeyi eninde sonunda zorunlu kılarak; yapımcısı olmayan ve sistemin içinde olmayı reddeden bağımsız yapımların, -eğer hayata geçirilmeyi başarırlarsa- hiç değilse festivallerde gösterim imkânı bulmalarını engeller. Böylelikle aslında, Türkiye’de yapımı gerçekleştirilmiş tüm eserlerin denetim altına alınmasının hedeflendiği, yasaklanan filmlere bakıldığında görülür. Sinemamızın bu kritik dönemi, sansür ve denetlemeler üzerine yapılan itirazlar, imza kampanyaları, bildiriler ve davalarla sürüp gidiyor. Son birkaç yıllık gidişat, bizi nelerin beklediğinin ipuçlarını veriyor. Handan İpekçi’nin filmi “Büyük Adam Küçük Aşk” (2001, 120 dk), 2002 yılında Denetleme Üst Kurulu’nca uygun görülmediği için eser işletme belgesi alamamış ve 21. İstanbul Film Festivali’nde gösteri- “Büyük Adam Küçük Aşk”, yön: Handan İpekçi, 2001 lememişti. Yakın zamanda, “Zenne” (Yön: Caner Alper, Mehmet Binay, 2012, 99 dk) ve “Unutma Beni İstanbul” (Yön: Aida Begic, Stergios Niziris, Omar Shargawi, Hany Abu-Assad, Stefan Arsenijevic, Eric Nazarian, 2010) filmleri, eser işletme belgeleri olmadığı için Malatya Film Festivali’nde gösterilemediler. Bu son olayla birlikte, festivaller ve eser işletme belgesi sorunu yeniden gündeme geldi. Aslında yıllardır yönetmelikte olmasına rağmen hayata geçirilmemiş ve festivallerin inisiyatifine bırakılmış bu uygulama, SEK’in de altını çizmesiyle ve Bakanlık’ın takibiyle anlaşılan artık daha çok karşımıza çıkacak. Kurmaca filmler, belgesel filmlere göre ticari açıdan daha kuvvetli, o yüzden de sorun onlara dokunduğu zaman şüphesiz sektör içinde daha görünür oluyor. Oysa Bakanlık’tan destek alan festivallerde gösterilecek filmlerin kayıt-tescil ettirilmesi ve eser işletme belgesi alma zorunluluğu kanıksanırsa, bundan en çok belgesel filmler etkilenecektir. Bakanlık’ın, 14. Ulus- 59 lararası 1001 Belgesel Film Festivali’nde gösterilecek filmler için kayıt-tescil belgesi şartını destek sözleşmesine eklemek istemesi ile, sadece belgesel gösteren festivalin neredeyse iptali söz konusu oldu. Bakanlık, festivalin gerçekleştirilememesi gibi ağır bir sonucu göğüslemek istemediğinden festival komitesinin itirazı üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Zira gösterilecek filmlerin neredeyse tamamı kayıt-tescil ettirilmemiş ve eser işletme belgesi olmayan filmlerdi. Bu, Türkiye’deki belgesel sinemanın gerçeği. Eser işletme belgesi olmayan uzun metrajlı film çok azken, Türkiye’de belgeselcilerin ve kısa filmcilerin çoğu, filmlerinin vizyona girmesini hayal bile edemediklerinden ya da ticari bir gösterimi hedeflemediklerinden bu uygulamaya yabancı. Çoğu “amatör” filmlerin -öğrenci filmleri de düşünülmeli- festival gösterimlerinden başka bir mecrası mevcut değil. Özellikle belgesel yapımların televizyonda gösterimi Türkiye’de henüz yaygınlaşmadı. En çok film alan TRT, fakat o da çoğunlukla göstereceği belgeselleri kendi iç yapımıyla gerçekleştiriyor. Dışarıdan aldığı filmlere de sansür uyguladığına sıkça tanık oluyoruz. Dolayısıyla televizyonlarda gösterim imkânı bulamayan, kendi gösterim alanlarını yaratma mücadelesi veren belgesel filmler, festivaller dışında ancak küçük yerleşim yerlerinde yerel girişimler aracılığıyla izleyicisine ulaşabiliyor. Durum böyle olunca, yerel aktörlerin etkisi artıyor, devletten çok devletçi “muhbirler” türüyor ve belgesel sinemanın alanı iyice daralıyor. 2008’de R. Arzu Köksal’ın belgesel filmi “Son Kumsal”ın (2008, 56 dk) İnebolu’daki gösterimi AKP’li Belediye Başkanı İdris Güleç tarafından yarıda kesilmişti. Gerekçe ise filmde başbakanın eleştirilmesiydi.15 Aynı sene 1001 Belgesel Film Festivali programındaki, Çalık Holding’in Türkmenistan’daki yatırımları için yaptık- larını anlatan “Kutsal Kitabın Gölgesinde” (Shadow of The Holy Book, yön: Arto Halonen, 2007, 90 dk) adlı filmi, Bakanlık yetkilileri gösterimden önce görmek istedi. Film Bakanlık’a verildi, fakat Festival Komitesi, Bakanlık’ın görüş bildirmesini beklemeden, filmi, üstelik açılış filmi olarak, yine de gösterdi. Keyfî müdahaleler, siyasi gerilimlerin arttığı bir süreçte şiddetini de artırıyor şüphesiz. 2010’da “Bir Başkaldırı Destanı: Bêrîvan” (Yön: Aydın Orak, 2009, 48 dk) adlı belgesel filmin, “Anayasamızın temel ilkelerine aykırı, kamu düzenini olumsuz yönde etkileme amaçlı, tarihî olayları çarpıtan, toplumda kin ve nefret düşmanlığını körükleyen, Türk milletinin birlik ve beraberliğini bozucu, PKK propagandası yapan unsurlar içerdiği” gerekçesiyle ticari dolaşıma ve gösterime sunulması Sınıflandırma ve Değerlendirme Kurulu’nca oy birliğiyle uygun bulunmamış, dolayısıyla eser işletme belgesi alamamış ve bu da filmin festivallerde gösteriminde sorun yaşamasına sebep olmuştu. Filmin, Yılmaz Güney Film Festivali’ndeki gösterimi Batman Valiliği’nce gönderilen bir yazı sonucu yasaklandı16 (bkz. sayfa 64). Geçen sene hukuki süreci uzun sürdüğünden sıkça tartıştığımız vaka, Çayan Demirel’in “Dersim 38” (2006, 67 dk) adlı belgeselinin “ticari dolaşıma ve gösterime sunulması uygun bulunmadığı” gerekçesiyle yasaklanmasıydı (bkz. sayfa 70). Bunun üzerine yönetmen, yürütmenin iptaline ilişkin dava açtı ve dava konusu olan film bilirkişilere gönderildi. İlk bilirkişi raporu olumsuz sonuçlanınca, itiraz edildi ve yeni bilirkişiler tayin edildi. Bu sefer rapor olumlu geldi ve yürütme durduruldu. Bakanlık bu karara itiraz etse de, mahkeme kararı bozmadı ve böylelikle dava film lehine sonuçlanmış oldu. Fakat yasakta ısrarcı olan Bakanlık, (ben yazarken yoruluyorum!), kararın iptali için temyize başvurdu. Bu süreçte 60 en şaşırtıcı olan, Bakanlık’ın filme olan tahammülsüzlüğünü alenen sergileyişidir. Mesele sadece sansür değildi artık. Bakanlık, hızını alamayarak belgeselin ne olduğunu tanımlamaya girişmişti. Filmin avukatı Fikret İlkiz, Dr. Ş. Abdurrahman Çelik’in Bakan adına Genel Müdür sıfatıyla gönderdiği mektubu bianet’te paylaştı. Çelik, davanın filmin lehine sonuçlanmasına rağmen yasakta ısrar edilmesini şöyle gerekçelendiriyordu: Bahse konu filmin incelenmesinde; anlatımın belgeye dayandırılmadığı, tamamının yorum ve önyargı ile hareket edildiği görülmektedir. Tarihi bilgi, belge, harita, fotoğraf ve benzeri belgeleyici ve görüntüyü destekleyici unsurlar kullanılmadan anlatım yoluna gidildiği için belgesel niteliği taşımamaktadır. (...) Her biri kendi alanında söz sahibi 9 üyeden oluşan Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulunun verdiği kararlar dikkate alınmalı ve filmin başından sonuna kadar devam eden propaganda unsurları da göz ardı edilmemelidir.17 Yasaklanan filmlerin geneline baktığımızda, sansürün asıl gerekçesinin ne olduğunu daha iyi görüyoruz: “Türk aile yapısına aykırı” ve/veya resmî tarih söyleminin dışına çıkan, insanlara gerçeğin bambaşka yüzünü göstermeye yönelen filmler, devletin gazabına uğruyor. “KCK operasyonları” sırasında bu dil daha da saldırganlaştı. Müjde Mizgin Arslan ve Özay Şahin’in, belgesel çekimleri dolayısıyla Irak ve Suriye’ye gitmiş olmaları, Mizgin Arslan’ı “terör örgütünün kültür sorumlusu” olma suçlamasıyla karşı karşıya bıraktı. Belgeselin ilk gösterimi Arslan’ın gözaltına alındığı karakolda yapıldı. Bu gözaltıdan birkaç hafta önce İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in sanatçılara yönelik tehdidinin gelmiş olması tesadüf değil. “Şiirle, makaleyle, resimle terörü haklı gösteriyorlar” diyen Şahin, başta Kürt hareketine destek veren sanatçılar olmak üzere, her türlü muhalif düşüncede eser ortaya koyan sanatçıları hedef göstermişti.18 (İdris Naim Şahin’in “terörün arka bahçesi” konuşmasının hemen ertesinde Uludere/Roboski katliamının yapılmış olması ve gazetecilerin uzun süren sessizliği, bu tehditlerin etkisini görmek açısından manidardır). Gerçekleri gösterme iddasındaki bir sinema anlayışının, devleti tedirgin etmesi şaşırtıcı değil, hele kendi içinde ve dışında savaş çığırtkanlığında direten, askerî ve siyasi operasyonlarını durdurmayı reddeden bir devletse söz konusu olan! Böyle bir ortamda, Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst Kurulu’nda İçişleri Bakanlığı’ndan bir temsilci olması bizleri nasıl tedirgin etmesin? Son olarak, öğrenci Sevil Sevimli’nin, “DHKP-C örgütü üyeliği” gerekçesiyle gözaltına alınmasında “‘Damında ŞahanGüler Zere’ belgeselini göstermek ve izlemek” suç delili sayıldı.19 Bu da gösteriyor ki, tüm bu tehditler, sadece sinemacılara yönelik değil, bu filmleri gösteren ve izleyenleri de kapsıyor. Birkaç senedir özellikle belgesele yönelik saldırıların ardında, belgesel sinemanın devletle henüz ciddi boyutlarda bir maddi bağımlılık ilişkisi kurmamış olması gerçeği yatıyor. Bunda, teknik olanaklara ulaşmanın nisbeten daha kolay, dolayısıyla bütçesinin düşük olmasının ve ticari çıkar arzuları doğuracak koşulların henüz sağlanmamış olmasının etkisi büyük. Özellikle 2004’ten başlayan Bakanlık desteği20 ile devletin, bu alandaki üretim ilişkilerini dönüştürecek yeni bir ekonomik altyapıyı yerleştirmeye ve nihayetinde hukuki düzenlemelerle bunu desteklemeye çalıştığı anlaşılıyor. Böyle bir dönemde, bağımsız sinemayı, özellikle de belgesel filmleri kayıt altına alarak kontrolünü sağlamak ve maddi bağımlılıklarla sistemin içine çekmek çabasındalar. 61 “Gitmek”, yön: Hüseyin Karabey, 2008 Baskıların arttığı toplumlarda sıkça görüleceği gibi yozlaşma ve egemenle uzlaşma kendini gösteriyor. Özellikle iktidara yakın olma hırsları ve bizzat İçişleri Bakanı ve başbakan ağzından savrulan aydınlara, gazetecilere ve sanatçılara yönelik tehditler; devletten daha saldırgan, ispiyoncu, oto-sansürcü bir anlayışı teşvik ediyor. !f İstanbul Film festivalinde gösterilen filmlere ilişkin Star gazetesi yazarı İhsan Kabil, “Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan da festival destek fonu alan festivale biraz daha yakından bakıldığında, bazı filmlerin içeriklerinin toplumun genel kabul görmüş değerlerinin dışında konulardan seçilmesine özel bir gayret gösterildiği dikkat çekiyor” diye yazabiliyor.21 Özellikle festivalin LBGT kuşağı olan Gökkuşağı bölümündeki filmlere atıfla “bir bütün olarak ele alındığında, toplum yapısı ve ahlak değerleriyle çatışan bu tür yapımların varlığı festivalin değerinden kaybettiriyor ve devlet desteğinin varlığını sorgulatıyor” diyor. Açıkça Bakanlık’a festivali ihbar ediyor ve ona akıl veriyor: Parayı veriyorsun, düdüğü sen çal! Bakanlık zaten, parayı verip düdüğü çalma uygulamasına yabancı değil. 2008’de İsviçre’de düzenlenen Culturescapes Turkey festivalinde Hüseyin Karabey’in “Gitmek” (2008, 93 dk) filminin gösterimi engellenmiş, 2010’da Polonya’da düzenlenen 10. Era Yeni Ufuklar Film Festivali’nde Kazım Öz’ün “Fotoğraf” (2001, 65 dk) adlı filmi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın müdahalesi ile programdan çıkarılmıştı. Bu iki etkinlik de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca destekleniyordu. Festivallere, “maddi katkıda bulunmayız” tehdidi savrulmuş oluyor ve onlar buna boyun eğdikçe bağımsız sinemacılar filmlerini paylaşacak alanlarını kaybediyor. Artık mevzu, sadece hukuki ve bürokratik düzenlemelere karşı meydanı boş bırakmamak değil. Bakanlık desteğine bağımlı bir sektörün yaratılmasına, bu alanda çalışanların kendi içindeki çıkar çatışmaları da tuz biber ekiyor. Her aşaması düşünülerek ve adım adım planlanarak “sinemamızın yeni tarihi yazılıyor”. Öte yandan devlet ne kadar çabalarsa çabalasın, değişen ve gelişen yeni teknolojilerin ulaşılabilirliğiyle başa çıkması mümkün değil. Biz filmler yapmaya nasılsa devam edeceğiz ve onları göstermenin yollarını elbet buluruz! Zaten tanımlanmaya çalışılan alanın dışında kalan, özgürce eserlerini ortaya koyan yönetmenler için dün neyse durum, bugün de aynı. Tek farkla: Kıskaç daraldıkça, baskı ve sansürün etkilediği sinemacıların sayısı artıyor. Bağımsız sinemayı zorlayan koşullar şiddetlendikçe, bu alandaki dayanışmanın kuvvetlenmesi de bir o kadar kaçınılmaz olacak. 62 Notlar 1. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1076372 &CategoryID=82 2. Önce USP (Ulusal Sinema Platformu), sonra TSP (Türkiye Sinema Platformu) ve son olarak TSK (Türkiye Sinema Konseyi) olarak anılan Platformdaki örgütler: BSB, SİNEBİR, SETEM, SESAM, SEYAP, TESİYAP, FİYAB, BİROY, FİLMYON, SENDER, SİYAD, AKSAV, ASD (Ankara Sinema Derneği), İKSV , TÜRVAK (Türker İnanoğlu Vakfı), TÜRSAK (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Vakfı), TÜRSAV (Türk Sinema Vakfı), FİYAP, ÇASOD, SODER, ADANA ALTIN KOZA FF, BURSA İPEKYOLU FF, ANKARA FİLM FESTİVALİ (DünyaKİV), FİLMMOR, UÇAN SÜPÜRGE FF, SİSİD (Sinema Salonu İşletmecileri Derneği), İstanbul Kısa Filmciler Derneği, İstanbul Kısa Filmci Festivali, SİNESEN, Filmsan, Çizgi Filmciler Derneği (Şu an kapandı), FİİD (Film Sanayi ve Tüm Sanatçıları Güçlendirme Vakfı). Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi ise gözlemci olarak katıldı. 3. Sinema Oyuncuları Meslek Birliği-BİROY, Belgesel Sinemacılar Birliği-BSB, Film Yapımcıları Meslek Birliği-FİYAP, Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek BirliğiSESAM, Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Birliği-SETEM, Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği-SE-YAP, Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği-SİNEBİR, Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği-TESİYAP. 4. MADDE 15- 5846 sayılı Kanunun 42 inci maddesi başlığıyla birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “1. Telif birliklerinin kurulması MADDE 42 – Eser sahipleri, bağlantılı hak sahipleri ve yayımcılar bu Kanun ile tanınmış hakların idaresini ve takibini, ihlallerin idari, hukuki ve cezai usullerle önlenmesini, durdurulmasını, düzeltilmesini, alınacak ücretlerin tahsilini ve hak sahiplerine dağıtımını sağlamak üzere, ilim-edebiyat, müzik, görsel-işitsel, güzel sanatlar ve yayıncılık sektörlerinde, bu madde uyarınca belirlenecek alanlarda telif birliği kurabilirler. 5. http://teftis.kulturturizm.gov.tr/TR,14493/ sinema-filmlerinin-degerlendirilmesi-vesiniflandirilma-.html 6. http://sek.org.tr/sek-hakkinda 7. http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/ html/23104.html 8. Siyah Bant’ın 22 Mart 2012’de yaptığı görüşme. 9. http://mevzuat.meb.gov.tr/html/26171_0. html 10.5224 sayılı “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun”da Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Taslağı çalışması MADDE 4 - Aynı Kanunun 4 üncü maddesi başlıkla beraber aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulları ve Üst Kurulu” MADDE 4 - Sinema filmlerinin değerlendirilmesi ve sınıflandırılması, Bakanlık bünyesinde oluşturulan Değerlendirme ve Sınıflandırma kurulunca yapılır. Kurullar; Bakanlık temsilcisi, meslek birliklerince önerilenler arasından Bakanlıkça seçilecek sektörden bir temsilci ile bir psikolog olmak üzere üç kişiden oluşur. Kurullar; yapılan değerlendirme ve sınıflandırma sonucunda, önemli görülen hallerde veya filme ilişkin öngörülen kısıtlayıcı tedbire yapımcının muvafakat etmemesi halinde, filmi bir kez daha değerlendirilmek ve karara bağlanmak üzere Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst Kuruluna gönderir. Üst Kurul; Bakanlık, İçişleri, Aile ve Sosyal Politikalar ve Milli Eğitim Bakanlıklarından birer üye, ilgili alan meslek birliklerince önerilecek uzman kişiler arasından Bakanlıkça seçilecek iki üye ile Bakanlık tarafından belirlenecek, alanında doktora 63 derecesi bulunan bir sosyolog, bir psikolog ve bir çocuk gelişimi uzmanı olmak üzere toplam dokuz üyeden oluşur. Üst kurul, en az altı üyenin katılımıyla toplanır ve en az beş üyenin aynı yöndeki oyuyla karar alır. Bakanlık, insan onurunun, kamu düzeninin, genel ahlakın, çocukların ve gençlerin ruh sağlığının korunması amacıyla; şiddet, pornografi ve insan onuruyla bağdaşmayan görüntü ve etkiler içeren filmleri yeniden değerlendirilmek üzere Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst Kuruluna sevk edebilir. 11.Alejandro González Iñárritu’nun son filmi “Biutiful”a bu gerekçeyle alt kurulca +20 sınırı getirilmiş, dağıtımcı firmanın itirazı üzerine Üst Kurul yeniden değerlendirmiş ve dağıtımcının talebine göre yaş sınırı +15’e çekilmişti. 12.http://www.haberturk.com/kultur-sanat/ haber/702190-sinemaya-tesvik-geliyor 13.Yapım ve dağıtım sorunları karşısında ortak bir refleks göstermek ve çözüm üretmek için 2010 senesinde biraraya gelen Yeni Sinema Hareketi, popüler sinemanın dışında kalmış, daha ziyade muhalif ve özgün filmler gerçekleştiren yönetmen ve yapımcılardan oluşuyor. http://bianet.org/ biamag/bianet/121036-yonetmenler-veyapimcilardan-yeni-sinema-hareketi 14.http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1076372 &CategoryID=82 15.http://bianet.org/bianet/siyaset/108575belediye-baskani-basbakani-elestiriyor-diye-belgeseli-sansurledi 16.http://bianet.org/bianet/sanat/134774batmanda-berivan-a-gecit-yok 17.http://bianet.org/bianet/toplum/127352dersim-38-belgeseline-kultur-bakaniaciklamasi 18.http://www.haberturk.com/gundem/ haber/700370-siirle-makaleyle-resimleteroru-hakli-gosteriyorlar 19.http://cumhuriyet.com.tr/?hn=357396 20.Kanun No: 5224, Kabul Tarihi: 14.7.2004, Resmi Gazete, 21.07.2004 / 25529. İlk kurumsal destekler 2005’ten itibaren verildi. 21.http://www.stargazete.com/kultursanat/ tartismaya-acik-filmler-haber-426919. htm 64 Yasaklanan “Bêrîvan” filminin yönetmeni Aydın Orak ile söyleşi “Bêrîvan” filminin eser işletme belgesine başvuru sürecini anlatabilir misiniz? Film için ne zaman başvurdunuz? Başvurunuz ne şekilde sonuçlandı? Sonuçla ilgili herhangi bir yazılı veya sözlü gerekçe iletildi mi? “Bêrîvan” filmimizi 2011 yılının Nisan ayı gibi dijital olarak vizyona koymayı kararlaştırdık. Eser işletme belgesi için başvuru yaptık. Cevap bize çok geç geldi. Alt kurul karar verememiş. Başvuruyu üst kurula göndermişler. O sırada film 30. İstanbul Film Festivali’ne kabul olmuş ve programa alınmıştı. Filmin gösterimine yakın bir zamanda eser işletme belgesi başvurumuza cevaben bir mektup geldi. Filmi yasaklamışlar. Yani eser işletme belgesini vermediler. Mektupta şunlar yazıyordu: “Anayasamızın temel ilkelerine aykırı, kamu düzenini olumsuz yönde etkileme amaçlı, tarihî olayları çarpıtan, toplumda kin ve nefret düşmanlığını körükleyen, Türk milletinin birlik ve beraberliğini bozucu, PKK propagandası yapan unsurlar içermesi nedeniyle ticari dolaşıma ve gösterime sunulması oy birliği ile uygun bulunmamıştır.” “Bêrîvan” filminin işletme belgesi alamadığını sizler kamuoyunda paylaştıktan sonra Bakanlık ile bir iletişim oldu mu? Hayır. Bakanlıkla herhangi bir iletişimimiz olmadı. Fakat filmin yasaklanma haberi basında yayınlanınca, bakanlıkla görüşen gazetecilere açıklamasını yapmışlar. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü Hakan Taşçı yasaklama ile ilgili, diyaloglara iyi bakılması gerektiğini, PKK propagandası yapan unsurlar olduğunu, belgeseli destekleyenler arasında Roj TV’nin bulunduğunu söyledi. Tekrarlamakta fayda var. Tüm bu açıklamalardan yola çıkarak şunları söylüyorum. Türkiye’de bir film yapmak için anayasanın temel ilkelerini mi okumak lazım? Tarihî olayları çarpıtma denmiş. Filmde çektiğim tek kurmaca görüntü yok, yazdığım tek cümle yok. PKK propagandası denmiş. Kürtlerle ilgili doğru söylediğimiz herşey onlara göre propaganda. Onların işine gelmeyen herşeye “propaganda” damgası vuruyorlar. Milliyetçiulusalcı kafatasçı film ve dizileri değil yasaklamak, göklere çıkarıyorlar. Ayrıca müdür Taşçı, Roj TV destekli demiş. Eğer devlet de arşivinden yararlanmama izin verseydi, filmin jeneriğinde onlara da teşekkür ederdik. Filmde Roj TV arşiv konusunda destek verdiği için jenerikte teşekkür kısmında ismini geçtik. Bu, nasıl bir filmin yasaklanmasına neden olabilir anlamış değilim. Cannes Film Festivali’nde filmin standda yer almasına kim karar verdi? Bakanlık neden böyle bir açıklama yaptı? Sonra değişen birşey oldu mu? Bakanlık ve Ankara Sinema Derneği basına o kadar manipüle ve yalan demeçler verdiler ki, resmen yaptıklarını inkâr ettiler. Bu konuda tüm basını ve sinema eleştirmenlerini de kendilerine alet ettiler. O zaman da kataloğu ve raporları basınla paylaştım. Ama görmezden geldiler. Bakanlık her yıl Cannes Film Festivali gibi büyük festivallerde Türkiye’de o yıl yapılan film, belgesel ve kısa filmleri Türkiye standında sergiler ve bu filmlerin 25 DVD kopyasını 65 “Bêrîvan”, yön: Aydın Orak, 2011 diğer ülke festival koordinatörlerine verir. Ve bunları rapor eder. Bakanlığın bu ihalesini de her yıl Ankara Sinema Derneği alır. Ankara Sinema Derneği, filmin 25 kopyasını kimlere verdiğini belirten listeyi ve Cannes için bastıkları İngilizce kataloğu bize gönderdi. Katalogda “Bêrîvan” filmimiz ilk sayfada yer alıyor. Bu katalog ve raporu basınla paylaştık. Ankara Sinema Derneği biz kataloğu paylaştıktan sonra iddiasından vazgeçip durumu kabul etmek zorunda kaldı. Fakat bu sefer Bakanlıkla bir olup “Bêrîvan”ın Türkiye’yi temsil etmesinin söz konusu olmadığını belirttiler. Defalarca açıklama yaptılar. Ama bir gerçek var ki, film hem Türkiye standında hem de stand kataloğunda yer aldı. Bunun üstünü örtmeye başladılar. Bazı gazeteler yanlış haber yaptı. Filmin 66 Cannes’da gösterildiği gibi haberler çıktı. Bu doğru değildi. Film Cannes’da gösterilmedi. Cannes’ın Türkiye standı ve kataloğunda yer aldı. Bakanlık da bundan yola çıkarak filmin Türkiye’yi temsil etmesinin söz konusu olamayacağı gibi bir yazılı açıklama yaptı. Zaten biz hiçbir zaman filmin Cannes Film Festivali’nin gösterim programında olduğunu söylemedik. Bakanlık ve Ankara Sinema Derneği manipülasyonlarını bu yanlış haber üzerine kurdular. Ve buradan bize saldırdılar. Buradan bir kez daha soralım: Filmin Türkiye standında ve bu standı, yani Türkiye’yi temsilen basılan katalogda yer alması ne anlama geliyor? Film, Türkiye’de yasak. Ama dışarıda temsiliyet değil de, nedir? Bana göre iki tür temsiliyet var: Biri festivalin gösterim programındaki filmler. Bir de filmlerin Türkiye stand ve kataloğunda sergilenmesi. Tüm bu yasaklamaların resmî belgeleri ve katalog elimizde, isteyen kişi veya kurumlara gösterebiliriz. İşin ilginç tarafı tüm bu yasaklamalara rağmen, hiç kimse kılını kıpırdatmadı. Sinema eleştirmenleri, sinema dernekleri, kurumlar… Herkes susmayı tercih etti. Bundan dolayı bir gelişme sağlayamadık. Anlayacağınız bu yasak konusunda yalnız kaldık. Sadece Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, öğrenci, öğretim görevlisi ve dekanıyla bir olup filmi sahiplenmeye karar vermişler. Üniversitede kalabalık bir kitleye filmi gösterdiler ve gösterimin ardından çok iyi bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu gösterimi yasağa karşı, inadına üniversitenin içinde gerçekleştirdiler. Filmin gösterimi ile ilgili sorun yaşıyor musunuz? Batman’daki gösterim iptal olduktan sonra herhangi başka bir vaka oldu mu? Filmi 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali dışında ne ulusal ne yerel, ne demokrat, ne devrimci hiçbir festival programa alma cesaretini gösteremedi. Film ilk Bursa Emniyet Müdürlüğü, sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı ve ardından da Batman Valiliği tarafından yasaklandı. Fakat devletin olmadığı her gösterim çok iyi geçti ve geçiyor. Özel gösterimlerde bir sorun çıkmadı. Filmin ilk galasını olayın yaşandığı Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaptık. Büyük bir heyecan yaşandı. Geniş bir çadırda gösterim oldu ve yüzlerce insan izledi. Türkiye’de genellikle özel gösterimler yaptık. Avrupa’nın 10’dan fazla ülkesinde gösterimler yaptık. Filmi yasaklayan kurulda kimlerin olduğunu biliyor musunuz? Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Sinema Müdürü Hakan Taşçı bir gazeteciye, komisyonda 9 kişinin bulunduğunu söylemiş: “Bakanlık temsilcisi olarak bir kişi var. İçişleri, Milli Eğitim bakanlıklarından birer, sinemayla ilgili meslek kuruluşlarından üç, konusunda doktora derecesi olan sosyolog, psikolog ve çocuk psikoloğu da komisyonda yer alıyor.” Bu durumdan şunu anlıyoruz. Tüm komisyon hükümetin kendi adamlarından oluşuyor. İstediği gibi at koşturuyorlar. Bu karara itiraz ettiniz mi? Karara itiraz etmedik. O süreçlere giremedik. Fakat bu yasağı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımak istedik. Ama yoğunluktan o sürece de giremedik. Hukuki bir süreç izlemeyi düşündünüz mü? Düşündük. Fakat bir türlü bu süreci izlemeye ne takatimiz kaldı ne de zamanımız elverdi. Ama daha iş işten geçmiş değil. Bu süreci tekrar başlatabiliriz. 67 Bu yasaklama aynı zamanda yurtdışı için geçerli mi? Yurtdışındaki festivallerde gösteriliyor mu? Filmin yurtdışı yasağı yok. Çıkan karar filmin Türkiye dağıtımını engellemek içindi. Film Türkiye’de yasaklanınca yurtdışı festivallerine de gönderemiyorsunuz. Çünkü yurtdışı festivallerinin çoğu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na danışıyor. Böyle bir durumda bakanlığın yasakladığı filmimizi bu festivallere önermesi söz konusu olamazdı. Fakat film Avrupa’daki çeşitli alternatif ve muhalif film festivallerinde gösterildi. Ve hâlâ gösteriliyor. Filmin kitlelere ulaşması için neler yapıyorsunuz? Film yasak. Yani resmî olarak film yasaklandı. Bu yasağı delip filmin DVD’sini basacak bir yayıncıyla karşılaşmadık daha. Fakat filmin Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Arapça gibi dillerde altyazısı olduğu için yurtdışında DVD’sini basmak gibi bir düşüncemiz var. Filmin internet sitesini yaptık. Oraya yükledik. Fakat devam edemedik. Sonra filmi iPhone’a yükleme girişimleri oldu. O girişimler devam ediyor. Filmi kendimiz DVD yaptık. Birkaç yerde satışı oluyor. Film gösterimlerinde standa koyuyoruz. Bazı yerlerde korsancılara izin verdik. 68 Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Bêrîvan” filmini yasaklama gerekçesini belirten yazı 69 Batman Valiliği’nin “Bêrîvan” filminin gösterimini yasakladığını bildiren yazı 70 Dersim katliamının yasaklanan belgeseli: “38” Yönetmenliğini Çayan Demirel’in yaptığı, 1938 Dersim katliamının anlatıldığı “38” adlı belgeselin, Kültür ve Turizm Bakanlığı Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu tarafından ticari dolaşımının ve gösteriminin yasaklandığı 2007 yılından günümüze kadar yaşadığı sürecin irdelenmesi iki açıdan önem teşkil ediyor: İlk olarak, bu vaka, kitapta Elif Ergezen’in detaylarıyla anlattığı eser işletme belgesi uygulamasının, devletin elinde film üretimini kontrol ve denetim altında tutmak ve uygun görmediği filmleri yasaklamasını meşrulaştırmak amacıyla bir araca dönüştürülebileceğini gösteriyor. İkincisi, geçmişle yüzleşme iddiasıyla Dersim katliamını gündeme getiren, Meclis’te olayların araştırılması için bir komisyon kuran, “devlet adına özür dilemek gerekiyorsa özür dileyen” hükümetin, aynı zamanda katliamı belgeler ve tanıklıklarla anlatan bir belgeseli yasaklamaya devam ve ısrar etmesi hükümetin bu konudaki ikiyüzlülüğünü kanıtlıyor. Bakanlık ve yapım şirketi arasında süren davanın gidişatı ve Bakanlığın filmin yasaklanması için öne sürdüğü gerekçeler bu ikiyüzlülüğü açıkça görmemizi sağlıyor. 2007 yılında filmin yapımcısı VTR şirketi tarafından, filmin kayıt, tescil ve ticari dolaşıma sunulması için Bakanlığa başvuruda bulunuldu. 18.10.2007 tarihinde Bakanlık tarafından gönderilen yazıda, başvuru, Kültür ve Turizm Bakanlığı Değerlendirme ve Sınıflandırma kurulunca 5224 sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi hakkında kanun ve buna bağlı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına ilişkin Usul ve Esaslar hakkında yönetmeliğin 11. maddesine göre “38” filminin “ticari dolaşıma ve gösterime sunulması uygun bulunmadığı” ifadesi ile reddedildi ve film böylece sansürlenmiş oldu. Bunun üzerine, yapım şirketi alınan kararın usul ve yasaya aykırı olduğunu belirterek kararın iptali ve yürütmenin durdurulması talebiyle Bakanlığa dava açtı. Dava dilekçesinde, Kurul kararının raporunun başvuru reddi dilekçesiyle beraber ekte sunulacağı belirtilmesine rağmen sunulmaması, bu sebeple adil yargılanma hakkının ihlal edildiği ve Anayasanın 38. maddesine göre ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerinin yönetmelikle değil, ancak kanunla konulabileceği, yönetmelik kararını esas alan “38” filminin yasaklanmasının yasaya ve hukuka aykırı olduğu, usule ilişkin iptal gerekçeleri olarak belirtildi. Esasa yönelik iptal gerekçeleri olarak ise, filmin “38”in tarihe tanıklık eden geçmişle yüzleştirme, böylece travmayı rehabilite etme işlevi olan bir belgesel filmi olduğu, bir sanat eseri olması sebebiyle Anayasanın 27. maddesinde belirtilen bilim ve sanat özgürlüğü çerçevesinde korunulması gerektiği, yönetmelikte belirtilen sınırlandırma ölçütlerinin filme uymadığı, filmin kamu düzenini bozacak nitelikte somut bir tehlike yaratacak özelliklere sahip olmadığı ve bu kararı veren kurulun Anayasanın koruması dışına çıkarak yeni sınırlandırma ölçütleri yaratamayacağı, filmi yasaklayarak filmi üretenler kadar izleyenlerin de hak ve özgürlüklerinin engellendiği ileri sürüldü ve bilirkişi tayin edilmesi istendi. İlk bilirkişi raporunun filmin aleyhine karar vermesi üzerine, yapımcı şirket rapora itiraz etti ve yeni bilirkişiler tayin edilmesini istedi. İkinci bilirkişi 71 “38”, yön: Çayan Demirel, 2006 raporunda ise filmin belgesel niteliği taşıdığını, “bazı incitici ve rahatsız edici bölümler içermekle beraber ‘kamu düzenini ve genel ahlakı’ bozar nitelikle olmadığı ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği” belirtildi. Bu rapor üzerine yürütmeyi durduran Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin kararına Kültür ve Turizm Bakanlığı itiraz etti. Filmin tek taraflı anlatımlara dayandırılmış olup, yapımda karşı anlatımlara yer verilmediği, objektif bir yöntem benimsenmediği gerekçesiyle belgesel film nitelikleri taşımadığı, “tek taraflılığı ve filmin başından sonuna kadar devam eden ve ülke birliğimiz ve barışı açısından tehlike yaratacak propaganda unsurlarının yürütmenin durdurulması kararına esas teşkil eden bilirkişi raporunda göz ardı edildiği” iddia edildi. Bakanlık, bilirkişi raporunda yer alan filmin kamu düzenini bozmayacağı kararıyla ilgili itirazını ise şu şekilde dillendirdi: “Ülkemizin son elli yıldır içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullar dikkate alınacak olduğunda; sinema filmleri gibi toplumun büyük kesimine ulaşan paylaşımların; kamu düzeni üzerine etkisi yadsınamayacak olup; işledikleri konuların denetimlerinde daha hassas olunması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bilirkişi raporunda geçen ‘bir tek belgeselin gösterime girmesiyle bozulacak bir düzenden söz edilebilir mi soru konusudur’ savı doğru değildi. Film gösterime girdiğinde, ülke içinde kamu için zararlı olan, diğerlerini yabancılaştıran, düşmanlaştıran bir etki yaratabilecek, yurtdışında da tıpkı daha önce ülkemizi çok olumsuz yansıtan ‘Geceyarısı Ekspresi’ filminin etkisini oluşturacaktır”. Bakanlığın yaptığı bu itiraz, mahkeme tarafından reddedildi. Bunun üzerine Bakanlık, kararın iptali için üst makam olan Danıştay’a başvurdu. Filmin akıbeti Danıştay’dan gelecek karardan sonra belli olacak. Film, geçen yıllar boyunca hiçbir ulusal ve uluslararası festivalde gösterilmedi ve DVD basımı gerçekleştirilemedi. 72 Arzu Yayıntaş İnce sınırlar: Güncel sanatta sermaye, sanat kurumu ve devlet üçgeninde sansür Küratör Güncel sanatın sermayeyle olan organik bağı ve göreceli olarak kapalı bir grup olmasının getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol baskısı, sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün epey kısıtlanmasına neden oluyor. Son beş yılda hem yurtdışında hem de Türkiye’de güncel sanat sergilerinde sansür vakalarının bir artış gösterdiğini söyleyebiliriz. Türkiye bazında ele aldığımızda bu artışı, güncel sanatın son dönemde popülerleşmesi ile daha da görünür olmasına bağlayabiliriz çünkü medyanın ilgisinin artması ile daha önce göreceli olarak özerk bir alan olarak algılanan güncel sanatın üretimi ve tüketimi üzerindeki denetim mekanizmaları arttı. Bununla eş zamanlı olarak hükümetin son dönemde yaptığı sanat ve terör bağlantısı vurgusu ve muhafazakâr sanat tanımlaması devlet bazında da baskının artarak ilerleyeceğinin bir işareti olarak algılandı. Her ne kadar güncel sanat bir özgürlük alanı olarak tanımlansa da ve bugüne kadar eleştirel birçok proje yapılmış olsa da aslında bu sadece tanımlanmış sınırlar içinde var olabilen bir özgürlük alanı. Güncel sanatın, piyasanın, medyanın ve devletin daha çok ilgisini çekmesi ile bu sınırların her gün biraz daha daralmaya başladığı ise aşikâr. Güncel sanatta yaşanan sansür olaylarında sanatçılar sadece baskı ve tehdide maruz kalmıyor, çoğu zaman da mücade- lelerinde yalnız kalıyorlar. Buna hem güncel sanatın özerk bir alan olarak görülmesi nedeniyle yaşanan sansür olaylarının ifade özgürlüğü alanında çalışan aktivistler tarafından münferit olaylar olarak tanımlanması hem de güncel sanat aktörlerinin örgütsüzlüğü neden olmaktadır. Güncel sanatın sermayeyle olan organik bağı ve göreceli olarak kapalı bir grup olmasının getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol baskısı, sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün epey kısıtlanmasına neden oluyor. Kurumlar ve bugüne kadar yapılan uluslararası sergiler bazında incelediğimizde, aslında gerek sponsorlar gerekse küratörler bazında hep aynı isimlerin önemli kapıları tutmasıyla ortaya çıkan güç odakları bugüne kadar kayda geçen sansür vakalarının buzdağının görünmez kısmı olduğu izlenimini veriyor çünkü kimi zaman sanatçının bunu ifşa etmesi, kişisel ilişkileri ve gelecekteki sergilere davet edilmeme çekincesi nedeniyle zorlaşıyor. Bu durum aslında daha çok serginin ya da etkinliğin hazırlık aşamasında, yani daha sergi izleyiciyle buluşturulmadan gerçekleşen sansürlerde geçerli. 2011’in sonunda 73 İstanbul Modern’de yaşanan sansür vakası böyle bir duruma örnek gösterilebilir.1 Bu vaka farklı kurumların da devreye girmesi nedeniyle, Türkiye’deki güncel sanat dengelerini ve de sansürü tanımlamada yaşanan zorlukları anlamada oldukça bilgilendirici. Sansür, İstanbul Modern’in eğitim programına destek için düzenlediği müzayede gecesine bağış istediği sanatçılardan Bubi Hayon’un, müzayede için ürettiği koltuğa, küratörlerin onayını almadan bir oturak eklemesi nedeniyle gerçekleşti. Küratörler bu müdahaleyi konsepte uygun bulmadıklarını belirterek, işi müzayedeye almamaya karar verdiler. Bubi’nin bu durumu deşifre etmesi üzerine sanatçılar ve küratörler sosyal medyada önce bunun bir sansür olup olmadığını, sonrasında da müzeye bir tepki verilmesinin gerekliliğini tartışmaya başladılar. AICA (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) ve UPSD’nin (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) sanatçının özerkliğini yok sayan “Oturak”, Bubi, 2011 ve kurumu koruyan “bu bir sansür değildir” açıklaması üzerine sanatçılar, Hakan Akçura’nın “Sansürün ‘Koşullu’suna da ‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da hayır!” başlıklı metnini, metnin dilinde eleştirdikleri bazı noktalar olsa da, sansüre ve taraf olan kurumlara ortak bir tepki göstermek adına imzaladılar.2 Hemen ertesinde İstanbul Modern’de programda yer alan sanatçı konuşması, Mürüvvet Türkyılmaz’ın ve Seda Hepsev’in müdahalesiyle sansürün tartışılacağı bir platforma dönüştürüldü. Bu konuşmada, izleyicilere de söz verilerek kamusal–özel ayrımından, çağdaş sanat dünyasındaki güç ilişkilerine, sansürün tanımına, AICA ve UPSD’nin konumlarına ve sermaye güç ilişkilerine kadar birçok konunun tartışılmasında ilk adımlar atıldı. Bu konuşmaya AICA’dan katılan kimi isimler “bu sansür değildir” açıklamalarını şiddetle savunsalar da, diğer katılımcılar ile birlikte konuyu tartışarak kuruma göre daha yapıcı bir tutum sergilediler. Oturumun sonunda “Hayal ve Hakikat” sergisi sanatçılarından Selda Asal, Atılkunst, İnci Furni, Leyla Gediz, Gözde İlkin, Ceren Oykut, Neriman Polat, Ekin Saçlıoğlu, Güneş Terkol ve Mürüvvet Türkyılmaz her türlü sansüre karşı olduklarını belirterek sergiden çekildiklerini açıkladılar. Sanatçıların haklarını korumak için kurulmuş olan bir dernek olan UPSD’nin kurumu koruyan, imzacılara üstten bakan, eleştiriye bu kadar kapalı ve sermaye-küratör-müze ilişkilerinde kendini otorite ilan eden tutumu, güncel sanatın ne kadar güç odaklı olduğunun bir göstergesi.3 Öncesinde sessiz kalmayı tercih eden İstanbul Modern daha sonra tartışmaları “şaşkınlıkla” izlediğini belirterek ve “seçim hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da kuruma aittir” diyerek durumu tartışmayı tamamen reddettiğini açıkladı.4 Bununla da kalmayarak Levent Çalıkoğlu ve imzacı sanatçılardan biri olan Leyla Gediz arasındaki özel yazışmalar basın ile paylaşılarak, 74 sanatçıların üzerindeki baskının kişisel düzeyde de devam edeceğinin sinyali verildi. İstanbul Modern’de sansür protestosu Bu durum aslında var olan güncel sanat ortamında sanatçının uğradığı sansürü ifşa etmesi kadar sansüre uğrayana da destek vermesi durumunda ne tür baskılara maruz kaldığının önemli bir göstergesi. İstanbul Modern, kuruluşu bakımından kurumsal protokolleri takip etmemesi ve müze küratörlerinin seri istifaları nedeniyle bugüne kadar birçok tartışmaya konu olmuştu, ama daha önce dışarıya yansıyan bir sansür vakası yaşanmamıştı. Bu son olayda takındığı tutumla aslında İstanbul Modern, sanatçının özerkliğini tanımadığını ve sanatçı-küratör ilişkisinde yaptırımcı bir yaklaşımı benimsediğini ortaya koymuş oldu. Bu yaşananlar sanatçıların bir durum analizi yapmasına vesile oldu ve kendilerine alan açabilmek için örgütlülüğün yollarını araştırmaya başladılar. İstanbul Modern vakasında sansürü uygulayan aktör olarak kurumdan çok küratör ön plana çıkıyor ve kurum küratörün kararının arkasında duruyor gözüküyor. Bu durum, güncel sanatta küratörün rolünün bir analizini yapma gerekliliğini ortaya koyuyor. Küratör en basit tanımıyla serginin kavramsal çerçevesini oluşturan ve sergide yer alacak sanatçıları seçen kişi olarak özünde özerk ve de güçlü bir aktör. Bu anlamda küratör ifade özgürlüğünün ve eleştirel dilin bir kalesi olarak gözükse de aslında bu durum bir kuruma bağlı olup olmamasına, kişisel duruşuna, sermaye ve piyasa ile kurduğu ilişkilere bağlı. Bir kuruma bağlı olarak çalışan bir küratörün kurumun ideolojisinden, sermaye ilişkilerinden bağımsız olarak hareket ettiğini düşünmek aslında bir yanılsamadan ibaret. Kimi zaman küratörler kurum içi uğradıkları baskı ve sansür deneyimlerini dışa kapalı olarak verdikleri mücadeleler ile bertaraf ediyor (bunun için bazen istifa etmekle tehdit ediyorlar ve bazen istifa etmek zorunda kalıyorlar), kimi zaman buna maruz kalmamak için en baştan oto-sansür mekanizmalarını çalıştırıyor, kimi zaman da İstanbul Modern olayında olduğu gibi tamamen kurumun ya da bağlı olduğu sermayenin ideolojisi ve çıkarları ile özdeşleşmiş bir şekilde hareket ederek kendileri sansür uyguluyor. Bu durum aslında son dönemde kültür endüstrisinin içerisinde hareket etmek zorunda kalan küratörün farklı roller üstlenmesinden, güncel sanat ortamının gittikçe daha ticarileşmesinden ve sanat kurumlarının sermaye şirketleri gibi ziyaretçi sayısı üzerinden performans değerlendirmeleri yapmalarından kaynaklanıyor. Bu da küratörlerin kendilerine direniş alanları yaratabilmek için çok acil farklı stratejiler geliştirmek zorunda olduğunu gösteriyor. Sansür vakalarının çoğunluğu sanat eserlerine uygulanarak sanatçılar üzerinden ilerliyor ve küratör genelde sanatçının haklarını koruyan kişi olarak gündeme geliyor. Aslında sergiden bir eserin kaldırılması, küratörün de hatta o sergide yer alan diğer sanatçıların da sansüre uğradığı anlamına geliyor çünkü sansür, küratörün kurguladığı sergi bütünlüğüne dolayısı ile ifade özgürlüğüne bir müdahaledir aslında. Sansüre uğramış bir güncel sanat sergisi bir anlamda sansürü uygulayan 75 otorite tarafından evcilleştirilmiş demektir ve bu da sergide yer alan diğer sanatçıların alanına girmek anlamına gelir. Türkiye’de ve uluslararası sansür vakalarında genel olarak küratör ve sanatçı ortak hareket ederek durum ile mücadele ediyor. Çok nadir olarak sergi tümüyle geri çekiliyor. Sanırım bu durum genel olarak tüm sanatçılar ile konsensusa varılamamasından ve sergi yapım sürecinde imzalanan sözleşmelerin yaptırım gücünden kaynaklanıyor. Küratörlerin sansür deneyimi genel olarak sanat eserleri bazında gündeme geliyor çünkü onların uğradığı sansür deneyiminin görünürlük kazanması ve de sansür olarak tanımlanması çok daha zor oluyor. Kurum içinde çalışan küratörler genel olarak kurum politikasının ışığında fikirlerini oto-sansürleyerek herhangi bir çıkar çatışması yaratacak durumun çıkmasını engelliyor, bağımsız çalışan küratörler ise aykırı ya da çok politik bulunan sergi projelerini genelde kurumlara kabul ettiremiyor ya da sponsorlardan destek alamıyorlar. Reddediliş nedenleri olarak program yoğunluğu ya da kaynak eksikliğinin gösterilmesi, bu yaklaşımı bir ifade özgürlüğü sınırlaması olarak tanımlamakta zorluk çıkarıyor. Kurumların sergi projesini kabul edip sonradan ortaya çıkan sonuçtan rahatsız olduğu durumlarda ise farklı şekillerde sanatçının özerkliğine müdahalede bulunuluyor. Fırat Arapoğlu’nun Nisan 2012’de Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde küratörlüğünü yaptığı “Müze İçinde Bir Müze” isimli sergide yaşananlar aslında bu duruma bir örnek.5 Müze kavramını ve dolayısı ile sanat ve sermaye ilişkisini sorgulayan serginin, hazırlık aşamasındaki bütçe, sergi tasarımı ve kitap tasarımı gerginlikleri sonrasında, sanatçıların eserlerinin üretiminde de sorunlar yaşanmış. Anti-pop’un müzeyi olimpik havuza dönüştürdüğü çalışması müzenin yerleştirme için geç onay vermesi üzerine sergi açılışına yetiştirilememiş ve açılış sonrası tamamlanmasına izin verilmemiş. Elif Öner’in www.elgizmuseum.com alan adını alarak, buradan bir penis büyütücü reklamının sponsorluğunda sanat işini ürettiğini belirten “Histeri” isimli çalışma ise, müzenin sanatçının onaylanan projesinin bu olduğuna itiraz etmesi nedeniyle “Müzeye haber verilmeden, proje küratörü tarafından Histeri adlı farklı bir projesi sergiye dâhil edildi” ibaresiyle sergilendi. Sergi bitiminde ise Müze, Öner’e “marka hakkını ihlal ettiği” gerekçesiyle dava açıp siteye erişimin engellenmesini talep etti. Şu anda Öner’in hazırladığı sitede görsel algılanamayacak kadar küçük bir boyuta getirilmiş durumda ve sergi bilgisi Proje4L’nin web sitesinde önceki sergilerin yer aldığı kronoloji kısmına konulmayarak müzenin belleğinden çıkarılmaya çalışılıyor. Bu olay sanat kurumlarının ne kadar keyfî hareket edebildiklerinin bir örneği. Öner’in yaşadığı bu sevimsiz olayı aslında ilk olarak sanatçı-küratör-müze üçgeninde incelememiz gerekiyor. Sergi kurgulanırken küratör-sanatçı ilişkisinde iki yol izlenebiliyor. İlki sanatçıyı var olan bir eseri ile davet etmek, ikincisi ise sanatçıyı küratörün sunduğu konsept içerisinde yeni bir proje yapmak üzere çağırmak. İlki genellikle problemsiz ilerliyor, diğeri ise biraz daha çetrefilli olsa da her iki aktör için daha doyurucu ve yaratıcı bir süreç oluyor. Bazen yeni eser üretim sürecinde küratör fazla müdahaleci olabiliyor, hatta bu durum nadir de olsa sansür bakış açısından bile okunabilecek bir noktaya gelebiliyor ama genellikle bunlar kamu ile paylaşılan bilgiler olmak yerine dedikodu olarak dışarıyla paylaşılıyor. Sanatçı, küratör tarafından davet edildiği için genellikle kurum ile ilişkisi küratör üzerinden gerçekleşiyor. Bağımsız küratör – müze ilişkisinde ise durum çok daha karışık. Kurumun küratörü davet ettiği koşullarda onun sunduğu projeye çok doğrudan bir müdahalede bulunamıyorlar. Kurumlar 76 bütçe sıkıntısı, program değişikliği gibi bahaneler ile dolaylı yoldan durumu kontrol etmeye çalışıyor. Küratörün geri çekilmesini engellemek için sanatçı ve eser seçimine müdahale etmeye çekiniyorlar. İlişkilerde karşılıklı bir mutabakat olduğu varsayılarak ilerleniyor. Küratörün kuruma başvurduğu projelerde ise, kurum kendisini güvenceye almak için onay vermeden önce küratörden tüm detayları önceden vermesini isteyebiliyor. “Müze İçinde Bir Müze” sergisinde bu iki durumun bir karışımı olduğu anlaşılıyor. Türkiye’de güncel sanat ortamında genel olarak yazılı bir sözleşme yapılmadan projeler gerçekleştiriliyor. Söz, esas kabul ediliyor. Bu durum sanatçı ve küratör açısından kimi zaman problemler çıkarsa da kimi zaman özgürleştirici olabiliyor. Sözleşme olmadığı durumda örneğin sanatçılar eserlerini çekmede özgür olabiliyorlar. Ama son dönemde sanatın gittikçe daha ticarileştiğini ve sanat kurumlarının güçlerini sanatçılardan aldıklarını unuttuklarını düşünürsek, kurumlarla ve sponsorlarla yapılan projelerde özellikle ifade özgürlüğü haklarını koruyan sözleşmelerin yapılması önem kazanıyor. Bir eserin “müzeye haber verilmeden projeye dâhil edilmiştir ibaresi ile sergilenmesi” kafa karıştırıcı olduğu kadar kafa açıcı da. Sergi konseptini düşününce bu tutum, müze, küratör, sanatçı ilişkilerini ve gerilimlerini deşifre etmesi açısından önemli. Müzenin bu işi sergiden çıkarmak istediği ama küratörün baskısı nedeniyle bunu yapamadığı anlaşılıyor. Müzenin sanatçı ile ilişkilerini küratör üzerinden sürdürmesine rağmen sergi sonrasında, Öner’i dava etmesi aslında trajikomik bir olay. Proje4L, işin bir sanat eseri olduğunu kabul ediyor ama marka hakkı ihlalinden dava açarak web sitesine erişimin engellenmesi istiyor. Müze açıklamasında, Öner’in kullandığı görsel için “ahlâksız imge” vurgusu da yapıyor. Elif Öner’in davası için her ne kadar bir grup sanatçı destek için biraraya gelse de süreçte desteğin oldukça kısıtlı kaldığını ve sanatçıyı yine yalnız bıraktığımızı düşünüyorum. Tüm bu olaylar sonucunda Arapoğlu’nun verdiği demeçlerde sorduğu bir soru var “Bir proje küratörü, projeye dair işlerini müzeye ‘onaylatmak’ zorunda mıdır? Her bir iş için bir ‘bilirkişi’ heyetine mi danışılacaktır?” Bunun cevabını vermek biraz zor çünkü bugünkü gelinen noktada küratörün özgürlüğünün de koşullara bağlı olduğu ortada. Küratörlerin göreceli olarak daha özgür hareket ettikleri alanın bienaller olduğu söylenebilir. Beral Madra, Azerbaycan Pavyonu’nda maruz kaldığı sansür üzerine yaptığı açıklamada, Venedik Bienali’ni bir sanatsal özgürlük platformu ve limitsiz eleştiri alanı olarak tanımlıyor.6 Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi bienaller ifade özgürlüğü alanı vaat ediyor olsa da, bu da yine koşullara bağlı. Küratörler açısından ilk bakışta aslında oldukça özgür bir alan çünkü küratörler –ki genelde uluslararası alanda tanınmış güçlü figürler seçiliyor– bienali yapmak üzere davet ediliyor ve ilk aşamada kavramsal çerçeveyi kurgulamakta ve sanatçı seçiminde özgür bırakılıyorlar. Sonrasında kimi zaman özellikle bütçe ve toplumsal hassasiyetlerden kaynaklı belirli kısıtlamalar geliyor. Bienaller aslında sanatçıların kendi ülkelerinde baskıdan dolayı gösteremedikleri çalışmalarını, bağlamından uzak bir yer olmasının verdiği rahatlık ile gösterebilecekleri alanlar ama bu durum biraz da bienalin hangi ülkede gerçekleştiği ile ilişkili. Ülke pavyonu sistemi olan bienallerde ise temsiliyet problemi nedeniyle devletlerin kontrolü ve baskısı baki kalıyor. 2011’deki Venedik Bienali’nde Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı Azerbaycan Pavyonu’nda, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in emriyle, ülkenin saygınlığını tartışılır hale getireceği düşüncesiyle, Aydan Salakhova’nın iki 77 eseri önce örtüldü daha sonra da sergiden kaldırıldı. Madra açıklamasında Venedik Bienali yönetiminden gerekli desteği alamadığını ve sansürü engelleyemediğini söylüyor. 2011’deki Sharjah Bienali’nde ise Cezayirli sanatçı Mustapha Benfodil’in “Önemi Yok” olarak isimlendirdiği ve “Miras Alanı” olarak adlandırılan kamusal alana yerleştirdiği çalışması, kamu tarafından rahatsız edici bulunduğu öne sürülerek ilk haftasonunda yani uluslararası ziyaretçiler evlerine döndükten sonra yerinden kaldırıldı.7 Ayrıca bu çalışma yüzünden Bienal Direktörü Jack Persekian, tatildeyken hiçbir açıklama yapılmadan görevinden alındı. Persekian’ın “Benim hatam, o kadar çok eser ve üretilmesi gereken şey vardı ki dikkatle bakamamışım” şeklindeki talihsiz açıklaması, aslında Birleşik Arap Emirliği bünyesinde özgür bir sanat diyaloğunun çok da mümkün olmadığı gerçeğini izleyicilere hatırlatmış oldu. Bu olaya kadar Sharjah Bienali, uluslararası sanat platformunda önemli bir yer kazanmaya başlamıştı ve Ortadoğu’da öne çıkan bir sanat platformu olarak görülüyordu. Persekian’a destek için uluslararası sanat camiası hızlı bir şekilde harekete geçti. Bienalin küratörleri Rasha Salti ve Haig Aivazian, sanatçı ve eser seçiminde tüm sorumluluğun kendilerine ait olduğunu ve Persekian’ın kendilerini bu konuda özgür bıraktığını açıkladılar. Uluslararası çapta bir imza kampanyası ile Sharjah Sanat Vakfı protesto edildi. Bu skandal Sharjah Bienali’nin sonu mu olacak tartışması sürerken, Yuko Hasegawa bir sonraki Bienalin küratörlüğünü kabul ederek, ifade özgürlüğünü bir yana bırakabileceği ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sansürün bir gerçeklik olduğu mesajını verdi.8 Uluslararası sanat profesyonellerinin Şeyh’in otoritesinin gölgesinde gerçekleşecek Hasegawa’nın bienaline ne kadar ilgi göstereceği merak konusu olsa da, bienallerde sansür vakalarına rastlanmaya başladığı için, yaşanan sansasyonun göz ardı edilebileceği öngörüsünde bulunabiliriz.9 Örneğin 2011 Singapur Bienali’nde Simon Fujiwara’nın yerleştirmesi sansüre uğrayarak sergiden kaldırılırken, 2012’de Şangay Bienali’nde Yuri Albert, Çin otoritesinin çalışmasına müdahale etmek istediğini açıklayarak Moskova Pavyonu’ndan çekildi.10 İstanbul Bienali’nin geçmişinde de “halkın hassasiyeti” sonucu tartışmalara konu olmuş çalışmalar var. Örneğin 3. Bienal’de Hale Tenger’in bir duvar yerleştirmesi olan “Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı çalışma hakkında gazetede yayınlanan eleştirel bir yazıdan etkilenen bir kadının savcılığa telefon ile şikayette bulunması üzerine Tenger hakkında Türk bayrağına ve Türk ulusunun sembollerine hakaretten dava açılmış, neyse ki her iki dava da düşmüştü11 (bkz. sayfa 19). 9. İstanbul Bienali’nin misafirperverlik alanında yer alan “Serbest Vuruş” sergisinde de benzer bir olay yaşandı ama burada Bienalin küratörlerinden Vasıf Kortun, “Serbest Vuruş” isimli bölümün küratörü Halil Altındere’ye var olan sıkıntılarını aktarıp, tek bir işin hem kendi sergisini hem de tüm bienali esir alacağı konusunda uyarınca, tartışma konusu olan eserin sanatçısı Burak Delier kendi kendine fotoğrafı indirme kararı aldı. Kortun bu durumu, “işin kendisinin sergilenmemesi, tartışılabilmesinin önünü açtı” şeklinde açıklıyor.12 Bienaller uluslararası ortamda kendi izleyicisini ve sanatçılarını ve hatta kendi turizmini üretmiş durumda. Oldukça büyük bütçeli projeler olması nedeniyle sermayeyle ve devlet ile göbekten bağlılar. Bu nedenle toplumsal baskılardan ve otoritelerden etkileniyorlar ama yine de kimisi kurduğu yapılar ve uluslararası sanat dünyasından aldıkları güç ile ilişkilerini sınırlamayı başararak daha özgür bir iletişim platformu sunabiliyor. Sermaye ve iktidar ile ilişkilerinde sınırları koruma yöntemlerinden biri, her 78 ne kadar tek başına işe yaramıyor olsa da (İstanbul Modern bu duruma bir örnek), uluslararası bir danışma kurulu sahibi olmak ya da tek adam yönetimindense kolektif bir karar mekanizması oluşturmak. Tek kişinin karar verici olduğu durumlarda, gerek kişisel görüşlerin yönlendirici olması gerekse daha cesaret isteyen kararlarda yalnız olmanın yarattığı güçsüzlük hissi nedeniyle oto-sansürün işlemesi çok daha olası oluyor. Türkiye’de sanat kurumları büyük sermaye şirketlerinin bünyesinde yer alıyor. Şirketin kimliğinin ön planda olduğu kurumlarda çoğu zaman bu durum, kurumun toplumsal hassasiyetlere ve kendi marka değerlerine karşı aşırı temkinli davranmasına sebep oluyor ve bu durum da eleştirel bir sergiye kurumun bünyesinde yer verilmesini imkânsızlaştırıyor. Ya da eleştirel dil kimseyi rahatsız etmeyecek bir seviyede ya da bir konuda kurgulanıyor. Örneğin Akbank Sanat, kurumun isminde bankanın isminin vurgulanması nedeniyle, gerçekleştirdiği etkinliklerde banka müşterilerinin hassasiyetine karşı duyarlılık göstermek zorunda kalıyor. Aslında ne tür işlerin halkın hassasiyeti bahanesi ile sansürlendiğine bakınca, bunun iktidarın hassasiyeti anlamına geldiğini anlıyoruz. Günün sonunda sermaye sahipleri de iktidar ile sorun yaşama noktasına gelmek istemiyor. Daha öncesinde belirli bir sanat politikası yaklaşımı ile öne çıkmayan devlet, son dönemde ortaya attığı “muhafazakâr sanat” kavramı ile hegemonyacı bir yaklaşımla önümüzdeki dönemde sansür vakalarının artacağının sinyalini verdi. Çeşitli sanat alanlarından insanlar muhafazakâr sanatın ne anlama geldiğini tartışırken, Salt’ın direktörü Vasıf Kortun “içiniz rahat olsun sanatımız mazbuttur” açıklaması ile oto-sansürün zaten yıllardır etkin bir şekilde işlediğine işaret etti.13 Aslında uzun süredir Türkiye’de gazetecilerin tutuklanması, politikacıların otoriter tavrı (Başbakan’ın “ucube” tanımlamasıyla, Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı” isimli heykeli oldukça sembolik bir şekilde -heykelin kafası kesilerek -yıkıldı) ve sanatçılara verilen cezalar (Kürt sanatçılara verilen sanat yapmama yasakları) nedeniyle sanat ortamı daha temkinli adımlarla ilerlemekte. İçişleri Bakanı’nın sanatçıları terörün arka bahçesi olarak betimleyerek açıktan yaptığı bir uyarı da kontrol mekanizmalarının artacağının bir işareti.14 Muhafazakârlık, devlet ideolojisi ve sermaye baskısı arasında sıkışmış olan sanatçılar ve küratörler ancak kurumlarının karar mekanizmalarında ve sermaye ile olan ilişkilerinde şeffaflaşma talebiyle, yani sanatın hangi koşullarda ve kimin için üretildiğinin sorgulanmasıyla bir ifade özgürlüğü alanı yaratma şansı yakalayabilirmiş gibi gözüküyor. Notlar 1. Uncu, Erman Ata (2011) “Sansür nerede 2. 3. 4. 5. başlar?”, Radikal, 29.12.2011, http://www. radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=Radika lDetayV3&ArticleID=1073908&Date=08. 01.2012&CategoryID=82 UPSD’nin, “Sansürün ‘Koşullusu’na da ‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da Hayır!” başlıklı bazı imzalar altında kamuoyuna sunulan bildiriye yanıtı, 28.12.2011, http://bedribaykam.blogspot.com/2011/12/upsdnin-sansurunkosullusuna-da-dogas.html İnce, Elif (2012) “Sanat üzerindeki baskılar arttı”, Radikal, 08.01.2012, http:// www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType= RadikalDetayV3&ArticleID=1074871&Ca tegoryID=82 Yalçınkaya, Fisun (2011) “Sansür mü küratörün seçimi mi?”, Sabah, 29.12.2011, http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/ sergi/2011/12/29/sansur-mu-kuratorunsecimi-mi Baloğlu, Hüseyin (2012) “Fırat Arapoğlu ve Elif Öner ile ‘Müze İçinde Bir Müze’ 79 başlıklı sergi ve yaşananlar üzerine konuştuk”, Lebriz.com, 25.06.2012, http:// lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR§i onID=5&articleID=1041&bhcp 6. Madra, Beral (2011) “Why the censorship of Azjerbaijan’s Pavilion shames the Venice Biennale”, artinfo.com, 12.07.2011, http://fr.artinfo.com/news/story/38090/ why-the-censorship-of-azjerbaijanspavilion-shames-the-venice-biennale 7. Millard, Coline (2011) “Censored Algerian artist Mustapha Benfodil on his part in the Sharjah Biennial Controversy”, Artinfo. com, 14.04.2011, http://www.artinfo.com/ news/story/37461/censored-algerianartist-mustapha-benfodil-on-his-part-inthe-sharjah-biennial-controversy 8. Wilson-Goldie, Kaelen (2011) “The end of Sharjah’s Biennial?”, The Daily Star Lebanon, 14.04.2011, http://www.dailystar. com.lb/Apr/14/The-end-of-SharjahsBiennial.ashx#axzz2755w877B 9. Yi-Sheng, Ng (2012) “Simon Fujiwara: Censored at the Singapore Biennale 2011”, Fridae, 25.03.2012, http://www.fridae.asia/newsfeatures/2011/03/25/10744.simonfujiwara-censored-at-the-singaporebiennale-2011 10.Albert, Yuri (2012) “I am not going to Shanghai because of censorship”, Artleaks.org, 5.09.2012, http://art-leaks. org/2012/09/05/yuri-albert-i-amnot-going-to-shanghai-because-ofcensorship/ 11.Başaran, Pelin (2011) “Çağdaş sanatta sansür - İktidarın hassasiyetleri”, Bir+Bir, no. 12, Haziran-Temmuz 2011, http://bianet.org/bianet/biamag/131342-iktidarinhassasiyetleri 12.Kortun, Vasıf (2005) “Burak Delier’in Serbest Vuruş sergisindeki işi üzerine”, 2yılda1, Radikal Gazetesi Bienal Eki, 2005, http://www.anibellek.org/?p=87 13.Başaran, Ezgi (2012) “İçiniz rahat olsun sanatımız gereğinden fazla mazbuttur”, Radikal, 02.04.2012, http://www.radikal. com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar &ArticleID=1083605&CategoryID=97 14.“İçişleri Bakanı’ndan yeni terör tarifleri”, Radikal, 26.12.2011, http://www.radikal. com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay V3&ArticleID=1073629&Date=26.12.201 1&CategoryID=78 80 Siyah Bant’ın İstanbul Modern – Bubi vakasıyla ilgili Birgün gazetesi Pazar ekinde çıkan röportajı 81 “İnsanlık Anıtı”ndan “ucube”ye Pelin Başaran Başbakan’ın, küçük veya büyük hesaplar yaparak, yapımına başlanmış bir heykeli yıkacaklarını kentte yaptığı mitingde ilan etmesinden birkaç ay sonra heykelin yıkılmasını – yapılma sürecine, içeriğine ve estetiğine dair eleştirilere rağmen –sanatta ifade özgürlüğü ve sansür tartışmalarında nerede konumlandıracağız? Kars’ta, 2006 yılında, tüm soykırım anıtlarına karşı insanlığı ve barışı temsil etmesi amacıyla heykeltraş Mehmet Aksoy tarafından yapılmaya başlanan, bir süre sonra yapımı durdurulan ve geçtiğimiz yıl yıkılan İnsanlık Anıtı hafızalarımıza artık “Ucube Heykel” olarak kazındı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kars ziyareti sırasında, yapımı durdurulduğundan beri dava konusu olan anıtı “Ucube” olarak nitelendirmiş, Hasan Harakani türbesine yakınlığı gerekçesiyle yıkılması gerektiğini söylemişti. Birkaç ay sonra, 26 Nisan 2011 tarihinde heykelin yıkımına başlanmış ve genel seçimlerden önce Haziran ayında heykel tamamen yıkılmıştı. Türkiye’de heykellerin kaldırılması genelde devletin muhafazakâr kesiminin Osmanlı’dan miras heykel sanatına tahammülsüzlüğü ile ilişkilendirilir ve geri kalmış, tutucu ve bağnaz toplumlara has modernleşme karşıtı bir pratik olarak yorumlanır. Oysa Türkiye’de kaldırılan heykellere ve kaldırıldıkları dönemlere bakıldığında, bu okumanın yetersiz olmasından ziyade, heykel tartışmalarının gelenek-modernite ekseninde yürütülmesi, Meltem Ahıska’nın “garbiyatçılık” İnsanlık Anıtı yıkılırken, 2011 olarak tanımladığı söylem ile örtüşüyor. Ahıska’ya göre garbiyatçılık söylemi, politik meseleleri bağlamından bağımsızlaştırarak ve toplumsal dönüşümleri eksik yaşayan bir modernleşme süreci olarak 82 tanımlayarak, esas siyasi ve ekonomik nedenlerin üzerini kapatıyor.1 Heykellerin, belirleyici oldukları kamusal alanda değişmeyen öğe olarak taşıdıkları mesajı sabitlemeleri, işaretledikleri momentlerle kurdukları tarihsel anlatı, geçmişe ve geleceğe yönelik hafızayı inşa ederken üstlendikleri rol, iktidar tarafından tedirgin edici bulunabilir. Buradan hareketle, İnsanlık Anıtı’nın yıkılma sürecini, heykelin yapılma nedenleri, konumu, anlamı ve algılanışını ve Başbakan’ın ziyaretinden önceki dönemi analiz etmeden, yukarıda bahsedilen alışageldik refleksle çözümlemeye çalışmak naiflik olacaktır. “İnsanlık Anıtı”, sansür ve sanatçının ifade özgürlüğü açısından ilginç bir vaka. Yıkımı sözkonusu olduğundan itibaren sanatçılar, sivil toplum kuruluşları ve medyada farklı tepkiler oluştu. Kimileri peşinen Mehmet Aksoy’a destek verirken ve anıtın yıkılmasına karşı kampanya yürütürken, bazıları tarafından anıt projesinin gelişimi, heykelin amacı ve estetik değeri sorgulandı. Hatta Siyah Bant sitesinde sansürlenen sanat eserleri kapsamında yer alması birçok sanatçı tarafından eleştirildi. Bu sebeple, Anıtın hikâyesini tüm boyutlarıyla tahlil etmenin ve üzerine düşünmeye devam etmenin gerekli olduğu kanısındayım.2 Anıt yapma fikri AKP’li Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu tarafından ortaya atıldı. Alibeyoğlu, Ermenistan’a komşu fakat sınırlarının kapalı olduğu, dolayısıyla sınır ticaretinin getirisinden yoksun, sürekli iç göç veren, gittikçe yoksulluğun arttığı Kars’ı kalkındırmak, “Kafkasya’nın Davos’u” yapabilmek için kentin bir cazibe merkezi haline getirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun gerçekleşmesi için, kentin Türkiye’nin Marka Kültür Kentleri’nden biri ilan edilmesi için uğraştı. Alibeyoğlu, yıllardır düzenlediği film festivallerinin yanında, kentin sembolü olacak bir mekân yaratma arayışındaydı. Anadolu Kültür’ün kurucusu Osman Kavala’nın önerisiyle heykeltraş Mehmet Aksoy ile çalışmaya karar verdi. Alibeyoğlu, Aksoy ve Mimarlar Odası Başkanı Oktay Ekinci anıtın Kale’nin yanındaki tepede savaşlarda kullanılmış tabyanın üzerinde yapılmasına karar verdiler. Bu yerin seçilmesinde üç nokta önemliydi: Tepe şehre hâkimdi, karşısında savaş sembolü olan Kars Kalesi vardı ve savaş karşıtı bir heykel tasarlanacağından bir tabyanın üzerinde olması içeriğe çok uygundu.3 Proje kapsamında, anıtın altındaki tabyanın temizlenerek müzeye dönüştürülmesi amaçlanıyordu. İnsanlık Anıtı için Kasım 2005’te Belediye Meclisi kararı alındı. Akabinde, Erzurum ve Diyarbakır Koruma Kurulu çevre düzeni de dâhil olmak üzere projenin yapılmasına onay verdi. Böylece, 35 metre yüksekliği ile Türkiye’nin en yüksek heykeli olması planlanan heykelin yapımına başlandı. Anıtın tasarımına bakıldığında, heykelin karşı karşıya bakan iki insan figüründen oluştuğu ve figürlerden birinin diğerine elini uzattığı, heykelin alt kısmında, sürekli su akıtılan bir göz figürü yer aldığı görülür. Buna ek olarak, heykele bir anıt özelliği kazandıracak çevresel düzenlemeler yapılması planlanıyordu. Kafe, restoran ve etkinliklerin düzenleneceği bir amfitiyatro inşa edilecek, heykelin tepesine Kafkaslar’dan görülmesi için lazer ışığı konulacaktı. Mehmet Aksoy heykeli ve heykelin anlamını şöyle tarif ediyor: İnsanlık Anıtı, her şeyi gören ve hafızasında saklayan, iç içe derinleşerek giden insanlık ve ilahi vicdanı sembolize eden kanayan bir göz ve bu gözün üstünden yükselen, ikiye bölünmüş bir insandan oluşuyor.4 Karşı karşıya konmuş, kendi kendine düşman edilmiş bir durum var burada. Bu iki figür orada uzanan elle tekrar bir insan oluyor. Yoksa bu kinler, kavgalar, savaşlar bizim insan olma yolunda 83 “İnsanlık Anıtı” maketi adım atmamızı engelliyor. Temel neden ve anıtın içeriği budur. Bu ‘vicdan’ göz ile temsil ediliyor. Bu göz onları hep görüyor ve hep acıyı içinde saklıyor. Bir de gözden akan gözyaşı damlası var. Bu dağlar taşlar, kale ve her yer bu savaşlara tanık olmuştur. Habil’den Kabil’den bu yana gelen savaşları kınayan bir heykeldir. İnsan savaşlar sonucunda kendi kendine ve kardeşine bile düşman olabilir.5 Üç sene sonra heykelin SİT bölgesinde yapıldığı gerekçesiyle Kurul tarafından yapımı durduruldu. Kurul’un bir önceki kararıyla çelişkili bir karar vermesinden dolayı süreç başka makamlara intikal etti. Kurul’un verdiği ilk kararı değiştirmesinde MHP’nin heykelin yapımının durdurulmasına ve yıkılmasına yönelik yürüttüğü çalışmanın etkisi olduğu iddia ediliyor. MHP, heykelin tarihî bir eser özelliği taşıyan tabya üzerinde yapılamayacağı ve belediyenin hazineye ait olan arazide kafe ve restoran yaparak usulsüzlük yaptığı iddiası ile dava açtı. MHP’nin derdi, tabyayı korumak değil elbette. MHP Kars İl Başkanı Oktay Aktaş, heykelin sadece bir sanat eseri olmadığını ve Ermenistan’ın Türkiye’ye doğru yayılma projesinde önemli bir adımı simgelediğini söylüyor. Aktaş, Ermenistan ve Türkiye arasında tarihte hiçbir zaman savaş yaşanmadığına göre, bu anıtın barışı temsil etmesinin anlamsız olduğu belirterek “Bununla Türklere mi ders vermek istiyorsunuz Ermenilere mi? Adını insanlık anıtı koymanızın anlamı nedir? İki insan kucaklaşırken ağlıyorlar. İnsan bir sevinçten bir de hüzünden ağlar. Niye ağlıyor? Ermeni ile Türk mü kucaklaşıyor? Ermeni hasret kaldığı toprağı mı kucaklıyor? Bu Doğu ve Batı Ermenistan’ın kucaklaşması mı?”6 diye soruyor. Aktaş’ın heykeli, Ermenilere verilmiş bir taviz olarak gördüğü açık. Alibeyoğlu ise, anıtın Iğdır, Erivan, hatta Paris, Berlin’deki tüm soykırım anıtlarının nefreti körükleyen söylemlerine karşı, barışı savunan, insanlığı yücelten bir mesajı olduğunu söylüyor: İnsansızlaşan, insanın insana yabancılaştığı, kimliklerini, değerlerini, inançlarını yitirdiği bu dünyamızda, insanlık 84 değerlerinin vücut bulması adına bir insanlık anıtı yapalım dedik... Özgürlük anıtları sömürücü dönemlerinde anlam taşıyordu ama şimdi artık küresel savaşlar oluyor, insanlar öldürülüyor, insanlar acı çekiyorlar. Böylesi bir ortamda, böylesi bir dünyada insanın layık olduğu yere gelmesini hedefleyen, insan temasını işleyen bir anıt yapalım dedik. Soykırım anıtları halklar arasında kan davası pompalıyor, Ermenistan’daki soykırım anıtı özellikle Türk düşmanlığını körüklüyor. Biz de buradan, Ermenistan sınırındaki bir kentin belediye başkanı olarak soykırım anıtlarının halklar arasında kan davasını pompaladığını, bizim soykırım da yapmadığımızın anıtı olsun dedik. Kars 40 yıllık kara günler çekerek işgal görmüş. 90 bin askerimiz Sarıkamış faciasında tek kurşun sıkmadan şehit olmuşlar. Böylesi bir coğrafyadan dünyaya insanlık mesajı verelim dedik. Bu coğrafyadan Nuh’un gemisinden insanlık dünyaya yayılmış. Biz Kafkasya gibi birçok dilin, birçok kültürün yoğun olduğu bu bölgede bir insanlık mesajı verelim dedik. Orta Asya barış adası olsun dedik, bir daha bu savaşların yaşanmaması adına bir insanlık anıtı yapalım dedik.7 Buradaki sorun, Alibeyoğlu ve Aksoy’un, geçmişle yüzleşme amacıyla konsepti ve tasarımı uzun tartışmalar sonucunda belirlenmiş dünyanın çeşitli yerlerindeki soykırım anıtlarını, bu anıtların barış inşa etme sürecinde taşıdıkları -her ne kadar tartışmalı da olsa- rolleri ve soykırıma uğramış halklar üzerindeki etkilerini gözardı ederek, savaş, barış ve insanlık gibi referansları belirgin olmayan “İnsanlık Anıtı”nın karşısına koymaları ve Ermeni meselesiyle –ilk başta teknik olarak imkânsız olsa da, heykelin Ermenistan’dan görüleceğini iddia etmeleri dışında- ancak bu şekilde diyaloğa girmeleri. Bu duruma ek olarak, anıt projesinin herhangi bir kamusal müzakere yaşanmadan geliştirilmiş olması, heykelin yıkılma tehlikesi karşısında destek bulunamamasına ve heykelin siyasi çekişmelerde bir araç haline gelmesine sebep oldu. Aksoy ve Alibeyoğlu’nun heykel ile ilgili mücadelesi 2009 yılında yerel seçimlerden sonra daha da zorlaştı. Seçimlerde AKP’den CHP’ye transfer olan Alibeyoğlu seçilemedi. Yerine AKP’den Nevzat Bozkuş Belediye Başkanı oldu. Bozkuş ise çözüme dair aktif bir yol oynamak yerine, Erdoğan’ın ziyaretine kadar, meseleyi hukuki bir meseleye indirgeyerek, “tarafsızlık” iddiası ile anıtla ilgili herhangi bir açıklama yapmadı. 8 Ocak 2011’de seçim hazırlığı kapsamında Recep Tayyip Erdoğan, Kars’ı ziyaret etti ve anıtın derhal kaldırılması gerektiğini söyledi: Hasan Harakani türbesinin yanına bir ucube koymuşlar, garip bir şey dikmişler. Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle bir şey olması düşünülemez. Konuyla ilgili olarak belediye başkanımız görevini süratle yerine getirecektir. Bunu süratle bekliyoruz. İnşallah ilk gelişimizde bunu da göreceğiz. O bölgeyi de gayet güzel bir park haline belediye getirecektir.8 Mehmet Aksoy’un avukatı Turgut Kazan’ın verdiği dava dilekçesinde anlatıldığı üzere, Başbakan bu mitingde Koruma Yüksek Kurulu’nun usul yönünden yanlışlar yapılmaması için sorunun belediyece çözülmesini öneren kararını bir yıkım kararı sayarak, heykelin yıkılacağını duyurdu. Başka bir deyişle, Koruma Yüksek Kurulu, mülkiyet sorunu çözülerek yeniden başvuru yapılmasını önermişken, karar gereklerine uyulmadan yıkım süreci başlatıldı. Bunun üzerine Mehmet Aksoy 7 Şubat 2011 tarihinde, anıtın anayasanın 2, 64 ve 90/son maddeleri ile AİHS, Bern Sözleş- 85 mesi ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’nın 16 ve 17. maddeleri ile sağlanan güvencelere dayanarak hukuksal zemininin sağlam olduğu, SİT alanında olmadığı, dolayısıyla Belediye Meclisi’nce yıkılamayacağı, bir sanat eseri niteliği taşıdığı ve devlet ve belediye tarafından korunması gerektiğini belirterek yürütmenin durdurulması için dava açtı. Erzurum 1. İdare Mahkemesi ise “kaldırma kararının Belediye Encümeni tarafından alınması gerekirken, söz konusu kaldırma işleminin bu konuda karar verme yetkisi bulunmayan Belediye Meclisi kararı ile tesis edildiği anlaşıldığından”, 7 Mart 2011’de yürütmeyi durdurma kararı verdi.9 Belediye karar eline ulaştığı aynı gün içinde 10 Mart 2011 günlü dilekçeyle, yürütmeyi durdurma kararına itiraz etti ve bunu takiben belediyenin itirazı kamuoyuna duyuruldu ve heykelin yıkılacağı söylendi. 15 Mart 2011 günü 1. İdare Mahkemesi’ne gelen itiraz, 16 Mart 2011 günü Bölge İdare Mahkemesi’nce kabul edilerek, yürütmeyi durdurma kararı kaldırıldı. Bu kararı takiben, 26 Nisan’da heykelin yıkımına başlandı. Figürlerden birinin kafasının “Allahüekber” sesleriyle kesilmesiyle başlayan yıkım, Haziran ayında tamamlandı. Mehmet Aksoy, iç hukuk yolları tükendiğinden, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Ayrıca, Başbakan’a Kars mitinginde yaptığı konuşma ve “ucube” nitelendirmesi nedeniyle hakaret davası açtı ve manevi tazminat talep etti. Başbakan adına avukatı, verdiği savunmada, “ucube” tanımlamasının bir eleştiri olarak kabul edilmesi gerektiğini belirterek, Başbakan’ın sarfettiği sözlerin heykeltıraşa ve heykele yönelik olmadığı, heykelin bulunuş yeri ve konumuna dair olduğunu iddia etti.10 Hakaret davası ve AİHM süreci halen sürmekte. Burada, başka vakalar için verdiği demeçlerde sanatçının ifade özgürlüğünü savunduğunu fakat sanatçının da toplum- sal hassasiyetlere dikkat etmesi gerektiğini söyleyen11 Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın tepkisine dikkat çekmeli. Günay, “ucube” nitelendirmesi karşısında, Başbakan’ın bu sözleri heykel için sarfetmediğini öne sürdü.12 Fakat Başbakan’ın “ucube”yi heykel için sarfettiğini tekrarlamasından sonra13 herhangi bir açıklama yapmadı ve sorunun yasalar çerçevesinde çözüleceğini duyurdu. İlginç olan bir diğer nokta ise, CHP’nin, Alibeyoğlu CHP’den aday olduğu halde, konunun Ermeni soykırımına gelmesinden çekindiklerinden herhangi bir açıklama yapmamış olması. Anıtın yıkımı sürecinde bir grup sanatçı Aksoy’a destek vermek amacıyla imza kampanyası düzenledi ve Kars’ta heykelin önünde basın açıklaması yaptı. 14 Ayrıca, Başbakan’ın “ucube heykel” söylemini protesto etmek amacıyla sergiler15 ve toplantılar düzenlendi. Aksoy bu süreçte sık sık kendilerine, özellikle sanatçılar tarafından verilen desteğin yetersiz olduğundan bahsetti. Öncelikle, en önemli sorun, yukarıda belirttiğim gibi, kamusal alanda gerçekleştirilen ve kentin karakterini oluşturacak böylesine bir projenin, kentin öne çıkarmak istediği değer ve geleceğe taşımak istediği mesajın, kenti tanımlayan tarihsel ve sosyal referanslar ile konumunun kent sakinleriyle müzakere edilmeden klasik bir belediyecilik anlayışı ile inşa edilmeye çalışılmasıdır. Bunun neticesinde Kars halkından bekledikleri desteği alamamaları doğal karşılanabilir. Kars halkının heykelin yıkımı ile ilgili tartışmalara pek müdâhil olmadığı ve temel şikâyetlerinin, heykelin yıkılması için boşuna harcanan para olduğu görülüyor. Belediyenin bununla uğraşmak yerine, o parayı altyapıya harcaması gerektiği söyleniyor. Bir diğer nokta, Aksoy ve Alibeyoğlu’nun soykırım anıtlarıya ilgili indirgemeci yaklaşımları, yıkım tartışmasıyla heykelin mesajıyla ilgili muğlaklıkları daha da belirginleştirmeleri ve konuyu 86 Ermeni soykırımı üzerinden tartışma yönünde çekinceleri, anıtın geniş kesimlerce sahip çıkılmasını güçleştirdi. Son olarak, sorun Başbakan’ın bir heykeli “ucube” olarak nitelendirmesinden çok, bir heykelin Başbakan’ın emri ile kısa sürede yıkılmasıdır ve bunun sorunsallaştırılması gerekmektedir. Sanatçı ve devlet arasındaki bu problemli ilişkinin yanında, bir kesim heykele estetik açıdan sahip çıkmanın zorluğunu dile getirdi ve yıkım sürecinde sessiz kalmayı tercih etti. Bizim açımızdan sorulması gereken önemli soru şu: Başbakan’ın, küçük veya büyük hesaplar yaparak, yapımına başlanmış bir heykeli yıkacaklarını kentte yaptığı mitingde ilan etmesinden birkaç ay sonra heykelin yıkılmasını -yapılma sürecine, içeriğine ve estetiğine dair eleştirilere rağmen- sanatta ifade özgürlüğü ve sansür tartışmalarında nerede konumlandıracağız? Bu sorunun, birçok vakada karşımıza çıktığını düşünürsek, tartışılmaya değer bir soru olduğunu düşünüyorum. Notlar 1. Ahıska, Meltem (2003) “Occidentalism: 2. 3. 4. 5. 6. The Historical Fantasy of the Modern”, The South Atlantic Quarterly, 102:2/3, Spring/Summer. Bu yazı, daha önce yayınlanan bir makalemden [“‘İnsanlık Anıtı’ Üzerinden Kars’a Bakmak”, Kültür Politikaları ve Yönetimi (KPY) Yıllık 2010 içinde, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları] ve Bianet’te çıkan yazımdan [“Ucube Heykel’den Öncesi Var!”, Bianet, 15 Ocak 2011, http:// bianet.org/bianet/bianet/127201-ucubeheykelden-oncesi-var] uyarlanarak ve güncellenerek kaleme alınmıştır. Mehmet Aksoy ile yapılan görüşme, 02.04.2010. www.ntvmsbc.com, 18.01.2009. www.politikars.com Oktay Aktaş ile yapılan görüşme, 29.08.2009. 7. www.politikars.com 8. “Kars Belediyesi: ‘Ucube’ yıkılacak” 01.02.2011, http://www.ntvmsnbc.com/ id/25177813/ 9. Dava dilekçeleri ve metinler Siyah Bant web sitesinden görülebilir: http://www. siyahbant.org/?p=670 10.“Başbakan’dan ‘ucube’ savunması” 29.03. 2012, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20228754.asp 11.Günay, “Yala ama yutma” oyununun tepki çekmesi üzerine katıldığı bir TV programında bu sözleri dile getirdi. Vakanın detayları için bakınız: http://www.siyahbant. org/?p=670 12.“Günay: Başbakan heykele ‘ucube’ demedi” 10.01.2011, http://www.ntvmsnbc.com/ id/25169574/ 13.“Erdoğan: “Heykele ucube dedim” 13.01.2011, http://www.cnnturk.com/2011/ turkiye/01/13/erdogan.heykele.ucube. dedim/603064.0/ 14.“Sanatçılar insanlık anıtı için Kars’ta buluştu”, 23 Nisan 2011, http://www.dha.com. tr/sanatcilar-insanlik-aniti-icin-karsta-bulustu_157600.html. Bu günlerde, Aksoy’un destekçilerinden Uluslararası Plastik Sanatları Derneği Başkanı ve sanatçı Bedri Baykam ve Piramit Sanat Galerisi Genel Koordinatörü Tuba Kurtulmuş, İnsanlık Anıtı ile ilgili bir toplantı çıkışında bıçaklandılar. İnsanlık Anıtı tartışmalarıyla, bizim bildiğimiz kadarıyla, doğrudan bir ilişki tespit edilemese de burada belirtmekte fayda var: “Ressam Bedri Baykam bıçaklandı”, 19.04.2011, http://www.cnnturk.com/2011/ turkiye/04/18/ressam.bedri.baykam.bicaklandi/613710.0/index.html 15.Eskişehir’de açılan “Ucube-Ebucu” sergisindeki iki ressam hakkında soruşturma başlatıldı ve ressamların “dine hakaretten” yargılanmasına karar verildi. Vakayla ilgili daha fazla bilgi için bakınız: http://www. siyahbant.org/?p=1654 Sansürle Mücadele Deneyimleri 87 Index on Censorship Üzerine Julia Farrington Index on Censorship, Sanat Bölümü İfade özgürlüğü sabit bir durum değildir. İfade özgürlüğü, kabul edilebilirlik sınırlarının siyasi, ahlâki ve toplumsal iklimlere göre değiştiği, sürekli dönüşen bir coğrafyada varolur. Index on Censorship dergisinin birinci sayısının editörü Michael Scammell’in 1972’de yazdığı gibi, “İfade özgürlüğü varlığını kendi kendine idame ettiremez; onu önemseyenlerin daimi uyanıklığıyla sürekliliğinin sağlanması gerekir”. Index on Censorship’in sanat programı, sanatsal ifade özgürlüğünü desteklemek amacıyla bir strateji planlar ve uygular. Burada amaç kültürel alana etki eden, gitgide yoğunlaşmakta olan baskıları ve birbiriyle rekabet halindeki talepleri önce belirlemek, sonra da bunların geriye çekilmesini sağlamak için yapılması gereken en doğru hareket şekline karar vermektir. Suç işleme korkusu, sponsorlardan gelen talepler, polisten kaynaklanan sorunlar, sağlık ve güvenlikle ilgili düzenlemeler, riskten kaçınma, meydan okuyan işlere basında çıkan hasmane tepkiler, piyasayı oluşturan dinamikler – bunların hepsi sektörün kilit oyuncuları tarafından varlığı kabul edilen sakınma ve oto-sansür iklimine katkıda bulunmaktadır. Index’in çalışmalarının bir kısmı, tüm kültürel alanlarda ifade özgürlüğünün korunması için bu uyanıklılık halinin sürdürülmesinin önemine dair bir farkındalık yaratmaya çalışır ve bunu, sürecin içinde olan herkesle görüşüp tartışarak yapar. İngiltere’nin en büyük sanat merkezi olan Londra’daki Southbank Centre’ın sanat yönetmeni Jude Kelly geçtiğimiz seneki ‘Tiyatro, İfade Özgürlüğü ve Kamu Düzeni’ adlı konferansımızda konuşurken bu tartışmanın “yeterince gelişmemiş” olduğundan, ifade özgürlüğünün sıklıkla cepte görüldüğünden bahsetti. Toplum olarak sanata genel tavrımız hakkında konuşurken Kelly “fikirleri zorlu alanlara götüren sanatsal ifadeleri ‘savunulamaz’ etiketiyle yaftalamak için çok çabuk davrandığımızı” söyledi. Bu sebeple kamuya ait sanat alanlarına nezaret edenlerin toplumun sınırlarını zorlayan işlerin önemini anlamaları ve savunmaları için eğitimden geçirilmeleri ve bu eğitimin sürekli tutulması gerekiyor. Bu olmadan sanatsal haklar diğer talepler tarafından dışarı itilerek erozyona uğrama riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Deneyimlerimize göre kültür alanında çalışanlar, ifade özgürlüğüne dair haklarını anlama ve bu hakları kullanmada medyanın ve siyasi tepkinin oldukça gerisinde kalmışlardır. Bir gazeteci medyayı ilgilendiren kanunlar hakkında eğitim alırken, bir sanat yönetmeni kültürel ifade alanında geçerli kanunlar hakkında eğitim almamaktadır. Genç çalışanlar resmî ya da resmî olmayan yollardan başladıkları kariyerlerinde hak ve sorumluluklarını öğrenmek için ya hiç ya da çok az fırsat bulabilmektedirler. Her ne kadar polis siyasi protestoları temel görevlerinin bir parçası olarak 88 Sansürle Mücadele Deneyimleri görüyorsa da, kültürü yönetmek için çok daha nitelikli bir yaklaşım gerekmektedir. Ortaya tartışmalı bir durum çıktığında sanatçıların haklarını olumsuz etkileyen, polise verilen yetersiz rehberlik hizmeti gibi yönetimle ilgili engeller de mevcuttur. Bu tür durumlar bu hakların ikinci sınıf olarak değerlendirilmesine zemin hazırlamakta, protesto etme hakkına veya medyadaki özgür ifade hakkına nazaran karşı çıkıldığında hükümsüz bırakılmalarını daha kolaylaştırmaktadır. Bu konuyu ele almak adına Index, sanat kurumlarının ifade özgürlüğüne olan taahhütlerini gözden geçirmelerine ve pekiştirmelerine yardımcı olacak bir eğitim sistemi geliştirmek amacıyla bu kurumlarla beraber çalışmaktadır. Karşımızdan duran sorulardan biri, ifade özgürlüğü kavramının açılarak, sanat ve kültür sektörüne somut ve pratik destek sağlayabilecek bir dizi temel haklar, işletimsel ilkeler ve yaklaşımlar haline getirilip getirilmemesi gerektiğidir. İfade özgürlüğünün getirdiği hak ve sorumlulukları ve buna şekil veren yasal çerçeveyi anlamak, bu işin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla Index, Birleşik Krallık’ta ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar üzerine, doğrudan sanat sektörüne yönelik bir ilk teşkil edecek şekilde bilgi paketi hazırlamaktadır. Bu paket Kamu Düzeni, Çocukları Koruma, Muzır Neşriyat, Milli Güvenlik ve ırkçılık karşıtı ve dinî nefret karşıtı mevzuatı içeren Eşitlik Kanunu konularını kapsamaktadır. Bu bilgi paketi, yetkili kamu kurumlarının, ifade özgürlüğünü korumak ve yeri geldiğinde sahip çıkmak yükümlülüğünü de içeren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde koruma altına alınmış ve öngörülen hak ve sorumlulukları açıkça ortaya koyacaktır. Bu kamu kurumları arasında ilköğretim ve yüksek öğrenim okullarıyla beraber polis ve yerel yönetimler vardır. Yine de biliyoruz ki, her zaman olmasa da çoğu zaman, bu son derece denetimli ortamlarda özgür ifade haklarına düzenli bir itibar ya hiç gösterilmemekte, ya da çok az gösterilmektedir. Korunmaya ihtiyacı olan sanat, ortalamadan daha fazla cesarete sahip, korkularımıza meydan okumaya, başka insanların ifade etmekten korktuğunu uluorta ifade etmeye gönüllü insanlar tarafından yapılmaktadır. Pussy Riot’ı oluşturan kadınlar, onlar gibi binlerce Rus vatandaşının doğru olduğunu bildiği şeyleri ifade ettikleri için cezalandırılıyorlar. Bu yüzden son derece ağır bir biçimde cezalandırılıyorlar. Ancak umut ediyoruz ki onların 60 saniyelik protestosu hepimizi biraz daha cesur, adaletsizliğe karşı fikrimizi dile getirmeye biraz daha gönüllü hale getirmiştir. Index on Censorship 1972’den beri özgür bir toplumun köşetaşı olarak ifade özgürlüğünü savunmakta ve desteklemektedir. Kampanyalarımız ve uluslararası programlarımız aracılığıyla özgür ifadeye karşı tehditlere meydan okuyor, fikrini dile getirmekten alıkonulmuş gazetecilere, yazarlara, sanatçılara ve eylemcilere bir ses veriyoruz. Dergimiz ve internet sitemiz ifade özgürlüğü konusundaki son gelişmeleri bildirmek, tahlil etmek ve tartışmak için bir forum işlevi görüyor. İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı 89 Sanatsal ifade özgürlüğünü savunmak Ole Reitov Freemuse “Müzikte sansür mü? Ne sansürü?” 1998 yılında Müzik ve Sansür üzerine 1. Dünya Konferansı’nı organize ettiğimizde Freemuse’un kurucuları olarak sık sık karşılaştığımız tepki buydu. Müzik endüstrisinde, uluslararası medyada, ifade özgürlüğü örgütlerinde ve ifade özgürlüğüyle ilgilenen siyasetçilerde farkındalık sıfıra yakındı – adeta kör bir noktaydı – Taliban kontrolündeki Afganistan’da o zaman müziğin tamamen yasaklanmış olmasına ve kökten İslamcılığa ve Cezayir milli şovenizmine direniş gösteren Berberî sanatçı Lounes Matoub’un suikaste kurban gitmiş olmasına rağmen. Freemuse sadece müzikal ifade özgürlüğünü savunmak için değil, aynı zamanda sorunların ne olduğunu, müzik yaratıcılarının sansürlenmesi ve eziyet görmesinin sadece sanatçıları değil toplumların tamamını nasıl etkilediğini belgelemek ve tahlil etmek için kuruldu. “Hepimiz Pussy Riot’ı destekliyoruz” günlerinde kamuyu ve siyasetçileri hâlâ ortada bir sorun olduğuna dair bilgilendirmek artık gerekli değil gibi görülebilir. Ancak küresel farkındalık göreceli, zira çoğu vaka o kadar ‘havalı’ değil ve küresel ilginin daha az olduğu yerlerde gerçekleşiyor. Freemuse’un internet sitesi www. freemuse.org 100’den fazla ülkedeki müzik sansürü üzerine makaleler içeriyor. Birçok festival artık “yasaklı sanatçılara” ve hatta müzikal ifade özgürlüğü hakkında konuşmalara yer veriyor. Ancak müzisyenler hâlâ eziyet görüyor ve hapse atılıyor – hatta öldürülüyorlar. Freemuse bu sanatçıları kampanyalarla, maddi destekte bulunarak, bölgeseler ağlarla, lobicilik yaparak ve hatta sığınma üzerine danışmanlık vererek desteklemeye devam ediyor. Peki ya görsel sanatçılar, filmciler, vb. – onları kim destekliyor? Bütün sanatsal ifadeler üzerindeki sansürü ve zulmü kim belgeliyor? artsfex – yeni bir küresel ağ Yeni bin yılın başlarında (yazarları koruyan) Pen International, Freemuse ve diğer birkaç örgüt, sanatsal ifadenin korunması ve savunulması amacıyla küresel bir ağ kurma girişiminde bulundu. Parasal desteği eksik olan bu girişim hayatını sürdüremedi. Ama örgütler iletişim ağlarını devam ettirdiler ve 2011 Aralık ayında Freemuse çekirdek bir grubu girişimi yeniden başlatmak amacıyla Kopenhag’a davet etmeyi başardı. 1200’den fazla örgütü temsilen davet edilen örgütler ve ağlar artsfex adı altında (Sanatsal İfade Özgürlüğü) küresel bir ağ yaratmaya karar verdiler. Aynı anda Freemuse da, Norveçli Fritt Ord Vakfı işbirliğiyle,“Yasaklanan Her Şey Arzulanır” 90 Sansürle Mücadele Deneyimleri adında sanatsal ifade özgürlükleri üzerine uluslararası bir konferans yapacaklarını duyurdu. Bu konferansın parçası olarak yeni bir internet sitesi, www.artsfreedom.org kuruldu ve Freemuse diğer sanatsal ifade türlerine uygulanan sansürü sistematik olarak belgelemeye başladı. Bunun üzerinden birkaç ay geçmeden, pek çok ülkede sansür probleminin olduğu ve hatta pek çok sanatçının ülkelerindeki çatışmalar yüzünden yurtdışına kaçtıklarını ortaya koyan yüzden fazla makale yayınlandı. İçerdeki çatışmalar Sanatsal ifadelere dair tartışmalı konular sıklıkla toplumların içinde bulunduğu çatışmaları, medya, müzeler, kamu fonları, kamusal alanlar, din vb. üzerindeki kontrolcü tutumları yansıtır. İktidardakiler – pek çok demokratik toplumda bile – sanatçıları kontrol etmeyi dilerler. Saikleri dinî, siyasi, kültürel ya da ekonomik olabilir. Sanatsal ifadelere saldırmak vatandaşlara ve diğer sanatçılara belirgin güç sinyalleri gönderir; dolayısıyla, “güç oyunları” dünyasında iktidardakiler ya da iktidar arayanlar için sanatçılara saldırmak etkin bir eylemdir. On yıllar boyu gazeteciler ve yazarlar için dünya çapında muhtelif acil kampanya ve destek mekanizmaları kurulmuştur. Artık bu tür yapılanmaların toplumsal dönüşümün çoğunlukla ön saflarında yer alan ve “sessizlerin sesi” olmayı sürdüren sanatçılar için de kurulmasının vakti gelmiştir. İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı 91 Basın bildirisi Kopenhag 22 Aralık 2011: “Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü korumak için duyulan acil ihtiyaç”* Yaratıcı ifade pek çok ülkede saldırı altındadır. Sadece sanatçılar ve işleri sansürlenmemekte, pek çok ülkede sanatçılar ve yaratıcı iş sektöründe çalışanlar eziyet görmekte, hapse atılmakta ve hatta öldürülmektedir. Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Sanatsal İfade Özgürlüğü İçin Kopenhag Zirvesi’nde 1400’den fazla organizasyon ve uluslarası ağ şu sonuçlara vardı: “Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü korumak ve desteklemek için acilen uluslararası bir girişimin temellerinin atılması gerekmektedir. Bu girişim bir bilgi alışveriş platformu olmasının yanında, dünya çapında sanata uygulanan sansürü takip ve tahlil edecek, sanatçıların uğradığı eziyet ve sansürü teşhir edecek ve ilgili uluslararası konvansiyonlar ve ulusal kanunlar nezdinde hükümetleri yükümlülükleri bakımından sorumlu tutacaktır. Bu girişim dünya çapında sanatsal ve yaratıcı özgürlüğe desteğin savunuculuğunu yapacak ve acil ve sürekli destek sağlamak amacıyla zor durumdaki sanatçıları elindeki bilgiye, fonlara ve diğer kaynaklara yönlendirecektir.” Bu zirve, Danimarka Kültür Bakanlığı’nın maddi katkılarıyla Freemuse ve Pen Danimarka evsahipliğinde gerçekleştirilmiştir. * www.artsfex.org sitesinden alınmıştır. Bu girişimi başlatan kurumlar: Arterial Network »» ECA – Avrupa Sanatçılar Birliği »» ECSA – Avrupa Besteci ve Şarkısözü Yazarları Birliği »» FERA – Avrupa Film Yönetmenleri Federasyonu »» FIA – Uluslararası Oyuncular Federasyonu »» freeDimensional »» Freemuse – Müzik ve Sansür Dünya Forumu »» ICAF – Sanatçıların Özgürlüğü için Uluslararası Komite »» IETM – Çağdaş Performans Sanatçıları Uluslararası Ağı »» IFCCD – Kültürel Çoğulculuk için Uluslararası Koalisyon Federasyonu »» Index on Censorship »» Pen International – Uluslararası Yazarlar Birliği »» NCAC – Sansüre Karşı Ulusal Koalisyon, ABD İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı 92 Sansürle Mücadele Deneyimleri Düşünce Suçları Müzesi’ne doğru Şanar Yurdatapan Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim 1997 yılıydı. İki yıl önce başlatılan -Türkiye’de pek alışılmadık bir yöntem olduğu için medya ilgisini de çekebilen- sivil itaatsizlikler zinciri devam ediyordu. 1995 Ocak ayında Yaşar Kemal’in Der Spiegel’e yazdığı bir yazı nedeniyle DGM’de yargılanmasıyla başlayan imza kampanyası, Düşünceye Özgürlük adlı bir kitapta -Yaşar Kemal’in yazısı dâhil- 10 suçlu yazının 1040 yayıncı tarafından yayınlanması ve 184 sanıklı dev bir davanın açılmasına yol açmış, ama iş bununla da bitmemişti. Artık her kimin başı benzer nedenlerle belaya girse, onun suç sayılan yazısını yayınlayarak yeni bir dava açılmasını sağlıyorduk. Ömrümüzün yarısı DGM’de geçiyordu. Savcılarla hâkimlerin baş belası olmuştuk; memurlar, mübaşirler hatta kapıda görevli polislerle dost olmuştuk.1 Bu yaşananlar, daha öncekiler gibi yaşlıların anılarında kalmasın, geleceğe ibret olsun diye bir “müze oluşturmak” fikri böyle ortaya çıktı. Gazeteciler Cemiyeti, Cağaloğlu’ndaki Basın Müzesi’nin bir bölümünü düşünce suçlarına ayırmayı kabul etti. Kolları sıvadık, yasak kitap ve dergileri bulmaya, avukatlar yardımıyla eski davaların tutanaklarını toplamaya başladık. Başta Nazım Hikmet, Yılmaz Güney ve Aziz Nesin Vakfı’nın yardımlarıyla çok sayıda belge biraraya geldi ama cemiyet bu işten yan çizdi, ortada kalakaldık. Topladıklarımızı özenle saklamayı sürdürdük, iyi ki de öyle yapmışız. İzmirli genç bir avukat Murat Alpaslan, aileden kalma eski İzmir evini bu işe tahsis etti. Bir grup avukatın yardımı ve ortak girişimiyle eski ev tamir edildi, boyandı, ortaya pırıl pırıl bir yapı çıktı. Arka bahçesinin bir işletmeciye lokanta olarak kiralanması, bunun geliriyle de müzenin açık tutulması hedefleniyordu. Ne var ki “Müze” açılması bir yığın formaliteye ve devletin iznine bağlı olduğundan bu hevesten hemen vazgeçildi, adının müze değil sergi olmasına karar verildi. Açılsın da adı önemli değildi tabii. Sonra sanatçılar devreye girdi. Eldeki malzemeyi büyük bir titizlikle odalara yerleştirdiler. Bu arada nerden çıktı ise bir de gerçek darağacı bulununca, evin bodrumu işkence aletlerinin sergilendiği bir yere dönüştü. Yasaklanmış düşünceler nedeniyle çekilmiş acıların tanığı manyetolu telefonlar, coplar, filistin askıları… Görmek bile insanın tüylerini ürpertiyor ama gerçek, o halde ibret için müzede yerlerini almalılar. Serginin açılışına olabilecek engellemelerin önünü kesmek için önemli bir konuğu davet ettik. O dönemde Avrupa Birliği – Türkiye Ortak Parlamentolar Grubu başkanı Hollandalı milletvekili Piet Dankert, açılış için İzmir’e gelince olası provokasyonlar da önlendi, çok güzel bir açılış yapıldı. Sonra ne oldu? İki şey oldu. Birincisi Cumhuriyet gazetesi yoğun bir kampanya başlattı müze aleyhine. Neden? Çünkü müzede yasaklanmış kitaplar arasında ayrım yapılmamıştı. Nazım 93 Notlar Hikmet’in kitaplarıyla Necip Fazıl’inkiler ve Mızraklı İlmihal yanyana sergileniyordu. Bir başka köşede yasak kıyafetler, sarık ve cübbe de vardı ve şapka giymeyi reddettiği için İstiklal Mahkemesi’nde idama mahkûm edilenlerin öyküsü, Sabahattin Ali’nin öyküsüyle yanyana yer alıyordu. Bu, İzmir’deki grubu da ikiye böldü. Müze (Sergi) açılmıştı, ama açık tutmak için sürekli insan çalışması gerekiyordu. Bu bölünme sonucu lokanta ve buradan sağlanacak gelir de suya düşünce bina açık tutulamadı. Ancak onu görmek için yurtdışından birileri geldikçe açılıp sonra tekrar kapanıyordu. O kış feci yağmurlarda dam akmaya başlayınca, bina da kullanılamaz hale geldi. İçerideki belgeleri başka bir yere taşıyarak kurtaran Murat Alpaslan’ı tekrar kutlamak gerek. Bütün bunları neden anlattım? Çünkü müzeyi ne yapıp edip tekrar açacağız. Ama ömrümün geri kalan kısmını neden devlet bürokrasisi ile uğraşmakla heba edeyim? Yaşasın teknoloji. Bu müzeyi internet ortamında açmak için hazırlanıyoruz. Açılış için gerekli finansman büyük bir sorun değil, asıl önemli olan bu müzenin sürekli geliştirilmesi. İfade özgürlüğünü hiçe sayan herkes, kim olursa olsun, ünvanı ne olursa olsun anında “müzelik” olmalı. Bu mümkün mü? Tabii mümkün, neden olmasın? Bunu isteyen ve yapabilecek olan potansiyel damarlarımızdaki kanda filan değil, ama beyinlerimizde ve yüreklerimizde var. 1. Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim’in bu sivil itaatsizlikler zinciri uzun yıllar sürdü. Toplam 80.000’den fazla kişi, toplam 500’e yakın düşünce suçlusunun suç sayılan söz ve yazılarını tekrarlayarak kendilerini yargılattı. En son etkinlik, Ergenekon davasında tutuklu sanık (!?) gazeteci Ahmet Şık’ın kitabı daha basılırken toplatıldığında yapıldı. Devlet artık bu eylemleri görmezlikten gelmeyi tercih ediyor, dava bile açılmıyor. Ancak girişim, 2000 yılından bu yana her yıl, o yılki belli başlı suç(!?)lu yazı ve sözleri içeren bir yıllık yayınlıyor, her iki yılda bir, Düşünce Özgürlüğü için İstanbul Buluşması adlı uluslararası bir toplantı düzenliyor. 94 Sansürle Mücadele Deneyimleri Kamusal Sanat Laboratuvarı Kamusal Sanat Laboratuvarı, emekten, özgürlükten, yaşamdan, doğadan ve insandan yana tavır alan eylemler ve süreçler örgütlemek, mekânlar ve deneyimler üretmek amacıyla 2011 yılında kuruldu. Kamusal Sanat Laboratuvarı bir sanatçı örgütü değildir; sanatın siyasetle ve toplumla ilişkisini yeniden tanımlamanın gerekliliğine inanan insanları biraraya getirir. Kamusal Sanat Laboratuvarı birbirinden koparılmaya çalışılan sanat alanı ve politik alan arasına kazılmış bir tüneldir. Mekânı, zamanı, çalışma koşullarını, insan ilişkilerini ve yaşamı daha insani hale getirmek için “somut düşünceler” üretmek isteyen herkese açık kolektif bir deney alanıdır. Kamusal Sanat Laboratuvarı gündelik hayatta ve kamusal alanda, sermayenin biçim verdiği alışkanlıkları, araçsallaştırılmış toplumsal ilişkileri ve tahrip edilmiş insan doğa ilişkisini değiştirmeye aday bir gruptur. Kamusal Sanat Laboratuvarı toplumsal muhalefetin dinamikleri içinde, toplumsal hareketler, sendikalar ve meslek örgütleri ile dayanışma içinde çalışır. Laboratuvar her hafta yapılan ve herkese açık olan toplantılarda karar alan, bağımsız, anti-hiyerarşik bir yapıdır. Hem refleks eylemler hem de uzun soluklu etkinlikler üretir. Köklerini isyanlar, devrimler ve başkaldırılarla dolu yaratıcı direniş tarihinde de bulur. Avangart sanat bu tarihin sadece bir parçasıdır. Kamusal Sanat Laboratuvarı çalışmalarına 2011 yılı Temmuz ayında İstanbul Bienali sırasında gerçekleştirdiği eylemle başladı. Laborantlar 12. Uluslararası İstanbul Bienali’nin tanıtımı için İKSV tarafından hazırlanıp dolaşıma sokulan kartların replikalarını ürettiler ve Bienal’in açılış töreni sırasında dağıttılar. Replika kartlar kazındığında ortaya Bienal sponsoru Koç ailesi ve 12 Eylül askerî darbesi arasındaki ilişkileri teşhir eden bir mektup çıkıyordu. Bu eylemi sanatın sermaye tarafından araçsallaştırılmasını eleştiren başka eylemler izledi. Sanatta sansür konusuna dikkat çekilen Müzecinin Çantası eylemi de bunlardan biridir. İstanbul Modern’de düzenlenen “Hayal ve Hakikat” sergisinde Bubi Hayon adlı sanatçının yapıtının sansürlenmesini protesto etmek için Kamusal Sanat Laboratuvarı bir eylem düzenledi. Bir iş adamı çantasının ortasına yerleştirilen dijital ekran üzerine İstanbul Modern’in yazı karakteri ve renkleri kullanılarak “Müessesemiz klimalıdır” cümlesi yazıldı. Sergi açılış kokteyli boyunca çanta müze içerisinde dolaştırıldı. Performans süresince hiçbir açıklama yapmadan sadece dijital ekranlı çantadaki kare kod görüntüsünün yer aldığı kartlar dağıtıldı. Böylece telefonlarına kare kodları okutan sergi davetlileri, Kamusal Sanat Laboratuvarı’nın internet sitesinde yer alan “Müzecinin Çantası” adlı bağlantıya yönlendirildi. “Müzecinin Çantası” müze-sanatçı, müze-küratör, müze-kamusallık, müze-müzayede gibi sorunlu başlıkların tartışılması umuduyla yapılmış bir performanstı. Bu ilk eylemleri, kentsel dönüşüme ve HES projelerine karşı süren mücadelelere eklemlenen başka çalışmalar izledi. Kamusal Sanat Laboratuvarı sanat ve kültür alanında olduğu kadar yaşamın her alanında mücadelesini sürdürüyor. kamusalsanatlaboratuvari.blogspot.com