Martı Ocak 2015 - Robert College
Transkript
Martı Ocak 2015 - Robert College
bosphoruschronicle The quarterly Robert College Newspaper A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2015 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2015 ekidir. Yayın Adı Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer - T.C. Sorumlu Öğretmen Özgül Akgül Cinkara Editörler Yasemin Kirişçioğlu A. Ferhat Karademir Tasarım ve Sayfa Düzeni Tulya Elif Bekişoğlu Kapak Tasarımı Tulya Elif Bekişoğlu Fotoğraflar Tulya Elif Bekişoğlu Yazarlar Erce Erez Elif Gökben Keser Yasemin Kirişçioğlu A. Ferhat Karademir Emre Manavoğlu Rojin İdil Erdoğdu Doğa Taşpınar Yönetim Yeri Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No:87 Arnavutköy/İSTANBUL Tel: (0212) 359 22 22 Yayının Türü Yerel, Süreli Yayının Dili Türkçe Ofset Hazırlık ve Basım Yeri Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL Tel: (0212) 629 05 59-60 Basım Yılı Ocak 2015 2 3 4 5 iler: kay k e d u l n i ğ O o l 7 İç , Pırı re Manav rhan r e l z 8 Gö lu , Em , İlayda O ğ r o u i ç m ş e 8 Yağ Kiri ürkiy şpınar n i T ı m s e a a s r T a u Y 9 B Doğa nuşmak, , r a l 10 An le Ko nalı u l r e ğ l o e r i g e ç 11 Göl nci A kben Kes in Kiriş İ , k a m 11 Tuts , E lif Gö ar, Yase lu h k ğ 13 Çocu yin Sonba Kirişçio zer n e i l Ö t e r m a Gec Yase , E. Pına ğlu Ferh , . e A y i , n ı 14 Ne D ve Güve Manavo Bunalım e u 15 Kork şağı, Emr e: Kimlik n u i r k e k z 16 Gö lik Ü m i n 17 Ano emir imse K ç i d H 18 Kara , Bay n a y a o m . 19 ?, .. Yaşa an Lenn m û y k a 19 Mah orum, B oooo!, … y d 20 Düşü -Ka Mon ç Kimse i a H K … y 21 Ka e, Ba lu Sonlar, t ş i m t 22 Geç iş Mu m z e ı u 22 Bitm Saat, ... Bir K k Yavrus e n i s e r e d l a l r y 23 Ça şk, Ö Çirkin Ö A i k 24 San ıyorum, Âdem ı l m 25 Tanı z, Adana ba a b ö a S r ş a n 27 Bo vizyo Zeynep K avoğlu r e l ö e g T n 28 …, usu, Man ğmur Gü eser r e u r v ş m 28 İş Ba Kâğıt, E z Şair, Ya ökben K G ı f m n i l e l l E Ya 29 Ka daki bildiğine, cabaş m ı t 31 Rıh lük Ala k Ko a r u r B 33 Özgü î, Onur n a m ı 35 Ke Anal z i c n İ e …, ce Er Eren ztürk r Ö E , r e Önc ınarnaz k, Yağmu u P d o Öcü, nin En Ç dil Erdoğ İ e Ben S uz, Rojin ts Umu EDİTÖRDEN Kış aylarında vapur yolculukları biraz farklı olur. İnce belli İstanbul Boğazı’na sis çökmüştür, tek tük birkaç martı gezinir. O çığlık çığlığa uçuşmalardan, coşkulu çırpınışlardan geriye kalan, su yüzünde zarif dalgalanmalardır. İnce belli çay bardakları, ellerimizi olabildiğince soğuk havadan ısıtırken seyre dalarız şu birkaç martıyı. Sanki onlar da bizim kadar düşüncelidirler, soğuk bir İstanbul sabahında olduğumuz yerde salınırız beraberce. Koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer kışın, sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar ve bir sac mangalın küllerinde uyanır uykudan büyük İstanbul’um. Nâzım Hikmet, “Dörtlük” Kederli değil kararsız, belirsiz bir hava var. Vapurun kalkacağı bile meçhul. Sisin ve soğuk havanın yarattığı bir bilinmezlik, İstanbul’u işgal etmiş. Sanki sisin ortasından, karanlık bir anonim belirecek ve bize gerçekleri fısıldayıp yok olacak, kimsenin söylemeye cesaret edemediği gerçekleri. Korkutucu değil, meraklı, huzurlu yüzler oturuyor yanımıza. Vapur hareket ediyor; yerini şaşırmış bir bulutsunun içerisine, anonime doğru yola çıkıyor. Alelacele başlayan bir Robert senesiyle bu bilinmezlere doğru yola çıktı Martı ailesi. Soğuk, buğulu havalarda üşüyen elleriyle bir kaleme, sonrasında da kalıcılığa ulaştı. Kalem, kılıçtan keskindir. Silah arkadaşım Ferhat Karademir ve sevgili Özgül Hocamız ile birlikte sadece Martı yazarlarının değil, bütün Robert öğrencilerinin bu sisli yoldan çıkışlarına yer verdik bu sayıda. En sonunda, vapur sisi yarınca, suyun üstünde dalgalanan martılar yeniden hareketlendiler, yeni umutlara, yeni hayallere ve yeni yazılara kanat açtılar. Yasemin GÖZLER (Antik Mısır’da Kediler ve Köpekler) Bir köpek vardı köyümüzde Kömür karasıydı tüyleri Boncuk boncuk gözleri vardı Parlayan karanlıkta Köleydi babam, piramitte işçi Köyümüzdeki tüm erkekler gibi Aldı baltaya eline, öldürdü zavallı köpeği İyyk sesini çıkarmasına fırsat bırakmadan Köpekler pistir, dedi Bir kedi vardı köyümüzde Kum sarısıydı tüyleri Çekik badem gözleri vardı Parlayan karanlıkta Fakir bir aileydik Karnımızı doyuracak paramız yoktu O gün bir kap etimiz olmuştu Verdi annem ona yemeğimizi Kediler kutsaldır, dedi Baktım durdum o günden sonra Bir o kediye, bir de köpek leşine İkisinin birbirinden güzel gözlerine Neden birinin gözleriydi ölü bakan, Anlamadım 2 Pırıl Okay Emre Manavoğlu YAĞMUR gökyüzünde yüzlerce intihara kalkışan yağmur damlası. ellerim, ayaklarım sırılsıklam. sol elimde bir şapka, saçlarıma düşüyor damlalar ama şapkamı giymiyorum. çünkü şu sıralar ıslanmayı, fazlasıyla hak ediyorum. 3 BURASI TÜRKİYE İlayda Orhan Eleştirmeye gelince çok başarılıyızdır biz Türkler. Ülkeyi, ülkeyi yönetenleri, yasaları, toplumu, kısacası gözle görülebilir her şeyi eleştirmeye, sistemin kusurlarını göstermeye çok eğilimliyiz. Maalesef konu bu kusurları düzeltmeye gelince sınıfta kalıyoruz. Eleştirmeye doyamadığımız şeyleri “Burası Türkiye” gibi her şeyi açıkladığını düşündüğümüz ancak hiçbir şeyi kanıtlamayan bir cümleyle başımızdan savıyoruz. Bizler, kendimizi, sorunu görüp bu doğrultuda adım atmaya yetersiz hissediyoruz; kendimize güvenmiyoruz. Bizim, yokluğundan yakındığımız insan hakları ve özgürlüğün sembolü olan Amerika’dan farkımız da bu işte: ortalama bir Amerikan vatandaşı bile “Ben değişimim” derken çok daha yüksek seviyedeki bir Türk vatandaşının dediği tek şey “Burası Türkiye.” Peki, kendimize olan güvenimizin eksikliğinin asıl sebebi ne? Öncelikle ülkemize güvenmiyoruz çünkü asla hayallerimizi süsleyen bir ülke statüsüne yükselebileceğine inanmıyoruz. Ülkemizi yönetenlere güvenmiyoruz –buna rağmen sesimizi yükseltmiyoruz. Polisimize, doktorumuza, avukatımıza güvenmiyoruz: hepsi kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye alışmış, onları bunun için suçlamak ne kadar doğru olur, emin değilim. Toplumumuza güvenmiyoruz. İkiye bölmüşüz insanlarımızı: bizimle aynı düşünceyi, ideolojiyi savunan ve savunmayanlar. İki tarafın âlimleri de karşı tarafın umutsuz vaka olduğuna inanıyor, karşı tarafa laf anlatmaya yeltenmiyor; karşı tarafın anlayacağına güvenmiyor. Sesimizi yükseltmiyoruz. Neden? Çünkü bağırsak da sesimizin çıkacağına güvenmiyo ruz. Hoşumuza gitmeyen davranışlar sergileyen insanlarla beraber yaşamaya alışmışız, onları kendimizden olabildiğince uzağa itmektense daha da yakınımıza çekiyoruz. Sürekli bizim ne kadar yetersiz olduğumuzu yüzümüze vuran insanlarla zaman geçirmek bir hobi olmuş, kendimizi bu sebeple kötü hissetmekse bir yükümlülük… Soruyorum size, günümüz Türkiye’sinde hangimizin psikolojik sağlığı yerinde? Hangimiz yaşadığı hayatı hiç değişiklik yapma ihtiyacı hissetmeksizin seviyor? Yine de çevremizdekilerin bizden daha iyi koşullarda yaşadığı varsayımında bulunmaya alışmışız. Bizi özgürlüğe, mutluluğa ulaşmaktan alıkoyan güvensizlik sarmaşığını hiç durmadan besliyoruz, büyütüyoruz. Sonra, bizden geriye kalan tek şey kurumuş bir ağaç gövdesi ve çevresine âdeta bir kafes gibi yerleşmiş güçlü bir sarmaşık oluyor. Çevrenizde, kendinizi kaptırabileceğiniz bu kadar çok güvensizlik varken soruyorum: kendinize ne kadar güveniyorsunuz? Tüm bu sesleri susturup nasıl kendi sesinizi duyurabilirsiniz? Bu güvensizlikler çözülmedikçe, bu ön yargılar yıkılmadıkça ve insanlar kendi değerle rini anlamadıkça çevremizde gerçekleşen ve bizi hasta edebilecek derecede iğrendiren sorunlara verebileceğimiz tek cevap “Burası Türkiye” olarak kalmaya devam edecek. 4 ANLAR Doğa Taşpınar Tam şu anda gökyüzünün derinliklerinde bir yerde, bir yıldız daha kaydı usulca. Sonsuz karanlığın içinde küçücük bir umut ışığı… Gözlerini kapa ve bir dilek tut! Seni hayallerine ulaşmaktan alıkoyan ne? Bugün o büyük dileğini yaşayamama sebebin? Hayat anlardan ibarettir. Bugünlerde kalbinin sesini dinlemek oldukça zor. Trafiğin gürültüsü, hiç kapanmayan televizyonun sesi derken kendini dinlemeye zaman kalmıyor. Belki de korkuyor insan, kim bilir? Duyabileceği şeyler ürkütüyor onu, incinmektense görmemezlikten gelmeyi tercih ediyor. Sanki bütün insanlık olarak yolumuzu kaybettik. Bozuk pusulalara bakıp yol alıyoruz. Değerlerimizi şaşırdık, en gerçek amaçlarımızı unuttuk. “Bir amaca bağlanmayan ruh yolunu kaybeder, çünkü her yerde olmak hiçbir yerde olmamaktır.” der Montaigne. Açgözlülüğümüz uğruna en büyüğüne, en pahalısına, en çok arzu edilenine ulaşmak için ezdiğimiz kır çiçekleri nin farkında değiliz. Oysaki tek yapmamız gereken pencereyi açıp derin bir nefes almak. Ama öylesine alışkanlıktan alınan bir nefes değil. Aldığınız nefesin size nasıl hayat verdiğini hissetmeniz lazım, oksijenin bütün vücudunuzda dolaştığını hissedin ve bütün organlarınızın devamlı yaptığı gibi aldığınız nefesle yenilenin. Sonra da çıkın dışarı, ayaklarınız parçalanana, nefessiz kalıp yorgunluktan yere yığılana kadar dans edin. Çok geç olmadan dans edin! ANLAR Eğer yeniden başlayabilseydim hayata, İkincisinde daha çok hata yapardım. Kusursuz olmaya çalışmaz, Sırt üstü yatardım. Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar. Çok az şeyi ciddiyetle yapardım. Elbette mutlu anlarım oldu ama, Yeniden başlayabilseydim eğer Yalnız mutlu anlarım olurdu. Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten: Anlar, sadece anlar… Siz de an’ı yaşayın Eğer yeniden başlayabilseydim İlkbaharda ayakkabılarımı fırlatır atardım. Ve sonbahar bitene kadar Yürürdüm çıplak ayaklarla 5 Bilinmeyen yollar keşfeder, Güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım. Bir şansım daha olsaydı eğer… Ama işte 85’indeyim ve biliyorum.. Ölüyorum… Jorge Lois Borges Benim hayattaki en büyük korkum keşkelerdir. Öyle umutsuz bir hüzün saklıdır ki o kelimede, anlamı altında ezilirsiniz her kullandığınızda. Neden korkarız hata yapmaktan? Neden bu “El âlem ne der” kaygısı? Başkalarının hayatlarımızı yönetmelerine izin veriyoruz. Onların doğruları ve onların yanlışlarına göre şekillendiriyoruz hayatımızı. Siyah beyaz bir dünyada yaşıyoruz. Kesin çizgilerimiz var. Dışarı çıkanı cezalandırıyor, şevkini kırıyor, içindeki mavi kuşu* öldürene kadar bırakmıyoruz. Farklılıklarımızdan neden bu kadar korkuyoruz? Yeşilin tek bir tonunda ağaç gördünüz mü hiç? Sapsarı bir gün batımı hayal edin. O kadar da güzel gelmedi değil mi? Eskilerin bir deyişi vardır, “nevi şahsına münhasır” diye. Kendiniz olmaktan korkmayın, farklı olmaktan korkmayın, yaşamaktan korkmayın! Yaşamak başlı başına büyük bir sorumluluktur. Hayatın hakkını verin, hayatı hak edin! * Charles Bukowski’nin Mavi Kuş şiirine atıfta bulunulmuştur. 6 GÖLGELERLE KONUŞMAK Yasemin Kirişçioğlu Karanlıkta seçemiyorum Yüzünün ince çizgilerini Bir gölge gibisin Ağır ve büyüleyici, Beni saran bir gölge. Güneşin aydınlığında Güzel değilsin, Hayallerimdeki kadar. Eğri bir gülümsemen, Büğrü sözlerin var. Hayatımın sıradanlığının, Sebepsiz ağlamalarımın, Geçmişte kalan aklımın, Tek çaresi Sen misin? Gün gelince Sana anlatacağım Her şeyi, hiç gözümü kaçırmadan. Ama daha değil. Bu daha başlangıç 7 İnci Analı TUTSAK Taşa saplanmış kılıç Yorgun düşmekte süvari Gök gürlüyor üzerinde Ölüm yağıyor sanki Umudu yok edercesine Yaklaşıyor kara bulutlar Gün ışığı tutsak olmuş Geliyor zehir gibi yağmurlar ÇOCUK Elif Gökben Keser karanlıkta yazıyorum ışığım kalemimin ucunda sokak sesi lambam olmuş, gönlüm su akıtıyor. damlamakta, sesi yankılanıyor dinliyorum. kafamın içinde kaybolmuş bir çocuk ağlıyor, ağlıyorum. beynimin duvarları yıkılıyor, her burnunu çekişinde çocuğun, binbir hücrem ölüyor. şimdi karanlık, yazıyorum. istanbul da kötü şehir kaybolmak için be çocuk zira ben her gün kayboluyorum çocuk hıçkırıyor, kahroluyorum... 8 Yasemin Kirişçioğlu GECELEYİN SONBAHAR r, ağmu y a d m Etrafı e eldiven, yüzü, ıyor. m Eli d rimde gök elerini yık Gözle uruncu lek Vızır vızır arabalar Kirli t ve zaman Bana bakıp geçerler, Kim bilir nereye giderler? Yalnız ve yağmurlu rımın Dengede duramam kaldı ucunda kadar Sen de elimi tutamayacak uzakta olunca Düşerim bir kenara. Arab a teke Gök rlekleri yüzü dön Bek karı lentiler de koy üyor na sıl şs ul ve el Kara ın dive aşacaks sa, a nlık nler ta ad çam ımla ura rım, etra fımd a ya ğmu r. 9 NE DİYE Yasemin Kirişçioğlu Sanki iki adım ötedeki dünyada Yeteri kadar yokmuş gibi, Kavuşamayan aşkları yazmış bir çift el, Kızgınlığı, kederi yazmış. Ölüm yazmış o eller, Ağlatmak için. Ayrılık yazmış o eller, Yine ağlatmak için. Gerisini oluruna bırakmış, Okuruna, belki de. Dünyaları başıma yıkmış zamanında Bir çift düşünen el. 10 Ece Pınar Özer KORKU VE GÜVEN Hayatta korku ve güven karşımıza birlikte çıkar. Çevremizdeki olayları gözlemlersek korku ve güvenin çoğunlukla iç içe olduğunu fark edebiliriz. Korkunun olduğu her anda, fark etmesek bile güvenden de bahsedilir. Yann Martel’in “Pi’nin Yaşamı” adlı romanında Pi adlı karakter bir filikada Richard Parker adında bir kaplanla baş başa kalır. Pi, kaplandan çok korkmaktadır. Bu korkusu yüzünden de bir sal inşa edip orada yaşamaya başlar. Filikaya sadece gerekli olduğunda çıkarak aylarını geçirir. Bir fırtına sonucunda salını kaybedince belki de hayattaki en büyük korkularından biri olan Richard Parker ile beraber yaşamaya başlar. Kaplanı zamanla eğitmesine rağmen hâlâ ondan ölesiye korkmaktadır. Günler geçtikçe aslında Richard Parker’a güvendiği gerçeği açığa çıkar. Kaplanın yaşamasına, onun arkadaşı olmasına ihtiyacı vardır. Kitapta da bahsettiği gibi eğer kaplan ölürse kendisinin de öleceğine inanmaktadır. Kaplanın yaşaması ona hayatta kalmak için ihtiyacı olan özgüveni verir, Tanrı’ya olan güvenini artırır. Böylece Pi, hayatta kalacağına dair bir umuda sahip olur. Kitap boyunca ise belki de Richard Parker sayesinde bütün zorlukları aşarak hayatta kalır. Hayatta da bu durum aynıdır; Tanrı figüründen hem korkup hem de zor zamanlarımızda ona güvenmek gibi. Bu güven her zaman korkumuzla aynı kaynağa sahip olmak zorunda değildir. Kabuslardan korktuğumuzda rüyalara, hırsızlardan korktuğumuzda ise babamıza güveniriz. Korkuyla başa çıkabilmek için güvene ihtiyaç duyarız. Bu güveni bulduğumuzda korkumuz kaybolmaz. Sadece bu korkuyla başa çıkabilmek için bir yol arkadaşı bulmuş oluruz. Böylece yalnız olmadığımızı biliriz ve bu da bize güç verir. Emre Manavoğlu GÖKKUŞAĞI hüzünlüyken, yazabildiğin kadar şiir yaz dedi gökkuşağı. “çünkü eninde sonunda yağmur dinecek, ben gökyüzünde yürümeye başlayacağım ve sen şiirleri yeniden aptalca bulacaksın’’ 11 ANONİM ANONİMLİK ÜZERİNE: Editör (Ferhat Karademir) KİMLİK BUNALIMI “eldivenle tutuyorum kalemi ruh izi kalmıyor” İnsanların kimliklerini belirtmek istememeleri ilk bakışta kolaylıkla anlaşılabilecek bir konu gibi gelir. “Yazdıklarından ya da düşündüklerinden utanmak” gelir akla ilk önce, sanki tüm maskeliler olası suçlularmış gibi. Bir mahlas seçmek, çoğu kişi tarafından kendini kimliğinden soyutlamanın ilk adımı olarak görülse de işin aslı tam tersidir. Bir takma isim adı altında yazan kişi kendisine alternatif, tertemiz, genellikle de daha cesur bir kimlik oluşturur. Yazarımız ilk başta kendisinden uzak tutmaya çalıştığı bu kimlikte, zaman içinde tavizler verecek ve gittikçe bu kimliği de kendisine benzetecektir. Bir diğer alternatif ise oluşturduğu kimliğe fazlaca bağlanan yazarın bu kimliğe uyum sağlamasıdır. Her iki durumda da, oluşturduğu kimliklerin, tıpkı asıl kimliği gibi birtakım görüşler ve etiketlerle kirlendiğini gören yazar bir başka ikilemle karşılaşacaktır: acaba yeni bir “kimlik” ile yeni bir sayfa mı açmalıdır, yoksa ikinci kimliğinin insanlarda uyandırdığı izlenimle tatmin olup bu şekilde mi devam etmelidir? Peki ya bir yazarın tamamen anonim kalması mümkün müdür? Türkiye’de pek ilgi görmese de, birçok dergi tamamen anonim olarak gönderilen yazıları yayımlamaktadır (maalesef ki Martı bunlardan biri değil) hatta yalnızca anonim eserleri yayımlayan edebi dergiler dahi var. Özellikle internet ortamında anonim kalmak çok daha kolaydır. Fazla ilgi çekmemeleri de, yukarıda sayılanlara rağmen, bir mahlas kullanmanın tamamen anonim kalmaktan çok daha avantajlı olmasıyla açıklanabilir. Eserlerin üzerinde mutlak bir hak iddia edemeyecek olmak, anonim kalmanın en korkutucu yanıdır. Yazarla yazı arasında somut bir bağ olmaması, yazıyı başkalarının sahiplenmesine de yol açabilir. Edebiyat çevreleri ise eserleri tamamen kimliksiz, âdeta haymatlos bırakan bir yazarı “evladını reddetmek”le suçlayacaktır. Tamamen anonim olan yazarın eski yazılarıyla herhangi bir karşılaştırma yahut Okuyucu içinse, altında bir imza bulunmayan bir yazıya daha az ön yargı ile yaklaşılacak olması ise, yazar enflasyonu olan ülkemizde bir dezavantaj olacaktır. Tamamen anonim kalmaya çalışmak, aslen bir yazar için pek de hayırlı olmayacaktır. Kendi kimliğini gizleyerek daha özgür yazabilmek isteyen yazarların çoğu, bir takma isim kullanmayı seçer ve daha sonra gerçek kimliğini açıklar. İlginç bir şekilde, kimlikleri açıklandıktan sonra bile bu yazarlarımız mahlaslarıyla bilinmeye devam ederler. Derman İskender Över ya da Onur Ünlü’yü edebiyat meraklıları dışında tanıyan yokken küçük İskender yahut Ah Muhsin Ünlü’yü çoğu kişi tanımaktadır. Bir ufak notla bitirmek istiyorum yazımı: Martı temamızı anonim olarak belirlemiş olsak dahi tamamen anonim olunabilecek bir dergi olmadığını söylemiştim. Bu bilgiyi paylaşmak yazımın anonim kalmasını engelliyor olsa da gönderilen bazı yazıları, yazarın gerçek kimliğini vermeyi reddetmesi üzerine kabul edemedik. Bir editör olarak beni üzmüş olsa da, Martı bir okul gazetesi olduğundan yönetimin kurallarına uymak zorundaydık. Anonimlik üzerine değinmem gereken son konu da buydu, yazıların kendisi, yalnız yazı tarzıyla değil içerikleriyle de yazarın peşinden geliyor olabilir. Eldiven takmış olsak da yazılarımızı yazarken maskemizi aramak zorunda kalıyoruz. 13 ? kalktım, günün adını bilmiyorum. salıymış, pazarmış… ne fark eder? bırakayım isimsiz kalsın günün doğuşu, batışı. bebeğe isim verilmese de gülmez mi bebek? ya da martıya martı demesek yine uçmaz mı? sevgilinin adı sevgili olmasa, sanki farklı mı kokacak? 14 ... Bay Hiç Kimse MAHKÛM YAŞAMAYA Yapraklar döküldü yine Yaşlar gözlerden değil de kalplerden dökülürken Vicdan ömre hasret bavulunu toplarken Giderken sevdiklerini yanına almadan Yapraklar sarardı yine Güçsüz, umutsuz, ayrılmaya yüz tutmuş Sevdikleri onu tutamaz oldu Onun ise gücü kalmadı kalbinde acılarıyla taşımak için onları Yemyeşilken güçlüyken şu yapraklar Usandı hayattan, parçası olmaktan şu bataklığın Bazısı ondan ayrılmış yalnız başına kalmış, hâlâ destek beklerken Kendi acısını kendi yaratmış, var olmak adına kendini yok etmiş bilmeden Daha gençken, güzel ve narinken büyümüş saf suyla Amaçları uğruna peşinden koşmuş umutlarının Amacının en büyük hatası olduğunu bilmeden, gitmiş arkasından Kendini suyla kandırmış, fazla suyun onu boğacağını anlamadan Daha küçükmüş, safmış Büyütmüşler onu da suyla, bakmışlar ki daha çok istemiş Daha çok vermişler o zaman Zaman geçmiş kimse değişmemiş Küçük bir filiz erişmiş gözüne, hoyratça saçılan su damlasıyla yeşeren Herkes mutlu, huzurlu beklerken onu Sormuş ilk sorusunu, neden yaşadığını, neden var olduğunu Bakakalmış yaşlı gözler, düşünce donmuş, an yavaşlamış Hayat yaşanmış, herkes umutlarının peşinde Yaşlı gözler arkada yaşlanmaya mahkûm Anlamını soranlar ise yok olmaya Sorular ise hep var olmaya İnsan ise anlamını bilmeden yaşamaya Mahkûm kalakalmış… 15 DÜŞÜYORUM Bayan Lennon Düşüyorum Döne döne Savrula savrula veya hızla yere doğru ilerliyorum yerçekimine yeniliyorum ben bir yaprağım senden kopmuş yere düşen bir yaprak yalnız bir o kadar da diğerleri gibi değiştim başladığımdaki gibi değilim ve sen de değilsin artık daha çıplaksın her şey ortada artık sarmıyorum dallarını vücudunu biraz soğuk gelebilir biraz garip ve yalnız alışırsın, zaman geçer yeniden sarılırsın ama ben saramam saramam ama sen fark etmesen bile toprak olup karışırım sana 16 ... Ka-Ka-Ka Mondooooo! 40 yaşında olduğunu ilk o merdivenlerde idrak ettin, bilincine ilk o an yerleşti. Kadıköy'deki arkada şının evinden dönüyordun. Senin için verilen sürpriz doğum günü partisinden... Birkaç godoman meslektaşın, bazılarının süslü eşleri, dört bir yana saçılmış konfetiler ve bir rakı masasından oluşan doğum günü partisi... Sembolik olarak küçük bir pasta koyduklarında önüne, pastada yalnızlığıyla eriyen o tek mumu görüp anlamalıydın aslında. Pastadaki mum sayısı yaşın kadar değilse yaşlısındır. Ama sen dikkat etmedin. Bir an önce o ortamdan kaçabilme yollarını düşünüyordun çünkü. Sonunda "son vapura yetişme bahanesi" binlerce insan gibi senin de işine yaradı. Ev sahibinin "Bu gece burada kal, ne olacak sanki?" diye yaptığı bütün ısrarlara rağmen "Yarın iş var güç var, başka zamana artık Erol’cuğum!" diyerek sıyrılmayı başardın. Kurnazlığınla övünebilecek bir adam kesinlikle olma dığın için (hem kurnaz değildin hem de kendinle övünmek tıynetinde yoktu) bu sivri zekâ ürünü bahanenle de hiç övünmedin. Bir yandan da gerçekten son vapura yetişmen gerekiyordu. Koştur koştur gittin, kalkmasına 3 dakika kala yetişmeyi de başardın. Mart akşamı olduğu için hava henüz serindi, dışarda oturdun. Bir de çay istedin, o saatlerce beklemiş çayı yudumlarken acılığına küfürler savurup durdun. Yirmi dakika süren deniz sefan bittiğinde yürümeye karar verdin İstiklal'e kadar. Medeniyetin biricik temsilcilerinden tüneli kullanmak yerine tırmanacaktın tepeye kadar. Yavaştan nefesin daralmaya başladı, bacakların da sızlamaya. Karşında duruyordu Kamondo Merdivenleri, en az otuz basamak! Bir an binaların arasından yavaş yavaş çıkmaya niyet ettin, ama ayakların bırakmadı. Merdivenlere doğru götürdü seni. Avusturya Lisesi'nden mezun herkesin o merdivenlerde çok özel bir anısı muhakkak vardır, senin de vardı. Henüz taze bir liseliyken, bu merdivenlerde, tam okul çıkışında ilk öpücüğünü almıştın sevdiğin kızdan. Aşk karşılıklı olunca nasıl da mutluluğa dönüşüyor, ilk o merdivenlerde anlamıştın. Tam yarısını çıkmıştın ki dizlerinin bağı çözüldü. Çöktün kaldın orada. Kim bilir o kız ne yapıyordu şimdi? Evli miydi? Çocukları olmuş muydu? Muhtemelen evet... İşte, tam o merak dolu çöküş anında anladın 40 yaşında olduğunu. 40 yaşında normal bir insanın ne kadar da düzenli bir hayatı olmalıydı hâlbuki... Bir eşi, biri oğlan biri kız iki evladı, fena olmayan bir işi, emeklilik hayalleri, kızın nişan masrafları... Bütün bunlar olmalıydı hayatında, ama yoktu hiçbiri. 40 yaşındaydın, ama yoktu hiçbiri! Onun yerine, sen, Kamondo Merdivenleri'ne yaşın getirdiği yorgunlukla çökmüş, ağzı rakı kokan ve geleceğe dair tek planı kendini yatağa atıp sonsuza kadar uyumak olan bir adamdın. Değişmezdi bu. "40'a merdiven dayadım işte!" deyip sarhoşluğunun getirdiği hafif tatlılıkla güldün sessiz sessiz. Ah, zalim basamaklar! Bir bitemediniz! Bitemediniz ki kurtulayım! 17 GEÇMİŞTE Bay Hiç Kimse Rüzgâr eser de çiçekler içini dökerler ya havaya Temiz hava yayılırken semaya, Gecenin bir vakti bakarsın, Güneş geçmiş kafana Adını koyamazsın bu duygunun Dokunamaz, yaklaşamazsın Çaresi olmayan bir hastalığa yakalanmışçasına Beklersin uzunca, usulca Yıldızları zaman zannedersin Beklersin hâlâ Sen yıldızlar hareket ediyor diye düşünürken başın döner Düşersin boşluğa Bakarsın çevrene, kimse kalmamış Yalnız başına çıkarsın bir yolculuğa Diğer tarafta kim bekler seni, düşünceli Geçersin hasretin yolundan Hasret ki dargındır sana Yalnızlığın sensiz daha yalnız Yaşam ise çok daha cansız Sen ilerledikçe bu uzun yolda Sonunda Her şey netleşir bir anda Dersin Âşık olmuştum Galiba 18 BİTMEMİŞ MUTLU SONLAR ... Artık yazı yazmıyorum. Yazdığım tek konu ise neden yazmadığım. Bir daha yazıyorum işte. Yalnızca bir iç hesaplaşmanın kâğıda dökülmesi aslında, yahut da bir deli sayıklaması. Yanımda yahut hayalimde değilken bu konuyu tartışmamda bir sakınca yok. Hoş, zaten ona söylemediğim hiçbir sözün kıymeti yok. Yanlış anlaşılmasın, bir sevgi peygamberliği iddiasında değilim, “aşkı buldum ve hayatın anlamını keşfettim, bunu siz âciz insanlarla paylaşacağım” hâletiruhiyesinde değilim. Naçizane, kendime masumiyetimi ispatlamaktan ve kendimden bağışlanma dilenmek dışında bir amacım yok. Düşünün, hangi yazar tamamlamıştır kendi aşk hikâyesini? Neden anlamak la zaman kaybetsin, anlatılacak yeni şeyler yaşarken; neden rüya kursun, rüyaları gerçek olmuşken? Edebiyat ayrılıktır, edebiyat hüzne odaklanmıştır. Kurguların ve şiirlerin özü, çekilen acıyı paylaşmak ya da yeni bir acı ile gerçek hayattan uzaklaştırmak olmalıdır. Acı çekmeyen bir edebiyatçı olmak mümkün müdür ya da hüzünden bağımsız bir eser bırakılabilir mi? Bilmiyorum. Artık düşünmemeyi seçiyorum. Edebiyatın boyunduruğundan çıkmayı seçiyorum, nihayetinde mutlu bir insan olarak. Kurgulamak yerine düşünmeyi, yazmak yerine yaşamayı seçiyorum. Yaşamak değil mi aslolan, yazmak onun yalnız gölgesi? ÇALAR SAAT çalar saat, saat çalar uykumdan. ve beni kaldırımlara verir. 19 ... SANKİ AŞK Öylesine Bir Kız Güzel olabilirsin, Olabildiğine güzel. Büyüleyebilirsin beni, Bir tek bakışınla. Fırlatabilirsin beni başka diyarlara Birkaç sözcük mırıldanırken. Daima rüyalarımın kahramanı, Mutluluğumun sırrısın. Ama kapının ardında bekleyen Başkaları var, ikimiz için de. Sarsıyorlar hayallerimizi, Dört bir yandan. Tutunacak yer yoksa Gel, elimi tut. 20 TANIMIYORUM Çirkin Ördek Yavrusu Onu daha tanımıyorum. Son günlerde bu cümleyi kendi kendime kaç kere tekrarladım acaba? “Onu tanımıyorum, ondan hoşlanamam, onu sevemem, ona bağlanamam.” Ne kadar söylersem söyleyeyim, gün geçtikçe daha çok alışıyorum ona, bağlanıyorum ve en kötüsü: bunu durduramıyorum. Ona her baktığımda, her göz göze gelişimde bir şeyler hissediyorum. Her ne kadar inkâr etmek istesem de hissediyorum işte! Durup dururken görmek istiyorum; sesini duymak, gülüşünü izlemek... Tabii ki bunları onun haberi olmadan yapıyorum, onu uzaktan izliyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor, yanına gidemiyorum çünkü tanımıyorum. Onu her gördüğümde keşke diyorum; keşke beni tanısa, keşke ona karşı hissettiklerimi bilse. “Belki o da sever!” diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Sonra gerçeğe dönüyorum ve ona tekrar bakıyorum. “Onun gibi birinin benimle ne işi olur ki!” diyorum ve ondan uzaklaşıyorum, yürümeye devam ediyorum. Bunların aksine, bu saçma düşüncelerim beni ondan uzaklaştırmak yerine beni ona daha çok bağlıyor. Adını her duyduğumda, onu her gördüğümde veya her düşündüğümde oluyor bu fakat ben bunu dile getirmeye korkuyorum. Dile getirdiğim zaman gerçekleşeceğinden korkuyorum ama belli ki çoktan gerçekleşmiş. Nerden mi biliyorum bunu? Gün geçtikçe umudum azalması gerekirken artıyor. Düşüncelerim ve hayallerim arttırıyor umudumu. Artmaması gerektiğini söylüyor herkes, ben de biliyorum bunu ama olmuyor. Kurtulamıyorum o umuttan. Bırak kurtulmayı, her gün arttığını hissediyorum. Buna bile bile göz yummak acı veriyor, asla olamayacak bir şey için umudum gün geçtikçe artıyor ve ben buna engel olamıyorum. Neden peki? Çok sevdiğim için mi? Çok bağlandığım için mi? Takıntı haline getirdiğim için mi? İnanın bana, hiçbir fikrim yok. Bildiğim tek şey ona karşı boş olmadığım. Bu da bizi en önemli sorumuzla baş başa bırakıyor. Bir insan tanımadığı birinden hoşlanabilir mi? Bu soruya “evet” cevabını veren de “hayır” cevabını veren de var. İki tarafın da mantıklı açıklamaları var ama bu konuda; son karar bana kalıyor. Ben, sanırım kararımı “evet” olarak verdim. Hissettiğim ve düşündüğüm her şey bu kararımı destekliyor üstelik. Bu kararıma rağmen aklımda o kadar çok soru işareti var ki... Ne yapacağımı bilmiyorum. Umudumdan, hayallerimden ve hissettik lerimden kurtulmaya çalıştıkça onların içinde boğuluyorum. Tıpkı bir bataklık gibi. Çabaladıkça batıyorum, uğraştıkça daha çok bağlanıyorum ona. Belki de kurtulmak istemiyorumdur. Kurtulmam gerektiği söylendiği için kendimi buna şartlıyorumdur. Onu gördüğümde, sesini duyduğumda, gülüşünü izlediğimde veya yanından her geçtiğimde mutlu oluyorum; kalp atışlarım hızlanıyor, nefes alıp verişlerim düzensizleşiyor, midem olduğu yerde takla atıyor. Beni bu hale getiren birinden nasıl vazgeçebilirim ki? Daha tanımadığım birine karşı hissettiklerim bunlarsa tanışsam neler olur kim bilir... Bırakmam gerektiğini, umudumu kesmem gerektiğini biliyorum ama beni böyle mutlu ederken, ona karşı böyle şeyler hissederken bırakamayacağımı biliyorum. Ona alıştım artık. Belki de bu bir takıntı ama bir şeyler hissettiğime eminim. Onu göremeden geçirdiğim tatillerde ya da hafta sonlarında onu ölesiye özlüyorum. Ben ona bu kadar bağlanmışken onun beni tanımaması, hatta farkıma bile varmaması ne kadar ironik değil mi? Buna rağmen benim ona karşı böyle şeyler hissetmem daha da garip, ama olsun! Ben onu böyle de severim... 21 BOŞ SÖZ Adanalı Âdem Çamurlu çayırlarda çalışırdık Ve çekmedik kimseden, Çaysızlıktan çektiğimiz kadar. (Sallama çay; çay değildir.) Paçalarımız pis, paltolar yırtık pırtık, Pervasızca pataklanmıştık o gün, Ve peteklenmiştik, (Bal; adaçayıyla ne gider) Hani hangi Allahsızın haysiyeti Habil'in katilininkinden iyiydi ki Hepimizin hevesi (Havada kuş hesabı, bizden alınmıştı, hatırlanmıştı.) ... Televizyon Bilmiyorum niyeydi ilgim Çünkü öyle güzel falan değildin Belki bir uçurtma gibiydin, İzlemesi çocukluğun yorgun akşamları gibi keyifli Belki bir kır çiçeğiydin, asabi, Belki Polat Alemdar'ı andırıyordun, Ya da ben henüz küçükken Araba kazasında ölen o teyzemi. Bilmiyorum niyeydi ilgim Halen de bilemiyorum. Ama seni her gün izledim Halen de izliyorum. 22 Zeynep Karababa İŞ BAŞVURUSU - YÜKSEK DOZ AŞK -Hobi olarak neler yaparsınız? -Âşık olurum, yani bu aralar çok sık olduğumu söyleyemem ama her hafta sonu muhakkak. Biliyor musunuz, üniversitedeyken her okul çıkışı âşık olurdum. Ama şimdi işler güçler derken anca cumartesi, pazar. Yine de bütün haftanın stresini atmama yetiyor bu iki aşk. Ne oldu, şaşırdınız biraz? Ee tabii, bu kel, koca burunlu adam nasıl her zaman âşık olacak bir kadın buluyor diye merak ediyor olabilirsiniz. Haklısınız. Ama kaçırdığınız bir nokta var. Ben hep kadınlara âşık olurum demedim. Yani, kadınlara da âşık olurum, kadınlar çok güzel yaratıklardır. Mesela siz, evet çok güzelsiniz. Bu hafta sonu size âşık olabilirim, eğer sakıncası yoksa. Neyse, kısacası ben her şeye âşık olabilirim. Evden hiç çıkmak istemediğim günler oluyor bazen, evdeki eşyalara âşık oluyorum. Mutfak robotu mesela. Yarabbim o ne güzel şey öyle! Çok yararlı, üstüne üstlük bir de indirimden almıştım ben onu. Hah, bir de yeni aldığım çerçeve içindeki yakışıklı adam resmi. Adamın bir çiçek tutuşu var, anlatamam. Şahane! Kıyamadım çerçevenin içinden çıkarmaya. Zaten çıkarsam da koyacak fotoğrafım yok. Neyse. Hatta bazı günler, o kadar yorgun ve halsiz oluyorum ki yokluğa âşık oluyorum. Hayatımızdaki o görünmez ama içine her şeyi çeken kara deliğe... Korkutucu ama bir o kadar da çekici. Yani gördüğünüz gibi her şeyi çok seviyorum, hanfendi. İşte, bugün dükkânınızın önünden geçerken “Bizimle çalışmak ister misiniz?” tabelasını gördüm. Dedim neden bu aşkımı yaymıyorum, herkesle paylaşmıyorum. Hemen başvurdum zaten bildiğiniz üzere. A-ah? Ne o? Korktunuz sanırım, bakışlarınızdan belli. Korkmayın, ısırmam... Ama aşk ısırır. -Teşekkürler, biz size geri döneceğiz. 23 KALEM KÂĞIT küçü k çocuk okuy abils in diy e. ı, tasın batırıp l o an ya kçıd iken su ı l de. a b m r i i . r a b m e r l alsa rımda ulutla özcük ımı, ı r b s kald azsam kuşlar azdıkla y y şiir t çırpsa ötürse a g kan âr alıp rüzg 24 Emre Manavoğlu Yağmur Güngör RIHTIMDAKİ YALNIZ ŞAİRİN DENİZE AŞKI Sen deniz ol ben gemi Açılmak isterim Dalgalara kafa tutan Sevgiyi keşfetmek isteyen Bembeyaz saf bir gemi gibi Açılmak isterim sana Sen deniz ol ben martı Özgürce uçmak isterim sana Uçsuz bucaksız sevgini seyretmek Dalgalarını tenimde hissetmek isterim Aslında simit değil, seni beklediğimden hep Bilemez ki vapur yolcuları Sen deniz ol ben çakıl taşları Ürkektir hâkî renklerim derinliklerine açılmaya Seni sende yaşamak isterim ama Kıyıda buluşalım kızgın dalgalarında Tutamam ellerinden açıklara Sen deniz ol ben güneş Öyle karşılıksızdır ki sana olan aşkım Çektiğim tüm acıları, tüm yaralarımı Ben kendimi bile unuturum Yeter ki parıldasın gözlerin, ısınsın içi Sonsuza dek sürsün gün batımı Sen deniz ol ben rıhtım Sarhoş âşıklar seninle dertleşirler Gemiler yolcularını seninle bekler Ama hepsi bir gün gider, ya ben? Beyazdan siyaha küçük umutlarımla Hep seni dinlerim yalnızlığımda Ama sen deniz olsan da ben balık olmam, olamam Özgürce aşkımızı yaşarız derinliklerinde, bilirim çok hoş olur Oysa seni seven kimler kimler var, sen bana ait olsan bile Kıskanırım ki seni ben, elveda da diyemem asla sana 25 Sularında sevgim yüreğimde boğularak ölmeden Oysa kadere yenik düşüp oltaya takılmak var Bu aşk böyle bitebilir mi? Yapamam ben… En iyisi sen deniz ol ben rıhtımdaki yalnız şair Her dalganla, her geminle Duygularımı dökmek isterim çakıl taşları gibi Kalemimin mürekkebi olsun, Balıkların çırpındığı gece mavisi berrak suların Bitmesin hiç sayfalarımız, ıslanmasın hayallerimiz. 26 Elif Gökben Keser ÖZGÜRLÜK ALABİLDİĞİNE Alabildiğine güneş, Alabildiğine rüzgâr, Alabildiğine mavi, özgürlük Sırtını yakan sıcak, Seni kendine çeken yeşilmiş, Oltanın ucunda can çekişen balık bile, Sana özgürlüğünü verirmiş. Suya daldırınca kafanı, Gözlerinin ulaşabildiği her renk özgürlük Ufuk, özgürlük Farkındalık özgürlükmüş Deniz alabildiğine, Mavinin göz bebeklerini doldurması özgürlükmüş. Sema kadar özgürmüşüz hepimiz, Mavi kadar, yeşil kadar Farkında değilmişiz, Özgürlük ciğerlerimizde, Özgürlük gözlerimizde Özgürmüşüz ya hepimiz, Alabildiğine... 27 KEMANÎ Onur Burak Kocabaş mürekkep saçılır, anlaşılmaz yazılanlar. Keman bağırmaya başlar. Her yudumda elleri daha sıcak, Gözleri daha parlak, dudakları daha ıslak. Artık çaldığı konçerto diğer sesleri bastırıyor Uzun ince parmakları ordan oraya koşarken Yayı da usulca süzülüyor tellerin üstünde. şimdi yanımda oturuyor. Viski, sigara ve sen... Güzel bir gün. İnci Analı ... Sonbahar akşamları Ağaçlar alev almış Hepsi ateş kırmızısı Özlem dumanı etrafı sarmış Önümde yapraklar toplanmış Gözümde gözyaşları… Seni hatırladım yine Yanımdasın sanki, ellerin ellerimde. 28 ÖNCE Erce Erez Düşünüyorum da Yaşananları ve yaşanacakları, yapılanları ve yapılacakları Hayalleri ve umutsuz sonları Her şey çok karmaşık ve anlamsız Hayat diyorum kendi kendime Zor diyorlar, peri masalı değil Şu hayatta ne insanlar var diyorlar Senin yaşadıkların nedir ki diye küçümsüyorlar Kimler diye soruyorum Çok var diyorlar, mesela bak bana Kimsin ki sen Çok şey kaybettim diyor Soruyorum, kaybettiklerin mi seni güçlü kıldı diye Kendinden emin, kazanan bendim diyor Ama hayat zor biliyor Eee, sen nasıl yendin o zaman diyorum Ben yenildim diyor Bazıları hayata hazırlanmak için ömürlerini harcar diyor Ama ben yaşadım ve yaşarken kaybettim Kaybederken de kazandım Saçmalık diyorum Hayat da saçma çünkü o değil de insanları adidir diyor Hayat adil değil diyorum Evet acıdır diyor ama tek bir gülüşün bu acıyı dindirir Acımı hep içime mi atacağım diyorum İstersen atma diyor, fakat ondan kurtulamazsın bir daha Hayat bir pencere, onun nasıl olduğu değil Ondan nereye baktığın önemli diyor İlk sorumu soruyorum yine Sen kimsin diye Ben insanım diyor Farkımız yok o zaman diyorum Bazıları doğar, bazıları ölür ve bazıları da yaşar diyor 29 Ben hayatımı dopdolu yaşayacağım diyorum Sen ölüyorsun diyor O zaman öğret de yaşayayım diyorum İlk önce yaşa diyor Hayat zor diyorum, haklısın Değil diyor Nasıl bu kadar eminsin diyorum Ben öğretenim diyor İlk önce sınav yapar, sonra ders veririm Ben ağzım açık bakarken Kaçıp gidiyor ellerimden Keşke daha önce fark etseydin diyor Ölmeden önce! 30 ÖCÜ Pınarnaz Eren Daha fazla ses yok. Gölgesi olmayan var olamaz. Artık onun gölgesi ölü, varlığı donmuş. Benden başka hiçbir gölgeye yer yok. En azından benim dünyamda, gölge sihirbazların dünyasında. (Üçnokta) İçimden dışarı çıkmak gelmiyor, ama Pisi biraz huysuz bugün. Aslında onunla donatçıya yürüyebilirim. Pisi ve donat, tembelliğime direnmem için bana yetecek kadar önemli sebepler. (Üçnokta) Bizimkiyle donatçıya yürüyoruz. Umarım yok olurken bana kızmaz. Nereden anlayacak gerçi. Bizimki zaman kazansın diye kaçıp onu peşimden koşturmaya yelteniyorum. Ne donat aşkıymış, yapıştı tasmaya bir yere kıpırdayamıyorum. İzlediği filmlerdeki robotlar gibi geldi gözüme. Hedefe kilitlenmiş ilerliyor. Yandan yaklaşan füzeyi fark etse de zamanında başını aşağı eğse. Sonuç olarak ben sadece bir köpeğim, nasıl sihirle ve gölgelerle baş edebilirdim ki? (Üçnokta) Benden başka gölgeye yer yok. Kötü olmak için mutlaka bir sebebe de ihtiyaç yok, en azından benim dünyamda. (Üçnokta) Gölgelere basmamak için hoplaya zıplaya gitmek geliyor içimden. Katil gölgeler, gün batımında uzamış da uzamışlar. Cam kırıkları üzerinde yürüyorum da her an ayaklarım kanayabilir sanki. Fazla romantiğim bir donatçı yolu için. Çok acıktım, ondandır. Akşam da yemek için fazla fazla mı alsam donatları? Yarına kalsalar bayatlamazlar herhalde. Gölgem donatçının yanındaki banktan geçerken kısalıp kalınlaşmaya başladı. Bir gariplik var bu işte. Bu bana birilerinin “fazla donat alma” mesajı gönderme şekli olsa gerek. (Üçnokta) Havlamak çare değil, havlayarak bile korkutamam kötü sonu. Kaçmak istiyorum. Belki de sıradaki benim gölgemdir. (Üçnokta) Abra kadavra. Güzel, beni sadece böyle şaşkınca izle. Sen köpekçik gibi kaçamazsın. Sihrin alanındasın, çoktan yandın. Şapkamdan tavşan çıkmayacak. El çabukluğu arama. Gösterimi izle ve keyfini çıkar. Bu gördüğün son gösteri olacak. Şapkamdan sihirli bir oyuncak at çıkacak. Senin için. Ruhunun yeni, gölgesiz kafesi. Boom! (Üçnokta) 31 Gölgem bir sihirbazın gölgesine dönüşüyor sanırım. Onlar şapka ve değnek mi? Çocukken “Büyüyünce ne olacaksın?” soruna sihirbaz olarak cevap verirdim. Şimdi ise gölgem tam da bir sihirbaz. (Üçnokta) Artık sadece kırık gölgesiz bir oyuncak atsın. Çünkü, kötülüğün bir sebebi ya da mazereti olmaz. Gölgesiz bir ruh olarak kalacaksın. Hem de kendi dünyanda. 32 Yağmur Öztürk BEN SENİN EN ÇOK En güzeli de gözleriydi! Ona baktığında anlatılamaz duygular yaşadığı gözleri… Her renkteydi sanki; hüzünlü bir gri, çoşkulu bir yeşil, uçsuz bucaksız mavi… Ona neden yaşadağını anlatıyorlardı, neden bu kadar âşık olduğunu. Gözkapakları uzun kirpiklerinin eşliğinde dans eder gibi kapanıp açıldığında daha bir güzelleşiyordu gözleri. Bir o yana bir yana dönüyordu göz bebekleri ama hiçbir zaman ona rastlamıyordu. Her renkten güzel, her şeyden çok sevdiği göz-leri bir kez bile ona değmiyordu. Saatlerce bakıp anlamak isterdi neler sakladığını o iki dünyada, onu nasıl gördüklerini dinlemek isterdi. Ama dinleyemeyecekti tabii ki, sadece uzaktan bakmakla yetinecekti. Uzaktan böyle güzel gözüküyorsa yakında kim bilir nasıl yeni renkler kazanırdı gözleri… Dayanamadı bu kadar acıya, ağladı; kendini o güzel gözlerden saklayarak ağladı. Sonra bir mektup yazdı, şu dizeleri ekledi sonuna: Gözlerini kapayarak duyduğu seste huzur bulmaya çalıştı. Yeryüzünde onun için en güzel sesti bu. Müzik gibiydi, duymaktan bıkmayacağı bir melodi gibiydi. Ağzından çıkan her ses, her kelime; kulaklarına sürtünen yumuşak bir dokunuşunu andırıyordu. Gözlerini açıp dudaklarına baktı; sürekli aralanan dudakları, yolundan geçen sesin güzelliğinin farkında değil gibiydi. Gülümsemesine engel olamadı, sesi ne kadar çok sevdiğini hatırladıkça ağlamak istiyordu. Dünyanın her yerindeki her melodiden, şarkıdan güzel olan bu sese sarılmak istiyordu. Dayanamadı, ağladı; o fark etmeden ağladı. Sonra fısıldadı kendi kendine: Ben senin en çok sesini sevdim, Buğulu çoğu zaman, taze bir ekmek gibi Önce aşka çağıran, sonra dinlendiren Bana her zaman dost, her zaman sevgili… Ellerine bakarak iç çekti. Dokunduğu her yerde parıltılar bırakan narin ellerine baktı. Bir kez o elleri tutmak için neler vermezdi! Dokunduğu her yere baktı; çantasına, saçlarına, yanaklarına… Yumuşak dokunuşuyla ürpermek isterdi bir kez. Saçlarının üzerinde balerin zarifliğiyle gezen ellerini avuçlarında hissetmek isterdi. Öpse ne güzel olurdu tenini, dudaklarında hissetse o serinliği, ipeksiliği. Ellerine dokunabilmek için yanıp tutuşuyordu, içine attı o isteği. Yanında olsa bile kıyamazdı o güzelliğe değdirmeye kendi ellerini. Dayanamadı, ağladı; o fark etmeden ağladı. Sonra karaladı defterine: Ben senin en çok gözlerini sevdim Kâh çocukça mavi, kâh inadına yeşil Aydınlıklar, esenlikler, mutluluklar Hiçbiri gözlerin kadar anlamlı değil. O gülüşü… Ah o gülüşü! Bir yandan onu da güldüren ama aynı zamanda hüzünlendiren o gülüşü… Ne sıcak gülüyordu, sanki o gözlerinde hiç hüzün yokmuş, sanki sesi hiç kırılmamış, elleri hiç üşümemiş gibi. Dudakları dişlerinin üzerinde düz bir çizgi oluşturuyordu gülünce, gözlerinin kenarı kırışıyordu, elmacık kemikleri belirginleşiyordu. Sonra elini götürüyordu gülüşünü kapamak için, sevmiyordu belli ki. Keşke saklamasa çiçekler açan gülüşünü! Bir bilse dışarıda birinin, onun gülüşünün her karesini incelediğini… Bu kadar severken dudaklarının aralanıp o ipek sesiyle kahkaha atmasını, o kadar da nefret ediyordu onu güldüren kişi kendisi olmadığı için. İç çekti, hüzün kalbine büyük bir ağırlık bırakırken. Bir peçeteye Ben senin en çok ellerini sevdim Bir pınar serinliğinde, küçücük ve ak pak Nice güzellikler gördüm yeryüzünde En güzeli bir sabah ellerinle uyanmak. 33 karaladı şu sözleri, belki biri gelip okur diye: yerek ağladı. Şunlar süzüldü zihninden: Ben senin en çok gülüşünü sevdim Sevindiren, içimde umut çiçekleri açtıran Unutturur bana birden acıları, güçlükleri Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman. Ben senin en çok sevgi dolu yüreğini sevdim Tüm çocuklara kanat geren anneliğini Nice sevgilerin bir pula satıldığı bir dünyada Sensin, her şeyin üstünde tutan sevdiğini.” Dayanamadı, ağladı. Ondaki her şeyi mükemmel görmekten, onu bu kadar her şeyden çok sevmekten yoruluyordu. Sanki Tanrı, o hayran olduğunu yaratırken onun da fikrini almıştı. Ellerini istiyordu, gövdesinin iki yanında sahipsizce sallanan ellerini tutup bırakmamak istiyordu. Dudakları onun olmalıydı, teninin üstünde dolaşmalıydı sakince. Gözleri, ah o gözleri! Ne kadar kıskanıyordu etrafta baktığı her insanı. Gözlerini kendine saklamak istiyordu, ondan başka kimseyi görmemeliydi. Kalbini ona verse, her şeyden çok severdi de, bilmiyordu işte. Taptığı dudaklarındaki tebessümü ona bağışlasa, bir daha severdi. Dayanamıyordu. Rüyalarındaydı artık yüzü, aynada onu görüyordu, sesini müziklerde duyuyor, dokunuşunu soğuk rüzgârda hissediyordu. Sevmek acıtıyordu, bu kadar sevmek öldürüyordu. Geçen her dakika, bir parçası daha ona bağlanıyordu. Uçuyor gibi hissediyordu ona bakınca, korkuyor ama aynı zamanda bütün güzellikleri görüyor gibiydi. Dayanamıyordu, ağlayamadı. Sessizce uzaklaştı oradan, bütün güzelliklerini arkasında bırakarak... Sonra kalbine gömdü sözcükleri; sonsuza dek yaşatmak için bu aşkı: Ne de nazik biriydi o. Gülüşünü eliyle kapamasından, karşısındaki pür dikkat dinlemesinden anlaşılıyordu zaten. Görüyordu onu her yerde, insanlara gülümserken, ‘günaydın’, ‘iyi akşamlar’ derken. Yürürken kafasını hafifçe önüne eğiyordu sanki utanır gibi. Göz göze geldiklerinde gülümsemeden edemiyordu zaten. Bir tek ona rastlamamıştı bu iyi niyeti. O kadar yardıma muhtaç insanlara yardım ederken sadece bir gülüşüne muhtaç o kişiyi unutuyordu sürekli. Ne kadar hayrandı her davranışına, hareketine… Uzaktan böyle severken onu bir fark etse, şu yardıma muhtaç insana bir ‘merhaba’ dese nasıl severdi acaba? Dayanamadı, ağladı; herkesin gözyaşını silip kendisine bakmadığı için ağladı. Şu sözleri bağışladı yardıma muhtaç kalbine: Ben senin en çok davranışlarını sevdim Güçsüze merhametini, zalime direnişini Haksızlıklar, zorbalıklar karşısında Vahşi ve mağrur bir dişi kaplan kesilişini. Keşke o pamuk kalbini ellerinin arasında tutabilseydi. En gizli köşede saklar, kendi kalbiyle sarardı onunkini. Kırılmasın, incinmesin diye her şeyini verirdi ona. Kendi kalbine karşı hissetmek istiyordu onunkini, ona güç veren tek şeymiş gibi onda bir parçası olduğunu bilmek istiyordu. Kim bilir neler saklıydı o kalbinde? Gözlerinde dolu hüzün, ellerinde kararlılık, dudaklarında tebessüm… Hissederdi o zaman onu baştan aşağı; merhametini, adaletini, sevgisini, koruyuculuğunu… Ah, keşke bir fark etseydi onun için öleni, o zaman en çok kime yardım etmesi gerektiğini anlayacaktı. ni Ben senin en çok bana yansımanı sevdim Bende yeniden var olmanı, benimle bütüleşme- Mertliğini, yalansızlığını, dupduruluğunu sevdim Ben seni sevdim, ben seni sevdim, ben seni... Bilseydi gittikten sonra her şeyden çok sevdiği o gözlerin ona değdiğini, merakla onu izlediğini; kalktığı masaya doğru ilerleyip narin elleriyle peçeteye dokunduğunu; çatık kaşlarıyla yazanları okuduğunu; sevgi dolu kalbinin titrediğini; dudaklarındaki bir tebessümle peçeteyi cebine sıkıştırdığını. Acaba oradan gider miydi? Ama işte orada her şeyden habersiz etrafına bakınıyordu, kim bilir aklında hangi düşünceler, kalbinde hangi gölgeler… Dayanamadı, ağladı; görmesini umarak, acısını fark etmesini dile- 34 * Şiir: Ümit Yaşar Oğuzcan UMUTSUZ Rojin İdil Erdoğdu Sol elinin işaret parmağının üzerine konan kelebeğin verdiği gıdıklanma hissiyle uyandı kadın. Gözlerini açtığındaysa kafasının altındakinin yastık değil de; yumuşak olsun diye katlayıp koyduğu battaniyesi olduğunu fark etti. Hava serindi. Saçının altındaki deriye kadar ürperiyordu kadın. Battaniyeyi açıp da altına girmek istedi. Belki üşüme hissini alır, belki sıcaklık verir diye. Bu sefer de kafasını koyacağı yumuşak bir nesneden mahrum bırakacaktı kendini. En iyisi koşmak dedi içinden. İleride akan renksiz dereye doğru koşmak. İçine girmeden durmak. Çünkü soğuktu hava. Suya girerse üşüyeceğini biliyordu. Girmedi suya. Koşmadı bile hatta. Umudunu o kadar kaybetmişti. Durdu ve sadece o tatlı uykunun gelip onu götürmesini bekledi. 35 Uçan kuş Uçtu ış arm Sar Sarı veya kahverengi bir yaprağa tü Dönüş Düştü.