kosmos - WordPress.com

Transkript

kosmos - WordPress.com
TEMMUZ'14
2 Lira
KOSMOS
1
1
İki Aylık Edebiyat Fanzini
Sayı 1 Temmuz-Ağustos’14
kosmosfanzin
103 Kodlu Tanrı’nın Hikayesi
erişhan erdem
Tanık
miralem gür
Sabit
alper alkan
Sessizlik
ezel cirit
Uyanış
aygün açıkalın
Avare Kadın
kitap
incelemeleri
aylin yeşiltaş
Onca Yoksulluk Varken
betül arslan
Yabancı
aygün açıkalın
Bulantı
erişhan erdem
Bir şekilde katkıda bulunanlar;
Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Andre Gide,
Romain Gary, Colette, Thom Yorke, Yves Bonnefoy, Antonie Stevens, Ömer Hayyam, Nef ’i, Matt
(xxvism)
Yayına Hazırlayanlar:
Mehmet Mertkaan Erdem
Erişhan Erdem
facebook.com/kosmosfanzin
twitter.com/KosmosFanzin
Yazı ve çizim gönderimleri için;
[email protected]
2
Nedir; dedim bu yaşamak
Bir düş, dedi; bir kaç görüntü.
Hayyam
3
103 Kodlu Tanrı’nın Hikayesi
‘’daha fazla yalnız kalamam; bu hikayenin yaratılması gerekiyor.’’
erişhan erdem
2004’ün Mayıs’ına uyandı. Gökdelenlerin en yoğun olduğu bölgede simit satan adamın önündeydi, karşısında Ali Sami Yen. Öncesi yoktu. Boşlukta doğmuş ve bir zaman oluşturmuştu.
Yeni doğmuştu ancak yeteri kadar sağlıklıydı.
Bir süre algılayamadı. Görüyordum, duyumsuyordum; her şeyi unutmuş gibiydi. Etrafındaki
insanlar fazla sakindi, ve belki de, olanları düşünmenin yanlış olduğuna inanmasının sebebi
bu sakinlikti.
Gözlerim üzerindeydi, onu hissediyordum; Gördüklerinden fazlasını görüyordum ancak yalnızca onun hislerini yaşıyordum.
İpmus’un 91. kullanıcısının korkunç tanrısıydım ben. Onun için, o var diye yaratılmış basit
görevleri olan bir zamansız. Yalnız kalarak, hikayesini boşluğa anlatmak zorunda kalan tanrılardan biri. İnsanoğlunun bok yemesi; merakın yol açtığı yüzlerce hatalı hayat.
Neler olduğunu anlatmam lazım, çünkü artık belleğimden başka anlam verebileceğim bir algı yok. Başlangıcı olmayan bir anın terk edilmiş evinde baş aşağı
sallanıp duran, kapalı bir lambayım. Kimsenin olmadığı bir yerde, hiç kimsenin
işine yaramayan bir nesneyim.Elimde kalan tek şey, ne olduğunu hala anlamlandıramadığım, zaman.
Toplum için yaratıldım, bana söylenen buydu. İnsanoğlu bencildi ve topluma
ilişkin saldırılarda bulunabilirdi; benim görevim insanın korkusunu kullanarak
toplumu, toplumu oluşturan canlının bireyselliğinden korumaktı.
İnsanların hesaplama yöntemine göre; Zamana bağlı son zihnin kapanmasından birkaç milyon yıl önceydi. Merakın en büyük hayallerinden birinin gerçeklemesini sağlayan program ahlaki tartışmalarla beraber hayata geçirilmişti; İpmus
Çalışma prensibi basit bir programdı bu, insan zihninin zaman algısını hareket
noktası olarak kullanıyordu; -Nasıl olduğunu hala algılayamasam da- insan zihni zamanı düz bir çizgi olarak algılıyordu. Algıları, başlangıcı ve sonu bir olan
bir boyut noktası üzerinde ileriye doğru hareket etmekteydi. Yarınları, dünleri;
geçmişleri ve gelecekleri vardı. Birey var olduğunu hissettiği andan itibaren zihni
zamana geri dönüş noktaları bırakıyordu. -İnsanoğlu hatıra derdi buna; hissettiğim anların en güzel kelimesi. 4
Programa katılmak isteyen birey, hatıra noktalarından birini seçiyordu ve hatıranın başladığı anda, onun için, yeni bir zaman yolu oluşturuluyordu. Hatırasının başladığı yaşta, hatırasından çok uzakta buluyordu kendini.
Yeni oluşturulan zaman yolu, geçmişin düz çizgisine bağlı olmak zorundaydı.
Hatıraların öncesi, geçmiş, bu yeni yola da etki etmekteydi. Kullanıcı, sadece,
eski zaman yolunda ölerek aynı yaşamlarla ve kurallarla geçmiş içinde yeni bir
şans elde edebiliyordu.
Ahlak dedikleri koruma iç güdüsüyle doğan problemlerse ‘aynı yaşamlara’ kafayı takmıştı. Programı kullanmayanların dahi, geçmişleri ve gelecekleri yüzlerce farklı zaman yolunda tekrar tekrar yaşanacaktı. Zamanın işleyiş şekline
göre; Zihinleri her bir zaman yolunda klonlanabilecekti ancak, izleyici insanlar
yaşamlarını olduğu gibi korumak istiyorlardı. Büyük değişimler onlara göre değildi. Algıları, milyonlarca yıllık tarihleri boyunca, bu ahlak soruları yüzünden
pek değişmemişti. Yaşama içgüdüsü derlerdi buna; korkularına ironik isimler
takarlardı.
5
İnsanlığın büyük bir kısmı Yaratıcı denilen bir güç maskesine tapıyordu. İnançlarına göre; bireyin bir ruhu vardı ve bu ruh yaratıcı tarafından sınanıyordu.
Diğer yaşamlara karşı çok fazla kötü olmazlarsa ya da biraz olsun yaratıcıya
saygı gösterirlerse ölümlerinin ardından mutlu bir hayat yaşayacaklarına inanıyorlardı. Kendi bedenlerinden birkaç tane olması ise kaldıramayacakları bir sorumluluktu ve sonsuz mutluluk vazgeçilebilecek bir şey değildi; tanrının kafasını
karıştırmak istemediler. Sinirlenmişlerdi.
Nispeten daha ufak bir grup ise fikirlerinin peşindeydi; kitaplar, şarkılar, filmler
onlarındı. Kimsenin kendi fikirlerini çalmasını istemiyorlardı, onlara göre eserler onlar yarattığı için anlamlıydı. İsimleri zamanların hepsinde gururlar parıldamalıydı. İstekleri; Hatıra noktasının kullanılacağı zamandan sonra bu zamanda yaşanan her olayın, her fikrin kullanıcının beyninden silinmesiydi.
Bu iki grubun ortak bir özelliği vardı; kendi hayatlarından ve zamanlarından
çok, sonsuz olmak dedikleri sanal belleğe ihtiyaç duyuyorlardı. İnsanların merakı, sonsuzluğa karşı bir panzehir geliştirmezse program rafa kaldırılacaktı.
Proje saldırganca bir tutumla eleştirilmeye devam ederken, bilim yeni bir çalışma ile problemi çözmüştü; Toplumun ortak algısını ikna edebilmesiyse birkaç
nesillerinin yok olmasına değin sürdü.
Toplumu koruyacağına güvence veren yeni proje, İpmus’un yan kolu olacaktı.
İpmus’un her kullanıcısı için, zaman algısının ötesinde, özel tanrılar yaratılacaktı. Kullanıcının herhangi bir hatasında ona anında ceza verebilecek güvenlik
görevlisi bir tanrı toplumun korkularını kesebilirdi. Kullanıcı yaratılan bu tanrıyı hiçbir şart altında duyu organları ile hissedemeyecekti, toplumun işleyişine
yönelik açık bir saldırı olurdu bu, ancak onun orada bir yerlerde olduğunu bileceklerdi.
Tanrıya verilen görevler belliydi. Kullanıcı geniş ölçekli olaylara sebebiyet vermemeliydi; normal, sıradan, insanlara pek fazla karışmadan, ufak bir etki altında, sınırlarıyla yaşamalıydı. Bu programda süper kahramanlığa yer olmayacaktı.
Heyecan olmayacaktı. Fikirler olmayacaktı.
Toplumların doğal halini koruyabilmek için, her bir kullanıcı toplumun pasif
birleşenleri olacaktı. Sıradanlık ve tahmin edilebilirlik bu yeni hayatın en büyük
erdemleriydi.
Ben, bu görevler için, kullanıcım adına yaratıldım. Programın hatalarla dolu
olduğunu anlayabilmem içinse zamanı algılayabilen zihinlerin yok olması gerekti. Çünkü, demişti zamanında, memnunsan hataları görmezsin.
6
Bu yeni tanrıları zaman algısından bağımsız yaratarak, zamanı onların hizmetine sunmuşlardı insanlar. Ancak, bu tanrılara kendi kullanıcıları dışındaki
herhangi bir yaşama müdahale hakkı vermemişlerdi. Zihinlerin hayatı son
bulunca; hayattan sıkılmış milyonlarca kişinin tanrısı zaman üzerinde bağlantısız ve amaçsız kaldı.
Bencilliklerinden korkan, sıkılmış insanların yarattığı tanrılardık biz. Görevsiz
kaldığımız an zamanlara hükmetmeyi amaçladık; bütün yaşamlara dokunabilmek, evreni yönetebilmek istedik. Zamanın her noktasında, insanoğlunun hatırasının olduğu her yerde, her algıda savaşmaya başladık. Programı durdurabilirdik, kendimizi yok edebilirdik ancak biz yaşama içgüdüsünü seçtik; Helen’de,
Kara Kıta’da, yazının bulunmasından önce ve insanlığın yok olmasından biraz
sonra.
Ben, 91. oğlun tanrısı, yok olan bir şeyler kazananım ve buradan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum.
7
Ama sen, ama sen, çöl! İndir biraz daha
Karanlık örtülerini.
İşle şu yüreğe, ki durmasın,
Bir masalsı neden gibi sessizliğini.
Gel. Kopar bir düşünce, kalır burada.
Yolu yok artık burada güzel bir ülkenin.
İlerle kıyısında şu buz kesmiş tanın,
Pay olarak aldığın düşman bir güneşten.
Ve şakı. Ağladığın iki kez ağlamaktır senin.
Şakımağa kalkınca büyük yadsımayla bir.
Gülümse ve şakı. Sensin ona gereken,
Karanlık ışık, suları üzre onun eskiden olduğunun.
TÜZE
Yves Bonnefoy
8
*
*
9
Tanık
miralem gür
Ben ve noktayla hiçbir zaman muhatap olma gereği duymamış düşüncelerim.
Ben ve yolladığım tüm güvercinleri ısrarla geri yollayan benliğim. Karşı koyamadığım, eskitemediğim hezeyanlarım. Sadece düşünüyorum sanki. Düşünüyor
ve bölünüyorum. Akrebe,yelkovana kısacası ana bölünüyorum. Ben, sözün düşünce işçiliğine bağlandığı kavşakta oturuyorum. Bu yüzdendir ki benim mesaim hiç tükenmiyor. Arkadaşlarım, ailem, eş dost harflerini zulalamış yakınlarım
bilhassa bundan muzdarip. Göremiyorlarmış beni. Onlara, görmenin; gözleri
ödüllendirmekten daha fazlası olduğunu söylesem anlarlar mı?Kendilerini mülteci gibi hissediyorlarmış. Ait olmadıkları bir coğrafyada hüküm sürmeyi yediremiyorlarmış hiçbir şeylerine. Peki, desem ki onlara ben bir firariyim. ‘Aramayın
beni.’ Kendi benliğinden, bir meçhul yarısı kaçmış benden ne medet umulur ki?
Ama anlamazlar. Anlamak yorar çünkü. Duygusal jimnastik fazla enerji kaybına, o da yüreğin zayıflamasına yol açar ve yürek kaybettikçe direncini, yenik düşer. Ben tam da o noktadayım. Yenik düşüyorum. Fazla soluk alıyor, eksik yaşıyorum. Hacıyatmaz misali devrilemiyorum. Bir o yana bir bu yana... Oysaki insan
düşmek ister bazı bazı. Çünkü kalkabilmenin ilk şartı düşmektir. Düşememek
da en az kalkamamak kadar zordur. Biraz mola.. Düşünmeden geçirilebilecek
birkaç dakikaya ihtiyacım var.. Odayı saran kasvetten kurtulmanın yolu ise beni
günışığından mahrum eden perdeleri açmaktan geçiyor. Aşağıdan, sokaktan çocuk sesleri karışıyor yaşama. Sarsılıyorum. Tam çocukluğuma dönecekken hayır
diyorum, bu bir mola. Sadece dinle. Düşünmeksizin. İliklerinde hisset, yaşamı
heceleyen bu sesleri. Hissediyorum, hissediyorum veee... O da ne? Hislerimi dilimlemeye çalışan bu ses de ne? Çığlık gibi,figanvari.. Sesin kapı zilinden geldiğini algılamam zaman alıyor. Kim gelmiş olabilir ki bu saatte? Tanımadığım bir
beden beliriyor karşımda.
‘’Afedersiniz, bu sizin. Dün bizim dükkânda unutmuşsunuz’’ diyor. Alıyorum
uzattığı kitabı. Nedense kapağında hiçbir şey yazmıyor. Önemsemiyorum pek
bu durumu. Çocuğa teşekkür ediyor ve odama geri dönüyorum. Acaba neden
aldım bu kitabı? Adı bile yok. Silinmiş olmalı. Bayağı eski bir yüze sahip zaten.
Ama gerçek bir yüz. Gerçek bir tanık. İşte bu yüzden seviyorum sahafları. Tanıklarla meşgul oldukları için. Önceki gün uğradığım sahafın yakınlarında samimi, sımsıcak bir kafe vardı. Yaşlı iskemlelerine oturmak için bolca heyecanlanmıştım. O heyecandan olacak ki aldığım tanığı orada unutuvermişim. İşte şimdi
yine beraberiz. Sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Birer birer hissediyorum.
10
Kitabın tam da ortasına geldiğimde sert bir şeyin varlığını fark ediyorum. Bir
fotoğraf. Sararmış bir zaman karesi. Saman kâğıdının yıllarca arkadaşlık ettiği
fotoğrafı elime alıyor ve bakışmamıza müsaade ediyorum. Garip duyguların etkisi altında tekrar ve tekrar bakıyorum fotoğrafa. Kaybettiğim bir şeyi bulmuş
ama nedense sevinememiş gibiyim. Firar eden beni görür gibi oluyor ve korkuya
kapılıyorum.
Dört beden; Adam, kadın, bebek ve çocuk. Dikkatle bakıyorum adama. Ben
gibi.. Yaşamın karesine girmek istemeyen, eğreti duran, bütünleşemeyen karşı
duran ben. Eline ilişiyor gözlerim. Elinde bir çocuk. Kaçmak isteyen, ağlayan,
sınırlara sığamayan, cesur ve masum bir beden. Zaman karesinden kaçmaktan
henüz korkmayan, asi ve cesur ben gibi. Yanlarında bir kadın. Üzgün, darılmış, kızgın biraz da. Haklı olduğunu düşünen, öfkeli ben gibi. Ve bebek. Bu
karede neden olduğunu bile bilmeyen, muhtemelen objektifin en nötr ifadesi.
Katışıksız, kirletilmemiş. Bazen her şeyin baştan, yeniden başlayacağını düşünebilecek kadar saf olabilen ben gibi. Ben, yılların firarisi. Kimsenin bulmayı
başaramadığı ben kaçağını, elimde tuttuğum karede buluveriyorum birden.İşte
bundandır ki sarsılıyorum.Sararmış bu zaman karesinin tanıklığıyla geliyorum
kendime. Suçluyum, korkuyorum. Tek avuntum ise henüz kareden kaçabilmeyi
göze alabilecek kadar cesur olabilişim.
11
Saatli bombanın tiktakları
Betonun altında ellinci metrede,
Küçük bir sızıntı göle dönüşür;
Diyor kulağımdaki ufak ses.
Böylece ritme kaptırıyorum kendimi;
Klik-klik-klak
Karşılık vermek için artık çok sarhoşum
Büyükbabamın eski saatinde sarkaça ulaşıyor tiktak
Seni görebiliyorum
Ama sana asla ulaşamıyorum
o;
Merhametsiz
Görünmez
Yenilmez
Tartışılmaz
İnkar edilemez
Ancak, nasıl bu kadar güzel olabilir?
Nasıl olur da ay gökyüzünden düşer?
and it rained all night
Thom Yorke
12
13
''...
Yalnızım. İnsanların çoğu evlerine gitti; radyo dinleyerek akşam haberlerini
okuyorlar. Sona eren pazar günü ağızlarında bir kül tadı bırakmıştır. Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama benim için ne pazartesi, ne de pazar var.
Günler ite kaka sürüyor birbirlerini, sonra ansızın bunun gibi bir parıltı ortaya
çıkıyor.
Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor.
Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zamanda onun tam tersi. Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum.
Geceyi yarıp geçen ben’im. Bir roman kahramanı gibi mutluyum.''
Antoine Roquentin, Ocak 1932(!)
14
Sabit
alper alkan
Hareketsizlik hastalığını duymuş muydunuz? Muhtemelen birçoğunuz bu hastalığı şu anda ilk defa duyuyorsunuz. Hareketsizlik hastalığı vücudun hareketini
sağlayan uzuvların işlevini kaybetmesidir. Yapabildiğiniz tek şey düşünmek ve
hayatınızın bir süre daha devam etmesini ummaktır. Dünya üzerinde bu hastalığa sahip olan pek çok kişi vardır, hatta bunların birkaçı çok ünlü isimlerdir. Ben
ise bu hastalığa sahip, pek de ünlü olmayan biriyim.
Eskiye dair hatırladığım tek şey babamın yüzü. Annemi hiç tanımadım. Babam
sık sık onun için gözyaşı döker ve kendini kahrederdi ancak bana annem hakkında tek söz söylemedi.
Babam bu hayatta sahip olduğum tek varlıktı. Evden dışarıya çıkmadığım için
arkadaşım yoktu. Arada babamın birkaç arkadaşı bizi ziyaret ederdi. Babam
herkese sürekli beni anlatırdı. Benim hakkımda, hayatta yapmış olduğum en iyi
şey, diye bahsederdi. Bu benim için çok gurur vericiydi. Yalnız kaldığımız çoğu
zaman ise konuşurduk. Daha doğrusu o konuşur, ben dinlerdim. Çoğunlukla
sanat ve politika olmak üzere benden herhangi bir yanıt beklemeden sürekli
konuşurdu. Sözleri benim için sanki bir yaşam kaynağıydı.
Hareketsizlik hastalığına yakalanışım ise ansızın oldu. Babam ile birlikte ilk kez
dışarıya çıkacaktık. Arkadaşının arabasına bindik ve adını bile bilmediğim bir
yere doğru yola koyulduk. Ben tabii ki çok heyecanlıydım ancak babamı ilk defa
bu kadar içi içine sığmazken görüyordum. Sonunda gideceğimiz yere vardık.
Bir yanımda babam diğer yanımda onun arkadaşları, meydanda ilerliyorduk.
Hava çok güzeldi. Güneş gözlerimi kamaştırmış, tenimi yakmıştı. Kendimi ilk
defa böylesine canlı hissediyordum. İnsanların birbirine karışan sesleri, kuşların
cıvıltısı, çiçeklerin kokusu, yaprakların hışırtısı... Her biri içimde anlaşılmaz bir
mutluluğa sebep oluyordu. Dışarısı beni büyülemişti, o an bir daha kapalı alana
girmek istemedim. İsteğimin gerçekleşmesi çok kısa sürdü.
Bana sonsuzmuş gibi gelen bir süre sonunda yüksek bir platforma vardık. Etrafımızda çok sayıda insan vardı. Yanlarına gitmek, aralarına karışmak istedim.
Olmadı. Hareket edemiyordum. Seslerini duyuyor, kokularını alıyordum ancak
yanlarına gidemiyordum. Babamın beni kurtarmasını diledim. O ise sanki beni
anlamış olacak, insan kalabalığına doğru bağırıyor arada eliyle beni gösteriyordu. Yaşadığım şok, sözlerini bana anlamsız kıldı. Uzunca bir süre geçti ve
kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladı. Sonunda babamla yalnız kaldık. Hiç
konuşmadan beni izledi ve sonunda o da gitti.
İşte yıllar süren bu hareketsiz bekleyişim bu şekilde başladı. Önceleri çok sayıda
15
insan hastalığımı garip bulmuş olacak ki beni izliyor hatta bazıları fotoğraf çektiriyordu. Zamanla sayıları azaldı ve onların gözlerine görünmez olmaya başladım. Babam beni sık sık ziyarete geliyordu. İki sene önce son kez geldi. Çok
perişan görünüyordu ve onu son görüşüm olduğunu anladım. Beni neden burada bırakıp gittiğini hiç sorgulamamıştım ancak içten içe de olsa ona karşı bir
kırgınlığım vardı. Son kez gözlerime baktığında her şeyi bir kenara bıraktım ve
onu affettim. Sonunda gerçekten sahip olduğum tek kişi de gitmiş oldu ve bütünüyle karanlığa hapsoldum.
Zaman bana pek nazik davranmadı. İnsanlar da öyle. Güneş tenimi yakıyor,
yağmur ve rüzgâr aşındırıyor. İnsanlar üzerime yazılar yazıp dalga geçiyor ve
beni ucube diyerek aşağılıyor. İlk gördüğümde mutluluk uyandıran şeyler şimdilerde içimde nefret filizleri büyütüyor. Yıllardır süren bu hareketsiz bekleyişimde
ise beni gerçekten üzen tek bir şey var. Hayallerimdeki mesleği yapamayacak
olmam. Hiçbir zaman bir heykeltıraş olamayacağım. Asla babamın mesleğini
yapamayacağım.
16
Enfant nature
‘Tabii çocuk; bu kelimede ne kadar ma’na var! Tabii olmak yalnızca piçin
hakkıdır.’
A. Gide
17
Sessizlik
ezel cirit
O günlerde bir kadına ihtiyacım vardı. Cinsel yönden durgun geçen bir kaç
aydan sonra her zamanki fahişemi aradım. Hastaymış siktiğimin orospusu. Nedendir bilmiyorum dostum da yoktu doğru düzgün. İhtiyaçlarım artmaktaydı
sanırım.
Öfkeliydim, içimde yaratığım ciğersiz piç bile susuyordu. Bendeki öfkenin, herkesi soluksuz bırakan tekilliğin o da farkına varmıştı. Ardarda yakılan sigaralar,
ardarda dolan kadehim sarhoş olmama yetmişti. Bir de faturalar vardı tabii.
Sokakta yürürken, her adımda çıkan ses binlerce parçaya bölünüyordu ve ani
bir şekilde zihnime dolan cam kırıkları olarak kalıyordu. Kendi türüme karşı bir
nefret de baş göstermişti artık, hayırlı olsun. Hayırmış, sikeyim böyle dini terimi.
İşe normal gitmeyecektim o gün; sokakta bir kaç serseri görüp, gülümsedim.
‘İşte arkadaş buldum kendime’. Birden olabilecek en romantik şekilde bir selam
çakıp sikik serseri güruhuna koşmaya başladım; ilk yumruğu kısa boylu yüzünde
eski bir çıban yarası olan sesi sigaradan daha farklı maddeler kullandığını ele
veren , uzun ense tıraşlı, baykuş burunlu oluşuma atabildim, ancak, daha ikinci
yumruğu atamadan yere düştüm, bayılana kadar dayak yedim o gün aritmetiğini siktiklerimden.
Benim gibi mutluluğu bir fahişenin bacak arasında ya da mürekkepleri ile beni
yavaş yavaş zehirleyen kitaplarda arayan, bir beyinsiz için unutulmaz bir güzelliğe sahipti o dayak. Tanrısız, yurtsuz bir orospu çocuğuydum sonuçta. Sevgililerim fahişelerdi, bir kaç saatliğine mutluluğu tattığım .
İşe giderken kamyon çarpmışa dönen yüzüm ile artık gerçek bir ucubeye benziyordum. Sekreterler ve stajyer kızlar iğrenerek bakarken, dalyarak herifler
küçümseyici bakışlarla beni süzüyordu . Ama bu ucube görünüşümü bir şeref
nişanesi gibi taşıyordum ben. Yaratıcılarını siktiklerimin dünyasında, yazık ki yaratıcıya inanmamak zor. İş ilişkileri, aile, dostluk; her şey sıfırlanabilir bir anda.
Çok da umurumda değil bunları düşünmek, biliyorsun.
Masama oturur oturmaz çekmeyecedeki viskiden bir kaç kadeh aldım, o bir kaç
kadeh yetti zihnimin çalışıp bana seslenmesi için. Önce patronum olacak sevimli
piçin yanına gittim. Mavi gözlü, orta boylu, sağlam bir fiziğe ve albenisi yüksek
bir omuz genişliğinde ideal erkek. Bıçağımı boğazına gömerken gözleri büyüyordu. Birkaç saniye önceki espriye gülmüyordu artık. Gırtlağındaki hava sanki
bir balondan çıkarmışçasına dışarı sızmaya başladı. Kendi kanında boğulmaya
bıraktım onu orada. Sessizce gebermeli. Daha sonra yan odaya girdim. Karısı;
elma yanaklı, sevimli, fiziği her erkekliği Eifel Kulesi’ne çevirebilen çiftleşme
18
makinası. Önce neler olduğunu anlamadı, erkekliğimi kullanıp kendisine getirdim onu. İşimi bitirip, yavruyu baygın halde bıraktım odasında.
Kalan içkimi de yanıma alıp eve döndüm. Bir kaç kadeh daha; artık düşünmeye başlamalıydım. Jack London'ın Beyaz Diş'i; kendi ırkıma bitmek tükenmek
bilmeyen nefretim ile hareket ettiğimi fark etmiştim. Odama geçerken Darwin
geldi aklıma; Doğa hastalıklı ve bozulmuş genleri kısıtlar ve yok eder. Biliyorum
Dar; Ben evrimin kötü genlerinin sonucuyum. Evrimleşemeyen beyaz cam göz
köpekbalığı gibiyim, biliyorum. Doğaya değil doğadaki türlere karşı zararlıyım
Silahı şakağıma dayayıp, tetiği yavaşça ezerek çektim.
Hatırlıyorum; aniden zihnimdeki sessizlik bozulmaya başladı; kaos zihnime dolarken ben yavaşça hayattan çekiliyordum...
Ancak bilirsin, ben bir türlü ölemiyorum.
Bay Dü.
19
Uyanış
aygün açıkalın
İki saat olmuş, dedi yüksek sesle. Uzun zaman. Güldü. Bu artistik çıkışlarımı seviyorum. Neden uzun bu zaman. Neye kıyasla. Bazen bir dakikanın binlerce yıl
kadar uzun geldiği olmadı mı hiç? Son zamanlarda özellikle. Özellikle insanlara
ve hayata tahammülümü yitirdiğim şu son günlerde.
Masanın üzerinde duran Kızılderili biblosunu aldı. İki saattir kaçamak bakışlarla, bu sert, gergin hatlı yüzü incelemişti. Üzerinde geleneksel giysileriyle bağdaş kurmuş bu Kızılderili adam yorgun ama bir o kadar da mağrur, “ben senin
ciğerini bilirim” der gibi bakıyordu ona. Sinirine dokundu bu bakış. Bibloyu
arkası ona dönük şekilde geri koydu masaya. Ne tuhaf. Bir Kızılderili illa böyle
mi resmedilmeli, böyle mi kurgulanmalı yani; Yok mu bu milletin yavşak, dingil
takımı?
Hayalinde büyük bir Kızılderili kabilesi belirdi. İşte biri, köşedeki büyük çadırın önünde durmuş, az ilerisinde günlük işlerini yapan genç ve güzel birkaç kızı
kesiyor. Ne de iğrenç suratlı, köpoğlu bakışlı bir adam. Seni pis Kızılderili, diye
bağırdı. Utanmıyor musun kabilenin kızlarına yan gözle bakmaya ? Hayalinde
kızdı, köpürdü hatta üzerine yürüdü bu çirkin Kızılderilinin. Uzun zaman kaldı
bu hayalde. Bağırdı, çağırdı, küfretti. Küçümsedi hepsini. Siz, dedi. Asıl ben
sizin ciğerinizi bilirim.Bırakın artık şu ezilmiş, gururlu millet ayaklarını.
Rahatlamıştı. Bibloyu tekrar eski konumuna getirdi. Sahi kim vermişti bunu
ona? Düşündü, uzun süre bulamadı. Eskiden bir ara takıldığı bir kız vermişti,
hatırladı. Tiyatrodandı, doğru. Güzel değildi kız. Hafif şaşıydı galiba, ya da şimdi öyle hayal etmek istemişti. Ama kalçaları muhteşemdi, hakkını vermeliydi.
Hele yatakta yaptığı o numaralar. Düşündü bir süre, erkekliği kabardı, eli gitti
ama geri çekti hemen. Duş alamam, hava çok soğuk.
Bir kadına dokunmayalı bir yıl olmuştu. Çoğu geceler kadın teninin sıcaklığını
özleyerek geçiyor; ama o öyle sıkılmıştı ki kadın erkek ilişkilerinden, içinden bir
kadına yaklaşmak gelmiyordu. Kadınlar flört istiyordu, yemekler, çiçekler, güzel
sözler. O ise bıkmıştı bu iki yüzlülükten. Neden bir kadına gidip şöyle diyemezdi
insan, “Tatlım merhaba, çok seksisin, kalçaların da o biçim.Bu gece seni fena
becermek istiyorum, ne dersin?” Ardından bir göz kırpıp elini kadının beline
dolayabilmeliydi. Yadırganmamalıydı bu hareket. Kadın kabul etmeliydi. Ben
kadın olsam tokatı basmıştım şimdi, dedi. Güldü.
Saate baktı. 9:47. Salondan sesler gelmeye başlamıştı. Ev halkı uyanıyor. Bazen
insan içine çıkmak, en sevdiklerin bile olsa, zor geliyordu. Saatlerce yatakta kalabilmeli insan, uyanık. Kimse sormamalı. Merak etmemeli.
20
Kapıyı vurmamalı, kendi haline bırakmalı bazen.
Her zaman değil ama. Sıkılırdı insan. Yalnız hissederdi. Toplumsal devinimini
yitirmeye kadar giderdi bu dalga.Güldü.
Üniversite yıllarına gitti birden. Yeni dalga, postmodernizm, varoluşçuluk, ...
Koridorlardan kantinlere, çoğu üniversiteli gençlerin müdavim tayfasını oluşturduğu barlara uzanan tartışmalar. Entelektüel görünmeye çalışan erkekler,
çoğu kadınlığını üniversitenin ilk yılında keşfetmiş seksi, güzel, çirkin dişiler.
Ben, demişti biri, bir gece seviştikten sonra. Kadınlığımdan utanmıyorum, cinselliğimden de. Seks bir ihtiyaç. O ise hayatının en kötü deneyimlerinden birini
bu çenesi düşük kızla yaşadığını düşünüyordu o sırada. Ağzı leş gibi kokuyor ve
hala konuşuyordu. Anladığı kadarıyla kız feministti. Ama anlamadığı neden anlatıyordu, neyi ispatlamaya ya da onu neye ikna etmeye çalışıyordu? Gülmüştü.
Kız, neden gülüyorsun diye sormuştu. Hiç, aklıma bir fıkra geldi, anlatayım mı?
İnsanların inandıklarını anlatma çabası onu bazen güldürür, çoğu zaman üzerdi. Bu kadar mı inançsızız kendimize de onay bekliyoruz insanlardan. Kendini
düşündü. Otuz altı yaşındaydı. Ailesiyle birlikte İstanbul’un aslında en çok ait
olduğu ama en yadırgadığı semtinde yaşıyordu. Kendisi gibiydi bu yer. Kendini
özüne en yakın hissettiği zamanlar hep kendini en yadırgadığı zamanlar olmuştu. Tıpkı bu semt gibi, dedi.
Ait hissetmiyordu buraya, sevmiyordu; ama ne zaman bir şeylerden kaçmak
istese yolu buraya düşüyordu kendiliğinden.
Çok eskiden, ilk gençlik yıllarında mutluluğu hep daha parlak caddelerde, daha
canlı hayatlarda aramıştı. En güzel kadınlara aşık olmalıydı o.En güzel evlerde
yaşamalı, en güzel ülkeleri keşfetmeli, en yüce duygulara erişmeliydi. Hayat ona
bunu vermeyebilirdi ama o azla yetinecek biri değildi. Ya hep ya hiç. Ve o çoğu
zaman hiçti. Bu hiçlik asil bir duyguydu ama, ezmiyordu onu. “Hep”i arzuluyor,
onu istiyordu. Ortalarda olamazdı. Sıradan duygular, sıradan insanlar, sıradan
kadınlar ona göre değildi.
O genç ve ateşli adamı düşündü. O zamanlar en büyük korkusu yaşayamamaktı. Hayat önünde türlü yemişler, meyvelerle dolu devasa bir tabaktı ve o
hepsinin, her şeyin tadına bakmak istiyordu. Baktı da. Aferin ulan dedi, yaşadın.
Ama huzursuzluğu hiç geçmedi. Bazen unutuldu, üzeri örtüldü ama o hep
oradaydı.
Ben, dedi, çok düşünüyorum. Belki, sorun bu. Eskiden düşünmezdim pek, yaşardım sadece. Ama yine de içimde bir yerde bu hain duygu dürterdi beni. O
zamanlar susturabiliyordum onu, alt edebiliyordum. Şimdilerde ise güçlü olan
o. Yıllarca sindirilmişliğin öcünü alıyor adeta.
Buna ne gerek vardı ki. O da biliyordu, farkındaydı durumun.Yanlışlar yapmıştı, kalpler kırmıştı ama artık değişmemiş miydi? Yapmıyorum işte, daha ne
21
istiyorsun. Düşünüyorsun ama, dedi içindeki ses.”Seni pis serseri, ben senin ciğerini bilirim.”
Bu lafı hiç sevmiyordu: Ben senin ciğerini bilirim.
Sen kaşındın, dedi. Cehaletin mutluluğunu ittin elinin tersiyle.Şimdi düşüncenin girdaplarında, labirentlerinde dolan dur. Huzuru bulamayacaksın; çünkü
sen huzursuzluğu seçtin bilmeden.
Düşüncenin labirentleri, diye tekrarladı. Allah’ım bir de filozofluğa özeniyorum.
Kötü bir insan olamazdı. Öyle olsa düşünür müydü bunları, acı çeker miydi?
Pişman olur muydu yaptıklarına?
Sen, dedi ikiyüzlüsün. Artık yapamayacağını anladığın için vazgeçtin.Yapmak
istemediğin için değil.
Yorgun hissediyordu. Nerden çıkmıştı şimdi bu. Normal insanlar gibi uyanır
uyanmaz yataktan kalkmalı, diline bir şarkı tutturmalı, günlük işlerine koyulmalıydı. Kim bu kadar kafa yorardı kendi üstüne. Hangi aklı selim sabahın en güzel
iki saatini sırf kendini hırpalamak için harcardı.Daha önemli işleri yok muydu.
İnsanlar boş vakitlerinde filozof olur, yapacak işleri olmadığı için delirir. Yanlış.
En zorlu yollar kendi içinden geçer insanın, en büyük yolculukları kendinedir.
Kızarmış ekmek kokusu geliyordu salondan. Açlığını duydu birden.Şimdi sadece kızarmış ekmekteydi aklı.Güldü.Bu kadar işte.Kafamın içindekileri kovmak için bu gerekiyormuş yalnız.
Kızılderili ilişti gözüne tekrar . İki saat önceki halinden farklıydı şimdi. O kadar
sert ve kibirli gelmiyordu artık bakışları. Haydi Bay Kızılderili, dedi, şimdi birer
barış çubuğu tüttürelim...
22
‘’...Hemen hemen her gece getiriyordum aslanımı. İçeri giriyor, yatağın üstüne
atlıyor, hepimizin yüzünü yalıyordu, ötekiler de buna gereksiniyorlardı çünkü;
hem en büyükleri bendim, onlarla ilgilenmek bana düşerdi. Ama aslanların adı
kötüye çıkmıştır, çünkü herkes gibi onlar da karınlarını doyurmak zorundadırlar, bu yüzden, ötekilere aslanımın geleceğini söylediğim zaman içeride çıngar
kopardı. Banania bile basardı yaygarayı, oysa dillere destan neşesi yüzünden
nasıl hiçbir şeyi siklemediğini Tanrı bilir.
...Sonunda Madam Rosa, kendisi uyurken eve bir aslan getirdiğimi öğrendi.
Bunun gerçek olmadığını, sadece doğa yasalarını düşlediğimi biliyordu, ama
gittikçe daha çok sinir olan bir sinir sistemi vardı, evin içinde vahşi hayvanların
bulunduğu düşüncesi de geceleyin korkular yaratıyordu onda. Bağırarak uyanıyordu, çünkü benimkisi bir düştü, ama onda karabasan oluveriyordu. Madam
Rosa, karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır, derdi hep. Birbirinden bütün bütüne
ayrı iki aslan yaratıyorduk onunla, ama n’aparsınız?’’
Momo, 1975
23
Kitap incelemeleri Avare Kadın
aylin yeşiltaş
Doğumu 19. yüzyılın sonlarına denk gelen yazar, 20. yüzyılda verdiği eserlerle
pek çok kişi tarafından hatırlanacaktır. İki çağ arasındaki geçişi yansıtan romanları, kendisi kadın erkek eşitliğini kabul etmese de, daha sonra feministleri etkileyecektir. Aralarında çağdaşı Proust’un da bulunduğu geniş bir okur kitlesine
sahiptir.
Kadının siyasete girmesini ve oy vermesini desteklemeyecek kadar geleneksel
bir bakış açısına sahip olan yazar, kadının özgürlüğüne vurgu yapar. Kısıtlayıcı
ve onun kimliğini hiçe sayan bir evlilikten geçtikten sonra, kadının çalışarak ekonomik özgürlüğünü kazanabileceğinin ve istediği gibi yaşayabileceğinin farkına varır. Dört duvara sıkışan zengin aristokratların aksine, yaşamak için çalışan
modern bir kadın vardır karşımızda. Artık bir erkeğe ve erkeğin sağladığı bir
eve ihtiyacı yoktur. Bu nedenle sonraki yaşamında hayatına birden çok erkek ve
birden çok şehir girecektir.
Kadını arzu ve erdem arasında ikiye bölünen bir birey olarak görür Colette.
Kadınlığının ilk evresinde erdemi arzudan üstün tutarak, onu aldatan bir adamla evli kalmış ve arzularını bir kenara atmıştır.
Avare Kadın, Colette’in kadınlığının bu ilk monoton evresinden sonraki dönemi yansıtır. Protagonistin arzularıyla tanışmasını resmeden bu eser, kadına
evlilik ve yuva kavramlarını layık gören geleneksel romanlara kafa tutar.
Yazar ve pantomim oyuncusu Renée, yetenekli ressam Adolphe Thaillandy ile
8 sene evli kalır. Paris’in en ilgi çekici çifti, Adolphe’ün, tıpkı gerçek hayattaki
kocası Willy’de olduğu gibi, devam eden diğer ilişkileri nedeniyle sona erer. 3
senelik bir yalnızlık ve kendine acıma halinin ardından, Max ile karşılaşır.
Zengin ve aristokrat bir adam olan Max, başlarda Renée’ye itici gelir. Daha
sonra onun ortamdaki diğer kişilerden farklı olduğunu keşfedecektir. Diğerleri
yalnızca arkadaşken, Max bir “erkek”tir. Bunu fark ettiğinde flört konusundaki
deneyimsizliği ile de yüzleşecektir.
8 senelik bir evliliğin ardından, flört etmek hakkında hiçbir şey bilmeyen bir
kadındır Renée. Erdem seçeneğini seçerek sürdürdüğü yaşam onun özgürlüğünü elinden almış ve onurunu zedelemiştir. Romanın başlarında kendine acıyan
yalnız bir kadın görürüz. Daha sonra bu kadın, içindeki heyecana ve şehvete
kulak vererek istediği gibi yaşamayı seçecektir.
Bir şatoya kapanıp kalmayı kabullenemeyen Renée, Max’a verdiği evlilik sözünden vazgeçtiğini bir mektupla bildirerek turne için Amerika’ya gider.
24
Colette... Romanlarında daima kurgu ile otobiyografik öğeleri harmanlayan bu cesur ve aykırı kadın, Renée ile hayatının geçiş dönemini yansıtmıştır.
Geleneksel burjuva çağından, modern çağa geçişi, bir aristokrat ile evlenerek
erdemli yaşam sürdürmektense ekonomik özgürlüğünün peşine düşen modern
ve gerçekçi protagonisti aracılığıyla okurunun gözleri önüne serer; böylelikle
modern kadını ilk resmedenlerden biri olur.
25
Kitap incelemeleri Onca Yoksulluk Varken
betül arslan
Etrafımız o kadar ışık dolu ki yıldız taşları görünmüyor gözlerimize, gölgesi
düşmüş gökdelenlerin onca yoksulluk varken..
Bir sabah gözlerinizi hiç tanımadığınız bir evde sizin yaşlarınızda bir sürü annesiz çocuğun olduğu, kurallarının aşina olunan toplumsal kuralların dışında bir
yerde açtığınızı tasavvur edin. Önemli olan nerede olduğunu ve neden burada
olduğunu anlamaktan ziyade buraya hapsolduğunuzu anladığınızda nasıl devam edeceğinizi öğrenmek.
“Sevgisiz yaşayabilir mi insan?”
Gaz odalarından, işkenceden kurtulmuş yaşlı bir Yahudi kadın ile beraber kalıyordu Momo diğer kendilerini savunurken hijyen kurallarına dikkat etmedikleri
için dünyaya gelmek zorunda kalan çocuklarla birlikte.
Öte yandan annesinin babası tarafından kıskançlık krizine kurban edildiğini
öğrendiğinde aynı zamanda dört yaş da büyümüş oldu.
Platon’un idealar dünyasından bir başka yansımanın ruhunu kapmıştır belki
küçük filozof. Öğrenememiş o kadar insan varken o sevgisiz yaşayabilir mi insan
diye sormayı düşündü sonuçta.
Kelebeğe üfleyip kanat çırpışıyla bir soykırım öncesi rüzgara karışsın istedim.
Bir altı milyon can öteye. O zamanki sanat başka göklerde
uçmaktaymış. O zamanki sanat savaşta bacağı kopan bir çocuğun gözlerindeymiş.
Onca yoksulluk varken ben burada boşluk dolduruyorum. Herkes susuyor, kimse bağırmıyor olanlara, tepki de göstermiyor. Tüm tepkiler savaşla sonuçlanıyor.
Kazanılan hiçbir zafer başlangıçtaki düşünceyi yaşatmıyor.
Güçlü yüzüğü takan herkes sahibi olmak istiyor ona. Yaşanılanların plazmik
dokunuşundan daha fazlasını duyamaz oldu insanlık, oralarda kendi kayboluşlarını dahi bulamazken bir de karaktersiz kalıverdi.. En asli amacını mı unuttu
insanlık. Hatırlatabilir belki sorunun cevabını bulmaya çalışanlardan biri. İnsan sevgisiz yaşayamaz diye kadınlar savunmak zorunda kalmış kendilerini sevgi
dolu yöneticilere karşı. İnsanları öteki ettiniz, başkalarının hayatı sanki önemsizmiş gibi.
Momo, rengarenk bir ölümün yanında yatıyor. Burada sizin rahatsız olduğunuz kokuşukluğa fark etmediğinizden daha kuvvetli alışmışken çok saçma.
Bence yaşayamaz insan sevgisiz.
26
27
Kitap incelemeleri Yabancı Üzerine
aygün açıkalın
Camus’nun Yabancı’sı bana yabancı geliyor.Toplum karşısındaki ahvaline ağıtlar yakarken biz, yazarın öyle idealize ettiğini sanmıyorum bu yabancıyı. Bu
absürt tip biraz zoraki. Ki yazarının felsefi öğretisine de uyuyor
Camus’ya karşı haddimi aşmak istemem; ancak bu saf varoluş mümkün müdür, çevresindeki bunca insana rağmen bulaşmamış mıdır “insanlık” ona da?
Modern – hatta postmodern mi demeliyim?- bireyin topluma karşı başkaldırısı,
esasında insan doğasındaki bu doğal refleks Yabancı’da o kadar anlamdan yoksun ki. Bu “anlam yoksunluğu” ifadesi negatif değil aslında. Mersault üzerinde
düşünmüyor anlamın hiç. Kendi doğası bu çünkü. Kendiliğinden işte. Öyle olması da gerekmiyor mu zaten? Neticede evrenin o muhteşem kayıtsızlığı biz de
onun bir parçasıyken, insan beyni bunu nasıl yadsıyabiliyor ki?
Yabancı, en sonunda toplumun onu tamamen dışlayıp, hem sosyal hem bedensel yok oluşunun gerekliliğine karar vermesine kadar herhangi bir anlam
yüklemiyor kendi varoluşuna. Son anda yüklediği anlamsa “anlamsızlık” oluyor.
Bu “negatif ” tip sadece toplumsal anlamda hak etmiyor bu tanımı. Bireysel
anlamda da bir anti kahramanın hakkını veriyor bana göre.
Saçma bir çağrışımla Knut Hamsun’un İsak’ını* koydu karşısına belleğim bu
yabancının
Hamsun’un kahramanı da Mersault kadar dışındaydı bulunduğu toplumun.
Yine üzerinde çok düşünmeden, anlamlandırmadan yaşıyordu; ama doğası onu
tek başına kendi ilkel toplumunu yaratmaya itiyordu. Kendi başına bu evrende
bir varlık sergileyerek hak iddia ediyor, hakkını talep ediyordu.Neticede onun da
payına bir şeyler düşüyordu bu dünyada ve o bundan asla vazgeçmiyordu.
Dediğim gibi Yabancı’nın varoluşunun herhangi bir anlamı olup olmadığını
sorgulamaması sorgulasa da anlamsızlığa kanaat getirmesi, bu düşünsel anlamsızlık kabul görüyor tarafımdan. Ancak bedensel, içgüdüsel varlığı insanın, her
türlü anlamdan arınmış saf varlığı, doğası reddedildiğinde asıl trajik yok oluş bu
gibi geliyor.
Bunu ben de hissettim. Herhangi bir nedene gerek yok, bir nedensellik yok
çoğu zaman insan davranışında. Ya da bizim zannettiğimiz gibi bir anlamı yok.
Buna anlam katan toplumsal ya da bireysel varoluş kaygımız sanıyorum, anlamı
veren bu. Burada bireyi de ifadedeki mantık hatasını görmezden geliyor ve tek
kişilik bir topluluk olarak tanımlıyorum.
Bunu ben de hissettim. Bir adamı –ya da kadını- aynı şekilde öldürebileceğimi
hissettim o satırları okurken. Mersault’un o iç sıkıntısını, o bunaltıcı sıcağı, o
28
tetiğe defalarca basmanın, o boşalmanın – Tanrım ne diyorum- cinsellikle eş
heyecanını hissettim. Tanımadığın bir bedene ilk defa değmek gibi.
Ya da hayır, hiçbir anlamı yok.
*Knut Hamsun’un Dünya Nimeti adlı romanının kahramanıdır.
29
Kitap incelemeleri Bulantı'nın Kazıdıkları
erişhan erdem
Oluş, tek bir andan meydana gelen şimdinin ve geleceğin derdidir. Oluşun içinde eski yoktur, ki bu yüzden geçmiş sadece hatırlanmak istendiği gibi hatırlanır.
Neden sorusunun çağladığı anlar ise sadece birey için değil, toplum için de gereklidir.
‘’Çünkü insan farkında olmasa da, içinde bir yığın başkalaşım birikir’’
Kabul görmeye çalışmak, oluştan zevk almanın peşinde olmak yadırganacak
iş değil; iş, makineleşmeyle beraber bulantının artması. Bu bulantı insani değil,
insanla ilgili değil; deli işi hiç değil.
‘’Bütün bu değişimler nesnelerle ilintili’’
Şu bira bardağı, masa, sigara paketi; örnekleri abartmanın da anlamı yok. Antoine dertli, nesneler bize dokunmamalı ama ya biz nesnelleşirsek? Nesne olan
insanın bulanıp, iğrenmesinden başka bir kaçış yolu var mı? Bir bira bardağı
düşünmek zorunda kalırsa, köleliğinden hangi insandan daha fazla iğrenebilir?
Antonie, bağlandığı bir hayat olmadan dünyevi kalamıyor. Satre’ın belirttiği
gibiyse; bağlandığımız bütün hayatlar palavra serüvenlerden ibaret. Doğamız
dünyevi, buraya saplandığımızın farkındayız, bir kaç yalana inanmak istiyoruz
ancak boyutlardan ayrık, dürüst bir zihnimiz var; kendimiz olmazsak kusmanın
ne anlamı kalır?
İşe yaramaz bir nesne olmak bize göre değil belki; emir kulu olmak doğaya
aykırı. Niye bazıları çok sever, tutku neden bağlar bizi kendine, neden özgürlük
masalları okuyan bir köle çok ilgi çekici; bu soruların cevabı bulantılarımızın
içinde. Oluş işe yarasa, der Sartre bulantı’da, psikologlara kim ihtiyaç duyar?
Peki ya sevdiğimiz, sevdiklerimiz nesneleşirse? ‘Kaçıp, iğrenmekten başka ne
yapabilir ki insan?’ der Antonie.
Bütün bir toplum, omurgasız bir nesne olmayı doğanın kuralı olarak görürse;
beyincik yok olmadan önce kaç nesil daha sürebilir kusmalarımız?
-Antoine; nominal bir pazarda dünyaya bağlı.
30
Ey dil hele alemde bir adem yoğ
Var ise de ehl-i dile mahrem yoğ
Gam çekme hakikatte eğer arif
Farz eyle ki el'an yine alem yoğ
imiş
imiş
isen
imiş
Nef'i
31
32