Yıl:14 Sayı:75 Ocak-Şubat 2012 - ankara il millî eğitim müdürlüğü

Transkript

Yıl:14 Sayı:75 Ocak-Şubat 2012 - ankara il millî eğitim müdürlüğü
Editör
“ Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu!”
(Hacı Bektâş-ı Veli)
Merhaba!
“Temel Taşlarımız II” ile yeniden karşınızdayız.
Okuyucudan büyük ilgi gören “Mevlâna ve Yunus Emre”
sayısından sonra Temel Taşlarımız’a devam edelim dedik. Sahip
olduğumuz değerler o kadar çok ki onların hepsini anlatabilmek,
tanıtmak mümkün değil. Bizim burada sunmaya çalıştığımız bu engin
deryadan yalnızca birkaç damladır. Sizlere bu dergileri hazırlarken
bizler de pek çok şey öğreniyoruz. Bundan yüzyıllar önce gerçekleşen
bir olay veya söylenen bir söz, onca kültür değişimine, modernleşmeye,
teknolojinin gelişmesine rağmen hayret verici şekilde bugünün
insanını etkiliyor, yönlendiriyor. O söz üstüne yıllar geçse de daha etkin
bir şey söylenemiyor. Ne dehalar gelmiş geçmiş yeryüzünden. Konuları
inceledikçe bizler de derine iniyor, hayret, gıpta ve gururla derleyip
sizlere sunuyoruz.
Bu sayımızda toplumumuzu derinden etkileyen büyük
mutasavvıflarımızı sizler için inceledik. İslâmi ilimlerin laboratuarı kabul
edilen tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir, kabulleniştir. Manevi yükseliş ve
arınma onda esastır. Bazı tasavvuf alimlerine, örneğin Mevlânâ’ya göre,
insanları tasavvufa yönlendiren güdü içsel arayıştır. İmam Gazali’ye
göre ise tasavvufa girişte, insanın içine düştüğü zihinsel ve gönülsel
boşluktan kaynaklanan arayış ve şüphe vardır. Kısaca değindiğim bu
zengin konuda derin ve detaylı bilgilere dergimizde ulaşabileceksiniz,
Fârâbi'den itibaren kronolojik olarak İbn Sînâ, Asya’nın kandilleri
olarak bilinen Ahmet Yesevî, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hâcib ve
daha sonra Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektâş-ı Veli, ünlü denizcimiz
Pîrî Reis ve yapıtlarıyla dünyaca tanınmış mimarımız Mimar Sinan yer
alıyor. Dergimize yaptığı katkılardan dolayı fotoğraf sanatçısı Enver
Şengül’e teşekkür ediyor, yazıma Ahmet Yesevi’nin sözleriyle son
vermek istiyorum:
“Kafir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma çünkü kalbi kırmak
Allah’ı kırmaktır. Gönlü kırık zavallı garip birini görsen, yarasına
merhem koy, yoldaşı ve yardımcısı ol.”
Merhaba!
ler
i
k
e
d
n
i
İç
İ
Farab
na
İbn Sİ
acip
Has H
t
Yusuf
ahmu
rlı M
Kaşga
vİ
e
t Yes
Ahme
a
c
o
H
İ
ş-ı Vel
Bektâ
Hacı
lİ
e
V
m-ı
Bayra
Hacı
n
r Sİna
Mima
eİs
Pîrî R
4
4
18
34
44
52
62
88
100
116
Farabi
Ankara İl Millî Eğitim
4 Ankara İl Millî Eğitim
Dergis
Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şubat 2012
Dergisi 18
44
18 İbn Sina
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 34
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
19 45 ahmut
M
ı
l
r
a
Kaşg
Ocak
lî Eğitim
- Şubat
Ocak
- Şubat
i Dergis
2012
2012
i Dergis
a İl Mil
Ankar
lî Eğitim
a İl Mil
Ankar
44 Y usuf H
as Hac
ip
34 Ankara
İl Millî
Eğitim
Dergisi
Ocak -
Şubat
2012
Ocak -
Şubat
2012
Ankara
Yazı Ýþleri Müdürü:
A. Berrin VAROL
Basın Yayın Bölümü Sorumlusu
berrinvarol54@yahoo. com
Sahibi:
Genel Yayın Yönetmeni:
Kasım KIZILSU
kasimkizilsu@hotmail. com
Ýl Millî Eðitim Müdürlüðü
adına
Kâmil AYDOÐAN
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 2 Ýl Millî Eðitim Müdürü
www.ankara.meb.gov.tr/dergi
Yayın Kurulu:
Ulvi KABAKÇI
Din Öğretimi Bölümü
Müdür Yardımcısı
Gülay KARAKOÇ
ozgur280@mynet. com
Mahmut YÜCELÝ
mahmutyuceli@hotmail. com
Nuray DEÐÝRMENCÝOÐLU
[email protected]
Dilek TÜRK
[email protected]
Gönül ÇEK MET‹N
[email protected]
Yazı ‹þleri:
Berna KAÇMAZ
[email protected]
Gülay NAMAZCI
gulaymck@yahoo. com
Tuba ÖZGEN
Ocak - Şubat 2012
[email protected]
İl Millî
Eğitim
D
52
i
met Ye sev
h
A
a
c
o
H
t 2012
52 Ankara İl
Millî Eğitim
53 Hacı Bektâş-ı Veli
Ankara İl
t 2012
Ocak - Şuba
Ocak - Şuba
5 si 62
Dergisi 62 Millî Eğitim
Dergisi 88
Hacı Ba
yram-ı V
eli
88 Ankara İl Millî
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 100
116
Eğitim Dergi
si 100 Ocak - Şuba
t 2012
Mimar Sinan
Ankara İl Millî Eğitim
Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şuba
t 2012
Ankara İl Millî
Eğitim Dergi
si Ocak - Şubat 2012
Anka
89 117 lî Eğitim
i Dergis
a İl Mil
Reis
Pîrî
lî Eğitim
Ankar
Ocak
Ocak
- Şubat
- Şubat
2012
2012
i Dergis
a İl Mil
Ankar
116 Dergisi
35 Haber Fotoðrafları:
Kadir KÝBAROÐLU
[email protected]
Yönetim Yeri:
Millî Eðitim Müdürlüðü
Basın-Yayın Bölümü
Beþevler - ANKARA
Tel: 0312 212 15 91
Yayın Türü:
Ocak - Şubat 2012
Yerel Süreli Yayın
63 Grafik&Tasarım:
Sincan Matbaası
Mustafa ÇATALKAYA
[email protected]
Baskı ve Cilt:
Sincan Matbaası
Büyük Sanayi 1. Cad.
Elif Sokak No: 7/241
(Sütçü Kemal Ýþhanı)
Ýskitler-ANKARA
Tel: 0312 384 56 88
Fax: 0312 384 53 37
e-mail: [email protected]
ISSN 1302-8421
3000 adet basılmıþtır.
Ýki ayda bir çıkar. Ücretsizdir.
Basım Tarihi / Yeri:
Mart 2012 - ANKARA
Gönderilen eser ve çalıþmalar,
yayımlansın veya yayımlanmasın,
iade edilmez. Yazıların
içeriðinden yazarlar sorumludur.
Yayın kurulu yazılar üzerinde
deðiþiklik yapabilir. "Ankara" adı
Ankara İl Millî
alınmadan alıntı yapılamaz.
Bu dergide yayımlanan
hiçbir yazı ya da fikir,
Ýl Millî Eðitim Müdürlüðünün
görüþünü ifade etmez.
OKURLARIMIZA...
Deðerli eðitimciler,
ilkemiz, dergimizde hepimizin
sesini duyurabilmektir.
Bu amaçla konu ve yer
sınırlaması olmaksızın yazı,
þiir, sanatsal, kültürel ve
sportif her türlü faaliyetlerinizi
paylaþmaya
hazırız. Katkılarınız
Eğitim
Dergisi 3 için þimdiden teþekkür ederiz.
4 Fârâbi
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
İslam felsefesini metot,
terminoloji ve problemler
açısından temellendiren
ünlü Türk filozofu, bilim
ve inançla yoğrulmuş,
zamanda pişmiş, birçok
dilde tek bir insan;
Fârâbi.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 5 FÂRÂBİ
( 871- ö.339/950)
Sadece Türklerin değil; ayak bastığı her coğrafyadaki ulusların kültürünü yeni izahlarla tekrar
değerlendiren Türk Büyüğü Fârâbi, Orta Çağ’da
yaşamış büyük İslam filozoflarından biridir.
Aristoteles’in felsefesini İslami açıdan yorumlayarak İslam düşüncesiyle bağdaştırmaya çalışmıştır. İslam felsefe geleneğinde Aristoteles “ilk
öğretmen”, onun yetkin yorumcusu Fârâbi ise,
“ikinci öğretmen” olarak nitelenir.
Fârâbi’nin hayatı hakkındaki kaynaklarda
yer alan bilgiler oldukça yetersizdir; özellikle
ilk elli yılı hakkında pek az bilgi bulunmaktadır.
Fârâbi, (İS. 871-872) yılında Türkistan’da Sirderya
(Seyhun) nehri ile Aris’in birleştiği yerde kurulmuş eski bir yerleşim merkezi olan Farab şehri
(bugünkü Kazakistan sınırları içinde eski bir şehir
olan Otrar) yakınlarındaki Vesiç köyünde doğdu.
(Türkistan’ın Farab Otrar kentinde doğduğu için
Fârâbi, Farablı diye anılır.) Babasının adı Tarhan,
dedesinin adı Uzlug’dur. Babasının Türk ordusun-
da ünlü bir kumandan olduğu, kendisinin de bir
süre devlet memurluğu, kadılık yaptığı söylenir.
Fârâbi, Ebu Nasrı Fârâbi, Arısto’ nun bütün
eserlerini açıkladığı ve incelediği için “Ustad-ı
Sani, Hâce-i Sani, Muallim-i Sani” gibi sıfatlar almıştır. Bunlardan başka, Ebu Nasri Fârâbi-i Türki,
Hakim Fârâbi gibi isimlerle de anılır. Asıl adı Ebu
Nasr Muhammed bin Turhan bin Uzlug’dur. Batı
kaynaklarında adı, ‘’Alpharbius ya da Alphartabi’’
olarak geçer.
Bilindiği kadarıyla Fârâbi, felsefe ve mantık
ile ilgili ağır problemlerin çözümünde son derece
yetenekli ve geniş ufuklu bir düşünürdür. Henüz
küçük yaşlarda bile, düşünce ve idrak kapasitesinin yüksekliği ile dikkatleri çeken Fârâbi, ilköğrenimini Farab ve Buhara’da tamamladı. Sâmânîler
Devleti’nin hâkimiyetinde önemli bir eğitim ve
kültür merkezi konumunda bulunan Fârâb’ da,
eğitim proğramının dinî, eğitiminin dilinin Arapça
olduğu Farsça’nın da kısmen edebiyat dili olarak
okutulduğu bilinmekte ve bu ortamda Fârâbi’nin
iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. Daha sonra, yüksek öğrenim için uzun bir süre yani 901942 arasında okuduğu ve çalıştığı Bağdat’a gitti.
Bu süre boyunca, ilim ve teknolojinin birçok dalında olduğu gibi bir kaç dil üzerinde de ustalık
kazandı. Ana dili olan Türkçe’ den başka Farsça
ve Arapçayı, Hıristiyan hocalardan ilim dili olan
Latince ve eski Yunancayı öğrendi. Çağının ünlü
bilginlerinden Ebu Bişr bin Yunus’tan Mantık,
Ebu Bekr Ibn el Sarrac’dan dilbilgisi dersleri aldı.
Bundan sonra Harran Üniversitesine giderek
felsefe çalışmaları yaptı ve burada Yuhanna bin
Haylan’dan Mantık bilgisini ilerletti. Aristo üzerindeki çalışmalarını burada yaptı. Bu çalışmaları ve felsefedeki yetkinliği nedeniyle kendisine
ikinci öğretmen (birincisi Aristoteles) denildi.
Bağdat’ta yirmi yıl geçiren Fârâbi, 941 yılında,
Hamdaniler’in başşehri olan Hâlep’e gitti ve burada Hamdanoğulları’ndan Seyfüddevle Ali ile
tanıştı. İlminin ününü işitmiş bulunan Türk beyi,
onun engin şahsiyetine de hayran kaldı. Fârâbi’yi
ağırlamakta kusur etmeyen bey, kendisine vermek istediği yüksek maaşı kabul ettiremedi.
Ömür boyunca son derece mütevazı bir hayat
süren Fârâbi, yevmiye olarak ancak dört dirhem
gümüş aldı. Sarayda gelenekleşen bilim ve sanat
toplantılarına katıldı. Burada bilim ve düşünce
adamı olarak saygın bir yer edindi.
Arap ülkelerinde yaşamış, Türk kimliğini ve
Türk törelerini ölünceye kadar bırakmamış olan
Fârâbi’yi anlatan kitaplar, İslam âleminde Ebul
Hasan el-Beyhaki, İbn-el-Kıfti, İbn Ebu Useybiye,
İbn el-Hallikan adlı yazarlar tarafından Fârâbi’nin
ölümünden birkaç yüzyıl sonra gerçekleştirildi.
6 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Büyük mütefekkir ve ünlü musiki üstadı Fârâbi,
Mantık, felsefe, matematik, tıp ve musiki üzerinde
büyük bilgi sahibi idi. Bu konular üzerinde yüzden
fazla eser verdi. Ancak bugün elde sadece 39 eseri kalmıştır. Bu arada Aristo’nun bütün eserlerini
de şerh etti. Onun, İlimler Ansiklopedisi (İhsâu’lUlûm) adlı eseri, döneminin filoloji, mantık, matematik, fizik, kimya, ekonomi ve siyaset alanlarındaki bütün bilgileri sayıp döker ve özet olarak
mahiyetlerini anlatır. Et-Ta’limü’s-Sanî ve İhsâu’lUlûm Doğu dünyasının ilk ansiklopedisi sayılan
değerli eserlerindendir. Bu büyük dâhinin eserleri
Hindistan’da ve Mısır’da basıldı, İbraniceye ve
Batı dillerine de çevrildi. Büyük bilginlerden, İbni
Sina ve İbni Rüşt gibi büyük filozoflar ondan ders
aldılar ve onun aydınlığında yetiştiler.
Üstün bir zekâ ve kabiliyete sahip bulunan
Fârâbi, Bağdat’ta yaptığı yüksek öğrenimi sırasında Arapça, Farsça, Grekçe ve Latinceyi ana
dili gibi öğrenmiş, bu lisan zenginliğini çeşitli
dallardaki çalışmalarıyla bir kat daha değerlendirmiştir. Bu arada Yunan felsefesini de incelemiş,
bu konunun büyük üstadı Aristo’nun eserlerini,
aslından çok daha anlaşılır şekilde şerh etmiştir.
Bu yüzden yalnız doğu âlemi değil, Batı âlemi de
kendisini Aristo’dan sonra gelen Muallim-i Sânî
olarak kabul etmiştir.
Din ile felsefeyi birbirinden ayıranlara karşı
dururken bu iki kavramın birbirinden ayrılmaz
bir bütün olduğu tezini savundu. Hayatı boyunca
dinî, felsefenin temel taşı saydı. Bu arada İslam
dinîne felsefe anlayışını da sokarak İslam felsefesini ortaya çıkardı. Fârâbi’nin tek ve şaşmaz ilkesi,
“Varlığın ilk sebebi” idi. Daima şöyle derdi:
Ocak - Şubat 2012
“Evrenin tümünü kavramak isteyen bir kişi,
önce insana bakmalıdır. Çünkü bütünüyle varlık kavramı ruhta belirmiştir. Tanrı, varlıkların en
büyüğü ve en son kademesidir. Bütün insanlık
onun özünde birleşmektedir. Varlığı başka varlıklarla kıyaslanmayacak kadar mükemmeldir. Akıl,
Tanrının özünden gelir. Ahlak ın temeli ise bilgidir…”
Bu büyük ilim adamı, ilimleri iki bölümde inceledi. Bunlardan birincisi teorik ilimlerdir ki, içinde
metafizik, mantık ve biyoloji bulunur. Diğeri pratik
ilimlerdir. Bu grupta da ahlak , siyaset, musiki ve
matematik yer alır. Fârâbi, Aristoteles’in ilim dediği hitabet ve şiiri bu sınırın dışında bırakır. Fârâbi,
aynı zamanda musiki alanında da büyük bir üstat idi. Ayrıca rübap denilen çalgıyı da geliştiren
ve bugünkü şeklini veren yine odur. Fârâbi, akort
ve intarvaller nazariyesini de geliştirmiş, Şark musikisinin nazariyelerini Kitabü’l-Musikiyyu’l-Kebîr,
yani Büyük Musiki Kitabı adlı eserinde gösterdiği
gibi bir çok besteler de yapmıştı. Arap ülkelerinde
yaşamasına rağmen mütevazı hayatının yanı sıra
Türkistan millî kıyafetini de asla terk etmedi. Hep
bu kıyafet içinde göründü.
Eski Yunanlı filozof ve ilim adamlarının eserlerinin Arapçaya çevrilerek öğrenilmesi, kaynaklarda “Türk filozofu” diye anılan Fârâbi ile başlamıştır denebilir. Önce Abbasiler, sonra Endülüs
medeniyeti içinde yetişen İslâm bilginleri, bunları
Batı’ya tanıtmıştır. Orta Çağ Avrupa’sı bu filozofu, Arap dilinden özellikle Kurtuba’lı ibn-i Rüşd’
den öğrendi. Batılı bilginler Ibn-i Rüşd’ü öğrenmek isterken Fârâbi’yi okumak zorunda kaldılar. Fârâbi’ nin eserlerinin yüzyıllarca Avrupa’da
tanınmasının nedeni budur. Bütün Orta Çağ boyunca Avrupa’da böylesine tanınan, hatta XX.
yüzyılda bile hakkında araştırmalar yapılan, eserleri yayınlanan Fârâbi, 337’de(948) Mısır’a kısa bir
seyahat yaptıktan sonra Dımaşk’a döndü. Recep
339’da (Aralık 950) seksen yaşındayken Şam’da
bekâr olarak öldü. Cenazesine önde gelen on
beş (ibn Hallikân’a
göre dört) devlet
büyüğüyle
birlikte
Emîr
Seyfüddevle
katıldı
ve
na’şı
Bâbüssagir
denilen semtin dışında
toprağa verildi. Her
ne kadar Beyhaki, o
dönemin ünlü şairi
Mütenebbi’nin dramatik ölümüyle ilgili olarak Fârâbi’ye
isnat ederek onun
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 7 Dımaşk ile Askalân arasında yolunu kesen eşkıya tarafından öldürüldüğünü iddia ediyorsa da bu
rivayet, tamamen yakıştırmadan ibarettir.
MENKIBELERDE FÂRÂBİ
Eldeki veriler ışığında, filozofun hayatını bütün
yönleriyle aydınlatmak mümkün değildir. Tarihte
ünlü kişilerin adı ve şahsiyeti etrafında örülen
menkıbeler ağı Fârâbi için de söz konusudur. Bu
menkıbelere daha ziyade, filozofun ölümünden
300 yıl kadar sonra, kaleme alınan Kültür tarihi niteliğindeki kaynaklarda rastlanmaktadır. Mesela,
anlatıldığına göre Fârâbi, ilk defa Seyfüddevle’nin
sarayına hayatı boyunca giyindiği Türk kıyafetiyle
girer. Emîr, kendisine oturmasını söyleyince filozof, “Benim yerime mi, senin yerine mi?” diye sorar. Emîr’in ondan kendisine layık olan yere oturmasını istemesi üzerine filozof, orada bulunan
topluluğu yararak geçip Seyfüddevle’nin yanına
oturur; bununla da yetinmeyerek onu sıkıştırıp
oturduğu yerden kaydırır. Bunun üzerine Emîr,
önde gelen devlet büyüklerine, sadece kendi aralarında kullandıkları bir dille Fârâbi’ye bazı şeyler
soracağını belirtir ve cevap veremezse edebe aykırı davranan bu ihtiyarı dışarı atmalarını emreder.
Konuşulanları anlayan Fârâbi, aynı dille Emîre
sabretmesini, işin sonunun önemli olduğunu
söyler. Seyfüddevle hayretle, “Sen bu dili biliyor
musun?” deyince filozof, “Ben yetmişten fazla dil
bilirim.” karşılığını verir. Ardından o mecliste bulunan âlimler çeşitli konularda onunla tartışmaya
girerler. Fârâbi hepsine baskın çıkınca susup onu
dinlemeye, sonra da defterlerini çıkarıp not almaya başlarlar. Meclis dağıldıktan sonra filozofla
baş başa kalan Seyfüddevle’nin isteği üzerine
musiki topluluğu bazı parçalar çalar; fakat Fârâbi,
hiçbirini beğenmez ve yaptıkları hataları söyler;
yanında taşıdığı tablayı açarak ona düzen verdikten sonra neşeli bir parça çalar ve orada bulunan
herkesi güldürüp eğlendirir. Ardından çalgı aletini
bir başka şekilde düzenleyerek hüzünlü bir
parça çalar ve
herkesi ağlatır.
Nihayet
yeni
bir düzen verdiği aletle ağır
bir parça çalınca, nöbetçilere
varıncaya kadar herkes uykuya dalar; bu
sırada Fârâbi
de çıkıp gider
(İbn,Hallikân.
8 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi V. 155- 156). Aynı kaynak kanun denen sazı, ilk
defa Fârâbi’nin icat ettiğini söyler. Ünlü bir musikişinas olmakla birlikte Fârâbi’nin burada anlatılan efsanevî olayla bir ilgisinin olmaması gerekir. Aslında aynı olay, filozofun yaşadığı dönemde kaleme alınan (1334/945 civarı) İhvân-ı Safa
Risaleleri’nde de geçmektedir.
Yine bir kaynağa göre; Fârâbi’nin Hâlep
Beyi’nin büyük hayranlığını kazanması, bu büyük
kültür merkezi ile civarında bulunan yerlerdeki
bilginlerin olanca kıskançlıklarını körükler ve pek
küçümsedikleri bu büyük bilgin ile imtihan olmaya kalkışırlar. Beyin huzurunda yapılan bu çetin
imtihanda Fârâbi, bütün konularda büyük üstünlüğünü ortaya koyar. Bunu kendisiyle imtihan olmak isteyen kişilere de kabul ettirir. O kadar ki,
imtihana gelen ve kendilerini bilgin zannedenlerin hepsi, bu imtihan sonunda öğrencisi olarak
Fârâbi’nin yanında kalırlar.
Menkıbede yer alan filozofun yetmiş dil bildiği
hususuna gelince, şüphesiz bu telakki onun çok
dil bildiği anlamında mecazi bir ifadedir ve abartılmış da olsa bir gerçeği vurgulamaktadır. Zira
filozofun Kitâbü’l-Hurûf, El-Elfâzü’l Müstamele
Fi’l-mantık ve El-Mûsîka’l-Kebîr adlı eserlerinde
bazen Arapça bir kelime veya terimin Grekçe,
Süryânîce, Farsça ve Soğdcadaki karşılıklarını
verdiğine bakılırsa, onun ana dilinden başka beş
altı dili az veya çok bildiğini kabul etmek gerekir.
Fârâbi’nin, Şam’daki hayatıyla ilgili olarak
orada bostan bekçiliği yaptığı ve geceleri bekçi
fenerinin ışığından faydalanarak kitap okuduğu
yolundaki rivayetin de (İbn Ebû Usaybia, III. 223)
gerçekle bir ilgisi yoktur. Çünkü henüz hayatta
iken üne kavuşmuş bulunan ve son sekiz yılını
bu bölgede geçiren bir filozof, her kesimden halk
nezdinde büyük bir itibar kazanmış olmalıdır.
Kaynaklar:
-Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12,
İstanbul, 1996.
-Hacettepe Üniversitesi, Fârâbi Programı
Koordinatörlüğü
-Fârâ[email protected]
- yuregirFârâ[email protected]
-Felsefe Kulübü, 30 Ekim 2011
-www.gelisenbeyin.net/Fârâbi.html
-www.hakkinda-bilgi-nedir.com
-Akyüz, Hüseyin; Türk Eğitimcileri 1, Millî Eğitim
Bakanlığı Yayınları, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi,
İstanbul, 2001.
Ocak - Şubat 2012
Bildikçe meraklanan, arttıkça eksikliğini gören âlim, filozof
Fârâbi’yi birkaç yönden incelemek gerekir:
ŞAHSİYETİ
“Akıl, edindiği bilgilerle iyiyi,
güzeli, kötüyü ayırır. İnsan için
en yüksek erdem bilgi olduğuna
göre, en yüce kattan gelen akıl,
davranışlarımızda gerekli doğru
yargıyı verebilecek güçtedir.”
Fârâbi kısa boylu, köse sakallı, zayıf nahif bir bünyeye
sahip olup yaşadığı sürece
giydiği Orta Asya Türk kıyafetini hiç değiştirmemiştir (İbn
Hallikân,V,155). Maddi servete değer vermeyen şöhret ve
gösterişten nefret eden, ruh ve
ahlak temizliğini her şeyin üstünde tutan bir zâhid idi. İlim ve
sanat adamlarına büyük değer
vermesiyle tanınan Seyfüddevle filozofa ikram ve ihsanda bulunmak istemişse
de Fârâbi, günlük ihtiyacını karşılayacak 4 dirhem
gümüş paradan başkasını kabul etmemiştir. (İbn
Ebû Usaybia, III, 224). Genellikle münzevi bir hayat yaşamayı seven Fârâbi, hiç evlenmemiş ve
mal mülk edinmemiştir. Fırsat buldukça su kıyılarında ve bağlık bahçelik yerlerde gezinir, öğrencileriyle buralarda buluşurdu.
«Sen mi daha bilgilisin, Aristo mu?» diye soranlara, «Eğer Aristo'ya yetişseydim onun en seçkin talebelerinden olurdum.» diyerek kendinden
beklenen ölçülü davranışı göstermiştir. «Sürekli
damlayan su taşı deler.» özdeyişinden hareketle
başarının sırrını belli bir konu üzerinde yoğunlaşmada gören filozof (Risale fîmâ yenbaği, s. 63)
belki de bu sebeple Aristo'ya ait Kitâbü'n-Nefs'in
(De Anima) kenarına kesretten kinaye olarak,
«Ben bu kitabı yüz defa okudum.» diye yazmış,
yine Aristo'nun es-Semâcu't-tabîcî (Fizika) adlı
eseri için, «Ben bunu kırk defa okudum, yine de
okumak ihtiyacını hissediyorum.» demiştir (İbn
Ebû Usaybia, III, 227; İbn Halli-kân,V, 156).
İSLAM’IN BİLİMLE İZAHINI YAPAN
FÂRÂBİ’NİN İLİMLER TASNİFİ
Bu tasnif, bir filozofun ilim ve metot anlayışının yanı sıra onun dünya görüşünü de yansıtması
bakımından önemlidir. Kindi’den sonra Fârâbi de
bu amaçla kaleme aldığı İhşâ’ü'l- ulûm'da kendi
dö-nemindeki ilimlerin tasnifini yapmış, her ilmin
tanımını, teorik ve pratik açıdan değerini belirterek eğitim ve öğretimdeki önemine işaret etmiştir. Fârâbi Tah şîlü's-sa’âde, et-Tenbîh alâ sebîli'ssa’âde ve et-Tevtı’e adlı eserlerinde de daha
muhtasar bazı tasnifler vermektedir. Filozof önce
ilimleri beş ana başlık altında sınıflandırır, sonra
da aşağıda görüldüğü şekilde her ilmin kapsamındaki diğer ilimleri sıralar:
Ocak - Şubat 2012
1. Dil: Sarf, nahiv.
2. Mantık: Organon'un kapsamında yer alan
sekiz kitap.
3. Matematik: Aritmetik, geometri, optik, astronomi, müzik, mekanik.
4. Fizik ve Metafizik: (Burada fizikten maksat
Aristo'nun tabiat ilimleri alanındaki sekiz kitabıdır.)
5. Medenî İlimler: Ahlak , siyaset fıkıh, kelâm.
Aristo'nun ilimleri teorik, pratik ve poetik şeklindeki üçlü tasnifiyle Kindi’nin beşerî ve dinî
ilimler tarzındaki ikili tasnifi incelendiği takdirde
Fârâbi’nin daha kapsamlı ve kendine has bir tasnif yaptığı görülür. Özellikle medenî ilimler kapsamında saydığı fıkıhla kelâmı teorik ve pratik olmak
üzere iki kısma ayırarak Ebû Hanîfe'nin bu yöndeki yaklaşımını devam ettirmiştir. Fârâbi’nin tasnifinde yer alan fizikten maksat sadece Aristo'nun
Fizika'sı olmayıp onun tabiat ilimleri alanında kaleme aldığı bütün eserleridir. Ancak bunların sayısı sekizden fazla olduğu hâlde Fârâbi’nin üç ayrı
eserde yapmış olduğu tasnifte bulunan kitapların
ismi ve sıra düzeni değişmekte, fakat sekiz sayısı
hiç değişmemektedir.
FELSEFESİ
Fârâbi’nin sistemi, varlığın ilkesini manevî
saymakla birlikte geometri ve mantığı temel
alan, fizikten (tabiat ilimleri) geçerek metafiziğe yükselen bir sistemdir. Eflâtun, Aristo ve Yeni
Eflâtunculuktan gelen ve sistemin bütünü içinde
yer yer görülen eklektisizm rastgele bir derleme
tarzında olmayıp kendi mantığı içinde son derece tutarlıdır. Bu felsefede bütün kâinat sürekli
hareket eden bir dönme dolap şeklinde tasavvur edilecek olursa inişli çıkışlı bu sistem içinde
en ulvîsinden en süflîsine kadar maddî-mânevî,
organik-inorganik her varlık türünün yeri ve işlevi belirlendiği için aynı zamanda determinist ve
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 9 gayeci bir felsefedir. Bu bakımdan Fârâbi’ye göre
felsefe varlık olarak varlığın bilgisidir; yani bütün
kâinatı önümüze seren ve her şeyi kuşatan küllî
bir ilimdir.
Kindî, matematik bilmeden felsefede başarılı
olunamayacağını söylerken Fârâbi, felsefeye geometri ve mantık bilgisiyle girileceğini, fakat fizik
bilmeden de bu alanda bir varlık göstermenin
mümkün olamayacağını belirtir. Çünkü fizik bizim
en kolay anlayabileceğimiz ve bize en yakın bir
alandır. Bu konuda Fârâbi, felsefe öğrencilerine
de bazı öğütlerde bulunur: “Gerçeğe ulaşabilmek
için her şeyden önce ahlak ını
düzeltmeli, sağlam bir iradeye sahip olabilmek için zihnî
melekelerini geliştirip güçlendirmeli, hırs derecesinde bir
istekle sürekli çalışmalı, başlıca meşguliyet alanı ilim olmalıdır.”
Fârâbi, kozmik düzende yer
alan her varlığı ve meydana
gelen her olayı sebep-sonuç
ilişkisi içinde yorumlamakta,
onun inişli çıkışlı sisteminde
bir önceki varlığı bir sonrakinin
maddesi, onu da bunun sureti
saymaktadır. Ancak iniş mükemmelden daha az mükemmele doğru kolay
bir şekilde gerçekleştiği hâlde çıkış mükemmel
olmayandan mükemmele geçiş tarzında olduğu
için zor gerçekleşmekte ve zaman almaktadır.
nur ve bunlardan hangisi ötekine üstün gelirse
meydana çıkan cisimde onun özelliği ağır basar.
Bu anlayışa göre karışım sonucunda sırasıyla taşlar, madenler, bitkiler ve hayvanlar ortaya çıkmakta, yüce yaratıcının karışımdan istediği en ideal
kıvam oluşunca da insan meydana gelmektedir.
Fârâbi’ye göre fizik, basit olsun birleşik olsun tabii cisimlerin ilkelerini, özelliklerini ve onlardaki değişimi sağlayan prensipleri araştıran bir
ilimdir. Filozofun, klasik fizikte hareket kavramıyla bağlantılı olarak incelenen zaman ve mekân
konularına yaklaşımında herhangi bir yenilik
göze çarpmaz. Ona göre zamanın varlığı hareketle birlikte
kavranır; hareket varsa zaman
da vardır. Şu halde zaman, dış
dünyada bir gerçekliği mevcut
olmayıp sadece değişime bağlı bir şuur olayıdır. Kesintisiz bir
nicelik olan zamanın en küçük
birimine “an” denmektedir;
bir bakıma bu çizgi ile nokta
arasındaki ilişki gibidir, yani
an geçmişle gelecek arasında
hayalî bir sınırdır. Mekân da
zaman gibi metafizik bir kavramdır ve “şudur” diye işaretle gösterilecek somut bir şey
değildir. Dolayısıyla günlük dildeki bir nesnenin
bulunduğu “yer” ile felsefedeki “mekân” birbirinden farklıdır. Felsefede mekân, kuşatan cismin iç
yüzeyiyle kuşatılan cismin dış yüzeyi arasında var
olduğu kabul edilen hayalî bir şeydir.
FÂRÂBİ’NİN FİZİK FELSEFESİ
Fârâbi’nin fizik felsefesini anlayabilmek için
önce onun âlem tasavvurunu bilmek gerekir. Ona
göre âlem basit cisimlerden oluşmuş bir küredir
ve âlemin dışında hiçbir şey
yoktur, yani onun ötesinde
herhangi bir boşluk veya doluluktan söz edilmez, şu hâlde
onun mekânı yoktur. Bu telakkiye göre âlem ay üstü ve ay
altı olmak üzere iki ayrı varlık
alanına ayrılmakta ve ay üstü
âlemi oluşturan gökkürelerinin esir denen, havadan daha
hafif bir maddeden meydana
geldiği kabul edilmektedir.
Küre şeklinde basit birer
varlık olan dört unsurdan her
biri sıcaklık, soğukluk, yaşlık
ve kuruluk gibi dört zıt nitelikten ikisine sahiptir. Bunlardan ilk ikisi aktif, son
ikisi pasiftir. Karışım olayında iki zıt nitelik bulu-
10 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi DOĞA BİLİMLERİ
Fârâbi, mantıktan yola çıkarak fizikle ilgili görüşlerini açıklar; metafiziği kozmoloji ve psikoloji
ile doğa bilimlerini de metafizik ve yine psikolojiyle birleştirir. Fârâbi, doğa bilimleri
alanlarında yazdığı Kitâbü’sSemâ,
El-Asâru’l-Ulviyye,
Kitâbül-Meâdin, Kitâbun Nebat, Kitâbun-Nefs, Es Sıhhatü ve ‘l-Maraz , El-Hissü ve
‘l- Mahsus gibi eserlerinde
Aristoteles’in ustukuslar (ögeler) ve onların maden, bitki ve
hayvanların fiziksel bileşimleri
üzerindeki rolüne ilişkin görüşlerini inceler; aynı şekilde,
insanın hayvanlar âlemiyle biyolojik ve ruhsal benzerlik ve
ortaklıklarını araştırır; bu bağlamda canlılık oluşumları ve büyümeyi açıklar. Fârâbi, doğa bilimleriyle ilgili incelemeleri arasında gök cisimlerini
Ocak - Şubat 2012
ve meteorolojik olayları da kısaca açıklarken, yine
Aristoteles’e uyarak doğa bilimlerinin bir kolu
saydığı psikolojiye oldukça geniş yer verir.
O, kendisinden önceki düşünürlerin Pitagoras
ve Demokritos’tan aldıkları doğa felsefesine karşı
çıkar; bu felsefenin temelini oluşturan boşluk ve
atom görüşünü de kesinlikle reddeder; bunun yerine Aristoteles’in madde ve suret (form) kuramını
benimser. Bu düşünceye göre maddeyle suretin
birleşmesinden cevher doğar.
Matematik bilimlerin aritmetik, geometri, perspektif
(menazır), astronomi, musiki,
dinamik ve mekaniği kapsadığını düşünen Fârâbi’ye göre
tüm bu bilimlerin her birine
özgü soyut kavramları, terimleri ve ilkeleriyle ilgili bir kuramsal yanları, bir de [herhangi
bir nesnel alana uygulanmasına ilişkin pratik yanları vardır. Birçok eski düşünür gibi
Fârâbi de gök cisimlerinin yeryüzündeki olaylar üzerinde belirli nedensel işlevleri ve etkileri bulunduğunu düşünür. Bu etkilerin bir bölümü
astronomik hesaplamalar yoluyla belirlenebilir.
Mesela bazı yeryüzü bölgelerinin güneşe yakınlıklarıyla ısı dereceleri arasında matematiksel bir
ilişki bulunduğu saptanır.
tin diliyle ilgili kuralları içerirken mantık bütün insanlığın düşüncesine ait kanunları ifade etmektedir. Gramer bilmeyen hatasız konuşamaz, mantık
bilmeyen de her zaman doğru düşünemez.
FÂRÂBİ’NİN MANTIK ve BİLGİ KURAMI
Fârâbi’nin mantığa sarsılmaz bir güvenle bağlandığı açıkça belli olmaktadır. Öyle ki sıradan
bir mantık probleminden hareket ederek metafiziğin en karmaşık meselelerini gündeme getirir
ve mantık açısından bunları
çözümlemeye çalışır. Mesela
mümkün ve mütekabil önermelerin yorumunu yaparken
bu bağlamda Allah’ın bilgisinin nasıl anlaşılması gerektiğini tartışır. Öte yandan Batı’da
Kantla birlikte önem kazanan
önermelerin analitik ve sentetik olmak üzere iki kategoride
değerlendirilmesi gerektiği düşüncesi Fârâbi tarafından yüzyıllar önce ortaya konmuştur.
Klasik mantık alanında
yeni bir şey söylemenin güçlüğünü kabul etmekle birlikte
Fârâbi’nin mantığa olan katkısı bu disiplini sağlam bir terminolojiye kavuşturmanın yanı sıra
yaptığı geniş yorumlamalar, ayrıca yaşadığı toplumun düşünce, inanç ve kültür değerlerinden
verdiği zengin örneklerle onu çeliştirmiş ve bir
metodoloji olarak bilim alanında kullanılmasını
kolaylaştırmıştır.
Fârâbi, en büyük başarısını mantık alanında
göstermiştir. Filozof, kendisinden önceki şârih
ve yorumcuların eserlerinden de faydalanarak
Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatı kapsamına giren her kitap üzerinde çalışmış, mantıkla
ilgili eserlerini büyük ölçüde Aristoteles’in Organon’unu açıklama veya özetlemeye ayırmıştır. Kategoryalar (Kategoriai), Önerme (Peri Hermenias),
Birinci Analitikler (Analitika Protera), İkinci Analitikler (Analitika Ustera), Topikler (Topika), Sofist
Çürütmeler Üzerine (Peri Sofistikon Eleghon) ve
Konuşma Sanatı (Tehne Rhetonike) üzerine yaptığı çalışmalar bunlardandır.
Fârâbi, dil ile mantık arasında
yakın benzerlik ve sıkı ilişki bulunduğu hususu üzerinde önemle
durur. Ona göre dil bilgisi hatasız
konuşmanın, mantık da doğru düşünmenin kurallarını vermektir. Dil
bir dış konuşma ise mantık da iç
konuşmadır. Bir başka söyleyişle
dilin lafızlarla olan ilişkisi ne ise
mantığın kavramlarla olan ilişkisi
de odur. Şu var ki gramer bir mille-
Fârâbi, bilginin kaynağının duyular olduğunu
savunarak Eflâtun’un “doğuştan bilgi” teorisini reddeder. Ona göre yeni doğmuş bir çocuğun
zihni bomboştur; fakat düşünme melekelerine ve
algı aracı durumundaki duyu organlarına sahiptir. Bu organlar vasıtasıyla çocuk bilinçsiz olarak
dış dünyadan sürekli izlenimler alır. Zaman içinde
bölük pörçük ve gelişigüzel oluşan bu bilgi birikimi şuurun teşekkülü ile ifadesini bulunca bazıları
çocuğun bunları doğuştan getirdiğini zannederler. Hâlbuki akıl duyu deneylerinden başka bir
şey değildir. Bu deneyler ne kadar
çok olursa insan zihni o kadar mükemmel akla sahip sayılır. şu var
ki duyular nesneleri bulundukları
şekliyle algıladığı için duyu bilgileri tikeldir; akıl ise bunların analiz
ve sentezini gerçekleştirip tümelin
bilgisine ulaşır ve mukayeseler yaparak yeni bilgiler üretir. Aklî bilginin temelini duyu bilgileri oluşturduğu için filozof sonradan Kant’ın
Ocak - Şubat 2012
BİLGİ TEORİSİ
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 11 da tekrarlayacağı şu cümleyi ısrarla vurgular:
“Duyu verileri dışında aklın kendisine özgü bir işi
yoktur.”
EFLÂTUN’LA ARİSTO’YU
UZLAŞTIRMA ÇABASI
Helenistik ve patristik dönemlerde birçok filozof, felsefenin birliği tezini savunma amacıyla
Eflâtunla öğrencisi Aristo’nun felsefî doktrinlerini
uzlaştırma doğrultusunda çeşitli eserler kaleme
almışlardır. İslâm filozofları içinde yalnız Fârâbi,
bu iki filozofun sistemleri arasında temele ilişkin
bir fark bulunmadığını, farklılığın basit ve yüzeysel olduğunu ispat için “el-Cem beyne re’yeyi’lhakîmeyn” adlı bir eser yazmıştır. Şüphesiz Fârâbi
açısından bu uzlaştırma teşebbüsünün arkasında
yatan gerçek sebep filozofun “tek hakikat” ilkesine sıkı sıkıya bağlı oluşudur. Ona göre hakikat
tektir, taaddüt etmez. Bu iki filozof da hakikati
dile getirdiklerine göre muhtelif zaman ve zeminde değişik terimlerle ortaya koydukları fikirler ilk
bakışta farklıymış gibi gözükse de bunları yorumlamak suretiyle bir ortak paydada uzlaştırmak ve
böylece felsefenin birliğini ortaya koymak mümkündür. Öte yandan hakikatin birliğini savunan
bir filozofun dinle felsefeyi de uzlaştırmak durumunda olduğu kendiliğinden gündeme gelmektedir ki esasen onun sisteminin bütününde bu
husus açıkça görülmektedir. Sonuç olarak Fârâbi,
Eflâtun’la Aristo’nun görüşlerini uzlaştırma çabasında başarılı olamamışsa da bu husus, onun en-
gin bir düşünce dünyasına sahip olduğunu göstermesi ve başka eserlerinde rastlanmayan bazı
görüşlerine ulaşmaya imkân sağlaması açısından
önemlidir.
FÂRÂBİ’NİN PSİKOLOJİ VE AKIL
KURAMI
Fârâbi, bir yandan, Aristoteles gibi psikolojiye
doğa bilimleri içinde yer verirken, öte yandan onu
metafizik ve tasavvufa bağlar.
Modern psikolojinin kurulduğu XIX. yüzyıla
gelinceye kadar metafiziğin temel disiplinlerinden biri sayılan psikoloji, fizyolojiyle bir arada
mütalaa ediliyordu. Hatta Fârâbi’nin yüz defa
okuduğunu söylediği Aristo’nun De Anıma adlı
eseri psikolojiden çok bir fizyoloji kitabı niteliğini
taşımaktadır. Bunun yanı sıra Fârâbi’nin, Eflâtun
ve Yeni Eflâtunculuktan gelen ve ruh telakkilerini içeren literatüre de sahip olduğu bilinmektedir.
İşaret edilmesi gereken bir nokta da onun tarafından kullanılan nefis teriminin biyolojik, fizyolojik
ve psikolojik bütün aktiviteleri ifade ettiği için ruh
teriminden daha kapsamlı olduğu hususudur.
FÂRÂBİ VE TASAVVUF
Fârâbi, tasavvufa farklı bir açı kazandırır. Psikolojik temellendirmeler ile dinî kavramları ilişkilendirerek din ile bilimi uzlaştırmaya çalışmıştır.
Aristoteles’in dialiktik anlayışını dine uyarlayıp
dinî kabullenmeleri temellendirerek İslam dinî ile
Felsefeyi tanıştırmış olur. “İnsan mutlaka yaratıcı
tarafından yaratılmıştır.” Bunu şu dialiktik düzende göstermeğe çalışmıştır. Maddenin oluşması
için o maddenin hayal edilmesi, tasarlanması gerek. Tasarlanması için bir akla, daha güçlü bir varlığa ihtiyaç vardır. İşte o mutlak zekâ ve güç yaradandır. O, maddeye önce kendinden esinlenerek
bir şekil tasarlar ve sonra maddeye var olma emrini verir. O yüzden evrendeki hiçbir varlık kendiliğinden var olmamış, sonsuz varlık olan Allah’
tan koparak bir hacim sahibi olarak var olmuştur.
Evrende var olan her madde Allah’ın türlü görüntülerinden olup tekrar O’na dönecektir.
Allah’ı ise şu şekilde anlatır: “ O, sentezle olmaz, tektir ve O’nun ortağı da yoktur. Şayet öyle
olmasaydı hayatın mükemmelliğinden bahsedilemez, bir karmaşa oluşurdu. Allah, en eski, nedensiz ve her türlü eksiklikten özgür tek varlıktır.’’
Bu ünlü düşünürün farklı dialiktiklerinde aslında bugün bile üstünde düşünülen pek çok konuya zamanına göre çok verimli temellendirmeler yaptığı ortaya çıkıyor. Din ve bilim aslında iki
öğrenci gibidir; aynı soruya, yani varlık nasıl var
olmuştur sorusuna cevap bulmağa çalışan iki öğrenci. Din bu soruya kutsal kitap ve peygamberler
12 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
aracılığıyla inanç ekseninde cevap verirken; bilim
bu soruya akıl yoluyla varlığın nedenini maddenin
diğer maddenin oluşumunu tetiklediği teziyle yanıt vermeğe çalışır.
AHLAK ve SİYASET KURAMI
Fârâbi’nin ahlak felsefesinin temelini eğitim
ve iyi davranışlar, son hedefini ise mutluluk oluşturmaktadır. İnsan mutlu olmak için yaratılmıştır
ve sınırlı da olsa bu mutluluğu tek başına gerçekleştirme güç ve imkânına sahiptir. Şüphesiz
her insanın iradeli davranışlarının belli bir amacı
vardır; bu husus araştırıldığında görülür ki insan
daima iyi ve mükemmel olanı kendisine amaç
edinmekte ve o doğrultuda
hareket etmektedir. Fakat bazı
amaçlar daha mükemmeli
elde etmek için araç sayılırken
bazıları doğrudan amaçtır ve
hiçbir şeye araç olamaz.
Fârâbi’ye göre her insan
iyiliğe ve kötülüğe eşit ölçüde
yatkın olarak doğar. Şüphesiz
bu durum, ahlak konusunda
eğitimin ve alışkanlıkların son
derece önemli olduğunu göstermektedir. Her şeyden önce
ahlak pratik bir ilim olduğu
için yaparak ve yaşayarak öğrenilir. Nasıl ki herhangi bir
sanatı Öğrenip o konuda gerekli beceriyi kazanmak için çok alıştırma yapmaya ve tekrara ihtiyaç
varsa ahlaklı olabilmek için de iyi ve güzel davranışları benimseyip onları huy
ve ikinci bir karakter hâline
getirmeye ihtiyaç vardır.
Filozof, insanın sosyal
bir varlık olduğu şeklindeki
Aristotelesçi tezi kullanarak,
düşünsel ve ahlaksal yetkinliklerin ancak bir toplum
içinde
kazanılabileceğini
bunun da, bir bedenin bütün
organları arasında bulunan
bir uyum ve yetenekler birliği gibi, bir siyasal organizasyonla gerçekleşebileceğini
düşünmüştür. Bu nedenle
Fârâbi’nin sisteminde metafizik, ahlak ve siyaset kesin
olarak bir bütünlük taşır. Bu
bütünlük, başta temel eseri
El-Medînetü’l-Fâzıla olmak
üzere, birçok eserinin yazım
sistemine de yansımıştır.
Ona göre, kuşkusuz
Ocak - Şubat 2012
ahlakın temel amacı olan mutluluğu ancak erdemlerin dışa yansıması olan güzel eylemlerle
yakalamak mümkündür; bununla birlikte, bu tür
eylemlerin mutluluğa götürebilmesi için ayrıca şu
iki koşulun da bulunması gerekir:
1. Güzel eylemler isteyerek ve seve seve yapılmalıdır.
2. Güzel eylemler hayat boyunca her zaman ve
her durumda yapılmalıdır.
POLİTİKA ve DEVLET ANLAYIŞI
Erdemli bir hayatın ancak ideal bir toplumda
gerçekleşeceği düşüncesi tarih boyunca filozof
ve şairler için tatlı bir hayal olmuştur. Eflâtun’un
Devlet diyalogunda tasarımını
verdiği realiteden uzak ütopik
devlet düzenine benzer bir düşünceye ilk defa “ Fârâbi’nin
el-Medînetü’l-Fâzıla”sında ve
kısmen diğer eserlerinde rastlanmaktadır.
Filozof, erdemli devleti biyoorganik açıdan sağlıklı bir
bedene benzetir. Önemine
göre bedende her organın bir
görevi vardır ve bunların verimli çalışmaları kalbe bağlıdır. Tıpkı bunun gibi devletin
kurum ve kuruluşlarının da
verimli ve koordineli çalışmaları devlet başkanının kabiliyet ve tutumuyla ilgilidir. Ancak kalp ve
diğer organlar görevlerini tabii olarak yaparken
devletteki kurum ve kuruluşlar
hiyerarşik sistem içinde kendi
kabiliyet, irade ve sorumluluklarının bilinci içinde görevlerini yapmak durumundadırlar.
Burada baş koordinatör olarak
devlet başkanının önemi ortaya çıkmaktadır. Fârâbi, ideal
düzenin, ideal yönetim kadrosuyla oluşabileceğini savunur.
Bireyden topluma giden bir ideal toplum tezi oluşturmuştur.
Fârâbi’nin faziletli bir toplum meydana getirmek üzere
tasarımını verdiği erdemli devletin Eflâtun’un ütopik devletinin izlerini taşıdığına şüphe
yoktur. Filozofların kral ve kralların filozof olmasını öneren
Eflâtun’dan farklı olarak Fârâbi,
kişinin dünya ve âhiret mutluluğunu ve toplumun dirlik ve
düzenliğini sağlayacak bir ni-
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 13 zam vaat eden Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu
hayat tarzını da dikkate alarak “ilk reis” ve “imam”
diye nitelediği ideal devlet başkanının şahsında
yani İslâm halifelerinde Hz. Peygamber ile filozofun üstün özelliklerini birleştirmek istemiştir.
“Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” ile
“Devlet Politikası” eserlerinde El-Fârâbi, Orta
Çağa yakın doğu ve orta doğusunda ilk önce
felsefenin katkısıyla farklı sosyal yapıların oluşturduğu feodal toplum politikasını düşünmeğe
çalışır. Fârâbi, çağdaş şehircilikten yanadır. Değişimi ise toplumsal güç ve mutluluğun devamı için
şart görür. Onun, «siyaset» kavramını ikinci bir
anahtar terim olarak ısrarla yinelemesi, belirtilen
bütünleştirici yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
FÂRÂBİ’ NİN MÜZİĞE ETKİSİ
Felsefe dünyasında “Muallim-i Sâni” lakabı ile
tanınan Fârâbi, musiki alanında birçok tarihçi ve
musiki nazariyatçısı tarafından “Muallim-i Evvel”
olarak kabul edilmiştir. Fârâbi, musiki nazariyatını
Aristo, Themistius ve Euclides gibi ünlü âlimlerin
Arapça’ya tercüme edilen eserlerinden tanımıştır.
Ayrıca Ya’küb, Ishak el-Kindî’nin bu alandaki çalışmalarından da haberdardı. Daha sonra yazdığı
eserlerde ve özellikle el-Mûsîka’l-kebir’de Yunanlıların nazariyatını şerh etmekle kalmamış, iyi bir
fizikçi ve matematikçi olduğu için Yunanlılardan
eksik şekilde intikal eden nazariyat bilgilerini tamamlamış, hatta birçok noktada onların hatalarını düzeltmiştir.
Musiki ilmini nazari ve amelî olarak iki bölümde ele alan Fârâbinin el-Mûsîka’l-kebîr’I incelendiğinde onun, sadece büyük bir nazariyatçı değil
aynı zamanda musiki sanatını fiilen icra eden bir
sanatkâr olduğu açıkça görülür. Musiki nazariyatına olan vukufu sonucunda konulan büyük bir
açıklıkla ifade edebilmesi, ancak onun bu sanattaki yüksek icracılığı ile açıklanabilir. Fârâbi, özel
notalar icat ederek musiki parçaları bestelemiş
ve bunların icrasını yapmıştır. Ses kavramına akıl
14 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi yoluyla açıklama getirmek için farklı frekansları
inceler. Fârâbi, sesin dalga uzunluğuna göre frekanslar meydana getirdiğini tespit ederek hava
titreşiminden başka şey olmayan sese ilk mantıklı izahı yapar. Bu tespitle müzik aletlerinin yapımı
için gerekli olan unsurlara ulaşır.
Ayrıca bazı eserlerde ud ve kanunun Fârâbi tarafından icat edildiğine dair ifadelere rastlanmaktaysa da bu sazların Fârâbi’den önce de kullanıldığı bilindiğine göre onun belki bu sazların düzeninde bazı hamleler yapmış olabileceğini kabul
etmek gerekir.
Fârâbi’nin musikiye dair eserleri şunlardır:
1. el-Mûsîka’l-kebîr. Asıl adı Ki-tâbü Sınâ’ati
ilmi’l mûsîka olan bu eser İbn Ebû Usaybia’nın ifadesiyle el-Mûsîka’l kebîr adıyla şöhret bulmuştur
(daha önce Kindî’nin eseri de bu adla anılmaktaydı). İki bölümden meydana gelen el-Mûsîka’lkebîrin “el-Medhal ilâ sı-nâatil-mûsîka” başlıklı ilk
bölümünün bazı kütüphanelerde müstakil bir nüsha hâlinde yer alması, başta Henry George Farmer
olmak üzere birçok araştırmacının Fârâbi’nin bu
adla ayrı bir eseri daha bulunduğunu ileri sürmesine sebep olmuştur. Özellikle Türkiye’de Fârâbi
ile ilgili yayınlarda bu hataya sık sık rastlanmaktadır. Dünyanın çeşitli kütüphanelerinde yazma
nüshaları bulunan eser Gattâs Abdülmelik Hasebe tarafından neşredilmiştir.
2. Kitaba İhsâ’i’l-îka’ât. Musiki usullerine dair
olan bu eserin tek nüshası 1958 yılında Ahmet
Ateş tarafından Manisa İl Halk Kütüphanesinde tespit edilmiştir. Eserde îkâın terkipleri, temel
usullerin taksimatı ve tasnifi gibi konuları inceleyerek îkâın amelî yönünü ele alan Fârâbi, ayrıca
İshak el-Mevsılî’nin Telîfü’n-nağam adlı eserindeki bazı görüşleriyle, Arap usullerini bırakıp Yunanlıların usulleriyle meşgul olmasından dolayı
Kindi’yi de tenkit etmiştir.
3. Kitâb fi’l-îka’ât. Fârâbi’nin usullere dair ikinci
eseri olup burada îkâın prensipleri üzerinde durulmuştur. Eserin tek nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndedir.
Fârâbi, musikiyle ilgili bu eserlerinin dışında
İhşâü’l-’ulûm adlı risalesinde de musiki konusuna yer vermiştir. Eserde melodilerin çeşitleri, nasıl
terkip edildikleri, daha tesirli olmaları için ne gibi
özelliklere sahip bulunmaları gerektiğini bilmeye
yarayan bir ilim şeklinde tarif edilen musiki müşahede ve uygulama yolu ile öğrenilen, yani matematiğin kapsamında bulunan bir ilim olarak incelenmiştir.
Fârâbi’nin Avrupa’nın muhtelif kütüphanelerinde bulunan musikiye dair çeşitli yazılan, Henry
George Farmer tarafından kısaltılmış İngilizce tercümeleriyle birlikte al-Fârabi’s Arabic-Latin Writings on Music adıyla neşredilmiştir.
Ocak - Şubat 2012
SOSYOLOJİ VE TIP ALANINDA
FÂRÂBİ
Fârâbi, insan hareketlerinde ne övgü ne de
sitem görevi yapan bir sistemin bulunduğunu
söyler. Mutluluk denen şeye, iyi ve övülecek hareketler yaparak erişilebilir. İnsan iyi harekette özgürdür. Bu, yeteneğe dönüşebilen potansiyel bir
ayırıcı niteliktir. İnsan psikolojisini; benimsenen
düşünce, izlenen ahlaki kabuller, örf, âdet ve geleneklerle beraber kabul edilen inanç mekanizmaları çerçevesinde tanımlamıştır.
Fârâbi, övülecek huyların ve ayıplamaya değer
huyların kazanıldığını pratikte öğretir. İnsanda
övülecek huylar olmayabilir, ama onları alışkanlık
yardımıyla taşıma durumundadır. İyi hareket orta
derecede bir harekettir, zira ruha ve vücuda ölçüsüzce zarar verir. Çağdaş toplumun tabakalarını
ayıplayan El-Fârâbi, “yönetim hırsı olan şehirde
onların okuması, yemesi, ün kazanması, söz ve
işle yabancıların ve diğerlerinin önünde görkem
ve parıltıya erişmesi için birbirine yardım etmeye
hevesli sakinlerin şehri olduğunu, onların bunu
yapmaya çalıştıkları ölçüde bu başarıya erişeceklerini” söyler.
Tıp alanında, ünlü tıp âlimi İbn Sînâ’nın
Toprağından
rüzgâra karışıp evrene
fikir serpmiş bereket…
Fârâbi’nin etkisinde olduğu bazı kaynaklarda belirtilmiştir. Psikolojik rahatsızlıklarda müziği de
tedavi aracı olarak kullanmış, ilaçlarla ilgili çalışmalarını bir eserinde toplamıştır.
“ Erdemlerin en büyüğü bilimdir.” sözüyle bilimin önemi ve gerekliliğine dikkat çekmiştir.
Ayrıca Fârâbi ‘nin ölümünden 1100 yıl geçmesine rağmen bugün hâlâ onu konu ettiren
özelliği “ Hiç bir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü nedenin kendisi oluşandan öncedir.’’
sözüyle ortaya çıkan felsefi zenginliği ile “O, sentezle olmaz. Allah tektir ve O’nun ortağı yoktur.’’
şeklinde dinî hazinesini ortaya döktüğü tasavvuf
zenginliğinin bir araya geldiği ilk isim olmasıdır.
Ocak - Şubat 2012
FÂRÂBİ’NİN ESERLERİ
Hayatının hemen hemen tümünü okumak, düşünmek, konuşmak ve yazmakla geçiren bu büyük Türk filozofu, birçok konuda kendinden sonra
gelenler için bir nevi “mübeşşir”lik yapmıştır. Çok
sayıda kitap ve risale yazmıştır. Fârâbi’den geriye
büyük küçük 100’den fazla eser kalmıştır. Zamanla çeşitli araştırmalara konu olan bu eserlerin
bir kısmı Latince, İbranîce, Türkçe, Farsça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rusçaya
tercüme edilmişse de klasik kaynaklardan modern araştırmalara kadar gerek bu eserlerin sayısı gerekse isimleri üzerindeki tereddütler henüz
giderilebilmiş değildir. Mesela filozofun çağdaşı
olan İbnü’n-Nedîm’in eh Fihristindeki eser sayısı
yedi, Kâdî Sâ-id’in Tabakatül ümeminde dört, İbnü’l-Kıfti’nin îhbârü’l ulemâ adlı eserinde yetmiş
dört, İbn Ebü Usaybia’nın Uyûnül-enba adlı eserinde 113’tür. Özellikle bunlardan önemli bir kısmının günümüze kadar ulaşmadığı dikkate alınırsa
bu konuda güvenilir bir eser listesi hazırlamanın
güçlüğü ortaya çıkar. Fârâbi’nin günümüze kadar
gelen önemli eserleri şunlardır:
el-Medînetü’l-fâzıla: Fârâbi’nin Bağdat’ta telifine başlayıp Dımaşk’ta 941-942 yıllarında tamamladığı ve ölümünden iki yıl önce Mısır’da iken tekrar gözden geçirerek konu başlıklarını düzenlediği bu eser, onun felsefî doktrinini ana hatlarıyla
ortaya koyan en olgun eseri sayılmaktadır.
es-Siyasetü’l-medeniyye: Mebûdî’ü’l - mevcudat adıyla da anılmaktadır. Muhteva ve üslûptaki
olgunluğa bakarak filozofun bu eseri hayatının
sonlarına doğru kaleme aldığı söylenebilir. Ancak
eserde bölüm ve konu başlıkları tespit edilmediğinden iç plan itibariyle el-Medinetü’l- fâzıla kadar
sistematik değildir. Bu iki kitap muhteva bakımından birbirini tamamlar mahiyettedir.
Kitâbü’l-Mille: İki bölüme ayrılan eserin birinci bölümünde genel olarak dinîn, dinî liderin
ve fıkıh ilminin felsefe ile olan yakın ilişkisi üzerinde durulur. Bu kısım el-Medînetü’l-fazıla ve
es-Sjyâsetül-medeniyye’deki bilgilerin âdeta bir
tekrarı gibidir. İkinci bölüm ise İhşâ’ü’l-ulûm’daki
“medenî ilimler” başlığını taşıyan beşinci faslın
büyük ölçüde tekrarı mahiyetindedir. Eserin tenkitli neşri Kitâbü’l-Mille ve nusûsun uhrâ başlığıyla Muhsin Mehdi tarafından gerçekleştirilmiştir
(Beyrut 1967).
İhşâ’ü’l-ulûm: Filozofun ilimlerin tasnifine dair
bu eserinin beşinci faslı «fi'l-İlmi'l-medenî ve ilmi'lfıkh ve ilmi'l kelâm» başlığı altında çeşitli kütüphane kataloglarında müstakil bir kitap olarak yer
almaktadır. Muhsin Mehdi Kitâbü'l -Mille ile birlikte bu kısmı da yayımlamıştır. İhşâ’ü’l-ulûm'un
ilmî neşrini ilk defa Osman Emîn yapmış (Kahire
1350/1931), ikinci baskısında da (Kahire 1949) ese-
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 15 rin önsözünü geliştirerek konu hakkında değerli
bilgiler vermiştir. Eser Latince, İbrânîce, Almanca,
Fransızca, İngilizce ve İspanyolcadan başka Ahmet Ateş tarafından İlimlerin Sayımı adıyla Türkçeye çevrilmiştir.
Tahşîlü’s-sa’âde: Bazı kaynaklarda Neylü’ssa’âdat şeklinde de anılan eserde filozofun içtimai, siyasî ve ahlak î problemleri bir arada işlediği
görülür. İçinde ilimler tasnifine de yer verilmekle
birlikte kitap genel muhtevası itibariyle ahlak a
dair bir eser sayılmaktadır.
et-Tenbîh alâ sebîli’s-sa’âde: Mutluluk ahlak
ını konu alan bu eser muhtevası itibariyle bir öncekinin devamı mahiyetindedir. Fuşûlü’l-medenî: Fârâbi’nin başta siyaset ve
ahlak olmak üzere çeşitli meselelere dair görüşlerinin kısa fasıllar hâlinde ifadesinden ibaret olan
bu eser ilk defa D. M. Dunlop tarafından İngilizce
çevirisiyle birlikte yayımlanmıştır.
el-Cem beyne re’yeyi’l-hakîmeyn: Eflâtun ile
Aristo’nun görüşlerini uzlaştırmak amacıyla kaleme alınan eserde ihtilâf konusu olan on üç mesele tespit edilmiş, bunların farklı açılardan yorumlanmasıyla iki filozofun ortak bir noktada birleşecekleri ispat edilmeye çalışılmıştır. Eseri ilk defa F.
Dieterici, eş-Şemeretü’l-marzjyye başlığı altında
topladığı Fârâbi’ye ait bazı risaleler arasında yayımlamış ve Almancaya çevirmiştir.
El-İbâne an ğarazi Aristotâ-lîs fî Kitâbi Mâ
ba’de’t-tabî’a: Fârâbi, dört sayfa tutan bu risaleyi,
16 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Aristo’nun Metafizika adlı eserini tanıtmak amacıyla kaleme almıştır. Filozof, kendi döneminde
birçok kimsenin Aristo’nun bu eserini kelâma dair
sanarak okuduğunu, fakat muhtevasını çok farklı bulunca şaşırdığını, hâlbuki on birinci makale
(gerçekte on ikinci olacak) dışında teolojiyle ilgili
bir bahsin bulunmadığını belirtir. Fârâbi’nin tespiti
gerçekten doğrudur; zira İbn Sînâ dahi Metafizikayı kırk defa okuduğu hâlde bir türlü kavrayamadığını, ancak Fârâbi’nin bu risalesini gördükten sonra anlayabildiğini söyler.
Me’âni’l-’akl: Kaynaklarda isminin başına
“kitab”, “risale” ve “makale” kelimeleri getirilerek
zikredilen bu eserde, Fârâbi akıl teriminin altı ayrı
anlamı bulunduğunu söyler. Bunlardan Aristo’nun
II. Analitikleri ile De Anima’sında söz konusu ettiği akıl kavramı üzerinde durarak bu gücün nasıl
soyutlama yaptığını, bilginin aşama aşama nasıl
meydana geldiğini anlatır.
Risâle fîmâ yenbağî en yükaddem kable
te’allümi’l-felsefe: Felsefe öğrencilerine bir kılavuz olmak üzere yazılan bu risalede Fârâbi, İlkçağ’daki yedi felsefe ekolünü tanıttıktan sonra
Aristo’nun eserlerinin tasnifini yapmakta ve bu filozofun doktrinini anlayabilmek için uygulanması
gereken yöntem üzerinde durmaktadır.
Uyûnü’l-mesâ’il: Ahlak ve siyaset dışında
Fârâbi felsefesinin özeti sayılabilecek olan bu
eser ilk defa yine M. A. Schmölders tarafından Documenta Philosophiae Arabum’da daha sonra Dieterici tarafından eş-Şemeretü’l-marzıyye içinde neşredilmiştir. Delhi (1312/1892) ve Kahire’de
de (1907, 1910) basılan eseri Dieterici Alfârâbi’s
philosophische içinde Almanca’ya (Leiden 1892.
s. 92-107) Mahmut Kaya “Felsefenin Temel Meseleleri” adıyla Türkçeye çevirmişlerdir.
Fusûsü’l – hikem: Genel muhtevası itibariyle
daha çok İşrâki bir filozofun kaleminden çıktığı izlenimini verdiği için mevsukiyeti tartışmalı
olan risale Fârâbi’nin eserleri arasında üzerine
en çok şerh yazılanıdır.
el-Mesâ’ilü’l-felsefiyye ve’l-ecvibetü anhâ:
Felsefe ve mantık alanında sorulan kırk üç soruya verilen cevaplardan oluşmaktadır.
en-Nüket fîmâ yesıhhu ve mâ lâ yeşıhhu min
ahkâmi’n-nücûm: Astronomi (astroloji) hakkında bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış olmak üzere
bazı bilgiler veren eser aynı zamanda müellifin
felsefesine ait temel görüşleri de ihtiva etmektedir. Eserin ilmî neşrini Ca’fer Âl-i Yâsin yapmış
ve Risâletâni felsefiyyetân içinde yayımlamıştır.
et-Taclîkât eser, çeşitli felsefe problemleriyle
ilgili 101 kısa notun bir araya getirilmesiyle oluşmuş bir risaledir. İlmî neşrini Ca’fer Âl-i Yâsîn’in
yaptığı eser Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin
Burslan tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Ocak - Şubat 2012
ed-De âva’l-kalbiyye, konu ve muhteva itibariyle Uyûnü’l-mesâ’il gibi Fârâbi felsefesinin temel
problemlerine ait bir özet niteliğini taşımaktadır.
Eseri Hilmi Ziya Ülken ve Kıvâmüddin Burslan
Türkçe’ye çevirmişlerdir.
Eserlerinin gruplandırılması
1-Felsefe, mantık, ahlak ve psikolojiyle ilgili olanlar:
a) Felsefe Kelimesinin Manası
b) Eflatun ve Aristo’nun Felsefeleri
c) Akıl Kitabı
d) Kıyas Sanatları
e) Burhan Kitabı
f) Ahlak Kitabı
g) Nefsin Mahiyeti Hakkında( Risale)
2-Metod Hakkında:
a)Bir ve Birlik Kitabı
b)Birliğin Bölümleri Hakkında
3-Tasnif Hakkında:
a)İlimlerin Derecelerine Göre Tasnifi
b)İlimlerin Sayımı
4-Fizik ve Kimya Hakkında:
a)Hayyiz ve Miktar Hakkında
b)Atom Kitabı
c)Mutenahi Kuvvet Kitabı
d)Kimya Sanatının Lüzumu
5-Felek ve Hendese Hakkında:
a) Felek Hareketinin Daimiliği
b) Vehmi Hendeseye Giriş
6-Tabiat Hakkında:
Ocak - Şubat 2012
a)Mevcudadın Başlangıcı
b)İnsanlığın Başlangıcı
c)Hayvan Azası Hakkında
7-Siyaset Sosyoloji ve Askerlik:
a)Fazıl Şehir Halkının Fikirleri
b)Siyaset Kitabı
c)Ordulara Komuta Etme Risalesi
8-Din, Tasavvuf ve Kelam:
a) Peygamberin Sözleri Hakkında
b) Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?
c) Ravendiye Red Kitabı
d) Raziye Red Kitabı
e) Tabii Sema İlmi
f) Tasavvuf Hakkında
9-Kitabet, Şiir ve Hitabet:
a) Kitabet Sanatı
b) Şiir Sanatının Kanunları
c) Kinaye Kitabı
d) Hitabet Kitabına Başlangıç
10)Lenguistik ve Psikoloji:
a) Lafızlar ve Harfler
b) Diller Hakkında Kitap
11)Musiki:
a)Musiki Kitabı
b) Musiki İlminin Ustukuslar
Kitab El Musiki El Kebir ( Büyük Müzik Ansiklopedisi)
Kitab Fi’l Musiki ( Müzik Kitabı)
El Müdhal Fi’l – Musiki ( Müzikle İlgilenenler İçin)
İlim El – Musiki ( Müzik Bilimi)
İhsa El – Ulum Musiki El - Kebir ( En güzel Bilim
Müzikle İlgili Büyük Kitap)
Et- Ta’limü’s – Sani ve İhsau’l – Ulum ( İlk İslam
Ansiklopedisi)
El- Medenetü’l – Fazıla ( Fazilet Şehri (Toplumsal
Yönetim İlkeleri) )
Risale Fi Ma’anii’l- Akl (Aklın anlamları ile ilgili hikaye)
Kitabül - Farab ( Farab)
Kitab At Advar ( Gezintiler)
Kaynaklar:
-El-Fârâbi Milli Devlet Üniversitesi http://www.Fârâbiedu.
org/turkce/universite/Fârâbi)
-http://www.felsefeekibi.com/site/default.asp?PG=1308
www.etikturkiye.com/etik/siyasetetik/1AtillaArkan.pdf
-Akyüz, Hüseyin; Türk Eğitimcileri 1, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi, İstanbul, 2001
-Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 12, İstanbul, 1996.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 17 18 İbn Sînâ
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
İslâm Meşşâî Okulunun
En Büyük Sistemci Filozofu,
Orta Çağ Tıbbının Önde
Gelen Temsilcisi:
İbn Sînâ.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 19 magest) geçti; eserin başlangıç
kısımlarını bitirip geometrik şekillerle ilgili bölümüne ulaşınca
hocası kitabın diğer kısımlarını
kendi kendine okuyabileceğini
söyledi. Sonuçta İbn Sînâ astronomide de oldukça ileri bir seviyeye ulaştı. Nâtilî Gürgenç’e gitmek üzere Buhara’dan ayrılınca
İbn Sînâ fizik, metafizik ve diğer
felsefî konularla ilgili metinlere
ve bunların şerhlerine yöneldi.
Bu çalışmalar neticesinde felsefenin bütün disiplinlerinde iyi bir
donanıma sahip olduktan sonra
tıp tahsiline başladı.
Meşşailik ya da Meşşai okulu, İslam felsefesi içinde doğa
felsefesinin etkisinden sonra başlayan rasyonalist felsefe eğiliminin sistemli hâle gelmesinden
oluşan okuldur. İslamda Aristoculuk olarak bilinen akım olarak da bilinir.
İbn Sînâ, İslâm bilim ve düşünce
tarihinde ilk defa felsefe ve ilimlerin
ansiklopedisini vücuda getirdiği gibi
aynı zamanda nesir, nazım ve hikâye
tarzında felsefî eserler kaleme alan
sanatkâr-filozof olmuştur.
İbn Sînâ
Yaklaşık 370 (980-81) yılında Buhara yakınındaki Efşene köyünde doğdu (öl.1037 Hemedan).
İslâm dünyasında İbn Sînâ künyesiyle meşhur
olup bilim ve felsefe alanındaki eşsiz konumunu
ifade etmek amacıyla Orta Çağ âlim ve düşünürleri tarafından kendisine verilen “eş-şeyhü’r-reîs”
unvanı ile de bilinir. Batı’da genellikle Avicenna
olarak bilinmekte ve “filozofların prensi” diye nitelenmektedir. Aslen Belhli olan babası Abdullah,
Sâmânî Hükümdarı Nuh b. Mansûr döneminde
başşehir Buhara’ya yerleşmişti. İyi bir öğrenim gördüğü ve
İsmâilî görüşleri benimsediği anlaşılan İbn Sînâ, İsmâilî
dâîlerle sürekli irtibat hâlindeydi.
Bu irtibat neticesinde evi felsefe,
geometri ve Hint matematiğiyle ilgili konuların tartışıldığı bir
merkeze dönüşmüştü. Kendisini bu tartışmaların içinde bulan
İbn Sînâ erken denilebilecek bir
çağda felsefî konulara aşinalık
kazandı. İbn Sînâ olağanüstü bir
zekâya sahip olduğu için küçük
yaşta dikkatleri üzerinde topladı. Önce Kur’an’ı ezberledi; dil,
edebiyat, akaid ve fıkıh öğrenimi
gördü. Hint aritmetiği okudu. Ebû
Abdullah en-Nâtilî Buhara’ya gelince babası onu oğluna ders vermesi için evinde
misafir etti. İbn Sînâ, Öklid’in Elementler’inin baştan beş altı bölümünü yine Nâtilî’den okudu, kitabın geri kalan kısmını ise kendi kendine çözmeye
çalıştı. Ardından Batlamyus’un el-Mecistî’ine (Al-
20 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İSLÂM DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ VE
METODU
İbn Sînâ, İslâm felsefesi geleneğinin Fârâbi
okulu içinde yer alan en büyük düşünürüdür. Bu
geleneğin en önemli özelliği dinin toplum için
vazgeçilmez ilâhî bir kurum olduğu fikridir ve bu
fikir bir bakıma her iki filozofun felsefesinin özü
gibidir. Aslında İslâm toplumunda Kindî’nin kurduğu felsefeyi geliştirip kurumlaştıran bu iki filozoftur. Daha doğrusu kelâmdan felsefeye geçişi
sağlayan Kindî, onu terminoloji,
metot ve problemleriyle sistemleştiren Fârâbi, kendi dönemine kadar gelen bu birikimi
yeni baştan işleyerek zengin
bir külliyat hâlinde toplayıp değerlendiren İbn Sînâ olmuştur.
XI. yüzyıldan sonra İslâm dünyasında “felâsife” denilince öncelikle akla Fârâbi ve İbn Sînâ
gelmektedir. Ancak İbn Sînâ,
Fârâbi kadar Eflâtun ve Aristo
sistemine bağlı değildir. Ayrıca
İbn Sînâ bir felsefe tarihçisi, tabip ve ilim tarihçisi olması bakımından da Fârâbi’den farklı
bir konuma sahiptir. el-Kanûn
fi’t-tıb ve eş-Şifa gibi hem değeri hem hacmi bakımından büyük eserleri bunun
açık delilleridir. Filozof bu eserlerinde bir konuyu
ele alırken Aristo’nun kendinden önceki filozoflar
hakkında uyguladığı metodu takip ederek önce o
konuda ortaya konmuş olan görüşleri sunar, yer
Ocak - Şubat 2012
yer eleştirir, sonra da kendi görüşünü açıklar. Böylece İbn Sînâ,
İslâm bilim ve düşünce tarihinde
Hipokrat’ın bilmece gibi, Galen’in sıkıcı
ilk defa felsefe ve ilimlerin ansiklopedisini vücuda getirdiği
ve Râzî’nin karmakarışık eserlerine
gibi aynı zamanda nesir, nazım
ve hikâye tarzında felsefî esermukabil İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-tıbb’ı
ler kaleme alan sanatkâr-fılozof
olmuştur. Aristo gibi İbn Sînâ da
sistemli, kapsamlı ve en önemlisi tıp
eserlerini kendi dönemindeki bilimler sınıflamasına uygun olaöğretimine uygun tarzda yazılmış bir eser
rak kaleme alır.
Onun bilim ve felsefeyle
olarak diğerlerini gölgede bırakmıştır.
ilgili yazılarında kullandığı kavramsallaştırma sistemi çoğunlukla çift yönlüdür. Bundan dolayı herhangi bir kavram veya terimin onun felsefesinde çok defa
TIP
bir karşıtı vardır. Arapça bilim ve felsefe dili olarak
İbn Sînâ, kendi çağının tıp geleneği bakımınİbn Sînâ’nın eserlerinde zirveye ulaşmış, felsefî dan zirveyi temsil eden, kendisinden sonraki tıp
ve ilmî eserler onun tasnifiyle mükemmel bir dü- öğretimi ve araştırmaları için hem İslâm hem de
zeye kavuşarak sonraki nesiller için örnek teşkil Avrupa ilim çevrelerinde sarsılmaz bir otoritedir
etmiştir. Her ne kadar İbn Sînâ’nın felsefe tasnifi
Büyük bir filozof olduğu kadar ünlü bir hekim
ana çizgileriyle Aristo’dan beri süregelen mantık, olan İbn Sînâ, bu alandaki eserleriyle İslâm düntabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât (metafizik) veya yasıyla birlikte Avrupa tıp geleneğini de derinden
mantık, tabiat ve metafizik şeklindeki bilimler sı- etkilemiştir. Onun Batı’daki etkisinin XVII. yüzyıla
nıflaması içinde görülse de içerik olarak mutlak kadar sürdüğü ve eski Yunan tıp otoriteleri olan
bir otoriteye bağlı kalmayıp gerektiğinde meselâ Hipokrat ile Galen’in şöhretini gölgede bıraktığı
Fârâbi için yaptığı gibi öncekilerin başarılarını be- kabul edilmektedir. Nitekim ölümünden yüzyıl
lirterek onlardan saygıyla söz eder, fakat gerektiği sonra, bir tıp şaheseri olarak bilinen el-Kânûn fi’tzaman da cesaretle eleştirir. Bilimler sınıflaması- tıb adlı eserinin İspanya’da Latince’ye tercüme
na göre yazdığı büyük, orta ve küçük hacimli bü- edilip XIII. yüzyıldan itibaren Avrupa üniversiteleri
tün eserlerinde İbn Sînâ, salt akılla başladığı fel- tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulması
sefeyi nübüvvetle taçlandırır. Hemen bütün felsefî ve XVII. yüzyılda Vallodolid Üniversitesinde bir
eserlerinde dinin fert ve toplumun mutluluğu için İbn Sînâ kürsüsünün ihdas edilmesi bunu göstergerekliliğini ve tabiiliğini, karmaşık kanıtlara baş- mektedir.
vurmaksızın akıcı bir üslûpla açıklamaya çalışır.
İbn Sînâ’nın tıpta sadece bir teorisyen olmadığı, uygulamaya ilişkin oldukça önemli bir birikime sahip olduğu bilinmektedir. Nitekim kendisi
şöhretini ve geçimini bir bakıma başarılı tedavi
uygulamalarına borçludur. Herhalde İbn Sînâ da
baş ağrısı için buz tatbiki yahut tüberküloz tedavisi için gül şerbeti içirilmesi gibi birçok tedavi yöntemini bizzat bulmuştu ve bu keşiflerini el-Kânûn
fi’t-tıb’ı yazarken eserinde yansıtmak istemişti.
Ancak onun klinik gözlem ve keşiflerini kaydettiği notlarının çoğu kaybolmuştur. Hipokrat’ın bilmece gibi, Galen’in sıkıcı ve Râzî’nin karmakarışık
eserlerine mukabil İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-tıbb’ı
sistemli, kapsamlı ve en önemlisi tıp öğretimine
uygun tarzda yazılmış bir eser olarak diğerlerini
gölgede bırakmıştır.
Teoriye ağırlık veren tavrına rağmen İbn Sînâ,
bilimsel yöntem hakkında önemli ana fikirleri de
vurgulamayı ihmal etmemiştir. Nitekim el-Kânûn
fi’t-tıbb’ın basit ilâçlar ve uygulanışları konusuna
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 21 ayırdığı ikinci kitabında teşhis yöntemleri üzerinde de durmakta, hastalıkların sebeplerine belirli semptomlardan hareketle nasıl ulaşılacağını
tartışmaktadır. Aristo’nun ölçme ve deneyin önemini yeterince vurgulamayan, niceliksel olanın
incelenmesinden ziyade niteliksel olana ağırlık
veren yöntemine karşılık İbn Sînâ’nın hipotetikempirik bir yöntem önerdiği görülmektedir. Bazı
araştırmacılar bunu, İbn Sînâ’nın Galen aracılı-
rini fiziğin otoritesine başvurarak elde etmektedir.
İbn Sînâ, kendi çağının tıp geleneği bakımından zirveyi temsil eden, kendisinden sonraki tıp
öğretimi ve araştırmaları için hem İslâm hem de
Avrupa ilim çevrelerinde sarsılmaz bir otoritedir.
Onun, el-Kânûn fi’t-tıbb’ın birinci kitabında hastalığın teşhisi için nabız ve idrar muayenesi bahisleri oldukça ilgi çekicidir. Nizâmî-i Arûzî, hekimin nabızla ilgili teşhiste mahir olduğunu ifade
etmektedir. İbn Sînâ’nın bu konuda Galen’in yanı
sıra Çin ve Orta Asya tababetinden de faydalandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca düzenli ve düzensiz,
hızlı, yavaş ve mutedil olma durumuna göre nabız
şekillerinin daha da arttığına işaret etmektedir.
Bu çerçevede aritmi gösteren nabızların çeşitlerini yahut nabzın cinsiyete, yaşa, mizaca, uykuda
ve uyanık olma hallerine, perhizde olup olmama,
hamileliğe veya psikolojik durumlara göre ne şekilde değiştiğini açıklayarak hekimlerin nabza
göre ne şekilde hareket etmesi gerektiğini ortaya
koymuştur.
İBN SÎNÂ’NIN NABIZLA AŞK
HASTASINI BULUŞU
Cürcan hükümdarının bir akrabası hastalanır.
İbni Sina’yı çağırırlar. İbn Sina, hastalıktan zayıflamış gencin nabzını tutar. İdrarını isteyip görür.
Sonra ‘’Bana bütün Cürcan havali ve mahallelerini
tanıyan bir adam lazım ‘’ der.Bulup getirirler.
ğıyla etkilendiği hipotetik yani şartlı önermeler
üzerine kurulu Stoa mantığına bağlamak eğilimindedir. Empirik yönteme dair bu öncü yaklaşımına rağmen el-Kânûn fi’t-tıbb, büyük ölçüde
tıp geleneğine ait çoğu Galenci olan birikimin bir
derlemesi görünümündedir. Çünkü İbn Sînâ’nın
bu eseri yazmaktaki amacı, hekimlere tıp ilminin
teorisi hakkında artık daha fazla şüpheye düşmeyecekleri standart bir uygulama kılavuzu takdim
etmektir. Esasen “yasa, kural ve kıstas” anlamına
gelen “kânun” kelimesinin kitabın adı olarak kullanılması bir tesadüf değildir. İbn Sînâ’nın iddiasına göre hekim bedenin hastalık ve sağlığına yol
açan maddî, sûri ve gâî sebepleri araştırabilmeli;
anatomi, diyet, semptomlar ve ilâçlar hakkında
bilgi sahibi olmalı; fakat fizik ilminin dört unsuru
ve buna bağlı olarak temel kavramları tabiat felsefesinden almalıdır. İbn Sînâ’nın fizik ve tıp arasında böyle bir hiyerarşi görmesi normaldir. Zira
bugün bile pek az hekim fizik ve kimyada orijinal
araştırmalar ortaya koymakta, çoğu ilk prensiple-
22 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İbn Sina, hastanın nabzını tutup adama,
‘’Cürcan’ın mahallerini say.’’ der. Adam, saymaya
başlar. Bir mahallenin ismini duyunca, hastanın
nabzında garip bir hareket olur. İbn Sina, adama
‘’Bu mahallenin sokaklarını say. ‘’ der. Adam saymaya başlar. Bir isme gelince o hareket gene olur.
Bunun üzerine İbn Sina, ‘’Şimdi bana o evde yaşayan insanların hepsinin isimlerini bilen biri lazım’’
der. O kişi de bulunur ve adam o evdeki kişilerin
isimlerini saymaya başlar.
Bir ismi söyleyince, o hareketlilik gene olur. O
zaman büyük bilgin ‘’Tamam. ‘’ der ve oradakilere
dönüp, ‘’Bu genç, falan mahallede, filan sokaktaki
filan isimli bir kıza âşıktır. İlacı da ona kavuşmaktır.’’ der.
Göz hastalıkları konusu çerçevesinde öncelikle “remed” (oftalmi) üzerinde duran İbn Sînâ, bu
hastalığı gözün “et-tabakâtü’l-mültehime” denilen tabakasının iltihaplanması yani “konjoktivit”
olarak vasıflandırışı, İbn Sînâ’nın bu konuya Grek
kaynaklarında geçen; oftalmolog Ali b.Îsâ’dan
daha iyi vâkıf olduğunu, el-Kânûn fi’t-tıbb’ta oftalminin üç çeşidinin Grekçe isimlerini “tartsis, kimosis, balgamı” olarak vermesinden de anlıyoruz.
Ayrıca trahomun teşhisinin nasıl yapılacağını tarif
Ocak - Şubat 2012
etmiştir. Eserde göz adalelerinin gerilip gevşemesini ve göz yaşı kanallarının fonksiyonunu açıklayan İbn Sînâ’nın gözün anatomisine dair verdiği bilgi, eserin 1479 tarihli Latince baskısında bir
illüstrasyonla resmedilmiş ve daha sonraki bazı
baskılarda bu uygulama devam etmiştir.
İbn Sînâ’nın cerrahiyle ilgili tesbit ve görüşleri el-Kânûn fi’t-tıbb’ın üçüncü kitabında yer almış
olup gerek İslâm âleminde gerekse Avrupa’da güvenilir kaynak olarak kabul edilmiştir.
Ameliyatlarda anestezi yöntemi konusunda
şaraba afyon, sarı sabur, âdemotu (mandragora) ve hindistan cevizi ilâve edilip hastaya içirilmesini öneren İbn Sînâ’nın çağdaşı olan Ali b.
Îsâ’nın formülü de mandragora, haşhaş suyu ve
afyon şeklindedir. İbn Sînâ ve Ali b, Îsâ’nın anestezi yöntemi Selçuklular zamanında Suriye ve
Mısır’da kullanılmaktaydı. 1218 yılında Haçlı ordusuyla İslâm dünyasına gelen
Bolognalı cerrah Hugo von
Lucca müslüman cerrahlardan bu usulü öğrenmiştir.
Ülkesine dönünce bu yöntemle anestezi uygulamış,
oğlu Theodorich Borgognoni de aynı usulü benimseyerek ünlü bir cerrah olmuştur.
Theodorich’in Chirurgia adlı
kitabında zikrettiği ameliyat
ve anestezi yöntemlerine
bakıldığında İbn Sînâ’nın
etkisi açıkça görülmektedir.
el-Kânûn fi’t-tıbb’ın üçüncü
kitabının kadın hastalıkları
ve doğumdan bahseden bölümleri, özellikle uterustaki
tümörler ve histeri konuları dikkat çekici bir şekilde ele alınmıştır. İbn Sînâ bu çerçevede histeriyle
apopleksi arasında ayırıcı bir tanı yapmaktadır.
Akıl hastalıklarını; hafıza bozukluğu, olmayan
şeyleri hayal etme ve geri zekâlılık gibi elementer
hastalıklarla bunama, taşkınlık ve melankoliden
oluşan gerçek psikozlar olarak iki ana grupta değerlendiren İbn Sînâ, bunamanın sebebini beynin
orta ventrikülünde göstermektedir. Melankolinin
semptomlarını korku, yalnızlığa temayül ve baş
dönmesi olarak sıralayan İbn Sînâ’nın bu hastalığa yakalanan bir genci tedavi edişiyle ilgili hikâye
Çehâr Mahiâle’de yer almaktadır. Frenitis, letarji,
uykusuz koma, kuduz veya hidrofobi ve epilepsi de İbn Sînâ tarafından semptomatik psikozlar
olarak zikredilmektedir.
Ibn Sînâ’nın salgın hastalıklar konusunda da
dikkat çekici tesbitleri vardır. Bilhassa el-Kânûn
fit-tıbb’ın dördüncü kitabında yer alan bu tesbitler içinde, malaryanın sazlık ve bataklık yerlerde
Ocak - Şubat 2012
görüldüğü gözleminden hareketle hastalıkla sivrisinekler arasındaki ilişkiye zımnen işaret etmesi,
veba salgınıyla fareler arasındaki münasebeti belirtmesi ve sudaki kokuşmaya yol açan “cinnü’lmâ” adını verdiği varlıklardan söz ederek mikroskobun keşfinden çok önce mikroptan bahsetmesi sayılabilir. Onun zehirler ve zehirlenmeyle ilgili
olarak eserinin yine dördüncü kitabında verdiği
bilgiler de önemlidir. Zehirleri mineral, nebatî ve
hayvanî zehirler şeklinde tasnif eden İbn Sînâ
böcek ısırması, yılan sokması ve kuduz köpek
ısırmasıyla ilgili olarak ayrıntılı bilgi vermektedir.
Önce zehirleri tanımlayan filozof, zehirlenmelerin semptomlarını verdikten sonra tedavi şekilleri
hakkında açıklamalarda bulunmaktadır. Kulak,
burun, boğaz hastalıklarına eserinin üçüncü kitabında yaklaşık yetmiş sayfa ayıran İbn Sînâ, Orta
Asya’da Uygur Türkleri’nin kullandığı bazı ilâç ve
drogların kullanılmasının yanı sıra tonsillektomi
ve trakeotomi ameliyatlarından da ayrıntılı biçimde
bahsetmiştir. Bu arada İbn
Sînâ’nın, Nuh b, Mansûr’un
boğazındaki hunnak hastalığını tedavi ettiği ve böylece
on sekiz yaşında üne kavuştuğu da kaydedilmektedir.
İbn Sînâ’nın el-Kânûn
fi’t-tıbb’ı,
XII.
yüzyılda Tuleytula’da Gerhard
von Cremano tarafından
Latince’ye çevrilmiş, daha
sonra hekim ve şarkiyatçı
Andrea Alpago yeni bir Latince tercümesini gerçekleştirmiştir. Bu tercümenin 1544
yılında yapılmış baskısının
kapağında İbn Sînâ’nın hekimler prensi olarak
taçlı bir portresi yer almaktadır. Eserin Latince
çevirisinin aynı yüzyılların Avrupa’sında otuz altı
defa basılmış olması, İbn Sînâ’nın Avrupa tababetini nasıl etkilediğini göstermektedir.
İbn Sînâ’nın Avrupa’da uzun süren etkisinin
bir başka delili, el-Kânûn fi’t-tıbb’ın Canon olarak
anılan Latince tercümesinin XVII. yüzyıl sonlarına
kadar Louvain ve Montpellier gibi üniversitelerde
ders kitabı olarak okutulmasıdır. Başta bu eser
olmak üzere çeşitli İslâm tıp klasiklerinin Latince çevirileri Arapça birçok tıp teriminin Latince’ye
girmesine yol açmıştır. Andrea Alpago, eserin Latince tercümesinin sonuna bir tıp terimleri lugatçesi eklemiş, bu lügatçe için kitabın İbnü’n-Nefîs
ve Kutbüddîn-i Şîrâzî şerhlerinden faydalanmıştır.
Paris Tıp Fakültesinin büyük dershanesindeki
dünyanın en meşhur hekimlerini temsil eden duvar freskinde İbn Sînâ’nın Ebû Bekir er-Râzî ile yan
yana resmedilmiş illüstrasyonu bulunmaktadır.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 23 BİLGİ TEORİSİ VE MANTIK
İbn Sînâ bilgi problemini mantık ve psikoloji
konularıyla ele alır. En temel özelliği bilmek, istemek ve yapmak olan insanın her çeşit bilgiye
ulaşabileceğini söyleyen İbn Sînâ, bilmenin zihnin soyutlama yapmasıyla başladığını belirterek
bunu idrak terimiyle ifade eder . Burada sözü edilen bilgiye konu olan nesnenin gerçekliğini zihne
taşıyan, onun gerçekliğine ilişkin her türlü özelliği
içeren, kısaca zihinde nesneyi temsil eden suret
yani mâna ve kavramdır. Diğer bir ifadeyle bilme,
zihnin soyutlama yoluyla nesnenin suretini alıp
bilgiye dönüştürmesinden ibarettir. Şu halde soyutluk durumuna göre zihinde iki çeşit bilmeden
söz etmek gerekir; eğer bilgiye konu olan şey somut bir varlık ise çeşitli soyutlama derecelerinden
geçerek zihinde oluşur ve o şeyin bilgisine ulaşılmış olur; fizikî varlıkların bilgisi bu şekilde elde
edilir. Bilgiye konu olan manevî ve metafizik bir
şey ise o zaman soyutlama işlemine gerek duyulmayacağı için o şeyin bilgisi doğrudan kazanılan
bir bilgi olacaktır. Bu tür metafizik bilgiye ulaşması
için zihnin uyarıcı bir işaretle ona yönelmesi yeterlidir. Dolayısıyla bu alanla ilgili kavramlarımız içerikli kavramlardır; bu sebeple mantığın bu alanın
bilgisiyle bir ilişkisi yoktur; çünkü mantık ancak
duyular yoluyla ve soyutlama ile kazanılan nesnel dünyaya ilişkin bilgilerle ilgilenir. Bu sonuçlara
ulaştıran işleme düşünme (fikir) denilmektedir.
İbn Sînâ’ya göre bilgi sadece düşünceyle elde
edilmez; bu konuda daha önemli ve kestirme yol
24 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi sezgidir. Bu bakımdan filozofun sezgiye düşünceden de fazla önem verdiği söylenebilir. Çünkü
konu iyice incelenirse bilgi değeri taşıyan önermelerin bu husustaki kabiliyeti gelişmiş kişilerin
sezgilerine dayandığı görülür. İbn Sînâ’ya göre
düşünce ve sezgi özünde birdir. Düşünce bir zaman sürecinde gerçekleşen sezgi, sezgi de bilginin âdeta zamansız olarak bir anda kazanılmasıdır. Ancak sezgi bazan insanın iradesi dışında
gerçekleştiği halde düşünce daima iradeli bir faaliyettir.
Öte yandan Fârâbi gibi İbn Sînâ da bilginin kazanılması için birer bilgi vasıtası olarak yalnız duyuların veya düşüncenin yeterli olmadığını söyler.
Düşüncenin ilkelerinin yani mantığın deneyden
alındığı söylenemeyeceği gibi doğuştan geldiği
de savunulamaz. Eğer öyle olsaydı mantıkla ulaşılan bilgiler ilk baştan bilinirdi, hâlbuki bunlar
ancak deneyle birlikte ve belli bir süreçten sonra
elde edilir. Şu halde doğuştan gelen yeteneklerin
ve deneyin yanında bir bilgi vasıtası veya ilkesi
daha bulunmaktadır. Her ne kadar kendinden önceki filozof ve mantıkçılar Aristo’nun Organon’u
üzerinde çeşitli çalışmalar yapmışlarsa da onun
bütün bölümlerini tek bir metin içinde inceleyen
İbn Sînâ’dır.
İbn Sînâ’ya göre mantık tutarlı düşünmenin kanun ve kurallarını öğreten bir disiplindir;
kısaca düşüncenin bilimidir. Düşünmek bir kavram veya bir yargı elde etme çabası olup bu da
tanımlama veya kanıtlama yoluyla yapılır. Mantık,
tanımlama ve kanıtlamanın kurallarını inceleyen
ve öğreten bir ilimdir; ayrıca öteki ilimler için de
bir araç ve giriş mahiyetindedir.
Fârâbi gibi İbn Sînâ da mantık
incelemelerine dil konusuyla
başlar. Dille düşünceyi karıştırmamak
gerektiği
uyarısında
bulunan
filozof dilin konusunun kelimeler,
mantığın konusunun kavramlar olduğunu
hatırlatır.
Ocak - Şubat 2012
Fârâbi’den beri mantık problemleri kavram ve
önerme mantığı olarak başlıca iki bölümde ele
alınmıştır.
İbn Sînâ’nın bu konudaki başarısı, her iki bölüme ilişkin meseleleri olanca ayrıntılarıyla ve kendi
kültür dünyasından verdiği örneklerle geliştirip
zenginleştirmesi ve bir metodoloji olarak onu sisteminin bütünü içinde başarıyla kullanmasındadır.
Fârâbi’nin aksine İbn Sînâ’nın ilimler tasnifinde kelâm ve fıkıh gibi dinî ilimlere yer vermemesi
dikkat çekicidir. İbn Sînâ’nın bilginin yalnızca biçimine değil içeriğine de önem vermesi, Aristo ve
Fârâbi’nin mantığı gibi onun mantığının da içerikli
bir mantık olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla
bilginin formunu, muhtevasını ve konusunu ayrı
yerlerde incelemek bilgi ve ilim hakkında tam bir
tasavvur vermeyeceğinden İbn Sînâ mantığında
bilgi nazariyesi, bilim felsefesi ve mantık birlikte
ele alınmıştır.
TABİAT FELSEFESİ
Tabiat ilminin konusu sürekli değişime uğrayan cisimler dünyasıdır. Genel olarak değişmeyi
“kuvveden fiile çıkış” şeklinde tanımlayan ve değişmenin çeşitli şekilleri üzerinde duran İbn Sînâ
evrendeki oluş ve bozuluş sürecinin bir değişen,
bir de değişmeyen iki öğeyi gerektirdiğini belirtir.
Cismi oluşturan bu iki ögenin değişmeyi taşıyan
kısmı madde, değişen ve türü belirleyen kısmı ise
surettir. Hareketleri, esasta ilkelerine göre tabii ve
iradeli olarak ikiye ayırmak gerekir. Hayvan, insan
ve gök cisimlerinin hareketleri iradeli, dört unsur,
madenler ve bitkilerin hareketleri ise tabiidir. Dört
unsurdan gök cisimlerine kadar cisimlerin toplamına âlem denir. İbn Sînâ’ya göre âlem sonludur,
âlemde boşluk yoktur. Hareketin içinde gerçekleştiği mekân boşluk demek değildir; mekân, kuşatan cisimle kuşatılan cismin temas ettiği zihnî
bir alan olup dış dünyada boşluk mevcut değildir
nefislerin işlevi olarak gösteren bir nefis-beden
veya nefis-cisim düalizmini tercih eder.
Oluş ve bozuluş âleminde birbirinden ayrı üç
tür nefsin varlığı yönündeki geleneksel görüş İbn
Sînâ tarafından da kabul edilip geliştirilmiştir. Tabiata en yakın olanı nebatî nefistir. Nebatî nefis
bitkilerde görülen beslenme, büyüme ve üremenin ilkesidir. Hayvanî nefis, söz konusu fiillerin
yanı sıra hayvanlarda görülen duyusal idrak ve
iradenin de ilkesidir. İnsan nefsi ise bitki ve hayvan nefsinin sahip olduğu bütün güç ve fiillerden
başka aklî idrak ve irade gücüne sahiptir. Nefis
aynı zamanda bedene de yetkinlik kazandırır. Nitekim duyu organları nefis sayesinde anlamlı işlev görebilmektedir
En ılımlı mizaca insan bedeni sahip olduğu için
sadece insan bağımsız cevher olma özelliğine
sahiptir. Ayrıca mizacın mutedilliği nefsin fiillerini
tam olarak yerine getirmesi için de gereklidir.
İbn Sînâ nefsin bedenle birlikte var olduğunu
söylemekle Eflâtun’dan, nefsin ölümsüzlüğünü
ve bedenden bağımsız bir cevher olduğunu açıklamakla da Aristo’dan ayrılmıştır.
METAFİZİK
Metafiziğin konusu genel anlamıyla varlık ve
varlığın genel özellikleridir. Bu disiplin içinde Tanrı, akıl, nefis gibi soyut varlıklar, oluş ve varlık düzeni gibi konular incelenir. Metafizik, varlığın belli
alanlarını inceleyen ilimlere ilkelerini verir ve böylece bu bilimlerin kendilerini metafiziğin yerine
koymaları önlenmiş olur. Nitekim İbn Sînâ, mantık ve matematiğin kavramlarını soyut ve kendi başına var olan gerçekliklermiş gibi düşünen
Pisagorcular’la Eflâtun’u eleştirir
PSİKOLOJİ
İbn Sînâ, Aristo geleneğine uyarak psikolojiye
tabiat felsefesi içinde yer vermekle birlikte nefsin
bağımsız ve gerçek bir varlık (cevher) olduğu ve
ölümsüzlüğü gibi nefisle ilgili bazı önemli görüşleriyle ondan ayrılır. İbn Sînâ da Aristo gibi nefsi
“tabii organik cismin ilk yetkinliği” şeklinde tarif
eder , fakat Eflâtun ve Yeni Eflâtunculuk’tan gelen
ruh telakkisine dair literatüre de sahip olduğu için
yukarıdaki tanıma rağmen Aristo’nun ruhu bedenin bir fonksiyonu gibi gösteren anlayışına iltifat
etmez; aksine nefse gerçek varlık tanıyan, hatta
organik varlıklardaki bütün biyolojik, fizyolojik ve
psikolojik oluşlarla gök cisimlerinin hareketini de
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 25 Zihindeki varlık kavramına ve insanın kendi
benliğine ilişkin bilginin çözümlenmesiyle insan,
bütün varlığın ve oluşun kendisiyle açıklanacağı
ilk ilkeye ve ilk sebebe yükselmiş olur.
Fârâbi gibi İbn Sînâ da varlık kavramının insan
aklının ulaşabileceği en genel ve açık seçik kavram olduğunu, bu sebeple onun tanımının yapılamayacağını ifade eder. Bu hususta kanıt veya
tarif diye ortaya konacak bilgiler sadece varlık
hakkında zihni uyarma işlemi olup bilinmeyen bir
şeyi kanıtlama, bildirme veya gösterme değildir.
Şu halde varlığa ve genel olarak metafizik alanına
ilişkin bilgi, mantıkî kanıtlara dayalı ve dolaylı bir
bilgi değil doğrudan doğruya akıl yoluyla bilinen
bilgidir.
İlk varlığın zâtı gibi yetkin olan bilgisinin ve
inayetinin sonucu olarak âlem, olabilecek en
mükemmel biçimde var olmuştur. Bundan daha
mükemmel bir âlemin olması, dolayısıyla oluşun
başka türlü açıklanması düşünülemez.
Fârâbi’nin aksine İbn Sînâ, semavî akılların ve
nefislerinin sayısı konusunda bir şey söylemez.
Hay bin Yakzân ve et-Tayr gibi bazı risalelerinde
belli bir sayıyı (yedi ve sekiz gibi) ima etse de ona
göre asıl önemli olan oluşun ilkesi, nasıl başladığı
ve nerede ve kimde kemale erdiğidir. İbn Sînâ’nın
Hay bin Yakzan’ı 14. yy. dan itibaren dünyanın
belli başlı hemen bütün dillerine çevrilmiştir.
Hem felsefi içeriği hem de anlatı-roman biçimiyle
Batı düşüncesini derinden etkilemiştir. Hayy bin
26 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Yakzan, Robinson Crusoe’
ya ilham kaynağı olmanın
yanında, Defoe, Bacon, Spinoza ve More gibi pek çok
düşünür ve sanatçı üzerinde etkili olmuştur. İbn Sînâ,
bu ünlü risalede, Hayy’ın var
oluşu ve gelişimi çizgisinde
insanlık tarihini , aynı zamanda “Uyanık’ın oğlu Diri”
anlamına gelen “Hayy bin
Yakzan”ın ıssız bir adada tek
başına büyümesini , kendi kişisel tecrübeleriyle Hakikat’i
arama çabasını anlatır.Yalnız başına yaşadığı adada
Adem’e benzeyen konumu
,ateşin kaşifi olarak üstlendiği Prometeus’un rolü ,ateşle
zekice deneyimlere girişmesi ve düşünmeden ‘’ondan
bir parçayı’’kavramaya çalışması onun, insanoğlunu
sembolize ederek anlattığını
gösterir.Çünkü o da ilk insan
gibi her şeyi kendi başına
keşfetmek zorundadır. Hayy,
tabiatla baş başa, tüm dış etkilerden her türlü insani ve ilahi öğretiden uzak biçimde çevresine
bakarak, Hakikat’in bilgisini ve varlığın sırrını keşfeder.
AHLAK FELSEFESİ
İbn Sînâ, bir iki küçük risalesi dışında ahlâka
dair müstakil bir eser yazmamıştır. Bununla birlikte ahlâk felsefesiyle ilgili düşüncelerini geniş ölçüde ilâhiyyât çerçevesinde ele alır. İnsanın neleri
ve niçin yapması gerektiğini açıklayan kavramların tanımlanması tabiat felsefesindeki nefis görüşü ve metafizik meseleleriyle yakından bağlantılıdır. Bu sebeple İbn Sînâ’nın psikoloji ve ontolojiyle ilgili düşünceleri bilinmeden ahlâk felsefesi
anlaşılamaz. Öte yandan ahlâk felsefesi, ahlâkî
kavramların içeriği yönünden din felsefesiyle de
yakından ilişkilidir.
İbn Sînâ, insan davranışlarını ölçen ve değer
yargılarını ifade eden ahlâk felsefesinin temel
kavramlarını gayeci bir bakış açısından incelemeye çalışır ve bu sebeple ahlâk felsefesini metafizikle ilişkili ve onun tamamlayıcısı olarak görür.
Ahlâk ilkelerini metafizikten alır. Onun, ahlâk felsefesini daha iyi anlayabilmek için, “İnsan hangi
davranışı niçin seçmelidir ve bunu nasıl gerçekleştirebilir?” şeklindeki temel sorunun bu felsefedeki cevaplarını aramak gerekir. İçerikle ilgili olan
ilk sorunun karşılığı dinde mevcuttur. Bu davra-
Ocak - Şubat 2012
nışı gerçekleştirecek araçların bilgisini ilim, niçin
gerekli olduğunun bilgisini de metafizik verir. Şu
halde tabiatı inceleyen bilimin insan mutluluğuna
katkısı metafizik gibi doğrudan değil dolaylıdır.
İbn Sînâ’ya göre kötülük mutlak değil izafîdir
ve bir çeşit yokluk sayılmalıdır; bu yokluğun sebebi maddenin her çeşit surete bürünme özelliğidir. Ancak filozof, maddî dünyanın bir parçası
olan insanın karşılaştığı kötülükleri (hastalık, sakatlık vb.) gerçek anlamda kötülük olarak görmez.
Çünkü bu tür kötülüklerin bir kısmı tedaviyle giderilebilir, giderilmese bile bu kötülük yalnızca bu
âlemle sınırlıdır ve bedene hastır. Halbuki gerçek
kötülük, bedenle olanı değil bedenden ayrıldıktan
sonra da varlığını sürdürecek olan nefisle ilgili olanıdır. Ahlâk felsefesinin konusuna giren kötülük
MUSİKİ
de insanın gerçek varlığı demek olan nefse ilişkin
kötülüktür. Ancak buradan bedenin dışlandığı ve
horlandığı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü
nefis kendi yetkinliğini bedeni kullanarak gerçekleştirebilir.
DİN FELSEFESİ
İbn Sînâ’nın din felsefesiyle ilgili düşünceleri
insanlık için dinin gerekli olup olmadığı, vahyin
imkânı ve mahiyeti, vahiy dilinin yapısı gibi konular etrafında yoğunlaşır. Dinin gerekliliğini siyasî
ve hukukî açıdan ele alan filozof, insanın tek başına yaşaması durumunda bütün ihtiyaçlarını karşılamasının imkânsız olduğunu, bu sebeple topluluk içinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğunu
hatırlatarak birlikte yaşayan insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaları, kamu düzenini ve iç barışı
sağlamaları gerektiğini, bunun da ancak iş bölümüyle başarılabileceğini belirtir.
Ocak - Şubat 2012
Mûsikiyi riyazi ve eğitici bilimler arasında sayan İbn Sînâ’nın eş-Şifâ ve en-Necût adlı eserlerinde yer alan mûsikiye dair bilgiler XI. yüzyılın
mûsiki anlayışını aksettirmesi bakımından değerlidir. Bir bakıma Fârâbi’nin mûsiki sistemini
genişleterek kendi sistematiği içerisinde inceleyen İbn Sînâ, mûsiki çalışmalarında zaman zaman tenkidi bir yol takip etmiştir. İbn Sînâ’ya göre
mûsikî, birbirleriyle uyuşup uyuşamama bakımından seslerin ve bu seslerle iç içe olan zaman
birimlerinin durumlarından, onların bestelenme
niteliklerinden bahseden riyâzî bir ilimdir. Bu tarifte iki önemli unsur olarak ortaya çıkan nağme
(ses) ve îkâ’ (ritim) aritmetik, fizik ve geometriyle
doğrudan ilgilidir. “Mûsikide ilk hoşa giden şey
sesin duyulan ve hissedilen nitelikleridir” diyerek
sesin önemine işaret eden İbn Sînâ’ya göre ses,
aynı zamanda hayat mücadelesinde ve çeşitli ihtiyaçların karşılanmasında canlılara bahşedilen bir
haberleşme aracıdır. Sesler çeşitli sebeplerle tiz
ve pes olarak oluşur ve kendi aralarında farklılık
gösterir. Besteyi insana hoş gösteren şey duyma
kabiliyeti değil onu anlama yeteneğidir. Dolayısıyla sesler arasındaki uyumdan doğan ahenkli
melodiler ve düzenli ritm, ruhu derinden etkiler,
İbn Sînâ. mûsikinin kaynağının gök cisimleri olduğunu ileri süren müslüman Pisagorcular’ın aksine bu meselede mistik bir yaklaşımdan çok natüralist bir görüş ortaya koymaktadır. Nitekim bu
konuda kendisine rehber edindiği Fârâbi de gök
cisimlerinin müzikal veya antimüzikal herhangi
bir ses vermediğini söylemiştir.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 27 ESERLERİ
İslâm Filozofları içerisinde en
çok
eser vermiş müelliflerden
Îbn Sina’nın mûsikideki ilmî seviyesi,
biri olan İbn Sînâ’nın mantık,
tabîiyyât, riyâziyyât ve metafigerek kendi zamanında gerekse
zik gibi disiplinlerle ilgili eserleri
daha sonraki devirlerde birçok
oldukça geniş hacimli, Kindî ve
Râzî gibi kendisinden önceki
ilim adamının ilgi odağı olmuş ve
filozoflar tarafından kaleme alınan çalışmalardan daha kapeserlerinde ileri sürdüğü fikirler
samlıdır. Üslûbu ve kendisinden
asırlar boyu mûsiki nazariyatçılarına
önce yüzeysel olarak ele alınan
meseleleri dikkatli ve ayrıntılı bir
rehberlik etmiştir.
biçimde ortaya koyması bakımından seleflerinden, hatta üstadı Fârâbi’den ileridedir. Aynca
Kur’an’ın bazı sûrelerini tefsir
İbn Sînâ’nın bazı mûsiki terimleri hakkındaetmesi; namaz, kader, nübüvvet
ki tarifleri dikkat çekicidir. Meselâ günümüzde ve âhiret gibi konuları tartışarak doğrudan dinî
“nota” kelimesiyle ifade edilen nağmeyi, “değer- meseleler üzerinde yoğunlaşması. İslâm dünyalendirilebilen bir zaman süresince devam eden sında eserlerinin daha fazla kabul görmesini
ses”, günümüz mûsiki nazariyatında aralık adıyla sağlamıştır. Doğu’da X1 ve XII. yüzyıllardan sonanılan “eb’ad” terimini “bir melodi içinde art arda ra Kindî’nin Fârâbi’nin isimleri unutulmaya başgelen biri daha pes, diğeri daha tiz iki notanın ara- lamışken İbn Sînâ’nın eserleri oldukça geniş bir
sındaki fark” şeklinde tanımlamıştır. Uyumlu ve coğrafyaya yayılmış, belirli ölçüde İslâm dünyauyumsuz diye ikiye ayrılan bu aralıkların ilkinde sında bugüne kadar devam eden felsefî eğitimin
iki notanın sayısal bir oran içinde olduğu görülür. temelini oluşturmuştur. Eserlerinin mevcut nüsAralarında sayısal bir oran bulunmayan iki nota- haları da bu duruma işaret etmektedir. Nitekim
nın aralığı ise uyumsuzdur.
Kindî’nin eserlerinden sadece iki el yazmasına
ulaşılabilmiş, Fârâbi’nin eserlerinden önemli bir
İbn Sînâ mûsikide ritmi vazgeçilmez bir unsur kısmı eksik kalmışken İbn Sînâ’nın çalışmalarının
olarak ele almış, eserlerinde bu konuya özel bö- neredeyse tamamı pek çok nüsha halinde günülümler ayırmıştır. Mûsikinin ve şiirin ahengini “ri- müze kadar gelmiştir.
tim” başlığı altında tek bir çerçevede toplayan İbn
Sînâ mûsikideki ritim kalıplarıyla aruz vezinlerini
birleştirmiştir. İbn Sînâ, mûsiki ve şiir sanatlarının benzer noktalarını ise şu şekilde özetler: Her
iki sanat, insanın tabii sevgisinden kaynaklanan
uyumlu terkip ve melodilerdir. Şiirin de mûsikinin
de kendilerine has ritmi, ahengi ve nağmesi vardır. Her iki sanatın da temeli taklittir. Eserlerinde
devrinde kullanılan müzik aletlerinden de bahseden İbn Sînâ bu âletleri genel olarak üflemeli, telli
ve ritim çalgıları olarak üçe, bunları da kendi aralarında bölümlere ayırmış, birtakım teorik açıklamalar yaptığı ud üzerinde geniş olarak durmuştur.
Îbn Sina’nın mûsikideki ilmî seviyesi, gerek
kendi zamanında gerekse daha sonraki devirlerde birçok ilim adamının ilgi odağı olmuş ve eserlerinde ileri sürdüğü fikirler asırlar boyu mûsiki
nazariyatçılarına rehberlik etmiştir.
28 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Kitaplarından Bazıları:
1. eş-Şifâ: Felsefeye dair en önemli eseridir.
Ansiklopedik bir tarzda yazılmış olup mantık,
tabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât bölümlerinden
meydana gelmektedir.
2. en-Necât: Felsefenin temel konularında
okuyucuya bilgi vermek ve bu alana yönelen
kimseleri yetiştirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Önemli ölçüde eş-Şifâ’nın mantık, tabîiyyât ve
ilâhiyyât bölümlerinin bir özeti mahiyetindedir.
3. el-İşârât ve’t-tenbîhât: Felsefenin mantık,
tabîiyyât, ilâhiyyât ve ahlâk konularında yazılmış
olup eş-Şjfâ’daki ilgili bölümlerin özeti niteliğinde
ise de gerek üslûbu gerekse kullanılan kavramların farklılığı ve ortaya konulan görüşlerin yeni bir
sistematik içerisinde sunulması bakımından özgün bir eserdir.
4, Danişname-i ‘Âlâ’î: Felsefe alanında Farsça
olarak yazılmış ilk ansiklopedik eserdir.
5. el-Mebde’ ve’l-me’âd: Metafizik ve ahlâk
konusunda yazılmış olup üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde varlık ve kısımları ile ilk ilkenin ispatlanması ve nitelikleri gibi konular ele
alınmakta, ikinci bölümde varlıkların ilk ilkeden
hiyerarşik bir yapı içerisinde.sudûru, âlemin vücuda gelişi ve Tanrı-âlem ilişkisi gibi meseleler incelenmektedir. Son bölümde ise nefis teorisi, insan
nefsi ve ölümsüzlüğü, ölümden sonraki durum,
gerçek mutluluk, nübüvvet ve vahiy gibi konular
tartışılmaktadır.
6. Uyûnü’l-hikme: Mantık, tabîiyyât ve metafizik olmak üzere üç bölümden oluşur.
7. ef-Ta’lîkât: Felsefenin temel konularıyla ilgili çeşitli bilgi ve görüşleri ihtiva eden kitap İbn
Sînâ’nın ansiklopedik eserleriyle paralellik arzetmektedir.
8. el-Mübâhaşât: İbn Sînâ ile Behmenyâr b.
Merzübân ve İbn Zeyle gibi talebeleri arasında
geçen felsefî konuşmalardan ve kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplardan oluşur.
9. Hay bin Yakzân: Sembolik hikâye tarzında
yazılmış bir eseridir. Kitapta, insanın bedenî ve
nefsanî güçlerini aşarak bilginin semavî kaynağı
ile temas kurabileceği ve böylece varlık mertebeleri içerisinde kendisinin yerini kavrayabileceği
düşüncesi işlenmektedir.
10. el-Hikmetü’I-meşrifiyye: Eser, İbn Sînâ’nın
diğer ansiklopedik çalışmalarında olduğu gibi
mantık, tabîiyyât, riyâziyyât ve ilâhiyyât olmak
üzere dört ana bölümden oluşmaktadır. Kısmen
günümüze ulaşan eser, başlığı sebebiyle çeşitli
tartışmalara konu olmuştur.
11. el-Hidâye: İbn Sînâ’nın Ferdecân Kalesi’nde
mahpusken kardeşi için yazdığı eser, felsefenin
mantık, tabîiyyât ve ilâhiyyât bölümleri hakkında
sistematik ve muhtasar bilgiler ihtiva etmektedir.
12. el-Hikmetü’l-Arûziyye: Ebü’l-Hüseyin elArûzî’nin isteği üzerine ; mantık, tabîiyyât ve
ilâhiyyât konusunda kaleme alınmış ansiklopedik bir çalışmadır.
13. Ahvâlü’n-nefs: Nefsin tanımı, oluşumu,
güçleri, bedenle ilişkisi, ölümsüzlüğü ve mutluluğu gibi konuları ele alan eseri Ahmed Fuâd elEhvânî neşretmiş (Kahire 1952), ayrıca kitap Hilmi
Ziya Olken tarafından da yayımlanmıştır.
14. Lisânü’l-Arab: Müellifin İsfahan’da bulunduğu sırada yazdığı Arapça sözlüktür.
15. el-Kânûn fi’t-tıb: İbn Sînâ’nın tıp konusundaki en önemli eseridir.
Tıp biliminin genel konuları, basit ilâçlar, organ
hastalıkları, kısımlara ait hastalıklar ve mürekkep
ilâçlar olmak üzere beş ana bölümden oluşur.
İbn Sina’nın Batı Dünyasına Girişi
XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren skolastik
filozoflar ve din adamları tarafından tanınmaya
başlayan İbn Sînâ’nın daha yakından bilinmesi,
eş-Şjfâ’nın bazı bölümlerinin ilk defa İbn Dâvûd
(Avendauth) tarafından tercüme edilmesiyle
mümkün olmuştur. İbn Dâvûd, eş-Şifâ’nın “Tabîiyyât” bölümünün VI. kitabı olan “Kitâbü’n-Nefs”ini
Latince’ye çevirerek o zamanki Toledo Baş piskoposu Jean’a takdim etmiştir. Daha sonraki dönemlerde de eserin çeşitli bölümlerinin çevirileri
yapılmıştır. el-Kânûn fi’t-tıbb’ın, Gerard de Cremone tarafından XII. yüzyılın sonlarında Tuleytula’da
Latince’ye çevrilmesiyle birlikte İbn Sînâ’nın bir
hekim olarak da ünü Batı’da yayılmaya başlamıştır.
Tanınmaya başlanmasından itibaren Batı dünyasını büyüleyen İbn Sînâ’nın üslûbu dönemin
Batılı ilim adamları için bir model olmuştur.
Kaynaklar:
-T.Suat Demren, 2008,Toplum,İnsan_www.kitapyurdu.
com
-Türkiye Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c.20, s.319 – 328,
İstanbul 1999.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 29 İBN SÎNÂ VE MEVLÂNÂ
FELSEFESİNDE AŞK
Aşk, filozoflar tarafından mahiyet olarak
âlemin içinde veya dışında mevcut bir sistem gibi
işlemekte ve âlemin varlığının devamını sağlamada ilk amil olarak görülmektedir. Bunun en belirgin kanıtı ise, şüphesiz ki felsefenin başladığı
zamandan günümüze değin süregelmiş olan varlık sisteminde kendini göstermektedir. İster batı
felsefesinde olsun, ister İslam felsefesinde olsun
bu düşünce kabul görmektedir.
İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın aşk hakkında ortaya
koydukları düşünceler ne onlar için ilktir, ne de
son olacaktır. Hatta aşkın mahiyeti incelendiğinde, aşkın, felsefenin tüm konularını içine alacak
kadar geniş bir etkiye sahip olduğunu görürüz.
Öyle ki, İbn Sînâ, Aşk, Âşık ve Maşuk olarak
Allah’ın bu düzeni kurduğunu ispat etme amacıyla, her varlıkta aşkın gırizi bir şekilde mevcut olduğunu öne sürmektedir. Ancak İbn Sînâ, bu düşüncesini ortaya koyarken Aristo’nun “hareketsiz neden” ilkesinden yola çıkmış, hareketsizliği, aşkın
kazandırmış olduğu hayat ile bütünleştirerek, bir
anlamda “yok”luk ile aynı manada olan hareketsizliği kaldırmıştır. Çünkü
hayat, hareket
demektir ve hareket, aşkın
alametlerinin ilkidir.
Bu sebeple Tanrı
ne hareketsiz olacaktır
ne de müdahâle etmeyen
bir varlık.
Aşkın çıkış noktasını Tanrı
olarak addeden İbn Sînâ, Tanrı'dan sudur eden her varlıkta Allah’ın tecellisi
ile aşktan bir parça olduğunu ve bu
parçalar sayesinde âlemin düzeninin sağlandığını düşünmektedir. Böylece, her parça
bütün olabilmek, kemale
ulaşabilmek gayesi ile
birbirlerine âşık olma
ve aşk neticesinde birleşmeyi arzulayarak,
Tanrı’nın
muradını
yerine
getirmeyi
amaç edinmektedir, diye düşünür.
Mevlânâ ise, İbn
Sînâ’ya nazaran
aşk
hakkında
daha fazla çözümleme yapmasına
rağmen, aşka İbn
Sînâ kadar değer
yüklememiş, aşkın
30 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İbn
Sînâ
ve
Mevlânâ’nın
buluştukları ortak nokta, aşkın
Allah’ın
muradı
olduğudur.
Aşk kaynak olarak Allah’tan
gelmekte ve aşkın yaşanması
için, âleme, varlıklara ve insana
her türlü imkânı sunmaktadır.
sadece gerçeğe ulaşmada vasıta görevi olarak
addetmiştir. Aşk, Allah için hissedildiğinde hakikata açılan kapıya kadar varlığı taşımakta, sonrasında ise yine aşk hakikat karşısında varlığını yok
saymaktadır.
Sadece aşk mevzusunda değil, aşkın, felsefenin her konusunu kapsayacak derecede Mevlânâ
ve İbn Sînâ’nın felsefeleri içinde olduğu görülür.
Ancak Mevlânâ ile İbn Sînâ’nın âleme ve varlığın
meydana gelişine bakış açıları farlı olduğundan,
aşka, amil olarak farklı kategorilerde değer verdikleri görülmektedir. İbn Sînâ, ay altı âleminde
kötülüğün mevcudiyetini savunarak, kemale ermede, kötülüklerden kaçma ve mutluluğa ulaşarak en mükemmel düzenin meydana gelmesinde
çok önemli bir etken olduğunu ileri sürer.
Ancak Mevlânâ, âlemde kötülüğün olmadığını, her şeyin ezelde
mükemmel bir düzen içinde yaratılmış olduğundan Vahdet-i Vücutçu
bir düzen ile aşkı ortaya koyar. Her varlık,
aşk ile rabbine bağlıdır ve bu bağlılık sayesinde âleme hayat sunulmuştur.
İbn Sînâ’nın bu konuda düşüncelerinin Vahdet-i
Vücut
anlayışından uzak olduğu
anlaşılmaktadır.
İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın buluştukları ortak
nokta, aşkın Allah’ın muradı olduğudur.
Aşk kaynak olarak Allah’tan gelmekte ve aşkın yaşanması
için, âleme, varlıklara
ve insana her türlü
imkânı sunulmaktadır. Çünkü âlemin ve
insanın varlığının gayesi, Allah’ın istemesi
üzerine ve O’nun istediği
şekle göre var olmaktır.
Kaynaklar:
—Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İbn Sînâ ve Mevlânâ’nın Aşk Felsefelerinin
Karşılaştırılması, Hzl. Yrd.Doç. Dr. Cevdet Kılıç,Hilal
Aslan,Elazığ-2006
Ocak - Şubat 2012
İBN SÎNÂ VE EĞİTİM
düm. Öyle ki birçok meseleler benim için uykuda
çözülmüştür.”
İbn Sînâ, tıp alanında olduğu kadar, şimdiye
kadar hiç üzerinde durulmayan eğitime dair görüşleriyle de batıyı etkilemiş ve asırlar sonra “yeni
eğitim” akımını başlatan ve geliştirenlere önderlik
yapmıştır. J.J. Rousseau başta olmak üzere “yeni
eğitimciler”in onu okudukları ve ondan faydalandıkları bilinmektedir.
İbn
Sînâ’nın
çocukken
oyunu çok sevdiğini
kaynaklar belirtiyor. Bir gün yine
oynarken bir ihtiyar “-Sen çok
akıllısın, ilerde bir
alim
olacaksın,
sana oyun yaraşır mı? Derslerine
çalış” der. Küçük
İbn Sînâ şu cevabı verir. “—- Her
yaşın hakkı verilmelidir.”
Küçük
İbn
Sînâ’nın bu cevabı bugün pedagoji ve psikolojinin ulaştığı gerçeklerden birinin ifadesidir. Nitekim günümüzün pedagoji ve psikoloji ilimleri oyunun çocuğun tabii
faaliyeti olduğunu ve her şeyden önce oynamak
için yaratıldığını kabul etmektedir. Her yaşın belli
bir hali vardır. Çocuğun yakışığı da oyundur. Evet
oyun, çocuğun fiziki gelişmesine faydalı, muazzam bir çaba harcama sağlamaktadır.
İbn Sînâ’nın Türk ve dünya eğitim tarihinde
mühim bir yer tutması onun getirmiş olduğu ve
günümüzde bile reddedilemeyen görüşlerinden
ötürüdür. Mesela, ahlâk ve fazilet eğitimine ilişkin
görüşleri kayda şayandır. Ona göre, insanlar fazilete bir değer vermiyorlar. Karanlıklar içinde yuvarlanıp gidiyorlar.
“Zavallı insanlar...
Belki de zenginlik
ve şöhrete de kavuşmuşlar... Fakat
ahlâk ve fazilete
dayanmayan bir
hayatın ne kıymeti vardır.” Ona
göre başlıca fazilet ve ahlâk esasları şunlardır. İffet,
şecaat, hikmet,
adalet, cömertlik,
kanaat, sabır, sır
saklama, tevazu,
sözünde durma.
O, bu davranışlara erişmek için bazı ilkeler tespit etmiştir. Bunlardan başlıcalarını şöyle sıralamak mümkündür:
Nefsin isteklerine kesinlikle uymamak, yalandan
kesinlikle uzaklaşmak, insanlara iyilik yapmak,
iyileri sevmek, kötüleri doğrultma ve onları fena
işlerden men etmeye çalışmak, sık sık ölümü düşünmek ve böylece kötülüğün kalbe yerleşmesine mani olmak.
İbn Sînâ çok büyük ve usanmak bilmez bir
şahsi çaba ile döneminin bütün bilgilerini edindiğini söylemektedir. Bu gayret kendisine Aristo
ve Fârâbi’den sonra gelen III. öğretmen “muallim-i
salis” şerefini kazandırmıştır. Bu yönüyle
bize, çalışma metodunu açıklamaktadır.
Mantık
derslerine
nasıl çalıştığını şöyle anlatır. “Bir mesele karşısında şaşırıp
kalınca camiye gider, namaz kılar ve
Allah’a yalvarırdım.
Bunun üzerine benim
için kapalı olan her
şey açılıverir güçlükler kolaylaşırdı, uykuya dalsam da yine
o meseleyi düşünür-
İlme verdiği ehemmiyet göz ardı edilemeyecek
kadar mühimdir. Bir yazısında şöyle der: “Nefsini
ilimlerle süslemeye ve düzeltmeye çalış. İlimde
her şey vardır. İnsanın ruhu kandil ilim de onun
aydınlığıdır. İlâhi hikmet, kandildeki yağ
gibidir. Bu yanar ve
ışık saçarsa sana diri
denilir. Yanmaz ve
karanlık kalırsa sen
ölü sayılırsın.” Ona
göre ilim, insanın
kendini mükemmelleştirmesi ve Allah’ı
bulması için lüzumludur. İlmi yüksek
ve ahlâkı düzgün ve
temiz olan insanların
mutluluğu tam olur...
Bu nedenle mutlak
mutluluğa lâyık ol-
Her yaşın belli
bir hâli vardır.
Çocukluğun yakışığı
da oyundur.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 31 mak için, ilim ve ahlâk
sahibi olmak şarttır.
ler vardır. Meselâ İbn
Sînâ hangi sınıf ve statüde olursa olsun her
çocuğun
eğitilmesini
istemek gibi bir görüş
ileri sürmüştür. Ve bu
görüş “yeni eğitim’in de
temel ilkelerinden biridir. İbn Sînâ, ayrıca okul
içindeki çocuğun kendi
yaşındaki arkadaşlarıyla eğitilmesinin ehemmiyetini belirterek yine
pedagoji ve psikolojinin
son düşüncelerine uygun bir görüş belirtmiş olmaktadır. Böylece Sina, çocuğun tabii bir vasatı
olduğunu ve onun kişiliğinin gelişmesinde çok
mühim bir yeri bulunduğunu 20. yüzyıl eğitimcileri John Dewey, Alain, Durkheim vs. den 900
yıl önce ortaya koymuştur. Bunun yanında öğretmenin öğrencisini tanıması ve onun yeteneklerini
fark etmesi gerektiğini ileri sürmekle de 18. yüzyıl
eğitimcisi J.J. Rousseau’dan asırlar önce çok mühim bir pedagojik ilkeyi ortaya
koymuştur
İlimde her şey
vardır. İnsanın ruhu
kandil ilim de onun
aydınlığıdır.
İbn Sînâ’nın beden
eğitimi
konusundaki görüşleri de bugünün son ilmi buluşları
ile aynı paralelliktedir.
Hastalanmadan önce
korunma denen hıfzıssıhha konusunu da işlemiş ve beden eğitimini
bu nedenle gerekli görmüştür. Ona göre insan
yediklerini daha iyi hazmedebilmek için hareket
yapmalıdır. Aksi takdirde alınan gıdalardan az
faydalanılacağı gibi artıkları iyi atılamaz ve bunlar
beden ve mizaç üzerinde menfi tesir yapar. Hareketin insanın günlük hayatında kendiliğinden
yapıldığı gibi arzu ve planlı şekilde yapılmasının
önemini belirtmektedir.
Bunun yanında çocuğun bakımı, sağlığı, eğitimi ve öğretimi ile ilgili görüşleriyle de zirveye çıkmıştır.
İlk önce doğan çocuğa babası iyi bir ad koymalı, çocuk
sütten kesilir kesilmez “kötü
huylar edinmeden” eğitimine
başlanmalıdır.”Çocuğu kötü iz
ve arkadaşlardan uzaklaştırıp
iyi arkadaşlarla oynamasını
sağlamak onu iyi davranışlara teşvik ile olur. Çocuğa fazla
baskı yapılmamalı, onun hataları uygun biçimde düzeltilmelidir. Onun yanlışlarını
düzeltmede aracılardan faydalanmalıdır. Çocuğa yapılacak
baskılar; onun, kızgın, hüzünlü,
korkak, tembel ya da her şeye
kayıtsız kalan bir şahsiyet kazanmasına sebep olur. Çocuk 6 yaşına gelince
okula gönderilmelidir. Öğretmen; dürüst, bilgili,
insaflı, temiz ve kibar olmalı, çocuk eğitim ve öğretimini bilmeli ve onlarla ilgilenmelidir...”
“Bu dönemde çocuk iyi aile çocuklarıyla tanıştırılmalıdır. Çocuklar böylece birbirlerinin iyi huylarını görür ve kendileri de daha iyi olmaya çalışırlar. Ayrıca aralarındaki tabii rekabet sebebiyle
daha başarılı öğrenim yaparlar...”
Öte yandan çocuğun zevk
ve ilgilerinin genel eğitim ve
meslek eğitiminde göz önünde tutulmasını istemekle yeni
eğitimin çok önem verdiği “çocuğun ilgisi” mevzuunu asırlar
önce belirtmiştir. Deneye, gözleme, sebepleri araştırmaya
dayanan bir eğitim ve öğretim
tavsiye etmekle değeri asırlar
sonra anlaşılan ve Avrupalı
eğitimcilerce tekrar keşfedilen;
ve hiçbir zaman ehemmiyetini
kaybetmeyecek bir pedagoji ilkesi ortaya koyarken de eğitim
teknolojisi sahasında da mühim yeri olan Comenius’un da öncülüğünü yapmıştır. İbn Sînâ bir öğretmenin taşıması gereken
özellikler mevzuunda da bugün için bile geçerli
temel görüşler ortaya atmıştır.
Kaynaklar:
-Ahmet Eyüp Baki
www.egitimmakaleleri.com
İbn Sînâ’yı “yeni eğitim” denen ve 18. yüzyıldan
özellikle Rousseau’dan beri gelişen görüşlerle
karşılaştırırsak aralarında çok büyük benzerlik-
32 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 33 YusufHas
Hâcib
34 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
İslami Türk
Edebiyatı'nın adı bilinen
ilk şair ve düşünürü,
Türk kültürünün değerli
anıtlarından sayılan
Kutadgu Bilig’in yazarı
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 35 YUSUF
HAS
HÂCİB
(1018 / 10019 – 1077 / 1078?)
Türk kültür ve düşünce hayatının ikinci büyük
adı olarak kabul edilmektedir. Kendisi önceden,
“Balasagunlu Yusuf” olarak anılmıştır. Sonra kendisine, Has Hâcib unvanı verilmiştir. Yusuf Has
Hâcib, “Türk Dili ve Edebiyatı” için temel bir eser
olan Kutadgu Bilig (Kutlu kılan bilgi) kitabının yazarıdır. Karahanlı hükümdarı Buğra Han’a sunulan Kutadgu Bilig,“ilk siyasetname” ve “ilk mesnevi” örneğidir.
HAYATI
Hâciblik, vezirlik ve ordu komutanlığından
sonra gelen unvandır. “Teşrifat nazırlığı, devlet
sekreterliği, hükûmet sözcülüğü gibi” anlamları
taşıyan bu unvan ve bu göreve gelecek kişinin
özelliklerini şöyle sıralamaktadır: “Ulu Hâcib, çok
güvenilir, dürüst, temiz ve hoşgörülü olmalıdır;
gözü tok, bilgili ve zeki, güleryüzlü, düzgün giyinen, özü sözü bir, mala ve mülke göz koymayan, gönül ehli, yasaları ve gelenekleri iyi bilen,
erdemli bir kişi…”
Hâcib olmak ve yol göstermek için şunlar gereklidir: “Keskin bir gözlem, her şeyi duyan bir kulak, zengin bir gönül, anlayış, akıl ve bilgi, incelik
ve bunları kapsayan tavır ve hareketler…”
Yusuf, üzerinde 18 ay uğraştığı eserini,
1069/1070’te tamamladığı ve yazmaya başladığı zaman, 50 yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu bilgilere bakılırsa 1018/1019 yıllarında, Balasagun’da doğmuş olması muhtemeldir.
Ölüm tarihi hakkında bilgimiz olmamakla birlikte,
esere sonradan eklenen bölümde, iyice yaşlandığını söylemesinden, uzun yaşadığı tahmin edilmektedir.
Eserinin sadece bir yerinde, “Ay Yusuf, kerek
sözni sözle köni, kereksiz sözük kizli kılga kura.”
( Ey Yusuf, gerekli ve doğru söz söyle, gereksiz
sözü gizle, onun zararı dokunur.) dizelerinde,
adının Yusuf olduğunu böylece belirtiyor. Eserde,
yazarla ilgili çok az bilgi vardır. Esere, Yusuf hakkındaki bilgilerin, sonradan başkaları tarafından
eklendiği bilinmektedir.
İyilik, doğruluk, dürüstlük ilkeleriyle ve ibadetlerine harfiyen uymasıyla Yusuf, her zaman etrafındakilerin övgüsünü kazanmıştır. İnsanlar, onun
Karahanlılar dönemi hakkında yeterli bilgiye
sahip değiliz; bu dönemde eser vermiş olan Yusuf hakkındaki bilgilerimiz de yok denecek kadar
azdır. Onun hakkında bütün bildiklerimiz, eseri
okuyuculara sunmak amacıyla, sonradan ve başkalarınca, eserin başına eklenen mukaddimelerin
verdiği bilgilere ve eserin kendisinden çıkarılabilecek ipuçlarına, bilgi kırıntılarına dayanmaktadır.
Bu ipuçlarına ve bilgi kırıntılarına dayanılarak,
onun hayatının bazı yönlerini belirlemek zordur.
Eser boyunca adını bile sadece bir defa, “Kitap
sahibi Yusuf, büyük has Hâcib, kendi kendine
nasihat eder.” başlıklı, son bölümünde anmıştır.
Karahanlı Saray'ında kendisine “Hâcib” unvanı
verilmiştir.
36 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
bu erdemlerini, hep birbirlerine anlatmışlardır.
Bunun yanında, “çalışkan ve sürekli araştıran,
sorgulayan bir kişi” olması, toplumdaki aksaklıklara çözüm aramak istemesi, toplumun daha iyi
yönetilmesi için yapılacak işleri merak etmesi…
onun en önemli özelliklerindendir.
Ana dili Türkçenin yanında, Farsça ve Arapçayı da iyi derecede bildiği anlaşılmaktadır, zaten o dönemde böyle bir görev üstlenen kişinin,
bu dilleri bilmesi de gereklidir.
O, hep düşünen, merak eden,
araştıran bir kişidir. Bütün ömrünü
başkalarına ve topluma faydalı olmak için harcamıştır. Bu bilgi yolunda zamanını harcarken, ihmal ettiği
ibadetleri için Allah’tan bağışlanmasını istemiştir.
Yusuf, Balasagunludur. Kitabın
yazıldığı çağlarda Balasagun şehri
“Kuz-Ordu” adını taşıyor ve Kaşgar ile birlikte, XI. yüzyıl Orta Asya
Türk kültürünün ve dilinin merkezi
sayılıyordu. Balasagun’un tanınmış
ailelerinden birine mensup olan Yusuf, eserinin
ilk nüvelerini burada yazmış ve düzenlemiştir.
Fakat eserine, son şeklini, doğduğu yerden ayrıldıktan sonra, gittiği Kaşgar’da vermiştir. Kitabını
huzurunda okuyarak, Tabgaç Kara Buğra Han’a
sunmuştur. Han çok beğenerek, Yusuf’a, “ Has
Hâcib”unvanı vermiş ve onu kendi yakın kadrosunun içine almıştır. Herkese yarayan fakat hakanlara daha çok yarayan kitaba, ‘Kutadgu Bilig’
adını vermesini, “Kitaba Kutadgu Bilig adını koydum ki, okuyanı kutlandırsın.” diyerek açıklar.
Karahanlı Devleti döneminde Türkler, ileri bir
uygarlığa sahiptiler. Türkler, Arap, Fars, Çin, Hint
ve Batı uygarlıkları ile karşılaşmışlardır ve bu uygarlıklardaki gelişme ve değişmeleri izlemişlerdir.
yönüyle değil, İslamiyet’i kabul etmekle yepyeni
bir medeniyet çevresine giren bir toplumun, değişen eski ve geleneksel değerlerini, yeni bir senteze vardırmak çabasını yansıtması bakımından da
çok önemlidir.
Yaşlılık dönemini ve bu dönemdeki problemleri anlatmış; ancak
bu problemlerin yaşandığı yer ve
zamanı, tarih olarak belirtmemiştir:
“Gençliğimi geçen bulut gibi geçirdim; ömrümü fırtına gibi bitirip
tükettim. Yazık gençliğime, gençliğime yazık, ben seni tutmasını
bilemezdim, çok çabuk elden kaçırdım… Yaşlılık yakaladı, gençlik
uzaklaştı, hayatın tadı kalmadı, artık gidecek yolu buldum… Ey Rabbim, beni uyandır, sen Rabbimsin,
beni kovma, ben gönlümü temizledim. Günahlarımı bağışla, beni affet, günahlarımın sayısını ben bile
unuttum.”
O, zayıf yanlarını, yanlışlarını, eksikliklerini belirtmiş, böylece özeleştiri yapmış, hep Allah’a sığınmış ve af dileğinde bulunmuştur.
***
Yusuf, bu dönemde kendini gösteren “münzevî
–zahid” tipine karşı, şiddetle, insanın toplum içindeki yaşayışını savunuyordu. Yusuf Has Hâcib,
hayatının dönemlerinde toplumdan kendini dışlamamış, hep toplumun içinde yaşamıştır. Toplumdan soyutlanmış bir insanın ve onun bilgisinin
topluma pek faydalı olamayacağını düşünmüştür.
Ölüm tarihi hakkında ayrıntılı bilgilere sahip
olunmadığından, bu konuda net ve kesin bilgilere
ulaşılmamıştır. Onun hayatını inceleyen araştırmacılar, ölüm tarihini 1077 ya da 1078 olarak veriyorlar.
Karahanlılar, İslam kültür dairesine girmiş olKUTADGU BİLİG
makla birlikte, köken olarak doğularındaki yükKutadgu Bilig, İslam-Türk klasik edebiyatısek Uygur kültürüne de bağlıydılar ve bu kültür, nın, şimdilik ilk Türk eseridir. Edebi bakımdan
Çin tarihçilerine göre, daha V. asırda parlak ve ilk sayıldığı gibi, dil bakımından da Orta Türkçe
gelişmiş bir söz hazinesine sahipti; hanların sa- veya daha dar bir sahada düşünürsek, Hakaniye
rayında vakanüvisler de bulunurdu.
İşte, Yusuf böyle bir kültür ortamında
yetişmiş bir aydındır. Yusuf, çevresinde bulunan büyük kültürlere ve bunların dillerine
yabancı değildi. O, edebiyata, ilahiyata,
Bir şiir olmasına karşın Kutadgu Bilig,
folklora, siyasete, felsefeye ve devrinin tüm
siyaset,
ekonomi, kültür, askeriye, felsefe,
bilimlerine ilişkin ansiklopedik bilgilere sadin ve ahlak dâhil olmak üzere, sosyal
hipti.
Yusuf, İslamiyet’in etkisiyle değişmekte
bilimlerin her alanını kapsamaktadır.
olan Türk-Uygur toplumunun geleneksel ahUygurların tarihi hakkındaki araştırmalar
lak ve hukuk eğilimlerini belirlemiştir. Çevreiçin vazgeçilmez bir kaynak durumundadır
sinin devlet yönetimi hakkındaki yasalarını,
hukuk anlayışlarını ve askerlik esaslarını
ve Uygur edebiyatının gelişmesinde
unutulmaktan kurtarmış ve gelecek kuşakönemli etkisi vardır.
lara aktarmıştır. Kültür hazinesinin yaşamasını sağlamıştır. Yusuf’un eseri sadece bu
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 37 bir özeti olan mensur bir mukaddime eklenmiş;
ancak ne zaman ve nerede yazıldığı hakkında bilgi yoktur. Kutadgu Bilig’in bugün elimizde bulunan üç nüshası, eserin üçüncü defa derlenip bir
araya getirilmesine aittir.
Türkçesi’nin ilk örneğidir. Kitabın yazıldığı lehçe,
Karahanlı Devleti’ndeki bütün boyların konuşma
dili değil, anlaşma dili, yani devlet ve yazı diliydi.
Kaşgarlı Mahmud’un bu lehçeyi, ‘Hakaniye’
adıyla anması da bunu göstermektedir. Kutadgu
Bilig’de dil, henüz sadeliğini korumaktadır.
Kutadgu Bilig’in önemi,
hikâyesinde ve şeklinde değil,
kitaptaki tartışmaların, daha iyi bir
yönetime ulaşmanın araştırılması,
aksaklıkların çözülmesi gibi yeni
konuların işlenmesindedir.
Eserde güçlü bir İslam-İran etkisi olmakla birlikte, Arapça ve Farsça sözler yüz tane kadardır.
İlginç olan, bunların içinde İslamiyet’e ait “helal,
haram, ecel, şükür, dua, tarikat, nimet…” gibi kelimeler bulunmaktadır.
Eserin adı ‘kutadgu’ ve ‘bilig’ gibi iki Türkçe kelimeden meydana gelmiş bir tamlamadır.
KUTLU BİLGİ Kutadgu Bilig, ‘kutlandıran bilgi’ veya ‘kutlu
olma bilgisi’ demektir. Kök olan ‘kut’ kelimesinin
anlamı üzerinde bir türlü fikir birliğine varılamamıştır. Vámbéry, Radloff ve Thomsen bu sözün
‘saadet’ anlamında kullanıldığı görüşündeler.
Kutadgu Bilig’in bu güne değin üç nüshası bulunmuştur. Bunların hepsi de eserin yazıldığı dönemden çok sonra, eserin aslından değil de, kopyalarından alınmıştır. Bu nüshalar, bulundukları
yerlerin adları ile Viyana, Mısır ve Fergana nüshaları olarak anılırlar.
Nüshalar
Yazıldıktan bir süre sonra unutulmuş ve çok
dar bir kesimin yararlanmasıyla sınırlı kalmış olduğu anlaşılan esere, (iki defa ortaya çıkarılmıştır.
İkinci defa ortaya çıkarıldığında, manzum mukaddime ilave edilmiştir. Daha sonraki bir devreye ait
olan üçüncü defa ortaya çıkışında) ilk ortaya çıkışında ilave edilen manzum mukaddimenin eksik
38 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi a) Herat Nüshası Kutadgu Bilig’in ilk defa bulunan ve dolayısıyla bu eser üzerindeki çalışmalara esas olan
bu nüsha, 1439’da, Herat’ta kopya edilmiştir. Bu
nüshanın Anadolu’ya geçmesi, önce Tokat’a ve
sonra 1474’te, Fatih döneminde, İstanbul’a gelmiş
olması hakkında, esere sonradan eklenmiş şu
kayıt vardır: “Sekiz yüz yetmiş dokuz tarihinde,
yılan yılında, Abdurrezzak Şeyhzâde Bahşı için,
Fenârîzâde Kadı Ali, İstanbul’dan mektup göndererek, Tokat’tan getirttiler; mübarek olsun, devlet gelsin, mihnet gitsin.” (Bahşı: Osmanlı devlet
teşkilâtında Orta Asya Türk ülkeleri ile resmî muhabereyi idare eden kurumda çalışan memurlara
verilen unvan) 1839’da, İstanbul’da Avusturya elçiliği müsteşarı ünlü Türkolog ve tarihçi Von Hammer tarafından ele geçirilmiş, Viyana İmparator
Sarayı kütüphanesine armağan edilmiştir. Macar
müsteşrik Hermann Vambery, 1870’te, eserin bin
kadar beytinin Almanca tercümesini yayımlamış
ve transkripsiyonunu yapmıştır. 1910’da Radloff,
transkripsiyonunu ve Almanca çevirisini yayımlamıştır. Türkiye’de ilk defa 1942’de Türk Dil Kurumu tarafından tıpkıbasım faksimile) hâlinde
basılmıştır
b) Fergana Nüshası Kutadgu Bilig’in ele geçen nüshaları arasında en önemlisidir. (Bu nüshayı Türkistan’da,
Fergana’da bulan) Zeki Velidi Togan, eser hakkında genel bir bilgi vermiştir. Buna göre, kitabın
dağınık sayfaları, sonradan bir araya getirilerek
dikilmiş ve dörtlükler altın suyu ile yazılmıştır. Diğer nüshalara göre, daha özenle yazılmış olan bu
nüshanın baş ve son kısmı eksiktir ve “Nerede,
ne zaman, kimin tarafından, kimin için yazılmış?”
olduğu hakkındaki kayıtlar da, bu eksik sahifeler
ile birlikte kaybolmuştur. Herat ve Mısır nüshalarında başta mensur mukaddime, sonra manzum
mukaddime, ardından “bab”ların fihristi ve sonunda Kutadgu Bilig metni gelirken Fergana nüshasında manzum mukaddime yoktur. Türkiye’de
1943’te, Türk Dil Kurumu tarafından tıpkıbasım
hâlinde yayınlanmıştır.
c) Mısır Nüshası Bu nüsha, 1896’da, Kahire’de,”Hidiv(bugünkü
Kral) Kütüphanesi”nin o zamanki müdürü Alman
bilim adamı Moritz tarafından bulunmuştur. Kütüphane düzenlenirken, bodrum kata atılmış olan
dağınık kitap ve sayfa yığınları gözden geçirildiği
sırada, Kutadgu Bilig’e ait parçalar toplanarak, bir
araya getirilmiş ve böylece bu nüsha, kaybolmaktan kurtarılmıştır. Nüshanın bazı kısımları kaybolmuş; başında ve ortalarında bazı sayfalar, rutubet
nedeniyle zedelenmiş, geri kalan kısmı ise iyi
Ocak - Şubat 2012
korunmuştur. Nüsha çok dikkatle yazılmış ve atlanılmış kelime ve beyitlerin yerleri işaretlenerek
sahife kenarına eklenmiştir. 1943’te bu nüshanın
da tıpkıbasımı Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanmıştır.
Bu üç nüshanın karşılaştırılması ile meydana
getirilen metin ve eserin günümüz Türkçesine çevirisi, Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır.
KUTADGU BİLİG ve ÖZELLİKLERİ
Eserin, genellikle mesnevi şeklinde yazıldığı
görülmektedir. Eserin son bölümündeki kaside
biçimiyle yazılan 124 beyit ve eserin çeşitli yerlerindeki 173 dörtlük de vardır. Eserin tamamı 6645
beyittir. Sonraki 77 beyit de eklenince, 6722 sayısına ulaşılmaktadır. Bu 77 beyitlik kısım, esere
başkaları tarafından eklenmiştir.
Eserde “85 Bab” (kapı, bölüm) vardır. Her babda kendi içinde yarı bölümlere ayrılmıştır. Eser
aruz vezninin ”fâülün / fâülün / fâül” kalıbıyla
yazılmıştır. Asıl metin, sade ve anlaşılır bir Türkçe
ile yazılmıştır. Kitabın başında sonradan başkalarınca eklenmiş olan, nesir ve nazım olmak üzere
iki önsöz vardır; bunlar eserin yazarı, konusu ve
şöhreti hakkında bilgi vermektedir.
Sözü edilen üç nüshanın da “Türkler”in hâkim
olduğu coğrafyalarda bulunmuş olması, Kutadgu
Bilig’in, vaktiyle bütün Türk dünyasına yayılmış
olduğunu gösterir. Kutadgu Bilig allegorik bir münazara karakterindedir. Eserin temeli dört kavram
üzerine kurulmuş; bunlar kişileştirilerek eserin
dört kahramanı ortaya çıkartılmıştır. Bunlar, dört
kişidir, kitap ikili konuşmalardan oluşur; eser dört
temel kavram ve bunları temsil eden kişiler etrafında şekillenir.
Eserde bir anlatım vardır. 4 soyut kavram üzerine kurulmuştur. Bunlar;
a) Hükümdar “KünToğdı”: Adaleti, b) Vezir “Ay Toldı”: İyi yönetimi, c) Vezirin Oğlu “Ögdilmiş”: Aklı, d) Vezirin Kardeşi “Odgurmış”:
Öbür dünyayı, ahireti temsil eder. Bu dört kişi arasında geçen konuşmalarda, birey, toplum
ve devlet hayatının düzenlenebilmesi için gerekli olan görgü,
bilgi ve erdemlerin neler olduğu
ve bunların nasıl elde edilip kullanılacağı anlatılır. Böylelikle, ideal
devlet ve toplum yapısı belirlenmek istenir. Sadece dört kavramın birbirleriyle olan ilişkileri veya temsilci
kişilerin konuşmalarının içerikleri açılarından sonuçlar çıkarmak
mümkün olduğu gibi, her iki durum gözetilerek de değerlendirme
yapılabilir.
Ocak - Şubat 2012
Kutadgu Bilig’in önemi, hikâyesinde ve şeklinde değil, kitaptaki tartışmaların, daha iyi bir yönetime ulaşmanın araştırılması, aksaklıkların çözülmesi gibi yeni konuların işlenmesindedir.
Eser üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan
Türkolog A. Bombaci, “Tamamen orijinal bir eser
olduğu hükmüne varıyoruz.” Yargısını vermektedir. Çoğu zaman, tartışmaların odağında, esere
sonradan eklenen mukaddimelerde bulunan sözler vardır.
Kutadgu Bilig’in, dönemini tasvir ettiği; yaşamasını istediği değerleri tespit ettiği; geçmişi canlandırmak istediği ve ideal bir toplum ve devlet
modeli tasarladığı söylenmiştir. Bunların hepsi de
iç içe geçmiştir . Eserin ne tür nedenlerden dolayı
kaleme alındığı bilinmemekle beraber, dışarıdan
gelen bir “emir veya istek” üzerine yazıldığını
gösteren bir kayıt ve bilgi yoktur.
Kutadgu Bilig, geçmişe göndermelerle geleceği kurma çabasıdır. Yüzyıllar boyunca imparatorluklar kurmuş bozkır atlı kültürünün pratik zekâ
ve anlayışını belirler ki, eser bir teori denemesidir.
Türk kültürü bakımından tartışılmaz bir öneme
sahiptir.
***
Bir şiir olmasına karşın Kutadgu Bilig, siyaset,
ekonomi, kültür, askeriye, felsefe, din ve ahlak dahil olmak üzere, sosyal bilimlerin her alanını kapsamaktadır. Uygurların tarihi hakkındaki araştırmalar için vazgeçilmez bir kaynak durumundadır
ve Uygur edebiyatının gelişmesinde önemli etkisi
vardır.
Eserde şöyle bir hikâye anlatılır:
“Eskiden KünTogdı (Gün Doğdu) adlı bir hükümdar, çok büyük bir ülkeyi hukukla yönetirmiş.
Hükümdarın bilim ve bilgiye büyük değer verdiğini öğrenen Ay Toldı (Ay Doğdu) adlı bir bilgin,
çok uzaklardan gelerek hükümdara başvurmuş.
Bir süre sonra hükümdar, Ay Toldı’nın bilgeliğine
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 39 ve ahlakına hayran kalarak onu vezir yapmış. Ay
Toldı’nın yardımıyla hükümdar Kün Togdı, ülkesine refah, halkına da mutluluk kazandırmış. Ay
Toldı’nın ölümü üzerine hükümdar, Ay Toldı’nın
oğlu Ögdülmiş’i (Övülmüş) vezirliğe atamış.
Başarılı çalışmaları ve üstün zekâsıyla hükümdarın güvenini kazanan Ögdülmiş, ülkeyi daha iyi
yönetmek için üstün yeteneğe sahip Odgurmış’ı
(Uyanmış) hükümdara önermiş. Bir derviş olan
Odgurmış, hükümdarın üç kez bizzat gelip davet
etmesine rağmen, devlette görev almayı kabul etmemiş, fakat Ögdülmiş’in hükümdara, dolayısıyla
da halka hizmet etmesine destek vermiş. Sonra
Odgurmış ölmüş ve geriye yalnızca bir baston ve
bir tahta kâse bırakmış. Ögdülmiş ise, hayatı bo-
yunca bütün zekâsını ve gücünü ülkesi ve halkı için harcamış...”
Hikâye basit olmasına karşın
Kutadgu Bilig, her iki dünyada da,
mutluluğa kavuşmak için gidilmesi
gereken yolu göstermek amacıyla
yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib’e göre,
ahireti kazanmak için bu dünyadan
el etek çekerek sadece ibadetle zaman geçirmek yanlıştır. Böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna
bir yararı olur; oysa başka insanlara
faydalı olmayan kişiler ölüleri andırır; bir insanın erdemi, ancak başka
insanlar arasındayken belli olur. Asıl
amaç, kötüleri iyileştirmek, cefaya
karşı vefa göstermek ve yanlışları
bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak,
bir kimseyi, hem bu dünyada hem de öteki dünyada mutlu kılacaktır.
Yusuf Has Hâcib eserinde bilimin değerini de
tartışır. Ona göre, bilginlerin bilimi, halkın yolunu
aydınlatır; bilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar
ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle bilginlere saygı göstermek ve bilgeliklerinden yararlanmaya çalışmak gerekir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Kutadgu Bilig hakkında derleme ve araştırma
çalışmaları gerçekleştirildi. 1979’da “Kutadgu
Bilig’den Seçmeler”,Çince yayımlandı, kitabın tamamının Uygurca çevirisi 1984’te, Çince çevirisi ise 1986’da basıldı. “Kutadgu
Bilig Bilimi” Çin’de 1986’da ve
1989’da Kaşgar’da olmak üzere
iki kez “Ulusal Kutadgu Bilig Semineri“ düzenlendi, Kutadgu Bilig Araştırma Derneği'de kuruldu.
****
BİLGİ ve İNSAN
Kutadgu Bilig’te önemli olan
“bilmek”tir. “Bilmek eylemi” nasıl
bir alışkanlık hâline gelecek ve
bilgi nasıl öğrenilecektir? Bilmek
isteyen kişide,“merak etmek, öğrenmek, araştırmak, dinlemek…”
eylemlerinin ve alışkanlıklarının
olması gereklidir. “Bilmek” eylemi, hep “kılmak” eylemiyle birlikte düşünülmüştür. “Bilmekle kal-
40 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
mamalı, insan bildiği şeyi uygulamalıdır. Bunun
yanında, “sınamak” eylemi de önemlidir. Onun
için sınanmış kişi (tecrübeli kişi), bilgi sahibi fakat “ukuş”tan ( akıldan ) mahrum olan kişiden
daha üstündür.
Yine Yusuf Has Hâcib’e göre gerçek sınanmış
kişi, “bilig” ile ukuş”u (bilgi ile aklı) nefsinde toplayan kişidir. Eserde pratik ahlak ile hareket felsefesine dair görüşler de vardır. Toplumsal hayatla
ilgili pratik sorunlar ön planda işlenmiştir. O kavramların tanımlarını yapar, kavramları açıklamaya
çalışır; bilinenden hareketle tecrübeyi yüceltir;
tecrübeli kişiyi över. Hayırlı insan, sadece kendisine değil, başkalarına faydası olan insandır;
topluma hizmet eden, bilgisini halkın faydasına
kullanan insan faydası olan insandır. Burada en
önemli kriter, bir kişinin içinden çıktığı topluma
ne kadar faydasının olduğudur. “Bilgilerinizle,
birikimlerinizle, tecrübelerinizle topluma ne kadar faydalı oldunuz?” sorusunu, insan her zaman kendisine sormalıdır.
Yusuf Has Hâcib’e göre insanlığın başlıca
göstergesi, insan olmak ( iyi bir insan) olmaktır.
İnsandan insana çok fark vardır: Bu fark bilgiden
ileri gelir. Bu düşünceden hareketle insanları , “bilgililer ve bilgisizler” olarak ayırmak mümkündür.
Böylece o, seçkin insanın ve onun düşüncesinin önemli olduğunu söylemektedir. Bilgili insan,
kendisine hakim, sorumluluğun farkında,
dünyayı iyi tanıyan kişidir. Sadece bilgi değil,
bunun yanında akıl da gereklidir. Akıl olursa
insan, asil olur; bilgili olursa kişi, devleti yönetir.
İnsan hayatında şu dört kavram çok
önemlidir: “Ateş, düşman, hastalık ve bilgi”.
İnsanları seçebilmek için akıl, onları yükseltmek ve yüceltmek için bilgi gereklidir. Aklın
süsü dil, dilin süsü söz, insanın süsü çehre,
çehrenin süsü gözdür. Bunları güzel yapan
sadece bilgidir.
Eserdeki sembolik anlatımlar, gerçekten
çok önemlidir; dönemine göre oldukça güzel
belirlemelerdir. “Bilgi ve insan” kelimelerini
düşünelim. Bu iki adı yan yana getirip, “bilgili insan” tamlamasını oluşturalım; toplumun
ihtiyaç duyduğu insan, bilgili insandır; bütün
yönetimlerin yetiştirmeye çalıştığı insan, bilgili insandır. Kutadgu Bilig’te ulaşılmaya çalışılan, özlenilen insan, bilgili insandır.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 41 KUTADGU BİLİG: BİLGİ ve ERDEMLER (*)
“(…) Kutadgu Bilig’ten bütün bu konuları içine
alan bir demet özdeyiş:
1. Bilgiyi büyük, anlayışı da ulu bil; seçkin kulu
bu iki şey yükseltir.
. 2. Anlayış ve bilgiyi anlatan dildir.
3. Bilgisizin sözü, kendi başını yer.
4. Söz, deve boynu gibi yularlıdır, nereye
çekersen oraya gider.
5. Yaşamı sermaye yap, bunun faizi iyiliktir.
6. Kötü sövülür, iyi övülür.
7. Eğer bir bilgine eşikte bir yer düşerse, o eşik
başköşeden üstün olur.
8. İki türlü yüce insan vardır: Biri bey, öbürü
bilgin.
9. Misk ve bilgi birbirine benzer, insan bunları
yanında gizli tutamaz.
10. Şu dört şeyin azını az görme: Ateş,
düşman, hastalık, bilgi.
11. Akıl karanlık gecede bir meşale gibidir.
12. İnsan akıl ile yükselir, bilgi ile büyür.
13. Hırsız ve dolandırıcının eli bilgiye erişemez
ve onu alamaz.
14. Sevinç istersen, o kaygıyla birlikte gelir;
huzur istersen o zahmet ile birlikte bulunur.
15. İnsan kendisini sevdirirse, onun kusuru en
büyük erdem sayılır.
16. İnsanoğlu bir kervana benzer, konak
yerinde sürekli kalamaz.
17. Aklın süsü dil, dilin süsü söz, insanın süsü
yüz, yüzün süsü de gözdür.
18. Nimet tam olursa, insan yiyecek bulamaz.
19. ‘Bilgin’in sözü, bilgisiz için göz olur.
20. Soylu insan ölse de soyu kalır.
21. Beylik çok iyi bir şeydir, ne var ki daha iyi
olanı yasadır ve doğru uygulamak gerekir.
22. Halkın yükünü hafifleten kimse, insanların
iyisidir.
23. Halkın içinde yükselip zenginliğe eren
insanın, dili ve sözü tatlı olmalı, kendisi de alçak
gönül göstermeli.
24. Saadetin ayağı kaygandır.
25. Saadeti kendine bağlamak için on koşul
vardır:
a) Alçakgönüllü ve tatlı dili olmak,
b) Aşırılıktan sakınmak,
c) Kötü işlere yanaşmamak,
ç) Toplanmış olan malı yerinde harcamak,
d) Yaşamını, işini ve davranışlarını
düzenlemek,
42 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi e) Büyüğe saygı göstermek, küçüğe şefkatli
olmak, f) Kibirle başkalarını incitmemek,
g) Kendini içkiye vermemek, h) Eli ve dili ile
oyuna karışmamak, ı) Davranışlarında doğru
olmak.
26. İnsan kıt değil, kıt olan insanlıktır.
27. Hoşlanılmayan insanlar şunlardır:
Yalancılar, açgözlüler, aceleciler, her işte
öfkelenenler, içkiye düşkün olanlar, hırsızlar.
28. İyi insan hep iyilik eder, yaptığını insanın
başına kakmaz, kendi çıkarını düşünmez ve
karşılık beklemez.
29. Doğru insan, gönlünü çıkarıp avucuna
koyarak başkaları önünde mahcup olmadan
dolaşabilen insandır.
30. İyi, yokuş tırmanmak gibidir, güçtür; kötü
şey iniş gibidir, kolayca elde edilir.
31. Elden gelirse, kötülüğün inadına iyilik yap.
32. Cimri, kendi malını kendisinden esirger,
nasıl olur da başkasının hakkını verir?
33. Kara başın düşmanı kırmızı dildir.
34. Bilgin kişinin sözü toprak için su gibidir, su
verilince nimet çıkar.
35. Vücudun besini ağızdan, ruhun besini ise
kulaktan gelir.
36. Çok dinle fakat az konuş, sözü akıl ile
söyle ve bilgiyle süsle.
37. Göz için örtü olabilir, fakat gönül için örtü
yoktur. (…)”
(*) A. Dilaçar, “Kutagdu Bilig İncelemesi”,Türk Dil
Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 154 – 155.
Ocak - Şubat 2012
KARAHANLILAR DEVRİ TÜRK
EDEBİYATI (*)
“Klasik Türk Edebiyatı
mektebinin il mahsulü olması
hasebiyle Kutadgu Bilig, devrin edebi zevkine uyarak motifçe didaktiktir; şekliyle İran
Edebiyatının Şehnâme yolunu tutmuştur. Sebüktekin’in
oğlu Mahmud’a miras olarak
bıraktığı Pendnâme yahut
Nasihatnâme, bu tür eserlerin
en iyi örneğidir. Devri için ihmale gelmez ana edebi ve ahlaki motiflerden mürekkeptir. Sanat bakımından eserde, şairin kendine mahsus bazı zevk ve görüşleri göze çarpmaktadır. Güneşin çıkışı, gecenin yaklaşması ile diğer
tabiat motifleri, esere az da olsa, bazı canlılıklar
katmıştır. Fikir kuvveti ve gücünü arttırmak için,
inanışında tesirli sayılan kişilerin ağzından, vecizelere daha doğrusu, sonraları hikmet formuna
giren nasihatlara bolca yer verilmiştir. Bu büyük
ve hatırlı kişiler eserde, Elçi Bey, Yağma Beyi, Ötüken Beyi, Türk Hanı, Yabguların Başı vs. gibi adlarla açıklanmıştır.
KUTADGU BİLİG (**)
Kutadgu Bilig, yalnız Türk klasik edebiyatı örneği olmakla kalmamıştır. Moğollar arasında da,
geniş yayılış sahası bulmuştur.( (…) Demek ki, Yusuf Has Hâcib’in eserinin Bilig adını alışı da muayyen bir tefekkür neticesinde olmuştur. (…))
Eser dört timsali şahsiyet arasındaki bir münazara temsilidir. Bu dört şahsiyet, yazarca, yanı
zamanda dört unsur kendi bünyesinde canlandırmışlardır. Bunlar:
1. KünToğdı = Könitörü, doğru yol,
2. Ay Toldı = Kut, saadet, devlet, ikbal,
3. Ögdülmüş = Ukuş, akıl, mantık,
4. Odgurmuş = Akıbet gibi eski dört Türk
kahramanının adlarıyla değerlendirilmek istenmiştir.
Yusuf kendi şahsi inanışına uyarak, aynı zamanda insana her iki dünyadaki kutluğu ve mutluluğu göstermek için kaleme sarılmış, bunu vazifeden saymıştır. (…)”
“(…) Kutadgu Bilig’in Fergana, Mısır ve Herat
nüshalarının faksimilelerinin ve her üç nüshanın
mukayesesi ile tenkitli metni neşredilmiş olduğundan, eser üzerinde bundan sonraki çalışma-
Ocak - Şubat 2012
lar için bir engel kalmamıştır. Türklerin Kutadgu
Bilig’in yazılmış olduğu
devir ve muhitle ilgili siyasi ve kültür tarihleri henüz kâfi derecede
aydınlanmamış ise de,
bunun kültür eserlerinin
tahlili ile kısmen doldurulması kabildir. Türk kültür tarihi ilk ilgili herhangi
bir eserin kıymetlendirilmesi bahis mevzuu olurken, bu hususta ilk düşünülecek şey, bu eseri
meydana getiren muhitin daha yakında tetkiki
ve bunu daha evvelki ve
daha sonraki devirler ile
bağlantısının tespitidir. Bunların tamamıyla Türk
kültür tarihi çerçevesi dışında mütalaa edilmesi
hakikatlerin meydana çıkmasına engel teşkil etmekten başka bir işe yaramaz. Birçok millî kültürler ile çeşitli din muhitlerinin temas ettiği yerlerde
yaşayan Türkler zaman zaman bu muhitler ile çok
sıkı münasebetlerde bulunmuşlar ve onlara birçok kültür malzemesi verdikleri gibi, kendileri de
onlardan birçok şey almışlardır. (…)
A. Samoyloviç’in
Kutadgu
Bilig
ile
Şahnâme’deki motiflerin mukayesesi için yapmış olduğu küçük bir deneme dikkate değer. Ona
göre Karahanlılar devletinde münevver çevrelerin
XI. asırda yalnız Firdevsî’ninŞahnâme’sine değil,
aynı zamanda oradaki edebi sanatlara vakıf oldukları muhakkaktır. (…)”
(*) Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Türk Dünyası El kitabı – 3.
Cilt, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara
1998, s. 79 – 80.
(**) Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, MEB İslam Ansiklopedisi, cilt 6, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1993, s. 1045.
(Kutadgu Bilig maddesi)
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 43 Kaşgarlı
44 Mahmut
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
11. yüzyılda yaşayan
Türk dil bilgini,
Divanu Lügat’it –Türk
adlı eseriyle ünlü, Türk kültürünün
ve dilinin tanıtılmasında
büyük rol oynayan
Kaşgarlı Mahmut
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 45 KAŞGARLI
MAHMUT
(XI. yüzyıl)
11. yüzyılda yaşayan Türk dil bilginidir. Divanu
Lügat’it -Türk adlı eseriyle ünlüdür. Karahanlılar
soyundandır. 1072’de yazmaya başladığı eserini
1074’te tamamlayarak Bağdat’ta Abbasî halifesi
El-Muktedî Billah’a takdim etti. Karahanlılar döneminde yetişen ve ilk Türk dil bilgini olan Kaşgarlı
Mahmut’un doğum tarihi, kesin olarak bilinmemektedir. Babası Barsaganlı bir bey idi. 1071–1077
arasında Bağdat’ta bulunan Mahmut, Türk kültürünün ve dilinin tanıtılmasında büyük rol oynadı.
Kaşgarlı Mahmut’un, Kaşgar’da doğduğu tahmin edilmektedir. Tam adı: “Mahmud bin Hüseyin
bin Muhammed”. Yani Muhammed oğlu Hüseyin
oğlu Mahmut’tur. Karahanlı soyundan Muhammed bin Hüseyin (Husayn Çağrı Tégin)’in oğludur.
Babası Barsgan şehrinde yaşamakta iken bilinmeyen bir sebeple Kaşgar’a yerleşmiştir. O dönemde Kaşgar, önemli bir kültür merkeziydi. Şimdi, Çin’in egemenliği altında olan Doğu Türkistan
sınırları içerisindedir.
Kaşgarlı Mahmut’un doğum ve ölüm yılları da
kesin olarak belli değildir. 1072-1074 yılları arasında “Divanu Lûgat-it Türk”ü tamamladığı zaman
kendisinin ileri bir yaşta olduğu göz önünde bulundurularak, Mahmut’un içinde yaşadığı ve aynı
yüzyılın sonlarına doğru öldüğü kabul edilmektedir.
Kaşgarlı Mahmut, dönemin bütün ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsça öğrendi. “Saciye”
ve “Hamidiye Medreseleri’nde öğrenim gördü.
Türk dili incelemelerine başladı. Bu gayeyle Orta
Asya’yı boydan boya dolaştı, gezdi. Anadolu’ya,
oradan da Bağdat’a gitti. 15 yıl boyunca Türklerin
yaşadığı bütün şehirleri, orada yaşayan boyların
dillerini ve geleneklerini inceledi.
O, öğrenme ve inceleme gayesiyle gezdi. Türklerin örf ve âdetlerini mahallinde araştırdı. Gezileri
sırasında, ana dili Türkçenin Hakaniye, Oğuz, Kıpçak, Argu, Çiğil, Kepenek şivelerini de öğrendi. İyi
öğrenim görmüş, İslamiyet’le ilgili bilimsel çalışmaları yakından izlemiştir. Türklerin bulunduğu
bölgeleri gezmiş, ana dili olan Türkçenin bütün
lehçelerini yerlerinde öğrenmiş, geleneklerini göreneklerini yakından izlemiştir.
KAŞGAR’DAN AYRILIŞI VE BAĞDAT’A
YERLEŞMESİ
Kaşgarlı Mahmut 1043’Te Kaşgar’dan ayrılarak Bağdat’a yerleşti. Kaşgarlı Mahmut
“Dîvanü Lügat’it - Türk” isimli, dünyaca bilinen
eserin yazarıdır. Eserini 1072’de Bağdat’ta yazmaya başladı, 1074’te tamamladı. Eserin tamamlanmasından
sonraki iki yıl içerisinde, dört
defa baştan sona gözden geçirerek 1076‘da son şeklini verdi.
1077’de, Abbasi Halifesi MuktedîBiemrillah’ın oğlu Ebü’l-Kasım
Abdullah’a eserini armağan etti.
Kitabın asıl nüshası bu gün Millet
Kütüphanesi’nde korunmaktadır.
Kaşgarlı Mahmud’un, Kitabu
Cevahirü’n – Nahv fi Lugati’tTürkî (Türk Dili’nin Nahiv Cevherleri) adlı bir eser daha kaleme
aldığı biliniyor. Nerede ve nasıl
kaybolduğu belirlenemeyen bu
eser, günümüze ulaşmamıştır.
Kaşgarlı Mahmut’un, Opal Kasabasındaki heykeli (Kaşgar)
Kaşgarlı Mahmut, adına izafe-
46 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
ten, Mahmudiye Medresesi denilen binada dersler verdi, binlerce öğrenci yetiştirdi. Ders verdiği
Mahmudiye mezarlığında toprağa verildi. Burası,
Kaşgar şehrine 45 km uzaklıktaki Opal köyünde,
etrafı kavak, çınar ve söğüt ağaçlarıyla çevrili bir
tepedir.
Ölümünden sonra öğrencileri tarafından inşa
edilen türbe, günümüze kadar dört defa yenilendi.
Türbede, Kaşgarlı Mahmut’un sandukasının
bulunduğu bir oda, Kur’an okumak için bir salon
ve müze bölümü bulunuyor. Müzenin duvarında,
Doğu Türkistanlı bir ressam tarafından büyük
boyda yapılmış, Kaşgarlı Mahmut’u çalışırken
gösteren temsilî bir resim yer alıyor. Müzede ayrıca eski tarihe ait eşyalar bulunuyor. Bu eşyaların,
arkeolojik kazılarda elde edildiği belirtiliyor. Karahanlılar dönemine ait çeşitli madenî para ve süs
eşyaları, müzede sergilenen malzemeler arasında
dikkat çekiyor. Türbenin iç ve dış duvarları ile oda
ve salonların tavanları, Uygur sanatının süsleme
unsurlarıyla bezenmiştir.
Kaşgarlı Mahmut, çalışmalarında Türkçeyi resmî dil olarak kabul eden “Karahanlı
Devleti”nden de destek gördü. Türkçe’nin gelişmeye başladığı o dönemde, Mahmut’la birlikte
Balasagunlu Yusuf Has Hâcib de Türk diline büyük hizmet etti. Bu iki Türk bilgini, ortaya koydukları eserlerle, Türk dil birliğinin sağlanmasına
önemli katkılarda bulundular. Aynı zamanda filolog, etnograf ve ilk Türk haritacısı olan Kaşgarlı
Mahmut, ünlü eserinde, yaşadığı devirdeki boylarının kullandığı ağızları canlı olarak tespit etti. kelimelerin Arapça açıklamalarını kapsar. Eser,
Arapça yazılmış bir Türkçe sözlüktür veya Türkçeden Arapçaya sözlüktür. Eserde, Arapça dilbilgisindeki şekillerine göre sıralanmış 7500’den
fazla kelime hakkında açıklama yapılmıştır. Büyük bilgin, bu açıklamaları yaparken kelimelerin nerelerde ve hangi anlamlarda kullanıldığını
göstermiştir. Bu esere ve onu izleyen başka eserlere kadar yazılı edebiyat örneklerimiz bilinmediği
için, daha önceki yüzyıllara ait sözlü edebiyat ör-
Eserinde Türk dilinin grameri yanında, Türk yer
adları, Türk damgaları ve Türk topluluklarını da
ayrıntılı anlatan Kaşgarlı Mahmut, ömrünün sonlarına doğru tekrar memleketi Kaşgar’a dönerek,
burada vefat etti.
DİVANU LÜGAT'İT- TÜRK
Divan, bir önsözle sözlük kısmından meydana gelmiştir. Önsözde yazar, Türk dilinin ve
lehçelerinin özelliklerini sayar ve dilbilgisi kurallarını, Arapçadakilerle karşılaştırıp tespit eder.
Ana dilinin Arapçadan üstün olduğunu söyler
ve örnekler verir. Bu arada o, bilgileri nasıl elde
ettiğini, nasıl bütün memleketleri dolaştığını da
anlatır. İkinci bölüm, yani sözlük bölümü, Türkçe
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 47 neklerini Kaşgarlı’nın eserinden öğrenmekteyiz.
“Sagu” denilen ağıtlar, “koşuk” dediği koşmalar, “sav” dediği atasözleri ve nazım şekillerinden başka verdiği örneklerine bakarak
mesela Alp Er Tunga adındaki destanlaşmış
kahramanın varlığını da yine bu eserden öğreniyoruz. Bundan dolayı Kaşgarlı Mahmut’un
eseri, hem dil hem edebiyat hem toplum ve
sosyoloji tarihimiz bakımından çok önemli belgeleri toplayan ilk ve vazgeçilmez bir hazinedir. Ancak bu kaynak eser, 1910 yılına kadar bilinmiyordu. Sadece, Kâtip Çelebi’nin “Keşfüzzünûn”
adlı bibliyografyasında Kaşgarlı Mahmut’tan da
söz edilmiştir. Ama bu bilgi de çok sınırlıdır.
KAŞGARLI BU ESERİYLE BİZE NE BIRAKTI?
Kaşgarlı bize büyük bir hazine bıraktı. Onun
bıraktığı bu eserden, biz o yılların Türkçesini, Türk
boylarının özelliklerini öğreniyoruz. Bitip tükenmeyen ve övüneceğimiz bu eserde neler mi var?
Bu eser, sadece bir sözlük değildir.
Divan’da dünya haritası bulunur. Bu, ilk Türk
dünya haritasıdır. Haritada, 11. yüzyılda Türk boylarının yaşadıkları alanlar ve ilişkide bulundukları
uluslar, pek az yanılgı ile sağlıklı bir biçimde gösterilir. Türk boylarıyla ilişkisi olmayan uluslara yer
verilmez. Denizler yeşil, bozkırlar sarı, ırmaklar
mavi, dağlar kızıl ile gösterilir. Haritanın merkezi Türk hakanlarının oturduğu Balasagun kentidir. Dünyanın merkezi olarak da orası gösterilir.
Divan’da Türk boylarının yirmi ana kökten geldiği
belirtilir. Ama asıl boylar göz önüne alınır. Ayrıca
her boy birkaç uruğa ayrılır. Uruğlar çok olduğu
için adları verilmez. Yalnız herkesin bilmesi gerektiği vurgulanan yirmi iki Oğuz boyu damgalarıyla
birlikte açıklanır. Yerleşme durumlarına göre Türk
boyları sıralanır. Yer, ulus, kişi adları ile boy, soy,
uruğ, aşiret adları gösterilir. Türk yaşam biçimi ve
yerleşmesi hakkında açıklamalarda bulunur.
Kaşgarlı, o dönem Türk lehçeleri arasındaki
ayrılıkları şöyle özetler: “Asıl sözde değişiklik az
olur. Değişmeler yalnız birtakım seslerin yerine
başka sesler gelmesi ya da kimi seslerin atılması nedeniyle doğar.” Buradan çıkarak yer yer kimi
lehçe ayrılıklarına değinir, bazı yargılara varır.
Kaşgarlı, “Hakaniye” diye adlandırdığı Karahanlı Türkçesini, çağın en ince ve açık Türkçesi
olarak tanımlar. Bu dil ona göre Hakaniye şehzadeleri ile çevresinin dilidir. Gerçekten Hakaniye
Türkçesi, “Karahanlı Devleti”nin edebiyat ve resmî
devlet dilidir. (Yusuf Has Hâcib ünlü yapıtı Kutadgu Bilig’i, “Han tilince” yazdığını bildirir.) Kaşgarlı
ayrıca Çiğil, Yağma, Argu ve Uygur ağızlarını, Hakaniye Türkçesini esas alır. Öbür lehçelerdeki ayrılıkları ona göre açıklar. “Çiğiller”in, “Karluklar”ın
bir boyu olduğunu belirtir. Issık Gölü’nün kuzeybatı kıyılarında yaşadıklarını söyler.
Görülüyor ki, on asır önceye ait bu bilgi ve açıklamalar, Türk boyları hakkında, ilk çalışmadır. Dolayısıyla bir “hazine” denilmesi, boş bir yargı değil,
isabetli bir yargıdır.
Divanu Lügat'it-Türk'ün Bulunması
Meşrutiyet’in ilk yıllarında (1910–1911) Sahaflar Çarşısı’nda kitapçı Burhan Efendi’ye bir kitap
gelmiştir. Kitabı getiren, eski maliye nazırlarından
Vanizâde Nazif Paşa’nın akrabası bir kadındır. Kitapçı, elindeki kitabı satmak üzere, dönemin Eğitim Bakanlığına başvurur. Bakanlık istenen otuz
sarı lirayı çok görerek almaz.
Bunun üzerine kitapçı onu Ali Emiri Efendi’ye
gösterir. Ali Emiri Efendi kitabın değerini hemen
anlar, otuz sarı lirayı bastırır. Burhan Efendi’ye de
aracılığından ötürü üç lira verir. Ali Emiri Efendi
böyle bir esere sahip olduğu için tarif edilemez
bir mutluluk ve sevinç içindedir. Çünkü bu kitap
Osmanlı ulemasının asırlardır peşinde koştuğu
“Divanu Lügat-itTürk”ün kendisidir. Dünyada bir
başka nüshası yoktur.
48 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ali Emiri Efendi kitabı satın aldığında duyduğu
sevincini şu şekilde dile getirir: “Bu kitabı aldım;
eve geldim. Yemeyi içmeyi unuttum… Bu kitabı,
sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben, bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.”
Büyük bir coşku içinde olan Ali Emiri Efendi,
kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp
ve Fuad Köprülü, Ali Emiri Efendi’nin Kaşgarlı
Mahmut’un eserini bulduğunu işitmişler ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi, onlara kitabı
göstermemişti ve kitaba yanaştırmamıştı. O kitabı sadece, çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye
gösteriyordu.
Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir durumdaydı. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın
eksik mi tam mı olduğu da belli değildi.
Ali Emiri Efendi, Kilisli Rıfat’a eseri gösterdi,
kitabın eksik olup olmadığını incelemesini istedi.
Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç defa
okudu. Eser tamdı ve ortalığa sevinç yayılmıştı.
Kilisli Rıfat Efendi karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Ali Emiri Efendi,
bu hizmeti karşılığında, Kilisli Rıfat Efendi’ye bir
evini hediye etmek istediyse de kabul ettiremedi. Kilisli Rıfat Efendi, eğer ille kendisine bir ödül
verecekse, sadece kitabı yayınlamasının yeterli
olacağını bildirdi.
Ocak - Şubat 2012
Eserin Yayımlanması
Ali Emiri Efendi, kitabı hemen yayınlatmak istemedi. Ali Emiri Efendi bunun için biraz taltif ve
takdir bekliyordu. Bu da ona çok görülmemeliydi.
Ali Emiri Efendi, menfaatleri aşmış bir kimsedir.
Tek dileği, sadece çevresinden takdir ve saygıydı.
Bunu da hak etmekteydi.
Kitabın yayımlanmasını da en çok da Ziya Gökalp istiyordu. Kilisli Rıfat Efendi’ye şunları söyleyip duruyordu: “Rıfat, ben sevda bilmezdim. Fakat
bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Şu var ki, bu kitabı hem almalı hem neşretmeliyiz. Bu hazinenin anahtarları senin elindedir.
Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün
Türklere armağanımız olsun. Haydi, bana çaresini
söyle!”
Gerçekten de Kilisli Rıfat, çareyi biliyordu.
Çare, Sadrazam Talat Paşa’nın devreye girip Ali
Emiri Efendi’den kitabı gün ışığına çıkartmayı istemesiydi. Fakat nasıl olacaktı bu?
Sadrazam Talat Paşa, bunun için Ali Emiri
Efendi’yi Babıâli’ye çağırsa olmazdı veya Ali Emiri Efendi’nin evine gitse yine olmazdı. Bunun için
yalnızca bir yol vardı. Ali Emiri Efendi’nin çok yakın dostu ve sık sık görüştüğü Adliye Nazırı İbrahim Bey’in evine yemeğe çağrılması ve yemekler yendikten sonra Talat Paşa’nın arkadaşlarıyla
tesadüfen, İbrahim Bey’in evine ziyarete gelmesi
ve orada Ali Emiri Efendi’ye iltifatlar ettikten sonra, kitabın basımına izin vermesini rica etmesiydi.
Ancak, böyle bir şeyi Sadrazam Talat Paşa kabul
eder miydi? Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’nin
merkez azasından yakın dostu Talat Paşa’yı buna
ikna edebileceğini söyledi.
Böylece, plan tatbik edildi. Tanıştırma esnasında ev sahibinden Emiri adını duyunca, misafirler,
başta Talat Paşa olmak üzere, birden ayağa kalktılar, ilk önce Talat Paşa Emiri’ye doğru yürüyerek
yanına geldi ve ona saygı gösterdi.
Bundan sonra, Talat Paşa, kitap hakkında bilgi rica etti. Ali Emiri Efendi, bilgi verdikten sonra
Talat Paşa, ayağa kalkarak bu muhteşem eserin
yayınlanmasına izin vermesini istedi. Ali Emiri Efendi, şartlı olarak kabul etti. Ali Emiri Efendi,
öne sürdüğü şarta göre, kitabı yayına Kilisli Rıfat Efendi hazırlayacaktı. Talat Paşa onun şartını
memnuniyetle kabul etti ve ayrıca kendisine yüksek bir memuriyet önerdi. Ancak, Ali Emiri Efendi
bu öneriyi reddetti.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 49 “Divanu Lügat'it-Türk” Sadakası
Kitabın yayımlama çalışmaları başlar başlamaz, Talat Paşa Ali Emiri Efendi’ye 300 lira hediye gönderdi. Ali Emiri Efendi, bu armağanı kabul
etmeyerek şunları söyledi: “Kadirşinaslığınıza teşekkür ederim. Fakat parayı kabul edemem. Çünkü, kabul edersem, vatanî, millî bir ufacık hizmet
karşılığında para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelir. Bundan dolayı, size teşekkür ile beraber parayı da iade ediyorum. Siz parayı muhtaç
olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız, ben size
müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hakk da memnun olur. Bu sadakanın adı da Divanu Lügat-it
Türk sadakası olsun.”
Kilisli Rıfat Efendi kitaba muazzam özen gösterdi.
Kilisli Rıfat Efendi kitabı aldı, ama kitabı koyacak bir yer bulamadı. Kitabı kaybetmekten müthiş
endişe duyuyor, emniyetli yer bulmak için çırpınıyordu. Önce umumi kütüphaneye götürdü. Müdür
şiddetle itiraz etti: “Yüzlerce okuyucu gelip gidiyor.
Biri alıp giderse ben ne yaparım, alamam.” dedi.
Sonunda Kilisli Rıfat Efendi’nin eseri bir çanta
içinde evde saklamaktan başka çaresi kalmadı.
Duvara koca bir çivi çakarak oraya astı. Çocuklarını devamlı surette karşısında nöbete dikti. Yangın
hâlinde, önce bu çantanın kurtarılmasını istedi.
Geceleri ise çantayı yastığının altına koyarak yattı. Bir buçuk yılda kitabın basımı tamamlandı.
Kilisli Rıfat Efendi’nin kitabın elyazmasından
matbaa için hazırladığı defterler, günümüze ulaşmıştır.
“(…)Kaşgarlı Mahmut, iyi bir bilim adamı olduğu kadar çok iyi bir ansiklopedisttir. Türk toplumunun hemen hemen bütün değerleri, ölçülerini
sosyo-kültürel katman ve kategorilerini ayrıntılı
bir şekilde inceleyerek kaydetmiş, bu konuda
ayrıca duyduğu ve okuduğu bilgileri de eserine
almayı ihmal etmemiştir. Böylece ailede devlet
hayatına, sofra adabında devlet yönetimine, deyimlerde atasözlerine ve erdemli davranışta, akıl
ve bilginin oluşturduğu rasyonel davranışa kadar
birçok konuyu yazmıştır. Fakat yazdığı konuları
çoğunun gözlemlere dayandığını özellikle belirtmemiz gerekiyor.
(...) Böylece Kaşgarlı Mahmut, Türk tarihinin
çeşitli yön ve sorunlarını inceleyen ve sorgulayan
bir tarihçi, Türk insanı üzerinde yaşadığı coğrafyayı tasvir ederek tanıtan uzman bir coğrafyacı,
Türk dilini en ince ayrıntısına kadar inceleyen bir
filolog, Türk kültürünü araştıran bir etnolog, bu
değerleri toplamaya çalışan bir folklorcu, bu değerleri kendi insanına ve başkalarına öğretmeye
çalışan, bunun yollarını gösteren bir eğitimci pedagog, Türk siyasi ve askerî nüfuzunu Türk kültürünün aracığıyla ebedileştirmek isteyen milliyetçi
bir Türk aydını olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuların her birinin ayrı ayrı incelenmesi sonucunda,
daha başka yönlerin de ortaya çıkacağı muhakkaktır. Çünkü eser, gerçekten büyük bir bilgi hazinesi olarak araştırıcıların ilgisini beklemektedir.”
(*)Prof. Dr. Hüseyin Akyüz, “Türk Eğitimcileri I”, Millî Eğitim
Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2001, s. 81-82
Bu hazine hakkında en veciz değerlendirmelerden birini yine Ali Emiri Efendi yapmıştır: “Bu
kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil,
bütün cihandır. Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak.”
Eserdeki çeşitli damgalar
Eserin Kazakça basımı, Kazakistan – Almatı 2006
Ali Emiri Efendi kitaplarını kime bağışladı ?
Ali Emiri bütün hayatı boyunca büyük zorluklarla topladığı çok değerli el yazması kitap ve
belgeleri, karşılıksız olarak milletine armağan
etmiştir. Bunun için Fatih’teki Feyzullah Efendi
Medresesi’ni kütüphaneye çevirtmiş ve kitaplarını
buraya bağışlamıştır. Bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi adının verilmesini reddetmiş ve
kütüphanenin adının, “Millet Kütüphanesi” olmasını istemiştir. Bu, onun milletine hizmet aşkının
en somut bir göstergesidir.
50 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 51 Hoca
Ahmet
Yesevî
52 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Orta Asya’da
kültürümüze maya çalan,
“Pir–i Türkistan” adıyla
anılan, her zaman yanan bir
mum ve insanları beraberliğe
çağıran bir ses…
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 53 HOCA
AHMET
YESEVİ
( ? - 1166)
Bir Mutasavvıf ve Hikmetleri
Pîr-i Türkistan” olarak anılan Ahmet Yesevi’nin
tarihi kişiliğine dair belgeler azdır. Çoğu menkıbelere karışmış eldeki belgelerden, sağlam veriler
çıkarmak zordur. Onun “Hikmet”lerinden, onunla
ilgili menkıbelerden ve tarihi kaynaklardan çıkarılacak sonuçlar Yesevî’nin
hayatı, kişiliği ve etkileri hakkında
bazı düşünceler vermektedir.
Ahmet Yesevî hakkında bugüne kadar yapılmış
en kapsamlı çalışma Fuad
Köprülü’nün, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” (1919) adlı eseridir. Kemal Eraslan’ın hazırladığı
“Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler”(1983) adlı eser, Yesevi’nin
eseri hakkında yapılan önemli
bir çalışmadır.
Yesevi Mührü
Ahmet Yesevî’nin Hayatı
Mutasavvıf-şair olarak niteleyebileceğimiz Ahmet Yesevi, Orta Asya Türklerinin dinî, tasavvufi
hayatında geniş etkiler yapmıştır. Yesevi’nin şöhreti Türkistan’la sınırlı kalmamış, Türklerin yaşadığı çok geniş sahalara ve coğrafyalara yayılmıştır.
Ahmet
Yesevi,
“hacegan”
silsilesine
(Sayram’da İmam Muhammed b. Ali neslinden
gelenlere “hace” denildiği gibi, onlara bağlı olanlara da aynı ad veriliyordu.) mensup olduğu için
ona Hace (Hoca) Ahmet Yesevi de denilir.
Ahmet, XI. asrın ikinci yarısında, Batı
Türkistan’ın Sayram kasabasında doğdu. İspicab
(İsficab) veya Akşehir olarak da bilinen, o sıralarda İslam kültürünün önemli bir merkezi olan
bu kasabada, Türkler ve İranlılar yaşamaktaydılar. Bazı kaynaklar da ise, onunYesi’de, bugünkü
adıyla Türkistan’da doğduğu yazılıdır.
54 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi “Pîr-i Türkistan” Hoca Ahmed Yesevî’nin, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine 7 km. bugün
Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine ise 157 km.
uzaklıktaki Sayram kasabasında doğduğu kabul
edilmektedir. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı tahmin edilmektedir.
Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin
oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.
Ahmet’in babası, Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan Şeyh İbrahim adlı bir zattır ve Hz.
Ali soyundan geldiği kabul edilir. Şeyh İbrahim’in
Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu
olarak dünyaya gelen Ahmet Yesevî, anne ve babasını küçük yaşlarda kaybedince ablasıyla birlikte Yesi’ye (Türkistan) gelir.
Ahmet Yesevi öğrenimineYesi’de başlar. O
sıralar, Yesi’de Arslan Baba adlı meşhur Türk şeyhinin, bir tasavvuf geleneği vardı. Ahmet Yesevi,
daha küçük yaşlarında, çevresindekilerin dikkatini çeker ve Arslan Baba’ya
intisap ederek ondan ilim öğrenmeye başlar. Ahmet, yedi yaşında yetim kalınca, diğer manevi bir babasından, Şeyh Baba
Aslan’dan, ilim ve terbiye
öğrenir.
Arslan Baba’nın terbiyesiyle, yüksek bir olgunluk
seviyesine erişen Ahmet, yavaş yavaş etrafta şöhret kazanmaya başlar.
Ahmet Yesevî, 27 yaşlarında iken, Buhara'da, devrin önde
gelen mutasavvıf ve bilginlerinden
olan Şeyh Yusuf Hemedânî' nin öğrencisi ve müridi olur. Yusuf Hemedânî, "seyyah bir
şeyh”tir.
O, çoğunlukla Buhara'da ikamet etmekle beraber Merv, Semerkand, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak insanları, Allah yolunda hizmete çağırır; dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dinin
özünün ve temel amacının, insanın ahlaki açıdan
olgunlaşması olduğunu söyler.
Yesevî de hocası Yusuf Hemedânî'den dinî ve
tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek
ve yaşayarak öğrenmiş; öğrendiklerini de yalnız
Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel,
anlaşılır ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir.
O, şeyhi Yusuf Hemedânî'nin vefatından sonra,
onun dergâhında halifelik postuna oturmuş ve bir
süre Buhara'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Yesevî, vefat tarihi
olan 1166 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.
Ocak - Şubat 2012
HOCA AHMET YESEVÎ’NİN YOLU ve ETKİLERİ
Yesî, artık Hoca Ahmet Yesevî'nin görüşleri ve
eğitimiyle aydınlanan bir şehir olmuştur; çünkü
Türk illerinin her yerinden buraya öğrenci gelmiş
ve Hoca Ahmed Yesevî'nin halkasına girmişlerdir.
Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayanlar, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün
Türk yurtlarında, Hoca Ahmet Yesevî'nin saf ve
anlaşılır Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini söylemişler ve halkı da bu hikmetlerle tanıştırmışlardır.
***
Hoca Ahmet Yesevî'nin, dinin özünü tam
olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede, bütün Türk illerine yayılmıştır. Hoca Yesevî,
“kelam, fıkıh, felsefe, sanat ve tasavvuf hareketlerinin” çok ileri düzeyde bulunduğu bir dönemde
yaşamıştır. Özellikle didaktik hikmetler söyleyerek gönüllere seslenmiştir. Örnek yaşayış ve erdemleriyle günümüze kadar etkili olmuştur:
“Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip
Talep edenlere inci, cevher saçtım ben işte”
O, İslam medeniyetine girmeye başlayan
Türk boylarına, İslami bilgileri öğretmiş, İslamın
emrettiği gibi hareket etmelerini istemiş ve onları
bu yolda eğitmeğe çalışmıştır. Basit ve sade bilgilerden yola çıkmış, fakat en üst seviyeye çıkmaya
gayret göstermiştir.
İfadede duruluk ve sadelik, onun öğreticiliğini, nasıl bir eğitici olduğunu düşünmemizi
gerektirir.“Neyi, nasıl, kime?” öğretileceği soruları,
çok önemlidir. Sade ve duru ifadeyle, bu şöhrete
ulaşmak ve bu başarıyı sağlamak, gerçekten incelenmesi gerekli bir durumdur. Hikmetlerde anlam hemen kavranır.
Ocak - Şubat 2012
Bu dizelere bakalım:
“Sözü didar isteyen herkes için söyleyip,
Canı, cana bağlayarak damarları ekleyip,
Garip, fakir, yetimlerin gönlünü avlayıp,
Gönlü bütün kimselerden eyledim işte”
Dizeler olabildiğince, yalın söylenmiştir; ifadede yalınlık, basitlik demek değildir. İnsanları
eğitmek, onlara erdemli davranışlar kazandırmak,
yardımlaşma ve dayanışma duygularını yaymak…
bir öğretmenin en önemli arzusudur.
Türkistan’da ilk defa yeşeren “Yesevî Hareketi”, kısa bir süre içinde bütün Türk coğrafyasına
yayılıp etkili olmuştur. Yüz binlerce kişiyi etkileyen gönül halkaları oluşturulmuş, sevgi ve kardeşlik bağları sıkılaştırılmış, güçlendirilmiştir. Atılan tohumlar, gür bir şekilde yeşermiştir. Yesevî
dergâhının mensupları,
bütün Türk obalarında
“derviş, pir, mürşit, hoca,
veli” unvanlarıyla onun
yolunu izlemişler ve insanları eğitmişlerdir.
Hoca Ahmet Yesevî,
“aç gözlülük, cimrilik,
nefsi arzular”dan uzak
kalınmasını öğüt veriyor; herkesten “sabır,
yetinme, tok gözlülük ve
nefsin köreltilmesi”ni istiyor. “Hırs, kibir, hınç”
duygularının insanın sırtına yüklenen yükler olduğunu; “hoşgörü, sevgi,
tevazu”gibi örnek davranışların sergilenmesinin
çok önemli olduğunu belirtiyor.
Hoca Ahmet Yesevî’nin birleştirici ve bütünleştirici rolü, bugün o coğrafyada, devam etmektedir.
HOCA AHMET YESEVÎ’NİN ESERLERİ
Hoca Ahmet Yesevî’nin Türk tarihindeki önemi, yalnız birkaç cilt tasavvufi manzumeler yazmış bir şair olmasından değil, İslamiyet’in Türkler
arasında yayılmaya başladığı asırlarda, onlar arasında ilk defa bir tasavvuf okulunu vücuda getirmesindendir.
“Divan-ı Hikmet”: Ahmet Yesevî’nin öğüt
ve tavsiyelerinin toplandığı şiir kitabında, bilgelik, ahlak, hayatta gerekli ilkeler…yer almaktadır.
“Hikmet”, insan hayatının tümünü kapsayan iyi
ve doğru ilkelerdir. İyi insanın, bütün hareketlerinde ve davranışlarında ilkeleri ve değerleri
olmalıdır.“Hikmet”, işte burada yol göstericidir.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 55 “Hikmet”lerinin kaynağı, Kuran-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleridir. O, hikmetlerini yazarken, bunlardan ilham almıştır.
Eser, adından da anlaşıldığı gibi bir şiir
kitabıdır.“Divan”ın büyük kısmı, 5 ile 25 dizeden
oluşmaktadır. Dizelerde koşma tarzı hâkimdir.
Hece vezninin 12, 14 ve 16 kalıpları kullanılmıştır.
Çok az da olsa, aruz veznine de rastlanılmaktadır. Bazı kısımlar ve aruzla yazılan bazı dizelerin
esere sonradan eklendiği sanılmaktadır. Dilde
sadelik en öndedir; verilmek istenilen mesajlarda tutarlılık, hemen göze çarpar. Sonradan esere
eklenen bazı şiirlerde de aynı ilke söz konusudur.
Ahmet Yesevî, halka İslâm’ın esaslarını, tarikatının adap ve erkanını öğretmek gayesiyle, sade
bir dille ve halk edebiyatından alınmış şekillerle
hece vezninde şiirler söylemiştir. “Hikmet” adı
verilen bu şiirler, sanıldığı kadarıyla yakınındaki bazı dervişler tarafından kâğıda dökülmüş ve
yine Yesevî dervişlerinin dilinden, en uzak Türk
obalarına kadar ulaştırılmıştır. Daha sonraları, bu
hikmetlerin yazıldığı risaleler bir araya getirilerek
“Divan-ı Hikmet” adı ile bilinen el yazması eserler
oluşmuştur.
Türk Edebiyatı tarihinde “Divan-ı Hikmet”in
önemi, İslamiyet’ten sonraki “Türk Edebiyatı”nın,
daha önce yazılan “Kutadgu Bilig”ten sonra, bi-
56 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi linen en eski örneklerinden biri ve Tasavvufi Türk
Edebiyatı’nın ilk eseri oluşundan çok, Türk dünyasında meydana getirdiği etkilere dayanır.
Geçen iki asır içinde “Divan-ı Hikmet” 17 kez
Taşkent’te, dokuz kez İstanbul’da, 5 kez Kazan’da
ve birer kez de Buhara’da matbu olarak yayınlanmıştır. Bütün didaktik metinlerde olduğu gibi
“Hikmetler”de de yüksek bir şiirsellik aranmamalıdır. Buna rağmen, söz sanatları açısından bakıldığında, zayıf metinler olmadıkları da açıktır.
Divan-ı Hikmet’in, dolayısıyla Yesevî’nin dili,
Kutadgu Bilig’in yazıldığı, Kaşgarlı Mahmut’un
Türkçe’nin en yüksek şekli kabul ettiği “Hakaniye Lehçesi”, bir başka ifadeyle Karahanlı Türkçesi
olmalıdır. Zira onun doğup büyüdüğü, eğitim aldığı coğrafya, Karahanlı yönetimi altındaydı. Ancak
elimizdeki yazmalar, çok yakın zamanlarda farklı
coğrafyalarda kaleme alındıklarından, bunlardaki
dil yerel unsurlarla karışmıştır. Bu sebeple, elimizdeki nüshaların Divan-ı Hikmet’in yazıldığı dili
yansıttığını söylemek zordur.
Türkistan’da, Türklerin Müslümanlığı kabullerinin hemen ardından kitleleri İslam’a, özellikle
tasavvufa ısındıran Yesevîlik, “tevazu, fedakârlık
ve gösterişten uzak durmak” ilkeleri önemlidir; bu
ilkeler bu ocakta işlenmiş olarak karşımıza çıkmaktadır; zaten bu ilkeleri kendi ruhunda özümsememiş ve bunları bir hayat tarzı olarak önemsememiş bir kişi, bu ocağı anlamamıştır.
Ahmet Yesevî’nin tasavvufi dünyasını, menkıbelerin yanında onun “Divan-ı Hikmet” adıyla bir
araya getirilen şiirlerinden öğrenmek mümkündür. Hoca AhmetYesevî mutasavvıf bir şairdir.
Yesevî’nin Divanı’nda tasavvufi düşünce temaları rahatlıkla görülmektedir.Mevlânâ ve Yunus’ta
hâkim olan ilahi aşk, Yesevî’de de görülür. Hoca
Ahmet Yesevî’nin Divanı’nın taşıdığı başlıca özellikler ise şunlardır:
1. Yesevî Divan’ı ahlaki öğretiler içerir.
2. Sünni-Hanefi olan Ahmet Yesevî’nin eserinde, Kuran-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed’in sünnetine bağlılık, temel esastır.
3. Divan-ı Hikmet’te “İlahî aşk”ın her şeyin esası olduğu görüşü öne çıkar.
Fakrname: Bu eserin Ahmet Yesevi’ye ait olup
olmadığı tartışmalıdır. Eser müstakil bir risaleden
çok, Divan-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi
durumundadır.
Ocak - Şubat 2012
Bu esere göre, fakr’ın 6 ilkesi şunlardır:
1 - İyi ve kötü söze sükut edip hemen karşılık
vermemek,
2- Pirin huzurunda sessiz olmak ve onun izni
olmadan konuşmamak,
3- Kimseye öfkelenip darılmamak,
4- Her kesimden insanın hizmetini görmek,
5- Nefsini öldürmek,
6- Heva (huylar) ve hevesi (arzular) terk etmek.
Bu müjde üzerine, Buhara üzerine sefere çıkan
Emir Timur (1336–1405), zafere ulaştıktan sonra manevi bir şükran duygusuyla Hoca Ahmet
Yesevî’nin türbesini ziyaret etmek için Yesi’ye gelir. 1396 yılı Eylül’ünde Yesevî’nin mütevazı kabrini ziyaret eden Emir Timur, yanında bulunanlardan Mevlânâ Abdullah Sadr’ı, Ahmet Yesevî’ye
ait kabrin üzerine muhteşem bir türbe yapımıyla
görevlendirir; türbe yapımına ilişkin bazı ölçüleri
kendisi bizzat belirler.
HOCA AHMET YESEVÎ KÜLLİYESİ
Hoca Ahmet Yesevî’nin bugün bile çok ziyaret
edilen külliye ve külliyenin içindeki türbesi, Sir -i
derya nehrinin doğusunda, Türkistan şehrinin kurulduğu ovadadır. Bu çevrenin Göktürk Hakanlığı
devrinde(550 -745), kalıntıları 8 km. güneyde bulunan Şavegar adlı şehre bağlı olduğu ve burada
Yassı (Yası, daha sonraki söyleyişiyle Yesi) adlı
kale bulunduğu bilinmektedir. Şavegar’ın güneyinde, ilk İslami Türk merkezlerinden Sayram’da
doğduğu bilinen, Hoca Ahmet’in, hikmetlerinde,
çocukken Sir -i derya nehri boyunca, daha kuzeydeki Şavegar çevresine geldiğini şu dizede anlatmaktadır: “Yeti yaşda Arslan Bâbga kıldım selam.”
Külliyenin bir bölümünün, Hoca’nın sağlığında
var olduğu, yapılan kazılardan anlaşılmıştır. Bu
kazılarda türbenin yerinin değişmediği belli olmuştur. İlk külliye, şimdiki binanın kuzey kısmında mescit ve türbenin olduğu yerdedir. Burada
Hakanî Türk mimarisi tarzında, kelebek biçiminde
kesilmiş tuğla süslemelerİ bulunan duvar ortaya
çıkmıştır.
Arkoloji çalışmaları ile Hoca’nın, “Altmış üçde
kirdim yirge sünnet diyu / Mustafaga matem
tutup kirdim muna.” beytinin anlamı da aydınlanabilmiştir. Külliyenin yanındaki dehliz, kubbeli
mescit ve yine daha küçük olan çilehane, Ahmet
Yesevî’nin Hz. Peygamber’in vefat ettiği yaşta,
onun matem tutmak maksadıyla ve nasıl yeraltına girdiği sorusunu cevaplandırmıştır. Yeraltındaki mescit ve çilehanenin yapısı da Hoca’nın yaşadığı devre uyan bir özelliktir.
***
Hoca Ahmet Yesevî Türbesi’nin yapımı ile ilgili
rivayetler bulunmaktadır. Bu, Türk tarihi yönünden
önemli bir boyutu, ortaya sermektedir. Vefatından sonra da etkileri devam eden Ahmet Yesevî,
bu rivayete göre, kendisinden iki asır sonra yaşayan Emir Timur’un rüyasına girerek Buhara’nın
fethini müjdeler. O dönem, Türkistan'ın en ünlü mimarı Hoca
Hüseyin Şirazi adlı bir mimar tarafından, külliyenin yapımına başlanır. Devrin mimari şaheserlerinden olan türbenin yapımı iki yılda tamamlanır;
türbe, yine Emir Timur'un talimatlarıyla türbeye
eklenen mescit, dergâh, mutfak ve diğer hizmet
binaları ile beraber büyük bir külliye hâline gelir.
Ocak - Şubat 2012
Bu görkemli eserin tamamlanmasından sonra, ziyarete gelen Emir Timur, Yesi kentinin yoksullarının ihtiyaçlarına harcanmak üzere birçok
sadaka verir; ayrıca türbenin ve müştemilatındaki dergâhın ihtiyaçları için de, türbeyi kuşatan geniş bir araziyi ve Türkistan’daki sulama
kanallarının gelirlerini vakfiye olarak belirler. Türkistan'daki Yesevî Külliyesi’nin, Türkistan'ın
çeşitli yerlerinden gelen Türk boylarından Müslümanlar tarafından her zaman ziyaret edilmiştir, bu
ziyaretçi akını günümüzde de devam etmektedir.
Bu arada dergâh içinde yer alan ve tarihî öneme sahip birçok eşya da başta Leningard (Yeniden Petersburg adı verilmiştir.) Hermitage müzesi
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 57 olmak üzere değişik müzelere dağıtılmıştır. Son
dönemde Kazakistan makamlarının gayreti ile,
türbeye ait tarihi eşyaların iadesi sağlanmış, 18
Eylül 1989’da yeniden türbedeki yerini almıştır. Son birkaç yıl içinde sağlanan kolaylıklar sonunda Ahmet Yesevi Türbesi’nin asli maksadına
uygun bir ziyaret yeri olarak yeniden eski hâline
getirilmesi yolunda önemli çalışmalar yapılmıştır. 1993 yılı başında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve
TİKA tarafından restorasyon çalışmasını fiilen
başlatılmış ve külliyenin restorasyonu bitirilmiştir.
Eyâ dostlar kulak salınguyduğumga Ne sebebdin altmışüçde kirdim yirge Mirâcüzre hak mustafâ ruhum kördi Ol sebebdin altmışüçde kirdim yirge
Altmış birde sermendeminilâhımdın Eyâ dostlar kop korkar mingünâhımdın Candın kiçippenâhtileyhudâyımdın Bir ü barın dîdârıngnıkörermin mü
Altmış iki yaşda Allah pertev saldı Başdınayağ gafletlerinirehâ kıldı Can u dilim saki u huşum Allahdidi Bir ü barın dîdârıngnıkö'rermin mü
Altmışüçde nida kildi kul yirge kir Hem ânıngmincanânıngmincânmgnı bir Hû şemşîrinkolğa alıp nefsingni kır Bir ü barın dîdârıngnı kö'rermin mü
“Divan-ı Hikmet isimli
bu muhteşem eserin Türk
kültür ve düşünce hayatında çok önemli bir yer
kapladığı
muhakkaktır.
Bu konuda M. Fuad Köprülü şöyle diyor: ‘Türk edebiyatının vücuda getirdiği
eserler arasında Divan-ı
Hikmet’in birkaç bakımdan ehemmiyeti vardır:
1) Ahmet Yesevî 12. Yüzyılda öldüğü cihetle, bu
eser İslami Türk Edebiyatının en eski bir örneğini
göstermektedir. Lisanı ve edebi mahsullerin pek
az bulunduğu bir devre ait olan bu eserin gerek
lisan gerek edebiyat tarihi bakımından pek büyük
bir kıymeti olacağı tabiidir.
2) ‘Eski Türk Halk Edebiyatı’nın birçok unsurlarını alarak İslam ruhunu o unsurlarla -yani eski
milli şekiller ve eski vezinlerle- ifade eden ilk eser
olmak bakımından da Divan-ı Hikmet’i tasavvufi
Türk Edebiyatının en eski ve en mühim abidesi
saymak zaruretindeyiz.’ (M. Fuad köprülü, Türk
Edebiyatı’nda ilk Mutasavvıflar, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara 1976, s. 119–120.)
Günümüz Türkçesiyle:
Ey dostlar, kulak verin dediğime, Ne sebepten altmış üçte girdim yere? Miraç üstünde hak Mustafa ruhumu gördü, O sebepten altmış üçte girdim yere.
Altmış birde utanmışım ilahımdan; Ey dostlar, çok korkarım günahımdan; Candan geçip penah dileyim Allah’ımdan; Bir ve varın (Allah), didarını görür müyüm?
Altmış iki yaşta Allah ışık saldı; Baştan ayağa gafletlerden kurtarıverdi; Can ve gönlüm, akıl ve idrakim "Allah!" dedi; Bir ve varın, didarını görür müyüm?
Altmış üçte nida geldi: Kul yere gir; Hem canınım, cananınım, canını ver; Hû kılıcını ele alıp nefsini kır! Bir ve varın, didarını görür müyüm? (1)
DİVAN-I HİKMET’İN ÖZELLİKLERİ (2)
58 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Bu görüşlere birkaç madde daha eklemek gerekir:
3) Divan-ı Hikmet, didaktik amaç güden eserlerimizin ilki ve en önemlilerinden biridir.
da kitap ve “İslam Ansiklopedisi” için birçok mad-
4) Bu eser ilk Türkçe eserlerdendir. Din ve bi-
“(…) Takriben sekiz asırdır zamanın bütün in-
lim dilinin Arapça, sanat dilinin Farsça olduğu bir
kılaplarına ve zevk değişmelerine dayanarak
dönemde bu eserin güzel bir Türkçe ile yazılmış
yaşayan, sekiz asırdır birçok şaire başlıca tak-
olması, çok önemlidir.
lit örneği olan, halk kitlesinin zevkine asırlarca
de yazmıştır.
YESEVÎ TESİRLERİ (3)
5) Divan-ı Hikmet, derin felsefi, tasavvufi ve
nazımlık vazifesi gören bir
sanatsal amaç ve endişelerden uzak bir eserdir.
edebi eser, edebiyat tarihi
Fakat eserde güdülen birkaç önemli amaçtan biri
bakımından elbette büyük
de sosyal ihtiyaç ve dayanışmaya, şiir aracılığıyla
bir itinaya layıktır; ancak
hizmet etmektir. Böylece toplum için sanat anla-
Divan-ı
yışı, ilk olarak bu divanda gündeme gelmiştir.
bir bediî (sanatsal güzellik)
Hikmet’in
aslında
6) Divan-ı Hikmet, mutavassıt bir anlayışı ser-
kıymeti bulunmadığı hâlde,
giler. (…) Türk dilinin kullanılması aracılığıyla, Türk
bu kadar muazzam bir harici
kimlik ve kişiliğinin sürdürülmesi çalışmalarında
tesir yapmasını bir muamma
da etkili olan bir eserdir. (…)
hâlinde bırakmamak için, bu
7) Divan-ı Hikmet’le başlayan hareket, bütün
Türk yurt ve bölgelerinde, gönül halkalarının oluş-
çok mühim hadisenin sebeplerini izah ve aydınlatmaya çalışalım.
turduğu bir ekolün ve bir geleneğin kurulmasına
Yesevî’nin eserinde, evvelce açıklandığı gibi,
sebep olmuştur. Bu niteliğiyle Divan-ı Hikmet, hal-
başlıca iki mühim ve esaslı unsur göze çarpar: İs-
kın belli amaçlar doğrultusunda eğiten bir mekte-
lami, yani dîni tasavvufi unsurlarla; millî, yani halk
bin fikri muhtevasını ve yollarını ortaya koyan bir
edebiyatından alınan unsur. İslami unsur, mevzu-
teşkilattır. Özet olarak söylemek gerekirse, Hoca
da, yani esasta daha kuvvetli olduğu hâlde, millî
Ahmet Yesevî’nin bu ünlü eseri, her yönüyle bizim
unsur, bunun aksine şekil ve vezinde daha göze
olan, bizi anlayan ve anlatmaya çalışan eserlerin
çarpar bulunuyor. İslamiyet çevresine yeni giren
ilki, belki de en önemlisidir. Bu bakımdan, Divan-ı
ve bu yeni dinin esaslarını anlamaya büyük istek
Hikmet’in, çeşitli yönlerden kapsamlı bir şekilde
gösteren Türkler, şeklen kendilerine hiç yabancı
incelenmesi ve yorumlanmasının, Türk kültürüne
gelmeyen bu esere tabiatıyla kıymet veriyorlardı;
büyük katkı olacağı kanısındayım.”
esasen mevzu bakımından da kendilerini çok
fazla ve çok samimi bir surette ilgilendirdiği için,
Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü (1890 – 1966),
Divan-ı Hikmet halk arasında derhâl kutsî bir ma-
bizde edebiyat ve tarih araştırmalarını, ilk defa
hiyet aldı; bununla beraber H. A. Yesevî’nin aynı
esaslı ve bilimsel bir tarzda araştıran bilim ve dev-
zamanda bir tarikat kurucusu ve piri olması, tari-
let adamıdır. Birçok sosyal bilim alanında eser ve-
katının çeşitli geniş alanlara yayılması da bu hu-
ren Köprülü, daha 28 yaşın-
susta belki en büyük ve kuvvetli amil olmuştur. (…)
dayken, 1918’de yazdığı Türk
Yesevî’nin eserini teşkil eden iki unsurdan
Edebiyatında İlk Mutasavvıf-
birincisi, yani dini tasavvufî unsur, sosyal muhit-
lar adlı eserinde, ilk bölümde
te böyle yüzyıllarca değişmez bir hâlde kaldığı
Hoca Ahmet Yesevî, ikinci
ve her gün biraz daha umumi temayüle uyduğu
Yunus Emre’yi ele alır; onla-
gibi, vezin ve şeklinde göze çarpan millî, yani
rın doğduğu asırları, yetişme
halk edebiyatından alınan unsur da aynı suretle
tarzlarını ve etkilerini inceler.
sosyal muhitte sabit kaldı; yani zamanın tema-
Bu eserden başka, çok sayı-
yülünden ayrılmadı;
Ocak - Şubat 2012
çünkü halk edebiyatı xıı.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 59 Asırdan bu vakte kadar tabiatıyla sabit denebi-
lam öncesinde var olan bu inanç sistemleri, aynı
linecek bir hâlde kaldığı cihetle Divan-ı Hikmet,
zamanda edebi mahsullere de yansımış ve onu
bu bakımdan da halkın zevkinden ayrı düşmedi.
topluma kabullendirebilmek için
Hele klasik Acem edebiyatına tamamıyla yaban-
dunu” kullanmışlardır. Böylece bu ilk dönemler-
cı olan bozkır halkı üzerinde, Kırgız, Kazaklar ve
de halkın rağbetini kazanmakla kalmamış, aynı
Kıpçaklar arasında kutsiyeti bakımından da aynı
zamanda dini ve tasavvufi esasları, göçebe Türk-
kuvvetle yaşadı. Artık uzun açıklamalardan son-
menler arasında yerleşip kuvvetlenmesini, sufiya-
ra, aslında büyük bediî kıymete malik olamayan
ne duyguların yüzyıllarca halk arasında yaşama-
Divan-ı Hikmet’in, sekiz asırdan beri o kuvvetle,
sını da sağlamıştır. (…)”
“telkin meto-
o geniş alanda yaşaması bir muamma şeklinden
çıkmış sayılabilir.(…)”
Dipnotlar:
1-Divan-ı Hikmet'ten Seçmeler Kemal Eraslan
HİKMET GELENEĞİ
(4)
2-Hüseyin Akyüz, Türk Eğitimcileri 1, Millî Eğitim Ba-
“Süleyman Hakim Ata, Ahmet Yesevî’nin‘ Hikmet Geleneği’ni Türkler arasında en mükemmel
şekilde
devam
ettirmiştir.
kanlığı Yay. İstanbul 2001, s. 138-139. (Başlık, tarafımızdan
konulmuştur.)
3-Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatından
Şöyle ki, bu dervişler özel-
İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yayınları, Ankara 2009, 11. ba-
likle ‘lirizm, güzellik ve sa-
sım, s. 169-172.
nat’ endişesine kapılmadan,
M. Fuad köprülü için: Hanefi Palabıyık, “Ord. Prof. Dr.
fakat didaktizm metoduyla
M. Fuad Köprülü’nün İlmî Hayatı ve Tarihçiliği”, Akçağ
bu hikmetleri bir ‘telkin vası-
Yayınları, Ankara 2005 ve Orhan Köprülü,“Makaleler”,
tası’ olarak kullanmışlardır.
Akçağ Yayınları, Ankara 2006. Bu eserdeki, “M.Fuad
Bir noktada ‘telkin devri’ de
Köprülü’nün Hayatı, Eserleri, Çalışma Sistemi ve Başlıca
diyebileceğimiz bu tasavvufi
Hususiyetleri” adlı, (s. 222-235) bir evladın babasını ve
akım, bir yandan Orta Asya,
onun çalışma tarzını anlattığı makaleye bakınız.
Anadolu ve Harezm sahalarında hızla yayılmış, di-
4-Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Süleyman Hakim
ğer yandan da daha sonraları ‘Türk Edebiyatı’nın
Ata’nın “Bakırgan Kitabı” Üzerine Bir İnceleme, Öncü Ki-
ilk disiplinlerinden
tap Yayınları, Ankara 2008, s. 93. Prof. Dr. Abdurrahman
olan
‘Dîni, Tasav-
Güzel, Yesevî yolunu izleyen Süleyman Hakim Ata’nın
vufi Türk Edebiyatı’
(1091? – 1186?) “Bakırgan Kitabı” hakkında bir inceleme
devrini açmıştır. (…)
ve metin (564 sayfa) hazırlamıştır. Bu eserden kısa bir
bölüm sunuyoruz.
“Hikmet
neği”
Gele-
temsilcileri,
konu olarak “İslami unsuru”, şekil
ve vezin olarak da
“millî unsuru” seçmişlerdir. (…) Belki
bu hikmetlerin bir
sanat değeri olmayabilir, fakat tarîhi
ve
manevi
tesiri
oldukça büyüktür.
Çünkü Türklerin İs-
60 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 61 Hacı
Bektâş-ı Veli
62 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
“Sen seni bilirsen Hüdâ’dır; sen
seni bilmezsen Hak senden cüdâdır!...
Her şeyi insanda arayan, Hakk ’ı kendi
özünde, kendi özünü Hakk ’ta bulan bir hakikat
insanı; bilimi ve sanatı kendisine rehber kılan
düşünürdür. Onun öğretisini oluşturan insan;
Tanrı–doğa sevgisi ve varlık birliği ilkesine
dayanan hümanist yaşam felsefesidir. Bektaşîlik
tarikatının kurucusu olarak kabul edilen
Türkmen şeyhi.
Hacı Bektâş-ı Veli,
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 63 HACI
BEKTÂŞ-I
VELÎ
(ö. 669/1271)
Asıl adı Bektaş olup muhtemelen ölü­münden
sonra Hacı Bektâş-ı Velî diye şöh­ret bulmuştur.
XIII. yüzyıl Selçuklu Anadolusunda Babaî hareketinin lideri Baba İlyâs-ı Horasânî’nin çevresine,
XIV. yüz­yılda Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna, XV.
yüzyılda kendi adını alacak olan Bektaşî­lik tarikatının teşekkülüne adı karışan Hacı Bektâş-ı
Velî’nin, devrinin kaynakla­rında hemen hiçbir iz
bırakmadığına ba­kılırsa yaşadığı dönemde yaygın bir şöh­rete sahip olmadığı söylenebilir. Öte
yan­dan Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşîliğin pîri kabul edilmesi ve Alevî-Bektaşî kesimin­de bir iman
esası olan güçlü konumu onu çözümlenmesi gereken tarihî bir problem hâline dönüştürmektedir. Bu durum, hakkındaki yetersiz tarihî bilgilerle
men­kıbelerin yarattığı çift yönlü (tarihî-menkıbevî)
64 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi şahsiyetinin birbiriyle uyuşmazlığından kaynaklanmaktadır.
Menkıbevî Hacı Bektaş, Rum abdalları­nın piridir; Diyâr-ı Rûm’un (Anadolu) bü­yük evliyalarındandır. Tarihî şahsiyetini menkıbevîleştiren
anlaşılması ve tahlili güç bu dönüşüm süreci,
onu daha XIV. yüzyıldan itibaren zamanımızda
da bü­tün gücüyle varlığını koruyan çok önem­li
bir kültün, Anadolu’daki heterodoks Müslümanlığın merkez şahsiyeti yap­mıştır. Mesele, Baba
İlyas’ın sayısı ol­dukça fazla halifelerinin arasından yal­nızca bu mütevazı Türkmen babasına
na­sip olması noktasında odaklanmakta­dır. Ne
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ne Yû­nus Emre ne de
Anadolu’da yaşamış baş­ka hiçbir sûfî onun kadar güçlü bir kutsal­laştırmanın konusu olmuştur.
Bu bağlam­da, bugünkü Hacı Bektâş-ı Velî’nin,
tarihî Hacı Bektâş-ı Velî’nin ölümüyle doğdu­ğunu
söylemek tarihî bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Dolayısıyla Hacı Bektâş-ı Velî’yi bu iki paralel (yaşarken ve öldükten sonraki) kimliğiyle ele
almak zarureti var­dır. Ancak yaşadığı dönem ve
çevreden hiçbir yazılı kaynak veya belge bugüne
intikal etmediğinden onun tarihî hüviye­tini belirleyebilmek mitolojik şahsiyetini tahlil etmekten
çok daha zordur. Döne­min resmî kronikleri, hatta sûfî kaynak­lar bile ondan bahsetmez. Bu bilgi kıtlı­ğı, Hacı Bektâş-ı Velî’yi Türkiye’de zaman
zaman siyasî-ideolojik spekülasyonların itibarlı
malzemesi hâline getirmiştir. Bun­dan dolayı Hacı
Bektâş-ı Velî problemini iyi anlayabilmek için
hakkında bilgi veren kaynakların mahiyetinden
söz etmek ge­rekir.
Hacı Bektâş-ı Velî’yi ancak kendi zama­nından
epeyce
sonra
yazılmış ikinci
dere­ceden kaynaklardan
incelemek müm­
kündür.
Bu
kaynakların en
eskisi, XIV. yüzyılın ünlü sufilerinden
Âşık
Paşa’nın oğlu
Elvan Çelebi’nin
Menâkıbü’Ikudsıyye
adlı
menkıbevî aile
tarihidir.
Hacı
Bektâş-ı Velî’nin
şeyhi olup 1239
veya 1240 yılında Selçuklu
yönetimine karşı Babaî İsyanı
Ocak - Şubat 2012
diye bilinen büyük sosyal ha­reketi gerçekleştiren
Vefâî şeyhi, Baba İlyâs-ı Horasânî’nin torunu olan
bu sûfî şair, eserinde Hacı Bektâş-ı Velî’den kısa­
ca bahsetmesine rağmen çok önemli ipuçları verir.
Hacı Bektâş-ı Velî hakkında ikinci kay­
nak, vefatından yaklaşık yüzyıl sonra Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’nin torunu Ulu Arif Çelebi’nin
emriyle Ahmed Eflâkî tarafından kaleme alınan
Menâkıbü’l-’Arifîn adlı Farsça eserdir. Dönemin
Ana­dolu’su ve Mevlevîliğin tarihi bakımından çok
önemli olan bu eserde, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında kısa bir pasaj vardır. Bu pa­saj, hem onun sûfî
kimliği hem de öteki kaynakları kontrol etme bakımından bü­yük değer taşır.
XIV. yüzyıla ait bu iki kaynaktan sonra kronolojik olarak sırayı, Hacı Bektâş-ı Velî adına
düzenlenmiş olup XV. yüzyılın son çeyreği içinde kaleme alındığı kesin gibi görünen Menâkıb-ı
Hünkâr Hacı Bek­tâş-ı Velî alır. Eser XV. yüzyılın
son çey­reği içinde yazıya geçirilmiş olmakla be­
raber ihtiva ettiği bilgiler şüphesiz, Hacı Bektâş-ı
Velî’nin yaşadığı dönemden iti­baren mensuplarının arasında ağızdan ağıza dolaşarak XV. yüzyıla intikal etmiş­tir. Ayrıca bu eserin Menâkıb-ı
Hâce Ahmed-i Yesevi, Menâkıb-ı Lokmân-ı Perende, Menâkıb-ı Anî Evran ve Menâkıb-ı Seyyid
Mahmûd-ı Hayrânî gibi XIII. yüzyıldan kalma yazılı kaynakları da vardır. Daha çok Vilâyetnâme-i
Hacı Bektaş veya sadece Vilâyetname diye tanınan bu eserin ehemmiyeti, Hacı Bek­tâş-ı Velî’nin
tarihî şahsiyetini tespite ya­rayacak çok önemli
veriler ihtiva etmesi­nin yanı sıra Bektaşîlik ve
Alevîlik’te bu­gün de mevcut olan inançların çoğunun kaynağını oluşturmasından ileri gelir. Do­
layısıyla bu çevrelerde yarı kutsal niteliği olan bir
kitaptır, ayrıca Hacı Bektâş-ı Velî’yi, Ahmed Yesevî
geleneğine bağlayan önemli metinleri içinde bulunduran bir eserdir.
Son olarak XVI. yüzyıldan Taşköprizâde’nin
eş-Şeka’iku’n-nu’mâniyye adlı eserini de kaydetmek gerekir. Hacı Bek­tâş-ı Velî bu kitapta diğer
kaynakların aksine tam anlamıyla Sünnî bir velî
olarak tanıtılır. Sonraki yüzyıllara ait bazı eser­
lerde de Hacı Bektâş-ı Velî’ye dair bilgile­re rastlanır. Ancak bunlar esas olarak adı geçen eserlere ve özellikle Vilâyetnâme ve eş-Şekâ’iku’nnu’mâniyye’ye daya­nır.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tarihî ve Tasavvufi Şahsiyeti
Hacı Bektâş-ı Velî’nin tarihî şahsiyeti ve
Anadolu’ya gel­meden önceki hayatı hakkında
Vilâyetnâme’de yer alan menkıbevî bilgiler dı­
şında kesin bir şey söylemek mümkün değildir.
Ancak onun “Horasan erenleri” diye bilinen Kalenderiye akımına men­sup sûfîlerden biri, dolayısıyla Horasan Melâmetiyye mektebinden olduğuna mu­hakkak nazarıyla bakılabilir. Bu sebeple
XIII. yüzyılda Cengiz İstilâsı sebebiyle Ana­dolu’ya
vuku bulan derviş göçleri arasın­da, aynı mektebe
mensup Yesevî veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydan der­vişlerinden biri olarak Anadolu’ya
gelmiş olmalıdır. Burada bugüne kadar gözden
kaçan önemli bir nokta, benzeri bütün Türkmen
şeyhleri gibi muhtemelen Hacı Bektâş-ı Velî’nin
de kendine bağlı bir Türk­men aşiretiyle birlikte
Anadolu’ya gelmiş olduğudur. Çünkü genellikle
bu aşiretler (Dede Garkın’a bağlı Garkın aşireti
örne­ğinde olduğu gibi) başlarındaki şeyhin adıyla anılıyordu. Nitekim Osmanlı tahrir defterlerine
dayalı yeni bir araştırma, Ha­cı Bektâş-ı Velî’ye
bağlı geniş bir Bektaşlı oymağının mevcut olduğunu ortaya koy­muştur.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin şahsiyeti ve Bekta­şîliğin
tarihçesi bakımından tarihî ger­çeklerle menkıbelerin birbirine karıştığı değerli bir kaynaktır. Aynı
yüzyılda yaşayan Lâmiî Çelebi’nin Nefehât Tercümesinde üç dört cüm­leyi geçmeyen ifadeleri Hacı
Bektâş-ı Ve­lî’nin mistik şahsiyeti hakkında dikkate değer kayıtlar ihtiva eder. XV. yüzyılın sonlarına
ait bir başka önemli kaynak ise yine Baba İlyâs-ı
Horasânî’nin soyuna mensup bir sûfî tarihçi olan
Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i ÂI-i Osman adlı eseri­
dir. Burada müellifin büyük dedesinin halifesi olan
Hacı Bektâş-ı Velî’ye dair aile içinden gelen şifahî
bilgiler kaydedilmiş­tir. Bunlar, büyük bir ihtimalle
tarihî Hacı Bektâş-ı Velî’yi anlatan gerçeğe en yakın bilgilerdir.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 65 Hacı Bektâş-ı Velî muhtemelen aşire­tiyle birlikte Anadolu’da yeni bir sûfî çev­reye intisap
etmiş olmalıdır. Bu çevre, onun içinden geldiği
Yesevîlik ve Haydarîliğe çok benzeyen ve XIII.
yüzyılda Ana­dolu’da önce ünlü Türkmen şeyhi
Dede Garkın, sonra da onun halifesi Baba İlyâs-ı
Horasânî tarafından temsil edilen Vefâîlik tarikatı çevresidir. Nitekim Âşıkpaşazâde’nin kaydından Hacı Bektâş-ı Velî ve kardeşi Menteş’in Baba
İlyâs-ı Horasânî’ye intisap ettikleri, Elvan Çelebi ve
Eflâkî’nin ifadelerinden de Hacı Bektaş’ın halifelik
makamına kadar yükseldiği anlaşılmaktadır. Hacı
Bektaş’ın kardeşi Menteş’in 1239’da başlayan
Babaî İsyanı’na iştirak ettiği ve Sivas’ta Selçuklu
kuvvetleriyle yapılan muharebede öldü­rüldüğü,
Hacı Bektâş-ı Velî’nin ise ya tas­vip etmediğinden veya başka bir sebeple bu isyana katılmadığı
hem Elvan Çelebi’den hem de Âşıkpaşazâde’den
öğrenil­mektedir. Fiilen katılmamış olsa bile is­
yan liderinin bir halifesi olduğundan is­yanı takiben başlatılan takibattan kur­tulabilmek için bir
süre izini kaybettir­miş olmalıdır. Âşıkpaşazâde’ye
göre Hacı Bektâş daha sonra Karayol’da (o zaman Sulucakarahöyük, bugün Hacıbektaş) or­
taya çıkmıştır. Bu ortaya çıkışın Anadolu’nun Moğol hâkimiyeti altına girmesin­den, yani yaklaşık
1250’lerden sonra ol­duğu tahmin edilebilir.
Hacı Bektâş-ı Velî, Vilâyetnâme’den anlaşıldığı
kadarıyla o zamanlar yarı gö­çebe Çepni oymağına mensup bir kolun (muhtemelen kendine bağlı
Bektaşlı ko­lunun) yaşadığı bir yer olduğu için bu
kü­çük Türkmen köyünü tercih etmiş olma­lıdır.
Muhtemel bir diğer sebep de Babaî İsyanı’ndan
sonra Selçuklu merkezî yöne­timinin gayri Sünnî
(heterodoks) Türkmenler’e karşı takip ettiği politika sonucu ola­bildiğince gözden uzak bir yerde
bulun­ma arzusudur. Ayrıca büyük şehirlerdeki
Sünnî meslektaşlarının eleştirilerinden uzak kalmayı istemiş
olması da düşünü­lebilir. Nitekim
Mevlânâ’nın bile gıyaben tanıdığı bu Türkmen şeyhine hiç de iyi
gözle bakmadığı bilinmektedir.
Bu dar çevre içinde cereyan
eden ha­yat tarzı yüzünden Hacı
Bektâş-ı Velî, Sel­çuklu başşehrinin veya önemli kültür mer­
kezlerinin ilgisini çekecek ve dolayısıyla bu büyük şehirlerdeki
tekkelerde yaşa­yan meslektaşları
gibi zamanın belgele­rinde iz bırakacak kadar şöhret yapma­mıştır.
Vitâyetnâme’ye
göre
Sulucakarahöyük’te tıpkı şeyhi
Baba İlyas’ınkine benzer bir hayat
tarzı süren, zaman zaman bugün
66 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi bir ziyaret yeri olan yakındaki bir mağarada inzivaya çekilen, zaman za­man da köyün hayvanlarını otlatmak gibi oymağının günlük işleriyle uğraşan Hacı Bektâş-ı Velî’nin asıl tarihî rolü de bura­da
başlamaktadır. Onun buradaki hayatı artık sadece Vilâyetnâme’den takip edi­lebilir. Vitâyetnâme
onu, Baba Resul diye meşhur Baba İlyâs-ı
Horasânîye değil Ahmed Yesevî’ye bağlar ve doğrudan onun halifesi olarak takdim eder. Halbuki
Hacı Bektaş’ın Ahmed Yesevî’nin ölümünden
en az bir yarım asır sonra dünyaya geldi­ği muhakkaktır. Bununla birlikte Vilâyetnâme’de Hacı
Bektaş’ın halifelerinden bahseden kısımda Baba
Resul’ün (veya Resul Baba) adına rastlanması,
Hacı Bektaş’la Baba Resul arasındaki halifelik iliş­
kisinin büsbütün unutulmadığını göster­mektedir.
Ancak Hacı Bektaş Baba Re­sul’ün halifesi iken
Vilâyetnâme, bu ilişki­yi tersine çevirmektedir. Bu
durumu, 1240’ta öldürülen Baba Resul’den sonra
Anadolu’da Hacı Bektaş’ın manevî nüfu­zunun giderek üstünlük kazanmaya baş­lamasına paralel
olarak ötekinin nüfuzu­nun giderek zayıflamasıyla açıklamak mümkündür. Vilâyetnâme, böylece,
XV. yüzyılda Anadolu’daki gayri Sünnî sûfî çevrelerde artık bir tek ismin, Hacı Bek­tâş-ı Velî’nin
hâkim olduğunu da göster­miş olmaktadır.
Hacı Bektâş-ı Velî, yine Vilâyetnâme’ye göre
Sulucakarahöyük’te bir Türkmen şeyhi olarak
bîr yandan kendi cemaati içinde mürşitlik görevini sürdürürken bir yandan da bugünkü Ürgüp
yöresin­deki Hıristiyanlarla sıkı ilişkiler geliştirip
onların ihtidasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca Şamanist Moğolların da Müslü­manlığı kabul etmeleri için yoğun faaliyet göstermiş, halifelerini bu
amaçla Ana­dolu’nun dört bir köşesine yollamıştır.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin bu faaliyeti, ge­rek kendisinin yaşadığı dönemin sosyal şartlarının gerek
Ocak - Şubat 2012
kaynakların verdiği bil­gilerin tahlilinin, gerekse
Bektaşîlik ve Aleviliğin klasik tarihi ve aktüel çizgisinin tabii bir gereği olarak İslâm fıkıhının sıkı
kurallarıyla sınırlandırılan Sünnî bir an­layışı değil,
Horasan Melâmetiyyesi’nin kuru zühd karşıtı cezbeci karakteriyle karışık gayri Sünnî bir yorumunu yansıt­maktaydı. Bu yorum, muhtemelen Türk­
menler arasında hâlâ kuvvetle yaşa­makta olan
eski İslâm öncesi dinî-mistik inançlarla karışık
yarı hurafevî bir İslâm anlayışının telkin ve tâlimini
de ihtiva edi­yordu. Bu anlayış, tasavvufun yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayan­
makla beraber, aynı zamanda mühtedileri birden
bire kendi kültür çevrelerinden koparıp ürkmelerine sebebiyet verme­den eski inançlarını da kendi
içerisinde değerlendiren bağdaştırmacı bir İslâm
anlayışıydı. Onun bu yönteminin Anadolu’nun
Müslüman ve gayrimüslim toplumlar arasında
önemli bir yakınlaş­ma ortamının doğmasına yol
açtığı söy­lenebilir. Nitekim bölge Hıristiyanlarının
da ona büyük bir yakınlık duyduğu ve kendisini
Aziz Charalambos adıyla takdis ettikleri bilinmektedir. Öyle görünüyor ki Hacı Bektâş-ı Velî, zaman
zaman bazı Mo­ğol idarî otoritelerine karşı çıkmak
duru­munda kalmış olsa da Sulucakarahöyük’teki
mütevazı zaviyesinde bu şekilde öm­rünü tamamlamıştır. 691 (1292) tarihli bir vakfiye kaydında
kendisinden “mer­hum” diye bahsedildiğine göre
bu tarihten önce muhtemelen 669’da (1271) vefat
etmiştir.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin nasıl bir sûfî kim­liği temsil ettiği, hangi tarikat çevresine dahil olduğu,
kendi adını verdiği yeni bir tarikat kurup kurmadığı, Bektaşîliğin onunla ilgisi gibi sorulara gelince,
önce eş-Şeka’iku’n’nufmâniyye hariç yuka­rıda
sayılan kaynakların hiçbirinin onu klasik anlamda Sünnî bir süfı olarak gör­mediği özellikle
vurgulanmalıdır. Kendini Hacı Bektâş-ı Velî’ye
bağlayan
Bektaşîli­
ğin ve Alevîliğin gayri
Sünnî yapısı da bu­nun
en kuvvetli delilidir.
Bektaşîliğin
ön­celeri
Sünnî bir tarikat olduğunu, fakat Balım Sultan tarafından bugün
bilinen hüviyetine sokulduğunu ileri süren
tezin ilmî ve tarihî hiçbir temeli yoktur. Hacı
Bektâş-ı Velî’nin Sünnî
bir mutasavvıf ol­duğunu
ileri sürenler onun nasıl
Ocak - Şubat 2012
bir sos­yal tebanın mensubu bulunduğunu, bu tebanın sosyokültürel ve dinî yapısının karakteristiklerini hiç hesaba katmadan genellikle ona izafe
edilen Makâlât adlı esere dayanırlar. Bugüne kadar değişik araştırmacılar tarafından birkaç defa
yayımlanmış olup tasavvufa yeni intisap eden
müridler için basit seviyede bir el kitabı niteliğini
taşıyan bu eserin muhte­va kritiği yapılmamıştır.
Makâlât üzerin­de en kapsamlı çalışmayı gerçekleştiren Esat Coşan bir tasavvuf edebiyatçısı
gö­züyle eserin yalnız muhteva tasvirini yap­mış,
tarihî tenkidine girişmemiştir. Hâl­buki klasik tasavvuf edebiyatında Ma­kâlât ve Varidat adlarını
taşıyan benze­ri eserlerin hemen hepsi daha sonraları anonim derleyiciler tarafından kitap hâ­line
getirilmiştir. Nitekim Makalât’ta da bu tür bir eser
olduğunu açıkça gösteren ibareler vardır. Dolayısıyla bu eserlerin asıllarından uzaklaşmaları ihti­
mali çok yüksektir. Hacı Bektâş-ı Velî’ye izafe
edilen diğer eserler gibi Makâlât’ın da onun kaleminden çıkmış olduğu tarihen ispat edilmemiştir. Ayrıca Hacı Bektâş-ı Velî konumundaki konar
göçer bir Türkmen sûfîsinin bu tarz eserler ya­zıp
yazamayacağı tartışılabilir. Öte yan­dan bu çevrelerdeki tasavvuf geleneği­nin yazılı eserlerden çok,
sözlü geleneğe dayandığı bilinmektedir.
Vilâyetnâme’nin dikkatli bir tahlili Hacı Bektâş-ı
Velî’nin, hem Ahmed Yesevî hem de Yesevîlik
etkilerini geniş ölçü­de taşıyan Kutbüddin Haydar gelenekle­rini sıkı sıkıya koruyan bir Haydan
şeyhi olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yan­dan
Elvan Çelebi, Ahmed Eflâkî ve Aşıkpaşazâde’nin
eserleri de onun Vefâî şey­hi olan Baba İlyâs-ı
Horasânî’nin halifesi bulunduğunu açıkça göstermektedir. Kaynaklardaki bu kayıtlara güven-
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 67 Menkıbevî Hacı Bektâş-ı Velî
Bektaşî­likten başka hiçbir tarikatın pîri bu
de­rece muazzam bir kültün, güçlü bir ima­nın ve
kutsallığın konusu olmamıştır. He­men hiçbir tarikatın pîri Hacı Bektâş-ı Velî’nin Bektaşîlikteki yeriyle karşılaştırı­lamaz.
Tarihî Hacı Bektâş-ı
Velî’nin
men­kıbevî,
hatta menkıbevîlikten
de öte mito­lojik Hacı
Bektâş-ı Velî’ye dönüşerek böy­le bir kutsallık kazanması ve bir
iman ko­nusu olması
hadisesinin nasıl meydana geldiği ve hangi
sürecin ürünü olduğu
ve bu sürecin nasıl gerçekleştiği gibi önemli
soruların cevabı, Antalya-Elmalı yakının­daki
Tekkeköy’de
bulunan türbesinde medfun Abdal Mûsa’da
düğümlenmek­t edir.
M.
Fuad
Köprülü,
XIV. yüzyılda Ha­cı
Bektâş-ı Velî’nin Sulucakarahöyük’teki
tekkesinden yetişen
bu mühim şahsiye­tin
Hacı Bektâş-ı Velî kültünün
yayılma­sında
nasıl büyük bir rol oynadığını orta­ya koymuştur.
Köprülü’nün incelemele­rinden ve daha sonraki
araştırmalardan çıkan sonuca göre yaşadığı dönemde pek tanınmayan bu mütevazı Türkmen
şey­hini, gerek hayatta iken gerekse ölümün­den
kendi zamanına kadar geçen süre içinde üretilen menkıbeler aracılığıyla yeni kurulmakta olan
Osmanlı Beyliği başta olmak üzere bütün Orta ve
Batı Anado­lu’da tanıtarak âdeta tekrar hayata ka­
vuşturan Abdal Mûsâ olmuştur. XIV. yüz­yılın ilk
çeyreğinden sonra Hacı Bektâş-ı Velî Tekkesi’nin
şeyhi olan Abdal Mûsâ, beraberindeki bir kısım
68 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Haydarî dervişleriyle birlikte yeni kurulmakta olan
Osman­lı Beyliği topraklarına gitmiş, orada Or­
han Gazi’nin hizmetine girerek fetihlere katılmış
ve başarılı olmuştur. Fakat onun gerçekleştirdiği
asıl büyük iş, birlikte sa­vaştığı Osmanlı gazilerine
Hacı Bektâş-ı Velî’nin menkıbelerini anlatarak onu
ta­nıtması olmuştur. Abdal Mûsâ bunu ön­ce Bursa
havalisinde yapmış, daha sonra buradan Bergama ve yakınlarına geçmiş, oradan da Antalya’ya
giderek yerleştiği bugün Tekkeköy adını taşıyan
yerdeki za­viyesinde sürdürmüştür.
Bu süreç içinde menkıbeleşen tarihî
ve efsanevî geleneklerin XV. yüzyılın son yıllarında yazıya geçirilmiş şeklinden iba­ret olan
Vilâyetnâme, çoğunluğu itiba­riyle bu mitolojik
Hacı Bektâş-ı Velî’yi
yansıtır. Ancak bu husus eserin tarihî hiçbir
temeli
bulunmadığı anlamına gel­mez.
Vilâyetnâme’de Hacı
Bektâş-ı Velî’nin tarihî
şahsiyetini aydınlatmaya ya­rayacak oldukça değerli ipuçları
da var­dır. Alevî-Bektaşî
toplulukları
bugün
Hacı Bektâş-ı Velî’yi
Vilâyetnâme’nin takdim ettiği mitolojik çerçevede tanırlar.
Fotograf: Nuray ÖZENER
mek gerekirse, Hacı Bektâş-ı Velî’nin büyük bir
ihtimalle Yesevîiik ile Kalenderîliğin karışımından
oluşan Haydarilik tarikatı­nın bîr mensubu olarak Anadolu’ya gel­diği, daha sonra Baba İlyâs-ı
Horasânî çevresine girerek tarikata inti­sap ettiği
ve hayatının sonuna kadar da böyle yaşadığı söylenebilir. Bu durumda adını taşımasına rağmen
Bektaşîliği ken­disinin kurmadığı muhakkaktır.
Vilâyetnâme’deki
Hacı Bektâş-ı Velî’nin
en belirgin niteliği On
İki İmam soyu­na nisbet edilmesi, yani Peygamber so­yuna mensup bir seyyid olmasıdır. Baba­sı İbrahîm-i
Sânî, İmam Mûsa elKâzım neslindendir ve
Horasan hükümdarıdır; dolayısıyla Hacı Bektâş-ı Velî bir şehzade­dir.
Küçükken önce ünlü sufî Lokman-ı Perende’nin,
ardından onun tavsiyesiyle Ahmed Yesevî’nin
yanında eğitilir. Daha o zamanlar birçok keramet göstererek herkesi hayretler içinde bırakır.
Ahmed Yesevî’nin “nefes evlâdı” olan Kutbüddin
Haydar’ı esir düştüğü Bedahşan ilindeki kâfirlerin
elinden kurtarır. Daha sonra onun artık olgunlaştığını gören Ahmed Yesevî, kendisine halifelik sembolleri olan cihâz-ı fakrı (taç, şamdan, seccade,
sofra ve âlem) teslim eder, beline tahta kılıcını ku­
şatır ve Diyârı-Rûm’u irşad etmekle gö­revlendirir.
Ocak - Şubat 2012
Önce Mekke’ye giderek
hac görevini ifa eden
Bektaş “hacı” unvanını
alır. Dönüşte Necef’i ve
Kerbelâ’yı ziyaret edip
Anadolu’ya geçer. Buradaki Rum erenleri onun
gelişinden haberdar olur­
larsa da buna pek sevinmezler. Hacı Bek­tâş-ı
Velî, çepni oymağına
mensup konar göçer birkaç evin kışlığı durumundaki Su­lucakarahöyük’e
gelir ve Kadıncık Ananın
evine misafir olur. Bu arada kerâmet­leriyle dikkat
çeker. Geçimini sağlamak için köyün sığırlarını
güder. Bir müddet sonra
bugünkü dergâhın yerinde ilk inzi­va mahalli olan
Kızılca Halvet’i yapar. Ha­
cı Bektâş-ı Velî artık kendini kabul ettir­miş ve mürid edinmeye başlamıştır.
Fotograf: Nuray ÖZENER
Ünü çabuk yayılır. Çevredeki velîler onu kıska­
nır ve çeşitli sınavlardan
geçirirlerse de hepsini utandırır. Avucundaki yeşil beni göstererek Hz. Ali’nin mazharı olduğu­nu,
yani onun kendi bedeninde zuhur et­tiğini ispat
eder. Böylece Rum’un en bü­yük evliyası olduğu
anlaşılır.
Hacı Bektâş-ı Velî buradaki ikameti esnasında
Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî, Ahî Evran gibi büyük
Rum velîleriyle yakınlık kurar; çevredeki gayrimüslimlerle yakın ilişkiler içine girer. Tanıştığı Moğol
otori­telerinden bir kısmının Müslüman olma­sını
sağlar. Birçok halife yetiştirir; ölü­münden az önce
her birine icazetname­sini vererek Anadolu’nun
bir yöresine yol­lar ve kendisi de kerametine yakışır bir şekilde vefat eder.
Hacı Bektâş-ı Velî kül­tünün önce, hayatta
iken bizzat Hacı Bektaş’ın da mensubu bulunduğu Haydarî ta­rikatı dervişleri arasında ortaya çıkıp ge­liştiğini ve onlar vasıtasıyla her tarafa ya­yılmıştır. Osmanlı gazileri aracılı­ğıyla Hacı
Bektâş-ı Velî’yi tanıyan Osman­lı sultanları Yeniçeri Ocağı’nı kurarken gaziler arasında yaygın
olan güçlü kült sebebiyle ocağı ona bağlamışlar,
böylece Hacı Bektâş-ı Velî’nin hâtırası Osmanlı
Ocak - Şubat 2012
topraklarında giderek gelişmek suretiyle büyümüşür. XVI. yüzyılın başla­rına gelindiğinde ise
Balım Sultan, Haydarîlik’ten ayrılıp Osmanlı hükümet mer­kezinin desteğini de alarak Bektaşîlik ta­
rikatını, Hacı Bektâş-ı Velî’nin adına bu­gün bilinen
şekliyle kurmuştur. Böylece Anadolu Türk gayri
Sünnîliği, merkezine Hacı Bektâş-ı Velî’yi yerleştirerek teşek­kül sürecini fiilen tamamlamıştır.
Kaynaklar:
-Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklobedisi, 14. Cilt,
s. 455- 458, İstanbul 1996.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 69 HACI BEKTÂŞ-I VELİ’NİN YAŞAM FELSEFESİ,
İNANÇ VE ÖĞRETİSİ
Ali Duran Gülçiçek* İnsanın cemalini (yüzünü) Hakk’ın Cemali, Gönlünü
Hakk ’ın Evi Bilen Hacı Bektâş-ı Veli
Hacı Bektâş-ı Veli’nin, 13. yüzyılda Anadolu’da
uyardığı bu çerağ (bilim ışığı), savunduğu düşünceler ve başlattığı yenilikçi hareketler (reformlar),
sadece Avrupa’daki Hümanizm ve Rönesans hareketlerini değil, aynı zamanda 17. ve 18. yüzyılda
gelişen sivilleşme hareketlerini de andırıyordu.
“Sen seni bilirsen yüzün Hüdâ’dır; sen seni
bilmezsen, Hak senden cüdâdır!...” diyen Hacı
Bektâş-ı Veli, her şeyi insanda arayan, Hakk’ı kendi özünde, kendi özünü Hakk’ta bulan bir hakikat
insanı (Mürşid-i Kâmil); bilimi ve sanatı kendisine
rehber kılan bir düşünürdü.
12.-13. yüzyılın savaş ve kargaşa ortamında,
barışın ve mazlumun simgesi olan bir güvercin
donuyla Anadolu’ya gelen Hacı Bektâş-ı Veli, savaş yerine barışı, düşmanlık yerine dostluğu, kin
yerine sevgiyi ve hoşgörüyü temel ilke edinen bir
hümanist, aynı zamanda farklı dillerden, farklı kökenlerden ve kültürlerden gelen insanları bir çatı
altında toplayan; ceylanla arslanı (zayıf ve güçlüyü) dost olarak kucaklayan bir halk önderiydi.
“Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır;
düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu; kadınları okutunuz; okunacak en büyük kitap insandır.” diyen, kadın ve erkek eşitliğini savunan ve o
dönemde Hatun Ana önderliğinden kurulan Ana-
70 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi dolu Bacıları[1] teşkilâtına büyük destek veren bir
reformcu; halk kültürüne ve eğitimine önem veren; üretimde ve üleşimde sosyal adalet ilkesini
benimseyen; “insanın alnı açık ve cesur dolaşması için her şeyden önce adaletli olması gerektiğini”
savunan bir düşünürdü.
12.-13. yüzyılda Hacı Bektâş-ı Veli ve Yunus
Emre’yle Anadolu’ da gelişen, yaygınlaşan, Doğu
ve Batı kültürleri arasında iyi bir anlaşma zeminini oluşturan hümanizma, sadece insan sevgisine
değil aynı zamanda Tanrı ve doğa sevgisine de
dayanıyordu.
İnsanın cemalini (yüzünü) Hakk’ın cemali, gönlünü Hakk’ın evi bilen Hacı Bektâş-ı Veli, sadece
insanların değil, hayvanların bile incinmesine ve
onlara işkence yapılmasına karşıydı. İşte, Hacı
Bektaş Velâyetnâme’sinden buna bir örnek:
“Bir gün, Hacı Bektâş-ı Veli’nin dervişi olan
Kal’acuk kadısı, yanına aldığı birçok muhiple birlikte Hz. Hünkâr’ı ziyaret etmeye giderler. ...Yolda, otlu, sazlı bir alana geldiler, gördüler ki
orada bir bölük kara canavarı (domuz) yatmada.
İçlerinden biri, üstlerine vardı, domuzlar kaçtılar, o
adam, bir yavru yakaladı. Birinde bir çan varmış,
domuzun boynuna takıp salıvermek istedi. Kadı,
Gelin etmeyin, erenleri ziyarete gidiyoruz; bu, doğru bir iş değil. Hayvanlar, bunun sesini duyunca
korkudan, kaçmadan kendilerini helâk ederler’ dediyse de dinletemedi.
Yavrunun boynuna çanı taktılar. O, öbürlerine
yetişeyim diye koştukça, çan sesinden ürken canavarlar kaçmaya koyuldular; adamlar da bunu
görüp gülüştüler, yollarına revan oldular; vara vara
Kırşehir’e geldiler.
O sıralarda Hünkâr, Kırşehir’e gitmişti. Ahi
Evren’le Gölpınarı’nda sohbet ediyordu. Bunlar da Hünkâr’ın orada olduğunu duyup geldiler,
Hünkâr’ın elini, ayağını öptüler. Hünkâr, bunlara
bakıp dedi ki: ‘O hayvancıklar, size ne yaptı da
o yavruyu tutup boynuna çan takarak bırakırsınız; çanın sesini işiten hayvancıkların kimisi
kaça kaça helâk oldu kimisi de ölüm hâline geldi.
Ocak - Şubat 2012
Hakk’a giden hak uğrum hakkı için hiç bir yerde
alnımız terlemedi, ancak o yavrucuğun ardından
yetişip boynundan o çanı alıncıya dek alnımız terledi; işte o yavruya taktığınız çan."
Hünkâr, çanı gösterince hepsi de şaşırdı, elini
ayağını öperek özür dilediler. Erenler suçlarını bağışladı. Kadılıktan dönüp derviş olana da ‘senden’
dedi ‘dervişlik kokusu gelmede’. Derviş olanın, hiçbir yaratılmışa eziyet etmemesi gerekir.”[2] (Buna
benzer bir menkıbe de Kayagusuz Abdal’ın, Abdal
Mûsa ile buluşması ve ondan nasip almasıyla ilgili anlatılır).[3]
Velâyetnamede her ne kadar Hacı
Bektâş-ı Veli’nin Hoca Ahmed
Yesevi’den emanetlerini aldığı ve
Hacı Bektâş-ı Veli, onun çağdaşıymış
gibi gösterilmekte ise de, aslında ikisinin yaşamı arasında aşağı yukarı
bir asırlık fark vardır. Bu ilişki, sadece
manevi anlamda kurulan bir ilişkidir. Bu anlamda Ahmed Yesevî, Hacı
Bektâş-ı Velî’nin manevi mürşididir.
Hacı Bektâş-ı Veli’nin, Hoca Ahmed Yesevi
Dergâhı’nda eğitim ve öğrenimini tamamladıktan
sonra, Lokman Perende’den nasip ve emanetlerini alıp, o dönemin savaş ve kargaşa ortamında,
günümüzde de barışın simgesi olan güvercin donuyla Rum ülkesine (Anadolu’ya) gelişi oldukça
anlamlıdır. (Velâyetnamede her ne kadar Hacı
Bektâş-ı Veli’nin Hoca Ahmed Yesevi’den emanetlerini aldığı ve Hacı Bektâş-ı Veli, onun çağdaşıymış gibi gösterilmekte ise de, aslında ikisinin
yaşamı arasında aşağı yukarı bir asırlık fark vardır. Bu ilişki, sadece manevi anlamda kurulan bir
ilişkidir. Bu anlamda Ahmed Yesevi, Hacı Bektâş-ı
Veli’nin manevi mürşididir).
Hacı Bektâş-ı Veli, barışın ve mazlumun simgesi güvercin donuyla Anadolu’ya ayak basarken,
yırtıcı kuş doğan şekline girip, onu avlamak isteyen Hacı Doğrul’a şöyle seslenir:
“Ey Doğrul! Er, erin üstüne böyle gelmez! Siz
bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında. Eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk
bulsaydık, onun şeklinde gelirdik! ”(...)[4]
Evet, güvercin donunda, mazlum kılığında
Anadolu’ya gelen ve mazlumun, yoksul Anadolu
halkının safında yerini alan ve bir süre Amasya’da
Baba İlyas ve Baba İshak’ın yanında hizmet veren
Hacı Bektâş-ı Veli, daha sonra Sulucakarahöyük’e,
bugünkü Hacıbektaş ilçesine yerleşti.
Ocak - Şubat 2012
Velâyetnâme’de, Emir Cem Sultan adında,
Sulucakarahöyük’ün güney tarafından büyük bir
tekke kuran bir erden söz edilir. Bu Er, bir gün
Hacı Bektâş-ı Veli’yi ziyarete gider; niyazlar yapılır, kurbanlar tığlanıp yenilir. Emir Cem Sultan, tekkesine döndükten sonra, dervişleri, Hacı Bektâş-ı
Veli’nin nasıl bir er olduğunu sorarlar. Emir Cem
Sultan, şu yanıtı verir: “Hünkâr, öyle bir denizdir ki,
değme nesne onu bulandırmaz. ”
(O) bir yoldaştır ki
Yitirmeye kimse onu:
Karanlıktır bilim üzre gidilmeyen yolun sonu.
Ne olursa olsun
Yeri: Yüreğinin ağırlığıncadır kişinin değeri.
Durup bekleme yüzünün güzelleşmesini
Davran biraz, silkin:
İyi mi olsun karşındaki, Sen iyi ol ilkin.
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
Yalnız bilgelerdir, hem arı olan, hem arıtıcı olan.
Düşünceyi, eylemi, sevgiyi siz, Tanrı’nın tadı biliniz.
Güneştir tokmağı
Gökyüzü bir davul,
Gümler gece gündüz:
Ara bul. ”
Bir söz ki söyler işte
Dağlar, taşlar bağra bağra:
Ne ararsan, kendinde ara.
(Fazıl Hüsnü Dağlarca;
Hacı Bektâş-ı Veli’den İlkeler)
· Okunacak en büyük kitap insandır.
· Doğruluk dost kapısıdır. Doğruluk karargâhımızdır.
· Dosttan gayrı dost aramak, fesâd-ı muhabbet ve
butlanı (hükümsüz, boş) mârifettir.
· Komşu hakkı, Allah hakkıdır. Komşu hakkına dokunulmaz; emanete hıyanet edilmez.
· Göze nur gönülden gelir.
· İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir; kemâli, işlerinin doğruluğundadır. Yani insanın ziyneti (süsü)
ve güzelliği, sözlerinin iyiliğindedir; kemâli de işinin dürüstlüğündedir.
· Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız.
· Dini, dili, rengi ne olursa olsun, iyiler iyidir.
· İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
· Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
· Madde karanlığı, akıl nuru ile; cehâlet karanlığı, ilim
nuru ile; nefis karanlığı, marifet nuru ile; gönül karanlığı aşk nuru ile aydınlanır.
· Akıl aya, ilim yıldıza, marifet güneşe benzer.
· Kadınları okutunuz.
· İncinsen de incitme.
· Düşmanınızın da insan olduğunu unutmayınız.
· Kuvvetini zavallıya değil, zalime kullan.
· Ara bul!
· Her ne arar isen kendinden ara.
· Düşünceyi, eylemi, sevgiyi siz, Tanrı’nın tadı biliniz.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 71 · Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur.
· Yüreğinin ağırlığıncadır kişinin değeri.
· İyi mi olsun karşındaki, sen iyi ol ilkin.
· Yalnız bilgelerdir, hem arı olan, hem arıtıcı olan.
· Marifet ehlinin ilk makamı edeptir.
· Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
· Nebiler, veliler insanlığa Allah’ın hediyesidir.
· Eline, diline, beline sahip ol.
· İnsanın olgunluğu, davranışlarının doğruluğundandır.
· Delilsiz sözle gıyapta bulunma. Doğru yola gidene veli, eğri yolda gidene deli derler.
· Asıl kör, nankörlüktür. İyiliğe karşı kötülük, hayvanlıktır.
· İnsanoğlunun en büyük düşmanları yalancılık, nefsine düşkünlük, mal ve mevki hırsı, gıybet, edepsizlik,
hıyanet ve Hakk’ı inkardır.
· Namahreme bakma, hatır yıkma, başa kakma, dünya için kaygı çekme.
· Biz, dile ve söze değil, öze ve hâle bakarız.
· Ayağa kalkacaksan, bari hizmet için kalk.
· Hamı pişiremezsen, bâri pişmişi ham etme.
· Mürşidlik alıcılık değil, vericiliktir.
· Bizim semahımız ilahî bir aşktır.
· En büyük keramet çalışmaktır.
· Çalışmadan geçinenler bizden değildir.
· Özünle, sözünle, gözünle işinde ol.
· Edep elbisenizi sırtınızdan ölünceye dek çıkartmayınız.
· Bizim meclisimizin tarafı yoktur.
· Bilim, gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır.
· Âlimin sohbeti, cahilin ibadetinden daha faydalıdır.
· Âlimlere fikir lâzımdır, dervişlere zikir. Zira ki fikirsiz âlim, seraptır; zikirsiz derviş yapraksız ağaçtır.
· Fikirsiz âlim, Nuh’suz gemidir; zikirsiz derviş, ruhsuz kalbidir. Fikirsiz âlim, Tur’suz Mûsa’dır ve zikirsiz
derviş, nursuz kandildir.
· Fenalardan sakın, temizlerle ülfet (sohbet) et. Çünkü ülfet hem zehirdir hem panzehirdir.
· Marifet güne (güneşe), akıl aya, ilim yıldıza benzer. Ve hem ay, gün doğar, dolanır; ilim okunur.
· Eğer ilerlemek istiyorsan herkesin önüne atılma.
· Merhem ve mum gibi ol, diken olma!
· Hiç kimseden sana fenalık gelmesin istersen, fena özlü, fena düşünceli ve fena huylu olma!
· Biz olduğumuz gibiyiz ve öyle de olacağız; iki âlemde, bugün de, yarın da.
· Ol söz verme, öl sözünden dönme. Her tavlada boşanan, bizim tavlada yer bula; bizim tavladan boşanan,
başka tavlada yer bulmaz ola. Gel ha gel, insan ol da öyle gel.
· Dört şey, her şeyin en yazığıdır:
1. Güneşe karşı yanan ışık;
2. Görmeyen göze karşı güzel yüz;
3. Çorak toprağa karşı güzel yağmur;
4. Karnı toka karşı hoş bir yemek, ahmağa karşı hak sözü.
· Beş şey mutluluğun delilidir:
1. Doğru sözlülük;
2. Güzel ameller;
3. Olgunlaşma için gösterilen çaba;
4. Helalından rızık arama;
5. Hâl ehli dervişlerle sohbet.
· İçinde kibir, düşmanlık, cimrilik, kıskançlık, öfke, maskaralık gibi türlü şeytan işi olanlara ne yazık!
· Kendini temizlemeyen başkasını temizleyemez. (Kendisi arı olmadan, başkasını arıtamaz).
· İnsanoğluna kâfirden de büyük üç düşman vardır: Birincisi hava ve heves (nefsine düşkünlük), ikincisi
dalalet ve kibir (sapkınlık ve kendini beğenmişlik), üçüncüsü yalancılık ve kalleşliktir.
· Sen seni bilirsen yüzün Hüda’dır; sen seni bilmezsen, Hak senden cüdadır.
Sevgi muhabbeti kaynar yanan ocağımızda
Bülbüller şevkle gelir, gül açar bağımızda
Hırslar, kinler yok olur aşkla meydanımızda
Arslanlar, ceylanlar dosttur kucağımızda
***
72 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde
***
Ağyar sohbetinin kökünü kazmak isterim
Gönlümü yalnız dostun lisanına ağız yapmak isterim
Dünya ve âhiret gamını gönülden çıkarmak isterim
***
Dostumuzla beraber yanar kanarız
Her nefeste aşk ile yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız.
***
İlim, irfan mürşittir karanlıkları koğar
İnsanları cehâlet, gaflet bunaltıp boğar
Gönüllerde parlayan o saadet güneşi
Şark ile garptan değil, gerçek inançtan doğar
Malım, mülküm, servetim hepsi evde kaldı
Oğlum, kızım, akrabam geçtiğim yolda kaldı
Dostlarımdan birisi benden hiç ayrılmadı
Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı.
***
Hak’tan emrolundu geldim cihana
Gözüm açtım mail oldum ol burca
Ârif oldum Hak kelâmın söyledim
Elif kaddim dal yazmışam ol burca
Konaktan bezirgân çıka göçünce
Ne gündüzüm gündüz, ne gecem gece
Bir burç vardır cümle burçlardan yüce
Muhammed miraca çıkar ol burca
Alnımıza yazıluptur yazılar
Mürid olan mürşidini arzular
Yer yüzünde yer kalmadı gaziler
Arş yüzünden bir yol gider ol burca
Gökten uçan Cebrail’dir, Huridir
Bir gül vardır Muhammed’in nurudur
Bir kapusu Şah-ı Merdan Ali’dir
Elvan elvan nurlar çıkar ol burca
Hacı Bektâş-ı Veli, arayıp bulmuşam
Erenler deminde bir pay almışam
Bir hakikat deryasına dalmışam
Her gönülden bir yol gider ol burca.
***
Hikmet arar isen özüne bir bak
Arap’ta, Acem’de, Rum’da arama
Hakikat nurunun aslı hakikat
Aynada yansıyan nurda arama
Özünü bilenler özrü silendir
Turaplık rızayı teslim edendir
Gerçek Abdal, Hakk’a hayran olandır
Kibir ile gurur horda arama
Aslolan göze nur gönülden gelir
Sevgi muhabbette asuman erir
Ebedi sevgiyi bu toprak verir
Kudus, Arafat’ta, Tur’da arama
Varlık ummanında göz ol da bak
Vahdet ateşinde benliğini yak
Ayağa kalkarsan hizmet için kalk
Zulmedenden olup zorda arama
DİPNOTLAR
· Bu makale, kısaltılmış şekliyle Ali Duran Gülçiçek'ten
alınmıştır.
e-Mail: [email protected]
[1] Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz.: ATSIZ, H. N. 1985: 195-196;
GIESE, F. 1929.
[2] Vilâyetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli,
GÖLPINARLI, 1958:53-54.
[3] Bu menkıbede Alanya beyinin oğlu Gaybi Beg (Kaygusuz Abdal) ava çıkarken önüne bir ahu (geyik) çıkar, Gaybi
geyiğe ok atar, geyik koltuğuna saplanan okla kaçar, Gaybi
de ardına düşer... Dağlar, vadiler nihayet bir sahraya inerler,
yaralı geyik bir asithane kapısından içeri girer, Gaybi de arkasından dergâha girer, der-vişlere geyiği sorar... Dergâhın
mürşidi Abdal Mûsa Gaybi’ye: “O oku görünce tanır mısın?”
diye sorar. Gaybi: “Tanırım sultanım!” diye yanıt verince, Abdal Mûsa: “Bak şimdi, gör okunu.” der ve koltuğuna saplanan
oku çıkartıp Gaybi’nin önüne koyar. Meğer geyik şekline giren Abdal Mûsa imiş. Pişmanlık duyup kendisinde özür dileyen ve dergâhına alınmasını isteyen Gaybi’ye Abdal Mûsa
şöyle der: “Dergâhımızda, itizar ehline lutf u ihsân kapısı her
zaman açıktır. Biz geçdik suçundan, bir daha böyle etmeyesin, her gördüğün cana ok atmayasın... ” (Geniş bilgi için bk.
GÜZEL, A. 1983: 8 vd.).
[4]Vilâyetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli,
GÖLPINARLI, 1958:14-19.
Hacı Bektâş-ı Veli
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 73 “İnsanoğlunun en büyük
düşmanları; yalancılık, nefsine
düşkünlük, mal ve mevki hırsı,
gıybet, edepsizlik,
hıyanet ve Hakk’ı inkardır.”
Hacı Bektâş-ı Veli
HACI BEKTÂŞ - I VELÎ KÜLLİYESİ
Bektaşîliğin “pîr evi” olan bu külliyenin tarihî
gelişimi oldukça karmaşık bir yapı arzetmektedir.
XIII. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın İlk çeyreğine kadar uzanan geniş bir zaman dilimi içinde
teşekkülü­nü tamamlayan bu yapı topluluğu, he­
men bütün unsurları ile günümüze inti­kal edebilen nâdir tarikat külliyelerinden biri olarak Türk
mimari tarihinde önemli bir yer işgal eder. Buna
rağmen külliye­nin bazı birimlerinin inşa tarihleri,
bani­lerinin kimliği ve zaman içinde geçir­dikleri
değişimler yeterince aydınlatıl­mamıştır. Külliyenin gelişimini Bektaşî­liğin tarihçesindeki dört ana
devre içinde incelemek mümkündür.
1- Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sulucakarahöyük’e
Yerleşmesinden Balım Sultan’ın Postnişin olmasına Kadar Geçen Devre (XIII. yüzyıl ortaları-XVI.
yüzyılın başı):
Ha­cı Bektâş-ı Velî’nin, mürşidi Baba İlyâs-ı
Horasânî’nin öldürülmesinden sonra o za­manki
adı Sulucakarahöyük olan Hacı­bektaş’a gelerek
burada kendi adına bir zaviye kurduğu bilinmektedir. Özellikle yabancı yazarlar, külliyenin Aziz
Haraimlambas (Charalambos) Manastırı’nın ye­
rinde kurulduğunu ileri sürerse de bu­nun doğruluğu tespit edilememiştir. Bu görüşler, XVIII ve XIX.
yüzyıllarda buraya uğrayan yabancı seyyahların
Hacı Bektâş-ı Velî’nin türbesinin Müslümanların
yanı sıra yerli Hıristiyanlar tarafından da ziya­ret
edildiğini ve türbeyi Aziz Haraiambas’un makamı
olarak telakki ettikleri­ni nakletmesinden kaynaklanmış olmalı­dır.
Müslüman Türkler tarafından fethedi­len Hıristiyan topraklarında, özellikle halk üzerinde büyük
manevî nüfuzu olan velî­lerin türbelerinde ve tekkelerinde bu gibi devamlılıklara sıkça rastlanır.
Çok defa bu devamlılığın altında, söz konusu velî­
lerin bölgenin fethine ve Müslümanlaştırılmasına
fiilen katkıda bulunmaları, tek­ke veya zaviyelerini bilhassa yerli halkın ziyaretgâhları üzerinde
tesis etmeleri gi­bi gelenekleşmiş uygulamalar
yatmakta­dır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin zaviyesini
Ana­dolu’da Ortodoks mistisizminin en yoğun bi-
Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektâş-ı Velî’nin (ö. 669/1271 ?) türbesi etrafında teşekkül eden külliye.
74 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
çimde yaşandığı Kapadokya bölgesin­de Bizans
dönemine ait bir manastır ka­lıntısının üzerinde
kurmuş olması bu ba­kımdan muhtemel görünmektedir. An­cak külliyede Bizans mimarisinin
özellik­lerini yansıtan herhangi bir mekâna rast­
lanmadığı gibi Hacıbektaş ilçesine dair arkeolojik
araştırmalar da henüz bu hu­susu kanıtlayacak
düzeyde bulunmamak­tadır.
Başlangıçta mütevazı bir kuruluş ol­duğu tahmin edilen ilk zaviyeden günü­müze intikal eden
tek unsur. Hacı Bek­tâş-ı Velî tarafından kullanıldığı rivayet edilen ve mimari özellikleri de bu
rivayete uygun düşen Kızılca Halvet adındaki
halvethânedir. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin güney duvarına bitişik olan bu halvethâne ile türbeyi külliyenin çekirdeği olarak kabul etmek gerekir. Bir zaviye yalnızca halvethâneden ibaret
olamaya­cağına göre vaktiyle bunun çevresinde
ibadet, sohbet, barınma ve iaşe ihtiyaç­larına cevap veren birtakım birimlerin bu­lunduğu kesindir.
Ancak Kızılca Halvet dı­şında ilk zaviyenin mimari
özellikleri tes­bit edilememektedir.
Gerek tasarımı ile gerekse girişinde ve külahının eteğinde görülen taş süslemeleriyle tamamen
Selçuklu üslûbunu yan­sıtan Hacı Bektâş-ı Velî
Türbesi’nin, pirin vefatından az sonra XIII. yüzyılın
son çey­reğinin başlarında inşa edildiği söylene­
bilir. Türbenin girişindeki kemerin üstün­de yer
alan stilize edilmiş çift başlı kar­tal kabartması Selçuklu üslûbunu pekiş­tiren bir unsur kabul edilebilir. Peygam­berlerle şehitlerin vefat ettikleri yerde
defnedilmeleri yanında bazı rivayetlere dayanan
ve daha çok tarikat ehli tara­fından benimsenen,
kişinin yaşadığı veya öldüğü mekâna defnedilmesi geleneği dikkate alınarak Kızılca Halvet’in kuzey yönünde türbenin mevcut olduğu yerde Hacı
Bektâş-ı Velî’nin ikamet ettiği bir hücrenin bulunduğu ileri sürülebilir.
Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin doğu du­varına
bitişik olan ve Kırklar Meydanı’na açılan Resul
Bâlî’nin (ö. 677/1278-79 [?]) kümbeti de külliyenin en eski birimlerin­den olmalıdır. Remzi Gürses,
Hacı Bek­tâş-ı Velî’nin halifelerinden Resul Bâlî’ye
ait sandukanın “müteharrik” olduğunu, bunun
altında dikdörtgen planlı bir mumyalığın içinde
mumyalanmış bir cesetle ce­sedin ayak ucunda
677 (1278-79) tarihli bir şâhideyi gördüğünü bildirmektedir.
Diğer taraftan Kızılca Halvet ile türbe­nin batısında, bu iki birim boyunca uza­narak kuzeydeki
Kırklar Meydanı’na ge­çit veren dikdörtgen planlı
mekânın dış kapısında da çift başlı kartal kabartması yer alır. Ancak bu kapı. oranları ve taş süsleme ayrıntıları ile Hacı Bektâş-ı Ve­lî Türbesi’ne göre
daha geç tarihli oldu­ğunu belli etmektedir. Kapının Selçuklu hanedanının kesin olarak çökmesinden (1308) az önceye veya Karamanoğulları’nın
Ocak - Şubat 2012
erken dönemine (XIV. yüzyılın ilk ya­rısına) ait
olması muhtemel görünmek­tedir. Söz konusu
kapı ile girilen bu me­kânın sağında (doğu) Kızılca
Halvet, so­lunda ise Hacı Bektâş-ı Velî’nin halifele­
rinden olduğu rivayet edilen Güvenç Ab­dal’ın
kümbeti bulunur. Aynı mekânın ku­zeyinde Kırklar
Meydanı’na açılan kapı Os­manlı dönemine aittir.
Üzerindeki kita­bede bugünkü Kırklar Meydanı’nın
960 (1553) yılında inşa edildiği belirtilmek­tedir.
Külliyenin İkinci avlusunda batı yönün­deki kanadın merkezinde yer alan ve Bek­taşî erkânında
çok önemli bir yeri olan meydan evinin kapısı
üzerinde külliyenin en eski tarihli kitabesi bulunmaktadır. Ol­dukça kötü bir hatla ve girift bir istifle
yazılmış bu Arapça mensur kitabe araş­tırmacılar
tarafından değişik şekillerde okunmuştur. Bunların içinde en çok gü­ven telkin eden Halim Baki
Kunter’e gö­re kitabenin tercümesi şöyledir: “Bu
ima­reti meşâyihin meliki, evliya soyu olan Ahî Murad -devleti dâim olsun- yedi yüz altmış dokuz senesi Ramazanının arife­sinde yaptırdı”. Kunter de
dahil olmak üzere birçok araştırmacı burada “Ahî
Murad” olarak anılan baninin, kitabenin verdiği
769 (1367-68) yılında Osmanlı tah­tında bulunan
1. Murad Hüdâvendigâr olduğunu iddia etmiştir, 1.
Murad’ın fütüvvet ehli (ahî) olması, Anîler ile XIV.
yüz­yılda Hacı Bektâş-ı Veli Zâviyesi’ne bağlı olan
Rum abdalları arasındaki ilişkiler ve ayrıca kitabe-
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 75 de baninin adından sonra gelen “dâme devletühû”
ibaresi bu görü­şü desteklemektedir. Ancak 1.
Murad’ın, o tarihte Osmanlı sınırları dışında, Anadolu’daki en zorlu rakibi Karamanoğulları’nın
topraklarında bulunan bir zaviyede kendi adına imar faaliyetinde bulunması garip görünmektedir. Bu dönemde Karamanoğlu tahtında
1. Murad’ın damadı I. Alâeddin
Ali Bey bulunmaktadır. Kita­bede
geçen “sülâletü’l-evliyâ” tabiri 1.
Murad’ın, Hacı Bektâş-ı Velî gibi
Vefâî-Babaî kökenli olan Şeyh
Edebâli’nin so­yundan gelmesiyle açıklanabilirse de “me-likü’lmeşâyih” terkibine mâkul bir
açık­lama getirilememektedir. Ne
kadar mü­tevazı olursa olsun bir
Osmanlı sultanı­nın yaptırdığı binanın kitabesinde kendi­sinden
“Ahî Murad” şeklinde söz ettirmesi de pek alışılmış bir uygulama değil­dir. Bununla birlikte
meydan evinin 769 (1367-68)
yılında I. Murad tarafından yap­
tırıldığını kabul etmek şimdilik en
doğru­su olmalıdır.
Ahmet Yaşar Ocak’ın “Bektaşîliğin te­şekkül
devresi” olarak tanımladığı Hacı Bektâş-ı Velî’nin
vefatını takip eden dö­nemde ve özellikle XIV.
yüzyılda Hacı Bek­tâş-ı Velî kültü ve bu kültün
kaynağı olan zaviye Anadolu’nun tasavvuf hayatında giderek önemli bir merkez hâline gel­miş;
Yeseviyye, Vefâiyye, Kalenderiyye. Haydariyye
gibi çeşitli tarikatlara bağlı olan Rum abdalları ile
Batı Anadolu’da, Rumeli’de fetih ve kolonizasyon
faaliyet­lerinin başını çeken Rum gazilerinin tâbi
76 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi oldukları önemli bir tarikat merkezi nite­liğine bürünmüştür.
Bu gelişmelerin zaviyenin mimari te­kâmülüne
de yansıdığını kabul etmek ge­rekir. Böylece XIV.
yüzyılın başlarında ve­ya ilk yansında Kızılca
Halvet’in, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nin, Resul Bâlî
ve Gü­venç Abdal kümbetlerinin yanı sıra bü­yük
bir ihtimalle bugünkü Kırklar Meydanı’nın işgal
ettiği alanı da kapsayan es­kisinden daha geniş
bir yapı topluluğu­nun inşa edildiği anlaşılmaktadır. Çok sa­yıda ziyaretçisi olan bir tarikat tesisinin
mimari programı ve fonksiyon şeması göz önüne
alındığında, külliyenin günümüz­de arzettiği üç avlulu yerleşimin bu ge­lişme sırasında şekillendiğini
tahmin et­mek mümkündür. Nitekim en azından
ikinci avlunun XIV. yüzyılın ikinci yansın­da teşekkül ettiği, burada bulunan 769 (1367-68)
tarihli meydan evinin
varlığı ile ortaya çıkmaktadır. İkinci avluyu kuşa­tan kiler evi,
aşevi, ekmek evi vb.
diğer birimlerin yerinde de yaklaşık aynı
İhtiyaç­ları karşılayan
yapıların tasarlandığı
söy­lenebilir.
2. Balım Sultan’ın
Postnişin Olmasın­
dan Bektaşîliğin Lağvedildiği Tarihe Ka­dar
Geçen Devre (15011826):
Bektaşîli­ğin ikinci pîri olarak kabul
Ocak - Şubat 2012
edilen ve 907 (1501) yılında II. Bayezid’in desteğiyle Ha­cı Bektâş-ı Velî Zâviyesi’nin meşihatını
üstlenen Balım Sultan, zaviyenin manevî nüfuzu
altındaki yan bağımsız derviş taifelerini belirli bir
erkân ve merkeziyet­çi bir idare çerçevesinde teşkil atlandırm ıştır.
Balım Sultan’ın meşihatını
takip eden yüzyıllarda pîr evinin sahip olduğu iktisa­dî gücü
göstermek bakımından çoğu
Ana­dolu’da ve Rumeli’de olmak
üzere 362 civarında köyün, çevrelerindeki on binler­ce dönüm
tarım arazisiyle birlikte bu te­
sise vakfedilmiş olduğunu hatırlatmak ye­terlidir. Bunların yanı
sıra Hacıbektaş ya­kınlarındaki
Tuzköy’de bulunan ve Hacı
Bektâş-ı Velî’nin bir kerameti
sonucunda bulunduğu rivayet
edilen kaya tuzu ma­deninin geliri de pîr evine aitti. Ayrıca pîr
evinin çevresinde, dervişler tarafından iş­lenen geniş vakıf arazilerindeki bostanlar­la meyve ve çiçek bahçelerinin
de önem­li bir gelir kaynağı teşkil ettiği bilinmek­
tedir. Diğer taraftan Bektaşîliğe bağlı dev­let ricali.
Yeniçeri Ocağı ileri gelenleri, zen­gin arazi sahipleri ve tacirler de yaptıkla­rı bağışlarla bu gelire katkıda bulunmak­taydı. Mevlevîliğin merkezi olan
Konya Mevlânâ Külliyesi’nde olduğu gibi Bekta­
şîlikte de bütün bu vakıf gayri menkulle­rin gelirleri
pîr evinde toplanmakta, bu­rada postnişin olan ve
Bektaşîliğin reisi kabul edilen dedebabanın tasarrufu al­tında pîr evine bağlı zaviyelere ihtiyaçları
ölçüsünde bölüştürülmekteydi.
Balım Sultan’ın ikinci pîr olarak tari­katı şekillendirmesi ve “mücerredlik erkânını” tesis etmesinden sonra Bektaşî­liğin bünyesinde, aralarında
günümüze kadar süren bir rekabetin gözlendiği
iki kol ortaya çıkmıştır. Mücerred babaların tasarrufundaki tekkelerin mensupları pîr evindeki
dedebabayı; çoğunluğunu köylülerin ve göçebelerin meydana getir­diği Anadolu Alevîliği’ne
bağlı Bektaşîler ise Hacı Bektâş-ı Velî’nin neslinden gel­diklerini iddia eden ve pîr evinin dışındaki konaklarında ikamet eden çelebileri tari­katın
gerçek reisi olarak tanımaktaydı. Kümbetinin kitabesinde Balım Sultan’dan tarihî gerçeklere aykırı olarak Hacı Bektâş-ı Velî’nin torunu diye söz
edilme­si, büyük bir ihtimalle Balım Sultan’ı bü­tün
Bektaşîler’in gözünde meşrulaştır­ma gayretinden
kaynaklanmaktadır.
Bazı müellifler, mescidin yerinde Ak Cennet olarak anılan bir meydanın bulun­duğunu,
burada yeniçerilerin sefere çık­tıklarında veya
İstanbul’dan pîr evini zi­yarete geldiklerinde tö-
Ocak - Şubat 2012
renlerin yapıldığı­nı, mescidin ise 11. Mahmud
tarafından; Bektaşîliğin ilgası ve tekkenin Nakşibendiyye tarikatına devredilmesi üzerine şey­
hülislâmlık makamının ısrarıyla 1250’de (1834-35)
inşa ettirildiğini ileri sürmüş­lerdir. Günümüzde
büyük ölçüde kabul görmekle birlikte bu iddia tamamen yan­lıştır. Çünkü mescidin tasarımı, basık
oranları, özellikle de ayrıntıları, Osmanlı mimarisinin henüz klasik üslûbun tam olarak teşekkül
etmediği devresine, yani Mimar Sinan’ın Hassa
başmimarlığı dö­neminden (1538-1588) öncesine
aittir. Ay­rıca mihrabı, basık köşe trompları ve üç
merkezli kemeriyle, uzun süre Memluk Devleti’ne
tâbi olan ve Memluk sanatının etkisinde kalan
Dulkadıroğulları’nın bazı camilerindeki mihrapları andırmakta, mescidin önündeki son cemaat
revakı ile Balım Sultan Kümbeti’nin girişindeki
revakın aynı mimarın eseri olduğu ise ilk ba­kışta
farkedilmektedir. Nitekim külliyeyi, tekkelerin
kapatılması ile (1925) onarımın başlaması (1958)
arasındaki dönemde 1948’de ziyaret etmiş olan
Cevat Hakkı Tarım, “Aşevinin yanındaki Cuma
Camii’nin kitabesi” başlığı altında günümüzde
yerinde bulunmayan ve düzeltilerek ak­tarılan şu
metni vermektedir: Benâ hâze’l-mescid fî eyyâmi
sultâni’l-a’zam Se­lim Şâh bin Bâyezîd Hân Ali bin
Şehsuvâr Bek fî sene 926” (bu mescidi Şehsuvar
Bey oğlu Ali. Bayezid Han oğlu, ulu sul­tan Selim
Şah zamanında 926 yılında yap­tırdı).
Ayrıca ikinci avlunun doğu revakında girişten (güney) itibaren birinci ve ikinci kemerin arasında ziyaretçilere hitaben kaleme alınmış 951
(1544-45) tarihli. “Ey günahkâr örtün yüzü kara
/ Ne yüzle hazrete karşı vara” beyti dikkati çek­
mektedir. Mermer bir levha üzerinde yer alan bu
beytin sonradan buraya konmuş olması muhtemeldir. Ancak ikinci avluda, gerek doğu gerekse
batı yönündeki revakların tasarımı ve basık oran-
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 77 lan, bu tarihten daha sonraya ait olmalarına pek
ihtimal bırakmamaktadır. Kırklar Mey­danı ile Hacı
Bektâş-ı Velî Türbesi’ni ba­rındıran yapının girişindeki üç kemerli revak da bunlarla aynı yıllara ait
olma­lıdır.
Kitabelerin işaret ettiği önemli hu­sus, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Rume­li’de gâziyân-ı Rûm geleneğini sürdüren akıncı beylerinin Hacı Bektâş-ı
Velî’ye olan bağlılıklarını devam ettirmeleridir.
Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi’nin XVI. yüzyı­
lın üçüncü çeyreği içinde yaklaşık olarak bugünkü şeklini aldığı söylenebilir. Külliyenin XVI. yüzyılın ortalarından iti­baren çeşitli onarımlar geçirdiği anlaşıl­maktadır.
3. Bektaşiliğin Lağvedilmesinden Tek­kelerin
Kapatılmasına Kadar Geçen Dev­re (1826-1925):
II. Mahmud tarafından Ye­niçeri Ocağı ile birlikte Bektaşîlik de lağ­vedilince, “kadîm” addedilerek yıktırıl­mayan diğer Bektaşî tekkeleri gibi
pîr evi de Nakşibendiyye tarikatına devredilmiş­tir.
V. Cuinet, XIX. yüzyılın sonlarında pîr evine bağlı 362 vakıf köyünden birçoğu­nu devletin çeşitli
bahanelerle müsadere etmesi sonucunda ancak
kırk iki tanesi­nin kaldığını, bunlardan elde edilen
geli­rin dedebaba ve çelebi efendi arasında paylaştırıldığını, pîr evinin çevresindeki çiftliklerin gelirinin yanı sıra Düyûn-i Umûmiyye İdaresi’nin işlettiği tuz madenin­den pîr evine yılda 1435 kg. tuz
verildi­ğini bildirmektedir. F. W. Hasluck, tekkelerin
son döneminde pîr evinin yıllık geli­rini yaklaşık
60.000 sterlin olarak belirt­miştir. Bu dönemde pîr
evi, eski zenginli­ğini epeyce kaybetmiş olmasına
rağmen hâlâ Osmanlı dünyasının en itibarlı tari­
kat merkezlerinden biriydi.
Bektaşiliğin lağvedilmesinden sonra Ha­cı
Bektâş-ı Velî Külliyesi’ni meydana geti­ren birimler
birçok onarım geçirmiş, ay­rıca külliyenin birimleri
arasına bazı yeni unsurlar da katılmıştır.
4, Tekkelerin Kapatılmasından Külliye­nin
Müzeye Dönüştürülmesine Kadar Ge­çen Devre
(1925–1964). Tekkelerin ve tür­belerin kapatılmasından sonra Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi bir
müddet Numune Ziraat Okulu olarak kullanılmış, tekke eş­yasından bazıları derviş odaların-
da koru­maya alınmış, bazıları da Vakıflar Genel
Müdürlüğüne teslim edilmiştir. Bu sıra­da Maarif Vekâleti Âsâr-ı Atîka ve Hars müdürü olan H.
Zübeyir Koşay’ın gayret­leriyle tekkedeki eşyalar
dağılmaktan kur­tarılmış, bunlar arasında sanat
değeri olanlar envanterleri yapılarak önce An­
kara Kalesi’ndeki bir depoya, Ankara Et­nografya
Müzesi’nin kurulması üzerine de bu müzeye taşınmıştır. Bu arada şa­hıslara intikal eden bazı
eşya satın alına­rak müstakbel müzenin koleksiyonu ta­mamlanmaya çalışılmış, diğer taraftan
külliyenin derviş odalarında bulunan, iç­lerinde
Bektaşîliğin tarihine ilişkin önemli kaynakların
yer aldığı kitaplar da kütüp­haneler genel müdürü H. Fehmi Turgal tarafından tasnif edilerek Millî
Kütüphane’ye intikal ettirilmiştir.
Külliye’de Bulunan Yerleşim Alanları:
Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi, eski Türk saraylarında gözlenen üç avlulu bir yerle­şim düzeni
gösterir. Külliyenin barındır­dığı birimler, sahip oldukları fonksiyon­lara uygun biçimde bu avluların çevresi­ne yerleştirilmiştir. İç düzenine âdeta
as­kerî bir disiplinin hâkim olduğu pîr evin­de her
ihtiyaç için bir birim düşünülmüş, bu birimlere
Bektaşîliğe has terminolo­jiye uyularak “mihman
78 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
evi, at evi, ekmek evi” gibi isimler verilmiştir. Kendi
içinde birer “ocak” şeklinde teşkilâtlanmış olan bu
birimlerin başında “mihman evi ba­bası, at evi babası, ekmek evi babası” di­ye anılan bir “baba” ile
bunun maiyetin­de dervişler faaliyet göstermekte,
bütün babalar pîr evinde postnişin olan dedebabaya tâbi bulunmaktaydı. Bektaşîliğe intisap
etmek isteyen derviş adayları ön­ce Hacıbektaş
civarındaki pîr evine bağlı Hanbağı ve Dedebağı
çiftliklerinde hiz­met ederler, burada ilk sınamaları
geçe­bilirlerse at evinden başlamak üzere pîr evindeki hizmetlerine yükselebilirlerdi.
Kuzey-güney doğrultusunda uzanan ve
farklı eksenlere sahip olan bu üç avlu­dan güneyde yer alan ilki Nadar Avlusu adıyla anılır. Buraya
güney yönündeki Ça­tal Kapı’dan girilmektedir.
Uzaktan ge­len birçok ziyaretçinin ağırlandığı bu
kül­liyede Nadar Avlusu, yolcuların ihtiyaçla­rına
cevap veren bölümlerin yanı sıra ba­zı servis birimleriyle kuşatılmıştı. Aslında Çatal Kapı’nın
batısında misafirlerin ba­rındığı eski mihman evi,
doğusunda eski at evi yer almaktaydı. At evinin
dışa ba­kan cephesinde zemin katta dükkânlar
sıralanmakta, bunların arkasında ahırlar ve çevredeki vakıf çiftliklerde kullanılan tarım aletleri için
ardiyeler, üst katta at evi babasına ve dervişlerine
ait odalar bulunmaktaydı.
Nadar Avlusu’nu kuzey yönünde sınır­layan
duvarda Dergâh Avlusu (Meydan Av­lusu) adındaki ikinci avluya açılan Üçler Kapısı, bu kapının ardında da Meydan Ha­vuzu yer almaktadır. Dergâh
Avlusu yan­lardan (doğu ve batı yönlerinden) sivri
ke­merli revaklarla kuşatılmış, gerek ibade­te gerekse külliyenin ve Bektaşîliğin yö­netimine ilişkin
çeşitli birimler iki grup halinde bu revakların gerisine yerleştiril­miştir. Batıdaki grubun çekirdeği
mey­dan evi ile buna bağlı muhabbet divanı­na, güneyi mihman evi ile çamaşır evine, kuzeyi ise kiler
evine tahsis edilmiştir. Ki­ler evinin içinden geçilen
ve avlunun ku­zeybatı köşesinde bir çıkıntı teşkil
eden mekân dedebabanın kışlık odasıdır. Bu oda
ile kiler evinin üst katında külliyenin bütününe
hâkim olan dedebaba köşkü yer alır. Doğudaki
kanatta İse güneyden kuzeye doğru Arslanlı Çeşme, bunun üze­rinde Aşevi Köşkü, aşevi ve mescid
sıra­lanmaktadır.
Dergâh Avlusu’nda bulunan meydan evi,
Bektaşîlikteki on iki âyinden “bahçeden gül koklama” denilen ilk altısının icra edil­diği mekândır.
Burada yer alan ve birinci avludakine göre çok
daha küçük kap­samlı olan mihman evi daha ziyade bir müracaat yeri olduğu gibi burada hatırlı
ziyaretçilerin misafir edildiği tahmin edil­mektedir.
Doğrudan dedebabanın dene­timinde bulunan
kiler teşbihler, buhur­danlar, çerağlar, teberler, nefirler, keşkül­ler, teslim taşlan gibi önemli tarikat
eş­yasının. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’ne ait anah-
Ocak - Şubat 2012
tarların muhafaza edildiği, türbe­darlık hizmetinin
yanı sıra pîr evinin mu­hasebe ve levazım işlerini
üstlenmiş olan birimdi.
Pîr evinin ana mutfağı olan aşevi kül­liyenin
en önemli birimlerindendir. Dergâh Avlusu’nun
güneydoğu köşe­sinde revakın dibinde Arslanlı
Çeşme, bu­nun üzerinde de Aşevi Köşkü yer alır.
Dergâh Avlusu’nun kuzeyinde mescid ile dedebabanın kışlık odasının arasında yer alan Altılar Kapısı’ndan külliyenin manevî bakımdan en
önemli birimlerini barındı­ran üçüncü avluya geçilmektedir.
Bu arada Hacıbektaş’ın içinde ve yakın çevresinde Bektaş Efendi Türbesi, Balım Evi (KadıncıkAna Evi), Akpınar Çeşmesi, Dede Pınarı, Zemzem Çeşmesi, Kara Hö­yük, Hırka dağı, Bey Döndü alanı, Balım Buğdayı alanı, Dedebağı, Hanbağı,
Çilehâne, Beş Taşlar (Şâhid taşı), Selâm Ka­ya, At
Kaya, Delikli Taş, Minder Kaya, KuIunç Kaya gibi
bir kısmı fonksiyon açısın­dan külliye ile bağlantılı,
bir kısmı da Ha­cı Bektâş-ı Velî'ye ilişkin menkıbelerin hâtırasını yaşatan çeşitli yapılar, makamlar
ve tabii âbideler bulunmaktadır.
Külliye içinde bulunan alanlar kısaca; Hacı
Bektâş-ı Velî Türbesi, Cümle Kapısı, Çatal Kapı,
Üçler Çeşmesi, Üçler Kapısı ve Meydan Havuzu,
Dergâh Avlusu, Dedebaba Köşkü Arslanlı, Balım
Sultan Kümbeti, Resul Bâ-lî ve Güvenç Abdal
Kümbetlerin, Kızılca Halvet’i, Kırklar Meydanı,
hazîre, Aşevi, mescid, kiler evi, ekmek evi gibi
bölümler bulunmaktadır.
Günümüzde Kırklar Meydanı’nda Bek­taşîlikle
ilgili çeşitli tekke eşyası teşhir edilmekte, âyinler
sırasında uyandırılan ünlü “kırk budak şamdanı”
da özgün ye­rinde doğudaki sekinin ortasında
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 79 dur­maktadır. Kırklar Meydanı’nın duvarlarında
görülen kalem işleri, Cumhuriyet dö­nemi onarımı
sırasında XV ve XVI. yüz­yıllara ait kalem işlerinin motifleri kulla­nılarak yapılmıştır. Binanın giriş
bölüm­lerinde. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi’nde, Resul Bâlî ve Güvenç Abdal kümbetlerin­de bulunan
kalem işleri de aynı özellik­tedir. Kalem işleri son
derecede özenli bir işçiliğe sahiptir ve iyi kötü yapının üs­lûbu ile uyum sağlamaktadır.
Gerek asıl Kırklar Meydanını oluştu­ran birimlerin gerekse doğu ve batıdaki sekilerin tavanları
süslü çıtalarla dikdört­genlere bölünerek “çubuklu
tavan” de­nilen türde tasarlanmış, her tavanın or­
tasına bir adet sekiz dilimli ahşap kubbe konmuştur. Bu tavanlarla kubbelerin ayrıntıları binanın girişinde görülenlerin ay­nısıdır. Her ne kadar daha
sonra yenilen­dikleri ayrıntılarından belli olmaktaysa da çatı altında gizlenmiş bu tür ahşap kubbelere XVI. yüzyılda özellikle cami-tekke türünde
yapılarda rastlanmakta­dır.
muştur. Bu kapının “gök eşik” olarak adlandırılan
eşiği kutlu sayılmakta ve üzerine asla ba­sılmadan
niyaz edilerek atlanmaktadır.
Her ne kadar mimari özellikleri bakı­mından
tam bir Selçuklu kümbeti ise de altında bir cenazeliğin bulunduğu kesin olarak bilinmediğinden
Hacı Bektâş-ı Ve­lî’nin gömülü olduğu yapıyı türbe olarak adlandırmak daha doğrudur. Kare planlı
(4,50 x 4,50 m.) yapının kuzey duvarında Kırklar
Meydanı’na açılan kapı, güney duvarında bir pencere bulunmaktadır. Yerden S.50 m. yükseklikten
başlayan üç­gen pandantiflerle kare alt yapıdan
se­kizgene geçilmekte, sekizgenin üzerine kubbe oturmaktadır. Kubbeyi örten se­kizgen prizma
biçimindeki kurşun kaplı külah ahşaptır. Türbenin Rum asıllı bir ustanın elinden çıktığı ve kubbesinin I. Murad tarafından yaptırıldığı yolunda
kanıtlanması mümkün olmayan rivayet­ler vardır.
Türkiye’nin en çok ziyaret edi­len velî türbelerinden bu mekânda yal­nızca Hacı Bektâş-ı Velî’ye
ait bir ahşap sanduka yer almaktadır.
Kaynaklar:
-Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklobedisi, 14. Cilt, s.
459-- 472, İatanbul 1996.
Fotoğraflar: Nuray Özener
Selçuklu dönemine ait mermer kapının dış çerçevesi geçmeli rûmîlerden mey­dana gelmekte,
bunu iki zencirek kuşağı ile geometrik geçmeli bir
kuşak takip et­mektedir. Girift bir kompozisyona
sahip olan birinci zencireğin arasında sağda üç
adet balık motifi yer alır. Basık kemerli kapıyı taçlandıran mukarnaslı kavsara ile dikdörtgen çerçevenin arasına iki adet gülce yerleştirilmiştir. Kemerin üzeri taştan külçeler, kilit taşı da rûmîlerle
süslüdür. Kilit taşının üzerinde stilize edil­miş çift
başlı kartal kabartması dikkati çeker. Kapının
açıklığı iki sıra zencirekle kuşatılmış, sövelerin
takozlarına ikişer güvercin kabartması kondurul-
80 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
HACI BEKTÂŞ VİLÂYETNAMESİ
Sevgi muhabbeti yanar ocağımızda,
Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda,
Hırslar kinler yok olur, aşkla meydanımızda
Aslanlar ceylanlar dosttur kucağımızda.
Hacı Bektâş-ı Veli
Diğer tarikat çevrelerinde meydana ge­
tirilen benzeri menâkıbnâmelerden farklı olarak
Bektaşî geleneğinde daha çok vilâyetnâme veya
velâyetnâme diye adlan­dırılan ve hemen hepsi
Bektaşîliğin orta­ya çıktığı XV. yüzyılın son çeyreğiyle XVI. yüzyıl başları arasında yazıya geçirilmiş bulunan bir seri Bektaşî menâkıbnâmesinin
en tanınmışıdır. Bu tanınmışlık, ilk planda tarikatın pîri Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatına hasredilmiş olmasından ve bu sebeple de bir çeşit
kutsallık kazanarak çok okunmasından ileri
gelmektedir. Di­ğer vilâyetnâmeler içinde en fazla yazma nüshası bulunanı ve bazen yalnızca
Vilâyemâme adıyla kastedileni de bu eserdir. Hacı
Bektâş Vilâyetnâmesi’nin [Vilâyetnâme-i Hacı
Bektâş-ı Velî, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı
Velî) Türkiye’de ve Türkiye dışındaki bazı önemli kütüphane­lerde değişik zamanlarda istinsah
edilmiş nüshaları bulunduğu gibi Anadolu’dan
Balkanlar’a kadar Bektaşîliğin yayıldığı alan­
larda hususi ellerde de birçok nüshası vardır. Ancak bunların içinde yazarının ka­leminden çıkmış
veya yazıldığı döneme ait (1481 -XVI. yüzyıl) bir
nüshaya henüz rastlanmamıştır. Hacı Bektâş-ı
Velî Dergâhı’nın kütüphanesinde mevcut, XVI.
yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilen manzum
Vilayetnâme dışındaki nüsha­ların hemen hepsi
XVII. yüzyılda ve son­rasında Bektaşî tekkelerindeki dervişler tarafından istinsah edilmiştir. Hacı
Bek­taş Vilâyetnâmesi, XX. yüzyılın başın­dan beri
Bektaşîlik araştırmalarına para­lel olarak ilk elde
dikkati çeken kaynak ol­muş ve Georg Jakob’dan
itibaren pek çok araştırmacı eser üzerinde çalışmıştır.
Eserin mensur, manzum veya karışık olmak
üzere üç tip nüshası vardır. Hangi tipin ilk yazılışın ürünü olduğu veya her birinin değişik yazılışları mı temsil ettiği, ayrıca yazarı ve telif tarihi
gibi konular he­nüz aydınlığa kavuşmamıştır. Eric
Gross’tan Bedri Noyan’a kadar eserin bütün na­
şirleri ve Bektaşîlik üzerine çalışan araş­tırmacılar,
mensur ve manzum nüshala­rın yazarı olarak ayrı
Ocak - Şubat 2012
ayrı Sûfî Derviş mah­lası ile bilinen Mûsâ b. Ali’yi
ve XV. yüzyı­lın sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında
yaşa­mış olan Firdevsî-i Tavîl’i (Uzun Firdevsî) kabul etmişlerdir. Bazı araştırmacılar da her iki tip
vilâyetnâmenin yazarının Uzun Firdevsî olduğu
üzerinde birleşmiştir. Nite­kim nüshaların karşılaştırılması da bu gö­rüşü teyit etmektedir. Çünkü
bunlarda, değişik zamanlarda yapılan istinsahlar
se­bebiyle ortaya çıkan kelime değişiklikle­ri, bazı
kısımların birkaçında özetlenmiş olması ve bölümler arası bazı takdim ve tehirlerin bulunması
dışında önemli bir farklılık görülmemektedir.
Hacı Bektâş Vilâyetnâmesi’n’in yazı­lış tarihi
konusunda çeşitli tahminler yü­rütülmekle birlikte eserin muhtevasına bakıldığı zaman Abdülbaki Gölpınarlı’nın 1481-1501 arasında yazılmış
olabileceği şeklindeki tahmini büyük ölçüde
geçerli­lik kazanmaktadır. Nitekim bazı parçala­rın
muhtevası, bahsedilen veya atıfta bu­lunulan birtakım olaylar, çeşitli yer isimle­ri ve ayrıca birçok
nüshada II. Bayezid’den yaşayan bir hükümdar
olarak söz edil­mesi Gölpınarlı’nın haklılığını ortaya koy­maktadır. Öte yandan Vilâyetnâme’nin,
Hacı Bektaş’ın halifesi olarak kabul edilen Hacım
Sultan’a dair vilâyetnâmeden da­ha sonra yazıldığı kesindir. Çünkü bu eserde Ahmed Yesevî’ye ait
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 81 kısımlar Ha­cı Bektaş Vilâyetnâmesi ‘ndekinden
da­ha geniştir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın halifele­rinden
söz eden metinde Hacım Sultan’la ilgili bölümün
Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nden özetlendiği
anlaşılmaktadır.
Eser dikkatle incelendiğinde, kökü Or­ta
Asya’da Ahmed Yesevî dönemine kadar uzanan
şifahî rivayetlerin yanı sıra çoğu günümüze ulaşmayan Menâkıb-ı Höce Ahmed-i Yesevî, Menâkıb-ı
Lokmân-ı Perende, Menâkıb-ı Seyyid Mahmûd-ı
Hayranı gibi bazı menâkıb mecmuaları­nın da
kaynak olarak kullanıldığı, yazarın sözü edilen
şifahî menkıbe ve rivayetleri çok iyi tanıyan bir
çevreye mensup oldu­ğu anlaşılır. Vilâyetnâme,
Hacı Bektaş’ın İmam Ali er-Rızâ’nın soyundan
bir seyyid ailesinin oğlu olarak dünyaya gelişini,
Ho­rasan’daki çocukluk ve tahsil devresini, Ahmed Yesevî’ye intisabını, onun yanın­daki hayatını.
Anadolu’ya gönderilişini an­latarak başlar. Daha
sonra hacca gidişi, oradan dönüşte Sulucakarahöyük köyü­ne (bugünkü Hacıbektaş kazası)
yerleşe­rek burada dergâhını kurmasını, çevre­deki
Türkmenler ve gayrimüslimler ara­sındaki faaliyetlerini, dönemin siyasî oto­riteleri ve diğer sûfîlerle
ahîler ve med­rese mensuplarıyla münasebetlerini
hi­kâye eder. Hacı Bektaş’ın vefatını da an­lattıktan
sonra halifelerinin gittikleri yer­lerde İslâm’ı yayma
faaliyetlerini nakle­derek son bulur.
Vilâyetnâme’nin başında yer alan ve
Horasan’da geçen olaylar, Hacı Bektaş’ı kâfirlerle
cihad eden bir gazi-velî hüviye­tiyle takdim ederken Anadolu’daki men­kıbeler onu daha çok
kerâmetleriyle gücü­nü gösteren bir velî olarak tasvir eder. Esere genellikle dini tebliğ eden
dervişle­rin havası hâkimdir. Nitekim Hacı Bektaş’­
ın kendisi gibi halifeleri de ateşli birer din yayıcısı
sıfatıyla görünürler.
Eser, yalnızca menkıbelerine takılıp onu küçümseyen ve bu sebeple güvenilir bul­mayan bazı
araştırmacının düşündükle­rinin aksine gerek
Hacı Bektâş-ı Velî ge­rekse Bektaşilik tarihi bakımından değerli bilgiler ihtiva eder. Bu sebeple
Hacı Bek­tâş-ı Velî’nin hayatı ve Bektaşîlik tarihi
için aslî bir kaynaktır. Orta Asya’da Ahmed Ye­
sevî etrafında teşekkül edip Haydarîliğin kurucusu Kutbüddin Haydar’ın etrafında oluşan menkıbelerle zenginleşen ve XIII. yüzyıldaki Moğol
istilâsının önünden ka­çan Yesevî ve Haydarî dervişleriyle Anado­lu’ya intikal eden gelenekleri de
anlatan eser, Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nden
sonraki bu konuda ikinci ve son metin ol­ması itibariyle önemlidir. Bu kitap saye­sinde Yesevîliğin
gerçek mahiyetini, Yesevîlik’le Haydarilik arasındaki bağlantıyı, Hacı Bektaş’ın tasavvufi kimliğini
ve Bektaşîlik-Haydarîlik ilişkisini daha iyi anlayıp
yorumlamak mümkün olmaktadır.
Vilayetnâme, başta Eric Gross olmak üzere (Das Vilâjetnâme des Haggi Bektasch, Leipzig 1927) Sefer Aytekin (Vilâyetnâme-i Hacı
Bektaş Velî, Ankara, ts.) Abdülbaki Gölpınarlı
(Vilayetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı
Velî, İstanbul 1958) ve Bedri Noyan Hacı Bektâş-ı
Velî Velâyetnâmesi, İlk Velayetnâme, Aydın
1986) tarafından yayımlanmıştır. Sonun­cu eser
Vilâyetname’nin manzum bir versiyonudur. Ancak bu kaynak eserin, sağlam bir ilmî neşri henüz
meydana ge­tirilememiştir.
Kaynaklar:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklobedisi, 14. Cilt, s.
459-- 472, İatanbul 1996.
82 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
HACI BEKTAŞ-I VELÎ’NİN ESERLERİ
Hacı Bektaş Velî’ye ait olduğu bilinen eserlerin
sayısı oldukça azdır. Fuat Köprülü, “Anadolu’da
İslamiyet” adlı makalesinde Hacı Bektaş-ı Velî’nin
bir “Fatiha Tefsiri”, bir “Makâlât”ı, bir de Faris’î eseri olduğunu belirtmektedir. Hacı Bektaş’a ait olduğu genel olarak kabul edilen eserler şunlardır:
Besmele Şerhi
Bir nüshası Manisa Kütüphanesi’nde bulunan bu eser Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Eser,
Hacı Bektaş-ı Velî’nin Besmele Tefsiri adıyla yayımlanmıştır.
Fatiha Sûresi Tefsiri
Hacı Bektaş-ı Velî’nin böyle bir eseri bulunduğunu ilk defa Fuat Köprülü haber vermiştir.
Makalat
Prof. Dr. Esat Coşan tarafından yayımlanan
Makalat’ın aslı Arapçadır. Velâyetname’de Said
Emre’nin Makalat’ı Türkçeye çevirdiği söylenir. Oldukça zengin bir nüsha özelliğine sahip olan bu
eserin manzum ve mensur olarak kaleme alınmış
nüshaları da bulunmaktadır.
Hacı Bektaş-ı Velî’ye ait olduğu kesin olarak
ileri sürülen en önemli eserlerden biri olan Makalat, dört kapı-kırk makam ilkesine bağlı olarak
kaleme alınmıştır. Bu anlayış, Ahmet Yesevî’nin
“Fakr-name”siyle hemen hemen aynıdır. Dört
kapı (şeriat-tarikat-ma’rifet-hakikat) kırk makam,
genellikle Türk mutasavvıflarının kabul ve takip
ettikleri bir manevî eğitim anlayışıdır.
“Madde karanlığı, akıl nuru ile; cehâlet karanlığı, ilim nuru ile; nefis karanlığı, marifet nuru ile; gönül karanlığı aşk nuru ile aydınlanır.” diyen Hacı
Bektâş-ı Veli, Makâlât'ında İslam dininin genel
hükümlerini Türklerin anlayabileceği bir yorumla
işler. O, Kur'an-ı Kerim ve hadislerin ışığında tıpkı Hz. Muhammed'in ashabının yaptığı gibi Türk
insanını hakla Hakk'a birlik ve beraberlik ilkesi
etrafında toplamaya, eğitmeye ve lider olarak yetiştirmeye çalışıyordu.
Onun tesirleri 13. asırdan günümüze kadar
gelmiş, Türklerin kültürel kimliğini de korumasını
sağlamıştır. Sekiz yüzyıldan bu yana dünya görüşünde yanılmayan ve ileriki yüzyıllara da dünden
bugüne mesajlar veren Hacı Bektâş-ı Veli'nin görüşleri, bu günün insanının dahi, görüşlerinin tayininde etkili olmuştur. Bu bakımdan onun görüşlerini anlamak, önce eserlerini ve hakkında yapılan
çalışmaları bilmekle mümkün olacaktır. Bu yolla
Hacı Bektâş-ı Veli'nin şahsiyeti, eserleri ve fikirleri
daha iyi anlaşılacaktır.
Makalat'ın özellikleri:
• Tasavvuf konularını
işleyen
makalelerden
oluşmaktadır.
• Din, ahlak kuralları,
davranışlar ve hoşgörü
işlenmiştir.
• Türü, didaktiktir.
• Nazım birimi, beyittir.
• Manzume'dir.
• Tasavvufi eserdir.
Kitâbü’l-Fevâ’id
O, Kur'an-ı Kerim ve hadislerin ışığında
tıpkı Hz. Muhammed'in ashabının yaptığı
gibi Türk insanını hakla Hakk'a birlik ve
beraberlik ilkesi etrafında toplamaya,
eğitmeye ve lider olarak yetiştirmeye
Abdülbâki Gölpınarlı, bu eserin Hacı Bektaş
Velî’ye ait olmayıp, Mesnevi, Nefehât gibi bazı
tasavvufî eserlerden iktibaslarla oluşturulduğunu ileri sürmektedir. Eser, içerik olarak Makalat’la
çok büyük benzerlikler göstermektedir. Prof. Dr.
Esad Coşan, eserin Hacı Bektaş’la ilgili olduğunu,
ancak “eserin muhtelif ilâve ve tahrifler ile orjinalitesinin bozulduğunu ileri sürer.
çalışıyordu.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 83 BEKTAŞİLİK VE YENİÇERİ OCAĞI *
Osmanlı Devleti ile Yeniçeri
Ocağı arasındaki bağlantıyı,
“Velayetname-i Hünkar Hacı Bektâş-ı
Veli” de geçen Osman Gazi ile Hacı
Bektâş-ı Veli’nin görüşmelerinden
başlatmak mümkündür.
Osmanlı Devleti’nin yaklaşık altıyüz yıllık tarihinde önemli roller oynayan Yeniçeri Ocağı,
kuruluşundan itibaren Bektaşi Tekkeleri ile çok
yakın ilişki içerisinde olmuştur. “Ocağı Bektaşiyan”, “Taife-i Bektaşiyan”, Sanadid-i Bektaşiyan”
(Bektaşilerin Yiğitleri, Cesurları, Kahramanları),
Dudman-ı Bektaşiyye” (Bektaşi soyu) olarak da
anılan yeniçeri ocağı, dinî, ahlaki ve askerî niteliklerinin büyük bir kısmını, Bektaşi babalarının eğitimi sayesinde kazanmıştır denilebilir.
“Hacı Bektaş Ordusu”, “Hacı Bektaş Oğulları”
ve “Hacı Bektaş Köçeği” şeklinde de isimlendirilen yeniçeri ordusunun duygu ve düşünce dünyasına “Bektaşi öğretisi” hakimdir dense abartılmış
84 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi olmaz. Bir başka deyişle Bektaşilik, Osmanlı kışlasını kendi tekkesi hâline getirmiştir: Yeniçerilik,
Bektaşi tarikatının bir nevi “askerlik kolu” olarak
görev yapmıştır. Sonuç; “ya şehid ya da gazi olma”
hayali ve “Allah’ın adını dört kıtaya götürme” azmine sahip olan Yeniçerinin tarihe mal olmuş parlak zaferleridir.
Osman Gazi ile Hacı Bektâş-ı Veli’nin görüşüp
görüşmediği, tarih uygunluğu açısından tartışma
konusu olmakla birlikte, bizim için önemli olan
böyle bir görüşmeye Yeniçeriler tarafından inanılmış olmasıdır. Yeniçeriler üzerinde etki bırakan ve
onları manevi olarak Hacı Bektâş-ı Veli’ye bağlayan güç, adı geçen görüşmeye olan sağlam inançtır. Böyle bir görüşme yapılmamış olsa bile, yapılmış olarak farzedilmesi, sosyal psikoloji ve eğitim
açısından bir değer ifade etmektedir. “Velayetnamelerde anlatılan olayların gerçekleşmesi, ancak
kendilerine inanan bir toplumun mevcudiyetiyle
mümkündür.” Bu inanç, Yeniçeri topluluğunun
hepsinde “kollektif bir şuur” şekline bürünmüştür.
Onlar, Hacı Bektâş-ı Veli’ye o kadar bağlılardır ki,
bu bağlılık onların “Hacı Bektaş Köçeği” şeklinde
anılmalarına neden olmuştur.
Velayetname’de anlatıldığına göre, “din aşkına
kafire kılıç vuran” Osman Bey’in tekfurluklar üzerine yaptığı akınlar, onlarla anlaşma imzalamış
olan Bursa Bey’ini rahatsız etmiş, durum Selçuklu
Sultanı Alaaddin’e şikayet edilmiştir. Alaaddin de
Osman Bey’i “şeyhimiz, azizimiz” şeklinde nitelendirdiği Hacı Bektâş-ı Veli’ye göndermiştir. Osman Bey’i iltifatlarla karşılayan Hacı Bektâş-ı Veli,
ona tekbirleyerek “elif-i tac” giydirmiş, belindeki
kemeri çıkartarak, Osman
Bey’e kuşatmıştır. Önündeki çerağı ve sofrayı yine
tekbirleyip Osman’ın önüne
koymuş ve ona şu şekilde
hitap etmiştir: “Bunları al!
Seni din düşmanlarına havale ettik. Senin başındaki
tacımızı gören kafirler, kılıcına karşı duramasınlar, kılıçları seni kesmesin. Nereye
varırsan galib gel. Önünden
sonun gür gelsin.Kimse senin soyunun sırtını yere getiremesin. Hünkar adını sana
bağışladım, senin soyunun
adını bu adla ansınlar. Gün
doğusundan gün batısına
kadar çerağın yansın.”
Osman Gazi’ye başarısı
için dua eden Hacı Bektâş-ı
Veli, aynı zamanda ona bir
Yeniçeri ağası
misyon da yüklemektedir.
Ocak - Şubat 2012
Misyon; İslam’ın yayılması için mücadele etmektir. “Hünkar” adını vermekle de Osman Gazi onunla arasında bir gönül bağı kurmaktadır. Burada
önemli olan, olayın aynen gerçekleşip gerçekleşmediği değildir. Önemli olan, Yeniçeri Ocağı'nın
bu olayın gerçekleştiği inancı ile Hacı Bektâş-ı
Veli’ye ve onun şahsında Bektaşi tekkelerine bağlılığının devam etmiş olmasıdır. “Hünkar” adı da,
Osmanlı padişahları tarafından kabul görmüştür.
Olayın eğitim açısından değeri, insan davranışları
üzerinde herhangi bir değişiklik meydana getirip
getirmediğidir ki, tarih bilgimiz bize böyle bir davranış değişikliğinin olduğunu söylemektedir.
Fütüvvet(1) geleneğinin yaygın olduğu bir dönemde her meslek ve sanat kolunun bir Pir’inin bulunmasının
şart olduğu şeklindeki yaygın
inanç, yeniçeriliği “erenler serveri ve gaziler serdarı” sayılan Hacı
Bektâş-ı Veli gibi bir din büyüğünün ruh ve dinamizmi ile şekillendirmek istemiştir.
“Rum Erenleri bu makamı birisine vermek istedi, her biri bir
eri tuttu. Bense yedi yıldır senin
ve soyunun ruhlarını velayet
kabzasında saklayıp durmadayım” dediğine inanılan Hacı
Bektâş-ı Veli, Osman Gazi’ye
ve onun şahsında bütün nesline sahip çıkmış olmaktadır.
Pek tabii olarak bu sahiplenme, hem Yeniçeri
Ocağı’nda Osmanlı Devleti’ne karşı, hem de Osmanlı Devleti’nde Bektaşiliğe karşı bir vefa ve
bağlılık duygusu meydana getirmiştir. Osmanlı
Devleti, Bektaşi Tekkelerine gönülden bağlı ordusuyla Hacı Bektâş-ı Veli’nin duasını doğrularcasına asırlarca fetihten fetihe koşturmuştur.
Osmanlı ile Bektaşilik arasındaki ilişkiyi Orhan
Gazi döneminden itibaren başlatan tarihçiler de
mevcuttur. Lamartin, “Aşiretten Devlete” adlı eserinde Orhan Gazi ile Hacı Bektâş-ı Veli arasındaki
görüşmeyi şu şekilde anlatmaktadır: “Orhan Bey,
etrafında topladığı askerleri, Osmanlıların savaş
ruhunu aldıkları dine adamak istiyordu. Askerlerini yanına alarak, ulu dervişlerden, Hacı Bektaş’ın
olduğu yere Suluca’ya gitti. Ondan askere sancak,
ad ve hayır vermesini rica etti. Kurulan yeni teşkilatın, inançsızları hatalarından koparacağını ve
Muhammed’in Tanrısına bir milyon yeni mü’min
kazandıracağını anlayınca Hacı Bektaş, yerinden
doğruldu, elini genç bir askerin başına koydu. Bu
sırada, dervişin kaftanının yeni, omuzunun üzerinden kayarak, askerin ensesi üzerine düştü. Orhan
Bey’e dönerek; "Bugün kurulan bu askerin yüzü
gün gibi ak ve aydınlık, kolu ağır, kılıcı keskin, oku
Ocak - Şubat 2012
delici olacaktır. Giderken muzaffer, dönüşünde
galip olacaktır. Haydi yolunuz açık olsun!" dedi.
Lamartin’e göre; Yeniçerilerin daha sonra beyaz
keçe külahlarının üzerine başlarının arkasından
sarkan, bir kumaş parçası ilave etmelerinin sebebi de, Hacı Bektâş-ı Veli’nin elini askerin başına
koyarak dua etmesi olayının hatırasını canlı tutma isteğidir. Yeniçerinin başındaki bu keçe külah,
bir sembol olmakla birlikte, onun Pir’i Üstad’ı olan
Hacı Bektaş’a bağlılığını yansıtmaktadır.
Bir başka Batılı tarihçi Friedrich Karl Kıenitz de,
“Büyük Sancağın Gölgesinde” adlı eserinde Orhan Gazi ile Hacı Bektâş-ı Veli karşılaşmasını ve
Hünkar’ın Yeniçeriye yaptığı duayı doğrulamaktadır. Gazi dervişler ve Hacı Bektâş-ı Veli arasındaki bağlantı, Seyyid Ali Sultan
Velayetnamesinde de dile getirilmektedir. Bu da göstermektedir ki, Hacı Bektâş-ı Veli'nin, fetih
hareketlerinde büyük bir etkisi,
yönlendirmesi, teşvik ve telkini
olmuştur. Hacı Bektâş-ı Veli'den
himmet almış kahramanlardan
birisi de, Seyyid Ali Sultan'dır.
Seyyid Ali Sultan, rüyasında Hz.
Muhammed’den direktif alarak,
Hacı Bektâş-ı Veli’ye gelen kırk
kahramandan birisidir. Hz. Pir
de, onları Orhan Han’a yollamış
ve Rumeli fethinde bu kahramanlar çok yararlılık
göstermişlerdir. Bu kırk kahramandan Seyyid Ali
Sultan komutan, Emir Sultan bayrakdar, Seyyid
Rüstem Gazi kazasker, Abdussamed imamlık
etmişlerdir. Orhan Gazi tarafından saygı ile karşılanmışlardır. Elmalı bölgesinde İslam’ın yayılması
için çalışan ve sayısız kerametler göstererek bu
bölgede önemli bir tesir alanı oluşturan Abdal
Mûsa da, bu kırk kahramandan birisi olarak sayılmaktadır.
Yıldırım Beyazıt, Çelebi Sultan Mehmet, II.
Murat devirlerinde iç sorunlar ve Rumeli’de fetih
hareketleri sürüp giderken, askerin moralini yükseltmek, Anadolu’da yaşayan halkı birbirine bağlı,
birleşik halde tutmak görevi Bektaşiler tarafından
yerine getirilmiş, uzun bir süre saray-tekke münasebetleri oldukça olumlu bir şekilde devam etmiştir.
Bektaşiliğin ordu ve toplum üzerindeki olumlu
etkilerini gözlemleyen Fatih, gaza ve fetih ruhunu canlı tutmak, toplumun birlik ve beraberliğini
temin etmek için, şehzade Cem Sultan’a bir Bektaşi Gazi dervişi olan Sarı Saltuk’un menkıbelerini
yazdırma görevini vermiştir.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 85 Yeniçeri Ocağında Bektaşilikle İlgili
Sembol ve Motifler
“Ağa Bayrağı” adı verilen yeniçeri bayrağı üzerinde Zülfikâr resmi olup üst yarı sarı, alt yarısı
kırmızıdır. Beyaz ipek üzerinde altın sırma ile fetih
ayeti yazılıdır.
Yeniçeri olanlara “Sofa Tezkiresi” denen bir belge verilmektedir. Belgede şu ifadeler bulunmaktadır: “El-Minnetü li’llah Kalu beladan beri Hakk’ın
birliğini eyledik ikrar. Bu yola vermişiz can u ser.
Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar. Ezelden beri mestaneleriz. Nur-u İlahi’de pervaneleriz. Bir bölük bu
cihanda serseri divaneleriz. Sayılmayız parmakla.
Tükenmeyiz kırılmakla. Taşramızdan sormakla
kimse bilemez hâlimiz. On İki İmam,
on iki yolun cümlesine dedik beli. Üçler, yediler, kırklar, Nur-u Nebi, Kerem-i
Ali, Pir’imiz Hünkar Hacı Bektâş-ı Veli.”
Burada ifade edilen “on iki yol” Bektaşi
tarikatının adab ve erkânıdır. Böylece
yeniçeri olan kişi Bektaş-i tarikatına da
girdiğ nedair “ikrar” vermiş olmaktadır.
viş, yeşil çuhadan üst elbisesi (uzun etekli hırka)
giyerek, yumruklarını mideleri üzerine bastırmış
hâlde Yeniçeri Ağası’nın önünde yürümektedirler.
En kıdemlileri yüksek sesle; “Kerim Allah” diye
bağırınca ötekiler “Hu” diyerek karşılık vermektedirler. Burada tasavvufi eğitimin gereği olarak
Allah’la aralarındaki manevi irtibatın bir nevi yenilenmesi sözkonusudur. Böylece Yeniçeri askeri,
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak, O’nun yolunda
şehid veya gazi olmak için gazaya her an hazır tutulmaktadır.
Muharrem ayında ulufelerin dağıtılması töreninde de Bektaşi motiflerinin hakim olduğu görülmektedir. Yeniçeriler, subaylarla sarayın orta
kapısına gelirler. Sadrazamla vezirleri selamlarlar. Bir yanda ise pilav ile zerde hazırlanır. Asker
yemeğe başlarsa kurbanlar kesilir. Zira askerin
yemek yemesi saraya olan itaatinin bir göstergesidir. Yemek bitince asker, orta kapıda durur.
Başçavuş, “kubbe-i humayun” önüne gelir. Bektaşi tarikatının rükünlerinden biri olan “peymançe”
(dar) duruşunda, sağ ayak baş parmağı, sol ayak
baş parmağı üzerine konur. Sağ el sol el üzerinde
ve orta parmak karşı taraf omuza gelecek şekilde
göğüste çaprazlanır. Hafif öne eğilmiş vaziyette
durulur. Bu duruş Bektaşilikteki “niyaz” duruşudur. Buna peymançeye geçmek de denmektedir.
Niyaza geçer ve şu gülbanki çeker: “Bism -i Şah,
Allah Allah!... İllallah!... Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan..Bu meydanda nice başlar kesilür, olmaz
hiç soran. Eyvallah, eyvallah... Kahrımız, kılıcımız,
düşmana ziyan, kulluğumuz padişaha ayan. Üçler, beşler, yediler, kırklar. Gülbank-i Muhammedi,
Nur-u Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz Hünkarımız Hacı
Bektâş-ı Veli demine devranına Hü diyelim! Hüüü”
Yeniçeri Ocağı’nda sabah ve akşam,
ordunun ve memleketin selameti ile
düşmana karşı başarı için dua etmekle
görevli bir Bektaşi dervişi bulunmaktadır. Tören günleri bunlardan sekiz der-
86 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Yeniçerinin içinde, Bektaşi tekkelerinden feyz
almış şairler bulunmaktadır. Bu şairler, gazanın
anlamını, yani ne için yapıldığını, dinî açıdan taşıdığı değeri, yeniçerinin sahip olduğu manevi üstünlüğü anlatan nefesler söylemişlerdir. Yeniçeri,
yanında taşıdığı cönklerindeki bu nefeslerden
kendisine ait bir mefkure oluşturma, manevi önderlerinin niteliklerini öğrenme ve gaza ruhunu
canlı tutma konusunda yararlanmaktadır. Nefesler vasıtasıyla galeyana gelen duyguları, onu harp
meydanlarında karşı konulmaz bir güç hâline getirmektedir. Bahsi geçen nefeslerden bir kaçının
konumuz açısından tahlil edilmesi, yeniçerinin
duygu ve düşünce dünyasında meydana gelebilecek değişim konusunda bir fikir verebilir.
Mesela; Kanuni Sultan Süleyman dönemi Yeniçeri şairlerinden Teslim Abdal’a ait bir nefes
şöyledir:
“Arzulamış gelir koca Bağdad’ı
Şah Süleyman başı telli geliyor
Yardımcısı ola On İki İmam
Önü sıra Serdar Ali geliyor
Yüz bini birden der: “Allah’ım Allah
Yüz bini der: “La ilahe İllallah”
Yüz bin katarı var, yüz bin de sipah
Yüz bini de darplı sallı geliyor
Mü’minler “Hû” çeker münafık erir
Tekke ve kışla münasebetleri, asırlarca başarılı
bir şekilde devam etmiş, Bektaşi Tekkeleri, baba
ve dervişleri, ebed-müddet bir devlet olma yönünde Osmanlı’ya büyük destek vermişlerdir. Bu
destek, askerin manevi yönden techizatlanmasını sağlamak veya bizzat harp meydanlarında kılıç
sallamak şeklinde olmuştur. Şüphesiz Osmanlı
Devleti de bir vefakarlık göstergesi olarak asırlarca Bektaşi Tekkeleri’ne sahip çıkmıştır.
Mü’minin muradın ol Hüda verir
Yüz bin de zırh giymiş sipahi gelir
Yüz bini de bahar ballı geliyor
Teslim Abdal der ki hey canlar canı
Bunca Süleymanlar dünyada hanı
Yüz bin nutku vardır yüz bin de canı
Yüz bin de kolu kolçaklı geliyor.”
Bektaşilik, Yeniçeri Ocağı’nın manevi eğitimi
konusunda önemli roller üstlenmiştir. Bu manevi
eğitim sürecinin temel yapı taşları ise, şunlardır:
Genel olarak tasavvuf düşüncesi ve yaşantısında,
özel olarak da Bektaşilik ve Yeniçeri Ocağı’nda
geleneksel bir karaktere bürünmüş fütüvvet anlayışı: Bu anlayış, hem yeniçerinin Ehl-i Beyt’e ve
Hacı Bektâş-ı Veli’ye olan manevi bağlantısını
güçlendirmiş, hem de ona savaşma gücü ve kuvveti kazandımıştır.
Ocak - Şubat 2012
(1)- Fütüvvet: Tasavvufta bir akım, dinî ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı veya Anadolu'da 13. yüzyıldan bu yana görülen örgütlenmiş zanaatçılar ve
esnaf birlikleridir.
Fütüvvetnâme: Ahiliğin özelliklerini taşıyan
eserlerdir. Bu eserler, insanlara toplumda nasıl
davranmaları gerektiğini açıklayan dinî- ahlâki
nitelikli öğüt kitaplarıdır. Bu eserlerdeki öğütler
, yüzyıllar boyunca Türk toplumuna yön veren
öğütlerdir. Dilinin sadeliği ve üslübunun akıcılığı,
bu eserlerin önemini artırmıştır. Sade nesir türünde yazılır.
* Yrd. Doç. Dr. Osman Eğri’nin “Yeniçeri Ocağının Manevi Eğitimi ve Bektaşilik” adlı makalesinden kısaltılarak
alınmıştır.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 87 Hacı
Bayram-ı Veli
88 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Anadolu’da yeşeren, kültürümüzü
mayalandıran önemli bir düşünürümüz
Hacı Bayram-ı Veli Anadolu
topraklarında doğan ve burada büyüyen
büyük mutasavıftır; O, Ankara’nın
ortasında, her zaman ışıyan, sönmeyen
bir çıra gibi insanlarımızı aydınlatmış,
bilgisi ve öğütleriyle onları birbirine
yaklaştırmış; sevgi, dostluk ve kardeşliği
yaymıştır.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 89 HACI BAYRAM-I
VELİ
( ? - 1430)
HAYATI
Hacı Bayram-ı Veli’nin doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Ankara’nın Solfasol köyünde
doğmuştur.Doğum ve ölüm tarihi kesin olmamakla birlikte kaynaklarda; vefat tarihi 1429 veya
1430 yılı olarak belirtilir. Gerçek adı Numan olan
Hacı Bayram-ı Veli, Ankara'da bugün Hacı Bayram Camii'nin bulunduğu yerde vefat etmiştir.
Çocukluk ve gençlik yılları hakkında ayrıntılı
bilgi bulunmamaktadır. Babası, tarımla geçinenKoyunlucalı ya da Koyuncu Ahmed,annesi Fatma
Hanım'dır. Abdal Murad ve Safiyüddinadlı kendisinden küçük iki kardeşinin olduğu söylenmektedir.
İLİM YOLUNDA İLERLEYİŞ
Hacı Bayram-ı Veli, çocukluk yıllarından itibaren ciddi bir eğitim almıştır. Bu yıllarda hocasının
Şeyh İzzetin (Şeyh İzzetin Cami ve türbesi Hacı
Bayram Cami’nin bulunduğu tepenin doğu alt kısmındadır.) olduğu söylenirse de ikisinin yaşamış
olduğu zaman dilimi arasında elli yıllık fark vardır;
böylece bubilginin doğru olmadığı ortaya çıkar.
Hacı Bayram-ı Veli gençlik yıllarında medrese
eğitimialmış ve “Arapça, Farsça,tefsir, fıkıh, hadis,
matematik, felsefe, edebiyat gibi…” çeşitli dersleri
okumuştur.Hacı Bayram-ı Veli öğrencilik hayatından sonra, Ankara’da Melike Hatun isimli bir hayırseverin yaptırdığı Kara Medrese’de müderrislik
yapmıştır.
“BAYRAM” ADININ VERİLMESİ
ve KARŞILAŞMA
Hacı Bayram, Somuncu Baba’nın adını duymuştur, onunla görüşmek için yola çıkar. Adana’ya
varınca, bir dostundan Somuncu Baba’nın yerini
öğrenir. Etrafındaki sevenleriyle bir köye gider, Somuncu Baba’ huzuruna gidip elini öper. Somuncu
Konuşurken gürleme,
bağırıp çağırma,
yüksek sesle bile
konuşma.
Baba, ona sorular sorar; o da Yıldırım’ın öldüğünü
söyler. Somuncu Baba, ona, “Muradın nedir?” diye
sorar. O da, “sadece kendisine hizmet etmek istediğini, başka bir muradı olmadığını” söyler.
Somuncu Baba, yanındakileri sorar. O, yanındakilerin “arkadaşları, müritleri olduğunu” söyleyince, “Adana’ya gidip sevenlerinin gönüllerini
hoş etmesini, üzerindeki elbiseleri değiştirmesini
ve dervişane kisve ile dönmesini” ister.Verilen görevi yapıp gelince, Somuncu Baba, ona, “Adını da
tebdil (değiştirelim) edelim.” der. Somuncu Baba,
(Halveti şeyhi Ebu Hamidüddin) birkaç gün sonra,
kurban bayramı günü olduğu için şeyh, kendisine
“Hacı Bayram” adını verir. O günden sonra o, artık
Numan yerine “Bayram”adını kullanır.
Bu esnada Somuncu Baba (Ebu Hamidüddin),
Hacı Bayram-ı Veli’ye zahir ilminin ve batın ilminin
derecelerini ve geleceğini manevi yolla kendisine göstererek,ikisi arasında bir seçim yapmasını
söyler ve kendisini tasavvuf yoluna girmeye, bu
yolda öğrencisi olmaya davet eder. Hacı Bayram-ı
Veli, bu daveti kabul eder ve tasavvuf eğitimine,
90 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ebu Hamidüddin nezaretinde başlar. Ardından
kesin tarihi bilinmemekle birlikte (tahminen 1394)
şeyhi ile birlikte Bursa’ya gider ve orada Çelebi
Sultan Mehmet (Yeşil Medrese) medresesinde de
müderrislik yapar.
HİCAZ ve AYRILIK
1400’te şeyhi ile Bursa’dan ayrılan Hacı
Bayram-ı Veli,üç yıl süren Şam, Mekke ve
Medine’yi kapsayan Hicaz yolculuğuna çıkar.
Döndüklerinde Ebu Hamidüddin Hazretleri, çok
yaşlanmıştır ve manevi emanetini Hacı Bayram-ı
Veli’ye bırakarak, 1412’de Aksaray’da vefat eder.
O, daha sonra Ankara’ya döner. Artık yalnızca
müderris değil, Hamidüddin Aksarayi’nin halifesi
ve kendi adıyla anılan Bayramilik tarikatının şeyhidir. Burada eğitim yapılması için“tekke” adı verilen binalara ihtiyaç vardır. Bu tekkeler, “ yenilip
içilen, yatılan, ibadet edilen, ilim öğrenilen” yerlerdir.
RAHLE ve İLİM
İncelemeler
sonucunda,
bugünkü Ulus
Meydanında yüksekçe bir tepe olan eski Ogüst
mabedine bitişik şekilde, 1415’te Bayramilik
Tekkesi’nin inşaatına başlanır. Bu tekkenin ilk imamı Hacı Bayram-ı Veli’nin
öğrencisi ve gelecekteki damadı Eşrefoğlu Rumi’dir. Bayramilik, Hacı
Bayram-ı Veli’nin müderris olması ve
eğitim metodunu iyi uygulaması sonucu, kısa zamanda büyük kitlelere ulaşarak yayılır. Bu esnada Akşemseddin
de, Ankara’ya gelir ve Hacı Bayram-ı
Veli’nin rahlesinde öğrencisi olur.
Bayramilik
yaygınlaşırken,
Edirne’de Sultan II.Murad Han 1421’de
tahta geçer. Bayramilik, çok yaygınlaşır, kimi çevrelerde korku ve kuşkuya
neden olur ve Hacı Bayram-ı Veli , Sultan II.Murad’a şikayet edilir. Yakın geçmişte yaşanmış Şeyh Bedrettin isyanı
ile kurulan gerçek olmayan bağlantılar ve benzerliklerle de kışkırtmalar
yapılır. Sonuçta Hacı Bayram-ı Veli,II.
Murad Han tarafından Edirne’ye davet
edilir.
Ocak - Şubat 2012
Hacı Bayram-ı Veli, öğrencisi Akşemseddin’i
de yanına alarak Edirne yolculuğuna çıkar. Bu yolculuk esnasında Gelibolu’ya uğrar ve burada Yazıcıoğlu Ahmet ve Muhammed kardeşlerle görüşür;
onları tasavvufi yola sokar. Sultan, daha ilk görüşte Hacı Bayram-ı Veli’den etkilenir ve söylentilerin asılsız olduğu anlaşılır. Sultan ve vezirlerle
görüşen Hacı Bayram-ı Veli, onlara çeşitli tavsiyelerde bulunur.Yaklaşık iki ay Edirne’de kalır ve
bu esnada Edirne Eski Cami’nde halka vaaz eder.
Hacı Bayram-ı Veli ‘den çok etkilenen Sultan,
onu saygıyla Ankara’ya uğurlar, ona olan sevgisi nedeniyle, Bayramilik dergâhının bağlılarının
vergilerini affeder.
Hacı Bayram-ı Veli, 1426’da tekrar Edirne’ye
gider. Tarihî Uzunköprü’nün temeli dualarla atılır. 1429’da Edirne’ye bir yolculuk daha yapılır.
Bu seyahati Hacı Bayram-ı Veli’nin, Fatih Sultan Mehmet’i gördüğü son Edirne seyahati olur.
Görüşme sırasında İstanbul’un Fatih tarafından
“feth edileceği” müjdesini SultanII.Murad’a verir. Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer’i halife olarak
bırakır.1430’da Ankara’da vefat eder.
HACI BAYRAM-I VELİ’NİN ANADOLU’DAKİ
ROLÜ Hacı Bayram-ı Veli, bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başarmıştır.İ slamiyet’i iyice anlamış, önce
müderris olmuş, medresede öğrenci yetiştirmiş;
sonra tasavvuf yolunda ilerlemiştir.
Hacı Bayram-ı Veli’nin etrafında, okuma yazma bilmeyenler ve o devrin her çeşit meslek
gruplarından insanlar bulunduğu gibi, başta Akşemseddin olmak üzere Eşrefoğlu Rumi,Ahmed
Bican,Yazıcıoğlu Muhammed gibi
dönemin
önemli fikir adamları da bulunuyordu.Bu kadar
farklı kültür gruplarını yanyana getirebilmesi, büyük bir başarıdır.
O, sevenlerini ve bağlılarını“el emeği ile geçinmeye, toprağı işlemeye ve el sanatlarına” yönlen-
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 91 dirmiştir.Herkese çalışma tavsiyesinde bulunmuş
ve kendisi de“buğday, arpa, burçak”yetiştirerek
onlara örnek olmuştur.Bu şekilde bağlılarını, toprağa bağlı yaşamaya teşvik etmiş, Anadolu’ya,
Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin, yerleşik hayata geçmesini sağlamıştır. Böylece Anadolu’da
kalıcı Türk birliğinin sağlanmasında ve “Osmanlı Devleti”nin medeniyet yolunda ilerlemesinde
önemli bir rol oynamıştır.
İnsanları, birlik beraberlik yolunda eğitmiş; dayanışma ve yardımlaşma duygularının yeşermesi
için çok çaba harcamıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin
koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi, bugün
hâlâ Anadolu’da yer yer uygulanmaktadır.
Hacı Bayram-ı Veli’ye göre toplum iki ana kesime ayrılır: Zenginler ve yoksullar. Bu iki grubun
arasında köprü kurulması ve yoksulların ekonomik güvenliğinin sağlanması görevini yaşadığı
dönemde, Hacı Bayram-ı Veli gerçekleştirmiştir.
Mübarek aylarda müritleriyle beraber Ankara’nın
esnaflarını dolaşır; dükkân sahiplerinden isteyenler, zekat ve sadakalarını dervişlerin taşıdığı
büyük bir torba içine atarlardı.Bu paralar, bir yardım sandığında toplanır, kimsesizyaşlılara, dul
bayanlara, öksüzlere, evlenemeyecek kadar yoksul genç kızlara ve erkeklere, kitap alamayacak
öğrencilere, kısaca tüm ihtiyaç sahiplerinedağıtılırdı.
Hacı Bayram-ı Veli’nin tekkesinde sürekli olarak kazan kaynatılır, yemek verilirdi, böylece herkes doyardı; bu âdetin, Orta Asya tasavvuf geleneğine, Hoca Ahmet Yesevi’ye kadar dayandığı
belirtilmektedir.
Hacı Bayram Camii tekkesinde, öğle namazından önce ve sonra başta müridler olmak üzere,
her gruptan insana tefsir, fıkıh, hadis, kelam, hatta
felsefi ağırlıklı tasavvuf dersleri verilirdi.Bu şekilde
toplumun eğitimi de gerçekleştirilirdi.
92 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi «Cahil zümre arasında, ne gülün ne de gülümseyiniz. » «Cahil topluluktan sakının, onlarla tartışmaya
girmeyin.»
Hacı Bayram-ı Veli, Anadolu’da dil ve kültür
birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında “Leme’at” ve “Gülşen-i Raz” gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş, kendisi
de halkın anlayacağı dilden, Ahmet Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır.Devrinde
Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı
Bayram-ı Veli'nin halk ile iletişim kurabileceği
Türkçeyi önemsemesi önemlidir, Buradaki görevi, Anadolu’da Türk kültürününhâkimolmasına ve
dil birliğinin sağlanmasına çalışmaktır.
Türkçecilik akımı bağlılarını ve sevenlerini de
etkilemiş; böylece bu sufiler özellikle Türkçe eserler vermişlerdir.Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmet Bican, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencilerinin “Envaru-l
Âşıkin”, “Muhammediye”,“Müzekki’n Nüfus” gibi
eserleri Anadolu’da yıllarca kolaylıkla okunmuştur ve bu eserler halkın elinden düşmemiştir.
Hacı Bayram-ı Velihakkındaki kaynaklarda,
sohbetlerinin insanlar üzerinde çok etkili olduğu
belirtilmektedir.Onun dervişleri, Farsçave Arapça
bilmediklerinden çok üzülürler, bazı eserleri okuyamadıklarını belirtirler. Hacı Bayram, bunun üzerine tercüme faaliyetlerinin başlatılmasını ister,
“Kudret vere, kudret vere…” der. Böylece, zor olan
tercümelerin bitebileceğini belirtip cesaret verir
etrafındakilere. Onun etrafındakilerle sohbet halkası ve ilim meclisleri kurduğu anlaşılmaktadır.
BAYRAMİLİK
Hacı Bayram-ı Veli’nin kurduğu tarikatın adı
kendisine izafeten “ Bayramilik” olarak tanınmıştır.Bayramilik’te üç temel unsur vardır: Bunlar
Ocak - Şubat 2012
“cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi” olarak sıralanırlar.
Her tarikatın kendisine özel bir başlığı (takke)
bulunur ki bu başlığa “tac” denir.Bayramilik tarikatının tacı, beyaz renkli, altı dilimli olup tam tepesinde beyaz keçeden birbiri içinde üç daire bulunurdu.Buna “gül” adı verilirdi.
ESERLERİ
Sade bir dille ve hece vezniyle yazılmış bazı
şiirleri günümüze ulaşmıştır. Ancak bunlar dışında, onun şiirlerine nazire olarak yazılmış şiirler de
vardır. Hacı Bayram-ı Veli’ye ait olduğu söylenen
bazı cönklerde ve yazmalardaki metinlerin, gerçekten ona ait olup olmadığı, tartışmalıdır.
İLAHİ 1.Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı. 2.Geç canından bul anı,
Sen seni bil, sen seni.
3.Kim bildi efalini,
Ol bildi sıfatını.
4.Anda gördü zatını,
Sen seni bil, sen seni. 5. Görünen sıfatındır,
Anı gören zatındır.
6.Gayrı ne hacetindir,
Sen seni bil, sen seni.
7.Kim ki hayrete vardı,
Nura müstağrak oldu.
8.Tevhidi zatı buldu,
Sen seni bil, sen seni.
9.BAYRAM özünü bildi,
Bileni anda buldu.
10.Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.
Bu şiirin yorumu:
1.Hacı Bayram-ı Veli’nin, iki “sen”den bahset-
Ocak - Şubat 2012
tiğini görüyoruz.Bunlardan birincisi “nefs” dediğimiz beşeri “ben”, diğeri ruh dediğimiz ilahi
“ben”dir. İnsanın Allah’tan kopup gelen İlahi yönüne ulaşması için, nefsinden uzaklaşması, o yönünü aşması şarttır.
2. Canından geçmekle insan, kendi özüne ulaşır. “Sen seni bil sen seni.” dizesi şu sözü hatırlatır; ‘Kendini bilen Allah’ı bilir.” İnsanın özüilahi
asla bağlıdır.Oradan gelmiş veoraya dönecektir.
3. Yaptığı işlerin iç yüzünü düşünen kişi, o işlerin insandaki hangi sıfatın, hangi özelliğin sonucu
olduğunu bilir.
4. Sıfatını bilen kişi, sıfatın dayandığı yeri de bilir, o da insanın özü, yani kendi zatıdır.
5. Bir kimse, kendi sıfatını zatı vasıtasıyla görür, yani o sıfatı düşünür.Düşünme özelliği zatın
kendisinde mevcuttur.
6. Başka bir şeye ihtiyacın kalmaz, eğer kendini bu iç gözlem ile bilebilir, aslına ulaşırsan… İnsan
özüne yabancılaşırsa kendini tanımaz,dolayısıyla
aslını bilmez.
7.Hayrete varmakve şaşırmak… Bu şekilde aklın aşıldığı bir hâl elde edilir.Allah’ın varlığını anlayan kişi artık nura dalmıştır; o, hakikat ışığını
bulmuş ve hakikate ermiştir.
8. İşte bu hakikati gören ve bulan, artık zata ait
tevhide de ulaşmıştır.Zat bilinemez olduğu için,
ancak sezgi yoluyla bilgisine ulaşılır.
9. Hacı Bayram-ı Veli kendi özünü bilmiş, yani
yabancılaşmadan kurtularak aslına ulaşmış, ikilikten kurtulmuş ve tevhidi bulmuştur.Bu durumda O hem bilen hemde bilinen olmuştur.
10.Bulan yine Hacı Bayram-ı Veli’nin kendisi
olmuştur.Bu dünyada gerçeği bulamayan kendi
özüne ulaşamayan kimseler, öbür dünyada karanlıkta kalacaklardır.Bu dünyada özüne yabancı
kalan, ahirette yabancılaşmanın bedelini ödeyecektir.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 93 İLAHİ TAKSİM
1.Çalabım bir şar yaratmış,
İki cihan arasında.
2.Bakıcak didar görünür, Ol şarın kenaresinde.
3.Nagihan bir şara vardım,
Anı ben yapılır gördüm.
4.Ben dahi bile yapıldım,
Taş ve toprak arasında.
5.Şakirtleri taş yonarlar, Yonup üstada sunarlar.
6.Mevla’nın adın anarlar,
Taşın her paresinde.
7.Ol şardan oklar atılır,
Gelür sineme batılır,
8. Âşıklar canı satılır,
Ol şarın bazaresinde.
9.Şar dedikleri gönüldür,
Ne alimdür ne cahildür.
10. Âşıklar kanı sebildür,
Ol şarın kenaresinde.
11.Bu sözümü arif anlar,
Cahiller bilmeyüp tanlar.
12.Hacı Bayram kendi banlar,
Ol şarın minaresinde.
94 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi İLAHİ ZİKİR
1.N’oldu bu gönlüm,n’oldu bu gönlüm?
Derdü gam ile doldu bu gönlüm.
2.Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Yanmada derman buldu bu gönlüm.
3.Gerçi ki yandı gerçeğe yandı,
Rengine aşkın cümle boyandı.
4.Kendi de buldu kendi de buldu,
Matlabını hoş buldu bu gönlüm.
5.Elfakru fahri elfakru fahri,
Demedi mi alemlerin fahri.
6.Fakrını zikret fakrını zikret,
Mahv u fenada buldu bu gönlüm.
7.Sevda-yı a’zam sevda-yı a’zam,
Bana k’oluptur arş-ı muazzam.
8.Mesken-i canan mesken-I canan,
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm.
9.Bayrami imdi Bayrami imdi,
Yâr ile bayram eyledi şimdi.
10.Hamdüsenalar hamd ü senalar,
Yâr ile bayram etti bu gönlüm.
Ocak - Şubat 2012
“Mevlânâ Şems' e hayran
Yunustaki aşka kurban
Hacı Bayram Dede yandı buldu irfan
Maksudum sensin Allah” Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 95 Veren El , Alan Elden
Üstündür
Hadis-i Şerif
Fotoğraf: Nuray ÖZENER
HACI BAYRAM-I VELİ SEVENLERİNİ İMTİHAN
EDİYOR
Hacı Bayram-ı Veli, Edirne’den Sultan
II.Murad’ın büyük iltifatlarıyla ve fermanıyla
Ankara’ya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli’nin
öğrencilerinin, yalnız ilimle meşgul olmaları için,
onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğunu bildiriyordu. Bunu duyan çok kişi, Allah rızası için
değilde sadece çıkar için gelip Hacı Bayram-ı
Veli’ye, öğrenci olmaya başladılar.Sonunda devletin Ankara civarından topladığı vergilerde düşüş
oldu.
Bir süre sonra, vergi azalınca Ankara’yı yönetmede birtakım ekonomik sorunlar belirdi ve
askerî düzen bozuldu. Bunun üzerine Sultan, Hacı
Bayram-ı Veli’den öğrencilerinin listesini rica etmek zorunda kaldı. Hacı Bayram-ı Veli de öğrencilerinden bugünkü Etnoğrafya Müzesinin bulunduğu Kanlıgöl’de toplanmaları istedi. Kanlıgöl’de
büyük bir kalabalık toplandı.Herkes“nasıl bir imtihan olacağını” merakla bekliyordu. Meydana büyük bir çadır kurulmuştu. Öğrencilerine:
“Dervişlerim, beni seven öğrencilerimi bugün
burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını,
bana feda eden, çadıra girsin.” dedi.
O, elinde bıçakla, çadırın önünde beklemeye
başladı.Bu sırada topluluktan bir erkek, kalabalığı yararak içeri girdi. Arkasından Hacı Bayram-ı
Veli de girdi.Herkes ne olacağını merakla bekliyordu.Çadırdan dışarı oluk gibikan aktığı görüldü.
Ardından bir kadın girdi içeriye, yine dışarı kanlar
aktı,bunu gören orada toplananlar, korkuya kapılarak oradan kaçtılar.
Hacı Bayram-ı Veli, içeri girenleri kesmiş değildi.Gece çadırın içine, kimseden habersiz birkaç
koyun bırakılmıştı, kanları akan içerdeki koyunlardı. Hacı Bayram-ı Veli, dışarı çıkarak Sultan’a bir
mektup yazdı ve gerçek öğrenci sayısının,“Sadece
bir erkek ve bir kadın…” olduğunu bildirdi. Hayatında Çok Sayıda Menkibe Vardır. Menkibelerden:
Edirne Eski Camii’deki Kürsü Hacı Bayram-ı Veli, Edirne’de kaldığı süre içinde sık sık Sultan II. Murad ve vezirleriyle sohbet
etmiş; ayrıca halka da Eski Camii’den vaaz etmişti. Hacı Bayram-ı Veli’ye hürmeten vaaz ettiği
kürsü, bugün bile kapalıdır ve kimse çıkıp vaaz
edememiştir. Üzerinde “Burası Hacı Bayram-ı Veli
Hz.’lerinin makamıdır.”yazısı bulunmaktadır.
Sultan Ahmet Han (I.Ahmet), rivayete göre
Edirne’ye gelir, camiyi gezer. “Kürsünün neden
kapalı olduğunu” sorar, durumu anlatırlar. Cuma
günü kürsüde vaaz edeceğini söyler, kürsünün
96 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
açılmasını emreder. Kendisine bu geleneği bozmaması hatırlatılır. Ancak dinlemezve kürsüye çıkar, “Besmele” çekip vaaza başlamak ister, ancak
bir türlü dilini kıpırdatamaz. Cemaat bekler bekler... Bir süre sonra Sultan Ahmet, bu işe hem şaşırır hem de pişman olup, kürsüden iner. O günden
sonra, kürsüye vaaz için kimse çıkmaz, böylece
bu gelenek bozulmaz… Hacı Bayram-ı Veli’nin her yıl Ramazan ayında, öğrencileri ile çarşıya çıkıp esnaftan, ticaret
yapanlardan zekat ve sadakalarını toplar, daha
sonra bunları yardım amacıyla kullanır.
Yine bir Ramazan ayında zekât toplamakta
iken, zengin bir ağa gelerek Hacı Bayram-ı Veli’yi
ve öğrencilerini durdurdu. Belindeki kuşağı çözdü,
içindeki bütün altınları para toplanan keseye boşalttı. İçinden de Peygamberimizin;
“Veren el, alan elden üstündür.”hadis-i şerifini
hatırlayıp, “Ben Hacı Bayram-ı Veli’den daha hayırlıyım.” diye düşünüverdi. Hacı Bayram-ı Veli, o
kişiye,
“Hayır efendi, burada veren el, alan elden hayırlı değildir. Çünkü burada alan el, kendine almıyor. Başkalarına dağıtmak için alıyor. Burada alan
el, veren elden hayırlıdır.”diye cevap verdi.
ÖĞÜTLERİ
· Mutlaka Konstantiniyye alınacaktır; bunu bir
öfke, hiddet işi hâline sokmama, bu işi bir illeti tedavi etmek için yapmak lazım. Hiddet ve kin gerçekleri gören gözleri kör eder.
· Her nerede olursanız olunuz sizi Allah’ın gördüğünü unutmayınız. Allah’tan korkunuz, fenalıklardan sakınınız.
· Neresi seni dünyaya çekiyorsa, sana Allah’ı
unutturuyorsa orası senin helakin için bir tuzaktır.
·Sakın ölümü unutmayınız, her gece onu hatırlayınız, hesabınızı yapınız.
· Nefsinizi daima kontrol altında tutunuz. Düşünün, onu başı boş bırakmayın,zira her fırsatta
sizi ateşe götürür.
·Sakın dünyalığınız varsa ona güvenmeyiniz,
yoksa çalışıp helalinden elde ediniz, kazandığınızdan fakirlere cömertçe payını veriniz.
· Başkalarından daha çok çalışıp, çok ilim sahibi olunuz.
· Önce ilim tahsil ediniz, sonra helalinden para
kazanıp evleniniz.
· İlmi bir konuyu özüne göre düşününüz, öyle
karar veriniz, dıştan görünüşe bakıp yanılmayınız.
· Mezarlıkları sık sık ziyaret ediniz. Dünya gamından ve nefsin sıkıştırmasından kurtulursunuz.
Çünkü nefsin tek korktuğu ve aldatamadığı yer
mezarlıktır.
· Ayıplarını gördüğünüz komşuyu kınamayınız.
Sırlarını açıklamayınız. Çünkü gördüğünüz bu sır
size emanettir, emanete hıyanet kötü ve çirkin bir
fiildir.
· Çok gülmeyiniz, kalbiniz kararır. Sakin ve
ağırbaşlı olunuz, yürürken başınız önde vakarlı bir
şekilde yürüyünüz, aceleci olmayınız.
Ocak - Şubat 2012
· İyi bilinki öfke, düşünceyi; iyi düşünmeyi daraltır. Sonunda insan yanılır.
· Cahil topluluktan sakının, onlarla tartışmaya
girmeyin.
·Çok konuşmayın, sorulanları biliyorsanız cevap veriniz.
· Halkın önünde konuşmayın, ancak sorulursa
cevap veriniz.
· Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayıp
onları sevindiriniz, bu Peygamberimizin emridir.
Sultan İkinci Murad Han’a Öğütleri
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri Edirne’den ayrılırken kendisinden öğüt isteyen Sultan İkinci Murad
Han’a şöyle öğüt vermiştir:
—Herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikramda
bulun ve ilim sahiplerine hürmet et.
-Yaşlılara saygı gençlere sevgi göster. Halka
yaklaş, kötülerden uzaklaş, iyilerle beraber ol.Hiç
kimseyi küçümseme ve hafife alma.
-İnsanlığında kusur etme, sırrını kimseye
açma, cimri ve alçak insanlarla dostluk kurma.
Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme.
Sana birşey sorulursa o soruya herkesin anlayacağı şekilde cevap ver.
-Seni ziyarete gelenlere, ilminden birşeyler öğret, böylece faydalansınlar.Herkes öğrettiğin şeyi
anlayıp uygulasın. Bazenda onlara yemek ikram
et, ihtiyaçlarını temin et.Onların değer ve itibarlarını iyi tanı ve kusurlarını görme.
-Halka yumuşak davran, müsamaha göster...
***
VEFATI
Hacı Bayram-ı Veli ‘nin Ankara’da vefat etmeden söylediği son sözleri :
“Benim namazımı, Akşemseddin kıldırsın ve
cenazemi yıkasın, bu haberimi ona iletirsiniz.”
oldu ve sonra vefat etti.O sırada Akşemseddin
orada değildi, nerede olduğunu kimse bilmiyordu.
Öğrencileri ve Hacı Bayram-ı Veli’nin yakınları
merak ve hayret içinde ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Bazı kişiler;
“Hacı Bayram-ı Veli’nin bu sözleri, ölüm anında, kendini bilmeden söylenmiş sözlerdendir,
bu sözlere pek itibar edilmez.”dediler. Kimse
o esnada, ne yapacağını tam bilemiyordu. O
anda,“Akşemseddin geliyor…” diye bir sesler işitildi. Halk Akşemseddin’i karşıladı, olanları anlattılar. Bunun üzerine Akşemseddin, vasiyet üzerine
Hacı Bayram-ı Veli’yi yıkadı ve namazını kıldırdı.
HACI BAYRAM-I VELİ CAMİİ Hacı Bayram-ı Veli Camii, Hacı Bayram-ı
Veli’nin vefatından iki yıl önce 1427-1428 yılında
inşa edilmiştir.Sonraki dönemlerde, oldukça çok
onarım görmüş olan yapının ilk mimarı hakkında
kaynaklarda bilgi yoktur. Tuğla duvarlı, taş kaideli ve kiremit çatılı bir
yapı olan Hacı Bayram-ı Veli Camii, kuzey- güney doğrultusunda dikdörtgen bir plana sahiptir.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 97 Caminin güneyinde Hacı Bayram-ı Veli Türbesi, doğusunda Ogüst tapınağı vardır.Yapının doğu
cephesinde, eksenden kuzeye doğru kaymış basık yuvarlak kemerlidikdörtgen silmelerin kuşattığı bir kapı vardır .
Yapının batı cephesi ilgi çeker, bu cephedeki
görünüş farklıdır.
Caminin güney yüzünde kapatılan kemer askılığının üst sağ ve solunda birer kitabe vardır.Biri
Türkçe, diğeri Arapça olan her iki kitabe de 1714’te
yapılan onarımla ilgili aynı bilgiyi verir.
Kitabelerin üst kısmında dikdörtgen, bunların
üzerinde ise sivri kemerli iki pencere daha vardır.
Hacı Bayram-ı Veli Camii minaresi, caminin
kıble cephesine bitişik olan Hacı Bayram-ı Veli
Türbesi vardır.
Hacı Bayram-ı Veli Camii ahşap ve ahşap
üzerine kalemişi süslemeleri vardır. Son olarak
1940’taki onarımında kadınlar mahfili altındaki iç
duvarlar hariç olmak üzere, bütün iç cephe alt sıradaki pencerelerin üst hizalarına kadar mavi beyaz çinilerle kaplanmıştır.
HACI BAYRAM-I VELİ TÜRBESİ Hacı Bayram-ı Veli Camii’nin güney duvarına
bitişik olan türbe, Hacı Bayram-ı Veli’nin vefat ettiği sene olan 1429-1430 yılında yapılmıştır.Kare
planlı ve kubbeli bir yapı olan türbenin güneyinde
Fazıl Paşa türbesi,batısında cami avlusu yeralmaktadır.
Türbeye giriş batı cephesindendir.Türbe içinde
Hacı Bayram-ı Veli’nin sandukası ile birlikte dokuz adet sanduka bulunmaktadır.
Türbe yapısından günümüze kadar gelebilen,
ancak bugün Ankara Etnoğrafya Müzesinde bulunan türbenin iç ve dış kapıları, türbenin yapıldığı
döneme ait olmaları yanında bir çok ahşap tekniğini birarada bulundurması bakımından önemlidir.
98 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi HACI BAYRAM-I VELİ CAMİİ ÇİLEHANESİ
Çile, manevi bir yolculuktur; Bayramilik’te manevi olgunluğu elde etmek üzere kırk gün süre ile
insanlardan ayrılıp küçük bir çile odasında kalıp
Allah’ı düşünmek, O’na ibadet etmek,O’nun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmek gibi
uygulamalar büyük önem arzeder.Burda amaç
zihnin Allah düşüncesi üzerinde yoğunlaşma yeteneği elde etmesidir.
Fotoğraf: Nuray ÖZENER
Kaynaklar:
-www.hacibayramiveli.com
Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 99 Mimar
Sinan
100 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Mimar Sinan; Allah’ın
ona bahşettiği kabiliyet, bir
Anadolu köyünün ıssızlığından
çıkaran ışık, keşfetme arzusuyla
beslenen gayret, bütün kararları
kendi estetik zevkine göre
uygulama imkânı veren
Mimarbaşı’lık, hepsinden de
önemlisi 400 esere imza atma
şansı veren uzunca bir ömür…
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 101 KOCA
SİNAN
(1489 - 1588)
Bir kubbe üstadı diye de anılan Koca Sinan,
Kayseri’nin Gesi bucağının Ağırnas köyünde
1489’da doğmuş, dünyanın en büyük mimar ve
yapı sanatçılarındandır. Mimarlık tarihinin en büyük üstadıdır. Ailesine ve yaşamına ilişkin kimi
zaman yetersiz ve çelişkili bilgiler, çağdaşı Sâi
Mustafa Çelebi’nin onun ağzından yazdıklarına,
mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara,
kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve
kitaplara dayanır.
Çocukluğu ve ilk gençliği II. Beyazıt (1481–1512),
gençliği I. Selim (1512–1520), olgunluğu Kanunî
(1520–1566), II. Selim (1566–1574) ve III. Murat
(1574– 1595) dönemlerinde geçti. 1512 yılında devşirme olarak alınan Mimar Sinan, İbrahim Paşa
Sarayı’nda dülgerlik eğitimi aldı ve ustaların yanında yapı işlerinde çalıştı.
“Taşla Konuşan Deha” kitabının yazarı Muhsin
İlyas Subaşı’nın anlatımıyla:
Devletin Bayındırlık Bakanıydı Mimar Sinan.
“Ser Mimaran-ı Hassa”ydı. Kabine toplantılarına
katılmıyordu, ama kendi kararları bir kabine kararı hükmündeydi ve tatbikinden vazgeçilmiyordu.
102 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Bu özelliği ile imparatorluğu bir uçtan, bir uca
imar etmişti. Allah’ın ona bahşettiği kabiliyet, bir
Anadolu köyünün ıssızlığından çıkaran ışık, keşfetme arzusuyla beslenen gayret, bütün kararları kendi estetik zevkine göre uygulama imkânı
veren mimarbaşılık, hepsinden de önemlisi 400
esere imza atma şansı veren uzunca bir ömür…
Tam bir asırlık çınar haşmeti!..
“Bu değersiz kul, Sultan Selim Han’ın saltanat
bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından
oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemioğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi
isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında,
tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez
ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel
gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar
gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum.
Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe
köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya
çıktım.” *
*Tezkiret-ül Bünyan (Yapılar Kitabı), Mimar
Sinan’ın arkadaşı şair ve nakkaş Sai Mustafa Çelebi tarafından Mimar Sinan’ın ağzından yazılan,
Mimar Sinan’ın hayatını ve eserlerini anlattığı
eserdir. Yazmada 344 yapının adı anılmıştır.
Kaynaklara göre Sinan, I. Selim (Yavuz Sultan Selim) padişah olduktan sonra başlatılan ve
Rumeli’de olduğu gibi Anadolu’dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 22
yaşında 1512’de devşirilerek İstanbul’a getirilmiş.
Orduya asker yetiştiren Acemioğlanlar Ocağı’na
verildikten sonra 1514’te Çaldıran Savaşı’nda ve
1516 -1520 arasında da Mısır seferlerine katılmış.
İstanbul’a dönünce Yeniçeri Ocağı’na alınan Sinan, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Belgrad, Rodos seferlerine katıldıktan sonra subaylığa
yükseltilmiş. Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (başteknisyen) olmuş. Viyana, Almanya,
Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katılmış. Bu son
sefer sırasında Van Gölü’nün üstünden geçecek
üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki (Osmanlı Devleti'nde bir
görevde eskimiş olanlara verilen unvan.) unvanı
verilmiş. Pulya (Puglia-İtalya) seferlerinden sonra,
Karabuğdan (Moldova) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne
çekince, gösterdiği yararlılıktan dolayı önce mimarlığa, 1538’de de devletin ve sultanların bütün
Ocak - Şubat 2012
gerçekleştirmiştir.
Sinan, elli yıla yakın bir süre Osmanlı
İmparatorluğu’nun mimarbaşılığını yapmıştır. Çoğunluğu İstanbul’da olmak üzere imparatorluğun
her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileriyle, ya da ona bağlı mimarların yapmış olduğu düşünülen eserlerin arasında
onarımlarını yaptıkları da vardır. Onun yapılarında
gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle
Osmanlı-Türk mimarlığı “klasik” tabiriyle doruğa
ulaşmıştır. Osmanlı mimarisinin klasik çağı “Mimar Sinan Dönemi” olarak da adlandırılabilir.
Sinan’ın mimarbaşılığa yükselmeden önce de
birçok yapılar tasarlamış ve uygulamış olduğu
düşünülür. İlk önemli çalışması, 1538’de yaptığı
İstanbul, Eyüp’te bulunan Ayaz Paşa Türbesi ve
1539’da yaptığı Haseki Camii’dir. Sonraki yapıtı ise, İstanbul’daki Şehzade Mehmet Camii’dir.
Kendisinin “çıraklık dönemim” yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide yarım kubbe ilk defa uyguladığı eserdir. Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan
sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa
edilen Şehzade Camii, daha sonra yapılan bütün
camilere örnek teşkil etmiş, aynı zamanda Rönesans mimarlarının rüyasını da gerçekleştirmiştir.
Kare plan üzerine yarım küre şeklinde bir büyük
kubbenin çevresine yerleştirilen dört yarım küre,
dörtte küçük kubbeyle örtülmüştür. Bütün kubbelerin dört büyük fil ayağı (büyük sütun) üzerine oturtulduğunu görürüz. Sinan’ın eserlerindeki
tezyinatı bu eserinde de görürüz. Altı kapılı büyük
bir dış avlusu olan camiinin cümle kapısının iki
yanında iki şerefeli iki minaresi vardır. İç kısımda
ise aydınlık bir mekân oluşturulmuştur.
Onu izleyen Üsküdar’daki Mihrimah Sultan
Camii’nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân araştırılmıştır.
Fotograf: Sami TÜRKAY
yapı ve inşaat işleri ve bayındırlığından sorumlu
baş mimarlığa getirildi.
Bir yıl sonra mimar Acem Ali’nin ölümü üzerine
onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına
eş düşen bu görevi, ölümüne kadar sürer.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu
çağda yaşayan Mimar Sinan, Kanuni, II. Selim
ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde
mimarbaşılık yaparak, imparatorluğun gücünü
simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp
uygulanmasında birinci derecede rol oynamış,
1539’da, Mimar Acem Ali’nin ölümü üzerine onun
yerine Saray baş mimarı olan Sinan, ölümüne kadar, güncel devlet sisteminde bayındırlık bakanlığı adını almış bu görevi sürdürmüştür.
Osmanlı’nın en güçlü çağında yaşayan ve Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak
üzere, üç padişah döneminde mimarbaşılık eden
Mimar Sinan, imparatorluğun gücünü simgeleyen
mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında en büyük rolün sahibiydi.
1982’de İstanbul’daki Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni
üniversiteye onun adı verilmiştir. Sinan’ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği
Acemi Oğlanlarocağı’nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemioğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi.
Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini
karşılayan birimlerde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek orduda gerek,
yapım ve onarım çalışmaları için orduyla birlikte
gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan’ın eğitiminde önemli olmuştur.
Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul
ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 suyolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve
saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 103 Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi’dir. Sinan “Kalfalık Dönemim” yapıtı olarak adlandırdığı
bu yapıda İstanbul’daki Bayezid Camii’nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelenmiş, dört ayak (sütun)
üstüne oturan kubbeyi giriş-mihrap yönündeki
yarım kubbelerle desteklenmiştir.
Bu, Ayasofya ile ortaya atılan strüktür* sorunun, onun tarafından bir kez daha ele alınışıdır.
Süleymaniye, darülkurrası* (Kuran okuma yöntemlerini öğreten medrese bölümü), darüşşifası,
hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve
Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan’ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türkler’ in
dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği
katmalarının en önemli
örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini,
uyumlu geçişlerle bir
sonrakine iletirler. Yapı
bu düzenden gelen bir
dinginlikle, İstanbul’un
Haliç’e bakan tepelerinden birinde yer alır.
Dönemin önde gelen
tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, ince ayrıntıları
ile, bir bütün olarak ele
alınmıştır. Yedi yıl gibi
kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan’ın mimarlıkta olduğu kadar
örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar.
Yapının yapıldığı döneme ışık tutan muhasebe
defterleri de günümüze ulaşmıştır. Sinan yapı ile
çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta
zaman zaman geçmişte kullanıp sonra terk edilen
104 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür.
II. Selim’in emri üzerine Mimar Sinan tarafından Kıbrıs’ın fethiyle elde edilen ganimetlerle eski
sarayın Baltacılar Koğuşunun bulunduğu yerde
yapılan camidir. 1569 -1575 yıllarında tamamlanan
Selimiye Camii Osmanlı-Türk mimarisinin en büyük eseridir. Kubbesi 31,28 m. çapında olan Selimiye Camii’nin harim tarafındaki minarelerin şerefelerine ayrı merdivenlerden çıkılabilmektedir.
Mimar Sinan’ın 80 yaşında yaptığı ve Selimiye
“Ustalık Eserim” dediği anıtsal yapıdır. Osmanlı-
Türk sanatının ve dünya Mimarlık tarihinin başyapıtlarındandır. Osmanlı hükümdarı II. Selim tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Selimiye Camii,
Edirne’de, şehrin en yüksek noktasında Yıldırım
Bayezıt’ın yaptırdığı Baltacılar Koğuşu’nun kalıntıları üzerine yapılmıştır. Yapımına 1569’da başlanmış ve 1575’te tamamlanmıştır. Osmanlı-Türk
sanatının en muhteşem eseridir. Açık havalarda
Rodop Dağları’ndan ve Uzunköprü’nün Süleymaniye Köyü’nden görülebilmektedir.
Yapının mülkiyeti Sultan Selim Vakfındadır.
Edirne-Merkez Yeni Mahallededir. Edirne’nin ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun simgesi olan cami,
kentin merkezinde, eskiden Sarıbayır ve Kavak
Meydanı denilen yerdedir. Burada daha önce
Yıldırım Bayezid’in bir saray yaptırdığı bilinmektedir. Çok uzaklardan üçer şerefeli dört minaresi
ile göze çarpan yapı, kurulduğu yerin seçimiyle,
Mimar Sinan’ın aynı zamanda usta bir şehircilik
uzmanı olduğunu da göstermektedir. 3.80 cm çapında ve 79,89 m. yüksekliğinde zarif minareleri
Ocak - Şubat 2012
Fotograf: Sami TÜRKAY
vardır. İki minaresinde şerefelerin üçüne giden yol
ayrıdır. Bu minarelerden aynı anda üç şerefeye de
birbirini görmeden üç kişi çıkabilir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin
oymaları ise kabarıktır. Minarelerin kubbeye yakın
olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösteren bir görünüş güzelliği sağlar. Diğer camilerde
ise minareler açığa yapılmış ve yapı genişlemiştir.
Kesme taştan yapılan cami iç bölümüyle 1.620
m2’lik, tümüyle 2.475 m2’lik bir alanı kaplar. Mimarlık tarihinde en geniş mekâna kurulmuş yapı
olarak nitelenen Selimiye Camisi, yerden yüksekliği 43.28 m. olan, 31.30m. çapındaki kubbesiyle
ilgi çeker. Ayasofya’nınkinden daha büyük olan
Kubbe, 6 m. genişliğindeki kemerlerle birbirine
bağlanan 8 büyük payeye oturur. Köşelerde dört,
Mihrap yerinde bir yarım kubbe merkezi kubbeyi destekler. Yapıyı kubbe kasnağında 32 küçük
pencereyle, yüzlerdeki üst üste 6 dizide çok sayıdaki pencere aydınlatmaktadır. Mimar Sinan’ın
yarattığı 8 dayanaklı cami planının en başarılı
örneğidir. Önünde 18 kubbe ve 16 sütunla çevrili
revak bulunmaktadır. Ortada, mermerden zarif bir
şadırvan vardır. Son Cemaat yeri, kalın yuvarlak 6
sütun üzerine 5 kubbelidir. Mermer işlemeli giriş
kapısının üzerindeki kubbe yivli, diğerleri düzdür.
Yapının, kuzeye, güneye ve avluya açılan 3 kapısı vardır. İç avlu, revaklar ve kubbelerle süslüdür.
Ocak - Şubat 2012
Avlunun ortasında mermerden özenle işlenmiş
bir şadırvan vardır. Dış avluda ise sıbyan mektebi, darül kurra, darül hadis, medrese ve imaret bulunmaktadır. Sıbyan mektebi günümüzde çocuk
kütüphanesi, medrese ise müze olarak kullanılmaktadır.
Caminin mermer, çini ve hat işçilikleri de
önemlidir. Yapının içi İznik çinileriyle süslüdür.
Süleymaniye Camii, süslemeleri açısından yalın
ve ağırbaşlı bir yapıdır. Kaliteli taş süsleme, gerek
mimarinin kendisinde gerekse mermer mihrap ve
minberde dikkati çeker. Kıble duvarının pencerelerindeki orijinal renkli camların bir kısmı günümüze gelebilmiştir. Aynı duvarda çini de ölçülü
bir biçimde kullanılmıştır. Sıraltı tekniğinin erken
örneklerinden olan çinilere mihrap çevresinde
rastlıyoruz. Bu çinilerde, 16. yüzyılın ikinci yarısında çok görülen kabarık kırmızı renk ilk kez ortaya
çıkmıştır.
Kanuni’nin türbesi de Süleymaniye Camii’nin
haziresindedir. Sekizgen planlı türbe, çevresindeki sütun dizisi ile öteki Osmanlı türbelerinden ayrılır. Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın aynı yerdeki
türbesinde belki de ilk kez olarak çinide bahar açmış meyve ağacı motifi işlenmiştir.
İstanbul’daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne’deki Üç Şerefeli Cami’yi anımsatır. Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nde
olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten
camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri
yine İstanbul’daki Piyale Paşa Camii’dir. Burada
kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye
giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten
çok ayaklı cami şemasını ele almıştır. Bütün bu
deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne’deki Selimiye Camii’ne götürdüğü için önemlidir.
Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul’daki Rüstem
Paşa Camii’nde çözmeye çalıştığı
bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen
bir plan üstüne oturtma düşüncesini
uygulamıştır. 1557’de tamamladığı ve
kendisine “Koca” unvanını getiren,
Süleymaniye Camisi, Mimar Sinan’ın
başyapıtıdır. Böylece, taşıyıcı ayaklar
incelmekte, yükleri ileten ögelerin
küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en
önemli mekân belirleyici öge durumuna gelmektedir. Sinan burada 31
metreyi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliye’nin
öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından
süslemelerine kadar Klasik dönem
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 105 Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin şaheserini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir
başyapıttır.
Sinan, öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi’nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir.
Kanuni Süleyman Türbesi’nde de iç mekân ile
dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla
örtü olarak, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinde
çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş,
iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi
de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi’nde
ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine,
yapı ögeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin
kesik kare planını seçmiştir. Sinan’ın, denemeci
tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir.
Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırarak, değişik kubbe tasarımları gerçekleştirmiştir.
Sinan, geleneksel biçim ve plan şemaları asıl olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında
bir bağ oluşturabilmiştir. Sinan’ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle “ser mimârân-ı
cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı” diye
anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile
bunca depreme rağmen ayakta duruyor ve kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu
kadar temellerine de büyük özen gösterilmiş olmasındandır.
106 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Sinan’ın mühendislik yanı ise, su yollarıyla
köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış,
hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul’un su sorununu
çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve
dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 kilometreyi aşan
ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye’sine 53 milyon
akçe harcanırken Kırkçeşme yapılarına 43 milyon
akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesidir.
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
KÖPRÜSÜ
İstanbul ilinin Büyükçekmece ilçesinde yer
alan tarihî köprü, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan tarihî ticaret yolu üzerinde, Büyükçekmece
Gölü’nün Marmara Denizi ile birleştiği noktada
yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından inşa edilen
köprü, İstanbul’a 36 km uzaklıkta yer almaktadır. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) Zigetvar
Seferi’ne çıkarken, ordunun, Büyükçekmece Gölü
ile denizin birleştiği bu noktadan sallarla karşıya
geçmekte çok zorlanması üzerine buraya köprü
yapılmasını emretmiştir. Ancak Kanuni Sultan
Süleyman, Zigetvar Kuşatması’nda öldüğü için
köprü, oğlu II. Selim zamanında, 1567 yılında tamamlanmıştır.
Mimar Sinan’ın “Köprü, eserlerimin içerisinde
şaheserimdir.”dediği bu köprü, 636 metre uzunluğunda, 7,17 metre genişliğindedir. 4 ayrı bölümden
ve 28 kemerden oluşan köprünün yapımı sırasında, gölün suları büyük tulumbalarla boşaltılarak,
40.000 m3 taş kullanılmıştır. 1986 -1989 yılları
arasında restore edilen köprü ilçenin sembolüdür.
Köprünün girişindeki turistik alan içerisinde Sokullu Mehmet Paşa Camii, Kurşunlu Han ve Kanuni Sultan Süleyman Çeşmesi de yer almaktadır.
Mimarlık, kimi zaman, içinden çıktığı toplumun
genel yapısıyla uyum içinde olan bir bütünlüğe
erişir. Bu, kendi gününün gereksinmelerini kendi
olanaklarıyla karşılayan, ama geçmişin deneyim
ve anılarını da içeren bir bireşimdir.
Yapı gereçleri, yapım yöntemleri, elde edilen
biçimlerle ve onlar da yerel-iklimsel koşullarla
uyum içindedirler. Ortaya çıkan biçimler toplum
tarafından benimsenen simgelere dönüşür.
Osmanlı-Türk mimarlığı onunla birlikte bireşim
sürecini tamamlamış, arayış aşamasından klasik
dönemine geçmiştir. Bu geçiş, biçim olarak kubbeyi, düzenleme ilkesi olarak da merkezi planlı
yapıyı anıtsal bir mimarlığın en önemli ögesi olan
Ocak - Şubat 2012
kubbeyi ve ona bağlı taşıyıcılar sistemini en yalın ve açık biçimde kullanıp onu anıtsal mimarlık
düzenlemelerinin çekirdeği durumuna getirmek
Osmanlı-Türk mimarlığının dünya mimarlığına
büyük bir katkısıdır. Böylece hem Doğu, hem Batı
ile ilişki içinde olan, Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı-Türk İslam mimarlık
bileşimi ortaya çıkmıştır. Bu, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkilemiş, İmparatorluğun
her yerindeki yapılar için yol gösterici olmuştur.
Sultan III. Murad döneminde Mekke’nin onarımı için Hicaz’a gönderilen Sinan, 1573’te tamamladığı, Kasımpaşa’daki Kaptan-ı derya Piyale
Paşa Camisi’nde eski ulu camilerin planına dönüş
yaparak, kuruluş döneminin özellikleriyle, uzun
mimarlık hayatı süresince edindiği deneyimlerin
sentezini uyguladı. Sinan, bütün yaşamı boyunca,
İstanbul, Edirne, Ankara, Kayseri, Erzurum, Manisa, Bolu, Çorum, Lüleburgaz, Kütahya, Gebze,
Babaeski, Çorlu, Bolvadin, vb. Anadolu kentleriyle, Hâlep, Şam, Sofya, Hersek, Budin, Rusçuk gibi,
imparatorluğun her yanına dağılmış topraklarda
su yolları, çeşmeler, camiler, külliyeler, medreseler yaptı. Bu yapıların bazılarının inşasında bizzat
kendisi bulunmasa da, öğrencilerini ya da kendine bağlı mimarlar grubunu görevlendirirdi.
Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştıran Sinan’ın türbeleri, bu denemeci tutumunu
öteki işlevlerde de sürdürdüğü düşünce tarzını
yansıtır. Mimar Sinan’ın klasik dönem olarak adlandırılan mimarlık anlayışı Ayas, Şecca, Acem Ali,
Küçük Sinan, Davut Ağa, Ahmet Ağa, Kemalettin,
Yusuf Mehmet Ağa, Süleyman Ağa, Muslihittin,
Hüseyin Çavuş, Hacı Hasan, İbrahim gibi mimarlar tarafından sürdürülmüştür.
Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerine kıyasla daha rasyonel ve ölçülü olan, gerçekçiliğe,
sade ve net anlatıma dayanan Osmanlı klâsik mimarisi, kendine güvenen, yetenekli ve deneyimli
bir mimar olan Sinan’la zirveye çıktı ve 50 yılda
oluşan bu tarz, Osmanlı’nın siyasal ve ekonomik
gücünün dorukta olduğu dönemi ile aynı zaman
diliminde, Mimar Sinan’ın dehasıyla özgün ve üniversal bir ifadeye kavuşarak, hayat buldu. Mimar
Sinan İstanbul’un su sorununu çözmekle de görevlendirildi.
Hünkâr, paşalar ve özellikle saraya damat olan
zengin vezirler tarafından, siyasal gücün aracı olarak kullanılan anıtsal mimari desteklenmesiyle,
Mimar Sinan’a bağlı olan Hassa Mimarları Ocağı,
devletten her türlü yardımı görerek, rahat bir ortamda çalışma olanağı buldu ve anıtsal yapılar
çok kısa süreler içinde inşa edilebildi.
O dönemin Avrupası’nda, Roma’da inşası 160
Ocak - Şubat 2012
yıl süren San Pietro Katedrali ve Londra’da, Sir
Christopher Wren tarafından, 40 yılda tamamlanabilen St. Pauls Katedrali göz önünde bulundurulduğunda, Sinan’ın, İstanbul’daki Süleymaniye
Külliyesi’ni 7, Edirne’deki Selimiye Camisi’ni de 6
yılda tamamlamış olması, 16. yüzyıl Osmanlı mimarlık ve yapı kurumlarının hızını ve verimini kanıtlar.
17 Temmuz 1588’de İstanbul’da öldüğünde ardında yüzlerce mimari eser bırakan Mimar
Sinan’ın beyaz taşlı, sade bir yapı olan türbesi, Süleymaniye Külliyesi’ndeki, Haliç duvarının önündedir.
Mustafa Kemal Atatürk, yapılarının etkisi ölümünden sonra da süren ve her dönemde saygınlığını koruyan Mimar Sinan’ın, bilimsel olarak
araştırılmasını ve bir heykelinin yapılmasını istedi.
1982’de, daha sonradan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olmak üzere oluşturulan üniversiteye onun adı verildi.
Toplu mekân üstadı Koca Sinan, 17 Temmuz
1588’de 99 yaşında İstanbul’da ölmüştür. Süleymaniye Camii’nin yanında Şeyhülislâm Kapısı
(Bab-ı Meşihat), Dökmecilere giden yolun birleştiği yerdeki türbede gömülüdür. Bu türbenin kitabesinde yer alan “Geçti bu demde cihanda Pir-i Mimaran Sinân” ifadesi şair ve nakkaş Sâî Mustafa
tarafından yazılmıştır.
“Türk Tarihi Araştırma Kurumuna Sinan’ın heykelini yapınız.”
Gazi Mustafa Kemal,
“Sadece iki satırlık bir yazıdır bu. Atatürk
böyle bir istekte bulunur ve aradan 20 yıl geçer.
Sinan’ın ilk heykeli Ankara Üniversitesi Dil Tarih
Coğrafya fakültesinin bahçesinde 1957’de açılır.
İşte banknotlar üzerinde de basılan Sinan resmi
bu heykeldendir.
1976’da Uluslararası Astronomi Birliği’nin aldığı
kararla Merkür’deki bir krater Sinan Krateri olarak isimlendirilmiştir.
*Strüktür: Bir yapının ayakta durmasını sağlayan taşıyıcı
düzeneğe verilen isim.
Kaynaklar:
-http://www.msxlabs.org
-A.Afet İnan, Mimar Koca Sinan, Ankara 1968.
-Rıfkı Melûl Meriç, Mimar Sinan, Hayatı, Eserleri, Ankara 1965.
-Suut Kemal Yetkin, Türk Mimarisi, Ankara 1970.
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 107 SİNAN’IN ESERLERİNE GİZEMLİ
YOLCULUK…
Koca Mimar’ın fütuhat, saltanat, ilim ve sanat bakımından en muhteşem devrinde büyük
bir imar kudretinin başında, şöhretli bir insan olmasına rağmen, yazma nüshalarda mur-u natuvan” (güçsüz karınca), imzasında El-fakir Sinan
Sermamaran-ı Hassa”; beyzi mührünün ortasında imzasında El-fakir ü’l-hakir Sinan”; kenarında
ise; Serm mima ran-ı hassa müstemend Bende-i
miskin kemine dermend” (Fakir, aciz, hassa sermimaranı dertli, değersiz, miskin bendeleri) diye
kendisini tanıtarak yalnız mimarinin değil, tevazuun da üstadı olduğunu gösterdiğini biliyor
muydunuz?
Mimar Sinan, bir gün, dostlarından ve devrinin şair ve ediplerinden Mustafa Saî Çelebi’ye
gelerek, “Çok kocadım. İsterim ki, öldükten sonra adım unutulmasın. Hizmetlerim anılıp hayırla
anılayım. Anlatacağım hatıralarımı nazım ve nesir
diliyle yazar mısın?” der. Bunun üzerine Çelebi,
Mimar Sinan’ın anlattıklarını yazmaya başlar ve
küçük bir kitap ortaya çıkar.
Saî Mustafa Çelebi’nin Mimar Sinan’ın ağzından kaleme aldığı, “Tezkiretü’l Bünyan” ve
“Tezkiretü’l Ebniye” adını verdiği ve günümüzde
‘Yapılar Kitabı’ adı altında toplanarak yayımlanan
bu eseri, büyük ustanın yaşam öyküsünü, eserlerinin envanterini ve kendi dönemine ait gözlemlerini içeriyor.
Mimar Sinan’ın yaşantısına dair birçok ayrıntıyı, eserlerini, döneminin insanları
hakkındaki
düşüncelerini
bu
kitap ile, Sinan’ın kendi ağzından
öğrendiğimiz gibi, Süleymaniye
Camisi’nin sırlarını da
belli ölçülerde
bulabiliyoruz.
Mustafa
Saî Çelebi’nin ‘Yapılar
Kitabı’nda
Süleymaniye ile ilgili
çarpıcı bölümler yer alıyor.
108 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi SÜLEYMANİYE CAMİ’SİNDEKİ AKUSTİK SORUNUNUN ÇÖZÜMÜYLE İLGİLİ RİVAYET
Süleymaniye, Kanunî tarafından imparatorluğun gücünü ve görkemini göstermek için yaptırılmış, bu görev de Sinan’a verilmişti. Camii ve
külliyesi 7 yılda tamamlandı. Fakat bu sürenin
uzunluğu merak uyandırmıştı. Bu arada inşaat sırasında Sinan’ın mihrapta nargile içtiği söylentisi
yayılır. Söylenti padişaha kadar ulaşır. Kanunî, bu
söylenenlere inanmak istemese de bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten mihrapta nargile tokurdatıyor.
-“Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi
yapmazdın, nedir bunun hikmeti?” diye sorar.
Oysa Sinan’ın içtiği nargile içerisinde tömbeki
yoktur, içtiği sadece sudur. Koca Sinan nargilenin fokurtularını dinleyerek ve caminin akustiğini
ölçmeye çalışarak; mihraptaki imamın sesinin caminin her yanına nasıl ulaşacağını anlamaya çalışmaktadır. Bunun için de Anadolu’nun değişik
yörelerinden 65 adet dev turşu küpü getirtmiştir.
Bu küpleri içleri boş ağızları yukarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirmiştir. Böylece
amacına ulaşarak sesi koca mekânda muhteşem
bir şekilde iletmiştir.
Süleymaniye Camii’nin ayrıntılarına inildikçe
insanı büyüleyen pek çok özelliği ortaya çıkıyor.
Caminin temelleri atıldıktan sonra, temelin iyice
oturması ve sonradan bir çöküntü olmaması için,
inşaata bir süre ara verildiği de belirtiliyor.
Ağır masraflar yüzünden caminin yapımına ara verildiğini zanneden İran Şahı Tahmasp
Han, inşaatın devamı için, kıymetli
mal yüklü bir
kervanı, içi değerli
taşlarla, mücevherlerle dolu bir
kutuyu ve
bu hediyeleri gönd e r mesinin sebebini
açıklayan mektubu Kanunî’ye
yollar.
Ocak - Şubat 2012
Bu mektuba sinirlenen padişah, malları elçinin
gözleri önünde bahşiş olarak dağıtır ve kutuyu
Sinan’a vererek içindeki mücevherleri yapının taşlarına karıştırmasını buyurur. Mimar Sinan, değerli
mücevherleri minarelerden birinin taşları arasına
maharetle yerleştirir. Güneş ışığında pırıl pırıl parladığı için bu minareye ‘Cevahir Minaresi’ adı verilir. Evliya Çelebi zamanla sıcaktan bozulduğunu
ve taşların pırıltısının kaybolduğunu belirtir.
Süleymaniye’nin dört minaresi İstanbul’da
yaşamış dört büyük hükümdarı; Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve
Kanunî Sultan Süleyman’ı ya da camiyi yaptıranın
İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah
olduğunu temsil eder.
KANDİLLERİN İSİNDEN MÜREKKEP YAPILIRDI
Caminin içinde yanan yaklaşık 250 -300 kadar kandilin isi, yukarıdaki bir akımla kapı üstündeki dört pencereden is odasına çekilirdi. Kitap
yazımında ve hattatlıkta kullanılan mürekkebin
en güzeli bu isten elde edilirdi.
SELİMİYE CAMİİ EFSANELERİ
“Taş Dehaya Ulaştı, Deha Taş Kesildi”
Bu cami, Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki gücünün hâlâ devam ettiği 16. yüzyıldaki
politik egemenliğini de vurgulayan “Son Sultan”
yapısıdır. Selimiye, varlığı ile Türk tarihindeki
Edirne’ye güç katarak ona simgesel bir nitelik kazandırmıştır. Yalnız zamanımızın araştırmacıları
değil, eski yazarlar da Selimiye’nin bir başyapıt
olduğu konusunda birleşirler.
Ernst Diez bu cami için şunları söyler: “Selimiye; mekân büyüklük, yükseklik, topluluk ve ışık
etkisi bakımından yeryüzündeki bütün yapılardan
üstündür.”
Ocak - Şubat 2012
Ters Lale En Çok Merak Edilen Motiftir
Müezzinler Mahfeli’nin kuzeydoğu yönünde;
köşedeki mermer ayağında, bir küçük ters lale
motifi bulur. Yaygın söylenceye göre bu lale,
cami arsasının sahibi
olan ve burada lale yetiştiren kişinin arsaya cami
yapımı için çıkardığı
güçlük ve ters tutumunu
sembolize etmektedir.
Padişah Yavuz Sultan Selim, Mimar Sinan’ı,
Edirne’de
yaptırmayı
düşündüğü camiye yer
beğenmesi ve yer sahibinin rızasını alması
için görevlendirir. Mimar
Sinan, ustalık şaheseri
olarak kabul edilen Selimiye Camiinin şimdiki
yerini beğenir. O zamanlar Lale bahçesi olan arazi sahibi kadın, Mimar
Sinan’a yeri vermek istemez. Bunun üzerine Yavuz Selim birlikte çıktıkları bir Balkan seferi dönüşünde Mimar Sinan ile Edirne’de aynı yere gelirler.
Kadın, karşısında yüce hünkârı görünce ve aynı
teklifi ondan da duyunca kabul etmekten başka
çaresi kalmaz! Yalnız bir şartı vardır. Camide lale
motifleri kullanılmasını ve bir zamanlar burasının
lale bahçesi olduğunun unutulmamasını ister. Bu
istek Yavuz Selim tarafından kabul edilerek, yanındaki Mimar Sinan’a iletilir.
Selimiye’nin uzun yıllar boyunca süregelen, kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılan hikâyeleri
günümüze kadar söylenegeliyor. İşte Selimiye
Camii efsaneleri:
Hz. Muhammed’i (S.A.V) rüyasında gören padişah II. Selim, Peygamberin emri üzerine onun
rüyada işaret ettiği, bugünkü cami alanının bulunduğu yere bir cami yaptırmaya karar vermiştir.
Koca Sinan, ustalık eserimdir, dediği bu yapının inşaatına başlamadan önce, inşaatta kullanacağı bütün taş malzemeyi araziye yerleştirmiş.
İki yıl süresince tonlarca taş, zeminin üzerinde
beklemiş. Mimar Sinan, Selimiye’nin zeminini önceden sıkıştırarak, bu şekilde zeminin oturmasını
sağlamış. Böylece iş bittikten sonra oluşacak çatlama ve kaymaların önüne geçilmiş.
Selimiye Camii ile ilgili bir diğer söylence ise
şöyledir: “Cami kubbesi tektir, çünkü Allah birdir.
Camisi pencereleri beş 343. 0 kademelidir; çünkü
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 109 İslam’ın şartı beştir. Vaaz kürsülerinin dört oluşu 344. 0 İslâm’da dört mezhebin varlığına işaret eder. Selimiye Külliyesi’ndeki 345. 0 32 kapı,
İslam’ın 32 farzıdır. İki minarede toplam altı yol
oluşu, 346. 0 İmanın altı şartını işaret eder.”
MİHRİMAH SULTAN CAMİSİ’NDEKİ KUYULAR
Mimar Sinan’ın, Kanuni Sultan Süleyman’ın
kızına aşkını anlatmak için yaptığı Mihrimah Sultan Camii’nin 10 yıldır süren bakım ve onarım çalışmaları sırasında, ünlü mimarın bir mühendislik
sırrı daha gün yüzüne çıkıyor. 16. yüzyılda inşa
edilen Mihrimah Sultan Camisi, dönemin üç padişahına mimarbaşılık yapan Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah
Sultan adına 1562 -1565 tarihleri arasında inşa
edildi. 1999'daki depremde gördüğü hasar nedeniyle restorasyon çalışmaları gerçekleştirilen
caminin etrafında yüzden fazla kuyu bulunduğu
tespit edilir.
Aşağıdaki yazı Mimar Sinan’ın yazdığı bir
mektupla ilgilidir. Müthiş bir ustanın nasıl bir eser
yaptığının, maharetinin, mucizesinin ve büyüklüğünün bir göstergesidir. Buyurun…
Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı
Camisi’nin 1990'lı yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı TV’de söyle anlatmıştı:
Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında
bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taslarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de
yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak
kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat
tas kemer inşası ile ilgili pratiğimiz yoktu.
Kemerleri
nasıl
restore
edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık.
Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş
söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık
ve yeniden yaparken bu notlardan
faydalanacaktık. Kalıbı
söktük. Sökm e y e
kemerin
kilit
110 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi noktasından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan
silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye
rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt
vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir
şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından
yazılmıştı.
Şunları söylüyordu. “Bu notu bulduğunuza
göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl
değiştirileceğini bilmiyorsunuz. Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu
müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından
siz, bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük
bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden
bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri
nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.
Her kim bu taş eskidiğinde yenisiyle değiştirmek
isterse; eski taşın yerine takılacak yeni kilit taşının iki tarafından yağlı iple taşı bir taraftan söküp
öteki taraftan çeksin ve sonra ipin dışarıda kalan
kısımlarını kessin.”
Koca Sinan mektubuna böyle başladıktan
sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu’nun
neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına
devam ediyor ve ayrıntılı bir bicimde kemerin inşasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın
insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı,
modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın
ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep
kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz, bu yüksek bilgiler de o koca
mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha
muhteşem olan, 400 sene sonraya çözüm üreten
sorumluluk duygusudur.
Heyet Sinan’ın söylediklerini aynen yapmış.
Süleymaniye Cami’si böylelikle kurtarılmış. Bu
mektup şu an Topkapı Sarayı’nda saklanıyormuş.
JAPON HEYETİNİN İNCELEMELERİ
1950–60 arası bir tarihte inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden oluşan bir Japon
heyeti Türkiye’ye gelmiş. Heyet İmar ve İskân
Bakanlığından izin alarak ülkemizdeki tarihî yapıları incelemeye başlamış. Ayasofya’yı,
Ocak - Şubat 2012
Japonlar, bu camiler üzerinde günlerce inceleme yapmışlar. Her geçen gün şaşkınlıkları daha da
artıyormuş. Çünkü Japonlar daha ilk incelemede
camilerin gevşek bir zemin üzerine inşa edildiğini
anlamışlar. Ama bunca yıl, bu camilerde bir çatlak
dahi olmamasına akıl sır erdirememişler. Bunun
üzerine Türkiye programının gerisini tamamen
iptal edip, bu iki cami üzerine yoğunlaşmışlar.
Araştırmalarının sonucunda, herhangi bir
sarsıntı sırasında bu iki caminin, sabitlenmediği,
aksine yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulabildiği ortaya çıkmış. Minareleri incelediklerinde
ise şaşkınlıkları ikiye katlanmış. Minarelerin çok
daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece
yatabildiğini görmüşler.
Daha derin araştırma yapmak için Edirne´ye,
Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camisi´ne gitmişler. Oradaki olağanüstü sistemleri görünce iyice
şaşırmışlar. Selimiye’nin tüm sırlarını, aylarını harcayarak çözmüşler. Japonya´ya döndüklerinde
ise Sinan’ın sırlarını uygulamaya sokarak şehirlerini, Sinan’ın kullandığı sistemlerle kurup muazzam gökdelenler dikmişler. Yani şu an gelişmiş
ülkelerin gökdelen yapımında kullanıldıkları çoğu
sistemin, yüzyıllar önce Sinan’ın geliştirdiği mekanizmalar olduğu söylenir.
Hayrete düşmüş Japon
Bir gün Selimiye Camii´ne girenler, kubbenin altlında bir Japon´un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırt üstü yattığını görmüşler. Tabii
hemen Japon´u, “Burası kutsal bir
yer. Bu şekilde yatmak bizim inançlarımıza göre saygısızlıktır. Lütfen
oturun veya ayakta durun” diyerek uyarmışlar. Ancak, Japon
trans vaziyetteymiş, gözlerini
kubbeden ayırmadan şöyle
sayıkladığı anlatılır. “Bu
Ocak - Şubat 2012
imkânsız. Ben yılların mühendisiyim. Bu kubbe
var olamaz. Hayal görüyorum. Bu kubbenin orada
o şekilde durması fizik ve matematik kurallarına
aykırı. Bu imkânsız, orada hiçbir şey yok, orada
hiçbir şey yok...”
Selimiye’nin Minareleri
Selimiye Camisi’nin zemini gevşek toprakmış. Bu nedenle minarelerinin yakın zamanda yıkılacağı fark edilmiş. Çeşitli ülkelerden, bir grup
bilim insanı toplanmışlar. Nasıl kurtarırız bu tarihî
minareleri diye kafa kafaya vermişler. Sonuçta en
son teknoloji olan metal kelepçelerle minarelerin
temellerini sabitlemenin en iyi çözüm olduğuna
karar vermişler. Minarelerin temellerini açınca,
koymayı düşündükleri kelepçelerin aynısıyla karşılaşmışlar. Mimar Sinan bilmem kaç yüzyıl önce
aynı şeyi düşünmüş.
Mimar Sinan’ın, Selimiye Camii’nin kubbesini,
o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi, matematiğin bilinen 4 ana işleminden farklı,
beşinci bir işlem bularak çözdüğü söylenir. Ayrıca
minarelerin şerefelerine çıkanların, yolda birbirlerini görmemeleri ise büyük bir dehanın ürünüdür.
Almanlar, aynı sistemi meclislerinin önündeki
dev kürede kullanmışlar. Mimar Sinan, bu sistemi
2 metre çapındaki minarelere yüzyıllar önce monte edebilecek bir dehadır. Almanların dehası ise,
o çirkin metal yığınına Selimiye´den fazla turist
çekebilmelerindedir.
ÜSKÜDAR’DAKİ MİHRİMAH SULTAN CAMİİ
Mihrimah Sultan, Kanuni Sultan Süleyman
ve Hürrem Sultan’ın tek kızı ve 16. yüzyılda yönetimde büyük rol oynamış bir sultandı. Rüstem
Paşa, Hürrem Sultan’ın da desteği ile, Süleyman
ve Hüsrev Paşaları ekarte ederek 1544 yılında
Sadrazam olur. Mihrimah Sultan, 1539’da 17 yaşındayken önce Diyarbakır Valisi, daha sonra da
sadrazam olan Rüstem Paşa’yla evlendirildi.
Sadrazam, tüm vaktini ve enerjisini devlet işlerine verdiği, karısıyla gereği gibi ilgilenemediği
için, kudretli hükümdarın kızı da kendini hayır
işlerine verir. Özellikle, adına yaptırılan iki büyük
caminin yapımıyla geçirir vaktini.
Bunlar: Üsküdar’daki, etek
giymiş bir hanım
görünümündeki
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 111 Fotograf: Enver ŞENGÜL
Yerebatan Sarnıcı’nı vb. yapıları gezdikten
sonra sıra Sinan’ın kalfalık eseri Süleymaniye Camisi’yle Sinan’ın öğrencisi Mimar Davut
Ağa’nın eseri Sultanahmet Camisi´ne gelmiş.
Mihrimah Sultan Camii (İskele Camii) ve gün ışığının her köşede adeta dans ettiği kadınsı edalı Edirnekapı Cami’leridir (Mihrimah Sultan’ın
statüsü iki minareli cami yaptırmaya yetmesine
rağmen, yalnızlığını simgelemesi anlamında tek
minareli yapılmıştır bu cami!). Mimar Sinan, en
uygun yerlere en uygun camiyi -padişahın izni ve
emriyle- dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş
bir sihirli simetriyle yapmıştır.
Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii ile Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’ni aynı anda
görebileceğiniz bir yer tespit edin. Gün batımında
(elbette, yılın sadece bir gününde) göreceğiniz
muhteşem manzara şudur: Edirnekapı Camii’nin
tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki caminin minareleri arasından ay doğmaktadır! “Bu nasıl bir hesaplama, bu nasıl bir estetik anlayışıdır!” dediğinizi duyar gibiyim...
Mihrimah Sultan Camisi’nin yer altı sularından
olumsuz etkilenmemesi için yaptırdığı kuyuların
kapatılmasının, caminin sonunu hazırladığı ortaya çıktı. Restorasyon ve onarımla sağlamlaştırılan
camide, 450 yıl önceki döneme dönüş yapıldı.
KUYULARDAKİ SIR
Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt, Mihrimah Sultan Camisi’nin görkemli günlerine geri
döndüğünü söyledi. 15 gün içerisinde caminin açılacağını açıklayan Beyazıt, restorasyon ve onarım
çalışmalarında tam bir ‘geçmişe bir yolculuk’ yapılarak, mühendislik örneği sergilendiğini anlattı.
Mimar Sinan, 450 yıl önce camiyi inşa ederken, temellerin yer altı sularından etkilenmemesi
için kuyu kazdırıyor. Mimarlık dehası Sinan, yüksek kotta yapılan cami temellerinin ve zemininin
sağlam kalabilmesi için bir miktar su ile temas
etmesi gerektiğini düşünüyor. Bunu sağlamak
amacıyla da kuyuları yaptırıyor.
Hayati önem taşıyan kuyuların ne kadar vazgeçilmez olduğunun anlaşılamaması caminin
sonunu hazırladı. Zamanla şehir şebeke suyu
da gerekçe oluşturdu ve kuyular kapatıldı. Caminin temellerinin arası bu nedenle balçıkla doldu.
Restorasyon kapsamında, etrafındaki çelikten
koruyucu dayanaklar kaldırıldı. Toplam 97 güçlendirme kuyusu açılarak, cami zemini stabil hâle
getirildi ve kayma engellendi. Cami bohçalanma
yöntemiyle tamamen çevrildi ve temel sağlam duruma alındı. Mihrimah Sultan Camisi’nin 18 metre
altından geçilerek, güçlendirme kuyuları birbirleriyle bağlı hâle getirildi. Yetkililer, tarihî eserin
gençlik dönemine döndüğünü söyledi.
Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Üsküdar ve
Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Külliyeleri, hiç
açığa çıkmayan platonik bir aşkın izlerini mi taşıyor? Yönetmenliğini Cengiz Özdemir’in yaptığı
112 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Mimari ve Aşk adlı belgesel bu gizli aşkın izini
sürer.
AŞKIN AYDINLIK VE KARANLIK YÜZÜ
Rivayete göre, Koca Sinan derin bir tutkuyla
âşık olduğu Mihrimah Sultan’a kavuşamamıştır,
ama ona olan aşkını olanca güzelliğiyle sanatına
yansıtmıştır. Kimi sanat tarihçilerinin iddialarına
göre, Mihrimah Sultan adına yapılan külliyelerin
duru, gösterişsiz ve asil duruşuna rağmen, içinin
alabildiğine aydınlık olmasında da Sinan’ın duygularının izleri sürülebilir. Acaba Sinan, Mihrimah
Sultan’ın iç güzelliğini bu şekilde mi anlatmaya
çalışmıştır? Yine iddialara göre Sinan’ın, Mihrimah Sultan’ın eşi Rüstem Paşa için yaptığı caminin çinileri ve süslemelerinin tüm ihtişamına rağmen diğer bütün yapılarının aksine daha karanlık
olmasının altında da bu aşkın izleri vardır.
Mimari ve Aşk adlı belgesele danışmanlık yapan Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu aşkın hiçbir şekilde
belgelenemediğini vurgulayarak, “Hikâyenin bir
fanteziden, efsaneden öteye geçmesi mümkün
değil. Kişi Mimar Sinan da olsa imparatorluğun
sadrazamının tek eşine böyle duygular beslenmesi hayatının sonu anlamına gelir. Camilerin yerleri
seçilirken veya mimarisinde, Mihrimah Sultan’a
özel hesaplar yapılmış olması da bu aşkın varlığını kanıtlamaya yetmez. Mimar Sinan, hangi eserinde hesap yapmamıştır ki?” diyor.
Mimar Sinan hakkındaki en kapsamlı kaynak olarak bilinen “Sinan Çağı: Osmanlı
İmparatorluğu’nda Mimari Kültür” isimli kitabın
yazarı Harvard Üniversitesi Öğretim Görevlisi
Prof. Gülru Necipoğlu da bu aşkın ilk kez Arthur
Stratton isimli yazar tarafından dile getirildiğini
belirterek, “Stratton, 1972 yılında Londra’da yayınladığı Mimar Sinan’ın biyografik romanında ikisi
arasında bir aşk kurgusu yapmış. Ancak bunu
yaparken belirttiği herhangi bir kaynak yok. O
zamandan beri dilden dile dolaşan bir hikâye bu.
Tarihle ilgili bir şey söyleyeceksek ancak belgeler
üzerinden konuşabiliriz. Böyle bir kaynak olmadığı için de anlatılan aşkın tamamen hayal ürünü
olduğunu düşünüyorum.” dedi.
Belgeselde Mimar Sinan’ın iki cami arasına
gizlediği aşkını anlatan Prof. Dr. İskender Pala
ise filmde mecaz bir anlatım kullanıldığını söyleyerek “Mimar Sinan, bir kadına âşık olsaydı bu
kişi Mihrimah Sultan olurdu. Bana göre âşıktı ki
iki abide de onun ismini bir araya getirdi. Adını
kıyamete kadar yaşatacak iki abideye imza attı.
Bunu yedi-sekiz sene evvel bir akşam üstü kendi
gözlerimle gördüm. İki külliyeyi de gören bir yerde
duruyordum, birinden güneş batarken, diğerinden
ay doğuyordu. O an gözlerimdeki perde açıldı. Mimar Sinan, bilim adamı olduğu gibi aynı zamanda
Ocak - Şubat 2012
Fotograf: Enver ŞENGÜL
Matematik dehası Sinan, Mihrimah için yaptığı iki
külliyenin içinde yer alan camilere bir sır da gizlemiştir.
Mihrimah Sultan’ın Güneş’le Ay anlamına
gelen ismine ithaf edercesine yılın sadece birkaç gününde
(Nisan ve Mayıs aylarında) bir caminin arka
cephesinden güneş batarken diğerinden ay doğmaktadır.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 113 Fotograf: Enver ŞENGÜL
bir sanatçı, şairlerle dost, Baki’yle yakın arkadaş.
Eserlerinde de şiirsel bir anlatım olması çok doğal” diyor.
Fotograf: Enver ŞENGÜL
114 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi MİMARİ VE “AŞK”IN KÜNYESİ
Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Azmi Özcan ve
Mimar Dr. Sinan Genim’in danışmanlığında hazırlanan belgeselde Prof. Dr. Metin Sözen, Prof. Dr.
İskender Pala ve Haluk Dursun’un anlatımları da
yer alıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü ile Yapı Kredi’nin
katkılarıyla tamamlanarak piyasaya sürülen 40
dakikalık belgeselin yönetmenliğini Cengiz Özdemir yaptı. Türkçe ve İngilizce anlatım seçenekleri
bulunan belgeselde devşirme Sinan’ın Kayseri’de
doğduğu evin görüntüleri, İstanbul’a getirilişi, Yeniçeri Ocağı’ndaki askerlik hayatından baş mimarlığa giden yolculuğunun hikayesi, eserleri ve
tarzı hakkında da geniş bilgiler yer alıyor.
Mihrimah Sultan Çeşmesi, su yolları ve su
çarkları yapan Sinan’ın anlattığına göre bir gün
Kanuni Sultan Süleyman, İskender Çelebi bahçesini gezerken, yolu Rüstem Paşa Sultanı Mihrimah Sultan bahçesine düşer.
Bahçedeki sebzelerin solgun olduğunu görünce bağcıya “Bu bahçenin sebzeleri niye diğer
bahçenin sebzeleri gibi taze değil?” diye sorar.
Bostancı da “Padişahım bu bostanda su olma-
Ocak - Şubat 2012
USTALIK ESERİ DÜNYA MİRASI LİSTESİNDE
Birleşmiş Milletler (BM) Bilim, Eğitim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO ), 25 farklı ülkeden 25
tarihi eseri Dünya Mirası Listesi’ne aldı. Listeye Mimar Sinan’ın Edirne’de yaptırdığı ve
‘ustalık eserim’ dediği Selimiye Cami ve Külliyesi’ni de dahil edildi.
UNESCO ’nun 1972 tarihli doğal ve kültürel alanların korunması sözleşmesine göre
Dünya Mirası Listesi’ne girmeyi başaran yerler, mali kaynak ve prestij elde ediyor. Bu da söz
konusu yerleri turizm açısından çekici kılıyor.
dığından sebzeler solmakta ve iyi yetişmemektedir.” diye cevap verir. Bunun üzerine padişah
“Bahçenin bir köşesine bir su dolabı yapsınlar,
mimarı çağırsınlar bunun mümkün olup olamayacağına baksın.” diye yanındakileri uyarır ve
Mimar Sinan’ı çağırırlar. Mimar Sinan, “Saâdetlü
padişahım güzel söylemişler. Bu yerde dolap
yapmak mümkündür. Ancak dolabın üstü bağın
gayet üstünde olmalıdır ki, su her yere akabilsin.
Eğer padişahımın buyurduğu yere yapılırsa, bazı
yerlere su çıkmaz.” der.
Bunun üzerine padişah Sinan’a “Su yüksekte
olur mu?” diye sorar. Sinan ise “Evet padişahım,
pınarlar çoğunlukla dağların başında olur.” diye
cevap verir. Padişah biraz üzülür,
ancak Sinan’ın
haklı
olduğuna kanaat getirir.
Daha sonra Sinan
dolabın yerini açtırmaya başlar. Bir
adam boyu kadar
zemini kazdıklarında, eskiden
dolap
kuyusu
olan, kâgir dolap
kalıntısına rast
gelir. Dolap harap
durumda olmasına rağmen, kuyunun suyu taşlar
arasında hâlâ
gözükmektedir. Buna çok
sevinen Sinan,
durumu derhal
Ocak - Şubat 2012
padişaha bildirir. Haberi alan padişah, bağa gelir.
Dönen su dolabını ve safa bahşeden suyun bağın
altında ve üstünde aktığını görünce üzerindeki
kaftanı çıkarıp Mimar Sinan’a giydirir.
Kaynaklar:
-http://www.msxlabs.org
-http://www.bilgispot.com/9947/mimar-sinanin-sirlari
-http://forum.vatan.tc/basari-oykuleri-mimar-sinandanharika-haller
-kaynak: anafilya.org
-Serkan Akkoç/ Gazete Habertürk-http://www.cicicee.
com
-http://www.supermeydan.net/forum
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 115 P îr î Reis
116 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Osmanlı deniz tarihinde izler
bırakmış, Dünya haritaları ve
Kitab–ı Bahriye adlı
denizcilik kitabıyla
tanınan bir kaptan
Pîrî Reis.
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 117 Pîrî Reis
(1465/1470-1554)
Pîrî Reis, Ahmet Muhiddin Piri, Ahmet ibn-i elHaç Mehmet El Karamani (d. 1465-70, Gelibolu - ö.
1554, Kahire), Osmanlı denizcisidir. Pîrî Reis eşsiz
bir kartograf ve deniz bilimleri üstadıdır.
Karamanlı bir ailenin çocuğu olan Ahmet Muhiddin Piri’nin ailesi Fatih Sultan Mehmed devrinde padişahın emri ile Karaman ülkesinden
İstanbul’a göç ettirilen ailelerdendir. Aile bir süre
İstanbul’da yaşamış, sonra Gelibolu’ya göç etmiştir. Pîrî Reis’in babası Karamanlı Hacı Mehmet,
amcası ise ünlü denizci Kemal Reis’tir.
Piri, denizciliğe amcası Kemal Reis’in yanında başladı; 1487-1493 yılları arasında birlikte
Akdeniz’de korsanlık yaptılar; Sicilya, Korsika,
Sardunya ve Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldılar. 1486’da Endülüs’te Müslümanların
hâkimiyetindeki son şehir olan Gırnata’da katliama uğrayan Müslümanlar Osmanlı Devleti’nden
yardım isteyince o yıllarda deniz aşırı sefere çıkacak donanması bulunmayan Osmanlı Devleti,
Kemal Reis’i Osmanlı Bayrağı altında İspanya’ya
gönderdi. Bu sefere katılan Pîrî Reis, amcası ile birlikte Müslümanları İspanya’dan Kuzey Afrika’ya
taşıdı.
Venedik üzerine sefer hazırlığına girişen II.
Beyazıt’ın, Akdeniz’de korsanlık yapan denizcileri, Osmanlı donanmasına katılmaya çağırması üzerine 1494’te amcası ile birlikte İstanbul’da
padişahın huzuruna çıktı ve birlikte donanmanın
resmî hizmetine girdiler.
118 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Pîrî Reis, Osmanlı Donanması’nın Venedik
Donanması’na karşı sağlamaya çalıştığı deniz
kontrolü mücadelesinde Osmanlı donanmasında gemi komutanı olarak yer aldı, böylece ilk kez
savaş kaptanı oldu. Yaptığı başarılı savaşların
sonucunda Venedikliler barış istediler ve iki devlet arasında bir barış anlaşması yapıldı. Pîrî Reis,
1495-1510 yıllarında İnebahtı, Moton, Koron, Navarin, Midilli, Rodos gibi deniz seferlerinde görev
aldı. Akdeniz’de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı
Bahriye adıyla dünya denizciliğinin de ilk kılavuz
kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti.
Pîrî Reis, 1511’de amcasının bir deniz kazasında
ölümünden sonra Gelibolu’ya yerleşti. Barbaros
Kardeşler’in idaresi altındaki donanmada halaoğlu Muhiddin Reis ile Akdeniz’de bazı seferlere
çıktıysa da daha çok Gelibolu’da kalıp haritaları
ve kitabı üzerinde çalıştı. Korsanlık yaptığı yıllarda ele geçirdiği kimisi Kristof Kolomb’a, kimisi
başka korsanlara ait haritaları vardı. Bu haritalardan ve kendi gözlemlerinden yararlanarak 1513
tarihli ilk dünya haritasını çizdi. Atlas Okyanusu,
İber Yarımadası, Afrika’nın batısı ile yeni dünya
Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik
parça, bu haritanın günümüzde elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, günümüze kalmamış olan, Kristof Kolomb’un
Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olması rivayetidir.
Barbaros Kardeşler, 1515 yılında dünyanın en
büyük deniz güçlerinden birisini oluşturmuş ve
Kuzey Afrika’da fetihler yapmışlardı. Pîrî Reis,
Oruç Reis’in kaptanlarından birisi olarak hediye sunmak üzere yardımını bekledikleri Yavuz
Sultan Selim’e gönderildiğinde Yavuz’un yardım
olarak verdiği iki savaş gemisi ile geri döndü. Pîrî
Reis, 1516- 1517 yıllarında İstanbul’a geldiğinde
tekrar Osmanlı donanmasının hizmetine girdi;
Derya Beyi (Deniz Albayı) rütbesini aldı ve Mısır
seferine gemi komutanı olarak katıldı. Donanmanın bir kısmı ile Kahire’ye geçip Nil Nehri’ni çizme
fırsatı buldu.
Ocak - Şubat 2012
Ünlü denizci, İskenderiye’nin ele geçirilmesinde gösterdiği başarılar ile padişahın övgüsünü kazandı ve sefer sırasında haritasını padişaha sundu. Günümüzde bu haritanın bir parçası
mevcuttur, diğer parçası kayıptır. Bazı tarihçilere
göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve “Dünya ne kadar küçük...” demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve “Biz doğu tarafını
elimizde tutacağız.” demiştir.. Bazı kaynaklarca,
günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını,
Hint Okyanusu’nun ve onun Baharat Yolu’nun
kontrolünü ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia
edilmektedir.
Pîrî Reis seferden sonra, tuttuğu notlardan
bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu’ya
döndü. Derlediği denizcilik notlarını bir denizcilik
kitabı (seyir kılavuzu) olan Kitab-ı Bahriye’de bir
araya getirdi.
Kanuni Sultan Süleyman’ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Piri, 1523’teki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması’na katıldı. 1524’te
Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam
Pargalı Damat İbrahim Paşa’nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1525’te gözden geçirdiği Kitab-ı
Bahriye’sini İbrahim Paşa aracılığıyla Kanuni’ye
sundu.
Pîrî Reis’in 1526’ya kadar olan yaşamı Kitab-ı
Bahriye’den izlenebilir. Pîrî Reis, 1528’de, ilkinden
daha içerikli ikinci dünya haritasını çizdi.
1533 yılında Barbaros Hayrettin Paşa kaptan-ı
derya olunca Pîrî Reis de Derya Sancak Beyi (Tüm
amiral) unvanı alan Pîrî Reis, sonraki yıllarda,
güney sularında devlet için çalıştı. Barbaros’un
1546’da ölümünün ardından Mısır Kaptanlığı (Hint
Denizleri Kaptanlığı da denilirdi) yaptı, Umman
Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi’ndeki deniz
görevlerinde yaşlandı. Osmanlı donanmasında
yaptığı son görev, idamıyla sonuçlanan Mısır Kaptanlığı oldu.
Ocak - Şubat 2012
Mısır Kaptanı Pîrî Reis, 1552’de Umman ve
Basra üzerine 30 gemiyle çıktığı seferde, Hürmüz Kalesi’ni kuşatmıştı. Portekizlilerden aldığı
haraç karşılığı kuşatmayı kaldırdı ve donanmasıyla Basra’ya döndü. Tamire muhtaç donanmayı
orada bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır’a
döndü, gemilerden birisi yolda battı. Donanmayı,
Basra’da bırakması kusur sayıldığı için Mısır’da
hapsedildi. Basra Valisi Kubat Paşa’ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi
Mehmet Paşa’nın politik hırsı yüzünden hakkında
padişaha olumsuz rapor verildi ve dönemin padişahı, Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanı üzerine
1554’te boynu vurularak idam edildi. İdam edildiğinde 80 yaşının üzerinde olan Pîrî Reis’in terekesine devletçe el konuldu.
İdamı ile ilgili iddialar
Pîrî Reis’in idamında Hürrem Sultan’ın rolü olduğu hakkında bir rivayet vardır. Hürrem Sultan’ın
Kırım’dan Kemal Reis ve Pîrî Reis’in gemisi ile
İstanbul’a getirildiği iddia edilir. Pîrî Reis’in dünya haritasının parçası, Topkapı Sarayı Harem
Dairesi’nde bulunmuştur. Hürrem Sultan’ın Pîrî
Reis’in başarısının önüne geçmek için dünya haritasını parçaladığı ve parçaların Rusya’ya gönderildiği ve ardından Kanuni’nin aklına girerek Pîrî
Reis’i idam ettirdiği söylenir.
Kaynaklar:
-Vikipedi
-Pınar Yıldız, Pîrî Reis’in şifresi çözüldü mü? (Metin
Soylu ile Söyleşi).
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 119 ren haritaları sayılabilir. Öbürü, 1507'de
basılmış
Martin
Waldseemüller'in
haritasıdır. Bu harita Cannerio'nun
haritasından kaynaklanmıştır
ama
Amerika'yı
Asya'dan ayrı bir
kıta olarak gösterir ve onu ilk defa
"Amerika"
olarak
adlandırır. Pîrî Reis
kendi haritası için kullandığı kaynaklar arasında Kristof Kolomb'un
haritası olduğunu belirtir
ki bu muhtemelen Kolomb'un
1498'de çizdiği haritadır. Ancak Kolomb'un
1498 haritasının ne aslı ne de kopyaları bulunabilmiştir.
Pîrî Reis Haritası
Pîrî Reis Haritası, günümüze kadar gelen,
Amerika kıtasını gösteren en eski haritalardan
biridir. Osmanlı amirali Pîrî Reis tarafından 1513'te
çizilmiş olup, Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarını ve Güney Amerika'nın doğu kıyılarını gösterir.
Aralarında Kristof Kolomb'a ait bir haritanın da
bulunduğu yirmi kaynağı bütünleştirerek hazırlanmış, 16. yüzyıl Avrupa ve Müslüman denizcilerinin coğrafya bilgilerini içeren değerli bir tarihî
belgedir.
Tarihçesi
Pîrî Reis, kendisini yetiştirmiş olan amcası Kemal Reis'in 1511'deki ölümünün ardından
Gelibolu'ya çekilip orada bir dünya haritası, bir
de Kitab-ı Bahriye'yi hazırlamıştır. Dünya haritasını 1513'te tamamlayıp, 1517 yılında, Mısır’ın fethinin hemen sonrasındaki günlerde Yavuz Sultan
Selim’e takdim etmiştir. Pîrî Reis bunun ardından
Kaptan-ı Derya (amiral) rütbesine getirilir. Harita
1929'da Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülme çalışmaları sırasında keşfedilir ve hâlâ oradadır. 1954 yılında yayımlanan “En Eski Amerika Haritası” adlı kitabında A. Afet İnan haritanın kenar
notlarının, Osmanlı Türkçesinden yeni harflere
çevirilerini yayımlamıştır.
Amerika'yı gösteren günümüze kalmış antik
haritalar arasında Pîrî Reis'inkinden daha eski
birkaç başka harita vardır. Bunlardan Cantino
1502'de Nicolo de Canerio nun, 1504-1505'te basılmış, Amerika'yı Asya'nın bir uzantısı olarak göste-
120 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Haritanın bulunuşu
Harita, 9 Kasım 1929'da Topkapı Sarayı'nda,
sarayı müzeye dönüştürme sırasındaki envanter
tespit çalışmaları sürerken tesadüfen bulundu. Alman bilim insanı Adolf Deismann (1866-1937), dönemin Millî Müzeler Müdürü Halil Ethem Eldem'in
kendisine verdiği parçaları inceleyip düzenlerken
eline geçen harita takımının içindeki folyoyu o
sırada İstanbul'da bulunan ve Türk denizciliği
hakkında uzman olan Alman bilim insanı Paul
Kahle'ye göstermişti. Eserin Pîrî Reis'in ilk dünya
haritası olduğunu teşhis eden Paul Kahle oldu[1].
Prof. Kahle, harita ile ilgili inceleme sonuçlarını
1931 yılında 18. Doğu Bilimleri Kongresi'nde sundu[2]. Haritanın üzerindeki notları Hasan Fehmi
Bey, Latin harflerine aktardı. Türk Tarih Kurumu
başkanı Yusuf Akçura'nın 1937 tarihli “Pîrî Reis
Haritası” adlı kitabında haritayı yayımladı. Cumhurbaşkanı Atatürk, haritayı Ankara'ya getirtip
bizzat inceledi ve devlet matbaasında çoğaltılmasını sağladı.
Haritanın kayıp parçalarını arama çabası sırasında, Topkapı Sarayı Müdürü Tahsin Öz tarafından dünya haritası olduğu sanılan bir başka Pîrî
Reis haritası bulunmuştur.
İçeriği ve Genel Görünümü
Pîrî Reis Avrupa Haritası (Kitab-ı Bahriye)
Harita ceylan derisi üzerine çizilmiş, 900 x
600 mm boyutlarındadır. Orta Çağ haritalarında
sıkça rastlanan portolan tarzında yapılmıştır, yani
enlem ve boylam çizgileri yerine anahtar noktalarda yönleri gösteren pusula gülleri ve bunlardan
ışınsal olarak yayılan yön çizgileri vardır.
Ocak - Şubat 2012
Kenarlarda açıklayıcı nitelikte çeşitli notlar
vardır. Notların bir kısmı tutsak edilmiş Portekiz
ve İspanyol denizcilerin ifadelerine dayalıdır. Notlarda Yeni Dünya’nın yerlileri, hayvanları, bitkileri,
madenî zenginlikleri ve diğer ilginç özelliklerine
değinilir. Ayrıca, gösterilen yerlerde bulunduğu
rivayet edilmiş hayvan veya hayalî yaratıkların resimlerini de gösteren harita, toplam dokuz renkle
çizilmiştir.
Kenar notlarından birinde bu haritanın batıda
Kristof Kolomb'un keşfettiği yöreler, doğuda da
"Çin, Hint ve Sint" bölgelerini gösterdiğini yazar.
Sağ kenardaki notlarının bazılarının yarım cümlelerden oluşması bu haritanın daha büyük bir
dünya haritasının sol yarısı olduğunu gösterir;
öbür yarısı kayıptır. Notlardan bir diğerinde "İş
bu haritayı Kemal Reisin biraderzadesi unvanı ile
müştehir Piri ibni Hacı Mehmet 919 senesi muharreminde [yani 1513 senesi 9 Mart ile 7 Nisan
arasında] Gelibolu’da tahrir eylemiştir." yazar. Kenar notlardaki bilgilerin bir kısmı Pîrî Reis'in daha
sonra yazdığı Kitab-ı Bahriye'sinde de aynen yer
alır.
Coğrafî Ayrıntılar
Çizimde Batı Avrupa, Batı Afrika ve Güney
Amerika'nın doğusu kolayca tanınabilir.
Atlas Okyanusu’nda Kanarya Adaları, Kap
Verde Adaları ve Azor Adaları'nın konumları
doğrudur ama biraz orantısızdırlar.
Avrupa’da Fransa ve İber Yarımadası iyi
çizilmiştir. İber Yarımadası'nda gösterilen
dört nehirden üçü Tagus, Guadalkivir ve
Ebro olarak tanınabilir, ancak bu nehirlerin
yukarı kısımlarında hatalar vardır.
Afrika kıtasında Senegal, Gambia ve
Guinea, ve Fildişi Sahili'ndeki Sassandra Nehirleri’ni tanımak mümkündür. Nijer
Nehri'nin kaynağı olarak, Sahra Çölü'nde
görünen göller vardır.
Kuzey Amerika’nın
ayrıntıları, gerçek ayrıntılarına hiç uymamaktadır.
Hispanyola
olarak adlandırılan ada,
kuzey-güney
doğrultusunda çizilip, görünüm
olarak Japonya'nın 15.
yy.da bilinen şekline benzer.
Güney Amerika’da
Brezilya'nın kuzey kıyıları gerçekle oldukça
uyumludur. Orinoko
ve Amazon Nehirleri,
Trinidad Adası kolaylıkla tanınabilir. Amazon'un
Ocak - Şubat 2012
denize döküldüğü noktanın açıklarında çizilmiş olan büyük ada ise gerçekte yoktur. Güney
Amerika'nın iç bölgelerinde dağlar görünür. Rio
de la Plata Nehri olması muhtemel bir nehrin güneyindeki kıyı ayrıntıları Brezilya kıyılarıyla çeşitli
noktalarda uymaktadır, ama kıyı çizgisinin doğrultusu güney yerine doğuya doğru uzanır.
Haritanın Kaynakları
Varsayımlara göre bu haritanın, bir kısmı
Akdeniz'de ele geçirilmiş İspanyol ve Portekiz
gemilerinde bulunmuş olan, yaklaşık 20 haritanın
bir birleşimi olduğu yönündedir. Bunların arasında sekiz 'Caferiye' haritası, dört Portekiz haritası, güney Asya'ya ait bir Arap haritası ve Kristof
Kolomb'a ait bir Amerika haritası vardır. Caferiye
haritaları, çok eskiye dayanan, Abbasi halifelerinden Me'mun zamanında kopyalanmış olan, Büyük İskender zamanına ait haritalardır.
Pîrî Reis, haritasının Orta Amerika kısmının
kaynağının Kristof Kolomb olduğuna, bu satırlarda kendi yazısı olmayan bir yazıyla: "Bu isimler ki mezbur cezairde ve kenarlarda kim vardır,
Kolonbo koğuştur ki anınla malûm oluna. Ve hem
Kolonbo ulu müneccim imiş. Mezbur hartide olan
bu kenarlar ve cezireler kim vardır, Kolonbonun
hartisinden yazılmıştır."
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 121 bölgesindeki pek çok kıyı şekli Asya'nın doğu kıyılarına karşılık gelmektedir.
Karayipler'in çiziminde Pîrî Reisin iki haritadan yararlandığı anlaşılabilir. Sancuvano Batisdo adı iki farklı ada için (biri günümüz Porto
Riko'sunda bulunan San Juan Bautista, öbürü
Küçük Antiller'de yer alan Santa Maria de Guadalupe) kullanılmıştır, ayrıca Virgin Adaları iki kere
çizilmiştir.
Güney Amerika'nın içerlerinde görülen dağlar
Caneiro haritasında da görüldüğünden dolayı, Pîrî
Reis’in kaynaklarından biri muhtemelen onun türevlerindendir.
Brezilya kıyıları konusundaki kenar notunda
bu kıyıları kazara keşfetmiş Portekizli kaşiflerin
ayrıntılı anlatılarından yararlandığını belirtir. Söz
konusu kaşif şüphesiz 1500’de Hindistan’a giderken Brezilya'yı keşfeden Pedro Alvares Cabral'dir.
Pîrî Reis haritasının Kristof Kolomb haritasından kaynaklandığının önemli bir delili, Küba'nın
yokluğudur. Kristof Kolomb seyahatnamelerinde
Küba'nın bir ada değil, kıtanın uzantısı olduğunu
yazmıştır ve Pîrî Reis haritasında da Küba bu şekilde gösterilir.
Notlarda "Antilya" olarak değinilen Karayipler
hakkında çeşitli bilgiler verilir. Bir kenar notunda
adı geçen "Izle de Spanya", (günümüzde Dominik
Cumhuriyeti ve Haiti'nin bulunduğu) Hispanyola
adasına karşılık geldiği anlaşılabilse de, bu kenar
notunun yanındaki adanın şekli Japonya'ya benzemektedir. Macellan'ın seyahatlerinden önceki
dönemde Atlas Okyanusu'nun batı kıyısında Asya
olduğu kanısı yaygındı. Çin'e varmak
amacıyla yola çıkan
Kristof Kolomb'un yanına Uzak Doğu Asya
haritaları almış olduğu rivayeti ülkemizde çok meşhurdur,
bu Kolomb'un Doğu
Asya kıyılarını gösteren haritalara kendi
keşfettiği yerleri eklemiş olması muhtemeldir. Haritanın bu
122 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Haritadaki bazı yörelerin kaşiflerinin Ceneviz
Cumhuriyetli olduğuna dair övücü ifadeler bulunması, ayrıca Kristof Kolomb'dan onun İtalyanca'da
kullanılan adı olan 'Kolombo' olarak bahsetmesi
Pîrî Reis'in Cenevizli kaynaklardan da yararlandığına işaret eder.
Haritanın kaynakları hakkında diğer teoriler:
Güney Amerika'nın modern bir projeksiyonu ile Pîrî Reis haritasının karşılaştırması, Güney
Amerika'nın haritaya sığdırılmak için çarpıtılmış
olabileceğini gösteriyor.
Pîrî Reis haritası 1960'lı yıllarda bazı bilim ötesi
teorilere ilham kaynağı olmuştur. Charles Hapgood, Pîrî Reis'in haritasındaki Güney Amerika'nın
güney ucundan doğuya doğru olan uzantıyı, 16.
yüzyılda henüz varlığı bilinmeyen Antarktika kıtası olarak Avrupa'ya tanıtmıştır. Bu kara parçasının
haritada buzlu görünmemesi, Sahra Çölü’nde ise
göllerin görünmesi
yüzünden Hapgood,
Pîrî Reis'in kullandığı kaynaklar arasındaki bir haritanın,
dünyanın on bin yıl
önceki, ikliminin günümüzden çok farklı
olduğu, bir döneme
ait olduğunu öne
sürmüştür. İddiaya
göre Pîrî Reis, tarih öncesi çağlarda
yaşamış bir mede-
Ocak - Şubat 2012
niyetten kalma bir haritadan ya da uzaylılardan
yararlanmıştır. Erich von Daniken ise “Tanrıların
Arabaları” adlı kitabında, Pîrî Reis haritasındaki
bazı şekil bozukluklarını açıklamak için, uzaylı bir
medeniyetin uzaydan çektiği dünya fotoğraflarından yararlanılmış olduğunu iddia etmiştir.
Haritada Güney Amerika kıyılarının doğuya doğru dönmesinin bir açıklaması, Güney
Amerika'nın doğru çizilmesi hâlinde haritanın
üzerine çizildiği kıymetli ceylan derisinde ona yer
kalmayacağıdır. Bu görüşe göre Pîrî Reis, haritaya
bir ekleme yapıp onun güzelliğini bozmaktansa
Güney Amerika kıyılarını, haritasının alt kısmına kaydırmıştır. Böyle bir görüşteki anlamsızlık,
sınırlı bir deriye çizilen haritanın, istenilse daha
küçük yapılabileceği ve de Güney Amerika'nın
da haritada gerçek görüntüsüne kavuşabilmesi
gerçeğidir. Hâlbuki dünyayı gerçek hâlinde düşünecek olursak (küre) ve de resmini çekecek olursak Güney Amerika'nın kürenin kenarına gelmesi
hâlinde Pîrî Reis'in haritasındaki gibi bir görsellik
kazandığını görürüz.
Ayrıca Pîrî Reis haritasının orijinal nüshalarının kenarlarına kendi yazı biçimi olmadığı belli
olan ve yeni yazılmış olduğu anlaşılan "Kristof
Kolomb’dan yararlandığını belirten yazılar" ve haritaların üzerinde yemek lekelerinin dahi bulunması Adile Ayda’nın dikkatini çekmiş ve bu konuda tereddütler ortaya konulmuştur.
Kesin olarak bilinmelidir ki Kristof Kolomb
Amerika’yı keşfetmemiş, varmış olduğu Bahama
Ocak - Şubat 2012
Adaları'nı Asya Kıtası'nın parçası zannetmiştir.
Ayrıca unutulmaması gereken en önemli husus
Kristof Kolomb'un Harita bilimci değil tüccar olduğu gerçeğidir. Bunun yanı sıra Amerika Kıtası’nın
haritalarını çizmediği gibi elindeki kendi ülkesinin
haritaları dahi yaşadığı zamana göre büyük hatalarla dolu olması ve Pîrî Reis’in haritalarındaki
Antarktika Kıtası hakkında hiçbir bilgisinin bulunmaması, Pîrî Reisin, Kristof Kolomb’un haritalarını
eline geçirdiği yönündeki söylentilerin tutarsızlığını apaçık ortaya koymaktadır.
Sonuç
Pîrî Reis haritası, yapıldığı dönemdeki yirmi haritadaki coğrafya bilgilerini, yanlışları ve doğruları
ile bütünleştirmiş tarihî bir belgedir. Bu haritaların
bir kısmının düşman sırrı olması ve kenar notlarının tutsak edilmiş İspanyol ve Portekizli denizcilerin ifadelerini de içermesine bakılırsa, bu aynı
zamanda değerli bir denizcilik istihbarat çalışmasıdır. Bunca malzemenin bir elde toplanabilmesi
Osmanlı Bahriyesi’nin 16. yy.daki askerî gücünün
bir göstergesi olarak gösterilebilir.
Kaynaklar:
-http://www.webhatti.com
-http://www.tarlafaresi.net
-Pîrî Reis Haritası Hakkında İzahname Pîrî Reis Haritasının keşfedildiği yılların hikâyesi ve kenar notlarının
çevirileri.
-Atlantik Haritasında Farkedilmemiş Gerçekler Caferiye deyimi ve haritayla ilgili diğer konularda ayrıntılı açıklamalar.
-Pîrî Reis Map, in Index of Renaissance Maps Haritanın
ayrıntılı tasviri (İngilizce)
-The Pîrî Reis Map Pîrî Reis haritasının modern haritalarla mukayesesi, ayrıca uzaydan çekilme fotoğraf ve Antartika iddialarına karşı savlar.(İngilizce).
-Pîrî Reis and the Hapgood Hypotheses Charles
Hapgood'un görüşleri hakkında. (İngilizce).
-Pîrî Reis öncesinden kalma Amerika haritaları (İngilizce)
-Pîrî Reis’in 1513 Haritasındaki Doğu Asya Kıyıları (İngilizce)
-The Tale of Two Admirals - Columbus and the Pîrî Reis
Map of 1513 (İngilizce)
-Pîrî Reis and the Columbian Theory Kolomb keşifleriyle Pîrî Reis haritası arasındaki bağlantılar. (İngilizce)
-The Mysteries Of The Pîrî Reis Map Haritanın altındaki kara parçasının Antarktika değil, Güney Amerika'nın
devamı olduğunu gösteriyor. (İngilizce).
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 123 KİTAB-I BAHRİYE
Pîrî Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinde Rodos Adası.
Kitab-ı Bahriye, Osmanlı amirali Pîrî Reis'in
hazırladığı Akdeniz kıyılarına ait ayrıntılı bir harita, kılavuzdur. Kitap, denizcilere Akdeniz kıyıları, adaları, geçitleri, boğazları, körfezleri, fırtına
hâlinde nereye sığınılacağı, limanlara nasıl yaklaşılacağı hakkında bilgiler, ayrıca limanlar arasında gitmek için kesin rotalar verir.
Kitab-ı Bahriye'nin iki sürümü vardır. Birincisi
1521 tarihlidir ve denizcilerin kullanımı için yapılmıştır. İkincisi 1526'da Kanuni Sultan Süleyman
için hazırlanmış daha ayrıntılı ve süslü bir eserdir.
Tarihçesi
Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı da olan Pîrî Reis, gezip gördüğü yerler hakkında bilgileri kaydetmiş ve onların haritalarını
çizmiştir. 1511-13 yılları arasında birinci dünya ha-
ritasını çizerken seyir notlarını da bir kitap olarak düzenlemeye başlamıştır. Sonunda, yabancı
kaynaklardan da yararlanarak bu yerlerin tarihî
ve coğrafî özelliklerini 1521 tarihinde tamamladığı
Kitab-ı Bahriye'de toplamıştır.
1524 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa, Mısır'a sefer
yaparken, Pîrî Reis'i de yanına kılavuz kaptan olarak alır. Pîrî Reis'in sefer sırasında kendi hazırladığı kılavuzdan yararlandığını fark eden Sadrazam,
Pîrî Reis'ten eserin temize çekilerek
Kanuni Sultan Süleyman'a sunulmasını ister. Pîrî Reis, usta hattatlar
ve çizimcilere yaptırılan yeni Kitab-ı
Bahriye'sini, 1526'da Kanuni'ye armağan eder. Ancak 15 Kasım 2005
tarihinde hattat Fuat Başar tarafından haritanın orijinali üzerinde yapılan bilirkişi incelemesi sonucunda,
Pîrî Reis Haritası üzerinde oynama
yapıldığı sonucuna varılmıştır. Gerek
haritadaki yazılar gerekse Kitab-ı
Bahriye adlı eserin tüm ciltlerinde inceleme yapılmış, kitabın tüm ciltlerindeki yazıların aynı kalemden çıktığı ve yazıların talik kırması tarzında
yazıldığı ortaya konmuştur. Yine Pîrî
Reis'in 1513 tarihli dünya haritası üzerindeki Osmanlıca yazılar da aynı
tarzda, yani talik kırması ve aynı kalemden çıkmadır. Ancak ilginç olan
nokta ise sol tarafta, Güney Amerika
hattı üzerindeki yazılar nesih kırmasıdır ve farklı
bir kişi tarafından yazılmıştır. Usta bir hattat, bu
farkı görebilir. Ayrıca bu yazılar alelade kâtip yazılarıdır. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman'a hediye
edilmesi gereken Kitab-ı Bahriye'nin hattat yazısı
ile özel işlemeli olması gerekliyken, bu özelliğe
rastlanmaması da dikkat çekicidir.
Kitab-ı Bahriye'nin 1526 sürümünde Akdeniz
ve Ege'nin 290 haritası vardır. Bunu izleyen yüzyıl boyunca Kitab-ı Bahriye'nin ilk nüshasından
daha da gösterişli çeşitli kopyaları yapılır. İşlevselliği artsın diye sonraki yıllarda yapılan kopyalarına Marmara Denizi kıyı ve adaları ile İstanbul
da ilave edilir.
İçeriği
Güzelliği bir yana, bu ikinci sürüm denizcilikle
ilgili pek çok bilgi içerir: Birinci bölümün konuları
fırtınalar, pusula, portolan (bir limanın ya da kıyının bir bölümünün, büyük ölçekte yapılmış haritası) haritaları, yıldızlarla yön bulma, okyanuslar, ve
onları çevreleyen kara parçalarıdır. Ayrıca Avrupalı kâşiflerin seyahatleri hakkında da bilgiler vardır,
124 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
bunların arasında Kristof Kolomb'un Yeni Dünya'yı
keşfine ve Portekizlilerin Hint Okyanusu'na seferlerine değinilir.
Kitabı Bahriye, Anadolu sahillerinin özelliklerini karış karış veren değerli bir coğrafya kitabı olarak bugün dahi geçerlidir.
İkinci kısım, portolan tarzı harita ve seyir kılavuzlarından oluşur. Her bölüm söz konusu ada
veya kıyının bir haritasını içerir. Bu bölümlerden
birinci kitapta 132, ikincisinde 210 tane vardır.
Kitab-ı Bahriye'nin ikinci bölümü, Çanakkale Boğazı ile Sultaniye ve Kilitbahir kalelerinin anlatımı
ile başlar. Ege Denizi adaları ve kıyıları, Yunanistan kıyıları, Mora Yarımadası, Adriyatik kıyıları,
İtalya kıyıları, Sicilya, Sardunya, Korsika Adaları,
Fransa kıyıları, İspanya kıyı ve limanları, Kanarya
Adaları, Kuzey Afrika kıyıları, Mısır ve Nil Nehri,
Doğu Akdeniz kıyıları, Girit ve Kıbrıs, Anadolu'nun
güney ve Ege kıyıları ve adaları, Gelibolu ile Saros
Körfezi anlatılır. Kentlerdeki önemli anıt ve binaların çizimlerinin de yer aldığı kitapta ayrıca Pîrî
Reis'e ait biyografik bilgiler de bulunur.
Bulunduğu Yerler
Kitab-ı Bahriye'nin kopyaları Avrupa'nın çeşitli kütüphanelerinde bulunur. Birinci kitabın
suretleri İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda, Nurosmaniye Kütüphanesi'nde ve Süleymaniye
Kütüphanesi'nde, Bolonya'da Bibliotheque de
l'Universite'de, Viyana'da Nationalbibliothek'te,
Dresden'de Staatbibliotek'te, Paris'te Bibliotheque Nationale'de, Londra'da British Museum'da,
Oxford'da Bodlein Library'de, Baltimore'da Walters Art Gallery'de bulunur. İkinci kitabın suretleri
İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda, Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa Kütüphanesi'nde, Süleymaniye
Kütüphanesi'nde ve Paris Kütüphanesi'nde bulunur.
Kitapta, Pîrî Reis, Akdeniz'le ilgili bunca bilginin büyük bir parşömen üzerine çizmek yerine bir
kitapta toplamasının nedenini açıklamış, elindeki
bilgilerin tek bir haritaya sığdırılmasının kullanışsız olacağını belirtmiştir.
Ocak - Şubat 2012
Kaynaklar:
-Yelkenci Deniz Portali: "Kitab-ı Bahriye"
muslimheritage.com: "Pîrî Reis and the Book of Sea
Lore (Kitab-I Bahriye)" (İngilizce)
-"The Ottomans and Their Rivals, Galleys and Galleons, Portolan Charts and Isolarii" Kitab-ı Bahriye'deki tekne türleri (İngilizce) .
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 125 126 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012
Ocak - Şubat 2012
Ankara İl Millî Eğitim Dergisi 127 128 Ankara İl Millî Eğitim Dergisi Ocak - Şubat 2012

Benzer belgeler