PDF İndir

Transkript

PDF İndir
Mimar ve Mühendis Mart - Nisan 2013 Sayı: 70
70
Sayı: 70 Mart - Nisan 2013
BEYİN GÖÇÜ MÜ BEYİN GÜCÜ MÜ?
BEYİN
GÖÇÜ MÜ
GÜCÜ MÜ
?
3
2
3
2
3
3
2
2
3
2
3
2
YANAN TARİH Mİ
GELECEĞİMİZ Mİ?
MİMARLIK ve SAN’ATTA
TEVHİDÎ YAKLAŞIM
TAŞLARIN KONUŞTUĞU
ŞEHİR: KUDÜS
İmtiyaz Sahibi
Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan
Avni Çebi
Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar
Prof. Dr. Faruk Yiğit Yıldız, Prof. Dr. Ali Osman Öncel,
Yrd. Doç. Dr. Hakan P. Partal, Ahmet Erkoç
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan
Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu,
Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür,
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak,
Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen,
Fatih Dönmez, Yakup Güler
İletİşİm Adresİ
Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 217 51 00
Fax: 212 217 22 63
Web: www.mmg.org.tr
E-posta: [email protected]
ABEMEDYA
Yayın Koordİnatörü
İsmail Şaşmaz
[email protected]
Edİtör
Regiman Deniz
[email protected]
Görsel Yönetmen
Ersan Topuz
Renk Ayrımı
Muhammet Dilsiz
Reklam
[email protected]
Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7
Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 273 27 50
Fax: 212 273 27 51
Web: www.abemedya.com
Basım
Milsan Basın San. A. Ş.
0212 697 10 00
Yayın Türü
İki ayda bir yayınlanır.
Yerel Süreli Yayın
Ücretsizdir
Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
YİNE DOPDOLU
BİR SAYIYLA KARŞINIZDAYIZ
Mimar ve Mühendis
Grubu; nükleer enerjiden,
iklim değişikliklerine, risk
ve afet yönetiminden,
sivil havacılığa kadar
çok geniş bir yelpaze
çerçevesinde, Türkiye’nin
gündeminin ilk sıralarında
yer alan konulara,
düzenlediği çeşitli
etkinliklerle eğiliyor. Bu
sayımızda da paneller,
“Bizbize Konuşmalar”
gibi organizasyonlarla
alanında uzman
birçok önemli ismin
açıklamalarını, konulara
ilişkin önemli ayrıntıları
bulabileceksiniz.
Özel dosya konumuzun
başlığını “Beyin Göçü”
oluşturuyor. Az gelişmiş
ülkelerden gelişmiş
ülkelere doğru nitelikli
iş gücünün akışı olarak
tanımlanan beyin
göçü kavramının, çıkış
noktasından günümüze
kadar, teknolojinin
gelişimi ve küreselleşme
gibi unsurların da
etkisiyle ne şekilde
değişim gösterdiğini
ortaya koyuyoruz. Bu
sırada konuyla ilgili farklı
bakış açılarına da yer
veriyoruz. Dünyada beyin
göçüne nasıl bakıldığı,
Türkiye’de beyin göçü,
tersine beyin göçü ve
nasıl sağlanabileceği,
ülkemizin nitelikli insan
kaynakları politikası ve
geliştirilmesi gereken
yönleri, TÜbitak’ın
yaptığı çalışmalar,
Erasmus, Farabi gibi
projeler de yine dosya
kapsamında yer verilen
başlıklar arasında.
Dosya haberinin dışında,
yönetimde merkezileşme
çalışmaları, elektrik
piyasası kanun tasarısının
değişimiyle birlikte
işleyecek süreç, tarihi
mirası ve hafızayı
korumanın önemi,
tevhidi yaklaşımın
mimarlık ve sanata
yansımasına yönelik
makaleler de ilgi çekecek
bölümleri oluşturuyor.
Gezi bölümümüzde,
Mimar ve Mühendis
Grubu’nun Kudüs
gezisinden izlenimlerini
de okuyabileceksiniz.
Keyifli okumalar diliyoruz!
Az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere
doğru nitelikli iş gücünün akışı olarak
tanımlanan beyin göçü kavramının, çıkış
noktasından günümüze kadar, teknolojinin
gelişimi ve küreselleşme gibi unsurların
da etkisiyle ne şekilde değişim gösterdiğini
ortaya koyuyoruz.
Mimar ve Mühendis Mart - Nisan 2013 Sayı: 70
Yayın Kurulu
Osman Şahbaz, Mehmet İşci, Osman Arı, Murat Özdemir,
Kadem Ekşi, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Yılmaz Ada
70
Sayı: 70 Mart - Nisan 2013
BEYİN
BEYİN GÖÇÜ MÜ BEYİN GÜCÜ MÜ?
Sorumlu Yazı İşlerİ Müdürü
Yunus Emre Tozal
[email protected]
GÖÇÜ MÜ
GÜCÜ MÜ
?
3
2
3
2
3
3
2
2
3
2
3
2
YANAN TARİH Mİ
GELECEĞİMİZ Mİ?
MİMARLIK ve SAN’ATTA
TEVHİDÎ YAKLAŞIM
TAŞLARIN KONUŞTUĞU
ŞEHİR: KUDÜS
Mimar ve
Mühendis
34
KAPAK
BEYİN GÖÇÜ MÜ BEYİN GÜCÜ MÜ?: Beyin Göçü dosyası çerçevesinde;
beyin dolaşımının olumlu olumsuz yanları, beyin göçü yaşayan ülkelerin durumu,
nitelikli insan gücü çekmenin yolları, tersine beyin göçü, bu sürece katılan
bireylerin adaptasyonları, yurt dışından Türkiye’ye gelen bilim insanlarının
yaşadığı örnekler, Türkiye’nin bu konuya bakışı ve politikaları yer alıyor.
70
ETKİNLİKLER
06 Taner Yıldız: “SİNOP’A NÜKLEER
SANTRALİ KURARSAK 7.2 MİLYAR
DOLARLIK DOĞALGAZI İTHAL ETMEYİZ”
Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu:
"JAPONLAR DEPREME HER
ANLAMDA HAZIR”
Ahmet Haluk Karabel: “TOKİ KONUT
ÜRETİMİNDE TÜRKİYE’NİN GÜVEN YÜZÜ
HALİNE GELDİ”
26
30
HABER ANALİZ
MİMARLIK
Yanan Tarih mi Geleceğimiz mi?
Mimarlık ve San'atta Tevhidi Yaklaşım
MAKALE
78 Yönetimde Merkezileşme Eğilimleri
6360 Numaralı Kanun Özelinde
Ahmet Faruk Güneş
MAKALE
82 Elektrik Piyasası Kanun Tasarısı
İbrahim Akgün
BİZDEN HABERLER
68
GEZİ: TAŞLARIN
KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS
KİTAPLIK
AJANDA
ÇİZGİ YORUM
BEYİN GÖÇÜNDEN
BİLGELER ÜLKESİNE
İ
nsan aynı zamanda mekân bağımsız bir varlıktır. Doğduğu yer ona anlam katar
ancak hayatının devamı içinde sürekli bir arayış içerisindedir; daha iyi, daha
güzel, daha emin bir mekân arayışı onu göç etmeye zorlar, hicret eder, ticaret
yapar, kervanlar düzer, başka diyarlarda kendini bulmaya, geliştirmeye çalışır.
Bu insanın var olma ve keşfetme iştiyakı bir mistik aramadır aynı zamanda. Bu
eski çağlardan bugüne kadar devam ede gelen kadim bir var oluş hakikatidir. Büyük
olan ve bilinmeyen her zaman çekici ve cazip olmuştur. Büyük medeniyet havzaları
insanlığın akıl ve vicdan arayışının, özgürlük arayışının kavşak noktaları olmuştur.
Doğu ve batı, kuzey ve güney, farklı dil, ırk ve dinler bu havzalarda buluşmuş
birbirinden alışverişlerde bulunmuşlardır.
Bir ülkenin en büyük değeri akıl
eden vicdan sahibi insanlarıdır.
Bunlar bilim insanı, sanatçı,
kültür insanı olurlar. Eskiden
bilge padişahların en büyük
övüncü, topladıkları kitaplar
ve yanlarındaki âlim, arif ve
zahit insanlardı. Sultanlar,
saltanatlarının devamının
onlara gösterdiği iltifat ve
cömertlikte olduğunu bilirlerdi.
Her zaman söyleyecek sözü,
yapacak bir şeyi olan insanlara
ihtiyaç vardır. Bunlar adeta
insanlığın yitik evlatlarıdır.
Kim bunları fark eder, baş tacı
ederse zamanının krallık tacı
onun olur.
İnsan ihtiyacının karşılanmasının yanında fark edilmek, iltifat ve takdir görmek
ister. İltifatın olduğu yerde daha üst değerler üretilir, insan saklı olan kullanamadığı
yeteneklerini keşif eder ve açılır, genişler, damladan derya olur. Her insanın içinde bir
âlem saklıdır. Bu âlem ancak baskının, zulmün olmadığı, takdir ve teşekkürün olduğu
yerde kendini açığa çıkarır. İnsanın arayışı ve var oluş isteği bütün varlık sorunlarının
başıdır. Kim bunun ortaya çıkması için imkan hazırlarsa insan oraya akar, aklıyla,
emeğiyle, ruhuyla, bedeniyle…
Bir ülkenin en büyük değeri akıl eden vicdan sahibi insanlarıdır. Bunlar bilim insanı,
sanatçı, kültür insanı olurlar. Eskiden bilge padişahların en büyük övüncü topladıkları
kitaplar ve yanlarındaki âlim, arif ve zahit insanlardı. Sultanlar saltanatlarının
devamını onlara gösterdiği iltifat ve cömertlikte olduğunu bilirlerdi. Her zaman
söyleyecek sözü, yapacak bir şeyi olan insanlara ihtiyaç vardır. Bunlar adeta
insanlığın yitik evlatlarıdır. Kim bunları fark eder, baş tacı ederse zamanının krallık
tacı onun olur. O ülke adeta bir ebediyet ülkesi olur, güç, kuvvet ve iktidar orada
hüküm sürer…
Çağımızda dünden farklı değildir. Bugün iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi
sayesinde birçok şeyi daha iyi fark ediyoruz ve daha kolay ulaşabiliyoruz. Ancak
fark edilmesi gereken en büyük değer insan varlığımızdır. Bu değere gereken özen
ve imkânı oluşturmamız gerekir. Kim bunları oluşturursa insan varlığı oraya akar.
Türkiye’nin birikimi olan yetişmiş insan gücümüze sahip çıkmamız gerekir. Bunu
başarabilen ülkeler büyük ülke ve dünya devleti olma noktasında mesafe alıyorlar.
Ülkemizden birçok bilim insanı, sanatçı, mimar ve mühendis yurtdışında çalışmakta
kendilerine ve ailelerine yaşam oluşturmaya çalışmaktadırlar.
20.yy sonlarına doğru yurtdışındaki yetişmiş insan gücünün ülkeye dönerek ülkenin
kalkınmasına katkı sağlaması bekleniyordu, buna da” ters beyin göçü” deniyordu.
Bugün ise gelinen noktada bütün yetişmiş insan gücümüzün ülkeye dönmesini
beklemek mümkün değildir. Ancak yurt dışındaki insan kaynağımızın, yaptığı
çalışmalar ve uzmanlık alanlarıyla birlikte iyi bir envanterini çıkararak onlardan
nasıl daha çok faydalanabileceğimiz bir “beyin dolaşımı stratejisi” geliştirmek ülkece
daha iyi olacaktır.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışını her zaman ve mekânda, her işimiz için ölçü
yaparak ülkemizi daha iyi yarınlara taşımamız mümkün olacaktır. Bu noktada bilim
insanlarımıza ve ülkemizin entelektüel sermayesine sahip çıkmak büyük ve herkes
için cazip bir dünya devleti olmanın yegâne yoludur.
Avni Çebi
MMG Genel Başkanı
ETKİNLİK
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız:
“SİNOP’A NÜKLEER SANTRALİ KURARSAK
7.2 MİLYAR DOLARLIK DOĞALGAZI İTHAL ETMEYİZ”
Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) ve Enerji Uzmanları Derneği işbirliğiyle Ankara’da düzenlenen “Nükleer
Enerji ve Türkiye Süreci” paneline katılan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Sinop Nükleer Güç
Santrali ile ilgili sürecin sonuna doğru gelindiğini, projeyle ilgilenen ülkelerin de bu son aşamada farklı
atakları olduğunu vurguladı.
M
MG Genel Başkanı Avni Çebi açılış
konuşmasında panelin gerçekleştirilmesinde MMG ile birlikte emeği geçen
Enerji Uzmanları Derneği’ne teşekkür
ederken, Türkiye’nin gündeminde olan
enerji konusunun hiçbir zaman önemini
yitirmeyecek bir özellik taşıdığını dile getirdi. Özellikle nükleer santrallerin devreye
girmesiyle birlikte bu yoğunluğu yayacak
tek katlı binaların konut politikası olarak ele
alınması gerektiğini söylerken, “Önümüzdeki dönemde bu tip konut yapısına ağırlık
verilmesi gerektiğini yüksek sesle dile getirmeye devam ediyoruz. Biz insanını eleştiren,
insanını elemeyen bir yönetim anlayışının gerçekleştirilmesini istiyoruz. Burada
birbirimizin ayağına basmadan, ötelemeden;
birbirimizi yükselten insani bir anlayışla
şehirlerimizi inşa etmemiz lazım” dedi. HES
projeleri hakkında da görüşlerini dile getiren
Başkan Çebi, “Şu anda Karadeniz’de kurulu
olan HES’lerin kapasitesi 5 bin MW ve kurulu
olan santral 240. Lisans verilen santral sayısı
135, ilave bin 700 MW’lık bir kapasite gelecek.
Dolayısıyla 6 bin 700MW’lık bir kapasite elde
edebilmek için Karadeniz’in altını üstüne
getiriyoruz. Oradaki çevreyi ve ekosistemi bozuyoruz. Dolayısıyla belki bir nükleer santralle
Karadeniz’in o doğal ekosistemini; binlerce
milyonlarca yılda oluşmuş ekosistemi koruma
imkanımız var. Bir şeye karşı çıkarken neye
6
Mimar ve Mühendis
hayır dediğimizi bilmemiz ve sayıların diline
dikkat etmemiz lazım” diye konuştu.
“NÜKLEER SANTRAL RUSYA’YA
BAĞIMLILIĞI ARTIRIR MI?”
Akkuyu’da yapılacak nükleer santralin
doğalgaz alınan Rusya’ya bağımlılığı artırdığı
yönünde eleştiriler bulunduğunu kaydeden
Taner Yıldız şöyle konuştu: "Bizim kurgumuza göre Rusya’ya bağımlılığımızı artırmıyor,
azaltıyor. Çünkü Atatürk Barajı’nın, Keban
Barajı’nın ürettiği elektriğin yerine nükleeri
koymaya çalışmıyoruz, doğalgazın yerine
nükleeri koymayı düşünüyoruz. Hal böyle
olunca Akdeniz’de Akkuyu’da ve Karadeniz’de
Sinop’ta kuracağımız nükleer santrallerin
üreteceği elektriği doğalgazla ikame edebilmek için bugünkü parayla 7.2 milyar dolarlık
doğalgaz ithalatı yapmamız gerekiyor. Ama
nükleer santralden ürettiğimiz elektriği
doğalgazın yerine koyarsak o zaman bu kadar
ithalatı yapmamış olacağız. 2035 yılına kadar
fiyatının artmadığı, 2035 yılından sonra da şu
ana kadar çok fazla modelde olmayan kardan
yüzde 20 hissenin alınmasını öngören bir
model kurduk. Çünkü o zamana kadar maliyetler içerisindeki finansman yükü azalacak,
dolayısıyla proje şirketinin kardan yüzde 20
hissesine Türkiye hazinesi veya enerji sektörü
olarak ortak olmuş olacağız.”
“NÜKLEER ENERJİNİN DOĞASI
GEREĞİ TARTIŞMALAR SONA ERMEZ”
EPDK Başkanı Hasan Köktaş açılış konuşmasında nükleer enerji konusunun enerji
kaynaklarına ilişkin tüm dünya çapında çok
şiddetli tartışılan, karşı ve beri görüşleri çok
keskin olan bir konu olduğunu belirti. Bu
kadar tartışılmasına rağmen nükleer enerji
kaynaklarının son 30 yılda en önemli enerji
kaynağı haline geldiğini belirten Köktaş,
“Biz ülkemizde nükleer santrallerin kurulması üzerine değerlendirmeler yapar ve ilk
önemli adımları atarken, bazı ülkeler elektrik
üretiminde bu kaynağı yüzde 50 ila yüzde
75 mertebesine çıkarmış durumdalar. Ancak
nükleer enerjinin doğası gereği bu tartışmanın
bitmeyeceğini söylememiz de gerekiyor” dedi.
“2013 ÇOK ÖNEMLİ BİR YIL OLACAK”
Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. Genel
Müdürü Aleksander Superfin, Türkiye’nin
enerji ihtiyacı doğrultusunda Akkuyu Nükleer
Santrali’nin önemli bir yere sahip olduğunu
belirterek, şimdiye kadar yapılan ve ileriye
dönük planlanan çalışmalarla ilgili bilgi paylaşımında bulundu. 2013 yılının proje açısından
çok önemli olduğunu dile getiren Superfin,
“Planlar doğrultusunda önemli evrakların
ve izinlerin alınabilmesi için çok önemli bir
yıl. Aynı zamanda bu yıl içerisindeki elektrik
üretme lisansı ve artı inşaat lisansının alınması yönünde çalışmalar yapılması düşünülmektedir. Birinci ünitenin yapımını 2020
yılına kadar bitirmeyi planlıyoruz. Santralin
tamamının inşası ve tamamlanması ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılı olan 2023
yılına denk gelmesi planlanmaktadır. Geçen
dönem için önemli çalışmalar yapılmış ve
önemli bir yol kat edilmiş ve ekip çalışmaları
tamamlanmıştır” dedi.
“EN GÜVENİLİR KAYNAK
NÜKLEER GİBİ GÖZÜKÜYOR”
EÜAŞ Genel Müdürü Halil Alış ise enerji
gereksinimi her geçen gün artan Türkiye’nin
2021 yılında düşük senaryoya göre 424.8
milyar kWh, yüksek senaryoya göre ise
467.3 milyar kWh elektrik enerjisi tüketeceğinin tahmin edildiğini belirtti. Geleceğe
yönelik üretim planlamasına göre, mevcut
bulunan 118 milyar kWh’lık linyit rezervi
ve 140 milyar kWh’lık hidrolik kaynakların
tamamı kullanılsa dahi, 2020 yılı düşük
senaryodaki 424 milyar kWh’lık talebin
karşılanmayacağını kaydeden Alış, “Bu
nedenle yenilenebilir enerji kaynaklarının
yanı sıra enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye ve özellikle yılın 8 bin saati devrede olan
nükleer santrallere büyük ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Gerek sistem operatörü
olarak, gerekse üretici olarak diyorum ki;
talep gereksinimini karşılamak için kaynağa
ihtiyacımız var. En güvenilir kaynak da
nükleer santral gibi gözüküyor” dedi.
“NÜKLEER ALANDA YARIM
ASIRDIR ÇALIŞIYORUZ”
Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu (TAEK)
Başkanı Zafer Alper, konuşmasında nükleer
denilince insanların aklına neden kötü şeyler
geldiğinin açıklamalarını yaptı. Dünyadaki
enerji üretim amaçlı ilk nükleer santralin 1954
yılında Rusya’da faaliyete geçtiğinin bilgisini
veren Alper, “Ülkemiz 1950’li yıllardan itibaren
nükleer alandaki hukuki yapılanması ile bu
süreçte nükleer ve radyolojik alanlardaki
faaliyet ve tesislerine bakıldığında bu gelişmeler rahatlıkla görülmekteydi. 1955’te ABD
tarafından ‘Barış İçin Atom’ programı başlatıldı.
Aynı yıl Türkiye ile ABD arasında barışçıl kullanımla ilgili anlaşma imzalandı. 1956 yılında
da bu kapsamdaki faaliyetleri yürütmek üzere
Türkiye’de, Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu
kuruldu. Bundan bir yıl sonra ise ABD nezdinde
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı kuruldu. Aynı
Yıl Türkiye buraya üye oldu” dedi.
“HALKIN KABULÜ OLMADAN OLMAZ!”
Nükleer teknolojide ilerleme kaydedebilmek
için dört adet “zorunluluk”tan söz eden
TÜBİTAK Enerji Enstitüsü Müdürü Prof.
Dr. Murat Aydın, öncelikle “sabit, sürekli
ve kararlı bir siyasi irade” gerekliliğinin
altını çizdi. Aydın, nükleer sahada çalışacak
nitelikli uzmanların eğitilmesinin de ikinci
bir zorunluluk olduğunu söyledi. Nükleer
enerjide araştırma çalışmalarına ağırlık
vermek, faal olmayan araştırma tesislerini
bir an önce kullanıma almak ve güncellemek gerektiğini de belirten Prof. Aydın, “Bu
işin dördüncü ayağı da halkın kabulüdür.
Halkın sahiplenmediği, arkasında durmadığı
projeler uzun ömürlü olamaz. Bizde projeler
genelde şu reaktörü mü seçsek, bu reaktörü
mü seçsek temelinde tartışılıyor. Oysa halkı
bu işin içerisine mutlaka bir oyuncu olarak
katmak ve onu doğru kaynaklardan bilgilendirmek gerekiyor” diye konuştu.
Taner Yıldız: "Bizim kurgumuza
göre Nükleer Santral, Rusya’ya
bağımlılığımızı artırmıyor,
azaltıyor; çünkü Atatürk Barajı’nın,
Keban Barajı’nın ürettiği
elektriğin yerine nükleeri koymaya
çalışmıyoruz, doğalgazın yerine
nükleeri koymayı düşünüyoruz.
Hal böyle olunca Akdeniz’de
Akkuyu’da ve Karadeniz’de Sinop’ta
kuracağımız nükleer santrallerin
üreteceği elektriği doğalgazla
ikame edebilmek için bugünkü
parayla 7.2 milyar dolarlık
doğalgaz ithalatı yapmamız
gerekiyor."
Mart - Nisan 2013
7
ETKİNLİK
Prof. Dr. Barbaros Gönençgil:
“İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN SEBEPLERİ ARASINDA KENTLER DE VAR”
İklim değişikliğinin milyonlarca yıldır sürekli olarak gerçekleştiğini ve bunlara önlem almak değil uyum sağlamak
gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Barbaros Gönençgil, kentsel dönüşüm sürecinde coğrafya ve coğrafi bilgilerden
yararlanılması gerektiğine dikkat çekti.
M
imar ve Mühendisler Grubu’nun
(MMG) düzenlemiş olduğu Bizbize
Konuşmalar etkinliğinin 6 Mart Çarşamba
tarihli konuğu İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümü Fiziki Coğrafya Anabilim Dalı
Başkanı Prof. Dr. Barbaros Gönençgil oldu.
İklim değişikliği ve bu konuda kamuoyunda
bilinmeyen birçok konuyu, “İklim Değişikliği Sürecinde Kentleşmenin Lokal İklime
Etkileri ve İklim Özellikleri Açısından Kentsel
Planlamada Coğrafi Faktörlerin Rolü” konulu
sunumuyla açıklayan Gönençgil, iklim değişikliğinin milyonlarca yıldır sürekli olarak
gerçekleştiğini ve bunlara önlem almak değil
uyum sağlamak gerektiğini vurguladı. İklim
değişikliğinin düşünüldüğünde kötü bir
şey olmadığını kaydeden Gönençgil, “İklim
değişikliği hakkında gidin Rusya’nın kuzey
bölgelerine durumdan gayet memnunlar.
Donmuş toprakların çözüleceğine ve tarım
yapabilecek toprakların arttığına seviniyorlar.
Yani iklim değişikliği kim için iyi kim için
kötüdür bunun açıklamasını yapmak gerekir”
diye konuştu.
“KURAKLIĞIN BAŞLAMASI
İÇİN UZUN BİR DÖNEMİN
YAĞIŞSIZ GEÇMESİ GEREKİR”
İklim konusunda kavramsal bütünlükle
ilgili sıkıntıların yaşandığını dile getiren
Gönençgil, kamuoyuna bakıldığı zaman
karamsar bir tablonun ortaya çıktığını
belirterek; “2007’de İstanbul’da bir kuraklık
yaşandığını biliyorsunuz (aslında o da bir
kuraklık mıydı onu da tartışmak gerekir)
ya da su problemi yaşadık diyelim. 2008
yılında ise barajlar su almadı. Baraj kapakları açıldı. İşte iklim değişikliği bu değil
iklim değişikliği diyebilmemiz için yüzlerce,
binlerce yılda ortaya çıkan karakteristik
özelliklerin değişime uğraması gerekir”
açıklamasını yaptı. Herhangi bir yerde,
yılın herhangi bir ayında az veya hiç yağış
olmamasının o yerde kuraklığın olduğunu
gösteren bir özellik olmadığına dikkat çeken
Gönençgil, “Çünkü iklim tasnifi açısından
kuraklığın başlaması için, o aydan itibaren
uzun bir dönem yağışın meydana gelmemesi veya geçmişe dönük uzun yıllar boyunca
yağışsız geçmiş olması gerekir. Olay geçici
olarak sadece bir veya birkaç aya veya bir
yıla ait yağış noksanlığıdır” dedi.
8
Mimar ve Mühendis
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ SÜRECİNDE
KENTLERİN ÖNEMİ NEDİR?
Yerin, farklı dalga boylarından gelen enerjiyi
emdikten sonra termal enerji olarak geri verdiğini dile getiren Gönençgil, bu sürecin farklı
yüzeylerde değişiklik gösterdiğini aktardı.
Kayalık, çıplak ormanlık, çimenlik alanlarda
ya da buzul alanlarda farklılıklar gösterirken
özellikle kentlerde bu durumun öneminin
ortaya çıktığına dikkat çekti. Kentlerde, sözü
edilen güneş ışınlarını daha fazla alınıp daha
fazla geriye verilmesinin gerçekleştiğini
belirten Gönençgil, dünya üzerindeki farklı
yüzeylerin oluşturduğu bu farklılıkların, tek
başına olmasa da iklimlerdeki farklılıklara
sebebiyet verdiğini söyledi.
KENTSEL DÖNÜŞÜMDE COĞRAFİ
BİLGİDEN YARARLANMAK ÖNEMLİ
İklim değişikliği kavramını bir yandan doğal
süreçlerle milyonlarca yıldır devam eden
değişimlere uyum sağlama olarak açıklayan
Gönençgil, bu kavramın diğer yandan insan
etkisi ile özellikle yerel alanlarda ortaya çıkan ve çevre sorunu olarak da nitelendirilebilecek uygulamalara karşı mücadele şeklinde
ele alınması gerektiğini vurguladı. Kentsel
dönüşüm sürecinin bütününe bakıldığında, afet riski altında olan alanların seçimi
konusunun, büyük ölçüde coğrafya ve coğrafi
bilgilerin ışığında ortaya konması gereken
süreçler olduğuna dikkat çeken Gönençgil,
deprem, sel, taşkın gibi doğal afetlerin, enerji-
sini yer ve atmosferden alan olaylar olmakla
birlikte coğrafyanın temel inceleme alanları
içeresinde yer aldığını dile getirdi.
“İKLİM ÖZELLİKLERİNDEN
YARARLANILDIĞINDA GELİŞEN
KENT PROBLEMLERİ ÇÖZÜLEBİLİR”
Şehrin yerleştirme, yöneltme, boyutlandırma,
parselasyon, bina formunun seçimi, altyapı
tesisleri gibi fiziki unsurlarının hazırlanmasında iklim özelliklerinden yararlanıldığı
takdirde trafik, eğitim, aydınlatma, sağlık,
hava kirliliği, sosyal hizmetler, su ihtiyacı
gibi gelişen kentlerin karşılaştığı birçok problemin çözüme kavuşturulabileceğini belirten
Gönençgil, İstanbul bağlamında; “Bugün
kentsel dönüşüm adı altında başlayan süreç,
eğer doğru yönetilirse İstanbul’un geleceğe
hazırlanması için iyi bir fırsat olarak görülebilir. Doğal alanların ve doğal ekosistemlerin
şehir içersinde geri getirilmesi artık mümkün
olmamakla birlikte yeşil alanların ve doğru
planlanmış yapılaşmanın getirebileceği bir
iyileşme belirtisi, gelecek nesillerin sağlıklı
kentlerde yaşamaları için önem taşımaktadır.
Doğru planlamanın şehir plancıları açısından
karşılığı ne olursa olsun, coğrafyacılar açısından karşılığı ‘mekana uyum’ olmaktadır. Mekana uyum ise şehirleşen alanlarda var olan
jeomorfolojik süreçler ile iklim özelliklerinin
doğru anlaşılması ve bu süreçlerin belirlediği
kısıtlamalar çerçevesinde yapılaşma yada yeniden yapılaşmadır” diye sözlerini noktaladı.
Mart - Nisan 2013
9
ETKİNLİK
AVRUPA’DA GİRİŞİMCİLİĞİN YOL HARİTASI ÇİZİLDİ
Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı ve DEİK - DTİK Avrupa Bölge Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz;
Mimar ve Mühendisler Grubu ( MMG ) ile İstanbul Bilgi Üniversitesi İEEE Öğrenci Kolu ve Bilgi Üniversitesi
tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü’nde düzenlenen panelde konuşmacı olarak yer aldı.
Şahbaz, “Avrupa’da Girişimciliğin Yol Haritası - Macaristan Türk Kültürlerarası Gelişmeleri ve Geleceği”
konulu sunumunda, yurtdışında gerçekleştirilecek projeler ve çalışmalarda başarılı olabilmek için gerekli
anahtar noktaları katılımcılarla paylaştı.
T
ürkiye’nin 1989 - 2002 yılları arasında dünyada ve özellikle Avrupa’daki Demir Perde Ülkelerinin dağılma
sürecindeki ortamda, imkan ve fırsatları
ıskaladığını belirten Şahbaz; “Şimdi 2008
yılında ABD’de başlayan dünya global
krizinden maksimum yarar ve fayda gören
ülke konumundadır. Türklerin Avrupa’ya ilk
göçü ‘emek gücü’ ile başlamıştır. Bugün ise
AB’de 120 bin kişiden fazla Türk girişimci
bulunmaktadır” dedi.
“ÖZ GELENEKLERİNİ KAYBETMEMİŞ
TÜRKLER, TÜRKİYE’NİN İLERİ UÇ
BEYLERİ AKINCILARIDIR”
Avrupa’daki Türklerin yıllık toplam cirolarının 50 milyar avroya ulaştığına dikkat
çeken Şahbaz, bu performansla 2023 yılında 1 milyon insana iş gücü sağlamalarının
beklendiğini dile getirdi. Avrupa’daki Türk
Diasporasının yurtdışında Türklerin küresel
aktör olabilmesi için en etkin faktör olduğunu da dile getiren Şahbaz, Türkiye’nin
etkinliğinin son yıllarda Yurt Dışı Türkler
ve Akraba Toplulukları Başkanlığı, T.C.
Başbakanlık Türk İşbirliği ve Koordinasyon
Ajansı Başkanlığı, Yunus Emre Enstitüsü
gibi kurum ve kuruluşlarla birlikte daha da
güçlendirdiğini kaydetti.
Konu ile ilgili açıklamalarına devam eden
Şahbaz; “Amerika’da Çinli işadamlarının
ticari ve hukuki konularda etkili olmasıyla sosyal ilişkilerinin de geliştiğine
şahitlik ediyoruz. İşte yurt dışındaki kendi
kültürlerini, öz geleneklerini ve rengini
kaybetmemiş Türkler de Türkiye’nin ileri
uç beyleri akıncılarıdır. Türklerin Avrupa’da
115 farklı sektörde faaliyet göstermesi
de ayrı bir zenginliğin yansımasıdır. Baş
kaldırmayı da, rıza göstermeyi de bilmeliyiz. Değer merkezli, ahlak merkezli toplum
oluşturmalıyız. Hakikat arayışımız olmalı.
Kendi içimizdeki iddiayı ve vefayı kaybetmemeliyiz” diye konuştu.
“TİCARETTE YERİ GELDİĞİNDE
RİSK ALMAYI BİLMELİYİZ”
Başarıya giden yolun sabır, disiplin, planlı
ve çok çalışmaktan geçtiğini belirten
Şahbaz, yaşam boyunca insanın kendisini
10 Mimar ve Mühendis
yenilemesi, geliştirmesi, mesleki bilgilerini taze tutması ve yeniliği yakından takip
etmesi gerektiğinin altını çizdi. Ticaret
hayatında yeri geldiğinde risk almanın
çok önemli bir nokta olduğunu aktaran
Şahbaz; “Ben bir Kayserili olarak şunu
söyleyebilirim ki; Kayserililerin sanayi ve
ticaret alanındaki gelişmelere önderlik
yapmalarındaki en önemli husus risk
alabilme ve taşın altına ellerini koyabilme
cesaretlerinden kaynaklanmaktadır. Özel
ve iş hayatınızda mütevazı olursanız siz
kazançlı çıkarsınız” diye konuştu.
“HAYAL KURMANIN SINIRI YOKTUR”
Hayal kurmanın ve geniş düşünmenin
sınırı olmadığını kaydeden Şahbaz, başarıya ulaşabilmek için yoğun ve disiplinli
çalışmanın yanı sıra hayal kurmanın da
katkısının olduğunu söyledi. Kendisinin de
hayallerinin peşinde koşmaya hala devam
ettiğini ifade eden Şahbaz; aynı zamanda ticari ilişkilerde insan ilişkilerinin de
önemine dikkat çekti. Şahbaz, yabancı dil
bilmekten ziyade karşınızdakiyle insani ilişkiler kurmanın önemli olduğuna
değinirken; “Sizler üniversitelerden en az
bir dili bilerek mezun oluyorsunuz. Bu
çok önemli; ancak Hz. Mevlana diyor ki
‘Aynı dili değil, aynı duyguları paylaşanlar
anlaşır.’ İşte bu hepimiz için önemli bir
mesajdır” dedi.
“AVRUPA’DAKİ TÜRK NÜFUSU BİRÇOK
AB ÜLKESİNDEN FAZLADIR”
Bugün Türkiye dışındaki ülkelerde yaşayan
Türk nüfusunun 5 milyondan fazla olduğunu
belirten Şahbaz, Avrupa’da bu sayının 4.2
milyon olduğunun ve bunun da birçok AB
ülkesinin nüfusundan fazla olduğunu ifade
etti. Türkiye’nin Avrupa’da, Türklerin de Avrupalı olduğunu dile getiren Şahbaz; “Avrupa’da
yaşayan Türk nüfusu olarak, 27 AB ülkesinin
içerisinde bulunan Estonya, İrlanda, Letonya,
Litvanya, Lüksemburg, Kıbrıs Rum Kesimi,
Slovenya ülkelerinden daha fazla nüfusa
sahibiz” dedi. Türkiye ile Macaristan arasında
2 milyar dolarlık bir dış ticaret hacminin
bulunduğunun bilgisini de veren Şahbaz, Bu
durumun, her iki ülkenin potansiyelini yansıtmadığını dile getirdi. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın şubat ayında gerçekleştirdiği ziyaretinde 2015 yılına kadar 5 milyar dolarlık dış
ticaret hacmini öngördüğünü belirten Şahbaz;
“Bu hedef yakalanacak rakamlardır. Hepimizin çalışarak bu hedefi yakalamak için gayret
sarf etmemiz gerekmektedir” dedi.
Osman Şahbaz konuşmasına Necip Fazıl
Kısakürek’in ‘Kaldırımlar Şiiri’nin; “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında / Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. /
Yolumun karanlığa saplanan noktasında, /
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.”
dizelerini okuduktan sonra öğrenciler tarafından sorulan soruları cevapladı.
ETKİNLİK
Dr. Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu:
“JAPONLAR DEPREME HER ANLAMDA HAZIR”
Japonların deprem öncesi ve sonrası oluşabilecek tehlikeler konusunda bilgili olmalarının yanı sıra devletine ve
bu konudaki çalışmalara güvendiğini söyleyen Dr. Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu, Japonların tsunami konusunda da
gereken önlemleri aldıklarını belirtti.
M
imar ve Mühendisler Grubu’nun
(MMG) düzenlemiş olduğu Bizbize
Konuşmalar etkinliğinin konuğu İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Etüt ve Projeler Daire
Başkanlığı’ndan Dr. Alpaslan Hamdi Kuzucuoğlu oldu. Katılımcılara “Kentsel Riskler
ve Japonya Modeli” konulu bir sunum yapan
Kuzucuoğlu, deprem konusunda Japonya’nın
geliştirdiği ve uygulamaya koyduğu proje ve
çalışmalardan bahsetti.
“SONUCA ODAKLI DEĞİL, SÜRECE
ODAKLI ÇALIŞMA YAPIYORUZ”
JICA’nın afet risk yönetimine Sürekli İyileştirme, Risk İletişimi ve Gereğinden Fazla Önlem
Alma üçleminde bir yaklaşımı olduğunu
belirten Kuzucuoğlu, sonuca odaklı değil,
sürece odaklı çalışmaların yapıldığını dile getirdi. Süreci iyileştirme amacıyla yola çıkarak
bu doğrultuda kalite, hız ve verim açısından
daha iyi olabilmenin hedeflendiğini belirten
Kuzucuoğlu, risk iletişiminin de toplumun
bütün katmanlarıyla ortaklaşa gerçekleştirilen bir çalışma olduğunu kaydetti. Risk
iletişimi konusunda; “Japonlarda da bizde
olduğu gibi imece usulüne benzer bir çalışma
sistematiği var. Birarada çalışabiliyorlar ve
sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, devlet
kurumları ve vatandaşlar arasında bu konuda
çok iyi bir iletişim sağlanmış durumda”
açıklamasını yapan Kuzucuoğlu; “Her şeyi kılı
kırk yararcasına inceleyerek çalışmalarını çok
yönlü bir şekilde gerçekleştiriyorlar” dedi.
“JAPONLAR DEPREM GÜVENLİĞİ
KONUSUNDA DEVLETE GÜVENİYOR”
Japonya’nın geçmişten bu yana acı deprem
tecrübeleri olduğunu dile getiren Kuzucuoğlu, Japonların deprem konusunda önemli çalışmalar yaptığını; özellikle Kensai bölgesini
vuran ve 1995 Kobe Depremi olarak bilinen
son depremden sonra çalışmaların daha da
hızlandırılarak titizlikle sürdürüldüğünü
söyledi. Japonya’daki yetkililerin çalışmalarının, deprem konusunda halka ayrıca bir
güven verdiğini belirten Kuzucuoğlu; “Japonlar deprem öncesi ve sonrası oluşabilecek
tehlikeler konusunda bilgili olmalarının yanı
sıra devletine ve bu konudaki çalışmalara güvenerek depremlere karşı alınacak önlemler
konusunda daha emin adımlar atabiliyorlar”
dedi. Depreme dayanıklılık konusunda sadece
12 Mimar ve Mühendis
binaları düşünmekle kalmayarak, caddeler, sosyal sanat alanları ve otobanlar gibi
bölgelerin sağlam inşa edilmesine de önem
verildiğine dikkat çeken Kuzucuoğlu, Japonların tsunami konusunda da gereken önlemi
aldıklarını ve sahil bölgelerine bu amaçla
setler yaptıklarını da dile getirdi
“AFETİN HEM ÖNCESİNİ HEM
SONRASINI DÜŞÜNÜYORLAR”
Japonya’da afet yönetiminin, kriz ve risk
yönetimi olarak ikiye ayrılarak incelenmesi gerektiğine vurgu yapan Kuzucuoğlu,
genelde zarar azaltma, hazırlık, iyileştirme
ve müdahale aşamalarından oluştuğunu dile
getirdi. Afet olmadan önceki çalışmaları risk
yönetimi olarak adlandıran Kuzucuoğlu, afet
sonrası çalışmaları da kriz yönetimi olarak
açıkladı. Konunun öncesindeki çalışmaların
önemine dikkat çeken Kuzucuoğlu; “Afetin
sadece sonrasındaki çalışmaları düşünmüyorlar. Afet öncesi çalışmaların içeresinde
sadece depremin hasarının azaltılması
değil, depremden sonra gerçekleştirilecek
kriz yönetiminin önceden çalışmalarını da
yapıyorlar. Afet öncesi çalışmaların önemi
en az afet sonrası yapılan çalışmalar kadar
önemlidir. Yani testi kırılmadan önce yapılan çalışmalar olarak da değerlendirebiliriz”
dedi. Kentlerde yaşayan kişilerin daha önceden bilgilendirilerek depreme hazırlıkları
konusunda projeler yürütüldüğünün altını
da çizen Kuzucuoğlu, afetten önce kentlerde
yaşayan vatandaşların gerekli standartların
sağlanmasıyla birlikte kontrol mekanizmalarının güçlendirildiğini aktardı.
“AFETLER TEHDİT MİDİR,
FIRSAT MIDIR?”
2005 yılında Japonya’nın Kobe şehrinde
2005-2015 yıllarını kapsayacak bir eylem
planı hazırlandığını belirten Kuzucuoğlu,
kısaca HFA olarak tanımlanan Hyogo Eylem
Çerçevesi’ne (Hyogo Framework for Action)
göre risklerin önceden belirlenmesi gerektiğini ve afet olduktan sonra değil, afet olmadan
önce yapılacak risk azaltma çalışmalarına
öncelik verilmesi konusunda çalışmalar yapıldığının altını çizdi. Afetlerin tehdit olduğu
kadar bir fırsat da olduğunu dile getiren
Kuzucuoğlu, yaptığı açıklamasında; “Afetleri
belki kötü bir şey olarak algılıyoruz ama
belki o kentin iyileşmesine bir fırsat sağlıyor
veya daha büyük bir deprem için alınacak
önlemleri beraberinde getiriyor. Mesela ben
Endonezya’daki tsunami felaketiyle ilgili
incelemeler doğrultusunda aralık ayında yerinde inceleme için Endonezya’ya gitmiştim.
Oradaki ayrılıkçı örgütlerin çalışması varken
afet sonrasında silah bırakma kararı almışlar.
Yani şu anda; dediklerine göre Endonezya
afet öncesine göre daha cıvıl cıvıl ve herkes
akşam saatlerinde dışarıya çıkıyor. Bu açıdan
bakıldığında da bir fırsat niteliği taşıyor. Ticari hayat artmış, daha güçlü binalar yapılıyor”
diye konuştu.
ZİYARET
MUSTAFA KUTLU:
“İSTANBUL BİTİRİLDİ, KÜÇÜK
KÜÇÜK ADACIKLAR KALDI GERİYE”
Turgut Cansever'in küçük küçük şehirler planladığını ama bu uygulamaları hayata geçiremediğini söyleyen Mustafa
Kutlu, MMG’nin tüm dünyaya örnek olacak bu projeyi hayata geçirmesi gerektiğini belirterek her yıl binlerce şehir
plancısı ve mimarın bu uygulamayı görmek için geleceği örnek bir küçük şehir inşa edilmesinin önemine değindi.
M
imar ve Mühendisler Grubu (MMG)
Genel Başkanı Avni Çebi ve MMG
Proje Koordinatörü Yunus Emre Tozal, son zamanlarda şehircilikle alakalı yazdığı yazılarla
gündeme gelen, Türk hikayeciliğinde zirve
isim Mustafa Kutlu ile görüştü. Tanzimat'tan
bu yana mimari ve şehircilik üslubumuzun
geldiği son nokta üzerine yapılan görüşmede Mustafa Kutlu, şehircilik üzerine tüm
dünyaya örnek olacak çalışmalar, uygulamalar
yapmamız gerektiğini ifade etti. Mimariye
bakışımızda dönem olarak Lale Devri’ne kadar
inmemiz gerektiğini söyleyen Mustafa Kutlu,
bu coğrafyayı ve üzerinde yaşayan insanları
çok iyi tanıdığını, kendisine de bu yüzden
güvendiğini belirtti. İstanbul'un bitirildiğini
söyleyen Kutlu, MMG'nin Turgut Cansever'in
planladığı mahalleyi kurarsa, dünya tarihindeki en büyük işi yapmış olacağını belirtti.
KENTSEL DÖNÜŞÜM
NEYİ DÖNÜŞTÜRÜYOR?
MMG Genel Başkanı Avni Çebi, şehri inşa
ederken dünü, bugünü ve geleceği düşünerek, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla
birleştirerek inşa etmemiz gerektiğini ifade
etti. Kentsel dönüşümün neyi dönüştürdüğünü, neyi değiştirdiğini ciddi ciddi düşünmemiz gerektiğini ifade eden Avni Çebi, Türkiye
kadar başka hiçbir coğrafyada yükseklik
yarışı yapılmadığını, Amerika'da en son Sears
Towers'ın 1973 yılında yapıldığını söyledi.
Avrupa'da ve Amerika'da artık yüksek bina
yapılmadığını, Dubai, Çin ve Türkiye'nin
içinde bulunduğu bir grup devletin yüksek
bina yarışında olduğunu dile getirdi. Mustafa
Kutlu, kâinatın kitabına bakmadığımızın
altını çizerken, hem Furkan'ı (Kuran-ı Kerim)
hem de kainatın kitabını okumamız gerektiğini ifade etti.
“BEN MODERN
TEKNOLOJİ DÜŞMANIYIM!”
TV'yi muzır bir alet olarak gördüğünü söyleyen
Mustafa Kutlu, ayrım noktasının buhar makinesinin icadı olduğunu belirtti: “Buhar makinesinden önceki icatları teknoloji saymıyorum.
Onlar fıtrî olarak insanoğluna bahşedilmiş,
Mustafa KUTLU, Avni ÇEBİ, Yunus Emre TOZAL
kullanımına açık şeyler. Cenab-ı Hak sınırları
koymuş, hududullah diyoruz bu sınırlara. Kendi sınırlarımızı bilmemiz gerekiyor. Şu anda
gördüğüm, teknoloji ideolojiyi besliyor, ideoloji
teknolojiyi besliyor. Çin'de barutu teknoloji
olarak kullanıyorlar, Batı'ya geliyor silah olarak
kullanılıyor. Aklı yetenler, "hız ve haz peşinde
koşmayın, Firavunlar gibi gökyüzüne kuleler
inşa etmaeyin" diyor. Daha sakin, daha insancıl
ve insani ölçekli yaşamamız gerektiğini söylüyor. Hedefler şöyle konuluyor: Ne kadar hızlanırsan o kadar güçlüsün. Ne kadar tüketirsen
o kadar mutlusun. Bu hedefler, hududullaha,
Allah'a isyan hedefler. Bunlar bizi felakete götürüyor.” Samimi bir ortamda sıcakkanlı geçen
sohbette Mustafa Kutlu, hayata ve kendisine
dair de açıklamalarda bulundu: “Sokaktan
gelmiş bir adamım. Dolayısıyla ilk girdiğim
binanın çaycısıyla konuşurum. - Hemşerim
nerelisin? - Şebinkarahisar. - Yaylalarından
mısın? Sonrasında müdüre giderim.” Çok kitap
okumadığını, lisan bilmediğini söyleyen Mustafa Kutlu, hayatı çok önemsediğini söyledi.
"Sanat uydurma bir şeydir. Hayatı önemserim"
diyen Mustafa Kutlu, bir ağacı yazıyla tasvir
etmektense, ağacın altına oturup bir sigara
yakmayı tercih ettiğini söyledi.
NURETTİN TOPÇU
TÜRKİYE'NİN TEK FİLOZOFUDUR!
Nurettin Topçu'nun tekrar tekrar okunmasını tavsiye eden Mustafa Kutlu, Topçu'nun
Türkiye'nin tek filozofu olduğunu söyledi.
Genç arkadaşlara "Heidegger okuyacağınıza
Nurettin Topçu okuyun, daha iyidir" dediğini
belirten Kutlu, Nurettin Topçu'nun "İradenin
Davası" kitabının, dinî metinlerde bulamadığı bakış açılarında kendisini açtığını söyledi.
"Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine
kavuşamaz" diyen Kutlu, Dostoyevski'nin
uğraştığı irade meselesini orada öğrendiğini söyledi. Kitabı 4-5 defa okuduğunu
ama tam olarak anladığını söyleyemediğini
belirten Mustafa Kutlu, kendi meselesinin
1950'li yıllardan itibaren Türkiye'deki sosyal
değişim olduğunu söyledi.
“TARİHTEN ÇOK KORKARIM"
Tarihten korktuğunu, örneğin 3’üncü Selim'i
görmediğini, etrafını, mahallesini, çevresini bilmediğini, dolayısıyla bugün nasıl
yazılacağını da bilmediğini, bu nedenle tarih
yazmaktan korktuğunu söyleyen Mustafa
Kutlu, yaşadığımız hayatın dahi birçok yönü
olduğunu söyledi.
Mart - Nisan 2013 13
ETKİNLİK
‘Herkes İçin Şehir’
MMG’nin düzenlediği ‘Şehir ve Medeniyet Tasavvurumuz’ konulu panel, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Konferans Salonu’nda düzenlendi. Yoğun bir katılımla gerçekleşen panelde gündeme ilişkin
şehircilik konuları da tartışıldı.
P
anelin açılışını yapan Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Başkan Yardımcısı
Kadem Ekşi, medeniyetleri oluşturan şehirleri
çok iyi tahlil etmemiz ve insani ölçeklerle değerlendirmemiz gerektiğini, çünkü medeniyeti
oluşturan şehirleri bugün kaybetmekle karşı
karşıya kaldığımızı ifade etti. “Herkes için Şehir”
başlığını kentsel dönüşümün bir fırsata çevrilebilmesi için özellikle kullandıklarını belirten
Kadem Ekşi, şehirlerin insanla olan bağını çok
iyi analiz etmemiz gerektiğini belirtti.
Marmara ÜniVERSİTESİ
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.
Dr. Ali Köse: “Batının
tekniğini alalım ahlakını
almayalım diye bir şey yok!”
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali Köse, Marmara Üniversitesi’nde
yaklaşık 1 yıldır müteahhitlerle birlikte olduğu
için tecrübeler kazandığını, şehircilikle ilgili
MMG ile paneli gerçekleştirdikleri için teşekkür
ederek konuşmasına başladı. Ekonomi ile
din kavramlarının birbiriyle bağlantılarına
dikkat çeken Prof. Dr. Ali Köse, öğrencilik
yıllarından itibaren katıldığı her panelde ya
da sempozyumda hemen hepsinin başlığında
bir sorunun dile getirildiğini, “Biz problemlerle
boğuşuyoruz, şimdi bu problemlerin başından
nasıl gelebiliriz” üslubunda olduğunu, “İslam
ve Modernizm”, “İslam ve Batılılaşma” gibi
başlıklar olduğunu, bunun da aslında bizim
yaklaşık 250-300 yıllık serencamımızın olduğunu kaydetti. Ali Köse, sosyal medyayla artık
insanın hem aldığını hem verdiğini kaydederek,
insana “ben varım” bilinci verdiğini açıkladı.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne şu
an yapılan camii projesinin klasik bir cami mimarisi olmadığını, görenlerin “modern camii”,
“post-modern camii” tanımlamaları yaptığını
söyleyen Ali Köse, mimara bunları söylediğinde
hakaret olarak algıladığını, projeyi gelenekle
oluşturduğunu söylediğini belirtti.
MMG Genel Başkanı Avni Çebi:
“Cumbalı evlerden Fransız
balkonlu evlere gelirken
neleri kaybettik?”
MMG olarak şehirciliğe çok önem verdiklerini,
her ay bu konuda bir çalışma yapmaya gayret
ettiklerini belirten MMG Genel Başkanı Avni
Çebi, “hikmet, iman ve ihsan” kavramlarının
medeniyeti inşa ettiğini, MMG’nin de bu
kavramlar üzerinden çalışmalar yaptığını ifade
14 Mimar ve Mühendis
Avni Çebi; “Kentleri inşa ederken
bu kadar yoğun yapmaya gerek
var mı? Apartmanlardan bakınca
yıldızları göremiyoruz. İnsanlığın
konut sorununun cevabı da burada
yatıyor. Gerçekten dünyada alan
sorunu var da insanlar çok katlı
yapılar yapmaya başladı, yoksa
insanlar değerlerini kaybetti de
rant üreterek zengin olmaya mı
çalışıyor?” diye konuştu.
etti. Müthiş bir bilgi bombardımanı altında
olduğumuzu söyleyen Avni Çebi, hepimizin
bilgiyi yeniden yorumlayarak kendi fıtratının değişimine izin vermeyecek bir bilince
ulaşabilmesi için çaba göstermesi gerektiğini
belirtti. Yapıcı olmanın önemine değinen Avni
Çebi, Allah’ın tüm yaptıklarımızın üzerinde
tasavvuru olduğu gerçeğini unutmamamızı,
dolayısıyla yapacaklarımızı Kuran-ı Kerim’de
Sebe Suresi’nde geçen “ Size tek bir öğüdüm
var. İster başkalarıyla beraber, ister yalnız başınayken Allah’ın huzurunda olduğunuzu asla
unutmayın” ayetini unutmadan (Sebe Suresi
46) yapabilme bilinci kazanmamızın önemine
değindi. İstanbul’un ötekileştirilen taraflarında
insanın kendisiyle, çevresiyle ve Rabbiyle bağ
kuramadığını dile getiren Avni Çebi, insanları
çok katlı binalar yapmaya iten şeyin ne olduğunu sorgulamamız gerektiğini sordu: “Kentleri
inşa ederken bu kadar yoğun yapmaya gerek
var mı? Apartmanlardan bakınca yıldızları gö-
remiyoruz. İnsanlığın konut sorununun cevabı
da burada yatıyor. Gerçekten dünyada alan sorunu var da insanlar çok katlı yapılar yapmaya
başladı, yoksa insanlar değerlerini kaybetti de
rant üreterek zengin olmaya mı çalışıyor?”
Üsküdar Belediye Başkanı
Mustafa Kara: “Çamlıca Camii
Projesi Yarışması’na daha uzun
zaman verilmeliydi”
Sözlerine şehircilik anlayışımızla başlayan
Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara,
İstanbul’un asırlardır birçok medeniyetin
beşikliğini yaptığını, Belediye Başkanlığını
yaptığı olduğu Üsküdar’ın 1452’den bu yana
İslam’la şereflendiğini belirtti. Kendimize ait bir
şehircilik medeniyetimizin olduğunu söyleyen Mustafa Kara, medeniyetimizin kodlarını
doğru okumamız gerektiğini ifade etti. Belediye
Başkanı olarak, düşündükleri Üsküdar ile şu
anda Üsküdar’da yapılanların örtüşmediğini, bir
tarafta müthiş bir medeniyet algımızın olduğunu diğer tarafta mevcut durumda yapılanların
ve üzerilerinde baskıların olduğunu dile getiren
Mustafa Kara, Üsküdar’ın bir kültür havzası
olduğunu söyledi. Çamlıca Camii meselesine
de değinen Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa
Kara, MMG Genel Başkanı Avni Çebi’nin rant
diye ifade ettiği sisteme direnebilmenin güçleştiğini, uluslararası konjektürün ve para piyasalarının yönlendirildiği, finans merkezi olma
yolundaki girişimlerle “borsa-konut ilişkisi”nin
bozulduğu bir sistemde direnebilmek ve
yeniden medeniyet kodlarımıza dönebilmek
için şehirciliği önemsememiz ve daha fazla
konuşmamızın zorunlu olduğunu söyledi.
Prof. Dr. Saadettin Ökten:
“Çamlıca Camii taklit değil,
tekrardır.”
Toplumun ciddi bir medeniyet krizinden
geçtiğini söyleyerek sözlerine başlayan Prof.
Dr. Saadettin Ökten, “Müşterisiz metaa zayidir”
medeniyetinizin ürününün farklı bir zamanda
inşa edildiğini, taklitte ise bir başka medeniyetin biçimini alıp kendi medeniyetinize monte
etmeye çalışıldığını söyledi. Türkiye’nin bir
zamanlar medreselerini kapatarak üniversite
sistemine geçişini taklit olarak değerlendiren
meselesi olduğunu, Kuran’ın insanı şahit yaptığını belirten Şaban Ali Düzgün, bir kafiyecinin
şöyle tanımlama yaptığını söyledi: “İnsanda 3
büyük güç vardır. Akıl, gazap ve şehvet. Aklın
itidalli hali hikmet, gazabın itidalli hali şecaat,
şehvetin itidalli hali iffettir.”
Mimar Mehmet Şimşek Deniz:
“Peygamberimizin şehircilik
ve mimarlık alanındaki
uygulamalarıNI yeniden
incelemeliyiz”
Konuşmasına Hz. Muhammed’in şehircilikle alakalı söylediği sözlerle başlayan Mimar Mehmet
Şimşek Deniz, Peygamberimizin binasını yüksek
katlı yapan sahabeyle, o yüksek katı yıkana
kadar konuşmadığını, yeni inşaatlarda peygamberimizin yol için ayrım bırakıldığını söylediğini
belirtti. Yeni açılan kuyularda uygulamaların
olduğunu, Medine’de bulunan şatovari yapıların
yani kültürel ve tarihin mirasın korunmasını emrettiğini söyledi. Çocukların toprakla
oynamasını teşvik ettiğini de belirten Mimar
Mehmet Şimşek Deniz, şimdilerde İstanbul’un
her tarafının beton olduğunu vurguladı.
Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa
Kara, Belediye Başkanı olarak,
düşündükleri Üsküdar ile şu
anda Üsküdar’da yapılanların
örtüşmediğini, bir tarafta müthiş
bir medeniyet algımızın olduğunu
diğer tarafta mevcut durumda
yapılanlardan dolayı üzerilerinde
baskı olduğunu dile getirdi.
Kara, uluslararası konjonktürün ve
para piyasalarının yönlendirildiği,
finans merkezi olma yolundaki
girişimlerle “borsa-konut ilişkisi”nin
bozulduğu bir sistemde direnebilmek
ve yeniden medeniyet kodlarımıza
dönebilmek için şehirciliği
önemsememiz gerektiğini söyledi.
diyerek hiçbir kapitalistin, özellikle de Türk
müteahhidinin alıcısı olmayan bir yapıyı inşa
etmeyeceğini belirtti. Bir medeniyetin sembolik
olarak en güzel eserlerinin her zaman şehrin
merkezinde olduğunu, şehrin merkezinde
olmayan eserlerin giderek değer kaybettiklerini
ifade etti. Çamlıca Camii’nin şehrin dışında
yapıldığına dikkatleri çeken Saadettin Ökten,
bu caminin betondan yapılacağını, betonarme
yaşının belli olmadığını, dönemlik olduğunu
ama fazla da karamsar olmadığını söyledi.
Çamlıca Camii’nin tekrar olduğunu, taklit ile
tekrar arasında fark olduğunu, tekrarda kendi
Saadettin Ökten, medrese modelini geliştirmeyerek olduğu yerde bıraktığını söyledi.
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün:
“Nasıl bir kent olması gerektiği
Kur’an’da belirtiliyor”
Çağdaş Dünyada Din ve Dindarlar kitabından
hareketle “Dinlerin Şehirleşme Kabiliyeti”
başlığıyla yazdığı makaleyle geldiğini söyleyen
Şaban Ali Düzgün, insanın yaşadığı kentte
yaşam alanında olması gerekenleri Kuran’dan
ayetlerle anlattı:
“Beldetün Tayyibe: Yaşayan Kent
Beldetün Meyyitetün: Ölü kent, varolan değerleri de tüketen.
Nasıl bir kentte yaşamalıyız? sorusunu Kuran
şöyle açıklıyor:
Zürriyeten Tayyibe: Hayırlı evlatlar yetiştireceğimiz bir mekan olması lazım.
Rihun Tayyibe: Temiz havası olmalıdır.
Şeceratün Tayyibe: Organik -her türlü- gıdalar
olmalıdır.
Tahiyyeten Tayyibe: Her türlü konuşma ve
nezaket, nezahet içermelidir.
Mesakine Tayyibe: Güvenli, yıkılmayacak
binalar olmalıdır.”
Tevbe Suresi 101. ayette fazla münafıklık
yapanların beldelerde, şehirlerde olduğuna
dikkat çeken Şaban Ali Düzgün, bu ayetlerin
yaşadığımız kentler için nasıl olması gerektiğini açıklayan mihenk taşları olması gerektiğini
söyledi. Namaz kılmak için tüm yeryüzünün
bir mescit olduğu hükmünde, içinde yaşadığımız şehirlerin tertemiz olması gerektiğini
söyleyen Şaban Ali Düzgün, burada bir toplumsal mesaj olduğunu söyledi. Meselenin insan
Prof. Dr. Tahsin Öztürk:
“Aklımızdaki şehirle
yaşadığımız şehirler
birbiriyle uyumlu değil!”
İstanbul’un yağma bir alana dönüştüğünü
söyleyen Prof. Dr. Tahsin Öztürk, modern dönemde Müslümanların zihniyetinin gerçekten
sorgulanması gerektiğini ifade etti. Benimseyemediğimiz ama içinde yaşadığımız bir dünyayı
tanımaktan bile aciz olduğumuzu söyleyen
Prof. Dr. Tahsin Öztürk, herkesin en kısa yoldan
zengin olmayı istediğini söyledi. Aklımızda
olan şehirle, içinde yaşadığımız şehrin uyumlu
olmadığını söyleyen Prof. Dr. Tahsin Öztürk,
bu uyumsuzluğun nereden kaynaklandığını
irdelememiz gerektiğini, kendimizle yüzleşmeyi başarmamız gerektiğini söyledi. Modern bir
toplum olduğumuzu belirten Prof. Dr. Tahsin
Öztürk, bir şirketin varlık amacının kâr etmek
olduğunu belirtti ve modern siyasetin amaçlarını çok iyi analiz etmemiz gerektiğini söyledi.
Prof. Dr. Vecdi Akyüz:
“Medine şehrinin nasıl
dönüştüğünü iyi okumalıyız”
Konuşmasına peygamberimizin Medine’ye
gelir gelmez hemen bir pazar yeri, mescit ve
çarşının inşa edildiğine dikkatleri çekerek
başlayan Prof. Dr. Vecdi Akyüz, toplumun her
kesiminden insanın Medine’de, bir ortamda,
hep beraber barış içerisinde yaşayabilmelerinin
sağlanmasının önemini anlattı. Hem ekonomik,
hem ibadet hem toplumun bir araya geldiği ortamların önemini anlatan Prof. Dr. Vecdi Akyüz,
şehirlerin meydanlarının insanları topladığını,
bir araya getirdiğini ifade etti.
Mart - Nisan 2013 15
ETKİNLİK
MMG ANKARA ŞUBESİ
TBMM BAYINDIRLIK, İMAR, ULAŞTIRMA ve TURİZM KOMİSYONU BAŞKANI İDRİS GÜLLÜCE:
“KENTSEL DÖNÜŞÜM BİR BÜTÜN OLARAK DÜŞÜNÜLMELİ”
Kentsel dönüşüm çalışmalarına 3.5 metrelik sokakları olan yerleşimlerle devam edilmemesi gerektiğini söyleyen
İdris Güllüce, kentsel dönüşümün her yönüyle bir bütün olarak düşünülmesi ve tüm çalışmaların yeniden
yapılandırma parolasıyla gerçekleştirilmesi gerektiğini söyledi.
M
Güllüce; “Tüm çalışmalar yeniden
yapılandırma parolasıyla
gerçekleştirilmeli. Gayrimenkule
Türkiye’de olağanüstü değer
veriliyor; bunun yerine önce insana
değer verilmeli. İnsanların eski
alışkanlıklarına değer verilmeli,
onların önceliklerine dikkat
edilmeli, onları önemsemeli, insani
değerleri, ekonomik değerleri,
yok etmeden kentsel dönüşüm
gerçekleştirilmeli” dedi.
imar Ve Mühendisler Grubu Ankara
Şubesi’nin 12 Mart Salı tarihinde
gerçekleştirdiği Ankara Sohbetleri Etkinliğinin konuğu “Türkiye’de Yapılan İmar
Çalışmaları ve Meclis Gündemi” konulu
sunumuyla AK Parti İstanbul Milletvekili
Meclis Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve
Turizm Komisyonu Başkanı İdris Güllüce
oldu. Programa MMG Ankara Şube Başkanı
Yılmaz Ada, Hatay Eski Milletvekili Mehmet Sılay, Ak Parti Merkez Disiplin Kurulu
Üyesi Vahdettin Bahadır, Savunma Sanayi
Müsteşar Yardımcısı Faruk Özlü, Ankara
Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter
Yardımcısı Yunus Aluç, T.C.D.D. İnşaat ve
Emlak Dairesi Başkanı Bünyamin Sarıkaya,
ENERJİSA Başkent Elektrik İcra Kurulu
Başkan Yardımcısı Ömer Faruk Gültekin,
T.C. S.S.M. Uzay ve İnsansız Sistem Daire
Başkan Yardımcısı Müjdat Uludağ, MMG
Kurulu Üyelerinden Ümit Keser (EGO Raylı
Sistemler Yapım Müdürü), EPDK Kurul
Üyesi Fatih Dönmez, Sivil Havacılık Genel
Müdürü Bilal Ekşi, SHGM Genel Müdür
Yardımcısı Bahri Kesici, Karayolları Teftiş
Kurulu Başkanı Vacip Mert , Tapu Kadastro
Harita Dairesi Başkanı Sedat Bakıcı, MMG
Şube üyeleri ile çok sayıda konuk katıldı.
“GAYRİMENKULE DEĞİL
İNSANA DEĞER VERİLMELİ”
Güllüce, kentsel dönüşüm çalışmalarına
3.5 metrelik sokakları olan yerleşimlerle
devam edilmemesi gerektiğini vurgularken,
kentsel dönüşümün her yönüyle bir bütün
olarak düşünülmesi gerektiğini ifade etti.
Eskiyi yenilemenin hiçbir getirisi olmayacağının altını çizen Güllüce; “Tüm çalışmalar yeniden yapılandırma parolasıyla
gerçekleştirilmeli. Gayrimenkule Türkiye’de
olağanüstü değer veriliyor; bunun yerine
önce insana değer verilmeli. İnsanların eski
alışkanlıklarına değer verilmeli, onların önceliklerine dikkat edilmeli, onları önemsemeli, insani değerleri, ekonomik değerleri,
yok etmeden kentsel dönüşüm gerçekleştirilmeli” dedi.
“MÜHENDİSLİK ROMANTİKLİK
DEĞİL, HESAP KİTAP İŞİDİR”
İstanbul’da kentsel dönüşüm çalışmaları
için sıkıntı oluşturacak bölgelerin oranını
16 Mimar ve Mühendis
yüzde 65 olarak açıklayan Güllüce; “Emsal
6 katı artırılsa, birçok sorunla karşılaşılır.
Altyapı, üstyapı hep sorun olarak karşımıza
çıkar. Mühendislik romantiklik değil, hesap
kitap işidir. Her bölgeye aynı uygulamayı
yapmak doğru olmadığı için bunu gerçekleştirmek olmaz. Kırşehir, Çorum vs. gibi
illerden vatandaşlar Ankara’ya akıyor ve
Ankara hızla büyüyor. Şehir büyüdükçe
mutlu insan sayısı azalır. Evlerde huzur
kalmaz, komşuluk ilişkileri azalır. Bu
konuda MMG gibi STK‘lar sempozyumlar
düzenleyerek, imar hukuku ve anlayışının
yeniden gözden geçirilmesini temin etmeli.
İnsan profili iyice incelenmeli ve onların
ihtiyaçlarını tespit etmeli” diye konuştu.
“KENTSEL DÖNÜŞÜM
İLE BİRLİKTE, KÖYSEL
DÖNÜŞÜME DE BAŞLAMALIYIZ”
Mimarlara ve mühendislere gerçekleştirilecek kentsel dönüşüm projeleri aşama-
sında büyük görev düştüğünü kaydeden
Güllüce, yanlış şehirleşme konusunda,
“Şehir kaç katlı olacak, yollar nasıl olacak
konularından ziyade, önce insana yatırım
yapılmalı, insana değer verilmeli. İnsanlar avlu kültüründen, balkon kültürüne
geçince; balkondan insanları sinek gibi
gördüklerinden, gerçek hayatta da insana
sinek kadar bile değer verilmemekte. İnsanın insana verdiği değer bile değişti” diye
görüş bildirdi. Güllüce konuşmasına şöyle
devam etti: “Çiğköfte ile pizza yiyen bir
toplum olduk. Batı dünyasının en büyük
özelliği, doğudaki insana yaptıkları her
şeyin doğru olduğunu kabul ettirmişler.
Bu batının en büyük başarılarından biridir.
Göçü engelleyebilecek bir silahımız yok.
Toplumun sosyolojik yapısında sorun var.
Freni patlamış araç gibi, insanlar birbirlerine selam vermez hale geldi. İstanbul’u
iyi biliyorum, Anadolu’yu da iyi bilirim. Biz
kentsel dönüşüm ile birlikte, köysel dönüşüme de başlamalıyız. Çocuklar dereden
balık tutup havuza atıyorlar, zamanla etraf
kurbağa ile doluyor. Şehirlerde tabelalara
dikkat edilmeli.”
Mart - Nisan 2013 17
ETKİNLİK
MMG ANKARA ŞUBESİ
ANKARA’DAKİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJELERİ
"Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, Kentsel Dönüşüm Nedir, Neden Kentsel Dönüşüm ve Kentsel
Dönüşüm Stratejisi ve Evreleri" hakkında sunum gerçekleştiren Yunus Aluç, idareler arasında projenin koordineli
ve sağlıklı bir şekilde uygulanması için (TOBAŞ) Toplu Konut-Büyükşehir Belediyesi İnşaat Emlak Mimarlık ve
Proje A.Ş.’nin kurulduğunu belirtti.
M
imarlar ve Mühendisler Grubu'nun
(MMG) düzenlediği "Kentsel Dönüşüm Sürecinde Belediyelerin Rolü ve
Ankara Uygulamaları “ konulu yemekli
Ankara Sohbetleri 26 Şubat Salı günü,
Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel
Sekreter Yardımcısı Yunus Aluç’un sunumuyla gerçekleşti. Programa ayrıca MMG
Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada, Urfa
Milletvekili (Eski Belediye Bşk.) İbrahim
Halil Çelik, Savunma Sanayi Bakanlığı
Müsteşarı Faruk Özlü, TEİAŞ Gnl. Müd.
Kemal Yıldız, Tapu ve Kadastro Gnl. Müd.
Yrd. Gökhan Kanal, Tapu ve Kadastro Gnl.
Müd. Harita Daire Bşk. Sedat Bakıcı, MMG
Yönetim Kurulu Üyelerinden Ümit Keser
(EGO), Ankara Büyükşehir Belediye Meclis
Üyesi Turizm Komisyonu Bşk. Murat
Köse, EPDK Kurul Üyesi Fatih Dönmez,
Ulaştırma Bakanlığı Alt Yapı Demiryolu
ve Daire Bşk. Kazım Özgür, Sivil Havacılık
Gnl. Müd. Bilal Ekşi, Sanayi ve Teknoloji
Bakanlığı Danışmanı Mesut Uğur, Başkentgaz Gnl. Müd. Halil Kırşan, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Danışmanı
Mahmut Yağız, Belediye Başkanları Birliği
Gnl. Bşk. Yrd. Hurşit Yüksel, TOKİ Daire
Bşk. Dursun Baştürk, Toki Şube Müd.
Gürol Konyalıoğlu, MMG Şube üyeleri ile
çok sayıda konuk katıldı. Kuzey Ankara
girişindeki kentsel dönüşüm projesinin
Türkiye’nin dünyaya açılan kapısındaki
bir proje olduğunu dile getirerek kentsel
dönüşüm stratejisinin evrelerini de şöyle
açıkladı;
KENTSEL DÖNÜŞÜM
STRATEJİSİNİN EVRELERİ
1-Kent Dokusunu Bozan Yerleşim Alanlarının Tespiti,
2-Alan Sınırlarının Belirlenmesi,
3-Mülkiyet ve Bina Analizleri,
4-Anket ve Halkla İlişkiler Çalışmaları, Rızai
Anlaşma, Kamulaştırma,
5-İmar Planı, Kentsel Tasarım ve Mimari
Projelerin Hazırlanması,
6-Arazinin İnşaatlara Hazır Hale
Getirilmesi,
7-İnşaatların Tamamlanması (Altyapı, Konut,
Sosyal Donatı vs.),
8-Kuraların çekilerek, Konutların Teslim
Edilmesi, Öncelikli Proje Alanı 360 Hektar,
Nüfus 70 bin Kişi, Konut Sayısı 18 bin adet.
18 Mimar ve Mühendis
İlk resmi konut sözleşmesinin 2005 yılının
mart ayında yapıldığını kaydeden Aluç,
daha sonra sertifikaların yapılan törenle
hak sahiplerine verildiğini sözlerine ekledi.
2006 yılında ihale edilerek inşaatı başlatılan Karacaören hak sahibi konutlarına ilişkin de bilgi veren Aluç; “2007 yılı temmuz
ayında noter huzurunda çekilen kura ile
öncelikli proje alanındaki toplam 1458 adet
konutun sahipleri belirlenmiştir” dedi.
KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL
DÖNÜŞÜM PROJESİ REKREASYON
ALANINA AİT BİLGİLER
Rekreasyon alanında bulunan sosyal
donatılar;
- 2 adet Beş Yıldızlı Otel
- 1 Adet 5000 kişilik Kongre Merkezi
- 180 bin m² büyüklüğünde Gölet
- Belediye Kabul Salonu
- Yaşlılar ve Hanımlar Lokali
- Anfi Tiyatro
- Alışveriş Merkezi
- Spor Merkezleri, Kafe ve Restoranlar
- Fast-food ve büfe,
- Fitness center,
- Çeşitli Etkinliklere İmkân Verecek Sosyal
Tesisler,
- Basketbol, Futbol, Tenis ve Mini Golf
Sahaları
- Düğün ve Nikâh Salonu
- Konuk evi ve kabul salonu
Yaşlılar, kadınlar ve gençler için aktivite ve
kültür merkezleri yapılması
planlanmıştır.
Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm
Projesi Birleşmiş Milletler – HABITAT (UNHABITAT) tarafından 2009 yılının “En İyi
Uygulama” ödülüne layık görüldü. Ayrıca,
İslam Başkentleri ve Kentleri Teşkilatı
(OICC) tarafından “Kentsel ve Bölgesel
Planlama” Dalında birincilik ödülüne
layık görüldü. Kuzey Ankara Girişi Kentsel
Dönüşüm Projesi diğer kentsel dönüşüm
projelerine örnek olması ve projemizi kendi
ülkelerinde de uygulamak isteyen yabancı
heyetlerin ilgisi ve beğenisiyle karşılaşıyor.
DİKMEN VADİSİ
KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ
Proje öncesinde Dikmen Vadisi sağlıksız koşullarda gecekondulaşmış bir bölge olarak
Ankara’nın güneyinde prestij mekanları sayılabilecek Meclis, Çankaya, Oran Sitesi ve
Dikmen semtleri arasında yer almaktaydı.
Projenin amacı, Ankara’da 5.3 km uzunluğunda, bir rekreasyon alanı ile birlikte
bir kültür ve eğlence koridoru oluşturmak,
vadinin, 5.000 adet gecekondulardan
tamamen uzlaşma yolu ile arındırılmasını
sağlamak. Stratejik bölgelerinde, yatırımların kaynağını sağlamak.
Alanının büyük olması nedeniyle proje 5
etaba ayrılıyor.
1. Etap Dikmen Vadisi Konut ve Çevre
Geliştirme Projesi
2. Etap Dikmen Vadisi Konut ve Çevre
Geliştirme Projesi
3. Etap Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm
Projesi
Son Etap Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm
Projesi.
DİKMEN VADİSİ 1. ETAP ( 1989 – 1994 )
Etap alanı 201 bin 500 m²
Yıkılan gecekondu adedi 408
Tapu Tahsisli hak sahiplerine 404 adet 80
m² konut tahsis edilmiş.
Tapulu gayrimenkul sahiplerinin taşınmazlarına karşılık konut verilmemiş, taşınmaz
karşılığı kamulaştırma bedeli ödenmiş.
DİKMEN VADİSİ 2. ETAP
Etap alanı 385 bin m²
Yıkılan gecekondu 810 adet, 810 adedi
hak sahibi ve 244 adedi finansman konutu
olmak üzere toplam 1054 adet konut inşa
edilmiş.
DİKMEN VADİSİ 3. ETAP
Kamulaştırılan alan 175 bin 417 m²
Yıkılan gecekondu 384 adet
Proje alanına inşa edilen toplam 1132 adet
konutun 303 adedi hak sahiplerine kura ile
teslim edilmiş.
DİKMEN VADİSİ SON ETAP
Alan: 135 hektar
Nüfus: 32 bin 800 kişi
Konut sayısı: 8 bin 200 adet
Sonuç olarak;
Kentsel ölçekte bir rekreasyon alanına
dönüştürülmüş, kent bütününe hizmet
edecek ticari,kültürel ve sosyal donatılara
kavuşmuş, bölgede yaşayan hak sahiplerinin konut sorunlarını çözen ve kendini
finanse eden yöntemlerle yeni bir yerleşim
alanı oluşturulmuş. Yerel yönetimlere
yeni ufuklar açan özellikleriyle, kapsamlı
kentsel yenileme ve geliştirme projelerinin
bir örneği olarak görülüyor.
YENİ MAMAK
KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ
Proje alan büyüklüğü 7 milyon m2,
Toplam konut sayısı 50 bin adet,
Proje alanı nüfusu 200 bin kişi,
Toplam gecekondu adedi 13 bin 750 adet.
Mamak’ta yer alan 14 mahalleyi içerisine
alan ve Samsun Yolu’nun kuzey ve güney
kısımlarında Mamak Köprüsü’nden başlayıp
Hasanoğlan’a kadar uzanan toplam 7
milyon 330 bin metrekarelik alanda gerçekleştirilecek olan “Yeni Mamak Kentsel
Dönüşüm Projesi” kapsamında yaklaşık 13
bin 750 adet yapı yıkılacak.
GÜNEYPARK KENTSEL DÖNÜŞÜM
PROJESİ SİNPAŞ KONUTLARI
Proje alanı: 184 hektar.
Mevcut gecekondu sayısı: 477 adet.
Yapılabilir konut sayısı: 7 bin 820 adet.
Proje alan büyüklüğü 1 milyon 840 bin m2.
Haksahibi konut sayısı 2 bin 400 adet.
Toplam konut sayısı 7 bin 820 adet.
Proje alanı nüfusu 31 bin kişi.
Gecekondu adedi 478 Adet.
Yıkılan gecekondu adedi 477 Adet.
ŞİRİNDERE KENTSEL
DÖNÜŞÜM PROJESİ
HIDIRLIKTEPE ATIFBEY İSMETPAŞA
KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ
Ankara Büyük Şehir Belediyesi kanun
kapsamında Belediye Meclisinden alınan
kararlar ile halen 53 ayrı bölgede Kentsel
Dönüşüm ve Gelişim Proje çalışmaları
değişik aşamalarda devam ediyor. Belediyemizce uygulanan bu projelerle yaklaşık 40
bin gecekondunun 120 bin konut ve sosyal
donatı alanlarıyla dönüşümü hedefleniyor.
"Kuzey Ankara Girişi Kentsel
Dönüşüm Projesi Birleşmiş
Milletler – HABITAT (UN-HABITAT)
tarafından 2009 yılının 'En İyi
Uygulama' ödülüne layık görüldü.
Proje ayrıca İslam Başkentleri ve
Kentleri Teşkilatı (OICC) tarafından
'Kentsel ve Bölgesel Planlama'
dalında birincilik ödülüne de
layık görüldü" diyen Yunus Aluç,
konuşmasına, "Bu proje, diğer
kentsel dönüşüm projelerine
örnek olması ve projemizi kendi
ülkelerinde de uygulamak isteyen
yabancı heyetlerin ilgisi ve
beğenisiyle kendini kanıtlamıştır"
diyerek devam etti.
SONUÇ ve ÖNERİLER
31 Mayıs 2012 tarihinde yürürlüğe giren
"Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun"da öngörülen kamu
mülklerinin idareye bedelsiz devri, mera
vasıflı arazilerin konumu ve harçlardan
muafiyet konusunun 5393 sayılı kanun ile
ilişkisi, belediye ve hak sahipleri arasında
imzalanan konut/işyeri karşılığı yapılan
sözleşmelerin 3. şahıslara devrine ilişkin
yasal düzenleme.
Mart - Nisan 2013 19
ETKİNLİK
"TÜRKİYE’DE SİVİL HAVACILIK" TARTIŞILDI
Türkiye’de sivil havacılık sektöründe yaşanan gelişmeler ve 2023 vizyonunda gerçekleştirilmesi düşünülen
projeler, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Mimar ve Mühendisler Grubu’nun İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği
Fakültesi’nde gerçekleştirdiği “Türkiye’de Sivil Havacılık Sektörü” konulu panelde ele alındı.
S
ivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi,
THY Teknik A.Ş. Genel Müdürü Doç. Dr.
İsmail Demir ve İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hayri
Acar’ın sunum yaptığı panelde, havacılık sanayi, faaliyetler ve gerçekleştirilen faaliyetlerin
sürdürülebilir olabilmesi için neler yapılması
gerektiği konuları tartışıldı. Panelin Moderatörlüğünü MMG Yönetim Kurulu Üyesi Murat
Özmen gerçekleştirdi.
“UÇAK ÜRETİRKEN EN
MODERNİNİ YAPMAYA ÇALIŞIYORUZ”
İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi
Dekanı Prof. Dr. Metin Orhan Kaya, açılış
konuşmasında bölümleriyle alakalı ve bilgilendirici bir panel gerçekleştirdiği için MMG’ye
ve katılımcılara teşekkür ederken, havacılık
tarihi ile ilgili geçmişten günümüze bilgiler
verdi. Türk havacılığı için önemli isimlerden
Nuri Demirağ hakkında da bilgi veren Kaya,
Türk havacılık sektörü konusunda görüşlerini
dile getirdi. İstanbul’a kurulacak 3. Havaalanı
hakkında da görüşlerini belirten Kaya, burada
hakim rüzgar yönü ve sis konusunun dikkate
alınarak yapılması gerektiğini ve herhangi bir
sorun varsa giderilmesi konusunda hassasiyet gösterilmesi gerektiğini vurguladı. Uçak
yaparken direkt en modern uçak yapımının
hedeflendiğini belirten Kaya, “Biraz daha alçak
gönüllü olmamız gerekir. Küçük küçük uçaklar
ya da prototipler yapılmalı” dedi.
20 Mimar ve Mühendis
“HER GENÇ NURİ DEMİRAĞ’IN
HAYATINI OKUMALI”
MMG Genel Başkanı Avni Çebi, gerçekleştirdiği açılış konuşmasında Nuri Demirağ’a
rahmet dilerken, onun yalnızca Türk sivil havacılığı için önemli olmadığını aynı zamanda
da iyi bir girişimci olduğunu dile getirdi.
Demirağ’ın Türkiye’deki raylı sistemlerin ve
demiryolu ulaşımının gelişiminde de büyük
pay sahibi olduğunu belirten Çebi, “Nuri
Demirağ öncü çalışmalar yapmıştır. Tüm
Türk gençliğinin Nuri Demirağ’ın hayatını
okuyarak teknik gelişimin yanı sıra memleket aşkını, mücadeleyi, insan sevgisini, değer
üretmeyi aynı zamanda maalesef toplumdaki
vefasızlığı, ihtirası, birbirimizi nasıl aşağıya
çektiğimizi, asıl sorunun içimizden geldiğini,
küçük dünya hesaplarını ve bunları yenersek
Türkiye’nin sivil havacılıkta hak ettiği yeri
yakın zamanda alacağını anlayabilirler” dedi.
“DÜNYA ÜNİVERSİTELERİYLE
YARIŞABİLMEK İÇİN KALİTELİ
PROJELER LAZIM”
İTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca yaptığı
açılış ve selamlama konuşmasında İTÜ olarak gerçekleştirilen projelerden bahsederken,
havacılık işletmeciliği konusunda THY ve
THY Teknik ile ortaklaşa projelerin olduğunu
ve önümüzdeki yıllarda Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi’ne öğrenci alarak havacılık sektöründe teknik anlamda çalışacak olan
personel açığına bir nebze katkıda bulunmak
istediklerini kaydetti.
Yeterince potansiyel olduğunu ve bunları
daha yetkin kullanmak açısından lisansüstü programlara ihtiyaç bulunduğunu dile
getiren Karaca, “Raylı sistemler konusunda
da İTÜ öncü olmak zorundadır. İTÜ olarak
isteğimiz proje tabanlı ürünler üretmek ve
sayılı üniversitelerle yarışabilmek adına
büyük projeler geliştirmek gerekir ve bu bağlamda Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanlığı’na THY Teknik ve İTÜ Uçak ve Uzay
Mühendisliği Fakültesi ile ortaklaşa 20 milyon TL’lik yerli uçak geliştirme projesi sunduk. Bu tür projelerde tek başınıza çalışmalar
yapmak zordur ve partner bulmanız gerekir.
Biz de bu bağlamda partnerlerimizle birlikte
demiryolu ile ilgili de projeler geliştirme ve
bilgi aktarma planımız devam etmektedir.
Aynı zamanda hızlı tren yapımı için de çalışmalarımız devam ediyor” diye konuştu.
“HAVACILIK FAALİYETLERİ
TÜM MEVZUATLARA UYGUN”
Sivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi,
konuşmasına sivil havacılığın tarihinden
bahsederek başlarken, ilk havacılık çalışmalarının 1912 yılında bugünkü Atatürk
Havalimanı’nda başladığını ve 1933 yılında
5 uçaklık bir filo ile Türk Hava Postaları adıyla ilk sivil hava taşımacılığının
başladığını belirtti. Bugün, ülkemizdeki
havacılık faaliyetlerinin, ulusal ve uluslararası mevzuatlara uygun olarak sürdürüldüğünü ifade eden Ekşi, SHGM görev, yetki
ve sorumlulukları kapsamında hazırlanan
tüm mevzuatların; ICAO mevzuatı, 2920
sayılı Türk Sivil Havacılık Kanunu, üyesi
bulunulan ECAC ve EUROCONTROL mevzuatları ile Avrupa Sivil Havacılık Otoritesi
EASA’nın mevzuatlarına paralel olduğuna
dikkat çekti.
“HAVACILIKTA SON 10 YILDA
HIZLI GELİŞMELER OLDU”
2003 ile 2013 yılları arasında havacılık
sektörünün kaydettiği gelişmeler hakkında
bilgi veren Ekşi, Türkiye’de 2003 yılında
162 olan uçak sayısının 2013 yılında 374’e
çıkarak yüzde 130 artış kaydettiğini söyledi.
Son 10 yılda Türkiye’deki toplam hava aracı
sayısında da yüzde 74’lük bir artışın olduğunu belirten Ekşi, 2003 yılında bu sayının
658, 2013 yılına gelindiğinde ise bin 150
olduğunu vurguladı. En önemli gelişmelerden
birinin de kargo alanında yaşandığına dikkat
çeken Ekşi, 2003 yılında bir seferde taşınabilecek yükün 303 ton olduğunu belirtirken,
2013’e gelindiğinde bu oranın yüzde 356’lık
bir artışla 1,381 tona çıktığının bilgisini verdi.
Havacılık sektöründe lisanslı olarak görev
yapan personel sayısının da buna bağlı olarak
arttığını belirten Ekşi; “Türk sivil havacılık
sektörünün gelişimi için büyük önem arz
eden havacılık eğitimleri ve yetişmiş insan
kaynakları ihtiyacının karşılanması amacıyla
2012 yılında YÖK ile bir protokol imzalanarak oluşturulan Sivil Havacılık Komisyonu
faaliyetlerini tüm hızıyla sürdürmektedir”
diye konuştu.
UÇUŞ NOKTASI BAKIMINDAN
İLK 10 ÜLKE ARASINDAYIZ
Türkiye’deki iç hat uçuş trafiğinin gelişiminden de bahseden Ekşi, geçmişte İstanbul ve Ankara olmak üzere iki merkezden
25 noktaya 8,5 milyon yolcunun taşındığı
hava taşımacılığının günümüzde büyük
gelişme kaydederek; bugün 6 havayolu
ve 7 merkezden 46 noktaya 50,5 milyon
yolculuk bir potansiyele ulaştığını aktardı.
2002’de dünya üzerinde 60 noktaya sefer
gerçekleştirildiğini 2012’de ise Türkiye’den
yurt dışındaki 157 noktaya sefer gerçekleştirildiğini söyleyen Ekşi, Türkiye’nin
uçuş sayısı gerçekleştirilen nokta itibariyle
dünya genelinde ilk 10 ülke arasında yer
aldığını söyledi.
“HAVACILIK SANAYİ, UZAY
SANAYİSİNİN ANA KAPISIDIR”
Havacılık sanayinin ülkeleri lider yapan
kilometre taşlarından biri olduğuna dikkat
çeken THY Teknik A.Ş. Genel Müdürü Doç.
Dr. İsmail Demir, “Havacılık sanayi, 300
kadar teknolojiyi tetikler, çarpanları ile
ülkelerin teknoloji platformunu en yüksek
düzeye taşır. Ülkelerin savunma ve güvenlik
ihtiyaçları için de köklü bir teminat olmakla
birlikte havacılık Sanayi ile ticari ve askeri
uçaklar, genel amaçlı uçaklar, helikopterler ve insansız uçaklar üretilmektedir.
Ayrıca bir özelliği de uzay sanayisinin ana
kapısıdır” dedi. Havacılık pazarında ABD’nin
egemen olduğunu belirten Demir, “Dünya
havacılık endüstrisinde yer alan 39 bin
kuruluşun 25’i ABD odaklıdır. Havacılık Sanayisinin yüzde 65’i Küresel güç ve liderlik
konumunun bir gereği olarak ABD’ye aittir.
Havacılık sektörü; dünya GSYH’nın yüzde
7,5’i toplam 3.6 Trilyon USD sağlarken,
doğrudan ve dolaylı olarak 32 milyon kişiye
iş fırsatı vermektedir” diye konuştu.
"Türkiye, 2003 yılında 162 olan
uçak sayısını 2013 yılında 374’e
çıkarak yüzde 130 artırdı. Son 10
yılda Türkiye’deki toplam hava
aracı sayısında yüzde 74’lük bir
artış oldu. Bu gelişmeler sırasında
Türk sivil havacılık sektörünün
gelişimi için büyük önem arz eden
havacılık eğitimleri ve yetişmiş
insan kaynakları ihtiyacının
karşılanması amacıyla 2012
yılında YÖK ile bir protokol
imzalanarak oluşturulan Sivil
Havacılık Komisyonu faaliyetlerini
tüm hızıyla sürdürmektedir”
“HAVAYOLU SEKTÖRÜNÜN GELİŞMESİNİN BİRÇOK GETİRİSİ VAR”
İTÜ Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi
Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hayri Acar, Türkiye’deki havayolu sektöründeki büyümenin
birçok getirisi olduğu belirtirken, yeni iş olanaklarının, üniversitelerdeki uçak mühendisliği programlarının sayısının artmasının
ve ekonomik gelişmenin sağlanmasının yanı
sıra, ulaşımın kolaylaşması ile bölgeler arası
etkileşimin artmasının en önemli getiriler
olduğunu kaydetti. Gelişen ve sürekli büyümeye devam eden havacılık sektörünün
yanı sıra bu büyümeyi ve talepleri karşılayacak havaalanı ve altyapı özelliklerine
sahip olması gerektiğini vurgulayan Acar,
bu konuda hala yapılması gereken çalışmalar olduğunu belirtti.
Mart - Nisan 2013 21
ETKİNLİK
ToKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel:
“TOKİ KONUT ÜRETİMİNDE
TÜRKİYE’NİN GÜVEN YÜZÜ HALİNE GELDİ”
TOKİ’nin kaynakları kullanmadan konut ürettiğini söyleyen TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, Türkiye’ye
hazineden pay almadan ekonomik olarak ciddi bir kaynak ürettiklerini belirtti. Ahmet Haluk Karabel, zor şartlar
ve imkanlar halinde Türkiye’de son 10 yılda ciddi projeler yaptıklarına değindi.
Ç
ebi Grubu ve SteeLife’ın sponsorluğu,
Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi moderatörlüğünde gerçekleştirilen Herkes için Şehir
adlı panelde Kadem Ekşi, değişen kentlerin
yaşamları dönüştürdüğünü belirterek, “Herkes için Şehir” başlığını bilerek kullandıklarını, şehirleri yaşlıların, çocukların ve engelli
vatandaşlarımızın rahatça yaşayabilecekleri
imkanlarda inşa edilmesi gerektiğini belirtti.
TOKİ’nin konut üretiminde Türkiye’nin güven
yüzü haline geldiğini, fakat yapılan projeler-
22 Mimar ve Mühendis
de şehirlerin kültürel ve medeniyet zenginliklerinin de dikkate alınması gerektiğini
ifade etti.
MMG BAŞKANI AVNİ ÇEBİ:
“TOKİ’NİN BUNDAN SONRA YAPACAĞI
PROJELER, TÜRKİYE’NİN HUZURU
VE BARIŞI İÇİN ÇOK ÖNEMLİ”
MMG Genel Başkanı Avni Çebi, şehri inşa
ederken dünü, bugünü ve geleceği düşünmeyi, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla
birleştirerek şehirleri inşa etmenin gerekti-
ğini ifade etti. Kentsel dönüşümün neyi dönüştürdüğünü, neyi değiştirdiğini ciddi ciddi
düşünmenin gerektiğini ifade eden Avni Çebi,
“Kentsel dönüşümü bir fırsata dönüştürmemiz gerekiyor. Bu fırsatı fırsatçılığa dönüştürmeden, alan darlığı sorununu çözerek
insan yüzlü, yaşayan şehirleri yeniden inşa
etmemiz gerekiyor” dedi. Sözlerine Hollanda,
Japonya ve İngiltere’den konut alanındaki
analizleriyle devam eden MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Türkiye’de alan sorununun
olmadığını, insanların hepsini belirli bir
TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, tüm inşaatlarda yerli markaları
tercih ettiklerini belirterek, Türkiye’de hem dar, hem orta gelirli aileler
için konut üreterek insanların konut sahibi olmalarını hedeflediklerini
ifade etti. Türkiye’nin şu anda kalkınma hamlesini tamamlamış bir
ülke olmadığını, belirli kesimler arasında uçurumlar olduğunu söyleyen
Ahmet Haluk Karabel, 1988’den bu yana ülkede toplu konut projelerinde
ciddi sıkıntılar olduğunu, aşılabilmesi için de eğitim ve kültür düzeyinin
artırılması gerektiğini söyledi.
alana toplamanın şehirlerin kimliğine zarar
verdiğini belirtti.
"TÜRKİYE’DE ARAZİ BİR
SATRANÇ TAHTASI DEĞİLDİR"
“Şehri inşa ederken insanların kültürel
ve etnik yapılarını, sosyal ve ekonomik
durumlarını, yabancı ve yerliliklerini hesaba
katarken aynı zamanda yaş gruplarını da
değerlendiren bir sistem içinde bakmamız
gerekiyor. Bugün yeni bir toplum yapısı,
yeni bir dil, yeni bir medeniyet anlayışı
üretebilmemiz lazım” diyen MMG Başkanı
Avni Çebi, Türkiye’nin dünyanın en güzel şehirlerini inşa ettiğini, bugün Saraybosna’ya,
Mardin’e, Bursa’ya ya da Bartın’a gidildiğinde orada insanı merkeze alan şehirlerin
hâlâ yaşadığını belirtti. Şehirleri planlarken
hem bina bazında hem de şehir planlaması
anlamında her kesimden insanın ihtiyacını
karşılayabilecek derecede, kentin insanı ölçek alan bir yapıda yapılandırılmasının önemine dikkat çeken Avni Çebi, aksi takdirde
şehirlerimizin merhametli olan yüzünün bir
azaba dönüştürüldüğünü, kentsel dönüşüme
şehirlerimizde yeniden insan ölçekli sevi-
yelerde inşa etmemiz için bir imkan olarak
bakmamız gerektiğini ifade etti. Şehirlerin
insanda keşif duygusunu ortaya çıkarabilecek yapılarda yapılandırılmasının önemine
dikkat çeken Avni Çebi, ileride kentleri terk
etmemek için, çok katlı yapılarda hayatı
kendimize zehir etmememiz için bugünden
geleceğimizi inşa etmenin önemini anlattı.
Kültürel ve medeniyet formlarımızı geleceğe
taşıyabilmemiz için, sürdürülebilir şehirler
inşa etmemiz gerektiğinin altını çizen Avni
Çebi, “Türkiye’de arazi bir satranç tahtası
değildir” diyerek arazi üzerinden rant elde
edilmesinin önüne geçilmesi ve üretilen
kentsel rantın kamuya aktarılmasıyla
ilgili bir kanun düzenlenmesi yapılması
gerektiğini belirterek, Türkiye’nin ranta
dayalı ekonomik sistemden değere dayalı
ekonomik sisteme geçiş yapmasının zorunlu
olduğunu söyledi.
TOKİ BAŞKANI AHMET HALUK
KARABEL: “HAZİNEDEN PAY
ALMADAN, KENDİ KAYNAKLARIMIZLA
KONUT ÜRETİYORUZ”
Sözlerine TOKİ’nin mali yapısının kendi
kaynaklarını kendi üretmesi ve devletin ge-
nel bütçesinden herhangi bir pay almaması
üzerine kurulu olduğuna dikkat çekerek başlayan TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel,
TOKİ’nin amacının sosyal konut projeleri
üretme üzerine olduğunu belirtti. “Hiç konut
üretmeyip sadece kaynak üretmeye devam
etseydik, Türkiye’de belki daha çok itibarımız olurdu.” diyen TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, zor şartlar ve imkanlar halinde
Türkiye’de son 10 yılda ciddi projeler yaptıklarına değindi. Türkiye’nin en kapsamlı
sosyal konut projesi Kayaşehir Projesi’nin
çok önemli olduğuna dikkat çeken TOKİ
Başkanı Ahmet Haluk Karabel, vatandaşların TOKİ’nin özel kredilerini kullanarak rahat bir şekilde konut sahibi olduklarını dile
getirdi. Bursa Doğanbey’deki çok tartışılan
TOKİ Projesinin belediyeden geldiğini, imar
yapma yetkisinin belediyelerde olduğunu,
TOKİ’nin sadece projeyi icra etiğini belirten
TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, ortaya
çıkan yapıdan kendisinin de çok şaşırdığını
ve üzüldüğünü ifade etti. TOKİ’nin artık
uluslararası sahada da bir dünya markası
haline geldiğini belirtti. Brezilya, Venezuela
gibi ülkelerden Kuzey Afrika ülkelerine
kadar birçok uluslararası alanda konut
Mart - Nisan 2013 23
ETKİNLİK
üretme noktasında TOKİ’den destek alındığını
belirten TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel,
sel, deprem gibi felaketlerde TOKİ’nin yaptığı
insani yardım projelerine de değindi.
“MÜTEAHHİTLER BAKKAL
HESABIYLA ÇALIŞIYOR”
TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel, tüm
inşaatlarda yerli markaları tercih ettiklerini
belirterek, Türkiye’de ekonomik olarak hem
dar gelirli aileler için hem orta gelir sınıf
için konut üreterek insanların konut sahibi
olmalarını hedeflerini ifade etti. Türkiye’nin
şu anda kalkınma hamlesini tamamlamış
bir ülke olmadığını, belirli kesimler arasında
uçurumlar olduğunu söyleyen Ahmet Haluk
Karabel, 1988’den beridir ülkede toplu konut
projelerinde ciddi sıkıntılar olduğunu, aşılabilmesi için de eğitim ve kültür düzeyinin
arttırılması gerektiğini söyledi. Toplu konut
yaptıkları bölgede fakir aileler için de yaptıkları konut bölgelerinde, toplumun dar gelirli
kısımla orta gelir kısmının bir arada yaşayacağı alanlarda çok ciddi sorunlar yaşadıklarını
belirtti. Elektrik ve su saatlerinin dahi çalındığını belirten Ahmet Haluk Karabel, merkezi
ısıtma problemini aşamadıklarını, merkezi
ısıtmada çok az kişinin ödeme yaptığını, darp
olaylarına dahi şahit olduklarını ifade etti.
“HAYATIN TÜM İHTİYAÇLARINI
KARŞILAYAN YAPILAR YAPIYORUZ”
Ahmet Haluk Karabel, mimari ve görsel açıdan TOKİ’nin 2012 yılında şehirlerin yöresel
ve kültürel özelliklerin devam ettirilmesine
uygun özel bir birim de oluşturduğunu belirtti. “Yerli malzeme kullanmaya dikkat ediyor
musunuz?” sorusuna TOKİ Başkanı Ahmet
Haluk Karabel, inşaatlarda yerli malzeme
kullanımına dair müteahhitleri teşvik ettiklerini, sözleşmelere de yasal olarak herhangi
bir marka vermediklerini söyledi. TOKİ olarak
insanları memnun edip etmeme noktasında
araştırmalar ve analizler yaparak kendilerini
sürekli yenilemeye çalıştıklarını söyleyen Ahmet Haluk Karabel, yapılan sosyal donatılar
içerisinde insanların tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek ne varsa hepsini yapmak zorunda
olduklarını belirtti. Yapılan 564 bin konutun
tamamında okullar, ibadethane yerleri, eğlence merkezleri, hastaneler, sportif faaliyetlerin
gerçekleştirileceği alanlar gibi hayatın hemen
hemen tüm ihtiyaçlarını karşılayan yapılar
da yaptıklarının altını çizen Ahmet Haluk
Karabel, bunların hiçbirisinin arasında da bir
ayrımın olmadığını söyledi.
“MÜTEAHHİTLER EN AZ 4
YILLIK ÜNİVERSİTE MEZUNU OLMALI”
TOKİ’nin yaklaşık 800’e yakın müteahhitle
çalıştığını, işi alanların da almayanlarında
pişman olduğunu söyleyen Ahmet Haluk
24 Mimar ve Mühendis
Karabel, müteahhitlerin maalesef çalışmadan para kazanmaya çalıştıklarını, TOKİ’nin
maliyet hesaplarına uyup uymama noktasında pişman olanların da olduğunu belirtti.
Müteahhitlerin çoğunun yeri görmeden,
sözleşmeyi okumadan, analiz etmeden teklif
yolladığını, “TOKİ’den iş alayım da köşeyi döneyim” üslubunda davrananların da olduğunu
söyledi. İleriki yıllarda müteahhitlerin en az
4 yıllık üniversite mezunu olması gerektiğini
belirten Ahmet Haluk Karabel, şu anda müteahhitlerin zemin etütlerini dahi okumadığını,
bakkal hesabıyla çalıştıklarını, birçok yerden
teklif aldıkları için de maliyetleri düşürdüklerini ama müteahhitlerle TOKİ arasında
çıkacak sorunlarla kendilerinin uğraştığını, bu
yüzden de sıkıntılar yaşadıklarını söyledi.
“TOKİ, PLANLI KENTLEŞMEYE
ÖN AYAK OLMAK İÇİN VAR!”
Ahmet Haluk Karabel, gelen sorular arasında
“Devlet eliyle konut yapmak ne kadar doğru?”
sorusuna, 10 yıl öncesine kadar mahalle arası
bir evin bile 250-300 bin arasında satıldığını,
TOKİ’nin böyle bir zamanda ortaya çıkarak,
devletin hazinesini kullanmadan, 1 milyon
konut hedefiyle insanların daha rahat ve
ekonomik konut sahibi olmayı amaçlayarak
kurulduğunu, dolayısıyla böyle bir kuruluşun
varolmasının mühim bir nokta olduğunu
ifade etti. Karabel, TOKİ’nin konut yapmak
değil, piyasayı düzenlemek, Türkiye’nin planlı
kentleşmesine ön ayak olmak, özel sektörün girmediği alanlarda hizmet etmek gibi
görevlerinin bulunduğunu belirtti. Türkiye’deki şehircilik alanında önemli hizmetlerin
yapıldığını, kavramsal açıdan da şehirciliğin
gelişimine açılımlar sağladıklarını belirten
Ahmet Haluk Karabel, aynı şekilde 1960’larda Almanya’ya gidip gelen işçilerin ülkemize
geldiklerinde ülkeye kazandırdıkları tecrübeler gibi TOKİ’nin de, şehir adacıkları oluşturarak Türkiye’nin her tarafında kültürün gelişmesine katkı sağladığını söyledi. TOKİ’ye
bu fikrin de Başbakan’ın verdiğini, TOKİ’nin
salt anlamda konut üretme politikasıyla
ortaya çıkmadığını, insanlara yaşanabilir
alanlarda yaşam alanı sunma, bir hayat
sunarak değer üretme anlamında oluşturulduğunu, bu yüzden de Başbakanlık’a bağlı
çalıştıklarını söyledi.
TOKİ’nin yaklaşık 800’e
yakın müteahhitle çalıştığını
söyleyen Ahmet Haluk Karabel,
müteahhitlerin maalesef
çalışmadan para kazanmaya
çalıştıklarını, TOKİ’nin maliyet
hesaplarına uyup uymama
noktasında pişman olanların var
olduğunu belirtti. Müteahhitlerin
çoğunun yeri görmeden, sözleşmeyi
okumadan, analiz etmeden teklif
yolladığını, “TOKİ’den iş alayım
da köşeyi döneyim” üslubunda
davrananların olduğunu söyledi.
MMG GENEL BAŞKAN YARDIMCISI OSMAN ŞAHBAZ’A
‘MACARİSTAN DEVLET ÜSTÜN HİZMET MADALYASI’ VERİLDİ
Macaristan’ın ‘Milli Bayramı’ kapsamında İstanbul’da düzenlenen resepsiyonda Türk Macar İşadamları
Derneği (TÜMİŞAD) Başkanı ve DEİK - DTİK Avrupa Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’a ‘Macaristan
Cumhurbaşkanlığı Devlet Üstün Hizmet Madalyası’ verildi.
L
event- İş Sanat Kültür Merkezi, İş
Kuleleri’nde Macaristan’ın 15 Mart 1849
yılında bağımsızlığını ilan etmesi bir resepsiyonla kutlandı. Macar Milli Günü kutlamasına; Macaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı
Tibor Misovicz, Macar Dışişleri Bakanlığı Batı
ve Balkan Masası Direktörü Krisztian Posa,
Macaristan Parlamentolar arası AB Başkanı Dr.
Richard Hörcsik, Macar Türk Parlamentolararası eski Dostluk Grubu Başkanı Dr. Kelemen
Andras, Macaristan’ın Ankara Büyükelçisi
Prof. Dr. Hovari Janos, Borsod-Abaúj-Zemplén
Megyei Kormányhivatal Eyalet Valisi Ervin
Demeter, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu,
Üsküdar Kaymakamı Mustafa Güler, Tekirdağ
Valisi Ali Yerlikaya, Tekirdağ Belediye Başkanı
Adem Dalgıç, Kırşehir Valisi Özdemir Çakacak, Kırşehir Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci,
Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. Zafer
Gül, İstanbul Vali Yardımcısı Kazım Tekin, Orta
Anadolu Kalkınma Ajansı (ORAN) Genel Sekreteri Doç. Dr. H. Mustafa Palancıoğlu, İstanbul
Şehir Hatları A.Ş. Genel Müdürü Süleyman
Genç, Ayedaş Genel Müdürü Mükremin Çepni,
Üsküdar Belediye Başkan Vekilleri Ömer Saraç,
Hasan Ekmen, Kırşehir Ticaret ve Sanayi Odası
Başkanı Müfit Göçen,MMG Başkanı Avni Çebi,
Ak Parti Bakırköy İlçe Başkanı Mahmut Gürcan,
Sanatçı Mustafa Erdoğan, TİGSAD Başkanı İrfan
Özhamaratlı, Kayserispor yöneticisi Batuhan
Samet Koç ile Türkiye’de yaşayan Macarlar,
İstanbul'daki diplomatik misyon temsilcileri,
TÜMİŞAD üyeleri ile Türkiye’de yaşayan Macarlar, çok sayıda işadamı, sanatçı, sporcu katıldı.
MİSOVİCZ’DEN ÖVGÜLER
Macaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı Tibor
Misovicz, 1848-1849 Macar devrim ve özgürlüğünün 165’inci yıldönümünü kutladıklarını
söyledi. Özgürlük mücadelesinde ülkesinin
tamamen yıkıldığını fakat halkın kazandığını
aktaran Misovicz, Osmanlı İmparatorluğu’na ve
Türkler’e övgüler yağdırdı. Misovicz, “Özgürlük
mücadelesi döneminde bir kısım Macarlar
çevre ülkelere muhacir olarak sığındı. Osmanlı
İmparatorluğu kendisine sığınan Macarlara çok
iyi davrandı, bunların içinde birçok paşa çıktı.
Her Macar vatandaşı adına Türk milletine, Macar bağımsızlık savaşçılarını korudukları, onlara
sığınacak yer sağladıkları için teşekkürlerimi
sunarım. Macar milleti bunu hiçbir zaman
unutmayacaktır. Bu cömertlik sadece okul
kitaplarında değil, Macarlar’ın kalbinde de yer
almaktadır. Son yüzyılda Türkler ile Macarlar
arasındaki dostluk, ortaklık en üst noktalara
yükselmiştir” diye konuştu. Macaristan’ın
İstanbul Başkonsolosu Gabor Kiss de konuşmasında Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı
Osman Şahbaz’a neden ‘Devlet Üstün Hizmet
Madalyası’ verildiğinin sebeplerini anlattı ve
Şahbaz’ın özgeçmişi hakkında bilgi verdi. Daha
sonra Macaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı
Tibor Misovicz, Osman Şahbaz’a Macaristan
Cumhurbaşkanlığı ‘Devlet Üstün Hizmet
Madalyası’nı takdim etti.
sürdürdü: “20 yılı aşkın süredir Macaristan
ve Türkiye arasındaki gerek ticari gerekse
dostluk ilişkilerini geliştirmek için özveri ile
çalışmaya gayret ettim. Macaristan Başbakanı
Sayın Viktor Orban, Türkiye’yi Macaristan’ın
Ortadoğu’ya açılan köprüsü olarak tanımlıyor.
Ben de önümüzdeki yıllarda Macaristan ile
olan ticari ilişkilerimize hız verip 5 milyar
dolarlık ticaret hacmini yakalamak hedefiyle
çalışmalarıma yön vereceğim. Türk-Macar
İşadamları Derneği Başkanı ve DEİK - DTİK
Avrupa Başkan Yardımcısı olarak hizmetlerimi
bundan sonrada da iki ülke faydasına devam
ettireceğim.”
MACARİSTAN’IN MİLLİ
BAYRAMI KUTLANDI
Osman Şahbaz, madalya takdiminden sonra
yaptığı konuşmada, 2000 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından Çankaya
Köşkü’nde takdim edilen ‘Yurtdışındaki Başarılı İşadamı’ ödülünden sonra bugün ikinci
vatanı saydığı Macaristan’dan ‘Devlet Üstün
Hizmet Madalyası’nı almanın onur ve mutluluğunu yaşadığını söyledi. Macaristan-Türkiye
ilişkilerine katkıda bulunabilmiş olmak ve
çalışmaları nedeniyle böyle şerefli bir madalyaya layık görülmüş olduğu için büyük gurur
duyduğunu aktaran Şahbaz sözlerini şöyle
TÜRKİYE ve MACARİSTAN’IN
BİRBİRİNE İHTİYACI VAR
Gönüllülük ve paylaşma felsefesi ışığında iki
ülke arasında bir köprü oluşturmak amacıyla
1997 yılında Türk-Macar İşadamları Derneğini
kurduklarını aktaran Şahbaz, derneklerinin 16
yıllık süre içinde birçok ulusal ve uluslararası
organizasyon, proje, ve girişimin başlamasına
öncülük ettiğini, etmeye devam edeceğini
belirtti. “İki ülke arasındaki ticari ilişkilerin
geliştirilmesi başta olmak üzere, kültürel, ticari, eğitim ve sosyal birçok alanda çalışmalar
yürüttük, yürütmeye devam ediyoruz” dedi.
Mart - Nisan 2013 25
HABER ANALİZ YANAN TARİH Mİ GELECEĞİMİZ Mİ?
YANAN TARİH Mİ
GELECEĞİMİZ Mİ?
Tarihsel mirasına sahip çıkmayan toplumlar duvardan, o duvardaki tuğlalardan yoksun
toplumlardır, geçmiş denen ekilebilir büyük bir arazinin olmaması demektir bu. Bu tür toplumlar
sonsuz şimdiye mahkûm kalmışlar demektir. Tarihi mirasa sahip çıkmak bu nedenle önemlidir.
>
M
uhafazakârlık
dendiğinde aklımıza gelen iki şey var,
birisi ya çifte standartlı cinsel
ahlakçılık yahut dindarlık. Her
ikisinin de hakkını verebildiğimiz söylenemese
de muhafazakâr olmadığımız kesin. Çünkü
muhafazakâr değerleri olan bir ülkede tarihin
bize miras bıraktığı o güzelim ahşap mimari
bu kadar kolay kül olup gitmezdi. Modernleşmenin geçmişten kopmak olarak sunulmasına
itiraz eden ve her fırsatta ecdat göndermesi
yapan sözde muhafazakâr çevreler iş korumaya gelince bu konuda ilgisiz bir tavır içinde
olabilmekte. Bu siyasi yapılara oy veren geniş
kitle de yeniliği, yenileşmeyi çağdaşlık olarak algıladığından başta İstanbul olmak üzere
tarihi kentlerdeki tarihi yapılara görüntüyü
bozan mezbelelik olarak bakmakta. Halkın
bu tutumu kadar tarihi mirasa sahip çıkma
iddiasındaki devlet kurumları ve özel kuruluşlar
da tarihi yapıları doğru bir biçimde restore
etmediklerinden ve onun güvenliği konusunda
gereken önlemleri almadığında bu yapılar son
yaşadığımız Galatasaray Üniversitesi ve ondan
önce de İstanbul Cağaloğlu’ndaki İl Milli Eğitim
binasında olduğu gibi tarihin sessiz tanıklarının
ateşe yenik düşmesine engel olamamaktalar.
İşte bu yazıda bir yandan tarihi mirasımıza
sahip çıkma bilincindeki kusurlara dikkat çekerken diğer yandan onarım hataları ve güvenliği konusundaki eksiklere ve neler yapılması
gerektiğine değinmeyi amaçlıyoruz.
TARİH ve UNUTUŞ
Fenomenoloji (görüntübilim) ve Yorumbilgisi
(Hermenotik) konusundaki düşünsel çabaları
26 Mimar ve Mühendis
YAZI: DİLAVER DEMİRAĞ / GAZETECİ YAZAR
ile bilinen Paul Ricoeur hafızayı bir iz olarak
tanımlar, zamanda bırakılmış izler. Hafıza bu
izlerin arşivlendiği bir yerdir de aynı zamanda.
Hafızasızlık zamanda bırakılmış olan izleri takip
etmemek, bunları arşivleyerek her gereksinme duyulduğunda bu arşive başvurmamaktır.
Hafızayı bir duvara benzetirsek izlerin her biri
bir tuğladır. Hafızanın yoksunluğu bu duvardaki tuğlaların eksilmesi ile başlar. Ancak bu
tuğlalar sadece deneyimler, yaşanmışlıklar, anı
olarak adlandırılan yaşantılar değildir, tarihsel
mirasta bir arşiv unsurudur, duvardaki tuğlalar
arasında yer alır. Toplumların zaman içinde
bıraktığı izlerdir bu yapılar, anıtlar. Bunların
her biri hafızanın geçmişe demir atmasına
olanak verir. Tarihsel mirasına sahip çıkmayan
toplumlar duvardan, o duvardaki tuğlalardan
yoksun toplumlardır, geçmiş denen ekilebilir
büyük bir arazinin olmaması demektir bu. Bu
tür toplumlar sonsuz şimdiye mahkûm kalmışlar demektir. Tarihi mirasa sahip çıkmak bu
nedenle önemlidir.
Geçmişte toplumların hafızası yaşlıların belleğinde saklı anlatılar olan efsanelerdi. Efsaneler
toplumlara kendi köklerine dokunma imkânını
vererek sosyal birliği sağlardı, modern zamanlar ile birlikte bunun yerini tarih aldı. Tarihi
toplumların kimlik kartları görevi görmesini
sağlar. Sonsuz şimdide yaşamaya mahkûm
olan toplumlar bu köklere dokunamazlar. Dokunamadıkları için de kendilerinin kim oldukları
hakkında bir fikre de sahip değillerdir. Bu
yüzden tarihi mirasa sahip çıkmak bir toplumun hafızasına, geniş bir arşive sahip olması
anlamına gelir ve toplum bu hafıza izleri ile
kendilerinin köklerine dokunur.
Türkiye toplumu üzerinden geçen ilerleme
denen silindir nedeni ile bu izlerden yoksun
bırakıldı ve kimliksiz, hafızasız bir toplum
haline sokuldu, bununla bağlantılı olarak da
insanlar kendi geçmişlerinden kopuk kimliği
olmayan toplumlar olacaktır. Asırların birikimi
olan Türk-İslâm döneminin kültür ve sanat
ürünlerine karşı oluşturulan antipati anlayışı,
özellikle tekke, zaviye, medrese, cami gibi
dini mimarinin yapı ünitelerine küskünlüğünü
de beraberinde getirmiştir. Bir anda kapısına
kilit vurularak fonksiyonlarına son verilen bu
türden yüzlerce bina kısa zamanda bakımsızlıktan yıkılmış veya harabe halini almıştır. Buna
tepki olarak doğan muhafazakârlar da ilgisizlik
ve de yenilenme, modernleşme adına tarihi
yapılara büyük zararlar vermişlerdir. Tek parti
dönemine tepki olarak ortaya çıkan bu partinin
İstanbul’da başta Vatan Caddesi olmak üzere
pek çok tarihi yapıda neden olduğu tahribat tek
parti döneminde bile yaşanmamıştır. Benzer
bir önemsizleştirme ve tahrip etme tavrı Özal
döneminde yaşanmıştı.
Ancak halkın ilgisizliğinin, duyarsızlığının, iktidarların rüküş modernleşme adına geçmişi
tahrip etmesinin tarihi mirasa dönük olumsuzluğu kadar toplumu sürece katmayan, onlara
tepeden bakan aydın tavrının da bu süreçte
etkisinin olduğu bir gerçekliktir. Tarihi kentlerde yaşayanlar arasında bağ kurulmadıkça,
koruma politikası katılımcı bir nitelik taşımadığı
müddetçe tarihsel çevrenin korunması ancak
başka faktörlere bağlı kalacak, burada da
başarı oranı düşük kalacaktır. Koruma; tarihi,
doğal ve kültürel çevrenin korunması, genel
anlamı ile bu değerlerin gelecek kuşaklara
Galatasaray Üniversitesi yangını
aktarılmasıdır. Bütünleşmiş koruma ve yenilemenin başarısı, toplumsal kopmalara neden
olmadan ve içerdiği sosyal yapının sağlığını
bozmadan gerçekleşmesine bağlıdır. Sağlıklı
bir koruma politikasının, tarihsel mirası sosyal yaşama katması ve onunla bütünleşmesi
gerekmektedir.
RESTORASYON ve HATALAR
Tarihi yapıların gelecek kuşaklara sağlıklı
biçimde aktarılabilmesi onun korunması için
ona sahip çıkacak çok aktörlü bir koruma
politikasına bağlı olduğu kadar, bu yapıların
zamana yenik düşmesini de engelleyecek ve
gelecek kuşaklara kadar aktarımını sağlayacak
onarım ve yenileme çalışmalarının doğru ve
tarihsel kimlikle uygun düşecek, onun orijinalliğini bozmayacak biçimde yapılabilmesi önemlidir. Fakat ülkemizde ne yazık ki bu konuda
doğru işler yapılabildiğini söyleyebilmek güçtür.
Ülkemizdeki Taşınmaz Kültür Varlıklarının ilgili
kurum ve kuruluşlarca gelecek kuşaklara aktarılması ve sürekliliğinin sağlanması açısından
çoğu kez ihale yoluyla yenilemeye gidildiği
bilinmektedir. Ancak, kurum ve kuruluşların
genellikle yenileme projelerini yapacak veya
yapılanların kriterlere uygunluğunu kontrol
edebilecek uzman elemanları yoktur. Keza,
yenileme aşamasına gelindiğinde, konusunda yetişmiş, yeterli sayıda deneyimli eleman
İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü yangını
bulunmadığından, çizilen projelerin ve yapılan
ayrıntıların kaybolmasına neden olmaktadır.
uygulamaların denetimi de yetersiz kalmak-
Ülkemizde çizilen projeler genellikle istenen
tadır. Örneğin, bu konuda başta restoratör
kriterlere uygun değildir. Örneğin, çizilen rölö-
mimar olmak üzere, inşaat mühendisi, sanat
velerde çoğu kez ölçüler eksiktir, mevcut mal-
tarihçi, arkeolog vb. uzmanlar da bulunmalı-
zeme tanımları, ebatlar, bozulmalar, kotlar ve
dır. Çünkü yenileme çalışmalarının bir ekip işi
muhdes kısımlar belirtilmemektedir. Bunlara
olduğu unutulabilmekte. Restorasyon çalış-
bağlı olarak, işin yenileme maliyeti de zor
malarında öncelikle proje gerekmekte, ancak
hesaplanabilmektedir. Bunun sonucu doğru
ülkemizde sadece Rölöve ve Restorasyon pro-
olmayan ve işin gerçek maliyetini yansıtma-
jelerinin işe başlanması için yeterli görülmesi,
yan çalışmalarla ihale alınmakta. Bu şekilde
buna karşın Restitüsyon (ilk yapıldığı dönemi
yapılan çalışmalar ise eserin özünü korumak,
ifade eden) projelerinin çizilmeden, restoras-
görünümün yanı sıra yapısal herhangi bir deği-
yon çalışmalarına başlanması günümüzde pek
şikliğe uğratmadan yapılan projeler olmaktan
çok yapıda, dönemin özelliklerini ve sanatı-
uzak olabilmektedir. Sonuçta koruma konu-
nı yansıtan, belgeleyen, yapıyı zenginleştiren
sunda uzmanlaşmamış teknik kişilerce yürüMart - Nisan 2013 27
HABER ANALİZ YANAN TARİH Mİ GELECEĞİMİZ Mİ?
Bütünleşmiş koruma ve yenilemenin
başarısı, toplumsal kopmalara neden
olmadan ve içerdiği sosyal yapının
sağlığını bozmadan gerçekleşmesine
bağlıdır. Sağlıklı bir koruma politikasının, tarihsel mirası sosyal yaşama
katması ve onunla bütünleşmesi
gerekmektedir.
tülen restorasyon çalışmaları sonucu yapılar
fiziksel zararlara uğrayabilmekte ve yapının
inşa dönemine ait izler de yok edilmektedir.1
AHŞAP YAPILAR ve KORUYAMAMA
Eski Osmanlı sivil mimarisinde en önemli yapısal eleman olan ahşabın seçimi eldeki en kolay
ulaşılır ve en iyi işlenebilir yapı elamanı olmasından ileri gelmekle birlikte bunun uygarlık
biçimi ile de ilgisi mevcuttur. Medeniyetler de
insanlar gibi ölümlüdür, bunun bilincinde olan
medeniyetler ahşabı daha çok tercih etmişlerdir. Çünkü taş yapıların aksine ahşap geçiciliği
temsil eder, buna karşılık ölümle barışık olmayan medeniyetler ölümlülüğü değil ölümsüzlüğü arzular ve bu nedenle de devasa taş anıtlar
ile ölümsüz olmayı amaçlar. Osmanlı ölümle
barışabilmiş bir medeniyet olduğu için ahşaba
bir mimari eleman olarak daha çok yer açmıştı,
özellikle de sivil mimaride.
İşin bu boyutunun yanında ahşabın bir mimari
unsur olarak birçok olumluluğu vardır, öncelikle taş yapılardan farklı olarak ahşap yapılar
depremden doğan can kaybında taştan çok
daha fazla önem taşır çünkü taşın aksine
ahşap daha az ölümcüldür. Bunun yanında
işlenmesi daha kolaydır, yapımı daha kolay
ve daha az maliyetlidir. Ahşabın betona göre
ısı yalıtım kat sayısı 16 kat daha fazladır. Bu
sayede ahşap evler, yazın soğuk; kışın sıcak
kalır. Yapı malzemesi olarak ahşabın kullanılması inşaat süresinin önemli ölçüde (yaklaşık
yüzde 20 oranında) kısalmasını sağlar. Farklı
iklim koşullarına uyumluluk gösterir. Ekvatorda,
kutuplarda dahi kolaylıkla imal ve inşa edilir.
Özellikle çatı taşıyıcı sistemlerin de ahşap
kirişler kullanılması, uzun açıklıkların rahatlıkla
geçilmesini sağlar.
Ahşap, dünyadaki yegâne ‘dönüşümlü’ yani
kendini yenileyebilen ve inşası sırasında en az
atık veren yapı malzemesidir. İnsanla birlikte
28 Mimar ve Mühendis
nefes alan yapısı sayesinde ahşabın, insan
sağlığına da olumlu etkileri vardır (Öncelikle
nefes yolları ve romatizmal rahatsızlıklarda
olumlu etkisi kanıtlanmış olup henüz tıbben
ölçülemese de psikolojik faydalarına da rastlanmıştır). Ve belki de hep aksi düşünülen
ahşabın çok önemli özelliği, diğer yapı malzemelerine kıyasla yangına daha dayanıklı oluşu.
Yangına dayanıklı olsun diye çelik kolonların
ahşapla kaplandığını, spor salonu gibi büyük
kalabalıkların bulunduğu yapıların çatılarında,
yangın sırasında çökmesin diye ahşap elemanlar kullanıldığını çoğumuz bilmeyiz.
Kapalı bir mekânda yangın çıktıktan kısa bir
süre sonra sıcaklık birkaç yüz dereceye ulaşır. Metal çok iyi bir ısı iletkeni olduğundan
yangın sırasında sıcaklık 500- 600 derecelere
çıktığında, bütün mekanik dayanım özelliğini
kaybederek çöker. Ancak ahşap, iyi bir iletken
olmadığından mekanik özelliklerini kaybetmeden yangına metallere göre çok daha
uzun süre dayanır. Alev ve ısı yüzeyde bir karbon tabakası oluşturarak alevin iç kısımlara
yayılmasını azaltır. Sanıldığının aksine ahşap
yapılar, yangına dayanıklılık açısından çelik ve
betonarme yapılara göre çok daha güvenlidir.
Ahşap, ısı geçirmeme ve kömürleşme özelliği
sayesinde yangına 30 ile 90 dakika arasında
dayanabilirken çıplak çelik, genleşme katsayısının yüksekliği nedeniyle ancak 10 dakika
dayanabilir ve sonra çöker.
Ancak bu dayanıklı malzeme gerekli önlemler
alınmadığından dahası yapıların içinde çok
sayıda yanıcı madde yer aldığından, dekorasyonda kimyasallar kullanıldığında ahşap
yapılar yangın karşısında güçsüz duruma düşmektedir. Dahası yangın dayanımı fazla olan
ahşap yapıların, gerekli önlemler alınmadığı
takdirde maalesef yangın yükü ve riski yüksektir.
YANGIN GÜVENLİĞİNDEKİ
EKSİKLİKLER ve GEREKENLER
Bilinçsizlik, bu konuda uzman kadro eksikliği ve yeterli denetim eksikliği nedeni ile
tarihsel mimarimizin en seçkin, en estetik
yapıları ne yazık ki bir bir yok olup gitmekte
bu miras deyim yerinde ise hara vurup harman savrulmakta. Hâsılı ahşap yangınlarının
önlenebilmesi açısından bilinmesi gereken
basit önlemler çok değerlidir. Aslında ahşap
yangınları araştırıldığında çıkış nedenlerinin
genellikle ortak olduğu görülür. Bakımsız,
gelişigüzel bir şekilde eklenmiş kablolar kullanılarak döşenmiş düzensiz elektrik tesisatı,
aydınlatma armatürleri, bakımsız ısıtma sistemleri, ahşap bölüme sıkıştırılan mutfaklar
ve bu mutfaklarda kullanılan LPG tüpleri,
söndürülmesi unutulan sobalar, şömineler,
temizlenmemiş bacalar, bazen de unutulan
bir sigara... Bunun yanında başıboş bırakılan,
bakımsız durumdaki ahşap yapılara nüfuz
eden böcekler, kemirici fareler de kabloları ısırarak kısa devre yaşanmasına ve sonucunda
yangın çıkmasına neden olmaktadır.
Gerçekte ahşap yapılarda alınacak en etkili
ve en ekonomik önlem yangının hiç çıkmamasının sağlanmasıdır. Yani çıkış nedenlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Diğer aşama
yangının yayılmasını önlemek, son olaraksa
söndürülmesidir. Ahşap yapılarda yangın riskinin azaltılması için şu önlemlerin titizlikle
alınması gerekir. Ahşap yapılarda meydana
gelen yangınların çıkış nedenleri arasında ilk
sırada gelen elektrik tesisatının periyodik olarak bakımının yapılması ve aşağıda sıralanan
özelliklere sahip olması son derece önemlidir.
• Elektrik kablolarının yanmaz özelliğe sahip
olmasına dikkat edilmeli, tüm kablolar metal
borular içinden geçirilmelidir.
• Mümkün olduğunca eksiz kablolar kullanılmalı, ek yapılması gerektiğinde panoların arkasına
taşınmalı ve kesinlikle porselen klemensler ile
veya sigortanın kendi klemensleri kullanılarak
yapılmalıdır.
• Tesisatta, ‘’Kaçak akım rölesi’’ kullanılmalıdır.
• Elektrik sigortaları termik-manyetik (otomatik) olmalıdır.
• Önemli yangın kaynakları olan elektrik panoları, ahşap bölümler yerine tam kâgir (duvarları
ve tavanları yanmaz malzemeden inşa edilmiş) kısımlarda bulundurulmalıdır. Özellikle bu
odaya da yangın algılama sistemi kurulması
önemlidir.
Ahşap yapılarda başlayan bir yangının söndürülebilmesi için yangının ilk evrelerinde algılanarak müdahale edilmesi çok önemlidir. Bu
nedenle yapı geneline yangın algılama sistemi
(duman dedektörü, ısı dedektörü, vb.) kurulmalıdır. Yangın başladığı anda otomatik olarak
devreye giren sprinkler sistemi (sulu) kurulması,
olası yangının yayılmadan söndürülmesini sağlar. Ancak bina içinde tarihi eser, antika eşya
ve tablolar gibi hem maddi hem de manevi
yönden değeri çok yüksek eşyalar bulunması
halinde, sulu tipteki söndürme sistemi yangını
söndürse dahi eşyalara telafisi mümkün olmayacak zararlar verecektir. Bu nedenle değerli eşyaların bulunduğu ortamlarda, otomatik
gazlı (İnsan sağlığı açısından zararlı olmayan
FM 200 vb. temiz gaz kullanılarak) söndürme
sistemi kurulması tavsiye edilir.
Olası bir yangının ilk evrelerinde manuel olarak
müdahale edilebilmesi için ahşap binalarda
portatif yangın söndürücüler ve yangın dolabı
bulundurulması büyük önem taşımaktadır.
Ahşap yüzeyler, alevin yayılma hızını ciddi
ölçüde yavaşlatan ‘Yangın geciktirici cilalar’
ile boyanmalıdır. Bu tip cilalar, ahşap yüzeyler
üzerinde bir film tabakası oluşturur, belli sıcaklığın üzerinde köpürüp birkaç santimetreye
kadar kabarır ve yüzeyde karbonlaşarak alevin ilerlemesini geciktirir.
Mutfakta yemek pişirmek için LPG tüpü
yerine doğalgaz veya elektrik kullanılması
tavsiye edilir. Ancak doğalgaz ve LPG tüpü
kullanılması halinde boru hatlarının geçeceği yerlerde seramik vb. malzemeler ile
yanmazlık kazandırılmış duvar/tavan oluşturulmalıdır. Olası bir yangın sırasında binanın
kısa sürede tahliye edilmesi hayati önem
taşımaktadır. Ahşap yapılar, yangına uzun
süre dayanabildiklerinden içinde yaşayanlara kaçmak için zaman tanısalar da uygun
bir çıkış veya alternatif kaçış yolları yoksa
hayati tehlike yaşanabilir. Ahşap binalarda,
acil çıkış kapısı düzgün bir şekilde işaretlenmeli, önüne çıkışı zorlaştıracak engeller
konulmamalı mümkünse üst katlar için de
alternatif kaçış noktaları oluşturulmalıdır.2
Eğer bu önlemler alınmış olsaydı en son
yanan İstanbul İl Milli eğitim Müdürlüğü ve
Galatasaray Üniversitesi Ana Binası başta
olmak üzere birçok tarihi bina yanmadan
günümüze devredilmiş olacaktı. Güvenlik
konusunun ihmalinin bedelini ne yazık ki bu
eserler ödedi. Oysa ahşap yapılarda gerekli
önlemler alındığı takdirde hem bu tarihsel
mirasın korunması ve gelecek kuşaklara
aktarımı mümkün olacaktır, hem de bu
yapılar kullanılarak koruma süreci hayati
bir nitelik kazanarak koruma bilinci ve bu
bilincin sağlanması ile katılım sağlanmış
olacaktır. Tarihi ahşap binaların en önemli
sorunu bu yapıların doğru bir biçimde yenilenememesi ve bu yapıların korunması için
bilinç oluşturularak binaların yaşamasının
sağlanamamasıdır. Bu tür yapıların korunması için bilinç oluşmasında en önemli şey
bunu sağlayacak bilinç ve araçların bu eserlerin bulunduğu yerdeki insanlarda oluşma
zeminin sağlanabilmesidir. Bunun da yolu bu
yapıları dokunulmaz değil, yaşanılır kılmaktır. Sanırım bu ülkede koruma adına ortaya
çıkan en önemli eksiklik de bu.
Kaynaklar
1
R. Eser Gültekin, Ülkemizdeki Taşınmaz Kültür Varlık-
larının Restorasyonuna İlişkin Sorunlar, Tarihi Eserlerin
Güçlendirilmesi ve Geleceğe Güvenle Devredilmesi Sempozyumu-1 Kitapçığı TMMOB İnşaat Mühendisleri Ankara
Şubesi, 27.29 Eylül-Ankara, s:159-160 http://www.ekutuphane.imo.org.tr/pdf/9098.pdf
2
Ceyhun Eren, Ahşap: Dost mu? Düşman mı? (Ahşap Yapı-
larda Yangın Riski), End Risk Dergisi, Sayı 7, Koç Alliianz
Yayınları, İstanbul 2007, s:11
Mart - Nisan 2013 29
MİMARLIK
MİMARLIK VE SAN’ATTA
TEVHİDÎ YAKLAŞIM
Aynı Kentte
Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarımı kıydığım boşa harcadığım."
Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler
bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede yaşayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma
Bir gemi yok, bir yol yok sana.
Değil mi ki hayatını kıydın burada.
bu küçük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada.
Konstantin Kavafis
>
YAZI: MEHMET İŞÇİ / MİMAR
TEVHİD / İNANCIN ESERE YANSIMASI
“Sanat ve mimaride tevhid” kavramı bize “İslâm Medeniyeti’nin en önemli unsurları olan sanat ve
mimarinin kaynağını tevhidden alması” gerektiğini, bütün sanat ve mimarlık eserlerinin gayesinin
Allah (c.c.)’ı aramak, ona ulaşmak olduğunun, yapılan harikulade her şeyin O’nun birer tecellisi
olduğu hakikatini ihsas etmektir.
L
ügatte birlemek, tekleştirmek, bir
şeyin tek olduğu hakkında hüküm
vermek, bir bilmek demek olan
tevhid; terim olarak; Allah'ı zatında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek
kabul etmek, eşi ve benzeri olmadığına iman
edip ibadet ile de O'nu birlemektir. Yani
ibadeti O'ndan başkasına yapmamak ve yalnız O'na tahsis etmektir. Allah bütün varlık
âleminin tek sahibi, yegâne mâliki, şeriksiz
Hâlıkıdır. İmam-ı Rabbanî Mektubatı’nda
yüce yaratıcıyı tarif ederken "Saltanatında
şerîki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde
dahi muinlere, şerîklere muhtaç değildir.
Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa
hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez"
der. Tevhid; Allah'ın (c.c.) kendini Kur'an'da
30 Mimar ve Mühendis
vasfettiği, Rasulullah'ın (s.a.v.) sahih sünnetlerinde bizlere açıkladığı üzere kabul
etmektir. Bu bilgi ve inanç en özlü biçimde
"Lâ İlâhe İllallah' (Allah'tan başka ilah yoktur)
cümlesiyle ifade edilir. Mümin olmanın gereği de kelime-i tevhide inanmaktan geçer.
Bilge mimar Turgut Cansever, Mimar Sinan
isimli kitabında “İslâm Mimarisi kutsal
sanatın bir disiplinidir” derken bu gerçeğe
işaret etmekte ve devamla “Müslümanlar
için mimarî, tevhîd inancının, mü’minin tabiat, kâinât ve Yaratıcı ile kurduğu dinamik,
bütünleştirici ve ulvî irtibatın vücuda getirdiği en mühim birimidir: “Müslümanın bilgi,
varlık ve âlem tasavvuru ve ben-idrâki, en
mükemmel, en müşahhas ve aynı zamanda
da en mücerred şekilde mimaride tekevvün
ve teşekkül etmiş, imkân dahiline girmiştir”
demektedir.
MİMARİDE TEVHİD’DEN
ANLAŞILMASI GEREKEN
Mimaride tevhid, sanat ve mimari inancın
esere yansımasıdır. Mimar, eserine şekil
verirken ona ruhunun derinliklerinden
gelen değerleri, bir hikmeti, bir medeniyet
tasavvurunu yansıtır. Müslüman bir mimarın
düşünce ve ruh alemi ilahî vahyin ve nebevî
sünnetin temellendirdiği ilkelerle örülmüş, tüm eylem ve eserlerine bu değerler
manzumesi sinmiştir. Bu anlayış mimarın
yetiştirdiği sanatkârlara da aynen yansıyarak devam ederek “tek” olan “bir”e ulaşılır.
Rahmetli Cansever “Mimar Sinan” adlı ese-
rinde mimaride tevhid kavramını açıklarken
“Aslına bakılırsa, İslam’daki Tevhid kavramı
kutsal ile seküler arasında böyle bir ayrıma
gidilmesine izin vermez, çünkü yeryüzündeki
her nokta ve varlığın her anı Kutsal Varlığın
bir tecellisidir” demektedir.
Bir esere ne kadar mükemmel olursa olsun
ona esas müessirin Allah olduğu hakikatini
unutturarak tevhidi bozacak sahte kutsallıklar atfedilmemeli , “münhasıran ilahi ölçü
ve değerlerin beşeri eserdeki mücessem bir
aksi” bir ifadesi olarak telakki edilmelidir.
Mimarın yegâne amacının bir eseri vücuda
getirmekten öte, eşref-i mahlukat olmanın
mesuliyetiyle inanç ve ahlak değerlerimizden süzülerek vücuda getirilmesi, metafizik derinliğin maddi varlık düzleminde üç
boyutlu ifadesi olmalıdır.
Tevhidi bir yaklaşımla bakıldığında Allah’ın
mescidlerinin sade ve gösterişten uzak,
kalbi ve ruhu dünyevi olanla meşgul edecek
kadar mübalağalı tezyinattan beri olması
gereklidir. Günümüzde evlerimizden gettolaşmış sitelere geçerek kaybetmiş olduğumuz tevazu, sadelik ve komşuluk ilişkilerini,
gökdelen ve büyük ölçekli binaların birer
gurur ve kibir abidesi olarak insana tahakküm eden yüzüyle değerlerimizi ne denli
örselediği, şehirleri vahşi kapitalist yüzünün
hangi değerlerimizi tahrip etmiş olduğu
hususu bir daha düşünülmelidir.
Burada yine Cansever’in “Denge duygusu
demek olan huzur, mesela Süleymaniye
Camii’ndeki sivri kemerin iki kolunun dengesinde ortaya çıkar. Diğer taraftan huzursuzluğun en çeşitli şaşırtıcı örneklerinden
biri, Wells Katedrali’nin tedirgin ıstırabıdır”
diyerek modern dünyanın ezici kibirle dolu
tavrına dikkat çeker ve “Batı kültürünün herhangi bir döneminde Müslüman tevazuuna
benzer bir ifade bulmak çok zordur” cümlesiyle isabetli bir tahlilde bulunur.
BİNALARIN ve ŞEHİRLERİN
İNŞAASINDA TEVHİDİ YAKLAŞIM
Selçuklu ve Beylikler dönemine ait camilerdeki sadelik ve tevazuun temsilcisi çok
kubbeli cami mimarisi, takip eden süreçte
Osmanlı mimarisi ile bütünleşerek en
üstteki ana kubbeyle tek olanda birleşerek tevhidi ruh ve gayeye ulaştırılmıştır.
Burada bir bakıma yüce yaratıcının çokluk
içindeki birlik ilkesi tebarüz etmiş, Allah'ın
birliğinin âlemdeki tecellisi gerçekleşmiştir.
Bu çözümlemede varlıklar kendi aralarında
bir bütünlük teşkil ederken, aynı zamanda
başka bir bütünün parçalarıdırlar ve onu tamamlayarak tek olanda birleşirler. Parçalar
kendi aralarında müstakil iken külli manada
ana bütünün parçalarını teşkil ederler.
Bir eseri inşası esnasında, farklı disiplinlerdeki sanatkârların, zanaatkârların kendi
maharetlerini ifa etmekteki çeşitlilik ve
farklılıklarının, eserin mimarı eliyle tek bir
ustanın elinden çıkmış gibi birbiriyle uyumlu,
yekdiğerini tamamlayan yaklaşımla tevhid
edilmesi neticesinde ortak hissiyat ve
haleti ruhiye içinde harika bir eseri vücuda
getirmektedir.
Caminin ana kubbesi semayı (gökkubbeyi),
harim (esas namaz mekânı) de arzı yeryüzünü temsil etmekte “Yeryüzü müminlere mescit kılındı” hadisini anlatır sanki.
Cami makro kozmoz ile mikro kozmozun
birleştiği, görünen âlemden ötelere/ idrak
edilen âleme, âlemlerin rabbine ve melekût
âlemine geçişin mekânı, miracın ilk basamağıdır bir bakıma.
İslâm mimarisinde ebedi olanı temsil eden
cami, medrese, hamam gibi abidevî kamu
binaları taş, mermer gibi kalıcı malzemelerle muhteşem bir şekilde inşa edilirken
ev vb. hususî yapılar ahşap ve kerpiç gibi
eskiyip yok olan malzemeden, fâni dünyada
ebedî kalacakmış hissi verecek tarzda ve
Mart - Nisan 2013 31
MİMARLIK
Bir esere ne kadar mükemmel
olursa olsun ona esas müessirin
Allah olduğu hakikatini
unutturarak tevhidi bozacak
sahte kutsallıklar atfedilmemeli,
“münhasıran ilahi ölçü ve
değerlerin beşeri eserdeki
mücessem bir aksi” ifadesi
olarak telakki edilmelidir.
tasarımında özel yaşantının masuniyeti ve
mahremiyetin büyük ehemmiyeti vardır.
Günümüzde tahrip edilen şehre ve hayata
dair değerlerin başında mahremiyetin ihlâli,
insanın tabiattan, inanç değerlerinden
kopuşu, yalnızlaşma ev ve sokağın hatta
mahallenin dahi varlığını tehdit etmekte,
bazı çevrelerce adeta kutsallaştırılan(!)
“kentsel dönüşüm”ün kültürel geçmişimizi,
yaşantımızı yok etmek için pusuda beklemekte olduğu endişe ile gözlemlenmektedir. Kim neyi niçin yapmak istiyor? Toplum
kaybeden ve kazananın kim olduğunun
pek farkında değil? Burada şehir, cemiyet,
memleket herkes kaybedecek, ancak bir tek
kazananı olacak; rant çevreleri.
Şeyh Zayed Büyük cami Abu-dabi
gücü ihsas edecek şekilde inşa edilmezdi.
Evler ihtiyacı karşılayacak evsafta, israftan,
gösterişten uzak ve kibir alameti sayılabilecek şeylerden hâli olurdu. Bu, "Siz yüksek
yerlere alamet binalar dikip boş şeylerle
mi uğraşıyorsunuz? O muazzam yapıları
dünyada ebedi kalmak gayesiyle mi inşa
ediyorsunuz?" (Şuara suresi, 128-129) ayeti
müminler için mimaride takip edilmesi gereken yolu gösteren işaretlerden biridir.
Evleri, hususi mekânları tesis ederken ihtiyacı karşılama ve mütevazı olma düşüncesinin temeli Peygamber Efendimizin (S.A.V.)
dünya ile kendi arasındaki ilişkiyi anlatan,
"Benim dünya ile ne alâkam olabilir. Ben
dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden bir yolcu gibiyim"
(Tirmizi, Zühd 44) hadisi bunlardan biridir.
Müslüman mimarlar eliyle kamu binalarının
abidevi şekilde ve sağlam malzemeden
yapılması , "Kulunun yaptığı şeyi sağlam
yapması Allah'ın hoşuna gider" (Taberanî,
el-Mucemu'l-evsat, 897) vb. hadisini temel
32 Mimar ve Mühendis
alan sanatsal yaklaşımı ifade etmektedir.
İslâm şehirlerinin mimarisi tevhidin algısını
yaşanan hayata taşıyan iç içe geçmiş
daireler gibi merkezdeki meydana açılan
cami, medrese, han, hamam ve çarşı gibi
unsurlar etrafında teşekkül etmiştir. Bunların çevresinde yer alan mahalleler daha
büyük daireler oluşturmaktadır. Müslümanlar tarafından kurulan şehirlerde ana şema,
Allah'ın zatında ve tabiatta var olan birliği
insanî-sosyal alanda da sağlayacak şekilde
oluşturulmuştur. Mahallelerden merkeze
ulaşan yollar adeta insanları birliğe (tevhide)
taşıyan, hatta onları bir araya toplayan
aksları oluştururlar. Bu temel saiklerle inşaa
eden şehircilik idraki, tevhid inancının bir
tezahürü düzleminde Kur'ân'ın bütünlüğe,
vahdete çağıran, "Allah'ın ipine topluca
sarılın, ayrılmayın" (Âl-i İmran sûresi, 103)
ayetinin bir yansımasıdır.
Şehrin teşekkülünde onu oluşturan tüm
enstrümanların yekdiğeriyle uyumlu bütünlüğü ve bu binalardan özellikle evlerin
SONUÇ
Bütün bu anlatılanların ışığında insanın hayatını ve onun vücuda getirdiği eserleri şekillendiren temel etken onun inançlarıdır. Kapitalizmin
para ve sermayeyi, marksizmin ise devleti ve
kurumları ilahlaştırması ile birer sahte din haline getirilen bu düşüncelerin şehre, hayata, sanat ve mimariye yansıması olarak o toplumları
biçimlendirmiş ve yeni bir hayat tarzı dayatmıştır. Eser müessir olana göre şekillenir. Bu
çerçevede Müslüman mimar ve sanatkârların
eserlerinde tevhid inancının bir yansıması
olacak sanat algısı geliştirmeleri ve buna bağlı
olarak bu âlemin faniliği düşüncesini vurgularken asıl amacın Allah’ı aramak olduğunu ihsas
etmeleri gerekmektedir. Müslüman mimar ve
sanatkâr muhteşem bir eseri vücuda getirse
de elde edilen başarının yalnız ve yalnız Allah’a
ait olduğunu idrak eder ve sebep olarak aradan
çekilir ve gerçek müsebbibin, sanatkârın Allah
olduğuna işaret eder. Mü’minler her türlü kibir
ve tahakküm arzularından sıyrılarak vecd ve
tevazu içinde "Yegâne sanat ve güzelliklerin
sahibi Allah'tır" inancıyla sanatını O'nun gerçek
sanatının anlaşılmasının aracı olduğunun farkında ve kul olmanın idrakindedir. Yaratılan her
şey sonunda ona dönecektir. Bâki olan O’dur.
Mart - Nisan 2013 33
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
BEYİN
GÖÇÜ MÜ
GÜCÜ MÜ
Beyin Göçü dosyası çerçevesinde; beyin
dolaşımının olumlu olumsuz yanları, beyin
göçü yaşayan ülkelerin durumu, nitelikli insan
gücü çekmenin yolları, tersine beyin göçü, bu
sürece katılan bireylerin adaptasyonları, yurt
dışından Türkiye’ye gelen bilim insanlarının
yaşadığı örnekler, Türkiye’nin bu konuya bakışı
ve politikaları yer alıyor. Uzmanlar tarafından
kaleme alınmış makaleler, beyin dolaşımına
katılmış bilim insanlarıyla yapılan söyleşiler ile
Beyin Göçü’nü mercek altına alıyoruz.
34 Mimar ve Mühendis
?
Erasmus, Farabi, Einstein, Gazi Yaşargil
Mart - Nisan 2013 35
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ
GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
BEYİN GÖÇÜ
ve SONUÇLARI
İyi eğitim, deneyimle birleşiyor,
mesleklerinde uzman nitelikli insanlar
YETİŞİYOR. Yurtdışında uzun süre kalarak
çeşitli bölgelerde çalışan ve o ülkenin
ekonomisine katkı sağlayan kişiler,
aynı zamanda durağan bir şekilde elde
edebilecekleri tecrübelerinin birkaç
mislini de kazanabiliyorlar. Tersine beyin
göçü gerçekleştiği taktirde ise bu bilgi
ve deneyimler yine yaşanılan ülkeye
aktarılıyor.
Bir insanın yetişmesi çok uzun bir süreç; ilkokul, ortaokul, lise,
rarak, eğitim masraflarından ve zamandan kazanıyorlar. Bu şekil-
üniversite sonrasında uzmanlık için yine uzun bir maraton har-
de gelişmekte olan ülkelerdeki nitelikli iş gücünün başka ülkelere
canıyor ömürden. Bu sırada ülkeler kalkınmayı sağlayan önemli
yerleşerek orada ekonomik bir değer oluşturması ise beyin göçü
bir unsur olarak görülen nitelikli insan gücünün yetişmesine katkı
olarak ifade ediliyor.
sağlamak için eğitimi teşvik edici, uzmanlaşmaya yönelik çeşitli
Kimi insanların üniversite veya yüksek lisans vb. nedenlerle başlayan
teşvik programları düzenliyor.
yurtdışı yolculuğu, gittiği ülkede tamamen yerleşmesiyle sonuçlanı-
Bu sırada İngiltere, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri gibi
yor. Daha önce gelişkin bir teknolojinin var olmaması ve teknolojik
gelişmiş ülkeler, hem teknolojiyi kullanabilme imkânı sunması
gelişmeleri takip etmek için daha çok tercih edilen yurtdışı, günü-
hem cazip maddi olanaklarıyla, hazır yetişmiş uzmanları kendi
müzde daha farklı nedenleriyle ön plana çıkıyor. Nitelikli iş gücüne
ülkelerine çekmek için çeşitli programlar yapıyorlar ve bu anlam-
duyulan saygı, profesyonellik, kazanılan alanla birebir örtüşen iş
da da başarılı oldukları görülüyor. Gelişmekte olan ülkeler nitelikli
pozisyonlarının sağlanması, eğitim hakkının daha kolay elde edil-
işgücü açıklarını artırırken, gelişmiş ülkeler ekonomilerine katkı
mesi, sosyal haklar ve maddi koşulların cazip olması beyin göçünde
sağlayacak alanlarda yetişmiş insanları kendi ülkelerine kazandı-
etkili olan faktörler arasında bulunuyor.
36 Mimar ve Mühendis
Göç eden insanlar, başarılı çalışmalar gerçekleştirip, tecrübe kazandıklarında uzmanlıklarını daha da artırıyorlar. Bu noktada ise kimi
ülkeler tersine göçü teşvik edici çalışmalar uyguluyorlar. Örneğin Çin,
Hindistan gibi çok fazla beyin göçü veren ülkeler beyin göçünü tersine çevirmek için çeşitli programlar düzenliyorlar. Çin’de yurtdışındaki
bilim adamları, bilgilerini, edindiği deneyimleri seminer ve paneller
yoluyla paylaşmaları için ülkelerine davet ediliyor.
Türkiye’de özellikle son dönemde yaptığı çalışmalarla tersine
beyin göçünü özendirmek ve bilim insanlarının Türkiye’de kalmasını teşvik edici çalışmalar gerçekleştiriliyor. Hindistan, Çin,
Güney Kore gibi yurtdışına en fazla öğrenci gönderen ülkelerden
biri Türkiye. Yurtdışında eğitim görmeyi arzulayan insan sayısı
artıyor, bu sırada çok önemli sayıda Türk bilim insanı yurtdışında
yaşıyor ve Türkiye’nin dönüşü özendirici çalışmalar için bir hayli
yol kat ettiği, fakat daha çok yol almasının gerektiği bilim insanları tarafından ifade ediliyor. Öncelikle üniversitelerin bütçelerinin
artırılması, bilim insanlarının yaşam koşullarının, ücretlerinin iyileştirilmesi, yurtdışından gelen öğrencilerin geldikleri ülkeye kolaylıkla
adaptasyonunu sağlayabilecek önlemlerin alınması, bu konudaki
bürokratik işlemlerin sadeleştirilmesi, yurtdışı öğrenci ve personel
değiş-dokuş programlarının teşvik edici bir boyuta taşınması gibi
maddeler beyin göçünün azaltılarak tersine çevrilmesinde önemli
olacağı öngörülüyor. Uzmanların çeşitli ülkeler görmesi, oralarda
farklı iletişimler kurması ve farklı beceriler kazanması ise kendilerine çok fazla artı sağlıyor. Durağan ortamda elde edebilecekleri
tecrübelerin birkaç mislini yurtdışında kazanabiliyorlar. Çok değerli
bir birikime sahip olan bu kişilerin tersine beyin göçüyle ülkelerine
dönmeleri ise ülkelerine katma değer sağlıyor.
Mart - Nisan 2013 37
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Mesut UĞUR
Mikroteknoloji Mühendisi
TERSİNE BEYİN GÖÇÜ SAĞLANABİLİR Mİ?
B
Nitelikli iş gücünün, hizmet vereceği ülkedeki
beklentileri; niteliğini kullanacak işin olması,
çalışmaların gerçekleşmesini sağlayacak
tesis, beraber çalışacağı insan kaynağı, yeterli
finansman, hayat standartlarının sürdürülebilir
şekilde sağlanması, güvenli ortam, başarısının
taltif edilmesi ve ödüllendirilmesi şeklinde
açıklanabilir.
atıda sanayi devrimi başladıktan sonra Osmanlılar, bu devrimin gücünü toprak kaybettikçe anladı. İnsan tarafından
geliştirilen teknik hem insanlığa hizmet etmekte hem de
insanların gücüyle yapılması zor olan işlerin yapılmasını kolaylaştırmaktaydı. Gemiler yelkensiz gidebiliyordu, fabrikalarda
makineler tarafından ip eğrilip kumaş dokunabiliyordu. Hayvan
gücünden çok daha fazla güçle ve daha hızlıca insan ve mal
taşınabiliyordu.
Teknikteki bu gelişme ticareti artırıp ülkeleri zenginleştiriyordu,
refahı artırıyordu. Üretenler mallarını satacak yeni pazarlar arıyordu. Tüm bu gelişmeler ülkelerarası iletişimi artırmaktaydı.
Osmanlılar da mal satılacak zengin ve kalabalık bir pazardı.
Sanayileşen batı toplumu zengin ve kalabalık Osmanlı’yı da
müşterileri arasında görüyordu. Osmanlı, tekniğin oluşturduğu farkındalaşmayı görmekteydi. Malları yurtdışından temin
etmekle beraber kendi ülkesinde de üretmeyi hedefleyerek
teknolojinin nasıl elde edileceği konusunda çalışmalar yaptı.
En iyi yöntemin yerinde gidip öğrenme olduğunu keşfetti. Bu
nedenle kendi elemanlarını teknolojinin yaygın olarak geliştirildiği, uygulandığı ülkelere göndermeye başladı. Bu trend
cumhuriyet kurulduktan sonra da devam etti, günümüzde de
hala devam etmektedir. Binlerce seçilmiş elemanımızı endüstri
ülkelerindeki bilgi ve teknolojiyi almaları için yurtdışına göndermekteyiz. Bunların bir kısmı gittikleri ülkelerde kalmaktadır, bir
kısmı geri dönmektedir. Bu kararları etkileyen faktörler acaba
nelerdir? Böyle bir serüven yaşamış biri olarak bu yazıda okurlarla deneyimlerimi paylaşmak istiyorum. Geçmişten günümüze bu süreçler nasıl yönetildi? Ne kadarı planlı yapıldı? Konulan
hedefler tutturulabildi mi?
38 Mimar ve Mühendis
OSMANLI'DAN BU YANA
Osmanlılar zamanında bilgi ve becerisini artırmaya, yüksek
okul eğitimi için birçok insanımız yurtdışına gönderilmiştir. Bu
insanlar bilgilerini artırırken gittikleri ülkenin yaşam tarzlarına
da alışmıştır. Değişim ve dönüşümün sadece bilgi ile olmayacağını aynı zamanda yaşam tarzı değişimiyle olacağını düşünmüşler ve uygulamaya sokmaya çalışmışlardır. Bu değiştirme
isteği toplumumuzun inanç, kültürel ve sosyal değerleriyle
çelişmiştir ve iki taraf arasında mücadeleye neden olmuştur. Bu mücadelenin kazanan tarafı olmamıştır. Değiştirme
yönünde gayret sarf edip muvaffak olamayanlar çareyi tekrar
eğitimlerini aldıkları ülkelere dönmekte bulmuşlardır. Ülke de
büyük ümitlerle ve fedakârlıklarla okuttuğu bu evlatlarını tekrar kaybetmiştir. 19’uncu yüzyılın başlarından beri 200 yıldan
fazla bu çelişkili durum devam etmektedir. Ülkedeki varlıklı aile
sayısı arttıkça yurtdışı eğitimine devletin gönderdiğinden fazla
gencimiz gitmektedir. Haberleşme ve bilgisayar devriminden
sonra küreselleşme daha fazla artarak yurtdışı eğitim talepleri
de artmıştır ve bu artış trendi henüz bitmemiştir. Buradaki en
büyük faktör yurtdışındaki eğitimin kaliteli olması ve yabancı
dil özellikle İngilizce öğrenilmesidir.
“Nitelikli iş gücünün, hizmet vereceği ülkedeki beklentileri nelerdir?”
diye sorarsak cevap olarak; “Niteliğini kullanacağı iş olması, çalışmalarının gerçekleşmesini sağlayacak tesis ve beraber çalışacağı insan
kaynağı, finansmanın yeterli olması ve yaptığı harcama bütçesinin
düzgün şekilde sağlanması lazım. Hayat standartlarının sürdürülebilir şekilde sağlanması, güvenli bir ortamın olması, yaptıklarıyla ilgili
taltif edilmesi ve ödüllendirilmesi lazım” diyebiliriz.
BEKLENTİLER KARŞILANIYOR MU?
Beklentilerinin karşılanmasındaki sorunlara gelirsek, bunu bazı örneklerle anlatmakta fayda var. 1970’li yılların başında Etibank tarafından
lisans ve master eğitimi almak amacıyla İsviçre’ye birçok talebe
burslu olarak gönderilmişti. 1970’li yılların sonunda biz de Milli Eğitim
Bakanlığı bursuyla İsviçre’ye gittik. Bizden önce giden eğitimini başarılı şekilde tamamlayarak Türkiye’ye dönen ağabeylerimiz kısa süre
sonra tekrar İsviçre’ye dönmüştü. Bu talebeler gönderilirken yapılan
planlarda eğitimini alıp gelenler Etibank’ın elindeki proses tesislerinde
istihdam edileceklerdi. Çünkü proses endüstrisinde dışa bağımlılık
çoktu ve proses endüstrisini işletecek, geliştirecek kimya, makine,
elektrik ve elektronik, yazılım mühendislerine ihtiyaç vardı. Dünyanın en iyi eğitimini alan bu genç mühendisler mecburi hizmet için
döndüklerinde bir madende asansör bakım teknikerliğine atanmıştı
Asansörler bozulmadığı için günlerini briç oynamakla geçirmişlerdi.
Kendilerini, öğrendiklerini uygulamayınca sorgulamaya başlamışlar ve
mesleklerini uygulayabilecekleri, refah içinde yaşayacakları İsviçre’ye
dönmüşlerdi. Çalışma ortamının yetersizliği önemli bir konu.
Bildiğiniz gibi dünya çapında üne kavuşan beyin cerrahımız Prof. Dr.
Gazi Yaşargil var. Prof Yaşargil 15-20 yıl önce özel hastaneler açılmaya başlayınca birçok hastane patronundan davet alıyor. Bu davete seviniyor ve Türkiye’ye gelerek çalışacağı hastaneleri inceliyor.
Beyin cerrahisi operasyonu yapacağı ortamları göremiyor. Hastane
patronları da kendisinin çalışacağı ortamı oluşturdukları takdirde
geleceğini söylüyor. Hastane patronları Yaşargil hocaya tanıdıkları
proje firmalarını getiriyor. Yaşargil beyin cerrahisi yapılacak ameliyathaneyi bu proje firmalarına tarif ediyor, fakat bu firmalar Prof.
Dr. Yaşargil’i anlayıp proje üretemiyor. Bu durumda Yaşargil hoca
hastane patronuna durumu izah ediyor ve İsviçre’den proje firması
davet etmek istediğini söylüyor. Hastane patronu bu teklifi kabul
ediyor. Gelen İsviçre’li firma projeleri yapıyor ve hastaneye 20.000
CHF’lik bir fatura gönderiyor. Hastane bu faturayı ödemiyor. Prof. Dr.
Yaşargil faturayı cebinden ödemek zorunda kalıyor. Proje uygulama
safhasına dahi geçemiyor. Gazi Yaşargil hayal kırıklığına uğruyor ve
küsüyor gelmekten vazgeçiyor.
Benzer olaylar birçok değerli bilim insanımızın başına gelmiştir.
Ülkenin zenginleşmesiyle bu vakıalar azalsa dahi halen devam
etmektedir. Biz altı arkadaş 1994 senesinde önce İsviçre’de arkasından Türkiye’de firma kurduk. Ortaklardan birisi de ÖSYM Başkanımız
Ali Demir’di. İsviçre’de firma kurmamızın nedeni Türkiye altyapısının
yetersiz olduğunu bilmemizdi. Kurucu ortaklardan 4’ü Türkiye’ye
kesin dönüş yaptı. Mühendislik ofisinde makine geliştirmeye başladık. Ali Hoca’nın doktora tezi tekstüre iplik üzerineydi. Dünyada
3 akademik çalışmanın biri Ali hocanın teziydi. Dikiş ipliği üreten
firma bize hava jetli yüksek mukavemetli tekstüre dikiş ipliği üretme
Mart - Nisan 2013 39
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Ülkedeki varlıklı aile
sayısı arttıkça yurtdışı eğitimine devletin
gönderdiğinden fazla
gencimiz gitmektedir.
Haberleşme ve bilgisayar devriminden
sonra küreselleşme
daha fazla artarak
yurtdışı eğitim talepleri de artmıştır ve bu
artış trendi henüz bitmemiştir. Buradaki en
büyük faktör yurtdışındaki eğitimin kaliteli olması ve yabancı
dil, özellikle İngilizce
öğrenilmesidir.
makinesi siparişi verdi. Makineyi geliştirdik, projelendirdik üretilecek
duruma getirdik. Üretim safhasında ipliği çekip uzatmak için ısıtılan
silindirler var. Türkiye’de olmadığı için onları İsviçre’ye sipariş verdik.
Silindirler geldi. Parmağınızın ucuyla dokunduruyorsunuz, silindir
sürtünme yokmuş gibi, fıldır fıldır durmadan dönüyor. Makinede
ısıtılmadan kullanılan bir sürü başka silindir vardı. Bunların üretim
resimleriyle bize yakın olan İMES Sanayi Sitesi’ne gidip ürettireceğimiz firmayı aradık.
En yeni, sıfır CNC tezgâhı olan bir firmaya üretim siparişlerimizi
verdik. Projelerde toleranslar yazılı. Silindirler üretildi ve montaj için
bize teslim edildi. Dönecek olan bu silindirlere uygun rulmanları
tedarik ettik ve teknikerimize montaj resimlerine göre imalatı yapması talimatını verdik. Montajlar yapıldı. Silindiri rulmanın üzerinde
döndürmeye çalışıyoruz dönmüyor, sıkışmış. Bizim kurduğumuz kalite
güvence sistemi yoktu, kendimiz üretimde de bizzat çalışmamıştık.
İMES’te ürettirdiğimiz silindirleri ve milleri ölçmeden teslim aldık.
Milin ve silindirin toleransları tutmadığı için üzerine çakılan rulmanlar
kastı ve dönmedi, rulmanlarımız sökerken bozuldu. Üretimde çalışacak, toleranstan ve kaliteden anlayan yetişmiş ara eleman, yani
tekniker açığı Türkiye’de çok fazla. Gördük ki en iyi ülkelerde okutup
sanayi tecrübesi kazandırdıktan sonra ülkeye getirdiğiniz insanlar
dahi ara eleman sıkıntısı çekiyor üretkenlikleri düşüyor. Üretimde
çalışacak nitelikli eleman sıkıntısı çok büyük. 28 Şubat sürecinde
eğitim sistemindeki bozulma bu altyapı sorununu ciddi şekilde
büyütmüştür. Üniversite okumayı becerecek akademik zekâya sahip
olmayan gençlerimiz, üniversite kapılarına yığılmaktadır. Bu sorun
acil olarak halledilmelidir.
Kurduğumuz şirketteki diğer projemiz de kapitone makinesiydi. Bilgisayarda çizilen desenleri 3 m’ye 2.40 m alanda dikiş kafasını gezdirerek dikiş dikecek bir makine geliştirdik. Dikiş kafası desene göre
40 Mimar ve Mühendis
2 eksende hareket ettirilmekteydi. Eksenlere dikiş kafasının hassas
ve kolayca hareketini sağlayacak taşlanmış kızakları yurtdışından
tedarik ettik. Bu kızakların bir kanala montajı gerekiyordu. İMES’te
kanalları açacak 4m’lik vargel tezgahını bulduk ve kanalları açtırdık,
taşlanmış kızakları kanalların içine vidayla monte ettik. Başlangıç
noktasında iğne ve cağnoz üst üste, dikiş dikmek için kafa hareket
etmeye başladıktan sonra dikiş iğnesi kırılıyor. Kanal açan tezgahın
hassasiyeti yetersiz olduğu için üç boyutta paralellik problemleri
vardı. Yani Türkiye’deki tezgâhlar, takım tezgâhları, iş tezgâhları
yeteri hassasiyette üretim yapamıyor. Tezgâh var ama miladını doldurmuş, yaşam beklentisini doldurmuş, hassasiyeti kaybolmuş; yani
altyapı da yetersiz.
ALTYAPI EKSİKLİĞİ
İsviçre’de yaptığımız makine, ekipman nasıl dünyanın her yerinde
çalışıyorsa, aynı ekiple burada da aynısını yaparız, patentlerimizi
alırız, çalışır diye düşünüyorduk. Ama gelince gördük ki öyle değil,
öyle olmuyor, çünkü altyapı eksikliği çok fazla. 15-16 yıldır mutlaka
düzelen şeyler olmuştur. İnsan kaynakları yetersizliği, tasarımların
dökümante edilmesinde sorun oluyor. Mekanik, baskı devre tasarımı,
elektrik veya elektrik montaj projeleri gibi teknik üretim resimlerini
yapacak eleman bulmak zor. Okullarımız yani meslek okulları yetersiz. Üretim aşamasında atölye kadar, üretimi istenilen hassasiyette
yapacak makine ekipmanı da yok. 28 Şubat sürecinde meslek
liselerinin katsayı nedeniyle önünün kesilmesi bu işi daha da geriye
götürdü. Meslek yüksekokulları açıldı. Bunlar da çok büyük insan kaynakları savurganlığı. 2 yıl boyunca 20 yaşına gelmiş, altyapısı yetersiz
bir gence eğitim veremezsiniz. Güzel bir atasözümüz var: “Ağaç
yaşken eğilir.” Zanaat, meslek 15-19 yaşlarında öğrenilir. Almanlar,
İsviçreliler böyle yapıyor, bu yüzden başarılılar. Biz liseyi bitiren biri-
Strateji eldeki kaynaklara göre belirlenmeli, çok yüksek hedefler koymamak lazım. Eldeki kaynaklarımızı;
insan kaynakları, maddi kaynaklarımız, tesislerimizi
görmemiz lazım, yani CERN gibi bir merkezi Türkiye’ye
kurmanın âlemi yok.
sine düzgün iş yapacak kadar zanaat, meslek öğretemeyiz, bu boşu
boşuna kürek çekmek gibi bir şey olur.
Ürün geliştirmek ve geliştirilen ürünleri üretip piyasaya sürmek için
ciddi miktarda sermaye gerekmektir. Bu sermayeyi bulmak kolay
değil. Bu konuda bir deneyimimizle konuyu anlaşılır yapmak istiyorum. Bir müşterimiz, elektronik, akıllı bir saat tanımladı ve ürünün
iyi satılacağını söyledi. Böyle bir ürünle şirketin elektronik Ar-Ge ve
üretim altyapısını kuracağımızı düşündük. Bu proje şirkete elektronik
sistemi geliştirmek için mikroişlemciler tekniğine hâkim olmayı,
gömülü programlama yapmaya hakim olmaya, yazılım geliştirmeye,
gösterge tekniğine ve bunun üretimine hâkim olmaya yarayacaktı.
Kendi imkanlarımız ve sermayemizle Ar-Ge çalışmasına başladık,
altyapımızı kurduk ve saati geliştirdik.
Üretimin rantabl, yani fiyatın satılabilir olması için yüksek miktarda,
en az 50 bin adet üretmemiz lazımdı. Bankalarla görüşüp üretim için
finans bulmaya çalıştık. Bankalar şirketin bilançosunu istediler ve varlıklarını sordular. Firmamızın mali durumunu yeterli görmedikleri için
üretim kredisi vermediler. İlk üretimi kendi öz kaynaklarımızdan küçük
seri olarak yapmamızı tavsiye ettiler. 50 bin adet yerine 5.000 adet
yapabildik. Bu defa pazarlama ve satış aşamasında sıkıntıya düştük.
Ülkemiz insanlarının kendi ülkemizde geliştirilen teknolojiye ilgi gösterip teknolojinin daha ileri gitmesine yardımcı olmuyor. Evremizden
kimse, “ Aferin, bu ilk seriydi, yaptınız. Kusuruyla biz bunu kabul ediyo-
ruz, tüketiyoruz, satın alıyoruz, tanıdıklarımıza hediye ediyoruz” demediler. Birçokları bedelsiz hediye olarak ürünü bizden bekledi. Alanlar da
önemsiz eksiklikleri büyük hataymış gibi göstermeye çalıştılar, kusur
buldular. Bu mantalite ülkede gelişmeyi engellemekte. Bundan 100
sene önce üretilen Mercedes’le günümüzde üretilen Mercedes aynı
mı? Değil. O zamanki o toplum onu aldı, tüketti ve geliştirdiler, daha
iyi bir seviyeye getirdiler. Bizim mantalitede, Türk insanının mantalitesinde bu tür bir yaklaşım yok. Daha çok “Nerede kötü yönlerini
görürüm?” ona bakıyorlar.
NİTELİKLİ İŞ GÜCÜNÜ ÖNEM VERİLMELİ!
Ülkemizde nitelikli iş gücü kurumsal bir firmaya gelmiş olsa dahi,
bazen süreç işlerken işverenin ve patronun öncelikleri değişebiliyor ve
yapılan bütçeye kaynak aktarılamıyor. Nitelikli iş gücü, hem planlarını
gerçekleştiremiyor hem değer kaybediyor. Mesela yine devlet kuruluşlarından bir elektik dağıtım şirketi dağıtım şebekelerinin uzaktan
izlenmesi ve yönetilmesi için TÜBİTAK’a bir otomasyon sistemi yaptırmış. Projenin birinci aşamasında merkezi sistem yazılımı, uzak veri
toplama üniteleri (RTU) tasarlanacak ve az sayıda dağıtım dalına bu
RTU’lar takılacak ve fiberopti kablolar ile veriler merkez kontrol odasına aktarılacak. Daha sonraki yıllar şebekenin diğer dallarına RTU’lar
takılarak merkeze bağlanacak. TÜBİTAK sistemi geliştirip merkezi
kurmuş ve az sayıdaki RTU’yu bağlamış. 2’nci yıl dağıtım şirketi bu
konuda bütçeye para koymamış. TÜBİTAK’ta bu sistemi geliştiren
kısmın pazarlama ve satış ekibi olmadığı için projeyi başka dağıtım
şirketlerine de satamamışlar. Tek müşteriden de sipariş gelmeyince
Ar-Ge ekibi dağıtılmış. Biz firma olarak bu tür bir işi yapıp büyütecek
bilgi birikimine sahip olmamıza rağmen böyle bir iş alamadık. Bir
kamu kuruluşu diğer kamu kuruluşunu (TÜBİTAK’ı) tercih ediyor. Bu
şekilde ülkemizde teknoloji üretecek şirketlerin önü kesilmiş oluyor.
Yurtdışından teknoloji üretmek için gelen insanlarımız ülkedeki verimsizlik ve yanlış politikalar nedeniyle tekrar yurtdışına göçüyorlar. TÜBİTAK Ar-Ge projelerini fonlayan kurum olmalı, teknoloji şirketlerinin
oluşmasını ve büyümesini engelleyen kurum değil.
Strateji olarak bakarsak, bahsettiğim hususların kaldırılması, çözümlenmesi lazım. Tersine beyin göçü olması için bunlar gerekli maddeler.
Strateji eldeki kaynaklara göre belirlenmeli, çok yüksek hedefler koymamak lazım. Eldeki kaynaklarımız nelerdir, insan kaynakları, maddi
kaynaklarımız, tesislerimiz, onları görmemiz lazım, yani CERN gibi
bir merkezi Türkiye’ye kurmanın âlemi yok. Oradaki bilim adamlarını
getirmenin de alemi yok. Bunlar benim kişisel görüşlerim. Üründe
yaşam döngüsü göz önünde tutularak, nitelikli elemanla yaşam
döngüsüne yönelik ürün geliştirmek lazım. Diyelim bir bilgisayarın
yaşam beklentisi 3 sene, 3 senede yeniliyoruz. Bazı ürünlerin yaşam
beklentisi daha uzun olabilir, ona göre geliştirmemiz lazım. Bunu biraz
daha açıyorum; mesela bir asfalt kazıma, serme, sıkıştırma makinesi
kaç senede bir yenilenir? Biz binlerce kilometre duble yol yaptık, otoyollarımız var. Bu makineden bize kaç tane lazım olacak? Ne kadar
zamanda eskiyor? Ne kadar yeniden yapacağız? Yaşam döngüsü kısa
olan ürünler var; cep telefonu, bilgisayar, hatta otomotiv. Otomobil
bile 5 seneden fazla rantabl şekilde kullanılamıyor. Onlara da dikkat
ederek ürün geliştirmesine girmemiz lazım.
Mart - Nisan 2013 41
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Prof. Dr. Ali Osman ÖNCEL
İstanbul Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Mühendislik Bilimleri Bölüm Başkanı
Beyin Göçünde Akademik Eksen
G
Akademik kariyer amaçlı beyin göçünde,
büyük bir hareketlenme ile bilimin lideri olan
gelişmiş ülkeler, kapasiteli gençleri, bilim
adamları ve öğretim üyelerini farklı süreçler
ve şekillerde çekebilmektedir. Ülkemizin
küresel standartlarda beyin göçü alabilmesi
için, mükemmeliyet merkezlerinin sayısının
artması, farklı süre ve pozisyonlarda ziyaretçi
veya çalışan kabul edecek açık bir üniversite
yapısına kavuşması, sabit ücretlendirme
yapması, akademik görevlendirme sistemini
terk etmesi gerekmektedir.
elişim ve yenilenmeye kapalı yapılarda kaçışlar başlar. Beyin
tora sonrası ziyaretçi bilim adamı bursları şeklinde yapılarak
göçünün nedenlerini tartışmadan göç olayını anlamak zordur.
farklı seviyede kişilerin geçişlerine izin verilir. Yapılan geçişler,
Ülke temelli nedenlere bakılırsa, yetişmiş insan yapısının önü-
farklı millet ve sosyal tabandan gelen kişilerin araştırma ekibi-
nün kapanması ve çalışmış olduğu kurumlarda çalışabilme
ne katılmasıyla evrensel çalışma ortamı oluşturulur. Araştırma
koşul, ortam ve desteklerinin kalkmasıdır. Özellikle, üretim ve
ve çalışma gruplarının geliş yerlerine göre çalışmaların boyut-
gelişim odaklı yapı özelliğini kaybetme eğilimine girmiş yapılar
ları şekillenir ve zenginleşir. Akademik eksende beyin göçünde
içinde yetişmiş ve üst düzey yetenekli insanlar için arayışlar
mükemmeliyet merkezleri gerekir. Beyin göçü için ideal yerler
başlar. Üretim ve kariyer odaklı ücretlendirme yapan ülkelere
donanımlı araştırma merkezlerinin olduğu enstitü ve üniver-
beyin göçü olmaktadır. Gelişmiş ülkelerdeki üniversiteler veya
sitelerdir. Özellikle altyapının güçlü olmasıyla bilgi üretimi için
gelişim tabanlı dünyanın farklı taraflarında kurulan araştırma
taban hazırdır ve teknoloji tabanlı yurt dışındaki merkezler
kurumları, burslar ve araştırma pozisyonlarını periyodik süreler-
gelişmekte olan ülkelerdeki en iyi beyinleri çekmeye çalışırlar.
de açarak ve başvuruların kolay yapılmasını sağlayarak beyin
Gelişmiş ülke vatandaşlarının genellikle mezuniyet sonrası
göçünde çekim merkezi olur. Özellikle, araştırma bursları süreli
akademik kariyer çalışmalarını lüzumsuz görmeleri beyin
olarak verilir ve ilk yıl performansına bağlı olarak uzatılabilme-
göçünün en önemli dinamiklerinden biridir. G20 ülkelerinde
leri seçenekli olarak ilan edilir. Performans beklentisi gerçekleş-
üniversite imkânları ve araştırma merkezleri standartları iyidir,
mediği takdirde, süre uzatımı belli faktörlerle uzatılmayabilir.
fakat bu merkezlerde araştırma ve öğretim asistanlığı yapacak
Statik çalışma yapılarından dinamik çalışma ortamlarına göç
öğrencilerin bulunması sıkıntılıdır. Bunun nedenini açıklamada,
edilir. Akademik tabanlı burslar yüksek lisans, doktora ve dok-
Kanada’da mezun olan bir öğrencinin bakış açısının anlaşılması
42 Mimar ve Mühendis
yararlı olabilir. Kanada vatandaşı bir mezun, kendi sahasında yıllık 60
bin CAD (Kanada Doları) ile iş bulup çalışabilecek iken, yıllık 22 bin
CAD kariyer bursu alarak kariyer yapmayı pek akılcı görmemektedir.
Ancak, gelişmekte ve gelişmemiş ülkelerde yüksek kapasiteli gençler
açısından, kariyer bursu kendi ülkelerinde hayal dahi edemeyecekleri
bir finansal fırsata karşılık gelmektedir. Kısaca, dışarıdan beyin göçünün en önemli nedenlerinden biri paradır ve ikinci nedeni de kariyer
sonrası gelişmiş ülkelerde kalıp yaşama ihtimalinin yüksek olmasıdır.
Türkiye beyin göçünün merkezi olabilir. Türkiye’nin dünyada beyin
göçü için cazip bir ülke olmasının yolları yukarıda verilen açıklamalar ışığında bellidir. Ülkemiz dört kıtanın kesiştiği bir jeopolitik yere
sahiptir ve bu özelliğiyle dört kıta üzerinde beyin hareketlerinin kavşak noktası olabilir. Yapılacak en önemli işlerden ilki, yabancı öğrenci,
yabancı bilim adamı ve iyi yetişmiş konusunda iyi yabancı uzmanlara
çalışma fırsatının tanınmasıdır. Bu şekilde, üniversiteler içinde statik
yapıda yumuşama olacak, dinamik ve dünyanın her tarafından gelmiş
öğrenci ve bilim adamlarıyla bütünleşme sağlanarak yenilenmede
dinamizm sağlanacaktır.
Özel üniversiteler tersine beyin göçüne öncülük etmektedir. Ülkemizde tersine beyin göçü veya farklı ülkelerden yetişmiş beyinlerin
ülkemize gelmesinde kurulmuş özel üniversiteler öncülük etmeye
başlamıştır. Özellikle, İngilizce tabanlı eğitim veren özel üniversitelerin yurtdışından ilanla öğrenci, araştırmacı ve bilim adamı aramaya
başlaması birkaç özel üniversiteyle sınırlı kalsa bile gelecek için umut
vermektedir.
Öğretim üyelerinin devlet üniversitelerinde eşit ücretlendirilmesi
öğretim üyesi bulmayı veya mevcudu tutmayı zorlaştırmaktadır.
Devlet üniversitelerinde yabancı öğrencilerin gelmesiyle ilgili olarak
Yabancı Öğrenci Sınavı’nın merkezi olmaktan çıkması da yabancı
öğrenci çekmek isteyen devlet üniversiteleri için fırsat olarak görülebilir. En önemli sorunlardan birisi, yabancı dilde eğitim veren öğretim
üyesinin eksik olmasıdır. Bunun nedeni yabancı dilde eğitim verecek
öğretim üyesinin ücretlendirmesinde bir standart yoktur. Uluslararası
deneyime sahip ve yurtdışında ders verme deneyimli bir bilim adamının, ülkemiz dışına çıkmamış ve yurtdışında araştırma ve öğretim
deneyimi kazanmamış bilim adamlarından farkının ücretlendirme
noktasında olmaması, ülkemizde yetişmiş uluslararası deneyimde
öğretim üyelerinin bulunmasını varsa üniversite bünyesinde tutulmasını zorlaştırmaktadır. Gelişmiş ülkeler öğretim üyesi ücretlendirmesinde, uluslararası deneyim ve gelişimine göre değişen bir ücretlendirme aralığına göre deneyim odaklı maaş belirlerken, ülkemizde
bütün akademisyenler bir tarağın dişleri gibi eşit kabul edilerek eşitlik
ilkesine aykırı bir çalışma modeli beyin göçünü hızlandıran bir yaklaşım ile sergiliyor.
Beyin göçünün en önemli nedeni, üretim ve gelişim odaklı çalışma
ortamı ve yönetim anlayışının eksik olmasıdır. Ülkemizin beyin göçünde cazibe merkezi olabilmesi yönünde özel sektör ve özel üniversiteler katkı vermeye başlamıştır. Devlet üniversitelerinde liyakat ve üretim tabanlı yönetim anlayışının önemli olması kadar, ücretlendirmede
liyakat ve deneyim tabanlı bir modele geçilmesi de devlet üniversiteleri bünyesine, dışarıdan yetişmiş araştırmacı, öğretim elemanı ve
öğrencilerin gelmesinde etkili olacaktır.
Gelişmiş ülke vatandaşlarının genellikle mezuniyet sonrası akademik kariyer çalışmalarını lüzumsuz görmeleri
beyin göçünün en önemli dinamiklerinden biridir. G20 ülkelerinde üniversite
imkânları ve araştırma merkezleri
standartları iyidir, fakat bu merkezlerde araştırma ve öğretim asistanlığı yapacak öğrencilerin bulunması
sıkıntılıdır. Gelişmiş ülkeler öğretim
üyesi ücretlendirmesinde, uluslararası
deneyim ve gelişimine göre değişen bir
ücretlendirme aralığına göre deneyim
odaklı maaş belirlerken, ülkemizde
bütün akademisyenler bir tarağın dişleri gibi eşit kabul edilerek eşitlik ilkesine aykırı bir çalışma modeli, beyin
göçünü hızlandıran bir yaklaşım ile
sergiliyor.
Mart - Nisan 2013 43
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ
PROF. DR. SIDDIKA SEMAHAT DEMİR:
“BİLİM İNSANLARINI GERİ GETİRMEK İÇİN
HÜKÜMETLER ÇEŞİTLİ TEŞVİK PROGRAMLARI
UYGULUYOR”
Prof. Dr. Sıddıka Semahat Demir, ilk master derecesini Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi'nde
Biyomedikal Mühendisliği alanında tamamladıktan sonra yurtdışında eğitimine devam
eden, ardından başarılarıyla ismini duyuran dünyaca ünlü bir bilim insanı. Başarılı
çalışmaları sonucunda Doğrudan Beyaz Saraya bağlı olarak çalışan Ulusal Bilim
Vakfı’nın (NatIonal ScIence FoundatIon-NSF) tek Türk Direktörü. Demir, aynı zamanda bilim
elçimiz. 22 yıl geçirdiği Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başarılı kariyerine ise Türkiye’de
devam etmeye karar verdi ve Kültür Üniversitesi’nin teklifini değerlendirerek Rektör
olarak Türkiye’de çalışmaya başladı. MMG olarak biz de Prof. Dr. Sıddıka Semahat Demir’i
ziyaret ederek hem yurtdışında yaşadıklarını konuştuk, hem de beyin göçü hakkındaki
düşüncelerini sorduk.
>
Türkiye’nin ilk bilim elçisi oldunuz.
Bilim elçisi olma sürecindeki evreleri
anlatır mısınız, bu süreç nasıl gelişti,
nasıl başladı ve nasıl ilerledi?
2009 yılında ABD Başkanı Barack Obama
Mısır’da yaptığı bir konuşmada, bilim
ve eğitimde ülkelerarası işbirliğinin son
derece önemli olduğuna dikkati çekmişti.
Obama’nın belirlediği diplomatik süreçte
Türkiye, bilim ve eğitim işbirliği alanında
en önemli ülkeler arasındaydı. Bilim Elçisi unvanıyla görevlendirilme sürecimin
başlangıç öyküsü de bu diplomatik hamle
ile şekillendi diyebiliriz. Amerika’da 23 yıl
süreyle bilim ve akademi alanında yaptığım çalışmalarla bilime ve eğitime katkı
kadar ülkemi temsil etmek de benim için
çok değerli bir misyondu. Bununla birlikte
Türkiye ile ilişkilerim; ailem, yakın çevrem,
eğitim, araştırma ve bilim çevreleriyle
diyalogum hep devam etti. 20 yılı aşkın
44 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
süre yurtdışında kaldım, ancak ülkemle
bağlarımı hiç koparmadım. ABD Dışişleri
Bakanlığı’nın verdiği Bilim Elçisi unvanında bu kriterlerin belirleyici olduğunu
söyleyebilirim. Bilim adına, eğitim adına
böyle bir misyonla görevlendirilmek elbette çok onur verici. Ancak işleyiş süreci ve
somut çalışmalar unvanı teslim aldıktan
sonra başladı, çünkü bir göreve atanmak,
bir unvan almak elbette önemli, ancak
esas olan bu görev kapsamında gerçekleştireceğiniz çalışmaların belirlenmesi ve
uygulanmasıyla başlar. Bilim elçisi unvanıyla görevlendirildiğim sürecin ardından
Türkiye-ABD arasında akademik ve bilimsel işbirliklerine katkı sağlayabilecek alanların belirlenmesini öneren bir çalışma
teklifinde bulundum. 1996 yılında ABD ile
Türkiye arasında imzalanan ancak 2009’a
kadar güncellenmemiş bilim anlaşması da
bu çalışma önerisinin temeli oldu. Bilim
ve eğitim alanında diplomatik ilişkileri
kurmaya ve geliştirmeye yönelik öneriler;
1996 tarihli anlaşmaya sağlayabileceğimiz katkılar, işbirliğine olanak sağlayacak
alanlar, Türkiye’nin lider olabileceği konulara yönelik analizleri içeren raporu ABD
Dışişleri Bakanlığı’na sundum. 20 Ekim
2010’da hazırladığım ve yaklaşık 2 ay
süren raporun ardından ABD-Türkiye arasında bilim-teknoloji anlaşması imzalandı.
Yalnız uygulamalı bilimler değil temel
bilimler, sanat ve sosyal bilimler de dahil
olmak üzere çok geniş bir yelpazede
hazırladığım bu araştırma kapsamında
işbirliğine açık 19 alana raporda yer verdim. Sağlık Bilimleri kapsamında moleküler biyoloji ve biyoloji, biyomühendislik ve
tıp, hastalıkların genetik tanımlanması,
Akdeniz insani genom project, obezite,
diabet, beslenme, doku ve organ nakli
ve immünoloji; yenilenebilir enerji kap-
samında güneş, rüzgar, enerji tasarrufu sağlayan yapılar, enerji politikaları ve
stratejileri; malzeme bilimi ve kimya; deprem mühendisliği, yapı güvenliği ve yapı
güçlendirme kapsamında güvenlik, önlem
ve korunma; mühendislik ve takip/izleme
araçlarının gelişimi ve metodların tanımlanması; Türkoloji araştırmaları; arkeoloji
(genetik arkeoloji dahil); kültürel miras;
uygarlıklar; antropoloji kapsamında genetik antropoloji; hukuk kapsamında genetik
hukuk, enerji hukuku ve çevre hukuku;
şehir planlama kapsamında göç, yoksulluk; çevre ve çevresel politikalar kapsamında hava kirliliği, orman yangınları, geri
dönüşüm; uzaktan öğretim (e-learning);
özel ihtiyaçları olan öğrencilerin, kişisel
farklılıkları ve ihtiyaçlarının gözetilerek
eğitilmesine dayanan özel eğitim; organik
tarım; engellilere yardım araştırmaları;
sivil havacılık; taşımacılık stratejileri ve
lojistik; raporda Türkiye’nin ABD ile işbirliklerinde lider olabileceği alanlar arasında
yer alıyordu.
Beyin dolaşımının ülkeler için
pozitif bir kavram olduğu
sonucuna ulaşabilir miyiz?
Elbette. Bilimin ilerlemesi çok büyük
sorumluluklarla gerçekleşen bir süreç.
Beyin dolaşımı daha genel bir ifadeyle
donanımlı insan kaynağının sirkülâsyonu
bu sorumlulukların farkına varılması için
çok önemli. Beyin transferine ülkeler ve
kültürlerarası katma değer sağlayan bir
süreç olarak bakabilirsek dünyaya bakışımız da o ölçüde değişecek ve gelişecektir
diye düşünüyorum. Öğrencilerim ve yeni
nesil bilim insanlarıyla bir araya geldiğim
etkinliklerde beyin dolaşımı; değindiğim
başlıklardan biri. Bir akademisyen olarak
her zaman öğrencilerimin benim başarılarımı aşarak yükselmelerini isterim. Onlara bu kapsamda önerim; bölgesel, ülkesel düzeyin ötesinde küresel çalışmaları
hedeflemeleri. Kendimizi bir dünya vatandaşı olarak görmeyi, dünyayı bulduğumuzdan daha iyi bırakabilmeyi, uzmanlık
konularımızda çalışarak daha iyi noktalara
gelmeyi hedeflemeliyiz. Ekip çalışması
gerektiren disiplinlerarası, ülkelerarası
çalışmalar çok önemli. Özetle günümüzde
"Yalnızca Türkiye’deki gençler için değil dünyaya açılmayı hedefleyen her birey için geçerli bir gerçek var: İnsan yeni bir ülkeye gittiğinde kendi çevresinin ve kültürünün de elçisi oluyor. Dünya vatandaşı olma yolunda çalışmalarını şekillendiren gençler bu gerçeğin
farkında olmalılar."
çok uluslu çalışan ve insan kaynağının
farklı ülkeler ve kültürlerle dolaşım halinde
olduğu, takım çalışmasına yatkın, disiplinlerarası vizyonu olan büyük şirketlerin
başarıyı yakaladığı önemli bir gerçek.
Türkiye’deki gençlerin dünya vatandaşı olma yolunda karşılaştıkları zorluklar sizce nelerdir?
Hepimizin köyü, kasabası, şehri elbette çok
önemli ama yurt dışına çıktığınızda, dünyaya açıldığınızda yeni ve farklı kültürlerle
tanışıyorsunuz. Gençlerin dünya vatandaşı
olma yolunda karşılaşabilecekleri adaptasyon, kendilerini ifade edebilme ve hedeflerini gerçekleştirme süreçlerinde iletişim
çok önemli. Başarılı iletişimin yolu da lisan
bilgisinden geçiyor. Bir de yalnızca Türkiye’deki gençler için değil dünyaya açılmayı
hedefleyen her birey için geçerli bir gerçek
var: İnsan yeni bir ülkeye gittiğinde kendi
çevresinin ve kültürünün de elçisi oluyor.
Dünya vatandaşı olma yolunda çalışmalarını şekillendiren gençler bu gerçeğin
farkında olmalılar. Kendi tecrübemden
örnek vermek gerekirse; taşıdığım rollere
ve sorumluluklara karşı farkındalığımı hep
korumaya çalıştım. Türkiye’yi, Türk olduğumu, Türk kadın mühendis, bilim insanı
ve akademisyen kimliğimle dünya vatandaşı idealimi paralel taşıdım. Çünkü dünya
vatandaşı olmak aynı zamanda hizmet
verdiğiniz alanda katmadeğer yaratmak
demek. Sonuç olarak genç arkadaşlarımızın; bu bilinçle gittikleri yerin kültürünü,
çeşitliliğini anlamaya çaba göstermeleri,
kendilerini en iyi şekilde temsil ve ifade
etmek için doğru ve etkili iletişimin gereklerini yerine getirmelerini öneririm.
2004’ten itibaren Türkiye’nin de aday
olmasıyla beraber AB’de projeler
arttı. Türkiye’deki gençler artık gidip
gelebiliyorlar. AB’nin bundan sonraki
sürecine nasıl bakıyorsunuz? Beklentileriniz nedir?
Yaşanan gelişmeler doğrultusunda olumlu
baktığımı söyleyebilirim. Bundan sonraki
Mart - Nisan 2013 45
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
"Gençlerin dünya vatandaşı olma
yolunda karşılaşabilecekleri
adaptasyon, kendilerini ifade
edebilme ve hedeflerini gerçekleştirme süreçlerinde iletişim çok
önemli. Başarılı iletişimin yolu
da lisan bilgisinden geçiyor."
süreç için de beklentimiz ve temennimiz
öncelikle mevcut olanakları en iyi şekilde
değerlendirebilmek ve geliştirebilmek. AB
projeleri kapsamında başladığımız girişimleri ve projeleri sonuçlandırmak, AB kapsamında öğrenci değişim programlarını en
efektif şekilde değerlendirmek ve bilimsel
çalışma projelerini sonuçlandırmak. Öğrencilerimizin hangi dalda olursa olsun Avrupa
için de çok etkin bir şekilde mesleklerini
yapabilecek ve Türkiye’yi temsil edebilecek
insanlar olmasını diliyorum.
Giden öğrencilerin orada iş hayatında
bulunup kendi kültürüne yabancılaşmamasının yolu nedir?
Fiziksel yabancılaşma; geldiğiniz ülke ve
oradaki çevrenizle bağlantınızın zayıflamasıyla başlar. Bu elbette aidiyet duygusunu
da zedeler. Yaşadığımız çağın bilgi ve iletişim teknolojileri ile mesafelerin yarattığı
bağlantı kopukluğu artık söz konusu değil.
Elbette yabancılaşma durumunun pek çok
nedeni ve açıklaması olabilir. Ben aile, ülke
ve kültürle kurulan dengeli bağların ve sağlıklı aidiyet duygusunun kişilerin sosyal ve iş
yaşamında artı değer sağladığını ve zenginlik kattığını düşünüyorum. Bu noktada genç
arkadaşlarımıza; dünyanın farklı bölgelerin46 Mimar ve Mühendis
de çalışma ve eğitim deneyimi yaşarken
geçmişleri, duygusal ve manevi bağlarını
da korumaya özen göstermelerini öneririm.
Amerika’ya ilk gittiğinizde bir
adaptasyon sorunu yaşadınız mı?
Ben master ve doktora eğitimi için
Amerika’ya gitmeden önce de Avrupa’nın
farklı ülkelerine gitmiştim. Tabii şu bir gerçek
ki gittiğiniz her yeni coğrafyada bir alışma
ve uyum süreci yaşarsınız. İklimine, mutfağına ya da saat farkına adapte olmaya çalışırsınız. Ülkenize, şehrinize, yakın çevrenize,
ailenize duyduğunuz özlem zaman zaman
artar. Alışkanlıklarınızdan uzak kalmak da zor
bir süreçtir. Ancak önemli olan bunu aşmak
ya da dengede tutmayı başarabilmek. Ben
bu tür deneyimlerde adaptasyon sürecimi kolaylaştırmak için amacıma, durumun
pozitif yönlerine ve yapmak istediklerime
odaklanmayı seçtim. Farklılıklar, çeşitliliklerin
bana değer kazandırdığına inandım. İletişim
kanallarını en efektif şekilde kullanmaya
çalıştım ve en önemlisi de ülkemle, ailemle
ve yakın çevremle olan bağlarımı kuvvetli
tutmaya çalıştım. Eğitim ya da çalışma için
yurt dışına açılmayı planlayan genç arkadaşlarıma da önerim; hedeflerine bağlılıklarını
ve inançlarını yitirmesinler. Zorlukları kadar
kazandıkları artıları da önemsesinler ve “ben
bunu yapacağım” demekten vazgeçmesinler.
Gözlemlediğim ve genç arkadaşlarımızdan
dinlediğim kadarıyla lisan bilgisi de adaptasyon süreçlerini etkileyen bir faktör. Ancak
şunu rahatlıkla onlara söylemek isterim ki
bir lisanı ne kadar iyi bilirlerse bilsinler gittikleri coğrafyada farklı şivelere rastlayabilirler. Hatta başlangıçta anlamak için biraz
daha çaba göstermeleri gerekebilir. Örneğin
Robert Koleji her öğrencisine olduğu gibi
bana da çok güçlü bir lisan altyapısı kazandırmıştı. Ancak Teksas’a gittiğimde orada
çok farklı bir İngilizce kullanıldığını gördüm.
Bu her yerde görülebilir. Türkiye de bile bir
yerden bir yere gittiğimizde farklı şivelerle
karşılaşabiliyoruz. Lisan konusunda paniğe ya da umutsuzluğa kapılmamalarını; bu
süreci adaptasyon dönemine özgü ve kısa
sürede düzelecek bir durum olarak değerlendirmelerini öneriyorum. En önemlisi de bu
farklılıkları kendilerine artı sağlayan bir değer
olarak düşünsünler.
Türkiye, gelişmekte olan ülke
algısını silmeden beyin göçünü
durdurabilir mi sizce?
Bu üzerinde hassasiyetle analiz yapılması
gereken bir konu. Bir algıyı belli bir hedef
doğrultusunda değiştirmek için yapılacak çalışmalar stratejik bir plan ve analiz
gerektirir. Beyin göçü başlığıyla değerlendirmek gerekirse yurt dışında olan beyinleri Türkiye’ye katma değer sağlayacak
insan kaynağına dönüştürebilmek için cazip,
somut, uzun vadede bireye ve ülkeye olumlu
geri bildirimler sağlayacak seçenekler oluşturmalı. Günümüzde birçok ülke bu nüfusu
geri kazanmak için çok büyük programlar
yapıyor. Bilim insanlarını geri getirmek veya
kısmi olarak buraya gidip gelmelerini sağlamak için teşvik programları uyguluyorlar.
Bu konuda ulusal politikaların oluşturulmasında fayda var. 30–40 yıl daha kariyerleri
olan gençlerin yurtdışında mesleklerini bir
süre geliştirmeleri ve sonrasında dönerek
kendi ülkelerinde öğrendiklerini uygulaması
önemli. Bu noktada zamanlama ve teşvikler
belirleyici birer faktör.
Mali şartları düzenlemeden
insanların yurtdışından
gelmesini sağlayabilir miyiz?
Küreselleşmeyle birlikte dünyanın mali
politikaları birçok yerde birbirine benziyor.
Örneğin ekonomik şartlar tercihleri etkileyen temel bir faktör. Yaklaşık 10–20 yıl
öncesinde gitme nedenleri arasında; çalışma imkânları, bilimsel deney laboratuvarları
gibi teknolojik ayrıntılar belirleyiciydi. Şu
anda gençler maddi imkânlardan etkileniyor. Maaş, özellikle de kişinin gençlik yıllarında kararını belirleyen önemli bir unsur.
Çünkü aldığı maaşa göre hayat kuracak.
Bu nedenle maddi açıdan cazip olanaklar
sunulmalı. Bilim açısından ise TÜBİTAK’ın
mali destek sağladığı başarılı programları
var. Bunların da uzun vadede katkı sağlaması bekleniyor.
Çalışma tarzı, çalışma yaşamı, çalışma
kültürü önemli faktörler değil mi?
Amerika ve Batı ülkelerinin çalışma kültürlerinde genelde uzmanlık ön plana çıkar.
Kişinin sadece sorumluluğu olan alanda
konuşması, çalışması beklenir. Uzmanlığı ya
da sorumluluk alanı olmayan konulara dahil
olmaz ve yönlenmez. Bunun hem iyi hem
de kötü yanı var. Batıya doğru giderseniz
sistemler, kurallar, ilkeler, prosedürler oturmuştur. Bu noktada bir sistemin, kuralların
ve prosedürlerin oturması, bireyler tarafından kabul görmesi belli bir süreç gerektirir.
Örneğin batıda prosedürler bilinir ve kişiler
bu konuyla ilgili uyum sürecinde bir sorun
yaşamazlar. Bizde ise yeni yeni oturuyorsa
bürokrasi var denir. Dolayısıyla beyin göçünü tetikleyen unsurlardan biri de çalışma
kültürü ise bu noktada çeşitli yerlerden en
iyi örnekler alınarak sistem geliştirilmeli.
Sadece batıya değil doğuya da bakılmalı.
Çünkü beyin göçü yalnızca batıya değil
doğuya doğru da oluyor. Bu noktada hazırlanacak sistemde batı kadar doğunun da
çalışma yaşamı, tarzı ve kültürü ile ilgili iyi
örnekler incelenmeli.
Türkiye’nin çevresindeki beyin
göçünü nasıl engelleyebiliriz?
Türkiye’nin çeşitliliği var. Doğal kaynakları
olan bir ülke ve uzun vadeli 5-10 yıllık
planlamalarla bölgesel göçlerin çok iyi
analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu göçlerin maddi ve sosyal yönleri araştırılmalı. Beyin göçünü engellemeye ilişkin
çözümler ancak bu tür objektif araştırmalar sonrası üretilebilir diye düşünüyorum.
Beyin göçünün küreselleşme ile
ilişkisini açıklayabilir misiniz?
Daha iyi eğitim almak için 1950’lilere bakıldığında 2-3 üniversite vardı.
Türkiye’nin birçok yerinden gençler
İstanbul’a Ankara’ya akademik eğitim için
geliyorlardı. Bugün artık her şehirde üniversite var. Dolayısıyla akademik eğitim
için büyük göçler yaşanmamalı. Bunun da
yolu her üniversitede belli bir kalite standardını kurmak ve geliştirebilmek. Bizim
için önemli olan her yerde aynı kalitede
eğitim verebilmek. Eğitim ve araştırma
imkanları birçok yerde benzer nitelikte ve
Türkiye’de de çok iyi durumda. Ancak bu
noktada karar alma sürecinde maddiyat
devreye giriyor ve etkisini gösteriyor.
Yabancıların toplum içinde erimeleri
söz konusu bunu çok sahici buluyor
musunuz?
Ben bu durumu bir asimilasyon, bir erime
olarak görmüyorum; bütünleşme olarak
değerlendiriyorum. Duruma ilişkide bulunduğunuz taraflarla karşılıklı değer alışverişi olarak bakabilmeliyiz. Sinerji yaratmak
gibi düşünün. Farklı yerlerden gelip bir
artı değer elde edebilmek ya da uyum
göstermek için benzemek ya da o kültür
içinde özdeğerleri kaybetmek bir çözüm
ya da yol değil.
Bir de tersine beyin göçü var. Tersine
beyin göçü üzerine yapılan faaliyetler
sizce yeterli mi? neler yapılabilir?
Türkiye’de anaokulundan üniversiteye
eğitimin her kademesinde farklı ülkelerden gelen eğitimcilere ve öğretmenlere rastlamak mümkün. İstanbul Kültür
Üniversitesi’nden örnek vermek gerekirse,
değişim programları ile üniversitemize
gelen öğrencilerimiz var. Yaklaşık 300’e
yakın öğrencimiz farklı ülkelerden gelip
tam zamanlı olarak üniversitemizde okuyor, bunun dışında Erasmus öğrencilerimiz
var. ülkemize gelen her öğrenci potansiyel
olarak burada kariyer yapan bir uzman.
Değişim programlarıyla ağırladığımız
öğrencilerimize üniversitemizi, şehrimizi
ve ülkemizi ne kadar iyi temsil edersek
nitelikli ve uluslararası insan kaynağıyla
katmadeğer sağlayabiliriz. Bizim üniversitelerimizin çok iyi olduğunu göstererek
öğrenci çekersek tersine beyin göçüyle
burada pek çok kişi ikamet edebilir. Daha
sonra ülkelerine de dönebilirler. Bizim
eğitimimizi görüp, gittiği ülkede bizi temsil de edebilirler. Orada bir firma kursa
bizimle ticaret yapar. Bu durum iki yönlü
bir süreç ve insanlar burada kalmasa da
Türkiye’ye fayda sağlayabilir.
En çok hangi ülkelerden
geliyorlar okulunuza?
Tam zamanlı öğrencilerimiz en çok Azerbaycan, Nijerya ve Türkmenistan’dan.
Erasmus bazında ise daha çok Almanya, Kuzey Avrupa’dan geliyor. Yurtdışında okuyan Türk öğrenci sayısı 100 bine
yaklaşırken, Türkiye'de okuyan yabancı
öğrenci sayısı ise 18 bine yakın. Tersine
beyin göçünün iki yönlü olmasının da
faydası var.
Farabi adına faaliyetleriniz
ne şekilde yürütülüyor?
Üniversitemizde uluslararası ve yurt için
değişim programlarımız Avrupa ve Uluslararası Merkezimiz bünyesinde Merkez
Müdürümüz ve Rektör Yardımcımız Prof.
Dr. Sermin Örnektekin ve ekibi tarafından yürütülüyor. Üniversitemizde 2010
yılından beri uygulanmakta olan Farabi
Değişim Programı kapsamında anlaşmalı
olduğumuz kurumların sayısı her geçen
gün artmaktadır. Türkiye’deki yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim
üyesi değişimini destekleyen Farabi programını destekliyoruz. Çünkü öğrencilerin
uluslararası akademik vizyonlarını geliştirmek kadar kendi ülkelerindeki üniversitelerin de süreç ve uygulamalarını görmeleri,
tecrübe etmeleri çok önemli bir deneyim.
Mart - Nisan 2013 47
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Yrd. Doç. Dr. Hakan P. PARTAL
Elektrik Mühendisi
Gidip de Dönememek
Dönüp de Bulamamak!
Ö
Eğitim için Amerika’ya giden gençler, ortama
adapte olmalarının ardından, derslerinde
başarılı olmaları halinde, bulundukları
üniversiteden burs imkanları bulabilmiş, maddi
sıkıntıları azaltmıştır. Özellikle lisansüstü
eğitimlerinin verdiği avantaj ile endüstride iş
imkanları elde etmişlerdir. İşyeri kendilerine
sosyal avantajlar ve sağlık sigortası temin
etmiştir. Artık toplumda, ortanın üzerinde bir
yaşam standardı elde edebilmişlerdir. Ancak
elde ettikleri hayat standardını Türkiye’ye
dönünce koruyabilecekleri konusunda, hatta
orada tutunabilecekleri konusunda soru
işaretleri vardır.
zellikle 1990’lı yıllar, üniversite lisans diplomasını almış binlerce gencin Türkiye’den yurtdışına doğru bir beyin göçünün
başladığı dönem olmuştur. O dönem Türkiye’sinde birçok
etken bu göçü körüklemiştir. Bu etkenler, ekonomik sebepler,
işsizlik veya ücretlerin tatmin etmeyişi, düşük yaşam standartları, sosyal sebepler vb. sıralanabilir. Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurumu’nun yurtdışı lisansüstü bursu
programlarından istifade eden binlerce gencimiz, özellikle,
bilimsel çalışmaların merkezi olarak bilinen ve aynı zamanda
özgürlükler açısından da gençlerimizi cezbeden Amerika Birleşik Devletleri’ni tercih eder olmuştur. Bu genç beyinlerimizin
Amerika’ya gidince buldukları yaşam ortamı, neden orada
kalmak istedikleri ve dönmek isteyenlerin karşılaştıkları zorluklara dair gözlemlerimi özetlemeye çalıştım.
olmalarına rağmen, insan olarak daha fazla değer bulduklarını hissetmişlerdi. Sağlık hizmetlerinden çok iyi şartlarda
istifade ederken, finansal olarak yüksek gelirli olmamalarına
rağmen, Türkiye’de en iyi özel hastanelerde verilen hizmetleri
buluyorlardı. Evli ve çocukları olan vatandaşlarımız, daha önce
bulamadıkları değeri burada bulmaktaydı. Türkiye’de çocuklu
aile olmanın yüklediği yükler, burada oldukça hafiflemekle
kalmamış, toplum içerisinde çocukların her zaman öncelikli
olduğunu görmüşlerdi.
Araç kullanımı ve trafik açısından büyük rahatlık bulmuş,
kurallara uyan ve saygılı sürücüler ile şehir içi veya şehirlerarası yolculuk işkence olmaktan çıkmış, keyifli hale gelmiştir.
Türkiye’de trafik akışı ‘yol kapma’ üzerine işlemekte iken,
burada ise genelde ‘yol verme’ üzerine işlemektedir. Sokakta,
alışverişte, okulda insanların göz göze gelmeleri halinde bir
gülümseme ile birbirbirlerine selam vermeleri, kaza ile birbirlerine çarpacak olsalar kimseyi suçlamadan hemen özür
dilemeleri, birbirlerine kapı açmaları, öncelik vermeleri gibi
medeni davranışları gençlerimizi stressiz ve sakin bir yaşama
getirmiştir. Beğenmedikleri bir ürünü, herhangi bir sebep açıklamadan geri iade edebilme özgürlüğü, alışverişte tartışmaları sona erdirmiştir. Bu tür davranışların aslında Türkiye’nin
kendi manevi kültüründe olmasına rağmen, nedense iyiliğin
AMERİKA’YA BEYİN GÖÇÜ
Gençlerimiz 1990’lı ve 2000’li yıllarda, genellikle eğitim için
gittikleri ABD’de, kendi ülkelerine pek de benzemeyen değişik
bir dünyada yaşarken, aslında sevdiklerinden uzakta olmanın
verdiği hüznü de yaşıyordu. Bulundukları ortamın farklılıklarına
alışmak başlangıçta zor gelse de bu ortamı kolayca benimsemişlerdi. Orada, kendilerini daha iyi ifade edebilmekte,
daha sağlıklı ve huzurlu bir ortam bulmaktaydılar. Yabancı
48 Mimar ve Mühendis
Lisansüstü eğitim alıp belirli süre profesyonel
çalışma tecrübesi olan araştırmacılar için Avrupa
Birliği ve TÜBİTAK, aylık 2 bin doların üzerinde
fellowship bursu ile 2 yıla kadar destek programları oluşturmuştur. Bu programa başvuruları
kabul edilenlerin maddi sıkıntı nispeten azalmış
olmaktadır.
Türkiye’de, argo tabiri ile enayilik olmasına hayıflanır olmuşlardır.
Okulda, alışverişte, sokaklarda, kiraladıkları evlerde, yaşamlarını
devam ettirirken, hemen her sorunun önceden düşünülüp tedbirlerin
alınmış olması ve kuralların itina ile işlenmesi ve temiz bir ortam
olması rahat ve huzurlu bir hayata yöneltmiştir. Hangi bölge olursa
olsun, küçük kasabalardan büyük şehirlere kadar hemen her yerde
gerekli insani yaşam standartlarının sağlanması, okul, iş alanları,
sosyal imkanlar ve altyapı oluşturulmuştur.
Eğitim için Amerika’ya giden gençler, ortama adapte olmalarının
ardından, derslerinde başarılı olmaları halinde, bulundukları üniversiteden burs imkanları bulabilmiş, maddi sıkıntıları azaltmıştır. Master
veya doktora eğitimi görmenin toplum içerisindeki saygınlığını da
yaşamışlardır. Zaten çoğunluğunu Amerika dışından gelen öğrencilerin oluşturduğu lisansüstü eğitim enstitülerinde yabancı olmanın
veya İngilizce dili zayıflığının sıkıntısını minimum olumsuz etki ile
yaşamışlardır. Laboratuvar ve kütüphane imkanları, üniversite ve
hocaların güçlü endüstriyel ilişkileri, teorik eğitimlerinin yanında
uygulamalı çalışmalar yapmalarına da olanak sağlamıştır.
Gençlerimiz eğitimleri esnasında veya ardından staj yapma imkanları, hatta tam zamanlı iş imkanları elde edebilmiştir. Özellikle
lisansüstü eğitimlerinin verdiği avantaj ile (genelde Amerikan vatandaşlarına göre daha düşük gelir ile de olsa) endüstride iş imkanları
elde etmişlerdir. Çalıştıkları alanlarda teknolojinin en alt bileşenlerine
kadar inmiş büyük kompleks sistemlerden nano-chip tasarımlarına
kadar her alanda tecrübe edinmişlerdir. Profesyonel iş geliştirme,
yönetim, marketing, işletme, ‘iş ahlakı’ ve ‘etik ön plandadır. Çalışanların görünüşü veya geldiği yer ile değil, sadece yaptıkları iş ve
başarılarla değerlendirilen bir ortam vardır. Bu da kişilerin üreticilik
ve verimlerini artırmaktadır.
İşyeri kendilerine sosyal avantajlar ve sağlık sigortası temin etmiştir.
Artık toplumda, ortanın üzerinde bir yaşam standardı elde edebilmişlerdir. İş ortamı vesilesi ile Amerikan yaşamı ile entegrasyon
süreci daha hızlanmıştır. İş dışı etkinlikler (spor yapmak, seyahat
etmek, ailece etkinlikler yapabilmek gibi) ile hayattan keyif almaya
başlamışlardır. İşyeri desteği ile çalışan gençlerimiz, Green Card elde
ederek, vize yenileme gereği olmadan sürekli oturma ve çalışma
izni elde edebilmiş, Amerikan vatandaşlığı sürecine girmişlerdir. Bu
şekilde kendileri ve aileleri için sosyal güvence ve emeklilik haklarını
garanti altına almak istemişlerdir.
Amerika’da daha fazla sosyal ve siyasal haklara sahip olmanın,
aslında öz vatanlarına da fayda sağlayacağı bilinci oluşmaya başlamıştır. Ülkelerinin bir temsilcisi unvanı ile üst düzey toplantılara
ve organizasyonlara katılmak, bir nevi lobi faaliyetleri, ekonomik
ve iş bağlantıları oluşturarak, Amerikan hayatında Türkiye’ye bakışı
etkilemek ve avantajlar sağlamak, bir vefa gösterme şekli olabilirdi.
Son tahlilde Amerika, bir göçmenler ülkesiydi ve burada aktif olan,
yaptıkları olumlu ve başarılı işlerle ve gönüllü faaliyetlerle toplumlu
ve siyaseti olumlu etkileyen gruplar öncü olmakta.
UZAKLARDA OLMAK ve SIKINTILAR
Peki her şey bu kadar güllük gülistanlık mıdır? Tabii ki burada da
birçok sıkıntı yaşanmaktadır. İnsanlar güleryüzle merhaba diye size
hitap edecek kadar kibardır, günlük hayatta mutluluk hissedilir,
ancak mesela, yoğun çalışma hayatı, ücretli çalışanlar için kısa
süreli izinler gibi sebeplerden dolayı biraz sıkılabilirsiniz. Türkiye’deki
(aslında aşırı da olsa) o ‘muhabbet’ ortamını özleyebilirsiniz. Öte
yandan, dışarıda alışkın oldukları gıda ve yiyecekrin bulunmaması
çoğu Türk vatandaşının zorlandığı konulardandır. En önemlisi de
Türkiye’ye, geride bıraktıkları akraba ve dostlarına özlem (özellikle
Mart - Nisan 2013 49
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
bir entegrasyon sorunu varsa, ve etraflarında kendi kültürlerinden
çevre edinememişlerse) ailelerin kendilerini yalnız hissetmesi, örf ve
adetlerine yakın sevdikleri ile birlikte olmayı özlemesi tekrar dönmeyi
düşündürmüştür. Ancak elde ettikleri hayat standardını Türkiye’ye
dönünce koruyabilecekleri konusunda, hatta orada tutunabilecekleri
konusunda soru işaretleri vardır.
TÜRKİYE’NİN GERİ DAVETİ
2005’ten sonra Türkiye’deki değişim daha da gözlemlenir hale
gelmiş, endüstriyel ve akademik iş imkanları artmaya başlamıştır.
Türkiye, birçok yabancı yatırımcı için olduğu gibi yurtdışında yaşayan ve sermayesi olan Türk vatandaşları için de bir cazibe merkezi
olmaya başlamıştır. Tabii yeni yapılanma olduğu için risklere karşı
ne kadar dayanıklıdır acaba? Sermayesi olmayan aileler de dönünce
gerekli yaşam standardını yakalayabilecekler midir? Geri dönmek
isteyen bazı aileler için, son yıllarda geriye dönüş destek programları
başlatılmıştır. Lisansüstü eğitim alıp belirli süre profesyonel çalışma
tecrübesi olan araştırmacılar için Avrupa Birliği ve TÜBİTAK, aylık 2
bin doların üzerinde fellowship bursu ile 2 yıla kadar destek programları oluşturmuştur. Bu programa başvuruları kabul edilmiş ise
maddi sıkıntı nispeten azalmış olmaktadır. Diledikleri gibi finansal
gelir elde edecek iş oluşturana kadar bu program yardımcı olabilmektedir. Yeni kurulan vakıf üniversiteleri ve teknoloji firmalarındaki
mühendislik faaliyetlerinin küçük de olsa artış göstermesi birçok
dönen aileler için iş alanları oluşturmuştur. Ayrıca TÜBİTAK ve Sanayi Bakanlığı gibi kurumların Ar-Ge, yenilik ve girişimcilik destekleri,
yurtdışından gelen ve ileri teknoloji tasarımlarında görev alan kişiler
için yeni imkanlar sağlamaktadır. Artık Türkiye’ye dönmek için doğru
zaman olup olmadığı, yurtdışındaki birçok aile için de ciddi olarak
değerlendirilmektedir.
DÖNÜNCE NE BULACAĞIZ?
Tabii denklem birçok parametreye bağlıdır. Geri dönüş destek
programlarına başvurup kabul edilmesi, Türkiye’de çalışabilecekleri
uygun bir platform oluşturmaları, mümkünse Ar-Ge ve yenilik desteği temin edilebilmesi, bir ev ve taşıt gereksinimi gibi. Özellikle
büyük şehirlere dönüş gerekiyorsa, hayat pahalılığının aşılması ve
sıkıntısız bir adaptasyon sorunu. Öte yandan, Amerika’da alışmış
oldukları profesyonel iş kültürü ve ilişkileri Türkiye’ye de yerleşmekte midir? Yukarıda özetlenen Amerika’nın cazip alanları ile
karşılaştırıldığında, sokaktaki trafikten alışverişe Türkiye’de ne
bulacaklardı?
Acaba dönünce teklif edecekleri Ar-Ge projeleri ne kadar anlaşılabilecekti: Türkiye’de yazılım mühendisliği yaygındı ama, endüstriyel
donanım tasarımı ve Ar-Ge’yi ne kadar uygulayabileceklerdi? Hep
hazır modüller olarak satın alınan ve genelde montajdan öte gitmeyen Türk teknolojisine, yurtdışından getirilen tecrübelerle sayısız
yerli donanım tasarımları getirmek artık mümkün olabilirdi. Bunun
için laboratuvarlar ve araştırma merkezlerinin kurulması ve finansal desteğin gerekliliği anlatılabilecek midir?
Diyelim bir iyi iş bulduk, tasarımcı beynimizi getirdik ve şanslı idik,
Ar-Ge ve yenilik veya girişimcilik proje başvurumuz kabul edildi,
50 Mimar ve Mühendis
YIldız Teknik Üniversitesi, TeknoPark
peki bunları yalnız başımıza nasıl yürüteceğiz, enerjimiz buna
yetecek mi, iyi bir takım gerekli bize. Gene bizim gibi yurtdışından
gelen arkadaşlarımızla guruplar kurabilirdik, eğer bulabilirsek.
Değilse, birkaç yıl yeni elemanlar yetiştirmek için enerji sarf etmemiz gerekecek… Bunları da elde ettik, peki özgürce, bürokrasi ve
mevzuata uygun girişimciliğe devam edebilecek mi ve geliştirilen
ürün ticarileşebilecek midir? Enerji, enerji, enerji… Sanırım biraz
güçlü olarak dönmek gerekir sevgili ülkemize. Ya da burada bir
şekilde güçlü başlamak… Bu ülkemize çok şeyler katmak istiyoruz…
Yurtdışında yaptığımız şeyleri sadece burada yapmaya devam
etmek ve Türkiye’nin ekonomisine, teknoloji gücüne, tasarımcılık ve
know-how eklemek ve dünyada hak ettiği yere yaklaşması için bir
miktar tuzumuzun olmasını istiyoruz. Hem de zaten öz kültürümüzün temellerindeki; göz göze geldiğimiz insanlarımıza karşı güler
yüz sadakası verip selamı yaymakla, özgür, sadakatli ve insancıl
yaklaşımlarla.
Elk. Müh. Dr. Hakan P. PARTAL, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde lisans ve Syracuse
Üniversitesi’nde (NewYork) yüksek lisans ve doktora derecelerini almıştır. A.B.D.'de
RF ve Kablosuz sistemler Tasarım Mühendisi olarak 10 yıla yakın teknoloji
firmalarında çalışmıştır. Aynı zamanda Syracuse Üniversitesi’nde part-time yardımcı
doçent olarak lisansüstü dersler vermiş/vermekte, bilimsel araştırmalara katılmış
ve bilimsel çalıştay, seminer ve konferans organizatörlüğü yapmıştır. Yaklaşık 30
adet bilimsel yayın ve konferans bildirileri bulunmaktadır. 2011 yılı Mart ayında
Yrd. Doç. olarak katıldığı Yıldız Teknik Üniversitesi'nin Elektronik ve Haberleşme
Mühendisliği Bölümü'nde eğitim ve araştırmalar yaparken, RF/Mikrodalga ve
Antenler Ar-Ge laboratuarı kurarak, telekomünikasyon ve savunma endüstrisi ile
işbirlikleri gerçekleştirmektedir. 2012 yılında YTÜ Teknopark teşviki ile Radarcomm
adlı firmanın kurucu ortaklarından olmuştur.
Mart - Nisan 2013 51
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Ahmet ERKOÇ
Elektrik Y. Mühendisi
KÜRESELLEŞME ve BEYİN GÖÇÜ
G
Küreselleşme ile beyin göçüne fiziksel
olarak yer değiştirmeden katılan bir kitle
oluşmuştur. Kendi ülkesinde çokuluslu
şirketlere mal ve hizmet sağlayarak çalışan
ve sayıları gittikçe artan bir nüfus söz
konusudur. Küreselleşme ve onun getirdiği
yeni iş yapma süreçleri bunu mümkün
kılmıştır.
ünümüzün en çok tartışılan konularından biri küreselleşme.
Değişik açılardan bakıldığında değişik anlamlar yüklenen bir
kavram; içinde insan faktörünün olduğu çoğu kavram gibi.
Kimine göre “melek”, kimine göre “şeytan”. Taraftarlarına
göre barışı, demokrasiyi, refahı getirecek, neredeyse dünyayı
kurtaracak bir altın anahtar. Karşıtlarına göre tek kutuplu
dünyayı iyice ABD emperyalizmine açacak, ulus devletleri yok
ederek karşılaştığı engelleri yerle bir edecek, yerel kültürleri,
yerel ekonomileri tahrip ederek herkesi, her şeyi boyunduruğuna alacak bir ejderha.
Kimilerine göre ekonomik gelişmelerden pay alabilmek için
kaçırılmaması gereken bir tren. Küreselleşme trenine binerek
bu kavrama ortak olanlar; ortak olmayı başaramayanları
paylaşacak, sömürecek, pazarı haline getirecek. Bir de ekonomik yönü iyi bu işin; dünya ile işbirliği halinde üretelim
satalım, büyüyelim ama kendi benliğimizi kaybetmeyelim.
Kültürel değerler, din, milli duygular kısaca bizi biz yapan
değerleri koruyalım diyenler var. Taraftar ve karşıt olanların
mutabık olduğu konu ise küreselleşmenin ABD kaynaklı olduğu ve kültürleri derinden etkilediği.
Gerçekten küreselleşme adı altında topladıklarımızın çok
büyük bölümü apaçık bir biçimde Amerikan kökenli ve özelliklidir. Nedir bunlar? Amerikalı bir gözlemcinin deyişiyle;
Amerika Birleşik Devletleri, “insan yapımı nesnelerden ger-
çek bir çığ yaratmış, bunlar dünyanın her yanında yaşamın
en doğal parçası haline gelmiştir.” Somut olarak söylersek
bunlar: ATM, basketbol, hamburger, kaykay, cep telefonu,
bilgisayar, bilgisayar korsanı, lastik ayakkabı, çubuk gofret,
çikolata, mikro dalga fırın, parkmetre, kamera, çağdaş yolcu
uçağı, tebrik kartı, dondurma, enerji veren sporcu içeceği,
blucin, rap müziği, çiklet, kredi kartı, gökdelen gibi nesneler
hemen hemen her yere yayılmıştır. Bunları küreselleşmenin
kendisi değil ama küreselleşmenin ürünleri ve onun etkisiyle
her yere yayılan nesnelerdir.
İngiliz iktisatçı Ricardo’ya göre, her ülke karşılaştırmalı olarak maliyet üstünlüğüne sahip olduğu malların üretiminde
uzmanlaşır ve bu malları diğer ülkelerin uzmanlaştığı mallarla değiş tokuş ederse bu ticaretin tüm taraflarının hem
toplam gelir düzeyini yükseltir hem de toplam kazancını
artırır. Ricado’nun yaşadığı çağda mallar ticaret konusu
olabiliyordu günümüzde aynı zamanda hizmetler de ticaret
konusu. Ve dünyanın dört bir yanında parçalara ayrılarak
yaptırılabiliyor. Küreselleşme çok kısa bir tanımla mallar ve
hizmetlerin parçalara ayrılarak dünyanın dört bir tarafında
yaptırılması sonra istenilen yerde birleştirilerek pazara
sunulması diyebiliriz. Küreselleşme konusunda dünyanın
sayılı uzmanlarından olan T. L. Friedman’a göre küreselleşmeyi sağlayan etkenler şunlardır.
52 Mimar ve Mühendis
Ekonomik anlamda küreselleşmeye
katıldığı halde
kültür konusunda
toplumunu korumaya çalışan ülkelerin
başında Çin geliyor.
ABD gibi ülkelerin
çok uluslu şirketleriyle iş birliği
yapmasına rağmen
kültürünün korunması konusunda
açık ve gizli birçok
tedbir alıyor.
1. Berlin Duvarı’nın yıkılması ile oluşan politik durum. Çift kutuplu
dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş.
2. Netscape’in halka arzı ile başlayan kişisel bilgisayarlardan internet bazlı bilgisayarlara geçiş.
3. İş akışı yazılımlarının iş süreçlerine uygulanması.
4. Açık kaynak yazılımlarıyla çok sayıda insanın kişisel olarak iş
yapabileceği yazılımlara ulaşması.
5. Taşeronluk uygulamaları ile daha ucuza yapılabilecek işin bazı
parçalarının bu işleri yapabilecek şirketlere, ülkelere yaptırılması ve
sonucun iş akışına ilave edilmesi.
6. “Offshore” olarak isimlendirilen bir işin tamamının daha ucuz
iş gücü, daha düşük vergi ve girdiler, çeşitli sübvansiyonlarla desteklendiği ülkelere taşınarak aynı ürünün farklı bir yerde maliyet
üstünlüğüyle üretilmesi.
7. Tedarik zincirlerinin gelişmesi ve üstün teknoloji kullanmaları ile
çok düşük kar marjları ile büyük hacimli cirolara ulaşması böylece
tüketimin desteklenmesi.
8. “Insourcing” olarak isimlendirilen bir malın fabrikadan alınıp
siparişi internet veya telefonla yapan müşteriye kadar tesliminin
tahsilatının ve gerektiğinde teknik desteğinin bu konudaki uzman
bir şirket (UPS gibi) tarafından yapılması. İnternet alışverişlerinin
çoğu ABD’de bu şekilde yapılıyor, fabrikadan malın alınması ve
sonrasındaki tüm işlemler son derece düşük maliyetlerle gerçekleştiriliyor.
9. “Informing” olarak adlandırılan bilgilendirme. İnternet arama
motorları ile çok çeşitli bilgilere ulaşmak yer ve zaman kısıtlaması
olmadan mümkün oluyor. Bilgi insanları güçlü kılıyor.
10. Son küreselleştirici olarak teknolojinin iletişim altyapısı ile
insanları kişisel, mobil, sanal ve dijital bir dünyada yaşayabilir ve
çalışabilir duruma getirmesi olarak belirtiliyor. Friedman somut bir
örnek olarak uçak bileti alma örneğini veriyor.
Küreselleşme 1.0’da bilet acenteleri vardı. Küreselleşme 2.0’da
bilet acenteleri yerini elektronik bilet aldı. Küreselleşme 3.0’da ise
artık kendi kendinizin bilet acentesisiniz. Biletler internetten online
olarak alınıyor. Biniş kartları aynı şekilde ürettiriliyor ve hepsi bir
yazıcıdan bastırılıyor. Biniş kartlarını alabilmek için de havaalanında
herhangi bir işlem yapmaya gerek kalmıyor. Bütün bu teknolojik
gelişmeler ve bunların iş süreçlerine uygulanması sonucu küreselleşme dediğimiz olgu gerçekleşiyor.
Şüphesiz küreselleşmenin kültür üzerinde çok önemli etkileri,
tahribatları söz konusu. Ekonomik anlamda küreselleşmeye katıldığı halde kültür konusunda toplumunu korumaya çalışan ülkelerin
başında Çin geliyor. Ekonomik anlamda çok uluslu (çoğu ABD merkezli) şirketlerle iş birliği yapmasına rağmen kültürünün korunması
konusunda açık ve gizli birçok tedbir alıyor. Basın yayın sektörüne
yabancı ülke kaynaklı grupların girişi tamamen engellenmiş. Yalnız batı kaynaklı gruplar değil Tayvan, Japonya kaynaklılar da bu
gruba dahil. Televizyon yayınlarında tamamen parti-devletle iç içe.
Yapımcıların çoğu da parti üst düzey yöneticisi; biliyorlar ki devletin
hoşuna gitmeyecek programlar onları da bulundukları konumdan
indirecek. Bundan daha iyi bir oto sansür olur mu?
Dünya Ticaret Örgütü (WTO) dünya ticaretini serbestleştirerek
küresel oyun alanını genişletmekle görevlendirilmiş. IMF ise zorda
kalan ve koşullarını kabul eden ülkelere yardım ederek kalkınmalarına yardım etmektedir. Böylece hem oyun sahası genişlemekte,
kurallara bağlanmakta hem de zora girenler kollanmaktadır.
1970 ve 1980’lerden itibaren iletişim araçlarının artışı, yaygın
olarak ve sınır tanımaksızın kullanılması ile insanlar dünyanın herhangi bir köşesinde olan olayları, yaşam biçimlerini daha yakından
öğrenme imkanına kavuştu. Özellikle az gelişmiş veya daha yumuşatılmış tabiriyle gelişmekte olan ülkelerin iyi eğitim almış, genç,
hırslı, dinamik, potansiyel vadeden insanları kendi ülkelerinin kısıtlı
ekonomik ve sosyal imkanlarıyla yaşamak yerine gelişmiş, zengin
ülkelere gitmeyi bir amaç haline getirdi. Daha doğrusu bu yönde
Mart - Nisan 2013 53
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Sağlanan burslar ve cazip çalışma
imkanlarıyla gerek maddi gerekse mesleki gelişimlerinin daha iyi
olacağına inanan dünyanın birçok
ülkesindeki seçkin beyinlerin tercihi
özellikle ABD olmuştur. Bu seçkin
beyinlerin uygun ortamlarda ürettiği teknoloji ve hizmetler de kendi
kendisini besleyen kuvvetlendiren bir
döngüyü oluşturmaktadır. Bu hem
ekonomik hem de teknolojik anlamda
karşılığı olan bir süreçtir.
yapılan propaganda ve kültürel bombardıman ile onlara böyle bir
hedefi seçmeleri benimsetildi. Çünkü gelişmiş ülkelerin yetişmiş
insan potansiyeli, ihtiyaçları karşılayamıyordu. Özellikle ABD’deki
gençlerin meslek seçimi yenilik, teknoloji ve ekonomik gelişmenin
motoru olan fen ve mühendislik alanlarından yana değildi. Sosyal
bilimle ve hukuk çok daha popüler alanlardı. Günümüzde de aynı
durum sürmektedir. Ulusal güvenlik nedeniyle sadece Amerikan
vatandaşlarına açık olan işlerde çalışanlar arasında önemli bir
eksiklik söz konusudur. NASA’da çalışanların yüzde 40’tan fazlası
50 yaşının üzerindedir.
Sağlanan burslar ve cazip çalışma imkanlarıyla gerek maddi gerekse mesleki gelişimlerinin daha iyi olacağına inanan dünyanın birçok
ülkesindeki seçkin beyinlerin tercihi özellikle ABD olmuştur. Bu seçkin beyinlerin uygun ortamlarda ürettiği teknoloji ve hizmetler de
kendi kendisini besleyen kuvvetlendiren bir döngüyü oluşturmaktadır. Bu hem ekonomik hem de teknolojik anlamda karşılığı olan bir
süreçtir. Bu durum özellikle küreselleşmenin günümüzdeki iş yapma
biçimine ulaşmadan gelinen süreçte geçerliydi. Küreselleşme
sonucunda işlerin tümünün veya parçalara ayrılan kısmının farklı
ülkelerde yapılması söz konusudur. Çoğu ABD kaynaklı çokuluslu
şirketler ARGE dahil iş süreçlerinin bir kısmını veya işlerin bir kısmını bütün olarak farklı ülkelerde yapmaktadırlar. Küreselleşmenin
gelinen safhasında bu yapıya katılanlar kendi ölçülerinde (kendilerine biçilen pay ölçüsünde) değer üretecek ve yine kendilerine biçilen
pay ölçüsünde karşılığını alacaktır. Elbette burada kararları verecek
olan bellidir. Süreci yöneten uluslararası şirketlerin en tepedeki
seçkin yöneticileri daha doğrusu sahipleri. Dünyadaki toplam servetin yarısına 358 şahsın sahip olduğu ve bu şahısların yarısından
fazlasının ABD’li olduğu bilgisi sanırım bu noktada önem kazanıyor.
Dünyanın en büyük şirketlerinden Microsoft’un toplam üç araştırma merkezi var. Biri İngiltere’de Cambridge’de diğeri şirket genel
54 Mimar ve Mühendis
merkezinin bulunduğu Washington, Redmond’da, üçüncüsü ise Çin,
Pekin’de. Bill Gates’in söylediğine göre Pekin’deki Microsoft Research Asia 1998’de açılmasının ardından birkaç yıl içinde “ortaya
çıkan fikirlerin kalitesi açısından’’ Microsoft sistemi içindeki en
verimli araştırma birimi haline gelmiş. Aklınız durur. Microsoft gibi
bir şirketin özellikle yazılım sektöründeki en hayati süreç olan yazılım araştırma geliştirme işini Çin’e taşıması ve elde ettikleri sonucu
değerlendirdiği kelimeler! İnanılmaz görünüyor ancak gerçek bu. Bir
de bu gerçeğin arka planına bakalım. Dünyada üstün zeka seviyesindeki insanların görülme sıklığı istatistiksel olarak bir milyonda
bir kişi. Çin’in 1,2 milyarlık nüfusu ile kıyaslarsak bin 200 üstün
zekalı insan eder. Bunun beşte birinin keşfedilip uygun eğitimle
ve gelişmiş ortam koşullarında çalıştırılabildiğinde toplamda 240
üstün zekalı insan eder, müthiş bir sayı.
Araştırma merkezini kurmakla görevli Çin asıllı Kai-Fu-Li çalışanların seçimini nasıl yaptıklarını şöyle anlatıyor: Çin’deki tüm üniversitelere gitmişler, doktora öğrencileri ve bilim adamlarına matematik,
IQ ve programlama testlerini ilk yıl toplam 2 bin kişiye yapmışlar.
Sonra başka testler uygulayarak, bu 2000 kişiyi önce 400’e ; daha
sonra 150’ye indirmişler, sonunda 20 kişiyi işe almışlar. Onlarla iki
yıllık sözleşme yapmışlar ve iki yılın sonunda performanslarından
memnun kaldıklarıyla daha uzun süreli sözleşme yapacaklarını ya
da Microsoft Research Asia tarafından post doktora (doktora üstü
önemli bilimsel çalışmalara verilen bir derece) derecesi verileceğini
belirtmişler. Çin hükümeti Microsoft’a post doktora derecesi verme
yetkisi tanımış. İşe alınan ilk 20 kişiden 12’si bu elemeyi geçmiş.
Sonraki yıl 4 bin kişiye test uygulamışlar ve sonra test yapmayı
bırakmışlar. Bu süre zarfında çalışılacak en iyi işyeri olarak ün
yapmışlar. Sonrasında en iyi üniversitelerin en iyi profesörleri en iyi
öğrencilerini Microsoft’a yolluyorlar. Pek çok öğrenci MIT’ye ya da
Standford’a gitmek istiyor, ancak önce Microsoft’ta iki yıl stajyer
olarak çalışmak istiyor. Böylece MIT kalitesinde olduklarını gösteren bir tavsiye mektubu alabilecekler. Çalışan sayısının 2 katı kadar
stajyer adı altında çalıştırılan seçkin gençler de mevcut. Stajyer
denilince bizdeki staj kavramıyla karıştırmamamız gerekir.
Microsoft’ta uzun süreli sözleşmelerle çalışan veya stajyerler açısından olay şöyle görülüyor; “Hayatta bir kez karşılarına çıkacak
bir fırsat”. Bu kişiler ana babalarının kültür devrimini yaşadıklarını
biliyor. Büyüklerin kuşağının elinden gelenin en iyisi, profesör olmak
ve profesörlerin maaşları korkunç düşük olduğundan bazı ek işler
yaparak belki bir tezini yayınlatmaktı. Genç kuşağın çalışabilecekleri, büyük bilgisayarların ve çok çeşitli kaynakların olduğu, sadece
araştırma yapma imkanının olduğu bir yer var. Yöneticileri var. Bu
tür hamaliye işlerini yapacak başka insanlar var. Buna inanamıyorlar. Günde 15 ile 18 saat çalışmaya gönüllü oluyorlar ve hafta
sonlarında işe geliyorlar. Tatillerde çalışıyorlar. Çünkü hayalleri
Microsoft’ta uzun süreli bir sözleşme ile çalışmak veya ABD’nin en
iyi üniversitelerine gitmek.
Dünyadaki en yüksek, başkalarıyla en az paylaşılmak istenmeyen
teknolojilerden biri havacılık, uçak teknolojileri. Soğuk savaş döneminin çekişmesi, rekabeti, birlikte çalışma, üretmeye dönüştü. Boeing
uçak şirketi yalnız ABD’de değil Rusya’da da tasarımlar yapıyor.
Çünkü Sovyetler döneminde yapılmış Topolev, İlyuşin gibi uçak şirketlerinde çalışmış tasarımcıların deneyimi fazlasıyla yeterli ve çok
daha ucuza mal oluyorlar. Airbus da benzer yöntemleri deniyor. Bu
yüksek teknolojide bile rekabet çok fazla.
Çin ve Hindistan’da çalıştırılabilecek iyi yetişmiş bir mühendisin
maliyeti ABD’deki muadillerinden 5-6 kat daha ucuz. Bu kadar düşük
maliyetlerle benzer bir işi yaptırabilmek, üstelik bu iş için olan adayları binlerce iyi yetişmiş mühendis arasından seçmek hem işin kalitesi
hem de maliyetler açısından avantaj sağlamaktadır. Üstelik 20-25
yaş arasında, üstün bir mühendislik eğitimi almış olan gençlere
yetiştirilmeleri aşamasında hiçbir masraf yapılmadan, eğitimin uzun
ve yüksek maliyetli bir süreç olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bu
maliyet devlet veya aileler tarafından karşılanmak durumundadır.
Peki bu iş transferleri gelişmiş ülkelerde işsizliğe yol açıyor mu?
Oradaki insanlar ne yapacak? Kısa vadede işsizliğe sebep olmaktadır. Ancak gelişmiş ülkelerde çalışan insanlar işin daha fazla katma
değer üreten ve ülkeleri dışına transferi mümkün olmayan kısımlarını yaparak yeni duruma uyum sağlamaktadır. Konunun daha
önemli olan kısmı ise bu tür uygulamalarla rekabet üstünlüğü elde
eden şirketler için oyun alanı bütün dünya olduğu için; ciro ve pazar
paylarını artırarak süreçten güçlenerek çıkmaktadırlar. Bu güçleri
ile genellikle kendi ülkelerine yönelerek katma değeri yüksek yeni
konularda daha fazla istihdam sağlamaktadırlar.
Sonuç: Küreselleşme ile beyin göçüne yer değiştirmeden katılan
bir kitle oluşmuştur. Kendi ülkesinde çokuluslu ya da çokuluslu
şirketlere mal ve hizmet sağlayarak çalışan ve sayıları gittikçe
artan bir nüfus söz konusudur. Küreselleşme ve onun getirdiği yeni
iş yapma süreçleri bunu mümkün kılmıştır. Fiziki olarak yer değiştirme ile gerçekleşen beyin göçü nispi olarak azalmış görünse de
sürmektedir. Özellikle çokuluslu şirketlerin iş süreçlerini dünyanın
değişik ülkelerine dağıtmalarında o ülkelerin ABD’de eğitim görmüş
ve çalışmış kişilerinin önemli etkisi olmuştur. 11 Eylül 2001 saldırısıyla başlayan/tetiklenen ekonomik kriz ABD’de işsiz kalan Hindistan, Çin asıllı tecrübeli mühendislerin kendi ülkelerine dönerek
orada ne yapabilecekleri çabası ile somut sonuçlar oluşturmuştur.
Hindistan’ın Silikon Vadisi diyebileceğimiz Bangalore ve Çin’deki
muadili Chengdou bunun en somut sonuçlarıdır. Yalnız bu sonuçlar
kişisel girişim veya başarı olarak değil aynı zamanda ülkelerin
bu konudaki destekleri ile gerçekleşmiştir. Ülkemizde bu konuda
önemli sayı ve ekonomik boyut ölçeğinde önemli sayılabilecek bir
sonuç olmadığı kişisel kanaatimdir. Tersine beyin göçü adı verilen
yetişmiş kişilerin ülkemize dönmesiyle ilgili olarak da önemli sonuçlar doğuracak bir gelişme olmamıştır.
Ekonomik ve bilimsel anlamda ABD’nin çekim merkezi olmayı
sürdürmesiyle birlikte beyin göçünün sürmesi kaçınılmaz görülmektedir.
Kaynaklar
Friedman, T.L.; Dünya Düzdür, Mayıs 2010 , İstanbul,
Boyner Yayınları
Berger,P.L.; Huntington, S.P.; Bir Küre Bin Bir Küreselleşme, Mayıs 2003, İstanbul, Kitap
Yayınevi
Mart - Nisan 2013 55
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Gürhan KURUKAYA
İstanbul Bilim ve Sanat Merkezi Müdürü
BEYİN GÖÇÜNDEN BEYİN GÜCÜNE
Bireylerin beyin kapasitesi ve yeteneklerinin
gücüyle meşgul olan topluluk ve
organizasyonların uzun ömürlü olduğu,
çok daha güçlü ve geleceğe emin adımlarla
yürüdüğü tarihsel süreçte görülmüş;
günümüzde de görülmektedir. Kalıcı ve
uzun soluklu başarılara imza atmış olan
H
akkında bir şeyler yazmaya, konuşmaya başlandığında
onlarca farklı fikrin dimağınıza doğru aynı anda harekete
geçerek adeta akıl tutulması yaşanmasına yol açacak
bir yoğunluk oluşturan ve sizi öylece çaresiz bırakıveren,
aslında herkesin cevabını bildiği bir soruya herkesten farklı
cevaplar vermeye kalkışmak gibi bir şey beyin göçü olgusu…
Bir ülkenin en büyük gücünün ne olduğu sorusunun cevabı:
“Beyin gücü”dür. Bunun temeli ise hiç şüphe yok ki, “nitelikli
insan kaynaklarıdır.” Ne yer altı, ne de yer üstü zenginlikleri
bu güce denk olabilir. Hatta bu zenginlikler, güçlü insan kaynakları olmadığı takdirde, bir ülkenin sömürgeleşmesine yol
açacak birer risk unsurları olmaktan başka bir anlam ifade
etmez. Bu sava delil arayanlar, aslında, Afrika’nın uçsuz
bucaksız yer üstü imkanlarına ve yer altı zenginliklerine
karşın insan kaynaklarının yetersizliğinin doğurduğu sonuçları son 200 yıldır ibretle seyretmektedir. Başka ispatlara
ihtiyaç duyanların ise tarihsel süreçte, Osmanlı Devleti’nin
son iki asrında yaşanan “kaht-ı rical” diye tabir edilen insan
kaynaklarının yetersizliğinin doğurduğu duraklama, gerileme ve çöküş gerçeğini göz önünde bulundurmaları yeterli
olabilecektir.
Madalyonun öteki yüzüne bakıldığında Güney Kore örneğini
görmek mümkündür. Yer altı kaynakları bakımından fakir
kabul edilen; yer üstü imkanları bakımından hayli sınırlılıkları
olan; yazın ekvator sıcakları, kışın kutup soğuklarının etkisi
altında bulunan bu ülkenin günümüzde elde ettiği başarının
56 Mimar ve Mühendis
yönetimlerin en önemli ve ortak özelliklerinin;
insan kaynaklarını meydana getiren kişileri
iyi tanımak, onları yetenekleri doğrultusunda
görevlendirmek, görev alanlarının genişliği
nispetinde yetkilendirmek ve güven ortamı
meydana getirmek olduğunu söylemek
mümkündür.
altında 40 yıl önce fark ettikleri insan kaynakları olduğunu
rahatlıkla dile getirmek mümkündür. 1970’li yılların sonuna
doğru milli gelirlerinden kişi başına düşen pay yaklaşık 300
dolar düzeyinde olan Güney Kore, bütün nüfusunu sıkı bir
eğitimden geçirme kararını almıştır. Bunun yanı sıra üstün
yetenekli bireylerini de -ülke yetkililerinin ifadesiyle- gelecekleri olarak görmeye başlamış; mevzuat düzenlemelerini
buna göre yapmış ve özel kanunlarla destekledikleri üstün
yeteneklilerin eğitimi sürecinin sonunda, 2011 yılı verilerine
göre ülkede kişi başına düşen milli gelirin 21 bin dolara
ulaştığı görülmüştür. Tek başına bu örnek bile konunun
anlaşılması için yeterli olmasına rağmen, bu mevzuda
toplumsal olarak yeterli bilinç düzeyine erişmek zorunda
olmamızdan dolayı daha etraflıca değerlendirmelere ihtiyaç
olduğu mülahaza edilmektedir.
1946 yılı sonrasında dünya, 2’nci savaş felaketinin de
gerilerde kaldığı ve kızgın rüzgarların yerini soğuk esintilere
terk ettiği sırada iki kutuplu bir yapıyla karşı karşıya kalmış,
sınırları hakkında kimsenin bir şey bilmediği iki süper güçten başka bir kuvvetten söz edilmez olmuştu. İsimlerinin
baş harflerinin ardına saklanmış bu iki dev organizasyondan
demir perde ardındaki SSCB’nin dünyanın kapılarını uzaya
aralamasının yankılarıyla şaşkına dönen ABD’nin, yaptırttığı
acil tetkikler ile SSCB’nin bu büyük astronomi başarısının
ardında neyin olduğunu keşfetmesi ile birlikte rekabetin
yeni hedefi de belli olmuştu: İnsan Kaynakları… SSCB’nin
bu büyük başarısında üstün yetenekli bireylere yapılan yatırımın
olduğunu anlayan ABD’nin etraflıca araştırmaları sonucu benimsedikleri özel eğitim modellerini eyaletlerinin ihtiyaç ve özel
yapısına göre yaygınlaştırıp farklılaştırması süreci, Ay’a ilk adımı
atma başarısını göstermesiyle sonuçlanmış ve bu büyük gelişme
karşısında dünyanın her yerinden nitelikli beyinleri ülkesine çok
iyi imkanlarla transfer eden; rengi, dini, dili, ırkı ne olursa olsun
herkese kapılarını açan ve adeta üstün yetenekliler cenneti haline
dönüşen bir ülke portresi çizmiştir. SSCB ise bu yetenekli bireyleri
“Polit Büro”nun genel ve katı politikaları etrafında toplama, sahip
oldukları sistemin gereği olarak liberal ve özgürlükçü yaklaşımlar
yerine mutlak eşitlik perdesi altında bireysel farklılıkları göz ardı
etme; tabii bir duygu olan kişisel gelişim süreçlerinin tatminkarlığını hafife alma ve adalet duygusunu göz ardı etme gibi
başat faktörlerin de etkisiyle nitelikli insan kaynaklarını sistem
hizmetinde istihdam etme politikasını uzun vadeli olarak yürütemediğinden 1991 yılında dünya devletler dengesindeki rolünü
kaybederek yepyeni süreçlerin başlamasına yol açan bir son ile
karşı karşıya gelmiştir.
SSCB’nin bu sürpriz yıkılış sürecinin insan kaynaklarına bağlanmasını acayip karşılayan okuyucular da olacaktır şüphesiz. Ancak,
bu tezin niçin ileri sürüldüğünü anlamak isteyen her düşünürün,
7 asırdan fazla bir zaman önce Osmanlı Devleti’nin temellerinin
atıldığı bir sırada, Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye ettiği ve etkisi
400 yıl süren, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” nasihatine, eşref
saatinde bir kez daha kulak vermesi gerekmektedir.
Bireylerin hangi ırka mensup olduğu, neye inandığı,
nereli olduğu, ne giyindiği, renginin ne olduğu ile
değil; beyin kapasitesi ve yeteneklerinin gücüyle meşgul olan topluluk ve organizasyonların uzun ömürlü
olduğu, çok daha güçlü ve geleceğe emin adımlarla
yürüdüğü tarihsel süreçte görülmüş; günümüzde de
görülmektedir.
Şüphesiz ki, günümüzde de insan odaklı her organizasyon uzun
ömürlü olmakta, cazibesini artırmaktadır. Nitelikli insani ihtiyaçlar
arasında gösterilecek olan felsefe, bilim, sanat, düşünce özgürlüğü, seyahat ve yüksek yaşam standartlarının sağlandığı her muhit
bu nitelikleri taşıyan herkesi adeta, büyülemekte ve bir çekim
merkezine dönüşmektedir.
Bu sırrı keşfetmiş olan her ülke kısa sürede müreffeh bir konuma
yükselmiş; bilim, sanat ve teknolojisini geliştirerek ekonomik kalkınma hamlesini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmiş ve insan onuruna yakışır bir hayat standardını da ortaya koyarak parlayan bir
yıldıza dönüşmüştür. Öte yandan geri kalmış ülkelere bakıldığında
en temel sorunun, nitelikli insan kaynaklarından oluşan kadroların
uluslarının geleceğini şekillendirecek kişilerden oluşması gerektiği
gerçeğini kavrayamamak olduğu hemen ve en kestirme yollarla
dile getirilebilir.
Büyük düşünürlerimizden İbn-i Sina, “Bilim ve sanat, takdir
edilmediği yerden göç eder” demiştir. Öte yandan, kültürümüzde önemli bir yere sahip ve bir kelam-ı kibara dönüşmüş olan
Mart - Nisan 2013 57
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Son yıllarda çağdaş bir
anayasa ve insan onuruna
yaraşır mevzuat düzenlemeleri yapma adına -haklı
ve gayet isabetli olarakkendine bir rota belirlemeye çalışan ülkemizin,
bu rotayı belirlerken
mevcut durumuna, insan
kaynaklarının eğitimi ve
istihdamı sürecinde uygulanmakta olan sistemimizdeki olumsuzluklara da iyi
bakmasını ve kendini daha
net görmesini sağlamaya
yönelik adımları da atması
beklenmektedir.
“marifet iltifata tabidir” deyiminin sık kullanılan bir tabir olduğu
bilinmektedir. Bu iki sözün birbirlerinin tercümesi durumunda
olduklarını görmek hem ibret hem de hikmet vericidir.
Her iki cümlede de vurgulanan kavram ortaktır. Bilim, dilimizde
üretilen en büyülü kavramlardan birisi. Marifet sözcüğü ise bilim,
sanat ve becerinin eski dilde yer alan karşılığı. Düşünmek, üretmek, katma değer sağlamak, takdir etmek, değer üretmek, bilgiye
sahip olmak ve bilgiyi kullanmak, yenilikçilik, gelişim ve medeniyet
gibi kavramlar insan olmanın bir gereğidir. Düşünen, planlayan ve
üreten bu değerli varlığın en önemli ihtiyaçlarından birisi de iltifata
mazhar olmak veya takdir edilmektir. Asla unutmamak gerekir ki
beyin göçü gönül göçünden sonra gelir.
Bireylerin hangi ırka mensup olduğu, neye inandığı, nereli olduğu, ne giyindiği, renginin ne olduğu ile değil; beyin kapasitesi ve yeteneklerinin gücüyle meşgul olan topluluk ve organizasyonların uzun ömürlü olduğu, çok daha güçlü ve geleceğe
emin adımlarla yürüdüğü tarihsel süreçte görülmüş; günümüzde de görülmektedir. Hiç şüphe edilmemelidir ki, bu hakikatin geçerliliğine ihtiyar dünya gelecekte de şahitlik edecektir.
İnsan kaynaklarının gücünü bilmeyen bir yönetim ve organizasyonun
başarılı olma ihtimalinin olmadığını söylemek haksızlık olur. Ancak
zirveye tırmanma ve sıradanlıktan kurtulma şansının olamayacağını
kesin olarak söylemek mümkündür.
58 Mimar ve Mühendis
Kalıcı ve uzun soluklu başarılara imza atmış olan yönetimlerin en önemli
ve ortak özelliklerinin; insan kaynaklarını meydana getiren kişileri iyi
tanımak, onları yetenekleri doğrultusunda görevlendirmek, görev alanlarının genişliği nispetinde yetkilendirmek ve güven ortamı meydana
getirmek olduğunu söylemek mümkündür.
Son yıllarda çağdaş bir anayasa ve insan onuruna yaraşır mevzuat
düzenlemeleri yapma adına -haklı ve gayet isabetli olarak- kendine bir
rota belirlemeye çalışan ülkemizin, bu rotayı belirlerken mevcut durumuna, insan kaynaklarının eğitimi ve istihdamı sürecinde uygulanmakta
olan sistemimizdeki olumsuzluklara da iyi bakmasını ve kendini daha
net görmesini sağlamaya yönelik adımları da atması beklenmektedir.
Bir bütünlük arz etmesi gereken yasama, yargı ve yürütme güçlerinin kullanımının, insan kaynaklarının eğitimine, izlenmesine,
istihdamına, maddi ve manevi olarak tatminine, güvenlik, adalet,
özgürlük ve kişisel gelişim imkanlarının sağlanmasına, fikir ve
vicdan hürriyetini sonuna kadar kullanabilmelerine dönük olması ve bu doğrultuda şekillenecek olan sistemimizde en ayrıntılı
konuların bile tanımlanmış olması, karanlıkta kalan hiçbir noktanın olmaması gerekmektedir. Aksi takdirde ülkemiz, son yıllarda
daha bir özenle yetiştirdiği ve insanlığın geleceğine ışık tutan
altın çocuklarının, kendilerini daha huzurlu hissettikleri diyarlara
doğru göçünü ve uzaklardan yükselen ışık huzmelerini hayranlıkla
seyretmeye ve bu satırları okumakla yetinmeye devam edecektir.
Mart - Nisan 2013 59
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Osman ŞAHBAZ
Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı
DEİK - DTİK Avrupa Başkan Yardımcısı
Tersine Beyin Gücü-Göçü Artıyor,
YurtdIşIndan Türkiye’ye Güçlü
Köprüler Kurulmalı
B
Yurtdışındaki beyin gücünün ülkeye
kazandırılması hususunda, Türkiye'deki
üniversitelerin yeniden reforme edilmesi
gerekmektedir. Yüksek lisans ve doktora yapacak
kişilerin araştırma ve geliştirme çalışmaları
için, gelişmiş ülkelerdeki gibi disiplinli, oturmuş
programlar ile sürdürülebilecek imkanlar
eyin göçü iyi eğitim görmüş, yetenekli ve kalifiye iş gücünün
gelişmekte olan bir ülkeden gelişmiş başka bir ülkeye göçü
olarak tanımlayabiliriz. Sınırlı imkanlarla yetiştirdiği kıymetli
beyinleri kaybeden az gelişmiş ülkenin beyin göçünden dolayı gelişmesi daha yavaş olurken, gelişmiş ülkenin yetişmiş
beyinlere daha iyi imkan ve ücret ödeyerek gelişmesini daha
da hızlandırdığına şahitlik etmekteyiz. Dünya'daki beyin göçü
1960'larda başlamış, ilk evvela mühendisler, doktorlar akabinde
bilim insanları arasında sürmüştür. Devlet Üniversitelerinden
Vakıf Üniversitelerine öğretim üyesi ve devlet dairelerinde yetişmiş kişilerin özel sektöre geçişi erozyona sebebiyet vermektedir.
Beyin göçü dünyada da önemli bir konu ve problem oluşturmaktadır. En fazla beyin göçü alan devletlerin başında, Amerika
Birleşik Devletleri, Avustralya, Güney Afrika, Kanada, Almanya,
Fransa gelmektedir. Beyin göçünden en fazla zarar gören
devletler ise Pakistan, Çin, Hindistan, Filipinler, İran, Fas, Tunus,
Cezayir, Macaristan, Nijerya ve Türki Cumhuriyetlerdir. Bu
konuya bir örneği Macaristan'dan verelim. Son yıllarda Macar
tıp fakültelerinden mezun olan doktor sayısına yakın doktor
ve hemişrenin Batı'ya çalışmaya gittiğini okuyoruz. Ülkelerdeki
çalışma imkanları, cazibesi, fırsatları iyi bir gelecek sağlamak ve
inşa etmek için değerlendiriyorlar.
YÖK'ün bir raporuna göre, yirmidört bini Almanya'da, onbeş bini
Amerika Birleşik Devletleri'nde elli binden fazla Türk öğrenci yurt
dışında eğitim görmektedir. Almanya'da eğitim gören gençleri
ayrıca farklı olarak değerlendirmeliyiz. Ülke olarak da yurtdışına
en çok öğrenci gönderen devletler sıralamasında 11. sıradayız.
Yurt dışında eğitim gördükten sonra Türkiye'ye dönen kalifiye
elemanların yurdumuzda iyi imkanlar sunularak değerlendirilmesi gereklidir ki, aksi takdirde Türkiye'ye geri gelenlerin kısa
zaman zarfında dönüşleri söz konusu olabilir.
Türkiye'de inovasyona dayalı Ar-Ge, bilim ve teknolojiye verilen
60 Mimar ve Mühendis
sağlanmalı. Ülkenin hızlı atılımı ve açılımı
açısından doktora eğitimi görenlerin sayısı da
artırılmalıdır. Türkiye'deki hocaların eş zamanlı
olarak yurtdışındaki üniversitelerde de ders
verebilmesi kolaylaştırılmalı. Hocalarımız yurt
dışındaki bilim ve teknoloji projelerinde, jürilerde
yoğun bir şekilde yer almalıdırlar.
önem artırılmalıdır. Buluş ve patent konusunda gelişmiş ülkelerin
seviyelerine ulaşacak şekilde girişimciler desteklenmelidir.Özellikle de Türkiye'nin stratejik alanda öne çıkartmak istediği konuya odaklanmalıyız. Ar-Ge çalışmalarımız ve harcamalarımız son
10 yılda 7- 8 kat arttığını biliyoruz. Buna rağmen, GSYİH içindeki
payını daha da artırmalıyız. Üniversitelerde altyapılar nisbeten
oluşturuldu, endüstri ve sanayi ile bağını da güçlendirmeliyiz.
Beyin göçünde çok etkili iki ülkeden de bahsetmeliyiz. Japonya
ve Kore. Bu iki ülkenin eğitim için giden öğrencilerinin yüksek
lisans ve doktoralarını tamamladıktan sonra ülkelerine döndüklerini gözlemliyoruz. Bu da başlangıç ile sonu birbirleri ile irtibatlandırdığımızda neticeyi ve başarıyı beraberinde getirmektedir.
Küresel beyin göçünde her zaman gelişmiş devletler karlı
çıkmaktadır. Beyin göçünün temel gerekçelerine baktığımızda
önümüzde şu gerekçeler ön plana çıkmaktadır; her zaman ilk
planda ülkeye güven ve ekonomik gerekçe geliyor, arkasından
siyasi nedenler, teknoloji, eğitim sistemi ve bilim politikalarındaki uyuşmazlıklar ve yabancı dilde eğitimi sayabiliriz.
Beyin göçünü engellemek sadece Türkiye olarak bizim elimizde
de değildir. Gelişmiş devletlerdeki geniş iş imkanları, daha iyi bir
gelecek ve fırsatlar bulunduğu sürece beyin göçünün önünde
durulamayacaktır. Türk insanının refah seviyesini, sosyo ekonomik yaşam kalitesini artırmak bilim ve teknolojideki değerlerimizi yükseltmemize de bağlıdır. Bunu da işte yetiştirdiğimiz beyinlere sahip çıkarak başarabiliriz. Hepimizin çok sık tekrarladığı
bir söz çok kıymetli aslında; '' İnsana ve eğitilmiş insana yapılan
yatırım en önemli yatırımdır.'' Türkiye, 2023 yılında ihracatını
500 milyar USD'a çıkatma hedefi koymuştur. Bu rakamlara da
ancak inovatif teknoloji ve bilim üreterek ulaşılacaktır.
Anadolu'da yaygın bir cümle kullanılır: ''Memleket; doğduğun
yer değil, doyduğun yerdir'' ifadesi çok manidardır. Yurtdışında
''çalışan'' Türk sayısının 3 milyon olduğu, bunun da yüzde 12'sinin
üniversite mezunu olduğu bilinmektedir. Türkiye gelecek yıllarda üretim teknolojileri, bilim diasporasını birleştirmeli ve iletişim altyapısını
oluşturmalıdır.
Ülkelerin ve şirketlerin uzun vadeli zirvede söz sahibi olmalarında en
etkili unsur; ellerinde bulunan nitelikli, güçlü, başarılı, kalifiye insan gücü
ile doğru orantılıdır. Nitelikli işgücü ile sürdürülebilir başarı yakalanacaktır. Bu konuda son yıllarda kurulmuş, T.C Başbakanlık Yurtdışı Türkler
ve Akraba Toplulukları Başkanlığımıza büyük görevler düşmektedir.
Yeni kurulmuş olmasına rağmen bu görevi birçok koldan ve disiplinden
başarı ile yürütmektedirler. Aynı zamanda T.C Dışişleri Bakanlığımızın
yanısıra yurtdışında her geçen gün sayıları artan Yunus Emre Enstitüleri
de geniş çalışma alanlarına sahiptirler. Yurt dışındaki beyin gücünün
Türkiye ile irtibatını sağlayacak ve güçlendirecek kurumlardır bunlar.
Türkiye'nin yurt dışında çalışan genç beyinlerini ülkeye kazandırmakta
İsrail, İngiltere, İspanya ve Yunanistan'dan sonra 5. sırada yer aldığını
görüyoruz.
Yurtdışındaki beyin gücünün ülkeye kazandırılması hususunda, Türkiye'deki üniversitelerin yeniden reforme edilmesi gerekmektedir. Yüksek
lisans ve doktora yapacak kişilerin araştırma ve geliştirme çalışmaları
için, gelişmiş ülkelerdeki gibi disiplinli, oturmuş programlar ile sürdürülebilecek imkanlar sağlanmalı. Ülkenin hızlı atılımı ve açılımı açısından
doktora eğitimi görenlerin sayısı da artırılmalıdır. Türkiye'deki hocaların, mevcut okullarında ders verirken eş zamanlı olarak yurtdışındaki
üniversitelerde de ders verebilmesi kolaylaştırılmalı. Hocalarımız yurt
dışındaki bilim ve teknoloji projelerinde, jürilerde yoğun bir şekilde yer
almalıdırlar.
Dünya'da 200 milyon insanın kendi ülkesinin dışında, başka bir ülkede
yaşadığı Birleşmiş Milletler kayıtlarında görüyoruz. AB üyeleri farklı
ülkelere göç etmiş beyinleri ülkelerine kazandırmak için ''Araştırmacıların Dolaşımı'' fonu oluşturulmuştur. Bu fonu Türkiye'de kendi beyin
gücünü ülkesine kazandırmak maksadı ile TÜBİTAK 6. ve 7. Çerçeve
Programı hazırlamıştır. Bu çerçevede öncelikle yurtdışındaki beyin güçlerine ulaşılmış, sonrasında Türkiye'ye gelmeleri için imkanlar anlatılmıştır. İlk etapta Türkiye'ye dönmek isteyenlerin azlığını görüyoruz. Bu
çalışmalar istikrarlı olarak sürdürülmeli. Türkiye'ye dönmeyi düşünen
araştırmacıların Türkiye'ye ilgisi artırılmalıdır.
Türkiye'deki Sosyo Ekonomik Gelişme,
Gelecek Araştırmacının ilgisini artıracaktır
Dünyada yaşanılan ekonomik kriz beyin göçü konusunda, istikrarlı
büyüyen ve gelişen Türkiye'yi avantajlı kılmaktadır. Türkiye'de hak ve
özgürlükler, çalışma ortamı, yeni fikirlerin ortaya çıkması, insanların
birbirleriyle çalışma kültürleri olgunlaştıkça, eğitim, bilim politikaları
insanlara güven vermesi, gelişme devam ettiği müddetce bu süreç
daha da derinleşerek hız kazanacaktır.Tersine beyin göçünün benzerini Afrika'da deniyor. Gana, Nijerya, Güney Afrika Cumhuriyeti
liderlerinin, özgürlükler ile birlikte kaynakları adil şekilde paylaştırma
ve yeni nesil eğitimli Afrikalı gençlere destek sağlama çabalarına
devam etmesi durumunda dışarıdaki eğitimli beyinleri geri getirebilmesinden bahsediliyor.
Avrupa'da ise Türklerin en yoğun olduğu ülke hiç kuşkusuz Almanya.
Almanya ekonomisi zayıflarken burada eğitim görmüş profesyonel
Türk - Almanların Türkiye'de iş bulma imkanı da artıyor. 2009 yılında
kırk bin Türk ve Türk kökenli Alman Türkiye'ye gelirken, Türkiye'den
Almanya'ya gidenlerin sayısı sadece otuz bindi. İşte somut bir örnek.
Artık göç trendi tersine dönmüştür. Tabii geri dönüşlerin büyük bir
kısmı iş imkanlarının, kültürel etkinliklerin daha geniş olduğu, geldiği
ülkeden döndüğünde kültür şokunu yaşamamak için İstanbul'a yerleşme yoğunluk kazanıyor. Türkiye'nin AB ve Amerika'daki yaşama göre
daha dinamik olduğu da bir gerçek.
İki farklı ülkenin kültür ve yaşam tarzını tanıyan insanın küreselleşen
dünyada daha da başarılı olacağı kuşkusuzdur. Henüz iyi eğitimli Türk
Almanların potansiyelleri de anlaşılmış değil. Avrupa'dan Türkiye'ye
döndüklerinde önyargılarla karşılaştıkları da oluyor. Futbolcu Mesut
Özil, yönetmen Fatih Akın veya Yeşiller Partisinin Eş Başkanı Cem
Özdemir gibi saygın Türklerin başarıları da ''Almancı'' algısını değiştiremiyor. Türkiye'ye döndüklerinde Türkçe konusunda da ciddi sıkıntı
yaşadıklarına şahit oluyoruz. Türk - Belçikalı şarkıcı Hadise'nin İstiklal
Marşını okurken pot kırması Türkiye'de bazı kesimlerin öfkelenmesine
neden olabiliyor. Yurt dışındaki Türkleri sadece "ekonomik" değer üreten konumda görmekten vazgeçip, empati yapmalıyız. Hala ''Dövizli
askerlik'' denilen, gelişmiş dünyada manası olmayan konuyu düzenleme peşindeyiz. Bu konuda gemi batmak üzere biz geminin direklerini
boyamakla meşgulüz. Dövizli askerlik bedelinin yüksek oluşundan Türk
vatandaşlığından çıkıp bulundukları ülke vatandaşlığını tercih eden
gençlerden mi söz edelim? Bu konunun da bir an önce kökten çözüme
ihtiyacı vardır. Tersine beyin göçünde; elimizin altında Türkiye'ye ve
'' bize '' sadece katma değer üretenlerin mi göç etmesini istiyoruz?
Yoksa ülkenin yönetiminde söz sahibi olacak, Türkiye'yi yönetenlerin
ortağı olacak tecrübeli ve ilişkileri güçlü konumdakileri de Türkiye'ye
göç etmelerini bekliyor muyuz? Hollanda'da Devlet Bakanı, Belçika
Bürüksel'de Bakan, Almanya'da Sosyal işler, Kadın, Aile ve Sağlık Bakanı ve Kayseri'li bir kişi Hollanda Feyenoord'da Belediye Başkanı oluyor.
Peki bu değerli tecrübeli beyinleri de Türkiye yönetimine ortak olmak
üzere davet edecek miyiz? Yosa henüz bu güçlü beyinleri Türkiye'ye
davet etmeye hazır değil miyiz? Türkiye entellektüel sermaye erozyonunu lehine çevirecek ortamı oluşturmuştur. Bu konunun üzerine
dikkatli, planlı ve hesap ederek gitmelidir. Türkiye'nin 2023 ve 2071
hedeflerinin içerisinde '' Tersine Beyin Gücü Göçü de Yatıyor ''.
Mart - Nisan 2013 61
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Kemal Yamankaradeniz
Patent Uzmanı
Teknolojik Gelişime Destek:
Tersine Beyin Göçü
K
2023 hedeflerinin gerçekleşmesinde
başrol oynayacak olan katma değerli ürün
ve patente dayalı üretimin üniversitesanayi işbirlikleriyle gerçekleştirilmesi
hiç kuşkusuz en önemli gündemimiz
olmalıdır. “İnoversite” adı verilen proje,
üniversitelerin inovatif hale getirilmesi ve
sanayinin inovasyon ihtiyacını karşılamak
üzere yapılandırılması anlamını
taşımaktadır.
üresel bir köy halini alan dünyamızda teknolojinin gelişmesiyle
birlikte üretilen her türlü yeniliğe anında sahip olabiliyoruz.
Gündelik hayatımızda kullandığımız tüm ürünlere baktığımızda
kullandığımız cep telefonundan bindiğimiz arabaya, bilgisayarımızdan kol saatimize kadar hayatımızdaki pek çok ürün ithal
ediliyor. Peki, biz ülke olarak neden yabancı marka ürünleri
kullanıyoruz? Yoksa güçlü bir marka oluşturacak teknoloji ya
da nitelikli kalifiye elemana sahip değil miyiz? Türkiye olarak
bugün hem yeterli teknolojiye hem de nitelikli kalifiye elemana
sahibiz. Tek yapmamız gereken üretim metotlarımızı değiştirerek elimizdeki dinamik güçleri ülkede tutabilmektedir.
Özellikle ülkemizde yetişen nitelikli bilim adamlarımızın ABD,
Kanada, Japonya gibi ülkelere giderek faaliyetlerini burada
sürdürmeleri ülkemiz adına büyük bir kayıptır. Dünyaca ünlü
uluslararası firmalar, Microsoft, Samsung, Volkswagen, Mercedes hatta NASA’da harikalar yaratan Türk mühendislerimizi
düşündüğümüzde elimizdeki kaynağımızı nasıl kullanamadığımızı açıkça görebiliyoruz.
önemli gündemimiz olmalıdır. “İnoversite” adı verilen bu proje,
İNOVERSİTE PROJESİ
Tabii ki hiçbir şey için geç kalınmış değil. Özellikle son 10
yılda gerçekleştirilen sistemli ekonomik programların yanı sıra
sanayici ve ihracatçılarımıza sağlanan teşvik ve desteklerle
oluşturulan Ar-Ge merkezleri nitelikli bilim insanlarımızın istihdamında önemli rol oynamıştır. Ayrıca 2010 yılında TÜBİTAK
öncülüğünde başlatılan “Tersine Beyin Göçü” projesi kapsamında ilk yılda 26 bilim adamımız Türkiye’deki üniversitelerle
anlaşma sağlamışlardır. 2023 yılı için hedef koyulan 500 milyar
dolarlık ihracat hedeflerinin gerçekleşmesinde başrol oynayacak olan katma değerli ürün ve patente dayalı üretimin üniversite-sanayi işbirlikleriyle gerçekleştirilmesi hiç kuşkusuz en
62 Mimar ve Mühendis
üniversitelerin inovatif hale getirilmesi ve sanayinin inovasyon
ihtiyacını karşılamak üzere yapılandırılması anlamını taşımaktadır. Proje, başta devletimiz olmak üzere, tüm üniversite ve
sanayiciler, meslek odaları, ekonomi birlikleri, STK’ların katılımı
ile topyekûn bir çalışma ile gerçekleştirmelidir. Bu noktada
Destek Patent olarak 2006 yılından beri devam ettirdiğimiz
İnoversite projemizle, ülkemizin teknolojik gelişimi için gerekli
olan tersine beyin göçünü destekliyoruz. Bunun için üniversitelerle sürekli yakın ilişki içerisindeyiz. Üniversitelere yönelik
“Fikri ve Sınaî Hakların Yönetimi ve Lisanslama” konusunda
yaklaşık 14 saatlik bir seminer eğitim programımız var. Bu
seminerlerimiz sayesinde üniversitelerde patent bilincinin
yerleşmesini hedefliyoruz.
PATENT ve MARKA TESCİLİNİN ÖNEMİ
Geçtiğimiz yıl yoğun ilgi gören seminerlerde hem akademisyenlere hem de üniversite öğrencilerine patent ve marka
tescili konusunda bilgiler verildi. Seminerlerde patent hakkında
verilen genel bilgilerin yanı sıra akademisyenlere buluşlarını
ne şekilde koruyabilecekleri, hangi buluşlara patent alabilecekleri ve süreçlerin nasıl işlediği anlatıldı. Ayrıca girişimci
adaylarına dünya ile rekabette markanın önemi açıklandı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderilen yenilenen Patent
Kanunu tasarısında da üniversitelerin patent sahibi olmasına
yönelik düzenlemeler sayesinde patent müracaat sayıları ciddi
derecede artacak. Ayrıca akademisyenler yaptıkları buluşların
karşılıklarını alabilecekler. Dolayısıyla bu alandaki seminerlerimizin patent başvurusu yapmak isteyen akademisyenlere de
ışık tutacağından eminiz.
Mart - Nisan 2013 63
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Prof. Dr. M. Arid Adlı - Dr. Harun Yılmaz
TÜBİTAK
BEYİN GÖÇÜ ve TÜRKİYE
Ü
TÜBİTAK bir yandan ülkemizin bilim ve
teknoloji alanında gelişmesinde en kritik
rolü oynayan insan gücünün yetiştirilmesi
için çeşitli destek programları geliştirirken,
bir yandan da yetişmiş insan gücümüzü
yurt içinde tutmak ve yurtdışında
bulunanları yurda çekmek için çalışmalar
yapıyor.
lke ekonomisinin büyümesinde doğal kaynakların yanında
en büyük faktör nitelikli iş gücüdür. Bunun farkında olan
gelişmiş ülkeler mevcut insan kaynaklarının yanında bu
kaynağa takviye olması ve rekabetin oluşması için önlemler
alıyor. Bu önlemlerin başında da nitelikli işgücünün başka
ülkelerden göç yoluyla karşılanması geliyor. Gelişmiş ülkeler
olarak adlandırılan ABD ve Kanada gibi ülkeler normalde
vasat işgücü göçüne yönelik kısıtlar getirmelerine rağmen
yüksek nitelikli işgücünün göç yoluyla kazanılması için teşvik
edici mekanizmalar geliştiriyor. Bu uygulamalara en iyi örnek
olarak, ABD Kongresi’nin 2000-2003 yılları arasında “yüksek
nitelikli işgücünün” ABD’de geçici olarak çalışması için gerekli
H1B vize adedini 115 binden 195 bine çıkarması verilebilir
(Gürak, 2006).
“Beyin Göçü” ülkemizin de aralarında bulunduğu gelişmekte
olan ülkelerin karşı karşıya bulunduğu temel bir sorundur.
Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde doğan ve yetişen nitelikli insan gücü, ekonomik ve siyasal kaygılar, uygun araştırma
ve iş imkânlarının olmaması, daha iyi bir yaşam özlemi gibi
faktörlerin de etkisiyle “doğduğu yerden” ziyade “doyduğu
yer” olarak gelişmiş ülkeleri tercih edebiliyor. Hali hazırda
yurtdışında bulunanlar da benzer kaygılar nedeniyle yurda
dönmeyi etrcih etmeyebiliyor ya da dönüşlerini erteliyor.
Nitelikli işgücünün ‘doyduğu’ yerden ‘doğduğu’ yere transferi, çeşitli önlem ve teşviklerle mümkün olabiliyor. “Tersine
beyin göçü” olarak adlandırılan bu durumda, gelişmiş ülkelere
gidenler daha deneyimli ve tecrübeli olarak ülkelerine dönüyor ve ülke ekonomilerinin gelişmesini pozitif yönde etkileyebiliyor. Bu tür önlem ve teşvikler ile tersine beyin göçünü
sağlayabilen ülkelere örnek olarak Çin Halk Cumhuriyeti,
Güney Kore ve Hindistan gösterilebilir.
Çin Halk Cumhuriyeti
Uzun yıllar yurtdışına eğitim amacıyla gönderdiği öğrencilerin
büyük bir çoğunluğunun gittikleri ülkelerden geri dönmemesiyle
beyin göçüne maruz kalan Çin Halk Cumhuriyeti, 1990’lı yılların
ortalarında almaya başladığı önlemler sayesinde beyin göçünü
önemli ölçüde tersine çevirmeyi başarmıştır. Kurulan 70’e
yakın endüstri parkında faizsiz kredi ile iş kurma imkânı, vergi
indirimleri, kiralanan ofisler için bir yıl müddetle kiradan muafiyet gibi kolaylıkların yanısıra nitelikli elemanlara bulundukları
ülkelerde aldıkları maaşların birkaç katı ücret teklif edilmesi
bu önlemler arasında sayılabilir.Ekonomik imkânlara paralel
olarak, “Çin Bilimler Akademisi” Çinli akademisyenler konuk
bilim insanı olarak ülkelerine ders ve seminer vermeye davet
edilmiş ve Amerika’da bulunan Çinli akademisyen ve bilim
insanı dernekleri kanalıyla buradaki bilim insanlarının Çin’de
yürütülen projelere katılımı sağlanmıştır. Ayrıca yurt dışında
Çinlilerin yoğun olduğu bölgelerde etkinlikler düzenleyerek, bilgi
akışı etkinleştirilmiştir. Çin’deki akademik kurumların gelişmiş
ülkelerdeki benzeri kurumlarla ilişki kurmalarını kolaylaştırmak
için, Çinli akademisyenlerin bulundukları ülkelerin yanısıra
Çin’de de akademik pozisyona sahip olmaları sağlanarak, bu
bilim insanlarının her iki ülkede de ders vermeleri sağlanmıştır.
Öte yandan, dönüş yapan Çinliler arasındaki iletişimi güçlendirmek için ulusal bir dernek kurularak, tersine beyin göçün süreci
hızlandırılmış ve etkinleştirilmiştir.
64 Mimar ve Mühendis
GÜNEY KORE
Güney Kore, 1980’li yıllarda başlayan ve 1990’larda da
devam eden hızlı ekonomik büyüme sonucu yüksek teknoloji
kullanımının küresel pazardaki rekabet payını artırdığını fark
etmiştir. Bu gelişme, mevcut bilimsel altyapının iyileştirilmesini
ve Ar-Ge’ye yatırımın büyük ölçüde artırılmasını tetiklemiş ve bilim
insanları için daha elverişli bir çalışma ortamı oluşmaya başlamıştır.
Devlet ve özel sektör tarafından araştırma enstitüleri açılarak bilim
insanları için Kore’de iş ve kariyer fırsatları sağlamıştır. Araştırma
enstitüleri, üniversiteler ve sanayi arasında köprü teşkil edecek bilim
şehirleri kurulmuştur. Bunun yanısıra, yurtdışında çalışan Koreliler için
kurulmuş olan “Kore Bilim ve Teknoloji Cemiyetleri Birliği” aracılığıyla
‘yurtdışındaki bilim insanlarını istihdam” kampanyası başlatılmıştır.
Kampanya kapsamında Kore Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla yurtdışından gelecek araştırmacılara Gayrı Safi Yurtiçi Milli Hasıla’nin 10
katına varan maaşlar teklif edilmiştir.
Çalışma ve araştırma koşullarının iyileştirilmesiyle, 1980’lerde Koreli
araştırmacılar ülkeye geri döndürülmeye başlamış,1996 verileriyle 2
bin 500’e yakın bilim insanı,kalıcı ya da geçici olarak Kore’ye dönüş
yapmıştır. 2005 yılı verilerine göre ise Kore’de doktora derecesine
sahip 140 bin kişinin yüzde 22’si doktora derecelerini yurtdışından
almıştır (Jin, Lee, Yoon, Kim, ve Oh, 2006). 1999 yılında başlatılan
program kapsamında, öncelikli alanlarda gerek nitelikli işgücü açığını
belirlemek ve açığın kapatılmasını yurtdışındaki kaynaklardan sağlamak amacıyla “Beyin Havuzu” ismi verilen bir envanter çalışması
yapılmıştır. Bu şekilde yurtdışında yaşayan Koreli araştırmacıların
uzmanlık alanları ve bulundukları yerlerin bir haritası çıkarılmış ve
bu araştırmacılar Kore’ye davet edilerek, Kore’deki yerleşik araştırmacılarla işbirliği ağının, bağımlılığın ve etkileşimin artırılması
sağlanmıştır.
HİNDİSTAN
1970’lerde patent yasası ve devlet yatırımlarının artmasıyla
Hindistan’da teknolojik kapasite artışı tetiklenmiştir (Kale ve Little,
2007). Ekonomideki olumlu gelişmelerin yanı sıra yurtdışında yaşayan
nitelikli işgücünün ülke için öneminin farkına varılmasıyla, 2000 yılında
“Diaspora Yüksek Kurulu” kurulmuş ve yurtdışındaki Hintlilerin ülke
ekonomisine katkıda bulunmaları için politikalar oluşturmuşlardır. Bu
çerçevede, ‘9 Ocak’ tarihi “Yurtdışındaki Hintliler Günü” olarak ilan edilerek, başarılı Hintlilere verilmek üzere ödüller geliştirilmiştir.
Ayrıca, Hindistan Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, yurtdışındaki insan
kaynaklarının tespiti, girişimciliği teşvik, uluslararası bilimsel projelere
katılımın artırılması, Hindistan’ın Ar-Ge çalışmaları ile ilgili ününün artırılması ve üniversiteler ile yurtdışındaki mezunları irtibatlarının sürdürülebilir bir seviyede kurulmasını amaçlayan bir web sayfası kurmuştur.
Bu çabaların yanı sıra, ülkelerine dönen Hintliler için cazip çalışma
koşullarının oluşturulması için, bilim ve teknoloji alanlarında insan
kaynakları yönetiminde, performans yönetimi, performansa endeksli
kazanç, hisse senedi opsiyonu gibi yeni yaklaşımlar geliştirilmiştir.
TÜRKİYE’DE DURUM
Son yıllara kadar üzerinde fazla düşünülmeyen beyin göçü konusu,
gelişen ekonomimizle birlikte yetişmiş insan gücüne ihtiyacın artacağı düşünüldüğünde ülkemiz için kritik bir başlık olarak karşımıza
çıkıyor. Yurtdışında bulunan ve Türkiye’ye geri dönmeyi düşünmeyen
önemli sayıda Türkiye vatandaşı bilim insanı bulunuyor. Bir yandan
da yurtdışında eğitim görmeyi ve çalışmayı seçenlerin sayıları da
“Beyin Göçü” ülkemizin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya bulunduğu temel bir
sorundur. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde doğan
ve yetişen nitelikli insan gücü, ekonomik ve siyasal kaygılar, uygun araştırma ve iş imkânlarının olmaması, daha
iyi bir yaşam özlemi gibi faktörlerin de etkisiyle “doğduğu
yerden” ziyade “doyduğu yer” olarak gelişmiş ülkeleri tercih edebiliyor.
artarak devam ediyor. ABD Ulusal Bilim Vakfı (National Science
Foundation -NSF) verilerine göre; Türkiye, ABD’ye Fen ve Mühendislik alanlarında doktora yapmak üzere giden öğrencilerin ülke sıralamasında; Hindistan, Çin, Güney Kore ve Tayvan’dan sonra en fazla
öğrenci gönderen ülke (2012).
Geri dönüşü özendirici önlemler yetersiz kaldığı sürece yurt dışında
bulunan bilim insanlarımız bulundukları ülkelerde kalmayı tercih
etmeye devam edecektir. Yurtdışında doktora yapmış kişiler yurda
döndüklerinde tecrübelerine uygun pozisyonlar bulmakta zorluk çektiklerinde geri dönüşü mümkün olduğunca erteleyecektir. Bazı üniversitelerde yer alan teknoparklarda şirket kurma olanakları bulunsa
da, bu konuda verilen teşvikler yukarıda bahsedilen ülke örneklerine
kıyasla yeterli değil. Dolayısıyla, teknoparklar geri dönüş konusunda
yeterli etkiyi gösteremiyor. Bu gerçeklerden hareketle, TÜBİTAK son
birkaç yıl içinde yürürlüğe koyduğu bazı uygulamalar ve sağladığı
destek programları ile bir yandan yurt içinde kalmayı daha cazip hale
getirmek bir yandan da yurt dışındaki yetişmiş insan gücümüzün
yurda dönüşlerini teşvik etmek yönünde bazı önemli adımlar attı.
Mart - Nisan 2013 65
DOSYA: BEYİN GÖÇÜ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
TÜBİTAK’IN ÇALIŞMALARI
TÜBİTAK bünyesinde beyin göçüne durdurma ve tersine çevirme
yönünde yürürlüğe konan uygulamalar ve sağlanan destekler özetle
şu şekildedir.
TÜBİTAK Başkanlık ve enstitülerinde doktoralı elemanlara istihdam
önceliği tanınmaktadır. Ayrıca, çalışanlarını yüksek lisans ve doktora
yapmaya teşvik etmekte ve bu yönde kolaylıklar sağlamaktadır.
“2221-Konuk veya Akademik İzinli (Sabbatical) Bilim İnsanı Destekleme Programı” ile üniversitelerin yanısıra kamu ve özel kuruluşlara
yurt dışından seçkin bilim insanları ve araştırmacıları davet ederek
istihdam etmeleri için destek sağlanmaktadır.
“2232-Yurda Dönüş Araştırma Burs Programı” ile T.C. uyruklu araştırmacıların yurtdışından Türkiye’ye dönmelerini teşvik etmek ve
çalışmalarını yurt içinde kamu veya özel sektörde sürdürebilmeleri
için destek verilmektedir.
“2236-Uluslararası Deneyimli Araştırmacı Dolaşım Destek Programı” ile ülkemizdeki kamu veya özel sektörde, ihtiyaç duyulan bilim
insanı/araştırmacı açığının kapatılması ve bilim üretimine katkıda
bulunulması için yurt dışındaki üniversitelerde ve/veya araştırma
kuruluşlarında çalışan seçkin bilim insanlar/araştırmacıların araştırmalara katılmak ve teknolojik yenilikler getirmek amacıyla yurt içinde
istihdamına Avrupa Birliği katkısı ile destek sağlanmaktadır.
“3501-Kariyer Programı” ile kariyerlerine yeni başlayan yurt dışı veya
yurt içindedoktorasını henüz yeni tamamlamış başarılı genç bilim
insanlarının ülkemizde çalışmalarını proje desteği verilerek teşvik
edilmektedir.
“2216-Yabancı Uyruklular için Araştırma Burs Programı” ile yabancı
uyruklu bilim insanlarının gerek doktora sırası gerekse doktora sonrasında Türkiye’deki üniversite ya da araştırma kurumlarında araştırma
yapmaları için burs ve destek sağlanmaktadır.
“2218-Yurtiçi Doktora Sonrası Araştırma Burs Programı” ile doktorasını yurt dışında yapmış olan bilim insanlarımızın yurt içindeki
üniversitelerimizde araştırma yapmaları desteklenmektedir.
TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı (BİDEB) tarafından yürütülen “Bursun Hazır Programı” kapsamında üniversitelerimizde lisans eğitimi gören ve son sınıfının birinci yarısını tamamlamış üstün başarılı öğrencilere mezuniyetlerinden sonra bir yüksek
lisans programına kaydolmaları halinde yurtiçinde doktoralarını
tamamlayıncaya kadar burs verilmektedir.
ABD, Japonya ve Avrupa ülkelerinin de aralarında bulunduğu çok sayıda ülke ile yapılan ikili antlaşmalar çerçevesinde bilim insanlarının
değişimi desteklenmektedir.
Avrupa Birliği Çerçeve Programları bünyesinde TÜBİTAK tarafından
yürütülen “Kişiyi Destekleme Özel Programı” kapsamında Avrupa
Birliği dışındaki gelişmiş ülkelerde çalışmakta bulunan bilim insanlarının Türkiye’deki kuruluşlarda araştırma projeleri başlatmaları
halinde proje süresince personel maaşları ve diğer proje giderleri
karşılanmaktadır.
Araştırma ve yenilik faaliyetlerini yurt dışında sürdürmekte olan ve
alanlarında önemli katkılarda bulunmuş bilim insanlarımızın Türkiye'deki Ar-Ge paydaşları ile biraraya gelmelerini sağlamak için Yurtdışındaki Türk Bilim İnsanları Kurultayı düzenlenmektedir.
66 Mimar ve Mühendis
Araştırma ve yenilik faaliyetlerini yurtdışında sürdürmekte olan ve alanlarında önemli katkılarda
bulunmuş bilim insanlarımızın Türkiye'deki Ar-Ge
paydaşları ile biraraya gelmelerini sağlamak için
yurtdışındaki "Türk Bilim İnsanları Kurultayı"
düzenlenmektedir.
Yurtdışında yaşayan Türk bilim insanlarını biraraya toplayan veri
tabanı oluşturulmuştur. Düzenli olarak güncellenecek veri tabanı
sayesinde Türk bilim insanlarının kendi aralarında ve Türkiye ile
koordinasyon sağlaması amaçlanmaktadır.
TÜBİTAK Teknoloji ve Yenilik Destek Programları Başkanlığı (TEYDEB) bünyesinde sağlanan sanayi Ar-Ge destekleri kapsamında,
firmalar projelerinde doktoralı eleman çalıştırmaları halinde bu elemanların ücretleri yüzde 100 oranında desteklenmektedir.
“1512-Bireysel Girişimcilik Aşamalı Destek Programı” ile genç girişimcilerin, teknoloji ve yenilik odaklı iş fikirlerini, katma değer ve
nitelikli istihdam yaratma potansiyeli yüksek teşebbüslere dönüştürebilmeleri için, fikir aşamasından pazara kadar olan faaliyetlerin
desteklenmesi, böylece nitelikli girişimciliğin özendirilmesi ve uluslararası rekabet gücü olan, yenilikçi, teknoloji düzeyi yüksek ürün ve
süreçleri geliştirebilen Ar-Ge yoğun başlangıç firmalarının oluşturulması desteklenmektedir.
Yurtdışında yaşayan
Türk bilim insanlarını
biraraya toplayan veri
tabanı oluşturulmuştur.
Düzenli olarak güncellenecek veri tabanı
sayesinde Türk bilim
insanlarının kendi aralarında ve Türkiye ile
koordinasyon sağlaması
amaçlanmaktadır.
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu tarafından otomotiv, makine imalat
teknolojileri, bilgi ve iletişim teknolojileri, savunma, uzay, enerji, su, gıda,
sağlık alanları öncelikli alanlar olarak belirlenmiştir. Bu alanlara yönelik
TÜBİTAK TEYDEB tarafından “1511-TÜBİTAK Öncelikli Alanlar Araştırma Teknoloji Geliştirme ve Yenilik Projeleri Destekleme Programı” kapsamında; belirlenen öncelikli alanlarda hedef ve ihtiyaç odaklı, izlenebilir
sonuçları olan projeler desteklenmektedir. TÜBİTAK Araştırma Destek
Programları Başkanlığı (ARDEB) tarafından yürütülen “1003 - Öncelikli
Alanlar Ar-Ge Projeleri Destekleme Programı” ile öncelikli alanlarda
sonuç odaklı, izlenebilir hedefleri olan, ilgili bilim/teknoloji alanlarının
dinamiklerini gözeten ve yurt içinde yapılan Ar-Ge projeleri desteklenmekte ve bu projeler arasında eşgüdüm sağlanmaktadır. Ayrıca TÜBİTAK
BİDEB tarafından yürütülen “2211 Yurt İçi Lisansüstü Burs Programı” ile
öncelikli alanlarda yapılan lisansüstü tezlerine destek verilmektedir.
BEYİN GÖÇÜNÜ ENGELLEMEK
İÇİN ALINAN DİĞER TEDBİRLER
TÜBİTAK’ın beyin göçünü yavaşlatmaya ve tersine çevirmeye yönelik aldığı tedbirlerin yanısıra alınması gerekli diğer
bazı tedbirler de şunlardır:
Akademik kurumlardaki maddi imkânların düşük olması yurt dışındaki
bilim insanlarımızda bu kurumlarda görev almaya karşı isteksizlik oluşturduğundan ücretlerin bulundukları ülkelerdeki yaşam standartlarını
Türkiye’de sürdürebilecekleri seviyelere çıkarılması,
Yurtdışında doktora yapan bilim insanlarımıza TÜBİTAK dışında,
akademik kurum ve enstitülerde de istihdam önceliği tanınması ya da
en azından bu şahıslar için belli oranlarda kontenjanlar ayırılması,
Ar-Ge’ye ayrılan payın artış oranının devam ettirilerek gelişmiş ülkelerdeki seviyeye ulaşma sürecinin hızlandırılması,
Yurt dışından gelecek elemanların istihdamında karşılaşılan bürokratik
işlemlerin kolaylaştırılması,
Ülkemiz ile yurt dışındaki akademik ve araştırma kurumları arasında
eleman değişiminin teşvik edilmesi.
Bu tedbirlerin ivedilikle alınması ve kararlılıkla sürdürülmesi sonucunda Türkiye’de de beyin göçünün azaltılması ve tersine çevrilebilmesi
mümkün olabilecektir.
Referanslar
Gürak, H. (2006). Ekonomik Büyüme ve Küresel Ekonomi, Ekin Yayınevi.
Jin, M., Lee, S., Yoon, H., Kim, N., & Oh, H. (2006). Careers of Korean PhDs with Degrees of
Foreign Countries and the HRD Policy of the Highly Skilled in Korea. Seoul, Korea: Korea
Research Institute for Vocational Education and Training.
Kale, D. & Little, S. (2007). From Imitation to Innovation: The Evolution of R&D Capabilities and Learning Processes in the Indian Pharmaceutical Industry', Technology Analysis and
Strategic Management, Vol.19, Issue 5, pp. 589-609.
National Science Foundation (2012).Science and Engineering Indicators. http://www.nsf.
gov/statistics/seind12/pdf/c02.pdf.
Tanyıldız, Z. E. (2012). Türk Bilim ve Teknoloji Sektörlerine Geri Dönüş Araştırması (2232
Programı Sonuç Raporu). Ankara.
Mart - Nisan 2013 67
GEZİ TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS
"ve Kudüs şehri, gökte yapılıp yere indirilen şehir
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri…”
Sezai Karakoç
“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz
Mescid-i Aksa'ya götüren Allah Yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.”
İsra Suresi 1. Ayet
"Allah’tan başka İlah yoktur ve Hz. İbrahim de O’nun dostudur"
Kudüs’ün Şam kapısındaki kitabe yazısı
TAŞLARIN
KONUŞTUĞU
ŞEHİR: KUDÜS
>
YUNUS EMRE TOZAL Harita Mühendisi
Kudüs, insanlık tarihiyle başlayan mübarek şehir. Kudüs,
İslamiyet'in, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kutsal şehri.
Kudüs, Müslümanların ilk kıblesi. Hz. İbrahim, İsmail, İshak,
Yakup ve Yusuf... Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İsa ve son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (sav)
ve adını bildiğimiz, bilemediğimiz daha nice peygamberin
gelip geçtiği mukaddes topraklar… Kudüs, dünyanın merkezi
kabul edilen mukaddes, masum ve mahzun şehri… Her taşında insanlık tarihinden izler bulduğumuz tarihi Kudüs şehrini
Mimar ve Mühendisler Grubu olarak 23-27 Ocak 2013 tarihlerinde ziyaret ettik.
B
eş günlük ziyaretimiz boyunca
Kudüs'ü ne kadar mahzun bir
halde bıraktığımızın farkına
vardık. 1. Dünya Savaşı'nda
Osmanlı'nın Filistin Cephesindeki yenilgiler sonucu şehrin zarar görmemesi için
İngilizlere kan dökülmeden teslim edilen
Kudüs, o günden beridir halen savaşın ve
kavganın devam ettiği dünyanın en eski
medeniyetlerini barındıran bir şehir.
KUDÜS: PEYGAMBERLER ŞEHRİ
Kudüs, bir Peygamberler şehri. Peygamberler, Allah’ın mübarek kıldığı bu topraklarda
görev yapmışlar. Resul-i Ekrem, sadece üç
mescid için yolculuk sıkıntısına katlanılabileceğini buyurmuş. Bunlardan ilki
Mekke’de, Kabe’nin yer aldığı Mescid-i Ha68 Mimar ve Mühendis
ram, ikincisi Medine’deki Mescid-i Nebevî
ve üçüncüsü Mescid-i Aksa. (Buhari) Efendimizin Miraç yolculuğundaki ilk durağı
olması bakımından da Kudüs ve Mescid-i
Aksa ayrıca büyük önem arz ediyor.
Kudüs, tarih boyunca birçok devletin yönetimi altına girmiş, yedi defa el değiştirmiş.
M.Ö. 5000 yıllarında Arapların en eski
kabileleri Yabusiler'den M.Ö. 1049'da Yahudilere, Farisilerden Yunanlılara, Bizanslılardan Müslümanların eline geçen şehir,
birçok medeniyetin beşiği olmuş. Eriha'dan
Yafa'ya ya da diğer şehirlere giderken yollarda eski medeniyetlerden kalan kalıntılar
görüyorsunuz. Ancak Kudüs, hiçbir zaman
634 yılında Hz. Ömer'le birlikte fethedildiği
dönemdeki İslam medeniyetinde yaşadığı
huzuru ve sükunu bulamamış. Bugün Hz.
Ömer’in (r.a.) bıraktığı izler hâlâ sımsıcak…
HZ. ÖMER'İN (R.A.) KUDÜS FERMANI
Hz. Ömer (r.a.) Kudüs’e geldiğinde Yafa
Kapısı’ndan içeri girer ve namaz kılar.
Namaz kıldığı yere bir camii inşa edilir ve
adına da Hz. Ömer Camii verilir. Harem-i
Şerif’in dışında, 500 metre batıda yer
alan Hz. Ömer Camii bize Hz. Ömer’le
ilgili çok manidar bir olayı da hatırlatıyor.
Ebu Ubeyde bin Cerrah komutasındaki
İslâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin
düşeceğini anlayan Patrik bir şartla teslim
olabileceklerini belirtmişti. Anlaşmayı
bizzat İslam ordusunun emiriyle gerçekleştirmek istiyordu. Ebu Ubeyde, “Emir benim.
Buyurun şartları görüşelim,” deyince patrik
“Hayır ordu komutanına değil, şehri bizzat
devlet başkanınıza teslim edebilirim,” diye
ısrar ediyordu. Bunu haber alan Hz. Ömer,
Medine’de yerine Hz. Ali’yi vekil tayin edip
yola çıkmıştı.
İki yolcu... Sadece bir binekleri var. Bineğe
sırayla biniyorlar. Kudüs’e doğru ilerliyorlar.
Biri efendi, diğeri köle... Tepeye ulaşıyorlar.
Hz. Ömer binekte, köle yürüyor. Efendi,
nöbet sırasının bittiğini belirtmek için
tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada
“Tekbir Dağı” adını alıyor ve hâlâ bu adla
anılıyor. Binme sırası kölede... Köle itiraz
ediyor: “Köle bineğin üzerinde, efendisi
hayvanın yularını tutmuş vaziyette şehre
girmek uygun olmaz. Bu da zaferimize
gölge düşürür” diyor. Adalet timsali Hz.
Ömer, “sıra seninse senindir” diyor. Hıristiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen
devlet başkanını karşılamak üzere Şam
Kapısında toplanıyor. Başlarında Patrik
Sophronius... Halk, köleyi hayvanın üstünde
görünce saygılarını sunmak üzere önünde
secdeye kapanıyorlar. Köle, elindeki asa ile
onlara dürtüyor ve: “Yazıklar olsun size...”
diye haykırıyor; “Allah’tan başkasına secde
edilmez.” Ve halka kendisinin köle, devlet
başkanının yuları tutan kişi olduğunu
söylüyor.
Patrik bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Hz. Ömer neden ağladığını soruyor.
“Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı
zannediyorsun? Allah’a and olsun ki bunun
için ağlamıyorum. Sırf sizin hakimiyetinizin
sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini
anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andır. Adaletin hakimiyeti ise
kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen,
sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim,” diye cevap veriyor.
Kudüs bize hiç de uzak değil. Elimizi uzattığımızda dokunabilecek kadar yakın. Ancak
ne yazık ki iç dünyamızdan o kadar uzaklaştırmışız ki bu mukaddes beldeyi. Bugün
Kudüs mahzun, boynu bükük; kopuk ve
bölünmüş hayatlar hüküm sürüyor burada.
Daha geçtiğimiz hafta 2 Filistinli gencin
şehit edildiği haberini almıştık. Burada
hem Müslüman halk, hem de gayrimüslim
halk İslam'ın adaletine hasret.
HZ. İBRAHİM’İN ŞEHRİ İŞGAL ALTINDA
El Halil şehri Kudüs'ün güneyinde bulunan,
bölgenin en hareketli şehri. Yahudi yerleşimciler tarafından kuşatılmış olan El Halil
şehri, ismini de Hz. İbrahim'in türbesinin
bulunduğu Halilurrahman Camii'nden alıyor.
1994 yılında İsrailli sapık bir doktor, Halilurrahman Camii'ne gelir, taramalı tüfeğiyle 28 Filistinliyi şehit eder ve orada linç
edilir. Bunun üzerine bölgeye bir anda çok
Mart - Nisan 2013 69
GEZİ TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS
sayıda asker biriktiren İsrail, camiyi kontrol
altına alır ve o gün bu gündür camide bulunan peygamber türbelerini de yılda 6 defa
sadece özel gün ve gecelerde açar. Biz de
Mevlit Kandili'nin hemen ertesi gününe bu
şehre tevafuken geldiğimiz için peygamber
kabirlerini ziyaret ettik. Hz. Yakup, Hz. Yusuf,
Hz. İshak ve Hz. İbrahim (as)'ın ve eşlerinin
kabirlerini tüm El Halil şehrindeki Filistinlilerle birlikte ziyaret ettik, dualar okuduk,
camide yapılan sohbete katıldık. şehrin ileri
gelen alimlerinden vaazlar, ilahiler dinledik.
Bizi gören Filistinliler öyle seviniyorlar ki,
gerçekten o insanların gözlerindeki o masumiyeti hissedebiliyorsunuz.
Osmanlı'nın Filistin'den çekilmek zorunda
kalışından itibaren Filistin topraklarında
zulüm hiç bitmemiş. Filistinliler 2010 Mavi
Marmara Olayına kadar hiçbir devletten
dünyada gündeme gelecek şekilde yardım
ve destek alamamış. Mavi Marmara
burada maddi ve manevi birçok kapının
açılmasına vesile olmuş. Mavi Marmara
sadece Gazze'nin Mısır kapısını temelli
açmakla kalmadı, tüm dünyanın gözünü
ve vicdanını da bu topraklara; buralarda
işlenen katliamlara, bir milletin yok edilişine çevirdi. Buradaki insanlar içinse bitmiş
70 Mimar ve Mühendis
olan umutları alevlendirdi, arkalarında bir
devletin, hem de Osmanlı'dan yani zamanında kendilerine hamilik eden devletin
varlığını hissettirdi.
Halilurrahman Camisi'nde namazımızı
eda edip El-Halil şehrinin çarşılarını
geziyoruz. Sergilediği malları satmaya
çalışan yerel halkın durumu, Kudüs’ün
de genel olarak sosyo ekonomik yapısını
gösteriyor. Hiçbir ekonomik gücü kalmamış Filistinliler, buna rağmen mutlular,
şen ve şakraklar. Samimiler, İslam'ı gerçekten yaşamaya gayret ediyorlar, yaşıyorlar
da. Gözlemlediğimiz kadarıyla da bu açıdan
diğer Arap ülkelerindeki halklar gibi değiller. Suriye ya da Mısır gibi değiller mesela,
İslam'a karşı daha duyarlı ve bilinçliler.
KUDÜS: OSMANLI
ADALETİNE MUHTAÇ ŞEHİR
2. gün Kudüs'te geziyoruz. Sultan Süleyman
Caddesi eski Kudüs’ün simgelerinden biri.
Her Kudüslünün hafızasında Selahaddin
Eyyubi ismi büyük bir anlam ifade ediyor. 2
Ekim 1187'de Kudüs'ü alarak kentte 88 yıl
süren işgale son veren Selahaddin Eyyubi,
bölge etrafında fetihlerden sonra gösterdiği müsamaha, merhamet ve insanlıkla
da tüm dünyaya örnek olmuş, kendisinden
sonra gelecek nesillere de müthiş bir birikim
bırakmıştı. Şimdilerde görünüş olarak yine
Ortaçağı andıran bir şehir Kudüs. Şehirde
renkli bina yapımına izin verilmemiş, taşlarla
örülü, taş rengiyle yapılan evler göze çarpıyor hemen. Sadeliğin, doğallığın rengi bu
evlerden kurulu şehri gördüğünüzde, elinizde
cep telefonu ve kameralar, sokaklarda arabalar olmasa, sanki bir Zaman makinesiyle
Selahattin Eyyubi' devrine gittiğinizi sanabilirsiniz. Bu evler mahalle mahalle birbirinden
ayrılmış durumda. Hıristiyanlar, Yahudiler ve
Müslümanlar iç içe yaşıyorlar. Herkes kendi
yerini biliyor gibi gözüküyor ama İsrail'in gün
geçtikçe Filistinlilerin elinden mahalleleri
nasıl aldığını tüm dünya biliyor.
İnsanları kendinden geçirebilecek kadar
mistik bir atmosfere sahip kutsal şehir
Kudüs'ten ve diğer şehirlerden geçerken
en çok gözlemlediğimiz ayrıntılardan biri
duvarlar. Burada bir tane duvar yok, birçok
duvar var ve bu duvarlar, sanıldığı gibi sadece koruma amaçlı yapılmamış. Filistinlileri
de birbirlerinden ayırmış, hatta ilk görevi bu
olsa gerek. Bundan 13 sene önce Mescid'i
Aksa'da Cuma namazında 300 bin Filistinli
Cuma namazı kılabiliyorken, şimdilerde en
fazla 20 bin Filistinli namaz kılabiliyor. Çünkü
duvarlardan öte tarafa geçmek yasak! İsrail,
kontrol noktaları ve duvarlarla Filistinlileri
hem psikolojik olarak yıldırmaya çalışıyor,
hem de kafasına göre hareket ederek izin
verirken birçok Filistinliyi rencide ediyor, soyunmasını istiyor mesela. Araba geçişlerine
zaten kapalı olan bu mahalleler, gerçekten
içler acısı. Eğer aracınız yeşil ya da yeşilli
beyazlı plaka ise -Filistinlilerin araçlarının
plaka renkleri hep böyle- bir bölgeden diğer
bir bölgeye geçişiniz imkânsız. Düşünün ki
Üsküdar ile Çengelköy arasında duvar var ve
Çengelköy'deki akrabanızı ziyaret etmeniz
imkânsızlaşmış durumda… Mesafeler o kadar birbirine yakın ama aynı zamanda hem
psikolojik olarak hem bir gerçek olarak bir o
kadar da uzak. Mescid-i Aksa'ya 2 km uzakta
oturuyorsunuz ama orada namaz kılamıyorsunuz, ne yaparsınız? Burada gerçekten
müthiş bir imtihan ile karşı karşıya Filistinliler ve tüm amaçları El Halil şehrindeki
Halilurrahman Camii'nin başına gelenlerin
Mescid-i Aksa'ya gelmemesi… Bu uğurda yaşıyorlar, bunun için gayret ediyorlar. İsrail'in
amacı da ortada, Mescid'i Aksa'yı yıkmak ve
yerine Süleyman Tapınağı'nı inşa etmek…
Burada taşlar konuşuyor, şehrin bir daha
harabeye dönmemesi için Kanuni tarafından
Mimar Sinan'a yaptırılan Kudüs surlarındaki
taşlar, her gün kaç Filistinlinin Mescid-i Aksa
için canını verdiğine şahit oluyor.
MESCİD-İ AKSA NE DEMEKTİR?
Kalabalıkların arasında Şam Kapısı’ndan
giriyoruz. Bu kapıdan içeri girince gerçek
Kudüs’e adım atmış oluyoruz. Dosdoğru ilerlediğimizde karşımıza Mescid-i Aksa çıkıyor.
Ama Mescidi Aksa’nın kapısına varmamız
içeri girmemiz anlamına gelmiyor. Burada İsrail polisinden onay almamız gerekiyor. İsrail
kontrol noktalarında hem siyahi (dışarıdan,
özellikle de Afrika'dan getirilen paralı askerler) hem normal İsrail askerleri nöbet tutuyor.
Burası Harem-i Şerif... İlk kıblemiz. Ayrıca,
Kudüs’te yaşayan tüm Müslümanların
buluşma yeri... Bir sığınak, bir özgürlük
alanı, bir varlık göstergesi. Genç, ihtiyar,
kadın, erkek, her yaştan Kudüslü burada
toplanır. Kudüs’ün nabzı burada atıyor.
Mescid-i Aksa ve hemen karşısında kubbesi
som altından yapılan görkemli Kubbet-üs
Sahra’nın çevrelediği Harem-i Şerif’in içindeyiz. İslam âleminin en kutsal mabetlerinden Mescid-i Aksa karşımızda duruyor...
6 Osmanlı padişahının sürekli yenileyerek ayakta tuttuğu bu yapının bu günkü
kubbesi 1752’ de III. Osman döneminde
yaptırılmış.
Mescid'i Aksa ile Aksa Mescidi arasındaki farka özellikle değinmemiz gerekiyor.
Mescid-i Aksa dediğimiz alan, 144 dönüm
bir mekan. Yani Mescid'i Aksa deyince
akıllara hemen bir yapı gelmemeli, bir
alan gelmeli. İnancımıza göre Peygamber
Efendimiz bu alana geliyor miraç gecesi.
Burada hangi alana geldiğine dair ise
rivayetler var, çok da mühim bir mesele
değil. Doğruluk payı olan şey, peygamberimizin bu alana gelmiş olması. Mescid'i
Aksa'nın içinde irili ufaklı birçok mabet var.
Kubbetu's Sahra bunların en büyük ve en
görkemlilerinden. Aksa Mescidi dediğimiz
mescidi ise Hz. Ömer (r.a.) yaptırmış.
Seyyahların Piri, Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnamesini okuduğumuzda
Mescid-i Aksa’yla ilgili şu bilgilere ulaşıyoruz. “Mescid-i Aksa’ya 800 kişi hizmet etmektedir. Bu muazzam teşkilatı,
Osmanlı devletinin servetini sağlamış. Dört
mezhebin birer hatibi ve imamı vardır. Elli
müezzini bulunur. Sair hizmet erbabını ona
göre kıyas ediniz.” Evliya Çelebi’nin verdiği
bu bilgilerde elbette aşırılık olabilir, zira
rehberimiz Musa Bey de (Biçkioğlu) bu alana
en fazla 80 ila 100 ilim halkasının sığabileMart - Nisan 2013 71
GEZİ TAŞLARIN KONUŞTUĞU ŞEHİR: KUDÜS
ceğini belirtiyor.
Mescidi Aksa’nın orijinal temelleri şimdiki
caminin birkaç kat altında yer alıyor. Bu temelleri Mescid'i Aksa'nın Yahudilerin Ağlama
Duvarı hizasında inceledik. Hz. Süleyman
dört bin yıl önce buraya muhteşem bir mabed yaptırmış. Bu mabedin temelleri üzerinde Mescid-i Aksa yapılmış. Mescid’i Aksa'nın
alt kısmındaki eski mescide de indik. Buraya
eski Mescidi Aksa diyorlar. Zamanında temeller üzerinden yükselen yapıdayız. Burada
binlerce yıl önce konulan temel taş kolonlar
yavaş yavaş erimeye başlamış. Osmanlılar döneminde Taş kolonların yıkılmaması
için etrafı beton direklerle çevrilmiş ama
İsrail hükümeti Yahudiler için kutsal sayılan
Süleyman Mabedi’nin temellerini bulmak
için birçok defa tüneller kazmış, halen de
kazmaya devam edildiğini söylüyor Mescid'i
Aksa'nın Teknik İşlerinden Sorumlu Müdürü.
Mescid-i Aksa’nın altına doğru açılan tüneller
düşündürücü… Mescid'i Aksa'yı yalnız bırakışımızın da büyük fotoğrafta bir sonucu…
KUBBETÜ-S SAHRA
Peygamber Efendimiz (s.av.)’in Miraca
yükseldiği kayayı çevreleyen yapı Kubbetü-s
Sahra, 7. yüzyılda Halife Abdülmelik tarafından yaptırılmış. Bugünkü görünümünü
Kanuni döneminde almış. Kanuni bu kutsal
mabedin dış yüzünü mermer ve çinilerle bezemiş. Mavi yeşil ve sarıyla karışık bu çiniler
binaya bugünkü özelliğini veriyor. Yapıya ayrı
bir güzellik kazandıran ve Kanuni tarafından
72 Mimar ve Mühendis
yaptırılan mermer kaplamalar göz dolduruyor. Binanın üst kısmını saran bir kitabe
görüyoruz. Kitabe kuşağı renkli sır tekniğiyle
yapılmış. Kuşak Kanuni’nin ismini taşıyor.
1551 yılında yazılmış. Yapının üzerinde hem
Yasin Suresi hem İsra Suresi tamamıyla
yazılmış. Bu yapı içinde yer alan Asılı Duran
Taş anlamına gelen Hacer-i Muallak, rivayete göre hicretten bir sene önce, Miladî 621
yılında Hz. Peygamber (sav)’in üzerine basarak Mirac’a yükseldiği kayadır. Bir dönem
Kubbet-üs Sahra’yı Haçlılar ele geçirmiş.
Burayı kiliseye çevirmişler. Daha sonra Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ü fethettikten sonra
burayı kilise olmaktan çıkararak, cami olarak
ziyarete açmış. Bugünkü görünümüne ise
Osmanlı padişahları tarafından birçok kez
yapılan tamirat ve eklemelerle kavuşmuş.
Kubbet-üs Sahra başta Sultan Birinci Abdülhamid olmak üzere II. Mahmut Abdülaziz
ve son olarak 1894’te İkinci Abdülhamid
tarafından büyük masraflarla yenilenmiş.
MESCİD'İ AKSA'DA BİR UMUT:
BURUC'U LAK LAK DERNEĞİ
Seyahatimizin son gününde tevafuken Mescid'i
Aksa'da tanıştığımız Muhammed Bey bizi
Buruc-u Lak Lak Derneği'ne davet etmişti,
dernek tarihi Kudüs şehrinde Mescid'i Aksa'ya
1-2 km'lik yakınında, Mescid'i Aksa'ya en yakın
mahallelerden biri, kuzey tarafında tepe bir
bölgede kalıyor. Kubbetüs Sahra net bir şekilde
görülüyor. Bu mahalleyi İsraillilere vermemek
için direnmişler bu bölgede yaşayan Filistinliler.
Çok ciddi bir gayret göstermişler ve bu bölgeyi
koruyabilmişler.
Bölgede evler 40-50 m2. Beş çocuklu bir
Filistinli aile bu evde sadece akşam 12 ile
sabah 6'ya kadar vakit geçirebiliyor. Geri kalan
zamanlarda böyle bir evde vakit geçiremeyen
tüm mahalle bu dernekte toplanıyor. Tüm
anneler eğitmen, tüm çocuklar öğrenci! 400'e
yakın çocuk burada ilkokul, ortaokul ve liseyi
okuyorlar, ders çalışıyorlar. Dersini bitirenler
halı sahada futbol basketbol oynayabiliyor,
internet kafelerinde oyun oynayabiliyor.
Kısacası bu dernek, bu mahallenin nefes aldığı
yer. Küçük ama içine girdiğinizde çok büyük
bir dünya burası. Hayallerin, umutların diri
tutulduğu, ümitlerin söndüğü bir dernek. Futbol
oynayan çocukların üzerinde bir Türk işadamının hediye ettiği formalar var. Formanın üzerinde Çanakkale'de şehit olan Filistinli şehitlerin
isimleri ay yıldızlı bayrakla yazılmış. Bu duygu,
Filistinlilerle Türklerin arasındaki o muhteşem
duyguları ve hisleri de anlatmaya yeterli.
MESCİD'İ AKSA NEDEN YETİM?
KUDÜS BİZDEN NE BEKLİYOR?
Filistinlilere yapılan zulüm ve işkencelerin yanı
sıra İsrail'in henüz altmış beş yıllık ömründe
altı büyük savaş bulunuyor. Bunların birincisi
1948'de İsrail'in kuruluşuyla birlikte patlak
veren savaş, ikincisi 1956'da bu ülkenin Fransa
"Yardım derneklerinin projelerine
dahil olmayı ve teknik destek
sağlamayı hedefliyoruz. Sonuçta
insanlar yardım yapıyor ve artık
kalıcı çözümler üretilmesini
istiyorlar."
ve İngiltere'nin desteğiyle Mısır'a karşı açtığı
savaş, üçüncüsü 1967'de ABD desteğinde
Mısır, Suriye ve Ürdün'e karşı gerçekleştirilen
savaş, dördüncüsü 1968'de Ürdün'e saldırı,
beşincisi 1973'te İsrail tarafından başlatılan
Arap-İsrail savaşı, altıncısı da 1982 Lübnan işgalidir. Bu ülkenin tek taraflı olarak komşularına karşı saldırılar da eklenince İsrail'in savaşsız
bir gününün geçmediğini görüyoruz.
Buna karşın Filistin halkı da sürekli bir bağımsızlık mücadelesi verdi. En geniş çaplı mücadele 8 Aralık 1987'de Filistin İslâmi Direniş
Hareketi'nin öncülüğünde başlatılan intifadadır.
İsrail'in intifadayı durdurmak için başvurduğu
uygulamaların hiçbiri sonuç vermedi. Bunun
üzerine gerçekte Filistin halkını temsil etmeyen
bazı kişileri karşısına alarak onlarla barış görüşmeleri yapmaya başladı. Filistin meselesinin
barış yoluyla bir çözüme kavuşturulması için
görüşmelere 1991 Ekim'inde İspanya'nın başkenti Madrid'de başlandı. 1992'de de devam
edildi. Ancak bütün yıl boyunca aralıklı olarak
değişik yerlerde gerçekleştirilen barış görüşmelerinden herhangi bir sonuç alınamadı.
Türkler Kudüs’e büyük önem verdi tarih boyunca. Özellikle Osmanlı Devleti Yavuz Sultan
Selim'in 1516'daki Mısır seferi sonrasında
Kudüs ve Filistin, Osmanlı devletine bağlandı.
Osmanlılarla birlikte bu topraklarda kesintisiz
401 yıl süren Türk-İslam medeniyeti hüküm
sürdü. Osmanlılar vakıflar kanalıyla eski dönemlerden kalan eserleri sürekli tamir ederek
ayakta tuttu. Yeni yapılarla Kudüs’ü imar ve
ihya ettiler. Kudüs seyahatimizde bugün bu
eserlerin çoğunu görüyoruz.
Osmanlılarla birlikte bu topraklarda kesintisiz
401 yıl süren Türk-İslam medeniyeti hüküm
sürdü. Selahaddin Eyyubi Hıttin Savaşı’nın
ardından Peygamberimizin Miraca yükseldiği
gecede Kudüs'e girerek 88 yıl Haçlı işgalinde
kalan şehri işgalden kurtarması, tarihimizde
çok önemli bir hadisedir. Haçlılar 88 yıl önce
Kudüs'ü aldıklarında tüm Müslümanları kat-
letmişler ve bu yüzden Selahaddin Eyyubi'nin
aynı vahşeti kendilerine yapacağını korkuyla
beklemişler ve kendilerine yapılan muameleye
de inanamamışlardır. Selahaddin Eyyubi'nin
kentteki Hıristiyanların hiç birine dokunmayışı,
Peygamberimizin Mekke'yi fethettiğinde hiç
kimseye zorlukla muamele edilmemesindeki
hikmetti. Selahaddin Eyyübi işte o hikmeti
yeniden yaşatan isimdir Kudüs'te.
Bugün Kudüs'te yaşayanlar Osmanlı adaletini
arıyor. Asırlar geçse de Osmanlının tesis ettiği
barış ve adalet insanların dilinde. Asırlar geçse
de Osmanlının tesis ettiği barış ve adalet
insanların dilinde. Bugün Kudüs’te yaşayanlar
Osmanlıdan övgüyle bahsediyor. Osmanlı padişahlarıyla ilgili özellikle Abdülhamit Han’la ilgili
övgü dolu sözler bize Osmanlının hafızalarda
silinmez izler bıraktığını gösteriyor.
Osmanlı Devleti burada hakimiyeti boyunca
ırk, dil, din ayrımı gözetmeksizin adaletli bir yönetim izledi. Padişahlar bu mukaddes beldenin
üç ilahi dine göre kutsal olduğunu göz önünde
bulundurmuş, hakimiyetleri altında bulunan
insanlara saygı ve şefkatlerinin bir göstergesi
olarak, Kudüs’ün Şam kapısında kale duvarındaki kitabeye "Allah’tan başka İlah yoktur ve Hz.
İbrahim de O’nun dostudur" ifadesini yazdırmışlar. Bugün bu mukaddes belde Osmanlı’nın
bu adalet ve hoşgörüsüne muhtaç.
Mart - Nisan 2013 73
SÖYLEŞİ MURAT ÖZDEMİR
YERYÜZÜ MÜHENDİSLERİ BAŞKANI MURAT ÖZDEMİR
"YERYÜZÜ MÜHENDİSLERİ, İHTİSASLAŞMIŞ
BİR YARDIM KURULUŞUDUR."
Yeryüzü Mühendisleri kuruluşunun faaliyet alanları, işbirlikleri, gelecek hedefleri
hakkında Yeryüzü Mühendisleri Başkanı Murat Özdemir’den bilgi aldık.
Yeryüzü Mühendisleri'nin kuruluşu
nasıl gerçekleşti, fikir olarak nasıl
ortaya çıktı?
“Yeryüzü Mühendisleri” fikri , Mimar ve
Mühendisler Grubu'nun İnşaat Komisyonu çalışmaları sırasında ortaya çıktı.
O zamanki komisyon başkanımız Yrd.
Doç Dr. Ömer Faruk Kültür hocamız ve
Şehmus Yıldırım arkadaşımız bu oluşuma fikri olarak öncülük etmişlerdir.
Türkiye'de bulunan yardım derneklerinin
projelerine mimar ve mühendis destek
arayışları, dernekleşme fikrini olgunlaştırdı. Önceki yıllarda Mimar Yavuz
Sarı’nın İHH’ya Pakistan’da külliye projesi ve Deniz Feneri derneğine okul projesi yapması, Şehmus Yıldırım'ın Kimse
Yok mu Derneği ile Sudan'da su arama
çalışmalarında bulunması bizi “Yeryüzü
74 Mimar ve Mühendis
>
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
>
Fotoğraflar: Emrah Dursun
Doktorları”’ndan mülhem bir “Yeryüzü
Mühendisleri” yapılanmasını oluşturmaya sevk etti.
Türkiye'de bulunan yardım derneklerinde
zaman zaman teknik anlamda sıkıntılar
yaşanmış. Önceleri afet bölgelerine gıda
ve acil barınma yardımıyla başlayan yurt
dışı insani yardım faaliyetleri zamanla
okul, hastane, yetimhane, cami yaptırma
ve su kuyusu açma gibi kalıcı tesis yardımlarına dönüşmüş. Böylece bu tesisler
için öncelikle proje olmak üzere teknik nezaret hizmeti ihtiyacı ortaya çıkmış. Bu noktada yardım kuruluşlarımız,
ellerinden geldiği kadar çevrelerindeki
mimar ve mühendislerden yararlanmaya
çalışmışlar ama genel manada bir koordinasyon ve profesyonel takip hizmeti
alamamışlar. Böyle bir eksiklik hisse-
dilince de bizler Mimar ve Mühendisler
Grubu olarak çalışmalarımızı hızlandırdık
ve Yeryüzü Mühendisleri'ni bu amaç
doğrultusunda ihtisaslaşmış bir insani
yardım kuruluşu olarak kurduk. Yeryüzü Mühendisleri oluşumu her ne kadar
Mimar ve Mühendisler Grubu bünyesinde
başlamışsa da camiamızın diğer mühendislik ve insani yardım kuruluşlarının
temsilcilerinden oluşan kurucularıyla ayrı
bir tüzel kişilik olarak dernekleşmiştir.
Burada çalışmalarımızın başından beri
bizleri destekleyen aynı zamanda kurucu
üyemiz de olan Yeryüzü Doktorları başkanı Sayın Kerem Kınık’ın katkılarını da
ayrıca teşekkürle zikretmemiz gerekir.
Bu işin maddi oluşum şekli. Tabii ki bir
de bunun altında bizleri böyle bir oluşma
sevk eden manevi dinamikler var. Bildi-
ğiniz gibi bizim medeniyetimiz aslında
bir vakıf medeniyetidir. Yani bir başka
deyişle bir infak medeniyetidir. İnsanların infakla ilgili mükellefiyetleri “rızıklandırıldıkları” şeylerle ilgilidir. Malı olanın
malından, zamanı olanın zamanından,
fikri olanın fikrinden, ilmi olanın ilminden, çevresi olanın imkanlarından infak
etmesi bekleniyor. Yani Allah insanları
neyle rızıklandırıyorsa o rızıktan vermesini bekliyor.
Yapılan yardım organizasyonlarında
zaman, emek ve ekonomik kayıpları
önlemek ve amaca yönelik çalışmalar yapmak için ihtisaslaşmış yardım
kuruluşlarına ihtiyaç olduğunu düşündüğümüz için söz konusu çalışmalarda sürekliliği, koordinasyonu, verimliliği
sağlamak ve uzman bakış açısı ile yardım faaliyetlerini Mühendislik, Mimarlık,
Teknik Planlama hizmetleri ile destekleyerek ilmimizin, bilgimizin ve imkanlarımızın bir nevi zekatını, bu şekilde,
vermek amacı ile kurulduk.
İleriye dönük
hedeflerinizde neler var?
İlk aşamada yardım derneklerinin projelerine dahil olarak teknik destek sağlamayı hedefliyoruz. Sonuçta o kadar
insan yardım yapıyor ve kalıcı çözümler
üretilmesini istiyorlar. Bizler de projelerin teknik, mimarlık ve mühendislikle ilgili kısımlarında katkı sağlamayı
planlıyoruz. Ama sadece bu projelerle
de sınırlı kalmak istemiyoruz. Gittiğimiz yerlerde mühendislik projeleriyle, o
bölgenin sorunlarını kalıcı olarak uzun
vadede çözecek çalışmalar yapmayı
hedefliyoruz. Örneğin Yardım Eli Derneği
ile birlikte Somali’de bir inşaat ustası
yetiştirme çalışmamız var. Oraya özgü
bir müfredat geliştirerek, gittiğimiz bölgeyi ileriki yıllara göre kalkındırabilecek
projeler hedefliyoruz…
Peki sadece yardım dernekleriyle mi
çalışacak Yeryüzü Mühendisleri?
Dediğim gibi öncelikli olarak yardım derneklerimizi mevcut yapmakta oldukları
veya yapacakları projelere katkı sağlamakla başlıyoruz ancak ileriki aşama-
"Yardım derneklerinin projelerine dahil olmayı ve teknik destek sağlamayı
hedefliyoruz. Sonuçta insanlar yardım yapıyor ve artık kalıcı çözümler
üretilmesini istiyorlar."
da Yeryüzü Mühendisleri'nin de ürettiği
projeler olacaktır elbette. Ancak bunlar
yardım derneklerimizin öncelikli faaliyet
alanına girmeyen daha genel ölçekli
mühendislik projeleri olacaktır. Yani biz
hiçbir zaman bağış toplayıp müstakilen
Yeryüzü Mühendisleri olarak bir yerde su
kuyusu açma veya bir yere yetimhane
yapma gibi bir proje üretecek değiliz. Bunu yardım kuruluşlarımız zaten
yapıyor, bu konularda biz onlara teknik olarak her türlü desteği vereceğiz.
Bizim üreteceğimiz projeler bir bölgenin içme suyu arıtması veya atıkların
bertaraf edilmesi, başta güneş enerjisi
olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları kullanarak bölgesel enerji ihtiyacının
karşılanması gibi daha genel ölçekteki
mühendislik projeleri olabilecektir.
Ağırlıklı olarak hangi
bölgelerde çalışıyorsunuz?
Bizim için asıl öncelikli olan, sahipsiz yerlerin sahiplenilmesi… Yani bugün
için Afrika gerçekten sahipsiz bir bölge,
o yüzden önceliğimiz şu anda Afrika.
Ancak Allah kimseye göstermesin ama
özellikle afet olma durumunda, veya
savaş, kıtlık gibi normal akışın dışında bir
gelişme olduğunda öncelikler, coğrafya
ve yer açısından, dediğim gibi sahipsiz yerlerin sahiplenilmesi yaklaşımıyla
değişiklik gösterebilecektir. Mesela Suriye bir ülke olarak yıkıldı. Suriye'de çok
yakında birçok alanda mühendislik faaliyetlerinde ihtiyaçlar doğacaktır. Bunun
yanı sıra Türkiye'de de yapacağımız
projelerimiz olacaktır.
Şu anda Yeryüzü Mühendisleri'nin
merkezi neresi? Nasıl bir çalışma
formatıyla çalışmalar yapılacak?
1 ay kadar önce Zeytinburnu
Merkezefendi'de yeni genel merkezimizi tuttuk. Öncelikli olarak ihtisaslarına
göre bu aşamada beş tane çalışma
grubu oluşturduk. Bunlar Üstyapı çalışma grubu, Su- Çevre ve Gıda çalışma
grubu, Enerji çalışma grubu, Üniversite
ve Eğitim çalışma grubu ve Bilişim ve
Haberleşme çalışma grubu. Ama zaman
içinde farklı ihtiyaçlar doğrultusunda ve
bölgelere göre yeni çalışma grupları da
oluşturulacaktır. Yeryüzü Mühendisleri
Mart - Nisan 2013 75
SÖYLEŞİ MURAT ÖZDEMİR
diyoruz ama aramızda mimarlar ve şehir
planlamacılar da var. Daha önce de bahsettiğim gibi genel olarak yurt dışında ve
yurt içinde, başta Mühendislik, Mimarlık,
Teknik Planlama, Enerji, Çevre, Tarım,
Afet olmak üzere, benzer konularda,
fizibilite, eğitim, danışmanlık, projelendirme, taahhüt, kontrol gibi mühendislik
çalışmaları yapmayı hedeflediğimiz için
çalışma gruplarımızı da öncelikli olarak
bu doğrultuda oluşturduk.
Üstyapı Çalışma grubumuz yardıma
muhtaç bölgelerde yapılacak olan okul,
hastane, yetimhane, geçici ve kalıcı
barınma yerleri gibi üst yapı, ulaşım
ve yol gibi altyapı ve diğer konularda
fizibilite ve uygulama projeleri hazırlamak, uygulamak, projelerin denetimi
ve yönetimini yapmak, ve bu konularda
meslek edindirme eğitimleri de dahil
olmak üzere mesleki eğitimler vermeyi
amaçlıyor.
Su-Çevre ve Gıda Çalışma Grubumuz,
afet bölgeleri ve yardıma muhtaç bölgelerde problemlerin başında gelen su ve
gıda temini ile çevre kirliliği ve atıkların
bertaraf edilmesi konusunda çalışıyor.
Bu bağlamda içme ve kullanma suyu
temini için; su araması ve sondajı, suyun
taşınması, depolanması, arıtılması ve
kullanıma hazır hale getirilmesi ile ilgili
proje ve uygulama çalışmaları yapmayı
amaçlıyor.
Enerji Çalışma Grubumuz, çalışma yapacağımız bölgelerde enerji temini ve yeni
enerji kaynakları ve yöntemleri konularında; araştırma yapmak, proje üretmek
ve uygulama yapmak gibi hedefler doğrultusunda oluşturuldu.
Üniversite ve Eğitim Çalışma Grubumuz,
üniversitelerde yapılan Yüksek Lisans
ve Doktora projelerinin amaca ve ihtiyaca yönelik olarak programlanması...
Yeryüzü Mühendisleri gönüllü ve gönüllü
adaylarına gerekli eğitimlerin verilmesi,
çalışma gruplarının projelerine bilimsel
ve teknik destek verilmesi... Yurtdışında
ve yurtiçinde insani yardım çalışmaları
yapan yerli ve yabancı yardım kuruluşlarına, Mühendislik Hizmetleri konularında
gerekli eğitimlerin düzenlenmesi ve/veya
verilmesi ve toplumu mühendislik ve
76 Mimar ve Mühendis
Su-Çevre ve Gıda Çalışma Grubumuz, afet bölgeleri ve yardıma muhtaç
bölgelerde problemlerin başında gelen su ve gıda temini ile çevre kirliliği
ve atıkların bertaraf edilmesi konusunda çalışıyor. Bu bağlamda içme
ve kullanma suyu temini için; su araması ve sondajı, suyun taşınması,
depolanması, arıtılması ve kullanıma hazır hale getirilmesi ile ilgili proje ve
uygulama çalışmaları yapmayı amaçlıyor.
afet konularında bilgilendirip, bilinçlendirecek eğitici faaliyetlerde bulunulması doğrultusunda çalışmalar yürütmek
üzere oluşturuldu.
Bilişim ve Haberleşme Çalışma Grubumuz da gönüllü üyelerimiz, proje paydaşlarımız ve faaliyetlerimizle ilgili bilgi
bankası oluşturma üzerine çalışıyor.
Çalışma bölgelerinde güncel teknolojileri kullanarak sağlıklı iletişim kanallarını sağlamak, Yeryüzü Mühendislerinin
teknolojik altyapısını kurmak, tanıtım
çalışmalarını organize etmek ve web
tabanlı faaliyetlerini yürütmek gibi alanlara hakim.
Faaliyet alanlarınız nelerdir ?
Genel olarak faaliyetler alanımızı 4 ana
başlık altında topladık.
1. Yurtdışında ve yurtiçinde, yoksulluk,
kıtlık, hastalık, savaş ve sel, deprem,
yangın, heyelan ve sair gibi her türlü
doğal afetlerin mağduru olan yardıma muhtaç insanlara, ırk, din, ideoloji
ve inanç ayırımı yapmaksızın her türlü
Mühendislik, Mimarlık, Şehir ve Bölge
Planlama Hizmetleri, ki biz buna genel
manada “Mühendislik Hizmetleri” diyoruz, ile İnsani Yardım faaliyetlerinde
bulunmak. Bunu insanlığa karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz.
2. Yurtdışında ve yurtiçinde insani yardım çalışmaları yapan yerli ve yabancı yardım kuruluşlarına, Mühendislik
Hizmetleri konularında teknik destek
sağlamak, gerekli eğitimler düzenlemek ve/veya vermek, Resmi, Ulusal
ve Uluslararası kuruluşlara profesyonel
hizmet sunmak. Bunu yardım kuruşlarına karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz.
3. Yurtdışında ve yurtiçindeki tarihi ve
kültürel eserlerin korunması, restorasyonu ve ihyası için gerekli çalışmaları
yürütmek, bu amaçla da Resmi, Ulusal
ve Uluslararası kuruluşlara profesyonel
hizmet vermek. Bunu tarihe, geçmişimize karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz.
4. Mühendislik Hizmetleri konularında
sivil toplum faaliyetlerinin etkinleştirilmesi ve geliştirilmesini sağlamak, toplumu mühendislik ve afet konularında
bilgilendirip, bilinçlendirmek diyebilirim.
Bunu da toplumumuza karşı sorumluluğumuz olarak değerlendiriyoruz.
Son olarak ekleyecekleriniz nelerdir ?
Evet, henüz çok yeni bir yapılma olmamıza rağmen kuruluş, hizmet ve paydaş tabanımızın geniş olmasından da
kaynaklanan büyük bir teveccüh gördük
ve girdiğimiz her ortamda heyecanla karşılandık. Bu bizi memnun ettiği gibi sorumluluk ve gayretimizi de
arttırmaktadır. Sohbetimizin başında
da belirttiğim gibi biz öncelikle mimar
ve mühendis arkadaşlarımıza bilgi ve
imkanlarının zekatlarını verebilecekleri bir ortam oluşturmuş olduk. Burada
bahsettiğimiz tüm çalışmalar birlikte,
beraberce yapacağımız çalışmalardır. Bu
çalışmalara katılmanın tek ön koşulu
bu çalışmaları öncelikle “infak” duygusuyla yapmaktır. Bu arada, Yardımeli
Derneğinin Sudan’da yaptırmış olduğu yetimhane’nin açılışı için gittiğimiz
Sudan’da Mustafa İslamoğlu hocamızın
ifade ettiği “biz sizin dünyanıza yardım
ediyoruz ama siz de bizim ahiretimize
yardım etmiş oluyorsunuz” yaklaşımını
da paylaşmak isterim. Evet bu manada
kim kime daha fazla veya daha faydalı
yardım ediyor ve bu yardımlaşmadan
kim ne kadar istifade ediyor, kazançlı
çıkıyor onu ancak Allah bilir, biz de bu
vesile ile öncelikle tüm mimar, mühendis
ve şehir plancı arkadaşlarımızı bu hayır
çalışmalarına, kendileri için, katılmaya
davet ediyoruz.
Mart - Nisan 2013 77
MAKALE
Ahmet Faruk Güneş Mülkiye Başmüfettişi
Yönetimde Merkezileşme Eğilimleri
6360 Numaralı Kanun Özelinde
Merkezi yönetimle yerel yönetimler arasında görev paylaşımı oldukça zayıf anayasal temellere
dayanmaktadır. Mahalli idarelerin genel görevi yetkili oldukları alanın “mahalli müşterek ihtiyaçlarını”
karşılamaktır. İl, belde ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan mahalli
idarelerin görevlerinin merkezileşme yönünde azaltılması ve baskılanması ya da yerelleşme yönünde
genişletilmesi ve serbest bırakılması Anayasaya Mahkemesi’nin ‘mahalli müşterek ihtiyaç’ tanımı
çerçevesinde mümkündür.
“Mahalli müşterek ihtiyacın” anayasada bir
tanımı bulunmamaktadır. Buna karşın Anayasa Mahkemesi mahalli müşterek ihtiyaç
kavramını tanımlamıştır. Bu tanıma göre
mahallî müşterek ihtiyaç, “Herhangi bir yerel
yönetim biriminin sınırları içinde yaşayan
kişi, aile, zümre ya da sınıfın özel çıkarlarını
değil, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan
somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı
ve sürekli güncelleştirdiği, özünde etkinlik,
ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel
sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet
konusu olabilen yerel ve kamusal hizmet
karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri”
ifade etmektedir.1 Anayasa Mahkemesi aynı
kararında, “Anayasada il, belediye ya da köy
halkının yerel ortak ihtiyaçlarının neler olduğu
belirlenmemiş, bunun saptanması kanuna bırakılmıştır. Bu durumda kanun, kamu yararını
gözeterek, Anayasa sınırları içinde merkezî
yönetimle yerel yönetim arasındaki görev
sınırlarını belirleyebilir. İdarenin bütünlüğü
78 Mimar ve Mühendis
ilkesinden hareketle düzenlemenin yerel
yönetimleri ortadan kaldırma ya da etkisiz
kılma amacına yönelik olmaması kaydıyla,
belirli alanlar bakımından belirli koşullara
bağlı ve yerel yönetimlere bir yük ya da borç
getirmeden kimi görev ve yetkilerin merkezî
yönetim birimine bırakılması mümkündür”
demektedir.
Anayasa Mahkemesi mahalli idarelerin
görev sınırlarını belirlerken yasama organına getirdiği ölçüt, yasama faaliyetinin
‘yerel yönetimleri ortadan kaldırma ya da
etkisiz kılma amacına yönelik’ olmaması ve
‘kamu yararına’ olmasıdır. Bunlar tanımları
kesin, hemen ortaya konulabilecek ölçütler
değildir. Hayatın akışına, siyasetin tavrına,
toplumsal kabullere göre yerel yönetimleri
hangi metinlerin ortadan kaldıracağı ya da
kaldırmayacağı veya kamu yararının olup
olmadığı değişecektir. Mahalli müşterek
ihtiyaç kavramı hukuki bir kavramdan ziyade
siyasi bir kavramdır ve parlamento bunu
tespit ederken oldukça geniş bir serbestiye
sahiptir. Mahalli idareleri denetim altında
tutma fonksiyonu gören idarenin bütünlüğü
ilkesi ve idari vesayet müessesesi de geniş
ya da dar yorumlanması mümkün olan ilke ve
müesseselerdir.
Dolayısıyla federalizme yaklaşan bir mahalli
idare anlayışı veya tam bir merkezileşme
anayasa açısından mümkün görünmektedir.
İl, belde ve köy halkının mahalli müşterek
ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan mahalli
idarelerin görevlerinin merkezileşme yönünde
azaltılması ve baskılanması ya da yerelleşme
yönünde genişletilmesi ve serbest bırakılması
Anayasaya Mahkemesi’nin ‘mahalli müşterek
ihtiyaç’ tanımı çerçevesinde mümkündür.
Büyükşehir belediyesi olan ya da yeni büyükşehir belediyesi kurulan illerde özel idarelerin
kaldırılarak merkezileşmeye gidilmesinin özel
idarelerin kapatılması bakımından anayasaya
uygunluğu tartışılabilirse2 de merkezileşmenin kendisi anayasaya uygun görünmektedir.
İl Özel İdarelerinin
Mahalli Niteliği
İl özel idarelerinde yürütme organı olan encümenin başında merkezi idarenin bir memuru
olan valinin bulunması onun mahalli idare
olma niteliğini değiştirmez. İl özel idareleri
karar organı olan İl Genel Meclisi seçimlerle
oluşan tüzel kişiliğe sahip mahalli idarelerdir.
2005 yılında İl Özel İdaresi Kanunu yerelleşme
ilkelerine uygun olarak parlamentoda yeniden
dizayn edilmiştir. Bu anlamda valinin kurum
içindeki etkisi azaltılmış, karar organının kendi
başkanını seçmesi kabul edilmiş genel olarak
kurumun yerel karakteri sağlamlaştırılmıştır.
Dolayısıyla 6360 sayılı yasayla kaldırılan özel
idare tam bir mahalli idaredir.
6360 Sayılı Yasa Bir
Merkezileşme Yasasıdır
6360 sayılı yasayla özel idarelerden diğer
mahalli idarelere görev transferi aşağıda
irdelendiği gibi çok azdır. Büyükşehir belediyesi veya ilçe belediyeleri özel idarelerin
kaldırılmasıyla kendilerinin mahalli yönetimine geçen bu yeni fiziki alanda klasik
belediyecilik hizmetlerini üstlenmektedirler.
Bu hüküm olmasa bile belediyeler bu yeni
alanlarda belediyecilik görevini kendiliğinden (ipso facto) yerine getireceklerdi. Bu
anlamda bu bir görev transferi bile değildir.
Özel idarelerin ortadan kaldırılmasıyla ortaya
çıkan mirastan en büyük pay ise merkezi
idareye düşmektedir. Belediyelere gidenin
dışında her şey ona kalmaktadır.
İl özel İdarelerinin görevlerini
kim yerine getirecek
İl özel idarelerinin kapatılması sonucu bu
idareler tarafından yapılan görevlerin hangi
kurumlar tarafından yerine getirileceği genel
olarak kanunun 3’üncü maddesinin 2’nci
bendinde formüle edilmiştir. Burada ortaya
konulan formül bunun büyükşehir belediyeleri, büyükşehir belediyelerine bağlı kurumlar
ve ilçe belediyeleri ve merkezi yönetimin
merkez ve taşra birimleri arasında paylaştırılmasıdır. Formüle göre il özel idaresinin
görevlerinden bazıları başka mahalli idarelere aktarılarak mahalli niteliği muhafaza edilmiştir. Bazıları ise merkezi idare kurumlarına
transfer edilerek mahalli nitelikleri sona
erdirilmiştir. Bu paylaşımı mahalli idaredenmahalli idareye ve mahalli idareden- merkezi
idareye görev transferi olarak tasnif etmek
mümkündür. Özel idarelerin merkezi idareyi
tamamlayıcı mahiyette olan merkezi idare
kurumlarına yardım görevleri ise tamamen
ortadan kaldırılmıştır.
Başka Mahalli İdarelere
Transfer Edilen Görevler
6360 sayılı kanunun 3’üncü maddesinin 2’nci
bendinde bazı görevlerin ilgisine göre büyükşehir belediyelerine, büyükşehir belediyesinin
bağlı kuruluşlarına veya ilçe belediyelerine
transfer edildikleri anlaşılmaktadır. Kanun
hangi görevlerin transfer edildiğini saymamış bunun “ilgisine göre” olacağını belirtmiştir. Büyükşehir belediyesine sahip ya da
6360 sayılı yasayla büyükşehir belediyesine
yeni sahip olan 28 ilde daha evvelden özel
idareler tarafından belediye sınırları dışında
yerine getirilen imar, yol, su, kanalizasyon,
katı atık, çevre, ağaçlandırma, park ve bahçe
tesisine ilişkin görevler büyükşehir belediyelerine, bunlara bağlı kurumlara ya da
ilçe belediyelerine transfer edilmiştir. Özel
İdarelerin yetkisinde olup başka bir mahalli
idareye transfer edilen yetkiler bununla
sınırlıdır.
Merkezi İdareye Transfer
Edilen Görevler
İl özel idarelerinin yürüttüğü görevlerden
başka mahalli idarelere transfer edilenler
dışında kalanları merkezi idarenin merkez ve
taşra kuruluşlarına transfer edilmiştir.
Saymak gerekirse bunlar;
1-Acil yardım ve kurtarma, 2-Sağlık, gençlik
ve spor, 3-Tarım, sanayi ve ticaret, 4-Bayındırlık ve iskân, 5-Toprağın korunması,
erozyonun önlenmesi, 6-Kültür, sanat, turizm,
7-Sosyal hizmet ve yardımlar, yoksullara
mikro kredi verilmesi, çocuk yuvaları ve
yetiştirme yurtları, 8-İlk ve orta öğretim
Mart - Nisan 2013 79
MAKALE
kurumlarının arsa temini, binalarının yapım,
bakım ve onarımıdır.
Bu hizmetlere ilişkin görevler bundan böyle
bakanlıkların merkez teşkilatları ya da taşra
teşkilatları olan bölge ve il müdürlükleri
tarafından yerine getirilecektir.
Ortadan kaldırılan Görevler
Özel idarelerce yerine getirilen ve merkezi
idareyi tamamlayıcı mahiyette olarak kamu
kurumlarına yardım niteliğinde olan görevler
ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bu
görevler tamamlayıcı mahiyette olduğundan
özel idarenin kaldırılmasıyla herhangi bir
işleme gerek kalmaksızın ortadan kalkmışlardır. Bu görevler ise şunlardır.
1- Kamu kurum ve kuruluşlarının 5/1/1961
tarihli ve 237 sayılı Taşıt Kanunu kapsamındaki araçlarının alımı, işletilmesi, bakım ve
onarımı ile bürolarının ihtiyaçları,
2-Kamu konutlarının yapım, bakım, işletme
ve onarımı,
3-Emniyet hizmetlerinin gerektirdiği teçhizat
alımıdır.
Burada olan da merkezi idarenin bazı önemli
kuruluşlarına ya da önem verdiği işlere yerel
dinamik ve esneklik içinde verilen yardımların ortadan kaldırılmasıdır. Burada bu işler
merkezi idare tarafından yapılmaya devam
edilmekle birlikte kurumsal yerel katkılar yok
edilmektedir.
sahip illerdeki valileri çok ciddi koordinasyon
sorunlarının beklediğini öngörmek için ise zamana gerek yoktur. Zira tek bir mahalli kurum
tarafından yapılan işler onlarca yeni kurum tarafından yerine getirilecektir. İl müdürlüklerinin
kendi sundukları hizmetlerde uzman olduklarını
kabul etsek bile özel idare tarafından kendileri
adına yürütülen ihale, teknik hizmetleri vs.
yürütmede ne kadar yetkin oldukları tartışılır.
Taşra teşkilatının bu muhtemel eksikliklerini
yerine getirmek için bir çözüm olarak düşünülebilecek bakanlıkların merkezi birimlerinin devreye girmesi de işleri kolaylaştırmayabilir –tam
aksine karıştırması da ihtimal dışı değildir-.
Yeni kurulan yatırım izleme ve koordinasyon biriminin özel idarelerin kaldırılmasının yarattığı
boşluğu hemen dolduracağını kabul etmek ise
fazla iyimserlik olacaktır.
Sonuç Yerine
Özel idarelerin neyi başarmak üzere 2005
yılında reorganize edildikleri 5302 sayılı İl
Özel İdaresi Yasasının gerekçesinde başarı lı
bir şekilde anlatılmıştır.3 Bu yazıyı yerelleşmeyi heyecan ve coşkuyla tarif eden 5302
sayılı yasanın genel gerekçesinde yer alan bir
paragrafı aynen alarak sonlandırmak galiba
en iyisi olacak. “Tasarı kanunlaştığında il
özel idaresi ile halk arasında sürekli iş birliği,
dayanışma ve karşılıklı güven artacaktır. İl
özel idareleri, idarenin bütünlüğüne uygun
görev yapan; güvenilir ve öngörülebilir; açık
ve saydam; hesap verme yükümlüğü olan;
verimli, etkin ve kaliteli hizmet sunan bir
yapıya kavuşacaklar, demokratik değerlerin
yaygınlaşmasına ve refahın artmasına katkıda bulunacaklardır.”
Referanslar
1
AYM, E.2011/100, K. 2012/191, T.29.11.2012, RG 22.02.2013-28567, Mahkeme bu tanımı daha önce vermiş olduğu bir
kararını biraz daha geliştirerek yapmaktadır. Gerçektende mahkeme daha önceki bir kararında mahalli müşterek ihtiyacı,
“Bu kavram, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayan kişi, aile, zümre ya da sınıfın özel çıkarlarını değil,
aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan eylemli durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve güncelleştirdiği, özünde yerel ve
Özel İdarelerin Kapatılmasının
Neden Olduğu Boşluk
Özel idarelerin kapatılmasıyla oluşan boşluk
uygulamada merkezi idarenin il müdürlükleri ile
doldurulmaya çalışılacaktır. Bu işin il müdürlükleri tarafından ne ölçüde başarıyla yapılacağını
zaman gösterecektir. Büyükşehir belediyesine
80 Mimar ve Mühendis
kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri ifade etmektedir” şeklinde tanımlamaktadır. AYM, E.1987/18,
K. 1988/23, T.22.06.1988, RG 26.11.1988-20001 Mahkeme başka bir kararında, “Anayasa, il, belediye ya da köy halkının
yerel ortak ihtiyaçlarının, neler olduğunu belirlememiş, bunun saptanmasını yasaya bırakmıştır. Bu durumda yasa kamu
yararını gözeterek Anayasa sınırları içinde merkezi yönetimle yerel yönetim arasındaki görev sınırlarını belirleyebilir” demiştir. AYM, E:1990/1, K:1990/21, T. 16.7.1990
2
Güneş, Ahmet, Faruk, Büyükşehirlerde İl Özel İdarelerinin Kaldırılmasının Hukuki Veçhesi Ve İşlevsel Sonuçları, İdarecinin
Sesi Dergisi, 154. Sayı, s 60
3
Yasanın gerekçesi için http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss583m.htm, erişim 20.03.2012
Mart - Nisan 2013 81
MAKALE
İbrahim Akgün Petrol ve Doğalgaz Mühendisi
Elektrik Piyasası Kanun Tasarısı
20 Şubat 2001’den beri yürürlükte olan 4628 sayılı elektrik piyasası kanunu, 17 Aralık 2012’de
TBMM’ye sunulan ve Şubat 2013’ün ikinci haftası itibariyle de Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar,
Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’ndan çıkan yeni kanun tasarısı ile birlikte değişmiş olacak (4628 sayılı
kanun, yürürlükte olduğu süre boyunca sanırım eklemeler, çıkarmalar ile 9 kez değiştirilmişti).
İlgili kamu kurumları açısından
• 4628’de düzenleme ve denetimin icrasından
doğrudan EPDK sorumlu idi; ama tasarıya
konulan “… şeffaf bir elektrik piyasasının
oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir
düzenleme ve denetim yapılmasının sağlanması” maddesinde geçen “… yapılmasının
sağlanması” ifadesinin gereği olarak, EPDK’nın
düzenleyici ve denetleyici rolü daha fazla
ağırlık kazanmış olacak ve denetim hizmetinin
EPDK dışından alınmasına olanak tanınacak.
“Bakanlığın, Kurumun ve DSİ’nin denetim yükümlülükleri için, bahsi geçen kurumlar açısından
bağlayıcı olmayacak ve yaptırım içermeyecek
şekilde, bağlamayacak şekilde hizmet satın
alabileceği” ifadesi ile de bu desteklenmiş, ama
bir de Anayasa Mahkemesi’nin 2012/6 esas
sayılı 4628’deki geçici 14’üncü maddenin,
1’inci fıkrasının f bendinin iptali kararı var.
• Daha önce EPDK tarafından yürütülen
kamulaştırma işlemlerinin yükü EPDK’dan
alınıyor. Bu husus, kamu yararı kararının EPDK
tarafından verileceğine dair hüküm ile çözülecek gibi duruyor. İşlemler de Maliye Bakanlığı
ve TEDAŞ tarafından yapılacak. EPDK’nın
kamulaştırma işlemlerini yürütecek sayıda
elemanının olmadığını, TEDAŞ’ın zaten tüm
dağıtım sisteminin sahibi olduğunu düşündüğümüzde bu yeni durum çok da anormal
durmuyor doğrusu. Süreçlerde yavaşlama
olmaması herkesin temennisi.
• 2015 sonuna kadar Hazine Müsteşarlığı
bütçesine konulacak ödenekten karşılanacağı
bilinen aydınlatma giderlerinin de, yeni kanun
taslağında ise, “Yüzde 80’i Bakanlık bütçesine
konulacak ödenekten, geriye kalan yüzde 20’lik
kısmı belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde
ilgili belediyenin genel bütçe vergileri payından,
bu sınırlar dışında ise ilgili il özel idaresi payın82 Mimar ve Mühendis
dan kesinti yapılmak üzere" 31 Aralık 2015'e
kadar karşılanması öngörülmüş. İbadethanelere ilişkin aydınlatma giderleri Diyanet’in
bütçesine konulacak ödenekten karşılanacak
ve burada süre sınırı yok.
Ayrıştırma ve sonrası açısından
• Rekabet Kurumu’nun isteğiyle 4628 sayılı
Kanuna konulan hüküm çerçevesinde gerçekleştirilen 2013 başındaki elektrik piyasasındaki ayrıştırmaya paralel olarak “son kaynak
tedarikçisi” ve “görevli tedarik şirketi” kavramı
ile tanışmıştık. “Son kaynak tedarikçisi” olarak,
bölgedeki ilgili dağıtım şirketinin ayrıştırılması
ile kurulan ve tedarik lisansı sahibi perakende
satış şirketi atanmıştı (bu şirketler tüm Türkiye
çapında elektrik enerjisi satışı ile iştigal edebilecekler).
Şimdi, mevcut durumda serbest tüketicinin
(ST)1 herhangi bir tedarikçi ile ikili anlaşma
yapma zorunluluğu yok yani tüm ST’ler
ulusal tarifeden enerji satın almaya devam
edebilir. Normalde de ST’ler 1 ya da 3 ayda 1
tedarikçi değiştirebilir ama olmadık bir anda
görevli tedarik şirketinden elektrik alınmak
istenmesi ya da buna mecbur kalınması
vb durumlarda perakende şirketinin talep
tahminleri sapacağından, oluşacak olası zararı
kompanse etmek için, 18 Aralık 2012 tarih ve
4190 sayılı kurul kararı alındı. Bu karar gereği,
son kaynağa düşen ST 3 ayda bir açıklanan
perakende elektrik fiyatları enerji bedelinin
yüzde 15 fazlası ile elektrik almak zorunda en
az 2 ya da 4 ay süreli (ne zaman düştüğü ile
alakalı olarak). Sürenin dolmasını müteakip de
perakende şirketi ile ya da harici bir tedarikçi
ile ikili anlaşma yapılabileceği gibi, üçüncü bir
seçenek olarak (akla yatkın olmasa da) ulusal
tarifeden enerji alımı da yapılabilir.
Komisyondan çıkan tasarıdaki “son kaynak
tedariği” kavramı “Serbest tüketici niteliğini
haiz olduğu hâlde elektrik enerjisini, son kaynak
tedarikçisi olarak yetkilendirilen tedarik lisansı
sahibi şirket dışında bir tedarikçiden temin
etmeyen tüketicilere elektrik enerjisi tedariğini”
olarak tanımlanmış. Bu ifade ile tüm ST’ler
mecburi olarak “bölgedeki ana perakende şirket
dışında” bir tedarikçi ile ikili anlaşmaya yönlendiriliyor gibi. Bu, elbette hem mantıksız hem
de temayüllere aykırı olur. O yüzden, kavramı
tanımlarken “perakende şirketi ile yapılan ikili
anlaşmalar hariç” şeklinde bir parantez açmak
iyi olabilirdi.
• Dağıtım şirketinin, dağıtım faaliyeti dışında
bir faaliyet ile iştigal edemiyor. Ancak, “dağıtım
faaliyetiyle birlikte yürütülmesi verimlilik artışı
sağlayacak nitelikteki piyasa dışı bir faaliyetin
yürütülmesine ilişkin usul ve esasların da Kurul
tarafından çıkartılan yönetmelikle belirlenir” denilmiş. Bu konu, EPDK’nın tüm gelirlere (tarife
içi ve/veya dışı) ortak olma yaklaşımından ve
TEDAŞ’ın da şebekeye dair her türlü yatırımın
mülkiyetini sahiplenmesinden ötürü daha önce
çok kez tartışılmıştı ve sonuç alınamamıştı.
Bu madde ile biraz yol alınabilecek gibi. Bilgi
Teknolojileri Kurumu Başkanı Tayfun Acarer’in
şubat ayının son haftasındaki, “BTK’ya ulaşan
talepleri dikkate alarak, elektrik hatları üzerinden
elektronik haberleşme hizmetinin sunumuna
yönelik bir düzenleme yapıyoruz” şeklindeki
demeci2 de çok önemlidir. Ancak, tasarıda
geçen “verimlilik artışı” ifadesi de biraz soyut
kalmış, tıpkı yüzde 55 yerli üretim ifadesindeki
gibi. “Onaylanan tarifeler içinde, söz konusu
tüzel kişinin piyasa faaliyetleri ile doğrudan
ilişkili olmayan hiçbir unsur yer alamaz” (17’nci
maddenin 3’üncü fıkrası).
• 4628’de otoyollar hariç, kamunun genel
kullanımına yönelik cadde ve sokak aydınlatmasından” sorumlu olan dağıtım şirketi, tasarı
ile “otoyollar ve özelleştirilmiş erişme kontrollü
karayolları hariç, kamunun genel kullanımına
yönelik bulvar, cadde, sokak, alt-üst geçit, köprü, meydan ve yaya geçidi gibi yerler ile halkın
ücretsiz kullanımına açık ve kamuya ait park,
bahçe, tarihi ve ören yerlerin aydınlatılması ile
trafik sinyalizasyonundan sorumlu tutulmuş.
Enerji borsası açısından
• Elektrik piyasasında her ne kadar 2009’dan
beri PMUM işletiliyor olsa da piyasada
derinliğin olmamasından, devletin payının
fazlalığından vb sebeplerden ötürü fizibiliteye
esas alınacak fiyatların oluşmadığı ve risklerin
yönetilemediği söylenebilir. Yenilenebilir Enerji
Kanunu çerçevesinde belirlenen fiyatlar bu
konuda biraz fayda sağlamış olsa da asıl
çözümün future, forward gibi işlemlerin de
olduğu gerçek bir elektrik borsası olduğu
çeşitli platformlarda dile getirildi. Bu piyasa
Enerji Piyasaları İşletme A.Ş. (EPİAŞ) olarak
kuruluyor, işleticisi de İMKB. Elektrik enerjisinin
doğası gereği ve sektörün düzenleniyor olmasından kaynaklı olarak, EPİAŞ’ın işleticisi olarak
İMKB’nin seçilmesi enerji sektörünün arzu ettiği bir yapı değildi. EPİAŞ ile 26 Eylül 2011’de
açılan VOB-Baz Yük Elektrik Vadeli İşlem
Sözleşmeleri de daha önemli hale gelebilir.
Lisanslandırma ve mevcut
lisanslar açısından
• Önlisans kavramı ile tanışıyor sektör bu
kanun tasarısı ile. Önlisans, “üretim lisansı başvurusunda bulunan tüzel kişiye, öncelikle üretim
yatırımına başlaması için mevzuattan kaynaklanan izin, onay, ruhsat vb belgeleri edinebilmesi
ve üretim tesisinin kurulacağı sahanın mülkiyet
veya kullanım hakkını elde edebilmesi için Kurum
tarafından belirli süreli verilir. Önlisansın süresi
mücbir sebepler dışında 24 ayı geçemez” şeklinde tanımlanmış. Önlisans sahibi tüzel kişiliğin
ortaklık yapısında, lisans alımına kadar, dolaylı
ya da doğrudan değişiklik olması önlisansın
iptali için gerekçe olarak sayılmış. Taslak
kanunun yürürlüğe girmesiyle, Kurumca henüz
sonuçlandırılmamış üretim lisansı başvuruları
da önlisans olarak değerlendirilecek. Önlisansın
usul ve esasları da Kurul tarafından çıkartılacak
yönetmelikle düzenlenecek; ama “Kurum’dan
aldığı üretim lisansına derç edilen inşaat öncesi
süresi henüz sona ermemiş veya bu süre sona
erdiği halde bu süre içerisinde yerine getirmesi
gereken yükümlülükleri ikmal edemeyen tüzel
kişilerin bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihi takip
Yenilenebilir Enerji Kanunu çerçevesinde belirlenen fiyatlar, fayda sağlamış
olsa da asıl çözümün future, forward gibi işlemlerde olduğu, gerçek bir
elektrik borsasında olduğu çeşitli platformlarda dile getiriliyor.
eden 3 ay içerisinde lisansları Kurum tarafından
resen sona erdirilerek var ise kalan inşaat öncesi
sürelerine 6 ay eklenmek suretiyle bulunacak
süre kadar süreli, yok ise 6 ay süreli önlisans
verilir” şeklinde de madde var tasarıda. Usul ve
esasların düzenlenmesi 3 aylık süre içerisinde
netleştirilmesi mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla, yatırımcıların önlisansa düşmemek için
halletmesi gereken izinlerin vs tam olarak neler
olacağına yönelik belirsizlik sıkıntı oluşturacaktır.
Önlisans kavramı ile “çantacı” olarak nitelendirilen lisans sahiplerinin engellenmesinin amaçlandığı aşikar. Bunu en iyi, önlisans süresince
önlisans sahibi tüzel kişinin ortaklık yapısından
değişiklik yapamıyor olması ifadesinden anlıyoruz ama ülke kaynaklarının lisanslandırılmasının
büyük oranda tamamlandığı düşünüldüğünde3,
acaba bu yeni kavram dolayısıyla ikincil mevzuatta yapılması gerekli düzenlemelerden ötürü
gecikmelerin önüne geçebilmek adına, önlisans
kavramı ile sektörü tanıştırmak yerine lisans
iptali ile alakalı kolaylaştırıcı hükümler konulsa
daha sağlıklı olmaz mı(ydı)? Öte yandan,
ilerleme raporları daha ciddiyetli denetlenmeli
(idi en baştan beri), lisans sahiplerine çeşitli
yükümlülükler tanımlanmalı (idi) ve yerine getirilmediği taktirde de lisans iptali söz konusu
olsa idi. Tüm bunlar yapılmadığı için şimdi
çeşitli mucbir sebeplerden ötürü lisansa derç
edilen sürelere uyamamış yatırımcılar da zora
girecek yani kurunun yanında yaş da yanacak.
Ayrıca, ortaklık yapısında değişiklik yapılama-
ması anlaşılır gibi değil. Sonuçta yatırımcılar
para kazanmak için bu lisansları alıyor, piyasa
düzgün işlese idi zaten baz fiyatlar oluşmuş
olacak idi, iyi projeler zaten yatırımcı bulacak
idi ve “çantacı” gibi bir kavram ile tanışılmayacak idi belki de. Bu durumda asıl suçlunun
yatırımcı olmadığı bile söylenebilir.
• “İstihdam edilmesi gereken nitelikli personele
ilişkin hükümler”in (5’inci maddenin 1’inci
fıkrasının c bendi) Kurum tarafından çıkartılacak yönetmeliklerle düzenleneceği belirtiliyor.
EPDK’nın çalıştırılacak personele (burada
unvansal bir durum söz konusu olmayacaktır)
müdahale ettiği aşikar olsa da bu ifade ile
mesleki yeterliliğin önünün açıldığı kanısındayım, yani bu maddenin Mesleki Yeterlilik
Kurumu’nda onaylanan meslek standartlarının
ve yeterliliklerinin daha da anlamlı olmasını
sağlayabilecektir.
Piyasa faaliyetleri ve pazar payı
kısıtlamaları açısından
• Üretim şirketinin piyasada yapabileceği faaliyetler; tedarik şirketlerine, serbest tüketicilere
ve özel direkt hat tesis ettiği kişilere elektrik
enerjisi veya kapasite ticareti, organize toptan
elektrik piyasalarında elektrik enerjisi satışı
veya kapasite ticareti (al-sat), organize toptan
elektrik piyasalarından elektrik enerjisi veya
kapasitesi alımı (lisansa derç edilen yıllık elektrik üretim miktarını aşmamak kaydı ile) olarak
sıralanmış. Üretim şirketleri ihracat ve ithalat
da yapabilecek. Yeni kanun tasarısının geçici
Mart - Nisan 2013 83
MAKALE
7. maddesi ile, otoprodüktör ve otoprodüktör gruplarının, mevcutların lisansları hakları
korunmak suretiyle Kanunun yayımı tarihinden itibaren 6 ay içerisinde üretim lisansına
dönüştürülerek, kaldırılması öngörülmektedir.
Gerekçe olarak da, üretimin piyasaya arzının
esas alınması gösterilmektedir. Yani; tasarı,
üretilen elektriğin kısıtsız ve engelsiz şekilde
piyasaya arz edilmesini sağlayan bir piyasa
yapısı öngörmektedir. Ancak, bu maddeye
yönelik özellikle TÜRKOTED Başkanı Özkan
Ağış’ın eleştirileri vardı (enerji tasarrufuna darbe vuracağına yönelik). Bunlar dikkate alınmış
olacak ki komisyondan çıkan tasarıya, “Üretim
lisansı sahibi tüzel kişilerin tesislerinde ürettiği
enerjiyi iletim veya dağıtım sistemine çıkmadan
kullanması kaydıyla sahip olduğu, kiraladığı,
finansal kiralama yoluyla edindiği veya işletme
hakkını devraldığı tüketim tesislerinin ihtiyacını
karşılamak için gerçekleştirdiği üretim, nihai
tüketiciye satış olarak değerlendirilmez. Söz
konusu tüketim tesislerinde tüketilmek üzere
yapılan elektrik enerjisi alımı, ikinci fıkranın (c)
bendinde belirtilen oran hesabında dikkate alınmaz” şeklinde ekleme yapılmış, iyi de olmuş.
Madde 7’nin 5’inci fıkrasında, “Herhangi bir
gerçek veya özel sektör tüzel kişisinin kontrol
ettiği üretim şirketleri aracılığıyla üretebileceği
toplam elektrik enerjisi üretim miktarı, bir
önceki yıla ait yayımlanmış Türkiye toplam
elektrik enerjisi üretim miktarının yüzde 20’sini
geçemeyeceği belirtilmiş. Rüzgar ve güneş
enerjisine dayalı elektrik üretim tesisi kurulması için yapılan önlisans başvurularının değerlendirilmesinde (başvuruların aynı bağlantı
noktasına ve/veya aynı bağlantı bölgesine
olması durumunda) de üretilen enerji değil de
birim MW başına katkı payı ödemesi esası
getirilmiş. Bu sayede hem yapılacak yatırımın
artırılması hem arazinin verimli kullanılması,
nihai olarak da fizibilitenin daha iyi yapılması
amaçlanmış, iyi de olmuş.
• Üretimdeki kısıtlamaya ek olarak toptan ve
84 Mimar ve Mühendis
perakende satış piyasasında da pazar kısıtlamaları var. Deniliyor ki, tedarik lisansı sahibi
özel sektör tüzel kişilerinin üretim ve ithalat
şirketlerinden satın alacağı elektrik enerjisi
miktarı, 1 önceki yıl ülke içerisinde tüketilen elektrik enerjisi miktarının yüzde 20’sini
geçemez. Ayrıca, söz konusu özel sektör tüzel
kişilerinin nihai tüketiciye satışını gerçekleştireceği elektrik enerjisi miktarı da 1 önceki
yıl ülke içerisinde tüketilen elektrik enerjisi
miktarının yüzde 20’sini geçemez. Kayıp ve
kaçağın dağıtım şirketinin sorumluluğunda
olduğundan, burada faturaya esas tüketimden
bahsedildiğini düşünebiliriz (yani net tüketim). Şimdi, üretim şirketleri toptan piyasaya
elektrik enerjisi satabiliyorlar ve pazar payı da
üretim açısından maksimum yüzde 20, tedarik
lisansı sahiplerinin de tüketim açısından yüzde
20. Bu durumda herhangi bir kontrol grubu,
üretim ve/veya tedarik şirketleri aracılığı ile
pazarın toplamda yüzde 40’ına (20+20) hakim
olabilir. Yani fiktif olarak bakıldığında Türkiye
pazarında 2.5 adet kontrol grubu elektrik
piyasasını yönetebilir. Normalde, herhangi
bir birleşme, devralma vs olmadan, sadece
etkinlik bazlı olarak piyasa yapısı içerisinde, rekabet ortamında büyüyen tedarikçilerin pazar
payının kısıtlanması mümkün değil ve Kurul’un
koyduğu eşiğin işlememesi lazım ama elektrik
piyasası regüle edilmektedir.
Perakende satış şirketinin herhangi bir üretim
şirketine iştirak edip edemeyeceğiyle alakalı
kesin bir hüküm yok tasarıda ama iştirak
edebilecektir. Çünkü bu tüzel kişiliklere tedarik
lisansı veriliyor ve nasıl ki önceden toptancılar
üreticilere iştirak edebiliyor idiyse şimdi de
tüm tedarik lisansı sahibi tüzel kişiler edebilir.
Lisanssız üretim açısından
• Lisanssız yürütülebilecek faaliyetlerin sayısı
ve türü artmış (detaylar için tasarının 14’üncü
maddesinde). Lisanssız faaliyetler konusundaki en önemli değişiklik, mevcut durumda 500
kW olan lisanssız elektrik üretim üst sınırının,
kanun tasarısı ile 1 MW’ye çıkartılması.
Lisans alma yükümlülüğünden muaf yenilenebilir kaynaklardan elektrik üreten kişiler,
ürettikleri fazla elektriği sisteme (son kaynak
tedarik şirketi üzerinden), 10 Mayıs 2005 tarih
ve 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının
Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına
İlişkin Kanun’da belirtilen kaynak türü fiyatından
verebilecekler (güneş için fiyat 13.3 ABD Dolar
Cent/kWh, rüzgar için 7.3 ABD Dolar Cent).
Sonuç olarak; fiyat eşitleme mekanizması
(FEM) devam ediyor, sayaçlar dağıtım şirketine geçiyor, piyasa serbest tüketici değişimleri
ile hareketliliğe zorlanıyor, ön lisans geliyor,
elektrik sektöründe rekabetçi bir piyasa hedefleniyor, EPİAŞ geliyor vs. Bunların çoğu zaten
yönetmeliklerle halledilmişti, halledilecek idi
ama yamalı bohça halini alan kanunun derlenip
toparlanması, en önemlisi sadeleştirilmesi iyi
oldu. EPDK Başkanı Sayın Hasan Köktaş’ın ifade ettiği üzere “Bu yasa daha gelişmiş bir piyasa
altyapısı getiriyor”, basit anlamda olan budur.
Referanslar
1
Serbest tüketicilerin tamamı (serbest tüketici olmak için 2013 yılındaki limit, 24.01.2013 tarih ve 4250 sayılı kurul kararı
ile 5 bin kWh olarak belirlenmiştir), ya perakende şirketi ile ya da herhangi bir tedarikçi (elektrik enerjisi ve/veya kapasite
sağlayan üretim şirketleri ile tedarik lisansına sahip şirket) ile ikili anlaşma yapabiliyor.
2
http://enerjienstitusu.com/2013/02/25/elektrik-hattindan-internet-geliyor/
3
Bu, EPDK’nın görüşlerinin İlave Görüş kısmında vurgulanmaktadır.
www.istanbul3Wcongress.org
‹STANBUL ULUSLARARASI KATI ATIK,
SU VE ATIKSU KONGRES‹ 2013
22-24 MAYIS 2013
Haliç Kongre Merkezi, ‹stanbul
‹stanbul3WCongress 2013 Etkinlik ‹çeri¤i
• Bilimsel Oturumlar
• Sergi Alan›
• Dünya Belediye Baflkanlar› Toplant›s›
• Ticari Oturumlar
• Kat› At›k, Su ve At›ksu E¤itimleri
• Teknik Geziler
Organizasyon
Ana Sponsor
Alt›n Sponsorlar
ORGAN‹ZASYON SEKRETARYASI
Tel: 0216 360 66 59 • Faks: 0216 360 64 31 • E-posta: [email protected]
Mart - Nisan 2013 85
BİZDEN HABERLER
TURGUT CANSEVER ANILDI
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun (MMG) Turgut Cansever’in 4’üncü ölüm yıldönümünde düzenlediği ‘Turgut
Cansever’i Anlamak’ etkinliği, YTÜ Mimarlık Fakültesi Prof. Dr. Alpay Aşkun Salonu’nda yoğun bir katılımla
gerçekleşti. Etkinlik çerçevesinde düzenlenen panele konuşmacı olarak katılan YTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nuran
Kara Pilehvarian, MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve yazar, düşünür Dücane Cündioğlu, Turgut Cansever’in
eserleri, söylemleri ve tezi ile ilgili görüşlerini ifade ettiler.
‘T
urgut Cansever’i Anlamak’ etkinliği, YTÜ Mimarlık Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Nuran Kara Pilehvarian tarafından Turgut Cansever’in bir söyleşisi
izlettirilerek başladı. Sonrasında düzenlenen panelin açılış konuşmasını MMG
Yönetim Kurulu Üyesi Mimar Yavuz Sarı
gerçekleştirdi.
ŞEHİRCİLİĞİN RUHU
MİMARİYİ ETKİLİYOR
Turgut Cansever, 2000’li yıllardan sonra
kendisiyle yapılan bir video çekiminde, şehirciliğin önemini anlatırken, şehirciliğin
ruhunun mimariyi etkilediğini, Osmanlı
şehirlerinin yapısının çok iyi anlaşılması
gerektiğini ifade ediyordu. Söyleşi izlenimi
sonrasında açılış konuşmasını yapan
Prof. Dr. Nuran Kara Pilehvarian, Turgut
Cansever’in nasıl dolu bir hayat yaşadığını
biyografisiyle, çalışmalarıyla ve yaptığı
yapılarla anlattı.
MMG Başkanı Avni Çebi, şehirciliğin
öneminin son zamanlarda arttığını, şehri
inşa ederken dünü, bugünü ve geleceği
düşünerek, geçmişin birikimini geleceğin
vizyonuyla birleştirilerek inşa edilmesi
gerektiğini söyledi. Turgut Cansever’in çok
bilinmediğini, vefatından sonra da halen
çok iyi bir şekilde tanınmadığına dikkat
çeken Çebi, Cansever’in anlaşılmadığını,
şehircilikte şu anda çok hızlı bir değişim,
"akıl tutulması" yaşandığını söyledi. Avni
Çebi; “bugün Turgut Cansever’i yeniden
okumamız, gelecek 100 yılımızı planlarken sorumlu, vicdanlı ama aynı zamanda
tarihini ve kişiliğini bilen bir bilinçle inşa
etmemiz gerekiyor” dedi.
Panelde Dücane Cündioğlu, “Turgut
Cansever’in İkonolojik Arayışı” konulu
bir konuşma yaptı. Turgut Cansever’in
İslam şehri derken camilerden değil, şehre
ruhunu veren tezahürlerinden, tecessümünden ve teşahhüsünden bahsettiğini
belirten Cündioğlu, tecelli ve tecessümün
ne olduğunu bilmeden Turgut Cansever’i
anlamanın mümkün olmadığını belirti.
Turgut Cansever’in müktebasatını değerlendirmek için ilk önce çığlığını anlayabilmenin ve idrak edebilmenin gerektiğini
ifade eden Cündioğlu, Cansever’in TV’de
86 Mimar ve Mühendis
Dücane Cündioğlu
müeddep bir tavırla “Tayyip Bey Belediye
Başkanı iken randevu almayı beceremedim” dediğini belirtti ve sözlerine şöyle
devam etti: “Siyasi iradenin iltifat ettiği
şahıslar, bu iltifatı güce dönüştürürse siyasi irade bu iltifatı geri çeker. Sezai Karakoç
ödülleri kabul etmediği için ödüle doymuyor. O, ödülü verenlere karşı bir güce
dönüştüremeyeceği için Karakoç’a ödüller
verilmeye devam ediliyor. Cansever’ de hayattayken hak ettiği alaka gösterilemedi.”
İnsanı bir makine olarak gören, mekanik
bir dünya görüşüne sahip olan Cansever’in
Le Corbusier’e olan ilgisinden de bahseden
Cündioğlu, organizmanın makineye dönüşmesinin dikkate alınmadan mimarinin
yapılamayacağını söyledi. Cansever’in
bu anlamdaki çaba ve mücadelesinin
önemine dikkat çekerek: "Mekanik dünya
görüşünü anlayamazsak
Türkiye’deki mimariyi tartışamayız"
diyen Cündioğlu, organizmanın makineye
dönüşü dikkate alınmadan mimarinin
tartışılamayacağını belirtti.
Bir dünya görüşünden hareketle makineleşmeyle hesaplaşan bir entelektüelin;
büyük bir zekanın çırpınışlarını anlamaya
ve anlamlandırmaya çalıştıklarını belirten
Cündioğlu, iktidarın ne kışlaya karşı çıktığını, ne de Taksim’e yapılacak Caminin
ebatlarına karşı çıktığını belirterek, bu
zihniyetin uzaktan bizle aynı dünya görüşüne sahip oldukları zannedilse de, farkın,
fark-ı azim olduğunu söyledi. Cündioğlu
konuşmasını Cansever’in "Sütun Başlıkları" isimli doktora tezindeki bazı içerikleri
izah ederek bitirdi. Program, plaket töreninin ardından sonlandırıldı.
Kadem Ekşi:
“SİSTEMİ SÜRDÜRÜLEBİLİR KILACAK
ARGÜMANLARA ÖNEM VERİLMELİ”
Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, Kanal A’da yayınlanan bir programa
katılarak kentsel dönüşüm ve bu süreçte dikkat edilmesi gereken hususlar hakkında bilgi verdi.
S
ürdürülebilir ve daha sonraki kuşaklara
tarihi ve kültürel dokuyu da aktarılabilecek yapılar inşa etmenin önemine vurgu
yapan Ekşi, “Farkındalık üretmemiz gereken
konu; sistemi sürdürülebilir kılacak argümanlara önem verilmesidir. Çevre, ekoloji
ve ekosistemle ilgili yapıcı çalışmalara
ihtiyaç vardır. Yani otoparklar yeşil alanlar,
geri dönüşümü sürdürebileceğimiz; yapı
malzemeleriyle uyumlu bir çalışmayı hayata
geçirmeliyiz” dedi.
“ORTAK AKIL DOĞRULTUSUNDA BİR
ÇÖZÜM OLUŞTURMALIYIZ”
Konuşmasında deprem yasası ile ilgili de
fikirlerini beyan eden Ekşi; “Yapı stoklarının
fay hatlarının üzerine inşa edildiği şehirler
var. Bu güvensiz ve risk alanlarının özellikle
Van Depremi’nden sonra Kentsel Dönüşüm
ve Deprem Yasası meclisten hızlı bir şekilde
geçmiştir fakat bu yeniliği fırsata çevirecek
bir algıya henüz ulaşabilmiş değiliz. Bu
süreçte gerçekleştirilecek çalışmalardan
yapı sahipleri başta olmak üzere herkesin
kazanımı olması gerekir. Bu süreçte ortak
akılla inşa edilecek bir çözüm oluşturmamız
gerekiyor. Fırsata çevirmemiz gerekir dediğim yerler, bu fay hatları üzerindeki tehlikeli
ve riskli alanların yerine yeni ve önemli bazı
özelliklere mutlaka sahip olan şehirler inşa
etmeliyiz. Özetle şehirlerimizi inşa ederken
en önemli noktalarından biri yaşlılara, çocuklara ve özürlülere uygun ve onların rahatlıkla, zorluk çekmeden yaşayabileceği şehirler
üretebilmektir. Yani sadece deprem güvenliğini sağlayan konutlar inşa ederken “Herkes
için şehir” konseptini de bu süreçte uygulayabilmemiz gerekmektedir” diye konuştu.
MMG Canovate’in üretim tesislerini gezdi
M
imar ve Mühendisler Grubu (MMG) 10 Ocak
2013’te Canovate Group Üretim Tesisleri’nde
teknik gezi gerçekleştirdi. Canovate adına ev
sahipliğini Genel Müdür Levent Gülbahar ve Bölge
Satış Müdürü Mustafa Kuğu yaparken, teknik gezi
öncesi yapılan mini tanışma toplantısında Canovate ve çalışmaları hakkında bilgiler verildi. Geziye
MMG adına Genel Başkan Avni Çebi, MMG Bilişim
Komisyonu Başkanı Mustafa Yanartaş, MMG üyeleri
ile İBB ve özel sektörden misafirler de katıldı. Üretim
tesisleri gezisi öncesi toplantıda birbirleriyle tanışan
ve kurumlarını tanıtan teknik gezi ekibi, daha sonra
duvar tipi, alüminyum, sac ve diğer tip kabinlerin
montaj hattı çalışma alanlarını; aksesuar montaj hattı, CNC büküm ve panç alanları ile boya ve kurutma
alanlarını gezerken, çalışmaları yerinde inceleme ve
uygulanan işlemleri görme imkanı buldu. Teknik gezi
ekibine Genel Müdür Levent Gülbahar rehberlik etti.
Fiber optik ürünler ve kabinlerin özelliklerinden de
bahseden Gülbahar, verdiği teknik bilgilerle teknik
gezi katılımcılarını ürünler ve ürünlerdeki yeni
teknolojik gelişmeler hakkında bilgilendirmiş oldu.
Gezinin son bölümünde yemeğe geçen ekip, burada
ortak çalışmalar ve koordineli çalışma alanları hakkında görüş alışverişinde bulundu.
Mart - Nisan 2013 87
BİZDEN HABERLER
Dr. Faruk Özlü:
“SAVUNMA SANAYİNE YERLİ ÇÖZÜMLER SUNUYORUZ”
Geleceğe dönük uygulanan doğru stratejiler sonucunda çok sayıda projenin savunma sanayi tarafından başarıyla
yürütülmesinin sağlandığını söyleyen Dr. Faruk Özlü, savunma sanayini özgün yurtiçi çözümler sunabilecek ve
uluslararası alanda rekabet edebilecek şekilde yapılandırdıklarını dile getirdi.
M
imar ve Mühendisler Grubu (MMG)
Ankara Şubesi’nin düzenlediği
"Savunma Sanayiinde Stratejik Gelişmeler"
konulu Ankara Sohbetleri etkinliği, 14 Ocak
Pazartesi günü Savunma Sanayi Müsteşar
Yardımcısı Dr. Faruk Özlü’nün katılımıyla
gerçekleşti. Programa Ak Parti Merkez Disiplin Kurulu Üyesi Vahdettin Bahadır, ETKB
Bakan Müşaviri Murat Akkaya, TAI Direktörü
Yılmaz Güldoğan, EPDK Kurul Üyesi Fatih
Dönmez, SHGM Gnl. Md. Yrd. Bahri Kesici,
AYGM Demiryolu Dairesi Bşk. Kazım Özgür,
Ankara Büyükşehir Belediyesi İç Teftiş Kurulu Bşk. Doğan İşçi, Karayolları Teftiş Kurulu
Bşk. Vacip Mert, MMG Şube üyeleri ile çok
sayıda konuk katıldı.
SAVUNMA SANAYİNE YERLİ ÇÖZÜMLER
Ankara Sohbeti etkinliğinin konuklarına
savunma sanayinin tarihini ve son 10 yıldaki
gelişmeleri aktaran Dr. Faruk Özlü, “Müsteşarlığımız 2000’li yıllara kadar ortak üretim
programlarıyla, daha sonra ise özgün yurt
içi tasarım ve yurtiçi üretim sistemleriyle,
TSK’nın modernizasyonuna ve gelişimine
önemli katkılarda bulunmuştur. Geleceğe
dönük uygulanan doğru stratejiler sonucunda Milgem, Altay Ana Muharebe Tankı,
Meltem Deniz Karakol Uçağı, Kasırga TR-300
Füzesi, Milli Piyade Tüfeği, İnsansız Deniz
Aracı, Atak Helikopteri ve İnsansız Hava
Araçları gibi çok sayıda projenin savunma
sanayimiz tarafından başarıyla yürütülmesi
sağlanmıştır” dedi. Özgün Yurt İçi Geliştirmeyle, savunma sanayini özgün yurtiçi
çözümler sunabilecek ve uluslararası alanda
rekabet edebilecek şekilde yapılandırdıklarından bahseden Özlü, “Yan Sanayi ve KOBİ
Yaklaşımıyla da, savunma sanayi faaliyetlerine yerli sanayinin katılımı çerçevesinde,
KOBİ’lerin teşvik edilmesini sağlıyor ve bunu
çok önemli görüyoruz. KOBİ’lerin yaratıcı,
esnek ve dinamik yapısı sektörü güçlendirecek, yerlileştirme hedeflerine ulaşılmasında
önemli katkılar sağlayacak ve nihayetinde
sektörde verimliliği artıracaktır. Savunma
ürünü ihracatına yönelik teşvik ve offset
imkanlarının KOBİ’lerin istifadesine açılması
amacıyla da ihtiyaç duyulan konularda ilave
tedbirler alınacaktır” diye konuştu.
KENDİ ÜRÜNLERİMİZİ ÜRETİYORUZ
Özlü, “Kendi tasarımlarımızı yapıyoruz, kendi
ürünlerimizi üretiyoruz. Eskiden kolaydı,
lisans alıp burada üretip, teslim ediyorduk.
Şu anda kendi mühendislerimiz, kendi
işçilerimiz tasarımları, üretimleri yapıyor.
Türkiye dönüşü olmayan bir yola girdi.
Bundan sonraki hedefimiz kendi askeri jet
uçağımızı yapmak, biliyorsunuz geçtiğimiz
haftalarda kendi uydumuzu fırlattık, kendi
helikopterimizin tasarımını yaptık uçurduk,
kendi fırkateynlerimizi kendimiz yapıyoruz”
diye konuştu.
MMG İTÜ Rektörü Mehmet Karaca'yı ziyaret etti
M
imar ve Mühendisler Grubu (MMG),
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)
Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca'yı makamında
ziyaret etti. MMG adına ziyarete Genel Başkan
Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcılarından
Osman Şahbaz, Ömer Faruk Kültür ve Kadem
Ekşi, MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Yeryüzü
Mühendisleri Genel Başkanı Murat Özdemir,
Yönetim Kurulu Üyelerinden Şenol Arslan, Bilgi
Güvenliği Yönetim Sistemleri Uzmanı Dr. Lami
Kaya, MMG Denetleme Kurulu Üyelerinden
Ömer Doğan ve Lütfullah Altınkum ve Çekmece
Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü
Doç. Dr. Ahmet Erdal Osmanlıoğlu katıldı. MMG
Genel Başkanı Avni Çebi, MMG’nin çalışmaları
88 Mimar ve Mühendis
hakkında bilgi vererek, MMG olarak gerçekleştirilen çalışmaların sürdürülebilir olmasına özen
gösterdiklerini belirtti. Gündemde olan özellikle
şehircilik üzerine yapılan çalışmalarda herkesin
duyarlı olması gerektiğini ifade eden Avni Çebi,
üniversitelerin proje bazlı çalışmalara daha çok
özen göstermesinin, beyin dolaşımını artıracak
Farabi projeleriyle toplumun daha da kaynaşmasının sağlanmasının öneminden bahsetti.
İTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca, Avrupa'ya
öğrenci gönderdiklerini, gönderdikleri kadar
gelmediğine dikkat çekerek, beyin göçünün
çok önemli olduğunu, geleceği inşa etmek için
dünya standartlarında teknoloji üretilmemisinin çok önemli olduğuna değindi.
Senai Demirci Genç MMG
Söyleşilerine Katıldı...
G
enç MMG'nin düzenleyeceği söyleşilerde ilk konuk Senai Demirci
oldu. Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde
gerçekleşen söyleşide Senai Demirci, genç
mimar ve mühendislerden oluşan gruba
Yusuf Kıssası'nı üç farklı bakış açısıyla
yorumladı. Yusuf (a.s.)'ın üç farklı gömleği
olduğunu, bu kıssada bize müthiş yorumların bulunduğuna değinen Senai Demirci,
Inception filminde taksicinin isminin
Yusuf olmasındaki işarete de değindi.
"Üç Yusuf Sahnesi: Hayatı Yusuf Aynasında Seyretmek İçin" başlığında Senai
Demirci, Yusuf Peygamberin hayatında üç
farklı sahnede özneleri değiştirdiğimizde
insana müthiş dersler ve ibretler verildiğini söyleyen Senai Demirci, Yusuf Peygamberin üç gömleği olduğunu söyledi. İlk
gömleğin, Yusuf Peygamberin çocukken
üzerinden çıkarıldığı gömlek (kanlı ve
yırtık), ikinci gömleğin Züleyha'nın Yusuf
Peygamber'in yırttığı gömlek (kansız
ama yırtık), üçüncü gömleğin de Yusuf
Peygamber'in babası Yakup Peygamber'e
gönderdiği gömlek (hem kansız hem yırtık
değil) olduğunu söyleyen Senai Demirci,
Kuran'ı hayatımıza uygulayacakmış gibi
okumamız gerektiğinin altını çizdi.
Yusuf Yakub'un Kaybıdır!
İnsanoğlu'nun herşeye Yakup olmaması
gerektiğini söyleyen Senai Demirci, sadece
Yusuf'a Yakup olunabileceğini belirtti.
Yusuf Suresini üç sembol üzerinden
okunabileceğini söyleyen Senai Demirci,
dünya sahnesinde Yusuf Peygamberin
hayatının aslında insanoğluna anlatılan
en derin, en kadim hikayelerden biri olduğunu, dolayısıyla bir hikaye dinliyormuş
modundan öte, sanki biz de hikayenin bir
yerindeymişiz gibi okunmasının doğru
olduğunu belirtti. Senai Demirci, anlattığı
üç sembolden ilkinin, Yusuf Peygamberin
rüya gördüğünü, başkaları tarafından yo-
rumlandığını, ikinci olarak Hükümdar'ın rüya gördüğünü Yusuf Peygamberin yorumladığını, üçüncüsünde
rüyanın bizzat kendisinin Yusuf olduğunu belirtti.
Söyleşi, Genç MMG Başkanı Mimar Yavuz Sarı'nın
Senai Demirci'ye plaket vermesi ve toplu fotoğraf
çekimiyle bitti.
MMG Ankara Şubesi Murad Bayar’ı ziyaret etti
M
imar ve Mühendisler Grubu
(MMG) Ankara Şubesi, Şube
Başkanı Yılmaz Ada’nın da eşliğiyle
gerçekleştirdiği ziyarette, Savunma
Sanayi Müsteşarı Murad Bayar’ı ziyaret
etti. Geçtiğimiz ay MMG’nin düzenlediği kahvaltılı çalışma toplantısına da
iştirak eden Bayar MMG ile ilgili olumlu
görüşlerini iletirken, gelecek dönemlerde
de bu gibi etkinliklere devam edilebileceğini belirtti. MMG Ankara Şubesi
adına ziyarete şu isimler katıldı, Başkan
Yılmaz Ada, Yeryüzü Mühendisleri Genel
Başkan Yardımcısı Şehmus Yıldırım,
Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Öncel,
Yönetim Kurulu Üyesi Serhan Gören ve
Ali Emre Akgüneş.
Mart - Nisan 2013 89
BİZDEN HABERLER
İSTİŞARE TOPLANTISI DÜZENLENDİ
M
imar ve Mühendisler Grubu (MMG),
eski ve yeni başkanlar ve yönetim
kurulu üyeleri ile bazı üyeler 17 Mart Pazar günü gerçekleştirilen istişare toplantısında buluştu. Üsküdar’da gerçekleştirilen
İstişare Kurulu Toplantısı’nda, yaklaşan
MMG Olağan Genel Kurulu öncesi durum
değerlendirmesi yapan istişare kurulu,
şubeler tarafından gerçekleştirilecek olan
genel kurullar konusunu masaya yatırdı.
MMG’nin kuruluşundan bu yana, gerçekleştirdiği etkinlikleri, misyonu ve vizyonu
konusunda geçmişten günümüze durum
değerlendirmesi yapılan istişare kurulunda, bundan sonraki dönemde de MMG’nin
başarılı çalışmalar yapabilmesi ve bu
doğrultuda hızla ilerleyebilmesi için geçmişteki yönetimler gibi, gerekli donanıma
ve bilgi birikimine sahip bir yönetim kurulunun seçilmesi konusunda görüş alışverişi
yapıldı. MMG’nin kurulduğu günden bu
yana değerlerine bağlı kalarak ve mimar ve
mühendislik alanında nitelikli çalışmalar,
programlar yapmaya devam etmesi gerektiği kanaatine de varıldı.
Geçmiş dönem başkanlarından Oral Avcı
ve Murat Kalsın da gerçekleştirilen istişare
kuruluna katılırken, son iki dönemdir MMG
Genel Başkanlığı yapan Avni Çebi’ye başarılı
çalışmaları ve özverisi nedeniyle teşekkür
ettiler. İstişare kuruluna katılan heyetteki
herkes MMG’nin gelecek dönemi için görüş
ve önerilerini bildirirken, istişare kurulu
üyelerinin büyük çoğunluğu yeni dönemde göreve gelecek yönetim kurulu için
MMG'nin değerlerini ve başarılı çalışmalarını sürdürebilecek ve kamuoyundaki MMG
algısını yaşatmaya devam edecek yeni bir
yönetim kurulunun oluşturulması için fikir
birliği sağladı.
“İSTAÇ GENEL MÜDÜRÜ AKGÜL:
“YURTDIŞINDA, KATI ATIK YÖNETİMİ
KONUSUNDA MÜŞAVİRLİK HİZMETİ VERİYORUZ”
İ
STAÇ Genel Müdürü Osman Akgül,
MMG, Genel Başkan Avni Çebi, Genel
Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi ve Osman
Şahbaz ile Yönetim Kurulu Üyesi Turan
Koçyiğit’ten oluşan heyeti ağırladı.
Genel Müdür Akgül, İSTAÇ’ın çevre ve atık
yönetiminde büyük birikimiyle markalaştığını belirtirken, artık Türkiye dışına açılarak
çevre ve uzaktaki ülkelerle ortak çalışmalar yaptıklarını söyledi. Pakistan’ın Lahor
90 Mimar ve Mühendis
Kenti’nde katı atık yönetimi konusunda
müşavirlik hizmeti verildiği bilgisini veren
Akgül, bu hizmetin Mısır’ın Kahire Şehri ile
İslam dünyası için önemli şehirlerden Mekke ve Medine’de de verileceğini dile getirdi.
MMG’nin de destekçisi olduğu İstanbul
Uluslararası Katı Atık, Su ve Atık su Kongresi 2013’e de değinen Akgül, sempozyuma
gelen yoğun bildirilerin kendileri açısından
mutluluk verici olduğunu vurguladı.
AHMET ERKOÇ KİTAP ANALİZİ
Bir Küre Bin Bir Küreselleşme
Küreselleşme bazıları için barış ve demokratikleşme çağını açacak sihirli bir sözcük. Bazıları içinse Amerika
Birleşik Devletleri’nin ekonomik ve siyasal egemenliğinde türdeşleşmiş bir dünyayı akla getiriyor. Bu kitapta
küreselleşmenin kültürel boyutta yol açtığı değişiklikler incelenmektedir.
K
itap Boston Üniversitesi gözetiminde,
Amerikalı iki profesör editör, yazar
Peter L. Berger ve Samuel P. Huntington
yönetiminde 11 ülkede üç yıl süren bir
araştırma ile hazırlanmıştır. Her bölümde
küreselleşmenin o ülke kültürüne yaptığı
etkiler yine o ülke akademisyenlerinin
yaptığı araştırmalarla açıklanmıştır. Kitap
4 ayrı bölüm halinde hazırlanmıştır. İlk
bölümde ‘’Küreselleşme ve Alternatif
Modernlikler’’ başlığı altında Çin, Tayvan,
Japonya ve Hindistan’da küreselleşmenin
kültüre etkileri, o ülkelerin sosyal bilim
akademisyenlerinin yaptığı araştırma
sonuçları temel alınarak verilmiştir.
İnançlar, değerler, yaşam tarzları dönüşmektedir. Dünyanın her köşesini etkileyen
bir kültürel deprem tablosuyla karşı karşıyayız. Bu, depreme gösterilen tepkilerde
farklı. Bazı insanlar hiç kaygılanmadan
olayı kabul ediyor. Bazıları ise militan
bir tutumla küreselleşmeyi reddetmeye
çalışıyor ve bunu kah din, kah milliyetçilik
bayrağı altında yapıyor. Küreselleşmeye
karşı tavır almanın küresel ekonomiden
dışlanma sonucunu vereceğini gören bazı
ülkeler küresel ekonomiye katılmayı ama
küresel kültüre direnmeyi bağdaştırmaya
çalışıyor. Bu başarılması zor bir denge
gösterisi.
“KÜRESELLEŞME ve
BÖLGESEL ALT KÜRESELLEŞME”
Bu bölümünde aynı yöntemle Almanya ve
Macaristan’daki küreselleşmenin kültüre
etkisi incelenmiştir. ‘’Çeper Ülkelerde
Küreselleşme’’ bölümünde Güney Afrika
Cumhuriyeti, Şili ve Türkiye incelenmiştir.
Son bölümde ise ‘’ Amerikan Girdabı’’ başlığı altında Amerika Birleşik Devletleri incelenmiştir. Kitabın ilgi çekici yanı konuyu
her ülkenin akademisyenleri kendi ülkelerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarına
göre hazırlamalıdır. Editörler ise çalışmayı
koordine etmişler ve 17 sayfadan oluşan
giriş bölümünü kaleme almışlardır. Kitapta
varılan genel sonuçlar şöyle özetlenebilir.
Gelişen küresel bir kültürün var olduğu ve
bu kültürün gerek kökeni, gerek içeriği açısından ABD ağırlıklıdır. Yükselen küresel
kültür hem elit hem de popüler araçlarla
yayılmaktadır. İş ve siyaset dünyasının
liderlerinin kültürü, aydınların kültürü
ve popüler kültür hızla değişmektedir.
KÜRESELLEŞMENİN
TÜRKİYE’YE ETKİSİ
Kitabın Türkiye ile ilgili kısmı akademisyen Ergun Özbudun ve Fuat Keyman
tarafından hazırlanmıştır. Bu kısmın ilk
bölümünde modernliğin değişen anlamı,
Türkiye’deki güçlü devlet geleneğinin krizi,
soğuk savaşın sona ermesi, küreselleşme
sürecinin toplumun bütün kesimlerince
fikir birliği ile kabul edildiği saptanmıştır.
İkinci bölümde Türkiye’nin modernleşmesinde İslam’ın rolü incelenmiştir. Daha
sonra Kültürel Küreselleşme ve Ekonomik
Hayat başlığında TÜSİAD, MÜSİAD ve
SİAD (Sanayici ve İş Adamları Derneği)
gibi Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK)
tarihsel süreç içinde oynadıkları roller ve
bunun değişimi incelenmiştir. Buradaki
değerlendirmeler derneklerin yalnız ekonomik faaliyetlerini değil aynı zamanda siyasal duruşlarını da içermektedir. Sonraki
bölümde STK’ların kültürel küreselleşmeden etkilenmeleri incelenmiştir. Bu amaç-
la üç STK insan hakları derneği; Türkiye
İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der ve
Helsinki Yurttaşlar derneği incelenmiştir.
Bu bölümdeki son değerlendirme cümlesi
oldukça ilginçtir: “STK’ların sayıları ve etkinliklerinin artmaya başlamasına karşın
ne kadar ‘sivil’ oldukları belirsiz kalmaktadır.” Türkiye ile ilgili kısmın son bölümünde küreselleşmenin tüketim kalıpları
üzerindeki etkilerine değinilmiştir. Bütün
bu çalışmalarda incelenen kuruluşlarla
yapılan görüşmeler temel kaynak olarak
kullanılmıştır.
396 sayfa
Baskı Tarihi: Mayıs, 2003, İstanbul
Yayınevi: Kitap Yayınevi
Çeviri: Ayla Ortaç
Özgün adı: Many Globalizations
MİNARE GÖLGESİ
Yazar: Engin Ergönültaş
Roman
İletişim Yayınları
İletişim yayınları, Türkçe Edebiyatı Dizisi’ne Mart 2013’te “Minare Gölgesi”ni ekledi. Eserin ismi
evinden kaçıp minareye saklanan,
şerefede yatıp kalkan küçük bir
çocuğun yaşadıklarıyla özdeşleşmiş. Yazar Engin Ergönültaş’ın
5 yıl üzerinde çalışarak oluşturduğu romanın tanıtım metni şu
şekilde:
“Bir yoksul mahalle peyzajı...
Sürüsüne bereket kedi köpek,
cam çerçeve, mutfak soba, duvar
kaldırım, cami minare değil ama
sadece; insan hallerini, kalpleri
nazmeden bir peyzaj. İklimle akraba, kâh rüzgârın, kâh yağışların,
kâh yaz sıcağının refakatinde,
delirmenin ayartısıyla koyun
koyuna, kırık gönüllü hayatlar...
Çaresizliğin içinde ümidini ve iç
huzurunu taştan çıkartan, kimi
de çıkartamayanlar..."
Mart - Nisan 2013 91
BİZDEN HABERLER
“HALİÇ TERSANESİ YAŞAYAN BİR MÜZEDİR”
Haliç Tersanesi’nin farklı bir havaya sahip olduğunu ve yaşayan bir müze niteliği taşıdığını söyleyen Süleyman
Genç, 3-4 yıldır bu kavram üzerine konu geliştirilmeye çalıştıklarını ifade etti.
M
imar ve Mühendisler Grubu (MMG)
31 Ocak Perşembe günü İstanbul
Şehir Hatları Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş.
Haliç Tersanesi’ne bir teknik gezi düzenledi.
MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve Genel
Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’ın da
katıldığı teknik gezi etkinliğine Şehir Hatları
Genel Müdürü Süleyman Genç ev sahipliği
yaptı. Genel Müdür Genç’in yakın ilgi ve samimiyetiyle sıcak bir ortamda geçen teknik
gezide katılımcılar Haliç Tersanesi’nin havuzlar, bakım onarım, ahşaphane, havuz su
pompalama ve diğer bölümlerini gezerken,
gezilen yerler hakkında Genç’ten detaylı
bilgi aldı.
92 Mimar ve Mühendis
“KÜRESEL KRİZ DENİZCİLİĞİ
KALBİNDEN VURDU”
557 yıldır hizmet veren ve son dönemde
‘Kasımpaşa’, ‘Hasköy’ ve ‘Sütlüce’ isimli
üç Haliç vapurunun inşa edildiği tersane hakkında bilgiler veren Genç, Haliç
Tersanesi’nde olmamasına rağmen sözü
edilen tersanenin her zaman özellikleri
dolayısıyla ayrı bir yerinin olduğunu dile
getiren Genç, “Bunun nedeni, yapılacak işin
değerinden çok daha değerli olan şeyin,
buranın kendisi olması. Havuzların, havuz
kapaklarının, buradaki her taşın kıymeti
var. Geleceğe taşınmasında hassasiyet
gösterilmesi gerekiyor” diye konuştu. 2008
yılında yaşanan krizin denizciliği teğet
geçmediğini aksine uluslararası bir sektör
olduğu için kalbinden vurduğunu kaydeden
Genç; “Denizler bu konuda devlet tanımaz
uluslararası bir niteliğe sahip ve dünyayla
tam entegreli olduğu için küresel kriz hangi
ülkede olursa olsun denizcilik sektörünü
etkiler” dedi.
“VAPURLARIMIZI EVLATLARIMIZ
GİBİ GÖRÜYORUZ”
Genç, Haliç Tersanesi’nin denizcilik anlamı
itibariyle çok önemli bir yere sahip olduğunu
söylerken; Şehir Hatları A.Ş.’ye ait vapurların
bakım ve onarımının orada gerçekleştirildiğini ve her birini evlatları gibi görerek bakım
ve onarımlarını yaptıklarını vurguladı. Haliç
Tersanesi’nin teknik donanımının yüksek
düzeyde olduğunu söyleyen Genç, proje
üretimlerinden inşa aşamasına kadar her
konuda çalışmaları rahatlıkla yapabildiklerine dikkat çekti.
“ÜÇ KERE KAPATILMAK İSTENDİ;
FAKAT HALİÇ TERSANESİ HALA FAAL”
Haliç Tersanesi’nin tarihe tanıklık eden bir
miras olduğunu dile getiren Genç, daha
önceki dönemlerde Haliç Tersanesi’nin üç
kere kapatılmak istendiğine; fakat bunun gerçekleşmediğine dikkat çekerken, bir dönem
köprülerin açılıp kapanamaması nedeniyle
kararla olmasa da bu nedenden dolayı kapanmış kadar olduğunu dile getirdi. Köprülerin
tekrar açılıp kapanabilmesinden sonra Haliç
Tersanesi’nin faaliyete devam ettiğini bildiren
Genç, İstanbul Şehir Hatları olarak 31 adet
gemileriyle ilgili buradaki çalışmalarının en
iyi şekilde devam edeceğini belirtti.
AMACIMIZ KAR ETMEK
DEĞİL HİZMET VERMEK
İstanbul Şehir Hatları olarak asıl amaçlarının kaliteli ve güvenli hizmet vermek olduğunu belirten Genç, 31 vapur, 49 iskele ile
yıllık 50 milyon 300 bin yolcu taşıdıklarını
ifade etti. Kar etme amacı ile değil İstanbul’daki vatandaşlara hizmet etme amacında
olduklarını ısrarla vurgulayan Genç; “Yıllık
yolcu taşıma sayımızı 46 milyondan 50
milyon yolcuya çıkardık. Bizim amacımız;
hizmet kalitemizi ve güvenilirliğimizi sürekli
daha fazla nasıl artırabiliriz de yıllık 50
milyon yolcu sayısını 51 milyona çıkarırız
prensibidir. Biz sadece kar ettikçe değil o 50
milyon yolcuyu 51 milyona ve sonraki yıllarda daha yüksek sayıya çıkardıkça mutlu
oluruz” diye konuştu.
“HALİÇ TERSANESİ
YAŞAYAN BİR MÜZEDİR”
22 senedir tersanenin içinde yaşayan biri
olduğunu belirten Genç, Haliç Tersanesi’nin
farklı bir havaya sahip olduğunu ve yaşayan
bir müze niteliği taşıdığını sözlerine ekledi.
3-4 yıldır bu kavram üzerine konu geliştirilmeye çalıştıklarını ifade eden Genç, “Tersanenin geçmişi anlatırken, bazı şeylerin işlevselliğini geçmişe bağlı sürdürebilmesi gerekiyor.
Yoksa sabitlenmiş, mumyalanmış, cilalanmış
bir yapı burayı tarif edemez. Bu anlamda
556 yıllık Haliç Tersanesi, tersane camiasının kültürel ruhunda bir sayfa açacaktır diye
düşünüyorum” şeklinde konuştu. Korumacı
bir ruhla ve tersaneyi çok seven biri olarak,
seyreltilmiş bir yapıyla çalıştıklarını aktaran
Genç, diğer tersanelerdeki yoğunluğun
aksine Haliç Tersanesi’nde o yoğunluğa rastlamanın zor olduğunu dile getirdi. Bunun
nedenini de, yapılacak işin değerinden çok
mekanın değerinin olması olarak açıklayan
Genç, sözlerini; “Havuzların, havuz kapaklarının, buradaki her taşın kıymeti var. Geleceğe
taşınmasında hassasiyet gösterilmesi gerekiyor. Biz burada çalışmaya devam ediyorsak,
sadece canlılığı sürdürmenin bir alameti olarak bu işi yapmaya çalışıyoruz. İşe kapitalist
boyutundan bakmıyoruz, kültürel boyutuyla
bakıyoruz” diye noktaladı.
Mart - Nisan 2013 93
SİNEMA Özgürlük Yolu
INTO THE WILD
Özgürlük Yolu
Mutluluk sadece paylaşılınca gerçektir:
Modernitenin insanı ruhsal bunalımlara, sinirsel açmazlara sıkıştırdığı bir
dünyadan doğaya, öze, toprağa, iç dünyaya yolculuk… Evi yollar olan, hakikati
arayan, güzelliklere yolculuk yapan bir seyyah: Alexander Süperberduş.
Ücra ormanlarda bir haz vardır;
Derin denizlerde
Issız kıyılarda mest olurum;
Ve uğultusunda bir şarkı vardır:
Kimsenin rahatsız etmediği
İnsanı daha az sevmem ama
Bir çevre vardır,
Doğayı ondan çok severim...
Lord Byron
>
Yunus Emre Tozal
H
eyecanın doruğa ulaştığı, varoluş bilinciyle yeryüzünde dirilişini gerçekleştirdiği
bir savaşta, modernizme meydan okuyarak içindeki sahte kişiliği öldüren bir
özgürlük abidesi. Issız doğada tek başına ruhsal dönüşümünü gerçekleştirmek
adına, kapitalizmin çarklarına çomak sokarak varoluşunun bilincine erebilmek,
tüm sistemlerden kaçarak modern olan her şeyi ayaklarının altına alabilmek için ölümü göze
almış bir gece yolcusu…
Gerçek mutluluk sadece paylaşılarak mı yaşanır yoksa acılara tek başına katlanmak zor
mudur? Into the Wild bu sorunu cevabını arıyor bir nevi. Macera düşkünü bir genç, okuldaki
başarısını hiçe sayıp, ailesinin onun eğitimi için biriktirdiği parayı yardım kuruluşuna vererek
medeniyetin kaosundan uzaklaşmak, sadece kendisiyle kalabileceği bir yer bulmak için doğaya
doğru adım atmaya karar verir. Ebeveynleriyle olan sorunlu ilişkisi, kafasını kurcalayan soru
işaretleri ve anlama çabası bu kararı almasındaki en büyük etkenlerden bir kaçı. Ailesinde en
çok değer verdiği kişi kız kardeşi ve biz filmi onun dilinden izliyoruz. Teknolojinin getirdiklerinden, paradan ve insanlardan belirli bir süre uzak kalmış ve bir süre sonra kalabalığın ortasında
kendisini buluvermiş bir kişinin hissettiklerini görmek çok da güç değil bu filmde. Yeme-içme
94 Mimar ve Mühendis
Yönetmen: Sean Penn
Senaryo: Sean Penn
Oyuncular: Kristen Stewart, Zach
Galifianakis, Emile Hirsch, Vince
Vaughn, Catherine Keener
Yapım: 2007 - ABD
Süre: 148 dakika
ihtiyacını elinde bulundurduğu kitaplardan, yol boyunca tanıştığı ve her birinin farklı hayat hikayesi olan
insanlardan öğrendiği bir genç o.
Emory Üniversitesi’nden iyi bir dereceyle mezun olan
Christopher Johnson McCandless, modernizmin çarmıhından kurtularak kendisini keşfetmek için bu kutlu
yolculuğa çıkan kahramanımız. Son model arabalar,
pahalı iletişim araçları gibi lüksten her zaman kaçan
Chris, modern dünyanın kendisine sunduğu her şeyi
elinin tersiyle itmiş, metropollerden bunalmış. Ablası,
ailesinin gözü yaşlı bir şekilde Chris’i arama umutlarının tükendiği bir sırada şöyle mırıldanır: “Ne yaptığını
anlayabiliyordum. Dört yılını, manasız ve can sıkıcı
üniversiteden mezun olma görevini yerine getirmekle
harcamıştı. Ve şimdi Chris soyutluk, sahte güven,
ebeveyn ve maddi ölçüsüzlük dünyasından; Chris'i var
olma gerçeğinden uzaklaştıran her şeyden uzakta.”
Tüm sevdiklerini terk etmiştir Chris. Ailesini, arkadaşlarını, sevdiği kızı, kariyerini geride bırakarak ve
tüm parasını yakarak özgürlük vadisini aramaya
koyulur. Kendisini yemyeşil vadilerde, dağların zirve
noktalarında, upuzun kırsal arazilerde bulur. Doğayı
keşfetmeye başlayan Chris, uzun bir yolculuğa çıktığının bilincindedir. Bu yolculukta hippilerin yaşam
şartlarını, dilini, giyim tarzını ve belki de en önemlisi
benliğini öğrendiği bu yolculukta, normal denen kişilerle de tanışıp, onların bu hayattan beklentilerini ve
kendi umutlarını karşılaştırma fırsatı da bulur aynı
zamanda. Acıları da mutlulukları da tadar. Doğanın
ona sunduklarıyla, yaşamını her yeni güne taşıma
çabasıyla günler geçip gider. Yeni yerlerde aşkı
keşfediyor Chris, kısa sürse de yaşamı için tadımlık
hislerin varlığından müteşekkir kalıyor.
J. P. Sartre’nin “İnsanların çoğu yaşamadan ölürler,
bazı insanlar öldükten sonra yaşamaya devam
ederler” sözü Süperberduş’un başkaldırısını dile
getiriyor. Ölerek dirilmenin aslında hür dünyaya
yelken açmak olduğunun bilinciyle gözlerini kapıyor
Alexander Süperberduş. Jon Krauker’in kitabından
alıntılanan filmi, ünlü aktör Sean Penn çekmeyi kafasına koymuş ve çekmiş. İyiki de çekmiş. Alexander
Süperberduş’un rolünü oynayan genç aktör Emile
Hirsch’in performansı müthiş.
İzleyiciye görsel bir şölen düzenlemiş yönetmen.
Müzikleriyle, görüntüleriyle, sahne sahne düzenlenen
bir şiir gibi Into The Wild. "Bana aşk, para şöhret,
inanç, adalet yerine gerçeği verin" diyen Chris’in
evden uzaklaşıp mutluluğu aradığı ve final sahnesinde geçen 'mutluluk sadece paylaşılınca gerçektir'
demeci, şehirleşen insanı ta kalbinden yakalıyor. Ve
ardından Chris’in donuk gözlerini gösteren müthiş
sahne: "Ya yüzümde bir gülümsemeyle kollarınıza
koşuyor olsaydım o zaman siz de benim şu anda
gördüklerimi görür müydünüz?" Chris mücadele
ediyor. Toplumun insana dayattığı baskıdan ve
sınırlardan uzaklaşıp hayret duygusunu keşfetmeye
yelken açıyor. Atlarla birlikte koşturmak, çimleri sulayan fıskiyenin altında duş almak, kano ile Meksika'ya
kadar gitmek, dağların zirvelerine tırmanarak denizi
seyretmek, otostop çekerek yollara düşmek, yük
trenlerini ev bellemek... Chris'in anlatamaya çalıştığı,
insan tecrübeleriyle insandır; tecrübeler ise yaşanarak öğrenilir. Ama dört duvar arasında, güvenli bir
evde yaşadığı psikolojisiyle oturan bir insan, yaratılanları keşfederek hayret duygusunun farkına nasıl
varabilir? Paulo Coelho'nun da dediği; "hayatta en
büyük dersleri yollardan almışımdır." ve eklediği gibi;
"seyahat etmek para değil, cesaret işidir."
Mart - Nisan 2013 95
ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER
96 Mimar ve Mühendis
Binlerce yıllık Kültürel Mirasımız
olan eserleri geleceğe taşıyoruz
Kariye Müzesi Restorasyonu
Evliya Çelebi Mah. Kıblelizade Sok.
Tepe Han. No:1/12 Beyoğlu / İSTANBUL
T: 0212 251 43 01 F: 0212 292 15 82
M: [email protected]

Benzer belgeler