Ilhan inan

Transkript

Ilhan inan
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık1
İlhan İnan
Creativity and Conceptualizing the Unknown
I try to show that there are two kinds of creativity, one that requires the creator to conceptually represent the to-becreated object in advance, and one that doesn’t. I call the former ‘conceptual’ and the latter ‘intuitive’ creativity. I
then attempt to show that conceptual creativity requires the same kind of mental process as of curiosity. In both cases
we need to be able to conceptualize what we do not know through what I call ‘inostensible’ concepts. This brings
conceptual creativity also closer to a certain form of discovery and a certain form of invention. I then briefly argue
that intuitive philosophical creativity that results in the creation of novel concepts which cannot be defined in terms
of old concepts is one of the greatest achievements of philosophy.
Key Words: Creativity, Conceptual Creativity, Intuitive Creativity, Inostensible Concepts, Curiosity, Discovery,
Invention
Son yıllarda merak üzerine çalışıyorum. Hiç revaçta olan bir konu değil, felsefe tarihinde
çok az el atılmış, üzerine çok az yazılmış bir konu. Bu günkü konuşmamda da merak ile
yaratıcılık arasındaki ilişkiye dair bir şeyler söylemek istiyorum. Bunlar oturmuş, yıllardır
savunduğum fikirler değil. Sevgili Ömer Naci Bey beni davet ettiğinde bu sempozyumun
konusuna uygun bir konu olması amacı ile bu sempozyum için hazırlanmış bir konuşma
bu. Amerika’da doktora yaparken hocalara bir makale sunduğumuzda bazen “bu yarı
pişmiş” derlerdi. Buradaki düşüncelerim de yarı pişmiş düşüncelerdir, daha pişmediler
ama sizlerle paylaşmak istiyorum. Şimdi tabii merak üzerine felsefe tarihinde neden çok
az çalışılmış bu da ayrı bir merak konusu. Ben bunun yanıtını tam olarak verebilmiş
değilim ama kısmi olarak şöyle bir gözlemim var, buradaki konuşmalardan da ortaya
çıkıyor, özellikle Ahmet İnam’ın
1
konuşmasından. O da bilginin ya da bilmenin,
Bu yazı 20-22 Nisan 2008 tarihlerinde Mimar Sinan Üniversitesi'nde gerçekleştirilmiş olan "Felsefe Açısından
Sanat ve Dil" başlıklı sempozyumda yaptığım serbest konuşmanın metnidir. Bu güzel sempozyuma davetinden
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
bilmemekten ya da bilgisizlikten daha değerli olduğuna dair görüş. Dolayısıyla felsefe
tarihinin en önemli alanı epistemoloji ya da diğer adıyla bilgi felsefesi olmuştur. Bu alanın
en önemli sorusu da bilgi sorunudur. Bilmek nedir, bilgi nedir, bilgi nasıl edinilir? Bunlar
üzerine çok çalışılmış, 2500 yıldır biz bunları tartışıyoruz. Ben de yıllarca epistemoloji
dersi verdim ve hep bilginin ne olduğunu anlatmaya çalıştım bu derslerde. Ama
sonradan fark ettim ki bilmemenin ne olduğunu anlatmak da çok önemli. Yani bir
anlamda yine Sokrates’e döndüm. Sokrates der ki “ben bazı önemli sorular soruyorum,
uzmanı olduğunu düşündüğüm insanlara; örneğin ‘erdem nedir?’ diye soruyorum
Menon’a ama yanıtlarından çelişkiler çıkıyor. Ortaya çıkıyor ki erdem konusunda uzman
görünen Menon, aslında erdemin ne olduğunu bilmiyormuş. Theatetus’a soruyorum
‘episteme nedir?’ diye, o da etrafta gidip bilgi üzerine konuşmalar yapıyor ama verdiği
yanıtlardan yine çelişkiler çıkarıyorum. 2 E demek ki o da bilmiyormuş epistemenin ne
olduğunu. Ben de bilmiyorum erdemin ya da bilginin ne olduğunu ama ben, hiç olmazsa”
der, “bilgisizliğimin farkındayım”. 3 Felsefeye başlamadan önce, daha Platon’u dahi
okumadan önce insanın bu yetisi bende bir hayranlık oluşturmuştur. Yani biz sadece
bilen bir varlık değiliz, aynı zamanda bilmeyen bir varlığız ve en önemlisi bilmediğimizin
farkındayız. Yani köpeğimiz de bilmiyor bir çok şeyi, o da bilgisiz ama köpeğimiz belki
bilmediğinin farkında değil. Yani köpeklere bilmediğinin farkında olma yeteneğini
atfetmek pek de kolay değil. Ya da daha gelişkin primatlara da baksanız, bilmediğinin
dolayı Sayın Ömer Naci Soykan'a çok teşekkür ederim. Sempozyumun düzenlenmesinde Ömer Naci bey başta olmak
üzere emeği geçen herkese ve konuşmamın bant çözümünü yapanlara da içten teşekkürlerimi sunarım.
2
Platon’un kullandığı Eski Yunancadaki “episteme” terimini genellikle Türkçeye “bilgi” diye çeviririz. Bu yanlış
olmasa bile yanıltıcı olabilir. Konuşmamda bunun ayrıntısına girme fırsatım olmadı. Günümüz epistemolojisindeki
bilgi kavramı önermesel içeriği olan bir şey olarak ele alınıyor, yani bilginin nesnesi bir anlamda bir önerme oluyor.
Halbuki Platon’da bırakın önermesel bilgi kavramını bir önerme kavramı olduğu bile çok kuşkulu. Platon’un
episteme kavramına bir çözümleme getirmek gerekirse şöyle diyebiliriz: bir şeyle aracısız tam tanışık olma durumu.
3
Bu Sokrates'ten doğrudan bir alıntının çevirisi değil kuşkusuz, tümcelerin hepsi bana ait. Ancak sanki onun
ağzından konuşuyormuş gibi yaptığım için tırnak içine aldım, yani kullandığım gerçek bir alıntı tırnağı değildir.
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
farkında olmak belki çok özel bir yetenek, belki sadece bize has bir yetenek. 4 İşte bunu
araştırıyorum. Yani bilmediğimizin farkında olmamız nasıl mümkün oluyor? E herhalde
merak etmenin de temelinde bu var. Yani merak etmek için bilmediğinizin farkında olmak
gerek. Belki her tür merak böyle değildir ancak bu en azından bir tür meraktır; ben buna
“kavramsal merak” diyorum. Kavramsal olmayan, örneğin belki de içgüdüsel merak diye
bir şey de olabilir. Bunu bir kenara koyuyorum şimdilik; ama en azından kavramsal
merak için bilmediğinin farkındalığı gerekiyor. Biliyorsunuz Menon’un paradoksu olarak
literatüre geçen paradoks bu konu ile, yani merak ile, dolaylı olarak ilgilidir. (Menon’un
Paradoksu üzerine çalıştığım dönemde Ömer Naci Soykan’ın "İnsancıl Felsefe" adlı
çalışma grubunda bununla ilgili bir konuşma yapmıştım ve çok keyifli bir tartışma ortamı
oluşmuştu, çok da yararlanmıştım o tartışmalardan. Bunu da burada anmak isterim.) Şu
soru sorulur Menon diyalogunda: bir şeyi aramak nasıl mümkün oluyor? Menon
sonrasında bunun olanaklı olmadığına dair şu argümanı verir: “Aradığınız şeyi
biliyorsanız, aramanıza gerek yok, bilmiyorsanız neyi aradığınızı bilmiyorsunuz” der.
“Hem de bulsanız, onun aradığınız şey olduğunu nereden bileceksiniz” diye ekler
Menon. Platon’a atfettiğimiz, şu anda belki pek kimsenin
savunmadığı, o ünlü
Anımsama Kuramı, “öğrenmek anımsamaktır” diyen o ünlü sav işte bu tartışmadan
çıkar. Bilginin hepsi aslında içimizde olduğuna dair görüş, pek kimse savunmuyor artık
bunu. Ama işte Menon’un paradoksundan doğar Platon’un Anımsama Kuramı. E şimdi
Anımsama Kuramı’nı kabul etmiyorsak, başka türlü cevaplar vermemiz gerekir. İşte o
4
Bilgisizliğinin farkında olmayı bir erdem olarak görmek bilgisizliğin bir erdem olmasını gerektirmez elbet.
Bilgisizliğinin farkında olmayı da bir tür bilgi olarak düşünebiliriz. Günümüzde bir çok felsefecinin hemfikir olduğu
bu görüşe göre, bu tür bir farkındalık ikinci dereceden bir bilgi türüdür; bilmediğini bilmektir. Bu durumda
denilebilir ki yine erdem olan bilgidir, bilgisizlik değil. Ancak işin bu kadar basit olduğunu sanmıyorum, zira kişi
bilgisizliğinin farkında olabilmesi için öncelikle bazı şeyleri bilmiyor olmalıdır. Yani her şeyi bilen bir varlık
bilgisizliğinin farkında olamaz, ve bu yüzden merak da edemez. Demek ki merak bir erdem ise, bilgisizlik de zaman
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
paradoksa vereceğimiz cevaplar bizi merak üzerine bu temel soruya götürüyor: “Merak
nasıl mümkün oluyor?” Bunun üzerinde çok az çalışılmış. Bakın bunun üzerine üç tane
ders açtım, 2500 yıllık felsefe tarihinde “Merak nedir?” sorusu üzerine bile doğrudan bir
metin bulamadım. Hep böyle bir takım tanımlar veriliyor o da başka bir konu içinde
geçerken veriliyor. Amerika’dan
merak üzerine çalışan bir doktora öğrencisi bana
yazdı, ve merak üzerine dünyada bulduğu tek dersin benimki olduğunu söyledi, bu da
çok hoşuma gitti. 5
Ama yok, malzeme yok, hatta bana soruyorlar öğrencilerine ne
okutuyorsun diye çünkü malzeme toparlayamıyorum.
Peki asıl konunun başlığı olan bilinmeyenin kavramlaştırılması ile yaratıcılık
arasındaki ilişki nedir? Buraya gelmek istiyorum. Dediğim gibi bunlar benim derslerimde
değinip geçtiğim şeyler. Asıl konum dil felsefesi, dil, dünya, düşünce ilişkisi. Ben böyle
konularla uğraştım yıllar boyu. Sanat felsefesi ile, estetikle, yaratıcılıkla doğrudan
uğraşan felsefecilerimiz var burada,
benden çok daha tecrübeliler o alanda.
Ben
özellikle sanatsal yaratıcılık konusunda hiçbir şekilde ahkam kesmeye gelmedim buraya.
Sadece yaratıcılıkla ilgili, yaratıcılığın dilsel, kavramsal boyutları ile ilgili bir şey
söyleyeceğim, belki orada bir açılım sağlayacağım. Bunun için iki tür kavram arasında
bir ayrım yapalım. İsterseniz kavramlar yerine sözcükler ya da terimler arasında da
yapabiliriz bu ayrımı. Çünkü ne zaman “kavram” desem kavramların üzerine
anlaşamadığım birileri çıkıyor ve “ben kavram derken onu kastetmiyorum, sen farklı
şeyler kastediyorsun” diye iş uzuyor. Yıllar boyu Kavramlar diye bir ders açtım, dersin
zaman iyi bir şey olmalıdır. Bu konuyu umuyorum bir başka çalışmamda daha ayrıntılı olarak ele alma fırsatım
olacak.
5
Sempozyumdaki konuşmamdan sonra sözünü ettiğim felsefeci bana yeni bir mesaj gönderdi ve doktora tezinin
merak ile ilgili bölümünden bir makale çıkardığını ve bu makalenin yayın için kabul edildiğini söyledi. Sanırım
doğrudan "merak nedir?" sorusu üzerine yayınlanacak ilk makale olacaktır bu. Bkz. Dennis Whitcomb, "Curiosity
was Framed", Philosophy and Phenomenological Research.
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
başında söylüyordum “bakın bana kavramın ne olduğunu sormayın, dersimizin konusu
kavramlar ama kavramın ne olduğu konusunda bir
uzlaşım felsefede yoktur”.
İstiyorsanız terim deyin, sözcük dizini deyin, adlar deyin bunlar fark etmez benim için,
yapacağım ayrımı onlar cinsinden de yapabiliriz, ama ben yine de ayrımı kavramlar
cinsinden yapmayı yeğliyorum. Kavramları çok basit olarak bizim zihnimizde “şey”leri
temsil etme araçları olarak görüyorum. Şimdi gelelim ayrıma. Normalde biz konuşurken
ya da düşünürken bir öznemiz vardır,
yani
“ben” öznesinden bahsetmiyorum,
düşündüğümüz konu anlamındaki özne, yani “özne”nin o diğer dilbilimsel anlamından
bahsediyorum. Düşündüğümüz şeye düşüncemizin öznesi diyebiliriz. Keith Donnellan’ın
mesela bir terimi vardır İngilizcede “to have an object in mind”. 6 Biz buna Türkçede en
yakın olarak “aklımda bir şey var” deriz bazen. Yani konuşurken ve düşünürken
aklımızda bir konu, bir insan, bir yer vs. vardır. “Akıl” derken de belki zihni kastederiz,
çok net değildir o da ama “aklımda bir şey var” aslında felsefi açıdan çok önemli bir
kavramdır. Ne demektir peki? Herhalde “aklımda bir şey var” derken bu aklımdaki şey
böyle lup diye içine girmedi aklımın. Metafordur aslında aklınızda bir şeyin olması.
Genelde bir şeyden konuşurken, düşünürken aklımızda bir şey vardır ve onu anlatmak
için dilimizden terimler seçeriz. Yani bir anlamda tanışık olduğumuz bir nesnedir bu
bahsetmek istediğimiz, aklımızda olması o anlama gelir. Kullandığımız özel adlar,
sevdiğimiz, sevmediğimiz insanların adları, gezegen, ülke adları gibi bir çok basit örnek
verebiliriz. Ya da tür adları, hayvan türleri gibi, bunlar tanışık olduğumuz şeylerdir. Yani
size “kedi” dediğim zaman aklınızda belirli bir şey oluşur ve “acaba kedi nedir?” diye
6
Çağdaş bir dil felsefecisi olan Keith Donnellan’ın felsefe dünyasına en önemli katkılarından biri terimlerin iki tür
kullanımına dair yaptığı meşhur ayrımdır: gönderimsel kullanım (“referential use”) ile niteliksel kullanım (attributive
use”). Bir terimin gönderimsel kullanımı için kişinin gönderme yapmak istediği “aklında bir şey” olmalı, ancak
niteliksel kullanım için böyle bir zorunluluk yoktur. Bkz. Keith Donnellan, “Reference and Definite Descriptions”,
Philosophical Review, 75 (1966), s. 281-304.
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
sormazsınız. Neden, çünkü iyi kötü tanışık olduğunuz bir şeydir kedi. Kedi hakkında her
şeyi bilmiyorsunuz elbette. Leibniz’e göre bir kavram nesnesi hakkındaki tüm bilgiyi
içinde barındırır; yani kedi kavramının içinde kedi ile ilgili her şey vardır aslında Leibniz’e
göre. Öyle kullanmıyoruz kavramları artık. Önemli olan şu, kedi ile tanışıklığımız o
düzeyde ki ben “kedi” dediğimde sizde bir merak uyanmıyor. Yani buna biraz metaforik
olarak şöyle diyelim,
nesnesini bildiğimiz kavramlar bunlar bir anlamda, nesnesiyle
tanışık olduğumuz kavramlar. Bunlara ben bir isim uydurdum Türkçede; tam istediğim
şeyi bulamadım, daha güzel teklifleriniz var ise açığım buna, bu tür kavramlar “gösterimli
kavramlar” diyorum. Yani istersek kavramımızın nesnesini gösterebiliriz, biraz metaforik
bir anlamda tabii. Bir de “gösterimsiz kavramlar” var. Yani nesnesini bilmediğimiz,
tecrübe etmediğimiz ya da hangi nesnenin kavramı olduğunu bilmediğimiz kavramlar.
Burada bilinmeyen kavramın kendisi değil, kavramı biliyoruz da nesnesini bilmiyoruz.
Onun için bunlara “bilinmeyen kavramlar” da demek istemiyorum. Bunlara da
“gösterimsiz kavramlar” diyelim, bir anlamda gösteremiyorum nesnesini. Gösterimsiz bir
kavram aracılığıyla bir şeyi düşündüğümde bir anlamda neyi düşündüğümü bilmiyorum.
Mesela bu odadaki karınca sayısını bilmiyorum. “Bu odadaki karınca sayısı” teriminin
ifade ettiği kavram gösterimiz bir kavram benim için. Hatta hepiniz için de gösterimsiz,
kimsenin bu sayıyı bilmediğini varsayarsak. Ancak bu kavram çok da önemli değil. Ama
bu odadaki karınca sayısı bir kavram. Türkçe terimlerle, sözcüklerle ifade edebildiğim bir
kavram. Onun nesnesi bir sayı, sıfır da
olabilir, belki hiç yoktur. Çok önemsiz bir
kavram. Şimdi kavramın önemi önemsizliği meselesine birazdan geleceğim, yaratıcılıkta
önemli bir şey. Ama en azından anladınız, yani karşılığını bilmiyorum. Gidip iyice bir
araştırma yapıp o sayıyı öğrenebilirim. Geleceğe yönelik kavramlarımıza bakın,
genellikle yarınki hava durumunu bilmiyorsam yarınki hava durumu
gösterimsiz bir
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
kavramdır. Dünkü hava durumundan bahsediyorsam, eğer
o günü yaşamışsam, ve
hava durumuna dikkat etmişsem, o gösterimli bir kavramdır. Benim için gösterimli olan
sizin için gösterimsiz olabilir ya da tam tersi. Gösterimlilik, gösterimsizlik bu anlamda
kişinin nesne ile olan epistemik bağına bağlıdır. Örneğin hangi yıl öleceğimi bilmiyorum,
benim için oldukça gösterimsiz, bir hayli de önemli bir kavram. Belki bu yıl, belki bu
toplantı salonundan çıkacağım ve kaza geçirip öleceğim, belki de 40 yıl daha
yaşayacağım. Oldukça gösterimsiz, çok da önemli bir kavram. Gösterimsiz olması iyi mi
kötü mü, bu tartışılabilir. Gösterimli olsaydı, yani kavramın karşılık geldiği o yılı bilseydim
daha mı iyi olurdu?. Kişinin kendi ölümünü önceden bilmesi iyi midir? Çoğu insan “iyi
değil” der herhalde. Alın size bir tane daha örnek. Bilmek belki burada bilmemekten
daha iyi değil. Sinemada Felsefe diye bir ders açmıştım, derste Big Fish diye bir film
seyretmiştik ve orada böyle bir sahne vardı. Çocuklar cadıya giderler, cadının tek gözü
kapalıdır ve o kapalı gözünü açtığı zaman gözün içinde kendi ölümünüzü görürsünüz. İlk
üç çocuk bakıp kendi ölümlerini görürler ama asıl filmin kahramanı çocuğun bakıp
bakmadığını bilmeyiz, o tema işlenir orada.
Bilinmeyenin kavramlaştırılması demek ki gösterimsiz kavram dediğim kavram türü
ile mümkün oluyor. Burada belki dil felsefesi, epistemoloji çalışanlarınız bilir, Russell’a
göre iki tür bilgi vardır “tanışık yollu” bilgi, “betimleme yollu” bilgi. 7 Şimdi bu fikirler çok
fazla var felsefede yani biz tanışık olmadığımız, bilmediğimiz şeyleri, bildiğimiz şeyler
cinsinden tasvir ederek, betimleyerek aslında bilmeye başlıyoruz. Ve Russell’a göre, -oldukça skeptik bir epistemolojisi vardır--, dış dünya, zihnin dışındaki tüm dünya—ki
buna vücudumuz da dahildir--tüm bilgiler betimleme yoluyla elde edilir. Bizim doğrudan
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
tanışık olduğumuz şeyler “duyu verileri” dediği ve de “tümeller” dediği şeylerdir. Çok
sorunlu iki kategori. Şu anda girmeyeceğim ona, ama fikir o. Yani biz bildiğimiz şeyler
cinsinden bilmediğimiz şeyleri betimliyoruz. Yaptığımız o. Bu betimleme gücümüz
sayesinde biz, bilmediğimiz şeylerin farkına varıyoruz. Russell’dan bunu çıkartabiliriz. Bu
mesela bilimde çok önemli bir konu. Bilimsel keşif ve teknolojik icatlarda çok önemli.
Hem merakla hem yaratıcılıkla çok yakından ilişkili bir konu. Örneğin, ki bunu ilk Ahmet
İnam’dan bilim felsefesi dersi alırken kendisi ile tartışmıştık çok yıllar önce. (Demin
oturumdan önce konuşurken fark ettik ki ben onun öğrencisi iken, o benim şu andaki
yaşımdan daha küçükmüş....) Neptün örneği; bilim tarihinde çok ilginç bir örnektir o.
Neptün keşfedilmeden önce, onu herhangi bir teleskoptan görmek mümkün değil o
sıralar. Ve Uranüs gezegeninin yörüngesinde bir sapma var. Newton’un yasalarından
çıkan teorik sonuçlar gözlemsel sonuçlarla uyuşmuyor. Bu sapmaları ne açıklıyor? İki
bilim adamı, LeVerrier ve Adams bir hipotez kuruyorlar, diyorlar ki, Uranüs gezegeninin
yörüngesinde sapmalara yol açan başka bir gezegen var. O gezegene “Neptün” diyelim,
daha keşfedemedik, görmüyoruz bile, ondan sonra araştırıyorlar ne büyüklükte olması
gerekiyor ve hangi yörüngede olması gerekiyor ki Neptün’ün Uranüs'ün yörüngesini bu
kadar saptırsın. Oturup hesap kitap yapıyorlar sonra Neptün keşfediliyor. Biraz da
tesadüfler var bu işin içinde. Ama ortada bir kavram var. LeVerrier ilk defa bu kavramı
ortaya koyuyor, kavram gösterimsiz bir kavram. Çok da önemli bir kavram: Uranüs
gezegeninin yörüngesinde sapmalara yol açan gezegen. Ve tabii o zamanlar bu
gösterimsiz bir kavram; henüz Neptün keşfedilmemiş. Yani LeVerrier önce kavramı dile
getiriyor daha sonra kavramın nesnesini arıyor. Onu merak ediyor ve o sayede koskoca
7
Bkz. Bertrand Russell, The Problems of Philosophy, "Knowledge by Acquaintance and Knowledge by
Description", s.46-60, Indianapolis: Hackett Publishing, 1984.
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
gezegen keşfediliyor. Bilimsel keşiflerin çoğu bu şekildedir. Ama hepsi böyle değildir,
çünkü tesadüfi keşif diye bir şey de vardır. Araştırırken “aaa burada da bir şey varmış”
dersiniz, örneğin Plüton böyle keşfedildi. Plüton önceden kavramlaştırılıp sonradan
keşfedilmedi. 8
Şimdi entelektüeller arasında hep tartışma konusu olan bir ayrım vardır, keşif ile
icat arasında.
“Sen ‘keşif’ dedin aslında ‘icat’ demen gerekirdi” gibi suçlar insanlar
bazen birbirlerini. Nedir aradaki fark? Keşifte keşfedilecek bir nesne olması gerekir.
Hatta ne olduğunu bilebiliriz bile, ve onu arıyoruzdur. Bazen keşfedilecek nesnenin
gerçekten var olup olmadığını bilmeyebiliriz. Mesela Neptün örneğinde diyebiliriz ki
keşfedilecek gezegenin varlığını önceden biliyordu LeVerrier.
Olabilir. Ama bir de
“Nemesis” örneği var. Deniyor ki bizim güneş sistemimiz ikili bir güneş sisteminin bir
parçası aslında. Böyle ikili bir güneş sistemi keşfedilmiş uzayda, ben pek anlamam ama.
Bu ikili sistemler öyleymiş ki, bunlar birbirlerinin çevresinden dönerlermiş. Bizimki de
eğer ikili güneş sistemiyse, bizim güneşin de bir ikizi var demektir. Hadi bunun adına
“Nemesis” diyelim demişler. “Nemesis” biliyorsunuz düşman demek. Niye “Nemesis”
diyelim? Çünkü o yaklaştığı zaman buraya meteorlar yağıyor, dinozorlar falan yok oluyor
hipoteze göre. 70’lerde çok ciddiye alınmış bir hipotez. Bu yüzden bu güneşe bir isim
bile verilmiş,
“Nemesis” ismi. İsim verildikten sonra nesnesi aranıyor. Bu önemli.
Gösterimli gösterimsiz ayrımında bunu görmemiz lazım. Birinde bir şeyi tecrübe
ediyorsunuz, ad veriyorsunuz. Yani annenin çocuğuna bakıp, ben bu çocuğun adını “Ali”
koyacağım demesi gibi. Diğeri ise daha ortada çocuk yok, hatta koca yok, bekliyor
8
Bu iki tür bilimsel keşif arasındaki ayrımı özellikle Neptün ve Plüton örnekleri üzerinden daha ayrıntılı olarak bir
makalemde tartışmıştım. Bkz. İlhan İnan, “Discovery and Inostensible De Re Knowledge”, Turkish Studies in the
History and Philosophy of Science, (editörler; Irzık, G., ve Güzeldere, G., Baş Editor; Cohen, R.S.), 153-162,
Springer, Dordrecht; Boston, 2005.
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
kadın, gelecekte çocuğum olursa adını “Ali” koyacağım adını diyor. Arada önemli bir fark
var. Nemesis-hipotezi şu anda pek kabul görmüyor ama tamamen de çürütülmüş değil
bildiğim kadarıyla. Yarın öbür gün Nemesis keşfedilebilir. Yani bazı durumlarda biz bir
şeyi kavramlaştırıyoruz, var olduğunu biliyoruz. Bazı durumlarda da kavramlaştırıyoruz,
var olduğunu sanıyoruz, çıkmıyor. Bazı durumlarda da var olmadığını biliyoruz, işte icat
denen şey biraz böyle. Ama aynı türde yine gösterimsiz bir kavram sayesinde oluyor icat
dediğimiz şey. Yani Edison oturuyor bir şekilde o günkü kavramları bir araya getirerek bir
ampul kavramı oluşturuyor, daha ortada ampul diye bir şey yok. Ama kavramı var, yani
nesnesi olmayan bir kavram. Ben kavramsal açıdan yaratıcılığın bu sayede olduğunu
düşünüyorum. Ama yaratıcılıkla ilgili tüm hikaye kesinlikle bundan ibaret değildir. Çünkü
birazdan söyleyeceğim gibi kavramsal olmayan bir yaratıcılık olmasa kavramsal
yaratıcılık olmazdı. Onu vurgulayacağım ama önemli olan bir şey, bunun farkına
varmamız.Yani kavramsal yaratıcılık için gösterimsiz ve nesnesi olmayan bir kavram
kurmak lazım. Ve o kavramı doldurmaya çalışmak lazım. Aslında yaratan kişi bir şekilde
önce yaratmayı istediği şeyin kavramını kuruyor; o kavrama “tasarım” da diyebilirsiniz.
Hani bugünlerde Türkçede “konsept” diye çoğunlukla da yanlış olarak kullanılan (böyle
bir “konseptim” var gibi) kelime, bir kavram o aslında. Ve kavramın nesnesini arıyor ve
kendisi yaratıyor. Şimdi yaratıcılık süreci çok karışık bir süreç. Çünkü başında siz
kurabilirsiniz, tasarlayabilirsiniz, kavramını kurabilirsiniz bir şeyin. Ama ondan sonra yola
çıktığınızda belki de “bu tam da aradığım şey değil” dersiniz. Genellikle yaratıcılık süreci
içinde ilk yola çıkıştan farklı bir şeye ulaşılır. Dolayısıyla bu süreç de tamamen
kavramsal olmasa gerek. Buradan yola çıkarak, yaratıcılığın tamamen kavramsal
olmadığı sonucuna varabilirsiniz ama daha önemli başka bir yol var. Şimdi icat dedik.
İcat bir yaratıcılıktır. Şu soru benim aklıma geldi. Herhalde sizler sanat felsefesi
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
çalışıyorsunuz, bu soruyu -itiraf edeyim- daha yeni ilk defa kendime sordum: Neden
sanat eserine “icat” demiyoruz? Ne farkı var icat ile sanat eseri yaratmanın? Picasso
Guernica’sını neden icat etmedi? Tamam keşfetmedi çünkü yoktu, keşfetmek için
önceden olması lazım. Ama icat etti desek ne olur? Değilse, icattan ne farkı var? Ha, işe
mi yaramıyor, o mu, işlevselliğine mi bakacağız yani? Sanatsal yaratıcılık icat
yapmaktan farklıdır gerçekten. Ama aynı türde bir süreçten geçiyor. Yani teknolojik icat
yapan kişi önceden tasarlıyor, bazıları diyor ki yaratıcılıkta tasarımın ötesinde tesadüfilik
diye bir şey var. Olabilir. Ressamlar vardır, duvara boyaları saçar, ondan sonra altına
imzasını atar ve milyonlara satılır. Orada tasarım olduğunu söylemek zordur. Ancak
belki orada bile bir tasarım vardır. Kafasında olan bir şeyi gerçekleştirme vardır. Yoksa o
yaratıcılıkta kavramlar ve tasarım hiç devreye girmemiştir. Belki mümkündür böylesi
kavramların ve tasarımın hiç devreye girmediği yaratıcılık süreçleri.
Şimdi gelelim neden kavramsal yaratıcılığın gerçek yaratıcılık olmadığına.
Kavramsal yaratıcılık, sonuçta eski kavramları bir araya getirerek yeni kavramlar
oluşturmak sayesinde gerçekleşiyor. Russell’dan çıkardığımız şey bu. E bunu bilgisayar
da yapar. Yani ben bilgisayara bugün Türkçe tüm sözcükleri yüklesem, belirli sentaks
kurallarını versem, bize Türkçede mümkün, gösterimsiz terimleri üretebilir. Tabii çok
fazla bunların sayısı, hatta sonsuz.
Bir seçim yapmak gerek, gösterimsiz terimlerin
bazıları önemsiz, bazıları önemli. Bir kere bu önem meselesi, işin içine değer
meselesinin girmesine neden oluyor. Demin verdiğim örnek, yani odadaki karıncaların
sayısı, çok önemsiz. Ama Uranüs’ün yörüngesinde sapmalara yol açan gezegen
önemliymiş o zaman. Bu odadaki karınca sayısı da bir gün önemli olabilir. Ama şu anda
çok önemsiz. Yani biz bir şekilde kavram kurarken yaratıcı zihnin hangi kavramın önemli
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
olduğuna dair bir değer sistemi var. İşte bu kavramın içinde gizli değil. Yani neyin
önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin değerli, neyin değersiz olduğunu belki o tarihsel
bağlam belirliyor. O kadar çok ki bunlar, o kadar değişik kavramlar kurabiliriz ki, bunlar
arasından önemli ya da değerli olanları bulup çıkarmak, asıl hüner burada işte. Bu
açıdan kavramsal yaratıcılık önemlidir. Ve o kadar şartlanıp, farklı şeyleri yan yana
getirmeye çekiniyoruz ki, yaratıcılığın körelmesine işte bu neden oluyor. Yeniye karşı her
zaman da bir korku olmuştur bu yüzden; daha önce hiç birleştirilmemiş şeyleri
birleştirmeye kalktığınızda mutlaka bir direnç oluyor. Her zaman yaratıcılığa karşı bir
direnç olmuştur. Şu anda benim konuşmama karşı eminim bazılarınızın içinde direnç
vardır, merak ve yaratıcılık gibi birbirleriyle pek de ilişkilendirilmemiş konuları bir arada
ele aldığım için.
Unutmayın
ki
yeni
kavram
yaratmak,
yani
eski
kavramlar
cinsinden
tanımlanamayacak bir kavram yaratmak hepsinden daha zor bir şey. Bunu Deleuze,
felsefenin en temel işlevi olarak dile getiriyor. 9 Çok zor bir şey. Şimdi masa kavramım
var, bir de üst kavramım var, bunlardan masanın üstü kavramını elde edebilirim, ama
pek de yaratıcı bir şey yapmış olmam. Ancak belki eski kavramlar cinsinden
tanımlanamayan bir kavram yaratmak da mümkün. Bilgi kavramı nasıl doğdu mesela, ya
da erdem kavramı? "Erdem nedir?" diye soruyoruz 2500 yıldır ve aranan şey aslında bir
tür kavramsal çözümleme. Yani o kavramın parçalarını bulmaya çalışıyoruz, ancak belki
de bu kavramın parçaları yok. Eğer böyle başka kavramlar cinsinden tanımlanamayan
ya da çözümlenemeyen basit kavramlar varsa, gerçek yaratıcılık böyle yeni bir kavram
9
Örneğin What is Philosophy? adlı çalışmasının en başında "philosophy is the art of forming, inventing, and
fabricating concepts" (s.2), diyor Deleuze. Çevirenler; Hugh Tomlinson and Graham Burchell, 1994: Columbia
University Press, New York. (Bunu Türkçeye şöyle çevirebiliriz: "Felsefe kavram oluşturma, icat etme ve kurma
sanatıdır.")
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
yaratmaktır felsefede. O zaman yeni kavram yaratmak nasıl oluyor diye sormak lazım.
Felsefede ikinci dereceden kavramlardan bahsederiz, işte bunlar bizim kavramlarımız
üzerine düşünmemizi ve onları yeni şekillerde bir araya getirmemizi sağlayan araçlar
olarak görülebilir. Yani düşünmek üzerine düşünmek nasıl mümkünse bizim için,
kavramlar üzerine de düşünebiliyoruz. Yani kavramları kavramlaştırabiliyoruz. Bu ikinci
dereceden kavramlar bir anlamda bir met dil oluşturuyor. 10 Felsefe genelde bir meta dil
kullanır zaten. Hep ikinci dereceden hareket ederiz. Onun için felsefe soyuttur. Üçüncü
dereceye de geçebiliriz, hatta onsekizinciye bile. Teorik olarak bir sınırlaması yok, pratik
olarak var. Çoğu yaratıcı insan ikinci dereceye bile çıkmıyor. Bir heykeltıraş hayatında
ikinci dereceden kavramlarla ilgilenmemiş biri olabilir, felsefecinin işidir çünkü o. Hatta
belki de ilgilenmemesi bile gerekebilir. Belki ikinci dereceden kavramlaştırma sezgileri
bozan bir şeydir.
Bir kavramı başka kavramlar cinsinden tanımlamanın bir sınırı olmalı; böyle bir
tanımlamayı her kavram için yapamayız elbet ve sonuçta her kavramı kavramlar
cinsinden bulamıyorsak, yaratıcılık mutlaka nihai olarak sezgilere dayalı olmalıdır. Eğer
eski kavramlar cinsinden tanımlanamayan yeni bir kavram yaratmak mümkünse, bu
yaratma süreci kavramsal olamaz; mantık bunu gerektiriyor. Demek ki ne menem bir şey
olduğunu pek bilmediğimiz adına "sezgisel yaratıcılık" diyebileceğimiz kavramsal
olmayan bir yaratıcılık türü olmalı ve gerçek sanatsal ya da felsefi yaratıcılık burada
10
Genellikle meta dil sentaktik bir yapı olarak ele alınır. Örneğin Türkçenin meta dili Türkçe sözcüklerden ve
tümcelerden bahsetmemizi sağlayan sentaktik unsurlardır. Kavramlardan bahsetmemizi ve onlar üzerine
düşünmemizi sağlayan kavramların oluşturduğu dil ise sentaktik bir yapı değil, kavramlardan oluşan bir yapıdır.
İnan, İlhan, "Bilinmeyenin Kavramlaştırılması ve Yaratıcılık", Felsefe Açısından Sanat ve Dil, Mimar Sinan Üniversitesi.
olmalıdır diye düşünüyorum. 11
11
Kavramsal olmayan ve sezgilere dayalı bir yaratıcılık türüne "gerçek yaratıcılık" demem kavramsal yaratıcılığın
gerçek olmadığı sonucunu doğurmamalı. Konuşmamda bu yanlış anlaşılabilmiş olabilir. (Örneğin içine hiç hormon
katılmamış bir domatese “gerçek domates” dememiz, hormonlu domateslerin gerçek olmadığını göstermez.)

Benzer belgeler