STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹ ‹Ç‹NDEK‹LER 2

Transkript

STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹ ‹Ç‹NDEK‹LER 2
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
STRATEJ‹K ÖNGÖRÜ DERG‹S‹
Y›l: 5 Say›: 14
2009
JOURNAL OF STRATEGIC INSIGHT
Year: 5 Number: 14
2009
SAYI: 14
2009
‹Ç‹NDEK‹LER
2. Baflkandan
TASAM Baflkan› Süleyman fiENSOY
3. Çin, Afrika’da Ne Yap›yor?
Yal›n ALPAY
Sahibi / Publisher
TASAM Ad›na
Baflkan Süleyman fiENSOY
Editör / Editor
Caner SANCAKTAR
19. Güney Afrika’n›n Uluslararas› Politikadaki Yeri ve Güney Afrika D›fl
Politikas›
Mehmet ÖZKAN
37. Sömürgecilik Faktörü ve Hint Toplumu
Mehmet YILMAZATA
Genel Yay›n Direktörü / General Publication Director
‹hsan TOY
Yay›n Kurulu / Editorial Board
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK
Prof. Dr. Mehmet ZELKA
Prof. Dr. Ferruh ERTÜRK
Prof. Dr. Vasilis FOUSKAS
Prof. Dr. Bülent GÖKAY
Prof. Dr. Hasan SELÇUK
Prof. Dr. Bülent ARAS
Prof. Dr. Vural ALTIN
Doç.Dr. Atilla AKKOYUNLU
Doç. Dr. Ahmet KAVAS
Dr. Abdullah ÖZKAN
Dr. Necmi DAYDAY
Dr. Engin SELÇUK
49. ABD’nin Küreselleflme ve ‹flbirli¤ine Yaklafl›m›: Bill Clinton
(1993-2000) ve George W. Bush(2000-2008) Dönemleri
‹skender KARAKAYA
58. Avrupa Bütünleflmesinin Düflünsel Temelleri –
2: Düflünürler ve Projeler
Emre YILDIRIM
86. Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Süreç ‹çerisinde Dönüflümü, AB
Üyelik Süreci ve Türk Az›nl›¤a Etkileri
Kader ÖZLEM
105. Tarihi Gerçekler Ifl›¤›nda Ermeni ‹ddialar›
Ö¤r. Gör. Fettah TURAN
Hakemli Dergi
Yönetim Merkezi
Balaturka Binası, Akçin Sokak, Nu.3,
Fener-Balat, 34087 ‹STANBUL
Tel: 0 212 635 61 51
Fax: 0 212 532 58 82
Web Sayfas›: www.tasam.org
www.mead.org.tr
E-Posta: [email protected]
Abone Ücreti
Y›ll›k 35 YTL
Abone ‹letiflim ve Reklam
E-Posta: [email protected]
0 212 635 61 51
Grafik Tasar›m
CrEaTiCa / Ahmet TEC‹K
Renk Ayr›m›
GraPHiCa (0212 631 25 64 Pbx.)
Bask›
..............
112. Sun Tzu’dan Clausewitz’e Savafl Anlay›fl›nda De¤iflim
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
126. Ortaö¤retim Kurumlar›nda Hedef ve Uygulamalar
Dr. Cengiz fi‹MfiEK
131. Bat› Enerji Güvenli¤i ve Türkiye
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
140. Postmodernism
O¤uzhan KÖSE
145. Küreselleflme, Kapitalizm ve Büyük Ortado¤u Projesi
Caner SANCAKTAR
baflkandan
Süleyman fiENSOY
De¤erli okuyucular;
Dinamik bir düşünce kuruluşu olan Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM)
insanımızın ve insanlığın yararı için konjonktürü sürekli yakından izleyip her boyutunu derinlemesine değerlendirerek ulaştığı objektif bilgi ve orijinal fikirler ile medeniyet perspektifinde stratejik vizyon ve hayati projeler geliştiren, uygulayan ve paylaşan ‘bilimsel’ bir
araştırma merkezidir.
TASAM’ın amacı; Türkiye’nin küresel ve bölgesel bazlı uluslararası ilişkileri yanı sıra tarihi, kültürel, siyasi, hukuki, ekonomik, sosyolojik, etnik ve jeopolitik yapısı ile ilgili sorunlara ve açılımlara yönelik bilimsel araştırmalar, yorumlar, öngörüler, toplantılar ve projeler
gerçekleştirerek, etkin çözüm ve özgün model alternatifleri üretmektir.
Bu amaç doğrultusunda TASAM tarafından yayınlanmakta olan Stratejik Öngörü dergisi; yerel, bölgesel ve uluslararası meseleleri disiplinler arası bir bakış açısıyla ele alan ve
analiz eden bir stratejik araştırmalar dergisidir.
2
Hakemli dergi olarak yayın hayatını devam ettiren Stratejik Öngörü, bilim insanları ve
araştırmacıların bilimsel çalışmalarını yayınlayarak hem karar alıcılara ve diğer ihtiyaç sahiplerine gerçekçi, dinamik, yaratıcı ve etkin çözüm önerileri sunmayı, hem de bilim adamları ve araştırmacılar için ortak bir etkileşim ve tartışma platformu oluşturmayı amaçlamaktadır.
Ayrıca Stratejik Öngörü, sosyal bilimlerin değişik disiplinlerinde eğitim görmekte olan
üniversite öğrencilerine ciddi bir kaynak teşkil etmektedir. Bu vesileyle dergimizin nihai amacı, ülkemizin ve toplumumuzun bir bütün olarak entelektüel gelişimine katkı sağlamaktır.
TASAM’ın hazırlayıp yayınladığı Stratejik Öngörü dergisinin 14. Sayısını yayınlamaktan
dolayı onur ve mutluluk duyuyoruz.
Dergimizin 13. sayısının ana konusu ekonomi olarak belirlenmişti. 14. sayı serbest içeriğe sahip olmakla birlikte, daha çok uluslararası politikaya odaklanılmıştır. Bu bağlamda
dergide Çin, Güney Afrika, Hindistan, Amerikan dış politikası, Avrupa bütünleşme süreci,
Ermeni iddiaları, Batı enerji güvenliği, uluslararası politikada savaş olgusu, küreselleşme
ve Büyük Ortadoğu Projesi, Bulgaristan Türkleri’nin durumu ile ilgili toplam 12 makale yer
almaktadır.
Dergimizin 14. sayısının konuyla ilgilenen bilim insanları, araştırmacılar, öğrenciler karar
alıcılar ve okuyucularımız için faydalı olmasını diler, saygılarımı sunarım.
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY*
Çin Afrika’da Ne Yap›yor
ÖZET
Dünyan›n yeni yükselen gücü Çin, yükseliflini sa¤layan stratejisinde önemli de¤ifliklikler
gerçeklefltiriyor. Ucuz üretim merkezi olarak dünya üretimini bir anda arz yönünde yukar› do¤ru
sürükleyen Çin, flimdi üretim ve yat›r›m stratejisinde d›fla aç›lan bir yap›lanmaya gidiyor. Bu süreç
hem Çin’in dünya siyaset sistemindeki a¤›rl›¤›n› artt›rmas›n›, hem de Çin’de biriken zenginli¤in, ülke
içerisinde enflasyonist bask› yapmadan d›fl yat›r›mlarda kullan›lmas›n› hedefleyen bir siyasetin
ürünüdür. Birleflmifl Milletler’de 53 ülkeyle temsil edilen Afrika k›tas› hem uluslararas› siyasi kararlar›n al›nmas›nda çok etkili bir bölge hem de dünyan›n yeni ucuz üretim sahas› olma ihtimalini
bar›nd›ran bir enerji ve maden yata¤›d›r. Bu nedenle Çin aç›s›ndan Afrika k›tas› gerek siyasi bir
manevra alan› olarak, gerek de bar›nd›rd›¤› müthifl enerji kaynaklar› ve ekonomik üretim avantajlar›
ba¤lam›nda oldukça önemli bir co¤rafi bölge haline gelmektedir. Çin bu ba¤lamda Afrika’ya büyük
oranda yat›r›mlar ve yard›mlar gerçeklefltirmektedir. Bu süreç dünyadaki siyasi yap›y› ve üretim
süreçlerini do¤rudan etkileyecek bir geliflmeye iflaret etmektedir.
ABSTRACT
The universe’s shining new power China, is rapidly expanding and evolving its strategy. The world’s
cheap goods hub is pulling all trade to its direction, with its production and investment strategy
China is opening to the world. This will add more power to China globally, and China’s ever enlarging wealth will be used globally to lay off pressure from its own inflation. Africa is represented with
53 member states within the United Nations, it can determine decisions, and it is becoming the
new hub in the production of cheap goods, it also holds vast reserves of energy and minerals. Due
to this reason Africa is a very important continent for China; it holds political decision making powers and vast energy and mineral reserves and also production advantages within its sphere in the
region. China is the biggest investor and also foreign aid to the region. We can see that in the near
future this will globally change political and production structures.
1,3 milyarlık dev bir nüfusa sahip olan Çin Halk
Cumhuriyeti’nin 2007 yılındaki gayri safi milli hâsılası (GSMH) 3,6 trilyon dolar olarak gerçekleşti.
Yani 1978 yılında yalnızca 156 milyar dolar olan
Çin GSMH’sı, aradan geçen otuz yıl zarfında, yaklaşık olarak her yıl yüzde 10’luk inanılması zor bir
büyüme oranı tutturarak yaklaşık 23 kat büyüdü.
Böylece son rakamlara göre Çin artık ABD, Japonya ve Almanya’nın ardından dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olmayı başardı. Çin,
2008 yılının ikinci çeyreğinde de yüzde 12’lik bir
büyüme oranı yakaladı. Eğer bu hızını korursa,
2009 yılının başında Çin, Almanya’yı da geride bırakarak dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi haline gelecek.
Çin, son otuz yıldaki büyük ekonomik gelişim süreci boyunca farklı ekonomik stratejiler izlemeyi
tercih etmiştir. Son yıllarda Çin, Batı’nın yavaş ya*
vaş terk etmeye başladığı kitlesel sanayi üretiminin yeni yuvası şeklinde algılanıyordu. Sanayi
üretimi Batı’da demokrasinin gelişmesiyle birlikte
giderek pahalılaşmıştı. Zira demokratik haklarını
iyi kullanan Batı işçileri, uzun yıllar süren çabaları
sonucu yorucu, riskli ve itibarı düşük sanayi işçiliği karşılığında oldukça yüksek ücretler almayı başarmışlardı. Bu süreçte Batı ülkelerinde biriken
yoğun sermayenin fiyat ve ücretleri arttırması da
pek etkiliydi. Yine Batılı ülkelerde biriken aşırı sermaye, kira ve arsa fiyatlarını da çok yukarılara
çekmişti. Buna alınan vergilerin de ağır yükü eklendiğinde, yirmi birinci yüzyılda Batı’nın artık sanayi imalatını kendi toprakları üzerinde değil, demokratikleşmesini henüz tamamlamamış ve bu
nedenle sendikalar biçiminde örgütlenemeyen, siyasi partiler aracılığıyla kendi çıkarlarını yeterince
savunamayan işçilerin yaşadığı ülke toprakları
Afrika Enstitüsü Direktörü ve Türkiye İhracatçılar Meclisi Afrika Çalışmaları Koordinatörü
3
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
4
üzerinde sürdürmeyi seçti. Kendi toprakları üzerinde Ar-Ge’ye ve hizmet sektörüne ağırlık veren Batılı ülkeler, know-how, tasarım, içerik oluşturma ve
yönetim bilgilerini kendi öz merkezlerinde üretmeye devam ederek, katma değeri yüksek olan süreci kendi ellerinde tuttular ve katma değeri düşük
ve zahmetli olan kitlesel üretimi fason olarak gelişmekte olan ülkelere taşıdılar. Böylece aynı ürünün
tamamen aynı şekilde fakat daha ucuz işçilik, daha düşük vergiler, sübvanse edilmiş enerji maliyetleri ve daha az sağlık sigortası giderleriyle üretilmesinin önü açıldı. Çin de geçtiğimiz yıllarda, dünyanın yeni üretim yönteminin ana merkez üssü oldu. Birçok Batılı şirket, geliştirdikleri, tasarladıkları, marka değeri kattıkları ve
nasıl yapılacağını A’dan Z’ye
belirledikleri ürünlerin üretiliş
aşamasını Çin’e ve Uzak Doğu’daki diğer ülkelere kaydırdı.
Ünlü danışmanlık şirketi Boston Danışmanlık Ekibi’nin
(Boston Consulting Group –
BCG) yaptığı hesaplamalara
göre, Çin’e fason üretim yaptırmak bir imalatçı için ürünleri
imal edip sevk etmek de dâhil
olmak üzere teslimata kadar
toplam maliyetlerde yüzde 25
ila 50 oranında tasarruf sağlamaktadır. Çin’de ki işgücü maliyetleri gelişmiş ülkelere kıyasla on beş ila otuz kat daha
avantajlı konumdadır. Bu sayede maliyetler ABD’nin on beşte
biri ile otuzda biri seviyelerine düşmektedir. Bundan başka Çin sermaye yatırımlarında önemli
avantajlar sağlamaktadır. Çin’de fabrika inşasıyla
makine teçhizat imalatı ABD’den yüzde 70 daha
ucuza yapılabilmektedir. Buna göre örneğin
ABD’de inşaatı ve makine teçhizatı 50 milyon dolara mal olacak bir fabrikanın eşdeğeri Çin’de 15
milyon dolara kurulabilmektedir.1
Gelişmiş olan zengin ülkelerde egemen olan yüksek işgücü ücretlerinden tasarruf etmek amacıyla
imalat süreçlerinde haliyle büyük ölçüde robotlardan ve otomasyondan yararlanılmaktadır. Oysa
Çin’de egemen olan çok düşük işgücü ücretleri, bu
pahalı makineler yerine işgücünü ikame etmeyi
daha ekonomik kılmaktadır. Zira demokratikleşmede oldukça gerilerde bulunan Çin’de işçi ücretlerini yükseltebilecek sendikal haklar bulunmamaktadır. İnsanlar haklarını kendileri talep edememektedirler. Bu durum işçi ücretlerinin ülke yöneticilerince tek taraflı olarak görece düşük belirlenebilmesine olanak tanımaktadır.2 Buna bir de olağanüstü yüksek nüfus eklenince (Çin’de nüfusu bir
milyonun üzerinde olan 160’dan fazla şehir vardır), işçi ücretleri bir türlü yükselme şansı bulamamaktadır. IMF’nin verilerine göre Çin’in 2006 yılında kişi başına yıllık geliri yalnızca 2001 dolardır.
Yani Çin, 180 dünya ülkesi arasında gelir sıralamasında ancak 107. sıradadır.3
Bu durumu bir fırsat olarak gören gelişmiş ülke merkezli çok
uluslu şirketler, imalat süreçlerini yeniden düzenleyerek, maliyetleri inanılmaz düşürebilecek daha emek-yoğun iş süreçleri geliştirmiştir. Örneğin
önemli bir elektrikli ev gereçleri
üreticisi Çin’deki fabrikalarında
taşıyıcı bantları bile kullanmadan üretim yapabilmektedir.
ABD’de vasıflı bir makine işçisinin aylık ücreti 3.000–4.000 dolar arasında iken, Çin’deki bir
fabrika işçisinin ortalama aylık
ücreti 150 dolar civarında seyretmektedir. Ücretlerin ucuzluğunun yanı sıra, sağlık hizmetleri arzının sınırlılığı ve gelişmemiş demokrasi yüzünden yanlış tedavi ve uygulamalara dava açılmaması nedeniyle Çin’de
sağlık sigortası da oldukça ucuzdur. Sağlık sigortası giderlerinin azaltılması, istihdamın daha kolay
arttırılması anlamına gelmektedir. Yine pek çok firma malzeme tedarik maliyetlerinde de yüzde 20
ila yüzde 30 arasında tasarruf sağlayabildiklerini
bildirmektedir. Tüm bunların üzerine, Çin’deki üretiminizin bir bölümünü Çin pazarına satılması durumunda, bu pazarın büyüklüğü nedeniyle elde
edilebilecek büyük ölçekte üretim ekonomileri de
haliyle çok ciddi maliyet tasarrufları sağlamaktadır.
Son olarak bunlara bir de hükümet teşvikleri ek-
The Boston Consulting Group (2006) Organizing for Global Advantage in China, India, and Other Rapidly Developing Economies
Haggard, S. (1990) Pathways from the Pheriphery: The Politics of Growth in the Newly Industrializing Countries, Cornell University Press, Ithaca, New York
3
International Monetary Fund (2007) World Economic Outlook Database, April 2007
1
2
Ç‹N AFR‹KA’DA NE YAPIYOR
Yal›n ALPAY
lendiğinde, Çin’e sanayi üretimi yatırımı yapmak
pek çok gelişmiş ülke şirketi için inanılmaz cazip
bir alternatif haline dönüşmektedir. UNCTAD’ın
(United Nations Conference on Trade and Development – Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma
Kongresi) raporuna göre Çin, dünyadaki en çok
tercih edilen yatırım bölgesidir.4
Ancak Çin son birkaç yıldır, kendisinin yalnızca bir
yatırım merkezi olmadığını gösteren bir hareketlenme içerisindedir. Çin, küresel siyaset ve ekonomisinde artık ülke dışından sermaye alan bir ülke
olmaktan çıkıp, ülke dışına sermaye akıtan bir görünüme bürünmektedir. Çin 2007 yılında yurt dışına 22,5 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirmiştir.5 Yani Çin’de yapısal bir değişim söz konusudur.
Artık Çin, kendisinden daha maliyet avantajlı olan
yerlere sermaye akıtmaya çalışmaktadır. Çin geçtiğimiz birkaç yıl içinde dışarıya en fazla sermaye
ihraç eden ülkeler sıralamasında oldukça önemli
bir yol kat etmiştir. Çin’in döviz rezervleri 2008 yılının Haziran ayı itibarıyla 1,76 trilyon dolardır.
Resmi rakamlara göre her yıl 30.000’in üzerinde
Çinli firma, dış pazarlara oldukça büyük yatırımlar
yapmaktadırlar. Fortune dergisinin 1995’te yayınlamış olduğu “500 Büyük Firma” listesinde yalnızca 3 Çinli firma bulunuyorken, bu sayı 1999’da 5’e,
2003’te ise 11’e yükselmiş, 2006 yılında ise bu sayı 20’ye ulaşmıştır. Bu istatistik her 3 yılda bir yaklaşık yüzde 100’lük bir artışı göstermektedir. Yani
birçok büyük Çin firması giderek çok uluslu şirket
stratejilerini benimsemektedir. Çin ucuz üretici ve
taşeron olmaktan süratle patronluğa terfi etmektedir. Bu durum Çin’in artık kendisine özgü fason
üretimcilik modelini terk etmeye başladığını ve gelişmiş Batı ülkeleri örneğini benimsemek yönünde
önemli adımlar attığını göstermektedir. Çinli liderler bir sonraki kuşakta artık iç çamaşırının da,
uçak kanatlarının da Çin’de tasarlanmasını istemekte ve önümüzdeki yılların planını Çinli yetkililer bu arzu bağlamında tasarlamaktadır. Freidman’a göre, önümüzdeki otuz yıl içinde “Çin’de
satılmıştır”dan “Çin’de yapılmıştır”a, oradan
“Çin’de tasarlanmıştır”a, oradan da “Çin’de hayal
edilmiştir”e geçilecektir.6 Çin’in bu dönüşümü gerçekleştirebilmesi için kendisinden daha ucuza üretim yapabilecek, daha ucuz işgücü sağlayabilecek, ücretsiz arsa sağlayabilecek bölgelere ihtiya-
cı vardır. Bu bölge tanımına en yakın bölge Alt Sahara adı verilen, Afrika’nın Akdeniz ülkelerinin güneyindeki coğrafyadır. İşte Çin’in Afrika’ya ve özellikle de Afrika’nın Alt Sahara denilen bölgesine giderek artan ilgisi ve eylemlerinin başlıca nedenlerinden birisi özetle bu ekonomik dönüşümdür.
Çin’in Afrika’ya yönelik ilgisinin diğer bileşenleri ise
şöyle sıralanabilir: Çin’in son 20 yılda yaşadığı yıllık ortalama yüzde 9 oranındaki ekonomik büyümeye bağlı olarak artan enerji ihtiyacını karşılayabilmek7; Afrika ülkelerinden petrol gibi enerji ve
hammadde sağlamanın yanı sıra, aynı zamanda
bu kıtanın pazarlarında Çin ürünlerini satabilmek
ve siyasi açıdan, Birleşmiş Milletler’de Güvenlik
Konseyi ayrıcalığı ile birlikte onlarca oya sahip Afrika ülkelerinin desteğini sağlayarak önemli bir
blok oluşturmak.
Çin’in yurt dışında yatırımlar gerçekleştirme arzusunun çok önemli bir diğer nedeni Çin’de biriken
devasa döviz rezervleridir. Çin’in döviz rezervleri
1978 yılında yalnızca 167 milyon dolar iken bugün
bu rezerv Haziran 2008 tarihinde 1,76 milyar doları aşmış durumdadır. Çin’in dış ticaret hacmi ise
bundan 20 yıl önce yalnızca 20,6 milyar dolar
iken, bugün bu rakam 1,9 trilyon dolar seviyesindedir. Yani 20 yılda tam 95 katlık bir artış söz konusudur. Çin’in döviz rezervlerindeki yalnızca
Ocak 2008’den Haziran 2008’e kadar yaşanan artış tam 280 milyar dolardır. Yani bu durum, Çin’in
her saat döviz rezervlerine 100 milyon dolar eklemesi anlamına gelmektedir. Çin’in dış borç yükü
ise, sahip olduğu döviz rezervinin yalnızca yüzde
20’sine denk geliyor. Özetle Çin’in ihtiyacı olandan
çok daha fazla bir döviz rezervine sahip olduğu
görülmektedir. Ancak bu durum Çin ekonomisine
sekte vurabilecek bir riski de içinde barındırmaktadır. Zira eğer bu aşırı döviz rezervi eritilmezse,
Çin’deki aşırı döviz bolluğu nedeniyle, iç piyasadaki ücretler ve fiyatlar kaçınılmaz olarak büyük bir
artış gösterecektir. Bu durum ise doğal olarak enflasyon olarak göstergelere yansıyacaktır. Bu durum hem Çin’in iç ekonomik dengelerini alt üst
edecek, hem de Çin’in en büyük avantajlarından
birisi olan ucuz üretimin önünü kesecektir. Dolayısıyla Çin’in, sahip olduğu bu devasa döviz rezervinin bir kısmını vakit kaybetmeden yurt dışına at-
UNCTAD (2008) World Investment Report 2008, UN, New York and Geneva, s.33
Ibid. s.255
6
Freidman, T.L. (2006) Yirmi Birinci Yüzyılın Kısa Tarihi, Dünya Düzdür, (Çev. Cinemre, L.) Boyner Yayınları, s.121
7
Ata, İlkay (2008) “Çin-Afrika İlişkileri: Üçüncü Dünyanın İşbirliği” Stratejik Analiz, No.99, s.63
4
5
5
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
ması gerekiyor. Bunun en iyi yollarından birisi ise,
Çin’in siyasi olarak da egemenlik kurabilmesi ve
kendi üretimini daha da gelişkin hale getirebilmesi
için, keşfedilmemiş enerji alanlarına doğrudan yatırımlar gerçekleştirmektir. Kısacası, Çin’in hem siyasi hem de ekonomik göstergeleri, şiddetle Çin’in
küresel yatırımlar yapmasını şart koşmaktadır.
6
Bugün Türkiye’de Çin’in Afrika’da gerçekleştirmek
istediği eylem planı üzerine pek bir çalışma bulunmuyor. Ancak şunu söylemek gerekli ki, dünyada
da henüz bu konu üzerinde geniş bir araştırma
gerçekleştirilmiş değil. Mohan ve Power’ın deyişiyle özellikle ABD başta olmak üzere, dünyada
Çin ve Afrika ilişkileri üzerine oldukça yoksul ve rakamlara dayanmayan bir akademik dünyaya sahibiz.8 Bununla birlikte son yıllarda Çin’in Afrika’ya
yönelik olarak gerçekleştirdiği büyük bir eylem dizisine şahit oluyoruz. Bunu yalnızca rakamsal
göstergelere bakarak bile anlamak mümkün. Çin,
yalnızca Sahra Altı Afrika ülkeleri ile 2001–2005
yıllarında 300’den fazla anlaşma ve kontrat imzalamıştır. Petrol sektörüne olan özel ilgisi ve işbirliğini genişletmekle birlikte Çin, son yıllarda tarım,
balıkçılık, tekstil, enerji ve diğer sanayi alanlarında
800’den fazla projenin gerçekleştirilmesinde rol almıştır.9 Afrika ülkelerinden Çin’e yapılan ihracat
2001 ve 2006 yılları arasında her yıl yüzde 40 oranında artmıştır.10 Çin bölge ile kurduğu ilişkiler çerçevesinde uygun ve vadeli krediler vermekte, elverişli ticaret koşulları politikası yürütmekte, ilişkilerin daha da güçlenmesi ve genişlemesi için devamlı yüksek düzeyde görüşmeler gerçekleştirmektedir. Tüm Afrika ülkeleriyle ticaret yapan Çin,
34 ülkeyle yatırımların korunması, 14 ülkeyle de
çifte vergilendirmenin kaldırılmasına yönelik anlaşma imzalamıştır. Çin’in Afrika ülkeleri ile ticaret
hacmi 2007 yılında 73,31 milyar dolara ulaşmıştır.
Böylece 1990’lı yıllardan bu yana Çin ile Afrika
arasındaki ticaret yüzde 700 oranında büyümüş-
tür. Bu süreçte özellikle 2000’li yılların büyük bir
ağırlığı vardır. Zira Afrika ülkeleri ile Çin arasındaki ticaret hacmi 2002 yılı ile 2003 arasında ikiye
katlanarak 18,5 milyar dolara yükselmiş, 2005 yılında 39,7 milyar olmuştur. 2007 yılına gelindiğinde ise bu miktar yüzde 40 artmıştır.11 Bu son gelişmeyle birlikte Çin, ABD ve Fransa’nın ardından Afrika ülkeleri ile en çok ticaret yapan ülke konumuna gelmiştir.12 Çin Başbakanı Wen Jiabao Çin-Afrika ticaretinin 2010 yılına gelindiğinde 100 milyar
doları bulacağını öngörmektedir.13 Yine Çin geçtiğimiz yılın Mayıs ayında uzaya Nijerya’nın ilk telekomünikasyon uydusunu fırlatmıştır.14 Çin bu uydunun yalnızca tasarlanmasında ve inşasında yardım etmekle kalmamış, aynı zamanda uydunun
yapılması için gereken fonu da Nijerya’ya kredi
olarak sağlamıştır.15
Çin gerçekleştirmiş olduğu bu ekonomik girişimlerin bir düzensiz eylemler dizisi olmadığını da 2006
yılında açıkladığı “Çin’in Afrika Politikası” belgesi
ile ortaya koymuştur.16 Yine bunun yanı sıra Çin
2006 yılının Kasım ayında 53 Afrika ülkesinden
48’inin siyasi liderlerinin katılımı ile bir Çin-Afrika
Forumu düzenlemiştir. Çin İhracat-İthalat Bankası’nın (Çin Eximbank’ı) 2006 yılında, Afrika kıtasına yönelik olarak 19,8 milyar dolarlık ihracat kredisi vermiştir.17
Bu sistematik Afrika çıkarmasına tüm hızıyla devam eden Çin Mayıs 2007’de Şangay Afrika Gelişme Bankası’nın yıllık toplantısına ev sahipliği yaptı ve burada 20 milyar dolarlık yeni bir borç ve yatırım anlaşmaları kamuoyuna duyurdu. Yine Afrika’daki Çin yatırımlarının ilerleyişi 2007 yılının Eylül ayında Katanga’da gerçekleştirilen yardım paketi ile 5 milyar dolarlık yatırımın açıklanması ve
aynı yılın Kasım ayında Güney Afrika’daki lider
bankalardan birisinin yüzde 20’sinin satın alınması ile sürdü.18 2006 yılına göre yüzde 176 artan Af-
8
Mohan, Giler & Power, Marcus (2008) “New African Choices? The Politics of Chinese Engagement” Review of African Political
Economy, Vol. 35 No.1, s.24
9
İsmayilov, Rafik (2007) “Sahra Altı Afrika’nın Gelişme Özellikleri ve Fırsatlar” II. International Turkish-African Congress, Tasam,
Istanbul, s.74
10
Aning, Kwesi & Lecoutre, Delphine (2008) “China’s Ventures in Africa”, African Security Review, Vol.17, No.1, Mart, ss.39–52
11
Hanson, Stephanie (2008) “China, Africa and Oil” Council on Foreign Relations, 6 Haziran – http://www.cfr.org/publication/9557/china_africa_and_oil.html.
12
Blas, Javier & Green, Matthew (2008) “Feeding an Insatiable Apetite” Financial Times, Special Report Africa-China Trade, 24
Ocak
13
Morgan, Matthew (2008) “China-Africa When the Going Gets Tough” African Business, No.346, s.60
14
“China-Africa Trade Surging”(2008) China Daily, 28 Ağustos http://www.china.org.cn/international/2008-08/28/content_16348140.htm
15
Yeardley, Jim (2007) “Snubbed by US, China Finds New Space Partners”, New York Times, 24 Mayıs
16
http://www.fmprc.gov.cn/eng/zxxx/t230615.htm.
17
Wang, Jian-Ye (2007) “What Drives China’s Growing Role in Africa?” African Department of IMF, IMF
18
Alden, Chris (2008) “China and Africa: A New Development Partnership” Strategic Analysis, Vol.32, No.2, s.298
Ç‹N AFR‹KA’DA NE YAPIYOR
Yal›n ALPAY
rika’daki Çin yatırımları 2007 yılında 1 milyar doları aştı.19 Ve Çin Kara kıtadaki yatırımcılarını korumak için, 29 Afrika ülkesiyle yatırım koruma anlaşmaları imzaladı. Bugün 48 Afrika ülkesinde Çinli
girişimciler ticaret, imalat, kaynak geliştirme, ulaştırma, tarım ve tarımsal ürün işleme gibi pek çok
operasyon gerçekleştiriyorlar. Çin bu esnada, Kara Kıtayı en yüksek devlet adamı düzeyinde sık
sık ziyaret etmeyi de ihmal etmiyor. Çin Dışişleri
Bakanı 2006 yılının Ocak ayında Batı Afrika’daydı.
Aynı yılın Nisan ayında Çin Devlet Başkanı Nijerya, Fas ve Kenya’ya ziyaretlerde bulundu. Haziran
ayında ise bu kez Çin Başbakanı sahnedeydi ve
Başbakan bu ay içerisinde tam yedi Afrika ülkesinde temaslar gerçekleştirdi. Daha son ziyaretinden
bir yıl geçmeden, Çin Devlet Başkanı Hu Jinato
2007’nin başında yeniden Afrika’ya geldi ve kıtadaki sekiz ülkeye (Kamerun, Liberya, Zambiya,
Namibya, Güney Afrika, Mozambik, Sudan ve
Seyşeller) uğradı. Bu son üç yıl içerisinde Hu’nun
Afrika’ya gerçekleştirdiği üçüncü ziyaretti.20 Çin
Cumhurbaşkanı 2007’nin Şubat ayında sekiz Afrika ülkesine düzenlediği ziyaret dizisinde milyarlarca dolarlık yardım kredisi dağıttı ve indirimli yeni
krediler ile gerçekleştirilecek yeni yatırımların müjdesini verdi. Yine Pekin’deki 2006 yılında gerçekleştirilen FOCAC toplantısında vaat edilen Afrika’da 2009 yılına kadar açılacak olan beş ticari ve
ekonomik işbirliği alanına yatırım yapacak Çinli firmaları cesaretlendirmek için 5 milyar dolar tutarındaki Çin-Afrika Gelişim Fonu sağlandı.
Çin’in Afrika’ya olan bu yoğun ilgisi Afrika’nın ekonomik göstergelerinde olumlu değişikliklere olanak verdi.21 Çin sayesinde Afrika kıtası mamul
ürünleri çok daha ucuza satın alabilirken, kendi ihraç ettiği malları da daha pahalıya satabilme imkânı buldu.22 Afrika kıtasının 2007 yılında yaşadığı
5,9’luk ekonomik büyümesinde Çin tarafından yapılan ekonomik yardımlar ve yatırımlar önemli rol
oynadı.
Çin İle Afrika İlişkilerinin Kısa Tarihi
Çin ile Afrika’nın ilişkileri M.Ö. 206’dan M.S. 220
19
yılına değin hüküm süren Han Hanedanı dönemine kadar geri götürülebilinir. Bununla birlikte iki
bölge arasındaki ticaret özellikle 960–1279 yılları
arasındaki Tang Hanedanı sırasında gelişmiştir.23
Çin ve Afrika arasındaki bu ilişki, Afrika ve Avrupa
arasında kurulmuş olan yağma, savaş ve yıkım ve
daha sonra gelişecek olan köle ticareti ilişkisinden
farklı olarak her iki bölgenin de kazanç sağlaması
üzerine kuruluydu.24 Böylece milattan önce başlayan ilişkiler 20. Yüzyıla gelindiğinde de değişik biçimler alarak sürdürüldü.25
Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki ilişkiler tarafların
kendi içlerinde yaşadıkları değişimlerden ziyade
uluslararası ortamın etkileri ile şekillenmişlerdir.
Bu bağlamda, tarafların Soğuk Savaş döneminde
ve günümüzde geliştirdikleri ilişkiler dikkat çekicidir. Benzer tarihi deneyimleri olan Afrika ülkeleri ve
Çin, 1950’li yıllarda “ulusal özgürlük ve bağımsızlık” temeline oturan bir ilişki geliştirmiştir. Bu nedenle bugünkü Çin-Afrika ilişkilerinin izini 1950’li
yıllardan itibaren sürmek daha işlevsel olacaktır.
Zira Çin ile Afrika arasındaki önemli ilişkiler, ilk kez
tam da Çin’in iki kutuplu dünya düzenindeki soğuk
savaş ortamında, müttefik devletlerle birlikte olmayıp, aynı zamanda Moskova’dan da uzak duran
devletleri kendi liderliği altında toplamaya çalıştığı
sırada gelişti.26 İki bölge arasındaki bağlar, 1950
yılından 1970’lerin başlarına değin sürecek olan
devrimci Çin dış politikası ve bağımsızlık adına verilen anti sömürgeci mücadeleler sırasında eskiye
oranla daha belirgin bir hal almıştır. Bu dönemde
Çin’in vurgusu Güney-Güney yardımlaşması üzerineydi ve Çin, kendisi ile Afrika devletleri arasındaki
benzerlikleri ön plana çıkarmaya çalışıyordu.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Afrika hakkındaki diplomasisi 1950’lerde öncelikle Tayvan’ın uluslararası
düzeyde tanınmaması ve kıtadaki Batı ve Rus nüfuzu arasında kendisine de bir yer bulmak üzerine
kuruluydu. Çin’in 1950’ler ve 1960’larda Birleşik
Devletler’le ve 1960’lar ile 1970’lerde de Sovyetler
Birliği’yle cepheleşmesi özellikle önemliydi. Bu süreçte özellikle iki an tarihi öneme sahiptir: Bunların
“China-Africa Trade Surging”(2008) China Daily, 28 Ağustos http://www.china.org.cn/international/2008– 08/28/content_16.348.140.htm
20
Harsh V. Pant (2008) “China in Africa: The Push Continues But All’s Not Well”, Defence & Security Analysis Vol.24, No.1, pp.33
21
Muekalia, Domingos Jardo (2004) “Africa and China’s Strategic Partnership”, African Security Review, Vol.13, No.1
22
Collier, Paul (2008) “Five Steps to Sustainable Governance in Africa” Council on Foreign Relations, www.cfr.org /publication/16638/five_steps_to_sustainable_governance_in_africa.html
23
Wu, Yuan (2007) China in Africa, China International Press, Beijing
24
Anderson, Sam E. (1996) The Black Holocaust for Beginners, Readers and Writers Press, New York
25
Yu, George, T. (1965) “Sino-African Relations: A Survey” Asian Survey, Vol:5, No:7, pp.321–332; Ismael, Tareq Y. (1971) “The
People’s Republic of China and Africa” The Journal of Modern African Studies, Vol:9, No:4, pp.507–529
26
Snow, P. (1998) The Star Raft: China’s Encounter with Africa, Cornell University Press, Ithaca
7
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
ilki, 1955 Nisan’ında Endonezya’nın Bandung
kentinde yapılan Asya-Afrika Konferansı’dır. Çin,
1954 yılında Hindistan ile anlaşmaya vardığı “Barış İçinde Yaşamanın Beş İlkesi”27ni 1955 yılında
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 29 Asya ve
Afrika ülkesinin28 katılımıyla gerçekleşen Bandung
Konferansı’na taşımıştır. Konferans, gelişmekte
olan güney ülkelerinin ekonomik ve kültürel işbirliği anlaşması ile sonuçlanmış ve bu ülkelerin dayanışmasının sembolü haline gelmiştir. Bununla birlikte bu durum, Bandung konferansı sırasında Afrika’nın Çin için büyük önem taşıdığı anlamına
gelmemektedir zira Çin’in Afrika’daki girişiminin
daha sonra bu denli büyüyeceğini o dönemde kimse tahmin etmemişti.
8
İkinci önemli gelişme ise 1957’de kurulan ve aynı
yıl ilk konferansı gerçekleştirilen Afro-Asyalı Halkların Birlik Organizasyonu (Afro-Asian People’s
Solidarity Organization - AAPSO) dur. Afro-Asya
birliği özellikle Çin – Afrika ilişkilerinin gelişmesi
adına önemli bir siyasi taban sağlayan bağımsızlık mücadeleleri potasında ilerlemiştir.29 Böylece
Bandung Afro-Asya ilişkilerinin siyasi bir simgesi
haline gelmiş oldu.30 Oluşturulan Bandung ruhunun baş kurumu da AAPSO idi ve kurumun sekreterliği de Kahire’ye kuruldu. Bu organizasyonlar
“üçüncü dünyacılık” ve Bağlaşık Olmayan Hareket’in meyveleriydi.
1960’ların başında Sovyetler ile Çin arasındaki
ideolojik ayrım, Afro-Asya birliği ile bağlaşık olmayan ülkelere ilişkin çeşitli organizasyonlar üzerindeki baskınlık çekişmesine dönüştü. Çin’in istekleri sık sık inatçı ve etkin bir biçimde bu organizasyonlarla çatışıyordu ve Çin bunlar üzerinde engin
bir kontrol da elde edemiyordu.31 Çin bu dönemde
27
Afrika ülkelerinin bağımsızlık hareketlerine para
ve silah yardımında bulunmuş, Başbakan Zhou
Enlai 14 Aralık 1963’ten 4 Şubat 1964’e kadar Afrika ülkelerine siyasi ziyaretler gerçekleştirmiştir.
1963 yılındaki ziyaret, aynı zamanda bir Çin başbakanının ilk Afrika ziyaretidir. Zhou Enlai, bu turunda “yoksul dostlar” arasında karşılıklı ekonomik
yardımlaşmayı savunup, “büyük ve güçlü” ülkelerin, zayıf ve güçsüz ülkelere dayattığı zorbalığa
savaş açarak “Güney-Güney” kavramının ilk işaretlerini vermişti.32 Zhou Enlai, kendisinin “yoksulun, yoksula yardım etmesi” olarak adlandırdığı,
Afrika’nın emperyalizme karşı mücadelelerine
Çin’in verdiği desteği defalarca dile getirdi ve hem
Washington’la, hem de Moskova ile bir ideolojik
savaş içerisine girdiğini açık bir şekilde açıklamış
oldu.33 Mao ile Zhou Enlai’nin döneminde işbirliği
ile yardım sağlamak ilkelerine dayalı siyasi ideoloji üzerine güçlü bir vurgu vardı. Çin Afrika’ya sağlayacağı yardımlar ve gerçekleştirmeyi planladığı
işbirlikleri aracılığıyla Batı ve Kuzey dünyasına yani “birinci dünya” ülkelerine güç gösterisi yapıyor,
Afrika ülkeleri ile bir birliktelik sağlayarak, soğuk
savaşın döneminin süper güçlerine ve zengin Kuzey ekonomilerine karşı “üçüncü dünya” ülkelerinin liderliğine soyunuyordu. Pekin, Çin ve Afrika’nın uygarlığın beşiği olduğunu iddia ediyor, iki
bölgenin de “gelişen dünyaya ait olduğunu” ve aynı ortak düşmanlara sahip olduğunu ve sonuç olarak da ortak stratejik ilgileri bulunduğunu ve majör
uluslar arası konularda bakış açılarının paydaş olduğunu ileri sürüyordu. Pekin aynı zamanda bu iddiaları sonucu, Çin ve Afrika’nın birbirine destek
olması gerektiğini ve önemli küresel meselelerde
yakın bir işbirliği içinde olmaları gerektiğini öneriyordu.34
“Barış İçinde Yaşamanın Beş İlkesi” Çin ve Hindistan arasında 1954 yılında yapılan bir seri anlaşmanın uluslararası ilişkilerde
sembolikleşmiş ismidir. Çin hükümetinin Tibet’in kontrolünü tamamen ele geçirmesi Hindistan’la birtakım sınır sorunlarına yol açmıştır. Taraflar, sorunların daha ciddi bir hale gelmemesi için masaya oturmuştur. Yapılan anlaşmalar sonucu şu kararlar alınmıştır: tarafların ülke egemenliklerine saygı duyulması, karşılıklı saldırmazlık, birbirinin içişlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı fayda, barış içinde yaşama.
28
Burma, Sri Lanka, Hindistan, Endonezya, Pakistan, Afganistan, Kamboçya, Çin, Mısır, Etiyopya, Gana, İran, Irak, Japonya, Ürdün, Laos, Lübnan, Liberya, Libya, Nepal, Filipinler, Suudi Arabistan, Sudan, Suriye, Tayland, Türkiye, Demokratik Vietnam Cumhuriyeti, Güney Vietnam ve Yemen.
29
Tjonneland, E.; Brandtzaeg, B.; Kolas, A. & le Pere, G. (2006) “China in Africa: Implications for Norwegian Foreign and Development Policies”, Chr. Michelsen Institute, CMI Reports No.15, CMI, Bergen, s.75
30
Larkin, B. (1971) China and Africa, 1949–70: the Foreign Policy of the People’s Republic of China, University of California Press,
Berkeley, s.28
31
Neuhauser, C. (1968) Third World Politics: China and the Afro-Asian People’s Solidarity Organization, Harvard University Press,
Cambridge
32
Snow, P. (1995) “China and Africa: Consensus and Camouflage” içinde, Chinese Foreign Policy: Theory and Practice, (ed.) Robinson, T.W. & Shambaugh, D., Clarendon, Londra, pp.283-321
33
Adie, W.A.C. (1964) “Chou En-Lai on Safari” The China’s Quarterly, No:18 (Nisan-Mayıs), pp.174–194
34
Mohan, Giler & Power, Marcus (2008) “New African Choices? The Politics of Chinese Engagement” Review of African Political
Economy, Vol. 35 No.1, p.27
Ç‹N AFR‹KA’DA NE YAPIYOR
Yal›n ALPAY
Bununla birlikte 1960’lı yılların ortalarının Çin ile
Afrika ülkeleri arasında önemli anlaşmazlıklar doğurduğunu da belirtmek gerekir. Zira Çin, zaman
zaman hoşlanmadıkları bazı Afrika liderlerini şiddet yoluyla ortadan kaldırmaya çalışmış, Kamerun
ve Nijerya gibi bazı Afrika ülkesinde meşru hükümetlere karşı ayaklanmaları ve yeraltı hareketlerini desteklemiştir. Çin’in bu gibi eylemleri nedeniyle 1965 yılında Burundi, Benin, Orta Afrika Cumhuriyeti, Gana ve Tunus Çin’le diplomatik ilişkilerini kesmiş, Kenya ise Çin’in diplomatlarını sınır dışı etmişti.35
Çin Afrika’daki bu gelişmelerin ardından, kıtada
yeniden saygınlık kazanabilmek için çeşitli yardımlar sağlamaya başlamıştır. Çin’in yardım verme yöntemi kendisine özgü tarihsel özellikler taşıyordu. Genellikle bağış şeklinde verilen yardımlar,
doğası gereği katı bir şekilde iki taraflı kazanç ilkesi gözetilerek yapılıyordu ve yalnızca ilişkinin hem
bağış yapan, hem de yardımı alan taraf için ortak
bir yarar sağlaması amaçlanıyordu. Dahası Çinli
yardım memurları Batılı meslektaşlarının yaptığı
gibi “suit otel odalarında yan gelip yatmıyor ve yeni masraflar çıkarmıyorlardı”.36 Gerçekleştirilen Çin
yardımları Afrika “gelişmesinin” hafif sanayi, ulaşım, tarım, su kontrolü ve sulama, kamu sağlığı,
enerji, iletişim, spor, kültürel tesisler ve ağır sanayi gibi çeşitli sektörlere aktarılıyordu.37 1960’ların
sonuna doğru 600 milyon doların üzerinde bir maliyete sahip olan dev Tanzanya-Zambiya demiryolu (1967–1975) 15.000 Çinli işçinin yardımıyla inşa edilmiş ve Sino-Afrika birlikteliği için önemli bir
sembol olmuştur.
Bu destek 1970’li yıllarda bağımsızlığını yeni kazanan bu ülkelere gönderilen doktor, mühendis ve
öğretmenlerle devam etmiştir. Sonuç olarak, ilişkilerin belirleyici etkeni “ideoloji” olmuş, bu dönemde Çin’in Afrika ülkeleriyle yakınlaşması “kendisi
gibi Batı sömürgeciliğinin sıkıntısını yaşamış olan
ülkelerle dayanışma” çerçevesinde gelişmiştir.38
Bununla birlikte Çin Kültürel Devrimi’nin karışıklıkları Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikada izlediği
hırslı politikayı sekteye uğratmıştır. Örneğin Angola’da Çin Portekiz emperyalizmine şiddetle karşı
çıkıyor olsa da, Angola’nın özgürlük hareketine
hiçbir belirgin destek vermemişti. Yine Angola’nın
Özgürleşmesi İçin Halk Hareketi (Popular Movement for the Liberation of Angola – MPLA) ile olan
ilişkiler, Hareketin Sovyetlere yaklaşması sonucu
1960’ların sonu ile 1970’lerin başı sırasında bozuldu. Bunun üzerine Çin Angola’nın Tam Bağımsızlığı için Ulusal Birlik’e (The National Union for the
Total Independence of Angola – UNITA) verdiği
desteği arttırdı ve hatta Sovyetler Birliği’nin Angola üzerindeki kontrolünü azaltmak için ABD ile ortak girişimler bile gerçekleştirdi.39 Çin 1970’lerin
sonunda ve 1980’lerin başında yeniden MPLA’ya
destek vermeye başladı. Böylece bu tarihten itibaren Çin’in Afrika’nın özgürlük hareketlerine verdiği
destek büyük ölçüde Çin’in jeopolitik ilgisi ve değişik ulusalcı gruplar arasında salınması şeklinde
gerçekleşmeye başladı ve belli bir uyum ya da süreklilik arz etmekten uzaklaştı.
Afrika ülkelerinin birçoğunun 1970’li yıllara doğru
bağımsızlıklarını kazanması ve Çin’in Deng Xiaoping liderliğinde başlayan ekonomik kalkınma hareketine odaklanmış olması, 1980’li yıllarda ilişkilerin durgunlaşmasına neden olmuştur. Yine
Çin’deki kültürel devrim 1970’lerde yara almaya
başladıkça, Çin dış politikası da güçlü ideolojik yapısını kaybetmeye başlamıştır.40 Bu nedenlerden
ötürü Afrika’ya gerçekleştirilen toplam Çin yardımları 1976 yılından 1982 yılına gelindiğinde 100,9
milyon dolardan 13,8 milyon dolara gerilemişti.41
Ancak yardımlar gerilerken, iki bölge arasındaki ticaret ilerlemiştir. Çin ve Afrika arasındaki ticaret
1976 ile 1988 yılları arasında 300 milyon dolardan
2,2 milyar dolara yükselmiştir.42 Bunun nedeni Mao sonrası dönemde Çinli liderler ekonomik modernizasyona ve yabancı pazarlara, teknolojiye ve
sermayeye erişmeyi en üst seviyeye çıkarmaya
Altuğ, Yılmaz (1995) Çin Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s.182
Snow, P. (1998) The Star Raft: China’s Encounter with Africa, Cornell University Press, Ithaca, s.146
37
Eadie, G.A. & Grizzell, D.M. (1979) “China’s Foreign Aid 1975–78” The China’s Quarterly, No:77, pp.217–234
38
Ata, İlkay (2008) “Çin-Afrika İlişkileri: Üçüncü Dünyanın İşbirliği” Stratejik Analiz, No.99, s.62
39
Jackson, S.F. (1995) “China’s Third World Foreign Policy: The Case of Angola and Mozambique, 1961–93” The China Quarterly, No.142, pp.388–422; MPLA ile UNITA Angola Bağımsızlık Savaşı süresince (1961–1975) birbirleriyle savaşan iki siyasi parti idi. Bu iki parti 1975 ile 2002 yılları arasında iç savaş bağlamında savaşmaya devam ettiler.
40
Harding, H. (1995) “China’s Co-operative Behaviour”, (ed. Robinson, T.W. & Shambaugh, D.) Chinese Foreign Policy: Theory
and Practice, Clarendon, London, pp.375–400
41
Snow, P. (1995) “China and Africa: Consensus and Camouflage” (ed. Robinson, T.W. & Shambaugh, D.) Chinese Foreign Policy: Theory and Practice, Clarendon, London, s.306
42
Ibid, s.318
35
36
9
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
10
öncelik vermeye başlamış olmalarıdır.43 Böylece
Çin’in Afrika siyaseti Maocu ilhamlı devrim desteğinden ziyade, Çin Halk Cumhuriyeti ekonomisini
güçlendirecek yeni ticari bağlar aramaya dönüşmüştür. Bu siyasete istinaden Çin’in 1983 yılından
itibaren Afrika’ya sağladığı yardım yeniden arttırılmış ve yıllık ortalaması 200 milyon dolar civarında
gerçekleşmeye başlamıştır.44
leştirilen ve kalıcı bir Çin-Afrika İşbirliği Forumu
(Forum on China-Africa Co-operation – FOCAC)
kurulmasına yol açan bir konferans izledi. İlk gerçekleştirildiği yıldan bu yana Çin ile Afrika ülkeleri
arasındaki diyalogu ve işbirliğini güçlendiren başlıca araç haline gelen FOCAC’ın diğer toplantıları
2003 yılında Etiyopya’nın Addis Ababa kentinde,
2006 yılında da yedinden Pekin’de gerçekleştirildi.
Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki ilişkilerde 1990’ların sonlarına gelindiğinde yeni bir dönem başlamıştır. Sovyet Bloğunun yıkılmasıyla birlikte Çin,
dünyayı rakipsiz kalan bir hegemonik güç olan
ABD tarafından tehdit edilen bir yer olarak algılamaya başladı. Böylece bir küresel güç olabilmek
için zorunlu olan enerji kaynaklarının güvenlik altına alınması konusu 1990’ların ortalarından itibaren Çin dış siyaseti için anahtar bir güdü haline
geldi.45 Bu durum da, Çin için Afrika’yı uluslararası
sistemde tek güç egemenliğine karşı çıkabilmek
yolunda önemli bir potansiyel kaynak sağlayıcı haline getirdi.46
Kısacası, Çin açılma ve reform süreci ile dikkat çekici bir ekonomik büyüme sağlamakla kalmamış,
dış politikasında “karşı durma”dan, “işbirliği”ne,
“izolasyon”dan “uluslararası ortamla bütünleşme”
çizgisine kaymıştır. Çin’in Afrika politikası, soğuk
savaş ideolojisinden, daha klasik bir ekonomik ilgiye dönüşmüştür. Çin’in 1960’lar ile 1980’ler arasında dış politikası büyük oranda “ideolojikti”. Bugün ise Çin’in dış politikası “değişken, farklılaştırılmış ve proaktif”tir.48 Yeni stratejisi ile Çin, kaynak
diplomasisi yanı sıra “yumuşak güç”ün çeşitli biçimlerini kullanmaktadır.49 Kültürel ve akademik
paylaşım ve arttırılmasına çabalanan kamusal ilişkiler, sağlanan dış yardım, yatırımlar yumuşak gücün başlıca araçlarıdır.50 Bu yeni strateji, Afrika ülkeleri açısından, Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden bu yana ilk defa yardım ve yatırım alabilmek adına birden çok seçenek yaratan bir süreç
oluşturdu. Bu ekonomik ilgi hammaddelere erişim,
yatırımlar aracılığıyla nüfuz alanları kurma, ticaret
ve askeri yardımlar şeklinde yaşama geçmektedir.
Sino-Afrikan51 ilişkilerindeki 1949’dan beri yaşanan değişim, Çin’in cepheleşme anlayışının yardımlaşma anlayışına, devrim anlayışının ekonomik gelişme anlayışına ve yalıtılmışlık anlayışının
uluslararası dünya ile bütünleşme anlayışına dönüşmesi bağlamında incelenmelidir.52 Son dönemde Çin’in nefes kesici ekonomik gelişmesi sonucu
artan petrol ihtiyacı, bazı araştırmacılar tarafından
Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in 1996 yılındaki
Afrika ziyareti diplomatik ve ekonomik açılımlar
bağlamında altı değişik Afrika ülkesiyle 23 ekonomik ve teknik işbirliği anlaşmalarına imza attı. Yine
aynı zamanda uzun dönem Sino-Afrika işbirliği
bağlamında 5 maddelik bir öneri ortaya koydu. Bu
öneriye göre iki bölge arasındaki içten dostluğun
arttırılması adına tüm ilişkiler eşitlik, egemenliğe
saygı duymak ve birbirinin işlerine müdahalede
bulunmamak, ortak çıkar bağlamında birlikte gelişme, küresel meselelerde arttırılmış bilgi paylaşımı
ve işbirliği ve son olarak da adil ve dürüst bir uluslararası ekonomik ve siyasi düzen peşinde koşmak maddelerine dayandırılmalıydı.47 Bu beş
maddelik öneriyi 2000 yılının Kasım ayında Pekin’de Afrikalı ve Çinli bakanlar tarafından gerçek-
43
Harding, H. (1995) “China’s Co-operative Behaviour”, (ed. Robinson, T.W. & Shambaugh, D.) Chinese Foreign Policy: Theory
and Practice, Clarendon, London, pp.375–400
44
Snow, P. (1995) “China and Africa: Consensus and Camouflage” (ed. Robinson, T.W. & Shambaugh, D.) Chinese Foreign Policy: Theory and Practice, Clarendon, London, s.311
45
Zhao, S. (2007) “China’s Geostrategic Thrust: Patterns of Engagement” (ed. Le Pere, G.) China in Africa: Mercantilist Predator
of Partner in Development?, Institute for Global Dialogue and South Africa Institute for International Affairs, pp.33-53
46
Taylor, I. (1998) “China’s Foreign Policy Towards Africa in the 1990s’ ” The Journal of Modern African Studies, Vol:36, No.3,
pp.443–460
47
Shi Weisan (1996) “Sino African Economic Cooperation: New Dimensions” Chinafrica, No.20, pp.5–7
48
Zhao, S. (2007) “China’s Geostrategic Thrust: Patterns of Engagement” (ed. Le Pere, G.) China in Africa: Mercantilist Predator
of Partner in Development?, Institute for Global Dialogue and South Africa Institute for International Affairs, pp.33-53
49
Alden, C. (2005) “China in Africa” Survival, Vol:47, No.3, pp.147–164
50
Kurlantzick, Joshua (2007) Charm Offensive: How China’s Soft Power is Transforming the World, Yale University Press, New
Heaven
51
Sino-Afrikan ilişkileri deyimi, literatürde Çin ve Afrika arasındaki siyasi, ekonomik ve kültürel bağları imgeleyen bir kısaltma olarak kullanılmaktadır.
52
Muekalia, D.J. (2004) “Africa and China’s Strategic Partnership” African Security Review, Vol:13, No:1, s.7
Ç‹N AFR‹KA’DA NE YAPIYOR
Yal›n ALPAY
Çin’in Afrika’daki rolünü açık bir şekilde bir kaynak
kapışması hareketi olarak nitelendirilmesine neden olmaktadır.53
Çin’in Afrika Stratejisinin En Önemli Aracı:
FOCAC
Çin ve Afrika ülkeleri arasında devam eden stratejik işbirliği 2000 yılında kurulan ve 48 Afrika ülkesinin katılımıyla 2006 yılında 3. Zirvesi düzenlenen
Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) aracılığıyla
sürmektedir. Çin 2006 yılında düzenlediği bu Afrika zirvesiyle resmi Afrika stratejisini açıklamış ve
Çin’de 2006 yılı, Afrika yılı ilan edilmiştir. Pekin’de
yapılan Çin-Afrika Forumu’na, Afrika kıtasından
aralarında 35 devlet başkanı, 6 başbakan, 1 başbakan yardımcısı, çok sayıda bakan ve üst düzey
bürokrat olan yaklaşık 1.800 kişi katılmıştır. Çinli
ve Afrikalı binin üzerinde işadamının da katıldığı
zirveyi, büyük çoğunluğu Afrikalı olan beş yüze yakın gazeteci izlemiştir.54
Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) ilk yaşama geçirilişi 2000 yılında Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in girişimi ile gerçekleştirilmiştir. Bu sayede Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki ilişkilerde
yeni bir sayfa açılarak siyasi eşitlik, karşılıklı güven ve fayda ile kültürel değişim ilkelerine dayanan bir çeşit stratejik ortaklık kurulması amaçlanmıştır.55 2000 yılındaki ilk FOCAC toplantısına 44
Afrika ülkesinin temsilcileri katılmıştır ve görüşmeler sonrasında taraflar Pekin Deklarasyonu ve ÇinAfrika Ekonomik ve Sosyal Kalkınma İşbirliği’ni
ilan etmişlerdir. Taraflar kurulan ilişkilerin beyanı
olan bildirge ile Çin ve Afrika’nın ortak kalkınmasını sağlamak amacıyla ekonomi, ticaret, finans, tarım, tıbbi bakım ve halk sağlığı, bilim ve teknoloji,
kültür, eğitim, insan kaynakları gelişimi ve gerekli
görülen diğer alanlarda gayretli bir biçimde işbirliği ve dayanışma içinde olacaklarını açıklamışlardır. Belirlenen amaçlar doğrultusunda yapılan anlaşmalar da Ekonomik ve Sosyal İşbirliği anlaşmasıyla somut olarak ele alınmıştır. FOCAC toplantısının ikincisi 2003 yılında Etiyopya’nın başkenti
Addis Ababa Eylem Planı’nın (2004–2006) kabulü
ile sonlanmıştır. Planda Pekin Deklarasyonu ile
belirlenen ekonomik, ticari, siyasi ve sosyal hedeflerin uygulanmasına dair kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı düzenlemeler yapılmıştır. FOCAC’ın üçüncü
zirve toplantısı yine Pekin’de 4 Kasım 2006 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bu Zirvedeki şovların
gösterişliliği, iki bölge arasındaki birleşme bağlarının giderek derinleştiğini işaret etmektedir. Dünya,
Çinli ve Afrikalı liderlerin daha da derinleşen ekonomik ve siyasi bağlarını Çinli akrobatik ekibinin,
Afrikalı davul performansçılarının, Pekin opera sanatçılarının ve Afrika savanalarının panaromik turistik posterlerinin eşliğinde büyük bir hayranlıkla
izledi. Görüşen delegeler, üç yıllık bir plan çerçevesinde ticari ve siyasi bağları bir stratejik ortaklık
şeklinde gerçekleştirmek konusunda anlaşmaya
vardılar. Bunun yanı sıra, borç verme ve ekonomik
yardımda bulunma, alt yapı çalışmaları, teknoloji
transferi, enerji kaynaklarının geliştirilmesi, finans
ve sosyal güvenlik konularını kapsayan anlaşmalar imzalandı.56 Afrika’ya tarımsal gelişim sağlamak adına teknik yardım ve yatırım, Afrikalılar için
gerçekleştirilen öğretim programlarının genişletilmesi ve kıta adına sağlık ve eğitim hizmetlerinin
desteklenmesi vaatleri verildi. Yine bundan başka
Çin, 5 milyar dolarlık borç ve kredi açacağını,
2009 yılına değin Afrika’ya gerçekleştireceği gelişme yardımını iki katına çıkaracağını ve 2010 yılına
kadar da ticaret hacminin 100 milyar dolara çıkaracağını duyurdu. Söz konusu zirve sırasında Çin-
Klare, M. & Volman, D. (2006) “America, China & the Scramble for Africa’s Oil” Review of African Political Economy, No:108,
pp.297–309; Financial Times (2006) “Africa Oil and Gas: Africa’s Oilfields Have Become An Important Battleground of Influence”,
1 March
54
Oba, Ali Engin (2008) “Çok Boyutlu Türk Dış Politikası ve Afrika”, Stratejik Analiz, No.99, s.28
55
Muekalia, Domingos Jardo (2004) “Africa and China’s Strategic Partnership”, African Security Review, Vol.13, No.1
56
Alden, Chris (2008) “China and Africa: A New Development Partnership” Strategic Analysis, Vol.32, No.2, s.297
53
11
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
li ve Afrikalı işadamları ile hükümet çalışanları 2
milyar dolar tutarında bir dizi anlaşmalar imzaladı.
Bazı anlamlarda 2006’da Pekin’de yapılan FOCAC buluşması Çin ile Afrika arasındaki son birlikteliğin sonunu işaret ediyor ve geçmişten nitelik
olarak farklı bir gelişimi imliyordu.57 Aynı yılın Ocak
ayında Çin, Çin’in Afrika Projesi adlı bir kitap yayınladı.58 Kitap, Çin’in dış politikada müdahaleci olmayan geleneksel politikasını ve iç politikada da
Çin’in bölünmez bütünlüğünü savunmayı sürdüren
bir iddiaya sahipti. Bununla birlikte ticaret, yatırım
ve ekonomik işbirliği olgularının, Çin’in dünya ile
bütünleşmesi açısından taşıdığı baskın bir şekilde
vurguluyordu. Yine Afrika ülkeleri ile geliştirilecek
ilişkilerde gerçekleştirilecek yardımlara ilişkin olarak kitapta önemli bir vurgu yapılmıştı.
12
FOCAC’ın ortaya koyduklarını kısaca şöyle özetleyebiliriz: Zirvenin kurulmasını takip eden altı yıl
içinde Çinli ve Afrikalı liderler karşılıklı 180 ziyarette bulunmuş, bu ziyaretlerin 140’ı Afrikalı yöneticiler tarafından gerçekleştirilmiştir. Çin, FOCAC çerçevesinde 2000 yılından bugüne kadar 31 Afrika
ülkesine 1,38 milyar dolar değerinde borç vermiştir ve bu ülkelerden yaptığı ithalatın çoğunu gümrük vergisinden muaf tutmuştur. 2000 yılında yapılan bir anlaşma ile de Afrika ülkelerinin Çin’e olan
borçları derece derece silinmektedir. Çin’in bu ülkelere yaptığı ekonomik yardımın miktarı 2006 yılına kadar 5,74 milyar dolar olurken, 2006 yılında
gerçekleştirilen FOCAC zirvesinde 5 milyar dolarlık yardım anlaşmaları imzalanmıştır.59 2006 yılı
sonunda Çin’in Afrika ülkelerinde geliştirdiği sosyal projelerin sayısı 900’ü bulmuş, 18 bin Afrikalı
öğrenciye hükümet bursu verilmiştir. Bu ülkelere
gönderilen sağlık görevlilerin sayısı 16 bini bulurken, hizmet verdikleri Afrikalı vatandaş sayısı 240
milyon olmuştur. Bunların yanısıra, Afrika ülkelerindeki BM barış gücü operasyonlarında 3 bin Çinli asker görev yapmıştır. Addis Ababa’da 2003 yılında gerçekleştirilen FOCAC zirvesinde yapılan
anlaşma çerçevesinde Çin çeşitli alanlarda 10 bin
Afrikalıyı da profesyonel olarak yetiştirmiştir.
Çin-Afrika Ekonomik İlişkilerinde Petrolün Rolü
Çin’in küresel dış politikası Çin devletinin Afrika
devletleri ile etkileşimini doğrudan etkiliyor. Geçmişte Çin firmaları ve Çin devletinin sözünden pek
dışarı çıkamazlardı. Bugün ise Çinli firmaların Çin
devletinin belirlediği politikalardan göreceli olarak
daha özerk davranabildiklerini görüyoruz. Fakat
hala Çin Komünist Partisi ile büyük uluslar arası
Çinli firmalar arasında güçlü bağlar bulunuyor. Bununla birlikte Afrika’da sayılarını hızla arttıran göreceli olarak küçük Çinli firmaların Çin devletinin
belirlediği gündemden, bu gündemden cesaret almalarına karşın daha bağımsız olduklarını görüyoruz.60 Bugün Afrika’daki Çin şirketlerinin sayısı 800
civarındadır.61 Üstelik Çin’e iş yapmaya giden Afrikalı girişimcilerin sayısı da gün geçtikçe artmaktadır.62 Afrika’da son dönemde gündeme getirilen yeni kamu ihalelerinin yüzde 50’sini Çin menşeli şirketler almaktadır. Yine Çin’e bağlı kamu şirketleri,
Afrika’nın 13 ülkesinde maden çıkarmaktadır. Çin
petrol şirketleri, Angola, Çad, Fil Dişi Sahilleri, Gabon, Kenya, Moritanya, Nijer, Nijerya, Libya, Somali, Sudan ve Cezayir gibi ülkelerle petrol anlaşmaları yapmıştır. Çin Ulusal Petrol Şirketi, 2008 yılından itibaren üretim gerçekleştirecek olan Nijerya’daki bir petrol bölgesinin yüzde 45’lik hissesini
satın almıştır. Yine Çin Ulusal Petrol Şirketi, Büyük
Nil Petrol firması ile birlikte Sudan’da 8 milyar doların üzerinde bir yatırım gerçekleştirdi.63 Bundan
başka, Çin Angola hükümetine 2 milyar dolarlık bir
yardım paketi sağlayarak çeşitli petrol bölgelerini
satın almak için kendisine avantaj sağladı. Çin şirketleri finansal piyasalarla da oldukça ilgilenmektedir. Çin Sanayi ve Ticaret Bankası, 2007 yılında
Güney Afrika’nın en büyük bankası olan Standart
Bank’ın yüzde 20 hissesini 5,5 milyar dolara satın
almıştır.64
Her gün trafiğe on dört binden fazla yeni aracın
katıldığı Çin’de kömürle çalışan büyük santralleri
de ülkenin ihtiyacını karşılayamadığı için petrol
kullanan daha küçük santraller her geçen gün artmaktadır.65 Bu durum Çin’i en büyük petrol tüketi-
Alden, C. (2006) “China-Africa Relations: the End of the Beginning” (eds. Draper, P. & Le Pere, G.) Enter the Dragon: Towards
a Free Trade Agreement Between China and the Southern Africa Customs Union, Institute for Global Dialogue, pp.137–153
58
People’s Republic of China (PRC) (2006) China’s African Policy, http://www.fmprc.gov.cn/eng/zxxx/t230615.htm
59
Taylor, Darron (2007) “Chinese Aid Flows to Africa”, VOA News, 8 Mayıs
60
Mohan, Giler & Power, Marcus (2008) “New African Choices? The Politics of Chinese Engagement” Review of African Political
Economy, Vol. 35 No.1, s.25
61
Wallis, William (2008) “Drawing Contours of a New World Order” Financial Times, Special Report Africa-China Trade, 24 Ocak
62
“Fairly Looking upon Sino-African Relations” (2006) People’s Daily Online, 16 Mayıs
63
Blair, David (2005) “Oil-Hungry China Takes Sudan Under Its Wings” The Telegraph, 23 Nisan
64
Wallis, William (2008) “Drawing Contours of a New World Order” Financial Times, Special Report Africa-China Trade, 24 Ocak
65
Alpay, Yalın & Ertürk, Yavuz M. (2006) Çin Ülke Analizi, Türkiye İhracatçılar Meclisi, İstanbul, s.29
57
Ç‹N AFR‹KA’DA NE YAPIYOR
Yal›n ALPAY
cilerinden biri haline getirmektedir. Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki ticaretin en önemli bileşenlerinden birisi petroldür. Zira Afrika ülkelerinden Çin’e
yapılan ihracatın yüzde 85’i petrol zengini ülkeler
Angola, Ekvator Gine, Nijerya, Kongo Cumhuriyeti ve Sudan tarafından gerçekleştirilmektedir. İhracatta petrolü bakır ve elmas ile işlenmiş yiyecek ve
ev tüketim malzemeleri gibi ürünler izlemektedir.66
Afrika gerçekten dünya petrol üretiminde oldukça
önemli bir yer taşımaktadır. Dünyada varlığı kanıtlanmış petrol rezervlerinin 2007 yılındaki dağılımında Afrika kıtası dünya piyasasına sunduğu
15,6 milyon ton tutan 117,5 milyar varil petrol ile
dünya petrol üretiminin yüzde 9,5’ine sahip durumdadır.67 Kıtada bilinen rezervler konusunda en
önde gelen iki ülke sırasıyla Libya ve Nijerya’dır.
Libya, 2007 yılı verilerine göre dünya üzerinde bilinen petrol rezervlerinin yüzde 3,3’üne, Nijerya ise
yüzde 2,9’una sahiptir. Ancak ilerleyen yıllarda Afrika’nın dünya üzerindeki bilinen petrol rezervlerindeki payının daha da artması beklenmektedir. Zira
1997 yılında, Afrika’nın bilinen petrol rezervleri
dünya rezervlerinin yüzde 7’sine, 1987 ise yüzde
6,4’üne sahipti.68 Bunun nedeni Afrika’nın henüz
çoğu petrol bölgesinin keşfedilmemiş durumda olmasından kaynaklanmaktadır. Afrika kıtası yabancı yatırım aldıkça ve petrol arama çalışmaları sürdükçe, Afrika kıtasının dünya petrol rezervleri içindeki yüzdesi yükselecektir.
Afrika kıtasının 2007 yılındaki petrol üretimi ise
488,5 milyon tonluk petrol üretimiyle toplam dünya
petrol üretiminin yüzde 12,5’i olarak gelişti. Bu rakam 2006 yılına oranla yüzde 3,2’lik bir artışı ifade
etmektedir.69 Bununla birlikte Afrika kıtası, dünya
petrol tüketiminde yalnızca 138,2 milyon tonla
yüzde 3,5 oranında kalmaktadır.70 Oysa dünyadaki en büyük petrol tüketimini yüzde 23,9’la ABD,
hemen ardından da yüzde 9,3’lük oranla Çin ger-
çekleştirmektedir.71 Dahası The International
Energy Agency’nin (IEA) öngörüsüne göre 2006
yılında günlük 3,5 milyon varil petrol ihraç eden
Çin, 2030 yılına gelindiğinde günlük 13,1 milyon
varil petrol ihraç edecektir.72 Yine zira Çin’in enerji
tüketiminin de 2002 ile 2025 yılları arasında % 153
artacağı öngörülüyor.73 Bu durum da elbette, Çin’in
petrol almak için Afrika’yı oldukça önemsemesine
yol açmaktadır. Ancak şimdilik Afrika ülkelerinde
yapılan günlük petrol üretiminin yüzde 95’i Batılı
petrol şirketlerinin kontrolündedir. Dahası, 2006 yılında Afrika’nın yaptığı petrol ihracatının yüzde
33’ü ABD, yüzde 36’sı AB ülkeleri tarafından satın
alınırken, Çin’in payı yalnızca yüzde 9 olmuştur.74
Bununla birlikte Çin’in petrol ihtiyacının yaklaşık
yüzde 30’unu Afrika kıtası karşılamaktadır.75 Dünya Bankası verilerine göre Çin, 2005 yılında Afrika’dan yaptığı petrol ithalatının yarısını Angola’dan gerçekleştirmiştir. Mart 2004’te imzalanmış
bir anlaşmaya göre Çin, Angola’dan günde 10 bin
varil petrol almaktadır. Aynı anlaşma ile Çin, Angola’ya petrol altyapısının geliştirilmesinde kullanılmak üzere 2 milyar dolarlık bir kredi sağlamıştır.
Bu kaynağın yüzde 70’i Çinli firmalara, kalan yüzde 30’u ise yerel alt yüklenicilere kullandırılmaktadır. Çin’in petrol ithalatının yüzde 7’sini Sudan karşılamakta ve Sudan toplam üretiminin yüzde 80’ini
Çin’e ihraç etmektedir. Çin Ulusal Petrol Şirketi,
1999 yılından bu yana ülkedeki rafineri ve boru
hatları için 3 milyar dolarlık yatırım yapmıştır ve
halen Sudan’daki petrol yataklarını elinde bulunduran Büyük Nil Petrol İşletmeleri Şirketi’nin yüzde 41 hissesine sahiptir. Ham petrolün yüzde
30’unu Afrika’dan alan Çin’e ait CNPC adlı petrol
şirketi, Sudan’ın petrol üretiminin yüzde 70’ini kontrol etmektedir.76 Dikkat çekici bir başka nokta,
Çin’in Sudan’daki petrol borularının korunması için
ülkeye dört bin asker göndermiş olmasıdır.77 Ocak
2006’da Çin Ulusal Offshore Petrol Şirketi, Nijer-
66
Pan, Ester (2006) “China, Africa and Oil” Council on Foreign Relations, 3 Mayıs – http://www.cfr.org/publication/10586/china_africa_and _oil.html.
67
BP (2008) BP Statistical Review of World Energy, Haziran 2008, s.6
68
Ibid. s.7
69
Ibid. s.9
70
Ibid. s.11, 12
71
Ibid. s.11
72
Hanson, Stephanie (2008) “China, Africa and Oil” Council on Foreign Relations, 6 Haziran – http://www.cfr.org/publication/9557/china_africa_and_oil.html.
73
Klare, M. & Volman, D. (2006) “America, China & the Scramble for Africa’s Oil” Review of African Political Economy, No.108,
pp.297–309
74
Ata, İlkay (2008) “Çin-Afrika İlişkileri: Üçüncü Dünyanın İşbirliği” Stratejik Analiz, No.99, s.66
75
Morgan, Matthew (2008) “China-Africa When the Going Gets Tough” African Business, No.346, s.60
76
Mahony, Honor (2008) “China’s Policies With ‘Oppressive’ African States Knocked by MEPs” EU Observer, 24 Nisan
77
Altınbaş, Deniz (2008) “Fransa’nın Agresif Afrika Politikaları” Stratejik Analiz, No.99, s.59
13
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
ya’nın petrol ve doğalgaz yataklarına 2,27 milyar
dolarlık bir yatırım yapmıştır ve 2,25 milyarlık ek
yatırım taahhüt etmiştir. Temmuz 2005’te ise
CNPC’nin bir kolu olan Petro-China, Nijerya Ulusal Petrol Şirketi ile günlük 30 bin varil petrol alımına yönelik 800 milyon dolarlık bir anlaşma yapmıştır. Yine Çin Ulusal Petrokimya Şirketi, Gabon’un petrol yataklarına büyük miktarlarda yatırım yapmıştır ve 2002 yılından itibaren Çin bu ülkeden petrol almaktadır.
Çin’in Afrika’daki Varlığının Batı’daki İzdüşümü
14
Çin’in Afrika’nın başta petrol olmak üzere doğal
kaynaklarına gösterdiği ilgi ve Afrika ülkelerine
yaptığı yardımlar, gerçekleştirdiği altyapı projeleri
ve bu ülkelere, siyasal rejimlerine bakmaksızın
verdiği krediler, başta ABD olmak üzere diğer Batılı ülkelerin Afrika rejimlerine yönelik politikaları etkilemektedir. Batı’nın modernite projesi ile birlikte
uygulamaya başladığı dünyayı Batılılaştırma, onu,
Batı’nın geçirdiği tikel evreleri yeniden geçirmeye
ikna etme ve zaman zaman zorlama çabası,
Çin’in, Afrika kıtasındaki alternatif yayılış biçimiyle
karşılaşınca çeşitli plan değişikliklerinin önü açılmış oldu.
Pekin’de 2000 yılında gerçekleştirilen ilk Çin Afrika
İşbirliği İçin Forum (Forum for China Africa Cooperation – FOCAC) ile Çin, izlediği Afrika’ya yardım
hususunda “koşul yok” siyasetiyle Afrika çevrelerinde takdir toplarken, Batı çevrelerinde tartışma
yarattı. Çin’in bu yaklaşımının ardında Çin dış politikasının, ekonomik ilişkiler kurmak istediği ülkelerin iş içlerine karışmamak üzerine kurgulanmış
olması vardı. Çin Dış İşleri Bakan Yardımcısı Zhou Wenzhong’un 2004 yılında özetlediği üzere Çin
için geçerli olan motto “İş, iştir. Biz siyaseti işten
ayırmaya çalışıyoruz”78 önermesidir. Çin Afrika’da,
Avrupa’dan farklı olarak, şartlar koşmamakta, kendi değerleri olduğunu iddia ettiği bir dizi kuralı dayatmamaktadır. Çin’e göre, uluslararası ilişkilerde
temel kural “kimsenin işine karışmamak”tır. Çin,
Batı tipi demokrasinin Afrika’ya uymadığını, Kenya’da seçim sonrası yaşanan şiddet olaylarını örnek göstererek açıklamaktadır. 79Çin yardımı, Afrikalı hükümetlerin danışmanlığında doğrudan pro-
jelere odaklıdır ve kâr paylaşımı ile “ortak çıkar”
üzerine kuruludur.80 Elbette bu durum klasik Batı
yaklaşımı ile doğrudan karşıt bir yaklaşımı ifade
etmektedir. Zira Çin alternatifi ortaya çıkana değin,
Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu (IMF)
gibi Batılı bağışçılar ve kurumlar, önceliklerini Afrika hükümetlerine etkin bir şekilde dayatmayı başarıyorlardı. Ancak Çin’in “koşulsuz destek” hareketi ile birlikte, Batı’nın çeşitli siyasi dayatmaları ve
demokratikleşmeyi şart koşarak hibe ve kredi vermesi olguları güç kaybeden yaklaşımlara dönüştüler. Bu durum ABD ve eski sömürgeci ülkeleri Afrika’ya yönelik yeni politikalar üretmeye sevk etmektedir.
Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Çin’in Afrika
ülkeleri ile geliştirdiği ilişkilere eleştirel yaklaşmaktadır. Çin’in Afrika ülkelerindeki enerji kaynaklarını
ele geçirmek için bu ülkelerin geleceğini hiçe saydığını öne süren bu eleştiriler, insan hakları, demokrasi ve silah satımı konularında yoğunlaşmaktadır.81 Avrupa’nın bu konudaki ilk tepkileri parlamento aracılığıyla verilmeye başlanmıştır. Avrupa
Parlamentosunda bir grup milletvekili Çin’in Afrika’daki “politikasız yalnızca ticaret” yöntemini
eleştiren bir karar yayınlamıştır. Kararda, Afrika’daki yatırımlarını hiçbir şarta bağlamadığı için
baskıcı rejimlerin insan hakları ihlallerine destek
verdiği iddia edilen Çin’e yönelik silah ambargosunun sürdürülmesi gerektiği savunulmaktadır. Hatta
Sudan’daki çatışmalarda Çin’in payının bulunduğu
bile ileri sürülmektedir. Çin’in uzun bir süredir Sudan’ın kaos bölgesi Darfur’a barış gücü operasyonu düzenlemesi ve Sudan’ın petrol ihracatına engel getirilmesine yönelik BM girişimlerinde olumsuz oy kullanması ve Zimbabve’deki Robert Mugabe yönetimi ile iş anlaşmaları yapması, Batılı ülkeler tarafından “demokratik olmayan hükümetlerin desteklenmesi” şeklinde eleştirilmiştir. Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Zhou Wenzhong ise “ülkelerin içişlerine karışmama” ilkesini benimsediklerini vurgulayarak, “Batı, hazır olmadıkları halde
bu ülkelere piyasa ekonomisi ve çok partili demokratik sistem dayatmaya çalışmaktadır. Batı’nın daha önce bize yönelik olarak da kullanmaya çalıştığı ambargolara karşıyız” demiştir.82 Çin’in bu yak-
“China in Africa” (2004) The New York Times, 8 Ağustos
Batı Demokrasisi Afrika’ya Uymadı” (2008) AB Haber, 14 Ocak
80
Alden, Chris (2008) “China and Africa: A New Development Partnership” Strategic Analysis, Vol.32, No.2, s.299
81
Thompson, Drew (2005) “China’s Soft Power in Africa: From the ‘Bejing Consensus’ to Health Diplomacy” China Brief, Vol.5,
No.21
82
Lyman, Princeton N. (2005) “China’s Rising Role in Africa” Council of Foreign Relations, 21 Temmuz
78
79
Ç‹N AFR‹KA’DA NE YAPIYOR
Yal›n ALPAY
laşımının AB’nin mali yardımları reformlara bağlayan yöntemini zayıflattığını ileri süren parlamenterler, AB’nin Çin’in Afrika’daki varlığına karşılık
vermesi gerektiğini ileri sürmektedirler.83
Bu bağlamda İngiliz hükümeti tarafından, tanınmış
kişilerin oluşturduğu Afrika Komisyonu’na bir rapor
hazırlattırılmıştır. Hepimizin Çıkarına başlığını taşıyan ve kamuoyunda “Blair Raporu” olarak da
anılan Mart 2005 tarihli bu rapor, Afrika’ya yönelik
yeni bir bakış ile kıtada barış ve güvenlik başta olmak üzere önceliklerin sıralanmasından sonra,
yapılması gerekenleri ele almaktadır. Raporda, Afrika’nın sorunlarının üstesinden gelmesi, 21. Yüzyılda layık olduğu konuma getirilmesi için dünya
ülkeleri ortak bir çabaya davet edilmektedir.84
Çin’in seçilmiş Afrika ülkelerine yardım vermesine
devam etmesine karşın, bugünün vurgusu hükümetin ödediği faiz oranları ile sağlanan resmi borçlara ve Çin ile Afrikalı şirketler arasında ortaklık ya
da ortak girişimler geliştirmeye yönelmiştir. Bu süreç bazı araştırmacılar tarafından Çin’in Afrika’ya
olan ilgisinin anti sömürgeci içerikle donatılmış bir
“Güney-Güney işbirliği” biçiminden ziyade Afrika’yla daha önce kurulan uluslar arası ilişkilerden
farksız olan hegemonik bir “Kuzey-Güney ilişkisi”
olduğu şeklinde değerlendirilmektedir.85 Benzer bir
değerlendirmeyi de Britanya’nın şimdiki Adalet, o
dönemdeki Dış İşleri Bakanı olan Jack Straw,
2006 yılının Şubat ayında Nijerya’ya gerçekleştirdiği ziyareti sırasında, İngiltere 150 yıl önce Afrika’ya ne yapıyorduysa, bugün Çin Afrika’da aynısını yapıyor diyerek dile getirmişti.86 Bu gibi görüşlerin küresel egemenlik kazanması tehlikesine
karşı Çin Başbakanı Wen Jiabao neo-sömürgeciliğin şapkasının asla Çin’in başını süslemeyeceğini
bildirerek, asıl Çin’in 110 yılı aşkın bir süredir sömürgeci saldırganlığın kurbanı olduğunu dile getirdi ve Çin ulusunun sömürgeci egemenliğinden
çekmenin ne demek olduğunu ve sömürgecilikle
savaşmanın gerekliliğini çok iyi bildiğini ekledi.87
Bunun ardından Çin Devlet Başkanı Hu Jinato
2007’nin Şubat ayında çeşitli Afrika ülkelerine gerçekleştirdiği ziyarette Çin’in sömürgeci niyetleri olduğunu kesin bir dille yalanlayarak, Afrika’nın kendi kendisini idare etmesini desteklediğini açıkladı.88 Bu söylemler aracılığıyla Çin, Afrika’yı ekonomik ve siyasi olarak kontrol etmek, kısacası bölgeyi sömürmek niyetinde olmadığını duyurmayı
amaçlamaktadır.
Afrika ülkelerinin Çin’i algılayış biçimleri ise, Afrika’nın Batıyı algılayış biçiminden önemli bir şekilde ayrılmaktadır. Afrikalı siyasi liderler Batı’nın
sağladığı yardımların Afrika ülkelerinin yönetim biçimine karışmaları ve insan haklarının iyileştirilmesi gibi koşullara bağlı olarak verilmesini nahoş ve
“yeni sömürgecilik” olarak tanımlamakta ve bu tavrı, kendi ülkelerine Batı değerlerinin dayatılması
olarak algılamaktadırlar.89 Çin’in sömürgeci bir
geçmişinin olmayışı ve Afrika ülkelerini kalkınma
sürecinde yoldaş olarak görmesi bu ülkelerin Çin’e
bakış açısını şekillendiren etkenlerdir. Afrika ülkeleri Çin’i başta Fransa, Birleşik Krallık ve ABD olmak üzere kendilerini hayal kırıklığına uğratan kıtanın geleneksel kalkınma ortakları olan sömürgeci güçlerden farklı olarak, kıta için sermaye ve yatırım kaynağı bir ortak olarak değerlendirmektedir.90 Bu bağlamda Çin ile geliştirilen işbirliğine
bağlı olarak 2005 ve 2006 yıllarında yıllık ortalama
yüzde 5,4 oranındaki büyüme, Afrika ülkelerini Çin
ile ilişkilerinde daha da cesaretlendirmiştir. Afrika
kıtası aynı büyüme eğilimini 2007 yılı ve 2008 yılının ilk yarısında da sürdürmüştür. Çin’in bu ülkelere Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (WB) aksine koşulsuz ve faizsiz veya cüzi
miktarlarda faizlerle borç vermesi, bu uluslar için yalnızca ekonomik bir büyüme sağlamakta kalmamış,
aynı zamanda siyasi cesaret de kazandırmıştır.
Bununla birlikte Çin ile Afrika arasındaki ilişkileri
her türlü zorluktan arınmış bir ilişki türü olarak nitelemek de doğru değil. 2007 yılı boyunca iki bölge arasındaki ilişkilerin daha yakın olmasını engelleyen pek çok gelişme oldu. Bunlara örnek olarak
Mahony, Honor (2008) “China’s Policies With ‘Oppressive’ African States Knocked by MEPs” EU Observer, 24 Nisan
Our Common Interest (2005) Report of the Commission for Africa, March
85
Marks, S. (2006) “China in Africa – the New Imperialism: Globalization and Development: Learning from Debates in China”, Globalizations, Vol.3, No:3, pp.377–391; Alden, C. (2005) “Leveraging the Dragon: Toward ‘An Africa That Can Say No’, Eafrica (The
Electronic Journal of Governance and Innovation / SAIIA), 1 March; Snow, P. (1995) “China and Africa: Consensus and Camouflage” içinde, Chinese Foreign Policy: Theory and Practice, (ed.) Robinson, T.W. & Shambaugh, D., Clarendon, Londra, s.321
86
Mohan, Giler & Power, Marcus (2008) “New African Choices? The Politics of Chinese Engagement” Review of African Political
Economy, Vol. 35 No.1, s.23
87
Ibid. s.24
88
Alden, Chris (2008) “China and Africa: A New Development Partnership” Strategic Analysis, Vol.32, No.2, s.298
89
Harsh V. Pant (2008) “China in Africa: The Push Continues But All’s Not Well”, Defence & Security Analysis Vol.24, No.1, s.36
90
Aning, Kwesi & Lecoutre, Delphine (2008) “China’s Ventures in Africa”, African Security Review, Vol.17, No.1, Mart, ss.39–52
83
84
15
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
Çin Devlet Başkanı Hu’nun Zambiya’nın Copperbelt bölgesine gerçekleştireceği ziyareti, yerli halkın protestolarından çekinerek iptal etmesi, Angola hükümetinin değeri milyon dolarlarla ölçülen Lobito’daki petrol rafinerisini ıslah etme projesini aniden Çin’den geri alması ve Güney Etiyopya’da dokuz Çinli petrol işçisinin isyancılar tarafından öldürülmesi verilebilir.
16
Çin ve Afrika arasında meydana gelebilecek bir
başka sorun ise Çin’in Afrika’ya ihraç ettiği ürünlerin, Afrika ülkelerinde bazı olumsuzluklara yol açması konusudur. Zira Afrika’nın ucuz Çin ürünlerini ithal etmesi sonucu pek çok Afrikalının yaşam
standartları yükselmiştir ancak henüz çok zayıf
olan Afrika imalat sanayisi de bundan olumsuz
yönde etkilenmektedir. Örneğin Çin tekstil ihracatı
nedeniyle 250 bin Nijeryalı tekstil işçisi işten çıkarılmıştır. Ancak tekrarlamakta da yarar var ki, bu
olumsuzluğa karşın, ucuz ihracat, Nijerya’daki pek
çok Nijeryalının da yaşam standartlarını yükseltmiştir.91 Bu konuda eleştirilerini kamuoyu ile paylaşan bir lider de Zambiya’nın 2006 seçimlerindeki
devlet başkanı adaylarından birisi olan Michael
Sata’dır. Sata Çinlileri “yatırımcılar değil, kâr sağlayıcılar” olarak nitelemiş ve eğer seçimleri kazanırsa Çin için oldukça hassas bir konu olan Tayvan
meselesini öne çıkararak, Tayvan’ın bağımsızlığını tanıyacağını açıklamıştır. Bu durum Afrika’nın
bazı kırsallarında Çin’e şüpheyle bakıldığını ve çeşitli işçilerin Çin’e kızgın olduğunu göstermektedir.
Bununla birlikte şunu da eklemek gerekir ki, Zambiya’daki 2006 seçimini kazanan lider Sata değil,
Levy Mwanawasa olmuştur ve Sata’nın iddialarını
da tamamen reddetmiştir. Gerçek şu ki, 2006 yılında Çin Zambiya’ya 300 milyon dolarlık yatırım
yapmış, 10 bin Zambiyalıya istihdam sağlamış ve
Zambiya’nın son beş yıldır tutturmuş olduğu yüzde 5’lik büyümeye önemli bir katkıda bulunmuştur.
Mwanawasa’nın oylamada, oyların yüzde 60’ını
alması da, Zambiya’da da sonuçta Çin’e çoğunluğun sıcak baktığını göstermektedir. Mwanawasa’nın ölümünün ardından göreve gelen Rupiah
Banda da Mwanawasa’nın Çin’e yakın olan politikasını sürdürmeye devam etmiştir.92 Çin Dışişleri
Bakanı Yang Jiechi’nin Mwanawasa’nın cenazesine katıldığını hatırlarsak, Çin’in de bölgeye ne ka-
dar büyük bir önem atfettiğini daha iyi algılamak
mümkün olacaktır.
Sonuç
Afrika kıtası şimdiye değin taşıdığı tüm zenginlikleri gerek beşeri, gerek hammadde olarak sınırları
dışına, kendisini zenginleştiremeden bırakmak zorunda kalıyordu. Oysa bugün değişen üretim, tüketim ve pazarlama biçimleri, değişen işbirliği kavramı artık tek taraflı kazananlara izin vermeyen bir
yapıya sürükleniyor. Yeni yüzyıldaki iş ve ortaklık
gerçekleştirme biçimi hem ekonomik hem de siyasi olarak karşılıklı kazanma ilkesi çerçevesinde
gerçekleşmektedir. Bu nedenle artık Afrika ile kurulacak ilişkilerin tek taraflı kazanç ilkesine değil,
iki taraflı kazanç ilkesine göre inşa edilmesi gerekmektedir. AB ve ABD’nin Afrika ülkeleri ile geçmişte kurmuş olduğu ilişkilerin Afrikalı zihinlerde bırakmış olduğu kolektif anılar, Kara Kıtanın bu bölgelere yaklaşımına belirgin bir ket vurmaktadır.
Dahası AB ile ABD’nin Afrika’ya gerçekleştirdiği
yatırım ve yardımları çeşitli demokratikleşme koşullarına bağlı olarak sağlaması, Afrika’da, Afrika
ülkelerinin iç işlerine müdahale olarak algılanmakta ve “yeni sömürgecilik” olarak tanımlanmaktadır.
Bu nedenle Afrika kıtası, kolektif hafızasında, kötü
bir geçmiş barındırmayan bölgelerle işbirliği yapmaya daha yakın durmaktadır. Kıtanın sahip olduğu kaynaklar ise, dünyanın her bölgesini, Kara Kıta ile iş yapmaya yöneltmektedir. Bu nedenle kıta
ile sorunsuz geçmişleri bulunan bölgeler önemli
bir avantaj elde etmektedirler. Çin bugün bu boşluğu oldukça iyi bir şekilde değerlendirmekte ve
kendi elinde aşırı bir şekilde biriken döviz rezervlerini, Kara Kıta’da yatırımlar şeklinde yönetmektedir. Bu durum hem Afrika’nın dünya ekonomisine
yeni bir aktör olarak katılabilmesine izin vermekte,
hem de Çin’in bugüne kadar taşımış olduğu ucuz
üreticilik vasfını, ondan yeni yüzyılda devralmasına olanak sağlamaktadır. Çin ise, dünya sisteminde önemli bir güç olmak yolunda hem üretim biçimini değiştirerek, hem de siyasi güç kazanarak
yenilikçi adımlar atmış olmaktadır. Bu iki bölge
arasındaki işbirliğinin dünya dengelerini yakın zamanda belli bir değişime zorlayacağını söylemek
artık mümkündür.
Morgan, Matthew (2008) “China-Africa When the Going Gets Tough” African Business, No.346, s.60
Anonim (2008) “Who Will Carry on Levy’s Legacy?” NewAfrican, No.477, ss.56–58; Anonim (2008) “Levy Mwanawasa, Architect of Zambia’s Economic Transformation”, African Business, No.346, s.48, 49
91
92
Ç‹N AFR‹KA’DA NE YAPIYOR
Yal›n ALPAY
KAYNAKÇA
Adie, W.A.C. (1964) “Chou En-Lai on Safari” The
China’s Quarterly, No:18 (Nisan-Mayıs)
Alden, C. (2005) “China in Africa” Survival, Vol:47,
No.3
Alden, C. (2005) “Leveraging the Dragon: Toward
‘An Africa That Can Say No’, Eafrica (The Electronic Journal of Governance and Innovation / SAIIA), 1 March
Alden, C. (2006) “China-Africa Relations: the End
of the Beginning” (eds. Draper, P. & Le Pere, G.)
Enter the Dragon: Towards a Free Trade Agreement Between China and the Southern Africa
Customs Union, Institute for Global Dialogue
Alden, Chris (2008) “China and Africa: A New Development Partnership” Strategic Analysis, Vol.32,
No.2
Alpay, Yalın & Ertürk, Yavuz M. (2006) Çin Ülke
Analizi, Türkiye İhracatçılar Meclisi, İstanbul
Altınbaş, Deniz (2008) “Fransa’nın Agresif Afrika
Politikaları” Stratejik Analiz, No.99
elds Have Become An Important Battleground of
Influence”, Financial Times 1 March
Ata, İlkay (2008) “Çin-Afrika İlişkileri: Üçüncü Dünyanın İşbirliği” Stratejik Analiz, No.99
Blair, David (2005) “Oil-Hungry China Takes Sudan Under Its Wings” The Telegraph, 23 Nisan
Blas, Javier & Green, Matthew (2008) “Feeding
an Insatiable Apetite” Financial Times, Special Report Africa-China Trade, 24 Ocak
BP (2008) BP Statistical Review of World Energy,
Haziran 2008
Collier, Paul (2008) “Five Steps to Sustainable
Governance in Africa” Council on Foreign Relations,
www.cfr.org
/publication/16638/five_steps_to_sustainable_governance_in_africa.html
Eadie, G.A. & Grizzell, D.M. (1979) “China’s Foreign Aid 1975–78” The China’s Quarterly, No:77
Freidman, T.L. (2006) Yirmi Birinci Yüzyılın Kısa
Tarihi, Dünya Düzdür, (Çev. Cinemre, L.) Boyner
Yayınları
17
Altuğ, Yılmaz (1995) Çin Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul
Anderson, Sam E. (1996) The Black Holocaust for
Beginners, Readers and Writers Press, New York
Aning, Kwesi & Lecoutre, Delphine (2008) “China’s Ventures in Africa”, African Security Review,
Vol.17, No.1, Mart
Anonim (2004) “China in Africa” The New York Times, 8 Ağustos
Anonim (2006) “Fairly Looking upon Sino-African
Relations” People’s Daily Online, 16 Mayıs
Anonim (2008) “Batı Demokrasisi Afrika’ya Uymadı” AB Haber, 14 Ocak
Anonim (2008) “China-Africa Trade Surging” China Daily, 28 Ağustos http://www.china.org.cn/international/2008-08/28/content_16348140.htm
Anonim (2008) “Levy Mwanawasa, Architect of
Zambia’s Economic Transformation”, African Business, No.346
Anonim (2008) “Who Will Carry on Levy’s Legacy?” NewAfrican, No.477
Anonim (2006) “Africa Oil and Gas: Africa’s Oilfi-
Haggard, S. (1990) Pathways from the Pheriphery: The Politics of Growth in the Newly Industrializing Countries, Cornell University Press, Ithaca,
New York
Hanson, Stephanie (2008) “China, Africa and Oil”
Council on Foreign Relations, 6 Haziran http://www.cfr.org/publication/9557/china_africa_and_oil.html.
Harding, H. (1995) “China’s Co-operative Behaviour”, (ed. Robinson, T.W. & Shambaugh, D.) Chinese Foreign Policy: Theory and Practice, Clarendon, London
Harsh V. Pant (2008) “China in Africa: The Push
Continues But All’s Not Well”, Defence & Security
Analysis Vol.24, No.1
http://www.fmprc.gov.cn/eng/zxxx/t230615.htm.
International Monetary Fund (2007) World Economic Outlook Database, April 2007
Ismael, Tareq Y. (1971) “The People’s Republic of
China and Africa” The Journal of Modern African
Studies, Vol:9, No:4
İsmayilov, Rafik (2007) “Sahra Altı Afrika’nın Gelişme Özellikleri ve Fırsatlar” II. International Turkish-
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Yal›n ALPAY
African Congress, Tasam, Istanbul
http://www.fmprc.gov.cn/eng/zxxx/t230615.htm
Jackson, S.F. (1995) “China’s Third World Foreign
Policy: The Case of Angola and Mozambique,
1961–93” The China Quarterly, No.142
Shi Weisan (1996) “Sino African Economic Cooperation: New Dimensions” Chinafrica, No.20
Klare, M. & Volman, D. (2006) “America, China &
the Scramble for Africa’s Oil” Review of African
Political Economy, No:108
Snow, P. (1995) “China and Africa: Consensus
and Camouflage” (ed. Robinson, T.W. & Shambaugh, D.) Chinese Foreign Policy: Theory and
Practice, Clarendon, London
Komisyon (2005) Our Common Interest, Report of
the Commission for Africa, March
Snow, P. (1998) The Star Raft: China’s Encounter
with Africa, Cornell University Press, Ithaca
Kurlantzick, Joshua (2007) Charm Offensive: How
China’s Soft Power is Transforming the World, Yale University Press, New Heaven
Taylor, Darron (2007) “Chinese Aid Flows to Africa”, VOA News, 8 Mayıs
Larkin, B. (1971) China and Africa, 1949–70: the
Foreign Policy of the People’s Republic of China,
University of California Press, Berkeley
Lyman, Princeton N. (2005) “China’s Rising Role
in Africa” Council of Foreign Relations, 21 Temmuz
Mahony, Honor (2008) “China’s Policies With ‘Oppressive’ African States Knocked by MEPs” EU
Observer, 24 Nisan
18
Marks, S. (2006) “China in Africa - the New Imperialism: Globalization and Development: Learning
from Debates in China”, Globalizations, Vol.3,
No:3
Mohan, Giler & Power, Marcus (2008) “New African Choices? The Politics of Chinese Engagement” Review of African Political Economy, Vol. 35
No.1, p.27
Morgan, Matthew (2008) “China-Africa When the
Going Gets Tough” African Business, No.346
Muekalia, Domingos Jardo (2004) “Africa and China’s Strategic Partnership”, African Security Review, Vol.13, No.1
Neuhauser, C. (1968) Third World Politics: China
and the Afro-Asian People’s Solidarity Organization, Harvard University Press, Cambridge
Oba, Ali Engin (2008) “Çok Boyutlu Türk Dış Politikası ve Afrika”, Stratejik Analiz, No.99
Pan, Ester (2006) “China, Africa and Oil” Council
3
Mayıs
on
Foreign
Relations,
http://www.cfr.org/publication/10586/china_africa_and _oil.html.
People’s Republic of China (PRC) (2006) China’s
African Policy,
Taylor, I. (1998) “China’s Foreign Policy Towards
Africa in the 1990s’ “ The Journal of Modern African Studies, Vol:36, No.3
The Boston Consulting Group (2006) Organizing
for Global Advantage in China, India, and Other
Rapidly Developing Economies
Thompson, Drew (2005) “China’s Soft Power in
Africa: From the ‘Bejing Consensus’ to Health Diplomacy” China Brief, Vol.5, No.21
Tjonneland, E.; Brandtzaeg, B.; Kolas, A. & le Pere, G. (2006) “China in Africa: Implications for Norwegian Foreign and Development Policies”, Chr.
Michelsen Institute, CMI Reports No.15, CMI, Bergen
UNCTAD (2008) World Investment Report 2008,
UN, New York and Geneva
Wallis, William (2008) “Drawing Contours of a
New World Order” Financial Times, Special Report Africa-China Trade, 24 Ocak
Wang, Jian-Ye (2007) “What Drives China’s Growing Role in Africa?” African Department of IMF,
IMF
Wu, Yuan (2007) China in Africa, China International Press, Beijing
Yeardley, Jim (2007) “Snubbed by US, China
Finds New Space Partners”, New York Times, 24
Mayıs
Yu, George, T. (1965) “Sino-African Relations: A
Survey” Asian Survey, Vol:5, No:7
Zhao, S. (2007) “China’s Geostrategic Thrust: Patterns of Engagement” (ed. Le Pere, G.) China in
Africa: Mercantilist Predator of Partner in Development?, Institute for Global Dialogue and South Africa Institute for International Affairs
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN*
Güney Afrika’n›n Uluslararas›
Politikadaki Yeri ve Güney Afrika
D›fl Politikas›
ÖZET
Bu makaleye konu olan ülke Güney Afrika Cumhuriyeti, yaklafl›k 43 milyon nüfusu ve dünyan›n en
geliflmifl yirmi ekonomisinden birisine sahip olmas› durumuyla, hem Afrika hem de Dünya siyasetinde ciddi bir konuma sahiptir. Bu ba¤lamda Güney Afrika’n›n uluslararas› politikadaki yeri ve kendi
d›fl politikas›na genel bir bak›fl, Güney Afrika Cumhuriyeti’ni daha iyi ve do¤ru tan›ma amac›n› tafl›maktad›r. Bu amaçla makalede, önce ülkenin tarihsel geliflimi, ard›ndan da Güney Afrika’n›n di¤er
ülkelerle ve özellikle Türkiye ile iliflkileri incelenmifl, farkl› dönemlerdeki d›fl politikalar› analiz edilmifltir.
ABSTRACT
The Republic of South Africa that is subject of this article has a serious position within both in
Africa and world because of its population with 43 million people and developed economy that is
one of the most developed twenty economy of the world. Within this context, focusing on South
Africa’s position in international politics and its foreign politics aims to cognize South Africa correctly and better. With this purpose, firstly, historical development of the country, and then, South
Africa’s relations with other countries and especially with Turkey are examined, and its foreign
policies in different periods are analyzed in the article.
Giriş
Yaklaşık 43 milyon nüfusu ve dünyanın en gelişmiş yirmi ekonomisinden birisine sahip olan Güney Afrika Cumhuriyeti, günümüz Afrika siyasetinde olduğu kadar dünya siyasetinde de adından
sıkça söz ettirmektedir.1 Sadece Afrika’ya yönelik
dış kaynaklı projelerde değil, aynı zamanda Afrika
devletlerinin kendi sorunlarına kendilerinin çözüm
bulması gerektiği fikri çerçevesinde Afrika’daki güvenlik, kıtlık, açlık, yoksulluk, AIDS, demokratikleşme ve bölgeselleşme konularında fikir, proje ve
çözüm üretmeye çalışan Afrika merkezli yönelimlerin de merkezinde Güney Afrika Cumhuriyeti bulunmaktadır. Tarihi anlamda Afrika kıtası için gerçek bir köprü vazifesi görmüş olan Güney Afrika,
günümüzde bu köprü rolünü ekonomik, siyasi ve
sosyal anlamda hala sürdürmekte ve bu yöndeki
*
rolünü her geçen gün arttırmaktadır. Bu makale
ülkemizde adı son yıllarda sıkça duyulmaya başlanan fakat hakkında derli toplu bilgi ve yorum eksikliğinin hala hat safhada olduğu Güney Afrika
Cumhuriyeti’nin dış politikası üzerine genel bir bakış ve değerlendirme amacı taşımaktadır. İlk bölümde tarihi gelişim açısından Apartheid2 dönemi
dış politikası üzerinde durulacaktır ki bu dönem
Güney Afrika’nın sonraki dönemlerdeki dış politika
gelişiminde etkili olmuştur. İkinci bölümde genel
olarak Güney Afrika dış politikasının temel eğilimleri ve dönemlendirmesi yapılacaktır. Üçüncü bölüm daha çok pratik örneklendirmelerle günümüz
Güney Afrika dış politikasını mercek altına alacaktır. Bu bölümde Güney Afrika’nın Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinin yanında son yıllarda sıkça konuşulan GüneyGüney diyaloğu çerçevesinde Güney Afrika’nın
Linköpings Üniversitesi (İsveç) Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Çalışmaları programı Yüksek Lisans Öğrencisi.
1
Yazar bu yazının materyallerini topladığı Güney Afrika’da bulunduğu üç yıl boyunca desteklerini ve dostluklarını esirgemeyen
Prof. Mustafa Aykaç, Serhat, Faik, Yüksel, Durmuş, Efe, Veysi, Edward, Harith ve eski Francinetta yeni Asiye’ye teşekkür etmektedir. Aynı şekilde yazım süresince İsveç Enstitüsü’nün sağladığı finansal destek için minnettardır.
2
Güney Afrika’da 1948-1994 yılları arasında hüküm süren ve ırk ayrımcılığına dayalı siyasi sistem.
19
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
Hindistan ve Brezilya ile ilişkilerine kısaca değinilecektir. Türkiye’nin Güney Afrika ile ilişkilerini son
yıllarda hızla geliştirdiği dikkate alınarak, TürkiyeGüney Afrika ilişkilerinin de tarihsel açıdan genel
bir çerçevesi çizilecektir. Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirmeye yer verilecektir.
1. Tarihi Gelişim ve Genel Çerçeve
20
Güney Afrika Cumhuriyeti, I. ve II. Dünya Savaşlarına asker göndermiş ve ittifak güçleriyle beraber
savaşmıştır. Ayrıca Güney Afrika, II. Dünya Savaşı sonrası Kore’ye asker gönderen ülkeler arasında da yer almıştır. Güney Afrika iki savaş arası dönemde kurulan Milletler Cemiyeti’nin kurucu üyesidir. 1927 yılında Dışişleri Bakanlığı’nı kurmuş ve
belli başlı Avrupa başkentlerinde ve ABD’de temsilcilikler açmıştır. Güney Afrika, Milletler Cemiyeti’nde olduğu gibi, Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluşunda da kurucu üye olarak yer almıştır. Bahsedilen her iki uluslararası örgütün önsözünün yazımı ise Güney Afrika’da değişik dönemlerde başbakanlık yapmış olan General Jan Smuts’a aittir.
1950’lere kadar Jan Smuts’la uluslararası alanda
etkili olan Güney Afrika, daha sonra Apartheid rejiminin kurulmasından sonra ırkçı bir devlet olarak
dünya siyasetinde adını duyuracaktır. Güney Afrika’nın yetiştirdiği sayılı devlet adamlarından biri
olan Jan Smuts, I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de kurulan savaş kabinesinde de görev yapmıştır. Ayrıca Commonwealth olarak da bilinen İngiliz
Milletler Topluluğu’nun kurulmasına da öncülük
eden Jan Smuts, Apartheid öncesi dönemde Güney Afrika’nın uluslararası yüzünü temsil eder.
1860’lardan sonra keşfedilmeye başlanan yeraltı
madenleri Güney Afrika’nın sosyal ve siyasi hayatında olduğu kadar dış politikasında da önemli bir
dönüm noktasını temsil eder. Elmas ilk olarak
1867 yılında bugünkü Cape Town şehrinin kuzeyinde keşfedilmesine rağmen, 1869-1870’lere kadar Güney Afrika’ya ciddi bir nüfus göçü olmamıştır. Bu tarihlerde aniden bir kaç bini aşan hazine
avcıları özellikle Avrupa’dan elmasın bulunduğu
bölgeye göç etmişlerdir (Beinart, 2001:27). Elmas
endüstrisi bir anda ülkenin en büyük ticari geliri
haline gelmiş, bu durum özellikle İngilizlerin ilgisini arttırmıştır.
1886 yılında, bugün Johannesburg olarak adlandırılan şehirde yüksek miktarda altının bulunmasıyla
elmasın önemi öncesine göre azalmış ve Güney
Afrika tarihi yeni bir döneme girmiştir. İlk başlarda
özellikle teknolojinin yetersizliğinden dolayı sıkıntılar yaşayan altın sektörü buna rağmen kısa sürede büyümüştür. 1887 yılında sadece 80 bin poundluk bir sektör olan altın sektörü, 1895’te 8 milyon pounda yükselmiş ve dünya altın üretiminin
1/5’ini üretmeye başlamıştır. 19. yüzyılın sonuna
doğru ise bu rakam 60 milyon poundu aşmıştır.
Daha çok Avrupalının yatırım yaptığı bir sektör
olan madenciliğin gelişmesiyle yerel siyah halkın
hayatında da ciddi değişmeler olmuştur. Çevre ülkelerden de olmak üzere yüz binden fazla kişi altın madenlerinde çalışmaya başlamış ve Avrupalıların akın etmesi sonucu Johannesburg bu bölgedeki en büyük şehir haline gelmiştir. Bu tarihten
sonra yeraltı madenleri Güney Afrika ekonomisinin
ana kaynağını oluşturmuş ve hala oluşturmaya
devam etmektedir (Wilson, 2001:102). Dolayısıyla
Güney Afrika’nın Apartheid öncesi dönemde uluslararası alandaki yerini tanımlamada ülkenin sahip
olduğu yeraltı kaynakları etkili rol oynamıştır.
1. 1. Apartheid Dönemi Dış Politikası (19481994)
1948-1994 arası dönemi kapsayan Apartheid süresince Güney Afrika Cumhuriyeti’nin dış politikasına hakim olan anlayış tek kelimeyle “güvenlik
arayışı” olarak ifade edilebilir (Geldenhuys,
1978:2). Ulusal Parti’nin iktidara geldiği 1948 yılından itibaren ırkçı uygulamalara başlayan Güney
Afrika, dünya siyasetinden her geçen gün soyutlanmış ve dışlanmıştır. 1961 yılında İngiliz Milletler
Topluluğu’ndan ayrılan Güney Afrika, daha sonra
Afrika kıtasında bağımsızlık hareketlerinin hız kazanmasıyla beraber bütün dost ülkelerini kaybetmiş ve etrafı düşmanlarla çevrili bir ada haline gelmiştir. Güney Afrika, 1960’larda yumuşama politikası adı altında Afrika kıtasında meşruiyet ve dost
bulma girişimlerinde bulunmuş fakat bu girişim başarılı olmamıştır (Barber/Barrat, 1990).
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
1960`lar Apartheid rejimi için ekonomik ve iç siyaset açısından altın yıllardı denilebilir. Apartheid rejimi gerek kurumlarıyla ve gerekse toplumsal desteğiyle kendini sağlamlaştırmış, sahip olduğu altın
rezervleri ise ekonomik alanda ciddi bir büyümeye
yol açmıştı. Her ne kadar 1960 Martında meydana
gelen ve onlarca kişinin hayatını kaybettiği Sharpeville olaylarından sonra, birçok yabancı yatırımcı yatırımlarını çekse de, dönemin devlet başkanları Hendrik Werwoerd ve BJ Vorster aldıkları sıkı
önlemler sonucu bu yatırımların ülkeye geri dönmesini sağladılar. 1960’lı yıllar Güney Afrika’sı yabancı yatırımın cazibe merkeziydi; çünkü genellikle %15-20 arası geri dönüşüm getiren yatırımlar
dönemin şartlarına göre çok iyi görülüyordu. Bunun en önemli göstergesi 1963-1972 arasında
Güney Afrika’daki yabancı yatırımın daha önceki
döneme göre iki katından fazla artmasıydı.
1960’lar aynı zamanda Güney Afrika’ya yoğun beyaz nüfusun göç ettiği yıllardı. Ülke, özellikle İngiltere ve Portekiz olmak üzere dünyanın her tarafından beyaz insan göçü aldı ve bunun sonucunda
ülkedeki beyaz nüfus yaklaşık %50 oranında arttı.
1970’lerin ortaları Apartheid için artık içeride ve dışarıda zor günlerin başladığı dönemdir. Bir tarafta
Steve Biko’nun Siyah Bilinçlenme Hareketi her geçen gün yayılıyor, diğer tarafta ise yeni yetişen
yüzlerce siyah genci Apartheid rejimine karşı mücadele için çeşitli yollar buluyordu. Özellikle bu
gençliğin birçoğu dönemin önde gelen Apartheid
karşıtı hareket olan Afrika Ulusal Kongresine (African National Congress-ANC) katılıyor ve çeşitli
sabotaj ve bombalamalarla Apartheid rejimine zarar vermeye çalışıyorlardı. Aynı şekilde ülke içindeki bu gelişmelere paralel olarak, Güney Afrika’nın sınır komşusu eski sömürgeler konumunu
kaybediyor yerine Apartheid karşıtı olan yönetimler iş başına geliyordu. Özellikle 1974 yılında Portekiz’in Mozambik ve Angola sömürgelerinden çekilme kararı almasıyla birlikte Güney Afrika sınırları daha güvensiz olmaya başladı (Barber,
1999:210). 1974 yılına kadar Güney Afrika’nın
komşuları genellikle beyaz sömürge devletleri tarafından yönetildiği için Apartheid hükümeti kendini güvende hissediyordu. 1974 yılında Mozambik
ve Angola’nın bağımsızlığına, 1980 yılında Zimbabwe’nin de katılmasıyla durum Apartheid rejimi
için daha tehlikeli bir hal aldı. Özellikle BM tarafından idaresi Güney Afrika`ya verilen fakat BM’nin
3
bu durumu 1969 yılında iptal etmesine rağmen hala Güney Afrika’nın kontrolünde bulunan bugünkü
Namibya bölgesinin güvenliği Angola’nın bağımsız
olmasından sonra çok daha zordu (Singhan ve
Hune, 1986:8). Bu çerçevede Güney Afrika, Angola’yı 1975 yılında işgal etti, fakat Kübalı askerlerin
Angola’nın yardımına gelmesi sonucu Güney Afrika geri çekilmek zorunda kaldı. Aynı şekilde Zimbabwe’nin bağımsızlığından sonra Güney Afrika
yer yer Zimbabwe’ye müdahale etti. Özellikle ANC
üyelerinin yakalanması ya da saldırılarının önlenmesini amaçlayan bu müdahaleler daha sonraki
yıllarda Mozambik ve diğer sınır ülkelerine doğru
genişletildi.
1970’ler ayrıca Apartheid rejiminin uluslararası
arenada ciddi eleştirilere maruz kalarak dışlanmaya başladığı dönemdir. BM Genel Kurulu 1973 yılında aldığı bir kararla Apartheid rejimini “insanlığa
karşı suçlu” ilan etti. Aynı şekilde 1977 yılında BM
Güvenlik Konseyi ise daha önce kararlaştırılmış
olan Güney Afrika’ya yönelik silah satış yasağını
zorunlu ilan etti.3 Aynı dönemde OPEC üyelerinin
Güney Afrika’ya petrol ambargosu uygulamasından dolayı Güney Afrika petrol için hem daha fazla ödemeye hem de sadece İran’dan almaya zorlandı. 1979 İran Devrimi’ne kadar süren bu durum
Güney Afrika’nın ekonomisini daha da kötüleştirdi.
1970’lerin ikinci yarısından itibaren eskiden olduğu gibi yabancı yatırım ülkeye gelmemeye ve
uluslararası ambargolar sonucunda zaten ülkede
var olan yatırımlar ülke dışına çıkmaya başladı.
1974 yılında Portekiz’in sömürgelerine bağımsızlık vermesinden sonra kendini daha da yalnız hisseden Apartheid Güney Afrika’sı, bölgedeki ülkelerle ekonomik yardım vaadi ile ilişki kurmak istemiş fakat bu da istenilen sonucu getirmemiştir.
Bunda başarılı olamayan Güney Afrika, çevresindeki “düşman” devletlerdeki hükümet karşıtı örgütleri desteklemiş ve bölgede istikrarsızlık yaratarak
yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. Bu dönemde,
ANC etrafında toplanan Apartheid karşıtı kesimler
ise dünya çapında etkili kampanyalar yürütmüş ve
dünyanın her tarafında temsilcilikler açmıştır.
1980’ler Apartheid rejimi için artık zorlu yıllardı. Bir
taraftan içeride ANC ve diğer muhalefet etkisini artırıyor, diğer taraftan ise uluslararası ticari ve siyasi ambargolarla ülke izole ediliyordu (Hanlon,
1990). İç muhalefetin artmasına yönelik olarak
Birleşmiş Milletler’in Apartheid rejimine yönelik tüm kararlarının bir listesi için bkz. www.anc.org.za/un/un-chron.html
21
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
P.W. Botha liderliğindeki Apartheid rejimi 1982 yılında çeşitli ırkların temsil edildiği üçlü meclisi kurarak muhalefeti azaltmaya çalıştı, fakat bu ülkeye
barışçıl bir durum getirmekten ziyade şiddet olaylarının artmasıyla sonuçlandı. Olayların artması
sonucu 1983 yılında Apartheid rejimi olağanüstü
hal ilan etmek zorunda kaldı. Olağanüstü hal ilanına tepkiler uluslararası alanda daha da arttı ve bu
daha çok izolasyon getirdi. 1980’lerde rejimi uygulayanlar artık büyük bir çıkmaza girmişti. İç ve dış
baskılar Apartheid hükümetini yıldırdı ve sertlik
yanlısı P.W. Botha sağlık durumunun da etkisiyle
istifa etmek zorunda kaldı (Alden, 1996:270-272).
Onun yerine yeniliklere daha çok açık olmasıyla
bilinen F.W. De Klerk devlet başkanı seçildi.
22
Apartheid döneminde yıllarca bakanlık yapmış
olan fakat reformlara açık bir eğilim gösteren De
Klerk’in devlet başkanı seçilmesi Apartheid rejimi
için sonun başlangıcıydı. De Klerk`in Ağustos
1989 yılında göreve gelmesinden sonra Apartheid
hükümeti ve tutuklu bulunan ANC liderleri çeşitli
görüşme yolları aradılar. 11 Şubat 1990 tarihinde
De Klerk`in yaklaşık 27 yıldır hapiste olan Nelson
Mandela’yı serbest bırakması Güney Afrika siyasi
hayatında önemli bir dönüm noktası oldu. İlk olarak 1990 Haziranında Mandela ve De Klerk resmi
olarak bir araya gelerek ülkenin geleceğini tartıştı.
Her iki taraf da görüşmelere şüpheyle yaklaşmakta fakat karşılıklı bir güven ortamının oluşması için
tavizler vermekteydiler. Bu çerçevede 1990 Ağustos ayında Mandela ANC’nin silahlı mücadeleyi bıraktığını açıkladı, De Klerk ise Apartheid rejimi yasalarını tek tek kaldırmaya başladı.
1990’larda Güney Afrika’daki Apartheid iktidarının
iç siyasette açılımlar yapması ülkeye karşı izolasyon uygulayan ülkeler tarafından yanıtsız kalmadı.
1991 yılında ABD Kongresi, 1992 yılında ise o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu ve birçok diğer
devletler Apartheid rejimine karşı uygulanan ekonomik ve siyasi ambargoyu kaldırdı ve yeniden
diplomatik ilişkileri başlattı. BM ise gelişmelere daha şüpheyle yaklaşıp 1993 yılı sonuna kadar uyguladığı ambargoyu kaldırmadı.
1980’lerle beraber BM’den ve diğer bütün örgütlerden dışlanmış olan Güney Afrika, gitgide bölgedeki etkisini kaybetmiştir. 1980’lerin sonlarında Güney Afrika’nın uluslararası alandan dışlanması öyle bir hal almıştır ki ANC’nin uluslararası alandaki
temsilci sayısı, Güney Afrika hükümetinin büyük
elçiliklerinden daha fazla hale gelmiştir. Afganistan
savaşıyla başlayan SSCB’nin çöküş süreci aynı
zamanda Güney Afrika’daki Apartheid rejiminin
çöküşünün de başlangıcını temsil eder. Uluslararası baskı ve iç çekişmelere dayanamayan Apartheid rejimi, nihayet 1990’ların başında çözülmeye
başlamış; 27 Nisan 1994’te yapılan ve siyahların
ilk kez oy kullandığı genel seçimle de sandığa gömülmüştür.
Güney Afrika tarihinde 27 Nisan 1994`te gerçekleşen ilk demokratik seçim sonuçları 6 Mayıs
1994`te açıklandı. Buna göre oyların %62,6’sını
alan ANC seçimden zaferle çıktı. Yedi partinin
meclise girdiği 1994 seçimlerinde %5`den fazla oy
alan her parti kurulacak olan Ulusal Birlik Hükümetinde (Government of National Unity-GNU) yer
almaya hak kazanıyordu.
Özgür bir ortamda geçen Güney Afrika’nın ilk demokratik seçimleri sonucunda Nelson Mandela 9
Mayıs 1994’te oy birliğiyle Güney Afrika’nın ilk siyahî devlet başkanı seçildi. Thabo Mbeki ve Apartheid rejiminin son Devlet Başkanı De Klerk ise
devlet başkanı yardımcılığına getirildiler. Güney
Afrika’nın yaşadığı dönüşümün dünya siyaseti açısından ne kadar önemli ve de yakında takip edildiğinin en iyi göstergesi Nelson Mandela’nın yemin
törenine gösterilen yoğun katılımdır. 10 Mayıs
1994 tarihinde başkent Pretoria`da düzenlenen
yemin törenine yaklaşık 140 ülkeden devlet başkanı ve başbakan düzeyinde katılım gerçekleşmiştir.
2. Apartheid Sonrası Güney Afrika Dış Politikası
Apartheid rejiminin 1994 yılında sona ermesinin
ardından Güney Afrika’ya uluslararası toplum tarafından uygulanan ambargolar kalkmış ve Güney
Afrika uluslararası topluma tekrar katılmıştır. 1990
yılında yurtdışında sadece 30 temsilciliği bulunan
Güney Afrika, Apartheid rejimin sona ermesiyle
beraber tam anlamıyla kitlesel bir değişim/dönüşüm yasamıştır. Mayıs 1994 ile Aralık 1994 arasında Birleşmiş Milletler, Güney Afrika Gümrük
Birliği (Southern Africa Costum Union-SACU), Afrika Birliği Örgütü ve İngiliz Milletler Topluluğu’nun
da aralarında bulunduğu 16 uluslararası örgüte
yeni/yeniden üye olmuştur. 1995 yılında yurtdışında 43 temsilciliği bulunan Pretoria’nın yurtdışı
temsilciliği sayısı 2003 yılında 177’ye yükselmiştir.
Aynı tarihte Güney Afrika’da bulunan yabancı misyon temsilciliği sayısı ise 139’dur (Leoka, 2003).
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
Aynı şekilde Güney Afrika 1994-2000 yılları arasında 70 uluslararası antlaşma imzalamış ve
40’tan fazla hükümetler arası kuruluşa katılmıştır
(Nel/Taylor/van der Westhuizen, 2000:1).
2003-2004 yılları arasında Afrika Birliği’nin ilk dönem başkanlığını yapan Güney Afrika, aynı zamanda Bağlantısızlar Hareketi’nin de dönem başkanlığını üstlenmiştir. Devlet başkanı olduğu dönemde bir anlamda Nelson Mandela’nın şahsıyla
bütünleşen Güney Afrika dış politikası, Mandela
sonrası dönemde de tutarlı ve temelleri olan bir
eğilim göstermeye başlamış olup bu yönde yol almaktadır (Nathan, 2005).
2. 1. Dış Politikada Temel Eğilimler
Güney Afrika dış politikasının temel ilkesi insan
hakları ve demokrasiyi ilerletmek, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak Afrika’nın yeniden dünya siyasetinde yer almasını sağlamaktır. Bu temel felsefe, hem Mandela’nın devlet başkanı seçilmeden
önce kaleme aldığı ve Güney Afrika dış politikasını ahlaki bir temele oturtan makalesinde (Mandela, 1993), hem de daha sonraki yıllarda Güney Afrika dışişleri bakanlığının yaptığı yayınlarda aynen
yer almıştır (DFA, 2004:18). Her ne kadar bu ilkelerin idealizeden biraz daha realiteye indirilerek dönüşüme uğradığı birçok yerde vurgulanmaya başlamışsa da, bu ilkeler hala Güney Afrika dış politikasının temel direğini oluşturmaktadır denilebilir.
Yukarıda Güney Afrika’nın, Afrika’yı dünya siyasetinde öne çıkarma uğraşının bir dış politika felsefesi olarak ilan ettiğinden bahsedilmişti. Bu çerçevede Devlet Başkanı Thabo Mbeki’nin 1996 yılında açıkladığı ve her geçen gün popülerlik kazanan
Afrika Rönesansı tezi, Landsberg ve Hlophe’ye
(1999) göre Güney Afrika dış politikasının bir başka temel direğini oluşturmaktadır. Ayrıca Güney
Afrika, hazırlanmasında etkin şekilde rol aldığı Afrika’nın Kalkınması İçin Yeni İşbirliği (New Partnership for Africa`s Development-NEPAD) adlı
ekonomik kalkınma programı yoluyla Afrika kıtasındaki geri kalmışlık ve yoksulluğu azaltmayı hedeflemektedir. Aynı şekilde kurulmasına öncülük
ettiği Afrika Birliği ile demokrasi ve insan haklarını
kıtada yaygın kılma ve Afrika’nın kendi sorunlarına
kendisinin çözüm bulması ilkesinin hayata geçirilmesini kolaylaştıracak yeni mekanizmaların hem
kurulmasına öncülük etmekte hem de kurulmuş
olanlarını desteklemektedir.
Güney Afrika Cumhuriyeti, Afrika kıtasındaki problemli olan tüm alanlarda aracılık yapma ve gerek-
tiğinde barış gücü gönderme konusunda isteklidir.
Güney Afrika, Burundi, Kongo, Komoros Adaları
ve Fildişi Sahilleri gibi birçok ülkede yaşanan
problemlerin çözümüne ya öncülük etmiş ya da
katkıda bulunmuştur (Barber, 2005:1089). Güney
Afrika, Güney-Güney koalisyonunun gelişmesi için
elinden geleni yapmakta ve bu çerçevede girişimlerde bulunmaktadır. Güney Afrika’nın 2003 yılında başlatmış olduğu Hindistan-Brezilya-Güney Afrika Diyalog Forumu (IBSA Dialogue Forum) bunların başında gelmektedir (Özkan, 2004).
Güney Afrika’nın dış politikasına dair en büyük
eleştiri Zimbabwe’ye yönelik dış politika yaklaşımı
dolayısıyladır. Güney Afrika’nın “sessiz diplomasi”
(quite diplomacy) adını verdiği Zimbabwe dış politikası, temel olarak, Zimbabwe’yi dışlamadan ülkedeki krizin çözümüne katkıda bulunmayı hedefler (Lodge, 2005). Güney Afrika, bu çerçevede
Zimbabwe’deki iktidar ve muhalefeti bir araya getirerek ülkedeki soruna ortak bir çözüm bulunmasını önermektedir. Güney Afrika’nın bu politikada
şimdiye kadar pek başarılı olmadığı ortada ise de,
Zimbabwe’yi dışlamanın sahara-altı bölgesindeki
ekonomik gelişmeleri olumsuz etkileyeceği korkusu, Güney Afrika’nın Zimbabwe politikasında belirleyici olmaktadır. Zimbabwe, Afrika kıtasının güneyinin Güney Afrika Cumhuriyeti’nden sonra ikinci
büyük potansiyel ekonomik gücüdür. Fakat Devlet
Başkanı Robert Mugabe’nin özellikle 2000 sonrasında izlediği politikalar yüzünden bugün ülkenin
ekonomisi içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
2. 2. 1994 Sonrası Güney Afrika Dış Politikası
Genel olarak, 1994 sonrası Güney Afrika dış politikasını üç döneme ayırmakta yarar vardır: Mandela Dönemi (1994-1999), I. Mbeki Dönemi (19992004) ve II. Mbeki Dönemi olarak adlandırılabilecek olan dönem (2004-günümüz). Bu sınıflandırmada en temel ölçüt devlet başkanlarıdır. Thabo
Mbeki döneminin iki ayrı dönem olarak incelenmesinin sebebi, her ne kadar aynı kişi devlet başkanlığı görevini yürütse de bazı yapısal ve fikri dönüşümlerdir. Daha sonraki bölümlerde vurgulanacağı gibi Mbeki ilk dönem devlet başkanlığı döneminde daha çok kendi aklından geçen Güney Afrika dış politikasına hem yapısal hem de fikri hazırlık yapmış, ikinci döneminde ise daha aktif, hareketli ve öncü bir politika izlemeyi hem Afrika hem
de dünya siyasetinde kendisine ana hedef seçmiştir.
23
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
2. 2. 1 Mandela Dönemi (1994-1999) ve ANC’nin
İlk Dış Politika Deneyimi
24
Nelson Mandela’nın devlet başkanı olduğu ve
Mandela dönemi olarak adlandırabileceğimiz
1994–1999 arası dönem, kısaca Güney Afrika toplumu için uzlaşma, dönüşüm ve demokratik bir ortama adapte olma süreci olarak tanımlanabilir.
Nelson Mandela’nın kendisi bu süreçte örnek bir
rol oynamış, barış ve uzlaşmanın sembolü olmuştur. Bu süreçte uzlaşmacı bir ortam yaratmaya yönelik olarak yapılan en önemli gelişme Apartheid
dönemindeki ağır suçları araştırmak için kurulan
uzlaşma komisyonudur. Örneği daha önce Şili ve
Sierra Leone`de de görülen Gerçekler ve Gerçeklerle Barışma Komisyonu (the Truth and Reconciliation Commission- TRC) Nobel barış ödülü sahibi Baş Pisikopos Desmond Tutu’nun başkanlığında 1996 yılında kurulmuş ve 2001 yılına kadar çeşitli faaliyetlerde bulunmuştur. TRC’nin temel görevi 1960 ile 1994 yılları arasında Güney Afrika’da
meydana gelen insan hakları ihlallerini araştırmak
ve suç işleyenlerin eğer itiraf ederlerse genel aftan
yararlandırılmasını sağlamaktı (Lodge, 2002:177).
Çalışmalarını bir rapor halinde yayımlayan TRC,
Apartheid döneminde kendilerine karşı suç islenenler için tazminat ödenmesi önerisinde bulundu
ve bu çerçevede hükümet ilk tazminat ödemelerini 2003 yılı kasım ayında yaklaşık kişi başına
4600 dolar ödeyerek başlatmış oldu. TRC’nin temel görevi gizli kalmış suçları ortaya çıkararak
Güney Afrika’da devam etmekte olan genel uzlaşma ortamına katkıda bulunmaktı.
Mandela dönemi iç uzlaşının sağlanması kadar
Güney Afrika dış politikası için de kilit bir döneme
işaret eder. Bu dönemde uygulanan başarılı dış
politikalar kadar, yapılan hatalar daha sonra Güney Afrika dış politikasına yön vermeye devam etmiştir. ANC iktidarı, bu dönemde genel olarak
idealist ve insani değerleri öne çıkaran bir dış politika izlemek istemiştir. Bu dönemin dış politikası
Mandela’nın şahsıyla bütünleşmiştir. Mandela döneminden akıllarda kalan bir kaç önemli dış politika hatası ise hala Güney Afrika dış politikasının
psikolojik arka planını oluşturmaktadır. 1995–96
yıllarında Nijerya’daki askeri hükümetle ilişkilerde
takip edilen yanlış stratejiler bugün Güney Afrika’nın Zimbabwe ile ilişkilerinde neden bu kadar
çekingen ve dikkatli bir yönelim sergilemeye çalıştığının temel açıklamasıdır. Güney Afrika, 1995 yılında Nijerya’daki askeri rejimi tanımamak ve hat-
ta mümkün olduğunca dışlamak istedi. Bununla da
yetinmeyerek, Nijerya’nın İngiliz Milletler Topluluğu gibi bazı uluslararası örgütlerdeki üyeliğinin askıya alınması için yoğun bir kampanya yürüttü
(Black, 2003). Fakat tüm bu çabalar başarısız sonuçlandığı gibi Güney Afrika’nın da kıtada itibar
kaybetmesine yol açtı (Oliver/Geldenhuys,
1997:372). Bazı Afrika devletleri, Güney Afrika’nın
bu dış politika anlayışını Güney Afrika’nın kıtada
hegemon ve tek belirleyici olma isteğine yordu.
Güney Afrika’nın Mandela dönemindeki ikinci başarısız dış politika yaklaşımı, Lesotho’da 1998 yılında askerlerin darbe tehdidine karşı Güney Afrika’nın bir nevi tek yanlı olarak oraya aceleyle bir
grup asker göndermesiydi. Bu tek taraflı hareket
sahra altında bulunan devletler tarafından protesto edildiği gibi tıpkı Nijerya olayında olduğu gibi
Güney Afrika’nın hegemon gibi davrandığı yorumlarına yol açtı (Makoa, 1999). Aynı şekilde 199698’de Kongo’da meydana gelen iç çatışmalar sonrası, Güney Afrika tıpkı Lesotho örneğinde olduğu
gibi tek yanlı olarak hareket etmek istedi. Bölgede
bulunan çok uluslu örgütlere danışmadan hareket
etme isteği, Güney Afrika tarihinde Mandela dönemi olarak tanımlayabileceğimiz zaman periyodunun temel özelliği oldu.
Aslında Güney Afrika’nın 1994–1999 yılları arasında tek yanlı ve biraz da aceleci bir tavırla hareket
etmesinin arkasında yatan temel sebep sadece
Mandela’nın kişisel yaklaşımıyla açıklanamaz. Bu
dönemin dış politika yaklaşımının temel psikolojik
arka planını 1994 yılında Ruanda’da meydana gelen katliam oluşturmuştur. Ruanda’daki olaylara
sadece uluslararası güçler değil, tüm Afrika devletleri de seyirci kalmıştır. Bu olaya seyirci kalmanın
ezikliğini duyan Güney Afrika Cumhuriyeti, böyle
bir olayın bir daha yaşanma ihtimalini akılda tutarak patlak veren tüm krizlere erken müdahale etme yoluna gitti. Genel olarak Mandela dönemine,
dengeden uzak ve olaylara tepki merkezli bir dış
politika anlayışının hâkim olduğunu söylemek
mümkündür.
Deklare edilen dış politika ilkelerini uygulama konusunda Mandela döneminin dış politikası genel
olarak başarılı olmuştur, fakat dönem sonuna doğru bu dönemde yaşanan tecrübeler idealizmden
realizme kayışı simgeleyen bazı anlayış değişikliklerine yol açmıştır. Özellikle deklare ettiği insan
hakları ve demokrasiyi önceleme yaklaşımının
başkalarının da katılımıyla olabileceğini ve tek ba-
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
şına bunların şampiyonu olunamayacağını anlayan Güney Afrika, Mbeki’nin göreve gelmesiyle
beraber bu yönde adımlar atacak ve hareket alanını daha çok çokuluslu bir arenaya kaydıracaktır.
Mandela döneminde insan haklarına yönelik en
büyük test Güney Afrika’nın Çin’i mi yoksa Tayvan’ı mi tanıyacağı konusundaki tartışmalarda yaşanmıştır. Apartheid döneminden bu yana Güney
Afrika’nın Tayvan ile çok ciddi ticari ve siyasi ilişkileri vardı. Mandela devlet başkanı seçildikten sonra dünyanın yükselen gücü Çin’in tanınması ve
diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi bir ihtiyaçtan öteye bir zorunluluk halini almıştı. Başlangıçta Mandela hükümeti hem Çin’i hem de Tayvan’ı tanımayı planlarken, Çin tanımanın ya kendisini ya da
Tayvan’ı tanıyarak mümkün olacağını söyledi ve
Tayvan’ın tanındığı bir süreçte kendisinin diplomatik ilişkilere girme niyetinin olmadığını açıkça ilan
etti. Öte yandan Tayvan hükümeti, iktidar partisi
ANC’nin 1994 seçim kampanyasındaki masraflarının bir kısmını finanse etmiş ve bu durum Mandela hükümeti için işi daha da zorlaştırmıştı. Belli bir
süre çekinme ve tartışmalardan sonra Güney Afrika Çin’i tanıdı. Bu karar, ekonomik ilişkilerin yerine
göre insan haklarından daha önce geldiğini vurgulaması açısından Mandela hükümetine ders oldu.
Mandela hükümeti döneminde dış politika sürecini
etkileyen bir diğer önemli etken de dışişleri bürokrasisinin tamamen Apartheid döneminden devralınmasıydı (Schraeder, 2001). ANC’nin kendi elemanlarının görevlere yerleştirilmesi, onların tecrübe kazanması ve koskoca bir devleti yönetmek
için psikolojik alışkanlık kazanılması Mandela döneminin ilk dönemlerini meşgul etmiş ve bu durum
hükümetin çok da tutarlı ve uzun dönemli plan
yapmasını engellemiştir. Belki de bu durum dış
politikanın Mandela’nın şahsında bütünleşmesinde de etkili olmuş olabilir. Aynı şekilde Mandela’nın uluslararası alanda bir “seküler saint (aziz)”
olarak kabul edilmesi, saygı duyulması ve sözünün dinlenilmesi hem dışişleri bürokrasisinin hem
de diğer ilgili bakanları yer yer devre dışı ya da
ikincil konuma itilmesine sebep olmuştur. Bu dönemde hem bürokratik dönüşüm hem de Mandela’nın şahsi meşruiyet ve popülerliği dışişlerindeki
etkili planlama birimlerini dış politika yapımında etkisiz ya da daha az etkili bir hale getirmiştir.
İyisi ve kötüsüyle Mandela dönemine genel bir bakış bize şunları gösterecektir: İlk olarak; devlet kurumlarının dönüşümü ve yeniden oluşturulması
süreci ülke içinde yaşanan dönüşüme paralel gitmiş ve temel gündem ülkede iç barışın sağlanması olmuştur. İkinci olarak; Güney Afrika Cumhuriyeti ilan ettiği temel ilkeleri gerçek hayatta test etmiş ve hem ilkelerin içeriği konusunda hem de bu
ilkelerin hangi çerçevede uygulanması gerektiği
konusunda dersler çıkartacak şekilde bazı olumsuz tecrübeler yaşamıştır. Son olarak; tüm bunların yanında Mandela’nın uluslararası konumu ve
duruşu bir Güney Afrika dış politikasından çok, bir
Mandela dış politikası oluşmasına yol açmış ve
böylece çok kişiselleşmiş fakat az kurumsallaşmış
bir dış politika ortaya çıkmıştır.
2. 2. 2. I. Mbeki Dönemi (1999-2004) ve Dış Politikanın Yeniden Yapılandırılması
Thabo Mbeki’nin devlet başkanı seçildiği 1999 yılından bugüne kadar ise Güney Afrika siyasal sistemi uzlaşmanın ötesinde Apartheid döneminden
kalan köklü ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm
arayışı içerisindedir. Mandela’nın aktif siyaseti bırakmasından sonra iktidara gelen Thabo Mbeki,
kendisinden önce yapılan hataları tekrar yapmamak ve tutarlı bir dış politika yaklaşımının temellerini atmak için işe koyuldu (Alden/Le Pere,
2003:15). I. Mbeki dönemi olarak adlandıracağımız ve Mbeki’nin başkanlığının birinci dönemini
ifade iden 1999-2004 yılları, Güney Afrika dış politikası için telafi dönemi olarak tanımlanabilir. Güney Afrika bu dönemde temel olarak iki strateji izledi: Birincisi, Afrika kıtasında cereyan eden gelişmelere tepki vermede ve müdahalede yapılan önceki hataların tahrip ettiği psikolojik yıkımı düzeltmek; ikincisi ise, hem Afrika kıtasında hem de sahra altı bölgesindeki birleşme ve bütünleşme hareketlerine mümkün olduğunca hız vermek.
Thabo Mbeki, Mandela döneminde devlet başkanı
yardımcısı olarak sistemin hem açıklarını hem de
hatalarını yakından görebilmişti. Hatta 1997 sonrasında Mandela açıkça Güney Afrika’nın de facto
devlet başkanının Mbeki olduğunu belirtmiş ve
yetkilerini artık ona devretmeye başladığını söylemiştir. Mbeki 1963 yılında öğrenci olarak sürgüne
gittiği İngiltere’den ülkeye döndüğü 1990 yılına kadar dışarıda yaşamıştır. Apartheid karşıtı mücadelenin uluslararası ayağında kilit roller üstlenmiş ve
ANC adına BM ve diğer birçok kurum ve kuruluşta konuşmalar yapmıştır. Mbeki gerek dış politika
bilgisi gerekse deneyimi açısından ANC üyeleri
arasında parmakla gösterilebilecek bir kaç kişiden
birisidir. Mbeki’nin bu geçmişi onun iktidara geldik-
25
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
ten sonra uyguladığı yönetim anlayışına da yansımıştır. Kendisi dış politikaya birinci derecede
önem vermiş, bizzat müdahil olmuş ve yön vermiştir. Onun dönemini yakında inceleyenler, Mbeki’nin dış politika konularında hem dışişleri bakanlığını hem de parlamentodaki dışişleri komisyonunu by-pass ettiğini öne sürmektedirler. Burada vurgulamak istediğimiz onun bu kurumlarla ne kadar
yakın ilişki içinde çalışıp çalışmadığı değil, Mbeki’nin dış ilişkilere özel bir ilgisinin olduğu ve bu konuda kendisini temel karar alıcı olarak gördüğünü
belirtmektir.
26
Yukarıda belirtildiği gibi birinci döneminde Mbeki
kendisince kurguladığı büyük projelere alt yapı hazırlamıştır. Bu alt yapı psikolojik, fikirsel ve kurumsal olarak adlandırılabilir. Psikolojik olarak Mbeki,
Mandela döneminde başlatılan ve daha çok Apartheid döneminin ekonomik anlamda bıraktığı kötü
mirası silmek için yürütülen projeleri en üst seviyede desteklemiş ve bunların ilk meyveleri görülmeye başlanmıştır. Siyahların Ekonomik Kalkın(dırıl)ması (Black Economic Empowerment - BEE),
ve siyahlara öncelik tanıyan işe alımlar ve siyahların sahip ya da ortağı olduğu şirketlerin devletten
daha kolay yatırım kredisi alabilmeleri gibi düzenlemeler Apartheid rejiminin geride bıraktığı ekonomik dengesizliği gidermeye yönelik çalışmalardan
sadece bazılarıdır. Bu tür projelerle devlet kendi
zengin elitini yaratmış ve yaptığı açılımlara iş dünyasının desteğini sağlamaya çalışmıştır. Bu, psikolojik anlamda güven vermesinin yanında ülkede
hala süren iç dönüşüm için de güven verici olmuştur. Ülke de hala ekonomiyi beyazlar, siyasi gücü
ise siyahlar elde tutmaktadırlar.
Fikirsel açıdan Mbeki Güney Afrika’yı, Afrika ve
dünyada yeniden tanımlama çabasına girmiştir.
Kendisinin daha önce seslendirdiği Afrika Rönesansı projesi Mbeki’nin devlet başkanı seçilmesinden sonra gündemden hiç düşmeyen konuların
başında gelmektedir (Vale/Maseko, 1998). Afrika
Rönesansı fikri çerçevesinde Afrika da yeni bir
kimliğin oluşturulması ve buna Güney Afrika’nın
öncülük etmesi yanında Afrika’nın ekonomik, siyasi ve sosyal anlamda yeniden yapılandırılması konuları da tartışmaya açılmıştır. Afrikalıların Afrikalı
olmaktan gurur duymaları gerektiği ve bunun bir
ayrıcalık olduğu temelli bu yaklaşım, 1970’lerde
Güney Afrika’nın yetiştirdiği fakat Apartheid rejimine genç yaşta kurban giden Steve Biko’nun fikirleriyle benzerlik göstermektedir. Aynı şekilde Biko
da artık Afrikalıların kendilerini siyah olmaktan dolayı negatif (self-negation) olarak görmekten vazgeçip onunla gurur duymaları gerektiği fikrini öne
sürmekteydi (Biko, 1987).
Mbeki’nin birinci döneminde kurumsal anlamda
yapılan dönüşümler iki kademelidir. İlk olarak ülke
içindeki kurumsal dönüşüm hemen hemen sağlanmış ve kurumlar arası yer yer ortaya çıkan uyumsuzluklar giderilmiştir. Buna paralel olarak Apartheid döneminden kalan kurumsal yapılar tamamıyla yeni insan kaynağıyla doldurulmuş ve bu
ANC’nin tüm devlet kurumlarını fikirsel ve fiziksel
olarak kontrol etmesini sağlamıştır. Kurumsal dönüşümde ikinci kademe daha çok kıtasal ve uluslararası düzeydedir. Yukarıda da belirtildiği gibi yıllardan beri var olan fakat artık yeniden yapılandırılması gereken Afrika Birliği Örgütü, Afrika Birliği
adıyla yeniden yapılandırılmıştır. Afrika Birliği yapısal örgütlenmesinde AB’yi model almış ve bu
çerçevede parlamento, konsey, komisyon vb. birçok yeni kurumu bünyesine katmıştır (Magliveras/Naldi, 2002). Afrika Birliği oluşumundaki fikirsel ve kurumsal temeli bir kaç diğer devlet başkanıyla beraber Mbeki atmıştır. Aynı şekilde Afrika
Birliği’yle birlikte kıtada var olan bölgesel örgütlenmeler de sistemin içine bir birlik halinde çekilmiştir. Bölgesel örgütlenmeler Afrika Birliği yapısının
doğal parçası kabul edilmiş ve iç diyalog mekanizmaları devreye sokulmuştur.
Bir diğer yapılanma da Afrika’nın ekonomik kalkınmasıyla ilgilidir. Yukarıda da belirtildiği gibi NEPAD, Afrika kıtasının ekonomik kalkınma planı olarak ortaya çıkmış ve 2001 yılında kabul edilmiştir.
Bu kalkınma planı Avrupa ve ABD tarafından da
sıcak karşılanmış ve finansal destek sözü vermişlerdir. Bu plana göre ekonomik kalkınma ve iyi yönetişim (good governance) ilkesi birbiriyle bağlantılanmış ve Afrika kıtasında iyi yönetim ilkesinin
yaygınlaştırılması ekonomik kalkınma için öncelikli şart olarak belirlenmiştir. Demokratikleşme ve insan haklarına gerekli önemin verilmesi ise bunların yanında ayrıca vurgulanmıştır (Ket, 2002).
Mbeki’nin birinci devlet başkanlığı döneminde Afrika kıtasındaki yapısal dönüşümlere paralel olarak,
Mbeki’nin çok sözünü ettiği Güney-Güney diyaloğu konusunda da bazı kurumsal yapılanmalar
meydana gelmiştir. İlgili bölümde detaylı olarak
bahsedilecek olan bu gelişmelerden en önemlisi
2003 yılında Hindistan ve Brezilya ile girişilen ve
gelişmekle olan ülkelerin dünya siyasetinde pazar-
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
lık gücünü arttırmayı planlayan Hindistan-Brezilya-Güney Afrika Diyalog Forumu’nun (IBSA Dialogue Forum) kurulması olmuştur. Bu tür diyalog ve
işbirliği kurumları çerçevesinde Mbeki Güney Afrika’nın uluslararası siyasetteki etkisini arttırmak
için küresel düzeyde kurumsal yapılanmaya girişmiştir.
Güney Afrika’nın 2002 yılında Afrika Birliği’nin yeni bir isim ve yapı ile ortaya çıkmasında ve NEPAD
adlı kıtasal bir ekonomik gelişme programının hazırlanmasında ortaya koyduğu çaba çok uluslu örgütlere verdiği önemin bazı göstergeleriydi. I.
Mbeki döneminde, Güney Afrika dış politikasının
bir diğer amacı da mümkün olduğunca ikili ilişkileri geliştirmekti. Biraz bu çerçeveyle ilişkili olarak,
Güney Afrika, uluslararası toplumun Zimbabwe ile
ilişkilerini kesmesi veya azaltmasına yönelik telkinlerine rağmen, Zimbabwe ile ilişkilerinde bir değişikliğe gitmedi, hatta Zimbabwe ile ilişkilerde ilerleme görüldü. Ve en önemlisi, çökmekte olan Zimbabwe ekonomisini verdiği ekonomik destekle
ayakta tutmaya çalıştı. Sessiz diplomasi olarak ifade edilen Güney Afrika’nın Zimbabwe dış politikasının temel hedefi, Zimbabwe’deki iktidar ve muhalefeti bir araya getirerek derinleşen soruna beraber bir çözüm bulmalarına yardımcı olmaktı. Ancak bu konuda şu ana kadar ciddi bir gelişme olmadığı belirtilmelidir (van Wyk, 2002).
ANC iktidarının Zimbabwe’yi dışlayıcı bir politika
izlememesinin temel nedeninin Robert Mugabe iktidarının Apartheid döneminde ANC’ye yaptığı yardımlar ve bir nevi iki ülke lideri arasındaki yakın arkadaşlık ilişkisi olduğu söylenebilir. Her ne kadar
ekonomik sebepler nedeniyle böyle bir dış politika
izlendiği söylense de, doğruluk payı olmakla beraber, yıllardır süren tarihsel ilişkiler hala Afrika siyasetinin vazgeçilmez öğesidir.
Güney Afrika Cumhuriyeti’nin 2000’de Mozambik’te meydana gelen sel felaketinde yardıma koşan ilk ülke olması ve Kongo’da zaman zaman
meydana gelen krizlere bölgesel örgütler üzerinden müdahale etmek istemesi, ANC iktidarının bu
dönem boyunca Afrikalı devletler gözünde kendi
kredibilitesini yeniden sağlamaya ve daha dikkatli
bir dış politika izlemeye yönelik bazı adımları olarak görülebilir (Hamill/Lee, 2001:53). Yukarıda da
belirtildiği gibi I. Mbeki döneminin temel dış politika özelliği daha dikkatli ve bir o kadar da çekingen
tavırların dış politikaya yansımış olmasıdır.
Genel olarak Mbeki’nin birinci dönemine bakınca
şunlar görülebilir: İlk olarak, ülke içi barış ve uzlaşı konusunda belli bir aşamaya gelinmiş ve bu ülkenin psikolojik gücünü pekiştirmiştir. İkinci olarak,
fikirsel anlamda Mbeki’nin sıkça dillendirdiği Afrika
Rönesansı artık sade bir fikirden öte bir söylem
halini almış, uygulanan politikaların altyapısını
oluşturmuştur. Son olarak, Güney Afrika uluslararası alandaki etkinliğini arttırmak için hem kıtasal
hem de küresel düzeyde yeni bir yapılanma sürecine girmiştir. Bu yapılanma sürecindeki temel
amaç Mandela döneminden çıkarılan dersler sonucu, uygulanacak olan yeni politikaların hem
meşruiyetini arttırmak hem de kabul edilebilirliğini
kolaylaştırmak için uluslararası örgütleri dış politika yapımında temel arena olarak kullanmaktır. Bu
açıdan bakılınca Mbeki’nin ilk devlet başkanlığı
dönemi bir sıçramadan çok hazırlık dönemi mahiyeti taşımaktadır.
2. 2. 3. II. Mbeki Dönemi (2004 sonrası): Aktivizm, Beklentiler ve Gelecek
II. Mbeki Dönemi olarak adlandırdığımız 2004
sonrasında, Güney Afrika’nın daha önceki dönemlerde edindiği tecrübeyle beraber daha tutarlı ve
kapsayıcı bir dış politika izlemesi genel olarak
beklenmekteydi. Bu dönemin özellikle Güney Afrika’nın çok taraflı örgütleri kendi dış politika dinamikleri içerisinde en fazla ve akıllıca kullandığı bir
dönem olarak kendini göstermesi ve Pretoria’nın
izleyeceği politikalara uluslararası ve kıtasal meşruiyet sağlaması ayrıca beklentiler arasındaydı.
Bu çerçevede Güney Afrika hükümeti kendi dış
politika amaçlarını çok taraflı örgütler vasıtasıyla
uygulamayı en akıllı yol olarak görmekte ve bu şekilde zamanın, siyasal değişim ve dönüşümlerin
“yavaş” aktığı Afrika’da tarihi hızlandırmaya çalışmaktadır.
Mbeki’nin ikinci devlet başkanlığı dönemi halen
devam eden bir süreç olduğu için yapılan yorum
ve değerlendirmelerin de kapsayıcı olmaktan uzak
olabileceği dikkate alınmalıdır. Nihayetinde halen
yapılmakta olan bir süreç olduğu için burada yapılan yorumların bir ön değerlendirme mahiyeti taşıyacağı belirtilmelidir.
Güney Afrika’nın genel olarak dış politikası bu dönemde Afrika kıtasındaki güvenlik sorunları ve çatışma çözümüne yoğunlaşmış gözükmektedir.
Kuşkusuz bu çatışma ve sorunların kökleri daha
önceki dönemlere kadar gitmesine rağmen, nihai
27
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
olarak sorunların çözüme kavuşturulması çabası
bu dönemde daha çok öne çıkmıştır.
28
Fildişi Sahilleri 1999 yılından beri kuzey-güney
bölgesi arasında yaşanan derin ve siyasi bölünmeler sebebiyle Afrika kıtasında zaten yeterince
var olan sorunlara bir yenisini daha da eklemişti.
İlk önce eski sömürgeci devlet Fransa’nın arabuluculuğuyla olaya bir çözüm bulunmaya çalışıldıysa
da bu görüşmeler sonrası yapılandırılan süreç ve
yapılan anlaşma en nihayetinde Kasım 2004 yılında çökmüş ve barış için umutlar azalmıştı. İşte
tam bu noktada Afrika’daki etkinliği nedeniyle barışı yeniden yeşertebileceğine inanılan Güney Afrika Devlet Başkanı Thabo Mbeki, Afrika Birliği’nin
isteğiyle arabuluculuk rolüne soyunmuştur. Kısa
süre zarfında uzun ve yoğun görüşmeler sonucu
Mbeki çatışan tarafları bir araya getirmeye çalışmış ve bir çözüm için çabalamıştır. Bu çabaların
bir sonucu olarak en nihayetinde taraflar 2 Nisan
2005 tarihinde bir çözüm için Güney Afrika’nın
başkenti Pretoria’da toplanmıştır. Genelde Güney
Afrika’nın özelde ise Mbeki’nin ön taslağını hazırladığı barış metni 6 Nisan 2005 tarihinde taraflar
tarafından kabul edilmiş ve barış umutları yeniden
yeşermiştir. Pretoria Anlaşması olarak adlandırılan
bu süreç daha sonra Mayıs 2005 tarihinde imzalanan ve tarafların silahsızlanmalarını öngören anlaşmayla devam etmiştir (Özkan, 2006). Her ne
kadar bu süreç içerisinde tekrar gelgitler olsa da
ilk önce 30 Ekim 2005 tarihinde yapılması planlan
genel seçimler, BM’nin de tavsiyesiyle bir yıl ileriye alınmıştır. Bir yıl sonra yapılan seçimler sonucu
ülke göreceli olarak barış sürecine girmiş ve Afrika’daki birinci derecede problemli olan bölgelerden birisi olma konumundan çıkmıştır.
Aynı şekilde Burundi’de yaşanan barış süreci de
birçok açıdan Güney Afrika’nın olaya müdahil olmasının bir ürünüdür. 1999 yılında Mandela’nın girişimleriyle başlayan, daha sonra onun adına dönemin Devlet Başkanı Yardımcısı Jacob Zuma tarafından devam ettirilen barış süreci Kasım 2003
tarihinde anlaşmayla sonuçlanmıştır. Güney Afrika
Burundi barış sürecine sadece tarafların görüşmelerini sağlama konusunda değil aynı zamanda
2003 yılında Burundi’ye gönderilen Afrika Birliği
barış gücüne askeri katkı yaparak da sürece katkıda bulunmuştur. Burundi’deki devlet görevlilerinin korunması Güney Afrika’dan gelen askeri personel tarafından sağlanmış ve bu da sürece Güney Afrika’nın sadece diplomatik değil, askeri ola-
rak da fiilen dâhil olması açısından ilginç bir örneklik teşkil etmiştir. En nihayetinde Ağustos 2005 yılında Burundi’de genel seçimler yapılmış ve ülke
yeni bir sürece girmiştir. 26 Ağustos 2005 tarihinde Pierre Nkurunziza’nın devlet başkanı olarak yemin etmesinden sonra ülke göreceli olarak barış
ortamına girmiş ve iç işlerini normalleştirmiştir
(Bentley/Southall, 2005).
“Afrika’nın sorunlarına Afrika’nın kendisinin çözüm
bulması ilkesi” çerçevesinde 1996 yılından beri
Orta Afrika’nın kanayan yarası olan Kongo’daki iç
çatışma, sürtüşme ve güç mücadelesine Güney
Afrika ilk başlarda müdahil olsa da, bu durum, asli değil arızi olmuştur. Bunun en temel sebebi, olayın bir iç çatışmadan çıkıp bir bölgesel savaş mahiyetine dönüşme noktasına gelmesi ve özellikle
Zimbabwe Devlet Başkanı Robert Mugabe’nın başını çektiği grupla Güney Afrika’nın açıkça karşı
karşıya gelmek istememesidir. Fakat zaman geçtikçe Güney Afrika’nın olaya dahili arızi olmaktan
çıkıp asli olmaya başlamıştır. Özellikle 2002 sonrası Güney Afrika kendi dışişleri bakanı vasıtasıyla olayı yakından takip etmiş ve duruma müdahil
olmaya başlamıştır (Kabemba, 2007). Daha sonraları çeşitli düzeylerde yapılan hem bölgesel hem
de BM gibi küresel girişimler en nihayetinde Kongo’da barışın önünü açmıştır. 2006 yılında yapılan
seçimler sonrası ülke göreceli olarak bir barış sürecine girmiş olup, bu süreçte Güney Afrika, Afrika
kıtasında ana rolü oynayan devletlerden birisi olmuştur.
Aynı şekilde son yıllarda Darfur’da devam eden
çatışmalara bir çözüm bulunması için Güney Afrika yoğun bir diplomasi yürütmektedir. Güney Afrika bu sorunun bir an evvel çözüme kavuşturulması için gerek G-8 gibi küresel forumlarda gerekse
kıtada yürütülen barış girişimlerinde barış için çalışmaktadır. Afrika Birliği’nin Darfur Bölgesi’ne yerleştirmiş olduğu barış gücüne Güney Afrika hem
askeri personel hem de gerekli teçhizat açısından
destekte bulunmuştur. Aynı şekilde Darfur Barış
Gücü’nün finansal ve gerekli askeri malzeme ihtiyacının karşılanması için hem AB hem de diğer ülkeler nezdinde girişimlere öncülük etmiştir.
Güney Afrika Mbeki’nin ikinci devlet başkanlığı döneminde Afrika’nın dünya siyasetinde daha etkili
bir rol oynaması için çalışmaktadır. Bunun en temel şartının da Afrika’nın öncelikle kendi sorunlarını çözmesi ve kıtada demokratikleşmenin yolunu
açmanın gerektiğini her seferinde vurgulamıştır.
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
Kıtaya yabancı yatırımcının gelmesinin ancak kıtadaki barışın sağlanmasıyla mümkün olacağını ta
başından beri farkında olan Mbeki, bu çerçevede
Afrika’ya yönelik her türlü girişimde aktif rol oynamaktadır. Tüm bunlarla beraber son yıllarda, özellikle de 2005 yılından beri Güney Afrika’nın Afrika
kıtasında ve küresel düzlemde oynamaya çalıştığı
aktif rolde bazı iç işlerinden kaynaklanan sebeplerden dolayı bir yavaşlama olduğunu söylemek
mümkündür.
Güney Afrika iç siyasi hayatını son iki yıldır en çok
meşgul eden konu üst düzeydeki siyasilerin yolsuzluklara karıştıkları iddiasıdır. Bu konuda en iyi
örnek eski Devlet Başkan Yardımcısı Jacob Zuma’nın Ekonomik İşler Danışmanı Shebir Sheik ile
“genel bir yolsuzluk ilişkisi” içinde olduğuna dair
Durban mahkemesinin 2005 yılında vermiş olduğu
karardır. Sheik mahkeme tarafından suçlu bulunmuş ve 15 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Mahkemenin Sheik ile ilgili kararından hemen sonra
Devlet Başkanı Thabo Mbeki, Zuma’yı devlet bakan yardımcılığı görevinden almıştır. Şu an itibariyle Zuma’nın suçlandığı yolsuzluk ve cinsel taciz
davalarında yargılama bitmiş olup Zuma her ikisinden de suçsuz bulunmuştur. Bu yargılamalar Güney Afrika siyasi hayatının Apartheid sonrası dönemdeki en önemli siyasi davaları olarak değerlendirilmektedir. Özellikle şu anki Devlet Başkanı
Thabo Mbeki`den sonra kimin devlet başkanı olacağı sorusu bu davalardan çıkacak sonuçla doğrudan bağlantılıdır.4 Normal şartlarda iktidar partisi
olan ANC’nin başkan yardımcısının, genel başkanın görev süresinin dolmasından sonra onun yerine başkan seçilmesi ANC gelenekleri içerisindedir
ve bu çerçevede Jacob Zuma’nın ilk olarak ANC
genel başkanı daha sonra da otomatik olarak
2009 yılındaki seçimlerde devlet başkanı adayı olması bekleniyordu. Zuma’nın yolsuzluk suçlaması
sonrası görevinden alınması ve sonrasında ülke
içindeki yönetici elit arasındaki başlayan çatlama
her geçen gün büyümektedir. Zuma’nın suçlamalardan kendini 2006 yılında mahkeme kararıyla temizlemiş olması durumu normal haline döndürmemiş aksine bu durum ciddi bir güç mücadelesine
dönüşmüştür.
Güney Afrika siyasi hayatı üçlü ittifak (the tripartite
alliance) denilen bir yapının önderliğinde şekillenmektedir. Apartheid rejiminin sona ermesinden
4
sonra gayri resmi olarak ülkeyi üçlü bir yapı yönetmektedir. ANC, Güney Afrika Komünist Partisi (South African Communist Party-SACP) ve Güney Afrika Sendikaları Birliği (Congress of South African
Trade Unions-COSATU) örgütlerini içeren bu üçlü
ittifakın temelleri, her ne kadar 1990’ların başında
resmiyet kazanmış olsa da, 1985 yılında COSATU’nun kurulmasına kadar gitmektedir. Habib ve
Taylor`a (2001:219) göre temel olarak Apartheid
rejimine karşı muhalefeti genişletmek ve işçi sınıfının çıkarlarının hükümet düzeyinde temsil edilmesini sağlamak amacıyla kurulan bu ittifak, Güney Afrika’nın demokratik bir yapıya kavuşmasından sonra ANC şemsiyesi altında seçimlere katılarak iktidar olmuştur. İttifakın küçük ortakları olan
COSATU ve SACP, bazen ANC’nin karar almada
daha etkin olduğunu söyleyerek kendilerine çok
fazla danışmadığından şikâyet etse de şu ana kadar üçlü ittifak yaşamını sürdürmüştür (Lodge,
1999). Devlet Başkanı Thabo Mbeki’nin yardımcısı Jacob Zuma’yı 2005’te yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle görevden almasından sonra COSATU
açıkça Zuma tarafını desteklemiş ve bu ittifak içinde bir çatlak olarak değerlendirilmiştir. Aynı şekilde üçlü ittifakın üyesi olan SACP, Zuma’yı destekleyen açıklamalar yapmış ve Mbeki’nin kararını
eleştirmiştir. ANC Gençlik Kolları da Zuma’yı açıkça desteklemekte ve devlet başkanı yardımcılığı
görevine tekrar getirilmesini istemektedir. Üçlü ittifakın geleceğinin Jacob Zuma’nın siyasi hayatıyla
yakından alakalı olduğu vurgulanmalıdır.
Bu olay, uzun vadeli etkileri ve muhalefet üretebilme potansiyeli açısından dikkatle izlenmektedir.
Eğer Zuma olayı üçlü ittifak içinden bir muhalefet
üretmezse, şu andan göründüğü kadarıyla önümüzdeki on yılda Güney Afrika siyasetinin temel
konusu hangi partinin seçimleri kazanacağı değil,
kimin ANC liderliğinde ülkeyi yöneteceği meselesidir. İşte bu çerçevede, Aralık 2007 yılında yapılacak olan ANC Genel Başkanlığı seçimleri Güney
Afrika’nın geleceğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu
nedenle de hem hükümet hem de Mbeki’nin kendisi son yıllarda önceliği ülke içine vermiş görünüyor. Mbeki’nin kendisi teamüllerin dışına çıkarak
2007 Aralık ayında yapılacak olan ANC Genel
Başkanlık seçimlerinde kendisi tekrar aday olmuştur. Şu an itibariyle Zuma ve Mbeki ile beraber popüler bir eski siyasetçi-yeni işadamı olan Tokyo
Sexwale de adaylığını ilan edenler arasındadır.
Güney Afrika’da yasal düzenleme gereği bir kişi en fazla iki defa devlet başkanı seçilebilir. Mbeki 2004 yılında ikinci kez devlet
başkanı seçilmiş olup, 2009 yılında görev süresi dolacaktır.
29
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
Genel olarak Mbeki’nin ikinci dönem devlet başkanlığına bakılınca ilk yıllarında hem kıtasal hem
de küresel düzeyde Afrika’nın dünya gündemine
taşınması için aktif bir politikanın izlendiğini söylemekle beraber son yıllarda bu durumda bir azalmadan ziyade bir yavaşlamanın olduğunu söylemek yukarıda bahsedilen iç sebeplerden dolayı
mümkündür. Her şeye rağmen Güney Afrika’nın,
Afrika kıtasında uluslararası güçler tarafından en
çok güvenilen ve fikri ciddiye alına bir devlet olduğu, bu durumun ise arızi olduğu özellikle vurgulanmasında fayda vardır.
3. Küresel Düzlemde Güney Afrika
30
Güney Afrika’nın Afrika kıtasında iş yapılabilecek
bir partner olarak uluslararası alanda en çok güvenilen devlet olduğu yukarıda vurgulanmıştı. Bu
çerçevede Güney Afrika’nın dünya siyasetinde aktif konumda olan bir kaç güçle ilişkilerinin bir örneklem olarak gösterilmesinin Türk okuyucusu
açısından yararlı olacağı kanısıyla bu bölümde
Güney Afrika’nın sırasıyla ABD ve AB ile ilişkileri
ele alınacaktır. Daha sonra Güney-Güney diyalogu ve Güney Afrika’nın bu olaya bakışı çerçevesinde Pretoria’nın Hindistan ve Brezilya ile olan
ilişkilerine değinilecek ve son olarak da Güney Afrika-Türkiye ilişkilerinden kısaca bahsedilecektir.
3. 1. Güney Afrika - ABD İlişkileri
Güney Afrika’nın ABD ile ilişkileri tarihi derinliklere
sahiptir. ABD 1799 yılından beri Güney Afrika’da
resmi temsilcisi olan bir devlettir. Bugün ABD’nin
başkent Pretoria’da bir büyükelçiliği, Cape Town,
Johannesburg ve Durban’da ise konsoloslukları
vardır. Bununla beraber ABD ve Güney Afrika’nın
sivil toplum örgütleri düzeyinde de birçok bağlantısı bulunmaktadır. Sivil toplum örgütleri düzeyinde
özellikle misyoner kuruluşların bölgeye gelmesinden sonra başlayan ilişkiler her geçen gün artmaktadır.
1970 ile 1990 yılları arasında Güney Afrika ile ABD
arasındaki ilişkiler, özellikle ırkçı Apartheid rejimi
sonucu en alt düzeye inmiş ve bozulmuştu. Fakat
1994 yılında Apartheid rejiminin yıkılmasını takiben ilişkiler tekrar gelişmiş ve Güney Afrika,
ABD’nın Afrika kıtasında güvendiği birkaç partner
ülkeden birisi haline gelmiştir.
Her ne kadar bazı uluslararası konularda farklı
düşseler de, Güney Afrika- ABD ilişkileri bozulmaktan uzaktır. Örneğin, Irak konusunda ortaya
çıkan farklı yaklaşım, ilişkilerin genel seyri üzerinde herhangi bir etki yapmaktan uzaktır. Mandela’nın Irak İşgali öncesi ABD Başkanı George W.
Bush’u “düşünme özürlüsü” olarak suçlaması,
Mandela’nın şahsi görüşü olarak değerlendirilmiş
ve hükümetler düzeyinde dikkate alınmamıştır.
ABD, Güney Afrika’yı Afrika kıtasında güvenilebilecek partner ülkelerden birisi olarak görmekte ve
işbirliğini, bölgesel kalkınma ve güvenlikten küresel terörizme karşı mücadeleye kadar geliştirmektedir (Lake/Whitman, 2006).
Teröre karşı işbirliği, AIDS ile mücadele ve askeri
ilişkiler, Güney Afrika Cumhuriyeti ile ABD arasında ilişkilerin en iyi olduğu alanlar olarak tanımlanabilir. Yakın gelecekte ilişkilerde herhangi bir sorun
beklenmemekle beraber, Güney Afrika, ABD ile
ilişkilerini her zaman belli bir mesafede tutmaya
özen göstermektedir.
3. 2. Güney Afrika- AB İlişkileri
1994 yılında ANC’nin iktidara gelmesinden sonra
Güney Afrika-AB ilişkileri kısa sürede ciddi bir ilerleme kaydetti ve zamanla bu ilişkiler olgunlaştı.
Özellikle savunma sanayindeki ilişkiler bunda kilit
rol oynadı ve Avrupa silah sisteminin birçoğunu
Güney Afrika satın aldı. Bu gelişme Güney Afrika
özelinde tüm sahra altı Afrika’ya teknoloji transferine yardımcı oldu ve hassas olan bu endüstride
uzmanlaşmayı sağladı.
Uluslararası kamuoyu gibi, Afrika’nın sorunlarını
genellikle insani yardım çerçevesinden gören AB
de son yıllarda bu görüşünü değiştirmeye başlamıştır. “Büyüme için yardım” fikrini daha çok desteklemeye başlayan AB, Haziran 2006’da aldığı bir
kararla gelişmekte olan ülkelere destek için ayrılan
bütçeyi 2010 itibariyle %50 artırma, 2015 itibariyle
de iki katına çıkarma kararı almıştır. Aynı karar
çerçevesinde AB, bu harcamaların en az yarısının
Afrika’ya yönlendirilmesi konusunda da ilke kararı
almıştır.
AB özelde Güney Afrika ile genelde ise sahra altı
Afrika ülkeleri ile ekonomik ilişkilerini geliştirmek
için 1999 yılının Ekim ayında Ticaret, Gelişme ve
İşbirliği Antlaşması imzalamıştır (Lee, 2002). Bu
anlaşma temel olarak iki bölümden oluşmaktadır:
Birincisi, AB ile Güney Afrika arasında bir serbest
ticaret bölgesi kurmak; ikincisi ise AB’nin Gelişme
ve Yeniden Yapılanma programı çerçevesinde Güney Afrika’ya ekonomik yardımda bulunmak. Bu
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
anlaşma çerçevesinde hayata geçirilecek olan
ekonomik yardım, daha çok demokrasi, insan hakları ve bölgesel birleşme konularındaki çalışmalara destek vermek amacını taşımaktadır.
Genel olarak bakıldığında Güney Afrika-AB ilişkileri son 10 yılda hem ilerleme kaydetmiş hem de
olgunlaşmıştır. Taşımacılıktan silah sanayisine,
ekonomik ilişkilerden siyasi ilişkilere kadar uzanan
bu ilişkiler yumağı her geçen gün ilerlemeye devam etmektedir.
3. 3. Güney Afrika ve Güney-Güney Diyaloğu
Güney Afrika’nın Güney-Güney diyaloğunu geliştirme çabalarının kökleri 1998 yılında Güney Afrika’da düzenlenen Bağlantısızlar Hareketi (Non-Allignment Movement- NAM) toplantısında başlatılan sürece kadar gider. Yıllardır hep “sağırlar diyaloğu” olarak adlandırılan NAM’ın bu toplantısına ilk
defa G-7 ülkeleri ve diğer kalkınmış ülkeler Güney
Afrika tarafından davet edilmiştir. Bu hem GüneyGüney diyaloğunun konsolidasyonu açısından
hem de Kuzey-Güney diyalog yollarının aranması
açısından NAM tarihinde bir ilktir. Güney Afrika bu
çabalarını 2000 yılında Havana’da yapılan NAM
toplantısında da devam ettirmiş ve dönem başkanı olmanın verdiği güçle Thabo Mbeki NAM üyelerinin yapıcı ve barışı amaçlayan bir şekilde diğer
kuzey ülkeleriyle ilişkiye girmesi gerektiği fikrini
öne çıkarmıştır (Landsberg, 2006:7).
Güney Afrika, dış politika yapımında Brezilya, Mısır, Hindistan, Cezayir, Nijerya ve Çin gibi ülkeleri
stratejik partner olarak tanımlamış olup GüneyGüney diyaloğunun geliştirilmesi çerçevesinde bu
devletlerle ilişkilerini geliştirmektedir. Bunun ilk
adımı olarak Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Doha görüşmelerinde Güney Afrika, özellikle Brezilya
ve Hindistan’la beraber hareket etmiştir. Afrika’ya
yönelik konularda ise Cezayir ve Nijerya, Güney
Afrika’nın doğal partnerleri olmuştur. Bu tür yakınlaşmalar DTÖ’nün 2003 yılında Cancun-Meksika’da yapılan görüşmelerinde G20+ denilen gayri
resmi bir gruplaşmaya yol açmıştır (Narlikar/Tussie, 2004). Bu gruplaşmanın liderliğini Güney Afrika
ile birlikte Hindistan ve Brezilya yapmıştır. Hindistan ve Brezilya ile olan bu yakınlaşma dünya siyasetinde yeni bir örgütlenme tipi olarak görülen Hindistan-Brezilya-Güney Afrika Diyalog Forumu’nun
(IBSA Dialogue Forum) oluşumuyla sonuçlanmıştır. IBSA, üç farklı kıtadan uluslararası politikada
benzer güce sahip üç ülkenin uluslararası arena-
da bazı konularda ortak hareket etmeye yönelik
bir örgütlenmesi olarak bir ilktir. IBSA’nın temel
amacı ekonomik ilişkilerin bu ülkeler arasında geliştirilmesi ve karşılıklı işbirliğinin arttırılmasıdır. Bu
çerçevede Üçlü-İşbirliği Komisyonu (Tri-lateral
Commission) denilen ve üç ülke arasındaki koordinasyonu sağlamak için bir alt kurum 2003 yılında kurulmuş olup çalışmalarına devam etmektedir
(Nafey 2005).
IBSA örgütlenmesinin asıl amacı ekonomik ilişkileri geliştirmek olsa da, yayımladıkları deklarasyonlarla ilgi alanlarının sadece ekonomiyle kısıtlanmadığını göstermişlerdir. Uluslararası güvenlikten
terörizme, BM Güvenlik Konseyinde reform yapılmasından Filistin-İsrail barışına kadar birçok uluslararası konu gündem maddeleri arasında yer almaktadır. IBSA’nın uluslararası alandaki gücü temel olarak hiç şüphesiz aralarındaki koordinasyonun sağlıklı işlemesine bağlı olmakla beraber,
uzun vadede dünya siyasetini etkileyebilme kapasitesi açısında ilginç bir örgütlenme olup izlenmeye değer görülmektedir (Özkan, 2007).
Güney Afrika, Güney-Güney diyaloğuna getirmeye çalıştığı yeni dinamizm sonucu kendisini yer
yer Güney-Kuzey diyaloğu içinde Güney’in liderlerinden birisi olarak görmektedir. G-8 toplantılarına
davet edilen bir kaç gelişmiş ülkeden birisi olması
dolayısıyla da uluslararası toplum nezdinde Afrika’nın temsilcisiymiş gibi kabul görmekte ve kendisi de zımni olarak bu rolü sahiplenmektedir.
Ayrıca bazı sosyal etkenler de Güney Afrika’nın
Güney-Güney diyaloğuna yönelik dış politika yapımını etkilemektedir. Tarihsel anlamda Güney Afrika, Malezya ve Hindistan’dan göç eden birçok
Müslüman nüfusa ev sahipliği yapmıştır. Ülkeye
gelişleri 17. yüzyıla dayanan Malay Müslümanlar
ile ülkeye gelişleri 19. yüzyılın sonuna dayanan
Hint Müslümanların ülkedeki varlığı halen Güney
Afrika’nın iç ve dış siyasetinde etkili olabilmektedir.
Özellikle Güney Afrika Müslümanlarının Filistin
halkına duyduğu yakınlık, Güney Afrika’nın Filistin
sorununa daha yakın ilgi göstermesine yol açmıştır. Ayrıca Hindistan’la ilişkileri son derece iyi olan
Güney Afrika, İran ile de ilişkilerinde çok ciddi ilerleme kaydetmiştir.
Güney Afrika, Güney-Güney ya da Güney-Kuzey
diyalogları çerçevesinde dış politikasını kurarken
daha çok ekonomi merkezli bir anlayışla hareket
etmektedir. Dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerle
31
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
ilişkileri önemsemektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti, bu ülkelerle ilişkilerini başka etkenler (dini,
kültürel vb.) nedeniyle değil, bu ülkeler ekonomik
olarak güçlü oldukları için geliştirmektedir.
3. 4. Güney Afrika - Türkiye İlişkileri
Türkiye’nin Güney Afrika ile ilişkileri son zamanlara kadar Türk dış politikasının en problemli alanlarından birini teşkil etmekteydi. Diplomatik ilişkiler
12 Ekim 1992 yılında imzalanan anlaşmayla başlasa da, aslında Türkiye’nin Güney Afrika ile ilişkileri 19. yüzyıla kadar uzanır.
32
Osmanlı Devleti’nin Güney Afrika ile ilk ilişkileri
1861 yılında Roubaix’in Güney Afrika’ya onursal
elçi olarak atanmasına kadar uzanır. Daha sonra
onursal elçiliklerin atanmasına devam edilmekle
birlikte, 1862 yılında Cape Town’daki Müslümanların talebi üzerine, Osmanlı Devleti’nin Cape
Town’a bir Müslüman âlim göndermesi, iki ülke
arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkiler. Ebubekir
Efendi Güney Afrika’nın kültürel ve dini hayatına
ciddi katkılarda bulunmuştur (Argun, 2000 ve
Uçar, 2000). Geldiği zaman Cape Town’daki Müslüman âlimler arasındaki çekişmeleri çözmüş, İslam’ın yanlış anlaşılan noktalarını izah etmiş ve
Bloomfontain, Johannesburg, Kimberly ve Cape
Town’da İslami okullar açarak Güney Afrika’da İslami bir kültür hayatının gelişmesine katkıda bulunmuştur. Dönemin padişahı Addulaziz’e Güney
Afrika hakkında raporlar bile yazmış olan Ebubekir
Efendi, Güney Afrika’dan evlenmiş ve daha sonra
1880 yılında Güney Afrika’da vefat etmiştir. Halen
mezarı Cape Town’dadır. “Efendi” soyadı halen
Cape bölgesinde yaygın kullanılan soyadlarından
birisidir. Ebubekir Efendi’nin soyundan gelen birçok kişi halen Güney Afrika’da yaşamaktadır.
Osmanlı Devleti’nin Güney Afrika ile ilişkileri,
1899-1902 yılları arasındaki Anglo-Boer Savaşı’na
gözlemci olarak asker göndermesi ve daha sonra
da Mehmet Remzi Bey’in ilk Osmanlı konsolosu
olarak gönderilmesiyle daha da gelişmiştir. Fakat
dönemin şartlarından dolayı, özellikle de Birinci
Dünya Savaşı hazırlıkları sebebiyle Osmanlı Devleti elçiliğini kapatmak zorunda kalmıştır. 1914 yılında konsolos olarak atanan ve sadece altı ay görev yapan Mehmet Remzi Bey’in görevi bıraktıktan
sonra ülkeyi terk etmesine izin verilmemiş ve kendisi savaş esiri olarak tutulmuştur. Esir olarak tutulduğu sırada 1916 yılında Johannesburg’da vefat etmiş, o dönemde Osmanlı Devleti’nin ekono-
mik sıkıntıları sebebiyle naaşı Türkiye’ye götürülememiştir. Halen Mehmet Remzi Bey’in naaşı Johannesburg Braamfontein Mezarlığı’nda bulunmaktadır. Ölümünden sonra ailesi Cape Town’a
yerleşmiş ve 1950’lere kadar bir sigorta şirketini
çalıştırmışlardır. Maalesef sonrasıyla alakalı bilgilere Güney Afrika arşivlerinde ulaşılamamıştır
(Orakçı, 2005).
Apartheid rejiminin yıkılmasından sonra dünyaya
açılan Güney Afrika, bunun bir sonucu olarak Türkiye ile de diplomatik ilişkiler kurmuştur. 1993 yılında hem Pretoria’da hem de Ankara’da karşılıklı
elçilikler açılmasına rağmen, Türkiye-Güney Afrika
ilişkileri aynı yıl Nelson Mandela’nın Atatürk Barış
Ödülü’nü reddetmesinin gölgesinde kalmıştır.
Güney Afrika’nın 1997-2001 yılları arasında Türkiye büyükelçiliğini yapan ve aynı zamanda şu ana
kadar son dönem Türkiye-Güney Afrika ilişkileri
üzerine yazılmış tek kitabın yazarı olan Tom
Wheeler’e (2005) göre ise, Mandela’nın ödülü reddetmesi başından beri yanlış ele alındı. 1993 yılında Dünya Ekonomik Forum’una katılan dönemin
Başbakanı Süleyman Demirel ile Nelson Mandela
bir görüşme yapmış, görüşme sırasında Mandela
Atatürk’ten övgüyle söz etmiş ve Atatürk’ün kendi
bağımsızlık hareketleri için örnek olduğunu belirtmiştir. Mandela’ya Atatürk Barış Ödülü verilmesi
fikri bu konuşmadan sonra Demirel’in aklından
geçmiştir. Bu konuşma sonrasında Mandela ile
hiçbir ön görüşme yapmadan Nelson Mandela’nın
adı dünya kamuoyuna ödül verilecek kişi olarak
duyurulmuştur. Mandela’nın kendisi bile bu ödüle
layık görüldüğünü medyadan öğrenmiştir. Temel
olarak Mandela’nın bu ödülü reddetmesinin arkasında 1980’lerin sonlarında bölücü terör örgütü ile
ANC’nin Avrupa başkentleri üzerinden kurdukları
yakın ilişkiler yatmaktadır. Şu an Güney Afrika’yı
yöneten kişilerin birçoğu 1980’lerde Avrupa’da
sürgünde yaşamaktaydı. Apartheid karşıtı mücadeleyi dünya çapında yaymaya çalışırken SSCB
ile de çok yakın ilişkiler kurup sosyalist eğilimli bir
hareket olan ANC ile terör örgütü arasında SSCB
üzerinden kurulmuş bir ideoloji birliği de oluşmuştur. Bu sebeple Güney Afrika, Kürt sorunu konusunda Türkiye’yi temel suçlu olarak görmekte ve
ikili ilişkileri geliştirmenin önündeki en büyük engel
olmaktadır.
Son bir kaç yıla kadar ödülün reddedilmesi meselesi Türkiye-Güney Afrika ilişkilerinin gelişmesinin
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
önündeki en büyük engel olmuştur. Bununla beraber Güney Afrika’nın Türkiye’ye silah satışını 1995
yılında Kürt sorununu sebep göstererek yasaklaması ilişkileri en alt düzeye indirmiştir. Türkiye,
Güney Afrika’yı kırmızı listeye eklemiş ve ilişkiler
sanki hiç yokmuş gibi bir havaya bürünmüştür.
Türkiye-Güney Afrika ilişkileri 2002 yılında Ahmet
Necdet Sezer’in Dünya Sürdürülebilir Kalkınma
Toplantısı için Johannesburg’a gitmesinin ardından yeni bir sürece girmiştir. 2003 yılında Güney
Afrika Devlet Başkanı Yardımcısı Jacob Zuma
Türkiye’yi ziyaret etmiş, buna karşılık Mart 2005
yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki geniş katılımlı bir heyet Güney Afrika’ya
resmi ziyarette bulunmuştur. Özellikle Başbakan
Erdoğan’ın ziyaretinden sonra enerji ve ticari anlamda çeşitli anlaşmalar imzalanmış ve ilişkilerin
iyi bir seviyeye çıkarılması için altyapı oluşturulmuştur.
Ciddi ekonomik potansiyele sahip olan Güney Afrika’da resmi rakamlara göre 1500 civarında Türk
yaşamaktadır. Ayrıca Güney Afrika battaniye sektörünün büyük bir kısmını Türk sanayiciler kontrol
etmektedirler. Sesli ve Ahlesa gibi Türkiye menşeli battaniye fabrikaları bu konuda öncü rolü oynamaktadırlar. Ayrıca araba galericiliği, plastik parçaları ithalatı ve kömür ticaretiyle uğraşan Türk şirketleri de vardır. Eğitim faaliyetleri açısından ise
ikisi Johannesburg, biri Durban biri de Cape Town
da olmak üzere Gülen cemaatine ait dört Türk
okulu faaliyettedir. Ayrıca Johannesburg’ta faaliyet
gösteren ve Türk özel girişimcilerin önderlik ederek açtıkları Language Center International (LCI)
adını taşıyan bir dil okulu da hem Türkiye’den giden öğrencilerin hem de başka ülkelerden gelen
öğrencilerin dil öğrenmelerine yardımcı olmaktadır. Güney Afrika üniversitelerinde lisans düzeyinde eğitim gören Türk öğrenci sayısı son derece az
ya da hiç yoktur. Bununla beraber mastır düzeyinde eğitim gören otuz civarında öğrenci vardır. Genellikle teknik bilimler ağırlıklı olup, sosyal bilimler
öğrencilerinin sayısı çok azdır.
Türkiye ile Güney Afrika arasında Türkiye’nin Pretoria Büyükelçiliği tarafından bile az bilinen fakat
aslında son derece önemli olan doğal bir bilgi paylaşım süreci yaşanmıştır. 1980’lerde Orta Doğu
Teknik Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nin
maden mühendisliği bölümleri Güney Afrika’daki
çeşitli üniversitelerle işbirliği ve öğrenci değişimi
anlaşmaları imzalamışlardır. Bu süreç sonucu Tür-
kiye’den birçok maden mühendisi gerek yüksek
öğrenim gerekse tecrübe açısından olsun Güney
Afrika’da eğitim almışlardır. Bunların birçoğu Türkiye’ye geri dönmemiş olup madencilik sektörünün
son derece gelişmiş olduğu Güney Afrika’da çeşitli şirketlerde yüksek derecelerde çalışmaktadırlar.
Aynı şekilde bu süreç sonucu gidenlerin bir kısmı
da oradaki üniversitelerin maden bölümlerinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadırlar. Bu şekilde oraya göç etmiş Türk kökenli maden mühendisleri oradaki topluma son derece entegre olmuş
olup orada yasayan diğer Türklerle ilişkileri çok
düşük düzeydedir. Bu durum Türk kökenli mühendislerin varlığından, sayısından ve etkilerinden elçilik dâhil kimsenin yeteri kadar bilgi sahibi olamamasına yol açmaktadır. Madencilik konusunda
hem uzman hem de bilgi eksikliğinin hat safhada
olduğu Türkiye’nin Güney Afrika’da bulunan bu tür
yetişmiş beyinleriyle yakından ilgilenmesi ve geriye doğru hem bilgi hem de beyin akışını ihtiyaca
göre sağlaması gerekir.
Güney Afrika, Afrika kıtasına girişin hemen hemen
tek kapısıdır denilebilir. Ekonomiden siyasete, kültürel ilişkilerden sosyal konulara kadar her alanda
Güney Afrika Cumhuriyeti, Afrika’nın incisidir. Eğer
Türkiye Afrika kıtasıyla ilişkilerini geliştirmek istiyor
ve gerek Kıbrıs gerekse 2008-2009 Güvenlik Konseyi adaylığı gibi uluslararası konular için BM’de
destek istiyorsa bu tartışmasız bir şekilde Güney
Afrika ile ilişkileri iyileştirmekten geçmektedir. İsrail hariç tutulursa Türkiye, Ortadoğu’da Güney Afrika’nın en büyük ticari ortağıdır. Güney Afrika, Türkiye’yi Orta Asya ve Doğu Avrupa’ya bir açılım kapısı olarak görmekte ve bu çerçevede ilişkileri geliştirmek istemektedir. Fakat Güney Afrika bu talebi açıkça dillendirmemekte ve hatta ilişkileri geliştirmek istemiyormuş gibi bir izlenim vermektedir.
Türkiye tarafı ilişkilerin geliştirilmesinde çok daha
istekli olduğunu açıkça ifade etmiştir (Aydın,
2003). Karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi ve sağlıklı
bir düzleme çekilmesi için Türkiye’nin Kürt sorunu
konusunda Güney Afrika’ya yönelik olarak bir doğru bilgilendirme kampanyası yürütmesi en karlı
başlangıç olabilir. Her iki tarafta da karşılıklı bilgi/belge azlığının hat safhada olduğu dikkate alınırsa üniversitelerin karşılıklı öğrenci ve akademik
personel değişimi bu sorunu uzun vadeli çözecek
en kalıcı yol olabilir.
Güney Afrika’daki birçok kişinin zihninde çarpıcı
bir paralellik bulunmaktadır: “Nasıl Güney Afri-
33
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
34
ka’da beyazlar siyahlara zulmediyor ve haklarını
reddediyor idiyse, aynı şekilde Türkiye’de de Türkler Kürtlere aynı muameleyi yapmakta ve haklarının reddetmektedirler.” Bu paralelliğin ne kadar tutarlı ya da tartışmalı olduğu ise hiç sorulmamaktadır. Bunun sebebi Güney Afrika`da Türkiye üzerine bilgi düzeyinin azlığıdır. Türkiye ile ilgili bilgi ve
yorumlar genelde 1980’lerden kalan bilgilerden
ibarettir. Bu sebeple Güney Afrika’daki genel kabul
görmüş bu Türkiye fikrinin dışına çıkıp da Türkiye’yi ziyaret eden Güney Afrikalı üst düzey yetkililer genellikle şaşkınlıklarını gizlememektedirler,
çünkü gördükleri Türkiye zihinlerinde olan geri kalmış ve baskıcı bir ülkeden ziyade son derece gelişmiş, modern ve dünyaya açılmış bir ülkedir. Zaten var olan negatif Türkiye imajının düzeltilmesini
zorlaştıran bir konu da Güney Afrika’daki bazı televizyon kanallarının (örneğin e TV) “Gece Yarısı
Ekspresi” filmini yılda en az üç defa göstermeleridir.5 Bu konu üzerine ciddiyetle gidilmeli ve Güney
Afrika medyasında planlı bir Türkiye kampanyası
yürütülmelidir. Güney Afrika’daki bazı araştırma
kurumları Türkiye ile yapılacak bir öğretim üyesi
değişim programına son yıllarda özellikle Tom
Wheeler`in alt yapı çalışmaları sonucu pozitif yaklaşmaktadırlar. Temel sorun bunu kimin finanse
edeceği ve nasıl programlanacağıdır. Türk Dışişlerinin bu konuda oradaki elçilikle birlikte proje üretmesi ve hatta ODTÜ ve Bilkent gibi İngilizce eğitim
veren üniversitelerin seçmeli olarak Afrika siyaseti
üzerine bir ders açmaları sonucu Güney Afrika’dan Afrika uzmanı bir öğretim üyesinin belli bir
süreliğine getirilmesi çok da zor olmayacaktır. Aynı şekilde Türkiye’den bir Orta Doğu ve Türkiye
uzmanı bir öğretim üyesinin oradaki bir araştırma
kurumu ya da üniversitede misafir öğretim üyesi
olarak bir süreliğine bulunması birçok şeyi beklendiğinden daha fazla kolaylaştırabilir.
Her iki ülkede de en çok popüler olan spor futboldur. Türkiye’de futbol oynamış olan Moshe, Koushe, Madida gibi Güney Afrika kökenli futbolcular
genel olarak Türkiye konusunda pozitif bir imaj
vermektedirler, fakat bu çabaların çoğu bireysel
düzeyde olup koordineden uzaktır. Bunların daha
koordineli bir şekilde yapılması her iki ülke ilişkilerinin gelişmesi için daha kazançlı olacaktır. Aynı
şekilde Türkiye’den bir büyük futbol kulübünün
devre arasında kısa süreli de olsa Güney Afrika da
kamp yapması, aynı şekilde Güney Afrika’nın en
5
popüler futbol kulüplerinden birisinin Türkiye’ye
davet edilmesi karşılıklı sosyal düzeydeki yanlış
anlamayı düzeltmek için ciddi katkı sağlayabilir.
Sonuç
Genel olarak 20. yüzyılda Güney Afrika dış politikasını kabaca üç döneme ayırmak mümkündür:
1948 yılında Ulusal Parti’nin iktidara gelmesiyle
beraber Apartheid rejiminin resmileşmesine kadar
Güney Afrika dış politikası, Jan Smuts ve diğer bazı liderlerin önderliğinde uluslararası alanda göreceli olarak belli bir konumda yer almıştır. Ülkenin
sahip olduğu yeraltı zenginlikleri ve İngiltere gibi
kolonyal güçlerin bunlara ilgisi Güney Afrika’yı
olayların merkezinde olmasa bile önemli bir konumda tutmuştur.
Apartheid rejiminin hayatiyetini sürdürdüğü 19481994 yılları arası genel olarak Pretoria’nın uluslararası arenadan dışlandığı, ambargoların uygulandığı ve uluslararası kuruluşlara üyeliklerinin iptal
edildiği bir dönem olmuştur. Bu dönem ayrıca insan hakları ihlallerinin ve ırk ayrımcılığının hangi
boyutlara ulaşabileceğini göstermesi açısından ibret verici bir dönem olmuştur. 1990’larla beraber
uluslararası sistemde başlayan değişimler Güney
Afrika’nın iç dinamikleriyle beraber birleşerek
Apartheid rejimine son vermiştir.
Apartheid sonrası Güney Afrika dış politikasını ise
kabaca üç döneme ayırmak mümkündür:
Nelson Mandela’nın ilk siyahi devlet başkanı olarak görev yaptığı 1994-1999 arası, insan hakları
ve demokratikleşme vurgusunun öne çıktığı bir
dönem olmuştur. Bu dönemde yaşanan bazı tecrübeler 1999 yılında Mbeki’nin devlet başkanı olmasıyla yeniden yapılanma sürecine girmiştir.
Mbeki daha çok uluslararası örgütleri öne çıkaran
bir dış politika için alt yapı hazırlıkları çerçevesinde Afrika kıtasında kurumsal bir yeniden yapılanmaya girişmiştir. 2004 yılında Mbeki’nin ikinci kez
devlet başkanı seçilmesine kadar geçen dönem
bir hazırlık, yenilenme ve yapılanma sürecidir.
Mbeki, 2004 sonrası dönemde, birinci devlet başkanlığı döneminden devraldığı yapılanmayı dış
politika yapımında etkin olarak kullanmıştır. Özellikle Güney Afrika’nın hegemonik ilişkilerine şüpheyle bakılan Afrika’da, Mbeki’nın uluslararası kurum ve örgütlenmeleri dış politikasını icra alanı
Bunun ilginç bir yansıması yazarın Güney Afrika’da bulunduğu süre zarfında Türk olduğunu öğrenen bir kaç kişinin Türkiye’nin
hala filmdeki gibi mi olduğu yönündeki sorularıdır.
GÜNEY AFR‹KA’NIN ULUSLARARASI POL‹T‹KADAK‹ YER‹ VE GÜNEY AFR‹KA DIfi POL‹T‹KASI
Mehmet ÖZKAN
olarak seçmesi bir ihtiyaçtan çok zorunluluk haline
gelmiştir.
Barber, J. (1999), South Africa in the TwentiethCentury, Oxford: Blackwell Publishers.
Güney Afrika, dünyanın kalkınmakta olan ülkelerinden birisi olup, uluslararası güçler tarafından Afrika’da en çok güvenilen ve iş yapılabilecek ülke
konumundadır. Aynı şekilde Thabo Mbeki, güvenilebilir bir Afrikalı lider olmasının yanında fikrine
saygı duyulan ve dikkate alınan bir devlet başkanıdır. Güney Afrika son yıllarda Güney-Güney diyaloğunu yeniden harekete geçirmekle kalmamış,
Güney-Kuzey diyaloğunun geliştirilmesi konusunda da öncülük eden ülkelerden birisi olmuştur.
Barber, J. (2005), “The New South Africa`s Foreign Policy: Principles and Practice”, International
Affairs, 81(5).
Güney Afrika, gerek Afrika kıtasındaki gerekse
üçüncü dünyadaki bu öncü rolü açısından Afrika
siyasetini anlamak isteyen herkes için yakından
takip edilmesi gereken bir devlet olup, uzun vadede Afrika kıtasının kaderini yakından etkileyebilme
kapasitesine sahiptir. Tarih boyunca Afrika kıtasına bir giriş kapısı olagelmiş olan Güney Afrika’nın,
bundan sonra da bu rolü fazlasıyla ve de yerel dinamiklerin katılımıyla oynayacağı, uluslararası siyaset açısından gözle görülür bir biçimde ortadadır. Aynı şekilde tarih boyunca gerek negatif gerekse pozitif açıdan uluslararası siyasetin gündeminden düşmeyen Güney Afrika’nın, bundan sonra da Afrika’nın sesi olarak dünya siyasetinde kendine yer bulacağı öngörülmektedir.
Kaynakça
Alden, C. (1996), Apartheid’s Last Stand, The Rise and Fall of the South African Security State,
London: Macmillan.
Alden C./Le Pere, G. (2003), South Africa`s PostApartheid Foreign Policy-From Reconciliation to
Revival?, Adelphi Paper 362, London: The International Institute for Strategic Studies.
Argun, S. (2000), The Life and Contribution of the
Osmanli Scholar, Abu Bakr Effendi, Towards Islamic Thought and Culture in South Africa,(Yayınlanmamış Master tezi), Rand Afrikaans Universitesi, Johannesburg.
Aydın, A. K.(2003), “Turkey and South Africa: Towards the Second Decade”, Perceptions: Journal
of International Affairs, 8(1).
Barber J/Barrat J. (1990), South Africa’s Foreign
Policy, The Search For Status and Security 19451988, Cambridge: Cambridge University Press,
1990.
Beinart, W. (2001), Twentieth-Century South Africa, 2. Baskı, Oxford: Oxford University Press.
Bentley, KA/ Southall, R.(2005), An African Peace
Process, Mandela, South Africa and Burundi,
HSRC Press: Cape Town.
Biko, S. (1987), I Write What I Like, A. Stubbs (ed),
Oxford: Heinemann Educational Books.
Black, D. R. (2003), “The New South Africa Confronts Abacha`s Regime: The Politics of Human
Rights in a Seminal Relationship”, Commonwealth
& Comparative Politics, 41(2).
BM`nin Apartheid rejimine yönelik kararları,
www.anc.org.za/un/un-chron.html
Department of Foreign Affairs –DFA, (2004), Strategic Review, Pretoria: DFA.
Geldenhuys, D. (1978), South Africa`s Search For
Security Since the Second World War, Occasional
paper, Braamfontein: SAIIA.
Habib, A./Taylor R. (2001), “Political Alliances and
Parliamentary Opposition in Post-Apartheid South
Africa”, R. Southall (der), Opposition and Democracy in South Africa, London: Frank Cass.
Hamill J./Lee, L.(2001), “A Middle Power Paradox? South African Diplomacy in the Post-Apartheid Era”, International Relations, 15(4).
Hanlon, J. (der) (1990), South Africa The Sanctions Report: Documents and Statistics, London:
The Commonwealth Secretariat.
Kabemba, C.(2007), “South Africa in DRC: Renaissance or neo-imperialism?”, S.Buhlungu, J.Daniel, R.Southall & J. Lutchman (der.), State of the
Nation: South Africa 2007 içinde, Cape Town:
HSRC Press.
Keet, D.(2002), The New Partnership for Africa`s
Development; ‘Unity and Integration within Africa’? or ‘Integration of Africa into the Global Economy’?, Occasional Paper no 35, Institute for Global Dialogue, Braamfontein.
Lake, A./Whitman C.T. (2006), (Başk), More than
Humanitarianism: A Strategic US Approach to-
35
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet ÖZKAN
ward Africa, Independent Task Force Report No.
56, New York: Council on Foreign Relations.
Landsberg L./Hlophe, D. (1999), The African Renaissance as a Modern South African Foreign Policy Strategy, www.ceri-sciences-po.org.
Landsberg, C. (2006), New Powers for Global
Change? South Africa’s Global Strategy and Status, FES Briefing Paper 16, FES Johannesburg.
Lee, M.C.(2002), “The European Union- South Africa Free Trade Agreement: In Whose Interest?”,
Journal of Contemporary African Studies, 20(1).
Leoka, T. (2003), “South Africa`s Foreign Ties:
Missions”, South African Yearbook of International
Affairs 2002/03 içinde, Johannesburg: South African Institute of International Afairs.
Lodge, T. (1999), “Policy Processes within the African National Congress and the Tripartite Alliance”, Politikon, 26(1).
Lodge, T. (2002), Politics in South Africa, From
Mandela to Mbeki, Cape Town: David Philip Publishers.
36
Lodge, T.(2005), “Quite Diplomacy in Zimbabwe: A
Case Study of South Africa in Africa”, paper presented at Wits Interdisciplinary Research Seminar, Wits University, Johannesburg, Güney Afrika,
23 Mayıs.
Magliveras, K.D./Naldi, GN. (2002), “The African
Union- A New Dawn for Africa?”, The International
and Comparative Law Quarterly, 51(2).
Makoa, F. K. (1999), “Foreign Military Intervention
in Lesotho’s Election Dispute: Whose Project?”,
Strategic Review for Southern Africa, 11 (1).
Mandela, N. (1993), “South Africa`s Future Foreign Policy”, Foreign Affairs, 72 (5).
Nafey, A. (2005), “IBSA Forum: The Rise of ‘New’
Non-Alignment”, India Quarterly, 61(1).
Narlikar, A./Tussie, D.(2004), “The G20 at the
Cancun Ministerial: Developing Countries and
Their Evolving Coalitions in the WTO”, The World
Economy, 27(7).
Nathan, L. (2005), “Consistency and Inconsistencies in South African Foreign Policy”, International
Affairs, 81(2).
Nel, P/Taylor, I./van der Westhuizen, J. (2000),
“Reformist Initiatives and South Africa`s Multilate-
ral Diplomacy: A Framework for Understanding”,
P. Nel, I. Taylor ve J. Van der Westhuizen (Der),
South Africa`s Multilateral Diplomacy and Global
Change: the Limits to Reformism içinde, Aldershot:Ashgate.
Oliver G./Geldenhuys, D. (1997), “South Africa`s
Foreign Policy: From Idealism to Pragmatism”,
Business & The Contemporary World, 9(2).
Orakçı, S.(2005), The Ottoman Presence in South
Africa, (Hazirlanmakta olan master tezi), University of Johannesburg, Güney Afrika.
Özkan, M. (2004), “Küreselleşmeye Karşı Global
Bölgeselleşme”, Anlayış 15.
Özkan, M.2006), “Regional Security and Global
World Order: The Case of South Africa in Africa”,
Research Journal of International Studies, 5.
Özkan, M. (2007), “Economic Development and
Global South: What role for IBSA Dialogue Forum?”, konferans tebliği, AEGIS European Conference on African Studies, African Studies Center,
Leiden Üniversitesi, Hollanda, 11-14 Temmuz.
Schraeder,P.J. (2001), “South Africa`s Foreign Policy, From International pariah to Leader of the African Renaissance”, The Round Table, 359.
Singham, A.W. ve Hune, S. (1986), Namibian Independence, A Global Responsibility, Westport:
Lawrence Hill and Company.
Uçar, A.(2000), 140 Yıllik Miras: Güney Afrika`da
Osmanlılar, İstanbul: Tez Yayınları.
Vale P./Maseko, S. (1998), “South Africa and the
African Renaissance”, International Affairs, 74(2).
van Wyk, J.K. (2002), “Saga Continues... The Zimbabwe Issue in South Africa`s Foreign Policy”, Alternatives: Turkish Journal of International Relations, 1(4).
Wheeler, T.(2005), Turkey and South Africa: Development of Relations 1860-2005, SAIIA Reports
47, Johannesburg: South African Institute of International Affairs.
Wilson, F. (2001), “Minerals and Migrants: How
the Mining Industry has Shaped South Africa”, Daedalus, 130(1).
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet YILMAZATA*
Sömürgecilik Faktörü ve
Hint Toplumu
ÖZET
Bu küçük çal›flman›n amac›, sömürge karfl›t› hareketle ba¤›ms›zl›¤›n› kazanm›fl Hindistan’›n toplumsal ve siyasal kimli¤inin sömürgecilik sisteminden ne flekilde etkilendi¤inin izah edilmesidir. Bu ba¤lamda Hindistan’›n 3. Dünya ve sömürgecilik kavramlar›n›n içerisinde nas›l bir rol ald›¤›n›, Türk ‹nk›lâb› taraf›ndan nas›l etkilendi¤ini ve bu geliflmelerin devrim karakteri tafl›y›p tafl›mad›¤›n› tetkik
edilecektir. Sonuç olarak bu makale, Hint toplumunun, geleneksel de¤erler ile sömürgecilik alg›lay›fl›n›n bir sentezinden ibaret oldu¤unu savunmaktad›r.
ABSTRACT
This paper will investigate in which way India having gained its independence through an ant colonial struggle has been shaped through colonial patterns in the development of its own political identity. It will be analyzed in which way India within the terminology of third world and colonialism as
been influenced by the Turkish reform movement, furthermore if it is appropriate to evaluate those
developments as revolution. In conclusion this paper portrays Indian society as the outcome of a
synthesis between traditional values and its own conception of colonialism.
1. Hindistan ve Sömürgeciliğin Getirdiği Toplumsal Değişim
İngiliz “Şarki Hindistan Kumpanyası’nın (East India Company)” sömürge hakimiyeti kökleri, Babürlülerin kurucusu Babür Şah’a kadar uzanan ve bir
Türk hükümdar ailesi tarafından yönetilen Moğul
Devleti’nden 1764 senesinden sonra Bengal bölgesinin devlet gelirlerinin idaresine el koymasıyla
başladı.1 Önce Kumpanya tarafından dolaylı olarak yönetilen Hindistan’da yavaş yavaş İngiliz hükümetinin desteğiyle doğrudan İngiliz hâkimiyeti
kuruldu. Birbirinden bağımsız emirliklerin yanında
Hindistan için topyekûn olarak idari görevini üstlenen, yüksek makamları tamamen İngilizler tarafından işgal edilen “Hindistan İdari Teşkilati (India Civil Service)” oluşturuldu.2
İngiliz idari teşkilatının emri altında alt kademeleri
çoğu Hintlilerden ibaret olan bir bürokratik teşkilat
oluşturuldu ve böylece sömürge idaresi, haklarını
korumaya çalışan soylu mahacir ailelerin yanında
varlığını İngiltere’ye borçlu olan yeni bir yerel “or-
*
ta memur sınıfı” oluşturdu. Ancak batılı eğitim
prensipleri doğrultusunda eğitilen o zümreden çıkan yetiştirilmiş kimi kalifiyeli kişiler daha sonra
bağımsızlık hareketinin düşüncelerini benimseyeceklerdi. İngiliz idaresine karşı yapılan meşhur
1857 “Sepoy Ayaklanması” daha çok geleneksel
elitler tarafından desteklendi ve Hindistan’ın doğrudan doğruya İngiliz İmparatorluğuna bağlanmasına sebep olacaktı. Hukuki olarak Kraliçe Viktorya 1876 tarihinde Hindistan İmparatoriçesi tahtına
getirildi ve Hindistan Kralı Muavini (Viceroy of India) tarafından temsil edilecekti.
Hint bağımsızlık hareketinin esas kıvılcımı geleneksel muhafazakâr İngiliz karşıtı zümreler tarafından değil, batılı düşünceleri kabul etmeye hazır
olan yeni bir nesil tarafından atılacaktı.3 İngiliz dilini Hindistan’da resmi idari dili yapmak ve İngiliz
eğitim kurumlarının açılması bu gelişmenin önayakı idi. Eklenmelidir ki, öncelikle eğitim almış bu
zümrelerin tesis ettiği içtimai ve fikri değişimi toplumsal devamlılık bakımından ne bir yeni başlangıç, ne de bir devrimi teşkil etmiyordu. İngiliz eği-
İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâbı Enstitüsü Doktora Öğrencisi
Ainsley T Embree./ Friedrich Wilhelm, (ed.): “Indien.Geschichte des Subkontinents von der Induskultur bis zum Beginn
der englischen Herrschaft”, Fischer Weltgeschichte C. 17,-1.basım,Frankfurt/Main :Fischer Bücherei Gmbh, 1967, s. 302
2
Ainsley T. Embree, / Friedrich Wilhelm,: a.g.e., s. 303
3
Lucien Bianco (ed.):“Das Moderne Asien“ ”, Fischer Weltgeschichte C. 33,-1.basım, Frankfurt/Main :Fischer Bücherei Gmbh,
1969,s. 15
1
37
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet YILMAZATA
timi almış olan, hatta İngiltere’de en iyi eğitim kurumlarından faydalanacak olan bu şahıslar, daha
sonra idari pozisyonlara veya toplumu derinden
etkileyecek makamlara (gazeteciler, avukatlar
v.b.) sahip olacaklardı. Ancak onların küçümsenmeyecek bir kısmı, Hindistan’ın köklü, geçmişi
yüzlerce yıl gerisine giden soylu ve bazen pek varlıklı olan ailelere mensuptu ve bunlar henüz, geleneklerini ve kültürlerini bir tarafa atmamışlardı.
38
Sosyal ve toplumsal değişimlerin kökü temel olarak sömürge politikasına karşı yürütülen hareketlerde aranmalıdır. Yine de İngiliz sömürgeciliğinin
Hint yarımadasında bütün unsurların olumsuz tepkisini çektiğini söylemek mümkün değildir. Kimi
Hintli entelektüeller, Batı karşısındaki yenilgi kendi
kültürlerinin çağın ihtiyaçlarını karşılayamadığının
göstergesiydi. Bu nedenle kendi örf ve adetlerinin
yanında paralel olarak İngiliz kültürü ve sosyal yaşam tarzını benimsenmeye başladılar. Esas itibariyle birçok Hint milliyetçi önderleri de İngiliz kültürünü modern yaşamın gereği olarak benimsemişlerdi. Ancak sömürgecilik idaresinde en üst makamların onlara kapalı kaldığını görünce İngiliz yönetim sistemini eleştirmeyi başladılar.4
İngiltere’nin Hindistan politikası klasik sömürgeciliğin birçok özelliği taşırken yerel elitlerin çok geniş
işbirliğine dayandırılmıştı. Bu durum İngiltere’nin
öbür sömürgeleri için de geçerli olmakla beraber
Hindistan’da daha fazla göze batıyordu, çünkü
Hindistan’ın birçok emirlikleri sadece görsel değil,
fiiliyatta yerel yöneticiler tarafından doğrudan doğruya yönetiliyordu. Elbette hepsinin yanında birer
İngiliz komiser veya başka bir deyimiyle ‘danışmanı’ bulunuyordu ve mezkûr devletlerin dış politik veya askeri özgürlüğü yoktu, ancak yerel elitleri için İngiliz hâkimiyeti maddi yönünden şüphesiz
karlı idi.
İngiltere’nin yerel hükümdarları o kadar kollamasının sebebi sadece siyasi ve iktisadi çıkarlarda değil, aynı zamanda İngilizlerin Hindistan’ı bir dünya
medeniyeti olarak kabul ettiğinde yatmaktaydı.5
Hindistan’daki sosyal tabakanın üst gruplarına
mensup Hindu veyahut Müslüman şahıslarının İngiltere ile işbirliği içinde bulunmalarından dolayı
sadece milliyetçi duygular değil, aynı zamanda kalıplaşmış, geleneksel Hindistan kültürü ve hayat
4
5
6
7
8
tarzına karşı tepkiler de yükselmeye başladı.
Üstelik 3. Dünya’nın birçok özgürlük hareketlerinde Batı’dan gelen milliyetçilik kavramı siyasi bir
faktör olarak sömürgeci devletiyle olan münasebetleri ve özellikle eğitim politikasının sayesinde
ortaya çıkmıştı. Ancak Hindistan’daki toplumsal
yapının Avrupa’dan çok farklı olduğunu unutmamalıdır. Genel olarak Hindistan toplumu geleneksel taşra-şehirli olarak ayırt edilebilirdi.6
İngilizler taşrada geleneksel toprak eşrafına mensup, kendi hâkimiyetini dayandırabilecek bir üst
grubu oluşturmayı başardılar. Klasik ekonomik büyüme stratejilerin bölgesel yapıyla bağdaşmamasından dolayı taşra eşrafının mali gücü zamanla
azaldı ve sonuç olarak liberal İngiliz eğitimi almış
olan mensupları umduğunu bulamayınca tepkilerini milliyetçi hareketlerde İngiliz yönetimin karşısına yöneldiler.7 Orta seviyeli çiftçiler ise esasında
çiftçilerin hayat standardı yükseltmek maksadıyla
ve verimliliği arttırmak maksadıyla İngilizlerce
oluşturulan ‘ özel mülkiyet sisteminin (raiytwari) sayesinde fakirleştiler.8 1858 senesinde Osmanlı
Devletinde kabul edilen Arazi Kanunamesiyle benzerlikler mevcuttur. Kanunun kendisi değil, kanunun uygulanması küçük çiftçileri güç durumda bıraktı. Osmanlı Devletinde toprakların tapulaştırmanın sayesinde toprak ağalığı hukuklaşırken, Hindistan’da toprağa bağlı borç sorunu ortaya çıktı.
İdari bakımından Hindistan Büyük Britanya’nın üst
hâkimiyetinin altında hem geleneksel hem de modern batılı yönetim tarzlarını bağdaştırmaya çalışan bir toplumu olarak görünebilir. Fiiliyatta Hindistan’da Hukuki sistem İngiliz Common Law tarafından esinlemiş olan Colonial Law’a dayanmaktaydı, idare tarzı batılı bir üst hâkimiyetinin kontrolü
altında hizmet eden İngiliz sömürge memurları ile
yerel hükümdarlarının yönettiği, İngiltere’den atanan Kral Muavini’nin (Vice Roy of India) kontrolü
altında, İngiliz çıkarlarına hizmet eden bir yönetim
teşkil edildi.
Liberal batılı idare tarzını Hindistanlı elitlere öğreten ancak aynı zamanda Hint kültürünün varlığını
kabul eden İngilizler kendilerine göre bir “Hindistan imajını” yarattılar. Hindistan’ı İngiliz İmparatorluğunun “incisi” olarak kabul eden İngilizler, esa-
Jacques Dupuis: « Histoire del´Hinde »,1- basim, Paris : Payot,1963, s- 261
Lucien Bianco (ed.):a.g.e. s. 33
Ravinder Kumar,: “Essays in the Social History of Modern India”,2. basim, Calcutta: Oxford University Press, 1986, s. 3
Ravinder Kumar, a.g.e., s.5
Ravinder Kumar, a.g.e., s. 7
SÖMÜRGEC‹L‹K FAKTÖRÜ VE H‹NT TOPLUMU
Mehmet YILMAZATA
sında var olan toplumsal gerçekleri kendi ideallerine göre yorumlayıp istenmeden Hint toplumunun
değişmesine veçhile oldu. Çünkü Hintliler İngilizlerin sayesinde modern millet kavramını keşfettiler.9
Batı tarzı modern eğitim almış olan Hintliler hem
kendi kültürlerini hem de yabancı eğitimi eleştirisel
olarak göz önüne aldıklarında, Batı’nın Hindistan
imajını değerlendirerek kendi benliklerini yeniden
keşfedip ihya etmeye çalışabildiler. Geleneksel
çevrelerden kendilerini Hindu dininin ve yaşam
tarzının köhneleşmiş halinden, katı kast sisteminden ayırt etmeye çalışan, sosyal değişiklikleri arayan ve geri kalmışlığın sebebini kalıplaşmış Hindu
dini kültüründe arayan çevreler Hint milliyetçi düşüncesine katkıda bulundular.10
Hindistan milli düşüncesine Hindu din faktörü kalkınca, Hint nüfusunun önemli bir kısmını teşkil
eden (20. yy. başlarında 600 milyon Hintliden yaklaşık 150 milyonu) Müslümanlar haliyle ayrı bir konuma düştüler. Hindistan’da farklı dil ve kavimleriyle her ne kadar ortak bir kültürel geçmişi mevcut
olsa da Müslümanlar için, Hindu dininin kimlik
öğesi olarak Hint milliyetçiliğine katma girişimleri
kabul edilmez bir durumu teşkil etti.11 Önce ortak
bağımsızlık hareketi dâhilinde kendi konumlarını
sağlamlaştırmaya çalışan Hindistanlı Müslümanlar, Panislamizm faktörü tarafından da etkilenip,
nihayet Muhammed Ali Cinnah’in efsanevi liderliğinde meşhur şair Muhammed Ali İkbal’in fikir babalığını yaptığı “Müslüman Anayurdu olarak Pakistan’ı kurma” düşüncesini çare olarak benimseyeceklerdi.12
2. Kast Sistemi Faktörü ve Sosyal Statiği
Temel sorun, batılı standartların toplumsal ve iktisadi olarak farklı olan Hint kültürüne dayatılmasında yatmaktaydı. Avrupa’da veyahut gelişmemiş
sömürge bölgelerinde Avrupalı yerleşimcilerin yerleştirilmesinden dolayı (Güney Afrika, Avustralya
v.s.) problemsiz işleyen piyasa ekonomisi Hindistan’daki yaşam ve iktisadi biçimini dramatik olarak
değiştirdi. Eklenmelidir ki, kast sistemi münasebetiyle İngiliz hâkimiyetinden evvel de en düşük hayat standardıyla yaşayan “dokunulmazlıkların” du9
rumu da fazla değişmemişti. Sömürgeciler tarafından kurulan sağlık ve eğitim kuruluşlarından çok
küçük bir nüfus faydalanmakla beraber, genel olarak iktisadi dengeler nüfusun büyük kesimi için altüst olmuştur.
Kast sistemi bazı Hintliler tarafından sömürge zamanında İngilizlerin kast karşıtı propagandasının
sonucu olarak eleştirilmişti.13 Hint milli hareketinin
buna ehemmiyet vermesinin bir sebebi şüphesiz
kendi hareketlerine meşruiyet arayışında yatmaktaydı. Bu konuda da Hint kast sistemi karşıtı çevrelerin, Batılı düşüncelerin ve bilhassa Hıristiyan
dini felsefesinin etkisi altında olduğu dikkate şayandır. Hindistanlı kast karşıtı hareket ne kadar
yerel hedefleri takip etmiş olsa da, yine yabancı
düşüncelerden ilham almıştı. Modern Hindistan’daki sosyal algılayış geleneğinin sömürge kültürüyle bir sentez oluşturduğu söylenebilir. Bir taraftan batılı sosyal adalet kavramı mecvut iken,
öbür tarafta binlerce yıllık bir geçmişe sahip özgün
bir yüksek kültür kendini yeniden tarif etmeyi başladı. Sorun kast sisteminde yatmaktaydı.
İngilizlerin kast sistemini çok fazla dokunmamaları gayet mantıklıydı. İngiltere prensip olarak kendi
kanunlarına veyahut ‘medeni değerlerine’ karşı
gelmemek kaydıyla yerel hayat tarzlara mümkün
mertebede müdahale etmemek için özen gösterirdi. Kast sistemi, örneğin feodal sistem gibi sadece
iktisadi bir varlık olmadığından, dini bir arka plana
sahip olduğundan belirli bir kutsiyet ve kabullenme
karakteri taşımaktadır. Bundan dolayı, toplumun
değişik kesimlerinin sefalet içinde yaşamaları kabul edilebilir gibi görünüyordu. Bu durum, Hindistan’daki sosyal gelişmeleri halen ciddi bir biçimde
yavaşlatılıyor. Ancak kast sistemi yine de, Hint reformcular için, kendi benliklerini yeniden şekillendirirken önemli bir dönüm noktasıydı.
3. Üçüncü Dünya Kavramı ve Sömürgecilik
Tartışmaları
Üçüncü Dünya kavramı ilk defa olarak 1952 senesinde kullanılmaya başlanıp, genellikle gelir seviyesi düşük olan, gelişmekte olan ülkeleri tarif etmektedir. Umumiyetle komünist ülkeler ikinci dün-
Bernard S Cohn,. :” Colonialism and its Forms of Knowledge-The British in India”,1.basım,Princeton: Princeton University
Press, 1996, s. 73
10
Lucien Bianco, (ed.):: a.g.e.: s. 16
11
Ahmad,Aziz.:“Islamic Modernism in India and Pakistan“,1.basım,London: Macmillan,1967, s. 65
12
Mohammed Sadiq,:“The Turkish Revolution and the Indian Freedom Movement“,1.basım,Lahore: South Asia Books,1983,
s. 45
13
G.A. Oddie: Social Protest in India-British protestant Missionaries and Social Reforms 1850-1900,South Asia Books/Dhawan Printing Works, New Delhi 1978, s. 69
39
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet YILMAZATA
ya olarak, batılı sanayi devletleri birinci dünya olarak tarif etmekteydi.14 Özelliklerin arasında hayat
standardının düşüklüğü, yüksek nüfus büyüme
oranı, ağırlıkta tarıma bağlı olması, teknoloji ile bilim transferi için gelişmiş ülkelere bağlı olması, ayrıca çoğu zaman sanayileşme oranının (buna son
zamanlarda bilim teknolojiye sahip olma durumu
da eklenebilir) düşük olması yer almaktadır.
Bu noktada 1960’lerden itibaren tartışılmaya başlanan, günümüzde tekrar alevlenen sömürgecilik
tartışmalarına değinmekte fayda vardır. Sömürge
politikası yanlı çevreler, sömürgeciliğin koloni sahibi devletler için faydalı olduğunu kabullenmekle
beraber, getirilen medeniyetin ve modern kuruluşların sayesinde sömürgeleştirilen bölgelerin de
faydalandığını belirtiyorlardı.15
Buna karşın Frantz Fanon gibi sömürge karşıtı aydınlar ise, bunun hiçbir geçerliliğinin olamayacağı,
zira sömürge devletlerinin toplumsal altyapıyı bozduğu, meydana gelen ekonomik ve içtimai hasarın
parayla biçilmez olduğunu, bir nevi bugün 3. Dünyada mevcut olan sorunların çoğunlukla sömürgecilikten kaynaklandığını savundular.
40
Bununla beraber sömürgecilik gerçeği ve sömürgeciliğe karşı yürütülen hareketler yeni milli kimliklerin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.16 Çelişki gibi görünse de, sömürgecilik olmasaydı,
Üçüncü Dünya olarak adlandırılan bölgelerde kimlik oluşumu ve toplumların algılayışı çok farklı olurdu. Hatta yeni bir milli kimliği oluşturulacak olan kimi kültürel öğeler ve gelenekleri, gerçek ehemmiyetini ancak sömürgecilik karşıtı söylemleriyle kazandı veyahut bu bağlamda ortaya çıktı. Özellikle
milli devlet ve milliyetçilik kavramları, sömürge bölgelerine ancak batılı sömürge devletleriyle temas
vasıtasıyla yerleşti. Örneğin; Afrika’daki milliyetçi
hareketleri veya tüm Afrika’yı dayanışma ve sömürge karşıtı mücadelede birleştirmeyi öngören
Panafrikanizm kesin olarak batılı modellerden
esinlendi.
Hindistan milliyetçiliği de bugünkü anlamında ancak Batı ile kıyasıyla ortaya çıktı: Hindistan binlerce yıllık bir geleneğe sahipti, ancak Hindistan’ı birleşik bir milli devleti olarak görme eğilimi modern
14
bir kavramdır. Şüphesiz, Üçüncü Dünyada bağımsızlık hareketlerinde önemli bir yer kazanan Marksizm de sonuç olarak ancak batı düşünce sistemiyle oluşturulan temasla bölgeye ulaştı.
Buna karşın son zamanlarda bazı çevreler, sömürgeciliğin olumsuz yönlerini kabullenmekle beraber
geçmiş zaman dilimini dikkate alarak onu işlevsel
olmayan modern devlet ve rejimler için sorumlu
olamayacağını, bugünkü sorunların modern 3.
Dünya devletlerinin kendi sorumluluk sahasında
olduğunu vurguluyor.
Modernliğin ve medeniyetin ne olduğu sorunsalı
da gelişmekte olan toplumlar için kimlik bakımından son derecede ehemmiyet taşımaktadır. Toplum medeniyeti batılı-sömürgeci bir kavramı olarak reddedecek mi, yoksa bir şekilde kendi gelişim
ihtiyaçları ile bağdaşabilir mi? Hindistan örneği bize, bağımsızlık savaşı sonrasında batılı kavramların modern devlet felsefesi ve uygulamasında etkin olduğunu göstermektedir.
4. Toplumsal ve İktisadi Değişimler
Hindistan’da iktisadi ve toplumsal olarak batılı
standartlara göre oturtturulmuş bir sosyal-iktisadi
düzenin mevcudiyetinden dolayı İngiltere’nin iktisadi müdahaleleri toplumun değişmesine sebep
oldu: topraksız kalanlar, sanatlarından geçinemeyip farklı bir geçim kaynağı aramak zorunda kalanlar nihayet direnmeye başladılar. Umumi itibarıyla
Marksist teorilerin doğrultusunda bu toplumsal değişimi kapitalist sömürge sisteminin istenmeyen
bir yan etkisi olarak değerlendirilip, sömürgeci
devleti (Hindistan örneğinde İngiltere) sadece sermayenin aleti olarak görülmektedir. Hâlbuki kendi
çıkarlarını gerektiğinde sermaye çevrelerden bağımsız olarak oluşturabilen bir devlet, köklü bir
idare sistemi kurup yöresel halkla daimi işbirliği
ağları de kurabilir.17 Sonuç itibariyle modern Hint
metropolleri (Bombay, Kalkutta) büyümeleri İngiliz
sömürge sistemine borçludur.18
Ancak, o metropollerde yaşayan toplum sosyolojik
bakımından şaşırtıcı biçimde geleneksel öğelerini
taşımayı devam etmekle beraber (kast sistemi
orada en belirgin faktörü) yine yapısal olarak geleneksel Hint toplumlarının yerleşim gelenekleriyle
Philipp Mc Michael: Development and Social Change-A Global Perspective,Pine Forge Press,Thousand Oaks,2000, s. 21
Margary Perham: Bilanz des Kolonialismus,Kohlhammer Verlag, Stuttgart 1963, s. 118
16
Arif Dirlik: Rethinking Colonialism.Globalization,Postcolonialism and the Nation,Interventions,Volume 4 issue 3,Routledge,London 2002, s. 429
17
Frederick Cooper: Colonialism in Question-Theory,Knowledge,History,University of California Press,Berkeley,2005,s.51
18
Kumar, a.g.e. S.9
15
SÖMÜRGEC‹L‹K FAKTÖRÜ VE H‹NT TOPLUMU
Mehmet YILMAZATA
bağdaşmamaktadır.
O konuda toplumun ekonomik yapısı itibarıyla batılı sanayi devletlere ayak uydurmasına rağmen
(tüccar burjuvası, eğitimci/memur sınıfı ve işçiler)
gelir dağılımın uçta olduğu, yani bir nevi sömürgecilik sisteminin mirasının devam ettiği söylenebilir.
Elbette sömürgecilikten evvel gelir dağılımın eşit
olduğu iddia edilemez, ayrıca bazı geleneksel nüfus sahibi zümrelerin maddi gücünü kaybetmelerine rağmen kast sisteminden dolayı alt grupların
yükseldiği pek görülmemiştir. Aynı zamanda sömürgecilikten kaynaklanan, toplumsal değişimin
başka ve çok önemli bir göstergesi olan göç görüngüsü Hint toplumu üzerinde derin izler bırakmıştır ki bu durum başka sömürge bölgeleri için de
geçerliliğini korumaktadır.
Sömürgecilik ekonomisi izah edildiği gibi geleneksel iktisadi altyapıyı altüst edip birçok insanların
yeni iktisadi merkezlere göç edilmesini sağladı.
Hammadde veya yarı hammadde ürünleri sanayi
üretimi için İngiltere’ye (veya başka ülke örneklerinde ilgili sömürge sahibi ülkeye) gider, hazır
ürün olarak tekrar sömürge piyasasına ithal olunurdu. Hatta bu hammadde akışı olmasaydı, kapitalizminin veya sanayi devriminin bu şekilde meydana gelemeyeceği belirtilmektedir.19 Hindistan,
yerel dokumacılık ve kumaş sektörünün kırılması
ve İngiliz sanayi sistemine bağlanmasıyla klasik
sömürge ekonomi örneğini teşkil eder.
İç göç hareketlerin yanında dış göçler de sömürgecilikten kaynaklanan toplumsal değişimin ayrılmaz bir parçasıdır. Hindistan’da Avustralya/Yeni
Zelanda veya Güney Afrika’daki gibi çok yoğun bir
yabancı yerleşimci akımı meydana gelmedi. Gelenler daha çok idari memurlar ve tüccarlar ile askeri personel idi. Ancak Hintliler daha iyi bir gelir
bulmak maksadıyla sömürge ülkesinin başka topraklarına yoğun olarak göç ettiler: Güney Afrika,
Uganda ve Guyana bu yüzden Hintliler için yurt olmaya başladı. Sömürgecilik çağının son çeyreğinde (yani 1950’lerden itibaren) ve sömürge hâkimiyeti fiilen sona erdikten sonra sömürge topraklarından sömürge sahibi ülkeye göç eden insan kitleleri de sömürgeciliğin toplumsal bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu göç, artık eski sömürge
sahibi ülkelerin toplumsal değişimine sebep ol19
maktadır. En güzel örneği Pakistan’dan ve Hindistan’dan 1950’lerden itibaren iktisadi sebeplerden
dolayı Büyük Britanya’ya göç eden göçmenlerdir.
Başka bir örnek olarak, Cezayir Bağımsızlık Savaşı esnasında Fransa’nın saflarında yer alan Cezayirli askerlerin (“les harkis”/harkiler) ve ailelerinin
1962 senesinden sonra Fransa’ya sığınmaları
gösterilebilir. Harkilerin durumu, normal Cezayirli
işçilerin aksine başından beri Fransız vatandaşlığına sahip olmalarına rağmen uzun yıllar boyunca
hem sosyal hem iktisadi olarak tatmin edici değildi. Ancak son yıllarda Fransa resmi olarak onlara
karşı bir vefa borcu olduğunu tanımaya başladı.
Örneğin 2001 senesinde anılarına bir hatıra pulu
çıkartıldı ve 1994 ve 2005 yıllarında kendileri için
sosyal yönünden fayda getirmek maksadıyla özel
kanunlar çıkartıldı.
Sömürgeciliğin iktisadi yönünü incelediğimizde
Hindistan’da 18. y.y.’ın ikinci yarısından itibaren
yerel tüccarların İngilizlerle yakın ilişki içine girdikleri görünmektedir. Aynı zamanda İngiliz sömürge
politikası nedeniyle Hindistan İngiltere’ye karşı gittikçe dış ticaret açığı vermeye başladı. Hindistan’daki yerel tekstil sanayi İngiltere’deki sanayi
devriminden evvel de küçülmeye başladı. Bunun
sebebi yine sömürgeciliğin getirdiği toplumsal değişimde yatmaktadır. Moğol aristokrasisi iktidardan düşerken, onların iktisadi talepleri de azalmaya başladı.20
Sanayileşme sayesinde İngiliz tekstilleri 19. y.y.’ın
ilk yarısında ucuzlarken, Hindistan piyasası İngiliz
ürünlerin baskısı karşısında tutunamayıp yerel dokumacılık sektörü çöktü. Sektörde çalışmış olan
kişiler mecburen yeni ticaret merkezlerine akın
edip orada genellikle daha düşük gelir seviyesinde
olan işlerde çalışmaya mecbur kaldı. Hindistan’daki birçok altyapı çalışmaları (kanalların, demiryolların v.s. inşası) tamamen İngiliz sanayinin ve
özellikle dokumacılık sektörün taleplerine göre yapıldı. Klasik sömürge iktisadi sistemi kurulmuştu.21
Sömürgecilik ekonomisi, tarımdaki geleneksel toprak işletme sistemin yerine Roma hukukuna göre
düzenlemiş olan tapulu özel mülkiyet yapısı getirdi. Çiftçiler borçlarını ödeyebilmek için mecbur kaldığından kredi veren tefeciler ortaya çıktı. Daha
evvel sosyal statüsü düşük olan krediciler sadece
Ania Loomba: “Colonialism/Postcolonialism”,1. basım, London :Routledge 1998, s. 4
Claude Alvares: Decolonizing History-Technology and Culture in India, China and the West 1492 to the Present Day,Other India Press, 3. baskı, Goa 1997, s.146
21
Claude Alvares, a.g.e.: 153
20
41
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet YILMAZATA
çiftçinin ihtiyaçlarını karşılayıp belirli bir pay alabilirken, İngiliz hukuku onlara kanunen yetki verip
çiftçiler üzerinde hâkimiyet kurmaya imkân verdi.
Bunun sebebi, vergilerin toplanmasının sömürge
idaresi için mülkiyet haklarının oluşturulmasıyla
daha kolay olması idi.22
İdare üstelik üretilecek mahsulleri da etkileyebildi.
Böylece sömürge iktisadinin ihtiyaçlarına göre ekilen, halen üçüncü dünya için belirgin bir gösterge
olan “cash crop” olgusu ortaya çıktı. Sonuç olarak
tarımda çalışan toplumsal kesim üretimini ona göre değiştirmeye mecbur kalıp, daha evvel sürdürülen hayat tarzını terk etmek zorunda kaldı. Küçük
toprak sahibi olan ve kendi ihtiyaçlarına göre üretim yapan çiftçilerin yerine, borç tehlikesi karşısında kalan, daima ürettikleri mahsullerin dünya piyasasındaki fiyatlarına göre hareket etmeye mecbur
kalan kitleler oluştu. Toprak sorunu ancak
1960’lardan itibaren geniş kredi programlarıyla çözülmeye başladı: üretim hızla artmaya başladı.23
42
Hindistan toplumu bu gelişmelere karşı kayıtsız
kalmadı. 1850’lerden itibaren Hindistan’da oluşturulmaya başlanan sanayi tesisleri içerisine giren
yerel sermayedarlar da mevcuttu. İngiliz ürünlerini
boykot eden ve yerel ürünlerin satılmasını öneren
“swadeshi” boykot hareketi ortaya çıktı. Bu hareket sadece sanayi ile sınırlı kalmayıp Hint yerel
bankaları sigorta şirketleri ihtiva ettiğinden bilinçli
bir yerel tüccar sınıfı oluşturma girişimi olarak değerlendirilebilir.24
Bu tarihlerde meydana gelen benzer boykot hareketlerinin birbirinden etkiledikleri kesindir. Umumiyetle bu hareketler sömürge veya yabancı sermayeye karşı yönelikti. Örnek olarak 1897’deki Japon
karşıtı Çin boykot hareketi, 1899 yılındaki İngiliz
tekellerine karşı İran’daki tütün boykotu eklenebilir.25 1908 yılında Bosna’nın ilhakına tepki olarak
Osmanlı Devletinde başlatılan boykot hareketi de
bu gruba girer. Önemli olan, ilgili toplumlarda bir
kamuoyu ve siyasal bilinç oluşturma ve geniş kitlelere yayma girişimidir.26 1930’larda Gandi tarafından Hindistan’da örgütlenen barışçıl bağımsız ha22
reketi bu girişimlerin devamı olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda özellikle İngiliz tuz tekellerine
karşı başlatılan boykot hareketi ün kazanmıştır.27
5. Geleneksel Toplum, Din Faktörü ve Kültürel
Kimlik
Sosyal değişim doğal olarak fikri yenilikleri ihtiva
ederken, din ve toplum algılayışının özellikle Hindistan’da çok ehemmiyetli olduğunu belirtmelidir.
Orta Doğu coğrafyasında olduğu gibi bir sekülerleşme süresinden geçmeyen Hindistan’da din faktörü iki grubu çok belirgin olarak ayırt etmektedir:
Müslümanlar ve Hindular. Bu ayırım eninde sonunda iki farklı siyasi zeminlerin, hatta iki farklı
devletin kurulmasına yol açacaktı. Üstelik din algılayışı Hindistan toplumunda Hindular arasında da
farklı olup, pek karma ve karmaşık bir inanç sistemi teşkil eden Hinduizm dâhilinde bile oldukça karışık idi.
Din aynı zamanda sosyal ilişkilerin ve toplumsal
davranışların zeminini teşkil ettiğinden dini algılayış veya bunun kamusal alanına yönelik yansıması, din algılayışının değişimi toplumsal değişim anlamına geliyordu. Hindistan’da tam olarak modernizmden ve değişimden bahsedebilmek için din tarafından şekillenen belirli dogmaların ve sosyal
davranışlarının değişmesi gerekiyor.28 Ancak ne
İngiliz zamanında ne de bağımsızlıktan sonra Hindistan veya Pakistan’da geleneksel toplum algılayışı tamamen değişmedi. Değişimden ziyade eski
ve yeni toplumsal mekanizmalar paralel olarak görülmeye başlandı. Örnek olarak bir taraftan büyük
şehirlerin eğitilmiş insanları batılı standartta bir hayat tarzı sürerken, çağdaş hukuki normların kabulü de hâkim iken, az gelişmiş bölgelerde geleneksel davranışların ve sosyal normların hâkimiyeti
devam etmektedir. Hatta gelişmiş bölgelerde ekonomik olarak üst-sınıf, alt-sınıf farkı bu paralel hayat tarzını merkezlerde bile gayet belirgin olarak
ortaya sermektedir. Aynı zamanda gelenek, teknolojik gelişmelerin sayesinde tamamen arka plana
itilmeyip, toplumsal davranışlarda bir sentez rolünü almış durumundadır. Hindistan’da kast sistemi
Claude Alvares, a.g.e.: 155
Claude Alvares, a.g.e.: 193
24
Claude Alvares, a.g.e.: 183
25
Y. Doğan Çetinkaya, 1908 Osmanlı Boykotu-Bir Toplumsal Hareketin Analizi. İletişim Yayınları. 1. baskı: İstanbul, İletişim
Yayınları. 2004, s. 67
26
Mehmet Yılmazata, Avrupa Devletlerin bloklaşma sürecinde 1908/1909 Bosna-Hersek’in ilhak krizi, yayınlanmamış Yük.
Lis. Tezi, Marmara Üniversitesi 2006, s. 137.
27
Claude Alvares, a.g.e : 188
28
Enola Elo: Modernism in India The Journal of Religion,Vol 5.,No.3,(Mayıs 1925)Chicago,University of Chicago Press,1925,s. 240
23
SÖMÜRGEC‹L‹K FAKTÖRÜ VE H‹NT TOPLUMU
Mehmet YILMAZATA
ailevi ilişkilerde, güncel ve iktisadi hayatta dahi kanunen men olmasına rağmen varlığını muhafaza
etmektedir. İnanç gereği bireyler, toplumdaki konumlarını kabullenip mevcut durumunu kabul ve
muhafaza ediyorlar.29
Teknolojik bakımından çok iddialı bir konumda
olan Hindistan örneği, teknolojik gelişmelerin toplumsal değişmesini her zaman etkilenmediğini
göstermektedir. Çünkü Hindistan’daki toplumun
düşünce sistemi geleneksel toplumun temel taşlarını muhafaza ediyor ve binaenaleyh modern öğeleri barındırabilir. Hindistan’daki ikilemin sebebi
sadece geleneksel toplumun bazı öğelerinin ve
özellikle düşünce yapısının muhafazası değildir.
Batılı hukuk sistemi ve çağdaş eğitim sistemi geleneksel hayat tarzıyla birleştiğinde toplumsal bir kopukluk meydana geldi. Geleneksel düşünce sistemin devamından dolayı teknolojik gelişmeleri sadece uygulama seviyesinde kalıyor. Modern teknik
alet ve iletişim teknolojinin kullanımı, çağdaş ve
eleştirisel bir düşünce yapısını beraberinde getirmemektedir. Modern iletişim ve üretim araçları,
toplumun sadece teknik vasıtaları haline geliyor,
entelektüel bir esin kaynağı olamıyor.
her iki taraf için tatmin edici bir durum görünmüyordu ve Müslümanlar kendileri belirli alanlarda
ikinci sınıf vatandaş olarak görmekteydi.30 Doğal
olarak, Hindistan ve Pakistan arasındaki silahlı çatışmalar ve savaşlar bu durumun çözümünü geciktirdi.
Genel olarak kişilerin kendilerini özellikle dini gruplarına ait olarak algılanması geleneksel toplumun
işaretidir. Yine de Hindistan’da yaşayan Müslümanlar için bu algılayış sadece sosyokültürel gelişmelerden ibaret değildir. Bağımsızlık ve Hindistan-Pakistan ayrılımı Müslümanlık öğesinin toplumsal bir faktörü olarak daha belirgin olmasının
sebeplerindendir.31 Hindistan’daki Müslümanların
tavrı tarihi geçmişleriyle de izah edilebilir. Birçok
yerlerde hâkim bir konumda olan Müslümanlar
1948 senesinden sonra Hindistan Cumhuriyeti’nde kendilerini azınlık pozisyonunda buldular.32
Bu durum, onlar için hem eski zamanları idealize
etme hem de kendi içlerine kapanma sebep oldu.
Hindistan’daki Müslümanların tamamen ezilmiş
43
Batılı düşünceler de İngiliz zamanından beri yaygınlaştırıldığından, toplumda bu ikilem gayet açıkça ortaya çıkıyor. Bir tarafta çağdaş hukuki normlar ve teknolojik gelişmeler mevcutken, öbür tarafta geleneksel toplumsal yapı varlığını başarıyla
muhafaza etmektedir. Geleneksel toplumun en
önemli öğelerinden olan din algılayışı ve bu algılayışın toplumsal değişimi ne kadar etkilediği sorunu
da modern Hindistan için ehemmiyet taşımaktadır.
Nitekim Hinduların ve Müslümanların birbirlerini
değerlendirmesi de bu sorunun içerisinde yer almaktadır. Mesele tabii ki devletin kuruluş felsefesiyle alakadardır: Pakistan Müslüman anayurdu
olarak kurulmuş iken, Hindistan ana unsuru olarak
Hinduları barındırmakla beraber kalabalık Müslüman nüfusu sayesinde laik idare sistemini benimsedi. Mesele sadece Müslümanların kendilerini ne
kadar Hindistan’a bağlı hissettikleri ve kendilerini
ne kadar eşit olarak gördüklerinden ibaret değildir.
Aynı zamanda, Hinduların onları ne kadar Hindistan’a bağlı eşit vatandaş olarak kabul ettikleri
önemli bir faktördür. En azından 1980’lere kadar
29
durumda olduğu izlenimi de doğru değildir.
Ancak, Kuzey ile Güney arasında belirgin farklar
mevcuttur: Güney Hindistan’daki Müslümanlar
nispeten içe kapanık ve çoğunluk toplumuna uzak
iken, Kuzey Hindistan’daki Müslümanlar iktisadi
ve siyasi hayata gittikçe başarıyla iştirak etmeye
başladılar.33 Kesinlikle belirtilmelidir, kanuni bir ayrımcılık de mevcut değildir. Tam aksine, Hindistan
anayasası bütün vatandaşları eşit görmektedir. Bu
görüngü, Müslümanların tarihi konumlarıyla izah
edilebilir. Kuzeyde çoğu olarak veya Hindularla
Enola Elo: a.g.e., s. 241
Imtiaz Ahmad(ed.): Modernization and Social Change among Muslims in India,Manohar Publications,New Delhi 1983, s. 9
31
İmtiaz Ahmad(ed.). a.g.e.,s.80
32
A.S. Ahmed: Discovering Islam.Making Sense of Muslim History and Society.,Routledge,1. baskı, London 2001, s.165
33
A.S. Ahmed: a.g.e.,s. 168
30
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet YILMAZATA
benzer sayılarda devletlerde yaşarken, Güney
Hindistan’daki Müslümanlar işgalci olarak gelip
azınlık olarak Hindu çoğunluğu üzerinde hüküm
sürdüler. Son yıllarda iki toplum arasındaki yaklaşımdan dolayı ayırımcı faktörler azalmakla beraber yine de varlığını korumaktadır. İşin ilginç tarafı, Hindu-Müslüman ayırımı sömürge zamanından
ziyade bağımsızlıktan sonra daha toplumsal önem
kazanmış görünüyor. Bundan dolayı Hindu, Müslüman ilişkileri sömürge mirasından fazla güncel
siyasi olaylardan esinlenmiş görünmektedir.
Sömürge mirasının ekonomik ve düşünce yapısı
ve yeni iktisadi gereksinimleri Hint toplumunda yine izleri bırakıp bazen de geleneksel aile ve benzer sosyal kurumların gevşemesine yol açtı. Kısacası, sosyolojik tabiriyle bireyin yalnızlaşması söz
konusu olmaktadır. Ama her şeye rağmen modern
çağın iletişim araçları, kanuni düzenlemeleri ve
ekonomik gelişmeleri geleneksel Hindistan toplumunun en önemli unsuru olan kast sistemini bertaraf edemedi. 1920’lerde umulan bu gelişmenin
meydana gelmemesi bahsedilen sosyal ikilemin
derinleşmesine yol açtı.34
44
6. Hindistan’ın Algılayış Meselesi ve Devrim
Sorunu
Hindistan milli hareketinin birçok evreden geçip,
başta tam bağımsızlıktan ziyade iç politikada daha
fazla muhtariyet (Home Rule) istediğini, ancak
1930’lu yıllarda istiklal hareketine dönüştüğünü
söylemekte yarar vardır. Hint örneğini az gelişmiş
ülkelerden farklı kılan başka bir faktör ise sosyal
değişimlerin siyasi yansımalarının sadece elit kısımlarına değil, aynı zamanda alt tabakalarına
yansıtmasıydı. Milliyetçi Hint hareketi esin kaynağını elitlerden almakla beraber esas gücünü taşrada buldu.35
Gandi’nin politikasının önemli bir unsuru ve onun
kabiliyetini gösteren bir nokta ise, değişik sosyal
grupların tepkisini sezip o tepkiyi klasik sınıfsal çıkarlar doğrultusundan ziyade ortak bir milli harekette birleştirebilme vasfıydı. Gandi aynı zamanda
Hint kadınının rolünü ihya etmeyi önemsedi. Ne
var ki, modern anlamda kadın haklarına yönelik ilk
girişimi yine sömürgeci devletiyle temasıyla ortaya
çıkmıştır. İngilizler kendi hâkimiyetlerini medeniyet
yayma görevi olarak meşrulaştırmayı çalıştılar. En
34
35
36
37
Enola Elo:a.g.e., s. 242
Kumar, a.g.e s. 17
Oddie, a.g.e., s. 79
Enola Elo: a.g.e ,s. 244
popüler örneği İngiliz yönetiminin, kocası ölmüş
olan kadınların kocasıyla beraber yakılmak suretiyle ölüme gönderilme (sepu) geleneğine karşı
mücadelesidir. Ayrıca, erken yaşta evlendirme eğilimlere karşı ilk protestolar İngiliz misyonerler tarafından ortaya atıldı.36
Buna rağmen bu girişimler sosyal veya ekonomik
tepki veren bir ihtilalci karakteri almayıp, daha çok
geleneksel-milliyetçi unsurlarını İngilizlere karşı
birleştirdi. Karizmatik lideri Gandi tarafından arzulanan, kast sistemini bertaraf eden, toplumu daha
çok eşit kılabilen idealist felsefesini rağmen hiç bir
zaman işlevsel olmadı.37 Hindistan’ın cumhurbaşkanı Nehru ve halefiler 1960’lı yıllarından itibaren
sergiledikleri sosyalizme yaklaşma eğilimi de fiiliyatta ülkeye şişirilmiş bir bürokratik sistemi ve işlevsel olmayan bir devletçi ekonomiyi getirmekten
başka bir sonuç vermedi. Olumlu bir gelişmesi ise,
topraksız olan borçlanmış çiftçilere devlet kredilerinin aktarılmasıydı. Sonuç olarak Hint toplumu
hem geleneğini, hem sömürgeciliğin mirasını yansıtan bir karışım olarak tarif edilebilir.
Resmi dil ve eğitim dili olarak Hintçenin yanında
İngilizcenin de kullanılması ise Hint milletinin kendini tarif etmesi ve algılaması bakımından son derecede önemlidir. Birçok yerel dillerin konuşulduğu
Hint toplumunun pratik bir çözüm olarak İngilizce’yi zaruretten dolayı benimsediğini söylemesi
yetersiz görünmektedir. Zira dilin kullanımı, o dilin
kültürüne bir yakınlığı de beraberinde getirdiği
şüphesizdir. Yine de Hint kültürünün geleneksel
öğeleriyle sosyal hayatının birçok alanlarında baskın olma gerçeği, Hint toplumunu örneğin İngiltere’nin Afrika’daki eski sömürge bölgelerinden farklı kılmaktadır. Bir taraftan batılı ve yerli geleneklerin sentezi söz konusu iken, öbür tarafta güçlü bir
benlik duygusu her zaman Hindistan’da varlığını
korumuştur. Ancak bu durum bile, Hint toplumunu
her şeye rağmen bir sömürge sonrası toplum
(post-colonial society) olmaktan çıkarmamaktadır. Sömürge iktisadi sisteminin bazı yeni sınıf ve
gelir dağılımı mekanizmalarını getirmesine rağmen geleneksel elitler varlığını sürdürebildiler.
Devletin yapısı askeri, hukuki ve eğitim sistemlerinde birçok İngiliz geleneklerini muhafaza etmektedir. Çünkü sömürgecilikte umumiyetle sömürge
SÖMÜRGEC‹L‹K FAKTÖRÜ VE H‹NT TOPLUMU
Mehmet YILMAZATA
kültürünün birçok yönleri yerel kültürün yerine konuluyor. Bunun en bariz örneği dildir. Öncede Hintli üst sınıfı ile iletişiminde Fars dilini kullanmaya
devam eden İngilizler, 1850’ler den itibaren Hindistan’ı kendi kültürel seviyesine çekebilmek için
İngiliz dilini resmi olarak kullanmaya başladılar ve
kimi zamanlarda iç otonomi veya bağımsızlık yanlısı Hint reformcular tarafından bile desteklendiler.
Çünkü İngiliz kültürü veya sömürge kültürü ilerici
ve medeni olarak algılanmaktaydı.38 Bu şekilde bağımsızlık hareketlerinin önemli bir yönü daima yerel kültürün ihyası olmuştur.
Frantz Fanon bu nedenle, sömürülmüş toplumların yerel kültürel yapısını yok etmekle veya aşağılanmakla kendi benliğinin kaybettirildiğini iddia etmekteydi.39 Bu yönden sosyal değişim veya devrim eski sömürge toplumları için aynı zamanda
kendi kültürlerinin yeniden değerlendirmesiydi.
Bunun pek kolay olmadığını göstermek için Hindistan yine en iyi örneğini teşkil etmektedir. Bağımsız bir Cumhuriyet olan Hindistan, resmi dil
olan Hintçenin yanında İngilizceyi de kullanıp okul
müfredatını umumiyetle İngiliz geleneğine göre
ayarlamaktadır. Hindistan, bu şekilde resmiyette
kullanılması imkânsız olan onlarca yerel dil ve şivelerin yerine bir ortak dil ihtiyacını karşılamayı
çalışmaktadır. Aynı zamanda okullarda geleneksel
tarih ve kültür de öğretilmiyor değildir. Ancak dil
yönünden sömürge dilinin devamı modern Hint
toplumunun ister istemez sömürge mirasını yaşattığını göstermektedir. Hatta toplumun kendisi değişip o kültür öğesini artık kendi iradesiyle seçtiği
söylenebilir.
Toplumsal elitlerin bir kısmı da İngiliz medeniyet
tekeline karşı çıkıp İngiliz bilim ve teknolojiyi dışlanmadan ilerici Hindu geleneklerine dayalı bir
modernleşme modelini ortaya attılar.40 Muvaffık olmayışlarına rağmen bu durum, toplumun veya en
azından elitlerin dinamizmini sömürgeciliğin altında da kaybetmediğini de göstermektedir.
7. Hilafet Hareketindeki Türk Devriminin Etkisi
Osmanlı Devletindeki eğitim reformcularından etkilenmiş olan Hintli Müslümanlar benzer projeler
38
geliştirmeye başladılar. Hareketin iki kanadı mevcuttu: Biri ulema tarafından teşvik edildiği geleneksel hareket, öbürü ise Sir Syed Ahmad Han’ın başkanlığında, batılı eğitim metotları öngören Aligarh
hareketiydi.41 Her iki hareket İngilizlere tepki olarak, Müslüman kültür ve kimliğini kuvvetlendirmek
amacıyla tesis edildi. Hareket, yayınlarında sürekli Osmanlı Devletindeki gelişmeleri takip edip özellikle Hilafet makamının önemine dikkat çekti.42 Hilafet taraftarları, Birinci Dünya Savaşında dahi Osmanlı Devletine yakınlık besleyip, harp sonrası
Osmanlı Devleti ve Hilafet makamı için olumsuz
gelişmeleri tepkiyle izlediler. Hilafet hareketi, Hindistanlı Müslümanlar için aynı zamanda Hindistan
milli bağımsızlık hareketi içerisinde ağırlık kazanmak için vesile oldu.
Hindular ise ilk başta dayanışma içinde idiler. Aynı
zamanda 1919 tarihinde İngiliz güvenlik güçleri tarafından işlenen Amritsar katliamına tepki olarak
her iki toplum birbirine yaklaşmaya başladılar. Kurtuluş Savaşı süresince Mustafa Kemal, hem Müslümanlar hem de Hindular arasında kahraman olarak algılanmaya başladı.43 Gandi bizzat, Mustafa
Kemal’in konuşmalarını yayınlayıp yorumladı.
Türk Kurtuluş Savaşı Hindistan bağımsızlık hareketine ilham kaynağı haline gelmeye başladı. 17
Ekim 1919 tarihi Hilafet günü olarak benimsendi.
Hilafet hareketi siyasi firka olarak 23/24 Kasım
1919 tarihinde Bütün Hindistan Hilafet Kongresi’nde bir araya geldi. Hindular da bu harekete iştirak ettiler ve Gandi bizzat 24 Kasım tarihli oturumda başkanlık yaptı.44
Akabinde oluşturulan Hilafet komitesi İngilizlere
heyetler göndererek, Türk hudutlarının muhafazası ve İstanbul’un Türk kalması yönünde taleplerini
dile getirdiler. Sevr Antlaşması’na tepki olarak mitingler yapıldı ve Gandi tarafından geliştirilen İngiliz
hükümetini boykot etme girişimleri Hilafet hareketi
tarafından 1920 ve 1921 senelerinde çeşitli kampanyalarla canlandırıldı.45 Ancak, Hindistan milli bağımsızlık hareketi içerisinde itilaflar devam etti.
Ania Loomba: a.g.e, s. 22
Frantz Fanon: Dark skin white masks Pluto Press, New York, 1986, s. 118
40
Frederick Cooper, a.g.e,s.130
41
Gail Minault: The Khilafat Movement.Religious Symbolism and Political Mobilization in India,Columbia University
Press,1.baskı, New York 1983, s. 14
42
A.C. Niemeijer: The Hilafat Movement in India 1919-1923,Martinus Nijhoff, La Haye 1972, s. 62
43
Gail Minault: a.g.e., s. 71
44
Mohammed Sadıq, a.g.e., s. 56
45
Gail Minault: a.g.e., s. 111
39
45
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet YILMAZATA
Hareketin dahilinde gittikçe Müslüman kadınların
iştirak etmesi, değişikliklerin belirgin bir alametiydi.
Doğal olarak elit tabakası söz konusuydu, ancak
kadınların siyasi ve toplumsal hareketlere iştirak
etmiş olması dikkate şayandır. Hareket temel olarak dini öğeler üzerinde kurulduğundan Arapların
Türklerden ayrılışı önemli bir ideolojik sorun teşkil
etmekteydi. Hilafet hareketi Osmanlı Devletinin
tekrar canlandırılmayacağını fark etmeye başladıysa da bütün Müslümanların birliğine dair beyanatlarini sürdürmeyi devam etti.46Siyasi olaylar bu
çizginin başarısızlığını ortaya serdikten sonra hareket temelinden yoksun kaldı.
Hilafet hareketi Türk zaferinden ne kadar memnun
olsa dahi, saltanatın ve hilafetin kaldırılması var
oluş sebebini ortadan kaldırdı. İngiliz hükümetinin
tepkisi de hareketi zayıflattı.47 Hilafetin kaldırılması
Muhammet İkbal gibi bazı ileri gelen Müslüman aydınlar tarafından kabul edilmişse de Hindistan
Müslümanlarının çoğu TBMM’nin bu kararını hoşnutsuzlukla izlediler.48 Türk devrimindeki laikleşme
eğilimi de ilk başta Hintli Müslüman aydınları tarafından tepkiyle izlendi. Onlara göre batı menşei kanunların getirilmesi sadece şekilcilikten ibaretti.49
46
Yeni Türk devletinin Cumhuriyet sistemi ile idare
edilmesi ise İkbal gibi düşünürler tarafından olumlu ve örnek alınabilecek bir hamle olarak değerlendiriliyor. Eleştirisel yaklaşımına rağmen İkbal, İslam dünyasında sadece Türkiye’nin siyasi ve entelektüel bağımsızlığını kendi gücüyle kazandığını
kabul edip, Türkiye’yi bir ilham kaynağı olarak görmektedir.50 Ayrıca İkbal, Atatürk’ün her şeyden evvel siyasi bağımsızlığın kazanılması gerekli olduğu görüşünü de benimsedi. Yeni Türkiye ve lideri
Atatürk, bazı görüş ayrılıklarına rağmen İkbal için
örnek alınması gereken bir kahramandı.
Sonuç olarak Hilafet hareketi Türkiye’deki olayları
sempatiyle izlemekle, kurtuluş savaşını maddi,
manevi ve hatta gönüllülerle desteklemekle beraber Türkiye’deki gelişmeler için daha çok manevi
önem taşımaktaydı.51 Önemli olan, Hindistan’daki
Müslümanların şuurlu bir grup olarak İngiliz hükü46
metine karşı hareket edip kendilerini Hinduların yanından ayrı bir grup olarak hissedip kimlik kazanmasıydı. Hareket Hindistanlı Müslümanlara belirgin bir siyasal benlik kazandırdı. Hilafet hareketi
şüphesiz Pakistan’ın kurulmasına zemin hazırlayacak temellerinden biri olarak değerlendirilmelidir.
Hindistan ve Türkiye mukayese edildiğinde her iki
ülke farklı bir geçmişe sahipti, yine de yakın tarihin
içinde her ikisinde benzer müesseselerin mevcut
olduğu dikkat çekicidir. Bunlar, anayasal deneyimleri ile çok partili sisteme geçme başarısıdır. Bu
konuda Hint profesörü Prof. Dr. Arşı Han, Hindistan’ın 1992 senesinde yerel yönetimlere anayasal
statünün tanınması ile Atatürk tarafından 1930 yılında geliştirilen köy kanunu arasında benzerliklere atıfta bulunmaktadır.52 Her iki ülke laik olmakla
beraber, bazı partilerin dini ana felsefe olarak kabul etmelerinden dolayı Hindistan’daki laikliğin uygulanması Türkiye’deki uygulama kadar belirgin
değildir. Belki Hindistan’ın bu yöndeki tavrı, kendi
siyasi ve içtimai geleneklerinin yanında kanunen
açık bir laiklik tanımı yapmayan Anglosakson geleneğin devamıyla izah edilebilir.
8. Eğitim
Eğitim sisteminin bağımsızlıktan sonra ne derece
ve nasıl değiştiğini toplumsal değişimin ölçülerinden biri olarak kabul edilebilir. Eğitim görmüş kişilerin algılayış biçimi ile bu fertlerin sosyal hayata
iştirakiyle Hint toplumunun seyrinin ne derecede
değiştiği tetkik edilebilir. İngiliz dili en önemli eğitim
aracını teşkil etmektedir. Bu bakımdan nüfusunun
büyük bir kısmının ana dili olarak kullandığı Hint
dilindeki dersleri de ek olarak okutulması önemli
bir adım olarak değerlendirilebilir. Yine de örneğin
1960’larda ve 1970’lerde Hindistan’daki liselerde
İngiliz dili derslerinden hariç sosyal derslerde okutulan konuların %11 tamamen batı menşei içerikleri ihtiva etmektedir.53 Buna karşın, sömürge hâkimiyeti esnasında meydana gelen olaylar ders müfredatının sadece %7 teşkil etmektedir ve bunların
büyük bir kısım Gandi ve bağımsızlık mücadelesi
ile sınırlıdır. Buna karşın Batı kültürünü ve İngiliz
A.C. Niemeijer: a.g.e.,s. 97
Gail Minault: a.g.e., s. 169
48
A.C. Niemeijer: a.g.e.,s. 97
49
Fazlur Rahman: Muhammad Iqbal and Atatürk’s Reforms,Journal of Near Eastern Studies, Vol 143,No.2 Chicago University
Press,Chicago 1984,s. 159
50
Fazlur Rahman: a.g.e.,s 161
51
A.C. Niemeijer: a.g.e.,s. 157
52
Özer Ozankaya: Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti.,Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları,2. basım, İstanbul
2000, s. 357
53
Joseph W. Elder: The Decolonization of Colonial Culture: The case of India, Comparative Education Review,Vol.15. No.
3,Papers from the Comparative and International Education Society Conference, San Diego: 1971, s.290
47
SÖMÜRGEC‹L‹K FAKTÖRÜ VE H‹NT TOPLUMU
Mehmet YILMAZATA
eğitim sistemini medeniyet gereği olarak savunmuş 19. yy. Hintli aydın Roy ders müfredatına dâhil edilmemiştir.54 Bu tutumdan, Hindistan’ın kendi
eğitim sisteminde milli konulara ağırlık vermeye
çalışıp, devam eden İngiliz kültürel ve hukuki mirasına rağmen kendi benliğini kuvvetlendirmeyi çalıştığını söyleyebiliriz.
açısına göre kaliteli bir eğitim, ancak İngiliz diline
vakıf olmakla alınabilir. Bundan dolayı modernleşmiş ve iyi eğitim alabilmiş elit tabaka, bu sistemin
dışında kalanları geri kalmış bir kitle olarak görmektedir.57 Ancak eski sömürge devletinin kültürel
ve eğitim altyapısını alabilmiş olanlar modern Hindistan’da bütün imkânlardan faydalanabilirler.
Sosyal bilimlerde kullanılan ders kitaplarının içeriğinin %31’i ise sömürge öncesi Hindistan kültürel
ve tarih yapısını anlatıyor. Hindistan’daki bazı sosyo-ekonomik sorunların sorumlusu olarak doğrudan batı ekonomik sistemi gösteriliyor ve Hint ekonomisinin kendi ihtiyaçlarını kendi gücünden karşılanması isteniyor. Hindistan’da o yıllarda benimsenmiş ve güçlü sosyalist / devletçi bir karakteri
taşıyan “bağıtsızlık” ideolojisi bu değerlendirmeyi
zorunlu kılıyordu. Ancak bu eleştirilere rağmen sömürge mirasının tasfiyesi hareketi yaşanmadı.
Böylece Hindistan’da klasik anlamda bir devrimin
yaşadığını söylemek yanlış görünüyor. İdari şekil
olarak Hindistan, bağımsızlığını kazanmakla, eski
emirlik sistemini lağvedilmekle ve Cumhuriyet idaresini benimsemekle şüphesiz bir değişiklik yaşadı. Ancak Hindistan’daki hukuk ile toplumsal dinamiklerin ciddi biçimde değiştirildiğini söylemek
mümkün değildir. Hindistan’da en köklü eğitim kurumlarının sömürge zamanından kalma özelliği de
bu durumu apaçık ortaya sermektedir. Kolej veya
en itibarlı üniversiteler olsun, bilimin batı kökenli
eğitim kurumlarında en iyi şekilde geliştirildiği inkâr edilmez bir gerçekdir. Aynı zamanda İngiltere
veya ABD’de okumuş olan kişilerin iş piyasasında
en gözde meslekleri elde edebildikleri söylenebilir.
Hindistan’da yetişmiş olan ancak eğitimini yurt dışında devam eden genç akademisyenler, doktorlar
ve mühendisler kimi zamanda deniz aşrı ülkelere
yerleşmeyi (özellikle Avustralya ve ABD) tercih ediyorlar. Beyin göçü fenomeni gayet belirgindir.
Hindistan’ın ve Hintli vatandaşların başarılarından
bahsederken onların yapıtlarının Batı’da kabul
edilmesi bir ölçüt olarak kabul edilip, nihayet Batı
üstün olarak değilse en azından bir standart belirleyicisi olarak kabul görüyor. Batı, müfredatta içtimai ve teknik gelişmenin ölçütü olarak konumunu
korumaktadır.55
Modern eğitim sisteminin Batı’yı üstün olarak görmesi veya bunu ima etmesi şüphesiz olumsuzdur.
Bağımsızlık hareketlerinin çoğunda batılı eğitim
almış kesimler sömürge sahibini protesto ettiler.
Hindistan’da verilen eğitim bağımsızlıktan sonra
sosyal alanlarda öz kültür değerlerine daha büyük
bir saygı kazandırılmasına imkân verdi. Buna karşın teknik dallarda sömürge sisteminin skolâstik
geleneği, yani bilgiyi geliştirmeden sadece aktarılması devam etmiş görünüyor. Hindistan’daki bilişim sektörünün bugünkü konumu bu durumu göz
önüne sermektedir. Öbür tarafta sömürge zamanında temelleri atılan modern eğitim sisteminin kadınlara yönelik bakış açısının değiştirmesine yol
açtığı, onların da eğitimde ve sosyal hayatta katılmasına yol açtığını inkâr edilmez bir gerçektir.56
Her ne kadar Hindistan okulları milli değerleri öne
çıkartmaya çalışmışsa ve Batı’yı eleştirmişse de,
Batı daima yakalanması gereken bir standart, örtülü de olsa üstün olarak kabul edilen bir varlık olmaya devam ediyor.
Eğitim örneği, elit kesimlerin eğitilmemiş kitlelere
yönelik bakış açısını göstermektedir. Elit bakış
54
55
56
57
Joseph W. Elder: a.g.e ,s.291
Joseph W. Elder ,a.g.e.,s.294
Enola Elo: a.g.e, s. 243
İmtiyaz Ahmad(ed.), s. 84
Sonuç
Hindistan altmış seneden beri bağımsız bir Cumhuriyet ve bölgenin çok güçlü bir devleti olarak
varlığını sürdürüp sürekli gelişmektedir. Güçlü bir
milli şuur ve tarih bilincine sahip olmasına rağmen,
sömürgecilik geleneği hem toplumsal, hem iktisadi olarak modern Hint toplumunu şekillendirmektedir. Örneğin, yerel kültür eğitim sistemde büyük bir
yer tutmakla beraber, İngiliz dilinde eğitim yapan
kurumlar daima mezunların statüsünü yükseltme
şanslarını arttırmaktadır. Sömürge iktisadi sisteminin yeni sınıflar ve gelir dağılımı getirmiş olmasına
rağmen geleneksel elitler varlıklarını sürdürebildiler. Geleneksel toplumun en belirgin göstergelerinden biri olan kast sistemi, dışlayıcı unsurları yasaklanmış olmasına rağmen etkisini sürdürmeye
devam ediyor.
Siyasi olarak Hindistan 1948 senesinde bağımsızlığını kazanabilmiştir. Eğitim ve ekonomik sahalarda büyük gelişmeler yaşandı. Ancak Hindistan
devletinin kurucuları tarafından arzulanmış olan
47
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Mehmet YILMAZATA
toplumsal değişim muvafık olamamıştır. İlgi çekici
bir nokta; bugün var olan sorunların sadece sömürge zamanından değil, sömürge öncesi dönemden de miras kalmasıdır. Hindistan, geleneksel
toplumu ile sömürge geleneğini içine katan, geleceğini çağın gereksinimlerine göre arayan bir devlet olarak algılanabilir. Ne öz benliğini, ne de sömürge yönetiminden gelen bazı geleneklerini inkâr
etmemektedir. Toplumda, özellikle alt kesimde geleneksel öğeler ağır basmaktadır. Hindistan, İngiliz geleneklerinin bazı önemli öğelerini – örneğin
kanunların oluşumunda veya parlamenter hükümet sistemi gibi – muhafaza etmeyi uygun ve gerekli görmüştür.
48
Hindistan, özgün yapısıyla sömürgeciliğin getirdiği
sosyal ve ekonomik sonuçlarını güçlü kültürel kimliğinden dolayı sömürgeciliğe maruz kalan başka
toplumlarına nazaran daha sıhhatli gibi görünüyor.
Yine de Hindistan, Üçüncü Dünya toplumlarına
has olan (gelir dağılımı, okuma yazma oranı v.s.)
birçok sorunlarıyla karşı karşıyadır. Ancak, Hindistan için, bütün sorunlarını sömürgecilik geleneğine
dayandırmak yerinde olmaz. Çünkü gelişmiş yerli
kültürüyle ile sömürge mirasının birleşimi, bu durumu meydana getirdi. Öbür sömürge geçmişi yaşamış olan devletlere nazaran Hindistan’daki toplumsal değişim, sadece sömürge mirasına bağlı
kalmayıp, kendi toplumsal yapı tarafından da şekillendirilmiştir. Yine de sömürge hâkimiyetinin bu
toplumsal sürecini etkilediğini söylemek mümkündür ve sömürge karşıtı hareketi de sonuç olarak
yabancı görüşlerle temasıyla ortaya çıkmıştır.
Bundan dolayı Hindistan’ın tam manasıyla devrim
yaşadığını söylemek güçtür. Birçok olumsuz şartların varlığına rağmen bu durum Hindistan için aynı zamanda şans olarak algılanabilir: sömürge
kompleksinden etkilenmeden, emin adımlarla geleceğe ümidiyle bakabilir.
Kaynakça
Kitaplar
A.S. Ahmed: Discovering Islam.Making Sense of
Muslim History and Society, Routledge,1. baskı, London2001
Aziz Ahmad: “Islamic Modernism in India and Pakistan“,1.basım,London: Macmillan,1967
Imtiaz Ahmad(ed.): Modernization and Social Change
among Muslims in India,Manohar Publications, New
Delhi 1983
Claude Alvares: Decolonizing History-Technology
and Culture in India, China and the West 1492 to the
Present Day, Other India Press, 3. baskı, Goa 1997
Lucien Bianco (ed.): “Das Moderne Asien”, Fischer
Weltgeschichte C. 33,-1.basım,Frankfurt/Main: Fischer
Bücherei Gmbh, 1969
Bernard S Cohn,. : “Colonialism and its Forms of
Knowledge-The British in India”,1.basım, Princeton:
Princeton University Press, 1996
Frederick Cooper: Colonialism in Question-Theory,Knowledge,History,Berkeley, University of California Press 2005
Y. Doğan Çetinkaya: 1908 Osmanlı Boykotu-Bir Toplumsal Hareketin Analizi. İletişim Yayınları. 1. baskı,
İstanbul, İletişim Yayınları. 2004
Jacques Dupuis: “Histoire del´Hinde »,1- basim, Paris : Payot,1963
Ainsley T Embree./ Friedrich Wilhelm, (ed.): “Indien.Geschichte des Subkontinents von der Induskultur bis zum Beginn der englischen Herrschaft”, Fischer Weltgeschichte C. 17,-1.basım,Frankfurt/Main
:Fischer Bücherei Gmbh, 1967
Frantz Fanon: Dark skin white masks Pluto
Press,New York, 1986
Ravinder Kumar,: “Essays in the Social History of
Modern India“,2. basim, Calcutta: Oxford University
Press, 1986
Ania Loomba: “Colonialism/Postcolonialism”,1. basım, London :Routledge 1998
Philipp Mc Michael: Development and Social ChangeA Global Perspective,Pine Forge Press,Thousand
Oaks,2000
Gail Minault: The Khilafat Movement.Religious
Symbolism and Political Mobilization in India,Columbia University Press,1.baskı, New York 1983
A.C. Niemeijer: The Hilafat Movement in India 19191923,Martinus Nijhoff, La Haye 1972
G.A. Oddie: Social Protest in India-British protestant
Missionaries and Social Reforms 1850-1900,South
Asia Books/Dhawan Printing Works, New Delhi 1978
Özer Ozankaya: Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk
ve Cumhuriyeti.,Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları,2.
basım, İstanbul 2000
Margary Perham: Bilanz des Kolonialismus,Kohlhammer Verlag, Stuttgart 1963
Mohammed Sadiq,:“The Turkish Revolution and the
Indian Freedom Movement“,1.basım,Lahore: South
Asia Books,1983
Mehmet Yılmazata: Avrupa Devletlerin bloklaşma sürecinde 1908/1909 Bosna-Hersek’in ilhak krizi, yayınlanmamış Yük. Lis. Tezi, Marmara Üniversitesi 2006
Makaleler
Arif Dirlik: Rethinking Colonialism.Globalization,Postcolonialism and the Nation,Interventions,Volume 4, Issue 3,Routledge,London 2002
Joseph W. Elder: The Decolonization of Colonial Culture: The case of India, Comparative Education Review,Vol.15. No. 3,Papers from the Comparative and International Education Society Conference,San Diego,
1971
Enola Elo: Modernism in India, The Journal of Religion,Vol 5.,No.3,(Mayıs 1925)Chicago,University of Chicago Press,1925
Fazlur Rahman: Muhammad Iqbal and Atatürk’s Reforms, Journal of Near Eastern Studies, Vol 143,No.2
Chicago University Press,Chicago 1984
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
‹skender KARAKAYA*
ABD’nin Küreselleflme ve ‹flbirli¤ine
Yaklafl›m›: Bill Clinton (1993-2000) ve
George W. Bush (2000-2008)
Dönemleri
ÖZET
So¤uk Savafl’›n sona ermesi ile birlikte dünya yeni bir döneme girmifltir. Bu yeni dönemin bafl aktörü olan ABD’nin küreselleflme ve iflbirli¤ine olan yaklafl›m› So¤uk Savafl döneminden farkl›l›klar arz
etmektedir. Bu makalede 1990’lar›n bafllamas› ile birlikte ABD’nin de¤iflen politikas› incelenmektedir. “So¤uk Savafl”’söyleminin yerini “Yeni Dünya Düzeni”nin ald›¤› bu zaman dilimi George Bush,
Bill Clinton ve George W. Bush dönemleri göz önüne al›narak analiz edilmifltir.
ABSTRACT
With the end of the Cold War, the world entered the new term. USA as a dominant actor of this
post-cold war period has many differences from before. In this article, with beginning of 1990’s,
USA’s changing policy has been examined. This part of period in which Cold War has been replaced
by “New World Order” is being analyzed with looking through the terms of George Bush, Bill
Clinton and George W. Bush.
49
Giriş
Küreselleşme tanımı ekonomiden, siyasete, kültürden, teknolojiye kadar her alandaki değişimi
açıklayan bir kavram olarak günümüzde kullanılmaktadır. 1990’ların başlaması ve dünyayı ikiye
bölen Soğuk Savaşın sona ermesi bu kavram
üzerinde yeni tartışma alanları/soruları doğurmuş,
farklı algılamalar meydana gelmesine neden olmuştur.
Bu makalede 1990’lar ile birlikte ABD dış politikasında küreselleşme ve işbirliğine bakışın nasıl geliştiği/değiştiği açıklanmaya çalışılacaktır. Bill Clinton ve George W. Bush dönemleri bu kavramların
en canlı tartışıldığı dönem olmuştur. Bu iki dönemin analizi yapılarak ABD’nin son 15 yılda bu kavramlara nasıl baktığı açıklanmaya çalışılacaktır.
Soğuk Savaş sonrası ABD politikalarına geçmeden önce ABD’nin 1990’lara nasıl girdiğini açıklamak yerinde olacaktır. Bu süreç bize ABD politikalarının karşılaştırmalı analizini yapmada yardımcı
olacaktır.
*
Soğuk Savaşın Sona Ermesi ve George Bush
Döneminin Mirası
Soğuk Savaşın bitmesiyle dünya yeni bir döneme
girmiştir. Waltz’ın belirttiği gibi “Her savaş sonunda bir takım galipler ve mağluplar” ortaya çıkmaktadır.(WALTZ, 1979:8.9) ABD Soğuk Savaşı kazanmıştır. Ancak dünya belirsiz bir ortama doğru
sürüklenmektedir. Bu ortamda ABD tarafından
1991’de ilan edilen, “Yeni Dünya Düzeni” olarak
adlandırılan “Ulusal Güvenlik Strateji” belgesinde
ABD’nin içinde bulunduğu belirsizlik ortamı ve
kendine olan aşırı güveni görülmektedir.(WHİTE
HOUSE, 1991:1-4) Bush, Kongre’de 1992’de yaptığı konuşmada “Yeni Dünya Düzeni” görüşünü
şöyle açıklamaktadır: “Daha önce silahlı iki kutba
bölünmüş olan dünyada artık tek ve üstün bir güç
vardır: ABD. Dünya bunu hiçbir korku duymadan
kabul ediyor. Çünkü gücümüze inanıyor. Bu konuda adil olacağımızı, kendimizi dizginleyeceğimize
inanıyorlar. Doğru olan neyse onu yapacağımız
konusunda bize inanıyorlar.”(BOSTANOĞLU,
1999:S.305)
Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi [email protected]
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
‹skender KARAKAYA
Dünyanın yeni güç merkezi yapısının tek kutup/çift
kutup olacağı konusunda tartışmalar sürerken,
“Yeni Dünya Düzeni” tartışmaları da o dönemde
yapılmaya devam etmiştir. ABD’nin karar alıcılarına göre Yeni Dünya Düzeni ABD’nin önüne yeni
fırsatlar sunmaktaydı: “Yeni dönem için güvenlik
stratejilerini biçimlendirmek, bugün varlığını sürdüren olağanüstü eğilimlerin tahlil edilmesini gerektirmektedir. Neyin değiştiğini ve neyin değişmediğini açıkça görmeliyiz. Tarihin önümüze serdiği
fırsatları ciddi biçimde değerlendirmeli ve devam
eden tehlikeleri de göz ardı etmemeliyiz.”(WHİTE
HOUSE, 1991)
Öte yandan, 1992 stratejisinde ise oluşacak yeni
düzende askeri alanda da bazı değişimlerin olacağı belirtilmiş, bu süreçte NATO’nun dönüşümü ve
yeniden yapılanması önem kazanmıştır. Sovyet
tehdidinin ortadan kalkmasıyla konvansiyonel
alanda silahsızlanmaya gidilirken yeni “düşmanların” ABD çıkarlarına zarar vereceği ön görülmekteydi.(ERHAN, 2001:82)
50
1991 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde ABD’nin
özgür ve bağımsız bir ülke olacağını söylerken önceliklerini askeri, ekonomik, siyasal ve diğer alanlar olmak üzere dört ana bölümde toplamıştır. Askeri açıdan; “ABD ve müttefiklerinin güvenliğini
tehdit edecek her türlü saldırıyı caydırmak, denetlenebilir silahların kontrollü anlaşmaları ile istikrarı
sağlamak, kitle imha silahlarının düşmanların eline geçmesini önlemek” gibi hedefler belirlenmiştir.
Ekonomik açıdan; “güçlü, müreffeh bir ülke olmak
için ulusal ekonomiyi güçlendirmek, uluslararası
pazarlara, enerji-maden kaynaklarına, okyanuslara ve uzaya açılmayı güvence altına almak, serbest ticarete dayanan açık ve genişleyen uluslararası ekonomiyi teşvik etmek” amaçlanmıştır. Siyasal açıdan ise; “SSCB’deki demokratik hareketleri
desteklemek, demokratik değerlere ve bireysel
haklara destek vermek, Batı Avrupa’nın bütünleşmesine destek vermek, NATO’nun dönüşümüne
destek vermek, insan hakları ve bölgesel ihtilafların çözümünde etkin olmak” amaçlanmıştır. Ayrıca
uluslararası terörizmle, kaçakçılıkla ve uyuşturucu
ile mücadele hedeflenmiştir.(ERHAN, 2001;83-84)
“Küresel istikrar” ve “karşılıklı bağımlılık” gibi kavramların kullanıldığı Wilsoncu bir idealizmin reel-
politik ve pragmatizm ile birleştiği I. Irak Harekatı
ABD’nin yeni on yılda karşılaştığı ilk sorun alanı/problemi olmuştur. Kuveyt’i işgal eden Saddam
ordusunun uluslararası koalisyonla ve BM Güvenlik Konseyi kararları ile geri püskürtülmesi ABD’nin
oluşacak yeni dünya düzeninde uluslararası toplumun jandarması olacağını gösteren bir adımdır.
ABD’nin Bush döneminde Clinton’a bıraktığı miras
ise Soğuk Savaş sonrası ABD’nin alacağı tutumun
netleşmesi, kendi gücünü ve yeteneklerinin farkına varma sorunu, küreselleşme ve işbirliği gibi
kavramlara nasıl bakacağı, tek süper güç olma
psikolojisinin altını nasıl dolduracağı sorunsalı olmuştur. Bill Clinton bu hava içerisinde 1993’te
ABD’nin yeni başkanı olmuştur.
Bill Clinton Dönemi ABD Dış Politikası: Demokratik Açılımlar ve Küresel İşbirliği
Soğuk Savaş sonrası dönemde Bill Clinton 1993
yılında ABD’nin başkanı oldu. Bu dönemde “demokrasilerin genişletilmesi” söylemi ABD dış politikasına hakim olmuştur.(KORKMAZ, 2006:106)
Bu dönemde küreselleşmenin de ABD için itici
güçlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bir görüşe
göre küreselleşme; “iktisadi, sosyal, siyasal bütün
somut yapıların giderek birbirilerine eklemlendiği,
siyasal sınırları kaldıran, serbest piyasa ve demokrasinin yaygınlaştığı dinamik bir süreç” olarak
tanımlanmıştır. (ENGİN, 2001:186)
Bu dönemde küreselleşmenin yanında dış politika
uygulamalarında “soft power (yumuşak güç)” ve
“hard power (sert güç)” ayrımına gidilmiştir. Yumu-
ABD’N‹N KÜRESELLEfiME VE ‹fiB‹RL‹⁄‹NE YAKLAfiIMI
‹skender KARAKAYA
şak güç kavramına göre “bir ülke dış politikasındaki amaçlarını ekonomik, kültürel, siyasal baskı
araçlarını askeri güç kullanmadan diğer devletlere
dayatabilir”. “Sert güç” kavramına göre ise ekonomik güç üzerinde yükselen askeri gücün siyasal
gücü de sağlaması ile askeri önlemler öncelikli dış
politika araçları olmuştur.(ARI, 2000:206)
Üçüncü hedef olan demokrasinin gelişmesi konusunda ABD’nin çabaları, eski SSCB ülkelerinin serbest pazar, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerlere uyumunu sağlamak yönünde olmuştur. Ayrıca bütün dünyada süren insan hakları ihlalleri hakkında raporlar yayınlanmış, bunların sona
ermesi konusunda yardımlarda bulunulmuştur.
Clinton, ABD’nin eski başkanlarından Woodrow
Wilson’un liberal evrensellik ilkesi çerçevesinde
gelişen ABD’nin liberal demokrasi ilkelerini bütün
dünyaya yayacak bir politika benimsenmiştir. Başkan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı E. Leyk’in de
belirttiği gibi “Woodrow Wilson’un izinden giden
ABD Başkanları ister Demokrat ister Cumhuriyetçi
olsun demokrasiyi, pazar ekonomisini genişletmek ABD’nin ulusal çıkarlarını korumaktadır. Çünkü bu değerler Amerikan’ın savunduğu değerleri
yansıtmaktadır.”(KISSİNGER, 2002: 181-182)
Ancak 1997 yılı geldiğinde ikinci kez başkan seçilen Clinton için en zor seçim, dış politik kararların
seçimi çerçevesinde olmaktadır. ABD bu dönemde
artık stratejisini uygularken “seçici” davranacağını
açıkça ilan etmişti. Burada “yumuşak güç” unsurlarının “sert güç” unsurlarına oranla öncelikli kullanılacağı ilan edilmiştir. ABD uluslararası topluma
işbirliği ve ortak hareket çağrısı yaparken gerektiği zaman tek başına hareket edileceğini de söylemekten çekinmemektedir.(WHITE HOUSE, 1996)
1996 yılında yayınlanan Ulusal Güvenlik Strateji
Belgesi (WHİTE HOUSE, 1996), 1991’de belirlenen hedeflere ulaşılmakta olduğunu ve daha önce
belirlenen güvenlik önceliklerinden bir değişiklik
olmadığını ortaya kondu.(ERHAN, 2001:84) Buna
göre ABD’nin hedefleri üç temel noktada toplanıyordu: Birincisi, savaşmaya ve ülke dışına gönderilmeye her an hazır silahlı kuvvetle güvenliği sağlamak; ikincisi, ABD’nin iktisadi canlanmasını hızlandırmak; üçüncüsü ise, ülke dışında demokrasiyi teşvik etmek idi.
İşbirliği çerçevesinde bakıldığında bu dönemde
ABD’nin Orta Doğu Barış sürecinde etkin şekilde
yer aldığı görülmektedir. İsrail-Filistin arasındaki
barış görüşmeleri süreci, Balkanlar’da Dayton Anlaşması görüşmeleri, NATO’daki dönüşümün çerçevesinde Eski Doğu Bloğu ilkeleri ile yapılan “Barış için Ortaklık” girişimleri olmuştur.
Küreselleşme ve işbirliği çabalarının arttırıldığı bu
dönemde ABD’nin dünya ölçeğindeki çabaları etkili olmuştur. ABD’nin bütün dünyada refah ve güvenliği artırmak için GATT Uruguay turlarının tamamlanmasına çalışılmıştır. Bu çabaların sonunda Dünya Ticaret Örgütünün kurulması sağlanmıştır. AB’nin kurumsallaşması çabaların destek
verilmiş, Asya Pasifik Ekonomik İşbirliğinin(APEC)
oluşturulmasında çaba sarf edilmiştir.
Clinton politikası ikinci döneminde(1997-2000)
dört ana temel üzerine inşa edilmiştir: Birincisi, hükümet güvenlik yarışını bastırmaya ve Avrupa, Doğu Asya ve Orta Doğu’da önemli bir savaş riskini
azaltmaya uğraşacaktı. İkinci olarak, düşük düzeyli tehditleri azaltmak için çaba sarf edilmeliydi.
Üçüncüsü, Amerikan ekonomisinin başarısı için
önemli bir bileşen olarak görülen açık dünya ekonomisinin gelişmesi için çalışılacaktı. Son olarak,
insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi amaçlanarak demokrasinin gelişmesi teşvik edilecekti.(KISSINGER 2002:231)
Güvenlik Tehdidinin Dönüşümü Sorunu
1997 yılında “Yeni bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik
Strateji Belgesi” yayınlandı. Buna göre küreselleşme dönemindeki tehditler tanımlanmaktaydı. Bazı
devletlerin ABD’nin hayati çıkarlarına darbe vuracak “Bölgesel ya da Devlet Merkezli Tehditler”
üretme kapasitesinde olabileceği belirtilmekteydi.
Bu ülkelerin kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlara ulaşma kapasitesi olduğuna dikkat çekilmiş, bu
girişimlerin bölgesel istikrarsızlıklara neden olabileceği belirtilmiştir. Terörizm, uyuşturucu ticareti,
silah kaçakçılığı, örgütlü suçlar, yasa dışı göç ve
çevresel sorunlar, “Ulus-ötesi Tehditler” başlığı altında sıralanmıştır.(ERHAN, 2001:85)
1997’de tehditler sıralanırken bunların uluslararası nitelikte olmasına dikkat çekilmiş, hiçbir devletin
51
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
‹skender KARAKAYA
bununla tek başına mücadele etmesinin mümkün
olmadığı belirtilerek küresel işbirliğinden söz edilmiştir.
Bu noktada ABD’nin uluslararası örgütleri algılama
sorusu da önem kazanmaktadır. ABD için bu dönemde uluslararası örgütler, uluslararası ortamı
şekillendirmede birincil yöntem olmuştur. Diplomasi aygıtı, ilk savunma hattını oluşturmaktaydı. İkinci aşama ise ABD yardımlarının(ekonomik, siyasal
vb) ulaştırılmasından oluşuyordu. Askeri seçenek
ise son aşamada gündeme gelmekteydi. Bu bakımdan Clinton dönemi için uluslararası örgütlerin
nasıl algılandığı sorusu, uluslararası örgütlerin “öncelikli tercih” olarak adlandırabileceğimiz bir kullanım biçimini içermekteydi.(WALT, 2000:10-15)
52
1998 yılında “Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik
Stratejisi” (WHİTE HOUSE, 1998) yayınlandı. Temel olarak üç kategoride toplanan “ABD çıkarları”
tanımlandı.(WHİTE HOUSE, 1999:5-6) Birinci kategori “Yaşamsal Çıkarlar” başlığını taşıyordu. Bu
çıkar algılaması doğrudan doğruya ABD’ye yönelik tehditleri içermekteydi. ABD şirketlerinin uluslararası pazarlardaki durumu da buna dahildi.
ABD’nin müttefiklerinin güvenliğine, iktisadi çıkarlarına, alt-yapıya yönelik tehditler tek taraflı kuvvet
kullanmakta dahil olmak üzere bertaraf edilecekti.
İkinci kategoride “Önemli Ulusal Çıkarlar” açıklanmaktaydı. Haiti, Somali, Bosna, gibi ABD’nin Soğuk Savaş sonrası müdahale ettiği yerleri kapsayan bu görüşe göre ABD ya müttefikleri ya da tek
başına “seçici” bir şekilde müdahale edecekti.
Üçüncü kategori ise “İnsani ve Diğer Çıkarlar”
başlığını taşıyordu. Doğal afetler, insan hakları ihlalleri, demokratikleşmenin desteklenmesi, ordunun sivil denetiminin sağlanması ve sürdürülebilir
kalkınma amaçları ile ABD başka ülkelere müdahale edebilecekti.(ERHAN, 2001:86)
Küresel Sorunlar ve Küresel Tehditler
1999 yılında yayınlanan “Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi”, küreselleşme ve küresel
sorunlar konusunda ABD için bir milat olmuştur.
ABD artık bütün stratejisini küreselleşme üzerine
dayandırmıştır.(WHİTE HOUSE, 1999:1) Küreselleşmenin neden bu kadar önemli olduğu, ABD’nin
değerlerinin ne olduğu, ekonomik, iktisadi, siyasal
ve kültürel anlamının ne olduğu açıklanmıştır. Bel-
geye göre küreselleşme, getirdiği demokratik yönetim, serbest pazar ilkesi, hukukun üstünlüğü ve
insan hakları ilkeleri ile ABD’nin çıkarlarına hizmet
eden bir düzeni savunmaktadır. Soğuk Savaş bitmiştir ve birçok eski düşman (SSCB coğrafyası)
ABD ile ortak işbirliği halindedir. Bu yeni fırsatlar
ve imkanlar ABD için kullanılması gereken politik
araçlardı.(ERHAN, 2001:87)
Belgeye göre, dünyanın birçok yerinde etnik sorunlar ve bölgesel mücadeleler olmaktadır. Kitle
imha silahları, uyuşturucu kaçakçılığı, yasa dışı
göç sorunları sadece ABD’nin değil bütün devletlerin ortak sorunudur.
Öte yandan belgede yer verilen diğer bir konu ise
“ulusal füze savunması” konusu ile ilgilidir. ABD,
dünyada “serseri devletler” tabirini Irak, İran ve
Kuzey Kore için kullanmıştır. Dolayısı ile bunlardan ABD’ye gelebilecek saldırıya karşı önlem alınması gerekmektedir. Soğuk Savaş sırasında yapılan anlaşmalardan çekilmesi de gündeme gelmektedir.(WHİTE HOUSE, 1999:16; ERHAN,
2001:87)
Bunun küresel ısınma, AIDS, Hepatic C, Ebola gibi insanlığı tehdit eden sağlık, sosyo-kültürel ve biyolojik tehlikelere de Clinton döneminde yer verilmiştir. Çevresel tehditler, salgın hastalıklar, iklim
değişiklikleri, erozyonla mücadele, sanayileşmenin getirdiği kanser vb. hastalıklar bu dönemde
ABD’nin çözüm aradığı sorunlardır. Ayrıca küresel
ekonominin istikrarsızlığa girmesi durumunda bunun bir domino taşı etkisi yaparak dünya ekonomisini de etkileyeceği belirtilmektedir. Bu istikrarsızlık eninde sonunda ABD’yi vuracaktır. ABD, bunu
önlemesi için gereken önlemleri almalıdır.
ABD’nin Ekonomik ve Askeri Çıkarları
Küreselleşmenin tanımlayıcısı ve savunucusu
ABD, 1990’lar boyunca ABD ulusunun çıkarlarını
korumak için gerek askeri gerekse de ekonomik
olarak savunma mekanizmaları kurmuş bunları işletmiştir.
Soğuk Savaş sonrası temel mücadele alanı “Amerikan temel değerlerinin korunması” üzerine olmuştur. Clinton “serseri devletler” denen ülkelerden gelecek tehditleri aynı zamanda ABD’nin temel değerlerine yönelik tehdit olarak algılamaktay-
ABD’N‹N KÜRESELLEfiME VE ‹fiB‹RL‹⁄‹NE YAKLAfiIMI
‹skender KARAKAYA
dı Bu, ABD’nin küresel ve ekonomik çıkarlarına
zarar verebilirdi.(ERHAN, 2001;88)
George W. Bush Dönemi Dış Politika: Amerikan İstisnacılığı
Askeri anlamda ABD genellikle BM ile işbirliği yapmış, BM Barış Gücü Operasyonlarında yer almıştır. 1991 Irak, 1992 Somali, 1993-95 Bosna, 1996
Zaire ve Ruanda konularında BM ile işbirliği içerisinde olmuştur. 1996 Liberya, 1997 Arnavutluk,
1997 Kongo ve Gabon, 1998 Haiti’de ABD askerleri operasyonlara katılmıştır.
2000 yılında dünyada belirsizliğin hakim olduğu
bir dönemde George W. Bush ABD Başkanı olmuştur. Bu dönemden itibaren ABD dış politikasında Clinton döneminden farklı olarak “realist” bir
bakış açısının hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bu
bakımdan Bush’un politikası devrimci bir nitelik arz
etmektedir.(LEFFLER, 2004:10)
Öte yandan askeri uluslararası örgütler yeni düzene uyum sağlamak için yeniden yapılandırılmıştır.
NATO’nun 1991 Zirvesi ile “Yeni Strateji Konsepti”
kabul edildi. NATO savunma örgütünden öte bir biçim alarak, üyelerinin çıkarlarını ilgilendiren konularda eşgüdümü sağlayan Atlantik ötesi bir forum
haline dönüştürülmüştür. (ERHAN, 2001;89)
1999’da alınan karara göre NATO üyelerini sadece doğrudan saldırıya karşı değil, ayrıca etnik ve
dinsel çatışmalar, bölgesel uyuşmazlıklar, insan
hakları ihlalleri, kitle imha silahları, uluslararası terörizm, örgütlü suçlar gibi konularda da koruyacaktı. Ayrıca NATO-AB ilişkilerinin gelişmesi için
AGSK’ya da vurgu yapılmıştır.
Ekonomik anlamda ise ABD’nin “serseri devletler”e ya da ABD çıkarlarına uymayan devletlere
karşı yaptırım uygulaması söz konusu olmuştur.
Bunun yanında küreselleşmeye uyum sağlayamayan devletlere karşı yardımlar ve krediler söz konusu olmuştur. Salgın hastalıklar, fakirlik, açlık, örgütlü suçlar tarafından tehdit edilen ülkelere ulusal
yardım yapmak, ABD’nin “ulusal çıkarlar” olarak
gördüğü bir durum olmuştur.(ERHAN, 2001:90)
ABD, “mali eşgüdümü sağlamak” ve “açık ticaret
sistemini teşvik etmek” gibi refah ve kalkınma içerikli ekonomi politikaları da uygulamıştır. Mali eşgüdümün anlamı, özel sermayenin rahat hareket
etmesi, küresel istikrarın sağlanması, uluslararası
mali kurum ve piyasaların güçlenmesidir. Açık ticaret sistemini teşvik etmek ise, uluslararası ticaretin
önündeki engellerin kaldırılmasını amaçlıyordu.
Bunu gerçekleştirmek için ABD’nin kullandığı ekonomik kurumlar ise İMF, Dünya Bankası, Dünya
Ticaret Örgütü, OECD ve APEC gibi uluslararası
örgütler olmuştur. (ERHAN, 2001:91)
Bu dönemde geleneksel ve dini Amerikan değerleri üzerinde durulmaya başlandı. ABD’nin dış politikada yeni bir ivme yakalama arzusu “Amerikan İstisnacılığı” adı verilen bir milliyetçilik politikasının
uygulanmasının yolunu açtı. ABD’nin Neo-Con
(yeni muhafazakâr) olarak nitelendirilen şahin kanadı bu politikanın savunuculuğuna soyunmuştur.
Amerikan istisnacılığı dört bakımdan öne çıkmaktadır: Birincisi, ABD ile Avrupa’da olan egemenlik
kavramı farklı kavramlardır. ABD’nin temel sorunu
özgürlük misyonu görevini başkaları ile paylaşmasının imkansızlığıdır. İkinci nokta, ABD dış politikasının meşruiyetinin ulusal onaya bağlı olmasıdır.
Üçüncü nokta, özgürlüğü yaymak, diğer uluslara
ABD değerlerinin götürülmesi sorunudur. Dördüncü nokta ise, ABD için çok taraflılık geleneğinin
kuvvetli olmadığı varsayımıdır.(KORKMAZ,
2006:122)
11 Eylül 2001: İkiz Kulelere Saldırı ve Bush
Doktrini
11 Eylül 2001 günü New York’ta bulunan Dünya
Ticaret Merkezine uçakla yapılan terörist saldırı
ABD’nin 21.yy politikaları açısından dönüm noktasını oluşturmaktadır. Bu saldırının ardından yaklaşık bir yıl sonra ilan edilen Bush Doktrini, ABD’nin
yeni düşmanını ve yeni küresel düzeni tanımlıyordu. ABD için yeni düşman “terörizm” idi. Bunun çözümü için “sert güç” unsuru ön plana çıkıyordu.
Medeniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu tezleri ile
Soğuk Savaş sonrası döneme giren ABD, 11 Eylül
sonrası “uluslararası terörizm”, “şer ekseni(Kuzey
Kore, İran ve Irak)” gibi yeni düşman tanımlamaları ile yeni dönem politikalarını uygulamaya koymuştur.
ABD’nin 2002’de Bush Doktrini ile ifade edilen politikaları, 1997’de kurulan Project for New Ameri-
53
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
‹skender KARAKAYA
can Century(PNAC) ekibi tarafından başlatılan yeni-muhafazakar bir anlayış içerisinde daha önce
dile getirilmişti. Bu projeye imza atan kişiler
ABD’nin tartışılmaz boyutlara ulaşan ulusal gücünün artık başka güç tarafından sınırlandırılmasının
mümkün olmadığını dolayısı ile liberal ve realist
görüşlerin anlamsız kaldığını söylemekteydi.(ERHAN, 2006:12)
20 Eylül 2002’de açıklanan “ABD Ulusal Güvenlik
Strateji Belgesi(UGS)” 9 bölümden oluşmaktaydı.
UGS giriş bölümünde üç görev ön planda yer almaktadır. Buna göre:
1. Barışı savunmak için teröristler ve diktatörlerle
savaşmak
2. Barışı korumak için büyük güçler ile iyi ilişkiler
kurmak
3. Barışı yaymak için özgür ve açık toplumları her
kıtada teşvik etmek(GADDIS, 2002:54-61)
54
Bush Döneminde altı çizilmesi gereken en önemli
hususlardan birisi, artık rızaya dayalı “hegemon
güç” perspektifinden vazgeçilerek “mutlak egemenliğin” kabul ettirilmesine dayanan yeni stratejik konsepte geçilmiştir.(ERHAN, 2006:11)
2002 belgesi, ABD’nin uluslararasıcılığını yansıtan, siyasi ve ekonomik özgürlükleri destekleyen,
ortaya konan hedefler konusunda askeri güç kullanılmasından çekinilmeyeceğini belirten bir anlayış içermektedir. Belgede “terörizmle mücadele”
konusu önem arz etmektedir.
Belgede terör örgütlerinin liderlerini bulmak ve örgütlerin iletişim ağlarını ortadan kaldırmak hedeflerden biri iken, ABD dış politikası için diğer dönemlere nazaran en belirgin fark bu hedefleri gerçekleştirmek için uygulanacak yöntemlerdir. ABD
için bu dönemde, Kitle İmha Silahlarına sahip olan
ya da bunlara sahip olmak için uğraşan küresel terör örgütlerine karşı ulusal ve uluslararası bütün
olanaklardan yararlanmak ilk hedeftir. Önleyici vuruş olarak adlandırılan bu yönteme göre, ABD
kendi güvenliği için terör eylemi potansiyeli taşıyan örgütleri bulunduğu yerde yok etme hakkını
kendinde görmektedir.(ÖKTEN, 2004:159)
2002 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi üç unsuru
ön plana çıkarmaktaydı: İlk olarak, ABD’nin “hege-
monya”dan “mutlak kontrol”e geçtiği bir anlayış dile getirilmekteydi. ABD “çok taraflılığa karşı” pozisyon almaktaydı. Uluslararası Ceza Mahkemesinin
statüsüne karşı çıkılmakta, Kyoto Protokolü reddedilmekteydi. İkinci olarak, tehdit geleneksel tehdit merkezli askeri savunma doktrininden olanakolasılık merkezli bir geçiş vurgulanmıştır. Önlemeden (prevention) ön-alma (pre-emption) anlayışı
gelişmiştir. Üçüncü olarak, ABD mutlak doğrunun
ve iyinin kendisi olduğunu görmekteydi. Dinsel bazı değerlere atıf yapılıyordu. ABD’nin kendi doğrularını evrensel olarak dayatmasının önü açılıyordu.(ERHAN, 2006:13)
ABD’nin kendi içerisinde ön-alıcı vuruş konsepti
tartışılmaktaydı. ABD Eski Dış İşleri Bakanı Kissinger’a göre: “ulus devletlerin temelindeki ulusal
egemenlik kavramı ele alındığında önleyici vuruş
tercihi ile ilgili bir tanımlama yapmaktadır. Terör örgütlerinin ulus devlet temelinde olmadıkları için
bunlara karşı yapılacak önleyici vuruş eylemi, ulus
devletin egemenliği sorununa zarar vermeyecektir. Zira ulusal egemenlik kavramını anlamsız yapan terör örgütlerinin kendisidir.”(KISSINGER,
2004:24) Öte yandan o dönem ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Condoleezza Rice’a göre
ön-alıcı vuruş “teröristlere ve haydut rejimlere engel olmak, büyük güçler arasındaki ilişkileri uyumlu hale getirmek ve dünyanın her yerinde refahı ve
demokrasiyi geliştirmek” amaçlarına dayanmaktaydı.(HANLON, 2004:310)
ABD’nin Bush Doktrini ile ifade ettiği genel siyaseti Clinton döneminde uygulanan stratejik ortaklık,
küreselleşme, çok taraflı işbirliği politikalarından
farklı olarak ön-alıcı vuruş stratejisine bir dönüşü
göstermektedir. Mart 2003’te bu politikanın sonucu olarak ABD Irak’ı BM Güvenlik Konseyi Kararı
olmadan koalisyon güçleri ile birlikte işgal etmiştir.
ABD değerlerinin diğer ülkelere yayılması için Orta Doğu Bölgesini kapsayan “Büyük Orta Doğu”
girişimi başlatılmıştır.
2006’da ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi
yayınlandı. Temel olarak 2002 Belgesi ile ilgili aynı yaklaşım vardır. Clinton’un stratejisinden farklı
olarak geçmişle ilgili yapılanlarla ilgili mukayeseler
vardır. Demokrasi konusunda tartışmalar devam
etmiştir. Aradan geçen dört yıl zarfında değişime
ABD’N‹N KÜRESELLEfiME VE ‹fiB‹RL‹⁄‹NE YAKLAfiIMI
‹skender KARAKAYA
uğramış, 2002 belgesindeki “seçime indirgenmiş
demokrasi anlayışından” kısmen vazgeçilmiştir. 9
Bölüm olarak ele alınan metinde 2002’de ilan edilen amaçlara ne oranda erişildiğinin mukayesesi
yapılmıştır.
OĞLU, 2006). Ayrıca “rough state (serseri devlet)”
kavramı tekrar kullanılmıştır. Kitle İmha Silahı
Üretme peşinde koşan İran’ın ABD için büyük bir
tehdit olduğu belirtilmektedir. Kuzey Kore’nin nükleer faaliyetlerine de dikkat çekilmektedir.
Yeni stratejideki 9 başlık şunlardı: “İnsanlık Onuru
İçin Önde Gelen Emeller”; “Küresel Terörizmi
Mağlup Etmek ve ABD ve Dostlarına Saldırıları
Önlemek İçin İttifakları Kuvvetlendirme”; “Bölgesel
İhtilafları Ortadan Kaldırmak İçin Başkalarıyla Çalışma”; “Düşmanlarımızın Bizi Dostlarımızı ve Müttefiklerimizi Kitle İmha Silahlarıyla Tehdit Etmelerini Önleme”; “Serbest Piyasalar ve Serbest Ticaret
Yoluyla Yeni Bir Küresel Ekonomik Büyüme Çağını Ateşlemek”; “Toplumları Açarak ve Demokrasi
İçin Altyapılar İnşa Ederek Gelişme Dairesini Genişletme”; “İşbirliği Eylemleri İçin Diğer Başlıca Küresel Güç Merkezleriyle Gündem Geliştirme”;
“21.Yüzyılın Meydan Okumaları ve Fırsatlarını
Karşılayacak Biçimde, ABD’nin Ulusal Güvenlik
Kurumlarını Dönüştürme”; “Küreselleşmenin Getirdiği Fırsatlara ve Meydan Okumalara Hazırlanma”.(ERHAN, 2006:13)
ABD’nin 2006 belgesi, Bush’un son dönemi olması nedeniyle “Batı”lı müttefikleri ve yeni ortaklarını
ikna etme amacında olduğu görülmektedir. “Genişletilmiş Orta Doğu Girişimi”ne destek arayışı
vardır. Ekonomik düzeyde, serbest ticaret bölgelerinin desteklenmesi önerisi ileri sürülmüştür. Korumacılık aşılması gereken bir hedef olarak görülmüştür. Sadece tek bir coğrafyaya olan yüksek
düzeydeki petrol bağımlılığından endişe duyulmaktadır.(DEDEOĞLU, 2006)
ABD’nin 11 Eylül’den sonra iki tercih arasında kaldığı görülmüştür. Birinci tercihe göre “korku yolu”
olarak adlandırılan seçim ABD’yi izolasyonist bir
politikaya sürükleyecektir. İkinci tercih ise “güven
yolu” olarak isimlendirilmekteydi. Buna göre ABD
liderlik yapma, adil ticaret ve serbest pazar gibi
değerlerin savunucu olma idealini ön plana çıkarmaktaydı. ABD ikincisini seçmiştir. ABD ikinci yolu
tercih etmekle birlikte özgürlük, tiranlığa karşı savaş ve refahın artması gibi hedeflerine ulaşmış,
Kitle İmha Silahları ile mücadele için uluslararası
işbirliğini önermektedir. Öte yandan ABD’nin geçmişten ders alması, doğabilecek tehditlerin(İran,
Kuzey Kore vb.) olgunlaşmadan bertaraf edilmesi
gerektiği üzerinde durulmuştur.
“Küreselleşme” olgusunun 2006 belgesinde vurgulandığını görüyoruz. Dünya düzlemindeki genel
dehşeti bertaraf etmek için Ulusal Füze Savunma
Sisteminin geliştirilmesi, bölgesel istikrarsızlıkların
etkin biçimde giderilmesi için NATO’nun müdahalesi, gerektiğinde Genişletilmiş Orta Doğu coğrafyasında yer alan ancak NATO üyesi olmayan ülkelerle de birlikte savunma önerilmektedir.(DEDE-
2006 belgesinin ideolojik ve kavramsal ana hatları
net değildir. Ancak “rough state (serseri devlet)”
tabiri ile ideolojik anlamda tiranlık içeren, despot
rejimler belirtilmiştir. El Kaide başta olmak üzere
terörist örgütlere dikkat çekilmektedir. Uganda’dan, Etiyopya’ya Nepal’den Eritre’ye kadar birçok sorunlu bölgede tehditler tanımlanmaktadır.
Ayrıca Sudan’dan bahsedilmektedir. Kolombiya’daki Marksist-Komünist örgütlerden endişe duyan ABD, Kuzey Kore için de faturayı Rusya ve
Çin’e çıkarmaktadır. Bunun sebebi bu iki devletin
Kuzey Kore’ye verdiği destek içindir.
İşbirliği konusunda öncelikler sıralanmıştır: Birinci
sırada Kanada ve Meksika’nın yer aldığı “Batı yarıküre” yer almaktadır. Latin Amerika’da ciddi düşmanlar kazanmış olan ABD özellikle ekonomik işbirliği önceliğinden hareketle bu bölgeyi birinci sıraya taşımıştır. İkinci sırada ise Afrika vardır.
Üçüncü sırada Orta Doğu yer almaktadır. Genişletilmiş Orta Doğu Girişimi çerçevesinde Suudi Arabistan ve Mısır “geleneksel müttefikler” olarak tanımlanmıştır. Dördüncü sırada Avrupa yer almaktadır. NATO bu anlamda çok önemlidir. ABD için
“yaşamsal önem” olarak ifade edilmiştir. AB önemli bir oyuncu olarak görülmüştür. Beşinci sırada ise
Rusya vardır. Soğuk Savaş’a dönüş korkusu ile
Rusya’daki demokratik gelişimler desteklenmektedir. Altıncı başlıkta Orta ve Güney Asya, ABD için
“yaşamsal bölge” olarak ifade edilmektedir.(DEDEOĞLU, 2006)
Hindistan için “bölgesel güç” tanımı yapılmıştır.
55
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
‹skender KARAKAYA
Çin ise gelecekteki rakip olabileceği için geniş yer
ayrılmıştır. Bu noktada Hindistan-Çin ilişkileri dengeleyici bir nokta olarak görülmektedir. Türkiye’nin
adı belgede geçmemektedir. Bu bakımdan 2002
belgesinden fark yoktur. Ayrıca ABD’nin 2002’deki
meşruiyet sağlayıcı unsurları Irak İşgalinden sonra saldırıya uğradığı için 2006’da temel söylem
“insanlığın geleceği” eksenine oturtulmuştur.
2006 belgesi bir sıkışmışlığın ifadesidir. ABD artık
süreci tek başına üstlenemeyeceğini itiraf etmekte, geçmişi sorgulamakta, bazı sorunların kendisine miras kaldığını ifade etmektedir. Kendisi ile işbirliği yapacaklar için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağını söylemektedir. Demokrasinin teşvik edilmesi, “etkin demokratik” ideolojilerin hakim olmasını istemektedir. Bu istek Rusya ve Çin dışındaki
ülkelerin tercih yapmasını söylemektedir. ABD’ye
göre mücadele artık “ideolojik” temelde değil, “topyekûn mücadele” biçiminde olmaktadır.(DEDEOĞLU, 2006)
56
Son olarak 2006 belgesinin Bush Doktrini’nin değişimindeki etkiyi göstermesi bakımından önemlidir. 2002 belgesinde tek başına davranma konusunda daha fazla imaj varken, işbirliği, sorumluluk
paylaşımı ve “dost-müttefik” göndermesi 2006 belgesinde vurgulanmıştır. Bu işbirliği için BM, NATO
ve “Genişletilmiş Orta ve Kuzey Afrika Girişimi”nin
rolünün arttırılması düşünülmektedir.
Sonuç
Soğuk Savaş sonrası dönem ABD için yeni fırsatlar yaratmıştır. ABD bu yeni dönemde kendisini
“yeni dünya düzeni” için hazırlama faaliyetine girişmiştir. Başkan George Bush(1989-1993) döneminde Soğuk Savaş’ın strateji mantığının, askeriekonomik kurumlarının ve politik anlayışının bu
yeni döneme uyum sağlama çabası içerisine girdiğini görmekteyiz. ABD’nin kendi güvenliğini korumak, savunduğu ulusal değerlerin dünya ölçeğinde zarar görmemesi için politikalar oluşturmak,
Soğuk Savaş sonrası yeni tehditleri tanımlamak
ve dünyanın geri kalanını kendi istediği biçimde
dönüştürmek için 1990’lara başladığı herkesçe
malumdur.
Clinton(1993-2000) döneminde başlanılan demokrasi havariliği, küresel işbirliği anlayışı ve kü-
reselleşme söylemi ABD’nin bu dönüşümü gerçekleştirirken “yumuşak güç” unsurlarını kullanacağının sinyallerini veriyordu. Yayınlanan Ulusal Strateji Belgelerinde temel amacın ABD’nin ulusal çıkarları olduğu bunları savunmak için değişik yöntemleri deneyeceği söylenmekteydi. Ancak güvenlik paradigmasının dönüşümü, askeri ve ekonomik
çıkarları tanımlamada kullanılan kavramların yeni
döneme uyarlanması sonucu ABD kendi içerisinde
yaşadığı karmaşıklığı dünyanın geri kalanına da
yansıtmıştır. Bölgesel sorunlar, güvenlik algılamaları, askeri stratejiler bundan etkilenmiştir. Soğuk
Savaş’ta kullanılan yöntemler tamamen dışlanmasa da 1990’lar belirgin ölçüde uluslararası işbirliğini ve küreselleşme söylemlerini ortaya çıkaran dönem olmuştur. Clinton’un Soğuk Savaş sonrası ilk
ABD Başkanı olması dolayısıyla dünya ile barışık,
uluslararası meşruiyete her zaman önem veren,
çok taraflılığı savunması ABD’nin bu dönemdeki
belirgin politik anlayışını oluşturmuştur. Bu idealist
görüş Woodrow Wilson’ın idealist geleneğinden
gelen bir anlayış olmakla beraber Amerikan Ulusal
Değerlerinin dünyaya pazarlandığı bir süreci ifade
etmesi bakımından da önemlidir.
Başkan George W. Bush, Clinton dönemindeki
“idealist” havayı kıyasıya eleştirerek etkisinde kaldığı yeni muhafazakâr çevrenin yönlendirmesi ile
“sert güç” kavramını öne çıkaran realist bir dış politika anlayışı izlemektedir. Bu anlayışın temel dayanağı ABD’nin Soğuk Savaş sonrası elde ettiği
tartışmasız kıyaslanamayacak üstünlüğünü daha
verimli ve daha etkili kullanma konusunda düğümlenmektedir. Bush Döneminde meydana gelen 11
Eylül saldırısı ardından ilan edilen Bush Doktrini
ise yeni muhafazakarların belki daha esnek izleyebileceği dış politika sürecini “sert güç” ile tanımlayan, tek taraflı kararlar alan, geleneksel hukuku
zorlayan, önleyici vuruş konseptini geliştiren ve
uluslararası onay mekanizmalarını ikincil gören bir
süreci başlatmıştır.
Tehdit algılamalarındaki farklılık ve daha önce kullanılmayan söylemler Bush Döneminin özellikleridir. Bu dönemde artık yeni düşman “uluslararası
terörizm”; “serseri devletler” ve bunların Kitle İmha
Silahlarına sahip olma olasılığı idi. “Hegemonya”dan “mutlak egemenliğe” geçiş, arka planı Me-
ABD’N‹N KÜRESELLEfiME VE ‹fiB‹RL‹⁄‹NE YAKLAfiIMI
‹skender KARAKAYA
deniyetler Çatışması ve Tarihin Sonu gibi tezlere
dayandırılan “ABD İstisnacılığı” denen bu milliyetçi söylem ABD’nin günümüzde de devam eden dış
politika algılamasını oluşturmuştur.
2006 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde ise geçmişle muhasebesini yapan ABD, politikalarındaki
şiddet söylemlerini azaltmış, keskin tanımlarını yumuşatmış, tehdit alanlarını ve merkezlerini çoğaltmış, gelecek öngörüsünü netleştirmiş bir anlayışa
gelmiştir. ABD için artık çözülemeyen, bazen prestij sorunu da olan meselelerde uluslararası kurumlar işin içine dahil edilmekte, sorumluluğun paylaşılma yoluna gidilmektedir. Bunun nedeni Bush’un
ikinci başkanlık dönemi olmasına bağlansa da bizce temel sebep ABD’nin kendisi ile yaptığı muhasebe sonunda uygulanan politikaların gelecekte
geri tepmesinden ve ABD karşıtlığının artmasından duyulan korkudan ileri gelmektedir. Bunun sonuçlarını zaman gösterecektir. Ancak görünen o
ki; ABD için Soğuk Savaş sonrası küreselleşme
söylemleri ile giden, yer yer “yumuşak güç” yer yer
“sert güç” unsurlarının kullanıldığı 15 yıllık süreç,
21.yy.daki ABD politikalarının temel dayanağı olacaktır.
KAYNAKÇA
ARI, Tayyar (2000), Amerika’da Siyasal Yapı Lobiler ve Dış Politika (İstanbul: Alfa Yayınları)
BRİNKLEY, Douglas(1997), “Democratic Enlargement: The Clinton Doctrine”, (New Haven:Yale
University Pres), s.100-112.
BOSTANOĞLU, Burcu(1999), Türkiye ABD İlişkilerinin Politikası, (Ankara: İmge Yayınları)
DEDEOĞLU, Beril(2006) “ABD Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Açıklandı – Şiddet sürdürülebilir bir
strateji değil”, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=269937, 28 Ocak 2008.
DEDEOĞLU, Beril(2006), “ABD Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Açıklandı – ABD dostlarını yardıma çağırıyor!”, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=270232, 28 Ocak 2008.
ENGİN, Ali (2001), “Ulus-Devlet ve Küreselleşmeye İlişkin Bazı Tartışmalar”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 25/2:185-192.
ERHAN, Çağrı (2001), “ABD’nin Ulusal Güvenlik
Anlayışı”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi,
2001/1:78-92.
ERHAN, Çağrı (2006), “Türkiye-Avrupa BirliğiABD: İlişkiler Nereye Gidiyor?”, Tepav Ortak Çalıştay Raporu:11-15.
HANLON, Michael E.(2004), “The New National
Security Strategy and Preemption”, İnternational
Studies Review, Vol. 6.
KİSSİNGER, Henry (2002), Amerikanın Dış Politikaya İhtiyacı Var mı ?(Ankara: METU Press).
KİSSİNGER, Henry (2004), “Önleyici Vuruş Stratejisi ve Westfalya’nın Sonu” NPQ, 6/1.
KORKMAZ, KÜRŞAT(2006), Soğuk Savaş Sonrası ABD Dış Politikasının Teorik Temelleri, (Yüksek
Lisans Tezi,:Kırıkkale Üniversitesi).
LEFFLER, Melvyn P.(2004), “Bush’un Dış Politikası”, Foreign Policy (Türkiye Baskısı) 2004/10:1016.
LOTT, Eric (2003), “The First Boomer: Bill Clinton,
George W. and Fictions of State”, 2003/2.
ÖKTEN, Kaan H.(2004), ABD’nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi: Kant’ın Radikal Bir Yorumu mu?
(Ankara:Ümit Yayınları).
WALT, Stephen (2000), “Clinton’ın Dış Politikasına
Koşullu İki Övgü”, Avrasya Dosyası ABD Özel, 6/2.
WALTZ, Kenneth.(1979), Theory of İnternational
Politics (New York: Random House).
THE WHİTE HOUSE (1991), “The National Security Strategy of the United States of America.” August 1991.
THE WHİTE HOUSE (1996), “A National Security
Strategy of United States of America,” 1996.
THE WHİTE HOUSE (1997), “A National Security
Strategy for A New Century,” May 1997.
THE WHİTE HOUSE (1998), “A National Security
Strategy for A New Century,” 1998.
THE WHİTE HOUSE (1999), “A National Security
Strategy for A New Century,” December 1999.
THE WHİTE HOUSE(2002), “The National Security Strategy of The United States of America,”
September 2002.
THE WHİTE HOUSE(2006), “The National Security Strategy of The United States of America,”
March 2006.
57
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM*
Avrupa Bütünleflmesinin Düflünsel
Temelleri 2: Düflünürler ve Projeler**
ÖZET
Bu makale, Avrupa bütünleflmesinin düflünsel temellerinin nerelerde, hangi düflünürler taraf›ndan,
ne flekilde at›ld›¤› sorusuna cevap bulmaya çal›flmaktad›r. Bu ba¤lamda Avrupa’y› birlefltirmeyi
amaçlayan düflünürlerin düflünceleri ve projeleri 13. yüzy›lda Dante Alighieri’den bafllayarak 20.
yüzy›lda Coudenhove-Kalergi’ye gelene kadar aktar›lmaya çal›fl›lm›flt›r. Bu do¤rultuda Avrupa’y›
birleflmeye götüren tarihsel süreçte düflünürlerin etkileri ve özellikle üretilen projelerin Avrupa Birli¤i kurumlar›n›n (Parlamento, Komisyon vb.) ortaya ç›kmas›ndaki örnek rolleri gösterilmeye çal›fl›lm›flt›r. Böylece Avrupa Birli¤i’nin yaln›zca 2. Dünya Savafl›’ndan sonra flekillenmifl bir kurumsal yap› olmad›¤›n›, yüzy›llardan beri bu Avrupa’y› birlefltirme amac›yla düflüncelerini dile getiren ve somut projeler üreten düflünürlerin oldu¤unu yani ‘Avrupa Birli¤i’ fikrinin tarihin derinliklerinden geldi¤ini söylemek mümkündür.
ABSTRACT
58
This essay is trying to find an answer to the question of where, by which thinkers, in which form
was the intellectual foundations of Europen integration laid. In this context, from Dante Alighieri
in 13th century up to Coudenhove-Kalergi in 20th century, the ideas and projects of thinkers who
aimed at uniting Europe are explained. Thus, in the historical process that led Europe to unification, effects of thinkers and especially the project, in their roles in the appearence of Europen
Union Institutions such as Council, Parliament etc. are mentioned. Lastly, this study concludes
that European Union is not only a supra-national institution which was established after the
Second World War , it’s origins as intellectual foundations and projects of thinkers can be find in
Europe’s history.
Giriş
Avrupa hem bir kıt’a hem de bir kafadır.
… Avrupa kafası üç tesirden doğmuştur:
Yunan, Roma ve Hıristiyanlık.
Peyami Safa
Avrupa Birliği fikri kökleri Ortaçağ’a kadar uzanan
çok eski bir öngörü. 18. yüzyıl ortalarına kadar
esas olarak dinsel-ideolojik motivasyondan beslenen bu öngörü, bugün kendisini Avrupa Birliği projesinde somutlaştıran, politik, ekonomik ve kültürel birlik ideliyle Avrupa kıtası tarihinin en büyük
tarihsel projesi olarak algılanmaktadır.1 Bu büyük
tarihsel projeye örnek oluşturabilecek birçok proje
sadece Avrupa özelinde olmamakla birlikte evren*
sel barışı amaçlayanlarla birlikte tarihteki yerlerini
almışlardır. Bu projeler hangileridir? Avrupa bütünleşmesine etkileri nelerdir? Bu çalışma bu sorulara cevap arayacaktır.
Bütünleşme üzerine çalışanlar geleneksel olarak,
daimi barış ile ilgili projelerin kökenini, 18. yüzyılın
en önemli figürlerinden biri olan Kant’a kadar götürmektedir.2 Daimi barış projelerinden hareketle
ama daha da geriye giderek, Avrupa’yı birleşmeye
götüren süreçte hangi düşünürlerin hangi projelerinin, hangi kültürel süreçlerin etkili olduğu sorusundan yola çıktık, tarihin derinliklerine doğru bir
yolculuğa başladık ve bu yolculuğumuzda 13.
yüzyıla kadar geri gidebilme olanağını bulduk. 13.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi
Bu makale yazarın İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı’na verdiği yüksek lisans tezinin gözden geçirilmiş ve kısaltılmış bir versiyonudur. Makale iki bölümden oluşmaktadır. Makalenin birinci bölümü ‘‘Tarihsel Süreç’’ alt başlığı altında daha önce yayınlanmıştır.
1
Bilent Kaya, ‘‘Avrupa Entegrasyon Modelleri’’, Birikim: Avrupa Kavşağında Türkiye, No:128, Aralık 1999, s.52.
2
Ben Rosamond, Theories of European Integration, London, Macmillan, 2000, s.20.
**
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
yüzyıldan başlayarak kronolojik bir sıra izleyerek
düşünürleri takip edebilme ve bu düşünürler vasıtasıyla yüzyıllar boyunca yaşanılan gelişmelerin,
Avrupa’da yaşanılan değişimlerin izlerini sürebilme imkânına kavuştuk. Yaşanan olaylar, sıcaklığını yitirdikten sonra yavaş yavaş kendini tarihin derinliklerine doğru bırakırken diğer yandan da kişiler ve toplumlar üzerinde önemli izler bırakarak
varlıklarını sürdürebilme şansına sahip olabilmektedirler. Avrupa özelinde de yaşanan olaylar aynı
derin izleri bırakarak geçmişte kalmış fakat düşünceler ve eserler yoluyla nesilden nesile aktarılabilme imkânına kavuşmuştur. Avrupa’yı birliğe götüren olaylar ve olgular, düşünürlerin her birinde belli yönlerden benzerlikler barındırsa da kişiye özel
algılama, açıklama yöntemleri ve dönemsel farklılıklar nedenleriyle farklı projelerin üretilmesi sonuçlarını doğurmuştur.
1. Erken Dönem Düşünürler ve Planlar
11. yüzyılın ortalarından Rönesans’a kadar, özellikle erken Orta Çağ boyunca, Avrupa ile ilgili ve
bütünleşme özelinde çok az eser bulunmaktadır.
Bu yüzden 12. ve 13. yüzyıllardaki ilk eserler, Avrupa fikrinin ‘kökenleri’ ve ‘doğuşu’ gibi nitelendirmelerle ifade edilmektedirler.
Neden bu tarihlere kadar birlik veya bütünleşme
doğrultusunda eserlere rastlanılmadığı sorusuna
Rougemont, ilk defa İmparatorluktan ve Papalıktan farklı olarak, ulus olarak nitelendirilebilecek olgunun ortaya çıkmas sinyallerinin olduğu cevabını
vermektedir. Bu oluşum da kendini Adil Philip’den
başlayarak gösterecektir ama projelerin bazılarında seküler liderliklere önem verildiği halde bu erken dönem projelerinin tamamının, Hıristiyan ve
özellikle Katolik barışını öngördüğünü, projelerin başarıya ulaşması için Katolik bir askeri gücün
zaferi kazanmasını savunduğunu3 ekleyebiliriz.
Dante Alighieri ve Evrensel Monarşi Fikri
Batıda kilisenin güçlü olduğu Ortaçağda Papalar
Hıristiyanlığı yalnız bir din olarak değil, insanların
bütün işlerine uygulamak istenen bir düşünce olarak kabul etmiş ve kilise dünyevi alana müdahale
etmeyi meşrulaştıracak tezler geliştirmiştir. Ortaçağı bu karanlıktan kurtaran Rönesans, Reform
hareketlerinin rolünün yanı sıra kilisenin gücüne
başkaldırmada İngiltere ve Fransa’da ulusal monarşilerin güçlenmesi de etkili olmuştur. Her iki ülkede de krallar feodal aristokrasiye karşı merkezi
idareyi güçlendirmeye çalışmışlardır. Feodalite
karşıtı bu gelişmenin yanı sıra krallar, papalık egemenliğine ve papalık piskoposlarına yapılan ödemelere karşı büyük tepki duyuyorlardı. Bütün bu
gelişmeler ruhanilik karşıtı ve seküler otorite yanlısı siyasal düşüncenin gelişmesine neden olmuştur.4 Bu düşüncenin önde gelenlerinden biri de
Dante Alighieri’dir.
Avrupa’da bütünleşme ve işbirliğinin tarihçesini inceleyenler eski Roma dönemine kadar giderler.
Avrupa’nın güneyi ile batısının önemli bölümlerini
ve Kuzey Afrika ile Ortadoğu’yu bir araya getiren
Roma İmparatorluğu, Almanya ve Avusturya’nın
Ren ve Tuna vadilerini de sınırları içine alıyordu.
Avrupa’nın kültürel bütünlüğüne büyük katkıları
olan İmparatorluk daha ziyade bir Akdeniz İmparatorluğu niteliğini taşıyordu. Toplam nüfusu yetmiş
milyon olarak tahmin edilen Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra yerine Fransa, İspanya
ve İngiltere’de küçük krallıklar, İtalya’nın kuzeyinde ve Almanya’da çok sayıda küçük devletler ortaya çıkmıştı. Roma İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Avrupa’nın karşılaştığı pek çok sorunun
temelini Avrupa’da birliğin sağlanamamasına bağlayan Dante, Roma İmparatorluğu’nun yeniden
kurulmasını bu sebeple destekliyordu.5
Roma’lı filozof ve ilahiyatçı Egidio Colonna (13.
yüzyıl), Papa’nın konumunu tasvir ederken, O’nun
tanrıya benzer bir durumu olduğunu, kozmik gücün kaynağı ve tüm prenslerin ve milletlerin yasal
dayanağı olduğunu açıklar. Tıpkı ayın ışığını güneşten alması gibi İmparator’da gücünü Papa’dan
almaktadır. Tüm yetki papadadır, öyle ki bir pagan
prens bir hayduttan öte bir şey olamamaktadır ve
bu yetki mülkiyet, miras ve evlilik gibi konularda da
geçerlidir. Papa ile ayrı düşen bir ‘günahkâr’ hiçbir
şey ifade etmemektedir. Sonraları İmparator, Papa’ya karşı gelerek, otoritesini kendi kontrolüne
alacaktır. Padovalı Marsil’e göre, otoritenin meşruiyet kaynağı halktır ve bu yetkisini İmparatora
devretmiştir. Böylece İmparator, yargı yetkisinin
tamamını temsil etmektedir. Onun dışında hiçbir
yetkili konum bulunmamaktadır. Kilise, ruhaniyetle, soyut kavramlarla ilgilenebilir ve ruhun aydın-
3
Istvan Kende, ‘‘The History of Peace: Concepts and Organizations from the Late Middle Ages to the 1870’s’’, Journal of Peace
Research, Cilt.26, No:3, Ağustos 1989, s.234..
4
Bihterin (Vural) Dinçkol, Mehmed Akad, Genel Kamu Hukuku, İstanbul, Der Yayınları, 2000, s.41.
5
Haluk Kabaalioğlu, Avrupa Birliği ve Kıbrıs, İstanbul, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 1998, s.22.
59
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
lanmasına hizmet edebilir fakat İmparator artık
dünyayı kontrol etmektedir.6 Daha sonra bu iki gücün arasına üçüncü bir güç olarak Fransa kralı girecektir, kendisini daha sonra ‘Kendi Krallığının
İmparatoru’ (emperor in his kingdom) olarak nitelendirecek olan ve Kutsal İmparatorluğun ve Papa’nın üstünlüğünü kabul etmeyi reddecek olan
Adil Philip, İmparatorla ve 8. Boniface ile karşı karşıya gelecektir ve ilk defa ulus devletin egemenlik
hakkının sembolü olacaktır. Dante’nin bu ‘drama’daki yeri neydi? Dante, Papa’ya, İmparatorluğa ve milletlere nasıl bakıyordu?
60
Geç Orta Çağ ile birlikte, artık kilisenin toplum
üzerinde ve özellikle şehirlerdeki kontrol gücü eskisi gibi değildi ve yeni bir şehir düzeni ve uygarlık
ortaya çıkmaya başlamıştı. Ortaçağın en önemli
anti-papacı ve emperyalist eseri olarak kabul edilebilecek olan, Monarşi Ortaçağın bilinen ilk hukukçularından ve tüm Ortaçağ’ın en büyük şairi
Dante Alighieri tarafından kaleme alınmıştı. Dante’ye göre, Papa otoritenin tek kaynağıydı. Onun
otoritesine ve yetkilerine uymadan hiçbir liderin
hareket etmesi düşünülemezdi. İmparatorun toplumsal olarak etki alanı olsa da hiçbir baron Papa’nın gücünü arkasında hissetmeden eylemde
bulunamazdı ve Papa’nın gücü, kendi kişisel özelliklerine veya ölümlü olmasına bakılmaksızın mutlak ve değişmezdi. Özellikle, Roma halkını ve tüm
dünyayı yönetmesi için tanrı tarafından görevlendirilmişti. İnsanlığın mutluluğu ve özgürlüğü için
‘‘Işığın ruhunu’’ elinde bulunduruyordu.7
Dante’nin, Monarşi’yi tahmini olarak 1311 yılında,
İmparator 7. Henry’nin anısına yazdığı düşünülüyor. (Dante 46 yaşındaydı ve İlahi Komedi’nin sadece Inferno kısmını kaleme almıştı.) Çalışmasının en önemli paradoks’u, bir taraftan Roma’nın
kontrolü altında, uluslar arasında federal bir birlik
öngörürken, bir yandan Hıristiyan Birliği’ne övgüler yağdırması, diğer taraftan da ruhani olan ile ahlaki olan arasındaki ayrıma vurgu yaparken, nasyonalizmi ‘çok başlı bir canavar’a benzetmesidir.8
Dante’nin siyasal düşüncesini ortaya koyduğu Monarşi’de kilisenin iddialarını cevaplarken, siyasal
bütünleşme özleminin yansıması olarak, papa-im6
parator ilişkisini ele almış ve Ortaçağdaki Roma
İmparatorluğu’nun evrenselliğini savunarak barışın nasıl kurulacağını açıklamıştır. Kendi yurttaşı
Machiavelli’nin ikiyüz yıl sonra yapacağı gibi İtalya’daki parçalanmışlıktan etkilenen ve siyasal düşüncesini barış üzerine yoğunlaştıran Dante, Monarşi’de, esas olarak papalıktan tamamen bağımsız, dünyayı kaplayan bir dünyevi düzeni
savunurken, bu düzenin bir monarşi olması
gerektiğini ileri sürer. Bu görüşünü ortaya koyarken de insanlığın amaçları üzerinde durur.9 Monarşi’de Dante, üç soru sormaktadır. İlk soru, İnsanlığın refahı için bir monark tarafından yönetilen bir
dünya devletinin gerekli olup olmadığıdır. Aslında
bu ilk sorunun içinde iki önemli alt başlık vardır.
Bunlardan birincisi, ‘dünya devleti’ ikincisi de devletin yönetim şekli olarak ‘monarşi’dir. Dante, felsefi bir yöntemle ilk sorunun cevabını vererek, insanlığın ‘doğa’sı ve ‘amaç’ı gereği monarşiye ihtiyaç olduğunu açıklamaktadır. Birliğe vurgu yaparak, ‘‘Nerede birlik daha geniş çaplı ise, orada ‘iyi’
olacağını ve buna bağlı olarak birliğin küçülmesi
durumunda ‘iyi’den uzaklaşılacağını’’ söylemektedir. Çünkü İnsanın ayırtedici özelliği mantığı ve anlama yetisidir ve bunu geliştirebilmek için hareket
halinde olmalıdır, bunu izole edilmiş bir halde iken
yapamaz. Tıpkı bireysel olarak mükemmel hale
gelmesi, bilgeliğinin ve sağduyusunun kuvvetlenmesi için sessizliğe ve dinginliğe ihtiyacı olduğu
gibi. Sonuç olarak, daha iyiye ulaşmak ve başarılı
olabilmesi için karmaşanın olmadığı ve barışın
tam olarak sağlandığı bir yapının olması gerekmektedir. Yani insanın bireysel ve kolektif olarak
eni iyiye ulaşması için ‘‘barış en iyisidir.’’10
Dante, önerdiği dünya devletine neden ihtiyaç duyulduğu sorusuna bir başka argüman öne sürerek,
pratik ve aynı zamanda ‘modern’ diyebileceğimiz
bir cevap daha vermekteydi: devletler arasındaki
sorunların savaşa gerek kalmaksızın çözümüne duyulan ihtiyaç: ‘‘Nerede bir anlaşmazlık var
ise orada bir ‘yargı’ya ihtiyaç vardır’’ ve adalet ancak otoritenin verdiği kararın nihai olarak kabulüyle mümkün olabilir. Dante, tarih boyunca ortaya çıkan ve günümüzde de yaşanılan sorunları altıyüz
yıl önce görebilmişti. Dante’nin düşündüğü devle-
William Ebenstein, Great Political Thinkers: Plato to the Present, New York, Macmillan, 2004, s.247.
Dante Alighieri, On World-Government or De Monarchia, Çev. Herbert W. Schneider, New York, Liberal Arts Press, 1957,
s.108.
8
Denis de Rougemont, The Idea of Europe, Çev. Norbert Guterman, New York, Macmillan, 1966, s.57.
9
Dinçkol, Akad, a.g.e., s.42-44.
10
Ebenstein, a.g.e., s.247.
7
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
tin unsurları; dünyadan oluşan bir ülke, insanlıktan
oluşan bir nüfus ve imparatorluktan ibaret bir hükümettir.11
Yönetim şekli olarak monarşiyi benimsemesini
açıklamaya yine felsefi bir a priori ile başlamaktaydı: ‘‘Her şey düzeni elde etme üzerine kurulunca,
işin doğası gereği bunları bir kişi elde edecek ve
diğerleri de ona uymak zorunda kalacaktır.’’ Bireysel özelliklerin içinde, mutluluğa ulaşmak için akıl
(reason) diğer tüm niteliklere yön vermektedir:
‘‘Eğer birlik ve barış herkesin iyiliği için talep ediliyorsa, bir kişinin diğerlerini yönlendirmesi gerekmektedir. Yönetmek ve yön vermek, düzeni sağlamak için herkesin başında birisine ihtiyaç vardır ve
bu kişi monark veya imparatordur. Bunun sonucu
olarak da Monarşi veya İmparatorluk dünyanın refahı için gerekli bir yönetim şeklidir.’’12
Dante’nin öngördüğü‘‘Evrensel İmparatorluk’’,
devletin asıl amacı olduğunu düşündüğü barışı,
özgür yaşamayı sağlama fikrinin eseridir. Zira
Dante’ye göre insanlık ancak barış ve birlik içinde
yaşadığında gayesine ulaşabilir. Bu nedenle de,
dünyanın tek bir monarşi ile idare edilmesi gerektiğini ispatlamaya çalışır.13 Aristo’nun dediği gibi,
insanlar bir araya gelerek siyasal toplumu oluştururlar. Aristo’nun insanları sosyal bir varlık olarak
görmesi ve insanların gayelerine erişmek için bir
araya gelmeleri görüşünden yararlanarak, bütün
insanların birleşerek mutluluğa erişeceğini ifade
eder. Bu iddiasını Aquino’lu Thomas’ın ‘‘Tanrı mutlak vahdeti temsil ettiğine göre, insanlar da ne kadar birleşirse o kadar Tanrı’ya yaklaşırlar’’ sözüyle
tasdikleyen14 Dante’nin savunduğu evrensel monarşi, insanların birliği için ulus-üstü bir siyasal yapı oluşturmaktadır.15
Pierre Du Bois’dan İlk Proje
Avrupa’da bütünleşme çalışmalarının ilk örneklerinden biri, Fransız hukukçu Pierre Du Bois’in
1306 yılında yazdığı De Recuperatione Sanctae
Terrae isimli kitapta yer almıştır. Modern Avrupa
Birliği kavramını içeren kitapların öncülerinden sayılan bu metin, Haçlı ruhuna uygun olan ‘‘Kutsal
Topraklar’ın geri alınması’’ başlığını taşıyor olmasına rağmen, uluslar arası ilişkiler konusunda ka11
leme alınmış önemli bir eser olarak değerlendirilmektedir. Du Bois, kralın laik devletlerden oluşan
bir Haçlı seferi organize etmesini istiyordu. Papa’nın, prensleri Toulouse’da yapılacak toplantıya
çağırmasını öngören Du Bois, Fransa Kralı’nın denetiminde gerçekleştirilecek ve prenslerin de katılacağı bu toplantıda yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesinden başka, oluşturulacak bir Konsey’in,
Uluslararası Adalet Divanı rolü oynamasını öneriyordu. Du Bois, çağına göre modern sayılabilecek bu fikirlerine rağmen federalist olmaktan
çok, Avrupa’da Fransız hegemonyasını sağlamak amacında idi.16
Pierre Du Bois, muhtemelen Coutances, Normandiya’da veya yakınlarında dünyaya geldi. Paris
Üniversitesi’nde eğitim gördü ve St. Thomas Aquinas’ın vaazlarına katıldı. Kilise’nin doktrinlerini
yaymak için görevlendirilen aynı zamanda Dante’nin de hocası olan Siger of Brabant’dan Aristoteles’nun Politika eseri üzerine dersler aldı. Fransa’da yaşanmakta olan devrimler sırasında hukuk
üzerine kariyer yapma fırsatı buldu. O dönemde
seküler hukuk, kilise hukuku üzerinde ciddi bir
baskı kurmakta ve yavaş yavaş yaşanan değişimlerle beraber onun yerini almaktaydı. Yine de kilisenin taraftarları ciddi bir güç oluşturmaktaydı.
Kral Adil Philip ve 7. Boniface arasındaki çekişme
ona tarihi bir fırsat sundu ve kralın baş danışmanı
olacak konuma gelmesine vesile oldu. Eserini kaleme aldığı 1306 yılından önce bilinmeyen bir sebeple fakat Fransa ile ilişkilerini koparmadan,
Fransa’dan ayrılarak İngiltere’ye gittiğini ve İngiliz
Kralı 1. Edward’ın hizmetine girdiğini görmekteyiz.
1306 yılında en önemli eseri olan ve tüm politik ve
sosyal reformlarla ilgili düşüncelerini dile getirdiği
kitabı kaleme aldı. Eserin temelinde Kral Edward’a
gönderme yapmakta ve Kutsal Topraklar’ı geri alması için çağrıda bulunmaktaydı. Kutsal Topraklar’ı geri almak için hazırlanmış en iyi planları içeren eserinde, Papa’nın gücünü kırmaktan, Papalığın elinden imkânlarının alınarak seküler güçlere
geçirilmesi ve Fransa Kralı’nın Hıristiyanlığın lideri haline getirilmesine kadar bir dizi reform çalışması bulunmaktaydı.
Pierre Du Bois için de tıpkı Dante veya Padovalı
Marsil gibi barış en öncelikli şeydir. Haçlı Sefe-
Dinçkol, Akad, a.g.e., s.45.
A.y.
13
M. Ali Ağaoğulları, Tanrı Devletinden Kral-Devlete, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1991, s.221-222.
14
Mehmed Akad, Genel Kamu Hukuku, İstanbul, Filiz Kitabevi, 1997, s.28.
15
Ağaoğulları, a.g.e., s.32.
16
Lord Gladwyn, The European Idea, London, The New English Library Limited, 1967, s.12-24.
12
61
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
ri’nin başarılı olabilmesi için, Hıristiyan milletlerin
arasında barışın sağlanmış olması gerekmektedir.
Dante’den farklı olarak monarşiye inanmamakta
ve ‘Hıristiyan Cumhuriyeti’ni bir federasyona
benzeterek bir Konsey tarafından yönetilmesini savunmaktadır:
‘‘Milletlerin farklılaşmasından beri, insanların tümünün uyacağı bir kişiye inanmıyorum, belki ruhani olarak insanların itaat edeceği bir tek prens olabilir ama daha fazlası olamaz.’’17
Du Bois, Kilise’de ciddi bir reform gerçekleştirilmeden de barışın tam olarak sağlanamayacağını düşünmekteydi. Papa’nın, Hıristiyanlar arasında birliğin sağlanabilmesi ve Kutsal Toprakları ele geçirmek için uluslararası toplumun organize edilmesi
ve Konsey’in toplanabilmesi için insiyatif alması
gerektiğini düşünüyordu. Ve bütün bunların üzerinde, aradaki uyuşmazlıkların halledileceği bir
uluslar arası yargı kurumlarının olması gerektiğini
söylemekteydi, bu doğrultuda da projeler geliştiren
Du Bois, bağımsız prenslikler arasında bir
‘‘uluslararası adalet divanı’’ benzeri projeler
hazırlamıştı.
62
Sultan Mehmet Han’ın komutasındaki Osmanlı orduları İstanbul’u fethederek Bizans’ın varlığına
son verdiği gibi Ortaçağ’a son verip Yeniçağ’ın
başlamasına yol açmıştı. 1459 yılında Papa Pius’un Haçlı Seferlerini övdüğünü de dikkate alan
Marini, Türklere karşı koyabilmek için Hıristiyanların kendi aralarında barış tesis etmeleri
gerektiğini vurguluyordu. Marini, Kral Podiebrad
için hazırladığı planda, ‘‘Avrupalı hükümdarların
kendi aralarında uyuşmazlıkların çözümünde kuvvet kullanmaktan vazgeçmeleri, dışarıdan bir saldırı karşısında ise karşılıklı yardımlaşma, destek
ve sevgi sağlanmasını’’ öneriyordu.19
Kral George Podiebrad ve Antoine Marini
Tarihe ‘‘Kral Podiebrad’ın Planı’’ olarak geçen ve
aslında Marini’nin hazırladığı tasarı oldukça ilginçtir. Bu plana göre Congregatio adı verilen bir
meclis toplanacak, bütün krallıklar bu meclis’te temsil edilecekti. Congregatio, en yüksek
askeri merci olacak ve her devletin sağlaması gerekli asker miktarını belirleyecekti. Ayrıca bu silahlı kuvvetlere komuta edecek bir milletlerarası komuta konseyi ve başkomutan tayin etmek yetkisi
de Congregatio’da olacaktı. Congregatio adı verilen Meclis’in ilk beş yıl Basel’de toplanması, daha
sonra ise sırayla üye devletlerin başkentlerinde
oturumların gerçekleştirilmesi öngörülmüştü. Congregatio’da prensler, milliyetlerine göre gruplaşmaktaydı. Tüm yasama, yürütme ve kısmen de
yargı işlevlerini yerine getirmek, bütçeyi onaylamak, savaş ve barış konularını karara bağlamak
yetkisi olan bu Meclis’in emrindeki ordu da her üye
devletin öngörülen kotalara göre katılacağı bir
güçten oluşacaktı. Ayrıca, Judicium adı verilen bir
yargı organı, üye devletler arasındaki uyuşmazlıkları çözümlemekle görevlendirilecekti. Syndic adı
verilen bir muhasip üye, her devletin gelirine göre
ortak bütçeye yapacağı katkıyı belirleyecek ve
mali katkıyı sağlamayan üye devlete karşı silahlı
kuvvet kullanılacaktı.
Avrupa’da bütünleşme çabaları tarihinde ilk bahis
konusu olması gerekenlerden biri de Bohemya
Kralı Çek asilzadesi George Podiebrad idi. Podiebrad planı, esası itibariyle danışmanlarından Antoine Marini tarafından hazırlanmıştır. Marini, 1461
yılında Roma’ya gitmiş, Avrupa’daki ortamı değerlendirmişti. Macar Kralı Varva’nın 1444’te ölümünden sonra bir boşluk ortaya çıkmış, 1453’te Fatih
Bu plan bir ölçüde ilgi gördü. Polonya Kralı, 1462
yılında Hlohov’da imzalanan Polonya-Bohemya
Savunma İttifak Antlaşması ile Podiebrad’ın planını kabul etti. Ayrıca Venedik’te, Fransa, Macaristan, Burgundy ve Bavyera ile görüşmeler devam
ediyordu. Bazı tarihçiler tarafından Podiebrad’ın
bu girişimlerinde Papa’yı görüşmelerin dışında bırakmakla büyük bir taktik hatası yaptığı savunul-
Lange, ‘‘Bu projenin karakteristik özelliğinin’’ realist bir ruha sahip olması olduğunu dile getirmektedir. 18 Du Bois gayet ciddi ve yaşadığı dönemin politik gerçekliklerini analiz edebilen bir düşünürdü.
Evrensel bir monarşinin imkânsız olduğunu görebilmekteydi ve problemlerin çözümü için bağımsız devletler arasında bir işbirliği olması gerektiğini ve uyuşmazlıkların çözümü için de bir
uluslar arası adalet divanı olması gerektiğini
dile getirmekteydi. Söylemlerinin karşılık bulmamasının nedeni, yaşadığı döneme göre çok realist
bir yapısının olmasıdır. Realist yapısı yaşadığı döneme fazla gelmekteydi ve çok az insan onun gibi
realist olmayı başarmıştı.
17
Chr. L. Lange, Historie de l’Internationalisme, (Christiania, 1919), Vol.I, chap.iv: ‘‘Les precurseurs de l’Internationalisme Moderne.’’ den aktaran Rogemont, a.g.e., s.64.
18
A.e., s.65.
19
Kabaalioğlu, a.g.e., s.23.
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
maktadır. Ancak plan Ortodoks Hıristiyanlarca benimsenmemişti. Planın din unsurundan ziyade vatandaşlık ilkesinden hareket eden ilk uluslararası
örgütlenme projesi olduğu söylenmektedir. Daha
sonra Avrupa’da Türklere karşı Avrupa devletlerini
birleşmeye çağıran Kral Podiebrad, Papa’nın tepkisi nedeniyle kiliseden aforoz edildiği gibi, Vatikan’ın isteği üzerine Macar Kralı’nın Bohemya’ya
saldırısı sonucu tahtından olur.20
Dönemin iki papası tarafından da sahip çıkılmamasına rağmen, Podiebrad’ın planı Avrupa tarihi
açısından önemli noktalardan biri olarak dikkati
çekmektedir. Planın en önemli özelliği, ulusal
devletlerin veya prensliklerin kendi kendine
hareket etme kabiliyetlerini engellemeden fakat bazı ulusal sınırlamalar da getirerek, kıta
genelinde ilk defa bir federasyon sistemini öngörmesidir:
‘‘Yunanlıların kötü kaderi veya İstanbul ve diğer
önemli toprakları kaybetmiş olmamıza rağmen, yine de zaferi amaçlıyorsak, kendimizi Hristiyanlığın
koruyucusu olarak görüp ona göre bu onurla hareket etmek zorundayız. Bu yüzden aramızdaki savaşlara, uyuşmazlıklara ve hırslarımıza bir son verip bir arada hareket etmek durumundayız, ‘Kutsal
Ruhu’ yeniden uyandırmalı ve tüm prenslerin,
lordların, düşünürlerimizin anlaşması ile aramızda
barışı, kardeşliği ve ittifakı kurarak, tanrıya olan
saygımız doğrultusunda hareket etmeli ve kaderimizi, geleceğimizi kurtarmalıyız.’’21
Bu projenin, ilk üç bölümü, anlaşmaya taraf devletlerin aralarında savaşmamalarını, birbirlerine
karşı düşmanlık beslememelerini ve herhangi bir
üye ülkenin sınırları içerisinde gerçekleşecek bir
olay durumunda birbirlerine yardım etmelerini öngörmekteydi. Dördüncü bölüm de, uluslararası
adalet konusu ve işbirliği ile ilgili önemli konuları
düzenlemekteydi:
‘‘(…) Dördüncü olarak, eğer bir veya birkaç anlaşmaya taraf olmayan devlet herhangi bir saldırıya
maruz kalmadan, aramızdaki sevgi ve barış ortamını bozmaya kalkışır ve bize karşı düşmanca tavır takınmaya başlarsa, herhangi bir davet beklemeksizin Konsey elçilerini barışın tekrar temini için
ilgili yerlere göndermesi gerekmektedir, ilgili duru20
21
22
23
24
mun barışçı yollarla çözülememesi durumunda da
bütün üye devletlerden oluşturulacak bir güç, barışın sağlanması için harekete geçirilecektir.’’22
Federasyonun organları olan Adalet Divanı, Meclis ve ortak askeri gücün nasıl oluşturulacağı ve finanse edileceği de bu bölümde ele alınmaktadır:
‘‘(…) Ama barışın adil bir yargı düzeni olmadan
mümkün olamayacağı gibi adalet olmadan barışın
sağlanması da düşünülemez… İlk olarak bir genel
kurulu oluşturmayı ve meclisi kendini nerede bulacaksa toplamayı, böylece adaletin her tarafa dağıtımını başarmalıyız. Bu kurulun oluşumu meclisin
oluşumuna orantılı olarak, kişiler ve konumlarına
göre olmalıdır… Yargıç ve yardımcıları hiçbir baskı veya etki altında kalmadan tamamen koşulların
doğal sonuçlarına göre hareket etmeli ve kararlarını alabilmelidir. (…) Ve iyiniyetin simgesi olan bu
antlaşma, Türklere karşı Hıristiyanlığın korunması
ve savunulmasının başarılı olabilmesi ve Kutsal
Roma Kilisesi ve Katolik mezhebinin zaferi ve
onuru için, kaynakların ve güçlerimizin seferber
edilmesinin bir teminatıdır. Bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için kiliselere, krallara, prenslere ve
lordlara gerekli yardımın yapılması, ihtiyaçlarının
karşılanması gerekmektedir.’’23
Her ülkenin üzerine düşen sorumlulukları yerine
getirmesine paralel olarak, projede belirtildiği üzere, Meclis’in hangi ülkede toplanacağına göre
Meclis’in genel kurulu, bu ülkenin sorumluluklarını
ve getirilerini bilen insanları tarafından idare edilecektir:
‘‘Biz, Fransa Kralı, diğer kralıklar Gaul, Almanya,
İtalya ve İspanya krallıkları, birliğimize katılan her
ülkeye Meclis’de eşit söz hakkını vermekteyiz,
ama bazı ülkelerin farklı yönde tutum takınmaları
gibi durumlarla karşılaştığımız zaman çoğunluğun
kararı doğrultusunda hareket etmeyi ve çekincesi
olan ülkeye karşı ortak tutum takınmayı da garanti altına almaktayız.’’24
Projenin son öngörülerinden biri de neden projenin sonuçlanamadığını ortaya koymaktadır: Tutarsız bir şekilde, kilisenin topladığı vergilerin Hıristiyanlığın koruyucusu olan bu Meclis’e tahsis edilmesini Papa’dan isteyen prenslerin isteklerinin 11.
V. J. Lewis, ‘‘The Bohemian Project of 1464’’, New Commonwealth, No:1, 1933, s.10.
Rogemont, a.g.e., s.69.
A.y.
A.y.
A.y.
63
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
Louis tarafından kibarca reddedilmesinin ve Papa’nın da bunu desteklemesinin25 ardından Podiebrad’ın projesi bir anlam ifade edemez hale gelerek tarihe gömülmüş oldu.
2. ‘Savaş’ Problemi ve Ulus Devletin Yükselişi
Siyaset bilimciler ve devlet adamlarına göre 16.
yüzyılda üç büyük olay dünyanın ve uluslar arası
ilişkilerin şeklini değiştirmeye başlamıştır. Bunlar;
coğrafi keşifler ve kolonileşmenin başlangıcı, reform ve 5. Charles’in büyük imparatorluğunun çökmesidir. Bu üç büyük olayın etkileri Avrupa üzerinde çok çeşitli ve farklı boyutlarda hissedilecektir.
Dönemin ileri gelen düşünürleri, Avrupa’yı hep var
olarak kabul etmiştir. Avrupa’nın gerçekliği nefes
alınan hava gibi görülmektedir. Düşünürler Avrupa’yı iyi tanımakta, Avrupa’da özgürce hareket etmekte, Avrupa hakkındaki fikirler, diyaloglar, polemikler devam etmektedir. Guillaume Postel, ‘‘Bir
bütün olarak Avrupa’’ nitelendirmesiyle Avrupa’nın
dünyanın merkezinde yer aldığını ve İspanyol ve
Portekiz keşifleriyle daha da merkeze taşındığını
ifade etmektedir. Avrupa’nın evrenselliğini, tartışılmaz konumunu tehdit eden tek şey Türklerdir.
64
Machiavelli’de Birlik
Antikçağın devlet görüşünü, Rönesans’ın eğilimleri ile birleştiren ilk düşünür, Machiavelli’dir. Machiavelli, Ortaçağ ile bağlantıyı kesen, onun ahlak ve
din anlayışının yerine politikayı etkisine alan yepyeni bir sistem getirmiştir. Bu yeni sistemin temeli
zora dayanıyordu ve gerekçesi ve geçerliliği ise
İtalyan Birliği’nin savunulmasıydı.26 Machiavelli,
Tanrı Krallığı dışında, tamamen insan krallığına
dayalı bir devlet arayışına girer. Modern ulus devlet fikrinin doğuşu Machiavelli ile başlar. İtalya’nın
parçalanmış hali, kent devletlerinin savunmalarını
paralı askerlere yaptırmaları, hele hele Pisa-Floransa savaşı sırasında paralı askerlerin ihaneti
O’nu müthiş etkiler. Yine, bu savaş sırasında diplomat olarak Fransa’ya gittiğinde, İtalya’nın bir öz
ordusu olmadığından, ciddiye alınmadığını ve
aşağılandığını görür. O bundan hareketle ulusal
bir ordu ve ulusal bir devlet fikri geliştirir.27
16. yüzyılda gerçekleştirilen tüm bu derin entelektüel faaliyetler arasında Avrupa’dan bir gerçeklik
25
(entity) olarak bahseden çok az esere rastlamaktayız. Sırada Machiavelli’nin (1469–1527) fazla bilinmeyen bir eserinden, Savaş Sanatı’ndan bir
parça var, burada Aristotle tarafından yapılan Asya ve Avrupa karşılaştırılmasının geliştirilmiş bir
versiyonu bulunmaktadır:
‘‘Avrupa’da birçok ünlü savaşçı vardır, ama Asya
ve Afrika’da bunların sayıları çok azdır. Bunun sebebi Asya ve Afrika’da bir ya da iki monarşik yönetim bulunurken, çok az sayıda da cumhuriyet vardır. Avrupa’da ise aksine birçok krallık bulunmaktadır ama aynı zamanda birçok cumhuriyet de
mevcuttur. İnsanlar ülkelerinde istihdam edilerek
ve kendilerine fırsat verilerek daha güçlü ve mükemmel hale gelmekte ve yeteneklerini gösterebilme fırsatı bulabilmekte, kral, prens ya da devlet
adamı olabilme fırsatını yakalayabilmektedirler,
yani ne kadar çok devlet var ise o kadar fazla sayıda büyük adam yetiştirebilmek mümkündür.
Devlet sayısının az olması durumunda da az sayıda adam yetişecektir.’’28
Jean Bodin’in Cumhuriyet’i
Machiavelli’yi kıyasıya eleştiren ama aslında onun
devamı sayılan Jean Bodin, 16. yüzyılın Fransa’da
yetiştirdiği bir başka mutlakiyetçi düşünürdür.
Eserleriyle birkaç amacı birden hedef almıştı: kralın mutlak iktidarını güçlendirmek ve onu ülkedeki
karma yönetimin savunucularından kurtarmak, din
kavgaları yüzünden bozulmaya yüz tutan Fransa’nın birliğini sağlamlaştırmak ve ona kalkınma yollarını göstermek, zamanın dini, siyasi kargaşalığı arasında kurtuluş yolunu gösterecek hukukun genel ilkelerini ortaya koymak ve siyasal bilimin temellerini atmak.29 Jean Bodin (1525–1596),
1566 yılında Paris’te basılan, Tarih Çalışmalarını
Kolaylaştırmak için Yöntem adlı eserinde, insan
ırkının tek bir bütünden meydana geldiğini
söylemekte ve Avrupalıların başardığı ‘‘tüm insanlığı birbirine bağlayan ve evrensel bir paylaşmayı’’ mümkün kılan dünya ticaretine teşekkür etmektedir. Ama bu evrenselliğin sözde kalmaması için etkili bir şekilde üzerine düşülmesi
gerekmektedir. Eğer bu gerçekleşmezse herhangi
bir politik sonuç alınamaz ve kaçınılmaz olarak yine yerini devletlerarası bir anarşi ortamına bırakır:
A.y.
Akad, a.g.e., s.70.
27
Faruk Deniz, ‘‘Machiavelli: ‘‘Şeytan’’ mı, ‘‘İnsan’’ mı?’’, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:23-24, Mart 2000-Eylül 2001,
s.116.
28
Niccolo Machiavelli, The Art of War, Çev. Peter Bondanella, Mark Musa, London, Penguin Books, 1995, s.48.
29
Akad, a.g.e., s.78.
26
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
‘‘Dünya üzerindeki tüm krallıklar, imparatorluklar,
tiranlıklar ve cumhuriyetler birbirlerine karşı uluslar
hukuku veya otoritelerin meşruiyetleri açısından
herhangi bir üstünlük olmaksızın birbirlerine bağlıdırlar. Böylece dünya büyük bir şehre benzemekte
lı şey yer almıştır: ‘‘Cumhuriyetlerin doğru yönetimi.’’ İki temel felsefeye odaklanır: bir yanda egemenliğin kurumsallaştırılması, öte yandan uyumlu
bir adaletin savunulması.31
Erasmus: İlk Avrupalı
65
ve tüm insanlık da bu şehrin sakinleri gibidir. Basit
bir hukuka tabidirler ve hepsi aynı kandan gelmekte ve aynı gücün koruması altındadırlar. Bu gücün
imparatorluğunun kendini sınırsızlığı, ulusları tek
bir çatı altında bir arada tutmaktan yoksun bırakmaktadır. Bunun sonucu olarak da prensler silahlara ve anlaşmalara başvurmaktadır.’’30
Böylece tekrar aynı gerçeğe, devlet gerçeğine ve
devletlerin bitmez tükenmek bilmeyen, umarsızca
mücadeleleri gerçeğine dönmüş oluyoruz. Jean
Bodin Cumhuriyet’de bununla ilgili olarak, bir prensin büyüklüğünden çok komşularının acizliği ve
zararlarının, prensin gücünden çok ötekilerin zayıflığının önemli olduğunu söylemektedir. Kitaptaki
düşünceler, kimi zaman tarihin seyrini izler, kimi
zamanda evrensel hukuku sistemleştirir. Bodin,
bütün girişimlerinde bütünleştirici bir düşünür
olarak dikkat çeker. Ona göre, görkemli ve evrensel kozmik uyum çerçevesi içinde en dokunak30
Erasmus, tipik bir 16. yüzyıl insanı olarak, Avrupa
ile ilgili her şeyi söylemesine rağmen, ‘Avrupa’dan
bahsetmemektedir. Hollanda’da doğan, Brüksel’de, Paris’te ve İngiltere’de yaşayan, İsviçre’de,
İtalya’da ve Almanya’da bulunan Erasmus için
Lange, ‘‘Eğer bir anayurdu varsa orası Avrupa’dır.’’ demektedir. Erasmus gerçek bir Avrupalı
olarak çağdaş lingua franca, Latinceyi, anadili Flamanca kadar iyi konuşabilmekteydi. (aynı zamanda Avrupa kültürüne Hollandalıların kendilerine
özgü katkıları olarak tanımlanan ülkesinin insanlarının karakteristik özelliği olan toleranslı olmayı da
kişiliğinde bulundurmaktaydı)32 Tüm hayatı ve
eserlerine bakıldığı zaman ‘ilk Avrupalı’ olarak
anılmayı hak ettiği görülebilmektedir.
Querella pacis adlı eserinde, savaş, Avrupalı devletlerin durumu, Türkler ve yeni yeni hissedilmeye
başlanan milliyetçilik ile ilgili görüşlerini bulmak
mümkündür:
A.y.
‘‘Jean Bodin’’, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, Ed. Philippe Reynaud, Stephane Rials, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s.143.
32
Alan Bance, ‘‘The Idea of Europe: from Erasmus to ERASMUS’’, Journal of European Studies, No:22, Mart 1992, s.2.
31
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
(…) Bir İngiliz bir Fransızın ‘‘doğal düşmanı’’dır
çünkü o Fransızdır, nehrin bu tarafında doğan birisi, bir İskoçtan nefret etmelidir çünkü o bir İskoçtur…bir Alman doğal olarak bir Fransızdan farklı
düşünür…ne kadar saçma bir fikir ayrılığı! Bir yerin veya bölgenin ismi kalplerinizi kapatmak konusunda birbirinize uzaklığınızdan daha etkili olmaktadır, …bu nasıl olur, yerler, uzaklıklar fiziksel olarak insanları birbirinden ayırabilir ama düşüncelerini ayıramaz. … Ren nehri Almanları Fransızlardan ayırmıştır fakat aradaki güç Hıristiyanı Hıristiyandan ayıramaz, dağlar İspanyolları Fransızlardan ayırmıştır fakat bu ayrılık aynı kilisenin cemaati olmalarını sağlayan görünmez bağları koparmayı başaramamıştır, küçük bir deniz İngilizleri Fransızlardan ayırmış fakat aralarındaki doğal
insani bağları koparmayı başaramamıştır ve hala
karşılıklı olarak aynı dinin parçaları olmaları ve Yunan kültürüyle bağları devam etmektedir.’’33
66
Erasmus, 1530 yılında yazdığı ‘‘Türklerle Savaş
ile ilgili Düşünceler’’inde kendini daha net ifade
ederek, son tahlilde ulus-üstü bir güç fikrine
gelmiştir, bu fikrini ancak Dante’nin ‘Monarşi’sinin etkisi altında düşünebilse de, gücün
federal bir dengede olması gerektiğine inanmaktadır:
‘‘Bazıları evrensel monarşi fikrinden korkmakta,
bazıları da bu fikri amaç edinmektedir… Emin olarak söyleyebilirim ki, tanrıyı doğru bir şekilde temsil edebilecek bir prens bulunabilmesi durumunda
monarşi en iyi yönetim şeklidir. İnsanlar ve devletler bir Hıristiyan anlaşmasına varılarak bir araya
getirilebilirlerse, en ideal yönetim şekline kavuşacaklardır.’’34
Erasmus, yöneticilerin, ulusların menfaatleri ve istekleri için yapılan savaşların kötü sonuçlarından
sorumlu olduklarını söylemekteydi, yöneticiler insanları (özellikle savaşan askerleri) çok kötü bir
duruma sokuyorlardı, eğer savaşı kazanırlarsa birer katil olacaklar, kaybederlerse de öleceklerdi.
Bu nedenle Erasmus, siyasal sistemin savaşları
engelleyecek şekilde olmasını savunuyordu; ülkelerin sınırları değişmemeli, bir monarkın ülkesinin bir kısmını veya tamamını bir başka monarka
teslim etmesi gibi bir hakkı yoktu: ülke monarkın
kişisel mülkü değildi. Bir barış propagandacısı ola33
rak Erasmus, ülkedeki herkesin barıştan konuşmasını, barışı savunmasını ve savaşı lanetlemesini istiyordu.35
Hugo Grotius: Barışın Hukuku
1583-1645 yılları arasında yaşamış ve doğal hukuk öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Hollandalı
düşünür Hugo Grotius, daha onbir yaşındayken
‘ikinci erasmus’ olarak anılmaya başlanmıştı. Hukuk alanında, Descartes bilgi felsefesiyle modern
düşünce açısından ne kadar önemliyse bir o kadar
önemlidir Grotius. Descartes’ın bilgi alanında gerçekleştirdiği şeyi, hukuk alanında yapmıştır. Başka
bir deyişle, nasıl ki modern felsefenin kurucusu
olan Descartes, kuşku yoluyla bilgiyi teolojik-skolâstik felsefeden kurtararak özneden yola çıktıysa,
aynı şekilde Grotius da hukuğu, Tanrı iradesi karşısında bağımsız ve nesnel bir kurum olarak öne
sürmüştür. Hugo Grotius’a göre bütün insanlığı
kapsayan ve değişmez nitelik taşıyan bazı tabii
hukuk kuralları vardır. Bunların başında “pacta
sunt servanda” yani söze bağlılık esası gelir.
Grotius’a göre hukuk doğru aklın emridir. Matematik bilimi ile hukuk arasında bağlantılar da kuran
Grotius, sosyal sözleşme görüşünü de ortaya koymuştur. Grotius doğal hukuktan hareket ederek
hukuku kilise kurallarından arındırıp laik bir temel
üzerine oturtmuştur. Böylece aydınlanma döneminde aklın kurallarına dayanan yasaların meşruiyetini temellendirmiştir. Ayrıca uluslararası hukukun kurucusu kabul edilmektedir. Gratius savaşlarda dahi belirli hukuk kurallarının uyulması zorunluluğunu ifade etmiş, modern savaş hukuku
onun düşüncelerinden esinlenerek şekillendirilmiştir. Grotius, Batı entelektüel gelişiminin önemli
köşe taşlarından biridir. Her ne kadar kendisi de
zaman zaman otoriteryenizm savunusu yapmışsa
da monarşi ve aristokrasilerin, demokrasilere doğru evrimine rasyonel doğal hukuk savunusuyla
yapmış olduğu katkı inkâr edilemez, irsî bir aristokrasinin ve niteliksel eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasına yönelik çabaları önem taşımaktadır. Özgürlük, adalet ve barış müdafileri Grotius’a çok
şey borçludur. Diğer taraftan uluslararası hukukta
yeni ortaya çıkmakta olan ulus devlet sisteminin
kuramsal altyapısının atılmasında da Grotius’un
rol büyüktür.36
Desiderius Erasmus, The Complaint of Peace: translated from the Querela Pacis A.D.1521, London, The Open Court Publishing Co., 1917, s.55.
34
Rougemont, a.g.e., s.85.
35
Kende, a.g.m., s.235.
36
Yıldırım Torun, Hugo Grotius’un Hukuk ve Siyaset Felsefesi, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2005, s.1-6.
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
Grotius’un Avrupa bütünleşmesi açısından önemi
özellikle yaşadığı dönemin konjonktürüne göre değerlendirildiği zaman daha da anlamlı hale gelmektedir. Alt başlık olarak verdiğimiz ‘‘savaş problemi’’ bu açıdan açıklayıcı bir nitelik kazanmaktadır. Grotius yaşadığı dönemde Avrupa savaşlarla
kaynamaktaydı. Özellikle Hollanda’da yaşanan
mezhep çatışmaları sırasında çok ciddi sıkıntılar
yaşamıştır. Prens Maurice of Orange’ın bir diktatör
haline geldiğini gören Hugo Grotius, Barnaveld ile
birlikte Prens’e bir barış formülü sunmuşlardır. Bu
öneriyi reddeden prens, reddetmekle kalmayıp
Barnaveld’i idam etmiş, Grotius’u da ömür boyu
hapse mahkûm etmiştir. Karısının yardımıyla hapisten kaçmayı başaran Grotius, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşamak zorunda kalmıştır. Bu sırada da Savaş ve Barış Hukuku’nu kaleme almıştır.
İşte bu eser uluslar arası hukuk açısından ilk olma
özelliğini taşımaktadır. Avrupa’nın böyle bir kitaba
aslında çok ciddi ihtiyacı vardır. Çünkü o sırada
Avrupa herhangi bir tolerans gösterilmeksizin birbirini katleden vahşileşmiş insanlarla dolu bir yer
haline gelmiştir.
A. C. Campbell, Grotius’un Savaş ve Barış Hukuku’na yazdığı girişe tarihi bir analizle başlamaktadır. Avrupa’nın tarihinden bahseden Campbell,
özellikle Roma İmparatorluğu’na verdiği önemi şu
sözlerle dile getirmektedir:
‘‘Batı İmparatorluğu’ndaki dağılmadan sonraki
barbar krallıkların aralarındaki anlaşmazlıklardan
sonra her şey Fransız Monarşi’sinin dominant etkisiyle bir son bulmuştur. Dünya Avrupa’da Pax
Romana’nın Büyük Charles tarafından sağlanacağına inanmaya başlamıştır ama askeri güçlerin
bir kez daha yeterli olamaması nedeniyle Kutsal
Roma İmparatorluğu Antik Roma’nın ulaştığı noktaya ulaşmayı hiçbir zaman gerçekleştirememiştir.
Böylece krallıklar ve pensler üzerinde aralarındaki anlaşmazlıklara bir son veren ve barış içerisinde yaşamalarını sağlayacak merkezi bir
otorite yönetiminde evrensel bir monarşi hayali suya düşmüştür.’’37
Böyle bir ortamı hayal eden ama bir türlü gerçekleşmediğini gören Hugo Grotius, Savaş ve Barış
37
Hukuku’nda barışın gerekliliğini ve savaş olması
durumunda bile bunun bir kurallar silsilesi içerisinde gerçekleşmesi gerektiğini, savaşın çeşitli kademelerinde (bir ülkeye girilmesi veya esir alınması
gibi) nasıl eylemde bulunulması gerektiğini savaş
hukuku adı altında savunur.38 Özellikle insan hakları ve mülkiyetin korunması gibi modern zamanların kavramlarıyla konuşan Grotius,39 3. kitapta Savaş döneminde hukukun ne kadar gerekli olduğunu anlatır ve ulusların hukukundan bahsederek
bağımsız prensliklerin haklarının korunması için
yapılması gerekenleri anlatır.40 Eserinde Avrupa
bütünleşmesiyle ilgili herhangi bir proje geliştirmese de hukuka verdiği önem, insan hakları ve mülkiyet, savaç ve barış tanımlamaları ve barışa verdiği değer, prensliklerin haklarının korunması gibi
düşünceleriyle modern hukuk biliminin kurucusu
ve uluslararası ilişkiler içerisindeki önemli konumunun yanında Hugo Grotius, Avrupa bütünleşmesinin öncül düşünürlerinden biri olarak da anılmaktadır.
3. Türkler ve 17. yüzyıl ‘‘Büyük Projeler’’i
17. yüzyıl bir bakıma, Osmanlı İmparatorluğu’nun taraf olduğu değişik çatışmalar dolayısıyla, Doğu ile Batı, ‘‘müminler’’ ile ‘‘kâfirler’’,
‘‘medeni dünya’’ ile ‘‘barbar dünya’’ arasındaki
gerilimin oldukça düzenli bir şekilde su yüzüne
çıktığı dönemlerden biri olmuştur.41 Rönesans
ve Reform’un da etkisiyle gelişen düşünceler ışığında 17. yüzyıl, hem felsefik hem de politik boyutta birçok projenin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Detaylı bir şekilde hazırlanan bu projeler, çok
genel düzenlemeleri de içinde barındıracak şekilde yaşanmakta olan yüzyılın genel düşüncesi yapısı ve algılayış tarzı hakkında gerekli bilgileri bize
vermektedir.
Büyük ölçekli planların tamamı 17. yüzyılın anahtar kelimesi sayılabilecek olan düzenin yeniden
sağlanmasına yönelikti. Dört plan da Hıristiyanların duygularını ifade edebilecek, derin bir din duygusu ve bugünkü kullanım şekliyle ‘ekümenik’ iddialara sahip zihinlerin ürünüydü. Barışın temini fikri, planların ana amaçlarından birini oluşturuyordu.42 Son olarak, projeler ortaya çıktıkları zaman-
Hugo Grotius, The Law of War and Peace: Including The Law of Nature and Nations, Ed. A. C. Campbell, London, Verso
Editions, 2005, s.2.
38
A.e., s.323-375.
39
A.e., s.73-85.
40
A.e., s.307-314.
41
Faruk Bilici, XIV. Louis ve İstanbul’un Fetih Tasarısı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004, s.2.
42
Rougemont, a.g.e., s.71-72.
67
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
larda hayata geçirilememiş olsalar da tarih içerisinde reel politikaların üretilebilmesine ve bugünün Avrupa Birliği kurumlarının inşası sürecinde
insanların hayal güçlerine etki etmeyi başarabilmişlerdir. Planların tamamı, devletler üzerinde
konumu olan bir Adalet divanı, bir Assemble ya
da Avrupa Konseyi, kıta genelinde bir ekonomik hareket ve prenslerin kendi orduları yerine
ortak bir ordu kurulmasını öngörmekteydi.43
Emeric Cruce: Söylevler
Sadece Hıristiyan Avrupa ile sınırlı kalmayarak
tüm dünyada bir birlik amaçlayan ilk planın yaratıcısı olan Emeric Cruce hakkında kaynaklarda çok
fazla bilgiye rastlanmamaktadır. Emeric Cruce, 16.
yüzyılın son çeyreğinde doğmuş ve 1648’de ölmüştür. Paris’te bazı okullarda öğretmenlik yapmış, matematik dersleri vermiş ve bazı çalışmalar
kaleme almıştır. Alman akademisyenler, Emeric
Cruce için ‘Paris’li küçük bir öğretmen’44 tabirini
kullanırlar.
68
Bu belirsiz kişilik yine de Paris’te basılan ve Avrupa’nın tüm prenslerine gönderme cesaretini gösterdiği eserini kaleme almayı başarmıştır. Eserinin
adı, Tüm Dünyada Barışın Sağlanması ve Serbest
Ticaretin Yaygınlaştırılmasının Ne Anlama Geldiği
ve Faydaları Üzerine Politik bir Deneme: Zamanımızın Prensleri ve Monarklarına’dır. Emeric Cruce
1623 tarihli ‘‘Nouveau Cynee’’ ya da ‘‘Söylevler’’
olarak bilinen kitabında Batı Avrupa’nın siyasal birliğini ve bunun sağlanmasının yollarını önermiştir.
Önerisinin içerisinde en dikkat çekici konu, tüm
dünyayı kapsayacak bir ticaret serbestîsinin
yaratılmasıdır. Moğolistan’dan Fas’a, İran’dan İsveç’e kadar hemen her aktörün bu serbest ticaret
oluşumuna dâhil olmasının uluslar arası barışa
sağlayacağı katkı vurgulanmaktadır. Buna göre,
Avrupa’nın tarafsız bir kentinde tüm hükümdar
elçilerinin katılımı ile oluşacak bir daimi Meclis
tasarlanmış ve Osmanlı Devleti de bu meclisin
içinde gösterilerek Avrupa sınırları oldukça geniş tutulmuştur. Söz konusu öneri, siyasal bakımdan günümüzdeki Avrupa Konseyi’ne, ticaretin
serbestleşmesi bakımından Dünya Ticaret Örgütü’ne benzemektedir. Ancak, barış ve serbest tica-
43
ret olgularının ilişkilendirilmesi, doğrudan Avrupa
bütünleşmesine karşılık gelmektedir.45
Cruce, Devletler Assemblesi ya da Senatosu gibi
bir şey hayal ediyordu ve bu Senato’nun, Venedik
sınırları içerisinde olmasını düşünüyordu:
‘‘Bugün barışın imzalandığını ve tüm dünyaya duyurulduğunu farzedelim, İnsanların buna uyup uymadığını nasıl takip edebiliriz? Düşünceler değişebilir ve zamanla değişen devlet adamları kendinden öncekilerinin kararlarına uymayabilir… Sonuç olarak, bunu sağlayabilmemiz için bütün devletlerin temsilciliklerini açabilecekleri bir şehir seçilmeli ve devletler arasındaki problemlerin adil bir
şekilde çözüme kavuşturulacağı bir genel kurul
oluşturulmalıdır. Temsilciler yeri geldiği zaman ülkelerinin düşüncelerini dile getirmeli ve diğer devletler de herhangi bir önyargıya varmadan mevcut
duruma göre bir karar çıkarmalıdır. (…) Çünkü
pratik olarak en uygun yer ve dünyanın en önemli
monarşileri Papalık, İki İmparatorluk ve İspanya
Krallığı’na çok yakın ve Fransa, Tatarlar, Moskova,
Polonya, İngiltere ve Danimarka’ya da fazla uzak
değil.’’ 46
Özellikle ürünlerin ve insanların serbest dolaşımı
konusu Cruce için çok önemliydi, projenin sonunda tekrar aynı konuyu ele almaktaydı:
‘‘Bunlar bütün monarşilerde barışın sağlamlaştırılmasının anlamlarıdır. Bu nokta kendi kendine hareket eden her devletin nasıl biraya gelmeleri ve
güven içinde ticaret yapmaları ve ararlarında bir
sorun çıktığı zaman birbirlerine karşı eyleme girişmeden konuyu genel kurula getirmeleri açısından
çok önemlidir. Evrensel barış için önemli bir nokta
da, adaletin yabancılara karşı da uygulanması,
onlara zarar verilmesine izin verilmemesi ve böylece iş yapmak ya da zevk için onların da buralara
gelebilmelerini sağlayabilmektir.’’47
Cruce, ticaret serbestîsinin tüm Avrupa ekonomik
yaşamında yavaş yavaş yükselmekte olan ulusal
korumacılıkla tam zıt kutuplarda yer aldığını açık
bir şekilde görmekteydi: ‘‘…Bütün prenslerin ortak
bir para standardında birleşmesi, herkesin herhangi bir zarar görmeden istediği yerde sözleşme
A.y.
Beril Dedeoğlu, ‘‘Avrupa Birliği Bütünleşme Süreci’’, Dünden Bugüne Avrupa Birliği, Ed. Beril Dedeoğlu, İstanbul, Boyut Kitapları, 200,.s.28.
45
A.y.
46
Emeric Cruce, The New Cyneas of Emeric Cruce, Philadelphia, Aleni Lane and Scott, 1909, s.11-19.
47
A.y.
44
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
yapabilmesi için gereklidir.’’48 Cruce’in tezi de bu
amaç doğrultusunda ortaya atılan projeler gibi herhangi bir ilgi göremedi ama kendisi gibi yazanların
çoğu unutulurken o unutulmadı. Kendinden sonra
gelen çalışmaların birçoğuna öncülük yaparak,
Genç Leibniz, Abbe de Saint Pierre, Rousseau,
Kant, Saint-Simon, Proudhon, Hugo, Renan ve
Coudenhove yoluyla Briand’a, Milletler Ligi’ne,
Churchill’e, Hague Kongresi’ne ve günümüz sorunlarına kadar ulaştı.
Sully’nin ‘‘Büyük Proje’’si
Fransa kralı IV. Henry’nin ‘‘Büyük Proje’’si, modern tarih içerisinde Avrupa’nın federalleşmesi
karakterli ilk pratik plandı. 1600’lerin Avrupa’sı
uygar dünyaydı ve bu proje, düzenli ve barış içinde bir dünya için üretilmeye başlanan birçok proje
arasında en önemli olanıydı. Dante Monarşi’de
ateşli bir şekilde, gözden geçirilmiş ve idealize
edilmiş bir Roma İmparatorluğu’nun Avrupa’nın
birliği için temel ve garanti olacağını savunuyordu
ama Dante’den Henry of Navarre’ye kadar, üçyüz
yıl boyunca Roma İmparatorluğu’nun yeniden kurulması gerçekleşmedi ve bu vatansever şair birliğin ancak bağımsız devletler arası bir federasyonla gerçekleşeceğini hayal etti.49
Maximilian de Bethune, Baron de Rosny, Duc de
Sully, 1560 yılında Kral 2. Francis’in öldüğü sene
doğdu. Oniki yaşındayken bir kalvinist olarak çok
büyük zorluklarla St. Bartholomew katliamından
kurtulmayı başardı. Hemen ardından Henry of Navarre’ye katıldı ve gelecekteki Kralın maceralı yolculuklarında yer aldı, yanında savaştı, Arques ve
Ivry’de çok şiddetli şekillerde yaralandı. 1596’da
Sully, Konseye seçildi ve diğer konsey üyeleriyle
birlikte maliye işleriyle ilgili olarak yetkilendirildi,
böylece kariyeri Finans üzerine 1599’da başlamış
oldu.50 Fransa Kralı IV. Henry’nin bakanlarından
olan Duc de Sully tarafından hazırlanan ‘‘Büyük
Avrupa Projesi’’, daha etkili olması için ‘‘Kral’ın
Planı’’ olarak ortaya atılmıştır. İlk kez 1638’de
açıklanan bu proje ile ilgili ayrıntılı bilgileri, Maximilian de Bethune (Baron de Rosny) olarak da
anılan Duc de Sully’nin anılarından öğreniyoruz.
‘‘Memoires de sages et royales economies d’etat
48
domestiques, politiques, et militaires de Henry le
Grand’’da Sully şu görüşlere yer vermektedir:
‘‘Status quo’nun korunmasıyla barış sağlanamayacağından, federasyon için ön hazırlık olarak Avrupa’nın temelden reorganizasyonu gerekiyordu.
Devletler büyüklükleri ve milli kaynakları ile değişik
güçte idiler ve aralarında bir kuvvet dengesi yoktu.’’51
Sully’e göre, Avrupa’da sınırlar çizilirken vatandaşlık dikkate alınmıyor, dini düşünce ve ibadet
özgürlükleri korunmuyordu. Bu nedenle Avrupa’da
siyasi bir denge oluşturulmalıydı. Tarihçiler
Sully’nin ortaya attığı bu düzenlemelerin, Avrupa’da o dönemde baskın güç olan Habsburg’ların
etkisini azaltmak amacı güttüğünü ifade etmektedirler. Tek bir devletin Avrupa’da baskın duruma
gelmesini önleyebilmek için bölgedeki siyasi yapının değişmesi gerektiğini savunan Sully, İspanya
ile Almanya arasındaki ittifakın bozulmasını, küçük
İtalyan prensliklerinin birleşerek güçlü krallıklar
haline gelmesini öneriyor ve diğer değişikliklerle
Avrupa’da eşit onbeş siyasi birim ortaya çıkmasını
istiyordu.52 Aslında, özünde bir ‘‘Protestanlar
arası İttifak’’ öngörmekte olan bu proje, etkili
olabilmek için Katolik prenslerin ve bizzat Papa’nın kendisinin de desteğini alma ihtiyacını
duymaktaydı.53 Bu onbeş devletten altısı monarşi
ile yönetiliyordu: Fransa, İspanya, Büyük Britanya,
Danimarka, İsveç ve Lombardy. Üst düzey yöneticilerinin aristokratlar tarafından seçildiği altı devlet
ayrı bir grupta ele alınmaktaydı: Venedik, Macaristan, Polonya, Bohemya, Papalık, İmparatorluk.
Yöneticilerinin seçimle belirlendiği devletler ise İsviçre, Belçika, Alsace, Aşağı İspanya Birleşik Eyaletleri, İtalya ve Franche-Comte idi.
Bu devletlerin yöneticileri ‘‘Yüksek Konsey’’ olarak
toplanacak, ancak barış sorumluluğu altı ‘‘Bölgesel Konsey’’de olacaktı. Söz konusu bölgesel oluşumlar ise şu şekilde belirlenmişti:54
1. İsveç, Norveç, Danimarka ve Polonya, toplantı
yeri: Danzig.
2. İmparatorluk, toplantı yeri: Nürümberg.
A.y.
The Great Design of Henry IV and The United States of Europe, Ed. Edward D. Mead, Boston, Ginn and Company, 1909, s.7.
50
Geoffrey Butler, ‘‘Sully’s Grand Design’’, Edinburg Review, England, y.y., 1919, s.263.
51
A.e., s.264.
52
Kabaalioğlu, a.g.e., s.24.
53
Rougemont, a.g.e., s.100-105.
54
Kabaalioğlu, a.g.e., s.25.
49
69
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
3. Bohemya, Moravya, Silezya, Lozan ve Macaristan, toplantı yeri: Viyana.
4. Papalık, Venedik, Napoli, Sicilya, Lucca ve Floransa, toplantı yeri: Bologna.
5. Lombardy, Mantua, Montserrat, Piedmont, Savoy, İsviçre, Tirol ve müttefikleri, toplantı yeri:
Konstanz.
6. Fransa, İspanya, Büyük Britanya, Birleşik Eyaletler, bu grup için belli bir toplantı merkezi öngörülmemişti.
70
Öngörülen ‘‘Genel Konsey’’, ‘‘toplamda kırk tecrübeli devlet adamından oluşacak şekilde, büyük
devletlerden dörder temsilci, küçük devletlerden
ise ikişer temsilci’’yi içinde barındıracaktı. ‘‘Genel
Konsey’’ veya Senato sürekli toplantı halinde olacak, uluslararası ihtilafların çözümü ve savunma
gibi konulardan sorumlu olacaktı. Genel Konsey,
yerel sorunları ele alacak ‘‘bölgesel konsey’’leri
oluşturacak ve mahalli konseylerde alınan kararlara karşı bir temyiz mercii görevini de üstlenecekti.
İhtilaf çıkması halinde Hakem Mahkemesi’ni Genel Konsey seçecek ve Hakem Kararlarına uyulmaması halinde, yüzbin piyade, yirmibeş bin süvari ve yüzyirmi toptan oluşacak ‘‘Avrupa Ordusu’’
güç kullanabilecekti. Her devlet ‘‘Avrupa Ordusu’’na kendi insan gücü oranında katkıda bulunacaktı. Genel Konsey’e bağlı olarak kurulacak ‘‘Avrupa Ordusu’’, ilke olarak üye devletlere karşı kullanılmayacaktı. Bu silahlı gücün kullanılması öngörülen alan, ortak savunma ve ‘‘Avrupa’da genişleme amaçlı hareketler’’ olarak belirlenmişti. Bu
ordunun komutanı da doğal olarak Avrupa’nın en
güçlü kişisi olacaktı.55
Kendi arzuları ile Avrupa’yı terk etmeye yanaşmazlarsa Türklere karşı sürekli olarak savaş yapmak gerekecekti. Ama başka birçok projenin tersine, bu projede Türklerin şahıslarına ve mallarına
hemen dokunulmuyordu; iki çözüm arasında seçim yapabilmeleri için kendilerine bir yıl süre veriliyordu: İstedikleri bir ülkeye göç etmek, ya da
oturdukları ülkenin dinini kabul etmek. Bir önemli
nokta da bu konfederasyon dâhilinde ticaret
serbestîsinin ve sınırların kaldırılmasının öngörülmüş olmasıydı. Sully, küçük Avrupa Devlet55
lerinin bir ‘‘Avrupa Hıristiyan Birliği’’ oluşturmaları
(l’ Association Chretiene d’ Europe) ve dini ihtilafların çözümü için her devletin üç mezhepten birini
kabul etmesi gerektiğini belirtiyor, buradan da Katolik, Kalvinist ve Lutheran dışında hiçbir dine tolerans gösterilmeyeceği anlaşılıyordu. Bu projenin
Sully’nin 1601’de elçi olarak gittiği İngiltere’de iyi
karşılandığı söyleniyordu. Hatta Papa ile bile bir
anlaşma imzalandı; Palatina, Bradenburg, Köln,
Mainz gibi kimi Alman seçicileri, ayrıca Venedikliler ve Savoie Dükü projeyi kabul ettiler. Sadece
muhtemelen Türklerden alınacak toprakları Fransa ile paylaşmak zorunda kalacağı korkusuyla,
Avusturya hanedanlığı buna muhalefet etti.56
Sully, Bentham, Kant, Penn, Bellers, Rachel ve
Saintard gibi birçok düşünürü etkiledi. Özellikle
William Penn ve Abbe de Saint Pierre’in daha sonra hazırladığı Avrupa bütünleşme projelerinde
Sully’nin ‘‘Büyük Projesi’nin etkileri görülür. 4.
Henry’nin ölümünden sonra ayrıntıları açıklanan
planın esas itibariyle Fransa’nın Avrupa’da daha güçlü bir duruma gelmesi amacıyla hazırlandığı anlaşılmıştır.57 7 Mayıs 1948’de Lahey
Kongresi’nde önemli bir konuşma yapan Sir Winston Churchill, Sully’nin ‘‘Büyük Proje’sinden söz
ederken, Sully’nin Kralı 4. Henry’i birleşik Avrupa
fikrinin öncülerinden biri olarak nitelendirmiştir.58
William Penn’in Avrupa Devleti
Avrupa bütünleşme projelerinde önemli bir yeri
olan William Penn, Büyük İngiliz Amirali Penn’in
oğlu ve Quaker mezhebi önde gelenlerindendi.
Babası William Penn’i silahlar konusunda eğitim
görmesi için Fransa’ya gönderdi. İngiltere’ye bir
Quaker olarak dönen Penn, bu yüzden sayısız defa Londra Kulesi’nde hapsedilmiştir. William Penn,
1693’te An Essay Toward the Present and Future
Peace of Europe isimli eseri kaleme aldı. Eserin
alt başlığı ise Latince olarak ‘‘kutsanmışlar barışın
mimarlarıdır, parlamenterlerin silahların kontrolünü ele geçirmesine izin verelim’’ gibi ifadeleri taşıyordu.59 Avrupa’da hâlihazır ve gelecek barışa ilişkin eserin yazarı Penn, daha sonra Kuzey Amerika’ya göç etmiş ve orada bugünkü Pennsylvania
eyaletini kurmuştur. Pennsylvania’ya, Batı tarihinin
bilinen en hoşgörülü, en demokratik ve barış te-
A.y.
Bilici, a.g.e., s.64.
57
Kabalioğlu, a.g.e., s.25.
58
Andrew Frances Boyd, Western Union, London, UNA’s Guide to European Recovery, 1948, s.29.
59
Trevor Salman, Building European Union: A documentary history and analysis, Ed. Trevor Salman, Sir William Nicoll,
Manchester, Manchester University Press, 1997, s.3.
56
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
melli anayasasını hazırlamıştır.60 1701’de hükümetten ayrılarak ülkesi İngiltere’ye dönen Penn,
1718’de de ölmüştür.
Penn’in yaşadığı ve eserini kaleme aldığı dönemde Avrupa’da durum şöyleydi: 14. Louis’in Palatinate’e karşı agresif davranışları, 1689’da İngiltere
kralı 3. William önderliğinde ‘Büyük İttifak’ı doğurdu. Savaş hızla yayıldı, ‘‘Macaristan, Almanya, İrlanda ve denizlerde kanlı trajediler’’ sonuçlarını
doğuran savaşla ilgili olarak, Pasifist bir Quaker
olan Penn, Yeni Dünya’dan ‘‘Çok dikkatle davranılması gereken bir konuyu ele aldım, bu projenin
sahibi benim, gerçekte, bu bir Avrupa Devleti için
çağrıdır.’’ İfadeleriyle eserinin açılış kelimelerini
kaleme alıyordu. Eserinin özelikle ilk bölümleri neden barışın gerekli olduğunu açıklamakta, barışı
sağlayacak esas şeyin savaş değil adalet olduğunu savunmaktaydı. Esas amacın barışın sağlanması olduğunu belirten William Penn, barışı sağlamak için neler yapılması gerektiğini şöyle özetliyordu:
‘‘Barış adaletle sağlanır. Adalet devletin bir meyvasıdır, devlet ise toplumun bir ürünüdür. Toplum ise
karşılıklı rıza ile oluşur. Barış, ülkeler arasındaki
toprak ihtilafları nedeniyle bozulmaktadır. Devletlerin karşılıklı olarak çözemediği ihtilaflar, barışçı
çözümler için Imperial ya da egemen Diet’e gönderilmelidir. Egemen devletler temsilcilerini Diet
adı verilen bu meclise gönderirler ve her iki veya
üç yılda bir toplanılarak kararlar alınır.’’61
Penn, ‘‘Diet’’ adı verdiği parlamentoda doğrudan
karşılıklı görüşmelerle çözülemeyen uyuşmazlıkların hallinin sağlanmasını öneriyordu. Parlamento’da toplam doksan sandalye olması öngörülmüştü. Her devletin temsilci sayısı zenginliğine göre
belirleniyordu. Buna göre Almanya oniki, Fransa
ve İspanya on, İtalya sekiz, İngiltere altı, Portekiz,
Danimarka ve Venedik üçer, İsviçre iki ve Holstein
ile Kurland birer üye ile temsil edilecekti.62 Penn’in
projesi Duc de Sully’nin hazırladığı öneriden farklı
idi. Sully, Türkiye ve Rusya’yı ‘‘Avrupalı’’ olarak
görmezken, William Penn bu iki ülkenin de istemesi halinde bu bütünleşme içinde yer alması gerektiğini vurguluyordu. Bu iki ülkeye verile60
cek temsilci sayısı onar adet olarak belirlenmişti.
Bu şekilde bir yaklaşımla Avrupa siyaseti devletler
arası güç dengelerine doğru yönelmeye başlayacaktır.63 Diet içinde oylamaların gizli olması ve
böylece dış etkilerin sözkonusu olmaması öngörülmüştü. Üye devletler ihtilaflarını parlamentoya
getirmeyen ve parlamentonun kararlarına uymayan diğer üye devletlere karşı silahlı kuvvet kullanmak yükümlülüğü altındadırlar. Bu şekilde kuvvet
kullanımı yoluyla disipline edilen üye, daha sonra
bu amaçla yapılan harcamaları da geri ödemekle
yükümlü tutulacaktı.
Projenin faydalarının; özellikle savaş nedeniyle insanların hayatlarını kaybetmelerinin hem işgücü
hem de diğer alanlarda devlet için önemi ve insanların kocasız ve babasız kalmasının önüne geçilmesi, Hıristiyanlığın tekrardan güçlenerek nüfuzunun artması ve aynı dinden olan insanların arasındaki huzursuzlukların ortadan kaldırılması, ekonomik olarak, hem prenslerin hem de halkın para tasarruf edebilmesi ve başka yerlere harcama yapabilme şanslarının doğması sonucu hayat kalitesinin artırılabilmesi, şehirlerin kasabaların, köylerin
yerle bir olmasının önlenmesi, seyahat ve trafik
güvenliğinin sağlanarak insanların huzur içerisinde hareket edebilmelerinin özellikle Büyük Avrupa
Turları’nın yapılabilmesinin mümkün olması gibi
alanlar olduğunu söylemektedir.64
Penn’in planında oylama usulüne kadar birçok ayrıntıya yer verilmişti. Kararlar dörtte üç çoğunlukla
alınmalı ancak kimsenin çekimser kalınmasına
izin verilmemeliydi. Bu kadar çok milletin bir araya
gelmesiyle oluşacak parlamentoda çalışma dilleri
Fransızca ve Latince olarak belirlenmişti. Bir başka önemli nokta başkanlığın rotasyonla değişmesiydi. Kabaalioğlu bu noktalara dikkat çekerek, bugünlerde AB’de oybirliği veya oyçokluğu ile karar
alınması hususunda sürdürülen tartışmaların, uygulanmakta olan, altı aylık dönemlerle alfabetik sıraya göre üye devletler arasında dönüşümlü olarak sürdürülen ‘dönem başkanlığı’ uygulamasının,
AB’de çok çeşitli ‘‘resmi dil’’ler olmasının yarattığı
güçlüklerin göz önüne alınması durumunda
Penn’in ileri görüşlülüğünün daha iyi anlaşılacağı
şeklinde bir yorum getirmektedir.65 Penn’in planı-
Rougemont, a.g.e., s.106-107.
William Penn, An Essay Towards the Present and Future Peace of Europe, Ed. John Bellows, Gloucester, Eastgate, 1914,
s.25-38.
62
A.y.
63
Andreas Dorpalen, ‘‘The European Polity: Biography of an Idea,’’, The Journal of Politics, Cilt.10, No:4, Kasım 1948, s.716.
64
Kende, a.g.m., s.237.
65
Kabaalioğlu, a.g.e., s.26.
61
71
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
nın en önemli noktalarından birisi, şüphesiz ki,
1693’te hazırlanan bir Avrupa bütünleşme projesinde Türkiye’nin de yer alması gerektiğini
vurgulamasıydı. Herşeye rağmen Penn’in eseri
Avrupa’da devam etmekte olan savaşlara bir çözüm getiremedi. Anlaşmazlıkların çözümü için silahların kullanımı her zaman için tercih edilen yöntem oldu.66
Abbe de Saint Pierre’in Hayali: Daimi Barış
72
Charles Irenee Castel de Saint Pierre (16581743), Cotentin’de doğdu. Azınlık kuvvetlerine katıldı fakat hiçbir zaman kiliseye gitmedi. Kariyeri
Paris’te Fontenelle’nin himayesinde başladı ve
Marquise de Lambert’in salonuna katıldı. 1695’te
Fransız Akademisi’ne kabul edildi. 1716 yılında
14. Louis hakkındaki olumsuz konuşmalarından
dolayı akademiden atıldı. O da, özgürce tartışmaların yapıldığı Club de l’Entresol’u kurdu ama daha fazla sorunla karşılaştı. Saint Simon Anılar’ında Saint Pierre ile ilgili olarak, ‘‘Espritüel ve hicvi
seven bir kişiliğe, öğrenme arzusuna ve tehlikeli
bir hayal gücüne sahipti.’’ demektedir. Kendini ‘‘kamu avukatı’’ olarak niteleyen birisiydi ve onu en iyi
ifade eden kelime ‘umut’ idi.67
Beller’den iki yıl sonra, Fransa’yı Utrecht Barış
Konferansı’nda temsil eden tecrübeli diplomat Abbe de Saint-Pierre ‘Avrupa’da Daimi Barış’’ planını yayınlıyor, Utrecht’te toplanan diplomatlara dağıtıyor ve bu planla Utrecht’te daimi olarak toplantı
halinde olacak bir ‘Barış Senatosu’ kurulmasını
öneriyordu. Yirmidört Avrupa Devleti’nin Senato’da
bir delegesi olacak, ayrıca elçi göndereceklerdi:
‘‘Avrupa Senatosu’nda yirmidört senatör ya da onların temsilcileri yer alabilir, Daha fazla veya az olmamak şartıyla; Fransa, İspanya, İngiltere, Hollanda, Savoy, Portekiz, Bavyera, Venedik, Genova, Floransa, İsviçre, Lorrain, İsveç, Danimarka,
Polonya, Papalık, Moskova, Avusturya, Courland,
Prusya, Saksonya, Palatine, Hannover ve Dini
Temsilciler. Herkesin bir oy hakkı olacak…’’68
Başkan’a ‘Barış Prensi’ adı verilmekteydi ve her
hafta rotasyonla değişecekti. Üye devletlerin bütçeye katkıları, her ay Senato tarafından ülkelerin
66
gelirleri dikkate alınarak belirlenecekti. İki üye devlet arasında bir ihtilaf ortaya çıktığı zaman, Senato bir ‘Arabulucular Komisyonu’ teşkil ederek görevlendirilecek, bunların ihtilafı çözememeleri halinde sorun Senato’da basit çoğunlukla karara
bağlanacaktı. Ancak basit çoğunlukla alınan bu
kararların, beş yıl sonra tekrar ele alınması ve teyid edilmesi gerekmekteydi. Bu kararın alınması
için üçte iki çoğunluk aranmaktaydı.69 Saint Pierre’in önerisine göre, Avrupa’daki bu ‘Büyük İttifak’a
ondört devletin katılmasıyla teşkilat tamamlanmış
olacak ve katılmayan diğer Avrupa Devletlerinin
katılmasını sağlamak üzere onlara savaş açabilme hakkı ortaya çıkacaktı. İttifakın kurulmasından
sonra Senato’nun dörtte üçünün onayı olmadan
bir uluslar arası anlaşma yapılamayacağı gibi ülkelerin sınırlarında da değişiklik yapılamayacaktı.
İttifakın kendi kendini feshedebilmesi için oybirliği
şartı öngörülmüştü. Kurulacak uluslararası kuvvetin komutanı ‘‘Generalissimo’’nun milli birlik komutanları üzerinde komuta etmek hakkı olacak, ancak Senato’da basit bir çoğunlukla her an görevden uzaklaştırılabilmesi mümkün olacaktı.70
Saint Pierre, ortaya attığı önerilerin hemen gerçekleşemeyeceğini bilmekteydi. ‘‘Büyük kurumlar,
zamanla, aşama aşama teşkil olunabilmekteydi.’’
İşte bu nedenledir ki, ‘‘projenin süratle duyurulması, tanıtılması gerekmekteydi.’’ Bu ‘‘ütopik’’ fikirlerin hayata geçirilmesi için; ‘‘Umuyorum ki
Avrupa genelinde böyle bir yapı yerleşecektir
fakat bunun gerçekleşmesi için en az iki yüz yıla ihtiyaç vardır.’’71 diye düşünmekteydi. Bu
amaç doğrultusunda Hague‘da bir kongre toplayarak bu birliği gerçekleştirmeyi planlıyordu. Bu düşüncelerini yazdıktan iki yüz yıl sonra Genova’da
ilk Milletler Ligi toplandı ama 1948’e kadar Avrupa
Birliği sürecini başlatan kongre toplanamadı,
1948’de kongrenin Hague’da toplanmış olması
herhalde bir tesadüf değildi. Rousseau Saint Pierre’in projesiyle ilgili şunları söylemekteydi:
‘‘Eğer plan dikkate alınmamış ve uygulama imkânı bulamamış ise bu planın işe yaramazlığı veya
yetersizliği yüzünden değildir, bu durumun sebebi
insanların duygusuzluğu ve planı arada kaynatan
bir çeşit aptallıktan kaynaklanmaktadır.’’72.
Salman, a.g.e., s.6.
Rougemont, a.g.e., s.113.
68
Abbe de Saint Pierre, A Project for Settling an Everlasting Peace in Europe, London, P and S Co., 1939, s.21.
69
A.e., s.25.
70
Kabaalioğlu, a.g.e., s.27.
71
Abbe de Saint Pierre, a.g.e., s.21.
72
Rousseau, Extrait du Project de paix perpetuelle de M. L’Abbe de Saint Pierre’den aktaran Rougemont, a.g.e., s.75.
67
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
Türklere Karşı Leibniz
Leibniz, bir matematikçi, fizikçi, kimyacı, psikolog,
metafizikçi, tarihçi, hukukçu, diplomat, ilahiyatçı,
konsey üyesi, gezgin ve filozoftu; kısacası her
şeydi. İki dominant arzusu vardı: her şeyi bilmek
ve her şeyi birleştirmek. Avrupa’nın çoğu ülkesinde yaşadı ve ülkelerin aralarındaki anlaşmazlıklar
yüzünden üzüntü duydu. Avrupa’nın çeşitliliğini
kaybetmeden birleşmesini arzuluyordu, bunu
başarabilmek için bir plan yaptı ve 14. Louis’e
sundu: Federalizm. Hakiki bir Lutheryan olmasına rağmen, Roma Katolikliği ve Rus Ortodoksluğuna saygı duyan birisi olarak Bossuet ile ünlü
mektuplaşmalarında dinin yeniden organize edilmesi gerektiğini savunuyordu: Ekümenlik. Avrupa
değerlerinin farkında olan bir Avrupalıydı ama
dünyanın giderek büyüdüğünü gördü: Evrensellik.73
Kendini modern bir filozof olarak görmesine rağmen antik dönem felsefesinin yeniden canlanmasını teşvik etmiş ve oradan seçkiler yaparak devam etmekte olan problemlerin nelerle ilgili olduğunu göstermiştir. Hem geçmişteki filozoflara saygısının yanında hem de onlara eklenmeye razı olmaması, Leibniz’i Rönesans hümanizması çizgisine dâhil etmektedir.74 Leibniz, Hıristiyan Plâtoncu’ların en sonuncusuydu ve yerini dünyayı değiştirmek ve sekülerize etmek için Hume, Rousseau
ve Kant’a bıraktı.75 Bu dahi adamdan bahsederken eserlerinden alıntı yapmak ve sistematik olarak Avrupa ile ilgili fikirlerini ortaya çıkarmak gerçekten zor çünkü kimse üçyüz yıldır eserlerinin tamamını yayınlamayı başaramadı. Sadece Leibniz
hakkında genel bir fikir vermesi açısından ilk olarak ‘‘Dünya Vatandaşı’’ndan başlayabiliriz:
‘‘Ben şu fanatik milliyetçi, ülkelerine aşırı bağlı insanlardan biri değilim ama ben tüm insanlığa bağlıyım: Cenneti anayurt olarak kabul edersek, tüm
iyiniyetli insanlar Cennetin vatandaşıdır ve Ruslara karşı Almanlardan ya da diğer tüm Avrupalılardan daha iyi hisler beslediğimi söyleyebilirim, açıkcası ben genel olarak iyiden yanayım.’’76
En küçük matematik problemlerinin, hesap makinesinin mucidi, monadolojinin babası, kiliseler birliğinin, Avrupa din barışının güçlü savunucusu filo73
74
75
76
77
78
79
zof Leibniz’in Doğu’ya ve özellikle Mısır’a karşı
güçlü bir tutkusu vardı. 1670 gibi erken bir tarihte
Leibniz, 14. Louis’e sunduğu planında, onları Doğu’ya doğru yönlendirmeye çalışıyordu: Consilium
Aegyptianorium adını verdiği planındaki düşüncesi Türklere karşı dönmek, Mısır’ı ele geçirmekti.
Böylece Leibniz, Avrupa’yı harekete geçirerek birleşmelerini sağlamayı düşünüyordu. Leibniz gibi
aydın ve siyasi çevrelerde gözde bir filozofun hazırladığı tasarı, 17. yüzyılda Batı dünyasının ideolojisi ve hayal dünyası konusunda önemli ipuçları vermesi bakımından son derece ilginçtir. Üstelik
böyle bir proje alelacele hazırlanarak karar mercilerinde oturan yetkililere sunulmuş amatörce bir
çalışmadan çok filozofun dört yıllık bir düşünce
ürünüdür. Son tahlilde Mısır’ın fethine odaklaşan
söz konusu proje, filozofa göre Osmanlı İmparatorluğu ve Fransa’nın birlikte sorumlu oldukları Avrupa istikrarsızlığına bir çözüm oluşturacak çok
daha geniş bir programı içeriyor. Bu istikrarsızlığı
önlemenin yolu, birbirine düşmüş Avrupalı yetkililere ortak bir hedef göstermektir. Leibniz’e göre bu
hedef Osmanlı İmparatorluğu’dur ve ona karşı harekete geçme zamanı çoktan gelmiştir.77 Aslında
bu fetih yalnızca Mısır’ın kendisi, oranın zenginlikleri ve Doğu Hindistan’dan gelen deniz yolu için bile değerdi: Leibniz’e göre ‘‘Yerküre’nin tüm ülkeleri içinde Mısır dünya ve deniz imparatorluğunu ele
geçirmek için en mükemmel konumdadır. Kalabalık nüfusu, inanılmaz verimlilikteki toprağı ona bu
özelliğini veriyor.’’ Bunu dedikten sonra Leibniz soruyor:
‘‘Eskiden bilimlerin annesi, tabiatın en zengin ibadethanesi, bugün Muhammediliğin sinsilik yuvası
olan bu kutsal toprağı, Afrika ile Asya arasındaki
bu bağı, Kızıldeniz ve Akdeniz arasındaki bu bendi, bu Doğu’nun ambarını, Avrupa ve Hindistan’ın
bu deposunu Hıristiyanlar neden kaybetti?’’78
Osmanlı İmparatorluğu bir şekilde kuzeyden ve
güneyden fethedildikten sonra, yeryüzünde artık
barış egemen olacak ve bundan sonra insanların,
ancak ‘‘ehlileştirilmeden önce, barbarlar ve dinsizlerle (Osmanlılar) kıyaslanabilecek olan kurtlar ve
vahşi hayvanlardan başka savaşacağı kimse kalmayacaktı.79
Leibniz, Political Writings, Ed. Patrick Riley, New York, Cambridge University Press, 1996, s.5.
The Cambridge Companion to Leibniz, Ed. Nicholas Valley, New York, Cambridge University Press, 1995, s.43.
Patrick Riley, ‘‘New’ Political Writings of Leibniz’, Journal of the History of Ideas, Cilt.55, No:1, Ocak 1994, s.149.
Rougemont, a.g.e., s.128.
Bilici, a.g.e., s.78.
A.e., s.79.
A.e., s.80.
73
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
1676 yılında Niemegen Barışı ardından gerçekleşen 14. Louis’nin Avrupa üzerindeki dominant etkisi üzerine bir deneme kaleme alan Leibniz, Kutsal
Roma İmparatorluğu’nun prensliklerinin özerkliklerinin savunucusu haline geldi. Ortaçağdaki İmparatorluk ve Papalı ikili otoritenin geri gelmesini ve
federatif prensliklerin özgürlüklerine saygı duyulmasını talep ediyordu:
74
‘‘İsa’nın bu krallığında genel olarak kabul gören
görüşe göre iki büyük güç vardır, Papa ve İmparator, İsa’nın gücünün pratikteki temsilcileridir, biri
ruhani gücü, diğeri dünyevi gücü temsil eder. Ve
bu ikisinin de nihai amacı, Hıristiyanların ortak bir
otorite altında birleşmelerini sağlayabilmektir. Böylece ortak gücün barışın temini için seferber edilmesi olanağı bulunur, düşmanların daha fazla
kendilerinden korkmaları sağlanır. Hukuka uygun
hareket edilmesi halinde, İmparator tüm Avrupa’da
büyük bir güçle hükmedebilir ve buna karşılık olarak da kilise bir çeşit bağımsız devlet gibi ‘evrensel barış’ın korunabilmesi, prensler arasında adaletin sağlanabilmesi, düşmanlara karşı yardımlaşabilmek için çalışır. Evrensel kilise prensler arasındaki uyuşmazlıklarla ilgilenmeli, bu uyuşmazlıkların çözümü için konseyler oluşturulmalı ve
İsa’nın adına Hıristiyanlığın düşmanlarına karşı
savaş açma yetkisini elinde bulundurmalıdır.’’80
Bu noktada Leibniz’in sözleri, Dante’nin Monarşi’sinin temel tezini hatırlatmaktadır. Lutheryan birisi olarak Leibniz’in Papa’ya karşı duyduğu sempati bir yandan da bir ironi barındırmaktadır.
4. Modern Zamanların Avrupası
Eğer bugünkü Avrupa’nın temelleri, Rönesans’la
Reform’un ardından 17. yüzyıl Rasyonalizm’i tarafından atıldıysa, bu anlayışı oluşturan düşünür
Descartes’tır. Descartes’ın bilgiye ulaşmada akla
verdiği önem, 11. yüzyılda Doğu’nun neden yavaşladığı ve 17. yüzyılda Batı’nın nasıl olup da günümüzü yaratacak anlayışın, en genel anlamıyla
Avrupa uygarlığının temellerini attığıdır. Avrupa’nın algılayışındaki köklü değişimin kökeni olacak olan değişimi, bilgiye ulaşmada daha doğrusu
bilginin kaynağındaki değişimi, din ve tanrı kökenli kaynağı kaldırarak, yerine laik bir bilgi kaynağını
80
koyması yani bilginin laik bir yolla elde edilmesi
dolayısıyla Tanrı’ya inanmayanları da aynı ölçüde
bağlamasıdır. Bir başka açıdan da insan, Tanrı’dan bağımsız ve kendi ayakları üzerinde durabilecek bir varlık biçiminde tanımlandığı için, bireyciliğin ve kişisel girişimin önünün açılmasıdır. İnsanın artık sonsuz evrende kendini değersiz ya da
küçük hissetmesine gerek yoktur. Çünkü o öncelikle tek gerçektir, Cogito sayesinde her şeyin varlığı ona oranla tanımlanmaktadır.81 İşte Descartes,
Aydınlanma’nın da desteğiyle özellikle Fransız
Devrimi’nde başrolü oynayacak birey’i tarih sahnesine çıkarmış oluyordu. Yine aynı birey tarihsel
sahne içerisinde liberal düşüncenin gelişimiyle Batı uygarlığınının temelini oluşturacaktır.
Sırada kozmopolit 18. yüzyılın büyük düşünürlerinden itibaren Avrupa ile ilgili düşünceler yer almakta. Aydınlanma düşünürlerinde, kendinden
kuşku duymayan güçlü bir usçuluk ve kozmopolitizm düşleyen cömert bir duyarlılık birlikte yer almaktaydı.82 Aydınlanma, Avrupa’nın politik ve kültürel kimliğiyle ilgili algılayışını kendi kendine gösteren bir hareketti; öyle bir kimlik ki milliyetçiliğin
sınırlarını kaldırıyordu. Rousseau’nun sözleriyle:
‘‘Artık Fransızlar, Almanlar, İspanyollar hatta
İngilizler yoktur: artık Avrupalılar vardır.’’ ya da
Montesquie’nun ifadesiyle: ‘‘Eğer ülkem için yararlı ama Avrupa ve tüm insanlık için zararlı bir
şey biliyorsam onu bir suç olarak görürüm.’’ gibi düşünceler ulusal kimlikleri aşmaya çalışan bir
gücün düşüncelerini ifade ediyordu.83 Artık ‘‘İnsanlık’’a referans verirken asıl kastedilen şey
Avrupa’nın kendisiydi; tıpkı Rönesans öncülü
yazarların ‘‘Hıristiyan Dünya’’ya referans verirken düşündükleri şey gibi.
Rousseau Federasyonu
Rousseau’nun siyasal düşünce tarihindeki yerine
ilişkin tartışmalar, esas olarak liberalizm/totaliterizm sorunsalı çerçevesinde yoğunlaşmaktadır.
Rousseau yorumcularının bazıları, onun kuramının doğal hukuk çerçevesi içinde yer aldığını savunurlar ve Rousseau’yu liberal geleneğe dâhil
ederler. Başka bir grup yorumcu açısından ise Rousseau, Hegel’in öncülerinden biridir ve totaliter
düşüncenin temsilcilerinden sayılmaktadır.84 Ro-
Rougemont, a.g.e., s.128-129.
Ahmet Ulvi Türkbağ, ‘‘Doğu’nun Akşamından Batı’nın Şafağına: Modern Avrupa’yı Yaratan Anlayışın Doğuşu’’, Doğu Batı: Avrupa, No:14, Şubat-Mart-Nisan 2001, s.104-108.
82
‘‘Aydınlanma’’, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, Ed. Philippe Reynaud, Stephane Rials, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s.126.
83
Mia Rodriguez-Salgado, ‘‘In Search of Europe,’’ History Today, No:42, Şubat 1992, s.12.
84
Gülnur Acar-Savran, Sivil Toplum ve Ötesi: Rousseau, Hegel, Marx, İstanbul, Belge Yayınları, 2003, s.19.
81
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
usseau, Toplum Sözleşmesi’nin hemen başında
‘‘insan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulur’’ ifadesine yer verir. Rousseau herkesin doğal
olarak özgür ve eşit olduğunu; doğası gereği hiç
kimsenin bir diğeri üzerinde yönetim hakkı olmadığı ve sadece birilerinin diğerleri üzerinde hâkimiyetinin olmadığı toplumların meşru olabileceğini
savunur.85
Mme. de Stael ise Rousseau için ‘‘Rousseau yeni
hiçbir şey icat etmedi ama kendisinden öncekileri
sistematik hale getirdi.’’ demektedir.86 Rougemont’a göre bu bakış açısı, yazarın düşüncelerinden ve konudan çok kendisini yargılayan bir ifade
tarzıdır.87 Aslında Rousseau’nun kendisi federalizm’i icat ettiğine inanmaktaydı, ‘‘Prensipleri henüz tam olarak formüle edilmemiş’’ ama ‘‘gerçekten yeni bir şey’’ olarak gördüğü federal sistemden, söylenenlere göre, Toplum Sözleşmesi’nin
devamı olarak kaleme aldığı çalışmasında detaylı
bir şekilde bahsetmekteydi.88 Diğer yandan, Extrait’te Avrupa bütünleşmesinin avantajlarını dile getirmekte ve Le Gouvernement de Pologne’da da
federal ilkelerden bahsetmektedir. Madame Dupin
kendisinden Abbe de Saint Pierre’in Projesi için bir
değerlendirme yazısı istediği zaman bu projeyle ilgili fikirlerini kaleme alan Rousseau eserini hazırlamış ama 1761’e kadar yayınlamamıştır. 1761’de
Amsterdam’da yayınlanan eseri, Extrait de Projet
de paix perpetuelle de M. L’Abbe de Saint Pierre,
par J.J. Rousseau, citoyen de Geneve adını taşır.
Eserinin giriş kısmında Saint Pierre’in projesini hararetli bir şekilde överken bir yandan da eleştirel
bakış açısını kaybetmemeye özen göstermektedir:89
‘‘Şimdiye kadar insanlığın evrensel ve daimi barışı için Avrupa’nın tüm uluslarını içeren böyle büyük ve güzel bir proje olmamıştır, bu projenin gerçekçiliğine ulaşabilecek başka bir yazar bulmak
mümkün değildir… Açılış cümleleri olarak bu hissettiklerimi yazmaktan kendimi alamadım. Şimdi
daha soğukkanlı bir şekilde devam edebiliriz.’’90
Avrupa’nın içinde bulunduğu durum ve bu durum85
dan nasıl çıkılabileceğini ise şu şekilde değerlendirmekteydi:
‘‘Avrupa’nın gerçekte durumu nedir? Şimdiye kadar kimse Avrupa’daki yerel savaşların geniş çaplı savaşlara dönüşmesine engel olamadı, şimdiye
kadar kısıtlı ittifaklar hep yeni çatışmalara dönüştü.
Eğer gerçekten bu gibi sorunları önlemenin bir yolu var ise, o da ancak ulusları ve kişileri hukukun
otoritesine bağlı halde birleştirebilecek bir federal
devlet sayesinde olabilir. Ancak küçük ve büyük
tüm devletleri içinde barındırabilecek böyle bir
devlet tercih edilebilir… tüm Avrupalı güçler kendilerini aynı din, aynı hukuk kuralları, aynı hayat tarzı, aynı ticaret yapısı şeklinde birleştirebilecek yeni bir sistem inşa edebilirler ve böyle bir denge bir
kere oluştuktan sonra da kolay kolay bozulabilecek bir durum değildir.’’91
Bu şekilde oluşabilecek bir ‘uluslar toplumu’’nun
her zaman için geçerli olmadığını dile getiren Rousseau, Roma İmparatorluğu ve Kilise’ye ‘‘Avrupa’nın uluslarını bu tarz bir toplum şeklinde yakınlaştırdığı’’ için teşekkür etmekte ve ardından da
Avrupa’yı özel kılan şeyleri sıralamaktadır; nüfusun dağılımı, toprakların eşit imkânlar doğuracak şekilde olması, kan bağlarının, ticaret, sanayi ve kolonileşme faaliyetlerden doğan ilişkilerin, iletişimi artırmaya yarayan nehirlerin her
yere ulaşımının, insanların anavatanlarının dışındaki ülkelere sürekli seyahatlerinin, devletlerin ilgilerinin karşılıklı bağımlılık şeklinde
oluşmasını sağlaması ve fazlaca büyük olmayan birçok ülke olmasından ötürü iklim çeşitliliğine bağlı olarak bir devletin diğer bir devlete
ihtiyaç duymaksızın yaşamasının imkânsız olduğundan bahsetmektedir. Bütün bu saydıklarından sonra da Asya ve Afrika’dan farklı olarak Avrupa’nın, sadece farklı milletlerin aynı isim altında
(Avrupa) toplandığı bir kıtanın çok daha ötesinde
kendine özgü dini, ahlakı, yaşam tarzı ve hukuku
olan gerçek bir toplum olduğunu iddia etmektedir.92
Larry Arnhart, Siyasi Düşünce Tarihi: Plato’dan Rawls’a, Ankara, Adres Yayınları, 2004, s.278.
Rougemont, a.g.e., s.148-149.
87
A.y.
88
Bu devam çalışması eğer yazmayı başarmışsa ya kayboldu ya da yok edildi. Genel olarak bilinenlere göre, Toplum Sözleşmesi, Rousseau’nun politik birimler üzerine denemeler olarak daha geniş çapta yazmayı planladığı eserinin küçük bir parçasıdır.
89
Rousseau on International Relations, Ed. Stanley Hoffmann, David P. Fidler, New York, Oxford University Press, 1991, s.53101.
90
A.y.
91
A.y.
92
A.y.
86
75
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
Devamında ise Saint Pierre’in projesinin ana hatlarının uzunca bir değerlendirmesi yer almakta ve
en önemli nokta olarak da daimi barışın sağlanabilmesi için gerekli olan tek şey devletlerin rızası olarak öngörülmekte bunun garanti edilmesiyle ilgili herhangi bir zorluktan bahsedilmemektedir. Bu, devletlerin projeyi benimsemeyecekleri anlamına gelmemekle birlikte, gerçekten
projeyi benimsemeleri için projenin kendi menfaatlerine doğru bir biçimde temsil etmesi gerekmektedir.93 Extrait ile aynı zamanda yazmış olduğu Jugement sur la Paix perpetuelle’de Rousseau, projeyle ilgili birçok eleştirisini dile getirmektedir. Saint
Pierre, Avrupa Kongresi’ni prenslerin toplamasını
beklerken Rousseau, insanların kendilerinin kendi
federasyonlarını kuracaklarını söylemektedir.
Çünkü:
76
‘‘(…) Gücünü kılıçtan almasından övünen ve Tanrıyı sadece cennetinden dolayı anan birisinin otorite olarak bir mahkemeyi kurabileceğini düşünebilir miyiz? Prensler, hak ihlali veya özel hukukla ilgili konularda aralarındaki ihtilafları çözmek için bir
yargı merciine başvurmayı kabul ederler mi? Ortalama bir insan bir mağduriyete uğradığı zaman bile Fransa’da mahkemeye başvurmazken, Fransa
Kralı’nın bir Avrupa sistemini benimsemesini nasıl
beklersiniz? (…) Prensler kişisel olarak ilgilerini
kaybettikleri zaman bu projeyi reddedeceklerdir.’’94
Saint Pierre’in planı hakkında yaptığı yorumlardan
sonra Rousseau kendini planını önermekteydi.
Buna göre, Avrupa Federasyonu’na katılacak devletler; Fransa, İspanya, İngiltere, Danimarka, Portekiz, Prusya, Napoli, Sardinya, İsveç, Hollanda,
Polonya, İsviçre, Venedik, Papalık ve Rusya idi.
Rousseau, Osmanlı İmparatorluğu’nu bu planın
dışında bırakmaktaydı. Rousseau’nun ‘‘daimi ve
geri dönülemez ittifakı’’, bütün üye devletleri sıkı
bir şekilde birbirine bağlayacaktı. Her üyenin sahip
oldukları tanınacak ve öne sürülmekte olan iddia
ve taleplerden vazgeçilmiş olacaktı. Burada da ihtilafları çözecek daimi bir Meclis ve rotasyon usulüne göre göreve gelecek başkan söz konusu idi.
Federasyon’un temsilcileri, ‘‘Avrupa Uluslararası
Topluluğu’’ çıkarına tedbirler almak yetkisine sahip
olacaktı. Bu tür tedbirler ilk seferde basit bir çoğunlukla kabul edilebilecekti. Ancak beş yıl sonra,
93
alınan kararların tasdik edilmesi için dörtte üç çoğunluk gerekmekteydi.95 Görüldüğü gibi Rousseau’nun düşünceleri bir bütün olarak ele alınınca, bir
yanıyla bireyci, olağanüstü dönemlerde devletçi,
ama genel çizgisiyle vatansever bir sosyal bütünleşmeden yana olduğu kolayca anlaşılmaktadır.96
Avrupa’yı Aydınlatan Aydın: Immanuel Kant
Almanya’nın kendine özgü tarihi nedenleriyle, 2.
Dünya Savaşı’ndan önce Almanya’da üretilen politik-felsefi eserlerin tamamına yakını İngiltere,
Amerika veya Fransa’dan çok farklıydı. Avrupa
ulusları ve Birleşik Devletler’den tamamen farklı
olarak Almanya, 19. yüzyılın sonlarına kadar ulusal birliğini kurmayı başaramamıştı. Batıdaki belli
başlı büyük komşularından farklı olarak da Almanya’nın sınırları, nehirler, dağlar veya denizler tarafından belirgin halde değildi. Reform’un da etkisiyle Otuz Yıl Savaşları (1618–1648) sırasında Almanya’nın nüfusu dörtte üç oranında azalmıştı,
Vestfalya Barışı’nı takiben de üçyüzaltmış bağımsız prensliğe bölündü. 1871 yılına, Bismarck’ın çabaları ve Danimarka, Avusturya ve Fransa’yla yapılan savaşlara, kadar da bu bölünmüşlüğü devam etti.
Tesadüf eseri, Almanya’nın yükselişine paralel
olarak Prusya da yükselişe geçmişti. Alman devletçiklerinin gerisinde bir eyalet olarak Prusya, Büyük Frederick’in liderliği altında güçlü bir ordu geliştirerek politik alanda etkili olmaya başlamıştı.
İronik olarak, Almanya’nın yetiştirdiği en büyük filozof Immanuel Kant (1724-1804) hayatının tamamını Prusya’da geçirmiştir. Kant, politika teorisyenlerine göre çok daha spekülatif bir filozoftu; bilinçaltındaki temel hedefi felsefede ‘‘kopernikçi’’ bir
devrim yaratabilmekti. Felsefenin temel önermelerinin yeniden düzenlenmesi için çaba göstermekteydi.97 Aklın öne çıkması Rönesans ile başlamış,
Descartes ile ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ özdeyişine ulaşmış, Kant gibi birçok filozofun insan, insan aklının ve insan özgürlüğünün önemi üzerine
vurgu yapan düşünceleriyle gelişmiş ve de Avrupa
için ‘Aydınlanma’ anlamı taşıyacak bir dönemde
doruğa ulaşmıştır. Örneğin Kant için Aydınlanma’nın anlamı ‘‘birey için bağımlılıktan kurtulma
süreci veya insanın, gücünü kendine zorla kabul
ettiren çocukluktan çıkışı’’dır.98 Politika insanlığın
A.y.
A.y.
95
Rousseau, A Project for Perpetual Peace, Çev. Edith M. Mutall, London, Penguin Books, 1927, s.2-11.
96
Akad, a.g.e., s.122.
97
Ebenstein, a.g.e., s.473.
98
David West, Kıta Avrupa’sı Felsefesine Giriş, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1998, s.40.
94
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
gelişiminde çok önemli bir rol oynamaktadır. Kant
bu düşünceyi Evrensel Tarih Fikri’nde (1784) geliştirmekte ve tartışmaya açmaktaydı: ‘‘insanlığın
en önemli problemi… Evrensel olarak adaletin
sağlanabilmesi için sivil toplumun gerçekleştirilmesi gerektiği’’ ki bu problem ‘‘insan ırkının çözmesi gereken en zor ve son problemdir.’’99
Immanuel Kant (1724–1804), doğum yeri Königsberg’den hayatı boyunca bir kez ayrılmış olmasına
rağmen döneminin önemli gelişmelerini yakından
takip etti. Saint Pierre’in projesi ve Rousseau’nun
karşılığını iyi biliyordu. Rousseau’nun da etkisiyle,
devletlerin anti-sosyal eğilimlerinin (savaşlar, artan oranda vergilendirmeler, yüksek fiyatlar vs.)
kontrol edilebilmesi için prenslerin mutlak otoritelerinin ellerinden alınıp halka transfer edilmesini
söylemekteydi ki bu tam olarak da Rousseau’nun
doktrininin özünü oluşturuyordu.100 Ünlü Daimi Barış’da daha önceki fikirlerini politik bir gerçeklik
kaygısı içinde sistematik hale getiriyordu. Eseri,
bir uluslar arası anlaşma formunda hazırlanmıştı.
Altı giriş başlığı, üç alt başlık ve iki ek başlıktan
oluşmaktaydı. Büyük filozofun Avrupa federasyonu için etkileyici fikirleri ikinci alt başlık altında bulunmaktaydı.101 Bazı eleştirmenlerin tarihteki eski
ütopyalarla aynı kefeye koymaya çalışmalarına
rağmen ilk bakışta Daimi Barış, umutlarla dolu bir
çalışma olarak göze çarpar. Hague’daki Barış
Konferansı’ndan başlayan silahsızlanma girişimlerden bu yana, savaşların kontrolü ve ortadan
kaldırılması çabalarının tamamında bu esere gönderme yapılmaktadır. Özellikle I1918’den sonra da
barışın savunuculuğunu üstlenen çevreler, uluslararası ilişkilere yeni bir düzen getirmek için
Kant’dan faydalanmışlardır.102
Daimi Barış, Kant’ın en ünlü politik çalışması, Evrensel Tarih Fikri’nin bittiği yerden başlar. Bir devletin özgürlüğü diğer devletlerin de özgür olmasına bağlıdır çünkü sadece cumhuriyet rejimine sahip devletlerde insanlar yönetimle ilgili söz söyleme hakkına sahiptirler ve böylece savaşların çıkmasını engelleyebilirler. Cumhuriyet rejimine sahip olmayan devletlerin bulunması durumunda da
bu devletlerin cumhuriyet rejimine sahip devletleri
99
savaşla tehdit edecekler ve özgürlüklerine gölge
düşüreceklerdir. Kant gelecekle ilgili bir dünyadevletini öngörmemektedir; onun düşüncesinde
gelecekle ilgili özgür devletlerden oluşan bir federasyon bulunmaktadır.103 Daimi Barış’ta Kant barış
içinde bir dünyanın resmini çizmeye çalışır; hukukun sınırları ile bir arada bulunan, vahşi ve ahlaksız özgürlüklerle bölünmeden, aklın gelişimiyle şekillenen, özgür devletlerin uluslar arası federasyonu. Bu noktada Kant çok önemli bir noktaya parmak basar; bir barış anlaşması sadece bir savaşı
bitirmeye yarar. Tüm savaşların tamamen sona ermesi için evrensel bir ittifak sağlanması gerekmektedir. Hiçbir devlet bir diğerini domine etmemelidir.
Devletler de tıpkı bireylerin bir zamanlar yaptığı gibi ‘‘doğa durumu’’ndan artık çıkmalıdırlar.104
Saint-Simon: Avrupa’nın Yeniden Organizasyonu
Napolyon Savaşlarından sonra 1814’te Claude
Henri de Saint-Simon (1760-1825) Avrupa’da toplumun yeniden düzenlenmesi konulu bir kitap yayınladı. Kitabın adı Avrupa Toplumunun Yeniden
Düzenlenmesi idi ama asıl alt başlığında kitap Avrupa bütünleşmesi sürecine dâhil edilecek olan
düşünürlerden biri olan Saint-Simon hakkında genel yargıyı barındırmaktaydı: … ya da Milli Bağımsızlıklarını Korumakla Birlikte Avrupalı Halkların
Tek Bir Siyasi Yapı Altında Birleşmelerinin Gerekliliği ve Anlamı. Anlaşılması güç bir aristokrat, eski
bir bürokrat, ekonomist, mühendis, yazar ve gelecekteki bir mezhebin kurucusu olarak nitelendirilebilecek olan Saint-Simon’un105 kitabı Avrupa Birleşik Devletleri konusuyla ilgiliydi ama tamamen yeni bir bakış açısıyla konuya yaklaşmaktaydı. Hazırladığı planın iki ana özelliği dikkati çekmektedir.
Bunlardan birincisi, Saint-Simon’un, Du-BoisSully-Saint Pierre çizgisindeki temel yaklaşım
olan prensler arasındaki ittifak arayışları sonucu Avrupa’da bütünleşmeyi açıklama yöntemini kırarak, korporasyonlar veya uzmanlık alanlarına göre temsil etmekte oldukları Avrupalı
halkın vekillerinin seçimi yöntemini getirmekte,
ikincisi ise Avrupa problemini ‘‘ortak çıkar ve
kesin kararlar’’ düzlemine oturtmaktır.106 Kendin-
Ebenstein, a.g.e., s.475.
Immanuel Kant, Perpetual Peace and Other Essays, Çev. Ted Humphrey, Indianapolis, Hackett Publishing Company, 1983,
s.111-139.
101
Ebenstein, a.g.e., s.473.
102
A.C. Armstrong, ‘‘Kant’s Philosophy of Peace and War’’, The Journal of Philosophy, Cilt.28, No:8, Nisan 1931, s. 198.
103
Ebenstein, a.g.e., s.473.
104
A.y.
105
Cemil Meriç, Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995, s.28.
106
Rougemont, a.g.e., s.220.
100
77
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
den önceki yazarlardan çok daha yoğun bir şekilde ekonomik konularla ilgilenerek, 20. yüzyılda ortaya çıkacak olan Ortak Pazar ve O.E.C.D. gibi
kurumlaşmaların gerçek habercisi rolünü üstlenmekteydi.107
Avrupa Toplumunun Yeniden Düzenlenmesi, en iyi
yönetim şeklinin ne olduğu tartışmasıyla başlamaktaydı ve Saint-Simon en iyi yönetim şekli olarak parlamenter sistemi göstermekte, bunu kanıtlamaya çalışmakta ve özellikle kongrelerin önemine vurgu yaparak Avrupa’nın nasıl yeniden organize olabileceğini kongre deneyimlerinden faydalanarak açıklamaktaydı.108 Sonraki bölümde SaintPierre’in ‘Daimi Barış’ projesinin bir analizi yapılmakta ve bu planda öne çıkan temalar beş ana
başlık altında incelenmekteydi. Bunlar, devletlerin
temsilcilerinden oluşacak meclis ve kongreler, katılacakların sayısı ve oy hakları, güvenlik ve işbirliği teminatları, dietin yargı yetkisi ve üyelerden herhangi birinin sorun çıkarması durumunda ona karşı alınacak tedbirler olarak özetlenebilir.109 Devamında ise mümkün olabilecek en iyi anayasa nasıl
olmalı sorusunun cevabı aranmaktaydı:
78
‘‘En iyi anayasa nasıl olmalı? Sosyal hakları ön
plana çıkararak kamu yararını gözeteceğimiz bir
anayasa tasarlarsak, mümkün olan en adil şekilde
kurumlarımızı kamu yararı doğrultusunda organize eder ve güçleri dağıtırsak bu amaca ulaşmış
oluruz.’’110
Cevabını vererek sosyalizmin temellerini atmakta
eşitlik ve adalete verdiği önemi vurgulamaktaydı.
1789 Kasım’ında kendisini seçim kurulu başkanı
seçen köylülere şöyle der:
‘‘İltifatınıza teşekkür ederim. Yalnız bir üzüntüm
var: Acaba beni sırf efendiniz olduğum için mi seçtiniz? Artık efendi yok beyler, burada hepimiz eşitiz. Herhangi bir yanlışlığa meydan vermemek için
huzurunuzda kont ünvanından ebediyen feragat
ediyorum. Vatandaş olmak, kont olmaktan çok daha şerefli.’’111
Kitabın ikinci bölümünün ana teması, Avrupa’daki
bütün devletlerin ulusal parlamentolara sahip ol-
ması ve bu parlamentoların da Avrupa toplumunun ortak çıkarları doğrultusunda hareket eden ortak bir parlamentoya bağlanması düşüncesi etrafında şekillenmektedir. Bu doğrultuda İngiliz, Fransız ve Alman sistemlerinin bir analizi yapılarak karşılıklı olarak olumlu ve olumsuz yönleri belirlenmeye çalışılmakta, özellikle Fransız ve İngiliz parlamentolarına iki ülkenin kurumlarını uluslararalılaştırmalarını, İngiliz ve Fransız halklarının eşitliğini
belirlemeleri, endüstrilerini, donanmalarını, pazarlarını, parlamentolarını ortak hareket doğrultusunda birleştirmelerini, bir Anglo-Fransız bankası yoluyla iki ülkenin de garanti altına aldığı ortak bir tek
para birimine geçmelerini önermekteydi.112 Avrupa
Parlamentosu’nun nasıl organize olacağı, nasıl
davranması gerektiği, iç ve dış politikasının nasıl
olması gerektiği yönündeki düşünceler ifade edilmektedir.113
Saint-Simon’un tarihsel bakış açısının Augustin
Thierry, felsefi ve sosyolojik tahlillerinin Auguste
Comte, mühendislik yeteneklerinin F. De Lessep’in Süveyş Kanalı Projesi, Fransız sosyalizminde Enfantin, Fourier gibi isimleri etkilediği söylenmekte böylece ne kadar çok yönlü bir kişiliği olduğu da ortaya çıkmaktadır. Ama bir kere daha dönem, Saint-Simon’un, Rougemont’un ifadeleriyle
bir politika mühendisi114 nin açık mesajını alabilecek kadar realistik değildi. Demokratların liberteryan umutları ile yönlendirilen endütriyel çağ, popüler milliyetçiliğin doğuşunu ve Napolyon’un hükümranlığının propagandasını görmekten acizdi.
Kutsal Roma İmparatorluğu ve Metternich’in Kutsal İttifakı (krallar arasında) Beranger’in Halkların
Kutsal İttifakı idealine dönüştü. Ama Mazzini, Garibaldi, Fourier, Heine, Lamartine ve Mickiewicz gibi kısa vadeli planlar üreten politikacılar ve uzun
vadeli görüşler sunan şairlerin tamamı Avrupa Birleşik Devletleri için savaşmış olmalarına rağmen
ulus-devletler tarafından sindirildiler. 19. yüzyıl sonuç itibariyle bir yere varmasalar da sayısız Avrupa kongreleriyle doludur. Bu kogrelerin en önemli
katılımcılarından biri de Avrupa Birliği idealinin en
büyük savunucusu olan büyük şair Victor Hugo’dur.
107
Henri de Saint-Simon, Social Organization, The Science of Man and Other Writings, Ed. Felix Makhem, Newyork, Harper
Torchbooks, 1964, s.28.
108
A.e., s.33-36.
109
A.e., s.37.
110
A.e., s.40.
111
Meriç, a.g.e., s.29.
112
Elliot H. Pollinger, ‘‘Saint Simon, The Utopian Precursor of The League of Nations’’, Journal of the History of Ideas, Cilt.4,
No:4, Ekim 1943, s.475.
113
Saint-Simon, a.g.e., s.40-67.
114
Rougemont, a.g.e., s.77.
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
Avrupa Birleşik Devletleri ve Victor Hugo
Avrupa’da bütünleşmenin sağlanması için düşünürlerin, devlet adamlarının ortaya attığı planların
dışında, bir lider, Avrupa’yı birleştirmekte az kalsın
başarılı olabilecekti. Ne yazık ki uyguladığı usul,
şiddet ve savaş olduğu için, Avrupa’yı bölen sınırları daha da kalıcı hale getirdi: Napolyon. Daha
sonra yazığı anılarında Napolyon, Avrupa’da bir
federasyon kurulması için çalıştığını yazmış ise
de giriştiği savaşlar federasyon oluşumunu daha
da güçleştirmişti. Napolyon savaşların karşı, İngiltere ve ABD’de dini ve ahlaki bir tepki olarak ortaya çıkan barış hareketlerine üye olan kişilerin
önemli bir bölümü Avrupa bütünleşmesine destek
vermekteydi. Cenevre Barış Hareketi 1830 yılında
kurulmuş, Amerikan ve İngiliz barış örgütleri ile yakın işbirliği kurmuştu. İlk dünya Barış Kongresi
1843 yılında Londra’da toplanmış olmakla beraber
1849’da Paris’te toplanan üçüncü kongrede ‘Avrupa Birliği’ hareketin temel hedefi olarak ilk kez
açıklanmıştı. ‘‘Avrupa Birliği’’ konusundaki açıklamayı Kongre Başkanı, tanınmış Fransız yazar Victor Hugo yaptı. Fransa, Belçika, İngiltere, ABD ve
değişik Avrupa ülkelerinden temsilcilerin önünde
bir konuşma yapan Victor Hugo şunları söyledi:
‘‘Toplar ve bombalar sustuğu zaman, yerlerini bütün halkların katılacağı genel seçimlerde reylere
bırakacak, İngiltere’de Parlamento, Almanya’da
Diet, Fransa’dayasama organı ne ise, Avrupa için
de yüksek egemen senato oluşturulacak ve uyuşmazlıkların çözümünden sorumlu olacaktır. İki büyük topluluğun, bir yanda ABD ve diğer yanda Avrupa Birleşik Devletleri’nin okyanus üzerinden ellerini uzatarak işbirliği yapacakları gün gelecektir.’’115
Yine aynı konuşmasında:
‘‘Paris, Londra, Petersburg ve Berlin arasındaki bir
savaşın Boston ve Philadelphia, Rouen ve Anviers
arasındaki bir savaş kadar gülünç ve imkânsız
olacağı bir gün gelecektir. Fransa, Rusya, İtalya,
İngiltere, Almanya ve kıtanın tüm ulusları özellik
ve bireyselliklerini kaybetmeden, bugün Fransa’yı
oluşturan Normandiya, Alsas, Bretonya, Burgunya
ve Loren arasındaki gibi daha üst ve Avrupa kar-
deşliğine dayalı bir birlik kuracakları bir gün gelecektir.’’116
17 Temmuz 1851’de yaptığı bir başka konuşmada
da ‘Avupa Birleşik Devletleri’ (United States of Europe) ifadelerini kullanmaktaydı:
‘‘Dünya’nın ilk ulusu tıpkı Homer’in tanrılarının üç
adımı gibi üç büyük devrim gerçekleştirdi. Bu devrimlerin hiçbirisi yerel devrimler değildi, bunlar insanlık için devrimlerdi. Burada yaptığımız bir toplumun aptalca yakınması değildir; bu evrensel
eşitlik için değerli bir talep, tarihin başlangıcından
beri insanlığın genel talebidir. Yüzyıllar süren kölelik, serflik, teokrasi, feodalizm, despotluk gibi isimler altında insanlığın maruz kaldığı her türlü işkenceye karşı insan hakları talebinin kendisidir! Uzun
süren uğraşlardan sonra Devrim Fransa’da Cumhuriyet ile sonuçlandı. (…) İnsanlığın özgürlüğü
için doğal bir yasa formu olan Cumhuriyet… Fransız halkı yıkılamaz bir yapı inşa etti. Eski monarşilerin tam ortasında geleceğin en büyük yapısının
temellerini attı: Avrupa Birleşik Devletleri.’’117
1867’de Paris Dünya Fuarı açılış konuşmasında
Victor Hugo, bir yandan bu konuya değiniyor diğer
yandan da bir şair olmasının avantajlarıyla etkili ve
güzel konuşmanın en güzel örneklerini sergiliyordu:
‘‘Bu karanlığa doymuş gözler gerçeklerle beraber
açılmaktadır. (…) onlar biliyor ki uzlaşma arayışında olan bir grup insan ve kardeş olmak isteyenlere sonuna kadar açık kapılarıyla davet etmekte
olan bir ulus var (…) onlar bunu istila olarak görüyor, Fransa ise açılma… İzin verin Avrupa’yı karşılayalım. Kendini burada evinde gibi hissetsin… Elveda Fransa! Sen artık Fransa değilsin, sen insanlıksın; sen artık bir ulus değilsin artık her şeysin.
Elveda ülkem! Bu büyük ve yüce genişlemeyi kabul et, ülkem tıpkı Atina’nın Yunanistan, Roma’nın
Hıristiyan Dünyası olması gibi sen Fransa, dünya
oluyorsun.’’118
1870’de başlayan savaş uygarlığı yeniden sıkıntıya sokuyordu. Avrupa’nın geleceği nasıl şekillenecekti? Vahşi bir Avrupa İmparatorluğu mu yoksa
modern demokratik bir Avrupa Cumhuriyeti mi?
Hugo’nun cevabı şöyleydi:
115
Victor Hugo, Euvres Completes, Actes et Paroles, Paris, Hetzel et Cie et Quantin, 1882, I, s.425-426.’dan aktaran Rougemont, a.g.e., s.278.
116
Fritz Machlup, A History of Thought on Economic Integration, New York, Columbia University Press, 1977.’den aktaran Özlem Türk Terzi, ‘‘Avrupa’nın Birliği: Avrupa’da Bütünleşmenin Tarihsel Dönüşümleri’’, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,
No:25, Ekim 2001, s.247.
117
Rougemont, a.g.e., s.278.
118
A.e., s.278.
79
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
‘‘(…) sıkıntıya gerek yok. Bizim sahip olacağımız
tek şey Avrupa’da cumhuriyettir. Amerika Birleşik
Devletleri’nin yeni dünyayı kurması gibi biz de eski dünyayı yeniden inşa edeceğiz. Artık fethetme
ruhu yerini keşfetmeye bırakmıştır. Artık sınırlarla
sıkıştırılmayan bir anayurda, sömürülmeyen bir
bütçeye, vergi yükü altında ezilmeden yapılacak ticarete, serbestçe dolaşıma, insanı köreltmeyen
bir eğitime, ordularda yok olmayan gençlere, savaşmadan kazanılan cesarete, adalete, öldürmeden yaşamaya, dogmatik olmayan gerçeklere,
nefret içermeyen sevgiye, cehennemsiz bir cennete sahibiz.’’119
80
1872’de Lugano’da toplanan Barış Kongresi’ne
katılmayan Hugo, kongreye gönderdiği mesajı
şöyle başlıyordu: ‘‘Avrupalı hemşerilerim!’’ Victor
Hugo, 1848’in ideallerine Avrupalılık ve Evrensellik altında yeni bir anlam kazandırmış ve
böylece politik romantizmin milliyetçi diyalektiğini
de tamamlamıştır. Çünkü hiçbir zaman dar görüşlü bir milliyetçi olarak nitelendirilmemiş ve 19. yüzyılda Avrupa bütünleşmesinin en ateşli savunucusu olmuştur. Ülkesinin Avrupa’nın geleceğinde oynayacağı rolü ile ilgili düşünceleri, milliyetçi idealinin, diğerlerinden daha büyük değişimler geçirdiğinin en bariz göstergesidir. Fransa’nın bu vizyonu,
evrenselliğe ulaşmayı amaçlayan bu dünya görüşü yani ‘Avrupa ve Dünya olmuş bir Fransa’120 diğer ülkelerin üzerinde gizli bir amaç olarak tüm
dünyayı kazanmayı mı amaçlamıştı? Bunun gibi
kuşkuları da beraberinde getirmekteydi.
Proudhon ve Federasyon İlkesi
Rousseau’yu da katarak düşünecek olursak ki
(Proudhon doğal olarak Rousseau’yu okumuştur)
Fransız sosyolog Pierre Joseph Proudhon, kolaylıkla federalizm’in ilk teorisyeni olarak adlandırılabilir. Aynı yönde düşünmekte ve aynı terimleri kullanmakla birlikte Proudhon, konuyu daha geniş
kapsamlı ve gerçekçi bir yaklaşımla ele alış biçimi
ve Rousseau’ya göre daha ayrıntılı bir şekilde (federasyonun kelime anlamına kadar) işlemesi itibariyle federalizm açısından ilk teorisyen olma sıfatını hak etmektedir. Proudhon, sosyalizmin demokratik formlarının Avrupalı savunucusudur. Proudhon, federalist, özgürlükçü bir sosyalizmi savunur,
özgürlüğe inanır, Avrupa’nın daha iyiye gitmesi,
119
huzur ve refah dolu bir yer haline gelmesi, dünyadaki güçlü etkisinin devam edebilmesi federal bir
yapıya sahip olması gerektiğini savunur. Federalizm düşüncesi Proudhon’un aklına ilk olarak
1861’de İtalya’nın Fransa’nın hemen yanıbaşında
birliğini gerçekleştirmesi ve güçlü hale gelmesiyle
belirmiştir. İtalya’daki bu uyanışa karşı Fransa’nın
korunabilmesi için federasyonla yönetilmesi gerektiğini düşünür.121 Düşüncelerini Federasyon İlkesi (1863) adlı ünlü çalışmasında dile getirir:
‘‘Eğer politik sözleşme, karşılıklı bir sözleşme, demokrasi fikrinin gerektirdiği gibi, bir mübadele sözleşmesi olma koşulunu yerine getirecekse, eğer o,
belli sınırlarda kalarak herkes için faydalı ve uygun
olacaksa, o zaman vatandaşlar bu bağlılığa girmekle 1) devletten kendilerinin ona bağışladıkları
kadar şey almaları ve 2) kendi tam özgürlüğünü,
hükümranlığını ve insiyatifini korumalıdır; bundan
yalnızca sözleşmenin özel içeriğine ve devlet tarafından istenen garantilere ilişkin şeyleri hariç tutabiliriz. Bu tarzda düzenlenmiş ve kavranmış olan
politik sözleşmeyi Federasyon olarak tanımlıyorum.’’122
Bu tanımlamayı yaptıktan sonra Proudhon, Federasyon kelimesinin nereden geldiği, kökenleri ve
kelime anlamına yönelik açıklamaları da beraberinde getirmektedir. Proudhon, egemen devletler
konfederasyonunun, basit bir koalisyondan
öteye gidemeyeceğini öne sürüp karşı çıkarken,
bölgeler ve hatta şehirler düzeyinde kapsamlı
federasyonlar önermektedir:
‘‘Federal sistem, kitlelerin galeyana gelmesine,
her türlü demagojik tahriklere bir son veriri: o cadde ve tribünlerin iktidarının ve başkentlerin çekim
gücünün sonudur. Paris isterse kendi duvarlarının
içinde devrim yapsın, eğer Lyon, Marsilya, Toulouse, Bordeaux, Nantes, Rouen, Lille, Strasburg, Dijon vs. gibi vilayetler, kendi başlarına buyruk olarak, onun izinden gitmezlerse neye yarar? Faturayı Paris ödeyecektir: Böylelikle Fedeasyon halkın
kurtuluşu olacaktır. Çünkü o halkı bölmek suretiyle, hem önderlerinin tiranlığından, hem de kendi
budalalıklarından kurtarır. … Federasyon düşüncesi, kesinlikle, politik aklın şimdiye kadar eriştiği
en yüksek seviyedir. Yetmiş yıldır ilan edilen Fransız yasalarını, kısa süresinde ülkemizde çok az
A.e., s.279.
A.y.
121
William H. George, ‘‘Proudhon and Economic Federalism’’, The Journal of Political Economy, Cilt.30, No:4, Ağustos 1922, s.535.
122
P. J. Proudhon, Makaleler, Çev. M.Tüzel, İstanbul, Birey Yayınları, 1992, s.41-42.
120
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
saygınlık kazandırmış olan Fransız Devrimi’ne
rağmen, büyük ölçüde aşmaktadır. Özgürlüğün
otorite ile birleştirilmesinden doğan bütün güçlükleri çözmektedir. 20. yüzyıl Federasyonlar çağını
açacaktır, ya da insanlık tekrar bin yıllık cehennem
ateşine düşecektir…’’123
Kalergi’nin Pan-Avrupa’sı
Richard Coudenhove-Kalergi çok yönlü bir kişiliğe
sahipti. 1894 yılında Avusturyalı bir diplomatın oğlu olarak Japonya’da doğmuştu. Ailesinin Brabantine asilzadelerinden olduğu, ayrıca Phocae Bizans hanedanı ile ilişkili olduğu belirtilen Kalergi,
1918’de Çek vatandaşı idi. Annesi Japon olan Kalergi, savaş yıllarını Bohemya’da ve Viyana’da geçirdi, İsviçre’nin Gstaad kentinde oturdu ve daha
sonra Fransız tabiyetine geçti.124 Peter Bugge, bu
çok yönlü kişiliğiyle Kalergi’nin bir uluslararası
kavrama yetisine125 sahip olduğunu söylemektedir.
Savaş ve Avusturya’nın kaybetmesi Kalergi’de şok
etkisi yarattı, 1918’de Wilson’un barış programının
ve Milletler Cemiyeti’nin daha iyi, barış içinde bir
dünya yaratacağını ummaktaydı. Zamanla bu fikrinde hayal kırıklığına uğradı ve kıtanın sorunlarının üstesinden gelebilmesi için sadece politik
olarak birleşmiş bir Avrupa’nın kurulması gerektiği sonucuna vardı.
Kalergi’nin yaklaşımı tamamen politikti. Mantık
silsilesi içerisinde açıklamalarında tarihi analojilere ve argümanlara başvurmuş olmasına rağmen
geçmişi, düşüncelerinin temel çıkış noktası olarak
kullanmadı. Avrupa’yı ele alırken neden güçlü bir
kimlik kavramına fazla girmeden konuştu. Avrupa’nın dünya genelindeki üstün durumunun sona
erdiğini ve beyaz ırkın üstün konumunun da kırıldığını kabul ediyordu. Alman filozof Oswald
Spengler’in Batı’nın Çöküşü isimli çalışmasına
karşı verdiği cevapta bu düşüncesinin izlerini görmek mümkündür:
‘‘Avrupa’nın çöküşünün sebebi biyolojik değil politiktir. Avrupa yaşlandığı için ölmüyor, modern bilimin araçlarını kullanan insanlar birbirlerini öldürüyor ve yok ediyor… Avrupa’nın insanları bunak değil – Sadece politik sistemleri bunadı. Bu sistem
radikal bir biçimde değiştirilirse Kıta’nın tamamını
123
yeniden kurarak kurtarabiliriz.’’126
Kalergi Avrupa’yı tanımlamanın zorluklarını çok iyi
biliyordu. Özellikle coğrafi kriterlerin belirsizliği,
Avrupa’nın Avrasya’nın batı ucu olması ve doğuda
doğal sınırların bulunmayışı tanımlamanın güçlüğünü daha da artırıyordu. Bir başka açıdan, politik
ve kültürel tanımlama girişimleri de Antik Yunan’dan beri yapılmakta, tarih içerisinde yeniden
gözden geçirilmelere tabi tutulmaktaydı. Kültürel
olarak Avrupa tüm kıtalara sıçramış durumdaydı,
aynı kültürel köklere sahip birçok büyük gücün etki alanlarının genişlemesine zıt yönde olarak politik olarak Avrupa gerçekleşmemişti. İşte Pan-Avrupa Kalergi’nin kültürel ve coğrafi Avrupa’nın yanında politik olarak da Avrupa ile ilgili beklentilerine verdiği cevabın ismiydi.127 Avrupa’daki değişimin dünyanın geri kalanından izole edilerek gerçekleşemeyeceğini bilen Kalergi, dünya barışının
sağlanabilmesi için beş ‘büyük küresel güç’ kümelenmesinin gerçekleşmesi gerektiğine inanıyordu.
Bunlar; 128
• Amerika (Kanada dahil)
• Sovyetler Birliği
• Uzakdoğu Asya (Çin ve Japonya)
• Pan Avrupa (Avrupa kıtasının Afrika ve Orta Güneydoğu Asya’daki kolonileri dâhil)
• Britanya ve İmparatorluğu (Kanada, Avustralya,
Güney Afrika, Ortadoğu ve Hindistan)
1922 yılında ‘Avrupa Birliği’ konusunda yazdığı
makale ile adını duyuran Coudenhove-Kalergi, bir
‘Pan Avrupa Teşkilatı’ kurdu. Bu fikre yönelmesinin
temel nedeni Bolşevik tehlikesi idi. Kalergi’ye göre
‘‘Avrupa ya bir federasyona gidecek ya da Rus
saldırıları karşısında mağlup olacak’’tı. O nedenle
Sovyetler Birliği, Kalergi’nin öngördüğü Avrupa sınırları dışında kalıyor, daha doğru bir ifadeyle kurulacak federasyon haricinde tutuluyordu. Rusya
üzerine yönelttiği eleştirilerinde Kalergi, Rusya’nın
‘Bolşevik yolu’nu seçmesi ve Avrupa’da dominant
konumda olan demokratik ilkelere sırtını dönmesi
ile Pan-Avrupa’nın doğu sınırının yeni Doğu Avrupa demokrasileri ile Rusya arasında oluşacağını
A.e., s.44-45.
Boyd, a.g.e., s.35.
125
Peter Bugge, ‘‘The Nation Supreme: The Idea of Europe 1914-1945’’, The History of The Idea of Europe, Ed. Kevin Wilson,
Jan van der Dussen, London, Routledge, 1995, s.96.
126
R. N. Coudenhove-Kalergi, ‘‘Europe To-Morrow’’, International Affairs, Cilt.18, No:5, Eylül-Ekim 1939, s.626.
127
Bugge, a.g.m., s.97.
128
McCormick, a.g.e., s.30.
124
81
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
söylemekteydi. Yine de bir açık kapı bırakan Kalergi, Rusya’nın demokrasiye dönmesi halinde Avrupa’ya geri dönebileceğinin sinyallerini veriyordu.129
Bu aslında doğal karşılanması gereken bir yaklaşımdı. Ancak Kalergi, İngiltere’nin de bu federasyon dışında kalacağını ifade etmekteydi. Kalergi’ye göre, İngiltere ‘Avrupa’nın dışında büyümüş’
ve kendi başına politik bir kıta olarak, Pan-Avrupa
içine dâhil edilebilmesi için çok büyük ve güçlü konuma gelmişti. Ama İngiltere ile Avrupa arasında
ortak işbirliği ve savunma politikaları gerçekleştirilmeliydi çünkü sonuç itibariyle iki taraf da aynı Avrupa kültürünü taşımaktaydı. Dünyanın diğer bölgelerinin Avrupalılaştırılması için de bu işbirliği
gerçekleşmeliydi. İngiltere kolonilerini kontrol etmeli, Pan-Avrupa da gelişimleri için insan haklarının teminini sağlamalıydı. 130 İngiltere’yi Avrupa bütünleşmesinin dışında tutan Avusturyalı Kont Coudenhove-Kalergi’nin Türkiye’nin talep etmesi
halinde federasyona katılabileceğini belirtmesi
son derece ilginçtir.131
82
Kont Coudenhove-Kalergi, ülkelerin yıkımına yol
açan savaşları önlemek ve dünyanın diğer ülkeleri ile rekabet edebilmek için Avrupa’nın birleşmesi
gerektiği fikrini savunuyordu.132 Eğer Avrupa bir
konfederasyon veya birlik altında toplanır, bir
‘‘gümrük birliği’’ teşkil edilir, ülkeler arasında askeri ittifak kurulur, bir Yüksek Adalet Divanı çerçevesinde uyuşmazlıkların çözümüne gidilirse önemli
gelişmeler sağlanabilirdi.133 Kont Coudenhove-Kalergi ve doğal olarak da Pan-Avrupa Birliği, militarizme, komünizme ve korumacılığa karşıydı. 1930
yıllarında Birliğin anti-faşist ve Nazi karşıtı girişimleri olmuş, Bolşevizm tehlikesine karşı Batı Avrupa
ülkelerinin güçlerini birleştirmeleri de istenmişti.134
Bu uğraşların varmak istediği nihai hedef barışın
sağlanması idi. İşbirlikleri, ulus-üstü merciler vasıtasıyla adaletin sağlanması vs. gibi öngörülerin tamamı Avrupa’daki küçük devletlerin dışardan gelebilecek (özellikle Rusya) tehlikelere karşı korunmasına yönelikti. Avrupa’dan başlayarak daha büyük ölçeklere ulaşacak şekilde ‘balance of power’ın temini ve silahsızlanmanın sağlanması düşünülüyordu.
129
130
131
132
133
134
135
Güvenliğin sağlanmasına paralel olarak ve onunla
sıkı bir bağ içerisinde Avrupa ekonomisi de Kalergi’nin temel argümanlarının başında geliyordu.
Kalergi, ekonomik rekabet ve silahlanma yarışının
Avrupa’yı getirdiği kriz ve savaş durumunu görmekteydi. Pan-Avrupa Birliği, bir ‘Ortak Pazar’ sayesinde savunma harcamalarının kısılarak, gümrüklerin kaldırılması bu sayede de ekonomik büyümenin gerçekleşebileceğini savunuyordu. Böyle
bir bütünleşme sayesinde Avrupa, küresel ekonomi içerisinde önemli bir aktör olarak bulunabilecekti. Pan Avrupa hareketinin başarıya ulaşabilmesi için öncelikle bu fikrin Avrupalıların beyninde
ve kalbinde yer bulması ve bu yöndeki arzuların
dile getirilmesini savunan Kalergi, umutlarını şöyle
ifade ediyordu:
‘‘Pan Avrupa hareketinin, siyasi haritada yer bulmasından önce Avrupalıların zihinlerinde ve kalplerinde kök salmış olması gerekmektedir. Ortak
menfaatler doğrultusunda bir sağduyu köprüsünün, halklar, endüstriler, tüccarlar ve sanatçılar
arası dostluk ilişkilerinin kurulması gerekmektedir.
Pan-Avrupa dayanışması, Avrupa vatanseverliği
hissi, ulusal duyarlılığın sağlamlaştırılması ve tamalanması için mutlaka temin edilmelidir.
Avrupalılar, hükümetleri veya parti liderlerinin birleşmeye duyulacak ihtiyacı fark etmelerini bekleyemez. Kıtanın kaderini etkileyecek bu konuda bütün erkekler ve kadınlar Pan-Avrupa’ya duyulan
ihtiyacı dile getirmeli, bu yöndeki çalışmalara katkıda bulunmalıdır. (…) Biri gün bu ruh hali ve savgi seli, Polonya’dan Portekiz’e kadar gerçekleşecek ve bir birleşmiş Dünya Barış ve Özgürlük İmparatorluğu kurulacaktır!’’135
Özetlemek gerekirse, Kalergi’nin Pan-Avrupa’sı
büyük ölçekli ütopyaların bir toplamını yansıtıyordu. Etkili bir politik analiz ve açık görüşlü pragmatik bir yaklaşımla olaylara yaklaşan Kalergi, örneğin İngilizce’nin anadillerin yanında ikinci bir ortak
dil olarak yaygınlaştırılmasını böylelikle küresel
anlamda iletişimin yolu olmasını öneriyordu. İdealist bir düşünür olarak süper güçlerin dengesinde
küresel bir uyumun sağlanabilmesini umuyordu.
Kalergi özellikle iki önemli devlet adamı Eduard
R. N. Coudenhove-Kalergi, Pan-Europe, New York, Alfred A. Knopf, 1926, s.51-65.
A.e., s.43-48.
Kabaalioğlu, a.g.e., s.32-33.
Coudenhove-Kalergi, a.g.e., s.172-176.
A.e., s.190.
Kabaalioğlu, a.g.e., s.33.
Coudenhove-Kalergi, a.g.e., s.191-193.
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
Herriot (1872-1957) ve Aristide Briand’ın (18621932), sempatisini kazanmıştı. Bunlardan Aristide
Briand 1927’de Pan-Avrupa Birliği’nin onursal
başkanlığını kabul edecek derecede birliğe inanmış bir liderdi. Zaten genel olarak da 1920’lerden
itibaren Fransa’nın öncelikli politikası Avrupa’da
kurumlaşmaya dayalı bir işbirliğinin sağlanmasına
yönelikti.
Sonuç
Ortaçağdan itibaren bütünleşme çabalarının temelinde, önceleri uluslararası daha doğrusu devletler arası anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması
amacıyla belirli mekanizmaların oluşturulması ve
barışın korunması fikri ön planda olmuştur. Bu
amaç doğrultusunda ilk dönem projelerine baktığımız zaman gördüğümüz, ulusal kilisenin güçlendirilmesi ve dolayısıyla ‘‘din’’ faktörünün etkin olarak kullanılması temasıdır. Örneğin Dante ve Du
Bois’nın projelerinde bu düşüncenin etkileri görülebilmektedir. Yine aynı dönemi dâhil ederek ve
beraberinde ‘‘Büyük Projeler’’i de düşünecek olursak, projelerin şekillenmesinde katkısı bulunan
ana temalardan birinin, Türkler olduğunu görebilmekteyiz. Müslüman/Türklerin büyük bir dış tehdit
olarak Avrupa’yı korkutması projeleri etkileyerek,
birliğin sağlanması, kralların güçlendirilerek imparatorluk fikrinin etkin bir biçimde ortaya çıkarılması gibi sonuçları doğurmuştur. Bu düşüncenin örneklerini de Sully ve Leibniz’de görebilmekteyiz. Ortaçağdan çıkışla birlikte özellikle Reform’un ve Aydınlanma’nın şekillendirdiği Avrupa’da artık din faktörü eskisi kadar etkili olmaktan
çıkmış ve toplumun ortak bir hukuk etrafında
şekillenmesi gerektiği düşüncesi ağır basmaya
başlamıştı. Ulus devletin mutlak güçlenmeye başladığı 16. ve 18. yüzyıllar arası dönemin ana temasını oluşturan bu fikir, barış fikrinin sadece
devletleri değil tüm kıtayı hatta evreni temsil
etmesi gerektiği üzerinde odaklanmaktaydı ve düşüncenin temel yansımalarını Aydınlanma’nın
kozmopolit düşünürlerinde, Rousseau ve Kant’da
bulmak mümkündü. Sonraki dönem, ilerleme fikrinin başat konuma geçtiği zamanları ifade etmektedir. Modern zamanların temel karakteristiği olan
bu fikir, Saint-Simon ve Proudhon gibi sosyalistlerde yeşererek, tüm kıtanın gelişmesine ve ilerlemesine olan inancı simgeleyerek projelerde kendini göstermiştir. Son olarak, Avrupa’nın yaşadığı
savaşlar ve dış tehditlerin zaman içerisindeki evri136
minin ortaya çıkardığı savunma içgüdüsünün, ana
tema olarak ağırlık kazanacağı ve Avrupa’nın geleceğinin garantiye alınabilmesi için birleşmek
gerektiği fikrinin somutlaşacağı, Kalergi gibi isimlerin düşüncelerini dile getirecekleri döneme gelinecektir.
Genellikle devlet adamları tek bir gücün hegemonyası altında bir Avrupa devletini önerirken, filozoflar ise ancak federasyon benzeri bir bütünleşme sonucunda Avrupa’nın savaşlardan kurtulabileceğini söylemektedirler. Ancak kesin olarak görülebilecek bir şey vardır ki Avrupa’nın şekillenmeye başladığı dönemden itibaren Avrupa’nın birleşmesi fikri, sebepleri ve sonuçları arasında bazı
farklılıklar barındırsa da dillerden düşmemiştir.Günümüzden yaklaşık altmış sene önce dönemin
Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, Avrupa
ekonomik bütünleşmesine ilişkin görüşlerini açıklarken ‘‘Avrupa Federasyonu hedefine doğru
sağlam bir temel atmak ve ilk aşamaya geçmek’’ ifadesini kullanmıştı. Bu ifade aynı zamanda
Avrupa tarihinde yeni bir dönemin de işareti olmuştur. Yöntemsel olarak, başlangıçta bir ‘Avrupa
Federasyonu’ kurmak yerine, adım adım ilerleyecek bir süreç benimsenmiş ancak Avrupa’da federasyon hedefi, Avrupa bütünleşme sürecinin başından beri gündemden kalkmamıştır. Başlangıçta
iki Fransız, Robert Schuman ve Jean Monnet tarafından ortaya konan Avrupa devletler sistemi prensibi, 2000’lerin başında iki Alman, Gerhard Schröder ve Joschka Fischer’in ‘federal Avrupa projesi’
ile yeniden gündeme gelmiştir.136
Winston Churchill’in 1946’da söylediği gibi bir çeşit ‘‘Avrupa Birleşik Devletleri’’ fikrini gerçekleştirmek için öncelikle ekonomik bütünleşmeyi benimseyen Avrupa artık siyasi olarak da bütünleşmesini tamamlamak istiyor ama bir taraftan da bunun nasıl olacağı konusunda fikir ayrılıkları devam
ediyor. Anayasalaşma süreci de bunun en önemli
örneklerinden birini oluşturuyor. Günümüzde yaşanan gelişmeler, Avrupalı devletlerin yönetim gelenekleri gibi kültürel karakteristiklerindeki nüansları ortaya çıkarması açısından ilginç bir gösterge
olarak gözümüze çarpmaktadır fakat bütünleşme
doğrultusunda üretilen projelerin de Avrupa için
çok ciddi tecrübeler üretmiş olduğunu görebilmekteyiz.
Sanlı, Avrupa Birliği ve Demokrasi Açığı, İstanbul, Alan Yayıncılık, 2005, s.117-118.
83
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Emre YILDIRIM
Kaynakça
Norbert Guterman, New York, Macmillan, 1966.
Acar-Savran, Gülnur: Sivil Toplum ve Ötesi: Rousseau, Hegel, Marx, İstanbul, Belge Yayınları,
2003.
De Rougemont, Denis: The Meaning of Europe,
Çev. Alan Braley, New York, Stein and Day Publishers, 1965.
Ağaoğulları, M. Ali: Tanrı Devletinden Kral-Devlete, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1991.
Dinçkol, Bihterin (Vural), Mehmed Akad: Genel
Kamu Hukuku, İstanbul, Der Yayınları, 2000.
Akad, Mehmed: Genel Kamu Hukuku, İstanbul,
Filiz Kitabevi, 1997.
Dorpalen, Andreas: ‘‘The European Polity: Biography of an Idea,’’, The Journal of Politics,
Cilt.10, No:4, Kasım 1948, s.712-733.
Alighieri, Dante: On World-Government or De
Monarchia, Çev. Herbert W. Schneider, New
York, Liberal Arts Press, 1957.
Arnhart, Larry: Siyasi Düşünce Tarihi: Plato’dan
Rawls’a, Ankara, Adres Yayınları, 2004.
Armstrong, A. C.: ‘‘Kant’s Philosophy of Peace
and War’’, The Journal of Philosophy, Cilt.28,
No:8, Nisan 1931, s.197-204.
Bance, Alan: ‘‘The Idea of Europe: from Erasmus
to ERASMUS’’, Journal of European Studies,
No:22, Mart 1992, s.1-19.
84
Bilici, Faruk: XIV. Louis ve İstanbul’un Fetih Tasarısı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004.
Boyd, Andrew ve Frances: Western Union, London, UNA’s Guide to European Recovery, 1948.
Bugge, Peter: ‘‘The Nation Supreme: The Idea of
Europe 1914-1945’’, The History of The Idea of
Europe, Ed. Kevin Wilson, Jan van der Dussen,
London, Routledge, 1995.
Ebenstein, William: Great Political Thinkers:
Plato to the Present, New York, Macmillan, 2004.
Erasmus, Desiderius: The Complaint of Peace:
translated from the Querela Pacis A.D. 1521,
London, The Open Court Publishing Co., 1917.
George, William H.: ‘‘Proudhon and Economic Federalism’’, The Journal of Political Economy,
Cilt.30, No:4, Ağustos 1922, s.531-542.
Gladwyn, Lord: The European Idea, London, The
New English Library Limited, 1967.
Grotius, Hugo: The Law of War and Peace: Including The Law of Nature and Nations, Ed. A. C.
Campbell, London, Verso Editions, 2005.
Kabaalioğlu, Haluk: Avrupa Birliği ve Kıbrıs, İstanbul, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 1998.
Kant, Immanuel: Perpetual Peace and Other Essays, Çev. Ted Humphrey, Indianapolis, Hackett
Publishing Company, 1983.
Butler, Geoffrey: ‘‘Sully’s Grand Design’’, Edinburg Review, England, y.y., 1919.
Kaya, Bilent: ‘Avrupa Entegrasyon Modelleri’’, Birikim, No:128, Aralık 1999, s.52-60.
Coudenhove-Kalergi, R. N.: ‘‘Europe To-Morrow’’,
International Affairs, Cilt.18, No:5, Eylül-Ekim
1939, s.623-640.
Kende, Istvan: ‘‘The History of Peace: Concepts
and Organizations from the Late Middle Ages to
the 1870’s’’, Journal of Peace Research, Cilt.26,
No:3, Ağustos 1989, s.233-247.
Coudenhove-Kalergi, R. N.: Pan-Europe, New
York, Alfred A. Knopf, 1926.
Cruce, Emeric: The New Cyneas of Emeric Cruce, Philadelphia, Aleni Lane and Scott, 1909.
Dedeoğlu, Beril: ‘‘Avrupa Birliği Bütünleşme Süreci’’, Dünden Bugüne Avrupa Birliği, Ed. Beril
Dedeoğlu, İstanbul, Boyut Kitapları, 2000.
Deniz, Faruk: ‘‘Machiavelli: ‘‘Şeytan’’ mı, ‘‘İnsan’’
mı?’’, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,
No:23-24, Mart 2000-Eylül 2001, s.109-126.
De Rougemont, Denis: The Idea of Europe, Çev.
Leibniz: Political Writings, Ed. Patrick Riley, New
York, Cambridge University Press, 1996.
Lewis, V.J.: ‘‘The Bohemian Project of 1464’’, New
Commonwealth, No:1, 1933, s.1-15.
Machiavelli, Niccolo: The Art of War, Çev. Peter
Bondanella, Mark Musa, London, Penguin Books,
1995.
McCormick, John: Understanding The European Union, New York, Palgrave Macmillan, 2005.
Meriç, Cemil: Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk
AVRUPA BÜTÜNLEfiMES‹N‹N DÜfiÜNSEL TEMELLER‹ 2: DÜfiÜNÜRLER VE PROJELER
Emre YILDIRIM
Sosyalist, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995.
Penn, William: An Essay Towards the Present
and Future Peace of Europe, Ed. John Bellows,
Gloucester, Eastgate, 1914.
Pollinger, Eliot H.: ‘‘Saint Simon, The Utopian Precursor of The League of Nations’’, Journal of the
History of Ideas, Cilt.4, No:4, Ekim 1943, s.475483.
Proudhon, P. J.: Makaleler, Çev. M.Tüzel, İstanbul, Birey Yayınları, 1992.
Riley, Patrick: ‘‘New’ Political Writings of Leibniz’,
Journal of the History of Ideas, Cilt.55, No:1,
Ocak 1994, s.147-158.
Rodriguez-Salgado, Mia: ‘‘In Search of Europe,’’
History Today, No:42, Şubat 1992, s.1-14.
The Great Design of Henry IV and The United
States of Europe: Ed. Edward D. Mead, Boston,
Ginn and Company, 1909.
Torun, Yıldırım: Hugo Grotius’un Hukuk ve Siyaset Felsefesi, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2005.
Terzi, Özlem Türk: ‘‘Avrupa’nın Birliği: Avrupa’da
Bütünleşmenin Tarihsel Dönüşümleri’’, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:25, Ekim 2001,
s.245-255.
Türkbağ, Ahmet Ulvi: ‘‘Doğu’nun Akşamından Batı’nın Şafağına: Modern Avrupa’yı Yaratan Anlayışın Doğuşu’’, Doğu Batı, No:14, Şubat-Mart-Nisan 2001, s.103-110.
West, David: Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1998.
Rosamond, Ben: Theories of European Integration, London, Macmillan, 2000.
Rousseau, J. J.: A Project for Perpetual Peace,
Çev. Edith M. Mutall, London, Penguin Books,
1927.
Rousseau on International Relations, Ed. Stanley Hoffmann, David P. Fidler, New York, Oxford
University Press, 1991.
Saint Pierre, Abbe de: A Project for Settling an
Everlasting Peace in Europe, London, P and S
Co., 1939.
Saint-Simon, Henri de: Social Organization, The
Science of Man and Other Writings, Ed. Felix
Makhem, Newyork, Harper Torchbooks, 1964.
Salman, Trevor: Building European Union: A
documentary history and analysis, Ed. Trevor
Salman, Sir William Nicoll, Manchester, Manchester University Press, 1997.
Sanlı, Leyla: Avrupa Birliği ve Demokrasi Açığı,
İstanbul, Alan Yayıncılık, 2005.
Scott, James Brown: The Catholic Conception
of International Law, Georgetown, Georgetown
Books, 1934.
Siyaset Felsefesi Sözlüğü: Ed. Philippe Reynaud, Stephane Rials, İstanbul, İletişim Yayınları,
2003.
The Cambridge Companion to Leibniz: Ed. Nicholas Valley, New York, Cambridge University
Press, 1995.
85
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM*
Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Süreç
‹çerisinde Dönüflümü, AB Üyelik
Süreci ve Türk Az›nl›¤a Etkileri
ÖZET
Osmanl› Devleti’nin Balkanlar’dan çekilifliyle birlikte geride önemli oranda bir Türk az›nl›k kalm›flt›.
Bulgaristan’daki Türk az›nl›¤›n haklar› ikili ve çok tarafl› antlaflmalarla güvence alt›na al›nm›flsa da,
1877–1878 Osmanl›-Rus Savafl› ile bafllayan ve 1989’da Bulgaristan’daki sosyalist sistemin y›k›l›fl›na kadar geçen süre zarf›nda ülkedeki Türk az›nl›¤a yönelik çeflitli asimilasyon politikalar› uygulanm›fl ve Türk nüfus göçe zorlanm›flt›r. So¤uk savafl döneminin bitimiyle birlikte Bulgaristan’da bir
dönüflüm süreci gerçekleflmifltir. Bu süreçte, Bulgaristan’da demokratik sistem tesis edilmifl ve
Türk az›nl›k Bulgaristan siyasi yaflam›na girmifltir. Öte yandan, d›fl politikadaki ana çekim merkezi
ise Moskova olmaktan ç›km›fl ve Brüksel-Washington eksenine kay›lm›flt›r. Bu kapsamda, AB ve NATO üyelik hedefleri, Bulgaristan için kaç›n›lmaz hale gelmifltir. Çal›flman›n amac›, Bulgaristan Türklerinin tarihsel süreç içerisindeki dönüflümünü ve Bulgaristan’›n AB üyelik sürecinin Türk az›nl›¤a
etkilerini incelemektir.
ABSTRACT
86
By the falling back of Ottoman Empire from Balkans, there stayed an important populated Turkish
minority rearward. Even if the rights of Turkish minority in Bulgaria had been guaranteed by bilateral and multilateral treaties, various assimilation policies aimed at Turkish minority were applied
during the time, starting from Ottoman-Russia War (1877-1878) and lasting to the collapse of
socialist system in Bulgaria in 1989 and also Turkish population was forced to immigration. A
transformation process has become true in Bulgaria by the end of Cold War period. In this process,
the democratic system has been established in Bulgaria and Turkish minority has entered the
political life of the country. On the other hand, Bulgaria has changed her foreign political route
from Moscow to the axis of Washington-Brussels. In this frame, the membership goals to NATO and
EU became unavoidable for Bulgaria. The purpose of this study is to examine the transformation
of Turks of Bulgaria in historical process and the effects of EU membership process of Bulgaria to
Turkish minority.
GİRİŞ
Soğuk savaş döneminin bitimiyle birlikte çeşitli totaliter devletlerce bastırılmış olan etnik kimliklerin
gerek çatışma ortamında gerek demokratik platformlarda kendilerini aramaları uluslararası ilişkiler terminolojisine azınlık, azınlık grupları, etnik
çatışmalar, etnik parti vb. kavramların girmesine
yol açmıştır. Etnik kimliklerin ve sorunların tanımlanmaları bölgesel bağlamda farklılıklar arz etmektedir. Söz gelimi Batı Dünyasında (İspanya,
İsviçre, İngiltere, Belçika gibi) demokratik yollarla
ve devlet yapısında revizyona gidilerek çözüme
*
1
bağlanması ön plana çıkarken; eski Doğu Blok’u
ülkelerinde ise yaşanan çözülmenin ortaya çıkardığı dönüşüm sürecinde bu sorunlar farklı metotlarla sonuca bağlanmak istenmiştir. Soğuk savaş
sonrası dönemde eski Yugoslavya coğrafyasında
etnik çatışmalar ortaya çıkmasına karşın, Çekoslovakya örnekleminde ise gruplar arasında anlaşma ve diyalog kendisini göstermiştir.1 Diğer taraftan, bu konuda uluslararası platformlarda örnek
olarak gösterilen “Bulgaristan modeli”nde, etnik
grupların değişim/dönüşüm sürecinde partileşme
yoluna giderek iç politikada bir aktör, dış politikayı
Kader Özlem, Uludağ Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi.
Nurcan Özgür, Etnik Sorunların Çözümünde Hak ve Özgürlükler Hareketi, İstanbul: Der Yayınları, 1999, s. 1–2.
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
etkileyebilen bir baskı grubu olarak, azınlığın başta kimlik olmak üzere diğer yaşamsal haklarını demokratik yollarla elde etme stratejisi gözlemlenmektedir.
Azınlık grupları, son dönemlerin kalıplaşmış söylemi olan “farklılıkların zenginliği” olabildiği gibi, iç ve
dış odaklı krizlerin ve husumetlerin de kaynağı
olabilmektedir. Bununla birlikte, ülke içerisindeki
etnik gruplar, küresel, bölgesel aktörler ve/veya
komşu devletlerin dış politik amaçlarına araç olabilmekte ve iç barışı-bütünlüğü tehdit edebilmektedirler. Azınlık gruplarına ilişkin sorunlar, insan hakları, barış ve demokrasi gibi 21. yüzyılın popüler
kavramları çerçevesinde çözümlenmesi gerekirken; azınlık gruplarının haklarının korunması açısından tam kapsamlı hukuksal bir düzenlemeden
bahsetmek güçtür. Azınlık haklarına ilişkin hukuksal boşluğun2 yanı sıra, “azınlık” kavramının3 uluslararası boyutta net bir tanımının yapılamadığı da
belirtilmelidir.
Berlin Duvarı’nın yıkılışı aynı zamanda Bulgaristan’da yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Duvarın yıkıldığı akşam istifa eden Todor Jivkov sonrasında, Bulgaristan’da radikal bir değişim süreci yaşanmasa da diğer Doğu Avrupa ülkeleri gibi ılımlı
bir süreç ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda, Türklerin
zorla değiştirilen Türkçe isimlerini iade yoluna gidilmiştir. Özellikle, 1984–85 yıllarında gerçekleşen
asimilasyon hareketine karşı Türkler arasında
gösterilen direniş ve yerel bazdaki örgütlenmeler,
Hak ve Özgürlükler Hareketi’ni ortaya çıkaracak
ve söz konusu parti Bulgaristan siyasetinde kilit
konuma gelecektir. Bulgaristan Türklerinin temel
hak ve hürriyetlerini silaha başvurmadan demokratik yollarla elde etmesi, günümüzde azınlık problemlerinin çözümüne ilişkin önümüzde somut bir
model olarak dururken; yaşanan gelişmelerin Bulgaristan’ın demokratikleşme sürecinde önemli bir
rolü olmuştur. Ayrıca Türk azınlığın genel durumunda meydana gelen iyileşmeler, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinin de düzelmesini beraberinde getirmiştir. Bulgaristan açısından bütün bu faktörler,
Batı dünyasına ulaşma konusunda bir köprü işlevini görürken; NATO ve AB üyelik hedefleri de bu
hususta lokomotifi olmuştur. Önce Mart 2004’te
NATO, ardından Ocak 2007’deki AB üyeliği Bulgaristan’ı Batı ailesinin ayrılmaz bir parçası haline
getirmiş ve ülkede alışılmışın dışında bir süreç yaşanmıştır. Bu süreçte gerçekleştirilen reformların
işlevselliği konusunda her ne kadar sorunlar yaşansa da, özellikle Türk azınlık, söz konusu süreçten ve soğuk savaş sonrası dönemde oluşan gerek küresel gerek ülke içindeki olumlu atmosferden önemli ölçüde faydalanmıştır. Çalışmanın
amacı, tarihsel perspektiften Türk azınlığın dönüşüm sürecini ve Bulgaristan’ın AB üyelik sürecinin
Türk azınlığı üzerindeki etkilerini incelemek olarak
belirlenmiştir. Konu son tahlilde, kapsamlı bir değerlendirme süzgecinden geçirilerek genel bir sonuca bağlanacaktır.
1. TARİHSEL SÜREÇ İÇERİSİNDE BULGARİSTAN TÜRKLERİ
Osmanlı Devleti’nin bölgesel bir güç olmaktan çıkıp cihan devleti olma stratejisindeki en önemli parametreyi Balkan coğrafyası oluşturmaktaydı.
Devlet otoritesinin bölgedeki etkisinin ve kalıcılığının sistematik olarak gerçekleşecek bir İskân Siyaseti’nin varlığına bağlı olması, Anadolu’dan Rumeli’ye kitlesel göç hareketlerinin temelini oluşturmuştur. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren söz
konusu coğrafyada siyasi egemen güç olmaya
başlayan Osmanlı Devleti, uyguladığı politikalar
sonucunda demografik dengeleri kendi lehine çevirmeyi başarmıştır. Bu durum salt Balkanlar genelinde kendisini göstermezken, bölgenin küçük
örneklemi durumundaki Bulgaristan’da da aynı hususla karşılaşılmaktadır.
2
Azınlık haklarına dair, kapsamlı bir hukuksal düzenleme mevcut değilse de çeşitli evrensel sözleşmelerde bu konuya atıfta bulunulmuştur. Örneğin; Birleşmiş Milletler Kurucu Antlaşması hükümleri, 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması
Hakkında Sözleşmesi, 1963 Irk Ayrımını Ortadan Kaldıran Sözleşme, 1965 Irk Ayrımının Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkında Sözleşme, 1966 Medeni ve Siyasal Haklarla İlgili Sözleşme, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirisi. Bunun yanı sıra, Avrupa Konseyi ve AGİK çerçevesinde de çeşitli düzenlemeler mevcuttur.
3
Çalışmamız kapsamı itibariyle azınlık kavramını ayrıntılı bir şekilde incelemeye elverişli olmadığından azınlığın tanımına dair
kapsamlı açıklamalarda bulunmak mümkün olmamaktadır. Azınlık kavramına ilişkin çeşitli politik ve akademik çevrelerce değişik
tanımlamalar getirilse de genel olarak azınlığın tanımı şu şekilde yapılabilmektedir: “İçinde yaşadıkları toplumda, nüfusun büyük
çoğunluğunu oluşturan gruptan din, dil, etnik köken vb. açılarından farklı özellikler gösteren grup.” (Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İstanbul: Cem Yayınevi, 1992, s.51). Öte yandan, Avrupa Parlamentosu’nca kabul edilen 1 Şubat 1993 tarihli Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Konvansiyonu Ulusal Azınlıklara Mensup Kişilere İlişkin Ek Protokol Teklifi’nde
ulusal azınlık kavramı şu şekilde tanımlanmıştır: “… bir devlette yaşayan, bu devletin ülkesinde yaşayan ve onun vatandaşı olan,
bu devletle sürekli, sağlam ve dayanaklı bağlar içerisinde bulunan, belirli etnik, kültürel, dinsel ve dilsel özellikler gösteren, devletin veya devletten bir bölgenin halkının kalan kısmından daha az olmalarına rağmen yeterli temsil oranına sahip, ortak çabalarla
kimliklerini oluşturan unsurları ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ve dillerini korumaya çabalayan insan grubu”. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Özgür, a. g. e., s. 34–35.
87
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
88
Osmanlı Devleti’nin sosyolojik çerçevede yönetim
felsefesini oluşturan hoşgörü, adalet ve barış kavramlarının Balkanlar’daki hâkimiyeti, 1789 Fransız
İhtilali’nin sosyal psikoloji üzerinde yarattığı milliyetçi, özgürlükçü ve bağımsızlıkçı tepkilerin bölge
halkları üzerindeki etkilerinin ortaya çıkışına kadar
devam etmiştir. Bunun yanında, Osmanlı Devleti’nin dönemin konjonktürü itibariyle “kaybeden aktör” statüsünde olması ve Balkanlar’daki TürkMüslüman varlığının Düvel-i Muazzama katında
yarattığı ideolojik rahatsızlık, söz konusu devletlerin yardımlarıyla Balkan milletlerinin Osmanlı yönetimine karşı isyanlarına yol açmıştır. Balkanlı
milletlerin teker teker bağımsızlıklarına kavuşmaları, Osmanlı Devleti’nin dağılma dönemine ilişkin
temel parametreyi oluşturmuştur. Bu dönemin bir
başka özelliği ise, Anadolu’dan Rumeli’ye doğru
yüzyıllar önce gerçekleşen göçün bitim noktasını
yine Anadolu’nun oluşturmasıdır. Farklı bir deyişle
ifade etmek gerekirse, bölgedeki Türk ve Müslüman nüfus, Balkan devletlerinin otoriter ve irredentist politik tutumlarının kurbanı olarak soykırım,
asimilasyon ve baskı politikalarına maruz bırakılmışlardır. Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak
göç olgusu söz konusu nüfus kitlesinin kaderi haline gelmiştir.
belirleyici olmuştur. Bulgar iç siyasetinde meydana
gelen her yeni değişim ülkedeki Türk azınlık tarafından şüphe ile karşılanmış ve yeni iktidarların ülke yönetimindeki olumsuz yansımaları Bulgaristan
Türklerinin üzerine düşmüştür denebilir. Farklı bir
ifadeyle, sistemin bozuk içsel çarkları daha ziyade
Türk azınlık ekseninde kendisini göstermiştir.
1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması4 ile özerk bir statüye kavuşan Bulgar Prensliği, bu tarihten itibaren Rusya’nın Balkanlar’daki uydusu konumuna düşmüştür. Bu durum, Bulgarların, Rusya’nın Balkanlar’da
uyguladığı “Panslavizm” politikasının en hararetli
savunucusu haline geldiği 93 Harbi’nde Türklere
yönelik girişilen soykırım hareketlerinde önemli rol
oynamalarında görülmektedir. “Irklar ve Yok Etme
Savaşı” olarak da nitelenen 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı, McCarthy’nin tespitlerine göre, 1.253.500
kişiyi muhacir durumuna düşürmüştür.5 Bunun yanı sıra, çok sayıda Türk ve Müslüman sivil, soykırımın hedefi haline gelmiştir. Öte yandan, 93 Harbi esnasında Balkanlar’daki Türk-İslam kültür mirasında önemli tahribatlar meydana gelirken; bu
savaşla birlikte Bulgaristan’daki Türk nüfus kitlesi
ilk defa azınlık konumuna düşmüştür.
• Demokratik Dönemde Bulgaristan Türkleri
(1989-…)
Balkanlar’daki bölgesel konjonktürde meydana
gelen değişimin Bulgaristan örneklemindeki izdüşümü Bulgaristan Türkleri açısından dönüm noktası niteliğindedir. Berlin Antlaşması sonrası dönemde Türkler, azınlık olarak Bulgar Prensliği idaresi altında kalmışlardır. 93 Harbi sonrasında gerçekleşen göç ile birlikte Bulgaristan Türklerinin ileri gelenlerinin, aydın ve zengin kesiminin Anadolu
topraklarına göç etmesi, geride cahil ve fakir bir
Türk köylü nüfusu bırakmıştır.6 Bu gelişmenin doğal bir sonucu olarak, Bulgaristan Türkleri başsız
bir gövde olarak hareket etmek zorunda kalmıştır,
denebilir.
Prenslik döneminden demokratik döneme değin
yaşanan olaylar Bulgaristan Türklerinin kaderinde
Dönemin şartları göz önüne alındığında, özellikle
Osmanlı yönetiminin Avrupa ayağında Türk ve
Bulgaristan Türklerini tarihsel açıdan ele aldığımızda 4 ana başlık altında kategorize etmek
mümkündür:
— Bulgaristan Prensliği Döneminde Bulgaristan
Türkleri (1877–1908)
— Bulgaristan Krallığı Döneminde Bulgaristan
Türkleri (1908–1944)
— Komünist Yönetim Döneminde Bulgaristan
Türkleri (1944–1989)
4
93 Harbi sonrasında Rusya Osmanlı Devleti’ne dayatılan Ayastefanos Antlaşması ile Tuna’dan Marmara ve Ege Denizine, Karadeniz’den Ohri Gölüne kadar uzanan bir coğrafyada “Büyük Bulgaristan”ın kurulması öngörülürken; İngiltere’nin araya girmesi
sonucu 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması imza edilmiş ve Bulgaristan’a Ayastefanos Antlaşması itibariyle verilen topraklarda
revizyona gidilmiştir. Berlin Antlaşması’nın Bulgaristan ile ilgili düzenlemelerine ilişkin olarak bkz. Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Milli Mücadele, I.Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987, s. 35–40.
5
Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, 2.bas. (çev. Bilge Umar), İstanbul: İnkılâp Yayınevi, 1998, s. 105. Söz konusu sayı, çeşitli
kaynaklarda farklı şekillerde telaffuz edilse de; 1 milyonun üzerinde bir nüfus kitlesinin Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldığını
söyleyebilmek mümkündür. 93 Harbi sonrasında gerçekleşen göçe ilişkin sayısal veriler için bkz. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan
Rumeli’ye Balkanlar’ın Makûs Talihi Göç, İstanbul: Kum Saati Yayınları, 2001, s. 33–35.
6
Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1986, s. 32; Kader Özlem, “Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Perspektiften İncelenmesi”, 29 Temmuz 2005, Türkiye Uluslararası ve Stratejik Analizler Merkezi, http://www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=2&yazi=431 (e.t. 12.12.2007).
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
Müslüman tanımının eşdeğerde kullanıldığı görülür. Aynı zamanda, Osmanlı toprakları içerisinde
de farklı kimliklerin tanımlamasına ilişkin olarak,
milli benlik unsurundan ziyade din kavramının
esas teşkil etmesi, Berlin Antlaşması düzenlemeleri itibariyle de geride kalan azınlığın haklarına ve
kimliğine ilişkin tanımlamalarda dini kimliğin ön
plana çıkacak olması sonucunu doğurması beklenirdi. Ancak, söz konusu duruma tezat mahiyette
Bulgaristan’daki “Türk-Müslüman Azınlık”7 için
“Türk” kavramının kullanılması tercih edilmiş ve
Antlaşmanın gerek Türkçe gerek Fransızca tercümesinde kayıtlara bu şekilde geçmiştir. Buna ek
olarak, antlaşmanın içeriğinde Bulgarlarla Türklerin karışık olduğu yerlerde Türklerin “hukuk ve
menfaatlerinin gözetileceği” belirtilmiştir.8
Yine Berlin Antlaşması düzenlemeleriyle Bulgaristan tam anlamıyla devlet olma vasıflarına haiz değil iken dahi, ülke içerisindeki Türk azınlığın çeşitli alanlardaki haklarına binaen yükümlülük altına
girmiştir. Söz konusu antlaşma sadece Prenslik
yönetimine yükümlülükler getirmezken; aynı zamanda Osmanlı Devleti ve antlaşma metnine imza
koyan diğer devletlere de yükümlükler getirmiştir.
Antlaşmanın 4. maddesi itibariyle oluşturulması
öngörülen Bulgaristan Anayasası’nın üzerinde bir
hiyerarşik sıralamada yer alacak olan bu hukuki
ve siyasi bağıt işlevselliğini, Bulgar yönetiminin
uluslararası hukukun ayrılmaz bir parçası olan
“Pacta Sund Servanda” ilkesini ihlaliyle antlaşma
hükümlerinin teorik boyutu ile uygulama safhası
arasında oluşan derin farklılıklar sonucu yitirmiştir.
Yaptırım mekanizmasının tam anlamıyla işlememesi bu derinliği artırmıştır.
Berlin Antlaşması itibariyle Türk Azınlık ile Bulgarlar arasında herhangi bir ayrım gözetilmeyeceği,
azınlık mensuplarının da Bulgar çoğunluk gibi her
türlü siyasal ve medeni haktan yararlanabileceği,
hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar bu haklarını kullanmaktan mahrum bırakılamayacağı ve
farklı din gruplarının mensupları da kendilerine ait
toplumsal örgütlerini kurabilecekleri öngörülmüştür.9 1879 yılında yürürlüğe giren ilk Bulgar anayasasında belirtilen hükümler itibariyle10, Bulgaristan’a vatandaşlık bağı ile bağlı olan bireylere yönelik olarak ilköğrenim zorunluluğu getirilmiştir.
1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında ve
sonrasında ülkedeki Türk nüfusunun eğitim-öğretim kurumları, kapsamlı bir yıkıma uğratılma işlemine tabi tutulmak istenmiştir. Bu bağlamda, Bulgar Prensliğinin kuruluşunun ardından geçen 10
7
Bulgaristan’da azınlık kavramına atıfta bulunulduğunda akla ilk gelen unsur Türklerdir. Zira Bulgarlardan sonra ülke toprakları
içerisinde demografik açıdan en fazla ağırlık sahibi olan unsur bu söz konusu nüfus kitlesidir. (Nüfusu 1 milyonu bulan Türklerin
yanı sıra ülke içerisinde az sayıda Makedon, Yahudi, Ermeni, Rus, Gagavuz, Arnavut, Ulah, Macar, Sırp ve Pomak Türklerinin varlığından bahsedilebilir.) Ancak bu kapsamda belirtilmesi gereken husus, Bulgaristan, Türkiye ve Yunanistan arasında ihtilaf konusu olan Pomak Türkleridir. Bulgarların “Müslüman Bulgarlar”, Yunanistan’ın ise “Müslümanlaştırılmış Grekler” olarak tanımladığı
Pomaklar, Türk tarihçiler ve yetkililer tarafından Türk olarak tanımlanmakta ve Kuman Türkleriyle ilişkilendirilmektedirler. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Ahmet Aydınlı, Batı Trakya Faciasının İç Yüzü, İstanbul: Akın Yayınları, 1971, s. 25–27 ; Hüseyin Memişoğlu, Pages of The History of Pomac Turks, Ankara: 1991, s.17; İlker Alp, Belgelerle ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1878–1989),
Ankara: Trakya Üniversitesi Yayınları, 1990, s. 7–10 ; Abdulhaluk Çay, “Bulgaristan Türkleri”, Türk Kültürü, Yıl: XXIII, Sayı: 262,
Şubat 1985, s. 66–67. Bulgaristan’daki Pomaklar günümüz itibariyle dinsel anlamda Müslüman olan, ancak dil açısından Bulgarca konuşan nüfus olarak dikkati çekmektedirler. Bu kapsamda aidiyet duygusu devreye girmekte ve söz konusu kitlenin Türklere
yakınlığı gerek Bulgaristan’da yapılan genel seçimlerde, gerek sosyolojik bağlamda Türklerle kurulan bağlarla ortaya çıkmaktadır.
8
Şimşir, a. g. e., s. 366.
9
A. y.
10
1879 Bulgaristan Anayasası 78. mad. için bkz. “Bulgaria Constitution Du Royaume De Bulgarie Du 16 Avril (28 Avril) 1879’’, Section VII.-De L’ Instruction Publique, Art. 78, http://www.dircost.unito.it/cs/docs/bulgaria%201879.htm (e.t. 13.12.1007). 1879 yılındaki ilk Bulgar Anayasası ile birlikte, yeni devletin dini Ortodoks Hıristiyanlık olarak tanımlanırken (mad. 37–41); ülke içerisindeki etnik ve dini azınlıklara, etnik Bulgarlarla aynı derece eşitlik tanınmıştı (mad. 54–55). Bkz. Bistra-Beatrix Volgyi , “Ethno-Nationalism During Democratic Transition in Bulgaria: Political Pluralism As An Effective Remedy For Ethnic Conflict”, YCISS Post-Communist Studies Programme Research Paper Series, Number 3, March 2007, s. 17, http://www.yorku.ca/yciss/activities/documents/PCSPPaper003.pdf (e.t. 15.12.2007)
89
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
yıllık süre zarfında 1500 kadar Türk mektep ve
medreseleri yıkılmış ve Berlin Antlaşması’nın 5.
maddesinde belirtilen azınlığın haklarını ve milli
kültür kurumlarını koruma hakkına ilişkin olan husus ihlal edilmiştir. Ayrıca Türk azınlığa ait diğer
mimari unsurlar da bu yıkımdan nasibini almıştır.
Geride kalan sağlam yapılar ise Prenslik yönetimince Türk azınlığın elinden alınmış ve karşılıksız
olarak kamulaştırma işlemine maruz bırakılmışlardır.11 Öte yandan, Bulgaristan’da Türk azınlığın
eğitimine ilişkin olarak 1886’da başlayan ve 1894’
e kadar süren bir iyileşme döneminden bahsetmek
mümkündür.12
90
II. Meşrutiyet’in ilanı esnasında İstanbul’daki çift
başlı yönetim realitesinden ve ortaya çıkan kaos
ortamından istifa eden Bulgar Prensliği, 30 yıl Osmanlı Devleti’ne vergi veren özerk bir yönetimin
ardından 1908 yılında bağımsızlığını ilan etmiş ve
krallık sistemine geçmiştir. Bununla birlikte, yeni
kurulan Bulgar devleti 1909’da Osmanlı yönetimi
ile İstanbul’da bir protokol tesis ederek resmen tanınmış oluyordu. Söz konusu Protokol ve buna binaen imzalanan Sözleşme, Bulgaristan’daki Türk
azınlığın durumuna yönelik hususları da içermekteydi. Protokol ile birlikte, Bulgaristan’daki Türk
azınlığın her türlü medeni ve siyasi haklardan faydalanabileceği, aynı şekilde hak eşitliğine, din ve
mezhep hürriyetine sahip olabileceği teyit edilirken; Türklerin kendi okullarını, cami veya mescitlerini koruyup yaşatabilecekleri vurgulanmıştır. Yine protokol kapsamında ülke sınırları içerisindeki
Türk-İslam kültürüne ait eserler Bulgaristan’ın ulusal yetkisi dâhilinde çözebileceği bir sorun olmaktan çıkıp Devletler Hukuku ile güvence altına alınmıştır. Böylece Osmanlı yönetiminin, Bulgaristan’daki Türk azınlık ve Türk-İslam kültürüne ait
eserler üzerinde hak sahibi olduğu açıklığa kavuşmuştur.13 Sözleşme kapsamında ise Bulgaristan’daki müftülerin durumları ele alınmış olup, Bulgaristan’daki müftülükler yine Sofya yönetiminin
kendi tekelinde karara bağlayabileceği bir konu ol-
maktan çıkmıştır. Müftülükler, sadece din işleri ile
ilgilenen bir kurum olmaktan çıkmış; aynı zamanda azınlık işleri ile de ilgilenir hale gelmişti. Müftüler Türk okullarını teftiş edebiliyor, yeni okulların
açılıp açılamayacağına ilişkin girişimlerde bulunabiliyordu.14
Öte yandan, İstanbul Sözleşmesi itibariyle Bulgaristan’ın resmen tanınması bazı hukuksal sıkıntıları da beraberinde getirmiştir.15 Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmeden önce Osmanlı sınırlarını
terk eden Bulgarların sınırlar arasında serbestçe
seyahat etme lükslerinin ortadan kalkması, Edirne
ve Makedonya’da bulunan arazi ve taşınmaz mallarını kontrol için 2 ay içerisinde Osmanlı vatandaşlığına geçmeleri aksi takdirde ilelebet Bulgar
kalacaklarına ilişkin bir şartın getirilmesi16 bu kapsamda verilebilecek örneklerdir.
1912–1913 Balkan Savaşları Osmanlı Devleti’nin
Balkanlar’la toprak sahibi olma bağlamında artık
bir bağının kalmadığının tescili olurken17; bölgedeki Türk nüfus açısından baskı, zulüm ve göç olgusu yeniden kendisini göstermiş18 ve Bulgaristan,
Kırcali de dâhil olmak üzere Batı Trakya’yı alarak
Ege Denizi’ne çıkmıştır. Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminde kalan bölge, 1920’den sonra Yunanlıların eline geçmiştir. 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında İstanbul Antlaşması imza edilirken; Sofya merkezli çıkan 2. Balkan Savaşı da son bulmaktaydı. İstanbul Antlaşmasıyla birlikte Bulgaristan, sınırlarını güney yönünde de genişletirken Kırcali, Koşukavak, Mestanlı gibi nüfusunun tamamına yakını Türk olan
yerleşim yerlerini topraklarına katmıştır. Öte yandan, bölge halkının yabancı bir aktörü egemen
güç olarak kabul etme konusundaki yabancılığı,
Rodop Hükümeti Muvakkatesi’nin ardından
(1878–1886) yeni bir direniş hareketinin de başlangıcı olmuştur. Sonuç olarak, Bulgaristan ile İstanbul Antlaşması imzalanmış ve ülkedeki Türk
azınlığa yönelik yeni düzenlemeler antlaşma içeri-
11
Ayrıntılı bilgi için bkz. Hüseyin Memişoğlu, Geçmişten Günümüze Bulgaristan’da Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, s. 74–75.
12
Ömer Turan, The Turkish Minority In Bulgaria (1878–1908), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1998, s.220–222.
13
Ömer E.Lütem, “Tarihsel Süreç içinde Bulgaristan Türklerinin Hakları”, Erhan Türbedar (der.), Balkan Türkleri/Balkanlar’da
Türk Varlığı, Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s.45.
14
Şimşir, a. g. e., s.368–369.
15
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Yavuz Erler, “Osmanlı İdari Yapısında ‘Bulgar Vatandaşlarının Göçü’ ile ilgili Bazı Düzenlemeler
(1901–1910)”, XIV. Türk Tarih Kongresi (Ankara 2002), II. Cilt, I. Kısım, Ankara: 2003, s. 315–349.
16
Erler, a. g. e., s. 316.
17
Balkan Savaşları’na dair ayrıntılı bilgi için bkz. Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Çev. Ayşegül Yaraman-Başbuğu, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1995, s. 384–390; Andre Gerolymatos, The Balkan Wars, New York: Basic Books, 2002, s. 211–232.
18
Bu dönemde Türklere karşı uygulanan mezalim için bkz. İlker Alp, Bulgarian Atrocities: Documents and Photographs, London: 1988, s. 1–10.
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
ğinde yer almıştır. Bu antlaşmaya göre, Bulgaristan’a bırakılan topraklardaki Türk-Müslüman nüfus
Bulgar uyruğuna geçerken; 4 yıllık bir süre zarfında kanısı değiştiyse Türk uyruğuna geçebilme
şansını elinde tutuyordu. Çocuklar da reşit olduktan sonra bu hakka sahip olabilmekteydi. Ancak,
Türk uyruğuna geçmek isteyenler 4 yıl içinde Türkiye’ye göçmek zaruretinde olup kendileriyle birlikte taşınabilir eşyalarını ve mal varlığını götürebiliyor ve bunlar için gümrük parası ödemiyorlardı.
Bununla beraber, Bulgar uyruğunda kalmayı tercih
eden Türk azınlık, Bulgarların sahip olduğu her
türlü medeni ve siyasal haklardan yararlanabiliyordu.19 Antlaşmanın teorik kısmına bakıldığında 8.
madde, Bulgaristan uyruklu Müslümanların Bulgar
unsurlarla medeni ve siyasal alanda eşit olacaklarını, ayrıca dini serbestliklerinin bulunacağını ve
örf, adet ve dini örgütlenmelerine saygı gösterileceğini vurgulamaktadır. 12.madde ise Müslüman
vakıflarının korunmasına ilişkindir. Bu antlaşmanın
ikinci eki, Bulgaristan’daki müftülerin görev ve sorumluluklarını saptamaktadır.20 Antlaşma kapsamında yapılan bir yenilik olarak dikkatleri çeken
husus, daha önceki antlaşmalarla ülkedeki azınlık
grubunun “Türk” olarak tanımlanmasına rağmen,
1913 İstanbul Antlaşması ve Müftüler Sözleşmesi’nde “Müslüman” ifadesinin kullanılmasıdır.
I. Dünya Savaşı yaklaşırken uluslararası sistemde
meydana gelen kutuplaşmalar İstanbul ve Sofya
yönetimlerini de etkilemiştir. Her iki yönetim de İttifak Devletleri tarafında yer alırken, müttefiklik ilişkisinin Bulgaristan’daki Türk azınlığa yansıması
da olumlu yönde olmuştur. Bulgar Devleti savaştan mağlup çıkarken; İtilaf Devletleriyle 27 Kasım
1919 tarihinde Paris yakınlarında bulunan Neuilly’de barış antlaşması imzalamıştır. Osmanlı
Devleti’nin taraf olmadığı bu antlaşma dokuz bölümden oluşmaktaydı. Antlaşmanın IV. Bölümü ülke içerisindeki azınlıklarla ilgiliyken. Söz konusu
antlaşma ulusal mevzuattaki normlar hiyerarşisinin üzerinde yer almaktaydı. Neuilly Antlaşması’nın IV. bölüm düzenlemelerine göre;
• Bulgar Devleti din, dil, ırk ve milliyet ayrımı gözetmeyecek,
• Topraklarında yaşayan azınlıklara tam eşitlik
sağlayacak,
• Bulgaristan’daki azınlık grupları dini vecibelerini
serbestçe yerine getirme hürriyetine sahip olurlarken; tıpkı bir Bulgar fert gibi medeni ve siyasal
hakların kullanılması bağlamında ayrıma tabi tutulmayacak,
• Azınlıklar, devlet memurluğuna girebilecekler, istedikleri mesleği veya zanaatı seçebilecekler,
• Ayrıca, azınlıklar eğitim-öğretim kurumları, dini
ve sosyal kurumlar açabilecekler, bunları denetleyip yönetebilecekler ve aynı zamanda bu kurum
ve kuruluşlarda kendi dillerini özgürce kullanabileceklerdi. Azınlık unsurlar yoğun olarak yaşadığı
yerlerde, Bulgar Hükümeti tarafından devlet ve belediye bütçelerinden bu azınlık okullarına, dini ve
sosyal kurumlara yardım yapacaktı.21
Neuilly Antlaşmasının IV. bölümünün 50 ila 58.
maddeler arasındaki hususlar azınlıklar ve haklarına ilişkindir. Bu antlaşmanın 54. maddesinde:
“Etnik, dil ve din azınlıklarına mensup olan Bulgar
vatandaşları, öbür vatandaşlar ile aynı haklardan
yararlanacaklar, hayır kurumları, dini ve sosyal kurumlar, okullar ve benzeri eğitim kurumları kurup
yönetebilecekler, burada kendi dillerini serbestçe
kullanıp, serbestçe ibadet edebileceklerdir.” denmektedir. Neuilly Antlaşması’nın azınlık hakları
açısından ileri nitelikte denebilecek hükümler içerdiği belirtilmelidir.
Neuilly Antlaşmasının imza edilmesinin ardından
Bulgaristan’da krallık rejiminde yönetim zafiyetleri
ortaya çıkarken, I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da görülen krallık sisteminden çeşitli içerikteki
parti yönetimlerine geçiş sürecinden Bulgaristan
da nasibini almış ve iki savaş arasındaki 20 yıllık
dönem Bulgaristan için şiddet ve darbelerle anılır
olmuştur.22 Alexandr Stambolyski zamanında altın
çağlarını yaşayan Bulgaristan Türkleri, Neuilly, Lozan ve 1925 Türk-Bulgar Dostluk Antlaşmalarıyla23
koruma altına alınmışlardır. Ancak, Çiftçi Partisi’nden sonra iktidara gelen Faşist hükümetler döneminde Türklere yönelik baskı unsurları artmıştır.
Genel olarak denilebilir ki, farklı sebeplere dayanılarak 1913–1934 yılları arasında ortalama olarak
her yıl 10–12 bin Türk Anadolu’ya göç etmiştir.24
Ağanoğlu’nun tespitlerine göre ise, 1923–1939 yılları arasında Bulgaristan’dan Anadolu’ya doğru
19
Cengiz Hakov, “1913 Yılında İstanbul’da İmzalanan Bulgar-Türk Antlaşması ve Bulgaristan Türk-Müslüman Nüfusun Hakları”,
XIII. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, III. Cilt-I. Kısım, TTK Basımevi Ankara:4–8 Ekim 1999, 2002, s. 421.
20
Lütem, a. g. e., s. 45–46.
21
Şimşir, a. g. e., s.374–375.
22
Castellan, a. g. e., s.443–447; L. S. Stavrianos, The Balkans Since 1453, London: Hurst, 2000, s. 644–660.
91
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
gerçekleşen göç hareketine 198.688 kişi katılmış
olup, ortalama olarak yıl başına 17.000 kişi göç etmektedir.25
Bulgar Prensliği’nin kuruluşundan 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen sürede çeşitli antlaşmalar vasıtasıyla ülkedeki Türk azınlığın temel
hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik hem
Osmanlı Devleti hem Türkiye tarafından birçok girişimde bulunulmuştur. Göç olgusu, bu süre itibariyle gündemden eksik olmamıştır. Belirtilmesi gereken ayrı bir husus da ülke içerisindeki etnik Bulgarlar ve Türkler arasında bir kutuplaşmanın yaşanmaması, her iki toplumun da yüzyıllardır süre
gelen bir arada yaşama erdemine sadık kalmalarıdır. Bulgaristan’daki Türk azınlığa yönelik ötekileştirme işleminin temel aktörü, devlet yönetiminde
stratejik noktalarda yer alan yöneticiler ve belli dönemlerde görülen komitacılardır. Bununla birlikte,
ülkedeki Türk toplumunda meşru devlet yönetimine karşı sivil itaatsizlik unsuru yaşanmamış; aksine Bulgaristan’ın savaşa girdiği dönemlerde Türkler de ordu kademelerinde yerini almışlardır.
92
1944 yılında Bulgaristan’da komünist sistemin tesisi ile birlikte ülkedeki Türk azınlığın kaderini belirleyen Bulgarların milliyetçi emelleri ve etnik farklılıklar gibi hususların yanına bir de Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ideolojik çatışma eklenmiştir.26
Komünistlerin iktidardaki ilk on yılında etnik kimliklerin önemli olmadığı savı ön plana çıkarken; etnisite dışında öncelikle sosyalist bir sistem ardından
da komünist bir toplumun oluşturulması işine girişilmiştir.27 Ne var ki, Bulgaristan’da yeni sistemin
ilanından sonra çizilen pembe tabloların doğru olmadığı anlaşılmış ve 1950–51 yılında ilk büyük
göç hareketi yaşanmıştır. 10 Ağustos 1950’de Bul23
gar Hükümetinin, Türkiye’den üç ay içerisinde
250.000 Bulgaristan Türkünü göçmen olarak kabul etmesini istemesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler
gerilmiş ve 1950–51 yıllarında 150.000 kişi Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiştir.28
Nisan 1956’da Todor Jivkov’un Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) üzerinde nüfuzunu güçlendirmesiyle birlikte, 2. Dünya Savaşı sonrasında Bulgaristan’da yürütülmeye çalışılan etnik unsurların
göz ardı edilmesi ilkesi terk edilmiş; yerine Türk-İslam karşıtı söylemler gündeme gelmiş ve Sofya
yönetimi ülkedeki Türk azınlığı bu söylemlerle asimilasyon politikalarına tabi tutmak istemiştir. Bu
kapsamda, Jivkov yönetiminin Bulgaristan Türkleri açısından bir dönüm noktası olduğu ileri sürülebilir. Bu faktörlerle birlikte ülkedeki Türk azınlığın
genel durumunda bir değişkenlik ve gerileme söz
konusu olmuştur. Örneğin, 1946’da çıkarılan bir
kanunla Türk azınlık okulları ile bunlara bağlı bütün menkul ve gayrimenkul mallar devletleştirilmiştir. 1951–1952 ders yılında Türkçe okutulan derslerin oranı üçte bire indirilmiştir, aynı yıl azınlık
okulu kavramı ortadan kalkarak Türk ve Bulgar
okulları birleştirilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte, 1959’da Türk azınlık okulları tamamen kapatılarak Türkçe seçmeli ders olarak haftalık 1 saate
indirilirken; 1974’te ise bu uygulamaya tamamen
son verilmiştir.29
1956 yılında Jivkov’un iktidara gelmesiyle birlikte
gün ışığına çıkan asimilasyon hareketleri Aralık
1984-Mart 1985’e kadar sistematik bir şekilde sürdürülmüş ve bu dönemde doruk noktasına ulaşmıştır. Kısacası, Türkler geniş kapsamlı bir Bulgarlaştırma politikasına maruz bırakılmışlardır.30 Türk
isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirilmesi, dini ve-
1925 yılında Türkiye ve Bulgaristan arasında tesis edilen antlaşmaların içeriğine ilişkin olarak bkz. İsmail Soysal, Türkiye’nin
Siyasal Antlaşmaları, I.Cilt (1920–1945), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 253–263; Bilal Şimşir, “Bulgaristan’daki Türk
Azınlığının Ahdi Durumu”, Türk Kültürü, Yıl: XXIV, Sayı: 264, Nisan 1985, s. 265–274.
24
Ömer Turan, “Geçmişten Günümüze Bulgaristan Türkleri”, Erhan Türbedar (der.), Balkan Türkleri/Balkanlar’da Türk Varlığı,
Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s. 23.
25
Ağanoğlu, a. g. e., s.310.
26
Ayşe Kayapınar, “Türkiye-Bulgaristan İlişkilerinin Bulgaristan’daki Türkler Açısından Değerlendirilmesi”, Stratejik Araştırmalar
Dergisi, Yıl:1 Sayı:2, Eylül 2003, s. 206.
27
Vesselin Dimitrov, “In Search of a Homogeneous Nation: The Assimilation of Bulgaria’s Turkish Minority, 1984–1985”, 23 December 2000, European Center for Minority Issues, s.7, http://ecmi.de/jemie/download/JEMIE01Dimitrov10-07-01.pdf (e.t.
15.12.2007)
28
1950–1951 göçüne ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.212–230 ; Ağanoğlu, a. g. e., 310–312. Söz
konusu göç aslı itibariyle Moskova kaynaklı olup; Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasını ve ardından NATO üyesi olmasını cezalandırmak amacıyla Stalin tarafından Ankara’ya karşı bir silah olarak kullanıldığı belirtilmelidir. Paralel mahiyetteki görüşler için
bkz. Birgül Demirtaş-Coşkun, Bulgaristan’la Yeni Dönem, Ankara: ASAM Yayınları, 2001, s. 16 ; Kayapınar, a. g. e., s. 206.
1951 Göçü’ne ilişkin ayrıntılı bilgi ve Türkiye ile Bulgaristan arasındaki bu dönem itibariyle yaşanan diplomatik ilişkiler için bkz. Bilal Şimşir, “Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırmalar ve Belgeler I”, Türk Kültürü, Yıl: XXIV, Sayı: 272, Aralık 1985, s. 500–514.
29
Kamuran Özbir, Bulgar Yönetimi Gerçeği Gizleyemez, İstanbul:1986, s. 41.
30
Bu döneme ilişkin ayrıntılar için bkz. Hugh Poulton, Balkanlar: Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler, Çev. Yavuz Alagon, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1993, s. 146–184 ; Refik Korkud, Komünist Bulgaristan’ın Dosyası, Ankara: 1986, s. 29–36.
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
cibelerin engellenmesi, komünizm gerekçesiyle
camilerin kapılarına kilit vurulması vb uygulamalar
kültürel asimilasyona; Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlere yatırım yapılmaması ve Türkçe konuşanlardan zorla para alınması ekonomik anlamda izole edilmişliğe; bu uygulamalara itiraz edip
başkaldıranların işkenceye maruz bırakılmaları ise
fiziki yaptırıma açık birer örnek teşkil etmektedir.
Bulgaristan Türklerinin maruz kaldığı bu durum,
komünist partinin hesapladığı sonucun aksine,
azınlık grubu üyelerini dil, din ve aile bağları temelinde bir araya getirmiş ve çoğunluktan uzaklaştırmıştır. Diğer bir deyişle, izlenen asimilasyon politikaları Türk azınlığın etnik kimliğini güçlendirmiştir.31
Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak çeşitli zaman dilimlerinde göç olgusu yeniden gündeme
gelmiştir. 1968 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında Göç Anlaşması32 tesis edilirken, anlaşma
kapsamında 1969–1978 yılları arasında 130.000
kadar Türk’ün göç ettiği anlaşılmaktadır.33 Bulgaristan’daki Türk azınlığın haklarını garanti altına
alan ikili antlaşmaların yanı sıra Birleşmiş Milletler
Kurucu Antlaşması, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme, Irk Ayrımını Bütün Şekilleri ile Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Sözleşme,
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve
Helsinki Nihai Senedi gibi birçok antlaşma ve sözleşmeyle Türk azınlığın hakları uluslararası boyutta teminat altına alınmıştı.34
Aralık 1984’e gelindiğinde, Bulgaristan’daki komünist yönetim Türk azınlığı asimilasyona yönelik en
somut girişimlerde bulunmuş ve ülkedeki Türklerin
isimleri zorla değiştirilmeye çalışılmıştır. İlk olarak
Güney Bulgaristan’dan başlanmış, söz konusu
kampanya Kuzeydoğu Bulgaristan’daki Türklere
de uygulanmak istenmiştir. Bu durum, Türkler arasında tepkileri artırırken örgütlenme sürecinin de
önünü açmıştır. Zorla isim değiştirme kampanya-
sını protesto etmek amacıyla geniş katılımlı yürüyüşler düzenlenmiştir.35 Bununla birlikte, yapılan
gösterilerde sivil halka Bulgar güvenlik güçlerince
ateşle karşılık verilmesi sonucu çok sayıda insan
hayatını kaybetmiştir.36 Diğer taraftan, ülkedeki
Türk aydınlar hapishanelere mahkûm edilmiş ve
türlü işkencelere maruz bırakılmışlardır. 1989’un
başlarından itibaren protestoların sesi yükselişe
geçerken Kuzeydoğu Bulgaristan’da açlık grevleri
düzenlenmiş ve bu kıvılcım Rodop bölgesine de
sıçramıştı. Göstericilerin demokratik yollardan dini
ve kültürel haklarının iadesini talepleri, Türkiye’den ve uluslararası kamuoyundan gelen baskılarla37 birleşince Sofya yönetimince geri adım atılmıştır. 29 Mayıs 1989’da Todor Jivkov medya aracılığıyla ülkedeki “Bulgar Müslümanlarının” istedikleri takdirde Türkiye’ye gidebileceklerini bildirmiş ve Türkiye’nin de bu doğrultuda sınırları açması talebinde bulunmuştur.38 1989 yazında
310.000 Bulgaristan Türk’ü Türkiye’ye göç etti.39
Bu göç, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da gerçekleşen en büyük kitlesel göç hareketi olma özelliğini taşımaktadır.
2. BULGARİSTAN SİYASETİNDE TÜRKLER
93
2. 1. Soğuk Savaş’ın Bitimine Doğru Bulgaristan’daki Genel Durum ve Bulgaristan Türklerinin Partileşme Süreci
1980’lerin ikinci yarısından itibaren Gorbaçov’un
‘Glasnost’ ve ‘Perestroyka’ politikalarına paralel
olarak uluslararası sistemde meydana gelen yumuşama sürecine karşın, Politbüro yönetimin Bulgaristan Türklerine yönelik giriştiği asimilasyon politikası başta Türkiye olmak üzere, Batı dünyasının
ve uluslararası kamuoyunun tepkisini çekmişti.
Soruna ilişkin Moskova’nın kayıtsız kalması da
Bulgaristan’ı iyice yalnızlaştırmıştır. Jivkov yönetimin uluslararası konjonktürde meydana gelen/gelecek olan değişiklikleri analiz etmede zorluk çekmesi, ülke içerisinde kısır bir döngünün oluşmasına ve Stalin döneminden kalma metotların uygu-
31
Milena Mahon, “Turkish Minority Under Communist Bulgaria-Politics of Ethnicity and Power”, Journal of Southern Europe and
the Balkans, Volume 1, Number 2, 1999, s. 156.
32
Bilal Şimşir, “Bulgaristan’daki Türk Azınlığının…”, s.251–253.
33
Ağanoğlu, a. g. e., s. 313; Göç Anlaşması’na binaen ayrıntılı bilgi için bkz. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s.314–339.
34
Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Kamil, Bulgaristan’daki Türklerin Statüsü, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1989, s.
63–80.
35
İsim değiştirme kampanyasına gösterilen direniş için bkz. Poulton, a. g. e., s.169–185.
36
Çıkan olaylarda yaşanan can kaybına ilişkin farklı sayısal ileri sürülse de Şimşir’e göre, Mart 1985’e kadar Bulgaristan’da hayatını kaybeden Türklerin sayısı 800–2.500 arasındadır. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s. 340.
37
Uluslararası camiada yükselen tepkiler için bkz. Coşkun, a. g. e., s. 33–35.
38
Kayapınar, a. g. e., s. 208.
39
Ağanoğlu, a. g. e., s. 316 ; Rossen Vasilev, “Bulgaria’s Ethnic Problems”, East European Quarterly, XXXVI, No.1, Mart 2002,
s. 105.
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
lanmasına yol açmıştır. Uygulanan asimilasyon
politikalarına direnişle karşılık verilmesi, ülke içerisinde genel anlamda bir kaos ortamının oluşmasını da beraberinde getirmiştir. Soğuk savaş döneminin bitimine yaklaşılırken, Bulgaristan’daki iç siyasal sistemde çözülmeler meydana gelmiş ve bu
da yapısal dönüşümlerin gerçekleşmesini zaruri
kılmıştır.
94
10 Kasım 1989’da Todor Jivkov Bulgaristan devlet
başkanlığından indirilirken; yerine eski dışişleri bakanı Petar Mladenov geçmiştir.40 Jivkov’un yeni
düzene uyumsuzluğunun ve “sorun üreten” politikalarının ardından, yerine Bulgar hariciyesinden
bir ismin gelmesi, gerçekleşen kitlesel göçün, asimilasyon politikalarının ve komünist parti içerisindeki darbenin dış dünya nezdinde açıklama ve
haklı çıkarma zaruretinde bulunulmasından kaynaklanmaktadır.41 Mladenov yönetimi, öncelikli
olarak asimilasyon politikalarını protesto gösterilerine önderlik ettiği gerekçesiyle hapse atılan Türk
entelektüellerin serbest bırakılmasına yönelik hukuksal düzenlemelere girişmiştir. Bu çerçevede 14
Kasım’da başta Ahmet Doğan olmak üzere, Türk
aydınlarla görüşme masasına oturulmuş ve yeni
yönetim tarafından Türk azınlığın durumunun iyileştirilmesine yönelik gerçekleştirilmesi düşünülen
reformlardan bahsedilmiştir. 29 Aralık’ta ise Mladenov yönetimi, eski hükümet tarafından zor kullanılarak değiştirilen isimlerin yerine Türkçe adların
alınabileceğini, günlük hayatta dinsel yükümlülüklerin yerine getirilebileceğini ve Türkçe konuşmanın yasaklanmayacağını açıklamıştır.42
Bulgaristan’da yeni bir dönüşüm süreci yaşanırken, bu süreçte azınlık grupları güncelliğini koruyan en önemli konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
15 Ocak 1990’da Bulgaristan Komünist Partisi’nin
9. Halk Meclisi’nde uygulanan politikaların haksızlığını açıklayan bildirge ile adların iade edilmesine
ilişkin kararlar alınmış; 16 Ocak 1990 tarihinde
1971 Anayasa’sında yer alan 1/2. ve 1/3. maddelerin kaldırılmasıyla Bulgar siyasetine hâkim olan
Komünist Parti tekeline son verilmiştir.43
40
İsimlerin iade edilmesine ilişkin kararlar alınırken
özellikle Bulgar nüfusunun çoğunlukta olduğu bölgelerde genel bir hoşnutsuzluk kendisini göstermiştir. Yaz döneminde çok sayıda Türk’ün Bulgaristan’dan göç etmesi, etnik Bulgarlar açısından
vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylem olarak
görülmüştür. Özellikle, Jivkov döneminde Bulgarlaştırılan Türklerin haklarının Mladenov idaresiyle
birlikte geri verilmesi göz önünde bulundurulduğunda, yeni yönetimin söz konusu politikaları, Bulgar nüfusunun milliyetçi duygularını harekete geçirmiş ve çok sayıda protesto mitinginin düzenlemesine neden olmuştur.
Bulgaristan’da farklı bir sürece girilirken yeni siyasal partiler kurulmuştur. 7 Aralık 1989’da kurulan
Demokratik Güçler Birliği (DGB), çeşitli sivil toplum örgütlerinin bir araya gelmesi sonucu oluşturulmuştu. DGB’nin Bulgaristan siyasetinde yer alması, ülke içindeki siyasal dokuyu sosyalist eksenli bir yapısal görünümünden çıkarılması hususunda önemli bir faktör olmuştur. DGB’nin yanı sıra bu dönem itibariyle, Bulgar Sosyal Demokrat
Partisi, Yeni Demokrasi, Bulgar Ulusal Birliği, Demokrat Parti, Yeşiller Partisi, Bulgar Halk Partisi gibi sayıları 100’ü bulunan çok sayıda yeni partinin
Bulgaristan politik yaşamına katıldığı gözlemlenmektedir. Bu durumun Bulgaristan’da çoksesli bir
yapıyı oluşturduğu düşünülse de, geçiş döneminde teşekkül olan bu partiler birbirlerinin türevi olmaktan öteye gidememişlerdir.
100 yılı aşkın bir süredir Bulgaristan topraklarında
ulusal azınlık statüsünde bulunan Bulgaristan
Türkleri, bu süre zarfında azınlık hakları ikili, çok
taraflı ve uluslararası antlaşmalar çerçevesinde
garanti altına alınmasına karşın birçok asimilasyon hareketine maruz bırakılmışlardır. Masa başında elde edilen kazanımların totaliter rejimler
aracılığıyla kaybedilmesi, Türk azınlığının Türkiye’ye göç etmesinde önemli bir etken olmuştur.
1984’ün Aralık ayında başlatılan son asimilasyon
politikası da Türk azınlık için yeni örgütlenmeleri
Todor Jivkov’un devlet başkanlığından indirilmesi, salt Jivkov’un iradesine bağlı olarak gerçekleşen bir gelişme olmaktan ziyade, bunun Moskova’nın isteği doğrultusunda gerçekleştiği öne sürülmektedir. Bkz. Sami Kocaoğlu, Bulgaristan Türkleri Ah, İstanbul:1998, s. 409. Diğer taraftan, dönemin uluslararası şartları göz önüne alındığında, Gorbaçov’un başlattığı geçiş sürecinde Jivkov’un aykırı bir ses olmasının ve bloklar arası gerilimi artırmasının önlenmek istendiği düşünülebilir. Ancak bu dönemde Polonya, Macaristan, Doğu Almanya ve Çekoslovakya’daki komünist sistemlerde çözülmelerin meydana geldiğini ve Doğu Bloğunda
değişim rüzgârlarının çoktan başladığını, öte yandan Jivkov rejimine yönelik komünist parti içerisindeki yeni muhalefete Moskova
tarafından yasadışı olarak destek verildiğini belirtmek gerekir. Dimitrov, a. g. e., s. 17.
41
Poulton, a. g. e., s. 197.
42
Poulton, a. g. e., s. 198 ; “Upheaval in the East: Bulgaria; Turks Win Right to Use the Muslim Names They Were Forced to
Change”, The New York Times, 30 December 1989.
43
Özgür, a. g. e., s. 86.
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
de beraberinde getirmişti. Bu kapsamda, Hak ve
Özgürlükler Hareketi (HÖH) kurulmuştur. 22 Aralık
1989’da Ahmet Doğan tarafından kurulan hareket,
4 Ocak 1990 itibariyle resmen tescil edildi. Başlangıç itibariyle bir siyasi parti değil, sadece hakları
savunmak için kurulmuş bir oluşum olduğu iddia
edilmiştir.44 Örgütün yeni kurulmuş olmasına rağmen Şubat 1990’da 10.000 üyesinin bulunduğunu
belirtmek gerekir. Söz konusu durum, Ahmet Doğan tarafından 1985’ten beri yeraltında örgütlenildiği için hayli gelişme sağlandığı şeklinde ifade
edilmiştir.45
HÖH’ün örgütlenme sürecinin yanı sıra siyasi arenaya çıkışıyla birlikte bazı sorunlar da kendisini
göstermiştir. Parti’nin kurulmasıyla ilgili ilk toplantı,
Sofya’da 26–27 Mart 1990 tarihlerinde gerçekleştirilen Kuruluş Konferansı olmuştur. Konferans genel anlamda oluşturulacak partinin yol, yöntem ve
amaçlarını tayin edici nitelikteyken, konferansa
katılan üyeler arasında baş gösteren fikir ayrılıkları, bölünmüşlük belirtileri olarak algılanmıştır.46 Kuruluş Konferansı’nda yapılan görüş alışverişleri
neticesinde şekillenen parti, anayasal çerçeveye
ve Siyasi Partiler Kanunu’nun hükümlerine uygun
bir şekilde 26 Nisan 1990’da Bulgaristan siyasi yaşamına girmiştir.
44
2. 2. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Bulgaristan’daki Siyasi Yaşam, HÖH ve Türk Azınlığın
Kazanımları
Kuruluş Konferansı’nın ardından Bulgar iç hukukunun ilgili hükümlerine uygun olarak siyasi bir
parti haline gelen Hak ve Özgürlükler Hareketi
hakkında, 1991 Bulgaristan Anayasası’nın 11/4.
ve 44/2. maddelerinde yer alan siyasi partilerin etnik ve dinsel çizgide kurulamayacağı47 yönündeki
hususlara aykırı olduğu gerekçesiyle kapatılma
davası açılmıştır. Oysa HÖH’ün tüzüğüne bakıldığında, ülkedeki tüm topluluklara saygı duyulacağına, azınlık haklarının garanti altına alınmasını
sağlamak için Bulgar ulusal hukukunun uluslararası prensip ve normlara uyumunun sağlanmasının
amaç edinilerek Bulgaristan vatandaşları arasında
birlik ve eşitliğe ulaşılması için çaba gösterileceğine değinildiği açıkça görülmektedir.48 Bulgar Anayasa Mahkemesi’nin 21 Nisan 1992 tarihli kararı
ile HÖH’ün kapatılmasına ilişkin açılan dava reddedildi.49 Bu kararla birlikte HÖH’ün meşruiyet sorunu da ortadan kalkmış görünmektedir.
Bulgaristan siyasi dengeleri yeni dönemde Türklerin varlığına alışmaya çalışırken, gerek iç kamuoyundan gerekse uluslararası camiadan gelen
baskılar sonucunda Türk azınlık eski isimlerine kavuşmuşlardı. İsimlerin iadesiyle ilgili olarak baş-
Sonrasında siyasi bir parti halini alan Hak ve Özgürlükler Hareketi, 1984’te başlayan asimilasyon politikalarına tepki olarak Ahmet Doğan tarafından oluşturulan Türk Milli Kurtuluş Hareketi’nin devamı niteliğindedir. Bkz. “Bulgaristan Siyasetinde Türkler”, TUSAM Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi, 17.06.2005, http://www.tusam.net/print.asp?id=234&tbl=MAKALELER&fld=makale (e.t. 20.12.2007). Türk Milli Kurtuluş Hareketi başlangıç itibariyle yasal bir oluşum değilse de, Hak ve Özgürlükler Hareketi adıyla meşruiyet zemininde varlık bulmuştur. Söz konusu hareketin henüz yasal perspektifte yer almamasına rağmen,
Türk azınlığın haklarını elde etme konusunda şiddete başvurmaktan kaçınması, Bulgaristan Türklerinin sorunların çözümüne ilişkin demokratik metotları benimsediğinin kanıtı niteliğindedir.
45
Poulton, a. g. e., s. 201–202. Bu noktada belirtilmesi gereken ayrı bir husus da partileşme sürecine gidilirken, Bulgaristan Türkleri açısından yaşanan yönetici/elit tabaka sorunsalıdır. Hareketten partiye geçiş sürecinde yaşanan göç olgusu ile birlikte, direnişe rehberlik eden aydın tabakanın büyük çoğunluğu Türkiye’ye göç etmişti. Bu durum, 1989 göçü sonrasında cezaevinden çıkan
Ahmet Doğan’ı hareketin doğal lideri durumuna getirmiştir. Söz konusu durum, bazı çevrelerde rahatsızlık yaratmış olsa da, Jivkov sonrası dönemde Bulgaristan’da kendisini gösteren partileşme rüzgârından Türkler de faydalanmıştır. Bu dönemde Hak ve
Özgürlükler Hareketi’nin yanı sıra Demokratik Gelişim Hareketi, Türk Demokrat Partisi ve Demokratik Adalet Partisi gibi Türk kökenli partilerin varlığından bahsedilebilir.
46
Kuruluş Konferansı’nda partinin ideolojisi, amaçları, izlenecek yöntemler ve kullanılacak araçlar ekseninde çeşitli görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Parti’nin izlemesi gereken politikalara ilişkin Türk azınlıkla ilgili her türlü sorunda taviz verilmeksizin çözüm taraftarı ve son tahlilde özerklik talep eden bir radikal kanat ortaya çıkarken; çözüm sürecinin anayasal çerçevede demokratik süreçte ortaya çıkması taraftarı olan ılımlı, pragmatik bir kanadın varlığından bahsedilebilir. Bununla birlikte, ulus-etnik grup kavramlarının tanımına ilişkin olarak bir görüş ayrılığı da kendisini göstermiştir. Özellikle partinin hangi kesimlere hitap edeceği, Türk-Müslüman sınıflandırmasının yapılıp yapılmayacağı, hangi kimliğin daha ön planda tutulacağı gibi çeşitli konular da konferansın içeriğinde yer almıştır. Konferansta ele alınan konular ve partileşme sürecinde karşılaşılan sorunlar için bkz. Özgür, a. g. e., s. 91–114.
Gerek konferansın genelinde gerekse daha sonra oluşturulacak partinin yönetim kademelerinde ılımlı kanadın hâkim olduğu gözlemlenmektedir.
47
1991 Bulgaristan Anayasası için bkz. Constitution of Republic of Bulgaria, The National Assembly of the Republic of Bulgaria, http://www.parliament.bg/?page=const&lng=en (e.t. 26.12.2007).
48
HÖH tüzüğü için bkz. Hak ve Özgürlükler Hareketi Tüzüğü,
http://www.dps.bg/cgi-bin/e-cms/vis/vis.pl?s=001&p=0319&n=&vis= (e.t. 26.12.2007).
49
Anayasa Mahkemesi tarafından tesis edilen karara ilişkin olarak bkz. “Annotations Et Résumes Des Décisions De La Cour Constitutionnelle De La République De Bulgarie’, 7. Décision No 4 du 21 avril 1992, A.C. No 1/91, http://www.constcourt.bg/ks_fr_frame.htm (e.t. 26.12.2007); Dimitrov, s. 18.
95
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
langıç itibariyle mahkeme kararı şart koşulmuş olsa da, 1990 yılında yapılan seçimlerle parlamentoya giren HÖH’ün girişimleri sonucu, ‘mahkeme kararı’ şartı ortadan kalkmış, isimlerin iadesi basit bir
idari işlem haline gelmiştir.
96
Bulgaristan’ın Jivkov sonrası dönemde azınlık
haklarıyla ilgili düzenlemelere girişmesi Türk azınlığın durumunu güçlendirmekle birlikte, Batı dünyası tarafından da takdirle karşılanmıştır. Türkçe
isimlerin50 iade edilmesinin ardından sosyal hakların bir parçası olarak Türk azınlığın eğitim ve basın-medya haklarının durumu gündeme gelirken,
konu üzerinde Bulgar hükümetince hayli ağır denebilecek bir tempoda da olsa gerekli ancak eksik
adımlar atılmıştır. Türk azınlığın eğitim haklarını
alma konusunda dersleri boykot kararı, 1991–
1992 eğitim-öğretim yılında sonuç verirken, bu yıldan itibaren Türklerin nüfusça yoğun olduğu yerlerde ders programı dışında Türkçe derslerin okutulmasına izin verilmiştir. Bulgaristan Bakanlar Kurulu, 5 Eylül 1994 tarihli 183 nolu kararnamesiyle
ilk ve orta dereceli okullarda program dışı olarak
Türk öğrencilere haftada 4 saat Türkçe dersin okutulmasını karara bağlamıştır. 1999’da Bulgaristan’da kabul edilen Milli Eğitim Kanunu’yla birlikte
1. sınıftan 12. sınıfın sonuna kadar anadili eğitiminin mecburi seçmeli ders programına alındığı görülmektedir.51 Türk öğrencilerin anadilde eğitim durumu ve hali hazırdaki uygulamanın eksikliği günümüz itibariyle Türk azınlığa ilişkin kırılma noktalarından birini oluşturmaktadır. Türk kimliğini oluşturan en önemli unsurlardan olan Türkçenin seçmeli ders kategorisinde yer alması, Türk dilinin
Türk azınlık üzerindeki hâkimiyetini azaltmakta ve
gerek Türklerin temsilcisi HÖH, gerekse Türkiye
tarafından konuya ilişkin gereken hassasiyetin
gösterilmesini, Bulgaristan nezdinde girişimlerde
bulunulmasını kaçınılmaz hale getirmektedir.
YIL
1990
1991
1994
1997
2001
2005
Milletvekili Sayısı
23
24
15
19
21
34
1991 Bulgaristan Anayasası’nın 39, 40 ve 41.
maddelerinde basın-medya haklarıyla ilgili hükümler yer almaktadır. Bunların Türk azınlık örneklemindeki izdüşümlerine rastlamak mümkündür.
Hak ve Özgürlükler adı altında HÖH’ün çıkardığı
gazetenin yanı sıra, Filiz, Balon, Kaynak, Ümit ve
Zaman gibi Türkçe ve/veya Bulgarca olarak yayımlanan gazete ve dergilerin varlığından bahsedilebilir.52 Bunun yanında, günlük düzenli olarak
radyo ve televizyon programlarında Türkçe yayınlara yer verilmektedir. Sonuç olarak, söz konusu
dönüşüm sürecinden medya haklarıyla ilgili hususta, Türk azınlığın pozitif yönde yararlandığı belirtilmelidir.
Jivkov sonrası dönemde 1997 yılına kadar 1 yıllık
bir süre dışında sosyalist parti ülkeyi yönetmeye
devam etmiştir. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP)
dışında 1990’lı yıllar boyunca HÖH’ün siyasi sahnedeki rolü ön planda olmuş ve özellikle 2001 sonrası dönemde ülkedeki politik dengelerde kilit konumuna gelmiştir.53 Tabloda da görüldüğü üzere,
HÖH’ün 240 sandalyeli Bulgaristan Parlamentosu’nda temsil oranı yıllara göre değişkenlik arz
eder görünümde olsa da özellikle son seçimde etkinliğini daha da artırdığını belirtmek mümkündür.
1997 yılında yapılan seçimlerde iktidar koltuğunu
DGB, %52’lik bir oy oranı ile elde ederken ülke
içerisinde de yeni bir reform sürecine girilmiştir.
2001 yılında, İkinci Simeon Ulusal Hareketi (ISUH)
seçimleri önde tamamlamasına karşın, 4 yıl sonra
50
Bulgaristan’da Türkçe isimlerin geri alınması mümkün olurken, Bulgarcanın tipik bir karakteristiği olan –ev, -ov, -eva, - ova, gibi
eklerin kullanılmasının zorunlu hale getirildiği belirtilmelidir. Bkz. Poulton, a. g. e., s. 204.
51
Memişoğlu, “Geçmişten…”, s. 265. Türkçe ders kitaplarının basımına ilişkin mali sıkıntılar yaşanırken bu konuda Türkiye’den
yardım istenmiştir. 1990’lı yılların başlarından itibaren Türkiye’nin bu hususta yardımları olmuştur. Öte yandan, eğitim şartlarında
meydana gelen iyileşme sürecine paralel olarak Şumnu ve Kırcali’deki üniversiteler bünyesinde Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri
açılırken, Sofya’da İslam Enstitüsü, Razgrad, Rusçuk Mestanlı ve Şumnu’da orta öğrenim düzeyinde İmam-Hatip okulları bulunmaktadır. Ne var ki günümüz itibariyle, Türk dili derslerini öğrenmeye yönelik öğrencilerin duyduğu isteksizliğin yanı sıra söz konusu durum Türk dili okutan öğretmenleri de işsiz durumuna sürüklemektedir. Bkz. Peter-Emil Mitev, “Ethnic Relations in Bulgaria: Legal Norms and Social Practice”, s. 84, http://www.fes.org.mk/pdf/PETER%20-%20EMIL%20MITEV%20-%20ETHNIC%20RELATIONS%20IN%20BULGARIA%20-.pdf (e.t. 27.12. 2007)
52
1990–2000 yılları arasında Bulgaristan’da çıkartılan gazete ve dergiler için bkz. Igor Valentovitch, “Impediments to the Development of Turkish Ethnic Minority Media in Bulgaria”, s. 15. http://pdc.ceu.hu/archive/00002429/01/valentovitch.pdf (e.t. 27. 12.
2007). 2002 yılından itibaren Deliorman ve Balkan Aktüel isimli dergiler de yayımlanmaya başlanmıştır. Ancak zaman içerisinde
söz konusu dergilerin de çok geçmeden yayın hayatı sona ermiştir.
53
James W. Warhola-Orlina Boteva, “The Turkish Minority in Contemporary Bulgaria”, Nationalities Papers, Vol. 31, No. 3, September 2003, s. 266.
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
yapılan 2005 yılı seçimlerinde ise BSP %34’lük oy
oranı ile iktidarı tekrar ele geçirmiştir. Bulgaristan’da son üç seçime bakıldığında, üç farklı ismin
başbakanlık koltuğunda oturduğu görülmektedir.
Bulgaristan 1990’lı yılların ortalarında yaşadığı
ekonomik krize karşın, 1997 sonrası dönemde
ekonomik istikrarı sağlamayı ve bunu günümüze
kadar sürdürmeyi başarmıştır. Ancak, makro düzeyde sağlanan istikrarın halkın yaşam standartlarında hiçbir şeyi değiştirmemesi son üç parlamento seçimlerine etkili bir şekilde yansımıştır. Bu seçimlerde Bulgaristan halkı iktidar partilerini cezalandırmış ve “alternatif kurtarıcılara” oy vermiştir.54
Bunun dışında, siyasal partileri seçmenlerin gözünde birbirlerinden farklılaştıran unsurlardan biri,
bu partilerin savundukları değişik ‘Türkiye politikaları’ olmuştur.55
Soğuk savaş sonrası dönemde Bulgaristan siyasi
yaşamında belirsizlikler hâkim olurken halkın sandıktaki tercihini ekonomide yaşanan genel gidişat
etkilemiştir. Burada vurgulanması gereken, Bulgaristan’da etnik ayrışmayı derinleştireceği varsayılarak şüphe ile yaklaşılan HÖH’ün kuruluşundan
günümüze değin yıpratıcı olmaktan ziyade yapıcı
bir siyasi görüntü çizmesidir. 25 Haziran 2005 parlamento seçiminden56 üçüncü parti olup güçlenerek çıkan HÖH57, seçim sonuçlarının genel olarak
koalisyon oluşturulmasına engel olduğu ve ülkenin
AB’ye üyelik aşamasındayken siyasi istikrarsızlık
yaşadığı bir dönemde koalisyonu kuran küçük ortak olarak ön planda yer almıştır.
Türklerin Bulgar siyasetinde gün geçtikçe artan etkisine tepki olarak Bulgar milliyetçileri cephesinde
yeni oluşumlar kendisini göstermiştir. 1990’lı yılların başlarında itibaren Bulgaristan’da meydana
gelen dönüşüm sürecinden Türk azınlığın elde ettiği kazanımlar, milliyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratmış ve söz konusu durum aşırı milliyetçi siyasetçiler tarafından yeni bir siyasi örgütlenme oluşturulmak suretiyle sandığa yansıtılmak istenmiştir.
Bu kapsamda, 2005 Haziran seçimlerinin üç ay
öncesinde oluşturulan ATAKA hareketi ülkedeki etnik grupları hedef alan söylemleri ve marjinal poli54
tika arayışlarıyla 2005 seçimlerine damgasını vuran bir diğer faktör olmuştur. Meclis’te %8,75’lik oy
oranıyla temsil edilen hareket, ülke içerisinde artan ulusçu tabanla birlikte söylemlerini sertleştirmektedir. ATAKA oluşumuna salt seçimlerden üç
ay önce gerçekleşen bir oluşum olarak değil, Jivkov sonrası dönemde ülke içerisindeki azınlık
gruplarının hukuksal ve siyasi anlamdaki sembolik
kazanımlarının etnik Bulgarlar nezdinde yarattığı
rahatsızlığın bir türevi olarak ortaya çıktığının altı
çizilmelidir. Önümüzdeki yıllarda Bulgaristan siyasetini HÖH ve ATAKA arasındaki eksende sıkışan
bir atmosferde bulmak kuvvetle muhtemeldir.
3. BULGARİSTAN’IN BATI’YA YÖNELİŞİ, AB
ÜYELİK PERSPEKTİFİ VE TÜRK AZINLIK
Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk azınlık için
elde edilen kazanımlar açısından bakıldığında,
bunda birçok etkenin önemli olduğu görülmektedir.
1990’lı yılların başında Bulgaristan’ın ulusal mevzuatında azınlık haklarına yönelik yapılan düzenlemelerde Bulgaristan içsel dinamiklerinin yanı sıra yeni uluslararası konjonktür de etkili olmuştur.
Soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından
Bulgaristan dış politikasında büyük bir boşluk kendisini göstermiştir. Global ölçekli değişimlerle birlikte ülke içerisindeki Türk azınlıkla ilgili olarak yaşanan krizin ve göç olgusunun paralel dönemlere
denk düşmesi, Bulgaristan’daki belirsizlik dönemini derinleştirmiştir. Soğuk savaş döneminde dış
politikaya ilişkin bağımsız karar alamayan Bulgaristan, yeni dönemle birlikte bu hususta hareket
serbestliğine kavuşmuştur. Sofya Hükümetleri, iç
ve dış politikada köklü değişimlere giderken; Türk
azınlığa uyguladığı asimilasyon politikaları nedeniyle dış dünyadan büyük tepkiler toplamış ve yeni düzene adaptasyon yarışına eski sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinden hayli geride başlamıştır.
Yeni dönemde Bulgaristan’ın uluslararası ilişkilerinde farklı dış politika alternatifleri kendisini göstermiştir. Bu kapsamda, Sovyetler Birliği sonrası
dönemde Rusya ile ilişkileri geliştirmek ve Batı ile
işbirliği sürecine girmek temel stratejiler olarak ön
Erhan Türbedar, “Bulgaristan’ın Batı’ya Yolculuğu”, Stratejik Analiz, Sayı: 64, Ağustos 2005, s.73.
Şule Kut, Balkanlar’da Kimlik ve Egemenlik, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 202.
56
25 Haziran 2005 milletvekilliği seçimi ve Bulgaristan’da yapılan seçimlerin genel istatistikî bilgileri için bkz. “Elections in Bulgaria”, http://www.abdn.ac.uk/cspp/bulgelec.shtml (e.t. 28.12.2007).
57
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin son parlamento seçimlerinde kaydettiği başarıda özellikle 1989 ve daha öncesinde Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçmüş Bulgaristan Türklerinin önemli bir payı bulunmaktadır. Çifte vatandaşlığı bulunan Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri söz konusu seçimde sadece Türkiye içerisinde 44 bin oy kullanmış, çeşitli sivil toplum örgütlerinin organizasyonlarıyla 10 bin civarında seçmen de Bulgaristan’a gönderilmiştir. BALGÖÇ Başkanı Emin Balkan tarafından 07.07.2005 tarihinde yapılan basın açıklaması için bkz. “Basın Açıklaması”, http://www.balgoc.org.tr/2005/genel/secimaciklama.html (e.t. 28.12.2008).
55
97
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
plana çıkarken, 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Batı dünyasıyla işbirliği politikası ve NATOAB üyelik hedeflerinin siyasi, ekonomik ve stratejik açıdan daha ağır bastığı gözlemlenmektir. Böyle bir dış politika tercihi Bulgaristan’ın aynı zamanda komşu ülkelerle sorunlarını çözmesini de beraberinde getirmiştir. Bulgaristan’ın Yunanistan ile
Mesta Irmağı sularının kullanımıyla ilgili sorunu,
Makedonya ile Makedoncanın Bulgarcadan farklı
bir dil olup olmadığı hususundaki çekişme, Romanya ile Tuna Nehri üzerindeki meseleler ve Türkiye ile Türk azınlık bağlamında yaşadığı gerilim
Batı yanlısı bir dış politikanın sonucu olarak çözüme kavuşmuştur.58
98
Bulgaristan’ın bu dönemde Türkiye ile ilişkileri geliştirme çabası, Batı’yla yakınlaşma politikası bağlamında ele alınmalıdır.59 Soğuk savaş dönemi bittiğinde Türk azınlıkla ilgili sorunlar yaşadığı Türkiye, Bulgaristan açısından caydırıcı bir güç olarak
hemen yanı başında belirmiş ve ilişkilerin iyileştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu noktada, Türk
azınlığın durumunda meydana gelen düzelme, ikili ilişkilerin normalleştirilmesi bakımından bir araç
olma işlevini görmüştür. Ayrıca, Varşova Paktı’na
sonuna kadar bağlı kalan Bulgaristan için yeni dönemde NATO üyelik perspektifinin belirmesi Türkiye ile iyi ilişkiler kurulmasını zaruri kılmıştır. Zira
NATO içerisinde saygın bir statüde bulunan Türkiye’nin onayı olmaksızın Batı ile işbirliği sürecinin
güvenlik ayağında varlık gösterilemeyeceği, Sofya
yönetimince kavranmıştır. 2004 yılında NATO üyeliğini elde eden Bulgaristan, güvenlik konusundaki
kaygılarını Sofya ekseninden NATO’nun merkezine kaydırmıştır.
Bulgaristan’ın dış politikası yeni dönemde 4 temel
üzerine dayandırılabilir:60
- Ülke siyasetine uzun yıllar hâkim olmuş komünist
ideolojiye son vermek,
- Avrupa’yı örnek almak,
- Dış politik alanda karar alma mekanizmalarını
demokratikleştirmek ve şeffaf hale getirmek,
- Karar alma sürecinde pragmatik olmak ve akılcı
hareket etmek.
Bölgesel politikalar denkleminde ise çok taraflılık
ilkesi çerçevesinde bir stratejinin geliştirildiğini
58
söyleyebilmek mümkündür. Bulgar Prensliği’nden
iki kutuplu sistemin bitimine kadar geçen süre zarfında, belirli dönemler saklı kalmak şartıyla, büyük
güçlerin yörüngesinde kalan Bulgaristan, soğuk
savaşın sona ermesiyle birlikte dış politikada alışılagelmişin dışında bir bağımsız hareket etme kabiliyetine kavuşmuş ve kendi kaderini tayin eder duruma gelmiştir. Söz konusu durum, Bulgaristan’ın
1 Ocak 2007’de elde ettiği AB’ye tam üyeliğine kadar sürmüş ve Brüksel’in şemsiyesi altına girdikten
sonra ulusal yetkilerinden feragatte bulunmuştur.
3. 1. Bulgaristan’ın AB Üyelik Süreci
Soğuk savaş döneminin bitimiyle birlikte Bulgaristan açısından Batı ile entegrasyon süreci dış politikadaki ana gündem maddesini oluşturmuştur.
Gerek Avrupa Topluluğu’na gerekse NATO’ya üyelik ihtimalleri üst düzey yetkililer tarafından dile getirilirken, Bulgaristan için 1990’lı yılların ilk yarısında batıya entegrasyon süreci hayli ağır işlemiştir.
Gerekli somut adımlar ise ancak 1997’de DGB’nin
iktidara gelmesiyle gerçekleşmiştir.
İki kutuplu uluslararası sistemde Avrupa ülkeleriyle ilişkileri sınırlı düzeyde kalan Bulgaristan, bu
dönemde ticari ilişkilerini COMECON ekseninde
şekillendirmiştir. 1988 yılında Avrupa Ekonomik
Topluluğu (AET) ve COMECON’un ortak bir bildirgeyle birbirlerini tanıma kararının ardından, Bulgaristan da AET ile diplomatik ve ticari ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir. Bu kapsamda, 1989 yılında Bulgaristan ile AET arasında “Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması” yapılması gündeme
gelmişse de, antlaşma Bulgaristan’ın Türk azınlığa yönelik uyguladığı politikalardan dolayı AET tarafından askıya alınmıştır.61 Sofya yönetiminin
azınlık haklarında yaptığı iyileştirmelere paralel
olarak, söz konusu antlaşma ancak Mayıs
1990’da imzalanabilmiştir.
Bulgaristan’ın tarihsel açıdan AB üyelik sürecine
bakıldığında, 1997 öncesi ve sonrası şeklinde kategorize etmek mümkündür. 1997 öncesinde Bulgaristan siyasetine hâkim olan BSP’nin AB ile ilişkiler bağlamında sembolik adımlar atması ve
AB’den ekonomik yardım beklentisi içine girmesi,
Bulgaristan’ı AB üyelik yarışında Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi Orta Avrupa ülkelerinin gerisinde bırakmıştır.62
Türbedar, a. g. e., s. 78.
Coşkun, a. g. e., s. 46.
60
A. e., s. 47.
61
Ayşe Özkan, “Bulgaristan Siyasetinde Türkler”, Stratejik Analiz, Cilt: 5, Sayı: 54, Ekim 2004, s. 83.
62
Vesselin Dimitrov, “Learning to Play the Game: Bulgaria’s Relations with Multilateral Organizations”, Southeast European Politics, Vol. 1, No. 2, December 2000, s. 103, http://www.seep.ceu.hu/volume12/dimitrov.pdf (e.t. 29.12.2007).
59
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
1991-1992’de bir yıllığına iktidarda kalan DGB Hükümeti döneminde Brüksel ile ilişkilerin geliştirilmesi hususunda irade ortaya konmuş, bu doğrultuda 1993’te “Ortaklık Antlaşması” imzalanmış ve
1 Şubat 1995’te söz konusu antlaşmanın yürürlük
kazanmasıyla birlikte Bulgaristan, AB’nin Doğu
Avrupa ülkelerine uyarladığı ortaklık statüsüne girmiştir.63 Bu dönem itibariyle, DGB’nin AB ile ilişkilerde somut adımlar attığını ve üst düzey diplomatik girişimlerde bulunduğunu belirtmek gerekir.64
Bulgaristan 16 Aralık 1995’te AB tam üyeliği için
başvuruda bulunmuştur.
1997 yılına kadar, Bulgaristan AB ile ilişkilerde belli bir seviyenin üzerine çıkamazken, zaman zaman
ilişkilerin genel düzeyinde gerilemeler bile yaşanmıştır. Özellikle 1995 yılına kadar olan dönemde
AB’nin politikaları, Bulgaristan tarafından çeşitli
gerekçelerle eleştirilmiştir.65
1997 yılında Bulgaristan açısından önemli gelişmeler yaşanmıştır. İlk olarak, cumhurbaşkanlığı
koltuğuna Batı yanlısı ve liberal politikaları destekleyen, DGB’nin adayı Petar Stoyanov oturdu ve
aynı yıl ülke içerisinde yapılan parlamento seçimlerinde DGB büyük bir farkla iktidar oldu. 1997 yılı
Bulgaristan’ın Batı ile entegrasyonu bağlamında
dönüm noktası olmuş, bu yöndeki siyasi irade ve
kararlar için yürütme erkleri arasındaki eşgüdüm
sağlanmıştı. Böylece reformist kanat ülke siyasetine hâkim oluyordu.66
1996 yılının sonunda ülkedeki ekonomik kriz, DGB
hükümetine ağır bir yük getirmişti. Ekonomik istikrarın tesisi ve makroekonomik göstergelerde başarının sağlanması için yapısal bir reform sürecine
ihtiyaç duyulmuştur. Bu bağlamda, IMF ve Dünya
Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği sürecine giren Bulgaristan, diğer taraftan AB
üyelik hedefi konusunda da adımlar atmıştır.
1999 Kosova krizi Brüksel-Sofya ilişkileri açısın63
dan önemli bir test niteliğinde olurken, Bulgaristan
hükümeti, kamuoyundan yükselen tepkilere rağmen Batı dünyası ile işbirliği yolunu tercih etmiştir.
Dönemin hükümeti, Yugoslavya’ya yönelik NATO
müdahalesini desteklerken, aynı zamanda NATO
uçaklarına hava sahasını kullandırmıştır.67 Bulgaristan’ın izlediği bu politika, AB Komisyonu tarafından olumlu karşılanmış ve Komisyon, Şubat
2000’de Bulgaristan ile tam üyelik müzakerelerine
başlama kararı almıştır.
Kasım 2000’de AB Komisyonu tarafından açıklanan raporda, Bulgaristan’ın Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirme konusunda önemli aşamalar kaydettiği vurgulanırken, yargı alanındaki yetersizlikler, yolsuzluk ve azınlık haklarına ilişkin sıkıntılara da raporda yer verilmiştir.68 Raporda ayrıca, Bulgaristan-AB ilişkileri açısından kırılma noktası oluşturan Kozloduy nükleer santraline ve taahhüt edilen süre içerisinde reaktörlerin kapatılmasına da yer verilmiştir.69
Öte yandan, Aralık 2000’de AB’nin Bulgaristan’a
yönelik uyguladığı vize rejimini terk edip, Bulgaristan vatandaşlarının Birlik üyesi ülkelerde serbest
dolaşım hakkına sahip olacağını açıklaması, Bulgaristan’da büyük bir sevinç yaratırken, Bulgaristan vatandaşları AB üyeliğinin somut olarak neler
getirebileceğini fark etmişlerdir.70 Ayrıca, cumhurbaşkanı Stoyanov’un AB’nin açıklaması sonrasında “Bulgar vatandaşları için Berlin Duvarı bugün
yıkıldı” şeklindeki demeci71, serbest dolaşım hakkının Bulgaristan açısından ne ifade ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Aralık 2002’ye gelindiğinde Avrupa Komisyonu tarafından Bulgaristan ve Romanya’ya ilişkin bir “yol
haritası” tesis edildi. Söz konusu belge, AB müktesebatına (Acquis Communautaire) uyum sürecinde kısa, orta ve uzun vadede taraflardan yerine
getirilmesi istenen reformları içermektedir. Belgede, Bulgaristan’ın bazı eksikliklere rağmen, artık
Özgür, a. g. e., s. 314.
Dimitrov, “Learning to Play the Game…”, s. 104.
65
Bu dönemde Bulgaristan, gümrük politikaları ve Orta Avrupa ülkelerine sağlanan imkânların Bulgaristan’a sağlanmadığı noktalarında AB’yi eleştirmiştir. Bkz. Birgül Demirtaş-Coşkun, “Bulgaristan’ın AB’ye Üyelik Hedefi: Karşılaşılan Sorunlar, Yakalanan Fırsatlar”, Stratejik Analiz, Cilt: 1, Sayı: 10, Şubat 2001, s. 27–28.
66
Coşkun, “Bulgaristan’ın AB’ye Üyelik Hedefi…”, s. 28.
67
Erhan Türbedar, “Doğu Bloku’ndan AB ile Bütünleşmeye Doğru Bulgaristan ve Romanya”, Avrasya Dosyası: Avrupa BirliğiTürkiye İlişkileri, Yaz 2004, Cilt: 10, Sayı: 2, s. 326.
68
Söz konusu rapor için bkz. 2000 Regular Report,http://www.evropa.bg/showfile.php?file=rr_bg_en_2000.pdf (e.t. 29.12.2007).
69
Rus yapımı 6 reaktörden oluşan Kozloduy nükleer santrali AB yetkililerince güvenlik açısından riskli bulunurken; Kasım 1999’da
AB ile yapılan anlaşma çerçevesinde Bulgaristan, 1. ve 2. üniteleri 2003’ten önce, 3. ve 4. üniteleri de en geç 2006’nın sonuna
kadar kapatmayı taahhüt etmişti. Bkz. 2000 Regular Report, s. 8.
70
Coşkun, “Bulgaristan’ın AB’ye Üyelik Hedefi…”, s. 31.
71
Boryana Zaneva, “Fall of Visa Curtain Opens the Window to Europe”, 07 December 2000, http://www.sofiaecho.com/article/fallof-visa-curtain-opens-the-window-to-europe/id_53/catid_38 (e.t.29.12.2007)
64
99
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
işlevsel bir piyasa ekonomisine sahip olduğu vurgulanmış ve adı geçen ülkenin 2007 yılındaki AB
üyeliği için Konsey tarafından verilen desteğe de
değinilmiştir.72 Haziran 2004’te AB müktesebatına
uyum müzakerelerini 31 bölümde de tamamlayan
Bulgaristan için üyelik tarihi olarak 2007 yılı öngörüldü. Gerekli reformların geciktirilmesi durumunda ise üyeliğin 2008 yılına ertelenebileceği belirtilmiştir. Ancak Bulgaristan’ın bu konudaki özverili
çalışmaları sonucu olarak 1 Ocak 2007’de AB’ye
tam üyelik gerçekleşmiştir.
100
Soğuk Savaş sonrası dönemde AB üyeliği, Orta
ve Doğu Avrupa ülkeleri açısından hem ulaşılmak
istenen bir “amaç”; hem de üyelik perspektifiyle
post-komünist dönemde ülke içerisinde gerekli reformların yapılmasında, demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçiş sürecinde yararlanılan bir
“araç” olmuştur. Bulgaristan açısından da söz konusu durum geçerliliğini korumaktadır. AB yetkililerince ideolojik, stratejik ve reel politik gerçekler temelinde yeni dönemde kıtasal bütünleşmenin kaçınılmaz hale geldiğinin anlaşılması, Bulgaristan’ın AB üyelik sürecinde gecikmiş olmasına rağmen, hızlı ilerlemesini sağlayan bir etken olmuştur.
2007’deki üyeliğe karşın Bulgaristan halkı için halen ekonomik sorunlar önceliğini koruyor olsa da,
ülkedeki temel sıkıntı zihniyet sorunudur. Bulgaristan halkı ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesi
ve diğer AB üyesi ülkelerin refah seviyesine ulaşma gibi konularda Brüksel’i adeta bir “kurtarıcı”
olarak görmektedir. Bulgarlar söz konusu hususları gerçekleştirmek için çaba sarf etmek yerine,
AB’nin Bulgaristan’ı o noktaya taşıyacağına inanmaktadırlar. Farklı bir deyişle, Bulgaristan “balık
tutmayı öğrenmek yerine, her gün kendisine balık
verilmesini” tercih etmektedir.
3. 2. AB Üyeliğinin Türk Azınlığa Etkileri ve
Mevcut Sorunlar
Bulgaristan’daki Türk azınlığının temsilcisi olarak
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin Bulgaristan’ın genel olarak Avroatlantik kurumlarla yakın işbirliği ve
bunun doğal bir uzantısı olarak da AB üyelik sürecinde etkili ve yapıcı politikalar benimsediğini söyleyebilmek mümkündür. HÖH’ün kuruluşundan
günümüze Bulgaristan parlamentosunda yer alması nedeniyle Bulgaristan’ın Batı dünyası ile entegrasyon serüvenine yakından tanıklık etmiş ve
72
yaşanan sürece önemli katkılarda bulunmuştur.
HÖH’ün azınlık haklarına ilişkin olarak ülke içerisinde yaşanan ihlalleri Batı Dünyası nezdinde
gündeme taşıması ve bu kapsamda çeşitli platformlarda73 yer alarak konuyu uluslararası camianın dikkatine sunması, Bulgaristan’ın bu husustaki kırmızı çizgilerinde esneme payı bırakmasını da
beraberinde getirmiştir. Ayrıca başta Avrupa Konseyi olmak üzere, çeşitli Batılı kurum ve örgütlenmelerin konuya duyarlılığı ve Bulgaristan nezdindeki baskıları, Bulgar yetkililerin azınlık haklarına
dair yapması gereken reform faaliyetlerini zaruri
kılan dışsal bir etken olmuştur. İçsel ve dışsal vektörlerin bileşiminin Bulgaristan üzerinde odaklanması, HÖH’ün Bulgar siyasi yaşamından izole
edilmesi yerine, sisteme entegre edilmesinin önünü açmıştır. Azınlık haklarında yapılan iyileştirmeler, Bulgaristan’ın bu bağlamda kötü sicilinin biraz
olsun aklanmasını sağlamıştır.
Avrupa Birliği sürecine destek veren HÖH, Bulgaristan’ın Avrupa’nın doğal bir parçası olduğunu, bu
sürecin gerek Bulgaristan’ın demokratikleşmesi
gerekse ülkedeki azınlık haklarının korunması ve
garanti altına alınması bağlamında kaçınılmaz bir
olgu olduğunu açıklamıştır.74 HÖH, Bulgaristan’ın
Batı’yla bütünleşme sürecine açık şekilde destek
verirken, ülkedeki etnik grupların haklarının savunulması hususunda Sofya yönetiminin yanlış
adımlarını dış dünyaya açıklamaktan da kaçınmamıştır.
Türk azınlığın haklarına ilişkin meydana gelen düzelmede AB ve Avrupa Konseyi gibi Batılı örgütlenmelerin önemli payı bulunsa da, Bulgaristan’ın
özellikle geçiş dönemiyle birlikte anayasal çerçevede gerçekleştirdiği reformları da göz ardı etmemek gerekir. Bu kapsamda, reformların yapılmasında dış faktörlerden ziyade, Bulgaristan içsel dinamiklerinin daha ağır bastığı söylenebilir. Zira
Bulgaristan azınlık haklarıyla ilgili hususta reform
politikaları yerine Jivkov döneminden kalma baskıcı politikaları devam ettirseydi, Balkanlar’daki ayrışma ve çatışma rüzgârının Yugoslavya coğrafyasından değil, Bulgaristan’dan başlaması mümkün
olabilirdi.
Mayıs 1992’de Bulgaristan’ın Avrupa Konseyi üyesi olmasıyla birlikte ülke gündemine gelen “Ulusal
Azınlık Haklarının Korunması ile İlgili Çerçeve
“Roadmaps for Bulgaria and Romania”, Commission of the European Communities, Brussels (13. 11. 2002), www.evropa.bg/showfile.php?file=roadmap-br-ro-2002_en_0.pdf (e.t. 29.12.2007).
73
Ayrıntılı bilgi için bkz. Özgür, a. g. e., s. 320–321.
74
A. e., s. 324.
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
Konvansiyonu” isimli anlaşmanın imza edilmesine
ilişkin bir gecikme yaşanmıştır. Muhalif kanadın ülkedeki farklı etnik gruplar arasındaki huzur ve barışın tesis edilmesinin, ancak sorunlara Avrupa
kaynaklı çözümlerin getirilmesiyle mümkün olacağı ve bunun yolunun da söz konusu anlaşmanın
imzalanmasından geçtiği noktasındaki ısrarı,
BSP’yi zora sokmuştur. Anlaşmanın imzalanması
ancak Ekim 1997’de gerçekleşmiş, yürürlüğe girme tarihi ise 1 Eylül 1999 olmuştur.
Bulgaristan’ın yeni döneminde insan hakları ve
paralel mahiyette azınlık haklarına ilişkin iki aşamalı bir süreç yaşamıştır. Bunlardan ilki, temel hak
ve özgürlüklerin baskı altında tutulmasının terk
edilmesi; ikincisi ise, yeni dönemde insan haklarının ulusal mevzuatla (anayasal çerçeve) ve uluslararası antlaşmamalar çerçevesinde güçlendirilmesi olmuştur.
Günümüzde Bulgaristan’da azınlık grupları açısından uygulanan genel çerçevenin büyük bölümü
Bulgaristan’ın inisiyatifi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Özellikle 2000 yılı sonrasında gerek AB
üyelik perspektifi, gerekse Avrupa Konseyi75 boyutu, ülkede azınlık haklarının geliştirilmesi noktasında ön ayak olmuştur. 8 Kasım 2000’de AB Komisyonu’nca yayımlanan raporda, Türk azınlıkla ilgili
ifadelere yer verilirken, nüfusun % 9’unu oluşturan
Türklerin yerel ve ulusal düzeyde politik yaşama
gayet iyi entegre oldukları vurgulanmıştır. Diğer taraftan, Türk azınlığın gerek orduda gerekse üst
düzey makamlarda iyi temsil edilemediğine değinilmiş, ilk ve ortaokul seviyesindeki öğretim kurumlarında Türkçe eğitim konusunda ilerleme sağlanmasına karşın, konuya dair öğretmen sıkıntısı
çekildiği de belirtilmiştir. Söz konusu rapor, ulusal
kanalda yayına başlayan Türkçe haber programına da atıfta bulunurken; azınlığın bulunduğu bölgede, düşük istihdam ve yüksek işsizlik oranına
dikkat çekilmiştir.76
Bulgaristan’ın 1 Ocak 2007’deki AB üyeliğine karşın, Bulgaristan’daki Türklerin bazı konularda sıkıntıları halen mevcuttur. Çeşitli AB kurumlarının
hazırladığı raporlarda “Türk azınlık” ifadesine rast75
lanırken; Bulgaristan anayasasında söz konusu
ifade bir yana dursun, azınlık kelimesine dahi rastlanmamaktadır. Bulgar anayasasının 36/2. maddesinde söz konusu durumu tanımlamak için,
“anadili Bulgarca olmayan vatandaşlar”77 şeklinde
bir ifade görülmektedir.
Türkçe yayın konusunda sınırlamaların kalkmış olmasına rağmen, bu konuda büyük bir boşluk oluşmuştur. Ülkede küçük azınlık gruplarının ulusal
gazeteleri bulunmasına karşın, Türklerin ulusal bir
gazetesi bulunmamakta78 ve hâlihazırdaki Türkçe
gazeteler, belli ideolojiye hizmet eden bir çıkar
grubunun tekelinde bulunmaktadır. Sorunla ilgili
olarak, Avrupa Konseyi tarafından Bulgaristan’a
çeşitli telkinlerde bulunulmuş olmasına karşın;
Bulgar yetkililerin ve HÖH’ün konuya ilgisiz kalması, finansal zorluklar ve entelektüel birikime haiz
insan gücü eksikliği Türkçe yayınlar konusundaki
temel engellerdir. Ulusal kanalda Türkçe radyo ve
TV yayını sembolik sürelere sahip olmasının yanında, Türk azınlığa hitap edecek bağımsız ve sürekli Türkçe yayın yapan bir radyo istasyonunun
bulunmaması da bu konudaki ayrı bir sıkıntıdır.
Bulgaristan’da Türk azınlığın yoğun olarak yaşadığı yerlerde yatırım eksikliğine paralel olarak ortaya
çıkan yüksek işsizlik oranı farklı bir sorun olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bulgaristan’a AB tarafından aktarılan finansal yardımlar daha ziyade Bulgar nüfusunun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde
yatırım aracı olarak kullanılmaktadır. Türklerin
önemli bir bölümünün dağlık kesimlerdeki devlet
arazilerinde tütün tarımı yaparak geçimlerini sağlamaya çalışmaları dışında farklı bir iş olanağı bulunmamaktadır. Tütün satışı konusunda ise alıcı
firmaların düşük fiyat teklifleri, Türk azınlığın karlarının minimize edilmesine neden olmaktadır. Ekonomik eksende yaşanan sıkıntılar, Bulgaristan
Türklerinin büyük şehirlere göç etmelerini ve göçmen işçi statüsüne dönüşmelerini kaçınılmaz kılmaktayken; son dönemlerde özellikle Türk gençleri arasında başta Batı Avrupa olmak üzere, AB
üyesi ülkelere iş bulma amacıyla göç etmek yaygın bir durum haline gelmiştir.79
Avrupa Konseyi, özellikle Ulusal Azınlıkların Korunması ile İlgili Çerçeve Konvansiyonu kapsamında Bulgaristan’daki genel boyutta insan hakları ve buna paralel olarak azınlık haklarını da içeren çeşitli raporlar hazırlamıştır. Söz konusu raporlar için bkz.
http://www.coe.int/t/e/human_rights/minorities/Country_specific_eng.asp#P131_6788 (e.t. 30.12.2007).
76
2000 Regular Report, s. 22.
77
Bkz. Constitution of Republic of Bulgaria, 36. madde.
78
Özkan, a. g. e., s. 87.
79
1 Mayıs 2004’te AB üyesi olan 10 yeni ülkenin büyük çoğunluğu emek piyasalarını Bulgaristan vatandaşlarına açmış olmalarına karşın, eski 15 üye ülkenin önemli bir bölümü (Finlandiya ve İsveç dışında) bu konuda Bulgaristan vatandaşlarına kısıtlamalar
getirmiştir. Batı Avrupa ülkelerine iş bulma ümidiyle göç eden Bulgaristan Türklerinin çalışma durumları yasadışı yollarla gerçekleşmektedir. Bulgaristan vatandaşlarına yönelik getirilen bu konudaki kısıtlamalar, AB üyesi ülkelerin inisiyatifi doğrultusunda kaldırılacaktır.
101
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
Din ve ibadet özgürlükleri bağlamında da önemli
adımlar atılmış olmasına karşın, günümüzdeki bu
konuyla ilintilendirilebilecek olan Osmanlı’dan kalan vakıflara ilişkin sorunlar yaşanmaktadır. Müslümanların dini inançlarını yaşamaları konusunda
herhangi bir kısıtlama bulunmazken; Bulgaristan’daki okullarda 1997 yılından itibaren ailesi isteyen öğrencilere geleneksel din Ortodoks Hıristiyanlık eğitimi verilmekte ve söz konusu uygulamadan
2000 yılından itibaren Müslümanların yoğun olarak
yaşadığı yerlerdeki Müslümanlar da faydalanmaktadır. Ancak, Türkçe öğretmen konusunda yaşanan
sıkıntılar, din eğitimini veren öğretmenler için de yaşanmaktadır.80 Bulgaristan’da Sofya’da bulunan İslam Enstitüsü’nün yanı sıra farklı şehirlerde din eğitimi veren imam hatip okulları da mevcuttur.
102
Türkçe eğitim konusunda ise, Bulgaristan’da 1999
yılında kabul edilen Milli Eğitim Kanunu uyarınca,
anadili eğitiminin mecburi seçmeli ders programına alındığı görülmektedir. Haftada 4 saat olarak
verilen Türkçe derslerin, hafta sonlarında veya
okuldaki normal ders saatleri sonrasında verilmesi, Türk öğrencilerin derslere olan talebini düşürmektedir. Bunun yanında Türkçe dersini alabilen
öğrencilerin başka bir yabancı dili, ders olarak alamamaları mevcut uygulamanın eksik yönlerini
oluşturmaktadır.81 Kanaatimizce, Türk azınlığın
geleceğine ilişkin en acil çözüm bekleyen sorun,
Türkçe eğitim konusudur.
Yukarıda ifade edilen sorunların yanına, asimilasyon politikalarına direnen Türklerin mahkûm edildiği Belene Toplama Kampı’nda baskı ve şiddete
maruz kalan kişilerin AİHM Mahkemesi nezdinde
açmış oldukları davaların sembolik tazminatlar
ödenerek kapatılmak istenmesi ve daha önce Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiş olan kişilerin
sosyal güvenlik alanındaki haklarının aktarılması
konusunda yaşanan problemler de eklenebilir.
Söz konusu hususlara ilişkin, gerek AB yargı organı gerekse AİHM katında dava açılmak suretiyle
hukuksal mücadelenin önü açık olsa da, konuya
vakıf kişilerin sorumluluk üstlenmemesi nedeniyle
adım atılamamaktadır.
SONUÇ
Gerek Bulgaristan ulusal mevzuatıyla gerekse
uluslararası antlaşmalarla azınlık hakları garanti
altına alınmış olmasına karşın, tarihsel süreç içerisinde Bulgaristan Türkleri, çeşitli soykırım ve asi80
81
Özkan, a. g. e., s. 88.
A. y.
milasyon politikalarına maruz bırakılmışlardır. Söz
konusu politikalar Türk azınlık üzerinde ters etki
yaparken; Bulgaristan Türkleri, milli benliklerine
sonuna kadar sahip çıkan bir Dış Türk grubu olarak karşımızda durmaktadır. Ülkedeki Türk azınlık
Jivkov sonrası dönemde partileşme sürecine girerek, demokratik sistemde yerini almış ve uluslararası ilişkiler literatürüne “Bulgar modeli” kavramının yerleşmesine neden olmuştur. Geçmişin karanlığına rağmen, günümüzde Bulgaristan Türkleri, HÖH aracılığıyla Bulgaristan yönetiminde söz
sahibi olmuş ve ülkenin siyasi dengelerinde kilit
konuma gelmiş durumdadır.
1989 sonrası dönemde Bulgaristan’da yaşanan
geçiş dönemine paralel olarak, yönetim iç ve dış
politika stratejilerinde köklü değişikliklere gitmiştir.
Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle birlikte Bulgaristan, dış politikadaki rotasını Batı dünyasına çevirirken, Avroatlantik kurumlara üyelik hedefleri Bulgar dış politikasının ana hedefini oluşturmuştur.
İç politikada ise, daha önce uygulanan azınlık politikaları hızla terk edilmiş, azınlık haklarına ilişkin
konularda reform hareketleri kendisini göstermiştir. Yapılan reformlar Bulgaristan iç dinamiklerinin
doğal bir sonucu olarak görülse de, 1984-85’teki
asimilasyon hareketi sonrası uluslararası camiada
oluşan tepkinin ve Bulgaristan’ın Batı’yla entegrasyon sürecinin söz konusu duruma önemli katkıları olmuştur.
Bulgaristan’ın azınlık hakları konusunda uzun bir
yol kat ettiği açıktır. Ancak, gelinen noktada başta
Türkçe eğitim olmak üzere, Türkçe yayın hayatına
ilişkin önemli sıkıntılar bulunmaktadır. Bunun yanı
sıra, Bulgaristan Türklerinin sosyo-ekonomik hayatında önemli aşınmalar söz konusudur. Ayrıca,
ülke nüfusunun %10’undan fazla bir oranını oluşturan Bulgaristan Türkleri, 1991 Bulgaristan Anayasası’nda “anadili Bulgarca olmayan vatandaşlar” olarak tanımlanması kabul edilebilir değildir.
Sonuç olarak, 1989 sonrası dönemde Bulgaristan’ın AB üyelik sürecine paralel olarak Bulgaristan Türkleri de azınlık hakları bağlamında bir dönüşüm süreci içerisine girmiştir. Halen birçok sorunun mevcut bulunmasına karşın, Bulgaristan
Türkleri sadece Bulgaristan’ın değil, aynı zamanda AB sisteminin bir parçası haline gelmişlerdir.
BULGAR‹STAN TÜRKLER‹N‹N TAR‹HSEL SÜREÇ ‹ÇER‹S‹NDE DÖNÜfiÜMÜ
Kader ÖZLEM
KAYNAKÇA
Kitaplar
AĞANOĞLU, Yıldırım; Osmanlı’dan Rumeli’ye
Balkanlar’ın Makûs Talihi Göç, İstanbul: Kum
Saati Yayınları, 2001.
ALP, İlker; Belgelerle ve Fotoğraflarla Bulgar
Mezalimi (1878–1989), Ankara: Trakya Üniversitesi Yayınları, 1990.
ALP, İlker; Bulgarian Atrocities-Documents and
Photographs, London: 1988.
AYDINLI, Ahmet; Batı Trakya Faciasının İç Yüzü,
İstanbul: Akın Yayınları, 1971
BIYIKLIOĞLU, Tevfik; Trakya’da Milli Mücadele,
I.Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987.
CASTELLAN, Georges; Balkanların Tarihi, Ayşegül Yaraman-Başbuğu (çev.), İstanbul: Milliyet Yayınları, 1995.
COŞKUN, Birgül Demirtaş; Bulgaristan’la Yeni
Dönem, Ankara: ASAM Yayınları, 2001.
GEROLYMATOS, Andre; The Balkan Wars, New
York: Basic Books, 2002.
KAMİL, İbrahim; Bulgaristan’daki Türklerin Statüsü, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı,
1989.
KOCAOĞLU, Sami; Bulgaristan Türkleri Ah, İstanbul:1998.
KORKUD, Refik; Komünist Bulgaristan’ın Dosyası, Ankara: 1986.
KUT, Şule; Balkanlar’da Kimlik ve Egemenlik,
İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005.
MCCARTHY, Justin; Ölüm ve Sürgün, Çev. Bilge
Umar, İstanbul: İnkılâp Yayınevi, 1998.
MEMİŞOĞLU, Hüseyin; Geçmişten Günümüze
Bulgaristan’da Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002.
MEMİŞOĞLU, Hüseyin; Pages of The History of
Pomac Turks, Ankara: 1991.
ÖZBİR, Kamuran; Bulgar Yönetimi Gerçeği Gizleyemez, İstanbul:1986.
ÖZGÜR, Nurcan; Etnik Sorunların Çözümünde
Hak ve Özgürlükler Hareketi, İstanbul: Der Yayınları, 1999.
POULTON, Hugh; Balkanlar: Çatışan Azınlıklar,
Çatışan Devletler, Yavuz Alagon (çev.), İstanbul:
Sarmal Yayınevi, 1993.
SOYSAL, İsmail; Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, I.Cilt (1920–1945), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983.
SÖNMEZOĞLU, Faruk; Uluslararası İlişkiler
Sözlüğü, İstanbul: Cem Yayınevi, 1992.
STAVRIANOS, L. S.; The Balkans Since 1453,
London: Hurst, 2000.
ŞİMŞİR, Bilal; Bulgaristan Türkleri, Ankara: Bilgi
Yayınevi, 1986.
TURAN, Ömer; The Turkish Minority In Bulgaria (1878–1908), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1998.
Makaleler
COŞKUN, Birgül Demirtaş; “Bulgaristan’ın AB’ye
Üyelik Hedefi: Karşılaşılan Sorunlar, Yakalanan
Fırsatlar”, Stratejik Analiz, Cilt: 1, Sayı: 10, Şubat
2001.
ÇAY, Abdulhaluk; “Bulgaristan Türkleri”, Türk Kültürü, Yıl: XXIII, Sayı: 262, Şubat 1985.
103
ERLER, Mehmet Yavuz; “Osmanlı İdari Yapısında
‘Bulgar Vatandaşlarının Göçü’ ile ilgili Bazı Düzenlemeler (1901–1910)”, XIV. Türk Tarih Kongresi
(Ankara 2002), II. Cilt, I. Kısım, Ankara: 2003.
HAKOV, Cengiz; “1913 Yılında İstanbul’da İmzalanan Bulgar-Türk Antlaşması ve Bulgaristan TürkMüslüman Nüfusun Hakları”, XIII. Türk Tarih
Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, III. CiltI. Kısım, TTK Basımevi, Ankara:4–8 Ekim 1999,
2002.
KAYAPINAR, Ayşe; “Türkiye-Bulgaristan İlişkilerinin Bulgaristan’daki Türkler Açısından Değerlendirilmesi”, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Yıl:1 Sayı:2, Eylül 2003.
LÜTEM, Ömer E.; “Tarihsel Süreç içinde Bulgaristan Türklerinin Hakları”, Erhan Türbedar (der.),
Balkan Türkleri/Balkanlar’da Türk Varlığı, Ankara: ASAM Yayınları, 2003.
MAHON, Milena; “Turkish Minority Under Communist Bulgaria-Politics of Ethnicity and Power”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Volume 1, Number 2, 1999.
ÖZKAN, Ayşe; “Bulgaristan Siyasetinde Türkler”,
Stratejik Analiz, Cilt: 5, Sayı: 54, Ekim 2004.
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Kader ÖZLEM
ŞİMŞİR, Bilal; “Bulgaristan’daki Türk Azınlığının
Ahdi Durumu”, Türk Kültürü, Yıl: XXIV, Sayı: 264,
Nisan 1985.
ŞİMŞİR, Bilal; “Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırmalar ve Belgeler I”, Türk Kültürü, Yıl: XXIV,
Sayı: 272, Aralık 1985.
TURAN, Ömer; “Geçmişten Günümüze Bulgaristan Türkleri”, Erhan Türbedar (der.), Balkan Türkleri/Balkanlar’da Türk Varlığı, Ankara: ASAM Yayınları, 2003.
TÜRBEDAR, Erhan; “Bulgaristan’ın Batı’ya Yolculuğu”, Stratejik Analiz, Sayı: 64, Ağustos 2005.
TÜRBEDAR, Erhan; “Doğu Bloku’ndan AB ile Bütünleşmeye Doğru Bulgaristan ve Romanya”, Avrasya Dosyası, Avrupa Birliği-Türkiye İlişkileri,
Cilt: 10, Sayı: 2, Yaz 2004.
VASILEV, Rossen; “Bulgaria’s Ethnic Problems”,
East European Quarterly, XXXVI, No.1, Mart
2002.
104
WARHOLA James W. - BOTEVA Orlina; “The Turkish Minority in Contemporary Bulgaria”, Nationalities Papers, Vol. 31, No. 3, September 2003.
“Upheaval in the East: Bulgaria; Turks Win Right
to Use the Muslim Names They Were Forced to
Change”, The New York Times, 30 December
1989.
DIMITROV, Vesselin; “In Search of a Homogeneous Nation: The Assimilation of Bulgaria’s Turkish
Minority, 1984–1985”, 23 December 2000, European Center for Minority Issues, http://ecmi.de/jemie/download/JEMIE01Dimitrov10-07-01.pdf (e.t.
15.12.2007).
DIMITROV, Vesselin; “Learning to Play the Game:
Bulgaria’s Relations with Multilateral Organizations”, Southeast European Politics, Vol. 1, No. 2,
December 2000, s. 103, http://www.seep.ceu.hu/volume12/dimitrov.pdf (e.t. 29.12.2007).
http://www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=2&yazi=431 (e.t. 12.12.2007).
VALENTOVITCH Igor, “Impediments to the Development of Turkish Ethnic Minority Media in Bulgaria”, http://pdc.ceu.hu/archive/00002429/01/valentovitch.pdf (e.t. 27.12.2007).
VOLGYI, Bistra-Beatrix; “Ethno-Nationalism During Democratic Transition in Bulgaria: Political
Pluralism As An Effective Remedy For Ethnic
Conflict”, YCISS Post-Communist Studies
Programme Research Paper Series, Number 3,
March 2007. http://www.yorku.ca/yciss/activities/documents/PCSPPaper003.pdf (e.t. 15.12.
2007).
ZANEVA, Boryana; “Fall of Visa Curtain Opens
the Window to Europe”, 07 December 2000,
http://www.sofiaecho.com/article/fall-of-visa-curtain-opens-the-window-to-europe/id_53/catid_38
(e.t.29.12.2007).
Web Siteleri
http://www.abdn.ac.uk/cspp/bulgelec.shtml
(e.t. 28.12.2007).
http://www.balgoc.org.tr/2005/genel/secimaciklama.html (e.t. 28.12.2008).
http://www.coe.int/t/e/human_rights/minorities/Country_specific_eng.asp#P131_6788
(e.t. 30.12.2007).
http://www.constcourt.bg/ks_fr_frame.htm
(e.t. 26.12.2007).
http://www.dircost.unito.it/cs/docs/bulgaria%201879.htm (e.t. 13.12.1007).
http://www.dps.bg/cgi-bin/ecms/vis/vis.pl?s=001&p=0319&n=&vis=(e.t.
26.12.2007).
http://www.evropa.bg/showfile.php?file=roadmapbr-ro-2002_en_0.pdf (e.t. 29.12.2007).
MITEV, Peter-Emil; “Ethnic Relations in Bulgaria:
Legal Norms and Social Practice”,
http://www.evropa.bg/showfile.php?file=rr_bg_en_2000.pdf (e.t. 29.12.2007).
h t t p : / / w w w. f e s . o r g . m k / p d f / P E T E R % 2 0 %20EMIL%20MITEV%20 %20ETHNIC%20RELATIONS%20IN%20BULGARIA%20-.pdf (e.t.
27.12. 2007).
http://www.parliament.bg/?page=const&lng=en
(e.t. 26.12.2007)
ÖZLEM, Kader; “Bulgaristan Türklerinin Tarihsel
Perspektiften İncelenmesi”, 29 Temmuz 2005,
Türkiye Uluslararası ve Stratejik Analizler Merkezi,
http://www.tusam.net/print.asp?id=234&tbl=MAKALELER&fld=makale (e.t. 20.12.2007).
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Fettah TURAN*
Tarihi Gerçekler Ifl›¤›nda
Ermeni ‹ddialar›
ÖZET
Türkiye bugün Avrupa Birli¤i süreci yaflarken karfl›s›na birçok sorun ç›kart›lmaktad›r. Bu sorunlar›n
bafl›nda Ermeni meselesi gelmektedir. Ermenilerin Türkler ile olan iliflkileri çok eskilere dayan›r. Selçuklu Devletinden, Osmanl› Devletine kadar uzanan tarihi süreçte, Ermeni nüfusu zamanla Türk nüfusu içersine kar›flm›flt›r. Türk devlet yöneticileri Ermeni nüfusunu, Türk nüfusundan ayr› tutmam›fl onlar› kendi vatandafl› olarak görmüfllerdir.
Osmanl› Devleti’nin son döneminde özellikle Frans›z ‹htilalinin ortaya ç›kard›¤› Milliyetçilik ak›m›n›n etkisiyle az›nl›k ayaklanmalar› yaflanmaya bafllam›flt›r. Rusya bu durumdan istifade ederek Ermeni nüfusunu Osmanl›ya karfl› k›flk›rtmaktan geri kalmam›flt›r. Osmanl› Devleti bu olumsuzlu¤u ortadan kald›rmak için Ermeni vatandafllar› baflka bir bölgeye göç ettirmek zorunda kalm›flt›r.
Bütün bu tehcir iddialar› karfl›s›nda tarihi sürece bakt›¤›m›zda Avrupa’n›n savundu¤u gerçeklerin tam
olarak do¤ru olmad›¤› ortaya ç›kmaktad›r. Bunun en büyük kan›t› yaflad›¤›m›z ortak tarihtir.
ABSTRACT
The Armenian Allegations In the Light of Historical Facts
Turkey has been posed many problems during the process of European Union. One major problem
is the Armenian issue. The relationship of Armenians with Turks goes back to old times. From the
times of Seljuk to Ottoman Empire, Armenian population merged in Turkish population. Turkish
state rulers did not discriminate the Armenians from the Turkish population and accepted the
Armenians as their citizens.
In the last period of Ottoman Empire, the minority rebellion arose especially with the influence of
French Revolution. Russia utilized from this situation and provoked the Armenian population
against the Ottomans. To resolve this problem, the Armenian citizens had been migrated to another location by the Ottoman Empire.
In the face of Genocide allegations, the facts defended by the Europe are not totally true when it is
looked at the historical process. The most important proof is the common history that we live.
Ermeniler Bizans’a tabi olarak Doğu-Karadeniz kıyıları, Gürcistan ve Armenia memleketlerinin bazı
bölümlerinde, muhtelif aileler halinde oturmakta
idiler. Bu memleketlerin büyük bölümünde (Gence, Dovin, Nahçıvan, Dübeyl, Tiflis, Tebriz Hoy v.s
) Müslüman emirlikler hükümran idiler.1
Selçuklular Anadolu’ya egemen olmaya başladıkları sırada herhangi bir Ermeni siyasi teşekkülü
mevcut değildi. Selçuklular hiçbir dönemde Bizans’ın yaptığı gibi bir tehcire tabi tutmamışlardır.
Ermenileri dini inançlarında serbest bırakarak onlara hoşgörü ile yaklaşmışlardır.
Tarihte ilk Türk-Ermeni ilişkileri, Bizans hâkimiyetindeki Anadolu’da Selçuklu fetih ve yerleşme faaliyetlerinden çok önceleri, 1015–1021 yılları arasında, Selçuklu devletinin kurucularından büyük
Sultan Alparslan’ın babası Çağrı Bey’in Doğu
Anadolu’ya yaptığı bir keşif seferiyle başlamıştır.2
Ermeniler, Büyük Selçuklular döneminde, bağımsızlığa kadar varan geniş bir özgürlük, müsamaha
ve serbestlik içinde görünmüşlerdir. Türk kültür ve
medeniyetiyle kaynaşmış bir halde, bu hayat düzeninin verdiği mutluluk ve refahın geniş akisleri,
bugün elimizde bulunan Ermeni müelliflerinin va-
* Öğretim Görevlisi, Beykent Üniversitesi, [email protected].,
1
Ali SEVİM, Sempozyum ‘’ Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde Selçuklu-Ermeni İlişkileri’’ s. 67.
2
Aynı Eser, s. 67.
105
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Fettah TURAN
kayinamelerinden açık ve seçik olarak ifadesini
bulmuştur.3
İnanç açısından Ermeniler, Mecusiliğin yaygın olduğu Ermenistan’da IV. yy’ın başlarından itibaren
Hıristiyanlık dinine geçen ilk milletler arasında yer
almışlardır. Tarihte Hıristiyanlığı ilk defa devlet dini haline getiren Ermenilerdir.4
Osmanlı Devleti topraklarının Doğu ve Kuzey bölgelerinde yalnız Ortodoks ve Ermeni kiliseleri vardı. Osmanlı hükümeti, başlangıçta Hıristiyan tebaası içinde yalnız bu iki mezhebi tanımıştı. Beşüş Şam’da ( Sayda ) ve Basra’da Nemçe sınırı
üzerinde ve Akdeniz adalarında Latin mezhebine (
Papalığa ) bağlı reaya varsa da, bunlar nüfusları
çok az olduğu için bir mezhep ve millet gibi görülmezlerdi. Osmanlı Devletinde, Katolik mezhebine
bağlı bu reayanın papazlarının çoğu ecnebi olduğu için, bu mezhebe yabancı gözüyle bakılırdı.
Protestanlık ise hiç bilinmezdi.5
106
Ermenilerin en eski ruhani merkezi, Erivan yakınlarındaki Eçmiyazin Kilisesi’dir. Ermeni ruhani reisi olan Katoğikoslar burada oturmaktaydı. Ermeniler, Tatarların bu bölgeyi istila etmesiyle buradan
göç etmeye mecbur kalmışlardı. Katogikos’da bu
göç esnasında Ermenilerce kutsal sayılan bazı
mezhep emanetlerini beraberinde alarak Kozan
havalisine (Sis’e) gelmiş ve burada yaptırdığı kiliseyi ruhani merkez olarak kabul etmiştir.6
İstanbul Ermeni Patriğinin ve Ermeni halkının Eçmiyazin’i ruhani merkez olarak kabul etmelerinin,
Osmanlı devleti için bir zararı olmayabilirdi. Çünkü
Erivan bölgesi, bazen Osmanlıların, bazen de Safevi devletinin elinde bulunmuş; Safeviler’de bulunduğu sırada Katoğikosluk, Osmanlı için bir tehlike olmamıştır. Ancak 1828 Türkmençayı Antlaşmasıyla bu yerler Rusya’nın eline geçince, Türkiye
Ermenilerinin Eçmiyazin’e bağlılıkları tehlikeli görülmeye başlamıştır; çünkü Rusya, Hıristiyan bir devletti; dış siyaseti bakımından Osmanlı ülkesindeki
Hıristiyanları korumak bahanesiyle Devletin içişlerine karışmak ve onu zayıf düşürmek istiyordu.7
3
Fatih Sultan Mehmet hiçbir Hıristiyan hükümdarın
vermediği imtiyazı vermiş ve onları mükâfatlandırmıştır. Hatta İstanbul’u fetih edince, Anadolu’nun
muhtelif yerlerinden Ermenileri İstanbul’a getirterek iskân ettirmiştir. Fatih Ermenileri dış işlerinde
ve iç işlerinde serbest bırakmakla kalmamış, Rumlara verdiği imtiyazların aynısını onlara da vermiş;
1461 yılında Gregoryan Ermeni patrikhanesini
kurdurmuştu. İslam hukukuna uymaması ve İslam
dünyası geleneğinde bulunmamasına rağmen,
Fatih’in bir kiliseyi ilk defa kurdurması, Ermeni milletine karşı duyduğu hassasiyetin bir göstergesidir. Patrikhanenin başına Bursa Ermeni Metropoliti Ovakim patrik olarak atandı. Ovakim’e verilen
ferman hemen hemen Rum Patrikhanesi’ne verilen fermanın aynısıydı. Osmanlı Devleti topraklarında Ortodoks Rumların dışında kalan Süryanileri, Kıptileri, Gürcüleri, Keldanileri ve Habeşliler gibi diğer bütün Hıristiyan toplulukların yönetimini bu
patrikhaneye verilmesi8 Ermeni patrikhanesinin
nüfuzunu artırmıştır.9
İstanbul Patrikhanesi’nin kurulmasından sonra İstanbul’a Ermeniler gelmeye devam etmiştir. Bu Ermeniler ağırlıklı olarak; Kumkapı, Yenikapı, Samatya, Narlıkapı, Edirnekapı, Balat Kapısı semtlerine yerleştirildiler.10 1475 yılında Gedik Ahmet Paşa Kırım’ı fethedip Osmanlı topraklarına kattığı zaman, Kırım ve Kefe’den yaklaşık kırk bin Ermeni’yi
beraberinde getirerek bir kısmını Anadolu’nun
muhtelif yerlerine, diğerlerini ise İstanbul’un Edirnekapı ve Balat arasındaki bölgeye, bir kısmını da
kendi adını alan Gedikpaşa semtine iskân etti.11 Yine Fatih Sultan Mehmet 1479’da Karaman Ermenilerini İstanbul’a getirterek, bunları Samatya tarafına oturttu.12 Yavuz Sultan Selim, Çaldıran zaferinden sonrada Tebriz’den birçok Ermeni sanatkârını İstanbul’a getirtip Samatya taraflarına yerleştirmiştir.13
Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü fethiyle, Kudüs Ermeni Patrikhanesi Osmanlı yönetimi altına girmiştir. Osmanlı Sultanı, 31 Aralık 1516 Kudüs’ü ziyaret etmiş, padişahın şehre girişi esnasında Kudüs
Aynı Eser, s. 64.
Ekrem SARIKÇIOĞLU, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s.265–266.
5
Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, C.I, İstanbul 1984, s.375.
6
Bilal ERYILMAZ, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul, 1996, s. 63.
7
Yusuf Hikmet BAYUR, Türk İnkılâp Tarihi, C. III/III, İstanbul 1983, s. 50.
8
Yavuz ERCAN, Kurumsal Açıdan Gayrimüslimler, s. 324.
9
Esat URAS, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987, s. 149.
10
Aynı Eser, s. 149.
11
Bilal ERYILMAZ, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1996, s. 38–39.
12
Esat URAS, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987, s. 149.
13
Aynı Eser, s. 149.
4
TAR‹H‹ GERÇEKLER IfiI⁄INDA ERMEN‹ ‹DD‹ALARI
Fettah TURAN
Ermeni Patriği III. Serkis ve Kudüs Rum Patriği Attalia ile diğer bazı ruhban sınıfı karşılamıştır.14
Kanuni Sultan Süleyman babasının Ermenilere tanıdığı imtiyazları kendisinin de tanıdığını bildirmiştir. Kanuninin ölümünden sonra tanınan bu imtiyazlar ortadan kalkmıştır.
Osmanlı padişahları, başlangıçtan itibaren fethedilen bölgelerdeki gayrimüslimlere karşı son derece hoşgörülü ve adaletli bir politika izlediler. Bütün
İslam devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı’nın da en
çok dikkat ettiği geniş anlamda adaletti. Devlet yönetiminin bütünüyle adalet ilkesine dayandırıldığını söylemek yanlış olmaz. Hatta adalet ilkesi daha
da ileri götürülerek, “mülk (yönetim, egemenlik)
küfürle belki devam eder ama asla zulümle devam
etmez” prensibi, devlet yönetiminin temel felsefesi
haline getirildi. Yusuf Has Hacib’den, Kâtip Çelebi’ye kadar Türk-İslam düşünürleri eserlerinde bu
ilkeyi işlediler ve tekrarladılar.15
Bütün bunlar ortaya koymaktadır ki Selçuklular döneminde de Osmanlılar döneminde de, Ermeni
nüfusu yaşadıkları bölgelerde din ve vicdan hürriyetine sahihtiler, onlara kesinlikle inanç konusunda, kimlikleri konusunda baskı uygulanmamıştır.
Osmanlı Nüfusu İçindeki Ermenilerin Durumu
Osmanlı Devleti çok uluslu bir yapıya sahipti, içersinde farklı inançtan ve farklı milletten insanlar
vardı. Durum böyle olunca çeşitlilik artmıştır. Toplumun büyük çoğunluğu Türklerden oluşmaktaydı.
Ancak Osmanlı Devleti diğer milletleri ortadan kaldırmaya çalışmadı. Aksine onları kendi vatandaşı
olarak gördü ve ilerleyen dönemde onları devlet
kademesinde önemli görevlere getirdi. Osmanlı
Devletinin 17. yüzyılda duraklama dönemine girmesiyle işler değişmeye başladı. Artık düzen sarsılmış, taşlar yerinden oynamıştı. İşte şimdi ele
alacağımız husus Osmanlı devleti içersindeki Ermenilerin durumudur. Yapılan nüfus sayımlarında
Ermeni nüfusu diğer gayrimüslimler ile birlikte gösterilmiştir.
Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Ermeniler, diğer gayrimüslim sınıfın içerisinde gösterilmiştir.
1884–1897 yılları arasında nüfus sayımına bakıldığında Müslüman nüfus ile gayrimüslim nüfus şu
şekilde gösterilmektedir:
14
Kaynak: İstatistik Umumi İdaresi, Devlet-i Aliye-i
Osmaniye’nin 1313 senesin mahsus İstatistik-i
Umumisi, Alim Matbaası, İstanbul 1316, s.15.
Tabloda görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu 1884’de 17.143.859 ve 1897 yılında
19.050.307 olarak tespit edilmiştir.1884–1897 yılları arasında nüfusun yıllık artış hızı binde sekiz
dolayındadır. Bu durum, Osmanlı Devletinde nüfusun çok yavaş bir gelişme geçirdiğini ifade etmektedir. Bunun da başlıca sebepleri savaş, göçler ve
kaybedilen topraklardır.16
1897 yılında Osmanlı Devletinde nüfusun cemaatlere göre dağılımına bakacak olursak;
Kaynak: İstatistik Umumi İdaresi, Devlet-i Aliye-i
Osmaniye’nin 1313 senesi Mahsus İstatistik-i
Umumisi, s.16.
Müslümanlardan sonra nüfus miktarı bakımından
ikinci sırayı geleneksel olarak Rumlar almaktadır.
Selahattin TANSEL, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969, s. 160–196, Küçük, s. 569.
Bilal ERYILMAZ, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1996, s. 26.
16
Aynı Eser, s. 86.
15
107
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Fettah TURAN
Rumların genel nüfus içindeki payı %13,49’dur.
19.yy.ın başlarında ve ikinci yarısında meydana
gelen savaşlar, Rumların nüfusunda önemli değişikliklere sebep olmuştur. Gayrimüslimler içinde
Rumları, %5,47’lik payla Ermeniler ve %4,36’lik
oranla Bulgarlar izlemektedir. Katoliklerin ve Protestanların genel nüfus içindeki oranları önemsenmeyecek derecede düşüktür. Bunlar sırasıyla
%0,64 ve %0,24’dür.17
108
Sultan Abdülhamit’in saltanatının son yıllarında
nüfus sayımına verilen önem devam etmiştir. İstatistik Umumi İdaresi’nde uzman memurlar çalıştırılmasına özen gösterildiği gibi, İngiltere ve Fransa’ya modern sayım tekniklerini araştırmak için
personel gönderilmiştir. Devletin nüfus sayımı ile
ilgili organizasyonu ve usulleri 1900 yılında yeniden gözden geçirilmiştir. Bu yılda, Sicil-i Nüfus Nizamnamesi yeniden düzenlenmiştir. Osmanlı Devleti genelinde 1903 yılında yeni bir nüfus sayımına
başlanılmıştır. Bu nüfus sayımı 1906 yılında tamamlamıştır. Son Osmanlı nüfus sayımı ise 1914
yılında gerçekleştirilmiştir. Ancak bu sayım, bizzat
mahallinde değil, taşradaki nüfus idaresinin yıl
içindeki değişikliklerle ilgili verdikleri bilgiler dikkate alınarak yapılmıştır.18
1906–1914 yıllarında Osmanlı Devletindeki nüfusun Cemaatlere göre dağılışı:
Kaynak: Stanfort J. Shaw, “The Otoman Census
System and Papulation 1831–1914”, İnternational
Journal Of Middle East Studies, 9 (1978), s. 337.
Ermenilerin 1914 yılında Gregoryan ve Katolik olarak toplamı 1.229.007’dir. Bu rakam, o dönemdeki
17
Osmanlı tebaası olan Ermenilerin bütününü ifade
eder. Sayım dışı kalmış Ermenilerin de olabileceği
düşünülürse Osmanlı Devletinde toplam Ermeni
nüfusu 1.300.000’i aşmamaktadır. Böylece 1915
yılında 1,5 ya da 2 milyon Ermeni’nin katledildiği
iddiasının da ne kadar dayanaktan yoksun olduğu
kendiliğinden anlaşılır.19
Görülmektedir ki Osmanlı döneminde yaşanan bu
sorun halen günümüzde yaşatılmak istenmekte,
ancak gerçekten yoksun bir biçimde bu gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 1,5 milyon ile 2 milyon
bugün nüfus bakımından çok az görünebilir anacak 1900’lü yıllarda bunlar büyük rakamlardı.
Ermeni Sorununun Doğuşu
Osmanlı Devleti beylikten, büyük bir imparatorluk
yapısına kavuşmuştur. Bu yapı içerisinde farklı
milletlerden insanları barındırmıştır. Hoşgörü ve
adaleti kendisine ilke edinen devlet 1789 Fransız
İhtilali’nden etkilenmeye başlamıştır. Avrupa devletleri Osmanlıyı yıkabilmenin en kolay yolarlını
aramaya başlamışlardı. Çareyi Osmanlı sınırlarında yaşayan gayrimüslimleri kışkırtmakta buldular.
Ermeniler de bu kışkırtmadan etkilenen grubun
içerisindeydi. Buna bağlı olarak Osmanlıya karşı
mücadeleye başladı.
19.yüzyılda Yunanistan’ın bağımsızlığına kavuşması ve diğer Balkan uluslarının da özerk bir statüye sahip olmaları sonucu, Osmanlı Devletinde
en önemli azınlık unsuru olarak geriye Ermeniler
kalmıştı. Avrupa devletlerinin Ermenilerle ilgilenmelerinin en önemli nedenlerinden biri de budur.
Çünkü Avrupa devletlerinin Osmanlı topraklarında
Ermenilerin dışında himaye edecekleri ve kışkırtacakları başka topluluk kalmamıştır.20
Ermeni sorunu büyük ölçüde Osmanlı-Rus Savaşı’nın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. OsmanlıRus Savaşı ile birlikte “Anadolu Islahatı” sorunu
gündeme gelmiştir. Siyasi bir terim olan “Anadolu
Islahatı” kavramı büyük devletlerin, Osmanlı devleti üzerindeki siyasetlerinin değiştiğinin, yani
“Şark Meselesi” adı verilen Osmanlı İmparatorluğunu parçalama siyasetinin Anadolu topraklarına
da tatbik edilmeye başladığının ifadesidir.21
Osmanlı İmparatorluğu, 1877-1878’de Rusya İm-
Aynı Eser, s. 89.
Aynı Eser, s. 93.
19
Aynı Eser, s. 94.
20
Aynı Eser, s. 186.
21
Cevdet KÜÇÜK, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı ( 1878-1879 ), İstanbul 1984, s. 1.
18
TAR‹H‹ GERÇEKLER IfiI⁄INDA ERMEN‹ ‹DD‹ALARI
Fettah TURAN
paratorluğu ile çok büyük çapta bir savaşa girdi.
Müttefiki yoktu. Savaş Avrupa büyük devletlerinin
aracılıklarına rağmen önlenememişti. Bertaraf
edilmesi mümkün, hatta bir bakıma kolaydı. Ancak
birkaç Osmanlı devlet adamının ihtirası, kısa görüşü ve hatası savaşı kaçınılmaz kıldı. Tek güvence,
tıpkı çeyrek asır önceki gibi İngiltere’nin de Osmanlı yanında savaşa katılacağı, Rusya’nın ılık
denizlere inmek için Türkiye’nin ezilmesine izin
vermeyeceğiydi. Halbuki böyle bir ortam, böyle bir
ümit mevcut değildi. Bu vaziyette Tanzimat’ın modern ordusunun ve üstün donanmasının Ruslara
karşı iyi bir savunma yapacağı sanılıyordu. Savaş,
sert Türk mukavemetine ve bazı önemli zaferlere
rağmen Osmanlı komutanlarınca iyi yönetilmedi.
Tam bir yenilgi ile sona erdi.22
Ayastefenos Antlaşmasının Ermenilerle ilgili 16.
Maddesi şöyledir. “Osmanlı Devleti, Ermenilerin
yerleşmiş oldukları eyaletlerde bölge menfaatlerinin gerektirdiği Islahat ve tensikat vakit kaybetmeksizin icra edeceğini ve Ermenilerin Kürtlere ve
Çerkezlere karşı emniyetini koruyacağını taahhüt
eder”. Antlaşmada yer alan bu madde ile Ruslar,
Anadolu’ya müdahale etme hakkını elde etmişlerdir. İngiltere, bu madde konusunda endişeliydi.
Rusya, Osmanlı İmparatorluğunu işgal etmek için
Ermenileri bir istinat noktası olarak kullanacaktı.
Ayrıca Rusya, bu antlaşma ile Doğu Anadolu’da
stratejik noktaları ele geçirerek, İngiltere için hayati öneme sahip ticaret yollarını tehdit edebilecekti.23
Balkanlar’da Osmanlıyı hemen hemen tasfiye
eden bu antlaşma, Avrupa Büyük devletlerinin hiçbiri tarafından kabul edilmedi. Büyük devletler,
Berlin’de bir konferans topladılar. 13 Temmuz
1878 Berlin Antlaşması, Rus-Türk Savaşı’na son
verdi ve Avrupa’nın yeni dengesini oluşturdu.24
Antlaşmanın 61. Maddesine göre Osmanlı, altı
Doğu Anadolu eyaletinde Ermeni azınlıklar için reform yapacaktı. O dönemde vilayet denen bu eyaletler ( Vilayet-i Sitte ) şunlardır: Sivas, Erzurum,
Harput ( el-Aziz / Elazığ ), Diyar-ı Bekr ( Diyarbakır ), Bitlis ve Van.25
Böylesine geniş, seyrek nüfusla iskân edilmiş, hal-
22
kın aşiret halinde ve köylerde yaşadığı, önemli şehirlerin az bulunduğu bir coğrafyada bir azınlık lehine reforma kalkışmak mümkün değildi.26
Batının bu dönemde yapmak istediği Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan Ermenileri Osmanlıya
karşı ayaklandırmaktı; nitekim öyle de oldu. Doğu
Anadolu’da Ermenileri kullanarak nüfus elde etmek isteyenlerin İngiltere, Fransa ve Rusya olduğu biliniyordu.
Avrupa’da gelişen sanayi devrimini takip eden sömürgecilik, güçlü devletlerin artık hobisi haline gelmişti. Gözüne kestirdikleri güçsüz, savunmasız
toprakları ele geçirmek günlük uğraşları haline
gelmişti. Fransız İhtilali’nin getirdiği ulusçuluk kavramını da arkalarına alarak zayıf olan imparatorlukların içersindeki azınlıkları ayaklandırmaya
başlamıştı. Bütün bu durumlar zincirin halkalarını
koparmaya yetti ve I. Dünya savaşı patlak verdi.
Osmanlı Devleti Cihan Harbi’nde düşman ile mücadele ederken bir taraftan da kendi sınırları içerisinde yaşayan ve “Millet-i Sadıka” dediği Ermeniler ile de mücadele etmeye başlamıştı. Çünkü bu
dönemde Ermenilerin Doğu Anadolu’da yaptıkları
artık katliam derecesine ulaşmıştı.
Ermeni Tehciri
Rus ordularının, 1 Kasım 1914 tarihinde sınırı geçerek Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına saldırmaları üzerine, Enver Paşa komutasındaki Üçüncü Ordu 21 Aralık 1914’de karşı saldırıya geçmişse de, Osmanlı Ordusu savaşta yenik düşerek geri çekilmek zorunda kalmış ve Rus orduları 16 Mayıs 1945 tarihinde Van’ı işgal etmişti. Doğu Anado-
Yılmaz ÖZTUNA, Osmanlının Son Döneminde Ermeniler, ‘’ Ermeni Sorununun Oluşturduğu Siyasal Ortam’’, Ankara 2002, s. 41.
Bilal ERYILMAZ, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1996, s. 188.
24
Yılmaz ÖZTUNA, Osmanlının Son Döneminde Ermeniler, ‘’ Ermeni Sorununun Oluşturduğu Siyasal Ortam’’, Ankara 2002, s. 47.
25
Aynı Eser, s. 47.
26
Aynı Eser, s. 47.
23
109
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Fettah TURAN
lu vilayeti içinde Ermenilerin en yoğun olarak bulunduğu Van’da Ermeniler 13 Nisan 1915 tarihinden beri isyan halindedirler.27
Van şehri, eyalet merkezi, önemli bir Müslüman
beldesiydi. Ermeni çeteleri şehre girdi. Tek kişi bırakmamacasına bütün Müslümanları öldürdü. Rus
ordusu bir ay sonra Van’a girince ( 19.05.1915),
tek Müslüman’ın kalmadığını hayretle gördü. Van
gölü cesetlerle doldurulmuş, şehrin her yerine parçalanmış cesetler çepeçevre yayılmıştı. Ermeni
vahşeti, Rus planlarını çoktan aşmıştı. Rus subaylarının genelkurmaylarına yazdıkları, Ermeni zulmünün askerlik şereflerine sığmadığını ve Rusları da lekeleyeceğini söyleyen raporlar yayınlanmıştır. Ancak Türk kuvvetleri yaklaşınca Ruslar,
Van şehrini boşalttılar (03.08.1915). İki gün sonra
da Türk birlikleri Van’a girdi. On binlerce Müslüman cesedi, yakılıp yıkılmış camiler teessürle görüldü. Van şehri 1915’ten sonra yeniden iskân
edildi. En azından ilk başında, hiçbiri, 1918’te yaşayan Vanlıların nesli değildi. O Vanlılar genelde
öldürüldü.28
110
Bu şartlar altında bazı tedbirlerin alınması gerekiyordu, çözüm yer değiştirmekten başka bir şey
olamazdı. Bugün çıkıp bu göç ettirme olayını soykırım deseler de bu gerçeğe ve bilime aykırıdır.
Hüsamettin Yıldırım, “Ermeni İddiaları ve Gerçekleri” adlı kitabında, “Tehcir” sözcüğü “sürgün” veya
“soykırım” anlamı taşır mı sorusunun cevabını şu
şekilde vermiştir: Konuşma veya yazışma dilinde
kullanılan bazı kelimelere, o dil içinde taşıdığı veya taşıması gerekenin dışında anlam yüklendiği
sıkça görülen bir durumdur. Bu konu özellikle demagojiye dayalı tartışmalarda ve hassas konuların
istismar edilmesinde görülebilmektedir.
“Tehcir” bu duruma örnek kelimelerden biridir.
Arapça asıllı olan kelime “hecera” fiilinden türeyen
rübai (dört harfli) bir mastar isimdir. Bir yerden
başka bir yere göç ettirmek, hicret ettirmek (immigration, emigration) manasına taşır. Fiilde bir
“sürgün”, bir “deportation” manası yoktur. Zira bu
anlam, Arapçada “nefy, ib’ad itikal, i’sikar” gibi
27
mastarlarla ifade edilmiştir. Zaten tehcir diye tanınan kanunun adı da aslında “sevk ve iskân” kanunudur. Olayın anlatımında sık sık “tenkil” (nakletme) tabiri de kullanılmıştır ve hiçbir zaman Batı dillerinde sürgün anlamındaki “deportation”, “exile”,
“prosciption” gibi terimlerin karşılığı olan tabirler
kullanılmamıştır. Buna rağmen bilmeyerek veya
çoğu kez olay dramatize edilmek amacıyla Ermeniler ve bazı Batılı yazarlar tarafından sürgün manasına gelen terimler seçilmiştir.29
Hükümet tehcir kanununu çıkarırken, göç ettirilecek vatandaşların maddi ve manevi işkence ve
haksızlıklara uğramamaları üzerinde titizlikle durmuş; namus, mal veya canlarına yapılan tecavüzlerin şiddetle cezalandırılacağını bildirmiş ve süregelen Ermeni mezalimine rağmen aksine hareket
edenleri tecziye etmekten çekinmemiştir.30
Ermeni meselesi, aynı devletler tarafından, daha
önce ortaya atılan ve bölgelerinde çoğunluğu teşkil ettikleri için, bunları Osmanlı Devletinden koparmak gayesine yönelik, Sırp, Yunan ve Bulgar
meseleleri gibi değerlendirilmek istenmiştir. Halbuki Türkiye Ermenileri, Türk hâkimiyetine girdikten
sonra iddia edildiği gibi hiçbir zaman büyük bölgeler itibariyle çoğunlukta olmamıştır. Ancak, onların,
grup grup çoğunlukta olduğu bazı küçük bölgeler
de vardır. Bununla beraber çoğu yerde, ErmeniTürk karışımı köylerin sayısı da büyük bir yekun
tutmakta idi. Ancak, Müslümanların takibe uğradığı tarihlerde, Hıristiyan Türk Ermenileri, Türk İslam kanun ve kaideleri çerçevesi ve Türk hoşgörüsü içinde, hiçbir zaman rahatsız edilmeden, aynı zamanda devlete sadık olarak, sakin, müreffeh
ve mutlu bir hayat yaşıyorlardı. Osmanlı arşiv belgelerinde, mahkeme kayıtlarında, hatta Batılı seyyahların seyahatnamelerinde, Türklerin devlet
olarak, millet olarak, Ermeni toplumuna karşı,
Türkler içinde görülen günlük olağan olaylar dışında hiçbir kötü hareketine rastlanmaz. Aksine, devletin, Ermeni toplumunun varlığını devam ettirmek
ve onları teşkilatlandırmak için tedbirler aldığını görüyoruz.31
Kamuran GÜRÜN, Ermeni Dosyası, Ankara 1986, s. 206.
Yılmaz ÖZTUNA, Osmanlının Son Döneminde Ermeniler, ‘’ Ermeni Sorununun Oluşturduğu Siyasal Ortam’’, Ankara 2002, s. 59.
29
Azmi SÜSLÜ, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, 100. yıl Üniversitesi Yayınları, Ankara 1990.
30
Necati ÖKSE, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, ‘’ Ermeni sorununun Doğuşu, Tehcir Kanunu
ve Uygulaması, Ankara 1985, s. 276.
31
Dündar AYDIN, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, ‘’ Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkmasında
Fransa’nın Rolü’’, Ankara 1985, s. 285.
28
TAR‹H‹ GERÇEKLER IfiI⁄INDA ERMEN‹ ‹DD‹ALARI
Fettah TURAN
Osmanlı Devletinde, gayrimüslimlere tanınan haklar, ta baştan beri, istikrarlı bir gelişme göstermiştir. Mevcut haklarda bir kısıtlama yapma yoluna gidilmediği gibi, Tanzimat’tan sonra da bunlara yenileri ilave edilmiştir. Gayrimüslimlerin statüsü, fermanlarla ayrıntılı bir şekilde belirlenmek suretiyle
ehl-i örf denilen kamu yöneticilerinin olası keyfi uygulamalarına karşı yasal bir güvenceye alınmıştır.
Gayrimüslim topluluklar, ellerindeki fermanlara aykırı uygulamaları her zaman Padişah, Divan ve
Babıâli gibi devletin en üst yönetim organlarına
iletme ve çözüm arama hakkına sahip olmuşlardır.
Millet Liderleri, milleti adına Divan-ı Hümayun’da
söz söyleme yetkisine sahipti.32
Lozan Barış Konferansında, gayrimüslimlerin hakları en çok tartışılan konular arasında yer almış ve
“Ekalliyetlerin Himayesi” başlığı altında düzenlenmişti.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk, yeni kurulan devletin temel dış politikasını
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” olarak belirlemişti. Her
zaman da bu prensibe uygun davrandı. Anadolu’da boğaz boğaza çarpıştığı Yunanlı Venizelos
ile dostluk kurdu ve birkaç yıl önce yaşananları
gündeme getirerek dostluğu zedelemek istemedi.
Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyetin ilanından sonra komşularıyla ve daha önce yaşanan olaylarla
bir hesaplaşma, bir kin gütme, öç alma politikası
izlemedi. Hem I. Dünya Savaşı’nda ham de Kurtuluş Savaşı’nda yaşananları geçmişe bıraktı. Onların, ülkelerin geleceğine taşınmasına ve toplumda
yeni kin ve nefret duygularını beslemesine fırsat
vermedi. Ermeni meselesi de bu konulardan biriydi. Ancak Türkler susarken Ermeniler boş durmadılar. Özellikle 50 yıldır hep onlar olayları kendi
yönlerinden anlattılar. Bazı Avrupa ülkelerinde var
olan ve kökü tarihe dayanan Türkler hakkındaki
“kötü” önyargıyı da kullanarak dünya kamuoyunu
tek taraflı olarak etkilediler. Yani dünya kamuoyu
50–60 yıldır neredeyse sadece Ermenileri dinledi,
sadece onların yazdıklarını okudu.33
masıyla başlayan bu dönemde Türkiye tam olarak
haklılığını ortaya koyamamıştır. Diplomatik açıdan
bakıldığında Türkiye kendi iç meseleleri ile uğraşmaktan dış gelişmelere karşı varlığını ortaya koyamamaktadır.
Tarihi gerçekler her zaman göz ardı edilmiştir, gerçeğe uymayan bilgiler verilerek suçlu duruma düşürülmek istenilmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu durumla ilgili söylediği çok güzel bir söz
vardır: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir nitelik alır.”
Bu söz tam da bu konuya çok uygun gelmektedir.
Çünkü tarihi gerçekler bir kenara bırakılarak, yeni
bir tarih yazılmaya çalışılmıştır.
Türkiye’nin bugün yapması gereken uluslararası
alanda zedelenen imajını düzeltmektir. Bunu diplomasi alanında, bilim alanında ya da sanatsal
alanda yapmalıdır. Tabi ki bu alanları genişletebiliriz. Ama daha fazla geç kalmamalıyız. Ne yaparsak geleceğimiz için yapacağız. Çünkü “insan, ne
ekerse onu biçer”!
Bugün Türkiye için, Ermeni soykırımı üzerine çeşitli oyunlar oynanmıştır. Bu durum Türkiye’nin
uluslararası alanda imajını sarsmıştır. Avrupa’nın
büyük devletleri ortaya bir suç ve bir suçlu çıkar32
Bilal ERYILMAZ, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1996, s. 224.
I. Dünya Savaşı Sırasında Ermenilerin Türklere Yaptığı Katliam Fotoğrafları, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 15.
33
111
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
*
SAYI: 14
2009
**
Muharrem Hilmi ÖZEV , Erdinç KARAYAZLIK
Sun Tzu’dan Clausewitz’e
Savafl Anlay›fl›nda De¤iflim
ÖZET
Bu makale, savafl teorileri ile ilgili olarak biri uzak do¤unun ve klasik dönemlerin di¤eri bat›n›n ve
modern dönemlerin temsilcisi olan iki büyük düflünürün, Clausewitz ile Sun Tzu’nun görüflleri aras›nda bir karfl›laflt›rma yapmay› amaçlamaktad›r. ‹ki düflünürün yaklafl›m›nda, savafl›n amac›, zafere giden yol, kullan›lacak yöntemler gibi temel konularda, taban tabana z›t olarak nitelendirebilece¤imiz yorumlar görülmektedir. ‹ki düflünürün, flahit olduklar› savafllar, tecrübeleri, eserlerini kaleme ald›klar› ortam, yaflad›klar› zaman, dönemlerinin felsefi yaklafl›mlar› ciddi farkl›l›klar tafl›maktad›r. Bu farkl›l›klar, ister istemez, araç, amaç, yöntem gibi konularda müthifl bir farkl›laflmaya yol
açm›flt›r. Bu farkl›l›klara ra¤men, her ikisinde de temel bir ortak nokta bulunmaktad›r; düflman›n iradesini k›rmak.
ABSTRACT
112
This article aims at making a comparison between the thoughts of two big thinkers of war,
Clausewitz and Sun Tzu, one is the representative of classical times and of the Far East and the
other is the representative of the West and of modern times. There are huge discrepancies
between the thoughts of the two thinkers, about the aim of war, the way to the victory and the
methods in use. There were serious differences between the wars that these two thinkers witnessed, between their experiences, between the milieu where they write out their works and
prevalent philosophical rapprochements in their epochs bear serious differences. Despite these
differences, there is a common basic point regarding these two war thinkers: to destroy the will
power of the enemy.
Giriş
Savaş Teorisi denince akla gelen ilk iki isim hiç
şüphesiz ki Sun Tzu ile Clausewitz’dir. Gerek Sun
Tzu’nun “Savaş Sanatı”, gerekse Clausewitz’in
“Savaş Üzerine” adlı eseri, savaş konusunda üzerinde en çok durulan, en fazla tartışılan ve daha
da önemlisi en çok dikkate alınıp, uygulanmaya
çalışılan kitaplar olmuşlardır. İki düşünürün savaşa yaklaşımları arasında çok ciddi farklılıklar vardır; hatta amaç ve hedef gibi temel konular dikkate alındığında taban tabana zıt olduklarını söylemek dahi mümkündür. Çalışmamızın temel amaçları iki düşünürün savaş yaklaşımlarındaki farklılıkları irdelemek; birinin bakış açısı ile diğerini yorumlamak ve nihayetinde bu farklılıkları ortaya çıkartan sebepleri ortaya koymaktır. Bu amaç çerçevesinde, öncelikle her iki düşünürün, hayatları,
yaşadıkları ortam, yaklaşımlarını etkilediğini dü*
**
TASAM Uluslararası İlişkiler Uzmanı
M.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Doktora Öğrencisi.
şündüğümüz çeşitli unsurlar ele alıp, takip eden
bölümde, yaklaşımlarının farklılıklarını, önemli olduğunu düşündüğümüz unsurlar çerçevesinde irdeleyeceğiz. Düşünürlerin, metotları, tarihe etkileri, onlara yöneltilen eleştiriler de çalışmamızda yer
bulacak. Nihayetinde iki düşünürün görüş farklılıklarının altında yatan temel sebepleri tartışacağız
ve iki düşünürü karşılaştırmanın, zaman ve ortam
göz önünde bulundurmadan gerçekleştirildiği takdirde ne kadar yanlış olabileceğini ortaya koymaya çalışacağız.
1.Clausewitz
1.a. Clausewitz Kimdir?
Carl von Clausewitz, Prusyalı bir asilzade olarak,
1780 yılında dünyaya geldi. Yaşadığı dönemde oldukça yaygın olan bir uygulama ile subayı olmak
üzere daha henüz 12 yaşındayken, Prens Ferdi-
SUN TZU’DAN CLAUSEWITZ’E SAVAfi ANLAYIfiINDA DE⁄‹fi‹M
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
vakti oldu; “On War (Savaş Üzerine)”nin sekiz cilt
tutan taslakları bu görev sırasında ortaya çıktı.
Clausewitz, 1831 yılında Avrupa’yı saran son kolera salgınında öldüğünde, ülkesinde düşlediği yere gelememiş, arzuladığı saygıyı kazanamamış,
hayal kırıklığına uğramış bir insandı1. Öldüğü zaman, eserini de henüz tamamlayamamıştı; “Savaş
Üzerine”yi, O’nun ölümünden bir süre sonra 1832
yılında, eşi yayınlayacaktı.
1.b. Clausewitz’in Yaklaşımını Etkileyen Faktörler
nand’ın Alayı’na katıldı ve ölene dek bir asker olarak yaşamını sürdürdü. Birinci Koalisyon Savaşları’ndan itibaren Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları’na katıldı. 1806 yılında katıldığı
Jena Seferi’nde Fransızlara esir düştü ve ülkesine
ancak iki yıl sonra dönebildi. Bu dönemde ülkesinin yaşadığı felaket O’nu derinden etkilemiş; vatanseverliği ile içerisinde yetiştiği Prusya alay kültürünün çelişkilerini fark etmeye başlamıştı. Aldığı
kültür O’na, alayına ve kralına koşulsuz itaati öğretmişken, O, vatanına itaat etmeyi tercih etmişti.
Takip eden dönemde, Napolyon Büyük Sefere çıkmadan önce, birçok Prusyalı subay gibi “çifte vatanseverliği” seçti. Bunun anlamı, Napolyon’un ordusu ile birlikte Rus işgaline katılmasını emreden
kralına karşı gelip, Prusya’nın özgürlüğüne yardımcı olmaya çalışan Çarlık ordusunda hizmet verecek olmasıydı. Prusya, 1812 Seferi’nin başarısızlığından sonra saf değiştirdiğinde, Kral, bir zamanlar hocalığını yapan Clausewitz’i tekrar ordusuna kabul etmedi. Clausewitz’in, Rus üniformasını çıkarıp, tekrar Prusya üniformasını giymek için,
Napolyon’un Elbe Adası’ndan kaçmasını ve 100
Gün Savaşları’nı beklemesi gerekecekti.
Napolyon Savaşları’nın Viyana Kongresi ile sona
ermesini takip eden günlerde çeşitli görevlerde bulunan Clausewitz, 1818 yılında, 12 yıl boyunca yürüteceği harp akademisi komutanlığı görevine
atandı. Bu görevi sırasında, araştırma yapmaya,
düşünmeye ve fikirlerini kaleme dökmeye oldukça
1
2
3
Clausewitz’in yaklaşımını bir sentez olarak nitelendirecek olursak, yetiştiği ortamı ve aldığı kültürü “tez”, Napolyon Savaşlarını “anti-tez” olarak kabul etmemiz gerekir. Bu noktadan hareketle, Clausewitz’i daha iyi anlamak için yetiştiği ortam ile
yaşadığı dönemi iyi analiz etmek gerekmektedir.
Clausewitz, Büyük Ferdinand’ın zaferlerinin gururunu taşıyan Prusya askeri sistemi içerisinde yetişmişti; 12 yaşından itibaren Prusya alay kültürü
içerisinde yer almıştı. Alaylar, Avrupa’da daha önceki yüzyıllarda, şehirler için huzursuzluk kaynağı
olan askerleri bir arada, disiplin altında tutmak için
oluşturulmuşlar; zaman içerisinde kendine has kuralları, gelenekleri ile kendi toplumlarından uzaklaşmışlardı.2 Toplumundan uzak bu kültür içerisinde yetişen ve savaşmayı öğrenen Clausewitz,
Devrim Savaşları başladığında, karşısındaki Fransız askerlerinin, kendi yönetimindeki askerlerden
(Keegan’ın “köle” olarak nitelediği) oldukça farklı
fikirlerle savaşmakta olduğunu gördü. Fransız
Devrimi’nin orduları, Cumhuriyet yönetimi altında
herkesin eşit olduğu ve orduya katılımın her vatandaşın görevi olduğu fikrine kapılmıştı. Hem
kendilerini özgür vatandaş yapan devrimi savunuyor, hem de halen daha monarşilerle yönetilmekte
olan toplumlara bu fikirleri aşılama amacı güdüyorlardı.3 Fransız Devrimi, ordu ve askerlik kavramlarını kökünden değiştirmişti; Fransız Ordusu,
generalinden, rütbesiz erine kadar politize olmuş
bir halk ordusu haline gelmişti. Bu durum, Fransız
Ordusu’na müthiş bir dinamizm ve güç vermiş;
tüm Avrupa bir biri peşi sıra koalisyonlar oluşturmasına rağmen, Fransa’yı yıllar boyunca dize getirememişti.
Tam manası ile topyekûn toplumsal seferberlik ile
askeri ve siyasi elit dışındaki kitlelerin savaşa bu
ölçüde odaklanması, Devrim Savaşları ile beraber
ilk defa Fransa’da yaşanıyordu. Savaşın siyasi
Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev.: Füsun Doruker, İstanbul: Sabah Kitapları, 1995, s. 41.
A. e., s. 31.
A. e., s. 34.
113
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
114
bağlamı, hem çatışmanın gidişatına çılgınca bir
enerji katması hem de çok daha büyük ordulara
zemin hazırlaması açısından çok önemliydi.4 Devrim, Fransız Ordusu’nu politize edip, birey bazında
gücünü arttırdığı gibi bütün olarak da çok büyük
etkiler yarattı. Fransız Devrimi’nden önce, 18.
Yüzyılda orduların temellerini, mevzubahis alaylara mensup az sayıdaki, iyi yetiştirilmiş profesyonel
askerler oluşturuyordu. Bu askerlerin büyük bir
kısmı ya yabancıydılar ya da alt tabakalardan geliyorlardı. Bu dönemde savaşlar göreceli olarak
durağan yaşanıyor; kaleler büyük önem taşıyor,
muharebeden çok kuşatma görülüyordu. Ordular
çoğunlukla birbirleriyle tahkim edilmiş mevzilerde
karşılaşıyorlardı. Devletler bu dönemde her askere belli ve önemli bir harcama yapıyordu; bu durum her askerin dikkatle kullanılması gerekliliğini
doğuruyordu5. Buna karşılık, İhtilal orduları, klasik
sınırlamalara bağımlı değildi; sıkıntılara katlanabiliyor ve avantajlı görülen her yerde savaşabiliyorlardı; ulusal kaynakların tümüne başvurulabildiğinden (özellikle beşeri anlamda), maliyeti göz önüne
alınmaksızın taarruz edilebiliyordu. İhtilalin sosyal
şartlarda yarattığı değişiklik, yüksek kabiliyeti olan
bir stratejiyi mümkün kılıyordu.6 Prusyalı reformcu
Gneisenau, 1806 yenilgisinden sonra şöyle yazmıştı: “Fransa’yı şan ve şöhretin doruğuna tek bir
şey yükseltmiştir: ihtilal, Fransa’nın tüm güçlerini
uyandırmış ve her ferde kendisine uygun bir faaliyet sağlamıştır. Bir milletin bağrında nice kabiliyetler gelişemeden uyuklamaktadır”.7
Fransa’yı neredeyse yenilmez kılan bu değişimi
Clausewitz de farkındaydı; derinden etkilenmişti.
O’nu böyle bir eser yazmaya iten ana sebep belki
de buydu; savaş anlayışında bir değişim olmuştu;
içerisinde yetiştiği askeri kültür yetersiz kalmış,
başarısızlığa uğramıştı; bir sentez oluşturma çabasına girişti. Clausewitz, yaşadığı savaşların evrelerinde etkilenerek, Fransa’ya dinamizm getiren
yeni askeri anlayışı hedef almıştı. Bu durum, “Savaş Üzerine”de, politika savaş bağlantısına yaptığı vurgudan, halkın direncinin kırılıncaya dek savaşın sürdürülmesi anlayışına kadar birçok noktada görülebilmektedir. Clausewitz, kitabında, aslında, devrimin yarattığı politize olmuş yeni askeri
4
düzeni anlatıyor; dahası, bu düzeni, pek de taraftar olmadığı, devrim fikir ve politikalarından uzak
durarak elde etmeye çalışıyordu.
Devrim ve Napolyon Savaşları, savaşın doğasını
değiştirmiş, savaş ile alakalı unsurları fazlalaştırmış, amaçlarını farklılaştırmış ve derinleştirmişti.
Bu durum, savaş yöntemlerinden, zafer koşullarına kadar birçok değişimi beraberinde getirmişti.
En temel noktalarından birisini örnek vermek istersek, ordunun yapısına değinmemi gerekir. Ordu
artık bir halk ordusu haline gelmiştir; paralel bir şekilde, doğru belirlenmiş politik hedefler ile savaş
da tüm halkın savaşı haline gelebilmektedir. Clausewitz’in deyimi ile savaş, Bonaparte’nin zamanından beri “tüm milletin meselesi” olmuştur ve
yeni sosyal güçlerin kaynaşması, savaşın “gerçek
mükemmelliğine” yaklaşması ile neticelenmiştir.8
Fransa’nın üst üste 3 kuşaktan, -itirazsız- yüz binlerce asker çıkartması bunun net bir göstergesidir.
Kanaatimce, Clausewitz’i topyekün savaş fikrine
iten temel sebep burada yatmaktadır; yenilmeyen
ve sürekli yenilenen bir düşman; savaşma iradesi
ve savaşma sebepleri, sosyo-politik yapının derinliklerine kadar kök salan bir düşman. Böyle bir
düşmanla ancak benzer bir yaklaşımla baş edebilirsiniz; ister istemez yöntemleriniz değişir. Clausewitz, eserinin birinci cildinin hemen başında şöyle
bir ifade kullanmaktadır: “…fiziksel kuvveti acımadan, kan dökmekten çekinmeden kullanan taraf,
üstünlük sağlar. Böylece diğer tarafa da kuralı öğretmiş olur ve artık taraflar, içinde bulundukları
dengeden başka bir sınır tanımaksızın aşırılığa
kadar tırmanırlar”9. Clausewitz, belki de bu cümlede, tüm toplumunu seferber eden Fransa’nın fiziksel kuvvetini tamamı ile kullandığını ve üstünlük
sağladığını, diğer tarafın da yani Prusya ve diğerlerinin de bunu zamanla öğrendiğini kelimelere
dökmek istemiştir. Zaten 1812 ve 1813 yıllarında,
Rusya ve Prusya tarihlerinde neredeyse hiç görülmemiş bir şekilde militarize olmuş; her biri yaklaşık yarımşar milyon kişiyi askere almışlardı.10 Clausewitz’in dediği gibi, bir taraf diğer tarafa kuralı
öğretmiş oluyor; sınırları zorlayarak aşırılığa doğru gidiyorlardı.
Black, Jeremy, Top, Tüfek ve Süngü, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2003, s. 237.
Earle, Edward Mead, Modern Stratejinin Yaratıcıları, Çev.: D. Erdem, Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s. 88
6
A. e., s 89
7
A. y.
8
Earle, Edward Mead, Modern Stratejinin Yaratıcıları, Çev.: D. Erdem, Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s. 89
9
Cluasewitz, C. V., Savaş Üzerine, Çev.: Fahri Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları, 1999, s. 21.
10
Earle, Edward Mead, Modern Stratejinin Yaratıcıları, Çev.: D. Erdem, Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s. 89
5
SUN TZU’DAN CLAUSEWITZ’E SAVAfi ANLAYIfiINDA DE⁄‹fi‹M
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
1. c. Clausewitz ve Savaş
Böylesi bir değişime şahit olmuş ve bunun ceremesini çekmiş bir asker olarak Clausewitz için artık savaşın amacı, yöntemleri ve zafer koşulları
farklılaşmıştır. Clausewitz, doğru teşhisi çerçevesinde, savaş ile politika arasındaki ilişkiyi belirlemiştir ve vurgulamıştır. Hatta savaş kavramını
doğrudan, politika ile açıklama yoluna gitmiştir;
O’na göre savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır11. Yaklaşımını, kendi sözleri ile şu şekilde
ifade etmektedir: “…harbin yalın bir politik eylem
olmayıp gerçek bir politik araç, politik ilişkinin bir
devamı, politikanın başka araçlarla devamı olduğunu görüyoruz”12. Clausewitz, savaşların, özellikle de uygar toplumların savaşlarının, başta sona
politika ile ilişkili olduğunu söylemektedir; savaş,
politik bir durumdan doğar, politik bir nedenle başlatılır ve politik bir ortamda sürer13. Clausewitz’in
yaklaşımında politikanın üstünlüğü benimsenmiştir; politik amaç esas, savaş ise onu sağlayan
araçtır14.
Clausewitz’in yaklaşımı çerçevesinde, savaşı, politik amacımızı, diğer bir ifade ile irademizi, düşmana zorla kabul ettirmek için başvurulan güç kullanma eylemi olarak nitelemek mümkündür. Bu
noktadan hareketle, savaşın amacı, düşmanı yenerek iradesini kırmak ve daha sonra direnişte bulunamayacağı bir duruma sokmaktır15. Clausewitz,
politik hedefe paralel bir şekilde, savaşın, sonrasında yarar sağlayacak şekilde yönetilmesi gerektiği görüşünü16 ileri sürerek, kısıtlı hedefli savaş
şekillerini de öngörmüştür. Ancak genel yaklaşımı
dikkate alındığında, esas başarıyı elde etmenin
yolunun, güç kullanmaktan geçtiği görüşünde olduğu, net bir şekilde görülebilmektedir. O’na göre,
“..düşmanın silahlı kuvvetlerinin yok edilmesi, savaşta izlenebilecek amaçların en üstünüdür…”17;
“…. Savaşan kuvvetler yok edilmelidir, yani artık
savaşamayacak duruma getirilmelidir…”18. Clausewitz’in savaşın amacı ile ilgili bu yaklaşımı, ça11
tışma dışı yöntem arayanlar için kullandığı ifadeler
ile bir arada değerlendirilmelidir. Clausewitz şöyle
demektedir: “…insancıl kişiler, fazla kan dökmeden düşmanı silahsız bırakma ve yenmenin ustaca bir yolu bulunduğunu kolayca hayal edebilirler… bu görüş, kökü kurutulması gereken yanlış
bir inançtır…”19. Realist bir bakış açısı ile; devletlerin, çatışan çıkarlarında benzer ısrarcı tutumlar
sergileyecekleri dikkate alınır ve Clausewitz’in yukarıda kısaca belirttiğimiz yaklaşımı göz önünde
bulundurulursa, savaşta, karşılıklı şiddetin önüne
geçmenin neredeyse imkanı yoktur20.
Clausewitz, kitabının farklı yerlerinde, amaç ile
araç arasındaki mantık ilişkisinin kaybedilmemesi
gerektiğini21 özellikle belirtse de yaklaşımı, aşırılığa kaçacak yorumlara sebebiyet vermiştir. Özellikle iradenin kırılması hususu, savaşların birçok açıdan halka yayılması nedeni ile kırılması gereken
iradenin bir ölçüde halkın iradesi olması sonucunu
getirmiştir. Yaşadığı dönem; Devrim ve Napolyon
Savaşları’nın yukarıda değindiğimiz üzere, orduları ve savaşları politize; halkları da militarize etmiştir. İradenin kırılması ve savaşan güçlerin etkisiz
hale getirilmesi de, daha önceki devirlerin aksine,
savaşan gücün kaynağı olan halkı da kapsamaktadır. Clausewitz, “…düşmanın iradesi kırılmadıkça, yani düşman hükümeti ve müttefikleri barışı
kabul etmedikçe ve halk boyun eğmedikçe, düşmanca gerginlik ve düşman unsurların etkisi sona
ermiş kabul edilemez…” demektedir22. Clausewitz’in bu yorumuna göre artık zafer koşulları değişmiştir. Tam bu noktada, Clausewitz’in modern
savaş yorumuna yaptığı, günümüze kadar önemi
gittikçe artan önemli katkısına da değinmek gerekmektedir. Clausewitz, moral unsurlara ciddi önem
atfetmektedir. Bu hususa yaptığı vurgu özellikle
zafer koşulları açısından önemlidir: “…düşman
kuvvetlerinin yok edilmesinden söz ederken belirtmemiz gerekir ki bizi fiziki güçlerle sınırlayan bir
zorlama yoktur, moral unsurlar da mutlaka dikkate
alınmalıdır…”23 sözleri özellikle önem taşımakta-
Cluasewitz, C. V., Savaş Üzerine, Çev.: Fahri Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları, 1999, s. 34-36 (Bu nokta, 8. Kitap,6. Bölüm B
Kısmı “Savaş Politikanın Aracıdır” başlığı ile ayrıca kendine yer bulmuştur)
12
Cluasewitz, C. V., Savaş Üzerine, Çev.: Fahri Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları, 1999, s. 35.
13
Eslen, Nejat, Tarih Boyu Savaş ve Strateji, İstanbul, Q-Matris, 2003, s. 216.
14
A.g.e. s 215
15
Cluasewitz, C. V., Savaş Üzerine, Çev.: Fahri Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları, 1999, s. 75.
16
Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002, s. 267
17
Cluasewitz, C. V., Savaş Üzerine, Çev.: Fahri Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları, 1999, s. 99.
18
A.g.e. s 90
19
Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002, s. 266
20
Earle, Edward Mead, Modern Stratejinin Yaratıcıları, Çev.: D. Erdem, Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s. 92
21
Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002, s. 267.
22
Cluasewitz, C. V., Savaş Üzerine, Çev.: Fahri Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları, 1999, s. 90.
23
A. e., s 97.
115
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
116
dır. Savaşı şiddetlendiren, alanını genişleten, zafer koşullarını derinleştiren bir yorum olarak nitelendirilebilir. Özellikle de politize olmuş halk ordularından bahsedildiği düşünüldüğünde, dikkate alınacak olan moral unsurun köklerinin oldukça derinlere inmekte olduğu görülebilecektir. Bu anlayış
çerçevesinde, kullanılacak yöntem, kaçınılmaz
olarak şiddet olacaktır. Savaş Üzerine’nin çeşitli
yerlerinde kullandığı ifadeler oldukça net anlamlar
ifade etmektedir: Clausewitz’e göre, büyük sonuçları, ancak büyük ve genel harpler sağlayabilir; O,
neredeyse tek aracın muharebe olduğunu belirtmektedir; savaşın ilk doğan çocuğunun, kanlı çözüm yolu olduğu söylemekte ve kan dökmeden fetihte bulunan komutanları dinlememek gerektiğini
belirtmektedir24.
Clausewitz’e göre, savaşın doğası, tarafları birbirine karşı daha fazla şiddet kullanmaya yönlendirir25. Clausewitz’in savaşı, neredeyse her halükarda, teorisinde öngördüğü ve başlangıç noktası
olarak aldığı “mutlak savaşa” doğru evirilecektir.
Mutlak savaş, gerçek savaşın şartlarından etkilenmemiş, bir anlamda kâğıt üzerinde var olan ideal
bir savaş şeklidir. Clausewitz’in yaklaşımına göre,
şiddetin, mümkün olan en yüksek oranda kullanıldığı savaş, mutlak savaştır. Gerçek savaş, hiçbir
zaman mutlak savaşa dönüşmez; politik hedefin
niteliği; matematiksel faktörlerin yanı sıra moral
güç, şans ve olasılıkların oynadığı önemli rol; savaşın doğasında var olan, “sürtünme”leri doğuran
güçlükler, tehlikeler ve belirsizlikler gerçek savaşı,
mutlak savaştan uzaklaştırır.
Clausewitz’in savaş ile politika arasında kurduğu
bağ, savaşın amacı ve yöntemi ile zafer koşulları
için sergilediği yaklaşım bütün olarak ele alındığında, savaşın başladığı andan itibaren, geri dönülmez bir şiddet sarmalına dönüşmesine yol açacağını düşündürmektedir. Kullanılan gücün dozu gittikçe artacak, şiddet de kaçınılmaz olarak yükselecektir. Zaten gücün, en kısa zamanda en belirgin
sonuçlara ulaşmak için mümkün olan en yüksek
seviyede kullanılması önerilmektedir. Tercih edilen
savaş yönteminde de güce en yüksek noktada
odaklanılmaktadır. Clausewitz, kitabında, politik
hedef çerçevesinde güç kullanmaktan, kısıtlı hedefli savaştan, yani göreceli güç kullanımından
bahsetmektedir ancak yine kitapta yer alan ve aşırılığa götüren karşılıklı etmenler olarak nitelendirilen unsurlar dikkate alındığında, kullanılacak gücün azamiye doğru kaymama olasılılığı, asimetrik
güç dengelerinin söz konusu olduğu durumlar dışında, yok denecek kadar azdır. Clausewitz’in sonuna kadar savaşa yönlendiren ifadeleri arasında
en çarpıcı olanı ve dahası bahsi geçen karşılıklı
etkilerin en önemlisi şu kelimelerle ifade bulmuştur: “… düşmanı mağlup etmediğim sürece, onun
beni mağlup etmesinden korkmak zorundayım; o
halde artık ben, kendimin efendisi değilim; aksine,
düşman, bana talimat veriyor, benim ona verdiğim
gibi….”.
1 . d. Clausewitz’e Dair
24
Clausewitz gibi, kitabı yayınlatan eşi de kitabın popülaritesinin zirvesini ve dünya çağında yaptığı etkiyi görememiştir. “Savaş Üzerine”nin ününün,
Prusya subaylarını ötesine geçerek, dünyaya yayılması için 1866 ve 1870 Prusya zaferlerinin mimarı von Moltke’nin, en etkilendiği kitaplardan birisinin Clausewitz’in bu eseri olduğunu açıklaması
gerekecekti.26 Bu döneme kadar Clausewitz ve fikirleri, Prusya’da yaygın bir şekilde kabul görmüştü. Zaten Viyana Düzeni döneminin Prusya Subaylarının çoğu Clausewitz’in kendi yaklaşım ve
düzenini yerleştirdiği Berlin Savaş Akademisi’nden
mezundu. Moltke de bunlardan birisiydi ve dahası
Clausewitz akademinin başındayken, eğitim almıştı 27,28. Prusya’nın, 1866 ve 1870 yıllarında,
kendinden daha büyük güçler olarak addedilen
Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları’na karşı elde ettiği zaferleri takip eden dönemde, Prusya askeri anlayışı popüler arttırdı ve birçok ülke bu askeri düzeni tercih eder oldu. Prusya
sistemine geçiş, “Savaş Üzerine”nin birçok dile
çevrilmesine ve okunmasına yol açtı. Artık Clausewitz’in ve fikirlerinin ünü hızla yayılıyordu. Diğer ülkeler de Prusya modeline uygun alaylar oluşturma
yoluna gittiler29. Daha önceki dönemin aksine her
erkek, orduda belli bir süre görev almaya başladı;
Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002, s. 266.
Eslen, Nejat, Tarih Boyu Savaş ve Strateji, İstanbul, Q-Matris, 2003, s. 215.
26
Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev.: Füsun Doruker, İstanbul: Sabah Kitapları, 1995, s. 41.
27
A. e., 42.
28
Edward Mead Earl, Modern Stratejinin Yaratıcıları, adlı eserinde (s.87), Clausewitz’in akademideki görevi ile ilgili şöyle demektedir: “…Bu görevi, Prusyalı subayların eğitimini hiç etkilemeyen idari bir görevdi. …bilimsel çalışmadan sadece birkaç arkadaşının haberi vardı”.
29
Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev.: Füsun Doruker, İstanbul: Sabah Kitapları, 1995, s. 43.
25
SUN TZU’DAN CLAUSEWITZ’E SAVAfi ANLAYIfiINDA DE⁄‹fi‹M
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
askerlik hizmeti, tüm erkeklerin geçirdiği bir evre
olarak toplumsal yaşamın bir parçası haline geldi.
1870lerden itibaren, Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan sürede, Clausewitz tarzı askeri sistem kabul gördü ve O’nun yaklaşımları ciddi anlamda
yaygınlaştı. Strateji Dolaylı Tutum Yaklaşımının
yaratıcısı, Liddle Hart, Birinci Dünya Savaşı’nın
sonu gelmeyen, kanlı muharebelerinin, Clausewitz, düşünce sisteminin bir sonucu olduğu görüşündedir30. Hatta bu anlayışın, savaşın karakteri
kadar, doğuşunu da etkilediği ileri sürmektedir. Savaş konusunda önemli eserler vermiş olan Keagan da, savaşa yola açan hatalı kararların yaratıcısı olmadığını vurgulamakla beraber, Clausewitz’in büyük bir sorumluluğu olduğu görüşündedir
ve O’nu Birinci Dünya Savaşı’nın ideolojik babası
olarak nitelendirmektedir31. Öngörülen sınırsız şiddet, Clausewitz düşünce sisteminin, en çok eleştiri aldığı noktayı oluşturmaktadır.
Clausewitz yaklaşımının, kendi içinde çelişkiye
düştüğü yolunda önemli eleştiriler bulunmaktadır.
Özellikle savaşın, politikanın bir aracı olarak nitelendirilmesi çerçevesinde konuya bakıldığında,
Clausewitz’in, çatışmanın tırmanmasını neredeyse kaçınılmaz kılan yaklaşımı ile baştaki politik hedeften sapma olması oldukça muhtemeldir. Bunun
anlamı, kullanılan aracın, amacı aşma olasılığının
oldukça yüksek olmasıdır; böylesi bir durumda,
amaç-araç ilişkisi zedelenecek; bir noktadan sonra araç ile amacın yer değiştirmesi dahi söz konusu olabilecektir. Clausewitz’in etkisinin oldukça yoğun olarak görüldüğü inancının yaygın olduğu Birinci Dünya Savaşı’nda, bir noktadan sonra, taraflarda savaşın amacı ile ilgili ciddi soru işaretleri
oluşmaya başladığı; olayın politik hedeflerden
uzaklaşıp, bir koz paylaşmaya dönüştüğü hissi
uyandığı ileri sürülmektedir.
Savaş Üzerine’nin, savaş anlayışında yarattığı
farklılaşmanın yanı sıra daha dar kapsamlı bazı
konularda da ciddi etkileri olmuştur. Örneğin; Clausewitz’in, moral ve psikolojik faktörlere büyük
önem vermiş olmasının, askeri düşünceye yaptığı
sürekli katkıların en önemlisi olduğunu söylenmektedir32. Clausewitz’in görüşlerinin ve yaklaşı30
mının doğru çıktığı görüşü birçok kez dile getirilmiştir; Clausewitz, savunmanın üzerinde durmuştur ve daha güçlü bir düşman karşısında zayıf tarafın en azından bir karşı koyma şansı olduğunu
kanıtlamaya çalışmıştır33. Çin’de Mao’nun zaferinin, Vietnam Savaşı’nın Clausewitz’in bu yaklaşımının doğruluğunun ispatı olarak yorumlayanlar
vardır34. Benzer bir örnek olay, Clausewitz’in özellikle küçük politik hedefler için az güç kullanımına
ve/veya az kaynak ayrılmasına karşı çıkmasıdır.
O’na göre böyle bir yaklaşım, yetersiz kaynak ayırarak harekete geçen bir devleti, harekete geçtiği
zamandan daha kötü hale getirebilmektedir.
ABD’nin Vietnam Savaşı’ndaki yaklaşımı bu duruma örnek olarak verilmekte ve Clausewitz’in doğru tespitlerinden birisi olarak gösterilmektedir.
Clausewitz’in düşünceleri, Alman ve dolaylı olarak
diğer ülkelerin askeri sistemlerine sirayet etmenin
ötesinde de etkiler yaratmıştır. Marks, Engels ve
Lenin gibi önemli filozofların, Clausewitz’dengörüşlerden etkilendiği düşünülmektedir35. Clausewitz, başta Lenin olmak üzere Marksist aydınların
gözünde her zaman üstün bir yere sahip olmuştu36. Keagan, Savaş Sanatı Tarihi adlı eserinde,
özellikle Marx ile Clausewitz’in, farklı sebeplerle
de olsa benzer savlar ortaya koyduğunu; her ikisinin de belirli bir kitleyi, ısrarla karşı koyduğu bir konuya ikna etmek gibi benzer problemler yaşadığını ileri sürmektedir.
Clausewitz’in fikirlerini, büyük oranda, yaşadığı
dönem ve tecrübeleri belirlemişti; yaklaşım ve
yöntemini belirleyen de yaşadığı dönemin hakim
akımları olmuştu. Yaşadığı dönemi Alman İdealizm Felsefesi’nin hakim olduğu dönemdi; içerisinden Marx gibi devrim yaratan fikirler çıkaran bu fikirler dizisi, Clausewitz’in de içinde bulunduğu
Prusyalı aydınlar arasında oldukça yaygındı. Bu
felsefenin “mutlak olanı arama” yaklaşımı, Clausewitz’in gerek fikirlerinde, gerekse eserinde görülebilmektedir; ısrarla üzerinde durduğu “mutlak savaş” kavramı bu yaklaşımın bir ürünüydü37. Clausewitz, ciddi bir felsefe eğitimi almamıştı, kendi
kuşağının tipik bir temsilcisi olarak, mantık ve ahlak konularında halka açık konferanslara katılmış,
Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002, s. 268
Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev.: Füsun Doruker, İstanbul: Sabah Kitapları, 1995, s. 44.
32
Earle, Edward Mead, Modern Stratejinin Yaratıcıları, Çev.: D. Erdem, Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s. 100.
33
A. e., s 97.
34
Akad, Mehmet Tanju, Strateji Üzerine, İstanbul: Kastaş Yayınları, 2003, s.134.
35
Eslen, Nejat, Tarih Boyu Savaş ve Strateji, İstanbul, Q-Matris, 2003, s. 214.
36
Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev.: Füsun Doruker, İstanbul: Sabah Kitapları, 1995, s. 38.
37
Earle, Edward Mead, Modern Stratejinin Yaratıcıları, Çev. D. Erdem, Ankara: ASAM Yayınları, 2003, s. 86
31
117
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
mesleki olmayan kitaplar ve makaleler okumuş ve
kültürel çevrenin fikirlerini ikinci elden öğrenmişti38.
Clausewitz, Berlin Akademisi’nde eğitim aldığı dönemde, Kant Felsefesi ile yakından ilgilenmeye
başlamış ve bundan önemli ölçüde etkilenmişti39.
Liddel Hart, Clausewitz’i, “Kant felsefi görüşünün
ikinci derece nitelikli bir izleyicisi” olarak nitelemiştir40. Clausewitz, devrinin felsefe akımına uygun
olarak, tez ve karşı tezlerle sonuçlara ulaşmış ve
teorisini geliştirmiştir41. Yöntem olarak redüktivizmi
de kullanmıştır ki hatta bu açıdan Marx ile ciddi bir
örtüşme içerisinde olduğunu düşünenler vardır42.
Clausewitz’in eseri ile ilgili sık karşılaşılan bir eleştiriye de vurgu yapmak gerekmektedir: bu da eserin ciddi anlamda karmaşık ve yoruma açık olmasıdır. Özellikle felsefi bir ifade tarzı vardır; ki kimilerine göre içerik çok da felsefi değildir43.
118
Clausewitz, “Savaş Üzerine”nin taslaklarını koyduğu mühürlü paketin üzerine “Eğer bu eser ölümüm yüzünden tamamlanamazsa, o takdirde ele
geçirilecek şey, ancak tam şeklini almamış ve büyük ölçüde yanlış anlamalara aday bir düşünce yığını olarak isimlendirilebilir” diye bir not iliştirmişti.44 Clausewitz, koleraya yakalanmadan, ne yazdıklarını bir bütün halinde sunmak için toparlama
fırsatı bulmuş; ne de geniş kapsamlı bir sonuç yazabilmiştir. Bu not, gerek Clausewitz yaklaşımı
olarak nitelendirebileceğimiz düşünce sistemi ile
ilgili yorumlarımızda, gerek metodolojisinin değerlendirilmesinde, gerekse de ona yöneltilen eleştirilerde göz önünde bulundurulması gereken önemli
bir noktadır. Bu önemli nokta, hem Clausewitz’i
eleştirenler, hem de O’nun takipçileri tarafından
genellikle gözden kaçırılmıştır. Strateji Dolaylı Tutum’u ortaya koyan Liddle Hart’ın, bu konudaki yorumu, Clausewitz’in eleştirisi için güzel bir nokta
olacaktır:
“… O öldürücü kolera mikrobu olmasaydı, zararın
çoğundan kaçınmak mümkün olabilirdi. Çünkü
karşılaşılan önemli belirtilerden anlaşıldığına göre
Clausewitz, düşünüşündeki gittikçe artan gelişme
dolayısıyla, ölüm araya girdiği sırada “kesin” harp
hakkındaki ilk ana fikrinden vazgeçecek ve bütün
teorisini sağduyuya daha uygun ölçüler içinde yeniden gözden geçirecek bir duruma gelmişti…”
38
39
40
41
42
43
44
Liddle Hart’ın bu yorumunun doğru olup olmadığını, Clausewitz’in yaklaşımını yumuşatıp yumuşatmayacağını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bildiğimiz, O’nun Savaş konusunda tartışmasız en
önemli isimlerden birisi olduğu ve görüşlerinin ciddi etkiler yarattığıdır. Unutulmaması gereken diğer
bir nokta da hayatında yaşadığı tecrübelerdir. Söz
konusu dönem, ordular ve savaş kavramı için ciddi bir kırılma noktası oluşturmaktadır. O, geçmiş
dönem kültürü ile yetişmiş; bu değişime şahsen
tanık olduğu gibi kanaatimce de zor olan bir şeyi
başarmıştır: değişimi tespit etmekle kalmamış, değişime ayak uydurmak için yol gösterici bir eser ortaya koymaya çalışmıştır. Kanaatimce ülkesinin
kültürü ile şahsi altyapısı, Fransız devriminin sosyal etkilerini tam olarak kavramasına mani olmuş;
buna karşılık, iç dinamiklerin benzer olmadığı ülkesinde, devrimin özellikle içsel dinamiklerinin ortaya çıkardığı savaş makinesinin benzerini yaratma arzusu, görüşlerinin olması gerekenin üzerinde bir oranda sertleşmesine sebebiyet vermiştir.
Bence Fransa örneğinden hareketle, kitleleri harekete geçirmek için politize olmaları gerektiği inancına kapılmış; savaş ile politikayı bu bağlamda
ciddi olarak ilişkilendirmiş ancak kitlelerin sahibi
olduğu bir sistemde, kendilerini tehdit altında hissettikleri için seferber olduklarını gözden kaçırmıştır. Devrimi ve kazanımlarını korumak güdüsü ile
harekete geçen Fransızların müthiş dinamizminin
belki de hatalı bir biçimde her türlü politik amaç
uğrunda ortaya çıkacağını öngörmüş olabilir. Şiddetin tırmanacağına ilişkin yaklaşımının altında bu
hususun yatması olasıdır. Ayrıca savaşın halka inmesi, kitleselleşmesi ve topyekûnlaşması ile savaşın doğasının yanı sıra insanın doğasının da devreye girme olasılığı da belki göz önünde bulundurulması gereken faktörlerden birisi olabilir.
2. Sun Tzu
2. a. Sun Tzu’nun Hayatı ve Düşüncelerinin
Taoizm ile İlişkisi
Sun Tzu, MÖ 500 yıllarında, Çin’de Wu Krallığı’nda yaşamış bir devlet adamı ve generaldir ve
elimizde hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Savaş Sanatı’nın, MÖ 500 yılı civarında, ya-
A. e., s. 41.
A. e., s. 87.
Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002, s. 264
Eslen, Nejat, Tarih Boyu Savaş ve Strateji, İstanbul, Q-Matris, 2003, s. 215.
Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev.: Füsun Doruker, İstanbul: Sabah Kitapları, 1995, s. 40.
Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002, s. 264
A. e., s. 268
SUN TZU’DAN CLAUSEWITZ’E SAVAfi ANLAYIfiINDA DE⁄‹fi‹M
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
mayanın (yin) bileşmesinden oluşmuştur. Olaylar
sadece dış görünüşlerinden ibarettir ve her şey
bağıntılıdır. Taoizm’e göre başlıca üç erdem vardır: Tutumluluk, alçak gönüllü ve gösterişsiz olmak
ve merhametli olmak. Siyaset insanlara Tao’yu anlamalarını sağlayan sakin bir yaşam imkânı tanımalıdır. Yalnızca görgü kurallarına uygun davranmaya ve insanın kendisini denetlemesine önem
veren Konfüçyanizm’in45 karşıtı olduğu ileri sürülen
Taoizm savaşı mahkûm etmek bakımından onunla birleşmektedir.46
Savaş Sanatı’nın önerdiği bilginin yüceliği, bu bilginin sağlayacağı yenilmezlik yeteneğinin sonucu
olan ‘caydırıcılık’, Taoist deyiş olan ‘derin bilgi ve
güçlü davranış’ın bir yansıması olarak kabul edilmektedir. Sun Tzu’nun bir yandan savaşı lanetleyip bir yandan da savaş stratejileri öğretmesi biçimindeki gerilim aslında Taoist felsefenin insan zekâsına bakışı ile ilgilidir.
ni Bahar ve Güz Dönemi adı verilen MÖ 722-481
yılları arası dönemde yazıldığı sanılmaktadır.
Çin’de bu dönemde gerçekleşen bir dizi savaşın
ardından 170 kadar küçük prenslik büyük krallıklarca ilhak edilmiş ve aristokraside bir çözülme
gözlemlenmişti.. Söz konusu büyük krallıklar da
birbirleriyle sürekli bir gerilim içindeydiler. Bu ortam okuryazar oranında bir artışa yol açmış, okuryazarlığın artması da düşünce özgürlüğünün ve
teknolojik gelişmelerin önünü açmıştı. Bu dönemde barış vardı, ama bunun uzun sürmeyeceğini
herkes biliyordu. Sonunda barış dönemi sona erdi
ve Savaşan Devletler dönemi denen ve yüzyıllarca sürecek olan dönem başladı.
Bundan yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce, Çin’in
içinde bulunduğu iç ve dış savaşlar sürecinde yazılmış olan Savaş Sanatı, yine aynı dönemde doğan Taoizm ile birlikte aynı Çin Hümanizm akımının sosyal koşullarından esinlenmiştir.
Taoist felsefeye göre, Tao evrenin düzenidir ve bütün olayların kendisinden çıktığı bir özdür. Birlik
çokluğa üstündür. Dünya var olanla (yang) var ol45
Clausewitz’in görüşleri ise, modern dönemin etkisini hissettirmeye başladığı bir dönemde ortaya
konulmuştur. Modern dönem, insanın müdahalesiyle biçimlendirilmeye (ilerleme anlayışına) açık
bir dünya fikrini birlikte getirmiştir.47 Oysa geleneksel dönemlerini yaşayan tüm toplumlarda olduğu
gibi, antik Çin’de de ataların bilmedikleri buluşlara
hemen hiç değer verilmiyordu.48 Bu dönemin içsel
ve dışsal ekonomik koşulları da farklı bir devlet yapısını ve farklı örgütlenme biçimlerini birlikte getirmiştir.49 Modern dönemde, normal olarak cephede
çarpışanlar kadar, sivil nüfusun da dâhil olduğu
kitle savaşları geleneksel dönemden kopuşun
göstergelerinden biriydi. Ayrıca, askerî teknoloji
modernliğin diğer özelliklerinin etkisi altında da değişmiş, ordu daha ziyade bir makineye benzer bir
şeye dönüşmüştü. Askerî disiplin anlayışında da
büyük değişiklikler olmuş, ordular kendilerini daha
bir makine gibi görmeye başlamışlardı.50
2. b. Savaş Sanatı’na Genel Bakış51
Savaş konusunda duygusal olmaktan çok akılcı
bir yaklaşım gösteren Sun Tzu, savaşın nedenlerinin doğru anlaşılmasının zafere ulaşma konusunda ne denli önemli olduğunu ve hatta savaşın
McNeill, William, Dünya Tarihi, Çev.: Alâeddin Şenel, Ankara: İmge Kitabevi, 2002, s. 176.
Daha geniş bilgi için bkz. Challaye, Felicien, Dinler Tarihi, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yayınevi, 1960, s. 80-89.
47
Giddens, Anthony, Modernliği Anlamlandırmak, İstanbul: Alfa, 2001, s. 85.
48
Challaye, a.g.e., s. 89.
49
Giddens, a.g.e., s. 85.
50
Bkz. Giddens, 86.
51
Sun Tzu’nun eserinin açıklamalı ve Türkçe çevirilerinden biri için bkz. Sun Tzu, Savaş Sanatı, İngilizceden çeviren: Adil Demir,
Kastaş Yayınevi, 2001.
46
119
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
çıkmadan önce nasıl engellenebileceğini ortaya
koymaya çalışmaktadır. Sun Tzu kendi öğretilerinin yerine getirilmesi halinde başarının mutlak, tersi durumda ise yenilginin kaçınılmaz olacağını dile getirmektedir. Savaş Sanatı savaştan çok zaferden, hatta her hangi bir çatışmaya girmeksizin zafere ulaşmanın yollarından söz etmekte, eğer çatışmaya girmek zorunda kalınırsa nasıl mücadele
edilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Savaş Sanatı’na göre usta savaşçı çatışma psikolojisini ve
mekanizmalarını o denli iyi bilir ki, düşmanın her
hareketini derhal algılayıp her olasılığa uygun en
doğal manevrayı en az güç kullanımı ile uygular.
Savaşta başarının anahtarı olan sürat ve koordinasyon yalnızca stratejik hazırlığa değil, liderliğin
en büyük dayanağı olan psikolojik dayanışmaya
da bağlıdır.
120
Sun Tzu kitabının birinci bölümünde stratejisini ortaya koyarken beş unsurdan söz etmektedir:
Uyum, hava, arazi, askeri liderlik ve disiplin. Uyum
siyasi lider ile halk arasındaki işbirliğine işaret
eder. Diğer bir deyişle uyum lider ile halkın aynı
hedefe yönelmesidir. Hava konusu ile hem ordunun beslenmesi için gerekli olan üretim mevsiminin, hem de savaşın uygun koşullarda yürütülebilmesini sağlayan iklim koşullarının iyi belirlenmesi
gerektiğini anlatmaktadır. Arazi faktörü, arazinin
genişliği, engebeliliği gibi faktörlerin iyi değerlendirilmesi için araziyi en iyi bilen kılavuzların kullanılması gerektiğine işaret etmektedir. İyi bir askeri liderin zekâ, güvenilirlik, insana değer verme, atılganlık ve kararlılık gibi niteliklere sahip olması gerektirir. Disiplin ise, örgütsel dayanışmanın ve verimliliğin ön koşuludur.
Sun Tzu’ya göre, düşmanlar bile, eğer batmak
üzere olan bir geminin üstündeyseler, birbirlerine
yardımcı olabilirler. Aynı şekilde, paylaşılan fikirler
de insanları uyumlu ve yararlı bir birlikteliğe götürebilir. Hâkim koşullar sizin nasıl bir plan yapacağınız noktasında ciddi bir etkiye sahiptir. Bu koşullar çoğu zaman insanlar tarafından kontrol edilemeyecek kadar zorludur. Savaşçının bunları iyi
anlaması ve hesaba katması gerekir.
Sun Tzu kitabında süratin ve etkinliğin en önemli
silah olduğunu, savaş stratejisinde en önemli noktanın tasarruf olduğunu, taktik açıdan yapılması
gereken ön hazırlıkların önemini anlatır. Sun Tzu
savaş nedenlerinin doğru anlaşılmasının, bu sorununun nasıl çözüme kavuşturulabileceğini anlatmaya ve çatışmaların henüz ortaya çıkmadan na-
sıl önlenebileceğini ortaya koymaya çalışmaktadır.
Usta savaşçı çatışma psikolojisini ve mekanizmalarını düşmanın her hareketini derhal algılayıp her
olasılığa uygun en işlek manevrayı en az güç kullanımı ile uygulayacak kadar iyi bilmelidir. Bu yolda uyulması gereken en önemli nokta düşmanın
planını baştan bozmak, doğrudan doğruya düşmanın stratejisine saldırmak, bu yapılamıyorsa
düşmanı izole etmektir. Zafere ulaşmak isteyen
komutan ne zaman savaşacağını, ne zaman savaştan kaçınacağını, ne zaman az ya da çok kuvvet kullanacağını bilir ve emrindeki asker ve subaylar fikir birliği içindedir.
Sun Tzu’ya göre, anlaşılamayan kazanırken, anlaşılır olan kaybeder. Bu nedenle, aldatmaca yöntemi çok önemlidir. Örgütlenme ve koordinasyon konusunda becerikli olan komutan zafere yakındır.
Geleneksel savaş yöntemleri, gerilla savaşı ile birleştirilmeli, manevra değişikliğine ve sürpriz saldırılara önem verilmelidir. Ayrıca, zaferi kazanma
yeteneği koşullara ve düşmana göre değişim göstermekten geçer.
Sun Tzu hiçbir zaman maddi gücü ve sayısal üstünlüğü inkâr etmemiştir ama sosyal ve psikolojik
faktörlerin fiziksel güç karşısında başarılı olabileceğinin üzerinde önemle durur. Bu nedenle, güç
konsantrasyonu, güç tahmini, halkın kazanılması
ve istihbarat çok önemlidir. Bu noktada Sun Tzu
casusluğun önemini vurgulamaktadır. Sun Tzu’ya
göre, düşmana ödül vermekten kaçınmamızı sağlayacak olan bilgileri edinmekteki başarısızlık tümüyle insanlık dışıdır. Bu bağlamda düşman hatlarının gerisine sarkarak düşmanın sırlarını ortaya
çıkarmak ve düşman askerlerinin duygularıyla, yürekleriyle oynamak son derece önemlidir.
2. c. Sun Tzu’nun Daha Sonraki Düşünürler ve
Dönemler Üzerindeki Etkisi
MÖ 5. yy civarında kaleme alınan Savaş Sanatı
daha sonraki çağlarda Çinli yazarların çalışmalarına konu olmuş, bu eseri açıklayan eserlerin kaleme alınması bir gelenek haline gelmiştir. Son olarak Mao Tse-tung 1930 Çin iç savaşına dair kaleme aldığı ve askerlikle ilgili düşüncelerini ortaya
koyduğu yazılarında Tsun Tzu’nun görüşlerini işlemiştir. Japonca literatürde de Savaş Sanatı üzerine kaleme alınmış yüzden fazla eser olduğu ve
Sun Tzu bilgeliğinin Japonlar tarafından hayatın
her alanına uygulandığı belirtilmiştir. Ho Chi Minh
ve Vo Nguyen adlı Vietnamlı düşünürler de Sun
Tzu bilgeliğini önce Fransızlara karşı daha sonra
SUN TZU’DAN CLAUSEWITZ’E SAVAfi ANLAYIfiINDA DE⁄‹fi‹M
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
ABD’ye karşı kullanmışlardır.
Batı tarafından ancak 19. yy. sonlarına doğru keşfedilen Sun Tzu’nun düşünceleri büyük bir etki yaratmıştır. Görüşlerini duygusallıktan, hamasetten
ve inançlarından hemen tümüyle arındırıp sadece
neden-sonuç ilişkileri çerçevesi içerisinde sunan
Sun Tzu’nun, modern dönem bilim anlayışıyla
araştırmalarını yürütmekte olan araştırmacıların
ve düşünürlerin gözlerini ne denli kamaştırdığını
kestirmek güç değildir. Önemli olan 25 yy önceye
dayanan bir dönemde böyle bir eserin kaleme
alınmış olmasıdır. Gerçekten de, Sun Tzu’unun
Savaş Sanatı pek çok dile çevrilmiştir. Hatta be
eserin İngilizce çevirisinin en az altı çevirisi bulunmaktadır. Savaş konusunda yazılan kitaplar arasında, kendisinden en çok söz edilen ama az okunan Savaş Üzerine (Clausewitz) adlı eserin ardından bu konuda en göze çarpan eser Savaş Sanatı’dır.52 Keşfedilmesinden itibaren, Sun Tzu’nun
görüşleri çok sayıda kitap ve makalenin konusu olmuştur.
Savaş ya da stratejiyle ilgili olarak yazılan makalelerin pek çoğunda, Sun Tzu’’nun Savaş Sanatı’ndan seçilmiş bir özdeyişle başladığını görebilirsiniz. Kimi zaman da, son dönem görülen El-Kaide ve Bin Laden gibi olguları açıklarken bile Sun
Tzu’nun görüşlerinden yararlanıldığını görmekteyiz. Örneğin, ABD ordusu komutanlarından Alb.
David S. Maxwell Filipinlerde yürütülen “Operation
Enduring Freedom” (OEF-P) adlı operasyon için
yazdığı “Acaba Sun Tzu Ne Derdi?” adlı makalesinde şunları söylüyor:
“Sun Tzu Savaş Sanatı adlı eserinde şöyle diyor:
‘Düşmanını tanı, kendini tanı; yüzlerce cephede
savaşsan da yenilgi yüzü görmezsin.’ Bu prensibe
uyulması hayati önem arz etmektedir. (…) Eğer
onlar [:ABD’li yetkililer] düşmanı, kendilerini ve
müttefiklerini tam olarak tanımış olsaydılar, daha
kapsamlı operasyonlara girişirlerdi ve Sun
Tzu’nun şu iki stratejik yaklaşımını devreye sokarlardı: Düşmanın stratejisine saldırmak ve müttefiklerini darmadağın etmek.”53
Vietnam Savaşı sırasında, ABD ordu mensupları,
ellerinde Sun Tzu’un ve Mao Tse-tung’un çalışmalarının birer kopyasıyla birlikte dolaşıyorlardı. Ama
yanında taşıdığı kitapları okuyan asker sayısının
52
53
54
55
çok az, okuyup da anlayanların ise daha az olduğu ileri sürülmüştür.54
Modern dönem tarihinin, Sun Tzu’nun görüşlerini
önemsiz hale getirdiği ileri sürülmektedir. Modern
dönemdeki savaşların asimetrik olduğunu göz
önüne aldığımızda bu görüş doğru olabilir. Ama
güçlü devletler arasındaki savaşlar söz konusu olduğunda Sun Tzu’nun görüşleri geçerliliğini hala
korumaktadır.55 Gerçekten de günümüzde satış
stratejilerinden sağlık alanına varıncaya dek Sun
Tzu bilgeliğine dayanarak ortaya konulmuş pek
çok inceleme ve araştırmaya rastlamak mümkündür.
3. Sun Tzu’dan Clausewitz’e bakış
3. a. Sun Tzu ile Clausewitz’in Yaklaşımlarının
Karşılaştırılması
Karşılaştırılması yapılan düşüncelerin ardındaki
dini, sosyal, kültürel ve tarihsel yapılar ortaya konulmaksızın değerlendirilmesi, tarih yanılgısı gibi
bir takım sakıncaların ortaya çıkmasına neden
olabilmektedir. Sun Tzu’nun yaşadığı dönemi ve
bu dönemin kültürel ortamını yukarıda ele almıştık. Bu bölümde Doğu ve Batı düşünceleri arasındaki temel farklılıklara değinmek istiyoruz.
Doğu düşüncesinde akıl, hiçbir şekilde felsefi süreçlerinden dışlanmaz. Bununla birlikte akıl, insanı insan yapan çok sayıda özellikten yalnızca birisi olarak kabul edilir. Sezgi, duygulanım, içgörü,
bir görüş açısı oluşturma ya da nasıl davranacağına karar verme sürecinde aklın eşit ortaklıkları
olarak görülürler. Bu nedenle, Doğu düşüncesinde
edilgenlik savunulan bir özelliktir. Batı düşüncesi
ise insan merkezlidir ve aklı esas alır. Bu nedenle
etkililiği (ya da etkinliği) savunur. Doğu Düşüncesinde Olmak, yapmaktan ve sahip olmaktan ölçülemeyecek oranda daha önemlidir. Onlar, Batı’nın
yakın zamana kadar genel olarak gözden kaçırdığı, hayatın temel bir çelişkisine vurgu yaparlar:
Yang ve Yin, eril ve dişil, etkin ve edilgen, hâkim
ve boyun eğmiş. Batı varlığı tanır, yokluğu tanımaz. Doğu düşüncesi ikisini de tanır. Bunlar
ahenk içinde olmadıkça, hayatın çarpıklaşacağına
ve başarısız kalınacağına inanılır. Doğu düşüncesine göre, münakaşa değil tefekkür, müdahale değil çekilme, başkaları üzerindeki güç ya da üstün
bir Varlık’a boyun eğme değil kendi içindeki barış
McCready, Douglas M., “Learning from Sun Tzu”, Military Review, May-June 2003, s. 85.
Maxwell, David S., “What Would Sun Tzu Say?”, Military Review, May-June 2004, s. 20-22.
McCready, a.g.m, s. 85.
A. y.
121
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
davranışlara hâkim olmalıdır. Taoculuk edilgenliğe, “eşyanın oluruna bırakılmasına” büyük önem
verir. Bilge kişi, “iyinin ve kötünün ötesinde” durmalıdır.56 Batı düşüncesinde ise her şeyin merkezinde insan/akıl vardır. Tüm bilgilerin tek kaynağı
akıl ve daha sonra deneydir. Bunun savaş alanındaki uzantısı, düşmanın/ötekinin topyekûn imhası
veya dönüştürülmesi, ya da bu gerçekleşinceye
dek köleleştirilmesi/sömürgeleştirilmesi biçiminde
ortaya çıkmıştır.
Sun Tzu ile Clausewitz’in görüşleri arasında yapılacak olan her hangi bir karşılaştırmanın yukarıda
dile getirdiğimiz tarihi/kültürel noktalar ışığında yapılması gereklidir. 1. Dünya Savaşı gibi büyük savaşların çıkmasında Clausewitz’in görüşlerine
benzer görüşlerin genel kabul görmesinin büyük
bir etkiye sahip olduğu belirtilmektedir. Öte yandan, farklı dönemlerde yaşamış olan her iki düşünür tarafından dile getirilen görüşlerin birbirinin tamamlayıcısı özellikler taşıdıkları da ileri sürülmüştür. Bu noktaların tam olarak anlaşılabilmesi için iki
düşünürün görüşleri arasında bir karşılaştırma
yapmak gerekmektedir.
122
Aslında Sun Tzu ile Clausewitz arasında karşılaştırma yapmak, bir bakıma, Batı düşüncesi ile Doğu düşüncesinin, ya da bir anlamda 2500 yıl öncesinin Çin’i ile 19. yy Avrupasının karşılaştırılması
anlamına gelecektir. Clausewitz’in düşüncesi
ateşli/mekanik silahların kullanımının yaygınlaşmasının, bilimsel gelişmelerin ve pozitivist/deneyci yaklaşımın bir yansıması gibi durmaktadır. Clausewitz’de ağırlık merkezi Newton kanunlarına
dayandırılmış, açık ve sistemli bir şekilde ortaya
konulmuştur. Sun Tzu’da ise kesin olarak geliştirilmiş bir ağırlık merkezi kavramı yoktur. Analizler
deneyime, sezgiye ve çalışmalara bağlıdır.
Sun Tzu ve Clausewitz birbirine karşıt savaş kavramı örneklemektedirler. Clausewitz’e göre savaş
siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir. Oysa
Sun Tzu’ya göre savaş, ulusun liderleri tarafından
kullanılabilecek olan siyaset araçlarından sadece
biridir, tıpkı aklın, varlığı anlama araçlarından yanlıca biri olması gibi. İki tanım arasındaki farkın çok
az olduğu, bunun Vietnam Savaşı sırasında ABD
ile Vietnamlılar tarafından uygulanan stratejiler
arasındaki farkı temsil ettiği ve ABD’nin yenilme
sebebinin de bu olduğu ileri sürülmüştür.57 Bunun56
57
58
la birlikte, Clausewitz’in savaşta ve ulusal çıkarların korunması bakımından savaşa başvurulmasında siyasetin önceliğini güçlü bir biçimde vurgulamaktadır.
Sun Tzu Savaş Sanatı’nda verdiği bilgilerin uygulamadaki sonuçlarının aynen teorideki gibi gerçekleşeceğinden son derece emindir. Yani teori ve uygulama konusunda her hangi bir ayrım yapmamakta ve mutlak savaştan söz etmektedir. Clausewitz’e göre ise, soyut savaş kavramı ile somut gerçek savaşlar arasında önemli faklar bulunmaktadır. Gerçek savaş soyut savaştan farklıdır. Çünkü
soyut savaşta sözü edilen ve gerçekleşmesi beklenen koşullar hiç de öyle gerçekleşmeyebilir.
Olaylar yalnızca basit nedensellik zinciri biçiminde
değil, çeşitli neden sonuç zincirlerinin belirlemesiyle ve karmaşık bir biçimde gelişir. Rastlantıların
rolü büyüktür. Psikolojik faktörler insanların aldıkları kararların yönünü değiştirebilirler. Clausewitz
bu durumu “sürtünme” başlığı altında anlatmaya
çalışmaktadır. Clausewitz bu konuda şöyle der:
“Nihayet, tüm savaşın topyekûn sonucu, her zaman kesin bir sonuç, bir mutlak olarak kabul edilemez;(…) Çabaların sınırının saptanması ancak
gerçek hayatın verilerinden yararlanılarak olasılıklar kanununa göre yapılabilir. Her iki taraf da artık
birer soyut kavram değil de devletler ve hükümetler olunca, harp de işin ideal cereyanı olmaktan çıkıp kendine özgü bir şekil alınca, açıklanması beklenen bilinmeyenler için gerekli verileri, gerçekte
var olan bilgiler verir. Taraflar (…) buna göre kendi hareketlerini belirlerler.”58
Savaş Sanatı’nda işaret edilen ve öğütlenen amaç
en az kayıpla zafere ulaşmaktır. Buna stratejik savaş denir. Bu amacın gerçekleşmesi için daha önce sözünü ettiğimiz bir dizi taktik belirlenir ve dikkatlice uygulanır. Eğer bu noktada bir eksik yoksa
zafere ulaşılacağı konusunda her hangi bir kuşku
yoktur. Clausewitz ise, taktiği “mücadelede askeri
güçleri kullanmanın teorisi” ve stratejiyi “savaşın
amacı için mücadeleyi kullanma teorisi” olarak tanımlar. Ama Clausewitz’e göre, uygulamada ne
kadar titiz davranılırsa davranılsın, yine de zafer
kesin/mutlak değildir.
Savaş Sanatı bir silahlanma çağrısı yapmaz; aksine durum değerlendirme işinin dikkatli yapılması-
Bkz. Billington, Ray, Felsefeyi Yaşamak: Ahlâk Düşüncesine Giriş, Ayrıntı, 1995, s. 271-280.
McCready, a.g.m, s. 86.
Clausewitz, Carl von, Savaş Üzerine, Çev. H. Fahri Çeliker, Özne Yay., 1999, s. 26-27.
SUN TZU’DAN CLAUSEWITZ’E SAVAfi ANLAYIfiINDA DE⁄‹fi‹M
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
na ve uygun değer faydayı sağlayacak kararlar almaya davet eder. Aslında bir durumun aynı anda
birbirinden farklı açılardan değerlendirilmesi ünlü
bir Taoist tekniktir. Bu anlamda Sun Tzu Doğu felsefesinin bir temsilcisi olarak ön plana çıkmaktadır. Clausewitz ise, 19. Yüzyıl’a damgasını vurmuş
olan Batı felsefesinin pozivitist/deneyci/gerçekçi
görüşlerini yansıtmaktadır.
Sun Tzu düşman kuvvetlerini yok etmek yerine
onların kazanılması için ne gerekiyorsa yapılmasını önerir. Clausewitz ise, düşmanın fiziksel ve moral gücünün yok edilmesini en üstün ve en etkin
yol olarak sunar. Sun Tzu’da, güç konusunda basit nicelik hesapları her şeyin çözümü olmayabilir.
Hayal gücü, aldatmaca, az sayıda birlikle ani taarruzun başarılması sayısal üstünlükten daha
önemli olabilir. Clausewitz’e göre ise, en iyi strateji her zaman çok güçlü olmaktır.
Sun Tzu, güvenilir bir istihbaratın gerçekleşmeyebileceği savının taktik ve hazırlık düzeyinde doğru
olduğunu kabul etse de, stratejik düzeyde böyle
bir anlayışın güvenilir istihbaratın öneminin göz ardı edilmesine neden olabileceğini ve daha iyi bilgi
elde etme cesaretini yok edeceğini ileri sürer.
Önemli olan tam olarak bir istihbarata sahip olmak
değil görece daha iyi istihbarata sahip olup düşman karşısında avantaj yakalamaktır. Clausewitz
ise, tümüyle güvenilir bir istihbarat bilgisinin olamayacağını ileri sürer.
Sun Tzu’ya göre, stratejik aşama da dâhil olmak
üzere tüm aşamalarda baskın kullanılabilir. Baskın
kimi zaman kuvvet toplamaktan daha önemlidir.
Savaş ustası her zaman düşmanını şaşırtmaya
çalışmalıdır. Savaşın tümü aldatmaya dayalıdır.
Aldatma ucuz ve karşı konulması güç bir araç olduğundan en etkili güç artırıcıdır. Clausewitz ise
baskın’ı sadece taktiksel bir amaç olarak görür. Aldatma harekâtın önemli bir öğesi olarak alınmamalıdır, çünkü bazen düşmanınız da sizi aldatabileceğinden aldatma zarar getirebilir.
Sun Tzu, savaşın daha iyi anlaşılmasını ve savaş
prensiplerini tekelinizde bulundurduğunuzu varsayar. Clausewitz ise, her türlü düşmanın her zaman
için en az sizin kadar iyi olduğunu varsaymanızı
önerir. Sun Tzu, düşmanın boyun eğmesini sağlayan her türlü aracı savaşın bir parçası olarak görür. Clausewitz ise, kan dökülmeden başarıya
ulaşmanın önerilebilecek bir şey olduğunu kabul
etmekle birlikte, bu tür uygulamaları savaşın bir
parçası olarak kabul etmez. Aslında Clausewitz’in
görüşleri modern dönemde ortaya çıkan uzmanlaşmanın tipik bir örneğini sunmaktadır. Yani, modern devletin doğuşuyla birlikte, savaşçının görev
alanı ile siyasetçinin görev alanı birbirinden artık
daha net bir biçimde ayrılmıştır.
Sun Tzu sadece avantajların lehinize işlediği bir
anda savaşa girmenizi önerir ve gereksiz risk almaya karşıdır. Clausewitz’e göre ise, savaşa başlamak için durum lehinize oluştuğunda savaşa
başlamak sizin elinizde değildir. Aynı değerlendirmeyi yapan düşman sizin için kötü sayılacak bir
anda savaşı başlatabilir. Sezgisine dayanarak hareket eden dahi ordu lideri her zaman için ağır risk
altına girmeye hazırlıklı olmalıdır.
Sun Tzu, askerî olmayan diplomatik, psikolojik ve
ekonomik araçların da savaş sanatı açısından
önemli olduğunu ileri sürer. Clausewitz askerî olmayan araçların savaşı kazanma açısından önemini kabul etmekle birlikte, askerî liderin bunlarla
ilgilenmesinin gerekmediğini ileri sürmektedir. Clausewitz’in düşüncesindeki bu farklılaşmayı modern dönemle birlikte gelen uzmanlaşma anlayışına, ya da devletin ve ordunun toplumdan soyutlanması olgusuna bağlayabiliriz.
Sun Tzu’ya göre, güç oldukça dikkatli ve son çare
olarak kullanılmalıdır. Asıl olan güç yoğunlaştırmak değil, düşman gücünün yoğunluğunu dağıtmak ve parçalamaktır. Sun Tzu bir yandan savaşın ekonomik ve maddi boyutunu da incelemelerine katarken diğer yandan ittifaklar oluşturulmasını
ve düşman ittifakının dağıtılmasını önermektedir.
Clausewitz’e göre ise, güç kullanımı ve yoğunlaşması ulusun siyasi hedeflerine ulaşabilmesi için
çok gerekli ve etkili bir yöntemdir. Sun Tzu’nun görüşleri karşı tarafın içselleştirilmesini amaçlayan
Doğu düşüncesini temsil ederken, Clausewitz’in
düşünceleri safların netleştiği, karşının farklı ve
mutlaka yok edilmesi gereken bir taraf olduğu anlayışını temsil etmektedir.
Sun Tzu’da ise savaş zihinsel ve ‘fizikötesi’ bir deneyim şeklini alabilir. Clausewitz’e göre ise, gerçeklik savaşın tüm çeşitleri için geçerlidir. Clausewitz savaş ve barış arasındaki ayrımın kesin ve
net olduğunu ileri sürerken, Sun Tzu bu ayrımın
bulanık olduğunu ve bu nedenle problemin kalıcı
olduğunu ileri sürmektedir.59 Sun Tzu, Savaşın
59
Clausewitz-Sun Tzu karşılaştırması ile ilgili bilgi için bkz. Handel, I. Michael, Savaşın Ustaları: Klasik Stratejiler, İstanbul: Doruk, 2004, s. 49-63.
123
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
amacı, güç kullanımı, zafer anlayışı ile Clausewitz’den oldukça farklı bir tablo çizer. Çünkü o, savaşta dolaylı stratejinin ve aldatmanın egemen olması gerektiğine inanmaktadır. Yaklaşımını eserinin başında şu sözler ile ifade eder:
124
“Savaş sanatının en pratik kavramı, düşman ülkesini tümüyle, zarara uğratmadan ele geçirme fikridir. Yakıp yıkmanın kimseye faydası olmaz. Aynı
şekilde bir orduyu tümüyle ele geçirmenin nimetleri sınırsızdır”. “…Savaşların tümünde savaşarak
zapt etmek en üstün başarı demek değildir. Üstün
başarı düşmanın direncini savaşmadan kırmaktır”.
Sun Tzu, bu ifadeleri ile özetlenebilecek yaklaşımında, gücü, başvurulacak en son çare olarak nitelendirmiş; muharebeye girmeden elde edilen zaferi taçlandırmış; savaşılan ülke ve orduya olabildiğince az zarar verilmesi gerektiğini, kaynakların
daha sonra kullanılacağını belirtmiştir. Ayrıca Sun
Tzu yeri geldiğinde bir tür sınırlı savaşa başvurulabileceği yönünde ifadeler kullanmıştır. Clausewitz ise sınırlı savaş kavramı ile oldukça az ilgilenmiştir.60 Savaşı neredeyse amaç haline sokan Clausewitz’in aksine, Sun Tzu’nun yaklaşımını sava60
şa karşı olarak dahi nitelendirmek mümkündür.
Sonuç
Savaşın iki büyük düşünürü -Clausewitz ile Sun
Tzu- arasında gerek teoride gerek uygulama önerilerinde ciddi farklılıklar vardır. İki düşünürün yaklaşımında, savaşın amacı, zafere giden yol, kullanılacak yöntemler gibi temel konularda, taban tabana zıt olarak nitelendirebileceğimiz yorumlar görülmektedir. Bu farklılıklara rağmen, her ikisinde
de temel bir ortak nokta bulunmaktadır; düşmanın
iradesini kırmak. İki düşünür de, bir şekilde kendi
iradesini, düşmanına kabul ettirme derdindedir;
aralarındaki farklılıkların altında yatan ana unsur
da tam olarak buradadır: kırılması gereken iradenin kaynağı ve direnci. İki düşünürün, şahit oldukları savaşlar, tecrübeleri, eserlerini kaleme aldıkları ortam, yaşadıkları zaman, dönemlerinin felsefi
yaklaşımları ciddi farklılıklar taşımaktadır. Bu farklılıklar, kırılması gereken iradenin, niteliğini, kaynağını, dayanıklılığını değiştirmiştir. Bu değişim,
ister istemez, araç, amaç, yöntem gibi konularda
müthiş bir farklılaşmaya yol açmıştır.
Sun Tzu, yukarıda zikredildiği üzere MÖ 500 yılları civarında Çin’de yaşamıştır. Bu dönem Çin İmparatorluğu’nun küçük derebeyliklere bölündüğü
ve derebeylerinin birbirleri ile savaştığı bir döneme
işaret etmektedir. Amaç diğer derebeyinin topraklarını ele geçirmektir; rakip; derebeyi, maiyeti ve
ordusudur. Bir eyalet için savaşılırken kırılması gereken irade onların iradesidir. Halk için bir derebeyinin savaşı kaybedip, yerine diğerinin gelmesi
arasında pek bir fark bulunmamaktadır; zira her iki
derebeyi de büyük olasılıkla aynı dili konuşmakta,
aynı dine inanmakta, büyük oranda aynı kültürü
paylaşmaktadır. Halk için durum Ortaçağ Avrupa’sının serflerine benzetilebilir; yönetici değişse
de yapılacak iş, angarya çalışma, ödenecek vergi
büyük olasılıkla aynı kalacaktır. Bu durum Sun
Tzu’nun savaşını kolaylaştırmaktadır; sadece iktidarın değişmesi, bir derebeyinin ordusunun yok
edilmesi savaşın nihayetlenmesi için yeterlidir. Buna karşılık Clausewitz’in savaşı çok daha zordur;
savaşı kazanmak için kırılması gereken iradenin
direnci artmıştır. Zira artık yeni faktörler devreye
girmiştir; aydınlanma ile beraber vatanseverlik gibi
fikirler ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi, daha önce bahsi geçtiği üzere, özgür vatandaşların oluşturduğu orduyu halk ordusu haline getirmiş; halkı
Handel, Michael I., “Corbett, Clausewitz and Sun Tzu”, Naval War College Review, Autumn 200, Volume 53, s. 108.
SUN TZU’DAN CLAUSEWITZ’E SAVAfi ANLAYIfiINDA DE⁄‹fi‹M
Muharrem Hilmi ÖZEV, Erdinç KARAYAZLIK
ve orduyu politize etmiş; savaşa ideolojik bir boyut
da katmıştır. Fransa’yı yenmek için Fransız ordularını, savaş meydanında bir kere yenmek yeterli
olmamış; Fransızlar, gerek 1812 hezimetinden
sonra 1814’te, gerekse de Napolyon’un son 100
Günü’nde yani 1815’te, savaş meydanlarına yüz
binlerce kişilik ordular çıkarmayı başarmışlardır.
Bunun için devrimi şahsında temsil ettiğine inanılan Napolyon’un varlığı dahi yeterli olmuştur. Koalisyon, Fransa’nın direncini kırmak için bir daha ve
bir daha bir araya gelmiş; Fransa, 1812’de Rusya’da general kışa, 1814’de Austerlitz’de ve
1815’te Waterloo’da yenildikten sonra ancak pes
etmiştir. Bu noktadan hareketle, Clausewitz ile
Sun Tzu’nun savaş için yaptıkları amaç, hedef ve
zafer koşulları yorumları, yaşadıkları çağın şartlarından bağımsız düşünmek ve mukayese etmek
doğru olmayacaktır.
İki düşünürün yaklaşımlarının farklılığı ile alakalı
olarak “zaman” ve “zamanın getirdikleri”ne yaptığımız vurgudan sonra diğer bir önemli husus olan
“mekan”a da değinmek gerekmektedir. Clausewitz
ile Sun Tzu arasında yapılan bir karşılaştırma, antik Çin ile modern Batı’yı ve geleneksel Çin’in yönetim anlayışıyla modern devleti karşılaştırma anlamına gelmemekte, aynı zamanda Doğu ve Batı
düşünceleri arasında bir karşılaştırma anlamına
da gelmektedir. Bu nedenle, Sun Tzu ile Clausewitz’i karşı karşıya getirmek tarih yanılgısına düşmemize neden olabilir. Her iki düşünürün de, düşüncelerini etkileyen ortam birbirinden son derece
farklıdır. Gerçi insan doğasının evrensel niteliği
tüm dönemler için aynıdır ama ateşli silahların
yaygın bir biçimde kullanıldığı, savaş araç gereçlerinin antik dönemle karşılaştırılamayacak düzeyde geliştirildiği, güç kullanma yeteneğinin orantısız
bir biçimde merkezi yönetimlerin eline geçtiği; devlet-vatandaş, asker-siyasetçi vb. ayrımların daha
belirgin hale geldiği, uzmanlaşma anlayışını ve
bürokrasinin hakim olduğu, modern dönem ile antik Çin’i birbiriyle karşılaştırmak neredeyse imkânsızdır. Bu yönüyle bakıldığında, her iki düşünüre
ait farklı görüşlerin birbirine karşı olan görüşler değil, tarihsel bütünlük içerisinde birbirini tamamlayan görüşler oldukları söylenilebilir.
KAYNAKLAR
• Akad, Mehmet Tanju, Strateji Üzerine, İstanbul:
Kastaş Yayınları, 2003.
• Billington, Ray, Felsefeyi Yaşamak: Ahlâk Düşüncesine Giriş, Ayrıntı, 1995.
• Black, Jeremy, Top, Tüfek ve Süngü, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2003.
• Challaye, Felicien, Dinler Tarihi, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yayınevi, 1960.
• Cluasewitz, C. V., Savaş Üzerine, Çev.: Fahri
Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları, 1999.
• Earle, Edward Mead, Modern Stratejinin Yaratıcıları, Çev.: D. Erdem, Ankara: ASAM Yayınları,
2003.
• Eslen, Nejat, Tarih Boyu Savaş ve Strateji, İstanbul, Q-Matris, 2003.
• Giddens, Anthony, Modernliği Anlamlandırmak, İstanbul: Alfa, 2001.
• Hart, Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev.: Cemal Enginsoy, Ankara: ASAM Yayınları, 2002.
• Handel, I. Michael, Savaşın Ustaları: Klasik
Stratejiler, İstanbul: Doruk, 2004.
• Handel, Michael I., “Corbett, Clausewitz and Sun
Tzu”, Naval War College Review, Autumn 200,
Volume 53,
• Keegan, John, Savaş Sanatı Tarihi, Çev.: Füsun
Doruker, İstanbul: Sabah Kitapları, 1995.
• Maxwell, David S., “What Would Sun Tzu Say?”,
Military Review, May-June 2004.
• McCready, Douglas M., “Learning from Sun
Tzu”, Military Review, May-June 2003.
• McNeill, William, Dünya Tarihi, Çev.: Alâeddin
Şenel, Ankara: İmge Kitabevi, 2002.
• Sun Tzu, Savaş Sanatı, İngilizceden çeviren:
Adil Demir, Kastaş Yayınevi, 2001.
125
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Dr. Cengiz fi‹MfiEK*
Ortaö¤retim Kurumlar›nda
Hedef ve Uygulamalar
ÖZET
Ülke milli e¤itiminde her kademe bir öncekinin üstüne bina edilirken, bir sonraki için bir temel oluflturacak flekilde düzenlenir. Fakat kimi zaman siyasi, ekonomik ve sosyolojik geliflmeler siteme etki etmekte, istemeden de olsa sistem o ahenkli düzenini kaybetmektedir. Devlet için “yeni kadrolar yetifltirmek” dikkate al›nd›¤›nda, ortaö¤retimde kimlerin okuyaca¤› ve nas›l bir e¤itimden geçece¤i önem kazanmaktad›r. Bu nedenle geliflmifl ülkeler ortaö¤retimlerine önem vermifller, bunlar
aras›nda da mesleki liseler a¤›rl›k kazanm›flt›r. Mesleki liselerden mezun olanlar toplumsal kabul
görmüfl, iyi ve prestijli birer ara eleman olarak ifl hayat›na at›l›rken, normal liselerinden mezun olanlar devlet memuru olma ve üniversitelerde e¤itim göreme imkan› elde etmifllerdir.
Toplumda de¤iflen dengeler, köy ve kent nüfusundaki hareketlilikler, teknolojik ve bilimsel geliflmeler, sitemi uzmanlar›n belirledikleri bu rotadan sapt›rabilmekte, siyasi ç›karlar elde etmek amac›yla baz› toplumsal istekler, iyice düflünülmeden uygulamaya geçirilmektedir. Böyle bir çarp›k yap›n›n ancak ilkö¤retimde, iyi bir mesleki bilgi ve beceri tespiti, kiflisel benlik tasavvurlar›n›n ortaya ç›kar›lmas› ve gelifltirilmesi sayesinde önü al›nabilir. Bu haz›rl›klarla ortaö¤retime giren bir ö¤renci
art›k mesleki yeterliliklerinin fark›na varm›fl, tercih etti¤i branfl›n› seven, onunla ilgili bir gelecek hayali kuran bir birey olarak yetiflecektir. Bu nedenle ‹lkö¤retim ikinci kademe ve ortaö¤retimdeki
rehberlik servislerine büyük görevler düflmekte, ortaö¤retimin ülke kalk›nmas›ndaki rolünün bu kademede planlanmas› dikkate al›nmaktad›r.
ABSTRACT
126
In the national education of the country, each stage is built on the previous one, and arranged in
a manner that it would form a base for the next stage. However, sometimes political, economical
and sociologic developments affect the system and consequently the system reluctantly loses its
harmonic regularity. When considered “building new personnel cadre” for the State, it is very
important who will have secondary education and what type of education they will have. For that
reason, developed countries gave importance on secondary education, and the vocational high
schools had the majority among these. While the ones graduated from the vocational high schools
have been accepted by the society and gone into a career as good and prestigious intermediate
staff, the ones graduated from normal high schools had the chance to be a public officer and to
have education in universities.
The balances changing in the society, the changes in the populations of cities and of the villages,
technologic and scientific developments may sometimes mislead the system from the route determined by the experts, and some social demands may be executed without thinking carefully in
order to make advantage out of politics. Such a crooked structure can only be prevented by means
of a good determination of vocational information and abilities, by revealing and developing the
personal self-envisagement. A student, who has started the secondary education with these
preparations, will from now on grow up as an individual who is aware of his vocational proficiencies, who loves the branch he has chosen, and who has future dreams about this branch. For that
reason, very important duties are undertaken by the guidance services in the second stage of primary education and in the secondary education and it is paid attention to plan, in this stage, the
role of the secondary education in the development of the country.
Giriş
Toplumsal düzenin hüküm sürdüğü ülkelerdeki
sistemi, herkesin kendi görevini gereğince bildiği,
kendi istediği, yapabildiği ve sevdiği mesleğini icra ettiği çarklar mekanizmasına benzer. Bu şekilde eşgüdümün sağlandığı bir ülkede sosyal prob*
Marmara Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi
lemlerden, ekonomik ve diğer kaoslardan pek söz
edilmez. Siyasi çalkantıların sıklıkla yaşandığı ülkelerin genel profillerine bakıldığında yeni neslin
yetiştirilmesindeki sistem yaklaşımının ihlal edildiğini, çözüm için herkesin kendi penceresinden bir
reçete sunduğunu görmekteyiz. Halbuki devlet
yönetimi kökleşmiş, kurumları arasındaki eşgü-
ORTAÖ⁄RET‹M KURUMLARINDA HEDEF VE UYGULAMALAR
Dr. Cengiz fi‹MfiEK
düm ve sorumluluk anlayışının oturduğu bir ülke
için herkesin fikrini uygulamak yerine, teknokratın
yani alanında uzman kişinin bu fikirlere şekil vererek (gerekirse) uygulanmasına önem verilmelidir.
Takdir etmek gerekir ki, bu gibi durumlarda önemli olan, işi ehline bırakmaktır. Bu ciddi bir medeniyet problemidir. Kendi yeterliliklerinin ve bu sistemdeki kendi yerinin neresi olduğunun farkına
daha ilk ve ortaöğretimde varan bir kişi, mesleğini
seçerken nasıl erdemli davranıyor ve isabetli bir
tercih yapıyorsa, aynı medeni davranışını iş icrasında ve ülke yönetiminde de gösterecektir. Her
konudan anlayan bir vatandaş değil, kendi yeterliliklerinin bilincinde, mesleğini iyi bilen, sorumluluklarının ve sitemdeki yerinin farkında olan bir vatandaş makbuldür. Düşünürken, konuşurken, bir iş
yaparken gelişigüzel değil, sistematik akışa dikkat
eden bir vatandaş olmak, ancak yetişmiş, kendini
bilen ve düşünen bir beyinin işidir.
lardan bıkmış ve yeni bir çehreyle dünya devletleri arasında yer almak isteyen bir Türkiye’nin uygulamaya karar verdiği idari sistemin işleyişinde
önemli rol oynayacak memur, teknik ve eğitici kadrolarının yetiştirilmesi şeklinde ifade edilebilir. Yeni
kurulmakta olan bir cumhuriyet için bu ihtiyaçların
karşılanması esnasında yaşanacak eksiklikler ya
da hatalar kabul edilemez niteliktedir. Bu nedenle
hesaplar iyi yapılmalıydı.
“Bir ülkede böyle bir beyni yetiştirecek eğitimin kalitesi nasıl olmalı?” denilince, ilk olarak ortaöğretim
kurumlarında verilen eğitim akla gelmektedir. Yeni
nesil gerek ahlaki ve gerekse mesleki yönden bu
eğitim kademesinde şekil alır ve bu kazanımlarıyla toplumsal hayata katılırlar. Bu nedenledir ki, tarihe baktığımızda bu seviyede verilen eğitim sık
sık değişikliklere uğramış, bazen süresi uzatılmış,
bazen bir üst eğitim programıyla birleştirilmiş, bazen de ayrılması pedagojik yönden gerekli görülmüştür. Yapılan bütün bu değişiklikler kendi zamanı içinde dikkate alındığında gerekli ve hatta uygulanması acil olarak karşımıza çıkıyor. Fakat “topluma çağdaş, açık fikirli, kendi başına problem çözme becerisine sahip, meslek bilinci gelişmiş yeni
nesiller kazandıracak bir sitem” anlamında ele almaktan hep uzak kalınmıştır. Bize göre böyle bir
yanlış bakışın bilinçli yapıldığından ziyade, sitemdeki yerinin yeteri kadar kavranamayışından, bu
evredeki öğrencilerin bilgi, beceri ve kabiliyet yönünden yeteri kadar yetiştirilemeyişinden, öğrenciye kendi yeterliliklerinin ve sınırlılıklarının farkına
varmasının sağlanamayışından bahsedebiliriz.
Türkiye ne kadar yeni kurulan bir cumhuriyet olsa
da, kadrolarını Osmanlı’dan kalma eğitim sisteminin mezunlarından oluşturmuştu. Bu kadronun tek
farkı yenileşmeye, değişmeye ve ilerlemeye kilitlenmiş olmalarıydı. Türkiye’yi bu günlere taşıyacak bir Milli Eğitim sistemini de işte bu kişiler kurmuşlardı. Bu halleriyle (eğitilmişlikleriyle) hedefleri
nasıl belirlediler, neleri önemli gördüler, neleri gereksiz ya da atıl gördüler bu kısım biraz düşünmeyi gerektiriyor. Bu sistem mühendislerinin ne derece yeterli oldukları elbette bizim yazımızın konusu
değil. Bu nedenle mevzu dışında tutacağız. Burada belirtmemizin sebebine gelince, bu sistem kimlerle nasıl başladı, bugün kimler nasıl yürüyor, gelecekte nasıl olması isteniyor; bu üç evre arasındaki ilişki bağını dikkatten kaçırmak istemedik. O
halde incelememiz gereken konuyu, ülke ihtiyacına cevap verebilecek amir, memur, işçi ve üst düzey yönetici personelin yetiştirildiği ortaöğretim kurumlarından, toplumun ve eğiticilerimizin beklentilerinin neler olduğu ve olması gerektiği, bugünkü
haliyle sistemin küçük bir tahlili ve öneriler şeklinde sınırlandırabiliriz.
Ortaöğretimin Sistemdeki Yeri
Rejim İhtiyacı Ortaöğretimler
Peki, bizde bu sistem nasıl bir değişikliğe uğradı
ve ne gibi amaçlara hizmet etti de kendinden bekleneni yapmadı ya da yapamadı? Cumhuriyetin
kurulmasıyla beraber, yeni bir Türk toplumu yaratma amacıyla üzerlerine bir kat daha fazla önemli
misyon yüklendiği görülüyor. Kısaca “umut” olarak
tanımlayabileceğimiz bu misyon, öncelikle savaş-
Yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda uygulamaya konulan eğitim sisteminde ortaöğretim kurumlarına baktığımızda hedeflerinden birini, öncelikle eskiyi reddeden, yönünü Avrupa’ya dönmüş
ve rejim ilkelerini benimsemiş bireyler yetiştirmek
olarak görüyoruz.1 Bugün tam üç eğitim nesli yetiştiren bu sistemin belli oranda hedefine ulaştığını
1
Resmi Gazete, Milli Eğitim Temel Kanunu, Madde: 2, 24.06.1973.
127
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Dr. Cengiz fi‹MfiEK
görüyoruz. Toplumda devrim ilkelerine inanmış ve
ancak onlar sayesinde çağın yakalanabileceğine
inanan ve hatta bundan sonrasını da yine bu ilkelere sadık kalmak koşuluyla yakalanabileceğini
savunan bir Türkiye halkı yetişmiştir.
Ülkenin Varlığını ve Toplumun Geçimini Devam
Ettirebilesi İçin Orta Öğretim
Bunu da kısaca, öncelikle devlet memuru ve sonrasında bir ülkenin ekonomik, siyasi, milli, manevi,
sosyal, tarımsal, teknik ve diğer alt dallarda ihtiyaçlarını karşılayacak, ülkeyi müspet ilimlerle gelişmiş devletler seviyesine taşıyacak nesiller yetiştirmek, şeklinde çerçevelendirmek mümkün.
Bazı Tespitler
128
Cumhuriyetin ilk yıllarıyla kıyaslandığında, bugün
Türkiye’nin gelişmişlik seviyesi hiç de azımsanacak bir yerde değildir. Ortaöğretim kurumları da
yukarıda zikredilen amaçlara hizmet ettiğine göre,
sıkıntı nerede? Bizim esas eleştirimiz, ortaöğretim
kurumlarının bugün o ilk konulan amaçla hala devam ediyor olmasınadır. Toplumsal ve teknolojik
alandaki gelişmeler sitemin yeniden ayrı bir bakış
açısıyla kurgulanmasını gerekli kılıyor. Bu nedenle ortaöğretim şekillendirilirken şu ana kriterler ya
da köşe taşı denilebilecek hususlar asla hesap dışı kalmamalı:
- Ortaöğretim ülkeye belli bir dünya görüşüne sahip yeni nesiller kazandırır.
- Ortaöğretim ülkenin hangi meslek dallarında ne
kadar kişiye ihtiyacı varsa ona göre planlanır.
- Ortaöğretim asla ilk ve yüksek öğretimden ayrı
değerlendirilemez.
- Ortaöğretimde okuyan öğrenciler kişisel beceri
ve kapasiteleri okul öncesi öğretimden başlanmak
üzere tutulan gözlem, tutum ve beceri anketleriyle
belirlenmiş, uygun bir mesleğe yöneltilmiş olarak
gerekli programa göre eğitim alırlar.
- Ortaöğretim aynı çatı altında birden çok branşa
yönelik eğitim vermeli, bu alanları tercih eden öğrenciler zamanla alan değiştirebilmeli.
- Öğrenciler kendi kişisel yeterliliklerini gezi, gözlem, uygulama, araştırma ve diğer etkinliklerle (sadece okul gezisiyle değil) keşfetmiş olarak ortaöğretimi bitirmiş olmalı.
- Ortaöğretimin esas amacı üniversitelere öğrenci
hazırlamak değil, mesleki hayata hazırlayan ve
yerleştiren bir yapıda olmalı.
2
- Eğitimde sistem yaklaşımı esas alınmalı.
Ülkemizde bu bakıştan yoksun düzenlenen ortaöğretim sistemi üzerinde bugüne kadar ziyadesiyle değişiklikler yapılmış fakat hala istenildiği bir
şekle geldiğine dair yeterli bilgi yoktur. 2008 yılı itibariyle ciddi umutlarla ele alınan sitem, sözde çözüm adına tekrar amacına zarar vermiştir. Ortaöğretimin önemli bir kesimini teşkil eden ve son yıllarda toplum ve işletme nazarında önemini yitiren
meslek lisesi mezunlarının üniversitelere geçişleri
yolundaki bütün engeller kaldırılmış, fakat ihmal
edilen sistem yaklaşımı nedeniyle mezun olacakların hangi statü ile toplumsal ve iş hayatlarında rol
alacaklarına halen bir cevap bulunamamıştır. Yeni
nesillerin yetişmesi adına bütün dikkatlerin üzerinde yoğunlaştığı eğitimin bu kademesi, her zaman
olduğu gibi yine siyasi ya da bazı haklar elde etmek isteyenlerin düşüncelerine kurban edilmiş,
plansız bir şekilde üniversite kapılarına yığılmıştır.
Ortaöğretim mezunlarının bundan sonra hangi
eğitim kurumuna devam edeceği ya da toplumun
hangi kademesinde hayatına devam edeceğini,
mezunun çıkış davranışları belirler. Teknik üniversitelerdeki öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun aldıkları eğitimden ve mesleklerinden memnun olmadıkları ve hatta ilk fırsatta değiştirdikleri göz
önünde bulundurulursa, bu öğrencilerin yöneltmelerinin iyi yapılmadığı, meslek bilinçlerinin yeteri
kadar gelişmediği sonucu çıkartılabilir.2 Ortaöğretime sözde meslek bilinci gelişmiş olarak öğrenci
hazırlayan ilköğretim rehberlik hizmetlerinin meslekler bilgisi yerine ortaöğretim okulları bilgisi verdiği, fabrika, devlet dairesi, atölye, sanat evi, film
seti vb gezdirmek yerine bu meslek alanlarında
eğitim veren okulların gezdiriliyor olması da bir diğer handikap. Öğrencilere yapılan mesleki eğilim
anketleri sonunda elde edilen verilerin yeteri kadar
değerlendirilmediği, sadece bir bilgi olarak belirtilmesi ise sistemdeki rehberlik servislerine bağlanan o büyük umutları boşa çıkarmış görünüyor.
Ortaöğretimde mesleki seçilimin kontrol altında tutulmayışı, rasgele tercihleri ve bunun sonucu olarak da mesleklerde hayal kırıklıklarına, devam
eden süreçte de meslek değişimi nedeniyle emek
ve para zayiatına, devlet planlarının sekteye uğramasına ve ülkenin çağı yakalayamamasına sebebiyet vermektedir. Bu bakış açısının uzun süre devam etmesi, beraberinde geleceği üniversitede
aramayı, bunun bir yansıması olarak da özel kursları ve dershaneleri türetmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında Türk Milli Eğitim siteminin dikkati üniver-
ARSLAN, Mehmet (2004), Eğitim Sistemimizin Kapanmayan Yarası Üniversitelere Giriş, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı:
ORTAÖ⁄RET‹M KURUMLARINDA HEDEF VE UYGULAMALAR
Dr. Cengiz fi‹MfiEK
sitelerde yoğunlaşmıştır. Halkın yeni nesle aşıladığı tek hayal, bir üniversite bitirmektir. Aileler çocuklarının bu hayale kavuşma şansını artırmak
amacıyla, ilkokul çağından itibaren muazzam bir
sınavlara hazırlık maratonuna başlamaları da yine
sistemin çarpıklığının bir göstergesidir.
Öneriler
Bu tespitlerden hareketle ortaöğretimi bir sistem
yaklaşımıyla değerlendirecek olursak, okul öncesinden başlamak üzere öğrenci ve velilerin meslek
tasavvurları, yeterliliklerinin tespiti, kendilerini hazırlamaları (yöneltim) sağlanmalı, üniversitelerde
okuyan öğrencilerin istihdam alanlarının eleman
ihtiyaçları iyice belirlenmeli ve başta rehberlik çalışmaları olmak üzere ciddi gözetim altında tutulmalıdır.3 Toplum nazarında herhangi bir okulu bitirmek değil, öğrencinin bir mesleğe yerleştirilmesine dikkat çekilmeli. İlköğretimin ilk ve ikinci kademelerinde meslekler yerinde görülmeli, öğrencinin
meslek sahipleriyle yüz yüze iletişimi sağlanabilmeli. Bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ortaöğretimde ağırlık meslek liselerinde yoğunlaşmalı.
Toplum nazarında prestij ve maddi getirisi artırılan
bir mesleki eğitim işte o zaman sistemdeki amaca
hizmet edecektir. Ancak yüksek başarı gösteren
öğrencilerin bir üst eğitim kurumuna geçişlerine
müsaade edildiği takdirde üniversite kapılarında
da yığılma yaşanmayacak, nihayetinde işsiz diplomalılar devletin sırtına yük olmayacaktır. Normal liseler daha kuruluşlarında belirtilen esas amaçları
olan devlet memurlarını ve yüksek öğretime öğrenci hazırlamış olacaklardır.
Günümüz ilköğretim kurumları dikkatle incelendiğinde, sosyalleşme ve çevresini tanıma adına bazı temel bilgilerin verildiği, bir dizi etkinliklerin yapıldığı bir eğitim yuvası mahiyetindedir. Öğrencinin kendini tanıması bu süreçte unutulmaktadır.
Yaşları gereği sık sık karar değiştiren, abartıdan
uzak olmak kaydıyla, neredeyse her gün başka birisi olmak isteyen bir canlıyla karşı karşıya olduğumuz dikkatten kaçmaktadır. Buna bir de Türk toplumunun aile yapısı eklendiğinde, öğrencinin gelecekte kim olması gerektiği popüler, yüksek kar ve
prestij getirici rol modeller üzerinden tespit edilmektedir.
Türk toplumunun daha düne kadar köylerdeki nüfusunun %70’lerde olduğu ve bu nüfusun büyük
bir kesiminin şehirlere göç ederek daha iyi yaşam
arayışları dikkatten hep kaçmaktadır. Bir zamanlar
hayatının büyük bir kesimini tarlada geçiren bu nüfus artık şehirlerde ve hemen hepsinin de amacı
çocuklarına bir meslek edindirmek değil, bir üniversiteye göndermek. Son istatistiki verilere göre
Türkiye nüfusunun yaklaşık olarak %70’i artık köyde değil şehirde yaşamaktadır. Bu kişilerin tercihleri geleneği koruyarak yeni şeyler öğrenmek üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu nedenle geleneğin,
yani hayat var olalı devam eden mesleklerin öğretildiği meslek ve imam hatip liseleri tercih edilmekte ama gözler hep yüksek öğretime dikilmektedir.4
Köyden şehre gelen gençler gelenekseli istemese
de aile telkiniyle mecburen tercih etmekte ama
gönlündeki bir üniversiteyi bitirmek hep bir umut
olarak varlığını devam ettirmektedir. Ailesinin isteğiyle meslek lisesi okuyup yine sitemin yönlendirmesiyle aynı meslek dalında bir üniversiteye yerleşmek, öğrencinin sadece bir üniversiteli olma
hayalini doldurmaktadır. Mezun olunca da önü kapalı bir sitemle karşı karşıya kalmaktadır. Maddi
gücü yetersiz olması nedeniyle de kendi işini kuramamakta, diplomalı işsiz olarak toplumda kaybolmakta ve emekler heba olmaktadır. Ortaöğretimden kimlerin hangi basamakta ve nasıl bir eğitim
alması gerektiği bir de bu tespitler çerçevesinde
dikkate alınmalı.
Toplumdaki işte bu ve diğer sebeplerden dolayı
gelişen geri kalmışlık psikolojisi, onları kısa yoldan
lüks, temiz, eli çantalı ve masa başı iş hayalleri
kurmaya itmektedir. Türkiye gibi bir devletin, geleceğini bu kadar rastlantıya bırakması asla düşünülemez. Toplumda elbette kimileri yönetici, kimileri
işçi, kimileri ise temizlik vb işlerle uğraşacaktır. Bu
kişilerin kimler olacağı şu anki sitemde tamamen
tesadüfe bırakılmakta, hatta mesleki yatkınlıkları
elverişsiz olsa bile maddi gücü yerinde olanların
alacakları ek ders ve kurslarla sınavlara iyi hazırlanıp o meslek dalında görev almaları artık alıştığımız bir durum.
Böyle bir yaklaşımda rehberlik servislerinin üzerine büyük sorumluluk düşmektedir. Okul öncesinden tutulacak kişisel takip dosyalarıyla öğrencinin
bütün özellikleri kontrol altına alınmalı, bu veriler
ışığında nasıl bir ek eğitim alması gerektiği, nereye ve ne şekilde yönlendirilmesi gerektiği uzmanlarca takip edilmelidir. Bu konuya Sekizinci Beş
Yıllık Kalkınma Planı’nın Amaçlar, İlkeler ve Politi-
16, s.: 41, Kayseri.
3
Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Mesleki ve Teknik Öğretim Kurumları ve Meslekler Rehberi, s.: 5, 1998.
4
BALOĞLU, Zekai (1990), Türkiye’de Eğitim (Sorunlar ve Değişime Yapısal Öneriler), Türk Sanayici ve İşadamları Derneği Yayını,
İstanbul, s.:123.
129
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Dr. Cengiz fi‹MfiEK
kalar bölümünde de işaret edilmiştir.5 Öğrencinin
yukarıda ifade edildiği gibi farklı ortaöğretim okullarını değil, farklı meslek dallarını gezmeli, o meslekleri kısmen tecrübe etmeli, meslek sahipleriyle
yakından görüşme imkanı bulmalıdır. İlköğretim
ikinci kademede kimi dersler özellikle mesleki eğilimlere yön vermek, öğrencinin hangi mesleğe daha çok yatkın olduğunu belirleyebilecek bir tür doğal seçilim ortamları oluşturulmalı. Böylesi bir
destekle ilköğretim ikinci kademe sonuna gelmiş
bir öğrenci kişisel özelliklerinin farkında, kendini
yeteri kadar keşfetmiş ve meslek bilinci gelişmiş
bir birey olarak hayattan ne beklediğinin farkında
olacaktır. Bu seviyeye gelen bir öğrenci hala hangi meslek dalına kendini daha yatkın gördüğünün
farkında değilse, eğitim kendinden bekleneni yeterince ifa etmiş sayılmaz. Toplum bu aksaklıkları
ancak bir üniversiteye gitmekle aşabileceği gibi
yanlış bir kanaat içindedir.
130
Başta belirttiğimiz ülke ihtiyaçları-arz-talep dengesi dikkate alındığında, bir eğitim sitemi için öğrencilerin ekserisinin üniversitelere yönelmesi büyük
bir problemdir. Bu, devlete bir sitem sıkıntısı, istikrarsızlık, toplumsal huzursuzluk olarak geri dönecektir. Meslek liselerinden ara eleman olarak mezun öğrenciler bile bugün geleceğini üniversite kapısında arıyorsa, sistem ciddi sıkıntıda demektir.
Bahsedilen sistemin yeteri kadar işletilememesi
veya ülkemiz için özelleştirecek olursak, işletilmemesi durumunda velilerin ve çocuğun meslek bilgisiyle ilgisi olmayacaktır. Bu da bize ikinci bir
problem; ülkeyi yarına taşıyacak kişilerin hangi
alanda sorumluluk alacaklarını hala bilememe gibi
bir sıkıntıyla karşı karşıya bırakacaktır. Hem toplum baskısını azaltmak, hem de içine düştüğümüz
belirsizliği tam anlamıyla “olasılık” metoduyla çözmeye kalkışmamız modern bir Türkiye’ye yakışmamaktadır. Bu nedenledir ki, bugün bir öğrenci
üniversite tercihini birden çok sayıda branşa dönük olarak yapmaktadır. Eğitim sistemimize yeni
bir vizyon ve planlamayla baştan bakmak, mesleki yöneltim programlarının işletilmesi, öğrencinin
kendi beceri alanında kim olduğunun farkına varması, sanayi ve ülke idaresinde nasıl bir görev almak gerektiği bilincinin yeniden gözden geçirilmesini, bilim ve teknolojideki gelişmeler zorunlu kılıyor.6
nının sunulması şeklinde iyimser bir bakışla değerlendirilebilecek bu yapı, zihniyet ve gelişmişlik
ölçütleri dikkate alındığında, nüfusunun büyük bir
kesimi köyden kente göçmüş, fakat bir türlü sanayileşememiş ve geri kalmış tarım toplumu ülkelerin uyguladıkları eğitim programlarıyla benzerlik
taşımaktadır. Bu gibi ülkelerde vatandaş için “herhangi bir ‘iyi meslek’ dalı”nda iş yapması yeterlidir.
Sahip olduğu mesleğini sevmesi, mesleğiyle ilgili
duyuşsal bilgisi ve yeterliliği o kadar önemli görülmemektedir. Ana tercih karın doyurabilecek, geleceğini kazandırabilecek bir meslek sahibi olmaktır.
Biz Türkiye olarak bu seviyeyi kırk yıl önce geçtik.
Fakat sistemimiz hala eskilerde kaldı.
Bu nedenle günümüz Türkiye’sinde zaman zaman
yaşanan sistem hataları, rahatlıkla meslek değiştirmeler, biraz da halk dilinde söyleyecek olursak
“ne olursa yaparım, karnım doysun yeterli” tutumları vatandaşın yaşam ve meslekler hakkında yüzeysel bilgi sahibi ve hatta bilinçsiz olduğunu göstermektedir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, günümüz
üniversite giriş tercihlerindeki branş çeşitlilik yelpazesinin oldukça geniş olması, bu kişinin bir
meslek değil, bir ekmek aradığını göstermektedir.
Türkiye, eğitimin sistemimizin ürünleri olan öğrencilerimizin diğer dünya örencileriyle bir kıyasının
yapıldığı Uluslar arası Öğrenci Başarısını Değerlendirme Programı’na (PISA) 2003 yılında katılmış
fakat elde edilen sonuçlar hiç de iç açıcı değildir.
Programın araştırma sonuçlarına göre, Türk öğrenciler temel beceriler ve okuduğunu anlama düzeyinde özellikle Avrupa ülkelerindeki yaşıtlarından daha geridirler.7 Bu durumu öğrencilerin eğitim, okul, öğrenme, meslek ve yaşam kavramlarıyla ilgili ön tasavvurlarının zayıf ve standardın çok
altında bir ön beklenti içinde olmalarıyla açıklamak
mümkün.
Bu ve yukarıda bahsetmiş olduğumuz sıkıntıları
ancak ortaöğretimde köklü bir yaşam ve meslek
bilinci, kişisel yeterliliklerinin farkına varan bir nesil
yetiştirdiğimizde aşabiliriz. Eğitim sistemine bu
açıdan bakış, yeni oluşmakta olan devletler için o
kadar önemli görülmeyebilir ama Türkiye gibi köklü bir devlet ve bilim geleneğine sahip bir ülke için
elzemdir, vazgeçilmezdir.
İlk bakışta sisteminde var olan ve sözde fırsat eşitliği ve aynı anda birden çok meslek seçme imka5
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Eğitimde İlkeler, Amaçlar ve Politikalar, 2001-2005.
MUSTAFA, Aydın, Eğitim Sosyolojisi, s.:62, Ankara, 1991.
7
Berberoğlu, Giray; Kalender İlker (2005), “Okul başarısının yıllara, okul türlerine, bölgelere göre incelenmesi: ÖSS ve PİSA analizi” Eğitim Bilimleri ve Uygulama 4, (7), s.:24.
6
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Doç. Dr. Sedat AYBAR**, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER***
Bat› Enerji Güvenli¤i ve Türkiye*
ÖZET
Bu makale yak›n zamanda petrol ve do¤algaz gibi iki önemli ham-madde etraf›nda gündeme gelen ve so¤uk savafl dönemini an›msatan çekiflmeyi konu edinmektedir. Makale uluslararas› piyasalardaki f›yat art›fllar› sonucu, petrol ve do¤algaz zengini Rusya’n›n elinde bulunan dolar rezervlerinin artt›¤›n›, buna
ba¤l› olarak Rusya’n›n, Stalin dönemini hat›rlatan bir yay›lmac›l›k ve etki alan› oluflturmaya çal›flt›¤›n›
tart›flmaktad›r. Rusya ve Ukrayna aras›nda boy gösteren bu çat›flma bahsi geçen ham maddelerin uluslararas› güvenlik mimarisini ilgilendiren özgün karakterini de yans›tmaktad›r. Makale, do¤algaz üzerine
olan uzlaflmazl›¤›n süratle yay›ld›¤›n›, Avrupa Birli¤ini (AB), Balkanlar›, Kafkaslar› da içine çekti¤ini irdeledikten sonra bölgedeki aktörlerin ç›karlar›n›n uzlaflt›r›ld›¤› çözüm önerilerini analiz etmektedir. AB ile
tam üyelik görüflmeleri yürüten, NATO üyesi olan Türkiye’nin, Rusya ve Ukrayna aras›ndaki do¤algaz
üzerine olan çekiflmede Avrupa enerji güvenli¤i aç›s›ndan önemini vurgulamakta ve bölgede kal›c› bir bar›fl›n, istikrar›n ve sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin sa¤lanmas›n›n alternatif bölgesel örgütlenmeler ile sa¤lanaca¤›n› önermektedir. Bu ba¤lamda makale, RCD, CENTO, ECO türü ittifaklar›n baflta AB olmak üzere, ABD ve genel olarak Bat› dünyas› ve de¤erleri için önemli çözümler getirebilece¤ini, Türkiye’nin de bu tür alternatif iliflki a¤lar› içinde, Bat› için anahtar ülke oldu¤unu ileri sürmektedir. Öte yandan makalede bahsi geçen alternatif örgütlenmelerin de hangi koflullarda gerçekleflebilece¤i ve bu tür
örgütlenmeleri tesis etmenin önündeki engellere dikkat çekilmektedir. Bu engellerden biri flüphesiz ABD
ve AB’nin öncelikler konusunda birbirlerine karfl›l›kl› güvensizlikleri, di¤eri ise küresel mali kriz yüzünden Bat› dünyas›n›n karfl›laflt›¤› kaynak s›k›nt›s›d›r. Bunlara, fiyat hareketlerine ba¤l› olarak uluslararas›
pozisyon belirleyen Rusya’n›n ham madde fiyatlar›n›n düfltü¤ü dönemlerde takip edece¤i siyasetin ne
olaca¤› konusundaki belirsizlik de eklenmelidir. Bu ba¤lamda makale, so¤uk savafl sonras›nda etkinli¤ini
yitirir gibi görünen Rusya’n›n yeni dönemde artan önemini ve enerji sorununun çözüm önerileri etraf›nda yeni güvenlik çevriminin ne olaca¤›n› analiz etmektedir.
ABSTRACT
The subject matter of this article is the recent commotion between Russia and the Ukraineç This commotion has occured around two strategically important raw-materials, the oil and the natural gas. It is
argued here that the security concern this commotion has created in the West is similar to that of the
cold war. In th›s article, after highlighting this renewed security issues, Russia’s expansionary motives
are scrutinized. Accordingly it is argued that the recent price increases of oil and natural gas ended with
Russia having excessive funds which led wealthier Russia to seek to improve her influence in the region,
akin to the Stalinist era. As such the disagreement between the Ukraine and Russia rapidly spread to
include the EU, Balkans and the Caucasus. The article progresses by proposing solutions that would
compromise the interests of the regional actors. In this regard the article argues that Turkey, a member of NATO and a candidate negotiating to become a full member to the EU, can play a vital role in
resolving disputes between conflicting actors. It is proposed that a peaceful and stable resolution to
such crisis as the one between Russia and the Ukraine can only come from establishing alternative
regional organisations similar to the former RCD, CENTO and ECO. The article further argues that such
organisations can be instrumental in promotiing Western type democratic values in the region. They
would also help enhancing economic and political stability and welfare of the peoples of the region.
However, there still exists difficulties in establishing such organisations, one of which relates to the differences in the priorities between the EU and the USA and the other is the limited resource availability imposed by the current global economic meltdown. In addition, unpredictability of Russia’s foreign
policy options during a period when the oil price declines is another obstacle. By this token, this article
analyzes that Russia, a fading power after the end of cold war appears to have bounced back economically and became once again one of the important international players to be reckoned with.
*Bu makale 5-6 Aralık 2008 tarihinde TASAM ve Polonya Dış İlişkiler Enstitüsü tarafından Polonya’nın Sopot şehrinde düzenlenen “Türkiye ve Avrupa Entegrasyonu AB-Türkiye İlişkileri: Avantajlar ve Dezavantajlar” başlıklı 1. AVRUPA – TÜRKİYE FORUMU’nda sunulan tebliğin genişletilmiş halidir.
**Kadir Has Universitesi, Ortadoğu ve Afrika Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
***Kadir Has Universitesi, AB Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
131
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
Giriş
Petrol ve doğalgazın uluslararası piyasalardaki fıyatlamaları diğer ham-maddelerin fiyatlamalarından ciddi farklılıklar göstermektedir. Bu ham-maddelerin çıkarılmalarından işlenmelerine, taşınmalarından depolanmalarına kadar her türlü işlem
aşaması uluslararası güvenlik stratejistleri tarafından izlenmekte. Özellikle son zamanlarda Rusya
ve Ukrayna arasında boy gösteren çatışma bu
ham maddelerin uluslararası güvenlik mimarisini
ilgilendiren özgün karakterini de yansıtması açısından da önemli. İlk başlarda çıkış nedeni pek
belli olmayan doğalgaz etrafındaki uzlaşmazlık süratle Avrupa Birliğini (AB), Balkanları, Kafkasları
da içine çekti. Bu bölgelerdeki aktörler doğalgaz
düğümünü çözmek için aktif olarak çözüm önerileri üretmeye başladılar.
132
Bu yazı, AB ile tam üyelik görüşmelerini yürüten,
NATO üyesi Türkiye’nin, Rusya ve Ukrayna arasındaki doğalgaz üzerine olan çekişmede, Avrupa
enerji güvenliği açısından önemini irdelemektedir.
Makale bazı çözüm önerileri sunmakta ancak bunların gerçekleşmesinin bazı koşullara bağlı olduğunu da ileri sürmektedir. Bir sonraki bölüm petrol
ve doğalgaz gibi ham madde deposuna sahip olan
Rusya’nın, SSCB’nin çöküşünden bu güne kadar
izlediği gelişme çizgisini analiz etmektedir. Ondan
sonraki bölümde Türkiye’nin, özellikle Rusya ve
Kafkasya arasındaki konumu anlatılmaktadır. Takip eden bölümde ise, Rusya’nın Ukrayna ile olan
çekişmesi ve bundan olumsuz etkilenen AB’nin
durumuna değinilmektedir. Son bölüm Rusya –
Batı çatışmasında alternatif politika seçeneklerini,
bu seçenekler arasında Türkiye’nin oynayabileceği rolün ne olabileceği üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Geçmişteki RCD, CENTO, ECO gibi örgütlenmelerin çözüm getirebileceği ileri sürülürken, bu tür
örgütlenmeleri gerçekleştirmek için bazı kısıtlamaların olduğu vurgulanmaktadır.
Rusya ve Enerji Kaynakları
Son dönemde yaşanan olayların da işaret ettiği gibi uluslararası güvenlik mimarisinin enerji sektörü
bağlamındaki en önemli aktörlerinden birisi de
Rusya Federasyonudur. Rusya’nın giderek hırçınlaşan konumunu doğru analiz edebilmek için yakın
dönemde bu ülkenin yaşadığı gelişmeler ele alınmalıdır.
Petrol ve doğalgaz fiyatları son iki yıldır çok geniş
bir aralık içinde vahşi dalgalanmalar kaydetmekteydi (Gas game: Losers all around, 20 Jan 2009).
Yakın zamana kadar petrol fiyatları tarihi rekorlar
kırarak varili 150 dolara kadar çıktı. Daha sonradan ise bir varil petrolün fiyatı 36 dolara kadar geriledi (EU Energy Security News EU Politics Today,18 Jan 2009). Petrolün fiyatındaki bu yükselişe ek olarak zirai mamüllerin uluslararası ticaretteki mübadele değeri de görülmemiş düzeyde rekor
artışlar kaydetti (EU Energy Security News EU
Politics Today,18 Jan 2009). Bu durum, dünyanın
en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip,
uçsuz bucaksız tarım arazileri ve büyük plantasyonlara sahip Rusya Federasyonu’nun elinde büyük miktarlarda servet birikmesine neden oldu.
Rusya Federasyonu dünyanın coğrafi bakımdan
en büyük yüzölçümüne sahip Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliğinin (SSCB) varisi. Bilindiği gibi SSCB, konvansiyonel ve nükleer silahların sayısı ve etkinliği ile silah altındakine ek olarak yedek
asker mevcudu bakımından dünyanın en büyük
ordusuna sahipti. Kızıl Ordu’nun varlığı, soğuk savaş döneminde, diğer güçlü orduların dünyanın
farklı bölgelerinde istedikleri gibi açık şiddet uygulamalarını engelliyordu. O dönemdeki oyunun kurallarının gerektirdiği biçimde, dünyanın en yaygın
ve etkin istihbarat teşkilatı KGB ile en acımasız
polis teşkilatlarından birine de sahipti SSCB. Dağılmadan önce nüfus bakımından dünyanın dördüncü kalabalık ülkesi olan Sovyetler Birliği, yukarıda belirtilen askeri gücüne ilaveten, iyi eğitim almış büyük bir insan kaynağına da sahipti (Roberts, 1969; Sharp 1969; Monaghan 2008). Askeri ve sosyal bakımdan güçlü olan bu ülke 1991’de
ABD’nin başlattığı Yıldızlar Savaşı projesine rekabet edemeyerek bir tek kurşun atamadan çöktü.
Sovyetler Birliğinin çöküşü Rus halkına sefalet ve
açlık getirdi. Onbeş yıl kadar Batı’nın ekonomik
yardımları ile belini doğrultmaya çalışan Rusya
Federasyonu, SSCB’nin dış borçlarını yeniden yapılandırdı. Rusya’ya ciddi boyutlarda ekonomik
yük teşkil eden SSCB bünyesindeki diğer ulusların
bağımsızlığını kabul ederek bu mali ve ekonomik
yükten kurtulmaya çalıştı. Sosyalist blok’un NATO’nun karşıtı olarak kurduğu Varşova Paktı lağvedildi. Sosyalist ülkelerin ekonomik teşkilatı COMECON veya CMEA (Karşılıklı Ekonomik Yardım
BATI ENERJ‹ GÜVENL‹⁄‹ VE TÜRK‹YE
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
Teşkilatı) dağıtıldı (Danilov, 2007). Böylece, bu
teşkilatları ayakta tutmak için her yıl sarfetmek zorunda kaldığı büyük miktardaki harcamalardan tasarruf eden Rusya Federasyonu Batı ile iyi ilişkiler
geliştirme yolunu seçti. SSCB’nin dağıldığı günden bugüne kadar geçen onaltı yıllık sürede Rusya Federasyonu ABD ve AB ile iyi geçinerek, soğuk savaşın mali yüklerinden kurtulmaya çalıştı.
Bu sayede ekonomik kaynaklarını iktisadi kalkınma ve vatandaşlarının refahının artması için kullanma yoluna gitti.
Soğuk Savaşın sona erdiği, SSCB’nin, Varşova
Paktı’nın, COMECON’un yani sosyalist blok’un
dağıldığı bu dönemde, Rusya Federasyonu Doğu
Almanya ile Batı Almanya’nın birleşmesine razı olmak zorunda kaldı. Birinci Körfez Savaşı sırasında Kuveyt’i işgal eden en sadık eski müttefiklerinden Irak’a karşı BM şemsiyesi altında ABD’nin bir
imha savaşı yapmasına karşı çıkamadı. Eskiden
kendi kontrolü altında bulunan Doğu Avrupa ülkelerinin Batı’nın askeri ve ekonomik teşkilatları olan
NATO ve AB’ye katılmalarına göz yumdu. Balkanlardaki en önemli müttefiklerinden olan Yugoslavya’nın parçalanıp, altı ayrı bağımsız devletin ortaya çıkmasını engelleyemedi. Bütün itirazlarına ve
karşı koymalarına rağmen, önce Karadağ sonra
da Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasına, bunların
egemen devletler olarak tanınmasına, böylece de
Sırbistan’ın gittikçe küçülmesine ve denizlerle irtibatının kesilmesine mani olamadı (Haftendorn,
2007; Oztek, 2008).
Rusya aynı şekilde Ukrayna’da, Batı’nın desteği
ile gerçekleştirilen ve Batı yanlısı olarak nitelendirilen ‘orange revolution’u da engelleyemedi. Bilindiği gibi Ukrayna’da 2004 başkanlık seçimlerinden
sonra Rusya’ya yakın olan Viktor Yanukovich’in
galip ilan edilmesi üzerine protestolar başlamış,
bu gösteriler Kasım 2004’den Ocak 2005’e kadar
devam etmiş ve sonunda Ukrayna Yüce Divanı’nın kararıyla Batı yanlısı olduğu iddia edilen Viktor Yushenko’ya başkanlık devredilmişti (Moscow,
Kiev compete with rival ‘gas summits’2009).
Yeni Rusya Politikaları
Rusya’nın giderek azalan etkisi son iki yılda büyük
oranlarda artan petrol, doğalgaz ve tarımsal ürün
fiyatları nedeniyle değişmeye başladı. Yukarıda’da
belirtildiği gibi petrol, doğalgaz, altın ve tarımsal
ürünler açısından dünyada sayılı bir yeri olan Rusya Federasyonu giderek zenginleşmeye başladı.
Rusya’da iktisadi refahın artması geleneksel olarak muhafazakar olan orta sınıfların hızla kalkınmasını da getirdi.
Zenginleşme, 2000 – 2008 arasında devlet başkanlığını yürüten KGB kökenli devlet adamı Vladimir Putin’in Batı’ya karşı ulusal Rusya Federasyonu’nun çıkarlarını koruyan bir politika takip etmesine izin verdi. Bu durum, özellikle Boris Yeltsin döneminde komikleşen Rus uluslararası ilişkilerinden farklı bir görüntü oluşturmaktaydı. Putin,
SSCB’deki eski ortaklarla birlikte hareket etmeyi,
Batı’ya karşı daha dirayetli politikalar uygulamayı
benimsedi. Devlet başkanlığı görev süresi dolan
Putin’in yerine kendisiyle fikir birliği içinde olan
Dmitri Medvedev geçti (LaFeber, 2008). Putin
kendisine de güçlü Başbakanlık makamını alarak
Rusya’yı, SSCB dönemine benzer bir şekilde ‘büyük devlet politikaları’ etrafında yöneteceğinin açık
işaretlerini vermeye başladı.
Bu işaretleri en belirgin biçimiyle, 2007 sonunda
süresi dolan AB - Rusya Stratejik Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmasının süresinin uzatılmasının reddi,
AB ile stratejik konularda işbirliğinin askıya alınmasında görürüz. Daha belirgin başka bir örnek,
Batı yanlısı politika izleyen Gürcistan devlet başkanı Saakaşvili’nin, Ağustos 2008’de son derece
acemice gerçekleştirdiği Güney Osetya işgaline
yanıt olarak Rusya’nın kalkıştığı askeri işgal harekatıdır. Burada Saakaşvili’nin Rusya’nın kışkırtmalarının anlamını doğru bir şekilde okuyamamasının rolü büyüktür (Winrow, 2008).
Rusya en yetkili ağızlardan artık Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün sona erdiğini söylemektedir. Güney Osetya ve Abhazya’nın bundan sonra Gürcistan’dan ayrılarak bağımsız olacaklarını iddia ederek bir bakıma Sırbistan’ın intikamını almaya çalışmaktadır (Ganzle, 2007). Ama bundan da önemli
olan, Rusya, Batıya kendi hinterland’ında kendisinin dahil olmadığı bir şiddet uygulanmasına izin
vermeyeceğinin işaretini vermesidir.
Tüm bu gelişmeler içinde enerji sektörü odak noktadadır. Bu bağlamda, Batı ile Rusya’nın yaşadığı
etki alanı çatışmasının gerçekleşeceği sektör durumundadır artık enerji sektörü. Böylece, zaten
son derece nev-i şahsına münhasır ham maddeler
133
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
olan petrol ve doğalgaz’ın varlığı ve yokluğu uluslararası stratejik çatışmaların da belirleyicisi olacaktır. Gürcistan müdahalesi Rusya için artık petrol ve doğalgaz’ın bu tür bir stratejik kaldıraç olarak kararlı bir şekilde kullanılmaya başlanmasının
miladıdır.
Burada en belirgin olarak ortaya çıkan ham madde fiyatlarındaki artışa göre tavır değiştiren Rusya’nın ham madde fiyatları düşüşe geçtiği zaman
ne yapacağı konusundaki belirsizliktir. Fiyatların
düşüşe geçmesiyle Rusya agresifleşecek midir
yoksa fiyatları manüpüle etmek için alternatif yollar mı arayacaktır. Bir sonraki bölüm bu tür sorulara yanıt aramaktadır.
Rusya – Kafkaslar ve Türkiye
134
Aslında petrol ve doğalgazın uluslararası stratejik
kaldıraç olmaları yeni bir olgu değildir. Çok daha
önceleri, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı etrafında da bu tartışmalar yapılmıştır. ABD ve İngiltere tarafından uygulamaya konulan ve AB tarafından da desteklenen BTC’ye alternatifler aramaya
çok önceleri başlamış olan Rusya, petrol ve doğalgazın stratejik mal olma konumlarını elbette bilmekteydi. Ancak bilmek ve yaptırım aracı olarak
kullanabilmek iki ayrı süreçtir. İkincisi bilinçten öte
birşeyleri, örneğin güçlü bir iktisadi alt-yapıyı gerektirir. Rusya BTC’yi devre dışı bırakacak alternatifler arayarak yola çıkmış, BTC boru hattının devre dışı bırakılacağı bizzat Putin’in başdanışmanı
tarafından ifade edilmiştir (Doğalgazda umutlar
Nabucco’da, 2009). Bu sadece Batı yanlısı politikalar izleyen Azerbaycan ve Gürcistan’ı dize getirme planı değil aynı zamanda Türkiye’nin de bertaraf edilmesi stratejisidir.
Rusya’nın inşa edeceği alternatif enerji yolları Türkiye’yi sadece mali ve iktisadi kayıplara uğratmayacak aynı zamanda Asya’nın zenginlikleri ile AB
arasındaki stratejik kaldıracı da elinden alacaktır.
Bu şekilde Rusya, AB ülkelerinin önem verdikleri
enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden geçmesine
alternatif yaratacak, dolayısıyla Türkiye’nin ABD
ve AB için vazgeçilemez bir partner olmasına engel olacaktır. Bu, Türkiye’nin AB’yle arasına set
çekme politikasına da somut bir örnek teşkil etmektedir. Bu politikanın diğer bir önemli ayağı, enerji
kaynaklarının vanasını elinde bulunduran Rusya’nın, enerji fiyatlarının nasıl biçimleneceği konusunda da mutlak hakim olmasının sağlanmasıdır.
Rusya – Ukrayna Enerji Krizi ve AB
Doğalgaz ve Orta-Doğu petrollerinin tedarikinde
yaşanan sorunlar AB’yi çok ciddi şekilde endişelendirmekte ve önlemler almaya zorlamaktadır.
2008 Temmuz ayında Rus doğalgazının hem fiyatının % 80 oranında artması hem de Ukrayna üzerinden AB ülkelerine giden boru hattının vanasının
kapatılması, Orta Avrupa ülkelerinde onlarca kişinin donarak ölmesine ve üretimin kısılmasına neden olmuştur. Dünya’da yaşanan küresel finansal
kriz neticesinde uluslararası ticaretin daralması ve
bütün dünya çapında mal-emtia ve hammadde talebinin muazzam şekilde düşmesi neticesinde petrol fiyatları 2008’in son aylarında üçte birden de az
bir fiyata düşerken, Rusya defalarca söz vermesine rağmen doğalgaz fiyatını ucuzlatmamıştır
(Moscow, Kiev compete with rival ‘gas summits’,
2009). Ukrayna’ın Batı kampına dahil olup, NATO’ya girmesine ve AB ile işbirliği ve ortaklık anlaşması yapmasına karşı çıkmış, Putin’in ağzından ‘ülkenin durumu’ konuşmasında olduğu gibi
ciddi bir Amerikan karşıtlığını yayan retorik kullanmaya başlamıştır. Ukrayna’ya verdiği doğalgazın
hem fiyatını artırmış hem de önce miktarını azaltmış, sonra da tamamen kesmiştir. AB, Orta Asya
ve İran doğalgazının Türkiye üzerinden NABUCO
Projesi kapsamında Avrupa’ya ulaştırılması gibi
sadece ekonomik önlemler almakla bu sorunu
aşamamış ve aksine kısa vadede sorun gittikçe
daha da kötüleşmiştir.
Son zamanlardaki AB zirvelerinde ekonomik tedbirlerin yanısıra artık stratejik ve siyasi önlemlerin
alınması da gündeme gelmektedir. Rusya’ya karşı
AB Ortak Dış ve Güvenlik Politikası kapsamında
NATO’nun da imkanlarından istifade ederek stratejik önlemler alınması konusunda çalışmalar başlatmıştır. Bu kapsamda AB Dönem Başkanı Sarkozy ve AB Ortak Dış ve Güvenlik Yüksek Komiseri eski NATO Genel Sekreteri Javier Solana son
3 ayda 2 kez Moskova’yı ziyaret ederek AB’nin bu
konudaki hassasiyetini ve sert önlemler almaktaki
kararlılığını Putin ve Medyedev’e iletmişlerdir.
En son olarak, Rusya ve Ukrayna arasındaki enerji krizinin tırmanması üzerine 2004 senesinden bu
yana ilk kez Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye – AB ilişkilerini görüşmek üzere, yanında yeni başmüzakereci ve Dev-
BATI ENERJ‹ GÜVENL‹⁄‹ VE TÜRK‹YE
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
let Bakanı Egemen Bağış ve Dışişleri Bakanı Ali
Babacan olmak üzere Brüksel’e gitmiş ve AB yetkilileriyle görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmelerde
AB tarafı Orta Asya doğalgazını Türkiye üzerinden
Avrupa’ya taşıyacak Nabuco Projesinin bir an önce hayata geçirilmesini istemiş, Türkiye buna karşılık AB tam üyelik görüşmelerini gündeme getirerek müzakerelerin çok yavaş yürüdüğünü vurgulamış ve enerji başlığının açılmasını veto eden Yunanistan ve Kıbrıs’dan şikayetçi olarak, bu vetoların kalkmaması durumunda Nabuco Projesinin gecikebileceğini ima etmiştir. Bu vurgu AB’de derhal
yankılanmış ve Türkiye AB’yi köşeye sıkıştırdı yorumlarına neden olmuştur (Turkey plays energy
card in stalled EU accession talks, 20 January
2009). Bu kapsam çerçevesinde Türkiye, AB’nin
vazgeçilmez bir ekonomik ve stratejik partneri olarak, Nabuco gibi projelere destek verip faaliyete
geçmesini hızlandırma insiyatifini elinde bulunduran, bu sayede, AB’yi, Rusya’nın tasallutundan
kurtarabilecek ülke konumuna yükselmiştir.
büyük zararı AB ülkeleri görmektedir. Şimdiden
Macaristan, Avusturya, Çek Cumhuriyeti gibi Orta
Avrupa ülkeleri vatandaşları arasında soğuktan
ölümler başgöstermiş ve geleneksel ısınma yollarına başvurmaya başlanmıştır (EU Energy Security News EU Politics Today,18 Jan 2009). Bu krizin etkisinin 2009’un ilerleyen aylarında bütün AB
ülkeleri ile Balkanlarda daha da artacağını, sınai
üretimin düşeceğini, AB ekonomisinin daralacağını ve Avrupa’da yaşayanların daha büyük sıkıntı
içine düşecekleri konusundaki beklenti yaygındır.
Zaten, enerji kaynakları bakımından %90, gıda
maddeleri bakımından %50 oranında dışarıya bağımlı olan AB’nin, Rusya’nın bu yeni hamlesinden
etkilenmemesi beklenemezdi (Moscow eyes panEuropean security, 18 Dec 2008). Rusya’nın bu agresifleşen politikası nedeniyle AB bazı hayati ihtiyaç
maddelerinin tedarikinde zor duruma düşmüştür.
Yukarıda anlatılan gelişmeler Rusya’nın konumunun değiştiğini, doğalgaz ve petrol gibi ayrıcalıklı
ham maddelere sahip olduğu için başta Avrupa ve
Kafkaslar olmak üzere dünyada daha etkili olmak
istediğinin göstergeleridir. Artan fiyatların etkisiyle
kendisini zengin ve müreffeh ülke olarak gören
Rusya uluslararası platformda yeniden etkin bir
devlet olmak yolunda yürümektedir. Bu noktada
Türkiye’nin uluslararası güvenlik mimarisindeki
önemi de ön plana çıkmaktadır.
Putin’in Rusyası bununla da kalmamış, kendi
enerji kaynaklarının Batıya transit geçiş ülkesi
olan Ukrayna’nın iç işlerine karışarak, devlet başkanı Viktor Yushenko’yu devre dışı bırakmaya çalışmıştır. Dünya’nın en büyük ve bereketli tarım
arazilerine sahip Ukrayna’nın, Gürcistan ile birlikte
NATO’ya girmesine mani olmak istediği de bilinmektedir. Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’
ya üye olmasını doğrudan Rusya’ya karşı yapılmış
bir tehdit olarak algılayacağını beyan etmiştir.
2009 yılına girmeden iki gün önce, kış soğuklarının en fazla hissedildiği günlerde Ukrayna’nın aksi iddialarına rağmen parasını ödemediği gerekçesiyle verdiği doğalgazı kesmiştir Rusya. Ukrayna’da, Avrupa’ya kendi toprakları üzerinden giden
doğalgazı engellemeye başlamıştır. 2009 yılının
Ocak ayının ilk haftasında ise Rusya Ukrayna
üzerinden Batı’ya sevkettiği bütün doğalgazı kesmiş ve vanaları tamamen kapatmıştır. Bundan en
Aslında bu şekilde Rusya’ya bağımlı olması
ABD’nin AB’ye yaklaşımında güvensizlik yaratmaktadır. Bu durum Rusya’nın enerji kaynakları ve
fiyatları üzerindeki mutlak hakimiyetini azaltacak
birtakım uluslararası örgütlerin kurulması önünde
engel teşkil etmektedir. ABD, enerji bağımlısı olan
ve her an Rusya ile anlaşmaya hazır olan bir
AB’ye kuşku ile bakmaktadır (Cameron, 2007).
Rusya ve AB Güvenlik Çevrimi
Bugün Rusya’nın dış ticaret hacmi yüz milyarlarca
dolar fazla vermekte, orta sınıfı rahat bir yaşam
sürmekte, sosyalist prensipler yüzünden üretim etkinliği olmasına dikkat edilmeyen SSCB’den kalma işe yaramaz fabrikalar, çiftlikler, üretim tesisleri modernleştirilmekte veya yenileri kurulmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi, ABD ve AB’nin stratejik olarak çok önem verdiği Ukrayna ve Kafkasya’da Batı’ya karşı taaruza geçmesinin ardında bu iktisadi refah yatmaktadır. Bu durumu, 1943’de Stalingrad’da
saldırgan Hitleri durdurup, karşı saldırıyı başlatarak
başarılı bir baskı rejimiyle tüm Doğu Avrupa’yı elli
sene demir yumruğu altında tutan Stalin’in başlangıç manevralarına benzetenler de vardır.
Ancak o dönemle bugün arasında ciddi bir fark
vardır. Stalin Rusya’sı Hitleri durdurup karşı saldı-
135
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
rıya geçmesinde ABD ve İngiltere’den aldığı askeri ve ekonomik yardımın önemi büyüktü. Stalin bu
yardımlar sayesinde Berlin’e girebilmişti. Bugün
ise tam tersi bir durum vardır. Bugün, ABD ve İngiltere Rusya’ya destek olmak konusunda isteksizler. NATO ve AB Rusya’ya karşı çok sert demeçler vermiş ve askeri önlem dahi alınabileceğini ima etmiştir. G-8 aralarından Rusya’yı çıkartıp
yeniden G-7 halini alma yolunu araştırmaktadır
(Galtung, 1942; Haftendorn, 2007; Oztek 2009).
136
Rusya’nın başkenti Moskova’da yapılan AB, Ukrayna, Türkiye ve diğer bölge ülkelerinin katıldıkları toplantı çözümsüzlükle sonuçlanmışken daha
sonra Tymoshenko ve Putin’in başbaşa yaptıkları
görüşmeler Reuters haber ajansının belirttiği gibi
Rusya’nın zaferiyle sonuçlanmıştır. AB ile ABD’nin
öncelikler konusundaki görüş ayrılığı, Rusya’nın
daha somut bir şekilde çıkarlarının peşinde koşması sonucu Ukrayna Rusya’nın önerilerini kabul
etmiştir. Rusya ile Ukrayna’nın uzlaşısının detayları bu makale yazılırken henüz bilinmemektedir.
Ancak bu anlaşmaya göre Ukrayna Rusya’ya kendi kullanımı için ithal ettiği doğalgazın piyasa fiyatını ödemeyi taahüt etmiştir. Ukrayna topraklarından transit geçen gazın ücretini geçen seneki fiyatdan alırsa Rusya’ya ödediği gaz faturasının
yüzde 20sini geri alacaktır. Her iki taraf, RosUkrEnergo gibi şirketlerin yaptıkları aracılığı iptal edeceklerini açıklamıştır. Eğer gerçekleşirse bu şartlar
Ukrayna’nın geçen sene ilk önce kabul ettiği ama
sonradan çok ağır olduğu gerekçesiyle Cumhurbaşkanı Viktor Yushchenko’nun reddetiği şartlardan daha ağırdır.
Geçen sene Ukrayna 100 metreküplük gaza 250
dolar ödemeyi kabul etmişti. Bu rakam en son anlaşma çerçevesinde 360 dolara tırmanacaktır.
Hernekadar Rusya başlangıçta 100 metrküp için
450 dolar istemişse de üzerinde anlaşılan rakkam
Ukrayna için çok yüksektir (Gas game: Losers all
around, 20 Jan 2009,). Cumhurbaşkanı Yushchenko bu anlaşmayı tekrar veto etmek zorunda
kalabilir.
Rusya komşusuyla yaşadığı on dokuz günlük gaz
çekişmesinden galip çıkmaktadır. Bütün bu çekişme Rusya’nın kendi gündemini takip etmek için
Batı dahil hiçkimseyi kaale almadığını göstermektedir. Putin, bir yandan AB gözünde güvenilemez
biri olarak yara alırken diğer yandan Rusya’daki
popülaritesini arttırmıştır. Ruslar artık aradıkları
türde ülkelerinin ihtiyaç duyduğu güçlü bir lidere
kavuştuklarını düşünmeye başlamışlardır.
Türkiye ve ‘Kafkasya İstikrar Paktı’
Türkiye hükümetinin Kafkaslardaki çatışmaların
durdurulması ve sürekli barışın tesisi için önerdiği
bir “Kafkasya İstikrar Paktı” projesi genel olarak
olumlu karşılanmıştır. Öte yandan bu paktın Rusya’nın isteklerini engelleyemeyeceği, aksine stratejik ve siyasal olarak etkinliğini daha da artıracak
sonuçlara yol açabileceği de iddia edilmektedir. Bu
yüzden ABD bu plana karşıdır. İkinci olarak, her
nekadar Gürcistan ve Azerbaycan yer alsa da, Batılı ülkelerin dahil olmadığı ama genişlemeci Rusya ve Türkiye’ye çok da fazla dostane olmayan bir
Ermenistan’ın yer aldığı İstikrar Paktı ancak ve ancak Rusya ile Ermenistan’ın işine yarayabileceği
inancı hakimdir.
Ermenistan bugün Azerbaycan’ın %20 toprağını
Rusya desteğiyle işgal etmektedir. Bahsi geçen İstikrar Paktı’nın bu durumu meşrulaştıracağı ve
Dağlık Karabağ’daki Ermeni kontrolünü kalıcı hale
dönüştüreceği çekincesi bulunmaktadır (Celikpala, 2008). BTC vasıtasıyla Azeri ve Türkmen petrol
ve doğal gazının Türkiye üzerinden Batıya akışının böylece kesilebileceği, Türkiye’yi ABD ve
AB’den uzaklaştırabileceği yaygın olarak kabul
görmektedir. Bu görüşler ışığında bu tür bir ittifak
girişimi Türkiye’yi, Rusya’ya bağımlı hale getirebilir. Ayrıca, Avrasya bölgesinde hiç bir ekonomik-siyasi-askeri ve stratejik önemi olmayan, açlık ve
sefaletle boğuşan Ermenistan’a uluslararası politikada bu kadar önemli bir rol verilmesine karşı güçlü bir muhalefet bulunmaktadır. Özellikle, komşu-
BATI ENERJ‹ GÜVENL‹⁄‹ VE TÜRK‹YE
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
larına karşı saldırgan politikalar izlemekten vazgeçmediğine değinilen Ermenistan’ın bu siyasetinden vazgeçmedikçe barışa katkı yapacağı görüşü
naif bir inanç olarak değerlendirilmektedir.
Komşularıyla arasındaki sorunlarını halletmek
üzere harekete geçmiş olan Türkiye, bu dönemde
kendisiyle yakın olan Azerbaycan ve Gürcistan gibi ülkelerle ilişkilerinde yara açmadan ilerlemeye
dikkat etmelidir. Bu ülkelerde, örneğin Türkiye
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün futbol maçı münasebetiyle birkaç saatlik de olsa Ermenistan’a
yaptığı resmi ziyaretin çok hoş karşılanmadığı bilinmektedir.
Peki, uluslararası stratejinin pekçok değişkeni çerçevesinden bakıldığında Türkiye’nin önünde ne
tür alternatifler bulunmaktadır: Bir sonraki bölüm
bu sorunun yanıtını arayacaktır.
Rusya – Batı Çatışmasının Alternatif Politikaları ve Türkiye’nin Konumu
Herşeyden önce Türkiye kendi çıkarlarının ve önceliklerinin ne olduğunu iyi tartmalıdır. Buna göre,
yapıldıktan sonra bozulması çok güç olacak ve
kendi kontrolü dışında bağlayıcı olacak ortaklıklardan kaçınmalı, kendi gücüne oranla bir tür siyasi
manevra esnekliği içinde hareket edebilmelidir
(Baran, 2007; The return of missile diplomacy, 12
Nov 2008). Bugün bu tür gerekleri yerine getirecek
bir ittifak politikasının en kıymetli tarihi örneği
CENTO’dan gelmektedir.
Bilindiği gibi CENTO, 1958 yılında Irak’taki Batı
yanlısı krallık rejiminin yıkılıp Sovyet yanlısı Baas
rejiminin kurulmasıyla işlevsiz kalan Bağdat Paktı’nın yerine kurulmuştu. Bu ittifak 1979’da İran’da,
Batı yanlısı Şah Rıza Pehlevi rejiminin yıkılıp yerine şeriat hükümlerine dayalı Humeyni rejiminin
kurulmasıyla son bulmuştu (Fischer, 1985; LaFeber, 2008). Türkiye bugün bölgedeki diğer ülkelerin de üye olduğu CENTO türü bir yapılanmaya
öncülük edebilir. Ancak bu tür bir örgüt, işlevselliği
açısından önceki CENTO’dan farklı olmalıdır.
Bilindiği gibi CENTO türü örgütler, soğuk savaş
döneminde Batı ve özellikle ABD’nin “containment” (çevreleme) politikası kapsamında SSCB
etrafında askeri ve ekonomik örgütler kurdurarak
sosyalizmin yayılmasını önce durdurmak ve sonrada çökertmeyi hedeflemişti. Bu kapsamda ABD,
Balkan Paktı, CENTO, ekonomik kanadı olan
RCD, SEATO ve ANZUS askeri ve ekonomik uluslararası örgütlerini kurdurarak SSCB’yi dört bir
yandan çevirmiş savaşlara ve yoksulluğa neden
olarak, demokrasinin evrensel ilkelerini soyut bir
‘komünizm’ düşmanlığı adı altında ayaklar altına
almıştı (Boulding, 1965; Cameron, 2007, La Feber, 2008).
Bu ‘containment’ politikasının güney halkası Türkiye – İran – Pakistan - İngiltere ve ABD’nin kurduğu Merkezi Antlaşma Teşkilatı (Central Treaty Organisation - CENTO), ekonomik olarak da Türkiye
- İran ve Pakistan’ın oluşturduğu Kalkınma İçin
Bölgesel İşbirliği Teşkilatı (Regional Co-operation
for Development - RCD) idi. Ancak İran İslam Devrimi sonucu yaşanan değişiklikler, CENTO ve
RCD’nin feshedilmesine neden olmuştu.
Öte yandan, İran - Irak savaşı, Tahran’daki ABD
elçiliğinin işgali gibi olaylar nedeniyle, İran’a yaptırımlar uygulanmaya başlamış, silah ve ekonomik
ambargo başlatılmış ve İran’ın yurtdışındaki 150
milyar dolarlık mal varlığı dondurulmuştu (Ganzle,
2007; Celikpala, 2008). Bu yaptırımlar sonucu İran
yumuşayarak 1983’te RCD yerine Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın (Economic Co-operation Organisation – ECO) kurulmasını onaylamıştı. 1989’da
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından teker teker
SSCB’den bağımsızlıklarını kazanan Orta-Asyadaki Türki Cumhuriyetler, Azerbaycan, Türmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan ile Afganistan’da bu yeni teşkilata tam üye olmuşlar,
KKTC’ye ise gözlemci üye statüsü verilmiştir. Türkiye ve diğer Türki Cumhuriyetler için son derece
yararlı ekonomik sonuçlar yaratabileceği açıklık
kazanan ECO’nun merkezi Tahran’da olduğu ve
yönetim İran’lıların kontrolünde olduğu için ABD
bu uluslararası ekonomik örgütün verimli çalışmasına engel olmaktadır. Bu örgüt, Türkiye’nin AET
ile yapmış olduğu 1970 tarihli Katma Protokol ve
AB ile imzaladığı 1995 tarihli Gümrük Birliği Anlaşması ile uyumlu olarak AB için de yararlı olabileceği ileri sürülmektedir (Doğalgazda umutlar Nabucco’da, 2009).
Sonuç
Bu noktada, ABD başkanlık görev devir-teslimi yapılmadan önce İsrail’in Gazze’ye başlattığı askeri
harekatın ardından İran’a yapılacak herhangi bir
137
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
138
müdahale’nin CENTO’nun yeniden oluşmasına,
bunun halihazırda gayri faal durumdaki ECO ile
birlikte çalışarak Batılı değerlerin bölgede yaşamasına olanak sağlayacağı görüşü de güç kazanmaktadır. Böylece bölgede hem hızlı bir ekonomik
kalkınma ve refah artışının sağlanmasına, hem de
Stalin tipi uygulamaları tekrar gündeme getirmeye
başlamış olan Rusya’nın etki alanının sınırlanmasına yararlı olacağı iddia edilmektedir. Uzun erimde, bölgede kalıcı barış, istikrar ve sükunet sağlanması askeri bir örgüte gerek bırakmayacak,
CENTO’nun ECO ile entegrasyonuyla tek örgüt
aynı bünyede birleşebilecektir. Buna en iyi tarihi
örnek, 1948’de kurulan uluslararası kollektif güvenlik teşkilatı Batı Avrupa Birliği’nin (BAB), NATO’nun mevcudiyeti ve soğuk savaşın sona erişiyle işlevsiz kalması ve kendisinden on yıl sonra kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) güvenlik ve savunma boyutu olarak dahil edilmesidir.
Böylece temelde gümrük birliğine dayanan uluslarüstü ekonomik bir teşkilat olan Avrupa Topluluğu, bu sayede günümüzde henüz zayıf da olsa askeri boyutu da içeren siyasi bir birlik olarak AB adını almıştır. Her iki dünya savaşından da ekonomisi
çökmüş halde çıkan ve Doğu ve Batı diye ikiye bölünen Avrupa, OECD – BAB - NATO ve AB sayesinde yeniden birleşmiş ve günümüzde dünyanın
en büyük ekonomik ve siyasi gücü haline gelmiştir.
Bu başarılı örnekten yola çıkarak yeniden kurulacak CENTO ve yenilenecek ECO sayesinde Kafkasya ve Orta-Asya’da da Avrupa’da olduğu gibi
daimi barış ortamı tesis edilebileceğini, bölgedeki
zengin enerji kaynakları ve tarımsal potansiyel sayesinde de dünyanın refah seviyesi yüksek bölgelerinden biri haline gelebileceğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Bu durumun elde edilmesi bölgesel bir lider olarak dünya politikasında önde gelen
aktörlerden biri olan Türkiye’nin insiyatifinde gerçekleşeceği açıktır.
Ancak bu tür bir işbirliği anlaşmasının gerçekleştirilmesinde ciddi engeller de vardır. Bunlardan şüphesiz birincisi içinde yaşanılan küresel iktisadi
krizdir. Bu kriz kaynak kullanımındaki öncelikleri
değiştirmiştir. ABD ve AB, CENTO türü bir oluşuma kaynak aktarmada zorlanabilir. İkincisi, yukarıda da bahsedildiği gibi ABD doğalgaz bakımından
Rusya’ya bağımlı bir AB’yi güvenilir addedmemektedir. ABD ve AB’nin enerji politikalarının aynılaş-
ması uzunca bir süre daha alacaktır. Bu gerçekleşinceye kadar ABD ve AB’nin, CENTO türü bir oluşuma destek vermesi uzak bir ihtimaldir. Üçüncü
engel, uluslararası siyaset belirlemede ham madde fiyatlarının hareketine bağlı olan Rusya’nın politik belirsizlikleridir. Bugün Kuzey Afrika’ya kadar
uzanarak oradaki doğalgaz ve petrol kaynaklarını
satın almayı hedefleyen, Suriye’de kurulu askeri
üssünü doğalgaz deposu haline getirmeye çalışan
Rusya, CENTO, ECO, RCD gibi bir örgütün içinden ve dışından ittifaklarla bu tür bir oluşumu zayıflatabilir.
Tüm bu gelişmeler ve alternatif arayışları bundan
böyle uluslararası güvenlik mimarisinde Putin’in
yönetimindeki Rusya’nın artan önemine işaret etmekte, dünya barışı, iktisadi refahı ve istikrarı için
bu gücün dikkate alınmasını dayatmaktadır.
BİBLİOGRAFYA
Adam Roberts (1969), Civilian Defence Peace
News Pamphlet, 5 Caledonian Rd, London.
Andrew Monaghan (2008) Russian Oil and EU
Energy Security, www.weltpolitik.net/attachment/0644a930ba1074b5cca2acd4809cbed5/373
956960a10cfad6e3d072770efc2b6/05(65).pdf
Dietrich Fischer (1985), Preventing war In the
Nuclear Age, Trenton: Rowman and Littlefield.
Dmitry Danilov (2007), “Russia and the ESDP:
Partnership Strategy versus Strategic Partnership”, in, The Changing Politics of European Security, Europe Alone, (eds), Stefan Ganzle ve Allen
G. Sens, New York: Palgrave Macmillan, pp. 135
- 160.
Fraser Cameron (2007), “Transatlantic Differences on Security Perceptions and Responses”, in,
The Changing Politics of European Security, Europe Alone, (eds), Stefan Ganzle ve Allen G.
Sens, New York: Palgrave Macmillan, pp. 67 87.
Gareth M. Winrow (2008), “Energy Security and
the Caucauses”, in, The Caucasian Challenge: Interests, Conflicts, Identities, (ed.) Cengiz Cagla,
Istanbul: Foundation for Middle East and Balkan
Studies and Yildiz Technical University, Department of Political Science and International Relations, pp. 29-44.
BATI ENERJ‹ GÜVENL‹⁄‹ VE TÜRK‹YE
Doç. Dr. Sedat AYBAR, Yrd. Doç. Dr. U¤ur ÖZÜLKER
Gene Sharp (1969), The Politics of Nonviolent
Action. Pilgrim, Philadelphia 1969, 896 pp.
- (2008), Moscow eyes pan-European security, 18 Dec
2008,
Guner Oztek (2008), “Introductory Remarks”, in,
The Caucasian Challenge: Interests, Conflicts,
Identities, (ed.) Cengiz Cagla, Istanbul: Foundation for Middle East and Balkan Studies and Yildiz Technical University, Department of Political
Science and International Relations, pp. 11 - 14.
http://www.isn.ethz.ch/isn/Current-Affairs/Security-Watch/Detail/?ots591=4888CAA0-B3DB1461-98B9-E20E7B9C13D4&lng=en&id=94871
Helga Haftendorn (2007), “From an Alliance of
Commitment to an Alliance of Choice: the Adaptation of NATO in a time of Uncertainty”, in, The
Changing Politics of European Security, Europe
Alone, (eds), Stefan Ganzle ve Allen G. Sens,
New York: Palgrave Macmillan, pp. 161 - 179.
Johan Galtung (1942), There are Alternatives.
Four Roads to Peace and Security, Chester
Springs: Defour.
Kenneth Boulding (1965), Conflict and Defence:
A General Theory, New York: Harper.
Mitat Celikpala (2008), “Turkey and the Caucasus: A Regional ‘Giant’ or a Neglected Actor”, in,
The Caucasian Challenge: Interests, Conflicts,
Identities, (ed.) Cengiz Cagla, Istanbul: Foundation for Middle East and Balkan Studies and Yildiz Technical University, Department of Political
Science and International Relations, pp. 45 – 58.
Stefan Ganzle (2007), “The European Neighbourhood Policy: a Strategy for Security in Europe?”,
in, The Changing Politics of European Security,
Europe Alone, (eds), Stefan Ganzle ve Allen G.
Sens, New York: Palgrave Macmillan, pp. 110 –
134.
Walter LaFeber (2008), America, Russia, and the
Cold War, 1945 – 2006, New York: McGrawHill.
Zeyno Baran (2007), “EU Energy Security: Time
to End Russian Leverage”, September 7, 2007,
www.eurasianpolicy.org/index.cfm?fuseaction=publication_details&id=5110&pubType=CEES_Articles - 23k –
- (2008), The return of missile diplomacy, (12
Nov 2008), http://www.isn.ethz.ch/isn/Current-Affairs/Security-Watch/Detail/?ots591=4888CAA0B3DB-1461-98B9E20E7B9C13D4&lng=en&id=93732
- (2009), Gas game: Losers all around, 20 Jan
2009,
http://www.isn.ethz.ch/isn/Current-Affairs/Security-Watch/Detail?id=95562%26lng=en
- (2009), Moscow, Kiev compete with rival ‘gas
summits’
http://www.euractiv.com/en/energy/moscow-kievcompete-rival-gas-summits/article-178568
- (2009), Turkey plays energy card in stalled EU
accession talks, 20 January 2009,
http://www.euractiv.com/en/enlargement/turkeyplays-energy-card-stalled-eu-accession-talks/article-178623
- (2009), EU_cautious_over_Russia-Ukraine_gas_deal,
http://www.euractiv.com/en/energy/eu-cautiousrussia-ukraine-gas-deal/article-178580
- (2009), EU Energy Security News EU Politics
Today,18 Jan 2009, eupolitics.einnews.com/news/eu-energy-security
- (2009), Doğalgazda umutlar Nabucco’da,
http://www.euractiv.com.tr/enerji/article/dogalgazda-umutlar-nabuccoda-004177
- (2008) “AB’den Rusya ve Ukrayna’ya sorunun
çözümü için son uyarı”,
http://www.euractiv.com.tr/enerji/article/abden-rusya-ve-ukraynaya-sorunun-cozumuicin-son-uyari-004190
139
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
O¤uzhan KÖSE*
Postmodernism
ÖZET
Postmodernism is one of the most important approaches in international relations. The world has
changed. International institutions, non-governmental organisations and small groups are influential. Postmodernism gave us different definitions and ideas. It does not mean that postmodernism
has a magic. Even definition of postmodernism is not certain. In this article I will try to find out the
strengths and limitations of post-modern approach to international relations.
ABSTRACT
Postmodernizm uluslararas› iliflkiler teorisinin en önemli yaklafl›mlar›ndan birisidir. Dünya art›k
de¤iflmifltir. Uluslararas› örgütler, sivil toplum örgütleri ve küçük gruplar etkili aktörler haline
gelmifltir. Postmodernizm bizlere farkl› tan›mlamalar ve fikirler sunmaktad›r. Tüm bunlar postmodernizmin herfleyi çözecek bir sihire sahip oldu¤u anlam›n› tafl›mamaktad›r. Hatta bu yaklafl›m›n
tan›m› üzerinde bile tam bir fikir birli¤i yoktur. Bu makalede uluslararas› iliflkilerde postmodernizmin güçlü ve s›n›rl› yönleri tan›mlanmaya çal›fl›lacakt›r.
1. Introduction
140
Theorising the international relations just started
this century. The reason for that it was obvious
that relations can not be explained by history, philosophy or existence theories. International relations needed to have its own theory. We have
been trying to explain the relations by realism, liberalism, postmodernism etc. But the difficulty is
analysing from only one perspective not enough
in order to understand the international politics.
Postmodernism is one of the most important
approach in international relations. The world has
changed. International institutions, non-governmental organisations and small groups are influential. It is general consensus that international
relations can not be explained properly with realism. Realism is state-centred approach. But as
explained above we have different actors. On the
contrast postmodernism gave us different definitions and ideas. It does not mean that postmodernism has a magic. Even definition of postmodernism is not certain. In this article I will try to find
out the strengths and limitations of post-modern
approach to international relations. I will analyse
postmodernism in different aspects. In the first
section power and knowledge will be analysed in
*
terms of postmodernism, in the second section
textualizing global politics which is important to
understand the differences between states and
different actors and also the new world order lastly in the third section displacing the state-centred
approach will be analysed.
2. Power and Knowledge
In postmodernism knowledge is normative and
political matter. Knowledge and power affect each
other. By other mean power comes from knowledge and, knowledge is not given. Knowledge is
shaped in particular society. Knowledge is thought
to depend on sovereignty of the heroic figure of
reasoning man who knows that the order of the
world is not God-given, that man is the origin of all
knowledge, and man may achieve total knowledge, total autonomy, and total power.1 It means
that man shapes the world. After this point the
question is how power and knowledge shape the
sovereignty? Before giving explanation on this
matter I would like to touch the sovereignty issue.
An international relation has been interested with
sovereignty and states. Postmodernists see those
terms essential as well as others. But with different approach, as Foucault’s questioned how, by
virtue of what political practises and representa-
TASAM Uluslararası İlişkiler Uzmanı
Devetak Richard,’ Postmodernism’, in Scott Burchill et al Theories of International Relations 2nd ed,London, Palgrave, 2001,
pp.182.
1
POSTMODERNISM
O¤uzhan KÖSE
tions, is the sovereign state instituted as the normal mode of international subjectivity?2 As I mentioned above citizens shape the state knowledge
and it becomes power in the state hands. But it is
not given on this matter practices are important
and interpretations. What the theorists write about
international relations is not unarguable. They all
reflect their beliefs, educations, state background
and opinions. Even the theorists who believe realism may say different things on same issue. That
is why postmodernist
say that how we use the
instruments depend on
our knowledge. In modern politics reason is
important. About violence postmodernists
say states rely on violence to constitute themselves as states.3 In this
perfective we can say
that important thing is
how we use the tools
and how we see them.
In terms of power and
knowledge we give the
meaning to the violence.
Realist approach takes
the violent as a normal
action between states.
Another issue is boundaries. Postmodernism
consider the boundaries as a division between
interior and international arena. As Richard
Devetag mentioned in his article, boundaries function in the modern world to divide an interior, sovereign space from an exterior, pluralistic, anarchical space. The opposition between sovereignty
and anarchy rests on the possibility of clearly
dividing a domesticated political space from an
undomesticated outside.4 And those boundaries
are not natural. They all, consequence of history,
power
challenges
between
states.
Postmodernism interested in how they produce
2
3
4
5
ibid.
ibid.
ibid.
ibid.
pp.
pp.201.
pp.203.
pp.186.
the violence. But in realism it looks natural that
military action can be taken in order to defence or
offence the state. But in postmodernism how they
produce the violence is key question. And also
those boundaries are spatial rather than on the
ground which means those are differences
between “we” and “others”. Boundaries bring the
terms of identity next it is the fact that identity is
protection against the others which are not belong
to us. Identity is also shaped within the state
includes social life, religion and institutes.
Therefore
postmodernism does not put the
state in the centre.
Postmodernist theorists
believe that state-centred approach limits our
imaginations.
3. Textualizing Global
Politics
Postmodernists see the
world as a text. Derrida
says that the real world
is constituted like a text,
and ‘one can not refer to
this “real” except in an
interpretive experience.5
Postmodernist approach
mentions
discourse
rather than language.
The meaning is more important rather than subject. If we use a word there is always another
meaning which is explained in dictionaries.
Postmodernism blame the others to stuck the text
rather than not to search or think other meanings.
If we say United Kingdom of course it means that
there is a state and place in the world. But real
meaning is how UK has been instituted, how they
dominated the world last century, how they are different than Continental Europe. Postmodernist
approach has shown us that social and political
worlds are created in the process of writing, in the
141
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
O¤uzhan KÖSE
142
style of the text through which our dominant
understandings of the world have been constructed.6 We should concentrate on practices rather
than individuals studies. Reality may be different
than writings. Last century or even by mid of this
century we did not have idea about some local
people who live all around the world. But social life
and technology is not same or privilege which
used to be. That is why postmodernist say that we
should use different methods to analyse the
issues. It is really different than other approaches
and
useful. For example realism tries to give
explanation by state-centred approach. In realism
what is written is important which means subject is
more important than meaning. I will try to explain
in this way reading some articles about indigenous
people from anywhere in the world and visit the
place and practise their social life may be completely different. The reason for that when we read
about them also we read the authors opinions
which may not reflect the reality. We live in a world
in which is institutionalised; persons interested in
relating their fears to situations of danger have to
become consumers of representations of danger.
However, when something is recognised as representational practice rather than an authoritative
description, it can be treated as contentious.7
Therefore political life and realities are shaping in
space. What is our mind and how we see and read
the world text. Space has been shaped and
moulded from historical and natural elements, but
this has been a political process. Space is a product literally filled with ideologies.8 We need different levels of analyses in order to reach the solution or reality. That is the gift from postmodernism.
But on the other hand as I mentioned at the beginning postmodernism uses different methods on
different levels and definitions are not certain on
them. That is the reason still something seemed to
not enough to analyse. How we should read the
world text. Because postmodernism says they
6
need to be interpreted. On the other hand when
we read the text it will contain our social experiences and historical backgrounds or even our
beliefs. So, at the end we still need consensus we
terms need to be defined. Power comes from
knowledge and knowledge is kind of general consensus in terms of postmodernist approach. It
seems to me that still inside the states sovereignty is essential to govern to state.
Rather than one necessary truth, there are always
multiple stories to be told. For example Iran if we
ask the US they are developing the nuclear technology for nuclear weapon but if we ask the
Iranian people or authorities they see it as a right
and they are doing some searches for nuclear
technology. In this case postmodernist approach
can not serve certain definition which we can find
the reality. They say there is no only one truth but
to organise the international society we should
have some certain truths.
4. Displacing the State-Centred Approach
Place of postmodernism in the study of global politics is neither domestic nor international. It is the
nonplace defined in terms of the ever problematical difference between the two.9 In this way in a
way we refuse the man nature of war in international relations. Because war was taking in
account as a man nature and natural behave in
international arena. In terms of postmodernism,
war is not flow from the unleashing of aggressive
human urges but from demands of political struggles in a world that is by no means anarchic.10 It
shows us that reasons are important and how we
use the instruments even the war. Wars will happen. But it is not granted and not because of
human nature it is the fact that wars will occur
because it is from states demands in international
arena. We have seen some wars in the name of
the humanity, in Kosovo for example. NATO had
some demands over the country and as sovereign
Der Derian James, International/Intertextual Relations: Readings of World Politics,Lexington,Mass,:Lexington
Books,c.1989,pp.18.
7
ibid. pp.20.
8
Walker R. B. J., Inside/Outside: International Relations as Political Theory, Cambridge, Cambridge University Press, 1993
9
Der Derian James, International/Intertextual Relations: Readings of World Politics,Lexington,Mass,:Lexington Books,c.1989,
pp.285.
10
Elshtain J.Bethke, ‘International Politics and Political Theory’, in Ken Booth and Steve Smith,(eds.) International Relations
Theory Today, Oxford, Polity Press,1995, pp.268.
POSTMODERNISM
O¤uzhan KÖSE
country they denied the demands. What I am trying to explain is postmodernism’s war definition
gives opportunity to interventions which is to protect the human rights.
By displacing state-centred approach from international relations theory postmodernists opened
new worlds doors which is more complicated and
needs to be analyse by different methods rather
than we used to use. In Mexico the peasant farmers of Chiapas were
doing what so many
international relations
commentators were
not: tracing causal
connections between
local
political
economies, state system
contradictions
and emergent interstate relationships.11
Everything connect
each other. Now non
governmental organisations and human
rights watch groups or
even local organisations have power to
affect the national policies. So in order to grasp the issue we should
trace all linked chains and than with right interpretations we can give the shape to truth.
There is a strong interaction or recursive relationship between identity, interests, policy and the
environmental structure of states. In other words
we understand what is going on in international
politics if we can figure out how norms are both
constituted by and constitute the behaviour of
states.12 In this way postmodernism provides us a
middle ground which is between state and other
actors. States are a means of organising people
for the purpose of participation in the international
system.13 But in terms of postmodernism it does
not seem to me clear that which truths leads the
states. Postmodernist theory says that there is no
one truth. So which truth must be taken in account
in order to construct the international relations and
institutions? Politics has been linked almost indissolubly with the state. But attempts to conceptualise international systems have focused on
the military-political sector.14 That is why after
Second World War
scholars started to use
different theories in their
analyses. They began to
argue that links between
financial centres around
the world were now
closer than cities within
the state had been in the
past. Analysing on different levels was a mainstream. But surprisingly
it seems to me that even
in postmodernists refocused on state-centred
approach. It is not definitely which used to be, on
the other hand how states became and sat the
centre point in international relations is unanswered question.
By this displacement of the state-as- absoluteboundary, the subtitle implies a need and opportunity to think in a wholly new way the relation
between the undecidable indeterminacy signified
by “war” and “international politics,” on the one
hand, and the decidable identities signified by
“man” and “domestic politics,” on the other.15
Lastly postmodernists agreed that modern life
11
Enloe Cynthia, ‘Margins, Silences and Bottom Rungs: How to Overcome the Underestimation of Power in the Study of
International Relations’, in S.Smith, K.Booth and M.Zalewski (eds.), International Theory: Positivisms and Beyond, Cambridge,
Cambridge University Press,1996, pp.196.
12
Smith Hazel,’ Why is There no International Democratic Theory?’, in Hazel Smith (ed.) Democracy and International Relations,
London, Macmillan, 2000, pp.13.
13
ibid. pp.23.
14
Hobden Stephen and John M.Hobson (eds.), Historical Sociology of International Relations, Cambridge, Cambridge University
Press, 2002, pp.207.
15
Der Derian James, International/Intertextual Relations: Readings of World Politics,Lexington,Mass,:Lexington Books,c.1989,
pp.309.
143
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Caner SANCAKTAR
brought its own danger together as well.
Especially after 1969’s technologic revolution,
nuclear technology brought danger as well. But
states deal with them as a technological issues
rather than moral. By pluralism postmodernism
see those issues as a global not within the state.
5. Conclusion
144
As I tried to describe in order to make healthy
analyse we should use multiple methods. In this
point postmodernism give a flux to international
politics. Identities, culture, other actors apart from
states are serious factors to be considered.
Therefore we can not put them aside. Still postmodernism is one of the most influential theory of
the late twentieth century. In postmodernism
events, and experiences separated by time and
space.16 How can we use this factor? If we separate the events and if we see the events happening in the space we can read the world from different aspects. Texts always reflect authors’ opinions. So we should consider other things as well.
In that way we can see other truths beneath the
text. On the other hand I believe that to prevent
anarchy in international relations still we need
some truths which accepted by states or actors.
Issue is in real life consensus is not possible all
the time. So if the truth is insisted by super powers
how we take them in terms of postmodernism.
This point is still seems to me unclear. My opinion
is the most important change is displacing the
states from centre point. Even fifty years ago we
were not able to talk about international organisations, non governmental organisations or even we
did not know existence of Chiapas in Mexico.
Minorities, demand groups have affect on nation
politics and also international politics to affect
them. International law is still needs to be
improved but definitely we have consensus on it.
They all need to be analysed as well as states.
Bibliography
Ashley Kathleen and Leigh Gilmore, (ed.),
Autobiography&Postmodernism, Boston, The
University of Massachusetts Press, 1994
Der Derian James, International/Intertextual
Relations:
Readings
of
World
Politics,Lexington,Mass,:Lexington Books,c.1989
Devetak Richard,’ Postmodernism’, in Scott
Burchill et al Theories of International Relations 2nd
ed,London,Palgrave,2001
Elshtain J.Bethke, ‘International Politics and
Political Theory’, in Ken Booth and Steve
Smith,(eds.) International Relations Theory Today,
Oxford, Polity Press,1995
Enloe Cynthia, ‘Margins, Silences and Bottom
Rungs: How to Overcome the Underestimation of
Power in the Study of International Relations’, in
S.Smith, K.Booth and M.Zalewski (eds.),
International Theory: Positivisms and Beyond,
Cambridge, Cambridge University Press,1996
Hobden Stephen and John M.Hobson (eds.),
Historical Sociology of International Relations,
Cambridge, Cambridge University Press, 2002
Smith Hazel,’ Why is There no International
Democratic Theory?’, in Hazel Smith (ed.)
Democracy and International Relations, London,
Macmillan, 2000
Walker R. B. J., Inside/Outside: International
Relations as Political
Theory, Cambridge,
Cambridge University Press, 1993.
16
Ashley Kathleen and Leigh Gilmore, (ed.), Autobiography&Postmodernism, Boston, The University of Massachusetts Press,
1994, pp.81.
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Caner SANCAKTAR*
Küreselleflme, Kapitalizm ve
Büyük Ortado¤u Projesi
ÖZET
Bu makale, “Küreselleflme” ve “Büyük Orta Do¤u Projesi” meselelerini, kapitalist dünya ekonomi sisteminin 1974 Krizi sonras›nda neo-liberal ekonomi politikalar› vas›tas›yla yeniden yap›land›r›lmas›
ba¤lam›nda analiz ediyor ve aç›kl›yor. Dolay›s›yla makalede; “Küreselleflme”, “Büyük Orta Do¤u Projesi” ve “kapitalizmin yeniden yap›land›r›lmas›” aras›nda yak›n iliflkinin oldu¤u ileri sürülüyor.
ABSTRACT
This article analyzes and explains the issues of “Globalization” and “Greater Middle East Project”
within the context of reconstruction of capitalist world economic system through neo-liberal economic policies after the 1974 Crisis. Consequently; in the article, it is claimed that there is close relationship among “Globalization”, “Greater Middle East Project” and “reconstruction of capitalism”.
I. KÜRESELLEŞME NEDİR?
1990’lı yılların başında sosyalist bloğun dağılması
ve sosyalist ülkelerin (Küba ve Kuzey Kore hariç)
kapitalizme geçmesi sonrasında KÜRESELLEŞME kavramı en sık kullanılan kavramlardan birisi
haline geldi. Bu kavrama yönelik çok çeşitli tanımlamalar geliştirildi:
Küreselleşme; ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel
alanlarda bazı ortak değerlerin yerel ve ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılması olarak tanımlanabilmektedir.1 Küreselleşmeyi modernleşme ile bir tutmanın yanlış olduğunu düşünen Roland Robertson’a göre, küreselleşme, “dünyanın
küçülmesi”ni simgeler.2 Antony Giddens ise küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin ve toplumların bir
birlerine bağlanması, başka bir ifadeyle, dünya
çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması ve sıkılaşması olarak tanımlıyor.3 Bir başka tanıma göre ise küreselleşme, “kültürel homojenlik” ile “kültürel heterojenlik” arasındaki çarpışmayı simgeler
ve bu çarpışmanın aldığı biçimi ifade eder.4
IMF, yayınladığı bir raporda küreselleşmeyi, “teknolojinin hızlı gelişmesi ve geniş bir coğrafyaya
*
yayılmasıyla; uluslararası sermaye, mal ve hizmet
akışının dünya çapında ülkeleri birbirine bağımlı
hale getirmesi” olarak tanımlıyor.5 Küreselleşmeyle birlikte ticaret, sadece birkaç ülke arasında yapılan bir işlem olmaktan çıkmış, coğrafi bakımdan
çok farklı bölgelerde bulunan birçok ülke arasında
yapılır hale gelmiştir. Sadece mal ve hizmet ticareti değil, aynı zamanda üretim faktörlerinin tümü
de küresel hale gelmektedir. Mal, hizmet, sermaye ve emek piyasalarının küreselleşmesiyle birlikte zaman ve mekan boyutunu aşan yeni ağlar
(networks) ortaya çıkmıştır. İşte bu ağlar dünya
çapında ülkeleri birbirine bağımlı hale getiriyor.6
Benzer bir tanımlamayı Joseph S. Nye ve Ian
Clark da yapıyor: küreselleşme, dünya çapında
karşılıklı bağımlılık ağları (networks)nın ta kendisidir. Bu ağların askeri, iktisadi, sosyo-kültür ve çevresel olmak üzere dört ana boyutu vardır.7 Küreselleşme, dünya çapında üretimi, değişim sistemini ve komünikasyon sistemini içine alan bir küresel “network”tür.8
Küreselleşme, daha önceden birbirlerinden ayrı
olan toplumların iletişim ve ulaşım alanlarında
TASAM Uluslararası İlişkiler Uzmanı
Küreselleşme, DTP 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara, 2000, s. 3
2
Robertson, Roland, Küreselleşme. Toplum Kuramı ve Küresel Kültür, çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 21.
3
Giddens, Antony, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1994, s. 67.
4
Keyman, Fuat (ed.), Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul: Alfa Yayınları, 2000, s. 3.
5
Özkan, Abdullah, Küreselleşme Sürecinin Medya ve Kültür Üzerindeki Etkileri, TASAM Stratejik Rapor, no: 15, İstanbul: TASAM
Yayınları, Mayıs 2006, s. 5.
6
Setzer, Martin, Ekonomik Küreselleşme: Küreselleşmenin Ekonomi ve Teknoloji Üzerindeki Etkileri, Ankara: SODEV Yayınları,
1997, s. 21.
7
Bkz. Nye, Joseph S., “Globalization and American Power”, David Held ve Anthony McGrew (ed.), The Global Transformations
Reader, Cambridge: Polity Press, Second Edition, 2004, s. 112-115.
8
Clark, Ian, “The Security State”, Held ve McGrew (ed.), a.g.e., s. 180.
1
145
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Caner SANCAKTAR
meydana gelen gelişmeler neticesinde birbirleriyle
etkileşim içine girmeleri sürecidir ve bu süreç yüzyıllardan beri gerçekleşmektedir. Yani küreselleşme yeni bir süreç değildir. Günümüzde yaşanılan
iktisadi küreselleşme süreci ise, özellikle ticari hareketlerde meydana gelen değişimler, çokuluslu
şirketlerin/kurumların/kuruluşların faaliyetleri ve
uluslararası finans alanında meydana gelen gelişmelerin bir sonucudur.9
Küreselleşme ile birlikte “Küresel Ekonomi”nin ortaya çıktığını söyleyen Mannuel Castells’e göre
küresel ekonomi, “temel bileşenleri, dünya ölçeğinde, gerçek bir zamanda veya seçilmiş bir zamanda bir takım olarak çalışabilmek için kurumsal,
örgütsel ve teknolojik kapasiteye sahip olan bir
ekonomidir.”10 Küresel ekonominin temel bileşenleri şunlardır. Küresel mali piyasalar; küresel mal
ve hizmet piyasaları; enformasyonel üretimin, bilimin ve teknolojinin küreselleşmesi; üretimin uluslaraşırılaşması; nitelikli emeğin küreselleşmesi.11
Bir başka yoruma göre ise iktisadi küreselleşme,
iktisadi faaliyetlerin uluslaraşırılaşmasıdır ve bu olgu yeni bir süreç değildir.12
146
Jan Aart Scholte’ye göre ise küreselleşme, uluslararalılaşma (internationalization), liberalleşme (liberalization), evrenselleşme (universalization) ve
batılılaşma-modernleşme (westernization-modernization) anlamına gelmez. Küreselleşme, teritoryalliğin ortadan kalması (deterritorialization) veya
başka bir ifadeyle halklar arasında teritoryal-üstü
(supraterritorial) ilişkilerin büyümesi/yaygınlaşmasıdır. Devam eden (tamamlanmammış) bir süreç
olan küreselleşme, sosyal alanın doğasını değiştirmektedir ve değiştirmeye devam ediyor. Bu devam eden süreç sosyal ilişkilerin teritoryal özelliğini azaltıyor, supraterritorial hale getiriyor. Sosyal
ilişkilerin teritoryalliği aşması anlamında küreselleşme, alan-zaman ilişkisini de değiştiriyor ve ilişkiler anlamında tek bir dünya alanı-zamanı yaratıyor. Böylece küreselleşme, sosyal hayatın supraterritorial hale gelmesi anlamına geliyor.13
Taner Timur’a göre küreselleşme, “çağdaş emperyalizmin dünyaya sunulan yeni adı”dır.14 Benzer
tanımlamayı Korkut Boratav da yapmaktadır. Boratav’a göre küreselleşme, “emperyalizmin kendi9
si”dir. Küreselleşmeyi yeni bir olgu değil, sadece
yeni bir terim olarak niteleyen Boratav, “terim değişikliği ideolojik bir amaç içermektedir. Emperyalizme saygınlık kazandırmak ve emperyalizm karşısında çaresizlik oluşturmak için üretilmiştir” diyor.15
Bir başka görüşe göre küreselleşme, uluslararası
ekonominin gelişimi sürecinde / çerçevesinde kapitalizmin ulaştığı bir aşamadır. Bu aşama, henüz
belli bir sona ulaşmamıştır, canlılığını koruyan bir
süreçtir.16 Jill Steans’e göre ise, küreselleşme denilen olgu, 1974 Krizi sonrasında küresel ekonominin yeniden yapılandırılması sürecidir.17
Görüldüğü gibi “Küreselleşme Nedir?” sorusuna
çok sayıda ve çok çeşitli cevaplar veriliyor, değişik
tanımlamalar geliştiriliyor. Bu cevap ve tanımlamaların bazıları bir birlerine benzer özellikler gösterirken, bazıları oldukça farklı tezler ileri sürüyor. Yukarıda yer alan tanımlamaların hepsi bize küreselleşme olgusu hakkında önemli bilgiler ve açıklamalar sunuyor. Fakat son dört tanımlamanın (Timur, Boratav, Güvenç ve Steans’ın tanımlamaları), küreselleşme olgusuna ve sürecine, diğer tanımlamalara oranla daha doyurucu ve daha doğru
açıklama getirdiği kanaatindeyim.
II. KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİ ve
KÜRESELLEŞME
Kapitalizmi, kapitalizm öncesi üretim tarzlarından
ayıran beş temel özellik şunlardır: (1) Kapitalist
üretim tarzında temel emek tipi ücretli emek-gücüdür. (2) Ücretli emek-gücünün sömürüsüne dayalı
sermaye birikimi, sermaye grupları arası rekabet
ve tekelleşme. (3) Devresel (döngüsel) yapısal
krizler. (4) Kapitalist üretim tarzı, kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, karşılaştığı
yapısal krizleri “yeniden yapılanma” yoluyla aşma
becerisine sahiptir. (5) Meta fetişizmi ve emeğin
ürününden koparılması nedeniyle ortaya çıkan iktisadi yabancılaşma.
Kapitalist üretim tarzının tarihsel gelişimini üç aşamaya ayırabiliriz. Birinci aşama, 15. yüzyılın ile 19.
yüzyıl arası olup ilkel sermaye birikiminin gerçekleştiği merkantilizm dönemidir. İkinci aşama, 18001880 dönemini kapsayan klasik tekel-öncesi-kapitalizm aşamasıdır. Üçüncü aşama olan emperya-
Gilpin, Robert, “Nation-State in the Global Economy”, Held ve McGrew (ed.), a.g.e., s. 350.
Castells, Mannuel, “Global Informational Capitalism”, Held ve McGrew (ed.), a.g.e., s. 311.
11
A.g.e., s. 311-323.
12
Bkz. Hirst, Paul ve Thompson, Grahame, “The Limits to Economic Globalization”, Held ve McGrew (ed.), a.g.e., s. 335-348.
13
Bkz. Scholte, Jan Aart, “What is ‘Global’ about Globalizition?”, Held ve McGrew (ed.), a.g.e., s. 84-85.
14
Timur, Taner, Küreselleşme ve Demokrasi Krizi, Ankara: İmge Kitabevi, 1996, s. 69.
15
Boratav, Korkut, “Ekonomi ve Küreselleşme”, Işık Kansu (ed.), Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, Ankara: İmge Kitabevi, 1997, s. 22.
16
Güvenç, Nazım, Küreselleşme ve Türkiye, İstanbul: BDS Yayınları, 1998, s. 14.
17
Steans, Jill, “Globalizition and Gendered Inequality”, Held ve McGrew (ed.), a.g.e., s. 455-456.
10
KÜRESELLEfiME, KAP‹TAL‹ZM, VE BÜYÜK ORTADO⁄U PROJES‹
Caner SANCAKTAR
lizm(tekelci kapitalizm) 19. yüzyılın son çeyreğinde başladı ve halen sürmektedir. Samir Amin bu
üçüncü aşamayı üç alt-aşamaya ayırmaktadır: (1)
1880-1914 emperyalizmin ortaya çıkış aşaması;
(2) 1914-1945 dönemini kapsayan emperyalizmin
ilk ciddi bunalım aşaması; (3) 1945 sonrası.18
Kapitalizm ilk ortaya çıktığı andan itibaren bir dünya ekonomi sistemi olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kapitalist Dünya Ekonomi (KDE) sistemi tek
bir emek işbölümünü fakat birden çok siyasal ve
kültürel sistemi içerir. Tüketim amacıyla değil maksimum kar elde etmek için gerçekleştirilen üretim,
lokal pazar şartlarına göre değil dünya pazarı şartlarına göre ve dünya pazarına yönelik yapılır. Dünya çapında üretilen artı-değerin kontrolü ve bölüşümü tek bir merkezi siyasal otorite tarafından
kontrol edilmez. Artı-değerin kontrolü ve bölüşümü
KDE pazarındaki ilişkiler tarafından belirlenir.
KDE sistemi ilk ortaya çıktığı andan itibaren beraberinde merkez – yarı çevre – çevre ilişkisi üretmiştir. Merkez kapitalist ülke (mkü) lerin niteliğini
güçlü burjuva sınıfı, gelişmiş sanayi, teknoloji yoğun üretim, güçlü devlet aygıtı ve güçlü işçi sınıfının varlığı belirlemektedir. Çevre kapitalist ülke
(çkü) lerde ise, mkü’lere oranla, zayıf burjuva sınıfı, geri sanayi, emek yoğun üretim, zayıf devlet aygıtı ve zayıf işçi sınıfı mevcuttur. Bu iki kutup arasında ise yarı-çevre kapitalist ülke (yçkü) ler vardır. Yçkü’ler, mkü’ler ile çkü’ler arasındaki çelişkilerin yumuşatılması işlevini görerek sistemin düzenli ve sağlıklı biçimde işlemesine yardımcı olur.19
KDE sisteminde çevreden merkeze doğru artı-değer akışı gerçekleşir. Bu akış, merkezi zenginleştirirken çevreyi fakirleştirir. Bu akışın düzenli işlemesinde merkezin güçlü kapitalist devletleri hayati rol oynar. Dolayısıyla, DKE sisteminde mkü’ler
sömüren, çkü’ler sömürülen konumdadır. Yçkü’ler
ise, mkü’ler tarafından sömürülen ve çkü’leri sömüren ülkelerdir. KDE sisteminde, merkez-çevre
ilişkisi beraberinde gelişmişlik-azgelişmişlik ilişkisini üretir. Merkez gelişirken, çevrede “azgelişmişlik gelişir”. Dolayısıyla, gelişmişlik-azgelişmişlik
ilişkisi KDE sisteminin bir ürünüdür.20
Merkezdeki burjuva sınıfı ile çevredeki egemen sınıflar (burjuva ve toprak ağaları) arasında varolan
çıkar işbirliği, sürekli çevrenin aleyhine işleyen
eşitsiz ilişkilerin sürekliliğini sağalar. KDE sistemi
çevredeki burjuva sınıfını ve toprak ağlarını zenginleştirdiği için, sistemin sağlıklı işlemesi sadece
merkezdeki burjuva sınıfının değil, aynı zamanda
çevredeki burjuva sınıfının ve toprak ağalarının da
çıkarınadır. Bu nedenle çevrenin egemen sınıfları,
KDE sisteminin sorunsuz bir şekilde işleyebilmesi
için merkez ile işbirliği kurar ve üstüne düşen vazifeyi büyük bir memnuniyetle yerine getirir. Öte
yandan, merkezin işçi sınıfı örgütlü, bilinçli ve güçlü olduğu için, çevreyi sömüren merkezdeki burjuva sınıfından yüksek ücret ve yüksek sosyal harcama/hizmet elde etmeyi başarır. Yani merkezdeki işçi sınıfı, çevreden gelen artı-değerden pay alır
ve yaşam standardı yükselir. Geriye çevrenin işçi
sınıfı ve köylüsü kalır: KDE sisteminin en dibinde
kalan, en fazla sömürülen ve bu nedenle de en fakir olan kesim bunlardır. KDE sisteminde sürüp giden eşitsiz sömürü ilişkilerinin en ağır maliyeti
çkü’lerdeki işçilerin ve köylülerin sırtına çöker.21
Kapitalizm sürekli yapısal devresel krizler yaşar.
Kapitalizm bir dünya ekonomi sistemi olduğu için
krizler de dünya çapında yaşanır ve hem merkezi
hem de çevreyi etkiler. Kriz, kar oranlarının düşmesi ve sermayenin birikememesidir. Kuruluştan
bu yana yaşanılmış olan başlıca krizler şunlardır:
1814-1848 durgunluğu; 1872-1893 durgunluğu;
1914-1945 durgunluğu. Her durgunluk dönemini
ise bir genişleme dönemi takip etmiştir: 1848-1872
genişlemesi; 1893-1914 genişlemesi; 1945-1968
genişlemesi.22
Görüldüğü gibi, kapitalizm her defasında karşılaştığı krizleri aşma ve yeni bir genişleme evresine
geçme becerisini göstermiştir. “Kapitalizm, insanlık tarihinde bugüne dek görülen en esnek, en
uyarlanabilir üretim tarzıdır ve geçmişte bu tip
devrevi krizleri aşmayı bilmiştir”23. Kapitalizm, krizleri “yeniden yapılanma” ile aşar. Yeniden yapılanma, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapında
hem iktisadi hem de siyasal alanlarda yeniden yapılanması şeklinde olur. İktisadi alanda yeniden
yapılanma birikim rejiminin yeniden yapılanması,
siyasal alanda ise devlet aygıtının yeniden yapılanması şeklinde olur. Sosyo-kültürel alan ise, iktisadi ve siyasal alanlarda gerçekleştirilen yeniden
yapılanmaya uyumlu hale getirilir. Böylece, sosyokültürel alanın, yeniden yapılanmaya karşı koyması / tepki göstermesi engellenmiş veya asgari düzeye çekilmiş olur. Bu yeniden yapılanma süreci,
Bkz. Amin, Samir, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, çev. Semih Lim, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1997, s. 94-99, 146-149 ve 156-160.
Bkz. Wallerstein, Immanuel, The Capitalist World-Economy, Cambridge: Cambridge University Press, 1980, s. 1-25.
20
Bkz. Frank, Andre Gunder, “The Development of Underdevelopment”, Monthly Review, no. 18, September 1966, s. 107-111.
21
Bkz. Galtung, Johan, “A Structural Theory of Imperialism”, (teksir halinde), s. 246-253.
22
Amin, Kapitalizmin Hayaleti, çev. Cengiz Alagon, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999, s. 18.
23
James, Fredrick, “Fiilen Varolan Marksizm Üzerine Beş Tez”, E. M. Wood ve J. B. Foster (ed.), Marksizm ve Postmodern Gündem, Ankara: Ütopya, 2000, s. 165.
18
19
147
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Caner SANCAKTAR
sadece krizi aşmakla kalmaz, ayrıca kapitalist üretim ilişkilerini yaygınlaştırır ve derinleştirir.
Kriz dönemini atlatmak amacıyla gerçekleştirilen
“yeniden yapılanma” operasyonu mkü’ler tarafından planlanır ve yönetilir. Mkü’lerin geliştirdiği yeni politikalar çkü’lerin burjuva sınıfı tarafından kabul edilir ve uygulanır; çünkü, çkü’lerdeki burjuva
sınıfının, KDE’nin yeniden yapılandırılmasında ve
kapitalizmin devamında çıkarı vardır, ama bu operasyonu planlayıp yönetecek güce sahip değildir.
KDE, 1914-1945 durgunluk döneminde iki dünya
savaşı ve 1929 Krizini yaşadı. İkinci savaş sonrasında ise hızlı bir genişleme dönemi (1945-1968)
yaşandı. Bu dönemde, mkü’lerde “fordist birikim rejimi”24, çkü’lerde ise “ithal ikameye dayalı birikim rejimi (alt-fordizm)”25 uygulandı. Bu iki birikim rejimine
uygun olarak da, devlet aygıtı, sosyal hizmet üreten “sosyal devlet”, ekonomiye çeşitli araç ve yöntemlerle müdahale eden “müdahaleci-korumacı
devlet” ve burjuva ile işçi sınıfları arasında arabuluculuk yapan “hakem devlet” olarak yapılandırıldı.
148
Savaş sonrası genişleme 1968 yılında yavaşlamaya başladı. 1970’lerin ortasına gelindiğinde ise,
mkü’ler 1929 Krizinden buyana yaşanılmış en büyük krizle karşılaştı: 1974 Krizi. 1968 sonrasında
kar oranları sürekli bir düşüş yaşadı ve 70’lerin ortalarına gelindiğinde sermaye birikimi tıkandı.26
Elerinde biriken stokları eritemeyen pek çok büyük
işletme ya iflas etti ve işçilerine yol verdi, veya üretimi durdurdu ve devletin yardımıyla iflastan kurtuldu. Dolayısıyla 1974 Krizi, (a) sermaye birikiminde
tıkanmaya, (b) üretimde düşüşe, (c) işsizlikte ise
artışa neden oldu.27
1974 Krizi üç nedenden kaynaklandı: Birincisi; aşırı üretim, yani talepten daha fazla üretim ve böylece üretilen ürünlerin satılamayıp elde birikmesi.
İkincisi; ücretlerde, sosyal harcamalarda ve ser-
mayenin organik bileşiminde meydana gelen hızlı
artışın artı-değer oranının(yani sömürü oranının)
artırımı ile dengelenememesi. Artı-değer oranı arttırıldığı sürece ücret, sosyal harcama ve sermayenin organik bileşimi artışları kar oranlarını düşürmez. Hatta eğer artı-değer oranı söz konusu üç
kalemdeki artıştan daha fazla artarsa kar oranı
yükselir. Ama, köklü mücadeleler tarihine sahip
olan güçlü, örgütlü ve bilinçli işçi sınıfının varlığı,
mkü’lerde artı-değer oranının artırımını engellemiştir. Demek ki, 1974 Krizi’nin ikinci nedeni sınıfsal ilişkiler/mücadeleler ile ilgilidir. Güçlü, örgütlü
ve bilinçli işçi sınıfı artı-değer artırımını sınırladı ve
böylece ücretlerde, sosyal harcamada ve sermayenin organik bileşimindeki artış dengelenemedi.
Böyle bir ortamda OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını yükseltmesi ise krizin üçüncü nedenini oluşturdu. Piyasanın daraldığı ve satışların azaldığı bir
ortamda, petrol fiyatlarındaki artış fiyatlara yansıtılamadı ve böylece petrol fiyatlarındaki artış kar
oranlarının düşmesinde etkili oldu.28
Piyasayı canlandırmak, tüketimi arttırmak, zor durumdaki firmaları iflastan kurtarmak ve böylece krizi engellemek için mkü hükümetleri açık kredi ve
genişleyici para politikası uyguladılar. Bu politika
enflasyonu arttırdı ve bütçe açığı oluştu. Böylece,
durgunlukta enflasyon yaşandı.29
1974 Krizini, 1982 Borç Krizi takip etti. Petrol fiyatlarındaki artış OPEC ülkelerinin petrol gelirlerini
hızla arttırdı. Elde biriken petrol dolarlarının bir
kısmı ülke içinde sanayi yatırımında kullanıldı. Yatırıma dönüştürülemeyen petrol dolarları ise
mkü’lerin bankalarına yatırıldı. Uluslararası bankalarda biriken petrol dolarları kriz içinde olan
mkü’lerde kullanılamadı. Dolayısıyla bu paralar,
düşük faiz karşılığında ithal ikameci ekonomi politikaları uygulayan çkü’lere verildi.30
24
Fordizm hakkında bkz. Arın, Tülay, “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, 11. Tez Kitap Dizisi,
no. 1, İstanbul: Uluslararası Yayıncılık, 1985, s. 122-130 ve Jenkins, Rhys, “Sanayileşme ve Dünya Ekonomisi”, Fikret Şenses
(ed.), Kalkınma İktisadı: Yükselişi ve Gerileyişi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1996, s. 231-234.
25
İthal İkameci Birikim Rejimi için bkz. Arın, “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (II): Azgelişmiş Kapitalizm ve Türkiye”,
11. Tez Kitap Dizisi, no. 3, İstanbul: Uluslararası Yayıncılık, 1986, s. 96-98 ve Schmitz, Hubert, “Azgelişmiş Ülkelerde Sanayileşme Stratejileri”, Şenses (ed), a.g.e., s. 255-267.
26
Amerikan işletmelerinin kar hadleri 1959-1966 döneminde %20-22 iken 1975’te %11’e düştü. Batı Almanya’da işletmelerin brüt
gelirlerinde 1968-1973 arasında %25’lik düşüş görüldü. İngiltere’de işletme karlarındaki düşüş 1964-1975 döneminde %40’tan daha fazla gerçekleşti. 1974-1975 mali yılında, Japonya’da en büyük 174 işletmenin brüt karlarında %35,5, net karlarında ise
%20,9’luk bir azalma gerçekleşti. Fransa’ya gelince, net kar oranları 1970’te %18,2’den 1976’da % 11,1’e düştü. (Mandel, Ernest,
Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, çev. Yavuz Alagon, İstanbul: Koral Yayınları, 1980, s. 34-39).
27
1974-1975’te kapitalist dünyada %15’e varan üretim düşüşü yaşandı. Japonya’da 1976’da yapılan yatırımlar 1973’teki yatırımların %24 altında gerçekleşti. İngiltere’de üretken yatırımlar 1970’te 2.130 milyon Sterlin iken 1976’da 1.660 milyona düştü. Amerika’da 1971-1975 döneminde GSMH’da %59’luk artış beklenirken, sadece % 6,8’lik bir artış sağalandı. 1975’te işsizlerin sayısı
OECD ülkelerinde 17 milyona, Amerika’da 10 milyona ulaştı. Batı Almanya’da ise 1977’de işsizlerin sayısı 1 milyona yükseldi. Ayrıca, 1974-1975’te dünya ticareti %10 daraldı. (Frank ve Mandel, Ekonomik Kriz ve Azgelişmişlik, çev. N. Saraçoğlu, İstanbul: Yazın Yayıncılık, 1995, s. 9-10, 12, 15, 22-23 ve 35).
28
Bkz. Arın, “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): ..., s. 131-135.
29
Frank ve Mandel, a.g.e., s. 80-81 ve Mandel, a.g.e., s. 75-82.
KÜRESELLEfiME, KAP‹TAL‹ZM, VE BÜYÜK ORTADO⁄U PROJES‹
Caner SANCAKTAR
Fakat, (a) gerektiğinden fazla miktarda kredi alımı,
(b) alınan kredilerin verimli biçimde yatırıma dönüştürülmemesi, (c) dünya pazarında hammadde
ve tarım ürünlerinin fiyatlarının düşmesi ve (d)
mkü’lerin çkü’lerden yaptığı ithalatın daralması nedenlerinden dolayı çkü’ler borçlarını ödeyemez
duruma geldiler. İlk olarak Meksika 1982 yılında
borçlarını ödeyemeyeceğini açıkladı. Meksika’yı
Brezilya, Arjantin, Venezuella, Endonezya, Nijerya
gibi diğer çkü’ler takip etti. Bu durum sadece
çkü’leri değil, aynı zamanda mkü’leri de zor durumda bıraktı. Çünkü çevreye borç veren bankalar
merkezin en büyük bankaları idi, ve borçların geri
ödenmemesi bankaları iflasa sürükledi. Bu ise,
merkezde finans-kapitalin iflas etmesi anlamına
geliyordu.31
1974 Ekonomi Krizi ve 1982 Borç Krizi hükümetlerin uyguladığı yanlış politikaların neden olduğu
krizler değildi; bu iki kriz, hem mkü’leri hem de
çkü’leri saran kapitalist üretim tarzının yapısal kriziydi. Bu nedenle, krizden kurtuluş, tek tek ulusal
hükümetlerin uygulayacağı bir takım reformlar ile
mümkün olamazdı. Krizi atlatmanın tek yolu
KDE’nin yeniden yapılandırılması idi. “Yeniden Yapılanma”, 1974 ve 1982 krizleri sonrasında neo-liberal politikalar üzerinden gerçekleştirildi.
Mkü’ler tarafından üretilen neo-liberalizm yedi politikayı içeriyordu:32 (1) Emek, sermaye ve mal piyasalarının esnekleştirilmesi. Yani, sermaye ve
malların dünya pazarındaki akışkanlığını sınırlandıran / azaltan engellerin kaldırılması, işçilerin örgütsüzleştirilmesi / sendikasızlaştırılması ve çalışma şartlarına ilişkin kuralların esnekleştirilmesi.
(2) Sosyal harcamaların azaltılması. (3) Devletin
elindeki işletmelerin / tesislerin özelleştirilmesi ve
devletin üstlendiği / uyguladığı hizmetlerin (eğitim,
sağlık, çevre temizliği, vs...) özel sektöre
devredilmesi. Yani devletin kontrol ettiği üretim
araçlarının ve bazı hizmet alanlarının kapitalist sınıfa devredilmesi. (4) Gümrük tarifelerinin ve kotaların azaltılması. (5) Tarım sübvansiyonlarının
azaltılması. (6) İhracatı arttırmak için devalüasyon
yapılması. (7) Yabancı sermayenin haklarını koruyacak yasal düzenlemelerin yapılması. Bu düzenlemeler, hem ulusal hükümetler hem de uluslararası örgütler düzeyinde gerçekleştirildi.
Bu neo-liberal politikalar hem mkü’lerde hem de
çkü’lerde uygulamaya sokulmuştur. Her yönden
emekçi kitlelerin aleyhine olan bu politikaları, güçlü ve bilinçli işçi sınıfının bulunduğu mkü’lerde uygulamak daha zor oluyordu. Bu nedenle, DKE sistemini yeniden yapılandıran neo-liberal politikalar,
mkü’lere oranla çkü’lerde daha yoğun ve daha şiddetli biçimde uygulandı/uygulanıyor. Neo-liberal
politikalar, IMF’nin oluşturduğu “İstikrar Politikası”
ve Dünya Bankası’nın oluşturduğu “Yapısal Reform Programı” adı altında çevreye önerildi.33 IMF,
borçlarını ödeyemeyen çkü’lere, ancak neo-liberal
politikaları uygulamaları halinde, borçların yeniden
yapılandırılacağını ve yeni kredilerin verileceğini
söyledi. Bu politikalar uygulanmadığı taktirde ise,
borçlar yeniden yapılandırılmayacak ve yeni krediler verilmeyecekti.34
Buraya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında “Küreselleşme Nedir?” sorusuna şu cevabı verebiliriz:
Küreselleşeme, yeni bir olgu ve yeni bir dünya düzeni/sistemi değildir. Küreselleşme, DKE sisteminin 1974 Krizi sonrasında neo-liberal politikalar
vasıtasıyla yeniden yapılandırılmasını ifade eden
bir terimdir. Küreselleşme olarak ifade edilen bu
yeniden yapılandırma, DKE sisteminin yönlendirici
hakim unsurunu oluşturan mkü’ler tarafından planlanıyor ve organize ediliyor. Çkü’lerin ve yçkü’lerin
çoğunluğu neo-liberal politikalar üzerinden gerçekleştirilen yeniden yapılandırma sürecine uygun
hareket ettiler; bazıları ise buna değişik biçimlerde
ve değişik yöntemlerle direnç gösterdiler. Bu tespitin ışığı altında “Büyük Ortadoğu Projesi” meselesine/tartışmasına geçebiliriz.
III. BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP)35
ABD Senatosu ile Temsilciler Meclisi 8 Nisan 2004
tarihinde “Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Kalkınma
Kanunu (Greater Middle East and Central Asia
Bkz. Kazgan, Gülten, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul: Altın Kitapları, 1997, s. 77-79 ; Gibson, Heather D. ve
Tsakalatos, Euclid, “Uluslararası Borç Krizi: Nedenler, Sonuçlar ve Çözümler”, Şenses (ed.), a.g.e, s. 182-183 ; Frank ve Mandel, a.g.e., s. 96-99.
31
Bkz. Arnaud, Pascal, Üçüncü Dünyanın Borçlanması, çev. Fikret Başkaya, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995, s. 66-74.
32
Bkz. Yıldızoğlu, Ergin, Globalleşme ve Kriz, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1996, s. 117-118, 260-261 ; George, Susan, “Küreselleşme, İktidar ve Sendikaların Rolü”, İktisat Dergisi, no. 369, İstanbul: İFMC Yayınları, Temmuz 1997, s. 12-16 ; Koray, Meryem, “Küreselleşme İlerlerken Gerileyenler: Ekonomi Karşısında Sosyal, Sermaye Karşısında Emek, Piyasa Karşısında Siyaset”,
İktisat Dergisi, no. 369, İstanbul: İFMC Yayınları, Temmuz 1997, s. 17-27 ; Tiryaki, Durmuş, “SOL’a Yeni Dünya Düzeni Ayarı”,
Hepileri, no. 4-5, İstanbul, Temmuz-Ağustos 1997, s. 15-24.
33
Bkz. Arın, “Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve BM’nin Kalkınma Stratejileri”, Petrol-İş Yıllığı, 1995, s. 547-551 ve Boratav, “Yapısal Uyum ve Bölüşüm: Uluslararası Bir Bilanço”, Türk-İş Yıllığı, 1997, s. 31-45.
34
Burbach, Roger, “Amerikan Demokrasisinin Trajedisi”, Düşük Yoğunluklu Demokrasi, çev. Ahmet Fetih, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1995, s. 134.
30
149
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Caner SANCAKTAR
Development Act)”nu kabul etti.36 Bu kanun görüşülürken şu saptamalar ve açıklamalar yapıldı:
1. 11 Eylül terör saldırısı ABD dış politikası için bir
dönüm noktasıdır.
2. El Kaide ve ona bağlı gruplar, Orta Doğu ve Orta Asya başta olmak üzere tüm dünyada bir terörist ağ oluşturmuştur.
3. Terörizmle savaş, Büyük Orta Doğu ve Orta Asya’yı kendi siyasi, iktisadi ve güvenlik dinamikleriyle birlikte stratejik bir bölge olarak ele almayı gerektirir.
4. Büyük Orta Doğu ve Orta Asya, iktisadi kalkınma ve siyasal özgürleşme alanında büyük engellerle karşı karşıyadır.
150
5. İktisadi ve siyasi gelişme ile terörizmle mücadele arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu bağlamda, iktisadi büyüme, serbest ticaretin gelişmesi ve özel
sektörün güçlenmesi terörizme neden olan radikal
siyasi eğilimlerin önüne geçilmesine yardımcı olacaktır. Dolayısıyla, ABD ve diğer gelişmiş ülkeler37,
açık siyaset ve açık ekonomi sistemlerini arzulayan ve bu yolda gerekli reformları gerçekleştirmeye hazır olan Büyük Ortadoğu ve Orta Asya vatandaşlarını, hükümetlerini, partilerini ve sivil toplum
kuruluşlarını desteklemelidirler.
6. Büyük Ortadoğu ve Orta Asya’da açık siyaset,
açık ekonomi, iktisadi kalkınma, serbest ticaretin
gelişmesi ve özel sektörün güçlenmesi hedeflerine
ulaşabilmek için Avrupalı ve diğer devletler ile birlikte çalışılmalıdır ve bunun için bir uluslararası
mekanizma geliştirilmelidir.
7. Güvenlik eksikliğinin giderilmesi ve küresel güvenliğin pekiştirilmesi maksadıyla NATO, stratejik
odağını Büyük Ortadoğu ve Orta Asya coğrafyasına çevirmelidir.
8. Büyük Ortadoğu ve Orta Asya coğrafyası şu ülkeleri kapsar: Arap Birliği’nin 22 ülkesi38, Afganistan, İran, İsrail, Türkiye, Pakistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan.
Kanun ile birlikte üç tüzel kişilik oluşturuldu: Demokrasi Vakfı, Kalkınma Vakfı ve Kalkınma Bankası. Birincisi, demokratik açık siyaset ve demok-
ratik açık toplumun geliştirilmesi; ikincisi, iktisadi
ve sosyal kalkınmanın sağlanması; üçüncüsü ise,
kalkınma projelerine düşük faizli, uzun vadeli krediler verilmesi ile yetkili ve görevlidir. Ayrıca kanun,
ABD başkanı ile dışişleri başkanına konuyla ilgili
geniş yetkiler vermiştir. Başkana verilen yetkiler
şunlardır:
1. Ekonomik ve siyasal özgürlüklerin geliştirilmesi
ile serbest ticaret ve özel sektörün kalkınmasını
sağlamak için adı geçen ülkelere yardım sağlama
yetkisi.
2. “Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Bankası”, “Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Demokrasi Vakfı” ve
“Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Kalkınma Vakfı”nı
kurma yetkisi.
3. Bölgeye yönelik yardımlar sunmak isteyen diğer
devletler ile görüşmeler yapma ve birlikte çalışma
yetkisi.
4. Bölge ülkelerindeki siyasi partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, hükümetler, bürokratlar, iş
adamları, şirketler, medya ve medya mensupları,
aydınlar, üniversiteler, siyaset ve devlet adamları
ile görüşmeler yapma ve birlikte çalışma yetkisi.
5. Başkan, 31 Ocak 2005 tarihinden itibaren her
yıl Kongre’ye bir rapor sunacaktır. Bu rapor aşağıda sıralanan konular hakkında bilgiler içerecektir:
Bölgedeki genel gelişmeler; özel sektörün ve KOBİ’lerin durumu; siyasi ve hukuksal alanlarda yapılan reformlar; bölge içi ticaretin durumu; bölgeye
yapılan Amerikan yatırımlarının durumu; bölgede
belirlenen hedeflere ulaşabilmek için yapılan kamu-özel kesim işbirliğinin durumu; diğer devletlerin bölgeye yönelik çalışmaları hakkında bilgi; Demokrasi Vakfı, Kalkınma Vakfı ve Kalkınma Bankası’nın çalışmaları hakkında bilgi
Dışişleri bakanına ise, (1) bölgeye yönelik yapılan
yardım çalışmalarının koordinatörlüğünü yapma,
(2) koordinatör atama ve (3) bu çalışmaların etkinliğini artırma amacıyla yeni yaklaşımlar geliştirme
yetkileri verilmiştir. Ayrıca Dışişleri Bakanlığı, bu
kanunun yürütülmesini sağlamak için 2005 – 2009
döneminde her mali yıl için bir milyar dolar ödenek
ayırmaya yetkilidir.
35
Bu bölüm için kullanılan başlıca kaynaklar: Sandıklı, Atilla ve Dağcı, Kenan (ed.), Büyük Ortadoğu Projesi: Yeni Oluşumlar ve
Değişen Dengeler, İstanbul: TASAM Yayınları, 2006; Stratejik Öngörü, no. 2: Büyük Ortadoğu Projesi Özel Sayısı, İstanbul: TASAM Yayınları, Yaz 2004; Özkan, Abdullah, 21. Yüzyılda ABD’nin Küresel Stratejileri, İstanbul: TASAM Yayınları, 2006; Fouskas,
Vassilis, “Avrasya’da ABD’nin Güç Siyaseti ve Büyük Ortadoğu’nun Yeniden Şekillenmesi”, Bülent Aras (ed.), Irak Savaşı Sonrası Ortadoğu, İstanbul: TASAM Yayınları, 2004; Blank, Stephen, “Büyük Ortadoğu ve Stratejik Profili”, Aras (ed.), a.g.e.
36
Bu kanunun tam orijinal metni için bkz. www.senate.gov.
37
Diğer mkü’ler kastediliyor: Batı Avrupa ülkeleri, Kanada ve Japonya.
38
Cezayir, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Komoros, Cibuti, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Libya, Moritanya, Fas, Umman,
Filistin Otoritesi, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Suriye, Tunus ve Yemen. Bkz. Sönmezoğlu, Faruk (ed.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İstanbul: Der Yayınları, 2005, s. 42-43.
KÜRESELLEfiME, KAP‹TAL‹ZM, VE BÜYÜK ORTADO⁄U PROJES‹
Caner SANCAKTAR
BOP Kanunu’nun ABD Kongresi’nde kabul edilmesinden iki ay sonra 9-10 Haziran 2004 tarihinde
G-8 (ABD, Kanada, Japonya, İngiltere, Almanya,
Fransa, İtalya ve Rusya) zirvesi toplandı. Zirvenin
ismi, “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleriyle
Ortak Bir Gelecek ve İlerleme İçin İşbirliği (Partnership for Progress and a Common Future with
Countries of the Broader Middle East and Northern Africa)” olarak belirlendi.39
Nisan ayında Kongre’den geçmiş olan BOP Kanunu’nda yer alan “Büyük (Greater)” yerine “Geniş
(Broader)” ibaresi yer almış ve “Orta Asya” yerine
“Kuzey Afrika” zirvenin kapsamına dahil edilmiştir.
BOP Kanunu, biraz değişikliğe uğratılarak G-8 zirvesine taşınmıştır. ABD bu zirvede – BOP Kanunu’nda belirtildiği gibi – bölgede yapılacak düzenlemeler ve faaliyetler konusunda diğer gelişmiş ülkelerden destek almaya çalışmıştır. Aranan bu
destek bulunmuştur.
Zirve sonunda kabul edilen ve dünya kamuoyuna
duyurulan “Reform İçin G-8 Destek Planı (G-8
Plan of Support for Reform)”nın girişinde şu ifade
yer almıştır:
“Biz (G-8 ülkeleri), bölge (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) ülkeleri liderlerinin reform ve modernleşme sürecine devam etmekle ilgili olarak ortaya koymuş
bulundukları istek ve vaatleri memnuniyetle karşılıyoruz. Arap Birliği’ni de içine alacak şekilde, bölge liderleri ve halklarıyla istişare ve diyalog yoluyla reformlara destek olmayı amaçlayan bir plan
geliştirdik. Bu plan (Reform İçin Destek Planı)
bünyesindeki girişimler, destek istedikleri taktirde,
bölge hükümetlerine, iş dünyasına ve sivil toplumuna çok çeşitli olanaklar sunacaktır. Bu, karşılıklı saygıya dayalı dinamik bir süreç olacaktır.”40
Bu plan şu reform başlıklarını içeriyordu:
1. Demokrasinin Yerleşmesini Sağlamak: Serbest
seçimlerin yapılması ve güvence altına alınması;
parlamenter rejimin ve kültürün geliştirilmesi ve
korunması; kadınların siyasete katılımını geliştirmek; yasal yardımlar sağlamak; bağımsız medyanın geliştirilmesi; şeffaflık ve yolsuzlukla mücadele; sivil toplumun geliştirilmesi.
2. Bilgi Toplumu Kurmak: Okur-yazarlığın geliştirilmesi41; eğitici kitapların sağlanması; pilot okulların
kurulması; eğitim reformunun yapılması; dijital bilgi
39
çağının yakalanması; işletme eğitiminin verilmesi.
3. İktisadi Kalkınmayı Sağlamak: Finans girişiminin geliştirilmesi (mikro finans olanaklarının sağlanması, Büyük Orta Doğu Finans Şirketi’nin kurulması, Büyük Orta Doğu Kalkınma Bankası’nın
kurulması); finansal mükemmeliyet için ortaklık
geliştirilmesi; ticaret girişiminin geliştirilmesi (ticaret merkezlerinin oluşturulması, Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olunması, iş ve istihdam sahaları yaratmak için teşvik bölgeleri oluşturmak42); Büyük
Orta Doğu Ekonomik Olanak Forumları’nın düzenlenmesi.
Tüm bu reformların hayata geçirilebilmesi için ise
yedi çalışma/girişim planlanmıştır: Demokrasi Yardım Diyaloğu; Mikrofinans Girişimi; Okuryazarlık
Girişimi; Girişimcilerin Eğitimi Girişimi; Özel Girişimin Geliştirilmesi; Fonlar Ağı Oluşturulması; Yatırım Görev Gücü Çalışmaları.
Zirvede, “Bütün medeniyetlerin ortak çıkarı” için
tüm bu reformların başarıyla gerçekleştirilmesi gerektiği vurgulandı. Ayrıca, bölgede “barış operasyonları”nı yürütmekle görevli 75 bin kişilik bir askeri ortak gücün 2010’a kadar oluşturulmasına karar
verildi.
Zirve sonunda dünya medyasının karşısına çıkan
ABD Başkanı George Bush, “Geniş Orta Doğu’da
özgürlüğün yayılması çağımızın bir zorunluluğudur” açıklamasını yaptı ve bu “özgürleşme” sürecinin gerçekleşmesinde Saddam sonrası Irak’ın bir
katalizör görevi göreceğini vurguladı.43 Bölgedeki
liderlerle birlikte çalışarak Geniş Orta Doğu bölgesinde ortak bir gelecek için işbirliği oluşturduklarını belirten Bush, bu ortaklığın insan onuru, özgürlük, demokrasi, hukuk kuralları, ekonomik fırsatlar
ve sosyal adaletin yerleşmesine katkı sağlayacağını söyledi.44
Haziran 2004 G-8 Zirvesine Türkiye “demokratik
ortak”, içlerinde Irak’ın da bulunduğu yedi Orta
Doğulu ülke ise “bölgesel ortaklar” sıfatıyla katıldılar. Zirve sonunda basın açıklaması yapan Bush,
Türkiye’yi “demokratik ortak” olarak tanımladı ve
“Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Girişimi”nin hedefinin Türkiye olmadığını vurguladı. Bush sözlerine şöyle devam etti: “Bu yıl G-8 ülkeleri ve Türkiye, ortak bir hedef etrafında toplandı. G-8 ülkeleri
ve Türkiye, enerjilerini ve devletlerinin kaynakları-
Bkz. www.useu.be
Metnin tamamı için bkz. www.g8.utoronto.ca. Alıntı içinde yer alan parantezler bana aittir.
41
2003 tarihli BM Arap Beşeri Kalkınma Raporu’na göre Arap ülkelerindeki toplam nüfusun %40’ı (65 milyon kişi) okuma-yazma
bilmiyor. BM Arap Beşeri Kalkınma Raporu için bkz. www.undp.org
42
Arap ülkelerinde 2010 yılına kadar 50 milyon genç emek piyasasına dahil olacak ve bunların yarısı işsiz olacak. Bkz. a.g.r.
43
www.ntvmsnbc.com.tr; www.internethaber.com.tr; www.useu.be
44
www.hürriyetim.com.tr
40
151
STRATEJ‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹
SAYI: 14
2009
Caner SANCAKTAR
nı, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde özgürlük
ivmesine destek için kullanacaklardır.”45
IV. SONUÇ
Kapitalizm, devresel yapısal krizler yaşayan bir
ekonomi tarzıdır. Fakat bu krizler, kendiliğinden
kapitalizmin sonunu getirmez. Kapitalizm, yeniden
yapılanma yoluyla krizleri aşma becerisine ve esnekliğine sahiptir. Kapitalizm bir dünya sitemi özelliği taşır: Kapitalist Dünya Ekonomisi (KDE) sistemi. Bu sitemin karşılaştığı son büyük kriz 1974 Krizidir. 1974 Krizini, 1982’de patlak veren Borç Kriz
izledi. 1974 ve 1982 krizleri, KDE sisteminin neoliberal politikalar üzerinden yeniden yapılandırılması yoluyla aşıldı. Bu yeniden yapılanma süreci
iktisadi, siyasi ve sosyo-kültürel alanları kapsar.
Yani KDE sisteminin yeniden yapılanma süreci
çok geniş kapsamlı köklü bir süreçtir.
152
Yeniden yapılanma süreci içerisinde “Küreselleşme”, sıkça duyulan ve sıkça tartışılan bir konu haline gelmiştir. “Küreselleşme”ye ilişkin çok sayıda
ve çok çeşitli tanımlamalar geliştirilmiştir. Küreselleşme, yeni bir olgu, yeni bir süreç, hele hele yeni
bir “dünya düzeni” hiç değildir. Küreselleşme,
1974 ve 1982 krizleri sonrasında KDE sisteminin
neo-liberal politikalar üzerinden yeniden yapılandırılması sürecini ifade eden bir terimdir.
İçinde yaşadığımız ve “Küreselleşme” olarak nitelendirilen yeniden yapılanma süreci, dünyanın her
ülkesinde/bölgesinde aynı zamanda başlamadı ve
aynı hızda gerçekleşmiyor. Bunun nedeni, dünyada var olan ülkelerin, devletlerin ve bölgelerin iktisadi, siyasi ve sosyo-kültürel farklılıklar gösteriyor
olmasıdır. Bazı ülkeler/bölgeler bu yeniden yapılanma sürecine daha çabuk ve daha kolay katıldılar. Bazı ülkelerin/bölgelerin bu sürece dahil olmaları zor ve sancılı gerçekleşiyor. Bu tip ülkelere/bölgelere ABD’nin ve diğer merkez kapitalist
devletlerin müdahaleleri daha yoğun ve şiddetli
gerçekleşiyor. Bu müdahalelerin şiddeti ve yoğunluğu, aynı zamanda merkez kapitalist devletler
arasında yaşanılan rekabet tarafından da şekillendiriliyor.
Böyle bir “küresel” konjonktürde BOP, ilk defa Nisan 2004’te ABD Kongresinde kabul edilen bir kanun (Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Kalkınma Kanunu) ile gündeme gelmiştir. Bu kanun, ABD tarafından biraz değişikliğe uğratılarak ve coğrafi sınırları daraltılarak Haziran 2004’te G-8 zirvesine taşındı: Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleriyle
Ortak Bir Gelecek ve İlerleme İçin İşbirliği Zirvesi.
45
www.radikal.com.tr ve www.haberturk.com
Nisan 2004 tarihli kanunda Orta Asya’daki 5 ülke
(Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan) BOP sınırlarına dahil iken, G-8
zirvesinde bu ülkeler BOP kapsamına dahil edilmemiştir. Bunun nedeni, başta Rusya olmak üzere Avrupalı büyüklerin muhalefeti olmuştur. G-8
zirvesinde sınırları daraltılan BOP coğrafyası, 22
Arap ülkesi ile Pakistan, Afganistan, İran, Türkiye
ve İsrail ülkelerini kapsıyor. Bunlardan Türkiye ve
İsrail, BOP’un hedef ülkeleri değil, BOP’un “demokratik ortakları”dır. Yani ABD, bu iki ülkeyi BOP
kapsamında “demokratik ortaklar” olarak görüyor.
Diğer ülkeler ise BOP’un “hedef ülkeleri”dir.
G-8 zirvesinde yapılan bir başka değişiklik sosyokültürel alanı kapsayan reformlarla ilgili olmuştur.
Nisan 2004 Kanunu, sosyo-kültürel reformlara pek
yer vermez iken, G-8 zirvesinde yeniden şekillendirilen BOP’ta sosyal reformlara daha fazla yer verilmiştir. Bundaki amaç, sosyo-kültürel alanın, neo-liberal politikalar vasıtasıyla gerçekleştirilen yeniden yapılandırılma sürecine uyumlu hale getirilmesidir.
DKE sisteminin yeniden yapılandırılması sürecinin
önemli bir ürünü ve önemli bir parçasıdır BOP,
Amerikan menşeli ve Batı Avrupa destekli bir projedir. Amaç; BOP coğrafyasında yer alan 22 Arap
ülkesi ile İran, Pakistan ve Afganistan ülkelerinde
neo-liberal politikaları “hızlı, sorunsuz ve güvenli”
biçimde uygulamaktır. Bu amaçla, sadece iktisadi
ve siyasi alanlarda değil, fakat aynı zamanda sosyo-kültürel alanlarda da köklü reformlar ve değişim-dönüşümler yapılmak istenilmektedir. BOP, bu
ülkeleri DKE sisteminin yeniden yapılandırılması
sürecine mümkün olduğu kadar çabuk ve mümkün
olduğu kadar sorunsuz biçimde dahil etmeyi hedefleyen bir projedir. Yani ABD ve diğer merkez
kapitalist devletler, bu bölgeyi DKE sistemine
uyumlu hale getirmeyi amaçlıyor.
Bu projeye ve yeniden yapılanma sürecine bölgeden gelen tepkiler ise farklılıklar içermektedir. Kimileri bu projeye ve yeniden yapılanma sürecine
ılımlı yaklaşırken, kimileri – çeşitli düzeylerde ve
çeşitli yöntemlerle – sert tepki gösteriyor. Bu tepkiler, BOP’un uygulanışını etkileyecektir. Bu tepkilerin, BOP’u nasıl etkileyeceğini zaman gösterecektir. Fakat şunu söyleyebiliriz: Bu süreç, bölge ülkeleri için sancılı bir biçimde başladı ve sancılı bir biçimde devam edecektir.

Benzer belgeler